2007, vol.1, no.1 - Beykent Üniversitesi
Transkript
2007, vol.1, no.1 - Beykent Üniversitesi
A-PDF Merger DEMO : Purchase from www.A-PDF.com to remove the watermark ISSN: 1307- 5063 BEYKENT ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ BEYKENT UNIVERSITY JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES Sayı/ Volume : 1 Numara/ Number : 1 Yıl- Bahar/ Year- Spring : 2007 Değerli Araştırmacılar, Üniversitemiz, kuruluşunun 10. yılında 2. Bilimsel Dergisini “Sosyal Bilimler Dergisi” olarak sunmaktadır. Bir süre önce “Fen ve Mühendislik Bilimleri Dergisi” yayın hayatına başlamış ve çok büyük ilgi toplamıştı. Şimdi, Sosyal Bilimler dergimiz de aynı amaçla ve çok değerli bilim adamlarımızın titizlikle hazırladıkları makaleleriyle bilim aleminin takdirlerine sunulmaktadır. Bu suretle Üniversitemizin evrensel bilime katkı yapma misyonunu yerine getireceği gibi, ülkemizin bilimsel göstergelerini yukarı çekme çabalarına da katkıda bulunmuş olacağımıza inanıyorum. Bir bilimsel derginin uluslararası bilim indekslerinde yer alması çok önemlidir. Yayın hayatına yeni atılacak olan Sosyal Bilimler Dergimizin de hızla bu amacına ulaşacağına güvenim tamdır. İlgililerin bu yöndeki çabalarına Üniversite yönetimi tarafından her türlü katkının yapılacağından da emin olunması önemli bir taahhüdümüzdür. Üniversitemiz “Bir Dünya Üniversitesi”dir. Vizyonu ve misyonu ile bu temel amacı doğrultusunda ilerlemektedir. Ülkemizin ihtiyaç duyduğu nitelikli insan gücünü yetiştirmenin yanı sıra, üstün nitelikli bilim adamları ile de dünya bilimine katkılar sağlanmakta, bilimsel bilgiyi üretmekte ve bu suretle toplumu aydınlatmakta ve bunları çağdaş dünya ile de paylaşmaktadır. Bu paylaşım ve aydınlatmanın onuru, şüphesiz ki en önemli rolü üstlenmiş olan, yapıtlarıyla “Sosyal Bilimler Dergimiz”i ortaya çıkaran, değerli araştırmacılarımızın olacaktır. Sosyal Bilimler Dergimiz ise, aynı zamanda gerek ulusal, gerekse uluslararası ölçekte Üniversitemizin bilimsellikteki yerini belirlemede önemli rol oynayacaktır. İleri görüşlülüğü ve engin ülke sevgisi adına bu yönde yatırımlar yapmakta hiç tereddüt etmeyen ve en önemlisi dergimizin yayın hayatının sürekliliğinin garantisi olarak gördüğümüz Mütevelli Heyet Başkanımız Sayın Adem ÇELİK’in diğer alanlarda olduğu gibi dergimizin sürekli yaşamasında da gereken katkılarını sürdüreceğine inancımız tamdır. Ayrıca, Sosyal Bilimler Dergisinin bu aşamaya gelmesine katkıları olan tüm araştırmacıları ve çalışanlarımızı kutluyor ve teşekkürlerimi sunuyorum. Sosyal Bilimler Dergimizin de bilim alemine yararlar getirmesini diliyorum. Yine bu cümleden olmak üzere Beykent Üniversitesi’nin bilim, teknoloji ve sanatla topluma evrensel katkıyı hedefleyen çağdaş anlayışımızın sürmesini ve pusulamızın bize hep bu yönde yol gösterici olmasını diliyorum. Saygı ve Sevgilerimle, Prof. Dr. Cuma BAYAT Rektör In the 10th year of its foundation, Beykent University presents its 2nd journal of science as “The Journal of Social Sciences”. “The Journal of Science and Technology” which was published some time ago attracted great attention. Now “The Journal of Social Sciences” which involves articles written by talented scientists with a great care, has been presented to the appreciation of science with the same goal. I believe that by issuing this journal, Beykent University fulfills its mission of contributing to universal science and and also helps our country to raise Turkey’s scientific prowess. It is important for a scientific journal to be included in scientific indexes. I am sure that our newly issued journal will reach its goal rapidly. It is guaranteed that the university administration will contribute to the efforts of the people concerned in every aspect. Beykent University is a “World University”. It is developing in this direction with its vision and mission. Besides developing high quality graduates which our country needs, it also makes contributions to universal science with highly qualified scientists and promotes scientific discovery. With the help of these discoveries, it illuminates society and shares this information with the contemprorary world. The honour of this illumination and sharing will definitely belong to our researchers who have the most important role and have issued “The Journal of Social Sciences”. The Journal will take a crucial role in defining the scientific place of Beykent University both in the national and international arena. We strongly believe that the Chairman of The Trustee Committee Adem Çelik who has no doubt in making an investment in this field for the sake of farsightedness and patriotism, will continue to contribute to the issuing of the journal. Additionally, I congratulate and thank all the researchers and personnel who have supported The Journal of Social Sciences. I hope The Journal of Social Sciences will bring benefit to science and I hope Beykent University will keep its contemprorary understanding together with science, technology and art. Prof. Dr. Cuma BAYAT Rector PROFESÖRLER DE YAZAR Bilimsel yayın çalışmalarında, 1980’li yılların “bekle-gör” ile geçtiği söylenebilir. Yurt dışındaki dergilerde yayını olmayanlara ve gelişen üniversitelerde görev almayanlara akademik yükseltme olanakları kısıtlandı. Bilim insanları “dergi arayışına” giriştiler… 1990’lara girerken akademik unvanlarda oluşturulan bu baraj yıkıldı, yoğun akademik yükseltmeler gündeme geldi. İzleyen dönemde, genç akademisyenlerde, “puan avı” başladı. Kim, nerede, ne kadar yayın yapmış? Marx, “Kapital”’ini yazarken, Engels tavsiyelerde bulunuyormuş: “Kitabını, mümkün olduğu kadar şekil ve grafiklerle doldur. Çünkü bu “….” Almanlar, kitabın içine değil dışına bakarlar.” Yakın zamanda ise, “sıfırcı rektörler” medyatik olmaya başladı. Bundan maksat, alanında S/SICI vb. dergilerde yayın yapılmamış olmasıydı. Yönetimsel görevlerin bilimsel yayın çalışmalarını aksattığı bir gerçektir. Ancak, bu tür medyatik baskılar, bu defa, etik olmayan “piggyback” tarzı çalışmaları veya bir başkasının çalışmasına marjinal ortak olma arayışlarını da arttırabilir. Varılan bugünkü aşamada, daha ziyade, “akademik kariyer bekleyişi olanların yayın yaparak puan toplamaya çalıştıkları” anlayışının dışına çıkılmaya başlandığı söylenebilir. Ancak, nitelik ve niceliğine bakmaksızın S/SCI vb. dergilere olduğundan daha fazla bir anlam yükleyerek, diğer dergilerdeki bilimsel çalışmaları küçümsemek, doğru bir yaklaşım olarak nitelendirilemez. Bu yaklaşımımızla, Sosyal Bilimler Dergisi’ne gelmek istiyoruz: Dergimizde makale kabul süreci şu şekilde işlemektedir: 1. Dergimize gelen makalelerin, yayın kriterlerimize uygunluğu ile ilgili ön değerlendirmeler yapıldıktan sonra, geliş sırasına uygun olarak numaralandırılmaktadır. 2. Değerleme kriterleri eşliğinde, makaleler, isimsiz olarak, bilgimiz dahilindeki alanında uzman olan yurt içi ve dışı üç hakeme gönderilmektedir. 3. Yapılan hakem değerlendirmelerinin düzeltme talepleri, ilgili bilgi notuyla yazara gönderilmektedir. 4. Önemli düzeltme talepleri halinde, ilgili hakeme tekrar dönülmektedir. Yayın için, tüm hakemlerden “olur” alınmaya çalışılmaktadır. 5. Yayın kurulu olarak, ek taleplerimiz varsa, bunlar yazara intikal ettirilmekte ve onayı alınmaktadır. 6. Tüm değerlendirmeler, beş yıl süreyle “bilgisayar çıktısı” olarak ve sanal ortamda muhafaza edilecektir. Bu sayımıza, kırktan fazla makale gelmişti. Bunların bir bölümü ilk değerleme aşamasında, ikinci bölümü, iki hakemden “yayınlanamaz” notu veya düzeltme taleplerine rağmen, önemli düzeltmeler yapılmaması nedeniyle, üçüncü gurup ise, yoğun düzeltme talepleriyle elendi. Bu son bölümde yer alanlar, ek düzeltmeler sonrası, ikinci sayıda yayın olanağı bulabilir. Üniversitemizin 10. yıl kutlamaları çerçevesinde yayın hayatına başlayan Sosyal Bilimler Dergisi’nin doğuşunda teşviki ve emeği geçen, başta Sayın Mütevelli Heyet Başkanı ve Sayın Rektörümüzle Senatomuzun sayın üyelerine, tüm sayın yazar, hakem, yayın ve danışma kurulları üyeleriyle ile kapak dizaynı, yayın ve teknik sekretaryaya çok teşekkür ederim. Bir diğer teşekkürüm ise, sayın genel yayın yönetmen yardımcılarıma olacaktır. Tüm çalışmaların, her kelimesini ve noktalamasını gözden geçirdiler. Buna rağmen, görülebilecek aksaklıklar, tamamen tarafımıza aittir. Bu vesileyle, Sonbahar’daki ikinci sayı için, yeni çalışmalarınızı ve yapıcı eleştirilerinizi bekler, dergimizi okuyarak, bu “doğum gününe” katıldığınız için, çok teşekkür ederiz. Prof. Dr. Muhittin KARABULUT Genel Yayın Yönetmeni PROFESSORS WRITE, TOO! It could be said that regarding academic publication studies, the 80 ies went by a “wait-and-see” attitude. The opportunities for academic promotions were limited to those who did not have publications in foreign journals and to those who were not appointed in developing universities. Entering the 90ies, this blockage, formed on academic titles, was collapsed; intensive academic promotions were on the agenda. The “hunt for points” began for the young academicians during the following period. Who had how many publications on which journal? While Marx had been writing “Das Kapital”, Engels had given him recommendations: “Fill your book with as many graphics and schemes as possible. Because these “….” Germans look at the cover, not at the content.” Recently, the rectors who don’t have any publishing, have become popular in the media. In other words they haven’t published anything in S/SCI etc. issues about their fields. It is true that managerial duties hinder academic publication studies. However, this type of popular pressure may amplify unethical “piggyback” studies or may amplify pursuits to be a marginal partner to another person’s study. It may well be said that recently, the mentality regarding people with academic aspirations and their efforts to gain points by making publications, has been rather surpassed. Yet, without looking at the quality and the quantity, conveying meaning to journals such S/SCI more than they already have or underestimating other academic works published on other journals can not be described as a correct approach. With this approach of our own, we would like to come to our referee- journal: The Journal of Social Sciences. The process of admission of articles into our journal is as follows: • Having been pre-assessed according to conformity to our criteria of publishing, the articles that are submitted to our journal are numbered in line with their date of submission. • Accompanied by evaluation criteria, the anonymous articles are sent to three expert referees, local and international. • The correction requests of referee evaluations are sent to the author attached with the concerning information. • In case of important correction requests, the referee concerned is consulted again. It is essential that all referees say “okay” in order for the article to be published. • In case we have further requests as the Board of publication, these requests are communicated to the author. • All evaluations are kept as both “print outs” and digital files. For this issue, more than forty articles were submitted. Part of them was eliminated during preassessment stage; the second part was eliminated because important corrections were not made despite the correction requests and “ineligible” notes of two referees; the third group was eliminated due to intensive corrections requests. Those which are put on the last group may have the opportunity for publication after further corrections are made. I must gratefully thank firstly to our Chairman of the Board of Trustees; to our Rector; to the members of our senate; to the authors, referees; to each and every member of the Advisory Committee and the Board of Publication as well as the cover design and the technical and publishing secretariat, for their efforts and encouragement in making The Journal of Social Sciences that has started its publication life in line with The Tenth-Year Anniversary of our university. I must also gratefully acknowledge the help of Assistant Directors of Publication. They scanned every word and punctuation of all writings. Nevertheless, we hold responsibility for potential mistakes. By this mean, for the second issue of Fall edition, we expect your new articles and constructive criticisms, and we would like to thank you for your contribution to our “birthday” by reading our journal. Prof. Dr. Muhittin KARABULUT Editor-in- Chief BEYKENT ÜNİVERSİTESİ BEYKENT UNIVERSITY SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES SAHİBİ / PROPRIETOR: Prof. Dr. Cuma BAYAT (Beykent Üniversitesi adına/ On Behalf of Beykent University) GENEL YAYIN YÖNETMENİ EDITOR -IN-CHIEF: Prof. Dr. Muhittin KARABULUT GENEL YAYIN YÖNETMEN YARDIMCILARI VICE EDITORS: Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ Doç. Dr. Veysel KILIÇ YAYIN SEKRETERİ PUBLISHING SECRETARY Mihriban MİRAP YAYIN KURULU PUBLISHING BOARD: Prof. Dr. Erol EREN Prof. Veysel GÜNAY Prof. Dr. Can İKİZLER Prof. Dr. Emin ÖZBAŞ Prof. Dr. Selahattin SARI DANIŞMA KURULU ADVISOR COMITTEE: Prof. Dr. Yusuf Ziya AKSU Prof. Halis BİÇER Prof. Dr. Mustafa DELİCAN Prof. Dr. Mümin ERTÜRK Prof. Dr. Adem GENÇ Prof. Dr. Mehmet Fikret GEZGİN Prof. Dr. Esat HAMZAOĞLU Prof. Dr. Tamer İNAL Prof. Dr. Cevdet KÜÇÜK Prof. Dr. Ebru PARMAN Prof. Dr. Ünsal OSKAY Prof. Remzi SAVAŞ Prof. Dr. Ayten SÜRÜR Her hakkı saklıdır. Sosyal Bilimler Dergisi yılda iki kez yayımlanan, bilimsel hakem kurulu olan bir yayındır. Sosyal Bilimler Dergisinde yayımlanan makalelerdeki görüş ve düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Sosyal Bilimler Dergisinin veya Beykent Üniversitesi’nin görüşlerini ifade etmez. Sosyal Bilimler Dergisine gönderilen makaleler iade edilmez. ISSN: 1307- 5063 Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sıraselviler Cad. No: 111 PK:34437 Taksim/ İSTANBUL Tel: 0212 243 02 71- 73- 77 Faks: 0212 243 02 78 www.beykent.edu.tr BU SAYININ HAKEMLERİ/ REFREES OF THIS ISSUE , Prof. Dr. Halil AKDENİZ....................Anadolu Üniv. GSF (Resim) Prof. Dr. Asuman AKDOĞAN ............Erciyes Üniv. İİBF (İktisat) Prof. Dr. Cafer Tayyar ARI..................Uludağ Üniv. (Uluslar arası İlişkiler) Prof. Dr. Atilla ATAR..........................Anadolu Üniv. GSF (Resim) Prof. Dr. Aydın AYAN ........................Mimar Sinan Üniv. GSF (Resim) Prof. Dr. Mustafa AYSAN...................İstanbul Üniv. (işletme) Prof. Dr. Nazlı BAYRAM ...................Anadolu Üniv. İletişim (Sinema-TV) Prof. Dr. Münevver Ölçüm ÇETİN......Marmara Üniv. Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU................Galatasaray Üniv.(Uluslararası İlişkiler) Prof. Dr. Mustafa DELİCAN ...............Beykent Üniv. (Uluslar arası İlişk.) Prof. Dr. Vahdettin ENGİN .................Beykent Üniv. (Uluslar arası İlişk.) Prof. Dr. İlhan ERDOĞAN..................İstanbul Üniv. (işletme) Prof. Dr. Öner ESEN............................İstanbul Üniv. (işletme) Prof. Dr. Nurullah GENÇ ....................Kocaeli Üniv. Prof. Dr. Zafer GENÇAYDIN .............Hacettepe Üniv. GSF (Resim) Prof. Dr. Ahmet GÖKÇEN ..................İstanbul Üniv. İİBF (İktisat) Prof. Dr. Ersan İLAL ...........................Kültür Üniv. (İletişim) Prof. Dr. Atilla İLKYAZ......................Gazi Üniv. GSF (Resim) Prof. Dr. Ahmet İNCEKARA ..............İstanbul Üniv. İİBF (İktisat) Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ ............Beykent Üniv. (Türk Dili ve Edeb.) Prof. Dr. Ünsal OSKAY ......................Beykent Üniv. (ileşitim) Sinema-TV Prof. Dr. İzzettin ÖNDER....................İstanbul Üniv. İİBF (İktisat) Prof. Dr. Ferhat ÖZGÜR......................Hacettepe Üniv. GSF (Resim) Prof. Dr. Hasan ÖZYURT ...................Karadeniz Teknik Üniv. İİBF (iktisat) Prof. Dr. Mahmut PAKSOY ................İstanbul Üniv. (İşletme) Prof. Dr. Işıl PEKDEMİR ....................İstanbul Üniv. (işletme) Prof. Dr. Recep PEKDEMİR ...............İstanbul Üniv. (işletme) Prof. Dr. Mümtaz SAĞLAM ...............Dokuz Eylül Üniv. GSF. (Resim) Prof. Dr. Selahattin SARI ....................Beykent Üniv. İİBF (iktisat) Prof. Dr. Hüner ŞENCAN....................İstanbul Üniv. (işletme) Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL..................Mimar Sinan Üniv.Fen-Edeb. (Tarih) Prof. Dr. Mehmet Şükrü TEKBAŞ ......İstanbul Üniv. (işletme) Prof. Dr. Şermin TEKİNALP...............Kültür Üniv. (İletişim) Doç. Dr. Arman TEVFİK ....................Beykent Üniv. İİBF (İktisat) Prof. Dr. Enar TUNÇ ...........................Kadir Has Üniv. İİBF (Üretim Yön.) Prof. Dr. Münevver TURANLI............İstanbul Ticaret Üniv. (İstatistik) Prof. Dr. Tansel TÜRKDOĞAN..........Gazi Üniv. GSF (Resim) Prof. Dr. Gönül UÇELE.......................Bahçeşehir Üniv. (İng. Dili ve Edeb.) Prof. Dr. Hayri ÜLGEN .......................İstanbul Üniv. (işletme) Prof. Dr. Bülent VARDAR ..................Marmara Üniv. GSF (Sinema- TV) Prof. Dr. Ertan YILMAZ .....................Dokuz Eylül Üniv. (iletişim) KAPSAM/ SUBJECTS İşletme Yönetimi/ Management ● Ulusal ve Küresel Yönetim/National and Global Management ● Ulusal ve Küresel Pazarlama/National and Global Marketing ● Reklam ve Halkal İlişkiler/Advertising and Public Relations ● Mağaza ve Zincir Mağazacılık/Store Management and Chain Stores ● Lojistik ve Tedarik Zinciri Yönetimi/Logistics and Supply Chain Management ● Finans ve Bankacılık/Finance and Banking ● Muhasebe/Accounting ● Üretim ve Teknoloji/Production and Technology ● İnsan Kaynakları/ Human Resources İktisat ve Ekonomi Politik/ Economics and Political Economy Sektörel Yönetim/ Sectorial Management ● Kamu Yönetimi/ Public Adminstration ● İktisat ve Ekonomi Politik/ Economics and Political Economy ● Turizm/Tourism ● Hastane Yönetimi/Hospital Management ● Eğitim Yönetimi/Education Management Uluslararası İlişkiler/International Relations Hukuk/Law Eğitim Bilimleri/ Education Sciences ● Tarih/History ●Türk Dili ve Edebiyatı/ Turkish Language and Literature ●Psikoloji/ Pyschology ● Sosyoloji/ Sociology ● Antropoloji/ Antropology ● İngiliz Dili ve Edebiyatı/English Language and Literature Bilişim Sistemleri Yönetimi/Information Systems Management Güzel Sanatlar/Fine Arts ● Tekstil ve Moda/Textile and Fashion ● İletişim/ Communication ● Sinema-TV/Cinema-TV ● Tiyatro-Theatre Uygulamalı Araştırmalar/Applied Research Vak’a Analizleri/Case Analysis İÇİNDEKİLER/ CONTENTS Sayfa No Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği Bülent ÖZ – Sami TABAN ……………………………………………………. .1 - 28 Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi Erman ERBAYKAL ……………………………………………………………29 - 44 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987- 2002) Bilal KARGI ………………………………………………………………........45 – 81 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK………………………………..82 – 107 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri Sait YILMAZ ………………………………………………………………...108 – 152 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit: Kavram İmge Diyalektiği Adem GENÇ …………………………………………………………....……..153- 175 Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat Aytül PAPİLA ………………………………………………………………..176 – 190 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili Cengiz ASİLTÜRK …………………………………………………………...191 – 213 Küreselleşme ve Sinema Burak BUYAN ………………………………………………………………..214 – 226 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema Mehmet Fetih YANARDAĞ …………………………………………………227 – 263 Textual Properties Veysel KILIÇ ……………………………………………………………….....264 – 275 Yayın Kuralları / Publication Regulations and Communication.........................276 - 284 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 1-28 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY TÜRKİYE’DEKİ PARA KRİZLERİNİN REEL DEĞİŞKENLERLE SİNYAL YAKLAŞIMIYLA ÖNGÖRÜLEBİLİRLİĞİ Bülent Öz∗ Sami Taban∗∗ ÖZET Son yıllarda, dünyada yaşanan finansal krizler ve bu krizlerin özellikle az gelişmiş ülkelerde ortaya çıkarmış olduğu ekonomik maliyetler, krizlerin önceden öngörülüp öngörülemeyeceği konusunda teorik ve ampirik düzeyde yeni çalışmaların yapılmasını teşvik etmiştir. Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de yaşanan para krizlerinde (1994 ve 2001), reel ekonomi göstergelerinin bir erken uyarı görevi üstlenip üstlenmediğinin sinyal yaklaşımıyla ortaya konulmasıdır. 1990:1-2005:2 dönemi 13 reel ekonomi değişkeni kullanılarak yapılan çalışmanın sonuçları, iki değişken hariç, diğer tüm reel göstergelerin öncü değişken olarak kullanılabileceğini göstermiştir. Ayrıca, analizde kullanılan reel göstergelerin yaklaşık yüzde 70’i para krizlerinin ortaya çıkmasında sinyal vermiştir. Anahtar Kelimeler: Öncü göstergeler, reel ekonomi göstergeleri, sinyal yaklaşımı, erken uyarı. ABSTRACT In recent years, financial crises have emerged in the World and the economic costs of these crises, especially, in the developing countries have encouraged new studies in terms of theoretical and empirical whether the crises are early predictable. The aim of this study is to explain whether real economic indicators are evaluated within the early signal system of Turkey’s past currency crises (1994 and 2001) using the signal approach. The results of the study have indicated that all the variables, except two, could be used as an early warning indicators by using 13 real economic variables during the period of 1990:1- 2005:2. Moreover, in the analysis, real indicators have revealed about 70 percent signal in the occurance of currency crises. Keywords: Leading indicators, real economic indicators, signal approach, early warning. ∗ Araş.Gör. Dr. K.Maraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Bölümü. ∗∗ Doç.Dr. K.Maraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü. [email protected] Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği 1.GİRİŞ Dünyada, 1980’lerde başlayan finansal piyasaların küreselleşmesi ve entegrasyonu, 1990’lı yıllarda daha da hızlanarak devam etmiştir. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, Türkiye dahil dünyanın farklı bölgelerinde (1992-1993’de Avrupa ülkelerinde, 1994-1995’de Meksika’da, 1997-1998’de Asya ülkelerinde, 1998’de Rusya’da, 1999’da Brezilya’da ve 2001’de Arjantin’de) değişik tipte finansal krizler yaşanmıştır. Dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan bu tip krizler, krizlerin nedenlerini ve krizle ilgili politika önerilerini içeren teorilerin geliştirilmesine katkıda bulunmuşlardır. Kriz teorileri, krizlerin ortaya çıktığı dönemler açısından iki grupta toplanmaktadır. Birinci grupta, 1980’li yıllarda Latin Amerika Ülkelerinde ortaya çıkan krizleri açıklamak amacıyla geliştirilen teoriler yer alırken, ikinci grupta ise, 1990’lı yıllar boyunca, Türkiye dahil olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde meydana gelen krizleri açıklayan teoriler yer almaktadır (Atik, 2006:333). Finansal krizlerin özellikle azgelişmiş ülkeler üzerinde olumsuz ve derin etkiler yaratması, ekonomistlerin ve politika yapıcılarının dikkatlerini bu krizlerin önceden öngörülüp- öngörülemeyeceği noktasına çevirmelerine neden olmuştur. Dolayısıyla, bu konuda, teorik ve ampirik düzeyde yeni çalışmaların sayısı hızla artmaktadır. Bu çalışmalarda, kriz sinyalleri konusunda öncü göstergelerin neler olduğu ve bu sinyallerden yola çıkılarak, belirli bir krizin çeşitli istatistiksel yöntemlerle öngörülebilirliği araştırılmaktadır. Bu çalışmada, Kaminsky vd., (1998)’in geliştirdikleri sinyal yaklaşımı yöntemiyle Türkiye’nin Nisan 1994 ve Şubat 2001’de yaşamış olduğu parasal krizlerde, reel ekonomi göstergelerinin bir erken uyarı görevi üstlenip üstlenmediği ortaya konulmaktadır. Bu bağlamda, çalışmanın birinci ve ikinci bölümünde, sırasıyla, önce ampirik literatürün bir değerlendirilmesi yapılmakta, sonra da çalışmanın yöntemi hakkında bilgi verilmektedir. 2 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban Çalışmanın son bölümünde ise, konuyla ilgili uygulama sonuçları yer almaktadır. 2. LİTERATÜR ÖZETİ Ülkelerin geçmişte yaşadıkları kriz dönemlerinde, öncü göstergelerin bir kriz erken uyarı sinyali taşıyıp taşımadığını test etmek için, ampirik çalışmalarda birçok öncü göstergeden faydalanıldığı ve çalışmaların çoğunda, öncü gösterge olarak finans göstergelerinin yanında, reel öncü göstergelerinin de kullanıldıkları görülmektedir. Bu konudaki çalışmalara, Dornbusch vd., (1995), Edin ve Vredin (1993), Edwards ve Montiel (1989), Edwards ve Santaella (1993), Eichengreen vd., (1995), Frankel ve Rose (1996), Heun ve Schlink (2004), Kaminsky ve Reinhart (1996), Krugman (1996), Milesi, Maria ve Razin (1998), Ötker ve Pazarbaşıoğlu (1994), Sachs vd., (1996), Berg ve Pattillo (1999), Kaminsky (1999), Goldstein ve diğerleri (2000), Kamin vd., (2001), Lau ve Yan (2002), Khusaini (2002), Burkart ve Coudert (2002), Zhuang ve Dowling (2002)’in çalışmaları örnek gösterilebilir. Bu çalışmalarda, reel göstergeler olarak çoğunlukla, büyüme oranı, işsizlik, istihdam, enflasyon ve hisse senedi fiyatlarındaki değişikliklerin ağırlıklı olarak kullanıldığı göze çarpmaktadır. Kaminsky vd., (1998) gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşanan finansal krizlerde kullanılan öncü göstergelerin performanslarını incelemek amacıyla, araştırmalarında çeşitli ülkeler üzerine yapılmış 17 ampirik uygulamaya yer vermişlerdir (Bu uygulamalar, yukarıda bahsedilen çalışmaların çoğunu kapsamaktadır). Bu çalışmalarda kullanılan reel öncü göstergelerin performans düzeylerine ait bulgular, Tablo 1’de sunulmaktadır. 3 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği Tablo 1. Reel Göstergelerin Performansları Değişkenler Çalışmalarda İstatistiksel olarak anlamlı kullanılma sayısı sonuçlananlar Enflasyon* 5 5 Reel GDP Büyüme Oranı 9 5 Üretim Açığı 1 1 İstihdam/İşsizlik** 3 2 Hisse Senedi Fiyatlarındaki 1 1 Değişiklikler * İstatistiksel olarak sonucun anlamlı çıkması, enflasyondaki bir artışın kriz olasılığını azalttığı anlamını taşımaktadır. **İstatistiksel olarak sonucun anlamlı çıkması, istihdam artışının kriz olma riskini azalttığı anlamına gelmektedir. Kaynak: G. Kaminsky, S. Lizondo ve C. M. Reinhart, 1998: 44-45. Tablo 1’de görüldüğü gibi, büyüme, enflasyon ve istihdam/işsizlik göstergeleri, bu çalışmalarda en fazla kullanılan reel değişkenler arasında yer alırken, bunlara ilişkin istatistiksel sonuçlar, bu göstergelerin, reel krizlerin tahmin edilmesinde önemli bir işlev yüklendiklerini göstermektedir. Reel ekonomi göstergelerinin para krizleri için bir öncü gösterge niteliği taşıyıp taşımadığına ilişkin bazı çalışmalara Türkiye’de de rastlamaktayız. Örneğin bu çalışmalardan birisi, Değirmen vd., (2006) tarafından yapılmıştır. Sinyal yaklaşımı kullanarak yaptıkları çalışmalarında, öncü reel değişkenler olarak IMKB fiyat endeksi, sanayi üretim endeksi, sanayi sektörü özel kesim istihdamı, reel ücretler ve ihracatın ithalatı karşılama oranını kullanmışlardır. Yazarlar, istihdam göstergesi dışında, diğer reel göstergelerin kriz öncü göstergeleri olarak kullanılabileceklerini ortaya koymuşlardır. Kar ve Taban (2006), 1990.1-2005.2 dönemine ilişkin üç aylık verilerden faydalanarak, reel ekonomi göstergelerinin Türkiye’deki parasal krizlerin öngörülmesinde ne derecede öncü bir role sahip olduklarını, grafiklerle analiz etmeye çalışmışlardır. 13 reel ekonomi göstergesinin kullanıldığı çalışmada, 4 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban değişkenlerin büyük çoğunluğunun eşanlı ve geciken değişken niteliğinde olduğu görülmüştür. Diğer bir ifadeyle, reel ekonomi göstergelerinin büyük bir çoğunluğunda, kriz öncesi dönemde anormal bir hareket gözlenmediği tespit edilmiştir. Gerni vd., (2005), çalışmalarında, 1990-2004 dönemi aylık verilerinden hareketle, erken uyarı sistemleri çerçevesinde Türkiye’deki ekonomik krizlerin analizini yapmaya çalışmışlardır. Doğrusal olabilirlik (LPM) ve Logit modellerin birlikte kullanıldığı çalışmada, finansal göstergeler yanında, sanayi üretim indeksi, ihracatın ithalatı karşılama oranı ve İMKB 100 indeksi olmak üzere üç reel ekonomi göstergesi kullanılmıştır. Sanayi üretim indeksinin diğer kullanılan iki reel değişkene göre istatistiki açıdan krizi öngörmede en iyi anlamlı değişken olduğu bulunmuştur. Üçer vd.,(1998), çalışmalarında, Türkiye’deki 1994 para krizinin öncü göstergelerini, üçer aylık veri kullanarak 1989-1997 dönemi için incelemişlerdir. Toplam 19 değişkenin kullanıldığı çalışmada (bunların 12’sini Kaminsky vd.’nin (1998)’in kullandıkları değişkenler oluşturmaktadır), reel göstergeler olarak üretim ve hisse senedi fiyatlarındaki değişim, ihracat, ithalat ve ihracatın ithalatı karşılama oranlarını veren göstergeler kullanılmıştır. Bu göstergeler içerisinde, hisse senedi fiyatlarındaki değişimin, ihracat ve ihracatın ithalata oranının, 1994 para krizini öngörmede en iyi anlamlı değişkenler olduğu vurgulanmıştır. Bozkurt ve Dursun (2006) ise, 1990.1-2005.7 dönemi aylık verilerini kullanarak, Türkiye’deki para krizlerinin öncü göstergelerini sinyal yöntemi kullanarak belirlemeye çalışmışlardır. Birçok değişkenin kullanıldığı çalışmada, reel göstergeler olarak enflasyon ve ihracatın ithalatı karşılama oranları kullanılmıştır. Bu iki reel değişkenden para krizlerini öngörmede en öne çıkan değişkenin, ihracatın ithalatı karşılama oranı olduğu görülmüştür. 5 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği 3. SİNYAL YAKLAŞIMI Son yıllarda gelişmekte olan ülkelerdeki para ve bankacılık krizlerini tahmin etmek için, erken uyarı sistemlerini geliştirici birçok çalışma yapılmıştır. Literatürde para krizlerinin tahmininde yaygın bir şekilde kullanılan yöntemlerden biri Kaminsky vd., (1997, 1998) ve Kaminsky ve Reinhart (1996) tarafından geliştirilen sinyal yaklaşımı (signal approach) ve diğeri ise Frankel ve Rose (1996), Berg ve Pattilo (1998), Demirgüç-Kunt ve Detragiache (1997, 2000), Hardy ve Pazarbaşıoğlu (1998) ve Rossi (1999) gibi yazarlar tarafından kullanılan Logit/Probit model yaklaşımlarıdır. Kaminsky’nin önderlik yaptığı sinyal yaklaşımı, her bir göstergenin tek tek analiz edildiği ve optimal eşik değerlerinin ayrı ayrı hesaplandığı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımda, her bir değişkenin krizi öngörme kabiliyeti hesaplanırken, hesaplanan eşik değerlerini aşıp aşmadıkları incelenmektedir. Diğer taraftan, logit/probit modeller ise, açıklayıcı değişkenlerin birlikte ele alınarak tahmin edildiği çok değişkenli yaklaşımlardır. Çok değişkenli bu modellerin avantajı, farklı değişkenler arasındaki korelasyonların gözetilmesi ve açıklayıcı değişkenlerin istatistiksel anlamlılıklarının kolay test edilmesidir (Oka, 2003:20). Ancak, bu modellerin büyük örneklem gerektirmesi ve öncü değişkenlerin hangisinin krizi açıklama gücünün daha yüksek olduğu konusunda bilgi vermemesi, bu yaklaşımın eksik yönlerini oluşturmaktadır (Değirmen vd., 2006:473). Bu çalışmada, analiz yöntemi olarak Kaminsky vd., (1998) tarafından geliştirilen sinyal yaklaşımı kullanılmaktadır. Bu yöntemin seçilmesinin nedeni, IMF’in yakın izleme faaliyetlerinin bir parçası olarak kullanılması ve diğer modellerin (logit ve probit modeller) aksine, değişkenlerin krize ilişkin bireysel etkinliklerinin anlamlı bir şekilde sıralanabilmesi, yani bir gösterge hakkında niteliksel bir değerlendirme yapılabilmesine izin vermesidir. Ayrıca bu yöntemin diğer bir üstünlüğü de bireysel bir göstergenin normal 6 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban seviyesinden sapma derecesi hakkında bilgi verebilmesidir (IMF, 2002: 49; Rabe, 2000: 40) Yöntemin ilk aşamasında, her bir göstergenin para krizlerini öngörme yeteneğini göstermesi için, kriz öncesi bir dönem olarak sinyal penceresi (signalling window) belirlenmektedir. Bu pencere ne çok dar ne de çok geniş tutulmalıdır. Çünkü sinyal penceresi çok geniş tutulduğunda, kriz ile alınan sinyal arasındaki ilişkinin güvenilirliği azalırken, çok dar tutulduğunda ise, sinyal alınmasıyla krizi önleyici bazı tedbirlerin alınması arasındaki zaman yeterli olmayabilir. Dolayısıyla sinyal ile kriz arasındaki ilişkinin anlamlı bir şekilde tesbit edilebilmesi için uygun bir sinyal penceresinin seçilmesi yerinde olacaktır. Literatürde bunun sıklıkla 24 aylık bir dönem olarak seçildiği görülmektedir. Sonraki aşamada eşik değer (threshold value) ve sinyal (signal) tanımlanmaktadır. Eşik değer, gösterge gözlemleri dağılımlarının yüzdelik dilimleriyle (percentiles) ilişkili olarak ifade edilir ve bir çok yanlış sinyal alma riski ve bir çok krizi kaçırma riski arasında bir denge olacak şekilde belirlenir. Sinyal alınması ise, gösterge gözlemlerinin belirlenen eşik değeri aşması durumlarında söz konusu olur. İyi (good signal) ve kötü sinyal veya gürültü (false signal or noise) olmak üzere iki tür sinyal vardır. Eğer bir gösterge, bir krizle sonuçlanan sinyal penceresi içerisinde bir sinyal üretirse, o iyi bir sinyaldir. Eğer bir sinyal, izleyen 24 ay içerisinde bir krizle sonuçlanmazsa, o da kötü sinyal veya gürültü olarak adlandırılır. Kötü sinyallerin iyi sinyallere oranına gürültü-sinyal oranı denir ve eşik değer belirlenirken, bu oranı minimum yapan yüzdelik dilime ait eşik değerin seçilmesi önem arzeder. Bunun için de yüzdelik dilimlerin belli bir aralığında (0.10 ve 0.20 arası gibi) inceleme yapılarak gürültü- sinyal oranını minimum yapan değer belirlenir. Tablo 2, her bir göstergenin krizleri öngörme başarısının belirlenmesinde kullanılabilir. 7 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği Tablo 2. Olası Sinyal ve Kriz Senaryoları Kriz var(24 ay içinde) Kriz yok(24 ay içinde) Sinyal alındı A B Sinyal alınmadı C D Tablo 2’de A, göstergenin iyi bir sinyal ürettiği, B, göstergenin kötü bir sinyal ürettiği, C, göstergenin bir sinyal üretmede başarısız olduğu (iyi bir sinyal olacaktı) ve D ise göstergenin bir sinyal üretmeden kaçındığı ayların sayısını (kötü bir sinyal olacaktı) vermektedir. Yukarıdaki tablodan hareketle, her gösterge için kötü sinyallerin iyi sinyallere oranı olan gürültü-sinyal oranı [B/(B+D)]/[A/(A+C)] formülüyle hesaplanmaktadır. Formülde, [B/(B+D)] kötü sinyallerin tüm olası kötü sinyallere, [A/(A+C)] ise iyi sinyallerin tüm olası iyi sinyallere oranını vermektedir (Kaminsky vd., 1998: 18–19). Bu oranın değeri ne kadar küçükse, göstergenin krizi açıklama gücünün o kadar yüksek olacağı ifade edilmektedir (Schardaux, 2002: 114). Gürültü/sinyal oranı 1’e eşit olan gösterge için, iyi sinyal sayısı kadar kötü sinyal ürettiğini söyleyebiliriz. Tüm göstergeler tarafından sağlanan bilgilerin, gelecekte ortaya çıkabilecek bir krizin değerlendirilmesi amacıyla birlikte kullanılması da mümkündür. Bu amaçla, bazı bileşik endeks hesaplama yöntemlerine başvurulmaktadır. Bu yöntemlerde, kriz aşamasında olan bir ekonominin kırılganlığı tespit edilirken, incelenen dönemde alınan sinyallerin sayısı her bir gösterge için hesaplanmaktadır. Buna göre, sinyal sayısı arttıkça, finansal bir kriz olasılığı da artacaktır. Güvenilir bir bileşik endeks hesaplamada sıklıkla kullanılan yöntem, göstergelerin kendi gürültü sinyal oranlarının tersi ile ağırlıklandırılmak suretiyle tahmin güçlerinin dikkate alındığı yöntemdir. n, göstergeler vektörü X olarak tanımlandığında herhangi bir dönemde sinyal sayısı, 0 ve n arasında bir yerde olabilir. Buradan ağırlıklı bileşik endeks aşağıdaki gibi formüle edilebilir: 8 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban 1 K tk k k =1 GSO n ABEt = ∑ Burada ABE, ağırlıklı bileşik endeksini, GSO k , k değişkenine ait gürültü k sinyal oranını göstermektedir. Eğer k değişkeni, ( X t ) , t döneminde eşik değeri aşarsa ( K tk ) 1’e aksi takdirde 0’a eşit olacaktır. 4.TÜRKİYE’DE PARA KRİZLERİNİ ÖNGÖRMEDE REEL EKONOMİ GÖSTERGELERİNİN ANALİZİ 4.1. Araştırmanın Amacı, Kapsamı ve Değişkenleri Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de 1994 Nisan ve 2001 Şubat aylarında yaşanan para krizlerinde, reel ekonomi göstergelerinin bir erken uyarı görevi üstlenip üstlenmediğinin sinyal yaklaşımıyla ortaya konulmasıdır. Çalışmanın, bu konudaki sınırlı çalışmayı içeren ampirik literatüre zenginlik katacağı ve elde edilen bulgular itibariyle de konuyla ilgili taraflara faydalı olabileceği umulmaktadır. Çalışma, Kar ve Taban (2006)’ın çalışmalarında kullanmış oldukları Tablo 3’teki reel ekonomi değişkenlerini ve yine aynı yazarların 1990.1-2005.2 dönemine ilişkin üçer aylık dönem sonu değerlerini kapsamaktadır. Açılan ve kapanan şirket sayılarına ilişkin olarak, veri 1995 yılında başlamış olduğundan, bu değişkenlere ait veriler, bu tarihten sonra analizlere katılmıştır. Veriler hesaplanırken, her bir değişkenin bir önceki yıl aynı dönemine göre gösterdiği yüzde değişim esas alınmıştır. Reel ekonomi değişkenlerine ait veriler, Merkez Bankası’nın internet sayfasından online erişime açık bulunan Elektronik Veri Dağıtım Sistemi’nden elde edilmiştir. Bu çalışmayı, literatür kısmında özetlenen diğer çalışmalardan ayıran en önemli özellikler, daha geniş bir reel değişken setinin ve farklı dönem uzunluklarının kullanılmasıdır. Çalışmada kullanılan reel değişkenler ve bu değişkenlerin tanımları Tablo 3’de verilmektedir. 9 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği Tablo 3. Reel Ekonomi Değişkenleri ve Tanımları İMKB İMKB 100 İndeksi* KKO İmalat Sanayi Kapasite Kullanım Oranı SÜE Sanayi Üretim İndeksi RGSYİH Reel Gayri Safi Yurt içi Hasıla ÖNT Özel Nihai Tüketim Harcamaları SSO Gayrisafi Sabit Sermaye Oluşumu AŞ Açılan Şirket Sayısı KŞ Kapanan Şirket Sayısı STK Stoklardaki Değişmeler KVİ İmalat Sanayi Üretiminde Kısmi Verimlilik İndeksi İmalat Sanayi Üretiminde Çalışanlar İndeksi İmalat Sanayi Üretiminde Çalışılan Saat İndeksi İŞÇİ İŞÇS RÜ İmalat Sanayi Reel Ücret İndeksi Ulusal Pazar’da işlem gören menkul kıymet yatırım ortaklıkları hariç, hisse senetlerinin seçim kriterleri ve dönemsel değerleme ve değişiklikler bölümünde belirtilen şartlara göre seçilen 100 hisse senedinden oluşmaktadır. İmalat sanayi kapasite durumunu ölçen bir değişken olup, kaynakların ve üretim faktörlerin etkin kullanılıp kullanılmadığını ölçmekte kullanılan önemli bir reel ekonomi göstergesidir. Sanayi üretim indeksi; madencilik sanayi, imalat sanayi, elektrik gaz ve su sektörlerindeki sanayi işyerlerinin ürettiği fiziksel çıktıdaki değişimi ölçmeyi amaçlamayan bir hacim indeksidir. Bir ekonomide, genellikle bir yıllık dönemde, yurt içinde üretilen nihai mal ve hizmetlerin belli bir baz yıl fiyatları ile değerini ifade eder. Bu çalışmada kullanılan seri için, 1987, baz yıl olarak alınmıştır. Özel kesimin toplam tüketim harcamalarını kapsamakta olup, reel GSYİH’nın önemli kalemlerinden birini oluşturmaktadır. Ekonominin canlanma ve daralma dönemlerinde büyük ölçüde GSYİH’a paralellik göstermektedir. Ekonomideki toplam sermaye yatırımlarındaki değişimi ölçmekte kullanılan ve GSYİH ile aynı yönlü davranış sergileyen bir değişkendir. Bir ekonomide belli bir dönemde yeni faaliyete başlayan toplam şirket sayısını göstermekte olup, reel sektördeki gelişmelerden ve ekonomik istikrardan olumlu yönde etkilenen önemli bir değişkendir. Bir ekonomide belli bir dönemde faaliyetlerine son veren toplam şirket sayısını göstermektedir. Ekonomideki istikrarsızlığın artması, şirketlerin faaliyetlerini durdurmasına veya kapanmasına neden olabilecektir. Ekonomide belli bir dönemde stok değişimlerini ölçen, ekonominin canlanma dönemlerinde azalma ve durgunluk dönemlerinde de artış eğilimi gösteren önemli bir reel ekonomi göstergesidir. Kısmi verimlilik indeksi, genel olarak yaratılan çıktının, bu çıktıyı meydana getirmek için kullandığı emek girdisine oranı olarak tanımlanabilir. İmalat sanayi üretiminde çalışanların sayısını ölçmekte kullanılan bir indekstir ve reel ekonomideki gelişmeler hakkında bilgi verebilecek bir diğer önemli değişkendir. İmalat sanayi üretiminde çalışılan süreyi hesaplamakta kullanılan bir indeks olup, indeks değerinde bir azalma, imalat sanayinde çalışılan saatin azalması anlamına gelmektedir. İmalat sanayinde reel ücret düzeyini ölçmekte kullanılan bir indekstir. Genel olarak ekonominin canlanma dönemlerinde artma, daralma dönemlerinde ise azalma eğilimi göstermektedir. * Borsa, finansal piyasalarla reel sektör arasında önemli bir bağ oluşturduğundan, IMKB 100 İndeksi reel göstergeler arasında değerlendirilmiştir. 10 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban 4.2. Krizin Tanımı ve Döneminin Belirlenmesi Kriz dönemi belirlenirken, literatürde farklı kriz tanımlamalarından hareket edildiği görülmektedir. Kaminsky vd., (1998), para krizi dönemini belirlerken, döviz kurunda ve uluslararası rezervlerde ağırlıklı aylık yüzde değişmelerden hareketle bir döviz kuru baskı endeksi oluşturmuş ve endeksin ortalamasının 3 standart sapmasından daha fazla olduğu dönemleri kriz dönemleri olarak kabul etmişlerdir. Berg ve Pattillo (1999), kriz dönemini belirlerken, döviz kurunda bir önceki yıla göre yıllık değişimin en az yüzde 10 ve üzeri olduğu dönemleri almışlardır. Edison (2000), ise para krizini tanımlarken hem kura yönelik spekülatif ataklardan dolayı yerli paranın aşırı değer kaybettiği hem de uluslararası rezervlerdeki büyük azalmaların birlikte görüldüğü dönemleri dikkate almıştır. Bu konudaki çalışmalardan anlaşılacağı üzere, kriz döneminin belirlenmesinde, çoğunlukla döviz kuru ve uluslararası rezerv değişimlerinin dağılımlarından Türkiye’deki yararlanıldığı para krizi görülmektedir. dönemlerinin Altıntaş ve belirlenmesinde, Öz bu (2007) dağılımı oluştururlarken, hem döviz kuru hem de ilgili dönem kuruyla TL’ye dönüştürülen uluslararası rezervlerin bir yıl öncesi döneme göre yüzde artış veya azalışlarının farklarını almışlardır. Ardından bu dağılımın ortalamasını ( x =-20,35) ve standart sapmasını (s=29,02) hesaplayarak, aşağıda belirtilen formül yardımıyla eşik değeri (21,15) bulmuşlardır: Eşik Değer= x Burada + 1,43s x dağılımın ortalamasını ve s ise dağılımın standart sapmasını göstermektedir. Eşik değerin üzerinde kalan dönemlerin kriz dönemleri olduğu kabul edilmiştir. Şekil 1’de görüldüğü gibi, 1994Q2 ve 2001Q1 para krizleri, ortalama artı 1,43 standart sapma değeri olan eşik değerin aşıldığı noktalarda ortaya çıkmıştır (Altıntaş ve Öz, 2007). Dolayısıyla bu çalışmada da, Türkiye’de para krizleri dönemleri olarak 1994 Nisan ve Şubat 2001 dönemlerinin alınması uygun görülmüştür. 11 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği 120 100 80 60 40 20 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 1991Q1 -40 1990Q1 0 -20 -60 -80 -100 %Döviz kuru - %Uluslar.Rezerv Eşik Değer Kriz Dönem Şekil 1. Türkiye’de Para Krizine Ait Dönemlerin Belirlenmesi Kaynak: H. Altıntaş ve B. Öz, 2007. 5. AMPİRİK SONUÇLAR1 5.1. Eşik Değerlerin Belirlenmesi Sinyal yaklaşımının önemli adımlarından birisinin eşik değerin belirlenmesi olduğundan daha önce bahsedilmişti. Gürültü sinyal oranını minimum yapan eşikdeğer belirlenirken, gösterge dağılımlarına ait yüzde düzeyler incelenmektedir. Tablo 4’de eşik değerler için göstergelerin yön ve yüzde düzeyleri verilmiştir. Tabloda görülen yüzde düzeyler, gürültü sinyal oranını minimum yapan ve %10-%25 yüzdelik dilimleri arasında yapılan inceleme sonucu elde edilmiştir. Tablo 4’ün birinci sütununda, değişkenlerin kriz sinyali verme durumlarına ait yönleri verilmiştir. Aşağı yön veren bir değişken için eşik değer belirlerken, alt yüzdelik dilimler, yukarı olanlarda ise üst yüzdelik dilimler dikkate alınmıştır. İkinci sütundaki yüzdelik dilimler, göstergelere ilişkin gürültü-sinyal oranını minimum yapan eşik değerleri vermektedir. 1 Sonuçların elde edilmesinde, Kaminsky vd., (1998)’in çalışmalarında kullandıkları yöntem esas alınmıştır. 12 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban Tablo 4. Eşik Değerlerin Yönü ve Yüzde Seviyeleri Değişken Adı Eşik Değer (Thresholds) Yön Yüzde Düzey (Percentile) İMKB Yukarı 10% KKO Aşağı 10% SÜE Aşağı 20% RGSYİH Aşağı 15% ÖNT Aşağı 22% SSO Aşağı 17% AŞ Aşağı 11% KŞ Aşağı 11% STK Yukarı 10% KVİ Aşağı 10% İŞÇİ Aşağı 17% İŞÇS Aşağı 20% RÜ Aşağı 22% Tablo 4 incelendiğinde, göstergelerin çoğunda yönün aşağı olduğu ve yüzdelik dilimlerin de %10 (İMKB, KKO, STK ve KVİ) ve %22 (ÖNT ve RÜ) arasında olduğu görülmektedir. Örneğin, yönü aşağı olan KKO ve yönü yukarı olan İMKB için %10’luk dilime ait eşik değer, gürültü sinyal oranını minimum yapmaktadır. 5.2. Sinyal Sayıları ve Krizlerin Açıklanma Yüzdeleri Sinyal sayıları ve krizlerin açıklanma yüzdelerinin verildiği Tablo 5’de, ilk iki sütunda, göstergelerin 1994 ve 2001 krizlerinde kriz öncesi iki yıllık pencerede ürettikleri sinyal sayıları gösterilmektedir. Son sütunda ise, aynı dönemde en az bir sinyal alınan kriz sayısı toplam kriz sayısına bölünerek açıklanan kriz yüzdeleri hesaplanmıştır. 13 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği Tablo 5. Kriz Dönemlerinde Alınan Sinyal Sayıları ve Krizlerin Açıklanma Yüzdeleri Değişken Adı Sinyal Sayısı Krizi Açıklama 1994 2001 Yüzdesi İMKB 2 2 100 KKO 0 2 50 SÜE 0 4 50 RGSYİH 0 4 50 ÖNT 0 4 50 SSO 0 4 50 AŞ - 4 100 KŞ - 4 100 STK 1 2 100 KVİ 0 1 50 İŞÇİ 0 4 50 İŞÇS 1 4 100 RÜ 1 0 50 ORT. = 69,23 Tablo 5’den de görüleceği gibi, her bir gösterge, krizlerin ez az yüzde 50’sini doğru olarak açıklamıştır. Göstergelerin krizleri doğru açıklama yüzdesi ise, yaklaşık olarak %70 olmuştur. Her bir göstergenin performansına ilişkin bilgiler de Tablo 6’da gösterilmektedir. Bu tablodaki değerler Ek 1’de verilen Şekil 3’deki grafiklerden yararlanılarak hesaplanmıştır. 14 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban Tablo 6. Değişkenlerin Önem Sıralarının Gürültü-Sinyal Oranları Yardımıyla Belirlenmesi Değişken A/(A+C) B/(B+D) (B/(B+D))/ A/(A+B) (A/(A+B)) - (A/(A+C)) P(Kriz/Sinyal) ((A+C)/(A+B+C+D)) I II (Gürültü / IV P(Kriz/Sinyal) - Adı Sinyal) P(Kriz) III V AŞ 0,25 0,05 0,18 80,00 37,89 KŞ 0,25 0,05 0,18 80,00 37,89 İMKB 0,25 0,07 0,26 57,14 31,34 STK 0,19 0,09 0,46 42,86 17,05 RGSYİH 0,25 0,13 0,52 40,00 14,19 İŞÇS 0,31 0,17 0,56 38,46 12,66 SSO 0,25 0,15 0,61 36,36 10,56 İŞÇİ 0,25 0,15 0,61 36,36 10,56 KKO 0,13 0,09 0,73 33,33 6,67 SÜE 0,25 0,20 0,78 30,77 4,96 ÖNT 0,25 0,22 0,87 28,57 2,76 KVİ 0,06 0,13 2,09 14,29 -11,52 RÜ 0,06 0,28 4,52 7,14 -18,66 I. Olası iyi sinyallerin bir yüzdesi olarak iyi sinyaller II. Olası kötü sinyallerin bir yüzdesi olarak kötü sinyaller III. Kötü sinyallerin (kötü sinyallerin alınmış olabildiği ayların bir oranı olarak ölçülmüştür) iyi sinyallere (iyi sinyallerin alınmış olabildiği ayların bir oranı olarak ölçülmüştür) oranı. IV.İzleyen 8 üç aylık dönem içerisinde en az bir krizle sonuçlanan gösterge tarafından alınan sinyallerin yüzdesi. Sinyal alınması durumunda bir krizin çıkması şartlı olasılığını gösterir. V. Bir krizin çıkması şartlı olasılığı ile bir kriz çıkma olasılığı arasındaki fark. 15 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği Tablonun ilk sütunu, her bir göstergenin iyi sinyalleri alma eğiliminin bir ölçüsünü göstermektedir. Olası iyi sinyallerin bir oranı olarak ifade edilen (A/(A+C)), gösterge tarafından alınan iyi sinyallerin sayısını göstermektedir. 1 (yüzde 100) puanına sahip olabilmek için, her bir kriz öncesi, 2 yıl boyunca, her üç ayda bir sinyal alınması gerekmektedir. Tablonun ikinci sütunu, göstergelerin performanslarını kötü sinyal göndermeleri yönüyle ölçmektedir. Olası kötü sinyallerin bir oranı olarak ifade edilen (B/(B+D)) ise, gösterge tarafından alınan kötü sinyallerin sayısını göstermektedir. Sütundaki değerlerin düşüklüğünün derecesi, göstergenin ne kadar iyi olduğunun bir ölçüsünü vermektedir. Yani, sütundaki değerler ne kadar düşükse, gösterge o kadar iyidir. Tablonun üçüncü sütunu, göstergelerin gürültü/sinyal oranlarını vermektedir. Bu sütundaki değerler ne kadar küçükse, gösterge o kadar iyidir. Bu oran, potansiyel göstergeler listesinden hangi göstergenin atılması gerektiğine karar vermede bir ölçüt olarak kullanılabilir. Normal zamanlarda, gürültü sinyal oranının 1’e eşit olması beklenir. Buradan hareketle, gürültü sinyal oranı bire eşit ya da büyük olan göstergelerin aşırı gürültü ürettiği ve böylece analizden çıkarılması gerektiği sonucuna varılabilir. Tablo 6’da, sinyal yaklaşımı çerçevesinde para krizlerinin belirlenmesinde dikkate alınan göstergelerden AŞ ve KŞ, en küçük gürültü sinyal oranına sahip, en anlamlı değişkenler olarak gözükürken, KVİ ve RÜ’de krizi açıklamada anlamlı olmayan ve listeden çıkarılması gereken en büyük orana sahip değişkenlerdir. Göstergelerin gürültülülüğünü belirlemenin diğer bir yolu, sinyal alınması durumunda kriz çıkma şartlı olasılığının (A/(A+B)), kriz çıkma olasılığı ((A+C)/(A+B+C+D)) ile karşılaştırılmasıdır. Tablonun son iki sütununda ise, bu bilgilere yer verilmektedir. Göstergenin iyi olmasının bir şartı da, onun şartlı olasılığının şartlı olmayan olasığından büyük olmasına bağlıdır. Son sütunda, her iki olasılık arasındaki fark görülmektedir. Buradaki tahminlerden negatif değerli göstergelerin, gürültü sinyal oranı 1’in üzerinde olan 16 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban göstergelerle aynı olduğu açıktır. Buradan da her iki yaklaşımın aynı bilgiyi verdikleri anlaşılmaktadır. Sanayi üretim indeksi ve İMKB 100 indeksi değişkenleri bağlamında, bu çalışmadan elde edilen sonuçların, Değirmen vd., (2006) ve Gerni vd., (2005)’in yaptıkları çalışmalardan elde ettikleri bulgularla örtüştüğü görülmektedir. Üçer vd., (1998)’ün bulduğu sonuçlar ise, yine aynı reel değişkenler açısından, 1994 finansal krizinin öncü göstergelerini açıklaması yönüyle çalışmamızı destekler niteliktedir. 5.3. Öncü Göstergelerin Ne Derecede Öncü Olduğu Sorunu Bir önceki bölümde, göstergeler, daha az yanlış sinyal verme yönleriyle, krizleri öngörme yeteneklerine göre sıralanmışlardı; ancak böyle bir yaklaşım, sinyallerin öncü zamanını dikkate almamaktadır. Bu durumda, önceden tedbir almak isteyen politika yapıcılar, kriz patlak verdiği sırada iyi sinyal veren bir gösterge ile kriz patlak vermeden önceki bir zamanda iyi sinyal veren bir gösterge arasında kayıtsız kalabileceklerdir. Tablo 6, kriz gerçekleşmeden önceki iki yıllık pencere dikkate alındığında, krizden 12 ay önce sinyal veren bir gösterge ile krizden 3 ay önce sinyal veren bir göstergeyi biribirinden ayıramayacaktır. Buradan hareketle, kriz gerçekleşmeden önceki ilk sinyal alınan ortalama ay sayıları her bir gösterge için aşağıda Tablo 7’de gösterilmektedir. Tablo 7 incelendiğinde, seçilen göstergelerin yarıdan fazlasının ilk sinyallerini kriz ortaya çıkmadan ortalama 3 ile 8 çeyrek dönem arasında gönderdiği görülmektedir. Bu sonuçlardan, sinyal veren göstergelerin, politika yapıcılara önleyici tedbirler almaları için uygun bir öncü zaman sunabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Tablo incelendiğinde, ortalamayı yükselten etkenin 13 göstergeden 11’inde 2001 yılı kriz döneminde alınan ilk sinyallerin 8 çeyrek dönem öncesi alınmasıdır. 17 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği Tablo 7. Ortalama Öncü Zaman (Average Lead Time) Değişken Adı Kriz Öncesi İlk Sinyalin Alındığı Ortalama Çeyrek Sayısı 1994 2001 Ortalama RÜ 6 0 3 İMKB 5 2 3,5 KKO 0 8 4 SÜE 0 8 4 RGSYİH 0 8 4 ÖNT 0 8 4 SSO 0 8 4 KVİ 0 8 4 İŞÇİ 0 8 4 STK 1 8 4,5 İŞÇS 5 8 6,5 AŞ - 8 8 KŞ - 8 8 İMKB en küçük gürültü sinyal oranına sahip üçüncü değişken olmasına rağmen, burada en küçük ortalama öncü zamana sahip ikinci değişken konumundadır. Diğer en düşük öncü zamana sahip RÜ değişkeninin ise, gürültü sinyal oranı en büyüktür. AŞ ve KŞ değişkenlerinin ise, en iyi öncü zamana sahip oldukları görülmektedir; ancak bunun başlıca nedeninin 1994 dönemine ait verilerin olmamasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Değişkenlerin çoğunun 2001 krizinde 8 çeyrek öncesinde ilk sinyallerini vermelerinin, bu değişkenlerin, aralarındaki pozitif ilişkiden kaynaklı eş anlı hareket etmelerinden ileri geldiği ile açıklanabilir. Genel olarak bakıldığında ise, göstergelerden çoğunun kriz için öncü değişkenler olabileceği ve bu sonucun da erken uyarı sistemiyle tutarlılık içerisinde olduğu ifade edilebilir. 18 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban 5.4. Sinyallerin Israrcılığına (Persistence) Bakış Potansiyel bir öncü göstergede aranılan diğer bir özellik, sinyallerin kriz öncesi iki yıllık dönem boyunca, diğer zamanlara göre daha ısrarcı olmaları durumudur. Yani, öncü göstergenin tek sinyal vermek yerine, daha çok dönem boyunca sinyal vermeye devam etmesi, yine arzu edilir bir özelliktir (Değirmen vd., 2006:476). Sinyallerin ısrarcılığı, gürültü/sinyal oranının tersi ile ölçülmektedir. Tablo 8’de sinyallerin ısrarcılık durumları gösterilmektedir. Tablo 8. Sinyallerin Israrcılık (Persistence) Durumlarının Belirlenmesi Değişken Adı Normal Zamanlara Göre Kriz Esnasındaki Israr AŞ 5,56 KŞ 5,56 İMKB 3,85 STK 2,17 RGSYİH 1,92 İŞÇS 1,79 İŞÇİ 1,64 SSO 1,64 KKO 1,37 SÜE 1,28 ÖNT 1,15 KVİ 0,48 RÜ 0,22 Tablodaki değişkenler, performanslarına göre sıralanmışlardır. Örneğin AŞ ve KŞ için sinyaller, kriz öncesinde normal zamanlardan yaklaşık 6 kat ve İMKB için yaklaşık 4 kat daha ısrarcı oldukları görülmektedir. 19 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği 5.5. Ağırlıklı Bileşik Endeks Şekil 2’de kriz dönemleri için, ağırlıklı bir bileşik endeksin performansı gösterilmektedir. Bu endeks, aynı zamanda ekonominin kırılganlık derecesini yansıtmaktadır. 30 20 10 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 1991Q1 -10 1990Q1 0 -20 -30 Kriz Dönemi Bileşik Endeks Şekil 2. Anlamlı Öncü Göstergelerden Türetilen Ağırlıklı Bileşik Endeks Ağırlıklı bileşik endeks hesaplanırken, gürültü sinyal oranı 1’in altında olan ve bu nedenle krizi açıklamakta anlamlı oldukları kabul edilen göstergeler dikkate alınmıştır. Tablo 7’den de görüleceği üzere, 1994 yılında göstergelerin sadece dördü sinyal vermekte, ikisinin o yıla ait verisi bulunmamakta ve yedisi ise hiç sinyal vermemektedir. Buradan hareketle, bileşik endeks incelendiğinde, söz konusu dönem için herhangi bir kriz sinyali alınmadığı görülmektedir. Diğer taraftan, 2001 yılı incelendiğinde, krizden önceki 24. ayda endeks en üst seviyeye ulaşmakta ve buradan başlayarak da 12 aylık süreçte düşme eğilimi göstermektedir. Burada, göstergelerin çoğunda, sinyallerin kriz öncesi 12-24 20 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban aylık dönem arasında peş peşe alındığı anlaşılmaktadır. 1999 yılı 17 Ağustos depremi ile birlikte 1997 Asya, 1998 Rusya ve 1999 Brezilya krizlerinin reel göstergeleri olumsuz etkilemesini, bu durumun nedenleri arasında sayabiliriz. Endekste, kriz öncesi son 12 ayda ise, son çeyrekteki yukarı yönlü hareket dışında herhangi bir değişiklik görülmemektedir. Kriz olmayan dönemlere bakıldığında, endeksteki en büyük hareketin 2001 krizi sonrasında olduğu, onun dışında ise, ufak çaplı dalgalanmaların yaşandığı görülmektedir. 6. SONUÇ Son yıllarda, dünyanın çeşitli bölgelerinde finansal krizlerin patlak vermesi ve bu krizlerin özellikle az gelişmiş ülkeleri derinden etkilemesi, iktisatçıları, krizlerin önceden tahmin edilebilmesine olanak verebilecek erken uyarı modellerini geliştirmeye yöneltmiştir. Bu modeller içerisinde, en fazla kullanılan model, Kaminsky vd., (1998) tarafından geliştirilen sinyal yaklaşımı yöntemidir. Bu çalışmada da, Türkiye’nin geçmişinde yaşanan para krizlerinde (1994 ve 2001), reel ekonomi göstergelerinin bir erken uyarı sistemi çerçevesinde değerlendirilip değerlendirilmeyeceği sorusuna, Kaminsky vd., (1998) tarafından geliştirilen sinyal yaklaşımı modeli kullanılarak cevap aranmıştır. Bu çerçevede, çalışmada reel öncü değişkenler olarak 13 değişkene yer verilmiştir. Bu değişkenler; IMKB 100 indeksi, imalat sanayi reel ücret indeksi, kapasite kullanım oranı, sanayi üretim indeksi, reel GSYİH, özel nihai tüketim, gayrisafi sabit sermaye oluşumu, açılan şirket sayısı, kapanan şirket sayısı, stoklardaki değişmeler, imalat sanayi üretiminde kısmi verimlilik indeksi, imalat sanayi üretiminde çalışanlar indeksi ve imalat sanayi üretiminde çalışılan saat indeksinden oluşmaktadır. Elde edilen sonuçlara göre, her bir öncü değişkenin krizlerin en az yüzde 50’sini doğru olarak açıkladığı ve değişkenlerin krizleri doğru açıklama yüzdesinin ise, yaklaşık olarak %70 olduğu hesaplanmıştır. Çalışmada kullanılan 13 reel öncü değişkeninden çok büyük bir kısmı (11 tanesi), para 21 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği krizlerini açıklamada anlamlı bulunmuşlardır. Buna karşılık; imalat sanayi üretiminde kısmi verimlilik indeksi ile imalat sanayi reel ücret indeksi ise, krizleri açıklamada anlamsız bulunan değişkenler olmuşlardır. Ayrıca yine ulaşılan sonuçlara göre, seçilen değişkenlerin yarıdan fazlası ilk sinyallerini, kriz ortaya çıkmadan ortalama 3 ile 8 çeyrek dönem arasında göndermektedir. Değişkenlerin çoğunun 2001 para krizinde 8 çeyrek öncesinde ilk sinyallerini vermeleri, burada dikkat çekici en önemli noktadır. Sonuç olarak, bu çalışmayla, Türkiye’de yaşanmış para krizlerini öngörmede sadece finansal göstergelerin değil, reel göstergelerin de kullanılmasının faydalı olabileceği ve ayrıca, bu göstergelerin politikacılara krizleri önleyici tedbirler alması için uygun bir öncü zaman aralığı sunduğunu da söylemek yanlış olmayacaktır. 80,00 2,5 800,00 70,00 2,5 700,00 60,00 2 2 600,00 50,00 40,00 500,00 1,5 20,00 1 300,00 10,00 RÜ eşik değer sinyal penceresi imkb 2,5 30,00 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 eşik değer -0,5 2,5 2 20,00 1,5 1,5 10,00 10,00 1 1 -20,00 -0,5 KKO eşik değer 2005Q1 2004Q1 -0,5 SÜE 22 0,5 0 -20,00 sinyal penceresi 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 -10,00 0 1991Q1 0,5 1990Q1 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 1991Q1 0,00 1990Q1 0,00 -10,00 0 sinyal penceresi 30,00 2 20,00 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 -200,00 1992Q1 -100,00 -0,5 1991Q1 0,00 0 -30,00 -40,00 0,5 100,00 1990Q1 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 1991Q1 0,5 1990Q1 -20,00 1 200,00 0,00 -10,00 1,5 400,00 30,00 eşik değer sinyal penceresi Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban 70 2,5 60 50 50,00 2 40,00 1,5 10 0 30,00 1,5 10,00 0 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 -10,00 -20,00 -60 -70 1 0,00 0,5 1991Q1 -40 -50 1 1990Q1 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 1991Q1 20,00 1990Q1 -30 2,5 60,00 20 -10 -20 70,00 2 40 30 -30,00 0 -40,00 -80 -0,5 AŞ eşik değer -50,00 -0,5 sinyal penceresi SSO 30,00 2,5 eşik değer sinyal penceresi 30,00 2 20,00 2,5 2 20,00 1,5 1,5 10,00 10,00 1 1 -20,00 -0,5 RGSYİH eşik değer 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 -10,00 0 1991Q1 0,5 1990Q1 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 1991Q1 -10,00 0,00 1990Q1 0,00 0,5 0 -20,00 -0,5 sinyal penceresi ÖNT 2,5 eşik değer sinyal penceresi 1000,00 2,5 750,00 500,00 2 2 250,00 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 -750,00 1993Q1 1 1992Q1 -500,00 1991Q1 -250,00 1990Q1 0,00 1,5 1,5 1 -1000,00 -1250,00 0,5 0,5 -1500,00 KŞ eşik değer 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 1991Q1 -1750,00 1990Q1 150 140 130 120 110 100 90 80 70 60 50 40 30 20 10 0 -10 -20 -30 -40 0,5 0 0 -2000,00 -2250,00 -0,5 -2500,00 -0,5 sinyal penceresi ST K 2,5 20,00 eşik değer sinyal penceresi 2,5 20,00 2 2 10,00 10,00 1,5 1,5 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1 1992Q1 0,5 -10,00 1991Q1 0,00 1990Q1 2005Q1 2004Q1 2003Q1 2002Q1 2001Q1 2000Q1 1999Q1 1998Q1 1997Q1 1996Q1 1995Q1 1994Q1 1993Q1 1992Q1 1991Q1 1 1990Q1 0,00 0,5 -10,00 0 -20,00 0 -0,5 İŞÇİ eşik değer -20,00 sinyal penceresi -0,5 İŞÇS eşik değer sinyal penceresi Şekil 2. Kriz Göstergelerin Dağılımları, Eşik Değerleri ve Kriz sinyal Pencereleri 23 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği KAYNAKÇA 1. ALTINTAŞ, H. ve B. ÖZ. (2007), “Para Krizlerinin Sinyal Yaklaşımı İle Öngörülebilirliği: Türkiye Uygulaması”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (basım aşamasında). 2. ATİK, H. (2006), “Kriz Erken Uyarı Sinyalleri Olarak Dış Ticaret Hadleri”, (Ed: H. Seyidoğlu ve R. Yıldız), Ekonomik Kriz Öncesi Erken Uyarı Sinyalleri, Arıkan Yayınevi, İstanbul, 331-346. 3. BERG, A.ve P. CATHERINE. (1999), “Are Currency Crises Predictable? A Test”, IMF Staff Papers, 46(2), 107-137. 4. BERG, A. ve C. PATTILLO. (1999), Are Currency Crises Predictable? A Test, IMF Staff Paper, 46(2), June. 5. BOZKURT, H. ve G. DURSUN (2006), “Türkiye’de Para Krizinin Öncü Göstergeleri: Erken Uyarı Sistemi”, Avrupa Araştırmaları Dergisi, 14(1), 259-284. 6. BURKART, O. ve V. COUDERT. (2002), “Leading Indicators of Currency Crises for Emerging Countries”, Emerging Markets Review, 3, 107-133. 7. DEĞİRMEN, S., A. ŞENGÖNÜL ve İ. TUNCER. (2006), “Kriz Erken Uyarı Sinyalleri Olarak Reel Ekonomi Göstergeleri”, (Ed: H. Seyidoğlu ve R. Yıldız), Ekonomik Kriz Öncesi Erken Uyarı Sinyalleri, Arıkan Yayınevi, İstanbul, 465498. 8. DEMİRGÜÇ-KUNT, A. ve E. DETRAGIACHE. (1997), Determinant of Banking Crises- Evidence from Developing and Developed Countries, IMF Working Paper No: WP/97/106. 9. DEMİRGÜÇ-KUNT, A. ve E. DETRAGIACHE. (2000), “Does Deposit Insurance Increase Banking System Stability? An Empirical Investigation”, Journal of Monetary Economics, 49(7), 13173- 1406. 10. DORNBUSCH, R, GOLDFAJN ve R. O. VALDES. (1995), “Currency Crises and Collapses”, Brookings Papers on Economic Activity: 2, Brookings Institution, 219-293. 24 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban 11. EDIN, P.A ve A. VREDIN. (1993), “Devaluation Risk in Target Zones: Evidence from the Nordic Countries”, Economic Journal, 103, (January), 161175. 12. EDISON, H.J. (2000), Do Indicators of Financial Crises Work? An Evaluation Of An Early Warning System, Board of Governors of the Federal Reserve System International Finance Discussion Papers, No 675, (July). 13. EDWARDS, S. ve P.J. MONTIEL. (1989), “Devaluation Crises and the Macroeconomic Consequences of Postponed Adjustment in Developing Countries”, IMF Staff Papers, 36 (December), 875-903. 14. EDWARDS, S. ve J. A. SANTAELLA. (1993), “Devaluation Controversies in the Developing Countries: Lessons from the Bretton Woods Era” in A Retrospective on the Bretton Woods System: Lessons for International Monetary Reform, (Ed. M.D. Bordo ve Barry Eichengreeen), Chicago University Pres, 405-455. 15. EICHENGREEN, B., A. K. ROSE ve C. WYPLOSZ. (1995), “Exchange Market Mayhem: The Antecedents and Aftermath of Speculative Attacks”, Economic Policy, 21 (October), 249-312. 16. FRANKEL, J.A ve A. K. ROSE. (1996), “Currency Crashes in Emerging Markets: An Empirical Treatment”, Journal of International Economics, 41 (November), 351-66. 17. GERNİ C, S. EMSEN ve M.K. DEĞER. (2005), “Erken Uyarı Sistemleri Yoluyla Türkiye’deki Ekonomik Krizlerin Analizi”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri ve İstatistik Dergisi, 2, 11-29. 18. GOLDSTEIN, M., G. KAMINSKY, ve C. REINHART. (2000). Assessing Financial Vulnerability: An Early Warning System for Emerging Markets, Institute for International Economics. 19. HARDY, D. ve C. PAZARBASİOGLU (1998), Leading Indicators of Banking Crises: Was Asia Different?, IMF Working Paper, No: WP/98/91, (June). 25 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği 20. HEUN, M. ve T. SCHLINK. (2004), “Early Warning Systems of Financial Crises- Implementation of A Currency Crisis Model For Uganda”, HfBBusiness School of Finance & Management, Frankfurt am Main, Germany. 21. IMF. (2002), “Early Warning System Models: The Next Steps Forward”, Global Financial Stability Report, March, 48-64. 22. KAMIN, S. B., J.W. SCHINDLER ve S. L. SAMUEL. (2001). The Contribution of Domestic and External Factors to Emerging Market Devaluation Crises An Early Warning Systems Approach, International Finance Discussion Papers No 711, Board of Governors of the Federal Reserve System, (September). 23. KAMINSKY G.L., S. LIZONDO ve C.M. REINHART. (1997), Leading Indicators of Currency Crises, IMF Working Paper, WP/97/79. 24. KAMINSKY G.L., S. LIZONDO ve C.M. REINHART. (1998). Leading Indicators of Currency Crises, IMF Staff Papers, 45(1), (March). 25. KAMINSKY, G.L. (1999), Currency and Banking Crises: The Early Warnings of Distress, IMF Working Paper WP/99/178, (December). 26. KAMINSKY, G.L ve C.M. REINHART. (1996), “The Twin Crises: The Causes of Banking and Balance of Payments Problems”, International Finance Discussion Paper, No. 544 (Washington: Board of Governors of the Federal Reserve System, March). 27. KAR, M. ve S. TABAN. (2006), “Kriz Erken Uyarı Sinyalleri Olarak Reel Ekonomi Göstergeleri”, (Ed: H. Seyidoğlu ve R. Yıldız), Ekonomik Kriz Öncesi Erken Uyarı Sinyalleri, Arıkan Yayınevi, İstanbul, 423-464. 28. KHUSAINI, M. (2002), The Role of Economic Fundamentals in Explaining in Indonesian Currency Crises, Georgia State Univeristy Working Paper No: 02–19. 29. KRUGMAN, P. (1996), “Are Currency Crises Self-Fulfilling?”, NBER Macro Annual Conference Paper, March 8-9. 26 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Bülent Öz, Sami Taban 30. LAU, J. L. ve I.K. YAN (2002). Predicting Currency Crises with a Nested Logit Model, http://personal.cityu.edu.hk/~efyan/WorkingPapers/ch1nograph_14_102002_ er.pdf, (Erişim:31.05.2006). 31. MILESI, F, G. Maria, ve A. Razin. (1998), “Determinants and Consequences of Current Account Reversals and Currency Crises”, National Bureau of Economic Research conference on Currency Crises, Februrary 6-7, Massachusetts. 32. OKA, C. (2003), Anticipating Arrears to the IMF: Early Warning Systems, IMF Working Paper, No: WP/03/18, (January). 33. ÖTKER, İ. ve C. PAZARBAŞIOĞLU. (1994), “Exchange Market Pressures and Speculative Capital Flows in Selected Countries”, IMF Working Paper No: WP/94/21, (Februray). 34. RABE, J. M. (2000), The Efficiency of Early Warning Indicators for Financial Crises, Universitat Konstanz. http://www.ub.uni-konstanz.de/v13/volltexte/2000/447//pdf/447_1.pdf, (Erişim: 07.07.2006) 35. ROSSI, M. (1999), “Financial Fragility and Economic Performance in Developing Countries: Do Capital Controls, Prudential Regulation and Supervision Matter?” IMF Working Paper, No: WP/99/66,(May). 36. SACHS, J. D., A. TORNELL ve A. VELASCO. (1996), “Financial Crises in Emerging Markets: The Lessons From 1995”, Brookings Papers on Economic Activity, 147-215. 37. SHARDAUX, F. (2002). “An Early Warning Model for Currency Crises in Central and Eastern Europe”, Focus on Transition I, 108124. http://www.oenb.at/en/img/schardax_ftr_102_tcm16-10407.pdf, (Erişim: 10.07.2006). 38. TCMB, Elektronik Veri Dağıtım Sistemi, http://www.tcmb.gov.tr 27 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28 Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği 39. ÜÇER, M, C.V.RIJCKEGHEM ve R. YOLALAN. (1998), “Leading Indicators of Currency Crises: A Brief Literature Survey and an Application to Turkey”, Yapı Kredi Economic Review, 9(2), (December), 3-23. 40. ZHUANG, J. ve J. M. DOWLING. (2002), Causes of the 1997 Asian Financial Crisis: What Can An Early Warning System Model Tell Us?, ERD Working Paper Series No: 26, Asia Development Bank, Economic and Researc Department, (October). 