2007, vol.1, no.1 - Beykent Üniversitesi

Transkript

2007, vol.1, no.1 - Beykent Üniversitesi
A-PDF Merger DEMO : Purchase from www.A-PDF.com to remove the watermark
ISSN: 1307- 5063
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
BEYKENT UNIVERSITY
JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES
Sayı/ Volume : 1
Numara/ Number : 1
Yıl- Bahar/ Year- Spring : 2007
Değerli Araştırmacılar,
Üniversitemiz, kuruluşunun 10. yılında 2. Bilimsel Dergisini “Sosyal
Bilimler Dergisi” olarak sunmaktadır. Bir süre önce “Fen ve Mühendislik
Bilimleri Dergisi” yayın hayatına başlamış ve çok büyük ilgi toplamıştı. Şimdi,
Sosyal Bilimler dergimiz de aynı amaçla ve çok değerli bilim adamlarımızın
titizlikle hazırladıkları makaleleriyle bilim aleminin takdirlerine sunulmaktadır.
Bu suretle Üniversitemizin evrensel bilime katkı yapma misyonunu yerine
getireceği gibi, ülkemizin bilimsel göstergelerini yukarı çekme çabalarına da
katkıda bulunmuş olacağımıza inanıyorum.
Bir bilimsel derginin uluslararası bilim indekslerinde yer alması çok
önemlidir. Yayın hayatına yeni atılacak olan Sosyal Bilimler Dergimizin de
hızla bu amacına ulaşacağına güvenim tamdır. İlgililerin bu yöndeki çabalarına
Üniversite yönetimi tarafından her türlü katkının yapılacağından da emin
olunması önemli bir taahhüdümüzdür.
Üniversitemiz “Bir Dünya Üniversitesi”dir. Vizyonu ve misyonu ile bu temel
amacı doğrultusunda ilerlemektedir. Ülkemizin ihtiyaç duyduğu nitelikli insan
gücünü yetiştirmenin yanı sıra, üstün nitelikli bilim adamları ile de dünya
bilimine katkılar sağlanmakta, bilimsel bilgiyi üretmekte ve bu suretle toplumu
aydınlatmakta ve bunları çağdaş dünya ile de paylaşmaktadır. Bu paylaşım ve
aydınlatmanın onuru, şüphesiz ki en önemli rolü üstlenmiş olan, yapıtlarıyla
“Sosyal Bilimler Dergimiz”i ortaya çıkaran, değerli araştırmacılarımızın
olacaktır. Sosyal Bilimler Dergimiz ise, aynı zamanda gerek ulusal, gerekse
uluslararası ölçekte Üniversitemizin bilimsellikteki yerini belirlemede önemli
rol oynayacaktır. İleri görüşlülüğü ve engin ülke sevgisi adına bu yönde
yatırımlar yapmakta hiç tereddüt etmeyen ve en önemlisi dergimizin yayın
hayatının sürekliliğinin garantisi olarak gördüğümüz Mütevelli Heyet
Başkanımız Sayın Adem ÇELİK’in diğer alanlarda olduğu gibi dergimizin
sürekli yaşamasında da gereken katkılarını sürdüreceğine inancımız tamdır.
Ayrıca, Sosyal Bilimler Dergisinin bu aşamaya gelmesine katkıları olan tüm
araştırmacıları ve çalışanlarımızı kutluyor ve teşekkürlerimi sunuyorum.
Sosyal Bilimler Dergimizin de bilim alemine yararlar getirmesini diliyorum.
Yine bu cümleden olmak üzere Beykent Üniversitesi’nin bilim, teknoloji ve
sanatla topluma evrensel katkıyı hedefleyen çağdaş anlayışımızın sürmesini ve
pusulamızın bize hep bu yönde yol gösterici olmasını diliyorum.
Saygı ve Sevgilerimle,
Prof. Dr. Cuma BAYAT
Rektör
In the 10th year of its foundation, Beykent University presents its 2nd
journal of science as “The Journal of Social Sciences”. “The Journal of
Science and Technology” which was published some time ago attracted great
attention. Now “The Journal of Social Sciences” which involves articles
written by talented scientists with a great care, has been presented to the
appreciation of science with the same goal. I believe that by issuing this
journal, Beykent University fulfills its mission of contributing to universal
science and and also helps our country to raise Turkey’s scientific prowess.
It is important for a scientific journal to be included in scientific indexes. I
am sure that our newly issued journal will reach its goal rapidly. It is
guaranteed that the university administration will contribute to the efforts of
the people concerned in every aspect.
Beykent University is a “World University”. It is developing in this direction
with its vision and mission. Besides developing high quality graduates which
our country needs, it also makes contributions to universal science with highly
qualified scientists and promotes scientific discovery. With the help of these
discoveries, it illuminates society and shares this information with the
contemprorary world. The honour of this illumination and sharing will
definitely belong to our researchers who have the most important role and have
issued “The Journal of Social Sciences”. The Journal will take a crucial role in
defining the scientific place of Beykent University both in the national and
international arena. We strongly believe that the Chairman of The Trustee
Committee Adem Çelik who has no doubt in making an investment in this
field for the sake of farsightedness and patriotism, will continue to contribute
to the issuing of the journal. Additionally, I congratulate and thank all the
researchers and personnel who have supported The Journal of Social Sciences.
I hope The Journal of Social Sciences will bring benefit to science and I
hope Beykent University will keep its contemprorary understanding together
with science, technology and art.
Prof. Dr. Cuma BAYAT
Rector
PROFESÖRLER DE YAZAR
Bilimsel yayın çalışmalarında, 1980’li yılların “bekle-gör” ile geçtiği söylenebilir. Yurt dışındaki
dergilerde yayını olmayanlara ve gelişen üniversitelerde görev almayanlara akademik yükseltme
olanakları kısıtlandı. Bilim insanları “dergi arayışına” giriştiler…
1990’lara girerken akademik unvanlarda oluşturulan bu baraj yıkıldı, yoğun akademik
yükseltmeler gündeme geldi.
İzleyen dönemde, genç akademisyenlerde, “puan avı” başladı. Kim, nerede, ne kadar yayın
yapmış? Marx, “Kapital”’ini yazarken, Engels tavsiyelerde bulunuyormuş: “Kitabını, mümkün
olduğu kadar şekil ve grafiklerle doldur. Çünkü bu “….” Almanlar, kitabın içine değil dışına
bakarlar.”
Yakın zamanda ise, “sıfırcı rektörler” medyatik olmaya başladı. Bundan maksat, alanında S/SICI
vb. dergilerde yayın yapılmamış olmasıydı. Yönetimsel görevlerin bilimsel yayın çalışmalarını
aksattığı bir gerçektir. Ancak, bu tür medyatik baskılar, bu defa, etik olmayan “piggyback” tarzı
çalışmaları veya bir başkasının çalışmasına marjinal ortak olma arayışlarını da arttırabilir.
Varılan bugünkü aşamada, daha ziyade, “akademik kariyer bekleyişi olanların yayın yaparak
puan toplamaya çalıştıkları” anlayışının dışına çıkılmaya başlandığı söylenebilir. Ancak, nitelik ve
niceliğine bakmaksızın S/SCI vb. dergilere olduğundan daha fazla bir anlam yükleyerek, diğer
dergilerdeki bilimsel çalışmaları küçümsemek, doğru bir yaklaşım olarak nitelendirilemez.
Bu yaklaşımımızla, Sosyal Bilimler Dergisi’ne gelmek istiyoruz: Dergimizde makale kabul
süreci şu şekilde işlemektedir:
1. Dergimize gelen makalelerin, yayın kriterlerimize uygunluğu ile ilgili ön değerlendirmeler
yapıldıktan sonra, geliş sırasına uygun olarak numaralandırılmaktadır.
2. Değerleme kriterleri eşliğinde, makaleler, isimsiz olarak, bilgimiz dahilindeki alanında uzman
olan yurt içi ve dışı üç hakeme gönderilmektedir.
3. Yapılan hakem değerlendirmelerinin düzeltme talepleri, ilgili bilgi notuyla yazara
gönderilmektedir.
4. Önemli düzeltme talepleri halinde, ilgili hakeme tekrar dönülmektedir. Yayın için, tüm
hakemlerden “olur” alınmaya çalışılmaktadır.
5. Yayın kurulu olarak, ek taleplerimiz varsa, bunlar yazara intikal ettirilmekte ve onayı
alınmaktadır.
6. Tüm değerlendirmeler, beş yıl süreyle “bilgisayar çıktısı” olarak ve sanal ortamda muhafaza
edilecektir.
Bu sayımıza, kırktan fazla makale gelmişti. Bunların bir bölümü ilk değerleme aşamasında,
ikinci bölümü, iki hakemden “yayınlanamaz” notu veya düzeltme taleplerine rağmen, önemli
düzeltmeler yapılmaması nedeniyle, üçüncü gurup ise, yoğun düzeltme talepleriyle elendi. Bu son
bölümde yer alanlar, ek düzeltmeler sonrası, ikinci sayıda yayın olanağı bulabilir.
Üniversitemizin 10. yıl kutlamaları çerçevesinde yayın hayatına başlayan Sosyal Bilimler
Dergisi’nin doğuşunda teşviki ve emeği geçen, başta Sayın Mütevelli Heyet Başkanı ve Sayın
Rektörümüzle Senatomuzun sayın üyelerine, tüm sayın yazar, hakem, yayın ve danışma kurulları
üyeleriyle ile kapak dizaynı, yayın ve teknik sekretaryaya çok teşekkür ederim. Bir diğer
teşekkürüm ise, sayın genel yayın yönetmen yardımcılarıma olacaktır. Tüm çalışmaların, her
kelimesini ve noktalamasını gözden geçirdiler. Buna rağmen, görülebilecek aksaklıklar, tamamen
tarafımıza aittir. Bu vesileyle, Sonbahar’daki ikinci sayı için, yeni çalışmalarınızı ve yapıcı
eleştirilerinizi bekler, dergimizi okuyarak, bu “doğum gününe” katıldığınız için, çok teşekkür
ederiz.
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
Genel Yayın Yönetmeni
PROFESSORS WRITE, TOO!
It could be said that regarding academic publication studies, the 80 ies went by a “wait-and-see”
attitude. The opportunities for academic promotions were limited to those who did not have
publications in foreign journals and to those who were not appointed in developing universities.
Entering the 90ies, this blockage, formed on academic titles, was collapsed; intensive academic
promotions were on the agenda.
The “hunt for points” began for the young academicians during the following period. Who had
how many publications on which journal? While Marx had been writing “Das Kapital”, Engels had
given him recommendations: “Fill your book with as many graphics and schemes as possible.
Because these “….” Germans look at the cover, not at the content.”
Recently, the rectors who don’t have any publishing, have become popular in the media. In other
words they haven’t published anything in S/SCI etc. issues about their fields. It is true that
managerial duties hinder academic publication studies. However, this type of popular pressure
may amplify unethical “piggyback” studies or may amplify pursuits to be a marginal partner to
another person’s study.
It may well be said that recently, the mentality regarding people with academic aspirations and
their efforts to gain points by making publications, has been rather surpassed. Yet, without looking
at the quality and the quantity, conveying meaning to journals such S/SCI more than they already
have or underestimating other academic works published on other journals can not be described as
a correct approach.
With this approach of our own, we would like to come to our referee- journal: The Journal of
Social Sciences. The process of admission of articles into our journal is as follows:
•
Having been pre-assessed according to conformity to our criteria of publishing, the articles
that are submitted to our journal are numbered in line with their date of submission.
•
Accompanied by evaluation criteria, the anonymous articles are sent to three expert referees,
local and international.
•
The correction requests of referee evaluations are sent to the author attached with the
concerning information.
•
In case of important correction requests, the referee concerned is consulted again. It is
essential that all referees say “okay” in order for the article to be published.
•
In case we have further requests as the Board of publication, these requests are
communicated to the author.
•
All evaluations are kept as both “print outs” and digital files.
For this issue, more than forty articles were submitted. Part of them was eliminated during preassessment stage; the second part was eliminated because important corrections were not made
despite the correction requests and “ineligible” notes of two referees; the third group was
eliminated due to intensive corrections requests. Those which are put on the last group may have
the opportunity for publication after further corrections are made.
I must gratefully thank firstly to our Chairman of the Board of Trustees; to our Rector; to the
members of our senate; to the authors, referees; to each and every member of the Advisory
Committee and the Board of Publication as well as the cover design and the technical and
publishing secretariat, for their efforts and encouragement in making The Journal of Social
Sciences that has started its publication life in line with The Tenth-Year Anniversary of our
university. I must also gratefully acknowledge the help of Assistant Directors of Publication. They
scanned every word and punctuation of all writings. Nevertheless, we hold responsibility for
potential mistakes. By this mean, for the second issue of Fall edition, we expect your new articles
and constructive criticisms, and we would like to thank you for your contribution to our “birthday”
by reading our journal.
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
Editor-in- Chief
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ BEYKENT UNIVERSITY
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES
SAHİBİ / PROPRIETOR:
Prof. Dr. Cuma BAYAT
(Beykent Üniversitesi adına/ On
Behalf of Beykent University)
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
EDITOR -IN-CHIEF:
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
GENEL YAYIN YÖNETMEN
YARDIMCILARI
VICE EDITORS:
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ
Doç. Dr. Veysel KILIÇ
YAYIN SEKRETERİ
PUBLISHING SECRETARY
Mihriban MİRAP
YAYIN KURULU
PUBLISHING BOARD:
Prof. Dr. Erol EREN
Prof. Veysel GÜNAY
Prof. Dr. Can İKİZLER
Prof. Dr. Emin ÖZBAŞ
Prof. Dr. Selahattin SARI
DANIŞMA KURULU
ADVISOR COMITTEE:
Prof. Dr. Yusuf Ziya AKSU
Prof. Halis BİÇER
Prof. Dr. Mustafa DELİCAN
Prof. Dr. Mümin ERTÜRK
Prof. Dr. Adem GENÇ
Prof. Dr. Mehmet Fikret GEZGİN
Prof. Dr. Esat HAMZAOĞLU
Prof. Dr. Tamer İNAL
Prof. Dr. Cevdet KÜÇÜK
Prof. Dr. Ebru PARMAN
Prof. Dr. Ünsal OSKAY
Prof. Remzi SAVAŞ
Prof. Dr. Ayten SÜRÜR
Her hakkı saklıdır. Sosyal Bilimler Dergisi yılda iki kez yayımlanan, bilimsel hakem
kurulu olan bir yayındır. Sosyal Bilimler Dergisinde yayımlanan makalelerdeki görüş ve
düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Sosyal Bilimler Dergisinin
veya Beykent Üniversitesi’nin görüşlerini ifade etmez. Sosyal Bilimler Dergisine
gönderilen makaleler iade edilmez.
ISSN: 1307- 5063
Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sıraselviler Cad. No: 111 PK:34437 Taksim/ İSTANBUL
Tel: 0212 243 02 71- 73- 77 Faks: 0212 243 02 78
www.beykent.edu.tr
BU SAYININ HAKEMLERİ/ REFREES OF THIS ISSUE
,
Prof. Dr. Halil AKDENİZ....................Anadolu Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Asuman AKDOĞAN ............Erciyes Üniv. İİBF (İktisat)
Prof. Dr. Cafer Tayyar ARI..................Uludağ Üniv. (Uluslar arası İlişkiler)
Prof. Dr. Atilla ATAR..........................Anadolu Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Aydın AYAN ........................Mimar Sinan Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Mustafa AYSAN...................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Nazlı BAYRAM ...................Anadolu Üniv. İletişim (Sinema-TV)
Prof. Dr. Münevver Ölçüm ÇETİN......Marmara Üniv.
Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU................Galatasaray Üniv.(Uluslararası İlişkiler)
Prof. Dr. Mustafa DELİCAN ...............Beykent Üniv. (Uluslar arası İlişk.)
Prof. Dr. Vahdettin ENGİN .................Beykent Üniv. (Uluslar arası İlişk.)
Prof. Dr. İlhan ERDOĞAN..................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Öner ESEN............................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Nurullah GENÇ ....................Kocaeli Üniv.
Prof. Dr. Zafer GENÇAYDIN .............Hacettepe Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Ahmet GÖKÇEN ..................İstanbul Üniv. İİBF (İktisat)
Prof. Dr. Ersan İLAL ...........................Kültür Üniv. (İletişim)
Prof. Dr. Atilla İLKYAZ......................Gazi Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Ahmet İNCEKARA ..............İstanbul Üniv. İİBF (İktisat)
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ ............Beykent Üniv. (Türk Dili ve Edeb.)
Prof. Dr. Ünsal OSKAY ......................Beykent Üniv. (ileşitim) Sinema-TV
Prof. Dr. İzzettin ÖNDER....................İstanbul Üniv. İİBF (İktisat)
Prof. Dr. Ferhat ÖZGÜR......................Hacettepe Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Hasan ÖZYURT ...................Karadeniz Teknik Üniv. İİBF (iktisat)
Prof. Dr. Mahmut PAKSOY ................İstanbul Üniv. (İşletme)
Prof. Dr. Işıl PEKDEMİR ....................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Recep PEKDEMİR ...............İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Mümtaz SAĞLAM ...............Dokuz Eylül Üniv. GSF. (Resim)
Prof. Dr. Selahattin SARI ....................Beykent Üniv. İİBF (iktisat)
Prof. Dr. Hüner ŞENCAN....................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL..................Mimar Sinan Üniv.Fen-Edeb. (Tarih)
Prof. Dr. Mehmet Şükrü TEKBAŞ ......İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Şermin TEKİNALP...............Kültür Üniv. (İletişim)
Doç. Dr. Arman TEVFİK ....................Beykent Üniv. İİBF (İktisat)
Prof. Dr. Enar TUNÇ ...........................Kadir Has Üniv. İİBF (Üretim Yön.)
Prof. Dr. Münevver TURANLI............İstanbul Ticaret Üniv. (İstatistik)
Prof. Dr. Tansel TÜRKDOĞAN..........Gazi Üniv. GSF (Resim)
Prof. Dr. Gönül UÇELE.......................Bahçeşehir Üniv. (İng. Dili ve Edeb.)
Prof. Dr. Hayri ÜLGEN .......................İstanbul Üniv. (işletme)
Prof. Dr. Bülent VARDAR ..................Marmara Üniv. GSF (Sinema- TV)
Prof. Dr. Ertan YILMAZ .....................Dokuz Eylül Üniv. (iletişim)
KAPSAM/ SUBJECTS
İşletme Yönetimi/ Management
● Ulusal ve Küresel Yönetim/National and Global Management
● Ulusal ve Küresel Pazarlama/National and Global Marketing
● Reklam ve Halkal İlişkiler/Advertising and Public Relations
● Mağaza ve Zincir Mağazacılık/Store Management and Chain Stores
● Lojistik ve Tedarik Zinciri Yönetimi/Logistics and Supply Chain
Management
● Finans ve Bankacılık/Finance and Banking
● Muhasebe/Accounting
● Üretim ve Teknoloji/Production and Technology
● İnsan Kaynakları/ Human Resources
İktisat ve Ekonomi Politik/ Economics and Political Economy
Sektörel Yönetim/ Sectorial Management
● Kamu Yönetimi/ Public Adminstration
● İktisat ve Ekonomi Politik/ Economics and Political Economy
● Turizm/Tourism
● Hastane Yönetimi/Hospital Management
● Eğitim Yönetimi/Education Management
Uluslararası İlişkiler/International Relations
Hukuk/Law
Eğitim Bilimleri/ Education Sciences
● Tarih/History
●Türk Dili ve Edebiyatı/ Turkish Language and Literature
●Psikoloji/ Pyschology
● Sosyoloji/ Sociology
● Antropoloji/ Antropology
● İngiliz Dili ve Edebiyatı/English Language and Literature
Bilişim Sistemleri Yönetimi/Information Systems Management
Güzel Sanatlar/Fine Arts
● Tekstil ve Moda/Textile and Fashion
● İletişim/ Communication
● Sinema-TV/Cinema-TV
● Tiyatro-Theatre
Uygulamalı Araştırmalar/Applied Research
Vak’a Analizleri/Case Analysis
İÇİNDEKİLER/ CONTENTS
Sayfa No
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla
Öngörülebilirliği
Bülent ÖZ – Sami TABAN ……………………………………………………. .1 - 28
Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi
Erman ERBAYKAL ……………………………………………………………29 - 44
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman
Serileri Analizi (1987- 2002)
Bilal KARGI ………………………………………………………………........45 – 81
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK………………………………..82 – 107
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
Sait YILMAZ ………………………………………………………………...108 – 152
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit: Kavram İmge Diyalektiği
Adem GENÇ …………………………………………………………....……..153- 175
Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat
Aytül PAPİLA ………………………………………………………………..176 – 190
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
Cengiz ASİLTÜRK …………………………………………………………...191 – 213
Küreselleşme ve Sinema
Burak BUYAN ………………………………………………………………..214 – 226
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
Mehmet Fetih YANARDAĞ …………………………………………………227 – 263
Textual Properties
Veysel KILIÇ ……………………………………………………………….....264 – 275
Yayın Kuralları / Publication Regulations and Communication.........................276 - 284
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 1-28
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
TÜRKİYE’DEKİ PARA KRİZLERİNİN REEL
DEĞİŞKENLERLE SİNYAL YAKLAŞIMIYLA
ÖNGÖRÜLEBİLİRLİĞİ
Bülent Öz∗
Sami Taban∗∗
ÖZET
Son yıllarda, dünyada yaşanan finansal krizler ve bu krizlerin özellikle az gelişmiş
ülkelerde ortaya çıkarmış olduğu ekonomik maliyetler, krizlerin önceden öngörülüp
öngörülemeyeceği konusunda teorik ve ampirik düzeyde yeni çalışmaların yapılmasını
teşvik etmiştir.
Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de yaşanan para krizlerinde (1994 ve 2001), reel
ekonomi göstergelerinin bir erken uyarı görevi üstlenip üstlenmediğinin sinyal
yaklaşımıyla ortaya konulmasıdır. 1990:1-2005:2 dönemi 13 reel ekonomi değişkeni
kullanılarak yapılan çalışmanın sonuçları, iki değişken hariç, diğer tüm reel
göstergelerin öncü değişken olarak kullanılabileceğini göstermiştir. Ayrıca, analizde
kullanılan reel göstergelerin yaklaşık yüzde 70’i para krizlerinin ortaya çıkmasında
sinyal vermiştir.
Anahtar Kelimeler: Öncü göstergeler, reel ekonomi göstergeleri, sinyal yaklaşımı,
erken uyarı.
ABSTRACT
In recent years, financial crises have emerged in the World and the economic costs of
these crises, especially, in the developing countries have encouraged new studies in
terms of theoretical and empirical whether the crises are early predictable.
The aim of this study is to explain whether real economic indicators are evaluated
within the early signal system of Turkey’s past currency crises (1994 and 2001) using
the signal approach. The results of the study have indicated that all the variables, except
two, could be used as an early warning indicators by using 13 real economic variables
during the period of 1990:1- 2005:2. Moreover, in the analysis, real indicators have
revealed about 70 percent signal in the occurance of currency crises.
Keywords: Leading indicators, real economic indicators, signal approach, early
warning.
∗
Araş.Gör. Dr. K.Maraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme
Bölümü.
∗∗
Doç.Dr. K.Maraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü.
[email protected]
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
1.GİRİŞ
Dünyada, 1980’lerde başlayan finansal piyasaların küreselleşmesi ve
entegrasyonu, 1990’lı yıllarda daha da hızlanarak devam etmiştir. Bu
gelişmelerin bir sonucu olarak, Türkiye dahil dünyanın farklı bölgelerinde
(1992-1993’de Avrupa ülkelerinde, 1994-1995’de Meksika’da, 1997-1998’de
Asya ülkelerinde, 1998’de Rusya’da, 1999’da Brezilya’da ve 2001’de
Arjantin’de) değişik tipte finansal krizler yaşanmıştır.
Dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan bu tip krizler, krizlerin nedenlerini ve
krizle ilgili politika önerilerini içeren teorilerin geliştirilmesine katkıda
bulunmuşlardır. Kriz teorileri, krizlerin ortaya çıktığı dönemler açısından iki
grupta toplanmaktadır. Birinci grupta, 1980’li yıllarda Latin Amerika
Ülkelerinde ortaya çıkan krizleri açıklamak amacıyla geliştirilen teoriler yer
alırken, ikinci grupta ise, 1990’lı yıllar boyunca, Türkiye dahil olmak üzere
dünyanın çeşitli bölgelerinde meydana gelen krizleri açıklayan teoriler yer
almaktadır (Atik, 2006:333). Finansal krizlerin özellikle azgelişmiş ülkeler
üzerinde olumsuz ve derin etkiler yaratması, ekonomistlerin ve politika
yapıcılarının dikkatlerini bu krizlerin önceden öngörülüp- öngörülemeyeceği
noktasına çevirmelerine neden olmuştur. Dolayısıyla, bu konuda, teorik ve
ampirik düzeyde yeni çalışmaların sayısı hızla artmaktadır. Bu çalışmalarda,
kriz sinyalleri konusunda öncü göstergelerin neler olduğu ve bu sinyallerden
yola çıkılarak, belirli bir krizin çeşitli istatistiksel yöntemlerle öngörülebilirliği
araştırılmaktadır.
Bu çalışmada, Kaminsky vd., (1998)’in geliştirdikleri sinyal yaklaşımı
yöntemiyle Türkiye’nin Nisan 1994 ve Şubat 2001’de yaşamış olduğu parasal
krizlerde, reel ekonomi göstergelerinin bir erken uyarı görevi üstlenip
üstlenmediği ortaya konulmaktadır. Bu bağlamda, çalışmanın birinci ve ikinci
bölümünde,
sırasıyla,
önce
ampirik
literatürün
bir
değerlendirilmesi
yapılmakta, sonra da çalışmanın yöntemi hakkında bilgi verilmektedir.
2
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
Çalışmanın son bölümünde ise, konuyla ilgili uygulama sonuçları yer
almaktadır.
2. LİTERATÜR ÖZETİ
Ülkelerin geçmişte yaşadıkları kriz dönemlerinde, öncü göstergelerin bir kriz
erken uyarı sinyali taşıyıp taşımadığını test etmek için, ampirik çalışmalarda
birçok öncü göstergeden faydalanıldığı ve çalışmaların çoğunda, öncü gösterge
olarak finans
göstergelerinin
yanında,
reel
öncü
göstergelerinin
de
kullanıldıkları görülmektedir. Bu konudaki çalışmalara, Dornbusch vd.,
(1995), Edin ve Vredin (1993), Edwards ve Montiel (1989), Edwards ve
Santaella (1993), Eichengreen vd., (1995), Frankel ve Rose (1996), Heun ve
Schlink (2004), Kaminsky ve Reinhart (1996), Krugman (1996), Milesi, Maria
ve Razin (1998), Ötker ve Pazarbaşıoğlu (1994), Sachs vd., (1996), Berg ve
Pattillo (1999), Kaminsky (1999), Goldstein ve diğerleri (2000), Kamin vd.,
(2001), Lau ve Yan (2002), Khusaini (2002), Burkart ve Coudert (2002),
Zhuang ve Dowling (2002)’in çalışmaları örnek gösterilebilir.
Bu çalışmalarda, reel göstergeler olarak çoğunlukla, büyüme oranı, işsizlik,
istihdam, enflasyon ve hisse senedi fiyatlarındaki değişikliklerin ağırlıklı
olarak kullanıldığı göze çarpmaktadır.
Kaminsky vd., (1998) gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşanan finansal
krizlerde kullanılan öncü göstergelerin performanslarını incelemek amacıyla,
araştırmalarında çeşitli ülkeler üzerine yapılmış 17 ampirik uygulamaya yer
vermişlerdir (Bu uygulamalar, yukarıda bahsedilen çalışmaların çoğunu
kapsamaktadır). Bu çalışmalarda kullanılan reel öncü göstergelerin performans
düzeylerine ait bulgular, Tablo 1’de sunulmaktadır.
3
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
Tablo 1. Reel Göstergelerin Performansları
Değişkenler
Çalışmalarda
İstatistiksel olarak anlamlı
kullanılma sayısı
sonuçlananlar
Enflasyon*
5
5
Reel GDP Büyüme Oranı
9
5
Üretim Açığı
1
1
İstihdam/İşsizlik**
3
2
Hisse Senedi Fiyatlarındaki
1
1
Değişiklikler
* İstatistiksel olarak sonucun anlamlı çıkması, enflasyondaki bir artışın kriz olasılığını
azalttığı anlamını taşımaktadır.
**İstatistiksel olarak sonucun anlamlı çıkması, istihdam artışının kriz olma riskini azalttığı
anlamına gelmektedir.
Kaynak: G. Kaminsky, S. Lizondo ve C. M. Reinhart, 1998: 44-45.
Tablo 1’de görüldüğü gibi, büyüme, enflasyon ve istihdam/işsizlik
göstergeleri, bu çalışmalarda en fazla kullanılan reel değişkenler arasında yer
alırken, bunlara ilişkin istatistiksel sonuçlar, bu göstergelerin, reel krizlerin
tahmin edilmesinde önemli bir işlev yüklendiklerini göstermektedir.
Reel ekonomi göstergelerinin para krizleri için bir öncü gösterge niteliği
taşıyıp taşımadığına ilişkin bazı çalışmalara Türkiye’de de rastlamaktayız.
Örneğin bu çalışmalardan birisi, Değirmen vd., (2006) tarafından yapılmıştır.
Sinyal yaklaşımı kullanarak yaptıkları çalışmalarında, öncü reel değişkenler
olarak IMKB fiyat endeksi, sanayi üretim endeksi, sanayi sektörü özel kesim
istihdamı, reel ücretler ve ihracatın ithalatı karşılama oranını kullanmışlardır.
Yazarlar, istihdam göstergesi dışında, diğer reel göstergelerin kriz öncü
göstergeleri olarak kullanılabileceklerini ortaya koymuşlardır.
Kar ve Taban (2006), 1990.1-2005.2 dönemine ilişkin üç aylık verilerden
faydalanarak, reel ekonomi göstergelerinin Türkiye’deki parasal krizlerin
öngörülmesinde ne derecede öncü bir role sahip olduklarını, grafiklerle analiz
etmeye çalışmışlardır. 13 reel ekonomi göstergesinin kullanıldığı çalışmada,
4
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
değişkenlerin büyük çoğunluğunun eşanlı ve geciken değişken niteliğinde
olduğu görülmüştür. Diğer bir ifadeyle, reel ekonomi göstergelerinin büyük bir
çoğunluğunda, kriz öncesi dönemde anormal bir hareket gözlenmediği tespit
edilmiştir.
Gerni vd., (2005), çalışmalarında, 1990-2004 dönemi aylık verilerinden
hareketle, erken uyarı sistemleri çerçevesinde Türkiye’deki ekonomik krizlerin
analizini yapmaya çalışmışlardır. Doğrusal olabilirlik (LPM) ve Logit
modellerin birlikte kullanıldığı çalışmada, finansal göstergeler yanında, sanayi
üretim indeksi, ihracatın ithalatı karşılama oranı ve İMKB 100 indeksi olmak
üzere üç reel ekonomi göstergesi kullanılmıştır. Sanayi üretim indeksinin diğer
kullanılan iki reel değişkene göre istatistiki açıdan krizi öngörmede en iyi
anlamlı değişken olduğu bulunmuştur.
Üçer vd.,(1998), çalışmalarında, Türkiye’deki 1994 para krizinin öncü
göstergelerini,
üçer
aylık
veri
kullanarak
1989-1997
dönemi
için
incelemişlerdir. Toplam 19 değişkenin kullanıldığı çalışmada (bunların 12’sini
Kaminsky vd.’nin (1998)’in kullandıkları değişkenler oluşturmaktadır), reel
göstergeler olarak üretim ve hisse senedi fiyatlarındaki değişim, ihracat, ithalat
ve ihracatın ithalatı karşılama oranlarını veren göstergeler kullanılmıştır. Bu
göstergeler içerisinde, hisse senedi fiyatlarındaki değişimin, ihracat ve
ihracatın ithalata oranının, 1994 para krizini öngörmede en iyi anlamlı
değişkenler olduğu vurgulanmıştır.
Bozkurt ve Dursun (2006) ise, 1990.1-2005.7 dönemi aylık verilerini
kullanarak, Türkiye’deki para krizlerinin öncü göstergelerini sinyal yöntemi
kullanarak
belirlemeye
çalışmışlardır.
Birçok
değişkenin
kullanıldığı
çalışmada, reel göstergeler olarak enflasyon ve ihracatın ithalatı karşılama
oranları kullanılmıştır. Bu iki reel değişkenden para krizlerini öngörmede en
öne çıkan değişkenin, ihracatın ithalatı karşılama oranı olduğu görülmüştür.
5
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
3. SİNYAL YAKLAŞIMI
Son yıllarda gelişmekte olan ülkelerdeki para ve bankacılık krizlerini tahmin
etmek için, erken uyarı sistemlerini geliştirici birçok çalışma yapılmıştır.
Literatürde para krizlerinin tahmininde yaygın bir şekilde kullanılan
yöntemlerden biri Kaminsky vd., (1997, 1998) ve Kaminsky ve Reinhart
(1996) tarafından geliştirilen sinyal yaklaşımı (signal approach) ve diğeri ise
Frankel ve Rose (1996), Berg ve Pattilo (1998), Demirgüç-Kunt ve
Detragiache (1997, 2000), Hardy ve Pazarbaşıoğlu (1998) ve Rossi (1999) gibi
yazarlar tarafından kullanılan Logit/Probit model yaklaşımlarıdır.
Kaminsky’nin önderlik yaptığı sinyal yaklaşımı, her bir göstergenin tek tek
analiz edildiği ve optimal eşik değerlerinin ayrı ayrı hesaplandığı bir
yaklaşımdır. Bu yaklaşımda, her bir değişkenin krizi öngörme kabiliyeti
hesaplanırken, hesaplanan eşik değerlerini aşıp aşmadıkları incelenmektedir.
Diğer taraftan, logit/probit modeller ise, açıklayıcı değişkenlerin birlikte ele
alınarak tahmin edildiği çok değişkenli yaklaşımlardır. Çok değişkenli bu
modellerin avantajı, farklı değişkenler arasındaki korelasyonların gözetilmesi
ve açıklayıcı değişkenlerin istatistiksel anlamlılıklarının kolay test edilmesidir
(Oka, 2003:20). Ancak, bu modellerin büyük örneklem gerektirmesi ve öncü
değişkenlerin hangisinin krizi açıklama gücünün daha yüksek olduğu
konusunda bilgi vermemesi, bu yaklaşımın eksik yönlerini oluşturmaktadır
(Değirmen vd., 2006:473).
Bu çalışmada, analiz yöntemi olarak Kaminsky vd., (1998) tarafından
geliştirilen sinyal yaklaşımı kullanılmaktadır. Bu yöntemin seçilmesinin
nedeni, IMF’in yakın izleme faaliyetlerinin bir parçası olarak kullanılması ve
diğer modellerin (logit ve probit modeller) aksine, değişkenlerin krize ilişkin
bireysel etkinliklerinin anlamlı bir şekilde sıralanabilmesi, yani bir gösterge
hakkında niteliksel bir değerlendirme yapılabilmesine izin vermesidir. Ayrıca
bu yöntemin diğer bir üstünlüğü de bireysel bir göstergenin normal
6
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
seviyesinden sapma derecesi hakkında bilgi verebilmesidir (IMF, 2002: 49;
Rabe, 2000: 40)
Yöntemin ilk aşamasında, her bir göstergenin para krizlerini öngörme
yeteneğini göstermesi için, kriz öncesi bir dönem olarak sinyal penceresi
(signalling window) belirlenmektedir. Bu pencere ne çok dar ne de çok geniş
tutulmalıdır. Çünkü sinyal penceresi çok geniş tutulduğunda, kriz ile alınan
sinyal arasındaki ilişkinin güvenilirliği azalırken, çok dar tutulduğunda ise,
sinyal alınmasıyla krizi önleyici bazı tedbirlerin alınması arasındaki zaman
yeterli olmayabilir. Dolayısıyla sinyal ile kriz arasındaki ilişkinin anlamlı bir
şekilde tesbit edilebilmesi için uygun bir sinyal penceresinin seçilmesi yerinde
olacaktır. Literatürde bunun sıklıkla 24 aylık bir dönem olarak seçildiği
görülmektedir.
Sonraki aşamada eşik değer (threshold value) ve sinyal (signal)
tanımlanmaktadır. Eşik değer, gösterge gözlemleri dağılımlarının yüzdelik
dilimleriyle (percentiles) ilişkili olarak ifade edilir ve bir çok yanlış sinyal
alma riski ve bir çok krizi kaçırma riski arasında bir denge olacak şekilde
belirlenir. Sinyal alınması ise, gösterge gözlemlerinin belirlenen eşik değeri
aşması durumlarında söz konusu olur. İyi (good signal) ve kötü sinyal veya
gürültü (false signal or noise) olmak üzere iki tür sinyal vardır. Eğer bir
gösterge, bir krizle sonuçlanan sinyal penceresi içerisinde bir sinyal üretirse, o
iyi bir sinyaldir. Eğer bir sinyal, izleyen 24 ay içerisinde bir krizle
sonuçlanmazsa, o da kötü sinyal veya gürültü olarak adlandırılır. Kötü
sinyallerin iyi sinyallere oranına gürültü-sinyal oranı denir ve eşik değer
belirlenirken, bu oranı minimum yapan yüzdelik dilime ait eşik değerin
seçilmesi önem arzeder. Bunun için de yüzdelik dilimlerin belli bir aralığında
(0.10 ve 0.20 arası gibi) inceleme yapılarak gürültü- sinyal oranını minimum
yapan değer belirlenir. Tablo 2, her bir göstergenin krizleri öngörme
başarısının belirlenmesinde kullanılabilir.
7
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
Tablo 2. Olası Sinyal ve Kriz Senaryoları
Kriz var(24 ay içinde)
Kriz yok(24 ay içinde)
Sinyal alındı
A
B
Sinyal alınmadı
C
D
Tablo 2’de A, göstergenin iyi bir sinyal ürettiği, B, göstergenin kötü bir
sinyal ürettiği, C, göstergenin bir sinyal üretmede başarısız olduğu (iyi bir
sinyal olacaktı) ve D ise göstergenin bir sinyal üretmeden kaçındığı ayların
sayısını (kötü bir sinyal olacaktı) vermektedir. Yukarıdaki tablodan hareketle,
her gösterge için kötü sinyallerin iyi sinyallere oranı olan gürültü-sinyal oranı
[B/(B+D)]/[A/(A+C)] formülüyle hesaplanmaktadır. Formülde, [B/(B+D)]
kötü sinyallerin tüm olası kötü sinyallere, [A/(A+C)] ise iyi sinyallerin tüm
olası iyi sinyallere oranını vermektedir (Kaminsky vd., 1998: 18–19).
Bu
oranın değeri ne kadar küçükse, göstergenin krizi açıklama gücünün o kadar
yüksek olacağı ifade edilmektedir (Schardaux, 2002: 114). Gürültü/sinyal
oranı 1’e eşit olan gösterge için, iyi sinyal sayısı kadar kötü sinyal ürettiğini
söyleyebiliriz.
Tüm göstergeler tarafından sağlanan bilgilerin, gelecekte ortaya çıkabilecek
bir krizin değerlendirilmesi amacıyla birlikte kullanılması da mümkündür. Bu
amaçla, bazı bileşik endeks hesaplama yöntemlerine başvurulmaktadır. Bu
yöntemlerde, kriz aşamasında olan bir ekonominin kırılganlığı tespit edilirken,
incelenen
dönemde
alınan
sinyallerin
sayısı
her
bir
gösterge
için
hesaplanmaktadır. Buna göre, sinyal sayısı arttıkça, finansal bir kriz olasılığı
da artacaktır. Güvenilir bir bileşik endeks hesaplamada sıklıkla kullanılan
yöntem,
göstergelerin
kendi
gürültü
sinyal
oranlarının
tersi
ile
ağırlıklandırılmak suretiyle tahmin güçlerinin dikkate alındığı yöntemdir.
n, göstergeler vektörü X olarak tanımlandığında herhangi bir dönemde sinyal
sayısı, 0 ve n arasında bir yerde olabilir. Buradan ağırlıklı bileşik endeks
aşağıdaki gibi formüle edilebilir:
8
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
1
K tk
k
k =1 GSO
n
ABEt = ∑
Burada ABE, ağırlıklı bileşik endeksini,
GSO k , k değişkenine ait gürültü
k
sinyal oranını göstermektedir. Eğer k değişkeni, ( X t ) , t döneminde eşik
değeri aşarsa
( K tk ) 1’e aksi takdirde 0’a eşit olacaktır.
4.TÜRKİYE’DE
PARA
KRİZLERİNİ
ÖNGÖRMEDE
REEL
EKONOMİ GÖSTERGELERİNİN ANALİZİ
4.1. Araştırmanın Amacı, Kapsamı ve Değişkenleri
Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de 1994 Nisan ve 2001 Şubat aylarında
yaşanan para krizlerinde, reel ekonomi göstergelerinin bir erken uyarı görevi
üstlenip üstlenmediğinin sinyal yaklaşımıyla ortaya konulmasıdır. Çalışmanın,
bu konudaki sınırlı çalışmayı içeren ampirik literatüre zenginlik katacağı ve
elde edilen bulgular itibariyle de konuyla ilgili taraflara faydalı olabileceği
umulmaktadır.
Çalışma, Kar ve Taban (2006)’ın çalışmalarında kullanmış oldukları Tablo
3’teki reel ekonomi değişkenlerini ve yine aynı yazarların 1990.1-2005.2
dönemine ilişkin üçer aylık dönem sonu değerlerini kapsamaktadır.
Açılan ve kapanan şirket sayılarına ilişkin olarak, veri 1995 yılında başlamış
olduğundan, bu değişkenlere ait veriler, bu tarihten sonra analizlere katılmıştır.
Veriler hesaplanırken, her bir değişkenin bir önceki yıl aynı dönemine göre
gösterdiği yüzde değişim esas alınmıştır. Reel ekonomi değişkenlerine ait
veriler, Merkez Bankası’nın internet sayfasından online erişime açık bulunan
Elektronik Veri Dağıtım Sistemi’nden elde edilmiştir.
Bu çalışmayı, literatür kısmında özetlenen diğer çalışmalardan ayıran en
önemli özellikler, daha geniş bir reel değişken setinin ve farklı dönem
uzunluklarının kullanılmasıdır. Çalışmada kullanılan reel değişkenler ve bu
değişkenlerin tanımları Tablo 3’de verilmektedir.
9
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
Tablo 3. Reel Ekonomi Değişkenleri ve Tanımları
İMKB
İMKB 100 İndeksi*
KKO
İmalat Sanayi
Kapasite Kullanım
Oranı
SÜE
Sanayi Üretim
İndeksi
RGSYİH
Reel Gayri Safi Yurt
içi Hasıla
ÖNT
Özel Nihai Tüketim
Harcamaları
SSO
Gayrisafi Sabit
Sermaye Oluşumu
AŞ
Açılan Şirket Sayısı
KŞ
Kapanan Şirket
Sayısı
STK
Stoklardaki
Değişmeler
KVİ
İmalat Sanayi
Üretiminde Kısmi
Verimlilik İndeksi
İmalat Sanayi
Üretiminde
Çalışanlar İndeksi
İmalat Sanayi
Üretiminde Çalışılan
Saat İndeksi
İŞÇİ
İŞÇS
RÜ
İmalat Sanayi Reel
Ücret İndeksi
Ulusal Pazar’da işlem gören menkul kıymet yatırım
ortaklıkları hariç, hisse senetlerinin seçim kriterleri ve
dönemsel değerleme ve değişiklikler bölümünde belirtilen
şartlara göre seçilen 100 hisse senedinden oluşmaktadır.
İmalat sanayi kapasite durumunu ölçen bir değişken olup,
kaynakların ve üretim faktörlerin etkin kullanılıp
kullanılmadığını ölçmekte kullanılan önemli bir reel
ekonomi göstergesidir.
Sanayi üretim indeksi; madencilik sanayi, imalat sanayi,
elektrik gaz ve su sektörlerindeki sanayi işyerlerinin
ürettiği fiziksel çıktıdaki değişimi ölçmeyi amaçlamayan
bir hacim indeksidir.
Bir ekonomide, genellikle bir yıllık dönemde, yurt içinde
üretilen nihai mal ve hizmetlerin belli bir baz yıl fiyatları
ile değerini ifade eder. Bu çalışmada kullanılan seri için,
1987, baz yıl olarak alınmıştır.
Özel kesimin toplam tüketim harcamalarını kapsamakta
olup, reel GSYİH’nın önemli kalemlerinden birini
oluşturmaktadır. Ekonominin canlanma ve daralma
dönemlerinde büyük ölçüde GSYİH’a paralellik
göstermektedir.
Ekonomideki toplam sermaye yatırımlarındaki değişimi
ölçmekte kullanılan ve GSYİH ile aynı yönlü davranış
sergileyen bir değişkendir.
Bir ekonomide belli bir dönemde yeni faaliyete başlayan
toplam şirket sayısını göstermekte olup, reel sektördeki
gelişmelerden ve ekonomik istikrardan olumlu yönde
etkilenen önemli bir değişkendir.
Bir ekonomide belli bir dönemde faaliyetlerine son veren
toplam şirket sayısını göstermektedir. Ekonomideki
istikrarsızlığın
artması,
şirketlerin
faaliyetlerini
durdurmasına veya kapanmasına neden olabilecektir.
Ekonomide belli bir dönemde stok değişimlerini ölçen,
ekonominin canlanma dönemlerinde azalma ve durgunluk
dönemlerinde de artış eğilimi gösteren önemli bir reel
ekonomi göstergesidir.
Kısmi verimlilik indeksi, genel olarak yaratılan çıktının,
bu çıktıyı meydana getirmek için kullandığı emek
girdisine oranı olarak tanımlanabilir.
İmalat sanayi üretiminde çalışanların sayısını ölçmekte
kullanılan bir indekstir ve reel ekonomideki gelişmeler
hakkında bilgi verebilecek bir diğer önemli değişkendir.
İmalat sanayi üretiminde çalışılan süreyi hesaplamakta
kullanılan bir indeks olup, indeks değerinde bir azalma,
imalat sanayinde çalışılan saatin azalması anlamına
gelmektedir.
İmalat sanayinde reel ücret düzeyini ölçmekte kullanılan
bir indekstir. Genel olarak ekonominin canlanma
dönemlerinde artma, daralma dönemlerinde ise azalma
eğilimi göstermektedir.
* Borsa, finansal piyasalarla reel sektör arasında önemli bir bağ oluşturduğundan, IMKB 100 İndeksi reel
göstergeler arasında değerlendirilmiştir.
10
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
4.2. Krizin Tanımı ve Döneminin Belirlenmesi
Kriz dönemi belirlenirken, literatürde farklı kriz tanımlamalarından hareket
edildiği görülmektedir. Kaminsky vd., (1998), para krizi dönemini belirlerken,
döviz kurunda ve uluslararası rezervlerde ağırlıklı aylık yüzde değişmelerden
hareketle bir döviz kuru baskı endeksi oluşturmuş ve endeksin ortalamasının 3
standart sapmasından daha fazla olduğu dönemleri kriz dönemleri olarak kabul
etmişlerdir. Berg ve Pattillo (1999), kriz dönemini belirlerken, döviz kurunda
bir önceki yıla göre yıllık değişimin en az yüzde 10 ve üzeri olduğu dönemleri
almışlardır. Edison (2000), ise para krizini tanımlarken hem kura yönelik
spekülatif ataklardan dolayı yerli paranın aşırı değer kaybettiği hem de
uluslararası rezervlerdeki büyük azalmaların birlikte görüldüğü dönemleri
dikkate almıştır. Bu konudaki çalışmalardan anlaşılacağı üzere, kriz döneminin
belirlenmesinde, çoğunlukla döviz kuru ve uluslararası rezerv değişimlerinin
dağılımlarından
Türkiye’deki
yararlanıldığı
para
krizi
görülmektedir.
dönemlerinin
Altıntaş
ve
belirlenmesinde,
Öz
bu
(2007)
dağılımı
oluştururlarken, hem döviz kuru hem de ilgili dönem kuruyla TL’ye
dönüştürülen uluslararası rezervlerin bir yıl öncesi döneme göre yüzde artış
veya azalışlarının farklarını almışlardır. Ardından bu dağılımın ortalamasını
( x =-20,35) ve standart sapmasını (s=29,02) hesaplayarak, aşağıda belirtilen
formül yardımıyla eşik değeri (21,15) bulmuşlardır:
Eşik Değer= x
Burada
+ 1,43s
x dağılımın ortalamasını ve s ise dağılımın standart sapmasını
göstermektedir. Eşik değerin üzerinde kalan dönemlerin kriz dönemleri olduğu
kabul edilmiştir. Şekil 1’de görüldüğü gibi, 1994Q2 ve 2001Q1 para krizleri,
ortalama artı 1,43 standart sapma değeri olan eşik değerin aşıldığı noktalarda
ortaya çıkmıştır (Altıntaş ve Öz, 2007). Dolayısıyla bu çalışmada da,
Türkiye’de para krizleri dönemleri olarak 1994 Nisan ve Şubat 2001
dönemlerinin alınması uygun görülmüştür.
11
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
120
100
80
60
40
20
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
1991Q1
-40
1990Q1
0
-20
-60
-80
-100
%Döviz kuru - %Uluslar.Rezerv
Eşik Değer
Kriz Dönem
Şekil 1. Türkiye’de Para Krizine Ait Dönemlerin Belirlenmesi
Kaynak: H. Altıntaş ve B. Öz, 2007.
5. AMPİRİK SONUÇLAR1
5.1. Eşik Değerlerin Belirlenmesi
Sinyal yaklaşımının önemli adımlarından birisinin eşik değerin belirlenmesi
olduğundan daha önce bahsedilmişti. Gürültü sinyal oranını minimum yapan
eşikdeğer
belirlenirken,
gösterge
dağılımlarına
ait
yüzde
düzeyler
incelenmektedir. Tablo 4’de eşik değerler için göstergelerin yön ve yüzde
düzeyleri verilmiştir. Tabloda görülen yüzde düzeyler, gürültü sinyal oranını
minimum yapan ve %10-%25 yüzdelik dilimleri arasında yapılan inceleme
sonucu elde edilmiştir.
Tablo 4’ün birinci sütununda, değişkenlerin kriz sinyali verme durumlarına
ait yönleri verilmiştir. Aşağı yön veren bir değişken için eşik değer belirlerken,
alt yüzdelik dilimler, yukarı olanlarda ise üst yüzdelik dilimler dikkate
alınmıştır.
İkinci sütundaki yüzdelik dilimler, göstergelere ilişkin gürültü-sinyal oranını
minimum yapan eşik değerleri vermektedir.
1
Sonuçların elde edilmesinde, Kaminsky vd., (1998)’in çalışmalarında kullandıkları yöntem esas
alınmıştır.
12
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
Tablo 4. Eşik Değerlerin Yönü ve Yüzde Seviyeleri
Değişken Adı
Eşik Değer (Thresholds)
Yön
Yüzde Düzey (Percentile)
İMKB
Yukarı
10%
KKO
Aşağı
10%
SÜE
Aşağı
20%
RGSYİH
Aşağı
15%
ÖNT
Aşağı
22%
SSO
Aşağı
17%
AŞ
Aşağı
11%
KŞ
Aşağı
11%
STK
Yukarı
10%
KVİ
Aşağı
10%
İŞÇİ
Aşağı
17%
İŞÇS
Aşağı
20%
RÜ
Aşağı
22%
Tablo 4 incelendiğinde, göstergelerin çoğunda yönün aşağı olduğu ve
yüzdelik dilimlerin de %10 (İMKB, KKO, STK ve KVİ) ve %22 (ÖNT ve
RÜ) arasında olduğu görülmektedir. Örneğin, yönü aşağı olan KKO ve yönü
yukarı olan İMKB için %10’luk dilime ait eşik değer, gürültü sinyal oranını
minimum yapmaktadır.
5.2. Sinyal Sayıları ve Krizlerin Açıklanma Yüzdeleri
Sinyal sayıları ve krizlerin açıklanma yüzdelerinin verildiği Tablo 5’de, ilk
iki sütunda, göstergelerin 1994 ve 2001 krizlerinde kriz öncesi iki yıllık
pencerede ürettikleri sinyal sayıları gösterilmektedir. Son sütunda ise, aynı
dönemde en az bir sinyal alınan kriz sayısı toplam kriz sayısına bölünerek
açıklanan kriz yüzdeleri hesaplanmıştır.
13
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
Tablo 5. Kriz Dönemlerinde Alınan Sinyal Sayıları ve Krizlerin
Açıklanma Yüzdeleri
Değişken
Adı
Sinyal Sayısı
Krizi Açıklama
1994
2001
Yüzdesi
İMKB
2
2
100
KKO
0
2
50
SÜE
0
4
50
RGSYİH
0
4
50
ÖNT
0
4
50
SSO
0
4
50
AŞ
-
4
100
KŞ
-
4
100
STK
1
2
100
KVİ
0
1
50
İŞÇİ
0
4
50
İŞÇS
1
4
100
RÜ
1
0
50
ORT. =
69,23
Tablo 5’den de görüleceği gibi, her bir gösterge, krizlerin ez az yüzde 50’sini
doğru olarak açıklamıştır. Göstergelerin krizleri doğru açıklama yüzdesi ise,
yaklaşık olarak %70 olmuştur. Her bir göstergenin performansına ilişkin
bilgiler de Tablo 6’da gösterilmektedir. Bu tablodaki değerler Ek 1’de verilen
Şekil 3’deki grafiklerden yararlanılarak hesaplanmıştır.
14
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
Tablo 6. Değişkenlerin Önem Sıralarının Gürültü-Sinyal Oranları
Yardımıyla Belirlenmesi
Değişken
A/(A+C)
B/(B+D)
(B/(B+D))/
A/(A+B)
(A/(A+B)) -
(A/(A+C))
P(Kriz/Sinyal)
((A+C)/(A+B+C+D))
I
II
(Gürültü /
IV
P(Kriz/Sinyal) -
Adı
Sinyal)
P(Kriz)
III
V
AŞ
0,25
0,05
0,18
80,00
37,89
KŞ
0,25
0,05
0,18
80,00
37,89
İMKB
0,25
0,07
0,26
57,14
31,34
STK
0,19
0,09
0,46
42,86
17,05
RGSYİH
0,25
0,13
0,52
40,00
14,19
İŞÇS
0,31
0,17
0,56
38,46
12,66
SSO
0,25
0,15
0,61
36,36
10,56
İŞÇİ
0,25
0,15
0,61
36,36
10,56
KKO
0,13
0,09
0,73
33,33
6,67
SÜE
0,25
0,20
0,78
30,77
4,96
ÖNT
0,25
0,22
0,87
28,57
2,76
KVİ
0,06
0,13
2,09
14,29
-11,52
RÜ
0,06
0,28
4,52
7,14
-18,66
I. Olası iyi sinyallerin bir yüzdesi olarak iyi sinyaller
II. Olası kötü sinyallerin bir yüzdesi olarak kötü sinyaller
III. Kötü sinyallerin (kötü sinyallerin alınmış olabildiği ayların bir oranı olarak
ölçülmüştür) iyi sinyallere (iyi sinyallerin alınmış olabildiği ayların bir oranı
olarak ölçülmüştür) oranı.
IV.İzleyen 8 üç aylık dönem içerisinde en az bir krizle sonuçlanan gösterge
tarafından alınan sinyallerin yüzdesi. Sinyal alınması durumunda bir krizin
çıkması şartlı olasılığını gösterir.
V. Bir krizin çıkması şartlı olasılığı ile bir kriz çıkma olasılığı arasındaki fark.
15
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
Tablonun ilk sütunu, her bir göstergenin iyi sinyalleri alma eğiliminin bir
ölçüsünü göstermektedir. Olası iyi sinyallerin bir oranı olarak ifade edilen
(A/(A+C)), gösterge tarafından alınan iyi sinyallerin sayısını göstermektedir. 1
(yüzde 100) puanına sahip olabilmek için, her bir kriz öncesi, 2 yıl boyunca,
her üç ayda bir sinyal alınması gerekmektedir. Tablonun ikinci sütunu,
göstergelerin performanslarını kötü sinyal göndermeleri yönüyle ölçmektedir.
Olası kötü sinyallerin bir oranı olarak ifade edilen (B/(B+D)) ise, gösterge
tarafından alınan kötü sinyallerin sayısını göstermektedir. Sütundaki değerlerin
düşüklüğünün derecesi, göstergenin ne kadar iyi olduğunun bir ölçüsünü
vermektedir. Yani, sütundaki değerler ne kadar düşükse, gösterge o kadar
iyidir.
Tablonun üçüncü sütunu, göstergelerin gürültü/sinyal oranlarını vermektedir.
Bu sütundaki değerler ne kadar küçükse, gösterge o kadar iyidir. Bu oran,
potansiyel göstergeler listesinden hangi göstergenin atılması gerektiğine karar
vermede bir ölçüt olarak kullanılabilir. Normal zamanlarda, gürültü sinyal
oranının 1’e eşit olması beklenir. Buradan hareketle, gürültü sinyal oranı bire
eşit ya da büyük olan göstergelerin aşırı gürültü ürettiği ve böylece analizden
çıkarılması gerektiği sonucuna varılabilir. Tablo 6’da, sinyal yaklaşımı
çerçevesinde para krizlerinin belirlenmesinde dikkate alınan göstergelerden AŞ
ve KŞ, en küçük gürültü sinyal oranına sahip, en anlamlı değişkenler olarak
gözükürken, KVİ ve RÜ’de krizi açıklamada anlamlı olmayan ve listeden
çıkarılması gereken en büyük orana sahip değişkenlerdir.
Göstergelerin gürültülülüğünü belirlemenin diğer bir yolu, sinyal alınması
durumunda kriz çıkma şartlı olasılığının (A/(A+B)), kriz çıkma olasılığı
((A+C)/(A+B+C+D)) ile karşılaştırılmasıdır. Tablonun son iki sütununda ise,
bu bilgilere yer verilmektedir. Göstergenin iyi olmasının bir şartı da, onun
şartlı olasılığının şartlı olmayan olasığından büyük olmasına bağlıdır. Son
sütunda, her iki olasılık arasındaki fark görülmektedir. Buradaki tahminlerden
negatif değerli göstergelerin, gürültü sinyal oranı 1’in üzerinde olan
16
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
göstergelerle aynı olduğu açıktır. Buradan da her iki yaklaşımın aynı bilgiyi
verdikleri anlaşılmaktadır.
Sanayi üretim indeksi ve İMKB 100 indeksi değişkenleri bağlamında, bu
çalışmadan elde edilen sonuçların, Değirmen vd., (2006) ve Gerni vd.,
(2005)’in
yaptıkları çalışmalardan elde
ettikleri bulgularla
örtüştüğü
görülmektedir. Üçer vd., (1998)’ün bulduğu sonuçlar ise, yine aynı reel
değişkenler açısından, 1994 finansal krizinin öncü göstergelerini açıklaması
yönüyle çalışmamızı destekler niteliktedir.
5.3. Öncü Göstergelerin Ne Derecede Öncü Olduğu Sorunu
Bir önceki bölümde, göstergeler, daha az yanlış sinyal verme yönleriyle,
krizleri öngörme yeteneklerine göre sıralanmışlardı; ancak böyle bir yaklaşım,
sinyallerin öncü zamanını dikkate almamaktadır. Bu durumda, önceden tedbir
almak isteyen politika yapıcılar, kriz patlak verdiği sırada iyi sinyal veren bir
gösterge ile kriz patlak vermeden önceki bir zamanda iyi sinyal veren bir
gösterge arasında kayıtsız kalabileceklerdir. Tablo 6, kriz gerçekleşmeden
önceki iki yıllık pencere dikkate alındığında, krizden 12 ay önce sinyal veren
bir gösterge ile krizden 3 ay önce sinyal veren bir göstergeyi biribirinden
ayıramayacaktır.
Buradan hareketle, kriz gerçekleşmeden önceki ilk sinyal alınan ortalama ay
sayıları her bir gösterge için aşağıda Tablo 7’de gösterilmektedir.
Tablo 7 incelendiğinde, seçilen göstergelerin yarıdan fazlasının ilk
sinyallerini kriz ortaya çıkmadan ortalama 3 ile 8 çeyrek dönem arasında
gönderdiği görülmektedir. Bu sonuçlardan, sinyal veren göstergelerin, politika
yapıcılara önleyici tedbirler almaları için uygun bir öncü zaman sunabileceğini
söylemek yanlış olmayacaktır. Tablo incelendiğinde, ortalamayı yükselten
etkenin 13 göstergeden 11’inde 2001 yılı kriz döneminde alınan ilk sinyallerin
8 çeyrek dönem öncesi alınmasıdır.
17
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
Tablo 7. Ortalama Öncü Zaman (Average Lead Time)
Değişken Adı
Kriz Öncesi İlk Sinyalin Alındığı
Ortalama Çeyrek Sayısı
1994
2001
Ortalama
RÜ
6
0
3
İMKB
5
2
3,5
KKO
0
8
4
SÜE
0
8
4
RGSYİH
0
8
4
ÖNT
0
8
4
SSO
0
8
4
KVİ
0
8
4
İŞÇİ
0
8
4
STK
1
8
4,5
İŞÇS
5
8
6,5
AŞ
-
8
8
KŞ
-
8
8
İMKB en küçük gürültü sinyal oranına sahip üçüncü değişken olmasına
rağmen, burada en küçük ortalama öncü zamana sahip ikinci değişken
konumundadır. Diğer en düşük öncü zamana sahip RÜ değişkeninin ise,
gürültü sinyal oranı en büyüktür. AŞ ve KŞ değişkenlerinin ise, en iyi öncü
zamana sahip oldukları görülmektedir; ancak bunun başlıca nedeninin 1994
dönemine
ait
verilerin
olmamasından
kaynaklandığını
söyleyebiliriz.
Değişkenlerin çoğunun 2001 krizinde 8 çeyrek öncesinde ilk sinyallerini
vermelerinin, bu değişkenlerin, aralarındaki pozitif ilişkiden kaynaklı eş anlı
hareket etmelerinden ileri geldiği ile açıklanabilir. Genel olarak bakıldığında
ise, göstergelerden çoğunun kriz için öncü değişkenler olabileceği ve bu
sonucun da erken uyarı sistemiyle tutarlılık içerisinde olduğu ifade edilebilir.
18
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
5.4. Sinyallerin Israrcılığına (Persistence) Bakış
Potansiyel bir öncü göstergede aranılan diğer bir özellik, sinyallerin kriz
öncesi iki yıllık dönem boyunca, diğer zamanlara göre daha ısrarcı olmaları
durumudur. Yani, öncü göstergenin tek sinyal vermek yerine, daha çok dönem
boyunca sinyal vermeye devam etmesi, yine arzu edilir bir özelliktir
(Değirmen vd., 2006:476). Sinyallerin ısrarcılığı, gürültü/sinyal oranının tersi
ile ölçülmektedir. Tablo 8’de sinyallerin ısrarcılık durumları gösterilmektedir.
Tablo 8. Sinyallerin Israrcılık (Persistence) Durumlarının
Belirlenmesi
Değişken Adı
Normal Zamanlara Göre Kriz Esnasındaki
Israr
AŞ
5,56
KŞ
5,56
İMKB
3,85
STK
2,17
RGSYİH
1,92
İŞÇS
1,79
İŞÇİ
1,64
SSO
1,64
KKO
1,37
SÜE
1,28
ÖNT
1,15
KVİ
0,48
RÜ
0,22
Tablodaki değişkenler, performanslarına göre sıralanmışlardır. Örneğin AŞ
ve KŞ için sinyaller, kriz öncesinde normal zamanlardan yaklaşık 6 kat ve
İMKB için yaklaşık 4 kat daha ısrarcı oldukları görülmektedir.
19
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
5.5. Ağırlıklı Bileşik Endeks
Şekil 2’de kriz dönemleri için, ağırlıklı bir bileşik endeksin performansı
gösterilmektedir. Bu endeks, aynı zamanda ekonominin kırılganlık derecesini
yansıtmaktadır.
30
20
10
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
1991Q1
-10
1990Q1
0
-20
-30
Kriz Dönemi
Bileşik Endeks
Şekil 2. Anlamlı Öncü Göstergelerden Türetilen Ağırlıklı Bileşik Endeks
Ağırlıklı bileşik endeks hesaplanırken, gürültü sinyal oranı 1’in altında olan
ve bu nedenle krizi açıklamakta anlamlı oldukları kabul edilen göstergeler
dikkate alınmıştır.
Tablo 7’den de görüleceği üzere, 1994 yılında göstergelerin sadece dördü
sinyal vermekte, ikisinin o yıla ait verisi bulunmamakta ve yedisi ise hiç sinyal
vermemektedir. Buradan hareketle, bileşik endeks incelendiğinde, söz konusu
dönem için herhangi bir kriz sinyali alınmadığı görülmektedir. Diğer taraftan,
2001 yılı incelendiğinde, krizden önceki 24. ayda endeks en üst seviyeye
ulaşmakta ve buradan başlayarak da 12 aylık süreçte düşme eğilimi
göstermektedir. Burada, göstergelerin çoğunda, sinyallerin kriz öncesi 12-24
20
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
aylık dönem arasında peş peşe alındığı anlaşılmaktadır. 1999 yılı 17 Ağustos
depremi ile birlikte 1997 Asya, 1998 Rusya ve 1999 Brezilya krizlerinin reel
göstergeleri olumsuz etkilemesini, bu durumun nedenleri arasında sayabiliriz.
Endekste, kriz öncesi son 12 ayda ise, son çeyrekteki yukarı yönlü hareket
dışında herhangi bir değişiklik görülmemektedir. Kriz olmayan dönemlere
bakıldığında, endeksteki en büyük hareketin 2001 krizi sonrasında olduğu,
onun dışında ise, ufak çaplı dalgalanmaların yaşandığı görülmektedir.
6. SONUÇ
Son yıllarda, dünyanın çeşitli bölgelerinde finansal krizlerin patlak vermesi
ve bu krizlerin özellikle az gelişmiş ülkeleri derinden etkilemesi, iktisatçıları,
krizlerin önceden tahmin edilebilmesine olanak verebilecek erken uyarı
modellerini geliştirmeye yöneltmiştir. Bu modeller içerisinde, en fazla
kullanılan model, Kaminsky vd., (1998) tarafından geliştirilen sinyal yaklaşımı
yöntemidir.
Bu çalışmada da, Türkiye’nin geçmişinde yaşanan para krizlerinde (1994 ve
2001), reel ekonomi göstergelerinin bir erken uyarı sistemi çerçevesinde
değerlendirilip değerlendirilmeyeceği sorusuna, Kaminsky vd., (1998)
tarafından geliştirilen sinyal yaklaşımı modeli kullanılarak cevap aranmıştır.
Bu çerçevede, çalışmada reel öncü değişkenler olarak 13 değişkene yer
verilmiştir. Bu değişkenler; IMKB 100 indeksi, imalat sanayi reel ücret
indeksi, kapasite kullanım oranı, sanayi üretim indeksi, reel GSYİH, özel nihai
tüketim, gayrisafi sabit sermaye oluşumu, açılan şirket sayısı, kapanan şirket
sayısı, stoklardaki değişmeler, imalat sanayi üretiminde kısmi verimlilik
indeksi, imalat sanayi üretiminde çalışanlar indeksi ve imalat sanayi
üretiminde çalışılan saat indeksinden oluşmaktadır.
Elde edilen sonuçlara göre, her bir öncü değişkenin krizlerin en az yüzde
50’sini doğru olarak açıkladığı ve değişkenlerin krizleri doğru açıklama
yüzdesinin ise, yaklaşık olarak
%70 olduğu hesaplanmıştır. Çalışmada
kullanılan 13 reel öncü değişkeninden çok büyük bir kısmı (11 tanesi), para
21
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
krizlerini açıklamada anlamlı bulunmuşlardır. Buna karşılık; imalat sanayi
üretiminde kısmi verimlilik indeksi ile imalat sanayi reel ücret indeksi ise,
krizleri açıklamada anlamsız bulunan değişkenler olmuşlardır. Ayrıca yine
ulaşılan sonuçlara göre, seçilen değişkenlerin yarıdan fazlası ilk sinyallerini,
kriz ortaya çıkmadan ortalama 3 ile 8 çeyrek dönem arasında göndermektedir.
Değişkenlerin çoğunun 2001 para krizinde 8 çeyrek öncesinde ilk sinyallerini
vermeleri, burada dikkat çekici en önemli noktadır.
Sonuç olarak, bu çalışmayla, Türkiye’de yaşanmış para krizlerini öngörmede
sadece finansal göstergelerin değil, reel göstergelerin de kullanılmasının
faydalı olabileceği ve ayrıca, bu göstergelerin politikacılara krizleri önleyici
tedbirler alması için uygun bir öncü zaman aralığı sunduğunu da söylemek
yanlış olmayacaktır.
80,00
2,5
800,00
70,00
2,5
700,00
60,00
2
2
600,00
50,00
40,00
500,00
1,5
20,00
1
300,00
10,00
RÜ
eşik değer
sinyal penceresi
imkb
2,5
30,00
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
eşik değer
-0,5
2,5
2
20,00
1,5
1,5
10,00
10,00
1
1
-20,00
-0,5
KKO
eşik değer
2005Q1
2004Q1
-0,5
SÜE
22
0,5
0
-20,00
sinyal penceresi
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
-10,00
0
1991Q1
0,5
1990Q1
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
1991Q1
0,00
1990Q1
0,00
-10,00
0
sinyal penceresi
30,00
2
20,00
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
-200,00
1992Q1
-100,00
-0,5
1991Q1
0,00
0
-30,00
-40,00
0,5
100,00
1990Q1
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
1991Q1
0,5
1990Q1
-20,00
1
200,00
0,00
-10,00
1,5
400,00
30,00
eşik değer
sinyal penceresi
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
70
2,5
60
50
50,00
2
40,00
1,5
10
0
30,00
1,5
10,00
0
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
-10,00
-20,00
-60
-70
1
0,00
0,5
1991Q1
-40
-50
1
1990Q1
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
1991Q1
20,00
1990Q1
-30
2,5
60,00
20
-10
-20
70,00
2
40
30
-30,00
0
-40,00
-80
-0,5
AŞ
eşik değer
-50,00
-0,5
sinyal penceresi
SSO
30,00
2,5
eşik değer
sinyal penceresi
30,00
2
20,00
2,5
2
20,00
1,5
1,5
10,00
10,00
1
1
-20,00
-0,5
RGSYİH
eşik değer
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
-10,00
0
1991Q1
0,5
1990Q1
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
1991Q1
-10,00
0,00
1990Q1
0,00
0,5
0
-20,00
-0,5
sinyal penceresi
ÖNT
2,5
eşik değer
sinyal penceresi
1000,00
2,5
750,00
500,00
2
2
250,00
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
-750,00
1993Q1
1
1992Q1
-500,00
1991Q1
-250,00
1990Q1
0,00
1,5
1,5
1
-1000,00
-1250,00
0,5
0,5
-1500,00
KŞ
eşik değer
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
1991Q1
-1750,00
1990Q1
150
140
130
120
110
100
90
80
70
60
50
40
30
20
10
0
-10
-20
-30
-40
0,5
0
0
-2000,00
-2250,00
-0,5
-2500,00
-0,5
sinyal penceresi
ST K
2,5
20,00
eşik değer
sinyal penceresi
2,5
20,00
2
2
10,00
10,00
1,5
1,5
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1
1992Q1
0,5
-10,00
1991Q1
0,00
1990Q1
2005Q1
2004Q1
2003Q1
2002Q1
2001Q1
2000Q1
1999Q1
1998Q1
1997Q1
1996Q1
1995Q1
1994Q1
1993Q1
1992Q1
1991Q1
1
1990Q1
0,00
0,5
-10,00
0
-20,00
0
-0,5
İŞÇİ
eşik değer
-20,00
sinyal penceresi
-0,5
İŞÇS
eşik değer
sinyal penceresi
Şekil 2. Kriz Göstergelerin Dağılımları, Eşik Değerleri ve Kriz sinyal Pencereleri
23
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
KAYNAKÇA
1. ALTINTAŞ, H. ve B. ÖZ. (2007), “Para Krizlerinin Sinyal Yaklaşımı İle
Öngörülebilirliği: Türkiye Uygulaması”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, (basım aşamasında).
2. ATİK, H. (2006), “Kriz Erken Uyarı Sinyalleri Olarak Dış Ticaret Hadleri”,
(Ed: H. Seyidoğlu ve R. Yıldız), Ekonomik Kriz Öncesi Erken Uyarı Sinyalleri,
Arıkan Yayınevi, İstanbul, 331-346.
3. BERG, A.ve P. CATHERINE. (1999), “Are Currency Crises Predictable? A
Test”, IMF Staff Papers, 46(2), 107-137.
4. BERG, A. ve C. PATTILLO. (1999), Are Currency Crises Predictable? A
Test, IMF Staff Paper, 46(2), June.
5. BOZKURT, H. ve G. DURSUN (2006), “Türkiye’de Para Krizinin Öncü
Göstergeleri: Erken Uyarı Sistemi”, Avrupa Araştırmaları Dergisi, 14(1),
259-284.
6. BURKART, O. ve V. COUDERT. (2002), “Leading Indicators of Currency
Crises for Emerging Countries”, Emerging Markets Review, 3, 107-133.
7. DEĞİRMEN, S., A. ŞENGÖNÜL ve İ. TUNCER. (2006), “Kriz Erken Uyarı
Sinyalleri Olarak Reel Ekonomi Göstergeleri”, (Ed: H. Seyidoğlu ve R. Yıldız),
Ekonomik Kriz Öncesi Erken Uyarı Sinyalleri, Arıkan Yayınevi, İstanbul, 465498.
8. DEMİRGÜÇ-KUNT, A. ve E. DETRAGIACHE. (1997), Determinant of
Banking Crises- Evidence from Developing and Developed Countries, IMF
Working Paper No: WP/97/106.
9. DEMİRGÜÇ-KUNT, A. ve E. DETRAGIACHE. (2000), “Does Deposit
Insurance Increase Banking System Stability? An Empirical Investigation”,
Journal of Monetary Economics, 49(7), 13173- 1406.
10. DORNBUSCH, R, GOLDFAJN ve R. O. VALDES. (1995), “Currency
Crises and Collapses”, Brookings Papers on Economic Activity: 2, Brookings
Institution, 219-293.
24
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
11. EDIN, P.A ve A. VREDIN. (1993), “Devaluation Risk in Target Zones:
Evidence from the Nordic Countries”, Economic Journal, 103, (January), 161175.
12. EDISON, H.J. (2000), Do Indicators of Financial Crises Work? An
Evaluation Of An Early Warning System, Board of Governors of the Federal
Reserve System International Finance Discussion Papers, No 675, (July).
13. EDWARDS, S. ve P.J. MONTIEL. (1989), “Devaluation Crises and the
Macroeconomic Consequences of Postponed Adjustment in Developing
Countries”, IMF Staff Papers, 36 (December), 875-903.
14. EDWARDS, S. ve J. A. SANTAELLA. (1993), “Devaluation Controversies
in the Developing Countries: Lessons from the Bretton Woods Era” in A
Retrospective on the Bretton Woods System: Lessons for International
Monetary Reform, (Ed. M.D. Bordo ve Barry Eichengreeen), Chicago
University Pres, 405-455.
15. EICHENGREEN, B., A. K. ROSE ve C. WYPLOSZ. (1995), “Exchange
Market Mayhem: The Antecedents and Aftermath of Speculative Attacks”,
Economic Policy, 21 (October), 249-312.
16. FRANKEL, J.A ve A. K. ROSE. (1996), “Currency Crashes in Emerging
Markets: An Empirical Treatment”, Journal of International Economics, 41
(November), 351-66.
17. GERNİ C, S. EMSEN ve M.K. DEĞER. (2005), “Erken Uyarı Sistemleri
Yoluyla Türkiye’deki Ekonomik Krizlerin Analizi”, İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi Ekonometri ve İstatistik Dergisi, 2, 11-29.
18. GOLDSTEIN, M., G. KAMINSKY, ve C. REINHART. (2000). Assessing
Financial Vulnerability: An Early Warning System for Emerging Markets,
Institute for International Economics.
19. HARDY, D. ve C. PAZARBASİOGLU (1998), Leading Indicators of
Banking Crises: Was Asia Different?, IMF Working Paper, No: WP/98/91,
(June).
25
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
20. HEUN, M. ve T. SCHLINK. (2004), “Early Warning Systems of Financial
Crises- Implementation of A Currency Crisis Model For Uganda”, HfBBusiness School of Finance & Management, Frankfurt am Main, Germany.
21. IMF. (2002), “Early Warning System Models: The Next Steps Forward”,
Global Financial Stability Report, March, 48-64.
22. KAMIN, S. B., J.W. SCHINDLER ve S. L. SAMUEL. (2001). The
Contribution of Domestic and External Factors to Emerging Market
Devaluation Crises An Early Warning Systems Approach, International
Finance Discussion Papers No 711, Board of Governors of the Federal
Reserve System, (September).
23. KAMINSKY G.L., S. LIZONDO ve C.M. REINHART. (1997), Leading
Indicators of Currency Crises, IMF Working Paper, WP/97/79.
24. KAMINSKY G.L., S. LIZONDO ve C.M. REINHART. (1998). Leading
Indicators of Currency Crises, IMF Staff Papers, 45(1), (March).
25. KAMINSKY, G.L. (1999), Currency and Banking Crises: The Early
Warnings of Distress, IMF Working Paper WP/99/178, (December).
26. KAMINSKY, G.L ve C.M. REINHART. (1996), “The Twin Crises: The
Causes of Banking and Balance of Payments Problems”, International
Finance Discussion Paper, No. 544 (Washington: Board of Governors of the
Federal Reserve System, March).
27. KAR, M. ve S. TABAN. (2006), “Kriz Erken Uyarı Sinyalleri Olarak Reel
Ekonomi Göstergeleri”, (Ed: H. Seyidoğlu ve R. Yıldız), Ekonomik Kriz Öncesi
Erken Uyarı Sinyalleri, Arıkan Yayınevi, İstanbul, 423-464.
28. KHUSAINI, M. (2002), The Role of Economic Fundamentals in Explaining
in Indonesian Currency Crises, Georgia State Univeristy Working Paper No:
02–19.
29. KRUGMAN, P. (1996), “Are Currency Crises Self-Fulfilling?”, NBER
Macro Annual Conference Paper, March 8-9.
26
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Bülent Öz, Sami Taban
30. LAU, J. L. ve I.K. YAN (2002). Predicting Currency Crises with a Nested
Logit Model,
http://personal.cityu.edu.hk/~efyan/WorkingPapers/ch1nograph_14_102002_
er.pdf, (Erişim:31.05.2006).
31. MILESI, F, G. Maria, ve A. Razin. (1998), “Determinants and
Consequences of Current Account Reversals and Currency Crises”, National
Bureau of Economic Research conference on Currency Crises, Februrary 6-7,
Massachusetts.
32. OKA, C. (2003), Anticipating Arrears to the IMF: Early Warning Systems,
IMF Working Paper, No: WP/03/18, (January).
33. ÖTKER, İ. ve C. PAZARBAŞIOĞLU. (1994), “Exchange Market Pressures
and Speculative Capital Flows in Selected Countries”, IMF Working Paper
No: WP/94/21, (Februray).
34. RABE, J. M. (2000), The Efficiency of Early Warning Indicators for
Financial Crises, Universitat Konstanz.
http://www.ub.uni-konstanz.de/v13/volltexte/2000/447//pdf/447_1.pdf, (Erişim:
07.07.2006)
35. ROSSI, M. (1999), “Financial Fragility and Economic Performance in
Developing Countries: Do Capital Controls, Prudential Regulation and
Supervision Matter?” IMF Working Paper, No: WP/99/66,(May).
36. SACHS, J. D., A. TORNELL ve A. VELASCO. (1996), “Financial Crises in
Emerging Markets: The Lessons From 1995”, Brookings Papers on Economic
Activity, 147-215.
37. SHARDAUX, F. (2002). “An Early Warning Model for Currency Crises in
Central and Eastern Europe”, Focus on Transition I, 108124.
http://www.oenb.at/en/img/schardax_ftr_102_tcm16-10407.pdf, (Erişim:
10.07.2006).
38. TCMB, Elektronik Veri Dağıtım Sistemi, http://www.tcmb.gov.tr
27
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 1-28
Türkiye’deki Para Krizlerinin Reel Değişkenlerle Sinyal Yaklaşımıyla Öngörülebilirliği
39. ÜÇER, M, C.V.RIJCKEGHEM ve R. YOLALAN. (1998), “Leading
Indicators of Currency Crises: A Brief Literature Survey and an Application to
Turkey”, Yapı Kredi Economic Review, 9(2), (December), 3-23.
40. ZHUANG, J. ve J. M. DOWLING. (2002), Causes of the 1997 Asian
Financial Crisis: What Can An Early Warning System Model Tell Us?, ERD
Working Paper Series No: 26, Asia Development Bank, Economic and Researc
Department, (October).
28
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 1-28
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 29- 44
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
TÜRKİYE’DE ENERJİ TÜKETİMİNİN EKONOMİK
BÜYÜME ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Erman ERBAYKAL∗
ÖZET
Bu çalışmada, Türkiye’de ekonomik büyüme ile enerji tüketimi ilişkisi, 1970–2003
dönemi için incelenmiştir. Ekonomik büyüme ve enerji tüketimi serileri, farklı
derecelerden durağan (I(0) ve I(1)) oldukları için, aralarındaki ilişki, Sınır Testi
yaklaşımı ile araştırılmıştır. Bu yaklaşıma göre, seriler arasında eşbütünleşme ilişkisi
tespit edilmiş; kısa dönemde değişkenler arasında pozitif bir ilişki ortaya çıkarken, uzun
dönemde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.
Anahtar Kelimeler: Ekonomik büyüme, enerji tüketimi, eşbütünleşme, sınır testi,
ARDL modeli
ABSTRACT
This paper aims to investigate relationship between economic growth and energy
consumption of Turkey over the period between 1970–2003. Due to economic growth
and energy consumption variables used in empirical analysis was different order of
integration (I (0) and I (1)) we employed bound test approach. We found co-integration
relationship between the variables and in the short run there is a positive relationship
between the variables however in the long run there is no relationship statistically.
Keywords: Economic Growth, energy consumption, co-integration, bound test, ARDL
model
1. GİRİŞ
Standart makroekonomik büyüme teorileri, emek ve sermayeye odaklanıp,
enerjinin ekonomik büyüme ve üretim için önemli olan rolüne gerekli önemi
vermemişlerdir (Stern ve Cleveland, 2004: 7). Neo-klasik üretim fonksiyonu,
ekonomik büyümeyi emek, sermaye ve teknolojideki artışlar ile açıklar.
