Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
Transkript
Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için
BAZEN UZAKLAŞMAK GEREKİR YAKINLAŞMAK İÇİN SANKİ DÜNYA DEĞİL GÜLENGÜL ANIL Oğluma “Çünkü dünyayı gezmek için yola çıkmış bir insanın, kendi hayallerini gerçek görüntülerle karıştırmaması mümkün değildir. Seyyahlar okuyucularına yalan söylemek, onları tuzağa düşürmekle suçlanırlar. Hayır, yalan söylemez onlar, sadece etrafı bakışlarından çok düşünceleriyle seyrederler.” Guy de Maupassant Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL İLK SÖZ Evim, içindekilerle beraber tümüyle yanmıştı ve ben, bavulumda henüz yası tutulmamış bu travmayla yola çıkmıştım. Kendime yeni bir yaşam yeri aramaktaydım. Belki de aradığım yer, bu uzak ülkede bir yer olacaktı. Bunu anlayabilmek için orada uzun kalıp yaşamı denemek istedim. Yeni Zelanda’dan yolladığım mektup ve fotoğraflarla heyecanlanan arkadaşlarım, geziyi yazıp kitaplaştırmam konusunda beni yüreklendirdiler. Gördüklerimi öğrendiklerimi yaşadıklarımı paylaşmayı, gezinin sonuna doğru ben de iyice düşünür oldum. Hatta Güney Ada’da bir gün zihnimde beliren, “burası sanki dünya değil” cümlesiyle, kitabı yazacağımı hissettim. Doğal güzelliklerini, önceden gördüğüm fotoğraflardan ve filmlerden aşağı yukarı biliyordum ama ülkedeki olumlu genel havayı ve benim üzerimdeki hızlı dönüşüm etkisini orada yaşarken fark ettim. İşte o zaman başladım, kendi ülkemle ya da dünyanın gezip dolaşmış olduğum başka bölgeleriyle karşılaştırmalar yapmaya. Böyle bir kültürü nasıl kurabilmişlerdi? Tarihleri yok denecek kadar kısaydı. Farklı zamanlarda farklı yerlerden gelip beraber yaşamayı beceren bu ülkenin insanlarını merak etmeye başladım. Bütün dünya tektip olmuşken nasıl olup da kendilerini bu aynılaşma kültüründen koruyabilmişlerdi? İçime umut dolduran bu pozitif kültür, yararlanabileceğimiz bir referans olamaz mıydı? Bunu ummak safdillik miydi bilmiyorum, ama vizem bittiğinde geri dönerken yanımda ülkenin geçmişini öğrenmek için edindiğim kitaplar vardı. Öteki olarak tanımlananlarla birlikte kurabildikleri yaşamı anlamaya çalışırken, aidiyet duygumu yitirdiğimi düşündüğüm kendi ülkemle ve ülkemdeki ötekilerle yüzleştim. “Öteki” dediklerimi ne kadar tanıyordum, onları tanımak için bir çaba içine girmiş miydim ve onlara ne kadar tahammül gösteriyordum? Yeni Zelanda’yı yazacağım yerde, kendimi bu konularda çıkmış kitapları sipariş eder ve içine gömülüp okurken buldum. Ülkemden uzaklaşmanın, beni ülkeme yakınlaştırmasının ironisini yaşıyordum. Kendimle yüzleşmemi ve ülkemin derinlerine kök salmış, hepimizden el vermemizi isteyen, hatta bunu şiddetle dayatan sorunun içine dalmamı sağlayan Yeni Zelanda gezim, bu anlamda benim için tarifi mümkün olmayan bir önem taşıyor. İçine gömülüp okuduğum kitaplardan “Çivisi Çıkmış Dünya”da Amin Maalouf şöyle yazmış: “Ülkelerimizde, kentlerimizde, mahallelerimizde olduğu gibi bütün dünyada da iç barışı korumak istiyorsak, insanlar arasındaki çeşitliliğin, şiddete yol açan gerilimlerden çok, uyumlu bir birlikteliğe dönmesini arzuluyorsak, ‘ötekiler’i şöyle böyle, yüzeysel, üstünkörü biçimde değil, iyice, yakından, hatta özel yaşamlarına kadar tanımamız gerek. Bu da ancak onların kültürlerini öğrenerek olur. Öncelikle de edebiyatlarını. Bir halkın özel yaşamı edebiyatıdır. Tutkularını, özlemlerini, düşlerini, yoksunluklarını, inançlarını, çevresindeki dünyaya bakışını, kendisini ve –buna biz de dâhil olmak üzere- başkalarını nasıl algıladığını edebiyatla açığa vurur. Biz de dâhil olmak üzere diyorum, çünkü ‘ötekiler’den söz ederken, $4 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL kim olursak olalım, nerede olursak olalım, bizlerin de ötekiler için ‘ötekiler’ olduğumuzu unutmamamız gerekiyor.”1 Yeni Zelanda’dan aldığım bir kartın üzerinde Hintli bir çocuğun çok güzel sürmeli gözlerinin fotoğrafı var. Fotoğrafın üzerine de Marcel Proust’dan bir söz eklenmiş: “Gerçek keşif yolculuğu, yeni topraklar bulmayı değil, yeni gözlerle bakabilmeyi 2 içerir.” Bir ülke gördüm, bakışım değişti. Umarım yazarken, farkındalıklarımı sizlere de geçirmenin yolunu bulabilirim. Eski Karakaya, Gümüşlük Temmuz 2011 1 Çivisi Çıkmış Dünya, Amin Maalouf, YKY 2009, S: 143 2 “The real voyage of discovery consists not in seeking new landscapes, but in having new eyes”, Marcel Proust $5 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL BAŞVURU “Bazen uzaklaşmak gerekir, yakınlaşmak için” Tebriz-i Şems “Sevgili Kay, (…) Haziran’dan beri gezgin yaşıyorum. Yıllardır gitmeyi hayal ettiğim ülkeye gidebilmem için nihayet hem para hem de bol zaman bir araya geldi ve el değmemiş doğasına hayran olduğum, ormanlarında yürümek istediğim ülkeye, sizin ülkenize gelebildim. Uzun zamandır kendi ülkemde mutsuzum. Aidiyet duygumu yitirdim. İçinde yetiştiğim kültüre ait olmadığımı hissetmeye başladım. Okuduğum haberler beni şok eder hale geldi. Dünyanın en hareketli ve sorunlu bölgesinde yaşamak yorucu olmaya başladı. Sanki bütün aklını yitirmişlerin oyun yeri olan Ortadoğu’da yaşayanlar olarak, ısınan suda giderek kaynıyor, ama aynı kurbağa öyküsünde olduğu gibi suyun ısındığını fark edemiyorduk. Ülkenizde gezerken ilk bir ayda bedenimdeki kasılmalar yok oldu, ikinci ayda stresli günlük yaşamı tamamen ardımda bıraktım. Fark ettim ki, dünyanın bu ucu, geri kalan kısmının delirmiş insanlarından uzak, başka bir kültür geliştirebilmiş. On beş yıldır turizm sektöründe çalışıyorum. Zaman baskısı, organizasyon zorlukları, eleman kalitesizliğiyle boğuşup durdum. Ülkenizde turizmin işletilişi beni çok etkiledi. Az ama kaliteli insanla ne kadar güzel hizmet verildiğini gördüm. Hiçbir tur operatörü stres enerjisi yaymıyor, her şey tam zamanında gerçekleşiyordu. Ülkenizin pozitif yüklü enerjisi bana da bulaştı. Hayatımda ilk defa huzuru yakaladım diyebilirim. (…) Bütün bunları bir mektupla anlatmak istedim. Doldurduğum formun kuruluğu, kendimi size yeterince tanıtamayacağım kaygısı yarattı bende. Hakkımda biraz fikir verebileyim ve neden bu ülkede yaşamak istediğimi hislerimle anlatayım istedim. (…) Bu yazdıklarımı okuyunca beni nerede görüyorsunuz? Ülkenizde yaşama başvurusu yapmak için şansım var mı?” 3 Şubat 2010 Geri dönmeme dört hafta kala, göçmenlik işlemleri konusunda uzman şirketin formunu, yukarıya bir bölümünü alıntıladığım mektupla birlikte şirkete e-postalamıştım. Yangın, belki de burada yaşamam için bir fırsattı. Yeni bir yerde yeni bir hayata başlama fırsatı… Dünyanın diğer ucundaki, her şeyden uzak bu ülkede… *** $6 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Geziye hazırlanırken bedenime, yaşadığım travmanın izleri yerleşmeye başlamıştı. Boyun ve sırt kaslarım kasılıp seğiriyor, bacaklarım istem dışı hareketler yapıyor, gözlerime zamanlı zamansız yaşlar doluyordu. Gittiğim psikiyatra göre, yaşadığım büyük kaybın yasını tutmayı ihmal etmiştim. Bedenimde olanlar bu yüzdendi. Yası yaşamak için kendime izin vermeliydim. Dünyanın diğer ucunda iki adadan oluşan bu küçük ülkeye yasımı yaşamaya gittim. Tüm kırılganlığımla… *** Yolculuktan günler önce heyecanla, Yeni Zelanda üzerine aldığım kitapları okumaya başladım. Öyle ki, geziyi kitaplarda, internetteki görüntülerde yaşamaya başladım önce. Ülkenin pek çok noktasına gitmiş, ormanlarında yürümüş, manzaralarını izlemiş gibi oldum. Mekânların isimleri o kadar karmaşık ve değişik geliyordu ki ezberlemekte zorlanıyordum. İngilizce konuşulan bir ülkenin ne demeye böyle isimler seçtiğini anlayamıyordum. Meğer o topraklara ilk ulaşan halkın koyduğu isimlermiş o benim dilimi döndüremediklerim. Sonradan gelenler daha sonra çoğunluk olup güçlü konuma geçmişler ama isimleri, azınlığa saygıdan değiştirmemişler. Maoriler 1300’lerde, Avrupalılardan tam 450 yıl önce Pasifik’te Polinezya diye bilinen adalar topluluğundan, nedeni hâlâ bilinmeyen bir olgu neticesinde ayrılmışlar. Ve “waka” dedikleri uzun kanolarla kürek çekerek, binlerce mil kat edip bu güzelim toprağı keşfederek yerleşmişler. Bilim insanları böylesine uzun yolun kat edilmesini sağlayan deniz, hava ve rüzgâr koşullarının nasıl olup da denk düştüğüne şaşırıyorlarmış. Bunu okuduğum tarihçi Michael King’in kitabında; “topraksız insanları bekleyen insansız topraklar” 3 cümlesi beni çok etkiledi. Ben de nicedir, “kendimi ait hissettiğim toprak kalmadı” duygusunu taşımıyor muydum? Demek ki Maori’den 450 yıl sonra Avrupalı (Pakeha) gelmiş, ondan 250 yıl sonra da ben gelmiştim bu topraklara! 3 “A land without people waited for a people without land.” Michael King, The Penguin History of New Zealand, Penguin Books 2003, S:23 $7 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL KUZEY ADA SALİMEN VARDIM Abu Dabi ve Sidney aktarmalarıyla epey saat sonra, ülkenin en kalabalık şehri Auckland’a ulaştım. Sadece iki gece kalacağım evi internet üzerinden bulmuş, şehrin merkeze köprüyle bağlantılı North Cote Point isimli sakin bir yakasında seçmiştim. Yanımda getiremediğim ama gezim boyunca bana gerekecek olanları almak için bu kalabalık şehirde bir süre kalmaya ihtiyacım vardı. Örneğin yürüyüş botları getirirsem karantinaya alınacağını bildiren konsolosluk uyarı listesinden sonra, formalitelerle zaman kaybetmek yerine alışverişi YZ’den4 yapmak daha akıllıca gelmişti. Kaldığım ev, deniz kenarındaydı ama denize merdivenle inilen yüksekçe bir yamaçta yer alıyordu. Kır çiçekleriyle bezenmiş setler halindeki bahçede, ev sahibinin kendi inşa ettiği sevimli bir Hobbit kulübesi’ vardı. ‘Yüzüklerin Efendisi’ filminin YZ’de çekilmiş olmasının, halkın hayatına getirdiği yansımalara gezimin çeşitli duraklarında tanık olacaktım. Odama yerleşip ev sahibiyle sohbet ettim bir süre. Sonra, karşı kıyıda 328 metrelik meşhur kulesi ve gökdelenleriyle gözüken modern şehrin fotoğraflarını çekip gezimi merak eden arkadaşlarımla aileme gönderdim. “Salimen vardım” mesajıma eşlik eden fotoğraflarda ilginç bir şey gördüklerini paylaştılar benimle: Ülkede farklı bir ışık hissetmişlerdi. Bu farklı ışığı gezim boyunca nefesim kesilircesine her yerde gördüm. Havasında sanayinin yarattığı bir kirlilik olmadığı için miydi bu, yoksa güney yarımkürenin bu köşesi, bulunduğu açıya göre güneşten böylesi güzel farklı bir ışık mı alıyordu bilmiyorum. Aslında güney yarımküreye dair hiçbir şey bilmiyormuşum. Ne çocukluğumda ne de yetişkinliğimde ansiklopedik bilgi merakım olmuştu. Hani şu; dünyanın iki manyetik kutbunun farklı çekim gücü olması nedeniyle, musluktan akan suyun gider borusunda oluşturduğu girdap birbirinden farklı olur, biri sağa diğeri sola doğru boşalır gider, bilgisi gibi lüzumsuz bilgilerle kafamı doldurmamışım. Belki suyun gittiği taraf çok önemli değildi; ama ayın büyüyüp küçülme durumlarının ters olması meğer benim için ne kadar önemliymiş. Çünkü uzun yıllar yaşadığım kırsalda, cadde ve sokak ışıklandırmalarının olmaması, mehtapla yıldızları rahat rahat takibe almamı sağlamıştı. Yeni ayda mıyız, dolunaya mı gidiyoruz yoksa küçülme zamanlarında mıyız bakınca bilirdim. Doğa döngülerini belirleyen işaretlerden biri de bunlardır çünkü. Yeni bir şey dikilecekse, yeni bir işe başlanacaksa bunun, ayın büyüme günlerinde olmasını seçermiş atalarımız. Buraya geldikten sonra, sakin bir yerde kalmaya başlar başlamaz ilk fırsatta kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığım bir gece, hayretler içinde kaldım. Hem yıldızlar bildiğim düzende değildi hem de ay döngüsünü şaşırmıştı! 4 Bundan böyle Yeni Zelanda metnin büyük bölümünde kısaltılarak YZ olarak geçecektir. $8 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Farklılıklardan bahsederken, en komik fark olarak atlas’ın kapağını söylemeden geçersem eksik bırakmış olurum. Bu ülkede satılan atlasların kapaklarında Okyanusya çizimi var. Kocaman bir okyanusun içinde Yeni Zelanda haritası, sol üst köşede de Avustralya. Atlası da nerede gördün diye bir soru oluştuysa eğer, kaldığım evlerin sahipleri Türkiye’de tam olarak nerede yaşadığımı merak ettiklerinde, hemen evlerindeki atlası kapıp geliyorlardı da oradan biliyorum. Şimdi yazarken düşünüyorum, muhtemelen her ülkede basılan atlasın kapağında o ülkenin göbekte yer aldığı bir konumlandırma vardır değil mi? Dünyaya kendi durduğumuz yerden bakmak denilen şey de bu olsa gerek. Aslında bunda şaşacak pek de bir şey yokmuş! Dedim ya, ben öyle her konuda bilgi sahibi olanlardan sayılmam. AKDENİZ İKLİMLİ BİR ADA Auckland’dan cep telefonuma kontürlü kart, küresel konumlandırma aletine5 de Yeni Zelanda haritalarının yüklü olduğu hafıza kartı gibi iki tane, sonradan çok işime yarayacak teknolojik yardım satın aldım. Telefon kartıyla, cep telefonumdan e-postalarıma ulaşabildim. Böylece internet için kapı kapı gezmek dert olmaktan çıktı. Çünkü sonradan fark ettim ki internet-kafeler bizdeki kadar yaygın değildi. Kaldığım evlerde eğer ev sahibi de evde yaşıyorsa, ancak kablolu bağlantılar bulabiliyordum. Bu da her istediğim yerden, mesela odamdan mail alıp yollayamamak demekti. Türkiye’de epeyden beri evlerimizde kablosuz modemler kullanmaya başlamıştık ama YZ’de son modaya uymak, yaşamın bir derdi değildi. Bunu da yaşadıkça görecektim. İndirimde olan çok güzel bir yürüyüş botu buldum doğa sporları dükkânından. Burada bu dükkânlardan gani gani var, çünkü Yeni Zelandalının neredeyse bütün etkinlikleri doğada gerçekleşiyor. Akşam işten çıkan kendini yelkene, yürüyüşe, sörfe, kanoya, bisiklete, motosiklete, balık tutmaya, kampa, pikniğe atıyor. Dünyanın bu konudaki belli başlı markaları da Auckland’da birkaç katlı mağazalar açmışlar. İçlerindeki malzemelerin haddi hesabı yok. Kendimi o mağazalarda kaybetmeden; botumu, su mataramı alıp büyük şehirden kaçarcasına feribotla kırk dakikalık mesafedeki Waiheke adasına geçtim. Bu adada kalacağım iki evi de Türkiye’den ayarlamıştım. Yarımküre, iklim ve saat farklarını ilk on iki günde rayına oturturum herhalde diye düşünüp on iki günün konaklamasını önceden halletmeyi seçmiş, sonrasını akışa bırakmıştım. İlk evimi burada çok yaygın olan ‘plaj evlerinden’6 biri olarak seçmiştim. Çünkü kumsalda bir evde daha önce hiç yaşamamıştım. Yeni yaşam, yaşanmamışlıkların deneylendiği seçimlerle dolacaktı bundan böyle. Waiheke adasını seçme nedenimse, hem Auckland’dan çok kısa bir yolculukla ulaşılan Hauraki isimli oldukça korunaklı bir körfezde olması hem de ilginç bir şekilde Akdeniz iklimine sahip olmasıydı sanırım. Eğer böyle küçük bir noktada, ülkenin genelinden farklı bir iklim varsa, buna mikro klima deniyormuş. 5 GPS 6 Bach: bu kelimenin -her ne kadar telaffuzu farklı da olsa- Galce’den geldiğini düşünüyorlar. Galce’de küçük anlamına geliyormuş. Orta sınıf YZ’lilerin 1950’lerde başlayan geleneksel tatil anlayışının önemli bir sembolü, bir yaşam tarzı: Mütevazi, küçük tatil evleri, plaj evleri… Günümüzde hiç de mütevazi sayılamayacak modellerini gördüm. $9 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Ada; sanatçıların yerleştiği, kültürel etkinliklerin bol olduğu, hafta sonları şehirden kaçanların kendini doğaya attığı bir yer olarak tanıtılıyordu. Ben de bu noktayla, doğaya adım adım yaklaşmayı seçmiştim böylece. Feribottan inince bindiğim taksinin şoförüne Oneroa plajında 30 numaralı eve gideceğimi söyledim. Fazla uzun olmayan yol boyunca sohbet ede ede eve vardık. İnternete koydukları fotoğraflar pek küçük olduğu için evin nasıl olduğunu tam anlayamamıştım. Meğer harikaymış. Ülkedeki binaların büyük çoğunluğu gibi tek katlı ve ahşaptı. Ev sahibi beni kimsenin karşılamayacağını önceden bildirmişti. Anahtarı nerede bulacağımı da yazmıştı. Talimatları uygulayıp binaya girdiğimde kendi evime girsem aynı duyguyu hissedebileceğimi düşündüm. Ev benim olsa benzer şekilde dayayıp döşerdim eminim. Planı da çok hoştu. Beyaza boyalı ahşaplar mekânı olduğundan da geniş gösteriyordu. Sadece taban ahşabının cilası koyu renkti. Salonun iki yanında, birer yatak odası vardı. Bu odalardan Banyoda çamaşır makinesinin üzerindeki ve salondan kış bahçesi denilen büyükçe, camlı deterjan poşeti hemen dikkatimi çekti. Poşetin üzerinde; içeriğinde fosfat olmadığı bir mekâna geçiliyordu. Kış bahçesi de belirtiliyordu. Çünkü fosfatın çevreye zarar katlanarak açılan büyük cam kapılarıyla geniş verdiğini tespit etmişler. Yabani otlarla ahşap bir verandaya açılıyordu. Havanın çeşitli yosunların aşırı hızlı büyümelerine neden durumları düşünülerek dıştan içe; güneşte olup, nehir ve göllerde su akışını yavaşlatan, tembelleştiren etkisiyle, sudaki doğal yaşam verandada, sabah serinliğinde kış bahçesinde, için tehlike arz ediyormuş. Tamamen çevreci gece serinliğinde de salonda oturma imkânı bir ürün olan deterjan, bakterilerle kolayca vardı. ayrışabilen basit mineral tuzlarla sabunun Hayatımda bu kadar çabuk değişebilen bir bileşimiymiş. Bu ülkede çevre bilinci çok yüksekti. Bunu havayla hiç karşılaşmamıştım. Duruma hemen size yeri geldikçe ilginç örnekleriyle uyum sağlayıp sırt çantama her türlü havaya anlatacağım. Vize alırken pasaportumun göre giysi ve aksesuar koymadan dışarı arasında yolladıkları kocaman karantina çıkmamayı öğrendim. Gelmeden önce iklime listesinde; “ülkemizin doğasını korumak için çok dikkat ediyoruz, bu yüzden de dair okuduklarım, ülkenin ılıman bir kuşakta listedekilerden yanınızda getirdiklerinizi olduğunu yazıyordu. On üç ile yirmi üç derece karantinaya alıp temizliyoruz” diye arasında değişen sıcaklıktan bahsedildiği için yazmışlardı. Beni ilgilendiren en önemli şey tam bana göre diye düşünmüştüm. Ancak yürüyüş botları olduğu için yanımda getirmemeye karar vermiştim. Botların küresel değişimler buradaki genel geçerlilikleri altından gelebilecek bir bakterinin kendi de alt üst etmişti anlaşılan. ormanlarına zarar verebileceğini Eve girişte, sol girintiye açık mutfak, sağa düşünüyorlardı. Daha sonra orman da banyo yerleştirilmişti. yürüyüşlerimde, bunu izah eden levhalarla karşılaştım zaten. Evin verandasının önünde dar bir yol vardı. Hemen sonra, şerit şeklinde çimenlik bir alan, arkasından da kumsal başlıyordu. Binanın az çaprazında büyükçe bir ağaç vardı, çimenlik alanda. Altında da piknik masası. Ağaç meşe gibi heybetli duruyordu ama yaprakları meşeye benzemiyordu. Ev sahibi, arka bahçedeki garajdan kanoyu7 alıp gezebileceğimi söylediği için, daha gelmeden önce kanoyla gezme fantezileri kurmuş, komşu koylara kadar uzanmıştım hayalimde. Ama ilkbaharın bu son ayında henüz denize girme ihtiyacı yaratacak bir sıcaklık yoktu havada. Eminim okyanus da ısınmamıştı. Kanodan soğuk suya devrilme ihtimalinin 7 Kayak = Kano $10 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL fikri bile hoş gelmedi. Böylece kano eğlencesi hemen saf dışı kaldı. Evdeki broşürlerden adada birçok yürüyüş parkuru olduğunu öğrendim ve keşfe çıkmak için sabırsızlandım. Yatak odama eşyalarımı yerleştirdikten sonra, beş gün kalacağım bu evde yiyip içeceklerimin alışverişini yapmak üzere hemen dışarı çıktım. Oneroa, adadaki birkaç yerleşim merkezinden biriydi. Hepsi hepsi tek cadde üzerindeki dükkânlardan alışverişimi tamamlayıp öğlen yemeğimi denize karşı bir İtalyan lokantasında yedim ve büyükçe bir tur atıp eve döndüm. Böylesine küçük bir yerleşim noktasında, bakkaldan biraz büyük market tarzı dükkânlarda organik besinler için ayrılan yerin boyutu ve önemi dikkat çekiciydi. *** İlk akşam, alaca karanlığın muhteşem renklerinden sonra gece inmişti. Ben de oturma odasındaki DVD oynatıcısına getirdiğim filmlerden birini koyup izledim. Hareketsiz izlerken üşüdüğüm için gidip yatak odasından battaniye aldım üzerime. Sean Penn’in çektiği, gerçek bir hikâyeye dayanan “Into the Wild” Lord Byron’dan çevrilmiş bir şiirle başladı: Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır Bomboş sahildeki coşkudadır İnsan elinin değmediği bir yerdedir. Denizin diplerinde ve gürlemesindedir. İnsanları severim, ama doğayı daha çok8 Filmin kahramanı Chris’le aynı istekte olmamız, el değmemiş doğaya gitme arzumuz beni ağlattı. Genel çoğunluğun dışında kalma yalnızlığının hüznüne ağladım. Günlüğüme; Chris’in insanlarla ilişkisi çok güzeldi ama bir an önce hiç kimseyle yakın bağ kurmadan kendini doğaya atmaya çabaladı durdu. Her şeyi o yaban doğada bulacağına inandı. Uzun süre aç kaldıktan sonra kazara zehirli bir bitki yiyerek öldü. Fiziki açlığını doyuramadı ama ruhunu doyurdu. En son beraber olduğu yaşlı adama, “Her şey insan ilişkileridir diye düşünüyorsun ama Tanrı’yı her yerde görmek mümkün, nereye baksan ona rastlıyorsun. Hayat sadece insan ilişkisi değildir,” dedi. Bu söz, son aylarda benim de geldiğim nokta değil mi? Bana da mutluluğu tattıran, baktığım her şeyde o muhteşem tasarımı görmem değil mi? Filmi izlerken ağladım yine... Sanıyorum; delikanlının kendini farklı hissetmesi, yaşıtlarından ya da çevresindeki insanlardan hayata ve dünyaya farklı bakması, ihtiyaçlarının farklı olması, tanıdık geldi. Çoğunluğa uymama hissi çok da kolay taşınmıyor demek ki. Toplumun bu hali mi acı geliyor, yoksa tek başınalık fikri mi ağır geliyor da ağlıyorum, belli değil, diye içimi dökmüşüm. 8 Bu şiirin çeşitli çevirileriyle karşılaştım, yukarıdaki, film çevirisi yapanın seçtiği versiyon. There is a pleasure in the pathless woods; There is a rapture on the lonely shore; There is society, where none intrudes, By the deep sea, and music in its roar: I love not man the less, but Nature more… $11 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Ertesi gün, evin sahibi telefon etti. “Her şey yolunda mı?” diye sordu. Yolunda olduğunu, evin çok güzel olduğunu söyledim, ilgisine teşekkür ettim. “Akşam sobayı yaktın mı, gereken her şey yanına konmuştu,” dedi. Ben yakmadığımı söyleyince, “Olur mu hiç, üşürsün, akşamları serin oluyor daha,” dedi. “Eğer odun biterse bahçedeki garajın içi dolu, oradan al lütfen,” diye ekledi. Peki deyip telefonu kapattım. Peki demiştim demesine, ama ateş yakmak fikri bana kazadan sonra yeniden araba kullanmak kadar korkutucu geliyordu. Hani kaza yapmışsınızdır da belli bir zaman geçmiş, sıra yeniden direksiyon başına oturmaya gelmiştir. Bir türlü cesaret edemez, oyalanır durursunuz. Ve eğer bir an önce kullanmaya başlayamazsanız bir daha da zor oturursunuz o koltuğa. İşte ben de ateş yakma konusunda böylesine çekingen davranıyordum. Şimdi ev sahibi “Üşümenin anlamı yok, yak o sobayı, bütün evi ısıtır o,” deyince kendi kendimle pazarlığa oturdum, “Şimdi yakmazsan belki bir daha hiç yakamazsın,” dedim. “Cesaret göster ve dene.” O gece o büyük döküm sobayı tutuşturdum ve büyücek cam kapağından uzun uzun alevleri izledim, izleyebildim. İLK YÜRÜYÜŞ Evde bulduğum, adanın yürüyüş parkurlarını gösteren broşürden, üç numaralı olanı seçip ülkedeki ilk yürüyüşüme başladım. Yürüyüşün günlük kaydı şöyle: Saat 10.30 gibi Oneroa – Blackpool parkurunu yürümek üzere evden çıktım. Harita destekli cep telefonumla broşürdeki parkuru takip ederek huşu içinde bir yürüyüş yaptım. Adada yürüdüğüm bütün yolların kenarında hanımelilerin olması şaşırtıcıydı. Bu çiçekleri kim dikmiş olabilir, inanılır gibi değil. O kokular…insanı çıldırtıcı güzellikler. Beni en çok şaşırtan, iki asfalt yol arasında yer alan kestirme yollara9 girdiğimde kendimi birdenbire doğal ormanlar içinde bulmak oldu. Nasıl olur da böyle yerler vardı? Eğer adanın doğası böyleyse, o zaman yerleşim yerlerini oluşturmak için ağaçları kesip yok mu etmişlerdi? Yok eğer değilse, bu ormanları kendileri mi oluşturmuşlar, yapay mıydılar yani? Ormanda tepesi sarı renkli kazıklar yol göstericiydi. Kaybolmak mümkün değildi yani. Derken o kestirmelerden birinde banka oturmuş su içiyordum ki, kadının biri koşu giysisiyle yanımda bitiverdi. Biraz dinlenmek iyi olur deyip benim banka oturdu. Yol boyu zaten her karşılaşmada selamlaşılıp merhaba dendiği için, bunda da tuhaf bir şey görmedim. Selam faslından sonra, “Nereden geldin?” diye sordu. “Türkiye’den,” deyince, “Neresinden?” demez mi? “İçinden,” demek vardı ama anlamaz ki! Neyse sonunda Türkiye’ye geldiğini anlatmaya başladı. İstanbul’dan başlayan gezisi, Ankara, Kapadokya, Antalya ve Ege bölgesi sonrası Gelibolu’da bitmiş. Anlaşılan pek beğenmiş ülkeyi. Adada nerede kaldığımı sordu bu sefer. Adresimi söyledim. Aşağı yukarı evin nerede olduğunu tahmin etti. Burada yaşayan iki Türk kadın olduğunu biliyormuş. Birinin YZ’li sevgilisi varmış, diğeri YZ’li biriyle evlenmiş 9 YZ’de ‘Access way’ olarak geçiyor. $12 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL ve şimdi bebeği olmuş. Onları arayıp beni bulmalarını söyleyecekmiş! Yani bana hiç sormadı; ister misin, gelsinler seni bulsunlar mı filan diye. Hani bir problemimin olduğunu anlatsam neyse… Kadın hemen beni Türklerle bir araya getirecek. Bakalım ben Türk görmek istiyor muyum, henüz beşinci günümü yaşadığım bu ülkede? Neyse onun evinin yolunda birbirimizden ayrıldık. Adı Jo idi. Bu ilk yürüyüş, pek çok konuda ilkleri yaşamama neden oldu. Benim gibi yön duygusu son derece zayıf olan birinin telefondaki harita sayesinde kaybolma şansının olmadığını gördüm öncelikle. Ama haritaların sadece yerleşme yerleri için hazırlandığını, doğal bir oluşuma girildiğinde detay çizimin kaybolup onun yerine büyükçe bir yeşil alan görünümü koyulduğunu anladım. Demek ki doğadaki yürüyüşlerde GPS aleti şarttı. Bu parkur, adanın birkaç koyunu tepelerden yürüterek geçirtiyordu. Yamaçlara kurulu binaların mimarilerine bakıyordum yürürken. Ahşap binalar kot farkları nedeniyle hep uzun bacaklar üzerindeydiler. O uzun bacakların arasında da bayağı büyük çaplı su tankları duruyordu. Dikkatli bakınca yağmur oluklarından borularla bu tanklara bağlantılar geldiğini gördüm. Daha sonraları böylesi yağmur suyu biriktirme tanklarını ülkenin genelinde bol bol görecektim. Orman ürünlerinin bol ve ucuz olduğu bu ülkede ahşap, en önde gelen malzemeydi. İstinat duvarlarının ahşapla yapılmış olması ilk görüşte tuhaf gelse de, sonradan bunları, taş duvarlara göre çok daha güzel bulmaya başladım. Kestirme yollarla girdiğim koruluklarda ilk kez karşılaştığım Fern isimli bitkinin, biraz aşk merdiveni biraz eğrelti otu ailesinden olduğunu düşündüysem de, kalın ve uzun gövdesi onun farklı bir bitki olduğunu gösteriyordu. Meğer Fern’in çok çeşidi varmış. İlerleyen zamanlarda bir Maori rehberden öğrendim hepsini. Hatta yaprağının arkasının gümüş rengi olanı, Yeni Zelanda’nın sembolü olarak her yerde var. Yine o koruluk alanda, ahşap basamaklarla köprülerin zeminlerini telle kapladıklarını fark ettim. Rutubette ya da yağışlı zamanlarda, üstleri yosun tutup kaymasın diye bir önlemdi sanırım bu. Daha sonraları kilometrelerce yürüdüğüm gerçekten büyük ormanlık bölgelerde benzeri köprü ve merdivenlerin bakımını nasıl gerçekleştirdiklerine, hatta ormana bu basamak, yürüme yolları ve köprüleri nasıl kurabildiklerine şaşıracaktım sık sık. Yürüyüşte ilk kez karşılaştığım bir ağaç vardı, o an adını bilmiyordum ama gövdesi çok ilginç şekillerde olabiliyordu. Heykelsi ağaçlardı bunlar. Kasım ayında, yani ilkbaharın sonuna doğru üzerinde beyaz beyaz tomurcuklar vardı. Bu ağaçlardan deniz kenarında olanlarının bazısının üzerinde bir bitki daha yaşıyordu. Asalak sınıfından sayılan ikinci bitki, ülkemizde genelde sarmaşık şeklinde olur. Ağaca sarılarak ondan istifade eder. Burada gördüğüm, sarmaşık değildi. Ağacın gövdesinden çıkmış ama o ağaca hiç benzemeyen, çoğunlukla da tüm kalın dallarını kaplamış çok ilginç bir oluşum. Resmen beraber yaşıyorlar. Ağaç, üzerindeki minik yapraklı yayılmacıya yataklık ediyor ve kendisine herhangi bir zarar gelmiyor! Yürüyüşümün mahalle aralarından geçen bölümlerinde kaldırımların beton, asfalt ya da taş yerine geniş çimenlik alanlar olması, bakımını nasıl yapıyorlar tasasını yaşattı bana. Hemen ertesi gün minik bir traktör şeklinde çim kesme makineleriyle karşılaşınca bu tasam da geçti. Yürüyüş Blackpool koyunda bitiyordu. Koya yaklaştıkça kumsal zannettiğim oldukça geniş alanın gerçekten de ismine uygun olarak siyaha ramak kalmış bir gri olduğunu gördüm. Adamın biri yanında köpeğiyle, belki de 100 metre kadar bu meymenetsiz kumsaldan denizin $13 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL içine doğru şişme botunu çeke çeke yürüyordu. Bütün bunları fotoğrafladım ve hâlâ uyanamadım ki bu meymenetsiz bulduğum kumsalda, okyanus gelgitlerinin git durumu yaşanmaktaydı o saatlerde. Hayatlarının önemli bir parçası olan gel gitleri kavramam için, ülkede biraz daha zaman geçirmem gerekti doğal olarak. *** Akşam eve döndüğümde, komşu eve birilerinin geldiğini fark ettim. Kalabalık gençlik grubuydu gelenler. Parti veriyorlardı sanki. İşte günlüğüme düştüğüm not: Yan evdeki partinin gürültüleriyle, huzurlu olacağını düşündüğüm bir yer için ironi yaşıyorum. Müzik, gülme, konuşma, bağrışmanın ötesinde bir de bahçelerinden işaret fişekleri atmaya başlamazlar mı… Artık sözün bittiği yer gelmişti. Gidip kulak tıkaçlarımı aldım ve takıp yatıp uyudum. Oysa gün batım saatinde koydaki tekne sayısındaki artışı, hava bulutlandı diye fırtınanın gelişine bağlamıştım. Güya fırtına geliyordu da tekneler buraya sığınıyordu. Meğer Cuma gecesinden insanlar yelken açıp motor basıp şehirden kaçıyor, adaya hafta sonu geçirmeye geliyormuş. Daha dün bir, bugün iki, neler öğreneceğim bakalım. İLK KAYBOLUŞ Sabah güneş yükselirken kalkmıştım ama değişken hava yağmura dönüşüverdi kahvaltı sonrası. Bu kez bir numaralı yürüyüşü yapmak istiyordum. Yürüyüş yolu adanın şarap üreticilerinin yanından geçiyordu. Bunlardan adı Mudbrick olanında şarap tadar, yemek yerim diye planladım. Öğlenden sonra yola çıkıp feribot iskelesine doğru yürümeye başladım. Telefonumdaki haritalarda adanın bu bölgesine dair hiçbir detay yoktu. Böylece anladım ki evde bulduğum yürüyüş haritasıyla baş başaydım, teknolojinin yardımından yoksun olarak yolumu bulacaktım. Bunu fark etmek beni yolumdan döndürmedi, devam edip parkur girişine geldim. Girişte iki tane levha vardı. Biri; YZ’de zararlı ot problemi olduğunu, bununla mücadele ettiklerini söylüyor, bu konuda yardımcı olmak isteyenleri ilgili organizasyonu aramaya davet ediyordu. Diğeriyse; “Kauri’mizi koruyalım” sloganının altında Kauri için son derece önemli olan bir hastalığın toprak ve çamurla yayıldığını anlatıyor, bu nedenle yürüyüş alanına girmeden önce ayakkabılarınızın altını yıkayıp temizleyin, çıkışta yine yıkayın ve gezerken de mümkün olduğunca Kauri köklerinden uzakta dolaşın diye uyarıda bulunuyordu. O levhayı okuyunca yürüyüş ayakkabılarını neden karantinaya aldıklarını anladım. Ülkelerinin doğası için her ihtimale karşı önlem almaya çalışıyorlardı. Sırasıyla patikaları izleyerek yürürken İrlandalı Kız filmini aratmayacak bir havayla dramatik görüntüler yakalıyordum. Yağmur sprey gibi yüzümü ıslatırken ben yemyeşil tepelerin birinden iniyor bir diğerine tırmanıyordum. Sık sık telefonumu kontrol ediyordum ama uyduyla bağlantı kuramadığı için bana yardımcı olamıyordu. Zaten benim de pek yardıma ihtiyacım yoktu. Yürüyüş bölgelerindeki sistemi kapmış, güven içinde yürüyordum. Ta ki bağları geçip Cable Lane yazısını görene kadar. Elimdeki haritaya göre bu parkurda böyle bir yer yoktu. Bu isimde bir koy vardı ama o iki numaralı yürüyüşün koylarından biriydi ve bu istikametten oraya ulaşmak mümkün değildi. Ben nasıl olup da oraya çıkmıştım anlamak zordu. Aklım karıştı bir anda. Pusula gibi yön gösterici bir aletim de yoktu yanımda. Havada güneş de olmadığından nereye doğru yürüyeceğime karar veremedim. Hesapta, $14 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL köşede duran levhada Oneroa plajı 30 dakika olarak verilmişti, ama okun gösterdiği yerde özel bir mülkün çit kapısına benzeyen, kocaman kapalı bir kapı vardı. Sonunda kavşaktaki bir yönü seçip yürümeye başladığımda, karşıdan gelen bir arabayla karşılaştım. El edip durdurdum, yolu sordum. Adam arabaya davet etti, Oneroa’ya götürebileceğini söyledi. Ben ona, yürüyerek gitmek istediğimi söyleyince, adam yürüyüş yolunu iyi bilmediğini, arkadan gelen bir kadın olduğunu, yolu ona sorabileceğimi söyleyip gitti. Adamın arkasından baktığımda, özel mülk kapısı diye düşündüğüm kapıdan geçip gittiğini gördüm. Acaba o mülkün sahibi filan mı, kapıyı nasıl açıp geçti diye afallamışken, bu kez kadının arabası önüme geldi. Onu da durdurup aynı soruyu sordum. O da beni şehre götürmeyi teklif etti. Ben yine ısrarla yürümek istediğimi söyledim, haritamı gösterdim. Baktı ve haritanın güncel olmadığını, yeni yollar açıldığını söyledi ki Cable Lane da böylesi yeni oluşumlardandı muhtemelen. Sonuçta kadın nasıl gidebileceğimi anlatınca tuhaf bir yerlerde olduğumu düşündüm ve yürüme ısrarımı bırakıp onunla şehre gitmenin daha akıllıca olacağını anladım. Otostopçu gibi kadının arabasına bindim, özel mülk kapısı dediğim büyük kapıdan geçtik. Kapıya yaklaşınca kapı kendiliğinden açılıyormuş meğer. O kapı orada neden vardı bilmiyorum. Beş on dakika içinde şehre geldik. Kadıncağız, kırtasiyeciden harita almamı tavsiye etti ve beni merkezde bıraktı. Eve yürürken saatim 18.30’a geliyordu ve ayaklarım ağrıyordu. İyi ki yürümek konusunda fazla ısrarcı olmamıştım. Soba için odun ve çıra almak üzere arkadaki garaja yürüyünce komşuyla karşılaştım. Meğer o adam da Türkiye’yi bilirmiş. Bir ticaret heyetiyle 1991 yılında gelmişmiş. Karşıma hep Türkiye’ye gelenlerin çıkması ne tuhaf… Şarap üreticisinde yemek yerim derken, evde şarap, peynir ve meyve ile gecemi geçirdim. Çektiğim fotoları bilgisayarıma yükleyip arkadaşlarımdan birine e-postayla yolladım: … Bugün İrlandalı Kız filmini çevirdim. Adam eksikti ama mekân aynen oluştu bir ara... Rüzgârlı yeşil tepelerde sprey şeklinde bir yağmur ile yürürken hissiyatım aynen öyleydi anlayacağın. Muhteşem görüntüler var tabi, ama baymaktan çekindiğim için çok göndermiyorum. Buraya has bir ağaç var ki; arkadaşın onunla aşk yaşamakta. Heykel gibi bir ağaç mirim. Bugün hiç çekmediysem 150 ağaç fotoğrafım vardır, yeminle. Güleceksin ama bugün elimdeki harita eski olduğu için yolu kaybettim ve otostopla eve döndüm. Güya hesapta şarap bağlarından birinde günü tamamlayıp şarap içip güzel yemek yemek vardı, ama hangi noktada yaptıysam, yürüyüş yolundan garip bir yere dalmışım anlaşılan. Arkadaşıma yazdığım heykelsi ağacı ilk yürüyüşümde de görmüştüm. Dalları beyaz tomurcuklarla doluydu. Üstelik bazılarının üzerinde ikinci bir bitki yaşıyor diye anlatmıştım. Ama bu parkurdaki ağaçların duruş ve biçimlerinden etkilenmemek mümkün değildi. Parkur genelde denize paralel gidiyor, zaman zaman deniz kıyısına inilip bazen de yamaca tırmanılıyordu. Ağaçların kıyıya yakın olanları kollarıyla kendini denize uzatmıştı adeta. Arkadaşım, ona yolladığım ağaçlardan biri için; “Onun altındaki sırtta, denize karşı uzanıp yatıyor olmak isterdim” diye cevap yazmıştı. İlerleyen zamanlarda, belki de bir ay içinde, o beyaz tomurcuklar kıpkırmızı çiçeklere dönüştü ve benim ağaca olan aşkım katlandı. Bu ağacı Kuzey Ada’da deniz kenarlarına yakın bölgelerde yaygın olarak her yerde gördüm daha sonra. Söylemesi meşakkatli bir adı vardı: Pohutukawa. YZ’de genellikle bu ağaca “Christmas Tree” diyorlar. Çünkü tam Noel ayında kıpkırmızı süslerine bürünüyor. $15 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL EKOLOJİK YAŞAM DENEYİMİ VE ZAMAN KAVRAMI “Ne içindeyizdir zamanın ne büsbütün dışında” A.Hamdi Tanpınar Adadaki ikinci beş günümü geçireceğim evin sahibi Dave, minibüsüyle beni plaj evinden gelip aldı. Kendi yerlerine götürürken yol boyu sohbet ettik. Bu kez yeşilliklerin içinde bir yer seçmiştim. Ama en önemli özelliği ekolojik yaşamın sürdürüldüğü bir konaklama olmasıydı. Dave bana genel bir tanıtma yapıp misafirler için ayrılan binanın üst katındaki odama çıkarttı. Odamın adı Pukeko idi. Bu, YZ’nin uçmayan kuşlarından birinin adı. Kuşun rengi mavi, bacakları ve gagası kırmızı. Sanki uzun bacaklı bir tavuk misali uzun adımlarla yerde koşturuyor. Banyom aşağı katta ve bana özeldi. Dave, alt kattaki odada genç bir kızın kaldığını söyledi. Mutfağı onunla paylaşacaktık. Binalardan bahçe duvarına kadar mekândaki her oluşum, geri dönüşümlü malzemelerden yapılmıştı. Yaşadıklarımı arkadaşlarımdan birine şöyle anlatmıştım: … Burası bir Eco Lodge. Böyle bir deneyimim olsun istedim. Bilmek başka, uygulamak başka oluyor tabiî ki. Mutfakta yemek hazırlarken, elimdeki kağıdı oraya, meyvenin kabuğunu şuraya, plastiği buraya, şişeyi