28 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 29- 44 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY TÜRKİYE’DE ENERJİ TÜKETİMİNİN EKONOMİK BÜYÜME ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Erman ERBAYKAL∗ ÖZET Bu çalışmada, Türkiye’de ekonomik büyüme ile enerji tüketimi ilişkisi, 1970–2003 dönemi için incelenmiştir. Ekonomik büyüme ve enerji tüketimi serileri, farklı derecelerden durağan (I(0) ve I(1)) oldukları için, aralarındaki ilişki, Sınır Testi yaklaşımı ile araştırılmıştır. Bu yaklaşıma göre, seriler arasında eşbütünleşme ilişkisi tespit edilmiş; kısa dönemde değişkenler arasında pozitif bir ilişki ortaya çıkarken, uzun dönemde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Anahtar Kelimeler: Ekonomik büyüme, enerji tüketimi, eşbütünleşme, sınır testi, ARDL modeli ABSTRACT This paper aims to investigate relationship between economic growth and energy consumption of Turkey over the period between 1970–2003. Due to economic growth and energy consumption variables used in empirical analysis was different order of integration (I (0) and I (1)) we employed bound test approach. We found co-integration relationship between the variables and in the short run there is a positive relationship between the variables however in the long run there is no relationship statistically. Keywords: Economic Growth, energy consumption, co-integration, bound test, ARDL model 1. GİRİŞ Standart makroekonomik büyüme teorileri, emek ve sermayeye odaklanıp, enerjinin ekonomik büyüme ve üretim için önemli olan rolüne gerekli önemi vermemişlerdir (Stern ve Cleveland, 2004: 7). Neo-klasik üretim fonksiyonu, ekonomik büyümeyi emek, sermaye ve teknolojideki artışlar ile açıklar. Teknoloji olarak, toplam faktör verimliliği kullanılır ve faktör verimliliği, büyümenin emek ve sermaye ile açıklanamayan kısmını ifade eder; ancak günümüzde enerji, üretim sürecinin devamı için vazgeçilmez bir üretim girdisi haline gelmiştir. ∗ İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Balıkesir Üniversitesi Bandırma [email protected] Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizlerine kadar ihmal edilen bu durum, kriz yıllarından itibaren enerjinin bir üretim faktörü olarak önemini ortaya koymuştur. Artık üretim fonksiyonunda çıktı açıklanırken, emek ve sermayenin yanında, enerji de bir üretim faktörü olarak yer almaya başlamıştır. IEA(International Energy Agency) tarafından yapılan bir çalışma da, 1981– 2000 dönemi için bazı gelişmekte olan ülkelerde enerji üretim fonksiyonuna dahil edilmiş ve ekonomik kalkınmanın ara aşamasında olan ülkelerde, enerjinin, ekonomik büyüme üzerinde, üretim faktörleri arasında yer alan diğer değişkenlere oranla daha önemli bir rol oynadığı sonucuna varılmıştır (IEA, 2004:360). Ekonometrinin de yaygın biçimde kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, enerji tüketimi ile ekonomik büyüme ilişkisi, farklı ülkeler ve farklı dönemler için incelenmiş ve bu alanda geniş bir literatür oluşmuştur. Kraft ve Kraft(1978), Akarca ve Long(1980), Erol ve Yu (1987), Stern (1993), Masih ve Masih(1997), Asafu Adjaye (2000), Soytaş, Sarı ve Özdemir (2001), Altınay ve Karagöl (2004) ve Rufael (2005), litaratüre önemli katkılar yapan çalışmalardır. Bu konudaki ilk çalışma, Kraft ve Kraft (1978) tarafından gerçekleştirilmiştir. 1947–1974 dönemi için ABD’nin enerji tüketimi ve GSMH arasındaki ilişkisinin incelendiği bu çalışmada, GSMH’dan enerji tüketimine doğru tek yönlü nedensellik ilişkisi bulunmuştur. Akarca ve Long (1980), iki yıl sonra, ABD için 1947–1972 yıllarını kapsayan aynı verilerle bu ilişkiyi test etmişler ve değişkenler arasında bir ilişki bulamamışlardır. Erol ve Yu (1987), 1952–1982 dönemlerini kapsayan verilerle İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Kanada ve Japonya için enerji tüketimi ve GSYİH ilişkisini incelemişler; Japonya için iki yönlü, Kanada için enerji tüketiminden GSYİH’ya doğru tek yönlü, Almanya ve İtalya için GSYİH’dan enerji tüketimine doğru tek yönlü bir nedensellik ilişkisi bulmuşlardır. Fransa ve İngiltere için ise bir nedensellik tespit edilememiştir. Bu çalışmaların ortak bir özelliği, iki değişkenli modellerin kullanılmış olmasıdır. Stern (1993), İki 30 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44 Erman ERBAYKAL değişkenli modellerde nedensellik ilişkisinin, enerjinin diğer girdilerle olan ikame etkisi gözardı edildiği için, sağlıklı olmadığını iddia etmiş ve yaptığı çalışmada, çok değişkenli bir eşbütünleşme modeli ile ABD’nin enerji tüketimi ile GSYİH ilişkisini incelemiş ve bir ilişki bulamamıştır. Stern (2000), ABD için, yine çok değişkenli modelle, 1948–1994 yılları arasında enerji tüketimi ile GSYİH arasındaki nedenselliği incelemiş ve bir önceki çalışmasını destekleyen sonuçlar bulmuştur. Masih ve Masih (1997), Güney Kore ve Tayvan için enerji tüketimi, reel gelir ve enerji fiyatları serilerini kullanarak yaptıkları çalışmada, hem Güney Kore hem de Tayvan için enerji tüketimi ile GSYİH arasında iki yönlü nedensellik bulmuşlardır. Asafu ve Adjaye (2000) ise, Hindistan, Endonezya, Tayland ve Filipinler’den oluşan dört Uzakdoğu ülkesi için reel gelir, enerji tüketimi ve enerji fiyatlarını kullanarak yaptıkları çalışmada, Tayland ve Filipinler için iki yönlü nedensellik, Hindistan ve Endonezya için enerji tüketiminden gelire doğru tek yönlü bir nedensellik ilişkisi tespit etmişlerdir. Rufael (2005), 19 Afrika ülkesi için, 1971–2001 yılları arasındaki enerji tüketimi ve GSYİH arasında eşbütünleşme ilişkisini, Pesaran vd. (2001) tarafından geliştirilen sınır testi yaklaşımı ile incelemiş ve 8 ülkede eşbütünleşme ilişkisine rastlamıştır. Lee (2005), 1975–2001 döneminde, 18 gelişmekte olan ülke için yaptığı panel veri çalışmasında, hem kısa hem uzun dönemde enerji tüketiminden GSYİH’ye doğru tek yönlü nedensellik bulmuştur. Al İriani (2006), altı körfez işbirliği teşkilatı üyesi ülke için yaptığı panel data çalışmasında, GSYİH’den enerji tüketimine doğru tek yönlü nedensellik ilişkisi bulmuştur. Türkiye’de enerji tüketimi incelendiğinde, tüketilen enerjinin yaklaşık %8085’lik kısmının konvansiyonel enerji kaynakları olan taşkömürü, linyit, doğalgaz ve petrolden oluştuğu görülmektedir. Bu kaynaklarda, Türkiye’nin 2004 yılına ait rezervlerinin dünya rezervleri içindeki payları, taşkömüründe 1126 milyon ton ile %0.22, linyitte 7965 milyon ton ile %1.52, petrolde 40.8 31 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44 Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi milyon ton ile % 0.005 ve doğalgazda 8.5 milyar m3 ile % 0.00001 düzeyindedir. Linyitin toplam enerji tüketimindeki payı, zaman içinde azalıp, 1990 yılında %18,5 civarından 2004 yılında %11’e gerilerken; tamamen dışa bağımlı olduğumuz doğalgazın enerji tüketimindeki payının ise aşırı arttığı görülmektedir. Nitekim, toplam enerji tüketiminde doğalgazın payı, 1990 yılında %6 civarındayken, 2004 yılında % 23’e çıkmıştır. Taşkömürünün enerji tüketimindeki payı, 1990 yılında % 11,6 iken 2004 yılında % 14’e yükselmiştir. Enerji tüketiminde petrolün payında ise bir azalma yaşanmıştır: 1990 yılında %45 olan oran, 2004 yılında %37,5’a gerilemiştir (Enerji Bakanlığı 2004); ancak kullanılan enerji kaynakları içerisinde hala en yüksek paya sahiptir. Bu veriler ışığında, Türkiye’nin enerji tüketimindeki dışa bağımlılığı, gelecekteki en önemli sorunlardan biri olarak gözükmektedir. Toplumsal gelişmişlik göstergesi olarak da değerlendirilen enerji tüketimi, özellikle sanayi üretiminde önemli girdilerden biri olması itibariyle, ülke ekonomileri için çok önemlidir. Bu açıdan, Türkiye’nin enerji tüketimi OECD ülkeleriyle karşılaştırıldığında, Türkiye’nin enerji tüketiminin OECD’nin çok altında olduğu görülür. Grafik 1., Türkiye ve OECD için enerji tüketimini (ton petrol eşdeğeri olarak) yıllar itibariyle göstermektedir. Türkiye’yi konu alan çalışmalar incelendiğinde, Soytaş, Sarı ve Özdemir’in (2001), 1960–1995 dönemindeki Türkiye için enerji tüketimi ile GSYİH ilişkisini inceledikleri ve enerji tüketiminden GSYİH ya doğru tek yönlü nedensellik ilişkisi buldukları görülür. Soytaş ve Sarı (2003), G–7 ülkeleri ve Türkiye’nin de dahil olduğu 10 gelişmekte olan ülke için enerji tüketimi ile GSYİH ilişkisini 1950–1992 dönemi için incelemişler ve Arjantin de iki yönlü, İtalya ve Kore’de GSYİH’dan enerji tüketimine doğru, Türkiye, Fransa, Almanya ve Japonya’da ise enerji tüketiminden GSYİH’ya doğru tek yönlü bir nedensellik ilişkisi ortaya çıkarmışlardır. Altınay ve Karagöl (2004), 1950– 2000 arasında Türkiye için yaptıkları çalışmalarında, enerji tüketimi ve GSYİH serileri arasında nedensellik ilişkisi bulamamışlardır. 32 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44 Erman ERBAYKAL Enerji Tüketimi (Ton Petrol Eşdeğeri) 5 4 3 OECD 2 TÜRKİYE 1 19 60 19 64 19 68 19 72 19 76 19 80 19 84 19 88 19 92 19 96 20 00 20 04 0 Yıllar Grafik 1. Türkiye ve OECD Ülkelerinin Enerji Tüketimleri Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de ekonomik büyüme ile enerji tüketimi arasındaki ilişkinin varlığını araştırmaktır. Değişkenler arasındaki eşbütünleşme ilişkisi, Pesaran vd.(2001) tarafından geliştirilen sınır testi yaklaşımı ile; kısa ve uzun dönem ilişkileri ise, kurulan ARDL modelleri çerçevesinde incelenecektir. Birinci bölümde, konuya bir giriş yaptıktan sonra, ikinci bölümde kullanılan model ve veri seti tanıtılmış; üçüncü bölümde, uygulanan yöntem ve ampirik sonuçlarına yer verilmiştir. Son bölümde de çalışmanın sonuç ve değerlendirme kısmı yer almaktadır. 2. MODEL VE VERİ SETİ Çalışmada kullanılan model aşağıdaki gibidir: BYt = α1 + α2 LETt + µt Burada, BYt :Büyüme (1) oranı serisidir. GSYİH serisinin bir önceki yıla göre değişimini ifade etmektedir. Veriler TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu)’ten alınmış ve 1987 fiyatlarıyla reel hale getirilmiştir. LETt : Enerji Tüketimi serisidir. Bu serinin verileri de OECD Statistics’den alınmış ve logaritmik hale dönüştürülmüştür. Kullanılan bu veriler 1970–2003 dönemine ait yıllık 33 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44 Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi verilerden oluşmaktadır. Çalışmanın izleyen bölümlerinde büyüme oranı serisi BY, enerji tüketimi serisi LET ile ifade edilecektir. 3. YÖNTEM VE AMPİRİK SONUÇLAR 3.1 BİRİM KÖK TESTİ İlk önce, bu modelde kullanılan değişkenlerin durağanlık düzeylerinin incelenmesi gerekmektedir. Zaman serileri analizinde serilerin durağanlık düzeyleri birim kök testleriyle sınanır. Bir zaman serisi, ortalamasıyla varyansı zaman içinde değişmiyor ve iki dönem arasındaki ortak varyansı bu ortak varyansın hesaplandığı döneme değil de yalnızca iki dönem arasındaki uzaklığa bağlı ise durağandır (Gujarati, 1999:713). Durağan olmayan serilerin varyansı ve ortalaması zaman içinde değişmektedir ve zaman sonsuza gittikçe varyans da sonsuza gitmektedir. Zaman serilerinin durağanlığını test etmek için, Dickey ve Fuller (1979) tarafından geliştirilen “Genişletilmiş DickeyFuller”(ADF) ve Phillips ve Perron (1988) birim kök testleri kullanılmıştır: k ∆Yt = β1 + β 2 t + δYt −1 + ∑ α i ∆Yt −i + ε t (2) i =1 Burada, ∆Yt durağanlığı analiz edilen değişkenin birinci farkı, t genel eğilim değişkeni ∆Yt −i durağanlığı analiz edilen değişkenin birinci farkının gecikmeli değerleridir. Bu değerlerin modele konmasının nedeni, hata teriminde ardışık bağımlılık problemi varsa, bu problemi ortadan kaldırmaktır. Denklemde k ile gösterilen ise, gecikme uzunluğudur. Bu çalışmada, gecikme uzunluğu belirlenirken, Schwarz bilgi kriteri kullanılmıştır. ADF testi δ katsayısının istatistiksel olarak sıfıra eşit olup olmadığını test eder ve elde edilen sonuçlar, MacKinnon kritik değerleriyle karşılaştırılır. Eğer ADF-t istatistiği MacKinnon kritik değerinden mutlak olarak büyükse, modelde kullandığımız zaman serisi durağan demektir. 34 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44 Erman ERBAYKAL Tablo 1. ADF Test Sonuçları ADF Test İstatistiği ADF Test İstatistiği %1 %5 Değişkenler T İstatistikleri BY -6.593* -3.646 -2.954 LET -3.176 -4.262 -3.552 ∆ BY - - - ∆ LET -6.841* -4.273 -3.557 *%1 de anlamlılığı gösterir Tablo 1’ deki ADF test sonuçlarına göre, BY serisi düzeyde durağan çıkarken; LET serisi, birinci farkı alındığında durağan hale gelmiştir. Durağanlık analizinde kullandığımız bir diğer test ise, Phillips ve Perron (1988) testidir. Dickey ve Fuller (1979) testine göre, hata terimlerinin beyaz gürültü olduğu; yani ardışık bağımsızlık, normal dağılım ve sabit varyansa sahip olduğu kabul edilmektedir. Phillips ve Perron (1988), geliştirdikleri yöntem ile Dickey ve Fuller (1979) prosedürü çerçevesinde kabul edilen bu varsayımı biraz yumuşatarak, hata terimleri arasında zayıf bağımlılığa ve heterojenliğe izin vermektedir (Kutlar, 2000:171). Aşağıdaki tablo 2’de görüldüğü gibi, Phillips Perron test sonuçları, ADF testi sonuçlarını desteklemektedir. İki testin sonucuna göre, BY serisi düzeyde durağan; LET serisinin ise, birinci farkı durağan çıkmıştır. Yani BY serisi I(0), LET serisi I(1) dir. 35 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44 Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi Tablo 2. Phillips Perron Testi Sonuçları PP Test İstatistiği PP Test İstatistiği Değişkenler T İstatistikleri %1 %5 BY -6.593* -3.646 -2.954 LET -3.223 -4.262 -3.552 ∆ BY - - - ∆ LET -6.625* -4.273 -3.557 *%1 de anlamlılığı gösterir 3.2 EŞBÜTÜNLEŞME TESTİ Durağanlık kavramının öneminin ortaya çıkmasından itibaren, durağan olmayan seriler arasında sahte regresyon sorunuyla karşılaşılmıştır. Serilerin farklarının alınıp regresyona sokulması, bu soruna bulunan çözüm yollarından biri olmuştur. Serilerin farkları alınarak modellenmesi ise, uzun dönem dengesi için önemli bilgilerin kaybedilmesine yol açmaktadır. Engle ve Granger (1987), bu soruna çözüm olarak birinci farkı alındığında, durağan olan serilerin düzey halleriyle modellenebilmelerine olanak sağlayan bir yöntem geliştirmişlerdir. Ancak bu yöntem, bir tane eşbütünleşik vektör olması esasına dayanmakta; birden kullanılamamaktadır. fazla eşbütünleşik Johansen (1988), vektör geliştirdiği olması yöntem durumunda ile tüm değişkenlerin içsel olarak kabul edildikleri VAR modelinden yola çıkarak, değişkenler arasında kaç tane eşbütünleşik vektör olduğunu test edilebilmektedir. Dolayısıyla, Engle ve Granger (1987) metodunda olduğu gibi, testi tek bir eşbütünleşik vektör beklentisiyle sınırlandırmadan, daha gerçekçi bir sınama gerçekleştirilebilmektedir. Kullanılan Engle ve Granger (1987), Johansen (1988) ve Johansen ve Juselius (1990) eşbütünleşim yöntemlerinin önemli bir ortak noktası ise, eşbütünleşim ilişkisi araştırılacak olan serilerin düzeyde durağan olmamaları ve aynı derecede farkı alındığında durağan hale gelmeleridir. Eğer bu serilerden bir veya daha fazlası düzey halinde durağan, yani I(0) ise, bu testler 36 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44 Erman ERBAYKAL ile eş bütünleşme ilişkisi araştırılamaz. Bu sorun, Pesaran vd.(2001) tarafından geliştirilen sınır testi yaklaşımı ile ortadan kaldırılmaktadır. Bu yaklaşıma göre, serilerin I(0) veya I(1) olmalarına bakılmaksızın, seriler arasında eşbütünleşme ilişkisinin varlığı araştırılabilir. Ayrıca sınır testi yaklaşımı, düşük sayıda gözlemi içeren verilerle de sağlıklı sonuçlar vermektedir (Narayan ve Narayan, 2004). Bunun için ilk önce kısıtlanmamış hata düzeltme modeli (unrestricted error correction model-UECM) oluşturulur. Modelin bu çalışmaya uyarlanmış şekli aşağıdaki gibidir: m m ∆BYt =α0 +∑α1i ∆BYt−i +∑α2i ∆LETt−i +α3 BYt−1 +α4 LETt−1 + µt i=1 (3) i=0 Eşbütünleşme ilişkisinin varlığının test edilmesi için, bağımlı ve bağımsız değişkenlerin birinci dönem gecikmelerine F testi yapılır. Bu test için temel hipotez, (H0:α3=α4=0) şeklinde kurulur ve hesaplanan F istatistiği, Pesaran vd(2001)’deki tablo alt ve üst kritik değerleri ile karşılaştırılır. Hesaplanan F istatistiği, Pesaran alt kritik tablo değerinden düşük ise, seriler arasında eşbütünleşme ilişkisi bulunmaz iken, hesaplanan F istatistiği alt ve üst tablo kritik değeri arasındaysa, kesin bir yorum yapılamamaktadır. Eğer hesaplanan F istatistiği, tablo üst kritik değerin üzerindeyse, seriler arasında eşbütünleşme ilişkisi vardır. Seriler arasında eşbütünleşme ilişkisi tespit edildikten sonra, uzun ve kısa dönem ilişkileri belirlemek için ARDL (Autoregressive Distribution Lag) modelleri kurulur. UECM modelinde, m gecikme sayısını ifade etmektedir. Gecikme sayısının belirlenmesi için, çeşitli bilgi kriterlerinden (Akaike, Schwarz ve Hannan Quinn gibi) yararlanılır ve en küçük kritik değeri sağlayan gecikme uzunluğu, modelin gecikme uzunluğu olarak belirlenir. Ancak, oluşturulan model ardışık bağımlılık problemi içeriyorsa, bu durumda ikinci en küçük kritik değeri sağlayan gecikme uzunluğu alınır; eğer ardışık bağımlılık problemi hala devam ediyorsa bu problem ortadan kalkana kadar bu işleme devam edilir. Bu çalışmada, incelediğimiz veri seti yıllık olduğu için, 37 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44 Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi maksimum gecikme uzunluğu 4 olarak alınmış ve Akaike kriterine göre gecikme sayısı 3 olarak belirlenmiştir. Daha sonra, 3 gecikmeyle oluşturulan UECM modelinde, ardışık bağımlılık sorunu olup olmadığı LM testi yardımıyla incelenmiştir. Yapılan test sonucuna göre ise, ardışık bağımlılık sorununa rastlanmamıştır. Tablo 3’ te testlerin sonuçları yer almaktadır. UECM modelinde gecikme sayısı belirlendikten sonra, sınır testi yaklaşımıyla, seriler arasında eşbütünleşme ilişkisinin araştırılmasına geçilmiştir. Bu aşamada UECM modelinden yola çıkarak hesaplanan F testi, Pesaran(2001)’in tablo alt ve üst kritik değerleriyle karşılaştırılmıştır. Tablo 4’te, sınır testi sonuçlarını göstermektedir. Tablo 3. Gecikme Sayısının Belirlenmesi X2 X2 BG m AIC 1 -4.067 4.674*** 2 -4.016 0.883 3 -4.109 0.308 4 -4.013 0.874 BG :Breusch-Godfrey ardışık bağımlılık istatistiğidir. *%1,**%5, ***%10’da anlamlılığı gösterir ve hata terimleri arasında otokorelasyon olduğunu ifade eder. Tablo 4. Sınır Testi Sonuçları %5 anlamlılık düzeyindeki kritik değerler k F istatistiği 1 30.723 Alt Sınır Üst Sınır 4.94 5.73 k (3) numaralı denklemdeki bağımsız değişken sayısıdır. Kritik değerler Pesaran vd.(2001:300)’deki Tablo CI(iii)’ten alınmıştır. 38 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44 Erman ERBAYKAL 3.3 ARDL MODELİ Değişkenler arasındaki uzun dönem ilişkinin incelenmesi için, ARDL modeli aşağıdaki gibi kurulmuştur. Gecikme sayılarının belirlenmesi için, Akaike bilgi kriterinden yararlanılmıştır m n BYt = α 0 + ∑ α 1i BYt −i + ∑ α 2i LETt −i + µ t i =1 (4) i =0 Tablo 5. ARDL (1,2) Modelinin Tahmin Sonuçları Değişkenler Katsayı T istatistiği BY(-1) -0.266 -1.578 LET 0.774 7.527* LET(-1) -0.432 -2.326** LET(-2) -0.332 -2.015*** C -0.030 -0.515 Tanısal Denetim Sonuçları R2 0.714 R2 0.669 X 2 BG 0.562[0.453] 2 χ NORM (2) 1.341[0.511] 2 χWHITE (1) 2.882[0.090] X 2 RAMSEY (1) 2.113[0.146] *%1,**%5, ***%10’da anlamlılığı gösterir 2 2 X 2 BG , χ NORM , χWHITE , X 2 RAMSEY sırasıyla otokorelasyon, normallik, değişen varyans ve model kurma hatası sınaması istatististikleridir. 39 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44 Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi Tablo 5’ te görüldüğü gibi, oluşturulan modelde otokorelasyon, değişen varyans, normal dağılıma uymama ve modelin hatalı kurulması gibi problemlere rastlanmamıştır. 3.3.1 Uzun Dönemli İlişki ARDL (1,2) modelinin tahmin sonuçlarına göre hesaplanan uzun dönem katsayıları Tablo 6’da yer almaktadır. Tablo 6. ARDL(1,2) Modelinin Uzun Dönem Katsayıları Değişkenler Katsayı T istatistiği LET 0.0077 0.6178 C -0.0238 -0.5112 *%1,**%5, ***%10’da anlamlılığı gösterir Tablodaki sonuçlar, ekonomik büyüme ile enerji tüketimi arasında, uzun dönemde pozitif; ama istatistiksel olarak anlamsız bir ilişki olduğunu göstermektedir. 3.3.2 Kısa Dönemli İlişki Değişkenler arasındaki kısa dönemli ilişkinin araştırılması için, ARDL yaklaşımına dayalı hata düzeltme modeli aşağıdaki gibi kurulmuştur: m n ∆BYt = α 0 + α 1 EC t −1 + ∑ α 2i ∆BYt −i + ∑ α 3i ∆LETt −i + µ t i =1 (5) i =0 Buradaki ECt-1 değişkeni, uzun dönem ilişkisinden elde edilen hata terimleri serisinin bir dönem gecikmeli değeridir. Bu değişkenin katsayısı, kısa dönemdeki dengesizliğin ne kadarının uzun dönemde düzeltileceğini gösterir. Test sonuçları, Tablo 7’de yer almaktadır. 40 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44 Erman ERBAYKAL Tablo 7. ARDL(1,2) Yaklaşımına Dayalı Hata Düzeltme Modeli Sonuçları Değişkenler Katsayı T istatistiği DLET 0.7747 7.5272* DLET(-1) 0.3322 2.0155** C -0.0301 -0.5155 ECT(1) -1.2661 -7.2732* *%1,**%5, ***%10’da anlamlılığı gösterir Hata düzeltme değişkeni, beklendiği gibi negatif ve istatistiksel olarak anlamlı çıkmıştır. Narayan and Smyth (2006)’in de çalışmalarında ifade ettikleri gibi, hata düzeltme değişkeninin katsayısının 1’den büyük olması, sistemin dalgalanarak dengeye geldiğini ifade etmektedir. Bu dalgalanma, her seferinde azalarak, uzun dönemde dengeye dönüşü sağlayacaktır. Enerji tüketimi ile ekonomik büyüme arasında, kısa dönemde, pozitif ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Bu sonuca göre, kısa dönemde enerji tüketimindeki bir artış, ekonomik büyüme üzerinde de pozitif yönde bir etki yaratmaktadır. Bulduğumuz bu sonuç, IEA(2004) tarafından yapılan çalışma sonuçlarını desteklemektedir. 4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Bu çalışmada, Türkiye’nin ekonomik büyüme ile enerji tüketimi ilişkisi incelenmiştir. Enerjinin özellikle 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizinden itibaren öneminin artması ve sanayide önemli bir girdi haline gelmesi, ülkelerin ekonomileri üzerindeki etkisini daha da arttırmıştır. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin ekonomik büyüme ile enerji tüketimi ilişkisisin incelenmesinin önemi ortadadır. Çalışmada kullanılan serilerden ekonomik büyüme serisi, düzeyde durağan; enerji tüketimi serisi ise, birinci farkı alındığında durağan hale geldiği için, bu iki seri arasındaki eşbütünleşme ilişkisi Pesaran(2001)’in geliştirdiği sınır testi yaklaşımıyla incelenmiştir. Yapılan test sonuçlarına göre, iki seri arasında eşbütünleşme ilişkisi ortaya çıkarken, kurulan ARDL modelleriyle kısa ve uzun dönemli ilişkinin varlığı araştırılmıştır. 41 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44 Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi Kısa dönemde, enerji tüketiminden ekonomik büyümeye doğru pozitif ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki çıkarken; uzun dönemde, ortaya çıkan pozitif ilişki istatistiksel olarak desteklenmemiştir. Kısa dönemde, enerji tüketiminin ekonomik büyüme üzerinde pozitif bir etkiye sahip olması, enerjinin özellikle sanayide önemli bir girdi olmasıyla açıklanabilir. Türkiye için ortaya çıkan bu sonuç, dünyada, son yıllarda ampirik çalışmalarla desteklenen, enerjinin üretim sürecinin devamı için vazgeçilmez bir üretim girdisi haline gelmesi görüşünü destekler niteliktedir. Ancak, Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığı düşünüldüğünde, ekonomik büyüme performansını sürdürülebilir kılması için alternatif ve düşük maliyetli enerji üretimini sağlaması gerektiği söylenebilir. KAYNAKÇA 1. Akarca, A.T. T.V. Long (1980) “On the relationship between energy and GNP: a reexamination”, Journal of Energy and Development, Vol. 5, pp. 326-331 2. Al-İ., Mahmoud A., (2006). “Energy-GPD Relationship Revisited: An Example from GCC Countries Using Panel Countries”, Energy Policy, Article in Pres 3. Altinay, G., Karagol, E., (2004). “Structural Break, Unit Root, and the Causality between Energy Consumption and GDP in Turkey”, Energy Economics, 26, pp. 985-994. 4. Asafu-Adjaye, J.,(2000). “The relationship between energy consumption, energy prices and economic growth: time series evidence from Asian developing countries.” Energy Economics, Vol. 22, No. , pp. 615–625. 5. Dickey, D., W. Fuller, (1979). “Distribution of the estimators for autoregressive time series with a unit root.” Journal of American Statistical Association, Vol. 74, No.pp. 427-431. 42 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44 Erman ERBAYKAL 6. Engel, R.F., Granger, C.W.J. (1987).”Co-integration and Error Correction Representation, Estimation and Testing” Econometrica, Vol. 55, No.2, pp. 251-276. 7. Erol, U., Yu, E. S. H., (1987). “On the Relationship Between Energy and Income for Industrialized Countries”, Journal of Energy and Employment, pp.113-122. 8. Gujarati, D.N., (1999) “Temel Ekonometri”, (Çev. Ü. Şenesen & G.G. Şenesen). İstanbul, Literatür Yayınları. 9. Johansen, S. (1988). “Statistical Analysis of Co-integration Vectors”, Journal of Economic Dynamics and Control Vol. 12, No. 2/3, pp. 231-254. 10. Johansen, S., Juselius, K. (1990) “Maximum Likelihood Estimation and Inference on Co-integration-With Applications to the Demand For Money”, Oxford Bulletin of Economics and Statistics, Vol. 52, No. 2, pp.169-210. 11. IEA OECD Statistics Data Base (2004) 12. Kraft, J. A. Kraft, (1978) “On the relationship between energy and GNP”, Journal of Energy and Development, Vol.3, No. , pp. 401-403. 13. Kutlar, A., (2000). Ekonometrik Zaman Serileri. Ankara: Gazi Kitapevi 14. Lee, C. C., (2005). “Energy Consumption and GDP in Developing Countries: A Co integrated Panel Analysis”, 27, pp. 415-427 15. Masih, A. M. M., Masih R., (1997). “On the Temporal Causal Relationship Between Energy Consumption, Real Income and Prices: Some Evidence From Asian-Energy Dependent NICs Based on A Multivariate Cointegration/Vector Error Correction Approach”, Journal of Policy Modelling, 19, pp. 417-440 16. Narayan S., Narayan P. K. (2004). “Determinants of Demand of Fiji’s Exports: An Empirical Investigation” The Developing Economics XVII-1 95-112 43 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44 Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi 17. Narayan, P.K., Smyth, R. (2006). “What determines migration flows from low-income to high-income countries? An empirical investigation of FijiUS Migration 1972–2001.” Contemporary Economic Policy, vol. 24, No.2, pp. 332–342. 18. Pesaran, M. H. Shin, Y., Smith, R.J., (2001) “Bounds Testing Approaches to the Analysis of Level Relationships”, Journal of Applied Econometrics, 16, pp.289-326 19. Phillips, P.C.B., Perron, P., (1988). “Testing for a unit root in time series regression.” Biomètrika75 (2) 336-346. 20. Rufael, Y. W., (2005). “Energy Demand and Economic Growth: The African Experience”, Journal of Policy Modeling, 27, pp. 891-903 21. Stern, D.I., (1993). “Energy and Economic Growth in the USA:A Multivariate Approach”, Energy Economics, 15, pp.137-150. 22. Stern, D.I., (2000). “Multivariate co-integration analysis of the role of energy in the US macro economy.” Energy Economics, Vol. 22, pp. 267– 283. 23. Stern, D.I., Cleveland, J. C., (2004). “Energy and Economic Growth”, Rensselaer Working Papers in Economics, pp. 1-42. 24. Soytaş,U., Sarı,R., Özdemir,Ö., (2001). “Energy Consumption and GNP Relation in Turkey: A Co-integration and Vector Error Correction Analysis”, Global Business and Technology Association, p.838-844 25. Soytaş, U., Sarı, R., (2003). “Energy Consumption and GDP: A Causality relationship in G–7 Countries and Emerging Markets”, Energy Economics, 25, pp.33–37 26. TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) İstatistiksel Göstergeler 2004. 44 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 45- 81 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY VERGİ POLİTİKALARI VE İKTİSADİ GELİŞME İLİŞKİSİ:TÜRKİYE ÜZERİNE ZAMAN SERİLERİ ANALİZİ (1987-2002) Bilal KARGI* ÖZET Bu makalede, enflasyonun kronikleştiği ve enflasyonist beklentilerin giderilemediği ekonomilerde; kamu kesiminin enflasyon yaratma etkisinin, özel kesime oranla daha güçlü olduğu tezi incelenmektedir. Kamu kesiminin finansman daralmaları halinde, kamu kesiminin: vergi politikaları üzerinde, gelirleri arttırıcı önlemler ve ikincisi, borçlanma yoluna gidilmesidir. Bu seçeneklerden her ikisi de finans sektöründe ve reel sektörde önemli etkilere sahiptir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler, finanman aracı olarak vergi ve borçlanma politikalarını bir senkronize biçimde birlikte yürütmeye ve çevirmeye çalışırlar. Ancak enflasyonist baskılar bir yandan faizlerin yükselmesiyle borçlanma maliyetlerini arttırırken diğer yandan, vergilerin tahsil sürelerinde, vergi gelirinin reel değerini yıpratırlar. Her iki durum da, kamu finansmanını güçleştirir. Bu çalışmada, vergi gelirlerinin, uzun dönem ekonometrik analizlere dayanarak, nasıl bir değişim gösterdiği ve bunun makro ekonomik denge üzerinde yarattığı sonuçlar ele alınmaktadır. Böylelikle, vergi politikaları ile ekonomik büyüme arasındaki ilişki açıklanmaktadır. Buraya dayanılarak da, vergi politikalarına ilişkin politika önerileri geliştirilmeye çalışılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Kamu Finansmanı, Dolaylı-Dolaysız Vergiler, Büyüme, Vergi Politkaları ABSTRACT In this paper, it is examined that public sector’s effect on inflation is stronger than private sector’s where is chronically high inflation and expectations cannot be responded. Populist expenses of public sector because of political influences cause financial problems in time. These difficulties reveal two options to the public sector. First is on tax policies (precautions to increase income) and the second is loaning when tax income is not sufficient. Both these two options have great influence on reel and financial sectors. Especially developing countries try to operate taxing and loaning policies as financial instrument synchronically. But inflationist pressures both increase the cost of loaning by high inflation and decrease the reel value of taxes by their perception period. Both cases cause difficulties in public finance. In this study, it is analyzed that how tax incomes are used and how they affect macro-economics according to long-term econometric analyses. So, the relation between tax policies and economic growth is clarified. Finally, suggestions on tax policies are provided. Keywords: Public Finance, Direct-Indirect Taxes, Growth, Tax Policies. * Beykent Üniversitesi, Meslek Yüksek Okulu, Öğretim Görevlisi, İstanbul. [email protected] Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) GİRİŞ Enflasyonun kronikleştiği ve enflasyonist beklentilerin giderilemediği ekonomilerde, kamu kesiminin enflasyon yaratma etkisi, özel kesime oranla daha güçlüdür. Kamu harcama politikalarının siyasal etkiler nedeni ile popülist seyir izliyor olması, uzun dönemde finansman güçlüklerine neden olmaktadır. Bu finansman daralmaları, kamu kesiminin önüne iki seçenek getirmektedir. Bunlardan ilki, vergi politikaları ile gelirleri arttırıcı önlemler ve ikincisi, vergi gelirlerinin genişletilemeyeceği durumlarda borçlanma yoluna gidilmesidir. Bu seçeneklerden her ikisi de, finans sektöründe ve reel sektörde önemli etkilere sahiptir. Vergi gelirlerinin arttırılmasına yönelik uygulanacak politikalar yeni vergilerin konulması, mevcut vergilerin oranlarının arttırılması veya vergi tabanını geliştirmeye yönelik (kayıt dışı ekonomiyi önlemek ve yeni yatırımları teşvik vs.) politikalar olarak sıralanabilir. Borçlanma politikaları arasında ise; yeni iç ve/veya dış borçlar alınması yanında, konsolidasyon yolu ile borçların yeniden yapılandırılması gibi seçeneklerden söz edilebilmektedir. Ancak, harcama politikalarının tutarlı olmadığı ekonomilerde, vergi veya borçlanma politikalarından hangisi seçilirse seçilsin, her ikisi de ortak sonuçlar doğmaktadır ki bunlardan en önemlisi enflasyonun süreklilik kazanması ve faizlerin yükselmesidir. Özellikle faizlerin yükselmesi, tasarruf sahiplerinin ulaşmak istedikleri hedef, reel faiz oranı düzeyini ifade eden zaman tercih oranının yükselmesine de neden olmaktadır. Faizlerin yükseleceği beklentisinin doğması yatırımların kârlılığını düşürdüğü gibi, yeni yatırımların yapılmasına engel olmakta ve kapasite kullanım oranlarını da düşürebilmektedir. Böylelikle, vergi tabanı daralmaktadır. Vergi tabanının daralması ise, zaten yetersiz olan vergi gelirlerini düşürmektedir. Kamu finansmanının vergi gelirleri ayağındaki daralma, borçlanmayı körükleyip faiz oranlarını tekrar yükseltmekte ve bu durum, bir döngü haline gelmektedir. Kısacası, harcama politikalarının tutarsızlığı, finansman güçlüğü doğurmakta ve buna karşılık, finansman politikası olarak, 46 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI vergi veya borçlanma politikalarından hangisi seçilirse seçilsin, faizler yükselmekte ve borçlanma maliyeti artmakta, vergi tabanı daralmaktadır. Vergi tabanının daralması, özellikle Türkiye gibi, yüksek nüfus artışının söz konusu olduğu ve toplam talebin diri olduğu ülkelerde, toplam arzın da aynı hızla artmasını, diğer bir ifade ile büyümenin de dinamik tutulmasını gerektirmektedir. Büyüme, çoğunlukla gayri safi milli hasılanın önceki dönemlere göre artışı olarak düşünülen bir orandır. Enflasyon dönemlerinde yatırım kararlarının alınmasında etkisinden bahsedilmesi gereken vergi politikaları büyüme üzerinde, diğer bir ifade ile gayri safi milli hasıla üzerinde etkili olduğu söylenebilir. Bu çalışmada, Türkiye ekonomisinin 1987:012002:02 dönemine ait çeyreklik verilerine dayanarak vergi politikalarının büyüme üzerindeki etkileri araştırılmaktadır. Bu doğrultuda, “vergi politikaları-büyüme” ilişkilerini belirlemeye yönelik olarak temel bazı makro ekonomik değişkenler arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerin yönü, gücü ve uzun ve kısa dönem ilişkileri ortaya koyulması amaçlamaktadır. Bunu sağlayabilmek için belirlenen değişkenlerin, zaman serileri analizlerinde özellikle, 1980’li yıllardan sonra sıkça kullanılan testlere başvurulmaktadır. Bu analiz süreci Dickey-Fuller Birim Kök Testi, Granger Nedensellik Testi, Hata Düzeltme Modeli ve Koentegrasyon Testlerinden oluşmaktadır. Böylelikle, seriler hakkındaki bilgiler elde edilmiş ve bu serilerin karşılıklı nedensellikleri ile birlikte, uzun dönem denge fonksiyonları elde edilmiş olacaktır. 1. Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme Esasen siyaset bilimcilerinin merak ve inceleme alanına giren “devlet”, maliye teorisinde ve dolayısıyla iktisat teori ve politikalarında da önemli bir tartışma konusunu oluşturmaktadır. Bu tartışmaların kaynağı devletin siyasal ve politik etkinliği üzerine değil; devletin, vergi toplama meşruiyeti ile ilgilidir. Birbirinden farklı meşruiyet anlayışlarından yola çıkarak bir vergi tanımına ulaşılmak istenirse; devletin tutumu ve dolayısıyla bu tutumu belirleyecek devlet anlayışı ön plana çıkmaktadır (1). 47 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) Özellikle “ferdiyetçi” ve “kolektif” bakış açılarına göre birbirine zıt iki devlet görüşünden bahsedilebilir: “Sofistik Kökenli Devlet” anlayışı ve “Aristocu Devlet” anlayışı (Schmölder, 1976:67). Bu iki görüş, tartışmaların çıkış noktasıdır. Birinci anlayışa göre devlet, “müşterek gayeleri gerçekleştirmek üzere kurulmuş bir menfaat birliği”dir (Schmölder, 1976:68). Devlet, bazı büyüklükleri mümkün olduğu kadar azamileştirmek isteyen, “bütün olarak tek bir karar alma organı” (Buchanan, 1966:6) olarak kabul edilir. İkincisinde ise devlet, “fertlerin oluşturduğu toplumdan ayrı üstün bir varlık olup, hayatın her safhasında en iyiyi gerçekleştirmeyi gaye edinir” (Schmölder, 1976:68). Her iki görüşe göre de devlet, sosyal faydayı azami kılmayı temel ilke olarak benimsemektedir. Sosyal fayda fonksiyonu, yalnızca iktisadi etkenlerden oluşmamakla beraber; oldukça çok ve aralarında karmaşık ilişkilerin bulunduğu değişkenleri içerisinde barındıran bir fonksiyondur. Bu ve benzerlerinden bazı değişkenler; siyasi, askeri, etik, kültürel, iktisadi, dini vesaireden oluşmaktadır (2). Kamu finansmanın en temel ve en önemli, aynı zamanda da en eski yöntemi vergilerdir. Bu noktada önemli bir ayrımın üzerinde durmak gerekir: Sofistike devlet anlayışında vergi, devlet tarafından sağlanan hizmetlerin fiyatı olarak ele alınmaktadır. Böyle bir anlayış, vergi mükellefleri ile devlet arasındaki ilişkiyi, karşılıklı bir mübadele gibi ele almaktadır. Bu durum ise, devlet ile vergi mükellefi arasındaki ilişkiyi karşılıklı bir mübadele gibi kabul edip, devletin ve vergilendirmenin meşruiyetine gölge düşürebilmektedir. Aristocu devlet anlayışında ise, devletin, toplumun üstündeki bir varlık olması ve vergi toplama yetkisini bu üstünlüğünden alıyor olması nedeniyle, meşruiyetine ilişkin, vergi mükelleflerine açıklama yapmaktan vazgeçebilmesi sonucunu doğurabilir. Bu durum da, devlet ile vergi ödeyenler arasında ruhsuzlaşmaya neden olabilir (Schmölder, 1976:68-69). Modern devlet anlayışlarının genelinde ise, devletin yasal düzenlemeler yapan ve birey özgürlüklerine 48 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI gereken saygıyı gösteren bir yapıda olması ve iktisadi aktörler arasında hakem görevini üstlenmesi beklenmektedir (Kargı, 2003:45). İktisadi özgürlükleri destekleyen, vergi mükellefleri ve diğer kurumsal kişilerle (devlet, uluslararası kuruluşlar, meslek örgütleri, finans kurumlar ve saire) ilişkileri düzenleyici yasaları hazırlayan ve işbirliğini destekleyen; bunun yanında da iktisadi hayata, olağanüstü durumlar (doğal afet, savaşlar ve saire) ve piyasaların aşamayacağı kadar etkili ve büyük kriz dönemleri (özellikle uluslararası sistemlerden kaynaklanan krizler) dışında müdahalelerini minimuma indirmiş bir devlet yapısını kabul etmek gerekir. Böylesi bir devlet yapısı içerisinde de, vergilemenin meşruiyeti kabullenilmiş olur (Kargı, 2003:50-51). Devletin vergilendirme meşruiyeti içerisinde vergiye kavramsal açıdan bakıldığında, değişik tanımlar ortaya çıkabilmektedir. Öncelikle, vergiler, kamu gelirlerindendir ve gelir kalemlerinin en önemlisidir. Vergi, devlet veya “kendisine vergilendirme yetkisi devredilmiş olan” (Aksoy, 1994:160) kurumlar tarafından, önceleri aynî, ancak “günümüzde nakdî” (Turhan, 1982:26; Stiglitz, 1994:474) olarak, “vergilendirilen açısından mal ve hizmetlerin etkinlik ve adalet kriterlerine” (Şener, 1998:201), vergilendiren açısından da ödeme gücü ve fayda ilkelerine (Aksoy, 1994:201-207) dayanılarak, “cebri, nihai ve karşılıksız olarak” (Türk, 1999:98; Edizdoğan, 1991:57) alınan yükümlülüklerdir. Bu tanımlamada, dikkati çeken iki önemli “taraf” söz konusudur. Bunlardan ilki, bir vergilendirenin olması ve ikincisi de, vergilendirilenin olmasıdır. Kamu otoritesinin vergilendirmeyi meşrulaştırabilmesi için; verginin, hem kamu otoritesinin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve hem de vergi mükellefleri tarafından kabul edilebilir miktarda ve/veya oranda olması gerekir. Verginin, bu iki tarafın kabul edeceği bir içerik taşıması bazı ilkeler temeline dayanarak mümkün olabilmektedir. Aslında, “devletin kendisini teşkil eden fertlerden ayrı bir amacı yoktur ve onlardan ayrı bir karar alma organı da değildir. 49 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) Devletin kararları, fertlerin kolektif kararlarından müteşekkildir” (Buchanan, 1966:8). Nitekim, fertlerin, seçim yoluyla kendilerini temsil ile yetkilendirdiği siyasal iktidar, devlet otoritesini, fertlerin ihtiyaçları doğrultusunda yönetirler. Bunu yaparken de, vergilerin etkilerini hafifletebilmek için, gerekli görülen temel ilkeler esas alınmaktadır. Maliye teorisi içinde, vergilendirmenin iktisadi gelişme ile ilişkisini açıklamakta kullanılabilecek en temel iki kavram, vergi kapasitesi ve gayretidir (3). 2. Literatür ve Teori Çerçeve Literatürde, vergi politikalarının temel bir göstergesi olan bütçeleme üzerine yapılan eleştiriler, iki ana başlık altında toplanabilmektedir: Birincisi, klasik maliyecilerin denk bütçe yaklaşımı; ikincisi ise, modern maliyecilerin açık veren ve böylece büyümeyi kamu etkisi sayesinde dinamik tutmayı esas kabul eden yaklaşımdır. Bu iki uç ve ana kol altında, vergilerin ve bütçelemenin yapısındaki enstrümanlar arasından kimilerinin aldığı değerler itibariyle, bu iki kamu etkisinin nasıl daha etkili olabileceğini veya olumsuzluklarının nasıl ortadan kaldırılabileceğini irdeleyen literatürde oldukça fazla çalışma vardır. Burada, bu çalışmalar arasından seçilmiş beş modelin varsayımları ve öngörüleri ile, bu araştırmanın modelinin alt yapısı oluşturulmaya çalışılacaktır. Stockman, (2001) çalışmasında, dışsal büyüme ile standart neo-klasik devri dalgalanmaları (konjonktürel dalgalanmalar) içeren bir model oluşturmuştur. Modelin neo-klasik oluşu, dinamik ve dışsal oluşundan kaynaklanmaktadır. Modelin en önemli çıkış noktası da, bu olmuştur. Modelde, bütçe açıklarının dışsal olarak meydana getirdiği refah kaybını ele almaktadır. Buna göre iki temel nokta üzerinde durulmaktadır: Kriz dönemlerinde vergi oranlarının, brüt gelirler göz önüne alınarak düzenlenmesi gerektiği ve sermaye üzerinden alınan vergilerin oranlarının, her dönem itibariyle sıfıra yaklaşmasını öngörmektedir. Böylelikle sermaye yatırımları, vergi oranlarındaki düşüşten etkilenerek sabit sermaye yatırımı alanlarına yönelebilecektir. Ve bunun 50 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI sonucunda da refah kaybı ortadan kalkacağı gibi, refah dağılımının optimum olabilmesi için de bir koşul olarak ortaya çıkacaktır. Thorbeck (2002) ise, vergi politikalarını etkilediğini düşündüğü değişkenler için şu sonuçları bulmuştur: Endüstriyel büyüme verimliliğini -0,0039; beklenmeyen enflasyonu -0,033; beklenmeyen enflasyondaki değişimi 0,0019; sigorta prim ödemelerini 0,0083; para politikasını ise 0,0057 değerlerinde risk fiyatı hesaplamıştır. Bunun için oluşturduğu modelde, değişkenler arasındaki uzun dönem koentegre edici (eş-bütünleştirici) vektörleri kullanmıştır. Elde ettiği bu değerler şunu göstermektedir ki; para politikaları bütçenin makro büyüklüğü üzerindeki en önemli belirleyicidir. Buna karşılık, endüstriyel büyümenin verimliliği yüksek vergi baskısı ile karşı karşıya olduğu durumlarda, bütçe üzerindeki en önemli negatif etkiye sahiptir. Bunun en önemli nedeni ise, vergi oranlarının artıyor olması vergi tabanını daralttığı gibi, yeni yatırımları da engelleyebilmektedir. Diğer taraftan, gerçekleşen enflasyon ve enflasyon beklentisindeki olumsuzluklar da, bütçe açıkları için belirleyici olabilmektedir. Yatırımlara ilişkin bir model ise, K. Knot ve J. Haan’a (1999) aittir. Ayrıca, Wachtel ve Young’un (1987’den aktaran Knot ve Haan, 1999:562-563) modellerinde de yatırımların vergi tabanındaki genişmeleye pozitif yöndeki etkileri ele alınmıştır. Piersanti (2000), bütçe açıklarının kronikleşmesinden kaynaklanan olumsuz beklentilerin, açıkların doğmasında önemli bir etken olduğu sonucunu, G7 ülkeleri (ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere, Kanada) ve Avustralya, Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Yunanistan, İrlanda, Hollanda, Norveç, İspanya ve İsviçre üzerinde denediği bir model ile çıkarmaktadır. Buna göre, bütçe açıklarının kronikleşmesinin en belirgin özelliklerinden birisinin, yine, bütçe açıklarının beklenti haline gelmiş olmasıdır. E. Bertero, L. Rondi (2000), oluşturdukları modelde de standart Cobb-Douglas tipi bir fonksiyonu üretim verimliliği açısından logaritmik lineer bir yapıda düzenleyerek oluşturmuş ve kullanmışlardır. Böylelikle, üretim sürecinde 51 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) kamunun etkinliğini toplam temel dengenin bir parçası olarak kabul ederek, toplam faktör verimliliğinin nasıl arttırılacağı üzerinde durmuşlardır. Literatürden seçilen bu modellerde en belirgin sonuçlar: (a) Kamunun bütçeleme yaparken dinamik bir bütçe hazırlaması, (b) Bütçenin esnek olması, (c) Yatırımlara negatif etki yaratmayacak biçimde olması ve (d) Buna bağlı olarak da bütçe finansmanının genel itibariyle vergiler aracılığıyla finanse edilmesi gerekliliği (Kargı, 2003:141) olarak toparlanabilir. Vergi gelirlerindeki vergi tabanının daralmasından kaynaklanan azalmalar, kamu finansmanında, 80’li yılların ortalarından itibaren borçlanmayı önemli ölçüde körüklemiştir. Bunun yanında, iç piyasadaki enflasyon, mevcut vergi gelirlerini Tanzi Etkisi (1977) ile açıklayabilecek şekilde vergi gelirlerinin reel değerlerinde erimelere neden olmuştur. Ancak, bu çalışmada borçlanma değerleri göz ardı edilmekle birlikte, yalnızca vergi gelirlerinin GSMH’deki büyüme ile ilişkisi ele alınmıştır. Modelin akış süreci ise, Issler ve Lima’nın Brezilya için kullandıkları sürecin bir benzeridir. Bu süreç üç aşamalı olup; birinci aşamada DF, ikinci aşamada GN ve üçüncü aşamada EG testleri yapılmıştır (Issler ve Lima, 2000:131-147). Ülkemizde, bütçe açıklarının önemli bir nedeni de, gelirlerin azalmasına rağmen, harcamaların uygun bir politika ile kontrol atına alınmamış olmasıdır. Konsolide bütçe harcamaları; gelirlerdeki azalmayla zıt yönlü olarak, sürekli azalmıştır. Bunun yanında, enflasyon, ülke ekonomisinin kronik bir gerçekleşeni olduğu ve buna yönelik beklentilerin süreklilik kazanmış olması da, modele alınması gerekliliği için yeterli bir neden olarak sayılabilmektedir. Ülkemiz ekonomik verileri kullanılarak oluşturulan ekonometrik modellerden bazıları ise aşağıdaki sonuçları elde etmişlerdir. Çolak ve Atan’ın (2006) yaptıkları çalışmada, bütçe açıklarının enflasyona kaynaklık ettiği sonucuna ulaşılmıştır. Çolak ve Atan’ın çalışmasında, bütçe açılarının finansman aracı olarak özellikle iç borçlanmanın tercih edildiğine değinilmektedir. Uygulanan istikrar programları ile iç borçlanmanın, bütçe 52 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI açıklarının finansmanının önemli ve hatta anahtar bir rolüne vurgu yapılmaktadır. Nitekim, oluşturulan modelde, 0,737737 katsayı ile, kamu kesimi toplam harcamalarının, bütçe açıkları üzerinde oldukça önemli etkiye sahip bir değişken olduğu hesaplanmıştır. Benzer bir biçimde, Kesbiç-Baldemir ve Bakımlı’nın (2004) çalışmalarında da, bütçe açıklarına finansman aracı olarak, kısa vadeli avans kullanımı yönteminin kullanılması durumunda, para arzının arttığı ve bunun da, doğal olarak enflasyona yol açtığı sonucuna varılmıştır. Genel olarak ise; açıkların finansmanı için hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın yapılan çalışmada, bütçe açıklarının parasal genişleme üzerindeki etkisinin mali otoritenin tutumuna bağlandığına da vurgu yapılmıştır. En genel sonuç olarak ise, oluşturulan ekonometrik modelden yola çıkılarak; uygulanan istikrar politikalarının başarısı ve kamu finansman açıklarının önlenmesinin, enflasyonla mücadelede en temel iki argüman olduğu belirtilmiştir. Şimşek’in (2003) çalışmasında ise, kamu harcamalarının, özel yatırımlara etkileri araştırılmış ve uzun dönemde, kamu harcamalarının özel yatırımları dışladığı sonucu elde edilmiştir. Buna göre, bilinen Corwding-Out (dışlama) etkisinin yaşandığı, yani, kamu harcamalarının artmasının, özel yatırımları baskı altına aldığı ve negatif etkiler yarattığı test edilmiştir. Günaydın’ın (2004) çalışmasında ise, uygulanan Granger Nedensellik Testi (GN) ile, kamu gelirlerinden kamu harcamalarına doğru, tek yönlü bir nedensellik ilişkisi olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Genel olarak ise, kısa ve uzun dönem analizlerinde, vergi gelirlerinin, bütçe açıklarının kontrol edilmesinde önemli bir rol oynadığı görüşü desteklenmiştir ve harcamalardan ziyade, vergiler üzerindeki kontrolün, bütçe açıklarının kontrol edilmesinde temel rolü üslendiği belirtilmiştir. Bunun nedeni olarak ise, mükellefler üzerindeki vergi yükünün yüksek olduğu ve vergilerin arttırılmasının da çok güç olduğu belirtilmiştir. 53 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) Enflasyon ile vergi gelirleri veya daha geniş anlamda, bütçe açıkları arasındaki ilişkinin, çoğunlukla karşılıklı olduğu da göz önüne alınmalıdır. Nitekim, “Gelişmekte olan birçok ülkede mevcut enflasyonist baskılar, bu ülkelerdeki bütçe açıklarının daha da büyümesine neden olmaktadır. Bunun nedeni, fiyat artışlarına bağlı olarak, nominal kamu harcamalarının artmasına karşılık, kamu gelirlerinin bunun gerisinde kalmasıdır (Aytaç, 1991:172’den aktaran Egeli, 2006:6). Enflasyonun bütçe açıklarını artırıcı etkilere yol açmasındaki temel etkenlerin başında, enflasyonun, vergi gelirlerinin reel değerini azaltması (aşındırması) gelmektedir. İktisat literatüründe TanziOlivera etkisi olarak bilinen bu durum, vergi ödemelerinde ortaya çıkan gecikmeler nedeniyle, özellikle hızlı enflasyon halinde kaçınılmaz hale gelebilir. “Bunu önlemenin yolu, vergi sisteminin enflasyona endekslenmesidir. Ancak, bu yöntemin uygulamada bir çok güçlükleri bulunmaktadır” (Arasıl, 1996:63’ten aktaran Egeli, 2006:6). Ülkemizde, Tanzi Etkisinin geçerliliğini test eden Gürbüzer’in (1997) çalışmasında, vergi tahsilatlarındaki gecikmelere bağlı olarak, enflasyonun, vergi gelirlerinin reel değerini önemli ölçüde azalttığı sonucuna varılmıştır. Kamu açıkları ile enflasyon arasındaki ilişki üzerine oluşturulmuş Ejder’in (2002) modelinde ise, iki değişken arasında doğrudan bir neden-sonuç ilişkisinin varlığından söz etmeden önce, finansman yöntemlerinin neler olduğunun dikkate alınması gerektiği belirtilmiş ve kamu açıkları ile enflasyon arasında evrensel bir neden-sonuç ilişkisi bulunmadığı belirtilmiştir. Buna göre; “monetizasyon yöntemiyle, senyoraj geliri elde ederek kamu açıklarını finanse etmek isteyen bir hükümetin veya ekonomi bürokrasisinin, para basımı sonucu ortaya çıkacak para arzının piyasada regüle edilebilme olanaklarını gözden geçilmesi” gerektiği sonucuna da vurgu yapılmıştır. Kamu gelirleri ile kamu harcamaları arasındaki nedenselliği araştıran Akçoraoğlu (1999), iki değişken arasında, uzun dönemde koentegrasyon vektörü olmadığı yani, iki değişkenin uzun dönemde bir denge ilişkisinin 54 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI olmadığı sonucuna varmıştır. Kısa dönem için ise, Granger Nedensellik testi yapılmış ve kamu harcamaları, siyasal güdülerle arttırılmakta ve kamu gelirleri belirli bir gecikme ile harcama değişikliklerine uyum sağlamaktadır. Kamu finansmanının vergilerden ziyade borçlanma ile finansmanı yönteminin benimsenmesini ele alan Aklan (2006), dış kaynak kullanımının büyüklüğünün, ülkelerin (gelişmekte olan ülkeler ve Türkiye de dahil olmak üzere) gelir kaynaklarının üzerinde olmaması gerekliliği sonucunu bulmuştur. Aklan’ın çalışmasında, Türkiye’nin dış borçlanmasının sınırına ulaştığına vurgu yapmıştır. Finansman aracı olarak iç borçlanmayı inceleyen Özgen ve Karakaya’nın (2006) modelinden elde edilen sonuç ise, iç borçlanmanın ve dış borçlanmayla birlikte borçlanmaya daha az başvurulması yönündedir. Çünkü devlet, reel operasyonel açıktan daha fazla borçlanmakta ve bu da borçların çevrilebilirliğini güçleştirmektedir. Yılmaz ve Susam (2006), Türkiye ekonomisinde kamu harcamalarının artmasının temel nedeni olarak, kamu harcamalarının artmasının nüfus ve enflasyonla “fazla” bağlantılı oluşunu ileri sürmektedirler. Gelişmekte olan ülkelerin genel olarak, kamu harcamalarının GSMH içindeki payının %20’leri aşmakta olduğunu belirten çalışmada; gelişmiş ülkelerde bu oranın %50’leri aştığı da belirtilmektedir; ancak, bu çalışmada, gelişmekte olan ülkelerdeki kamu harcamalarının faiz ödemelerine çok fazla pay ayırdıkları sonucuna da ulaşmışlardır. 3. Ekonometrik Yöntem ve Veri Seti Analiz, dört aşamadan oluşmaktadır. Bunlardan ilki, Dickey-Fuller (1979) Birim Kök Testi (DF); ikincisi, Granger (1969) Nedensellik (GN) Testi; üçüncüsü, Koentegrasyon (EG) Testi ve dördüncüsü ise, Hata Düzeltme Modelinin oluşturulmasıdır. Konsolide bütçe kalemleri arasındaki ilişkilerin ve nedenselliğin açıklandığı bundan önceki analizlerden elde edilen bilgiler ışığında; dolaylı, dolaysız ve 55 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) toplam vergi gelirleri ile GSMH arasındaki ilişkilerin ekonometrik analizi, uzun dönemde ülkemizdeki vergi politikaları ile iktisadi gelişmeyi açıklamada gereklidir. Uzun dönem analizi için daha önce bahsi geçen koentegrasyon analizine başvurulacaktır. Daha önceden de değinildiği üzere, Engle-Granger (EG) testi ve Johansen Testi (JT) olmak üzere, iki ayrı test kullanılmaktadır. Burada, Johansen Testi ile ilişkiler test edilecektir. Bunun için, daha önceki analizde olduğu gibi aylık veriler yerine üçer aylık ve 1987:01-2002:02 dönemine ilişkin veriler kullanılacaktır. Veriler, EVDS’den (TCMB, Elektronik Veri Dağıtım Sistemi) alınmış olmakla birlikte; dolaylı, dolaysız ve toplam vergi gelirleri ve GSMH, Amerikan Doları cinsinden deflate edilerek kullanılacaktır. Bunun yanında, büyüme oranları, GSMH serisinin her bir verinin bir önceki döneme nispeten farkı alınmak suretiyle hesaplanarak kullanılacaktır. Değişken tanımı olarak; Dolaysız Vergiler (dsizvergi); Dolaylı Vergiler (dlivergi), Toplam Vergi Gelirleri (topvergi), GSMH –Gayri Safi Milli Hasıla(gsmh) kısaltmalarıyla ifade edilecektir. 4. Ekonometrik Analiz ve Bulgular Yukarıda değinilen koentegrasyon testlerinin daha kolay takibi açısından, burada dört aşamalı bir sistematik ile açıklanması ve sonrasında testin yapılması daha açıklayıcı ve anlaşılabilir olacaktır. Birinci aşamada, modele ilişkin, belirlenen değişkenlerin her biri için DF testleri yapılmalıdır. Burada önemli olan, tüm değişkenlerin aynı düzeyde entegre olmalarının gerekliliğidir. Diğer bir ifade ile, testin bir varsayımı olarak serilerin hepsinin durağan olmaları veya aynı düzeyde entegre olmaları (Örneğin I(1)) gerekmektedir. İkinci aşamada ise, aynı düzeyde entegre olan değişkenlerin VAR modeli oluşturulmaktadır. Buradan da, her bir değişken için parametre tahminleri, En Küçük Kareler Yöntemi ile yapılmaktadır. Üçüncü aşamada, parametre tahminleri ile yapısal modelin hata terimleri serisi oluşturulur ve bu hata terimlerinin durağan olup olmadığı ADF (Genişletilmiş 56 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI DF) testine tabi tutulmaktadır. Hata terimleri serileri düzeyi itibariyle (fark alma işlemi yapılmaksızın) durağan olması yani, birim kök içermemesi gerekmektedir. Eğer hata terimleri serisi durağan değil ise, değişkenler uzun dönemde, birbirleri ile koentegre (eş-bütünleşik) değildirler. Hata terimlerin durağan olması durumunda koentegre edici vektör yazılır. Elde edilecek koentegre edici vektör, uzun dönem dengesini göstermektedir. Ancak, kısa dönem dengesi ile uzun önem dengesi arasında önemli farklılıklar olabilmektedir. Bu farkın giderilmesi için Dördüncü aşamada Hata Düzeltme Modeli uygulanır ve uzun dönem ile kısa dönem dengesi arasındaki fark ortadan kaldırılmış olur. İlk Aşama olarak; gsmh, dlivergi, dsizvergi ve topvergi değişkenleri için yapılan Dickey-Fuller birim kök testleri yapılmış ve sonuçları Tablo: 4.1.-4.4.’deki gibi düzenlenmiştir. Dickey-Fuller testi için genel denklem ise şu şekildedir: m ∆Yt = β 1 + β 2 t + β 3Yt −1 + α i ∑ ∆Yt −i +u t (4.1) i =1 Tablo: 4.1. gsmh Değişkenine İlişkin DF Testi Sonuçları gsmh t gsmh t-1 gsmh t-2 ∆gsmh t ∆gsmh t-1 ∆gsmh t-2 df -1,986667 -2,302839 -2,312368 -5,501737 -4,6058 -5,19181 R2 0,062701 0,169777 0,180625 0,342918 0,347318 0,404249 dw 1,345132 1,961105 2,033815 1,943372 2,053476 2,186263 57 sh 0,046208 0,045986 0,048702 0,126045 0,166662 0,196402 sonuç B.K. Var B.K. Var B.K. Var B.K. Yok B.K. Yok B.K. Yok Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) Tablo: 4.2. dlivergi Değişkenine İlişkin DF Testi Sonuçları dlivergi t dlivergit-1 dlivergikt-2 ∆dlivergit ∆dlivergit-1 df -0,756626 -0,722322 -0,459561 -7,683628 -6,800068 R2 0,00961 0,0105 0,07502 0,504435 0,539241 dw 1,973847 1,941518 2,022267 1,958918 2,033921 sh 0,042127 0,044196 0,044646 0,135241 0,196688 sonuç B.K. Var B.K. Var B.K. Var B.K. Yok B.K. Yok ∆dlivergit-2 -5,948743 0,560502 1,841167 0,27764 B.K. Yok Tablo: 4.3. dsizvergi Değişkenine İlişkin DF Testi Sonuçları dsizvergit dsizvergit-1 dsizvergit-2 ∆dsizvergit ∆dsizvergit-1 ∆dsizvergit-2 df -3,068918 -1,922567 -1,69022 -13,71924 -7,960811 -9,043178 R2 0,137657 0,32638 0,34474 0,764436 0,773074 0,825655 dw 2,695554 2,138356 2,139659 2,19508 2,174589 1,761563 sh 0,082868 0,080165 0,083183 0,11188 0,230704 0,300803 sonuç B.K. Var B.K. Var B.K. Var B.K. Yok B.K. Yok B.K. Yok Tablo: 4.4. topvergi Değişkenine İlişkin DF Testi Sonuçları topvergit topvergit-1 topvergit-2 ∆topvergit ∆topvergit-1 ∆topvergit-2 df -1,596297 -1,110345 -1,009492 -11,07144 -6,785728 -7,059078 R2 0,041401 0,155899 0,165041 0,678807 0,682913 0,722014 58 dw 2,569789 2,004655 2,002498 2,029283 2,021131 1,768924 sh 0,052821 0,052244 0,054173 0,124551 0,227696 0,299349 sonuç B.K. Var B.K. Var B.K. Var B.K. Yok B.K. Yok B.K. Yok Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI (4.1.)-(4.4.) arasındaki tablolardan da görüldüğü üzere, tüm değişkenler, düzeyleri itibariyle ve t ve t-2 dönemleri itibariyle durağan değildir. Ancak dört değişken de, birinci farklarının alınmasıyla durağanlaşmakta yani birim kökten arınmaktadır. Serilerin hepsinin birinci farklarının alınmasıyla durağanlaşması yani aynı düzeylerde entegre olmaları, (I(1) düzeyinde) aralarında koentegrasyon testi yapmak için gerekli olan teorik varsayımı yerine getirmektedir. Ancak koentegrasyon analizine geçmeden önce, değişkenler arasındaki nedenselliğin yönünün araştırılması faydalı olacaktır. Dört değişken için karşılıklı olarak yapılan GN Testi sonuçları, Tablo 4.5.’te toplulaştırılmış olarak gösterilmektedir. GN Testine ilişkin çalıştırılan genel denklem ise şu şekildedir; n n X t = ∑ λ i X t −i + ∑ Ω j Yt − j + u 2t i =1 (4.2) j =1 59 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) Tablo: 4.5. Değişkenler Arasındaki Granger Nedensellik İlişkisi Sonuçları Çift Yönlü Granger Nedensellik Testi Sonuçları Seri Aralığı : 1987:01-2002:02 Örneklem (n) : 60 Gecikme (g) :2 F İstatistiği P Değeri 5% 1% 60 0,53874 0,58653 Red Red Boş (H0) Hipotez n-g dsizvergi, dlivergi G. Nedeni Değildir 60 α dlivergi, dsizvergi G. Nedeni Değildir 60 2,62814 0,08127 Red Red topvergi, dlivergi G. Nedeni Değildir 60 0,47559 0,62405 Red Red dlivergi, topvergi G. Nedeni Değildir 60 0,31404 0,73179 Red Red gsmh, dlivergi G. Nedeni Değildir 60 60 2,19195 0,83237 0,12136 0,44042 Red Red Red Red 60 60 2,84612 0,31778 0,06665 0,72909 Red Red Red Red 60 60 4,91026 0,12290 0,01091 0,88459 Kabul Red Red Red 60 60 4,22344 0,56669 0,01966 0,57068 Kabul Red Red Red dlivergi, gsmh G. Nedeni Değildir topvergi, dsizvergi G. Nedeni Değildir dsizvergi, topvergi G. Nedeni Değildir gsmh, dsizvergi G. Nedeni Değildir dsizvergi, gsmh G. Nedeni Değildir gsmh, topvergi G. Nedeni Değildir topvergi, gsmh G. Nedeni Değildir Bu sonuçlar incelendiğinde, dlivergi, dsizvergi, topvergi ve gsmh arasında %5 anlam düzeyinde ve gsmh’den dlivergi’ye ve gsmh’den topvergi’ye nedensellik ilişkileri dışında, diğer tüm değişkenler arasındaki ilişkiler çift yönlü nedensellikler içermektedir. Yani sayılan farklılıklar dışında tüm değişken çiftleri birbirleri için hem neden ve hem de sonuç olarak ele alınabilecektir. Bunun yanında %1 anlam düzeyinde tüm değişkenler arasında çift yönlü Granger Nedenselliği söz konusudur ki, %5 anlam düzeyindeki iki sonucun göz ardı edilebilmesi mümkündür. Kısacası, seçilen tüm değişkenler %1 anlam düzeyinde birbirleri için hem neden hem de sonuç olarak kullanılabilecektir. Koentegrasyon analizini yapabilmek için ikinci aşama olarak her bir değişken için ayrı ayrı Yapısal VAR modelleri tahmin edilmektedir. Tahmin 60 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI edilen Yapısal VAR modelleri Tablo: 4.6.-4.9. arasındaki tablolarda gösterilmektedir. Yapısal Modeller için genel denklem aşağıdaki gibidir: Yt = α 0 + α 1 X t + α 2 Z t ...α n N t + u t (4.3) Tablo: 4.6. dlivergi Yapısal VAR Modeli Bağml Değişken Metod Model c(1) c(2) c(3) c(4) R2 dlivergi n 62 SEKK dlıvergı=c(1)+c(2)*dsızvergı+c(3)*gsmh+c(4)*topvergı Katsayı sh t p -3,11493 9,474332 -0,32878 0,7435 -0,99787 0,006152 -162,206 0 -1,26 4,06 -0,31038 0,7574 0,999254 0,002602 384,0434 0 0,999903 dR2 0,999898 dw 2,757665 Tablo: 4.7. dsizvergi Yapısal VAR Modeli Bağml Değişken Metod Model c(1) c(2) c(3) c(4) R2 dsizvergi n 62 SEKK dsızvergı=c(1)+c(2)*dlıvergı+c(3)*gsmh+c(4)*topvergı Katsayı sh t p -2,69419 9,486339 -2,28401 0,7774 -0,99993 0,006165 -162,206 0 1,01 4,07 -0,24907 0,8042 0,999943 0,004308 232,1144 0 0,999761 dR2 0,999749 dw 2,742109 61 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) Tablo: 4.8. topvergi Yapısal Var Modeli Bağml Değişken Metod Model c(1) c(2) c(3) c(4) R2 topvergi n 62 SEKK topvergı=c(1)+c(2)*dlıvergı+c(3)*dsızvergı+c(4)*gsmh Katsayı sh t p 2,645477 9,482009 0,279 0,7812 1,000353 0,002605 384,0434 0 0,998982 0,004304 232,1144 0 1,47 4,06 0,361521 0,719 0,999961 dR2 0,999959 dw 2,760291 Tablo: 4.9. gsmh Yapısal VAR Modeli Bağml Değişken Metod Model c(1) c(2) c(3) c(4) R2 gsmh n 62 SEKK gsmh=c(1)+c(2)*dlıvergı+c(3)*dsızvergı+c(4)*topvergı Katsayı sh t p 180945,8 19342,2 9,354976 0 -131,558 423,857 -0,31038 0,7574 -105,491 423,5456 -0,24907 0,8042 153,1036 423,4989 0,361521 0,719 2 0,71253 dR 0,69766 dw 0,708134 Bu tabloların elde edilmesiyle yazılabilecek regresyon denklemleri ise şu şekildedir. gsmh = 180945,8 − 131,558dlivergi − 105,491dsizvergi + 153,1036topvergi + u (4.4.) dlivergi = −3,11493 − 0,99787 dsizvergi − 1,26 gsmh + 0,999254topvergi + u (4.5.) topvergi = 2,645477 + 1,000353dlivergi + 0,998982dsizvergi + 1,47topvergi + u 62 (4.6.) Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI dsizvergi = −2,69419 − 0,99993dlivergi + 1,01gsmh + (4.7.) 0,999943topvergi + u (4.4.)-(4.7.) numaralı denklemlerden oluşan sistemdeki denklemler çalıştırılarak hata terimleri elde edilir. Buna göre, üçüncü aşama olarak, bu hata terimlerinin düzeyleri itibariyle durağan olması gerekmektedir. Bu denklemlerin çalıştırılması sonucu elde edilen hata terimlerinin DF testi sonuçları, şu şekilde toplulaştırılmıştır ve teste ilişkin genel test denklemi aşağıdaki gibidir: n ∆u t = ηu t −1 + ∑ βi = 1∆u t −1 + et (4.8) i =1 Tablo: 4.10. Hata Terimleri D-F Testi Sonuçları gsmh topvergi dlivergi dsizvergi d-f -5,534984 -4,018108 -4,329988 -4,329311 dw 2,20789 2,368714 1,735109 1,734119 R2 0,341783 0,214853 0,241146 0,241089 sh 0,124655 0,108185 0,104278 0,104427 sonuç B.K. Yok B.K. Yok B.K. Yok B.K. Yok Değişkenlerin hata terimlerinin de durağan olması, değişkenlerin uzun dönemde koentegre edici vektörlerinin bulunabilmesi için gerekli teorik bir şarttır. Değişkenler, bu şartı da yerine getirmektedirler ve hepsi, oluşturulan yapısal modeller itibariyle, elde edilen hata terimleri birim kök içermemektedir yani, hata terimleri serileri durağandır. Bu durumda, dördüncü aşamaya geçilebilmektedir. Dördüncü aşamada, değişkenlerin kısa dönemdeki dengelerinden sapmaların giderileceği Hata Düzeltme Modeli oluşturularak, uzun dönem denge vektörü elde edilebilecektir. Buna göre, elde edilen Hata Düzeltme Modeli tahmin değerleri ve ∆y x ,t = m x + α x ( y 2,t −1 − µ − βy1,t −1 ) + e xt 63 denklemi şu şekildedir. (4.9) Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) Tablo: 4.11. Hata Düzeltme Modeli Değişkenler Dlivergi 1 dsizvergi 0,993671 gsmh 4,84 topvergi -0,99911 HD Terimi dlivergi Sabit 7,32713 dlivergi -1,91311 dlivergi -1,15272 dsizvergi -1,40967 dsizvergi -0,5462 gsmh 0,004583 gsmh -0,00089 topvergi 1,606278 topvergi 0,831834 R2 0,251187 f 2,096543 dsizvergi -8,384403 10,68349 2,145741 10,25706 2,685622 0,008859 0,00412 -11,07793 -2,824664 0,616327 10,03992 gsmh -624,704 600,5409 220,7641 591,5229 199,5945 0,336454 -0,94971 -594,589 -210,03 0,151265 1,113897 topvergi 0,974789 8,247302 0,755285 8,334323 1,909279 0,01333 0,003143 -8,94661 -1,75175 0,436318 4,837815 Bu tablodan yola çıkarak uzun dönem koentegrasyon denklemleri şu şekilde yazılır: dlivergi = (7,32713 * 1)dlivergi + 0,993671dsizvergi + (4.10.) 4,84 gsmh − 0,99911topvergi − 1,91311dlivergi − 1,40967 dsizvergi + 0,004583 gsmh + 1,606278topvergi + u dsizvergi = (−8,384403 * 1)dlivergi + 0,99367 dsizvergi (4.11.) + 4,84 gsmh − 0,99911topvergi + 10,68349dlivergi + 10,2570dsizvergi + 0,008859 gsmh − 11,07793topvergi + u gsmh = (−624,704 * 1)dlivergi + 0,99367 dsizvergi + (4.12.) 4,84 gsmh − 0,99911topvergi + 600,5409dlivergi + 591,5229dsizvergi + 0,336454 gsmh − 594,589topvergi + u 64 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI topvergi = (0,974789 * 1)dlivergi + 0,99367 dsizvergi + 4,84 gsmh − 0,99911topvergi + 8,247302dlivergi + 8,334323dsizvergi + 0,01333 gsmh − 8,94661topvergi + u (4.13.) Her bir değişken için uzun dönem dengesini gösteren bu denklemlerden sonra, tüm değişkenleri içeren uzun dönem denge vektörü yazılabilir. Buna göre, uzun dönem vektörleri şu şekilde oluşturulur: dlivergi = 1,0dlivergi + 0,993671dsizvergi + 4,84 gsmh − 0,99911topvergi + u t gsmh = 1,0 gsmh + 20677,24dlivergi + 20546,36dsizvergi − 20658,81topvergi + u dsizvergi = 1,0dsizvergi + 1,006370dlivergi + 4,87 gsmh − 1,005473topvergi + u t topvergi = 1,0topvergi − 1,000892dlivergi − 0,994557 dsizvergi − 4,84 gsmh + u t (4.14.) (4.15.) (4.16.) (4.17.) Bu regresyonlar her bir değişkene ilişkin kısa dönem dalgalanmalarından arındırılmış ve geçmiş dönemlerin şoklarının ortadan kaldırıldığı uzun dönem dengelerini göstermektedir. Bu denklemlerin ifade ettikleri, bundan sonraki başlık altında ele alınarak değerlendirilmektedir. Ayrıca değişkenlere ilişkin otokorelasyon ve kısmi otokorelasyon fonksiyonları da ekte sunulmaktadır. 