Teknoloji olarak, toplam faktör verimliliği kullanılır ve faktör verimliliği,
büyümenin emek ve sermaye ile açıklanamayan kısmını ifade eder; ancak
günümüzde enerji, üretim sürecinin devamı için vazgeçilmez bir üretim girdisi
haline gelmiştir.
∗
İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Balıkesir Üniversitesi Bandırma
[email protected]
Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi
1970’li yıllarda yaşanan petrol krizlerine kadar ihmal edilen bu durum, kriz
yıllarından itibaren enerjinin bir üretim faktörü olarak önemini ortaya
koymuştur. Artık üretim fonksiyonunda çıktı açıklanırken, emek ve
sermayenin yanında, enerji de bir üretim faktörü olarak yer almaya başlamıştır.
IEA(International Energy Agency) tarafından yapılan bir çalışma da, 1981–
2000 dönemi için bazı gelişmekte olan ülkelerde enerji üretim fonksiyonuna
dahil edilmiş ve ekonomik kalkınmanın ara aşamasında olan ülkelerde,
enerjinin, ekonomik büyüme üzerinde, üretim faktörleri arasında yer alan diğer
değişkenlere oranla daha önemli bir rol oynadığı sonucuna varılmıştır (IEA,
2004:360).
Ekonometrinin de yaygın biçimde kullanılmaya başlanmasıyla birlikte,
enerji tüketimi ile ekonomik büyüme ilişkisi, farklı ülkeler ve farklı dönemler
için incelenmiş ve bu alanda geniş bir literatür oluşmuştur. Kraft ve
Kraft(1978), Akarca ve Long(1980), Erol ve Yu (1987), Stern (1993), Masih
ve Masih(1997), Asafu Adjaye (2000), Soytaş, Sarı ve Özdemir (2001),
Altınay ve Karagöl (2004) ve Rufael (2005), litaratüre önemli katkılar yapan
çalışmalardır. Bu konudaki ilk çalışma, Kraft ve Kraft (1978) tarafından
gerçekleştirilmiştir. 1947–1974 dönemi için ABD’nin enerji tüketimi ve
GSMH arasındaki ilişkisinin incelendiği bu çalışmada, GSMH’dan enerji
tüketimine doğru tek yönlü nedensellik ilişkisi bulunmuştur. Akarca ve Long
(1980), iki yıl sonra, ABD için 1947–1972 yıllarını kapsayan aynı verilerle bu
ilişkiyi test etmişler ve değişkenler arasında bir ilişki bulamamışlardır.
Erol ve Yu (1987), 1952–1982 dönemlerini kapsayan verilerle İngiltere,
Fransa, İtalya, Almanya, Kanada ve Japonya için enerji tüketimi ve GSYİH
ilişkisini incelemişler; Japonya için iki yönlü, Kanada için enerji tüketiminden
GSYİH’ya doğru tek yönlü, Almanya ve İtalya için GSYİH’dan enerji
tüketimine doğru tek yönlü bir nedensellik ilişkisi bulmuşlardır. Fransa ve
İngiltere için ise bir nedensellik tespit edilememiştir. Bu çalışmaların ortak bir
özelliği, iki değişkenli modellerin kullanılmış olmasıdır. Stern (1993), İki
30
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44
Erman ERBAYKAL
değişkenli modellerde nedensellik ilişkisinin, enerjinin diğer girdilerle olan
ikame etkisi gözardı edildiği için, sağlıklı olmadığını iddia etmiş ve yaptığı
çalışmada, çok değişkenli bir eşbütünleşme modeli ile ABD’nin enerji tüketimi
ile GSYİH ilişkisini incelemiş ve bir ilişki bulamamıştır. Stern (2000), ABD
için, yine çok değişkenli modelle, 1948–1994 yılları arasında enerji tüketimi
ile GSYİH arasındaki nedenselliği incelemiş ve bir önceki çalışmasını
destekleyen sonuçlar bulmuştur.
Masih ve Masih (1997), Güney Kore ve Tayvan için enerji tüketimi, reel
gelir ve enerji fiyatları serilerini kullanarak yaptıkları çalışmada, hem Güney
Kore hem de Tayvan için enerji tüketimi ile GSYİH arasında iki yönlü
nedensellik bulmuşlardır. Asafu ve Adjaye (2000) ise, Hindistan, Endonezya,
Tayland ve Filipinler’den oluşan dört Uzakdoğu ülkesi için reel gelir, enerji
tüketimi ve enerji fiyatlarını kullanarak yaptıkları çalışmada, Tayland ve
Filipinler için iki yönlü nedensellik, Hindistan ve Endonezya için enerji
tüketiminden gelire doğru tek yönlü bir nedensellik ilişkisi tespit etmişlerdir.
Rufael (2005), 19 Afrika ülkesi için, 1971–2001 yılları arasındaki enerji
tüketimi ve GSYİH arasında eşbütünleşme ilişkisini, Pesaran vd. (2001)
tarafından geliştirilen sınır testi yaklaşımı ile incelemiş ve 8 ülkede
eşbütünleşme ilişkisine rastlamıştır. Lee (2005), 1975–2001 döneminde, 18
gelişmekte olan ülke için yaptığı panel veri çalışmasında, hem kısa hem uzun
dönemde enerji tüketiminden GSYİH’ye doğru tek yönlü nedensellik
bulmuştur. Al İriani (2006), altı körfez işbirliği teşkilatı üyesi ülke için yaptığı
panel data çalışmasında, GSYİH’den enerji tüketimine doğru tek yönlü
nedensellik ilişkisi bulmuştur.
Türkiye’de enerji tüketimi incelendiğinde, tüketilen enerjinin yaklaşık %8085’lik kısmının konvansiyonel enerji kaynakları olan taşkömürü, linyit,
doğalgaz ve petrolden oluştuğu görülmektedir. Bu kaynaklarda, Türkiye’nin
2004 yılına ait rezervlerinin dünya rezervleri içindeki payları, taşkömüründe
1126 milyon ton ile %0.22, linyitte 7965 milyon ton ile %1.52, petrolde 40.8
31
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44
Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi
milyon ton ile % 0.005 ve doğalgazda 8.5 milyar m3 ile % 0.00001
düzeyindedir. Linyitin toplam enerji tüketimindeki payı, zaman içinde azalıp,
1990 yılında %18,5 civarından 2004 yılında %11’e gerilerken; tamamen dışa
bağımlı olduğumuz doğalgazın enerji tüketimindeki payının ise aşırı arttığı
görülmektedir. Nitekim, toplam enerji tüketiminde doğalgazın payı, 1990
yılında %6 civarındayken, 2004 yılında % 23’e çıkmıştır. Taşkömürünün
enerji tüketimindeki payı, 1990 yılında % 11,6 iken 2004 yılında % 14’e
yükselmiştir. Enerji tüketiminde petrolün payında ise bir azalma yaşanmıştır:
1990 yılında %45 olan oran, 2004 yılında %37,5’a gerilemiştir (Enerji
Bakanlığı 2004); ancak kullanılan enerji kaynakları içerisinde hala en yüksek
paya sahiptir. Bu veriler ışığında, Türkiye’nin enerji tüketimindeki dışa
bağımlılığı, gelecekteki en önemli sorunlardan biri olarak gözükmektedir.
Toplumsal gelişmişlik göstergesi olarak da değerlendirilen enerji tüketimi,
özellikle sanayi üretiminde önemli girdilerden biri olması itibariyle, ülke
ekonomileri için çok önemlidir. Bu açıdan, Türkiye’nin enerji tüketimi OECD
ülkeleriyle karşılaştırıldığında, Türkiye’nin enerji tüketiminin OECD’nin çok
altında olduğu görülür. Grafik 1., Türkiye ve OECD için enerji tüketimini (ton
petrol eşdeğeri olarak) yıllar itibariyle göstermektedir.
Türkiye’yi konu alan çalışmalar incelendiğinde, Soytaş, Sarı ve Özdemir’in
(2001), 1960–1995 dönemindeki Türkiye için enerji tüketimi ile GSYİH
ilişkisini inceledikleri ve enerji tüketiminden GSYİH ya doğru tek yönlü
nedensellik ilişkisi buldukları görülür. Soytaş ve Sarı (2003), G–7 ülkeleri ve
Türkiye’nin de dahil olduğu 10 gelişmekte olan ülke için enerji tüketimi ile
GSYİH ilişkisini 1950–1992 dönemi için incelemişler ve Arjantin de iki yönlü,
İtalya ve Kore’de GSYİH’dan enerji tüketimine doğru, Türkiye, Fransa,
Almanya ve Japonya’da ise enerji tüketiminden GSYİH’ya doğru tek yönlü bir
nedensellik ilişkisi ortaya çıkarmışlardır. Altınay ve Karagöl (2004), 1950–
2000 arasında Türkiye için yaptıkları çalışmalarında, enerji tüketimi ve
GSYİH serileri arasında nedensellik ilişkisi bulamamışlardır.
32
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44
Erman ERBAYKAL
Enerji Tüketimi (Ton Petrol Eşdeğeri)
5
4
3
OECD
2
TÜRKİYE
1
19
60
19
64
19
68
19
72
19
76
19
80
19
84
19
88
19
92
19
96
20
00
20
04
0
Yıllar
Grafik 1. Türkiye ve OECD Ülkelerinin Enerji Tüketimleri
Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de ekonomik büyüme ile enerji tüketimi
arasındaki
ilişkinin
varlığını
araştırmaktır.
Değişkenler
arasındaki
eşbütünleşme ilişkisi, Pesaran vd.(2001) tarafından geliştirilen sınır testi
yaklaşımı ile; kısa ve uzun dönem ilişkileri ise, kurulan ARDL modelleri
çerçevesinde incelenecektir. Birinci bölümde, konuya bir giriş yaptıktan sonra,
ikinci bölümde kullanılan model ve veri seti tanıtılmış; üçüncü bölümde,
uygulanan yöntem ve ampirik sonuçlarına yer verilmiştir. Son bölümde de
çalışmanın sonuç ve değerlendirme kısmı yer almaktadır.
2. MODEL VE VERİ SETİ
Çalışmada kullanılan model aşağıdaki gibidir:
BYt = α1 + α2 LETt + µt
Burada,
BYt :Büyüme
(1)
oranı serisidir. GSYİH serisinin bir önceki yıla göre
değişimini ifade etmektedir. Veriler TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu)’ten
alınmış ve 1987 fiyatlarıyla reel hale getirilmiştir. LETt : Enerji Tüketimi
serisidir. Bu serinin verileri de OECD Statistics’den alınmış ve logaritmik hale
dönüştürülmüştür. Kullanılan bu veriler 1970–2003 dönemine ait yıllık
33
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44
Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi
verilerden oluşmaktadır. Çalışmanın izleyen bölümlerinde büyüme oranı serisi
BY, enerji tüketimi serisi LET ile ifade edilecektir.
3. YÖNTEM VE AMPİRİK SONUÇLAR
3.1 BİRİM KÖK TESTİ
İlk önce, bu modelde kullanılan değişkenlerin durağanlık düzeylerinin
incelenmesi gerekmektedir. Zaman serileri analizinde serilerin durağanlık
düzeyleri birim kök testleriyle sınanır. Bir zaman serisi, ortalamasıyla varyansı
zaman içinde değişmiyor ve iki dönem arasındaki ortak varyansı bu ortak
varyansın hesaplandığı döneme değil de yalnızca iki dönem arasındaki
uzaklığa bağlı ise durağandır (Gujarati, 1999:713). Durağan olmayan serilerin
varyansı ve ortalaması zaman içinde değişmektedir ve zaman sonsuza gittikçe
varyans da sonsuza gitmektedir. Zaman serilerinin durağanlığını test etmek
için, Dickey ve Fuller (1979) tarafından geliştirilen “Genişletilmiş DickeyFuller”(ADF) ve Phillips ve Perron (1988) birim kök testleri kullanılmıştır:
k
∆Yt = β1 + β 2 t + δYt −1 + ∑ α i ∆Yt −i + ε t
(2)
i =1
Burada,
∆Yt durağanlığı analiz edilen değişkenin birinci farkı, t genel
eğilim değişkeni
∆Yt −i durağanlığı analiz edilen değişkenin birinci farkının
gecikmeli değerleridir. Bu değerlerin modele konmasının nedeni, hata
teriminde ardışık bağımlılık problemi varsa, bu problemi ortadan kaldırmaktır.
Denklemde k ile gösterilen ise, gecikme uzunluğudur. Bu çalışmada, gecikme
uzunluğu belirlenirken, Schwarz bilgi kriteri kullanılmıştır. ADF testi δ
katsayısının istatistiksel olarak sıfıra eşit olup olmadığını test eder ve elde
edilen sonuçlar, MacKinnon kritik değerleriyle karşılaştırılır.
Eğer ADF-t istatistiği MacKinnon kritik değerinden mutlak olarak büyükse,
modelde kullandığımız zaman serisi durağan demektir.
34
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44
Erman ERBAYKAL
Tablo 1. ADF Test Sonuçları
ADF Test İstatistiği
ADF Test İstatistiği
%1
%5
Değişkenler
T İstatistikleri
BY
-6.593*
-3.646
-2.954
LET
-3.176
-4.262
-3.552
∆ BY
-
-
-
∆ LET
-6.841*
-4.273
-3.557
*%1 de anlamlılığı gösterir
Tablo 1’ deki ADF test sonuçlarına göre, BY serisi düzeyde durağan
çıkarken; LET serisi, birinci farkı alındığında durağan hale gelmiştir.
Durağanlık analizinde kullandığımız bir diğer test ise, Phillips ve Perron
(1988) testidir. Dickey ve Fuller (1979) testine göre, hata terimlerinin beyaz
gürültü olduğu; yani ardışık bağımsızlık, normal dağılım ve sabit varyansa
sahip olduğu kabul edilmektedir. Phillips ve Perron (1988), geliştirdikleri
yöntem ile Dickey ve Fuller (1979) prosedürü çerçevesinde kabul edilen bu
varsayımı biraz yumuşatarak, hata terimleri arasında zayıf bağımlılığa ve
heterojenliğe izin vermektedir (Kutlar, 2000:171).
Aşağıdaki tablo 2’de görüldüğü gibi, Phillips Perron test sonuçları, ADF
testi sonuçlarını desteklemektedir. İki testin sonucuna göre, BY serisi düzeyde
durağan; LET serisinin ise, birinci farkı durağan çıkmıştır. Yani BY serisi I(0),
LET serisi I(1) dir.
35
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44
Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi
Tablo 2. Phillips Perron Testi Sonuçları
PP Test İstatistiği
PP Test İstatistiği
Değişkenler
T İstatistikleri
%1
%5
BY
-6.593*
-3.646
-2.954
LET
-3.223
-4.262
-3.552
∆ BY
-
-
-
∆ LET
-6.625*
-4.273
-3.557
*%1 de anlamlılığı gösterir
3.2 EŞBÜTÜNLEŞME TESTİ
Durağanlık kavramının öneminin ortaya çıkmasından itibaren, durağan
olmayan seriler arasında sahte regresyon sorunuyla karşılaşılmıştır. Serilerin
farklarının alınıp regresyona sokulması, bu soruna bulunan çözüm yollarından
biri olmuştur. Serilerin farkları alınarak modellenmesi ise, uzun dönem dengesi
için önemli bilgilerin kaybedilmesine yol açmaktadır. Engle ve Granger
(1987), bu soruna çözüm olarak birinci farkı alındığında, durağan olan serilerin
düzey
halleriyle
modellenebilmelerine
olanak
sağlayan
bir
yöntem
geliştirmişlerdir. Ancak bu yöntem, bir tane eşbütünleşik vektör olması esasına
dayanmakta;
birden
kullanılamamaktadır.
fazla
eşbütünleşik
Johansen
(1988),
vektör
geliştirdiği
olması
yöntem
durumunda
ile
tüm
değişkenlerin içsel olarak kabul edildikleri VAR modelinden yola çıkarak,
değişkenler
arasında
kaç
tane
eşbütünleşik
vektör
olduğunu
test
edilebilmektedir. Dolayısıyla, Engle ve Granger (1987) metodunda olduğu
gibi, testi tek bir eşbütünleşik vektör beklentisiyle sınırlandırmadan, daha
gerçekçi bir sınama gerçekleştirilebilmektedir.
Kullanılan Engle ve Granger (1987), Johansen (1988) ve Johansen ve
Juselius (1990) eşbütünleşim yöntemlerinin önemli bir ortak noktası ise,
eşbütünleşim ilişkisi araştırılacak olan serilerin düzeyde durağan olmamaları
ve aynı derecede farkı alındığında durağan hale gelmeleridir. Eğer bu
serilerden bir veya daha fazlası düzey halinde durağan, yani I(0) ise, bu testler
36
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44
Erman ERBAYKAL
ile eş bütünleşme ilişkisi araştırılamaz. Bu sorun, Pesaran vd.(2001) tarafından
geliştirilen sınır testi yaklaşımı ile ortadan kaldırılmaktadır. Bu yaklaşıma
göre, serilerin I(0) veya I(1) olmalarına bakılmaksızın, seriler arasında
eşbütünleşme ilişkisinin varlığı araştırılabilir. Ayrıca sınır testi yaklaşımı,
düşük sayıda gözlemi içeren verilerle de sağlıklı sonuçlar vermektedir
(Narayan ve Narayan, 2004). Bunun için ilk önce kısıtlanmamış hata düzeltme
modeli (unrestricted error correction model-UECM) oluşturulur. Modelin bu
çalışmaya uyarlanmış şekli aşağıdaki gibidir:
m
m
∆BYt =α0 +∑α1i ∆BYt−i +∑α2i ∆LETt−i +α3 BYt−1 +α4 LETt−1 + µt
i=1
(3)
i=0
Eşbütünleşme ilişkisinin varlığının test edilmesi için, bağımlı ve bağımsız
değişkenlerin birinci dönem gecikmelerine F testi yapılır. Bu test için temel
hipotez, (H0:α3=α4=0) şeklinde kurulur ve hesaplanan F istatistiği, Pesaran
vd(2001)’deki tablo alt ve üst kritik değerleri ile karşılaştırılır. Hesaplanan F
istatistiği, Pesaran alt kritik tablo değerinden düşük ise, seriler arasında
eşbütünleşme ilişkisi bulunmaz iken, hesaplanan F istatistiği alt ve üst tablo
kritik değeri arasındaysa, kesin bir yorum yapılamamaktadır. Eğer hesaplanan
F istatistiği, tablo üst kritik değerin üzerindeyse, seriler arasında eşbütünleşme
ilişkisi vardır.
Seriler arasında eşbütünleşme ilişkisi tespit edildikten sonra, uzun ve kısa
dönem ilişkileri belirlemek için ARDL (Autoregressive Distribution Lag)
modelleri kurulur. UECM modelinde, m gecikme sayısını ifade etmektedir.
Gecikme sayısının belirlenmesi için, çeşitli bilgi kriterlerinden (Akaike,
Schwarz ve Hannan Quinn gibi)
yararlanılır ve en küçük kritik değeri
sağlayan gecikme uzunluğu, modelin gecikme uzunluğu olarak belirlenir.
Ancak, oluşturulan model ardışık bağımlılık problemi içeriyorsa, bu durumda
ikinci en küçük kritik değeri sağlayan gecikme uzunluğu alınır; eğer ardışık
bağımlılık problemi hala devam ediyorsa bu problem ortadan kalkana kadar bu
işleme devam edilir. Bu çalışmada, incelediğimiz veri seti yıllık olduğu için,
37
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44
Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi
maksimum gecikme uzunluğu 4 olarak alınmış ve Akaike kriterine göre
gecikme sayısı 3 olarak belirlenmiştir. Daha sonra, 3 gecikmeyle oluşturulan
UECM modelinde, ardışık bağımlılık sorunu olup olmadığı LM testi
yardımıyla incelenmiştir. Yapılan test sonucuna göre ise, ardışık bağımlılık
sorununa rastlanmamıştır. Tablo 3’ te testlerin sonuçları yer almaktadır.
UECM modelinde gecikme sayısı belirlendikten sonra, sınır testi
yaklaşımıyla,
seriler
arasında
eşbütünleşme
ilişkisinin
araştırılmasına
geçilmiştir. Bu aşamada UECM modelinden yola çıkarak hesaplanan F testi,
Pesaran(2001)’in tablo alt ve üst kritik değerleriyle karşılaştırılmıştır. Tablo
4’te, sınır testi sonuçlarını göstermektedir.
Tablo 3. Gecikme Sayısının Belirlenmesi
X2
X2
BG
m
AIC
1
-4.067
4.674***
2
-4.016
0.883
3
-4.109
0.308
4
-4.013
0.874
BG
:Breusch-Godfrey ardışık bağımlılık istatistiğidir.
*%1,**%5, ***%10’da anlamlılığı gösterir ve hata terimleri
arasında otokorelasyon olduğunu ifade eder.
Tablo 4. Sınır Testi Sonuçları
%5 anlamlılık düzeyindeki kritik değerler
k
F istatistiği
1
30.723
Alt Sınır
Üst Sınır
4.94
5.73
k (3) numaralı denklemdeki bağımsız değişken sayısıdır. Kritik değerler
Pesaran vd.(2001:300)’deki Tablo CI(iii)’ten alınmıştır.
38
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44
Erman ERBAYKAL
3.3 ARDL MODELİ
Değişkenler arasındaki uzun dönem ilişkinin incelenmesi için, ARDL modeli
aşağıdaki gibi kurulmuştur. Gecikme sayılarının belirlenmesi için, Akaike bilgi
kriterinden yararlanılmıştır
m
n
BYt = α 0 + ∑ α 1i BYt −i + ∑ α 2i LETt −i + µ t
i =1
(4)
i =0
Tablo 5. ARDL (1,2) Modelinin Tahmin Sonuçları
Değişkenler
Katsayı
T istatistiği
BY(-1)
-0.266
-1.578
LET
0.774
7.527*
LET(-1)
-0.432
-2.326**
LET(-2)
-0.332
-2.015***
C
-0.030
-0.515
Tanısal Denetim Sonuçları
R2
0.714
R2
0.669
X 2 BG
0.562[0.453]
2
χ NORM
(2)
1.341[0.511]
2
χWHITE
(1)
2.882[0.090]
X 2 RAMSEY (1)
2.113[0.146]
*%1,**%5, ***%10’da anlamlılığı gösterir
2
2
X 2 BG , χ NORM , χWHITE , X 2 RAMSEY sırasıyla otokorelasyon, normallik,
değişen varyans ve model kurma hatası sınaması istatististikleridir.
39
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44
Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi
Tablo 5’ te görüldüğü gibi, oluşturulan modelde otokorelasyon, değişen
varyans, normal dağılıma uymama ve modelin hatalı kurulması gibi
problemlere rastlanmamıştır.
3.3.1 Uzun Dönemli İlişki
ARDL (1,2) modelinin tahmin sonuçlarına göre hesaplanan uzun dönem
katsayıları Tablo 6’da yer almaktadır.
Tablo 6. ARDL(1,2) Modelinin Uzun Dönem Katsayıları
Değişkenler
Katsayı
T istatistiği
LET
0.0077
0.6178
C
-0.0238
-0.5112
*%1,**%5, ***%10’da anlamlılığı gösterir
Tablodaki sonuçlar, ekonomik büyüme ile enerji tüketimi arasında, uzun
dönemde pozitif; ama istatistiksel olarak anlamsız bir ilişki olduğunu
göstermektedir.
3.3.2 Kısa Dönemli İlişki
Değişkenler arasındaki kısa dönemli ilişkinin araştırılması için, ARDL
yaklaşımına dayalı hata düzeltme modeli aşağıdaki gibi kurulmuştur:
m
n
∆BYt = α 0 + α 1 EC t −1 + ∑ α 2i ∆BYt −i + ∑ α 3i ∆LETt −i + µ t
i =1
(5)
i =0
Buradaki ECt-1 değişkeni, uzun dönem ilişkisinden elde edilen hata terimleri
serisinin bir dönem gecikmeli değeridir. Bu değişkenin katsayısı, kısa
dönemdeki dengesizliğin ne kadarının uzun dönemde düzeltileceğini gösterir.
Test sonuçları, Tablo 7’de yer almaktadır.
40
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44
Erman ERBAYKAL
Tablo 7. ARDL(1,2) Yaklaşımına Dayalı Hata Düzeltme Modeli Sonuçları
Değişkenler
Katsayı
T istatistiği
DLET
0.7747
7.5272*
DLET(-1)
0.3322
2.0155**
C
-0.0301
-0.5155
ECT(1)
-1.2661
-7.2732*
*%1,**%5, ***%10’da anlamlılığı gösterir
Hata düzeltme değişkeni, beklendiği gibi negatif ve istatistiksel olarak
anlamlı çıkmıştır. Narayan and Smyth (2006)’in de çalışmalarında ifade
ettikleri gibi, hata düzeltme değişkeninin katsayısının 1’den büyük olması,
sistemin dalgalanarak dengeye geldiğini ifade etmektedir. Bu dalgalanma, her
seferinde azalarak, uzun dönemde dengeye dönüşü sağlayacaktır. Enerji
tüketimi ile ekonomik büyüme arasında, kısa dönemde, pozitif ve istatistiksel
olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Bu sonuca göre, kısa dönemde enerji
tüketimindeki bir artış, ekonomik büyüme üzerinde de pozitif yönde bir etki
yaratmaktadır. Bulduğumuz bu sonuç, IEA(2004) tarafından yapılan çalışma
sonuçlarını desteklemektedir.
4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Bu çalışmada, Türkiye’nin ekonomik büyüme ile enerji tüketimi ilişkisi
incelenmiştir. Enerjinin özellikle 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizinden
itibaren öneminin artması ve sanayide önemli bir girdi haline gelmesi,
ülkelerin ekonomileri üzerindeki etkisini daha da arttırmıştır. Bu açıdan
bakıldığında, Türkiye’nin ekonomik büyüme ile enerji tüketimi ilişkisisin
incelenmesinin önemi ortadadır. Çalışmada kullanılan serilerden ekonomik
büyüme serisi, düzeyde durağan; enerji tüketimi serisi ise, birinci farkı
alındığında durağan hale geldiği için, bu iki seri arasındaki eşbütünleşme
ilişkisi Pesaran(2001)’in geliştirdiği sınır testi yaklaşımıyla incelenmiştir.
Yapılan test sonuçlarına göre, iki seri arasında eşbütünleşme ilişkisi ortaya
çıkarken, kurulan ARDL modelleriyle kısa ve uzun dönemli ilişkinin varlığı
araştırılmıştır.
41
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44
Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi
Kısa dönemde, enerji tüketiminden ekonomik büyümeye doğru pozitif ve
istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki çıkarken; uzun dönemde, ortaya çıkan
pozitif ilişki istatistiksel olarak desteklenmemiştir. Kısa dönemde, enerji
tüketiminin ekonomik büyüme üzerinde pozitif bir etkiye sahip olması,
enerjinin özellikle sanayide önemli bir girdi olmasıyla açıklanabilir. Türkiye
için ortaya çıkan bu sonuç, dünyada, son yıllarda ampirik çalışmalarla
desteklenen, enerjinin üretim sürecinin devamı için vazgeçilmez bir üretim
girdisi haline gelmesi görüşünü destekler niteliktedir. Ancak, Türkiye’nin
enerjide dışa bağımlılığı düşünüldüğünde, ekonomik büyüme performansını
sürdürülebilir kılması için alternatif ve düşük maliyetli enerji üretimini
sağlaması gerektiği söylenebilir.
KAYNAKÇA
1.
Akarca, A.T. T.V. Long (1980) “On the relationship between energy and
GNP: a reexamination”, Journal of Energy and Development, Vol. 5, pp.
326-331
2.
Al-İ., Mahmoud A., (2006). “Energy-GPD Relationship Revisited: An
Example from GCC Countries Using Panel Countries”, Energy Policy,
Article in Pres
3. Altinay, G., Karagol, E., (2004). “Structural Break, Unit Root, and the
Causality between Energy Consumption and GDP in Turkey”, Energy
Economics, 26, pp. 985-994.
4.
Asafu-Adjaye, J.,(2000). “The relationship between energy consumption,
energy prices and economic growth: time series evidence from Asian
developing countries.” Energy Economics, Vol. 22, No. , pp. 615–625.
5.
Dickey, D., W. Fuller, (1979). “Distribution of the estimators for
autoregressive time series with a unit root.” Journal of American
Statistical Association, Vol. 74, No.pp. 427-431.
42
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44
Erman ERBAYKAL
6. Engel, R.F., Granger, C.W.J. (1987).”Co-integration and Error Correction
Representation, Estimation and Testing” Econometrica, Vol. 55, No.2, pp.
251-276.
7. Erol, U., Yu, E. S. H., (1987). “On the Relationship Between Energy and
Income for Industrialized Countries”, Journal of Energy and Employment,
pp.113-122.
8. Gujarati, D.N., (1999) “Temel Ekonometri”, (Çev. Ü. Şenesen & G.G.
Şenesen). İstanbul, Literatür Yayınları.
9.
Johansen, S. (1988). “Statistical Analysis of Co-integration Vectors”,
Journal of Economic Dynamics and Control Vol. 12, No. 2/3, pp. 231-254.
10. Johansen, S., Juselius, K. (1990) “Maximum Likelihood Estimation and
Inference on Co-integration-With Applications to the Demand For
Money”, Oxford Bulletin of Economics and Statistics, Vol. 52, No. 2,
pp.169-210.
11. IEA OECD Statistics Data Base (2004)
12. Kraft, J. A. Kraft, (1978) “On the relationship between energy and GNP”,
Journal of Energy and Development, Vol.3, No. , pp. 401-403.
13. Kutlar, A., (2000). Ekonometrik Zaman Serileri. Ankara: Gazi Kitapevi
14. Lee, C. C., (2005). “Energy Consumption and GDP in Developing
Countries: A Co integrated Panel Analysis”, 27, pp. 415-427
15. Masih, A. M. M., Masih R., (1997). “On the Temporal Causal Relationship
Between Energy Consumption, Real Income and Prices: Some Evidence
From Asian-Energy Dependent NICs Based on A Multivariate Cointegration/Vector Error Correction Approach”, Journal of Policy
Modelling, 19, pp. 417-440
16. Narayan S., Narayan P. K. (2004). “Determinants of Demand of Fiji’s
Exports: An Empirical Investigation” The Developing Economics XVII-1
95-112
43
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 29- 44
Türkiye’de Enerji Tüketiminin Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi
17. Narayan, P.K., Smyth, R. (2006). “What determines migration flows from
low-income to high-income countries? An empirical investigation of FijiUS Migration 1972–2001.” Contemporary Economic Policy, vol. 24,
No.2, pp. 332–342.
18. Pesaran, M. H. Shin, Y., Smith, R.J., (2001) “Bounds Testing Approaches
to the Analysis of Level Relationships”, Journal of Applied Econometrics,
16, pp.289-326
19. Phillips, P.C.B., Perron, P., (1988). “Testing for a unit root in time series
regression.” Biomètrika75 (2) 336-346.
20. Rufael, Y. W., (2005). “Energy Demand and Economic Growth:
The African Experience”, Journal of Policy Modeling, 27, pp. 891-903
21. Stern, D.I., (1993). “Energy and Economic Growth in the USA:A
Multivariate Approach”, Energy Economics, 15, pp.137-150.
22. Stern, D.I., (2000). “Multivariate co-integration analysis of the role of
energy in the US macro economy.” Energy Economics, Vol. 22, pp. 267–
283.
23. Stern, D.I., Cleveland, J. C., (2004). “Energy and Economic Growth”,
Rensselaer Working Papers in Economics, pp. 1-42.
24. Soytaş,U., Sarı,R., Özdemir,Ö., (2001). “Energy Consumption and GNP
Relation in Turkey: A Co-integration and Vector Error Correction
Analysis”, Global Business and Technology Association, p.838-844
25. Soytaş, U., Sarı, R., (2003). “Energy Consumption and GDP: A Causality
relationship in G–7 Countries and Emerging Markets”, Energy
Economics, 25, pp.33–37
26. TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) İstatistiksel Göstergeler 2004.
44
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 29- 44
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 45- 81
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
VERGİ POLİTİKALARI VE İKTİSADİ GELİŞME
İLİŞKİSİ:TÜRKİYE ÜZERİNE ZAMAN SERİLERİ
ANALİZİ (1987-2002)
Bilal KARGI*
ÖZET
Bu makalede, enflasyonun kronikleştiği ve enflasyonist beklentilerin giderilemediği
ekonomilerde; kamu kesiminin enflasyon yaratma etkisinin, özel kesime oranla daha
güçlü olduğu tezi incelenmektedir. Kamu kesiminin finansman daralmaları halinde,
kamu kesiminin: vergi politikaları üzerinde, gelirleri arttırıcı önlemler ve ikincisi,
borçlanma yoluna gidilmesidir. Bu seçeneklerden her ikisi de finans sektöründe ve reel
sektörde önemli etkilere sahiptir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler, finanman aracı
olarak vergi ve borçlanma politikalarını bir senkronize biçimde birlikte yürütmeye ve
çevirmeye çalışırlar. Ancak enflasyonist baskılar bir yandan faizlerin yükselmesiyle
borçlanma maliyetlerini arttırırken diğer yandan, vergilerin tahsil sürelerinde, vergi
gelirinin reel değerini yıpratırlar. Her iki durum da, kamu finansmanını güçleştirir. Bu
çalışmada, vergi gelirlerinin, uzun dönem ekonometrik analizlere dayanarak, nasıl bir
değişim gösterdiği ve bunun makro ekonomik denge üzerinde yarattığı sonuçlar ele
alınmaktadır. Böylelikle, vergi politikaları ile ekonomik büyüme arasındaki ilişki
açıklanmaktadır. Buraya dayanılarak da, vergi politikalarına ilişkin politika önerileri
geliştirilmeye çalışılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kamu Finansmanı, Dolaylı-Dolaysız Vergiler, Büyüme, Vergi
Politkaları
ABSTRACT
In this paper, it is examined that public sector’s effect on inflation is stronger than
private sector’s where is chronically high inflation and expectations cannot be
responded. Populist expenses of public sector because of political influences cause
financial problems in time. These difficulties reveal two options to the public sector.
First is on tax policies (precautions to increase income) and the second is loaning when
tax income is not sufficient. Both these two options have great influence on reel and
financial sectors. Especially developing countries try to operate taxing and loaning
policies as financial instrument synchronically. But inflationist pressures both increase
the cost of loaning by high inflation and decrease the reel value of taxes by their
perception period. Both cases cause difficulties in public finance. In this study, it is
analyzed that how tax incomes are used and how they affect macro-economics
according to long-term econometric analyses. So, the relation between tax policies and
economic growth is clarified. Finally, suggestions on tax policies are provided.
Keywords: Public Finance, Direct-Indirect Taxes, Growth, Tax Policies.
*
Beykent Üniversitesi, Meslek Yüksek Okulu, Öğretim Görevlisi, İstanbul. [email protected]
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
GİRİŞ
Enflasyonun kronikleştiği ve enflasyonist beklentilerin giderilemediği
ekonomilerde, kamu kesiminin enflasyon yaratma etkisi, özel kesime oranla
daha güçlüdür. Kamu harcama politikalarının siyasal etkiler nedeni ile popülist
seyir izliyor olması, uzun dönemde finansman güçlüklerine neden olmaktadır.
Bu finansman daralmaları, kamu kesiminin önüne iki seçenek getirmektedir.
Bunlardan ilki, vergi politikaları ile gelirleri arttırıcı önlemler ve ikincisi, vergi
gelirlerinin genişletilemeyeceği durumlarda borçlanma yoluna gidilmesidir. Bu
seçeneklerden her ikisi de, finans sektöründe ve reel sektörde önemli etkilere
sahiptir. Vergi gelirlerinin arttırılmasına yönelik uygulanacak politikalar yeni
vergilerin konulması, mevcut vergilerin oranlarının arttırılması veya vergi
tabanını geliştirmeye yönelik (kayıt dışı ekonomiyi önlemek ve yeni
yatırımları teşvik vs.) politikalar olarak sıralanabilir. Borçlanma politikaları
arasında ise; yeni iç ve/veya dış borçlar alınması yanında, konsolidasyon yolu
ile borçların yeniden yapılandırılması gibi seçeneklerden söz edilebilmektedir.
Ancak, harcama politikalarının tutarlı olmadığı ekonomilerde, vergi veya
borçlanma politikalarından hangisi seçilirse seçilsin, her ikisi de ortak sonuçlar
doğmaktadır ki bunlardan en önemlisi enflasyonun süreklilik kazanması ve
faizlerin yükselmesidir. Özellikle faizlerin yükselmesi, tasarruf sahiplerinin
ulaşmak istedikleri hedef, reel faiz oranı düzeyini ifade eden zaman tercih
oranının
yükselmesine
de
neden
olmaktadır.
Faizlerin
yükseleceği
beklentisinin doğması yatırımların kârlılığını düşürdüğü gibi, yeni yatırımların
yapılmasına
engel
olmakta
ve
kapasite
kullanım
oranlarını
da
düşürebilmektedir. Böylelikle, vergi tabanı daralmaktadır.
Vergi tabanının daralması ise, zaten yetersiz olan vergi gelirlerini
düşürmektedir. Kamu finansmanının vergi gelirleri ayağındaki daralma,
borçlanmayı körükleyip faiz oranlarını tekrar yükseltmekte ve bu durum, bir
döngü haline gelmektedir. Kısacası, harcama politikalarının tutarsızlığı,
finansman güçlüğü doğurmakta ve buna karşılık, finansman politikası olarak,
46
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
vergi veya borçlanma politikalarından hangisi seçilirse seçilsin, faizler
yükselmekte ve borçlanma maliyeti artmakta, vergi tabanı daralmaktadır.
Vergi tabanının daralması, özellikle Türkiye gibi, yüksek nüfus artışının söz
konusu olduğu ve toplam talebin diri olduğu ülkelerde, toplam arzın da aynı
hızla artmasını, diğer bir ifade ile büyümenin de dinamik tutulmasını
gerektirmektedir. Büyüme, çoğunlukla gayri safi milli hasılanın önceki
dönemlere göre artışı olarak düşünülen bir orandır. Enflasyon dönemlerinde
yatırım kararlarının alınmasında etkisinden bahsedilmesi gereken vergi
politikaları büyüme üzerinde, diğer bir ifade ile gayri safi milli hasıla üzerinde
etkili olduğu söylenebilir. Bu çalışmada, Türkiye ekonomisinin 1987:012002:02 dönemine ait çeyreklik verilerine dayanarak vergi politikalarının
büyüme
üzerindeki
etkileri
araştırılmaktadır.
Bu
doğrultuda,
“vergi
politikaları-büyüme” ilişkilerini belirlemeye yönelik olarak temel bazı makro
ekonomik değişkenler arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerin yönü, gücü ve uzun
ve
kısa
dönem
ilişkileri
ortaya
koyulması
amaçlamaktadır.
Bunu
sağlayabilmek için belirlenen değişkenlerin, zaman serileri analizlerinde
özellikle, 1980’li yıllardan sonra sıkça kullanılan testlere başvurulmaktadır. Bu
analiz süreci Dickey-Fuller Birim Kök Testi, Granger Nedensellik Testi, Hata
Düzeltme Modeli ve Koentegrasyon Testlerinden oluşmaktadır. Böylelikle,
seriler hakkındaki bilgiler elde edilmiş ve bu serilerin karşılıklı nedensellikleri
ile birlikte, uzun dönem denge fonksiyonları elde edilmiş olacaktır.
1. Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme
Esasen siyaset bilimcilerinin merak ve inceleme alanına giren “devlet”,
maliye teorisinde ve dolayısıyla iktisat teori ve politikalarında da önemli bir
tartışma konusunu oluşturmaktadır. Bu tartışmaların kaynağı devletin siyasal
ve politik etkinliği üzerine değil; devletin, vergi toplama meşruiyeti ile
ilgilidir. Birbirinden farklı meşruiyet anlayışlarından yola çıkarak bir vergi
tanımına ulaşılmak istenirse; devletin tutumu ve dolayısıyla bu tutumu
belirleyecek devlet anlayışı ön plana çıkmaktadır (1).
47
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
Özellikle “ferdiyetçi” ve “kolektif” bakış açılarına göre birbirine zıt iki devlet
görüşünden bahsedilebilir: “Sofistik Kökenli Devlet” anlayışı ve “Aristocu
Devlet” anlayışı (Schmölder, 1976:67). Bu iki görüş, tartışmaların çıkış
noktasıdır. Birinci anlayışa göre devlet, “müşterek gayeleri gerçekleştirmek
üzere kurulmuş bir menfaat birliği”dir (Schmölder, 1976:68). Devlet, bazı
büyüklükleri mümkün olduğu kadar azamileştirmek isteyen, “bütün olarak tek
bir karar alma organı” (Buchanan, 1966:6) olarak kabul edilir. İkincisinde ise
devlet, “fertlerin oluşturduğu toplumdan ayrı üstün bir varlık olup, hayatın her
safhasında en iyiyi gerçekleştirmeyi gaye edinir” (Schmölder, 1976:68). Her
iki görüşe göre de devlet, sosyal faydayı azami kılmayı temel ilke olarak
benimsemektedir. Sosyal fayda fonksiyonu, yalnızca iktisadi etkenlerden
oluşmamakla beraber; oldukça çok ve aralarında karmaşık ilişkilerin
bulunduğu değişkenleri içerisinde barındıran bir fonksiyondur. Bu ve
benzerlerinden bazı değişkenler; siyasi, askeri, etik, kültürel, iktisadi, dini
vesaireden oluşmaktadır (2).
Kamu finansmanın en temel ve en önemli, aynı zamanda da en eski yöntemi
vergilerdir. Bu noktada önemli bir ayrımın üzerinde durmak gerekir: Sofistike
devlet anlayışında vergi, devlet tarafından sağlanan hizmetlerin fiyatı olarak
ele alınmaktadır. Böyle bir anlayış, vergi mükellefleri ile devlet arasındaki
ilişkiyi, karşılıklı bir mübadele gibi ele almaktadır. Bu durum ise, devlet ile
vergi mükellefi arasındaki ilişkiyi karşılıklı bir mübadele gibi kabul edip,
devletin ve vergilendirmenin meşruiyetine gölge düşürebilmektedir. Aristocu
devlet anlayışında ise, devletin, toplumun üstündeki bir varlık olması ve vergi
toplama yetkisini bu üstünlüğünden alıyor olması nedeniyle, meşruiyetine
ilişkin, vergi mükelleflerine açıklama yapmaktan vazgeçebilmesi sonucunu
doğurabilir. Bu durum da, devlet ile vergi ödeyenler arasında ruhsuzlaşmaya
neden olabilir (Schmölder, 1976:68-69). Modern devlet anlayışlarının
genelinde ise, devletin yasal düzenlemeler yapan ve birey özgürlüklerine
48
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
gereken saygıyı gösteren bir yapıda olması ve iktisadi aktörler arasında hakem
görevini üstlenmesi beklenmektedir (Kargı, 2003:45).
İktisadi özgürlükleri destekleyen, vergi mükellefleri ve diğer kurumsal
kişilerle (devlet, uluslararası kuruluşlar, meslek örgütleri, finans kurumlar ve
saire) ilişkileri düzenleyici yasaları hazırlayan ve işbirliğini destekleyen;
bunun yanında da iktisadi hayata, olağanüstü durumlar (doğal afet, savaşlar ve
saire) ve piyasaların aşamayacağı kadar etkili ve büyük kriz dönemleri
(özellikle
uluslararası
sistemlerden
kaynaklanan
krizler)
dışında
müdahalelerini minimuma indirmiş bir devlet yapısını kabul etmek gerekir.
Böylesi bir devlet yapısı içerisinde de, vergilemenin meşruiyeti kabullenilmiş
olur (Kargı, 2003:50-51).
Devletin vergilendirme meşruiyeti içerisinde vergiye kavramsal açıdan
bakıldığında, değişik tanımlar ortaya çıkabilmektedir. Öncelikle, vergiler,
kamu gelirlerindendir ve gelir kalemlerinin en önemlisidir. Vergi, devlet veya
“kendisine vergilendirme yetkisi devredilmiş olan” (Aksoy, 1994:160)
kurumlar tarafından, önceleri aynî, ancak “günümüzde nakdî” (Turhan,
1982:26; Stiglitz, 1994:474) olarak, “vergilendirilen açısından mal ve
hizmetlerin etkinlik ve adalet kriterlerine” (Şener, 1998:201), vergilendiren
açısından da ödeme gücü ve fayda ilkelerine (Aksoy, 1994:201-207)
dayanılarak, “cebri, nihai ve karşılıksız olarak” (Türk, 1999:98; Edizdoğan,
1991:57) alınan yükümlülüklerdir.
Bu tanımlamada, dikkati çeken iki önemli “taraf” söz konusudur. Bunlardan
ilki, bir vergilendirenin olması ve ikincisi de, vergilendirilenin olmasıdır.
Kamu otoritesinin vergilendirmeyi meşrulaştırabilmesi için; verginin, hem
kamu otoritesinin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve hem de vergi mükellefleri
tarafından kabul edilebilir miktarda ve/veya oranda olması gerekir. Verginin,
bu iki tarafın kabul edeceği bir içerik taşıması bazı ilkeler temeline dayanarak
mümkün olabilmektedir. Aslında, “devletin kendisini teşkil eden fertlerden
ayrı bir amacı yoktur ve onlardan ayrı bir karar alma organı da değildir.
49
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
Devletin kararları, fertlerin kolektif kararlarından müteşekkildir” (Buchanan,
1966:8). Nitekim, fertlerin, seçim yoluyla kendilerini temsil ile yetkilendirdiği
siyasal iktidar, devlet otoritesini, fertlerin ihtiyaçları doğrultusunda yönetirler.
Bunu yaparken de, vergilerin etkilerini hafifletebilmek için, gerekli görülen
temel ilkeler esas alınmaktadır. Maliye teorisi içinde, vergilendirmenin iktisadi
gelişme ile ilişkisini açıklamakta kullanılabilecek en temel iki kavram, vergi
kapasitesi ve gayretidir (3).
2. Literatür ve Teori Çerçeve
Literatürde, vergi politikalarının temel bir göstergesi olan bütçeleme üzerine
yapılan eleştiriler, iki ana başlık altında toplanabilmektedir: Birincisi, klasik
maliyecilerin denk bütçe yaklaşımı; ikincisi ise, modern maliyecilerin açık
veren ve böylece büyümeyi kamu etkisi sayesinde dinamik tutmayı esas kabul
eden yaklaşımdır. Bu iki uç ve ana kol altında, vergilerin ve bütçelemenin
yapısındaki enstrümanlar arasından kimilerinin aldığı değerler itibariyle, bu iki
kamu etkisinin nasıl daha etkili olabileceğini veya olumsuzluklarının nasıl
ortadan kaldırılabileceğini irdeleyen literatürde oldukça fazla çalışma vardır.
Burada, bu çalışmalar arasından seçilmiş beş modelin varsayımları ve
öngörüleri
ile,
bu
araştırmanın
modelinin
alt
yapısı
oluşturulmaya
çalışılacaktır.
Stockman, (2001) çalışmasında, dışsal büyüme ile standart neo-klasik devri
dalgalanmaları (konjonktürel dalgalanmalar) içeren bir model oluşturmuştur.
Modelin neo-klasik oluşu, dinamik ve dışsal oluşundan kaynaklanmaktadır.
Modelin en önemli çıkış noktası da, bu olmuştur. Modelde, bütçe açıklarının
dışsal olarak meydana getirdiği refah kaybını ele almaktadır. Buna göre iki
temel nokta üzerinde durulmaktadır: Kriz dönemlerinde vergi oranlarının, brüt
gelirler göz önüne alınarak düzenlenmesi gerektiği ve sermaye üzerinden
alınan vergilerin oranlarının, her dönem itibariyle sıfıra yaklaşmasını
öngörmektedir. Böylelikle sermaye yatırımları, vergi oranlarındaki düşüşten
etkilenerek sabit sermaye yatırımı alanlarına yönelebilecektir. Ve bunun
50
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
sonucunda da refah kaybı ortadan kalkacağı gibi, refah dağılımının optimum
olabilmesi için de bir koşul olarak ortaya çıkacaktır.
Thorbeck (2002) ise, vergi politikalarını etkilediğini düşündüğü değişkenler
için şu sonuçları bulmuştur: Endüstriyel büyüme verimliliğini -0,0039;
beklenmeyen enflasyonu -0,033; beklenmeyen enflasyondaki değişimi 0,0019;
sigorta prim ödemelerini 0,0083; para politikasını ise 0,0057 değerlerinde risk
fiyatı hesaplamıştır. Bunun için oluşturduğu modelde, değişkenler arasındaki
uzun dönem koentegre edici (eş-bütünleştirici) vektörleri kullanmıştır. Elde
ettiği bu değerler şunu göstermektedir ki; para politikaları bütçenin makro
büyüklüğü üzerindeki en önemli belirleyicidir. Buna karşılık, endüstriyel
büyümenin verimliliği
yüksek vergi baskısı ile karşı karşıya olduğu
durumlarda, bütçe üzerindeki en önemli negatif etkiye sahiptir. Bunun en
önemli nedeni ise, vergi oranlarının artıyor olması vergi tabanını daralttığı
gibi, yeni yatırımları da engelleyebilmektedir. Diğer taraftan, gerçekleşen
enflasyon ve enflasyon beklentisindeki olumsuzluklar da, bütçe açıkları için
belirleyici olabilmektedir. Yatırımlara ilişkin bir model ise, K. Knot ve J.
Haan’a (1999) aittir. Ayrıca, Wachtel ve Young’un (1987’den aktaran Knot ve
Haan, 1999:562-563) modellerinde de yatırımların vergi tabanındaki
genişmeleye pozitif yöndeki etkileri ele alınmıştır.
Piersanti (2000), bütçe açıklarının kronikleşmesinden kaynaklanan olumsuz
beklentilerin, açıkların doğmasında önemli bir etken olduğu sonucunu, G7
ülkeleri (ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere, Kanada) ve
Avustralya, Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Yunanistan, İrlanda, Hollanda,
Norveç, İspanya ve İsviçre üzerinde denediği bir model ile çıkarmaktadır.
Buna göre, bütçe açıklarının kronikleşmesinin en belirgin özelliklerinden
birisinin, yine, bütçe açıklarının beklenti haline gelmiş olmasıdır. E. Bertero,
L. Rondi (2000), oluşturdukları modelde de standart Cobb-Douglas tipi bir
fonksiyonu üretim verimliliği açısından logaritmik lineer bir yapıda
düzenleyerek oluşturmuş ve kullanmışlardır. Böylelikle, üretim sürecinde
51
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
kamunun etkinliğini toplam temel dengenin bir parçası olarak kabul ederek,
toplam faktör verimliliğinin nasıl arttırılacağı üzerinde durmuşlardır.
Literatürden seçilen bu modellerde en belirgin sonuçlar: (a) Kamunun
bütçeleme yaparken dinamik bir bütçe hazırlaması, (b) Bütçenin esnek olması,
(c) Yatırımlara negatif etki yaratmayacak biçimde olması ve (d) Buna bağlı
olarak da bütçe finansmanının genel itibariyle vergiler aracılığıyla finanse
edilmesi gerekliliği (Kargı, 2003:141) olarak toparlanabilir.
Vergi gelirlerindeki vergi tabanının daralmasından kaynaklanan azalmalar,
kamu finansmanında, 80’li yılların ortalarından itibaren borçlanmayı önemli
ölçüde körüklemiştir. Bunun yanında, iç piyasadaki enflasyon, mevcut vergi
gelirlerini Tanzi Etkisi (1977) ile açıklayabilecek şekilde vergi gelirlerinin reel
değerlerinde erimelere neden olmuştur. Ancak, bu çalışmada borçlanma
değerleri göz ardı edilmekle birlikte, yalnızca vergi gelirlerinin GSMH’deki
büyüme ile ilişkisi ele alınmıştır. Modelin akış süreci ise, Issler ve Lima’nın
Brezilya için kullandıkları sürecin bir benzeridir. Bu süreç üç aşamalı olup;
birinci aşamada DF, ikinci aşamada GN ve üçüncü aşamada EG testleri
yapılmıştır (Issler ve Lima, 2000:131-147).
Ülkemizde, bütçe açıklarının önemli bir nedeni de, gelirlerin azalmasına
rağmen, harcamaların uygun bir politika ile kontrol atına alınmamış olmasıdır.
Konsolide bütçe harcamaları; gelirlerdeki azalmayla zıt yönlü olarak, sürekli
azalmıştır. Bunun yanında, enflasyon, ülke ekonomisinin kronik bir
gerçekleşeni olduğu ve buna yönelik beklentilerin süreklilik kazanmış olması
da, modele alınması gerekliliği için yeterli bir neden olarak sayılabilmektedir.
Ülkemiz ekonomik verileri kullanılarak oluşturulan ekonometrik modellerden
bazıları ise aşağıdaki sonuçları elde etmişlerdir.
Çolak ve Atan’ın (2006) yaptıkları çalışmada, bütçe açıklarının enflasyona
kaynaklık ettiği sonucuna ulaşılmıştır. Çolak ve Atan’ın çalışmasında, bütçe
açılarının finansman aracı olarak özellikle iç borçlanmanın tercih edildiğine
değinilmektedir. Uygulanan istikrar programları ile iç borçlanmanın, bütçe
52
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
açıklarının finansmanının önemli ve hatta anahtar bir rolüne vurgu
yapılmaktadır. Nitekim, oluşturulan modelde, 0,737737 katsayı ile, kamu
kesimi toplam harcamalarının, bütçe açıkları üzerinde oldukça önemli etkiye
sahip bir değişken olduğu hesaplanmıştır.
Benzer bir biçimde, Kesbiç-Baldemir ve Bakımlı’nın (2004) çalışmalarında
da, bütçe açıklarına finansman aracı olarak, kısa vadeli avans kullanımı
yönteminin kullanılması durumunda, para arzının arttığı ve bunun da, doğal
olarak enflasyona yol açtığı sonucuna varılmıştır. Genel olarak ise; açıkların
finansmanı için hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın yapılan çalışmada, bütçe
açıklarının parasal genişleme üzerindeki etkisinin mali otoritenin tutumuna
bağlandığına da vurgu yapılmıştır. En genel sonuç olarak ise, oluşturulan
ekonometrik modelden yola çıkılarak; uygulanan istikrar politikalarının
başarısı ve kamu finansman açıklarının önlenmesinin, enflasyonla mücadelede
en temel iki argüman olduğu belirtilmiştir.
Şimşek’in (2003) çalışmasında ise, kamu harcamalarının, özel yatırımlara
etkileri araştırılmış ve uzun dönemde, kamu harcamalarının özel yatırımları
dışladığı sonucu elde edilmiştir. Buna göre, bilinen Corwding-Out (dışlama)
etkisinin yaşandığı, yani, kamu harcamalarının artmasının, özel yatırımları
baskı altına aldığı ve negatif etkiler yarattığı test edilmiştir.
Günaydın’ın (2004) çalışmasında ise, uygulanan Granger Nedensellik Testi
(GN) ile, kamu gelirlerinden kamu harcamalarına doğru, tek yönlü bir
nedensellik ilişkisi olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Genel olarak ise, kısa ve
uzun dönem analizlerinde, vergi gelirlerinin, bütçe açıklarının kontrol
edilmesinde önemli bir rol oynadığı görüşü desteklenmiştir ve harcamalardan
ziyade, vergiler üzerindeki kontrolün, bütçe açıklarının kontrol edilmesinde
temel rolü üslendiği belirtilmiştir. Bunun nedeni olarak ise, mükellefler
üzerindeki vergi yükünün yüksek olduğu ve vergilerin arttırılmasının da çok
güç olduğu belirtilmiştir.
53
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
Enflasyon ile vergi gelirleri veya daha geniş anlamda, bütçe açıkları
arasındaki ilişkinin, çoğunlukla karşılıklı olduğu da göz önüne alınmalıdır.
Nitekim, “Gelişmekte olan birçok ülkede mevcut enflasyonist baskılar, bu
ülkelerdeki bütçe açıklarının daha da büyümesine neden olmaktadır. Bunun
nedeni, fiyat artışlarına bağlı olarak, nominal kamu harcamalarının artmasına
karşılık, kamu gelirlerinin bunun gerisinde kalmasıdır (Aytaç, 1991:172’den
aktaran Egeli, 2006:6). Enflasyonun bütçe açıklarını artırıcı etkilere yol
açmasındaki temel etkenlerin başında, enflasyonun, vergi gelirlerinin reel
değerini azaltması (aşındırması) gelmektedir. İktisat literatüründe TanziOlivera etkisi olarak bilinen bu durum, vergi ödemelerinde ortaya çıkan
gecikmeler nedeniyle, özellikle hızlı enflasyon halinde kaçınılmaz hale
gelebilir.
“Bunu
önlemenin
yolu,
vergi
sisteminin
enflasyona
endekslenmesidir. Ancak, bu yöntemin uygulamada bir çok güçlükleri
bulunmaktadır” (Arasıl, 1996:63’ten aktaran Egeli, 2006:6). Ülkemizde, Tanzi
Etkisinin geçerliliğini test eden Gürbüzer’in (1997) çalışmasında, vergi
tahsilatlarındaki gecikmelere bağlı olarak, enflasyonun, vergi gelirlerinin reel
değerini önemli ölçüde azalttığı sonucuna varılmıştır.
Kamu açıkları ile enflasyon arasındaki ilişki üzerine oluşturulmuş Ejder’in
(2002) modelinde ise, iki değişken arasında doğrudan bir neden-sonuç
ilişkisinin varlığından söz etmeden önce, finansman yöntemlerinin neler
olduğunun dikkate alınması gerektiği belirtilmiş ve kamu açıkları ile enflasyon
arasında evrensel bir neden-sonuç ilişkisi bulunmadığı belirtilmiştir. Buna
göre; “monetizasyon yöntemiyle, senyoraj geliri elde ederek kamu açıklarını
finanse etmek isteyen bir hükümetin veya ekonomi bürokrasisinin, para basımı
sonucu ortaya çıkacak para arzının piyasada regüle edilebilme olanaklarını
gözden geçilmesi” gerektiği sonucuna da vurgu yapılmıştır.
Kamu gelirleri ile kamu harcamaları arasındaki nedenselliği araştıran
Akçoraoğlu (1999), iki değişken arasında, uzun dönemde koentegrasyon
vektörü olmadığı yani, iki değişkenin uzun dönemde bir denge ilişkisinin
54
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
olmadığı sonucuna varmıştır. Kısa dönem için ise, Granger Nedensellik testi
yapılmış ve kamu harcamaları, siyasal güdülerle arttırılmakta ve kamu gelirleri
belirli bir gecikme ile harcama değişikliklerine uyum sağlamaktadır.
Kamu
finansmanının
vergilerden ziyade
borçlanma
ile
finansmanı
yönteminin benimsenmesini ele alan Aklan (2006), dış kaynak kullanımının
büyüklüğünün, ülkelerin (gelişmekte olan ülkeler ve Türkiye de dahil olmak
üzere) gelir kaynaklarının üzerinde olmaması gerekliliği sonucunu bulmuştur.
Aklan’ın çalışmasında, Türkiye’nin dış
borçlanmasının sınırına ulaştığına
vurgu yapmıştır.
Finansman aracı olarak iç borçlanmayı inceleyen Özgen ve Karakaya’nın
(2006) modelinden elde edilen sonuç ise, iç borçlanmanın ve dış borçlanmayla
birlikte borçlanmaya daha az başvurulması yönündedir. Çünkü devlet, reel
operasyonel
açıktan
daha
fazla
borçlanmakta
ve
bu
da
borçların
çevrilebilirliğini güçleştirmektedir.
Yılmaz ve Susam (2006), Türkiye ekonomisinde kamu harcamalarının
artmasının temel nedeni olarak, kamu harcamalarının artmasının nüfus ve
enflasyonla “fazla” bağlantılı oluşunu ileri sürmektedirler. Gelişmekte olan
ülkelerin genel olarak, kamu harcamalarının GSMH içindeki payının %20’leri
aşmakta olduğunu belirten çalışmada; gelişmiş ülkelerde bu oranın %50’leri
aştığı da belirtilmektedir; ancak, bu çalışmada, gelişmekte olan ülkelerdeki
kamu harcamalarının faiz ödemelerine çok fazla pay ayırdıkları sonucuna da
ulaşmışlardır.
3. Ekonometrik Yöntem ve Veri Seti
Analiz, dört aşamadan oluşmaktadır. Bunlardan ilki, Dickey-Fuller (1979)
Birim Kök Testi (DF); ikincisi, Granger (1969) Nedensellik (GN) Testi;
üçüncüsü, Koentegrasyon (EG) Testi ve dördüncüsü ise, Hata Düzeltme
Modelinin oluşturulmasıdır.
Konsolide bütçe kalemleri arasındaki ilişkilerin ve nedenselliğin açıklandığı
bundan önceki analizlerden elde edilen bilgiler ışığında; dolaylı, dolaysız ve
55
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
toplam vergi gelirleri ile GSMH arasındaki ilişkilerin ekonometrik analizi,
uzun dönemde ülkemizdeki vergi politikaları ile iktisadi gelişmeyi açıklamada
gereklidir.
Uzun dönem analizi için daha önce bahsi geçen koentegrasyon analizine
başvurulacaktır. Daha önceden de değinildiği üzere, Engle-Granger (EG) testi
ve Johansen Testi (JT) olmak üzere, iki ayrı test kullanılmaktadır. Burada,
Johansen Testi ile ilişkiler test edilecektir. Bunun için, daha önceki analizde
olduğu gibi aylık veriler yerine üçer aylık ve 1987:01-2002:02 dönemine
ilişkin veriler kullanılacaktır. Veriler, EVDS’den (TCMB, Elektronik Veri
Dağıtım Sistemi) alınmış olmakla birlikte; dolaylı, dolaysız ve toplam vergi
gelirleri ve GSMH, Amerikan Doları cinsinden deflate edilerek kullanılacaktır.
Bunun yanında, büyüme oranları, GSMH serisinin her bir verinin bir önceki
döneme nispeten farkı alınmak suretiyle hesaplanarak kullanılacaktır.
Değişken tanımı olarak; Dolaysız Vergiler (dsizvergi); Dolaylı Vergiler
(dlivergi), Toplam Vergi Gelirleri (topvergi), GSMH –Gayri Safi Milli Hasıla(gsmh) kısaltmalarıyla ifade edilecektir.
4. Ekonometrik Analiz ve Bulgular
Yukarıda değinilen koentegrasyon testlerinin daha kolay takibi açısından,
burada dört aşamalı bir sistematik ile açıklanması ve sonrasında testin
yapılması daha açıklayıcı ve anlaşılabilir olacaktır.
Birinci aşamada, modele ilişkin, belirlenen değişkenlerin her biri için DF
testleri yapılmalıdır. Burada önemli olan, tüm değişkenlerin aynı düzeyde
entegre olmalarının gerekliliğidir. Diğer bir ifade ile, testin bir varsayımı
olarak serilerin hepsinin durağan olmaları veya aynı düzeyde entegre olmaları
(Örneğin I(1)) gerekmektedir. İkinci aşamada ise, aynı düzeyde entegre olan
değişkenlerin VAR modeli oluşturulmaktadır. Buradan da, her bir değişken
için parametre tahminleri, En Küçük Kareler Yöntemi ile yapılmaktadır.
Üçüncü aşamada, parametre tahminleri ile yapısal modelin hata terimleri serisi
oluşturulur ve bu hata terimlerinin durağan olup olmadığı ADF (Genişletilmiş
56
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
DF) testine tabi tutulmaktadır. Hata terimleri serileri düzeyi itibariyle (fark
alma işlemi yapılmaksızın) durağan olması yani, birim kök içermemesi
gerekmektedir. Eğer hata terimleri serisi durağan değil ise, değişkenler uzun
dönemde, birbirleri ile koentegre (eş-bütünleşik) değildirler. Hata terimlerin
durağan olması durumunda koentegre edici vektör yazılır. Elde edilecek
koentegre edici vektör, uzun dönem dengesini göstermektedir. Ancak, kısa
dönem dengesi ile uzun önem dengesi arasında önemli farklılıklar
olabilmektedir. Bu farkın giderilmesi için Dördüncü aşamada Hata Düzeltme
Modeli uygulanır ve uzun dönem ile kısa dönem dengesi arasındaki fark
ortadan kaldırılmış olur. İlk Aşama olarak; gsmh, dlivergi, dsizvergi ve
topvergi değişkenleri için yapılan Dickey-Fuller birim kök testleri yapılmış ve
sonuçları Tablo: 4.1.-4.4.’deki gibi düzenlenmiştir. Dickey-Fuller testi için
genel denklem ise şu şekildedir:
m
∆Yt = β 1 + β 2 t + β 3Yt −1 + α i ∑ ∆Yt −i +u t
(4.1)
i =1
Tablo: 4.1. gsmh Değişkenine İlişkin DF Testi Sonuçları
gsmh t
gsmh t-1
gsmh t-2
∆gsmh t
∆gsmh t-1
∆gsmh t-2
df
-1,986667
-2,302839
-2,312368
-5,501737
-4,6058
-5,19181
R2
0,062701
0,169777
0,180625
0,342918
0,347318
0,404249
dw
1,345132
1,961105
2,033815
1,943372
2,053476
2,186263
57
sh
0,046208
0,045986
0,048702
0,126045
0,166662
0,196402
sonuç
B.K. Var
B.K. Var
B.K. Var
B.K. Yok
B.K. Yok
B.K. Yok
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
Tablo: 4.2. dlivergi Değişkenine İlişkin DF Testi Sonuçları
dlivergi t
dlivergit-1
dlivergikt-2
∆dlivergit
∆dlivergit-1
df
-0,756626
-0,722322
-0,459561
-7,683628
-6,800068
R2
0,00961
0,0105
0,07502
0,504435
0,539241
dw
1,973847
1,941518
2,022267
1,958918
2,033921
sh
0,042127
0,044196
0,044646
0,135241
0,196688
sonuç
B.K. Var
B.K. Var
B.K. Var
B.K. Yok
B.K. Yok
∆dlivergit-2
-5,948743
0,560502
1,841167
0,27764
B.K. Yok
Tablo: 4.3. dsizvergi Değişkenine İlişkin DF Testi Sonuçları
dsizvergit
dsizvergit-1
dsizvergit-2
∆dsizvergit
∆dsizvergit-1
∆dsizvergit-2
df
-3,068918
-1,922567
-1,69022
-13,71924
-7,960811
-9,043178
R2
0,137657
0,32638
0,34474
0,764436
0,773074
0,825655
dw
2,695554
2,138356
2,139659
2,19508
2,174589
1,761563
sh
0,082868
0,080165
0,083183
0,11188
0,230704
0,300803
sonuç
B.K. Var
B.K. Var
B.K. Var
B.K. Yok
B.K. Yok
B.K. Yok
Tablo: 4.4. topvergi Değişkenine İlişkin DF Testi Sonuçları
topvergit
topvergit-1
topvergit-2
∆topvergit
∆topvergit-1
∆topvergit-2
df
-1,596297
-1,110345
-1,009492
-11,07144
-6,785728
-7,059078
R2
0,041401
0,155899
0,165041
0,678807
0,682913
0,722014
58
dw
2,569789
2,004655
2,002498
2,029283
2,021131
1,768924
sh
0,052821
0,052244
0,054173
0,124551
0,227696
0,299349
sonuç
B.K. Var
B.K. Var
B.K. Var
B.K. Yok
B.K. Yok
B.K. Yok
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
(4.1.)-(4.4.) arasındaki tablolardan da görüldüğü üzere, tüm değişkenler,
düzeyleri itibariyle ve t ve t-2 dönemleri itibariyle durağan değildir. Ancak
dört değişken de, birinci farklarının alınmasıyla durağanlaşmakta yani birim
kökten arınmaktadır. Serilerin hepsinin birinci farklarının alınmasıyla
durağanlaşması yani aynı düzeylerde entegre olmaları, (I(1) düzeyinde)
aralarında koentegrasyon testi yapmak için gerekli olan teorik varsayımı yerine
getirmektedir.
Ancak koentegrasyon analizine geçmeden önce, değişkenler arasındaki
nedenselliğin yönünün araştırılması faydalı olacaktır. Dört değişken için
karşılıklı olarak yapılan GN Testi sonuçları, Tablo 4.5.’te toplulaştırılmış
olarak gösterilmektedir. GN Testine ilişkin çalıştırılan genel denklem ise şu
şekildedir;
n
n
X t = ∑ λ i X t −i + ∑ Ω j Yt − j + u 2t
i =1
(4.2)
j =1
59
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
Tablo: 4.5. Değişkenler Arasındaki Granger Nedensellik İlişkisi Sonuçları
Çift Yönlü Granger Nedensellik Testi Sonuçları
Seri Aralığı
: 1987:01-2002:02
Örneklem (n) : 60
Gecikme (g)
:2
F
İstatistiği
P Değeri
5%
1%
60
0,53874
0,58653
Red
Red
Boş (H0) Hipotez
n-g
dsizvergi, dlivergi G. Nedeni Değildir
60
α
dlivergi, dsizvergi G. Nedeni Değildir
60
2,62814
0,08127
Red
Red
topvergi, dlivergi G. Nedeni Değildir
60
0,47559
0,62405
Red
Red
dlivergi, topvergi G. Nedeni Değildir
60
0,31404
0,73179
Red
Red
gsmh, dlivergi G. Nedeni Değildir
60
60
2,19195
0,83237
0,12136
0,44042
Red
Red
Red
Red
60
60
2,84612
0,31778
0,06665
0,72909
Red
Red
Red
Red
60
60
4,91026
0,12290
0,01091
0,88459
Kabul
Red
Red
Red
60
60
4,22344
0,56669
0,01966
0,57068
Kabul
Red
Red
Red
dlivergi, gsmh G. Nedeni Değildir
topvergi, dsizvergi G. Nedeni Değildir
dsizvergi, topvergi G. Nedeni Değildir
gsmh, dsizvergi G. Nedeni Değildir
dsizvergi, gsmh G. Nedeni Değildir
gsmh, topvergi G. Nedeni Değildir
topvergi, gsmh G. Nedeni Değildir
Bu sonuçlar incelendiğinde, dlivergi, dsizvergi, topvergi ve gsmh arasında
%5 anlam düzeyinde ve gsmh’den dlivergi’ye ve gsmh’den topvergi’ye
nedensellik ilişkileri dışında, diğer tüm değişkenler arasındaki ilişkiler çift
yönlü nedensellikler içermektedir. Yani sayılan farklılıklar dışında tüm
değişken çiftleri birbirleri için hem neden ve hem de sonuç olarak ele
alınabilecektir. Bunun yanında %1 anlam düzeyinde tüm değişkenler arasında
çift yönlü Granger Nedenselliği söz konusudur ki, %5 anlam düzeyindeki iki
sonucun göz ardı edilebilmesi mümkündür. Kısacası, seçilen tüm değişkenler
%1 anlam düzeyinde birbirleri için hem neden hem de sonuç olarak
kullanılabilecektir.
Koentegrasyon analizini yapabilmek için ikinci aşama olarak her bir
değişken için ayrı ayrı Yapısal VAR modelleri tahmin edilmektedir. Tahmin
60
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
edilen Yapısal VAR modelleri Tablo: 4.6.-4.9. arasındaki tablolarda
gösterilmektedir. Yapısal Modeller için genel denklem aşağıdaki gibidir:
Yt = α 0 + α 1 X t + α 2 Z t ...α n N t + u t
(4.3)
Tablo: 4.6. dlivergi Yapısal VAR Modeli
Bağml Değişken
Metod
Model
c(1)
c(2)
c(3)
c(4)
R2
dlivergi
n
62
SEKK
dlıvergı=c(1)+c(2)*dsızvergı+c(3)*gsmh+c(4)*topvergı
Katsayı
sh
t
p
-3,11493 9,474332 -0,32878 0,7435
-0,99787 0,006152 -162,206
0
-1,26
4,06
-0,31038 0,7574
0,999254 0,002602 384,0434
0
0,999903
dR2 0,999898
dw 2,757665
Tablo: 4.7. dsizvergi Yapısal VAR Modeli
Bağml Değişken
Metod
Model
c(1)
c(2)
c(3)
c(4)
R2
dsizvergi
n
62
SEKK
dsızvergı=c(1)+c(2)*dlıvergı+c(3)*gsmh+c(4)*topvergı
Katsayı
sh
t
p
-2,69419 9,486339 -2,28401
0,7774
-0,99993 0,006165 -162,206
0
1,01
4,07
-0,24907
0,8042
0,999943 0,004308 232,1144
0
0,999761
dR2 0,999749
dw 2,742109
61
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
Tablo: 4.8. topvergi Yapısal Var Modeli
Bağml Değişken
Metod
Model
c(1)
c(2)
c(3)
c(4)
R2
topvergi
n
62
SEKK
topvergı=c(1)+c(2)*dlıvergı+c(3)*dsızvergı+c(4)*gsmh
Katsayı
sh
t
p
2,645477 9,482009
0,279
0,7812
1,000353 0,002605 384,0434
0
0,998982 0,004304 232,1144
0
1,47
4,06
0,361521
0,719
0,999961
dR2 0,999959
dw 2,760291
Tablo: 4.9. gsmh Yapısal VAR Modeli
Bağml Değişken
Metod
Model
c(1)
c(2)
c(3)
c(4)
R2
gsmh
n
62
SEKK
gsmh=c(1)+c(2)*dlıvergı+c(3)*dsızvergı+c(4)*topvergı
Katsayı
sh
t
p
180945,8 19342,2 9,354976
0
-131,558 423,857 -0,31038
0,7574
-105,491 423,5456 -0,24907
0,8042
153,1036 423,4989 0,361521
0,719
2
0,71253
dR 0,69766
dw 0,708134
Bu tabloların elde edilmesiyle yazılabilecek regresyon denklemleri ise şu
şekildedir.
gsmh = 180945,8 − 131,558dlivergi − 105,491dsizvergi
+ 153,1036topvergi + u
(4.4.)
dlivergi = −3,11493 − 0,99787 dsizvergi − 1,26 gsmh
+ 0,999254topvergi + u
(4.5.)
topvergi = 2,645477 + 1,000353dlivergi + 0,998982dsizvergi
+ 1,47topvergi + u
62
(4.6.)
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
dsizvergi = −2,69419 − 0,99993dlivergi + 1,01gsmh +
(4.7.)
0,999943topvergi + u
(4.4.)-(4.7.)
numaralı
denklemlerden
oluşan
sistemdeki
denklemler
çalıştırılarak hata terimleri elde edilir. Buna göre, üçüncü aşama olarak, bu
hata terimlerinin düzeyleri itibariyle durağan olması gerekmektedir. Bu
denklemlerin çalıştırılması sonucu elde edilen hata terimlerinin DF testi
sonuçları, şu şekilde toplulaştırılmıştır ve teste ilişkin genel test denklemi
aşağıdaki gibidir:
n
∆u t = ηu t −1 + ∑ βi = 1∆u t −1 + et
(4.8)
i =1
Tablo: 4.10. Hata Terimleri D-F Testi Sonuçları
gsmh
topvergi
dlivergi
dsizvergi
d-f
-5,534984
-4,018108
-4,329988
-4,329311
dw
2,20789
2,368714
1,735109
1,734119
R2
0,341783
0,214853
0,241146
0,241089
sh
0,124655
0,108185
0,104278
0,104427
sonuç
B.K. Yok
B.K. Yok
B.K. Yok
B.K. Yok
Değişkenlerin hata terimlerinin de durağan olması, değişkenlerin uzun
dönemde koentegre edici vektörlerinin bulunabilmesi için gerekli teorik bir
şarttır. Değişkenler, bu şartı da yerine getirmektedirler ve hepsi, oluşturulan
yapısal modeller itibariyle, elde edilen hata terimleri birim kök içermemektedir
yani, hata terimleri serileri durağandır. Bu durumda, dördüncü aşamaya
geçilebilmektedir.
Dördüncü
aşamada,
değişkenlerin
kısa
dönemdeki
dengelerinden sapmaların giderileceği Hata Düzeltme Modeli oluşturularak,
uzun dönem denge vektörü elde edilebilecektir. Buna göre, elde edilen Hata
Düzeltme
Modeli
tahmin
değerleri
ve
∆y x ,t = m x + α x ( y 2,t −1 − µ − βy1,t −1 ) + e xt
63
denklemi
şu
şekildedir.
(4.9)
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
Tablo: 4.11. Hata Düzeltme Modeli
Değişkenler
Dlivergi
1
dsizvergi
0,993671
gsmh
4,84
topvergi
-0,99911
HD
Terimi
dlivergi
Sabit
7,32713
dlivergi
-1,91311
dlivergi
-1,15272
dsizvergi
-1,40967
dsizvergi
-0,5462
gsmh
0,004583
gsmh
-0,00089
topvergi
1,606278
topvergi
0,831834
R2
0,251187
f
2,096543
dsizvergi
-8,384403
10,68349
2,145741
10,25706
2,685622
0,008859
0,00412
-11,07793
-2,824664
0,616327
10,03992
gsmh
-624,704
600,5409
220,7641
591,5229
199,5945
0,336454
-0,94971
-594,589
-210,03
0,151265
1,113897
topvergi
0,974789
8,247302
0,755285
8,334323
1,909279
0,01333
0,003143
-8,94661
-1,75175
0,436318
4,837815
Bu tablodan yola çıkarak uzun dönem koentegrasyon denklemleri şu şekilde
yazılır:
dlivergi = (7,32713 * 1)dlivergi + 0,993671dsizvergi +
(4.10.)
4,84 gsmh − 0,99911topvergi − 1,91311dlivergi −
1,40967 dsizvergi + 0,004583 gsmh + 1,606278topvergi + u
dsizvergi = (−8,384403 * 1)dlivergi + 0,99367 dsizvergi
(4.11.)
+ 4,84 gsmh − 0,99911topvergi + 10,68349dlivergi
+ 10,2570dsizvergi + 0,008859 gsmh − 11,07793topvergi + u
gsmh = (−624,704 * 1)dlivergi + 0,99367 dsizvergi +
(4.12.)
4,84 gsmh − 0,99911topvergi + 600,5409dlivergi +
591,5229dsizvergi + 0,336454 gsmh − 594,589topvergi + u
64
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
topvergi = (0,974789 * 1)dlivergi + 0,99367 dsizvergi
+ 4,84 gsmh − 0,99911topvergi + 8,247302dlivergi +
8,334323dsizvergi + 0,01333 gsmh − 8,94661topvergi + u
(4.13.)
Her bir değişken için uzun dönem dengesini gösteren bu denklemlerden
sonra, tüm değişkenleri içeren uzun dönem denge vektörü yazılabilir. Buna
göre, uzun dönem vektörleri şu şekilde oluşturulur:
dlivergi = 1,0dlivergi + 0,993671dsizvergi + 4,84 gsmh
− 0,99911topvergi + u t
gsmh = 1,0 gsmh + 20677,24dlivergi + 20546,36dsizvergi
− 20658,81topvergi + u
dsizvergi = 1,0dsizvergi + 1,006370dlivergi + 4,87 gsmh
− 1,005473topvergi + u t
topvergi = 1,0topvergi − 1,000892dlivergi
− 0,994557 dsizvergi − 4,84 gsmh + u t
(4.14.)
(4.15.)
(4.16.)
(4.17.)
Bu regresyonlar her bir değişkene ilişkin kısa dönem dalgalanmalarından
arındırılmış ve geçmiş dönemlerin şoklarının ortadan kaldırıldığı uzun dönem
dengelerini göstermektedir. Bu denklemlerin ifade ettikleri, bundan sonraki
başlık altında ele alınarak değerlendirilmektedir. Ayrıca değişkenlere ilişkin
otokorelasyon ve kısmi otokorelasyon fonksiyonları da ekte sunulmaktadır.
6. Ekonometrik Analiz Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Uygulanan vergi politikalarının sonucu olarak, ülkelerin gelişmişlik
düzeyleri hakkında da sonuçlara varılabileceği doğaldır. Nitekim, vergi
politikalarının bir göstergesi olarak, vergi kapasitesine mümkün olduğunca
yakın vergi hasılatı gerçekleştirilebilmesi, vergi politikaları için bir ölçü olarak
kabul edilebilmektedir. Bunun yanında, elde edilen vergi hasılatının, dolaylı ve
dolaysız vergiler arasındaki dağılımı, ülkenin gelişmişlik düzeyi üzerindeki
65
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
vergi politikalarının sayısal göstergesi olarak kabul edilebilmektedir. Buna
göre; gelişmiş bir ülkenin toplam vergi hasılatının önemli payı, dolaysız
vergiler olarak tahsil edilirken, dolaylı vergilerin payı nispeten azdır.
Gelişmekte olan bir ülke için ise, dolaylı vergilerin payı, dolaysız vergi
gelirlerinin payına göre nispeten daha fazla olmasına rağmen, dolaylı
vergilerin payı azalma trendine sahip iken, dolaysız vergilerin payı artma
trendine sahiptir. Gelişmemiş ülkelerde ise, dolaylı vergilerin payı, dolaysız
vergilere göre oldukça önemli bir üstünlüğe sahiptir.
Ülkemiz verileriyle yapılan analize bakılınca, dolaylı vergilerin hem toplam
vergi gelirleri içindeki payının ve hem de GSMH’ye oranlarının giderek arttığı
görülmektedir. Diğer bir ifade ile, kamu finansmanının önemli bir bölümü,
artan trendiyle birlikte, dolaylı vergilerden finanse edilmeye çalışılmaktadır.
Oysa gerçekte, GSMH olarak önemli bir büyüklüğe sahip olan ülkemizin,
vergi politikalarının sonuçlarına ilişkin karar kriterlerini oluşturan vergi
tahsilat ve diğer bazı konsolide bütçe kalemleri üzerinden yapılan analizler
sonucunda, azgelişmiş bir görüntü çizse de, bunun açıklayıcısı olarak; gelir
dağılımındaki düzensizlik ve ekonominin kayıt dışılığının önlenememesi
gösterilebilmektedir.