öteye, tenekeyi beriye derken, aman suyu çok kullanma, deterjan iki damla… şiştim valla. Tuvalette sifon ayarlı, ancak küçüğünü temizler. Duş yaparken duvardaki şampuan, krem ve vücut jelini kullanıyorsun, çünkü benimkiler ‘ECO’ değil. Yağmur suyu kullanılıyor bütün adada. Belediye, kullanımın kontrollü olması için fosseptik tanklarının seviyesini de günlük not aldırıyor. Yağmur suyu karbon filtreden geçerek evde kullanılıyor, hatta içilebiliyor bile… Fosseptiği de arıtıp bahçe sulamasında filan kullanıyorlar. Bu dünya için bir dikkat bir dikkat halindeler. Dünyanın geri kalanı … sıvıyor bunlar pür dikkat. Binayı oluklu tabakalarla ve geri dönüşümlü ağaçlarla oluşturmuşlar. İlk geldiğimde – biraz da kumsaldaki evin güzel estetiğinden sonra- acayip bir çirkinliğe girmiş gibi oldum. Sonra yaşadıkça pek çok detayı fark ettikçe, olayı çok sevmeye başladım. Başka bir arkadaşıma da yaşadıklarımın farklı açısını yazmışım: … Bugün bir haftam doldu. Üç ay çok az gelecek hissiyatına düştüm. Plajdaki evden çıkıp adanın ortalarına yeşillikler içine geçtim. Burası bir sertifikalı Eco Lodge. Her şey o kadar ECO ki alışmak zaman alacak. Fotoğraflarını gönderiyorum. Bahçede oturunca, benim sevdiğim o korunmuşluk, kucaklanmışlık hissini duydum. Vadileri bu nedenle çok seviyorum. Vaktiyle arazimi de bu güzel his nedeniyle almıştım. Önü açık yerlerde enerji kaçıp gidiyor gibi geliyor bana. Terasın uzantısında açık hava sıcak banyosu var. Bunlar bu işe çok meraklılar. Auckland’da iki gece kaldığım evde de vardı. Ev sahibi Dave, akşam yıldızlar altında o banyoya girmemi söyledi. Hâlbuki bahar mevsiminde akşamlar soğuk oluyor, su sıcak da olsa bunun bir de çıkışı ve odaya kadar gidişi var. Doğrusu cesaret edemedim. Suyla ilgili şeylerde bir çekingenlik var üzerimde nedense. Beş gün kaldığım plaj evindeki kanoyu da suya indirip $16 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL gezmedim. Henüz deniz bana göre ısınmış sayılmaz. Birdenbire suya devrilme durumunu göze alamadım. Tuhaf bir şey bu… nereden bungy jumping yapacağımı sürekli araştırırken, bir karış soğuk suya düşersem diye ya da sıcak sudan çıkınca titrersem diye cesaret gösterememek… Cesaret denilen şey tuhaf bir şey külliyen… Lodge’un diğer odasında Wellington’dan gelmiş genç bir kız kalıyor. Yani çoluk çocuk gürültü vs. yok Allaha şükür. Bugün çevre gezisi yaptım yine yürüyerek. Dört-beş kilometrelik uzaklıklara gidip dönüyorum. Marketten yiyecek ve içecek alışverişi yaptım. Misafirlere ait bir mutfak var. İstediğimizi pişirebiliyoruz. Dave ve Sue’nun yirmi beş senedir yaptıkları asıl işleri yemek hazırlamakmış. Yemekleri adrese teslim ediyorlar, ayrıca organizasyonlara da yemek hizmeti veriyorlar. Mesela bu Cumartesi bir düğüne yemek yapacaklarmış. İkinci akşamımda yaşadığım farkındalığı da günlüğümde kayda geçirmişim: Dün akşam içkimi bardağa koyup yanına birkaç somonlu kanepe hazırladım ve bahçeyi, bana huzur veren yeşil rengi izlemeye dışarı çıktım. Uzun keşif yürüyüşümün ardından duşumu almış, gevşemiştim. Şarabımı yudumlarken bahçedeki ağaçlara dikkatle, farkına vararak bakmaya başladım. Örneğin zeytin çiçek doluydu. Oysa daha bir hafta önce gözümün önündeki bir başka zeytin ağacındaki zeytinler yağı sıkılmak üzere toplanmayı beklemiyor muydu? Hatta sert esen bir rüzgârda üzerindeki olmuşlar yere dökülmemiş miydi? Ya biraz ilerdeki şeftalinin üzeri küçük küçük yeşil meyvelerle dolu değil mi? Peki ama o çok sevdiğim şeftalinin mevsimi bitti diye üzülen ben değil miydim? Artık buzhane şeftalisi başladı diye şeftali almayı bırakan, bir anda meyvelerden neyi yiyeceğini şaşıran… Şu taptaze yapraklı asmanın üzerinde dut kurusu benzeri yeni oluşumlar birkaç ay sonrasının üzüm salkımlarının hazırlığı değilse nedir? Sanki altı, yedi ay geriye ışınlanmıştım. Dejavu! Yaşadıklarımı yeniden yaşıyordum. Ya da şöyle düşünülebilir: Altı, yedi ay ileri fırlatılmıştım. Bir şeyleri yaşamayı atlayarak buraya gelmiştim. Gerçek neydi? Neredeydi? Hangisiydi? Daha doğrusu: Var mıydı? Benim gerçeğim sadece burada, şimdi benim gördüğümdü: Hava ilkbahar serinliğinde, bir güneşli bir duş şeklinde yağan yağmurlu. Zeytinler ve asmalar meyveye durmuşlar, şeftaliler büyümekte. Şifalı bitkiler yemyeşil, dipdiri. O zaman, ben zamanın neresindeyim? Önünde, arkasında, sağında, solunda? O zaman; baharı yaşıyorsam şimdi, yani geriye düştüysem, yeniden yangın olacak mı? Yeniden elimin altındaki her şey gidecek ve ben yine her şeyi yeniden almaya mı başlayacağım? Belki de geriye değil de ileriye atıldım. O zaman; geçecek zaman zarfında yaşayacağım şeylere ne oldu? Tanışacağım insanlara, okuyacağım kitaplara, yazacağım yazılara, izleyeceğim filmlere, gideceğim ülkelere ne oldu? “Zaman” dediğimiz, dümdüz ileriye gittiğine inandığımız çizgide, hiç düşünülmeyen bir değişiklik olduğunda anlıyor insan bunun sadece bir yanılsama olduğunu. Her şey ne kadar da kabul edilmişlikler halinde. İki üç gün önce plaj evinde, elimdeki dergide editörün yazdığı yazıyı okuyordum: “En sevdiğim mevsim geliyor, yaza kim bayılmaz ki? Aralık ayı gelirken içim içime sığmaz olur,” diye başlamıştı. Editör, yağmurlu ve gri geçen bir kışın ardından yaza giriyor olmanın coşkusunu dilde getiriyordu. Birden fark ettim: Aralık ayı bana, kendi içime kapandığım, gri $17 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL ve yağışlı havalar nedeniyle şöminenin ateşi başında geçirdiğim bol okumalı yazmalı günleri düşündürür. Oysa yazar denizi, kumsalı, yelken yapma özlemini anlatıyordu. Aynı Aralık ayının farklı şeyler düşündürdüğü iki kişiydik. Onun ‘Aralık’ı mı, benim ‘Aralık’ım mı doğru? Çocuklara ilk öğretilen bilgilerden değil midir mevsimler? Buradaki çocuk AralıkOcak-Şubat için yaz mevsimi diye öğreniyorsa doğrunun yalnızca tek bir tane olduğundan bahsetmek mümkün mü? Buraya doğruların tek olmadığını görmeye geldim sanırım. Kabul etmeye de, pek tabi olarak. “Aralık ayını dört gözle beklerim,” diyen kadına, “Hadi canım Aralık da dört gözle beklenir miymiş?” dememeyi öğrenmeye geldim. Onun ayakkabısını giymeye geldim çünkü buraya. Aralık ayını burada güneşli ve sıcak yapanı anlamaya geldim. Yolda karşıya geçerken önce ne yöne bakacağımı nasıl ayarlamam gerektiğini öğrenmeye geldim. Bütün önceden öğrenilmişlikleri yani ezberleri unutmaya geldim. “Şimdi ve burada” olmayı öğrenmek böyle bir şey. Beynin otomatikten getirdikleriyle değil o anda önündeki duruma karşı ne yapman gerektiğiyle ilgili yaşamak. BİO TUVALET VE TERASTAKİ SPA Bir gün adanın en büyük yeşil alanı sayılan Whakanewha parkı içinde yürümeye gittim. Park alanının, Maorilerin bir zamanlar yaşamış olduğu yer olarak tarihi bir önemi var. Arkeolojik anlamda nerelerde yaşamış olduklarının göstergelerinden bazıları; kumara cinsi patateslerini saklamak için açtıkları çukurlar, savunma amaçlı kazdıkları hendekler ve evlerini kurdukları teras şeklindeki düzlükler. Bunlar zaman içinde hava şartlarıyla değişime uğrasalar da yöredeki kemik, deniz kabukları kalıntıları gibi buluntular yerin belirlenmesine yardımcı oluyormuş. Doğal orman içinde açılmış patikalarda yürürken, kendime sormaya başladım: Neden arkadaşlarımın hiçbirinin aklına böyle yürüyüşler yapmak gelmiyordu? Bilinmezlikler içine hiç kaygısızca nasıl girebiliyordum? Pek çok kimsenin aklının ürettiği kaygı soruları neden benim zihnim tarafından üretilmiyordu? Allahtan da üretilmiyordu. Yoksa çok sınırlayıcı bir yaşantım olurdu. Hiçbir yere gidemeyen hareketsiz yaşayanlardan biri olurdum. Bu müthiş güzel farklılığın tadını çıkararak yürüdüm. Ya şu olursa, ya bu olursa diye beni durdurabilecek kaygıların olmaması, karakterimin en önemli özelliğiydi. Parkta uzun ya da kısa yürüyüş için çeşitli iç parkurlar vardı. Yani sık sık seçim yapma noktalarına geliniyordu. Bilgilendirme ve uyarı levhalarıyla burada tanıştım ilk olarak, sonrasında ülkenin önde gelen parkurlarında yürürken bu tanışıklığın çok faydasını gördüm. Levhalarda seçilen yolun gidiş dönüş özelliği varsa yaklaşık olarak sürecek zamanı da belirtiliyordu. Örneğin gidiş dönüş 1 saat 30 dakika gibi. Bu zamanın hesabı, ortalama $18 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL yürüyüşçülerin saatte 4 km yürüyebileceği kabul edilerek yapılıyormuş. Ben de onlardan sayılırdım, saatte 4-5 km arasında yürüyebiliyordum genellikle. Parkın sonuna doğru iki kabinli ahşap bir Tuvalet tasarımın çizimi ve nasıl tuvaletle karşılaştım. Önce tuvalet binası çok şirin çalıştığının anlatımı duvarda asılıydı. geldiği için fotoğrafını çektim, sonra binaya yaklaşıp da Suyun son 200 yıldır kullanıldığını söyleyerek başlayan açıklama, insan kabinin içine girince karşılaştığım gerçekle şaşırıp binadan çıkana kadar 18 adet fotoğraf çektiğimi fark dışkısının temiz suyla birleşiminden kirli sular ve oksijensiz ortamda ettim. Kabinin içi oldukça genişti. Tuvaletin özelliği ise yaşayan bakteriler ürediği, kokuya susuz çalışması. Yani kompost sistem denilen koku da bu bakterilerin neden olduğu yapmayan, kendiliğinden gübreye dönüşen bir tasarım. şeklinde devam ediyordu. Hâlbuki Tuvalet kabininin duvarları, ‘mirasımız’ sloganıyla oksijen, sıvı ve ısı dengesi güzel kurulursa kendiliğinden gübre doğanın ülkeye bahşettiklerinin vurgulandığı posterlerle üretimi meydana gelir ve oksijen süslenmişti. Bu şekilde doğal miraslarını koruma ortamında oluşan bakteriler koku yapmaz diye anlatılmıştı. Sistemin alt bilinci vermeye çalışıyorlardı. Ülkedeki dokuzuncu günümdeydim bu ormanda yapısında havalandırma bacaları ve güneş ısısının kullanımı detayıyla gezerken. Halkın çevreyi koruma bilincinin çok yüksek gösterilmişti. Hiçbir kimyasal madde olduğunu biliyordum, ama bu bilinç ne zamandan beri kullanılmıyordu. Tuvaleti iş başındaydı pek fazla fikrim yoktu. Bunu kullananlardan tek bir şeye dikkat Wellington’daki müzeye gidene kadar da etmeleri isteniyordu: kapağı kapalı bırakmak. öğrenemeyecektim. İlk kez bu ormanda gördüğüm kuru tuvaletle, daha sonraki orman yürüyüşlerimde, ülkenin kırsalında ve doğal plajlarında çeşitli büyüklüklerde yapılmış kabinler olarak sık sık karşılaştım. Bu tuvalet bana birkaç ay önce Kaçkar dağlarında zirveye çıkmadan önce son kamp yerinde gördüğüm tuvaleti anımsattı. Dostlar alışverişte görsün kabilinden öylesine getirilip bırakılmış çok çirkin pembe renkli poliüretan bir malzemeden yapılmış kabini hatırlamıştım. Kokudan ve sinekten yanına bile yanaşmak mümkün değildi. Köylerde evden uzağa yapılan tuvaletlerde de sadece çukur kazıp üzerine su dökerek halletmeye çalıştığımız mikrop yuvaları vardır. Onların sağlıklı hale getirilmesi basit fizik ve kimya bilgisiyle mümkünmüş oysa. Çevreci bir İngiliz arkadaşıma yazdığım mektuba tuvaletin fotoğrafını eklemiştim. Bana cevaben, seneler önce Himalayalarda Ladakh bölgesinde çalışırken aynı şekilde kuru sistem tuvalet kullandıklarını, yüzyıllardır bu sistemin bilindiğini yazdı. *** Yürüyüş dönüşü, ev sahiplerimin sürekli önerdiği sıcak sulu jakuziye girmeye karar verdim. Hava nispeten biraz daha ısınmıştı, spa deneyimi olmadan buradan gitmek olmazdı. Ancak deneyim pek hoş olmadı ne yazık ki… İşte bunu paylaştığım mektup: Bu arada benim sırt ağrıma, Eco Lodge’un -sonunda girmeyi becerdiğim- sıcak su (39,5 derece) jakuzisi bir iyi geldi sorma… Gerçi o gün orada ruhumu teslim etmeme ramak kalmıştı ama olsun. Teslim etmediğim gibi, ağrım da geçti. Şekerim, kırmızı şarabımla sıcak suya girdiğim için mi oldu, yoksa orman yürüyüşü sırasında çok az su içmişliğim nedeniyle mi bilmem, bir saat sonunda havuzdan çıkınca bilincimi kaybettim. Düşüp bayılmaca yok, ama önce tansiyonum düşüyor gibi geldi, karardı ortalık; sonra ne kadar yitirdiğimi bilmediğim bilincim geri geldiğinde kendimi, havuzun içine kollarımı sokmuş sanki bir şey arar gibi buldum. Hiç gereksiz bir hareket oysa… Neyse bir kaza çıkmadan odama kadar ulaşmayı ve $19 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL kendimi yatağa atmayı becerdim. Bir saat sızma gibi bir durum yaşadım. Ruhum bedenimi izliyor ama yerinden oynatamıyor gibi bir durum. Sonunda kalkıp mutfağa iki lokma bir şey yemek için gittiğimde diğer odada kalan genç kız ile karşılaştım. SPA nasıl gitti diye sorunca bilinç kaybımı anlattım. O da sıcak suyun susuzluk yarattığını anlattı. Muhtemelen o günkü uzun yürüyüşümde yeterli su içmemiştim. Üzerine Merlot+Cabarnet Savignon eklenince bendenizin SPA keyfi Karagözün keyfine dönüştü. Ama gel gör ki sırt ağrım bitiverdi. Sana da sıcak sulu bir jakuzi öneririm. Yeğenlerime yazdığım mektup böylesi deneyimlerden bahsediyor sanki: Tamamen yabancı ortamlarda insanlar, kendilerine yabancı olan sistemleri tanımak, öğrenmek, halletmekle uğraştıkları için, hayatı tanımak adına; yeni çözümler bulmak, yeni yollardan yürümek keyfini yaşarlar. İşte ben de bütün bu keyifleri yaşıyorum. Bilindik alandan dışarı çıkmak yepyeni deneyimler kazandırıyor insana. Benim yaşam seçimim de bu zaten. Her zaman çizgiyi dışa doğru genişletmek, bunun için korkmadan ittirmek. Neyle karşılaşacağımı sürekli merak etmek… Yolculuğun bundan sonrası için internete girip Kuzey Ada’da nerelere gidebileceğimi araştırdım. Bu ada bana kalabalık, oldukça hareketli gelmişti. Auckland’a yakın, böylece de kolay ulaşılabilir olması burayı popüler yapmıştı sanırım. Şarap bağları, sürekli düzenlenen kültürel festivaller ciddi sayıda insanı kendine çekmişti anlaşılan. Bana biraz daha yaban yerler lazımdı. Great Barrier adasını buldum böyle özelliklere sahip olan. Üç gün orada kalıp iyice kuzeye uçmayı planladım. Kerikeri’de bir aylığına ev kiraladım. (FAZLA) EL DEĞMEMİŞ BİR ADA Canım arkadaşım, Bugüne seninle başladım, öyle devam ettim ve yazmak şart hale geldi. Sabah erkenden yola çıktım mekân değişikliği için. Feribottu ilk bindiğim araç ve okumaya başladığım kitap Fazıl Say’ınkiydi. İç sesini duymaya çalıştığını yazan, içindeki “iyi”ye ulaşmaya çalışan, her taraftaki “iyi”yi bulmaya çalışan Fazıl’ın yazdıkları tanıdık geldi ve onun içindeki “iyi”yi gördüm. İyi ki arkadaşım bu kitabı vermiş dedim. Seni yüreğimde hissettim. Feribottan inip havaalanına gittim, Great Barrier diye bir adaya uçmak üzere. İlk defa küçük bir uçağa binecektim. Yedi yolcu alan bir uçak. Hava dünün tam tersine dönmüş, pis bir yağış eşliğinde rüzgârlı bir hal almıştı. Oysa dün başka bir adada zeytin festivalinde tişörtle çimenlere uzanmış yatıyor, canlı müzik yapanları dinliyordum. Ama şaşacak da bir durum yoktu. Ben buradaki kadar değişken havaya rastlamadım. Günde dört beş kez değişiyor. Sırt çantamda safi giysi taşıyorum desem yeridir. Uzun lafın kısası; bu uçuşta bütün körfezi fotoğraflayacağım diye umarken, bulutlu bir uçuş olacağı için biraz burulmuştu içim. Alanda check-in sonrası, diğer yolcuyla beni akülü bir araçla uçağa götürdüler. Sana fotosunu eklediğim uçağa bindim. İki motorlu çok şirin bir şeydi. Pilotumuz kadındı. 5.000 feet’e yükselip bulutların üzerine çıkacağımızı söyledi. İçinde korku barındırmayan ben, cahil $20 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL cesaretli halimle bu hava bu tip uçaklara uygun mudur değil midir sorgulamasını yapmaya gerek duymadım her zamanki gibi. Aman uçağın içindeki o ne ses, ne titreşim. Neyse koltukta bir kulaklık fark ettim de kafama geçiriverdim. Hiç yoktan iyiydi. Kalkışı çok komik oldu. Büyük uçak hızlanır hızlanır da kalkar gibi gelir bana hep. Bu, giderken hop diye olduğu yerde yükseldi neredeyse. İnişi de öyle oldu garibin. Alanda asfalt pist yerine çayır çimene hop diye konduk sanki. Daha doğrusu havada fren yaptı ve aşağı indi gibi bir his oluştu bende. Uçağın navigasyon aletinden neredeyse bütün uçuşu takip ettim. Zaten etraf bulut kaplı olduğu için başka bir yere bakmanın anlamı da yoktu. Pilot gibi ben de navigasyona odaklandım. 5000 feet’i az biraz geçmiş olmasına rağmen bulutlardan kurtulamamıştık. İşte böyle bir durumda 30 dakika uçarken aklıma sorular gelmeye başladı. Peki havadaki başka aletler bizim varlığımızdan nasıl haberdar oluyorlardı? Çünkü kadının önündeki tabloda radar gibi bir gösterge yoktu bence(çok anlarım ya, ukalalığın sonu yok ki). Hani filmlerde gördüğümüz yabancı bir cismi algıladığında öten bir alet yokken, biz nasıl, sağda solda bizim uçak gibi küçük yaratıklar var mı yok mu bilmeden uçuyorduk çözemedim hiç. Her neyse, fazla sallanmadan, hava boşluklarına filan düşmeden 110-120 knot gösteren göstergeye (herhalde rüzgâr olmasa gerek, mümkün mü? Denizde 30 knot olsa büyük fırtına demektir. Peki bu ne ki?) rağmen navigasyon bize; “geldin ey uçak” dedi ve kadın da alçalmaya başladı, 1.000 feet’in altına indikten sonra da köpüklü okyanusu gördük zaten. Dediğim gibi çayıra iniverdik. Hava yolu şirketinin barakasının önüne yerleşip durduk. Pilotumuz valizlerimizi indirdi. O sıra bir aile, pilota gelecek uçuşta uçup uçamayacaklarını sorarken aydım ki bu adaya sefer düzenleyen ikinci şirket hava koşulları yüzünden bugünkü uçuşunu iptal etmiş. Soruyu soran kadın, eğer yer varsa, Fly My Sky isimli benim uçtuğum şirketle uçmaya çalışıyormuş. Ama bizim pilot adadan Auckland’a dönüşte bütün koltukların satıldığını söyledi. Beni almaya gelen şoföre yolda sordum emin olmak için: “Hava koşulları nedeniyle mi uçmadı diğer şirket?” “Evet,” dedi. Yahu dedim ne iş, hayatında ilk kez böyle bir uçakla uçuyorsun. O da cengâver bir şirket ve pilota rastladı demek ki. Şoföre dönüp “Kadın pilotumuz çok iyiydi demek ki, çünkü uçuşta bir tehlike yaşamadık,” dedim. O da güldü “O hem iyi bir nine, hem de iyi bir pilottur,” dedi. Dedim ya, bugün her şey bana seni anımsatıyor diye. Uçak Kadın pilot Nine olma durumu Kadın siyah boyalı uzun saçları, lacivert üniformasıyla bizlerin yaşlarında bir hatundu. Senin gibi güzel gözleri vardı. Ya işte böyle, dünyanın öbür ucunda sevdiğini çağrıştıran durumlar… Pilot olan bir arkadaşımla adaya olan uçuşumu bu şekilde paylaşmıştım. Ondan gelen cevap kafamdaki sorulara ışık tuttu: “Kendimi o uçağın koca yürekli nine pilotu ve senin gibi cesur güzelin sorularına cevap verirken buldum. 1) Bu tür uçaklarda genelde tahmin ettiğin gibi radar yoktur. $21 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL 2) Uçağın rotası önceden bellidir. Uçuş öncesi uçuş planı bildirilir. Hızın ve yüksekliğin de bellidir. Dolayısıyla başkalarına o süreler içinde o irtifa kesinlikle verilmez. Havaalanları birbirleriyle haberleşirler. 3) Uçuşunuz IFR denen aletli uçuş olarak belirlenmiştir. Yani görerek şartlara ihtiyaç yoktur. 4) 110-120 knot uçağının hızıdır. Aynen dediğin gibi eğer bu rakam rüzgâr olsa bu rüzgârda bu boyutta bir uçak kesinlikle uçamaz. Helal olsun sana, cesaretini alkışlıyorum. Güvenini ise cahil cesareti değil, hayata karşı olan güvenin olarak algılıyorum arkadaşım.” Böyle bir uçuşla geldiğim ada, el değmemişliği, korunmuşluğuyla ünlü. Nüfus sadece 1.000 kişi. Ana karada olmayan pek çok değişik kuşun yaşamayı seçtiği cennet bir yer. Adadaki ilk izlenimlerimi günlüğüme not düşüşüm şöyle: Son derece sakin, sessiz bir yer(sadece kuş sesleri var, bir de jeneratör!). Evet jeneratör sesi var, çünkü adada elektrik yok. Kısıtlı zamanlarda elektrik üretiyorlar. Sabah 9-12 ve akşam 18-23 arası Photukawa Lodge’daki odamda şarj aleti bağlayabiliyor, müzik dinliyorum. Kaldığım pansiyon, âşık olduğum ağacın adını taşıyor, çünkü yakın çevresi bu heykelsi dev ağaçlarla dolu. Uçaktan beni karşılayan araçla pansiyona geldiğimizde yönetici Louise bütün sevimliliğiyle beni karşıladı. Herkes böyle bir havada gelebilmiş olmama şaşırmış gibiydi. Uçuşun nasıl geçtiğini sorup duruyorlardı. Odama geldiğimde karşımdaki manzarayla aşka düştüm yine. Burada aşk içinde yaşamanın ve büyük tasarımı her yerde görmenin mutluluğundayım. O yağmurlu puslu görüntünün romantikliğinde koltuğu, odanın teras kapısının önüne çekip oturdum. Yeşilin içinde, mavili kırmızılı Pukeko kuşları koşturup duruyordu. Sonra karnımın açlığı beni dışarıyı keşfetmeye yöneltti. Pansiyona ait olan Irish Pub saat 16.00 gibi açılıyormuş. Öğlen yemeği için bir yer bakmalıydım. Yan tarafta hediyelik eşya dükkânı, market ve Wild Rose Cafe adında çok hoş, organik ürünlerden yiyecekler hazırlayan bir yer buldum. Bu adanın Maorice ismi Aotea imiş. Benim yemek istediğim burgere de bu isim verilmiş kafede. Yanına içecek olarak; pancar, kereviz, maydanoz, havuç vs. karışık sebze suyu söyledim. Bahçedeki büyük ahşap masaya yerleşip adanın haritasını incelemeye başladım. Masanın üzerine zıplayıp içeceğime göz atmaya gelen kediye bayıldım. Gri kaplan desenli harika bir yavruydu. İnsana alışkın, oyuncu bir şey. Hemen telefonumla fotoğrafını çekmeye başladım. Bir elini devamlı olarak, masanın ortasındaki şemsiye takma deliğine sokuyordu. Çok alem güzel bir şeydi. Sonra kat kat burgerim geldi. İçi pancar, havuç ve salata yapraklarıyla süslüydü. Keyifle yedim ve keşif yürüyüşüne çıktım. Haritada adı geçen ve yine yakında olması gereken bir restoran/barı bulma yürüyüşüydü bu. Telefonumdaki harita bana yardımcı oldu her zamanki gibi. Onun sayesinde yön duygum bayağı gelişti. Bu gezimin önemli bir misyonu da yön konusundaki gelişmeyi sağlamak olmalı. Hava rüzgârlı ve griydi. Çektiğim bütün fotoğraflar yine İrlanda’lı Kız filmindekilere benzedi. Yolda Pohutukawa ağaçlarının çiçekleri patlamış olanlarıyla karşılaştım. O kırmızı halleri beni büsbütün çıldırttı. Otele döndüm ve maillerime cevap yazdım. Akşam yemeği için Currach Irish Pub’a geçtim. Yıllar sonra Guiness biramı yudumlarken geleneksel yemekleri olan ‘fish & chips’ yedim. Otantikliği, İrlanda kahvesi $22 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL içerek tamamladım. Yemek masasını paylaştığım İskoç doktorlar pek şirindiler. Auckland’a bir yıllığına çalışmaya gelmişler. Bu adanın kamp yerinde kalıyorlarmış. Çalışmaya başlamadan önce tatil yapmak istemişler. Kahvemi içmeye bahçeye çıktım. Yanıma bir adam geldi, sarhoştu, dediklerini anlamakta zorlanıyordum ama konuştuk yine de. Adaya kısılıp kalmışlığından bahsetti. Beton işi yapıyormuş. İnşaat şirketinde çalışıyor olabilir. Bana adanın golf kulübüne gelmemi söyledi. Bu pubta gördüklerim burayı ve buranın insanını yansıtmıyormuş. Ona yazar olduğumu, kitap yazacağımı söyleyince oradakileri yazarım diye telaşa düştü herhalde. Neyse biten birasını yenilemek için içeri girince ben de kaçıp odama geldim. BURADA DA MI ATATÜRK? Ertesi sabah bir orman içinde bulunan Hot Spring isimli doğal kaplıca bölgesine gidecektim. Kaldığım pansiyondan beni alan transfer aracının şoförü, üç saatte bu yürüyüşü tamamlayabileceğimi söyledi. Tam üç saat sonra beni bıraktığı orman girişinden gelip alacaktı. Adada elektrik, su olmadığı gibi telefon sinyali de çok küçük bir alanda, sadece kaldığım pansiyonun civarında vardı. Dolayısıyla yürüyüşte yardıma ihtiyacım olsa, şoförle veya kaldığım pansiyonla haberleşme şansım yoktu. Adamın beni gelip almayı unutmamasını dilemekten başka ne yapabilirdim ki? Yıllardır turizm bölgesinde yaşadığım için transfer araçlarının işlerini aksatmadan yaptıklarını bilirdim. Bu bilgi kaygı duymamı önlüyordu herhalde. Sorun olabilecek tek şey, yön duygumun zayıflığı nedeniyle kullandığım GPS aletimi odamda unutmuş olmamdı. Yani yön konusunda, ormandaki işaretlere güvenmekten başka çarem yoktu bu kez. Yürüyüşe başlayacağım sırada otoparka bir araba geldi park etti. Yalnız olmayacağımı düşündüm. Neyse ki parkur gayet açık seçik düzenlenmiş, sağa sola sapıp kaybolma olasılığı yok. Ara sıra şelale ve göletlere iniş yerleri var, bunlar, ahşap merdiven şeklinde, rutubette kayılmasın diye üzeri tel örgülerle kaplanmış akıllıca çözümler. Buralara inip çıkıyorum. Yol, doğal kaplıca göletlerinde son buluyor. Ben şelalelerde oyalanırken, arabayla gelenler oraya ulaşmış, mayolarıyla suyun içinde oturuyorlardı. Selamlaştık. Beni de suya davet ettiler. Mayom olmadığını söyledim. Pantolonumun paçalarını sıvayıp girmemi söylediler. Bereket pantolonum, bir fermuarla şorta dönüşebilen modellerdendi. Suyun kenarındaki bir kayaya tüneyip bacaklarımı sıcağa soktum. Üçü kadın dört kişinin, karı koca olanları Auckland’dan, diğer iki kadınsa Chicago’dan gelmişler. Amerikalılardan biri, benim Türkiye’den olduğumu duyunca Atatürk’ü bildiğini ve yaptıklarını anlatmaya başladı. Hiçbiri Türkiye’ye gelmemişti ama Atatürk üzerinden Türkiye’nin siyasi ve toplumsal yapısını konuşmaya başlamıştık. Sıcak suyun içinde, dünyanın unuttuğu küçük bir ada ülkesinde daha önce hayatlarında hiç görmedikleri bir ülkenin kadını hakkında fikir ediniyorlardı. Ben, Türk kadın tipi için genel bir örnek olabilir miydim? Yalnız başına seyahat eden, uzak ülkelere gelmeye çekinmeyen, telefon sinyalinin olmadığı ormanda bir kaplıca havuzunda tanıdıkları bu kadın, onların kafasındaki Türk kadını oldu artık. Bunun için yapabileceğim bir şey yok ne yazık ki! Adanın gitmek istediğim çoğu yerine gidemedim maalesef. Bunu bir mektubumda şöyle anlatmışım: $23 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Buradaki tek sorun, adada çalışan otobüs ring seferleri bulunmaması. Nereye gideceksen hep transfer aracı çağırıyorsun. Shuttle minibüsler var yani. Yürüyüş parkurlarına ancak böyle ulaşabiliyorum. Bu da özgürlüğü kısıtlayıcı geldi bana. Aslında sorun esas şuradan kaynaklanıyor: Ters İngiliz trafiğinde ve araçlarında araba kullanmak istemediğimden araba kiralama taraftarı değildim. Sağı solu karıştırmakta üzerime yoktur. Burada hâlâ karşıdan karşıya geçerken bin kez düşünüyorum, önce ne tarafa bakmam lazımdı diye. Ya da bir araç içindeyken karşıdan gelen araçlarla çarpışıyoruz diye yüreğim hopluyor. Daha da komiği yürüyüş yaparken patikanın hâlâ sağ tarafından yürüyorum alışkanlıkla. Karşıdan gelenlerle kafa kafaya geçiyoruz! Bu sebeple içimde istemediğim bu konu için evren de destek vermiş ki ehliyetimi unutarak gelmişim. Kısacası, mecbur kalsam bile araç kullanamıyorum. Böylece de olası bir kazadan korunmuş oluyorum. Türkiye’deki dolmuş sistemi, meğer ulaşımı ne kadar kolaylaştırıyormuş, bunu burada fark ettim. YZ’de her şey araba kiralamak üzere kurulmuş. Pek çok turist karavan şeklindeki minivanlardan kiralıyorlar, aracın içinde kalabiliyor olmak konaklama maliyetini çok düşürüyor. Bu tip araçların gecelemeleri için her bölgede duşu, mutfağı ve çamaşır yıkama olanağı olan çok fazla alan düzenlenmiş. Araba kiralamadığım için ülkeyi gezerken otobüs yolculukları tercih ettim. Ancak otobüsler bizde olduğu gibi her istediğin yerde indir bindir yapmıyor. Belli merkezlerden başka yerde durmuyorlar. Türkiye’ye döndüğümden beri bindiğim otobüslerin zırt pırt her yerde durmasına artık sinirlenmiyor, tersine, “Valla ne iyi âdetimiz var,” diyorum. 10 DÜRÜSTLÜK KAVANOZU11 Whaiheke adasında son kaldığım “ECO” evin sahipleri daha önce Great Barrier adasında yaşamışlarmış. “Orada önemli bir seramik sanatçısı var,” diye, daha adaya gelmeden Sarah’dan bahsetmişlerdi bana. Ben de bu bilgiyle adadaki son günümde Sarah’nın atölyesine doğru yürüyüşe çıktım. Onunla tanışıp eserlerini görmek istiyordum. Oldukça rüzgârlı bir gündü. Kıyı şeridindeki yürüyüş yolunu takip ederek, birbirinden güzel koylardan geçtim ve feribot iskelesine çok yakın bir konumda olan atölyeye ulaştım. Bahçeye girdiğimde solda küçük bir satış kulübesi gördüm. Dış cephesine rengârenk desenler çizilmişti. Kapısı açıktı. İçeri girdim, girişte yerde, turkuazdan laciverte mavinin tonlarında seramik parçalarıyla yapılmış bir mozaik çalışması vardı. Raflar, tezgâhlar, pencere içleri ve masa üzerleri irili ufaklı seramik nesnelerle doluydu. Ama dükkânda kimsecikler yoktu. Bir şey kırarım korkusuyla zarafet taşıyan hareketlerle her bir köşeyi gözden geçirdim. Masalardan birinin üzerindeki defterde; “Serbestçe bakın, aldığınızı deftere yazın, parasını da kavanoza atın,” diyordu. Kendime kolye formunda yapılmış, Kauri ağacının amberini aldım. 10 Bu satırları yazdıktan sonraki bir zamanda Türkiye’de de şehirler arası -hatta beldeler arası- yolculuk kuralları değişti. 11 Honesty Jar $24 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Fiyatı kırk iki YZ dolarıydı. Cüzdanımdan bozuk olarak tam 41,90 YZ doları çıktı. Kavanoza attım ve deftere de 10 cent borçlu kaldığımı yazdım. Böylesi para kavanozlarını daha sonra ülkede sık sık görecektim. Hatta sonra bu uygulamaya meyve bahçelerinde de rastladım. Bahçeye bırakılan kovalara topladığınız meyveleri, çiftçinin uygun yere yerleştirdiği tartı aletinde tartıp, yanındaki deftere tutarını yazıp parasını dürüstlük kutusuna bırakıp çıkıyordunuz. Böylesi bir güvenle yaşayabilmek için herkesin dürüst olduğuna inanmak gerekiyor herhalde. Seramik satış dükkânından dışarı çıktığımda, bahçenin epeyce iç kısmında yer alan atölyeyi gördüm. Oraya doğru yürüdüm ve Sarah’yı tezgâh başında çalışırken buldum. Selam sabahtan sonra dükkândan alışveriş yaptığımı ama 10 centimin çıkışmadığını anlattım hafif mahcup. “Önemi yok,” dedi. Üzerinde çalıştığı, abajur olduğunu söylediği nesne ile uğraşırken sohbet etmeye başladık. İki büyük fırını olduğunu, siparişleri yetiştirmekte zorlandığını söyledi. Elektrik olmayan adada fırınları jeneratörle çalıştırıyormuş tabii ki. Ülkenin her yerinden sipariş geliyormuş. “Peki ama neden bu adada yaşıyorsun, elektriği olan bir yerde çalışmak daha kolay olmaz mıydı?” dediğim de bana, o adada doğduğunu, çocuklarını da orada yetiştirmekten mutlu olduğunu söyledi. Kendisi üniversitedeyken bir süreliğine ana karada yaşamış ama oraları sevip, benimseyememiş. Aidiyet duygusu taşımak böyle bir şey işte. O toprakla aranda müthiş bir bağ kuruluyor herhalde. KUZEYE YOLCULUK Great Barrier Adası’ndan Auckland’a geri uçuşum bu kez güzel bir havada, körfezdeki bütün irili ufaklı adaları izleyerek, bol bol fotoğraf çekerek yani tam istediğim şartlarda gerçekleşti. Pilotumuz yine aynı cengâver büyükanne olur diye beklerken, genç ve yakışıklı bir adamla uçtuk bu kez. Uçuş esnasında üzerinden geçtiğimiz takımadaları, körfezleri bir bir kulaklıklarımızdan anlattı. Küçük uçakla uçmak konusunda artık iyice güven gelmişti içime. Auckland’dan kuzeye devam edecek uçağım birkaç saat sonra başka bir havaalanından kalkacaktı. Aradaki zamanda şehrin marinasında yemek yiyerek vaktimi değerlendirdim. Yemek sonrası kahvemi içerken, marinada bulunan, Amerika Kupasında yarışmış Yeni Zelanda ekibinin yelkenlilerini izliyordum. Böyle bir boyutta yelkenliyle seyir yapmak nasıl olur diye merak eden turistlere bu tekneleri kiralıyorlardı. Dev gibi, çok etkileyici teknelerdi bunlar. Marinadaki hareketlilik, üç gündür yaşadığım kesin sessizlik ve tenhalıktan sonra yeniden medeniyete döndüğümün resmiydi. Kahvemi içerken çevreyi izliyordum ama sonra nasılsa gözüm masamın numarasına takıldı. Yirmi birdi. Bir an için aklıma nereden geldiyse geldi ve bir oyuna başladım. Bu yirmi bir, benim yaşım olsaydı şimdi, ne olurdu? Zihnim yirmi bir yaşıma gitti birden. Yeni evliydim. Sanırım hâlâ o büyük holdingde çalışıyordum. Elimize böyle bir seyahati yapacak para geçmiyordu. Karı koca olarak aklımıza böyle bir seyahati yapmak da gelmiyordu zaten. O yıllar Türkiye dünyaya açılmamış, içine kapanık bir ülkeydi. Yurt dışına çıkışlarda kısıtlamalar vardı. Döviz problemimiz vardı. Petrol, benzin, kalorifer yakıtı yoktu. Margarin yoktu hatta. Yani böyle bir geziyi düşünmek bile imkânsızmış yirmi bir yaşımdayken. Ama yirmi bir yaşımdayken gelseydim bu ülkeye, otuz metre uzağımda kıyıdaki bankta oturan gençler gibi gelseydim eğer, sırt çantamla gelirdim. $25 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Sırt çantalıların kaldığı hostellerde ucuza kalırdım. Bu keyfi alır mıydım bilmiyorum? O yaşların keyfi başka türlü oluyordu tabi. Önümdeki gençler sürekli gülüyorlar, belli ki neşeleri yerinde. Yirmi-otuz dolarlık günlük harcamalarla geziyor, yeni keşifler yapıyorlar. Ufukları genişliyor. Düşündüm de, o yıllarda baktığım her yerde muhteşem tasarımı görmüyordum. Muhtemelen ara sıra bile görmüyordum. O yıllar benim inançsız yaşadığım yıllarımdı. Şimdi hayatı yaşayış şeklim tümüyle değişti. Çok daha tatmin olarak yaşıyorum. O günlere göre çok daha mutluyum. Otuz üç sene geriye dönmek ister miydim? Bugünkü deneyimle ve seçimlerimle mümkün olsaydı evet, ama aynı yirmi bir yaşının insanı olmak istemem. Hayır, o kadını bir kez daha büyütme sürecinin yorgunluğunu yaşamak istemem. Beni havaalanına götürecek servis aracının saati geldi ve minibüse bindim. Şoförümüz altmış beş yaşlarında bir kadındı. Daha sonraki zamanlarımda da kadınları her türlü aracın şoförü olarak bol bol gördüm. O zaman fark ettim ki, Türkiye’de bir takside ya da şehirlerarası otobüste, şehir hatları vapurunda ya da iç hat - dış hat uçuşlarının birinde direksiyon başında kadınları görmüşlüğüm yok. Kadın ancak kendi arabasını ya da belki teknesini kullanabilir. Bu konuda yazılı bir kural yoktur muhtemelen, ama anlaşılan, kamu araçlarının direksiyonunu kadınlara vermiyoruz. Minibüsün kalkış saatini beklerken içeride oturan çiftin İngiltere’den geldiğini ve benim gibi Kerikeri’ye gideceklerini öğrendim. Orada dört ay kalacakları bir ev tutmuşlar. Adam meraklı, hemen nereden gelmişim, nasıl gelmişim, ne kadar kalacakmışım gibi sorularla ifademi alıverdi. Neyse o sırada minibüse üç kadın ve bir bebek bindi de hareket edip North Shore havaalanına gittik. Bu kez Salt Air şirketinin 9-10 kişilik uçağıyla önce Whangeri’ye, sonra da Kerikeri’ye konduk. Böylesi küçük uçaklar dolmuş gibi çalışıyorlar. İnişleri kalkışları çok kolay olduğu için, ara duraklarda müşteri bırakıp yenilerini alıyorlar. Havaalanlarında güvenlik için tarayıcı makinelerin bulunmaması, binalara giriş çıkışlarda polis kontrollerinin olmaması dikkatimi çekiyor. Binaya girdikten sonra ilgili şirketin bankosundan uçuş kartını alıp gösterilen kapıdan çıkarak uçağa yürünmesi, çocukluğumun uçuşlarını anımsattı bana. Uçağın yanında toplanan yolculara kaptan pilot, elindeki uçuş kartından bazı genel uçuş kurallarını hatırlatıyor ve sonra herkesi çantasıyla beraber tek sıralı koltuğuna buyur ediyor. Ülke küçük, uçuş zamanları çok kısa olduğu için, uçakta öyle hostesmiş, ikrammış filan yok. Uçuş boyunca, -pek fazla yüksekten uçmayan- uçağımızın penceresinden fotoğraf çektim. Yemyeşil bir ülkenin üzerinde uçuyordum. Minik yerleşim alanları, tarım alanları, otlaklar ve ormanlık alanlar. Kuzeye yaklaştıkça eni daralan topraklara gelmiştik. Deniz ve denizdeki ada kümeleri rahatça gözükür olmuştu. Muğla’nın yakın zamana kadar yaşadığım güzel körfezlerine benzetiyordum gördüğüm adaları ve koyları. Biraz daha geniş alanlara yayılmış, sayıca fazla adalar ve koylardı bunlar ve ben birkaç gün sonra aralarında tekneyle gezecek, yunusları görecektim. $26 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL DÖRT HAFTALIK YERLEŞİM Kerikeri havaalanında, kiraladığım evin sahibi Tania karşıladı beni. İsmimin yazılı olduğu elindeki kâğıda doğru yürüdüğümü görünce şaşırdı, çünkü e-posta yazışmalarımızda beni nedense erkek olarak düşünmüş. Türkiye gibi bir ülkeden bir kadının yalnız başına seyahat edemeyeceği önyargısı olsa gerek bu. Yolda süpermarkete uğradık; yiyecek, içecek ve ev için temel gereksinim malzemeleri satın aldım. Arkadaşlarım merakla ilk izlenimlerimi paylaşayım istiyorlardı, ben de Kerikeri’yi ve ilk öğrendiklerimi mektuplarımdan birinde aynen şöyle anlatmıştım: (…)Sonra küçük bir uçakla şimdi yaşadığım Kerikeri’ye uçtum. Çünkü dört haftalığına bir tatil evi tutmuştum. Kerikeri iki büyük adadan oluşan Yeni Zelanda’nın, Kuzey Ada’sında kuzey uca yakın sayılan bir konumda. Kuzey Ada’da gezme nedenim, ekvatora daha yakın olduğundan havanın daha sıcak olma umudu… Aslında bu ülkede büyük sıcaklık farklılıkları yaşanmıyor. En fazla 24 derece civarında seyrediyor hava ama yağmurları bol, bu da rutubeti yüksek demek, dolayısıyla 24 dereceyi 28 civarında hissediyorsun. Kerikeri için yazıyorum: kışları da en soğuk 17 derece filan oluyormuş. Bu sene çok üzüldükleri bir kuraklık durumundan söz ediyorlar. Yağmur yeterli yağmıyormuş. Oysa gün içinde belki yirmi kere ahmakıslatanın biraz fazlası şeklinde yağış oluyor. Üstelik hava güneşliyken oluyor bu. Hiç ummadığın bulut kümesi geçerken bu yağışı bırakıp gidiyor. O nedenle yürüyüşe çıkarken muhakkak yağmurluk da taşıyorum. Doğal ormanları(buradaki adı bush) çok etkileyici. Bilmiyorum 1990’ların başında