6. Ekonometrik Analiz Sonuçlarının Değerlendirilmesi Uygulanan vergi politikalarının sonucu olarak, ülkelerin gelişmişlik düzeyleri hakkında da sonuçlara varılabileceği doğaldır. Nitekim, vergi politikalarının bir göstergesi olarak, vergi kapasitesine mümkün olduğunca yakın vergi hasılatı gerçekleştirilebilmesi, vergi politikaları için bir ölçü olarak kabul edilebilmektedir. Bunun yanında, elde edilen vergi hasılatının, dolaylı ve dolaysız vergiler arasındaki dağılımı, ülkenin gelişmişlik düzeyi üzerindeki 65 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) vergi politikalarının sayısal göstergesi olarak kabul edilebilmektedir. Buna göre; gelişmiş bir ülkenin toplam vergi hasılatının önemli payı, dolaysız vergiler olarak tahsil edilirken, dolaylı vergilerin payı nispeten azdır. Gelişmekte olan bir ülke için ise, dolaylı vergilerin payı, dolaysız vergi gelirlerinin payına göre nispeten daha fazla olmasına rağmen, dolaylı vergilerin payı azalma trendine sahip iken, dolaysız vergilerin payı artma trendine sahiptir. Gelişmemiş ülkelerde ise, dolaylı vergilerin payı, dolaysız vergilere göre oldukça önemli bir üstünlüğe sahiptir. Ülkemiz verileriyle yapılan analize bakılınca, dolaylı vergilerin hem toplam vergi gelirleri içindeki payının ve hem de GSMH’ye oranlarının giderek arttığı görülmektedir. Diğer bir ifade ile, kamu finansmanının önemli bir bölümü, artan trendiyle birlikte, dolaylı vergilerden finanse edilmeye çalışılmaktadır. Oysa gerçekte, GSMH olarak önemli bir büyüklüğe sahip olan ülkemizin, vergi politikalarının sonuçlarına ilişkin karar kriterlerini oluşturan vergi tahsilat ve diğer bazı konsolide bütçe kalemleri üzerinden yapılan analizler sonucunda, azgelişmiş bir görüntü çizse de, bunun açıklayıcısı olarak; gelir dağılımındaki düzensizlik ve ekonominin kayıt dışılığının önlenememesi gösterilebilmektedir. Bu durumun diğer önemli bir açıklayıcısı ise, finans piyasalarının yerleşmiş bir sisteme oturmaması ve bundan dolayı finansal kriz beklentisinin süreklilik kazanmasının yanında, kayıt dışı ekonominin büyüklüğünden kaynaklanan; yeterli dolaysız vergi tahsilatının gerçekleşmemesi ve dolaylı vergi gelirlerinin de finansmanı karşılamamasından doğan kamu borçlanma ihtiyacının sürekli artması açıklayıcı bir durumdur. Nitekim, mevduat-kredi mekanizmasının işlerliğini sağlaması gereken finansal sistemin zayıf ve güvensiz oluşu, finansal kuruluşların, topladıkları mevduatları, kredi mekanizması ile piyasalara aktarmak yerine, kamu borçlanmasının finansmanında kullanması; kamunun yüksek reel faizlerle borçlanması sonucunu doğurmuştur. Bu kamu borç yükünün aşırı büyümesi ve vade yapısının kısalığı, kamu için borç 66 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI çevirme politikası doğrultusunda, konsolide bütçeden de anlaşılacağı üzere, bütçe gelirlerinin önemli bir bölümünün iç ve dış borç faiz ödemelerinde kullanıldığı görülmektedir. Kaldı ki, bankacılık sisteminin yatırımları finanse edememesi ve bundan dolayı da vergi tabanının özellikle dolaysız vergiler cephesinden genişleyememesini de doğallaştırmıştır. Kamu borçlanma faizlerinin yüksek olması yanında, kredi faizleri de yükselmekte, piyasaların ihtiyaç duyduğu yatırım finansmanını sağlayabilecek kredilerin, yatırımcılar için kullanılamaması sonucu doğmaktadır. Bunun yanında, finansal sistemin döviz cinsinden topladığı mevduatları, TL cinsinden kamuya borç vermesi, bankalarının açık pozisyonlarının büyümesine neden olmakta ve bankaların yıl sonu yaklaşırken bu açık pozisyonlarını kapatabilmek için piyasalardan döviz çekmeye başlamaları, finansal krizlere neden olabilmektedir. Bu da; kamu finansman politikalarının önemli ayağının borçlanmadan, vergilere kaydırılması gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Finansal krizlerin reel sektöre yansıması; firmaların kapasitelerini azaltmalarına ve buna bağlı olarak, yeni işsizlik yaratmalarına neden olmaktadır. Bu ise keskin ve büyük bir GSMH kaybına, diğer bir ifade ile, büyük oranlarda küçülmeye yol açmaktadır. Ülkemizde kriz sonrası dönemlerdeki yüksek büyüme oranlarının asıl nedeni ise, reel bir büyümenin yaşandığını göstermemekle birlikte, piyasalarda kullanımından vazgeçilen kapasitenin, yeniden kullanılmaya başlanmasından kaynaklanmaktadır. Orta vadede (5 yıla kadar) bu döngünün süreklilik kazanması, firmaların vergi konusundaki hassasiyetlerini ve vergi bilinçlerini de köreltmekte ve dolaysız vergi gelirleri, dolaylı vergi gelirlerine oranla sürekli azalış göstermektedir. Dördüncü aşamanın sonunda tahmin edilen uzun dönem denge denklemleri, değişkenlerin uzun dönemde birbirlerine önemli ölçüde bağımlı olduklarını göstermektedir. Bunlardan, özellikle GSMH’nın uzun dönem denge denklemi ele alınacak olursa: GSMH uzun dönemde dolaylı ve dolaysız vergi gelirlerinden aynı düzeylerde etkilendikleri 67 görülmektedir. Buradan Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) çıkarılabilecek en önemli bulgu ise; her iki vergi kategorisine göre, toplam vergi gelirleri içindeki payları makasının dolaylı vergiler lehine açılmaya başladığı 1993 yılı sonrası dönemde, bu makasın gelişmiş ülkelerde olduğu gibi dolaysız vergiler lehine çevrilmeye çalışılmasının gerekliliğidir. Nitekim, 1993 yılına kadar ortalama olarak dolaylı vergilerden yüksek olan dolaysız vergi gelirleri, bu tarihten sonra tersine dönmüştür. Bu dönemde de önemli krizler meydana gelmiştir. Bu krizlerin temel nedeni olarak da, daha öncelerde de değinildiği üzere, kamu açıkları ve bu açıkların finansmanında borçlanmadan kaynaklanan yüksek reel faizlerin ve bunun bir sonucu olarak da reel kesimin içinde kaldığı durumdur. Dolaysız vergi gelirlerinin arttırılabilmesi, (4.16) numaralı denklemde de görüldüğü gibi, en önemli ölçüde GSMH değişkeninden etkilenmektedir. Bu, şunu göstermektedir ki, dolaysız vergilerin arttırılabilmesi, yatırımların arttırılmasına, yeni istihdama ve dolayısıyla büyüyen bir GSMH’ye bağlıdır. Dolaylı vergilerin, toplam vergi gelirleri içindeki payının azaltılması, gelişmiş ülkelerin vergi gelirleri profilini oluşturmaktadır. Dolaysız vergilerin GSMH artışıyla bağlantılı olarak arttırılması, yurtiçi talebi de canlandıracaktır. Bu da, büyümenin dinamik bir yapı kazanacağı anlamına gelecektir. Nitekim, (4.14) numaralı denklemin de ifade ettiği üzere, dolaylı vergi gelirlerinde artış da GSMH’deki artışlara oldukça önemli bir derecede bağlıdır. Kısaca ifade etmek gerekirse, gelişmiş ülkelerdeki vergi geliri profiline ulaşmak için, bu çalışmada oluşturulan modelin verdiği sonuçlara göre; dolaylı vergi gelirlerinin azalması ve buna karşı olarak da dolaysız vergi gelirlerinin artması gerekmektedir. Bunun sağlanabilmesi için de en önemli unsur, GSMH artışının sağlanmasıdır. GSMH’deki artışlar her iki vergi türünden de elde edilen gelir düzeyini arttıracaktır. Ancak, dolaylı vergilerin GSMH’den etkilenmede değeri olan 4,84 > dolaysız verginin etkilenme değeri 4,87 olduğundan dolaysız vergi gelirleri daha hızlı artacak ve bu artış her iki vergi geliri arasındaki makası dolaysız vergi gelirleri lehine uzun dönemde 68 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI bozacaktır ki; bu da gelişmiş ülkelerin vergi geliri profilidir. Nitekim toplam vergi gelirlerinin arttırılması GSMH’ye bağlı olmakla birlikte (4,84), buradaki ters yönlü ilişki, vergi yükünün yatırımları ve tüketimi engellemesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla vergi yükü adaletsizliği ortaya çıkmaktadır. Ancak bu gelişmelerin sağlanabilmesi, kamu kesimi harcama politikalarına bağlıdır. Nitekim, ülkemiz, geniş bir vergi tabanına sahip olmasına rağmen, vergi gelirlerinin sabit gelirliler üzerinde yarattığı vergi yükü nedeniyle, gelir dağılımını önemli ölçüde bozmaktadır. Bu nedenle, her şeyden önce, tutarlı bir kamu kesimi harcama politikası belirlenmesi gerekmektedir. Harcama politikalarının tutarlılığı ise, ekonomi yönetimini oluşturan kurum ve kuruluşlar arasındaki koordinasyona ve tutarlılığa bağlanabilmektedir. Buna bağlı olarak döviz kuruna denge kazandırılarak, finansal piyasalarda güven ortamının yaratılması ve vatandaşlara da bu güvenin verilebilmesiyle reel faizlerin düşürülmesi sağlanmalıdır. Böylelikle, kamu kesimi borçlanması düşük faizlerle gerçekleştirilebileceği gibi, borcun sürdürülebilirliği de sağlanabilecektir. Notlar: (1) A. Smith ile J. S. Mill arasındaki iktisatçıların ortaya koyduğu klasik iktisat teorisinden, J. M. Keynes’in ve sonrasında takipçilerinin oluşturduğu Keynesyen iktisada veya M. Friedman’a, F. Hayek’e, R. Solow’a, ve J. Schumpeter gibi diğer birçok önemli iktisatçılara (iktisat ekol/okullarına) varıncaya dek; devletin iktisadi hayata müdahalesi veya müdahalesinin ölçüsü ve sınırları tartışma konusu olmuştur. Devletin iktisadi hayat içerisinde bir aktör olarak alım-satım, istihdam ve üretim gibi faaliyetlerde bulunmasına ilişkin tartışmalar bir tarafa: R. Friedman’ın Libertarianist (Aktan, 1994) düşüncelerine göre; devletin olmaması gibi bir görüşü dikkate almaksızın, devletin iktisadi hayattaki Neo-Keynesyen ve liberal görüşler ele alınınca, devletin (kamunun) finansmanının ve harcamalarının önemi üzerinde durmak gerekir. 69 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) (2) Devletin, sosyal faydayı azami düzeye çıkarmasındaki iktisadi unsurlarda ise ilk sırada, gelir ve harcamalarını düzenleyen mali yapısı gelir. Ancak devletin iktisadi hayattaki etkinliği ve dolayısıyla gelir elde ederek harcama yapma özelliği; 1974 Petrol Krizinin ardından yeniden tartışılmaya başlanmış ve piyasa ekonomisinin işlerlik kazandığı bir ülkede, devletin, iktisadi etkinliğinin de daraltılması gerektiği fikri, değişik yaklaşımlarla ön plana çıkmıştır. R. Reagen’ın başkanlığı döneminde ABD’de uygulanan ve “Arz İktisadı” olarak adlandırılan görüşe göre, “devlet harcamaları azaltılarak toplam talebi sınırlayan, para arzındaki artışı yavaşlatan, tasarruf ve kapital birikimini olumsuz yönde etkileyen vergi yüklerini hafifleten” (Savaş, 1998:246) bir devlet anlayışı benimsenmiştir. Bunun yanında piyasa ekonomisinin işleyebilmesi için ve nihayetinde liberalizmin gereği olarak bireysel özgürlüklerin, özellikle iktisadi hayatta genişletilebilmesi için devletin etkinliğinin daraltılması gerektiğini savunan Friedman; bireysel özgürlüklerle beraber gibi bazı kurallara bağlanarak sağlanmasından yanadır. Ona göre devlet: “Kuralları değiştirebileceğimiz araçlar sağlamak, kuralların anlamı konusunda aramızdaki farklılıkları ılımlı hale getirmek ve öteki türlü oyunu oynamayacak olan birkaç kişiyi kurallara uymaya” (Friedman, 1988:52) zorlayacak ve hakemlik görevini üstlenecek bir rol üstlenmelidir. Ancak azgelişmiş ülkeler ve kalkınmakta olan ülkelerde bu rol yetersiz ve etkisizdir. (3) Vergilemenin sınırlanın belirlenmesinde teorik olarak, milli gelir ve milli servetin tamamının vergi sınırının içinde olduğu kabul edilmektedir. Ancak bunun teorik olmasından ve gerçekleşmesinin mümkün olmadığından dolayı her iktisadi yapının bir vergi kapasitesi vardır. Vergi kapasitenin tespiti ülkenin milli gelir üretme gücüne, kişilerin tüketim, tasarruf ve yatırım alışkanlıklarına bağlıdır. Bundan dolayı vergi kapasitesinin tespiti oldukça güçtür ve ülkeden ülkeye de tespit yöntemleri değişebilmektedir. Vergi kapasitesinin kavram olarak çerçevesini çizebilmek için, bu kapasiteyi 70 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI oluşturan unsurları dikkate almak gerekir. Bir oran olarak ele alınacak olursa, “kişi başına milli gelir, ihracatın, tarım kesiminin ve madencilik kesiminin GSMH içindeki payları olarak belirlenirse, o zaman bir ülkede vergi kapasitesinin bu faktörler veri kabul edilerek ulaşılabilecek Vergiler/GSMH oranı olduğu söylenebilir” (Berksoy, 1984:6). Bunun kavramın nitelikleri için şunlar söylenmektedir: “Bütçenin harcamalar yönünü ihmal ederek, gelir bölümünü sınırlar ve kapasite üzerinde durarak özel sektörün tahammül edebileceği bir düzeyde, kamu sektörü için bir alt sınır çizerken özel sektörün yer alamayacağı bir alt sınır çizmeyi ihmal eder. Sorunun daha doğru bir açıklaması için, refah seviyesi ile bütçe politikası arasındaki bütün ilişkiler göz önünde bulundurulmalıdır (Musgrave, 1987:71). Vergi kapasitesinin ilk bakışta, gelir dağılımını dikkate almadığı; toplam vergi gelirleri ile toplam GSMH’yi dikkate aldığı düşünülebilir. Buradaki önemli bir varsayım, vergileme ilkelerine ve vergilemenin sınırlarına uygun olarak davranıldığıdır. Diğer bir ifade ile iyi bir vergi sistemine sahip oldukları düşünülmektedir. Böylelikle, esasen gelir dağılımında uç noktalara varan bir adaletsizliğin olmadığı düşünülmektedir. Nitekim, “en az geçim seviyesinin üstünde kalan GSMH’nin o ülkenin vergi kapasitesini” (Nadaroğlu, 2000:291) temsil etmesi de, gelir dağılımdaki bozuklukları dikkate alarak yapılmış bir tanımlamadır. Böylelikle, alt gelir grubu olarak sadece geçimini idame edecek kadar gelir elde edebilenler vergi kapasitesinin dışında tutulmaya çalışılmıştır. Vergi kapasitesi (Vergiler/GSMH) ülkenin gelişmişlik düzeyi hakkında da bilgi vermektedir. Gelişmiş ülkelerde; ülkenin zenginlik düzeyi vergi yükü ile doğru orantılı, “kamu harcamalarının ekonomi içerisindeki genişleyen payına paralel olarak, alınan vergilerin milli gelire oranı da büyümektedir” (Ataman, 1980:7). Azgelişmiş ülkelerde ise, vergi verenlerin kamu finansmanına katılma oranları daha küçüktür. Ataman’ın denemesinde; toplam vergiler itibariyle, “gelişmiş ülkelerde dolaysız vergilerin, azgelişmiş ülkelerde ise 71 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) dolaylı vergilerin payı” (Ataman, 1980:8) nın daha fazla olduğu belirtilmekte ve elli iki ülkenin verileri ile bu ilişki desteklenmektedir. Vergi kapasitesi büyüdükçe, devletin aldığı vergi miktarı artmakta ama buna rağmen GSMH’de de artışlar meydana gelmektedir. Bunun en önemli nedeni ise, vergi oranlarından (tarifesinden) kaynaklanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde tarifeler düşük ve vergi miktarı yüksek iken, azgelişmiş ülkelerde tarifeler yüksek ama buna karşılık (kayıtdışı ekonomi nedeniyle) vergi miktarı düşüktür. Gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkelerin bu noktadaki farklılıklarını izahta önemi bir ölçüt de vergi gayretidir. Gelişmiş bir ülkenin vergi kapasitesi, azgelişmiş bir ülkenin vergi kapasitenden daha yüksektir. Çünkü, gelişmiş ülkelerin vergi gayreti daha yüksektir. Vergi gayreti öncelikle, ülkelerin vergi gelirleri itibariyle kıyaslanmasında kullanılmaktadır. Bir tanımlama vermek gerekirse, “belli bir dönemde toplanan gerçek vergi hasılatının, aynı dönemin GSMH’sine oranlanmasıyla elde edilen değerin büyüklüğü, ilgili ülkenin ne miktarda vergi gayreti gösterdiğinin araştırılmasında kullanılmaktadır” (Berksoy1984:55). Vergi mükelleflerinin, kamu harcamalarına katılma payları, o ülkenin vergi gayretinin bir başka ifadesidir. Vergi kapasitesi, vergilendirilebilecek toplam kapasitenin bir ifadesi iken; vergi gayreti “fiili vergi hasılatının GSMH’ye oranı ise fiili vergi gayretini göstermektedir” (Nadaroğlu, 2000:292). Burada dikkati çeken, fiili vergi gayreti ile toplam vergi gayreti gibi iki ayrı oranın söz konusu olması gerektiğidir. Eğer, vergi kapasitesinin tamamı, vergi olarak tahsil edilebiliyorsa, vergi kapasitesiyle vergi gayreti birbirine eşit demektir. Ancak bu her zaman böyle olmayabilir. Bu açıklamalara göre; Fiili Vergi Gayreti = Fiili Vergi Hasılatı / GSMH (1.1.) Vergi Kapasitesi = Vergiler / GSMH (1.2.) Vergi Gayreti = Fiili Vergi Gayreti / Vergi Kapasitesi (1.3.) 72 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI (1.1.) numaralı denklemdeki vergi tanımı ile (1.2.) numaralı denklemdeki vergi tanımı (fiili vergi hasılatı) arasındaki fark; tahsil edilemeyen vergileri içermektedir. Böylece, tahakkuk eden vergi ile tahsil edilen vergi arasındaki farklılık (1.1.) ve (1.2.) numaralı denklemlerin farkıdır. İtibar edilecek vergi gayreti tanımı ise (1.3.) numaralı denklemdir. (1.3.) numaralı denklemin değeri; birden küçük ise, vergi kapasitesinin tamamı kullanılamıyor; bire eşit ise, kapasitenin tamamı kullanıyor; birden büyük ise kapasite aşılmış demektir. Fiili vergi gayreti, bir ülkenin herhangi bir yılda tahsil ettiği vergilerin, aynı yılın GSMH’ye oranı olduğuna göre, [(1.1.) numaralı denklem] eğer, vergilendirilebilir kapasite hakkında bilgi sahibi olunamamışsa, yanıltıcı sonuçlar verir. Eğer vergilendirilebilir kapasite belirlenip, fiili vergi gayreti hesaplanabiliyorsa, ancak o zaman dikkate alınabilir. Ekler: TOPVERGI TOPVERGI 1,0 1,0 ,5 ,5 0,0 0,0 -,5 ACF Coefficient -1,0 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 Partial ACF -,5 Confidence Limits 16 Confidence Limits Coefficient -1,0 1 Lag Number 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 Lag Number 73 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) TOPVERGI TOPVERGI 1,0 1,0 ,5 ,5 0,0 0,0 -,5 ACF Confidence Limits -1,0 Coefficient 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 Par tial ACF -,5 Confidence Limits -1,0 Coefficient 1 16 2 3 4 5 Lag Number Lag Number Transforms: difference (1) Transforms: difference (1) 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 DLIVERGI DLIVERGI 1,0 1,0 ,5 ,5 0,0 0,0 -,5 ACF Confidence Limits Coefficient -1,0 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 Par tial ACF -,5 Confidence Limits 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 Lag Number DLIVERGI DLIVERGI 1,0 1,0 ,5 ,5 0,0 0,0 -,5 -1,0 Coefficient 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 Par tial ACF -,5 Confidence Limits ACF Coefficient -1,0 16 Lag Number 15 16 Confidence Limits -1,0 Coefficient 1 2 3 4 5 Lag Number Lag Number Transforms: difference (1) Transforms: difference (1) 74 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI DSIZVERG DSIZVERG 1,0 1,0 ,5 ,5 0,0 0,0 -,5 ACF Confidence Limits Coefficient -1,0 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 Partial ACF -,5 Confidence Limits 16 1 Lag Number 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 Lag Number DSIZVERG DSIZVERG 1,0 1,0 ,5 ,5 0,0 0,0 -,5 -1,0 Coefficient 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 Par tial ACF -,5 Confidence Limits ACF Coefficient -1,0 16 Confidence Limits -1,0 Coefficient 1 2 3 4 5 Lag Number Lag Number Transforms: difference (1) Transforms: difference (1) 75 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) TOPVERGI 1, 0 ,5 0, 0 -, 5 A C F C onfidence Limits -1, 0 C oefficient 1 4 7 10 13 16 19 22 25 28 31 34 37 40 43 46 49 52 Lag Number Transforms: difference ( 1) TOPVERGI 1, 0 ,5 0, 0 P a rtia lA C F -, 5 C onfidence Limits -1, 0 C oefficient 1 4 7 10 13 16 19 22 25 28 31 34 37 40 43 46 49 52 Lag Number Transforms: difference (1) DLIVERGI 1, 0 ,5 0, 0 -, 5 A C F C onfidence Limits -1, 0 C oefficient 1 4 7 10 13 16 19 22 25 28 31 34 37 40 43 46 49 52 Lag Number Transforms: difference ( 1) 76 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI DLIVERGI 1, 0 ,5 0, 0 P a rtia lA C F -, 5 C onfidence Limits -1, 0 C oefficient 1 4 7 10 13 16 19 22 25 28 31 34 37 40 43 46 49 52 Lag Number Transforms: difference (1) DSIZVERG 1, 0 ,5 0, 0 -, 5 A C F C onfidence Limits C oefficient -1, 0 1 4 7 10 13 16 19 22 25 28 31 34 37 40 43 46 49 52 Lag Number Transforms: difference (1) DSIZVERG 1, 0 ,5 0, 0 P a rtia lA C F -, 5 C onfidence Limits -1, 0 C oefficient 1 4 7 10 13 16 19 22 25 28 31 34 37 40 43 46 49 52 Lag Number Transforms: difference (1) 77 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) KAYNAKÇA 1. Akçoraoğlu, Alpaslan. “Kamu Harcamaları, Kamu Gelirleri ve Keynesçi Politikalar: Bir Nedensellik Analizi”, Gazi Üniversitesi, İİBF Dergisi, Sayı:2, 1999, sa.51-65 2. Aklan, Nejla Adanur. “Dış Borçlanma, Gelişmekte Olan Ülkeler İçin Etkin Bir Finansman Yöntemi midir?”, Dış Ticaret Müsteşarlığı Dergisi, (http://www.dtm.gov.tr/dtmadmin/upload/EAD/TanitimKoordinasyonDb/dis orclanma.doc), 30.06.2006 3. Aksoy, Şerafettin. Kamu Maliyesi, 2. Baskı, Filiz Kitapevi, İstanbul:1994. 4. Aktan, Coşkun Can. Çağdaş Liberal Düşüncede Politik İktisat, İzmir, 1994. 5. Arasıl, Ömer. ”Kamu Kesimi Finansman Açıkları ve Makro Ekonomik Etkileri (Bir Yorum)”, Kamu Kesimi Finansman Açıkları, X. Maliye Eğitimi Sempozyumu 1994, Nu: 554, İstanbul Üniversitesi Basımevi, İstanbul, 1996, 6. Ataç, Beyhan. Maliye Politikası (Gelişimi, Amaçları, Araçları ve Uygulama Sonuçları), 2.Baskı, Anadolu Üniversitesi Basımevi, Anadolu Üniversitesi Eğitim, Sağlık ve Bilimsel Araştırma Çalışmaları Vakfı Yayınları, No. 86, Eskişehir, 1991. 7. (http://www.canaktan.org/ekonomi/kamu_maliyesi/maliye-genel/digeryazilar/egeli-gelismekte-olan-butce.pdf), 25.05.2006. Ataman, Sevgi. “Çeşitli Ülkelerde Vergi Yükü Üzerine Bir Deneme”, Maliye 8. Tetkik Kurulu Araştırmaları, Cilt:4, Yayın Nu:1979/211, Ankara:1980. 9. Berksoy, Turgay. Gelişmekte Olan Ülkelerde Vergi Kapasitesi ve Vergi Gayreti, Marmara Ünv., İİBF Yayınları Nu:362, İstanbul:1984. 10. Bertero, Elisabetta., Rondi, Laura. “Financial Pressure and the Behaviour of Public Enterprises Under Soft and Hard Budget Constraints: Evidence from Italian Panel Data”, Journal of Public Economics, 75, 2000. 78 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI 11. Buchanan, James M.. “Saf Maliye Teorisi: Bir Yaklaşım”, Maliye Teorisi ve Politikası, (Çeviren:Arif Nemli, Yenal Öncel), İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi yayınları Nu:178, İstanbul:1966. 12. Çolak, Ömer F., Atan, Murat. “Bütçe Açıklarını Finanse Etmeye Yönelik Politikaların Etkileri”, (idari.cu.edu.tr/sempozyum/bil4.htm), 10.07.2006. 13. Durbin, J., Watson, G. S.. “Testing for Serial Correlation in Least-Squares Regression”, Biometrica, c.35, 1951. 14. Dickey, D. A.. Fuller, W. A.. “Distribution of the Estimators of Autoregressive Time Series with a Unit Root”, Journal of the American Statistical Association, s.74, 1979. 15. Granger, C. W. J.. “Investigating Causal Relations by Econometric Models and Cross-Spectral Methods”, Econometrica, July:1969. 16. Gujarati, Damodar N.. Temel Ekonometri, (Çev: Ümit Şenesen, Gülay G. Şenesen), Literatür Yayınları, 2. Baskı, İstanbul:2001. 17. Günaydın, İhsan. “Vergi-Harcama Tartışması: Türkiye Örneği”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 5 (2), 2004, sa.163-181 18. Gürbüzer, Selma. “Enflasyonun Vergi Gelirlerinin Reel Değeri Üzerindeki Etkisi (Tanzi Etkisi)”, Hazine Dergisi, Sayı:7, 1997. sa.1-30. 19. Edizdoğan, Nihat. Kamu Maliyesi 2, 2. Baskı, Ekin Kitapevi, Bursa:1991. 20. Egeli, Haluk. “Gelişmekte Olan Ülkelerde Bütçe Açıkları”, (http://www.canaktan.org/ekonomi/kamu_maliyesi/maliye-genel/digeryazilar/egeli-gelismekte-olan-butce.pdf), 25.05.2006., s.6. 21. Ejder, Haydar L. “Kamu Açıkları ile Enflasyon Arasındaki İlişkinin Analizi ve Değerlendirilmesi”, Gazi Üniversitesi, İİBF Dergisi, Sayı:3, 2002, sa.189-208 22. Engle, R. F., Granger, C. W. J.. “Cointegration and Error Correction: Representation, Estimation and Testing”, Econometrica, c.55, 1987. 23. Friedman, Nilgün. Kapitalizm ve Özgürlük, (Çeviren: Doğan Erberk, Nilgün Himmetoğlu), Altın Kitaplar, İstanbul:1988. 79 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002) 24. Issler, Joao Victor., Lima, Luis Renato. “Public Debt Sustainability and Endogenous Seigniorage in Brazil: Time-Series Evidence from 1947–1992”, Journal of Development Economics, Vol:62, 2000. 25. Johansen, S., Juseliu, K.. “Maximum Likelihood Estimation and Inference on Cointegration-with Application to the Demand for Money”, Oxford Bulletin of Economics and Statistics, c.52, 1990. 26. Kargı, Bilal. “İktisadi Gelişme Sürecinde Vergi Politikaları (Türkiye Örneği: 1980-2001 Dönemi)”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya:2003. 27. Kesbiç, Yenal., Baldemir, Ercan., Bakımlı, Esat., “Bütçe Açıkları ile Parasal Büyüme ve enflasyon Arasındaki İlişki: Türkiye İçin Bir Model Denemesi”, Yönetim ve Ekonomi, Cilt:11, Sayı:2, Yıl:2004, sa.27-39. 28. Knot, Klaas., Haan, Jakob de. “Deficit Announcements and Interest Rates:Evidence for Germany” Journal of Policy Modeling 21, (5), 1999. 29. MacKinnon, J. G.. “Critical Values of Cointegration Test”, edt: R.E. Eangle, C. W. J. Granger, Long-Run Economic Relationships: Reading in Cointegration, Chapter; 13, Oxford University Pres, New York, 1991. 30. Musgrave, Richard. Kamu Maliyesi Teorisi (1), (Çev.; Orhan Şener), Marmara Ünv., İİBF Yayınları Nu:379, İstanbul:1987. 31. Nadaroğlu, Halil., Kamu Maliyesi Teorisi, 11. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul:2000. 32. Özgen, Ferhat B., Karakaya, Etem. “Kamu Finansmanında Mali Tutarlılık ve İç Borçların Sürdürülebilirliği” (http://portal1.sgb.gov.tr/calismalar/yayinlar/md/151/151-OzgenKarakaya.pdf).,07.07.2006. 33. Piersanti, Giovanni. “Current Account Dynamics and Expected Future Budget Deficit: Some international Evidence”, Journal of International Money and Finance, 19, 2000. 80 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81 Bilal KARGI 34. Savaş, Vural F.. Politik İktisat, 3. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul:1998. 35. Schmölder, Günter. Genel Vergi Teorisi, (Çeviren: Salih Turhan), 4. Baskı, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi Yayınları Nu:374, İstanbul:1976. 36. Stiglitz, Joseph E.. Kamu Kesimi Ekonomisi, (Çeviren: Ömer F. Batırel), 2. Baskı, Marmara Üniversitesi, İİBF Yayınları, Nu:396, İstanbul:1994. 37. Stockman, David R.. “Balanced-Budget Rules: Welfare Loss and Optimal Policies”, Review of Economic Dynamics 4, 2001. 38. Şener, Orhan. Kamu Ekonomisi, 6. Baskı, Alkım Yayınları, İstanbul:1998. 39. Şimşek, Muammer. “Kamu Harcamalarının Özel Yatırımlara Etkileri, 1970-2001”, Cumhuriyet Üniversitesi, İİBF Dergisi, Cilt:4, Sayı:2, 2003. sa.1-20 40. Tanzi, Vito. “Inflation, Lags in Collection, and the Real Value of Tax Revenue”, IMF Staff Papers 24, 1977. 41. Thorbeck Willem. “Budget Deficit, Inflation Risk, and Asset Prices”, Journal on International Money and Finance, 21, 2002. 42. Turhan, Salih. Genel Vergi Teorisi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, Nu:480, İstanbul: 1982. 43. Türk, İsmail. Kamu Maliyesi, 3. Baskı, Turhan Kitapevi, İstanbul:1999. 44. Wachtel ve Young “Deficit Announcements and Interest Rates”, American Economic Review 77, 1987. 45. Wiener, N. “The Theory of Prediction”, edt: E. F. Beckenback, Modern Matematics for Engineers, McGraw-Hill, New York:1956. 46. Yılmaz, Binhan E., Susam, Nazan., “Türkiye’de Kamu Harcamalarının GSMH İçindeki Payının Analizi ve Ülkeler Arası Karşılaştırma”, (http://www.econturk.org/Turkiye.htm)., 30.10.2006. 81 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 82- 107 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY ENERJİ KAYNAKLARINDAN PETROL VE DOĞALGAZDAKİ TEKEL OLUŞUMLARI Kamil USLU∗ İlyas SÖZEN** A.Alkan ÇELİK*** ÖZET Bu çalışmada, enerji kaynakları ve dünyadaki dağılımları, petrolün enerji olarak kullanımındaki ekonomik politiği ve rezervleri tartışılacaktır. Petrol üretiminde ve tüketimindeki bölgesel dağılımlarının analizini yapacağımız bu çalışmada, üretiminde tekelleşme eğilimi olan OPEC’in teorik yapısı, üretim kotaları, üye ülkelerin rezervleri ve fiyat politikaları değerlendirilecektir. Diğer yönden, petrolün yakın ikamesi olan doğalgazın piyasası ve oluşumları üzerinde de durulacaktır. Dünya genelindeki doğalgaz rezervlerinin dağılımı, yeni gelişen GECF’nin (Gaz İhraç Eden Ülkeler Forumu) yapısı, tekel olabilirliği üzerindeki değerlendirme ile OPEC ve GECF’nin karşılaştırılması yapılacaktır. Anahtar Kelimeler: OPEC, GECF, Enerji, Petrol, Doğalgaz, Tekel gücü, Kartelleşme ABSTRACT In this article, sources of energy and their distributions in the world, economic policy in the common use of oil and its reserves will be discussed. Also in this research, in which the analysis of regional distributions of production and consumption of oil, the theoretical structure of OPEC that has a tendency towards monopoly in production, its production quotas, the reserves and price policies of member countries will be evaluated. On the other hand, natural gas that is a close substition for oil, and its constitution will be touched upon. There will also be an evaluation of natural gas reserves all over the world, newly developing GECF structure, its probability of being a monopoly and comparison of OPEC and GECF. Keywords: OPEC, GECF, Energy, Oil, Natural Gas, Monopoly, Cartelization. 1. GİRİŞ Enerji, geçmişten günümüze, insanoğlunun hayatında önemli bir yeri bulunmaktadır. Eski zamanlarda enerji, insanların o günkü temel ihtiyaçlarını * Marmara Üniversitesi, İ.İ.B.F, İktisat Bölümü, [email protected] ** Beykent Üniversitesi, Ar. Gör. ve M.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Doktora Öğrencisi. [email protected] *** Beykent Üniversitesi, Ar. Gör. ve M.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Doktora Öğrencisi. [email protected], Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları gidermede kullandığı bir kaynak iken, günümüzde ise, daha geniş anlamda yaygın biçimde kullanılabilmektedir. Diğer bir deyişle enerji; sanayi, ulaşım, ev ve işyerinde kullanılması zorunlu ve ikamesi az bir kaynak durumuna gelmiştir Ekonomik açıdan kıt ve stratejik olan enerji, dünya üzerindeki bölgeler ve ülkeler arasında da çatışmalara neden olmaktadır. Enerji kaynakları üzerinde ortaya çıkan tekel oluşumları, 20.yy’dan günümüze kadar devam etmektedir. Enerji, ekonomik ve siyasi alanda, paylaşım kavgalarının verildiği yeni bir hakimiyet yapısını ortaya çıkarmıştır. Böylece, ülke ve firma bazında, enerji kaynaklarına sahip olanlarda önemli bir tekel güç oluşmaktadır. Bundan dolayı, enerjinin elde edildiği ülke ve bölgelerde; anlaşmazlıklar, çatışmalar ve savaşlar günümüzde de devam etmektedir. Bu çalışmada, petrol ve doğalgazın dışında kalan enerji kaynakları değerlendirme kapsamına alınmayacaktır. Bunun nedeni, petrol ve doğalgazın, hem enerji ihtiyacının büyük kısmını sağlamaları, hem de stratejik birer kaynak olmalarıdır. Petrol ve doğalgaz rezervlerinin, dünya üzerindeki dengesiz dağılımından, stratejik meta haline gelmişlerdir. Böylece, bu kaynaklara sahip ülkeler, enerji üzerinde tekel gücü oluşturarak, uluslararası ekonomiyi ve siyaseti derinden etkileyebilmektedirler. 2. Enerji Kaynakları ve Dünya Genelindeki Dağılımları Enerji ihtiyacının karşılanmasında dünyada, iki türlü kaynak kullanılmaktadır. Birinci önemli enerji kaynağı, fosil yakıtlar olan (birincil kaynaklar) petrol, doğalgaz ve kömür üçlüsüdür. Diğer enerji kaynak türü ise, yenilenebilir enerji kaynakları olan (ikincil kaynaklar); nükleer, rüzgâr, su, hidro, biomass, deniz-dalga’dır(Uslu, 2004, s.155). Dünya enerji ihtiyacında, fosil yakıtlarının payı % 90’a yakın bir orana sahip iken, yenilenebilir enerji kaynaklarının % 13’lük payı içinde büyük kısmını nükleer enerji (%7) oluşturmaktadır. Dünya enerji tüketiminde, birincil 83 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK kaynaklardaki dağılım ise; petrolün payı % 38, doğalgazın % 25 ve kömürün ise % 24’tür. Petrolün, enerji kaynakları arasındaki talebinin yüksek olmasının nedenleri; • Sanayinin hammaddesi ve ara girdisi olması, • Ulaşım sektörünün şu andaki en büyük sağlayıcısı olması, • Ülke ekonomileri içindeki her sektörde doğrudan veya dolaylı bağlantısı olarak söylenebilir (Grafik 1) Son yıllarda, doğalgaz kullanımında artış yaşanmasında, doğalgaz taşıma teknolojilerinin(LNG, CNG, GTL) gelişmesi ve petrole göre doğalgazda fiyat avantajının bulunmasıdır. Doğalgazın artan tüketimi sonucunda, ulaşımda önemli bir payı olmasa da, konut ve sanayide kullanımı artmaktadır (BBCa, online, 01.03.2007). 19.yy ve 20.yy’ın en önemli enerji kaynağı olan kömür, son yüzyılda, hem dünya genelindeki dengeli arz dağılımından, hem de çevreye verdiği zararlardan dolayı, giderek diğer enerji kaynakları karşısında önemini kaybettiği söylenebilir. 2.1. Petrolün Ekonomik Politiği Petrol rezervi için, dünya üzerindeki hâkimiyet çabaları, petrolün ABD sınırları dışındaki keşfi ile başlamıştır. İlk petrol Pennsylvania’da 1859’da 84 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları ABD’de bulunmuş, ancak çok erken dönem olması ve petrolün önemli bir meta kabul edilmediği için çatışmalara neden olmamıştır. Daha sonra, Kafkas Bölgesi (Bakü), dünyanın ikinci büyük petrol rezervinin keşfi ile petrole gittikçe bağımlı hale gelen Almanya, İngiltere ve Rusya arasında, 19.yy’da ki ilk çatışma alanı olmuştur. Ortadoğu Bölgesinde keşfedilen büyük petrol rezervlerinden dolayı, çatışmalar, Kafkasya bölgesinden Ortadoğu’ya kaymıştır. Petrol, yüzyıla yakın dönemde, bölge ülkelerine kan ve gözyaşı getiren işgallere, savaşlara ve iç çatışmalara neden olmuş ve günümüzde de bu eğilim devam etmektedir. Enerji, iki dünya savaşı arasında, devletlerin daha çok askeri gücünün temelini oluşturmaktaydı. Askeri ihtiyaçlarda, kömürün yerini petrolün almaya başlaması ile petrol üretimindeki en önemli güç, devlet destekli büyük petrol şirketleri olmuştur. Büyük petrol şirketleri, ellerindeki petrol kaynaklarını uzun vadeli anlaşmalarla korumuşlardır. Enerji alanında, ilk tekel oluşumlarını zaman zaman gerçekleştirmişlerse de, bölgede Amerikalı ve İngiliz şirketleri arasındaki çatışma, bu dönemde bir birlik oluşmasına engel olmuştur. Ancak, II. Dünya savaşından sonra, bağımsızlık anlayışının hâkim olması ile aynı dönemde Arap milliyetçiliğinin artmıştır. Bölgede ve dünya genelinde, özel petrol şirketlerinin devletleştirme politikasıyla birçok petrol şirketi millileştirilmiştir. Özellikle, Latin Amerika ve Ortadoğu’da yaşanan millileştirme hareketleri, ileriki yıllarda petrol piyasasını derinden etkilemiştir. Petrol piyasasında, 1915–1960 dönemi şirketlerin hakimiyetinde, 1960–1980 döneminde ise ülkelerin devlet tekellerinin hakimiyetinde olduğu kabul edilebilir (Yergin, 2003). 1980’li yıllarda, küreselleşme eğilimleri enerji sektöründe de yaşanmıştır. Küreselleşmenin etkisi ile büyük uluslararası petrol şirketleri kendi aralarında önemli birleşmeler gerçekleştirmişlerdir. Birleşmelerin amacı, genel olarak; enerji maliyetlerini düşürmek, teknolojiyi geliştirmek ve iş kapasitelerini artırma yönündedir. Gerçekleşen birleşme örnekleri ise; BP ile AMOCO, TOTAL ile PETRO FINA, EXXON ile MOBIL, sonradan BPAMOCO’nun 85 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK ARCO ile ve TOTAL-PETRO FINA’nın ELF birleşmeleri gösterilebilir (DPT, 2001, s.4). 2.2. Petrol ve Petrol Rezervi Petrol, 19.yy başlarında, Amerika kıtasındaki keşfinin sonra, ilk dönemde sadece aydınlanma amacıyla kullanılmakta idi. I.Dünya savaşı döneminde ise, petrolün sanayi ve ulaşım araçlarında kullanımının yaygınlaşmasıyla dikkat çekmiştir. Dünyada toplam olarak 1,250 trilyon varillik kanıtlanmış petrol rezervi bulunmaktadır (BP, 2006). Keşfedilen petrol alanları sonucunda, 2006 yılındaki petrol rezerv oranları bölgesel olarak farklılık göstermektedir. Dünya petrol rezervlerinin bölgesel dağılımında dengesizlikler bulunmaktadır. Özellikle, Ortadoğu Bölgesi, toplam kanıtlanmış petrol rezervlerin %60’ına sahiptir. Ancak, gelişmiş ülkelerin petrol rezervlerinin %15 olması, yaşanan sorunun temelini oluşturmaktadır(Grafik 2). 2.3. Petrol Üretiminin ve Tüketiminin Bölgesel Dağılımı Dünya petrol rezervinde en fazla orana sahip olan Ortadoğu Bölgesi, petrol üretiminde de en fazla paya sahiptir. Ancak, gerçekleştirdikleri üretim oranı, rezerv oranına göre düşük kalmasının nedeni, bölgedeki ülkelerin gelişmişlik seviyelerinin yetersizliği ve 1974 öncesinde petrol fiyatlarının düşüklüğünden, 86 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları gerekli altyapıyı sağlamamalarıdır. Gelişmiş ülkeler, petrol tüketimini karşılayabilecek üretim düzeylerine sahip olmamalarından, Ortadoğu Bölgesinin petrol üretimine ihtiyaç duymaktadırlar. AB ve Asya Ülkeleri, bölgeye coğrafi yakınlıklarından, ulaşım maliyet avantajları bulunmaktadır(Grafik 3). Petrol üretiminin önemini anlamak ve ülkelerarası karşılaştırma yapılabilmek için, tüketim rakamlarına bakıldığında, ortaya farklı bir durum çıkmaktadır: Ortadoğu Bölgesinin toplam petrol üretimi, ABD’nin tek başına gerçekleştirdiği petrol tüketimine yakındır. ABD’nin yıllık petrol tüketiminin, dünya petrol tüketiminin ¼’ünü sahiptir. Bunun sonucunda, ABD, kendi enerji kaynaklarının güvenliğini sağlamaya ya da ülkesinin enerji ihtiyacını başka yollarla temin etmeye çalışmaktadır. Çünkü ABD, dünya petrol rezervinin 87 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK %2,5’una sahip iken, dünya petrol üretiminin sadece %8’ini (BP, 2006) gerçekleştirmektedir. Buna karşılık, ABD’nin petrol tüketimi, dünya petrol tüketiminin % 20’sidir (Grafik 4). ABD, sahip olduğu askeri, ekonomik ve siyasi güçle, en önemli ihtiyacını zorlada olsa tedarik etme yolunu tercih etmektedir. Bugünkü uluslararası anlaşmazlıklar, gelişmiş ülke ekonomilerinin, petrol ve petrol türevlerine olan yüksek taleplerini, farklı bölgelerden temin etme zorunluluğundan çıkmaktadır. Sonuç olarak; petrole bağımlı ülkeler, petrol rezervi ve üretimi yönünden Ortadoğulu ülkelerinin davranışlarından etkilenmektedirler. Bunu fark eden petrol ihracatçısı ülkeler, aralarında tekelleşme eğilimine gitmişlerdir. 3. Petrol Üretiminde Tekelleşme Eğilimi Olarak OPEC 1950’li yıllarda, dünyada yaygınlaşan millileştirme hareketlerinin etkisiyle, petrol üretiminin kontrolünü ele geçiren ülkeler, kendi ekonomik bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Petrol kaynağından güç elde etmek amacıyla, 1960 yılında başta S.Arabistan, İran, Irak, Kuveyt ve Venezüella’nın katılımıyla Viyana’da OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı) adlı petrol üretim birliğini kurmuşlardır. Sonraki yıllarda, OPEC’in üye sayısı; Katar, Libya, Endonezya, B.A.E, Cezayir, Nijerya ve en son Angola’nın, 2007 yılında tekrar katılımıyla (OPECa, online,04.03.2007), 12’ye çıkmıştır. Ekvator (1973–1992) ve Gabon (1975–1994) yılları arasında OPEC üyeliklerinde bulunmuşlardır. OPEC’in kurulma amacı, üye ülkelerin petrol üretimlerini sınırlamak, etkin verimlilik ile üretim sağlamak ve petroldeki fiyatlandırmayı gerçekleştirebilmektir (OPECb,online, 05.03.2007). 88 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları X3.1. OPEC’in Teorik Yapısı OPEC, kendini bir kartel olarak kabul etmemektedir. Ancak teoride, OPEC ihtilafsız bir kartel sayılmasa da işbirlikçi bir oligopol (Smith, 2003, s.30) olduğu söylenebilir. Bu yöndeki görüşleri anlayabilmek için, öncelikle OPEC’in üretim yapısına bakmak gerekir. Aşağıdaki Şekil 1’de, egemen olan firmanın denge yapısı görülmektedir. D dünya petrol talebini, Sf OPEC dışı üreticilerin arzını, Dr OPEC’in her fiyattan satabileceği petrol miktarını göstermektedir. OPEC, monopol yapıda olduğundan; Marjinal gelirin, Marjinal fiyata eşit olduğu N noktasında, OPEC, üretimden maksimum kar elde etmektedir. Burada, MRr, tekel’in marjinal gelirini, buna karşılık MCd ise, marjinal maliyet eğrisini göstermektedir. MC=MR eğrilerinin çakışmalarından çıkan dikin, firmanın maksimum kar elde edeceği çıktı düzeyini(d) gösterir. Kaynak: Ronald Soligo&Amy Myers Jaffe, Market Structure in the New Gas Economy Is Cartelization Possible?,www.rice.edu/energy/publications/docs/GAS_IsCartelizationPossible_12_2004.pdf 89 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK Tekel gücüne sahip olan OPEC, q*d üretim ile p* fiyatından d noktasında; OPEC dışı ülkeler ise Q*f üretimini ile aynı fiyattan satış yapmaktadırlar. Toplam çıktı düzeyi ise Q*d düzeyinde gerçekleşmektedir. Sonuç olarak; OPEC’in, belirlediği kota ile fiyatı da etkileyebilme gücüne sahip olduğu ve kartele benzer bir yapı oluşturduğu söylenebilir. 3.2. OPEC’in Üretimde Kota Uygulaması OPEC’in, petrol fiyat ve üretim miktarlarını belirlemesinden dolayı, tekel yapıya sahiptir. Ancak, alınan kararlara uyulmaması durumunda bir yaptırımın olmamasından, kartel ile oligopol arasında bir yapıya sahiptir. OPEC, üyelerine uygulattığı üretim kotalarıyla, piyasada, istenilen güç ve geliri hedeflemektedir. Kota uygulamasında, ülkelerin rezervleri ve altyapıları dikkate alınarak, belli bir oran verilmektedir. Ancak, belirlenen kotaların aşılması veya kota miktarlarına ulaşılamamasında, herhangi bir yaptırım da uygulanmamaktadır. Aşağıdaki Tablo 1’de görüldüğü gibi, Ortadoğulu ülkeler, OPEC’in rezervlerinin yüzde 60’ından fazlasına sahipler. OPEC, Angola’ya, 2007 yılında tekrar birliğe katılması nedeniyle, bu kota uygulamasında yer vermemiştir. Şu an, sadece, Irak’a kota uygulanmamasının nedeni de, ülkenin işgal altında olması ve petrol üretiminde istikrarının bulunmamasıdır. En yüksek üretim kotası, dünya petrol rezervinin en fazlasına sahip olan S.Arabistan’a aittir. Daha sonra, İran gelmektedir. Ancak, İran, petrol üretim teknolojisinin yetersizliğinden ve politik nedenlerden dolayı kota hakkını doldurmamaktadır. OPEC’in 2006 Eylül ayında, toplam petrol arzı 34 milyon varil/gün olmuştur. Özellikle OPEC içindeki eksik üretimi dengeleyen ülkenin, S.Arabistan olmasının en önemli nedeni, ABD ile kurduğu iyi ilişki, kendi alt yapısının diğer ülkelere oranla daha iyi olması ve petrol piyasasında istikrar istemesi sayılabilir (Tablo 1). 90 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları 3.3. OPEC’in Petrol Rezervi OPEC, dünya petrol rezervinin %79’una, dünya petrol üretiminin % 41’ine sahiptir. OPEC içinde en büyük rezerve sahip ülkeler sırasıyla; S.Arabistan, İran, Irak, Kuveyt, B.A.E ve Venezüella’dır (Grafik 5). 2000–2005 yılları arasında OPEC’e üye ülkelerin rezervleri, yeni keşfedilen rezervlerle 90 milyar varil artarken, OPEC dışı üreticilerin rezervinde sadece 17 milyar varillik artış gerçekleşmiştir(OPECd, online, 15.03.2007). OPEC’e üye ülkelerin sahip oldukları petrol rezervlerini daha da artma ihtimali bulunmaktadır. OPEC üyelerinin mevcut petrol rezervlerinin kullanım ömrü seksen yıl iken, OPEC dışı ülkelerde ise 30 yıllık ömrü kalmıştır (OPECe, online 15,03,2007). 3.4. OPEC’in Fiyat Politikası 1960 yılında, OPEC’in kurulmasından sonra, 1974 Arap-İsrail (Yom Kippur) savaşına kadar fiyat varil başına 2 dolar olarak kalmıştır. Bu fiyat, 1945’ten 1973 yılına kadar sabit denilebilecek oranda gerçekleşmiştir. OPEC üreticileri, özellikle Arap ülkeleri, İsrail ile yaşanan savaştan dolayı, üretimlerini kesmelerinden(OPEC Ambargosu), petrolün fiyatı iki yıl içinde 12 dolar seviyesine çıkmıştır. 91 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK Tablo 1 OPEC’in Kota Uygulamaları (1,000 varil/gün) Eylül 07.01.2005 2006 Kasım 06 OPEC 10 Fazla Kota Üretim Üretim Kapasite Kapasite 894 1.400 1.430 1.430 0 Endonezya 1.451 890 890 890 0 Iran 4.110 3.750 3.750 3.750 0 Kuveyt 2.247 2.600 2.600 2.600 0 Libya 1.500 1.700 1.700 1.700 0 Nijerya 2.306 2.200 2.300 2.300 0 726 850 850 850 0 S.Arabistan 9.099 9.200 9.200 10,500 – 11,000 1,300 - 1,800 B.A.E 2.444 2.600 2.600 2.600 0 Venezüella 3.223 2.450 2.450 2.450 0 OPEC 10 28.000 27.640 27.770 29,070 – 29,570 1,300 - 1,800 2.000 1.900 1.900 0 Ham Petrol 29.640 29.670 30,970 – 31,470 1,300 - 1,800 Diğer Sıvılar 4.484 4.479 34.124 34.149 Cezayir Katar Irak Toplam Toplam OPEC Arzı Kaynak: www.opec.org adresindeki verilerden derlenmiştir. 1979 İran devrimi sonunda, İran’ın petrol üretimini kesmesinden ve 1980 sonrası Irak ile savaşa başlamasından dolayı, petrolün fiyatı 25 doları geçmiştir. Artan petrol fiyatları, petrole bağımlı olan Batı ekonomilerinde yaşanan stagflâsyona neden olan etkenlerden biri olarak, sanayileşmiş ülkelere büyük maliyetler getirmiştir (Grafik 6). Yıllarca enerjide herhangi bir sıkıntı yaşamayan ve verimsiz kullanan OECD üyesi ülkeler, IEA’nın (Uluslararası Enerji Ajansı) kurulmasıyla beraber, enerji 92 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları tüketiminde verimliliği esas almışlardır. IEA’nın kurulması, OPEC’in dünya genelindeki etkisini belirten en önemli göstergedir. Yaşanan iki petrol şokunun (1974,1979) ardından, petrol varil fiyatlarında 1980–2000 arasında dalgalanma sürekli olarak 10–20 $ bandında gerçekleşmiştir. 2001 yılı eylül ayından sonraki uluslararası güvensizlik ortamı, Venezüellalı petrol işçilerinin grev yapması, spekülasyon hareketleri, terörist saldırı korkusu, artan büyük enerji talebi (Çin, ABD, Hindistan) ve en son Irak’ın işgalinin ardından, petrol varil fiyatları sürekli bir artış eğilimine girmiştir. Son üç yıl içinde, petrol fiyatlarındaki artışlar iki katına çıkarak, en yüksek seviyeye ulaşmıştır. 2007 yılının ilk üç ayı içerisinde, petrol fiyatları sürekli düşüş göstererek 50$ seviyesine yaklaşmıştır. Ancak, son aylarda İran ile ABD-AB arasında yaşanan askeri ve uranyum zenginleştirilme sorunları nedeniyle, petrol varil fiyatlarında artışlar yaşanmaktadır. Özellikle Mayıs 2007’de Brent petrolün bir varili 70$ seviyelerine çıkmıştır. Petrol fiyatındaki yüksek oranlı artışlar, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere büyük maliyetler yüklerken, OPEC’e üye olan ülkelere ise 340 milyar dolarlık gelir sağlamıştır. Gelişmekte olan ülkeler, artan petrol maliyetleri sonucunda, dış ticaret açıkları vermişlerdir. Böylece, bu ülkelerin uluslararası finans kaynaklarına bağımlılıkları artmasından, borç sarmalı içerisinde kalkınmaya çalışmaktadırlar. 93 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK Özellikle 1990 yılında S.S.C.B’nin dağılmasından sonra, tek kutuplu dünya sistemi içinde, ABD tarafından dayatılan yeni yapılanmanın, enerji ve petrol üzerinde büyük bir baskı kurduğu söylenebilir. 2001–2003 döneminde, OPEC’in üretimde kota uygulaması ve bazı gelişmiş ülkelerin (Almanya, Fransa, İtalya) enerji kaynaklarını tek başlarına elde etme politikaları nedeniyle, ABD’nin Irak’a girmesi hızlanmıştır. Petrol fiyatlarının 2003’ten itibaren beklenilmedik derecelerde yükselmesi, özellikle, Rusya ve İran’ın petrol ihracat gelirlerini artırması, Rusya’nın tekrar dünya siyasetinde rol almasına, İran’ın ise silahlanmasını kolaylaştırmıştır. 4. Doğalgaz Doğalgaz, zaman geçtikçe önemi artan, son on yıllık dönemde ise petrol kadar stratejik olmasa da, jeopolitik değeri yükselen bir fosil yakıt türüdür. Çevreye verdiği zararın, petrole göre düşüklüğü, taşınmasında gelişen teknoloji sayesinde, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki tüketimi hızla artmaktadır. 1970 öncesinde, piyasa değeri olmayan ve çok düşük üretim seviyesi olan doğalgazın, 2000’li yıllardan sonra, yıllık 700 milyar m3 civarında ticarete sahip olduğu görülmektedir (BP, 2005). IEA’nın tahminine göre, doğalgaz tüketimi, 2030 yılında şu anki tüketimden % 83 daha fazla talep edilecektir. Özellikle, doğalgaz kullanımı, elektrik üretiminde ve sanayide gittikçe yaygınlaşmaktadır. Ancak, her fosil yakıtın belli bir ömrü olduğu gibi, doğalgazın mevcut rezervlerinin ömrü, yaklaşık 67 yıl olarak tahmin edilmektedir (IEA, 2004, ss.57-59). Taşınmasında LNG (Sıvılaştırılmış Doğalgaz), Boru hattı, CNG (Basınçlı Doğalgaz) ve GTL (sıvı Doğalgaz) gibi çok çeşitli taşıma yöntemleri gelişmiştir. (Hallouche, 2006, s.vi) 180 trilyon m3’e yakın dünya doğalgaz rezervinin %40’ına Ortadoğu, %38,6’sına Avrupa ve Avrasya sahiptir. İran ve Katar, toplam 51 trilyon m3 ile Ortadoğu’da ilk iki sırada iken, Rusya 48 trilyon m3 ile dünyanın en fazla rezervine sahip ülkesidir. Ortadoğu’da; Katar, S.Arabistan, B.A.E ve Irak, 94 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları Amerika kıtasında ise ABD ile Venezüella, doğalgaz açısından önemli ülkelerdir(BPa, online, 15.03.2007). Görüldüğü üzere, doğalgaz rezervleri açısından dağınık bir yapı bulunmaktadır (Grafik 7). Petrol gibi, doğalgaz rezervleri de bölgesel dağılım açısından benzerlikler göstermektedir. Doğalgaz rezerv dağılımındaki ağırlık, Ortadoğu ve Eski Sovyetler Birliği Ülkelerindedir(özellikle Orta Asya Türk Cumhuriyetleri). Rezervleri az olan gelişmiş ülkeler ise, giderek doğalgaz tüketimi artmakta ve artan ihtiyaçları için, Rusya ve Ortadoğu ülkelerine muhtaç konuma gelmektedirler. AB ülkeleri ve NATO üyelerinin tedirgin oldukları konu ise, petrol gibi doğalgazda da tekeleşmenin oluşma ihtimalidir. 4.1. Enerji de Yeni Tekel Olasılığı 4.1.2. GECF’in Yapısı GECF (Gaz İhraç eden Ülkeler Forumu), 2001 yılında Tahran’da kurulmuştur. Kuruluşundan sonra 6 toplantı gerçekleşmiştir. Forumun(GECF) üyeleri, sabit bir yapıda olmayıp; B.A.E, Bruney Sultanlığı, Cezayir, Ekvator Ginesi, Endonezya, İran, Katar, Libya, Malezya, Mısır, Nijerya, Rusya, Trinidad ve Tobako, Umman ve Venezüella bulunmasına ilaveten Türkmenistan ve Bolivya sadece bir toplantıya katılmışlar. Norveç ise sadece 95 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK gözlemci konumundadır (Soligo&Jaffe, 2004). Üyeler arasında sabit bir üyelik anlayışının olmaması, bu forumun en büyük sıkıntısını oluşturmaktadır. GECF’nin ilgilendiği konuları(Hallouche, 2006, s12); • Dünya genelindeki doğalgaz yatırım projeleri, • Doğalgazın Arz ve Talep dengesini sağlamak, • Doğalgazın keşfi, üretimi ve taşınma teknolojileri, • Doğalgaz piyasasının bölgesel ve dünya çapındaki yapısı, • Alternatif fosil yakıtlar ile rekabet etmek, • CNG ve GTL piyasalarını geliştirmek, • Enerji üretimi ve tüketimi içerisindeki doğalgaz payının arttırılması, • Kyoto protokolünün doğalgaz tüketimine olan etkisinin araştırılması olarak sıralayabiliriz. 4.1.3. GECF Rezerv ve Üretimi GECF üye ülkelerin doğalgaz rezervleri ve üretimdeki payları aşağıdaki Tablo 2’de verilmiştir. GECF’in gerçekleştirdiği altı toplantıya, önceden söylendiği gibi, çok farklı ülkeler katılmıştır. Ancak bir sınıflandırma yapılırsa, 14 üye ülkenin toplantılara katılmada süreklilik gösterdiği, diğer 2 ülkenin sadece bir toplantıya katıldığı ve Norveç’in ise sürekli gözlemci konumunda olduğu görülür. Öncelikli olarak, kabaca, GECF’in dünya doğalgazı içindeki payı %72,90 olarak kabul edilse de, Norveç’in ilavesi ile bu oran %74,20’ye çıkmaktadır. Üretim açısından, sürekli olarak forumlara katılan ülkelerin toplam doğalgaz içindeki payları % 41,8, Norveç’in katılımı ile % 44,9’a ulaşmaktadır. GECF’ye katılan ülkeler içerisinde Rusya, İran ve Katar, toplam doğal rezervinin %55’ine sahip ve forumda söz sahibi ülke konumundadırlar. 96 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları Özellikle Rusya, doğalgaz üretiminde toplam üretimin % 21’ini sağladığından, ülke bazında, tekel durumundadır. Bunun en açık göstergesi, Rusya’nın, Avrupa gaz ihtiyacının % 44’ünü tek başına karşılamasıdır. Rusya, bu gücünü siyasi olarak kullanmak istemesi veya AB ile NATO’nun bundan çekinmesinden dolayı, batı ekonomistleri, GECF’yi bir tekel oluşumu hatta “Gas OPEC” olarak görecek kadar kaygılılar. Rusya, en son, AB’nin diğer büyük tedarikçisi olan Cezayir’e vaat ettiği yatırımlardan dolayı, Cezayir, milli şirketini özelleştirmekten vazgeçerek, devlet hissesini artırmıştır. Böylece, AB’nin ithal ettiği doğalgazın belli ellerde tekelleşmesi, AB’yi fazlasıyla tedirgin ettiği söylenebilir. 4.1.4. GECF’nin Doğalgaz Ticareti Doğalgaz ticareti iki şekilde gerçekleştirilmektedir. Bunlardan birincisi olan boru hatları; karasal sınıra sahip olan ülkeler arasında, coğrafi şartların elverdiği imkânlar içerisinde gerçekleşmesidir. İkincisi ise, uzak ülkelere ve deniz aşırı ülkelere, LNG şeklinde yani gemilerle taşınmasıdır. Bunlara ilaveten son yıllarda CNG ve GTL ticareti de düşünülmektedir. GECF’ye üye olan ülkelerin, bölgesel olarak her kıtada var olmasından dolayı, bütün kıtalarda boru hattıyla satış yapma imkânları vardır. Boru hattındaki gaz ihracında, Avrupa’nın ihtiyacının büyük kısmını, Rusya ve onun dörtte biri kadar gaz ihraç eden Cezayir karşılamaktadır. Ancak, Rusya kendi doğalgaz rezervleri yerine Türkmenistan, Kazakistan ve diğer Türk Cumhuriyetleri ile anlaşmalar yaparak, onların gazını batıya satmaktadır. Rusya’nın, 2004 yılında toplam doğalgaz ihracatının 1/3’ünü Türk Cumhuriyetlerinden temin etmektedir(IEA 2004 verilerine göre; Türkmenistan 1.700.000 cu m3, Kazakistan 675.000 cu m3, Özbekistan 114.000 cu m3, Rusya 7.533.000 cu m3). Rus doğalgaz rezervlerinin büyük çoğunluğu, Sibirya bölgesinde ve kullanılmamaktadır 97 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK Tablo 2 GECF’ye Üye Ülkelerinin Gaz Rezervi ve Üretimleri GEFC Üyeleri Rezerv 3 Üretim 3 trilyon m % Milyar m % Rusya 47,82 26,60% 598,0 21,6% Iran 26,74 14,90% 87,0 3,1% Katar 25,78 14,30% 43,5 1,6% B.A.E 6,04 3,40% 46,6 1,7% Nijerya 5,23 2,90% 21,8 0,8% Cezayir 4,58 2,50% 87,8 3,2% Venezüella 4,32 2,40% 28,9 1,0% Endonezya 2,76 1,50% 76,0 2,8% Malezya 2,48 1,40% 59,9 2,2% Mısır 1,89 1,10% 34,7 1,3% Libya 1,49 0,80% 11,7 0,4% 1 0,60% 17,5 0,6% Trinidad & Tobago 0,55 0,30% 29,0 1,0% Bruney 0,34 0,20% 12,0 0,4% 131,02 72,90% 1154,4 41,8% Türkmenistan (2001) 2,9 1,60% 58,8 2,1% Bolivya (2002) 0,74 0,40% 10,4 0,4% Norveç 2,41 1,30% 85,0 3,1% Toplam 137,07 76,20% 1308,6 47,4% Daimi Üyeler Umman Sadece 1 Toplantıya katılanlar Gözlemci Kaynak: BP Statistical Review of World Energy June 2006’dan derlenmiştir. 98 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları Diğer önemli doğalgaz ihracatçı ülkeler, Norveç ve İngiltere’dir. Bölgesel olarak gelişmiş ve son yıllarda doğalgaz tüketimi sürekli artan, Batı Avrupa Ülkeleri, tam anlamıyla, Rusya’nın hâkimiyeti altında kalmak üzeredir. Batı Avrupa Ülkeleri, alternatif olarak gördükleri Cezayir, son yıllarda Rusya’nın etkisine girmeye başlamıştır. Bundan dolayı Avrupa, yeni alternatifler aramak zorunda kalmıştır (Tablo 3). Bu alternatifler olarak; Azerbaycan doğalgazının ve Arap doğalgazının, Türkiye üzerinden geçirilme projeleridir (Laçiner, online, 21.05.2006). 10,37 151,28 1,10 4,32 37,78 5,80 Ortadoğu 1,40 4,49 278,43 1,10 8,30 1,30 Afrika 1,30 Asya 10,37 Toplam 10,37 79,46 Avrupa Toplam Endonezya Libya Mısır Cezayir Umman Iran Türkmenistan Rusya Norveç Bolivya Amerika Malezya milyar m3 Tablo 3 Doğalgaz Boru Hattı Ticareti 79,46 151,28 6,90 4,32 1,40 39,08 1,10 4,49 4,83 1,78 6,61 4,83 1,78 305,01 Kaynak: BP Statistical Review of World Energy June 2006’dan derlenmiştir Özellikle Rusya’nın, Ukrayna ve Beyaz Rusya(Belarus) ile yaşadığı problemlerden sonra, Norveç ve İngiltere’nin, Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacını karşılayamayacağı anlaşılmıştır. Rusya ise, Beyaz Rusya ve Ukrayna ile yaşadığı sorunlardan sonra, alternatif olarak, Mavi Akım’a paralel yeni hatlar çekerek, hem Avrupa’ya hem de Ortadoğu’ya (özellikle İsrail) doğalgaz satışını düşünmektedir. Türkiye’nin, boğazlardan çok fazla petrol tankerinin geçişinden rahatsız olmasından dolayı, Rusya ile Yunanistan, boğazları bypass yapan, yeni doğalgaz anlaşması yapmışlardır. 99 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK Doğalgaza sahip ülkelerin büyük çoğunluğu, Ortadoğu Bölgesindedir. Özellikle, doğalgazın, Ortadoğu Bölgesi içinde ticaretinin olmamasının nedeni, ülkelerin satışta birbirine rakip olmalarıdır. Bu ülkelerin, coğrafi bakımdan denize yakınlığı, doğalgazın uzak kıtalara gelişen teknoloji sayesinde gemilerle sıvılaştırılmış (LNG) olarak ihracını sağlamaktadır(Tablo 4). LNG’nin ticareti, boru hattı kadar olmasa da giderek gelişmekte, özellikle, Arap Körfezi ve Asya Pasifik ülkeleri, LNG ticaretinde çok fazla ilerlemişlerdir. Avrupa’nın, LNG ihtiyacını gideren ülkeler; Cezayir ve Nijerya’dır. Asya bölgesi ise, doğalgaz ihtiyacını kendi bölgesinden ve Arap yarımadasındaki körfez ülkelerinden sağlamaktadır(Tablo 4). Özellikle, Körfez ülkesi olan Katar’ın, on yıllık projesi sonucunda, dünyada LNG ticaretinde ilk sırada yer alacağı tahmin edilmektedir(Adams,online. ve Crooks, online, 15,03,2007). Asya Toplam 14,01 - 0,23 1,73 4,56 0,31 22,85 4,25 0,87 11,81 7,42 22,46 6,83 0,08 6,93 9,22 27,10 7,14 25,68 6,93 - - Toplam 2,05 Endonezya 2,75 Nijerya - Libya 0,08 BAE 0,07 Bruney 0,65 Mısır Avrupa Cezayir 0,92 Katar 12,44 G.Amerika Umman Tobago Trinidad & K.Amerika Malezya milyar m3 Tablo 4 GEFC’ye Üye Ülkelerin LNG Ticaret Miktarı 0,25 17,87 0,16 47,90 0,92 0,87 12,04 9,15 31,46 28,11 122,42 9,15 31,46 28,52 188,81 Kaynak: BP Statistical Review of World Energy June 2006’dan derlenmiştir 4.1.5. İki Tekelin Karşılaştırılması: GECF ve OPEC Doğalgaz, enerji kullanımında giderek büyüyen bir paya sahip olmasına rağmen, GECF üyeleri ile diğer üretici ülkeler, doğalgaz piyasasını etkilemek için, birlikte hareket edememektedirler. Bir tekel güç olan OPEC, petrol piyasasını hatta dünya piyasalarını bile etkileyebilmektedir. 100 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları OPEC’e üye bir kısım ülkeler, OPEC dışında kalan bazı doğalgaz üreticileri de GECF’ye üye iken, bazı büyük doğalgaz üretici ülkeler (İngiltere, v.d) GECF’ye üye konumunda değillerdir. OPEC ile GECF karşılaştırıldığında, enerjide tekel güce sahip OPEC’in karşısında, GECF’nin de doğalgaz bakımından tekel gücü bulunduğu görülmektedir(Grafik 8). Dünya doğalgaz rezervinin büyük kısmına sahip olan GECF ülkeleri, neden bir tekel güç veya tek bir fiyat belirleme gücüne sahip değildir gibi bir soru sorulabilir. Buna şöyle bir cevap verilebilir; OPEC, tekel gücüne ulaşmış, ancak, petrol ile doğalgaz piyasaları arasındaki yapı farklılığından dolayı, GECF bunu tam olarak gerçekleştirememektedir. Doğalgaz piyasasının yapısına bakıldığında, bazı olumsuzluklar görülmektedir. Bu olumsuzluklar; 1. Global doğalgaz satışı, dünya çapında petrol satışı gibi belli alanlarda değil, tamamen parçalı şekildedir. Bu çok parçalı yapıdan dolayı, fiyat belirlenmesinin zorluğu, 1.1.Doğalgaz sektöründe, yüksekliğinden dolayı, LNG’nin dışa dönük 20 aşkın sürelerde yılı maliyetlerinin sözleşmeler imzalanmaktadır. Bundan dolayı fiyat ve arzı ayarlama zorluğu (The Economist, 5 february 2007), 101 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK 2. En büyük rezerve ve üretime sahip Rusya’nın egemenliğini, diğer ülkelerin kabul edip etmeyeceği sorunu, 3. Rezerve sahip birçok ülkenin altyapı eksikliğinin bulunması ve bunu giderecek fonların (yabancı sermaye) ise, doğalgaz talep eden gelişmiş ülkelerden sağlanmasından dolayı, fiyat ve arzda OPEC benzeri ayarlama yapma zorluğu, 4. GECF’ye üye ülkelerin, OPEC’in bölgesel dağılımına oranla, daha uzak ve parçalı bir yapıda olması, 5. GECF’deki katılımın sürekli değişmesinden dolayı, tam bir politika uygulama zorluğu, 6. Doğalgaz fiyatlarının petrole bağımlı oluşu ve petrol fiyatlarındaki artış ve azalışların altı ay sonra doğalgaz piyasasını etkilemesi olarak sıralanabilir. Yukarıdaki sebeplerden, 2001 yılında kurulan GECF’nin doğalgaz piyasasında gücü olmasına rağmen, bir birlik oluşturup, OPEC benzeri bir yapıya geçememiş ve geçmesi de kısa zamanda zor görülmektedir. Ancak, bu ülkelerin doğalgaz arzını sabit tutarak, fiyatı etkileme güçleri olduğu ortadadır. Bu durumda da ülkeler arasındaki fikir ayrılığı ortaya çıkmaktadır. Rusya ve İran, doğalgazı siyasi ve jeopolitik amaçlı kullanma niyetinde (Barkeshli, online, 10.03.2007) iken, diğer üreticiler, doğalgaza sadece bir getiri sağlayan meta olarak bakmaktadırlar. 4.2. OGEC (Doğalgaz İhraç eden Ülkeler Teşkilatı) Kurulma İhtimali Ne GECF’nin OPEC türü bir kuruluş olma isteği var, ne de bunu yapabilecek bir gücü var. Çünkü çok parçalı üretim yapısı ve siyasi anlayışı, altı yıldır bu ülkeleri bir araya gelmesini engellemektedir. Ancak, doğalgazda OPEC olabilecek başka türlü yapılanmalar bulunabilir. Dünya doğalgaz rezervinde ve üretiminde farklı ülkelerin egemenlikleri ve gelecekleri bulunmaktadır. 102 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları Doğalgaz rezervi ve üretiminde açık ara önde olan tek ülke Rusya’dır. Rusya, bu egemenliğini, şu an itibariyle Avrupa ve Asya üzerinde uygulamaktadır. Ancak, siyasi bakımdan doğalgazı silah olarak kullanma isteğinde olduğunu da belirtmektedir(Agoulnik,online,12.02.2007). Doğalgaz üretiminde etkili diğer ülke olan İran ise, son yıllarda Rusya’nın önderliğinde bir OGEC kurulmasından yana olduğunu belirtmekte ve destek olacağını bildirmektedir. Rusya’nın, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri (OATC) üzerindeki etkisi ve onlarla yaptığı uzun dönemli anlaşmalarla (Kupchinsky, online, 6.2.2007), şu an dünya doğalgaz rezervinin %5’ine sahip OATC üzerinde dolaylı biçimde hakim durumda olduğu söylenebilir. Bu konumda, önemli diğer bir ülke de Katar’dır. Çünkü Rusya, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve İran, dünya doğalgaz rezervinin % 46’sına sahiptir. Katar’ın % 14’lük payı, iki açıdan önemlidir: Birincisi, Katar, bu ülkelere katıldığında, dünya doğalgaz rezervi içinde payları % 60’a varacak ve çok parçalı bir yapıdan kurtulacaktırlar. İkincisi ise, zaten dünya doğalgaz rezervlerinde, ilk üç ülke (Rusya, İran ve Katar) büyük paya sahip olmasından, siyasi bakımından az parçalı, ama oranları yüksek bu üç ülkenin birleşmesinden bir OGEC kurulabilir. Ancak, bunun önünde teknik ve siyasi engeller bulunmaktadır: Öncelikli teknik engel, dünya gaz üretimin %22’sini Rusya sağlarken; İran ve Katar, doğalgaz üretiminin sadece % 4,7’sini karşılayabilmektedir. Çünkü bu iki ülkenin altyapıya ihtiyaçları bulunmaktadır. Özellikle, Katar, bunun için büyük yatırımlar yapsa da, İran, altyapı yatırımlarını geciktirmektedir. Siyasi yönden, İran ile Rusya benzer bir düşünceye sahip olup, doğalgazı siyasi ve jeopolitik bir meta halinde kullanmak istiyorken; Katar, sadece bundan gelir sağlama düşüncesindedir. Katar’ın yönetiminde İngiliz ve Avrupalıların etkili olduğu da düşünüldüğünde, bu birlikteliğin şu an için zor olduğu söylenebilir. Sadece Rusya, İran ve Türkmenistan arasında kurulabilecek olan “Orta Asya Gaz İhraç Eden Ülkeler Birliği” Avrupa üzerinde farklı bir etkisi olmasa bile; 103 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK Asya’da, Çin ve Hindistan’ı etkileme ihtimali bulunmaktadır. ABD’nin, bütün bu gelişmelerden, doğalgaz ihtiyacındaki mevcut konumu nedeniyle etkilenmediği ve bu gelişmelerle de çok fazla ilgilenmediği de söylenebilinir. SONUÇ Dünya ülkeleri, enerji ihtiyacının büyük kısmı iki fosil(birincil) kaynaktan sağlamaktadırlar. Bu kaynaklar; petrol ve doğalgazdır. İki kaynağın, dünyada kıt olmasından dolayı, üretiminde ve rezerv kullanımında tekelleşme eğilimleri vardır. Özellikle, petrol ve türevleri, 20.yy.dan günümüze insan hayatında çok önemli bir yere sahiptir. İnsan ihtiyacında bu iki kaynak, zorunlu ve lüks olarak önemli yerini almışlardır. Doğal olarak, dünya üzerindeki rezerv dağılımı adil olmaması, hem ekonomik, hem de stratejik anlaşmazlıklara ve çatışmalara neden olmaktadır. Özellikle, petrolün üretiminde ve pazarlamasında bir tekel güç olarak OPEC bulunmakta; doğalgazda ise, rezerv açısından tekel yapı bulunsa da; üretim, pazarlama ve fiyat belirlemede tam bir tekel görünümü yoktur. Doğalgaz piyasasında, GECF yeni kurulmuş olup, OPEC’e benzer bir çalışma sistemine sahip olmasının önünde; siyasi, ekonomik ve piyasa zorlukları bulunmaktadır. Petrol ve doğalgaz kaynakları yönünden, uluslararası alandaki güç, artık bu enerjiye sahip olan ülkelerin elinde bulunmaktadır. Ancak, Ortadoğu ülkeleri, genelde uzun süre İngiltere’nin hâkimiyetinde bulunmaları ve devlet geleneklerinin zayıf olmasından dolayı, bu enerjilerde tam bir güce sahip değildirler. Arap Yarımadasındaki petrol ve doğalgaz üzerinde dolaylı ve dolaysız bir güç olarak, daha çok ABD bulunmaktadır. Bu güç uygulamasına en iyi örnek Irak’tır. Rusya ve İran ise, sahip oldukları enerjiyi, hem gelişmeleri için bir kaynak, hem de stratejik bir ürün olarak görmektedirler. Bölgedeki anlaşmazlıklar ve çıkar çatışmaları güç dengeleri açısından; ABD, Rusya ve İran arasında geçmektedir. Petrol ve son yıllarda doğalgazın elde edilmesi için, siyasi ve askeri baskılar karşılığında, bunlara sahip olan 104 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları ülkelerin de tekelleşme eğilimleri içerisine girerek kendilerine, ekonomik ve siyasi bir güç elde etme yollarını aradıkları belirtilebilir. Enerji kaynaklarının üretimindeki her tekelleşme eğilimi, dünya ekonomisine büyük maliyetler getirmektedir. Bu da, dünya siyasetinde birçok sorunun nedenini, stratejik çatışma ve anlaşmazlıkların da temelini oluşturmaktadır. KAYNAKÇA 1. BP, Review of World Energy, 2005. 2. BP, Review of World Energy 2006. 3. DPT, VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı, Madencilik Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Enerji Hammaddeleri Alt Komisyonu PetrolDoğalgaz Çalışma Grubu, Ankara: DPT Ya. No: 2606-ÖİK: 620, 2001. 4. Energy Information Administration, İnternational Energy Outlook 2006, EIA, Washington, June 2006. 5. Gold R. and White, G. L., Russia and Iran Discuss A Cartel For Natural Gas, The Wall Street Journal, 2 Şubat 2007. 6. Hadi H, The Gas Exporting Cuntries Forum:is it really a Gas OPEC in the Making?, Oxford Institute for energy studies, NG13, June 2006. 7. International Energy Agency, World Energy Outlook 2004,OECD, Paris, 2004. 8. International Energy Agency, World Energy Outlook 2005 MENA Insights, OECD, Newyork, 2006. 9. OPEC, Annual Statistic Bulletin 2005, Austria, 2006 . 10. Ronald S and Myers Ja, Market Structure in the New Gas Economy:Is Cartelization Possible?, Baker Institute, goepolitics of gas work paper series, Standfored, 2004. 11. Smith J. L., Inscrutable OPEC? Behaviroral Tests of the Cartel Hypothesis, Center for Energy and Enviromenral Policy Research, 03-005 WP, May 2003. 105 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK 12. Uslu, K. Avrupa Birliği’nde Enerji ve Politikalar, Marmara Üniversitesi, İ.İ.B.F Dergisi, Yıl 2004, Cilt XIX, Sayı 1, İstanbul, 2004. 13. Yergin, D. (çev: Kamuran Tuncay), Petrol Para Güç Çatışmasının Epik Öyküsü, İş Bankası Kültür yayınları Genel yayın: 332, 3.Baskı, İstanbul, Mayıs 2003. 15. Adams,J.B. Leadership role for Qatar, http://www.dnv.com/publications/classification_news/class_news_5_2004/Lea dershiproleforQatar.asp (Erişim: 15,03,2007) 16. Artem A, A New OPEC in the Pipeline? ,Wednesday, October 20, 2004; Page A27, http://www.washingtonpost.com/ac2/wpdyn/A465512004Oct19?language=pri nter (Erişim: 12.2.2007) 17. Barkeshli, We Need an Organization Like OPEC for Export of Gas, http://www.irvl.net/FIRAN2.HTM (Erişim:10.03.2007) 18. BBCa, Grafiklerle dünyanın enerji talebi, http://www.bbc.co.uk/turkish/indepth/story/2006/02/060215_energy_demand. html( Erişim Tarihi: 01.03.2007) 19. BPa, Report of Gas, Learn about İnvesting, http://www.bp.com/extendedsectiongenericarticle.do?categoryId=2010208& ontentId=2017295 (Erişim: 15.03.20 20. Crooks E, Qatar plans LNG first, Financial Times, http://www.ft.com/cms/s/5d95dcecd19411dbb921000b5df10621,_i_rssPage= 672feb4-504a-11da-bbd7-0000779e2340.html (Erişim: 15, 03, 2007) 21. Kupchinsky, World: 'Gas OPEC' Moves Closer To Becoming Reality, http://www.rferl.org/featuresarticle/2007/02/F1091B1833DA4DE5922FCA2 BA50D197.html ,(Erişim: 6.2.2007) 22. Laçiner, Arap-Türkiye-Avrupa Boru Hattı, http://www.turkishweekly.net/turkce/yorum.php?id=279 (Erişim :21.05.2006) 106 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107 Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları 23. OPECa, http://www.opec.org/aboutus/history/history.htm (Erişim: 04.03.2007) 24. OPECb, http://www.opec.org/library/FAQs/aboutOPEC/q1.htm (Erişim:05.03.2007) 25.OPECc,http://www.opec.org/home/PowerPoint/Reserves/OPEC%20share. htm (Erişim: 15.03.2007) 26.OPECd,http://www.opec.org/home/PowerPoint/Reserves/World%20crude %20oil%20reserves.htm (Erişim: 15.03.2007) 27.OPECe,http://www.opec.org/library/FAQs/PetrolIndustry/q7.htm (Erişim: 15. 