Bu durumun diğer önemli bir açıklayıcısı ise, finans piyasalarının yerleşmiş
bir sisteme oturmaması ve bundan dolayı finansal kriz beklentisinin süreklilik
kazanmasının yanında, kayıt dışı ekonominin büyüklüğünden kaynaklanan;
yeterli dolaysız vergi tahsilatının gerçekleşmemesi ve dolaylı vergi gelirlerinin
de finansmanı karşılamamasından doğan kamu borçlanma ihtiyacının sürekli
artması açıklayıcı bir durumdur. Nitekim, mevduat-kredi mekanizmasının
işlerliğini sağlaması gereken finansal sistemin zayıf ve güvensiz oluşu,
finansal kuruluşların, topladıkları mevduatları, kredi mekanizması ile
piyasalara aktarmak yerine, kamu borçlanmasının finansmanında kullanması;
kamunun yüksek reel faizlerle borçlanması sonucunu doğurmuştur. Bu kamu
borç yükünün aşırı büyümesi ve vade yapısının kısalığı, kamu için borç
66
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
çevirme politikası doğrultusunda, konsolide bütçeden de anlaşılacağı üzere,
bütçe gelirlerinin önemli bir bölümünün iç ve dış borç faiz ödemelerinde
kullanıldığı görülmektedir. Kaldı ki, bankacılık sisteminin yatırımları finanse
edememesi ve bundan dolayı da vergi tabanının özellikle dolaysız vergiler
cephesinden genişleyememesini de doğallaştırmıştır.
Kamu borçlanma faizlerinin yüksek olması yanında, kredi faizleri de
yükselmekte, piyasaların ihtiyaç duyduğu yatırım finansmanını sağlayabilecek
kredilerin, yatırımcılar için kullanılamaması sonucu doğmaktadır. Bunun
yanında, finansal sistemin döviz cinsinden topladığı mevduatları, TL cinsinden
kamuya borç vermesi, bankalarının açık pozisyonlarının büyümesine neden
olmakta ve bankaların yıl sonu yaklaşırken bu açık pozisyonlarını
kapatabilmek için piyasalardan döviz çekmeye başlamaları, finansal krizlere
neden olabilmektedir. Bu da; kamu finansman politikalarının önemli ayağının
borçlanmadan, vergilere kaydırılması gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır.
Finansal
krizlerin
reel
sektöre
yansıması;
firmaların
kapasitelerini
azaltmalarına ve buna bağlı olarak, yeni işsizlik yaratmalarına neden
olmaktadır. Bu ise keskin ve büyük bir GSMH kaybına, diğer bir ifade ile,
büyük oranlarda küçülmeye yol açmaktadır. Ülkemizde kriz sonrası
dönemlerdeki yüksek büyüme oranlarının asıl nedeni ise, reel bir büyümenin
yaşandığını göstermemekle birlikte, piyasalarda kullanımından vazgeçilen
kapasitenin, yeniden kullanılmaya başlanmasından kaynaklanmaktadır. Orta
vadede (5 yıla kadar) bu döngünün süreklilik kazanması, firmaların vergi
konusundaki hassasiyetlerini ve vergi bilinçlerini de köreltmekte ve dolaysız
vergi gelirleri, dolaylı vergi gelirlerine oranla sürekli azalış göstermektedir.
Dördüncü aşamanın sonunda tahmin edilen uzun dönem denge denklemleri,
değişkenlerin uzun dönemde birbirlerine önemli ölçüde bağımlı olduklarını
göstermektedir. Bunlardan, özellikle GSMH’nın uzun dönem denge denklemi
ele alınacak olursa: GSMH uzun dönemde dolaylı ve dolaysız vergi
gelirlerinden
aynı
düzeylerde
etkilendikleri
67
görülmektedir.
Buradan
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
çıkarılabilecek en önemli bulgu ise; her iki vergi kategorisine göre, toplam
vergi gelirleri içindeki payları makasının dolaylı vergiler lehine açılmaya
başladığı 1993 yılı sonrası dönemde, bu makasın gelişmiş ülkelerde olduğu
gibi dolaysız vergiler lehine çevrilmeye çalışılmasının gerekliliğidir. Nitekim,
1993 yılına kadar ortalama olarak dolaylı vergilerden yüksek olan dolaysız
vergi gelirleri, bu tarihten sonra tersine dönmüştür. Bu dönemde de önemli
krizler meydana gelmiştir. Bu krizlerin temel nedeni olarak da, daha öncelerde
de değinildiği üzere, kamu açıkları ve bu açıkların finansmanında
borçlanmadan kaynaklanan yüksek reel faizlerin ve bunun bir sonucu olarak da
reel kesimin içinde kaldığı durumdur.
Dolaysız vergi gelirlerinin arttırılabilmesi, (4.16) numaralı denklemde de
görüldüğü gibi, en önemli ölçüde GSMH değişkeninden etkilenmektedir. Bu,
şunu göstermektedir ki, dolaysız vergilerin arttırılabilmesi, yatırımların
arttırılmasına, yeni istihdama ve dolayısıyla büyüyen bir GSMH’ye bağlıdır.
Dolaylı vergilerin, toplam vergi gelirleri içindeki payının azaltılması, gelişmiş
ülkelerin vergi gelirleri profilini oluşturmaktadır. Dolaysız vergilerin GSMH
artışıyla bağlantılı olarak arttırılması, yurtiçi talebi de canlandıracaktır. Bu da,
büyümenin dinamik bir yapı kazanacağı anlamına gelecektir. Nitekim, (4.14)
numaralı denklemin de ifade ettiği üzere, dolaylı vergi gelirlerinde artış da
GSMH’deki artışlara oldukça önemli bir derecede bağlıdır.
Kısaca ifade etmek gerekirse, gelişmiş ülkelerdeki vergi geliri profiline
ulaşmak için, bu çalışmada oluşturulan modelin verdiği sonuçlara göre; dolaylı
vergi gelirlerinin azalması ve buna karşı olarak da dolaysız vergi gelirlerinin
artması gerekmektedir. Bunun sağlanabilmesi için de en önemli unsur, GSMH
artışının sağlanmasıdır. GSMH’deki artışlar her iki vergi türünden de elde
edilen gelir düzeyini arttıracaktır. Ancak, dolaylı vergilerin GSMH’den
etkilenmede değeri olan 4,84 > dolaysız verginin etkilenme değeri 4,87
olduğundan dolaysız vergi gelirleri daha hızlı artacak ve bu artış her iki vergi
geliri arasındaki makası dolaysız vergi gelirleri lehine uzun dönemde
68
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
bozacaktır ki; bu da gelişmiş ülkelerin vergi geliri profilidir. Nitekim toplam
vergi gelirlerinin arttırılması GSMH’ye bağlı olmakla birlikte (4,84), buradaki
ters yönlü ilişki, vergi yükünün yatırımları ve tüketimi engellemesinden
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla vergi yükü adaletsizliği ortaya çıkmaktadır.
Ancak bu gelişmelerin sağlanabilmesi, kamu kesimi harcama politikalarına
bağlıdır. Nitekim, ülkemiz, geniş bir vergi tabanına sahip olmasına rağmen,
vergi gelirlerinin sabit gelirliler üzerinde yarattığı vergi yükü nedeniyle, gelir
dağılımını önemli ölçüde bozmaktadır. Bu nedenle, her şeyden önce, tutarlı bir
kamu kesimi harcama politikası belirlenmesi gerekmektedir. Harcama
politikalarının tutarlılığı ise, ekonomi yönetimini oluşturan kurum ve
kuruluşlar arasındaki koordinasyona ve tutarlılığa bağlanabilmektedir. Buna
bağlı olarak döviz kuruna denge kazandırılarak, finansal piyasalarda güven
ortamının yaratılması ve vatandaşlara da bu güvenin verilebilmesiyle reel
faizlerin düşürülmesi sağlanmalıdır. Böylelikle, kamu kesimi borçlanması
düşük faizlerle gerçekleştirilebileceği gibi, borcun sürdürülebilirliği de
sağlanabilecektir.
Notlar:
(1) A. Smith ile J. S. Mill arasındaki iktisatçıların ortaya koyduğu klasik iktisat
teorisinden, J. M. Keynes’in ve sonrasında takipçilerinin oluşturduğu
Keynesyen iktisada veya M. Friedman’a, F. Hayek’e, R. Solow’a, ve J.
Schumpeter gibi diğer birçok önemli iktisatçılara (iktisat ekol/okullarına)
varıncaya dek; devletin iktisadi hayata müdahalesi veya müdahalesinin
ölçüsü ve sınırları tartışma konusu olmuştur. Devletin iktisadi hayat
içerisinde bir aktör olarak alım-satım, istihdam ve üretim gibi faaliyetlerde
bulunmasına ilişkin tartışmalar bir tarafa: R. Friedman’ın Libertarianist
(Aktan, 1994) düşüncelerine göre; devletin olmaması gibi bir görüşü dikkate
almaksızın, devletin iktisadi hayattaki Neo-Keynesyen ve liberal görüşler ele
alınınca, devletin
(kamunun) finansmanının ve harcamalarının önemi
üzerinde durmak gerekir.
69
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
(2) Devletin, sosyal faydayı azami düzeye çıkarmasındaki iktisadi unsurlarda
ise ilk sırada, gelir ve harcamalarını düzenleyen mali yapısı gelir. Ancak
devletin iktisadi hayattaki etkinliği ve dolayısıyla gelir elde ederek harcama
yapma özelliği; 1974 Petrol Krizinin ardından yeniden tartışılmaya
başlanmış ve piyasa ekonomisinin işlerlik kazandığı bir ülkede, devletin,
iktisadi etkinliğinin de daraltılması gerektiği fikri, değişik yaklaşımlarla ön
plana çıkmıştır. R. Reagen’ın başkanlığı döneminde ABD’de uygulanan ve
“Arz İktisadı” olarak adlandırılan görüşe göre, “devlet harcamaları
azaltılarak toplam talebi sınırlayan, para arzındaki artışı yavaşlatan, tasarruf
ve kapital birikimini olumsuz yönde etkileyen vergi yüklerini hafifleten”
(Savaş, 1998:246) bir devlet anlayışı benimsenmiştir. Bunun yanında piyasa
ekonomisinin işleyebilmesi için ve nihayetinde liberalizmin gereği olarak
bireysel özgürlüklerin, özellikle iktisadi hayatta genişletilebilmesi için
devletin etkinliğinin daraltılması gerektiğini savunan Friedman; bireysel
özgürlüklerle beraber gibi bazı kurallara bağlanarak sağlanmasından
yanadır. Ona göre devlet: “Kuralları değiştirebileceğimiz araçlar sağlamak,
kuralların anlamı konusunda aramızdaki farklılıkları ılımlı hale getirmek ve
öteki türlü oyunu oynamayacak olan birkaç kişiyi kurallara uymaya”
(Friedman, 1988:52) zorlayacak ve hakemlik görevini üstlenecek bir rol
üstlenmelidir. Ancak azgelişmiş ülkeler ve kalkınmakta olan ülkelerde bu rol
yetersiz ve etkisizdir.
(3) Vergilemenin sınırlanın belirlenmesinde teorik olarak, milli gelir ve milli
servetin tamamının vergi sınırının içinde olduğu kabul edilmektedir. Ancak
bunun teorik olmasından ve gerçekleşmesinin mümkün olmadığından dolayı
her iktisadi yapının bir vergi kapasitesi vardır. Vergi kapasitenin tespiti
ülkenin milli gelir üretme gücüne, kişilerin tüketim, tasarruf ve yatırım
alışkanlıklarına bağlıdır. Bundan dolayı vergi kapasitesinin tespiti oldukça
güçtür ve ülkeden ülkeye de tespit yöntemleri değişebilmektedir. Vergi
kapasitesinin kavram olarak çerçevesini çizebilmek için, bu kapasiteyi
70
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
oluşturan unsurları dikkate almak gerekir. Bir oran olarak ele alınacak
olursa, “kişi başına milli gelir, ihracatın, tarım kesiminin ve madencilik
kesiminin GSMH içindeki payları olarak belirlenirse, o zaman bir ülkede
vergi kapasitesinin bu faktörler veri kabul edilerek ulaşılabilecek
Vergiler/GSMH oranı olduğu söylenebilir” (Berksoy, 1984:6). Bunun
kavramın nitelikleri için şunlar söylenmektedir: “Bütçenin harcamalar
yönünü ihmal ederek, gelir bölümünü sınırlar ve kapasite üzerinde durarak
özel sektörün tahammül edebileceği bir düzeyde, kamu sektörü için bir alt
sınır çizerken özel sektörün yer alamayacağı bir alt sınır çizmeyi ihmal eder.
Sorunun daha doğru bir açıklaması için, refah seviyesi ile bütçe politikası
arasındaki bütün ilişkiler göz önünde bulundurulmalıdır (Musgrave,
1987:71). Vergi kapasitesinin ilk bakışta, gelir dağılımını dikkate almadığı;
toplam vergi gelirleri ile toplam GSMH’yi dikkate aldığı düşünülebilir.
Buradaki önemli bir varsayım, vergileme ilkelerine ve vergilemenin
sınırlarına uygun olarak davranıldığıdır. Diğer bir ifade ile iyi bir vergi
sistemine sahip oldukları düşünülmektedir. Böylelikle, esasen gelir
dağılımında uç noktalara varan bir adaletsizliğin olmadığı düşünülmektedir.
Nitekim, “en az geçim seviyesinin üstünde kalan GSMH’nin o ülkenin vergi
kapasitesini” (Nadaroğlu, 2000:291) temsil etmesi de, gelir dağılımdaki
bozuklukları dikkate alarak yapılmış bir tanımlamadır. Böylelikle, alt gelir
grubu olarak sadece geçimini idame edecek kadar gelir elde edebilenler
vergi kapasitesinin dışında tutulmaya çalışılmıştır. Vergi kapasitesi
(Vergiler/GSMH) ülkenin gelişmişlik düzeyi hakkında da bilgi vermektedir.
Gelişmiş ülkelerde; ülkenin zenginlik düzeyi vergi yükü ile doğru orantılı,
“kamu harcamalarının ekonomi içerisindeki genişleyen payına paralel
olarak, alınan vergilerin milli gelire oranı da büyümektedir” (Ataman,
1980:7). Azgelişmiş ülkelerde ise, vergi verenlerin kamu finansmanına
katılma oranları daha küçüktür. Ataman’ın denemesinde; toplam vergiler
itibariyle, “gelişmiş ülkelerde dolaysız vergilerin, azgelişmiş ülkelerde ise
71
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
dolaylı vergilerin payı” (Ataman, 1980:8) nın daha fazla olduğu
belirtilmekte ve elli iki ülkenin verileri ile bu ilişki desteklenmektedir. Vergi
kapasitesi büyüdükçe, devletin aldığı vergi miktarı artmakta ama buna
rağmen GSMH’de de artışlar meydana gelmektedir. Bunun en önemli nedeni
ise, vergi oranlarından (tarifesinden) kaynaklanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde
tarifeler düşük ve vergi miktarı yüksek iken, azgelişmiş ülkelerde tarifeler
yüksek ama buna karşılık (kayıtdışı ekonomi nedeniyle) vergi miktarı
düşüktür.
Gelişmiş
ülkeler
ile
azgelişmiş
ülkelerin
bu
noktadaki
farklılıklarını izahta önemi bir ölçüt de vergi gayretidir. Gelişmiş bir ülkenin
vergi kapasitesi, azgelişmiş bir ülkenin vergi kapasitenden daha yüksektir.
Çünkü, gelişmiş ülkelerin vergi gayreti daha yüksektir. Vergi gayreti
öncelikle,
ülkelerin
vergi
gelirleri
itibariyle
kıyaslanmasında
kullanılmaktadır. Bir tanımlama vermek gerekirse, “belli bir dönemde
toplanan gerçek vergi hasılatının, aynı dönemin GSMH’sine oranlanmasıyla
elde edilen değerin büyüklüğü, ilgili ülkenin ne miktarda vergi gayreti
gösterdiğinin araştırılmasında kullanılmaktadır” (Berksoy1984:55). Vergi
mükelleflerinin, kamu harcamalarına katılma payları, o ülkenin vergi
gayretinin bir başka ifadesidir.
Vergi kapasitesi, vergilendirilebilecek toplam kapasitenin bir ifadesi iken;
vergi gayreti “fiili vergi hasılatının GSMH’ye oranı ise fiili vergi gayretini
göstermektedir” (Nadaroğlu, 2000:292). Burada dikkati çeken, fiili vergi
gayreti ile toplam vergi gayreti gibi iki ayrı oranın söz konusu olması
gerektiğidir. Eğer, vergi kapasitesinin tamamı, vergi olarak tahsil
edilebiliyorsa, vergi kapasitesiyle vergi gayreti birbirine eşit demektir.
Ancak bu her zaman böyle olmayabilir. Bu açıklamalara göre;
Fiili Vergi Gayreti = Fiili Vergi Hasılatı / GSMH
(1.1.)
Vergi Kapasitesi = Vergiler / GSMH
(1.2.)
Vergi Gayreti = Fiili Vergi Gayreti / Vergi Kapasitesi
(1.3.)
72
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
(1.1.) numaralı denklemdeki vergi tanımı ile (1.2.) numaralı denklemdeki
vergi tanımı (fiili vergi hasılatı) arasındaki fark; tahsil edilemeyen vergileri
içermektedir. Böylece, tahakkuk eden vergi ile tahsil edilen vergi arasındaki
farklılık (1.1.) ve (1.2.) numaralı denklemlerin farkıdır. İtibar edilecek vergi
gayreti tanımı ise (1.3.) numaralı denklemdir. (1.3.) numaralı denklemin
değeri; birden küçük ise, vergi kapasitesinin tamamı kullanılamıyor; bire eşit
ise, kapasitenin tamamı kullanıyor; birden büyük ise kapasite aşılmış
demektir. Fiili vergi gayreti, bir ülkenin herhangi bir yılda tahsil ettiği
vergilerin, aynı yılın GSMH’ye oranı olduğuna göre, [(1.1.) numaralı
denklem]
eğer,
vergilendirilebilir
kapasite
hakkında
bilgi
sahibi
olunamamışsa, yanıltıcı sonuçlar verir. Eğer vergilendirilebilir kapasite
belirlenip, fiili vergi gayreti hesaplanabiliyorsa, ancak o zaman dikkate
alınabilir.
Ekler:
TOPVERGI
TOPVERGI
1,0
1,0
,5
,5
0,0
0,0
-,5
ACF
Coefficient
-1,0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
Partial ACF
-,5
Confidence Limits
16
Confidence Limits
Coefficient
-1,0
1
Lag Number
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
Lag Number
73
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
TOPVERGI
TOPVERGI
1,0
1,0
,5
,5
0,0
0,0
-,5
ACF
Confidence Limits
-1,0
Coefficient
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
Par tial ACF
-,5
Confidence Limits
-1,0
Coefficient
1
16
2
3
4
5
Lag Number
Lag Number
Transforms: difference (1)
Transforms: difference (1)
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
DLIVERGI
DLIVERGI
1,0
1,0
,5
,5
0,0
0,0
-,5
ACF
Confidence Limits
Coefficient
-1,0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
Par tial ACF
-,5
Confidence Limits
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
Lag Number
DLIVERGI
DLIVERGI
1,0
1,0
,5
,5
0,0
0,0
-,5
-1,0
Coefficient
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
Par tial ACF
-,5
Confidence Limits
ACF
Coefficient
-1,0
16
Lag Number
15 16
Confidence Limits
-1,0
Coefficient
1
2
3
4
5
Lag Number
Lag Number
Transforms: difference (1)
Transforms: difference (1)
74
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
DSIZVERG
DSIZVERG
1,0
1,0
,5
,5
0,0
0,0
-,5
ACF
Confidence Limits
Coefficient
-1,0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
Partial ACF
-,5
Confidence Limits
16
1
Lag Number
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
Lag Number
DSIZVERG
DSIZVERG
1,0
1,0
,5
,5
0,0
0,0
-,5
-1,0
Coefficient
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
Par tial ACF
-,5
Confidence Limits
ACF
Coefficient
-1,0
16
Confidence Limits
-1,0
Coefficient
1
2
3
4
5
Lag Number
Lag Number
Transforms: difference (1)
Transforms: difference (1)
75
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
TOPVERGI
1, 0
,5
0, 0
-, 5
A
C
F
C onfidence Limits
-1, 0
C oefficient
1
4
7
10
13
16
19
22
25
28
31
34
37
40
43
46
49
52
Lag Number
Transforms: difference ( 1)
TOPVERGI
1, 0
,5
0, 0
P
a
rtia
lA
C
F
-, 5
C onfidence Limits
-1, 0
C oefficient
1
4
7
10
13
16
19
22
25
28
31
34
37
40
43
46
49
52
Lag Number
Transforms: difference (1)
DLIVERGI
1, 0
,5
0, 0
-, 5
A
C
F
C onfidence Limits
-1, 0
C oefficient
1
4
7
10
13
16
19
22
25
28
31
34
37
40
43
46
49
52
Lag Number
Transforms: difference ( 1)
76
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
DLIVERGI
1, 0
,5
0, 0
P
a
rtia
lA
C
F
-, 5
C onfidence Limits
-1, 0
C oefficient
1
4
7
10
13
16
19
22
25
28
31
34
37
40
43
46
49
52
Lag Number
Transforms: difference (1)
DSIZVERG
1, 0
,5
0, 0
-, 5
A
C
F
C onfidence Limits
C oefficient
-1, 0
1
4
7
10
13
16
19
22
25
28
31
34
37
40
43
46
49
52
Lag Number
Transforms: difference (1)
DSIZVERG
1, 0
,5
0, 0
P
a
rtia
lA
C
F
-, 5
C onfidence Limits
-1, 0
C oefficient
1
4
7
10
13
16
19
22
25
28
31
34
37
40
43
46
49
52
Lag Number
Transforms: difference (1)
77
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
KAYNAKÇA
1. Akçoraoğlu, Alpaslan. “Kamu Harcamaları, Kamu Gelirleri ve Keynesçi
Politikalar: Bir Nedensellik Analizi”, Gazi Üniversitesi, İİBF Dergisi, Sayı:2,
1999, sa.51-65
2. Aklan, Nejla Adanur. “Dış Borçlanma, Gelişmekte Olan Ülkeler İçin Etkin
Bir Finansman Yöntemi midir?”, Dış Ticaret Müsteşarlığı Dergisi,
(http://www.dtm.gov.tr/dtmadmin/upload/EAD/TanitimKoordinasyonDb/dis
orclanma.doc), 30.06.2006
3. Aksoy, Şerafettin. Kamu Maliyesi, 2. Baskı, Filiz Kitapevi, İstanbul:1994.
4. Aktan, Coşkun Can. Çağdaş Liberal Düşüncede Politik İktisat, İzmir,
1994.
5. Arasıl, Ömer. ”Kamu Kesimi Finansman Açıkları ve Makro Ekonomik
Etkileri (Bir Yorum)”, Kamu Kesimi Finansman Açıkları, X. Maliye Eğitimi
Sempozyumu 1994, Nu: 554, İstanbul Üniversitesi Basımevi, İstanbul, 1996,
6. Ataç, Beyhan. Maliye Politikası (Gelişimi, Amaçları, Araçları ve
Uygulama Sonuçları), 2.Baskı, Anadolu Üniversitesi Basımevi, Anadolu
Üniversitesi Eğitim, Sağlık ve Bilimsel Araştırma Çalışmaları Vakfı Yayınları,
No. 86, Eskişehir, 1991.
7. (http://www.canaktan.org/ekonomi/kamu_maliyesi/maliye-genel/digeryazilar/egeli-gelismekte-olan-butce.pdf), 25.05.2006.
Ataman, Sevgi. “Çeşitli Ülkelerde Vergi Yükü Üzerine Bir Deneme”, Maliye
8. Tetkik Kurulu Araştırmaları, Cilt:4, Yayın Nu:1979/211, Ankara:1980.
9. Berksoy, Turgay. Gelişmekte Olan Ülkelerde Vergi Kapasitesi ve Vergi
Gayreti, Marmara Ünv., İİBF Yayınları Nu:362, İstanbul:1984.
10. Bertero, Elisabetta., Rondi, Laura. “Financial Pressure and the Behaviour
of Public Enterprises Under Soft and Hard Budget Constraints: Evidence from
Italian Panel Data”, Journal of Public Economics, 75, 2000.
78
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
11. Buchanan, James M.. “Saf Maliye Teorisi: Bir Yaklaşım”, Maliye Teorisi
ve Politikası, (Çeviren:Arif Nemli, Yenal Öncel), İstanbul Üniversitesi, İktisat
Fakültesi yayınları Nu:178, İstanbul:1966.
12. Çolak, Ömer F., Atan, Murat. “Bütçe Açıklarını Finanse Etmeye Yönelik
Politikaların Etkileri”, (idari.cu.edu.tr/sempozyum/bil4.htm), 10.07.2006.
13. Durbin, J., Watson, G. S.. “Testing for Serial Correlation in Least-Squares
Regression”, Biometrica, c.35, 1951.
14. Dickey, D. A.. Fuller, W. A.. “Distribution of the Estimators of
Autoregressive Time Series with a Unit Root”, Journal of the American
Statistical Association, s.74, 1979.
15. Granger, C. W. J.. “Investigating Causal Relations by Econometric
Models and Cross-Spectral Methods”, Econometrica, July:1969.
16. Gujarati, Damodar N.. Temel Ekonometri, (Çev: Ümit Şenesen, Gülay G.
Şenesen), Literatür Yayınları, 2. Baskı, İstanbul:2001.
17. Günaydın, İhsan. “Vergi-Harcama Tartışması: Türkiye Örneği”, Doğuş
Üniversitesi Dergisi, 5 (2), 2004, sa.163-181
18. Gürbüzer, Selma. “Enflasyonun Vergi Gelirlerinin Reel Değeri Üzerindeki
Etkisi (Tanzi Etkisi)”, Hazine Dergisi, Sayı:7, 1997. sa.1-30.
19. Edizdoğan, Nihat. Kamu Maliyesi 2, 2. Baskı, Ekin Kitapevi, Bursa:1991.
20. Egeli, Haluk. “Gelişmekte Olan Ülkelerde Bütçe Açıkları”,
(http://www.canaktan.org/ekonomi/kamu_maliyesi/maliye-genel/digeryazilar/egeli-gelismekte-olan-butce.pdf), 25.05.2006., s.6.
21. Ejder, Haydar L. “Kamu Açıkları ile Enflasyon Arasındaki İlişkinin
Analizi ve Değerlendirilmesi”, Gazi Üniversitesi, İİBF Dergisi, Sayı:3, 2002,
sa.189-208
22. Engle, R. F., Granger, C. W. J.. “Cointegration and Error Correction:
Representation, Estimation and Testing”, Econometrica, c.55, 1987.
23. Friedman, Nilgün. Kapitalizm ve Özgürlük, (Çeviren: Doğan Erberk,
Nilgün Himmetoğlu), Altın Kitaplar, İstanbul:1988.
79
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Vergi Politikaları ve İktisadi Gelişme İlişkisi: Türkiye Üzerine Zaman Serileri Analizi (1987 -2002)
24. Issler, Joao Victor., Lima, Luis Renato. “Public Debt Sustainability and
Endogenous Seigniorage in Brazil: Time-Series Evidence from 1947–1992”,
Journal of Development Economics, Vol:62, 2000.
25. Johansen, S., Juseliu, K.. “Maximum Likelihood Estimation and Inference
on Cointegration-with Application to the Demand for Money”, Oxford
Bulletin of Economics and Statistics, c.52, 1990.
26. Kargı, Bilal. “İktisadi Gelişme Sürecinde Vergi Politikaları (Türkiye
Örneği: 1980-2001 Dönemi)”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Selçuk
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya:2003.
27. Kesbiç, Yenal., Baldemir, Ercan., Bakımlı, Esat., “Bütçe Açıkları ile
Parasal Büyüme ve enflasyon Arasındaki İlişki: Türkiye İçin Bir Model
Denemesi”, Yönetim ve Ekonomi, Cilt:11, Sayı:2, Yıl:2004, sa.27-39.
28. Knot, Klaas., Haan, Jakob de. “Deficit Announcements and Interest
Rates:Evidence for Germany” Journal of Policy Modeling 21, (5), 1999.
29. MacKinnon, J. G.. “Critical Values of Cointegration Test”, edt: R.E.
Eangle, C. W. J. Granger, Long-Run Economic Relationships: Reading in
Cointegration, Chapter; 13, Oxford University Pres, New York, 1991.
30. Musgrave, Richard. Kamu Maliyesi Teorisi (1), (Çev.; Orhan Şener),
Marmara Ünv., İİBF Yayınları Nu:379, İstanbul:1987.
31. Nadaroğlu, Halil., Kamu Maliyesi Teorisi, 11. Baskı, Beta Yayınları,
İstanbul:2000.
32. Özgen, Ferhat B., Karakaya, Etem. “Kamu Finansmanında Mali Tutarlılık
ve İç Borçların Sürdürülebilirliği”
(http://portal1.sgb.gov.tr/calismalar/yayinlar/md/151/151-OzgenKarakaya.pdf).,07.07.2006.
33. Piersanti, Giovanni. “Current Account Dynamics and Expected Future
Budget Deficit: Some international Evidence”, Journal of International
Money and Finance, 19, 2000.
80
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 45-81
Bilal KARGI
34. Savaş, Vural F.. Politik İktisat, 3. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul:1998.
35. Schmölder, Günter. Genel Vergi Teorisi, (Çeviren: Salih Turhan), 4.
Baskı, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi Yayınları Nu:374, İstanbul:1976.
36. Stiglitz, Joseph E.. Kamu Kesimi Ekonomisi, (Çeviren: Ömer F. Batırel),
2. Baskı, Marmara Üniversitesi, İİBF Yayınları, Nu:396, İstanbul:1994.
37. Stockman, David R.. “Balanced-Budget Rules: Welfare Loss and Optimal
Policies”, Review of Economic Dynamics 4, 2001.
38. Şener, Orhan. Kamu Ekonomisi, 6. Baskı, Alkım Yayınları,
İstanbul:1998.
39. Şimşek, Muammer. “Kamu Harcamalarının Özel Yatırımlara Etkileri,
1970-2001”, Cumhuriyet Üniversitesi, İİBF Dergisi, Cilt:4, Sayı:2, 2003.
sa.1-20
40. Tanzi, Vito. “Inflation, Lags in Collection, and the Real Value of Tax
Revenue”, IMF Staff Papers 24, 1977.
41. Thorbeck Willem. “Budget Deficit, Inflation Risk, and Asset Prices”,
Journal on International Money and Finance, 21, 2002.
42. Turhan, Salih. Genel Vergi Teorisi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Yayınları, Nu:480, İstanbul: 1982.
43. Türk, İsmail. Kamu Maliyesi, 3. Baskı, Turhan Kitapevi, İstanbul:1999.
44. Wachtel ve Young “Deficit Announcements and Interest Rates”, American
Economic Review 77, 1987.
45. Wiener, N. “The Theory of Prediction”, edt: E. F. Beckenback, Modern
Matematics for Engineers, McGraw-Hill, New York:1956.
46. Yılmaz, Binhan E., Susam, Nazan., “Türkiye’de Kamu Harcamalarının
GSMH
İçindeki
Payının
Analizi
ve
Ülkeler
Arası
Karşılaştırma”,
(http://www.econturk.org/Turkiye.htm)., 30.10.2006.
81
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 45-81
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 82- 107
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
ENERJİ KAYNAKLARINDAN PETROL
VE DOĞALGAZDAKİ TEKEL OLUŞUMLARI
Kamil USLU∗
İlyas SÖZEN**
A.Alkan ÇELİK***
ÖZET
Bu çalışmada, enerji kaynakları ve dünyadaki dağılımları, petrolün enerji olarak
kullanımındaki ekonomik politiği ve rezervleri tartışılacaktır. Petrol üretiminde ve
tüketimindeki bölgesel dağılımlarının analizini yapacağımız bu çalışmada, üretiminde
tekelleşme eğilimi olan OPEC’in teorik yapısı, üretim kotaları, üye ülkelerin rezervleri
ve fiyat politikaları değerlendirilecektir. Diğer yönden, petrolün yakın ikamesi olan
doğalgazın piyasası ve oluşumları üzerinde de durulacaktır. Dünya genelindeki
doğalgaz rezervlerinin dağılımı, yeni gelişen GECF’nin (Gaz İhraç Eden Ülkeler
Forumu) yapısı, tekel olabilirliği üzerindeki değerlendirme ile OPEC ve GECF’nin
karşılaştırılması yapılacaktır.
Anahtar Kelimeler: OPEC, GECF, Enerji, Petrol, Doğalgaz, Tekel gücü, Kartelleşme
ABSTRACT
In this article, sources of energy and their distributions in the world, economic policy in
the common use of oil and its reserves will be discussed. Also in this research, in which
the analysis of regional distributions of production and consumption of oil, the
theoretical structure of OPEC that has a tendency towards monopoly in production, its
production quotas, the reserves and price policies of member countries will be
evaluated. On the other hand, natural gas that is a close substition for oil, and its
constitution will be touched upon. There will also be an evaluation of natural gas
reserves all over the world, newly developing GECF structure, its probability of being a
monopoly and comparison of OPEC and GECF.
Keywords: OPEC, GECF, Energy, Oil, Natural Gas, Monopoly, Cartelization.
1. GİRİŞ
Enerji, geçmişten günümüze, insanoğlunun hayatında önemli bir yeri
bulunmaktadır. Eski zamanlarda enerji, insanların o günkü temel ihtiyaçlarını
* Marmara Üniversitesi, İ.İ.B.F, İktisat Bölümü, [email protected]
** Beykent Üniversitesi, Ar. Gör. ve M.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Doktora Öğrencisi.
[email protected]
*** Beykent Üniversitesi, Ar. Gör. ve M.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Doktora Öğrencisi.
[email protected],
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
gidermede kullandığı bir kaynak iken, günümüzde ise, daha geniş anlamda
yaygın biçimde kullanılabilmektedir. Diğer bir deyişle enerji; sanayi, ulaşım,
ev ve işyerinde kullanılması zorunlu ve ikamesi az bir kaynak durumuna
gelmiştir Ekonomik açıdan kıt ve stratejik olan enerji, dünya üzerindeki
bölgeler ve ülkeler arasında da çatışmalara neden olmaktadır.
Enerji kaynakları üzerinde ortaya çıkan tekel oluşumları, 20.yy’dan
günümüze kadar devam etmektedir. Enerji, ekonomik ve siyasi alanda,
paylaşım kavgalarının verildiği yeni bir hakimiyet yapısını ortaya çıkarmıştır.
Böylece, ülke ve firma bazında, enerji kaynaklarına sahip olanlarda önemli bir
tekel güç oluşmaktadır. Bundan dolayı, enerjinin elde edildiği ülke ve
bölgelerde; anlaşmazlıklar, çatışmalar ve savaşlar günümüzde de devam
etmektedir. Bu çalışmada, petrol ve doğalgazın dışında kalan enerji kaynakları
değerlendirme kapsamına alınmayacaktır. Bunun nedeni, petrol ve doğalgazın,
hem enerji ihtiyacının büyük kısmını sağlamaları, hem de stratejik birer
kaynak olmalarıdır. Petrol ve doğalgaz rezervlerinin, dünya üzerindeki
dengesiz dağılımından, stratejik meta haline gelmişlerdir. Böylece, bu
kaynaklara sahip ülkeler, enerji üzerinde tekel gücü oluşturarak, uluslararası
ekonomiyi ve siyaseti derinden etkileyebilmektedirler.
2. Enerji Kaynakları ve Dünya Genelindeki Dağılımları
Enerji
ihtiyacının
karşılanmasında
dünyada,
iki
türlü
kaynak
kullanılmaktadır. Birinci önemli enerji kaynağı, fosil yakıtlar olan (birincil
kaynaklar) petrol, doğalgaz ve kömür üçlüsüdür. Diğer enerji kaynak türü ise,
yenilenebilir enerji kaynakları olan (ikincil kaynaklar); nükleer, rüzgâr, su,
hidro, biomass, deniz-dalga’dır(Uslu, 2004, s.155).
Dünya enerji ihtiyacında, fosil yakıtlarının payı % 90’a yakın bir orana sahip
iken, yenilenebilir enerji kaynaklarının % 13’lük payı içinde büyük kısmını
nükleer enerji (%7) oluşturmaktadır. Dünya enerji tüketiminde, birincil
83
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
kaynaklardaki dağılım ise; petrolün payı % 38, doğalgazın % 25 ve kömürün
ise % 24’tür.
Petrolün, enerji kaynakları arasındaki talebinin yüksek olmasının nedenleri;
•
Sanayinin hammaddesi ve ara girdisi olması,
•
Ulaşım sektörünün şu andaki en büyük sağlayıcısı olması,
•
Ülke ekonomileri içindeki her sektörde doğrudan veya dolaylı
bağlantısı olarak söylenebilir (Grafik 1)
Son yıllarda, doğalgaz kullanımında artış yaşanmasında, doğalgaz taşıma
teknolojilerinin(LNG, CNG, GTL) gelişmesi ve petrole göre doğalgazda fiyat
avantajının bulunmasıdır. Doğalgazın artan tüketimi sonucunda, ulaşımda
önemli bir payı olmasa da, konut ve sanayide kullanımı artmaktadır (BBCa,
online, 01.03.2007).
19.yy ve 20.yy’ın en önemli enerji kaynağı olan kömür, son yüzyılda, hem
dünya genelindeki dengeli arz dağılımından, hem de çevreye verdiği
zararlardan dolayı, giderek diğer enerji kaynakları karşısında önemini
kaybettiği söylenebilir.
2.1. Petrolün Ekonomik Politiği
Petrol rezervi için, dünya üzerindeki hâkimiyet çabaları, petrolün ABD
sınırları dışındaki keşfi ile başlamıştır. İlk petrol Pennsylvania’da 1859’da
84
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
ABD’de bulunmuş, ancak çok erken dönem olması ve petrolün önemli bir
meta kabul edilmediği için çatışmalara neden olmamıştır. Daha sonra, Kafkas
Bölgesi (Bakü), dünyanın ikinci büyük petrol rezervinin keşfi ile petrole
gittikçe bağımlı hale gelen Almanya, İngiltere ve Rusya arasında, 19.yy’da ki
ilk çatışma alanı olmuştur. Ortadoğu Bölgesinde keşfedilen büyük petrol
rezervlerinden
dolayı,
çatışmalar,
Kafkasya
bölgesinden
Ortadoğu’ya
kaymıştır. Petrol, yüzyıla yakın dönemde, bölge ülkelerine kan ve gözyaşı
getiren işgallere, savaşlara ve iç çatışmalara neden olmuş ve günümüzde de bu
eğilim devam etmektedir. Enerji, iki dünya savaşı arasında, devletlerin daha
çok askeri gücünün temelini oluşturmaktaydı. Askeri ihtiyaçlarda, kömürün
yerini petrolün almaya başlaması ile petrol üretimindeki en önemli güç, devlet
destekli büyük petrol şirketleri olmuştur. Büyük petrol şirketleri, ellerindeki
petrol kaynaklarını uzun vadeli anlaşmalarla korumuşlardır. Enerji alanında,
ilk tekel oluşumlarını zaman zaman gerçekleştirmişlerse de, bölgede Amerikalı
ve İngiliz şirketleri arasındaki çatışma, bu dönemde bir birlik oluşmasına engel
olmuştur. Ancak, II. Dünya savaşından sonra, bağımsızlık anlayışının hâkim
olması ile aynı dönemde Arap milliyetçiliğinin artmıştır. Bölgede ve dünya
genelinde, özel petrol şirketlerinin devletleştirme politikasıyla birçok petrol
şirketi millileştirilmiştir. Özellikle, Latin Amerika ve Ortadoğu’da yaşanan
millileştirme hareketleri, ileriki yıllarda petrol piyasasını derinden etkilemiştir.
Petrol piyasasında, 1915–1960 dönemi şirketlerin hakimiyetinde, 1960–1980
döneminde ise ülkelerin devlet tekellerinin hakimiyetinde olduğu kabul
edilebilir (Yergin, 2003).
1980’li yıllarda, küreselleşme eğilimleri enerji sektöründe de yaşanmıştır.
Küreselleşmenin etkisi ile büyük uluslararası petrol şirketleri kendi aralarında
önemli birleşmeler gerçekleştirmişlerdir. Birleşmelerin amacı, genel olarak;
enerji maliyetlerini düşürmek, teknolojiyi geliştirmek ve iş kapasitelerini
artırma yönündedir. Gerçekleşen birleşme örnekleri ise; BP ile AMOCO,
TOTAL ile PETRO FINA, EXXON ile MOBIL, sonradan BPAMOCO’nun
85
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
ARCO ile ve TOTAL-PETRO FINA’nın ELF birleşmeleri gösterilebilir (DPT,
2001, s.4).
2.2. Petrol ve Petrol Rezervi
Petrol, 19.yy başlarında, Amerika kıtasındaki keşfinin sonra, ilk dönemde
sadece aydınlanma amacıyla kullanılmakta idi. I.Dünya savaşı döneminde ise,
petrolün sanayi ve ulaşım araçlarında kullanımının yaygınlaşmasıyla dikkat
çekmiştir. Dünyada toplam olarak 1,250 trilyon varillik kanıtlanmış petrol
rezervi bulunmaktadır (BP, 2006).
Keşfedilen petrol alanları sonucunda, 2006 yılındaki petrol rezerv oranları
bölgesel olarak farklılık göstermektedir. Dünya petrol rezervlerinin bölgesel
dağılımında dengesizlikler bulunmaktadır. Özellikle, Ortadoğu Bölgesi, toplam
kanıtlanmış petrol rezervlerin %60’ına sahiptir. Ancak, gelişmiş ülkelerin
petrol
rezervlerinin
%15
olması,
yaşanan
sorunun
temelini
oluşturmaktadır(Grafik 2).
2.3. Petrol Üretiminin ve Tüketiminin Bölgesel Dağılımı
Dünya petrol rezervinde en fazla orana sahip olan Ortadoğu Bölgesi, petrol
üretiminde de en fazla paya sahiptir. Ancak, gerçekleştirdikleri üretim oranı,
rezerv oranına göre düşük kalmasının nedeni, bölgedeki ülkelerin gelişmişlik
seviyelerinin yetersizliği ve 1974 öncesinde petrol fiyatlarının düşüklüğünden,
86
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
gerekli altyapıyı sağlamamalarıdır. Gelişmiş ülkeler, petrol tüketimini
karşılayabilecek
üretim
düzeylerine
sahip
olmamalarından,
Ortadoğu
Bölgesinin petrol üretimine ihtiyaç duymaktadırlar. AB ve Asya Ülkeleri,
bölgeye
coğrafi
yakınlıklarından,
ulaşım
maliyet
avantajları
bulunmaktadır(Grafik 3).
Petrol üretiminin önemini anlamak ve ülkelerarası karşılaştırma yapılabilmek
için, tüketim rakamlarına bakıldığında, ortaya farklı bir durum çıkmaktadır:
Ortadoğu
Bölgesinin
toplam
petrol
üretimi,
ABD’nin
tek
başına
gerçekleştirdiği petrol tüketimine yakındır. ABD’nin yıllık petrol tüketiminin,
dünya petrol tüketiminin ¼’ünü sahiptir. Bunun sonucunda, ABD, kendi enerji
kaynaklarının güvenliğini sağlamaya ya da ülkesinin enerji ihtiyacını başka
yollarla temin etmeye çalışmaktadır. Çünkü ABD, dünya petrol rezervinin
87
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
%2,5’una sahip iken, dünya petrol üretiminin sadece %8’ini (BP, 2006)
gerçekleştirmektedir. Buna karşılık, ABD’nin petrol tüketimi, dünya petrol
tüketiminin % 20’sidir (Grafik 4). ABD, sahip olduğu askeri, ekonomik ve
siyasi güçle, en önemli ihtiyacını zorlada olsa tedarik etme yolunu tercih
etmektedir.
Bugünkü uluslararası anlaşmazlıklar, gelişmiş ülke ekonomilerinin, petrol ve
petrol türevlerine olan yüksek taleplerini, farklı bölgelerden temin etme
zorunluluğundan çıkmaktadır. Sonuç olarak; petrole bağımlı ülkeler, petrol
rezervi ve üretimi yönünden Ortadoğulu ülkelerinin davranışlarından
etkilenmektedirler. Bunu fark eden petrol ihracatçısı ülkeler, aralarında
tekelleşme eğilimine gitmişlerdir.
3. Petrol Üretiminde Tekelleşme Eğilimi Olarak OPEC
1950’li yıllarda, dünyada yaygınlaşan millileştirme hareketlerinin etkisiyle,
petrol
üretiminin
kontrolünü
ele
geçiren
ülkeler,
kendi
ekonomik
bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Petrol kaynağından güç elde etmek amacıyla,
1960 yılında başta S.Arabistan, İran, Irak, Kuveyt ve Venezüella’nın
katılımıyla Viyana’da OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı) adlı
petrol üretim birliğini kurmuşlardır. Sonraki yıllarda, OPEC’in üye sayısı;
Katar, Libya, Endonezya, B.A.E, Cezayir, Nijerya ve en son Angola’nın,
2007 yılında tekrar katılımıyla (OPECa, online,04.03.2007), 12’ye çıkmıştır.
Ekvator (1973–1992) ve Gabon (1975–1994) yılları arasında OPEC
üyeliklerinde bulunmuşlardır.
OPEC’in kurulma amacı, üye ülkelerin petrol üretimlerini sınırlamak, etkin
verimlilik
ile
üretim
sağlamak
ve
petroldeki
fiyatlandırmayı
gerçekleştirebilmektir (OPECb,online, 05.03.2007).
88
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
X3.1. OPEC’in Teorik Yapısı
OPEC, kendini bir kartel olarak kabul etmemektedir. Ancak teoride, OPEC
ihtilafsız bir kartel sayılmasa da işbirlikçi bir oligopol (Smith, 2003, s.30)
olduğu söylenebilir. Bu yöndeki görüşleri anlayabilmek için, öncelikle
OPEC’in üretim yapısına bakmak gerekir.
Aşağıdaki Şekil 1’de, egemen olan firmanın denge yapısı görülmektedir. D
dünya petrol talebini, Sf OPEC dışı üreticilerin arzını, Dr OPEC’in her fiyattan
satabileceği petrol miktarını göstermektedir. OPEC, monopol yapıda
olduğundan; Marjinal gelirin, Marjinal fiyata eşit olduğu N noktasında,
OPEC, üretimden maksimum kar elde etmektedir. Burada, MRr, tekel’in
marjinal gelirini, buna karşılık MCd ise, marjinal maliyet eğrisini
göstermektedir. MC=MR eğrilerinin çakışmalarından çıkan dikin, firmanın
maksimum kar elde edeceği çıktı düzeyini(d) gösterir.
Kaynak: Ronald Soligo&Amy Myers Jaffe, Market Structure in the New Gas Economy Is
Cartelization
Possible?,www.rice.edu/energy/publications/docs/GAS_IsCartelizationPossible_12_2004.pdf
89
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
Tekel gücüne sahip olan OPEC, q*d üretim ile p* fiyatından d noktasında;
OPEC dışı ülkeler ise Q*f üretimini ile aynı fiyattan satış yapmaktadırlar.
Toplam çıktı düzeyi ise Q*d düzeyinde gerçekleşmektedir. Sonuç olarak;
OPEC’in, belirlediği kota ile fiyatı da etkileyebilme gücüne sahip olduğu ve
kartele benzer bir yapı oluşturduğu söylenebilir.
3.2. OPEC’in Üretimde Kota Uygulaması
OPEC’in, petrol fiyat ve üretim miktarlarını belirlemesinden dolayı, tekel
yapıya sahiptir. Ancak, alınan kararlara uyulmaması durumunda bir yaptırımın
olmamasından, kartel ile oligopol arasında bir yapıya sahiptir. OPEC,
üyelerine uygulattığı üretim kotalarıyla, piyasada, istenilen güç ve geliri
hedeflemektedir. Kota uygulamasında, ülkelerin rezervleri ve altyapıları
dikkate alınarak, belli bir oran verilmektedir. Ancak, belirlenen kotaların
aşılması veya kota miktarlarına ulaşılamamasında, herhangi bir yaptırım da
uygulanmamaktadır.
Aşağıdaki Tablo 1’de görüldüğü gibi, Ortadoğulu ülkeler, OPEC’in
rezervlerinin yüzde 60’ından fazlasına sahipler. OPEC, Angola’ya, 2007
yılında tekrar birliğe katılması nedeniyle, bu kota uygulamasında yer
vermemiştir. Şu an, sadece, Irak’a kota uygulanmamasının nedeni de, ülkenin
işgal altında olması ve petrol üretiminde istikrarının bulunmamasıdır.
En yüksek üretim kotası, dünya petrol rezervinin en fazlasına sahip olan
S.Arabistan’a aittir. Daha sonra, İran gelmektedir. Ancak, İran, petrol üretim
teknolojisinin yetersizliğinden ve politik nedenlerden dolayı kota hakkını
doldurmamaktadır. OPEC’in 2006 Eylül ayında, toplam petrol arzı 34 milyon
varil/gün olmuştur. Özellikle OPEC içindeki eksik üretimi dengeleyen ülkenin,
S.Arabistan olmasının en önemli nedeni, ABD ile kurduğu iyi ilişki, kendi alt
yapısının diğer ülkelere oranla daha iyi olması ve petrol piyasasında istikrar
istemesi sayılabilir (Tablo 1).
90
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
3.3. OPEC’in Petrol Rezervi
OPEC, dünya petrol rezervinin %79’una, dünya petrol üretiminin % 41’ine
sahiptir. OPEC içinde en büyük rezerve sahip ülkeler sırasıyla; S.Arabistan,
İran, Irak, Kuveyt, B.A.E ve Venezüella’dır (Grafik 5).
2000–2005 yılları arasında OPEC’e üye ülkelerin rezervleri, yeni keşfedilen
rezervlerle 90 milyar varil artarken, OPEC dışı üreticilerin rezervinde sadece
17 milyar varillik artış gerçekleşmiştir(OPECd, online, 15.03.2007). OPEC’e
üye ülkelerin sahip oldukları petrol rezervlerini daha da artma ihtimali
bulunmaktadır. OPEC üyelerinin mevcut petrol rezervlerinin kullanım ömrü
seksen yıl iken, OPEC dışı ülkelerde ise 30 yıllık ömrü kalmıştır (OPECe,
online 15,03,2007).
3.4. OPEC’in Fiyat Politikası
1960 yılında, OPEC’in kurulmasından sonra, 1974 Arap-İsrail (Yom Kippur)
savaşına kadar fiyat varil başına 2 dolar olarak kalmıştır. Bu fiyat, 1945’ten
1973 yılına kadar sabit denilebilecek oranda gerçekleşmiştir. OPEC üreticileri,
özellikle Arap ülkeleri, İsrail ile yaşanan savaştan dolayı, üretimlerini
kesmelerinden(OPEC Ambargosu), petrolün fiyatı iki yıl içinde 12 dolar
seviyesine çıkmıştır.
91
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
Tablo 1
OPEC’in Kota Uygulamaları (1,000 varil/gün)
Eylül
07.01.2005
2006
Kasım 06
OPEC 10
Fazla
Kota
Üretim
Üretim
Kapasite
Kapasite
894
1.400
1.430
1.430
0
Endonezya
1.451
890
890
890
0
Iran
4.110
3.750
3.750
3.750
0
Kuveyt
2.247
2.600
2.600
2.600
0
Libya
1.500
1.700
1.700
1.700
0
Nijerya
2.306
2.200
2.300
2.300
0
726
850
850
850
0
S.Arabistan
9.099
9.200
9.200
10,500 – 11,000
1,300 - 1,800
B.A.E
2.444
2.600
2.600
2.600
0
Venezüella
3.223
2.450
2.450
2.450
0
OPEC 10
28.000
27.640
27.770
29,070 – 29,570
1,300 - 1,800
2.000
1.900
1.900
0
Ham Petrol
29.640
29.670
30,970 – 31,470
1,300 - 1,800
Diğer Sıvılar
4.484
4.479
34.124
34.149
Cezayir
Katar
Irak
Toplam
Toplam
OPEC Arzı
Kaynak: www.opec.org adresindeki verilerden derlenmiştir.
1979 İran devrimi sonunda, İran’ın petrol üretimini kesmesinden ve 1980
sonrası Irak ile savaşa başlamasından dolayı, petrolün fiyatı 25 doları
geçmiştir. Artan petrol fiyatları, petrole bağımlı olan Batı ekonomilerinde
yaşanan stagflâsyona neden olan etkenlerden biri olarak, sanayileşmiş ülkelere
büyük maliyetler getirmiştir (Grafik 6).
Yıllarca enerjide herhangi bir sıkıntı yaşamayan ve verimsiz kullanan OECD
üyesi ülkeler, IEA’nın (Uluslararası Enerji Ajansı) kurulmasıyla beraber, enerji
92
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
tüketiminde verimliliği esas almışlardır. IEA’nın kurulması, OPEC’in dünya
genelindeki etkisini belirten en önemli göstergedir.
Yaşanan iki petrol şokunun (1974,1979) ardından, petrol varil fiyatlarında
1980–2000
arasında
dalgalanma
sürekli
olarak
10–20
$
bandında
gerçekleşmiştir. 2001 yılı eylül ayından sonraki uluslararası güvensizlik
ortamı, Venezüellalı petrol işçilerinin grev yapması, spekülasyon hareketleri,
terörist saldırı korkusu, artan büyük enerji talebi (Çin, ABD, Hindistan) ve
en son Irak’ın işgalinin ardından, petrol varil fiyatları sürekli bir artış
eğilimine girmiştir. Son üç yıl içinde, petrol fiyatlarındaki artışlar iki katına
çıkarak, en yüksek seviyeye ulaşmıştır. 2007 yılının ilk üç ayı içerisinde, petrol
fiyatları sürekli düşüş göstererek 50$ seviyesine yaklaşmıştır. Ancak, son
aylarda İran ile ABD-AB arasında yaşanan askeri ve uranyum zenginleştirilme
sorunları nedeniyle, petrol varil fiyatlarında artışlar yaşanmaktadır. Özellikle
Mayıs 2007’de Brent petrolün bir varili 70$ seviyelerine çıkmıştır.
Petrol fiyatındaki yüksek oranlı artışlar, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere
büyük maliyetler yüklerken, OPEC’e üye olan ülkelere ise 340 milyar
dolarlık gelir sağlamıştır. Gelişmekte olan ülkeler, artan petrol maliyetleri
sonucunda, dış ticaret açıkları vermişlerdir. Böylece, bu ülkelerin uluslararası
finans kaynaklarına bağımlılıkları artmasından, borç sarmalı içerisinde
kalkınmaya çalışmaktadırlar.
93
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
Özellikle 1990 yılında S.S.C.B’nin dağılmasından sonra, tek kutuplu dünya
sistemi içinde, ABD tarafından dayatılan yeni yapılanmanın, enerji ve petrol
üzerinde büyük bir baskı kurduğu söylenebilir. 2001–2003 döneminde,
OPEC’in üretimde kota uygulaması ve bazı gelişmiş ülkelerin (Almanya,
Fransa, İtalya) enerji kaynaklarını tek başlarına elde etme politikaları
nedeniyle, ABD’nin Irak’a girmesi hızlanmıştır. Petrol fiyatlarının 2003’ten
itibaren beklenilmedik derecelerde yükselmesi, özellikle, Rusya ve İran’ın
petrol ihracat gelirlerini artırması, Rusya’nın tekrar dünya siyasetinde rol
almasına, İran’ın ise silahlanmasını kolaylaştırmıştır.
4. Doğalgaz
Doğalgaz, zaman geçtikçe önemi artan, son on yıllık dönemde ise petrol
kadar stratejik olmasa da, jeopolitik değeri yükselen bir fosil yakıt türüdür.
Çevreye verdiği zararın, petrole göre düşüklüğü, taşınmasında gelişen
teknoloji sayesinde, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki tüketimi hızla
artmaktadır. 1970 öncesinde, piyasa değeri olmayan ve çok düşük üretim
seviyesi olan doğalgazın, 2000’li yıllardan sonra, yıllık 700 milyar m3
civarında ticarete sahip olduğu görülmektedir (BP, 2005). IEA’nın tahminine
göre, doğalgaz tüketimi, 2030 yılında şu anki tüketimden % 83 daha fazla talep
edilecektir. Özellikle, doğalgaz kullanımı, elektrik üretiminde ve sanayide
gittikçe yaygınlaşmaktadır. Ancak, her fosil yakıtın belli bir ömrü olduğu gibi,
doğalgazın mevcut rezervlerinin ömrü, yaklaşık 67 yıl olarak tahmin
edilmektedir (IEA, 2004, ss.57-59). Taşınmasında LNG (Sıvılaştırılmış
Doğalgaz), Boru hattı, CNG (Basınçlı Doğalgaz) ve GTL (sıvı Doğalgaz) gibi
çok çeşitli taşıma yöntemleri gelişmiştir. (Hallouche, 2006, s.vi)
180 trilyon m3’e yakın dünya doğalgaz rezervinin %40’ına Ortadoğu,
%38,6’sına Avrupa ve Avrasya sahiptir. İran ve Katar, toplam 51 trilyon m3 ile
Ortadoğu’da ilk iki sırada iken, Rusya 48 trilyon m3 ile dünyanın en fazla
rezervine sahip ülkesidir. Ortadoğu’da; Katar, S.Arabistan, B.A.E ve Irak,
94
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
Amerika kıtasında ise ABD ile Venezüella, doğalgaz açısından önemli
ülkelerdir(BPa, online, 15.03.2007). Görüldüğü üzere, doğalgaz rezervleri
açısından dağınık bir yapı bulunmaktadır (Grafik 7).
Petrol gibi, doğalgaz rezervleri de bölgesel dağılım açısından benzerlikler
göstermektedir. Doğalgaz rezerv dağılımındaki ağırlık, Ortadoğu ve Eski
Sovyetler Birliği Ülkelerindedir(özellikle Orta Asya Türk Cumhuriyetleri).
Rezervleri az olan gelişmiş ülkeler ise, giderek doğalgaz tüketimi artmakta ve
artan ihtiyaçları için, Rusya ve Ortadoğu ülkelerine muhtaç konuma
gelmektedirler. AB ülkeleri ve NATO üyelerinin tedirgin oldukları konu ise,
petrol gibi doğalgazda da tekeleşmenin oluşma ihtimalidir.
4.1. Enerji de Yeni Tekel Olasılığı
4.1.2. GECF’in Yapısı
GECF (Gaz İhraç eden Ülkeler Forumu), 2001 yılında Tahran’da
kurulmuştur. Kuruluşundan sonra 6 toplantı gerçekleşmiştir. Forumun(GECF)
üyeleri, sabit bir yapıda olmayıp; B.A.E, Bruney Sultanlığı, Cezayir, Ekvator
Ginesi, Endonezya, İran, Katar, Libya, Malezya, Mısır, Nijerya, Rusya,
Trinidad
ve
Tobako,
Umman
ve
Venezüella
bulunmasına
ilaveten
Türkmenistan ve Bolivya sadece bir toplantıya katılmışlar. Norveç ise sadece
95
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
gözlemci konumundadır (Soligo&Jaffe, 2004). Üyeler arasında sabit bir
üyelik anlayışının olmaması, bu forumun en büyük sıkıntısını oluşturmaktadır.
GECF’nin ilgilendiği konuları(Hallouche, 2006, s12);
•
Dünya genelindeki doğalgaz yatırım projeleri,
•
Doğalgazın Arz ve Talep dengesini sağlamak,
•
Doğalgazın keşfi, üretimi ve taşınma teknolojileri,
•
Doğalgaz piyasasının bölgesel ve dünya çapındaki yapısı,
•
Alternatif fosil yakıtlar ile rekabet etmek,
•
CNG ve GTL piyasalarını geliştirmek,
•
Enerji üretimi ve tüketimi içerisindeki doğalgaz payının arttırılması,
•
Kyoto protokolünün doğalgaz tüketimine olan etkisinin araştırılması
olarak sıralayabiliriz.
4.1.3. GECF Rezerv ve Üretimi
GECF üye ülkelerin doğalgaz rezervleri ve üretimdeki payları aşağıdaki
Tablo 2’de verilmiştir. GECF’in gerçekleştirdiği altı toplantıya, önceden
söylendiği gibi, çok farklı ülkeler katılmıştır. Ancak bir sınıflandırma yapılırsa,
14 üye ülkenin toplantılara katılmada süreklilik gösterdiği, diğer 2 ülkenin
sadece bir toplantıya katıldığı ve Norveç’in ise sürekli gözlemci konumunda
olduğu görülür. Öncelikli olarak, kabaca, GECF’in dünya doğalgazı içindeki
payı %72,90 olarak kabul edilse de, Norveç’in ilavesi ile bu oran %74,20’ye
çıkmaktadır. Üretim açısından, sürekli olarak forumlara katılan ülkelerin
toplam doğalgaz içindeki payları % 41,8, Norveç’in katılımı ile % 44,9’a
ulaşmaktadır.
GECF’ye katılan ülkeler içerisinde Rusya, İran ve Katar, toplam doğal
rezervinin %55’ine sahip ve forumda söz sahibi ülke konumundadırlar.
96
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
Özellikle Rusya, doğalgaz üretiminde toplam üretimin % 21’ini sağladığından,
ülke bazında, tekel durumundadır. Bunun en açık göstergesi, Rusya’nın,
Avrupa gaz ihtiyacının % 44’ünü tek başına karşılamasıdır. Rusya, bu gücünü
siyasi olarak kullanmak istemesi veya AB ile NATO’nun bundan
çekinmesinden dolayı, batı ekonomistleri, GECF’yi bir tekel oluşumu hatta
“Gas OPEC” olarak görecek kadar kaygılılar. Rusya, en son, AB’nin diğer
büyük tedarikçisi olan Cezayir’e vaat ettiği yatırımlardan dolayı, Cezayir, milli
şirketini özelleştirmekten vazgeçerek, devlet hissesini artırmıştır. Böylece,
AB’nin ithal ettiği doğalgazın belli ellerde tekelleşmesi, AB’yi fazlasıyla
tedirgin ettiği söylenebilir.
4.1.4. GECF’nin Doğalgaz Ticareti
Doğalgaz ticareti iki şekilde gerçekleştirilmektedir. Bunlardan birincisi olan
boru hatları; karasal sınıra sahip olan ülkeler arasında, coğrafi şartların
elverdiği imkânlar içerisinde gerçekleşmesidir. İkincisi ise, uzak ülkelere ve
deniz aşırı ülkelere, LNG şeklinde yani gemilerle taşınmasıdır. Bunlara
ilaveten son yıllarda CNG ve GTL ticareti de düşünülmektedir. GECF’ye üye
olan ülkelerin, bölgesel olarak her kıtada var olmasından dolayı, bütün
kıtalarda boru hattıyla satış yapma imkânları vardır.
Boru hattındaki gaz
ihracında, Avrupa’nın ihtiyacının büyük kısmını, Rusya ve onun dörtte biri
kadar gaz ihraç eden Cezayir karşılamaktadır. Ancak, Rusya kendi doğalgaz
rezervleri yerine Türkmenistan, Kazakistan ve diğer Türk Cumhuriyetleri ile
anlaşmalar yaparak, onların gazını batıya satmaktadır. Rusya’nın, 2004 yılında
toplam doğalgaz ihracatının 1/3’ünü Türk Cumhuriyetlerinden temin
etmektedir(IEA 2004 verilerine göre; Türkmenistan 1.700.000 cu m3,
Kazakistan 675.000 cu m3, Özbekistan 114.000 cu m3, Rusya 7.533.000 cu m3).
Rus doğalgaz rezervlerinin büyük çoğunluğu, Sibirya bölgesinde ve
kullanılmamaktadır
97
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
Tablo 2
GECF’ye Üye Ülkelerinin Gaz Rezervi ve Üretimleri
GEFC Üyeleri
Rezerv
3
Üretim
3
trilyon m
%
Milyar m
%
Rusya
47,82
26,60%
598,0
21,6%
Iran
26,74
14,90%
87,0
3,1%
Katar
25,78
14,30%
43,5
1,6%
B.A.E
6,04
3,40%
46,6
1,7%
Nijerya
5,23
2,90%
21,8
0,8%
Cezayir
4,58
2,50%
87,8
3,2%
Venezüella
4,32
2,40%
28,9
1,0%
Endonezya
2,76
1,50%
76,0
2,8%
Malezya
2,48
1,40%
59,9
2,2%
Mısır
1,89
1,10%
34,7
1,3%
Libya
1,49
0,80%
11,7
0,4%
1
0,60%
17,5
0,6%
Trinidad & Tobago
0,55
0,30%
29,0
1,0%
Bruney
0,34
0,20%
12,0
0,4%
131,02
72,90%
1154,4
41,8%
Türkmenistan (2001)
2,9
1,60%
58,8
2,1%
Bolivya (2002)
0,74
0,40%
10,4
0,4%
Norveç
2,41
1,30%
85,0
3,1%
Toplam
137,07
76,20%
1308,6
47,4%
Daimi Üyeler
Umman
Sadece 1 Toplantıya
katılanlar
Gözlemci
Kaynak: BP Statistical Review of World Energy June 2006’dan derlenmiştir.
98
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
Diğer önemli doğalgaz ihracatçı ülkeler, Norveç ve İngiltere’dir. Bölgesel
olarak gelişmiş ve son yıllarda doğalgaz tüketimi sürekli artan, Batı Avrupa
Ülkeleri, tam anlamıyla, Rusya’nın hâkimiyeti altında kalmak üzeredir. Batı
Avrupa Ülkeleri, alternatif olarak gördükleri Cezayir, son yıllarda Rusya’nın
etkisine girmeye başlamıştır. Bundan dolayı Avrupa, yeni alternatifler aramak
zorunda kalmıştır (Tablo 3). Bu alternatifler olarak; Azerbaycan doğalgazının
ve Arap doğalgazının, Türkiye üzerinden geçirilme projeleridir (Laçiner,
online, 21.05.2006).
10,37
151,28
1,10
4,32
37,78
5,80
Ortadoğu
1,40
4,49
278,43
1,10
8,30
1,30
Afrika
1,30
Asya
10,37
Toplam
10,37
79,46
Avrupa
Toplam
Endonezya
Libya
Mısır
Cezayir
Umman
Iran
Türkmenistan
Rusya
Norveç
Bolivya
Amerika
Malezya
milyar m3
Tablo 3 Doğalgaz Boru Hattı Ticareti
79,46
151,28
6,90
4,32
1,40
39,08
1,10
4,49
4,83
1,78
6,61
4,83
1,78
305,01
Kaynak: BP Statistical Review of World Energy June 2006’dan derlenmiştir
Özellikle Rusya’nın, Ukrayna ve Beyaz Rusya(Belarus) ile yaşadığı
problemlerden sonra, Norveç ve İngiltere’nin, Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacını
karşılayamayacağı anlaşılmıştır. Rusya ise, Beyaz Rusya ve Ukrayna ile
yaşadığı sorunlardan sonra, alternatif olarak, Mavi Akım’a paralel yeni hatlar
çekerek, hem Avrupa’ya hem de Ortadoğu’ya (özellikle İsrail) doğalgaz
satışını düşünmektedir. Türkiye’nin, boğazlardan çok fazla petrol tankerinin
geçişinden rahatsız olmasından dolayı, Rusya ile Yunanistan, boğazları bypass yapan, yeni doğalgaz anlaşması yapmışlardır.
99
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
Doğalgaza sahip ülkelerin büyük çoğunluğu, Ortadoğu Bölgesindedir.
Özellikle, doğalgazın, Ortadoğu Bölgesi içinde ticaretinin olmamasının nedeni,
ülkelerin satışta birbirine rakip olmalarıdır. Bu ülkelerin, coğrafi bakımdan
denize yakınlığı, doğalgazın uzak kıtalara gelişen teknoloji sayesinde gemilerle
sıvılaştırılmış (LNG) olarak ihracını sağlamaktadır(Tablo 4).
LNG’nin ticareti, boru hattı kadar olmasa da giderek gelişmekte, özellikle,
Arap Körfezi ve Asya Pasifik ülkeleri, LNG ticaretinde çok fazla
ilerlemişlerdir. Avrupa’nın, LNG ihtiyacını gideren ülkeler; Cezayir ve
Nijerya’dır. Asya bölgesi ise, doğalgaz ihtiyacını kendi bölgesinden ve Arap
yarımadasındaki körfez ülkelerinden sağlamaktadır(Tablo 4). Özellikle,
Körfez ülkesi olan Katar’ın, on yıllık projesi sonucunda, dünyada LNG
ticaretinde ilk sırada yer alacağı tahmin edilmektedir(Adams,online. ve
Crooks, online, 15,03,2007).
Asya
Toplam
14,01
-
0,23
1,73
4,56
0,31
22,85
4,25
0,87
11,81
7,42
22,46
6,83
0,08
6,93
9,22
27,10
7,14
25,68
6,93
-
-
Toplam
2,05
Endonezya
2,75
Nijerya
-
Libya
0,08
BAE
0,07
Bruney
0,65
Mısır
Avrupa
Cezayir
0,92
Katar
12,44
G.Amerika
Umman
Tobago
Trinidad &
K.Amerika
Malezya
milyar m3
Tablo 4 GEFC’ye Üye Ülkelerin LNG Ticaret Miktarı
0,25
17,87
0,16
47,90
0,92
0,87
12,04
9,15
31,46
28,11
122,42
9,15
31,46
28,52
188,81
Kaynak: BP Statistical Review of World Energy June 2006’dan derlenmiştir
4.1.5. İki Tekelin Karşılaştırılması: GECF ve OPEC
Doğalgaz, enerji kullanımında giderek büyüyen bir paya sahip olmasına
rağmen, GECF üyeleri ile diğer üretici ülkeler, doğalgaz piyasasını etkilemek
için, birlikte hareket edememektedirler. Bir tekel güç olan OPEC, petrol
piyasasını hatta dünya piyasalarını bile etkileyebilmektedir.
100
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
OPEC’e üye bir kısım ülkeler, OPEC dışında kalan bazı doğalgaz üreticileri de
GECF’ye üye iken, bazı büyük doğalgaz üretici ülkeler (İngiltere, v.d)
GECF’ye üye konumunda değillerdir. OPEC ile GECF karşılaştırıldığında,
enerjide tekel güce sahip OPEC’in karşısında, GECF’nin de doğalgaz
bakımından tekel gücü bulunduğu görülmektedir(Grafik 8).
Dünya doğalgaz rezervinin büyük kısmına sahip olan GECF ülkeleri, neden
bir tekel güç veya tek bir fiyat belirleme gücüne sahip değildir gibi bir soru
sorulabilir. Buna şöyle bir cevap verilebilir; OPEC, tekel gücüne ulaşmış,
ancak, petrol ile doğalgaz piyasaları arasındaki yapı farklılığından dolayı,
GECF bunu tam olarak gerçekleştirememektedir.
Doğalgaz
piyasasının
yapısına
bakıldığında,
bazı
olumsuzluklar
görülmektedir. Bu olumsuzluklar;
1.
Global doğalgaz satışı, dünya çapında petrol satışı gibi belli alanlarda
değil, tamamen parçalı şekildedir. Bu çok parçalı yapıdan dolayı, fiyat
belirlenmesinin zorluğu,
1.1.Doğalgaz
sektöründe,
yüksekliğinden
dolayı,
LNG’nin
dışa
dönük
20
aşkın
sürelerde
yılı
maliyetlerinin
sözleşmeler
imzalanmaktadır. Bundan dolayı fiyat ve arzı ayarlama zorluğu (The
Economist, 5 february 2007),
101
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
2.
En büyük rezerve ve üretime sahip Rusya’nın egemenliğini, diğer
ülkelerin kabul edip etmeyeceği sorunu,
3.
Rezerve sahip birçok ülkenin altyapı eksikliğinin bulunması ve bunu
giderecek fonların (yabancı sermaye) ise, doğalgaz talep eden gelişmiş
ülkelerden sağlanmasından dolayı, fiyat ve arzda OPEC benzeri
ayarlama yapma zorluğu,
4.
GECF’ye üye ülkelerin, OPEC’in bölgesel dağılımına oranla, daha
uzak ve parçalı bir yapıda olması,
5.
GECF’deki katılımın sürekli değişmesinden dolayı, tam bir politika
uygulama zorluğu,
6.
Doğalgaz fiyatlarının petrole bağımlı oluşu ve petrol fiyatlarındaki artış
ve azalışların altı ay sonra doğalgaz piyasasını etkilemesi olarak
sıralanabilir.
Yukarıdaki sebeplerden, 2001 yılında kurulan GECF’nin doğalgaz
piyasasında gücü olmasına rağmen, bir birlik oluşturup, OPEC benzeri bir
yapıya geçememiş ve geçmesi de kısa zamanda zor görülmektedir. Ancak, bu
ülkelerin doğalgaz arzını sabit tutarak, fiyatı etkileme güçleri olduğu ortadadır.
Bu durumda da ülkeler arasındaki fikir ayrılığı ortaya çıkmaktadır. Rusya ve
İran, doğalgazı siyasi ve jeopolitik amaçlı kullanma niyetinde (Barkeshli,
online, 10.03.2007) iken, diğer üreticiler, doğalgaza sadece bir getiri sağlayan
meta olarak bakmaktadırlar.
4.2. OGEC (Doğalgaz İhraç eden Ülkeler Teşkilatı) Kurulma İhtimali
Ne GECF’nin OPEC türü bir kuruluş olma isteği var, ne de bunu yapabilecek
bir gücü var. Çünkü çok parçalı üretim yapısı ve siyasi anlayışı, altı yıldır bu
ülkeleri bir araya gelmesini engellemektedir. Ancak, doğalgazda OPEC
olabilecek başka türlü yapılanmalar bulunabilir. Dünya doğalgaz rezervinde ve
üretiminde farklı ülkelerin egemenlikleri ve gelecekleri bulunmaktadır.
102
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
Doğalgaz rezervi ve üretiminde açık ara önde olan tek ülke Rusya’dır. Rusya,
bu egemenliğini, şu an itibariyle Avrupa ve Asya üzerinde uygulamaktadır.
Ancak, siyasi bakımdan doğalgazı silah olarak kullanma isteğinde olduğunu
da belirtmektedir(Agoulnik,online,12.02.2007). Doğalgaz üretiminde etkili
diğer ülke olan İran ise, son yıllarda Rusya’nın önderliğinde bir OGEC
kurulmasından yana olduğunu belirtmekte ve destek olacağını bildirmektedir.
Rusya’nın, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri (OATC) üzerindeki etkisi ve
onlarla yaptığı uzun dönemli anlaşmalarla (Kupchinsky, online, 6.2.2007), şu
an dünya doğalgaz rezervinin %5’ine sahip OATC üzerinde dolaylı biçimde
hakim durumda olduğu söylenebilir.
Bu konumda, önemli diğer bir ülke de Katar’dır. Çünkü Rusya, Orta Asya
Türk Cumhuriyetleri ve İran, dünya doğalgaz rezervinin % 46’sına sahiptir.
Katar’ın % 14’lük payı, iki açıdan önemlidir: Birincisi, Katar, bu ülkelere
katıldığında, dünya doğalgaz rezervi içinde payları % 60’a varacak ve çok
parçalı bir yapıdan kurtulacaktırlar. İkincisi ise, zaten dünya doğalgaz
rezervlerinde, ilk üç ülke (Rusya, İran ve Katar) büyük paya sahip olmasından,
siyasi bakımından az parçalı, ama oranları yüksek bu üç ülkenin
birleşmesinden bir OGEC kurulabilir. Ancak, bunun önünde teknik ve siyasi
engeller bulunmaktadır: Öncelikli teknik engel, dünya gaz üretimin %22’sini
Rusya sağlarken; İran ve Katar, doğalgaz üretiminin sadece % 4,7’sini
karşılayabilmektedir. Çünkü bu iki ülkenin altyapıya ihtiyaçları bulunmaktadır.
Özellikle, Katar, bunun için büyük yatırımlar yapsa da, İran, altyapı
yatırımlarını geciktirmektedir. Siyasi yönden, İran ile Rusya benzer bir
düşünceye sahip olup, doğalgazı siyasi ve jeopolitik bir meta halinde
kullanmak istiyorken; Katar, sadece bundan gelir sağlama düşüncesindedir.
Katar’ın
yönetiminde
İngiliz
ve
Avrupalıların
etkili
olduğu
da
düşünüldüğünde, bu birlikteliğin şu an için zor olduğu söylenebilir. Sadece
Rusya, İran ve Türkmenistan arasında kurulabilecek olan “Orta Asya Gaz
İhraç Eden Ülkeler Birliği” Avrupa üzerinde farklı bir etkisi olmasa bile;
103
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
Asya’da, Çin ve Hindistan’ı etkileme ihtimali bulunmaktadır. ABD’nin, bütün
bu gelişmelerden,
doğalgaz
ihtiyacındaki
mevcut konumu
nedeniyle
etkilenmediği ve bu gelişmelerle de çok fazla ilgilenmediği de söylenebilinir.
SONUÇ
Dünya ülkeleri, enerji ihtiyacının büyük kısmı iki fosil(birincil) kaynaktan
sağlamaktadırlar. Bu kaynaklar; petrol ve doğalgazdır. İki kaynağın, dünyada
kıt olmasından dolayı, üretiminde ve rezerv kullanımında tekelleşme eğilimleri
vardır. Özellikle, petrol ve türevleri, 20.yy.dan günümüze insan hayatında çok
önemli bir yere sahiptir. İnsan ihtiyacında bu iki kaynak, zorunlu ve lüks
olarak önemli yerini almışlardır. Doğal olarak, dünya üzerindeki rezerv
dağılımı adil olmaması, hem ekonomik, hem de stratejik anlaşmazlıklara ve
çatışmalara
neden
olmaktadır.
Özellikle,
petrolün
üretiminde
ve
pazarlamasında bir tekel güç olarak OPEC bulunmakta; doğalgazda ise,
rezerv açısından tekel yapı bulunsa da; üretim, pazarlama ve fiyat
belirlemede tam bir tekel görünümü yoktur. Doğalgaz piyasasında, GECF
yeni kurulmuş olup, OPEC’e benzer bir çalışma sistemine sahip olmasının
önünde; siyasi, ekonomik ve piyasa zorlukları bulunmaktadır.
Petrol ve doğalgaz kaynakları yönünden, uluslararası alandaki güç, artık bu
enerjiye sahip olan ülkelerin elinde bulunmaktadır. Ancak, Ortadoğu ülkeleri,
genelde uzun süre İngiltere’nin hâkimiyetinde bulunmaları ve devlet
geleneklerinin zayıf olmasından dolayı, bu enerjilerde tam bir güce sahip
değildirler. Arap Yarımadasındaki petrol ve doğalgaz üzerinde dolaylı ve
dolaysız bir güç olarak, daha çok ABD bulunmaktadır. Bu güç uygulamasına
en iyi örnek Irak’tır. Rusya ve İran ise, sahip oldukları enerjiyi, hem
gelişmeleri için bir kaynak, hem de stratejik bir ürün olarak görmektedirler.
Bölgedeki anlaşmazlıklar ve çıkar çatışmaları güç dengeleri açısından; ABD,
Rusya ve İran arasında geçmektedir. Petrol ve son yıllarda doğalgazın elde
edilmesi için, siyasi ve askeri baskılar karşılığında, bunlara sahip olan
104
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
ülkelerin de tekelleşme eğilimleri içerisine girerek kendilerine, ekonomik ve
siyasi bir güç elde etme yollarını aradıkları belirtilebilir.
Enerji kaynaklarının üretimindeki her tekelleşme eğilimi, dünya ekonomisine
büyük maliyetler getirmektedir. Bu da, dünya siyasetinde birçok sorunun
nedenini, stratejik çatışma ve anlaşmazlıkların da temelini oluşturmaktadır.
KAYNAKÇA
1. BP, Review of World Energy, 2005.
2. BP, Review of World Energy 2006.
3. DPT, VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı, Madencilik Özel İhtisas
Komisyonu Raporu, Enerji Hammaddeleri Alt Komisyonu PetrolDoğalgaz Çalışma Grubu, Ankara: DPT Ya. No: 2606-ÖİK: 620, 2001.
4. Energy Information Administration, İnternational Energy Outlook 2006,
EIA, Washington, June 2006.
5. Gold R. and White, G. L., Russia and Iran Discuss A Cartel For Natural
Gas, The Wall Street Journal, 2 Şubat 2007.
6. Hadi H, The Gas Exporting Cuntries Forum:is it really a Gas OPEC in
the Making?, Oxford Institute for energy studies, NG13, June 2006.
7. International Energy Agency, World Energy Outlook 2004,OECD,
Paris, 2004.
8. International Energy Agency, World Energy Outlook 2005 MENA
Insights, OECD, Newyork, 2006.
9. OPEC, Annual Statistic Bulletin 2005, Austria, 2006 .
10. Ronald S and Myers Ja, Market Structure in the New Gas Economy:Is
Cartelization Possible?, Baker Institute, goepolitics of gas work paper series,
Standfored, 2004.
11. Smith J. L., Inscrutable OPEC? Behaviroral Tests of the Cartel
Hypothesis, Center for Energy and Enviromenral Policy Research, 03-005
WP, May 2003.
105
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Kamil USLU, İlyas SÖZEN, A. Alkan ÇELİK
12. Uslu, K. Avrupa Birliği’nde Enerji ve Politikalar, Marmara Üniversitesi,
İ.İ.B.F Dergisi, Yıl 2004, Cilt XIX, Sayı 1, İstanbul, 2004.
13. Yergin, D. (çev: Kamuran Tuncay), Petrol Para Güç Çatışmasının Epik
Öyküsü, İş Bankası Kültür yayınları Genel yayın: 332, 3.Baskı, İstanbul,
Mayıs 2003.