PIANO filmini izlemiş miydin? Orada gördüğün ormanlar gibi. Ama, Çevre Koruma Kurumu 12 çok güvenli yürüyüş patikaları açmış, sıkıntısızca içlerinde yürüyüş yapabiliyorsun. Doğaya saygı ve koruma en üst seviyelerde yaşanıyor. Konaklama konusunda, genelde çevreye duyarlı tatil evi ya da moteli seçiyorum, ki bu ülkede çoğu işletme bu özellikte zaten. Yemek artıkları gübre yapılıyor, çöpler muhakkak ayrıştırılarak atılıyor. Suyu kullanırken dikkat ediyorsun, şampuanından deterjanına birçok konuda ürünler ekolojik olmak durumunda… Burada hem et (inek ve koyun sayısı insanların on katından fazlaymış), hem deniz ürünü konusunda cenneti yaşıyorsun. Yemeklerini genelde büyük ve üzeri kapalı mangallarda En düşük ücret: pişiriyorlar. Bu aletleri tüp gazla çalışır yapmışlar. Herkesin bahçesinde ya da balkonunda bunlardan 12 YZ doları saat ücretiyle mutlaka bulunuyor. Hayatın geneline baktığımda; hesaplanan aylık maaş= marketlerdeki ya da doğa sporları dükkânlarındaki 12 x 8 x 22= 2112 dolar. fiyatlarda, hayat bizimle paralel. En düşük ücret 2112 YZ doları. Böyle baktığında gelirleri bizden çok yüksek tabi. YZ doları bizim 1,05 liramız. Ülkede gelir dağılımında uçurumlar yok. Ne çok zengin var ne de çok fakir. Tüketim cazibesine fazla kapılmamış bir yaşam şekli, ağırlıklı olarak orta sınıf, şimdilik gördüklerim. Bütün eğlenceler dış mekânlarda: yelken, kano, tekne, yürüyüş, tırmanma, sörf, bisiklet, off-road gezileri gibi faaliyetlere dayanıyor. Arabaların çoğu jeep ve en genci 10 12 DOC: Department of Conservation $27 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL yaşında. Hepsinin arkasında bir römork, ya saydığım aletlerden birini taşıyor ya da ağaçlarını budamış onları atmaya götürüyor. Ülkenin görünümü genel bir peyzaj çalışması yapılmış gibi duruyor. Gerçekten de herkes kendi arazisine dair peyzajı yaptırmış, devlet de küçük büyük demeden bütün yol kenarlarının peyzajını yapmış, en önemlisi de bakımını yapıyor. Yahu buradaki çimleri kim keser diye düşündüğüm tepelerde ertesi gün çim kesme traktörlerini çalışırken gördüm. İnanılmaz bir güzellikte yaşıyorlar ama büyük de çaba gösteriyorlar sürdürülebilirlilik adına. Kerikeri’nin nüfusu iki üç sene önceye kadar 4.000 civarındayken şimdi 8.000’e varmış. Ülkenin en hızlı büyüyen yerlerinden biriymiş. Ülke dışından da çok yerleşen oluyormuş. Burası beyaz adamın Avustralya’dan gelip Yeni Zelanda’ya ilk ayak bastığı noktalardan biri. Ülkenin en eski taş binası(1814) ve ahşap evi(1835) burada bulunuyor. Anlayacağın, tarihleri yok gibi bir şey. Bizim topraklarımızdan sonra buralar bebek. Maoriler yani buranın yerlileri sayılanlar Pasifik’teki Polinezya’dan gelmişler. Şimdi hem yönetimde hem günlük hayatta pek çok imtiyaz ve hakları var. Bu ülke bu anlamda asimilasyon suçunu işlemediği gibi, gasp ettiği hakları da geri veren nadir ülkelerden biri sayılabilir. Bu kadar küçük bir yerde sanat galerisi sayısını sana anlatamam. Kerikeri doğumlu ve halen vaktinin çoğunu burada yaşayarak geçiren sanatçıları var. Bunlardan dünyaca ünlü bir heykeltıraş olan Chris Booth, benim ev sahibinin ailesinden. Sana onun Kerikeri’de olan bir çalışmasını da gönderiyorum. Dün akşam davetli olduğum yemekte tanıştığım biri; “Sanat fakültesini yeni bitirdim” dedi. Yaşına bakarsan fakülte bitirmek için yaşlıydı. Yani bizim kuşak gibi duruyordu. Cam ve seramik üzerine okumuş. Adamın asıl işi seramik döşemek, boya badana işleri yapmakmış. Sonra, sohbetin bir yerinde, Patrik Süskind’in Parfüm romanından bahsedilirken bu inşaat ustası-sanatçı, kitabın onun favori kitaplarından biri olduğunu ve filmini de izlediğini söyledi! İnşaat ustası gidip güzel sanatlar okumuşsa, dünya edebiyatını takip etmesine şaşmamak gerek sanırım. Kerikeri’den sonra artık yazın gelmesiyle hava biraz daha ısınmış olacağı için ülkenin Güney Ada’sına ineceğim. Orası Antarktika’ya yakın olduğu için Kuzey’den daha serin ve rutubetsizmiş. Oranın yüzey şekilleri de kuzeyden çok farklı. Öyle ki, “Tamamen farklı iki ülke gibiyiz,” diyorlar buralılar. Güney Ada dağlık, kayak merkezleri olan, gölleri ve bol fiyortlarıyla doğa harikası bir yer. Kocaman Güney Ada’da sadece 800 bin kişi yaşıyormuş. Kuzey Ada ise 3,5 milyon kişinin yaşadığı taraf. Bana öyle geliyor ki eğer yerleşme kararı alırsam, Güney Ada’ya yerleşirim. Buraya geldiğimden beri bendeki en büyük değişiklik, vücudumun kasılmış bütün kaslarının yumuşaması oldu. Stres yapan bütün duyum, görüntü ve hayatımın uzantılarından uzaktayım burada ve açıkçası her geçen gün de Türkiye’nin içine gömüldüğü karanlıktan kopuyorum. O karanlığın içinde yaşama mecburiyetim yok. Bu şansımı kullanmak istiyorum. Bir arkadaş Bekir Coşkun’un bayramda ya da hemen sonrasında yazdığı bir makaleyi yollamış: “Ne yapacağım ben seninle” gibi bir başlığı vardı… Türk insanının geldiği noktayı dile getiriyordu… kendimi bu görüntülerle özdeşleştiremiyorum. Benim bu kültürle bir ilişkim yok, olmadı da… aidiyet duygumu tamamen yitirmiş durumdayım. Yurt dışında yaşayan Türklerin hasretten olsa gerek, ülkeye biraz fazla sayılabilecek derecede düşkünlükleri olur. Belki ben de yurt dışında yaşamaya başlarsam, olumsuz görüntüleri unutur da olumlularla yeniden bağlantı kurabilirim, kim bilir… $28 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Sana çeşitli fotoğraflar ekledim, gönderiyorum. Benim gibi fotoğraf çekme merakı olan biri için tahmin edersin ki inanılmaz sayıya ulaşan bir arşiv oluştu daha şimdiden. Merak etme seni baymayıp kendimi tuttum(bu tutmuş halin mi diyeceksindir eminim). Bir başka mektupta da bir ay kalacağım evle ilgili anlattıklarım var bu kez: (…) Ev, Subtropikal iklimin bitkileriyle oluşturulmuş çok keyifli bir bahçe içinde. Bol yağış alması, bölgenin doğasını inanılmaz kılıyor. Daha önce hiç bu iklim kuşaklarında gezmediğim için, bahçedeki ağaçların büyük çoğunluğunu hayatımda ilk kez görüyorum. Bir aile işletmesi burası, adı: Wharepuke. Çok eskiden büyükbaba almış, oğlu ziraat fakültesinde bahçecilik/çiçekçilik okumuş. Arazinin on dönümünde bunu uygulamış. Daha sonra bahçeye önce Anlamlarını YZ’de öğrendiğim bu terimlerden ‘Subtropikal’, Tropikal iklim beş ev yapıp tatilcilere kiralamışlar, geçen sene de kuşağının bittiği yerin hemen altında benim kaldığım evi inşa etmişler; tepede, diğerlerinden başlayan iklim kuşağına verilen isim. ayrı ve mahremiyeti olan bir bölgede. Şimdi torun Tania Tropikal iklim özelliklerini tam olarak bu işletmeden sorumlu, koşuşturup duruyor. göstermese de yağışların görece olarak fazla olması, buna bağlı olarak nem Aslında daha detay var: örneğin birkaç yıl önce oranının yüksek olması ve bir de fazla bahçede FOOD isimli bir restoran açılmış. Tarzı: oynamayan ısı dereceleriyle tanımlanıyor. füzyon mutfak. Henüz gidip yemedim. Ayrıca Tania’nın ‘Horticulture’ ise bahçecilik demek. Yani sevgilisi Mark Graver, dünyaca tanınan İngiliz baskı tarım dışı bitkilerle ilgili olmak anlamında. resim sanatçısı. Onun stüdyosu da bahçenin içinde. Bir fırsat bulursak bana nasıl çalıştığını gösterecek. Sonra, Tania’nın amcası da ülkenin en tanınmış heykel sanatçısıymış. Sana Kerikeri’deki eserinin fotoğraflarını gönderiyorum. Dünyanın pek çok ülkesinde çalışmaları var. Tania’dan kitabını aldım, çok etkilenerek kâh okuyup aile hakkında bilgilendim, kâh fotoğraflara baktım. Kerikeri’de doğup büyüyen bir insan, doğayı sanata taşımak konusunda ancak böyle bir yaratıcılık gösterebilir. Neden böyle yazdın diyeceksin. Kerikeri, nehirlerin denize kavuştuğu bir yerde. Alüvyonlar üzerine kurulu gibi bir şey. Çok verimli toprakları var. Deniz, içerilere girerek iç denizler yaratmış. Görüntüler harika. Adam da çakıl taşlarıyla başlayan çocukluktaki çalışmalarına bazaltlarla13 devam etmiş. Çok ilginç çalışmaları var. Adı: Chris Booth. Kısaca sevgili dostum, arkadaşın Kerikeri’nin eski, köklü ve sanatçıları olan bir ailesinin toprağına düşüverdi. Ruh doygunluğu için daha ne istesin? *** Bu geziye çıkarken; yaşadığım hayata uzaktan, içime de yakından bakmak gibi iki amacım vardı. İlmek ilmek örerek kendime kurduğum yaşantının merkezi, yangınla beraber yok olmuştu. Yeniden bir merkez oluştururken geçmiş deneyimlere dönüp bakmak gerekiyordu. Mesafe koyarak bakmanın anlamayı kolaylaştıracağını umuyordum. İçime dönüp bakmanınsa mesafesi olmuyordu. Bu çalışmalarda bana yardımcı olması için yanımda bazı sistemler getirmiştim. Rahatça çalışabilmek için, uzun süreli konaklamayı seçtiğim Kerikeri’de, günlüğüme yazdığım satırlar: 13 Bazalt: volkanik kaya kütlesi $29 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Sabah yaptığım çalışma; derinliklerimize bakıp nerede tıkanıklık nerede sıkışmışlık yaşıyoruz, dönüp dönüp nerede aynı şeylerle karşılaşıyoruz, bunlar bizi nasıl engelliyor, yüzleşerek bulmayı gerektiriyordu. Gözümü kapayıp derinlerime daldığımda insanlarla ilişkilerimde, yakınlaşmada karşıma çıkan tekrarlamalar geldi bilincime. İlişkinin yakınlaşmaya başlamasıyla kaybetme kaygısı devreye giriyor ve ben, ben olmaktan çıkıyorum. Oysa yakınlık öncesi “başkaları ne der?” kaygılarını hiç taşımayan, olduğu gibi davranan biri var. Ne zaman ki bu çizgi geçiliyor, yakınlaşma önü alınamaz bir şekilde başlıyor, işte o zaman kaybetme korkusuyla ikiyüzlü davranma da başlıyor. Dışta; anlayışlı, olgun her şeyi kabul eden ama içte; koşulları olan, tanımlamalar koyan (şöyle olmalı, böyle olmalı) bambaşka biri. Bu ikisinin savaşında yorgun düşerek, yakın ilişkimi çamura saplayıp bırakıp gidiyorum. Böylece “gider” kaygım gerçek oluyor. Ya o gidiyor, ya ben. O güzel yakınlığı yaratan duygularım acı bir şekilde ortada kalıyor. Burada şunu fark ettim ki; kendim için hep “mesafeliyimdir” derim, çünkü ben zaten o mesafemde rahat ediyorum. İşlerin yürümediği durumlarda içe kapanıp uzaklaşmak, tek başıma yaşamak, en uzak neresiyse orada yaşamak gibi bir yol seçiyorum. Kurduğum güzel dostluklar, insanları ardım sıra gittiğim uzak yerlere taşıdı. Ama görünen o ki ilişkiler yakınlaştıkça bozuldular. Şimdi YZ’ye gelmiş olmam, etrafımda dilimi konuşan kimse olmaması durumun açık bir ifadesi. Şu an kimseyle yakın ilişki kurmak gibi bir tehlike yok. Yalnız yaşayıp başıma dert açmamak gibi bir seçim içindeyim. TÜRKİYE’DEN GELEN MAKALE Bir sabah, e-posta kutumda, arkadaşımın yolladığı Radikal gazetesinde çıkan Yeni Zelanda’yla ilgili bir yazı buldum. 30 Kasım 2009 tarihli yazı, Oruç Aruoba tarafından kaleme alınmıştı. Başlığı : “Ben Yeni Zelanda'dayken: Britanya kökenli 'beyaz' çoğunluk 'öteki'lerine, Maori azınlığa, neler yapmış?” Kuzey adanın kuzey ucuna yakın Northland bölgesindeydim. Bu bölge Maorilerin nüfusunun yoğun olduğu bir bölge. Aynı zamanda tarihlerinde ilk yerleşim alanlarının da buralar olduğu biliniyor. Nehir ağızlarına yerleştikleri düşünülüyor. Bir iki gün önce açık hava müzesi şeklinde düzenlenmiş temsili bir Maori köyünü gezdim, yavaş yavaş o kültüre dair kulak dolgunluğum başladı. Tam da bu esnada gelen bu makale ilginç bir eşzamanlılık yaşattı bana. O. Aruoba’nın kaleminden okuyalım: “1981 yılında, ders vermek üzere Yeni Zelanda’nın Wellington-Victoria Üniversitesi’ne davet edildim. Bu, benim için yepyeni ve hiç bilinmedik ülkede, çeşitli toplumsal gözlem fırsatları buldum. Burada, gözlemlediğim bazı şeyleri, ‘çoğunluk-azınlık’ bağlamında; bugün Türkiye’de sıkıntısını çektiğimiz ve çıkış yolu aradığımız bazı konularda ‘referans’--en azından durup düşünme--noktası olabilir diye, aktarıyorum. Yeni Zelanda’nın yerli/otokton halkı Maoriler; ‘uzun bıçaklı’ Britanyalılar ‘üzerinde güneş batmayan’ imparatorluklarını geliştirme dönemlerinde (Kaptan James Cook, XVIII. Yüzyıl) adalarına gelmeden yaklaşık bin yıl öncesinden, mitolojik ‘anavatan’ları Hawaiki’den $30 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL (herhalde Polinezya; Güney-Doğu Asya) gelmişler ve bu iki adaya yerleşmişler. ‘Uzun bıçaklılar’, topları da olan gemileriyle ve ‘uzun bıçaklar’ının yanında tüfekleriyle ‘avdet’ edince, ayrıntıları az bilinen, ama epey ‘kanlı’ geçtiği anlaşılan çatışmalar sonunda, aslında çok savaşkan olan Maoriler, ateşli silahlar karşısında, kısa bıçaklarıyla teslim olmuşlar (1840). Kuzey Amerika’da ‘kızılderili’lere uygulanana benzer bir süreç içinde de, yüzyıl boyunca, boyuna ‘avdet’ edip duran, Britanya toplumunun ‘artığı’ ‘beyazlar’ca, bastırılmışlar ve sonunda; tam olarak ‘soykırım’la değil de, sayıları gittikçe çoğalan beyazların yanlarında getirdikleri mikroplara (grip, kızamık, vb) bağışıklıkları olmadığından, kırılarak, azınlık durumuna düşmüşler; hatta, XX. yüzyıl başında, yok olmaları ve ‘beyaz’ nüfus içinde tümüyle yok olmaları--‘asimile’ olmaları--beklenmeye başlanmış (Yeni Zelanda’nın resmen ‘dominyon’ olması, 1907). (…) 1931’de bağımsızlığını alan (ama ‘Commonwealth’ içinde kalan) Yeni Zelanda, ilginç demokratik süreçlerden geçmiş. Maoriler de, öteden beri kendi aralarında yaygın olan ‘kabilelerarası çatışma’ları kesmişler, Yeni Zelanda toplumu içinde daha etkin olmağa; nüfuslarını da artırmağa başlamışlar. 1981’de, yarım yüzyıl sonra, (benim gördüğüm) şunlar oluşmuştu:- İlkin, ‘Kiwi-vatandaş’ olma kuralı: Ancak Yeni Zelanda topraklarında doğmuş birisi, ülkenin simgesi olan (uçma özelliğini yitirmiş, toprakta yaşayan, yuvasını toprak altında kuran) kiwi kuşunun adını taşıyabiliyordu. Bu, ‘tam vatandaş’ olmak gibi bir anlama geliyordu. Ülkeye doğduktan sonra gelmiş birisi, gerçi vatandaş olabiliyor, ama ‘doğma’ kiwilerin sahip oldukları bazı haklara sahip olamıyordu. Bunlar sanıyorum bazı sosyal haklar; ayrıntılarını bilmiyorum. ‘Doğma-büyüme’ kiwi olan Maoriler ise, öteki ‘beyaz’ kiwilerden de farklı olarak, özel haklara sahiplerdi: Örneğin, parlamento seçimlerinde oy verirken, iki seçenekleri vardı: İsterlerse, özel olarak ayrılmış Maori-kontenjanı adaylarına; isterlerse de, ‘beyaz’larla birlikte, genel adaylara oy verebiliyorlardı. Böyle bir kontenjan vardı; yoksa, partiler, ‘beyaz’ çoğunluğa dayanarak, aralarında da anlaşıp, ‘eşit adaylık/seçilme’ ilkesini kullanarak, yalnızca ‘beyaz’lardan oluşan, hiçbir Maori’nin içine girmesine izin vermeyen bir siyasal yapı/parlamento/yönetim oluşturabilirlerdi. Öyle yapmamışlar. Maorilerin (topluluklarının yönetiminde) özel (communal) okulları ve özel önem verdikleri ‘toplanma evleri’ne bağlı dinsel kurumları ve bunların ‘rahip-şef’leri vardı. (Bir anı anlatmama izin olsun: Bir akşam, benim oraya davet edilmemde başrolü oynamış olan (Edinburgh’dan tanışım) John Iorns ile, bir kutsal Maori bölgesi (volkanik bir bölge) olan Rotorua’da, bizi, içinde olduğumuz arabayı durdurmak zorunda bırakan bir inanılmaz sağanak altında, aramızda şu konuşma geçti:- Ben: Bu ne biçim yağmur böyle? John: Herhalde bir Maori ölmüştür... Ben: Ne demek istiyorsun? John: Hiç duymadın mı--It always rains when a Maori dies... (Türkçesi: Ne zaman bir Maori ölse, yağmur yağar.) Ben: Ne demek o? John: Öyle inanırlar. Biraz sonra, arabadan fırlayıp koşarak ve anında sırılsıklam olarak, yol kenarındaki bir $31 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL pub’a sığındık--orada, bölgenin en önemli Büyük Rahip’lerinden birinin öldüğünü öğrendik... Bir yanlış anlama olmasın: John Iorns, Maori değildi; İskoç asıllı--kiwi olmayan,--‘beyaz’, (ateist-sosyalist) bir ‘analitik’ (Oxford’dan derecesi olan) felsefeciydi.) Devam edelim: Kamuya açık ‘genel’ okullarda, isteme bağlı, Maorice dil ve kültür dersleri vardı. Üniversite’de de, çok renkli (eski Maori ‘oba-çadır’ı biçiminde yapılmış ve boyanmış) bir binada çalışan bir Maori Kültürü Enstitüsü vardı. Ben oradayken, bir kadın etnologun, Maorilerin son ‘sözel tarihçi’lerinden birinin anlattıkları üzerine yayımladığı bir araştırma bütün ülkede gürültü koparmıştı. Maori ‘sözel tarihçi’, Batılı tarihçilerin anlattıklarının hepsini (“uzun bıçaklıların yaprak gelişme vakti beyaz kayalarda ilk görüldüğü gün”den başlayarak, iki yüzyılın tarihini), üstelik çok daha canlı bir biçimde, günbegün, anlatıyordu... Diyeceğim, gözlemlediğim, şuydu: Kesin çoğunlukta olan egemen ‘beyaz’ Yeni Zelandalılar, bir bastırma, ya da isteseler ‘demokratik’ olarak da haklandırabilecekleri bir ‘entegrasyon/ asimilasyon’ rejimi yerine, kendilerinden çok önce ‘orada’ olan ve orada yaşayan ‘öteki’lerin özel varoluş haklarına ve kültürlerine saygı üzerine kurulu bir düzen kurmuşlardı. Bunu yapmayabilirlerdi--önceleri askeri olarak, sonradan da siyasi olarak, kesinlikle daha güçlülerdi; rahatlıkla ezip geçebilirlerdi ‘Maori kimliği’ denebilecek bir şeyi--ama öyle yapmamışlar. Örneğin, Büyük Britanya’nın Genel Vali’si (devlet başkanı) olarak Yeni Zelanda’ya atanan (1845) Sir George Grey, ilk iş olarak Maorice öğrenmiş, Maorilerin mitolojilerini araştırmış ve bu konuda dünyanın ilk kitabını (Maorice 1854, İngilizce 1855: Polinezya Söylenceleri/ Maorilerin/Rahiplerinin ve Reislerinin anlattıklarından/ Eskil Geleneksel Tarihleri) yazmıştır. Bu arada belirtmeliyim ki, kitabındaki söylenceleri, bir Batılı, ve, ‘din-yoksunu’ zavallı vahşilerin çarpık geleneklerini konu edinen birisi olarak, dini bütün bir Hıristiyan olmanın tam ve kesin bilinciyle, aktarır. (Gene bir anı: Ben oradayken, şu an adını anımsamadığım, o günün Genel Vali’si, üstü açık, beyaz, klasik Rolls-Royce ‘makam’ arabasını kendisi kullanıyordu--bir kırmızı ışıkta yanında durmuştum...) Bu, ‘ötekinin varoluş haklarına, kimliğine ve kültürüne saygı’ dediğimin nasıl bir şey olduğunu nasıl anlatmalı, bilmem ki... Şöyle mi:- “Burası, onun doğduğu toprak.” “Ben de burada doğdum; ama o, benden önce doğdu burada.” “Burası, benim toprağım olmaktan önce, onun toprağıydı.” Bu deyimlemeler yeterli mi; bilmiyorum, ama, şöyle bir şey daha söylemek isterdim:- “Aynı toprakta doğduğumuza göre, kardeşiz; şimdi de aynı toprakta, birlikte yaşayacağız.” Ben de, Türkiye’ye dönerken, yanımda, Maorilerin ‘bereket tanrısı’ Hei Tiki’nin bir çıkartmasını alıp getirmiştim. Uzun yıllar arabamın arka camında taşıdım onu--bir işe yaramış mıdır, bilmiyorum..” Aruoba 1981 yılından bilgilerini aktarıyordu yazısında. Neredeyse otuz sene önceyi anlatıyordu bir bakıma. Kim bilir aradan geçen bunca senede daha ne gibi aşamalar yaşanmıştı? Ülkeye bu meraklı gözle bakmak heyecan vericiydi. $32 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL GPS KULLANMAYI ÖĞRENİRKEN, TARİHİ VE DOĞAL BİLGİLER Sıra, küresel konumlandırma aletini(GPS)nasıl kullanacağımı öğrenmeye gelmişti. Kaldığım ev civarında, içinde iki güzel şelalesi olan, nispeten küçük sayılabilecek bir ormanlık alan vardı. Şelaleler nedeniyle ormanın ıssız olmayacağını, kaybolursam insanlara yol sorma şansı bulacağımı düşünerek doğruca ormana yollandım. Biraz kullanma kılavuzu okuyor, okuduklarımı alette deniyor, tuttuğu istatistikleri ilgiyle izliyordum. Aynı yoldan geri dönebileyim diye, geçtiğim yol ayrımlarına işaret yerleştirmeyi öğrenince kendime güvenim iyice arttı. Benim gibi yön duygusu zayıf olanlar için bu aletler yolu kaybetmeden gezmek için birebirdi. Gidiş geliş toplam on kilometre süren yürüyüşün içeriği zengindi. Biraz doğa, biraz tarih ve Maori kültürüne ait açık hava müzesi. Önce, yolda ilk kez karşılaştığım ve beni şaşırtan durumlardan başlamak yerinde olacak. Elimdeki bölge haritası uyarınca, kaldığım tesisin hemen karşısından doğaya dalarak yürüyüşe başlanıyordu. Ben de öyle yaptım. Kısa bir süre sonra, yürüyüş yoluna bisikletliler girmesin diye yapılmış olan ahşap bir çit kapısıyla karşılaştım. Kapının aşılabilmesi için kapıya basamak yapmışlardı. Gayet güvenli bir şekilde sizi kapıdan geçirecek döner bir tasarımdı basamaklar, üstelik üzeri yine telle kaplıydı, yosun tutmasın diye. Tasarımı ilk kez görmenin heyecanıyla fotoğrafını çektim! İçinde yürüdüğüm orman genç sayılabilecek okaliptüs ağaçlarıyla örülüydü. Boyları Türkiye’dekilere oranla ciddi derecede uzundu. Yürüdüğüm yol; denizin kara içinde oluşturduğu girintilerin tarih yüklü olanında, yani Stone Store diye anılan en eski taş binanın bulunduğu sahilin karşısında son buldu. Karşı sahile taşların üzerinden kâh yürüyerek kâh atlayarak geçerken, bu yolun gel-git’e bağlı olarak bazen suyun altında kalabileceği aklıma gelmemişti. Çünkü med-cezir’in, buradaki yaşamın önemli aktörlerinden biri olduğu, benim gündemime yerleşmemişti henüz. Bizdeki namaz ya da gün doğum-batım saatlerinin gazetelerde yayınlandığı köşeler gibi, bu ülkedeki yerel basın da günlük med-cezir zamanlarını tablolar halinde yayınlıyor. Günümüzde bu bilgi internet üzerinden de kolaylıkla elde edilebiliyor tabii ki. Kayalar üzerinden geçişe (Foot Bridge) alternatif bir köprü inşa ediliyordu o günlerde. Ama henüz tamamlanıp açılmadan ben o bölgeden ayrıldım. Bu konuya uzun girme sebebimi anlamışsınızdır. İlk geçişimde değil ama sonraki günlerden birinde geri dönüş saatim suyun yükselmesine MANAWA (Mangrove): Kıyı bitkisi, denk gelmişti. Bu şokun bedeli, kilometrelerce dolaşmak iç körfezler için çok önemli. demek olmuştu, ki eğer yürüyüşün sonunda yaşarsanız Kökleriyle doğal hayatı ıslah ediyor, bu şoku, o yorgun halinizle inanın bir kâbusa alüvyonları zapt ediyor, o yörede dönüşebiliyor. Bir de, bizim hiç alışık olmadığımız yaşayan deniz canlıları için yaşam denize çakılmış kazıklar var tekne bağlanma yeri oluyor (bu bölgede: deniztarağı, karides, yengeç vb), bölgelerinde. Aslında bu kazıklara uzaktan bakıldığında balık ve kuşlar için de beslenme bile su çekilmiş mi yoksa yükselmiş mi görmek alanı oluşturuyor. mümkün. Çünkü üzerlerinde su seviye işaretleri var. Kıyıda bir bilgilendirme levhası: MANAWA (Mangrove). Her iki dildeki isim de bana bir şey ifade etmedi yine! Neyse ki benim gibiler $33 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL bol miktarda olduğu için levhalara açıklama koyuyorlar. Okuduğumda bunun, ekosisteme ciddi oranda katkı sağlayan bir kıyı bitkisi olduğunu anladım. Tam da bu kıyı bitkilerinin ardındaki bölgede yeni yapım, temsili bir Maori köyü hazırlanmış. Açık hava müzesi gibi gezilen köyde, ağaç dalları vb bitkilerden yapılan evlerin yerden yüksekliği beni şaşırttı. Pek kısa boyluymuşlar diye düşündürtüyor insana. Kitaplarda, ilk dönem Maoriler için; kaba saba kısa boylu, ortalama 30 yıl kadar yaşayan, sağlıklı, proteinle beslenen, kadınları 4-5 çocuk doğuran diye tanımlamalar var zaten. Kıyı balıkçılığı yapmak için, ağaç gövdesini taşla oyarak hazırladıkları ince uzun weka adlı kayıklarından da bir örnek koymuşlardı köye. Köyün adı Rewa’nın köyü14. Maoriler tropik iklimli Polinezya’dan YZ’ye gelirken yanlarında sekiz kök bitki (patates çeşitleri vs), on bir adet fidan bitki ve bazı hayvanlar getirmişler. Bitkilerden sadece altı adedi yeni ülkelerinin topraklarını sevip büyüyebilmiş. Batılı beyaz adamın yaptığı ve günümüze kadar kalabilen tarihlerindeki ilk taş binayla, sonradan restore edilmiş ahşap binaları gezmek ilgi çekiciydi. En azından buraya gelen ilk misyonerlerin 19.yy yaşamları hakkında fikir vericiydi bu mekânlar. Taş bina, dükkân olarak inşa edilmiş, bugün de hediyelik eşya dükkânı olarak kullanılıyor. Misyoner evi Kemp House ve hemen arka sırtta yer alan St. James Kilisesi iç dekorasyonlarıyla günümüzde müze olarak gezilebiliyor. Kemp House’un hemen her odasında Maorilerin el sanat ürünü olan “flax”dan örülmüş çanta, giysi ve zemin için halı modelleri sergileniyordu. “Flax” ülkede yetişen bir bitki. Örme işinde dokuma malzemesi olarak kullanılıyor. Tarih kitabında okuduğum komik bir durumu anlatmadan geçmeyeyim: O dönemde Avustralya’daki vali Philip King, gemilerin yelkenlerinde kullanılan Flax’ın dokuma işçiliğini öğrenmek üzere 1793’de YZ’nin Kuzey Ada kıyılarından iki Maori kaçırtıp hapishane adası olarak bilinen Norfolk adalarına bıraktırıyor. Orada bulunan hükümlülere bu sanatı öğretsinler diye talimat veriyor. Bu girişim başarısız oluyor, çünkü Flax işleme ve örme işi kadınların görevinden sayıldığı için kaçırılan iki Maori adam işi bilmez çıkıyor ne yazık ki! TANIŞTIĞIM İLK TÜRKLER Kerikeri’de yaşayan Türk nüfusu neydi bilmiyorum ama ben onlardan beşiyle ilk haftamın sonunda tanıştım. Bu tanışmayı ve izlenimlerimi, yazdığım bir mektuptan alıntılıyorum: Henüz Türkiye’deyken bir arkadaşım, arkadaşlarının birkaç sene önce YZ’de Kerikeri’ye yerleştiğini söyleyince, ben de e-postayla yazışıp onlardan ülke hakkında bilgi almıştım. Onlarla dün akşam buluştuk. Beni gelip aldılar ve çiftliklerine götürdüler. İki yüz elli dönüm arazinin içinde yok yok, doğal orman, şelale, hatta kuşların yaşadığı sulak alan bile var. Yirmi inek almışlar, araziyi çeşitli parçalara bölmüşler, üç beş günde bir, inekleri parçadan parçaya geçirip otlatıyorlar. Böylece ot biçme derdinden kurtulmuşlar. Bu bölgede mevsimsel ısı değişimi çok az olduğu için inekler ağılda yaşamak zorunda değilmiş. Yani gece gündüz, yağmur güneş fark etmiyor, hayvanlar dışarıda. Önlerinde sonsuz bir yemek, sadece 14 Rewa’s Village $34 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL sularını takip edip azaldıkça ekliyorsun o kadar. Bir buçuk yaşına geldiğinde satıp para da kazanıyorsun üstelik. Yerine yine küçük yaştakilerden alıyorsun. 80 kilo olarak aldığın inek 120 kiloya çıkınca satılıyor. Kilo başına kazancın var yani. Çok komik, ama bir o kadar da doğal bir çözüm. Dönümlerce yemyeşil otlakların var düşünsene, inekler bir güzel ortalığı bakımlı tutuyor. Bu araziyi bir başka Türk arkadaşlarıyla ortak almışlar. Hikâye şöyle aslında: Yelkenlileriyle dünya turuna çıkan çiftlerden genç olanları, rüzgârların değişimini beklemek üzere YZ’ye Kerikeri’ye çok yakın bir limandan giriş yapıyorlar. Rüzgâr beklemek iki ay gibi uzun bir süre alacağı için, teknede yaşarken, çıkıp çıkıp ülkeyi geziyorlar. Bayılıyorlar tabii. Diğer çifte, yani benim arkadaşın tanıdıklarına haber verip bu güzel ülkeye çağırıyorlar. Ülkede yaptıkları gezilerde akıllarına bir yer alalım fikri geliyor ve sonunda yaşamak için Kerikeri’yi seçiyorlar, sene 2004. Genç çift dünya turunu tamamlamaktan vazgeçip çiftliğe yerleşiyor. Benim kuşaktan olanlarsa daha çok, gezgin yaşayan cinsten insanlar. Gençler yılın çok büyük kısmını çiftlikte geçiriyorlar. İki sene önce oğulları Ege burada doğuyor. Burada doğup büyüyenlere ülkede KIWI deniyor. Genelde dışarıdan gelip yerleşen insanların ülkesi olduğu için Kiwi nüfus azmış. Ege şimdi bir Kiwi yani. O güne kadar, araziyi satın aldıkları adamdan kalan binayı kullanırlarken, artık kendi istedikleri yaşama uyacak yeni evlerin yapımı için işe başlamak üzereydiler. Belediyenin imar planına göre 120 dönüme bir bina yapılabiliyormuş. Ferahlığı düşünebiliyor musun? Çok güzel yemekler hazırlanmıştı ben geleceğim diye, en güzel şey de Türk kahvesi içmek oldu tabiî ki. Mehmet Efendi kahvesi Kerikeri’de satılıyormuş meğerse. Biz bir sohbet bir muhabbet geceyi bulduk. Beni evime bıraktıklarında üç haftadır konuşmadığım dilimi konuşmaktan yorgun düşmüştüm. YAŞAMLA YÜZLEŞMEK Gezimin nasıl geçtiğini merak eden arkadaşıma yazdığım mektup içime dönük çalışmalardan bahsediyor: Kerikeri’de uzun vadeli ev tutma nedenimin en başta geleni, hayatıma dair bir bakış atıp içimin derinlerine inmek ihtiyacıydı. Böyle bir çalışma iki üç günlük yer değiştirmelerde mümkün olamamıştı. Bu nedenle günlük yürüyüşler dışında pek fazla evden çıkmıyorum desem yeridir. Getirdiğim kitapları okumak, çalışmaları yapmak, kendimle yüzleşmelerde yakaladıklarım üzerine yazmak, yazmak, yazmakla geçiyor zamanım. Bunları yapmaktan dolayı memnunum. Bu kadar uzaklara gelip her şeyden kopmak ve dikkatimi yeni hayatıma çevirmek istiyordum. Burası benim için huzur verici bir yer. Çünkü halkın günlük uğraş ve kaygılarına ortak değilim. Ben misafirim ve en fazlasından sorunum, “Bugün ne pişirsem acaba?” gibi bir seviyede kalıyor. Türkiye’nin kaynayan kazan hikâyelerini bazı maillerden öğreniyorum, aslına bakarsan birçoğunu da okumuyorum. O kazanın içinde olmaktan mutsuzdum. Bir daha da o kazana dönmeyi istemiyorum gerçeği istersen. Bakalım buradaki günler, içime bakış, sonra biraz da dışıma bakış bana ve yeni hayatıma neler getirecek… $35 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL O günlerde gelen, maya takvimine dayalı bir yorum tam da benim yaşadıklarıma ışık tutacak gibiydi: “Arkadaşlar, takvimimize göre dün (25 Kasım) bir trecana'yı (13 gün/kin) bitirdik ve Evrim ufak çaplı döngülerinden birini daha tamamlayıp farklı bir enerjiye sahip yeni döngüsüne başladı. 13 günde, benzer 13 dalgayı aştık ve yeni bir devinim için uyandık bugün. Geçtiğimiz trecana ‘cimi’, yani ‘ölüm değişim’ trecanasıydı. Ana fikri, daha ‘gerçek’ olan benliğimize doğru atmamız gereken adımlar, değiştirmemiz gereken olgular ve yolumuzda ilerlerken bırakmamız gereken her şeydi. Ve şimdi bugün(26 Kasım) yeni trecanaya, yeni döngüye başladık. 1 cauac, yani fırtına günündeyiz. Her şeyi başlatan ilahi 1 tonunun ve tozu dumana katacak olan fırtına burcunun enerjisinin içindeyiz bir süre. Çıplak kalmaktan korkar mısınız? Veya uzun zamandır elinizde sıkı sıkı tuttuğunuz şeylerin düşüp kaybolmasından? Korkmayın, çünkü hayat yeri geldiğinde hepimizi çıplak bırakır. Korkmayın, çünkü hayat kaybettiğinizi sandığınız her şeyin daha güzelini size getirecek bir sistemle işliyor. Tabii inadı bırakıp elimize geçen her şeyi yanımızda taşımaya çalışmadığımız sürece... Elimiz doluysa yeniyi nasıl tutup alabiliriz ki? Bırakalım kenara yüklerimizi, rüzgâr silsin süpürsün zamanı geçmiş olanı ve daha gelişmişini deneyimleyelim.” Şu anda benden daha fazla, “yükleri bırak(tırıl)mış olan” biri olabilir miydi acaba bu hayatta? Bir de, sahip olduğum nesne-yükler gibi, bana acı veren düşünce-davranış ve biliş kalıplarımı da bir kenara bırakabilsem, madem fırtına günündeymişiz rüzgâr onları da silip süpürse… KUZEYDEKİ EN UÇ NOKTAYA YOLCULUK Fullers, Great Sights isimli bir tur şirketinden, ülkenin kuzeyinin en uç noktasına gitmek üzere yer ayırttım. Bütün gün sürecek bu yolculukta ülkenin “back-country” dedikleri arka sokaklarında gezecektim. Tabi buranın arka sokağı, yemyeşil bir kırsal hayattı. Uçsuz bucaksız gibi gözüken devasa çiftliklerle büyük ve küçükbaş hayvanlar arasında yapılan bir yolculuk. Benim için gezinin en etkileyici temaları; Maoriler için ruhsal bir alan sayılan kuzey uçtaki fener bölgesi, efsane Kauri ağacına yürüyüş ve “Antik Kauri Krallığı”15 isimli firmanın 45.000 yıllık Kauri ağaçlarıyla yaptığı ahşap nesnelerdi. Gidiş yolumuz üzerinde; doksan millik plaj16 adıyla bilinen, denizin geri çekildiği saatlerde geçiş yolu olarak kullanılan, güneyden kuzeye doğru dümdüz uzanan çok keyifli bir kumsal vardı. Kesintisiz tam doksan mil boyunca, suların geri çekilip yerine inci taneli düzgün ve sert bir kumsal bırakmış olması mucizevi bir güzellikti. Ülkede henüz ilk kez otobüse biniyordum. Otuz kişilik turumuzun şoförü şirinlik muskası bir adamdı. Daha sonra bütün şehirlerarası otobüs şoförlerinde de göreceğim şekilde, kafasında kulaklıklı mikrofon 15 Ancient Kauri Kingdom Ltd. 16 Ninety mile beach $36 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL taşıyordu. Yol boyu geçtiğimiz bölgeleri tanıtıyor, tarihi ve coğrafi özelliklerini anlatıyor, arada da espriler yapıyordu. Bazen de otobüste çalması için seçtiği parçalardaki şarkılara eşlik ediyordu. Elimdeki broşürde ilk durak olarak gözüken Phuketi ormanına uğramadan geçtiğimizi fark ettiğimde, bu tura katılmamın önemli bir nedeni olan efsane ağaç KAURİ’leri göremeyeceğim diye üzüldüm. İlk molada rehber-şoförümüze ormana neden uğramadığımızı sordum. “Bu sabah gel-git durumu 90 millik plaj için şimdi uygun olduğundan sıralamayı değiştirdik, ormanı dönüş yoluna bıraktık,” dedi. Bir kez daha, burada okyanusun ne kadar önemli olduğunu, yaşamın onun hareketlerine göre şekillendiğini görüyordum. Doğanın burada, insanı kendiyle beraber hareket etmeye mecbur bırakması, Yaradan dediğim tasarımdan kopmayı engelliyor. Oysa büyük şehirde doğadan tamamen kopuk, gökdelenler içinde yaşayan insan, her şeyin yaratıcısının kendisi olduğunu zannediyor haliyle. Şoförümüz, kumsalda hızla ilerleyen otobüsü, solumuzda köpüren okyanus dalgalarının önüne doğru kırıp durdurdu bir ara. Hepimiz inip fotoğraf çekmeye başladık. Durduğumuz noktanın bayağı ilerisinde denizin ortasında büyükçe delik bir kaya görülüyordu. Alabildiğine uzanan bu dümdüz kumsalın kara tarafında kumdan tepeler vardı irili ufaklı. Şoför kumsaldaki kumu kazıp bizler için mor renkli şeytanminareleri çıkarttı ve hepimize üçer beşer dağıttı. Hayatımda daha önce bu renkte bir deniz kabuğu görmemiştim. Aupouri Yarımadasının haritadaki duruşu, bir tava sapı ya da suya dalış için havuz kenarlarında bulunan sıçrama tahtası görünümünde. Sıçrama tahtası daha anlamlı oldu galiba, çünkü otobüsümüzün park ettiği alandan, en uçtaki Cape Reinga fenerine doğru yürünen yaklaşık bir kilometrelik yolda ilerlerken, kenarlara yerleştirilen taş, ahşap ya da metal malzemeler kullanılarak hazırlanmış levhalarda buranın hikâyesini okuduğunuzda, gerçekten de bir sıçramanın söz konusu olduğunu kavrıyorsunuz. Şimdi bunu detayıyla anlatmak isterim. Sömürgeci zihniyetin “medenileştirme misyonu” sonucu açılan kiliseler nedeniyle, Maorilerin Pagan kültürü değişikliğe uğramış, ancak yine de kutsal ve ruhsal alanlarını unutmamış, yeni dinlerinin paralelinde devam ettirmişler. Burası Maoriler için kutsal ve ruhsal bir bölge olarak kabul ediliyor. Daha otobüsten inmeden, fenere yapacağımız yürüyüşün, kutsal bir mekânda nasıl davranılıyorsa aynen o şekilde yapılması için tembihlendik şoförümüz tarafından. Yanımızda yiyecek içecek bir şey bulunmaması gerekiyordu. Cami, sinagog ya da kiliseye girermişçesine büyük bir kapıdan giriliyordu bu açık hava mabedine. Huşu içinde en uçtaki beyaz fenere doğru yürürken, sıkı bir rüzgâr eşlik ediyordu. Yoldaki ilk levha KUM VE VOLKANLAR başlığını taşıyordu: “Kuzeyin bu en uzak köşesinde her yer kumdur. Kum büyük oranda, Kuzey Ada’nın merkezinde iki milyon yıl önce patlayan volkanlardan gelmiştir. Çoğu da nehir ve denizlerde erimiş, yok olmuştur. Batı sahili boyunca sürüklenen kum, kumsallarda yıkanıp kıyıya rüzgârlarla üflenmiş ve devasa kum tepeleri oluşturmuştur. Bu yörede kum rastgele oradan oraya taşınır durur,” diyordu levhada. Ayrıca kumulların, yörenin sahil ormanlarındaki zengin hayvan yaşamına dair fosillerle dolu olduğunu da eklemişlerdi. Başka bir levhada, buradaki bitkilerin rüzgâr, tuz ve $37 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL verimsiz toprakla mücadele ettiklerini, tuz yüklü kuvvetli rüzgârın sert bir budama aracı olduğunu yazıyordu. Başka yerlerde normal boyutlarda büyüyen bitkiler burada Bonsai’ye dönüşür diyordu. Nitekim burundaki bitki örtüsü, ülkenin o ana kadar gördüğüm canlılık fışkıran yeşilliklerine ne rengiyle ne de boyutlarıyla benziyordu. Bu anlamda Bonsai benzetmesi hiç de mizah sayılmazdı. Sonra, Maori Kupe ile ilgili bir levha: RUHUN EVE YÖNELDİĞİ YER. Kupe, Maorilerin vaktiyle yaşadıkları Doğu Pasifikteki Hawaiki Adası’ndan YZ topraklarına keşif için gelen ilk seyyah olarak biliniyor. Sıçrama tahtası şeklindeki bu bölgeyi, öldükten sonra uzaktaki ülkelerine geri dönecekleri nokta olarak görmüş ve Te Rerenga Wairua ismini vermiş. YZ’deki pek çok yerin ismi, Kupe’nin antik keşif gezisinden kalma isimlermiş. Arkasından gelen levha da Avrupalı gezginlerden bahsediyor, adı: TEMAS ETMEK. İlk kâşiflerin, yerel halkla teması başlatan Avrupalı seferlere öncülük ettiğini anlatıyor. Sonraki levhanın adı: RUHUMU YAKALAYIN! Yöredeki Spirits Bay’in17 adının hikâyesinden bahsediyor. Çok yaşlı olan ve uzaktaki kızını ziyarete gitmek üzere bundan 700 yıl önce bu koydan yola çıkan ata Tohe’yi uğurlayan halk onun geri dönemeden öleceğinden korkmuş. O da uğurlayanlara; “eğer ruhum öte tarafa geçecek olursa, ona ulaşıp yakalayın, gitmesine izin vermeyin” demiş. Okuyarak ve çevrenin vahşiliğine bakarak yokuş aşağı inerken ruhlarla ilgili başka bir levha dikkatimi çekiyor: RUHSAL SULAR. Yamacın aşağısında bulunan iki su kaynağından bahsediliyor levhada. Biri Tanrı Tane’nin yaşam suyu ki bu, ölenin ruhunu arındırmak için cenaze töreninde kullanılıyor. Diğeri biraz ilginç! İçen ruhlar, ruhlar dünyasına kabul ediliyormuş, içmeyenler yeniden yaşam alanına geri dönüyormuş. Yürüyerek en uca doğru geldiğimde, denize doğru uzanmış olarak görünen kayalık çıkıntı için, ruhların aşağı dünyaya girdikleri nokta diye bir açıklama var levhada. Kayalığın üzerinde incecik gövdeleriyle iki ağaç göze çarpıyor. Levhadaki bilgiye göre bu ağaçlar, antik çağlardan beri hayatta kalmayı becermişler. Ağaçlar, yerelde kullanılan adıyla pohutukawa ağacıymışlar. Bu ağacın özelliği; tuzlu rüzgârlarla dövülen kayalıklarda, her türlü imkânsız koşulda yaşamayı becerebilmesi. Ama diğer Ölüm yolculuğunda ruhun dünyayı pohutukawaların aksine buradakilerin, o güzelim kırmızı nereden terk edeceğini duvara çiçekleri açtığı hiç görülmemiş. Maorilerin inanışına çizdiği bir haritayla anlatan Tuki, göre ruhlar, bu ağaçların köklerinden aşağı dünyaya haritasında Kuzey Ada boyunca Reinga burnuna kadar noktalı yükseliyorlarmış. olarak çizmiş bu yolu. Bu harita Maori tarihinin ilk haritası sayılıyor(1793), üzerindeki kuş ve bitkiler de bu toprakların özgün doğasını anlatıyor. Harita açık hava mabedinin girişinde metal bir levhaya basılmıştı. 