03.2007) 28. OPECf, http://www.opec.org/home/basket.aspx (13,03,2007) 107 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 108- 152 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ VE AVRUPA BİRLİĞİ DEĞERLERİ Sait YILMAZ∗ ÖZET Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği pek çok açıdan iyi sorgulanmamış bir stratejik seçenek ve ülkemizin geleceğini bağladığı bir yol haritası olarak önümüzde durmaktadır. Böyle bir seçeneğin sadece ülkemiz adına getirip götürecekleri yanında, ülkemizin temel değerlerine, Cumhuriyetimizin kökenlerine, nihayet bu kökenlerin kaynağı olan Atatürkçü Düşünce Sistemi’ne uygunluğu da önemli bir inceleme alanını oluşturmaktadır. Bu makale, Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği değerleri arasında uyumlu ve sorunlu alanları tespit etme gayreti içerisinde, bu alandaki çalışmalara rehber olma amacı taşımaktadır. Anahtar Kelimeler: Küreselleşme. Atatürk, Avrupa Birliği, Modernleşme, Ulus Devlet, ABSTRACT Turkish candidacy to EU hasn’t been carefully considered a strategic option in many terms and a road map which nation’s future is tied. Such an option covers a research area in order to realize its compliance into not only basic pillars of the nation, but the roots of Republic and, by that way, Atatürk’s Thinking System, and benefits and harms for the nation as well. This article aims at being a guidance for the studies in exploring areas which are in harmony or which are problematic between Atatürk’s Thinking System and EU’s values. Key Words: Atatürk, European Union, Modernization, Nation State, Globalization. GİRİŞ 21’nci yüzyıl, başta ulaşım, internet ve mobil iletişim olmak üzere, modern teknolojinin getirdiği yenilikler, küreselleşme ve post-modern düşüncelerin ivme verdiği karşılıklı bağımlılık ve bireyselliğe atıf yapan parametreler kapsamında ulus-devletler yerine ulusüstü yapıları temel aktör olarak öne ∗ Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü ve Öğretim Üyesi, İstanbul. saityilmaz @beykent.edu.tr Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri çıkaran düşüncelerin yoğunlaştığı bir evre ile yoğrulmaya başlamıştır. Bu evreye tanıklık eden en geniş katılımlı ve kapsamlı ulusüstü oluşum ise, hiç şüphesiz Batı ve modern değerleri temsil eden Avrupa Birliği’nin teşkili düşüncesidir. Türkiye’de de özellikle post-modern düşünce kapsamında Avrupa Birliği düşüncesine doğrudan destek veren düşünür ve kurumlar, görüşlerini Atatürkçü çerçeveye oturtmak için, kısa yoldan Atatürk’ün gösterdiği çağdaşlaşma hedefine atıf yapmaktadır. Aynı çevreler Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ne sağlayacağı konusu gündeme geldiğinde ise, gene kolaycı bir biçimde Türkiye’nin uluslararası sistemde hak ettiği yeri alması için demokrasi ve insan hakları konusundaki beklentileri dile getirmektedirler. Bu görüşleri destekleyenler, bir yandan Türkiye’nin dışarıdan bir baskı olmaksızın kendi kendine AB’nin öngördüğü kriterleri yerine getirmeyeceği savını da ortaya koymaktadırlar. Bu makalenin amacı, Avrupa Birliği kuruluş esasları ile Atatürkçü düşünce sistemi arasında bilimsel temelde bir analiz ortaya koyarak, Avrupa Birliği idealinin ne kadar Atatürkçü düşünce sistemi ile iç içe girdiği konusunda elle tutulur sonuçlara ulaşmaktır. Böyle bir analiz için, Atatürkçü düşünce sistemi için temel rehber kabul edeceğimiz Atatürk ilkelerini mezcedecek şekilde; Atatürk’ün düşünce yapısının temelinde yer alan esaslar, Avrupa Birliği’ni temsil eden fikirlerle kıyaslanacaktır. Bu kapsamda Atatürk’ün çağdaşlaşma (modernleşme), devlet ve devlet yönetimi anlayışı, milli egemenlik, tam bağımsızlık, millet ve milliyetçilik gibi olgulara atfettiği anlamlar, Avrupa Birliği’nin temsil ettiği görüşler ile bağlantı kurularak ele alınacaktır. 109 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ 1. Atatürk’ün Çağdaşlaşma (Modernleşme) anlayışı ve Avrupa Birliği konsepti; a. Modernleşme, Modernizm ve Türkiye Cumhuriyeti’ne etkileri: Modernleşme1, Avrupa'da yaklaşık olarak 15’ nci yüzyıl sonlarında Rönesans ile başlamıştır. Rönesans ile birlikte, insan, ilk kez kendisine, doğaya, hayata dışarıdan bakmaya başlamıştır. Bu hali ile modernleşme, devamlılığı olan, insanların Aydınlanma Dönemine doğru attığı ilk adım, çoğul dilin başlangıcı bir süreç olarak kabul edilir. Batılı bilim adamlarınca, modern çağın 18’ nci yüzyılın ortalarında Aydınlanma Dönemi ile başladığı kabul edilmektedir. Modernlik tasarısı, 18’ nci yüzyılda yaşayan aydınlanma filozoflarının nesnel bir bilim, evrensel bir ahlak, evrensel bir yasa, özerk bir sanat geliştirme amacı güden çalışmalarıyla biçimlendirilmiştir. Modernizm ise, endüstri devriminden sonra başlayan bir dönemdir. Modernizm, aklı mutlaklaştırmış, bireyi merkeze koymuş, dünyanın aklın koyduğu kurallar ile daha iyi bir şekilde yönetileceğine inanmıştır. Özet olarak modernizm; bilim, teknik ve endüstrinin gelişmesi, zevkin sade ve işlevsele yönelmesi sebebiyle artık tarihten referans almayı bırakan ve tamamen özgün yaratıma dayanan "modern düşünce"nin akımlaştırılmış ve çeşitli kurallara bağlanmış halidir. Öte yandan modernizm, teolojik düşünceden sıyrılmayı ifade etmektedir. Bu yönüyle modernizme göre; din’in (kutsal kitabın) söyledikleri o çağda kalmıştır, tamamen gerçeği yansıtmamakta veya bugünkü çağa uydurulmak zorundadır. Modernizm ile dinin iktidarı yer değiştirir, geleneksel dönemin 'günahları’nın yerini, bugünün 'kanunları' alır. Bugün içinde bulunduğumuz toplumsal ve siyasal ilişkiler, büyük ölçüde siyasal modernitenin ürünüdür (Şen, 2004: 170-172). 1 Modernleşme Türkiye´de daha çok “Çağdaşlaşma” anlamıyla kullanılmaktadır. Çağın teknolojisi ve kültürüyle uyumlu hale gelmeyi dile getirmektedir. 110 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri Modernizm; aklın, aydınlanmanın, modern bilimin ve Batı’nın bir ürünüdür. Modern; bilimsel, sanayileşmiş ve güçlü; öte yandan da insani, katılımcı ve demokratik anlamına gelmektedir (Bostanoğlu, 1990: 120). Avrupa, ''modern'' kültürü temsil etmektedir. Bu kültür; akılla, hukukla kurduğu fizik, kimya, şehir, belediye, sanat, demokrasi haklarını ifade etmektedir. Atatürkçü düşünce sistemi de, -modernleşme mantığı ile paralel bir şekilde “akılcı”dır ve “bilim”e dayanır. Çağdaş uygarlığın başlıca özellikleri, akla ve bilime dayalı olmak, insan kişiliğine ve insan haklarına değer vermek, düşünce hürriyetini ve hukuk devletini gerçekleştirmektir. Atatürk, Batı uygarlığını bilimsel olmak koşuluyla kabul etmiştir (Tüfekçi, 1981: 78). Çünkü gerek yönetim, gerekse toplum, sorunlarına, bilim verilerine göre çözüm yolu aramıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bir devlet adamı ve evrensel değerde bir yol gösterici olarak, Atatürk’ün bütün yaptıklarında, bütün yazı, söylev ve demeçlerinde, akılcı bir tutum sergilediğini görürüz. Atatürk, “akıl, mantık, bilim ve fen, uygarlık” gibi sözcükleri çoğu zaman yan yana kullanmıştır. Nitekim Atatürk’ün şu sözleri onun çağdaşlaşmaya bakışı ile ilgili iyi bir örnektir; “Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alakasız yaşayamayız. Aksine, yükselmiş, ilerlemiş, medeni (çağdaş) bir millet olarak medeniyet (çağdaşlaşma) düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fenle olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. (Gnkur.Bşk.lığı, 1982: 11) ” b. Atatürk ve Batılılaşma: Türk İnkılâp Tarihi ve Atatürkçü düşünce sistemi ile ilgili kaynakların pek çoğu, çağdaşlaşma ile eş anlamlı olarak “Batılılaşma” kavramına da yer vermişlerdir. Çünkü Batı uygarlığı hayat tarzını kendisine hedef tutan Türk devrimi için, Batılılaşma ayrı ve özel bir değer taşımaktadır. Ancak Batı uygarlığı, bir coğrafya veya devletler grubuna ait değil küresel olarak tüm 111 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ insanlığa ve kültüre şekil veren prensipler ve hayat görüşü olarak algılanmıştır (İnalcık, 1995: 173). Batı uygarlığı ve Batılılaşmak ile anlaşılan rasyonel düşünce, ilim ve felsefe ile üstün bir evreye ulaşmış müşterek bir çağdaşlaşmaya yönelmek, üniversal dünya medeniyetine katılmak, modernleşmektir (Eroğlu, 1981: 124). Atatürk için “çağdaş uygarlık”, binlerce yıl süren gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojinin katkısı ile ortaya çıkan ve bütün insanlığın eseri ve malı olan uygarlıktır (Mumcu vd., 1997: 107). Atatürk’e göre, çağdaş uygarlık, hiçbir ülkenin veya ülkeler topluluğunun malı olarak görülemez; bu uygarlık hiçbir ülkenin veya ülkeler topluluğunun, hiçbir coğrafyanın tekelinde değildir (Mumcu vd., : 1997: 104). Atatürk’e göre, uygarlığı, şu veya bu devletlerle veya bir coğrafi bölge ile görmek yanlıştır. İnsan aklının eseri olan uygarlık, bütün insanlığın malıdır. Atatürk’ün şu sözleri bu anlayışı tamamlamaktadır: “Memleketler çeşitlidir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin gelişmesi için bu tek medeniyete katılması lazımdır (Dumoulin, 2000: 87).” Türk devriminin esas amacı, çağdaş bir devlet kurmak için, çağdaş dünyada ki modern kurumlar örnek alınarak, modern devletin kurulması idi. Modern Türk devletinin kurulduğu yıllardaki coğrafya dikkate alındığında, çağdaş, hür ve bağımsız yaşamak için, Batı uygarlığını örnek almak bir zorunluluktu. Bununla beraber, Batılılaşma taklitçi bakış açısı ile değil belirli prensiplere dayalı olarak gelişmiştir. Batılılaşma ile izlenen strateji; aynısını yapmak değil, Türkiye’nin gerçeklerine uygun bir sentez dahilinde, nasıl yaptıklarını almak olmuştur. Nitekim laik devlet yapısı ve hukuk sisteminin oluşturulması, medreselerin ve şer’i mahkemelerin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, harf devrimi, takvimin kabulü, Batılı giyiniş tarzı gibi devrimler, aynısını almak yerine, bir sentez sonucu ortaya çıkmış modernleşme hareketleridir. 112 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri Modernleşme süreci, Osmanlılar döneminde başlamış; ancak Atatürk ile birlikte modernleşme kültürel bir boyut da kazanmıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, çağdaşlaşma yolunda sosyal bir düzen olarak, Batı medeniyetini örnek almış ve bu yönde bir kültürel değişimi başlatmıştır. Bu değişim, modernleşme, yani daha ileri kabul edilen bir sosyal düzen tipine geçiş olarak kabul edilmiştir (İnalcık, 1995: 169). Bir kültür olarak, Batı kültürünü tamamen benimsemek veya taklit etmek mümkün değildir. Bunun yerine, Batı uygarlığının ana unsurlarının (bilim, teknik, hukuk, özgürlükler) bir sentez dahilinde Cumhuriyetin ve Türk insanın temel karakterlerine uyumu esas alınmıştır. Batı uygarlığı ile karşılaşıldığında, Türk milletinin milli hasletlerini; dinini, ahlaki, sosyal vasıflarını kaybetme tehlikesi yoktur. Diğer yandan, Atatürk devrimlerinin Batılı olmayan topluluklara izleyecekleri yolu göstermek gibi insanlığın evriminde yeni ve çok önemli bir safha açtığını da vurgulamak gerekir. c. Atatürk’ün Çağdaşlaşma Anlayışı ve Avrupa Birliği değerleri: Atatürk’ün çağdaşlaşma hedefine atıf yaparken, Avrupa Birliği ülküsü ile bağlantı kurmamız gereken kavramsal çatıyı, “Demokrasi” ve “Avrupalılaşma (Europeanisation)” konseptleri oluşturmaktadır. Bu iki konsept, AB için birbirini tamamlayan kategoriler olarak görülmektedir. Avrupalılaşma, demokrasiyi de kapsamakla birlikte, daha geniş bir konsepttir. Avrupalılaşma, modernizmin Avrupa ayağı olarak, modern Avrupa normları ve değerlerinin aşağıdaki üç dinamiğin etkileşimi içerisinde bir araya getirilmesi süreci olarak görülmektedir; - Demokrasi ve insan hakları için AB tarafından gerekli görülen normların yasal olarak geliştirilmesi, - Artan entegrasyonun sonucu olarak girişimci ve bireylerin gerçek çıkarlarının adapte edilmesi, - Sosyal seviyede sübjektif değerlerin ve kimliklerin adapte edilmesi. 113 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ Bir bütün olarak düşünüldüğünde, ne demokrasi anlayışının ne de Avrupa değerlerinin Atatürkçü düşünce sistemi ile ülkemiz genel karakterine uygunluğu bakımından bir sorun teşkil etmediği açıktır. Ancak “demokrasi” gibi “Avrupalı değerler” de, ucu açık kavramlardır ve her ülkenin kendi şartlarına ve millet olma özelliklerine göre farklı tonlar taşımaktadır. Bununla beraber, demokrasi ve Avrupalı değerler adı altında, ulusal bünyeye ve Türk milletinin özel karakterine uygun olmayan elbiseleri aynen giymemiz veya taklit etmemiz de mümkün değildir. Nitekim Avrupalılaşma konseptinin üye ülkeler tarafından algılanışının farklılıklar arzettiği görülmektedir. Avrupalılaşma, Ukrayna için iyi bir model olarak görülürken, Tunus ve Fas gibi Arap ve Akdeniz ülkeleri için Avrupa-Akdeniz kimliği geliştirilmesi, alternatif bir model olarak görülmektedir. Bu konuda dikkat çekici bir yaklaşım; içinde bulunduğumuz çağda, Batı ile yaşanan rekabeti veya diğer yönü ile modernleşme dayatmasını uygarlıklar savaşı olarak gören anlayıştır. Suat İlhan’a göre (Eslen, 2005: vii-viii); “Çağdaşlaşmak; çağın tutumuna, anlayışına, gereklerine uymak, en iyiyi seçip almaktır. Çağdaşlaşmada bir topluma ve bir kültüre bağımlılık yoktur. Avrupalılaşmak; Avrupalıların düşünce, davranış ve yaşamlarını benimsemektir. Bu durum Atatürkçülükle bağdaşmaz, ancak AB üyeliğinin amacıdır.” Türkiye’nin AB’ne tam üyeliği, Atatürk’ün kendisine gösterdiği çağdaşlaşma yolunda önemli bir aşamadır. Ancak Türkiye, AB üyeliği yolunda, ülke bütünlüğü başta olmak üzere, ulusal güvenliği ile ilgili önemli riskler taşıyan muhtemel hastalıkları demokrasi kriteri görüntüsü altında bünyesine almamak için dikkatli olmalı, bağışıklık kazanacak bir güvenlik olgunluğuna ulaşmış olmalıdır. Yabancı değerlere ve ağlara sorgulamaksızın entegre olmuş, yeni açılımlar yaratmamış bir ülkenin ya da yönetimin, alternatifler politikalar üretemeyeceği, önemli çelişkiler içerisinde kalacağı ve dış aktörlerin yönlendirmeleri doğrultusunda hareket edeceği açıktır. 114 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri 2. Atatürk’te Devlet Anlayışının Dayandığı Temel Esaslar ve Avrupa Birliği; Atatürk’ün devlet olma ve devlet yönetme anlayışının dayandığı temel esasların Avrupa Birliği ideali ile ne kadar uyumlu olduğu konusundaki bir analiz; 21’ nci yüzyılda ulus-devlet olma anlayışı; özellikle küreselleşme ve post-modern düşünce kapsamında etkileşimleri, milli bağımsızlık ve egemenlik kavramlarının geçirmekte olduğu dalgalanmalar dikkate alınarak incelenmelidir. a. Ulus-Devlet Kavramının Değişimi; Devlet: bir insan topluluğunu belli sınırları olan bir ülkede, belli yasalara göre yöneten ve kendisine özgü yapısı olan siyasal örgüttür. Kendi iç ve dış işlerinde egemen ve bağımsızdır. Devletler, uluslararası anlaşmaların güvence altına aldığı sınırlar içinde, “bağımsız ve siyasal bir bütün” olarak kabul edilir. Egemenlik, ise, bir devletin ülke toprakları üzerinde yürütme yetkisini kullanma hakkıdır. Bununla beraber, 20’ nci yüzyılın son çeyreğinden itibaren hızla gelişen teknoloji ve küresel ekonomi, insanlığın gerçek sınırlarını yeniden tanımlayarak, ulus-devletlerin sınırlarının anlamını ortadan kaldırmaktadır. Özellikle ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, ulus-devletin meşruluğunun ve egemenliğinin önemli bir dayanağı olan “sınır“ kavramını değiştirmektedir. Küreselleşmenin etkileri karşısında silahlı kuvvetler, gümrük duvarları ve hatta ulusal istihbarat servisleri, sınırları korumakta etkisiz hale gelmektedir. Ulusal sınırların diğer geleneksel olarak diğer ulusları ötekileştiren veya yabancı yapan, düşmanlardan koruyan işlevi ortadan kalkmaktadır. Ulus-devletin egemen gücü aşınırken, global sermaye merkezlerinin global ölçekli pazarı, yeni alanlar kazanmaktadır. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler (özellikle bilgisayar teknolojisi, internet kullanımı ve mobil haberleşmenin dünya ölçeğinde yaygınlaşması), 115 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ devletin bilgide ve iletişimde tekelini ortadan kaldırmaktadır. Bu durum, homojen olarak kurgulanan ve benimsenen, farklı toplumların birbirleriyle iletişime ve etkileşime girmesini kolaylaştıracak heterojenliğin ve farklılığın bilincine varılmasına neden olmaktadır. Bu da, homojenliğe ve dolayısıyla ulus-devlet ve onun egemenliğine zarar verirken, diğer yandan, sınır kavramının biçim ve içeriğinde önemli bir farklılaşmaya neden olmaktadır. Ulus-devletler, belirlenmiş bir sınır üzerinden hareketle egemenlik ve meşruluk iddiasındadırlar. Devletlerin egemenlik alanları daha da daralacaktır. “İç işleri” kavramının dokunulmazlığı, yavaş yavaş ortadan kalkmakta ve “yaptırıma dayanan hümaniterlik” ön plana çıkmaktadır. Mikro-devletlerin sayısının artması nedeni ile, gelecekte devletlerin nasıl bir politika izleyeceği, hem uluslararası ortamın niteliği hem de iç sorunlar dolayısıyla net olmayacaktır. Bu durumdan etkilenen bazı büyük devletler bile siyasi istikrarsızlık içine girebilecek, bazıları ise bu sorunlar sayesinde denetim güçlerini artıracaklardır. Ulus-devletin gerileyişinin bir temel faktörü de, onun egemenliğini sınırlayan veya yerini alan yeni aktörlerin ortaya çıkışıdır. Dünya, bir ulusdevletler topluluğundan ulusları içeriden ve dışarıdan saran aktörlerin yer aldığı ağlar topluluğuna doğru gitmektedir (Naisbitt, 1997: 31). Geleneksel devlet merkezli dünyanın devletleri yanına; uluslar ötesi ve devlet dışı aktörler (NGOs, şirketler ve küresel sivil toplum) ve küresel yönetim yapıları (BM, IMF, Dünya Bankası) eklenmiştir. Bunların küreselleşmeyi kontrol etme ve yönetmedeki rolleri, ulus-devletleri, değişen küresel normlara uymayı sağlayan ince ayarlar yapmaya ve yeni yönetim rolleri üstlenmeye zorlamaktadır (Aydınlı,2003: 45). b. Küreselleşme ve Ulus-Devlet; Küreselleşme tartışmaları konusunda bir uzlaşıya içerisinde, farklı yaklaşımlar, varamamıştır. Küreselleşme 116 ulus-devlet sürecine olumlu Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri yaklaşanlar, ulus-devletin aşınma sürecini önemli ve ilerici gelişme olarak değerlendirmektedir. Çünkü bu aşınma ve aşılma, global ölçekte zenginliğin, refahın, insan hakları ve demokrasinin gelişmesine neden olacaktır (Bozkurt, 2000: 19). Hatta daha ileri gidilirse bu süreç hızlı ve etkili bir şekilde gerçekleştirilerek, ulus-devletler için temel hedef olarak sunulmakta ve bu sürece uyum “çağdaşlık (modernite)” göstergesi olarak kabul edilip, diğerleri “çağdışı” olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım, daha çok ulus-devletin baskıcı, totaliter ve homojenleştirici yapısına atıfta bulunmaktadır. Siyasal küreselleşme, eskiden uluslararası sistemin temel aktörü olan ulusdevletin üstünlüğünü sarsmış ve ulus-devleti, yetkilerini başkalarıyla paylaşmaya mecbur bırakmıştır. Ulus-devlet, küreselleşme ile, yetki ve otoritesini, uluslararası ve uluslar-üstü kuruluşlara devretmeye başlamıştır. Bu süreçte uluslararası ilişkilerin artmasına paralel olarak ortaya çıkan sorunlar, daha çok uluslararası platformda ele alınmaya başlamış ve bunların çözümü, uluslararası işbirliğini zorunlu hale getirmiştir (Yıldızoğlu, 1996: 165). Bir başka ifadeyle, uluslararası siyasal ve ekonomik aktörler, devlet egemenliğine ortak olmuş; ülkeler, ulusal ve uluslararası politika uygulamalarında, dış dünyayı dikkate almak durumunda kalmıştır. Gene olumlu yaklaşımlara göre küreselleşme, mevcut kaynakların ve refahın küresel ölçekte paylaşımına ve yeniden dağıtımına imkan tanıyacaktır. Böylece, gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkeler gelişme yolunda önemli bir adım atacaktır. Küreselleşme, ulus-devleti ortadan kaldırmamış, tam aksine bazı yetkilerini ulus üstü güçlere transfer ederken, ona da yeni güç vasıtaları sağlamıştır (Drezner, 2004: 279). Eğer ulus-devlet kendi iç ayarlamalarını küreselleşmeye adapte edebilirse, uluslararası gücü de artacaktır. Ancak, ileri teknolojiyi transfer etmeden, büyük pazarlara katkısını arttırmadan, zayıf ülkelerin güç denkleminde fazla bir rol oynaması mümkün değildir. 117 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ Ulus-devlet açısından küreselleşme sürecine olumsuz yaklaşanlar ise, küreselleşmenin itici güçleri ile ulus-devleti aşındıran nedenlerin aynı olduğunu, yani küreselleşme sürecinin genişlemesi ve gelişmesi ile ulusdevletin etkinliği arasında ters orantı olduğunu söylemektedirler. Ulus-devletin egemenlik alanı ve özellikle ekonomik alandaki işlevleri ne kadar sınırlandırılırsa, küreselleşme sürecinin genişlemesi ve gelişmesi, o derece hızlı olacaktır. Zayıf devletler, egemenlik paylaşımı veya bağımsız politika seçimi gibi konularda daha hassas konumdadır (Baylis vd., 2005: 340). Uluslararası ve ulus üstü yapıların gelişmesi, ulusal egemenliğin kaybına yol açmakta, ulusal çıkarları sağlamaya yönelik güç politikalarının uygulanmasını güçleştirmektedir. denetimini Küresel ve ekonomik hükümetlerin bütünleşme, etkinliğini ekonominin sınırlamakta, ulusal devleti güçsüzleştirmektedir. McGrew, küreselleşmenin sonucu olarak ulus-devletin otoritesini, özelliklerini, doğasını ve yeterliliğini tehlikeye atan dört özgül tehdit tanımlamaktadır (Hall vd., 1992: 87-92): (1) Ulus devlet kendi yurttaşlarının kaderini giderek daha az belirleyebilir olmuştur; (2) Ulus-devletler, devletlerarası politikaları belirleyebilmek için uluslararası formlar etrafında konumlanmaya başlamıştır; (3) Küreselleşme, devlet yöneticilerinin siyasi seçeneklerini keskin biçimde kısıtlamıştır. Ekonominin kontrolünden çıkması ile, ulus-devletler, politika üreten olmaktan çıkıp, giderek daha çok hazır politikaları uygular hale gelmiştir; (4) Küreselleşmenin ulus devletin yeterliliğini ve özerkliğinin temellerini aşındırması hükümetin etkinliğini zayıflatmış, dolayısıyla devletin meşruiyetinin ve otoritesinin temellerinin aşınmasına neden olmuştur. 118 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri c. Post-Modernizm ve Ulus-Devlet; Post-modernizm2, 1980’lerin ortasından başlayarak, son 25 yılda sosyal bilimlerde etkili bir teorik gelişmeye yol açtı. Post-modernizm ile ilgili en önemli zorluk, tanımlanması ile ilgilidir3. Postmodernizmin, modernitenin günün şartları doğrultusunda yenilenmesi mi olduğu, yoksa moderniteden bir kopuşu mu ifade ettiği belirsizdir (Şen, 2004: 172). Post-modern düşüncenin üç temel temasını; iktidar (güç)-bilgi ilişkisi, kimlik (identity)’in kazanılmış doğası ve çeşitli metinsel stratejiler oluşturmaktadır. Post-modernistlere göre, modernizmde “nasıl” sorgusunun altında; belirsizlikten duyulan korku, egemen kurumlar olmaksızın anlamın ve gerçeğin ölçütü kalmayacağı kaygısı, modern bilimle egemen kurgular arasındaki ilişkinin bir uzantısı yatmaktadır. Post-modernistlerin uluslararası ilişkilerdeki hedef kavramlarından biri, modern egemen devlettir. Post-modern düşünce, devlet-merkezci modeli sorgulayarak, toplumu birçok güç ağının kesişmesi olarak görür (Keyman, 2000: 101). Sivil toplum yapısı içerisinde, devlet, bağımlı değişken olarak görülür. Post-modernistler, devletin problematik dışı rasyonel bir varlık değil, düzene girmeyecek bir şeyin üzerine, yoğun örgütlenme ile disiplin uygulayarak düzen oturtmaya çalışan keyfi bir ilişki olduğunu iddia etmektedir. Sonuç olarak, post-modernler için, egemenlik, yani devlet, bir 2 Post-modernizm, modernizmin ulaştığı sonuçlardan birisidir. Batıda 1960'lı yıllardan beri tartışılmakta olan post-modernizm kavramı ilk kez New York'ta modernizme bir tepki olarak ortaya çıktı. Kısaca post-modernizm, modernliğin başarısızlıkların üzerine kurulan eleştirilerden temel almaktadır. 3 Post-modernizm ile ilgili literatür taramasından söylemle ilgili şu ortak özellikler tespit edilebilir; (1) Evrensel ve kurucu aklın reddi, (2) Öznenin merkezden çıkarılması, (3) Bütünleştirici üstanlatılara karşı şüphe ve bilgi, iktidar, çıkar bağıntısının doğrulanması, (4) Modernite ve Aydınlanma mirasının eleştirisi, (5) Söylemsel kurgular ve çatışma alanları olarak tarih ve kültürün vurgulanması, (6) Farklılığa, dışlamalara, anomalilere karşı duyarlılık, (7) Yerleşik disiplinler ve entelektüel sınırların sorgulanması, (8) Yüksek sanat ve popüler sanat arasındaki (modernist) ayırımın reddi, (9) Küreselleşmenin öneminin ve sermayenin uluslararasılaştırılması ile uluslararası güç üzerindeki etkisinin vurgulanması, (10) Toplumsal ilişkilerin uzamı ve uzamsal oluşumunun özellikle vurgulanması. 119 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ çözüm olmaktan uzaktır (Cochran, 1995: 240). Çağımızda devlet egemenliği zayıflamakta, günümüz dünyasının çok yönlü bütünleştirici ve ayrıştırıcı kuvvetleri karşısında, düzen sağlayıcı işlevini yitirmektedir. Post-modern anlayışta, ulus-devlet, artık, kendi otoritesiyle, belirli bir toprak parçası üzerinde, tüm boyutlarıyla siyasi sonuçlar yaratmaya muktedir, “yöneten” bir güç olarak değil, yönetişim biçimlerinin önerildiği, meşrulaştırıldığı ve kontrol edildiği bir konumda görülmektedir (Hirst vd., 2000: 225). Post-modern devlet, yasal bir hak olarak egemenliğini yeniden tanımlamaya ve iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul etmeye hazırdır; postmodern toplumun birinci derecedeki örneği, Avrupa Birliği’dir (Cooper, 2005: 179). Post-moderncilere göre, Avrupalılar, artık post-modern bir kıtada yaşayan post-modern devletler bütünüdür. Türkiye’nin gireceği Avrupa Birliği, büyük ihtimalle geçmişin “Wesfalen tipi” ulus-devletini, kıta düzeyinde bir süper devlete dönüştüren bir yapı değil, “postmodern” Avrupa olacaktır (Derviş vd., 2004: 15-16). Post-modern dünyada geleneksel anlamda güvenlik tehditleri yoktur; çünkü üyeler birbirlerini işgal etmeyi düşünmezler. AB içinde tartışılan, çıkarlar, öncelikle politik tercih ve sorumlulukların paylaşımı meseleleridir. Postmodern devlet daha çoğulcu, daha karmaşık, bürokratik modern öncesinin aksine, hiç kaotik olmayan bir devlettir. Yeni güvenlik sorunları, devlet güvenliğinden daha öncelikli hale gelmiştir. Bu anlayış içinde, insan güvenliği, devlet güvenliğinden daha önemlidir ve daha belirleyici ve kapsayıcıdır. Küreselleşme yüzünden, hiçbir şey sadece ulusal veya yerel görülemez. “Ulus devlet” veya “ulusal güvenlik” gibi kavramlara modası geçmiş muamelesi yapılır (Aydınlı, 2003: 49). Bununla beraber, eleştirmenlerine göre; Postmodernizm, politik bir perspektiftir; ama bir projesi, yandaşı olduğu bir politika da yoktur. Teorisi, ne ve kimler için var olduğunun yanıtını verememektedir. 120 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri Post-modern düzende ulusal egemenlik kavramı, dar ve geniş anlamda olmak üzere, iki şekilde ele alınmaktadır. Dar anlamda ulusal egemenlik kavramı, var olan ulus devletlerin kendi hukuk ve sosyal sistemlerini sürdürüyor olmalarıdır. Dar anlamı ile ulusal egemenlik kavramı, şekil olarak, ulusal sınırları esas almakla beraber, yasaların yapımında ulusal sınırlar içindeki hâkim gücün siyasal erk üzerinde etkisi söz konusudur. Geniş anlamda ulusal egemenlik ise, iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul eden, egemenliğin ulus dışı yapılarla paylaşılmasını öngören anlayıştır. Post-modern düzen, otoriter ve ulusalcı yaklaşımları reddeden, buna karşılık bireyci ve tüm insanların mümkün olduğu kadar bir arada refahını ve gelişimini öngören bir ideal dünya düzeni öngörmektedir. Ancak bunun ne AB içinde başat rolüne soyunan ülkeleri, ne de başta ABD olmak üzere dünyanın geri kalanındaki ülkeleri kendi ulusal çıkarlarının peşinde koşmaktan ve kendi uluslarının önceliklerini gözetmekten ve bu kapsamda gerekirse güç kullanmaktan alıkoymayacağı aşikardır. Sistemin temeli; küçük devletlerin bir arada tutulması ve yönlendirilmesi için sözde post-modern birer kavram gibi sunulan karşılıklı bağımlılık ve paylaşım anlayışı içerisinde ülkelerin içyapılarının geçirgen hale getirilmesi, diğer yandan bu ülkelerin dış politikaları ulusaşan organizasyonlar vasıtası ile ipoteğe alınarak ağın tamamlanması oluşturmaktadır. Açık Toplum mimarı George Soros’un ulus-devlet ile ilgili yargıları da, geleceğin egemenlik tartışmaları hakkında bize önemli ipuçları verecek niteliktedir (Soros, 2004: 271); “Egemen devletler, ulusal çıkarlarına göre hareket ederler. Devletlerin çıkarlarının kendi vatandaşlarının çıkarlarıyla uyuşması gerekmez ve devletler, aynı zamanda diğer devletlerin vatandaşlarıyla ilgili değillerdir… Devletlerin sınırları içindeki olaylar, uluslararası denetimden büyük ölçüde muaftır. Devletlerin, güçlerini, kendi vatandaşlarına karşı diğer devletlere olduğundan daha kötü kullanmaları daha muhtemeldir; çünkü daha az sınırlamaya bağlıdırlar. Baskıcı rejimde 121 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ yaşayan insanlar için, dış yardım (müdahale) çoğunlukla tek cankurtaran halatıdır.” Soros’a göre küresel bir açık toplumun yaratılması, uluslararası ilişkilerde bazı dış müdahale gereksinimlerini kaçınılmaz kılmaktadır. Sonuç olarak, ulus-devlete duyulan gereksinime karşın, küreselleşme ile birlikte yaşanan değişim, post-modern görüşlerle birlikte ulus-devleti hedef almakta ve onun amacını, niteliğini, kapsamını, sınırlarını yeniden belirlemektedir. Ulus-devlet, ulusal ekonomi üzerindeki müdahalesini en üst düzeye çıkarmak, denetimi dışındaki gelişmeleri yakından izleyerek, etkilerinden korumak için önlemler almak zorunda kalacaktır. Bununla beraber, dünya, hâlâ siyasi açıdan sınırları belirli ulus-devletlere bölünmüştür (Şen: 2004: 211). 21’ nci yüzyıl, kendinden önceki dönemde de olduğu gibi, uluslararası arenada ulus-devletlerin değişmez aktör olarak kalacakları bir süreci içinde barındırmaya devam edecektir. Richard Perle’ün şu sözleri 21’ nci yüzyılda ulusal egemenlik konusunda ABD’nin gerçek görüşünü özetlemektedir; “Ulusal egemenlik bir hak olduğu gibi, aynı zamanda da bir yükümlülüktür. Bir hükümetin rollerini üstlenemeyen bir hükümet, hükümet olma haklarından mahrum kalır. ABD, kuruluşundan bu yana, bu ilke çerçevesinde hareket etmiştir (Perle vd., 2004: 126)”. d. Avrupa Birliği ve Ulus-Devlet: (1) Avrupa Birliği ve Ulusal Çıkarların Korunması: AB içerisinde ulusal iradenin ve çıkarların korunması, ancak bazı ekonomik, sosyal ve politik egemenlik unsurlarının elde bulundurulmasına bağlıdır. Bunun için özellikle ekonomik vasıtalara dayanan uygun bir strateji gereklidir. Halbuki AB’nin yeni üyeleri, katılım sürecinde iken, farklı stratejiler izlemiş olsalar da çoğu ekonominin tamamını liberal hale getirirken şok terapiler uygulamışlar ve en iyi ekonomik birimlerini (blue chips) ve hatta doğal kaynaklarını AB’nin hâkim ülkelerine ve daha az oranda ABD’ye satmak zorunda kalmışlardır (Stiblar, 2005: 4). Reformcu, liberal veya değişimci 122 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri olmasına bakılmaksızın, yeni üyelerin yöneticileri, ekonomik vasıtalarını ellerinde tutamamışlar ve yeni üye ülkeler büyüyen AB’nin alt tabakasına doğru yol almışlardır. AB yeni üyelerinin ulusal çıkarı, bugün için, merkezde bulunan eskiler ile aynı standartlara kavuşmak ve merkez kuşağa yaklaşmaktır. Mikro düzeyde, vatandaşları iş, okul, spor alanları vb. bireysel ihtiyaç ve istekler konusunda tatmin edilmeli, bunu sadece kendi ülkesinde değil, diğer ülkeleri gezerek de yaşamalıdır. Makro düzeyde ise, her ülke, kendi stratejik önceliklerine karar verecek ve bu stratejiyi destekleyecek uygun vasıtaları elinde bulundurarak, bir ölçüde ekonomik ve sosyal egemenliğe (bağımsız, otonom, entegre) sahip olmalıdır. Bunu yapmanın yolu ise, vatandaşlarının çıkarlarını belirlerken, AB yapısı içerisinde, yeni gelenler için de mümkün olan en eşit pozisyonu sağlamaktır (Stiblar, 2005: 12). Kısaca, her ülkenin kendi ekonomik ve sosyal gelişimini sağlayacak bir strateji ve bu stratejiyi uygulamaya yarayacak vasıtalara ihtiyacı vardır. Bununla beraber, makro vasıtaların çoğu Brüksel ve Frankfurt’ta, mikro vasıtalar ise ülkelerin kendi içinde tutabildiği vasıtalardır. Bütün ülkelerin Londra, Berlin, Viyana veya Roma gibi merkezleri olmamakla beraber, pek çok mikro ulusal çıkar için, bu merkezlere yakın olmak zorundadırlar. Aynı durum, ülke içi ve ülkeler arası çıkraların söz konusu olduğu makro ulusal çıkarlar için de söz konusudur. AB’nin yapısal fonları sınırlı olması ve verilmesindeki özel koşullar nedeni ile, ülkelerin gelişimini sağlamak için yeterli bir vasıta değildir. Fonların verilmesinde alıcı ülkenin çıkarları değil Brüksel’in planlaması esastır. Sonuç olarak, Avrupa Birliği’ni politika, ekonomi ve güvenlik konularında bir blok olarak görmek mümkün değildir. Burada ayrışımı sağlayan, tek tek ulusların çıkarlarıdır. Haziran 2005’de İngiltere ve Fransa arasında yaşanan bütçe kavgasının temeli, ulusal çıkarları koruma düşüncesinden başka bir şey değildi (Öymen, 2005: 219-220). Aynı şey, genişleme politikaları için de 123 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ geçerlidir. Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanların ve bunu ulusal referandum konusu yapan ülkelerin temel öngörüsü, ulusal endişeler ve gelecekte kendi ulusal çıkarlarının etkilenme olasılığıdır. Gelecekte de, ülkelerin çıkarları, AB politikalarının tespitinde ağır basacaktır. Türkiye’nin bütün bu denklemler içerisinde kendi ulusal çıkarlarını gözeten bir perspektif yakalaması ise, donanımlı ve güçlü bir devlet adamlığı, yetişmiş kadro ve entelektüel bir alt yapı gerektirmektedir. (2) AB İçerisinde Ulusal Egemenlik ve Ulusal Bağımsızlık: Öngörülen anayasası ile Avrupa Birliği, “devlet”i andıran niteliklere sahip olmakla birlikte, bu yapının Avrupa Birleşik Devletleri gibi yeni bir federal yapı mı ortaya çıkaracağı ya da AB içinde ulus-devletlerin ağırlığının ne oranda devam edeceği henüz belirginleşmemiştir. AB üyesi her devlet, ülkesi için mutlak egemenlik anlayışında değişiklik yapmak zorundadır. Uluslararası sorunlara bulunacak siyasal ve hukuksal çözümler, her aşamada, devletlerarası işbirliğini zorunlu kılmaktadır. Bu işbirliği anlayışı, devletlerin egemenliklerine sıkı sıkıya bağlı kalmaları halinde başarısızlığa uğrayacaktır. Bu yüzden devletler, egemenliklerini özgür iradeleriyle kısıtlama veya devretme yoluna gitmektedirler. Uzlaşıya varabilmek için, devletler, ulusal çıkarlarından ve egemenliklerinden, sınırlı boyutta da olsa ödün vermek zorundadır. AB Anayasası’nın bazı ilgili maddeleri şu ifadelere yer vermektedir (Websitesi: abhaber.com, 2006); Madde 11 (Yetki Kategorileri): Paragraf 1: Birlik yalnızca Anayasa’nın Birlik’e belirli bir alanda münhasır yetki vermesi halinde yasal olarak bağlayıcı kanunlar çıkarabilir ve kabul edebilir; üye devletler, yalnızca Birlik tarafından kendilerine bu konuda bir yetki verilmesi koşuluyla ya da Birlik tarafından kabul edilen kanunların uygulanması amacıyla yasa çıkarabilirler. 124 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri Paragraf 4: Birlik, ortak savunma politikalarının kademeli olarak tanımlanması da dahil olmak üzere, ortak bir dış politika ve güvenlik politikası tanımlama ve uygulama yetkisine sahiptir. AB düzeyinde karar alma süreci, aşağıdakiler başta olmak üzere birçok kurumu içermektedir; (1) Avrupa Komisyonu, (2) Avrupa Parlamentosu ve (3) Avrupa Birliği Konseyi. AB karar alma sürecine ilişkin kurallar ve prosedürler, antlaşmalarda belirtilmiştir. Her Avrupa yasası, “yasal dayanak” olarak adlandırılan belirli bir antlaşma maddesine dayanmaktadır. Yeni bir AB yasasını hayata geçirmek için üç ana prosedür vardır (Websitesi: ab.detur.cec.eu, 2006); (1) Ortak karar alma usulü, (2) İstişare usulü ve (3) Uygun bulma usulü. Bu usuller arasındaki en büyük fark, Parlamento’nun bu süreçte Konsey ile olan ilişkisidir. Parlamento; istişare usulünde sadece görüş belirtirken, ortak karar usulünde Konsey ile yetki paylaşımına gider. Avrupa Komisyonu, yeni bir yasa önerirken takip edilecek prosedürü de seçmekle yükümlüdür. Esas itibariyle bu seçim, önerinin “yasal dayanağı”na bağlıdır. Yeni Anayasa ile ülkelerin veto hakkı, birçok alanda ortadan kalkmakta, nitelikli çoğunluk ile karar alınan alanların sayısı artmaktadır. Yasaların, yürütme organı olan AB Komisyonu tarafından önerilmesi ve genel olarak üye ülkeler ile Avrupa Parlamentosu tarafından birlikte kabul edilmesi gerekmektedir. Yeni oy sistemi, hem üye devletlerin sayısı hem de nüfus oranı esas alınarak yani çifte çoğunluk oy ilkesi (nitelikli çoğunluk) temeli üzerine inşa edilecektir. Tüm hassas AB kararları, çifte çoğunluk oy ilkesi (nitelikli çoğunluk) ile kabul edilecektir. Bu sisteme göre, herhangi bir AB kararının kabul edilmesi için, Birlik nüfusunun yüzde 65’ini temsil eden en az 15 üye devletin uzlaşması gerekmektedir. Karar almayı engelleyecek azınlığın, Avrupa Konseyi’nin en az dört üyesinden oluşması veya nitelikli çoğunluğa erişilmesi gereklidir. Sadece belirli ülkelerin oy hakkının olduğu konularda, örneğin Euro 125 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ bölgesi sorunları gibi, nitelikli çoğunluk için başka kurallar belirlenmesi öngörülmüştür. Dışişleri, savunma ve vergi kanunundaki değişiklikler için oy birliğinin aranması gereklidir. AB Anayasası’nın 15 nci Maddesi “Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası” başlığı altında şöyle demektedir; “Üye devletler, etkin bir biçimde ve şartsız olarak, Birlik’in ortak dış ve güvenlik politikalarını sadakat ve dayanışma ruhu içinde destekler ve Birlik tarafından bu alanda kabul edilen yasalara uyarlar. Üye devletler, Birlik’in çıkarlarıyla çelişen veya etkisini zayıflatma olasılığı bulunan faaliyetlerden sakınırlar.” İster yetki devrinde şeklinde, ister ulusal egemenliğin bir kısmının birliğe terk edilmesi şeklinde olsun birliğe bağımlılık üç şekilde ortaya çıkmaktadır; - Üye devletler, birliğin antlaşma hükümlerine uymak zorundadır. - Üye devletler, birliğin yetkili organlarının belirlediği normları aynen kabul etmek ve uygulamaya koymak zorundadır. - Üye devletler, kimi zaman karar alma yetkilerine sahip olmakla beraber, bu yetkiyi ancak topluluğun kontrolü, hatta vesayeti altında kullanmaktadır. Avrupa Birliği organları, yalnızca üye devletlerin belirli konulardaki farklı uygulamalarının eş güdümünü sağlamaz, çoğunlukla ulusal politikaların yerine, birlik politikalarını ikame eder. Örneğin hukuksal alanda (Günuğur, 1996: 7); - Ulusal mahkemeler birlik hukukunu uygulamakla yükümlüdür. - Ulusal düzeydeki yetkili organlar, iç hukuk düzenlemelerine gitmekle yükümlüdür. - Birlik hukukunun ulusal hukuklara atıf yaptığı durumlarda, ulusal hukuk normları doğrudan uygulanır. 126 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri Burada en önemli sorun, çıkarlar ve ödünler dengesinde olduğu gibi, ulusal egemenlik ve bağımsızlık ile ilgili ödünler söz konusu olduğunda, küçük devletlerin büyükler karşısında kendilerini nasıl koruyacaklarıdır. Nitekim AB’nin bazı küçük ülkeleri; küreselleşme içerisinde egemenlik ve bağımsızlıklarını koruyabilmek için bazı modeller geliştirmektedir. Brüksel ve Frankfurt’tan verilen makro politikaları yürütürken, ülkelerin ulusal hükümet ve merkez bankası ile kendi iç ekonomik yapıları (şirketler, bankalar, diğer doğal kaynak kullanan unsurlar vb.) ile yapacağı ulusal işbirliği; kendi ekonomik çıkarlarını korumada ellerinde olan tek ekonomik yöntemdir. Ulusal yönetimler bu iç aktörler vasıtası ile kendi politikalarını uygulama olanağı kazanmaktadırlar. e. Atatürk ve Devlet Anlayışı: (1) Atatürk’’e Göre Devlet Ve Devletin Dayandığı Temel Esaslar; Atatürk devletin tanımını şu şekilde ifade etmektedir; “Devlet dendiği zaman, her şeyden önce bir insan topluluğu, bir milletin varlığı anlaşılır. Bundan sonra bir insan topluluğunun coğrafi sınırlarla belirlenmiş bir arazide yerleşmiş olduğu görülür.. Keza bir milletin tümünün, her çeşit hürriyeti, yani kendi topraklarında dıştan hiçbir müdahale olmaksızın, hür ve bağımsız yaşaması ve çalışması lazımdır. İşte, devlet gerek kişilerin hürriyetini sağlamak için millet üzerinde bir nüfuza ve gerek millet ve memleketin bağımsızlığını koruyabilmek için kendine özgü bir nüfuz ve kuvvete sahip olmalıdır. (İnan, 1969: 384-387)” Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu, gerçek anlamda bir devlet kurma hareketidir. Bu devlet anlayışının temelinde ise milli egemenlik, yani, devlet sınırları dışındaki başka hiçbir güçten emir almayan ve devlet içindeki bütün diğer güçlere emir verebilen bir üstün buyurma kudreti yatmaktadır (Mumcu vd., 1997: 34). Atatürk’ün kurduğu ve bizlere emanet ettiği Türk Devleti: cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır. Bu nitelikler, aynı zamanda 127 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ Türk Devletinin dayandığı temel esaslardır. Bu esaslar kapsamında Türk Devleti (Genkur.Bşk.lığı, 1983: 37-38); - Cumhuriyetin, milli egemenlik idealini en iyi ve güvenilir şekilde temsil eden ve uygulayan devlet şekli olduğuna inanmıştır. - Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız olma kimliğini korumayı esas sayar. - İrade ve egemenliğin kaynağı olarak milleti görür. - Kanunlar önünde herkesi kesin bir şekilde eşit kabul eder ve hiçbir sınıfa, zümreye, kişiye ya da aileye ayrıcalık tanımaz. - Özel çalışma ve teşebbüsü esas tutmakla birlikte milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği özellikle ekonomik işlerde devletin doğrudan doğruya ilgilenmesini öngörür. - Dini anlayış ve fikirleri devlet ve dünya işlerinden ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı nedeni olarak görür. - Yurttaşlarının kişisel ve sosyal hürriyetlerini, eşitliği, dokunulmazlığı ve mülkiyet haklarını saklı tutar. Atatürk’e göre, Cumhuriyet Türkiye’si devletinin temel var olma gerekçesi vatanı ve dolayısıyla milleti, dış ve iç düşmanlardan korumaktır. Böylece, yeni kurulan devletin en önemli özelliklerinden biri, kişi, zümre ya da sınıf devleti olmayıp “halkın devleti” olmasıdır (Heper, 1995: 126). Halkçılık ilkesi, çoğu zaman siyasi demokrasi ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Hatta halkçılık, Atatürkçü düşünce sisteminin, milliyetçilik, milli egemenlik ve tam bağımsızlık ilkeleriyle birlikte en çok vurgulanan unsurlarından biri olmuştur. Atatürk’ün halkçılık ile kastettiği şeyin geleneksel anlamda “özgürlükçü siyasi demokrasi” olduğu, kendisinin özgürlüklere ilişkin şu sözleri ile anlaşılmaktadır. Atatürk’e göre; “Ferdin birinci hakkı, doğal yeteneklerini 128 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri serbestçe geliştirebilmesidir. İşte bu serbest gelişmeyi sağlamak, ferdi hakların oluşturduğu çeşitli hürriyetlerin tüm amacıdır. Bu haklara hürmet etmeyen siyasi cemiyet esas vazifesinde kusur etmiş olur ve devlet varlığının sebebini ve manasını kaybeder. Çağdaş demokraside ferdi hürriyetler, özel bir değer ve önem almıştır; artık ferdi hürriyetlere devletin ve kimsenin müdahalesi söz konusu değildir. (Afet İnan, 1969: 458-464)” Atatürk’e göre devlet ve hükümetlerin kuruluşunun öncelikli nedeni ve amacı toplum içinde kişisel özgürlüğün sağlanmasıydı. Bir millette bireylere sağlanacak özgürlük, o toplumun oluşturduğu devletin bağımsızlığı ve kendi topraklarına sahip olması anlamına gelirdi. Çünkü insanların özgürlüklerine sahip olması, toplumun egemenliğini ve devletin bağımsızlığını sağlardı. Atatürk, insanların özgürlük sınırı olarak, bir başkasının özgürlüğü ve milletin genel çıkarlarının başladığı noktayı koymaktadır. Atatürk’e göre (Afet İnan, 1969: 52); “Özgürlüğü bu anlamda kısıtlamak devletin görevidir. Devletin bu görevi almasının tek nedeni bütün özel faaliyetleri, genel ve milli amaçlar için, birleştirmektir. Özgürlük başkasına zarar vermeyecek her tasarrufta bulunmaktır.” (2) Atatürk’ün Milli Egemenlik ve Tam Bağımsızlık Anlayışı: Atatürk’e göre devletin görevlerini yapabilmesi için güçlü ve sürekli olması gerekir. Bu ise iki temel üzerinde gerçekleşir; milli egemenlik ve tam bağımsızlık. Bu iki temel sağlam olursa, devletin güçlülüğü için ilk ve en önemli şartlar yerine getirilmiş olur. Bunlarla birlikte, dikkate alınması gereken diğer bir önemli unsur ise, milli birliktir (Mumcu vd., 1997: 19). Atatürk’ün devlet olma ve yönetme anlayışı ile ilgili en önemli vurgulardan biri, onun milli egemenliğe ve tam bağımsızlığa verdiği önemin ifadesidir. Atatürk’e göre; “Bu memleketin dayandığı temeller, ’Tam Bağımsızlık’ ve ’Kayıtsız Şartsız Egemenliktir’. Bu millet, egemenliğinin bir zerresinden bile taviz vermeyecektir (Arı İnan, 1952: 91)”. Kayıtsız şartsız egemenlik, 129 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ “Egemenliği, milletin sorumluluğunda tutmak demek, bu egemenliğin en küçük bir parçasını sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir (Genkur.Bşk.lığı, 1952: 79-80).” Atatürk’e göre; “Bütün dünya milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Milli egemenlik (Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü, 1952:11)”. Atatürk, milli egemenliği yeni devlet düzenimizin temeli olarak görür. Toplum ve devlet hayatının temel değerleri, ancak milli egemenlik ilkesi altında gerçekleşebilir. Çağdaş bir topluma ve çağdaş bir devlete yakışan yönetim şekli, ancak milli egemenliğe dayanan sistemdir. Atatürkçü düşünce sistemi, temel amaç olarak, Türkiye’de milli, laik, güçlü ve çağdaş bir devlet kurmaya yönelmiştir (Özbudun, 1995: 19). Atatürk’ün devlet yönetimi anlayışı içerisinde dini kuralların yeri yoktur. Atatürk’ün, çağdaş devleti, aynı zamanda demokratik bir devlet olarak da düşündüğünden hiçbir şüphe yoktur. Demokratiklik ilkesi, Atatürkçü düşünce sisteminde Cumhuriyetçilik, milli egemenlik ve halkçılık ilkeleriyle de çok yakından ilişkilidir. Atatürk’ün milli egemenliğe ve tam bağımsızlığa bu kadar kuvvetli atıf yapmasının temelinde, hiç şüphesiz, yarı-bağımlı Osmanlı İmparatorluğu’ndan tam bağımsız bir Türkiye’ye geçiş döneminin şartları göz önüne alınmalıdır. Atatürk, dış politikada, Osmanlı Devleti’nin bağımsızlıktan yoksun hale getirilmesini şu sözlerle açıklamaktadır; “Bir devlet ki kendi vatandaşına koyduğu bir vergiyi yabancılara koyamaz; gümrük işlerini, vergilerini ülkenin ve milletin ihtiyaçlarına göre düzenlemekten alıkonulmuştur ve bir devlet ki yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan yoksundur; böyle bir devlete elbette bağımsız denilemez… Milletin hayati ihtiyaçlarından olan mesela demiryolu yapmak için, fabrika yapmak için, hatta herhangi bir şey yapmak için devlet serbest değildi, mutlaka müdahale vardı. (Mumcu vd., 1997: 41, Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü, 1952: 104)” 130 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışı, yabancı düşmanlığı ya da dış ilişkilerde yalnızlık politikası anlamına da gelmemektedir (Genkur.Bşk.lığı, 1984: 10). Devlet ve milletin iç ve dış bağımsızlığı ve vatanın bütünlüğü mahfuz kalmak kaydıyla kapılarımızın yabancılara açık olduğu vurgulanmıştır. Atatürk’e göre; “Milletimizin ileri milletlerle temasını kolaylaştırmak menfaatlerimiz icabıdır... Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır (Mumcu vd., 1997: 40).” (3) Atatürk’ün Devlet Anlayışı ve Avrupa Birliği Hedefi: Atatürk’ün ulusal siyaset anlayışı; ulusal sınırlarımız içinde, öncelikle kendi gücümüze dayanarak, varlığımızı ve bağımsızlığımızı koruyup, uygar ve insanca ölçüler ve karşılıklı dostluk anlayışı içerisinde diğer devletler ile ilişkilerimizi sürdürürken, ulusu asıl amaca, gerçek refah ve mutluluğa yöneltmek ve bu doğrultuda yürümek olarak özetlenebilir (Cevizoğlu,1982:11). Bu özet ifade içinde, izlenecek dış politikanın, ulusal güvenlik politikasının, ulusal kalkınma ve gelişme politikasının genel yönü de ortaya konmaktadır. Atatürk tam bağımsızlığa vurgu yaparken şöyle demektedir; “Bir millet, varlığı ve hakları için bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi güçleriyle alakadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Bu sebeple teşkilatımızda milli güçlerin etken ve milli iradenin egemen olması esas kabul edilmiştir. (Genkur.Bşk.lığı, 1952: 104)” Bununla beraber, Atatürk, dış politikada eşitliğe dayanan karşılıklı ilişkiler, dostluklar ve ittifaklar kurmaktan yanadır. Atatürkçü dış politikasının temel ilkelerinden birisi de uluslararası ilişkilerde eşitlik olmasıdır. Atatürk’ün uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde dayandığı diğer temel esaslar aşağıdaki gibidir; - Kendi milli gücümüze dayanmak, - Milli sınırlarımız içinde kalmak, 131 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ - Gerçekleştiremeyeceğimiz emeller peşinde koşmamak, - Dış politikayı yürütürken iç teşkilata dayanmak, - Dış politikada bilim ve teknolojiyi yol gösterici olarak kullanmak. Atatürk, dış ilişkilerin düzenlenmesi ve geliştirilmesinde ekonomik hayata ilişkin olarak şu görüşleri ifade etmektedir; “Milletler yerleştikleri arazinin sahibi olmakla beraber, insanlığın vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından hem kendileri faydalanırlar ve hem de bütün insanlığı faydalandırmak ile yükümlüdürler. Bu kurala göre, bunu yapamayan milletlerin yaşama hakkına ve bağımsızlığa layık olmamaları gerekir. (Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü, 1952: 8)” Sonuç olarak, Atatürkçülük; Türkiye’nin içyapısına ve milli gücüne dayanan bir dış politika öngörür ve amacı, genel barıştır. Atatürkçü sistem; eşitlik ilkesine dayanan, milli egemenlik ve tam bağımsızlık esasına uygun, ulusal sınırlar içerindeki toplumun genel güvenliğine ve refahına yönelik dostluk, işbirliği ve ittifaklara karşı değildir. Bununla beraber Avrupa Birliği’nin yukarıda açıklanan egemenliğin paylaşımı anlayışı ile bir bütün olarak getirmiş olduğu üyelik şartlarının Atatürkçü düşünce sistemi ile örtüşmesi, pek çok alanda olduğu gibi özellikle egemenlik ve bağımsızlık anlayışı bakımından tartışmalı gözükmektedir. Bu tartışmalı alanları şu şekilde sıralayabiliriz; - Türkiye, bazı ülkelerin daha eşit olduğu ve daha şimdiden kültürel ve dini bakımdan “öteki” olarak kabul görüldüğü bir birlik dahilinde yer alarak, ulus üstü bir yönetim içerisinde gerektiğinde ulusal çıkarlarını korumada ve güç politikası uygulamada önemli engeller ile karşılaşacaktır. - Türkiye dış politika, güvenlik, ekonomi ve hukuk gibi alanlarda serbest hareket etme inisiyatifini kaybedecek, bu alanlardaki yetki ve egemenlik erozyonu ulusal birlik ve bütünlüğüne zarar verebilecektir. 132 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri - Sanayi, ulaştırma, enerji, çevre başta olmak üzere, pek çok ulusal kaynak ve kuruluşun elden çıkması ve yabancı kontrolüne girmesi, ülkenin ve ulusal servetlerinin içten içe kontrol edilemez hale gelmesini kolaylaştıracaktır. - AB kurumları ve süreçlerinde etkin olmamız ve özellikle hassas konularda kendi ulusal hedeflerimize ulaşmamız, başka ülkelerin insafına kalacaktır. Türkiye’nin AB’ye entegrasyonu, ulusal bağımsızlığının ve egemenliğinin giderek artan bir biçimde erozyonuna ve ülke olarak AB içinde uzun vadede uydulaşmasına yol açacaktır. AB ortak dış ve güvenlik politikası’nın oluşturma, planlama veya uygulama safhasında, temel önceliklerin, doğal olarak Türkiye’de değil, AB yönetiminde ve AB içinde de daha eşit konumda olanlarda olması beklenmelidir. Türkiye’nin öncelikleri ve ulusal çıkarları söz konusu olduğunda, bunun AB güvenliği ve dış politikası içerisinde desteklenmesi, ancak 27 ülkenin büyük çoğunluğunun Türkiye ile aynı şekilde düşünmesi veya Türkiye için masrafa girmeyi veya riskleri göze alması gibi bir durumda gerçekleşebilir ki, pek çok değere farklı bir şekilde baktığımız bir Avrupa ile bu uyumu sağlamak çok kolay değildir. 21’ nci yüzyılda kendi özel şartlarını dikkate almadan, AB içerisine ya da ABD ve AB arasında bir statüye entegre edilmiş bir Türkiye’nin konumu; ancak Batı çıkarlarına hizmet edecek bir mekanizma içerisinde kontrol edilmesini ve yönlendirilmesini sağlayacak bir düzen olabilir. Bu düzen içerisinde, ülke içi istikrarın dış müdahaleye hassas hale getirilmesi ve getirilen sözde demokratik, ancak ülke gerçeklerine uygun olmayan düzenlemeler; Batının rahatlıkla nüfuz edebileceği yapı, sivil toplum örgütü ve süreçleri barındıran ve bu olguları dışarıya entegre eden; etnik grupların ve azınlıkların self-determinasyon dahil haklarının azamisini kullanabildiği; ülkenin güç politikaları uygulamak ve ulusal çıkarlarını muhafaza etmek için gerekli egemenlik vasıtaları elinden alınmış veya zayıflatılmış bir post-modern ülke olmaktan başka bir şey ifade etmeyecektir. Bunun Batılı ülkeler tarafından 133 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ ifade ediliş şekli ise, “(sözde) demokratik, liberal, insan haklarına saygılı, serbest ticaret ve pazarın (Kopenhag kriterlerinin) esas olduğu bir ülkedir.” biçimindedir. Sonuç olarak, AB üyesi ülkeler ya kendi yarattıkları güç ve cazibe ile, birlik içinde bir refah ve gelişme merkezi olarak kimlik ve egemenliklerini bir ölçüde koruyacaklar ya da diğerlerinin yarattığı cazibe tuzağı içinde, devletler üstü yönetime teslim olup, zamanla kimliklerini ve egemenliklerini kaybedeceklerdir. Türkiye’nin ulusal egemenliğini ve tam bağımsızlığını koruyabilmesi ve sürdürebilmesi, gerekli olan eşit olma konumunu güçlü tutabilmesi için, halihazırda siyasi, ekonomik ve ülke bütünlüğü açısından alınması gereken önemli mesafeler, daha da ötesinde yeni stratejik projeksiyonlar ve açılımlar gereklidir. 3. Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı ve Avrupa Birliği’nin Getirdikleri; a. Küreselleşme Çerçevesinde Millet ve Milliyetçilik; Millet (ulus), bir devletin sınırları içerisinde yaşayan, aynı etnik kökenden gelen, aynı din, dil ve kültürel değerleri paylaşan insan topluluğudur. Milliyetçilik, temelinde ulus-devlet düşüncesi ve ulusal kimlik kavramına dayanmaktadır. Modern ulus-devlet, devlet ve milletin aynı kabul edilmesine dayanır. Ancak uluslararası realitede bu ilişki için kural, milletin daha çok devlet içerisinde kabul edilmesine dayanır. Seksenli yılların başında, dünyadaki bütün devletlerin % 27’sinde asıl etnik ulusal grup tüm halkın % 95’ine veya fazlasına sahipti. Bütün devletlerin % 38’inde ise, tüm halkın % 60-95 arası aynı etnik gruba düşüyordu ve diğer devletlerin % 10’unda halkın % 40-60 arasında büyük bir etnik grup vardı. Devletlerin %13’ünde iki büyük grup halkın % 65 ve 95’ini teşkil ediyordu ve devletler dünyasının % 12’sinde tüm halkın % 34 ve 97’si arasına düşen üç etnik grup bulunmaktaydı (Nielsson, 1990: 406). 134 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri Devletlerin zayıflığının önemli bir boyutu, devletlerin kimliklerini gösteren rollerini yeterince yerine getirememekten oluşur. Ortak bir ulusal kimliği yaratmak, çokuluslu bir devlet tarafından başarılamazsa, o zaman, etnik köken, kimliğinin en önemli kaynağı haline dönüşmektedir. Böylece, iç savaş ve devletin yıkılış tehlikesi ortaya çıkmaktadır. İç savaş tehdidi altında olan bu devletler, ulus-devlet kimliği sorununu aşamayarak hem kendi halkı için hem de uluslararası ilişkiler için tehlikenin kaynağı olmaktadır (Maull, 2005: 310). Eğer etnik yapıdan kaynaklanan baskı ve eylem devamlılık arz ediyorsa, aynı devlette birlikte yaşayabilmek için en azından üç şarttan birinin olması gerekir (Hassner, 2005: 94); - Kuvvetli bir devlet gücü, - Uyumlu, canlı bir ideoloji veya bireylere hoşgörülü bir tutum uygulanması veya - “(Kendi) dünyasında insanca yaşama hakkı”. Şayet bu üçlü yoksa, ayrılıkçılık, en azından geçici bir süre tek çözüm olabilmektedir. Küreselleşme, ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler ile birlikte, dünyanın küçülme süreci hızlanmıştır. Kültürel alanda küreselleşme, hem kimliklerin evrenselleşmesine hem de parçalara bölünmesine ve çoğalmasına yol açmaktadır. Ulus-devletlerin geleceği, devletlerin, ulusal kimliğe ilişkin birbiriyle çelişkili durumları nasıl dengeleyeceğine bağlı olacaktır. Olumlu yaklaşımlara göre; küreselleşme, ulus-devleti aşındırarak veya sınırlandırarak farklılıkların gerek ulusal, gerekse küresel ölçekte temsiline imkan vermektedir. Bu ise, küresel ölçekte hem demokrasi anlayışının gelişmesine hem de kültürlerin ve toplumların küresel arenada buluşmasına ve kaynaşmasına olanak verecektir. Olumlu yaklaşımlar, heterojenlik kavramını özellikle yerellik, insan hakları, demokrasi bağlamında merkeze alarak; ulus-devletin bu homojenliği sağlamak için bastırdığı veya ikinci plana attığı etnik/dinsel/cinsel/alt kimlikler olarak 135 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ benimsenen heterojen kimliklerin küreselleşme süreci ile birlikte artık temsil edileceğini savunmaktadır. Küreselleşme, bu homojen kurguyu zayıflattığı için, ilerici bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, bu yaklaşımın temsilcileri, küreselleşme sürecini tanımlamada mozaik, melezleşme, eklemlenme gibi kavramlar geliştirmiştir (Şen, 2004: 197). Öte yandan, küreselleşme sürecinde demokrasi ve insan hakları, insanlara ve toplumlara bir hedef olarak sunulmaktadır. Bu hedef; “ülkelerin ekonomik kalkınmasını, dünyanın her köşesinde bireylerin karar süreçlerine daha fazla katılımını, çoğulcu politikalar talep eden yeni bir orta sınıf yaratılmasını ve liberal demokrasilerde kişi başına yıllık ulusal gelirin 15,000 doların üzerinde olmasını (Fredman, 2002: 193)” öngörmektedir. Belirlenen bu yüksek çıta, pratikte, mikro milliyetçilik ve mikro dincilik akımlarını körüklemekte, herkese otonom veya özerk bir yapı önermekte ve sonuçta, ulus-devlet yapısını tehdit eden etnik ve dinsel çatışmalara kaynak oluşturmaktadır. Demokrasinin ve demokratik hakların gündeme getirilmesi, azınlık haklarını, farklı kimliklerin kendilerini ifade edebilmelerini ve kültürlerini koruma isteklerini, ilgili ülkelerin siyasal sorunlarının arasına sokmaktadır. Ekonomik anlamda gelişmemiş olan bu ülkelerde, genellikle etnik ve dinsel ayrılıkçı hareketler, kendilerine geniş destek bulabilmekte olduklarından, devletin de yumuşak karnını oluşturmaktadırlar (Yıldızoğlu, 1996: 165). Sonuç olarak, küreselleşme ile birlikte, ulus ötesi sosyal ve dini hareketler, ulusal güvenliğe meydan okumaktadır. Ulusal birlik; etnik ve dinsel çeşitlilik ve devletten özerklik taleplerinin tehdidi altındadır. b. Post-Modern Avrupa Birliği’nde Ulusal Kimlik, Millet Ve Milliyetçilik Anlayışı: Post-modern uluslararası ilişkiler kuramı, kültür kuramsallaştırmasını imleme pratiği olarak kullanarak kuramın kültürel açıdan öznelci işleyişini çözmeye, cinsiyet, ırk, etnisite gibi marjinalleştirilmiş ve ötekileştirme 136 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri sürecine tabi kılınmış olan kimliklere ses vermeye çalışır ve farklılığın tanınmasına ve farklılığa kaşı duyarlı olmaya dayanan yeni bir görüşü temsil eder (Keyman, 2000: 233). Post-modernistler için “kimlik” sabit bir tanıma sahip değildir; yani kazanılabilir veya edinilebilir (performative) bir olgudur. Ulusal kimlik, ulusal sınır, ulusal bir ordu, ulusal bir ekonomi ve ulusal demokratik kurumlar, post-modern anlayış ile artık ulusal olma niteliğini yitirmektedir. AB üyelik süreci içerisinde ulusal kimliğin ne şekilde bir statüye dönüşeceği, AB dışında da ulusal kimlik konusunda yüzyıl boyunca yaşanacak trendlere önemli bir örnek teşkil edecektir. AB Anayasası’nın “ulusal kimlik” kapsamındaki ilgili maddeleri şöyle demektedir (Web sitesi: abhaber.com, 2006); Madde 5: (Birlik ve üye ülkeler arasındaki ilişki). Paragraf 1: Birlik, bölgesel ve yerel özerk idareler dahil olmak üzere, üye devletlerin siyasi ve anayasal yapılarının özünde var olan ulusal kimliklerine saygı gösterir. Ülkenin toprak bütünlüğünün garanti altına alınması ile hukuk ve düzeninin korunması ve iç güvenliğin sağlanmasını da içeren ülke işlevlerine saygı gösterir. Madde 8: (Birlik vatandaşlığı). Paragraf 1: Üye devletlerden herhangi birinin yurttaşları, Birlik’in vatandaşlarıdır. Birlik vatandaşlığı ulusal vatandaşlığa ilavedir, onun yerini alamaz. Paragraf 2: Birlik vatandaşları, Anayasa’da belirtilen haklardan yararlanırlar ve ödevlerden sorumludurlar. Birlik vatandaşları; - Üye devletlerin topraklarında serbestçe hareket ve ikamet etme hakkına sahiplerdir; 137 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ - İkamet ettikleri üye ülkede, o ülkenin yurttaşlarıyla aynı koşullar altında Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve belediye seçimlerinde oy verme ve aday olma hakkına sahiptirler. AB Anayasası’nın bütünü ele alındığında, AB’nin, üye ülkelerin kültür, dil ve ulusal kimliklerini tanımakla beraber, kendi değerlerinin, ortak mirasının ve kimliğinin dünyanın geri kalanına yayılmasını (Md. 4 ve 18) görev edindiği görülmektedir. Bu olgu, AB dışında olduğu kadar üyeler arasında da çatışma riski doğurabilir. Üyeler arası işbirliğinin bile kısıtlı olduğu AB içinde çatışma çıktığında, ulusal çıkarlar, değerler ve kimliklerin ne olacağı belli değildir (Stiblar, 2005: 16). Ulusların yerel ve özel çıkarlarının korunması ve ifade edilmesi boşluktadır. Seçimler için bireylerin vatandaşlık veya daimi ikametgah durumu milliyetin önüne geçmektedir. Mevcut AB anlaşmaları, hem ulusal kimliklere arka çıkmakta hem de çoklu kimliklerin önünü açmaktadır. Avrupa kimliği konusundaki bazı görüşler, AB’nin ulus-devletler ve ulusal kimlikleri destekleyen bir çerçeve oluşturduğu inancındadır. İki kimliğin bir arada yaşaması, ideal bir çözüm gibi gözükmektedir. Avrupa kimliğini analiz eden yorumcular, genellikle şu temel konular üzerinde fikir birliğine sahiptir (Alexander, 2005: 35-36); - Avrupa kimliği, köklerini paylaşılan ortak tarihten almaktadır. Bu ise çeşitli uygarlıkların etkileşimi süreci sonunda evrimleşen “Avrupa fikri” ile temsil edilmektedir. - Avrupa uygarlığı konsepti ile Yunan ve Roma döneminden bu yana sürekli gelişen Avrupalı değerleri anlaşılmaktadır. - Avrupalıların çoğu, Latin dilinin merkezde olduğu, reform ve aydınlanma çağı ile bugüne gelen hümanizm, laiklik, evrensellik, ulusçuluk, haklar ve bireycilik gibi ortak değerleri yansıtan bir kültürü paylaşmaktadır. 138 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri Ortak bir kanı olarak, AB’nin, gelecekte (ne ulus-devlet ne de devlet üstü niteliği olmayan) özel bir kurumsal kimliği, kendi vatandaşlarının değerlerine katması gerektiğine inanılmaktadır. Çünkü böyle bir özel kimliğin olmaması halinde, vatandaşların ulusal kimliklerine geri döneceğinden ve bunun da yapı ve değerlerde kaymalara yol açacağından endişe edilmektedir(Alexander, 2005: 37). Bununla beraber, hala çok kuvvetli olan ulusal kimliklerin nasıl törpüleneceği belirsizdir. Yapılan araştırmalar, AB Anayasasını reddeden Fransız referandumunda, hayır oylarının % 19’unun ulusal kimliğe yönelik tehdit algılamasından kaynaklandığını göstermiştir. Hollanda referandumunda ise bu oran % 26’ya çıkmıştır. AB anlayışı ile toplu kimlik geliştirilirken, kişisel gelişim ve kişisel tüketim giderek daha fazla insan hayatının merkezi haline getirilmektedir. Bundan sonraki ana problem sahalarından biri, sadece yeni üyeler için değil, eski üyeler için de, ulusal çıkar dahilinde nüfusun refahını sağlarken, ulusal kimliğin nasıl korunacağıdır. Ulusal kimlik ve ulusal çıkar arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Ulusal kimlik ortak tarihin, geçmişin, kültürün, değerlerin, inançların farkında olmaktır. Ulusal çıkar ise, bu kimliği koruyacak, muhafaza edecek ve ortaya koyacak ihtiyaçlar ve isteklerin açık bir şekilde ifade edilebilmesidir. AB anlayışı içerisinde, ulusal çıkarlar tanımlanırken milliyetçiliğin nasıl reddedileceği, cevabı hala araştırılan bir sorudur. Bunun ilk cevabı, bir ülkede yaşayan vatandaşların çıkarlarının genelleştirilerek, bireylerin tek bir ulusun üyesi olmak yerine, bir ülkenin daimi vatandaşı olarak görülmesidir. Ancak ülkedeki yasa, iş, ekoloji, sosyal çevre imkanlarından yararlanacak kişiler, sadece daimi vatandaşlar ile sınırlı olmayacak, vatandaş olmayanlar ve ülkede ikamet eden diğer kişi ve şirketler de yasalar ölçüsünde imkanlardan istifade edecektir. Buradaki temel anlayış, ulusal çıkarın kökeninde kan bağı olan değil ikamet eden kişinin ulusal düzeyde temel birey olmasıdır. (Stiblar, 2005: 9-10) Bununla beraber sosyal yapıya yeni katılanlar ile eskiler arasında oluşacak 139 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ kültür baskısı, yaşam alanlarının ve kurumların harmonisi, ülkelerin toplum istikrarının parametreleri olacaktır. c. Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışının Avrupa Birliği Vizyonu ile Karşılaştırılması: Atatürk’ün millet anlayışı da, bugün bilimselliği kabul edilmiş olan sübjektif veya kültürel millet anlayışına uygun düşmektedir. Atatürk’ün şu sözleri, bu anlayışı teyit etmektedir; “Bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir, dersek milletin en kısa tarifini yapmış oluruz. (afet İnan, 1969: 18-25)” Milletin çağdaş düşüncelere uygun bilimsel bir tanımını yapma gereği duyan Atatürk, daha geniş bir biçimde milleti şu şekilde açıklamaktadır (Mumcu vd., 1997: 47); “(1) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan; (2) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan; (3) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir.” Atatürk’ün tümüyle sübjektif unsurları içeren bu genel millet tanımı, yanına Türk milletinin oluşumunda etkili olduğu görülen tabii ve tarihi olguları şu şekilde sıralamaktadır. “(1) Siyasi varlıkta birlik, (2) Dil birliği, (3) Yurt birliği, (4) Irk ve menşe birliği, (5) Tarihi karabet (akrabalık), (6) Ahlaki karabet.” Görüldüğü gibi Atatürk, Türk milletinin oluşumunda etkili olan unsurlar arasında din birliğini saymamıştır. Atatürk, milletin yapıcı unsuru olarak Türk Diline önem ve değer vermekte, Türk Dilini Türk Milliyeti için mukaddes bir hazine saymaktadır (Eroğlu, 1981: 71). Irk ve menşe (köken) birliği ise, sarf ırk teorisi ve ırkçı millet anlayışını kastetmemektedir. Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı laik ve ırkçılığa karşıdır. Nitekim Atatürk; “Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar, mukadderat ve talihlerini Türk milliyetine vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine 140 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri yan gözle yabancı nazariyle bakmak, medeni Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir mi?” demektedir (Genkur.Bşk.lığı, 1982: 33). Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, milliyetçiliği reddeden alkımlara karşıdır. Atatürk’ün şu sözleri bugünkü ulusalcılık (milliyetçilik) anlayışını modası geçmiş gibi gösterenlere iyi bir cevaptır. “Bilirsiniz ki, milliyet kuramını, milliyet ülküsünü çözüp dağıtmaya çalışan kuramların dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü tarih, olaylar, hadiseler ve gözlemler, insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hakim olduğunu göstermiştir ve milliyet ilkesi aleyhindeki büyük ölçüde fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir. (Unan, 1999: 214)” Milliyetçilik, devletlerin ve uluslararası sistemin moral temelidir. Atatürk, bunu şu sözlerle vurgulamaktadır; “Bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikarıdır (avıdır) (Unan, 1999: 207).” Bugün AB içerisindeki çekişmelerden de anlaşılacağı gibi, gelecekte ne tür bir küresel veya bölgesel düzen kurulursa kurulsun, hiçbir ülke ne ulusal çıkarlarından ne de millet olma bilinci, kimliği ve kültüründen asla vazgeçmeyecektir. Çünkü milliyetçilik, tüm insanlığa şu vazgeçilmez hizmetleri sunmaktadır (Smith, 1983: 21); (1) İnsanlık doğal olarak milletlere bölünmüştür. (2) Her millet kendi özel karakterine sahiptir. (3) Tüm politik gücün kaynağı millettir. (4) Özgürlük ve kendini ifade etme dışında insanlar bir millet ile tanımlanmalıdır. (5) Milletler ancak kendi devletleri içinde tatmin olabilir. (6) Ulus-devlete sadakat diğer sadakatleri çeker. (7) Global özgürlük ve uyumun temel şartı ulus-devletin güçlendirilmesidir. Türk milliyetçiliği, başka milletlerin haklarına saygı gösteren, realist, yapıcı ve yaratıcı bir milliyetçiliktir. Atatürkçü düşünce sistemine göre; “Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve ilişkilerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir uyum içinde 141 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ yürümekle beraber, Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız kimliğini korumaktır. (Bayur, 1983: 28)” Milletler, milletler topluluğunda ayrı ayrı, kendi kendine bir bütün olan organizmalardır. Atatürk’e göre; “Türkiye Cumhuriyeti, Türklüğün biricik bağımsız devletidir ve her zaman güçlü ve kuvvetli olması gerekmektedir. Böyle olunca, dünyanın şurasında burasında yaşamak zorunda kalan soydaşları için en büyük teminat olma özelliğini sürdürebilecektir. (Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü, 1952: 104)” Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, hem çağdaşlaşmayı ve uygarlığı hem de kendi benliğimize ve kişiliğimize sahip çıkmamızı gerektirir. Atatürk’ü örnek alan hiç kimse, milli birlik ve bütünlüğümüzü tehlikeye düşüren hiçbir davranışı destekleyemez (Feyzioğlu, 1995: 88). Atatürk’ün izinde olan her Türk milliyetçisi, Türk milletinin bağımsızlığını, hürriyetini, bütünlüğünü korumayı, onu durmadan güçlendirip yüceltmek için çalışmayı kutsal bir görev sayar. “Ne mutlu Türküm diyene!..” inancıyla yetişecek kuşaklar, onun ilkelerinden güç alarak, bu Cumhuriyeti yüceltecek ve yaşatacaklardır. d. Post-Modern Milliyetçilik Anlayışı ve Türkiye: Post-modern düşünce paralelinde ülkemizde işlenen görüşlerden bazıları şöyledir; - Post-modernizm; söylemlerin, kimliklerin ve kültürlerin çoğulluğunu temel alır. Öteki’nin gündeme getirdiği sorunlar temelinde kendini yeniden kurmayı, kimlik ve farklılığı Öteki’nin gözüyle görmeyi esas alır. Öteki’nin konuşmasına izin vermek ve Öteki’yi dinlemek temel bir zorunluluktur (Keyman, 2000: 1902000). - AB’nin kapısı, milliyet, devlet, din vb. gibi köhne eleştirel bagajlarla zorlanmamalı. AB, bunların hiç değilse bir kısmını aşmaya çalışıyor, bu konuda örneğin Türkiye’den öğreneceği pek bir şey yok kocamış Avrupa’nın. Türkiye gibi ülkelerin AB’ye katkısı, ancak evrensel, barışçıl, eşitlikçi vb. değerler yönünde onu daha ileriye itmek olabilir (Parla, 2005: 4). 