15. Adams,J.B. Leadership role for Qatar,
http://www.dnv.com/publications/classification_news/class_news_5_2004/Lea
dershiproleforQatar.asp (Erişim: 15,03,2007)
16. Artem A, A New OPEC in the Pipeline? ,Wednesday, October 20, 2004;
Page A27,
http://www.washingtonpost.com/ac2/wpdyn/A465512004Oct19?language=pri
nter (Erişim: 12.2.2007)
17. Barkeshli, We Need an Organization Like OPEC for Export of Gas,
http://www.irvl.net/FIRAN2.HTM (Erişim:10.03.2007)
18. BBCa, Grafiklerle dünyanın enerji talebi,
http://www.bbc.co.uk/turkish/indepth/story/2006/02/060215_energy_demand.
html( Erişim Tarihi: 01.03.2007)
19. BPa, Report of Gas, Learn about İnvesting,
http://www.bp.com/extendedsectiongenericarticle.do?categoryId=2010208&
ontentId=2017295 (Erişim: 15.03.20
20. Crooks E, Qatar plans LNG first, Financial Times,
http://www.ft.com/cms/s/5d95dcecd19411dbb921000b5df10621,_i_rssPage=
672feb4-504a-11da-bbd7-0000779e2340.html (Erişim: 15, 03, 2007)
21. Kupchinsky, World: 'Gas OPEC' Moves Closer To Becoming Reality,
http://www.rferl.org/featuresarticle/2007/02/F1091B1833DA4DE5922FCA2
BA50D197.html ,(Erişim: 6.2.2007)
22. Laçiner, Arap-Türkiye-Avrupa Boru Hattı,
http://www.turkishweekly.net/turkce/yorum.php?id=279 (Erişim :21.05.2006)
106
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 82-107
Enerji Kaynaklarından Petrol ve Doğalgazdaki Tekel Oluşumları
23. OPECa, http://www.opec.org/aboutus/history/history.htm (Erişim:
04.03.2007)
24. OPECb, http://www.opec.org/library/FAQs/aboutOPEC/q1.htm
(Erişim:05.03.2007)
25.OPECc,http://www.opec.org/home/PowerPoint/Reserves/OPEC%20share.
htm (Erişim: 15.03.2007)
26.OPECd,http://www.opec.org/home/PowerPoint/Reserves/World%20crude
%20oil%20reserves.htm (Erişim: 15.03.2007)
27.OPECe,http://www.opec.org/library/FAQs/PetrolIndustry/q7.htm (Erişim:
15. 03.2007)
28. OPECf, http://www.opec.org/home/basket.aspx (13,03,2007)
107
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 82-107
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 108- 152
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ
VE
AVRUPA BİRLİĞİ DEĞERLERİ
Sait YILMAZ∗
ÖZET
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği pek çok açıdan iyi sorgulanmamış bir stratejik
seçenek ve ülkemizin geleceğini bağladığı bir yol haritası olarak önümüzde
durmaktadır. Böyle bir seçeneğin sadece ülkemiz adına getirip götürecekleri yanında,
ülkemizin temel değerlerine, Cumhuriyetimizin kökenlerine, nihayet bu kökenlerin
kaynağı olan Atatürkçü Düşünce Sistemi’ne uygunluğu da önemli bir inceleme alanını
oluşturmaktadır. Bu makale, Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği değerleri
arasında uyumlu ve sorunlu alanları tespit etme gayreti içerisinde, bu alandaki
çalışmalara rehber olma amacı taşımaktadır.
Anahtar Kelimeler:
Küreselleşme.
Atatürk,
Avrupa
Birliği,
Modernleşme,
Ulus
Devlet,
ABSTRACT
Turkish candidacy to EU hasn’t been carefully considered a strategic option in many
terms and a road map which nation’s future is tied. Such an option covers a research
area in order to realize its compliance into not only basic pillars of the nation, but the
roots of Republic and, by that way, Atatürk’s Thinking System, and benefits and harms
for the nation as well. This article aims at being a guidance for the studies in exploring
areas which are in harmony or which are problematic between Atatürk’s Thinking
System and EU’s values.
Key Words: Atatürk, European Union, Modernization, Nation State, Globalization.
GİRİŞ
21’nci yüzyıl, başta ulaşım, internet ve mobil iletişim olmak üzere, modern
teknolojinin getirdiği yenilikler, küreselleşme ve post-modern düşüncelerin
ivme verdiği karşılıklı bağımlılık ve bireyselliğe atıf yapan parametreler
kapsamında ulus-devletler yerine ulusüstü yapıları temel aktör olarak öne
∗
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü ve Öğretim Üyesi, İstanbul.
saityilmaz @beykent.edu.tr
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
çıkaran düşüncelerin yoğunlaştığı bir evre ile yoğrulmaya başlamıştır. Bu
evreye tanıklık eden en geniş katılımlı ve kapsamlı ulusüstü oluşum ise, hiç
şüphesiz Batı ve modern değerleri temsil eden Avrupa Birliği’nin teşkili
düşüncesidir.
Türkiye’de de özellikle post-modern düşünce kapsamında Avrupa Birliği
düşüncesine doğrudan destek veren düşünür ve kurumlar, görüşlerini
Atatürkçü çerçeveye oturtmak için, kısa yoldan Atatürk’ün gösterdiği
çağdaşlaşma hedefine atıf yapmaktadır. Aynı çevreler Avrupa Birliği’nin
Türkiye’ye ne sağlayacağı konusu gündeme geldiğinde ise, gene kolaycı bir
biçimde Türkiye’nin uluslararası sistemde hak ettiği yeri alması için demokrasi
ve insan hakları konusundaki beklentileri dile getirmektedirler. Bu görüşleri
destekleyenler, bir yandan Türkiye’nin dışarıdan bir baskı olmaksızın kendi
kendine AB’nin öngördüğü kriterleri yerine getirmeyeceği savını da ortaya
koymaktadırlar.
Bu makalenin amacı, Avrupa Birliği kuruluş esasları ile Atatürkçü düşünce
sistemi arasında bilimsel temelde bir analiz ortaya koyarak, Avrupa Birliği
idealinin ne kadar Atatürkçü düşünce sistemi ile iç içe girdiği konusunda elle
tutulur sonuçlara ulaşmaktır. Böyle bir analiz için, Atatürkçü düşünce sistemi
için temel rehber kabul edeceğimiz Atatürk ilkelerini mezcedecek şekilde;
Atatürk’ün düşünce yapısının temelinde yer alan esaslar, Avrupa Birliği’ni
temsil eden fikirlerle kıyaslanacaktır. Bu kapsamda Atatürk’ün çağdaşlaşma
(modernleşme), devlet ve devlet yönetimi anlayışı, milli egemenlik, tam
bağımsızlık, millet ve milliyetçilik gibi olgulara atfettiği anlamlar, Avrupa
Birliği’nin temsil ettiği görüşler ile bağlantı kurularak ele alınacaktır.
109
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
1. Atatürk’ün Çağdaşlaşma (Modernleşme) anlayışı ve Avrupa Birliği
konsepti;
a. Modernleşme, Modernizm ve Türkiye Cumhuriyeti’ne etkileri:
Modernleşme1, Avrupa'da yaklaşık olarak 15’ nci yüzyıl sonlarında
Rönesans ile başlamıştır. Rönesans ile birlikte, insan, ilk kez kendisine,
doğaya, hayata dışarıdan bakmaya başlamıştır. Bu hali ile modernleşme,
devamlılığı olan, insanların Aydınlanma Dönemine doğru attığı ilk adım, çoğul
dilin başlangıcı bir süreç olarak kabul edilir. Batılı bilim adamlarınca, modern
çağın 18’ nci yüzyılın ortalarında Aydınlanma Dönemi ile başladığı kabul
edilmektedir. Modernlik tasarısı, 18’ nci yüzyılda yaşayan aydınlanma
filozoflarının nesnel bir bilim, evrensel bir ahlak, evrensel bir yasa, özerk bir
sanat geliştirme amacı güden çalışmalarıyla biçimlendirilmiştir.
Modernizm ise, endüstri devriminden sonra başlayan bir dönemdir.
Modernizm, aklı mutlaklaştırmış, bireyi merkeze koymuş, dünyanın aklın
koyduğu kurallar ile daha iyi bir şekilde yönetileceğine inanmıştır. Özet olarak
modernizm; bilim, teknik ve endüstrinin gelişmesi, zevkin sade ve işlevsele
yönelmesi sebebiyle artık tarihten referans almayı bırakan ve tamamen özgün
yaratıma dayanan "modern düşünce"nin akımlaştırılmış ve çeşitli kurallara
bağlanmış halidir. Öte yandan modernizm, teolojik düşünceden sıyrılmayı
ifade etmektedir. Bu yönüyle modernizme göre; din’in (kutsal kitabın)
söyledikleri o çağda kalmıştır, tamamen gerçeği yansıtmamakta veya bugünkü
çağa uydurulmak zorundadır. Modernizm ile dinin iktidarı yer değiştirir,
geleneksel dönemin 'günahları’nın yerini, bugünün 'kanunları' alır. Bugün
içinde bulunduğumuz toplumsal ve siyasal ilişkiler, büyük ölçüde siyasal
modernitenin ürünüdür (Şen, 2004: 170-172).
1
Modernleşme Türkiye´de daha çok “Çağdaşlaşma” anlamıyla kullanılmaktadır. Çağın teknolojisi
ve kültürüyle uyumlu hale gelmeyi dile getirmektedir.
110
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
Modernizm; aklın, aydınlanmanın, modern bilimin ve Batı’nın bir ürünüdür.
Modern; bilimsel, sanayileşmiş ve güçlü; öte yandan da insani, katılımcı ve
demokratik anlamına gelmektedir (Bostanoğlu, 1990: 120). Avrupa, ''modern''
kültürü temsil etmektedir. Bu kültür; akılla, hukukla kurduğu fizik, kimya,
şehir, belediye, sanat, demokrasi haklarını ifade etmektedir. Atatürkçü düşünce
sistemi de, -modernleşme mantığı ile paralel bir şekilde “akılcı”dır ve
“bilim”e dayanır. Çağdaş uygarlığın başlıca özellikleri, akla ve bilime dayalı
olmak, insan kişiliğine ve insan haklarına değer vermek, düşünce hürriyetini
ve hukuk devletini gerçekleştirmektir. Atatürk, Batı uygarlığını bilimsel olmak
koşuluyla kabul etmiştir (Tüfekçi, 1981: 78). Çünkü gerek yönetim, gerekse
toplum, sorunlarına, bilim verilerine göre çözüm yolu aramıştır. Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran bir devlet adamı ve evrensel değerde bir yol gösterici
olarak, Atatürk’ün bütün yaptıklarında, bütün yazı, söylev ve demeçlerinde,
akılcı bir tutum sergilediğini görürüz.
Atatürk, “akıl, mantık, bilim ve fen, uygarlık” gibi sözcükleri çoğu zaman
yan yana kullanmıştır. Nitekim Atatürk’ün şu sözleri onun çağdaşlaşmaya
bakışı ile ilgili iyi bir örnektir; “Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile
alakasız yaşayamayız. Aksine, yükselmiş, ilerlemiş, medeni (çağdaş) bir millet
olarak medeniyet (çağdaşlaşma) düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat
ancak ilim ve fenle olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet
ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.
(Gnkur.Bşk.lığı, 1982: 11) ”
b. Atatürk ve Batılılaşma:
Türk İnkılâp Tarihi ve Atatürkçü düşünce sistemi ile ilgili kaynakların pek
çoğu, çağdaşlaşma ile eş anlamlı olarak “Batılılaşma” kavramına da yer
vermişlerdir. Çünkü Batı uygarlığı hayat tarzını kendisine hedef tutan Türk
devrimi için, Batılılaşma ayrı ve özel bir değer taşımaktadır. Ancak Batı
uygarlığı, bir coğrafya veya devletler grubuna ait değil küresel olarak tüm
111
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
insanlığa ve kültüre şekil veren prensipler ve hayat görüşü olarak algılanmıştır
(İnalcık, 1995: 173). Batı uygarlığı ve Batılılaşmak ile anlaşılan rasyonel
düşünce, ilim ve felsefe ile üstün bir evreye ulaşmış müşterek bir
çağdaşlaşmaya
yönelmek,
üniversal
dünya
medeniyetine
katılmak,
modernleşmektir (Eroğlu, 1981: 124).
Atatürk için “çağdaş uygarlık”, binlerce yıl süren gelişmeler sonunda, insan
aklının, bilim ve teknolojinin katkısı ile ortaya çıkan ve bütün insanlığın eseri
ve malı olan uygarlıktır (Mumcu vd., 1997: 107). Atatürk’e göre, çağdaş
uygarlık, hiçbir ülkenin veya ülkeler topluluğunun malı olarak görülemez; bu
uygarlık hiçbir ülkenin veya ülkeler topluluğunun, hiçbir coğrafyanın tekelinde
değildir (Mumcu vd., : 1997: 104). Atatürk’e göre, uygarlığı, şu veya bu
devletlerle veya bir coğrafi bölge ile görmek yanlıştır. İnsan aklının eseri olan
uygarlık, bütün insanlığın malıdır. Atatürk’ün şu sözleri bu anlayışı
tamamlamaktadır: “Memleketler çeşitlidir, fakat medeniyet birdir ve bir
milletin gelişmesi için bu tek medeniyete katılması lazımdır (Dumoulin, 2000:
87).”
Türk devriminin esas amacı, çağdaş bir devlet kurmak için, çağdaş dünyada
ki modern kurumlar örnek alınarak, modern devletin kurulması idi. Modern
Türk devletinin kurulduğu yıllardaki coğrafya dikkate alındığında, çağdaş, hür
ve bağımsız yaşamak için, Batı uygarlığını örnek almak bir zorunluluktu.
Bununla beraber, Batılılaşma taklitçi bakış açısı ile değil belirli prensiplere
dayalı olarak gelişmiştir. Batılılaşma ile izlenen strateji; aynısını yapmak değil,
Türkiye’nin gerçeklerine uygun bir sentez dahilinde, nasıl yaptıklarını almak
olmuştur. Nitekim laik devlet yapısı ve hukuk sisteminin oluşturulması,
medreselerin ve şer’i mahkemelerin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin
kapatılması, harf devrimi, takvimin kabulü, Batılı giyiniş tarzı gibi devrimler,
aynısını almak yerine, bir sentez sonucu ortaya çıkmış modernleşme
hareketleridir.
112
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
Modernleşme süreci, Osmanlılar döneminde başlamış; ancak Atatürk ile
birlikte modernleşme kültürel bir boyut da kazanmıştır. Yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, çağdaşlaşma yolunda sosyal bir düzen olarak, Batı medeniyetini
örnek almış ve bu yönde bir kültürel değişimi başlatmıştır. Bu değişim,
modernleşme, yani daha ileri kabul edilen bir sosyal düzen tipine geçiş olarak
kabul edilmiştir (İnalcık, 1995: 169). Bir kültür olarak, Batı kültürünü
tamamen benimsemek veya taklit etmek mümkün değildir. Bunun yerine, Batı
uygarlığının ana unsurlarının (bilim, teknik, hukuk, özgürlükler) bir sentez
dahilinde Cumhuriyetin ve Türk insanın temel karakterlerine uyumu esas
alınmıştır. Batı uygarlığı ile karşılaşıldığında, Türk milletinin milli hasletlerini;
dinini, ahlaki, sosyal vasıflarını kaybetme tehlikesi yoktur. Diğer yandan,
Atatürk devrimlerinin Batılı olmayan topluluklara izleyecekleri yolu
göstermek gibi insanlığın evriminde yeni ve çok önemli bir safha açtığını da
vurgulamak gerekir.
c. Atatürk’ün Çağdaşlaşma Anlayışı ve Avrupa Birliği değerleri:
Atatürk’ün çağdaşlaşma hedefine atıf yaparken, Avrupa Birliği ülküsü ile
bağlantı
kurmamız
gereken
kavramsal
çatıyı,
“Demokrasi”
ve
“Avrupalılaşma (Europeanisation)” konseptleri oluşturmaktadır. Bu iki
konsept, AB için birbirini tamamlayan kategoriler olarak görülmektedir.
Avrupalılaşma, demokrasiyi de kapsamakla birlikte, daha geniş bir konsepttir.
Avrupalılaşma, modernizmin Avrupa ayağı olarak, modern Avrupa normları
ve değerlerinin aşağıdaki üç dinamiğin etkileşimi içerisinde bir araya
getirilmesi süreci olarak görülmektedir;
- Demokrasi ve insan hakları için AB tarafından gerekli görülen normların
yasal olarak geliştirilmesi,
- Artan entegrasyonun sonucu olarak girişimci ve bireylerin gerçek çıkarlarının
adapte edilmesi,
- Sosyal seviyede sübjektif değerlerin ve kimliklerin adapte edilmesi.
113
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
Bir bütün olarak düşünüldüğünde, ne demokrasi anlayışının ne de Avrupa
değerlerinin Atatürkçü düşünce sistemi ile ülkemiz genel karakterine
uygunluğu bakımından bir sorun teşkil etmediği açıktır. Ancak “demokrasi”
gibi “Avrupalı değerler” de, ucu açık kavramlardır ve her ülkenin kendi
şartlarına ve millet olma özelliklerine göre farklı tonlar taşımaktadır. Bununla
beraber, demokrasi ve Avrupalı değerler adı altında, ulusal bünyeye ve Türk
milletinin özel karakterine uygun olmayan elbiseleri aynen giymemiz veya
taklit etmemiz de mümkün değildir. Nitekim Avrupalılaşma konseptinin üye
ülkeler
tarafından
algılanışının
farklılıklar
arzettiği
görülmektedir.
Avrupalılaşma, Ukrayna için iyi bir model olarak görülürken, Tunus ve Fas
gibi Arap ve Akdeniz ülkeleri için Avrupa-Akdeniz kimliği geliştirilmesi,
alternatif bir model olarak görülmektedir.
Bu konuda dikkat çekici bir yaklaşım; içinde bulunduğumuz çağda, Batı ile
yaşanan rekabeti veya diğer yönü ile modernleşme dayatmasını uygarlıklar
savaşı olarak gören anlayıştır. Suat İlhan’a göre (Eslen, 2005: vii-viii);
“Çağdaşlaşmak; çağın tutumuna, anlayışına, gereklerine uymak, en iyiyi seçip
almaktır. Çağdaşlaşmada bir topluma ve bir kültüre bağımlılık yoktur.
Avrupalılaşmak;
Avrupalıların
düşünce,
davranış
ve
yaşamlarını
benimsemektir. Bu durum Atatürkçülükle bağdaşmaz, ancak AB üyeliğinin
amacıdır.”
Türkiye’nin AB’ne tam üyeliği, Atatürk’ün kendisine gösterdiği çağdaşlaşma
yolunda önemli bir aşamadır. Ancak Türkiye, AB üyeliği yolunda, ülke
bütünlüğü başta olmak üzere, ulusal güvenliği ile ilgili önemli riskler taşıyan
muhtemel hastalıkları demokrasi kriteri görüntüsü altında bünyesine almamak
için dikkatli olmalı, bağışıklık kazanacak bir güvenlik olgunluğuna ulaşmış
olmalıdır. Yabancı değerlere ve ağlara sorgulamaksızın entegre olmuş, yeni
açılımlar yaratmamış bir ülkenin ya da yönetimin, alternatifler politikalar
üretemeyeceği, önemli çelişkiler içerisinde kalacağı ve dış aktörlerin
yönlendirmeleri doğrultusunda hareket edeceği açıktır.
114
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
2. Atatürk’te Devlet Anlayışının Dayandığı Temel Esaslar ve Avrupa
Birliği;
Atatürk’ün devlet olma ve devlet yönetme anlayışının dayandığı temel
esasların Avrupa Birliği ideali ile ne kadar uyumlu olduğu konusundaki bir
analiz; 21’ nci yüzyılda ulus-devlet olma anlayışı; özellikle küreselleşme ve
post-modern düşünce kapsamında etkileşimleri, milli bağımsızlık ve
egemenlik kavramlarının geçirmekte olduğu dalgalanmalar dikkate alınarak
incelenmelidir.
a. Ulus-Devlet Kavramının Değişimi;
Devlet: bir insan topluluğunu belli sınırları olan bir ülkede, belli yasalara
göre yöneten ve kendisine özgü yapısı olan siyasal örgüttür. Kendi iç ve dış
işlerinde egemen ve bağımsızdır. Devletler, uluslararası anlaşmaların güvence
altına aldığı sınırlar içinde, “bağımsız ve siyasal bir bütün” olarak kabul edilir.
Egemenlik, ise, bir devletin ülke toprakları üzerinde yürütme yetkisini
kullanma hakkıdır. Bununla beraber, 20’ nci yüzyılın son çeyreğinden itibaren
hızla gelişen teknoloji ve küresel ekonomi, insanlığın gerçek sınırlarını
yeniden
tanımlayarak,
ulus-devletlerin
sınırlarının
anlamını
ortadan
kaldırmaktadır.
Özellikle ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, ulus-devletin
meşruluğunun ve egemenliğinin önemli bir dayanağı olan “sınır“ kavramını
değiştirmektedir. Küreselleşmenin etkileri karşısında silahlı kuvvetler, gümrük
duvarları ve hatta ulusal istihbarat servisleri, sınırları korumakta etkisiz hale
gelmektedir. Ulusal sınırların diğer geleneksel olarak diğer ulusları
ötekileştiren veya yabancı yapan, düşmanlardan koruyan işlevi ortadan
kalkmaktadır.
Ulus-devletin
egemen
gücü aşınırken,
global sermaye
merkezlerinin global ölçekli pazarı, yeni alanlar kazanmaktadır.
İletişim teknolojilerindeki gelişmeler (özellikle bilgisayar teknolojisi,
internet kullanımı ve mobil haberleşmenin dünya ölçeğinde yaygınlaşması),
115
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
devletin bilgide ve iletişimde tekelini ortadan kaldırmaktadır. Bu durum,
homojen olarak kurgulanan ve benimsenen, farklı toplumların birbirleriyle
iletişime ve etkileşime girmesini kolaylaştıracak heterojenliğin ve farklılığın
bilincine varılmasına neden olmaktadır. Bu da, homojenliğe ve dolayısıyla
ulus-devlet ve onun egemenliğine zarar verirken, diğer yandan, sınır
kavramının biçim ve içeriğinde önemli bir farklılaşmaya neden olmaktadır.
Ulus-devletler, belirlenmiş bir sınır üzerinden hareketle egemenlik ve
meşruluk iddiasındadırlar. Devletlerin egemenlik alanları daha da daralacaktır.
“İç işleri” kavramının dokunulmazlığı, yavaş yavaş ortadan kalkmakta ve
“yaptırıma dayanan hümaniterlik” ön plana çıkmaktadır. Mikro-devletlerin
sayısının artması nedeni ile, gelecekte devletlerin nasıl bir politika izleyeceği,
hem uluslararası ortamın niteliği hem de iç sorunlar dolayısıyla net
olmayacaktır. Bu durumdan etkilenen bazı büyük devletler bile siyasi
istikrarsızlık içine girebilecek, bazıları ise bu sorunlar sayesinde denetim
güçlerini artıracaklardır.
Ulus-devletin gerileyişinin bir temel faktörü de, onun egemenliğini
sınırlayan veya yerini alan yeni aktörlerin ortaya çıkışıdır. Dünya, bir ulusdevletler topluluğundan ulusları içeriden ve dışarıdan saran aktörlerin yer
aldığı ağlar topluluğuna doğru gitmektedir (Naisbitt, 1997: 31). Geleneksel
devlet merkezli dünyanın devletleri yanına; uluslar ötesi ve devlet dışı aktörler
(NGOs, şirketler ve küresel sivil toplum) ve küresel yönetim yapıları (BM,
IMF, Dünya Bankası) eklenmiştir. Bunların küreselleşmeyi kontrol etme ve
yönetmedeki rolleri, ulus-devletleri, değişen küresel normlara uymayı sağlayan
ince ayarlar yapmaya ve yeni yönetim rolleri üstlenmeye zorlamaktadır
(Aydınlı,2003: 45).
b. Küreselleşme ve Ulus-Devlet;
Küreselleşme
tartışmaları
konusunda bir uzlaşıya
içerisinde,
farklı
yaklaşımlar,
varamamıştır. Küreselleşme
116
ulus-devlet
sürecine olumlu
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
yaklaşanlar, ulus-devletin aşınma sürecini önemli ve ilerici gelişme olarak
değerlendirmektedir. Çünkü bu aşınma ve aşılma, global ölçekte zenginliğin,
refahın, insan hakları ve demokrasinin gelişmesine neden olacaktır (Bozkurt,
2000: 19). Hatta daha ileri gidilirse bu süreç hızlı ve etkili bir şekilde
gerçekleştirilerek, ulus-devletler için temel hedef olarak sunulmakta ve bu
sürece uyum “çağdaşlık (modernite)” göstergesi olarak kabul edilip, diğerleri
“çağdışı” olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım, daha çok ulus-devletin
baskıcı, totaliter ve homojenleştirici yapısına atıfta bulunmaktadır.
Siyasal küreselleşme, eskiden uluslararası sistemin temel aktörü olan ulusdevletin üstünlüğünü sarsmış ve ulus-devleti, yetkilerini başkalarıyla
paylaşmaya mecbur bırakmıştır. Ulus-devlet, küreselleşme ile, yetki ve
otoritesini, uluslararası ve uluslar-üstü kuruluşlara devretmeye başlamıştır. Bu
süreçte uluslararası ilişkilerin artmasına paralel olarak ortaya çıkan sorunlar,
daha çok uluslararası platformda ele alınmaya başlamış ve bunların çözümü,
uluslararası işbirliğini zorunlu hale getirmiştir (Yıldızoğlu, 1996: 165). Bir
başka ifadeyle, uluslararası siyasal ve ekonomik aktörler, devlet egemenliğine
ortak olmuş; ülkeler, ulusal ve uluslararası politika uygulamalarında, dış
dünyayı dikkate almak durumunda kalmıştır.
Gene olumlu yaklaşımlara göre küreselleşme, mevcut kaynakların ve refahın
küresel ölçekte paylaşımına ve yeniden dağıtımına imkan tanıyacaktır.
Böylece, gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkeler gelişme yolunda önemli bir
adım atacaktır. Küreselleşme, ulus-devleti ortadan kaldırmamış, tam aksine
bazı yetkilerini ulus üstü güçlere transfer ederken, ona da yeni güç vasıtaları
sağlamıştır (Drezner, 2004: 279). Eğer ulus-devlet kendi iç ayarlamalarını
küreselleşmeye adapte edebilirse, uluslararası gücü de artacaktır. Ancak, ileri
teknolojiyi transfer etmeden, büyük pazarlara katkısını arttırmadan, zayıf
ülkelerin güç denkleminde fazla bir rol oynaması mümkün değildir.
117
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
Ulus-devlet açısından küreselleşme sürecine olumsuz yaklaşanlar ise,
küreselleşmenin itici güçleri ile ulus-devleti aşındıran nedenlerin aynı
olduğunu, yani küreselleşme sürecinin genişlemesi ve gelişmesi ile ulusdevletin etkinliği arasında ters orantı olduğunu söylemektedirler. Ulus-devletin
egemenlik alanı ve özellikle ekonomik alandaki işlevleri ne kadar
sınırlandırılırsa, küreselleşme sürecinin genişlemesi ve gelişmesi, o derece
hızlı olacaktır. Zayıf devletler, egemenlik paylaşımı veya bağımsız politika
seçimi gibi konularda daha hassas konumdadır (Baylis vd., 2005: 340).
Uluslararası ve ulus üstü yapıların gelişmesi, ulusal egemenliğin kaybına yol
açmakta, ulusal çıkarları sağlamaya yönelik güç politikalarının uygulanmasını
güçleştirmektedir.
denetimini
Küresel
ve
ekonomik
hükümetlerin
bütünleşme,
etkinliğini
ekonominin
sınırlamakta,
ulusal
devleti
güçsüzleştirmektedir.
McGrew,
küreselleşmenin
sonucu
olarak
ulus-devletin
otoritesini,
özelliklerini, doğasını ve yeterliliğini tehlikeye atan dört özgül tehdit
tanımlamaktadır (Hall vd., 1992: 87-92): (1) Ulus devlet kendi yurttaşlarının
kaderini giderek daha az belirleyebilir olmuştur; (2) Ulus-devletler,
devletlerarası politikaları belirleyebilmek için uluslararası formlar etrafında
konumlanmaya başlamıştır; (3) Küreselleşme, devlet yöneticilerinin siyasi
seçeneklerini keskin biçimde kısıtlamıştır. Ekonominin kontrolünden çıkması
ile, ulus-devletler, politika üreten olmaktan çıkıp, giderek daha çok hazır
politikaları uygular hale gelmiştir; (4) Küreselleşmenin ulus devletin
yeterliliğini ve özerkliğinin temellerini aşındırması hükümetin etkinliğini
zayıflatmış, dolayısıyla devletin meşruiyetinin ve otoritesinin temellerinin
aşınmasına neden olmuştur.
118
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
c. Post-Modernizm ve Ulus-Devlet;
Post-modernizm2, 1980’lerin ortasından başlayarak, son 25 yılda sosyal
bilimlerde etkili bir teorik gelişmeye yol açtı. Post-modernizm ile ilgili en
önemli zorluk, tanımlanması ile ilgilidir3. Postmodernizmin, modernitenin
günün şartları doğrultusunda yenilenmesi mi olduğu, yoksa moderniteden bir
kopuşu mu ifade ettiği belirsizdir (Şen, 2004: 172). Post-modern düşüncenin
üç temel temasını; iktidar (güç)-bilgi ilişkisi, kimlik (identity)’in kazanılmış
doğası ve çeşitli metinsel stratejiler oluşturmaktadır. Post-modernistlere göre,
modernizmde “nasıl” sorgusunun altında; belirsizlikten duyulan korku,
egemen kurumlar olmaksızın anlamın ve gerçeğin ölçütü kalmayacağı kaygısı,
modern bilimle egemen kurgular arasındaki ilişkinin bir uzantısı yatmaktadır.
Post-modernistlerin uluslararası ilişkilerdeki hedef kavramlarından biri,
modern egemen devlettir. Post-modern düşünce, devlet-merkezci modeli
sorgulayarak, toplumu birçok güç ağının kesişmesi olarak görür (Keyman,
2000: 101). Sivil toplum yapısı içerisinde, devlet, bağımlı değişken olarak
görülür. Post-modernistler, devletin problematik dışı rasyonel bir varlık değil,
düzene girmeyecek bir şeyin üzerine, yoğun örgütlenme ile disiplin
uygulayarak düzen oturtmaya çalışan keyfi bir ilişki olduğunu iddia
etmektedir. Sonuç olarak, post-modernler için, egemenlik, yani devlet, bir
2
Post-modernizm, modernizmin ulaştığı sonuçlardan birisidir. Batıda 1960'lı yıllardan beri
tartışılmakta olan post-modernizm kavramı ilk kez New York'ta modernizme bir tepki olarak
ortaya çıktı. Kısaca post-modernizm, modernliğin başarısızlıkların üzerine kurulan eleştirilerden
temel almaktadır.
3
Post-modernizm ile ilgili literatür taramasından söylemle ilgili şu ortak özellikler tespit edilebilir;
(1) Evrensel ve kurucu aklın reddi, (2) Öznenin merkezden çıkarılması, (3) Bütünleştirici üstanlatılara karşı şüphe ve bilgi, iktidar, çıkar bağıntısının doğrulanması, (4) Modernite ve
Aydınlanma mirasının eleştirisi, (5) Söylemsel kurgular ve çatışma alanları olarak tarih ve
kültürün vurgulanması, (6) Farklılığa, dışlamalara, anomalilere karşı duyarlılık, (7) Yerleşik
disiplinler ve entelektüel sınırların sorgulanması, (8) Yüksek sanat ve popüler sanat arasındaki
(modernist) ayırımın reddi, (9) Küreselleşmenin öneminin ve sermayenin uluslararasılaştırılması
ile uluslararası güç üzerindeki etkisinin vurgulanması, (10) Toplumsal ilişkilerin uzamı ve uzamsal
oluşumunun özellikle vurgulanması.
119
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
çözüm olmaktan uzaktır (Cochran, 1995: 240). Çağımızda devlet egemenliği
zayıflamakta, günümüz dünyasının çok yönlü bütünleştirici ve ayrıştırıcı
kuvvetleri karşısında, düzen sağlayıcı işlevini yitirmektedir.
Post-modern anlayışta, ulus-devlet, artık, kendi otoritesiyle, belirli bir toprak
parçası üzerinde, tüm boyutlarıyla siyasi sonuçlar yaratmaya muktedir,
“yöneten”
bir
güç
olarak
değil,
yönetişim
biçimlerinin
önerildiği,
meşrulaştırıldığı ve kontrol edildiği bir konumda görülmektedir (Hirst vd.,
2000: 225). Post-modern devlet, yasal bir hak olarak egemenliğini yeniden
tanımlamaya ve iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul etmeye hazırdır; postmodern toplumun birinci derecedeki örneği, Avrupa Birliği’dir (Cooper,
2005: 179). Post-moderncilere göre, Avrupalılar, artık post-modern bir kıtada
yaşayan post-modern devletler bütünüdür. Türkiye’nin gireceği Avrupa Birliği,
büyük ihtimalle geçmişin “Wesfalen tipi” ulus-devletini, kıta düzeyinde bir
süper devlete dönüştüren bir yapı değil, “postmodern” Avrupa olacaktır
(Derviş vd., 2004: 15-16).
Post-modern dünyada geleneksel anlamda güvenlik tehditleri yoktur; çünkü
üyeler birbirlerini işgal etmeyi düşünmezler. AB içinde tartışılan, çıkarlar,
öncelikle politik tercih ve sorumlulukların paylaşımı meseleleridir. Postmodern devlet daha çoğulcu, daha karmaşık, bürokratik modern öncesinin
aksine, hiç kaotik olmayan bir devlettir. Yeni güvenlik sorunları, devlet
güvenliğinden daha öncelikli hale gelmiştir. Bu anlayış içinde, insan güvenliği,
devlet güvenliğinden daha önemlidir ve daha belirleyici ve kapsayıcıdır.
Küreselleşme yüzünden, hiçbir şey sadece ulusal veya yerel görülemez. “Ulus
devlet” veya “ulusal güvenlik” gibi kavramlara modası geçmiş muamelesi
yapılır (Aydınlı, 2003: 49). Bununla beraber, eleştirmenlerine göre; Postmodernizm, politik bir perspektiftir; ama bir projesi, yandaşı olduğu bir
politika da yoktur. Teorisi, ne ve kimler için var olduğunun yanıtını
verememektedir.
120
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
Post-modern düzende ulusal egemenlik kavramı, dar ve geniş anlamda olmak
üzere, iki şekilde ele alınmaktadır. Dar anlamda ulusal egemenlik kavramı, var
olan ulus devletlerin kendi hukuk ve sosyal sistemlerini sürdürüyor
olmalarıdır. Dar anlamı ile ulusal egemenlik kavramı, şekil olarak, ulusal
sınırları esas almakla beraber, yasaların yapımında ulusal sınırlar içindeki
hâkim gücün siyasal erk üzerinde etkisi söz konusudur. Geniş anlamda ulusal
egemenlik ise, iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul eden, egemenliğin ulus
dışı yapılarla paylaşılmasını öngören anlayıştır.
Post-modern düzen, otoriter ve ulusalcı yaklaşımları reddeden, buna karşılık
bireyci ve tüm insanların mümkün olduğu kadar bir arada refahını ve
gelişimini öngören bir ideal dünya düzeni öngörmektedir. Ancak bunun ne AB
içinde başat rolüne soyunan ülkeleri, ne de başta ABD olmak üzere dünyanın
geri kalanındaki ülkeleri kendi ulusal çıkarlarının peşinde koşmaktan ve kendi
uluslarının önceliklerini gözetmekten ve bu kapsamda gerekirse güç
kullanmaktan alıkoymayacağı aşikardır. Sistemin temeli; küçük devletlerin bir
arada tutulması ve yönlendirilmesi için sözde post-modern birer kavram gibi
sunulan karşılıklı bağımlılık ve paylaşım anlayışı içerisinde ülkelerin
içyapılarının geçirgen hale getirilmesi, diğer yandan bu ülkelerin dış
politikaları ulusaşan organizasyonlar vasıtası ile ipoteğe alınarak ağın
tamamlanması oluşturmaktadır.
Açık Toplum mimarı George Soros’un ulus-devlet ile ilgili yargıları da,
geleceğin egemenlik tartışmaları hakkında bize önemli ipuçları verecek
niteliktedir (Soros, 2004: 271); “Egemen devletler, ulusal çıkarlarına göre
hareket ederler. Devletlerin çıkarlarının kendi vatandaşlarının çıkarlarıyla
uyuşması
gerekmez
ve
devletler,
aynı
zamanda
diğer
devletlerin
vatandaşlarıyla ilgili değillerdir… Devletlerin sınırları içindeki olaylar,
uluslararası denetimden büyük ölçüde muaftır. Devletlerin, güçlerini, kendi
vatandaşlarına karşı diğer devletlere olduğundan daha kötü kullanmaları
daha muhtemeldir; çünkü daha az sınırlamaya bağlıdırlar. Baskıcı rejimde
121
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
yaşayan insanlar için, dış yardım (müdahale) çoğunlukla tek cankurtaran
halatıdır.” Soros’a göre küresel bir açık toplumun yaratılması, uluslararası
ilişkilerde bazı dış müdahale gereksinimlerini kaçınılmaz kılmaktadır.
Sonuç olarak, ulus-devlete duyulan gereksinime karşın, küreselleşme ile
birlikte yaşanan değişim, post-modern görüşlerle birlikte ulus-devleti hedef
almakta
ve
onun amacını,
niteliğini,
kapsamını,
sınırlarını
yeniden
belirlemektedir. Ulus-devlet, ulusal ekonomi üzerindeki müdahalesini en üst
düzeye çıkarmak, denetimi dışındaki gelişmeleri yakından izleyerek,
etkilerinden korumak için önlemler almak zorunda kalacaktır. Bununla
beraber, dünya, hâlâ siyasi açıdan sınırları belirli ulus-devletlere bölünmüştür
(Şen: 2004: 211). 21’ nci yüzyıl, kendinden önceki dönemde de olduğu gibi,
uluslararası arenada ulus-devletlerin değişmez aktör olarak kalacakları bir
süreci içinde barındırmaya devam edecektir. Richard Perle’ün şu sözleri 21’
nci yüzyılda ulusal egemenlik konusunda ABD’nin gerçek görüşünü
özetlemektedir; “Ulusal egemenlik bir hak olduğu gibi, aynı zamanda da bir
yükümlülüktür. Bir hükümetin rollerini üstlenemeyen bir hükümet, hükümet
olma haklarından mahrum kalır. ABD, kuruluşundan bu yana, bu ilke
çerçevesinde hareket etmiştir (Perle vd., 2004: 126)”.
d. Avrupa Birliği ve Ulus-Devlet:
(1) Avrupa Birliği ve Ulusal Çıkarların Korunması:
AB içerisinde ulusal iradenin ve çıkarların korunması, ancak bazı ekonomik,
sosyal ve politik egemenlik unsurlarının elde bulundurulmasına bağlıdır.
Bunun için özellikle ekonomik vasıtalara dayanan uygun bir strateji gereklidir.
Halbuki AB’nin yeni üyeleri, katılım sürecinde iken, farklı stratejiler izlemiş
olsalar da çoğu ekonominin tamamını liberal hale getirirken şok terapiler
uygulamışlar ve en iyi ekonomik birimlerini (blue chips) ve hatta doğal
kaynaklarını AB’nin hâkim ülkelerine ve daha az oranda ABD’ye satmak
zorunda kalmışlardır (Stiblar, 2005: 4). Reformcu, liberal veya değişimci
122
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
olmasına bakılmaksızın, yeni üyelerin yöneticileri, ekonomik vasıtalarını
ellerinde tutamamışlar ve yeni üye ülkeler büyüyen AB’nin alt tabakasına
doğru yol almışlardır.
AB yeni üyelerinin ulusal çıkarı, bugün için, merkezde bulunan eskiler ile
aynı standartlara kavuşmak ve merkez kuşağa yaklaşmaktır. Mikro düzeyde,
vatandaşları iş, okul, spor alanları vb. bireysel ihtiyaç ve istekler konusunda
tatmin edilmeli, bunu sadece kendi ülkesinde değil, diğer ülkeleri gezerek de
yaşamalıdır. Makro düzeyde ise, her ülke, kendi stratejik önceliklerine karar
verecek ve bu stratejiyi destekleyecek uygun vasıtaları elinde bulundurarak, bir
ölçüde ekonomik ve sosyal egemenliğe (bağımsız, otonom, entegre) sahip
olmalıdır. Bunu yapmanın yolu ise, vatandaşlarının çıkarlarını belirlerken, AB
yapısı içerisinde, yeni gelenler için de mümkün olan en eşit pozisyonu
sağlamaktır (Stiblar, 2005: 12). Kısaca, her ülkenin kendi ekonomik ve sosyal
gelişimini sağlayacak bir strateji ve bu stratejiyi uygulamaya yarayacak
vasıtalara ihtiyacı vardır. Bununla beraber, makro vasıtaların çoğu Brüksel ve
Frankfurt’ta, mikro vasıtalar ise ülkelerin kendi içinde tutabildiği vasıtalardır.
Bütün ülkelerin Londra, Berlin, Viyana veya Roma gibi merkezleri
olmamakla beraber, pek çok mikro ulusal çıkar için, bu merkezlere yakın
olmak zorundadırlar. Aynı durum, ülke içi ve ülkeler arası çıkraların söz
konusu olduğu makro ulusal çıkarlar için de söz konusudur. AB’nin yapısal
fonları sınırlı olması ve verilmesindeki özel koşullar nedeni ile, ülkelerin
gelişimini sağlamak için yeterli bir vasıta değildir. Fonların verilmesinde alıcı
ülkenin çıkarları değil Brüksel’in planlaması esastır.
Sonuç olarak, Avrupa Birliği’ni politika, ekonomi ve güvenlik konularında
bir blok olarak görmek mümkün değildir. Burada ayrışımı sağlayan, tek tek
ulusların çıkarlarıdır. Haziran 2005’de İngiltere ve Fransa arasında yaşanan
bütçe kavgasının temeli, ulusal çıkarları koruma düşüncesinden başka bir şey
değildi (Öymen, 2005: 219-220). Aynı şey, genişleme politikaları için de
123
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
geçerlidir. Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanların ve bunu ulusal referandum
konusu yapan ülkelerin temel öngörüsü, ulusal endişeler ve gelecekte kendi
ulusal çıkarlarının etkilenme olasılığıdır. Gelecekte de, ülkelerin çıkarları, AB
politikalarının tespitinde ağır basacaktır. Türkiye’nin bütün bu denklemler
içerisinde kendi ulusal çıkarlarını gözeten bir perspektif yakalaması ise,
donanımlı ve güçlü bir devlet adamlığı, yetişmiş kadro ve entelektüel bir alt
yapı gerektirmektedir.
(2) AB İçerisinde Ulusal Egemenlik ve Ulusal Bağımsızlık:
Öngörülen anayasası ile Avrupa Birliği, “devlet”i andıran niteliklere sahip
olmakla birlikte, bu yapının Avrupa Birleşik Devletleri gibi yeni bir federal
yapı mı ortaya çıkaracağı ya da AB içinde ulus-devletlerin ağırlığının ne
oranda devam edeceği henüz belirginleşmemiştir. AB üyesi her devlet, ülkesi
için mutlak egemenlik anlayışında değişiklik yapmak zorundadır. Uluslararası
sorunlara bulunacak siyasal ve hukuksal çözümler, her aşamada, devletlerarası
işbirliğini
zorunlu
kılmaktadır.
Bu
işbirliği
anlayışı,
devletlerin
egemenliklerine sıkı sıkıya bağlı kalmaları halinde başarısızlığa uğrayacaktır.
Bu yüzden devletler, egemenliklerini özgür iradeleriyle kısıtlama veya
devretme yoluna gitmektedirler. Uzlaşıya varabilmek için, devletler, ulusal
çıkarlarından ve egemenliklerinden, sınırlı boyutta da olsa ödün vermek
zorundadır.
AB Anayasası’nın bazı ilgili maddeleri şu ifadelere yer vermektedir
(Websitesi: abhaber.com, 2006); Madde 11 (Yetki Kategorileri):
Paragraf 1: Birlik yalnızca Anayasa’nın Birlik’e belirli bir alanda münhasır
yetki vermesi halinde yasal olarak bağlayıcı kanunlar çıkarabilir ve kabul
edebilir; üye devletler, yalnızca Birlik tarafından kendilerine bu konuda bir
yetki verilmesi koşuluyla ya da Birlik tarafından kabul edilen kanunların
uygulanması amacıyla yasa çıkarabilirler.
124
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
Paragraf 4: Birlik, ortak savunma politikalarının kademeli olarak
tanımlanması da dahil olmak üzere, ortak bir dış politika ve güvenlik politikası
tanımlama ve uygulama yetkisine sahiptir.
AB düzeyinde karar alma süreci, aşağıdakiler başta olmak üzere birçok
kurumu içermektedir; (1) Avrupa Komisyonu, (2) Avrupa Parlamentosu ve (3)
Avrupa Birliği Konseyi. AB karar alma sürecine ilişkin kurallar ve
prosedürler, antlaşmalarda belirtilmiştir. Her Avrupa yasası, “yasal dayanak”
olarak adlandırılan belirli bir antlaşma maddesine dayanmaktadır. Yeni bir AB
yasasını
hayata
geçirmek
için üç
ana
prosedür
vardır
(Websitesi:
ab.detur.cec.eu, 2006); (1) Ortak karar alma usulü, (2) İstişare usulü ve (3)
Uygun bulma usulü. Bu usuller arasındaki en büyük fark, Parlamento’nun bu
süreçte Konsey ile olan ilişkisidir. Parlamento; istişare usulünde sadece görüş
belirtirken, ortak karar usulünde Konsey ile yetki paylaşımına gider. Avrupa
Komisyonu, yeni bir yasa önerirken takip edilecek prosedürü de seçmekle
yükümlüdür. Esas itibariyle bu seçim, önerinin “yasal dayanağı”na bağlıdır.
Yeni Anayasa ile ülkelerin veto hakkı, birçok alanda ortadan kalkmakta,
nitelikli çoğunluk ile karar alınan alanların sayısı artmaktadır. Yasaların,
yürütme organı olan AB Komisyonu tarafından önerilmesi ve genel olarak üye
ülkeler
ile
Avrupa
Parlamentosu
tarafından birlikte
kabul edilmesi
gerekmektedir. Yeni oy sistemi, hem üye devletlerin sayısı hem de nüfus oranı
esas alınarak yani çifte çoğunluk oy ilkesi (nitelikli çoğunluk) temeli üzerine
inşa edilecektir.
Tüm hassas AB kararları, çifte çoğunluk oy ilkesi (nitelikli çoğunluk) ile
kabul edilecektir. Bu sisteme göre, herhangi bir AB kararının kabul edilmesi
için, Birlik nüfusunun yüzde 65’ini temsil eden en az 15 üye devletin
uzlaşması gerekmektedir. Karar almayı engelleyecek azınlığın, Avrupa
Konseyi’nin en az dört üyesinden oluşması veya nitelikli çoğunluğa erişilmesi
gereklidir. Sadece belirli ülkelerin oy hakkının olduğu konularda, örneğin Euro
125
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
bölgesi sorunları gibi, nitelikli çoğunluk için başka kurallar belirlenmesi
öngörülmüştür. Dışişleri, savunma ve vergi kanunundaki değişiklikler için oy
birliğinin aranması gereklidir.
AB Anayasası’nın 15 nci Maddesi “Ortak Dış Politika ve Güvenlik
Politikası” başlığı altında şöyle demektedir;
“Üye devletler, etkin bir biçimde ve şartsız olarak, Birlik’in ortak dış ve
güvenlik politikalarını sadakat ve dayanışma ruhu içinde destekler ve Birlik
tarafından bu alanda kabul edilen yasalara uyarlar. Üye devletler, Birlik’in
çıkarlarıyla çelişen veya etkisini zayıflatma olasılığı bulunan faaliyetlerden
sakınırlar.”
İster yetki devrinde şeklinde, ister ulusal egemenliğin bir kısmının birliğe
terk edilmesi şeklinde olsun birliğe bağımlılık üç şekilde ortaya çıkmaktadır;
- Üye devletler, birliğin antlaşma hükümlerine uymak zorundadır.
- Üye devletler, birliğin yetkili organlarının belirlediği normları aynen kabul
etmek ve uygulamaya koymak zorundadır.
- Üye devletler, kimi zaman karar alma yetkilerine sahip olmakla beraber, bu
yetkiyi ancak topluluğun kontrolü, hatta vesayeti altında kullanmaktadır.
Avrupa Birliği organları, yalnızca üye devletlerin belirli konulardaki farklı
uygulamalarının eş güdümünü sağlamaz, çoğunlukla ulusal politikaların
yerine, birlik politikalarını ikame eder. Örneğin hukuksal alanda (Günuğur,
1996: 7);
- Ulusal mahkemeler birlik hukukunu uygulamakla yükümlüdür.
- Ulusal düzeydeki yetkili organlar, iç hukuk düzenlemelerine gitmekle
yükümlüdür.
- Birlik hukukunun ulusal hukuklara atıf yaptığı durumlarda, ulusal hukuk
normları doğrudan uygulanır.
126
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
Burada en önemli sorun, çıkarlar ve ödünler dengesinde olduğu gibi, ulusal
egemenlik ve bağımsızlık ile ilgili ödünler söz konusu olduğunda, küçük
devletlerin büyükler karşısında kendilerini nasıl koruyacaklarıdır. Nitekim
AB’nin
bazı
küçük
ülkeleri;
küreselleşme
içerisinde
egemenlik
ve
bağımsızlıklarını koruyabilmek için bazı modeller geliştirmektedir. Brüksel ve
Frankfurt’tan verilen makro politikaları yürütürken, ülkelerin ulusal hükümet
ve merkez bankası ile kendi iç ekonomik yapıları (şirketler, bankalar, diğer
doğal kaynak kullanan unsurlar vb.) ile yapacağı ulusal işbirliği; kendi
ekonomik çıkarlarını korumada ellerinde olan tek ekonomik yöntemdir. Ulusal
yönetimler bu iç aktörler vasıtası ile kendi politikalarını uygulama olanağı
kazanmaktadırlar.
e. Atatürk ve Devlet Anlayışı:
(1) Atatürk’’e Göre Devlet Ve Devletin Dayandığı Temel Esaslar;
Atatürk devletin tanımını şu şekilde ifade etmektedir; “Devlet dendiği
zaman, her şeyden önce bir insan topluluğu, bir milletin varlığı anlaşılır.
Bundan sonra bir insan topluluğunun coğrafi sınırlarla belirlenmiş bir arazide
yerleşmiş olduğu görülür.. Keza bir milletin tümünün, her çeşit hürriyeti, yani
kendi topraklarında dıştan hiçbir müdahale olmaksızın, hür ve bağımsız
yaşaması ve çalışması lazımdır. İşte, devlet gerek kişilerin hürriyetini
sağlamak için millet üzerinde bir nüfuza ve gerek millet ve memleketin
bağımsızlığını koruyabilmek için kendine özgü bir nüfuz ve kuvvete sahip
olmalıdır. (İnan, 1969: 384-387)” Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu, gerçek
anlamda bir devlet kurma hareketidir. Bu devlet anlayışının temelinde ise milli
egemenlik, yani, devlet sınırları dışındaki başka hiçbir güçten emir almayan ve
devlet içindeki bütün diğer güçlere emir verebilen bir üstün buyurma kudreti
yatmaktadır (Mumcu vd., 1997: 34).
Atatürk’ün kurduğu ve bizlere emanet ettiği Türk Devleti: cumhuriyetçi,
milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır. Bu nitelikler, aynı zamanda
127
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
Türk Devletinin dayandığı temel esaslardır. Bu esaslar kapsamında Türk
Devleti (Genkur.Bşk.lığı, 1983: 37-38);
- Cumhuriyetin, milli egemenlik idealini en iyi ve güvenilir şekilde temsil eden
ve uygulayan devlet şekli olduğuna inanmıştır.
- Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız olma kimliğini
korumayı esas sayar.
- İrade ve egemenliğin kaynağı olarak milleti görür.
- Kanunlar önünde herkesi kesin bir şekilde eşit kabul eder ve hiçbir sınıfa,
zümreye, kişiye ya da aileye ayrıcalık tanımaz.
- Özel çalışma ve teşebbüsü esas tutmakla birlikte milletin genel ve yüksek
menfaatlerinin gerektirdiği özellikle ekonomik işlerde devletin doğrudan
doğruya ilgilenmesini öngörür.
- Dini anlayış ve fikirleri devlet ve dünya işlerinden ayrı tutmayı milletimizin
çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı nedeni olarak görür.
- Yurttaşlarının kişisel ve sosyal hürriyetlerini, eşitliği, dokunulmazlığı ve
mülkiyet haklarını saklı tutar.
Atatürk’e göre, Cumhuriyet Türkiye’si devletinin temel var olma gerekçesi
vatanı ve dolayısıyla milleti, dış ve iç düşmanlardan korumaktır. Böylece, yeni
kurulan devletin en önemli özelliklerinden biri, kişi, zümre ya da sınıf devleti
olmayıp “halkın devleti” olmasıdır (Heper, 1995: 126). Halkçılık ilkesi, çoğu
zaman siyasi demokrasi ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Hatta halkçılık,
Atatürkçü düşünce sisteminin, milliyetçilik, milli egemenlik ve tam
bağımsızlık ilkeleriyle birlikte en çok vurgulanan unsurlarından biri olmuştur.
Atatürk’ün halkçılık ile kastettiği şeyin geleneksel anlamda “özgürlükçü siyasi
demokrasi”
olduğu,
kendisinin
özgürlüklere
ilişkin
şu
sözleri
ile
anlaşılmaktadır. Atatürk’e göre; “Ferdin birinci hakkı, doğal yeteneklerini
128
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
serbestçe geliştirebilmesidir. İşte bu serbest gelişmeyi sağlamak, ferdi hakların
oluşturduğu çeşitli hürriyetlerin tüm amacıdır. Bu haklara hürmet etmeyen
siyasi cemiyet esas vazifesinde kusur etmiş olur ve devlet varlığının sebebini ve
manasını kaybeder. Çağdaş demokraside ferdi hürriyetler, özel bir değer ve
önem almıştır; artık ferdi hürriyetlere devletin ve kimsenin müdahalesi söz
konusu değildir. (Afet İnan, 1969: 458-464)”
Atatürk’e göre devlet ve hükümetlerin kuruluşunun öncelikli nedeni ve
amacı toplum içinde kişisel özgürlüğün sağlanmasıydı. Bir millette bireylere
sağlanacak özgürlük, o toplumun oluşturduğu devletin bağımsızlığı ve kendi
topraklarına sahip olması anlamına gelirdi. Çünkü insanların özgürlüklerine
sahip olması, toplumun egemenliğini ve devletin bağımsızlığını sağlardı.
Atatürk, insanların özgürlük sınırı olarak, bir başkasının özgürlüğü ve milletin
genel çıkarlarının başladığı noktayı koymaktadır. Atatürk’e göre (Afet İnan,
1969: 52); “Özgürlüğü bu anlamda kısıtlamak devletin görevidir. Devletin bu
görevi almasının tek nedeni bütün özel faaliyetleri, genel ve milli amaçlar için,
birleştirmektir. Özgürlük başkasına zarar vermeyecek her tasarrufta
bulunmaktır.”
(2) Atatürk’ün Milli Egemenlik ve Tam Bağımsızlık Anlayışı:
Atatürk’e göre devletin görevlerini yapabilmesi için güçlü ve sürekli olması
gerekir. Bu ise iki temel üzerinde gerçekleşir; milli egemenlik ve tam
bağımsızlık. Bu iki temel sağlam olursa, devletin güçlülüğü için ilk ve en
önemli şartlar yerine getirilmiş olur. Bunlarla birlikte, dikkate alınması
gereken diğer bir önemli unsur ise, milli birliktir (Mumcu vd., 1997: 19).
Atatürk’ün devlet olma ve yönetme anlayışı ile ilgili en önemli vurgulardan
biri, onun milli egemenliğe ve tam bağımsızlığa verdiği önemin ifadesidir.
Atatürk’e göre; “Bu memleketin dayandığı temeller, ’Tam Bağımsızlık’ ve
’Kayıtsız Şartsız Egemenliktir’. Bu millet, egemenliğinin bir zerresinden bile
taviz vermeyecektir (Arı İnan, 1952: 91)”. Kayıtsız şartsız egemenlik,
129
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
“Egemenliği, milletin sorumluluğunda tutmak demek, bu egemenliğin en küçük
bir parçasını sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek,
verdirmemek demektir (Genkur.Bşk.lığı, 1952: 79-80).”
Atatürk’e göre; “Bütün dünya milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Milli
egemenlik (Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü, 1952:11)”. Atatürk, milli egemenliği
yeni devlet düzenimizin temeli olarak görür. Toplum ve devlet hayatının temel
değerleri, ancak milli egemenlik ilkesi altında gerçekleşebilir. Çağdaş bir
topluma ve çağdaş bir devlete yakışan yönetim şekli, ancak milli egemenliğe
dayanan sistemdir. Atatürkçü düşünce sistemi, temel amaç olarak, Türkiye’de
milli, laik, güçlü ve çağdaş bir devlet kurmaya yönelmiştir (Özbudun, 1995:
19). Atatürk’ün devlet yönetimi anlayışı içerisinde dini kuralların yeri yoktur.
Atatürk’ün, çağdaş devleti, aynı zamanda demokratik bir devlet olarak da
düşündüğünden hiçbir şüphe yoktur. Demokratiklik ilkesi, Atatürkçü düşünce
sisteminde Cumhuriyetçilik, milli egemenlik ve halkçılık ilkeleriyle de çok
yakından ilişkilidir.
Atatürk’ün milli egemenliğe ve tam bağımsızlığa bu kadar kuvvetli atıf
yapmasının temelinde, hiç şüphesiz, yarı-bağımlı Osmanlı İmparatorluğu’ndan
tam bağımsız bir Türkiye’ye geçiş döneminin şartları göz önüne alınmalıdır.
Atatürk, dış politikada, Osmanlı Devleti’nin bağımsızlıktan yoksun hale
getirilmesini şu sözlerle açıklamaktadır; “Bir devlet ki kendi vatandaşına
koyduğu bir vergiyi yabancılara koyamaz; gümrük işlerini, vergilerini ülkenin
ve milletin ihtiyaçlarına göre düzenlemekten alıkonulmuştur ve bir devlet ki
yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan yoksundur; böyle bir devlete
elbette bağımsız denilemez… Milletin hayati ihtiyaçlarından olan mesela
demiryolu yapmak için, fabrika yapmak için, hatta herhangi bir şey yapmak
için devlet serbest değildi, mutlaka müdahale vardı. (Mumcu vd., 1997: 41,
Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü, 1952: 104)”
130
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışı, yabancı düşmanlığı ya da dış ilişkilerde
yalnızlık politikası anlamına da gelmemektedir (Genkur.Bşk.lığı, 1984: 10).
Devlet ve milletin iç ve dış bağımsızlığı ve vatanın bütünlüğü mahfuz kalmak
kaydıyla kapılarımızın yabancılara açık olduğu vurgulanmıştır. Atatürk’e göre;
“Milletimizin
ileri
milletlerle
temasını
kolaylaştırmak
menfaatlerimiz
icabıdır... Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır (Mumcu vd., 1997:
40).”
(3) Atatürk’ün Devlet Anlayışı ve Avrupa Birliği Hedefi:
Atatürk’ün ulusal siyaset anlayışı; ulusal sınırlarımız içinde, öncelikle kendi
gücümüze dayanarak, varlığımızı ve bağımsızlığımızı koruyup, uygar ve
insanca ölçüler ve karşılıklı dostluk anlayışı içerisinde diğer devletler ile
ilişkilerimizi sürdürürken, ulusu asıl amaca, gerçek refah ve mutluluğa
yöneltmek
ve
bu
doğrultuda
yürümek
olarak
özetlenebilir
(Cevizoğlu,1982:11). Bu özet ifade içinde, izlenecek dış politikanın, ulusal
güvenlik politikasının, ulusal kalkınma ve gelişme politikasının genel yönü de
ortaya konmaktadır.
Atatürk tam bağımsızlığa vurgu yaparken şöyle
demektedir; “Bir millet, varlığı ve hakları için bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve
maddi güçleriyle alakadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak
varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan
kurtulamaz. Bu sebeple teşkilatımızda milli güçlerin etken ve milli iradenin
egemen olması esas kabul edilmiştir. (Genkur.Bşk.lığı, 1952: 104)”
Bununla beraber, Atatürk, dış politikada eşitliğe dayanan karşılıklı ilişkiler,
dostluklar ve ittifaklar kurmaktan yanadır. Atatürkçü dış politikasının temel
ilkelerinden birisi de uluslararası ilişkilerde eşitlik olmasıdır. Atatürk’ün
uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde dayandığı diğer temel esaslar aşağıdaki
gibidir;
- Kendi milli gücümüze dayanmak,
- Milli sınırlarımız içinde kalmak,
131
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
- Gerçekleştiremeyeceğimiz emeller peşinde koşmamak,
- Dış politikayı yürütürken iç teşkilata dayanmak,
- Dış politikada bilim ve teknolojiyi yol gösterici olarak kullanmak.
Atatürk, dış ilişkilerin düzenlenmesi ve geliştirilmesinde ekonomik hayata
ilişkin olarak şu görüşleri ifade etmektedir; “Milletler yerleştikleri arazinin
sahibi olmakla beraber, insanlığın vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O
arazinin servet kaynaklarından hem kendileri faydalanırlar ve hem de bütün
insanlığı faydalandırmak ile yükümlüdürler. Bu kurala göre, bunu yapamayan
milletlerin yaşama hakkına ve bağımsızlığa layık olmamaları gerekir. (Türk
İnkilap Tarihi Enstitüsü, 1952: 8)” Sonuç olarak, Atatürkçülük; Türkiye’nin
içyapısına ve milli gücüne dayanan bir dış politika öngörür ve amacı, genel
barıştır. Atatürkçü sistem; eşitlik ilkesine dayanan, milli egemenlik ve tam
bağımsızlık esasına uygun, ulusal sınırlar içerindeki toplumun genel
güvenliğine ve refahına yönelik dostluk, işbirliği ve ittifaklara karşı değildir.
Bununla beraber Avrupa Birliği’nin yukarıda açıklanan egemenliğin
paylaşımı anlayışı ile bir bütün olarak getirmiş olduğu üyelik şartlarının
Atatürkçü düşünce sistemi ile örtüşmesi, pek çok alanda olduğu gibi özellikle
egemenlik ve bağımsızlık anlayışı bakımından tartışmalı gözükmektedir. Bu
tartışmalı alanları şu şekilde sıralayabiliriz;
- Türkiye, bazı ülkelerin daha eşit olduğu ve daha şimdiden kültürel ve dini
bakımdan “öteki” olarak kabul görüldüğü bir birlik dahilinde yer alarak, ulus
üstü bir yönetim içerisinde gerektiğinde ulusal çıkarlarını korumada ve güç
politikası uygulamada önemli engeller ile karşılaşacaktır.
- Türkiye dış politika, güvenlik, ekonomi ve hukuk gibi alanlarda serbest
hareket etme inisiyatifini kaybedecek, bu alanlardaki yetki ve egemenlik
erozyonu ulusal birlik ve bütünlüğüne zarar verebilecektir.
132
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
- Sanayi, ulaştırma, enerji, çevre başta olmak üzere, pek çok ulusal kaynak ve
kuruluşun elden çıkması ve yabancı kontrolüne girmesi, ülkenin ve ulusal
servetlerinin içten içe kontrol edilemez hale gelmesini kolaylaştıracaktır.
- AB kurumları ve süreçlerinde etkin olmamız ve özellikle hassas konularda
kendi ulusal hedeflerimize ulaşmamız, başka ülkelerin insafına kalacaktır.
Türkiye’nin AB’ye entegrasyonu, ulusal bağımsızlığının ve egemenliğinin
giderek artan bir biçimde erozyonuna ve ülke olarak AB içinde uzun vadede
uydulaşmasına yol açacaktır. AB ortak dış ve güvenlik politikası’nın
oluşturma, planlama veya uygulama safhasında, temel önceliklerin, doğal
olarak Türkiye’de değil, AB yönetiminde ve AB içinde de daha eşit konumda
olanlarda olması beklenmelidir. Türkiye’nin öncelikleri ve ulusal çıkarları söz
konusu olduğunda, bunun AB güvenliği ve dış politikası içerisinde
desteklenmesi, ancak 27 ülkenin büyük çoğunluğunun Türkiye ile aynı şekilde
düşünmesi veya Türkiye için masrafa girmeyi veya riskleri göze alması gibi bir
durumda gerçekleşebilir ki, pek çok değere farklı bir şekilde baktığımız bir
Avrupa ile bu uyumu sağlamak çok kolay değildir.
21’ nci yüzyılda kendi özel şartlarını dikkate almadan, AB içerisine ya da
ABD ve AB arasında bir statüye entegre edilmiş bir Türkiye’nin konumu;
ancak Batı çıkarlarına hizmet edecek bir mekanizma içerisinde kontrol
edilmesini ve yönlendirilmesini sağlayacak bir düzen olabilir. Bu düzen
içerisinde, ülke içi istikrarın dış müdahaleye hassas hale getirilmesi ve getirilen
sözde demokratik, ancak ülke gerçeklerine uygun olmayan düzenlemeler;
Batının rahatlıkla nüfuz edebileceği yapı, sivil toplum örgütü ve süreçleri
barındıran ve bu olguları dışarıya entegre eden; etnik grupların ve azınlıkların
self-determinasyon dahil haklarının azamisini kullanabildiği; ülkenin güç
politikaları uygulamak ve ulusal çıkarlarını muhafaza etmek için gerekli
egemenlik vasıtaları elinden alınmış veya zayıflatılmış bir post-modern ülke
olmaktan başka bir şey ifade etmeyecektir. Bunun Batılı ülkeler tarafından
133
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
ifade ediliş şekli ise, “(sözde) demokratik, liberal, insan haklarına saygılı,
serbest ticaret ve pazarın (Kopenhag kriterlerinin) esas olduğu bir ülkedir.”
biçimindedir.
Sonuç olarak, AB üyesi ülkeler ya kendi yarattıkları güç ve cazibe ile, birlik
içinde bir refah ve gelişme merkezi olarak kimlik ve egemenliklerini bir ölçüde
koruyacaklar ya da diğerlerinin yarattığı cazibe tuzağı içinde, devletler üstü
yönetime
teslim
olup,
zamanla
kimliklerini
ve
egemenliklerini
kaybedeceklerdir. Türkiye’nin ulusal egemenliğini ve tam bağımsızlığını
koruyabilmesi ve sürdürebilmesi, gerekli olan eşit olma konumunu güçlü
tutabilmesi için, halihazırda siyasi, ekonomik ve ülke bütünlüğü açısından
alınması gereken önemli mesafeler, daha da ötesinde yeni stratejik
projeksiyonlar ve açılımlar gereklidir.
3. Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı ve Avrupa Birliği’nin
Getirdikleri;
a. Küreselleşme Çerçevesinde Millet ve Milliyetçilik;
Millet (ulus), bir devletin sınırları içerisinde yaşayan, aynı etnik kökenden
gelen, aynı din, dil ve kültürel değerleri paylaşan insan topluluğudur.
Milliyetçilik, temelinde ulus-devlet düşüncesi ve ulusal kimlik kavramına
dayanmaktadır. Modern ulus-devlet, devlet ve milletin aynı kabul edilmesine
dayanır. Ancak uluslararası realitede bu ilişki için kural, milletin daha çok
devlet içerisinde kabul edilmesine dayanır. Seksenli yılların başında,
dünyadaki bütün devletlerin % 27’sinde asıl etnik ulusal grup tüm halkın %
95’ine veya fazlasına sahipti. Bütün devletlerin % 38’inde ise, tüm halkın %
60-95 arası aynı etnik gruba düşüyordu ve diğer devletlerin % 10’unda halkın
% 40-60 arasında büyük bir etnik grup vardı. Devletlerin %13’ünde iki büyük
grup halkın % 65 ve 95’ini teşkil ediyordu ve devletler dünyasının % 12’sinde
tüm halkın % 34 ve 97’si arasına düşen üç etnik grup bulunmaktaydı
(Nielsson, 1990: 406).
134
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
Devletlerin zayıflığının önemli bir boyutu, devletlerin kimliklerini gösteren
rollerini yeterince yerine getirememekten oluşur. Ortak bir ulusal kimliği
yaratmak, çokuluslu bir devlet tarafından başarılamazsa, o zaman, etnik köken,
kimliğinin en önemli kaynağı haline dönüşmektedir. Böylece, iç savaş ve
devletin yıkılış tehlikesi ortaya çıkmaktadır. İç savaş tehdidi altında olan bu
devletler, ulus-devlet kimliği sorununu aşamayarak hem kendi halkı için hem de
uluslararası ilişkiler için tehlikenin kaynağı olmaktadır (Maull, 2005: 310). Eğer
etnik yapıdan kaynaklanan baskı ve eylem devamlılık arz ediyorsa, aynı devlette
birlikte yaşayabilmek için en azından üç şarttan birinin olması gerekir (Hassner,
2005: 94);
- Kuvvetli bir devlet gücü,
- Uyumlu, canlı bir ideoloji veya bireylere hoşgörülü bir tutum uygulanması
veya
- “(Kendi) dünyasında insanca yaşama hakkı”. Şayet bu üçlü yoksa,
ayrılıkçılık, en azından geçici bir süre tek çözüm olabilmektedir.
Küreselleşme, ulaşım ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler ile birlikte,
dünyanın küçülme süreci hızlanmıştır. Kültürel alanda küreselleşme, hem
kimliklerin evrenselleşmesine hem de parçalara bölünmesine ve çoğalmasına
yol açmaktadır. Ulus-devletlerin geleceği, devletlerin, ulusal kimliğe ilişkin
birbiriyle çelişkili durumları nasıl dengeleyeceğine bağlı olacaktır. Olumlu
yaklaşımlara göre; küreselleşme, ulus-devleti aşındırarak veya sınırlandırarak
farklılıkların gerek ulusal, gerekse küresel ölçekte temsiline imkan
vermektedir. Bu ise, küresel ölçekte hem demokrasi anlayışının gelişmesine
hem de kültürlerin ve toplumların küresel arenada buluşmasına ve
kaynaşmasına olanak verecektir.
Olumlu yaklaşımlar, heterojenlik kavramını özellikle yerellik, insan hakları,
demokrasi bağlamında merkeze alarak; ulus-devletin bu homojenliği sağlamak
için bastırdığı veya ikinci plana attığı etnik/dinsel/cinsel/alt kimlikler olarak
135
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
benimsenen heterojen kimliklerin küreselleşme süreci ile birlikte artık temsil
edileceğini savunmaktadır. Küreselleşme, bu homojen kurguyu zayıflattığı
için, ilerici bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, bu yaklaşımın
temsilcileri,
küreselleşme
sürecini
tanımlamada
mozaik,
melezleşme,
eklemlenme gibi kavramlar geliştirmiştir (Şen, 2004: 197).
Öte yandan, küreselleşme sürecinde demokrasi ve insan hakları, insanlara ve
toplumlara bir hedef olarak sunulmaktadır. Bu hedef; “ülkelerin ekonomik
kalkınmasını, dünyanın her köşesinde bireylerin karar süreçlerine daha fazla
katılımını, çoğulcu politikalar talep eden yeni bir orta sınıf yaratılmasını ve
liberal demokrasilerde kişi başına yıllık ulusal gelirin 15,000 doların üzerinde
olmasını (Fredman, 2002: 193)” öngörmektedir. Belirlenen bu yüksek çıta,
pratikte, mikro milliyetçilik ve mikro dincilik akımlarını körüklemekte,
herkese otonom veya özerk bir yapı önermekte ve sonuçta, ulus-devlet yapısını
tehdit eden etnik ve dinsel çatışmalara kaynak oluşturmaktadır.
Demokrasinin ve demokratik hakların gündeme getirilmesi, azınlık haklarını,
farklı kimliklerin kendilerini ifade edebilmelerini ve kültürlerini koruma
isteklerini, ilgili ülkelerin siyasal sorunlarının arasına sokmaktadır. Ekonomik
anlamda gelişmemiş olan bu ülkelerde, genellikle etnik ve dinsel ayrılıkçı
hareketler, kendilerine geniş destek bulabilmekte olduklarından, devletin de
yumuşak karnını oluşturmaktadırlar (Yıldızoğlu, 1996: 165). Sonuç olarak,
küreselleşme ile birlikte, ulus ötesi sosyal ve dini hareketler, ulusal güvenliğe
meydan okumaktadır. Ulusal birlik; etnik ve dinsel çeşitlilik ve devletten
özerklik taleplerinin tehdidi altındadır.
b. Post-Modern Avrupa Birliği’nde Ulusal Kimlik, Millet Ve Milliyetçilik
Anlayışı:
Post-modern uluslararası ilişkiler kuramı, kültür kuramsallaştırmasını
imleme pratiği olarak kullanarak kuramın kültürel açıdan öznelci işleyişini
çözmeye, cinsiyet, ırk, etnisite gibi marjinalleştirilmiş ve ötekileştirme
136
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
sürecine tabi kılınmış olan kimliklere ses vermeye çalışır ve farklılığın
tanınmasına ve farklılığa kaşı duyarlı olmaya dayanan yeni bir görüşü temsil
eder (Keyman, 2000: 233). Post-modernistler için “kimlik” sabit bir tanıma
sahip değildir; yani kazanılabilir veya edinilebilir (performative) bir olgudur.
Ulusal kimlik, ulusal sınır, ulusal bir ordu, ulusal bir ekonomi ve ulusal
demokratik kurumlar, post-modern anlayış ile artık ulusal olma niteliğini
yitirmektedir.
AB üyelik süreci içerisinde ulusal kimliğin ne şekilde bir statüye dönüşeceği,
AB dışında da ulusal kimlik konusunda yüzyıl boyunca yaşanacak trendlere
önemli bir örnek teşkil edecektir. AB Anayasası’nın “ulusal kimlik”
kapsamındaki ilgili maddeleri şöyle demektedir (Web sitesi: abhaber.com,
2006);
Madde 5: (Birlik ve üye ülkeler arasındaki ilişki).
Paragraf 1: Birlik, bölgesel ve yerel özerk idareler dahil olmak üzere, üye
devletlerin siyasi ve anayasal yapılarının özünde var olan ulusal kimliklerine
saygı gösterir. Ülkenin toprak bütünlüğünün garanti altına alınması ile hukuk
ve düzeninin korunması ve iç güvenliğin sağlanmasını da içeren ülke
işlevlerine saygı gösterir.
Madde 8: (Birlik vatandaşlığı).
Paragraf 1: Üye devletlerden herhangi birinin yurttaşları, Birlik’in
vatandaşlarıdır. Birlik vatandaşlığı ulusal vatandaşlığa ilavedir, onun yerini
alamaz.
Paragraf 2: Birlik vatandaşları, Anayasa’da belirtilen haklardan yararlanırlar
ve ödevlerden sorumludurlar. Birlik vatandaşları;
- Üye devletlerin topraklarında serbestçe hareket ve ikamet etme hakkına
sahiplerdir;
137
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
- İkamet ettikleri üye ülkede, o ülkenin yurttaşlarıyla aynı koşullar altında
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve belediye seçimlerinde oy verme ve aday
olma hakkına sahiptirler.
AB Anayasası’nın bütünü ele alındığında, AB’nin, üye ülkelerin kültür, dil
ve ulusal kimliklerini tanımakla beraber, kendi değerlerinin, ortak mirasının ve
kimliğinin dünyanın geri kalanına yayılmasını (Md. 4 ve 18) görev edindiği
görülmektedir. Bu olgu, AB dışında olduğu kadar üyeler arasında da çatışma
riski doğurabilir. Üyeler arası işbirliğinin bile kısıtlı olduğu AB içinde çatışma
çıktığında, ulusal çıkarlar, değerler ve kimliklerin ne olacağı belli değildir
(Stiblar, 2005: 16). Ulusların yerel ve özel çıkarlarının korunması ve ifade
edilmesi boşluktadır. Seçimler için bireylerin vatandaşlık veya daimi
ikametgah durumu milliyetin önüne geçmektedir.
Mevcut AB anlaşmaları, hem ulusal kimliklere arka çıkmakta hem de çoklu
kimliklerin önünü açmaktadır. Avrupa kimliği konusundaki bazı görüşler,
AB’nin ulus-devletler ve ulusal kimlikleri destekleyen bir çerçeve oluşturduğu
inancındadır. İki kimliğin bir arada yaşaması, ideal bir çözüm gibi
gözükmektedir. Avrupa kimliğini analiz eden yorumcular, genellikle şu temel
konular üzerinde fikir birliğine sahiptir (Alexander, 2005: 35-36);
- Avrupa kimliği, köklerini paylaşılan ortak tarihten almaktadır. Bu ise çeşitli
uygarlıkların etkileşimi süreci sonunda evrimleşen “Avrupa fikri” ile temsil
edilmektedir.
- Avrupa uygarlığı konsepti ile Yunan ve Roma döneminden bu yana sürekli
gelişen Avrupalı değerleri anlaşılmaktadır.
- Avrupalıların çoğu, Latin dilinin merkezde olduğu, reform ve aydınlanma
çağı ile bugüne gelen hümanizm, laiklik, evrensellik, ulusçuluk, haklar ve
bireycilik gibi ortak değerleri yansıtan bir kültürü paylaşmaktadır.
138
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
Ortak bir kanı olarak, AB’nin, gelecekte (ne ulus-devlet ne de devlet üstü
niteliği olmayan) özel bir kurumsal kimliği, kendi vatandaşlarının değerlerine
katması gerektiğine inanılmaktadır. Çünkü böyle bir özel kimliğin olmaması
halinde, vatandaşların ulusal kimliklerine geri döneceğinden ve bunun da yapı
ve değerlerde kaymalara yol açacağından endişe edilmektedir(Alexander,
2005: 37). Bununla beraber, hala çok kuvvetli olan ulusal kimliklerin nasıl
törpüleneceği belirsizdir. Yapılan araştırmalar, AB Anayasasını reddeden
Fransız referandumunda, hayır oylarının % 19’unun ulusal kimliğe yönelik
tehdit algılamasından kaynaklandığını göstermiştir. Hollanda referandumunda
ise bu oran % 26’ya çıkmıştır.
AB anlayışı ile toplu kimlik geliştirilirken, kişisel gelişim ve kişisel tüketim
giderek daha fazla insan hayatının merkezi haline getirilmektedir. Bundan
sonraki ana problem sahalarından biri, sadece yeni üyeler için değil, eski
üyeler için de, ulusal çıkar dahilinde nüfusun refahını sağlarken, ulusal
kimliğin nasıl korunacağıdır. Ulusal kimlik ve ulusal çıkar arasında kuvvetli
bir ilişki vardır. Ulusal kimlik ortak tarihin, geçmişin, kültürün, değerlerin,
inançların farkında olmaktır. Ulusal çıkar ise, bu kimliği koruyacak, muhafaza
edecek ve ortaya koyacak ihtiyaçlar ve isteklerin açık bir şekilde ifade
edilebilmesidir.
AB anlayışı içerisinde, ulusal çıkarlar tanımlanırken milliyetçiliğin nasıl
reddedileceği, cevabı hala araştırılan bir sorudur. Bunun ilk cevabı, bir ülkede
yaşayan vatandaşların çıkarlarının genelleştirilerek, bireylerin tek bir ulusun
üyesi olmak yerine, bir ülkenin daimi vatandaşı olarak görülmesidir. Ancak
ülkedeki yasa, iş, ekoloji, sosyal çevre imkanlarından yararlanacak kişiler,
sadece daimi vatandaşlar ile sınırlı olmayacak, vatandaş olmayanlar ve ülkede
ikamet eden diğer kişi ve şirketler de yasalar ölçüsünde imkanlardan istifade
edecektir. Buradaki temel anlayış, ulusal çıkarın kökeninde kan bağı olan değil
ikamet eden kişinin ulusal düzeyde temel birey olmasıdır. (Stiblar, 2005: 9-10)
Bununla beraber sosyal yapıya yeni katılanlar ile eskiler arasında oluşacak
139
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
kültür baskısı, yaşam alanlarının ve kurumların harmonisi, ülkelerin toplum
istikrarının parametreleri olacaktır.
c. Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışının Avrupa Birliği Vizyonu
ile Karşılaştırılması:
Atatürk’ün millet anlayışı da, bugün bilimselliği kabul edilmiş olan sübjektif
veya kültürel millet anlayışına uygun düşmektedir. Atatürk’ün şu sözleri, bu
anlayışı teyit etmektedir; “Bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep
cemiyete millet denir, dersek milletin en kısa tarifini yapmış oluruz. (afet İnan,
1969: 18-25)” Milletin çağdaş düşüncelere uygun bilimsel bir tanımını yapma
gereği duyan Atatürk, daha geniş bir biçimde milleti şu şekilde açıklamaktadır
(Mumcu vd., 1997: 47); “(1) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan; (2)
Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan; (3)
Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri
müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı
verilir.”
Atatürk’ün tümüyle sübjektif unsurları içeren bu genel millet tanımı, yanına
Türk milletinin oluşumunda etkili olduğu görülen tabii ve tarihi olguları şu
şekilde sıralamaktadır. “(1) Siyasi varlıkta birlik, (2) Dil birliği, (3) Yurt
birliği, (4) Irk ve menşe birliği, (5) Tarihi karabet (akrabalık), (6) Ahlaki
karabet.” Görüldüğü gibi Atatürk, Türk milletinin oluşumunda etkili olan
unsurlar arasında din birliğini saymamıştır. Atatürk, milletin yapıcı unsuru
olarak Türk Diline önem ve değer vermekte, Türk Dilini Türk Milliyeti için
mukaddes bir hazine saymaktadır (Eroğlu, 1981: 71). Irk ve menşe (köken)
birliği ise, sarf ırk teorisi ve ırkçı millet anlayışını kastetmemektedir.
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı laik ve ırkçılığa karşıdır. Nitekim Atatürk;
“Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar, mukadderat ve
talihlerini Türk milliyetine vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine
140
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
yan gözle yabancı nazariyle bakmak, medeni Türk milletinin asil ahlakından
beklenebilir mi?” demektedir (Genkur.Bşk.lığı, 1982: 33).
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, milliyetçiliği reddeden alkımlara karşıdır.
Atatürk’ün şu sözleri bugünkü ulusalcılık (milliyetçilik) anlayışını modası
geçmiş gibi gösterenlere iyi bir cevaptır. “Bilirsiniz ki, milliyet kuramını,
milliyet ülküsünü çözüp dağıtmaya çalışan kuramların dünya üzerinde tatbik
kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü tarih, olaylar, hadiseler ve gözlemler,
insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hakim olduğunu göstermiştir ve
milliyet ilkesi aleyhindeki büyük ölçüde fiili tecrübelere rağmen yine milliyet
hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir. (Unan, 1999:
214)”
Milliyetçilik, devletlerin ve uluslararası sistemin moral temelidir. Atatürk,
bunu şu sözlerle vurgulamaktadır; “Bilelim ki milli benliğini bulmayan
milletler başka milletlerin şikarıdır (avıdır) (Unan, 1999: 207).” Bugün AB
içerisindeki çekişmelerden de anlaşılacağı gibi, gelecekte ne tür bir küresel
veya bölgesel düzen kurulursa kurulsun, hiçbir ülke ne ulusal çıkarlarından ne
de millet olma bilinci, kimliği ve kültüründen asla vazgeçmeyecektir. Çünkü
milliyetçilik, tüm insanlığa şu vazgeçilmez hizmetleri sunmaktadır (Smith,
1983: 21); (1) İnsanlık doğal olarak milletlere bölünmüştür. (2) Her millet
kendi özel karakterine sahiptir. (3) Tüm politik gücün kaynağı millettir. (4)
Özgürlük ve kendini ifade etme dışında insanlar bir millet ile tanımlanmalıdır.