17 Burunda kayaların hemen önünde oluşan büyücek bir girdap görülüyor denizde. Çok vahşi, sert deniz görüntüleri bunlar. Reinga Burnu, batısındaki Tasman Denizi’yle doğusundaki Pasifik Okyanusu’nu coğrafi olarak ayırıyor. İki deniz onun önünde birbiriyle kucaklaşıyor adeta. Maoriler için bu oluşan girdap, erkek Kapo Wairua $38 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL denizle18 dişi denizin19 buluştuğu noktaymış. Akıntıların çarpıştığı girdabı, kendi kanolarının dümen suyundaki dansa benzetiyorlarmış. Bu, onlara göre dişiyle erkeğin bir araya gelmesini ve yaşamın yaradılışını temsil ediyormuş. Bu bilgiler okuna okuna uçtaki fenere gelindiğinde Maori gerçeği bir anda dünyasal gerçeklerle yer değiştiriyor. Fener binası zarafetiyle bütün dikkatleri üzerine çekiyor, hemen yakınındaki bir direk üzerinde Londra, Sidney, Vancouver, Tokyo gibi merkezlerin yönünü ve uzaklığını gösteren sarı oklarla dünyanın bir ucunda olduğunuz gerçeğini fark ediyorsunuz. Hülâsa fener ve fener bölgesi muhakkak görülesi bir yer. Geri dönüş, deniz geri geldiği için(!) kara yolundan yapıldı ve gezinin diğer iki önemli ayağına uğrandı. İlki, “Antik Kauri Krallığı Şirketi”20 isimli bir işletmeydi. Açık alanlarda boylu boyunca yatmış ağaç gövdeleriyle karşılaştık önce. Ama bildiğimiz ağaca benzemeyen ağaçlardı bunlar. Vaktiyle ülkenin büyük bölümü Kauri denilen bu muhteşem ağaçlarla kaplıymış. Önce Maoriler yakmış, sonra Beyaz adamlar kesmişler, epeyi ülke dışına satılmış, geri kalanını da doğal afetler bitirmiş. Bugün ülkede canlı kalan Kaurilerin oranı %3’e düşmüş durumda ve koruma altındalar. Akıl alır gibi değil, ağaçlar o kadar heybetli ki bunca ağaç nasıl kullanılır ve satılabilir diye düşünmeden edemedim. Üç kişi yan yana gelince ancak yerde yatan kesik ağaçların gövde çapını kapatabiliyordu. Yani çapları 2,5 metre ile 3 metre arasında değişiyor. Varın gövde çevresini siz hesaplayın artık. Ağaçların antik olmasının hikâyesi bayağı ilgi çekici. Güney yarımkürede YZ topraklarında bulunan tarih öncesi dönemlerin ormanlarında gömülü kalmış bu ağaçlar. Kimsenin açıklayamadığı şartların bir araya gelmesiyle, bataklıkların altında yüzeye yakın olarak yatar vaziyette havayla ilişkisi kesik olduğu için “Bir Kauri’nin dev gibi gövdesiyle çürümeden beklemişler binlerce yıl. Karbon testiyle yüz yüze geldiğinizde nefesiniz ispatlanmış 45.000 yıldan eski oldukları. Ağaçları, kesilebilir. Onun gökyüzüne mükemmel bir şekilde saklanmış olarak bulan aklı evvelin metrelerce dalsız, dümdüz ve çıplak uzanan pullanmış adı Dave Steward. Bulmuş bulmasına da, peki ama nasıl gövdesine ne bir sarmaşık ne de çıkarılıp şirketin arazisine getirilebilmiş? Nasıl kesilip başka bir bitki tutunabilir. Fakat işlenebilmiş? Ya mağazanın tam ortasına yerleştirilmiş ağaç yerden yükselip ormanın tepesinden bakabilseydiniz eğer, gövdesinin içine yapılan döner merdiven? Yılda yüz bin ulu Kaurilerin metrelerce sağa kişiden fazla ziyaretçi alan bu mağaza ve özellikle sola uzanan taç kısımlarının merdivenli dev Kauri gövdesi ziyaret edilmeden geçilirse büyüklüğüne şahit olurdunuz. İşte bu bölümlerinde Kauri pek gerçekten yazık olur. Mağazada satılan DVD’yi alıp birkaç çok bitkiye yataklık eder, onlara kez izledim Dave’in hikâyesini. Bir insan nasıl tutkuyla bir ev olur. Öyle ki, sanki işe kafayı takıp hayalini gerçeğe dönüştürür sorusunun güzel gökyüzünde bir bahçeyle bir yanıtı bu hikâye. Mağazada mobilyadan süs eşyalarına karşılaşırsınız.” (Forest Garden pek çok nesne satışa sunulmuştu, ben de en az 45.000 in the air)Yeni Zelanda yaşında olan ağaçlardan bir parçayı yanımda taşımak istedim Müzesi – Te Papa, Wellington ve bir kitap ayracı aldım kendime. Ona ne zaman dokunsam dünyanın tarih öncesi zamanına gider gibi hissediyorum 18 Te Moana ta Pukapuka 19 Te Tai o Whitireia 20 The Kingdom of Ancient Kauri Ltd. www.ancientkauri.co.nz $39 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL kendimi. Antik olanlarıyla epey bir vakit geçirdikten sonra, bu kez yaşayanlarının yanına gittik; Phuketi ormanındaki Kaurileri ziyaret ettik. Veee vurgun yediğim anlardan biri: Allahım ne heybetli ne asil yaratıklar. Bu dünyaya ait değilmiş gibi duruyorlar. İki bin yaşında ve elli metreyi geçkin boyda. Bunun gibi bir ağaç daha yok dünyada herhalde. Önünde saygıyla eğilmek gerekirdi ama gidip onlardan birine sarılmayı tercih ettim. Yanağımda ona sarıldığımın anısı kalsın istedim. MAORİ BÖLGESİNİ ZİYARET Hokianga gezisine çıkmak üzere tur minibüsüne bindiğimde en büyük heyecanım, Tane Mahuta’yla tanışacağım diyeydi. O, yaşayanların en yaşlısı ve en uzunuydu. Gezimi, bir arkadaşıma yolladığım mektupta anlattığım şekliyle buraya alıntılıyorum: Hokianga gezimde gördüğüm Kauri’yle olan resmimi gönderiyorum sana. Benimle oranladığında büyüklüğünü anlarsın. Onun adı Tane Mahuta. Ormanların lordu diye anılıyor. 2000 yaşında ve 51 metre boyunda. 14 metreye yakın çevresi var. Gök baba ile toprak ananın oğlu. Bütün oluşumun başlangıcı! Maorilerde efsane çok. Alem bir Maori rehber katıldı gezimize…şen şakrak…bir kuple Maorice konuşuyor, bir kuple İngilizce, bir dua ediyor bir şarkı söylüyor(tabii Maorice). Ritüel konusunu da turistik hale getirmişler anlayacağın. Gezinin katılımcı sayısı sadece üç kişiydi. Üç kadındık: Alman Astrid, İtalyan Francesca ve bendeniz. Hepsi Mart’a kadar Yeni Zelanda’da kalmaya gelmiş, vakti bol, gezgin üç kadın(ben de herhalde Mart’a kadar kalacağım. Daha azı yetmeyecek gibi geliyor, hazır vizemi 3 Mart’a kadar vermişler, 4 Şubat’ta dönmek için ne acelem var ki? Baksana bir ayı geçti hiçbir şey anlamadım daha). Şoförümüz de Maori idi bu kez. Gezi Maori bölgesine ya, Maori kültürü keşfedilmeye gidiliyor ya, her şey Maori o zaman! Şoför üçümüze bakıp “Bugün 5.000 turist varsa Bay of Islands bölgesinde, 4.997’si denizde delik kayayı görmeye gidiyor, yunuslarla yüzüyor, adalarda yemek yiyor, üç kişi de kültür gezisi yapıyor,” dedi. Kültür gezilerinin bizde olduğu gibi talibi çok anlaşılan! Bin yıl kadar önce Kupe adlı ilk Maori’nin toprağa ayak bastığı noktaymış, Hokianga limanı. Bugün onun kim bilir kaçıncı kuşak torunları, iyice beyaz adama benzemiş durumdalar. Koyu renkli derilerinden başka önemli bir gelenek taşımıyor gibiler. Sadece, ormanda gezerken bazı bitkileri gösterip onlardan ataları gibi ilaç yaptıklarını anlattılar. Hiç değilse böyle bilgiler kuşaktan kuşağa aktarılmış, sevindim. Maorilerin çoğu balıkçılık yapıyor. Gün boyu gezdiğim yerlerdeki yapılaşma olsun, bahçe düzeni olsun bizdeki köy yaşamıyla paralellik gösteriyor. Yani Maoriler, kırsal insan karakterlerini devam ettiriyorlar. Şimdilerde çocuklarını okutsalar da küresel krizle birlikte resesyon yaşayan ülkede, çocuklar iş bulmakta zorluk çekiyormuş. Turizm önemli bir gelir kaynağı. Bizim şoför de rehber de turizmde kendilerini kabul ettirmiş şanslılardan. $40 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Yolda uğradığımız Wairere Boulder Vadisi de çok ilginç bir yerdi. Kendisinden daha da ilginç bir hikâyesi var aslında: İki milyon sekiz yüz bin yıl önce patlayan bir volkanın 20 kilometre öteye püskürttüğü volkanik kayaların (bazaltların) bulunduğu bir vadi burası. 1983’de araziyi satın alan İsviçreli çift orayı görene kadar, kimse vadinin bütününü -bazaltlar yüzünden- gezemezmiş. İsviçreli inşaat mühendisi ve karısı bir şekilde dev bazaltlar üzerinde dağcı da oldukları için herhalde- dolanarak yerin güzelliğini görünce orayı satın almışlar. Maoriler, “Yahu bu batılılarda hiç akıl yok, böyle bir yer alınır mı?” demiş o zamanlar. Sonra adam karısıyla beraber dört yıl süren bir çalışma sonucu, vadiye kurduğu ahşap köprülerle alanı dolaşma parkı haline dönüştürünce olay gün yüzüne çıkıvermiş. Yaptıkları çalışmanın aşamalarının görüntüleri girişte sergilenmişti. Bitkileriyle beraber 2004 yılında park olarak halka açık hale getirmişler. Sonra da bu doğal güzellik, turizme açılmış. Adam başı 10 YZ doları bırakıyorsun girişteki sarı kutuya. Yine tahsildar yok yani. Maoriler, İsviçreli Fritz parkı açtıktan sonra akın akın vadiyi gezenleri gördükçe, “Yahu, amma şanslı adammış bu Fritz” demeye başlamış bu kez. Değişmeyen bir hikâyedir değil mi bu? Yine de benim için günü unutulmaz kılan, Tane Mahuta’yı görmek, onun aurasında bulunmaktı. Bundan sonra artık benim kahramanım odur! YUNUSLARIN PEŞİNDE ADALAR KÖRFEZİ21 Yunusların doğal yaşam alanı olan körfezde tüm gün sürecek geziye çıkarken, onlarla yüzülebilme ihtimali beni çok heyecanlandırıyordu. Gerçi hava durumu pek iç açıcı gözükmüyordu ama umut dünyası işte… Bir arkadaşıma yolladığım e-posta’da, Hava bütün koşullarını sergilemekte hiç cimrilik yapmayınca çok renkli bir gezi oldu benim için. Zaten burada böyle bir hava hâkim. Sırt çantam mayodan başlayıp polar ceketçorap ikilisiyle son buluyor. Tabii yağmurluk, olmazsa olmazı bu mini gardırobun, demişim. Gezinin, günlüğümdeki kaydıysa şöyle: Körfez, elimize verilen haritada gösterilenden çok daha fazla kalabalık adalar topluluğundan müteşekkil. Her yerden kara parçası yükselmiş sanki. Büyük adaların çoğunun özel mülkiyet olduğunu, bir kısmında da tatil için kiralanan evler bulunduğunu öğrendim. Sadece, en başta uğradığımız adaya, o da anakaraya yakın olduğu için elektrik çekilmişti. Tur şirketinin teknesi, bu özel adalara posta ve taşımacılık hizmetleri veriyormuş meğerse. Uğradığımız adalarda teknemizi iskelede bekleyen adanın sahipleri -veya her kimse onlar-, eğer rastlantı değilse, hep köpekliydi ve adamlar malzemelerini indirip bindirdikten sonra köpeklerine ya pati kaldırtıp selam verdirtiyor ya da toka ederek teknemizdeki çocuklara gösteri yapıyorlardı. Böylece adalara uğrama işini de eğlenceli hale dönüştürdüklerini fark 21 Bay of islands $41 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL ettim. Bu arada bu adaların çevreci tipler tarafından alındıktan sonra bitkilendirme çalışmaları yapılmak suretiyle muhteşem görüntüler sergilediğinin de altını çizmek lazım. Havanın, delik kayaya gidene kadar bulutlu ama fotoğraf çekimine uygun olmasıyla en üst güvertede oturabildim. Sonra kaptan, “Delik kayaya giderken körfezden çıkıp okyanusun azgın dalgalarından geçmemiz gerekiyor,” diye anons yapınca ben de alt kata inip kapalı salona girdim. Zaten o sırada yağmur da başladı. Körfez dışına çıktığımız gibi katamaran hayli sallanmaya başladı. Delik kaya 60 metre yüksekliğinde heybetli bir oluşumdu denizin ortasında, deliği de içinden geçilebilecek kadar iriydi. Yağmurla yaptığımız yolculuğumuz kayaya yaklaştığımızda havanın değişmesiyle yine fotoğraf çekmeye müsait hale geldi. Çok güzel çekimler yapabildim. Delik kayaya kadar yaptığımız yolculuğumuzda yunuslarla karşılaşamamıştık ne yazık ki. Öğlen yemeği zamanında Urupukapuka adasına yanaştık. Tepeden muhteşem panoramik manzaralar görebileceğimiz söylenince, tepeye tırmandım. İki ayrı koyun görüntüleri birbirinden güzeldi ama adanın esas sürprizi, renk cümbüşü yaratan kesilmiş otlaklardı. Israrla söylüyorum gökyüzü bu ülkede bambaşka. Öyle güzel yansımalar yaratıp dünyayı renkten renge büründürüyor ki her seferinde yaşamla aşka düşüyorum. Yeşille sarının kucaklaşmasının fotoğraflarını çekerken, fotoğraf makinemin pili “azaldım” mesajı vermişti yine. Kalan pili yunuslar için saklamak istiyordum. Tepede otururken bu kez aklıma cep telefonumla çekim yapabileceğim geldi. Ben iflah olmaz bir deklanşör müptelasıyım! Bir saatlik sürenin dolduğunun habercisi olan tekne kornasını duyduğumda, tepeden aşağı inip iskeleden katamarana yürürken damlalar düşmeye başladı. Yağmur demek ki yine fotoğraf çekimi için mola vermişti! Bu kez Black Rocks isimli kaya oluşumları arasında dolanmaya başladık. Fazla yüksek olmayan bu kayaların yanardağ tarafından püskürtülmüş olduğu düşünülüyor. Yakından bakınca gerçekten farklı ve ilginçtiler. Üzerlerinde midye kolonileri yaşıyordu. Tepelerinde otlar bitmişti, martı cenneti gibiydiler. Bir kaç gün önce gördüğüm İsviçrelilerin bazalt vadisinden (Boulder Valley) sonra, denizin ortasındaki bu siyah kayalar, yanardağdan püskürenler bu ülkenin süsleri haline gelmiş, diye düşündürttü bana. Derken birden, yunusların görüldüğü anonsu geldi. Hemen alt güverteye çıktım. Makinem sürekli çekime ayarlı, parmağım deklanşörün üzerinden kalkmamacasına çekim yaparken, gözüm de kırmızı yanıp sönen pil bitiyor işaretinde… Kalan dikkatimle de neşeli yaratıklara bakmaya çalışıyorum. Teknede bir heyecan bir heyecan, herkes çığlık çığlığa. Yunusların denizden her zıplayışında dalga dalga yayılan bir yaşam enerjisi. İki tekne arasında oyun oynayan kalabalık bir aile. Gerçekten de onlarla suyun içinde olup yüzmek nasıl bir duygu olurdu acaba? Aslında bayağı büyük ve oldukça da hareketli yaratıklar. İnsan ne hisseder? Çok merak uyandırıcı bir deneyim. Bugün olamadığına göre belki Güney Ada’da yüzebilirim onlarla, kim bilir? Yunuslar hakkında sürekli bilgi veren hatunu kim can kulağıyla dinleyebiliyordu bu heyecan ve çığlık seli içinde bilmiyorum. Aklımda kalan tek bilgi bayağı ilginçti aslında: yavrulama konusunda dişi yunusun karar verdiğini, yani o istemeden bu işin olamayacağını öğrendim. Sonunda bir iki adet güzel görüntü yakaladığıma kanaat getirip pilin “bittim artık” inlemesine dayanamayıp makinemi kapattım. Son birkaç yunusu da çıplak gözle izledim. Herhalde bu güzelliği dünya gözüyle görebileyim diye pilim bitti! Yoksa hiç bakmayacağım, aklım hep daha iyi poz yakalamakta. Tanrım bu nasıl bir sevdadır? $42 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL İÇE DÖNÜK ÇALIŞMA ZAMANLARININ SONU Kerikeri’de kaldığım bir ayda, yanımda getirdiğim kişisel gelişim kitaplarındaki çalışmaları uygulayarak ve bol bol yazarak içimin derinliklerine yolculuk yaptım. Baş etmekte zorlandığım konular ve ilişki modelleriyle yüzleştim. Bu yüzleşmelerde yardımı olsun diye yanımda getirdiğim araçlardan başka, sürpriz bir gelişme daha oldu. Bu, ilk kitabımı22 tercüme etmekte olan çevirmenimden gelen e-posta mesajıydı. Çevirisini bitirdiği 152 sayfayı okuyup kontrol etmemi istiyordu. Geceler boyu süren okumalarım, hayatımın aynı şablonlarla tekrarlandığının göstergesi oldu bana. Bir yakın arkadaşıma yazdığım mektupta bu farkındalığımı paylaşıyorum: Buradaki son üç günüme girdim. Heyecan sardı, yeniden bavullar ve yolculuklar dönemi başlıyor. Bir aydır kendime dönük farkındalıklar yaşayıp durdum. Koca bir liste oluştu adeta. Bu arada çevirmenin gönderdiği çeviriler de her şeyin üstüne tüy dikmiş oldu. Göcek’in ilk yılı bölümünü okuduktan sonra oturup, “Life as a House” filmini bir kez daha izledim. Yapımcıyla yönetmenin evi nasıl, bir metafor olarak kullandıklarını daha iyi anladım. Filmin son sahnesinde mimarı oynayan Kevin Kline’ın bir sözü var: “Kendimi her zaman bir eve benzettim. Güzel olmasına gerek yoktu, büyük olması da gerekmiyordu. Sadece benim olması önemliydi. Olmam gereken şeyi oldum, kendime bir hayat inşa ettim, bir ev inşa ettim.” Ben de kitabımda, takıntı haline gelmiş kendime ev inşa etmek tutkumdan bahsederken, “Bir ses, bir inanç uğruna koskoca bilinmez bir yolculuğa çıkmak!” diye yazmışım. Şimdi yine içimdeki sesin peşine düşmüş, bir ses, bir inanç uğruna bilinmez koskoca bir yolculuğa çıkmış durumdayım, hem de kelimenin tam anlamıyla. Yeni bir hayat inşa etmek durumundayım. Ne büyük bir hedef yine… Biraz gerildim doğrusu… Önceki yaşam kurma hikâyemi okuyup o günlerin duygularına geri döndükçe, durum hiç de güzel gözükmüyor. İçim karıştı anlayacağın. Önümde beni bekleyen gezilecek güzel yerler dururken, yani hayat aslında bu kadar güzelken, ben gelecekle ilgili sevimsiz duygularla boğuşuyorum. Bu mudur kişinin kendisini mutsuz etme yeteneği? Birazdan kıyıda bir kafede Türk arkadaşım S ve 2,5 yaşındaki oğluyla buluşacağım. Buradan ayrılmadan önce bir kez daha beraber olalım dedik. Kocasıyla beraber dünya seyahatine çıkıp okyanusu 12 metrelik tekneyle geçmiş yürekli bir kadın S. Sonra da dünyanın bu ucunda bütün dostlarından uzakta bir hayat kurmayı, denizden karaya çıkıp çiftlik yaşamına geçmeyi göze alabilmiş biri. Onunla konuşmak bana iyi gelebilir. Bu mektubu gönderdiğim arkadaşım evde hasta olmuş, morali bozuk yatıyordu. Bana yolladığı cevapta bu ruh hali kolaylıkla görülebiliyor: 22 Masalları erkekler mi yazar anne?, Crea Yayıncılık, İstanbul 2008 $43 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL “Bedenim bana epey bir şey söylemek istiyor ama, aynı senin ruhuna yaptığın gibi ben de bedenime kulağımı tıkıyorum. İkimizde de şu hastalık var (farklı yolları kullanıp aynı meydana varan hastalık), o da; her şeyi kontrol altında tuttuğumuzu, hayatın iplerinin elimizde olduğunu vehmetme hastalığı. Sadece sonucu geciktiriyoruz, gerçek problemin etrafında dolanıyoruz. Ben kendi hesabıma (…). Sense, esas can alıcı problemini erteleyip ‘zamanı gelince çözülür göklerden gelecek bir emirle’ tipinde seyahat etmeye çalışıyorsun. Okudukların sana problemlere hiç de göklerden inen çözümler olmadığını, nasıl didindiğini hatırlatıyor ve bunu tekrar yapamayacağından korkuyorsun.” Arkadaşımın uzaktan koyduğu teşhis doğru muydu acaba? Problemime eğilmek yerine gezgin yaşayıp esas sorundan kaçmaya mı çalışıyordum? Bu sorunun yanıtını ona yazdığım mektubumda şöyle vermişim: Tolstoy, ‘İnsan Ne İle Yaşar?’ kitabında; “Tanrı insanların tek başına yaşamasını istemiyor, bu yüzden de her birine neye ihtiyacı olduğunu açıklamıyor. O, insanların birlikte yaşamasını arzuluyor, bu nedenle birine gerekeni ötekine gösteriyor” bağlamında bir şey yazmıştı yanlış hatırlamıyorsam. Mektubunu okuyunca bana neyin gerektiğini, yine neyi kaybettiğimi görüverdim. Sağol canım. İyi ki varsın. İnsan, varoluşu kuran değil, seyredendir. Güneşin doğuşu ya da batışında bir rolümüz yok. Sineklerin uçma hızını da biz ayarlamıyoruz. Midemiz her yemekten sonra bize sormuyor nasıl çalışacağını. Bize hiçbir şey sorulmamıştır, varoluşu hazır elimizde bulduk. Benim tasarlamadığım bir oluşumda yaşarken, zaman zaman -şişmiş egomda yani- sanki kurucu benmişim gibi davranmaya başlıyorum. İşte yine öyle bir yanılgı içine düşmüş de kasılmışım. Ne ironiktir ki çeviride okuduğum cümle, bana tam da varoluşun çalışma düzenini hatırlatacağına, ben tam tersi uca gidip kaygıya yakalanmışım. Şimdi varoluşla bağımı yeniden hatırladım. Evet, bir ses bir inanç uğruna yollara çıkıyorum. Zaten o seslerin geldiği yere, o inançların kaynağına o bağ ile bağlıyım. Güvenimi kaybetmişim geçici olarak. Satırların bana bunu gösterdi. Güvende yaşamaya geri döndüm. İçimdeki ses ve inançlarla bana düşeni yapa yapa yol alacağım, hiç merak etme. Eşyalarımı topladım, işletme sahipleri son kez yemeğe çağırdılar, şimdi onlara gidiyorum akşam yemeği için. Yarın sabah yeni yolculuklara doğru uçmaya başlayacağım. Dört haftalık içe dönük yaşamım biraz dışa dönecek. “Yıldızlar gece çıkıyor. Yıldızları görmek isteyen geceye razı olmalı. Hayatının yıldızlarına ulaşmak istiyorsan, içindeki geceye razı olmalısın.” Bu cümleleri okuduğumda çok sevmiştim. Ben de yakın ilişkilerimde yaşadıklarımı analiz etmek üzere gecelerde dolaştım biraz. Yıldızlarımla karşılaştım. Şimdi yolculuk güneşe doğru. Başka bir arkadaşımdan gelen mektupta da yaptığım gezi için bambaşka bir yorum var, herkes hayata kendi durduğu yerden bakar çünkü: $44 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Masal Evi’nin,23 sonunda rüyalarını gerçekleştirmeye yaraması kendi kendine bir mucize. Zor şartları pozitife çevirmen ise senin gücün, lütfen bunu hiç bir zaman kaybetme. Allah her zaman yolunu açık etsin, bütün iyilikleri sana versin. Yeni Zelanda'yı sevmene çok sevindim, ben de çok sevmiştim. Cennet diye bahsediyorsun, bana da öyle gelmişti. Sanki; insanlar orada kendi dünyalarını yaratmışlar, bizim dertlerimizden uzak, kendi hallerinde sakin mutlu yaşıyorlar hissi doğmuştu. Bizim gereksiz didinmelerimiz önemsizleşmişti. Kendini orada iyi hissetmeni o kadar iyi anlıyorum ki. Hayata yeni bir bakış açısıyla bakıyorsun. Hayata mesafe, hem de fiziki uzaklık nedeniyle gerçekten mesafe koyabiliyorsun. Her şey medeni ve sade. Burası gün geçtikçe yaşanmaz hale geliyor. Kendine oralarda iyi bak, güneş koruyucu kremlerini sür, şapkanı tak. En önemlisi her şeyin keyfine var. Bu mektubun bana hatırlattıklarıyla ona cevap yazdım: Güzel bir saptama ile başlayıp: “Masal Evi’nin, sonunda rüyalarını gerçekleştirmeye yaraması kendi kendine bir mucize.” diye yazmışsın. Okuyunca fark ettim ki Masal Evi, MASALLARIMI gerçeğe dönüştürmeye devam ediyor. Yani sonunda değil, başından beri benim masallarım onunla gerçekleşiyor. Yeni Zelanda da benim masallarımdan biriydi. Hep buraya gelmekten bahsediyordum. “Ay çok uzak, neden orası?” diye soranlara, YZ beni çağırıyor diyordum. İşte şimdi buradayım. Geçen yıl tam da bu ayda ben annende kalırken Yeni Zelanda’ya gitmek istediğimi konuşuyorduk; sen de o zaman anlatmıştın Zeytin adlı Türklerin kafesinde size kahve ikram edildiğini, para ödemeden çıkınca yanınızdaki Alman arkadaşlarınızın şaşırdığını filan. Üzerinden bir ay geçti geçmedi Masal Evi yandı. Ve nasıl gerçekleşeceği belirsiz olan bu gezinin yolu açılmış oldu. VOLKAN TEPESİNDE NOEL 23 Aralık 2009 tarihli günlüğümü Kerikeri havaalanında yazmışım: Taupo’ya uçmak üzere alanda bekliyorum. YZ Havayollarıyla Auckland aktarmalı uçacağım. Bu, iç hatlardaki dördüncü uçuşum olacak ve her seferinde beni etkileyen ayrıntı: Kontuara bavulunu verip kartını aldıktan sonra uçağa gidiyorsun, tabi yürüyerek. Ne bina girişinde ne de uçağa geçerken polis aramaları, tarayıcı makineler gibi güvenlik önlemleri var! Güvenlik henüz buralarda problem haline gelmemiş. Her şey güven içinde yaşanıyor. Üst başın, çantaların, ayakkabıların sorun olarak görülmediği zamanlara geri döndüm burada. Dünyanın bir zamanlar ne kadar huzurlu olduğunu hatırlamak, sadece hatırlamak değil yeniden yaşamak çok etkileyici. Sabah Tania gelip beni aldı ve havaalanına getirdi. Çok sıcak ve yakın bir kız. Birbirimize sarıldık ve vedalaştık. Bir aydır kaldığım yer, evim gibi olmuştu. Şimdi yeni mekânlar ve yeni insanlara doğru uçuyorum. Mart ayından beri hayatım daldan dala atlayarak geçiyor. Bakalım daha hangi dallar beni bekliyor? 23 yanan evimin adı $45 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Taupo havaalanında beni Paul karşıladı. Aynı Tania gibi onlar da bir erkek bekliyorlarmış. Acaba yalnızgezerler genelde erkek mi oluyor, yoksa Türkiye’den olduğumu bildikleri için, Müslüman olduğunu düşündükleri bir kadının yalnız gezmesine ihtimal mi vermiyorlar? Paul’le eve ulaştığımızda Elizabeth evde yoktu. Evin olduğu Kinloch, Taupo’ya 20 km uzaklıkta ve maalesef kamu taşımacılığının olmadığı bir belde. Şehre inip gelmek konusunda ev sahiplerine bağlı kalınıyor. Bu ülkede seyahat sistemi araba kiralanması üzerine kurulmuş. Toplu taşımacılık çok sınırlı, hele böyle küçük yerler için söz konusu bile değil. Kinloch’un kış nüfusu sadece 60 kişiymiş. YZ’nin en büyük gölünün kıyısındaki bu beldeye tatil amaçlı olarak yerleşilmiş anladığım kadarıyla. Çünkü evlerin çok büyük bir çoğunluğu boş bekliyor. Elizabeth şehirden dönene kadar, Paul’ün hazırladığı kahveyi içip onunla sohbet ettim. Biraz sonra Elizabeth marketi satın almış bir şekilde geldi. Paul, benim kadın olduğumu, sürpriz olsun diye mutfağa girene kadar ona söylememiş. Mutfakta benle karşılaşınca acayip sevindi, hemen sarıldı. Çok sıcak ve şakacı insanlar. Kiralık arabamın olmamasına şaşırdılar. Sanırım daha önce böyle bir misafirleri olmamış. Madem aracım yok, ne diye şehirde kalmadığımı da merak etmişlerdir eminim. Ne bilsinler benim küçük, sakin ve sesiz yerlerin insanı olduğumu. Biraz sohbetten sonra Elizabeth’le çevre gezilerinin organizasyonunu yaptık. Bir iki yere telefon açtı ve görülmesi gereken bütün yerlerin rezervasyonlarını tamamladı. Süper babaanne görünümlü Elizabeth, birkaç yıl önce ağır bir trafik kazası geçirmiş, bacaklarından birini sürükleyip yürümesine rağmen son derece hareketli bir kadın. Paul İngiliz’miş, Elizabeth onunla, gençliğinde çalışmak ve hayatı tanımak üzere gittiği İngiltere’de tanışmış. Sonunda yaşamak için Elizabeth’in güzel ülkesini seçmişler. Kinloch golf klüpleriyle de ünlü bir yer. Paul eğer Elizabeth’e yardım etmiyorsa, genelde arkadaşlarıyla buluşup golf oynamayı seviyor. Bölgede yaptığım gezilerle kaldığım evi anlattığım mektubun satırlarında aşağıdakileri yazmışım: TONGARİRO MİLLİ PARKI Park 800 kilometrekarelik bir alanı kaplıyor. Pek çok doğal güzelliğin bir arada bulunduğu parkın yıldızları üç adet aktif volkan: Tangariro, Ngauruhoe ve Ruapehu (2797 metreyle Kuzey Ada’nın en yüksek tepesi) Bu dağlar Maoriler için kutsal alan olduğu için beyazların yerleşimine kapalıymış. Fakat 1887’de bölgenin Maori şefinin bilge tutumu neticesinde dağlar ülkeye hediye edilmiş. Böylece Tongariro Parkı YZ’de kurulan ilk milli park olmuş, 1991 yılında da Dünya Mirası listesine alınmış. Bugün turistler, parkın muhteşem yürüyüş yollarında Maorilerin ayak izlerini takip ederek yürüdüklerini hayal ediyorlarmış! Taupo gölü kıyısındaki yerleşimlerden Kinloch adında oldukça sakin bir beldedeyim. Kahvaltı+Yatak (B&B) şeklinde bir konaklama bu. Elizabeth ve Paul’un evinin, içinde banyosu olan bir odasında kalıyorum. Ev iki kanattan oluşuyor. Eğer başka bir konuk daha kalsaydı beraberce aynı kanadı paylaşmış olacaktık. Ama başka konaklayan yok bu Noel. Taupo Gölü Kuzey Ada’nın tam ortasında yer alıyor. Buranın en önemli özelliği volkanlar bölgesi olması. Dolayısıyla da jeotermal enerji kaynaklarıyla dolu bir yer. Hemen her an yerden yükselen sıcak su buharları görüyorsun. İki tektonik plakanın sıkıştırdığı YZ bu noktadan patlamış herhalde. Ruapehu adlı volkanın son kükreyişi on dört yıl önce, 1995 de olmuş. Kaldığım evin çok güzel ve bakımlı, epey büyük bir bahçesi var. Volkan $46 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL patladığında (neredeyse 40 km uzakta olmalarına rağmen) bütün bahçe yumruk büyüklüğünde simsiyah parçalarla dolmuş. On dört yıl sonra çevrede patlamanın iziyle karşılaşmamak şaşırtıcı. Doğa bu kadar mı hızlı kendini toparlıyor anlaşılır gibi değil, belki de insanlar temizlik konusunda çalışkan! Taupo şehri 24.000 nüfusuyla gölün en büyük yerleşim merkeziymiş ve Noel zamanı bu sayı 75.000 e çıkıyormuş. O nedenle bu günlerde her yer ağzına kadar insan dolu diyorlar. Bana yine de öyle gelmiyor. Bu bölge pek çok cazibe merkeziyle turistler için çekici oluyor, ki benim de burada bulunuş nedenim bunlardı zaten. Birbirine yakın sayılan yanardağları içine alan büyük bir milli park var. Yürüyüş, kar kayağı, kaya-dağ tırmanışları gibi yapılabilecek doğa sporları yanında, göl büyük alabalıklarıyla da tanınıyor. Balık tutmak burada acayip merak konusu. Balıkçı teknesi kiralamak çok yaygın. Şelaleler ve jeotermal alanlar da görülecek yerler arasında. Dün önce küçük bir uçakla doğal milli parkın üzerinde 60 dakika süren bir gezi yaptım. Ulu Kauri ağacı Tane Mahuta’nın huzuruna çıktıktan sonra bir de Ruapehu Volkanı’nın huzuruna gelmiş olmanın muhteşem duygularına gömüldüm. O karlı başının olgunluğu, tepesindeki turkuaz renkli krater gölünün çekiciliği, beni yine benden aldı götürdü. Beş kişilik uçağımızda farklı ülkelerden gelmiş dört yolcuyduk, bu deneyimi yaşamayı seçen. 3.000 metrelik bir volkana yaklaşıp üzerinde belki 15 dakika boyunca dönüp dolaşmak, başka türlü görülemeyecek bir güzelliğe tanık olmak, çılgınca bir doyum. Günün ikinci atraksiyonu Huka isimli şelaleye yapılan nehir gezisiydi. Gezi şelalede son buluyordu. Kaptan tekneyi şelalenin azgın köpüklerine çılgınca sürüp sürüp geri kaçtıkça bendeniz ve diğer yolcular milyon adet fotoğraf çekmeye doyamadık. Tabii korkutucu bir şey azgın bir şelaleye o kadar yakın durmak, ama adrenalin yükseltici. Suyun gücünü görmek, karşısında bir sinek kadar bile dayanılamayacağını hissetmek etkileyici. Son olarak da Craters of the Moon adlı jeotermal bir alana gezi yaptım. Yerden yükselen buharların sıcaklığını yakından hissetmek, fokurdayan çamur kraterlerini izlemek, magmanın kendi sıcaklığına dayanamayıp ferahlamak için dışarı çıktığı düşüncelerine taşıdı beni. Bu doğal ortamlarda dolaşırken hep şunu düşündüm: İyi ki bu ülkenin kültürel tarihi o kadar eski değil. İyi ki buraya insanlar daha önce gelip yerleşmemiş. Yoksa bu güzellikler ne kadar azalacaktı, hatta çoğu kalmayacaktı. Elektrik, jeotermal enerji santrallerinden üretiliyor buralarda. Santraller oldukça çirkin şeyler tabii ki. Var olanlar eskidiği için yenilerinin de yapılacağını öğrendim. Tam güzelim nehirde şelaleye doğru yolculuk yaparken birden karşımıza bir yol inşaatının köprü çalışması çıktı. Sebep, giderek artan turistlerin yarattığı trafik yoğunluğunu şehrin içinden alıp çevre yoluna vermek… Bunun için de nehrin üzerinden geçmek ve yolu da birkaç şeritli yapmak gerekiyor tabii ki. İşte ülkeler böyle böyle medeniyet denen canavara teslim oluyorlar. Uçaktaki dergide mi okudum tam hatırlamıyorum, bir başlık vardı: “Bir zamanlar bizi geri tutan uzakta oluşumuz, bugün insanların buraya geliş nedeni” diyordu. Evet, turist olarak bile bu ülkeyi bozabiliyoruz. Yani yerleşmeye gerek kalmadan bunu becerebiliyoruz ya, daha da diyecek bir şey yok herhalde! Bugün Christmas günü, her yerde hayat durmuş durumda. Pırıl pırıl güneşli ve sıcak bir gün. Eskiden daha sıcak olurdu diyorlar. Beni kucaklayan ailemle beraber yemek yiyeceğim. Birazdan dostları da gelecek ve binlerce yemeğin hazırlandığı sofraya oturacağız. Ev sahiplerimin çocukları yok, Alman Kurdu bir köpekleri ve bir de şahane kedileri var. İkisi de dört yaşında ve beraber büyümüşler. Elizabeth’le Paul’ün en büyük meşgaleleri Alman Kurdu’nu yarışlara hazırlamak ve şampiyonalar arası dolaşmakmış. Şimdiye kadar belki dört $47 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL köpekleri daha olmuş böyle. Duvarlar şampiyonluk diplomalarıyla ve o eski kurtların fotoğraflarıyla dolu. Otuz yıldan fazladır bu işi yaptıklarını tahmin ediyorum. Şu andaki köpek Saxon da YZ şampiyonuymuş! Buraya gelmiş olmam ve Hıristiyan Kültürünün bu en önemli gününü beraberce geçiriyor olmamız çok ilginç değil mi? Bu evi ne şekilde seçtiğimi hatırlamıyorum ama iradesine kendimi teslim ettiğim güçle bu yolculuk devam ediyor. İlginç bir alışveriş bizimki. Anlayacağın çok şakacı yaşlı bir çiftin sıcak bakımına kendimi bırakmış bir haldeyim. Onlar da benimle olmaktan mutlu görünüyorlar. Noel yemeği sofrası mide fesadına uğramak için birebir. Sadece tatlı büfesinde dokuz çeşit vardı. Elizabeth’in de dediği gibi bu hoşluk filan değil, acı verici bir gelenek! Seneye Noel’de Türkiye’deyiz diye takıldı. Tatlı faslından sonra göl kıyısında yürüyüşe çıktım. İki gün önceye göre sahil çok kalabalıktı. Römorkunu takan gelmiş teknesini göle indirmiş herhalde ki ortalık boş arabalarla çekicilerden geçilmiyordu. Göl kıyısına yaydıkları piknik sofralarında oturan Noel Baba şapkalarıyla mayolu insanlar, Noel’e dair bütün ezberlerimi bozduruyor bana… MÜZEDEKİ GERÇEKLER: HİÇBİRİMİZ MASUM DEĞİLİZ! Elizabeth’le Paul’ün aile yakınlığı tadındaki ev sahipliliğine veda ederek, bu kez otobüsle yola çıkıp başşehir Wellington’a, yani güneye doğru yolculuk yaptım. Kuzey Ada’nın en güney ucunda yer alıyor Wellington. Oradan feribotla Güney Ada’ya geçecek, yeni yıla Picton’da bir başka aileyle girecektim. Bu yolculuk benim ilk şehirlerarası otobüs seferimdi. “Bayan yanı” diye bir kavram olmadığı için sanırım, koltuklar numaralı satılmıyordu. Otobüslerde şoförün yardımcısı diye fazladan bir eleman da yoktu. Bavulunuzu otobüse siz koyup siz alıyordunuz. Yolda giderken ikram diye bir servis de söz konusu değildi doğal olarak. Şoför tur rehberi gibi, kendi güzergâhı hakkında bilgi vere vere kullanıyordu aracı. Kafasına taktığı mikronlu bir aparatla bu işi kolaylıkla yapıyor, yol boyunca geçtiğimiz yerlerin varsa; tarihi, coğrafyası, bitki örtüsü, hayvanları gibi her tür bilgiyi işinin bir parçası olarak yolcusuna aktarıyor. *** Wellington mimari açıdan tezatlar şehri. Eski ahşap binaları koruyup kullanmışlar ama hemen arkalarına yüksek cam binalar dikmeyi ihmal etmemişler. Hatta, ancak uzaktan bakınca fark edilebilen birbirini tekrarlamayan katlara sahip epey ilginç, modern mimari örneği apartmanlar gördüm. Bu bir aradalık hoş bile gözüküyor bir müddet sonra. Eski hükümet binası ahşap bir yapı. Bina, güney yarımküredeki en büyük ahşap yapı olarak biliniyor. Bu dört katlı dev ahşap bina, 1870’lerde yapılırken dış yüzünü taş binaya benzetmişler. Ne ironi ama! 1900’lerin başına kadar hizmet veren bina şimdi Viktorya Üniversitesi’nin hukuk fakültesi olarak kullanılıyor. Bir zamanlar hükümet kabinesinin toplandığı salonla, şimdilerde sergi alanı olarak kullanılan binanın giriş katı ziyaretçilere açık. $48 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Eskisinin hemen yakınında konumlanmış yeni parlamento binalarından şehrin mimari sembolü olanı, yuvarlak çizgileriyle bir arı kovanına24 benziyor. Bütün bunlar Wellington’dan geçen fay hattına 400 metre mesafedeymiş. Ülkenin yönetim merkeziyle yöneticileri, fay hattında çalışıyor yani! Evet, bu ülke sürekli salıncakta olma hissiyatı veriyor insana. Wellington bunun şahikaya vardığı noktalardan biri. O yüzden buradaki o modern yüksek binaların teknolojisi bayağı özel olmalı. Parlamento binalarının önündeki yeşil bahçeler park olarak kullanılıyor. İnsanlar güzel havalarda öğlen tatilinde asırlık ağaçların altında çimlere yayılıp sandviçini yiyor, kitabını okuyor, sohbet ediyor, bazen de uyuyor. Parlemento binalarıyla parkın arasında herhangi bir güvenlik önlemi yok. Demek ki vekillerle başbakanın, çimenlerde yatanlardan çekinmesi için bir sebep de yok. *** Wellington, bir liman şehri. Dar bir bant şeklindeki düzlüğün ardından hemen tırmanmaya başlıyor şehir. Teraslar oluşturulmuş, binalar amfitiyatroda otururcasına sıra sıra dizilmiş. Benim de önceden yer ayırtarak kiraladığım daire, böyle bir terasta yer alan, geç dönem Viktoryan tarzı ahşap bir binadaydı. Şehrin merkezine yürüyerek on beş dakika mesafedeydi. Heykeltıraş Paratene Matchitt 1993’de limanla şehir merkezini birleştiren bir köprü25 inşa etmiş. İçinde yer yer metaller de kullanılan köprünün ana UZUN BEYAZ BULUT(AOTEAROA) malzemesi Maori bir sanatçıdan bekleneceği gibi, Dünyanın en izole durumundaki ahşap. Şehir meydanından girildiğinde, önünüze çıkan toprak parçasına kanolarıyla yanaşan metal direklerin üzerinde kullandığı göksel ilk Maoriler ona, uzun beyaz bulut sembollerle26 sevginin sembolleri, atalarının “uzun ülkesi anlamında ‘Aotearoa’ 27 demişler. Adanın duruşu, tepelerinde beyaz bulut”a (Aotearoa’ya ) nasıl vardığını tasvir uzanmış bir buluta andırıyormuş bu ediyormuş. Köprünün korkulukları; stilize edilmiş kano yolcuları için… kuşlar, balinalar ve iki adet masalsı varlık olan Şu işe bakın ki, dünya haritası taniwha28 ile bezenmiş. Heykeltıraşın köprüde üzerindeki YZ’nin iki adasının duruşu için pekâla da uzun bir bulut geleneksel Maori oymacılığını kullanmamış olması, denebilir. Maori bunu nasıl olmuş da onun modern dönem Maori sanatının temsilcisi bilmiş, orası muamma. olduğunu gösteriyormuş. Hatta ressam ve heykeltıraş Matchitt, Maori Sanatı Rönesansı’nın lideri olarak anılıyormuş.29 Noel zamanlarında, Hıristiyan kültürün egemen olduğu toplumlarda, işletmeler günlerce kapalı oluyor. Burada da, mağazalardan geçtim, restoran ve kafelerin bile çoğu 24 Beehive 25 City-to-Sea Bridge 26 Bu semboller için, Maorilerin dini ve askeri lideri Te Kooti’nin bayrağından esinlenmiş 27 Aotearoa : Maori dilinde Yeni Zelanda. 