142 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri - Günümüzde milliyetçilik, kaybedenlerin ideolojisi haline geldi. Özellikle küresel ekonomiye sıçramanın başarılamadığı otoriter toplumlarda, açık toplumun düşmanları tarafından statükonun korunması için kullanılıyor. Kaybedenlerin ideolojisi olarak milliyetçilik, ulusal duygular anlamına geliyor ve saldırgan bir şekilde, farklı düşünenleri hedef alıyor (Şenocak, 2005). - Türkiye, bugün, temel bir kararın, kaderini belirleyecek bir yol ayırımının öncesinde bulunuyor. Bu ülke, Yugoslavya’nın on sene önceki haline mi dönecek? Yani, demagoglar ve yanlış siyasetleri yüzünden bugün Uluslararası Mahkeme önünde hesap vermekte olan tarih önünde kaybetmişlerin, efsane portreleriyle yanlış yola sürükledikleri bir ülke mi olacak? Yoksa farklı düşünebilme özgürlüğünün ve demokrasinin sadece kağıt üzerinde kalmayıp, gerçekten izin verilip uygulanmasına hazır bir Avrupa ülkesine mi dönüşecek? - Türkiye’de ulusal çıkar denilen şe biraz eşilince, altından ulusalcıları çıkarı çıkıyor. Günümüzde bir ulus için daha fazla demokrasi, daha çok hak ve özgürlükten iyi bir ‘çıkar’ yok (Akyol, 2005: 9). Türkiye’deki post-modernistler, sık sık ulusalcı olarak adlandırdıkları kesimleri milliyetçilik ile suçlamaktadır. Milliyetçilik, post-modern sosyal değişime bir tepki olarak düşünülmektedir. Milliyetçiliğin karşısında olan postmodernler; uluslararası hukuk, uluslararası barış ve güvenliğin muhafazası, paylaşılan refah, ekonomik entegrasyon, göç, seyahat ve turizm, yurtdışında çalışma, global tehditler, dünyaya yayılmış iletişim, ulus-devletin ekonomik egemenliğinin sona ermesi gibi olguların küreselleşme içerisindeki işlevlerine dikkat çekmektedir. Post-modernlere göre, milliyetçiliği destekleyenler; yabancı yatırımlar üzerinde kontrolün kaybedileceği, göç düşmanlığı, işsizlik korkusu, ulusüstü kurumlara kızgınlık, yabancı kültürleri sevmeme, terörizm ve bozgunculuk korkusu, global medyaya düşmanlık, bağlantılı olmamanın çekiciliği gibi faktörlerden etkilenmektedir (Baylis vd., 2005: 523). 143 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ Post-modern düşüncenin veya bu düşüncenin paralelinde hareket edenlerin Türkiye’de önemli bir kavram kargaşasına yol açtıklarını, hatta bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde dezenformasyon kaynağı olduklarını söylemeliyiz. Çünkü varlığımızın temeli olan devletin kimliği, güvenliği, çıkarları ve egemenliği ile ilgili düşüncelerin köhnemiş olduğu; devlet ve milliyetçilik duygusuna takılıp kalmamak; küreselleşme olgusu içerisinde bu kavramları aşarak daha barışçı ve eşit bir dünya düzenine yol alacağımız düşüncesine inanmak, arkasında başka bir kasıtta yoksa, saflıktan başka bir şey değildir. 4. Sonuç: 21’ nci yüzyılın başındaki veriler, ulus-devletlerin gittikçe artan bir şekilde değişime girdiğini, gücünü kullanmakta oldukça sınırlandığını ve egemenliğin gittikçe daha çok ulus-devlet yapısı dışındaki iç ve dış yapılara kaydığını göstermektedir. Ülkelerin güç politikalarının yavaş yavaş yok olması, en güçlü temsilcilerinin de dahil olduğu ulus-devlet sisteminin değişmekte olduğunun önemli ve açık bir kanıtıdır. Bununla beraber, bir ulus-devlet, ancak bir güç politikası uygulayabilirse, egemen ve tam bağımsız sayılabilir ve bu olgu; ülkenin ulusal çıkarlarını elde edebilme ve büyük bir devlet olma yönünde mutlaka elde bulundurması gereken niteliğidir. Diğer bir deyişle, güç kullanmaya istekli olur ve ulusal amaçları için birçok kayıp vermeye razı olur, küçük düşürülmeyi reddeder ve saygı uyandırırsa büyük bir devlet olur (De Rivero, 2003: 34-35). Türkiye’nin AB üyeliğinin ülkeye olabilecek güvenlik yansımaları konusunda derin kuşkular bulunmaktadır. Türkiye, Batılı çıkarların yoğun olduğu hassas bir coğrafyada, gereğinden fazla büyük ve güçlü, kontrol edilmesi ve ufalanması gereken bir güç merkezi olarak görülmektedir. Nitekim AB üyelik süreci, Türkiye’nin güvenlik gündeminde; Kıbrıs, Ege, üniter yapı, Yunanlıların eski Bizansı canlandırma arayışları, Ermeni iddiaları, tam bağımsızlık ve egemenliğin korunması gibi konuları ön plana çıkarmıştır. AB 144 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri süreci ile Türkiye’nin ulus-devlet yapısı ve ülke bütünlüğünü korunmasını giderek güçleşir hale gelirken, Türkiye, gerçekte ne dışlanan ne de tam bir üye veya ortak olarak görülmektedir. AB üyeliği taraftarlarının en önemli argumanı; üyeliğin, Türkiye’yi insan hakları ve demokrasi alanında geliştireceği ve eğiteceği düşüncesidir. Bu anlayışa göre; Türkiye’nin tam demokratik ve modern anlamda bir devlet olması, AB’ye girmekle mümkün olacaktır. Ancak AB’nin demokratikleşme ve insan hakları adına öne sürdüğü koşullar, kendi ülkelerinde uygulamadıkları, Sevr’i hortlatacak bir anlayışa sahiptir. AB’nin demokrasi, kültür ve eşitlik anlayışı, Türkiye’nin üniter yapısının kaldırabileceği türden değildir (Tezkan, 2005: 102-103). Hıristiyan kulübü olma anlayışını büyük ölçüde koruyan AB içindeki Türkiye, tarihsel olarak “öteki” olmaya devam edecektir. Türkiye’nin bölgesel ve küresel rolü, kökünü kendi iç sorunlarından alan iki temel dengeleyici hususla belirlenecektir. Birincisi, Atatürk’ün mirasını laik bir Avrupa devletine dönüştürmek için yaptığı çabaların nasıl bir sonuç vereceği ve Türkiye’nin alacağı konumla ilgilidir. Bu süreç içerisinde İslamcı akımların ve irticanın da güvenlik gündeminden çıkıp, bertaraf edilmesi önemli bir beklentidir. İkincisi ise, Güneydoğu meselesidir. Bu meselelerin çözümü etnik ve dini kavramlar ile birlikte ülke kimliğinin yerine oturması anlamına gelecektir. Bu meselelerin çözümsüzlüğü sürdükçe, bölgesel model olarak yapıcı rolüne rağmen, Türkiye, bölgenin etnik ve dini temel ikilemlerinin çok önemli bir parçası haline gelmeye meyilli durumdadır (Brezezinski, 2004: 87). Türk coğrafyasının, Türk tarihinin, Türk kültürünün özellikleri, Türkiye’ye başka hiçbir ülkeye nasip olmayacak kadar çok seçenek sunmaktadır. Türkiye’nin önündeki stratejik seçenekler ile ilgili pek çok öngörü 145 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ bulunmaktadır (Tezkan, 2005: 96)4. Bazı düşünürlere göre karşı karşıya bulunduğumuz durum iki seçeneklidir (İlhan, 2002: 30); (1) Türkiye’nin AB üyesi (eyaleti) olması, (2) Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız, kayıtsız şartsız millet egemenliğine dayalı ulusal Türk Devletinin korunması. Bu görüşe paralelinde AB üyeliğimiz, Katılım Ortaklığı Belgesinin tuzaklarını kabullenmemiz ve büyük ölçüde Atatürkçülüğün sonu anlamına gelmektedir. Bu görüşleri destekleyen pek çok arguman bulunmakla birlikte, Türkiye’nin AB üyeliğine daha az şüpheci ve olumlu yönleri ile de bakmak gereklidir. Atatürk, Avrupalılaşmayı değil, çağdaşlaşmayı öngörmüştür. Avrupa ile entegrasyonu Atatürkçü düşünce ile tam olarak bağlaştığı söylenemez. AB üyeliği, post-modern demokratların elinde, sadece Atatürkçülüğün sonunu değil, Türkiye’nin de sonunun başlangıcını getirebilir. Aşağıdaki tabloda Avrupa Birliği idealleri ile Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin esasları; bu makale boyunca ele alınan çağdaşlaşma, post-modern görüşler ve küreselleşme kapsamında analiz edilerek uyumlu ve sorunlu alanlar olarak özetlenmiştir. AB üyesi bir Türkiye, eğer AB içinde eşit ve ulusal çıkarlarını koruyabilecek bir statü istiyorsa, öngörülen sorunlu alanları aşacak tedbir ve yöntemleri geliştirmelidir. AB üyesi olmuş Türkiye, Avrupalı ortakları ile birlikte; ulusal duygular ile Avrupalı olmayı, bağımsız hareket edebilmek ile uluslararası yönetişime uymayı, geçmişten gurur duymak ile daha küresel bir geleceğe doğru ilerlemeyi, doğru bir denge içinde birleştirebilecektir. Türkiye, uzun zamandır istediği ulusal güvenlik ve refah düzeyine tam olarak ulaşmak için, Avrupa’nın sunduğu çerçeveye ihtiyaç duymaktadır (Derviş vd., 2004: 19). Bu kapsamda, Türkiye; ulus-devlet yapısını yeniden yapılandırmaya, (küreselleşme ve post-modern düşüncenin olumsuz etkilerinden korunmasını sağlayacak) rollerini yeniden belirlemeye, ulusal güvenlik konusunda yeni yöntem ve vasıtalara ihtiyaç duymaktadır. 4 Tezkan bu siyasi seçenekleri aşağıdaki beş ana başlık altında toplamaktadır; (1) Avrupa Birliği’ne üye olmak, (2) Avrupa Birliği’ne özel statü ile eklemlenmek, (3) ABD ile stratejik ortaklık, (4) Avrasya Birliği’ne katılmak, (5) Küresel/Bölgesel güç olmak. 146 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri Tablo : Avrupa Birliği Değerleri Ve Atatürkçü Düşünce Sistemi AVRUPA BİRLİĞİ DEĞERLERİ VE TEMEL ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ PARAMETRELER UYUMLU SORUNLU Akılcılık, Bilim ve Fen, (Tek) Batı Tipi Dünya Demokrasi ve İnsan Hakları, Laiklik, Avrupalılaşmak, Çağdaş Teknoloji ve Değerlerin Taklitçilik, Adaptesi. Ulusal Özelliklere (Din, Kültür, Bireyi Merkeze Koymak, Federal / Ulus üstü Yönetim, Post-Modern Düşünce Çok Merkezli Dünya, Ulusal Egemenlik ve ve Devlet Dışı Aktörler, Ulus-Devlet Uluslararası Hukuk, Ulusal Güvenlik ve Çıkar, Açık ve Sivil Toplum, Kendi Gücümüze Dayanmak, Diğer Ülkeler İle Eşitliğe Dayanan Ulusal Sınırlar İçinde Kalmak, Dostluk, İşbirliği ve İttifaklar, Ulusal Güç Uygulamaları, Ulusaşan Tehditlerle Birlikte İç İşlerine Müdahale, Mücadele. Ulusal Hukukun İkincilliği, Otonom ve Özerk Yönetimler, Modernleşme (Çağdaşlaşma) Uygarlığı, Sosyal Vasıflar vb.) Uygunluk. Tam Bağımsızlığın Aşınması, Ötekinin Hakları, Ulusal Birlik ve Bütünlük, Post-Modern (Etnik/Dini) Azınlık Hakları, Ulusalcılık ve Milliyetçiliğin Düşünce Bireysel ve Bölgesel Farklılıkların ve Kimlik Reddi, Giderilmesi, Ulus Kimliğinin Kaybolması, Eşitlik, Sübjektif Kimliklerin Adaptesi, Özel Yaşamın Dokunulmazlığı, Ortak Kimlik, Alt Kimlik, Mülkiyet Hakları, Azınlık Olarak Nitelendirilen Evrensel ve Barışçı Değerler. Kesimlere İstenen İmtiyazlar, Ana Dil Dışındaki Dillerde Eğitim ve Yayın. Küreselleşme Katılımcı, Çoğulcu Politika, Özel Teşebbüsü Esas Tutmak, Serbest Piyasa, Yabancılara Açık Olmak, Diğer Ülkeler İle Kaynak ve Servet Paylaşımı, Karşılıklı Bağımlılık, Ekonomik Entegrasyon, Küresel Ulaşım ve İletişim, Kültürler Arası Diyalog. 147 Uluslararası Kurumların Reform İstekleri, Kamu Harcamalarının Dışarıdan Kontrolü, Ulusal Kaynaklar Üzerinde Yabancı Kontrolü, Yabancılara ve Yabancı Sermayeye Tanınan İmtiyazlar, Misyonerlik, Heterojen (Mozaik, Melez) Kimlik, Eklemlenme. Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ Türkiye, diğer uygar ülkeler gibi çağın gereklerine uyacak, çağın ortak değerlerini, AB ile bütünleşme hedefini benimseyecek ve insanlarına çağın gerektirdiği hak ve olanakları sunmakta diğerlerinden geri kalmayacaktır. Ancak çağdaşlık, ulus-devlet anlayışından, ulusal birlikten, bütünlükten, ulusal çıkarlardan fedakarlık anlamına gelmemeli, Türkiye, masum gibi gözüken değerler arkasında diğer ülkelerin güdümüne sokulmamalıdır5. İzlememiz gereken yol, hep ve bugün çok daha fazla bir biçimde Atatürkçü düşüncedir. KAYNAKÇA Kitaplar: 1. BAYLIS John, SMITH Steve: The Globalization of World Politics, An Introduction to International Studies, Third Ed. Oxford University Press, (New York, 2005). 2. BAYUR Hikmet: Belleten, Türk Tarih Kurumu, Cilt XXXII, No.128, (Ankara, 1968). 3. BOSTANOĞLU Burcu: Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, İmge Kitabevi, (Ankara, 1999). 4. BOZKURT Veysel: Küreselleşme Kavramı, Gelişimi ve Yaklaşımlar, (İstanbul, 2000) 5. BRZEZINSKI Zbigniew: Tercih, Çev. Cem KÜÇÜK, İnkılap Kitabevi, (İstanbul, 2004). 6. CEVİZOĞLU Hüseyin: Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, Türk K.K.leri Güçlendirme Vakfı Yayınları No.:1, 2. Baskı, (Ankara, 1982). 7. COCHRAN Molly: Postmodernism, Ethics and International Theory, Review of International Studies, C.21, (1995). 5 Onur ÖYMEN: a.g.e., (2005). 470. 148 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri 8. COOPER Robert: Ulus Devletin Çöküşü, Güncel Yayıncılık, (İstanbul, 2005). 9. DERVİŞ Kemal, GROS Daniel, EMERSON Michael, ÜLGEN Sinan: Çağdaş Türkiye’nin Avrupa Dönüşümü, Çev. Entra Dil Hizmetleri, Doğan Kitapçılık, (İstanbul, Aralık 2004). 10. DREZNER Daniel W.: W. Who Rules? The Regulation of Globalization. Chicago University Press, (Chicago, Nov 2004). 11. EROĞLU Hamza: Atatürkçülük, Olgaç Matbaası, (Ankara, 1981). 12. ESLEN Nejat: Küresel Hamleler Anahtar Stratejiler, Suat İLHAN tarafından yazılan Önsöz, Tekağaç Yayınları, (Ankara, Mart 2005). 13. FEYZİOĞLU Turhan: Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi, (Ankara, 1995). 14. FREDMAN Thomas: Küreselleşmenin Geleceği (Lexus ve Zeytin Ağacı), 2. Baskı, Boyner Yayıncılık, (Nisan, 2002). 15. Genkur.Bşk.lığı: Atatürkçülük (Birinci Kitap) Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Gnkur.Basımevi, (Ankara, 1983). 16. GÜNUĞUR Haluk: Avrupa Topluluğu Hukuku, Avrupa Ekonomik Danışma Merkezi Yayını, Bilim Serisi-1, (Ankara, 1996). 17. HALL Stuart, HELD David, McGREW Tony: Modernity And Its Futures/ Understanding Modern Socities Book IV, Cambridge University Press, (1992). 18. HEPER Metin: Atatürk’te Devlet Düşüncesi, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını: Atatürkçü Düşünce El Kitabı, (Ankara, 1995). 149 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ 19. İLHAN Suat: Avrupa Birliği’ne Neden Hayır?, Ötüken Neşriyat A.Ş., (İstanbul, 2002). 20. İNALCIK Halil: Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını: Atatürkçü Düşünce El Kitabı, (Ankara, 1995). 21. İNAN Arı: Düşünceleriyle Atatürk, Türk Tarih Kurumu, (1999, Ankara). İNAN Ayşe Afet: Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu, (Ankara, 1969). 22. KEYMAN E. Fuat: Küreselleşme, Devlet, Kimlik/Farklılık: Uluslararası İlişkiler Kuramını Yeniden Düşünmek, Alfa Yayınevi, (İstanbul, 2000). 23. MUMCU Ahmet, ÖZBUDUN Ergün, FEYZİOĞLU Turhan, ÜLKEN Yüksel, ÇUBUKÇU İ.Agah: Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri), Yüksek Öğretim Kurulu Yayınları, IV.Baskı, (Ankara, 1997). 24. NAISBITT John: Megatrendler Asya, Altın Kitaplar, Çev.Ulaş KAPLAN, (İstanbul, 1997). 25. ÖYMEN Onur: Ulusal Çıkarlar: Küreselleşme Çağında Ulus Devleti Korumak, Remzi Kitabevi, (İstanbul, Ekim 2005). 26. ÖZBUDUN Ergun: Atatürk ve Demokrasi, Atatürk’te Devlet Düşüncesi, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını: Atatürkçü Düşünce El Kitabı, (Ankara, 1995). 27. PERLE Richard, FRUM David: Şeytana Son, Terörde Savaş Nasıl Kazanılır?, Truva Yayınları, (İstanbul, Temmuz 2004). 28. RİVERO Oswaldo De: Kalkınma Efsanesi, Çitlembik Yayınları, Çev. Ömer KARAKURT, (İstanbul, 2003). 150 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri 29. SMITH A.: Theories of Nationalism, 2 nd. Ed. Duckworth, (London, 1983). 30. SOROS George: Açık Toplum, Truva Yayınları, Çev.:D.Selçuk ÖZTÜRK, (İstanbul, 2004). 31. STIBLAR Franjo: Preservation of National Identity and Interests in the Enlarged EU, Center for European Integration Studies, Discussion Paper C146, (Bonn, 2005). 32. ŞEN Y.Furkan: Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus Devlet, Yargı Yayınevi, (Ankara, 2004) 33. TEZKAN Yılmaz: Jeopolitikten Milli Güvenliğe, Ülke Kitapları, (Ankara, 2005). 34. TÜFEKÇİ Gürbüz D.: Atatürk’ün Düşünce Yapısı, TES-İŞ Federasyonu Yayını, (Ankara, 1981). 35. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, (Ankara, 1952). 36. UNAN Nimet. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, Türk İnkılap Enstitüsü Yay.: I, İkinci Basım, (Ankara, 1959). 37. YILDIZOĞLU Engin: Globalleşme ve Kriz, Alan Yayıncılık, (İstanbul, 1996). Makaleler: 1. AKYOL Mustafa: Ulusalcılarımızın Çıkarları, Radikal Gazetesi, (30 Eylül 2005). 2. ALEXANDER Douglas: Europe In A Global Age, Foreign Policy Centre, (London, Oct 2005). 151 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152 Sait YILMAZ 3. AYDINLI Ersel: Küreselleşme ve Güvenlik, Avrasya Dosyası, Güvenlik Bilimleri Özel, ASAM Basım Evi, Cilt: 9, Sayı: 2, (Ankara, Yaz 2003), 45. 4. HASSNER Pierre: Milli Devlet-Milliyetçilik-Kimlik Tespiti, Der. K. KAISER- H.-P. SCHWARZ: Yeni Yüzyılda Yeni Dünya Politikası, Simenis Yayınları, (Ankara, 2005). 5. MAULL Hanns W.: Hangi Aktörler Dünya Politikasını Etkiliyor, Der. K.KAISER- H.P. SCHWARZ: Yeni Yüzyılda Yeni Dünya Politikası, Simenis Yayınları, (Ankara, 2005). 6. NIELSSON Gunner P.: States and Nation Groups: A Global Tasonomy, Devletleri ve Millet Grupları. Küresel Sınıflandırma, Ronald Rogowski (Yayınlayan) New Nationalisms of the Developed West, (New York, 1990) . 7. PARLA Taha: AB Anayasası Üzerine, Radikal İki, (03 Nisan 2005), 4. 8. ŞENOCAK Zafer: Kaybedenlerin İdeolojisi, Frankfurter Allgemeine Zeitung, (26 Nisan 2005). 9. YAŞIN Gözde Kılıç: Devlet Yöneten Olmaktan Çıkıyor, Cumhuriyet Strateji, (31 Ocak 2005). Web Siteleri: 1. http://www.abhaber.com/ayhansimsek/ABAnayasaTaslak.pdf, (Erişim: Mayıs 2006) 2.(Avrupa Birliği Türk Delegasyonu): http://www.deltur.cec.eu.int/default.asp. (Erişim: Haziran 2006) 152 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 153- 175 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY KÖKTENCİ SANATTA DEVRİMSEL GELGİT: KAVRAM-İMGE DİYALEKTİĞİ Prof. Dr. Adem Genç∗ ÖZET Bu makalede belirgin bir şeffaflıkla ortaya konularak tartışılan ana düşünce ve problematiği; “günümüz sanatına dair eleştiri ve sanat yorumu bilinciyle, köktenci sanat etkinlikleriyle ilgili tavır ve söylemlerin analizi” biçiminde vurgulamak olasıdır. Dolayısıyla, makalede zikredilen olguların birçoğu, globalizmin başlangıcı kabul edilen 60’lı yıllardan bu yana gerçekleştirilmiş, ulusal ve uluslararası düzeyde ünlü sanatçılara ait sanat etkinlikleriyle bazı eleştirmecilerin çelişkili açıklamalarını da içermektedir.Yapılan çalışmanın amaçı, köktenci eğilimlerin özgün kaynakları ile bu etkinliklerin günümüzdeki “pseudo” avangart” yansımaları arasındaki temel çelişkileri ortaya çıkarmaktır. Çağdaş eleştiri ve sanat eğitimine alternatif bir yaklaşım ve belirgin bir katkı olarak makale metninde, postmodern çevre içinde gelişen kimi tartışmalara ilişkin eleştirel açıklamalara da yer verilmiştir. Anahtar sözcükler: Hazır nesne, yerleştirme, performans sanatı, mekana özgü sanat, ressam sonrası soyutlama, avangart . ABSTRACT The main idea and problematical presented and discussed by striking translucency in this paper can be articulated in what might be called “the analysis of the attitude and discourses covering radical art activities in current conceptual trends with the awareness of contemporary reviews and criticism.” So a good many of the given examples of art works and controversial discourses are drawn from both, domestic and internationally well known artists and art critics since 1960, supposedly the early stages of globalization. The objective toward which this endeavour is directed is to discover where the main contradiction lies between the origin of the radical trends and so called “pseudo avant-garde” art activities of our time. As an incisive contribution to the history of contemporary art from alternative approaches to criticism and art education, some critical account of arguments surrounding the proposition of post-modernity will also be integrated to the text. Key words: Ready made, installation, performance art, site specific art, post painterly abstraction, avant-garde. ∗ Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğr. Üyesi , İstanbul [email protected] Prof. Dr. Adem Genç GİRİŞ Başlangıçta, akademik sanata karşı köktenci bir tepki oluşturup, insanın kendini ifade etme süreçlerinin, -tuval resminde olduğu gibi- sadece geleneksel teknik ve yöntemlerle sınırlı olmadığını ortaya koyan Kavramsal Sanat (Conceptual Art), bu özelliğiyle, modern gelenekler içinde köklü bir dönüşüm sayılıyordu. Örneğin, Lynton (1989: 134), Marcel Duchamp’ın Dada’cı düşünce ve pratiğini, Tiziano’nun Rönesans Sanatı’nda gerçekleştirdiği devrimsel açılımlara eşdeğer görmekteydi. Ne var ki, bugün, kökenleri Dadaizme uzanan ulusal ve uluslararası “güncel/çağdaş sanat” (contemporary art) etkinlikleriyle ilgili yorumlarda (Post-Dada ve Fluxus1 kaynaklı etkinlikler dahil), sanatta güncellik ve öncülük kavramlarına, bütüncül bir anlayışla yaklaşıldığı; güncel sanatla ilgili eleştiri ve etkinliklerde, -salt karşı olunan sanat biçimlerine- aykırılığın öne çıkarıldığı, bütün bunlara karşın yine de -karşı olunan sanat biçemlerinde olduğu gibi-, kurumsallaşmaya yüz tutmuş ideolojik bir tutumun egemen kılındığı anlaşılmaktadır. Amaç: Bu çalışmanın amacı, özellikle modernizmin tartışmalı sürecinin başlangıcından bu yana, belirli bir ilgi alanı oluşturan kavramsal örneklerden yola koyularak, etkisini giderek yitiren bir retorikle, kururmlaşma eğilimi gösteren birtakım “pseudo-avangart” uygulamaların sanat ve sanat eğitimi içindeki yeri ve önemini tartışmaktır.2 Köktenci Sanat’ta Kurumsallaşma ve Sanasal Kalite Sorunsalı: İlk algılamada, biraz da Marksçı düşünceyle aynı doğrultuda gözüken eleştiri literatürüyle, sanat yapıtının kültürel değerlerinin meta’ya indirgenmesine, 1 Fluxus: Latince “akmak”tan türetilmiştir. 1960 yılında Litvanyalı-Amerikalı sanatçı George Maciunas tarafından John Cage ve çevresindeki sanatçı ve müzisyenleri tanımlamak için kullanılmıştır. 2 Williams, Reymond, (1989) The Politics of Avant Garde; Huyssen, A., (1988) “Avangard Teknoloji Kitle Kültürü” (Çeviren: S. Erener) Defter, 1988 Sayı: 7; İrmeli, H., (2003), The Origin of Avant-Garde: Modern Aesthetics From Baudelaire to Warhol; Bürger, Peter, (2003) Avangard Kuramı, Sunuş: Ali Artun, İletişim Yayınları, İstanbul 2004. 154 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği sanat nesnesinin bir fetiş gibi algılanmasına karşı oluşuyla, Marksist estetiğe koşut bir izlenim ortaya koyan bu bütüncül tavrın, tarihsel bir yinelemeden başka bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Öyle ki, sanatsal avangardizmin (Brüger, 2003: 13), doğasına, sosyal ve kültürel düzendeki süreklilik ilkesine aykırı olan bu görüşlerin hiçbiri, 20. yüzyılın başlarından itibaren, sanat yapıtının satın alınabilir ticaret nesnesi biçiminde algılanmasına karşı gelen modern/avangard düşüncede olduğu gibi, Kavramsal Sanat’ta kurumsallaşmayı önleyememiş; kavramı öne çıkaran proje ve sanat ürünlerinin, resmi ve özel müzelere, koleksiyonlara girmesini engelleyememiştir. Kuşkusuz bu tür projelerin bazıları, otoritenin sesine pek kulak vermeyen, kendini serbest piyasa koşullarına bağımlı galeri hegemonyası dışında tutmaya çalışan ve kendi ölçeğinde sanata ilgi duyan belli bir toplum kesimi tarafından “güncel,” “köktenci”, ve daha da ileri gidilerek “yenilikçi” olarak algılanabilir. Böyle bir yanılgı ya da izlenimin birkaç nedeni olabilir. Bunlardan birincisi, izleyiciyi düşündüren kavramsal projelerin birçoğunda öne çıkan kavram-imge diyalektiğinin temel özelliğiyle ilgilidir Örneğin, güncel söylemler, klişeleşmiş kamusal ifadeler ya da semiyotik şifreler gibi). İkincisi, bu tür bir sanat biçiminin sanatçı ve izleyicileri düşünmeye sevketmesi, onlara, biraz da teknolojinin sağladığı olanaklarla, birtakım yaratıcı ortamlar sağlamasıdır. Üçüncüsü de şudur: Bu söylem ya da ifadeler, merak uyandırıcı güncel ve toplumsal içerikleriyle ayrıca bir ilgi odağı da oluşturabilmektedir. Ancak yine de bütün bu gerekçeler, örneğin,“...en iyi sanat, aklımıza gelmeyen bir şeyi bize düşündüren sanattır.” (Esche-Kortun, 2004: 24) biçimindeki, kavramsal içeriği öne çıkaran totaliter açıklamaları haklı kılamaz. Kuşkusuz daha öncekileri çürütmek için yazılan “reddiye” türünden yazılar da tek başına bu etkinliklerin birçoğunun “güncel”lik ya da “çağdaşlık”la bağlantısını kurmak için yeterli değildir. Kavramları öne çıkarmak suretiyle bir bakıma, resimde geleneksel ifadelendirme biçimine meydan okuyan bu yaklaşım, plastik sanatlarda temel 155 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Prof. Dr. Adem Genç kaliteleri tepe-taklak eden yorumlara da yol açabilmesi açısından kimilerine ilginç gelebilir. Ancak, kendi doğasına koşut olarak zaten anarşik bir eylem olan sanatta, yoksaymacı bir başkaldırı ve türeme bir avangardizmin doğuracağı sonuçları da önceden kestirmek pek kolay bir iş değildir. Böyle bir anarşinin örneğin, aynı ölçüde yeni bir Duchamp-Sonrası Kriz’ine (Post Duchampien Crisis) yol açıp açmayacağı kestirilemez. Sanatta bu tür deneysel araştırmaların bir araç değil de bir sonuç olarak ortaya konulması “Kavramsal Sanat’ın” kendisine de zarar verebilir ki ikincisinin, Kavramsal Sanat’ta, “kavramsallık”ı , “kavramları tepe-taklak etme sanatı”na dönüştürmek gibi olası bir yönü; sığ ve tehlikeli bir boyutu da vardır. Sanat kuramcıları ya da eleştirmeciler, (eleştiriye başlamadan önce ölçütlerini ortaya koyup neye taraf olduklarını ya da hangi ölçütlerle sanat yapıtına yaklaştıklarını bilinçli olarak belli edenler dahil), yorumlarında, içerik-biçim diyalektiğindeki bu hassas dengeye dikkat ederler. Her türlü güncel sanat, Klasikçi, Non Figüratif, Yeni-Soyut ve Yeni-Nesnelcilik’le (New-Objectivism) ilgili görüşlerinde plastik kaliteleri gözardı etmemeye özen gösterir, bu kaliteleri öne çıkarmaya çalışırlar. Nitekim, sanatın kalitelerini, sadece anlatı ve semiyotik gösterge değerlerine indirgemek, tek başına bir şey ifade etmeyebilir. Paul Cezanne’dan itibaren modern sanat eleştirisinde sanatsal içerik ve biçim ilişkileri, ancak “sıradan olanın sanat yapıtına dönüştürme sorunsalı”ile, bir başka deyişle, “sıradan olanın tecellisi problematiğini” (Danto, 1971: 4-23) sorgulayan birtakım analitk yaklaşımlarla açıklanabilmektedir. Dolayısıyla, ancak bu yolla kurulan bir izleyici-yapıt ilişkisi, imge-kavram diyalektiğinde, önsel (a priori) bir rol oynar. Yaratma sürecini diğer üretim süreçlerinden farklı kılan, salt biçim yaratma sürecini, “sıradan olanın tecellisinden” ayıran şey de budur. Bu olguya, sanata biçim açısından yaklaşan biçimci eleştirmeciler de katılırlar. 1940 yılında, Partisan Review’deki ünlü bir makalesinde soyut sanatın en arı (saf/pür) sanat olduğunu vurgulayıp bir şeyin içeriksel kimliğinin betimlemeden (tasvir, anlatı, fgüratif ifadelendirme) daha önemli bir yer 156 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği tuttuğunu öne süren Amerikalı eleştirmen Clement Greenberg, bu kategoriye giren sanat eleştermecilerinin öncülerinden biridir. Güncel sanatta Kavramsal etkinliklerin kurumsallaştırılmasına bir başka örnek de postmodernizmin çoğulcu sanat yönelimleri içinde, özellikle kavramsal içeriği öne çıkan atölyelerin, sanat eğitimi programlarına girmiş olmasıdır. Kuşkusuz, bu akademik kurumsallaşmanın analizinde de, kavramsal etkilerin tarihsel köklerine inmek gerekir. Batı sanat okullarında, 1960’lı yıllar, sözü edilen deneysel atölyelerin yoğunlaştığı bir dönemin başlangıcıdır. Kavramsal/deneysel atölyeler, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi gelişmiş Batı ülkelerinde, sanat kurumları dışında da, bir gelenek oluşturmuştur. Örneğin, Amerika’da öncülüğünü Kaprow(Tablo:1), Oldenberg, Warhol, Keinholz ve Christo’nun yaptığı “Total Art” etkinlikleri ile Avrupa’da Dada, Neo-Dada ve Fluxus akımları, kavramsal avangart tavrın mihenk taşlarını oluştururlar. Post-modern Güncellik ve Özgünlük: Güncelliğe, “özgünlük” açısından yaklaşınca, konu daha bulanık, daha da karmaşık bir yapıya sürüklenir. Herşeyden önce, özgünlüğün bir değer ölçütü sayılması, “güncel” değil, 19.yüzyıl romantızminin temel özelliklerinden biridir. Günümüzde, hiçbir sanat yapıtı, kendi içinde ve tek başına özgün veya güncel olamaz. Günümüz koşullarında, üretimini, romantik bir başkaldırı duygusu ile gerçekleştiren sanatçılar da olabilir kuşkusuz; ancak özgünlük postmodernizme karşıt bir kavramdır (Koçak, 1992: 72). Diğerlerinde olduğu gibi, kavramsal olanı öne çıkaran “güncel sanat” da “özgün” olamaz. Kavramsal Sanat’ın tarihsel kökenleri, ilkellerin törensel (ritüel) ayinlerine dek uzanır. Törenselin, “şaman”ın ve her türlü bedensel tinselliğin Batı sanatına girmesi, pek de yeni değildir. Bu olgu genellikle 19. yüzyılda yoğunlaşan tarihsel Romantizm (örneğin Delacroix) ve Uzakdoğu araştırmaları ile de açıklanmaktadır. Öte yandan, sanatta gerçeklik kavramı, özellikle 1970’lerde, biraz da “post-yapısalcılık ”etkileriyle farklı bir boyuta girmiştir. Artık, 157 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Prof. Dr. Adem Genç romantiklerde olduğu gibi, sanatçının salt kendi gerçekliğiyle veya yansıtmak istediği gerçeklikle başbaşa kalması düşünülemez. Bu aşamadan sonra, güncel sanatta her sanat yapıtı bir ölçüde, başka bir sanat yapıtının gerçekliğini de sergilemek durumundadır. Varsayılan yenilik ya da “güncellik”, ancak kendinden önce başka bir yapıtla karşılaştırıldığında anlam ve anlatımını bulur. Öte yandan, günümüzde, her postmodern ifadelendirmenin bir tür, “anlatının anlatısı” biçiminde değerlendirildiği (Koçak. 1992: 1-72) düşünülürse, sanat ürününü, daha önce yapılandan bağımsız, yer yüzünde eşi ve benzeri bulunmayan bir olgu biçiminde tanımlama olasılığı da ortadan kalkmaktadır. “Yüceltilmiş Egemen Birey” ve Sanat: Gerçekte, “güncel” nitelemesiyle algılanması istenen, her türeme ve sahte (“counterfeit”) karşıt-sanat bir anlamda ulusal ve uluslararası politik olgulardan arındırılmış bir küresel karşıt sanattan başka bir şey değildir. Nitekim, bu sanat yorumu , tıpkı modernizmin geleneksel sürecinde olduğu gibi, zaman içerisinde kendi amacına aykırı bir biçimde, akademik bir yapıya sürüklenmekten kurtulamamıştır. Bu kurumsallaşmanın amacı, hiç kuşku yok ki, “…ivedilikle kendi üretimleri ve mallarının yönetimine ilgi duyan ve kamunun önünde odaksal burjuva tipinin yüceltilmiş kimliklerini taşıyan egemen birey” (Williams, 1989: 19-32) statüsüne yükselmektir. Colin Wilson, yabancılaşma ve yaratıcılığı konu alan “The Outsider” adlı bir kitabında bu tür şifreli bir dili öne çıkaran yaratıcılığın daha farklı bir yüceltilmiş egemen birey boyutuna aşağıdaki örnekle işaret ediyor: “Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen Kızılderili topluluklarında bir kişi diğerlerinden farklı oluşuyla dikkati çeker. Örneğin, o belki de hiç ava gitmemektedir. Topluluğun diğer üyeleri için iki seçenek vardır: Onu dışlayıp ölüme terk etmek veya ileride, olası bir av kriziyle yüz yüze gelindiğinde, kabilenin işine yarayabilir düşüncesiyle onu beslemek. Dolayısıyla, Amerikan Kızılderili toplumunda 'Şaman’ın rolü, kimsenin anlamadığı şifreli bir dilin de etkisiyle, giderek törensel bir hal almaya başlamış; şamanın toplum içindeki 158 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği saygınlığı giderek artmıştır. İşte bu noktadan sonra, izleyici ile kavramsal sanat arasındaki ilişkiler giderek daha da belirginleşmektedir. Çünkü burada, popüler olmayan özgün düşünce öne çıkmakta; düşüncenin düşüncesi önem kazanmaktadır. Bir başka deyişle 'idea' nın ilk 'idea’sı ya da düşüncenin ilk düşüncesi sanatın konu maddesi olmaya başlamıştır” (Wilson, 81: XIII). Tablo-1: Alan Kaprow, “Avlu” (The Courtyard,) 1962 Yüceltilmiş egemen birey benmerkezcidir. Kendini tarihsel olarak oluşturmakta güçlük çekince muğlak ifadelendirmelere; otantik söylemlerle vurgulanan belirsiz, merak uyandırıcı bir biçim ve figüratif anlatılara yönelir. Geçmişle geleceği yaratıcı bir görüş açısıyla ilişkilendiremediğinden, özgün bir biçime ve içrek (immanent/“transcenndental”) bir yapıya sahip olamaz. Çünkü, kültür ve sanatla ilgili insan davranışları ile hümanist olgularda zaman, süreklilik, ayrıntılardaki farklılıklar ve tarihsel referanslar esastır. Bu açıdan bakılınca, çağdaşlaşma bağlamında yer alan her edimin temelinde, zaman ve mekan koordinatları ayrı bir yer tutar. Daha felsefi ve spesifik bir anlatımla, “her insan davranışı” zaman ve mekana ilişkin duyguları bünyesinde barındırır. 159 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Prof. Dr. Adem Genç Çağdaşlığın bir ifadesi olarak “güncel”in ve “avangart”ın tanımını yapmak, bu nedenle biraz daha karmaşık ve zordur. Nitekim bu kavramların nesnel manada kullanımı, ayrı bir çalışmayı gerektirmektedir. Çağdaşlık, tarihsel olarak kendini oluşturan her sanatsal olguya, akıma veya yönelime yeni bir açıdan bakabilme olasılığını da zorunlu kılmaktadır. Ama yine de, entellektüel bir kaygı veya septik birtakım nedenlerle sanata ilgi duyan herkes için “çağdaş sanat”/“güncel sanat” bağlamındaki; Performans Sanatı ( Happening/Event), Vücut Sanatı (Body Art) Çevre Sanatı (Environment) v.b. gibi kavramsal atölyeler iki ana nedenle önemlidir: Bunlardan birincisi, sanat kavramından anlaşılması gereken şeyin ne olduğunun ortaya çıkmasına yönelik düşünceleri; ikincisi de (aynen Kavramsal Sanat’ta olduğu gibi), kavramın kendi başına bir sanat biçimi olup olamayacağına yönelik düşünceleri sürekli bir biçimde yeniden sorgulamaktır. Gerçekten de sanat, her hangi bir nesneden bağımsız, salt bir “kavram” boyutuna indirgenebilir mi? Buna verilen yanıtlar, istenilen düzeyde kesin ve belirgin değildir. Ancak, bugüne kadar ortaya konulan çalışmalar, bize, sanatın ‘fiziksel olan’dan ‘zihinsel olan’a doğru akıp giden bir “minval üzre” olduğunu göstermektedir. Bu saptama bir anlamda, sanatın, “somut bir görsellikten, fiziksel bir varoluş biçiminden bir düşünceye, bir “ide”ye doğru yön değiştirmesine de işaret etmektedir. Bu varsayım, terimlerin bizzat kendisinden, örneğin Kavramsal Sanat’tan ya da “Environment” diye de bilinen Çevre Sanatı’ndan kastedilen şeyin ne olduğunu daha iyi açıklamaktadır. Buradan yola koyulan iyi bir gözlemcinin ya da sanat okurunun, tarihsel süreç içinde bugüne kadar ortaya konulan en marjinal örneklerin (bir kağıt üzerindeki birkaç sözcük, işaret ya da “motto” gibi), “görselliğin geleneksel önemliliği”nin en alt düzeye indirgendiğini; sanat yapıtının fiziksel varlığının kavramlara dönüştürülmüş olduğunu algılamakta güçlük çekmeyeceğini söyleyebiriz. 160 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği Tuval Ressamlığında Kavramsal Açılımlar: Kavramsal Sanat, bu yönüyle geleneksel tuval ressamlığını da etkilemiştir. Kavramsal Sanat düşüncesiyle gelişip serpilen yeni “pentür” düşüncesi, plastik sanatlarda, İpşiroğlu’nun “doğa taklitçiliğinden kavram ressamlığına geçiş” aşaması biçiminde vurguladığı her türlü modern akımların dışında, postmodern akımlarda da etkili olmuştur. Bu durum, sanatta kavramsal boyut arayışının; sadece özellikle son elli yıldan bu yana ortaya çıkan Neo-Dada ve Fluxus gibi akımlar ve güncel sanat uygulamaları ile sınırlı olmadığını göstermektedir. Özellikle 1960’lardan sonra daha da önem kazanan Pop ve Neo Dada akımları, başlı başına bir araştırma konusudur. Bir yaklaşıma göre, doğasına aykırı olmakla birlikte, “Yeni Pentür” ya da “Ressam Sonrası Soyutlama” (Post Painterly Abstraction) diye anılan sanat eğilimlerınde olduğu gibi, sanat yapıtının fiziksel ve kavramsal boyutunu uzlaştırmanın önemi gün geçtikçe daha da artmaktadır. Hansjörg Meyer, daha 1975 yılında, bir İngiliz sanatçısının çalışmalarını yorumladığı bir yazısında; geleneksel boyama yöntemini yeni amaç ve eğilimler doğrultusunda uygulayan Tom Phillips’in resimlerine dair bir makalesinde, Yeni-Soyut ya da Ressam Sonrası Soyutlama anlayışında “kavram-imge diyalektiği”ne değinmektedir: “.....Phillips’in çalışmalarını stil açısından belli bir yere oturtmak pek kolay bir iş değildir. Çünkü Tom Phillips, her sanatsal sorunsalın çazümünde, kendisine en uygun gelen boyama uslubunu bulmaya çaba gösteren; kendi çalışma tarzını bu suretle ortaya koyan bir ressamdır. Onun en ünlü çalışması, Amerikan deneme yazarı, romancı ve ressam William S. Burroughs’nun (1914-1997) bir dizi baskıresim ve desenlerinin çoğaltılmış kopyalarının (röprodüksiyon) kesme tekniğiyle yeniden düzenlenmesini içeren “A Humument” tir. Bu çalışma, çok ünlü olmayan bir Victoria Dönemi romancısı W. H. Mallock’un “Bir İnsan Abidesi” (A Human Monument) adlı yapıtından alıntıları içeren bir çalışmadır (Meyer, 1975: 215). 161 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Prof. Dr. Adem Genç Tom Phillips, Meyer’le yaptığı bir söyleşide, çalışmalarında, 1975’e kadar 600’den fazla kaynaktan alıntı yaptığını belirtir. Bu kadar “meşakkatli” bir çaba ve araştırmaya karşın, kavramsal çalışmalarında kullandığı sözcüklerin kılığına uyan bir durum ya da önermeye ulaşamadığını vurgulamaktadır. Gerçekte, Phillips’in tercih ettiği sanat biçimi, bir düşünceyi belli bir gerçeğe veya kanıta dayalı kılmadan öneren bir sanat biçimiydi. Bu çalışmalar, bir bölümü silinmiş ya da tahrip edilmiş nesnelerin topludurumsal (konjönktürel) rekonsktrüksiyonuyla ilgili sıradan bir kolaj resmi niteliğinde değildir. Örneğin Phillips, ucuz posta kartları üzerinde yaptığı sözel değişikliklere, kavramsal bir duyarlıkla yaklaşıyor; sıradan gibi gözüken eşya ve imge sistemlerini büyük bir duyarlıkla irdeliyordu. Sheffield’deki Mappin Sanat Galerisi’ne ait bir posta kartını kullanarak yaptığı bir çalışmasında, onu ilgilendiren şey, Victoria Dönemi’ne ait sıradan bir imgenin belirsiz ve gizemli bir dönüşüme uğramasıydı. Felsefi Odak: Görüldüğü gibi, kavramsal sanatın felsefi odağı, sanat nesnesinin neye benzemesi konusunda geçerli olan beğeni ve estetik kalıpları bertaraf etmek ve bu yaklaşımdan elverdiğince uzak durmaktır. Örneğin, 1972 Kassel Documenta sergilerinde, Panamerenko’nun büyük bir salonu dolduran “Hava Gemisi” adlı çalışması, havacılık teknolojisinin ilk örneklerini çağrıştıran bir uçma makinası düşüncesiyle, insan zihnini bulandırmaya yönelik bir çalışmadan başka bir şey değildi. Zamanla, bu imgenin yeni ve değişik biçimlerini de ortaya koyan sanatçının, aslına bakılırsa, onları uçurmak gibi bir niyeti yoktu. Amaç, izleyiciye alışılmamış bir nesneyi, sanat nesnesi olarak göstermekti. Bunun gibi, Claus Rinke’nin “Devridaimli Havuz”u da, belli bir havuz işlevi görmüyordu. Bu çalışmada, bir su pompası ile havuzdan çekilen su, tekrar belli bir tazyikle havuza akıtılmaktaydı. Mekanizmadan çok burada teşhir edilen şey, “havuza dökülen su” imgesiydi ve bu nedenle de sanat nesnesi olan şeyin formu ve biçimi kavranamıyor, sanat biçimi belli olmayan ya da sürekli olarak 162 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği değişen amorf bir nesneye indirgeniyordu. Gündeme getirilen soru, bir anlamda, sanat nesnesinin, tek bir format dahilinde kavranması mümkün olmayan bir şey, bir deneyim olup olamayacağına yönelik düşünceleri içeriyordu. Kuşkusuz, bu gösterinin amacının bir tür doğal enerji olan hidroelektrik enerjisine de atıfta bulunduğu düşünülebilir. Böyle bir yorum, Dennis Oppenheim’in güneş ışığı ile insan vücuduna yazdığı ve bunu bir fotograf imgesiyle saptadığı o ünlü “Body Art” çalışmasında da söz konusu olabilir. Fakat her iki çalışmada da gerçek olan şudur ki, sanata bu açıdan bakıldığında, sanatkendi başına fiziksel/ maddi varlığı olmayan, sıradan bir şey haline gelmekte; birtakım doğa yasalarının basit ve sıradan bir teşhirine dayalı sansasyonel olgulara indirgenmiş olmaktadır. Hazır Nesne: Bu tür deneysel uygulamalarda ilgi odağı, kullanılan “hazır nesne”nin(ready made) ya da inşa edilen sanatsal nesnenin abartılı boyutları olmuştur. Daha farklı söylersek, apılan çalışmanın sunum biçimi ile enstalasyonu tek başına ilginç olabilmektedir. Galeri veya müzelerin dışında, örneğin kamusal alanda, bu tür bir “çevre “ ya da “çevresel sanat” projesiyle ilk kez karşı karşıya gelen bir izleyici, işleyişini ve mekanizmasını kavramakta güçlük çektiği, belki de, hiç ama hiçbir anlam veremediği bu beklenmedik ve bir nevi gerçeküstü nesne karşısında ne yapacağını kolayca kestiremez. Bu tür çalışmaların en yalın ve karmaşık olmayan bir örneği Marcel Duchamp’tan sonra, Richard Serra tarafından 1972 yılında gerçekleştirilmiştir. Serra “Circuit” (Dolaşma) konulu çalışmasında, dört ayrı çelik levhayı diyagonal bir çapraz oluşturacak biçimde, aralarında dolaşmaya uygun bir boşluk bırakmak suretiyle, yer düzlemine dik bir biçimde, bir iç mekàna monte etmişti. Çalışma, oldukça büyük boyutlarda olduğundan, izleyici, her şeyi bütünüyle izleyemiyor; aralarında dolaşırken, kendi yüksekliğini aşan bu çelik levhalarla bölünmüş mekan fragmanlarından başka bir şeyi algılayamıyordu. Zaten, Serra’nın amacı da buydu: Serra, Modern insanın çevreyi bir bütün 163 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Prof. Dr. Adem Genç olarak değil de fotoğraf makinası veya video kayıtlarında, kentsel ortak yaşamın “sembiyotik” ilişkilerinden yoksun tekdüze konutlarında olduğu gibi, belki de, çevrenin bölük pörçük, parçalı mekan fragmanları biçiminde algılanmakta olduğunu vurgulamak istiyordu. Performans Sanatı (“Event” ve “Happening”) Çevre Sanatı, Yerleştirme, Performans ya da ”Event”3 etkinliklerini bir sanat yönelimi olarak algılama düşüncesini, 1970’lerden çok daha öncelerine giden uygulamalara dayandığı bilinmektedir (Henry, 1975: 7-122). Bu tür deneysel araştırmaların ilk örnekleri, -Leonardo’dan sonra, belki daha içselleştirilmiş bir biçimde-, Dadacılara aittir. En ilginç örneklerden biri, Alman sanatçı Kurt Schwitters’in 1920 yılında Hannover’de gerçekleştirilen ve savaştan sonra İngiltere’de bir çiftliğe nakledilen çalışmasıdır. Schwitters, “Merzbauten” adını verdiği bu çalışmasını, kendi evinde, buluntu ve artık malzemelerle, kademe kademe ve uzun bir süre içinde tamamlamıştır. Diğerlerinde olduğu gibi, bu çalışmada da kullanılan her nesnenin anısı, sanatçının kendi manevi yaşamındaki yeri ve tinsel içeriği hissedilmektedir. Ancak yine de, 1960’lı yıllarda Neo-Dada ve Pop Art’ın yükselişiyle, sanatta “Çevre” kavramı, yeni ve özgün bir ifadelendirme alanı ortaya koymuştur. Öyle ki, özellikle ABD ve İngiltere gibi tüketim toplumlarında, sanat, sanki gerçekliğin harfi harfine taklidine, yeniden inşasına, yeniden üretimine yöneliyor; üretilen ya da var olan her türlü nesnenin gerçeklik etkisini taklit etme uzmanlığına dayanıyordu. Edward Keinholz’un en iddialı çalışmaları bu kategoriye uygun düşmektedir. Öte yandan, popüler kültür fenomeninde, sanatçıların tüketim toplumuna yönelik ilgi alanları da, sözü edilen “çevre” ve “hazır nesne” bilinciyle 3 İngiltere’de “Event”, Amerika’da “Performance”: Performans sanatı, izleyicinin önünde canlı olarak icra edilen bir sanat biçimidir. 1960’lı yıllarda ortaya çıkmıştır. Bazen “happening” olarak da adlandırılır. Fluxus, Beden Sanatı, Süreç Sanatı ile yakından ilgilidir. Dans, müzik, (Dadacıların “Cabaret Voltaire”deki doğaçlamaları gibi), tiyatro, sirk, jimnastik türü etkinliklerden farklı olarak olayların illüzyonu değil, olduğu şekliyle olayın kendisi sergilenir. Kökleri, 20. yüzyılın başındaki Dada akımının karşıt sanat performanslarına, 1920-1930 yılları arasındaki fütürist ve sürrealist gösterilerine kadar gider. 164 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği bütünleşen bir olgu olarak algılanmaktaydı. Fakat bütün bunların yanında, en önemli olan şey, kuşkusuz, sanat nesnesinin artık sadece elle tutulur, gözle görülür, kalıcı ve somut bir varlık olarak değil; özgün bir duyarlık veya bir dizi duyarlık biçimini üreten “devrimsel bir gelgit”, bir dinamo, bir mekanizma olarak algılanmasıydı. Bu aşamada izleyici artık, sanat nesnesi karşısında “Bu nedir?” biçiminde daha önceleri sormakta olduğu soruları sormuyor; bunun yerine, belki de içinde kendisinin de yer aldığı, kendi varoluşuyla bütünleşen her “kavramsal proje” veya “çevre” etkinliğinde kendisine: “Buna karşı tepkim ne olmalıdır?” diyordu. Öyle ki, üzerinde durulan, düşünülen, insanı dünya gerçekliğinden bir tür sanal gerçekliğe, hayal alemine götüren sanat nesnesi, artık aktüel ya da sanal bir gerçek olmaktan çıkmış, “zihinsel bir kavram” olmaya yönelmiştir. Aslında “Performans” olgusu, çeşitli fragmanlardan meydana gelmiş bir mekan algısının; ses, zaman, tavır ve hatta koku gibi faktörlerin kompozisyonuyla oluşturulmuş bir durum içerisindeki uzantısıdır. Bu olgunun kökeni, tiyatro sahnesi değil, sanatçı atölyesidir. Burada izleyici, tiyatroda olduğu gibi, planlı bir gösteri biçimi ve aktörlerle karşı karşıya gelmez. Bunun yerine, küratör’ün yönlendirmesiyle, kendi sorumluluğunda emretmek/algılamak/izlemek zorunda bırakıldığı bir duygu bombardımanına uğrar. Allan Kaprow’un “The Courtyard” (Avlu) adlı çalışması gibi, bu alanda gerçekleştirilen çalışmaların bir çoğunun hedef aldığı şey de budur: Mekan algısı içinde duygu bombardımanı. 1960’lı yıllarda Claes Oldenburg ve Jim Dine dahil olmak üzere, bir çok Pop sanatçısının, “happening” etkinlikleri olmuştur. Bunlar arasında belki de en akılda kalıcı olanı, Jim Dine’in “The Car Crash” (Otomobil Çarpışması) adlı ve New York’ta Rubent Gallery’de (1960) gerçekleştirilenidir. Bu “performans” çalışmasında, konu başlığı, “The Car Crash” olan sözcükler simgesel olarak 20 dakika içinde birbirlerini izleyen ardışık bölümler halinde alegorize edilmiştir. 165 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Prof. Dr. Adem Genç Amerika’da “Performans Sanatı” modası, iki nedenle giderek önemini yitirmeye yüz tutmuştur. Birincisi, New York ve Kaliforniya’da, işlenen konular kısa sürede yaygınlaşıp bir tür gösteri formuna dönüşmekteydi. İkincisiyse, bu etkinliklerin Broadway çevresinde tiyatrolar tarafından taklit edilmesiydi. Bu durum, sadece Performans Sanatını değil, aynı zamanda “bu performansların ortaya koyduğu ve yaratmaya çalıştığı yeni geleneğin (ethos) dramatik anlatım dili içinde eriyip yok olmasına neden olmuştur. Zaten, 1950’lerin başlarından itibaren, Amerika’da, avangart tiyatroda bu tür benzetme ve öykünmelere olağanüstü bir ilgi duyulmamıştır. Amerika’da Performans Sanatı dönemi sona ererken, Avrupa’da “Event” diye adlandırılan ve bunun benzer bir biçimi olan etkinliklerin önem kazanması, Avrupa’nın kültürel tavrında “gerçekte olduğundan daha büyük bir muhafazakarlığın” göstergesi olarak yorumlanabilir. Avrpa’da, bu tür uygulamaların en yoğun bir biçimde gerçekleştiği ülkeler, İngiltere, Almanya ve Avusturya’dır. Bu ülkelerde gerçekleştirilen “Performans”ların, büyük bir bölümü, Amerikan Performans Sanatını birçok yönden etkilemiştir. Avrupa’dakiler, daha soyut ve öncekilere göre daha az özgül (spesifik) olan “Performans” etkinlikleridir. Bu çalışmalarda, üzerinde durulan en temel olgu, izleyiciyi şok etmekti ve bu nedenle de enerjinin çoğu, olağanüstü durumların ortaya çıkarılmasına harcanıyordu; fakat yine de, Avrupa’daki “Performans”lar, Amerikan “Happening”lerine göre, daha entellektüel ve sofistike bir içerikle sunuluyordu. İngiltere’de Stuart Brisley’in çalışmaları, tiksinti ve bulantıyı kışkırtmak açısından, kullanılan imgelerin insan hayatını bir tür “tecrit” ve “tehdit” eden ögeleri içermesi yönüyle tipik bir örnek oluşturmaktadır. Bu etkinliklerde, sanatçı birçok fiziksel güçlüklere katlanmakta, kendini tehlikeli durumlarla karşı karşıya getirmeye zorlamakta, izleyici de bunun bilincine varmakla yetinmekteydi. Brisley, bir performansında su ve hayvan barsaklarıyla doldurulmuş bir banyo küvetine yatmış ve saatlerce kıpırdamadan durmuştu. 166 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği Raymond Williams, “Avangart Sanatın Politikası” başlıklı bir makalesinde, sanat alanında, 19. yüzyılın sonlarında hızla gelişmekte olan aşamalardan söz etmektedir: Sanat pazarının artan egemenliği ve resmi akademilerin ilgisizliğine karşı, kendi uğraşlarını korumayı amaçlayan yenilikçi grupların zamanla başka gruplaşmalara dönüştüğünü vurgulayan Williams, belli bir sanat akımı savunuculuğu yapmanın, önce yeni bir sanat akımını yönetmek ve sonra da bu sanat adına bütün bir sosyal ve kültürel düzene saldırmayı içerdiğini öne sürmektedir (Phillips, 1975: 215). Günümüzde, İngiliz sanatçı Hirst'ün çalışmaları(Tablo:2), bu alanda ayrı bir ilgi alanı oluşturmaktadır. Hirst’ün yapıtları, kavramsal çalışmaların sanat pazarındaki değeri üzerine etkili birer örnektir. Erken dönem Nokta Resimlerinden (Dot Painting) biri, yapıldığı dönemde 20.000 Sterlin'e satıldığı halde, bugün bu türden bir tablosu, 400.000 Sterlin'e alıcı bulabilmektedir. 1995’te Turner ödülü alan Hirst "Genç İngiliz Sanatçıları" diye anılan gruba dahildir. Saatchi & Saatchi’nin bu grubu sürekli teşvik etmesi ve grup içindeki sanatçılarla ilgili etkinlikleri bıktırıcı bir biçimde yinelenen kampanyalarla desteklemesiyle, uluslararası düzeyde ilgi gören bir sanatçı statüsüne kavuşmuştur. Hirst'ün çalışmaları, bilinçli olarak kışkırtıcı ve rahatsız edicidir. “Dead Rotten Cow”ismli, en önemli kavramsal çalışmalarından birinde, “Çürümüş Ölü Sığır” formaldehit içinde korunmaktadır. 167 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Prof. Dr. Adem Genç Tablo-2: Damien Hirst, “ Yaşamakta Olan Birinin Aklında Ölümün Fiziksel Olanakzsızlığı” (Physical Impossibility of Death in the Mind of Someone Living) 1991 Bir yapıtında, sığırlar, cinsel ilişki pozisyonunda dondurulmuştur. Kafaları kurtlar ve böcekler tarafından kemirilmektedir. Sığır ölüleri, salam-sucuk örneğindeki gibi dilimlere ayrılmıştır. Diğer bir çalışmasında, ön cephesi camla kapaklı bir dolabın raflarında, ilaç kutuları, yüzlerce şişe, hayvan iskeletleri, ve bir girdap gibi dönen çok renkli noktalarla yer yer, Noktacılık akımının öncülerinden biri olan George Seurat’nın çalışmalarını anımsatan tablolar yer almaktadır. Bir söyleşide, “Sanat senin aklından geçen, kafanın içinde dolaşıp duran bir şeydir” diyor Hirst ve şöyle devam ediyor: “...Eğer sanat yapmak için olası ilginç bir düşüncen varsa, onu da değerlendirebilirim. Sanat her yerde var olan bir şeydir. O senin içinde bulunduğun ortama, algıladığın çevreye karşı duruşun. .... Yıllar boyu üzerinde çalıştığım düşünceler var: Bir galeri içinde bir tayf nasıl yaratılır? gibi. Yanımda hep, yapacağım gösterilere ve adı olmayan çalışmalarıma ilişkin aklıma gelen düşünceleri, gösteri adlarını içeren uzun bir liste bulunduruyorum” (Vogel, 2003). Hirst’ün kavramsal yapıtlarından daha tehlikeli, korkunç ve yaban gösteriler, Viyana Aksiyon Grubu sanatçıları tarafından Avusturya’da gerçekleştirilmiştir. 168 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği Bunlar arasında, Herman Nitsch, Otto Muehl, Günther Brus ve Rudolf Schwarzkogler’in “performans”ları en dikkat çekenleridir. Bu gösterilerin birçoğu, “sado-mazoşist” imgelemin olay ve aksiyonlar biçiminde özgürce anlatımını hedef alır. Kibar Üslup: Bu tür performansların karşıt kutbunda, “Nice Style” (“Kibar Üslup”) diye tanımlanan gösteriler yer almıştır. İngiliz Gilbert&George’un performansları(Tablo:3), bu kapsamda yer alırlar. Gilbert&George’un “Şarkı Söyleyen Heykeller” (“Singing Sculptures”) adlı çalışmaları, sanat çevresinde oldukça önemli bir yer tutmuştur. Örneğin Gilbert&George, elleri ve yüzleri yaldızlı iki oyuncu olarak, bir platform üzerinde ayakta dururlar. Bunlar, bir müzikhol ezgisi olan “Underneath the Arches”a mimikleriyle eşlik ederler. Burada bir stil ve moda fikri ortaya konulmakta; bu fikir kendi gerçek bağlamından koparılarak bağımsız bir olgu gibi analiz edilmektedir. Sonuçta, popüler sıradanlık (yüzeysellik) kavramı ayrıntılı bir biçimde incelenmekte, moda veya stilin kendi bağlamından koparılmışlığı; tasarımcı ve onun “kreasyonları” ortaya çıkarılmak suretiyle, kendilerinin de yaşayan heykeller oldukları; platform üzerindeki duruşlarının bir sanat olarak görülmesi gerektiği düşüncesi ön plana çıkarılmaktadır ( Hass,1992: 2-25). Ama yine de Gilbert&George’dan yıllarca önce, buna benzer bir iddiayı ilk kez ileri süren Joseph Beuys’tur. Joseph Beuys, savaş pilotu olarak görev yaptığı II. Dünya Savaşından sonra, sanata dönmeden önce üniversitede Doğa Bilimleri öğrencisiydi. “Fetteke” olarak bilinen bir çalışmasında, şekli belli olmayan “amorf” malzemelerle, geometrik, ölçülü biçili nesneler arasındaki karşıtlığı; sert ve yumuşak malzeme bütünleşmesini kavramsal düzeyde sorgulamaktaydı. 169 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Prof. Dr. Adem Genç Tablo-3: Gilbert & George , “Şarkı Söyleyen Heykeller”(The Singing Sculpture) Cable Caddesi, Londra, 1988 Yaptığı performansların birçoğu, Stuart Brisley’inkilerden daha risklidir. Beuys, 1965’de “24 Saat” konulu çalışmasında, kolları gerilmiş olduğu halde bir platform üzerinde 24 saat durmuştur; ancak bu tür etkinliklerin izleyici üzerinde yarattığı dolayımlı etkilerden pek tatmin olmadığı için, 1967’de radikal, fakat hiçbir partiye bağımlı olmayan siyasi bir organizasyon oluşturmuştur. Bu bir Alman öğrenci partisiydi. Sanatsal eylemleri, giderek daha belirgin bir forma ulaşıyor; kendi politik görüşlerini yansıtan bir araca dönüşüyordu. Ama yine de bunların çoğu müzelerde gerçekleştirilmiştir. 1972’de Tate Gallery’deki bir sergiye davet edildiğinde, kendi siyasi görüşlerini izleyicilere anlatmak için bir gün harcamıştır. Aynı yıl, Kassel’de sergi salonunun zemin katını büro olarak kiralamış ve burayı, kendine soru sormak ya da kendisiyle tartışmak isteyen tüm ziyaretçilere açık tutmuştur. 1970’li yılların sonlarında yaptığı açıklamalarda Beuys, sanat ve sanat yapma girişimini saçma bulduğunu ima eder gibi gözükmekte; sanatı fikir alışverişinde (iletişiminde) bir dil zenginliği yerine, engelleyici bir öge olarak tanımlamaktaydı. 170 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği Teknolojik Zemin Nesne’den kavrama ve dolayısıyla izleyiciyi daha fazla düşündürmeye yönelen sanat, arada sırada da teknolojik bir zemine oturmaktadır. Örneğin, video’nun geleceğin sanatında çok önemli bir yer tutacağı konusu tartışılmış; sanatın elektronik terimlere dönüştürülmesiyle kendi yokoluşunu da birlikte getireceği üzerinde durulmuştur. Gerçekte bu alandaki deneysel çalışmalar (deneyimler), üç ayrı yönde gelişmiştir: İlk etaptakiler, “Yatak Odası Videosu” diye de tanımlanan ve Andy Warhol’un bazı filmlerinin devamı niteliğinde olan deneysel çalışmalardır (Gilbert&George’un “Gordon’s Makes Us Drunk” (“Cin Bizi Sarhoş Eder”) gibi). İkinci gruptakiler içinde her türlü estetik kategoriden sakınılarak, resmi televizyonlardaki programlara alternatif bağlamında ortaya konulan - azınlıklara ve radikal konuşmacılara bir platform biçiminde olanak veren- video işleri dikkat çekmektedir. Asıl hedefi polemiklerle sınırlı olan bu video işlerinin kendisine niçin “sanat” etiketi taktığı ve sanat galerilerinin bunlar için neden uygun bir yer olduğu merak konusudur. Fakat başka bir merak konusu daha var: Joseph Beuys, yeni bir siyasal felsefenin yayılmasında, kamusal alan olarak “daha az etkili olduğu bilinen sanat galerilerini” neden uygun bir yer olarak seçmişti? Buna benzer tutarsız durumlar, hatta bunlardan daha olumsuz sonuçlar “saf kavramsal sanat” ya da “bildiri sanatı” diye bilinen ve izleyiciden sanatçının düşünce sürecini adım adım izlemesini isteyen sanat biçiminde ortaya çıkmıştır. Bu sanat biçiminde sorun, bu süreçlerin niçin yazılı diyagramlardan öteye gitmediğidir. Üstelik bu tür işlerin birer sanat biçimi olarak sergilenmeleri, kavramsal sanatçıların amaçlarına da ters düşmektedir. Yirminci yüzyıl modern sanatının en önemli özelliklerinden biri, içinde bulunduğu farklı konumlarda, bu konumlara ters düşen dışavurum araçlarını özellikle kullanmaktır. Bunun bir 171 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Prof. Dr. Adem Genç nedeni de sanat dünyasında, sanata olan ilginin “sanat nesnesi”nden “sanatçının kendisi”ne yönelmiş olmasıdır. Nitekim, çağdaş (güncel) sanatçılar çalışmalarında kendilerini, giderek “kendi kendilerinin otantik bir yaratımı” olarak ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Bu durum, her daim, sanatın ne olduğu konusunu yeniden sorgulamamızı zorunlu kılmaktadır. Eğer tüm sanatsal değerler, sanatçının kişiliğinde yatıyor ve bu sanatçı da bir an için popüler oluyorsa ve bu nedenle de izleyiciye karşı istediği her şeyi yapabileceğini düşünüyorsa, kendimizi bu tür bir sözde avangartçılığa karşı nasıl koruyacağız? Bu soru modern sanat akımlarının ortaya çıkışından çok daha öncelerinden itibaren sadece Batı uygarlığında değil, diğer kültürlerde de günümüze kadar binlerce kez sorulmuş, fakat hiçbir zaman bugünkü kadar önem kazanmamıştır. Örneğin, belli bazı kişilerin doğaüstü güçlere sahip olduğunu kabul eden belli kültürler vardır ya da Budist rahiplerin ve filozofların, kendilerini çepeçevre sarıp dinleyen halkla aralarında bu tür bazı ilişkiler olduğu kabul edilmektedir. Fakat genelde bu kültürlerin, Batı düşüncesi nde anlatımını bulan bir profesyonelliğe ayıracak zamanları dahi olmamıştır. Aslında buradaki çelişki, sanatçının kendisini görmek istediği bu yeni görünümüyle halkın onu nasıl gördüğü arasında ortaya çıkmakta ve “avant-garde” diye nitelenen bu tür bir “öncü”lüğün neredeyse tümüyle halka bağımlılığı gözden kaçmaktadır. Kendine kültürel bürokrasinin insafına göre bir biçim vermek için “pazar’dan firar etmiş” izlenimini ortaya koyan böyle bir “halk münacatı”nın (yakarış) anlamı ne olabilir? Çünkü, ne kadar siyasi olabilirse olsun, gerçekte bu tavır halka karşı tam anlamıyla “seçkinci” (elitist) bir tavırdır. Yine de bütün bu olumsuzluklara karşın, şunu gözardı edemeyiz: Modern sanatçı kendi “insancıl” duygularını sorgulamakta; bir kurtarıcı tavrıyla da olsa insanın imgelem dünyasının “beğenilecek, çok güzel bir şey”le olan ilişkilerin olasılıklarını araştırmaya ve bunları keşfetmeye devam etmektedir. Kimi sanatçılar insanlığın geleceğine ilişkin son derece negatif hükümler verirken, sanatçıların büyük bir 172 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği çoğunluğu hala sanatı “insana özgü olabilecek bir inancın ifade aracı” olarak görmektedir ( Smith, 1975: 36-80) Sonuç: Hangi toplumsal sınıfa dahil olurlarsa olsunlar, insanlar ayakta kalabilmek için kendilerini, içinde yaşadıkları günümüz toplumunun gelişmekte olan devingen ve saydam paradigmalarına uyarlamak; günümüz sanatını, belirli bir zaman, belirli bir tarih bilinci ile algılamak durumundadırlar. Kurumsallaşmaya yönelen her sanat etkinliğin temelindeyatan olgu, odaksal burjuva tipinin yüceltilmiş kimliklerini taşıyan egemen biray statüsüne ulaşma çabasından başka bir şay değildir. Bu durum, çağdaş sanatçının yeniliklere açık olması, yenilikler karşısında kendini ayakta tutabilmesini de engellemektedir Sanat eğitimi, sadece sanattaki yeni gelişmelerler içinde toplum dinamiklerine uyum sağlamaktan ve ortaya çıkan teknolojik yeniliklerden nasıl yararlanılacağını öğrenmekten ibaret değildir. Güncel sanat ve genelde Kavramsal Sanat’la sanat eğitimi arasında “güncellik” ya da “çağdaşlık” söylemleriyle kurulmak istenilen ilişkilerdeki bütüncül (totaliter) yaklaşım içinde, bize göre yapılan en hayati yanlışlık, bu uygulamalarda, güncellik ve çağdaşlık bağlamındaki kavramsal oluşumların kurumsallaşmasına yol açmak ve soruna, adeta bir “kavramsal sanatçı kuşağı yetiştirmek” boyutu ile yaklaşmaktır. Bize göre sorun biraz da, kavramları veya kavramsal düşünmeyi öne çıkaran sanat etkinliklerinin, “sanat nedir?” sorusuna ışık tutup tutmadığı; kavramsallığın, bu soruya odaklanmak için bir mercek işlevi görmekten başka tek başına bir şey olup olamadığı düşüncesi üzerinde, gerektiği biçim ve ölçüde duramamakla ilgilidir. 173 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Prof. Dr. Adem Genç Tablo-4: Christo “Şemsiyeler Japonya-ABD” (“The Umbrellas Japan-USA”), 1987-91 Bulgar asıllı sanatçı Christo, bugüne kadar siyasal çağrışımları olan binaları paketleme (Reichstagsverhülun), Kaliforniya-Silikon Vadisi ile Japonya’da (Ibaraki’ye ve Satokava Irmağı kıyılarına) gerçekleştirdiği “The Umbrellas Japan-USA” adlı yerleştirmesi ve aynı biçimde Kaliforniya’da bir dağın yamaçlarına gerdiği 36 km. uzunluğundaki “Running Fence” (“Boyluboyunca Giden Çit”) konulu renkli kumaşla yaptığı enstalasyonu ya da bir adanın kıyılarını renkli naylon kumaşla (Dalgalanan Plastik Etek) gibi kapladığı “Floating Plastic Skirts” büyük boyutlu, “site specific” (yere özgü) türünden kavramsal “çevre” projeleriyle bu alanda belli bir ilgi alanı oluşturan önemli sanatçılardan biridir. Christo, proje giderlerini, çalışmalarıyla ilgili karakalem eskizlerini satarak karşılamaktadır. 174 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175 Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği KAYNAKÇA 1- Bürger, Peter, Avangard Kuramı, Sunuş: Ali Artun, İletişim Yayınları, İstanbul 2004. 2- Danto, Arthur C., “Works of Art and Mere Real Things”, Transfiguration of Commonplace, The Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts, 1981 s: 1-32 3- Esche, C., Vasıf Kortun, “The World is Yours ” Art ,City and Politics in the Expanding World / “Dünya Senin,” Genişleyen Dünyada Sanat, Kent ve Siyaset, İstanbul Foundation for Culture and Arts, sayfa: 24, İstanbul, 2004. 4- Henry, Adrian,. Environment and Happening Thames & Hudson, London, 1974. 5- Daimen Hirst, www. vikipedia.org; vikipedia, the free encyclopedia 6- Koçak. Orhan, “Modernizm ve Postmodernizm” Defter Dergisi, Ocak-Haziran 1992, sayı 17, s.72. 7- Lynton, Norbert, The Story of Modern Art, Phaidon, Press Limited, London,1989. 8- Phillips, Tom, Works, Texts To 1974 Edition: Hansjörg Meyer, Stuttgart, London, Rekjavik, s: 215, 1975.9- Ratcliff, Carter, Gilbert & George: The Singing Sculpture , Anthony d’Offay Gallery Publication, London 1993, s: 1-63 9- Smith, E.L., Movement in Art since 1945, Thames & Hudson, London, 1975. 10- Vogel, C., “An Artist Invests Himself,” Herald Tribune, 29-30 Kasım 2003 (çev. A. Genç, çevirinin tümü için bkz. www.ademgenc.com). 11- Williams, Reymond, “Avangard Sanatın Politikası”(Çev. Babacan, İ), Adam Sanat Dergisi, Ocak 1989, sayı: 38 sayfa:19-32. 12- Wilson, Colin, The Outsider, Foreword Copyright by Marilyn Ferguson, Penguin Putnam Inc., Los Angeles, 1982, sayfa: xııı. 175 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 176- 190 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY KİMLİĞİN ANLATIM ARACI OLARAK SANAT Aytül PAPİLA∗ ÖZET Kimlik, insanın toplumsal kategoriler içerisindeki bir adlandırma sürecidir. Bu süreç içerisinde sanat, kendi araç ve yöntemleriyle, kimliklerin anlatım yollarından biri olmaktadır. Bu çalışmada, Batı uygarlığının tarihsel gelişimi içerisinde oluşturduğu bireysel ve toplumsal kimliklerin, sanatsal teoriler ve yaklaşımlara göre biçimsel olarak ifadesi üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: kimlik, bireysel ve toplumsal kimlik, ifade, ABSTRACT İdentitification is a process of “naming” of human beings among socially constructed categories. During this process, art becomes a specific way of “expressing” the identities with its own tools and methods. The essay contains a disscusssion of the individual and collective identities that have been raised through the Western civilisation and the forms of the expression, as based on the artistic theories and approaches. Keywords: identity, individual and collective identity, expression GİRİŞ Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğünde kimlik, “toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan şartların bütünü” olarak tanımlanmaktadır. (TDK, 2006) Kimlik, insanı toplumsal, psikolojik, politik olarak adlandırma sürecidir ve bireysel ve toplumsal olmak üzere iki ayrı aşamada incelenebilir. Bireysel kimlik, psikolojik olarak, insan olmak ile başlar. Freud’a göre, insanın ruhsal yapısının iç çekirdeğini, sürekliliğe dayalı, değiştirilemeyen, öznel, içsel, yaratıcı, bilinmeyen, ancak dış dünyadan etkilenen parçası oluşturmaktadır. Benliğin bu ilk aşamasını, daha dışsal ve toplumsal ikinci bir aşama, “toplumsal kimlik” izlemektedir. Bireysel kimliğin değişmezliğine karşın, ∗ Öğr. Gör., Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi [email protected] Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat toplumsal kimlik, bireyin içinde yaşadığı toplum ile etkileşime girerek, sonradan geliştirilebilmektedir. Bireyin toplum içerisindeki konumu, düşünce biçimleri, inançları, edindiği bilgi ve deneyimleri, onun toplumsal kimliğini oluşturmakta, dil ve iletişim yoluyla yansıtılmaktadır. “Kimliklendirme, bireyin kendisini, toplumsal olarak olulturulmuş kategoriler içerisinde bir adlandırma sürecidir”. (Outhwaite-Bottomore, 1993, S.271) Politik olarak kimliklendirme süreci, bireyin, toplumsal kurumlar ile olan ilişkileri üzerinden tanımlanan hak, görev ve sorumluluklarının belirlenmesidir. Sanat ve kimlik kavramı arasında, birbirini etkileyen ve karşılıklı olarak birbirini biçimlendiren bir ilişki vardır. Bu yazının amacı, görsel sanatların, özellikle Batılı toplumlarda, bireysel ve toplumsal kimliklerin oluşturulması, ifade edilmesi, öğretilmesi ve yaygınlaştırılması için etkin bir araç olarak kullanıldığını göstermektir. Sanat, kimliğin ifade araçlarından biridir. Sanat eserini yaratan sanatçı, ortaya çıkan ürün ve bu ürünü yorumlayan toplum, sanat ve kimlik ilişkisinin temel noktalarıdır. Sanatçının bireysel kimliği, öznel iç yapısı, onun sanatçı olmasını sağlar. Eserinin konuları ve ifade biçimlerinin estetiği, sanatçının toplumsal kimliğinin etkisiyle ortaya çıkar. Sanatçının yaşamı, toplumsal yapılar içinde sürer, toplumsal kimliği bu yapılar içerisinde biçimlenir. Sanat eserinin yorumlanma süreci, eserin üretildiği tekniğin seslendiği algı ile başlar. Doğal bir işlev olan algılama, duyular ve duyuların iletildiği beyindeki yorumlanma süreciyle tamamlanır. Bu süreç, fizyolojik, psikolojik, kültürel ve toplumsal pek çok etmenin etkisiyle biçimlenir. Bir sanat eserinin farklı toplumlarda farklı şekillerde, ya da aynı toplum tarafından farklı zaman dilimlerinde farklı şekilde yorumlanmasının nedenlerinden biri de, toplumsal kimliklerdeki değişimlerdir. Sanat tarihine bakıldığında, toplumsal kimlikleri oluşturan inançlar, düşünce yapıları, üretim biçimleri, yaşamı algılama ve yorumlama şekillerinin, sanat 177 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190 Aytül PAPİLA eserlerinde nesnelleştirildiği, bu eserler üzerinden tartışılıp yorumlandığı görülür. İlk sanat eserleri, o eserlerin üretildikleri toplumların bütünü tarafından kabul gören inançları konu almaktadır. Bu inançlar, geliştirdikleri düşünce sistemleriyle, toplumların bütünsel kimliklerini tanımlamaktadır. Ana Tanrıça ile başlayarak, pagan ve tek tanrılı dinlerde sanat eseri, dinsel törenlerin bir parçası ya da Şamanist toplumlarda olduğu gibi üretimi, ibadetin kendisi olmaktadır. Bu eserlerin kült nesneleri olarak görülmeleri, “sanat eserinin” doğruları ifade eden bir araç olarak algılanmasına ve toplum tarafından tartışılmadan kabul görmesine yol açmıştır. İlk sanat eserleri, aynı zamanda, bireysel kimliklerin ortaya çıkışını ve bu kimliklerin toplumsal yapıdaki yerini de yansıtmaktadır. Anaerkil toplumlardan erkek egemen toplumlara doğru geçiş, ilk sanat eserlerindeki güçlü, yaratıcı kadın imgesinin, erkekle yer değiştirmesine yol açar. Kadına sunulan daha bağımlı ve edilgen kimlik, silik ve önemsiz bir kadın imgesini ortaya çıkarır. Uygarlıkların ortaya çıkışıyla gelişen siyasi yapılar, kendi varlıklarının haklılığını dayandırdıkları tanrısal güçleri, sanat eserleriyle ifade etmişlerdir. Mısır piramitleri, tüm görkem ve ağırlıklarıyla, firavunun kimliğiyle özdeşleşen inanç biçimleri ve siyasi yapılarının simgesidir. Bu ilişki, güçlü devletler kuran Roma gibi uygarlıklarda da devam etmiştir. At üstündeki imparator heykelleri ve insanı ezen oranların kullanıldığı mimarlığıyla Roma sanatı, Roma İmparatorluğu’nun kimliğini yansıtır. (Resim 1) Dünya tarihinde, farklı kimliklere sahip uygarlıkların birbirleriyle karşılaşması ve bu karşılaşma sırasında yaşanan değişimle ilgili çok sayıda örnek vardır. 