(5) Milletler ancak kendi devletleri içinde tatmin olabilir. (6) Ulus-devlete
sadakat diğer sadakatleri çeker. (7) Global özgürlük ve uyumun temel şartı
ulus-devletin güçlendirilmesidir.
Türk milliyetçiliği, başka milletlerin haklarına saygı gösteren, realist, yapıcı
ve yaratıcı bir milliyetçiliktir. Atatürkçü düşünce sistemine göre; “Türk
milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve
ilişkilerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir uyum içinde
141
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
yürümekle beraber, Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız
kimliğini korumaktır. (Bayur, 1983: 28)” Milletler, milletler topluluğunda ayrı
ayrı, kendi kendine bir bütün olan organizmalardır. Atatürk’e göre; “Türkiye
Cumhuriyeti, Türklüğün biricik bağımsız devletidir ve her zaman güçlü ve
kuvvetli olması gerekmektedir. Böyle olunca, dünyanın şurasında burasında
yaşamak zorunda kalan soydaşları için en büyük teminat olma özelliğini
sürdürebilecektir. (Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü, 1952: 104)”
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, hem çağdaşlaşmayı ve uygarlığı hem de
kendi benliğimize ve kişiliğimize sahip çıkmamızı gerektirir. Atatürk’ü örnek
alan hiç kimse, milli birlik ve bütünlüğümüzü tehlikeye düşüren hiçbir
davranışı destekleyemez (Feyzioğlu, 1995: 88). Atatürk’ün izinde olan her
Türk milliyetçisi, Türk milletinin bağımsızlığını, hürriyetini, bütünlüğünü
korumayı, onu durmadan güçlendirip yüceltmek için çalışmayı kutsal bir görev
sayar. “Ne mutlu Türküm diyene!..” inancıyla yetişecek kuşaklar, onun
ilkelerinden güç alarak, bu Cumhuriyeti yüceltecek ve yaşatacaklardır.
d. Post-Modern Milliyetçilik Anlayışı ve Türkiye:
Post-modern düşünce paralelinde ülkemizde işlenen görüşlerden bazıları
şöyledir;
- Post-modernizm; söylemlerin, kimliklerin ve kültürlerin çoğulluğunu temel
alır. Öteki’nin gündeme getirdiği sorunlar temelinde kendini yeniden kurmayı,
kimlik ve farklılığı Öteki’nin gözüyle görmeyi esas alır. Öteki’nin konuşmasına
izin vermek ve Öteki’yi dinlemek temel bir zorunluluktur (Keyman, 2000: 1902000).
- AB’nin kapısı, milliyet, devlet, din vb. gibi köhne eleştirel bagajlarla
zorlanmamalı. AB, bunların hiç değilse bir kısmını aşmaya çalışıyor, bu
konuda örneğin Türkiye’den öğreneceği pek bir şey yok kocamış Avrupa’nın.
Türkiye gibi ülkelerin AB’ye katkısı, ancak evrensel, barışçıl, eşitlikçi vb.
değerler yönünde onu daha ileriye itmek olabilir (Parla, 2005: 4).
142
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
- Günümüzde milliyetçilik, kaybedenlerin ideolojisi haline geldi. Özellikle
küresel ekonomiye sıçramanın başarılamadığı otoriter toplumlarda, açık
toplumun düşmanları tarafından statükonun korunması için kullanılıyor.
Kaybedenlerin ideolojisi olarak milliyetçilik, ulusal duygular anlamına geliyor
ve saldırgan bir şekilde, farklı düşünenleri hedef alıyor (Şenocak, 2005).
- Türkiye, bugün, temel bir kararın, kaderini belirleyecek bir yol ayırımının
öncesinde bulunuyor. Bu ülke, Yugoslavya’nın on sene önceki haline mi
dönecek? Yani, demagoglar ve yanlış siyasetleri yüzünden bugün Uluslararası
Mahkeme önünde hesap vermekte olan tarih önünde kaybetmişlerin, efsane
portreleriyle yanlış yola sürükledikleri bir ülke mi olacak? Yoksa farklı
düşünebilme özgürlüğünün ve demokrasinin sadece kağıt üzerinde kalmayıp,
gerçekten izin verilip uygulanmasına hazır bir Avrupa ülkesine mi dönüşecek?
- Türkiye’de ulusal çıkar denilen şe biraz eşilince, altından ulusalcıları çıkarı
çıkıyor. Günümüzde bir ulus için daha fazla demokrasi, daha çok hak ve
özgürlükten iyi bir ‘çıkar’ yok (Akyol, 2005: 9).
Türkiye’deki post-modernistler, sık sık ulusalcı olarak adlandırdıkları
kesimleri milliyetçilik ile suçlamaktadır. Milliyetçilik, post-modern sosyal
değişime bir tepki olarak düşünülmektedir. Milliyetçiliğin karşısında olan postmodernler; uluslararası hukuk, uluslararası barış ve güvenliğin muhafazası,
paylaşılan refah, ekonomik entegrasyon, göç, seyahat ve turizm, yurtdışında
çalışma, global tehditler, dünyaya yayılmış iletişim, ulus-devletin ekonomik
egemenliğinin sona ermesi gibi olguların küreselleşme içerisindeki işlevlerine
dikkat çekmektedir. Post-modernlere göre, milliyetçiliği destekleyenler;
yabancı yatırımlar üzerinde kontrolün kaybedileceği, göç düşmanlığı, işsizlik
korkusu, ulusüstü kurumlara kızgınlık, yabancı kültürleri sevmeme, terörizm
ve bozgunculuk korkusu, global medyaya düşmanlık, bağlantılı olmamanın
çekiciliği gibi faktörlerden etkilenmektedir (Baylis vd., 2005: 523).
143
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
Post-modern düşüncenin veya bu düşüncenin paralelinde hareket edenlerin
Türkiye’de önemli bir kavram kargaşasına yol açtıklarını, hatta bilinçli veya
bilinçsiz bir şekilde dezenformasyon kaynağı olduklarını söylemeliyiz. Çünkü
varlığımızın temeli olan devletin kimliği, güvenliği, çıkarları ve egemenliği ile
ilgili düşüncelerin köhnemiş olduğu; devlet ve milliyetçilik duygusuna takılıp
kalmamak; küreselleşme olgusu içerisinde bu kavramları aşarak daha barışçı
ve eşit bir dünya düzenine yol alacağımız düşüncesine inanmak, arkasında
başka bir kasıtta yoksa, saflıktan başka bir şey değildir.
4. Sonuç:
21’ nci yüzyılın başındaki veriler, ulus-devletlerin gittikçe artan bir şekilde
değişime girdiğini, gücünü kullanmakta oldukça sınırlandığını ve egemenliğin
gittikçe daha çok ulus-devlet yapısı dışındaki iç ve dış yapılara kaydığını
göstermektedir. Ülkelerin güç politikalarının yavaş yavaş yok olması, en güçlü
temsilcilerinin de dahil olduğu ulus-devlet sisteminin değişmekte olduğunun
önemli ve açık bir kanıtıdır. Bununla beraber, bir ulus-devlet, ancak bir güç
politikası uygulayabilirse, egemen ve tam bağımsız sayılabilir ve bu olgu;
ülkenin ulusal çıkarlarını elde edebilme ve büyük bir devlet olma yönünde
mutlaka elde bulundurması gereken niteliğidir. Diğer bir deyişle, güç
kullanmaya istekli olur ve ulusal amaçları için birçok kayıp vermeye razı olur,
küçük düşürülmeyi reddeder ve saygı uyandırırsa büyük bir devlet olur (De
Rivero, 2003: 34-35).
Türkiye’nin AB üyeliğinin ülkeye olabilecek güvenlik yansımaları
konusunda derin kuşkular bulunmaktadır. Türkiye, Batılı çıkarların yoğun
olduğu hassas bir coğrafyada, gereğinden fazla büyük ve güçlü, kontrol
edilmesi ve ufalanması gereken bir güç merkezi olarak görülmektedir. Nitekim
AB üyelik süreci, Türkiye’nin güvenlik gündeminde; Kıbrıs, Ege, üniter yapı,
Yunanlıların eski Bizansı canlandırma arayışları, Ermeni iddiaları, tam
bağımsızlık ve egemenliğin korunması gibi konuları ön plana çıkarmıştır. AB
144
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
süreci ile Türkiye’nin ulus-devlet yapısı ve ülke bütünlüğünü korunmasını
giderek güçleşir hale gelirken, Türkiye, gerçekte ne dışlanan ne de tam bir üye
veya ortak olarak görülmektedir.
AB üyeliği taraftarlarının en önemli argumanı; üyeliğin, Türkiye’yi insan
hakları ve demokrasi alanında geliştireceği ve eğiteceği düşüncesidir. Bu
anlayışa göre; Türkiye’nin tam demokratik ve modern anlamda bir devlet
olması, AB’ye girmekle mümkün olacaktır. Ancak AB’nin demokratikleşme
ve
insan
hakları
adına
öne
sürdüğü
koşullar,
kendi
ülkelerinde
uygulamadıkları, Sevr’i hortlatacak bir anlayışa sahiptir. AB’nin demokrasi,
kültür ve eşitlik anlayışı, Türkiye’nin üniter yapısının kaldırabileceği türden
değildir (Tezkan, 2005: 102-103). Hıristiyan kulübü olma anlayışını büyük
ölçüde koruyan AB içindeki Türkiye, tarihsel olarak “öteki” olmaya devam
edecektir.
Türkiye’nin bölgesel ve küresel rolü, kökünü kendi iç sorunlarından alan iki
temel dengeleyici hususla belirlenecektir. Birincisi, Atatürk’ün mirasını laik
bir Avrupa devletine dönüştürmek için yaptığı çabaların nasıl bir sonuç
vereceği ve Türkiye’nin alacağı konumla ilgilidir. Bu süreç içerisinde İslamcı
akımların ve irticanın da güvenlik gündeminden çıkıp, bertaraf edilmesi
önemli bir beklentidir. İkincisi ise, Güneydoğu meselesidir. Bu meselelerin
çözümü etnik ve dini kavramlar ile birlikte ülke kimliğinin yerine oturması
anlamına gelecektir. Bu meselelerin çözümsüzlüğü sürdükçe, bölgesel model
olarak yapıcı rolüne rağmen, Türkiye, bölgenin etnik ve dini temel
ikilemlerinin çok önemli bir parçası haline gelmeye meyilli durumdadır
(Brezezinski, 2004: 87).
Türk coğrafyasının, Türk tarihinin, Türk kültürünün özellikleri, Türkiye’ye
başka hiçbir ülkeye nasip olmayacak kadar çok seçenek sunmaktadır.
Türkiye’nin önündeki stratejik seçenekler ile ilgili pek çok öngörü
145
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
bulunmaktadır (Tezkan, 2005: 96)4. Bazı düşünürlere göre karşı karşıya
bulunduğumuz durum iki seçeneklidir (İlhan, 2002: 30); (1) Türkiye’nin AB
üyesi (eyaleti) olması, (2) Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız, kayıtsız şartsız
millet egemenliğine dayalı ulusal Türk Devletinin korunması. Bu görüşe
paralelinde
AB
üyeliğimiz,
Katılım
Ortaklığı
Belgesinin
tuzaklarını
kabullenmemiz ve büyük ölçüde Atatürkçülüğün sonu anlamına gelmektedir.
Bu görüşleri destekleyen pek çok arguman bulunmakla birlikte, Türkiye’nin
AB üyeliğine daha az şüpheci ve olumlu yönleri ile de bakmak gereklidir.
Atatürk, Avrupalılaşmayı değil, çağdaşlaşmayı öngörmüştür. Avrupa ile
entegrasyonu Atatürkçü düşünce ile tam olarak bağlaştığı söylenemez. AB
üyeliği, post-modern demokratların elinde, sadece Atatürkçülüğün sonunu
değil, Türkiye’nin de sonunun başlangıcını getirebilir. Aşağıdaki tabloda
Avrupa Birliği idealleri ile Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin esasları; bu makale
boyunca ele alınan çağdaşlaşma, post-modern görüşler ve küreselleşme
kapsamında analiz edilerek uyumlu ve sorunlu alanlar olarak özetlenmiştir. AB
üyesi bir Türkiye, eğer AB içinde eşit ve ulusal çıkarlarını koruyabilecek bir
statü istiyorsa, öngörülen sorunlu alanları aşacak tedbir ve yöntemleri
geliştirmelidir. AB üyesi olmuş Türkiye, Avrupalı ortakları ile birlikte; ulusal
duygular ile Avrupalı olmayı, bağımsız hareket edebilmek ile uluslararası
yönetişime uymayı, geçmişten gurur duymak ile daha küresel bir geleceğe
doğru ilerlemeyi, doğru bir denge içinde birleştirebilecektir. Türkiye, uzun
zamandır istediği ulusal güvenlik ve refah düzeyine tam olarak ulaşmak için,
Avrupa’nın sunduğu çerçeveye ihtiyaç duymaktadır (Derviş vd., 2004: 19). Bu
kapsamda,
Türkiye;
ulus-devlet
yapısını
yeniden
yapılandırmaya,
(küreselleşme ve post-modern düşüncenin olumsuz etkilerinden korunmasını
sağlayacak) rollerini yeniden belirlemeye, ulusal güvenlik konusunda yeni
yöntem ve vasıtalara ihtiyaç duymaktadır.
4
Tezkan bu siyasi seçenekleri aşağıdaki beş ana başlık altında toplamaktadır; (1) Avrupa
Birliği’ne üye olmak, (2) Avrupa Birliği’ne özel statü ile eklemlenmek, (3) ABD ile stratejik
ortaklık, (4) Avrasya Birliği’ne katılmak, (5) Küresel/Bölgesel güç olmak.
146
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
Tablo : Avrupa Birliği Değerleri Ve Atatürkçü Düşünce Sistemi
AVRUPA BİRLİĞİ DEĞERLERİ VE
TEMEL
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ
PARAMETRELER
UYUMLU
SORUNLU
Akılcılık, Bilim ve Fen,
(Tek) Batı Tipi Dünya
Demokrasi ve İnsan Hakları,
Laiklik,
Avrupalılaşmak,
Çağdaş Teknoloji ve Değerlerin
Taklitçilik,
Adaptesi.
Ulusal Özelliklere (Din, Kültür,
Bireyi Merkeze Koymak,
Federal / Ulus üstü Yönetim,
Post-Modern Düşünce
Çok Merkezli Dünya,
Ulusal Egemenlik ve
ve
Devlet Dışı Aktörler,
Ulus-Devlet
Uluslararası Hukuk,
Ulusal Güvenlik ve Çıkar,
Açık ve Sivil Toplum,
Kendi Gücümüze Dayanmak,
Diğer Ülkeler İle Eşitliğe Dayanan
Ulusal Sınırlar İçinde Kalmak,
Dostluk, İşbirliği ve İttifaklar,
Ulusal Güç Uygulamaları,
Ulusaşan Tehditlerle Birlikte
İç İşlerine Müdahale,
Mücadele.
Ulusal Hukukun İkincilliği,
Otonom ve Özerk Yönetimler,
Modernleşme
(Çağdaşlaşma)
Uygarlığı,
Sosyal Vasıflar vb.) Uygunluk.
Tam Bağımsızlığın Aşınması,
Ötekinin Hakları,
Ulusal Birlik ve Bütünlük,
Post-Modern
(Etnik/Dini) Azınlık Hakları,
Ulusalcılık ve Milliyetçiliğin
Düşünce
Bireysel ve Bölgesel Farklılıkların
ve
Kimlik
Reddi,
Giderilmesi,
Ulus Kimliğinin Kaybolması,
Eşitlik,
Sübjektif Kimliklerin Adaptesi,
Özel Yaşamın Dokunulmazlığı,
Ortak Kimlik, Alt Kimlik,
Mülkiyet Hakları,
Azınlık Olarak Nitelendirilen
Evrensel ve Barışçı Değerler.
Kesimlere İstenen İmtiyazlar,
Ana Dil Dışındaki Dillerde
Eğitim ve Yayın.
Küreselleşme
Katılımcı, Çoğulcu Politika,
Özel Teşebbüsü Esas Tutmak,
Serbest Piyasa,
Yabancılara Açık Olmak,
Diğer Ülkeler İle Kaynak ve Servet
Paylaşımı,
Karşılıklı Bağımlılık,
Ekonomik Entegrasyon,
Küresel Ulaşım ve İletişim,
Kültürler Arası Diyalog.
147
Uluslararası Kurumların
Reform İstekleri,
Kamu Harcamalarının
Dışarıdan Kontrolü,
Ulusal Kaynaklar Üzerinde
Yabancı Kontrolü,
Yabancılara ve Yabancı
Sermayeye Tanınan İmtiyazlar,
Misyonerlik,
Heterojen (Mozaik, Melez)
Kimlik, Eklemlenme.
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
Türkiye, diğer uygar ülkeler gibi çağın gereklerine uyacak, çağın ortak
değerlerini, AB ile bütünleşme hedefini benimseyecek ve insanlarına çağın
gerektirdiği hak ve olanakları sunmakta diğerlerinden geri kalmayacaktır.
Ancak çağdaşlık, ulus-devlet anlayışından, ulusal birlikten, bütünlükten, ulusal
çıkarlardan fedakarlık anlamına gelmemeli, Türkiye, masum gibi gözüken
değerler arkasında diğer ülkelerin güdümüne sokulmamalıdır5. İzlememiz
gereken yol, hep ve bugün çok daha fazla bir biçimde Atatürkçü düşüncedir.
KAYNAKÇA
Kitaplar:
1. BAYLIS John, SMITH Steve: The Globalization of World Politics, An
Introduction to International Studies, Third Ed. Oxford University Press, (New
York, 2005).
2. BAYUR Hikmet: Belleten, Türk Tarih Kurumu, Cilt XXXII, No.128, (Ankara,
1968).
3. BOSTANOĞLU Burcu: Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, İmge Kitabevi,
(Ankara, 1999).
4. BOZKURT Veysel: Küreselleşme Kavramı, Gelişimi ve Yaklaşımlar,
(İstanbul, 2000)
5. BRZEZINSKI Zbigniew: Tercih, Çev. Cem KÜÇÜK, İnkılap Kitabevi,
(İstanbul, 2004).
6. CEVİZOĞLU Hüseyin: Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, Türk K.K.leri
Güçlendirme Vakfı Yayınları No.:1, 2. Baskı, (Ankara, 1982).
7. COCHRAN Molly: Postmodernism, Ethics and International Theory,
Review of International Studies, C.21, (1995).
5
Onur ÖYMEN: a.g.e., (2005). 470.
148
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
8. COOPER Robert: Ulus Devletin Çöküşü,
Güncel Yayıncılık, (İstanbul,
2005).
9. DERVİŞ Kemal, GROS Daniel, EMERSON Michael, ÜLGEN Sinan:
Çağdaş Türkiye’nin Avrupa Dönüşümü, Çev. Entra Dil Hizmetleri, Doğan
Kitapçılık, (İstanbul, Aralık 2004).
10. DREZNER Daniel W.: W. Who Rules? The Regulation of Globalization.
Chicago University Press, (Chicago, Nov 2004).
11. EROĞLU Hamza: Atatürkçülük, Olgaç Matbaası, (Ankara, 1981).
12. ESLEN Nejat: Küresel Hamleler Anahtar Stratejiler, Suat İLHAN
tarafından yazılan Önsöz, Tekağaç Yayınları, (Ankara, Mart 2005).
13. FEYZİOĞLU Turhan: Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürkçü Düşünce El
Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi, (Ankara, 1995).
14. FREDMAN Thomas: Küreselleşmenin Geleceği (Lexus ve Zeytin Ağacı), 2.
Baskı, Boyner Yayıncılık, (Nisan, 2002).
15. Genkur.Bşk.lığı: Atatürkçülük (Birinci Kitap) Atatürk’ün Görüş ve
Direktifleri, Gnkur.Basımevi, (Ankara, 1983).
16. GÜNUĞUR Haluk: Avrupa Topluluğu Hukuku, Avrupa Ekonomik
Danışma Merkezi Yayını, Bilim Serisi-1, (Ankara, 1996).
17. HALL Stuart, HELD David, McGREW Tony: Modernity And Its Futures/
Understanding Modern Socities Book IV, Cambridge University Press, (1992).
18. HEPER Metin: Atatürk’te Devlet Düşüncesi, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayını: Atatürkçü Düşünce El Kitabı, (Ankara, 1995).
149
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
19. İLHAN Suat: Avrupa Birliği’ne Neden Hayır?, Ötüken Neşriyat A.Ş.,
(İstanbul, 2002).
20. İNALCIK Halil: Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayını: Atatürkçü Düşünce El Kitabı, (Ankara, 1995).
21. İNAN Arı: Düşünceleriyle Atatürk, Türk Tarih Kurumu, (1999, Ankara).
İNAN Ayşe Afet: Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih
Kurumu, (Ankara, 1969).
22. KEYMAN E. Fuat: Küreselleşme, Devlet, Kimlik/Farklılık: Uluslararası
İlişkiler Kuramını Yeniden Düşünmek, Alfa Yayınevi, (İstanbul, 2000).
23. MUMCU Ahmet, ÖZBUDUN Ergün, FEYZİOĞLU Turhan, ÜLKEN
Yüksel, ÇUBUKÇU İ.Agah: Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-Atatürkçülük
(Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri), Yüksek Öğretim Kurulu Yayınları,
IV.Baskı, (Ankara, 1997).
24. NAISBITT John: Megatrendler Asya, Altın Kitaplar, Çev.Ulaş KAPLAN,
(İstanbul, 1997).
25. ÖYMEN Onur: Ulusal Çıkarlar: Küreselleşme Çağında Ulus Devleti
Korumak, Remzi Kitabevi, (İstanbul, Ekim 2005).
26. ÖZBUDUN Ergun: Atatürk ve Demokrasi, Atatürk’te Devlet Düşüncesi,
Atatürk Araştırma Merkezi Yayını: Atatürkçü Düşünce El Kitabı, (Ankara,
1995).
27. PERLE Richard, FRUM David: Şeytana Son, Terörde Savaş Nasıl
Kazanılır?, Truva Yayınları, (İstanbul, Temmuz 2004).
28. RİVERO Oswaldo De: Kalkınma Efsanesi, Çitlembik Yayınları, Çev.
Ömer KARAKURT, (İstanbul, 2003).
150
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Avrupa Birliği Değerleri
29. SMITH A.: Theories of Nationalism,
2 nd. Ed. Duckworth, (London,
1983).
30. SOROS George: Açık Toplum, Truva Yayınları, Çev.:D.Selçuk ÖZTÜRK,
(İstanbul, 2004).
31. STIBLAR Franjo: Preservation of National Identity and Interests in the
Enlarged EU, Center for European Integration Studies, Discussion Paper
C146, (Bonn, 2005).
32. ŞEN Y.Furkan: Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus
Devlet, Yargı Yayınevi, (Ankara, 2004)
33. TEZKAN Yılmaz: Jeopolitikten Milli Güvenliğe, Ülke Kitapları, (Ankara,
2005).
34. TÜFEKÇİ Gürbüz D.: Atatürk’ün Düşünce Yapısı, TES-İŞ Federasyonu
Yayını, (Ankara, 1981).
35. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II,
(Ankara, 1952).
36. UNAN Nimet. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, Türk İnkılap
Enstitüsü Yay.: I, İkinci Basım, (Ankara, 1959).
37. YILDIZOĞLU Engin: Globalleşme ve Kriz, Alan Yayıncılık, (İstanbul,
1996).
Makaleler:
1. AKYOL Mustafa: Ulusalcılarımızın Çıkarları, Radikal Gazetesi, (30 Eylül
2005).
2. ALEXANDER Douglas: Europe In A Global Age, Foreign Policy Centre,
(London, Oct 2005).
151
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 108-152
Sait YILMAZ
3. AYDINLI Ersel: Küreselleşme ve Güvenlik, Avrasya Dosyası, Güvenlik
Bilimleri Özel, ASAM Basım Evi, Cilt: 9, Sayı: 2, (Ankara, Yaz 2003), 45.
4. HASSNER Pierre: Milli Devlet-Milliyetçilik-Kimlik Tespiti, Der. K.
KAISER- H.-P. SCHWARZ: Yeni Yüzyılda Yeni Dünya Politikası, Simenis
Yayınları, (Ankara, 2005).
5. MAULL Hanns W.: Hangi Aktörler Dünya Politikasını Etkiliyor, Der.
K.KAISER- H.P. SCHWARZ: Yeni Yüzyılda Yeni Dünya Politikası, Simenis
Yayınları, (Ankara, 2005).
6. NIELSSON Gunner P.: States and Nation Groups: A Global Tasonomy,
Devletleri ve Millet Grupları. Küresel Sınıflandırma, Ronald Rogowski
(Yayınlayan) New Nationalisms of the Developed West, (New York, 1990) .
7. PARLA Taha: AB Anayasası Üzerine, Radikal İki, (03 Nisan 2005), 4.
8. ŞENOCAK Zafer: Kaybedenlerin İdeolojisi, Frankfurter Allgemeine
Zeitung, (26 Nisan 2005).
9. YAŞIN Gözde Kılıç: Devlet Yöneten Olmaktan Çıkıyor, Cumhuriyet Strateji,
(31 Ocak 2005).
Web Siteleri:
1. http://www.abhaber.com/ayhansimsek/ABAnayasaTaslak.pdf,
(Erişim: Mayıs 2006)
2.(Avrupa Birliği Türk Delegasyonu): http://www.deltur.cec.eu.int/default.asp.
(Erişim: Haziran 2006)
152
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 108-152
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 153- 175
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
KÖKTENCİ SANATTA DEVRİMSEL GELGİT:
KAVRAM-İMGE DİYALEKTİĞİ
Prof. Dr. Adem Genç∗
ÖZET
Bu makalede belirgin bir şeffaflıkla ortaya konularak tartışılan ana düşünce ve
problematiği; “günümüz sanatına dair eleştiri ve sanat yorumu bilinciyle, köktenci sanat
etkinlikleriyle ilgili tavır ve söylemlerin analizi” biçiminde vurgulamak olasıdır.
Dolayısıyla, makalede zikredilen olguların birçoğu, globalizmin başlangıcı kabul edilen
60’lı yıllardan bu yana gerçekleştirilmiş, ulusal ve uluslararası düzeyde ünlü
sanatçılara ait sanat etkinlikleriyle bazı eleştirmecilerin çelişkili açıklamalarını da
içermektedir.Yapılan çalışmanın amaçı, köktenci eğilimlerin özgün kaynakları ile bu
etkinliklerin günümüzdeki “pseudo” avangart” yansımaları arasındaki temel çelişkileri
ortaya çıkarmaktır. Çağdaş eleştiri ve sanat eğitimine alternatif bir yaklaşım ve belirgin
bir katkı olarak makale metninde, postmodern çevre içinde gelişen kimi tartışmalara
ilişkin eleştirel açıklamalara da yer verilmiştir.
Anahtar sözcükler: Hazır nesne, yerleştirme, performans sanatı, mekana özgü sanat,
ressam sonrası soyutlama, avangart .
ABSTRACT
The main idea and problematical presented and discussed by striking translucency in
this paper can be articulated in what might be called “the analysis of the attitude and
discourses covering radical art activities in current conceptual trends with the
awareness of contemporary reviews and criticism.”
So a good many of the given examples of art works and controversial discourses are
drawn from both, domestic and internationally well known artists and art critics since
1960, supposedly the early stages of globalization. The objective toward which this
endeavour is directed is to discover where the main contradiction lies between the
origin of the radical trends and so called “pseudo avant-garde” art activities of our
time. As an incisive contribution to the history of contemporary art from alternative
approaches to criticism and art education, some critical account of arguments
surrounding the proposition of post-modernity will also be integrated to the text.
Key words: Ready made, installation, performance art, site specific art, post painterly
abstraction, avant-garde.
∗
Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğr. Üyesi , İstanbul [email protected]
Prof. Dr. Adem Genç
GİRİŞ
Başlangıçta, akademik sanata karşı köktenci bir tepki oluşturup, insanın
kendini ifade etme süreçlerinin, -tuval resminde olduğu gibi- sadece geleneksel
teknik ve yöntemlerle
sınırlı olmadığını
ortaya koyan Kavramsal Sanat
(Conceptual Art), bu özelliğiyle, modern gelenekler içinde köklü bir dönüşüm
sayılıyordu. Örneğin, Lynton (1989: 134), Marcel Duchamp’ın Dada’cı
düşünce ve pratiğini, Tiziano’nun Rönesans Sanatı’nda gerçekleştirdiği
devrimsel açılımlara eşdeğer görmekteydi. Ne var ki, bugün, kökenleri
Dadaizme uzanan ulusal ve uluslararası “güncel/çağdaş sanat” (contemporary
art) etkinlikleriyle ilgili yorumlarda (Post-Dada ve Fluxus1 kaynaklı etkinlikler
dahil), sanatta güncellik ve öncülük kavramlarına, bütüncül bir anlayışla
yaklaşıldığı; güncel sanatla ilgili eleştiri ve etkinliklerde, -salt karşı olunan
sanat biçimlerine- aykırılığın öne çıkarıldığı, bütün bunlara karşın yine de -karşı
olunan sanat biçemlerinde olduğu gibi-, kurumsallaşmaya yüz tutmuş ideolojik
bir tutumun egemen kılındığı anlaşılmaktadır.
Amaç:
Bu
çalışmanın
amacı,
özellikle
modernizmin
tartışmalı
sürecinin
başlangıcından bu yana, belirli bir ilgi alanı oluşturan kavramsal örneklerden
yola koyularak, etkisini giderek yitiren bir retorikle, kururmlaşma eğilimi
gösteren birtakım “pseudo-avangart” uygulamaların sanat ve sanat eğitimi
içindeki yeri ve önemini tartışmaktır.2
Köktenci Sanat’ta Kurumsallaşma ve Sanasal Kalite Sorunsalı:
İlk algılamada, biraz da Marksçı düşünceyle aynı doğrultuda gözüken eleştiri
literatürüyle, sanat yapıtının kültürel değerlerinin meta’ya indirgenmesine,
1
Fluxus: Latince “akmak”tan türetilmiştir. 1960 yılında Litvanyalı-Amerikalı sanatçı George
Maciunas tarafından John Cage ve çevresindeki sanatçı ve müzisyenleri tanımlamak için
kullanılmıştır.
2
Williams, Reymond, (1989) The Politics of Avant Garde; Huyssen, A., (1988) “Avangard
Teknoloji Kitle Kültürü” (Çeviren: S. Erener) Defter, 1988 Sayı: 7; İrmeli, H., (2003), The Origin
of Avant-Garde: Modern Aesthetics From Baudelaire to Warhol; Bürger, Peter, (2003) Avangard
Kuramı, Sunuş: Ali Artun, İletişim Yayınları, İstanbul 2004.
154
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
sanat nesnesinin bir fetiş gibi algılanmasına karşı oluşuyla, Marksist estetiğe
koşut bir izlenim ortaya koyan bu bütüncül tavrın, tarihsel bir yinelemeden
başka bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Öyle ki,
sanatsal avangardizmin
(Brüger, 2003: 13), doğasına, sosyal ve kültürel düzendeki süreklilik ilkesine
aykırı olan bu görüşlerin hiçbiri, 20. yüzyılın başlarından itibaren, sanat
yapıtının satın alınabilir ticaret nesnesi biçiminde algılanmasına karşı gelen
modern/avangard düşüncede olduğu gibi, Kavramsal Sanat’ta kurumsallaşmayı
önleyememiş; kavramı öne çıkaran proje ve sanat ürünlerinin, resmi ve özel
müzelere, koleksiyonlara girmesini engelleyememiştir.
Kuşkusuz bu tür projelerin bazıları, otoritenin sesine pek kulak vermeyen,
kendini serbest piyasa koşullarına bağımlı galeri hegemonyası dışında tutmaya
çalışan ve kendi ölçeğinde sanata ilgi duyan belli bir toplum kesimi tarafından
“güncel,” “köktenci”, ve daha da ileri gidilerek “yenilikçi” olarak algılanabilir.
Böyle bir yanılgı ya da izlenimin birkaç nedeni olabilir. Bunlardan birincisi,
izleyiciyi düşündüren kavramsal projelerin birçoğunda öne çıkan kavram-imge
diyalektiğinin temel özelliğiyle ilgilidir Örneğin, güncel söylemler, klişeleşmiş
kamusal ifadeler
ya da semiyotik şifreler gibi). İkincisi, bu tür bir sanat
biçiminin sanatçı ve izleyicileri düşünmeye sevketmesi, onlara, biraz da
teknolojinin sağladığı olanaklarla, birtakım yaratıcı ortamlar sağlamasıdır.
Üçüncüsü de şudur: Bu söylem ya da ifadeler, merak uyandırıcı güncel ve
toplumsal içerikleriyle ayrıca bir ilgi odağı da oluşturabilmektedir.
Ancak yine de bütün bu gerekçeler, örneğin,“...en iyi sanat, aklımıza
gelmeyen bir şeyi bize düşündüren sanattır.” (Esche-Kortun, 2004: 24)
biçimindeki, kavramsal içeriği öne çıkaran totaliter açıklamaları haklı kılamaz.
Kuşkusuz daha öncekileri çürütmek için yazılan “reddiye” türünden yazılar da
tek başına bu etkinliklerin birçoğunun “güncel”lik ya da “çağdaşlık”la
bağlantısını kurmak için yeterli değildir.
Kavramları öne çıkarmak suretiyle bir bakıma, resimde geleneksel
ifadelendirme biçimine meydan okuyan bu yaklaşım, plastik sanatlarda temel
155
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Prof. Dr. Adem Genç
kaliteleri tepe-taklak eden yorumlara da yol açabilmesi açısından kimilerine
ilginç gelebilir. Ancak, kendi doğasına koşut olarak zaten anarşik bir eylem
olan sanatta, yoksaymacı
bir başkaldırı ve türeme bir
avangardizmin
doğuracağı sonuçları da önceden kestirmek pek kolay bir iş değildir. Böyle bir
anarşinin örneğin, aynı ölçüde yeni bir Duchamp-Sonrası Kriz’ine (Post
Duchampien Crisis) yol açıp açmayacağı kestirilemez. Sanatta bu tür deneysel
araştırmaların bir araç değil de bir sonuç olarak ortaya konulması “Kavramsal
Sanat’ın” kendisine de zarar verebilir ki ikincisinin, Kavramsal Sanat’ta,
“kavramsallık”ı , “kavramları tepe-taklak etme sanatı”na dönüştürmek gibi
olası bir yönü; sığ ve tehlikeli bir boyutu da vardır.
Sanat kuramcıları ya da eleştirmeciler, (eleştiriye başlamadan önce ölçütlerini
ortaya koyup neye taraf olduklarını ya da hangi ölçütlerle sanat yapıtına
yaklaştıklarını bilinçli olarak belli edenler dahil), yorumlarında, içerik-biçim
diyalektiğindeki bu hassas dengeye dikkat ederler. Her türlü güncel sanat,
Klasikçi, Non Figüratif, Yeni-Soyut ve Yeni-Nesnelcilik’le (New-Objectivism)
ilgili
görüşlerinde plastik kaliteleri gözardı etmemeye özen gösterir, bu
kaliteleri öne çıkarmaya çalışırlar. Nitekim, sanatın kalitelerini, sadece anlatı ve
semiyotik gösterge değerlerine indirgemek, tek başına bir şey ifade etmeyebilir.
Paul Cezanne’dan itibaren modern sanat eleştirisinde sanatsal içerik ve biçim
ilişkileri, ancak “sıradan olanın sanat yapıtına dönüştürme sorunsalı”ile, bir
başka deyişle, “sıradan olanın tecellisi problematiğini” (Danto, 1971: 4-23)
sorgulayan birtakım analitk yaklaşımlarla açıklanabilmektedir. Dolayısıyla,
ancak bu yolla kurulan bir izleyici-yapıt ilişkisi, imge-kavram diyalektiğinde,
önsel (a priori) bir rol oynar. Yaratma sürecini diğer üretim süreçlerinden farklı
kılan, salt biçim yaratma sürecini, “sıradan olanın tecellisinden” ayıran şey de
budur. Bu olguya, sanata biçim açısından yaklaşan biçimci eleştirmeciler de
katılırlar. 1940 yılında, Partisan Review’deki ünlü bir makalesinde soyut
sanatın en arı (saf/pür) sanat olduğunu vurgulayıp bir şeyin içeriksel kimliğinin
betimlemeden (tasvir, anlatı, fgüratif ifadelendirme) daha önemli bir yer
156
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
tuttuğunu öne süren Amerikalı eleştirmen Clement Greenberg, bu kategoriye
giren sanat eleştermecilerinin öncülerinden biridir.
Güncel sanatta Kavramsal etkinliklerin kurumsallaştırılmasına bir başka
örnek de postmodernizmin çoğulcu
sanat yönelimleri içinde, özellikle
kavramsal içeriği öne çıkan atölyelerin, sanat eğitimi programlarına girmiş
olmasıdır. Kuşkusuz, bu akademik kurumsallaşmanın analizinde de, kavramsal
etkilerin
tarihsel
köklerine inmek gerekir. Batı sanat okullarında, 1960’lı
yıllar, sözü edilen deneysel atölyelerin yoğunlaştığı bir dönemin başlangıcıdır.
Kavramsal/deneysel atölyeler, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi gelişmiş
Batı ülkelerinde, sanat kurumları dışında da, bir gelenek oluşturmuştur.
Örneğin, Amerika’da öncülüğünü Kaprow(Tablo:1), Oldenberg, Warhol,
Keinholz ve Christo’nun yaptığı “Total Art” etkinlikleri ile Avrupa’da Dada,
Neo-Dada ve Fluxus akımları,
kavramsal avangart tavrın mihenk taşlarını
oluştururlar.
Post-modern Güncellik ve Özgünlük:
Güncelliğe, “özgünlük” açısından yaklaşınca, konu daha bulanık, daha da
karmaşık bir yapıya sürüklenir. Herşeyden önce, özgünlüğün bir değer ölçütü
sayılması, “güncel” değil, 19.yüzyıl romantızminin temel özelliklerinden
biridir. Günümüzde, hiçbir sanat yapıtı, kendi içinde ve tek başına özgün veya
güncel olamaz. Günümüz koşullarında, üretimini, romantik bir başkaldırı
duygusu ile gerçekleştiren sanatçılar da olabilir kuşkusuz; ancak özgünlük
postmodernizme karşıt bir kavramdır (Koçak, 1992: 72). Diğerlerinde olduğu
gibi, kavramsal olanı öne çıkaran “güncel sanat” da “özgün” olamaz.
Kavramsal Sanat’ın tarihsel kökenleri, ilkellerin törensel (ritüel) ayinlerine dek
uzanır. Törenselin, “şaman”ın ve her türlü bedensel tinselliğin Batı sanatına
girmesi, pek de yeni değildir. Bu olgu genellikle 19. yüzyılda yoğunlaşan
tarihsel Romantizm (örneğin Delacroix)
ve Uzakdoğu araştırmaları ile de
açıklanmaktadır. Öte yandan, sanatta gerçeklik kavramı, özellikle 1970’lerde,
biraz da “post-yapısalcılık ”etkileriyle farklı bir boyuta girmiştir. Artık,
157
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Prof. Dr. Adem Genç
romantiklerde olduğu gibi, sanatçının salt kendi gerçekliğiyle veya yansıtmak
istediği gerçeklikle başbaşa kalması düşünülemez. Bu aşamadan sonra, güncel
sanatta her sanat yapıtı bir ölçüde, başka bir sanat yapıtının gerçekliğini de
sergilemek durumundadır. Varsayılan yenilik ya da “güncellik”, ancak
kendinden önce başka bir yapıtla karşılaştırıldığında anlam ve anlatımını bulur.
Öte yandan, günümüzde, her postmodern ifadelendirmenin bir tür, “anlatının
anlatısı” biçiminde değerlendirildiği (Koçak. 1992: 1-72) düşünülürse, sanat
ürününü, daha önce yapılandan bağımsız, yer yüzünde eşi ve benzeri
bulunmayan bir olgu biçiminde tanımlama olasılığı da ortadan kalkmaktadır.
“Yüceltilmiş Egemen Birey” ve Sanat:
Gerçekte, “güncel” nitelemesiyle algılanması istenen, her türeme ve sahte
(“counterfeit”) karşıt-sanat bir anlamda ulusal ve uluslararası politik olgulardan
arındırılmış bir küresel karşıt sanattan başka bir şey değildir. Nitekim, bu sanat
yorumu , tıpkı modernizmin geleneksel sürecinde olduğu gibi, zaman içerisinde
kendi amacına aykırı bir biçimde, akademik bir yapıya sürüklenmekten
kurtulamamıştır. Bu kurumsallaşmanın amacı, hiç kuşku yok ki, “…ivedilikle
kendi üretimleri ve mallarının yönetimine ilgi duyan ve kamunun önünde
odaksal burjuva tipinin yüceltilmiş kimliklerini
taşıyan egemen birey”
(Williams, 1989: 19-32) statüsüne yükselmektir. Colin Wilson, yabancılaşma
ve yaratıcılığı konu alan “The Outsider” adlı bir kitabında bu tür şifreli bir dili
öne çıkaran yaratıcılığın daha farklı bir yüceltilmiş egemen birey boyutuna
aşağıdaki örnekle işaret ediyor:
“Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen Kızılderili topluluklarında bir kişi
diğerlerinden farklı oluşuyla dikkati çeker. Örneğin, o belki de hiç ava
gitmemektedir. Topluluğun diğer üyeleri için iki seçenek vardır: Onu dışlayıp
ölüme terk etmek veya ileride, olası bir av kriziyle yüz yüze gelindiğinde,
kabilenin işine yarayabilir düşüncesiyle onu beslemek. Dolayısıyla, Amerikan
Kızılderili toplumunda 'Şaman’ın rolü, kimsenin anlamadığı şifreli bir dilin de
etkisiyle, giderek törensel bir hal almaya başlamış; şamanın toplum içindeki
158
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
saygınlığı giderek artmıştır. İşte bu noktadan sonra, izleyici ile kavramsal sanat
arasındaki ilişkiler giderek daha da belirginleşmektedir. Çünkü burada,
popüler olmayan özgün düşünce öne çıkmakta; düşüncenin düşüncesi önem
kazanmaktadır. Bir başka deyişle 'idea' nın ilk 'idea’sı ya da düşüncenin ilk
düşüncesi sanatın konu maddesi olmaya başlamıştır” (Wilson, 81: XIII).
Tablo-1: Alan Kaprow, “Avlu” (The Courtyard,) 1962
Yüceltilmiş
egemen
birey
benmerkezcidir.
Kendini
tarihsel
olarak
oluşturmakta güçlük çekince muğlak ifadelendirmelere; otantik söylemlerle
vurgulanan belirsiz, merak uyandırıcı bir biçim ve figüratif anlatılara yönelir.
Geçmişle geleceği yaratıcı bir görüş açısıyla ilişkilendiremediğinden, özgün bir
biçime ve içrek
(immanent/“transcenndental”)
bir yapıya
sahip olamaz.
Çünkü, kültür ve sanatla ilgili insan davranışları ile hümanist olgularda zaman,
süreklilik, ayrıntılardaki farklılıklar ve tarihsel referanslar esastır. Bu açıdan
bakılınca, çağdaşlaşma bağlamında yer alan her edimin temelinde, zaman ve
mekan koordinatları ayrı bir yer tutar. Daha felsefi ve spesifik bir anlatımla,
“her insan davranışı” zaman ve mekana ilişkin duyguları bünyesinde barındırır.
159
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Prof. Dr. Adem Genç
Çağdaşlığın bir ifadesi olarak “güncel”in ve “avangart”ın tanımını yapmak, bu
nedenle biraz daha karmaşık ve zordur. Nitekim bu kavramların nesnel manada
kullanımı, ayrı bir çalışmayı gerektirmektedir. Çağdaşlık, tarihsel olarak
kendini oluşturan her sanatsal olguya, akıma veya yönelime yeni bir açıdan
bakabilme olasılığını da zorunlu kılmaktadır. Ama yine de, entellektüel bir
kaygı veya septik birtakım nedenlerle sanata ilgi duyan herkes için “çağdaş
sanat”/“güncel sanat” bağlamındaki; Performans Sanatı ( Happening/Event),
Vücut Sanatı
(Body Art) Çevre Sanatı (Environment) v.b. gibi kavramsal
atölyeler iki ana nedenle önemlidir: Bunlardan birincisi, sanat kavramından
anlaşılması gereken şeyin ne olduğunun ortaya çıkmasına yönelik düşünceleri;
ikincisi de (aynen Kavramsal Sanat’ta olduğu gibi), kavramın kendi başına bir
sanat biçimi olup olamayacağına yönelik düşünceleri
sürekli bir biçimde
yeniden sorgulamaktır.
Gerçekten de sanat, her hangi bir nesneden bağımsız, salt bir “kavram”
boyutuna indirgenebilir mi? Buna verilen yanıtlar, istenilen düzeyde kesin ve
belirgin değildir. Ancak, bugüne kadar ortaya konulan çalışmalar, bize, sanatın
‘fiziksel olan’dan ‘zihinsel olan’a doğru akıp giden bir “minval üzre” olduğunu
göstermektedir. Bu saptama bir anlamda, sanatın, “somut bir görsellikten,
fiziksel bir varoluş biçiminden
bir düşünceye,
bir “ide”ye doğru yön
değiştirmesine de işaret etmektedir. Bu varsayım, terimlerin bizzat kendisinden,
örneğin Kavramsal Sanat’tan ya da “Environment” diye de bilinen
Çevre
Sanatı’ndan kastedilen şeyin ne olduğunu daha iyi açıklamaktadır. Buradan
yola koyulan iyi bir gözlemcinin ya da sanat okurunun, tarihsel süreç içinde
bugüne kadar ortaya konulan en marjinal örneklerin (bir kağıt üzerindeki birkaç
sözcük, işaret ya da “motto” gibi), “görselliğin geleneksel önemliliği”nin en
alt düzeye indirgendiğini; sanat yapıtının fiziksel varlığının kavramlara
dönüştürülmüş olduğunu algılamakta güçlük çekmeyeceğini söyleyebiriz.
160
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
Tuval Ressamlığında Kavramsal Açılımlar:
Kavramsal Sanat, bu yönüyle geleneksel tuval ressamlığını da etkilemiştir.
Kavramsal Sanat düşüncesiyle gelişip serpilen yeni “pentür” düşüncesi, plastik
sanatlarda, İpşiroğlu’nun “doğa taklitçiliğinden kavram ressamlığına geçiş”
aşaması biçiminde vurguladığı her türlü modern akımların dışında, postmodern
akımlarda da etkili olmuştur. Bu durum, sanatta kavramsal boyut arayışının;
sadece özellikle son elli yıldan bu yana ortaya çıkan Neo-Dada ve Fluxus gibi
akımlar ve güncel sanat uygulamaları ile sınırlı olmadığını göstermektedir.
Özellikle 1960’lardan sonra daha da önem kazanan Pop ve Neo Dada akımları,
başlı başına bir araştırma konusudur.
Bir yaklaşıma göre, doğasına aykırı olmakla birlikte, “Yeni Pentür” ya da
“Ressam Sonrası Soyutlama” (Post Painterly Abstraction) diye anılan sanat
eğilimlerınde olduğu gibi, sanat yapıtının fiziksel ve kavramsal boyutunu
uzlaştırmanın önemi gün geçtikçe daha da artmaktadır. Hansjörg Meyer, daha
1975 yılında, bir İngiliz sanatçısının çalışmalarını
yorumladığı bir yazısında;
geleneksel boyama yöntemini yeni amaç ve eğilimler doğrultusunda uygulayan
Tom Phillips’in resimlerine dair bir makalesinde, Yeni-Soyut ya da Ressam
Sonrası Soyutlama anlayışında “kavram-imge diyalektiği”ne değinmektedir:
“.....Phillips’in çalışmalarını stil açısından belli bir yere oturtmak pek kolay bir
iş değildir. Çünkü Tom Phillips, her sanatsal sorunsalın çazümünde, kendisine
en uygun gelen boyama uslubunu bulmaya çaba gösteren; kendi çalışma tarzını
bu suretle ortaya koyan bir ressamdır. Onun en ünlü çalışması, Amerikan
deneme yazarı, romancı ve ressam William S. Burroughs’nun (1914-1997) bir
dizi baskıresim ve desenlerinin
çoğaltılmış
kopyalarının (röprodüksiyon)
kesme tekniğiyle yeniden düzenlenmesini içeren “A Humument” tir. Bu
çalışma, çok ünlü olmayan bir Victoria Dönemi romancısı W. H. Mallock’un
“Bir İnsan Abidesi” (A Human Monument) adlı yapıtından alıntıları içeren bir
çalışmadır (Meyer, 1975: 215).
161
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Prof. Dr. Adem Genç
Tom Phillips, Meyer’le yaptığı bir söyleşide, çalışmalarında, 1975’e kadar
600’den fazla kaynaktan alıntı yaptığını belirtir. Bu kadar “meşakkatli” bir çaba
ve araştırmaya karşın, kavramsal çalışmalarında kullandığı sözcüklerin kılığına
uyan bir durum ya da önermeye ulaşamadığını vurgulamaktadır.
Gerçekte, Phillips’in tercih ettiği sanat biçimi, bir düşünceyi belli bir gerçeğe
veya kanıta dayalı kılmadan öneren bir sanat biçimiydi. Bu çalışmalar, bir
bölümü silinmiş ya da tahrip edilmiş nesnelerin topludurumsal (konjönktürel)
rekonsktrüksiyonuyla ilgili sıradan bir kolaj resmi niteliğinde değildir. Örneğin
Phillips, ucuz posta kartları üzerinde yaptığı sözel değişikliklere, kavramsal bir
duyarlıkla yaklaşıyor; sıradan gibi gözüken eşya ve imge sistemlerini büyük bir
duyarlıkla irdeliyordu. Sheffield’deki Mappin Sanat Galerisi’ne ait bir posta
kartını kullanarak yaptığı bir çalışmasında, onu ilgilendiren şey, Victoria
Dönemi’ne ait sıradan bir imgenin belirsiz ve gizemli bir dönüşüme
uğramasıydı.
Felsefi Odak:
Görüldüğü gibi, kavramsal sanatın felsefi odağı, sanat nesnesinin neye
benzemesi konusunda geçerli olan beğeni ve estetik kalıpları bertaraf etmek ve
bu yaklaşımdan elverdiğince uzak durmaktır. Örneğin, 1972 Kassel Documenta
sergilerinde, Panamerenko’nun büyük bir salonu dolduran “Hava Gemisi” adlı
çalışması, havacılık teknolojisinin ilk örneklerini çağrıştıran bir uçma makinası
düşüncesiyle, insan zihnini bulandırmaya yönelik bir çalışmadan başka bir şey
değildi. Zamanla, bu imgenin yeni ve değişik
biçimlerini de ortaya koyan
sanatçının, aslına bakılırsa, onları uçurmak gibi bir niyeti yoktu. Amaç,
izleyiciye alışılmamış bir nesneyi, sanat nesnesi olarak göstermekti. Bunun
gibi, Claus Rinke’nin “Devridaimli Havuz”u da, belli bir havuz işlevi
görmüyordu. Bu çalışmada, bir su pompası ile havuzdan çekilen su, tekrar belli
bir tazyikle havuza akıtılmaktaydı. Mekanizmadan çok burada teşhir edilen
şey, “havuza dökülen su” imgesiydi ve bu nedenle de sanat nesnesi olan şeyin
formu ve biçimi kavranamıyor, sanat biçimi belli olmayan ya da sürekli olarak
162
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
değişen amorf
bir nesneye indirgeniyordu. Gündeme getirilen soru, bir
anlamda, sanat nesnesinin, tek bir format dahilinde kavranması mümkün
olmayan bir şey, bir deneyim olup olamayacağına yönelik düşünceleri
içeriyordu. Kuşkusuz, bu gösterinin amacının bir tür doğal enerji olan hidroelektrik enerjisine de atıfta bulunduğu düşünülebilir. Böyle bir yorum, Dennis
Oppenheim’in güneş ışığı ile insan vücuduna yazdığı ve bunu bir fotograf
imgesiyle saptadığı o ünlü “Body Art” çalışmasında da söz konusu olabilir.
Fakat her iki çalışmada da gerçek olan şudur ki, sanata bu açıdan bakıldığında,
sanatkendi başına fiziksel/ maddi varlığı olmayan, sıradan bir şey haline
gelmekte; birtakım doğa
yasalarının basit ve sıradan bir
teşhirine dayalı
sansasyonel olgulara indirgenmiş olmaktadır.
Hazır Nesne:
Bu tür deneysel uygulamalarda ilgi odağı, kullanılan “hazır nesne”nin(ready
made) ya da inşa edilen sanatsal nesnenin abartılı boyutları olmuştur. Daha
farklı söylersek, apılan çalışmanın sunum biçimi ile enstalasyonu tek başına
ilginç olabilmektedir. Galeri veya müzelerin dışında, örneğin kamusal alanda,
bu tür bir “çevre “ ya da “çevresel sanat” projesiyle ilk kez karşı karşıya gelen
bir izleyici, işleyişini ve mekanizmasını kavramakta güçlük çektiği, belki de,
hiç ama hiçbir anlam veremediği bu beklenmedik ve bir nevi gerçeküstü nesne
karşısında ne yapacağını kolayca kestiremez.
Bu tür çalışmaların en yalın ve karmaşık olmayan bir örneği Marcel
Duchamp’tan sonra, Richard Serra tarafından 1972 yılında gerçekleştirilmiştir.
Serra
“Circuit”
(Dolaşma) konulu çalışmasında, dört ayrı çelik levhayı
diyagonal bir çapraz oluşturacak biçimde, aralarında dolaşmaya uygun bir
boşluk bırakmak suretiyle, yer düzlemine dik bir biçimde, bir iç mekàna monte
etmişti. Çalışma, oldukça büyük boyutlarda olduğundan, izleyici, her şeyi
bütünüyle izleyemiyor; aralarında dolaşırken, kendi yüksekliğini aşan bu çelik
levhalarla bölünmüş mekan fragmanlarından başka bir şeyi algılayamıyordu.
Zaten, Serra’nın amacı da buydu: Serra, Modern insanın çevreyi bir bütün
163
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Prof. Dr. Adem Genç
olarak değil de fotoğraf makinası veya video kayıtlarında, kentsel ortak
yaşamın “sembiyotik” ilişkilerinden yoksun tekdüze konutlarında olduğu gibi,
belki de, çevrenin bölük pörçük, parçalı mekan fragmanları biçiminde
algılanmakta olduğunu vurgulamak istiyordu.
Performans Sanatı (“Event” ve “Happening”)
Çevre Sanatı, Yerleştirme, Performans ya da ”Event”3 etkinliklerini bir sanat
yönelimi olarak algılama düşüncesini, 1970’lerden çok daha öncelerine giden
uygulamalara dayandığı bilinmektedir (Henry, 1975: 7-122). Bu tür deneysel
araştırmaların ilk örnekleri, -Leonardo’dan sonra, belki daha içselleştirilmiş bir
biçimde-, Dadacılara aittir. En ilginç örneklerden biri, Alman sanatçı Kurt
Schwitters’in 1920 yılında
Hannover’de gerçekleştirilen ve savaştan sonra
İngiltere’de bir çiftliğe nakledilen çalışmasıdır. Schwitters, “Merzbauten” adını
verdiği bu çalışmasını, kendi evinde, buluntu ve artık malzemelerle, kademe
kademe ve uzun bir süre içinde tamamlamıştır. Diğerlerinde olduğu gibi, bu
çalışmada da kullanılan
her nesnenin anısı, sanatçının kendi manevi
yaşamındaki yeri ve tinsel içeriği hissedilmektedir. Ancak yine de, 1960’lı
yıllarda Neo-Dada ve Pop Art’ın yükselişiyle, sanatta “Çevre” kavramı, yeni
ve özgün bir ifadelendirme alanı ortaya koymuştur. Öyle ki, özellikle ABD ve
İngiltere
gibi tüketim toplumlarında, sanat, sanki gerçekliğin harfi harfine
taklidine, yeniden inşasına, yeniden üretimine yöneliyor; üretilen ya da var olan
her türlü nesnenin gerçeklik etkisini taklit etme uzmanlığına dayanıyordu.
Edward Keinholz’un en iddialı çalışmaları bu kategoriye uygun düşmektedir.
Öte yandan, popüler kültür fenomeninde, sanatçıların tüketim toplumuna
yönelik ilgi alanları da, sözü edilen “çevre”
ve “hazır nesne” bilinciyle
3
İngiltere’de “Event”, Amerika’da “Performance”: Performans sanatı, izleyicinin önünde canlı
olarak icra edilen bir sanat biçimidir. 1960’lı yıllarda ortaya çıkmıştır. Bazen “happening” olarak
da adlandırılır. Fluxus, Beden Sanatı, Süreç Sanatı ile yakından ilgilidir. Dans, müzik, (Dadacıların
“Cabaret Voltaire”deki doğaçlamaları gibi), tiyatro, sirk, jimnastik türü etkinliklerden farklı olarak
olayların illüzyonu değil, olduğu şekliyle olayın kendisi sergilenir. Kökleri, 20. yüzyılın başındaki
Dada akımının karşıt sanat performanslarına, 1920-1930 yılları arasındaki fütürist ve sürrealist
gösterilerine kadar gider.
164
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
bütünleşen bir olgu olarak algılanmaktaydı. Fakat bütün bunların yanında, en
önemli olan şey, kuşkusuz, sanat nesnesinin artık sadece elle tutulur, gözle
görülür, kalıcı ve somut bir varlık olarak değil; özgün bir duyarlık veya bir dizi
duyarlık biçimini üreten “devrimsel bir gelgit”, bir dinamo, bir mekanizma
olarak algılanmasıydı. Bu aşamada izleyici artık, sanat nesnesi karşısında “Bu
nedir?” biçiminde daha önceleri sormakta olduğu soruları sormuyor; bunun
yerine, belki de içinde kendisinin de yer aldığı, kendi varoluşuyla bütünleşen
her “kavramsal proje” veya “çevre” etkinliğinde kendisine: “Buna karşı tepkim
ne olmalıdır?” diyordu. Öyle ki, üzerinde durulan, düşünülen, insanı dünya
gerçekliğinden bir tür sanal gerçekliğe, hayal alemine götüren sanat nesnesi,
artık aktüel ya da sanal bir gerçek olmaktan çıkmış, “zihinsel bir kavram”
olmaya yönelmiştir.
Aslında “Performans” olgusu, çeşitli fragmanlardan meydana gelmiş bir
mekan algısının; ses, zaman,
tavır ve
hatta
koku gibi faktörlerin
kompozisyonuyla oluşturulmuş bir durum içerisindeki uzantısıdır. Bu olgunun
kökeni, tiyatro sahnesi değil, sanatçı atölyesidir. Burada izleyici, tiyatroda
olduğu gibi, planlı bir gösteri biçimi ve aktörlerle karşı karşıya gelmez. Bunun
yerine,
küratör’ün
yönlendirmesiyle,
kendi
sorumluluğunda
emretmek/algılamak/izlemek zorunda bırakıldığı bir duygu bombardımanına
uğrar. Allan Kaprow’un “The Courtyard” (Avlu) adlı çalışması gibi, bu alanda
gerçekleştirilen çalışmaların bir çoğunun hedef aldığı şey de budur: Mekan
algısı içinde duygu bombardımanı. 1960’lı yıllarda Claes Oldenburg ve Jim
Dine dahil olmak üzere, bir çok Pop sanatçısının, “happening” etkinlikleri
olmuştur. Bunlar arasında belki de en akılda kalıcı olanı, Jim Dine’in “The Car
Crash” (Otomobil Çarpışması) adlı ve New York’ta Rubent Gallery’de (1960)
gerçekleştirilenidir. Bu “performans” çalışmasında, konu başlığı, “The Car
Crash” olan sözcükler simgesel olarak 20 dakika içinde birbirlerini izleyen
ardışık bölümler halinde alegorize edilmiştir.
165
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Prof. Dr. Adem Genç
Amerika’da “Performans Sanatı” modası, iki nedenle giderek önemini
yitirmeye yüz tutmuştur. Birincisi, New York ve Kaliforniya’da, işlenen
konular kısa sürede
yaygınlaşıp bir tür gösteri formuna dönüşmekteydi.
İkincisiyse, bu etkinliklerin Broadway çevresinde tiyatrolar tarafından taklit
edilmesiydi. Bu durum, sadece Performans Sanatını değil, aynı zamanda “bu
performansların ortaya koyduğu ve yaratmaya çalıştığı yeni geleneğin (ethos)
dramatik anlatım dili içinde eriyip yok olmasına
neden olmuştur. Zaten,
1950’lerin başlarından itibaren, Amerika’da, avangart tiyatroda bu tür benzetme
ve öykünmelere olağanüstü bir ilgi duyulmamıştır.
Amerika’da Performans Sanatı dönemi sona ererken, Avrupa’da “Event” diye
adlandırılan ve bunun benzer bir biçimi olan etkinliklerin önem kazanması,
Avrupa’nın
kültürel
tavrında
“gerçekte
olduğundan
daha
büyük
bir
muhafazakarlığın” göstergesi olarak yorumlanabilir. Avrpa’da, bu tür
uygulamaların en yoğun bir biçimde gerçekleştiği ülkeler, İngiltere, Almanya
ve Avusturya’dır. Bu ülkelerde gerçekleştirilen “Performans”ların, büyük bir
bölümü,
Amerikan
Performans
Sanatını
birçok
yönden
etkilemiştir.
Avrupa’dakiler, daha soyut ve öncekilere göre daha az özgül (spesifik) olan
“Performans” etkinlikleridir. Bu çalışmalarda, üzerinde durulan en temel olgu,
izleyiciyi şok etmekti ve bu nedenle de enerjinin çoğu, olağanüstü durumların
ortaya çıkarılmasına harcanıyordu; fakat yine de, Avrupa’daki “Performans”lar,
Amerikan “Happening”lerine göre, daha entellektüel ve sofistike bir içerikle
sunuluyordu.
İngiltere’de Stuart Brisley’in çalışmaları, tiksinti ve bulantıyı kışkırtmak
açısından, kullanılan imgelerin insan hayatını bir tür “tecrit” ve “tehdit” eden
ögeleri içermesi yönüyle tipik bir örnek oluşturmaktadır. Bu etkinliklerde,
sanatçı birçok fiziksel güçlüklere katlanmakta, kendini tehlikeli durumlarla
karşı karşıya getirmeye zorlamakta, izleyici de bunun bilincine varmakla
yetinmekteydi. Brisley, bir performansında su ve hayvan barsaklarıyla
doldurulmuş bir banyo küvetine yatmış ve saatlerce kıpırdamadan durmuştu.
166
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
Raymond Williams, “Avangart Sanatın Politikası” başlıklı bir makalesinde,
sanat alanında, 19. yüzyılın sonlarında hızla gelişmekte olan aşamalardan söz
etmektedir: Sanat pazarının artan egemenliği ve resmi akademilerin ilgisizliğine
karşı, kendi uğraşlarını korumayı amaçlayan yenilikçi grupların zamanla başka
gruplaşmalara dönüştüğünü vurgulayan Williams, belli bir sanat akımı
savunuculuğu yapmanın, önce yeni bir sanat akımını yönetmek ve sonra da bu
sanat adına bütün bir sosyal ve kültürel düzene saldırmayı içerdiğini öne
sürmektedir (Phillips, 1975: 215).
Günümüzde, İngiliz sanatçı Hirst'ün çalışmaları(Tablo:2), bu alanda ayrı bir
ilgi alanı oluşturmaktadır. Hirst’ün
yapıtları, kavramsal çalışmaların sanat
pazarındaki değeri üzerine etkili birer örnektir. Erken dönem Nokta
Resimlerinden (Dot Painting) biri, yapıldığı dönemde 20.000 Sterlin'e satıldığı
halde, bugün bu türden bir tablosu, 400.000 Sterlin'e alıcı bulabilmektedir.
1995’te Turner ödülü alan Hirst "Genç İngiliz Sanatçıları" diye anılan gruba
dahildir. Saatchi & Saatchi’nin bu grubu sürekli teşvik etmesi ve grup içindeki
sanatçılarla ilgili etkinlikleri bıktırıcı bir biçimde yinelenen kampanyalarla
desteklemesiyle, uluslararası düzeyde ilgi gören bir sanatçı statüsüne
kavuşmuştur. Hirst'ün çalışmaları, bilinçli olarak kışkırtıcı ve rahatsız edicidir.
“Dead Rotten Cow”ismli,
en önemli kavramsal çalışmalarından birinde,
“Çürümüş Ölü Sığır” formaldehit içinde korunmaktadır.
167
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Prof. Dr. Adem Genç
Tablo-2: Damien Hirst, “ Yaşamakta Olan Birinin Aklında Ölümün Fiziksel Olanakzsızlığı”
(Physical Impossibility of Death in the Mind of Someone Living) 1991
Bir yapıtında, sığırlar, cinsel ilişki pozisyonunda dondurulmuştur. Kafaları
kurtlar ve böcekler tarafından kemirilmektedir. Sığır ölüleri, salam-sucuk
örneğindeki gibi dilimlere ayrılmıştır. Diğer bir çalışmasında, ön cephesi camla
kapaklı bir dolabın raflarında, ilaç kutuları, yüzlerce şişe, hayvan iskeletleri, ve
bir girdap gibi dönen çok renkli noktalarla yer yer, Noktacılık akımının
öncülerinden biri olan George Seurat’nın çalışmalarını anımsatan tablolar yer
almaktadır. Bir söyleşide, “Sanat senin aklından geçen, kafanın içinde dolaşıp
duran bir şeydir” diyor Hirst ve şöyle devam ediyor:
“...Eğer sanat yapmak için olası ilginç bir düşüncen varsa, onu da
değerlendirebilirim. Sanat her yerde var olan bir şeydir. O senin içinde
bulunduğun ortama, algıladığın çevreye karşı duruşun. .... Yıllar boyu üzerinde
çalıştığım düşünceler var: Bir galeri içinde bir tayf nasıl yaratılır? gibi.
Yanımda hep, yapacağım gösterilere ve adı olmayan çalışmalarıma ilişkin
aklıma
gelen
düşünceleri,
gösteri
adlarını
içeren
uzun
bir
liste
bulunduruyorum” (Vogel, 2003).
Hirst’ün kavramsal yapıtlarından daha tehlikeli, korkunç ve yaban gösteriler,
Viyana Aksiyon Grubu sanatçıları tarafından Avusturya’da gerçekleştirilmiştir.
168
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
Bunlar arasında, Herman Nitsch, Otto Muehl, Günther Brus ve Rudolf
Schwarzkogler’in “performans”ları en dikkat çekenleridir. Bu gösterilerin
birçoğu, “sado-mazoşist” imgelemin olay ve aksiyonlar biçiminde özgürce
anlatımını hedef alır.
Kibar Üslup:
Bu tür performansların karşıt kutbunda, “Nice Style” (“Kibar Üslup”) diye
tanımlanan
gösteriler
yer
almıştır.
İngiliz
Gilbert&George’un
performansları(Tablo:3), bu kapsamda yer alırlar. Gilbert&George’un “Şarkı
Söyleyen Heykeller” (“Singing Sculptures”) adlı çalışmaları, sanat çevresinde
oldukça önemli bir yer tutmuştur. Örneğin Gilbert&George, elleri ve yüzleri
yaldızlı iki oyuncu olarak, bir platform üzerinde ayakta dururlar. Bunlar, bir
müzikhol ezgisi olan “Underneath the Arches”a mimikleriyle eşlik ederler.
Burada bir stil ve moda fikri ortaya konulmakta; bu fikir kendi gerçek
bağlamından koparılarak bağımsız bir olgu gibi analiz edilmektedir. Sonuçta,
popüler sıradanlık (yüzeysellik) kavramı ayrıntılı bir biçimde incelenmekte,
moda veya stilin kendi bağlamından koparılmışlığı; tasarımcı ve onun
“kreasyonları” ortaya çıkarılmak suretiyle, kendilerinin de yaşayan heykeller
oldukları; platform üzerindeki duruşlarının bir sanat olarak görülmesi gerektiği
düşüncesi ön plana çıkarılmaktadır ( Hass,1992: 2-25).
Ama yine de Gilbert&George’dan yıllarca önce, buna benzer bir iddiayı ilk
kez ileri süren Joseph Beuys’tur. Joseph Beuys, savaş pilotu olarak görev
yaptığı II. Dünya Savaşından sonra, sanata dönmeden önce üniversitede Doğa
Bilimleri öğrencisiydi. “Fetteke” olarak bilinen bir çalışmasında, şekli belli
olmayan “amorf” malzemelerle, geometrik, ölçülü biçili nesneler arasındaki
karşıtlığı; sert ve yumuşak malzeme bütünleşmesini kavramsal düzeyde
sorgulamaktaydı.
169
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Prof. Dr. Adem Genç
Tablo-3: Gilbert & George , “Şarkı Söyleyen Heykeller”(The Singing Sculpture) Cable
Caddesi, Londra, 1988
Yaptığı performansların birçoğu, Stuart Brisley’inkilerden daha risklidir.
Beuys, 1965’de “24 Saat” konulu çalışmasında, kolları gerilmiş olduğu halde
bir platform üzerinde 24 saat durmuştur; ancak bu tür etkinliklerin izleyici
üzerinde yarattığı dolayımlı etkilerden pek
tatmin olmadığı için, 1967’de
radikal, fakat hiçbir partiye bağımlı olmayan siyasi bir organizasyon
oluşturmuştur. Bu bir Alman öğrenci partisiydi. Sanatsal eylemleri, giderek
daha belirgin bir forma ulaşıyor; kendi politik görüşlerini yansıtan bir araca
dönüşüyordu. Ama yine de bunların çoğu müzelerde gerçekleştirilmiştir.
1972’de Tate Gallery’deki bir sergiye davet edildiğinde, kendi siyasi görüşlerini
izleyicilere anlatmak için bir gün harcamıştır. Aynı yıl, Kassel’de sergi
salonunun zemin katını büro olarak kiralamış ve burayı, kendine soru sormak
ya da kendisiyle tartışmak isteyen tüm ziyaretçilere açık tutmuştur. 1970’li
yılların sonlarında yaptığı açıklamalarda Beuys, sanat ve sanat yapma girişimini
saçma bulduğunu ima eder gibi gözükmekte; sanatı fikir alışverişinde
(iletişiminde)
bir
dil
zenginliği
yerine,
engelleyici
bir
öge
olarak
tanımlamaktaydı.
170
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
Teknolojik Zemin
Nesne’den kavrama ve dolayısıyla izleyiciyi daha fazla düşündürmeye
yönelen sanat, arada sırada da teknolojik bir zemine oturmaktadır. Örneğin,
video’nun geleceğin sanatında çok önemli bir yer tutacağı konusu tartışılmış;
sanatın elektronik terimlere dönüştürülmesiyle kendi yokoluşunu da birlikte
getireceği üzerinde durulmuştur. Gerçekte bu alandaki deneysel çalışmalar
(deneyimler), üç ayrı yönde gelişmiştir:
İlk etaptakiler, “Yatak Odası Videosu” diye de tanımlanan ve Andy
Warhol’un bazı filmlerinin devamı niteliğinde olan deneysel çalışmalardır
(Gilbert&George’un “Gordon’s Makes Us Drunk” (“Cin Bizi Sarhoş Eder”)
gibi).
İkinci gruptakiler içinde her türlü estetik kategoriden sakınılarak, resmi
televizyonlardaki programlara alternatif bağlamında ortaya konulan
-
azınlıklara ve radikal konuşmacılara bir platform biçiminde olanak veren- video
işleri dikkat çekmektedir.
Asıl hedefi polemiklerle sınırlı olan bu video işlerinin kendisine niçin “sanat”
etiketi taktığı ve sanat galerilerinin bunlar için neden uygun bir yer olduğu
merak konusudur. Fakat başka bir merak konusu daha var: Joseph Beuys, yeni
bir siyasal felsefenin yayılmasında, kamusal alan olarak “daha az etkili olduğu
bilinen sanat galerilerini” neden uygun bir yer olarak seçmişti?
Buna benzer tutarsız durumlar, hatta bunlardan daha olumsuz sonuçlar “saf
kavramsal sanat” ya da “bildiri sanatı” diye bilinen ve izleyiciden sanatçının
düşünce sürecini adım adım izlemesini isteyen sanat biçiminde ortaya çıkmıştır.
Bu sanat biçiminde sorun, bu süreçlerin niçin yazılı diyagramlardan öteye
gitmediğidir. Üstelik bu tür işlerin birer sanat biçimi olarak sergilenmeleri,
kavramsal sanatçıların amaçlarına da ters düşmektedir. Yirminci yüzyıl modern
sanatının en önemli özelliklerinden biri, içinde bulunduğu farklı konumlarda,
bu konumlara ters düşen dışavurum araçlarını özellikle kullanmaktır. Bunun bir
171
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Prof. Dr. Adem Genç
nedeni de sanat dünyasında, sanata olan ilginin “sanat nesnesi”nden “sanatçının
kendisi”ne yönelmiş olmasıdır.
Nitekim, çağdaş (güncel) sanatçılar çalışmalarında kendilerini, giderek “kendi
kendilerinin otantik bir yaratımı” olarak ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Bu
durum, her daim, sanatın ne olduğu konusunu yeniden sorgulamamızı zorunlu
kılmaktadır. Eğer tüm sanatsal değerler, sanatçının kişiliğinde yatıyor ve bu
sanatçı da bir an için popüler oluyorsa ve bu nedenle de izleyiciye karşı istediği
her şeyi yapabileceğini düşünüyorsa, kendimizi bu tür bir sözde avangartçılığa
karşı nasıl koruyacağız? Bu soru modern sanat akımlarının ortaya çıkışından
çok daha öncelerinden itibaren sadece Batı uygarlığında değil, diğer kültürlerde
de günümüze kadar binlerce kez sorulmuş, fakat hiçbir zaman bugünkü kadar
önem kazanmamıştır. Örneğin, belli bazı kişilerin doğaüstü güçlere sahip
olduğunu kabul eden belli kültürler vardır ya da Budist rahiplerin ve
filozofların, kendilerini çepeçevre sarıp dinleyen halkla aralarında bu tür bazı
ilişkiler olduğu kabul edilmektedir. Fakat genelde bu kültürlerin, Batı
düşüncesi nde anlatımını bulan bir profesyonelliğe ayıracak zamanları dahi
olmamıştır. Aslında buradaki çelişki, sanatçının kendisini görmek istediği bu
yeni görünümüyle halkın onu nasıl gördüğü arasında ortaya çıkmakta ve
“avant-garde” diye nitelenen bu tür bir “öncü”lüğün neredeyse tümüyle halka
bağımlılığı gözden kaçmaktadır.
Kendine kültürel bürokrasinin insafına göre bir biçim vermek için “pazar’dan
firar etmiş” izlenimini ortaya koyan böyle bir “halk münacatı”nın (yakarış)
anlamı ne olabilir? Çünkü, ne kadar siyasi olabilirse olsun, gerçekte bu tavır
halka karşı tam anlamıyla “seçkinci” (elitist) bir tavırdır. Yine de bütün bu
olumsuzluklara karşın, şunu gözardı edemeyiz: Modern sanatçı kendi “insancıl”
duygularını sorgulamakta; bir kurtarıcı tavrıyla da olsa insanın imgelem
dünyasının “beğenilecek, çok güzel bir şey”le olan ilişkilerin olasılıklarını
araştırmaya ve bunları keşfetmeye devam etmektedir. Kimi sanatçılar insanlığın
geleceğine ilişkin son derece negatif hükümler verirken, sanatçıların büyük bir
172
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
çoğunluğu hala sanatı “insana özgü olabilecek bir inancın ifade aracı” olarak
görmektedir ( Smith, 1975: 36-80)
Sonuç:
Hangi toplumsal sınıfa dahil olurlarsa olsunlar, insanlar ayakta kalabilmek
için kendilerini,
içinde yaşadıkları günümüz toplumunun gelişmekte olan
devingen ve saydam paradigmalarına uyarlamak; günümüz sanatını, belirli bir
zaman, belirli bir tarih bilinci ile algılamak durumundadırlar.
Kurumsallaşmaya yönelen her sanat etkinliğin temelindeyatan olgu, odaksal
burjuva tipinin yüceltilmiş kimliklerini taşıyan egemen biray statüsüne ulaşma
çabasından başka bir şay değildir. Bu durum, çağdaş sanatçının yeniliklere
açık
olması,
yenilikler
karşısında
kendini
ayakta
tutabilmesini
de
engellemektedir
Sanat eğitimi, sadece
sanattaki yeni gelişmelerler içinde toplum
dinamiklerine uyum sağlamaktan ve ortaya çıkan teknolojik yeniliklerden nasıl
yararlanılacağını öğrenmekten ibaret değildir. Güncel sanat ve genelde
Kavramsal Sanat’la sanat eğitimi arasında “güncellik” ya da “çağdaşlık”
söylemleriyle kurulmak istenilen ilişkilerdeki bütüncül (totaliter) yaklaşım
içinde, bize göre yapılan en hayati yanlışlık, bu uygulamalarda, güncellik ve
çağdaşlık bağlamındaki kavramsal oluşumların kurumsallaşmasına yol açmak
ve soruna, adeta bir “kavramsal sanatçı kuşağı yetiştirmek” boyutu ile
yaklaşmaktır.
Bize göre sorun biraz da, kavramları veya kavramsal düşünmeyi öne çıkaran
sanat etkinliklerinin, “sanat
nedir?” sorusuna ışık tutup tutmadığı;
kavramsallığın, bu soruya odaklanmak için bir mercek işlevi görmekten başka
tek başına bir şey olup olamadığı düşüncesi üzerinde, gerektiği biçim ve ölçüde
duramamakla ilgilidir.
173
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Prof. Dr. Adem Genç
Tablo-4: Christo “Şemsiyeler Japonya-ABD” (“The Umbrellas Japan-USA”), 1987-91
Bulgar asıllı sanatçı Christo, bugüne kadar siyasal çağrışımları olan binaları
paketleme (Reichstagsverhülun), Kaliforniya-Silikon Vadisi ile Japonya’da
(Ibaraki’ye ve Satokava Irmağı kıyılarına) gerçekleştirdiği “The Umbrellas
Japan-USA” adlı yerleştirmesi ve aynı biçimde Kaliforniya’da bir dağın
yamaçlarına gerdiği 36 km. uzunluğundaki “Running Fence” (“Boyluboyunca
Giden Çit”) konulu renkli kumaşla yaptığı enstalasyonu ya da bir adanın
kıyılarını renkli naylon kumaşla
(Dalgalanan Plastik Etek) gibi
kapladığı
“Floating
Plastic
Skirts”
büyük boyutlu, “site specific” (yere özgü)
türünden kavramsal “çevre” projeleriyle bu alanda belli bir ilgi alanı oluşturan
önemli sanatçılardan biridir. Christo, proje giderlerini, çalışmalarıyla ilgili
karakalem eskizlerini satarak karşılamaktadır.
174
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 153-175
Köktenci Sanatta Devrimsel Gelgit:Kavram-İmge Diyalektiği
KAYNAKÇA
1- Bürger, Peter, Avangard Kuramı, Sunuş: Ali Artun, İletişim Yayınları,
İstanbul 2004.
2- Danto, Arthur C., “Works of Art and Mere Real Things”,
Transfiguration of Commonplace, The Harvard University Press,
Cambridge, Massachusetts, 1981 s: 1-32
3- Esche, C., Vasıf Kortun, “The World is Yours
” Art ,City and Politics in the Expanding World / “Dünya Senin,”
Genişleyen Dünyada Sanat, Kent ve Siyaset, İstanbul Foundation for Culture
and Arts, sayfa: 24, İstanbul, 2004.
4- Henry, Adrian,. Environment and Happening Thames & Hudson,
London, 1974.
5- Daimen Hirst, www. vikipedia.org; vikipedia, the free encyclopedia
6- Koçak. Orhan, “Modernizm ve Postmodernizm” Defter Dergisi,
Ocak-Haziran 1992, sayı 17, s.72.
7- Lynton, Norbert, The Story of Modern Art, Phaidon, Press Limited, London,1989.
8- Phillips, Tom, Works, Texts To 1974 Edition: Hansjörg Meyer, Stuttgart,
London, Rekjavik, s: 215, 1975.9- Ratcliff, Carter, Gilbert & George: The
Singing Sculpture , Anthony d’Offay Gallery Publication, London 1993, s: 1-63
9- Smith, E.L., Movement in Art since 1945, Thames & Hudson, London, 1975.
10- Vogel, C., “An Artist Invests Himself,” Herald Tribune, 29-30 Kasım 2003
(çev.
A.
Genç,
çevirinin
tümü
için
bkz.
www.ademgenc.com).
11- Williams, Reymond, “Avangard Sanatın Politikası”(Çev. Babacan, İ),
Adam
Sanat
Dergisi,
Ocak
1989,
sayı:
38
sayfa:19-32.
12- Wilson, Colin, The Outsider, Foreword Copyright by Marilyn Ferguson,
Penguin Putnam Inc., Los Angeles, 1982, sayfa: xııı.
175
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 153-175
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 176- 190
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
KİMLİĞİN ANLATIM ARACI OLARAK SANAT
Aytül PAPİLA∗
ÖZET
Kimlik, insanın toplumsal kategoriler içerisindeki bir adlandırma sürecidir. Bu süreç
içerisinde sanat, kendi araç ve yöntemleriyle, kimliklerin anlatım yollarından biri
olmaktadır.
Bu çalışmada, Batı uygarlığının tarihsel gelişimi içerisinde oluşturduğu bireysel ve
toplumsal kimliklerin, sanatsal teoriler ve yaklaşımlara göre biçimsel olarak ifadesi
üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: kimlik, bireysel ve toplumsal kimlik, ifade,
ABSTRACT
İdentitification is a process of “naming” of human beings among socially constructed
categories. During this process, art becomes a specific way of “expressing” the
identities with its own tools and methods.
The essay contains a disscusssion of the individual and collective identities that have
been raised through the Western civilisation and the forms of the expression, as based
on the artistic theories and approaches.
Keywords: identity, individual and collective identity, expression
GİRİŞ
Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğünde kimlik, “toplumsal bir varlık
olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse
olmasını sağlayan şartların bütünü” olarak tanımlanmaktadır. (TDK, 2006)
Kimlik, insanı toplumsal, psikolojik, politik olarak adlandırma sürecidir ve
bireysel ve toplumsal olmak üzere iki ayrı aşamada incelenebilir. Bireysel
kimlik, psikolojik olarak, insan olmak ile başlar. Freud’a göre, insanın ruhsal
yapısının iç çekirdeğini, sürekliliğe dayalı, değiştirilemeyen, öznel, içsel,
yaratıcı, bilinmeyen, ancak dış dünyadan etkilenen parçası oluşturmaktadır.