28 Taniwha: Maori mitlerinde geçen, suların derinliklerinde yaşayan bazen koruyucu bazen de canavar yaratık 29 Kaynak: Oxford Grove Art (internet) maddesi $49 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL kaplıydı. Bereket, ülkenin simgesi olan müze Te Papa Tongarewa30 açıktı. YZ tarihiyle kültürüne MAORİ YARADILIŞ HİKÂYESİ : etkileşimli bir bakış atmayı yenilikçi bir müzecilikle TOPRAKTAN GELME (WHENUA) sağlayan bu muhteşem oluşumu gezmek, bütün bir Maoricede ‘Whenua’ hem ülke(toprak) günümü aldı. Rehberli turlara katılıp bölümlerini hem de plasenta anlamında ilgiyle dolaştım. O ana kadar ülke hakkında kullanılıyormuş. Bu anlamlar insanın kendimce bir algım vardı. Bu algı, müzede yaptığım toprak anadan (Papatuanuku) yapıldığı inancının ifadesidir. İlk kadın, toprak yolculuğun her adımında değişime uğradı adeta. anadan alınan kırmızı topraktan Romantik yaklaşımlarım çöktü. Kırk gündür gezip kalıplanmış, adı (toprak biçimli kadın görüp hayran olduğum koruma kollama bilincinin, olan) Hine-ahu-one imiş. O, sırasıyla ilk 1980 yılına kadar ortada olmadığını keşfetmek insan çocuğu doğurmuş, ismi Hinetitoma (şafağın kızı). beklenilmeyen bir darbe oldu bana. İlk insanın plasentası ve doğum Önce Maoriler sonra Maori’nin “Pakeha” diye kordonu törenle toprağa gömülmüş. adlandırdığı Avrupa’dan gelenler (bundan sonra ben Atasözü de buradan çıkmış: “Ne de beyaz adam söylemimi bırakıp PAKEHA ekersen onu biçersin.” diyeceğim) bu canım ülkeyi; ağacıyla, kuşuyla, toprağıyla epey hor kullanmış, canını çok yakmış! Evet yakmış! Müzede okuduğuma göre; bu ülkede yangını değişim için bir yol olarak görüp kullanmışlar. DEĞİŞİM İÇİN YANGIN Çok büyük ormanlık alanlar, hem Maori zamanında hem de Pakeha geldikten sonra yangın çıkarmak suretiyle açılmış. Maori önceleri(Arkaik Maori dönemi), Moa denilen, devekuşunun epey büyüğünü andıran, uçmayan ama eti bol kuşu avlamak için ormanları yakmış. Ormanda saklanan hayvanın korkup kaçması ve hazırlanan tuzağa düşmesi için başlatılan yangınlar kontrol edilemeyip büyük alanların telef olmasına sebep olmuş. Daha sonra yerleşik düzene geçen Maori, bu kez kendine tarım alanları açmak adına yakmış ormanları. Arkadan gelen Pakeha, çok kısa sürede çok geniş alanları yakarak açmış. Amacı çiftlik hayvanları için uygun alan yaratmak. Kauri ormanlarının külleri üzerine otlaklar oluşturmuşlar. Arazi açmak için sadece ormanları yakmamış, bir de sulak arazileri drenaj açıp kurutmuşlar. Nakliyeciliğin gelişmesiyle et, yağ, peynir gibi gıdalar denizaşırı pazarlara taşınmış. Daha çok çiftlik, daha çok ihracat ve gelir demek olmuş. Pakeha yerleşimcileri daha verimli bir İngiltere yaratmak istemişler bu yeni topraklarda. Ekilen İngiliz tohumlarıyla oluşan otlaklarda toprağın verimi zamanla düşmüş, otlaklar yardım eli ister olmuş. Böylece -YZ’nin arka bahçesi- Pasifik adalarından taşınan fosfatla superfosfat gübresi yapılmış! “Bugün insanlar, kendi tutumlarının ülke toprağını nasıl etkilediğini çok iyi biliyorlar. Sonuçta bazıları doğal dünyanın koruyucuları oldular. Yerleri ve türleri korumanın yollarını buldular. Sahiller, ormanlar ve sulak alanlar için topluluklar oluştu. Gruplar her bir türü koruyabilmek için ekstra güç harcıyorlar. Hükümet de insanların çevreci uygulamaları için gerekli düzenlemeleri yaptı. 30 Museum of New Zealand Te PapaTongarewa (“Our Place”) $50 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Bilinç düzeyi giderek artıyor, bu da ülkenin toprağının sağlıklı olmasını sağlıyor. Böylece gelecek nesillerin ihtiyacını karşılayacak şekilde toprak hazırlanmış oluyor” diyor müzedeki günümüzü anlatan yazı. Hoş değil mi? Ben nedense bu ülke insanının, -Maori olsun Pakeha olsun- bu ülke gibi temiz olduğunu düşlemişim. Onlar bu özel toprağın özel insanları olarak buraya toplanmışlar gibi, romantik bir resim yaratmışım zihnimde. Bu resim önce bozuldu, sonra tamir oldu bu son okuduklarımla. Hatta daha bile takdir ettim. Ülkede, bir bütün olarak bilinç yükselmesi yaşanmış çünkü. Mesela çevre gönüllüleri hükümet uygulamalarıyla mücadele etmemişler. Devlet desteği ve yatırımı, çevre için çalışan gruplarla koordineli yürümüş. Hem de bunu, vahşi kapitalizmin tüm dünyada revaçta olduğu 1980’lerde yapabilmişler. Kısa vadeli değil, uzun, çok uzun vadeli bir yatırım yapmışlar ülkelerine, çocuklarına ve dünyaya. Üç futbol sahası büyüklüğüyle dünyadaki sayılı ulusal müzelerden biri olarak; YZ’deki bütün kültürlerin hikâyesini anlatmaya, ulusal sanat koleksiyonlarına yuva olmaya ve büyük galerileriyle gezici sergilere ev sahipliği yapmaya kendini adamış Te Papa, denizin hemen kenarına inşa edilmişti. İkinci katından dışarı çıktığınızda, BUSH CITY ismini verdikleri, şehrin ortasında kurulmuş; doğal orman, sulak alan, volkanik alan, şelale ve lagün oluşumuna ayak basabiliyordunuz. Böylece ülkeyi adım adım dolaşmaya gerek kalmadan(!) doğanın küçük örnekleriyle YZ için fikir sahibi olabiliyordunuz. İşte unutamadığım bir görüntü: Kayalar bölümünde bir bilgilendirme levhasında, “Bu kayalar YZ’nin en eski kayalarıdır. Bir zamanlar süper kıta Gondwanaland’ın parçalarıydılar. Milyonlarca yıl önce parçalanan kıtanın kayalarının bir kısmı Avustralya’da, bir kısmı Antarktika’da kalmış, burada gördükleriniz, Güney Ada’nın batısından gelmiştir” açıklaması vardı. Levhanın ikinci yarısında, “Bunları biliyor musunuz?” sorusunun altında: “İlk dinozorlar 245 milyon yıl önce görülmüş, bu kayalardan bazılarıysa halen 300 milyon yaşında” diye insanı derinden etkileyen bir bilgi vardı. Levhadaki resimde, kayayı kucaklamış biri ona sevgi öpücükleri verirken çizilmişti. Slogan çok sıcak ve sevimliydi: ÜSTÜNE TIRMAN, KUCAKLA ONU! Anlattıklarımın başından beri, ülkenin tarihi neredeyse yok denecek kadar kısa deyip durdum. Buyurun size tarih! Tarih deyince sadece insanın olduğu, kültürün oluştuğu yıllarla ilgiliymişim demek ki. Ülke demek toprak demek, aidiyeti oluşturmanın en temel unsuru yaşadığın toprak. İşte, “Bu toprağın tarihi 300 milyon yaşında.” diyordu, gördüğüm kaya bana. Saygıyla eğiliyorum, sonra da kucaklayıp öpüyorum onu. Müzenin en üst katında Maori kültürünün ana unsuru Te Marae(topluluğun kalbinin attığı yer) inşa edilmiş. Bu bir toplanma mekânı. Burada kabilenin karara bağlanacak konularını görüşüyor, kutlamalar yapıyor, misafir kabileleri ağırlıyor, yeni doğanlara hoş geldin diyor, sonsuzluğa intikal edenleri uğurluyorlarmış. Böylesi toplanma evlerinden ülkede dağınık olarak binden fazla varmış. Müzede dağıtılan bir broşür bu mekânın usûl ve adaplarını anlatıyordu. Maori kültüründeki her şey gibi burada da uygulanması gereken belli ritüeller söz konusuydu. Misafirlerle ev sahibinin nerede karşılaşıp neler yapacağı adım adım çizgisel anlatımlarla açıklanmıştı, broşürde. En hoşuma giden detay, misafirle ev sahibinin önce burunlarını birbirine dayayıp sonra el sıkışmaları olmuştu. Burunları birbirine bastırarak selamlaşma, “nefesim nefesine karışsın ki dostluğumuz sağlam olsun, pekişsin” anlamını taşıyormuş. $51 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL GÜNEY ADA İLK FİYORD 29 Aralık 2009 günü Wellington’dan bindiğim feribot, gün batım saatinde Marlborough Sound’un içinde ilerleyerek Picton’a doğru adım adım yanaşıyordu. Çok sayıda bulunan bu tip oluşumlar için, bu ülkede “fiyord” demek yerine, geçit anlamıyla “sound” sözcüğünü kullanılıyorlar. Deniz yoluyla Güney Ada’ya gelen herkesin ilk ulaştığı nokta olan fiyord, bir doğa harikası olarak adeta kucağına alıyor insanı. Tam saklambaç oyununa müsait dolambaçlı şairane koyların yanı sıra ilerlerken; önüm arkam, sağım solum minik adalar ve içerlek koylar halinde cennetin sularınca kucaklanmışlık hissi Avrupalıların gemileri ülkeye ilk kez hep bu bu! Gökyüzünde, handiyse dolunay bölgeden yanaşmış. Hollandalı Abel Tasman 1642 de ilk olarak uğrayan kişi. Bölgede şimdi büyüklüğünde mehtap ve güneşin giderken onun ismiyle anılan önemli bir milli park var. arkasında bıraktığı renklerle, denizin bakır bir ‘Büyük Güney Ülkesi’ni arayan Tasman, yüzey etkisi verdiği o saatte yanaştım Picton’a. bulduğu bu toprakta yanlış bir anlaşma *** sonucu Maorilerle çatışınca karaya çıkmaktan Yine, emekliliğinde gelir elde etmek için vazgeçip yoluna devam etmiş, ama ülkeye ismini hediye etmiş: ‘Neieuw Zeeland’ ya da evinin odalarını konuklara açmış tatlı bir çiftle ‘New Sealand’. Yüz seneden fazla bir zaman beraberim. Odam giriş katında, bana özel banyo sonra bu kez İngiliz Kaptan James Cook odamın dışında, ama çok yakın. Oda-kahvaltı (1770) gelerek, fiyorda Queen Charlotte türündeki konaklamada, sabah sunulan kahvaltı Sound adını vermiş ve bölgeyi, güney yarımkürede sığınılacak en güvenli bölge çok çeşit ihtiva edip oldukça doyurucu oluyor. olarak rapor etmiş. 1827’de de Fransız seyir İlk sabah bu doyurucu kahvaltı sonrasında, subayı D’Urville, bugün French Pass diye kıyıdaki tur şirketlerinden gözüme kestirdiğim bilinen dar geçidi keşfetmiş. Aynı yıl balina avcıları ülkedeki ilk istasyonu, Tory Channel biriyle yola çıktım. Heyecanım dorukta, diye isimlendirdikleri kanalda kurmuşlar, muhteşem bir gün geçireceğim. Tur, deniz böylece ilk kalıcı Avrupalı yerleşimciler yolculuğu ve yürüyüşten oluşuyor. Bindiğim bölgeye akın etmeye başlamış. Bu özelliği tekne, kuzey doğuya doğru uzanan kara yüzünden bölge, Maorilerin verdiği isimler parçasının koylarından birine bırakacak beni. yerine Avrupalıların koydukları ile anılıyor! Oradan başlayarak, akşam saati gelip alacağı koya kadar yürüyeceğim. Sonra yeniden deniz seferiyle Picton’a geri döneceğim. Ertesi gün de, bir gün önceki yürüyüşün bitiş koyunu başlangıç yapıp yeni bir koya kadar yürüyeceğim. Böylelikle toplam 67 kilometrelik Queen Charlotte Track isimli yürüyüş parkurunun 23 kilometresini yürümüş olacağım iki günde. Teknenin bıraktığı koyda, Koruma Kurulu’nun31 bilgilendirme levhasıyla karşılaştım iner inmez. Parkurun tümünü gösteren haritanın yanında; dikkat edilmesi gereken konular, tavsiye edilenler, yürüme mesafeleriyle zamanları gibi son derece önemli bilgiler vardı. Altmış yedi kilometrelik parkurda Koruma Kurulunun yedi ayrı kamp yeri olduğunu, burada 31 Department of Conservation (DOC) $52 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL kalmak isteyenlerin ücreti, oradaki kutulara bırakmalarını rica ediyordu. Ah yine o, insana güvenle yaşamanın güzelliği. Zaman zaman tırmanan yoldan, iç bölgelere doğru girmiş denizin oluşturduğu o canım koyları seyrederken, sanki bir gölün etrafında dönüyormuşum gibi hissetim hep. Görüntüdeki su parçacığının her yanı kapalıydı çünkü. Bazen de yeniden deniz seviyesine iniyordu yol ve yine etrafa baktığımda, göl kıyısında yürüyor gibiydim. Labirentte kaybolmadan nasıl yolculuk yapıyordu bu tekneler, bilmiyorum. O gün 9,5 km inişli çıkışlı parkuru yürüyüp deniz kenarında restoranı olan bir konaklama tesisinde akşam yemeğimi yedim. Yağmur başladı, oysa yürürken havada bulut bile yoktu. Beni almaya gelen tekne otelin iskelesine yanaştığında yağmur iyice şiddetlenmişti. Picton’a döndüğümüzde saat 21.00 olmuştu. Yılın son günü, yürüyüşe kaldığım yerden devam etmek üzere, yine önce tekneyle deniz yolculuğu, sonra 13 kilometrelik yürüyüş. Bu kez parkur düne göre daha düz, tepelere tırmanıp inilmiyor. İşte yol boyu gördüklerimin bana düşündürdükleri: Bu canım koylara tesis açma izni verilmiş. Konaklamasıyla olsun, restoranı ya da kafesiyle olsun her koya olmasa bile yeterli sayıda işletme var yürüyüşçüler için. Parkur üzerinde bir de özel mülkler var. Ama bunların sayısı nasıl ayarlanmışsa ve mimari özellikleriyle doğanın içine nasıl yedirilmişse, ne gözü rahatsız ediyor ne de ruha bir baskıları var. Yılbaşı gecesini, yürüyüş yorgunu olarak, duşun da gevşetmesiyle evde film izleyerek geçirdim. Nan’lerin DVD arşivleri fena sayılmazdı doğrusu. Kendileri evin üst katını kullandıklarından, alt salonu misafirlerine bırakmışlardı. Ben de kaldığım sürede üç film izledim. Yılbaşı gecesi izlediğim, “Toskana Güneşinin Altında”32 isimli film, yazar Frances Mayes’in Toskana anılarına dayanan aynı adlı kitabın uyarlamasıydı. Amerikalı yazar, kocası tarafından aldatıldığını öğrendikten sonra yaşamda dengesini kaybetmişken, arkadaşlarının ona aldıkları biletle kendini Toskana’da bulur, tur otobüsünün yolu üzerinde gördüğü yıkılmaya yüz tutmuş, eski bir evi unutamaz ve hayatı ondan sonra tümden değişir. Hayatımızın dramı diye düşündüğümüz olayların bize açtığı yeni kapıların güzelliği… Film, yazarın evi satın alıp restore ettirme sürecinde başından geçenleri anlatır. Kendimle paralellikler yakaladım ister istemez.33 Keyifle izledim. Yılı değiştirdiğimiz dakikalarda deniz kenarından atılan havai fişekleri izlemek için durdurdum filmi ve yaşadığım güzelliklerin vesilesi olan her şey için şükrettim. *** Yeni yılın ilk günü, sadece turistler hareket halindedir herhalde! Ben de Marlborough bölgesinin dünyaca ünlü şarap üreticilerinde şarap tadıp bağları gezmeye gittim. Bu turu düzenleyen şirketin rehberi Helen, oldukça tatlı orta yaşlı bir kadındı. Minibüsüyle, benim de dâhil olduğum beş kişilik ekibe tam yedi üreticiyi gezdirdi gün boyu. Bu bölge, iklimiyle toprağıyla şaraplık üzüm yetiştirmeye son derece uygun olduğu için, YZ de aynen Avustralya gibi, şarapçılıkta dünyaca ünlü, ödüller toplayan bir ülke haline gelmiş. Blenheim’ın Wairau Vadisi’nde özellikle Sauvignon Blanc üzerine toplam 50 üretici bulunuyormuş. İlk üzümler 1970’lerin başında dikilmeye başlanmış. Şarap üreticileri turunun sonunda Helen bizi bir kiraz bahçesine götürdü bu kez. Kirazlar çok güzeldi ama Türkiye’ye göre iki kat fazla para ödedim. Bahçede meyve ağaçlarının olduğu bölüm, kuşların meyvelere zarar vermemesi için küçük gözenekli bir 32 Under the Tuscan Sun (2003) 33 Masal Evi’nin inşa edilme sürecinde başımdan geçenleri ilk kitabımı okuyanlar hatırlar. $53 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL dokuma ile korunmaya alınmıştı. Yani, tepesi de telle kapalı tenis kortuna benzer bir görüntü canlandırırsanız gözünüzde, ne demek istediğim daha anlaşılır olabilir. LABİRENTLİ KATEDRAL Kerikeri’de yaşarken yaptığım araştırmalarda, çok hesaplı bir otobüs yolculuğu olanağıyla karşılaşmıştım. Tüm şehirlerarası parkurlarda geçerli, tarihten bağımsız, her yöne, her iki adada kullanılabilecek toplam 50 saatlik yolculuk için sattıkları biletin adı Flexi-pass idi. İlk kez Taupo-Wellington seferimle kullanmaya başladığım biletle şimdi Picton’dan Nelson’a geçiyorum. Yol kısa; iki buçuk saate yakın. Seyahat planıma göre bir hafta içinde iki kez kalacağım burada. Ülkenin önemli sahil yürüyüşlerinden birini yapabilmek için, Nelson’u sıçrama tahtası yapıyorum. Abel Tasman Milli Parkı’nda yürüyecekler, Marahau’da konaklayabiliyor. Oraya gidebilmek de ancak Nelson’dan kalkan araçlarla mümkün. Nelson’un hayatımdaki yeriyse ilginç. Daha vize işlemlerimle uğraşırken Nelson’u bellemiştim. Vize başvuru belgesini doldurduktan sonra kontrol ettirdiğim İngiliz arkadaşım Mary, kocası Türk olduğu için epey yıldan beri Türkiye’de hem de bizim köyde yaşıyordu. Kendisi, akupunktur uzmanıydı ama Türkiye’de işini yapamıyordu. Dünyadan farklı olarak, tıp doktoru olmayanlar bu alanda çalışamıyordu bizde çünkü. Mary, okul çağına gelmiş çocuklarıyla beraber Türkiye’de yaşamanın ağırlığını hissediyordu epeydir. Yeni Zelandalı bir arkadaşıyla dertleşirken, ondan duymuş, Nelson’da bir akupunkturcunun işini devretmek istediğini. Hatta adamın internete koyduğu devir ilanını da bana göstermişti. “Sen hele bir git. YZ’yi yaşanabilir bir yer olarak önerirsen, belki biz de arkandan geliriz, kim bilir?” demişti. Yaşamın verdiği mesajlara dikkat ederek yaşayan biriyim malum. Bunu da aklımın bir ucuna yazmıştım yola çıkmadan önce. Nelson’a ulaştığımda hava bozmuş, fırtınalı bir yağmur yağmaktaydı. İlk gün otelden çıkmayıp zamanımı biriken maillerime cevap yazmakla ve kitap okumakla geçirdim. Ertesi gün de şehrin içinden geçen Maitai ırmağının kenarında iki buçuk saatlik uzun bir yürüyüş yaptım. Çarpıcı gövdeli ilginç ağaçlarla bezeli şehrin en büyük parkı Queens Gardens’ı gezdim. Öğlenden sonra da WOW34 müzesini ziyaret ettim. “Vaaav” dedirtecek giyilebilir sanat örnekleri sergileniyordu müzede, bir de eski arabalar bölümü vardı. “Giyilebilir sanat35 da ne demek?” derseniz eğer: Genellikle bu giysileri tasarlayanlar moda tasarımcıları değilmiş. Akla hayale gelmeyen malzemeler kullanarak yaptıkları tasarımları el yapımı giysilere uygulamışlar. Bu giysiler her yıl Eylül ayındaki Nelson Sanat Festivali’nde, koreografların hazırladığı bir gösteride yarışıyorlarmış. Sonra da ödül kazanan kıyafetler kalıcı olarak bu müzeye alınıyormuş. Gezerken, 1987 den bu yana gelen tasarımların gösterilerini film olarak izledim. Bayağıdır bu merak varmış ülkede demek ki! Nelson; sanatçıları, sanat atölyeleri ve sanat festivalleriyle tanınıyor. Bu özellikleriyle benim için çekici olmalıydı ama içinde dolaşırken sert rüzgârlı havası itici geldi bana. İlk seferinde bir buçuk gün kaldım hepi topu. Abel Tasman Milli Parkı yürüyüşünü yapıp 34 World Of Wearable Art Museum 35 The Wearable Art $54 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL döndüğümde de bir gece kalıp sabah şehri terk ettim. Ama, yaşadığım iki önemli deneyim oldukça sarsıcıydı. Bunları iki mektupla paylaşmak, o anda yaşadığım heyecanımı aktarmanın bence en iyi yolu: (…) Dün Nelson’da akşamki konsere zamanım az kaldığı için koşturur bir şekilde giderken neyle karşılaştım tahmin et! Hem de Konser binası ile karşılıklı duruyordu. Şehre ilk gelişimde aramak aklıma gelmemişti. Zaten gelse bile ismini hatırlamıyordum. Ama dün akşam birdenbire karşıma çıkınca bana kendini hatırlattı: Health 144 Sana fotoğrafını gönderiyorum. Göreceğin gibi; David hâlâ devretmemiş, çalışıyor. Şimdi sence bu bir tesadüf olabilir mi? Tahmin edeceğiniz gibi bu mektubu Mary’e yazmıştım. İkinci mektupta, başka bir farkındalık daha var: (…) Bu arada işin ilginç yanı; daha Nelson'u görmeden, Mart başına kadar uzatmayı düşündüğüm gezimi hep Nelson'da tutacağım bir evde tamamlarım diye düşlemiştim. Yani, Nelson şehri sanki ilerde benim yaşayacağım şehir olacakmış gibi bir iç bilgi taşıyordum. Oysa Nelson'a ilk geldiğimde hava keyifsiz olunca gezememiş, odama kapanmıştım. Ertesi gün de şehri tümüyle görecek vaktim kalmamıştı. Bugün sabah saatlerinde yeniden şehre gelince aynı otele giriş yaparken, resepsiyondaki adam şehirde caz festivali başladığını söyledi, kitapçığı verdi, öğlen sokak konseri bedavaymış, gitmemi önerdi. Gittim ve konser güzel olunca akşamki konsere de bilet aldım, Nelson Müzik Okulu diye bir yerdeymiş. Konser saat 19.00’da diye aklımda kaldığı için erkenden yemeğe gittim, bir koşu, şehir planı elimde müzik okuluna gitmeye çalışıyordum ki birdenbire, önünden geçtiğim binanın Mary'nin bahsettiği akupunkturcunun binası olduğunu fark etmez miyim? Çünkü ismi bir tuhaftı, görünce aklıma geldi: Health 144. Meğer binanın numarası 144’müş. Sen bir şehirde yürü git, arkalarda bir yerde bu bina ile karşılaş. Şaşırdım birden tabiî ki. Yola çıkarken Mary bana, adamın o işi çoktan satmış olabileceğini boş vermemi, aramamamı söylemişti. Ben YZ'yi seversem başka bir yer düşünürdük nasılsa, diye konuşmuştuk. Onun için ben de ne ilk geldiğimde, ne de bu gün bu konuyla hiç ilgilenmemiştim. Ama konu benimle ilgilenmiş demek, ki karşıma çıktı. Hemen fotoğraflarını çektim, Mary'e göndereceğim. Bu şaşkınlıkla binanın karşısındaki müzik okuluna girdim, ama ortalık kalabalık değildi. Oysa benim saatime göre konsere on dakika vardı. Kapıdaki adama, “Salon açık mı?” diye sordum. “Hayır, henüz sadece bar açık,” dedi. Bilete baktım ki meğer konser saat 20.00’deymiş. Ben de bari çevre sokaklara göz atayım deyip dışarı çıktım. Hava burada 21.30 civarı kararıyor. Malum, uzun yaz günleri yaşanıyor. Tam sokağın sonunda Nelson şehrinin meşhur katedrali var. Geçen sefer geldiğimde oteldeki kadın katedral için "Git gez çok güzeldir" demişti ama gitmemiştim. Bugün de giresim yoktu, dışarıdan fotoğrafını çekip dolaşmak için çevre sokaklara bakındım, sonra ayaklarım dönüp beni yine katedrale getirdi ve içeri soktu resmen. Sağ koridorundan en iç noktasına doğru ilerledim. Kilise kültürüm de yok ki ismini söyleyeyim, hani rahiplerin durduğu, konuşmaların yapıldığı yere doğru yürüdüm. Sağ arka köşede boş bir alanın sonrasında mumların yakıldığı yeri gördüm. Mum yakarım diye oraya yanaşırken boş alanda birden, yerde çizili labirenti görmez miyim... Kalbim hızla atmaya başladı. Başındaki levhada yazılanları okudum. Sizin için de dağıtılan kâğıttaki yazıyı aldım, $55 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL fotoğrafını çektim gönderiyorum. Niyet edip başladım labirentte yürümeye. Önce dıştan içe giriyorsun sonra içten dışa çıkıyorsun. Bir tane yol var aslında. Sorular sordum Yaradan’a; “Hayatım bundan sonra nerede nasıl devam edecek?” diye. Oysa beni alıp oraya getiren güçler cevapları başımdan aşağı boca ediyorlardı, hâlâ aymaz bir şekilde, “Ne olacak bu kızın hali?” deyip duruyordum. Sabahtan beri olanlara bak: - otele geliyorum, elime caz festivali kitapçığı veriliyor. - festivale bilet alıyorum - saati yanlış belliyorum ki orada bana zaman kalsın - yolda Mary'nin işiyle burun buruna geliyorum - konserin başlamasına bir saat olduğunu duyunca barda oturmak yerine yeniden binadan çıkıyorum LABİRENT* Turistler pek çok anlamda modern zamanların hacılarıdır. Nelson Katedrali olarak son zamanlarda yaptığımız labirentin, ister ziyaretçi ister yerel olsun, hac yolculuğunu çekici hale getirmesini amaçladık. Yüzyıllar boyunca labirentler pek çok katedralin özelliği olmuştur. Fransa’nın kuzeyindeki Chartres Katedralinin labirenti, ortaçağdan günümüze kalmış en güzel örneklerden biridir. Ortaçağ, hac yolculuklarının zamanıydı, ama pek çok kişi hac için Kudüs’e gidemediğinden(Kudüs o zamanlarda Cennetin Krallığını sembolize ediyordu, dünyanın merkezi olarak anılıyordu) onun yerine yolculuğu Canterbury, Santiago de Compostela ve Chartres gibi katedrallere yapıyorlardı. Hacılar, Chartres’e vardıklarında hac yolculuğunu labirentte yürüyerek tamamlarlardı. ‘Dış dünyaya’ yeniden katılmadan önce, yavaşça attıkları her adımı izlerlerdi. Labirentler ayrıca pişmanlık için de kullanılırdı. Hacla beraber labirentte yürüyüş, bir arayıştı: Tanrıya daha yakın olabilme umudunun arayış yolculuğu. Pişmanlık için kullanıldığında, hacı, yolu dizleri üzerinde yürürdü. Bu labirentin bildiğimiz labirentlerden farklı olarak çıkmaz yolları yoktur, gerçekte sadece tek bir yolu vardır. Yol dönüp dolaşıp merkeze gider. Kişi onda merkeze doğru yürürken yol döner ve girilen noktadan çıkış yaptırtır. Çizili yolun tam olarak göz önünde olması, kişinin sakince kendi içine odaklanmasına izin verir. Genellikle yürüyüşte üç aşama vardır. Girerken bırakmak, merkezdeyken almak, döndüğünde almış olduğun her neyse dünyaya onu vermek. Labirentte yürümenin doğru ya da yanlış yolu yoktur. Labirent ihtiyaçlarınızın karşılanması için yürünebilir. - çevre sokaklarda oyalanmak yerine ayaklarım beni katedrale sokuyor (bu resmen böyle oldu) - Katedralde soldan ilerleyebilirdim, hayır sağdan en sona gittim ve labirentle karşılaştım. Daha başka nasıl haberleşirler ki benimle, söyler misiniz? Garfield mıydı o aptal kedi? Onun gibi hissediyorum kendimi. Yeni Zelanda beni çağırıyor diyorum yıllardır. Vallahi var bir şey. Emin olun var. Labirentte yürüdükten sonra bir de mum yaktım. O sıra kulağıma kilise kapısının kilitlenme hazırlığının sesleri gelmez mi? Tevekkeli değil labirentten çıkarken etrafta kimseyi görmemiştim. Meğer katedralin kapanma saatiymiş. Ve ben kapanmasına ramak kala içeri yönlendirilmişim ki labirentte yürüyeyim diye... Yarın sabah 8.30’da otobüsüm kalkıyor. Doğrusu Nelson'a bir daha geleceğimden emin değildim. Havasını tuhaf bulmuştum, rüzgârlı ve genelde netameli. Oysa yürüyüşe gittiğim Abel Tasman tarafında hava ne güzeldi. Şehri de fazla gezip çekiciliğini keşfedemediğim için, önceden kafama yerleşen Nelson üzerine olan planlarımdan vazgeçiyordum. Ama *( LABİRENTİN BAŞINDAKİ YAZIDAN BAZI BÖLÜMLERİ şimdi olanlar bana yeniden ÇEVİRDİM. G.A.) değerlendirme yapmam gerektiğini $56 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL düşündürdü. Evet, bu Nelson şehrinde bir şey var. Buraya geri dönülecek. Belki bir ay sonra belki başka bir zaman, ama muhakkak geri dönülecek. Emine ne diyorsun bu işe? Okuduğumuz kitaplarla acayip bağlantılar taşıyor gibi değil mi? Gönderdiğim yazıyı oku bak. Fransa'daki Chartes Katedralinden Santiago de Compostela'dan ve Canterbury'den bahsediyor, günümüze kalan labirentli katedraller diye... Yazıda bir kızıl saçlı kadınlar yok! İçerideyken iki ara bir derede labirentin fotoğrafını da çektim gönderiyorum. *** Şimdi düşünüyorum da Nelson’a olan ilgimi kaybettiren şey aslında, Kuzey Ada’dayken kitabımın çevirisini okuduğumda farkına vardığım “hayatımın tekrarları” konusuydu. Yani YZ’ye yerleşme düşüncesinde ilk kez frene basışım o ana dairdir. Ancak, Nelson’da o gece yaşadıklarımın, beni yeniden ayağımı frenden kaldırmaya sevk ettiği de bir gerçek. Tam dört sene sonra bu kitabı yazarken fark ettiğim şeyse; labirentte yaptığım spritüel yürüyüşte merkezde aldığımı bu kitabı yazmakla dünyaya verdiğimdir. Nelson’un hayatımdaki yeri bu olsa gerekmiş! KARADAKİ TEKNEYE BİNDİNİZ Mİ? İki saatten az bir zamanda geldim, Nelson’dan Marahau’ya. Hava şahane… Evlerinde kalacağım Marlyn’le deniz taksi ofisinde buluşacaktık. Geldiğimde Marlyn oradaydı ve artık gezinin klasiği haline gelmiş olan şaşkınlık. Evet! Ben bir kadınım. Ama bu kez ben de şaşırdım. Nedense, yazışmalarda Marilyn’le Clive’in kırklı yaşlarda olabilecekleri gibi bir intiba edinmiştim. Hâlbuki e-postalarda eve dair bir fotoğraf iliştirmeyi beceremediklerinden anlamalıydım, hangi kuşağa ait olabileceklerini. Marlyn afet-i devran bir hatundu. Uçuşan uzun elbisesi, bakımlı yüzü, gayet hoş ölçülerdeki bedeniyle halen kendine dönüp baktıracak kadınlardandı. Sanırım yetmişli yaşlarındaydı. Bazı şeylerin gizlenemediği yaşlarda… Arabasıyla beni üç dakikalık mesafedeki bahçeli plaj evlerine götürdü. Benim kalacağım yer, bahçede ayrı bir kulübeydi, içinde minik bir mutfağı vardı, Marlynlerin evindeki banyoyu ortak kullanacaktık. Clive, 75 yaşlarında çok bilgili ve ilgili bir adam, dünyayı takip etmeyi seviyor. Öğlen için bana da etli, marullu sandviç hazırladılar. Bahçede sohbet ederek yedik, sonra da Noel keki ve zencefilli kurabiyeyle kahve içtik. Gezmeyi çok sevdiklerini anlattılar. Avusturya’da yaptıkları vals unutamadıkları anılarından biriymiş. Yemekten sonra deniz taksisine gidip ertesi gün için kayıt yaptırdım. Sabah 9’da ofisin önünde hazır olmamızı, çünkü gelgit nedeniyle tekneye karada bineceğimizi söylediler. Bunun tam olarak ne manaya geldiğini ertesi sabah anlayacaktım. Yanımıza almamız gereken malzemeler vs. anlatıldı, ücret 76 YZ doları. Marahau’nun tek dükkânından gezi için yiyecek ve su alışverişimi yaptım ve milli parkın girişine gittim. Yürüyüş yolunun tipini anlamak için bir süreliğine yürüdüm de. Yaklaşık bir buçuk kilometre sonra manzara izleme köşesinde oturup günlük yazdım. $57 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Parkın giriş kapısının karşısındaki ağaç oyma sanatçısı Woody’nin sanat galerisine uğradım sonra. Önce dükkânı, sonra da galeri şeklinde düzenlenmiş büyük boy ağaç oyma eserlerin olduğu bahçeyi gezdim uzun uzun. Dükkânda başka sanatçıların da ürünleri satılıyordu. Kemikten, taştan, deniz kabuğundan ve ağaçtan oyma ürünler. Bu sanatlar hep Maorilerin ülkeye kattığı zenginlik. Ertesi sabah, heyecanla deniz taksiye gittim ve hayatımın en komik tekneye binişini gerçekleştirdim. Bu gezimi anlattığım mektuptan alıntılıyorum: Bugün yine şahane yerler görmenin mutluluğu içindeyim. Fotoğraflardan seçip gönderiyorum. “Yok böyle bir şey!” dediğim her an kendi kendimi yalanlıyorum. Çünkü hemen arkasından başka bir, yok böyle bir şeyle karşılaşıyorum. Abel Tasman Milli Parkı 1942 de açılmış. O gün bugün gözlerinin içi gibi bakıyorlar. Ama nasıl oluyor hâlâ anlamış değilim, bütün koruma alanlarının içinde özel mülkiyetler de var. Burada da vardı. Bu ahşap evler çevreye hiç zarar vermeden konduruluyor zemine. Dikkat ettim, beton döküp üstüne kondurmaca kolaylığına gitmemişler, görüntüleri tam doğayla bütünleşik. Buradaki yürüyüşçü sayısının çokluğunu anlatamam. Sistem acayip iyi kurulmuş. Saat gibi çalışan ve ihtiyaca göre geliştirilen teknolojiyle işi bağlamışlar. Med cezir günlük yaşamı belirleyen en büyük unsur. Bunun saatleri her yerde asılı. Bütün işini, gelişini gidişini ona göre ayarlıyorsun. Adamlar neredeyse suda giden traktörler yapmışlar. Okyanus seviyesi düşükse, yani deniz gitmişse, tekneyi traktöre bağlı bir römorka yükleyip suyun çekilmiş olduğu noktaya kadar götürüyorlar. Âlem görüntüler var. Dün geldiğimde(kaldığım ev deniz kenarında) deniz normal bir görüntüdeydi. Çevreyi keşif yürüyüşü yapıp 3 saat sonra geri döndüm. Deniz çekilmişti. Birkaç saat öncenin suda salınan tekneleri, dip kumunda demir atmış hafif de yana yatmış bir şekilde duruyorlardı dönüşümde. Kadınlar ellerinde kovalar midye toplamak için, çekilmiş denizin ardında bıraktığı dip kumunda yürüyorlardı. Bambaşka bir yaşam şekli anlayacağın. Traktörün römorkuna yüklenmiş tekneye karada biniyorsun, traktör seni denize ulaştırıp römork üzerinden suya kaydırıp bırakıyor, sonra teknenin götürüp bıraktığı koyda tekneden suya atlayarak iniyorsun, ayakkabılar elde. Karaya çıkınca ayakkabılar giyiliyor ve yürüyüş başlıyor. Mesela ben, bugün indiğim koydan başlayarak başka bir koya 7 kilometrelik bir yürüyüş yaptım. Orman içinden geçen parkur, zaman zaman 120 metreye kadar yükselip indi, bu bağlamda tırmanışı olan bir yürüyüş sayılabilirdi. Akşamüstü deniz taksi, vardığım koydan gelip aldı beni. Parkın sahilindeki yürüyüş parkuru aslında toplam 51 km. Parkın içinde yürüyüşçülerin kalabileceği kamp alanları hazırlanmış. Yaz sezonu kalabalık olduğu için, bu kamplarda önceden yer ayırtılmasını tavsiye ediyorlar. Sıkı yürüyüşçüler bir baştan bir başa bütün koyları yürürken geceleri uyumak için bu kampları kullanıyorlar. Bu yürüyüş parkurları adamların turizminin bel kemiğini oluşturuyor. Müthiş bir yatırım. Ormanlarda o yolları açmak, levhalandırmak, gereken yere merdiven, köprü, ahşap platform, kaymaz kaplamalar oluşturmak, aralara kompost yani kuru tuvaletler yerleştirmek ve de bütün bu saydıklarımı devamlı bakım altında tutabilmek hiç de basit işler değil. Tekneyle gidişte de dönüşte de Tonga adasında yaşayan kürklü fok balıklarını36 gördük. Ama hepsi yavruydu, pek ufaktılar, kayalara yatmış güneşleniyorlardı. Büyükleri yemek aramaya gitmişti herhalde. Yakından fotoğraf çekemedim, çünkü hayvanlar rahatsız olmasın diye teknelerin yanaşması yasak. Bende de zoomlu makine yok malum. 36 Fur seal $58 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Çok hoş bir çiftin evinde kalıyorum. Adam 75 yaşında olduğunu söyledi. Muhtemelen kadın da öyle ama çok seksi ve feminen bir görüntüsü var hâlâ. Beni karşılamaya geldiğinde askılı uzun elbisesinin yırtmaçları belinden filan aşağı iniyordu herhalde. Adam astronommuş. Kocaman bir teleskop var evde. En ilginç yanları on sekiz ay önce evlenmiş olmaları. Düğün fotoğraflarında adam smokinli, anla artık. Deniz kenarındaki bu ev kadının ölen kocasından kalmış. 1954 yapımı plaj evi. Benim odam arka bahçede ayrı bir ünite. Kışları adamın Christchurch’deki evinde yaşıyorlarmış. Orası kış aylarında karlı geçiyormuş. Evlilik bu insanlara ülkenin iki ayrı havasını da yaşatıyor böylece. Senin yerin, benim yerim meseleleri….Kadın sıkı bir balıkçı. Balık avlama turlarına çıkıyormuş. Geceleri seviyesi düşen deniz kenarında kocaman balıklar yakalıyormuş. Buzluktan çıkarıp bana gösteri yaptı. Anlayacağın adam gökyüzüne bakarken kadın denize bakıyormuş. Bütün bu anıları şarap içerken kahkaha içinde anlattılar. Yarın sabah buradan ayrılıyor, yine Nelson’a dönüp bir gece yatıp bu kez doğu kıyısına balina görmeye gidiyorum. İşte canım bir güzellikten bir başka güzelliğe sürüklenip gidiyorum. Bedenim iyice gevşedi. Huzura kavuştum. Demek böyle de yaşamak mümkünmüş diyorum. İyi ki bu geziye çıktım, Yeni Zelanda’nın beni neden çağırdığı çok belli… Bana sağlığımı geri vermek istemiş! Gezinin ve günün sonunda deniz taksi Marahau’ya döndüğünde, okyanus yükselmişti. Teknemiz, sahildeki rampaya yanaşan traktörün su içinde bekleyen römorkuna yerleşti. Traktör, römorkun tepesindeki teknenin içinde oturan bizleri deniz taksi ofisine kadar götürdü. Teknenin karadaki haline binip karadaki halinden indiğim unutulmaz bir geziyi tamamlamış oldum böylece. BALİNA AVCILIĞINDAN, BALİNA İZLEMEYE EVRİLEN ZAMAN Kaikoura’ya 8 Ocak öğlenden sonra geldim. Burası sırtındaki yüksek dağlarıyla Göcek’i andırıyor desem, Göcek’e göre biraz büyük kaçar. Belki daha çok Antalya-Kemer demek doğru olabilir. Ama Kemer’in aksine; sahili otellere peşkeş çekilmemiş, herkese açık doğal plaj olarak bırakılmış. Oteller, minik boyutlarıyla şehrin içine dağılmış ya da sahil yolunun gerisinde yerleşmişler. Turizmi ülkelerini koruyarak yaptıkları için, seçimleri her yerde böyle olmuş. Bu anlamda doğal yapısı Kemer’i andırsa da mekânı kullanma ve işletme mantığıyla çok farklı. Şehri, okyanus rüzgârlarından koruyan çok önemli bir yarımada var. Üstelik bu yarımada ve de şehrin sırtında boylu boyunca uzanan sıra dağlar, milim milim yükselip duruyormuş. Çünkü Pasifik tektonik plakasının hareketi ülkeyi doğusundan ittirirken, batısından da Hint-Avustralya tektonik plakası baskılıyormuş. Bu ikili baskının sonucu Güney Ada’da yukardan aşağı boylu boyunca uzanan Güney Alp Sıra Dağları meydana gelmiş. Dağların yükselmesi de halen devam ediyormuş. Yine aynı nedenle ülkenin ortasında güneyden kuzeye uzunca bir fay kırığı oluşmuş. Üstünde volkanların patladığı, depremlerin $59 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL olduğu fay hattı. Ne hareketli bir ülke değil mi? Hem sallanıyor hem yükseliyor, bazen de patlıyor! Kaikoura daha çok deniz canlılarının hayatıyla tanınıyor. Herkes buraya özellikle sperm balinalarını görmeye geliyor. Böcek ailesinden olup boyu ıstakozdan biraz daha küçük Cray Fish ve nice deniz ürünü, şehrin lokantalarında bu güzel tatları denemek için gelenlere sunuluyor. Benim geliş nedenim ise balinayı okyanusta görmek ve tabi fotoğraflamak içindi. Bunu görebilmenin iki yolu vardı. Ucuz olanı tekne turuna katılmak, balinayı olası bölgelerde turlayarak aramaktı. Ancak bunun riski bulamamak, yani balinayı göremeden geri dönmek olabiliyormuş. Keyif bu ya gelmez KIYI BALİNACILIĞINDA MAORİ VE gelmez, başka yerde yüzmeye gitmiş olur, PAKEHA İLİŞKİSİ tekne de arar arar bulamazdı. Bu yüzden ikinci, yani daha pahalı olan yolu seçtim. Küçük uçak Kıyı balinacılığı için 1820’lerin sonunda iki adanın da doğu sahillerinde ve Chatnam ya da helikopterlerle balinayı arayan turlardan adasında istasyonlar kurulmuş. İlk kıyı istasyonu “Balinaların tepesindeki kanatlar”37 isimli Marlborough Sound’da eski hükümlü ve fok olanına katıldım. Hiç olmazsa balinayı bulma avcısı Jacky Guard tarafından oluşturulmuş. 