178 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190 Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat Resim 1: İmparator Marcus Aurelius’un Atlı Heykeli, M.S. 161-180, altın yaldızlı bronz, 424 cm. yüksekliğinde, Captoline Müzesi, Roma Bu değişimlerin yaşandığı dönemlerden biri, kavimler göçüyle Avrupa’ya gelen barbar toplulukların, Roma İmparatorluğu’nu yıktıktan sonra içine düştükleri karmaşanın ifadesi olan “Karanlık Çağ”dır. Kendilerinden çok daha ileride olan bir uygarlığın kalıntılarından öğrendikleri bilgilerle dönüşüme uğrayan barbar kavimlerin yeni bir kimlik oluşturma süreci, yüzyıllar boyunca sürmüştür. Sanat eserlerinin ortaya çıkışı, bu karmaşanın, “Karanlık Çağ”ın sona erişini gösterir. “Yeni Avrupalıların” sanat eserleri, “yeni edindikleri kimliklerinin” ifadesidir. Bu toplulukları bir arada tutan bir üst kimlik olan Hıristiyanlık, Ortaçağ’dan Rönesans’a kadar etkin olan ve içinden Gotik gibi üslupların ortaya çıkmasını sağlayan, bütünsel bir Hıristiyan Sanatı”nı geliştirmiştir. Hıristiyanlığın ideolojisi, sanat eserleri üzerinden topluma öğretilmiştir. Mevcut toplumsal sistemin tanrı tarafından oluşturulduğunu ve sanat eserlerinin bu düzeni ve tanrının gücünü yüceltmesi gerektiğini savunan bu ideoloji, bireysel kimlikleri önemsemediğinden, Ortaçağdaki sanatçıların adları bilinmez. Kimliklerini gizli tutan bu insanların bir bölümünün din adamları, bir 179 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190 Aytül PAPİLA bölümününse gezgin zanaatkarlar oldukları kabul edilmektedir. (Resim 2)’de Gotik döneme ait dini konulu bir elyazmasından alınan bir sayfada, ilk harfin, günahlarının ağırlığıyla acı çeken, ezilen insan bedeni şeklinde ele alınışı, dönemin bireye bakışını yansıtmaktadır. Resim 2: Aziz Paul’un Mektupları Üzerine Yorumlar, 1200, Minyatürlü Elyazması, parşömen üzerine minyatür, Bibliotheque Nationale, Paris Kapitalizmin ilk aşaması olan Rönesans döneminde, toplumsal sınıflar arasındaki güç savaşında, sanatın büyük bir görevi vardır. Yeni gelişen bir resim türü olan “portre”, sınıfsal kimliklerin ifade aracına dönüşmüştür. Leonardo, Rafaello, Tiziano gibi büyük sanatçılar, “işverenlerini” betimlerken, bu portrelerin yansıttığı kimlikler, Rönesans toplumunun ikilemini göstermektedir. İktidarı ellerinde tutan soylular ve üst düzey din adamlarının portreleri, mevcut toplumsal yapıyı ve bu yapının geliştirdiği kimlikleri onaylama görevini yerine getirirken, burjuvaların portreleri, bu yapıya başkaldıran yeni bir sınıfsal kimliği haber vermektedir. İktidar sahipleri tarafından “köylü kökenli” oldukları için aşağılanan burjuvalar, portrelerini 180 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190 Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat yaptırarak, varlıklarını sanat arayıcılığıyla görünür hale getirirken, en az soylular kadar güçlü, zengin ve sanattan anlayacak kadar “incelmiş” olduklarını duyurmakta ve bu sınıfa meydan okumaktadırlar. Rönesans, sanatçılığı, saygın bir burjuva mesleğine dönüştürmüştür. Toplumsal yapıda ressam, heykeltraş ya da mimar olarak kabul gören sanatçılar, bireysel kimliklerini, “kendi portrelerini” yaparak dışavurmuşlardır. Bu alandaki ilk sanatçılardan Dürer, 1493 tarihli portresinde kendini anlatmaktadır. (Resim 3) Nürnberg’li genç bir burjuva karşımızdadır. Kendinden emin duruşu, giysileri, pahalı eldivenleri, başarılı ve zengin bir sanatçı olduğunu göstermektedir. Resmin sağ üst köşesindeki açık pencereden görülen manzara, sanatçının İtalya’da edindiği yeni teknikleri yansıtmaktadır. Resmin bütünü, sanatçının meslektaşları ve toplumsal sınıfı içerisindeki yükselişini ve seçkinliğini kanıtlamaktadır. Resim 3: Albrecht Dürer, “Kendi Portesi”, 1498, ahşap üstüne yağlıboya, (52 x41 cm), Prado Müzesi, Madrid Bu dönemde, Avrupalılık, bir üst kimlik olarak gelişmeye başlar. Haçlı seferlerinden sonra karşılaştıkları en büyük Doğulu güç olan Osmanlılar 181 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190 Aytül PAPİLA üzerinden kendi kimliklerini tanımlamaya başlarlar. Avrupa’lı kimliği, “Türk” olmayandır. Avrupa’nın coğrafi ve kültürel sınırları, Osmanlı toprakları ile çizilir. Bu dönemdeki sanat eserlerinde, Türkler, Avrupa’yı tehdit eden, korkulan, barbar, ancak büyük bir güç olarak gösterilirler. 16. yüzyılda, Avrupalı kimliğinin tanımlandığı coğrafi alan, Akdeniz’i çevreleyen toprakların dışına yayılır. Denizaşırı keşiflerle dünyayı ele geçiren ve sömürgeleştiren Avrupalı’lar, bu toprakların kaynaklarını ülkelerine taşırken, buralara da kendi düşünce biçimlerini, inançlarını ve işsiz nüfuslarını yerleştirirler. Bu hareketlerini “Avrupa’nın doğuştan gelen üstünlüğü” düşüncesiyle meşrulaştırırlar. (Honour-Fleming, 1995, S. 538). Barok dönemdeki sanat eserlerinde, Avrupa’lı kimliği, “gelişmiş, uygar, güzel ve üstün” olarak tanımlanırken, karşısındaki tüm insanlar, ırksal, toplumsal ya da düşünsel farklılıkları göz önüne almaksızın, tek bir kimliğe, “ilkel ve çirkin olana” indirgenir. Barok dönemin sonlarında kurulan güzel sanatlar akademileriyle, sanatçılık, usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen bir meslek olmaktan çıkar. Sanatçı olmak için gerekli akademik eğitime ulaşmak zorlaşarak, zaman içinde, üst toplumsal sınıfların, özellikle burjuva sınıfının bir ayrıcalığı olur. Bu nedenle, 18. ve 19. yüzyıl sanatının burjuva sanatı olması şaşırtıcı değildir. 19. yüzyıldaki sanayi devrimi, Batıdaki ulusal ve sınıfsal kimlikler arasındaki ayrımı derinleştirir. Romantizm’in yücelttiği sanatçı kimliği, “üst sınıftan, genç, (erkek), iyi eğitimli, duyarlı, ancak, toplum tarafından anlaşılmayan kişi”olarak tanımlanır. Akımın amacı, bu kimliğin iç dünyasını, toplumla olan çelişkisini anlatmaktır. Caspar David Friedrich’in “Bulutların Üzerindeki Gezgin” resmi, (Resim 4), Romantik sanatçı imgesinin resimsel olarak anlatımıdır. 182 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190 Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat Resim 4: Caspar David Friedrich, “Bulutların Üzerindeki Gezgin”, 1817-18, tuval üzerine yağlıboya, (74.8 x 94.8), Kunsthalle, Hamburg Romantizme karşı gelişen Gerçekçilik akımı, toplumsal yapıda görmezden gelinen, “alt sınıftan, sıradan insanın kimliğini” gösterir. Bu döneme kadar, Caravaggio gibi büyük sanatçılar dışında, bayağı, çirkin ve betimlenmeye değer bulunmayan bu kimlik, Gerçekçilik akımı sayesinde, varlığını sanat yoluyla kanıtlamaktadır. Kimlik, Modern sanatın temel kavramlarından biridir. Modern yaşamda, bireylerin kendilerini ait hissettikleri bir topluluğun ve açık bir kimlik duygusunun eksikliği söz konusudur. Bu duruma iyimser ve kötümser olarak yaklaşan görüşler bulunmaktadır. “İyimser yaklaşıma göre, modern yaşam, bireyselliğin gelişimiyle, insana çok sayıda kimlik seçeneği sunar. Böylece, insanlar, kendilerini oluşturmak, gelenekler, din ve kültür tarafından baskılanan iç benliklerini keşfetmek için büyük bir şansa sahip olurlar”. (Outhwaite-Bottomore, 2003, S.271-272) Modernizme karamsar yaklaşanlar, sanayileşmenin değiştirdiği yaşamın, parçalanmış, karmaşık ve anlamsız olduğunu savunurlar. Modern yaşamın, 183 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190 Aytül PAPİLA bireyi geleneksel toplum yapısından kopararak, şehirdeki yalnız insana dönüştürdüğünü söylerler. Makineleşmiş üretim araçlarıyla varlığını sürdüren şehir yaşamı, geri dönüşümü olmaksızın değişmektedir. Doğadan uzaklaşmış, “yabancılaşmış” yalnız insan, “kim” olduğu sorusunu yanıtlamak ve kendini yeniden tanımlamak zorundadır. Bu noktada, kimliğin toplumsal-psikolojik boyutları öne çıkar. Her iki bakış açısının ortak noktası, değişen yaşamın, geçmişe ait sanat biçimleriyle ifade edilemeyeceğini savunmasıdır. Bu noktada, modern sanat, sanatçıya, bireyin kimlik arayışını, yeni biçimler içerisinde ifade etme görevini verir. Modernizmi yücelten Fütürizm akımının öncüsü Marinetti, makineleşmeyi, eski sistemi yıkan, yeni bir sistemin ortaya çıkmasına olanak sağlayan büyük bir güç olarak görür ve ona övgüler düzer. Her türlü güce duydukları saplantı derecesindeki hayranlıklarıyla, İtalyan Fütüristleri, ırkçı bir kimlik anlayışını savunmuş ve Faşizm’i desteklemişlerdir. Modernizmi savunan diğer bir sanatçı grubu da, 20. yüzyılın politik yapısını belirleyen diğer uçtan, Rusya’dan çıkar. İtalyan Fütürizminin etkisiyle başlayan Rus Fütürizmi, şiir üzerinde yoğunlaşır. Devlete ve her tür kurumsallığa karşı, anarşist bir bakışı benimseyen Rus Fütüristleri, Çarlık yönetiminin yıkılışı ve Sovyet sisteminin kuruluşunu desteklemişlerdir. Rus Fütürizminin öncülerinden Mayakovski, makineleşmeyi, yeni bir kimliği getirecek, daha özgür bir toplumu kuracak bir araç olarak yüceltmiştir. Başlangıçta her türlü öncü bakışı destekleyen Sovyet sisteminin, 1920’lerin sonuna doğru tutuculaşması ve Toplumcu Gerçekçiliğin sistemin sanat anlayışı olarak benimsenmesiyle, Fütürizm ve yenilikçi tüm akımlar sona ermiştir. Kökeni, 19 yüzyılın Kuzey Avrupalı sanatçılarının eserlerinde olan, ancak, bir akım olarak, 20. yüzyılın başında Alman sanatında ortaya çıkan Dışavurumculuk, Modernizme en karamsar bakışı yansıtır. I. Dünya savaşı öncesinde, Berlin başta gelmek üzere, Alman şehirlerinin Avrupa’da yaşanan 184 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190 Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat politik tartışmaların ve yeni toplumsal sistemlerin arayış merkezi olması, Alman toplumunun, Fransa ve İngiltere tarafından dünya politikasından yalıtılma çabalarının getirdiği kimlik bunalımı ve milliyetçiliğin yükselişi, Dışavurumculuğu doğuran toplumsal etkenlerdir. Kendi içine kapanan Alman toplumu, Hristiyanlık önceki kültürüne, “özüne, ilkel olana” dönme isteği duymaktadır. Kirchner gibi genç Alman sanatçılar, bu karmaşa içerisinde örselenen bireysel kimliklerini, öznel duygularını ifade etmek için, rengin öne çıktığı, biçimlerin bozulduğu, abartıldığı, çarpıcı, etkileyici bir görsel dil geliştirmişlerdir. Kirchner’in, ahşap baskı resim tekniğinin etkisinin belirgin olduğu, “ Asker Olarak Kendi Portresi”nde, (Resim 5) çarpıcı renkler, kalın fırça darbeleri ve keskin çizgilerle betimlediği yüzü ve sol eli kesik gövdesiyle, acı çeken benliğini ifade etmiştir. Resim 5 : Ernst-Ludwig Kirchner, “Asker Olarak Kendi Portresi”, 1915, tuval üstüne yağlıboya, 69.2 x 61 cm, Allen Memorial Art Museum, Oberlin College, Ohio 185 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190 Aytül PAPİLA Alman Dışavurumculuğunun bir devamı olan ve II. Dünya savaşından sonra ABD’de gelişen Soyut Dışavurumculuk akımı, “insanın özüne ulaşma arayışını” sürdürmüştür. Bu akımın öncüsü Jackson Pollock’un Amerikan Kızılderililerinin kum resimlerinden etkilenerek yaptığı damlatma resimleri, sanatsal üretimin tasarım aşamasını ortadan kaldırarak, sanatı, “anlık, önceden belirlenmeyen, biçimler içine sokulmaya çalışmayan, doğrudan, içten gelen” bir etkinliğe dönüştürmüştür. 20. yüzyılda gelişen belgesel fotoğrafçılık, taşıdığı nesnel bakışla, kimliklerin kaydedilmesi için ideal bir araçtır. Ancak, belgesel fotoğrafı sanat eserine dönüştüren, imgenin yalnızca bir görüntü kaydı olması değil, içinde taşıdığı anlamsal zenginliğidir. Belgesel fotoğrafçılığın öncü sanatçılarından August Sander, 20. yüzyılın başındaki Alman toplumunu oluşturan sınıfları simgeleyen tipik bireylerin, küçük ve büyük burjuvaların, zengin ve fakir köylülerin, işçi sınıfının, bohemler ve entellektülellerin fotoğraflarını çekerek, toplumsal kategorileri yansıtmıştır. (Resim 6) Sander’in fotoğraflarının sanatsal yanı, “imgelerinin anlamlarının çok yönlülüğü ve karmaşıklığıdır”. (Ratcliff, 2003, S. 44) Resim 6: August Sander, “Genç Çiftçiler”, 1914, gümüş baskı, 9 x 6 cm. 186 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190 Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat Kapitalizmin üretim biçimlerinin sıradanlaştırdığı modern yaşamın, “tek boyutlu insan kimliği” geliştirdiği, Herbert Marcuse tarafından ifade edilmiştir.Bu bakışın sanata yansıması, Pop-Art akımıyla gerçekleşmiştir. Modern sanatın devamı olarak, 1970’ten sonra üretilen sanat eserlerini kapsayan çağdaş sanat, kimliğin, devlet, toplum, ekonomik sistem ve bütün bunların yarattığı psikolojik boyutlar üzerinden yeniden oluşumunu ve bu oluşumun sorunlarını irdeler. Kimliğin, bireyin kendini görme biçimi mi yoksa toplumun bireyi görme biçimi mi olduğu, ulusal ve yerel (etnik) kimliklerin ne derece içselleştiği, kapitalizmin tanımladığı kimliğin “küresel” dayatmacılığı, mevcut ve olmak istenilen kimlik arasındaki çelişkileri, kimliğin değiştirilebilir olup olmadığı, kimliğin sanat eseri üzerinden ifadesi ve bu ifadenin biçimleri üzerinde yoğunlaşır. Daha önceden yeterince gündeme getirilmemiş olan cinsel kimlikler ve bütünsel bir kimlik altında kaybolan “alt kimlikleri” tartışmaya açar. Ulusal kimlik kavramını sanat eserleri üzerinden tartışmaya açan, “Alman Sanatındaki Kimliklerle Yüzleşme”1 adlı sergide, 19. yüzyılın başından günümüze kadar üretilen sanat eserleri üzerinden “Alman” olmanın anlamı sorgulanmıştır. Romantik dönemin önemli sanatçısı Friedrich’ten Anselm Kiefer’e kadar, Alman sanatçıların eserleriyle, Alman toplumunun bireysel ve toplumsal kimliklerle nasıl yüzleştikleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Kadın kimliğinin tarihsel gelişim sürecini ve bu süreç içinde sanatsal olarak ifadesini sorgulayan Feminist sanatçılar, erkek egemen toplumun, “erkek” sanatçılar tarafından yaratılan kadın imgesine ve bu imgeyi yücelten sanat tarihi yazımına karşı çıkmaktadırlar. Çağdaş sanat ortamının ve popüler kültürün erkek egemen bakışı sürdürerek “edilgen kadın imgesini” yeniden ürettiklerini, kadın ve diğer azınlıkların sorunlarını görmezden geldiklerini savunmaktadırlar. (Resim 7) Bu sanatçılar arasında, posterler, performanslar ve konferanslar yoluyla düşüncelerini ifade eden ABD’li Guerilla Girls adlı 187 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190 Aytül PAPİLA feminist kadın sanatçı grubu, taktıkları goril maskeleriyle, hem “Pop-Art” tarzı bir çarpıcılık yakalamakta, hem de bireysel kimliklerini gizleyerek, toplumsal kimliklerini oluşturan düşüncelerini ön plana çıkarmayı amaçlamaktadırlar. Benzer olarak, eşcinsel sanatçılar, ideoloji ve otorite tarafından baskılanan cinsel kimliklerini sanat yoluyla ifade etmektedirler. Resim 7: Barbara Kruger, “Adsız (Vücudun, Savaş Alanıdır)”, 1989, vinil üstüne serigraf baskı, 280 x 280cm Tarih öncesi çağlardan beri, bir sanat malzemesi olarak kullanılan insan vücudu, çağdaş sanatta, bireysel kimliklerin bir ifade aracıdır. Vücudun taşıdığı cinsiyet, yaş, ırk gibi kimlik verilerinin simgesel anlamları üstünde oynayarak, bireysel kişiliklerin değişkenliğinin sınırını çizen sanatçılar yanında, dövme gibi dekoratif teknikler kullanarak, toplumsal kimliklere gönderme yapan sanatçılar, insan vücudunu “kimlik arayışının mekanına” dönüştürmektedirler. Görsel sanatlarda olduğu kadar, popüler kültürde de önemli bir yeri olan dövme, Batılı alternatif kültürün bir parçası olarak başlamış ve bugün bir modaya dönüşmüştür. 1 Sergi, Chicago’daki David ve Alfred Smart Sanat Müzesi’nde Ekim 2002-Ocak 2003 tarihleri 188 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190 Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat Dövme, gençlik kültüründe, farklılığın, azınlıklar ve yer altı kültüründeyse, “bir grup üyesi olma ve bu grubun kimliğini paylaşma” işareti olarak kullanılmaktadır. Alternatif kültürün diğer metropollerin bir dışavurumu olan “graffiti”ler, Batılı yoksul semtlerinde yaşayan gençlerin sınıfsal ve etnik kimliklerinin ifade aracı olmuştur. Metrolar, üst geçitler gibi ortak kullanım alanlarının, terkedilmiş binaların ya da karşı çıktıkları ekonomik ve toplumsal kurumlara ait binaların dış yüzeylerine, slogan ya da simgelerini çizen bu gençlerin ortaya çıkardıkları işlerin bir kısmı, taşıdıkları görsel estetik değerlerle, “sanat eseri” olarak kabul edilmektedir. Sanat tarihinde “gösterilen kimlikler”, toplumsal yapıların içerisinden yükselen, ekonomik, sınıfsal, politik olarak gücü elinde tutan sınıfların simgeleridir. Bu kimlikler, sanat eserlerine dönüştürülerek, Batı toplumunun ortak kültür hafızasına yerleşmiştir. Çağdaş sanatta, toplumsal yapıların barındırdığı açık üst kimlikler kadar, gizli alt kimlikler de yüzeye çıkmaktadır. Sanat, gösterilmeye değecek kadar güçlü, önemli, güzelliğe sahip kimlikler kadar, kendi ifade biçimini arayan yeni kimliklerin ya da yok olmak üzere olan kültürlerin de sözcüsü olmaktadır. Bu anlamda, çağdaş sanatın daha önceki dönemlere göre, daha demokratik olduğu savunulabilir. Ancak, çağdaş yaşamın efendisi kapitalizmin her şeyi metaya çeviren bakışı içerisinde sergilenen kimliklerin kalıcığının kısa süreli olmasından korkulmaktadır. KAYNAKÇA 1. CASTORIADIS, Cornelius, “The Individual and the Representation”, The Blackwell Reader in Contemporary Social Thought, Oxford, 1999, s. 81-93 2. DASTARLI, Elif, “Sanat, Sanatçı, Özne, Birey, Teki ya da Tamamı, ”, rh+ sanart, İstanbul, Nisan 2007, s. 17-21 3. ESMER, Hayri, “Yoruma Dönüşen Okuma”, rh+ sanart, İstanbul, Mayıs 2007, s. 18-21 arasında yer almıştır. 189 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190 Aytül PAPİLA 4. GENÇ, Adem- SİPAHİOĞLU, A, Görsel Algılama/Sanatta Yaratıcı Süreç, İzmir 1990 5. GOMBRICH, E, H. The Story of Art, Londra, 1995 6. HONOUR, Hugh- FLEMING, John, A World History of Art, Londra 1995 7. LEPPERT, Richard, Sanatta Anlamın Görüntüsü, İmgelerin Toplumsal İşlevi, İstanbul, 2002 8. LYNTON, Norbert, Modern Sanatın Öyküsü, İstanbul 1991 9. MARCUSE, Herbert, Tek Boyutlu İnsan, İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi Üzerine, İstanbul, 1990 10. OUTHWAITE, William-BOTTOMORE, Tom (ed.), The Blackwell Dictionary of Social Thought, Oxford 1993 11. RATTCLIFF, Carter, “Cruel and Tender: The Real in the Twentieth Century Photograph”, Tate Arts and Culture, Mayıs/Haziran 2003, s. 42-48 12. TDK Türkçe Sözlük, “Kimlik” Ankara, 2006 13. http://www.bluffton.edu/sullivanm/italy/rome/marcusaurelius/0023jpg 14.http://en.museicapitolini.org/percorsi/percorsi_per_sale/museo_del_palazz o_dei_conservatori/esedra_di_marco_aurelio 15. http://www.all-art.org/manuscripts/history194-30 manuscripts1.html 16. http://www.ibiblio.org/wm/paint/auth/friedrich/friedrich.wanderer-seafog.jpg 190 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 191- 213 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY DÜŞÜNCE, İNSAN DİLİ VE SANAT DİLİ Cengiz ASİLTÜRK ∗ ÖZET Sanatların, biçimsel düzlemde ortak paydası olan kurgu, sinema dilinin yaratıcı ögelerinden biridir. Bir filmin en küçük parçası olan çekimler, doğal dilin sözdizimine benzer biçimde dizilenir. Bu açıdan kurgunun sanat türlerindeki yeri ve sinemanın sanat olmasındaki rolü önemlidir. Anahtar Kelimeler: Kurgu, Çekim, Film- Yapı, Şiir- Yapı, Kaydırmalı Çekim, Sahne ABSTRACT Fiction , as the common denominator of all arts at formal level,is one of creative factors of the language of cinema.Shots,as the smallest elements of a film,are structured like the natural syntax of language.In this respect,fiction is crucial within all art forms and it plays a significant role in terms of cinema becoming art. GİRİŞ İnsan, nesneler dünyasına, ancak dil sayesinde ulaşabilir. Dünya, ancak düşünce düzlemine aktarılarak bilgi konusu olur, karmaşık bir bütün olmaktan çıkar; dil yoluyla somutlaşan bilgiler, her nesneyi içinde boğulmakta olduğu yığından çekip alır, son derece karmaşık bu bütüne düzen getirir, böylece onu anlaşılır kılar. Düşünce, dille bütünleşebildiğinde görev yapabilir. Dil onun yardımcısı değil, vazgeçilemez ortağıdır. Düşüncenin tüm boyutlarına ulaşılabilmesi için dil gereklidir. Kendine biçim verecek anlatım kalıbı bulunmayan yerde düşünce gelişemez. Böylesine yakın ilişkiye karşın, bu iki düzlemin birbirlerinden ayrı olduğu ve düşünce ile dilin özdeş sayılamayacağı unutulmamalı; kimi durumlarda düşüncenin dil dışına taşması, dilsiz düşünceden söz edilmesine yol açan durumlara rastlanması, dilin, insanın en ∗ Yrd.Doç.Dr.Cengiz ASİLTÜRK: Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV [email protected] Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili önemli bilişsel yeteneği olmasını önleyemez. Mounin’in belirttiği gibi, dildışı düşünce ile dilsel düşünce arasında kopukluk olamaz (Vardar, 1998: 13-14). Görüldüğü gibi, insan eylemlerinde tasarlama, buna bağlı olarak düşünce esastır. Dil söz konusu olunca, durum karmaşıklaşır. İnsanı insan yapan her şey, önemli ölçüde onun dilinde yer alır; diline yansır. İç içe olan dil ve düşünce birbirlerini öncelemez. Toplumsal psikoloji (dar anlamda ideoloji, bilim, sanat) bir bilgi alanıdır. Edimsel ve maddi varoluşu açısından toplum bir dil etkileşimi alanıdır. Toplumsal psikoloji, dilsel iletişim (göstergesel iletişim/etkileşim) sürecinden uzaklaştırıldığında, metafizik ve mitsel bir kavram kılığına bürünür: Ortak ruh, ortak bilinçdışı, halkın ruhu... Gerçekten, toplumsal psikoloji, içeride bir yerlerde (iletişim halinde bulunan öznelerin ruhunda) konumlanmaz; dışarıda, anlambirimlerde, jestlerde ve edimlerde biçimlenir. Sözlü değiş-tokuş biçimlerinin tümü, ortaya çıktığı toplumun özel koşullarıyla yakından bağlantılıdır (Voloşinov, 2001: 61-62). I. Doğal Dil (İnsan Dili) ve Düşüncenin İşleyişi Dil-düşünce birbirine koşuttur, ama anlatımın açık-seçik olamaması onu okuyan ve dinleyen kişilere göre nitelik değiştirir. Bir metnin açıklık-seçiklik durumu, onun karşısındaki insanın kültürü ve algılama düzeyiyle ilişkilidir. Dil-düşünce ilişkisinin doğal sonucu olarak, günlük yaşantısını yüz sözcükle geçiren birinin düşünce gücü, günlük yaşantısında beş yüz sözcük kullanan birinin düşünme gücünün altında olur. Dilin yazıya geçirilmesi düşüncenin bir buluşudur. Dil ile yazı, birbirinden ayrı iki gösterge dizgesidir. Yazının tek varlık nedeni dili göstermektir (Saussure, 1985: 28). Uygulayım koşullarının ve toplumsal yaşamın ürettiği yenilikleri karşılayıp adlandıran ve güçlü bir yapıya sahip olan dil, değişim karşısında dirençli kalır; yapı olarak değişimden doğrudan etkilenmez. Köklü değişimler dışında, dil dizgesi, iç zorunluk baskısıyla yavaş değişir (Benveniste, 1994: 168-169). Tüm bunlara karşın, dilin yetmediği durumda, başka bir biçimin diline başvurulur. 192 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK II. Sanatın Dilsel Biçimi Karşılıklı konuşan oyuncuların görüntüsünü taşıyan film parçalarının birbirine eklenmesiyle elde edilen film kuşağı, kendi başına, gerçek bir sinema filmini tanımlamaya yetmeyeceği için, gerçek sinema filmi, kendine özgü biçimin dilini zorunlu kılar. Sanatçılar, tasarılarını gerçekleştirebilmek için, yapıtın özdeği parçaları anlam yaratacak bir biçimde kurgularlar, böylece onu, tasarımlarına en yakın biçimde ortaya çıkarırlar (Kagan, 1993: 31). Müzik, fotoğraf, karikatür, resim ya da sözlü dilin kullanılmadığı sessiz sinema dönemi filmleri, belli bir düşünceyi dışavurmanın aracıdır. Sanatsal dil, sanatçılara bir düşünceyi kendi yapısına özgü kurguyla sergileme olanağı tanır. Resim çizilirken, film çekilirken, şiir yazılırken, belli bir sanatın dili kullanılıyor demektir; düşünce, hayal, imge, tasarım, sav, dile dayanılarak dışavurulmuş olur. Yazılı dil, sinemada altyaz ya da arayazısı olarak kullanılır. Kadraja yerleştirilen bir satıhtaki yazı, dilin sinemada yazılı kullanılmasıdır. Bu yazı, oyuncunun önünden geçtiği duvarda, eldeki defterde, masadaki kağıtta, duvardaki fotoğrafta ya da çerçevede olabilir. Yazı, dilin ses yönünü ayrıntısıyla aktarmaz. Sözlü dil, yazı diline göre daha devingen, daha dinamik, daha değişkendir. Değişkenlik, film repliklerinde, şiirde gözlenebilir. Toplumsal yapı ve dil, dünya görüşünü belirlemede iki önemli unsurdur. Dolayısıyla da bu iki önemli unsur, şairi ve görsel gösterge kullanan sanatçıyı etkiler. Şair, şiiri yaratma edimi sürecinde dili kullanırken onu işler, kendine özgü bir söyleyiş (deyiş) yakalamaya çabalar. Şiire özgü üstdili önemli kılan, şiirin kendi başına bir dil olmasıdır; çünkü şiirde neyin yazıldığı değil, onun nasıl yazıldığı önemlidir. II. Göstergenin (Sözcüğün, Çekimin) İçindeki Görüntü Sözcükler, ad oldukları varlıkların görüntülerini içlerinde taşırlar. Saussure’ün, bu nedenle, “sözcük ekrandır” dediği bilinmektedir. Edebiyatta, sözcüklerin zihinde görüntü (imge) yaratması da, onların böyle bir niteliği 193J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili olduğunu gösterir. ağaç Türkçe, tree de İngilizce konuşanların zihinlerinde ağaç görüntüsünü oluşturur. ağaç, ortak bir dil kullanan herkesin zihninde, biçimi her yönüyle belirli ve somut bir ağaç kavramını oluşturamadığı için, soyut varlıklar söz konusu olduğunda durum iyice karmaşıklaşır. Somut kavramı anlatmak için kullanılan sözcükler, gerçeği belirgin biçimde tanıtmaya yetmiyorken; umut ve ruh gibi sözcüklerin karşılığı olan soyut gerçekliklerin, insanların zihinlerinde imgesel görüntü olarak ve ortak bir biçimde algılanmasının olanağı yoktur. Kamera soyut gerçeklik evrenine giremeyeceğinden, soyut varlıkların görselleştirilebilmesi amacıyla, sinema dilinde doğal dildekine benzer yollara başvurulur. Doğal dilde, soyut gerçekliğin zihinde tek bir dil göstergesi aracılığıyla görselleştirilememesi, tanımlanamaması; ödün dendiğinde zihinde görsel imge oluşmaması, bunun başka sözcükler yardımıyla anlatılabilmesi gibi, sinemada da soyut gerçeklikler, başka görüntüler yardımıyla anlatılabilir. Pudovkin’in Ana adlı filminde, tutuklu genç, hapishaneden kurtulacağını muştulayan bir mektup aldığında, umutlu durumun anlatılabilmesi için, onun gülümseyen görüntüsünün arkasından coşkuyla çağlayan derelerin, çiçek açmış ağaçların, koşup oynayan çocukların; somut gerçeklikler evreninin bir görüntüsü getirilmiştir. “Umutla çırpınan yürek” tümcesi, insan zihninde oluşan umut coşkusunu, örnekte olduğu gibi imge olarak anlatabilir. Sıradan izleyicilerinin kimi filmleri “anlamadığını” söylemesi anlaşılır bir durumdur; çünkü Bunuel’in Endülüs Köpeği örneğindeki gibi gerçeküstücü filmler, Tarkovski’nin Ayna örneğindeki gibi şiirsel filmler, izlenmenin de ötesinde, onun okunmasını gerektirir. Okur-yazar olduğu halde okuduğu şiir için “Bu şiirden bir şey anlamadım” diyen insanın durumu da, şiir dilini bilmemesiyle açıklanabilir. III. Sanatın Ortak Tözü: Kurgu Tüm sanatların özgün dillerini oluşturan sayısız öge söz konusudur, ancak sanatlar ortak bir töze dayanır. Bu ortak töz, kurgudur. Kurgu olmadan sanat 194 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK yapıtı olamaz. Sanatın dilini oşuşturan ögelerin tümü, belli biçimsel oluşumların yaratılması amacıyla, sanatın tözü olan kurguya hizmet eder. Bu nedenle, her sanatın kurgu biçimi farklıdır; çünkü biçimler kurguyla yaratılır. Şiir sözcükler (sonrasında dize, paragrafsal dize ve şiirsel bölümler); sinema çekim, sahne, ayrım ve bölümler; müzik nota ve ses; dans devinim orantıları, ölçünlülük ve dizem; resim renk, ışık, biçim, gölge ve nesnelerin kurgusu aracılığıyla yaratılır. İçinde İsa, melek, savaşçı erkek, kahraman kadın, kükremiş aslan gibi somut varlık biçimleri gizli olan mermer bir kütleden, heykeltıraş ne yontmak istiyorsa bir seçim yapar ve onu yontar. Mermere onun biçimini verir (Kıran-(Eziler) Kıran, 2001: 123). Sanatın dili, seçmeye dayanır. Sanatçı, dil kurma olanaklarından dilediğini seçer. Resimde, renk-ışık-gölge-nesne karşıtlığı, nesnelerin yönsemesi, fırça vurma biçimi, derinlik, nesne konumları, sanatçıya bu olanağı tanır; özgün dil oluşturulamadan da özgün sanat yapıtı yaratılamaz. Özgün yapıt yaratma becerisi, eğitim-öğretimin yanında özel bir yetenek gerektirir; doğayı görme sanatının Mısır hiyerogliflerini okuyabilme sanatı gibi öğrenilmesi gerekir (Gombrich, 1992: 27). Sanatın ortak dilini kullanmış da olsalar; Boticelli’nin biçemi ya da üslubu, Credi’nin biçeminden farklıdır. İkisi de Floransalı oldukları için, biçemleri Venediklilerle olabileceğinden daha yakındır; sanatçılarda (kapalı biçimden açık biçime geçiş vb.) ortak nitelikler elbette aranabilir. Kuşkusuz, her sanat yapıtı kapalı bütün oluşturmalı, çünkü yapıtın sınırlanmamış oluşu “acemilik” sayılır. (Wölfflin, 1990: 11, 18, 26). IV. Sanat Dilinde Betimleyicilik Betimlemek, her zaman belli bir özne için dünyadan bir kişinin özelliklerini başka bir özne için seçip ayırmaktır. Dolayısıyla bu, yararcı koşullara bağımlı anlamlama eylemidir. Bir gösterim betimlenirken, başkası (izleyici ve okuyucular) için önemli olduğu düşünülen kimi özellikler seçilir. İnsan, her şeyi kendisi için saptamaya çabalamaz, bugün yaşayan insanları ve daha sonra yaşayacak olanları ilgilendirecek olanı değerlendirir. Betimleyici çözümleme, 195J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili çözümlemecinin, düşüncelerinin doğruluğu konusunda ikna edilmesi gerekiyormuşçasına, dışarıdan bir gözlemci için öngörülen bir anlam tasarısına göre yapılır (Pavis, 2000: 53). Nasıl ki şiir incelemesi, düzyazının hiç bilinmediği durumlarda, eksik kalmaya yazgılı ise, sanatsal incelemeler de, ancak resim yoluyla gerçekleştirilen betimlemelerin dilbilimine ait araştırmalar ile tamamlanabilir. İkonoloji ve imgenin simgeyle alegori (canlandırma, göz önüne getirme) içindeki işlevini, ideaların görünmez dünyası biçiminde, “adlandırılabilen dünya”yla ilişkilerini konu edinen bilim dalının temel çizgilerinin şimdiden belirginleştiği gözlenebilmektedir. Sanatın dili ile görünen dünya ilişkisi eşzamanlıdır. Bunlar göstergebilimciler ve sanatçılar dışında kalan insanların algı düzenine yabancı kalabilir. Sanatçılar bu dili, insanın anadilini kullanma düzleminde olduğu gibi dilbilgisi, anlambilim öğrenmek zorunda kalmadan kullanır (Gombrich, 1992: 23-25). V. Sanatlarda Anlatım Tekniği ve Dil Sanat yapıtından söz edilirken, çoğu zaman, dille bağlantılı anlatım tekniği denen olgudan söz edilir. Bu, onun kendine özgü dilsel yapısından başka bir şey değildir. Mimari yapılar da, insana resim, tiyatro, müzik, şiir, roman, film, yontu bir şey söyler. Türsel örneklerin hepsi birlikte (anlatı, yontu, şiir ya da başka bir sanat) tek ad altında toplandığı halde, her türün biricik herhangi bir yapıtı, özgün varlık olarak yalnızca kendini temsil eder. Böyle olmasının nedeni, anlatımdır. Dolayısıyla dil kullanımıdır. İster mermer kütlesini yontsun, isterse boyayla çalışsın, her sanatçı, bir şey anlatmak ister. Bu arzusuna, dil ve kurgu aracılığıyla ulaşır. Mermer kütlelere anlamsal biçim veren, boyalara çekicilik kazandıran, sessizliği ses yapan, donuk fotoğrafı devindiren sanatçı, bir şeyi kurgulamış, dil kullanmış olur. VI. Doğal Dilde ve Sanat Dilinde Kurgu Ögesi Ses ve Renk Duyumdaşlığın (synesthesia), yanılsamalar sonucu beş duyudan birine özgü olan yaşantının ötekilere de geçmesinin; sesli görmenin ve renkli işitmenin 196 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK yaygınlığını, her dildeki deyişler kanıtlar: ciyak, canlı, bağıran, cırtlak renklerden; aydınlık, canlı renklerden; tatlı, şeker çocuklardan; müzik, şarap, buz gibi kadınlardan; donuk, parlak düşüncelerden, soğuk, aydınlık, sıcak, renkli ya da ışıltılı insanlardan; kaynayan kalabalıktan; renkli, kara günlerden söz edildiğinde, denilmek istenen anlaşılır. Ortaklaşa duyumsayan yalnız göz ve kulak değildir; çünkü daha başka duyular da bir olayı aynı ölçülerde algılayabilir; kadife seslerden, tatlı ezgilerden, soğuk renklerden, buruk tonlardan söz edilir. Eisenstein’ın “görüntüleri duyacak sesi göreceksiniz” yaklaşımı ile, Vivaldi’nin Dört Mevsim adlı yapıtlarında mevsimleri betimleyişi aynı mantığa dayanır; bu senfoniyi ilk kez dinleyen insanlar, sonbahar senfonisini yaz senfonisinden, kış senfonisini de diğerlerinden kolayca ayırt edebilmeltedir. Bu da, sanatta farklı dillerin karşılıklı etkileşimini ve iç içe geçmiş olduğunu açıkça göstermektedir. VII. Sanatların Ayrışık Dilleri Kurgu konusuna sanatlar üzerinden bakıldığında, şunlar söylenebilir: Müzik sanatının dili, dil birimleri, notalardır. Orkestra şefleri, çalgıların sesini, bu yazılı notalara göre yönetir. Çalgıların sesinin belli anlatımlar sağlamak üzere yükselip alçalması ve çalgılardan birinin bir süre susması, ardından öteki çalgıların seslerinin arasına girmesi, sonra başka bir aletin sesinin alçalarak silinmesi biçiminde “sessel kurgu” yaratılır. Tüm bunlar, müzik dilini oluşturur. Çalgıların yükselip alçalması ve notaların atlanması sırasında aksama olursa, işitimde bozuk sesler oluşur, dil bozulur. Dilsel işlev, yerine getirilememiş olur. Müzik dilinden beklenen, kulağa hoş gelecek sesleri belli bir yeğnilik, bir dizem, bir baskınlık ve belli bir dizimde işitim sağlamasıdır. Roman söz konusu olduğunda, betimlemelerle dolu sayfalarla karşılaşılır. Betimlemelerin açıklayıcı, çözümleyici, anımsatıcı, şiirsel işlevleri olabilir. Betimlemeler, duygu ve akıl aracılığıyla imgelem yaratılmasını sağlar. Bir şey betimlemek, onu kurgulayarak karşıdakine yeniden sunmaktır. Yazar, betimleme yapmak için sayısız neden bulur; genellikle de bilgi vermek, 197J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili açıklamak ve roman olayının geçtiği uzamı tanıtmak için betimler. Anlatının temel ögelerinden betimlemenin düzenlenişi, yukarıdan aşağı, yakından uzağa, dıştan içe, içten dışa olur (Kıran –[Eziler] Kıran, 2000: 18, 19). Filmlerde, bir kentin dış görüntüsünü veren çekimin ardından, kamera, sokakta dolaşabilir; bir yalının dış görünüşüne, ardından yalının içindeki davetlilerle çevrili masaya geçebilir. Çerçevede, ovada ilerleyen otomobil varken, ardından onun içindeki insanların yakın plan çekimi gösterilebilir. Birinci betimlemede, davetli topluluğunun hangi kentte ve nerede toplandığı izleyicilerin zihinlerine imlenir. O andan sonra, izleyiciler artık, olayın nerede geçtiği konusunda karmaşaya düşmez. İzleyici anlağında en geniş film uzamı yaratılmış olur. Yalının içine girildiğinde, izleyiciler, yalının (olay ve kahramanlarla özdeşlik kurma yoluyla) hangi kentte olduğunu bilir. İkinci örnekte, insanların nerede olduklarının betimlenmesi için, aracın gösterilmesi gerekmiştir. Arabanın nerede bulunduğunun betimlenebilmesi içinse, ilk çekim, geniş plan yapılmıştır. İki örnekte, dıştan içe bir betimleme söz konusu. Yönetmenin amacı değişince, mekanın kullanılış biçimi değişir. Klasik anlatımcılığından kurtarılmak istenen resim sanatında, görünen dünyayı araştırma amacına sırt çevrişin ardından, yeni, heyecan verici bir görev olarak, sesler dünyası betimlenmeye başlandı. Kandinsky önemli adımlar attı; Mondrian, Broadway Boogie-Woogie tablosunda, insanları, bu dönüştürmenin tam anlamıyla gelişmiş, kabul edilebilir bir örneğiyle karşılaştırır. Gombrich (1992: 352), “Bu tablo, boogie-woogie’nin ne olduğunu tam olarak bilmeyen benim gibi birinin kafasında bile, belli bir tasarım yaratacak niteliğe sahip” der. Gözle algılanan dünyanın irdelenmesi sırasında olduğu gibi, tinsel dünya ile düşler evrenini geleneksel deneyle irdelemenin olanaklı olduğu günümüz sanat yapıtlarında gözlenebilmektedir. Bu gözlemler, XX. yüzyıl sanatı karşısındaki tutum açısından önemlidir; çünkü modern sanat, dar anlamdaki duyumdaşlık yaşantılarını konu almamasına karşın, sıkça renk 198 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK ve biçimleri duygusal konumların temsilcisi kılar, iç dünyayı betimlemeye çabalar. Duyumdaşlığın bir ‘bağıntılar sorunu’ olduğundan kuşku duyulamaz. Söz ile imge arasında yapılan böyle bir karşılaştırma, işitim ile imge arasında, şiir dizesi oluşturan dilsel gösterge ile bunların zihinde yaratabildiği imge arasında bağlantı kurulabileceğini de gösterir. Küçük İskender’in, sıfır merasimi şiirinin, bir tavşanın ürkek kaldırıp başını dağda / yağan yağmuru seyretmesi gibi (Küçük İskender, 1995: 85) biçimindeki dizelerinin imgesel görüntüleri, ister filmsel görüntü, isterse dizelerin zihinde yarattığı görüntü olarak ortaya çıksın, bu iki görüntünün bu dizeleri okuyan/izleyen tüm insanlarda benzer duyguları uyandırır, ama bu benzetmeyi daha ileri götürmekten sakınılmalıdır. Zaten, böyle bir amaç güdülemez. Amaç, her sanatın kendine özgü bir dili olduğunun, ancak sinema ve şiir gibi kimi sanatlarda bu dillerin benzer mantıkla işlediğinin ortaya konulmasıdır. Bu nedenle sinema dili de, tüm diğer sanat dilleri gibi şiirsel bildirişimden ayrı düşünülemez. Bu da, biçimsel imge belirtilerine dayanan sanat sınıflandırmasının salt biçimselleşmesine değil, her türün aynı zamanda içeriksel olarak da yinelenemez oluşuna yol açar. Böylece, her sanat kendine özgü bilgi gücü ile yönlendiricidir ve kendi değerinin belirlenmesine olanak sağlar. Birisi görüntüsel, öteki dilsel gösterge olsa da; plastik sanatlar ile şiire özgü göstergelerin maddi doğası arasında derin içerik bağlantıları ve ortaklıkları bulunur. Bu ortaklık biçimleri, yaşama anlık bakışın dondurulmasına, böylece, onun zaman akışı dışında saptanabilmesine olanak tanır; eylemsel bir anın, nesnenin değişmez durumu haline getirilmesine aracılık edense, plastik sanat dilleri ile şiir dilinin benzeşir oluşudur. Bu benzerlik, söz sanatlarının da, tıpkı sinema sanatı gibi zaman akışı içinde değişen akış ve süreçleri iletme olanağını doğasında taşıdığını gösterir (Kagan, 1993: 335); böylece değişen süreçlerin ve zaman akışının iletilmesine aracılık eden söz sanatları, nesne ve görünüşlerin somut varlığının gerçek dünyada (sinemada ve resimde olduğu gibi) yeniden 199J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili yaratılmasının insan tarafından kavranılmasına yardım eder. Ancak, sözcüklerin anlaşılma sürecinde ortaya çıkan güçlüklerin kuraldışı sayılması gerekir. Belli dilsel göstergeleri belirleyen güçlükler, ayırıcı özelliklerin olumsuz koşulları nedeniyle, açık biçimde saptanamadığı durumlarda aksaklık yaratır. Bu güçlükler, gerçek dünyadaki hazır nesnelerin hiçbir koşulda doğrudan yansıtılamadığı ve göstergeler aracılığıyla sergilendiği imgesel betimlemelerde, betimlemelerin özü gereği ortaya çıkar. Her resim, olayların doğası gereği, görsel tasarım gücüne yönelik bir çağrı niteliğindedir; bu nedenle, hiçbir resim, izleyicinin gerçekleştireceği tamamlamalar olmadan anlaşılamaz. Resim, betimlediği nesnenin sınırlı sayıda özelliğini yansıtabilir (Gombrich, 1992: 236). Resimde, her seferinde nesnelerin hangi özelliklerinin verildiği, ancak resme egemen olan gelenekler, kültürel düzgüler (kod), bağlamlar bilinirse anlaşılabilir; yapıtların okunabilmesini ise, ancak miras alınan dilin bilinmesi sağlayabilir. Filmleri, görsel beğeni düzeyleri uygun olmayan izleyiciler tarafından yadsındığı gözlenen Angelopoulos’nun kendine özgü o geniş planları ve uzun çekimleri de, bizce bir dil sorunsalı nedeniyle kolay kabul görmemektedir. Hollywood filmlerinin diline göre biçimlenmiş gözlerin/zihnin, bu tarz filmleri yadsıması, miras alınan dil biçimi nedeniyle normal karşılanabilir. Gerçekten, gelişmelerin doğası gereği, sanatta araçlar; resimde ışık, boya, uygun başka malzemeler, fotoğrafta varolan tüm nesnelerin görüntülenmesi, sinemada kamera, senaryo, ölçek, oyuncu, çerçeve, kurgu gibi ögeler, anlatım gücünün yitmesine neden olacak ölçüde zayıfladığında, anlatım yapmak için doğal dili oluşturan temel ilkelere geri dönülmesinin kaçınılmaz olacağını göstermektedir. Şiir dili ile film dili arasında benzeşirlik ilişkisi kurulmak istenirken, “Şiirde konu olmaz” savı unutlmamalıdır. Bu görüşe karşın; Dağlarca’nın Kurtuluş Savaşı’na kadınların katkısını içeren anlatısal şiiri Mustafa Kemal’in Kağnısı, Dıranas’ın çocukken bir kadına aşık olan bir gencin derin özlemini içeren 200 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK anlatısal şiiri Fahriye Abla, Baudelaire’in tayfaların eline geçmiş bir şaire benzetilen albatros kuşunun öyküsünü konu alan anlatısal şiiri Albatros gibi, öykülü şiirlerle karşılaşılmaktadır. Bilindiği gibi sanat yapıtı kurulurken, insan doğayı taklit eder; yani sanatçı, taklit (mimesis) yoluyla var olanı dönüştürür, değiştirir, başka bir biçimde ortaya çıkarır. Öyleyse, her yenidensunum bir yorumlamadır. Bu açıdan, şu örnek, yol gösterici olabilir: “Bir trafik kazası, ancak birkaç saniye sürer; insan duyuları, sinemacı gibi, kazanın gözden kaçan tüm anlarını kayıt edemez. Her tanık, hızla geçip giden anları içgüdüsel olarak, kendine göre tamamlar; boşlukları hemen doldurur, bunların birer beyaz boşluk olduğunu unutur.” Birkaç saniye süren bir trafik kazası bir anlatıya dönüştüğünde, birkaç dakikayla olduğu gibi, on dakikayla da anlatılabilir. Bu çerçeveden bakılırsa; anlatı, üretimi yapan özneye bağlıdır denilebilir. Doğal olarak aynı şey algılama için de geçerlidir. Anlatı, duruma göre, yeniden düzenleme, yeniden yazma, seçme yapma etkinliğidir. Bu nedenle de yorumbilimin yetki alanına girer (Kıran-(Eziler) Kıran, 2000: 54). Dilsiz ve kurgusuz sanat yapıtı ya da anlatı olamayacağı için, yazınsal türlerde dil, kurgu (composition: dilsel bağlamda bir anlatım için yan yana koyma) biçimini almıştır. Yazınsal bir kurgu, o yazınsal türün en küçük birimi olan sözcüklerden işe başlanarak yapılır. Böylece, yapıtın bütünü, kurgunun etkisi altına alınır. Doğal dillerin, varlığın kendine özgü niteliklerini sözcük kurgusu aracılığıyla göstermeye başlaması, yapıtların başka bir dile (yanısıra dil içinde dile) çevrilme güçlüğünün temel nedenir. Kurgusal yapı, birçok anlatıda gözlenebilir. İki ayrı uzamda, kendi bağımsız serüvenlerini yaşayan kahramanlar, koşut kurgu yapılarak, daha sonra karşılaştırılır. Okurları anlatıya bağlayan, çoğunlukla, bu buluşma anına tanık olma arzusudur. Şiirin bir dizesinden bir anda başka bir dizesine geçilivermesini andıran biçimde, sinema izleyicileri de, sinema dilinin önemli 201J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili ögelerinden kararma-açılma ya da koşut kurgu yoluyla bir uzamdan ötekine bir anda geçiverir. Sanat yapıtı yaratılmaya başlandığı andan itibaren, onun kurgu ve dil yapısı da örülmeye başlanmış demektir. Dilsel anlamda film kurgusu, iki çekimin yalnız birbirlerine eklenmesi olmadığı gibi, başka sanatlarda da iki olay ya da görüntünün parçalarının salt eklemlenmesi değildir. Sinema kurgusu, öncelikle, farklı içerikte çekimlerin yan yana getirilmesi, çarpıştırılması, diyalektiğin temel yasası gereği yeni bir anlamın yaratılmasıdır. Joyce, Finnegans Wake adlı romanı yazmaya, romanın sonunda yarım bıraktığı (bırakacağı) tümcenin sonuyla başlar. Manchevski de, Yağmurdan Önce adlı filminin sonunda ilk sahneye geri döner, yeniden aynı noktaya gelinir. Manchevski’nin filminde de söylediği gibi, “çember asla yuvarlak değildir”; çünkü aynı noktaya gelinirken yaşanan tüm olaylar, çemberi kırmıştır. Bu iki yapıtta da, tümsel yapıyı oluşturan parçaların yaşamdaki yazım ve gösterim sırası değiştirilmiştir. Böylece, filme ya da romana ilişkin izleğin gerçek yaşamdaki gelişim çizgisine bağlı kalınmamış; yapıt, ekleme anlayışına sahip kurgunun o geleneksel yapısından uzaklaştırılmıştır. Kurgunun yeni aşamasında anlatım ve gösterimin sırası karmaşık verildiği için, okurun ve izleyicinin parçaları bütünleştirme çabasına girmesi, dolayısıyla kurguyu bir kez de zihninde yapması gerekir. Tüm bunlar; bir sanat yapıtının, şiirin, romanın, tiyatronun, öykünün, sinemanın, kurgu ve dil yaratısı olduğunu gösterir. Geleneksel anlatıda dil, konuşma dilinden büyük ölçüde sapma göstermezken, şiir dili, kendi varlığını tam da bu sapmaya borçludur. Şiirsel anlamın temel yapısı, sinema ile şiir arasında bulunan soyut anlam ekseni üzerindeki karşıtlıklara dayanır. Şiirle sinemanın tüm anlambirimcikleri ortak olsaydı, bu iki sanat birbirinin bire bir aynısı olurdu. Böyle olmadığı kesin, ancak bulunan bu ortak anlambirimcikler, onların birçok açıdan benzerliklerini ortaya koyar. Bunuel’in, Endülüs Köpeği filminin, kovboy filmlerinden çok, gerçeküstücü bir resme ya da şiire yakın olduğu söylenebilir. 202 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK Bu nedenle, şiirin biçimi ve anlamı, çoğu zaman anlatıların da ötesinde, insanın geleneksel algı alışkanlıklarına pek uymayan bir karşı süreç gibi görünür. Öteki sanat yapıtları gibi şiir de, çok yönlü, çok katmanlı bir tek (mutlak) anlamı içerir; ama yine öteki sanatlarda olduğu gibi, bu anlamın algılanması da, geçmiş okuma sürecini (şiir dilini bilmeyi) gerektirir. Yetkin bir sinema izleyicisi de, iyi ya da kötü filmi birbirinden kolayca ayırt edebilir, çünkü bu yapıt, geçmiş okuma–izleme sürecini, yapıtın dilini, sinema dilini, sanatsal filmi ayırt etmeyi gerektirir. Ancak bu donanıma sahip izleyici, filmdeki oyuncuların başarılı olup-olmadığını, renk-ışık kullanımını, estetik görüntü düzenlemesini algılayabilir ve çözebilir. Şiir, alışıldık sözcükleri, alışıldık nesnelerini yepyeni gösteren-gösterilen ilişkisine sokarak, bilinen doğal dili, kalıplaşmış algılamanın tekdüzeliğinden kurtarır. Şklovski’ye göre, sanat yapıtları, bilinç alışkanlığına karşıt olan dilsel özelliğe yabancılaştırır. Bu özellik, sanatın belirleyici ilkesidir. Bu açıdan Hulme’un, Rıhtımın Üzerinde adlı şiiri, ilginç bir örnektir: [1] Sessiz rıhtımın üzerinde geceyarısı, / [2] Takılmış uzun seren direğinin ipli tepesine, / [3] Sallanır ay, öylesine uzak görünen bir zaman / [4] Bir çocuk balonu ancak, oyundan sonra unutulmuş. XX. yüzyılın başlarında, romantizmin hemen sonrasında, o güne kadar “sessizlik”, “gece”, “ay” sözcüklerinin nasıl kullanıldığına alışan okuyucuları bu sözcüklerin ne tür basmakalıp duygusal bir beklenti içine sokacağı açıktır. Hulme’un dörtlüğü dikkatle okunduğunda ise, bu tür beklentilerin bir yanılgı olduğu ortaya çıkar. Bu şiirde; “gece”, “sessizlik”, “ay” ve “gemi” sözcükleri, kalıplaşmış duyarlıkta anlam nesnesine yönelik dilsel gösterge değildir. Şiirin kurmaca dünyası ile bilinen dünya arasında varolan karşıtlık, şiiri okuyan bireylerin bilinç yapısının, şair tarafından öngörülen algı konumuna getirilişinde, sıçrama tahtası görevi görür. Sanat yapıtının üzerindeki örtü yırtılır, okura sunulan gerçeğin bireysel ve kendine özgü başka nitelikleriyle, dünyanın nesnel gerçeğine doğrudan bağlı olmayan “imgelem” etkinliği açığa 203J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili çıkar. Böylece şiirin ya da anlatının sunduğu bir dünya, insana, önceden tanınmayan, bütünüyle gerçekleşmemiş olan algı olanağını sağlar. Ona, nesneler dünyasıyla ilgili yaşantısını yeniden kurma olanağı verir (Göktürk, 1997: 102-103). Anlamı tamamlamayı okura bırakan şiir anlayışı, sinema dili için de geçerlidir. Champion’un, Piyano filminde, konuşma yetisini yitirmiş Ada ile piyano arasında derin bağlar vardır. Kocası piyanoyu elden çıkarır. Ada piyanonun satıldığı eve giderek piyano çalma özlemini giderir. Piyanonun yeni sahibiyle aşk yaşamaya başlayınca, aldatılan koca, onu, parmağını keserek cezalandırır. İzleyiciler parmak kesilmesi ile piyano arasında öyküsel düzlemde bir bağlantı kurar, anlamı çözer. İletinin anlaşılabilmesi için böyle bir düzeneğin olması gerekir. Bu filmde iletiyi taşıyan düzenek, senaryonun öyküsel düzlem kurgusudur. Olayın göstergeler yoluyla anlaşılabilmesi, özgün bir sinema dili olduğunu da gösterir. VIII. Doğal Dil ile Sanat Dilinin Benzeşen Anlatım Olanakları Doğal dildeki yananlam, düzanlam, benzetme, eğretileme vb., sinema dilinin olanaklarıyla da kullanılabilir; filmde, deniz görüntüsü kimi zaman düzanlamda, “yerkabuğunun çukur bölgelerini dolduran su kütlesi” olarak, kimi zaman da, “saflık, temizlik” ya da “coşkulu” bir durumu anlatmak amacıyla gösterilir. Eisenstei’ın, Potemkin Zırhlısı filminde, çıkan kargaşadan sonra, halkın zırhlıya kayıklarla yiyecek taşıdığı ayrımdaki durgun, dingin “deniz”e başka anlamlar yüklenmiştir: “Huzur”, “rahatlık”, “güven.” Küçük İskender’in sıfır merasimi şiirinin, “bıçak kendine sihirlenerek güler” dizesindeki “güler” sözcüğü “sinirlenerek güler” sözünün akla getirdiği ”sinirle gülmek”, “sinirden gülmek”, “sinirlenerek gülmek” deyiminin katkısıyla “sinirlenir, ışıldar, kızar” yananlamlarına sahip olmuştur. Eşanlamlılık, iki ve daha çok sayıda göstergenin aynı anlama gelmesi, ayrı göstergelerin aynı gösterileni belirtmesidir. “Mektup göndermek” ve “mektup yollamak” örneğinde görüldüğü gibi, “göndermek” ve “yollamak” göstergeleri eşanlamlı özelliklerde göstergelerdir. Sinemada, kimi çekimler eşanlamlı 204 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK sayılabilir. Pudovkin, Ana adlı filminde hapishaneden kurtulma umudu beliren tutsak gencin “gülümseyen yüz” çekiminin hemen ardından, “çağlayan dereyi” gösteren çekimi ve “çiçeklenmiş dalı” gösteren çekimi, eşanlamlı olarak kullanılır. “Bulutlar arasından sıyrılan güneşi” ve “coşkuyla zıplayıp oynayan kuzuyu” gösteren çekimler, aynı bağlamda kullanıldığında, eşanlamlı çekim (ya da sinemanın “eşanlamlı sözcüğü)” sayılabilir; çünkü çekim de, tıpkı dil göstergeleri gibi gerçek anlamını bağlamında bulur. Sinemada karşıtlıkları kullanmanın çok çeşitli yolları bulunmaktadır. Öncelikle sinemanın teknik yapısından kaynaklanan karşıtlıklar, ışık-gölge karşıtlığı, renk karşıtlığı, nesnelerin biçim karşıtlığı ve yatay-düşey uzunlukların karşıtlığı bunlardan bazılarıdır. Örneğin, tren katarını yatay konumda boylu boyunca gösteren çekimin karşıtı, yüksekliği (kuleleri, gökdelenleri) içeren çekim olabilir. Manchevski’nin, Yağmurdan Önce adlı filminde içeriksel anlamda karşıtlıklar vardır: “aşk–savaş.” Acı dolu bir dünyada sevgiye ve aşka sarılıp ayakta kalmaya çabalayan basın fotoğrafçısı adamla sevdiği kadın, taksinin arka koltuğunda sevişirken, acı ve göz yaşlarına boğulur. Hem seven hem de savaşın dehşetine yakın duran iki insandır onlar. Yaşadıkları “güzelliğin” karşıtı “savaş”, bu insanları rastgele savuran “çirkin”liğe dönüşür. Dilsel anlamda karşıtlık, kurgu biçimi olarak da ortaya çıkmıştır. Pudovkin, bu kurguyu, şu örnekle açıklamıştır: Açlıktan ölmekte olan bir adamın durumunu ortaya koymak için, açlık çeken adamın çekimine, zengin adamın anlamsız oburluğunu gösteren çekimini eklemiştir. Bu kurguyu, sinemaya, Sabıkalı filmiyle Porter getirmiştir. Eski bir mahkumun yoksulluğunu içeren bir görüntü ile ona iş vermeyen patronun varsıllığını içeren görüntü, ardışık getirilerek, “karşıtlık” yaratılmıştır (Pudovkin, 1966: 75). Bu kurgu, karşıt içerikli olayların sırayla verilmesine dayanır. Erksan, Müthiş Bir Tren adlı filminde, “yaşayan tüm insanlar, ölüye benziyordu” anlamını, ‘ölü gibi görünen insan görüntüleri’ ile ‘canlı insan 205J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili görüntülerini’ kurgulayarak yaratır. Ancak bu kurgu, çekimin içinde gerçekleşir; çünkü perdedeki görüntü, bir terenin gara girmesiyle tamamen değişir: İstasyonda bekleyenleri “devinimsiz”, “suskun” durdurarak, “yaşayan ölüler” eğretilemesi yaratmıştır. İstasyonda tepkisiz dikilen insanlar, gara giren trene ilgi göstermez; trenin gara gelişi, çekimi içsel olarak değiştirir. Eğretileme benzetime dönüşür; çünkü çerçeve içinde bir kurgu, yani iki değişik çekimin iç içe geçmesi söz konusudur. Trende bulunanlar, konuşmadan ve kıpırdamadan oturur, kitap ve gazete okurlar. Aslında gerçek ölüler, trendekilerdir. Bu trende oturanlardan yaşlı bir adam, kahramanın yıllar önce ölen müzik öğretmeni; genç zabit, savaşta yanında ölen arkadaşı; onun yanındaki genç kız, zabitin ölen nişanlısı; gazeteyle yüzünü gizleyen adam, kahramanın babasıdır. Tren, bir anda devinir, geldiği gibi sessizce gider. İstasyondaki insanlar ise, ilk durumdaki gibi donuk kalır. Onların görüntüsü, kahramanın trende yaşadıklarıyla birlikte düşünüldüğünde, yaşayan ölüler eğretilemesi oluşur. İstasyona gelip-giden ölüler treni, eğretilemeyi benzetmeye dönüştürür. Çünkü ilkinde ortalıkta gerçek ölüler yoktur, ikincisinde trendeki ölüler vardır. Sinemada benzetme, değişik biçimlerde yapılabilir; benzer nesnelerin görüntüsü ve benzer devinimler, ardışık getirilebilir. Örneğin fotoğraf makinesi ile tabancayı, işlevsel açıdan şu çekim sırası içinde düşünelim: Çekim 1: Fotoğraf makinesine film takılması (çok yakın çekim). Çekim 2: Tabancaya mermilerin konulması (çok yakın plan çekim). Çekim 3: Fotoğraf çektirmeye hazırlanan bir adam (boy çekim). Çekim 4: Kurşuna dizilmek üzere bekletilen bir adam (boy çekim). Çekim 5: Objektif ayarlayan ve nesneyi çerçeveleyen fotoğrafçı (genel çekim). Çekim 6: Tabancayı idamlık adama çevirip nişan alan adam (genel çekim). Bu çekimler ardışık getirildiğinde, fotoğraf filmi ile mermi, fotoğraf makinesi ile tabanca, fotoğrafçı ile cani, fotoğrafı çekilen adam ile idam edilecek adam benzeşmesi sağlanır. 206 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK Kurosawa’nın, Düşler adlı filminin dördüncü (Tünel) bölümünde, Üçüncü Taburu, kendi hatasıyla, tümden ölüme gönderen komutanın vicdan hesaplaşması konu edilmiştir. Savaş sırasında verdiği yanlış kararlar sonucunda, Üçüncü Tabur’un tamamen yok olmasına neden olduğu için ceza alan, artık evine dönen komutan, bir tünele girmek üzeredir. Tünelden köpek hırlaması duyar, dönüp bekler. Köpek tünelden çıkar ve ısıracak gibi hırlayarak onun çevresinde dolanır. Komutan kendini korur, yoluna devam eder. Tünelin öbür ucundan çıktığında, arkasından ayak sesleri gelir, komutan durup bekler. Bir asker gelir, ölmediğini, evine gidip annesinin yaptığı keklerden yediğini, ailesini kendisinin öldüğüne inandıramadığını açıklar. Komutansa, onun ölmek üzereyken de keklerden söz ettiğini, can çekişirken düş görmüş olduğunu söyler, ama askere ölmüş olduğunu kabullendiremez. Büyük bir çabanın sonunda, onu öldüğüne inandırır. Asker tünelin içine doğru yürür, gözden yiter. Bu kez, düzgün adım yürüyen askerlerin ayak sesi yaklaşır. Savaşta, taarruz sırasında tamamı ölen Üçüncü Tabur askerleri, taburun başındaki çavuş komutasında gelir. Çavuş, komutanına, kendisinin emrini beklediklerini açıklar. Komutan, onlara, kendisinin hatası sonucu tümden öldüklerini söyler. Vicdan azabı içinde, “Sizlerle birlikte orada ölmüş olmayı çok isterdim” der. Oysa, askerler, evlerine dönmek istemektedirler. Komutan, uzun çabadan sonra, onları ölmüş olduklarına inandırır. Üçüncü Taburu oluşturan tüm askerler karşısında birer ölü gibi dururken, komutan, onlara, “Üçüncü Tabur! Geriye, dön! Maarş” diye bağırır. Tabur döner, geldiği gibi uygun adım tünele girer ve gözden yiter. Saldırgan köpek, komutanın vicdanını temsil eder. Komutanı rahatsız eden “köpek” ile, içerden saldırarak rahatsız eden “vicdan” arasında bir benzerlik kurulmuştur. Düzdeğişmece karşıtı olarak eğretileme, doğal dilde olduğu kadar sinema dilinde de çok önemli bir anlatım ögesidir. Eğretileme, sinemayı, gerçek yaşamda olanların basit bir kopyası olmaktan kurtarır, ona sanatsal bir nitelik kazandırır. Böylece aradaki benzerliklerden yararlanılarak, bir olay ya da olgu, 207J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili bu olayın gerçekte kendisi olamayan olay ya da olguyla anlatılır; görünmeyen varlıklar, görünen varlıkların görüntülerine anlam bakımından dönüştürülerek gösterilir. “Sen bir aslansın” tümcesi, cesareti vurgulamak; “Sen bir şimşeksin”, tümcesi de ivediliği vurgulamak için söylendiğinde, bir eğretileme yaratılmış olur. Sinema, öncelikle görüntü olduğu için, eğretileme, bu sanatta görüntüyle yaratılır. Eisenstein’ın uzanan, yarı doğrulmuş ve saldıran üç taş aslan yontusunun çok kısa çekimlerini birleştirerek yarattığı “kükreyen halk” eğretilemesi, bu tür anlatıma örnek oluşturur. Eğretilemeli anlatıma sık başvuran yönetmenlerden Godard (1993: 141), birçok ünlü insanın adlarının bulunduğu karatahtadan bu adları tek tek sildirir. Geride yalnız “Brecht” kalır. Böylece “Herkes gitti, Brecht kaldı” eğretilemesi yaratılır. Pasolini (1992: 35), yazın sanatının (dolayısıyla da şiirin), neredeyse tamamen eğretilemeden oluştuğunu, sinemada neredeyse hiç eğretileme kullanılmadığını; eğretilemeli anlatım bakımından sinema-yazın arasında ayrılıkların olduğunu söyler. Oysa örnekler eğretilemeli anlatımın da sinema dilinin temel taşlarından olduğunu göstermektedir. Sinema, eğretileme yapmak isteyen yönetmenlere değişik olanaklar sunar. Kesme yöntemi bu olanaklardan biridir. Kesme, eğretilemeli anlatım için yönetmenlere gerekli uzaklıkları sağlar. Bu tür bir yöntemle eğretileme yaratmaya Fellini’nin Tatlı Hayat (La Dolca Vita, 1960) filmini örnek gösteren Büker, bu örneği, şöyle açıklar: Başı, gökyüzündeki İsa’ya dönük olarak dans eden birisinin çekiminden, onun baktığı yerdeki helikopterden sarkan İsa yontusunun yeryüzüne dönük yüzüne kesme yapılarak bir eğretileme yaratılmıştır (Büker, 1991: 134-135, 148). Bu doğrultuda, Resnais’nın Hiroşima Sevgilim (Hiroshima Mon Amour) filminin adı bile eğretileme yaratır. Bir yanda, üzerinde atom bombasının gücü denenmiş, üç yüz bin masum insanın katledildiği “Hiroşima” adı, öte tarafta ise, insanın varlık nedeni olan sevgiyi temsil eden “sevgilim” sözcüğü vardır. 208 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK “Hiroşima” adı ölümle özdeşleştiği için de, bu iki sözcük, artık sonsuza kadar karşıt anlamlıdır. İki karşıt anlamlı sözcük bir araya getirilerek, eğretileme yaratılmıştır. Filmde sevişme, hastane, müze görüntüleri, 6 Ağustos 1945’te çekilmiş olan haber filmlerinin görüntüleriyle kesilir. Geçmiş ile yaşanan an arasında gidip-gelen filmde, sevgi coşkusu içindeki çiftin görüntüleri, atom bombasının neden olduğu saldırgan yıkıcılığın yarattığı görüntü ile kesilir, yıkım-yaratım karşıtlığı vurgulanır (Büker, 1991: 148). Bu eğretilemenin oluşması için gereken iki birim arasındaki uzaklık (kent, savaş ve aşk), bu filmde yeterince bulunmaktadır. Görüntü ve sesleri bindirerek eğretileme yaratan Bunuel ise, iki sözcüğü bindirerek eğretileme yaratır. Yarattığı bu eğretilemeyi de, filmine ad olarak verir (Büker, 1996: 143): VIRUS (virüs; hastalık mikrobu) + DIANA (kızoğlan kız ya da tanrıça) = VIRIDIANA. Yazın sanatı ve şiir, eğretilemeden bağımsız düşünülemez. Dizeler ile yaratılmak istenen anlamlar, çoğu zaman eğretilemenin ürünü olarak ortaya çıkar. Küçük İskender, kanlı masal şiirinde “Tüm eski sevgililerimi unuttum” demez; “unutma” sözcüğünü kullanmadan, şiiri eğretileme ürünü olarak ortaya çıkarır; eski sevgililerin unutulmasını anlatan dizeleri oluşturan sözcükler birlik içinde “unutma” eğretilemesini yaratır: [1] yatağıma döküldün / [2] yatağına döküldüm / [3] ve ben bu sonsuz savruluşta / [4] o gece / [5] bütün eski sevgililerimden ince ince söküldüm / [6] senin oldum! 1-2 dizelerinde, özne (şair), canlı durumdan, cansız duruma (ben diyen) özne durumdan dökülen yaprak (su) durumuna geçer. 3 dizesinde özne yaprak gibi savrulur. [4] dizesinde savruluşun yaşandığı anı belirtmede gece “zaman dilimi”, bunun yanı sıra savruluşun geçtiği yer olarak /uzam/dır. [5] dizesinde önceki sevgililerine sıkıca bağlılığı söz konusu olduğu için canlı insan, unutma sürecine girildiğinde (birbirlerine dikilmiş kumaşlardan biri gibi sökülür) cansız olur. Olağan koşullardaki biçimine oranla kimi ögeleri eksik olan, eksikleri anlamayı aksatmayan dizimde; özne, /canlı/ ve /cansız/ olma durumu arasında eğretileme sanatı ile gider-gelir. Eksiltisi yapılan biçimler durum ya 209J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili da dilbilgisi açısından kolayca kavranabilecek, eksik yanı bir güçlük çıkmadan giderilebilecek olan biçimlerdir (Vardar–Ötekiler, 1998: 95). Sinemada anlatımın (dilin) sıkıcı olmaması, görüntünün estetik yapıda akması için, çekim fazlalıkları kurguda kesilir. Eksilti en basit halde çekimin işlenmemiş halinde iş görür, gerçek işlevi filmsel bütün içinde yerine getirir. Sağlam şiir-yapı, ondan bir tek sözcük çıkarıldığında bile nasıl çökerse, rastlantılara yer bırakılmayacak biçimde inceden inceye kurgulanmış sağlam film-yapı bir çekimi çıkarıldığında çöker. Özetle, izleyiciye anlatılmak istenen öykünün süzgeçten geçirilmesi ve tüm fazlalıkların atılması eksilti işleminin temelini oluşturur. Kullanılmadıkları durumlarda şiiri eksik bırakmayacak kimi sözcüklerin şiirin dışarısında bırakılması, şiir dilinin eksilti özelliğini oluşturur. Bu yaklaşımsa bize şiir-yapının “sözcük eksiltme” yoluyla elde edildiğini gösterir. eski sinemalar (İlhan 1990: 36) şiirinin son altılığı şöyledir: kanlı bir sarışınla şanghay trenindeyim/ takma kirpiklerinde hülyalı dumanlar/ yabancılar lejyonu’nda fransız teğmeniyim/ belki harp divanından idamım çıkar/ bitmiyor nedense başlayan hiçbir film/ ne yapsam içimde o eski sinemalar. Eksiltiyle bu altılığın dışında bırakılan sözcükler yerlerine konulursa,dizeler şöyle görünür:/ (ben) kanlı bir sarışınla (birlikte) şanghay trenindeyim/ (onun) takma kirpiklerinde hülyalı dumanlar (var)/ (ben) yabancılar lejyonu’nda (bir) fransız teğmeniyim/ belki (bu) harp divanından idamım çıkar/ (nedenini bilemiyorum ama) bitmiyor nedense başlayan hiçbir film / ne yapsam içimde(ki) o eski sinemalar (‘ın anısını unutamıyorum). Okumanın açıklama/anlaşılması dizimsel düzeyde gerçekleşiyorsa, birleşmeye dayanıyorsa, dil düzdeğişmeceli, anlatısallığın temel özelliği olarak vazgeçilmez. Jakobson, Amerikalı yönetmen Griffith’in değişik çekim açıları, perspektif ve çekim odaklarıyla tiyatro geleneğini yıkarak, yakın ya da büyük çekimle düzdeğişmeceli dili yarattığına dikkat çeker (Büker, 1985: 73, 76). Griffith, Judith of Bethulia (Bethulialı Judith-1913)’da,öykünün can alıcı 210 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK noktalarını ilk ayrıma yerleştirir: Çekim 1: Bethulia’nın surları yarı genel çekimle gösterilir. Kamera kayaların arasındaki görünümü daha geniş gösterecek biçimde ayarlanmıştır. Çekim 2: Kuyu başında Naomi’nin (Mae Marsh) yakın çekimi. Çekim 3: Kuyudan su çeken Naomi’nin yakın çekimi. Çekim 4: Ağır kovayı kaldıran Naomi’nin yakın çekimi. Çekim 5: Naomi’nin sevgilisi Bobby’nin boy çekimi. Bobby, gülümseyerek su testisini Naomi’nin omuzuna almasına yardım eder. Çekim 6: Sevgilisine bakan Naomi’nin yakın çekimi. Bobby sağda, neredeyse çerçeve dışındadır. Çekim 7: Kuyudan uzaklaşmakta olan sevgililerin boy çekimi. Sağdan çerçeve dışına çıkarlar. Çekim 8: Sevgililer,soldan yakın çekimle çerçeveye girerler. Uzun çekimle sağdan çerçeveden çıkarlar. Bu ayrım, dizimsel ve düzdeğişmeceli kurguya bir örnek oluşturur. Nesne ve kişilerden ayrılmadan, onları değişik açılardan betimleyen bu ayrımda yönetmen, iki sevgiliyi gösterir, izleyicileri onlardan yana çeker (Büker, 1985: 78 – Büker, 1996: 131-132). SONUÇ Hem sinema dilinde hem doğal dilde, soyut gerçekliklerin somut gerçeklikler aracılığıyla anlatılabileceği söylenebilir. Tüm sanat dallarının ortak bir töze dayalı, kendilerine özgü bir dilleri vardır. Bu ortak töz, kurgudur. Kurgu olmadan sanat yapıtı olamaz.Baudelaire’nin “Kurgulanmamış hiçbir şey sanat eseri olamaz “ sözü sanat eserinde kurgunun önemini açıklar.Doğadaki kendi içinde kurgulanmış gerçeklik sanatçının eli değmeden yanlızca bir hammaddedir salt bir gerçekliktir.Sanatçı doğadaki hammaddeyi kurgulayarak sanat eseri haline getirir. KAYNAKÇA 1. BENVENISTE, Emile. (1995). Genel Dilbilim Sorunları. (Çeviren: Erdim ÖZTOKAT). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2. BÜKER, Seçil. (1985). Sinema Dili Üzerine Yazılar. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. 211J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili 3. BÜKER, Seçil. (1991). Sinemada Anlam Yaratma. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. 4. EZİLER/KIRAN, Ayşe, Zeynel KIRAN. (2001). Dilbilime Giriş. İkinci Baskı. Ankara: Seçkin Yayıncılık. 5. GODARD, Jean-Luck. (1991). Godard Godard’ı Anlatıyor. (Çeviren: Aykut DERMAN). İstanbul: Metis Yayınları. 6. PASOLINI, Pier Paolo. (1992). Hepimiz Tehlikedeyiz. Hasan AYDIN. İstanbul. Şehir Yayınları. 7. GÖKTÜRK, Akşit. (2000). Sözün Özü. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 8. GOMBRICH, E.H.. (1986). Sanatın Öyküsü. (Çeviren: Ahmet CEMAL). İstanbul: Remzi Kitabevi 9. GOMBRICH, E.H.. (1992). Sanat ve Yanılsama. (Çeviren: Ahmet CEMAL). İstanbul: Remzi Kitabevi. 10. KAGAN, Moisses. (1993). Estetik ve Sanat Dersleri. (Çeviren: Aziz ÇALIŞLAR). Ankara: İmge Kitabevi. 11. PAVIS, Patrice. (2000). Gösterimlerin Çözümlemesi – Tiyatro, Dans, Mim, Sinema. (Çeviren: Şehsuvar AKTAŞ). Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. 12. PAZ, Octavio. (1995). Şiir Nedir? Yay ve Lir. İstanbul: Era Yayınları. 13. PUDOVKIN, Vsevolod Illarionoviç. (1966). Sinemanın Temel İlkeleri. (Çeviren: Nijat ÖZÖN). Ankara: Bilgi Yayınevi. 14. SAUSSURE, Ferdinand de. (1985). Genel Dilbilim Dersleri. (Çeviren: Berke VARDAR). Ankara: Birey ve Toplum Yayınları. 15. WÖLFFLİN, Heinrich. (1990). Sanat Tarihinin Temel Kavranmları. (Çeviren: Hayrullah ÖRS). İstanbul: Remzi Kitabevi. 16. VARDAR, Berke. (1998). Dilbilimin Temel Kavram ve İlkeleri. İstanbul: Multilingual. 17. VARDAR, Berke. Nükhet Güz ötekiler. (1998). Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü. İstanbul: ABC Kitabevi A.Ş. 212 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213 Cengiz ASİLTÜRK 18. VOLOŞİNOV, V.N.. (2001). Marksizm ve Dil Felsefesi. (Çeviren: Mehmet KÜÇÜK). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 213J Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 214-226 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY KÜRESELLEŞME VE SİNEMA Burak Buyan* ÖZET Toplumsal yaşamın her alanında satırbaşı kelimesi haline gelen "küresel" ifadesi, kültürel anlamda kullanıldığında sanatçıları yakından ilgilendirmektedir. Bakış açısına ve ideolojilere göre zıt anlam taşıyabilen bu kavram neyi ifade etmektedir? Kültürün küreselleşmesi, arzu edilen bir durum mudur, yoksa kaçınılmaz bir son anlamına mı gelmektedir? Bu yazıda kültürlerarası iletişimde en etkin ve yaygın anlatım dili olan sinema ve küreselleşme olgusu üzerinde durulacak, sinemanın küreselleşmedeki rolü, küresel bir ifade aracı oluşu ve nihayetinde, içerik olarak, ne kadar küresel olabildiği irdelenecektir. Anahtar sözcükler: globalleşme, küreselleşme, kültür, sinema ABSTRACT The word "global" which became the main topic in every aspect of social life, intrests artists when it is used in the meaning of cultur. What is this signification which can be used in an opposite meaning, depending on the point of view and idelogy? Is globalisation of culture a desire or is it an inevitable end. This article will focus on the role of cinema which is the most effective means of communication among cultures and in terms of globalisation. It will also emphasize the role of cinema in relation with globalisation in particular. Eventually it will focus on how global it is as far as content is concerned. Keywords: globalisation, culture, cinema GİRİŞ Sinemanın icadından bu yana katettiği yol ve geldiği nokta göz önüne alındığında, başlangıçta seyirlik bir eğlence aracı olarak doğduğunu, zaman içinde küresel kitleye ulaşabilen etkileyici bir hikaye anlatma sanatına dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz. Sinemanın sanat olduğu kadar ticari yönü kuvvetli bir endüstri olduğu da açıktır. Sanat disiplinleri içinde, teknoloji ve finansa en çok gereksinim duyanı yine sinemadır. Diğer bir deyişle, küresel bir sanat için küresel sermaye, en büyük destek konumuna gelmektedir. Burada sözü edilen kaynakların birtakım önkoşulları mevcuttur. Örneğin Eurimages ve * Yrd.Doç.Burak Buyan, Beykent Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema-Tv Bölümü, İstanbul, [email protected] Küreselleşme ve Sinema benzeri kurumlar, projenin Avrupa bağlantılı olması, çekim ekibinde Avrupa ülkelerinden sinemacıların çalıştırılması ya da filmin çekim sonrası aşamalarının Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilmesi koşuluyla yapımlara destek verebilmektedir. Filme finans sağlayabilmek amacıyla çeşitli kurumlardan destek alınabilmekte, ancak gerekli koşullar, senaryoyu da etkileyip filmin üç ayrı ülkede geçmesine neden olabilmektedir. Bu durumda, sanatçılar, kültürlerarası etkileşimi daha üretim aşamasında yaşamaya başlamaktadırlar. Görülüyor ki, üretimde bir ortak yapımdan, çok uluslu, küresel bir yapıdan söz etmek mümkündür. Sinemayı diğer disiplinlerden ayıran önemli özelliklerinden biri de, kollektif bir sanat oluşudur. Sinemada bireysel üretimden söz etmek mümkün değildir. Bir resim tuvalinin altında sadece ressamın ismi ve tarih yazılı iken, sinema filminde çoğu izleyici için jenerikte akan onlarca ismi okumak oldukça zordur... Teknoloji, finans, sanatçı ve kültür (öykü, sanat, yaşam alışkanlıkları, gelenek,v.b.), sinemada küresel mozaiğin temel yapı taşlarını oluştururlar. Bu birlikteliğin yapıma boyut kazandırdığı tartışılmazdır. Genişletecek olursak, bir ülkenin yapımcısı diğer ülke ya da ülkelerden ortak yapımcılar ile diğer bir ülkede farklı bir coğrafyaya ait hikayeyi anlatabilmektedir. Diğer taraftan, 300 sayfalık bir roman, en az 1 hafta kadar okunma süresine gereksinim duyarken, bir salonda toplanan 500 kişiye, 90 dakikada öykü aktarabilmek sinema diline özgüdür. Filmdeki diyalogların tercüme edilmesi halinde, diğer ülkelerdeki kitlelere kısa sürede ulaşılabilmekte ve bunun için izleyicinin sadece rahat koltuklarda oturup perdeye bakması yeterli olabilmektedir. Özetle sinema, tüketimi zahmetsiz, iletimi kolay bir anlatım aracı olmuştur. Bu gelişmeler sonunda toplumların etkilenip, özendirilebileceğinin, onlara subjektif bilgi aktarılabileceğinin keşfedilmesi uzun sürmemiştir. Göz yanılmasına dayalı bu görsel-işitsel ortamda, farkettirmeden bilinç altına bilgi gönderilebilmektedir. Sinema perdesindeki 1 saniyelik hareketli görüntü, 24 adet fotoğraf karesinden 215 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226 Burak Buyan oluşmaktadır. İçlerinden sadece 1 karenin belirgin bir ürünün logosu olması durumunda, ürüne ait bilgi, istem dışı olarak, gizlice algılanmış olacaktır. “1957 yılında market araştırmacısı James Vicary, sinema ekranında çok hızlı bir şekilde parlayan mesajların, insanların gıda üzerindeki tercihlerini etkilediğini belirtmiştir. Ve ilk olarak “bilinçaltı reklam” (subliminal advertisement) tanımlamasını kullanmıştır. Vicary, yaptığı araştırmada takistoskop adı verilen cihazla filmlerin arasına “Coca Cola İç” , “Patlamış Mısır Ye” mesajları yerleştirmiştir. Bu mesajlar saniyenin 1/3000 kadar kısa bir sürede görünüyor ve her 5 saniyede bir tekrarlanıyordu. Bu filmin arkasından New Jersey’deki Cola satışlarının % 18.1 ile % 57.5 arasında arttığı gözlemlenmiştir. (Teber,2007:1) Günümüzde, kimi televizyon dizilerinin ve sinema filmlerinin başlangıcında, “izleyeceğiniz filmde sanal reklam uygulaması yapılmaktadır” ibaresi ile karşılaşmaktayız. Bu, birtakım marka ya da buluşturulması anlamına gelmekte ve “ürün ürünlerin, seyirci ile yerleştirme” olarak adlandırılmaktadır. “Temelde, reklam amaçlı bir uygulama olan ürün yerleştirme, reklam veren firmanın ürün ya da hizmetlerini belirli bir bedel karşılığında iletişim ortamlarında görünür kıldığı bir ortaklığı ifade etmektedir.”(Gürel-Alem,2005,137) Görülüyor ki sinema hikaye anlatırken alt metinlerde açıkça, teknik olarak da gizlice etkilemede bulunabilmektedir. "İletişim teknolojilerinin sunduğu olanaklar, hayatı her geçen gün biraz daha kolaylaştırırken, dünya ekonomisi de küresel anlamda büyümekte ve insanlar arasindaki tüketim artmaktadır. Küresel kültür bağlamında, medyanın ve şirketlerin birbirleriyle olan çıkar ilişkileri, tam anlamıyla bir zincir oluşturmuştur. Bu zincirin devamını sağlamak için, “küresel kültür” adı altında, insanları her geçen gün biraz dana fazla etkilemekte ve yönlendirmektedir." (Ilgaz,2001:1) 216 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226 Küreselleşme ve Sinema Buraya kadar kullanılan "küresel" sözcüğü, metin içerisinde "dünya geneline ait, evrensel" anlamındadır. Şimdi küçük bir ekleme ile büyük tartışmalara yol açan derin bir kavramı konumuza dahil edeceğiz. Küreselleşme: Ansiklopedilere başvurduğumuzda, küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik açılardan global bütünleşmenin, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir. “Küreselleşme, dünya ölçeğinde, ekonomik, siyasal ve kültürel bütünleşme, fikirlerin, teknolojilerin küresel düzeyde kullanılması, sermaye dolaşımının evrenselleşmesi, ulus devlet sınırlarını aşan yeni ilişki ve etkileşim biçimlerinin ortaya çıkması, mekanların yakınlaşması, dünyanın küçülmesi, sınırsız rekabet, serbest dolaşım, pazarın dünya ölçeğinde büyümesi ve ulusal sınırların dışına çıkması, kısaca dünyanın tek pazar haline gelmesidir.”(Balay,2004:62) “Küreselleşme süreci, yandaşları ve karşıtları tarafından çok farklı biçimlerde yorumlanmaktadır. Kimi düşünürler, küreselleşmeyi kapitalizmin yeni adı olarak değerlendirirken, kimileri de daha hızlı büyüme, yükselen yaşam standartları, yeni fırsatlar, bilginin ve teknolojinin daha hızlı dolanımı şeklinde algılamaktadırlar.”(Zeren,2006:640) Sözcük pozitif ve yapıcı yönüyle kulağa hoş geliyor iken olumsuz anlamda kullanılmasına sebep olan ilk bakışta ekonomik kısmı olsa gerek. "Teknolojik gelişmeye, özellikle iletişim teknolojisindeki hızlı ilerlemelere bağlı olarak, toplumların sosyal ve kültürel yapılarının da, olumlu ya da olumsuz bir biçimde dönüşüme uğradıkları görülmektedir. Batı kültürü ile yerel kültürlerin etkileşimini sağlayan bir sürecin sonucunda, hangi kültürlerin kazançlı çıkacağı şimdiden kestirilemezse de, başlangıç için, iletişim olanaklarından sonuna kadar yararlanabilen Batı kültürünün diğer kültürler karşısındaki başat konumunu güçlendirdiği söylenebilir. Ekonomik, politik ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle kitle iletişim araçları üzerindeki devlet denetiminin 217 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226 Burak Buyan azalması, bu araçların ticari amaçlarla çok geniş alanlara ulaşmalarını hızlandırmıştır. Küresel kitle iletişimin bir sonucu olarak da, yerel kültürlerin evrensel bir kültüre doğru dönüşüme uğramaları kaçınılmaz olmaktadır." (Köse, 2003:12) Ekonomik alanda uluslararası işbirliği, paylaşım ve destek, son derece yararlı görünürken, buna karşılık, tek tip kültürün egemen olarak dayatılması noktasında beklentiler farklılaşmaktadır. Dünyanın kültürel zenginliğinin küreye yayılıp tanıtılması yerine, ekonomik gücü olan tekil kültürün dünya üzerinde standartlaştırılması söz konusudur; çünkü ardından bu kültüre ait ürünlerin pazarlanması gündeme gelecektir. Ürettiğiniz malı ülke sınırları dışına çıkarıp küresel pazara sunmaya ne dersiniz? "Küreselleşme tekel şirketler tarafindan pazarlanan malların, tüketim üzerine kurulmuş ikonlaştırılmasıdır. Müzik, sinema ve sanat tüketilebilir mallardır. Yeterince reklamını yaparsanız her şeyi satabilirsiniz." (Akman, 2005:1) Küreselleşme kavramı, ekonomi ve siyaset çevrelerinde, çeşitli alanlarda, birçok olumlu yönü ile varolurken, özellikle tüketim ekonomisini benimsemeyen çevrelerde tamamen olumsuz anlamda kullanılmaktadır. Konu kültür ve sanata geldiğinde ise, sanatın biricikliği, ait olduğu coğrafya ve kültürü yansıtması söz konusudur. Elbette, etkileşim, çeşitleme, gönderme ve ortak dil, sanatın vazgeçilmezleri arasında olacaktır; ancak standart baskın bir kültürden ve kalıplara sokulmuş bir sanattan dünya genelinde bahsetmek ne kadar mümkün olabilir? Şüphesiz, içinde bulunduğumuz yüzyılda hiçbir kavram gerçekçi olarak ekonomiden bağımsız değerlendirilemez. Ekonomik güç, varolabilmenin ve hükmedebilmenin temel şartı haline gelmiştir. Sonuçta, her hamle, ekonomiye hizmeti dahilinde değerlendirilir olmuştur: "Küreselleşmenin ekonomik ayağı, uluslararası sermayenin egemenliğine işaret etmektedir. Bu egemenlik, bütün ülkeleri, örneğin Birleşik Amerika'yı da aşan bir biçimde gelişmiştir. Kendi mantığı içinde, sermaye ve onun simgesi olan marka bazında dünyayı, tüketiciyi ve tüm insanları yönlendirmektedir. 218 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226 Küreselleşme ve Sinema Ekonomik olarak uluslararası sermayenin egemenliği, bir yandan günlük yaşam açısından dünyayı "birörnekleştirirken", öte yandan, ekonomik verimliliğin, yani üretim verimliliğinin, dünya ekonomisindeki en belirleyici ölçüt olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Böylece, gittikçe bütünleşen dünya ekonomisindeki rekabetin belirleyici sonucu, üretim verimliliği kavramına bağlanmıştır." (Kongar, 1997:1) Kültürel dayatmadan ve buna bağlı tüketimin körüklenmesinden söz edilirken Amerikan sinemasının karşı konması zor endüstriyel gücü olan Hollywood'un küreselleşmedeki rolünü görmezden gelemeyiz. Peki kültürüyle, yaşamıyla adı gibi olan "Yeni Dünya"nın kültürel ve yaşamsal altyapıya sahip, tarihi geçmişi olana kendi gerçeklerini sunabilmesi nasıl mümkün olmaktadır? "II. Dünya Savaşı’nın ardından kitle-insan örgütlenmesine karşı gelişen bireyselleşme vurgusu, günümüzde başlı başına bir sorun haline gelmiştir. Bahsini ettiğimiz Hollywood ideolojisi de, bu bireyselleşmeyi artırmaya yönelik hareket etmektedir. İnsanlar bireyselleştikçe toplumsal olaylara kapalı bir yaşam tarzı oluşmakta ve kolektivist bir yaşamın önü tıkanmaktadır. Peki Hollywood’un bu tarzının ne zararı vardır? Böyle bir tarz, sadece klasik antiemperyalist anlayışla Amerika karşıtı olunması gerektiği için değil, sanatsal ve dolayısıyla ideolojik açıdan belirli bir anlayışın dayatılması yanlış olduğu için zararlıdır. Sanatsal filmler yaptığı iddiasıyla ortaya çıkan Avrupa sineması, karşı-sinema ya da üçüncü sinema, farklı sesler vermeye çalışmaktadır; ancak bu durum gözardı edilmektedir." (Ünal, 2007:1) “Orta Afrika köy toplumlarını araştıran bir sosyolog, gözlerden uzak ve dış dünyadan yalıtılmış olduğuna inandığı bir yöredeki toplumun eğlencesinin, ‘Basic Instinct’ filminin topluca videoda seyredilmesinden başka birşey olmadığını gördüğünde şaşırmıştır. Bu durum, filmin Londra sinemalarından önce ücra bir bölgede seyredilişini, küreselleşme kavramı ve olgusu ile açıklamak açısından benzersiz bir örnek oluşturmaktadır ve aynı zamanda 219 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226 Burak Buyan Amerikan film endüstrisinin bir anlamda yaygın küresel, kültürel etkisini de doğrulamaktadır.” (Turan-Aykoç,2002:141) Diğer sanat dalları arasında sinema, finans konusunda en önde geleni ve en yüksek rakamlara sahip olanıdır. Dolayısıyla, küresel sermayenin ve pazarın en güçlü aracı haline gelmektedir. Diğer taraftan, iletişim araçlarının gelişimi ve sayısal teknoloji, görsel-işitsel alanda ekonomik bakımdan güçlü olmayan kültürlere de kendini ifade edebilme imkanı vermiştir. Sayısal teknoloji sayesinde, büyük stüdyolara gereksinim duyulmadan film üretilebilmekte ve dağıtımı yine sayısal ortamda yapılabilmektedir. Üretim maliyetlerinin aşağı çekilmesiyle, dünya pazarında olmasa da çeşitli festivaller aracılığıyla farklı kültürlerin buluşması söz konusudur. Kaldı ki bu tür yapımlar, pazarın geneline hakim olan ideolojinin hedeflerini amaçlamamaktadır. İnsan ve yaşam temelinde anlatılan hikayeler, işaret edilen sosyal olgular ve toplumsal gerçekler, elbette izleyiciyi salt eğlendirme amacında değildirler. Böylece, nispeten az da olsa, tüketici, kendine tek yönlü pompalanan kültüre alternatif bir seçim yapabilme şansına sahip olabilmiştir. "Avrupa sineması ise, son yıllarda, ne içerik de ne de öz olarak yenilik getirememektedir. 90’ların sonunda Dogma akımıyla farklı bir yere oturan Danimarka sinemasını bir yana bırakırsak, Italya’da Ferzan Özpetek sineması, Almanya’da başını Fatih Akın’ın çektiği, Neco Çelik’ten Yüksel Yavuz’a Batı metropol toplumunun sorunlarını işleyen yeni Türk sinemacılar, özellikle Fransa ve Almanya’da çalışma fırsatı yakalayan Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu kökenli sinemacılar ve ortak yapımlar, Avrupa’dan gelen kayda değer filmlerin kaynağını oluşturmaktadır." (Kömürcüoğlu, 2005:102) Müzikte de olduğu gibi, farklı kültürlerin biraraya gelerek üretmesi, kendi kültürleri ile bir başka kültürü yorumlamaları, paylaşmaları ve senteze ulaşmaları, sanatın gerçek anlamda küreselleşmesi adına oldukça önemlidir; ancak bu tür bir küreselleşmenin büyük sermaye guruplarına bir yararı bulunmadığı gibi, yerel kültürün önemini ve değerini ortaya çıkarması 220 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226 Küreselleşme ve Sinema açısından oturtulmak istenen sistemi baltalayıcı etkisi de vardır. Halbuki sanatın kültürler arasında arabuluculuk, sorunları yansıtma, kaygıları dile getirme, ortak yönleri belirleme gibi ciddi sorumlulukları da vardır. Ayrıca kültürlerin belirli coğrafyalara özgü, uzun zaman içinde yerleşmiş değerleri, gelenekleri vardır. Bu değerler kısa sürede yenileri ile kolayca değiştirilemezler. Her türlü değişim, belirli bir sindirim süresine gereksinim duyar. Kültür bir yana, uzun zaman dilimlerine bölünerek, büyük hazırlıklarla ve ciddi kriterlerle kurulan "Avrupa Birliği", ortak para birimine geçerken büyük sorunlar yaşamış ve bu sorunlar kültürel olarak birbirine yakın görünen ülkelerde bile çeşitlilik göstermiştir. Yaşam standartları önemli ölçüde değişmiştir. Görülüyor ki küresel olmasa da, dünyanın belirli bir bölgesinde para birmini bile tektipleştirmek kolay değildir. Birlik içinde bunu reddeden İngiltere gibi ülkeler mevcuttur. Özünde, tek tip bir elbiseyi dünyadaki tüm insanlara giydirmeye çalışmanın çok anlamlı olacağından söz etmek mümkün değildir. Kültürel zenginlik çeşitlilikte gizlidir. Bu çeşitliliğin korunması, diğer nesillere ve kültürlere aktarılması gerekmektedir. Bir başka deyişle, tek yönlü kültür, tek boyutu ifade etmektedir. Derinlik kazanmak için çok kültürlü yaşama gereksinim vardır. Farklı medeniyetlerin kültür alışverişinde bulunabilmesi, belirli alt yapının paylaşılmasıyla mümkün olabilecektir. Yerel bir filmin okumasını yaparken, içinden geldiği kültür kodlarının bilinmesi gerekecek ve film bu kodların bir kısmını deşifre edecektir: "Sinema filmlerinin üretildikleri ortamın kültürel, politik ve toplumsal koşullarından etkilendiği ortadadır. Filmlerin ortak özelliklerini oluşturan ögelerin çoğunun mantıklı nedenleri vardır. Bu bileşenler, raslantısal bir biçimde yan yana gelmezler. Bir kez daha yinelemek gerekirse, bir ülke sinemasını incelerkenki en önemli zorluk, üretilen örneklerin her türlü toplumsal, ekonomik, sosyal ve tarihsel değişken gözönüne alınarak değerlendirilmesi gerekliliğidir" (Kırel, 2007:375) 221 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226 Burak Buyan Örnek alınası şekilde yansıtılan erdemli kültürün sanatı, en doğru, en iyi, en güzel, en gelişmiş olarak kabul edilip geri kalan görmezden gelindiğinde, varılan nokta, tek boyutluluktur. Asırların birikimi ile oluşmuş kültür mozaiği bir kenara bırakılıp, spekülatif anlamda genel geçer olan tercih edilirse, sanat da bundan etkilenip sonun başlangıcına erişmiş olacaktır. Diğer kültürlerden beslenmeyen, tek renk ve tek düze bir yaratı anlayışı, her ne kadar çeşitlense de bir süre sonra kendini tüketecektir. Akraba evliliği benzeri istenmeyen durumları görebilmek için doğaya bakmak yeterli olacaktır. Çıkmaza giren üretim, yeniden yapılanma için, bu sefer daha uç kültürlere sarılmak ve sahneye egzotik kıyafetlerle çıkmak zorunda kalacaktır. "Küreselleşme... Tek kültüre, tek güce yönelim sonunda Avrupa sinemasını çökertti. Kitle iletişim araçlarının hızlı devrimi, medya ve internet ile ters köşeye yattığımız dezenformasyon çağı, felsefeyi ve düşünürleri tüketti. Çocuklar ve gençler, Amerika etkisinde medya ninnileri ile büyütülmeye başlandı. Yazarlar, şairler bile medya yıldızlığına soyunmadan seslerini duyuramaz oldular. Kişiler ya da sorunlar değil, rakamlar konuşuldu.. Bütün bunlar birdenbire de değil, yavaş yavaş oldu. Sonuçta, Avrupa sineması son 10 yılda çöküş sürecine girdi. Avrupa Birliği ülkeleri, bu yozlaşma ve küreselleşme çağında çok kültürlü yaşama olanak tanırlarsa, bir kültür mozayiğine şans verirlerse, ki içinde Türkiye önemli yer tutacaktır, önümüzdeki 10 yılı kurtarabilirler." (Bardakçı, 2004:1) Yerelleşme: Bu noktada, karşı kavramdan söz etmemiz gerekir: Yerelleşme. Aslında yerel kültür, zaten var olanı ifade etmektedir; ancak yerelleşme denildiğinde, kaybetmemek adına kültüre sahip çıkma anlaşılmalıdır. Yoksa küreselleşme mantığıyla tek doğru ve erdemli olanı yerel kültürdür, diğerlerinin geçerliliği yoktur düşüncesi içe kapanma anlamına gelecektir. Toplumsal yaşam, diğerlerinin hak ve hukukuna saygı ile mümkündür. Toplumlar arası ilişkide, kültürlere saygı birinci planda gelmelidir. Çıkar çatışması söz konusu 222 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226 Küreselleşme ve Sinema olduğunda, herşeyin gözden çıkarılabildiği bir dönemde yaşıyoruz. Hatta bu durumu "medeniyetler çatışması" diye yanlış olarak niteleyebiliyoruz. Kültüre sahip çıkmak, başta onu paylaşmak ile mümkün olabilir. Kültürü evrensel dili kullanarak küresel platforma taşımak, onu dünya ile paylaşmak, gerçek anlamda küreselleştirmek için akılcı bir yöntem olsa gerek. Evrensel anlatım araçlarını kullanırken, kültüre ait dil yapısının oluşumu da sanatsal açıdan önem taşımaktadır. Yerel dil yapısının (uslup) oluşumu, çoğunlukla doğal, içgüdüseldir. Konuşma dilinden örnekleyecek olursak, aynı dilin konuşulduğu bir ülkede kuzeyden güneye, doğudan batıya lehçe farkı vardır. Bu farkı o dilin içinde yaşamayan diğer kültürlerin ayırdetmesi mümkün değildir. Film dilinde de benzer durum söz konusudur. Hızlı kurgulanmış birçok plan da, durağan tek bir plan da aynı sahneyi anlatmada kullanılabilir. Farklı olan anlatım yöntemidir. Kameranın konumu, çekim açısı, çerçeveleme, ön plan-orta plan-arka plan, ışık tasarımı, o kültüre ait film dilinin kodları ile yüklüdür. "Hollywood'un algı evrenlerine dayattığı verili konvansiyonel sinema dilinin karşısında, yerel sinema dilleri yaratma olanağımız vardır. En bilinen örneklerden biri, kamera devinimlerinin Ortadoğu ve Doğu toplumlarının sinematografik ürünlerinde genellikle sağdan sola, Batılı toplumların ürünlerinde isei genellikle soldan sağa doğru gerçekleştiriliyor olmasıdır. Yazı kültüründen kaynaklanan bu görsel gramer unsuru, sinemacı tarafından ister bilinçli üretilsin isterse bilinçsiz, içinde yaşadığı toplumun bakış biçiminin bir yansımasıdır." (Kutay,2007:1) Sonuç: Küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik yönleri olan çok boyutlu bir kavramdır. Dolayısıyla tek bir kavram olarak değil, ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Küreselleşme bir yönü ile olumlu gelişmelere sahne olurken, diğer yönü için aynı durum geçerli olmayabilir. Yadsınamayacak olan ise, küreselleşmeyi 223 her yönünü ayrı ayrı Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226 Burak Buyan değerlendirirken ekonomik kısmından bağımsız tutamayacağımızdır. Diğer bir deyişle, küresel ekonomi, diğer unsurlar üzerinde önemli ve etkin bir rol oynamaktadır. Doğal olarak ödünler verilmesi ve bazı değerlerin yitirilmesi söz konusudur. Kültürün küreselleşmesi, kültürlerin paylaşılması, uluslararası platforma taşınması yerine, tek taraflı kültürün dayatılarak tüketimi körükleyici araç haline getirilmesi anlamındadır. “Filmlerin yapılışı, filmlerin popülerleştirdiği dünya görüşü ve ilişki tarzları popülerin doğasını anlamada temel göstergelerdir. Bu göstergeler uluslararasılaşmış sinema sektörünün parçası olduğu küresel pazarın mal, hizmet, çıkar ve biliş satışının güçlü parçalarıdır.”(Erdoğan,2004:57) Sinema, kültürlerin önde gelen temsilcilerindendir. Doğru kullanıldığında kültürlerin iletilmesi için etkin bir araçtır. Çok katılımcılı bir sanat oluşu, onu bireyselliklten uzaklaştırır ve ortak yapım imkanı verir. Ortak yapım kültürlerarası olduğunda, sinemanın üretim aşamasında küresel boyutu ortaya çıkar ve yapıta derinlik kazandırır. Ayrıca, sinema filmleri, içinde bulundukları coğrafyanın kültürünü temsil eden ürünlerdir. Örneğin, İzmir’de geçen bir hikaye, o bölgenin iklimini, yaşam alışkanlıklarını, yeme-içme kültürünü yansıtır. Berlin’de yaşayan bir Türk’ün hikayesi ise, o coğrafyada yaşayan farklı bir kültüre ait olacaktır. Diğer taraftan, finans bağlamında, küresel kaynaklardan destek alınabilmektedir. Görülüyor ki, sinema, öyküsünü (senaryo),(konu) farklı bölgelerden seçebilir, küresel hikayelerden yola çıkabilir, gerekli ekonomik desteği farklı ülkelerdeki kuruluşlardan sağlayabilir, çekim ekibini ve oyuncu kadrosunu çeşitli ülkelerin sinemacılarından oluşturabilir. Çekim mekanını seçerken de özgürdür. Sözgelimi, oriental bir vaha sahnesini Arizona çöllerinde çekebilir ya da platoda oluşturabilir. Çekim sonrası işlemler için ise, bir başka ülkenin laboratuvarlarını tercih edebilir. Sıra gösterime geldiğinde, film dünya pazarındaki film dağıtımcılarına sunulur, çeşitli ülkelerdeki festivaller aracılığıyla seyirci ile buluşturulur. Bu noktada, sinemanın küresel bir sanat 224 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226 Küreselleşme ve Sinema olduğunu söyleyebiliriz. Sanatın küreselleşmesi söz konusu olduğunda, kültürlerin dünya platformuna taşınabilmesi için, onun küresel bir vitrin oduğunu kabul edebiliriz; tüketimi pompalamak adına, kültürel çıkartma yapmak amacıyla, küresel sermaye tarafından kullanıldığını görebiliriz. Bu küresel oluşum içinde, her ne sebeple olursa olsun, her ne amaca hizmet ederse etsin, sanat ürününün biricikliği ve özgünlüğü tartışılmazdır. İçerik olarak, sinemanın küreselleşmesinden bahsetmek mümkün değildir. KAYNAKÇA 1-(Ilgaz, Ceyda,"İletişim teknolojisindeki gelişmelerin küreselleşme süreci içerisindeki yeri ve önemi",4.Boyut,İst.Ünv.ilk sayı,http://www. istanbul.edu.tr/ 4.boyut/ilksayi /iletisimtek.. cilgaz.html) 19.04.2007,11:14 2(<http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCreselle%C5%9Fme>)19.04.2007,1 4:04 3-(Köse, Ömer,Küreselleşme Sürecinde Devletin Yapısal ve İşlevsel Dönüşümü,Sayıştay Dergisi, s:12,sayı:49, Nisan-Haziran 2003) 18.04.2007,15:12 4-(Akman,Ebru,"Küreselleşme Üzerine Notlar-1", 27.02.2005, http://yorumlayanlar.com/2007/02/05/barizi-ibraz-kuresellesme-uzerinenotlar-i/) 19.04.2007-18:06 5-(Kongar, Emre,"Küreselleşme ve Kültürel Farklılıklar Çerçevesinde Ulusal Kültür", 16.05.1997,Ankara,http://www.kongar.org/makaleler/mak_ku.php)20.04.2007, 21:10 6-(Ünal,Hilmi Atıl,"Sinema ve Hakim İdeoloji", http://my.opera.com/Kalender/blog/2007/04/04/sanatsinema-ve-hakimideoloji,) 04.04.2007-14:30 7-(Kömürcüoğlu,Çiğdem,"Sinema Devrime Gidiyor",Tempo Dergisi,28.12.2005) 19.04.2007,22:55 225 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226 Burak Buyan 8-(Kırel, Serpil,"İran'da Sinema",Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması, Şubat2007,s.375) 9-(Bardakçı, Barış,"Çöküşün Asıl Nedeni",Akşam Gazetesi,Aralık 2004, http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2004/12/12/pazar/pazar8.html) 18.04.2007,:12:03 10-(Kutay,Uğur,"Küresel Akla Karşı Yerel Sinema Dilleri", http://ugurkutay.tripod.com/home/id1.html)18.04.2007,14:08 11-(Teber, Mehmet, “Filmlerde Bilinçaltı Mesajı”, Ocak 2007, http://www.zehirliok.com/konu/filmlerde-bilincalti-mesaji.html) 04,06,2007, 17:03 12-(Gürel,Emet-Alem,Jale,”Kurgusal Ürün Yerleştirme”,Gazi Üniversitesi. İletişim Dergisi , 2005/20,s 137) 13-(Balay,Refik,”Küreselleşme, Bilgi Toplumu ve Eğitim”,Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi,2004/37,s 62) 14-(Zeren,Gülbin,”Bilgi Çağı ve Küreselleşme Sürecinde Sanat Eğitimcisi Kimliği Sorunsalı”,Kastamonu Eğitim Dergisi, Ekim 2006/14,s 640) 15-(Turan,Sibel-Aykoç,Emre,”Küreselleşme:Dünü, Bugünü,Yarını”,Trakya Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Dergisi,2002/2,s 141) 16-(Erdoğan,İrfan,”Popüler Kültürün Ne Olduğu Üzerine”, Eğitim dergisi, Kasım 2004/57) 17-(Tomlinson,John,”Küreselleşme ve Kültür”,Ayrıntı yayınları,2004,s 26) 226 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 227-263 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY FAKİR BAYKURT’UN HİKÂYELERİNDE TEMA Mehmet Fetih YANARDAĞ∗ ÖZET : Fakir Baykurt hikâye ve romanlarıyla özellikle köy edebiyatı sahasında adından çok söz ettirmiş bir sanatçımızdır. Yayınlanmış on altı hikâye kitabı vardır. Bu çalışma yazarın on beş hikâye kitabı ve çeşitli dergilerden fotokopisi çekilen ve hikâye kitaplarına girmemiş öykülerden oluşmaktadır. İncelenen hikâye sayısı üç yüz kırk beştir. İncelemeyi yaparken kronolojiye dikkat edilmiştir. Baykurt’un hikâyelerinin tematik incelemesini ; ferdî duygulara bağlı temalar, sosyal içerikli temalar ve diğer temalar olmak üzere üç ana başlık altında topladık. Temaları sıralarken de en çok kullanılandan en az kullanılana doğru bir sıralama yapmayı uygun bulduk. Anahtar Kelimeler : Fakir Baykurt, Hikâye, Tema, Ferdi, Sosyal. ABSTRACT :Fakir Baykurt is a man of liturature famous with his stories and novels, particularly in the field of peasant literature. He has published sixteen books. This study is about his fifteen books and various stories of him which are not included in any of his books, but published in journals. Three hundred and forty five stories are examined, paying attention to the chronological order. Baykurt’s stories’ thematic examination is done under three major titles; themes related to individual emotions, social contented themes and other themes. Further more, themes are arranged in order, from most freguently used to lest freguently used onlo. Key Words : Fakir Baykurt, Story, Theme, Individual, Social GİRİŞ Fakir Baykurt, nesir alanına hikâyeci olarak girer. Hikâyeciliği bir süre denedikten sonra romancılığa geçer. İlk hikâye kitabı olan Çilli 1955 yılında yayınlanmıştır. Daha sonra kaleme aldığı Efendilik Savaşı, Can Parası, Anadolu Garajı, İçerdeki Oğul gibi kitaplarda kesitleri değil, geniş açılımları, bir anın olayını değil geniş dönemlerin olaylarını anlatır. Hikâyelerini köy insanına ve çeşitli ülke sorunlarına yöneltir. Fakir Baykurt’un köy öğretmenliği ve ilköğretim müfettişliği yaptığı yıllardaki gözlemlerinden oluşan hikâyeler daha çok köy hayatı, köydeki ∗ Dr., Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Kahramanmaraş. [email protected] Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema kavgalar, köylü-şehirli ilişkisi, köy çocukları, kadınlar, muhtar vb. konulardan oluşmaktadır. Baykurt cezaevi gözlemlerini hikâye metni haline getirirken oradaki hayatın zorluklarını, tutuklu hikâyelerini bizlere aktarmıştır. 1980’den sonra kaleme aldığı hikâyelerde işlediği konular yurt dışında yaşayan Türk işçilerle ilgilidir. Yurt dışına iş bulmak umuduyla göçen işçilerimizin orada karşılaştığı problemleri, yaşadıkları sıkıntıları, çocuklarının eğitimi vb. konuları röportaj-hikâye üslûbuyla kaleme almıştır. Baykurt sanat anlayışı olan sosyal-gerçekçi bakış açısına uygun temaları hikâyelerinde işlemeye özen göstermiş bir yazarımızdır. Yazar hakkında bu kısa bilgiden sonra tema konusunda da biraz bilgi vermekte fayda var. Tema, bir eserin veya açıklanması gerekenin başlıca motifi olarak tanımlanmaktadır. Bir eserin konu, öz ve tem unsurları birbirinden farklı şeylerdir. “Konu, yazıda sözü edilen nesne veya olaydır; öz, yazının özeti, ana fikridir; tem ise, yazıda işlenen, geliştirilen bir buluş, bir görüş veya bir düşünüştür.” (Özön, 1954 : 267) Tema, aslında şiir için tem olarak kullanılan bir terim olmasına rağmen son zamanlarda roman ve hikâyeler için de kullanılan bir terim olarak karşımıza çıkar. Tema bir fikir, umumi inanç, hayat ve toplum üzerinde roman arasında yapılan bir yorum olarak ifade edilmektedir. Batı romanında tema kullanımı 18. yüzyılda karşımıza çıkmaktadır. “18. ve 19. yüzyıllarda mutluluk, mutsuzluk, pişmanlık ve yaşama zorluğu temaları başlıca roman materyali haline gelir. Romancılar eserlerinde çeşitli temaları işlerler. Dostoyevski geleneksel bir tema olan kumar tutkusunu Kumarbaz isimli eserinde işler. Eugenie Grandet romanında cimrilik ve çıkmazları, tahribatları asıl temalar, öte yandan, çıkarcılık, egoizm ve vefasızlık yan temalar olarak görülür.” (Uç, 2006 : 463,464) Tema bir yönüyle ilgi ve değerlendirme meselesi olarak da tartışılmakta ve bazen üzerinde çok farklı yorumlar da yapılabilmektedir. “Tema, eserin bütününe dayalı olarak hayatı bütün yoğunluğuyla hissettiğimiz bir lezzet katan herhangi bir duruma 228 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ veya bölüme uygun bulduğumuz bir addır. Bunun için tema, en güzel ifadesiyle bir yorum ve özel şartlar meselesidir.” (Stevick, 1988 : 60) 1. Ferdi Duygulara Bağlı Temalar Fakir Baykurt, sosyal-gerçekçi sanat anlayışıyla hikâyelerini kaleme alan bir yazarımızdır. Ferdi duygulara bağlı temaları işlerken çıkış noktası hem kendi iç dünyası hem de gözlemleridir. Köyünden çıkıp, öğretmen olduktan sonra yine köylerde öğretmenlik yapan Baykurt, içinden geldiği zümrenin dertleriyle dertlenen ve bunlara çözüm yolları üretmeye çalışan bir aydınımızdır. Onun hikâyelerinde ferdi duygulara bağlı temaların kullanılmasını bu açıdan değerlendirmek gerekir. Ferdi duygulara bağlı temalarda, para kazanma hırsı ilk sırayı almaktadır. Kullanım ağırlığına göre diğer temalar bunu izlemektedir. 1.1. Para Kazanma Hırsı Hikayelerde, para kazanma hırsının en çok kullanılan bir tema olduğu görülmektedir. Para kazanmanın farklı yolları değişik hikâyelerde işlenmiştir. Toplumun hastalıklarından, insanların zayıf taraflarından ve para kazanma hırsının sonuçlarından birisi olan rüşvet ve bu isim altında hediye olarak verilenler oldukça yaygınlaşmıştır. Yaşadığı toplumu gözlemleyen yazar da bu hastalığa hikâyelerinde yer vermiştir. Rüşvet teması on hikâyede farklı boyutlarıyla ele alınmıştır. Bu temanın işlenmesi yazarın bu konudaki hassasiyetini ortaya koymaktadır. Para ile ilgili bir diğer duygu da zengin olma arzusudur. Zenginlik ile ilgili bir tek hikâye tespit ettik. Bu hikâyede de zenginliğin insanlara mutluluk vermediği çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır. Sadece insanlar rüşvet yemez, hayvanlar da rüşvete karşı koyamazlar. Rüşvet hikâyesi bu ilginç olayı gözler önüne sermektedir. Hüküm Ahmet, köyün gençlerini, sıpalarını ziyaretinden vazgeçirmek için bir köpek almıştır. Bir gün ahırında gençleri iş üstünde yakalar. Köpeğin gençler tarafından yiyecekle kandırılarak, sesinin kesildiğini anlar. Rüşvet yiyip, görevini yapmayan köpeğin sonu ölümdür. Köylünün gözüyle rüşvete bakış anlatılmıştır. Onun gözünde rüşvet büyük bir suçtur ve cezası ölümdür. Hikâye sadece rüşveti 229 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema anlatmaz. Köyün gençlerinin cinsel arzularını nasıl sapıkça giderdiklerini de anlatır. Üstüaçığın Kadısı isimli hikâye rüşvetin hangi boyutlara geldiğini anlatan ilginç bir öyküdür. Hakkında dedikodu çıkan müdürün müfettişe güzel bir ders vermesi, keklik eti yerine karga eti yedirmesi Keklik Eti hikâyesinde işlenmiştir. Belediye başkanı seçimi esnasında dağıtılan hediye çizmeler ve sonucunda seçimin kazanılması Çizmeler adlı hikâyede işlenmiştir. Yuh Yuh!.. hikâyesinde işçi Emine’nin havaalanı gümrüğünde yaşadıkları ve rüşvet vermemek için direnmesi anlatılır. Türk işçilerinin gümrüklerde yaşadığı sıkıntılar Sırat isimli hikâyede anlatılmıştır. İşçiler gümrüklerde rüşvet vermeden işlerini yaptıramazlar. Türkler, Almanları da hediye almayı ve karşılığında iş yaptırmaya alıştırmışlardır. Gece Vardiyası bu hediye temasını işlemektedir. Sınırdaki Ölü adlı hikâye kaçakçılık yapan köylüler ile askerler arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Gümrüklerde dürüst insanların çalışmasının zor olduğu ve işlerin rüşvetle döndüğü Kına Apartmanı adlı hikâyede konu olarak işlenmiştir. Yüzlükler biçerlerin trenle nakledilmesi için verilen rüşvetin adıdır. Demiryolcular biçerler için yüzlük adını verdikleri parayı rüşvet almaktadırlar. 1.2. Mutlu Olma Duygusu Yazar, hikâyelerinde şaka ve oyun tarzındaki konuları işlerken insanların nasıl vakit geçirdiklerini ve birbirleriyle olan münasebetlerini, bakış açılarını vermek istemiştir. Eğlence unsuru insanların hayatlarında önemli bir yere sahiptir. İnsanlar eğlenirken mutlu olduklarını düşünürler. Nelerin insanı mutlu ettiği çok açık olarak bilinemez. Birisinin mutlu olduğu bir olay veya oyun bir başkasını mutlu etmeyebilir. İncelenen hikâyelerin dokuzunda eğlencenin farklı boyutları verilmeye çalışılmıştır. Köylünün zaman geçirmek için kendi aralarında oynadıkları, Oyun adlı hikâyede anlatılmaktadır. Kahvede oturan köylüler Kara Memiş’e kaymakam muamelesi yaparak hep birlikte doğaçlama bir oyunun içinde kendilerini bulurlar. Kara Memiş oyuna kendisini çok kaptırır. Oyun muhtarın evinde sona 230 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ erer. Kara Memiş kendisine ziyafet çekmeyen muhtara çok bozulur. Çünkü köye gelen kaymakama veya herhangi bir devlet memuruna ziyafet çekilirdi. Aslında hikâyede köylünün devletin bir temsilcisine bakışı da verilmek istenmiştir. Ormanda Bir Olay köylülerin zaman geçirmek ve eğlenmek için ne gibi yollar bulduğunu anlatan bir hikâyedir. Rizeliler hikâyesinde Karadeniz yöresinin insanının karakteri verilmeye çalışılır. Canı sıkılan bir kişi para karşılığında bir adamın ensesine şamar attırır. Onun Tekliği Senin Ensen hikâyesi parası olanların can sıkıntısını gidermek için nasıl eğlendiklerini anlatmaktadır. Nisan Bir isimli hikâyede bir nisan şakasının insanın başına getirdiği sıkıntılar anlatılır. Mahmut alışveriş yaptığı marketten sürekli köpek maması alıp yer, fakat farkında değildir. Almanca bilen bir arkadaşı vasıtasıyla bunu öğrenir. Mahmut bir dükkanda Türk yiyecekleri satar. Müşterisi olan Bayan Andy’e karpuzun çok güzel dolması olduğunu söyleyerek şaka yapar. Andy kocasına rezil olur. Mahmut da ödeştiklerini söyler. Çünkü o da aylarca köpek maması yemiştir. Bu ilginç hikâye Karpuz Dolması’ nda anlatılır. Köy yerinde insanların can sıkıntısıyla birbirleriyle şakalaşması ve oynadıkları oyunlar hikâyelerde oldukça sık kullanılan bir tema olarak karşımıza çıkar. Kör Hamdi’nin Horozu adlı hikâyede de böyle bir şaka anlatılmaktadır. Kibrit Oyunu hikâyesinde tutukluların vakit geçirmek için oynadıkları kibrit oyunu anlatılır. Tutukluların vakit geçirmek için aralarında yaptıkları voleybol maçı Tiftik Spor da anlatılmaktadır. 1.3. Başarılı Olma Duygusu İnsanların çok farklı yetenekleri olduğu ve bunları da değişik amaçlar için kullandığı bir gerçektir. Kimileri yeteneğini insanlığın faydasına kullanır, kimileri ise kendi çıkarları için kullanır. Önemli olan yeteneğin farkında olmak onu kullanabilmesini bilmektir. Yazar incelediğimiz hikâyelerin dokuzunda bu temayı işlemiştir. İnce Beceri isimli hikâyede bir yarışmada çuvaldıza uzaktan ip geçiren adamın ödülü kazanması, fakat karşılığında ceza da alması işlenmiştir. 231 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema Tarlasını sulamak için ilginç bir yol bulan köylünün kabiliyeti Akıllı Eşek adlı hikâyede anlatılmıştır. Trenci Ökkeş’ de insanın bütün dikkatini bir işe vermesi ve öğrenme çabası dile getirilmiştir. Of’lu Ali Taka’nın gazete yoluyla verdiği hizmet Ali Taka isimli hikâyede ortaya konulmuştur. Ali Taka okunmuş gazeteleri köyüne götürür ve çocukların bunları okumasını sağlar. Trenci Kemalo’nun gazete okuyarak kendisini yetiştirip, aydınlatması Dallı Kollu ‘ da anlatılmıştır. Nargüzel’in evinde oynanan dokuztaş oyunu ve bu oyunun beceriye dayalı olması Dokuztaş isimli hikâyede işlenmiştir. Kuyruk da Türklerin kıvrak zekasına başka bir örnektir. Mevlüt Hocanın Almanya’ya gidecek olan Durmuş’u vazgeçirmesi Damızlık isimli hikâyede bulunan bir formülle anlatılmıştır. Araba gürültüsünden uyuyamayan iki Türk işçinin buldukları zekice ve pratik çözüm Girilmez de dile gelmektedir. 1.4. Ahlaklı Olma Duygusu İnsanlar farklı ahlaklara sahiptir. Bazıları tembel, bazıları vurdumduymaz, bazıları uykucu, bazıları da oldukça terbiyesizdir. Toplum bu farklı ahlaka sahip insanları bağrında barındırmaktadır. Önemli olan yanlışlığın farkında olup bunu düzeltebilmektir. İncelediğimiz hikâyelerde bu problemin farklı açılarla altı hikâyede ele alındığını tespit ettik. Kardan Arkadaş adlı hikâyede Tembel Hasan anlatılır. Herkes kış hazırlığı yaparken Tembel Hasan yatar. Kar bütün yolları kapatır Hasan zor durumda kalır. Ağzı oldukça bozuk olan ve küfretmeyi bir alışkanlık haline getiren Yusuf’un Ağa’yla iddiaya girmesi ve karşılığında yemek kazanması Sövmesem Olur Mu? hikâyesinde işlenir. Uykucu Bekir’in tembelliği Uyku Tulumu adlı hikâyede anlatılır. Bekir elinde sigarayla uyuyakalır. Yanmaktan son anda kurtulur. Hacı gibi ahlaklı insanların toplumda az olduğu ve bunların çok sevildiği Gönül Ustası adlı hikâyede anlatılmaktadır. Bir karakter özelliği olan unutma hastalığının az da olsa ahlakla bir ilgisi olduğu bazı kesimlerce kabul edilmektedir. Çok unutkan olan Hamit’in hikâyesi bu çerçevede Profesör Bey’ de anlatılır. Duran çok unutkan olduğu için arkadaşları ona Profesör ismini 232 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ vermişlerdir. Karı koca izne giderken elektrikleri açık bırakıp giderler. Anlatıcının eski bir öğrencisiyle karşılaşması ve aralarında geçen ilişki Eski Bir Öğrencim hikâyesinde işlenir. 1.5. Sevgi ve Korku Duygusu Hikâyelerde yer alan hayvan ve bitki sevgisi, sevgi ve korku başlığı altında verilmiştir. Bir şeyi veya birilerini ya severiz ya da ondan korkarız. Bazen sevdiklerimizden de korktuğumuz olur. Sevgi ve korku teması yazar tarafından dört hikâyede işlenmiştir. Korkak olan Eraslan’ın köyün başına bela olan kurdu öldürmesi ve böylece cesaretini ve erkekliğini ispatlamış olması Kurt adlı hikâye dile getirilir. Sarıkız ,Yeter Ablanın çok sevdiği sarıkız adlı ineğin kamyon çarpması sonucu ölümünü anlatan bir hikâyedir. Kedi Sevmek’ de komşu kızı Dilek’in kedi sevgisi ve komşularının kedinin çevreye verdiği pislikten şikâyeti anlatılır. Karmen’in yunus balığına olan ilgisi ve üzüntüsü Duisbuglu Karmen de ortaya konulur. Türk ailelerinin bir bahçe bulamayınca evlerinin bir odalarını bahçe olarak kullanmaları, buldukları pratik çözüm Rur Havzasında Türk Bahçeleri adlı hikâyede çarpıcı bir şekilde ifade edilir. 1.6. Özlem Duygusu Özlem duygusu hayatımızın önemli unsurlarından birisidir. Her insanın özlemi veya özlemleri farklıdır. İnsan niçin veya neye özlem duyar ? Çoğu zaman yaşadığımız geçmiş günleri özlemle hatırladığımız olur, onları yoğun bir duygu haliyle tekrar yaşar ve anlatırız. Yazar, yaşadıklarını daha sonra hatırlayarak, onlara özlem duyar ve bunları hikâye üslûbunda kaleme alır. Bunlardan dört tanesini kısaca aşağıda vereceğiz. Yağmur Yağdıran ve Keziban’a İzin isimli hikâyelerde birer hatıra sonradan özlem duyularak nakledilmiştir. Resim Çeken Gezginler de Keçiler köyünden Hasan ile turistlerin ilişkisi anlatılır. Turistler köylülerin resimlerini çekerler. Resimleri göndereceğiz dedikleri halde göndermezler. Anlatıcı otobüste dikkatini çeken ve parmağını emen Ulrike’yi Parmak Emen adlı hikâyede 233 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema tanıtır. Ulrike’yi ilk fark ettiğinde 12 yaşlarında bir kızdır. Ulrike evlenip, çocuk sahibi olur. Onun kızı da tıpkı annesi gibi parmağını emmektedir. Anlatıcı, onun kızının da parmağını emdiğini acaba görebilecek miyim hayaline dalar. 1.7. Fedakârlık Duygusu Her insan fedakâr mıdır? Fedakârlık zor bir duygu mudur? Nelerden fedakârlık yapabiliriz, nelerden yapamayız? İşte bu sorulara cevap verdiğimiz zaman bizdeki fedakârlık duygusunun boyutlarını ortaya koyabiliriz. Kendini içinden çıktığı toplumun yükselmesine ve eğitimine adayan ve bu konuda sürgünü ve hapis yatmayı hatta vatanını terk etmeyi göze alan yazarımız her halde fedakârlığın en üst noktasında olsa gerek. Baykurt, dört hikâyesinde bu duyguyu kaleme almıştır. Pazarda bulunan bir bayan cüzdanının sahibinin aranıp bulunması Cüzdan’ da işlenir. Bulunan bayan cüzdanı sahibine verilir. Zarife isimli hikâyede Zarife’nin kocasına yaptığı fedakârlıklar anlatılır. Mercan bir tosun tarafından yaralanmıştır. Karısı kocası için her türlü fedakârlığı yapmaktadır. Ders Parası hikâyesinde işçi Selim’in kızı Elif çıkan öğrenci olaylarında ölür. Elif Şükrü Hocadan özel ders almıştır. Babası kalan ders ücreti borcunu gönderir. Şükrü Hoca ücreti iade eder. Yüklü bir miktarda para karşılığında grev kırma teklifini kabul etmeyen ve bundan dolayı gözyaşı döken bir Almanın hikâyesi Ağlama Thomas adlı öyküde işlenmiştir. 1.8. Temizlik Duygusu Köy insanının kendi evinin dışında yatılı olarak kalmak durumunda kaldığı zaman yaşadığı sıkıntılar üç hikâyede farklı şekillerde işlenmiştir. İnsanlar temizliğine dikkat etmezse zor durumlarda kalabilirler. Su ve banyo problemi insanların yeteri kadar temizlenmesine engel olmaktadır. İmkânsızlıklar insanların temizlik duygusunu da alıp götürmektedir. Üç hikâyede temizlik duygusunun işlendiğini görürüz. 234 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ Arkadaşlarının evinde kalmak zorunda kalan iki arkadaşın bit korkusundan çırılçıplak yatmaları Bit Hikayesi’nde işlenir. Mis Kokulu Yorganlar isimli hikâyede bir eve konuk gelen üç misafirin osuruk değmemiş yorgan istemesi anlatılmaktadır. Domuzcular isimli hikâyede Kumluk Bükü’nde tatil yapan turistlerin, domuz etinin yenmesi hususunda karşılaştıkları güçlükler konu edilir. Turistlerin kaldıkları pansiyonun sahibi kadın temizlik hastasıdır. Pansiyonunda domuz kesilip yendiği için kadının temizlik hastalığı nükseder. 1.9. Uyum – Uyumsuzluk (Göç) Köyden farklı nedenlerle şehre göçmek zorunda kalan insanlar uyum sorunu yaşarlar. Bu insanlar daha sonra köylerine ziyaret için bile gitmekten kaçınırlar. Evlendikleri şehir kadınlarının esiri olarak köylerinden bağlarını koparırlar. Aşağıda verilen üç hikâyede göçün farklı boyutları dile getirilmiştir. Köyde yaşayan anne ve babasını dinleyip köyde kalan, karısı ve çocuklarından ayrılan Muhammet’in acı öyküsü Cüce hikâyesinde çarpıcı bir şekilde dile getirilir. Koca Şemistan isimli hikâyede köyden şehre göçen insanların konut sıkıntısı, gecekondu yapımı ve kendi yağlarıyla kavrulmaları anlatılır. İşsizlik nedeniyle köyünü terk etmek zorunda kalan Hacı’nın hikâyesi Yapıların Harcı hikâyesinde işlenir. Hacı iş bulmak amacıyla şehre gider. İnşaat işçiliği yapar. Akşamdan hazırladığı harç beton olunca şantiyeyi terk eder. 1.10. İntikam Duygusu İnsanlar kandırıldığı veya aldatıldığı zaman intikam almak arzusuyla yanıp tutuşurlar. Karşı taraftan öç aldıktan sonra rahatlarlar. Alınan intikamlar bazen ahlak kurallarını zorlayabilir. Köyde bu duygunun kural ve hukuk tanımadığı görülür. İnsanlar kendi imkânları çerçevesinde intikam arayışına girerler. Üç hikâyede bu tema işlenmiştir. Bir tüfek ustasının kız yüzünden adam öldürecek olan delikanlıyı bu kararından vazgeçirmesi Tüfekçi isimli hikâyede, Kızanlı Halil’in Fidanları da Halil’in badem fidanlarını kesen Kalınbok Süleyman’dan intikam alınması için Halil’in tuttuğu adamların Süleyman’a kimseye anlatamayacağı bir ders 235 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema vermesi anlatılmaktadır. Palaza düşkün olan Ahmet’in kandırılması ve intikam için Ali Rıza’nın harmanlarının yakılması Palaz’ da karşımıza çıkar. 1.11. Aldatma Duygusu İnsanların saf duygularından istifade edip onlarla eğlenen ve bundan menfaat bekleyenler yaşadığımız toplum içinde bulunmaktadır. Aldatma sadece bir insanın diğer bir insanı aldatması olarak değil kocanın eşini aldatması şeklinde de ele alınmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun bu bir insanlık ayıbıdır. Yazar iki hikâyesinde aldatmanın bu iki boyutunu vermeye çalışmıştır. Gazi kıyafetinde bir sahtekârın köylüyü aldatıp, dolandırması İtin Biri isimli hikâyede çarpıcı bir şekilde anlatılmıştır. Almanya’da çalışan Türklerin aile ilişkileri, kadınların kocaları tarafından Alman kadınlarla aldatıldığına inanması, bu durumlarda bazen yersiz şüphelere kapılmaları şikayet edilir. Şerife Ali’nin kendisini aldattığından şüphelenmektedir. Aslında kocasından boşuna şüphelenmiştir. Ortada aldatma diye bir şey yoktur. Türk kadınları kendilerinden daha güzel buldukları Alman kadınlarının kocalarını baştan çıkaracaklarına inanmaktadır. Bir Karnaval Öyküsü bu temayı işleyen bir hikâyedir. 1.12. Aşk Aşk duygusu insanların en çok etkilendiği duygularından birisidir. İnsanlar âşık oldukları varlığı yitirmemek için çok çaba sarf ederler. Aşk sarhoşu olanların gözleri hiçbir şeyi görmez. Yazar aşağıda verilen hikâyede bu duygunun insanın başına açtıklarını çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. Kolu Dövmeli Aşık adlı hikâyede parkta güneşlenen, terk edilmiş bir Alman genci anlatılır. Gencin kolunda bulunan dövmede sevgilisinin ismi vardır. Anlatıcı gençle konuşur. Sevgilisi tarafından terk edildiğini anlar. Kolundaki Petra ismini silse bile onu kalbinden silememiştir. 2. Sosyal İçerikli Temalar Baykurt, sosyal-gerçekçi bir sanat anlayışıyla eser kaleme aldığı için sosyal içerikli temalara ağırlık vermiştir diyebiliriz. O yaşadığı toplumun ve içinden 236 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ geldiği zümrenin dertleriyle dertlenen ve bunlara çözüm yolları üretmeye çalışan bir yazarımızdır. Onun hikâyelerinde sosyal içerikli temaların yoğun kullanılmasını bu açıdan değerlendirmek gerekir. Sosyal içerikli temalarda ilk sırayı ekonomik sıkıntılar ve yoksulluk almaktadır. Diğer temalar da bunu izlemektedir. 2.1. Ekonomik Sıkıntılar - Yoksulluk Köylerde yaşayan insanların yoksulluk yüzünden başlarına gelenler on beş farklı hikâyede işlenmiştir. Hikâyeler bu insanların fakirlik yüzünden yaşadıklarına ayrı ayrı birer ayna olmuştur. Yazar Pıtrak isimli hikâyesinde köy insanlarının hem toprakla hem de sıcakla mücadelesinin dayanılmaz boyutlarını anlatmıştır. Çocuklar yoksulluktan yılmıştır. Şehre gitmenin yollarını düşünmektedir. Köylüler çok zor şartlar altında hayatını sürdürmektedir. Köylü sadece tarladaki pıtrakla uğraşmıyor, pıtrak özelliği taşıyan insanlar da onların mücadele ettiği kişilerdir. Kütük isimli hikâyede de yoksulluk ve sağlık problemi dile getirilmiştir. Köyün bütün taşıma işlerini gören ve tek taşıtı olan Şahan kendi ismini alan Şahan hikâyesinde anlatılır. Köylü fakir olduğu için tek bir taşıt sırayla hepsinin işlerini görmektedir. Köylünün problemlerini, sıkıntılarını, yoksulluğunu Pangacı adlı hikâyede görebiliriz. Turgut’un Evciler köyüne yaptığı seyahat esnasındaki izlenimleri dile gelir. Eski askeri araçlar özellikle kamyonlar açık artırma usulüyle satılmaktadır. Bu araçların müşterileri de daha çok dağ köylüleridir. Kanadalar hikâyesi köylünün her şeyi sayılan bu kamyonların macerası oluşturmaktadır. Ekin Arasında adlı hikâye kız yüzünden çıkan kavgayı anlatmaktadır. Galip Esme’yi sevmektedir, fakat fakir olduğu için evlenemezler. Hasta, yoksul Halit’in ilaç niyetine bal bulmak için kayalığa gitmesi, düşüp ölmesi Kayadaki Bal ‘da dile gelmektedir. Ardıçlı Kaya yoksulluğun bir başka boyutunu işlemektedir. Memet Çavuş rüyasında paşayı görür, kendisine yardımcı olmasını, bir iş bulmasını ister. Azime hasta çocuğunu hastaneye götürmek için yollara düşer. Kadın yorgunluktan düşüp, 237 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema bayılır. Yol çalışması yapan işçiler bulup, şantiyeye getirirler. Azime’nin sırtındaki çocuk ölmüştür. Nato Yolu bu acıklı durumun hikâyesidir. Beşik Örtüsü fakirliğin acı gerçeklerini gözler önüne sermektedir. Leğen sahibi olmak isteyen Züra çok sevdiği beşik örtüsünü satar, parasını kocasına vererek bir leğen almasını ister. Kocası parayla leğen yerine yeni bir tüfek alır. Yeni Çarıklar’ da yeni çarıklarını köpeklerin hücumundan korumaya çalışan yoksul köylünün verdiği mücadele ortaya konulur. Kıtlıktan ve yoksulluktan dolayı yaşı kırkın üzerinde olanların öldürülmesine karar verilmesi Yaşlı Başlı Adamlar’ da işlenir. Ülke yönetiminde yaşlıların da fikrinin alınması gerektiği dile getirilir. Nüfuz sahibi olanlar yasakları istediği gibi delmektedir, yoksul olanlar ise kaderlerine razı olup, beklemektedir. Muhallebi Çocuğu’ nda balık avlama yasağının hatırı sayılır kişiler tarafından nasıl bozulduğu anlatılmaktadır. Bir Şevket ‘de bir okul müdürünün prensiplerinden taviz vermemesi, fakir, yoksul köy çocuklarının prensipler uğruna feda edilmesi anlatılır. Yoksullara yapılan yardımın onların başına kakılması, bundan duyulan rahatsızlık Ciğer hikâyesinde ortaya konulur. Yazar, imkansızlıklar sonucunda yurtdışına göçmek zorunda kalan insanlarımızın hayatını gözlemlerinden ve onların anlattıklarından hareketle röportaj-hikâye üslûbuyla kaleme almıştır. İşçilerimizin çok ağır şartlar altında çalışması, çocuklarının uyum problemleri, eğitim sorunları vb. bu hikâyelerde dile getirilmiştir. Otuz yedi hikâyede işçilerimizin yaşadıkları farklı boyutlarıyla dile getirilmiştir. Kaplum Eti bir şantiyede çalışan yabancı işçilerin kaplumbağa ve keklik etine olan düşkünlükleri ve Türk işçilerinin de kaplumbağa etini denemek istemelerini anlatan bir hikâyedir. Civatalı hikâyesinde Türk işçisi Kelkitli Muhammet’in problemi anlatılıyor. Muhammet göçük altında kalmış ve firmadan üç yıl tazminat almıştır. Firma daha sonra paranın yarısını geri ister. Türk işçilerinin Almanya’ya kendi kültürlerini nasıl yaydıkları Almanya’da Türk İşçileri adlı hikâyede anlatılır. Sabri’nin kopan bacağı, Angela’nın onu 238 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ terk etmesi, yaşanan sıkıntılar Kepçe hikayesinde dile getirilmiştir. Haydar, akrabaları tarafından otel alacağız diye kandırılıp, soyulur. Berlin Oteli Haydar’ın ilginç hikâyesidir. Türk işçileri kömür sökümü işinde yerin 1200 metre altında çalışmaktadır. Kömür Sökümü bu zor şartların anlatıldığı bir hikâyedir. Türk işçileri her alanda olduğu gibi din alanında da sömürülmektedir. Dernekler işçileri kendi saflarına çekmek için uğraşırlar. Kızlar baskı sonucu evden kaçarlar. Din görevlileri de işçileri sömürmektedir. Türk çocukları Türkçe’yi unutmaktadır. İşçi çocukları da mecburen işçi olacaktır. Yazara göre asıl kölelik budur. işçi Ailesi Almanya’daki bu sıkıntıları anlatmaktadır. Türk işçisinin oğlu olan Kemal’in Almanya’da kısa süren macerası Solkişot’ta yer almaktadır. Sol görüşlü ve cesur olduğu için arkadaşları ona Solkişot adını takmıştır. İki Arada hikâyesinde Almanya’ya kısa süreli gidenlerin, orada yıllarca kalmak zorunda olmaları, yurda dönenlerin ise pişman olması yani iki arada bir derede kalması işlenmiştir. Almanya’ya gitmek de kalmak da dönmek de zordur. Kim Kaldı Yurtta Acaba? isimli hikâyede bu sıkıntılar dile getirilmektedir. Almanya’daki işçilerin durumu yeni köleliktir. Yeni Kölelik Mi? adlı hikâye bu durumu sorgulamaktadır. Anlatılan göçmen kuşlarının hikâyesi göçmen işçilerine çok benzemektedir. Duisburg Treni, yabancı yasası anketi için çalışan bir anne ile kızının tren yolculuğu esnasında tanıtılması amacıyla yazılmıştır. Türk işçilerinin yabancı dil kursu, kurs hocalarını da kendilerine benzetmeleri Dil Kursu adlı hikâyede çarpıcı bir şekilde işlenmiştir. Türk işçilerinin para kazanmak için Almanya’ya gelmesi, bayram izni çıkarabilmek için verdikleri mücadele Bayram İzni adlı hikâyede ortaya konmaktadır. Kaynakçı Mehmet Usta hikâyesinde Türk işçisinin bir araba sahibi olma arzusu ve mücadelesi anlatılır. Alman eğitim sistemi yabancıların önünü tıkamaktadır. Onların üniversitelere yönlendiren okullarda okumasına mani olmaktadırlar. Sarı Saçlı hikâyesinde Güler’in erkek berberi olma mücadelesi verilir. Mektupçu’ da işçi Hüseyin’in başkalarının mektubunu okuma arzu ve isteğinin kaynağı irdelenir. 239 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema Türk işçisinin yaşadığı sıkıntılara bir başka örnek de Ferhat isimli hikâyedir. Ferhat çok şakacı birisidir. Bedirhan’ı Alman zannedip Türkçe sataşır. Ondan güzel bir dayak yer. İşçi Halil’in Almanya macerası Ardımızda Meşeler Yeşersin isimli hikâyede yer almaktadır. Almanya’da et kesiminin sıkı bir denetim altında yapılması Et Kesimi’nde sorgulanır. Türklerin önderliğinde yapılan işçi grevi, akrabaların bu işe kayıtsız kalmaları Sütçü Köşeyi Döndü Mü? isimli hikâyede işlenir. Mezar isimli hikâyede Bektaş Koca’nın göçük altında kalması, vasiyeti, ölmesi ve para toplanması anlatılmaktadır. Düğün Borcu Almanya’da kaçak işçi olarak bulunan Türklerin yaşadığı sıkıntıları dile getirmektedir. Osman düğün borçlarını ödeyebilmek için Almanya’ya gelmiştir. Osman’ın Almanya macerası düğün borcunu biriktiremeden sona erer. Almanya’daki Türk işçilerinin içinde bulunduğu durum, memleketten gelecek olan bir haberin beklentisi Telefon isimli hikâyede anlatılmaktadır. Büyük Mağazada İşçiler isimli hikâyede mağazada çalışan işçiler kendi ülkelerinin kitaplarını en üst rafa koyma mücadelesi içindedirler. Dindar İbrahim ile nefsinin arzularına uyan Murtaza’nın yaşadıkları ve yemek yapmadaki becerisizlikleri Makarna’da, Türklerle Yunanlıların bir arada yaşamaları, kavgaları, zor şartlarda birlikte kalma mecburiyetleri Yangın’da, yabancılar dairesindeki tuvaletin yabancılar tarafından kullanılmasını engellemek için kilitlenmesi kadınların mecburen erkek tuvaletini kullanması Sıfır Sıfır’ da, Dieter Folk isimli bir Almanın Türk düşmanlığını, bunun neticesinde depresyon geçirmesini ve hastaneye kaldırılması Düğün Alayı Geçerken’ de, yıllardır Almanya’da yaşayan insanların oy hakkını elde edememeleri, bundan duyulan rahatsızlık Oy Günü’nde, Yurtdışına bir başka isimle giden Mehmet Sümbül’ün gazel okuma merakı Gazel Çeken İşçi’ de birer tema olarak işlenmiştir. Gitmez Olaydım İzne, Emine’nin Türkiye’de iznini geçirdiği Almanya’daki günlerde işçilerin yaşadığı memlekette tatsız olayları, bıraktığı Uçak yakınlarının Bileti’nde yaşadığı olumsuzlukları, Nur Topu, kocası yurt dışına çalışmaya giden Hamile 240 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ Alime’nin içinde bulunduğu zor durumu ve sancılı doğumu dile getirmektedir. Kaynata, gelinin kayınbabasına kızmasını ve resimlerini doğrayıp aşağı atmasını, kendisini de odaya kilitlemesini, Semizotu, memleketinin yiyeceklerini özleyen Metin’in yurduna kalkıp gitmesini ve arkadaşı Müslüm’ün bu olanlara inanamamasını anlatır. Paranın varlığı da yokluğu da insanlara sıkıntı olabilir. Çuval bunu işleyen bir hikâyedir. Hayriye eli sıkı bir kadındır ve para biriktirir. Altına çevirdiği paraları buğday çuvalında saklamaktadır. 2.2. Tutuklu Hayatlar Yazar, Mamak Cezaevi’nde tutuklu kaldığı yıllarda gözlemlerini ve mahkumların hikâyelerini kaleme almıştır. Her bir tutuklunun yürekleri burkan bir hikâyesi vardır. Toplumun ön yargılarla baktığı insanlardır tutuklular. Yirmi dört hikayede cezaevine düşen tutukluların dramları dile getirilmiştir. İçerdeki Oğul, Yapı-İş Sendikasına mensup Refik Uzan’ın babası Kör Tahir’in torunu Haydar ile oğlunu hapishanede ziyaretlerini, yalnız kalan dul bir kadının yaşadığı gayri meşru ilişkiler neticesinde İrfan’ın içine düştüğü zor durum ve cezaevinde yaşadıkları Jandarma Necip’ de, polis dövdüğü için cezaevinde yatan Cemil Baba’nın hikâyesi Cemil Baba’ da dile gelmektedir. Futbolcu’ da başka bir cezaevinden nakille gelen bir tutuklunun ispiyoncu olarak nitelendirilmesi, daha sonra bunun yersiz olduğunun anlaşılması, Siverekli Casim’in öyküsü Casim’ de, Ramazan’ın cezaevine nasıl düştüğü Ramazan adlı hikâyede anlatılmaktadır. Küçük Ali’ de cezaevine babasının ihbarı üzerine düştüğüne inanan Küçük Ali’nin hikâyesi vardır. Posta Eri Abdullah’ın yaşam hikâyesi Posta Eri Abdullah’ da dile getirilmiştir. Hayat kadını olan bir kızla girdiği ilişki yüzünden onunla evlenmek zorunda kalan Aziz’in hikâyesi Adaletin Bu Mu Dünya?’da, yetmiş yaşındaki birinin sendika yüzünden tutuklanması, emekli maaşını çekebilmek için dışarıya çıkma mücadelesi Dedecik’ de, fedakâr ve iyiliksever şoför Kamber’in portresi Şoför Kamber’ de, tarlasını perişan eden ormancının tekesi ile Asım’ın verdiği 241 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema mücadele Ormancının Tekesi’nde işlenir. Havacı Yüzbaşı Muhlis’in cezaevine nasıl düştüğü Havacı’ da, Karadayı’nın yaşam hikâyesi, kaçakçılık yapması, arkadaşları tarafından kazıklanması, onları ihbar etmesi ve kendisinin de tutuklanması Karadayı’ da, Abbas’ın hapse düşme macerası Abbas ‘da anlatılır. Atatürk’ün Hemşerisi’ nde Sevgi’yle gayri meşru bir ilişki içinde yaşayan Müslim’in iç dünyasındaki çatışma dile getirilir. Hırsızlıktan suçlanan iki Sorgunlu köylünün cezaevinde haksız yere yatması ve mahkemelerinin uzaması Damdaki Sorgunlular’ da, uzun yol şoförü Angel Krumov’un yaptığı kaza sonucu cezaevine atılması ve mahkeme gününü beklemesi Angel Krumov’ da, fırtınalı bir hayat yaşayan deli Tayfur’un öz geçmişi Tayfun’ da işlenmiştir. Güldalı, cepçilikten tutuklanan Güldalı’nın, Tonyalı Davut, Karadenizli Tonyalı Deli Davut’un hikâyesidir. Yazırlı Deli Yusuf ‘da hikâyede anlatılan kişinin hapse nasıl düştüğü, Meydancı Haşim’ de esrardan yakalanan Haşim’in cezaevine nasıl düştüğü ve yaşadıkları, Mühür’ de bir tutuklunun başka bir cezaevine nakledilmesi anlatılmaktadır. Sadık Çavuş’un halasının oğlu olan öğretmeni bir başka yere görevli olarak götürmesi ve kelepçelerini niçin çözmediğini ağlayarak anlatması Mühür’ de hikâye edilmektedir. Yazar cezaevinde yaşanan sıkıntıları dokuz hikâyede dile getirmiştir. Bu sıkıntılar temizlik, psikolojik, mekan yetersizliği vb. olarak ifade edilmektedir. Bit, cezaevindeki pisliği, susuzluğu bunun neticesinde bitlenme ve salgın hastalıkları, Bir Bunaltı Zamanı , cezaevinin fiziki mekân yetersizliği, tutuklu sayısının fazla oluşu ve bunun ortaya çıkardığı sıkıntıları dile getirmektedir. Tutukluların cezaevinde ve koğuşlarında yaşadıkları bir gün ve bir gün boyunca yaptıkları Cemekânda Bir Gün‘de işlenir. Bir Kaçışın Hikâyesi’ nde rüyada görülen cezaevinden kaçış teşebbüsünün başarısızlıkla sonuçlanması ve yakalanmanın verdiği sıkıntıyı dile getirmektedir. Çıkış Yok Derler’ de tutukluların yanlışlıkla tahliye edilmesini, Şakirzat’ da tecrit odasına kapatılmış altmış kişinin yaşam mücadelesini, Karışık Hikâye’ de şoför Haydar’ın sakladığı bir şişe rakının haberinin alınması ve akşam ziyafet 242 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ çekilmesi anlatılır. Mahkumların cezaevi müdürünün emriyle saç kırkımına götürülmesi Saç Kırımı’ nda, cezaevi müdürünün yazara saçını niçin kestirdiğini anlatması Cezaevi Müdürü ‘nde dile getirilmiştir. 2.3. Evlilik ve Aile Hayatı Köyde veya şehirde kadınlara bakış açısı pek farklı değildir. Özellikle köylerde kadın ve kızlar ikinci sınıf insan muamelesi görmektedir. Bu bakış onların bir kenara itilmesine sebep olmuştur. Köy kadınları çok ağır şartlar altında hayatlarını sürdürmektedir. Yazar buna kayıtsız kalmamış onların yaşadıkları sıkıntıları yedi farklı hikâyede ele almıştır. Cennet hikâyesinde kadın olmanın zor yönleri anlatılmaktadır. Gardiyan Yaşar’ın yaptığı bir şaka bütün köyü ayağa kaldırır. Bedirhan’ın karısı Cennet duyduğu haber karşısında şok geçirir. Gardiyan Bedirhan’ın erkekliğini kaybettiği haberini yaymıştır. Kore Gazisi’nin çektiği sıkıntılar ve karısının her türlü bakımıyla yirmi yıldır ilgilenmesi Güdük isimli hikâyede yer alır. Dört Sel Ağzı, Fadime’nin kardeşlerinin ve ailesinin yaşadığı zor şartların anlatıldığı bir hikâyedir. Fadime ailesinin geçimini sağlamak için kaplıcaya gelenlere satış yapmaktadır. Keziban Gelin, köydeki karı koca ilişkilerini irdeleyen bir hikâyedir. Bekâr köy öğretmeninin bir köylü kızın alım satımına şahit olması, kız için bir şeyler yapamaması, çaresizlik Bir Alım Satım Senedi’nde işlenmiştir. Köylerde kızların bir eşya gibi alınıp satılması normal karşılanmaktadır. Onların da duyguları olabileceği hesaba katılmamaktadır. Köylerde dul kadınların çektiği sıkıntılar, içinde bulunduğu zor şartlar Eşek Şakası adlı hikâyede dile getirilmiştir. Kocası yurt dışında olan kadınlara başkalarının kem gözle bakması Duvarcı Ali Usta’ da anlatılır. Baykurt öykülerinde aile hayatına ve evliliğe farklı temalardan yaklaşmıştır. Bir taraftan hasta kocasını çok seven bir kadını anlatırken diğer taraftan çocuk sahibi olmak için kendi hayatını tehlikeye atan bir kadınının duyguları verilmektedir. Aşağıda haklarında kısaca bilgi verilen on iki hikâyede bu temanın nasıl farklı boyutlarla işlendiği görülecektir. 243 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema Miyase ile kocası Arif’in aile ilişkileri Miyase’nin Ateşi isimli hikâyede işlenmiştir. Arif bacağından ameliyat olduğu için bütün işlerini Miyase yapmaktadır. Köylüler Arif’in bacağının hızla iyileşmesini Miyase’nin çok ateşli olmasına bağlarlar. Dağlarda Doğuracağım, çocuk sevgisiyle dolu bir kadının çocuk sahibi olmak için verdiği mücadeleyi anlatır. Körü körüne inatçılığın insanın başına neler getireceği Şehirden Gelen Köylüler’ de karşımıza çıkar. Osman’ın karısı hem güzel hem de inatçıdır. Sürekli aralarında tartışmaktadırlar. Yine karısıyla tartışırken ırmağa düşer. Kadın boğulurken bile inadından vazgeçmemiş eliyle tartıştığı konuyla ilgili el işaretleri yapmaktadır. Kırlarımızdaki Keklikler, işsiz gençlerin vakitlerini avcılıkla geçirmeleri, ellerini çabuk tutmazlarsa köyde evlenecek kızların da kalmayacağı gerçeğini dile getirmektedir. Nazik abla duldur, Almanya’ya çocuklarıyla beraber işçi olarak gelmiştir. Yaşamım Mantar, Nazik ablanın hikayesini gözler önüne sermektedir. Türkler kumar yoluyla birtakım çevreler tarafından soyulup, soğana çevrilir. Ah Adil, isimli hikâyede Adil’in ve ailesinin başına gelenler ibretliktir. Ah Naciye, kadın olmanın zorlukları anlatır. Kadınlar için değişen hiç bir şey yoktur. Türkiye’de de Almanya’da da muamele ve bakış açısı hep aynıdır. Almanya’da da kadınlara baskı vardır. Sevim Koçyiğit’in sıkıntıları, mücadelelerle dolu olağanüstü hayatı Parmak Acısı isimli hikâyede anlatılır. Yanlış yapılan evliliklerin hem kadınların hem de erkeklerin başına açtığı işler ve zorluklar İşin Kadın Kız Yanı’nda işlenmiştir. Türkler Almanya’da kalabilmek için formalite evlilikler yapmak zorunda kalırlar. Geçit, bu temanın işlendiği bir hikâyedir. Yanlış yapılan bir evliliğin ortaya çıkardığı sonuçlar Komşu Gelini’nde çarpıcı bir şekilde ortaya konur. Mevlüt, yanlış yapılan bir evliliğin insanların hayatını nasıl çekilmez yaptığını anlatan bir hikâyedir. Dokuz hikâyede çocukların yaşadığı sıkıntılar ve çocuğu olmayanların karşılaştığı problemler dile getirilmiştir. 244 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ Köy çocuklarının yaşadığı olumsuzluklar Bebeler’ de anlatılır. Köyde çocuk sayıca fazla olduğu için onlarla yeteri kadar ilgilenilmemektedir. Köyde çocuğun olması bir dert olmaması başka bir derttir. Köyde çocuğu olmayanların yaşadığı sıkıntılar Yaran Dede’nin Taşları’nda, altını ıslatan bir çocuğun korkularını Delişeker’ de, yaramaz Kalekale’nin ailesinin başına açtığı işler Kalekale’ de, Gülendam’ın evdeki yalnızlığı Kırık Kol’ da işlenir. Gülendam evde yalnız kaldığı bir gün balkondan düşer ve kolunu kırar. Anne ve babası boşanmış Evelyn’in babasıyla geçirdiği mutlu anlar Evelyn’ de, Tamer’in yurtdışı macerası Tamer Mi Geldi ? de dile getirilir. Tamer DevGençli birisidir. Almanya’ya kaçmış, yirmi yıl sonra Türkiye’ye dönebilmiştir. Telli Yol’ da Şerafettin’in hikâyesi anlatılır. Şerafettin ağaçlık bir yola Telli Yol adını vermiştir. Dirayet’in saçları ablası Sema tarafından kesilir. Herkes alay ederken daha sonra Sema’nın berber olmasına karar verilir. Bu hikâye Diro Kızın Saçları’ nda anlatılır. 2.4 Sosyal Tabakalaşma ve Çatışma Köylüler ile şehirlilerin ilişkilerinden ve birbirlerine karşı olan bakışlarından bahseden beş hikâye tespit ettik. Bu hikâyelerde köylü saf ve aptal, kandırılan bir kesim olarak gösterilmek istenmiştir. Çilli, kitabında yer alan Çilli isimli hikâyede Çilli kız Selver’in başlık parasıyla bir köye gelin olarak verilmesi ibret alınacak bir tarzda kaleme alınmıştır. Yazar bu hikâyesinde, köy kızlarının kendi rızaları dışında başlık parasıyla istemedikleri kişilerle evlendirilmesini ve bunun sakıncalarını ortaya koymak istemiştir. Köylü çocuğa ayı diyen şehirli ve çocuğun buna tepkisi Ayılar’ da işlenmiştir. Enayi Kim, hikâyesinde köylülerle şehirlilerin birbirlerini nasıl kandırdıkları dile getirilir. Konuksever köylünün, aynı ilgiyi şehirliden görmemesi Mısır Tarlasında Bir Domuz’ da eleştirilmiştir. Alsum Köyü, hikâyesinde köyün fabrika yapımı için feda edilmesi ve ortadan kaldırılması, Türkiye’deki köylerin ise terör yüzünden boşaltılmasıyla ilgi kurularak anlatılmıştır. 