Benliğin bu ilk aşamasını, daha dışsal ve toplumsal ikinci bir aşama,
“toplumsal kimlik” izlemektedir. Bireysel kimliğin değişmezliğine karşın,
∗
Öğr. Gör., Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
[email protected]
Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat
toplumsal kimlik, bireyin içinde yaşadığı toplum ile etkileşime girerek,
sonradan geliştirilebilmektedir. Bireyin toplum içerisindeki konumu, düşünce
biçimleri, inançları, edindiği bilgi ve deneyimleri, onun toplumsal kimliğini
oluşturmakta,
dil ve iletişim yoluyla yansıtılmaktadır. “Kimliklendirme,
bireyin kendisini, toplumsal olarak olulturulmuş kategoriler içerisinde bir
adlandırma sürecidir”.
(Outhwaite-Bottomore, 1993, S.271) Politik olarak
kimliklendirme süreci, bireyin, toplumsal kurumlar ile olan ilişkileri üzerinden
tanımlanan hak, görev ve sorumluluklarının belirlenmesidir.
Sanat ve kimlik kavramı arasında, birbirini etkileyen ve karşılıklı olarak
birbirini biçimlendiren bir ilişki vardır. Bu yazının amacı, görsel sanatların,
özellikle Batılı toplumlarda, bireysel ve toplumsal kimliklerin oluşturulması,
ifade edilmesi, öğretilmesi ve yaygınlaştırılması için etkin bir araç olarak
kullanıldığını göstermektir.
Sanat, kimliğin ifade araçlarından biridir. Sanat eserini yaratan sanatçı,
ortaya çıkan ürün ve bu ürünü yorumlayan toplum, sanat ve kimlik ilişkisinin
temel noktalarıdır. Sanatçının bireysel kimliği, öznel iç yapısı, onun sanatçı
olmasını sağlar. Eserinin konuları ve ifade biçimlerinin estetiği, sanatçının
toplumsal kimliğinin etkisiyle ortaya çıkar. Sanatçının yaşamı, toplumsal
yapılar içinde sürer, toplumsal kimliği bu yapılar içerisinde biçimlenir.
Sanat eserinin yorumlanma süreci, eserin üretildiği tekniğin seslendiği algı
ile başlar. Doğal bir işlev olan algılama, duyular ve duyuların iletildiği
beyindeki yorumlanma süreciyle tamamlanır. Bu süreç, fizyolojik, psikolojik,
kültürel ve toplumsal pek çok etmenin etkisiyle biçimlenir. Bir sanat eserinin
farklı toplumlarda farklı şekillerde, ya da aynı toplum tarafından farklı zaman
dilimlerinde farklı şekilde yorumlanmasının nedenlerinden biri de, toplumsal
kimliklerdeki değişimlerdir.
Sanat tarihine bakıldığında, toplumsal kimlikleri oluşturan inançlar, düşünce
yapıları, üretim biçimleri, yaşamı algılama ve yorumlama şekillerinin, sanat
177
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190
Aytül PAPİLA
eserlerinde nesnelleştirildiği, bu eserler üzerinden tartışılıp yorumlandığı
görülür.
İlk sanat eserleri, o eserlerin üretildikleri toplumların bütünü tarafından kabul
gören inançları konu almaktadır. Bu inançlar, geliştirdikleri düşünce
sistemleriyle, toplumların bütünsel kimliklerini tanımlamaktadır. Ana Tanrıça
ile başlayarak, pagan ve tek tanrılı dinlerde sanat eseri, dinsel törenlerin bir
parçası ya da Şamanist toplumlarda olduğu gibi üretimi, ibadetin kendisi
olmaktadır. Bu eserlerin kült nesneleri olarak görülmeleri, “sanat eserinin”
doğruları ifade eden bir araç olarak algılanmasına ve toplum tarafından
tartışılmadan kabul görmesine yol açmıştır.
İlk sanat eserleri, aynı zamanda, bireysel kimliklerin ortaya çıkışını ve bu
kimliklerin
toplumsal
yapıdaki
yerini
de
yansıtmaktadır.
Anaerkil
toplumlardan erkek egemen toplumlara doğru geçiş, ilk sanat eserlerindeki
güçlü, yaratıcı kadın imgesinin, erkekle yer değiştirmesine yol açar. Kadına
sunulan daha bağımlı ve edilgen kimlik, silik ve önemsiz bir kadın imgesini
ortaya çıkarır.
Uygarlıkların ortaya çıkışıyla gelişen siyasi yapılar, kendi varlıklarının
haklılığını dayandırdıkları tanrısal güçleri, sanat eserleriyle ifade etmişlerdir.
Mısır piramitleri, tüm görkem ve ağırlıklarıyla, firavunun kimliğiyle
özdeşleşen inanç biçimleri ve siyasi yapılarının simgesidir. Bu ilişki, güçlü
devletler kuran Roma gibi uygarlıklarda da devam etmiştir. At üstündeki
imparator heykelleri ve insanı ezen oranların kullanıldığı mimarlığıyla Roma
sanatı, Roma İmparatorluğu’nun kimliğini yansıtır. (Resim 1)
Dünya
tarihinde,
farklı
kimliklere
sahip
uygarlıkların
birbirleriyle
karşılaşması ve bu karşılaşma sırasında yaşanan değişimle ilgili çok sayıda
örnek vardır.
178
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190
Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat
Resim 1: İmparator Marcus Aurelius’un Atlı Heykeli, M.S. 161-180, altın yaldızlı bronz, 424 cm.
yüksekliğinde, Captoline Müzesi, Roma
Bu değişimlerin yaşandığı dönemlerden biri, kavimler göçüyle Avrupa’ya
gelen barbar toplulukların, Roma İmparatorluğu’nu yıktıktan sonra içine
düştükleri karmaşanın ifadesi olan “Karanlık Çağ”dır. Kendilerinden çok daha
ileride olan bir uygarlığın kalıntılarından öğrendikleri bilgilerle dönüşüme
uğrayan barbar kavimlerin yeni bir kimlik oluşturma süreci, yüzyıllar boyunca
sürmüştür.
Sanat eserlerinin ortaya çıkışı, bu karmaşanın, “Karanlık Çağ”ın sona erişini
gösterir. “Yeni Avrupalıların” sanat eserleri, “yeni edindikleri kimliklerinin”
ifadesidir. Bu toplulukları bir arada tutan bir üst kimlik olan Hıristiyanlık,
Ortaçağ’dan Rönesans’a kadar etkin olan ve içinden Gotik gibi üslupların
ortaya çıkmasını sağlayan, bütünsel bir Hıristiyan Sanatı”nı geliştirmiştir.
Hıristiyanlığın ideolojisi, sanat eserleri üzerinden topluma öğretilmiştir.
Mevcut toplumsal sistemin tanrı tarafından oluşturulduğunu ve sanat
eserlerinin bu düzeni ve tanrının gücünü yüceltmesi gerektiğini savunan bu
ideoloji, bireysel kimlikleri önemsemediğinden, Ortaçağdaki sanatçıların adları
bilinmez. Kimliklerini gizli tutan bu insanların bir bölümünün din adamları, bir
179
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190
Aytül PAPİLA
bölümününse gezgin zanaatkarlar oldukları kabul edilmektedir. (Resim 2)’de
Gotik döneme ait dini konulu bir elyazmasından alınan bir sayfada, ilk harfin,
günahlarının ağırlığıyla acı çeken, ezilen insan bedeni şeklinde ele alınışı,
dönemin bireye bakışını yansıtmaktadır.
Resim 2: Aziz Paul’un Mektupları Üzerine Yorumlar, 1200, Minyatürlü Elyazması, parşömen
üzerine minyatür, Bibliotheque Nationale, Paris
Kapitalizmin ilk aşaması olan Rönesans döneminde, toplumsal sınıflar
arasındaki güç savaşında, sanatın büyük bir görevi vardır. Yeni gelişen bir
resim türü olan “portre”, sınıfsal kimliklerin ifade aracına dönüşmüştür.
Leonardo, Rafaello, Tiziano gibi büyük sanatçılar, “işverenlerini” betimlerken,
bu
portrelerin
yansıttığı
kimlikler,
Rönesans
toplumunun
ikilemini
göstermektedir. İktidarı ellerinde tutan soylular ve üst düzey din adamlarının
portreleri, mevcut toplumsal yapıyı ve bu yapının geliştirdiği kimlikleri
onaylama görevini yerine getirirken,
burjuvaların portreleri, bu yapıya
başkaldıran yeni bir sınıfsal kimliği haber vermektedir. İktidar sahipleri
tarafından “köylü kökenli” oldukları için aşağılanan burjuvalar, portrelerini
180
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190
Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat
yaptırarak, varlıklarını sanat arayıcılığıyla görünür hale getirirken, en az
soylular kadar güçlü, zengin ve sanattan anlayacak kadar “incelmiş”
olduklarını duyurmakta ve bu sınıfa meydan okumaktadırlar.
Rönesans, sanatçılığı, saygın bir burjuva mesleğine dönüştürmüştür.
Toplumsal yapıda ressam, heykeltraş ya da mimar olarak kabul gören
sanatçılar, bireysel kimliklerini, “kendi portrelerini” yaparak dışavurmuşlardır.
Bu alandaki ilk sanatçılardan Dürer, 1493 tarihli portresinde kendini
anlatmaktadır. (Resim 3) Nürnberg’li genç bir burjuva karşımızdadır.
Kendinden emin duruşu, giysileri, pahalı eldivenleri, başarılı ve zengin bir
sanatçı olduğunu göstermektedir. Resmin sağ üst köşesindeki açık pencereden
görülen manzara, sanatçının İtalya’da edindiği yeni teknikleri yansıtmaktadır.
Resmin bütünü, sanatçının meslektaşları ve toplumsal sınıfı içerisindeki
yükselişini ve seçkinliğini kanıtlamaktadır.
Resim 3: Albrecht Dürer, “Kendi Portesi”, 1498, ahşap üstüne yağlıboya, (52 x41 cm), Prado
Müzesi, Madrid
Bu dönemde, Avrupalılık, bir üst kimlik olarak gelişmeye başlar. Haçlı
seferlerinden sonra karşılaştıkları en büyük Doğulu güç olan Osmanlılar
181
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190
Aytül PAPİLA
üzerinden kendi kimliklerini tanımlamaya başlarlar. Avrupa’lı kimliği, “Türk”
olmayandır. Avrupa’nın coğrafi ve kültürel sınırları, Osmanlı toprakları ile
çizilir. Bu dönemdeki sanat eserlerinde, Türkler, Avrupa’yı tehdit eden,
korkulan, barbar, ancak büyük bir güç olarak gösterilirler.
16. yüzyılda, Avrupalı kimliğinin tanımlandığı coğrafi alan, Akdeniz’i
çevreleyen toprakların dışına yayılır. Denizaşırı keşiflerle dünyayı ele geçiren
ve sömürgeleştiren Avrupalı’lar, bu toprakların kaynaklarını ülkelerine
taşırken, buralara da kendi düşünce biçimlerini, inançlarını ve işsiz nüfuslarını
yerleştirirler. Bu hareketlerini “Avrupa’nın doğuştan gelen üstünlüğü”
düşüncesiyle meşrulaştırırlar. (Honour-Fleming, 1995, S. 538). Barok
dönemdeki sanat eserlerinde, Avrupa’lı kimliği, “gelişmiş, uygar, güzel ve
üstün” olarak tanımlanırken, karşısındaki tüm insanlar, ırksal, toplumsal ya da
düşünsel farklılıkları göz önüne almaksızın, tek bir kimliğe, “ilkel ve çirkin
olana” indirgenir.
Barok dönemin sonlarında kurulan güzel sanatlar akademileriyle, sanatçılık,
usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen bir meslek olmaktan çıkar. Sanatçı olmak için
gerekli akademik eğitime ulaşmak zorlaşarak, zaman içinde, üst toplumsal
sınıfların, özellikle burjuva sınıfının bir ayrıcalığı olur. Bu nedenle, 18. ve 19.
yüzyıl sanatının burjuva sanatı olması şaşırtıcı değildir.
19. yüzyıldaki sanayi devrimi, Batıdaki ulusal ve sınıfsal kimlikler
arasındaki ayrımı derinleştirir. Romantizm’in yücelttiği sanatçı kimliği, “üst
sınıftan, genç, (erkek), iyi eğitimli, duyarlı, ancak, toplum tarafından
anlaşılmayan kişi”olarak tanımlanır. Akımın amacı, bu kimliğin iç dünyasını,
toplumla olan çelişkisini anlatmaktır. Caspar David Friedrich’in “Bulutların
Üzerindeki Gezgin” resmi, (Resim 4), Romantik sanatçı imgesinin resimsel
olarak anlatımıdır.
182
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190
Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat
Resim 4: Caspar David Friedrich, “Bulutların Üzerindeki Gezgin”, 1817-18, tuval üzerine
yağlıboya, (74.8 x 94.8), Kunsthalle, Hamburg
Romantizme karşı gelişen Gerçekçilik akımı, toplumsal yapıda görmezden
gelinen, “alt sınıftan, sıradan insanın kimliğini” gösterir. Bu döneme kadar,
Caravaggio gibi büyük sanatçılar dışında, bayağı, çirkin ve betimlenmeye
değer bulunmayan bu kimlik, Gerçekçilik akımı sayesinde, varlığını sanat
yoluyla kanıtlamaktadır.
Kimlik, Modern sanatın temel kavramlarından biridir. Modern yaşamda,
bireylerin kendilerini ait hissettikleri bir topluluğun ve açık bir kimlik
duygusunun eksikliği söz konusudur. Bu duruma iyimser ve kötümser olarak
yaklaşan görüşler bulunmaktadır. “İyimser yaklaşıma göre, modern yaşam,
bireyselliğin gelişimiyle, insana çok sayıda kimlik seçeneği sunar. Böylece,
insanlar, kendilerini oluşturmak, gelenekler, din ve kültür tarafından
baskılanan iç benliklerini keşfetmek için büyük bir şansa sahip olurlar”.
(Outhwaite-Bottomore, 2003, S.271-272)
Modernizme karamsar yaklaşanlar, sanayileşmenin değiştirdiği yaşamın,
parçalanmış, karmaşık ve anlamsız olduğunu savunurlar. Modern yaşamın,
183
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190
Aytül PAPİLA
bireyi geleneksel toplum yapısından kopararak, şehirdeki yalnız insana
dönüştürdüğünü söylerler. Makineleşmiş üretim araçlarıyla varlığını sürdüren
şehir yaşamı, geri dönüşümü olmaksızın değişmektedir. Doğadan uzaklaşmış,
“yabancılaşmış” yalnız insan, “kim” olduğu sorusunu yanıtlamak ve kendini
yeniden tanımlamak zorundadır. Bu noktada, kimliğin toplumsal-psikolojik
boyutları öne çıkar.
Her iki bakış açısının ortak noktası, değişen yaşamın, geçmişe ait sanat
biçimleriyle ifade edilemeyeceğini savunmasıdır. Bu noktada, modern sanat,
sanatçıya, bireyin kimlik arayışını, yeni biçimler içerisinde ifade etme görevini
verir.
Modernizmi yücelten Fütürizm akımının öncüsü Marinetti, makineleşmeyi,
eski sistemi yıkan, yeni bir sistemin ortaya çıkmasına olanak sağlayan büyük
bir güç olarak görür ve ona övgüler düzer. Her türlü güce duydukları saplantı
derecesindeki hayranlıklarıyla, İtalyan Fütüristleri, ırkçı bir kimlik anlayışını
savunmuş ve Faşizm’i desteklemişlerdir.
Modernizmi savunan diğer bir sanatçı grubu da, 20. yüzyılın politik yapısını
belirleyen diğer uçtan, Rusya’dan çıkar. İtalyan Fütürizminin etkisiyle
başlayan Rus Fütürizmi, şiir üzerinde yoğunlaşır. Devlete ve her tür
kurumsallığa karşı, anarşist bir bakışı benimseyen Rus Fütüristleri, Çarlık
yönetiminin yıkılışı ve Sovyet sisteminin kuruluşunu desteklemişlerdir. Rus
Fütürizminin öncülerinden Mayakovski,
makineleşmeyi, yeni bir kimliği
getirecek, daha özgür bir toplumu kuracak bir araç olarak yüceltmiştir.
Başlangıçta her türlü öncü bakışı destekleyen Sovyet sisteminin, 1920’lerin
sonuna doğru tutuculaşması ve Toplumcu Gerçekçiliğin sistemin sanat anlayışı
olarak benimsenmesiyle, Fütürizm ve yenilikçi tüm akımlar sona ermiştir.
Kökeni, 19 yüzyılın Kuzey Avrupalı sanatçılarının eserlerinde olan, ancak,
bir akım olarak, 20. yüzyılın başında Alman sanatında ortaya çıkan
Dışavurumculuk, Modernizme en karamsar bakışı yansıtır. I. Dünya savaşı
öncesinde, Berlin başta gelmek üzere, Alman şehirlerinin Avrupa’da yaşanan
184
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190
Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat
politik tartışmaların ve yeni toplumsal sistemlerin arayış merkezi olması,
Alman toplumunun, Fransa ve İngiltere tarafından dünya politikasından
yalıtılma çabalarının getirdiği kimlik bunalımı ve milliyetçiliğin yükselişi,
Dışavurumculuğu doğuran toplumsal etkenlerdir. Kendi içine kapanan Alman
toplumu, Hristiyanlık önceki kültürüne, “özüne, ilkel olana” dönme isteği
duymaktadır. Kirchner gibi genç Alman sanatçılar, bu karmaşa içerisinde
örselenen bireysel kimliklerini, öznel duygularını ifade etmek için, rengin öne
çıktığı, biçimlerin bozulduğu, abartıldığı, çarpıcı, etkileyici bir görsel dil
geliştirmişlerdir.
Kirchner’in, ahşap baskı resim tekniğinin etkisinin belirgin
olduğu, “ Asker Olarak Kendi Portresi”nde, (Resim 5) çarpıcı renkler, kalın
fırça darbeleri ve keskin çizgilerle betimlediği yüzü ve sol eli kesik gövdesiyle,
acı çeken benliğini ifade etmiştir.
Resim 5 : Ernst-Ludwig Kirchner, “Asker Olarak Kendi Portresi”, 1915, tuval üstüne yağlıboya,
69.2 x 61 cm, Allen Memorial Art Museum, Oberlin College, Ohio
185
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190
Aytül PAPİLA
Alman Dışavurumculuğunun bir devamı olan ve II. Dünya savaşından sonra
ABD’de gelişen Soyut Dışavurumculuk akımı, “insanın özüne ulaşma
arayışını” sürdürmüştür. Bu akımın öncüsü Jackson Pollock’un Amerikan
Kızılderililerinin kum resimlerinden etkilenerek yaptığı damlatma resimleri,
sanatsal üretimin tasarım aşamasını ortadan kaldırarak, sanatı, “anlık, önceden
belirlenmeyen, biçimler içine sokulmaya çalışmayan, doğrudan, içten gelen”
bir etkinliğe dönüştürmüştür. 20. yüzyılda gelişen belgesel fotoğrafçılık,
taşıdığı nesnel bakışla, kimliklerin kaydedilmesi için ideal bir araçtır. Ancak,
belgesel fotoğrafı sanat eserine dönüştüren, imgenin yalnızca bir görüntü kaydı
olması değil, içinde taşıdığı anlamsal zenginliğidir. Belgesel fotoğrafçılığın
öncü sanatçılarından August Sander, 20. yüzyılın başındaki Alman toplumunu
oluşturan sınıfları simgeleyen tipik bireylerin, küçük ve büyük burjuvaların,
zengin ve fakir köylülerin, işçi sınıfının, bohemler ve entellektülellerin
fotoğraflarını çekerek, toplumsal kategorileri yansıtmıştır. (Resim 6) Sander’in
fotoğraflarının sanatsal yanı, “imgelerinin anlamlarının çok yönlülüğü ve
karmaşıklığıdır”. (Ratcliff, 2003, S. 44)
Resim 6: August Sander, “Genç Çiftçiler”, 1914, gümüş baskı, 9 x 6 cm.
186
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190
Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat
Kapitalizmin üretim biçimlerinin sıradanlaştırdığı modern yaşamın, “tek
boyutlu insan kimliği” geliştirdiği, Herbert Marcuse tarafından ifade
edilmiştir.Bu bakışın sanata yansıması, Pop-Art akımıyla gerçekleşmiştir.
Modern sanatın devamı olarak, 1970’ten sonra üretilen sanat eserlerini
kapsayan çağdaş sanat, kimliğin, devlet, toplum, ekonomik sistem ve bütün
bunların yarattığı psikolojik boyutlar üzerinden yeniden oluşumunu ve bu
oluşumun sorunlarını irdeler. Kimliğin, bireyin kendini görme biçimi mi yoksa
toplumun bireyi görme biçimi mi olduğu, ulusal ve yerel (etnik) kimliklerin ne
derece içselleştiği, kapitalizmin tanımladığı kimliğin “küresel” dayatmacılığı,
mevcut ve olmak istenilen kimlik arasındaki çelişkileri, kimliğin değiştirilebilir
olup olmadığı, kimliğin sanat eseri üzerinden ifadesi ve bu ifadenin biçimleri
üzerinde yoğunlaşır. Daha önceden yeterince gündeme getirilmemiş olan
cinsel kimlikler ve bütünsel bir kimlik altında kaybolan “alt kimlikleri”
tartışmaya açar.
Ulusal kimlik kavramını sanat eserleri üzerinden tartışmaya açan, “Alman
Sanatındaki Kimliklerle Yüzleşme”1 adlı sergide, 19. yüzyılın başından
günümüze kadar üretilen sanat eserleri üzerinden “Alman” olmanın anlamı
sorgulanmıştır. Romantik dönemin önemli sanatçısı Friedrich’ten Anselm
Kiefer’e kadar, Alman sanatçıların eserleriyle, Alman toplumunun bireysel ve
toplumsal kimliklerle nasıl yüzleştikleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
Kadın kimliğinin tarihsel gelişim sürecini ve bu süreç içinde sanatsal olarak
ifadesini sorgulayan Feminist sanatçılar, erkek egemen toplumun, “erkek”
sanatçılar tarafından yaratılan kadın imgesine ve bu imgeyi yücelten sanat
tarihi yazımına karşı çıkmaktadırlar. Çağdaş sanat ortamının ve popüler
kültürün erkek egemen bakışı sürdürerek “edilgen kadın imgesini” yeniden
ürettiklerini, kadın ve diğer azınlıkların sorunlarını görmezden geldiklerini
savunmaktadırlar. (Resim 7) Bu sanatçılar arasında, posterler, performanslar
ve konferanslar yoluyla düşüncelerini ifade eden ABD’li Guerilla Girls adlı
187
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190
Aytül PAPİLA
feminist kadın sanatçı grubu, taktıkları goril maskeleriyle, hem “Pop-Art” tarzı
bir çarpıcılık yakalamakta, hem de bireysel kimliklerini gizleyerek, toplumsal
kimliklerini oluşturan düşüncelerini ön plana çıkarmayı amaçlamaktadırlar.
Benzer olarak, eşcinsel sanatçılar, ideoloji ve otorite tarafından baskılanan
cinsel kimliklerini sanat yoluyla ifade etmektedirler.
Resim 7: Barbara Kruger, “Adsız (Vücudun, Savaş Alanıdır)”, 1989, vinil üstüne serigraf baskı,
280 x 280cm
Tarih öncesi çağlardan beri, bir sanat malzemesi olarak kullanılan insan
vücudu, çağdaş sanatta, bireysel kimliklerin bir ifade aracıdır. Vücudun
taşıdığı cinsiyet, yaş, ırk gibi kimlik verilerinin simgesel anlamları üstünde
oynayarak, bireysel kişiliklerin değişkenliğinin sınırını çizen sanatçılar
yanında, dövme gibi dekoratif teknikler kullanarak, toplumsal kimliklere
gönderme yapan sanatçılar, insan vücudunu “kimlik arayışının mekanına”
dönüştürmektedirler.
Görsel sanatlarda olduğu kadar, popüler kültürde de önemli bir yeri olan
dövme, Batılı alternatif kültürün bir parçası olarak başlamış ve bugün bir
modaya dönüşmüştür.
1
Sergi, Chicago’daki David ve Alfred Smart Sanat Müzesi’nde Ekim 2002-Ocak 2003 tarihleri
188
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190
Kimliğin Anlatım Aracı Olarak Sanat
Dövme, gençlik kültüründe, farklılığın, azınlıklar ve yer altı kültüründeyse,
“bir grup üyesi olma ve bu grubun kimliğini paylaşma” işareti olarak
kullanılmaktadır.
Alternatif
kültürün diğer
metropollerin
bir dışavurumu olan “graffiti”ler, Batılı
yoksul semtlerinde yaşayan gençlerin sınıfsal ve etnik
kimliklerinin ifade aracı olmuştur. Metrolar, üst geçitler gibi ortak kullanım
alanlarının, terkedilmiş binaların ya da karşı çıktıkları ekonomik ve toplumsal
kurumlara ait binaların dış yüzeylerine, slogan ya da simgelerini çizen bu
gençlerin ortaya çıkardıkları işlerin bir kısmı, taşıdıkları görsel estetik
değerlerle, “sanat eseri” olarak kabul edilmektedir.
Sanat tarihinde “gösterilen kimlikler”, toplumsal yapıların içerisinden
yükselen, ekonomik, sınıfsal, politik olarak gücü elinde tutan sınıfların
simgeleridir. Bu kimlikler, sanat eserlerine dönüştürülerek, Batı toplumunun
ortak kültür hafızasına yerleşmiştir. Çağdaş sanatta, toplumsal yapıların
barındırdığı açık üst kimlikler kadar, gizli alt kimlikler de yüzeye çıkmaktadır.
Sanat, gösterilmeye değecek kadar güçlü, önemli, güzelliğe sahip kimlikler
kadar, kendi ifade biçimini arayan yeni kimliklerin ya da yok olmak üzere olan
kültürlerin de sözcüsü olmaktadır. Bu anlamda, çağdaş sanatın daha önceki
dönemlere göre, daha demokratik olduğu savunulabilir. Ancak, çağdaş
yaşamın efendisi kapitalizmin her şeyi metaya çeviren bakışı içerisinde
sergilenen kimliklerin kalıcığının kısa süreli olmasından korkulmaktadır.
KAYNAKÇA
1. CASTORIADIS, Cornelius, “The Individual and the Representation”, The
Blackwell Reader in Contemporary Social Thought, Oxford, 1999, s. 81-93
2. DASTARLI, Elif, “Sanat, Sanatçı, Özne, Birey, Teki ya da Tamamı, ”, rh+
sanart, İstanbul, Nisan 2007, s. 17-21
3. ESMER, Hayri, “Yoruma Dönüşen Okuma”, rh+ sanart, İstanbul, Mayıs
2007, s. 18-21
arasında yer almıştır.
189
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 176-190
Aytül PAPİLA
4. GENÇ, Adem- SİPAHİOĞLU, A, Görsel Algılama/Sanatta Yaratıcı Süreç,
İzmir 1990
5. GOMBRICH, E, H. The Story of Art, Londra, 1995
6. HONOUR, Hugh- FLEMING, John, A World History of Art, Londra 1995
7. LEPPERT, Richard, Sanatta Anlamın Görüntüsü, İmgelerin Toplumsal
İşlevi, İstanbul, 2002
8. LYNTON, Norbert, Modern Sanatın Öyküsü, İstanbul 1991
9. MARCUSE, Herbert, Tek Boyutlu İnsan, İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi
Üzerine, İstanbul, 1990
10. OUTHWAITE, William-BOTTOMORE, Tom (ed.), The Blackwell
Dictionary of Social Thought, Oxford 1993
11. RATTCLIFF, Carter, “Cruel and Tender: The Real in the Twentieth
Century Photograph”, Tate Arts and Culture, Mayıs/Haziran 2003, s. 42-48
12. TDK Türkçe Sözlük, “Kimlik” Ankara, 2006
13. http://www.bluffton.edu/sullivanm/italy/rome/marcusaurelius/0023jpg
14.http://en.museicapitolini.org/percorsi/percorsi_per_sale/museo_del_palazz
o_dei_conservatori/esedra_di_marco_aurelio
15. http://www.all-art.org/manuscripts/history194-30 manuscripts1.html
16. http://www.ibiblio.org/wm/paint/auth/friedrich/friedrich.wanderer-seafog.jpg
190
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 176-190
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 191- 213
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
DÜŞÜNCE, İNSAN DİLİ VE SANAT DİLİ
Cengiz ASİLTÜRK ∗
ÖZET
Sanatların, biçimsel düzlemde ortak paydası olan kurgu, sinema dilinin yaratıcı
ögelerinden biridir. Bir filmin en küçük parçası olan çekimler, doğal dilin sözdizimine
benzer biçimde dizilenir. Bu açıdan kurgunun sanat türlerindeki yeri ve sinemanın sanat
olmasındaki rolü önemlidir.
Anahtar Kelimeler: Kurgu, Çekim, Film- Yapı, Şiir- Yapı, Kaydırmalı Çekim, Sahne
ABSTRACT
Fiction , as the common denominator of all arts at formal level,is one of creative factors
of the language of cinema.Shots,as the smallest elements of a film,are structured like
the natural syntax of language.In this respect,fiction is crucial within all art forms and it
plays a significant role in terms of cinema becoming art.
GİRİŞ
İnsan, nesneler dünyasına, ancak dil sayesinde ulaşabilir. Dünya, ancak
düşünce düzlemine aktarılarak bilgi konusu olur, karmaşık bir bütün olmaktan
çıkar; dil yoluyla somutlaşan bilgiler, her nesneyi içinde boğulmakta olduğu
yığından çekip alır, son derece karmaşık bu bütüne düzen getirir, böylece onu
anlaşılır kılar. Düşünce, dille bütünleşebildiğinde görev yapabilir. Dil onun
yardımcısı değil, vazgeçilemez ortağıdır. Düşüncenin tüm boyutlarına
ulaşılabilmesi için dil gereklidir. Kendine biçim verecek anlatım kalıbı
bulunmayan yerde düşünce gelişemez. Böylesine yakın ilişkiye karşın, bu iki
düzlemin birbirlerinden ayrı olduğu ve düşünce ile dilin özdeş sayılamayacağı
unutulmamalı; kimi durumlarda düşüncenin dil dışına taşması, dilsiz
düşünceden söz edilmesine yol açan durumlara rastlanması, dilin, insanın en
∗
Yrd.Doç.Dr.Cengiz ASİLTÜRK: Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV
[email protected]
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
önemli bilişsel yeteneği olmasını önleyemez. Mounin’in belirttiği gibi, dildışı
düşünce ile dilsel düşünce arasında kopukluk olamaz (Vardar, 1998: 13-14).
Görüldüğü gibi, insan eylemlerinde tasarlama, buna bağlı olarak düşünce
esastır. Dil söz konusu olunca, durum karmaşıklaşır. İnsanı insan yapan her
şey, önemli ölçüde onun dilinde yer alır; diline yansır. İç içe olan dil ve
düşünce birbirlerini öncelemez.
Toplumsal psikoloji (dar anlamda ideoloji, bilim, sanat) bir bilgi alanıdır.
Edimsel ve maddi varoluşu açısından toplum bir dil etkileşimi alanıdır.
Toplumsal psikoloji, dilsel iletişim (göstergesel iletişim/etkileşim) sürecinden
uzaklaştırıldığında, metafizik ve mitsel bir kavram kılığına bürünür: Ortak ruh,
ortak bilinçdışı, halkın ruhu... Gerçekten, toplumsal psikoloji, içeride bir
yerlerde (iletişim halinde bulunan öznelerin ruhunda) konumlanmaz; dışarıda,
anlambirimlerde, jestlerde ve edimlerde biçimlenir. Sözlü değiş-tokuş
biçimlerinin tümü, ortaya çıktığı toplumun özel koşullarıyla yakından
bağlantılıdır (Voloşinov, 2001: 61-62).
I. Doğal Dil (İnsan Dili) ve Düşüncenin İşleyişi
Dil-düşünce birbirine koşuttur, ama anlatımın açık-seçik olamaması onu
okuyan ve dinleyen kişilere göre nitelik değiştirir. Bir metnin açıklık-seçiklik
durumu, onun karşısındaki insanın kültürü ve algılama düzeyiyle ilişkilidir.
Dil-düşünce ilişkisinin doğal sonucu olarak, günlük yaşantısını yüz sözcükle
geçiren birinin düşünce gücü, günlük yaşantısında beş yüz sözcük kullanan
birinin düşünme gücünün altında olur. Dilin yazıya geçirilmesi düşüncenin bir
buluşudur. Dil ile yazı, birbirinden ayrı iki gösterge dizgesidir. Yazının tek
varlık nedeni dili göstermektir (Saussure, 1985: 28).
Uygulayım koşullarının ve toplumsal yaşamın ürettiği yenilikleri karşılayıp
adlandıran ve güçlü bir yapıya sahip olan dil, değişim karşısında dirençli kalır;
yapı olarak değişimden doğrudan etkilenmez. Köklü değişimler dışında, dil
dizgesi, iç zorunluk baskısıyla yavaş değişir (Benveniste, 1994: 168-169). Tüm
bunlara karşın, dilin yetmediği durumda, başka bir biçimin diline başvurulur.
192
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
II. Sanatın Dilsel Biçimi
Karşılıklı konuşan oyuncuların görüntüsünü taşıyan film parçalarının
birbirine eklenmesiyle elde edilen film kuşağı, kendi başına, gerçek bir sinema
filmini tanımlamaya yetmeyeceği için, gerçek sinema filmi, kendine özgü
biçimin dilini zorunlu kılar.
Sanatçılar, tasarılarını gerçekleştirebilmek için, yapıtın özdeği parçaları
anlam yaratacak bir biçimde kurgularlar, böylece onu, tasarımlarına en yakın
biçimde ortaya çıkarırlar (Kagan, 1993: 31). Müzik, fotoğraf, karikatür, resim
ya da sözlü dilin kullanılmadığı sessiz sinema dönemi filmleri, belli bir
düşünceyi dışavurmanın aracıdır. Sanatsal dil, sanatçılara bir düşünceyi kendi
yapısına özgü kurguyla sergileme olanağı tanır. Resim çizilirken, film
çekilirken, şiir yazılırken, belli bir sanatın dili kullanılıyor demektir; düşünce,
hayal, imge, tasarım, sav, dile dayanılarak dışavurulmuş olur. Yazılı dil,
sinemada altyaz ya da arayazısı olarak kullanılır. Kadraja yerleştirilen bir
satıhtaki yazı, dilin sinemada yazılı kullanılmasıdır. Bu yazı, oyuncunun
önünden geçtiği duvarda, eldeki defterde, masadaki kağıtta, duvardaki
fotoğrafta ya da çerçevede olabilir. Yazı, dilin ses yönünü ayrıntısıyla
aktarmaz. Sözlü dil, yazı diline göre daha devingen, daha dinamik, daha
değişkendir. Değişkenlik, film repliklerinde, şiirde gözlenebilir. Toplumsal
yapı ve dil, dünya görüşünü belirlemede iki önemli unsurdur. Dolayısıyla da
bu iki önemli unsur, şairi ve görsel gösterge kullanan sanatçıyı etkiler. Şair,
şiiri yaratma edimi sürecinde dili kullanırken onu işler, kendine özgü bir
söyleyiş (deyiş) yakalamaya çabalar. Şiire özgü üstdili önemli kılan, şiirin
kendi başına bir dil olmasıdır; çünkü şiirde neyin yazıldığı değil, onun nasıl
yazıldığı önemlidir.
II. Göstergenin (Sözcüğün, Çekimin) İçindeki Görüntü
Sözcükler,
ad
oldukları
varlıkların
görüntülerini
içlerinde
taşırlar.
Saussure’ün, bu nedenle, “sözcük ekrandır” dediği bilinmektedir. Edebiyatta,
sözcüklerin zihinde görüntü (imge) yaratması da, onların böyle bir niteliği
193J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
olduğunu gösterir. ağaç Türkçe, tree de İngilizce konuşanların zihinlerinde
ağaç görüntüsünü oluşturur. ağaç, ortak bir dil kullanan herkesin zihninde,
biçimi her yönüyle belirli ve somut bir ağaç kavramını oluşturamadığı için,
soyut varlıklar söz konusu olduğunda durum iyice karmaşıklaşır. Somut
kavramı anlatmak için kullanılan sözcükler, gerçeği belirgin biçimde tanıtmaya
yetmiyorken; umut ve ruh gibi sözcüklerin karşılığı olan soyut gerçekliklerin,
insanların zihinlerinde imgesel görüntü olarak ve ortak bir biçimde
algılanmasının olanağı yoktur.
Kamera soyut gerçeklik evrenine giremeyeceğinden, soyut varlıkların
görselleştirilebilmesi amacıyla, sinema dilinde doğal dildekine benzer yollara
başvurulur. Doğal dilde, soyut gerçekliğin zihinde tek bir dil göstergesi
aracılığıyla görselleştirilememesi, tanımlanamaması; ödün dendiğinde zihinde
görsel imge oluşmaması, bunun başka sözcükler yardımıyla anlatılabilmesi
gibi, sinemada da soyut gerçeklikler, başka görüntüler yardımıyla anlatılabilir.
Pudovkin’in Ana adlı filminde, tutuklu genç, hapishaneden kurtulacağını
muştulayan bir mektup aldığında, umutlu durumun anlatılabilmesi için, onun
gülümseyen görüntüsünün arkasından coşkuyla çağlayan derelerin, çiçek
açmış ağaçların, koşup oynayan çocukların; somut gerçeklikler evreninin bir
görüntüsü getirilmiştir. “Umutla çırpınan yürek” tümcesi, insan zihninde
oluşan umut coşkusunu, örnekte olduğu gibi imge olarak anlatabilir.
Sıradan izleyicilerinin kimi filmleri “anlamadığını” söylemesi anlaşılır bir
durumdur; çünkü Bunuel’in Endülüs Köpeği örneğindeki gibi gerçeküstücü
filmler, Tarkovski’nin Ayna örneğindeki gibi şiirsel filmler, izlenmenin de
ötesinde, onun okunmasını gerektirir. Okur-yazar olduğu halde okuduğu şiir
için “Bu şiirden bir şey anlamadım” diyen insanın durumu da, şiir dilini
bilmemesiyle açıklanabilir.
III. Sanatın Ortak Tözü: Kurgu
Tüm sanatların özgün dillerini oluşturan sayısız öge söz konusudur, ancak
sanatlar ortak bir töze dayanır. Bu ortak töz, kurgudur. Kurgu olmadan sanat
194
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
yapıtı olamaz. Sanatın dilini oşuşturan ögelerin tümü, belli biçimsel
oluşumların yaratılması amacıyla, sanatın tözü olan kurguya hizmet eder. Bu
nedenle, her sanatın kurgu biçimi farklıdır; çünkü biçimler kurguyla yaratılır.
Şiir sözcükler (sonrasında dize, paragrafsal dize ve şiirsel bölümler); sinema
çekim, sahne, ayrım ve bölümler; müzik nota ve ses; dans devinim orantıları,
ölçünlülük ve dizem; resim renk, ışık, biçim, gölge ve nesnelerin kurgusu
aracılığıyla yaratılır. İçinde İsa, melek, savaşçı erkek, kahraman kadın,
kükremiş aslan gibi somut varlık biçimleri gizli olan mermer bir kütleden,
heykeltıraş ne yontmak istiyorsa bir seçim yapar ve onu yontar. Mermere onun
biçimini verir (Kıran-(Eziler) Kıran, 2001: 123).
Sanatın dili, seçmeye dayanır. Sanatçı, dil kurma olanaklarından dilediğini
seçer. Resimde, renk-ışık-gölge-nesne karşıtlığı, nesnelerin yönsemesi, fırça
vurma biçimi, derinlik, nesne konumları, sanatçıya bu olanağı tanır; özgün dil
oluşturulamadan da özgün sanat yapıtı yaratılamaz. Özgün yapıt yaratma
becerisi, eğitim-öğretimin yanında özel bir yetenek gerektirir; doğayı görme
sanatının Mısır hiyerogliflerini okuyabilme sanatı gibi öğrenilmesi gerekir
(Gombrich, 1992: 27). Sanatın ortak dilini kullanmış da olsalar; Boticelli’nin
biçemi ya da üslubu, Credi’nin biçeminden farklıdır. İkisi de Floransalı
oldukları için, biçemleri Venediklilerle olabileceğinden daha yakındır;
sanatçılarda (kapalı biçimden açık biçime geçiş vb.) ortak nitelikler elbette
aranabilir. Kuşkusuz, her sanat yapıtı kapalı bütün oluşturmalı, çünkü yapıtın
sınırlanmamış oluşu “acemilik” sayılır. (Wölfflin, 1990: 11, 18, 26).
IV. Sanat Dilinde Betimleyicilik
Betimlemek, her zaman belli bir özne için dünyadan bir kişinin özelliklerini
başka bir özne için seçip ayırmaktır. Dolayısıyla bu, yararcı koşullara bağımlı
anlamlama eylemidir. Bir gösterim betimlenirken, başkası (izleyici ve
okuyucular) için önemli olduğu düşünülen kimi özellikler seçilir. İnsan, her
şeyi kendisi için saptamaya çabalamaz, bugün yaşayan insanları ve daha sonra
yaşayacak olanları ilgilendirecek olanı değerlendirir. Betimleyici çözümleme,
195J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
çözümlemecinin,
düşüncelerinin
doğruluğu
konusunda
ikna
edilmesi
gerekiyormuşçasına, dışarıdan bir gözlemci için öngörülen bir anlam tasarısına
göre yapılır (Pavis, 2000: 53). Nasıl ki şiir incelemesi, düzyazının hiç
bilinmediği durumlarda, eksik kalmaya yazgılı ise, sanatsal incelemeler de,
ancak resim yoluyla gerçekleştirilen betimlemelerin dilbilimine ait araştırmalar
ile tamamlanabilir.
İkonoloji ve imgenin simgeyle alegori (canlandırma, göz önüne getirme)
içindeki işlevini, ideaların görünmez dünyası biçiminde, “adlandırılabilen
dünya”yla ilişkilerini konu edinen bilim dalının temel çizgilerinin şimdiden
belirginleştiği gözlenebilmektedir. Sanatın dili ile görünen dünya ilişkisi
eşzamanlıdır. Bunlar göstergebilimciler ve sanatçılar dışında kalan insanların
algı düzenine yabancı kalabilir. Sanatçılar bu dili, insanın anadilini kullanma
düzleminde olduğu gibi dilbilgisi, anlambilim öğrenmek zorunda kalmadan
kullanır (Gombrich, 1992: 23-25).
V. Sanatlarda Anlatım Tekniği ve Dil
Sanat yapıtından söz edilirken, çoğu zaman, dille bağlantılı anlatım tekniği
denen olgudan söz edilir. Bu, onun kendine özgü dilsel yapısından başka bir
şey değildir. Mimari yapılar da, insana resim, tiyatro, müzik, şiir, roman, film,
yontu bir şey söyler. Türsel örneklerin hepsi birlikte (anlatı, yontu, şiir ya da
başka bir sanat) tek ad altında toplandığı halde, her türün biricik herhangi bir
yapıtı, özgün varlık olarak yalnızca kendini temsil eder. Böyle olmasının
nedeni, anlatımdır. Dolayısıyla dil kullanımıdır. İster mermer kütlesini
yontsun, isterse boyayla çalışsın, her sanatçı, bir şey anlatmak ister. Bu
arzusuna, dil ve kurgu aracılığıyla ulaşır. Mermer kütlelere anlamsal biçim
veren, boyalara çekicilik kazandıran, sessizliği ses yapan, donuk fotoğrafı
devindiren sanatçı, bir şeyi kurgulamış, dil kullanmış olur.
VI. Doğal Dilde ve Sanat Dilinde Kurgu Ögesi Ses ve Renk
Duyumdaşlığın (synesthesia), yanılsamalar sonucu beş duyudan birine özgü
olan yaşantının ötekilere de geçmesinin; sesli görmenin ve renkli işitmenin
196
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
yaygınlığını, her dildeki deyişler kanıtlar: ciyak, canlı, bağıran, cırtlak
renklerden; aydınlık, canlı renklerden; tatlı, şeker çocuklardan; müzik, şarap,
buz gibi kadınlardan; donuk, parlak düşüncelerden, soğuk, aydınlık, sıcak,
renkli ya da ışıltılı insanlardan; kaynayan kalabalıktan; renkli, kara günlerden
söz edildiğinde, denilmek istenen anlaşılır. Ortaklaşa duyumsayan yalnız göz
ve kulak değildir; çünkü daha başka duyular da bir olayı aynı ölçülerde
algılayabilir; kadife seslerden, tatlı ezgilerden, soğuk renklerden, buruk
tonlardan söz edilir. Eisenstein’ın “görüntüleri duyacak sesi göreceksiniz”
yaklaşımı ile, Vivaldi’nin Dört Mevsim adlı yapıtlarında mevsimleri
betimleyişi aynı mantığa dayanır; bu senfoniyi ilk kez dinleyen insanlar,
sonbahar senfonisini yaz senfonisinden, kış senfonisini de diğerlerinden
kolayca ayırt edebilmeltedir. Bu da, sanatta farklı dillerin karşılıklı etkileşimini
ve iç içe geçmiş olduğunu açıkça göstermektedir.
VII. Sanatların Ayrışık Dilleri
Kurgu konusuna sanatlar üzerinden bakıldığında, şunlar söylenebilir: Müzik
sanatının dili, dil birimleri, notalardır. Orkestra şefleri, çalgıların sesini, bu
yazılı notalara göre yönetir. Çalgıların sesinin belli anlatımlar sağlamak üzere
yükselip alçalması ve çalgılardan birinin bir süre susması, ardından öteki
çalgıların seslerinin arasına girmesi, sonra başka bir aletin sesinin alçalarak
silinmesi biçiminde “sessel kurgu” yaratılır. Tüm bunlar, müzik dilini
oluşturur. Çalgıların yükselip alçalması ve notaların atlanması sırasında
aksama olursa, işitimde bozuk sesler oluşur, dil bozulur. Dilsel işlev, yerine
getirilememiş olur. Müzik dilinden beklenen, kulağa hoş gelecek sesleri belli
bir yeğnilik, bir dizem, bir baskınlık ve belli bir dizimde işitim sağlamasıdır.
Roman söz konusu olduğunda, betimlemelerle dolu sayfalarla karşılaşılır.
Betimlemelerin açıklayıcı, çözümleyici, anımsatıcı, şiirsel işlevleri olabilir.
Betimlemeler, duygu ve akıl aracılığıyla imgelem yaratılmasını sağlar. Bir şey
betimlemek, onu kurgulayarak karşıdakine yeniden sunmaktır. Yazar,
betimleme yapmak için sayısız neden bulur; genellikle de bilgi vermek,
197J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
açıklamak ve roman olayının geçtiği uzamı tanıtmak için betimler. Anlatının
temel ögelerinden betimlemenin düzenlenişi, yukarıdan aşağı, yakından uzağa,
dıştan içe, içten dışa olur (Kıran –[Eziler] Kıran, 2000: 18, 19).
Filmlerde, bir kentin dış görüntüsünü veren çekimin ardından, kamera,
sokakta dolaşabilir; bir yalının dış görünüşüne, ardından yalının içindeki
davetlilerle çevrili masaya geçebilir. Çerçevede, ovada ilerleyen otomobil
varken, ardından onun içindeki insanların yakın plan çekimi gösterilebilir.
Birinci betimlemede, davetli topluluğunun hangi kentte ve nerede toplandığı
izleyicilerin zihinlerine imlenir. O andan sonra, izleyiciler artık, olayın nerede
geçtiği konusunda karmaşaya düşmez. İzleyici anlağında en geniş film uzamı
yaratılmış olur. Yalının içine girildiğinde, izleyiciler, yalının (olay ve
kahramanlarla özdeşlik kurma yoluyla) hangi kentte olduğunu bilir. İkinci
örnekte, insanların nerede olduklarının betimlenmesi için, aracın gösterilmesi
gerekmiştir. Arabanın nerede bulunduğunun betimlenebilmesi içinse, ilk
çekim, geniş plan yapılmıştır. İki örnekte, dıştan içe bir betimleme söz konusu.
Yönetmenin amacı değişince, mekanın kullanılış biçimi değişir.
Klasik anlatımcılığından kurtarılmak istenen resim sanatında, görünen
dünyayı araştırma amacına sırt çevrişin ardından, yeni, heyecan verici bir
görev olarak, sesler dünyası betimlenmeye başlandı. Kandinsky önemli
adımlar attı; Mondrian, Broadway Boogie-Woogie tablosunda, insanları, bu
dönüştürmenin tam anlamıyla gelişmiş, kabul edilebilir bir örneğiyle
karşılaştırır. Gombrich (1992: 352), “Bu tablo, boogie-woogie’nin ne olduğunu
tam olarak bilmeyen benim gibi birinin kafasında bile, belli bir tasarım
yaratacak niteliğe sahip” der. Gözle algılanan dünyanın irdelenmesi sırasında
olduğu gibi, tinsel dünya ile düşler evrenini geleneksel deneyle irdelemenin
olanaklı olduğu günümüz sanat yapıtlarında gözlenebilmektedir. Bu gözlemler,
XX. yüzyıl sanatı karşısındaki tutum açısından önemlidir; çünkü modern sanat,
dar anlamdaki duyumdaşlık yaşantılarını konu almamasına karşın, sıkça renk
198
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
ve biçimleri duygusal konumların temsilcisi kılar, iç dünyayı betimlemeye
çabalar. Duyumdaşlığın bir ‘bağıntılar sorunu’ olduğundan kuşku duyulamaz.
Söz ile imge arasında yapılan böyle bir karşılaştırma, işitim ile imge arasında,
şiir dizesi oluşturan dilsel gösterge ile bunların zihinde yaratabildiği imge
arasında bağlantı kurulabileceğini de gösterir. Küçük İskender’in, sıfır
merasimi şiirinin, bir tavşanın ürkek kaldırıp başını dağda / yağan yağmuru
seyretmesi gibi (Küçük İskender, 1995: 85) biçimindeki dizelerinin imgesel
görüntüleri, ister filmsel görüntü, isterse dizelerin zihinde yarattığı görüntü
olarak ortaya çıksın, bu iki görüntünün bu dizeleri okuyan/izleyen tüm
insanlarda benzer duyguları uyandırır, ama bu benzetmeyi daha ileri
götürmekten sakınılmalıdır. Zaten, böyle bir amaç güdülemez. Amaç, her
sanatın kendine özgü bir dili olduğunun, ancak sinema ve şiir gibi kimi
sanatlarda bu dillerin benzer mantıkla işlediğinin ortaya konulmasıdır. Bu
nedenle sinema dili de, tüm diğer sanat dilleri gibi şiirsel bildirişimden ayrı
düşünülemez.
Bu da, biçimsel imge belirtilerine dayanan sanat sınıflandırmasının salt
biçimselleşmesine değil, her türün aynı zamanda içeriksel olarak da
yinelenemez oluşuna yol açar. Böylece, her sanat kendine özgü bilgi gücü ile
yönlendiricidir ve kendi değerinin belirlenmesine olanak sağlar. Birisi
görüntüsel, öteki dilsel gösterge olsa da; plastik sanatlar ile şiire özgü
göstergelerin maddi doğası arasında derin içerik bağlantıları ve ortaklıkları
bulunur. Bu ortaklık biçimleri, yaşama anlık bakışın dondurulmasına, böylece,
onun zaman akışı dışında saptanabilmesine olanak tanır; eylemsel bir anın,
nesnenin değişmez durumu haline getirilmesine aracılık edense, plastik sanat
dilleri ile şiir dilinin benzeşir oluşudur. Bu benzerlik, söz sanatlarının da, tıpkı
sinema sanatı gibi zaman akışı içinde değişen akış ve süreçleri iletme olanağını
doğasında taşıdığını gösterir (Kagan, 1993: 335); böylece değişen süreçlerin ve
zaman akışının iletilmesine aracılık eden söz sanatları, nesne ve görünüşlerin
somut varlığının gerçek dünyada (sinemada ve resimde olduğu gibi) yeniden
199J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
yaratılmasının
insan
tarafından
kavranılmasına
yardım
eder.
Ancak,
sözcüklerin anlaşılma sürecinde ortaya çıkan güçlüklerin kuraldışı sayılması
gerekir. Belli dilsel göstergeleri belirleyen güçlükler, ayırıcı özelliklerin
olumsuz koşulları nedeniyle, açık biçimde saptanamadığı durumlarda aksaklık
yaratır. Bu güçlükler, gerçek dünyadaki hazır nesnelerin hiçbir koşulda
doğrudan yansıtılamadığı ve göstergeler aracılığıyla sergilendiği imgesel
betimlemelerde, betimlemelerin özü gereği ortaya çıkar. Her resim, olayların
doğası gereği, görsel tasarım gücüne yönelik bir çağrı niteliğindedir; bu
nedenle, hiçbir resim, izleyicinin gerçekleştireceği tamamlamalar olmadan
anlaşılamaz. Resim, betimlediği nesnenin sınırlı sayıda özelliğini yansıtabilir
(Gombrich, 1992: 236).
Resimde, her seferinde nesnelerin hangi özelliklerinin verildiği, ancak resme
egemen olan gelenekler, kültürel düzgüler (kod), bağlamlar bilinirse
anlaşılabilir; yapıtların okunabilmesini ise, ancak miras alınan dilin bilinmesi
sağlayabilir. Filmleri, görsel beğeni düzeyleri uygun olmayan izleyiciler
tarafından yadsındığı gözlenen Angelopoulos’nun kendine özgü o geniş
planları ve uzun çekimleri de, bizce bir dil sorunsalı nedeniyle kolay kabul
görmemektedir.
Hollywood
filmlerinin
diline
göre
biçimlenmiş
gözlerin/zihnin, bu tarz filmleri yadsıması, miras alınan dil biçimi nedeniyle
normal karşılanabilir. Gerçekten, gelişmelerin doğası gereği, sanatta araçlar;
resimde ışık, boya, uygun başka malzemeler, fotoğrafta varolan tüm nesnelerin
görüntülenmesi, sinemada kamera, senaryo, ölçek, oyuncu, çerçeve, kurgu gibi
ögeler, anlatım gücünün yitmesine neden olacak ölçüde zayıfladığında, anlatım
yapmak için doğal dili oluşturan temel ilkelere geri dönülmesinin kaçınılmaz
olacağını göstermektedir.
Şiir dili ile film dili arasında benzeşirlik ilişkisi kurulmak istenirken, “Şiirde
konu olmaz” savı unutlmamalıdır. Bu görüşe karşın; Dağlarca’nın Kurtuluş
Savaşı’na kadınların katkısını içeren anlatısal şiiri Mustafa Kemal’in Kağnısı,
Dıranas’ın çocukken bir kadına aşık olan bir gencin derin özlemini içeren
200
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
anlatısal şiiri Fahriye Abla, Baudelaire’in tayfaların eline geçmiş bir şaire
benzetilen albatros kuşunun öyküsünü konu alan anlatısal şiiri Albatros gibi,
öykülü şiirlerle karşılaşılmaktadır.
Bilindiği gibi sanat yapıtı kurulurken, insan doğayı taklit eder; yani sanatçı,
taklit (mimesis) yoluyla var olanı dönüştürür, değiştirir, başka bir biçimde
ortaya çıkarır. Öyleyse, her yenidensunum bir yorumlamadır. Bu açıdan, şu
örnek, yol gösterici olabilir: “Bir trafik kazası, ancak birkaç saniye sürer; insan
duyuları, sinemacı gibi, kazanın gözden kaçan tüm anlarını kayıt edemez. Her
tanık, hızla geçip giden anları içgüdüsel olarak, kendine göre tamamlar;
boşlukları hemen doldurur, bunların birer beyaz boşluk olduğunu unutur.”
Birkaç saniye süren bir trafik kazası bir anlatıya dönüştüğünde, birkaç
dakikayla olduğu gibi, on dakikayla da anlatılabilir. Bu çerçeveden bakılırsa;
anlatı, üretimi yapan özneye bağlıdır denilebilir. Doğal olarak aynı şey
algılama için de geçerlidir. Anlatı, duruma göre, yeniden düzenleme, yeniden
yazma, seçme yapma etkinliğidir. Bu nedenle de yorumbilimin yetki alanına
girer (Kıran-(Eziler) Kıran, 2000: 54).
Dilsiz ve kurgusuz sanat yapıtı ya da anlatı olamayacağı için, yazınsal
türlerde dil, kurgu (composition: dilsel bağlamda bir anlatım için yan yana
koyma) biçimini almıştır. Yazınsal bir kurgu, o yazınsal türün en küçük birimi
olan sözcüklerden işe başlanarak yapılır. Böylece, yapıtın bütünü, kurgunun
etkisi altına alınır. Doğal dillerin, varlığın kendine özgü niteliklerini sözcük
kurgusu aracılığıyla göstermeye başlaması, yapıtların başka bir dile (yanısıra
dil içinde dile) çevrilme güçlüğünün temel nedenir.
Kurgusal yapı, birçok anlatıda gözlenebilir. İki ayrı uzamda, kendi bağımsız
serüvenlerini yaşayan kahramanlar, koşut kurgu yapılarak, daha sonra
karşılaştırılır. Okurları anlatıya bağlayan, çoğunlukla, bu buluşma anına tanık
olma arzusudur. Şiirin bir dizesinden bir anda başka bir dizesine
geçilivermesini andıran biçimde, sinema izleyicileri de, sinema dilinin önemli
201J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
ögelerinden kararma-açılma ya da koşut kurgu yoluyla bir uzamdan ötekine
bir anda geçiverir.
Sanat yapıtı yaratılmaya başlandığı andan itibaren, onun kurgu ve dil yapısı
da örülmeye başlanmış demektir. Dilsel anlamda film kurgusu, iki çekimin
yalnız birbirlerine eklenmesi olmadığı gibi, başka sanatlarda da iki olay ya da
görüntünün parçalarının salt eklemlenmesi değildir. Sinema kurgusu,
öncelikle, farklı içerikte çekimlerin yan yana getirilmesi, çarpıştırılması,
diyalektiğin temel yasası gereği yeni bir anlamın yaratılmasıdır. Joyce,
Finnegans Wake adlı romanı yazmaya, romanın sonunda yarım bıraktığı
(bırakacağı) tümcenin sonuyla başlar. Manchevski de, Yağmurdan Önce adlı
filminin sonunda ilk sahneye geri döner, yeniden aynı noktaya gelinir.
Manchevski’nin filminde de söylediği gibi, “çember asla yuvarlak değildir”;
çünkü aynı noktaya gelinirken yaşanan tüm olaylar, çemberi kırmıştır. Bu iki
yapıtta da, tümsel yapıyı oluşturan parçaların yaşamdaki yazım ve gösterim
sırası değiştirilmiştir. Böylece, filme ya da romana ilişkin izleğin gerçek
yaşamdaki gelişim çizgisine bağlı kalınmamış; yapıt, ekleme anlayışına sahip
kurgunun
o
geleneksel
yapısından
uzaklaştırılmıştır.
Kurgunun
yeni
aşamasında anlatım ve gösterimin sırası karmaşık verildiği için, okurun ve
izleyicinin parçaları bütünleştirme çabasına girmesi, dolayısıyla kurguyu bir
kez de zihninde yapması gerekir. Tüm bunlar; bir sanat yapıtının, şiirin,
romanın, tiyatronun, öykünün, sinemanın, kurgu ve dil yaratısı olduğunu
gösterir. Geleneksel anlatıda dil, konuşma dilinden büyük ölçüde sapma
göstermezken, şiir dili, kendi varlığını tam da bu sapmaya borçludur.
Şiirsel anlamın temel yapısı, sinema ile şiir arasında bulunan soyut anlam
ekseni üzerindeki karşıtlıklara dayanır. Şiirle sinemanın tüm anlambirimcikleri
ortak olsaydı, bu iki sanat birbirinin bire bir aynısı olurdu. Böyle olmadığı
kesin, ancak bulunan bu ortak anlambirimcikler, onların birçok açıdan
benzerliklerini ortaya koyar. Bunuel’in, Endülüs Köpeği filminin, kovboy
filmlerinden çok, gerçeküstücü bir resme ya da şiire yakın olduğu söylenebilir.
202
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
Bu nedenle, şiirin biçimi ve anlamı, çoğu zaman anlatıların da ötesinde,
insanın geleneksel algı alışkanlıklarına pek uymayan bir karşı süreç gibi
görünür. Öteki sanat yapıtları gibi şiir de, çok yönlü, çok katmanlı bir tek
(mutlak) anlamı içerir; ama yine öteki sanatlarda olduğu gibi, bu anlamın
algılanması da, geçmiş okuma sürecini (şiir dilini bilmeyi) gerektirir. Yetkin
bir sinema izleyicisi de, iyi ya da kötü filmi birbirinden kolayca ayırt edebilir,
çünkü bu yapıt, geçmiş okuma–izleme sürecini, yapıtın dilini, sinema dilini,
sanatsal filmi ayırt etmeyi gerektirir. Ancak bu donanıma sahip izleyici,
filmdeki oyuncuların başarılı olup-olmadığını, renk-ışık kullanımını, estetik
görüntü düzenlemesini algılayabilir ve çözebilir.
Şiir, alışıldık sözcükleri, alışıldık nesnelerini yepyeni gösteren-gösterilen
ilişkisine sokarak, bilinen doğal dili, kalıplaşmış algılamanın tekdüzeliğinden
kurtarır. Şklovski’ye göre, sanat yapıtları, bilinç alışkanlığına karşıt olan dilsel
özelliğe yabancılaştırır. Bu özellik, sanatın belirleyici ilkesidir. Bu açıdan
Hulme’un, Rıhtımın Üzerinde adlı şiiri, ilginç bir örnektir:
[1] Sessiz rıhtımın üzerinde geceyarısı, / [2] Takılmış uzun seren direğinin ipli
tepesine, / [3] Sallanır ay, öylesine uzak görünen bir zaman / [4] Bir çocuk
balonu ancak, oyundan sonra unutulmuş.
XX. yüzyılın başlarında, romantizmin hemen sonrasında, o güne kadar
“sessizlik”, “gece”, “ay” sözcüklerinin nasıl kullanıldığına alışan okuyucuları
bu sözcüklerin ne tür basmakalıp duygusal bir beklenti içine sokacağı açıktır.
Hulme’un dörtlüğü dikkatle okunduğunda ise, bu tür beklentilerin bir yanılgı
olduğu ortaya çıkar. Bu şiirde; “gece”, “sessizlik”, “ay” ve “gemi” sözcükleri,
kalıplaşmış duyarlıkta anlam nesnesine yönelik dilsel gösterge değildir.
Şiirin kurmaca dünyası ile bilinen dünya arasında varolan karşıtlık, şiiri
okuyan bireylerin bilinç yapısının, şair tarafından öngörülen algı konumuna
getirilişinde, sıçrama tahtası görevi görür. Sanat yapıtının üzerindeki örtü
yırtılır, okura sunulan gerçeğin bireysel ve kendine özgü başka nitelikleriyle,
dünyanın nesnel gerçeğine doğrudan bağlı olmayan “imgelem” etkinliği açığa
203J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
çıkar. Böylece şiirin ya da anlatının sunduğu bir dünya, insana, önceden
tanınmayan, bütünüyle gerçekleşmemiş olan algı olanağını sağlar. Ona,
nesneler dünyasıyla ilgili yaşantısını yeniden kurma olanağı verir (Göktürk,
1997: 102-103). Anlamı tamamlamayı okura bırakan şiir anlayışı, sinema dili
için de geçerlidir. Champion’un, Piyano filminde, konuşma yetisini yitirmiş
Ada ile piyano arasında derin bağlar vardır. Kocası piyanoyu elden çıkarır.
Ada piyanonun satıldığı eve giderek piyano çalma özlemini giderir. Piyanonun
yeni sahibiyle aşk yaşamaya başlayınca, aldatılan koca, onu, parmağını
keserek cezalandırır. İzleyiciler parmak kesilmesi ile piyano arasında öyküsel
düzlemde bir bağlantı kurar, anlamı çözer. İletinin anlaşılabilmesi için böyle
bir düzeneğin olması gerekir. Bu filmde iletiyi taşıyan düzenek, senaryonun
öyküsel düzlem kurgusudur. Olayın göstergeler yoluyla anlaşılabilmesi, özgün
bir sinema dili olduğunu da gösterir.
VIII. Doğal Dil ile Sanat Dilinin Benzeşen Anlatım Olanakları
Doğal dildeki yananlam, düzanlam, benzetme, eğretileme vb., sinema dilinin
olanaklarıyla da kullanılabilir; filmde, deniz görüntüsü kimi zaman
düzanlamda, “yerkabuğunun çukur bölgelerini dolduran su kütlesi” olarak,
kimi zaman da, “saflık, temizlik” ya da “coşkulu” bir durumu anlatmak
amacıyla gösterilir. Eisenstei’ın, Potemkin Zırhlısı filminde, çıkan kargaşadan
sonra, halkın zırhlıya kayıklarla yiyecek taşıdığı ayrımdaki durgun, dingin
“deniz”e başka anlamlar yüklenmiştir: “Huzur”, “rahatlık”, “güven.” Küçük
İskender’in sıfır merasimi şiirinin, “bıçak kendine sihirlenerek güler”
dizesindeki “güler” sözcüğü “sinirlenerek güler” sözünün akla getirdiği
”sinirle gülmek”, “sinirden gülmek”, “sinirlenerek gülmek” deyiminin
katkısıyla
“sinirlenir,
ışıldar,
kızar”
yananlamlarına
sahip
olmuştur.
Eşanlamlılık, iki ve daha çok sayıda göstergenin aynı anlama gelmesi, ayrı
göstergelerin aynı gösterileni belirtmesidir. “Mektup göndermek” ve “mektup
yollamak” örneğinde görüldüğü gibi, “göndermek” ve “yollamak” göstergeleri
eşanlamlı özelliklerde göstergelerdir. Sinemada, kimi çekimler eşanlamlı
204
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
sayılabilir. Pudovkin, Ana adlı filminde hapishaneden kurtulma umudu beliren
tutsak gencin “gülümseyen yüz” çekiminin hemen ardından, “çağlayan dereyi”
gösteren çekimi ve “çiçeklenmiş dalı” gösteren çekimi, eşanlamlı olarak
kullanılır. “Bulutlar arasından sıyrılan güneşi” ve “coşkuyla zıplayıp oynayan
kuzuyu” gösteren çekimler, aynı bağlamda kullanıldığında, eşanlamlı çekim
(ya da sinemanın “eşanlamlı sözcüğü)” sayılabilir; çünkü çekim de, tıpkı dil
göstergeleri gibi gerçek anlamını bağlamında bulur.
Sinemada karşıtlıkları kullanmanın çok çeşitli yolları bulunmaktadır.
Öncelikle sinemanın teknik yapısından kaynaklanan karşıtlıklar, ışık-gölge
karşıtlığı, renk karşıtlığı, nesnelerin biçim karşıtlığı ve yatay-düşey
uzunlukların karşıtlığı bunlardan bazılarıdır. Örneğin, tren katarını yatay
konumda boylu boyunca gösteren çekimin karşıtı, yüksekliği (kuleleri,
gökdelenleri) içeren çekim olabilir. Manchevski’nin, Yağmurdan Önce adlı
filminde içeriksel anlamda karşıtlıklar vardır: “aşk–savaş.” Acı dolu bir
dünyada sevgiye ve aşka sarılıp ayakta kalmaya çabalayan basın fotoğrafçısı
adamla sevdiği kadın, taksinin arka koltuğunda sevişirken, acı ve göz yaşlarına
boğulur. Hem seven hem de savaşın dehşetine yakın duran iki insandır onlar.
Yaşadıkları “güzelliğin” karşıtı “savaş”, bu insanları rastgele savuran
“çirkin”liğe dönüşür.
Dilsel anlamda karşıtlık, kurgu biçimi olarak da ortaya çıkmıştır. Pudovkin,
bu kurguyu, şu örnekle açıklamıştır: Açlıktan ölmekte olan bir adamın
durumunu ortaya koymak için, açlık çeken adamın çekimine, zengin adamın
anlamsız oburluğunu gösteren çekimini eklemiştir. Bu kurguyu, sinemaya,
Sabıkalı filmiyle Porter getirmiştir. Eski bir mahkumun yoksulluğunu içeren
bir görüntü ile ona iş vermeyen patronun varsıllığını içeren görüntü, ardışık
getirilerek, “karşıtlık” yaratılmıştır (Pudovkin, 1966: 75). Bu kurgu, karşıt
içerikli olayların sırayla verilmesine dayanır.
Erksan, Müthiş Bir Tren adlı filminde, “yaşayan tüm insanlar, ölüye
benziyordu” anlamını, ‘ölü gibi görünen insan görüntüleri’ ile ‘canlı insan
205J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
görüntülerini’ kurgulayarak yaratır. Ancak bu kurgu, çekimin içinde
gerçekleşir; çünkü perdedeki görüntü, bir terenin gara girmesiyle tamamen
değişir: İstasyonda bekleyenleri “devinimsiz”, “suskun” durdurarak, “yaşayan
ölüler” eğretilemesi yaratmıştır. İstasyonda tepkisiz dikilen insanlar, gara giren
trene ilgi göstermez; trenin gara gelişi, çekimi içsel olarak değiştirir.
Eğretileme benzetime dönüşür; çünkü çerçeve içinde bir kurgu, yani iki
değişik çekimin iç içe geçmesi söz konusudur. Trende bulunanlar, konuşmadan
ve kıpırdamadan oturur, kitap ve gazete okurlar. Aslında gerçek ölüler,
trendekilerdir. Bu trende oturanlardan yaşlı bir adam, kahramanın yıllar önce
ölen müzik öğretmeni; genç zabit, savaşta yanında ölen arkadaşı; onun
yanındaki genç kız, zabitin ölen nişanlısı; gazeteyle yüzünü gizleyen adam,
kahramanın babasıdır. Tren, bir anda devinir, geldiği gibi sessizce gider.
İstasyondaki insanlar ise, ilk durumdaki gibi donuk kalır. Onların görüntüsü,
kahramanın trende yaşadıklarıyla birlikte düşünüldüğünde, yaşayan ölüler
eğretilemesi
oluşur.
İstasyona
gelip-giden
ölüler
treni,
eğretilemeyi
benzetmeye dönüştürür. Çünkü ilkinde ortalıkta gerçek ölüler yoktur,
ikincisinde trendeki ölüler vardır.
Sinemada benzetme, değişik biçimlerde yapılabilir; benzer nesnelerin
görüntüsü ve benzer devinimler, ardışık getirilebilir. Örneğin fotoğraf
makinesi ile tabancayı, işlevsel açıdan şu çekim sırası içinde düşünelim:
Çekim 1: Fotoğraf makinesine film takılması (çok yakın çekim). Çekim 2:
Tabancaya mermilerin konulması (çok yakın plan çekim). Çekim 3: Fotoğraf
çektirmeye hazırlanan bir adam (boy çekim). Çekim 4: Kurşuna dizilmek üzere
bekletilen bir adam (boy çekim). Çekim 5: Objektif ayarlayan ve nesneyi
çerçeveleyen fotoğrafçı (genel çekim). Çekim 6: Tabancayı idamlık adama
çevirip nişan alan adam (genel çekim).
Bu çekimler ardışık getirildiğinde, fotoğraf filmi ile mermi, fotoğraf
makinesi ile tabanca, fotoğrafçı ile cani, fotoğrafı çekilen adam ile idam
edilecek adam benzeşmesi sağlanır.
206
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
Kurosawa’nın, Düşler adlı filminin dördüncü (Tünel) bölümünde, Üçüncü
Taburu, kendi hatasıyla, tümden ölüme gönderen komutanın vicdan
hesaplaşması konu edilmiştir. Savaş sırasında verdiği yanlış kararlar
sonucunda, Üçüncü Tabur’un tamamen yok olmasına neden olduğu için ceza
alan, artık evine dönen komutan, bir tünele girmek üzeredir. Tünelden köpek
hırlaması duyar, dönüp bekler. Köpek tünelden çıkar ve ısıracak gibi
hırlayarak onun çevresinde dolanır. Komutan kendini korur, yoluna devam
eder. Tünelin öbür ucundan çıktığında, arkasından ayak sesleri gelir, komutan
durup bekler. Bir asker gelir, ölmediğini, evine gidip annesinin yaptığı
keklerden yediğini, ailesini kendisinin öldüğüne inandıramadığını açıklar.
Komutansa, onun ölmek üzereyken de keklerden söz ettiğini, can çekişirken
düş görmüş olduğunu söyler, ama askere ölmüş olduğunu kabullendiremez.
Büyük bir çabanın sonunda, onu öldüğüne inandırır. Asker tünelin içine doğru
yürür, gözden yiter. Bu kez, düzgün adım yürüyen askerlerin ayak sesi
yaklaşır. Savaşta, taarruz sırasında tamamı ölen Üçüncü Tabur askerleri,
taburun başındaki çavuş komutasında gelir. Çavuş, komutanına, kendisinin
emrini beklediklerini açıklar. Komutan, onlara, kendisinin hatası sonucu
tümden öldüklerini söyler. Vicdan azabı içinde, “Sizlerle birlikte orada ölmüş
olmayı çok isterdim” der. Oysa, askerler, evlerine dönmek istemektedirler.
Komutan, uzun çabadan sonra, onları ölmüş olduklarına inandırır. Üçüncü
Taburu oluşturan tüm askerler karşısında birer ölü gibi dururken, komutan,
onlara, “Üçüncü Tabur! Geriye, dön! Maarş” diye bağırır. Tabur döner, geldiği
gibi uygun adım tünele girer ve gözden yiter. Saldırgan köpek, komutanın
vicdanını temsil eder. Komutanı rahatsız eden “köpek” ile, içerden saldırarak
rahatsız eden “vicdan” arasında bir benzerlik kurulmuştur.
Düzdeğişmece karşıtı olarak eğretileme, doğal dilde olduğu kadar sinema
dilinde de çok önemli bir anlatım ögesidir. Eğretileme, sinemayı, gerçek
yaşamda olanların basit bir kopyası olmaktan kurtarır, ona sanatsal bir nitelik
kazandırır. Böylece aradaki benzerliklerden yararlanılarak, bir olay ya da olgu,
207J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
bu olayın gerçekte kendisi olamayan olay ya da olguyla anlatılır; görünmeyen
varlıklar, görünen varlıkların görüntülerine anlam bakımından dönüştürülerek
gösterilir.
“Sen bir aslansın” tümcesi, cesareti vurgulamak; “Sen
bir şimşeksin”,
tümcesi de ivediliği vurgulamak için söylendiğinde, bir eğretileme yaratılmış
olur. Sinema, öncelikle görüntü olduğu için, eğretileme, bu sanatta görüntüyle
yaratılır. Eisenstein’ın uzanan, yarı doğrulmuş ve saldıran üç taş aslan
yontusunun çok kısa çekimlerini birleştirerek yarattığı
“kükreyen halk”
eğretilemesi, bu tür anlatıma örnek oluşturur. Eğretilemeli anlatıma sık
başvuran yönetmenlerden Godard (1993: 141), birçok ünlü insanın adlarının
bulunduğu karatahtadan bu adları tek tek sildirir. Geride yalnız “Brecht” kalır.
Böylece “Herkes gitti, Brecht kaldı” eğretilemesi yaratılır. Pasolini (1992: 35),
yazın sanatının (dolayısıyla da şiirin), neredeyse tamamen eğretilemeden
oluştuğunu, sinemada neredeyse hiç eğretileme kullanılmadığını; eğretilemeli
anlatım bakımından sinema-yazın arasında ayrılıkların olduğunu söyler. Oysa
örnekler eğretilemeli anlatımın da sinema dilinin temel taşlarından olduğunu
göstermektedir.
Sinema, eğretileme yapmak isteyen yönetmenlere değişik olanaklar sunar.
Kesme yöntemi bu olanaklardan biridir. Kesme, eğretilemeli anlatım için
yönetmenlere gerekli uzaklıkları sağlar. Bu tür bir yöntemle eğretileme
yaratmaya Fellini’nin Tatlı Hayat (La Dolca Vita, 1960) filmini örnek gösteren
Büker, bu örneği, şöyle açıklar: Başı, gökyüzündeki İsa’ya dönük olarak dans
eden birisinin çekiminden, onun baktığı yerdeki helikopterden sarkan İsa
yontusunun yeryüzüne dönük yüzüne kesme yapılarak bir eğretileme
yaratılmıştır (Büker, 1991: 134-135, 148).
Bu doğrultuda, Resnais’nın Hiroşima Sevgilim (Hiroshima Mon Amour)
filminin adı bile eğretileme yaratır. Bir yanda, üzerinde atom bombasının gücü
denenmiş, üç yüz bin masum insanın katledildiği “Hiroşima” adı, öte tarafta
ise, insanın varlık nedeni olan sevgiyi temsil eden “sevgilim” sözcüğü vardır.
208
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
“Hiroşima” adı ölümle özdeşleştiği için de, bu iki sözcük, artık sonsuza kadar
karşıt anlamlıdır. İki karşıt anlamlı sözcük bir araya getirilerek, eğretileme
yaratılmıştır. Filmde sevişme, hastane, müze görüntüleri, 6 Ağustos 1945’te
çekilmiş olan haber filmlerinin görüntüleriyle kesilir. Geçmiş ile yaşanan an
arasında gidip-gelen filmde, sevgi coşkusu içindeki çiftin görüntüleri, atom
bombasının neden olduğu saldırgan yıkıcılığın yarattığı görüntü ile kesilir,
yıkım-yaratım karşıtlığı vurgulanır (Büker, 1991: 148). Bu eğretilemenin
oluşması için gereken iki birim arasındaki uzaklık (kent, savaş ve aşk), bu
filmde yeterince bulunmaktadır. Görüntü ve sesleri bindirerek eğretileme
yaratan Bunuel ise, iki sözcüğü bindirerek eğretileme yaratır. Yarattığı bu
eğretilemeyi de, filmine ad olarak verir (Büker, 1996: 143): VIRUS (virüs;
hastalık mikrobu) + DIANA (kızoğlan kız ya da tanrıça) = VIRIDIANA.
Yazın sanatı ve şiir, eğretilemeden bağımsız düşünülemez. Dizeler ile
yaratılmak istenen anlamlar, çoğu zaman eğretilemenin ürünü olarak ortaya
çıkar. Küçük İskender, kanlı masal şiirinde “Tüm eski sevgililerimi unuttum”
demez; “unutma” sözcüğünü kullanmadan, şiiri eğretileme ürünü olarak ortaya
çıkarır; eski sevgililerin unutulmasını anlatan dizeleri oluşturan sözcükler
birlik içinde “unutma” eğretilemesini yaratır: [1] yatağıma döküldün / [2]
yatağına döküldüm / [3] ve ben bu sonsuz savruluşta / [4] o gece / [5] bütün
eski sevgililerimden ince ince söküldüm / [6] senin oldum! 1-2 dizelerinde,
özne (şair), canlı durumdan, cansız duruma (ben diyen) özne durumdan
dökülen yaprak (su) durumuna geçer. 3 dizesinde özne yaprak gibi savrulur.
[4] dizesinde savruluşun yaşandığı anı belirtmede gece “zaman dilimi”, bunun
yanı sıra savruluşun geçtiği yer olarak /uzam/dır. [5] dizesinde önceki
sevgililerine sıkıca bağlılığı söz konusu olduğu için canlı insan, unutma
sürecine girildiğinde (birbirlerine dikilmiş kumaşlardan biri gibi sökülür)
cansız olur. Olağan koşullardaki biçimine oranla kimi ögeleri eksik olan,
eksikleri anlamayı aksatmayan dizimde; özne, /canlı/ ve /cansız/ olma durumu
arasında eğretileme sanatı ile gider-gelir. Eksiltisi yapılan biçimler durum ya
209J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
da dilbilgisi açısından kolayca kavranabilecek, eksik yanı bir güçlük çıkmadan
giderilebilecek olan biçimlerdir (Vardar–Ötekiler, 1998: 95).
Sinemada anlatımın (dilin) sıkıcı olmaması, görüntünün estetik yapıda
akması için, çekim fazlalıkları kurguda kesilir. Eksilti en basit halde çekimin
işlenmemiş halinde iş görür, gerçek işlevi filmsel bütün içinde yerine getirir.
Sağlam şiir-yapı, ondan bir tek sözcük çıkarıldığında bile nasıl çökerse,
rastlantılara yer bırakılmayacak biçimde inceden inceye kurgulanmış sağlam
film-yapı bir çekimi çıkarıldığında çöker. Özetle, izleyiciye anlatılmak istenen
öykünün süzgeçten geçirilmesi ve tüm fazlalıkların atılması eksilti işleminin
temelini oluşturur.
Kullanılmadıkları durumlarda şiiri eksik bırakmayacak kimi sözcüklerin
şiirin dışarısında bırakılması, şiir dilinin eksilti özelliğini oluşturur. Bu
yaklaşımsa bize şiir-yapının “sözcük eksiltme” yoluyla elde edildiğini gösterir.
eski sinemalar (İlhan 1990: 36) şiirinin son altılığı şöyledir: kanlı bir sarışınla
şanghay trenindeyim/ takma kirpiklerinde hülyalı dumanlar/ yabancılar
lejyonu’nda fransız teğmeniyim/ belki harp divanından idamım çıkar/ bitmiyor
nedense başlayan hiçbir film/ ne yapsam içimde o eski sinemalar. Eksiltiyle bu
altılığın dışında bırakılan sözcükler yerlerine konulursa,dizeler şöyle görünür:/
(ben) kanlı bir sarışınla (birlikte) şanghay trenindeyim/ (onun) takma
kirpiklerinde hülyalı dumanlar (var)/ (ben) yabancılar lejyonu’nda (bir)
fransız teğmeniyim/ belki (bu) harp divanından idamım çıkar/ (nedenini
bilemiyorum ama) bitmiyor nedense başlayan hiçbir film / ne yapsam
içimde(ki) o eski sinemalar (‘ın anısını unutamıyorum).
Okumanın
açıklama/anlaşılması
dizimsel
düzeyde
gerçekleşiyorsa,
birleşmeye dayanıyorsa, dil düzdeğişmeceli, anlatısallığın temel özelliği olarak
vazgeçilmez. Jakobson, Amerikalı yönetmen Griffith’in değişik çekim açıları,
perspektif ve çekim odaklarıyla tiyatro geleneğini yıkarak, yakın ya da büyük
çekimle düzdeğişmeceli dili yarattığına dikkat çeker (Büker, 1985: 73, 76).
Griffith, Judith of Bethulia (Bethulialı Judith-1913)’da,öykünün can alıcı
210
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
noktalarını ilk ayrıma yerleştirir: Çekim 1: Bethulia’nın surları yarı genel
çekimle gösterilir. Kamera kayaların arasındaki görünümü daha geniş
gösterecek biçimde ayarlanmıştır. Çekim 2: Kuyu başında Naomi’nin (Mae
Marsh) yakın çekimi. Çekim 3: Kuyudan su çeken Naomi’nin yakın çekimi.