1831’de Avustralyalı karısından bir oğlu olmuş. şansı daha yüksekti. Nitekim yaşayan canlılar Bu çocuğun Güney Ada’da doğan ilk Pakeha arasında en büyük beyni taşıyan sperm olduğuna inanılıyor. balinayı, okyanusun ortasında yüzeye çıkmış Maori toplulukları okyanus balinacılığına kıyasla, bir halde bulduk. Bizim küçük uçağımızdan 1830’larda zirve yapan kıyı balinacılığından başka, hiç dinmeyen takırdamalarıyla iki daha çok etkilenmiş. İstasyonlar genellikle Maori köylerine yakın kurulmuş ya da Maoriler helikopter daha uçuyordu hayvanın tepesinde. kurulan istasyonların yakınına taşınmışlar. On sekiz metrelik balina, “Okyanusta bile rahat Çünkü Maori erkekleri Pakeha yanında yok” kabilinden hepimize birden su fışkırtıp çalışmaya başlamış. Sezonda balina avlıyor, sezon dışında da sebze yetiştirmelerine yardım durdu. Uçağımız 700 feet’ten daha fazla ediyorlarmış. Maori kadınları da kıyı avcılarıyla yaklaşamıyordu bereket. Bu, benim gibi yaşayıp evlenmeye başlamışlar. Bu teleobjektifli fotoğraf makinesi olmayanlar için birlikteliklerde bazı ünlü Maori ailelerinin temeli pek güzel çekim imkânı sunmuyor ama olsun, atılmış. Zamanla kıyı balinacılığı, fok avcılığıyla okyanus yine de onun fazla taciz edilmemesi özenli bir balinacılığına göre daha çok yaygınlaşmış. davranıştı. Maoriler Avrupa tarzı ev ve gemi yapımını bir de Sperm balina okyanusta Kaikoura İngilizceyi öğrenmişler. Böylece metal, sebze ve kanyonunu kendine vatan yapmış, her daim giysinin dışında çok daha çeşitli bilgi ve beceri besinini tedarik edebildiği için de bir yere göç girmiş hayatlarına. En önemlisi de topluluklar arası evlilikler olmuş. etmiyor, bu sebeple yerel memeli sayılıyormuş. Balinaya dayalı bu tip topluluklarda Mevsimine göre, göç yolunda izlenebilen değerler ve protokoller Maori’nin düzeninde başka balina çeşitleri de varmış. kalmış. Böylesi karma evlilikler Maori olarak Seksen yıllık balina katliamı ile tanımlanmış. Yerel Maori şefinin ve kabilesinin izniyle bu topluluklar kurulmuş ve varlıklarını balinaların neredeyse soyunu tüketen sürdürebilmişler. kuşakların çocukları, bugün balinaların Maori’yle Pakeha’nın birbirine bağımlı koruyucusu haline gelmiş, bunun turizme bir ilişkisi varmış. Pakeha çok kârlı bir katkısından da iyi para kazanıyorlar. Her yıl endüstrinin hammaddesine ulaşabiliyorken, Maori de karşılığı ödenen emeğe, Avrupa YZ’ye gelen turistin dörtte biri Kaikoura’yı teknolojilerine ve kendisine uygun gördüğü görmeden ülkeden geçip gitmiyormuş. kültüre ulaşabiliyormuş. Üstelik bunu kendi Pilotumuz dönüş yolunda inişe geçmeden kültürel kimliğinden ödün vermeden önce yarımadanın üzerinde turladı. İşte o yapıyormuş. 37 Wings Over the Whales $60 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL zaman bir pençe gibi denize uzanmış yarımadanın suyun yüzeyine birer platform gibi yayılmış duran kayalıklarını gördüm. Dikkatli bakınca da karadaki yürüyüş yolunun izini takip ettim gözlerimle. İçimden yarımadayı bir baştan bir başa yürümek ve pençenin tırnakları gibi uzanmış kalker kayalıkları fotoğraflamak isteği yükseldi. Ertesi gün, müthiş bir rüzgâr eşliğinde, ama güneşli havanın fotoğraf manzaralarını doyurucu kıldığı keyifli bir yürüyüş yaptım yarımadada. Yine her yerde olduğu gibi bilgilendirme levhalarıyla yürüyenin ilgisini her daim üzerinde tutan, insana, çok önemli bir coğrafi oluşumun üzerinde yürüdüğünü hissettiren bir parkur olarak hazırlamışlardı yolu. Biz tarih deyince, insanla başlayan kültürel ve siyasi geçmişi anlarız genelde. Burada bu ezberi bozan bir yaklaşım var. Gezip dolaştığım her yerde, gezegenin doğal tarihinden kendilerine düşen parçayı anlamaya çalışıp anlatma çabası göstermişler. Milyonlarca yıl geriye gidip nasıl bir değişim sonucu ülke topraklarının bu hale geldiğini anlatırken, kuş yollarından deniz canlılarına, ormanlardan kara canlılarına uzanan tutku dolu bir hikâyeyi naklediyorlar. Bu noktada, “doğa tarihi müzesi”nde bunları zaten öğrenmek mümkün diye düşünülebilir. Bense, bir müze binasını gezmekle, ülkeyi açık hava müzesi gibi kullanma arasındaki farkı vurgulamaya çalışıyorum. Yarımada bir zamanlar adaymış. Milyonlarca yıllık zaman dilimlerinde iki önemli yer kabuğu plakasının sıkıştırıp yükselttiği bu ülkede en hızla yükselen dağlar Kaikoura’dakilermiş: yılda 10 mm. Yükseldikçe erozyonla kopan kaya parçacıkları adayla ana kara arasında kalan okyanus parçasını doldurmuş ve oluşum bugünkü şeklini almış. Ada, olmuş yarımada! Kaikoura’nın deniz canlılarının evi ya da gözdesi olması tamamen bolluk bereketle ilgili. Bunu sağlayan yine yer kabuğunun durumu. 3.000 metrelik çok ciddi derinlikteki bir uçurumun kolu okyanusun içinden bizim yarımadanın yakınına kadar kanyon şeklinde uzanıyormuş. Böylesi derin suların kıyı ile karşılaştığı yerlerde, derinden yüzeye çıkan bir besin zinciri söz konusuymuş. Planktonlardan başlayıp en büyük memeliye yani balinaya varan bir zincirden bahsediyorum. Fok da burada, yunus da, minik boy mavi penguenler bile burada. Envai çeşit deniz kuşu beslenip yavrulamak ve yavrularını besleyip büyütmek için yılın uzun bir zamanını burada geçiriyormuş. Vaktiyle yarımadanın üzeri ormanlarla kaplıymış Maoriler kabileler halinde yaşamaya başlamadan önce, tarihçilerin “Maori sömürge dönemi” dedikleri görece kısa süren ama tüketici ve yok edici dönemde bu ormanlar yok olmuş. Bugün okyanusun ormanla buluşmasını ne yazık ki göremiyoruz. O ormanda yaşayan onlarca değişik tür de yok olup gitmiş. Ormanın koruyuculuğu olmadan, tuzlu suyla harmanlanmış sert rüzgârda yaşamlarını sürdürebilmeleri de olası değildi zaten. Kaikoura; doğal oluşumları, deniz hayvanlarının yaşamları ve yediğim birbirinden nefis deniz ürünleriyle kalbimde yerini alacaktı, ta ki giderayak otelde çınlayan yangın alarmını duyana kadar. Bavulumu hazırlamış duşa girecektim ki odanın içindeki hoparlörden, acilen oteli boşaltmamız tekrarlanıp durmaya başladı. Artık bana yangın demesinler ne olur! Odadan çıktığımda alarmın bir duman nedeniyle öttüğünü, ortada yanan bir şey olmadığını anlatıyordu otelin sahibi. Ama bu açıklama kalbimin çarpıntısına uzun bir süre ilaç olamadı. Çareyi Rescue Remmedy38 içmekte buldum. 38 Rescue Remmedy: çeşitli bitkilerden yapılmış, stres duygusunu yatıştırıcı bir damla. Homeopatik ilaç. $61 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL DAMGASINI VURMUŞ BİR İNGİLİZ ETKİSİ Christchurch’e gelmeden önce internetten Hotel SO adında bir otelde yer ayırtmıştım. 69 YZ dolarından başlayan odaları olduğunu söylüyordu ki iki kişilik oda fiyatı olarak şimdiye kadar böylesi bir rakamla karşılaşmamıştım. Ama herkesin bildiği gibi ilan edilen bu başlangıç fiyatları hiç karşımıza çıkmaz! Yine de 94 dolarlık bir odada kalmayı becerdim. Otel fiyatı olarak bu bile ucuzdu. Şehrin merkezinde bir otel seçmemin nedeni, Christchurch’ün yürüyerek gezilecek şekilde planlanmış olmasıydı. Öğlenden sonra otelime giriş yaptığımda şaşırtıcı mimarisiyle odama hayran kalıp epey vakit geçirdim içeride. Odam 3,80 m x 2,5 m yani toplam 9,5 metrekareydi. Bu büyüklük içinde sunulan imkânlar takdire şayandı. Odanın içinde, buzlu camdan bir bölme olarak duşlu tuvalet vardı. Kendi içinde de duş bölümü, tuvaletle lavabonun bulunduğu bölümünden sürme cam kapısıyla ayrılmıştı. Kapladığı alan yaklaşık bir metre kareydi. Yarıçapı bir metrelik dairenin sadece üçte biri gibi bir alanı düşünün. İşte banyonun görüntüsü bu. Konforun ve zarafetin bu kadar küçük alanda başarıldığını o ana kadar görmemiştim. Odaya; mini buzdolabından, çay-kahve yapma takımına, ütü masasıyla ütüden, internetli çalışma köşesine kadar her şeyi yerleştirmeyi becermişlerdi. Belki de ülkeye geldiğimden beri ilk kez modern mimarinin tasarımıyla karşılaştığım için şaşkındım. O ana kadar seçimlerim hep ahşap binalar ve yerel mimari üzerine olmuştu. Canterbury bölgesinin başşehri Christchurch, yeniyle eski mimarinin bir arada görülebileceği büyük şehirlerden biri. Hatta Güney Ada’nın en kalabalık şehri. Adından da anlaşılacağı üzere bariz bir İngiliz etkisi var şehirde. Kendimi Harry Potter filmlerinden birine gitmiş gibi hissettim dolaşmaya başladığımda. Gotik mimarinin üzerine modern şehrin bütün çekici unsurları eklemlenmiş, ama nasıl yapıyorlarsa rahatsız edici boyutta ve konumda olmuyor oluşturdukları bu eklektik yapı. 1850 yıllarında toprak sahibi soylu İngilizler, geniş ve verimli Canterbury ovasında tarım yapmak üzere Maorilerden satın aldıkları 1210 kilometre karelik alanda (İngiltere’deki) Anglikan Kilisesine bağlı bir eyalet oluşturmuşlar. Bölge sonraları farklı kültürlerden yerleşimciler geldikçe geleneksel muhafazakâr İngiliz yapısını kaybetmeye başlamış ama yine de bir Auckland ya da Wellington ile karşılaştırıldığında çok kültürlülüğe daha yavaş açıldığı söyleniyor. Şehrin ortasından geçen Avon Nehri’nin iki yakası nefis bitkilerle bezenmiş yeşil alan olarak düzenlenmiş. Nehir, bir ara 300 dönüme yayılmış botanik bahçesine giriyor, dolana dolana akıp devam edip gidiyor. İşte bu nehrin üzerinde gondol benzeri teknelerle gezinti yapmak, şehrin mutlaka yapılması gereken etkinliği olarak biliniyor. Botanik bahçesi girişindeki teknelerin kalkış durağına gidip “Punting on the Avon” etkinliği için başvurdum. Mekân 1800’lere dair klasik tekne barınağı dekorasyonuyla dikkat çekiciydi. Birbirinden yakışıklı gondolcular kıyafetleriyle göz alıcıydılar. Beni hemen beş dakika sonra kalkacak teknenin önceden yer ayırtmış dört kişilik grubuna eklediler. Ancak saat gelip de grup ortada gözükmeyince gondolcuyla baş başa yaptım geziyi. Yarım saat süren gezi boyunca bütün ilgi $62 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL ve alâka üzerimdeydi ve tabi ki ben bundan hiç şikâyetçi değildim. Tekne inişi, hazır botanik bahçesindeyken, başladım bahçeyi gezmeye. Bu geziye dair günlük kaydımdan naklediyorum: Ayaklarım beni çiçeklerden ziyade dev ağaçların bölgesine götürdü. Her birinin ama özellikle red wood39 cinsinin, heykelsi gövdelerinin etrafında inanmaz gözlerle defalarca döndüm. Red wood’un zemine çok yakın başlayan, her biri bir ağaç gövdesi kalınlığında, çok uzun ve yere paralel giden kolları vardı. Bu kollar uçlara doğru dallanıp budaklanarak bir ağaç haline geliyordu, yani tek bir ağacın kendi üzerinde birkaç ağaç taşıması gibi ilginç bir görüntüsü vardı. Bunların detaylı fotoğraflarını çekip gölge alanlarının büyüklüğü karşısında şaşarak dolanırken, başka bir ağacın altında bir adamla selamlaştık, sonra farklı yollardan giderek aynı heykelin önünde buluştuk. Heykel bir havuzun içinde, bronz olduğunu tahmin ettiğim metal çubuklarla birbirinden uzak üçayaklı olarak yerleştirilmişti. Havuza ayrıca, yarı beline kadar suyun içinde bir figür, kollarını açmış uzaktan heykele bakar bir şekilde yerleştirilmişti. Suyun gücü kullanılarak, ayaklardan birinin ucunda asılı beş adet maske çevrilip duruyordu. Adam, maskelerin bizleri temsil ettiğini, yani insan denen yaratığın maskeleri olduğu gibi bir felsefi yaklaşımla konuşmayı başlattı. “Acaba hangisi gerçek?” dedi. Bense “Acaba enstalâsyona dair bir açıklama var mı?” diyerek havuzun etrafında dönmeye başladım. O, benim bu arayışıma güldü. “Hissettiğimi söyledim,” dedi. Ben hâlâ havuzun etrafında dönüyor, bir yandan fotoğraf çekerken diğer yandan sanatçının ya da heykelin ismini arıyordum. Sonunda levhayı buldum. Heykeltıraş: Sam Mohan ve eserin adı “Pişmanlık”40. Adam halen havuzun buluştuğumuz noktasında kalmış, bir defter çıkarmış bir şeyler yazıyordu. Karşı yakadan ona el sallayıp iyi günler diledim ve herkes kendi yoluna gitti. Bir müddet sonra bordo yapraklı dev bir ağacın altında yeniden karşılaştık. “Çok güzel,” dedim, o ise, “Anlatmak mümkün değil, sadece hissediliyor,” dedi. Ben de “Kelimeler kifayetsiz,” anlamında bir şeyler söyledim. Yine ayrıldık. Biraz önce gözüme çarpmış olan çok yaşlı okaliptüsün peşine düşüp sonra gül bahçesiyle cam serayı gezdim. Saat 16 olmuştu, binalar kapanıyor ama bahçe gün batım saatine kadar gezilebiliyordu. Oysa ayaklarımla bacaklarım bana “buraya kadar” diyordu…yorulmuştum. Su içme musluğunda su içtikten sonra parkın çıkış kapısına gittim ki kapının önüne doğru ilerleyen aynı adamı gördüm. “Bitti mi?” dedi. Şehir merkezine doğru beraber yürümeye başladık. “Tatilde misin?” diye sordu. “Evet,” dedim. O, SUBUD kongresi için gelmiş. Ruhsal çalışmaların yapıldığı, 2.000 kişinin katıldığı dünya çapında bir toplantıymış bu. Dört yılda bir yapılıyormuş bu büyük toplaşma. Boynunda kongrede dağıtılan çanta asılıydı, bana gösterdi. Derneğin sembolü, içten dışa büyüyen yedi çemberin pasta bölünür gibi yedi eşit parçaya bölünmüş haliydi. En dıştan en içe kadar arındıkça özle birleşip uyum içinde yaşıyormuşsun. 7 x 7 = 49 da bütün oluşun göstergesiymiş. Son derece sakin ve sessiz konuşmasıyla bunları bana anlatıyordu. Nereli olduğunu sordum. Hollanda’danmış. İsmimi söyledim ve Türkiye’den geldim dedim. Onun ismi de Johannes’miş. Ben ne kadar somutluk peşindeysem, o da o kadar ruhsal zeminde kalıyordu. Bana ağaçlarla ne hissettiğimi sordu… Benim de metafizikle ilgilendiğimi duyunca, şu anda ne yaptığımı sordu. Dikkatimi çekti, mesleğimi, işimi gücümü filan hiç merak etmiyordu. 39 Sequoia dendron [sequoia pigantea] Ana vatanı Californiya olarak belirtilmiş. 40 Regret $63 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Kongreye katılan az sayıda Türk de varmış. “Türklerle ilişki zor oluyor,” dedi. “Değişik fikri/hissi kabul etmiyorlar, hele kadın erkek bir arada oluyorsa daha da zor oluyor her şey,” dedi. Tam anlayamadım ne anlatmak istiyordu. İkimizin de İngilizcesi zayıftı. Üstelik onun güçsüz sesi şehrin gürültüsü arasında kaybolup gidiyordu, yine de bana –parktan beriçok hassas olduğu kavramları; “duygularla hisler”41 arasındaki farkı anlatmaya çalışıp duruyordu: “Duygusal davranışın içine, geçmişte yaşadıklarımızdan yaptığımız çıkarımlar, yorumlar giriyor. Egonun bize oynadığı oyunlar yani. Hâlbuki hisler, özümüzden gelen bilgi, içimizin sesidir. Egonun sesi o kadar yüksek ki iç ses olarak gelen hissin sesi kısık kalıyor. O yüzden yüksek olana kapılıp tepkilerimizi veriyoruz.” Onun sürekli olarak “kendisinin nasıl hissettiğini kontrol ederek” yaşadığı izlenimi edindim. Çok sakin ve huzurlu bir görüntüsü olan iri kıyım bir adamdı. Kongrede, kişinin dışındaki dünyada ne olursa olsun, içinde huzurla yaşaması yolunda çalışmalar yapıyorlarmış. Dünyanın yarısı savaşırken, onlar toplu meditasyonlarla olumlu enerjilerini yayarak iki hafta sürecek çalışmalara katılmak üzere bir araya gelmişler. “Hollanda’dan buraya gelmek pahalı ama amaç güzel,” dedi. Sonra meditasyon zamanım geldi diyerek veda edip gitti. Ne bir telefon ne de başka bir bilgi istedi ya da verdi. Sadece “Belki yine karşılaşırız,” dedi. “Kim bilebilir?” diye cevap verdim. O sessiz konuşmasının arasında Hollanda’dan kalkıp gelmesinin sonuçlarından birisinin de beni tanımak olduğunu söyledi. Düşünüyorum da bu karşılaşma da ilginç! Üç yüz dönümlük bahçede git ruhsal konularla ilgilenen biriyle karşılaş tanış. Defalarca başka yönlere dağıl ve sonra yine yolun kesişsin. Adam hemen SUBUD ne yapar ne eder anlatsın… Duymam gereken mesajlar onun ağzından geldi herhalde. Ertesi gün, yani son günümde tramvayda gidiyordum ki Johannes’i kaldırımda yürürken gördüm. Bu kez yolumuz kesişmedi, alış-veriş misyonumuz tamamlanmıştı herhalde. “Duygusal drama” kraliçesine “hislerini” dinlemesi söylenmişti muhtemelen onun ağzından… Christchurch’deki son günümü yoğun bir programla yaşadım. 12 Ocak 2010 günlük kaydım şöyle: Sabah 9.00’da Greyline otobüsü beni otelimden aldı, şehir turu ardından Antarktika Merkezi’ne götürdü. Turun tek katılımcısı benmişim. Antarktika Merkezi, müze gibi bilgi Böylece tur, aynen Avon nehrindeki gondol verme ve sergileme işlevi dışında gezisinde olduğu gibi bana özel tur haline dönüştü. aynı zamanda Uluslararası bir Lyod isimli şoförüm, beni memnun edecek şekilde araştırma merkezi de. YZ’den başka turda ufak değişiklikler yaptı. Ben de tamamen bana ABD ve İtalya’nın da kıtada yürüttükleri programlar bu ait zamanı istediğim gibi kullanarak bol bol merkezden yönetiliyor. Çünkü YZ, fotoğraf çektim. Hava rüzgârlı ve serin ama dünyada Şili’den sonra Antarktika’ya çoğunlukla güneşliydi. Turun en hoş durağı, Mona en yakın ikinci ülke konumunda Vale’nin bahçesinde bulunan göletlerdeki gonca (1304 km) bulunuyor. nilüferlerdi. Sonra Lyod beni Antarktika’ya bıraktı! Anladım ki Antarktika her Yeni Zelandalının 41 Emotions, Feelings $64 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL hayatında, bize göre çok daha anlamlı bir yer tutuyor. Çünkü aynı dokumadan oldukları bir yerde olanı BİTKİ VE HAYVAN ÂLEMİ biteni merak ediyorlar. Oradaki en şirin yaratıklar mavi penguenlerdi. Otuz Süper Kıta’dan ayrılma 80 milyon yıl önce gerçekleştiğinde, YZ diye beş santimlik küçücük boylarıyla hepsi birer şirinlik bildiğimiz toprakların üzerinde muskasıydı adeta. Beslenme zamanlarında onları cam dünyanın başka hiçbir yerinde arkasından izlemek en az çocuklar kadar beni de bulunmayacak bitki ve hayvanlar çıldırtmıştı. Paytak paytak yürüyerek havuz kenarında türemiş. Bugün ülkede zehirli ve tehlikeli bir hayvan bulunmuyor. oturan bakıcı kadının yanına yaklaşıp elinden küçük Uçamayan büyük kuşları, kertenkele balıkları kapmaları görülecek şeydi. çeşitleri, dev çekirge, dev sümüklü Aslında penguen konusu merkezin sembolü halinde böcek, dağ papağanları yanında, işlenmiş. İlgi çekici bir hayvan olmasından istifade çeşit çeşit fokları, yunusları ve balinalarıyla deniz yaşamı da çok edilerek bütün tanıtım ve pazarlama penguen canlı bir ülke. Maoriyle başlayan üzerinden yapılmış desem abartılı olmaz. Ben de bu insan etkisi son 1000 yılda pek çok tuzağa düşüp penguenli hediyelikler ve meşhur canlının türünü tüketmiş ama belgesel “İmparatorun yolculuğu”nu satın aldım.42 1980’lerden sonra yükselen çevre bilinci sonucu türü tükenmeye yüz Merkezin “dijital seyir noktası”nda kıtanın oluşumu tutmuş nice canlıyı koruyup izlenebiliyordu, ama daha güzeli sinema salonunda çoğaltmayı becermişler. izlediğim filmdi. Filmden, Antarktika’nın tamamen buzla kaplı olmadığını, yani üzeri buzsuz kaya dağları olduğunu da öğrendim. Bilim adamlarının o bölgelerden çıkardıkları fosillerden bir zamanlar orada da bitki ve hayvanların yaşadığı anlaşılmış. Fosillerin izini sürerek büyük birleşik bir kıta olduğu zamanları öğrenmişler. Antarktika, Güney Amerika, Afrika, Hindistan ve Avustralya milyonlarca yıl önce süper kıta “Gondwana” olarak bir aradaymışlar. Süper kıtanın bölünme aşamalarında Yeni Zelanda önceleri Avustralya ile bütünleşik kalmış, süper kıtadan kopuşu en son gerçekleşmiş ve üzerindeki bitkilerle hayvanların evrimi, önceden kopmuş diğer parçaların hiç birinde görülmeyen biçimlerde oluşmuş. Bugün YZ hâlâ kuzey ucundan ekvatora doğru yılda üç santim yaklaşmaktaymış. Yani buradan, kıtaların hareketinin henüz bitmemiş olduğunu anlıyoruz! Merkezde, kutup şartlarını deneyimlemek isteyenler için çeşitli mekânlar oluşturmuşlar. Merak ediyorsanız eğer, -18 derece soğuklukta 40 kilometrelik fırtına etkisi oluşturdukları buzlu, karlı salonlara girebiliyorsunuz. Daha ziyade öğrenci gruplarının ziyareti için, kutupta yaşama dair çok bilgilendirici deneyimler hazırlanmış. Ben de merkezin bahçesindeki alanda oluşturulmuş Hagglund aracıyla bir deneyim yaşadım. İsveç’in ordusu için yaptığı özel tasarım paletli iki kısa kabinli bir araç bu. Karda, buzda, çamurda, çok dik yerlerde iniş ve çıkışta özgürce yol alınabilen bir araç. Kutuplarda da kullanılıyormuş. Merkezin bahçesinde böyle bir parkur oluşturmuşlar. Tırmanılıyor, iniliyor, göletlere giriliyor, çamurlara dalınıyor, devrilmiş kalın gövdeli ağaçların üzerinden geçiliyor filan… Araca iki kabinde toplam 16 kişi binebiliyor. İnsanlar böyle heyecanlara bayılıyor, çığlık çığlığa geçen araç deneyimi sonrası midesi alt üst olanlar için de özel bir şefkat köşesi var mıydı bilmiyorum. Bir gün kutuplara yolculuk yaparsam bineceğim araç için hazırlık yapmıştım işte… Artık şehre dönebilirdim. 42 March of the Penguins – Yönetmen Luc Jacquet 2004 yapımı $65 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL DOĞU KIYISINDAN BATI KIYISINA GEÇİŞ Doğudan batıya yol yapılması, Tren yolculukları bana hep çekici gelmiştir. 1865’de batıda bulunan altın madeni Etrafı geniş açıyla izleyebilmek kadar, içinde rahatça nedeniyle gündeme gelmiş ilk önce. Tarihi Maori geçiş yolları rehber dolaşabilmek de yolculuğu konforlu kılıyor benim olmuş, karayolunun dağları aşıp için. YZ’de de hep tren yolculuğu yapmak istemiştim geçebilmesine. Daha sonra kömür ve ama ülkenin demiryolları bizdeki gibi fazla sayıda ve kereste ticareti de başlayınca uzunlukta değil. Ancak bir tanesi var ki o çok özel. taşımacılık ihtiyacı nedeniyle demiryolunu da yapmışlar. Tranz Alpine olarak biliniyor. Kelimenin “Trans” Demiryolundaki 8 kilometrelik tünelin değil de “Tranz” yazılması tamamen Yeni Zelandaca ucunda ışığı görmek, on uzun yılı bir yaklaşım! almış o zamanın teknolojisiyle. İlk Tranz Alpine dünyanın altı önemli tren trenin geçebilecek hale gelmesi için ise beş yıl daha beklemişler. yolculuğundan biri sayılıyormuş. Tren ülkeyi enine (1908-1923) katediyor. Yani Güney Ada’nın doğu kıyısından batı kıyısına geçiliyor bu dört buçuk saatlik yolculukta. En güzel yanı da Güney Alp sıradağlarının arasından geçmesi. Toplam uzunluğu 235 km olan demiryolu yolculuğunda 16 adet tünel geçmişiz, köprü ve viyadük sayısını hatırlamıyorum bile. Ama Güney yarımkürenin en uzun tünelini geçmişim: 8 km. Bu biraz klostrofobik bir durum tabi. Trene alternatif olarak karayolu da mevcut. Korkuları olanlar ya da daha çabuk gitmek isteyenler onu kullanıyorlarmış. Trenin tünelle geçtiği bu mesafeyi karayolu, Otira kanyonu içinden geçerek katediyormuş. O kanyonu görmeden buralardan geçmek yazık olur diye bir yorum okumuştum internette. Artık bir dahaki gelişimde görürüm o kanyonu ben de, ne yapayım... Christchurch istasyonundan kalkan trenimiz batı sahilindeki Greymouth istasyonunda yolculuğu bitirecekti ve ben yönümü güneye doğru çevirmeden önce orada bir gece kalacaktım. Yolculuğumuz güneşin ara sıra çıktığı, çoğunlukla bulutlu bir havada geçti. Trende fotoğraf ve video çekimleri için hazırlanmış açık hava vagonu bulunuyordu ama her daim çok kalabalıktı ve hızın yarattığı rüzgâr nedeniyle soğuk olduğu kadar, sallantıdan da pek rahat çekim yapılamıyordu. Dolayısıyla kendi vagonumdan çekim yapmaya niyetlendim ama trenin camları güneş azaltıcı bir filmle kaplandığı için camda kendi yansımamı gördüm sürekli. Doğal güzelliklerin de bir sağda bir solda olması ayrı bir koşturma gerektiriyordu. İlk dakikalarda epey bir debelendikten sonra iyi fotoğraf çekemeyeceğimi kabullendim ve rahat rahat oturup etrafı izlemeye başladım. Sıradağların güneydoğu eteklerinden kuzeybatı eteklerine geçiş Arthur’s Pass isimli geçitle gerçekleşiyor. Tren 737 metre irtifalı bu bölgede duruyor ve yürüyüşçüler, dağlarda kolaylı zorlu olarak hazırlanmış pek çok parkurda yürümek üzere trenden iniyorlar. Milli park olan bu bölgede yürüyüşçüler için konaklama kamplarıyla, görece lüks oteller bulunuyor. Bir zamanlar tünel işçilerinin evleri şimdi tatilciler için konaklama kulübeleri olmuş. Ülkenin üç tip ormanından soğuk, kurak, yüksek ve verimsiz topraklarda büyüyebilen Beech ormanlarıyla nehirlerin vadi yataklarını gördük sıradağları aşmadan önce. Çünkü $66 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL dağlar batının yağışlı ve nemli havasını kesip doğu tarafı kurak ve soğuk bırakıyormuş. Bu arada 2.000 metrenin üzerinde tam on altı zirvesi olan sıradağların karlı tepelerini izliyorduk fonda. Arthur’un geçidini geçtikten, yani 8 kilometrelik Otira Tüneli’nden sonra dağların batı eteklerine indikçe iklim ve bitki örtüsü başkalaştı. Greymouth’a varmadan önce kıyısından geçtiğimiz Brunner gölünü pek sevdim, nedendir bilmem birden içim ısındı ona. İşte böyle zamanlarda toplu taşımacılıkla seyahat etmenin, sevip beğendiğim yerlerde durup vakit geçirmeye imkân tanımamasına üzülüyorum. Sabah erken Christchurch’den kalkan trenimiz öğleni az geçmiştik ki batı sahilinin en büyük şehri diye anılan Greymouth istasyonuna girdi. Hava batı sahilde çoğunlukla olduğu üzere gri, bulutlu, yağmaya ramak kalmış bir haldeydi. Şehir, Grey Nehrinin Tasman Denizi’ne döküldüğü ağızda kurulduğundan bu ismi almış belli ki. Gri havaları sevmem, gri suları da. Burada her ikisi de vardı. Şehir bir zamanlar altın ve kömür madeninin çıkarıldığı yer olması nedeniyle büyük bir nüfusa ulaşmış. Onun dışında çekiciliği yok. Şöyle bir merkezinde dolandım önce, epey sel afeti yaşadıktan sonra seli önlemesi için inşa ettikleri çirkin yüksek duvarı gördüm sonra. Kendime bir saç boyası alıp Revingtons Oteli’ndeki odama döndüm yapacak başka bir şey bulamadan. Saçımı kendim boyama âdetim yoktu bu ülkeye gelene kadar. İlk olarak Kerikeri’de kaldığımda denemiştim, fena olmamıştı. Bu kez, boyalı olarak geçirdiğim vakti hayli azaltacağını iddia eden bir markaya rastladım markette. On dakika sonra saçınızı yıkayabilirsiniz diyordu kutuda. “Kuaförlerde en az kırk dakika bekleyen boya nasıl on dakikada beyazları kapatır, ben 15 dakika tutayım” diye kendimce yorum yaptım. Üstelik, fazla beklenirse koyulaşacağı uyarısına rağmen, yaptım! Böylece Greymouth’u siyah saçlı bir kadına dönüştüğüm yer olarak anılarıma geçirmiş oldum. Üstümde 1960’lara dair siyah beyaz bir film karesi etkisi bırakan Greymouth’dan ertesi gün ayrılıp sahilden güneye doğru inmeye başladım. İlk durak Hokitika. YEŞİL TAŞIN43 SIRRI Tasman Denizi’ne dökülen nehirlerden birinin ağzına kurulmuşluğuyla, aynen Greymouth’un özelliklerine sahip gibi dursa da Hokitika’nın ondan farklı bir çekiciliği vardı. Belki de geldiğim gün havanın gri değil de güneşli olması benim için her şeyi değiştirmişti! Otele yerleştikten sonra ilk olarak turizm danışmaya gittim. Oradaki genç kızın yardımıyla bir sonraki durak Fox Glacier’deki otelimle, buzul yürüyüşü turuna yer ayırttım. Hatta sonraki durak Haast’da kalacağım otelin bile işlemini yaptırttım. Kız ayrıca, buzullarla Cook Dağı üzerinde yapılacak ertesi günkü uçuş için bekleme sırasına aldı beni. Eğer uçakta yer açılırsa telefonla haber verecekti. Sonra okyanus kıyısındaki otelime dönüp gün batım saatine kadar barda peynir eşliğinde şarap içip günlüğümü yazdım. Vakit gelince de günbatımını izlemek ve fotoğraf çekmek için kumsala indim. Kıyı insan doluydu. Bir de okyanusun kıyıya taşıdığı envai çeşit şekil ve boyda ağaç parçaları vardı kumsalda. Nehirlerin denize döküldüğü yerlere kurulan şehirlerin kumsalları böylesi ağaç parçalarıyla dolu oluyor. Nehre düşenler okyanusa taşınıyor, o da geleni gerisin geriye, dalgalarının yardımıyla karaya iade ediyordu belli ki. 43 Greenstone ya da Nephrite Jade veya Pounamu $67 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Güneşin bir tepsi gibi suya inerken saçtığı o sıcak renkler, dalgaların kıyıya yaklaşırken kırıldığı noktalarda ve kıyı boyunca yer alan kumsal bitkilerinde yansıyordu. Çektiğim fotoğraflar yetersiz kaldı, bir de dalga sesleriyle olsun diye video çekimi bile yaptım. Kıyıda; yeşil mor baklava desenli kumaşıyla, aynen yuvarlak hatlı bir salon koltuğu görünümünde bir heykel vardı. Uzaktan ilk bakışta taştan olduğu anlaşılmıyordu, yanına gidince gördüm, önüne çakılmış levhayı. Her akşam günbatımını izlemeye gelen annebabaları anısına, çocukları yaptırmış o koltuğu. Günbatımı ayininin ardından odama dönüp çektiğim fotoğrafları bilgisayarıma yüklerken, uçak biletimi aldığım acenteye bir gün önce yolladığım e-postanın cevabı geldi. Evet, biletimin dönüş tarihini değiştirmeye, ülkede kalışımı vizemin son gününe kadar uzatmaya karar vermiştim sonunda. Bileti değiştirme farkını ödemek üzere karşılıklı yazıştık acenteyle ve tarihi 1 Mart 2010 olarak değiştirdik. Yangının tam birinci yıl dönümünde ülkeye geri dönecektim! *** YZ’de çıkarılıp işlenen en önemli taşlardan olan yeşil taşın ana vatanı Hokitika sayıldığı için, ertesi sabah galerileri gezmeye başladım. Bir galeriden bir diğerine YEŞİL TAŞ geçerek yaptığım gezide, bir müddet sonra artık bütün taş kolyeler aynı gelmeye başladılar bana. Sonunda hiç Nephrite jade (pounamu), umulmadık, kıyıda köşede kalmış, kimsenin uğramadığı yereldeki ismiyle yeşil taş; sert, opak ve zümrüt yeşilidir. Alp fay “Heritage Jade” dükkânında kendi kolyemi buldum. İki hattındaki yoğun ısı ve basınç tane arasında seçim yapamazken, birden bunun birinin altında şekillenen yeşil taş ablam için olduğu hissi geldi içime. Twist modeliydi bazaltları, dağlarda aşınarak en seçtiğim ve o model değerli ilişkiler için verilirmiş sonunda batı sahilin nehirlerine gelirler. Yeşil taşın Maoriler için armağan olarak. ruhsal anlamı büyüktür. Avrupa Bundan sonrasını günlük kaydımdan devam sömürge döneminden çok önce, edeceğim: Maori kabilelerinde değerli taşı Rex Scott’un galerisinden çok etkilendim, adam arayıp bulmak bir görev olarak verilirdi. Çünkü bu taş, yiyecek şair ve filozofmuş aynı zamanda. Dün dükkânı kapalı ya da diğer ihtiyaçlar için başka olduğu için vitrindeki şiir ve yazılarından bazılarının kabilelerle yapılan değiş tokuşta fotoğrafını çekmiştim. Bugün, galerinin iç bölümlerinde kullanılırdı. hazırlanmış karanlık bir odada; salam gibi ince kesilmiş Kişisel süs eşyası, el aletleri ya da silah yapmak için Maorilerin yeşil taşın arkadan ışık verilmiş suretiyle karşılaştım. bildiği en sert malzeme yeşil taş Yaradan’la karşı karşıya kalmışlık hissi bu olsa gerek! Bu idi. kadar güzellik hep onda var çünkü. Bu kadar güzel olan 1997’de Batı sahilin yeşil taş hep “O” oluyor çünkü. kaynaklarının mülkiyeti Güney *** Bu arada bir arkadaşımla yazışmamızda, geleceğe dair doğum haritası okuyan bir astrologun bilgisini aldım. New York’ta yaşayan astrologla -randevu alınmaksuretiyle bir saatlik telefon bağlantısı yapılabiliyormuş. Önceden gönderilen doğuma dair bilgilerle geleceğe dair soruların üzerinde çalışan astrolog, çıkardığı doğum haritası üzerinden hem kişinin karakterinin gezegenlerden aldığı etkileri dillendiriyor hem de geleceğe dair sorulmuş Ada Ngai Tahu kabilesine iade edildi. Bu iadesi yapılan hak, 1840 yılında imzalanan YZ’nin resmi kuruluş belgesi olan Waitangi Anlaşmasının bir parçasıydı aslında. Hükümet, kaynaklara 150 yıldır haksız yere el koymuş olmaktan dolayı Maorilere tazminat ödedi. $68 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL sorular için uygun göksel zamanlardan bahsediyormuş. Ben de yeni bir yaşam kurma aşamasında böyle bir bilginin ilginç olacağını düşündüm. Günlük kaydımdan devam ediyorum: Geleceği nerede, ne şekilde kurmak! Şimdi bütün mesele buymuş sanki. Hâlbuki yaşanan her an, bir önceki anın gelecek dediği değil midir? O zaman kurmaya çalıştığım nedir? Hayat nasıl yaşanmalı? Soru bu. Ben ne yapmak üzere geldim bu dünyaya? Soru bu. Yazmak istiyorum. Yazdıklarım kitap haline gelsin istiyorum. İnsanlarla paylaşayım istiyorum. İlham kaynağı olacak şekilde yaşamak istiyorum. Bu isteklerim benim yolumsa eğer, zaten gayet güzel bir şekilde bu yolda gideceğim demektir. Belki; biraz orada, biraz burada yaşayarak, tek bir yere ait olmayan bir yolculuğa dönüştü benimki. Bazen bir noktada üç ay kalabilir, bazen de sadece üç gün yaşayabilirim. Bunları yazmak istiyorum. Alışılmış yaşam tarzlarından farklı yaşayanın deneyimlerini yazmak istiyorum. Yaşadıklarım başkaları için hareket noktası olabilir ya da sadece okuyarak kendilerini iyi hissetmelerini sağlayabilir. Sanat böyle bir şey zaten… Bugün gezdiğim bütün galerilerdeki sanatçılar bana bunu hissettirdiler. İşte tam da bu noktada iş gelip o muhteşem tasarıma dayanıyor. Bütün sanatçıların arka planındaki gerçek sanatçıyla karşılaşıyorsun. Benim de özümle bağlantılı elim, yüreğimin sesi olarak yazdıklarım var ve olmaya devam edecek. O gece yine günbatımı zamanında sahilde yürüyerek kumsalın burun yaptığı yere kadar gittim. İzlenimlerimi ertesi gün yazdığım günlük kaydımdan aktarıyorum: Dün akşamki günbatımı inanılmaz bir gösteriydi. Gökyüzünün renklerinin bir kutlama yaptıkları hissi uyandı bende. Tasarım, yaratılan güzelliklerin sevincini yaşıyordu sanki. Buna tanıklık etmeye gelenleri de partisinin en eğlenen kişileri yaptı dün akşam. Tam bir saat sürüyor bu parti. Güneşin okyanusa en yakınlaştığı zamandan başlayıp suya girişi ve ardında başlayan gökyüzü boyamaları… Bazıları sadece güneşin gidişini görmeyi seçiyor. Ama benim gibiler, sonrasının renkleriyle ilgilenenler, partiden en son ayrılanlar oluyor her zaman. Hokitika’daki son sabahımda Jade Factory isimli şehrin en büyük yeşil taş işleyen merkezinde bir tura katıldım. İşletmede yedi adet taş oymacısı çalışıyormuş. Adam başı günde otuz ürün üretebiliyorlarmış. Her oymacının üzerinde çalıştığı kendine özel bir modeli varmış. Hep aynı modeli çalıştığı için elinin hızı artıyormuş, eğer farklı model çalışsa eli yavaşlar ve günde otuz ürün çıkaramazmış. Her bir ustanın başında durduk, kendi modelinde taşı oymasını izledik. Hokitika’dan kalkan uçakların buzullar üzerinde uçanında yer bulamadığım için bu keyfi yaşamayı sonraki duraklara bırakarak şehirden ayrıldım. BUZULDA YÜRÜMEK Altı numaralı karayolundan yine otobüsle güneye doğru yolculuk yapıyorum. Yol buralarda sahilden biraz uzaklaşarak iç bölgeye kaymış durumda, çünkü sahil bandı Tasman $69 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Denizi’ne dökülen nehirlerin lagün şeklini almış ağızlarıyla kaplı. Yol fazla geniş değil, gidiş geliş olarak iki şeritli. Yağmur ormanları bölgesinin yeşilliğinde ilerlerken sık sık denize doğru yol alan nehirlerin üzerinden köprülerle geçiyoruz. Bu nehirler bölgedeki irili ufaklı altmış adet buzulun sularını taşıyor, renkleri genelde gri. Köprülere geldiğimizde yol sadece bir şeride düşüyor. Sonuçta koskoca Güney Ada’da yaşayan insan sayısı 800.000, yani trafiği fazla olan bir yer değil. Lakin üzerine köprü inşa edilecek nehir sayısı çok. Hâl böyle olunca yatırımda savurganlıktan kaçınmışlar. Girişlerde hangi tarafın yol vermesi gerektiği levha ile gösterilmiş, böylece köprüde keçileşme yaşanmıyor! Altmış buzul içinde iki tanesi ciddi büyük ve turistik. UNESCO tarafından da dünya mirası olarak kabul edilmiş. Yolumun üzerindeki ilk buzul Franz Josef Buzulu. Maori mitine göre; Çığ Kızın sevgilisi yöredeki zirvelerden birinden düşünce, kızın üzüntüden sele dönüşmüş gözyaşları donmuş ve öylece buzul olarak kalmış. Ben ikinci buzulda yani Fox Buzulu üzerinde yürüme turunda yer ayırtmıştım. Dünyanın hiçbir yerinde buzullar bu enlemde (-43) okyanusa bu kadar yakınlaşmamışlar (irtifa sadece 250 metre). Ama malum burası, SANKİ DÜNYA DEĞİL! Hokitika’dan üç saatlik mesafedeki Fox Buzulu’nun köyüne vardığımda 16 Ocak akşamüstüydü. Güney Ada’nın batısı için kendi dillerinde hoş bir eğretileme kullanıyorlar: WESTLAND=WETLAND44. Buzulların oluşma nedeni de bölgenin bitmez tükenmez yağışları. Büyük Franz Buzulu’nun günlük ilerlemesi 1,5 metreymiş. Bazen şaha kalkıp 5 metre ilerlediği de olurmuş. İsviçre Alplerindeki buzullardan tam 10 kez fazlaymış bu ilerleme. Otelime yerleştikten sonra hemen helikopter uçuşlarını düzenleyen firmayı ziyaret ettim. Uçuşlarında boş yer yokmuş yine. Benim tek kişilik halim, yeni bir sefer için yeterli sayı oluşturmuyor ne yazık ki. “Yarın olur mu?” diye sorduğumda, “Yarın uğra sor,” dediler. Yer ayırtmak filan yok yani adamlarda, göksel durumlara teslim olmuşlar, ânı yaşıyorlar! Ertesi sabahki buzul yürüyüşü için gerekli market alışverişimi yaptım ve yemeğimi otelimde yiyerek uyudum. Deliksiz bir uyku çekmiştim. Uykularımın uzun zamandır nasıl da rahat, huzurlu, kesintisiz olduğunun, geceleri zihnimi meşgul eden hiçbir şey kalmadığının bilincine vardım. Evet, sonunda zihnim de rahatlamıştı. Önce kaslarım, bedenim sonra da zihnim rahatladı, boşaldı. Bu muhteşem sonucu YZ’nin enerjisine borçluydum. Sabah, tur şirketinin ofisine gidip yürüyüş için yapmam gerekenleri öğrendim. Giysi konusu ilginçti. Buzda yürürken belden yukarısının üşüyebileceğini buna göre giyinmemizi söylediler. Yani bacaklarınız çıplak, şortlu olabilirken sırtınızda üç dört kat giysi olması iyi olur dediler. Buzda düşmeden yürümeyi sağlayacak kramponları teslim ettiler. Bunlar yürüme öncesi botların tabanına bağlayacağımız çelikten dişleri olan metal yapımlardı. Otuz kişilik grubumuzu buzul başlangıcına kadar götüren otobüsten indiğimizde iki gruba ayrıldık. Irmak yatağında başladığımız yürüyüşümüzün ilk uyarı levhası, hiç durmadan 800 metre kadar yürümemiz gerektiğini söylüyordu. Üzerindeki çizgi resim hiç de cesaret verici değildi: Kayaların yuvarlandığı bir dağ sembolize edilmişti. Rehberimiz yağmur ormanları bölgesinde olduğumuzu hatırlatıp, “Son yağmurlardan sonra burada yine yer şekilleri değişti, bu bölgeden fotoğraf çekmek için bile durmadan hızla geçip gideceğiz,” dedi. Öyle de yaptık, aceleyle, gözümüz yamaçlarda, her an yuvarlanmaya başlayacak kayalar var mı diye kolaçan ederek… Çünkü yanından