245 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema Muhtar, köylerde güçlünün yanında yer alan onunla işbirliği halinde olan köyün ağası veya beyiyle birlikte hareket eden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Baykurt’un hikâyelerinde muhtar genellikle kara bir tip olarak çizilmiştir. Aşağıda hakkında kısaca bilgi verilen hikâyede bu durum açıkça görülmektedir. Kötü muhtar tipi, köyü konu edinen hikâye ve romanlarda oldukça fazla kullanılmaktadır. Kötü muhtar, gücü yanlış kullanan, haksızın yanında haklının karşısında duran bir kişiliği temsil etmektedir. Köy Mühürü, muhtar seçilince çok değişen, bütün kötü alışkanlıkları kazanan bir kişiyi tanıtmaktadır. Almanlar, ülkelerine çalışmak amacıyla gelen Türk işçilerini bir düşman gibi görmüştür. Türklerle Almanların arasındaki ilişkiler sürekli sıkıntıya yol açmıştır. Almanlar hem işçilerimize hem de onların çocuklarına ikinci sınıf insan muamelesi yapmışlardır. Yazar bu ilişkileri on dokuz farklı hikâyede işlemiştir. Barış Çöreği isimli hikâyede Cevriye ile Martin’in arkadaşlığına ailelerinin karşı çıkması, ninenin işi tatlıya bağlayan planı anlatılır. Bayram gezmesine çıkan bir aile kalabalık olduğu için hiçbir taksiyi durdurup binemez. Yağmurun altında ıslanırken taksicilik yapan bir Türk onları arabasına alıp, gidecekleri yere götürür. Bayram Gezmesi, Türklerin ne kadar zorluklar altında yaşadıklarını anlatan bir hikâyedir. Almanların Türklere bakış açısı bir başka hikâyede Kapımızda Polis’ de farklı bir açıdan dile getirilir. Türk ailesinin komşuları çocukları dövüldüğü için onlardan şikâyetçi olurlar, polis kapılarına gelir. Polis yanlış anlama olduğunu anlar, özür diler. Tabut isimli hikâyede mutlu Türk ailesiyle mutsuz Alman ailesi karşılaştırılır. Yeni Beşik’ de Çepnili Kara Cabir’in Alman Warner ve eşi Claudia ile olan dostlukları işlenmiştir. Yazar ile Mirza’nın komşuları Bertini’yi ziyarete gitmeleri Kaz Eti adlı hikâyede anlatılmıştır. Kemal yakın dostu olan Alman Roland’ın cenaze törenine katılır. Arkadaşları bir Müslüman’ın Hristiyan’ın cenazesine gitmesini hoş karşılamazlar. Bu ilginç hikâye Cenaze’de anlatılmaktadır. Almanlar ve Türkler tarafından sevilen işçi Naci’nin geçirdiği kaza Cümlenin Berberi’ nde 246 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ işlenir. Türklerle dazlakların ilişkisi ve Türk gençlerin kendi güvenliklerini kendilerinin sağlaması Güz Dayağı isimli hikâyede dile getirilmiştir. Kazım, eşi Saime ve çocuklarının tanıtıldığı öykü General hikâyesidir. Saime’nin ağırlığı aile üzerinde hissedilmektedir. Hans Hocanın yabancı dostluğu ve Almanlara bu konuda tepkisi, kiracılarıyla oynadığı satranç oyunu Hans Hocagil isimli hikâyede anlatılır. Türk işçisi Kadir Frau Jung’un evini tutar, onunla da işi pişirir. Türk Kiracı adlı hikâye Almanya’da yalnız kalan evli erkekleri bekleyen tehlikeleri ortaya koyar. Parkta, Almanca bilmeyen Türk kadınlarının Alman kadınları yanlış anlamaları daha sonra işin aslının öğrenilmesiyle tatlıya bağlanması hikâyesini dile getirir. Babaların kızları üzerindeki yoğun baskısı ve bu baskının neticesinde yaşanan trajik olaylar Kaçtım Ne Yapayım adlı hikâyede çarpıcı bir şekilde işlenmiştir. Babamın İşi, babaların yaptığı işi ailesinden gizlemesini anlatır. Oğlanın babasını uygunsuz mekanlarda görmesi, sebebini de annesi yıprandığı için babasının gözünün dışarıda olmasına bağlamaktadır. Bu ilginç hikâye Baba Oğul adlı hikâyede anlatılmaktadır. Kültür farklılığı ve oluşan problemler Kına isimli hikâyede dile getirilmiştir. Almanya’da Türkler için düzenlenen kültürel faaliyetler İki Gazel Söyle isimli hikâyede anlatılmaktadır. Türklerin Almanları kendilerine benzetmesi Almanya’da Yok Yok’ ta işlenmiştir. 2.5. Cehaletle Mücadele - Eğitim Okumanın önemi, okumuş insanlara olan hasret yazarın üzerinde durduğu önemli temalardandır. Baykurt, on üç hikâyesinde bunu işlemiş ve dikkatleri bu konuya çekmek istemiştir. Hasret hikâyesinde köylünün kendisini irşat edecek insanlara çölde susuz kalmış mecnun gibi hasret olduğu dile getirilmektedir. Köylü okumuş, kendini yetiştirmiş, nasihat ve öğüt verecek insanlara büyük değer vermektedir. Onun her türlü ihtiyaçlarını karşılayarak kendisini uyandırmasını istemektedir. Sadece teorik, kuru bilgiler değil, önemli olan bu bilgilerin şahsında yansıtılmasıdır. Efendilik Savaşı, köy çocuklarının okuma mücadelesini ortaya 247 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema koyar. Yapı Taşı isimli hikâyede zeki, becerikli çocukların elinden tutulup okutulması gerektiğini, Ön-Öykü başlıklı yazı Ahmet’in yazar olmaya karar vermesini ve babasının da onu desteklemesini anlatır. Almanya’da çocukların aldığı eğitim ve çocukların okullardaki sıkıntıları Adem İle Hakan da işlenmiştir. Az Daha Boğuluyordum hikâyesi çocukların çevrenin etkisinde kalması, yüzme bilmediği halde yüzmeye gitmesi, sonucunda ölüm tehlikesi atlatmasını işlemektedir. Türk çocuklarının okullarda hor görülmesi, dışlanması, öğretmenlerin farklı muamelelerde bulunması Yakantop’ unda dile getirilmiştir. Haksızlığa uğrayanların hakkını arama mücadelesi Hatice’nin Mahkemesi’ nde işlenmektedir. Öykü Birincisi’ nde Wolf’un Galib’le yaşadıklarını hikâye haline getirmesi ve girdiği öykü yarışmasında birinci olması anlatılır. Afyon’lu Ahmet’in kızı Gülden’in ölümle biten hikâyesi Gülden’im’ de acıklı bir anlatıyla sunulur. Türk işçilerinin çocuklarının üniversiteye hazırlayan liselere gitmesi oldukça zordur. Çok az sayıda Türk öğrenci bunu başarmaktadır. Zeynep Yiğit hikâyesi bu nadir gençlerden birinin verdiği mücadeleyi dile getirir. Hidayet’in eğitime verdiği önem, ev, tarla yerine çocuklarını okutması Üç Apartmanlı Hemşerim isimli hikâyede anlatılmaktadır. Hidayet çocuklarını okutmuş; biri doktor, biri avukat diğeri de bilgisayar mühendisi olmuştur. Kaymakam yeni vali şerefine bir koşu düzenler. İlk üçe giren öğrencilere nutuk dağıtılacaktır. Fakat imkansızlıklar yüzünden dağıtılan nutuklar tekrar toplanacaktır. Bu ilginç hikâye Koşu’ da karşımıza çıkar. Asıl görevi öğretmen olan yazar, kendinden hareketle köy öğretmenlerinin sıkıntılarını dile getiren sekiz hikâye kaleme almıştır. Bu hikâyelerinde öğretmenin ağayla, müfettişle ve benzeri olumsuzluklarla olan mücadelesini ortaya koymaya çalışmıştır. Beş Bilet hikâyesinde, köyün camiine yardım amacıyla satması için öğretmene, görevliler tarafından beş bilet bırakılır. Biletler, bu amaçla tertip edilen güreşler için hazırlanmıştır. Öğretmen isteksiz olmasına rağmen biletleri 248 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ köylülere satar. Köyün öğretmenini teftiş için gelen müfettişin hikâyesi Müfettiş isimli hikâyede, Muhtarla köy öğretmeninin mücadelesi Göze Batan’ da dile getirilir. Zor şartlarda köyde öğretmenlik yapan Ziya Ömer’in kışın karlı yollarda köyüne yaptığı ölüm yolculuğu Şıhlıgöz Yolunda ‘da işlenmiştir. Kerim Bey’in köy enstitülerindeki mücadelesi Milliyetçi Kerim Bey’ de, köy ağasının çocuklarını okula göndermemek için öğretmenle giriştiği mücadele Türk Tipi Okullar’ da, köy olabilme mücadelesi, seçim kavgaları, siyasi tayinler, hile ve kirli ilişkiler Müdürü Yiyen Köy’ de anlatılır. Sürgündeki Öğretmen, bir köy öğretmeninin çocukları yetiştirme mücadelesini ortaya koymaktadır. 2.6. Din Olgusu Din olgusu hikâyecilerin kullanmaktan vazgeçemediği temalardan birisidir. Sosyal-Gerçekçi yazarlar dine genellikle eleştirel bir bakış açısıyla bakmışlardır. Eserlerinde din adamlarını karalamışlardır. Din adamlarının köylünün inançlarıyla alay ettiğini, onların bu duygularından istifade ettiklerini söylemişlerdir. Din, toplumsal hayatın göz ardı edilemeyecek bir gerçeğidir. Su-istimal edilmemeli ve siyasi çıkarlar uğruna kullanılmamalıdır. Baykurt, yirmi hikâyesinde din ve dinle ilgili temaları işleyerek bu konuya ne kadar önem verdiğini ortaya koymak istemiştir. Karın Ağrısı isimli hikâyede seçim zamanı oy telaşı için köye gelip miting yapan Avukat Adil Bey’in konuşması verilir. Adil Bey konuşmasında dinden bahsederken namaz zamanı köylülerle birlikte camiye gitmek istemez. Çünkü namaz kılmasını bilmemektedir. Siyasetle uğraşanların, insanların dini duygularıyla nasıl oynadıklarını gösteren çarpıcı bir örnektir. Çocuğu olmayan kadınların türbe ziyaretleri Tek Tek Gelin hikâyesinde farklı bir açıdan işlenmiştir. Kuşun Kurdun Ağzı’nda vahşi ve kaybolan hayvanların duayla durdurulması ve bulunması anlatılmıştır. Yukarı Dolan köylüleri Ramazanın hangi Cuma günü başlayacağı konusunda tartışırlar. Oysa Ramazan gelip, geçmiştir. Bu hikâye Ramazan Gelip Geçmiş’ te traji-komik bir şekilde 249 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema işlenmiştir. Burunları Kısılmış’ da cahil köylüyü eğiten ve dini öğreten imamın namazda başına gelenler komik bir olay gibi anlatılır. Esnafa borç takan imama yapılan şaka Kıvrımının Kıvrımının Kıvrımında adlı hikâyede işlenmiştir. Eski İmam ile yeni imamın sınavı İmamların Sınavı hikâyesinde dile getirilmiştir. Burçak’ ta imamla gayri meşru ilişki yaşayan Çil Fadime’nin oğlu İbrahim’in Hafız’dan intikam alması ve onun ölümüne sebep olması anlatılır. Otobüs yolculuğu esnasında yolcular arasında başlayan din eksenli tartışma Gavur İcadı’ nda işlenmiştir. İmamın Karısı hikâyesi de dini içerikli bir metindir. İmam, sık sık evden uzak kaldığı için karısı çok sinirli ve asabi olurdu. İmam evine geldiği zaman karısının hali değişir, eski halinden eser kalmaz, yüzü gülerdi. Yaşlanan imamın, imamlığı bırakmamak için bulduğu çözümü anlatan hikaye çarpıcı bir şekilde İpin Ucu hikâyesinde işlenmiştir. Karga Başından Gelen Saltanat, köye gelen bir yabancının ölmüş bir kuşu tedavi etmesini, bu haberin de her tarafa yayılmasını işler. Muhtarın köylerine gelen iki hoca adayına verdiği ders Yedi Kat Yerin Altını Görenler’ de, Alan Şeyh Değil, Veren Bizik!..’ de yoksul köylülerin şeyhlerine aşırı bağlılığını, getirilen hediyelerden şeyhin haberinin olmadığı anlatılır. Yarısı Müslüman yarısı Hristiyan olan kasabanın tartışma konusu leyleğin dinidir. Özgür Leylek bu yönüyle ilginç bir hikâyedir. Amansız bir hastalığa yakalanan kadının Güldede türbesine götürülmesi, iyileşmesi veya ölmesi için dua edilmesi Güldede isimli hikâyede anlatılır. Türklerin, terkedilmiş dört katlı su kalesini, sosyal tesislere çevirmesi, bir bölümünü cami yapması Oss Camisi hikâyesinde işlenir. Allah’a Dilekçe’ de ürünleri susuzluktan yanan Hayri’nin çaresiz kalınca Allah’a dilekçe yazması, bol yağmurun gelmesi, bir dilekçe de Almanya için yazacağını söylemesi dile getirilir. Yeni Cami hikâyesi yurtdışında bulunan insanların ibadet ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıkları faaliyetleri anlatmaktadır. Selli Mehmet’in yılan tarafından sokulmasından sonra başına gelenler Yılan Elinde isimli hikâyede işlenmiştir. 250 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ 2.7. Sağlık Problemleri Köylerin ve köylülerin bitip tükenmez dertlerinden birisi sağlıkla ilgili problemlerdir. Doktorsuzluk, ilaçsızlık, tedavi imkanlarının bulunmaması, insanları kocakarı ilaçları diye isimlendirilen arayışlara itmiştir. Yazar bu temayı on dokuz hikâyede işleyerek konunun önemini belirtmek istemiştir. Her hikâye sağlıkla ilgili farklı sıkıntıları ortaya koymaktadır. Yusufça köyünden yaşlı hasta köylünün doktor ile olan diyalogu Aman Doktor adlı hikâyede çarpıcı bir şekilde anlatılır. Doktor Yekta Bey hastasını konuşturarak parası olup olmadığını anlamak ister. Eğer parası varsa gerekli muayene ve tedavi işlemlerine başlayacaktır. Kadını hastaneye yetiştirmeye çalışan otobüs şoförünün önüne çıkanı ezip geçmesi Sıpa hikâyesinde işlenir. Amansız bir hastalığa yakalanan çocuğun kurtarılması için verilen mücadele Emsiz Oğlan da hikâye edilir. Diş Arayan Adam hikâyesinde diş ağrısı çeken yoksul Hasan anlatılır. Köylünün hastalıklarla kendi imkânlarıyla nasıl mücadele ettiği Kirpi adlı hikâyede işlenmiştir. Dalak isimli hikâyede Geyran köyüne gelen iki sağlık memuru ile bir doktorun yaptığı sağlık taraması anlatılır. Yoksul köylü Sadullah’ın ağır hasta kızı Cemile’yi tedavi ettirebilmesi için Ankara’ya gelmesi, Cemile’nin tedavi edilememesi ve ölümü Can Parası isimli hikâyede anlatılmıştır. Kapıcı ailesinin yaşadığı zorluklar, genç yaşta çocuk sahibi olmanın ortaya çıkardığı problemler, ekonomik sıkıntılar ve sağlık ile ilgili yaşananlar Gazi Büyürken’ de anlatılmıştır. Kulakçı sağlık ile ilgili bir başka hikâyedir. Kulaklarından rahatsız olan bir hasta torpille muayene olur. Kulağını yıkatmak için tekrar doktora gelir. Kulağını doktor olmadığı için hademe yıkar. Haber sağlık müsteşarına ulaşır. Doktora ceza verilir, hademe sürülür. Araya girenler hademenin hastaneye hademe başı olmasını sağlarlar. Almanya’da hastalara verilen değer, işin ciddiye alınması Acil’de isimli hikâyede anlatılmaktadır. Frau Duman Almanya’daki insanların sağlık durumlarını dile getiren bir hikâyedir. Meleği kocası diş doktoruna götürür. Kocası muayene esnasında ona çok yardımcı olmaktadır. Hemşireler 251 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema bu duruma çok hayret ederler. İşçilerin içinde bulundukları sıkıntılar, çocukların yanlış yollara düşmesi, babalarının çaresizliği ve kendilerini içkiye vermeleri İşçi İle Dişçi’ de işlenmektedir. Melhem iş kazası geçiren Haydar’ın hakkını arama mücadelesi, doktoru dövmesi ve tutuklanmasının anlatıldığı bir hikâyedir. Hastanede doğum yapan Hüsniye’nin Monica ismini sayıklamasıyla, doğan bebeğine Anita hemşire tarafından bu ismin konulması Monica isimli hikâyede dile getirilmiştir. Sevgi Yandı hikâyesinde Sevgi’nin bacağı bir çaydanlık suyla yanar. Alman komşuları yardım için isteksiz davranırlar. Almanya’da çalışan bölünmüş bir ailenin dramı Kardeşimin Yitmesi başlıklı hikâyede işlenmiştir. Annelerin zor şartlar altında veya kolay şartlarda doğum yapmaları, Türkiye ile batının mukayesesi Analar Anıtı adlı hikâyede işlenmiştir. Adnan’ın diş fırçasının önemini kavraması Diş Fırçası’ nda dile getirilmiştir. Altın Beşik’ de yapılan kürtajın başarısızlıkla sonuçlanması ve hastane yönetimine açılan dava hikâye edilir. 2.8. Köylülerin Devlet Mekanizmalarıyla İlişkileri Köylünün devletle, devlet adamıyla olan ilişkisi hikâyelerde farklı açılardan işlenmiştir. Devlet memuru köylüyü hor gören onu ezmek isteyen bir unsur olarak karşımıza çıkarılmıştır. Memur, köylünün dini duygularıyla alay etmektedir. Bu ve benzeri yaklaşımlar on iki hikâyede ortaya konulmuştur. Hayvanların Yüzünden hikâyesinde köylü ile devlet memuru olan bir baytar arasındaki ilginç ve ilginç olduğu kadar düşündürücü bir ilişki anlatılmıştır. Dindar bir köyü ziyaret eden baytar ve ekibi köylülerin sakalı ve şeyhiyle alay ederler. Onlardan güzel bir dayak yerler. Baytar köyde şarbon hastalığı var diyerek düzmece bir rapor hazırlar ve köye karantina kokulması gerektiği kararını alır. Köylü bu işten çok zarar görür. Baytardan özür dilerler, sakallarını keserler, hakaretlere katlanırlar, köylülere rezil olurlar. Böylece baytar intikamını almıştır, rapor yazarak karantinayı kaldırır. Köy öğretmeninin köylülerle ve müfettişle olan mücadelesi, ilişkisi Zekiye Benimdir’ de işlenmiştir. Namazdan Önce Oyun adlı hikâyede köylünün çok 252 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ çekindiği tahsildarla ilgili bir oyunu namaz vaktini beklerken oynaması onların devletin bir temsilcisine olan bakış açısını vermektedir. Eğer Hayvan İsek adlı hikâyede aydın kesimin köylüye bakışı, köylünün çaresizliği çarpıcı bir şekilde dile getirilmiştir. Sugözü’ndeki Görevli adlı hikâye devlet memurunun hediyeye karşı olan zafiyetini işlemektedir. Şar Şar Akıtırım’ da hikâyede köylünün tahsildardan korkup, titremesi anlatılmaktadır. Memurların köylüler ile olan ilişkileri, köylülerin misafirperverliği Uğurola adlı hikâyede dile getirilmiştir. Şahin’in hikâyesi Foto Şahin’ de işlenir. Şahin, ormanda santral memurluğu yaparken aynı zamanda düğünlerde ve benzeri törenlerde fotoğraf çekmeye de giderdi. Şefiyle takışınca işi bırakır ve olaylar gelişir. Gümüş Hoca hikâyesinde Hocaya sakalını kesmesi için oynanan bir oyun anlatılır. Ankara’nın İşyarları hikâyesinde Ankara memurları ile köylü insanların mukayesesi yapılır. Şehirli tembel, şişman ve uyuşuktur. Köylü sağlam, dayanıklı ve çalışkandır. Paragöz Mevlit Efendi’nin cami inşaatına başlaması, bunu para için yapması, camiye yapılan bağış ve yardımların kesilmesiyle üzüntüden felç olması Kuzlusay Camii’ nde ortaya konur. Amerikan Arabaları isimli hikâyede Amerikalıların arabasından çalınan paralardan dolayı şikayetçi olunmamasına rağmen boşu boşuna yatılan 9 ay, 10 günlük cezaevi günleri anlatılır. 2.9. Köy Politikasına Yönelik Eleştiriler Köy Enstitüsü’nden mezun olanların yegane arzusu, içinden çıktıkları insanları kalkındırmaktır. Her bakımdan onlara yardımcı olmak ve içinde bulundukları olumsuz şartları ortadan kaldırmaktır. Bunun için ellerinden geleni fazlasıyla yapmaya çalışmışlardır. Köylünün aydınlatılması, eğitilmesi, refah seviyesinin artırılması için çözümler üretmişlerdir. Kimisi bunu konferanslarla, kimisi edebî metinlerle, kimisi siyasî yollarla ortaya koymuştur. Baykurt, yedi hikâyesinde köylünün kalkındırılması gerektiği düşüncesini işlemiştir. 253 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema Ona Aylık Bağlandı isimli hikâye örnek köy projesini ve köylülerin bu projeye alışamamasını konu edinmektedir. Köylüyü kalkındırmak için onlara kredi sağlanması, köylünün aldığı krediyi başka işlerinde kullanması ilgi çekici tema olarak karşımıza çıkar. Koyun Kredisi hikâyesi köylüye sağlanan kredilerin nasıl kullanıldığını acıklı ve gülünç bir üslûpla anlatır. Heykel yurt genelinde heykel yapma kampanyasını işlemektedir. Kuloba köyünün örnek köy haline getirilme çalışmaları Kuloba’da Bildiri isimli hikâyede dile getirilir. On Binlerce Kağnı bir uyanışın ve kalkınmanın anlatıldığı bir hikâyedir. On binlerce kağnı çağdaşlaşmayı yakalamak için yollara çıkar. Eski Kovanlar’ da öğretmen arkadaşını ziyarete gelen bir kişinin köylüye ön ayak olarak, onlara arıcılıkla ilgili yeni bilgiler vererek, verimi artırmalarını sağlama yollarını öğretir. Plansız ekilen soğandan zarar edilmesi yapılan yanlış tarım politikası Soğanlar Çürüdü adlı hikâyede çarpıcı bir tarzda işlenmiştir. 2.10. Ağa – Köylü İlişkileri Köy ağası ve beyi, köy hikâye ve romanlarının vazgeçilmez kötü insanlarıdır. Sosyal-Gerçekçi bir yazar olan Baykurt hikâyelerinde genelde ağayı kötü bir kişi olarak çizmiştir. Zaten köy hikâye ve romanında ak ve kara tipler diye bir kullanım ve sınıflandırma zaten vardır. Ağa ve Bey kara tipler olarak değerlendirilmektedir. Aşağıda verdiğimiz altı hikâyede de bu tip insanların köylüye bakışını ve onlara karşı olan muamelesini gözler önüne sermektedir. Biçer-Döğer’ de Ağa Şerif Ali’nin ırgat Fatma’ya tecavüze yeltenmesi hikâye edilir. Ağa köyün tarlalarının sahibi olduğu için kendisini ırgatların da sahibi zannetmektedir. Ağanın ölümüne sevinen köylülerin hikâyesi Mutlu Ölüm’ de anlatılır. Temel Hasan üç karılı, çok zengin bir ağadır. Onun ölüm haberi bütün köylülerin rahatlamasını sağlar. Aptül Ağanın kendisine borcu olan Kumpir Osman’a hakaret etmesi Para Dalgası’nda işlenmiştir. Yoksul köylülerin beylere karşı olan düşmanlıkları ve bedduaları Dediğim Oldu Ama hikâyesinde güzel bir şekilde anlatılmıştır. Suların Durulması hikâyesinde 254 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ beyin emrinde koyun gibi yaşayan insanların isyan ederek özgürlüklerini kazanmaları ve paylaşımı öğrenmeleri anlatılır. Köylerdeki ağanın köylüyü istediği gibi kullanması ve ezmesi, çocuklarının da köyün kızlarına musallat olması Nar Masalı hikâyesinde işlenmiştir. 2.11. Hırsızlık Hırsızlık toplumun tedavi edilemeyen hastalıklarından birisidir. İnsanlar mecbur kaldıkları için, hastalık takıntısı olduğu için veya ahlakî problemleri olduğundan dolayı hırsızlık yaparlar. Fakir Baykurt hikâyelerinde toplumun bu problemine kayıtsız kalmamış, altı hikâyesinde bunu dile getirmiştir. Hırsızlık köylerde oldukça sık karşılaşılan bir olaydır. Ayı Kapanı hikâyesinde bostan sahibi İbrahimkul’un hırsızlığa karşı tedbir almak için kapan kurması ve Doğan adlı çocuğun bu kapana takılıp ölmesi anlatılır. Yoksul ve işsiz köylülerin çalışmak için şehre gelip amelelik yapması ve hırsızlar tarafından soyulması Gömezin Memet hikâyesinde, Şaştım Şaştım’ da saf bir köylü olan Kara Memiş’in kandırılarak, öküzlerinin çalınması dile getirilmiştir. Köye gelen konukların yangın esnasında köyü soymaları Sazlıktaki Yangın’ da, Kel İlyas ile belalı bir kişilik olan Şerbela’nın karşılaşması Şerbela isimli hikâyede işlenmiştir. Yoksul bir ailenin çocuklarının hırsızlık yapmak zorunda kalması Teller Değişti hikâyesinde acıklı bir anlatıyla ortaya bir sorun olarak konulur. 2.12. Kavga Köylerdeki bitmez tükenmez mücadelelerden birisi de toprak yüzünden ortaya çıkan kavgalardır. Fakir köylünün sürecek tarlası yoktur. Mecburen toprak sahibi ağanın tarlasını sürerek ırgatlık veya rençperlik yapacaktır. Sosyal – Gerçekçi bir bakış açısına sahip olan Baykurt bu temayı işlerken yoksul köylünün yaşadıklarını gözler önüne sermek istemiştir. Aşağıda kısaca bilgi verilen dört hikâyede bu kavganın nelere sebep olduğu ortaya konulmak istenmiştir. 255 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema Sürecek tarlası olmayan Patoğlan Ali’nin kayınbabasının tarlasını sürmesi ve kavgaları Buğday Ekme Zamanı’nda anlatılır. Kör Osman’ın Tarlası bir başka açıdan tarla kavgasını işlemektedir. Toprak Dağıtım Projesinden Kör Osman’a iki tarla düşer. Köyün ağaları yoksulların toprak sahibi olmasını hazmedemez. Kavga adlı hikâyede köylerde bir hiç yüzünden çıkan kavgalar ve ölümler anlatılır. Kavga köylerin bitip tükenmek bilmeyen bir problemidir. Kaderli Mehmet’in kardeşi Veli, Hacı ile kavga etmiştir. Verimli toprağa sahip olabilme mücadelesi de Sultan Çayırı adlı hikâyede verilir. 2.13. İşçi – İşveren İlişkisi Fakir çocukların çırak olarak işe başlamaları, keçeci de çalışan çocuğun işi dört günde öğrenip işe gitmemesi Keçeci Çırağı adlı hikâyede işlenmiştir. Maden ocağında komünizm propagandası yapılması ve buna karşı verilen mücadele Kuzören Madenleri adlı hikâyede anlatılır. Koltuktaki’ nde müstahdem Refik’in koltuk yüzünden başına gelenler dile getirilir. Odacı Refik müdürün yokluğunda makamına oturur ve emirler yağdırır. Müdür hakkında soruşturma açılır. 2.14. Yasak İlişkiler Gelin adlı hikâyede kayınbabasının tecavüzüne uğrayan bir gelinin intikamı anlatılır. Gelin kayınbabasının cinsel organını kestiği için tutuklanır. Fıstıkların Olduğu Yer hayat kadınlarının yaşadığı zor şartları ve evli erkeklerin bu kadınlarla girdikleri gayri meşru ilişkinin anlatıldığı bir hikâyedir. Savaş zamanı herkes askerdedir, köyde sadece yaşlılar ve hastalar kalmıştır. Düztaban Helmut da köyde kalanlardandır. Kadına düşkün birisidir. Köye düşman askeri gelince Helmut köyü terk eder. Bu öykü Ertesi Gün isimli hikâyede işlenmektedir. 3. Diğer Temalar Yukarıda iki başlıkta verilen temalar dışında kalanları ise “Diğer Temalar” başlığıyla vermeyi uygun gördük. Köy insanı yaşadığı bütün olumsuzluklara rağmen hayatından şikayet etmeyen bir özelliğe sahiptir. Bu onun asil tarafını 256 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ ortaya koymaktadır. Elindekiyle yetinmesini bilen kanaatkâr insanlardır. Sıkıntı ve problemlerine rağmen hayata pozitif bakabilen bu insanlar yazarın hikâyelerinde farklı temalarda oldukça fazla işlenmiştir. 3.1. Yaşam Sıkıntıları ve Olaylara Pozitif Bakış Tespit ettiğimiz on bir hikâyede yaşanılan zorluklar farklı boyutlarıyla ortaya konulmuştur. Köye günlük gazete gelmez. Eski gazetelerin köylüler tarafından okunup yorumlanması Kıl hikâyesinde anlatılır. Zehir adlı hikâyede köylülerin farelerle olan mücadelesi işlenmiştir. Köyde hasta olmanın zorlukları, ilaçsızlık, doktorsuzluk, köylülerin kendi imkânlarıyla iyileşme çalışmaları Ham Meyvayı Kopardılar Dalından’ da işlenmiştir. Payımız hikâyesinde ortak olan harman yerinden herkesin payını alması dile getirilir. Köklere dokunulamayacağı, kimsenin köklerinden koparılamayacağı Uzun Kavak hikâyesinde işlenmektedir. Bir Kafasızın Hikâyesi’ nde değirmen taşını dağdan aşağıya indirme çabaları ve bulunan trajikomik durum anlatılır. Sürülere dadanan kurtlara karşı çoban köpeklerinin görevlerini yapmaması Köpekleri Değiştirin hikâyesinde işlenmiştir. Et Mi Satacağım İt Mi Kovacağım’ da köye yenilik getiren Bağrıaçık İsmail’in karşılaştığı zorluklar anlatılır. Koca Veli hikâyesi köye gelen art niyetli insanların tepkiyle karşılaşmalarının anlatıldığı bir hikâyedir. Koca Veli gibi şuurlu insanlar bu tip insanlarla mücadele etmektedir. Keller Köyü hikâyesinde yazarın şaşkınlığı dile getirilir. Köyde bir gazinonun olması yazarı şaşırtır. İstanbullu bir işletmeci buraya yirmi yıl işletmek için kiralamıştır. Kira bedeli olarak da köyün camiine minare yaptırmıştır. İrfan’ın kavak yeri hazırlamak için verdiği mücadele Kavak 214’ de anlatılır. 3.2. Kıssadan Hisse Fakir Baykurt, kıssalardan hareketle birkaç hikâye kaleme almıştır. Bu tarzda yazılmış dört hikâye tespit ettik. Alıngan Hüseyin’in karakteri Ördek Hüseyin adlı hikâyede anlatılır. Adam Olamazsın’ da meşhur bir kıssanın 257 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema hikâyesi kaleme alınmıştır. Usta semercinin ölümüne sevinen eşeklerin acemi semercinin elinde kalmaları Kavaklının Eşekleri hikâyesinde tekrar işlenmiştir. Eğri Büğrü Arkadaşlık İstemem’ de tilki ile yılanın arkadaşlığının sonu ve yılanın ölümü anlatılır. 3.3. Fabl Yazar, iki hikâyesinde hayvanlara insani özellikler vererek fabl tarzını da denemiştir. Uysal At hikâyesinde olayın kahramanı bir attır. Sevdalı Karınca isimli hikâye karıncanın sevdası için yollara düşmesini ve bu uğurda hayatını feda etmesini anlatmaktadır. 3.4. Biyografik Anlatım Fakir Baykurt, dokuz hikâyesinde insanların yaşam hikâyesini biyografik anlatımı kullanarak vermeye çalışmıştır. Merzifonlu Koca Zeynel adlı hikâyede namusu için cinayet işleyen sekiz buçuk yıl yattıktan sonra tahliye edilen ve köyüne dönen Zeynel’in yaşadığı sıkıntılar ve olumsuzluklar dile getirilir. Balıkesir’den Edremit’e giden bir minibüsün içinde yaşananlar Balyalı Deli Kemal’ de anlatılır. Cenan’ın çileli ömrü Cenan’ da ortaya konulur. Cenan yedi kız annesidir. Çobanlık yapmaktadır. Cumhur Ali’nin ibretli hikâyesi Cumhur Ali’ de, Göçmen Osman hikâyesinde bir başka kişi anlatılır. Balkanlardan gelen Göçmen Osman’ın bir yerde dikiş tutturamaması, sürekli yer değiştirmesi sonunda Manisa belediyesinde işçi olması anlatılmaktadır. Mardinli Mirza ile eşi Mecide’nin öyküsü Mirza 50 adlı hikâyede verilir. Balcılık yapan Emecik muhtarının balını çalanlara ceza verirken kendi canından olması Emecik Muhtarı adlı hikâyede anlatılır. Kız Mehmet’ in yaptığı işlerde dikiş tutturamaması en son kaymakamın desteğiyle sinema işine el atması hikâye edilir. Durgadın adında bir kızın hikayesi Durgadın adlı hikâyede, ademin işlettiği çay bahçesi ve ortağı Naci Adem’ de, tanker şoförü olan Murat meslektaşlarının yaşadığı sıkıntıları zor çalışma şartları Şoför Milleti’nde anlatır. Tren kazasında ölen Serdar’ın geride bıraktığı ailesinin durumu Serdar’ı Getirin’ de acıklı bir şekilde dile getirilir. 258 Parti Adamı Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ particilik, çıkar ve menfaat ilişkilerinin kirli yüzlerini ortaya sermektedir. Babamın Soylu Tazısı fakir olmasına rağmen av merakından vazgeçmeyen, bunun için av tazısı bile alan, ailesiyle kavga eden bir köylünün hikâyesidir. Camız Avı adlı hikâyede, Kadı camızın av olduğuna karar verir. Hoca kadıya bir bakraç kaymak hediye götürür. Bakracın altına camızın pisliğini üstüne de kaymağını koyar. 3.5. Tatil Hayalleri Tatile çıkmayı planlayan 27 yaşında bir Alman gencinin tatile çıkamayışı, yaşadığı hayal kırıklığı, Kafa Çektiren’ de anlatılır. Yurda Giden Kızlar isimli hikâyede tatil için Türkiye’ye gelmeye çalışan kızların başına gelenleri dile getirir. 3.6. Gelecekle İlgili Planlar Endüstri hamlesini gerçekleştiren Almanya başka hesaplar peşindedir. Büyük Hesaplar bu politika değişikliğini anlatmaktadır. Almanya diğer ülkelere patent satmak için çalışmalar yapmaktadır. Sadece elektronik, bilgisayar gibi nezih işlerle uğraşacaktır. 3.7. Hediye Anlatıcı yanında unutulan paketi kardeşi Veli’yi ziyarete giderken kendi hediyesi olarak götürür. Buluntu bu yönüyle ilginç bir hikâyedir. Baykurt bir düşten hareketle bu hikâyeyi yazdığını söyler. 3.8. Ziyaret Yazar, Mutlu Mustafa hikâyesinde Mustafa’yı yaşadığı memleketinde görmeye gitmesini anlatır. 3.9. Savaşın Geride Bıraktıkları Baykurt, Merdan adlı hikâyesinde savaşın acı gerçeklerini ve çocuklarda bıraktığı olumsuz izleri dile getirmektedir. Sonuç Hikâye kitapları da tıpkı romanlarında olduğu gibi Türkiye’de yazılanlar ve Almanya’da yazılanlar diye iki gruba ayrılır. Türkiye’de yazdığı hikâyelerinde 259 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema köy ve köylü sorunlarını işlerken, Almanya’da yazdığı hikâyelerinde Türk işçilerinin ayakta kalabilme mücadelelerini dile getirir. Örneğin ; Barış Çöreği adlı kitabında Avrupa’da yaşamayı yorumlayan 23 hikâye yer alır. Gece Vardiyası, Duisburg Treni, Yeni Kölelik Mi ? adlı hikâye kitaplarında da Türk işçilerinin zor şartlar altındaki yaşam mücadelesini ortaya koyar. Bunların bir kısmı röportaj özelliği taşır. Bir kısmını yazar dinlediklerinden hareketle yazar. Bir kısmını ise oralarda yaşayan insanlar anlatır. Fakir Baykurt, Anadolu’nun aydınlatılması amacını doğru kavrar; bütün gücünü son soluğuna kadar, köy ve kır hayatını, sanat, bilim ve teknik aracılığıyla uygarlaşmaya kurumlaşmaya verir. Bildiklerini, inandıklarını hiç sakınmadan söyler, yazar ve gerektiğinde eylemlerine yansıtır. Baykurt, halkın içinden gelir. Anadolu halkının toplumsal yaşamını, insan ilişkilerini yakından tanır, eserlerinde bu yaşamı, bu ilişkileri dile getirir. Anadolu, eserlerinde, acısıyla, sefasıyla, bağnazlığı ve ilkelliği ile canlanmış, dile gelmiş, olduğu gibi edebiyatımıza girmiş ve dünyaya tanıtılmıştır. Anadolu köy halkı, kendi diliyle, kendi sorunlarını, yaşamını çektiklerini, yine kendi çocuklarının kalemleriyle gün ışığına çıkarmıştır. Yazarımız, Anadolu’nun aydınlatılması amacını doğru kavrar, bütün gücünü son soluğuna kadar, köy ve kır hayatını, sanat, bilim ve teknik aracılığıyla uygarlaşmaya ve kurumlaşmaya verir. Bildiklerini, inandıklarını hiç sakınmadan söyler, yazar ve gerektiğinde eylemlerine yansıtır. Fakir Baykurt, Anadolu halkının toplumsal yaşamını, insan ilişkilerini yakından tanır, halkın içinden gelir, eserlerinde bu yaşamı, bu ilişkileri dile getirir. Anadolu, eserlerinde, acısıyla, sefasıyla, bağnazlığı ve ilkelliğiyle de canlanmış, dile gelmiş, olduğu gibi edebiyatımıza girmiş ve dünyaya tanıtılmıştır. Anadolu köy halkı, kendi diliyle, kendi sorunlarını, yaşamını, çektiklerini, yine kendi çocuklarının kalemleriyle gün ışığına çıkarmıştır. Hikâyelerinde işlediği temalarda bunun ağırlığını açıkça görmemiz mümkündür. 260 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ Baykurt’un hikâyelerinde öykü havasından çok, düpedüz görüp duyduklarını anlatan bir röportaj havası vardır. Hikâyelerine kendinden bir şey katmak gereğini duymamış, gördüklerini, yaşadıklarını anlatmayı yeterli görmüştür. Fakir Baykurt, ferdi duygulara bağlı temalardan en fazla para kazanma hırsını kullanmıştır. Bu temayı on ayrı hikâyesinde temel tema olarak işlediğini görürüz. Bunun yazarın bağlı olduğu sanat anlayışıyla bağlantısı olduğu söylenebilir. Köyde doğup, çocukluğu köyde geçen ve öğretmenlik mesleğini köylerde yapmaya çalışan bir kişi yokluğu ve yoksulluğu en iyi bilen insan olsa gerekir. İyi bir gelecek için her insanda para kazanma arzusu ve bunun paralelinde iyi bir iş sahibi olma düşüncesi vardır. Baykurt, bunun gerekliliğini en iyi bilen sosyal-gerçekçi yazarlarımızdan birisidir. Bundan dolayı hikâyelerinde bu arzuyu ön plana çıkarmış ve bir hırs yani aşırı bir istek olarak onu işlemeye çalışmıştır. Sosyal içerikli temalar içerisinde ön plana çıkan ekonomik sıkıntılar ve yoksulluktur. Elli iki hikâyede bu sosyal içerikli temanın kullanıldığını görürüz. Para kazanma arzusu ile ekonomik sıkıntılar ve yoksulluk birbiriyle ilgili ve bağlantılı temalardır. Her iki temanın ağırlıklı olarak işlenmesi yazarın yetiştiği çevre ve etkilendiği sanat anlayışıyla birebir ilgisi vardır. Köyde toprak sahibi olmayan, başkalarının topraklarını işlemek zorunda kalan, ağalarla mücadele içerisinde olan bir insanın yazı hayatına atıldıktan sonra bu yaşadıklarını kaleme alması kadar normal bir şey olamaz. Baykurt’un babası yokluk içinde çocuklarını büyütmeye çalışan, köyde hemen hemen her işi yapmaya çalışan, daha çocukları küçükken bir kaza sonucu hayatını kaybeden bir köylüdür. Annesi kocasını kaybettikten sonra çocuklarına üvey baba acısı yaşatmak istemez ve bunun sonucunda genç yaşta dul kalır. Çocuklarının yetişmesi ve terbiyesi konusunda bütün zorluklara göğüs gerer. İşte böyle bir aileden gelen yazar, her halde hikâyelerinde ekonomik sıkıntıları ve yoksulluğu ön plana çıkaracak ve insanların nazarını bu problem üzerine çekecektir. 261 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema Sosyal içerikli temaların ikinci sırasında tutuklu hayatlar yer almaktadır. Fakir Baykurt yoksulluğu ve köy hayatını iyi bildiği gibi cezaevi hayatını da çok iyi bilmektedir. Çünkü onun hayatının belli dönemleri Mamak cezaevinde geçmiştir. 1980’den sonra ölümüne yani 1999 yılına kadar olan hayatı da bir nevi tutuklu hayat sayılabilir. Çünkü sürgünde yaşamak zorunda kalmıştır. Diğer temaların kullanım oranları ilgili yerlerde verildiği için tekrar etmeyi gerekli görmüyoruz. Baykurt’un eserlerinde köy ve köylü sorunlarını işlemesinin iki nedeni vardır : Birincisi, köyde doğup büyümüş ve uzun süre köyde çalışmış olmasındandır. İkincisi, köylüler Türk toplumunun çoğunluğunu oluşturmaktadır. Gerçek kalkınma bu topluluğun uyanmasına bağlıdır. Bundan dolayı okutulmamış bu kitleyi etkilemek için onları yazıp, onları anlatmıştır. Yazarımız, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının 1955’ten sonraki yıllarında verdiği eserlerle edebiyatımız için önemli bir isimdir. Köy edebiyatının başarılı örneklerini o verir. Edebiyatımızda köylü-kentli tartışması onun verdiği eserler sayesinde yapılır ve Köy edebiyatı gündemde kalır. Köyler ve köy insanı ona çok şey borçludur. Onun ölümüyle köy insanı adeta öksüz kalmıştır. KAYNAKÇA A. Konuyla İlgili Kaynaklar 1. Komisyon, (2005), Yazım Kılavuzu, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara. 2. Özön, Mustafa Nihat, (1954), Edebiyat ve Tenkit Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, İstanbul. 3. Stevick, Philip, (1988), Roman Teorisi, Gazi Üniversitesi Yay., Ankara. 4. Uç, Himmet, (2006), Ansiklopedik Roman Eleştiri Terimleri, Bizim Büro Basımevi, Ankara. B. İncelenen Hikâye Kitapları 1. Baykurt, Fakir, (1955), Çilli, Yeditepe, 108 s. İstanbul. 2. Baykurt, Fakir, (1959), Efendilik Savaşı, Köy ve Eğitim, 89 s. Ankara. 262 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263 Mehmet Fetih YANARDAĞ 3. Baykurt, Fakir, (1961), Karın Ağrısı, Dün-Bugün, 133 s. Ankara. 4. Baykurt, Fakir, (1964), Cüce Muhammet, Çeviri, 151 s. Ankara. 5. Baykurt, Fakir, (1970), Anadolu Garajı, Bilgi, 207 s. Ankara. 6. Baykurt, Fakir, (1971), On Binlerce Kağnı, Remzi, 207 s. İstanbul. 7. Baykurt, Fakir, (1973), Can Parası, Remzi, 220 s. İstanbul. 8. Baykurt, Fakir, (1974), İçerdeki Oğul, Bilgi, 450 s. Ankara. 9. Baykurt, Fakir, (1975), Sınırdaki Ölü, Remzi, 301 s. İstanbul. 10. Baykurt, Fakir, (1978), Kalekale, Remzi, 206 s. İstanbul. 11. Baykurt, Fakir, (1982), Barış Çöreği, Remzi, 192 s. İstanbul. 12. Baykurt, Fakir, (1985), Gece Vardiyası, Remzi, 1985, 218 s. İstanbul. 13. Baykurt, Fakir, (1986), Duisburg Treni, Remzi, 1986, 189 s. İstanbul. 14. Baykurt, Fakir, (1996), Yeni Kölelik Mi?, Çağdaş, 157 s. İstanbul. 15. Baykurt, Fakir, (1998), Telli Yol, Papirüs, 182 s. İstanbul. C. Dergilerden Fotokopisi Çekilip İncelenen Hikâyeler 1. Baykurt, Fakir, (1952), Kavga (Köyden Mektup), Kaynak, Mayıs, S: 54, s. 166-168. 2. Baykurt, Fakir, (1961), Sultan Çayırı, İmece, Aralık, S: 8, s. 20-22. 3. Baykurt, Fakir, (1962), Muhallebi Çocuğu, İmece, Ocak, S: 9, s. 14-16. 4. Baykurt, Fakir, (1962), Milliyetçi Kerim Bey (Hikâyemsi) İmece, Şubat, S: 10, s. 25-27. 5. Baykurt, Fakir, (1962), Koşu (Hikâyemsi) İmece, Mart, S: 11, s. 25-27. 6. Baykurt, Fakir, (1962), Bir Şevket, TEB Yıllığı, s. 195-201. 7. Baykurt, Fakir, (1963), Uğurola, TEB Yıllığı, s. 138-143. 8. Baykurt, Fakir, (1975), Eşek Şakası, Öykü, S: 2, s. 27-36. 9. Baykurt, Fakir, (1977), Camız Avı, Varlık, Ocak, S: 832, s. 16-17. 10. Baykurt, Fakir, (1978), Diro Kızın Saçları, Varlık, Temmuz, S: 850, s. 14. 11. Baykurt, Fakir, (1979), Kedi Sevmek, Varlık, Şubat, S: 857, s. 22-23. 12. Baykurt, Fakir, (1979), Gönül Ustası, Varlık, Mayıs, S: 860, s. 8-9. 263 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263 Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 264-275 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY TEXTUAL PROPERTIES Veysel KILIÇ∗ ABSTRACT This article provides a critical assessment of standards of textuality and their application to randomly chosen sentences from magazines, newspapers and ELT books. I would like to discuss the limits of standards of textuality while analyzing a text from the point of view of structural complexity and content. The special emphasis will be on the functions of cohesive ties which help readers to get the hidden meaning of a text. Key words: text, cohesion, coherence, acceptability, informativity, intertextuality situationality ÖZET Bu makalenin amacı bir metni olşturan standartları eleştirel bir bakış açısıyla incelemektir. Yazıda kullanılan örnekler Beykent Üniversitesi Hazırlık Biriminde okutulan İngilizce kitaplarından rastgele seçilmiştir. Bu makalede metin çözümleme açısında metnin standartlarının sınırlarını yapısal açıdan irdelemektir. I. INTRODUCTION: "Literature is not an object but an experience, and readers are not consumers but active performers who bring texts to life in their minds" (Thomson, 1987, p.112)" Iser puts much emphasis on the relationship between text and text readers. We can define text simply as a piece of spoken or written language. A text may also be considered from the point of view of its structure or its functions. ‘A full understanding of a text is often impossible without reference to the context in which it occurs’ (Jack Richards, Longman Dictionary of Applied Linguistics). ∗ İngiliz Dili ve Edebiyatı, Beykent Üniversitesi, İstanbul [email protected] Textual Properties Prior to the 1960s the sentence was considered the largest linguistic unit; however, since the 1960s some linguists have turned their interest away from the sentence as the largest linguistic unit. The common and underlying assumption of text linguistics is that the basic theoretical unit of communications is the discourse or the text (a piece of spoken or written language). We do not normally communicate by using single sentences in isolation but rather by using a coherent sequence of sentences in a particular context. The term context should be understood as the broader social situation in which a linguistic item is used. Some linguists have attempted to synthesise beyond-the-sentence linguistics with a wide range of interdisciplinary research on the production and utilisation of texts in human interaction and proposed seven standards of textuality as the legitimate basis of the actualisation and utilisation of texts (Beaugrande and Dressler, 1981) I would like to try to clarify the terms text and context first. TEXT: In the simplest way we can define text as language that is functional. By functional, we simply mean language that is doing some job in some context, as opposed to isolated words or sentences that l might put on the blackboard. Meaning has to be coded in something in order to be communicated; but as a thing itself, a text is essentially a semantic unit. Any instance of living language that is playing some part in a context of a situation, we shall call a text. A text is essentially a semantic unit. Thus we cannot simply treat a theory of text as an extension of grammatical theory, and set up formal systems for deciding what a text is. Because of its nature as a semantic entity a text, more than other linguistic units have to be considered from two perspectives simultaneously, both as a product and as a process. 265 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275 Veysel KILIÇ Text is a product in the sense that it is an output, something that can be recorded and studied, having a certain construction that can be represented in systematic terms. It is a process in the sense of being a contiguous process of semantic choice, a movement through the network of meaning potential, with each set of choices constituting the environment for a further set. You need to look beyond the words and structures so as to interpret the text as a process in a way that relates it to the language as a whole. The process and product of social meaning in a particular context of a particular situation. The intimate relationship between text and context, whereby one can only be interpreted by reference to the other. Meaning is realised in language (in the form of text), which is then shaped or patterned in response to the context of the situation in which it is used. To study language then is to concentrate upon exploring how it is systematically patterned towards important social ends. The relationship between text and context is a dialectical one: the text creates context as much as the context creates the text. Meaning arises from the interaction between the text and context. This means that part of the environment for a particular text is a set of previous texts, texts that are taken for granted as shared among those taking part. Of the seven standards of textuality the first two are text-based; the other five standards of textuality are discourse-based. Since we are discussing the characteristics of text l would like to emphasise the first two i.e. text-based standards and l will also try to elaborate on cohesion in particular. II. THE SEVEN STANDARDS OF TEXTUALITY 1. Cohesion: Cohesion concerns the way in which components of the surface texts are mutually connected within a sequence. It rests upon grammatical 266 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 264-275 Textual Properties dependencies. Cohesive elements represented in a text are pro-forms, tense, aspect, junction, ellipsis, recurrence, lexical substitution. The set of linguistic resources that every language has (as part of textual metafunction) for linking one part of a text to another are reference,, substitution, and lexical cohesion. These are the semantic relations that enable one part of the text to function as the context for another. All learning is a process of contextualisation: a building up of expectancies about what will happen next. These include non-verbal expectancies. Most texts are connected links on the sentence base in terms of grammatical features such as pronominalisation, ellipsis and various kinds of. The resources available for grammatical cohesion can be listed finitely and compared across languages for translatability and distribution in real texts. The cohesive items are clues or signals as to how text should be read, they are not absolutes The pronoun it only gives us the information that a nonhuman entity is being referred to. Cohesion is only a guide to coherence and coherence is something created by the reader in the act of reading the text. Cohesion is only part of coherence in reading and writing, and indeed in spoken language too, for the same process operates here. Cohesive tie: The term itself implies a relation. If you think of a text as a continuous space in which individual messages follow each other, then the items that function as the two ends of the tie- the A and B are spatially separated from each other. There is a link between these two ends. The nature of this link is semantic: the two terms of any tie are tied together through some meaning relation. Such semantic relations form the basis for cohesion between the messages of a text. The relation of co-referentiality is typically realised by the devices of reference, such as the pronominals he, she, it etc. or by the use of definite article the, this, that. 267 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275 Veysel KILIÇ Co-classification is normally realised either by substitution or by ellipsis. Little nut tree it = co-referentiality Plays the cello does = co-classification For example, one study looked different…….. did)( pp.107) Your pen yours = co-classification Cohesion is established when an implicit device is interpreted by reference to some item of text. Cohesive device: co- extension e.g. Silver……..golden The sense relations: Synonym, antonym, and hyponym, repetition, metonym, cohesive chains- the relation will contribute to cohesion in either use. Synonym: The experiential meaning of the two lexical items is identical: this does not mean that there is a total overlap of meanings- simply the meaning is the same. Antonym: Oppositeness of experiential meaning. Repetition: It creates a relation simply because a largely similar experiential meaning is encoded in each repeated occurrence of the lexical unit. Metonymy: The term refers to a part-whole relation as in the case of tree, limb and root. Cohesive chain: Identity chain: girl/she Similarity chain: went/walk If the grammatical cohesives are high and interpretable it means that the text is highly self-sufficient; to understand the speaker's meanings, one needs simply to know the English language. If grammatical devices are not high, on the contrary, low the text is not interpretable and rather ambiguous. 2. Coherence: This concerns the ways in which the components of the textual world are connected with meanings. The configurations of concepts and relations which underlie the surface text are mutually accessible and relevant. Relations are links between concepts which appear together in a textual world. 268 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 264-275 Textual Properties They are represented in the text as rhetorical acts, such as defining, classifying, exemplifying, etc. Coherence is ultimately based on the assumption that when speakers speak they say things that cohere with each other. Coherence is a semantic property of discourses, based on the interpretation of each individual sentence relative to the interpretation of other sentences. Every text is also a context for itself. A text is characterised by coherence; it hangs together. Coherence is the feeling that a text hangs together, that it makes sense, and is not just a jumble of sentences. 3. Intentionality: This concerns the text producer's attitude that the set of occurrences should constitute a cohesive and a coherent text instrumental in fulfilling the producer's intentions. The manipulation of cohesion and coherence features produces a text which can fulfil the writer's intentions. The elements signifying intentionality in a text are natural time order, relevance, brevity, clarity. 4. Acceptability: This concerns the text receiver's attitude that the set of occurrences should constitute a cohesive and a coherent text having some use which is relevant for the receiver e.g. to acquire knowledge or provide cooperation in a plan. In other words, awareness of the reader's expectation that the text will possess certain features and will be of use and relevance. Possible realisation as syllabus items could be conventional textual features (e.g. instruments in recipes); aspects of text grammar (e.g. use of passives, articles, etc.). 5. Informativity: The extent to which the elements in the text are expected/unexpected or known/unknown/uncertain. Possible realisations as syllabus items are marked/unmarked sequences; given/new information; topic/comment; maintaining/breaking text conventions. 269 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275 Veysel KILIÇ 6. Situationality: The ways in which a text is relevant to the situation in which it occurs. It concerns the factors which make a text relevant to a situation of occurrences. Possible realisations of syllabus items are topic selection and development; situational constraints (e.g. formal letters, etc); exam questions. 7. Intertextuality: This concerns the factors which make the utilisation of one text dependent upon knowledge of one or more previously encountered texts. The factors which make the accessibility of one text for a reader dependent upon knowledge of, or access to, other texts. Possible realisations are use of source material; quotes; in-text references to other texts, bibliographies. In this paper l would like to emphasise two main textual standards cohesion and coherence. These two standards seem to be more important than the other standards in many ways. They hold more than one speech-act together in the same text in order to make it a real text. For the sake of clarity l would like to show their textual properties in texts randomly taken from different ELT books, newspapers, magazines. Cohesion: Procedures whereby the elements are organised into a sequence such that their mutual relevance and linear connectivity is maintained. Cohesion in the text can be achieved in a number of ways. 1. By the use of a definite NP linking the future of 'definiteness' to an earlier mention of that particular item in the text e.g. One way is to put very, very small words, called microprint, in hidden places on the bill. These words are …….. Open-water swimmers do not swim in pools but in lakes, seas and oceans. They swim…….. Lynee was born in 1957 in the state of New Hampshire. She started….. My uncle Martin is my mother's elder brother. He…. 270 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 264-275 Textual Properties 2. By the use of recurrent pronouns and personal markers, e.g. Then, in 1975 she…. In 1977 she swam During these swims, she had to keep He is my favourite among my mother's family. He is a very interesting man. He lives quite near us with my aunt Angela and my cousins. 3. By the sustained use of tense signals, e.g. is, thinks ( present tense marker) was, made, broke, decided ( past tense markers) is, lives (present tense marker) 4. By expressing in various ways the three types of deixis (a term for a word or phrase which directly relates an utterance to a time, place, or persons) e.g. time : at present, every weekend, while, this time the next year, 30 minutes late place : quite near us, so close to the boat person : my uncle, Anne, Bob, Lynee, Africa's Cape of Good Hope 5. By repeating a structure , but filling it with new elements (parallelism) e.g. She broke records Lynee decided she wanted to use her talent to do something She wanted to encourage people…… Lynee decided to swim the 2.7…. Lynee wanted the challenge of swimming But even more, Lynee wanted to bring the two countries... Lynee continues to make.. 271 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275 Veysel KILIÇ He is about 45 and grey-haired. He is still quite good-looking. He is tall and well-built. 6. By the repetition of elements of patterns, e.g. He was wearing three shirts, a jacket, two pairs of socks, a pair of shorts and two pairs of jeans. He was carrying one small backpack, which was very full He is extremely tidy. He gets angry. 7. By shifting used elements to different classes, e.g. from noun to verb, from adjective to adverb highly, clearly, soundly, repeatedly, formerly 8. By the use of pro-forms ( i.e. replacing content-carrying elements with short place holders), e.g. He found Tony near the Air France counter. He will have sign with your name on it. They cannot arrest me for that At present he is in the USA. He is visiting the firm's customers there. 9. By paraphrasing what has been said previously. e.g. These chemicals are a great help to farmers. Therefore, farmers can grow more produce on the same amount of land. This means that shoppers can find more produce in the stores. 10. By referring to the same entity in a textual world with different surface expressions (co-reference). 272 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 264-275 Textual Properties e.g. His body ached and he felt constantly tired. It was difficult for him to even move around. 11. By repeating a structure or content with certain omissions/ ellipses. e. g. At present, he is in the USA ( he is visiting the firm's customers there). 12. By conjoining sentences via conventional conjunctions. However, conjunctive relations between sentences can take various forms. e.g. The Hermansons, however, have maintained that prosecutors… a. additive He lives quite near us with my aunt Angela and my cousins Anne and Bob. So l often go to his house. b. adversative He is about 45 and grey-haired but he is still quite good-looking. c. causal My aunt and cousins never touch them because he loses his temper. d. temporal When uncle Martin is at home III. COHERENCE: The procedures whereby elements are organised into a contour of concepts and relations so that their mutual relevance and conceptual connectivity is maintained. The relationship which links the meanings of utterances in a discourse, or the sentences in a text. These links may be based on the speakers' shared knowledge. There is no grammatical or lexical link between question and reply. But the exchange has coherence because both A and B know that B's sister lives in the opposite direction to A's home. Generally a paragraph has coherence if it is a series of sentences which relate to it. 273 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275 Veysel KILIÇ A. Could you give me a lift home? B. Sorry, I am visiting my sister. Coherence itself is the product of two factors-paragraph unity and sentence cohesion. To achieve paragraph unity, a writer should make sure that the paragraph must have a single generalization that serves the focus of attention, that is, a topic sentence and control the content of every other sentence in the paragraph. In order to achieve cohesion, the link of one sentence to the next, we can consider such techniques: Repetition: A. I never liked the school B. I liked the teachers in the sixth form In this example, in sentence B a word from sentence A is repeated. Synonymy: If direct repetition is too obvious a synonymy of the word can be repeated. A. I liked my lessons. B. I enjoyed my lessons. Antonymy: Antonymy can also create sentence cohesion because in language antonyms share a lot of elements of meaning. Collocation: A commonly paired or highly probable word to connect one sentence to another Parallelism: Repeating a sentence structure. Transitions: Conjunctions or conjunctive adverbs can be used to link sentences with particular logical relationships such as: that is, tat is to say, in other words, but, yet, however, nevertheless, still, though,, although, whereas, in contrast, too, also, furthermore, moreover, in addition, besides, in the same way, therefore, so, consequently, as a result, hence, it follows that, because, since, for, in fact, in deed, admittedly true, I grant, naturally, for instance, after all, even, in fact, etc. 274 Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 264-275 Textual Properties REFERENCES 1. Jack Richards, et al, Longman Dictionary of Applied Linguistics Longman, 1985. 2. Thomson, Jack, Understanding Teenager's Reading: Reading Process and the Teaching of Literature, Methuen Australia , Sydney, 1987. 275 Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275 YAYIN KURALLARI: 1.Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, yılda İKİ kez (altı ayda bir) yayınlanır. 2. Hakemli ve özgün çalışmaları amaçlayan bir dergidir. Makalelerin, hakem değerlendirilmesine girmek üzere, yayın kurulu sekreterliğine yazar adı, epostası, cep /telefonu ile gönderilmesi gerekmektedir. Yazarlar makalelerinde hakemlerin de değerlemelerinde dikkate alacağı aşağıdaki kriterleri de gözden uzak tutmamalıdırlar: a. Makalelerindeki ekseni, dayandığı temel fikri, ikincil kaynak incelemesi ve bunlara göre yeniliği, sosyal bilimler ve uygulama alanına katkısını, b. Araştırmalarının makalenin ana eksenine katkısını, hipotez ve metodolojisi, istatiksel analiz tekniğinin yeterliliğini, c. Makalenin mantıksal bütünlüğü ve kendilerini tatmin edip etmediğini, d. Makalenin başlığa yansıtabilmesini, uygunluğu ve anahtar kelimelerin makaleyi e. İyi kalitede bir model, şekil, tablo vb. ile öğretime katkı seviyesini değerlendirmelidirler. Ampirik çalışmalara öncelik tanınacağı makalelerin yayınlanabilmesi için, yazılar: 3.1.Metin, çift aralıklı ve 12 puntoyla Microsoft Word (6.0 ve üstü) yazılım programında Times New Roman karakterinde yazılacak ve internet/Web ortamında veya CD olarak ve 3 kopya “hard copy”/çoğaltılmış olarak gönderilecektir. 3.2. Makalelerin 20 sayfayı (A4 boyutlu ve 2 aralıklı) geçmemesi gerekmektedir. Yazılar ve şekiller sayfaya soldan 3,5 cm, alt/üst ve sağdan 2,5 cm boşluk bırakacak şekilde konumlandırılmalıdır. 3.3. Atıflar, dip notlarda değil, metin içinde ve parantezle (soyad, yıl: sayfa) verilecektir. 3.4. Açıklama notları numaralandırılarak ilgili sayfa altında yazılacaktır. 3.5. Tablolar numaralandırılıp tablo üstünde, şekiller şekil altında (atıf varsa, tablo ve şekil altında, kullanım izni referansı ile birlikte), denklemeler yaygın bilinirlikte ve açıklamalı olarak gösterilecektir. 3.6. Makale sonunda atıflarla gönderme yapılan kaynakçaya ( soyad, ad, eser “makaleler tırnak içinde”, yayın yeri, yayınlayan, yıl, -dergiler:sayı, ay, yıl ve sayfa baş ve sonu-) yer verilecektir. Sanal ortam atıfları, güncel olarak tarih ve saati ile verilecektir. 276 3.7. Makalelerin başlık ve yazar isminin altında, 200 kelimeyi geçmeyen hem Türkçe hem İngilizce özetlerle (katkı ve sonuç içerikli) 3-5 anahtar kelimeye yer verilecektir. 3.8. Makalelerin Özet, Giriş, Yöntem/Yaklaşım, Gelişme, Bulgular, Sonuç, Uygulamaya Katkısı ve Kaynakça bölümlerinden oluşmasına özen gösterilmesi beklenir. 3.9. Yazar/ların ismi makalenin altında yer almalı, unvanı ve çalıştığı kurum, birinci sayfada yıldızlı dip not olarak gösterilmelidir. 3.10. Yayın, danışma ve hakem kurullarında görev alanlar, kendi makalelerinin görüşmelerine ve hakem görevlendirmelerine katılamazlar. 3.11. Yayını uygun görülen makaleler yayın sırasına konur. Gönderilen makaleler ve düzeltme talepleri sonrasında da yayını uygun görülmeyen yazılar iade edilmez ve yazarına gerekçesiyle bildirilir. 3.12. Makalelerin bilimsel ve diğer hususlara ilişkin sorumluluğu yazar/larına aittir. Bir başkasından yaralanılan şekil, resim ve tablo alıntılarında, ilgili yazar/yayıncıdan izin yazısı alınmalı ve makale ekinde sunulmalıdır 3.13. Her sayıdaki hakem isimleri ve raporları beş yıl süreyle arşivlenecektir. 3.14. Yazar/lar, yayınlanması halinde, tüm telif haklarını Beykent Üniversitesine devrettiklerini belirten aşağıdaki belgeyi de makaleleriyle birlikte göndermelidir: TELİF TRANSFERİ: Yayını halinde……………………………………… başlıklı makalenin yazar/ları olarak, tüm telif haklarını Beykent Üniversitesi’ne devrediyorum/z. Yazar/lar: Ad/Soyad: İmza: Kurumu: Adres: İLETİŞİM: Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sıra Selviler Cad. No.111, 34437 Taksim İstanbul. Tel: 0212 2430271 – 73 – 77, 2436936(4 hat); 0212 2896486 Faks: 0212 2430278, 0212 2896490 www.beykent.edu.tr 277 PUBLICATION REGULATIONS: 1. Journal of Social Sciences of Beykent University is published TWICE (once every six months) a year. 2. It is published after the inspection of arbitrators and aims to support authentic studies. Articles must be sent to the Publication Committee Secretary containing the name of the writer, writer’s e-mail address, and his/her mobile or landline number when sent to arbitrators for evaluation. Writers must consider the following criteria which will be taken into consideration by arbitrators in their evaluations: 2.1 Writers, in their articles, must be able to demonstrate the axis of the periodical and secondary source evaluation and their novelty in accordance with such criteria and their contribution and application to social sciences. 2.2 They must also prove the contribution of research articles to the main axis of the periodical, articles’ adequacy of statistical analysis and techniques using hypothesis and methodology. 2.3 Also writers must demonstrate logical unity of articles and show whether articles can be deemed relevant and/or satisfactory. 2.4 Articles’ congruency to its title and whether key words are able to reflect contents of articles must be established. 2.5 Articles contribution to education by setting a high-quality model with diagrams and tables used must be illustrated. Articles concerning empirical studies will be given priority and writers submitting articles must follow the following criteria: 3 All articles must be written in Times New Roman, 12 point, using Double, Spacing in Microsoft Word (version 6.0 or above). They must be sent over the internet or sent in CD format. Three hard copies must also be sent. 3.1 Articles should be no longer than 20 pages (A4 size paper with double spacing). Texts and figures should be located with a gap of 3.5 cm from the left and a gap of 2.5 cm from the top and the bottom of the page. 3.2 References are not to be given in the form of footnotes but must be noted in brackets (surname, year: page number) within the text. 3.3 Explanatory notes are to be numbered and written under the relevant pages. 3.4 Tables are to be numbered and the numbers are to be written on top of tables, explanation of figures are to be noted under figures (if references are used, they must be noted under tables and figures along with the 278 permission reference number), equations are to be shown in a form that is commonly accepted along with their explanation. 3.5 A Bibliography (surname, name, for references, work “articles in quotation marks” place of publication, publishers, - in periodicals: issue, month, year, head and bottom of page-) year of publication, used must be attached to articles. Internet related references must be updated to include dates and time. 3.6 Under the heading and the name of articles, a summary of 200 words both in Turkish and in English (containing attributions and a conclusion) and 35 keywords must be included. 3.7 It is expected that special care is paid to make sure that articles contain a summary, an introduction, method/approach used, development, findings, a conclusion, contribution to its application and a bibliography. 3.8 The name of the writer must be included at the bottom of the article and the writer’s title, the institution s/he works for must be noted on the first page with a star symbol as a footnote. 3.9 In the related issue, those who serve in the Publication Committee and Committee of Arbitrators are not allowed to join meetings about the article concerned. Articles that are considered to be suitable for publication shall be put in the publication queue. 3.10 Articles sent and articles that are considered to be unsuitable for publication after required corrections will not be returned. 3.11 Responsibility for the articles from a scientific point of view and other related topics belong to the writer(s). With regard to references relating to figures, pictures and tables, a permission letter form the writer(s) or the publisher(s) concerned must be obtained. 3.12 If the article is published, writer(s) must send the following document stating that all copyrights are to be transferred to Beykent University along with the article concerned. 3.13 The referees names and their reports will be kept in our rewards for five years. 3.14 If the article is published, writer(s) must send the following document stating that all copyrights are to be transferred to Beykent University along with the article concerned. 279 TRANSFER OF COPYRIGHT: In the event of its publication we, as the writer(s) of the article titled ………… transfer all of its copyrights to Beykent University. Writer(s): Name/Surname Signature: Institution: Address: CONTACT INFORMATION: Beykent Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü (Beykent University, Institute of Social Sciences), Sıra Selviler Cad. No.111, 34437 Taksim, Istanbul. Telephone: 090212 2430271-73-77, 2436936 (4 lines), 090212 2896486 Fax: 090212 2430278, 090212 289 64 90 www.beykent.edu.tr 280 T.C. BEYKENT ÜNİVERSİTESİ BEYKENT UNIVERSITY SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES HAKEM DEĞERLENDİRME RAPORU/ REFEREE EVALUATION REPORT Makale Başlığı: Subject Title Dosya/File No: GENEL DEĞERLENDİRME* General Evaluation Makale başlığı içeriğe uygun mudur? Is the subject title compatible with the context? Özet ve anahtar kelimeler içeriğe uygun mudur? Are summary and key vocabulary compatible with the context? Yazının dili/yazımı/semboller anlaşılabilir midir? Are the language used, spellings and symbols clear enough? Makale, ilgili bilim dalına veya uygulamaya katkı yapabilecek nitelikte midir? Does the text have the necessary features that’ll contribute to the relevant scientific field? 10 9 Yazıda kullanılan ikincil / birincil verilerle araştırma yöntemi amaca uygun mudur? Is research technique used in the text regarding primary /secondary data compatible with the objective? Sonuçlara objektif bir biçimde erişilmiş midir? Was an objective approach maintained when reaching the result? Konuyla ilgili kaynaklar yeterli ve güncel midir? Are the resources related to the subject current and adequate? 281 8 7 6 5 4 3 2 1 Bulguların uygulamaya aktarımı/implementation irdelenmiş midir? Are the data verified to see if they are applicable? Tablolar metne uygun ve anlaşılabilir midir? Are the tables perceptible and consistent with the text? Şekiller metne uygun ve anlaşılabilir midir? Are the figures perceptible and consistent with the text? Total marks/evaluation: ……………………………………………………… * 1’den 10’ a kadar puan veriniz (10 = En olumlu… 1 = En olumsuz). *Award marks from 10 for the highest and 1 for the poorest. DEĞERLENDİRME SONUCU Evaluation Result ( ) Olduğu gibi yayınlanabilir. ( ) It can be published as it is. ( ) Küçük düzeltmelerle yayınlanabilir. (1) ( ) It can be published with minor modifications. ( ) Önemli değişikliklerin yapılması zorunludur. ( ) Major modifications must be made.(2) ( ) Kesinlikle yayınlanamaz. ( ) Can not be published under any circumstances Hakemin unvanı, adı ve soyadı: Name and title of referee: e-posta/e-mail: Telefon/Phone: Değerleme raporunuzu tarafımıza en geç 15 gün içerisinde, /Please send your evaluation report in 15 days to [email protected] mail adreslerine göndermeniz önemle rica olunur. Posta Adresi/ Post Adress: Beykent Üniversitesi Sıraselviler Cad. No:111 Taksim/ İstanbul Tel:0212 241 02 71 - 77 282 T.C. BEYKENT ÜNİVERSİTESİ BEYKENT UNIVERSITY SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES HAKEMİN DİKKATİNE To the referee: Any critics and explanation/comment Puanlı değerlendirme sonrasında makalenin genel bir değerlendirmesini yaptıktan sonra, bu sayfada, makalenin daha iyi bir hale gelmesi için gerekli gördüğünüz hususları (1, 2) kısaca açıklayınız. Eleştirileriniz, yazarlara önemli ölçüde yardımcı olacaktır. Değerlendiren hakem/ Referee: İmza/Signature: ……………………… 283 İLETİŞİM BİLGİLERİ: CORRESPONDENCE ADDRESES: Editör: Editor: Prof. Dr. Muhittin KARABULUT Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sıraselviler Cad. No:111 Taksim, İstanbul Tel: 212 243 02 71-77; 212 289 64 86 e-mail: [email protected] Prof. Dr. Muhittin KARABULUT Beykent University Institute of Social Sciences Sıraselviler Cad. No:111 Taksim, İstanbul Tel: 090212 243 02 71-77 090212 289 64 86 e-mail: [email protected] Editör Yardımcıları: Associate Editors: Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ Beykent Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Ayazağa Kampüsü, Ayazağa, Şişli, İstanbul Tel: 212 243 02 71-77; 212 289 64 86 e-mail: [email protected] Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ Beykent University Department of Turkish Language & Literature Ayazağa Kampüsü, Ayazağa, Şişli, İstanbul Tel: 090212 243 02 71-77 090212 289 64 86 e-mail: [email protected] Doç. Dr. Veysel KILIÇ Beykent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü Ayazağa Kampüsü, Ayazağa, Şişli, İstanbul Tel: 212 243 02 71-77; 212 289 64 86 e-mail: [email protected] Doç. Dr. Veysel KILIÇ Beykent University Department of English Language & Literature Tel: 090212 243 02 71-77 090212 289 64 86 e-mail: [email protected] 284