Çekim 4: Ağır kovayı kaldıran Naomi’nin yakın çekimi. Çekim 5: Naomi’nin
sevgilisi Bobby’nin boy çekimi. Bobby, gülümseyerek su testisini Naomi’nin
omuzuna almasına yardım eder. Çekim 6: Sevgilisine bakan Naomi’nin yakın
çekimi. Bobby sağda, neredeyse çerçeve dışındadır. Çekim 7: Kuyudan
uzaklaşmakta olan sevgililerin boy çekimi. Sağdan çerçeve dışına çıkarlar.
Çekim 8: Sevgililer,soldan yakın çekimle çerçeveye girerler. Uzun çekimle
sağdan çerçeveden çıkarlar. Bu ayrım, dizimsel ve düzdeğişmeceli kurguya bir
örnek oluşturur. Nesne ve kişilerden ayrılmadan, onları değişik açılardan
betimleyen bu ayrımda yönetmen, iki sevgiliyi gösterir, izleyicileri onlardan
yana çeker (Büker, 1985: 78 – Büker, 1996: 131-132).
SONUÇ
Hem sinema dilinde hem doğal dilde, soyut gerçekliklerin somut gerçeklikler
aracılığıyla anlatılabileceği söylenebilir. Tüm sanat dallarının ortak bir töze
dayalı, kendilerine özgü bir dilleri vardır. Bu ortak töz, kurgudur. Kurgu
olmadan sanat yapıtı olamaz.Baudelaire’nin “Kurgulanmamış hiçbir şey sanat
eseri olamaz “ sözü sanat eserinde kurgunun önemini açıklar.Doğadaki kendi
içinde
kurgulanmış
gerçeklik sanatçının eli değmeden
yanlızca
bir
hammaddedir salt bir gerçekliktir.Sanatçı doğadaki hammaddeyi kurgulayarak
sanat eseri haline getirir.
KAYNAKÇA
1. BENVENISTE, Emile. (1995). Genel Dilbilim Sorunları. (Çeviren: Erdim
ÖZTOKAT). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
2. BÜKER, Seçil. (1985). Sinema Dili Üzerine Yazılar. Ankara: Dost Kitabevi
Yayınları.
211J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Düşünce, İnsan Dili ve Sanat Dili
3. BÜKER, Seçil. (1991). Sinemada Anlam Yaratma. Ankara: İmge Kitabevi
Yayınları.
4. EZİLER/KIRAN, Ayşe, Zeynel KIRAN. (2001). Dilbilime Giriş. İkinci
Baskı. Ankara: Seçkin Yayıncılık.
5. GODARD, Jean-Luck. (1991). Godard Godard’ı Anlatıyor. (Çeviren:
Aykut DERMAN). İstanbul: Metis Yayınları.
6. PASOLINI, Pier Paolo. (1992). Hepimiz Tehlikedeyiz. Hasan AYDIN.
İstanbul. Şehir Yayınları.
7. GÖKTÜRK, Akşit. (2000). Sözün Özü. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
8. GOMBRICH, E.H.. (1986). Sanatın Öyküsü. (Çeviren: Ahmet CEMAL).
İstanbul: Remzi Kitabevi
9. GOMBRICH, E.H.. (1992). Sanat ve Yanılsama. (Çeviren: Ahmet
CEMAL). İstanbul: Remzi Kitabevi.
10. KAGAN, Moisses. (1993). Estetik ve Sanat Dersleri. (Çeviren: Aziz
ÇALIŞLAR). Ankara: İmge Kitabevi.
11. PAVIS, Patrice. (2000). Gösterimlerin Çözümlemesi – Tiyatro, Dans,
Mim, Sinema. (Çeviren: Şehsuvar AKTAŞ). Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
12. PAZ, Octavio. (1995). Şiir Nedir? Yay ve Lir. İstanbul: Era Yayınları.
13. PUDOVKIN, Vsevolod Illarionoviç. (1966). Sinemanın Temel İlkeleri.
(Çeviren: Nijat ÖZÖN). Ankara: Bilgi Yayınevi.
14. SAUSSURE, Ferdinand de. (1985). Genel Dilbilim Dersleri. (Çeviren:
Berke VARDAR). Ankara: Birey ve Toplum Yayınları.
15. WÖLFFLİN, Heinrich. (1990). Sanat Tarihinin Temel Kavranmları.
(Çeviren: Hayrullah ÖRS). İstanbul: Remzi Kitabevi.
16. VARDAR, Berke. (1998). Dilbilimin Temel Kavram ve İlkeleri. İstanbul:
Multilingual.
17. VARDAR, Berke. Nükhet Güz ötekiler. (1998). Açıklamalı Dilbilim
Terimleri Sözlüğü. İstanbul: ABC Kitabevi A.Ş.
212
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 191-213
Cengiz ASİLTÜRK
18. VOLOŞİNOV, V.N.. (2001). Marksizm ve Dil Felsefesi. (Çeviren:
Mehmet KÜÇÜK). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
213J
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 191-213
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 214-226
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
KÜRESELLEŞME VE SİNEMA
Burak Buyan*
ÖZET
Toplumsal yaşamın her alanında satırbaşı kelimesi haline gelen "küresel" ifadesi,
kültürel anlamda kullanıldığında sanatçıları yakından ilgilendirmektedir. Bakış açısına
ve ideolojilere göre zıt anlam taşıyabilen bu kavram neyi ifade etmektedir? Kültürün
küreselleşmesi, arzu edilen bir durum mudur, yoksa kaçınılmaz bir son anlamına mı
gelmektedir? Bu yazıda kültürlerarası iletişimde en etkin ve yaygın anlatım dili olan
sinema ve küreselleşme olgusu üzerinde durulacak, sinemanın küreselleşmedeki rolü,
küresel bir ifade aracı oluşu ve nihayetinde, içerik olarak, ne kadar küresel olabildiği
irdelenecektir.
Anahtar sözcükler: globalleşme, küreselleşme, kültür, sinema
ABSTRACT
The word "global" which became the main topic in every aspect of social life, intrests
artists when it is used in the meaning of cultur. What is this signification which can be
used in an opposite meaning, depending on the point of view and idelogy? Is
globalisation of culture a desire or is it an inevitable end. This article will focus on the
role of cinema which is the most effective means of communication among cultures and
in terms of globalisation. It will also emphasize the role of cinema in relation with
globalisation in particular. Eventually it will focus on how global it is as far as content
is concerned.
Keywords: globalisation, culture, cinema
GİRİŞ
Sinemanın icadından bu yana katettiği yol ve geldiği nokta göz önüne
alındığında, başlangıçta seyirlik bir eğlence aracı olarak doğduğunu, zaman
içinde küresel kitleye ulaşabilen etkileyici bir hikaye anlatma sanatına
dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz. Sinemanın sanat olduğu kadar ticari yönü
kuvvetli bir endüstri olduğu da açıktır. Sanat disiplinleri içinde, teknoloji ve
finansa en çok gereksinim duyanı yine sinemadır. Diğer bir deyişle, küresel bir
sanat için küresel sermaye, en büyük destek konumuna gelmektedir. Burada
sözü edilen kaynakların birtakım önkoşulları mevcuttur. Örneğin Eurimages ve
*
Yrd.Doç.Burak Buyan, Beykent Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema-Tv Bölümü,
İstanbul, [email protected]
Küreselleşme ve Sinema
benzeri kurumlar, projenin Avrupa bağlantılı olması, çekim ekibinde Avrupa
ülkelerinden sinemacıların çalıştırılması ya da filmin çekim sonrası
aşamalarının Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilmesi koşuluyla yapımlara destek
verebilmektedir. Filme finans sağlayabilmek amacıyla çeşitli kurumlardan
destek alınabilmekte, ancak gerekli koşullar, senaryoyu da etkileyip filmin üç
ayrı ülkede geçmesine neden olabilmektedir. Bu durumda, sanatçılar,
kültürlerarası etkileşimi daha üretim aşamasında yaşamaya başlamaktadırlar.
Görülüyor ki, üretimde bir ortak yapımdan, çok uluslu, küresel bir yapıdan
söz etmek mümkündür. Sinemayı diğer disiplinlerden ayıran önemli
özelliklerinden biri de, kollektif bir sanat oluşudur. Sinemada bireysel
üretimden söz etmek mümkün değildir. Bir resim tuvalinin altında sadece
ressamın ismi ve tarih yazılı iken, sinema filminde çoğu izleyici için jenerikte
akan onlarca ismi okumak oldukça zordur... Teknoloji, finans, sanatçı ve kültür
(öykü, sanat, yaşam alışkanlıkları, gelenek,v.b.), sinemada küresel mozaiğin
temel yapı taşlarını oluştururlar. Bu birlikteliğin yapıma boyut kazandırdığı
tartışılmazdır.
Genişletecek olursak, bir ülkenin yapımcısı diğer ülke ya da ülkelerden ortak
yapımcılar ile diğer bir ülkede farklı bir coğrafyaya ait hikayeyi
anlatabilmektedir. Diğer taraftan, 300 sayfalık bir roman, en az 1 hafta kadar
okunma süresine gereksinim duyarken, bir salonda toplanan 500 kişiye, 90
dakikada öykü aktarabilmek sinema diline özgüdür. Filmdeki diyalogların
tercüme
edilmesi
halinde,
diğer
ülkelerdeki
kitlelere
kısa
sürede
ulaşılabilmekte ve bunun için izleyicinin sadece rahat koltuklarda oturup
perdeye bakması yeterli olabilmektedir. Özetle sinema, tüketimi zahmetsiz,
iletimi kolay bir anlatım aracı olmuştur. Bu gelişmeler sonunda toplumların
etkilenip, özendirilebileceğinin, onlara subjektif bilgi aktarılabileceğinin
keşfedilmesi uzun sürmemiştir. Göz yanılmasına dayalı bu görsel-işitsel
ortamda, farkettirmeden bilinç altına bilgi gönderilebilmektedir. Sinema
perdesindeki 1 saniyelik hareketli görüntü, 24 adet fotoğraf karesinden
215
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226
Burak Buyan
oluşmaktadır. İçlerinden sadece 1 karenin belirgin bir ürünün logosu olması
durumunda, ürüne ait bilgi, istem dışı olarak, gizlice algılanmış olacaktır.
“1957 yılında market araştırmacısı James Vicary, sinema ekranında çok hızlı
bir şekilde parlayan mesajların, insanların gıda üzerindeki tercihlerini
etkilediğini belirtmiştir. Ve ilk olarak “bilinçaltı reklam” (subliminal
advertisement) tanımlamasını kullanmıştır. Vicary, yaptığı araştırmada
takistoskop adı verilen cihazla filmlerin arasına “Coca Cola İç” , “Patlamış
Mısır Ye” mesajları yerleştirmiştir. Bu mesajlar saniyenin 1/3000 kadar kısa
bir sürede görünüyor ve her 5 saniyede bir tekrarlanıyordu. Bu filmin
arkasından New Jersey’deki Cola satışlarının % 18.1 ile % 57.5 arasında arttığı
gözlemlenmiştir. (Teber,2007:1)
Günümüzde, kimi televizyon dizilerinin ve sinema filmlerinin başlangıcında,
“izleyeceğiniz filmde sanal reklam uygulaması yapılmaktadır” ibaresi ile
karşılaşmaktayız. Bu, birtakım marka ya da
buluşturulması
anlamına
gelmekte
ve
“ürün
ürünlerin, seyirci ile
yerleştirme”
olarak
adlandırılmaktadır. “Temelde, reklam amaçlı bir uygulama olan ürün
yerleştirme, reklam veren firmanın ürün ya da hizmetlerini belirli bir bedel
karşılığında iletişim ortamlarında görünür kıldığı bir ortaklığı ifade
etmektedir.”(Gürel-Alem,2005,137)
Görülüyor ki sinema hikaye anlatırken alt metinlerde açıkça, teknik olarak da
gizlice etkilemede bulunabilmektedir.
"İletişim teknolojilerinin sunduğu olanaklar, hayatı her geçen gün biraz daha
kolaylaştırırken, dünya ekonomisi de küresel anlamda büyümekte ve insanlar
arasindaki tüketim artmaktadır. Küresel kültür bağlamında, medyanın ve
şirketlerin birbirleriyle olan çıkar ilişkileri, tam anlamıyla bir zincir
oluşturmuştur. Bu zincirin devamını sağlamak için, “küresel kültür” adı
altında, insanları her geçen gün biraz dana fazla etkilemekte ve
yönlendirmektedir." (Ilgaz,2001:1)
216
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226
Küreselleşme ve Sinema
Buraya kadar kullanılan "küresel" sözcüğü, metin içerisinde "dünya geneline
ait, evrensel" anlamındadır. Şimdi küçük bir ekleme ile büyük tartışmalara yol
açan derin bir kavramı konumuza dahil edeceğiz.
Küreselleşme:
Ansiklopedilere
başvurduğumuzda,
küreselleşme,
ekonomik,
sosyal,
teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik açılardan global bütünleşmenin,
entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir. “Küreselleşme,
dünya ölçeğinde, ekonomik, siyasal ve kültürel bütünleşme, fikirlerin,
teknolojilerin
küresel
düzeyde
kullanılması,
sermaye
dolaşımının
evrenselleşmesi, ulus devlet sınırlarını aşan yeni ilişki ve etkileşim
biçimlerinin ortaya çıkması, mekanların yakınlaşması, dünyanın küçülmesi,
sınırsız rekabet, serbest dolaşım, pazarın dünya ölçeğinde büyümesi ve ulusal
sınırların
dışına
çıkması,
kısaca
dünyanın
tek
pazar
haline
gelmesidir.”(Balay,2004:62)
“Küreselleşme süreci, yandaşları ve karşıtları tarafından çok farklı
biçimlerde yorumlanmaktadır. Kimi düşünürler, küreselleşmeyi kapitalizmin
yeni adı olarak değerlendirirken, kimileri de daha hızlı büyüme, yükselen
yaşam standartları, yeni fırsatlar, bilginin ve teknolojinin daha hızlı dolanımı
şeklinde algılamaktadırlar.”(Zeren,2006:640)
Sözcük pozitif ve yapıcı yönüyle kulağa hoş geliyor iken olumsuz anlamda
kullanılmasına sebep olan ilk bakışta ekonomik kısmı olsa gerek. "Teknolojik
gelişmeye, özellikle iletişim teknolojisindeki hızlı ilerlemelere bağlı olarak,
toplumların sosyal ve kültürel yapılarının da, olumlu ya da olumsuz bir
biçimde dönüşüme uğradıkları görülmektedir. Batı kültürü ile yerel kültürlerin
etkileşimini sağlayan bir sürecin sonucunda, hangi kültürlerin kazançlı
çıkacağı şimdiden kestirilemezse de, başlangıç için, iletişim olanaklarından
sonuna kadar yararlanabilen Batı kültürünün diğer kültürler karşısındaki başat
konumunu güçlendirdiği söylenebilir. Ekonomik, politik ve teknolojik
gelişmelerin etkisiyle kitle iletişim araçları üzerindeki devlet denetiminin
217
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226
Burak Buyan
azalması, bu araçların ticari amaçlarla çok geniş alanlara ulaşmalarını
hızlandırmıştır. Küresel kitle iletişimin bir sonucu olarak da, yerel kültürlerin
evrensel bir kültüre doğru dönüşüme uğramaları kaçınılmaz olmaktadır."
(Köse, 2003:12)
Ekonomik alanda uluslararası işbirliği, paylaşım ve destek, son derece yararlı
görünürken, buna karşılık, tek tip kültürün egemen olarak dayatılması
noktasında beklentiler farklılaşmaktadır. Dünyanın kültürel zenginliğinin
küreye yayılıp tanıtılması yerine, ekonomik gücü olan tekil kültürün dünya
üzerinde standartlaştırılması söz konusudur; çünkü ardından bu kültüre ait
ürünlerin pazarlanması gündeme gelecektir. Ürettiğiniz malı ülke sınırları
dışına çıkarıp küresel pazara sunmaya ne dersiniz?
"Küreselleşme tekel şirketler tarafindan pazarlanan malların, tüketim üzerine
kurulmuş ikonlaştırılmasıdır. Müzik, sinema ve sanat tüketilebilir mallardır.
Yeterince reklamını yaparsanız her şeyi satabilirsiniz." (Akman, 2005:1)
Küreselleşme kavramı, ekonomi ve siyaset çevrelerinde, çeşitli alanlarda,
birçok
olumlu
yönü
ile
varolurken,
özellikle
tüketim
ekonomisini
benimsemeyen çevrelerde tamamen olumsuz anlamda kullanılmaktadır. Konu
kültür ve sanata geldiğinde ise, sanatın biricikliği, ait olduğu coğrafya ve
kültürü yansıtması söz konusudur. Elbette, etkileşim, çeşitleme, gönderme ve
ortak dil, sanatın vazgeçilmezleri arasında olacaktır; ancak standart baskın bir
kültürden ve kalıplara sokulmuş bir sanattan dünya genelinde bahsetmek ne
kadar mümkün olabilir? Şüphesiz, içinde bulunduğumuz yüzyılda hiçbir
kavram gerçekçi olarak ekonomiden bağımsız değerlendirilemez. Ekonomik
güç,
varolabilmenin ve hükmedebilmenin temel şartı haline gelmiştir.
Sonuçta, her hamle, ekonomiye hizmeti dahilinde değerlendirilir olmuştur:
"Küreselleşmenin ekonomik ayağı, uluslararası sermayenin egemenliğine
işaret etmektedir. Bu egemenlik, bütün ülkeleri, örneğin Birleşik Amerika'yı da
aşan bir biçimde gelişmiştir. Kendi mantığı içinde, sermaye ve onun simgesi
olan marka bazında dünyayı, tüketiciyi ve tüm insanları yönlendirmektedir.
218
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226
Küreselleşme ve Sinema
Ekonomik olarak uluslararası sermayenin egemenliği, bir yandan günlük
yaşam açısından dünyayı "birörnekleştirirken", öte yandan, ekonomik
verimliliğin, yani üretim verimliliğinin, dünya ekonomisindeki en belirleyici
ölçüt olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Böylece, gittikçe bütünleşen dünya
ekonomisindeki rekabetin belirleyici sonucu, üretim verimliliği kavramına
bağlanmıştır." (Kongar, 1997:1)
Kültürel dayatmadan ve buna bağlı tüketimin körüklenmesinden söz
edilirken Amerikan sinemasının karşı konması zor endüstriyel gücü olan
Hollywood'un küreselleşmedeki rolünü görmezden gelemeyiz. Peki kültürüyle,
yaşamıyla adı gibi olan "Yeni Dünya"nın kültürel ve yaşamsal altyapıya sahip,
tarihi geçmişi olana kendi gerçeklerini sunabilmesi nasıl mümkün olmaktadır?
"II. Dünya Savaşı’nın ardından kitle-insan örgütlenmesine karşı gelişen
bireyselleşme vurgusu, günümüzde başlı başına bir sorun haline gelmiştir.
Bahsini ettiğimiz Hollywood ideolojisi de, bu bireyselleşmeyi artırmaya
yönelik hareket etmektedir. İnsanlar bireyselleştikçe toplumsal olaylara kapalı
bir yaşam tarzı oluşmakta ve kolektivist bir yaşamın önü tıkanmaktadır. Peki
Hollywood’un bu tarzının ne zararı vardır? Böyle bir tarz, sadece klasik antiemperyalist anlayışla Amerika karşıtı olunması gerektiği için değil, sanatsal ve
dolayısıyla ideolojik açıdan belirli bir anlayışın dayatılması yanlış olduğu için
zararlıdır. Sanatsal filmler yaptığı iddiasıyla ortaya çıkan Avrupa sineması,
karşı-sinema ya da üçüncü sinema, farklı sesler vermeye çalışmaktadır; ancak
bu durum gözardı edilmektedir." (Ünal, 2007:1)
“Orta Afrika köy toplumlarını araştıran bir sosyolog, gözlerden uzak ve dış
dünyadan yalıtılmış olduğuna inandığı bir yöredeki toplumun eğlencesinin,
‘Basic Instinct’ filminin topluca videoda seyredilmesinden başka birşey
olmadığını gördüğünde şaşırmıştır. Bu durum, filmin Londra sinemalarından
önce ücra bir bölgede seyredilişini, küreselleşme kavramı ve olgusu ile
açıklamak açısından benzersiz bir örnek oluşturmaktadır ve aynı zamanda
219
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226
Burak Buyan
Amerikan film endüstrisinin bir anlamda yaygın küresel, kültürel etkisini de
doğrulamaktadır.” (Turan-Aykoç,2002:141)
Diğer sanat dalları arasında sinema, finans konusunda en önde geleni ve en
yüksek rakamlara sahip olanıdır. Dolayısıyla, küresel sermayenin ve pazarın en
güçlü aracı haline gelmektedir. Diğer taraftan, iletişim araçlarının gelişimi ve
sayısal teknoloji, görsel-işitsel alanda ekonomik bakımdan güçlü olmayan
kültürlere de kendini ifade edebilme imkanı vermiştir. Sayısal teknoloji
sayesinde, büyük stüdyolara gereksinim duyulmadan film üretilebilmekte ve
dağıtımı yine sayısal ortamda yapılabilmektedir. Üretim maliyetlerinin aşağı
çekilmesiyle, dünya pazarında olmasa da çeşitli festivaller aracılığıyla farklı
kültürlerin buluşması söz konusudur. Kaldı ki bu tür yapımlar, pazarın
geneline hakim olan ideolojinin hedeflerini amaçlamamaktadır. İnsan ve
yaşam temelinde anlatılan hikayeler, işaret edilen sosyal olgular ve toplumsal
gerçekler, elbette izleyiciyi salt eğlendirme amacında değildirler. Böylece,
nispeten az da olsa, tüketici, kendine tek yönlü pompalanan kültüre alternatif
bir seçim yapabilme şansına sahip olabilmiştir.
"Avrupa sineması ise, son yıllarda, ne içerik de ne de öz olarak yenilik
getirememektedir. 90’ların sonunda Dogma akımıyla farklı bir yere oturan
Danimarka sinemasını bir yana bırakırsak, Italya’da Ferzan Özpetek sineması,
Almanya’da başını Fatih Akın’ın çektiği, Neco Çelik’ten Yüksel Yavuz’a Batı
metropol toplumunun sorunlarını işleyen yeni Türk sinemacılar, özellikle
Fransa ve Almanya’da çalışma fırsatı yakalayan Afrika, Latin Amerika ve
Ortadoğu kökenli sinemacılar ve ortak yapımlar, Avrupa’dan gelen kayda
değer filmlerin kaynağını oluşturmaktadır." (Kömürcüoğlu, 2005:102)
Müzikte de olduğu gibi, farklı kültürlerin biraraya gelerek üretmesi, kendi
kültürleri ile bir başka kültürü yorumlamaları, paylaşmaları ve senteze
ulaşmaları, sanatın gerçek anlamda küreselleşmesi adına oldukça önemlidir;
ancak bu tür bir küreselleşmenin büyük sermaye guruplarına bir yararı
bulunmadığı gibi, yerel kültürün önemini ve değerini ortaya çıkarması
220
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226
Küreselleşme ve Sinema
açısından oturtulmak istenen sistemi baltalayıcı etkisi de vardır. Halbuki
sanatın kültürler arasında arabuluculuk, sorunları yansıtma, kaygıları dile
getirme, ortak yönleri belirleme gibi ciddi sorumlulukları da vardır. Ayrıca
kültürlerin belirli coğrafyalara özgü, uzun zaman içinde yerleşmiş değerleri,
gelenekleri
vardır.
Bu
değerler
kısa
sürede
yenileri
ile
kolayca
değiştirilemezler. Her türlü değişim, belirli bir sindirim süresine gereksinim
duyar. Kültür bir yana, uzun zaman dilimlerine bölünerek, büyük hazırlıklarla
ve ciddi kriterlerle kurulan "Avrupa Birliği", ortak para birimine geçerken
büyük sorunlar yaşamış ve bu sorunlar kültürel olarak birbirine yakın görünen
ülkelerde bile çeşitlilik göstermiştir. Yaşam standartları önemli ölçüde
değişmiştir. Görülüyor ki küresel olmasa da, dünyanın belirli bir bölgesinde
para birmini bile tektipleştirmek kolay değildir. Birlik içinde bunu reddeden
İngiltere gibi ülkeler mevcuttur. Özünde, tek tip bir elbiseyi dünyadaki tüm
insanlara giydirmeye çalışmanın çok anlamlı olacağından söz etmek mümkün
değildir. Kültürel zenginlik çeşitlilikte gizlidir. Bu çeşitliliğin korunması, diğer
nesillere ve kültürlere aktarılması gerekmektedir. Bir başka deyişle, tek yönlü
kültür, tek boyutu ifade etmektedir. Derinlik kazanmak için çok kültürlü
yaşama gereksinim vardır. Farklı medeniyetlerin kültür alışverişinde
bulunabilmesi, belirli alt yapının paylaşılmasıyla mümkün olabilecektir. Yerel
bir filmin okumasını yaparken, içinden geldiği kültür kodlarının bilinmesi
gerekecek ve film bu kodların bir kısmını deşifre edecektir: "Sinema
filmlerinin üretildikleri ortamın kültürel, politik ve toplumsal koşullarından
etkilendiği ortadadır. Filmlerin ortak özelliklerini oluşturan ögelerin çoğunun
mantıklı nedenleri vardır. Bu bileşenler, raslantısal bir biçimde yan yana
gelmezler. Bir kez daha yinelemek gerekirse, bir ülke sinemasını incelerkenki
en önemli zorluk, üretilen örneklerin her türlü toplumsal, ekonomik, sosyal ve
tarihsel değişken gözönüne alınarak değerlendirilmesi gerekliliğidir" (Kırel,
2007:375)
221
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226
Burak Buyan
Örnek alınası şekilde yansıtılan erdemli kültürün sanatı, en doğru, en iyi, en
güzel, en gelişmiş olarak kabul edilip geri kalan görmezden gelindiğinde,
varılan nokta, tek boyutluluktur. Asırların birikimi ile oluşmuş kültür mozaiği
bir kenara bırakılıp, spekülatif anlamda genel geçer olan tercih edilirse, sanat
da bundan etkilenip sonun başlangıcına erişmiş olacaktır. Diğer kültürlerden
beslenmeyen, tek renk ve tek düze bir yaratı anlayışı, her ne kadar çeşitlense
de bir süre sonra kendini tüketecektir. Akraba evliliği benzeri istenmeyen
durumları görebilmek için doğaya bakmak yeterli olacaktır. Çıkmaza giren
üretim, yeniden yapılanma için, bu sefer daha uç kültürlere sarılmak ve
sahneye egzotik kıyafetlerle çıkmak zorunda kalacaktır.
"Küreselleşme... Tek kültüre, tek güce yönelim sonunda Avrupa sinemasını
çökertti. Kitle iletişim araçlarının hızlı devrimi, medya ve internet ile ters
köşeye yattığımız dezenformasyon çağı, felsefeyi ve düşünürleri tüketti.
Çocuklar ve gençler, Amerika etkisinde medya ninnileri ile büyütülmeye
başlandı. Yazarlar, şairler bile medya yıldızlığına soyunmadan seslerini
duyuramaz oldular. Kişiler ya da sorunlar değil, rakamlar konuşuldu.. Bütün
bunlar birdenbire de değil, yavaş yavaş oldu. Sonuçta, Avrupa sineması son 10
yılda çöküş sürecine girdi. Avrupa Birliği ülkeleri, bu yozlaşma ve
küreselleşme çağında çok kültürlü yaşama olanak tanırlarsa, bir kültür
mozayiğine şans verirlerse, ki içinde Türkiye önemli yer tutacaktır,
önümüzdeki 10 yılı kurtarabilirler." (Bardakçı, 2004:1)
Yerelleşme:
Bu noktada, karşı kavramdan söz etmemiz gerekir: Yerelleşme. Aslında
yerel kültür, zaten var olanı ifade etmektedir; ancak yerelleşme denildiğinde,
kaybetmemek adına kültüre sahip çıkma anlaşılmalıdır. Yoksa küreselleşme
mantığıyla tek doğru ve erdemli olanı yerel kültürdür, diğerlerinin geçerliliği
yoktur düşüncesi içe kapanma anlamına gelecektir. Toplumsal yaşam,
diğerlerinin hak ve hukukuna saygı ile mümkündür. Toplumlar arası ilişkide,
kültürlere saygı birinci planda gelmelidir. Çıkar çatışması söz konusu
222
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226
Küreselleşme ve Sinema
olduğunda, herşeyin gözden çıkarılabildiği bir dönemde yaşıyoruz. Hatta bu
durumu "medeniyetler çatışması" diye yanlış olarak niteleyebiliyoruz.
Kültüre sahip çıkmak, başta onu paylaşmak ile mümkün olabilir. Kültürü
evrensel dili kullanarak küresel platforma taşımak, onu dünya ile paylaşmak,
gerçek anlamda küreselleştirmek için akılcı bir yöntem olsa gerek. Evrensel
anlatım araçlarını kullanırken, kültüre ait dil yapısının oluşumu da sanatsal
açıdan önem taşımaktadır. Yerel dil yapısının (uslup) oluşumu, çoğunlukla
doğal, içgüdüseldir. Konuşma dilinden örnekleyecek olursak, aynı dilin
konuşulduğu bir ülkede kuzeyden güneye, doğudan batıya lehçe farkı vardır.
Bu farkı o dilin içinde yaşamayan diğer kültürlerin ayırdetmesi mümkün
değildir. Film dilinde de benzer durum söz konusudur. Hızlı kurgulanmış
birçok plan da, durağan tek bir plan da aynı sahneyi anlatmada kullanılabilir.
Farklı olan anlatım yöntemidir. Kameranın konumu, çekim açısı, çerçeveleme,
ön plan-orta plan-arka plan, ışık tasarımı, o kültüre ait film dilinin kodları ile
yüklüdür.
"Hollywood'un algı evrenlerine dayattığı verili konvansiyonel sinema dilinin
karşısında, yerel sinema dilleri yaratma olanağımız vardır. En bilinen
örneklerden biri, kamera devinimlerinin Ortadoğu ve Doğu toplumlarının
sinematografik ürünlerinde genellikle sağdan sola, Batılı toplumların
ürünlerinde isei genellikle soldan sağa doğru gerçekleştiriliyor olmasıdır. Yazı
kültüründen kaynaklanan bu görsel gramer unsuru, sinemacı tarafından ister
bilinçli üretilsin isterse bilinçsiz, içinde yaşadığı toplumun bakış biçiminin bir
yansımasıdır." (Kutay,2007:1)
Sonuç:
Küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik
yönleri olan çok boyutlu bir kavramdır. Dolayısıyla tek bir kavram olarak
değil, ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Küreselleşme bir yönü ile olumlu
gelişmelere sahne olurken, diğer yönü için aynı durum geçerli olmayabilir.
Yadsınamayacak
olan
ise,
küreselleşmeyi
223
her
yönünü
ayrı
ayrı
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226
Burak Buyan
değerlendirirken ekonomik kısmından bağımsız tutamayacağımızdır. Diğer bir
deyişle, küresel ekonomi, diğer unsurlar üzerinde önemli ve etkin bir rol
oynamaktadır. Doğal olarak ödünler verilmesi ve bazı değerlerin yitirilmesi
söz konusudur. Kültürün küreselleşmesi, kültürlerin paylaşılması, uluslararası
platforma taşınması yerine, tek taraflı kültürün dayatılarak tüketimi körükleyici
araç haline getirilmesi anlamındadır.
“Filmlerin yapılışı, filmlerin popülerleştirdiği dünya görüşü ve ilişki tarzları
popülerin
doğasını
anlamada
temel
göstergelerdir.
Bu
göstergeler
uluslararasılaşmış sinema sektörünün parçası olduğu küresel pazarın mal,
hizmet, çıkar ve biliş satışının güçlü parçalarıdır.”(Erdoğan,2004:57)
Sinema, kültürlerin önde gelen temsilcilerindendir. Doğru kullanıldığında
kültürlerin iletilmesi için etkin bir araçtır. Çok katılımcılı bir sanat oluşu, onu
bireyselliklten uzaklaştırır ve ortak yapım imkanı verir. Ortak yapım
kültürlerarası olduğunda, sinemanın üretim aşamasında küresel boyutu ortaya
çıkar ve yapıta derinlik kazandırır. Ayrıca, sinema filmleri, içinde bulundukları
coğrafyanın kültürünü temsil eden ürünlerdir. Örneğin, İzmir’de geçen bir
hikaye, o bölgenin iklimini, yaşam alışkanlıklarını, yeme-içme kültürünü
yansıtır. Berlin’de yaşayan bir Türk’ün hikayesi ise, o coğrafyada yaşayan
farklı bir kültüre ait olacaktır. Diğer taraftan, finans bağlamında, küresel
kaynaklardan destek alınabilmektedir.
Görülüyor ki, sinema, öyküsünü (senaryo),(konu) farklı bölgelerden
seçebilir, küresel hikayelerden yola çıkabilir, gerekli ekonomik desteği farklı
ülkelerdeki kuruluşlardan sağlayabilir, çekim ekibini ve oyuncu kadrosunu
çeşitli ülkelerin sinemacılarından oluşturabilir. Çekim mekanını seçerken de
özgürdür. Sözgelimi, oriental bir vaha sahnesini Arizona çöllerinde çekebilir
ya da platoda oluşturabilir. Çekim sonrası işlemler için ise, bir başka ülkenin
laboratuvarlarını tercih edebilir. Sıra gösterime geldiğinde, film dünya
pazarındaki film dağıtımcılarına sunulur, çeşitli ülkelerdeki festivaller
aracılığıyla seyirci ile buluşturulur. Bu noktada, sinemanın küresel bir sanat
224
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226
Küreselleşme ve Sinema
olduğunu söyleyebiliriz. Sanatın küreselleşmesi söz konusu olduğunda,
kültürlerin dünya platformuna taşınabilmesi için, onun küresel bir vitrin
oduğunu kabul edebiliriz; tüketimi pompalamak adına, kültürel çıkartma
yapmak amacıyla, küresel sermaye tarafından kullanıldığını görebiliriz. Bu
küresel oluşum içinde, her ne sebeple olursa olsun, her ne amaca hizmet ederse
etsin, sanat ürününün biricikliği ve özgünlüğü tartışılmazdır. İçerik olarak,
sinemanın küreselleşmesinden bahsetmek mümkün değildir.
KAYNAKÇA
1-(Ilgaz, Ceyda,"İletişim teknolojisindeki gelişmelerin küreselleşme süreci
içerisindeki yeri ve önemi",4.Boyut,İst.Ünv.ilk sayı,http://www. istanbul.edu.tr/
4.boyut/ilksayi /iletisimtek.. cilgaz.html) 19.04.2007,11:14
2(<http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCreselle%C5%9Fme>)19.04.2007,1
4:04
3-(Köse, Ömer,Küreselleşme Sürecinde Devletin Yapısal ve İşlevsel
Dönüşümü,Sayıştay Dergisi, s:12,sayı:49, Nisan-Haziran 2003)
18.04.2007,15:12
4-(Akman,Ebru,"Küreselleşme Üzerine Notlar-1", 27.02.2005,
http://yorumlayanlar.com/2007/02/05/barizi-ibraz-kuresellesme-uzerinenotlar-i/) 19.04.2007-18:06
5-(Kongar, Emre,"Küreselleşme ve Kültürel Farklılıklar Çerçevesinde Ulusal
Kültür",
16.05.1997,Ankara,http://www.kongar.org/makaleler/mak_ku.php)20.04.2007,
21:10
6-(Ünal,Hilmi Atıl,"Sinema ve Hakim İdeoloji",
http://my.opera.com/Kalender/blog/2007/04/04/sanatsinema-ve-hakimideoloji,) 04.04.2007-14:30
7-(Kömürcüoğlu,Çiğdem,"Sinema Devrime Gidiyor",Tempo
Dergisi,28.12.2005) 19.04.2007,22:55
225
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 214- 226
Burak Buyan
8-(Kırel, Serpil,"İran'da Sinema",Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması,
Şubat2007,s.375)
9-(Bardakçı, Barış,"Çöküşün Asıl Nedeni",Akşam Gazetesi,Aralık 2004,
http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2004/12/12/pazar/pazar8.html)
18.04.2007,:12:03
10-(Kutay,Uğur,"Küresel Akla Karşı Yerel Sinema Dilleri",
http://ugurkutay.tripod.com/home/id1.html)18.04.2007,14:08
11-(Teber, Mehmet, “Filmlerde Bilinçaltı Mesajı”, Ocak 2007,
http://www.zehirliok.com/konu/filmlerde-bilincalti-mesaji.html)
04,06,2007,
17:03
12-(Gürel,Emet-Alem,Jale,”Kurgusal Ürün Yerleştirme”,Gazi Üniversitesi.
İletişim Dergisi , 2005/20,s 137)
13-(Balay,Refik,”Küreselleşme, Bilgi Toplumu ve Eğitim”,Ankara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi,2004/37,s 62)
14-(Zeren,Gülbin,”Bilgi Çağı ve Küreselleşme Sürecinde Sanat Eğitimcisi
Kimliği Sorunsalı”,Kastamonu Eğitim Dergisi, Ekim 2006/14,s 640)
15-(Turan,Sibel-Aykoç,Emre,”Küreselleşme:Dünü,
Bugünü,Yarını”,Trakya
Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Dergisi,2002/2,s 141)
16-(Erdoğan,İrfan,”Popüler Kültürün Ne Olduğu Üzerine”, Eğitim dergisi,
Kasım 2004/57)
17-(Tomlinson,John,”Küreselleşme ve Kültür”,Ayrıntı yayınları,2004,s 26)
226
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 214-226
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 227-263
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
FAKİR BAYKURT’UN HİKÂYELERİNDE TEMA
Mehmet Fetih YANARDAĞ∗
ÖZET : Fakir Baykurt hikâye ve romanlarıyla özellikle köy edebiyatı sahasında
adından çok söz ettirmiş bir sanatçımızdır. Yayınlanmış on altı hikâye kitabı vardır. Bu
çalışma yazarın on beş hikâye kitabı ve çeşitli dergilerden fotokopisi çekilen ve hikâye
kitaplarına girmemiş öykülerden oluşmaktadır. İncelenen hikâye sayısı üç yüz kırk
beştir. İncelemeyi yaparken kronolojiye dikkat edilmiştir. Baykurt’un hikâyelerinin
tematik incelemesini ; ferdî duygulara bağlı temalar, sosyal içerikli temalar ve diğer
temalar olmak üzere üç ana başlık altında topladık. Temaları sıralarken de en çok
kullanılandan en az kullanılana doğru bir sıralama yapmayı uygun bulduk.
Anahtar Kelimeler : Fakir Baykurt, Hikâye, Tema, Ferdi, Sosyal.
ABSTRACT :Fakir Baykurt is a man of liturature famous with his stories and novels,
particularly in the field of peasant literature. He has published sixteen books. This study
is about his fifteen books and various stories of him which are not included in any of
his books, but published in journals. Three hundred and forty five stories are examined,
paying attention to the chronological order. Baykurt’s stories’ thematic examination is
done under three major titles; themes related to individual emotions, social contented
themes and other themes. Further more, themes are arranged in order, from most
freguently used to lest freguently used onlo.
Key Words : Fakir Baykurt, Story, Theme, Individual, Social
GİRİŞ
Fakir Baykurt, nesir alanına hikâyeci olarak girer. Hikâyeciliği bir süre
denedikten sonra romancılığa geçer. İlk hikâye kitabı olan Çilli 1955 yılında
yayınlanmıştır. Daha sonra kaleme aldığı Efendilik Savaşı, Can Parası,
Anadolu Garajı, İçerdeki Oğul gibi kitaplarda kesitleri değil, geniş açılımları,
bir anın olayını değil geniş dönemlerin olaylarını anlatır. Hikâyelerini köy
insanına ve çeşitli ülke sorunlarına yöneltir.
Fakir Baykurt’un köy öğretmenliği ve ilköğretim müfettişliği yaptığı
yıllardaki gözlemlerinden oluşan hikâyeler daha çok köy hayatı, köydeki
∗
Dr., Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Kahramanmaraş.
[email protected]
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
kavgalar, köylü-şehirli ilişkisi, köy çocukları, kadınlar, muhtar vb. konulardan
oluşmaktadır. Baykurt cezaevi gözlemlerini hikâye metni haline getirirken
oradaki hayatın zorluklarını, tutuklu hikâyelerini bizlere aktarmıştır. 1980’den
sonra kaleme aldığı hikâyelerde işlediği konular yurt dışında yaşayan Türk
işçilerle ilgilidir. Yurt dışına iş bulmak umuduyla göçen işçilerimizin orada
karşılaştığı problemleri, yaşadıkları sıkıntıları, çocuklarının eğitimi vb.
konuları röportaj-hikâye üslûbuyla kaleme almıştır. Baykurt sanat anlayışı olan
sosyal-gerçekçi bakış açısına uygun temaları hikâyelerinde işlemeye özen
göstermiş bir yazarımızdır. Yazar hakkında bu kısa bilgiden sonra tema
konusunda da biraz bilgi vermekte fayda var.
Tema, bir eserin veya açıklanması gerekenin başlıca motifi olarak
tanımlanmaktadır. Bir eserin konu, öz ve tem unsurları birbirinden farklı
şeylerdir. “Konu, yazıda sözü edilen nesne veya olaydır; öz, yazının özeti, ana
fikridir; tem ise, yazıda işlenen, geliştirilen bir buluş, bir görüş veya bir
düşünüştür.” (Özön, 1954 : 267) Tema, aslında şiir için tem olarak kullanılan
bir terim olmasına rağmen son zamanlarda roman ve hikâyeler için de
kullanılan bir terim olarak karşımıza çıkar. Tema bir fikir, umumi inanç, hayat
ve toplum üzerinde roman arasında yapılan bir yorum olarak ifade
edilmektedir. Batı romanında tema kullanımı 18. yüzyılda karşımıza
çıkmaktadır. “18. ve 19. yüzyıllarda mutluluk, mutsuzluk, pişmanlık ve yaşama
zorluğu temaları başlıca roman materyali haline gelir. Romancılar eserlerinde
çeşitli temaları işlerler. Dostoyevski geleneksel bir tema olan kumar tutkusunu
Kumarbaz isimli eserinde işler. Eugenie Grandet romanında cimrilik ve
çıkmazları, tahribatları asıl temalar, öte yandan, çıkarcılık, egoizm ve
vefasızlık yan temalar olarak görülür.” (Uç, 2006 : 463,464) Tema bir yönüyle
ilgi ve değerlendirme meselesi olarak da tartışılmakta ve bazen üzerinde çok
farklı yorumlar da yapılabilmektedir. “Tema, eserin bütününe dayalı olarak
hayatı bütün yoğunluğuyla hissettiğimiz bir lezzet katan herhangi bir duruma
228
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
veya bölüme uygun bulduğumuz bir addır. Bunun için tema, en güzel ifadesiyle
bir yorum ve özel şartlar meselesidir.” (Stevick, 1988 : 60)
1. Ferdi Duygulara Bağlı Temalar
Fakir Baykurt, sosyal-gerçekçi sanat anlayışıyla hikâyelerini kaleme alan bir
yazarımızdır. Ferdi duygulara bağlı temaları işlerken çıkış noktası hem kendi
iç dünyası hem de gözlemleridir. Köyünden çıkıp, öğretmen olduktan sonra
yine köylerde öğretmenlik yapan Baykurt, içinden geldiği zümrenin dertleriyle
dertlenen ve bunlara çözüm yolları üretmeye çalışan bir aydınımızdır. Onun
hikâyelerinde ferdi duygulara bağlı temaların kullanılmasını bu açıdan
değerlendirmek gerekir. Ferdi duygulara bağlı temalarda, para kazanma hırsı
ilk sırayı almaktadır. Kullanım ağırlığına göre diğer temalar bunu izlemektedir.
1.1. Para Kazanma Hırsı
Hikayelerde, para kazanma hırsının en çok kullanılan bir tema olduğu
görülmektedir. Para kazanmanın farklı yolları değişik hikâyelerde işlenmiştir.
Toplumun hastalıklarından, insanların zayıf taraflarından ve para kazanma
hırsının sonuçlarından birisi olan rüşvet ve bu isim altında hediye olarak
verilenler oldukça yaygınlaşmıştır. Yaşadığı toplumu gözlemleyen yazar da bu
hastalığa hikâyelerinde yer vermiştir. Rüşvet teması on hikâyede farklı
boyutlarıyla ele alınmıştır. Bu temanın işlenmesi yazarın bu konudaki
hassasiyetini ortaya koymaktadır. Para ile ilgili bir diğer duygu da zengin olma
arzusudur. Zenginlik ile ilgili bir tek hikâye tespit ettik. Bu hikâyede de
zenginliğin insanlara mutluluk vermediği çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır.
Sadece insanlar rüşvet yemez, hayvanlar da rüşvete karşı koyamazlar. Rüşvet
hikâyesi bu ilginç olayı gözler önüne sermektedir. Hüküm Ahmet, köyün
gençlerini, sıpalarını ziyaretinden vazgeçirmek için bir köpek almıştır. Bir gün
ahırında gençleri iş üstünde yakalar. Köpeğin gençler tarafından yiyecekle
kandırılarak, sesinin kesildiğini anlar. Rüşvet yiyip, görevini yapmayan
köpeğin sonu ölümdür. Köylünün gözüyle rüşvete bakış anlatılmıştır. Onun
gözünde rüşvet büyük bir suçtur ve cezası ölümdür. Hikâye sadece rüşveti
229
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
anlatmaz. Köyün gençlerinin cinsel arzularını nasıl sapıkça giderdiklerini de
anlatır. Üstüaçığın Kadısı isimli hikâye rüşvetin hangi boyutlara geldiğini
anlatan ilginç bir öyküdür. Hakkında dedikodu çıkan müdürün müfettişe güzel
bir ders vermesi, keklik eti yerine karga eti yedirmesi Keklik Eti hikâyesinde
işlenmiştir. Belediye başkanı seçimi esnasında dağıtılan hediye çizmeler ve
sonucunda seçimin kazanılması Çizmeler adlı hikâyede işlenmiştir. Yuh Yuh!..
hikâyesinde işçi Emine’nin havaalanı gümrüğünde yaşadıkları ve rüşvet
vermemek için direnmesi anlatılır. Türk işçilerinin gümrüklerde yaşadığı
sıkıntılar Sırat isimli hikâyede anlatılmıştır. İşçiler gümrüklerde rüşvet
vermeden işlerini yaptıramazlar. Türkler, Almanları da hediye almayı
ve
karşılığında iş yaptırmaya alıştırmışlardır. Gece Vardiyası bu hediye temasını
işlemektedir. Sınırdaki Ölü adlı hikâye kaçakçılık yapan köylüler ile askerler
arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Gümrüklerde dürüst insanların çalışmasının
zor olduğu ve işlerin rüşvetle döndüğü Kına Apartmanı adlı hikâyede konu
olarak işlenmiştir. Yüzlükler biçerlerin trenle nakledilmesi için verilen rüşvetin
adıdır. Demiryolcular biçerler için yüzlük adını verdikleri parayı rüşvet
almaktadırlar.
1.2. Mutlu Olma Duygusu
Yazar, hikâyelerinde şaka ve oyun tarzındaki konuları işlerken insanların
nasıl vakit geçirdiklerini ve birbirleriyle olan münasebetlerini, bakış açılarını
vermek istemiştir. Eğlence unsuru insanların hayatlarında önemli bir yere
sahiptir. İnsanlar eğlenirken mutlu olduklarını düşünürler. Nelerin insanı mutlu
ettiği çok açık olarak bilinemez. Birisinin mutlu olduğu bir olay veya oyun bir
başkasını mutlu etmeyebilir. İncelenen hikâyelerin dokuzunda eğlencenin
farklı boyutları verilmeye çalışılmıştır.
Köylünün zaman geçirmek için kendi aralarında oynadıkları, Oyun adlı
hikâyede anlatılmaktadır. Kahvede oturan köylüler Kara Memiş’e kaymakam
muamelesi yaparak hep birlikte doğaçlama bir oyunun içinde kendilerini
bulurlar. Kara Memiş oyuna kendisini çok kaptırır. Oyun muhtarın evinde sona
230
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
erer. Kara Memiş kendisine ziyafet çekmeyen muhtara çok bozulur. Çünkü
köye gelen kaymakama veya herhangi bir devlet memuruna ziyafet çekilirdi.
Aslında hikâyede köylünün devletin bir temsilcisine bakışı da verilmek
istenmiştir. Ormanda Bir Olay köylülerin zaman geçirmek ve eğlenmek için ne
gibi yollar bulduğunu anlatan bir hikâyedir. Rizeliler hikâyesinde Karadeniz
yöresinin insanının karakteri verilmeye çalışılır. Canı sıkılan bir kişi para
karşılığında bir adamın ensesine şamar attırır. Onun Tekliği Senin Ensen
hikâyesi parası olanların can sıkıntısını gidermek için nasıl eğlendiklerini
anlatmaktadır. Nisan Bir isimli hikâyede bir nisan şakasının insanın başına
getirdiği sıkıntılar anlatılır. Mahmut alışveriş yaptığı marketten sürekli köpek
maması alıp yer, fakat farkında değildir. Almanca bilen bir arkadaşı vasıtasıyla
bunu öğrenir. Mahmut bir dükkanda Türk yiyecekleri satar. Müşterisi olan
Bayan Andy’e karpuzun çok güzel dolması olduğunu söyleyerek şaka yapar.
Andy kocasına rezil olur. Mahmut da ödeştiklerini söyler. Çünkü o da aylarca
köpek maması yemiştir. Bu ilginç hikâye Karpuz Dolması’ nda anlatılır. Köy
yerinde insanların can sıkıntısıyla birbirleriyle şakalaşması ve oynadıkları
oyunlar hikâyelerde oldukça sık kullanılan bir tema olarak karşımıza çıkar.
Kör Hamdi’nin Horozu adlı hikâyede de böyle bir şaka anlatılmaktadır. Kibrit
Oyunu hikâyesinde tutukluların vakit geçirmek için oynadıkları kibrit oyunu
anlatılır. Tutukluların vakit geçirmek için aralarında yaptıkları voleybol maçı
Tiftik Spor da anlatılmaktadır.
1.3. Başarılı Olma Duygusu
İnsanların çok farklı yetenekleri olduğu ve bunları da değişik amaçlar için
kullandığı bir gerçektir. Kimileri yeteneğini insanlığın faydasına kullanır,
kimileri ise kendi çıkarları için kullanır. Önemli olan yeteneğin farkında olmak
onu kullanabilmesini bilmektir. Yazar incelediğimiz hikâyelerin dokuzunda bu
temayı işlemiştir.
İnce Beceri isimli hikâyede bir yarışmada çuvaldıza uzaktan ip geçiren
adamın ödülü kazanması, fakat karşılığında ceza da alması işlenmiştir.
231
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
Tarlasını sulamak için ilginç bir yol bulan köylünün kabiliyeti Akıllı Eşek adlı
hikâyede anlatılmıştır. Trenci Ökkeş’ de insanın bütün dikkatini bir işe vermesi
ve öğrenme çabası dile getirilmiştir. Of’lu Ali Taka’nın gazete yoluyla verdiği
hizmet Ali Taka isimli hikâyede ortaya konulmuştur. Ali Taka okunmuş
gazeteleri köyüne götürür ve çocukların bunları okumasını sağlar. Trenci
Kemalo’nun gazete okuyarak kendisini yetiştirip, aydınlatması Dallı Kollu ‘ da
anlatılmıştır. Nargüzel’in evinde oynanan dokuztaş oyunu ve bu oyunun
beceriye dayalı olması Dokuztaş isimli hikâyede işlenmiştir. Kuyruk da
Türklerin kıvrak zekasına başka bir örnektir. Mevlüt Hocanın Almanya’ya
gidecek olan Durmuş’u vazgeçirmesi Damızlık isimli hikâyede bulunan bir
formülle anlatılmıştır. Araba gürültüsünden uyuyamayan iki Türk işçinin
buldukları zekice ve pratik çözüm Girilmez de dile gelmektedir.
1.4. Ahlaklı Olma Duygusu
İnsanlar farklı ahlaklara sahiptir. Bazıları tembel, bazıları vurdumduymaz,
bazıları uykucu, bazıları da oldukça terbiyesizdir. Toplum bu farklı ahlaka
sahip insanları bağrında barındırmaktadır. Önemli olan yanlışlığın farkında
olup bunu düzeltebilmektir. İncelediğimiz hikâyelerde bu problemin farklı
açılarla altı hikâyede ele alındığını tespit ettik.
Kardan Arkadaş adlı hikâyede Tembel Hasan anlatılır. Herkes kış hazırlığı
yaparken Tembel Hasan yatar. Kar bütün yolları kapatır Hasan zor durumda
kalır. Ağzı oldukça bozuk olan ve küfretmeyi bir alışkanlık haline getiren
Yusuf’un Ağa’yla iddiaya girmesi ve karşılığında yemek kazanması Sövmesem
Olur Mu? hikâyesinde işlenir. Uykucu Bekir’in tembelliği Uyku Tulumu adlı
hikâyede anlatılır. Bekir elinde sigarayla uyuyakalır. Yanmaktan son anda
kurtulur. Hacı gibi ahlaklı insanların toplumda az olduğu ve bunların çok
sevildiği Gönül Ustası adlı hikâyede anlatılmaktadır. Bir karakter özelliği olan
unutma hastalığının az da olsa ahlakla bir ilgisi olduğu bazı kesimlerce kabul
edilmektedir. Çok unutkan olan Hamit’in hikâyesi bu çerçevede Profesör Bey’
de anlatılır. Duran çok unutkan olduğu için arkadaşları ona Profesör ismini
232
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
vermişlerdir. Karı koca izne giderken elektrikleri açık bırakıp giderler.
Anlatıcının eski bir öğrencisiyle karşılaşması ve aralarında geçen ilişki Eski
Bir Öğrencim hikâyesinde işlenir.
1.5. Sevgi ve Korku Duygusu
Hikâyelerde yer alan hayvan ve bitki sevgisi, sevgi ve korku başlığı altında
verilmiştir. Bir şeyi veya birilerini ya severiz ya da ondan korkarız. Bazen
sevdiklerimizden de korktuğumuz olur. Sevgi ve korku teması yazar tarafından
dört hikâyede işlenmiştir. Korkak olan Eraslan’ın köyün başına bela olan
kurdu öldürmesi ve böylece cesaretini ve erkekliğini ispatlamış olması Kurt
adlı hikâye dile getirilir.
Sarıkız ,Yeter Ablanın çok sevdiği sarıkız adlı ineğin kamyon çarpması
sonucu ölümünü anlatan bir hikâyedir. Kedi Sevmek’ de komşu kızı Dilek’in
kedi sevgisi ve komşularının kedinin çevreye verdiği pislikten şikâyeti
anlatılır. Karmen’in yunus balığına olan ilgisi ve üzüntüsü Duisbuglu Karmen
de ortaya konulur. Türk ailelerinin bir bahçe bulamayınca evlerinin bir
odalarını bahçe olarak kullanmaları, buldukları pratik çözüm Rur Havzasında
Türk Bahçeleri adlı hikâyede çarpıcı bir şekilde ifade edilir.
1.6. Özlem Duygusu
Özlem duygusu hayatımızın önemli unsurlarından birisidir. Her insanın
özlemi veya özlemleri farklıdır. İnsan niçin veya neye özlem duyar ? Çoğu
zaman yaşadığımız geçmiş günleri özlemle hatırladığımız olur, onları yoğun
bir duygu haliyle tekrar yaşar ve anlatırız. Yazar, yaşadıklarını daha sonra
hatırlayarak, onlara özlem duyar ve bunları hikâye üslûbunda kaleme alır.
Bunlardan dört tanesini kısaca aşağıda vereceğiz.
Yağmur Yağdıran ve Keziban’a İzin isimli hikâyelerde birer hatıra sonradan
özlem duyularak nakledilmiştir. Resim Çeken Gezginler de Keçiler köyünden
Hasan ile turistlerin ilişkisi anlatılır. Turistler köylülerin resimlerini çekerler.
Resimleri göndereceğiz dedikleri halde göndermezler. Anlatıcı otobüste
dikkatini çeken ve parmağını emen Ulrike’yi Parmak Emen adlı hikâyede
233
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
tanıtır. Ulrike’yi ilk fark ettiğinde 12 yaşlarında bir kızdır. Ulrike evlenip,
çocuk sahibi olur. Onun kızı da tıpkı annesi gibi parmağını emmektedir.
Anlatıcı, onun kızının da parmağını emdiğini acaba görebilecek miyim
hayaline dalar.
1.7. Fedakârlık Duygusu
Her insan fedakâr mıdır? Fedakârlık zor bir duygu mudur? Nelerden
fedakârlık yapabiliriz, nelerden yapamayız? İşte bu sorulara cevap verdiğimiz
zaman bizdeki fedakârlık duygusunun boyutlarını ortaya koyabiliriz. Kendini
içinden çıktığı toplumun yükselmesine ve eğitimine adayan ve bu konuda
sürgünü ve hapis yatmayı hatta vatanını terk etmeyi göze alan yazarımız her
halde fedakârlığın en üst noktasında olsa gerek. Baykurt, dört hikâyesinde bu
duyguyu kaleme almıştır.
Pazarda bulunan bir bayan cüzdanının sahibinin aranıp bulunması Cüzdan’
da işlenir. Bulunan bayan cüzdanı sahibine verilir. Zarife isimli hikâyede
Zarife’nin kocasına yaptığı fedakârlıklar anlatılır. Mercan bir tosun tarafından
yaralanmıştır. Karısı kocası için her türlü fedakârlığı yapmaktadır. Ders Parası
hikâyesinde işçi Selim’in kızı Elif çıkan öğrenci olaylarında ölür. Elif Şükrü
Hocadan özel ders almıştır. Babası kalan ders ücreti borcunu gönderir. Şükrü
Hoca ücreti iade eder. Yüklü bir miktarda para karşılığında grev kırma teklifini
kabul etmeyen ve bundan dolayı gözyaşı döken bir Almanın hikâyesi Ağlama
Thomas adlı öyküde işlenmiştir.
1.8. Temizlik Duygusu
Köy insanının kendi evinin dışında yatılı olarak kalmak durumunda kaldığı
zaman yaşadığı sıkıntılar üç hikâyede farklı şekillerde işlenmiştir. İnsanlar
temizliğine dikkat etmezse zor durumlarda kalabilirler. Su ve banyo problemi
insanların yeteri kadar temizlenmesine engel olmaktadır. İmkânsızlıklar
insanların temizlik duygusunu da alıp götürmektedir. Üç hikâyede temizlik
duygusunun işlendiğini görürüz.
234
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
Arkadaşlarının evinde kalmak zorunda kalan iki arkadaşın bit korkusundan
çırılçıplak yatmaları Bit Hikayesi’nde işlenir. Mis Kokulu Yorganlar isimli
hikâyede bir eve konuk gelen üç misafirin osuruk değmemiş yorgan istemesi
anlatılmaktadır. Domuzcular isimli hikâyede Kumluk Bükü’nde tatil yapan
turistlerin, domuz etinin yenmesi hususunda karşılaştıkları güçlükler konu
edilir. Turistlerin kaldıkları pansiyonun sahibi kadın temizlik hastasıdır.
Pansiyonunda domuz kesilip yendiği için kadının temizlik hastalığı nükseder.
1.9. Uyum – Uyumsuzluk (Göç)
Köyden farklı nedenlerle şehre göçmek zorunda kalan insanlar uyum sorunu
yaşarlar. Bu insanlar daha sonra köylerine ziyaret için bile gitmekten
kaçınırlar. Evlendikleri şehir kadınlarının esiri olarak köylerinden bağlarını
koparırlar. Aşağıda verilen üç hikâyede göçün farklı boyutları dile getirilmiştir.
Köyde yaşayan anne ve babasını dinleyip köyde kalan, karısı ve çocuklarından
ayrılan Muhammet’in acı öyküsü Cüce hikâyesinde çarpıcı bir şekilde dile
getirilir. Koca Şemistan isimli hikâyede köyden şehre göçen insanların konut
sıkıntısı, gecekondu yapımı ve kendi yağlarıyla kavrulmaları anlatılır. İşsizlik
nedeniyle köyünü terk etmek zorunda kalan Hacı’nın hikâyesi Yapıların Harcı
hikâyesinde işlenir. Hacı iş bulmak amacıyla şehre gider. İnşaat işçiliği yapar.
Akşamdan hazırladığı harç beton olunca şantiyeyi terk eder.
1.10. İntikam Duygusu
İnsanlar kandırıldığı veya aldatıldığı zaman intikam almak arzusuyla yanıp
tutuşurlar. Karşı taraftan öç aldıktan sonra rahatlarlar. Alınan intikamlar bazen
ahlak kurallarını zorlayabilir. Köyde bu duygunun kural ve hukuk tanımadığı
görülür. İnsanlar kendi imkânları çerçevesinde intikam arayışına girerler. Üç
hikâyede bu tema işlenmiştir.
Bir tüfek ustasının kız yüzünden adam öldürecek olan delikanlıyı bu
kararından vazgeçirmesi Tüfekçi isimli hikâyede, Kızanlı Halil’in Fidanları da
Halil’in badem fidanlarını kesen Kalınbok Süleyman’dan intikam alınması için
Halil’in tuttuğu adamların Süleyman’a kimseye anlatamayacağı bir ders
235
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
vermesi anlatılmaktadır. Palaza düşkün olan Ahmet’in kandırılması ve intikam
için Ali Rıza’nın harmanlarının yakılması Palaz’ da karşımıza çıkar.
1.11. Aldatma Duygusu
İnsanların saf duygularından istifade edip onlarla eğlenen ve bundan menfaat
bekleyenler yaşadığımız toplum içinde bulunmaktadır. Aldatma sadece bir
insanın diğer bir insanı aldatması olarak değil kocanın eşini aldatması şeklinde
de ele alınmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun bu bir insanlık ayıbıdır. Yazar
iki hikâyesinde aldatmanın bu iki boyutunu vermeye çalışmıştır.
Gazi kıyafetinde bir sahtekârın köylüyü aldatıp, dolandırması İtin Biri isimli
hikâyede çarpıcı bir şekilde anlatılmıştır. Almanya’da çalışan Türklerin aile
ilişkileri, kadınların kocaları tarafından Alman kadınlarla aldatıldığına
inanması, bu durumlarda bazen yersiz şüphelere kapılmaları şikayet edilir.
Şerife Ali’nin kendisini aldattığından şüphelenmektedir. Aslında kocasından
boşuna şüphelenmiştir. Ortada aldatma diye bir şey yoktur. Türk kadınları
kendilerinden daha güzel buldukları Alman kadınlarının kocalarını baştan
çıkaracaklarına inanmaktadır. Bir Karnaval Öyküsü bu temayı işleyen bir
hikâyedir.
1.12. Aşk
Aşk duygusu insanların en çok etkilendiği duygularından birisidir. İnsanlar
âşık oldukları varlığı yitirmemek için çok çaba sarf ederler. Aşk sarhoşu
olanların gözleri hiçbir şeyi görmez. Yazar aşağıda verilen hikâyede bu
duygunun insanın başına açtıklarını çok güzel bir şekilde anlatmaktadır.
Kolu Dövmeli Aşık adlı hikâyede parkta güneşlenen, terk edilmiş bir Alman
genci anlatılır. Gencin kolunda bulunan dövmede sevgilisinin ismi vardır.
Anlatıcı gençle konuşur. Sevgilisi tarafından terk edildiğini anlar. Kolundaki
Petra ismini silse bile onu kalbinden silememiştir.
2. Sosyal İçerikli Temalar
Baykurt, sosyal-gerçekçi bir sanat anlayışıyla eser kaleme aldığı için sosyal
içerikli temalara ağırlık vermiştir diyebiliriz. O yaşadığı toplumun ve içinden
236
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
geldiği zümrenin dertleriyle dertlenen ve bunlara çözüm yolları üretmeye
çalışan bir yazarımızdır. Onun hikâyelerinde sosyal içerikli temaların yoğun
kullanılmasını bu açıdan değerlendirmek gerekir. Sosyal içerikli temalarda ilk
sırayı ekonomik sıkıntılar ve yoksulluk almaktadır. Diğer temalar da bunu
izlemektedir.
2.1. Ekonomik Sıkıntılar - Yoksulluk
Köylerde yaşayan insanların yoksulluk yüzünden başlarına gelenler on beş
farklı hikâyede işlenmiştir. Hikâyeler bu insanların fakirlik yüzünden
yaşadıklarına ayrı ayrı birer ayna olmuştur.
Yazar Pıtrak isimli hikâyesinde köy insanlarının hem toprakla hem de
sıcakla
mücadelesinin
dayanılmaz
boyutlarını
anlatmıştır.
Çocuklar
yoksulluktan yılmıştır. Şehre gitmenin yollarını düşünmektedir. Köylüler çok
zor şartlar altında hayatını sürdürmektedir. Köylü sadece tarladaki pıtrakla
uğraşmıyor, pıtrak özelliği taşıyan insanlar da onların mücadele ettiği
kişilerdir. Kütük isimli hikâyede de yoksulluk ve sağlık problemi dile
getirilmiştir. Köyün bütün taşıma işlerini gören ve tek taşıtı olan Şahan kendi
ismini alan Şahan hikâyesinde anlatılır. Köylü fakir olduğu için tek bir taşıt
sırayla hepsinin işlerini görmektedir. Köylünün problemlerini, sıkıntılarını,
yoksulluğunu Pangacı adlı hikâyede görebiliriz. Turgut’un Evciler köyüne
yaptığı seyahat esnasındaki izlenimleri dile gelir. Eski askeri araçlar özellikle
kamyonlar açık artırma usulüyle satılmaktadır. Bu araçların müşterileri de
daha çok dağ köylüleridir. Kanadalar hikâyesi köylünün her şeyi sayılan bu
kamyonların macerası oluşturmaktadır. Ekin Arasında adlı hikâye kız
yüzünden çıkan kavgayı anlatmaktadır. Galip Esme’yi sevmektedir, fakat fakir
olduğu için evlenemezler. Hasta, yoksul Halit’in ilaç niyetine bal bulmak için
kayalığa gitmesi, düşüp ölmesi Kayadaki Bal ‘da dile gelmektedir. Ardıçlı
Kaya yoksulluğun bir başka boyutunu işlemektedir. Memet Çavuş rüyasında
paşayı görür, kendisine yardımcı olmasını, bir iş bulmasını ister. Azime hasta
çocuğunu hastaneye götürmek için yollara düşer. Kadın yorgunluktan düşüp,
237
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
bayılır. Yol çalışması yapan işçiler bulup, şantiyeye getirirler. Azime’nin
sırtındaki çocuk ölmüştür. Nato Yolu bu acıklı durumun hikâyesidir. Beşik
Örtüsü fakirliğin acı gerçeklerini gözler önüne sermektedir. Leğen sahibi
olmak isteyen Züra çok sevdiği beşik örtüsünü satar, parasını kocasına vererek
bir leğen almasını ister. Kocası parayla leğen yerine yeni bir tüfek alır. Yeni
Çarıklar’ da yeni çarıklarını köpeklerin hücumundan korumaya çalışan yoksul
köylünün verdiği mücadele ortaya konulur. Kıtlıktan ve yoksulluktan dolayı
yaşı kırkın üzerinde olanların öldürülmesine karar verilmesi Yaşlı Başlı
Adamlar’ da işlenir. Ülke yönetiminde yaşlıların da fikrinin alınması gerektiği
dile getirilir. Nüfuz sahibi olanlar yasakları istediği gibi delmektedir, yoksul
olanlar ise kaderlerine razı olup, beklemektedir. Muhallebi Çocuğu’ nda balık
avlama
yasağının
hatırı
sayılır
kişiler
tarafından
nasıl
bozulduğu
anlatılmaktadır. Bir Şevket ‘de bir okul müdürünün prensiplerinden taviz
vermemesi, fakir, yoksul köy çocuklarının prensipler uğruna feda edilmesi
anlatılır. Yoksullara yapılan yardımın onların başına kakılması, bundan
duyulan rahatsızlık Ciğer hikâyesinde ortaya konulur.
Yazar, imkansızlıklar sonucunda yurtdışına göçmek zorunda kalan
insanlarımızın hayatını gözlemlerinden ve onların anlattıklarından hareketle
röportaj-hikâye üslûbuyla kaleme almıştır. İşçilerimizin çok ağır şartlar altında
çalışması, çocuklarının uyum problemleri, eğitim sorunları vb. bu hikâyelerde
dile getirilmiştir. Otuz yedi hikâyede işçilerimizin yaşadıkları farklı
boyutlarıyla dile getirilmiştir.
Kaplum Eti bir şantiyede çalışan yabancı işçilerin kaplumbağa ve keklik
etine olan düşkünlükleri ve Türk işçilerinin de kaplumbağa etini denemek
istemelerini anlatan bir hikâyedir. Civatalı hikâyesinde Türk işçisi Kelkitli
Muhammet’in problemi anlatılıyor. Muhammet göçük altında kalmış ve
firmadan üç yıl tazminat almıştır. Firma daha sonra paranın yarısını geri ister.
Türk işçilerinin Almanya’ya kendi kültürlerini nasıl yaydıkları Almanya’da
Türk İşçileri adlı hikâyede anlatılır. Sabri’nin kopan bacağı, Angela’nın onu
238
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
terk etmesi, yaşanan sıkıntılar Kepçe hikayesinde dile getirilmiştir. Haydar,
akrabaları tarafından otel alacağız diye kandırılıp, soyulur. Berlin Oteli
Haydar’ın ilginç hikâyesidir. Türk işçileri kömür sökümü işinde yerin 1200
metre altında çalışmaktadır. Kömür Sökümü bu zor şartların anlatıldığı bir
hikâyedir.
Türk
işçileri
her
alanda
olduğu
gibi
din
alanında
da
sömürülmektedir. Dernekler işçileri kendi saflarına çekmek için uğraşırlar.
Kızlar baskı sonucu evden kaçarlar. Din görevlileri de işçileri sömürmektedir.
Türk çocukları Türkçe’yi unutmaktadır. İşçi çocukları da mecburen işçi
olacaktır. Yazara göre asıl kölelik budur. işçi Ailesi Almanya’daki bu
sıkıntıları anlatmaktadır. Türk işçisinin oğlu olan Kemal’in Almanya’da kısa
süren macerası Solkişot’ta yer almaktadır. Sol görüşlü ve cesur olduğu için
arkadaşları ona Solkişot adını takmıştır. İki Arada hikâyesinde Almanya’ya
kısa süreli gidenlerin, orada yıllarca kalmak zorunda olmaları, yurda
dönenlerin ise pişman olması yani iki arada bir derede kalması işlenmiştir.
Almanya’ya gitmek de
kalmak da dönmek de zordur. Kim Kaldı Yurtta
Acaba? isimli hikâyede bu sıkıntılar dile getirilmektedir. Almanya’daki
işçilerin durumu yeni köleliktir. Yeni Kölelik Mi? adlı hikâye bu durumu
sorgulamaktadır. Anlatılan göçmen kuşlarının hikâyesi göçmen işçilerine çok
benzemektedir. Duisburg Treni, yabancı yasası anketi için çalışan bir anne ile
kızının tren yolculuğu esnasında tanıtılması amacıyla yazılmıştır. Türk
işçilerinin yabancı dil kursu, kurs hocalarını da kendilerine benzetmeleri Dil
Kursu adlı hikâyede çarpıcı bir şekilde işlenmiştir. Türk işçilerinin para
kazanmak için Almanya’ya gelmesi, bayram izni çıkarabilmek için verdikleri
mücadele Bayram İzni adlı hikâyede ortaya konmaktadır. Kaynakçı Mehmet
Usta hikâyesinde Türk işçisinin bir araba sahibi olma arzusu ve mücadelesi
anlatılır. Alman eğitim sistemi yabancıların önünü tıkamaktadır. Onların
üniversitelere yönlendiren okullarda okumasına mani olmaktadırlar. Sarı Saçlı
hikâyesinde Güler’in erkek berberi olma mücadelesi verilir. Mektupçu’ da işçi
Hüseyin’in başkalarının mektubunu okuma arzu ve isteğinin kaynağı irdelenir.
239
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
Türk işçisinin yaşadığı sıkıntılara bir başka örnek de Ferhat isimli hikâyedir.
Ferhat çok şakacı birisidir. Bedirhan’ı Alman zannedip Türkçe sataşır. Ondan
güzel bir dayak yer. İşçi Halil’in Almanya macerası Ardımızda Meşeler
Yeşersin isimli hikâyede yer almaktadır. Almanya’da et kesiminin sıkı bir
denetim altında yapılması Et Kesimi’nde sorgulanır. Türklerin önderliğinde
yapılan işçi grevi, akrabaların bu işe kayıtsız kalmaları Sütçü Köşeyi Döndü
Mü? isimli hikâyede işlenir. Mezar isimli hikâyede Bektaş Koca’nın göçük
altında kalması, vasiyeti, ölmesi ve para toplanması anlatılmaktadır. Düğün
Borcu Almanya’da kaçak işçi olarak bulunan Türklerin yaşadığı sıkıntıları dile
getirmektedir. Osman düğün borçlarını ödeyebilmek için Almanya’ya
gelmiştir. Osman’ın Almanya macerası düğün borcunu biriktiremeden sona
erer. Almanya’daki Türk işçilerinin içinde bulunduğu durum, memleketten
gelecek olan bir haberin beklentisi Telefon isimli hikâyede anlatılmaktadır.
Büyük Mağazada İşçiler isimli hikâyede mağazada çalışan işçiler kendi
ülkelerinin kitaplarını en üst rafa koyma mücadelesi içindedirler. Dindar
İbrahim ile nefsinin arzularına uyan Murtaza’nın yaşadıkları ve yemek
yapmadaki becerisizlikleri Makarna’da, Türklerle Yunanlıların bir arada
yaşamaları, kavgaları, zor şartlarda birlikte kalma mecburiyetleri Yangın’da,
yabancılar
dairesindeki
tuvaletin
yabancılar
tarafından
kullanılmasını
engellemek için kilitlenmesi kadınların mecburen erkek tuvaletini kullanması
Sıfır Sıfır’ da, Dieter Folk isimli bir Almanın Türk düşmanlığını, bunun
neticesinde depresyon geçirmesini ve hastaneye kaldırılması Düğün Alayı
Geçerken’ de, yıllardır Almanya’da yaşayan insanların oy hakkını elde
edememeleri, bundan duyulan rahatsızlık Oy Günü’nde, Yurtdışına bir başka
isimle giden Mehmet Sümbül’ün gazel okuma merakı Gazel Çeken İşçi’ de
birer tema olarak işlenmiştir. Gitmez Olaydım İzne, Emine’nin Türkiye’de
iznini
geçirdiği
Almanya’daki
günlerde
işçilerin
yaşadığı
memlekette
tatsız
olayları,
bıraktığı
Uçak
yakınlarının
Bileti’nde
yaşadığı
olumsuzlukları, Nur Topu, kocası yurt dışına çalışmaya giden Hamile
240
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
Alime’nin içinde bulunduğu zor durumu ve sancılı doğumu dile getirmektedir.
Kaynata, gelinin kayınbabasına kızmasını ve resimlerini doğrayıp aşağı
atmasını,
kendisini
de
odaya
kilitlemesini,
Semizotu,
memleketinin
yiyeceklerini özleyen Metin’in yurduna kalkıp gitmesini ve arkadaşı
Müslüm’ün bu olanlara inanamamasını anlatır. Paranın varlığı da yokluğu da
insanlara sıkıntı olabilir. Çuval bunu işleyen bir hikâyedir. Hayriye eli sıkı bir
kadındır ve para biriktirir. Altına çevirdiği paraları buğday çuvalında
saklamaktadır.
2.2. Tutuklu Hayatlar
Yazar, Mamak Cezaevi’nde tutuklu kaldığı yıllarda gözlemlerini ve
mahkumların hikâyelerini kaleme almıştır. Her bir tutuklunun yürekleri burkan
bir hikâyesi vardır. Toplumun ön yargılarla baktığı insanlardır tutuklular.
Yirmi dört hikayede cezaevine düşen tutukluların dramları dile getirilmiştir.
İçerdeki Oğul, Yapı-İş Sendikasına mensup Refik Uzan’ın babası Kör
Tahir’in torunu Haydar ile oğlunu hapishanede ziyaretlerini, yalnız kalan dul
bir kadının yaşadığı gayri meşru ilişkiler neticesinde İrfan’ın içine düştüğü zor
durum ve cezaevinde yaşadıkları Jandarma Necip’ de, polis dövdüğü için
cezaevinde yatan Cemil Baba’nın hikâyesi Cemil Baba’ da dile gelmektedir.
Futbolcu’ da başka bir cezaevinden nakille gelen bir tutuklunun ispiyoncu
olarak nitelendirilmesi, daha sonra bunun yersiz olduğunun anlaşılması,
Siverekli Casim’in öyküsü Casim’ de, Ramazan’ın cezaevine nasıl düştüğü
Ramazan adlı hikâyede anlatılmaktadır. Küçük Ali’ de cezaevine babasının
ihbarı üzerine düştüğüne inanan Küçük Ali’nin hikâyesi vardır. Posta Eri
Abdullah’ın yaşam hikâyesi Posta Eri Abdullah’ da dile getirilmiştir. Hayat
kadını olan bir kızla girdiği ilişki yüzünden onunla evlenmek zorunda kalan
Aziz’in hikâyesi Adaletin Bu Mu Dünya?’da, yetmiş yaşındaki birinin sendika
yüzünden tutuklanması, emekli maaşını çekebilmek için dışarıya çıkma
mücadelesi Dedecik’ de, fedakâr ve iyiliksever şoför Kamber’in portresi Şoför
Kamber’ de, tarlasını perişan eden ormancının tekesi ile Asım’ın verdiği
241
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
mücadele Ormancının Tekesi’nde işlenir. Havacı Yüzbaşı Muhlis’in cezaevine
nasıl düştüğü Havacı’ da, Karadayı’nın yaşam hikâyesi, kaçakçılık yapması,
arkadaşları tarafından kazıklanması, onları ihbar etmesi ve kendisinin de
tutuklanması Karadayı’ da, Abbas’ın hapse düşme macerası Abbas ‘da
anlatılır. Atatürk’ün Hemşerisi’ nde Sevgi’yle gayri meşru bir ilişki içinde
yaşayan Müslim’in iç dünyasındaki çatışma dile getirilir. Hırsızlıktan suçlanan
iki Sorgunlu köylünün cezaevinde haksız yere yatması ve mahkemelerinin
uzaması Damdaki Sorgunlular’ da, uzun yol şoförü Angel Krumov’un yaptığı
kaza sonucu cezaevine atılması ve mahkeme gününü beklemesi Angel
Krumov’ da, fırtınalı bir hayat yaşayan deli Tayfur’un öz geçmişi Tayfun’ da
işlenmiştir. Güldalı, cepçilikten tutuklanan Güldalı’nın, Tonyalı Davut,
Karadenizli Tonyalı Deli Davut’un hikâyesidir. Yazırlı Deli Yusuf ‘da hikâyede
anlatılan kişinin hapse nasıl düştüğü, Meydancı Haşim’ de esrardan yakalanan
Haşim’in cezaevine nasıl düştüğü ve yaşadıkları, Mühür’ de bir tutuklunun
başka bir cezaevine nakledilmesi anlatılmaktadır. Sadık Çavuş’un halasının
oğlu olan öğretmeni bir başka yere görevli olarak götürmesi ve kelepçelerini
niçin çözmediğini ağlayarak anlatması Mühür’ de hikâye edilmektedir.
Yazar cezaevinde yaşanan sıkıntıları dokuz hikâyede dile getirmiştir. Bu
sıkıntılar temizlik, psikolojik, mekan yetersizliği vb. olarak ifade edilmektedir.
Bit, cezaevindeki pisliği, susuzluğu bunun neticesinde bitlenme ve salgın
hastalıkları, Bir Bunaltı Zamanı , cezaevinin fiziki mekân yetersizliği, tutuklu
sayısının fazla oluşu ve bunun ortaya çıkardığı sıkıntıları dile getirmektedir.
Tutukluların cezaevinde ve koğuşlarında yaşadıkları bir gün ve bir gün
boyunca yaptıkları Cemekânda Bir Gün‘de işlenir. Bir Kaçışın Hikâyesi’ nde
rüyada görülen cezaevinden kaçış teşebbüsünün başarısızlıkla sonuçlanması ve
yakalanmanın verdiği sıkıntıyı dile getirmektedir. Çıkış Yok Derler’ de
tutukluların yanlışlıkla tahliye edilmesini, Şakirzat’ da tecrit odasına
kapatılmış altmış kişinin yaşam mücadelesini, Karışık Hikâye’ de şoför
Haydar’ın sakladığı bir şişe rakının haberinin alınması ve akşam ziyafet
242
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
çekilmesi anlatılır. Mahkumların cezaevi müdürünün emriyle saç kırkımına
götürülmesi Saç Kırımı’ nda, cezaevi müdürünün yazara saçını niçin
kestirdiğini anlatması Cezaevi Müdürü ‘nde dile getirilmiştir.
2.3. Evlilik ve Aile Hayatı
Köyde veya şehirde kadınlara bakış açısı pek farklı değildir. Özellikle
köylerde kadın ve kızlar ikinci sınıf insan muamelesi görmektedir. Bu bakış
onların bir kenara itilmesine sebep olmuştur. Köy kadınları çok ağır şartlar
altında hayatlarını sürdürmektedir. Yazar buna kayıtsız kalmamış onların
yaşadıkları sıkıntıları yedi farklı hikâyede ele almıştır.
Cennet hikâyesinde kadın olmanın zor yönleri anlatılmaktadır. Gardiyan
Yaşar’ın yaptığı bir şaka bütün köyü ayağa kaldırır. Bedirhan’ın karısı Cennet
duyduğu haber karşısında şok geçirir. Gardiyan Bedirhan’ın erkekliğini
kaybettiği haberini yaymıştır. Kore Gazisi’nin çektiği sıkıntılar ve karısının her
türlü bakımıyla yirmi yıldır ilgilenmesi Güdük isimli hikâyede yer alır. Dört
Sel Ağzı, Fadime’nin kardeşlerinin ve ailesinin yaşadığı zor şartların anlatıldığı
bir hikâyedir. Fadime ailesinin geçimini sağlamak için kaplıcaya gelenlere
satış yapmaktadır. Keziban Gelin, köydeki karı koca ilişkilerini irdeleyen bir
hikâyedir. Bekâr köy öğretmeninin bir köylü kızın alım satımına şahit olması,
kız için bir şeyler yapamaması, çaresizlik Bir Alım Satım Senedi’nde
işlenmiştir. Köylerde kızların bir eşya gibi alınıp satılması normal
karşılanmaktadır. Onların da duyguları olabileceği hesaba katılmamaktadır.