geçerken gördüğümüz kayalar sadece son iki 44 batı diyarı = nem diyarı $70 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL haftada yuvarlanmışlar. Maşallah her birinden bir metrelik duvar örülür. İkinci uyarı levhası sanki biraz daha iyiceydi: “Nehir yatağı değişken olduğu için, hazır bir yürüyüş yolu yoktur.” Bu yürüyüşlerde rehberin neden zorunlu olduğu daha ilk adımlardan anlaşılmaya başlanmıştı. Sonra birden, buzulun terminal yüzü diye adlandırdıkları buzun artık eridiği yani son bulduğu noktayla karşılaştık. Eskiden bu nokta daha aşağıdaymış, giderek buzulun boyu kısalmış yani. Görüntü muhteşemdi. Dağlar arasından akışkan bir buz gibi inmiş ve o noktada donmuş kalmış gibiydi. Bir paket kâğıdını kırıştırmış da sonradan açmışsınız gibi gözüküyordu yüzeyi. Katmanlar, birbirinin üzerine düzensizce devrilmiş hissi veriyordu. Tonlarca ağırlık sıkıştıra sıkıştıra bu hale getirmiş kütleyi. Hem kirlenerek grileşmiş hem beyaz hem de mavimsi bölümleri vardı. Neresinde nasıl yürüyecektik bu korku veren kütlenin? Buzulun ağzı sayılan bu bölgede, dikey parçalar halinde duran buzlardan buzula giriş yapmak, parçalar kopabileceği için çok tehlikeliymiş. Bu yüzden, buzula paralel bir şekilde, sol yandaki yağmur BUZULUN HAREKETİ ormanı içinden tırmanarak, buzulun güvenli bir yerinden üzerine Birer vadi buzulu olan Fox ve Franz Jozef buzulları, çıkacakmışız. Düştük genç 13 ve 10 km uzunluğunda ve ortalama olarak günde rehberimizin ardına, her sene 1,5 metre aşağı doğru hareket ediyorlarmış. Son buzul çağında okyanusa kadar inmişler (15.000 ila yağmurlardan sonra bozulan, rehber 20.000 yıl önce). Sonra havanın ısınmasıyla geriye gençler tarafından yeniden yapılan dört doğru çekilerek şimdiki pozisyonlarına yaklaşmışlar. yüz küsur ahşap basamaklı tırmanma Buzulların her zaman ilerlemediği, bazen durup yolundan tek sıra halinde çıkmaya. dinlendiği de biliniyormuş. Örneğin bu buzullar için 1985 – 2009 yılları ilerleme dönemi olarak söz Yolda, buz gibi akan küçük şelalelerden ediliyor. mataralarımızı dolduruyor, nemin tavan yaptığı ormanda hissettiğimiz GENEL BİLGİ: Bir buzulun oluşması ve devamlılık inanılmaz susuzluğu gidermeye sağlaması için bol yağış olması (burada: yılda 5 m) ve yağarak biriken buzun aşınarak kaybolan buzdan çalışıyorduk. Sonunda tırmanış bitti ve daha fazla olması gerekir. buzula geçiş yapacağımız noktaya Buzulu oluşturan kar sürekli olarak donmaya ve vardık. Metal dişleri botlarımızın altına erimeye maruz kalır ve taze yağan kar tanelerinden bağladık. Önde rehberimiz arkada biz buzkar (névé) hâline dönüşür. Üzerindeki buz ve kar katmanlarının basıncı altındaki buzkar daha da yoğun inci gibi sıralı bir halde bu kez başladık olan eski kara (firn) dönüşür. Yıllar süren bir buzdan basamakları çıkmaya. Buzda dönemden sonra eski kar katmanları daha da yürüyüşü kolaylaştırmak üzere sıkışarak buzulu oluşturan buza dönüşür. Buzulların basamaklar oluşturmuşlar. Bunlar doğal kendine özgü mavimsi renginin nedeni gökyüzünün de mavi görünmesini açıklayan Rayleigh saçılımıdır. olarak sürekli şeklini yitiriyor. O Buzulun alt katmanları basınç nedeniyle erimeye sebeple rehber, yanında bir kazma maruz kalır ve buzulun tamamı bir akışkan gibi taşıyor ve önümüzde ilerlerken hareket eder. Buzullar akışkan gibi hareket etmek için basamakları bizler için düzeltip eğime ihtiyaç duymaz, birikme bölgelerinde sürekli yağan karın birikmesi bu hareketi sağlar. Buzulların yeniliyor. Yine bile kalça üstü düşen üst katmanları kırılgandır ve zaman zaman yarıklar oluyor. (crévasse ve Bergschrund) oluşturur. Bu yarıklar En ilginç görüntülere, zaman nedeniyle gerekli güvenlik önlemi alınmadan buzulun zaman ilerlemesi hız kazanan üst üzerinde yürümek tehlikelidir. Eriyen buzul suları, buzulun içinden ve altından tüneller kazarak akar ve katmanın alttakinin üzerine katlandığı buzulun hareketini kolaylaştırır. bölgelerde tanık olduk. Bunlar, aynen okyanusta üzerinde sörf yapılan $71 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL dalgaların o muhteşem kıvrılmış şekline benziyordu. Videoda görüntüyü dondurmuşsunuz da karşınızda sadece o kare varmış gibi… Yatayda oldukça iri delikler ve dikeyde derin çatlaklar gördük. Karın yoğunlaşarak sıkıştığı kütlelerin açık turkuaz renginin güzelliği, böylesi delik ve yarıklarda barizleşiyordu. Binlerce yılda katman katman oluşmuş bu inanılmaz kütlenin üzerinde olmanın muhteşemliğini yüreğim taşıyamaz oldu bir süre. Bir yaz günü yağmur ormanlarından yürüyerek buzula çıktığımı, turkuaz renkli dikitlerin altında yürüdüğümü bana ömür boyu unutturmayacak bir histi yaşadığım. Dönüşte rehberimiz Jonathan sertifikalarımızı imzalayıp dağıttı. Bu deneyimi yaşamaya cesaret edişimin belgesi olarak saklıyorum onu. Otelime giderken helikoptercilere uğradım, yine beni uçuramadılar. Bu seferki sebep, zirvedeki hava muhalefetiymiş. Ben de bunu evrenin mesajı olarak alıp daha fazla üstelemedim. Artık son şans olarak Tekapo gölü çevresinde kalırken denerdim, bu coğrafi oluşumu bütün heybetiyle tepeden görmeyi. *** Otele gelince annemle telefonda konuştum, kendisi dayımı görmek için İstanbul’a gidecekmiş, bana, “Sen ne zaman İstanbul’a inecektin?” diye sordu. Biletimi değiştirdiğimi ve kalışımı 1 Mart’a kadar uzattığımı söyledim. Biraz şaşırdı, ben de bir iki gündür zihnimi meşgul eden bu haberi verme işini böylelikle halletmiş oldum. Aynı haberi duyan oğlum da, beni verdiğim bu karar nedeniyle tebrik etmiş, kalışımı uzatmama çok sevinmişti. Gün bitmeden önce göçmenlik işleri danışmanlık şirketinin web sitesinden, göçmen olabilmek için doldurulması gereken formu indirip danışmanlık hizmeti satın aldım. Bu hizmetle danışman, doldurduğunuz formu inceleyip ülkeye kabul edilip edilemeyeceğinizi değerlendiriyor. Kabulün karmaşık birkaç yolu var, bu yollardan herhangi birine uygun musunuz ona bakıyor. Yazdığı raporda, uygun olabilmeniz için yapabileceklerinize dair önerilerde bulunuyor, yol gösterici oluyor. Olur da yerleşme fikrine gelirsem, durumum uygun mu değil mi öğrenmek istedim. Form hayli uzundu. Ülkede kalışımı uzattığıma göre yavaş yavaş üzerinde çalışıp doldurabilirdim. Bakalım kabul edilebilir biri çıkacak mıydım? İÇİMDEKİ ÇOCUK “Yabanın kıyısında”45 sloganıyla tanıtılan Haast’da sadece yirmi dört saat kaldım. Burada gördüğüm; Aspiring Dağı Milli Parkı’na ait yüksek tepeler, yağmur ormanları, denize dökülmeden önce kırk iki kilometre yol alan Haast Nehri tam da Güney Ada’dan beklediğim çılgın ve vahşi görüntülerdi. Yörede arabasız olmak, bu güzellikleri derinlemesine görmeme engel, ama bu gezi biraz da, şöyle bir göz atıp fikir edinme boyutunda düşünüldüğü için böyle olması normal. Eğer arabam olsaydı bir senede bitiremezdim gezmeyi sanırım. 45 On the edge of the wilderness $72 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Haast’da konaklama nedenim, nehirde düzenlenen safari gezisi sayesinde yaban hayatı görebilmekti. Oteldeki yerimi daha Hokitika’dayken ayırtmış, nehir safarisi için de başvurmuştum. Otel sorun olmamıştı ama gezi için kesin bir cevap verememişlerdi. Belli sayıda talip olursa düzenleniyormuş bu geziler. Haast’a vardığımda saat 14.00’deki safarinin yapılmayacağını öğrenince üzüldüm. Başka ne gibi etkinlikler var diye incelerken, uzun zamandır istediğim ATV46 turuna katılmayı seçtim. Turu düzenleyen şirketin ofisi 21 km ötedeki Hannah’s Clearing’deymiş. Bereket otelden alıp otele bırakma hizmeti veriyorlarmış. Şirketin sahibi Katrine epey çenebaz bir kadındı, yolda sormadığı soru kalmadı bana. Haast nehrinde safari yapamadığımı anlatınca, kendilerinin de Waiatoto nehrinde safari düzenlediklerini söyledi. ATV sonrası onu da denemek üzere anlaştık. Bir anda iki etkinlik yapma şansı yakalamıştım. Yöre, Allahın unuttuğu yerleri andırıyor. Hadi nüfus son derece az ama ortalıkta turist de yok benden başka. Hava yine yağmur ormanları klasiği olarak gri, bulutlar alçak, rüzgâr eşliğinde JET MOTORLU TEKNE zaman zaman sprey şeklinde yağış… Mevsimlerden yazı yaşadığımıza Dünyaya YZ’den yayılan ve özellikle Avustralya, Amerika inanmak zor. ve Meksika’da kullanılan Jetbot, 1954‘de Hamilton’ın jet Katrinelerin ofisinin üst katı sistemi keşfetmesinin ardından, nehirlerde ulaşılmayan yerlere gidebilmek amacıyla tasarlanmış. Klasik pervane evleriymiş. Ortalıkta turist yerine suyu emen bir sisteme sahip güçlü motoru olmadığından, işlerini evinden idare bulunan Jetbot, çevre duyarlılığı olan YZ’nin kanunları ediyor, yeni doğmuş bebekleri olduğu çerçevesinde üretilmiş. için de bu durum işine geliyormuş, Hamilton çocukluğunda derin olmayan nehir yataklarında gidebilecek tekne hayal edermiş. Sonunda; böylece beni evine davet etti. Kocası “Arşimet’in keşfini fikir olarak geliştirdim” diyerek gayet Gary ATV turunun rehberi. Tur, bana mütevazı davrandığı buluşuyla, YZ’nin derin olmayan özel bir tur olacaktı, çünkü başka nehir modellerine uygun, ideal tekne üretimine vesile talip yokmuş yine! Gary Katrine’nin olmuş. Bu teknelerle yapılan spor, sınırlı sayıda yerde yapılabiliyor. Sebebi de tekne yüksek bir hızla yarısı kadar bir adam. Aslında seyrettiğinden aynı parkurda başka hiçbir nehir çelimsiz sayılmaz ama Katrine sporunun yapılamaması. epeyce iri yarı. Bu sporu yaparken pek fazla güç sarf edilmiyor. Can Macera sporları öncesinde yelekleri ve su geçirmez pelerini giyip sıkıca yerinde oturmaya çalışmak ve bütün işi bu konuda yetişmiş imzalanan “başıma gelebilecek şeyler kaptana bırakmak yeterli. için sorumluluk bana aittir” belgesine Bu tekne nehirde akıntıya karşı da gidebildiğinden, imzamı atıp önce bahçede denemek yukarı doğru da ilerleyebiliyor. Böylece kanyonlara, istediğim ATV’ye bindim. Otomatik nehirdeki ceplere, su kaynaklarına girilebiliyor. Teknenin pervanesi olmadığı için 10 cm’lik sığ yerlerde süratle yol vitesli olduğu için aman aman alabiliyor. maharet gerektirmiyordu. Bundan sonrasını bir mektubumdan alıntılıyorum: İçimdeki çocuğu, erkenden büyüttüğümü düşünürdüm her zaman. 46 Jet motorlarda şanzıman sistemi bulunmaz. Yüksek hızlı su emiş pompası ve ayarlanabilir fışkırtma ağzı(noozle) şanzımana benzer hareket ederek, yönlendirmeyi kontrol eder. Hızlanmak istendiğinde fışkırtma ağzı açılıp kapanma hareketi yaparak, şanzımanmış gibi çalışır. Quad Bike $73 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Çocuğu hoş tutacak, gönlünü alacak şeyler yapayım dedim herhalde ki; şimdiler de, bir lunaparka benzeyen bu ülkede aletler üzerinde buldum kendimi. ATV ile okyanus kıyısında kumsalda tura çıktım. Çok keyifliymiş. 46 km hız yaptım diye havaya girdim, adamdan 100 km hızla sürdüklerini öğrenince pek de maceracı olmadığımı anladım. Kumda gitmek iyi de çakıl taşlarında biraz irkiliyor insan, kayak yapanlar bilir; bol karda kaymak ayrı bir yöntem ister, işte çakıl taşlarında gitmek de bana bol karda kaymak hissini yaşattı. Giderken giderken beni tura çıkaran adamın ATV’si bir anda bozulmaz mı? Sigortası atmış galiba. Aracı öylece kumsalda bıraktık, Gary arkama bindi, ben şoför o yolcu olarak lagünün sonuna kadar gidip döndük. Burada eğlenceli olan, okyanusun kumsala taşıdığı dev ağaç parçaları arasında aleti kullanmaktı. Haast bir nehir, hem de nasıl vahşi güzelliği olan bir nehir, el değmemiş yağmur ormanları arasından akan bir nehir. Nehre düşen devrilmiş ağaçların önce okyanusa çıkışı arkadan da okyanusun dalgalarla onları plajlara taşımasıyla kumsallarda çok ilginç vahşi görüntüler oluşuyor. Bu Hokitika’da da vardı. Nehrin okyanusa döküldüğü her yer için geçerli bu anlattığım. Kumsaldan gelip gelip ağaç parçaları topluyorlar yakacak niyetine. Özellikle eski otobüslerde yaşayan hippiler var. Hem gezip hem yaşam sürüyorlar. Eski otobüsleri eve dönüştürmüşler, büyükçe bir karavan olmuş. İşte onlar için ideal yakacak, bu ağaçlar. Neyse bizim vakit dolup para yanınca ATV’cinin ofisine geri döndük. Bu şirket aynı zamanda Waiatoto nehrinde jet motorla safari gezileri düzenliyormuş, ama o gün müşteri yokmuş. Nehirde yapılan bu gezilerin bir yerinde karaya çıkıp yağmur ormanı içinde kısa bir yürüyüş ile devam edip insanlara yaban doğayı yakından göstermekle taçlandırıyorlarmış geziyi. İşte bu yürüyüş parkurundaki geçiş köprülerinden biri şiddetli yağmurla bozulmuş, onu tamir etmeye gideceklermiş. Beni de yanlarına aldılar, sadece benzin parasına; hem nehirde gezinti hem köprü yapımını izlemek hem de jet motor heyecanı yaşamak oldu bu bana. Çok şanslıydım yine yani. Jet motorlar öyle hızlı ki nehirde başıboş sürüklenen ağaçların arasından slalom yaparak gidiyor, spin atıp 360 derece olduğu yerde kendi ekseni etrafında dönüyor. Acayip zevkli ve yürek ağızda bir deneyim yaşatıyor… Tabii pek fotoğraf çekme şansı olmuyor, üstüne üstlük spin sırasında ıslanıyorsun da. Üzerinde can yeleğin, bütün dikkatini, sağa sola savrulmadan yerinde sıkıca oturmaya veriyorsun. Ben fotoğraf çekmeye meraklıyım diye kaptan bazen yavaş sürdü ya da özel olarak durdu da çekim yaptım. Haast, vahşi doğası ve tatarcık sinekleri47 yüzünden çok büyük bir yüzölçümde sadece 295 kişinin yaşadığı sessiz bir yer. Devlet de orayı sessiz bırakmış! Cep telefonu sinyali olmayan nadir yerlerden biriydi. Katrine bütün YZ’liler gibi yardımsever biriydi. Haast’dan sonra yolumun üzerindeki Wanaka’da yapılacak en güzel etkinliğin göller bölgesinin üzerinde uçmak olduğunu söyledi. “Oradaki U-fly şirketinin sahibini tanıyorum” diyerek hemen Ruth’u aradı ve bana ertesi gün için yer ayırttı. Evren yine iş başında, benim eğlence programlarım için düzenleyici melekler seferber etmiş diye düşündüm Katrine’le öpüşüp ayrılırken. Haast’dan Wanaka’ya inen 6 numaralı karayolu Aspiring Dağı Milli Parkı’nın içinden geçiyor, ama ne geçmek. Şehirlerarası otobüsle yolculuk ediyorum ama daha önce de yazdığım gibi şoförlerin bir görevi de rehberlik olduğu için, yol üstündeki manzara izleme noktalarında ve önemli şelalelerde otobüsü durduruyor ve topluca iniyoruz. Özellikle Thunder 47 Sand fly $74 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Creek şelalesinin incecik bir formda 28 metreden şiddetle Haast nehrine düşüşünün fotoğraf ve video çekimini yaptım. Güney Alplerinin batısından doğusuna bu noktada Haast Geçidi ile geçtik. Kanyon, kayalar, o muhteşem rengiyle akan su, bu kadar güzellik nasıl bir araya toplanmış hissiyatına soktu beni yine. Wanaka ve Hawea birbirine çok yakın adeta ikiz göller. Buzullardan besleniyorlar. O sebeple renkleri turkuaza çalıyor. Bu renk, en güzel olarak Haast’dan bu yana yol boyu beraber geldiğimiz sığ nehirlerde görülebiliyordu. Göller derin oldukları için (300 metreden fazla) renk koyuldu. Wanaka gölünün kıyısına yerleşmiş aynı isimli şehirde geceledim. İnternetten bulduğum kahvaltılı konaklama tipinde bir evde konforlu bir odam vardı. Ev sahiplerimden Susan; çok samimi, içten ve dost biriydi. Brian ise komik bir adamdı. Kendisini; ressam, heykeltıraş, su tesisatçısı ve inşaatçı olarak tanıttı. Elinden gelmeyen iş yoktu sanki! Uzun sohbetimizde Türkiye’de yaşadığım yeri atlasta bulmak yetmedi, bir de bilgisayarı açıp Google Earth üzerinde iğne koyarak belirledik. Bana Güney Ada’da gidip görmemin ilginç olacağı yerlerden bahsedip önerilerde bulundular. Bahçesinde musluklarla yapılmış heykeller görebileceğim başka bir yer daha olmayacaktır eminim. Bu da Brian’ın kendisini hiç unutturmamak için bulduğu bir yol olsa gerek. Gelelim göller ve Aspiring Dağı Milli Parkı’nın üzerindeki uçuşuma: Pilotum Ruth aynı zamanda U-fly48 şirketinin de sahibi. Annesi babası da pilotmuş. Uçak oyuncak maket gibi, iki kişilik. Uçuşun özelliği, pilotun bir yerden sonra kontrolü uçana bırakması…yani uçak kullanma hissini bir süreliğine yaşamak. Şirketin adı da buradan geliyor herhalde. Ruth, sarı renkli uçağını pervanesinden tutarak çeke çeke hangardan çıkarttı, camlarını sildi. Önce ben bindim, sonra o. Sıkıca bağlandık ve yavaşça hareket ettik. O uçağı göllerin üzerine doğru yönlendirirken ben fotoğraf çekimine başladım. Uçuşun bir yerinde kontrolü bana bıraktı. Önümdeki tek çubuk şeklindeki kumandayı kavradığımda, oldukça hassas olduğunu fark ettim. Fazla sağa sola yatırmaya gelmiyordu. Çok yavaş, zarif hareketlerle yönlendirme yapılması, güvenli uçuş için uygun olanıydı. Ben kullanırken o anda üstünden uçtuğumuz güzellikleri kaçırmayayım diye bu kez -benim makinemi alan- Ruth fotoğraf çekmeye başladı. Ve tabi uçağı kullanırken beni de çekip pilotluğumu belgeledi. Eğer Ruth yanımda oturuyor olmasa o uçağı öylesine rahat kullanabilir miydim, bilmem. Göllerin güzelliği kadar, yüksek dağlarla çevrili milli parkın çekiciliği ve son olarak şehrin ortasından geçen nehrin kıvrımlarının şiirselliğiyle arşivimi kabarttım durdum. İnişte Ruth, Wanaka dağlarıyla gölleri üzerinde Tecnam Uçağının kontrolünü aldığıma dair 19 Ocak 2010 tarihli belgemi imzalayıp verdi. Bir aletten bir diğerine binişimi anlattığım mektubum şöyle bitiyor: Şimdi burada onun bunun üzerinden uçarak görmenin keyfini yaşadıkça kafamda soru işareti başladı. Aslında epeydir bu soru işareti ile dolaşıyorum da giderek büyüyor demek daha doğru. Burada turizm çok iyi işletiliyor. Çok iyi kavranmış ve acayip iyi hizmet veriliyor. Kendi zenginliklerini çok iyi öğrenmişler, gerekenleri yapmışlar. Mesela, jet motorla gezdirilen nehirler birbirinden farklı özellikler taşıdığı için motorlar da birbirinden farklı tasarlanıyormuş. Dünyada ilk jet motorunu tasarlayan da YZ’liymiş zaten. On beş senedir 48 U-fly: Harfin sesinden faydalanarak “sen uçuyorsun” anlamında… $75 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL turizm sektörünün içindeyim, öyle ya da böyle her dalını gördüm, izledim. Karşılaştırınca biz daha emekleme dönemindeyiz ve ne yazık ki rezil etmişiz diye düşünüyorum. Bir Kaikoura aynen Kemer sayılabilir ama adam sahiline otel yapmıyor, hemen hiçbir yerde sahilde oluşum görmedim. Bunun nedeni okyanus olması olabilir ama göl kıyılarında, fiyordlarda, iç denizlerde de sahiller hep halkın. İşletmeler hep yolun arkasında. Akdeniz ülkeleri olarak benzer süreçlerden geçiyoruz. Berbat edip pişman olma süreci… Dünyanın bu ucunda ise başka bir yaklaşım var anlayacağın. Biz neden Ölüdeniz’le Gökova arasını böylesi küçük uçakla gezdirmeyiz mesela? Sonra Kekova batık şehir bölgesini? En son bindiğim iki kişilik uçağın fiyatı uygun bir şey olmalı… Acaba Türkiye’de vergiler çok mu yüksek… Ama bunun lüks bir yatırım olduğunu düşünmek yerine, turizm yatırımı teşviki verilemez mi? İnan alçaktan uçarak bakmak başka türlü zevk veriyor, resmin bütününü görüyorsun. SANKİ DÜNYA DEĞİL Maori efsanesine göre Wakatipu Gölü bir zamanlar, prensesi kaçıran dev canavarın eviymiş. Matakiu isimli kahraman, canavarın uyuduğu yerin etrafındaki ağaçları yakıp kızı kurtarmak için gelmiş. Canavar, oluşan yüksek ısıyla eridiğinde, uyuduğu yer büyük bir çukur haline dönüşmüş. Daha sonra bu çukur suyla dolmuş. Bu gün Wakatipu gölü, işte o canavarın dizlerini karnına çekmiş olarak uyuduğu biçimde, Güney Alp Sıradağlarının hemen bitiminde yer alıyor. Canavar da hatırı sayılır biçimde büyükmüş doğrusu. Başından kalçalarına 30 km, belinden kıvrık dizlerine 20 km, dizlerinden ayaklarına da yine 30 km, yani toplam 80 km boyunda bir yaratık! Hikâyedeki efsane canavarın, halen gölün dibinde nefes aldığı düşünülüyor. Çünkü göl suyunun seviyesi gizemli bir şekilde her altı dakikada bir 10 cm yükselip düşüyormuş! Queenstown işte bu Wakatipu Gölü’nün kuzey doğu kıyısında yerleşmiş, yani canavarın kıvrık dizinde. Akla gelebilecek her türlü güzelliği kendinde toplamış bir şehir, onun için adını “kraliçelere layık” bağlamında koymuşlar sanırım. Sırtını dayadığı Remarkable Sıradağlarıyla, gölün kıyısındaki ormanlarıyla, göle uzanmış yarımadalarıyla günün her saatinin ışığında çok güzel bir mekân. Üstelik “maceranın başkenti” ismiyle anılıyor. Yani doğal güzelliklerini sadece seyretmekle kalmayıp her birini macera sporlarının uygulama alanına dönüştürmüşler. Dünyada dört mevsim turizme açık nadir yerlerden biri burası. Senede iki milyon kişinin ziyaret ettiği; kışları kayak merkezleriyle, baharları yürüyüş parkurları ve nehir safarileriyle, yazları gölde yüzmenin yanı sıra akla hayale sığmayan macera sporlarıyla ilgi odağı bir yer. Sadece iki gün için yer bulabildiğim, gölü yamaçtan seyreden otelime kayıt yaptırırken, resepsiyon elemanı -görevi gereği- şehrin haritasını verip üzerinde, görmemin iyi $76 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL olacağı yerleri işaretledi. İlgimi çekenleri sorduğumda detaylı bilgi verdi, tam bir rehber gibi. Böylece turizm danışmaya gitmeme gerek kalmadı, çünkü danışmadan alınabilecek her türlü etkinlik broşürü otelin lobisinde bulunuyordu. Ben de maceranın başkentinde neler yaşayabileceğime dair tüm broşürleri edindim. Gerçi buraya gelene kadar içimdeki çocuğu eğlemek adına hayli macera yaşamıştım ama en önemlisini de buraya bırakmıştım: BUNGY JUMPING. Buraya gelirken kent merkezine 23 km kala Kawarau köprüsünü görmüştük. Otobüs şoförümüz, köprüye yaklaşırken, halata bağlı olarak yapılan serbest düşüşün dünyada ilk kez 1988’de bu köprüde başladığını anlatmıştı. Ne büyük bir heyecan… Serbestçe kendini boşluğa bırakmak ve 43 metrelik bir halatın ucunda sallanıp durmak. Bunu muhakkak yapmak istiyordum. Şehre geldikten sonra broşürlerden, böylesi düşüşlerin başka seçenekleri olduğunu da öğrendim. En çılgını Nevis Nehri kanyonuna çelik teller üzerine kurdukları 134 metre yüksekteki atlama rampasından kendini bırakmaktı. Bu çılgınlığı neden yapmak istiyordum? Sanırım kontrolün benim elimde olmadığını bildiğim halde kendimi güvenle bırakma deneyimi yaşamak için. Hayatını epey kontrol ederek yaşayan birinin, belki de elinden ancak böyle bir şey yapmak geliyor! Oysa hayatı kontrol ettiğini zannetmek ne büyük bir yanılgı değil mi? Bir yandan, kendinden çok daha büyük bir organizmanın parçası olduğuna inanmak, ama diğer taraftan da kendi hayatını yönetebileceğini düşünmek. İşte yaşamımdaki en büyük ikilem… Tam da oradayken arkadaşlarımdan birinin ilettiği bir e-postada okuduklarım, kendine yaşayacak yeni bir yer arayan benimle ilintiliydi sanki: Sizce insan hangi yaşa kadar genç sayılır? Hangi yaştan sonra artık ihtiyardır? Bu soruyla hukuk profesörü Vasfi Raşit Sevig Hoca, öğrencilerine hangi yaşı ihtiyarlık sınırı kabul ettiklerini sormuş. Hepsi farklı yaşlar söylemişler. O, hiçbirini beğenmeyip kendi cevabını vermiş: "İnsan, yaşamına yeni bir yön verme iradesini gösterebildiği sürece gençtir. Bu iradeyi gösteremeyip 'Artık yaşamımı değiştiremem' diyorsa gençliği gitmiş demektir." Belki de Sevig hocanın hakkı vardı, bu iradeyi gösterebilen biri olarak hâlâ kendimi genç hissediyordum ve gençlerin yaptıklarının peşindeydim burada da. İlk olarak Yabanda Safari49 turuna yer ayırttım. Güney Ada’nın güney batı bölgesi UNESCO tarafından dünya mirası ilan edilmiş sayılı doğal miraslardan biri. Maoriler tarafından bu bölge yeşil taş bölgesi olarak tanımlanıyor.50 Bugün süs eşyası ticaretinde kullanılan yeşil taş, Maoriler zamanında el aletleri ya da silah yapımında kullanıldığı için çok değerliymiş. Tur kapsamında bu bölgede gezerken ilk Maorilerin adımlarını izlemenin yanı sıra, tarihi 80 milyon yıla yaklaştığı için antik olarak değerlendirilen coğrafyanın eko sisteminde de bulunacaktık. YZ’nin, Süper Kıta Gondwana’nın bir parçası olduğu döneme dair flora ve faunasını, antik Beech ormanlarında dolaşırken görecektik. Buzulların biçimlendirdiği yer şekillerinin güney yarımküredeki en iyi örneğini keşfedecektik. 49 Wilderness Safari (Dart River Jet Safaris) 50 Te Wahipounamu: Place of Greenstone $77 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Tur altı saat sürecekti. Quennstown’dan bindiğimiz otobüsle Wakatipu gölünün kıyısı boyunca yolculuk ederek kuzey köşesindeki Glenorchy’e vardık. Yolculuk boyunca o güzelim gölün rengi, etrafındaki dağların tepelerindeki şapka gibi beyaz bulutlar ve yol boyu bize eşlik eden dağlardaki şelaleler cennete doğru yol alıyoruz duygusu yaşattı. Glenorchy’de hepimize jetbota bindiğimizde kullanacağımız su geçirmez pelerinleri dağıttılar. Sonra; dört çeker olarak imal edilmiş, otobüsten küçük midibüsten irice özel bir araca bindik. Yolun bundan sonrası gerçekten Cennet’eydi.51 Arka yollar52 dedikleri ülkenin yaban bölgelerine dalmıştık. Cennet yolunda; saklı vadilerden, şelalelerden, buzul nehirlerinin yataklarından geçtik. Pek çok filmin, ama özellikle “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesinin çekildiği alanları gördük. Sonunda Paradise’a vardık. Dünyasal bedenlerle görüp görebileceğimiz cennet, bundan daha güzel olamaz herhalde. Adlandırmalar çok yerinde yapılmış bu ülkede. Antik Beech Ormanı’ndan kısa sayılabilecek ama çok etkileyici bir yürüyüşle geçtik rehber şoförümüzün önderliğinde. Dart Nehri’ne vardığımızda, bizden önceki grubun teknesi onları bırakıp bizleri almak üzere hızla bizim beklediğimiz sahile doğru yanaşıyordu. Tekneyi kullanan kaptan macerayı bitirmeden önce, tam bizim önümüzde bir spin atıp onlara son bir heyecan tattırırken bize de biraz sonra neler yaşayacağımızı göstermiş oldu. Daha önce Haast’ta kalırken şöyle bir denemiş olduğum nehir safariyi nihayet kalabalık teknede hem de Dart Nehri’nde doyasıya yaşayacaktım. Pelerinlerimizi giydik, üzerine de can yeleklerimizi. Tekneye burundan girip yerleştik. Ben kaptanın hemen arkasına oturdum. Nehirde akıntı doğrultusunda önce güneye doğru indik. Neredeyse 10 cm derinliğindeki nehir yatağında çılgın bir hızla yol alıyorduk. Zaman zaman daha derinleştiği oluyordu ama yataktaki taşları gördükçe kaptanların nehir yatağını nasıl bu kadar iyi bilebildiklerini kafam almıyordu bir türlü. Nehir bu, bazen suyu az olur bazen fazla… Böylesi yüksek hızda, su moleküllerinin göz gözü görmez yaptığı ortamda nasıl gittiği rotayı tehlikesizce seçebiliyordu anlaşılır gibi değil. İşte bu da büyük bir güvenle teslim olmuşluk durumu… Adamın yapacağı en küçük hatada savrulup parçalara ayrılmamak mümkün değil. Ama zaten adı üstünde, macera: düşünmeden atılınan şey… Jetbotlar kuvvetli akıntıya karşı da gidebiliyorlarmış. Gidiyor gitmesine ama epey bir hoplama yaşatıyor. Dönüş yolunda omurgamın bayağı zorlandığını hissetsem de yaşadığım his, keyifti. Kaptan her spin attığında, eksenimiz etrafında hızla 360 derece döndüğümüzde baştan ayağa ıslanıyorduk. Neyse ki hızımız çok özel yerlere geldiğimizde azalıyordu, hatta durup fotoğraf çekme şansı bile bulabiliyorduk. Bunlardan en etkileyici olanı kaya dağda milyonlarca yılda açılan derin bir yarıktı.53 Burada su donuk, mat, yani opak çok açık renkli Turkuaz’a dönüşmüştü. İnanılmaz ve tanımlaması oldukça zor bir renk. Biz usul usul yarığa doğru yanaşırken, bir anda yarıktan birkaç tane rengi kıpkırmızı çift kişilik kano çıktı. Öylesine bir su renginin üzerinde yüzen kırmızı kanolar çocukların çizgi filmlerinde olur ancak. Gerçeklik duygularını yitirmiştim, zaten cennetteydik, onun kendi realitesinde yol alıyorduk. *** 51 Paradise 52 Back roads 53 Chasm $78 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Beş gece kalacağım Queenstown’da ilk iki geceden sonra göl kıyısındaki bir otele taşındım. Şehirde kıyıların çoğu park ya da plaj, sonra fazla geniş olmayan bir yol ve yol kenarında da oteller şeklinde bir yerleşim söz konusu. Otelim eski model otellerden biriydi. Geniş bir balkonu vardı göle bakan. Giriş yaparken yine resepsiyondaki kız şehir haritasını anlatmaya başladı. Aynen bir öncekinde olduğu gibi lobi tüm etkinlik şirketlerinin broşürleriyle doluydu. Odamın hazırlanmasını beklemek yerine, doğruca şehrin 700 metre irtifalı tepelerinden birine kurulu bir macera merkezine54 gittim. Ağaçların arasından yavaş yavaş teleferikle yükselirken gördüm Bungy Jumping platformunu. Yukarı çıkıp etrafa göz attıktan, her köşede birinin kendini bir maceraya kaptırdığına şahit olduktan sonra, yiyecek bir şeyler alıp bungy atlayışı yapanları izlemeye başladım. Dört yüzüncü metreye kurmuşlar atlama platformunu. Böylece oturduğum 700 metre irtifalı kafeden; atlamaya gelenleri, yapılan hazırlıkları ve kendilerini ormana doğru serbestçe bırakışlarını rahatlıkla izleyebiliyordum. Epey fotoğraf çektim; tam atlama pozisyonunda ya da havada süzülürlerken, sonra halatı gerisin geriye sarıp atlayanı platforma alırlarken… Atlayanların kendilerini boşluğa bıraktıklarında attıkları çığlıkları duyuyordum. İzledikçe izledikçe cahil cesaretim önce kırıldı, bilginin korkutuculuğunda tümüyle eridi gitti. Keşke hiç bunları izlemeden, platforma gidip kendimi atabilseymişim boşluğa. Yazık oldu ülkeden bir bungy yapamadan ayrılmama. Oysa macera merkezinin camındaki posterde “kork ama yine de yap”55 diyordu. Yapamadım! İstanbul’da hayatı felç eden kardan bahseden e-postalar alıyordum, birine cevaben şöyle yazmıştım: Bugün kaldığım şehrin tepesinden bakmaya çıktım teleferikle… Bungy jumping yapanları, paraglayding yapanları, luge diye motorsuz gokart benzeri bir araçla tepeden aşağı hızla inenleri izledim epey. Sonra göle uzanmış yarımadalardan birini bir baştan diğer başa yürüyerek döndüm. Queenstown şehrindeki turistik hayatı belgeledim. Arka sokaklarında kayboldum. Mevsimlerden lavantaydı, nilüferdi, ortancaydı. Seninle realitelerimiz ne kadar farklı değil mi? Bugün tepedeyken karar verdim bu gezi kitaplaşmalı diye… Hemen bir isim bile geldi aklıma: “SANKİ DÜNYA DEĞİL”. Uzun zamandır dünyada olmadığımı düşündürüyor burası bana… Bildiğim dünya ile hiç ilgisi yok diye böyle söylüyorum tabii… Burada insanlar, yaratılmış güzellikleri kutluyorlar, ona minnettarlık gösteriyorlar… Böyle bir yer de varmış, hayatı kutlayarak yaşamak da mümkünmüş. Bunu muhakkak satırlara dökmek istiyorum. Nasıl bu duyguyu sözcüklerimle başkalarına geçirebilirim bunu düşünüyorum şimdi. *** Queenstown’dan ayrılmadan önce göçmenlik işlemleri konusunda uzman şirketin uzun olduğu için doldururken yarım bıraktığım- formunu tamamlamak üzere bilgisayarımı açtım. Ancak formu bilgisayarımda bir türlü bulamadım, uçup gitmişti sanki. Acaba bu bir 54 Skyline Gondola Queenstown 55 ‘BE AFRAID BUT DO IT ANYWAY’ $79 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL mesaj mıydı? Bana bu işle uğraşmamam mı söyleniyordu? O sabah çektiğim melek kartımdaki mesaj, OLUŞUM idi ve o kartı o ana kadar ilk defa çekmiştim.56 Belki benim için evrende yeni bir oluşum hazırlanıyordu ve bu resmin içinde göçmenlik başvurusu yoktu. Belki bir yere yerleşmem gerekmiyordu, gezerek yaşayacaktım belki. Bir yerlere yeniden yatırım yapmamın gereği yok, sadece gezip yazacağım belki. Net olarak görmek istiyorum. Çok insani bir duygu bu, önünü görme isteği… İçinde yaşadığım tasarıma güveniyorum, kendimi onun iradesine bıraktım. HARİKALAR DİYARINDA OLMAK Dünya mirası bölgesinin diğer köşelerini de keşfetmek üzere pastoral manzaralar eşliğinde, iki saatlik otobüs yolculuğuyla Güney Ada’nın en büyük ve en derin gölü olan Te Anau gölünün kıyısındaki aynı isimli kasabaya geldim. Otellerde yer bulmak çok zor olmuştu. Te Anau’nun popülerliği, GLOWWORM fiyortlar bölgesinin en tanınmışı olan Bu böceğin Yeni Zelanda’ya özgü olan cinsinin adı Arachnocampa Luminosa (ışık Milford Sound’a sadece bu kasabadan üreten). Yumurtadan 20-24 günde çıkan gidilebilmesinden ileri geliyordu. Ertesi larvalar, son aşamada kanatlı bir böceğe sabah başlayacak fiyord yolculuğumdan dönüşeceği koza içindeki pupa haline gelene önce, kasabaya geldiğim akşamı YZ’ye özgü kadar, dokuz aylık uzun bir süre geçiriyorlar. Larva, bir mukus ve ipekten tünel şeklinde bir yaratığı görmeye ayırdım. Gidiş dönüş yuva ve aynı malzemelerden oluşan bir iki buçuk saat sürecek tur, göldeki iskeleden oltayla bir dizi askıyı hazırlar. Her olta, binilen tekne yolculuğu ile başlıyor, gölün düzenli aralıklı boncuktan bir dizi görünümü kuzey ucunda girişine sadece gölden veren mukoza damlacıklarını taşıyan ipek uzun iplikten oluşmuştur. Damlacık ulaşılabilen bir mağarada son buluyordu. Tekneden inince bir Alice edasıyla ormanda girdiğimiz bu kara delikte, fotoğraf ve video çekimine izin verilmediği için elimde yaşadıklarıma dair tanıklık belgem yok ne yazık ki. Dokuz ay süren larva döneminde ışık yayabilen bu doğa harikası yaratık etkilenmesin diye fotoğraf çekimi yapılmıyormuş. Sese karşı da duyarlı olduklarından, rehberin gondol kullanır gibi yavaşça sürdüğü kayıkla, tıp oynarcasına sessizce gidilip dönülüyor ziyaretlerine. Ve o karanlık mağara tavanında görülenler, bütün gerçeklik algılarınızı alt üst ediyor. 56 boyutunun çapı 1mm kadardır. Larvaların mağara tavanından her biri 30-40cm uzunluğunda sarkıttığı oltalar, avı kendilerine çekmek için parlar. Larva havadaki oksijenle, kendi yaydığı kimyasallar arasındaki reaksiyon sonucu biyolüminesans sayesinde ışık üretir. Böcekler ışığa doğru uçar ve glowworm da gıdasını yakalamak için, aşağı sarkar, bu yapışkan oltalara takılan avlar, onun besini olur. Glowworm, Yeni Zelanda faunasının en ilginç böceklerindendir. Nemli gölgeli yarıklarda, yağmur ormanlarında, eğreltiye benzeyen fern yaprakları altında, kireçtaşı mağaralarında, kullanılmayan maden tünellerinde oluşurlar. Yangından sonra bir arkadaşımın hediye ettiği melek kartlarından her sabah bir tane çekiyordum. $80 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Harikalar dünyasına adım atmanın duygularını günlük kaydımdan aktarıyorum: Mağara ve kurtçuklar gerçek bir mucize gibiydi. On iki kişilik sandalla uzaya doğru yol alıyormuşum gibi hissettim. Bu hayvandan nasıl böyle muhteşem mavimsi bir ışık çıkıyor anlaşılır gibi değil! Bir zamanlar “Uzay Yolu” dizisinde geminin camından gördüğümüz görüntüler gibiydi ortam. Sandaldaki herkesin bir ayinde büyülenmişçesine tek bir ses dahi çıkarmadan, kapkaranlık bir mağara gölünde tavandaki mavi ışıklı yüzlerce yaratığa kilitlenmesi ayrı bir görüntü oluşturmuştu. *** Ertesi sabah saat 10’da Milford Sound’a doğru yola çıktık. Fiyorda varmadan, yolda harikalar dünyasının yeni sürprizleri beni bekliyordu. Ezelden beri sudaki yansımaların fotoğrafını çekmeye bayılırım. Yoldaki ilk mola işte böyle bir gölde57 çekim yapalım diye verildi. Gökyüzüne mesaj bırakılmış gibi ufak beyaz bulutlarıyla dağlar, dağların eteklerindeki yağmur ormanları ve en yakınımızda da gölün kıyısındaki sazlık alanlar… Bunların hepsi cam gibi bir göle yansıyor ve aynen aynalardaki yansıma gibi gerçeğinden çok daha canlı ve çekici oluyor. Bu anlamda suyun manzaraya katkısı ciddi boyutta. Aslında baştan başa bu yolculuk, suyun katkılarının nerelere kadar vardığının örnekleriyle doluydu. Buraların efendisinin “su” olduğu tartışılmaz! Üstelik sanatçı bir efendi bu. D.H. Thoreau’nun dediği gibi, “En iyi taş ustaları, bakır ve çelik aletler değildir, zamanın cömert müsadesiyle keyiflerince çalışan hava ve suyun zarif dokunuşlarıdır.” Suyun sıvı ve katı hali yaratmış Fiyordland’ı. Boşuna değil dünya mirası sayılması. Her üç günün ikisinde yoğun yağış alan bir bölgede ilerliyoruz. Şansıma yağış almayan o gündeyiz. Üçüncü kez Alp Sıradağlarının bir yanından diğer yanına geçiyorum, bu kez geçidin adı: Divide, yönüm doğudan batıya. Önümüzde Homer Tüneli var ama hemen girmiyoruz. Tünel öncesi araç duruyor ve girişin yanındaki buzulu inceliyoruz. YZ’ye özgü dağ papağanı KEA insana olan yakınlığını gösterircesine aramızda dolaşıyor. Dünyanın en akıllı hayvanı diye geçiyormuş belgesellerde. Akıllılık yaramazlık da getiriyor beraberinde ki arabaların antenleriyle, cam ve kapı lastikleriyle oynuyor gagasıyla. Herkes elindeki yiyeceklerden veriyor ona. Dağın başında, gösteri kuşu haline gelmiş bir komik yaratık. Bildiğimiz papağanlara göre tüyleri hayli renksiz, ama uçarken kanatlarının altının kırmızı olduğunu fark ediyorsunuz. Meğer rengini belli etmiyormuş! Homer Tünelinin içi ışıklandırılmamış, sadece kedigözleri yerleştirilmiş duvarlara. 