Köylerde dul kadınların çektiği sıkıntılar, içinde bulunduğu zor şartlar Eşek
Şakası adlı hikâyede dile getirilmiştir. Kocası yurt dışında olan kadınlara
başkalarının kem gözle bakması Duvarcı Ali Usta’ da anlatılır.
Baykurt öykülerinde aile hayatına ve evliliğe farklı temalardan yaklaşmıştır.
Bir taraftan hasta kocasını çok seven bir kadını anlatırken diğer taraftan çocuk
sahibi olmak için kendi hayatını tehlikeye atan bir kadınının duyguları
verilmektedir. Aşağıda haklarında kısaca bilgi verilen on iki hikâyede bu
temanın nasıl farklı boyutlarla işlendiği görülecektir.
243
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
Miyase ile kocası Arif’in aile ilişkileri Miyase’nin Ateşi isimli hikâyede
işlenmiştir. Arif bacağından ameliyat olduğu için bütün işlerini Miyase
yapmaktadır. Köylüler Arif’in bacağının hızla iyileşmesini Miyase’nin çok
ateşli olmasına bağlarlar. Dağlarda Doğuracağım, çocuk sevgisiyle dolu bir
kadının çocuk sahibi olmak için verdiği mücadeleyi anlatır. Körü körüne
inatçılığın insanın başına neler getireceği Şehirden Gelen Köylüler’ de
karşımıza çıkar. Osman’ın karısı hem güzel hem de inatçıdır. Sürekli
aralarında tartışmaktadırlar. Yine karısıyla tartışırken ırmağa düşer. Kadın
boğulurken bile inadından vazgeçmemiş eliyle tartıştığı konuyla ilgili el
işaretleri yapmaktadır. Kırlarımızdaki Keklikler, işsiz gençlerin vakitlerini
avcılıkla geçirmeleri, ellerini çabuk tutmazlarsa köyde evlenecek kızların da
kalmayacağı gerçeğini dile getirmektedir. Nazik abla duldur, Almanya’ya
çocuklarıyla beraber işçi olarak gelmiştir. Yaşamım Mantar, Nazik ablanın
hikayesini gözler önüne sermektedir. Türkler kumar yoluyla birtakım çevreler
tarafından soyulup, soğana çevrilir. Ah Adil, isimli hikâyede Adil’in ve
ailesinin başına gelenler ibretliktir. Ah Naciye, kadın olmanın zorlukları
anlatır. Kadınlar için değişen hiç bir şey yoktur. Türkiye’de de Almanya’da da
muamele ve bakış açısı hep aynıdır. Almanya’da da kadınlara baskı vardır.
Sevim Koçyiğit’in sıkıntıları, mücadelelerle dolu olağanüstü hayatı Parmak
Acısı isimli hikâyede anlatılır. Yanlış yapılan evliliklerin hem kadınların hem
de erkeklerin başına açtığı işler
ve zorluklar İşin Kadın Kız Yanı’nda
işlenmiştir. Türkler Almanya’da kalabilmek için formalite evlilikler yapmak
zorunda kalırlar. Geçit, bu temanın işlendiği bir hikâyedir. Yanlış yapılan bir
evliliğin ortaya çıkardığı sonuçlar Komşu Gelini’nde çarpıcı bir şekilde ortaya
konur. Mevlüt, yanlış yapılan bir evliliğin insanların hayatını nasıl çekilmez
yaptığını anlatan bir hikâyedir.
Dokuz hikâyede çocukların yaşadığı sıkıntılar ve çocuğu olmayanların
karşılaştığı problemler dile getirilmiştir.
244
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
Köy çocuklarının yaşadığı olumsuzluklar Bebeler’ de anlatılır. Köyde çocuk
sayıca fazla olduğu için onlarla yeteri kadar ilgilenilmemektedir. Köyde
çocuğun olması bir dert olmaması başka bir derttir. Köyde çocuğu
olmayanların yaşadığı sıkıntılar Yaran Dede’nin Taşları’nda, altını ıslatan bir
çocuğun korkularını Delişeker’ de, yaramaz Kalekale’nin ailesinin başına
açtığı işler Kalekale’ de, Gülendam’ın evdeki yalnızlığı Kırık Kol’ da işlenir.
Gülendam evde yalnız kaldığı bir gün balkondan düşer ve kolunu kırar. Anne
ve babası boşanmış Evelyn’in babasıyla geçirdiği mutlu anlar Evelyn’ de,
Tamer’in yurtdışı macerası Tamer Mi Geldi ? de dile getirilir. Tamer DevGençli birisidir. Almanya’ya kaçmış, yirmi yıl sonra Türkiye’ye dönebilmiştir.
Telli Yol’ da Şerafettin’in hikâyesi anlatılır. Şerafettin ağaçlık bir yola Telli
Yol adını vermiştir. Dirayet’in saçları ablası Sema tarafından kesilir. Herkes
alay ederken daha sonra Sema’nın berber olmasına karar verilir. Bu hikâye
Diro Kızın Saçları’ nda anlatılır.
2.4 Sosyal Tabakalaşma ve Çatışma
Köylüler ile şehirlilerin ilişkilerinden ve birbirlerine karşı olan bakışlarından
bahseden beş hikâye tespit ettik. Bu hikâyelerde köylü saf ve aptal, kandırılan
bir kesim olarak gösterilmek istenmiştir.
Çilli,
kitabında yer alan Çilli isimli hikâyede Çilli kız Selver’in başlık
parasıyla bir köye gelin olarak verilmesi ibret alınacak bir tarzda kaleme
alınmıştır. Yazar bu hikâyesinde, köy kızlarının kendi rızaları dışında başlık
parasıyla istemedikleri kişilerle evlendirilmesini ve bunun sakıncalarını ortaya
koymak istemiştir. Köylü çocuğa ayı diyen şehirli ve çocuğun buna tepkisi
Ayılar’ da işlenmiştir. Enayi Kim, hikâyesinde köylülerle şehirlilerin
birbirlerini nasıl kandırdıkları dile getirilir. Konuksever köylünün, aynı ilgiyi
şehirliden görmemesi Mısır Tarlasında Bir Domuz’ da eleştirilmiştir. Alsum
Köyü, hikâyesinde köyün fabrika yapımı için feda edilmesi ve ortadan
kaldırılması, Türkiye’deki köylerin ise terör yüzünden boşaltılmasıyla ilgi
kurularak anlatılmıştır.
245
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
Muhtar, köylerde güçlünün yanında yer alan onunla işbirliği halinde olan
köyün ağası veya beyiyle birlikte hareket eden biri olarak karşımıza
çıkmaktadır. Baykurt’un hikâyelerinde muhtar genellikle kara bir tip olarak
çizilmiştir. Aşağıda hakkında kısaca bilgi verilen hikâyede bu durum açıkça
görülmektedir.
Kötü muhtar tipi, köyü konu edinen hikâye ve romanlarda oldukça fazla
kullanılmaktadır. Kötü muhtar, gücü yanlış kullanan, haksızın yanında haklının
karşısında duran bir kişiliği temsil etmektedir. Köy Mühürü, muhtar seçilince
çok değişen, bütün kötü alışkanlıkları kazanan bir kişiyi tanıtmaktadır.
Almanlar, ülkelerine çalışmak amacıyla gelen Türk işçilerini bir düşman gibi
görmüştür. Türklerle Almanların arasındaki ilişkiler sürekli
sıkıntıya yol
açmıştır. Almanlar hem işçilerimize hem de onların çocuklarına ikinci sınıf
insan muamelesi yapmışlardır. Yazar bu ilişkileri on dokuz farklı hikâyede
işlemiştir. Barış Çöreği isimli hikâyede Cevriye ile Martin’in arkadaşlığına
ailelerinin karşı çıkması, ninenin işi tatlıya bağlayan planı anlatılır. Bayram
gezmesine çıkan bir aile kalabalık olduğu için hiçbir taksiyi durdurup binemez.
Yağmurun altında ıslanırken taksicilik yapan bir Türk onları arabasına alıp,
gidecekleri yere götürür. Bayram Gezmesi, Türklerin ne kadar zorluklar altında
yaşadıklarını anlatan bir hikâyedir. Almanların Türklere bakış açısı bir başka
hikâyede Kapımızda Polis’ de farklı bir açıdan dile getirilir. Türk ailesinin
komşuları çocukları dövüldüğü için onlardan şikâyetçi olurlar, polis kapılarına
gelir. Polis yanlış anlama olduğunu anlar, özür diler. Tabut isimli hikâyede
mutlu Türk ailesiyle mutsuz Alman ailesi karşılaştırılır. Yeni Beşik’ de Çepnili
Kara Cabir’in Alman Warner ve eşi Claudia ile olan dostlukları işlenmiştir.
Yazar ile Mirza’nın komşuları Bertini’yi ziyarete gitmeleri Kaz Eti adlı
hikâyede anlatılmıştır. Kemal yakın dostu olan Alman Roland’ın cenaze
törenine katılır. Arkadaşları bir Müslüman’ın Hristiyan’ın cenazesine gitmesini
hoş karşılamazlar. Bu ilginç hikâye Cenaze’de anlatılmaktadır. Almanlar ve
Türkler tarafından sevilen işçi Naci’nin geçirdiği kaza Cümlenin Berberi’ nde
246
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
işlenir. Türklerle dazlakların ilişkisi ve Türk gençlerin kendi güvenliklerini
kendilerinin sağlaması Güz Dayağı isimli hikâyede dile getirilmiştir. Kazım,
eşi Saime ve çocuklarının tanıtıldığı öykü General hikâyesidir. Saime’nin
ağırlığı aile üzerinde hissedilmektedir. Hans Hocanın yabancı dostluğu ve
Almanlara bu konuda tepkisi, kiracılarıyla oynadığı satranç oyunu Hans
Hocagil isimli hikâyede anlatılır. Türk işçisi Kadir Frau Jung’un evini tutar,
onunla da işi pişirir. Türk Kiracı adlı hikâye Almanya’da yalnız kalan evli
erkekleri bekleyen tehlikeleri ortaya koyar. Parkta, Almanca bilmeyen Türk
kadınlarının Alman kadınları yanlış anlamaları daha sonra işin aslının
öğrenilmesiyle tatlıya bağlanması hikâyesini dile getirir. Babaların kızları
üzerindeki yoğun baskısı ve bu baskının neticesinde yaşanan trajik olaylar
Kaçtım Ne Yapayım adlı hikâyede çarpıcı bir şekilde işlenmiştir. Babamın İşi,
babaların yaptığı işi ailesinden gizlemesini anlatır. Oğlanın babasını uygunsuz
mekanlarda görmesi, sebebini de annesi yıprandığı için babasının gözünün
dışarıda olmasına bağlamaktadır. Bu ilginç hikâye Baba Oğul adlı hikâyede
anlatılmaktadır. Kültür farklılığı ve oluşan problemler Kına isimli hikâyede
dile getirilmiştir. Almanya’da Türkler için düzenlenen kültürel faaliyetler İki
Gazel Söyle isimli hikâyede anlatılmaktadır. Türklerin Almanları kendilerine
benzetmesi Almanya’da Yok Yok’ ta işlenmiştir.
2.5. Cehaletle Mücadele - Eğitim
Okumanın önemi, okumuş insanlara olan hasret yazarın üzerinde durduğu
önemli temalardandır. Baykurt, on üç hikâyesinde bunu işlemiş ve dikkatleri
bu konuya çekmek istemiştir.
Hasret hikâyesinde köylünün kendisini irşat edecek insanlara çölde susuz
kalmış mecnun gibi hasret olduğu dile getirilmektedir. Köylü okumuş, kendini
yetiştirmiş, nasihat ve öğüt verecek insanlara büyük değer vermektedir. Onun
her türlü ihtiyaçlarını karşılayarak kendisini uyandırmasını istemektedir.
Sadece teorik, kuru bilgiler değil, önemli olan bu bilgilerin şahsında
yansıtılmasıdır. Efendilik Savaşı, köy çocuklarının okuma mücadelesini ortaya
247
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
koyar. Yapı Taşı isimli hikâyede zeki, becerikli çocukların elinden tutulup
okutulması gerektiğini, Ön-Öykü başlıklı yazı Ahmet’in yazar olmaya karar
vermesini ve babasının da onu desteklemesini anlatır. Almanya’da çocukların
aldığı eğitim ve çocukların okullardaki sıkıntıları Adem İle Hakan da
işlenmiştir. Az Daha Boğuluyordum hikâyesi çocukların çevrenin etkisinde
kalması, yüzme bilmediği halde yüzmeye gitmesi, sonucunda ölüm tehlikesi
atlatmasını işlemektedir. Türk çocuklarının okullarda hor görülmesi,
dışlanması, öğretmenlerin farklı muamelelerde bulunması Yakantop’ unda dile
getirilmiştir. Haksızlığa uğrayanların hakkını arama mücadelesi Hatice’nin
Mahkemesi’ nde işlenmektedir. Öykü Birincisi’ nde Wolf’un Galib’le
yaşadıklarını hikâye haline getirmesi ve girdiği öykü yarışmasında birinci
olması anlatılır. Afyon’lu Ahmet’in kızı Gülden’in ölümle biten hikâyesi
Gülden’im’ de acıklı bir anlatıyla sunulur. Türk işçilerinin çocuklarının
üniversiteye hazırlayan liselere gitmesi oldukça zordur. Çok az sayıda Türk
öğrenci bunu başarmaktadır. Zeynep Yiğit hikâyesi bu nadir gençlerden birinin
verdiği mücadeleyi dile getirir. Hidayet’in eğitime verdiği önem, ev, tarla
yerine çocuklarını okutması Üç Apartmanlı Hemşerim isimli hikâyede
anlatılmaktadır. Hidayet çocuklarını okutmuş; biri doktor, biri avukat diğeri de
bilgisayar mühendisi olmuştur. Kaymakam yeni vali şerefine bir koşu
düzenler. İlk üçe giren öğrencilere nutuk dağıtılacaktır. Fakat imkansızlıklar
yüzünden dağıtılan nutuklar tekrar toplanacaktır. Bu ilginç hikâye Koşu’ da
karşımıza çıkar.
Asıl görevi öğretmen olan yazar, kendinden hareketle köy öğretmenlerinin
sıkıntılarını dile getiren sekiz hikâye kaleme almıştır. Bu hikâyelerinde
öğretmenin ağayla, müfettişle ve benzeri olumsuzluklarla olan mücadelesini
ortaya koymaya çalışmıştır.
Beş Bilet hikâyesinde, köyün camiine yardım amacıyla satması için
öğretmene, görevliler tarafından beş bilet bırakılır. Biletler, bu amaçla tertip
edilen güreşler için hazırlanmıştır. Öğretmen isteksiz olmasına rağmen biletleri
248
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
köylülere satar. Köyün öğretmenini teftiş için gelen müfettişin hikâyesi
Müfettiş isimli hikâyede, Muhtarla köy öğretmeninin mücadelesi Göze Batan’
da dile getirilir. Zor şartlarda köyde öğretmenlik yapan Ziya Ömer’in kışın
karlı yollarda köyüne yaptığı ölüm yolculuğu Şıhlıgöz Yolunda ‘da işlenmiştir.
Kerim Bey’in köy enstitülerindeki mücadelesi Milliyetçi Kerim Bey’ de, köy
ağasının çocuklarını okula göndermemek için öğretmenle giriştiği mücadele
Türk Tipi Okullar’ da,
köy olabilme mücadelesi, seçim kavgaları, siyasi
tayinler, hile ve kirli ilişkiler Müdürü Yiyen Köy’ de anlatılır. Sürgündeki
Öğretmen, bir köy öğretmeninin çocukları yetiştirme mücadelesini ortaya
koymaktadır.
2.6. Din Olgusu
Din olgusu hikâyecilerin kullanmaktan vazgeçemediği temalardan birisidir.
Sosyal-Gerçekçi yazarlar dine genellikle eleştirel bir bakış açısıyla
bakmışlardır. Eserlerinde din adamlarını karalamışlardır. Din adamlarının
köylünün inançlarıyla alay ettiğini, onların bu duygularından istifade ettiklerini
söylemişlerdir. Din, toplumsal hayatın göz ardı edilemeyecek bir gerçeğidir.
Su-istimal edilmemeli ve siyasi çıkarlar uğruna kullanılmamalıdır. Baykurt,
yirmi hikâyesinde din ve dinle ilgili temaları işleyerek bu konuya ne kadar
önem verdiğini ortaya koymak istemiştir.
Karın Ağrısı isimli hikâyede seçim zamanı oy telaşı için köye gelip miting
yapan Avukat Adil Bey’in konuşması verilir. Adil Bey konuşmasında dinden
bahsederken namaz zamanı köylülerle birlikte camiye gitmek istemez. Çünkü
namaz kılmasını bilmemektedir. Siyasetle uğraşanların, insanların dini
duygularıyla nasıl oynadıklarını gösteren çarpıcı bir örnektir. Çocuğu olmayan
kadınların türbe ziyaretleri Tek Tek Gelin hikâyesinde farklı bir açıdan
işlenmiştir. Kuşun Kurdun Ağzı’nda vahşi ve kaybolan hayvanların duayla
durdurulması ve bulunması anlatılmıştır. Yukarı Dolan köylüleri Ramazanın
hangi Cuma günü başlayacağı konusunda tartışırlar. Oysa Ramazan gelip,
geçmiştir. Bu hikâye Ramazan Gelip Geçmiş’ te traji-komik bir şekilde
249
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
işlenmiştir. Burunları Kısılmış’ da cahil köylüyü eğiten ve dini öğreten imamın
namazda başına gelenler komik bir olay gibi anlatılır. Esnafa borç takan
imama yapılan şaka Kıvrımının Kıvrımının Kıvrımında adlı hikâyede
işlenmiştir. Eski İmam ile yeni imamın sınavı İmamların Sınavı hikâyesinde
dile getirilmiştir. Burçak’ ta imamla gayri meşru ilişki yaşayan Çil Fadime’nin
oğlu İbrahim’in Hafız’dan intikam alması ve onun ölümüne sebep olması
anlatılır. Otobüs yolculuğu esnasında yolcular arasında başlayan din eksenli
tartışma Gavur İcadı’ nda işlenmiştir. İmamın Karısı hikâyesi de dini içerikli
bir metindir. İmam, sık sık evden uzak kaldığı için karısı çok sinirli ve asabi
olurdu. İmam evine geldiği zaman karısının hali değişir, eski halinden eser
kalmaz, yüzü gülerdi. Yaşlanan imamın, imamlığı bırakmamak için bulduğu
çözümü anlatan hikaye çarpıcı bir şekilde İpin Ucu hikâyesinde işlenmiştir.
Karga Başından Gelen Saltanat, köye gelen bir yabancının ölmüş bir kuşu
tedavi etmesini, bu haberin de her tarafa yayılmasını işler. Muhtarın köylerine
gelen iki hoca adayına verdiği ders Yedi Kat Yerin Altını Görenler’ de, Alan
Şeyh Değil, Veren Bizik!..’ de yoksul köylülerin şeyhlerine aşırı bağlılığını,
getirilen hediyelerden şeyhin haberinin olmadığı anlatılır. Yarısı Müslüman
yarısı Hristiyan olan kasabanın tartışma konusu leyleğin dinidir. Özgür Leylek
bu yönüyle ilginç bir hikâyedir. Amansız bir hastalığa yakalanan kadının
Güldede türbesine götürülmesi, iyileşmesi veya ölmesi için dua edilmesi
Güldede isimli hikâyede anlatılır. Türklerin, terkedilmiş dört katlı su kalesini,
sosyal tesislere çevirmesi, bir bölümünü cami yapması Oss Camisi hikâyesinde
işlenir. Allah’a Dilekçe’ de ürünleri susuzluktan yanan Hayri’nin çaresiz
kalınca Allah’a dilekçe yazması, bol yağmurun gelmesi, bir dilekçe de
Almanya için yazacağını söylemesi dile getirilir. Yeni Cami hikâyesi
yurtdışında bulunan insanların ibadet ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıkları
faaliyetleri anlatmaktadır. Selli Mehmet’in yılan tarafından sokulmasından
sonra başına gelenler Yılan Elinde isimli hikâyede işlenmiştir.
250
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
2.7. Sağlık Problemleri
Köylerin ve köylülerin bitip tükenmez dertlerinden birisi sağlıkla ilgili
problemlerdir. Doktorsuzluk, ilaçsızlık, tedavi imkanlarının bulunmaması,
insanları kocakarı ilaçları diye isimlendirilen arayışlara itmiştir. Yazar bu
temayı on dokuz hikâyede işleyerek konunun önemini belirtmek istemiştir. Her
hikâye sağlıkla ilgili farklı sıkıntıları ortaya koymaktadır.
Yusufça köyünden yaşlı hasta köylünün doktor ile olan diyalogu Aman
Doktor adlı hikâyede çarpıcı bir şekilde anlatılır. Doktor Yekta Bey hastasını
konuşturarak parası olup olmadığını anlamak ister. Eğer parası varsa gerekli
muayene ve tedavi işlemlerine başlayacaktır. Kadını hastaneye yetiştirmeye
çalışan otobüs şoförünün önüne çıkanı ezip geçmesi Sıpa hikâyesinde işlenir.
Amansız bir hastalığa yakalanan çocuğun kurtarılması için verilen mücadele
Emsiz Oğlan da hikâye edilir. Diş Arayan Adam hikâyesinde diş ağrısı çeken
yoksul Hasan anlatılır. Köylünün hastalıklarla kendi imkânlarıyla nasıl
mücadele ettiği Kirpi adlı hikâyede işlenmiştir. Dalak isimli hikâyede Geyran
köyüne gelen iki sağlık memuru ile bir doktorun yaptığı sağlık taraması
anlatılır. Yoksul köylü Sadullah’ın ağır hasta kızı Cemile’yi tedavi
ettirebilmesi için Ankara’ya gelmesi, Cemile’nin tedavi edilememesi ve ölümü
Can Parası isimli hikâyede anlatılmıştır. Kapıcı ailesinin yaşadığı zorluklar,
genç yaşta çocuk sahibi olmanın ortaya çıkardığı problemler, ekonomik
sıkıntılar ve sağlık ile ilgili yaşananlar Gazi Büyürken’ de anlatılmıştır. Kulakçı
sağlık ile ilgili bir başka hikâyedir. Kulaklarından rahatsız olan bir hasta
torpille muayene olur. Kulağını yıkatmak için tekrar doktora gelir. Kulağını
doktor olmadığı için hademe yıkar. Haber sağlık müsteşarına ulaşır. Doktora
ceza verilir, hademe sürülür. Araya girenler hademenin hastaneye hademe başı
olmasını sağlarlar. Almanya’da hastalara verilen değer, işin ciddiye alınması
Acil’de isimli hikâyede anlatılmaktadır. Frau Duman Almanya’daki insanların
sağlık durumlarını dile getiren bir hikâyedir. Meleği kocası diş doktoruna
götürür. Kocası muayene esnasında ona çok yardımcı olmaktadır. Hemşireler
251
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
bu duruma çok hayret ederler. İşçilerin içinde bulundukları sıkıntılar,
çocukların yanlış yollara düşmesi, babalarının çaresizliği ve kendilerini içkiye
vermeleri İşçi İle Dişçi’ de işlenmektedir. Melhem iş kazası geçiren Haydar’ın
hakkını arama mücadelesi, doktoru dövmesi ve tutuklanmasının anlatıldığı bir
hikâyedir.
Hastanede
doğum
yapan
Hüsniye’nin
Monica
ismini
sayıklamasıyla, doğan bebeğine Anita hemşire tarafından bu ismin konulması
Monica isimli hikâyede dile getirilmiştir. Sevgi Yandı hikâyesinde Sevgi’nin
bacağı bir çaydanlık suyla yanar. Alman komşuları yardım için isteksiz
davranırlar. Almanya’da çalışan bölünmüş bir ailenin dramı Kardeşimin
Yitmesi başlıklı hikâyede işlenmiştir. Annelerin zor şartlar altında veya kolay
şartlarda doğum yapmaları, Türkiye ile batının mukayesesi Analar Anıtı adlı
hikâyede işlenmiştir. Adnan’ın diş fırçasının önemini kavraması Diş Fırçası’
nda dile getirilmiştir. Altın Beşik’ de yapılan kürtajın başarısızlıkla
sonuçlanması ve hastane yönetimine açılan dava hikâye edilir.
2.8. Köylülerin Devlet Mekanizmalarıyla İlişkileri
Köylünün devletle, devlet adamıyla olan ilişkisi hikâyelerde farklı açılardan
işlenmiştir. Devlet memuru köylüyü hor gören onu ezmek isteyen bir unsur
olarak karşımıza çıkarılmıştır. Memur, köylünün dini duygularıyla alay
etmektedir. Bu ve benzeri yaklaşımlar on iki hikâyede ortaya konulmuştur.
Hayvanların Yüzünden hikâyesinde köylü ile devlet memuru olan bir baytar
arasındaki ilginç ve ilginç olduğu kadar düşündürücü bir ilişki anlatılmıştır.
Dindar bir köyü ziyaret eden baytar ve ekibi köylülerin sakalı ve şeyhiyle alay
ederler. Onlardan güzel bir dayak yerler. Baytar köyde şarbon hastalığı var
diyerek düzmece bir rapor hazırlar ve köye karantina kokulması gerektiği
kararını alır. Köylü bu işten çok zarar görür. Baytardan özür dilerler,
sakallarını keserler, hakaretlere katlanırlar, köylülere rezil olurlar. Böylece
baytar
intikamını
almıştır,
rapor
yazarak
karantinayı
kaldırır.
Köy
öğretmeninin köylülerle ve müfettişle olan mücadelesi, ilişkisi Zekiye
Benimdir’ de işlenmiştir. Namazdan Önce Oyun adlı hikâyede köylünün çok
252
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
çekindiği tahsildarla ilgili bir oyunu namaz vaktini beklerken oynaması onların
devletin bir temsilcisine olan bakış açısını vermektedir. Eğer Hayvan İsek adlı
hikâyede aydın kesimin köylüye bakışı, köylünün çaresizliği çarpıcı bir şekilde
dile getirilmiştir. Sugözü’ndeki Görevli adlı hikâye devlet memurunun
hediyeye karşı olan zafiyetini işlemektedir. Şar Şar Akıtırım’ da hikâyede
köylünün tahsildardan korkup, titremesi anlatılmaktadır. Memurların köylüler
ile olan ilişkileri, köylülerin misafirperverliği Uğurola adlı hikâyede dile
getirilmiştir. Şahin’in hikâyesi Foto Şahin’ de işlenir. Şahin, ormanda santral
memurluğu yaparken aynı zamanda düğünlerde ve benzeri törenlerde fotoğraf
çekmeye de giderdi. Şefiyle takışınca işi bırakır ve olaylar gelişir. Gümüş
Hoca hikâyesinde Hocaya sakalını kesmesi için oynanan bir oyun anlatılır.
Ankara’nın İşyarları hikâyesinde Ankara memurları ile köylü insanların
mukayesesi yapılır. Şehirli tembel, şişman ve uyuşuktur. Köylü sağlam,
dayanıklı ve çalışkandır. Paragöz Mevlit Efendi’nin cami inşaatına başlaması,
bunu para için yapması, camiye yapılan bağış ve yardımların kesilmesiyle
üzüntüden felç olması Kuzlusay Camii’ nde ortaya konur. Amerikan Arabaları
isimli hikâyede Amerikalıların arabasından çalınan paralardan dolayı şikayetçi
olunmamasına rağmen boşu boşuna yatılan 9 ay, 10 günlük cezaevi günleri
anlatılır.
2.9. Köy Politikasına Yönelik Eleştiriler
Köy Enstitüsü’nden mezun olanların yegane arzusu, içinden çıktıkları
insanları kalkındırmaktır. Her bakımdan onlara yardımcı olmak ve içinde
bulundukları olumsuz şartları ortadan kaldırmaktır. Bunun için ellerinden
geleni fazlasıyla yapmaya çalışmışlardır. Köylünün aydınlatılması, eğitilmesi,
refah seviyesinin artırılması için çözümler üretmişlerdir. Kimisi bunu
konferanslarla, kimisi edebî metinlerle, kimisi siyasî yollarla ortaya
koymuştur. Baykurt, yedi hikâyesinde köylünün kalkındırılması gerektiği
düşüncesini işlemiştir.
253
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
Ona Aylık Bağlandı isimli hikâye örnek köy projesini ve köylülerin bu
projeye alışamamasını konu edinmektedir. Köylüyü kalkındırmak için onlara
kredi sağlanması, köylünün aldığı krediyi başka işlerinde kullanması ilgi çekici
tema olarak karşımıza çıkar. Koyun Kredisi hikâyesi köylüye sağlanan
kredilerin nasıl kullanıldığını acıklı ve gülünç bir üslûpla anlatır. Heykel yurt
genelinde heykel yapma kampanyasını işlemektedir. Kuloba köyünün örnek
köy haline getirilme çalışmaları Kuloba’da Bildiri isimli hikâyede dile getirilir.
On Binlerce Kağnı bir uyanışın ve kalkınmanın anlatıldığı bir hikâyedir. On
binlerce kağnı çağdaşlaşmayı yakalamak için yollara çıkar. Eski Kovanlar’ da
öğretmen arkadaşını ziyarete gelen bir kişinin köylüye ön ayak olarak, onlara
arıcılıkla ilgili yeni bilgiler vererek, verimi artırmalarını sağlama yollarını
öğretir. Plansız ekilen soğandan zarar edilmesi yapılan yanlış tarım politikası
Soğanlar Çürüdü adlı hikâyede çarpıcı bir tarzda işlenmiştir.
2.10. Ağa – Köylü İlişkileri
Köy ağası ve beyi, köy hikâye ve romanlarının vazgeçilmez kötü
insanlarıdır. Sosyal-Gerçekçi bir yazar olan Baykurt hikâyelerinde genelde
ağayı kötü bir kişi olarak çizmiştir. Zaten köy hikâye ve romanında ak ve kara
tipler diye bir kullanım ve sınıflandırma zaten vardır. Ağa ve Bey kara tipler
olarak değerlendirilmektedir. Aşağıda verdiğimiz altı hikâyede de bu tip
insanların köylüye bakışını ve onlara karşı olan muamelesini gözler önüne
sermektedir.
Biçer-Döğer’ de Ağa Şerif Ali’nin ırgat Fatma’ya tecavüze yeltenmesi
hikâye edilir. Ağa köyün tarlalarının sahibi olduğu için kendisini ırgatların da
sahibi zannetmektedir. Ağanın ölümüne sevinen köylülerin hikâyesi Mutlu
Ölüm’ de anlatılır. Temel Hasan üç karılı, çok zengin bir ağadır. Onun ölüm
haberi bütün köylülerin rahatlamasını sağlar. Aptül Ağanın kendisine borcu
olan Kumpir Osman’a hakaret etmesi Para Dalgası’nda işlenmiştir. Yoksul
köylülerin beylere karşı olan düşmanlıkları ve bedduaları Dediğim Oldu Ama
hikâyesinde güzel bir şekilde anlatılmıştır. Suların Durulması hikâyesinde
254
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
beyin emrinde koyun gibi yaşayan insanların isyan ederek özgürlüklerini
kazanmaları ve paylaşımı öğrenmeleri anlatılır. Köylerdeki ağanın köylüyü
istediği gibi kullanması ve ezmesi, çocuklarının da köyün kızlarına musallat
olması Nar Masalı hikâyesinde işlenmiştir.
2.11. Hırsızlık
Hırsızlık toplumun tedavi edilemeyen hastalıklarından birisidir. İnsanlar
mecbur kaldıkları için, hastalık takıntısı olduğu için veya ahlakî problemleri
olduğundan dolayı hırsızlık yaparlar. Fakir Baykurt hikâyelerinde toplumun bu
problemine kayıtsız kalmamış, altı hikâyesinde bunu dile getirmiştir.
Hırsızlık köylerde oldukça sık karşılaşılan bir olaydır. Ayı Kapanı
hikâyesinde bostan sahibi İbrahimkul’un hırsızlığa karşı tedbir almak için
kapan kurması ve Doğan adlı çocuğun bu kapana takılıp ölmesi anlatılır.
Yoksul ve işsiz köylülerin çalışmak için şehre gelip amelelik yapması ve
hırsızlar tarafından soyulması Gömezin Memet hikâyesinde, Şaştım Şaştım’ da
saf bir köylü olan Kara Memiş’in kandırılarak, öküzlerinin çalınması dile
getirilmiştir. Köye gelen konukların yangın esnasında köyü soymaları
Sazlıktaki Yangın’ da, Kel İlyas ile belalı bir kişilik olan Şerbela’nın
karşılaşması Şerbela isimli hikâyede işlenmiştir. Yoksul bir ailenin
çocuklarının hırsızlık yapmak zorunda kalması Teller Değişti hikâyesinde
acıklı bir anlatıyla ortaya bir sorun olarak konulur.
2.12. Kavga
Köylerdeki bitmez tükenmez mücadelelerden birisi de toprak yüzünden
ortaya çıkan kavgalardır. Fakir köylünün sürecek tarlası yoktur. Mecburen
toprak sahibi ağanın tarlasını sürerek ırgatlık veya rençperlik yapacaktır.
Sosyal – Gerçekçi bir bakış açısına sahip olan Baykurt bu temayı işlerken
yoksul köylünün yaşadıklarını gözler önüne sermek istemiştir. Aşağıda kısaca
bilgi verilen dört hikâyede bu kavganın nelere sebep olduğu ortaya konulmak
istenmiştir.
255
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
Sürecek tarlası olmayan Patoğlan Ali’nin kayınbabasının tarlasını sürmesi ve
kavgaları Buğday Ekme Zamanı’nda anlatılır. Kör Osman’ın Tarlası bir başka
açıdan tarla kavgasını işlemektedir. Toprak Dağıtım Projesinden Kör Osman’a
iki tarla düşer. Köyün ağaları yoksulların toprak sahibi olmasını hazmedemez.
Kavga adlı hikâyede köylerde bir hiç yüzünden çıkan kavgalar ve ölümler
anlatılır. Kavga köylerin bitip tükenmek bilmeyen bir problemidir. Kaderli
Mehmet’in kardeşi Veli, Hacı ile kavga etmiştir. Verimli toprağa sahip
olabilme mücadelesi de Sultan Çayırı adlı hikâyede verilir.
2.13. İşçi – İşveren İlişkisi
Fakir çocukların çırak olarak işe başlamaları, keçeci de çalışan çocuğun işi
dört günde öğrenip işe gitmemesi Keçeci Çırağı adlı hikâyede işlenmiştir.
Maden ocağında komünizm propagandası yapılması ve buna karşı verilen
mücadele Kuzören Madenleri adlı hikâyede anlatılır. Koltuktaki’ nde
müstahdem Refik’in koltuk yüzünden başına gelenler dile getirilir. Odacı
Refik müdürün yokluğunda makamına oturur ve emirler yağdırır. Müdür
hakkında soruşturma açılır.
2.14. Yasak İlişkiler
Gelin adlı hikâyede kayınbabasının tecavüzüne uğrayan bir gelinin intikamı
anlatılır. Gelin kayınbabasının cinsel organını kestiği için tutuklanır.
Fıstıkların Olduğu Yer hayat kadınlarının yaşadığı zor şartları ve evli
erkeklerin bu kadınlarla girdikleri gayri meşru ilişkinin anlatıldığı bir
hikâyedir. Savaş zamanı herkes askerdedir, köyde sadece yaşlılar ve hastalar
kalmıştır. Düztaban Helmut da köyde kalanlardandır. Kadına düşkün birisidir.
Köye düşman askeri gelince Helmut köyü terk eder. Bu öykü Ertesi Gün
isimli hikâyede işlenmektedir.
3. Diğer Temalar
Yukarıda iki başlıkta verilen temalar dışında kalanları ise “Diğer Temalar”
başlığıyla vermeyi uygun gördük. Köy insanı yaşadığı bütün olumsuzluklara
rağmen hayatından şikayet etmeyen bir özelliğe sahiptir. Bu onun asil tarafını
256
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
ortaya koymaktadır. Elindekiyle yetinmesini bilen kanaatkâr insanlardır.
Sıkıntı ve problemlerine rağmen hayata pozitif bakabilen bu insanlar yazarın
hikâyelerinde farklı temalarda oldukça fazla işlenmiştir.
3.1. Yaşam Sıkıntıları ve Olaylara Pozitif Bakış
Tespit ettiğimiz on bir hikâyede yaşanılan zorluklar farklı boyutlarıyla ortaya
konulmuştur.
Köye günlük gazete gelmez. Eski gazetelerin köylüler tarafından okunup
yorumlanması Kıl hikâyesinde anlatılır. Zehir adlı hikâyede köylülerin
farelerle olan mücadelesi işlenmiştir. Köyde hasta olmanın zorlukları,
ilaçsızlık, doktorsuzluk, köylülerin kendi imkânlarıyla iyileşme çalışmaları
Ham Meyvayı Kopardılar Dalından’ da işlenmiştir. Payımız hikâyesinde ortak
olan harman yerinden herkesin payını alması dile getirilir. Köklere
dokunulamayacağı, kimsenin köklerinden koparılamayacağı Uzun Kavak
hikâyesinde işlenmektedir. Bir Kafasızın Hikâyesi’ nde değirmen taşını dağdan
aşağıya indirme çabaları ve bulunan trajikomik durum anlatılır. Sürülere
dadanan kurtlara karşı çoban köpeklerinin görevlerini yapmaması Köpekleri
Değiştirin hikâyesinde işlenmiştir. Et Mi Satacağım İt Mi Kovacağım’ da köye
yenilik getiren Bağrıaçık İsmail’in karşılaştığı zorluklar anlatılır. Koca Veli
hikâyesi köye gelen art niyetli insanların tepkiyle karşılaşmalarının anlatıldığı
bir hikâyedir. Koca Veli gibi şuurlu insanlar bu tip insanlarla mücadele
etmektedir. Keller Köyü hikâyesinde yazarın şaşkınlığı dile getirilir. Köyde bir
gazinonun olması yazarı şaşırtır. İstanbullu bir işletmeci buraya yirmi yıl
işletmek için kiralamıştır. Kira bedeli olarak da köyün camiine minare
yaptırmıştır. İrfan’ın kavak yeri hazırlamak için verdiği mücadele Kavak 214’
de anlatılır.
3.2. Kıssadan Hisse
Fakir Baykurt,
kıssalardan hareketle birkaç hikâye kaleme almıştır. Bu
tarzda yazılmış dört hikâye tespit ettik. Alıngan Hüseyin’in karakteri Ördek
Hüseyin adlı hikâyede anlatılır. Adam Olamazsın’ da meşhur bir kıssanın
257
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
hikâyesi kaleme alınmıştır. Usta semercinin ölümüne sevinen eşeklerin acemi
semercinin elinde kalmaları Kavaklının Eşekleri hikâyesinde tekrar işlenmiştir.
Eğri Büğrü Arkadaşlık İstemem’ de tilki ile yılanın arkadaşlığının sonu ve
yılanın ölümü anlatılır.
3.3. Fabl
Yazar, iki hikâyesinde hayvanlara insani özellikler vererek fabl tarzını da
denemiştir. Uysal At hikâyesinde olayın kahramanı bir attır. Sevdalı Karınca
isimli hikâye karıncanın sevdası için yollara düşmesini ve bu uğurda hayatını
feda etmesini anlatmaktadır.
3.4. Biyografik Anlatım
Fakir Baykurt, dokuz hikâyesinde insanların yaşam hikâyesini biyografik
anlatımı kullanarak vermeye çalışmıştır. Merzifonlu Koca Zeynel adlı hikâyede
namusu için cinayet işleyen sekiz buçuk yıl yattıktan sonra tahliye edilen ve
köyüne dönen Zeynel’in yaşadığı sıkıntılar ve olumsuzluklar dile getirilir.
Balıkesir’den Edremit’e giden bir minibüsün içinde yaşananlar Balyalı Deli
Kemal’ de anlatılır. Cenan’ın çileli ömrü Cenan’ da ortaya konulur. Cenan
yedi kız annesidir. Çobanlık yapmaktadır. Cumhur Ali’nin ibretli hikâyesi
Cumhur Ali’ de, Göçmen Osman hikâyesinde bir başka kişi anlatılır.
Balkanlardan gelen Göçmen Osman’ın bir yerde dikiş tutturamaması, sürekli
yer değiştirmesi sonunda Manisa belediyesinde işçi olması anlatılmaktadır.
Mardinli Mirza ile eşi Mecide’nin öyküsü Mirza 50 adlı hikâyede verilir.
Balcılık yapan Emecik muhtarının balını çalanlara ceza verirken kendi
canından olması Emecik Muhtarı adlı hikâyede anlatılır. Kız Mehmet’ in
yaptığı işlerde dikiş tutturamaması en son kaymakamın desteğiyle sinema işine
el atması hikâye edilir. Durgadın adında bir kızın hikayesi Durgadın adlı
hikâyede, ademin işlettiği çay bahçesi ve ortağı Naci Adem’ de, tanker şoförü
olan Murat meslektaşlarının yaşadığı sıkıntıları zor çalışma şartları Şoför
Milleti’nde anlatır. Tren kazasında ölen Serdar’ın geride bıraktığı ailesinin
durumu Serdar’ı Getirin’ de acıklı bir şekilde dile getirilir.
258
Parti Adamı
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
particilik, çıkar ve menfaat ilişkilerinin kirli yüzlerini ortaya sermektedir.
Babamın Soylu Tazısı fakir olmasına rağmen av merakından vazgeçmeyen,
bunun için av tazısı bile alan, ailesiyle kavga eden bir köylünün hikâyesidir.
Camız Avı adlı hikâyede, Kadı camızın av olduğuna karar verir. Hoca kadıya
bir bakraç kaymak hediye götürür. Bakracın altına camızın pisliğini üstüne de
kaymağını koyar.
3.5. Tatil Hayalleri
Tatile çıkmayı planlayan 27 yaşında bir Alman gencinin tatile çıkamayışı,
yaşadığı hayal kırıklığı, Kafa Çektiren’ de anlatılır. Yurda Giden Kızlar isimli
hikâyede tatil için Türkiye’ye gelmeye çalışan kızların başına gelenleri dile
getirir.
3.6. Gelecekle İlgili Planlar
Endüstri hamlesini gerçekleştiren Almanya başka hesaplar peşindedir. Büyük
Hesaplar bu politika değişikliğini anlatmaktadır. Almanya diğer ülkelere
patent satmak için çalışmalar yapmaktadır. Sadece elektronik, bilgisayar gibi
nezih işlerle uğraşacaktır.
3.7. Hediye
Anlatıcı yanında unutulan paketi kardeşi Veli’yi ziyarete giderken kendi
hediyesi olarak götürür. Buluntu bu yönüyle ilginç bir hikâyedir. Baykurt bir
düşten hareketle bu hikâyeyi yazdığını söyler.
3.8. Ziyaret
Yazar, Mutlu Mustafa hikâyesinde Mustafa’yı yaşadığı memleketinde
görmeye gitmesini anlatır.
3.9. Savaşın Geride Bıraktıkları
Baykurt, Merdan adlı hikâyesinde savaşın acı gerçeklerini ve çocuklarda
bıraktığı olumsuz izleri dile getirmektedir.
Sonuç
Hikâye kitapları da tıpkı romanlarında olduğu gibi Türkiye’de yazılanlar ve
Almanya’da yazılanlar diye iki gruba ayrılır. Türkiye’de yazdığı hikâyelerinde
259
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
köy ve köylü sorunlarını işlerken, Almanya’da yazdığı hikâyelerinde Türk
işçilerinin ayakta kalabilme mücadelelerini dile getirir. Örneğin ; Barış Çöreği
adlı kitabında Avrupa’da yaşamayı yorumlayan 23 hikâye yer alır. Gece
Vardiyası, Duisburg Treni, Yeni Kölelik Mi ? adlı hikâye kitaplarında da Türk
işçilerinin zor şartlar altındaki yaşam mücadelesini ortaya koyar. Bunların bir
kısmı röportaj özelliği taşır. Bir kısmını yazar dinlediklerinden hareketle yazar.
Bir kısmını ise oralarda yaşayan insanlar anlatır.
Fakir Baykurt, Anadolu’nun aydınlatılması amacını doğru kavrar; bütün
gücünü son soluğuna kadar, köy ve kır hayatını, sanat, bilim ve teknik
aracılığıyla uygarlaşmaya kurumlaşmaya verir. Bildiklerini, inandıklarını hiç
sakınmadan söyler, yazar ve gerektiğinde eylemlerine yansıtır.
Baykurt, halkın içinden gelir. Anadolu halkının toplumsal yaşamını, insan
ilişkilerini yakından tanır, eserlerinde bu yaşamı, bu ilişkileri dile getirir.
Anadolu, eserlerinde, acısıyla, sefasıyla, bağnazlığı ve ilkelliği ile canlanmış,
dile gelmiş, olduğu gibi edebiyatımıza girmiş ve dünyaya tanıtılmıştır.
Anadolu köy halkı, kendi diliyle, kendi sorunlarını, yaşamını çektiklerini, yine
kendi çocuklarının kalemleriyle gün ışığına çıkarmıştır.
Yazarımız, Anadolu’nun aydınlatılması amacını doğru kavrar, bütün gücünü
son soluğuna kadar, köy ve kır hayatını, sanat, bilim ve teknik aracılığıyla
uygarlaşmaya
ve
kurumlaşmaya
verir.
Bildiklerini,
inandıklarını
hiç
sakınmadan söyler, yazar ve gerektiğinde eylemlerine yansıtır.
Fakir Baykurt, Anadolu halkının toplumsal yaşamını, insan ilişkilerini
yakından tanır, halkın içinden gelir, eserlerinde bu yaşamı, bu ilişkileri dile
getirir. Anadolu, eserlerinde, acısıyla, sefasıyla, bağnazlığı ve ilkelliğiyle de
canlanmış, dile gelmiş, olduğu gibi edebiyatımıza girmiş ve dünyaya
tanıtılmıştır. Anadolu köy halkı, kendi diliyle, kendi sorunlarını, yaşamını,
çektiklerini, yine kendi çocuklarının kalemleriyle gün ışığına çıkarmıştır.
Hikâyelerinde
işlediği
temalarda
bunun
ağırlığını
açıkça
görmemiz
mümkündür.
260
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
Baykurt’un hikâyelerinde öykü havasından çok, düpedüz görüp duyduklarını
anlatan bir röportaj havası vardır. Hikâyelerine kendinden bir şey katmak
gereğini duymamış, gördüklerini, yaşadıklarını anlatmayı yeterli görmüştür.
Fakir Baykurt, ferdi duygulara bağlı temalardan en fazla para kazanma hırsını
kullanmıştır. Bu temayı on ayrı hikâyesinde temel tema olarak işlediğini
görürüz. Bunun yazarın bağlı olduğu sanat anlayışıyla bağlantısı olduğu
söylenebilir. Köyde doğup, çocukluğu köyde geçen ve öğretmenlik mesleğini
köylerde yapmaya çalışan bir kişi yokluğu ve yoksulluğu en iyi bilen insan
olsa gerekir. İyi bir gelecek için her insanda para kazanma arzusu ve bunun
paralelinde iyi bir iş sahibi olma düşüncesi vardır. Baykurt, bunun gerekliliğini
en iyi bilen sosyal-gerçekçi yazarlarımızdan birisidir. Bundan dolayı
hikâyelerinde bu arzuyu ön plana çıkarmış ve bir hırs yani aşırı bir istek olarak
onu işlemeye çalışmıştır.
Sosyal içerikli temalar içerisinde ön plana çıkan ekonomik sıkıntılar ve
yoksulluktur. Elli iki hikâyede bu sosyal içerikli temanın kullanıldığını
görürüz. Para kazanma arzusu ile ekonomik sıkıntılar ve yoksulluk birbiriyle
ilgili ve bağlantılı temalardır. Her iki temanın ağırlıklı olarak işlenmesi yazarın
yetiştiği çevre ve etkilendiği sanat anlayışıyla birebir ilgisi vardır. Köyde
toprak sahibi olmayan, başkalarının topraklarını işlemek zorunda kalan,
ağalarla mücadele içerisinde olan bir insanın yazı hayatına atıldıktan sonra bu
yaşadıklarını kaleme alması kadar normal bir şey olamaz. Baykurt’un babası
yokluk içinde çocuklarını büyütmeye çalışan, köyde hemen hemen her işi
yapmaya çalışan, daha çocukları küçükken bir kaza sonucu hayatını kaybeden
bir köylüdür. Annesi kocasını kaybettikten sonra çocuklarına üvey baba acısı
yaşatmak istemez ve bunun sonucunda genç yaşta dul kalır. Çocuklarının
yetişmesi ve terbiyesi konusunda bütün zorluklara göğüs gerer. İşte böyle bir
aileden gelen yazar, her halde hikâyelerinde ekonomik sıkıntıları ve
yoksulluğu ön plana çıkaracak ve insanların nazarını bu problem üzerine
çekecektir.
261
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Fakir Baykurt’un Hikâyelerinde Tema
Sosyal içerikli temaların ikinci sırasında tutuklu hayatlar yer almaktadır.
Fakir Baykurt yoksulluğu ve köy hayatını iyi bildiği gibi cezaevi hayatını da
çok iyi bilmektedir. Çünkü onun hayatının belli dönemleri Mamak cezaevinde
geçmiştir. 1980’den sonra ölümüne yani 1999 yılına kadar olan hayatı da bir
nevi tutuklu hayat sayılabilir. Çünkü sürgünde yaşamak zorunda kalmıştır.
Diğer temaların kullanım oranları ilgili yerlerde verildiği için tekrar etmeyi
gerekli görmüyoruz.
Baykurt’un eserlerinde köy ve köylü sorunlarını işlemesinin iki nedeni vardır
: Birincisi, köyde doğup büyümüş ve uzun süre köyde çalışmış olmasındandır.
İkincisi, köylüler Türk toplumunun çoğunluğunu oluşturmaktadır. Gerçek
kalkınma bu topluluğun uyanmasına bağlıdır. Bundan dolayı okutulmamış bu
kitleyi etkilemek için onları yazıp, onları anlatmıştır.
Yazarımız, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının 1955’ten sonraki
yıllarında verdiği eserlerle edebiyatımız için önemli bir isimdir. Köy
edebiyatının başarılı örneklerini o verir. Edebiyatımızda köylü-kentli tartışması
onun verdiği eserler sayesinde yapılır ve Köy edebiyatı gündemde kalır.
Köyler ve köy insanı ona çok şey borçludur. Onun ölümüyle köy insanı adeta
öksüz kalmıştır.
KAYNAKÇA
A. Konuyla İlgili Kaynaklar
1. Komisyon, (2005), Yazım Kılavuzu, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara.
2. Özön, Mustafa Nihat, (1954), Edebiyat ve Tenkit Sözlüğü, İnkılap
Kitabevi, İstanbul.
3. Stevick, Philip, (1988), Roman Teorisi, Gazi Üniversitesi Yay., Ankara.
4. Uç, Himmet, (2006), Ansiklopedik Roman Eleştiri Terimleri, Bizim Büro
Basımevi, Ankara.
B. İncelenen Hikâye Kitapları
1. Baykurt, Fakir, (1955), Çilli, Yeditepe, 108 s. İstanbul.
2. Baykurt, Fakir, (1959), Efendilik Savaşı, Köy ve Eğitim, 89 s. Ankara.
262
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 227-263
Mehmet Fetih YANARDAĞ
3. Baykurt, Fakir, (1961), Karın Ağrısı, Dün-Bugün, 133 s. Ankara.
4. Baykurt, Fakir, (1964), Cüce Muhammet, Çeviri, 151 s. Ankara.
5. Baykurt, Fakir, (1970), Anadolu Garajı, Bilgi, 207 s. Ankara.
6. Baykurt, Fakir, (1971), On Binlerce Kağnı, Remzi, 207 s. İstanbul.
7. Baykurt, Fakir, (1973), Can Parası, Remzi, 220 s. İstanbul.
8. Baykurt, Fakir, (1974), İçerdeki Oğul, Bilgi, 450 s. Ankara.
9. Baykurt, Fakir, (1975), Sınırdaki Ölü, Remzi, 301 s. İstanbul.
10. Baykurt, Fakir, (1978), Kalekale, Remzi, 206 s. İstanbul.
11. Baykurt, Fakir, (1982), Barış Çöreği, Remzi, 192 s. İstanbul.
12. Baykurt, Fakir, (1985), Gece Vardiyası, Remzi, 1985, 218 s. İstanbul.
13. Baykurt, Fakir, (1986), Duisburg Treni, Remzi, 1986, 189 s. İstanbul.
14. Baykurt, Fakir, (1996), Yeni Kölelik Mi?, Çağdaş, 157 s. İstanbul.
15. Baykurt, Fakir, (1998), Telli Yol, Papirüs, 182 s. İstanbul.
C. Dergilerden Fotokopisi Çekilip İncelenen Hikâyeler
1. Baykurt, Fakir, (1952), Kavga (Köyden Mektup), Kaynak, Mayıs, S: 54, s.
166-168.
2. Baykurt, Fakir, (1961), Sultan Çayırı, İmece, Aralık, S: 8, s. 20-22.
3. Baykurt, Fakir, (1962), Muhallebi Çocuğu, İmece, Ocak, S: 9, s. 14-16.
4. Baykurt, Fakir, (1962), Milliyetçi Kerim Bey (Hikâyemsi) İmece, Şubat, S:
10, s. 25-27.
5. Baykurt, Fakir, (1962), Koşu (Hikâyemsi) İmece, Mart, S: 11, s. 25-27.
6. Baykurt, Fakir, (1962), Bir Şevket, TEB Yıllığı, s. 195-201.
7. Baykurt, Fakir, (1963), Uğurola, TEB Yıllığı, s. 138-143.
8. Baykurt, Fakir, (1975), Eşek Şakası, Öykü, S: 2, s. 27-36.
9. Baykurt, Fakir, (1977), Camız Avı, Varlık, Ocak, S: 832, s. 16-17.
10. Baykurt, Fakir, (1978), Diro Kızın Saçları, Varlık, Temmuz, S: 850, s. 14.
11. Baykurt, Fakir, (1979), Kedi Sevmek, Varlık, Şubat, S: 857, s. 22-23.
12. Baykurt, Fakir, (1979), Gönül Ustası, Varlık, Mayıs, S: 860, s. 8-9.
263
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 227-263
Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences 1 (1), 2007, 264-275
© BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY
TEXTUAL PROPERTIES
Veysel KILIÇ∗
ABSTRACT
This article provides a critical assessment of standards of textuality and their
application to randomly chosen sentences from magazines, newspapers and ELT books.
I would like to discuss the limits of standards of textuality while analyzing a text from
the point of view of structural complexity and content. The special emphasis will be on
the functions of cohesive ties which help readers to get the hidden meaning of a text.
Key words: text, cohesion, coherence, acceptability, informativity, intertextuality
situationality
ÖZET
Bu makalenin amacı bir metni olşturan standartları eleştirel bir bakış açısıyla
incelemektir. Yazıda kullanılan örnekler Beykent Üniversitesi Hazırlık Biriminde
okutulan İngilizce kitaplarından rastgele seçilmiştir. Bu makalede metin çözümleme
açısında metnin standartlarının sınırlarını yapısal açıdan irdelemektir.
I. INTRODUCTION:
"Literature is not an object but an experience, and readers are not consumers
but active performers who bring texts to life in their minds"
(Thomson, 1987, p.112)"
Iser puts much emphasis on the relationship between text and text readers.
We can define text simply as a piece of spoken or written language. A text
may also be considered from the point of view of its structure or its functions.
‘A full understanding of a text is often impossible without reference to the
context in which it occurs’ (Jack Richards, Longman Dictionary of Applied
Linguistics).
∗
İngiliz Dili ve Edebiyatı, Beykent Üniversitesi, İstanbul
[email protected]
Textual Properties
Prior to the 1960s the sentence was considered the largest linguistic unit;
however, since the 1960s some linguists have turned their interest away from
the sentence as the largest linguistic unit. The common and underlying
assumption of text linguistics is that the basic theoretical unit of
communications is the discourse or the text (a piece of spoken or written
language). We do not normally communicate by using single sentences in
isolation but rather by using a coherent sequence of sentences in a particular
context. The term context should be understood as the broader social situation
in which a linguistic item is used.
Some linguists have attempted to synthesise beyond-the-sentence linguistics
with a wide range of interdisciplinary research on the production and
utilisation of texts in human interaction and proposed seven standards of
textuality as the legitimate basis of the actualisation and utilisation of texts
(Beaugrande and Dressler, 1981)
I would like to try to clarify the terms text and context first.
TEXT: In the simplest way we can define text as language that is functional.
By functional, we simply mean language that is doing some job in some
context, as opposed to isolated words or sentences that l might put on the
blackboard.
Meaning has to be coded in something in order to be communicated; but as a
thing itself, a text is essentially a semantic unit.
Any instance of living language that is playing some part in a context of a
situation, we shall call a text. A text is essentially a semantic unit. Thus we
cannot simply treat a theory of text as an extension of grammatical theory, and
set up formal systems for deciding what a text is.
Because of its nature as a semantic entity a text, more than other linguistic
units have to be considered from two perspectives simultaneously, both as a
product and as a process.
265
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275
Veysel KILIÇ
Text is a product in the sense that it is an output, something that can be
recorded and studied, having a certain construction that can be represented in
systematic terms.
It is a process in the sense of being a contiguous process of semantic choice,
a movement through the network of meaning potential, with each set of
choices constituting the environment for a further set.
You need to look beyond the words and structures so as to interpret the text
as a process in a way that relates it to the language as a whole.
The process and product of social meaning in a particular context of a
particular situation.
The intimate relationship between text and context, whereby one can only
be interpreted by reference to the other.
Meaning is realised in language (in the form of text), which is then shaped or
patterned in response to the context of the situation in which it is used. To
study language then is to concentrate upon exploring how it is systematically
patterned towards important social ends.
The relationship between text and context is a dialectical one: the text creates
context as much as the context creates the text. Meaning arises from the
interaction between the text and context. This means that part of the
environment for a particular text is a set of previous texts, texts that are taken
for granted as shared among those taking part.
Of the seven standards of textuality the first two are text-based; the other five
standards of textuality are discourse-based. Since we are discussing the
characteristics of text l would like to emphasise the first two i.e. text-based
standards and l will also try to elaborate on cohesion in particular.
II. THE SEVEN STANDARDS OF TEXTUALITY
1. Cohesion: Cohesion concerns the way in which components of the surface
texts are mutually connected within a sequence. It rests upon grammatical
266
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 264-275
Textual Properties
dependencies. Cohesive elements represented in a text are pro-forms, tense,
aspect, junction, ellipsis, recurrence, lexical substitution.
The set of linguistic resources that every language has (as part of textual
metafunction) for linking one part of a text to another are reference,,
substitution, and lexical cohesion. These are the semantic relations that
enable one part of the text to function as the context for another.
All learning is a process of contextualisation: a building up of expectancies
about what will happen next. These include non-verbal expectancies.
Most texts are connected links on the sentence base in terms of grammatical
features such as pronominalisation, ellipsis and various kinds of. The resources
available for grammatical cohesion can be listed finitely and compared across
languages for translatability and distribution in real texts.
The cohesive items are clues or signals as to how text should be read, they
are not absolutes The pronoun it only gives us the information that a nonhuman entity is being referred to.
Cohesion is only a guide to coherence and coherence is something created by
the reader in the act of reading the text.
Cohesion is only part of coherence in reading and writing, and indeed in
spoken language too, for the same process operates here.
Cohesive tie: The term itself implies a relation. If you think of a text as a
continuous space in which individual messages follow each other, then the
items that function as the two ends of the tie- the A and B are spatially
separated from each other. There is a link between these two ends. The nature
of this link is semantic: the two terms of any tie are tied together through some
meaning relation. Such semantic relations form the basis for cohesion between
the messages of a text.
The relation of co-referentiality is typically realised by the devices of
reference, such as the pronominals he, she, it etc. or by the use of definite
article the, this, that.
267
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275
Veysel KILIÇ
Co-classification is normally realised either by substitution or by ellipsis.
Little nut tree
it
= co-referentiality
Plays the cello
does
= co-classification
For example, one study looked different…….. did)( pp.107)
Your pen
yours
= co-classification
Cohesion is established when an implicit device is interpreted by reference to
some item of text.
Cohesive device: co- extension e.g. Silver……..golden
The sense relations: Synonym, antonym, and hyponym, repetition, metonym,
cohesive chains- the relation will contribute to cohesion in either use.
Synonym: The experiential meaning of the two lexical items is identical: this
does not mean that there is a total overlap of meanings- simply the meaning is
the same.
Antonym: Oppositeness of experiential meaning.
Repetition: It creates a relation simply because a largely similar experiential
meaning is encoded in each repeated occurrence of the lexical unit.
Metonymy: The term refers to a part-whole relation as in the case of tree,
limb and root.
Cohesive chain: Identity chain: girl/she
Similarity chain: went/walk
If the grammatical cohesives are high and interpretable it means that the text
is highly self-sufficient; to understand the speaker's meanings, one needs
simply to know the English language.
If grammatical devices are not high, on the contrary, low the text is not
interpretable and rather ambiguous.
2. Coherence: This concerns the ways in which the components of the textual
world are connected with meanings. The configurations of concepts and
relations which underlie the surface text are mutually accessible and relevant.
Relations are links between concepts which appear together in a textual world.
268
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 264-275
Textual Properties
They are represented in the text as rhetorical acts, such as defining,
classifying, exemplifying, etc.
Coherence is ultimately based on the assumption that when speakers speak
they say things that cohere with each other.
Coherence is a semantic property of discourses, based on the interpretation
of each individual sentence relative to the interpretation of other sentences.
Every text is also a context for itself. A text is characterised by coherence; it
hangs together.
Coherence is the feeling that a text hangs together, that it makes sense, and is
not just a jumble of sentences.
3. Intentionality: This concerns the text producer's attitude that the set of
occurrences should constitute a cohesive and a coherent text instrumental in
fulfilling the producer's intentions. The manipulation of cohesion and
coherence features produces a text which can fulfil the writer's intentions.
The elements signifying intentionality in a text are natural time order,
relevance, brevity, clarity.
4. Acceptability: This concerns the text receiver's attitude that the set of
occurrences should constitute a cohesive and a coherent text having some use
which is relevant for the receiver e.g. to acquire knowledge or provide
cooperation in a plan. In other words, awareness of the reader's expectation
that the text will possess certain features and will be of use and relevance.
Possible realisation as syllabus items could be conventional textual features
(e.g. instruments in recipes); aspects of text grammar (e.g. use of passives,
articles, etc.).
5. Informativity: The extent to which the elements in the text are
expected/unexpected or known/unknown/uncertain. Possible realisations as
syllabus items are marked/unmarked sequences; given/new information;
topic/comment; maintaining/breaking text conventions.
269
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275
Veysel KILIÇ
6. Situationality: The ways in which a text is relevant to the situation in which
it occurs. It concerns the factors which make a text relevant to a situation of
occurrences. Possible realisations of syllabus items are topic selection and
development; situational constraints (e.g. formal letters, etc); exam questions.
7. Intertextuality: This concerns the factors which make the utilisation of one
text dependent upon knowledge of one or more previously encountered texts.
The factors which make the accessibility of one text for a reader dependent
upon knowledge of, or access to, other texts. Possible realisations are use of
source material; quotes; in-text references to other texts, bibliographies.
In this paper l would like to emphasise two main textual standards cohesion
and coherence. These two standards seem to be more important than the other
standards in many ways. They hold more than one speech-act together in the
same text in order to make it a real text. For the sake of clarity l would like to
show their textual properties in texts randomly taken from different ELT
books, newspapers, magazines.
Cohesion: Procedures whereby the elements are organised into a sequence
such that their mutual relevance and linear connectivity is maintained.
Cohesion in the text can be achieved in a number of ways.
1. By the use of a definite NP linking the future of 'definiteness' to an earlier
mention of that particular item in the text
e.g.
One way is to put very, very small words, called microprint, in hidden places
on the bill.
These words are ……..
Open-water swimmers do not swim in pools but in lakes, seas and oceans.
They swim……..
Lynee was born in 1957 in the state of New Hampshire. She started…..
My uncle Martin is my mother's elder brother. He….
270
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 264-275
Textual Properties
2. By the use of recurrent pronouns and personal markers,
e.g.
Then, in 1975 she….
In 1977 she swam
During these swims, she had to keep
He is my favourite among my mother's family.
He is a very interesting man. He lives quite near us with my aunt Angela and
my cousins.
3. By the sustained use of tense signals,
e.g.
is, thinks ( present tense marker)
was, made, broke, decided ( past tense markers)
is, lives (present tense marker)
4. By expressing in various ways the three types of deixis (a term for a word
or phrase which directly relates an utterance to a time, place, or persons)
e.g.
time : at present, every weekend, while, this time the next year, 30 minutes
late
place : quite near us, so close to the boat
person : my uncle, Anne, Bob, Lynee, Africa's Cape of Good Hope
5. By repeating a structure , but filling it with new elements (parallelism)
e.g.
She broke records
Lynee decided she wanted to use her talent to do something
She wanted to encourage people……
Lynee decided to swim the 2.7….
Lynee wanted the challenge of swimming
But even more, Lynee wanted to bring the two countries...
Lynee continues to make..
271
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275
Veysel KILIÇ
He is about 45 and grey-haired.
He is still quite good-looking.
He is tall and well-built.
6. By the repetition of elements of patterns,
e.g.
He was wearing three shirts, a jacket, two pairs of socks, a pair of shorts and
two pairs of jeans.
He was carrying one small backpack, which was very full
He is extremely tidy.
He gets angry.
7. By shifting used elements to different classes,
e.g.
from noun to verb, from adjective to adverb
highly, clearly, soundly, repeatedly, formerly
8. By the use of pro-forms ( i.e. replacing content-carrying elements with short
place holders),
e.g.
He found Tony near the Air France counter.
He will have sign with your name on it.
They cannot arrest me for that
At present he is in the USA.
He is visiting the firm's customers there.
9. By paraphrasing what has been said previously.
e.g.
These chemicals are a great help to farmers. Therefore, farmers can grow
more produce on the same amount of land. This means that shoppers can find
more produce in the stores.
10. By referring to the same entity in a textual world with different surface
expressions (co-reference).
272
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 264-275
Textual Properties
e.g.
His body ached and he felt constantly tired.
It was difficult for him to even move around.
11. By repeating a structure or content with certain omissions/ ellipses.
e. g.
At present, he is in the USA ( he is visiting the firm's customers there).
12. By conjoining sentences via conventional conjunctions. However,
conjunctive relations between sentences can take various forms.
e.g.
The Hermansons, however, have maintained that prosecutors…
a.
additive
He lives quite near us with my aunt Angela and my cousins Anne and
Bob. So l often go to his house.
b.
adversative
He is about 45 and grey-haired but he is still quite good-looking.
c.
causal
My aunt and cousins never touch them because he loses his temper.
d.
temporal
When uncle Martin is at home
III. COHERENCE: The procedures whereby elements are organised into a
contour of concepts and relations so that their mutual relevance and conceptual
connectivity is maintained. The relationship which links the meanings of
utterances in a discourse, or the sentences in a text. These links may be based
on the speakers' shared knowledge. There is no grammatical or lexical link
between question and reply. But the exchange has coherence because both A
and B know that B's sister lives in the opposite direction to A's home.
Generally a paragraph has coherence if it is a series of sentences which relate
to it.
273
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275
Veysel KILIÇ
A. Could you give me a lift home?
B. Sorry, I am visiting my sister.
Coherence itself is the product of two factors-paragraph unity and sentence
cohesion. To achieve paragraph unity, a writer should make sure that the
paragraph must have a single generalization that serves the focus of attention,
that is, a topic sentence and control the content of every other sentence in the
paragraph.
In order to achieve cohesion, the link of one sentence to the next, we can
consider such techniques:
Repetition:
A. I never liked the school
B. I liked the teachers in the sixth form
In this example, in sentence B a word from sentence A is repeated.
Synonymy: If direct repetition is too obvious a synonymy of the word can be
repeated.
A. I liked my lessons.
B. I enjoyed my lessons.
Antonymy: Antonymy can also create sentence cohesion because in language
antonyms share a lot of elements of meaning.
Collocation: A commonly paired or highly probable word to connect one
sentence to another
Parallelism: Repeating a sentence structure.
Transitions: Conjunctions or conjunctive adverbs can be used to link
sentences with particular logical relationships such as: that is, tat is to say, in
other words, but, yet, however, nevertheless, still, though,, although, whereas,
in contrast, too, also, furthermore, moreover, in addition, besides, in the same
way, therefore, so, consequently, as a result, hence, it follows that, because,
since, for, in fact, in deed, admittedly true, I grant, naturally, for instance,
after all, even, in fact, etc.
274
Journal of Social Sciences 1 (01), 2007, 264-275
Textual Properties
REFERENCES
1. Jack Richards, et al, Longman Dictionary of Applied Linguistics Longman,
1985.
2. Thomson, Jack, Understanding Teenager's Reading: Reading Process and
the Teaching of Literature, Methuen Australia , Sydney, 1987.
275
Sosyal Bilimler Dergisi 1 (01), 2007, 264-275
YAYIN KURALLARI:
1.Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, yılda İKİ kez (altı ayda bir)
yayınlanır.
2. Hakemli ve özgün çalışmaları amaçlayan bir dergidir. Makalelerin, hakem
değerlendirilmesine girmek üzere, yayın kurulu sekreterliğine yazar adı, epostası, cep /telefonu ile gönderilmesi gerekmektedir. Yazarlar
makalelerinde hakemlerin de değerlemelerinde dikkate alacağı aşağıdaki
kriterleri de gözden uzak tutmamalıdırlar:
a. Makalelerindeki ekseni, dayandığı temel fikri, ikincil kaynak incelemesi ve
bunlara göre yeniliği, sosyal bilimler ve uygulama alanına katkısını,
b. Araştırmalarının makalenin ana eksenine katkısını, hipotez ve metodolojisi,
istatiksel analiz tekniğinin yeterliliğini,
c. Makalenin mantıksal bütünlüğü ve kendilerini tatmin edip etmediğini,
d.
Makalenin başlığa
yansıtabilmesini,
uygunluğu
ve
anahtar
kelimelerin
makaleyi
e. İyi kalitede bir model, şekil, tablo vb. ile öğretime katkı seviyesini
değerlendirmelidirler. Ampirik çalışmalara öncelik tanınacağı makalelerin
yayınlanabilmesi için,
yazılar:
3.1.Metin, çift aralıklı ve 12 puntoyla Microsoft Word (6.0 ve üstü) yazılım
programında Times New Roman karakterinde yazılacak ve internet/Web
ortamında veya CD olarak ve 3 kopya “hard copy”/çoğaltılmış olarak
gönderilecektir.
3.2. Makalelerin 20 sayfayı (A4 boyutlu ve 2 aralıklı) geçmemesi
gerekmektedir. Yazılar ve şekiller sayfaya soldan 3,5 cm, alt/üst ve sağdan
2,5 cm boşluk bırakacak şekilde konumlandırılmalıdır.
3.3. Atıflar, dip notlarda değil, metin içinde ve parantezle (soyad, yıl: sayfa)
verilecektir.
3.4. Açıklama notları numaralandırılarak ilgili sayfa altında yazılacaktır.
3.5. Tablolar numaralandırılıp tablo üstünde, şekiller şekil altında (atıf varsa,
tablo ve şekil altında, kullanım izni referansı ile birlikte), denklemeler
yaygın bilinirlikte ve açıklamalı olarak gösterilecektir.
3.6. Makale sonunda atıflarla gönderme yapılan kaynakçaya ( soyad, ad, eser
“makaleler tırnak içinde”, yayın yeri, yayınlayan, yıl, -dergiler:sayı, ay, yıl
ve sayfa baş ve sonu-) yer verilecektir. Sanal ortam atıfları, güncel olarak
tarih ve saati ile verilecektir.
276
3.7. Makalelerin başlık ve yazar isminin altında, 200 kelimeyi geçmeyen hem
Türkçe hem İngilizce özetlerle (katkı ve sonuç içerikli) 3-5 anahtar
kelimeye yer verilecektir.
3.8. Makalelerin Özet, Giriş, Yöntem/Yaklaşım, Gelişme, Bulgular, Sonuç,
Uygulamaya Katkısı ve Kaynakça bölümlerinden oluşmasına özen
gösterilmesi beklenir.
3.9. Yazar/ların ismi makalenin altında yer almalı, unvanı ve çalıştığı kurum,
birinci sayfada yıldızlı dip not olarak gösterilmelidir.
3.10. Yayın, danışma ve hakem kurullarında görev alanlar, kendi makalelerinin
görüşmelerine ve hakem görevlendirmelerine katılamazlar.
3.11. Yayını uygun görülen makaleler yayın sırasına konur. Gönderilen
makaleler ve düzeltme talepleri sonrasında da yayını uygun görülmeyen
yazılar iade edilmez ve yazarına gerekçesiyle bildirilir.
3.12. Makalelerin bilimsel ve diğer hususlara ilişkin sorumluluğu yazar/larına
aittir. Bir başkasından yaralanılan şekil, resim ve tablo alıntılarında, ilgili
yazar/yayıncıdan izin yazısı alınmalı ve makale ekinde sunulmalıdır
3.13. Her sayıdaki hakem isimleri ve raporları beş yıl süreyle arşivlenecektir.
3.14. Yazar/lar, yayınlanması halinde, tüm telif haklarını Beykent
Üniversitesine devrettiklerini belirten aşağıdaki belgeyi de makaleleriyle
birlikte göndermelidir:
TELİF TRANSFERİ:
Yayını halinde……………………………………… başlıklı makalenin
yazar/ları olarak, tüm telif haklarını Beykent Üniversitesi’ne devrediyorum/z.
Yazar/lar: Ad/Soyad:
İmza:
Kurumu:
Adres:
İLETİŞİM:
Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sıra Selviler Cad. No.111,
34437 Taksim İstanbul. Tel: 0212 2430271 – 73 – 77, 2436936(4 hat);
0212 2896486
Faks: 0212 2430278, 0212 2896490 www.beykent.edu.tr
277
PUBLICATION REGULATIONS:
1. Journal of Social Sciences of Beykent University is published TWICE (once
every six months) a year.
2. It is published after the inspection of arbitrators and aims to support
authentic studies. Articles must be sent to the Publication Committee
Secretary containing the name of the writer, writer’s e-mail address, and
his/her mobile or landline number when sent to arbitrators for evaluation.
Writers must consider the following criteria which will be taken into
consideration by arbitrators in their evaluations:
2.1 Writers, in their articles, must be able to demonstrate the axis of
the periodical and secondary source evaluation and their novelty in accordance
with such criteria and their contribution and application to social sciences.
2.2 They must also prove the contribution of research articles to the main axis
of the periodical, articles’ adequacy of statistical analysis and techniques
using hypothesis and methodology.
2.3 Also writers must demonstrate logical unity of articles and show whether
articles can be deemed relevant and/or satisfactory.
2.4 Articles’ congruency to its title and whether key words are able to reflect
contents of articles must be established.
2.5 Articles contribution to education by setting a high-quality model with
diagrams and tables used must be illustrated. Articles concerning
empirical studies will be given priority and
writers submitting articles
must follow the following criteria:
3 All articles must be written in Times New Roman, 12 point, using Double,
Spacing in Microsoft Word (version 6.0 or above). They must be sent over
the internet or sent in CD format. Three hard copies must also be sent.
3.1 Articles should be no longer than 20 pages (A4 size paper with double
spacing). Texts and figures should be located with a gap of 3.5 cm from
the left and a gap of 2.5 cm from the top and the bottom of the page.
3.2 References are not to be given in the form of footnotes but must be noted
in brackets (surname, year: page number) within the text.
3.3 Explanatory notes are to be numbered and written under the relevant pages.
3.4 Tables are to be numbered and the numbers are to be written on top of
tables, explanation of figures are to be noted under figures (if references
are used, they must be noted under tables and figures along with the
278
permission reference number), equations are to be shown in a form that is
commonly accepted along with their explanation.
3.5 A Bibliography (surname, name, for references, work “articles in quotation
marks” place of publication, publishers, - in periodicals: issue, month,
year, head and bottom of page-) year of publication, used must be attached
to articles. Internet related references must be updated to include dates and
time.
3.6 Under the heading and the name of articles, a summary of 200 words both
in Turkish and in English (containing attributions and a conclusion) and 35 keywords must be included.
3.7 It is expected that special care is paid to make sure that articles contain a
summary, an introduction, method/approach used, development, findings,
a conclusion, contribution to its application and a bibliography.
3.8 The name of the writer must be included at the bottom of the article and the
writer’s title, the institution s/he works for must be noted on the first page
with a star symbol as a footnote.
3.9 In the related issue, those who serve in the Publication Committee and
Committee of Arbitrators are not allowed to join meetings about the
article concerned. Articles that are considered to be suitable for
publication shall be put in the publication queue.
3.10 Articles sent and articles that are considered to be unsuitable for
publication after required corrections will not be returned.
3.11 Responsibility for the articles from a scientific point of view and other
related topics belong to the writer(s). With regard to references relating to
figures, pictures and tables, a permission letter form the writer(s) or the
publisher(s) concerned must be obtained.
3.12 If the article is published, writer(s) must send the following document
stating that all copyrights are to be transferred to Beykent University
along with the article concerned.
3.13 The referees names and their reports will be kept in our rewards for five
years.
3.14 If the article is published, writer(s) must send the following document
stating that all copyrights are to be transferred to Beykent University
along with the article concerned.
279
TRANSFER OF COPYRIGHT:
In the event of its publication we, as the writer(s) of the article titled …………
transfer all of its copyrights to Beykent University.
Writer(s): Name/Surname
Signature:
Institution: Address:
CONTACT INFORMATION:
Beykent Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü (Beykent University, Institute
of Social Sciences), Sıra Selviler Cad. No.111, 34437 Taksim, Istanbul.
Telephone: 090212 2430271-73-77, 2436936 (4 lines), 090212 2896486
Fax: 090212 2430278, 090212 289 64 90 www.beykent.edu.tr
280
T.C.
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
BEYKENT UNIVERSITY
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES
HAKEM DEĞERLENDİRME RAPORU/ REFEREE EVALUATION REPORT
Makale Başlığı: Subject Title
Dosya/File No:
GENEL DEĞERLENDİRME*
General Evaluation
Makale başlığı içeriğe uygun
mudur?
Is the subject title compatible
with the context?
Özet ve anahtar kelimeler içeriğe
uygun mudur?
Are summary and key vocabulary
compatible with the context?
Yazının dili/yazımı/semboller
anlaşılabilir midir?
Are the language used, spellings
and symbols clear enough?
Makale, ilgili bilim dalına veya
uygulamaya katkı yapabilecek
nitelikte midir?
Does the text have the necessary
features that’ll contribute to the
relevant scientific field?
10
9
Yazıda kullanılan ikincil /
birincil verilerle araştırma
yöntemi amaca uygun mudur?
Is research technique used in the
text regarding primary
/secondary data compatible with
the objective?
Sonuçlara objektif bir biçimde
erişilmiş midir?
Was an objective approach
maintained when reaching the
result?
Konuyla ilgili kaynaklar yeterli
ve güncel midir?
Are the resources related to the
subject current and adequate?
281
8
7
6
5
4
3
2
1
Bulguların uygulamaya
aktarımı/implementation
irdelenmiş midir?
Are the data verified to see if
they are applicable?
Tablolar metne uygun ve
anlaşılabilir midir?
Are the tables perceptible and
consistent with the text?
Şekiller metne uygun ve
anlaşılabilir midir?
Are the figures perceptible and
consistent with the text?
Total marks/evaluation: ………………………………………………………
* 1’den 10’ a kadar puan veriniz (10 = En olumlu… 1 = En olumsuz).
*Award marks from 10 for the highest and 1 for the poorest.
DEĞERLENDİRME SONUCU
Evaluation Result
( ) Olduğu gibi yayınlanabilir.
( ) It can be published as it is.
( ) Küçük düzeltmelerle yayınlanabilir. (1)
( ) It can be published with minor
modifications.
( ) Önemli değişikliklerin yapılması
zorunludur.
( ) Major modifications must be made.(2)
( ) Kesinlikle yayınlanamaz.
( ) Can not be published under any
circumstances
Hakemin unvanı, adı ve soyadı:
Name and title of referee:
e-posta/e-mail:
Telefon/Phone:
Değerleme raporunuzu tarafımıza en geç 15 gün içerisinde, /Please send your
evaluation report in 15 days to [email protected] mail adreslerine
göndermeniz önemle rica olunur.
Posta Adresi/ Post Adress:
Beykent Üniversitesi
Sıraselviler Cad. No:111 Taksim/ İstanbul
Tel:0212 241 02 71 - 77
282
T.C.
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
BEYKENT UNIVERSITY
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES
HAKEMİN DİKKATİNE
To the referee: Any critics and explanation/comment
Puanlı değerlendirme sonrasında makalenin genel bir değerlendirmesini yaptıktan
sonra, bu sayfada, makalenin daha iyi bir hale gelmesi için gerekli gördüğünüz
hususları (1, 2) kısaca açıklayınız. Eleştirileriniz, yazarlara önemli ölçüde yardımcı
olacaktır.
Değerlendiren hakem/ Referee:
İmza/Signature: ………………………
283
İLETİŞİM BİLGİLERİ:
CORRESPONDENCE ADDRESES:
Editör:
Editor:
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
Beykent Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sıraselviler Cad. No:111 Taksim,
İstanbul
Tel: 212 243 02 71-77; 212 289 64 86
e-mail: [email protected]
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
Beykent University
Institute of Social Sciences
Sıraselviler Cad. No:111 Taksim,
İstanbul
Tel: 090212 243 02 71-77
090212 289 64 86
e-mail: [email protected]
Editör Yardımcıları:
Associate Editors:
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ
Beykent Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Ayazağa Kampüsü, Ayazağa, Şişli,
İstanbul
Tel: 212 243 02 71-77; 212 289 64 86
e-mail: [email protected]
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ
Beykent University
Department of Turkish Language &
Literature
Ayazağa Kampüsü, Ayazağa, Şişli,
İstanbul
Tel: 090212 243 02 71-77
090212 289 64 86
e-mail: [email protected]
Doç. Dr. Veysel KILIÇ
Beykent Üniversitesi
İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü
Ayazağa Kampüsü, Ayazağa, Şişli,
İstanbul
Tel: 212 243 02 71-77; 212 289 64 86
e-mail: [email protected]
Doç. Dr. Veysel KILIÇ
Beykent University
Department of English Language &
Literature
Tel: 090212 243 02 71-77
090212 289 64 86
e-mail: [email protected]
284