1.200 metre boyunca farlara yardımcı herhangi bir şey yok. O karanlıkta duvarların beton olmadığını fark ediyorum. Yontulduğu gibi doğal halinde bırakılmış, o nedenle de her tarafından sular damlıyor. Tünelden çıktığımız gibi Cleddau Vadisi’ne inmeye başlıyoruz. Bir rahme benzetilen yapısı var vadinin. Vadi tabanına inen yılankavi yolda ilerlerken otobüsün camından fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Gerçekten de rahmin o küresel formundan derinlere doğru inerken, tepemizde kalan vadi duvarlarının kapalılığından etkilenmemek mümkün 57 Mirror Lakes $81 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL ilettiği. Birazdan tümden kapanacak ve biz ilerlediğimiz döl yolundan başka bir dünyaya doğacakmışız gibi hissediyorum. Vadi tabanında, vadiyle aynı isimli nehrin yarattığı şaheseri görmek üzere yine otobüsten iniyoruz. “Nedir bu? Neredeyim ben, kimler çalışmış burada? Bunlar nasıl sanatçılarmış?” türünden sorularla “derin yarık”ın üstüne kurulu köprülerde dolaşmak ve hipnotize olmuş bir şekilde, akan onlarca irili ufaklı şelaleyi izlemek… Thoreau’ya bir kez daha hak vermek… Suyun efendiliğine biat etmek… Chasm’dayız58. Vahşice akan suyun kayalara yaptığına baktığınızda, büyük kaya oluşumlarının içine gömülmüş daha küçük başka kayalar olduğunu, hatta kayalarla kaynaşmış kalın kalın ağaç dalları olduğunu görüyorsunuz. Hele biri vardı ki Çin çubuklarıyla yemek yemek görüntüsünün büyücek bir tezahürüydü. Suyun oyduğu kayalar ne yuvarlak ne de sivri, tuhaf, başka bir dünyaya ait hiçbir tanıma sığmayacak amorf heykelsi oluşumlar haline gelmişler. Oradaki oluşumu açıklayan levhadan; ırmağın yatağını binlerce yılda sert yapılı kayalardan yumuşak yapılı kayalara doğru değiştirdiğini sonra da yumuşak yatağı yararak göz alıcı şelaleler yarattığını öğrendim. Bu şelalelerden suyla birlikte düşen kayaların, akıntının yarattığı girdabın içinde öğütüldüğü, öğütülme anında yumuşak yapılıların içine sert taşların ya da ağaç parçalarının yerleşebildiği çizgilerle anlatılıyordu. Sonunda da, “suyun gücü mirasımızı şekillendirmeye devam ediyor” cümlesiyle bitiyordu bilgilendirme levhası. Bu ülkede bir kuşağın gördüklerini sonraki kuşak farklı görüyor demek ki. Sürekli yükselen dağlarla yarımadadan sonra, burada da devamlı şekli değişen kayalarla karşılaşmıştım. Harikalar dünyasında bir gördüğümü hazmedemeden başka bir harikaya geçiyordum. Chasm’dan yaklaşık 10 km sonra ansızın yolculuğun son durağı çıktı karşımıza. Zirve meğer kıyıya çok yakınmış. Milford Sound’un simgesi haline gelmiş, piramidi andıran şekliyle Mitre Zirvesi59 daha otobüsle yokuştan kıyıya doğru inerken gözümüze görünüverdi. Her yıl yarım milyon ziyaretçiyi kendisine çeken fiyordun tekne kalkış terminali aynen uluslararası havaalanı görüntüsündeydi. Pek çok tur şirketi fiyortta tekne gezisi düzenlediği için kalabalık çoktu. Biraz bu kalabalık yüzünden, biraz da terminal binasında yiyecek satan dükkân bulamamanın tedirginliğiyle aklım karışmıştı, ki pasaport, cüzdan, kredi kartım, telefonum ve fotoğraf makinem gibi bütün değerli şeylerimi sığdırdığım bel çantamı kaybettiğimi fark ettim. Tuvaletteyken belimden çıkardığım çantayı anlaşılan almadan çıkmıştım kabinden. Bir koşu gidip tuvaletteki kalabalığa, çantayı gören olup olmadığını sordum. Alâkasız bakışlarla karşılaştım. Kalbim endişeyle küt küt atmaya başlamıştı. Tuvalet çıkışının hemen yanındaki acenteye çantamı kaybettiğimi söyleyip binadaki danışmanın yerini sordum. Acentedeki genç kızla genç adam birbirlerine baktılar, adam iç odaya doğru gitti. Bu ikilinin çantam hakkında bir şeyler bildiğini anladım o an. Hemen çantamın markasıyla rengini söyledim. Adam elinde çantamla geldi, boynuna atlayıp öpmediğime şaşırıyorum şimdi. Teşekkür edip alırken, içinde pasaportumun olduğunu söyledim. “Biliyorum,” dedi. O ânı günlüğüme şöyle yazmışım: Çok kısa bir sürede yaşlandım derler ya, işte o duyguyu yaşadım. Kayıp duygusunun beni test etmesi devam mı ediyor nedir? Bence ben bu testten geçtim. Artık böyle kayıplar yaşamak istemiyorum. 58CHASM: 59 derin yarık Mitre Peak (1692 m.) $82 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Çantaya kavuşmamla beraber iskeleye çıkıp çekim yapmaya başladım. Dönüş yolunda pil bitene kadar da yüzlerce kare çektim. Allahtan yedek pil satın almayı akıl edememişim İstanbul’dan, böylece sonunda mecburi olarak çıplak gözle de izleyebiliyorum güzellikleri. İki yanı dimdik yüksek kayalık dağlarla çevirili fiyortta ilerlerken, yalçın kayalıklara yapışmışcasına duran orman dokusunu fark ediyorum. Sonradan bir yerde okuduğuma göre, tutundukları yamaçtan kurtulan bu ağaçlar zaman zaman çığ şeklinde suya iniyorlarmış. 160 metre yüksekten suya dökülürken muhteşem resim veren Bowen Şelalesi’ni fotoğrafladıktan hemen sonra Mitre Zirvesi’ne yaklaştığımızı görüp üst güverteye, teknenin en önüne geçtim. Ayakta durmanın mümkün olmadığı, kim bilir kaç kilometre hızla esen rüzgârda makineyi sabit tutmakta zorlanarak çekim yapıyordum. Sonra fok balıklarının güneşlendiği kayalıklara geldik. Bir tane yavru fok süt için annesini tartaklayıp duruyordu. Rüzgârda telef olup üşüyüp ayakta kalma çabasından yorgun düşünce, aşağı inip büfeden kahveyle sandviç aldım. Bu arada fiyordun Tasman Denizi’ne açılan ağzına gelip karşı sahilinden dönüşe geçmiştik. Yine bir heyecan ânı ve günlükten bu heyecanın aktarımı: Daha önce karşı sahilden giderken uzaktan gördüğümüz çılgınca akan Stirling Şelalesi’ne geldik. 147 metre yüksekten dökülüyormuş suya. Ben, elimi deklanşörden kaldırmadan fotoğraf çekiyordum, kaptansa elini gazdan çekmeden şelaleye yaklaşıyordu. Nefes kesici bir deneyimdi. Neredeyse herkes içeri kaçtı, bense ısrarla çekmeye devam ettim. Önce zerreciklerle, sonra denize düşen suyun yukarı sıçrattığı sularla baştan aşağı ıslanmıştım. Sonunda kameram ıslanıyor diye ben de içeri girdim, çünkü o noktadan sonra kaptan elini gazdan çekmezse tekne şelalenin SU ALTI GÖZLEM MERKEZİ altına girmeye başlayacaktı. İçeride kendime sıcak bir çay almış, ıslak ve üşümüş halimi ısıtmaya çalışırken, kaptan teknenin yanını şelaleye doğru çevirmişti. Genç bir çocuk, arka güverte kapısından içeri girdi ve heyecanla beni dışarı çağırdı, “Muhteşem,” dedi. Ona elimle baştan ayağa kendimi gösterdim, sırılsıklamdım. Zaten dışarıda olduğumu fark edip güldü. Ön güvertede güneşte kuruyarak geri dönerken, aslında gezinin en vurucu noktasının Mitre Zirvesi’nden ziyade, kaptanın yaptığı şelale gösterisi olduğunu düşündüm. *** Te Anau’dan sonra durduğumuz ilk durakta fark ettiğim yakışıklı bir adam vardı turda. Yalnızgezenlerdendi ya da bu tura yalnız katılmıştı. O da fotoğraf çekmeyi seviyordu. Konuşmak istemekle uzak durmak arasında salınıp konuşmadan uzaktan izledim onu. Tuhaf bir duygu bu. Sanki konuşmaya Yılda ortalama 7 metre gibi yoğun yağış alan bu bölgede deniz suyunun üzerinde 4-5 metrelik bir tatlı su katmanı oluşmuş. Yoğun yağış dimdik kayalık yamaçları yıkayarak inerken dikkate değer oranda organik yapıyı beraberinde okyanusa katıyormuş. Bunların oluşturduğu koyu karanlık katman gün ışığını engelleyen bir filtre vazifesi görüyormuş. Bu bölgenin korunmuş suları sesten de uzak olduğundan derin okyanus sularının ortamı kendiliğinden oluşmuş. Böylece derin suların hayvanlarını burada yüzeye çok yakında görmek mümkünmüş. DVD’de özellikle siyah mercan diye adlandırılan iskeleti koyu renk, dalları beyaz olanıyla kırmızı mercan ve anemon tüpleri, denizyıldızları güzel görüntüler veriyordu. Dalgıç kameraman çekime suyun üstünde başlıyor. Yamaçlardaki bitkileri bize gösterdikten sonra, kamerasını suya indirip bu kez su altında büyüme ortamı bulmuş bitkileri izlettiriyor. Benzerliği hemen fark ediyorsunuz. Yukarısıyla aşağısının bütünlüğü şaşırtıyor insanı. $83 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL başlarsak güzelliklere dikkatimi veremeyecekmişim gibi bir kaygı taşıyordum. Bu geziyi yalnız yapmaktan hoşnuttum çünkü. İstediğimi istediğim kadar prensibiyle yaşıyordum. Bu beni ziyadesiyle mutlu ediyordu. Yanımda ikinci bir göz olması beni bölüyor, doğanın hangi parçasını izliyorsam, o parça ve ben baş başa olmalıyız diye düşünüyordum. Kıyıya yanaşmaya dakikalar kala bu adamla ön alt güvertede karşılaştık. Kaptan sualtı gözlem merkeziyle ilgili bir duyuru yaptı. Yeşil biniş kartı olanlar inip başka bir tekneyle dönecekler diye anladım. Merkezi gezmek 40 dakika sürecekmiş. Saatime baktım, dönüş otobüsünün kalkmasına 50 dakika vardı. Biraz panikledim. Adamın da, elindeki rezervasyon formunu incelediğini görünce yanaşıp otobüs kalkış saatini sordum, ne de olsa aynı otobüsteydik. O da benimle aynı kaygıyı yaşıyormuş: “Arada kalan 10 dakika otobüse yetişmeye yetecek mi?” kaygısı. Derken görevli kız gelip “Sualtı gözlem merkezine gidecek olan var mı?” diye sordu. Yeşil kartımı ona gösterdiğimde “Sen kalıyorsun,” dedi. Meğer kaptanın duyurusunu ters anlamışım. Ama anlaşılan yakışıklı adam da yanlış anlamış! Herhalde turda yer ayırtırken sualtı gözlem merkezi için ayrı bir rezervasyon yaptırılıyormuş ve ben bunu atlamışım. Sonraları turun DVD’sini izlediğimde merkeze gitmemekle neler kaçırdığımı anladım, ama geç kalmıştım. GÖLÜMÜ BULDUM İkinci fiyorda ulaşmanın yolu Manapouri Gölü’nün kıyısındaki kasabada kalmaktı. Kısa bir yolculukla bir gölden diğer gölün kıyısına geçiverdim. Sözü günlüğüme bırakıyorum: Manapouri Gölü kıyısındaki Lake View Motor Inn adlı otelime yerleştim. Odam gölü seyrediyor. Hep hayalimdeki göl gibi ufak, karşı kıyısı yakın ve kıyıları yüksek dağlarla çevirili. Odadaki rahat ve konfor yerinde, bütün bunları yaşayabildiğim için şükürler olsun. Bundan sonra sadece yazmak var. Gezmek görmek, deneyimlemek ve yazmak. Ben değil miydim ki senelerce, “Sadece okuyarak, yazarak ve seyahat ederek yaşamak istiyorum,” diyen. Dualarım kabul oldu. Artık Manapouri kasabasını keşfetmek için merkeze doğru yürüyebilirim. Çünkü yarın sabah aynı yürüyüşü yapıp Doubtful Sound’a doğru hareket edecek tekneye bineceğim. Yol kaç dakika sürüyor, tur şirketi ve hareket iskelesi nerede, önden araştırma yapmak, sabahın telaşını azaltacak. Günlük yazmaya akşam devam etmişim: Şimdi odamın önünde oturmuş, gün batışı ayininin göl üzerindeki etkisi altında yazıyorum. Muhteşem renklerin yanı sıra pıt pıt yağmur atıştırmaya başladı. Ahmakıslatan gibi mi yoksa daha mı zayıf bilmiyorum. Tepemdeki eternit çatıdan sesi geliyor sadece. Durdu galiba şimdi de. Akşam yürürken de öyle üç beş damla atıştırmıştı, geçerken yokluyor gibi bulutlar. Gölü böyle izlemek güzel, zaten gölün kendisi çok güzel. Tam benim sipariş ettiğim $84 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL gibi, ancak önünden 95 numaralı karayolunun geçmesi, otelin Motor Inn sınıfından olup arabalıların araçlarını odalarının önüne park etme durumları sevimsiz. Öğlenden sonraki keşif gezimde ayaklarım beni “göl patikası 8 dakika” yazısını takip etmeye sürükledi. Göl kıyısına inip fotoğraf çektikten sonra, orman içinden ilerleyen patikadan merkez yönünde devam ettim. Yol ayrımları geldikçe içsel rehberliğime güvendim, sonuçta küçücük Manapouri’de kaybolamazdım değil mi. Birden önüme bir kulübe çıktı Beech ormanının içinde. Hani hep bir hayal içindeydim ya, “göl kıyısında bir ev” diye. Sonra gölleri gezmeye başlayınca anladım ki kıyılarda ev olmuyor bu ülkede. “Tamam, o zaman göl manzaralı ya da göle çok yakın olsun” diyordum. Tam da bu yürüyüşü yaparken içimden, “orman o kadar güzel ki, şurada bir evin olacak”demiştim. Şimdi aniden karşıma çıkan bu kulübenin sadece sırtı gözüküyordu. Patikada ilerleyip önünü de göreyim derken, bir başka kulübe ve bir başkası daha karşıma çıktı. Birbirine yakın açılı yerleşmişlerdi. Acaba bunlar arkadaş evleri mi yoksa otel mi diye sorarken levha görüş alanıma girdi: Possum Lodge. Gördüğüm kulübelere “kabin” diyorlarmış. İçinde mutfağı da olan dayalı döşeli üç adet kabin ve karavanlar için kamp alanı olarak, ormanın kenarında gölün kıyısına çok yakın olarak kurulmuş bir tesis burası. Resepsiyon kapalıydı. Etrafı dolandım; çeşitli yürüyüş patikaları, göle iniş yolu ve manzara izleme noktaları vardı. Yarım saat oralarda oyalandım sonra yeniden resepsiyona baktım ki açılmış. Kabinlerden biri 31 Ocak’ta on bir geceliğine boşalacakmış. Hemen plan değişikliği yaptım ve sonraki durağım Invercargill’dan gerisin geri buraya dönmeye ve boşalacak kabinde kalmaya karar verdim. Yine de kadına, biraz düşünüp dönüşte uğrayacağımı söyledim. Hani şu, “İlk duyduğun sese kulak verme, ikinciyi – daha kısık olanını- dinle” tavsiyesine uyarak merkeze indim. Yarın çıkacağım turun kalkış yerini buldum. Yöre için hazırlanmış belgesellerin DVD’lerini satın aldım. Elimdeki kasaba haritasını izleyerek manzara seyir teraslarına yürüdüm. Gölde irili ufaklı adalar vardı. Bu kasaba Waiau Nehri’nin göle boşaldığı noktaya kurulmuş. Kasabayı turlayarak marketle kafelerin yerlerini buldum. Diğer tatil evleri broşürlerine de bakınca benim istediğimin kesinlikle o küçük kabin olduğunu anladım. Possum Lodge’a geri döndüm ve on bir gece için yerimi ayırttım. İçimde çok güzel bir his oluştu. Kendim için iyi bir şey yapmıştım. Vereceğim uzun mola zarfında, küçüklü büyüklü yürüyüşler yapabilir, yazdıklarıma eğilebilir, aldığım yeni kitaplarla yanımda getirdiğim eski kitaplarımı okuyabilirim. Epeydir geçirdiğim hareketli dönemi biraz durdurmakta fayda var. Bavul açıp kapamaktan yorgun düştüm sanırım. Her gün muhteşem bir yeri görüp hazmetmek kolay olmuyor. Gördüklerimin biraz demlenmeye ihtiyacı var. Karşımdaki dağların lilaya dönüşen rengiyle gölün gümüşe çalan rengi iyice belirginleşti. Beyaz şarabımın eşliğinde yazarken batan günün fotoğrafını çekiyorum arada. Şimdi bu resmi tamamlayan YZ Robin’i de geldi. Buranın kuşları meraklı, insana yaklaşıp ne olup ne bitiyor diye bir bakış atıyorlar ille de. *** “Denizden içeriye doğru bakıldığında gözün görebildiği alanda hiçbir şey gözükmüyordu. Oysa denize bu kadar yakın birbiri ardına dizilmiş kaya dağ zirveleri aralarda vadilerin olamayacağının göstergesiydi.” Bu sözler 1770’de Fiyort Bölgesinde (Fiyordland) keşif yapan Kaptan James Cook’a ait. Adını onun koyduğu en uzun fiyorda doğru yolculuğum başladı. Denizden baktığında içerisinin çok kapalı, epey kuytuda kalmış olduğunu düşündüğü için, geminin içeri girmesi durumunda dışarı çıkacağı zaman yeterli $85 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL rüzgârı bulup hareket edemeyeceğinden şüpheye düşmüş kaptan ve fiyorda buna istinaden Doubtful Sound60 demiş. O günkü gezinin günlük kaydından aktarıyorum: Erkenden kahvaltımı edip yürüyerek iskeledeki Real Journey’nin ofisine gittim. 8.30 hareketle önce Manapouri Gölü tekneyle geçilecek, gölün bittiği noktada yer altı güç istasyonuna inilecek, sonra karaya çıkıp fiyorda doğru otobüs yolculuğu yapılıp varış noktasında 40 kilometre uzunluğundaki fiyort, tekneyle dolaşılacaktı. Sabah uyandığımda hava bulutluydu. Gerçi burada hava genelde sonradan toparlıyor, ama bugün toparlayamadı. Yani Doubtful Sound bölgesi nemli, sisli, bulutlu, zaman zaman da çisentiliydi. Beklenen görüntüler yerine beklenmeyen görüntüler yakaladım. Oldukça dramatik görüntülerdi bunlar. Bazen ne kadar yüksek zirvelerle çevrili olduğumuzu bilemiyorduk, bulutlar o kadar alçalıyordu. Her şey çok çabuk değişiyordu, bir anda tekrar yükselebiliyorlardı da. Sisin indiği, bulutların alçak seyrettiği zamanlarda dağ silsileleri siyah beyaz filmleri andıran nefis görüntüler veriyorlardı. Gezinin ilginç yönlerinden başlıcası, elektrik üreten yer altı güç istasyonuna inmekti. Yerin, daha doğrusu göl zemininin 200 metre altına indik. Bunun için iki kilometrelik yılankavi bir tünel açmışlar. Dünyanın merkezine doğru iniyor olma düşüncesi insanın psikolojisini etkiliyor en başta. Aslında pek bu realitede olmak istemedim, bu tarz fobilerim yoktur ama insan ister istemez kafa yormaya başlıyor: ya deprem olsa, ya yangın çıksa, ya bir patlama olsa, yani acil bir durumda yerin bunca altında ne yapılır? Ya bu adamlar ne yapıyorlar? Bu düşüncelerle nasıl başa çıkıyorlar? Tünelin duvarları betonlanmamış, aynen Homer Tünel’i gibi doğal dokusunda bırakılmış. Böylece doğanın yaşam alanına müdahale etseler de bütün bütün ekosistemi yaralamaktan imtina ediyorlar diye düşündüm. Hatta tribünlerin olduğu üretim odasına yürürken, tünel duvarında sızıntı sular ve yosunumsu oluşumların yanındaki “yaşayan duvarımızı lütfen rahatsız etmeyin” yazısı dikkatimi çekti. 450 milyon yaşındaki yerkürenin bu alt katmanlarına elini değdirmek, insana, parçası olduğu kendinden çok daha büyük sistemi hatırlatıyor. O muhteşem tasarımın derinlerine, insanın kendine bahşedilmiş aklı kullanarak, gölle denizin seviye farkından istifadeyle kurduğu elektrik üretim merkezi, ancak filmlerde görülebilecek bir absürdlükmüş gibi geliyor. 1960’lı yıllarda bu santralin yapılmasına karar verildiğinde ilk projeye göre gölün suyunun 30 metre yükseltilmesi söz konusuymuş. Bu, göldeki bazı adaların suyun altında kalması ve sahil ormanlarındaki ağaç köklerinin suya gömülmesi anlamına geliyormuş. İşte bu haber insanları ayağa kaldırmış ve çevreyle ilişkili protesto tarihlerinin ilk gösterileri ve imza kampanyaları Manapouri Gölü’nü kurtarmak üzere yapılmış. Yani burası, YZ’nin çevre bilincinin doğum yeri olarak tarihe geçtiği için çok değerli. O tarihte internet üzerinden imzalanan imza dilekçeleri olmadığını düşünürsek, ülkede oy veren nüfusun neredeyse her beş kişisinden birinin desteğiyle 265.000 imzanın toplanması gerçekten büyük bir başarıymış. Sonuç: Hükümet ilk seçimde iktidardan düşmüş ve gölün suyunun yükseltilmesinden vazgeçilerek onun yerine gölü denize bağlayan tünelin seviyesini daha düşük kazıp üretimi gerçekleştirmişler. Çare her zaman vardır. Mühendisler bunun için hayatımızdalar, yeter ki 60 Doubtful: şüpheli, kuşkulu $86 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL çevre bilincimiz yüksek olsun değil mi? 70’ler ve 80’ler YZ’de çevre bilincinin sürekli yükseldiği yıllar olarak anılıyor. Doubtful Sound’da tekne gezisi yapabilmek için güç santrali çıkışında otobüslere binip yirmi kilometre süren bir kara yolculuğu yaptık. Alp Sıradağlarını artık kaçıncı kez olduğunu hatırlayamadığım şekilde yardık geçtik yine. Bu kez geçidin adı: Wilmot Pass. Geçitle beraber, dünyanın en ıslak bölgesine geçmiş olduk. Fiyordland’in aldığı yağış yılda 5 ile 8 metre arasında değişiyormuş. Okyanusun güneyiyle Tasman Denizi boyunca batıdan esen nemli rüzgârlar fiyort sahillerindeki yüksek dağlara çarpıp dağların deniz tarafına yağmur olarak iniyormuş. Sabah yola çıktığımız noktaya yani dağların doğu tarafına yılda 1 metre civarında yağışın düştüğü düşünülürse, aradaki yağış farkının doğadaki etkilerini anlamak daha kolaylaşıyor. Ortam aniden açık çay rengi organik bir örtüyle kaplandı. Acımasızca yağan yağmur sularının oluşturduğu ırmaklar ve şelaleler arasına yapılmış karayolundan ilerlerken, yoldan gayrı her alanın -ağaç gövdeleri dâhil olmak üzerekaplanmış olması çok çarpıcı. Yosunumsu bir örtü gibi dursa da içinde pek çok bitki çeşidi barındıran bir yapısı var bu örtünün. Yoğun yağışla birlikte bu örtüdeki organik yapılar denize kadar iniyormuş. Özgül ağırlığı deniz suyuna göre hafif olduğu için de denizin yüzeyinde kalan, yüzen bir örtüye dönüştü, sahile geldiğimizde. Görüntülerin vahşiliğini anlatmak zor. İnsan yaşamına uygun yerler değil buraları, dünya mirası ilan edilmesiyle beraber, insanlara sergilenen bir yer, şimdilik. Fiyordu gezmek üzere bindiğimiz tekne suda ilerlerken yüksek tepeler bizden saklandılar ama fok balıkları, penguenler ve şişe burunlu yunuslar elimizi boş göndermediler. Onlara fazla yaklaşmaya izin yok, yine de; uzaktan da olsa, oradan hiç ayrılmayan bu ailelerin yaşamlarına tanık olma şansı yakaladık. *** İki gün sonra geri dönmek üzere Manapouri’den ayrıldım. Yolculuk, Güney Ada’nın en güneydeki şehri Invercargill’a. Bir ülkeyi en kuzey noktasından en güney noktasına kadar gezmeyi başarmış olmak gerçeği hoşuma gidiyor. 1850-1860’larda Invercargall’a yerleşen İskoç göçmenleri, iyi bir şehir planıyla kurmuşlar burayı. Şehir, tarihi binalarıyla dikkati çekiyor. Yine bir nehir ağzına yerleşim ve buna bağlı ticaret merkezi… Buradaki günlerimi günlük kaydımdan aktarıyorum: Intercity’nin otobüs şoförü beni, ana caddedeki otelime kadar bıraktı. Otel restore edilmiş bir tarihi bina: Victoria Railway Hotel. Otel sahibi çiftten Trudy komik bir kadın. Sohbeti çok canlı. Bina çok güzel yenilenmiş, konforum yerinde ve çok anlamlı bir fiyata kalıyorum. Öğlen yemeği yemek amacıyla, biraz da şehri keşfetmek üzere yerleşir yerleşmez dışarı çıktım. “Mevlana Kebabs” yazısını görünce ayaklarım her yerde olduğu üzere beni dükkândan içeri soktu. Sahibi Mustafa yakınlık gösterdi ve sohbet ettik biraz, Konyalıymış. Yemekten sonra Türk kahvesi ikram etti, çıkarken de hemen her gittiğim döner kebapçıların benden istediği parayı aldı: 5 YZ doları. Bu sanırım gittiğim dördüncüydü, herhalde yediğimin maliyeti bu rakam olsa gerek. Satış rakamlarını hatırlamıyorum, çünkü girer girmez Türkçe konuşmaya başladığımız için menüye filan bakmadan ne yiyeceğim konusuna giriyoruz. Kebap diye hazırlayıp sattıkları yiyeceğin bildiklerimize benzer tadı yok tabi, ama $87 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL olsun, yine de hep onlara gitmeyi seçtim. Türkçe konuşmak, bazen kahve bazen demleme çay içmek çok güzeldi çünkü. Sonraki durak Henry’i görmek için müzeydi. Henry, bir Tuatara61. YZ’nin endemik hayvanlarından biri. Yaşayan fosil diye anılan bir sürüngen cinsi. Ataları 220 milyon yıl önce dinozorlarla beraber yaşamış, yani dünyanın günümüze kadar gelebilen tek antik sürüngen ırkı. Maori’nin yaradılış efsanelerinde de yer alıyormuş ve bazı kabileler onun bilginin koruyucusu olduğuna inanıyorlarmış. Kertenkeleyle timsah arasında bir görüntüsü var. Uzun kuyruğu dâhil 80 cm. boyunda ve 1-1,5 kg ağırlığında. Başının tepesinde ince bir deriyle örtülü üçüncü bir göz taşıyormuş. Bu gözle mevsimsel değişiklikleri yani doğanın döngüsünü takip ediyormuş. Henry 2009 başında tam 111 yaşındayken ilk kez baba olmuş. Tuataralar, Kuzey Ada’nın çevresindeki yaban adalarda yaşıyormuş daha çok. YZ henüz insansızken, yani Maori öncesi dönemde ana karada da bulunuyormuş ama sonra, Maorilerin Polinezya’dan beraberlerinde getirdikleri hayvanlar tuataraların kökünü kurutmuş. Bereket civar adalardakiler yaşayabilmişler ve günümüzde koruma altındaymışlar. Henry’nin, Cook Boğazı’ndaki Stephens Adası’nda 19 yy’ın ikinci yarısında doğduğu düşünülüyor. 1970 yılında Invercargill’daki müzeye getirilip Tuatarium’a konmuş. Bu yer değişikliğini kabullenmekte epey zorlanmış, 2008’e kadar yani tam 38 yıl bayağı saldırgan davranışlarda bulunmuş hatta bu davranışlarının sebep olduğu bir kanserli dönem de yaşamış. Neyse ki kanser 2002’de yok olmuş. Sonunda da çiftleşmeyi kabullenmiş ve baba olmuş Henry! Henry bana poz vermeye pek gönüllü olmadı, saklandığı oyuktan zaman zaman kafasının birazını çıkardı o kadar. Müzedeki belgesel onu ve ait olduğu ırkı oldukça detaylı anlatıyordu, ben de çareyi film izlemekte buldum. Müzede daha önce duymadığım başka bir tanımla daha karşılaştım: Subantarctic adaları. Bu isim, YZ ile Antarktika arasında yer alan ve ülkeye 1100 ile 250 km arasında uzaklığı olan altı adet adayı topluca tanımlıyor. Müzenin bir bölümünde bu adalardaki canlıları ve yaşamı koruyup kollama çalışmalarını sergilemişlerdi. İlgiyle izledim. Böylesi konulara yoğunlaşan insanlar kendilerini sonsuzluğa ait hisseder herhalde… Başlangıcı ve sonu olmayan bir varoluş içinde olmak… FARKINDALIK ÇALIŞMALARI DURAĞI 31 Ocak 2010 Bu sabah Invercargill’daki tarihi otelimde uyandım, şimdiyse, dingin ve huzurlu gölümün karşısında yazıyorum. Bugün hava olağanüstü güzel ve bugün Manapouri gölü, olağanüstü güzel görünüyor. İyi ki burayı keşfettim ve iyi ki buraya dönme iradesini gösterebildim. Buranın dinginliği benim tempomu da düşürdü, hiçbir detay içimdeki barışı tehdit etmiyor sanki. Canımı sıkacak bir olgu kalmamış gibi. Böyle yaşamak beni mutluluğun da ötesine taşıdı. Her şeyin böyle değişmesi ne güzel oldu. Çevrem hem doğal güzellikler hem 61 Sırtında sivri tepeler olduğunu anlatan Maori dilinde bir sözcük. $88 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL de güzel ruhlu insanlarla doldu. Ben nasılsam dışarısı da öyle oldu. Bu işin sırrı neymiş tam anlayamadan gerçekleşti ama şimdi artık realitem bu. Bu sabah annem telefon etti, keyfi ve sağlığı iyiymiş şükür. Ona buradaki mutluluğumu anlatınca, kalışımı biraz daha uzatmamı tavsiye etti bana. “Türkiye karışık, döneceksin de ne yapacaksın?” dedi. Vizemin bitiyor olduğunu söyleyince, “O zaman yine gidersin,” dedi. Anlaşılan benim mutlu olmam ona da mutluluk olarak yansımış. Yani dediğim gibi, içim nasılsa dışarısı da öyle olmaya başladı. Bu muhteşem bir dönüşüm. Invercargill’dan Manapouri’ye yolculuğumu Scenic Shuttle şirketiyle kapıdan kapıya olarak yaptım bu sabah. Yolculuk tamamen güney sahilinden geçecek şekilde düzenlendiği için bu yolu seçmiştim. Bu güzergâha manzaralı tur (Scenic Tour) diyorlar. Aslında minibüs seferi ekspresti, normalde durak yapmadan gitmemiz gerekirdi. Yolcu olarak benden başka sadece Arjantinli bir kadın vardı. Şoför pek sevimli bir adamdı, bazı noktalarda aracı fotoğraf çekimi için durdurdu, yol boyunca da bize rehberlik edip çevre hakkında izahatta bulundu. Buraların hâkimi de “rüzgârmış". Bunu özellikle ağaçların rüzgâr nedeniyle aldığı şekillerde gördük. Ağaçların her biri bir fırtınanın dondurulmuş karelerini andırıyordu adeta. Tuatapere’den geçerken şoförümüz kahve içmek üzere mola vermeyi teklif etti. Kafenin ismi: Yesteryears Museum62. Kapıda iki adet çocukluğumun bebek arabası ve kara tahtada bir yazı: sahici yiyecek ve kahve. Günümüzün hızlı, ayaküstü beslenmesi ve hazır kahvelerine güzel bir gönderme… İçeri girdiğimizde Beatles’ın Yesterday parçasını duyunca gülümsedim. 1960’ların müzik dolaplarından birinde 33’lük bir uzunçalar olarak çalıyordu parça. Binanın dekorasyonu, bir zamanlar kullandığımız mutfak araçlarıyla yapılmıştı, hayatımıza makineler girmeden önce kullandığımız nice el aleti vardı duvarlarda, raflarda. Emayeler, seramikler, porselenler…. Yaşlı bir kadın, geçmişten kalmış bir dükkân ve dünden kalmış bir kasaba… Bu ülke sürprizlerle dolu. Beni Possum Lodge’a bıraktılar. Şoför kabinin kapısına kadar bavul ve çantalarımı taşıdı. Sabah Invercargill’dan ayrılmadan önce marketten yaptığım yiyecek alışverişi paketlerim vardı bir de. Yerleştim ve hemen plaja kadar yürüyüp geri döndüm. Şimdi eğer bakkal açıksa şarap alıp kabine dönüp akşam yemeğimi hazırlayacağım. Şükürler olsun, bu halim bende sevinç yaratıyor. 2 Şubat 2010 Kırk sekiz saati geçti bu güzel yerdeyim, öyle sık sık ortalarda dolaşıp göl kenarına filan indiğim yok aslında. Daha ziyade uzun zamandır yapamadıklarımı yapıyorum. Kitap okumak ya da mektup yazmak mesela… İşte o günün tarihiyle yolladığım bir mektup: Canım arkadaşım, Sesim çıkmaz olunca merak ettin değil mi? Seyyah arkadaşın, gezelim-görelim turunun altı haftalık bölümünün sonuna yaklaştığında fark etti ki her Allahın günü bir güzelle olmak bedenen de ruhen de kaldırılacak şey değilmiş. Kısaca; durup dinlenip, ne gördüm, nasıl böyle oluşmuş, neydi ne değildi kısmına bakmadan ertesi gün bir başka noktaya hareket etmek, bir veya iki gece kalıp yine yola düşmek işini bir yerde durdurup uzun kalacağım noktayı bulmak istiyordum. İşte böyle düşünürken -Fiordland Milli Park bölgesinde iki önemli 62 Eski zaman müzesi $89 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL fiyordu ziyaret ederken- tam düşlerimdeki göl ve kıyısındaki kabinle karşılaştım. Fiyortlardan sonraki durak artık ülkenin en güney ucu olan Invercargill şehriydi. Orada yapılmış rezervasyonum beni bekliyordu. Programımı bozmadım, atlayıp gittim ve 1806 yapımı otelimde çok keyifli iki gece geçirdim. Otel sahibi çift adeta ev sahibi gibiydiler. Ancak evlerinde oda kiralayanlarda böyle sıcak ilgi ve alâka görüyorsun çünkü. Özellikle kadın hem komik hem çok yardımcı ve sıcakkanlıydı. Onlarla tanışmak için bile oraya gitmiş olabilirim. Neyse, orası bir şehir merkezi olduğu için sinemasında günümüz filmleri de oynuyor. Ben de Merly Streep’in “It’s complicated” filmine gidiverdim. Sonunda, Invercargill’dan gerisin geriye Manapouri Gölü’ne döndüm ve kabindeki hayatıma başladım. Gölün küçüklüğü, sınırlarındaki dağların güzelliği, dinginliği… Tam konakladığım yerde Waiau Irmağı’nın göle dökülmesi nedeniyle sağın göl kıyısı, solun nehir kıyısı şeklinde bir başka güzellik… Burada dinlenmek, gördüğüm bütün güzellikleri düşünmek, hazmetmek, sadece ilk fiyorttan sonra yazdığım yirmi dokuz sayfalık (toplamı üç defteri geçen) günlük kayıtlarımı gözden geçirmek ve hatta gezme temposunda pek beceremediğim şeyi, kitap okumak istedim. Bu arada hep dışarıda yemekten yemek yapmayı, bulaşık yıkamayı ve şarabımı şişeyle alıp istediğim zaman istediğim oranda içmeyi özlemişim. İşte şimdi Manapouri’de durdum ve beden ritmimi de düşürdüm. İlk gün sadece kabinin önündeki bankta kitap okudum mesela. Ve günlüğüme kaldığım yerden bağlanıyorum: Bugün Michael Sky’ın “Duygusal Yüzleşme” kitabını bitirdim. Çok güzel bir akış ile çok önemli bir bilgiyi aktarmış kitabında. Yazık ki altı hafta ara vererek okuduğum için, o bütünlüğü kaybettim. Yine de aldığım notları okuyarak, bir iki bölüm geriye dönerek, olayı algıladım. Kitap bize, yaşayan enerjiyi eş-yaratıcı olarak maddeye dönüştürürken dünya için olumlu seçimler yapabilme şansımızı unutmamamızı, bu seçimi yapabilmek için de nefesimizi kullanmamızın yolunu anlatıyor. İlişki mirası, sosyal virüs gibi kalıplarla doldurulan beden ve ruhumuzu etkin kabul, dinamik gevşeme ve niyet nefesleriyle nasıl pozitifte yaşatabileceğimizi anlatıyor. Bebekleri ve çocukları izlememizi ve onların dışa taşan enerjilerine etki eden enerji alanlarımızı temiz tutmamız gerektiğini ve bunu nasıl yapacağımızı tarif ediyor. Enerji denizindeki bir damla olarak kendimle çalışmanın denize olan etkisini anladım bir kez daha Michael Sky’ın yalın anlatımında. Dün akşam yemek sonrası nehir kıyısından marinaya yürüyüp geri geldim. Akşam güneşi renkleriyle nehri ve gölü izledim. Burası gerçekten özel bir güzellik taşıyor. Enerjisi tertemiz. Ülkenin en büyük elektrik üreten santralinin gölün kıyısında kurulu olması hasebiyle, aslında negatif enerji olmalıydı burada, ama ya bu köşe santralin olduğu West Arm’a uzak diye ya da doğanın ortasında negatif enerji hemen pozitife dönüşüyor diye burayı çok huzur verici buluyorum. Sabah, New York’tan astrolog arayacağı için heyecanla uyandım. Erkenden kahvaltı ettim, hazır bir şekilde beklemeye başladım, baktım arayan yok. Ben de bilgisayarımı açıp cevap bekleyen mektupları yazmaya başladım. O sıra, bağlantıda bir sorun olduğu için aranamayacağımı bildiren bir e-posta geldi. Başka bir tarihe erteleniyordu aranmam. “Her işte bir hayır vardır”, dedim. Kendimdeki bu rahat kabullenişe şaştım biraz, ama çok sevindim. Bu değişikliklerden çok haz alıyorum. Beklentiler ve hayal kırıklıkları faslı bitti inşallah. Ne kadar yorucu bir yaşam tarzıymış… Kabullenici olmak, akışla gitmek huzur $90 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL verici, canın yanmıyor. Michael Sky’ın nefes çalışmaları faydasını göstermeye başlamış olabilir mi? Ertesi sabah, göl kıyısında oturup göçmenlik konusunda danışman şirketin formunu doldurmaya başladım yeniden. Form tamamlanınca, yazdığım açıklayıcı mektupla beraber şirkete e-postaladım. Eğer YZ’de yerleşik yaşamam, evrende benim için planlanmış ise ben de bu mektupla bana düşeni yapıyor, istenen şartlara uygun olup olmadığımı anlamaya çalışıyordum. YZ’ye gelirken yanımda getirdiğim kişisel gelişme çalışmalarından birini okumuştum geçen sabah. Konu ego ile ilgiliydi: “Egoyu un ufak etmek!” Adından anlaşılacağı üzere pek kolay bir çalışma değildi. “Seni zora sokacak her neyse onu bul ve yap, yani yapmanın zor geleceği şeyi yap, çünkü orada ego duruyordur” diyordu özetle. Bunu okuduğumda, bir süredir sıkıntı yaşadığım, iletişimimin kopmuş olduğu arkadaşımı düşündüm. Ona yazmayı istediğim zamanlar olmuş, ama yapamamıştım. Günlüğüme aktardığım şekliyle devam ediyorum: Bunu bir türlü yapamıyorum, neden? Ne olacak? Yazdığıma cevap gelmezse ne olur? Ya da abuk sabuk gelirse ne olur? Soğuk gelirse ne olur? Neyle karşılaşmaktan çekiniyorum ki? Ben değil miydim, konuşmak isteyen, bu ilişkide konuşulmamasından şikâyetçi olan. Yazınca, belki de konuşma süreci başlayacak. Bu uzak durma kalıbı onun kalıbı. Neden bunu kabul ediyorsun? Neden kendi yolunu yürümekten çekiniyorsun? Belki ilişkinin dozu beni yormuştu, ama üç aydır dinlenmede bekleyen ilişki artık demlendi ve yeni bir adımı bekliyor. En azından bunu yapmak istiyor ve yapamıyorsun. Engelleyen şey belli ki ego. Karşına çıkan ödev bu konuya getirdi seni, şimdi yapabilecek misin? Michael Sky’ın kitabında, “ilişkileri iyileştirme” bölümünü okurken, bu konuya faydası olur mu diye azami dikkat göstermemiş miydin? Ve kitapta: “Gerçekte birbirini sevenler, zor zamanlarda duygusal olarak akışta ve bağlantıda kalma cesaretini bulur, iletişimi sürdürürler. İncitici olduğunda bile, hatta özellikle incitici olduğu için birbirlerinin mesajlarına açık ve canlı kalırlar. Birbirlerine verdikleri sözleri önemserler. Sevgiyi peri masallarında erişilmez bir yerden ziyade, sonsuz bir yolculuk olarak görür ve bu yolculuğun tüm viraj ve sapmalarını, ani değişimlerini, beklenmedik dönüşümlerini ve bu arada nimet ve şifalarını kabul ederler” diye yazmıyor muydu? İletişimi sürdürmek, ilişkimizin girdiği virajı toparlayabilmek için gerekli. Eğer bu ilişkinin benim için önemi kalmadı, misyonu bitti demiyorsam, egomu ezip ufalayıp iletişime geçmeliyim. Ertesi gün akşamüstü arkadaşıma mektup yazabildim. Konu başlığı: Özledim, idi. İçimde müthiş bir rahatlama oldu. Dört gündür egomun bana yaşattığı sıkışmışlık hissi kayboldu. Ne büyük bir güç olarak üzerimde baskısı varmış, bu çalışmayla çok daha iyi anladım. Bayağı çalışmak gerekiyor, buradan çıkan ders bu! Sabah uyandığımda arkadaşımdan gelen cevabı buldum. Sıcak bir cevaptı. Sesimin çıkmasına sevinmişti. Benim ona; “Bir ses ver de sevindir,” diyerek sanki sessiz kalan sadece oymuş gibi yazmama karşın o da bana; “Oh nihayet sesin çıktı,” bağlamında, sanki sadece ben sessiz kalmışım gibi yazmıştı. Yazışanlar ne yazık ki hâlâ egolarımızdı. Ancak yine de iletişimin başlaması sevindirici olmuştu. Ne demişti Sky? “Zor zamanlarda duygusal olarak akışta ve bağlantıda kalma cesareti göstermek.” Göstermiştik işte. $91 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL *** Günümü yine kendi üzerimde çalışarak geçirdim. Bu kez konu, tepkilerimiz üzerine farkındalık çalışmasıydı. “Gün boyunca seni tepki vermeye tetikleyen olaylara dikkat et, nerelerde kısa devre yaptın, tepki verdin not tut” diyordu çalışmada. Yine günlükten aktarım: Biraz önce deprem oldu. Ahşap kabin sallandı birkaç kez. Elimdeki kitapla beraber kapıyı açıp dışarı çıktım. Her iki yanımdaki kabinden hiç kimse çıkmadı. Hücre hafızalarımda Adapazarı depremi kayıtlı olduğu için, komşularıma göre daha duyarlıyım herhalde. Gökyüzünde yıldızlar çok parlaktılar, iyi ki dışarı çıkmışım! Bu gece Sandra Bullock’un “Premonition” filmini izledim. Artık İngilizce film izleme alışkanlığı edindim ki bu kendime güvenimi kazanmaya başladığımı gösteriyor. Yirmi iki günüm daha var, lisanımı geliştirmek için büyük fırsat aslında. Şimdiye kadar bu geziye hiç bu gözle yaklaşmadığımı fark ettim. Yeni insanlarla sohbet etmek ilk tercihim olmadı pek! Tam tersi hep yalnız kalmayı, içime dönük yaşamayı seçtim. *** Biraz biraz yolculuğun devamıyla ilgilenmeye başladım, gerek internetten gerekse elimdeki kitaplardan araştırma yaptım. Hedefte Tekapo Gölü ve Cook Dağı(Aoraki) vardı. Şu bir türlü tepesinde uçamadığım dağ…ülkenin en yüksek dağı… Son şans olarak, Tekapo durağı kalmıştı. Kasabanın dışında bir yer buldum kendime. Sahibi gezgin-yazar diye tanıtmış kendini. Yemek yapmayı ve edebiyatı seviyormuş. Dört gün için yer var mı diye sordum. O günün günlüğü yine göle methiyeyle dolu: Güzel gölüm bugün çok hareketli, kuvvetli rüzgârla kıpır kıpır. Hatta kıpırtılarının tepesi beyaz beyaz köpüklenmiş. Ona bu görüntü de yakışıyor. Öyle güzel ki, dingin de olsa, coşkun da olsa muhteşem. Rüzgâr tatarcık sineklerini63 ortadan kaldırmış. Isırılmadan, etrafımda onların uçtuğunu görmeden oturmak da nasip olacakmış demek ki! Evet, şimdiye kadar anlatmadığım tatarcık ya da yakarca dediğimiz mini minnacık sineklere geldi sıra. Sineklerin boyuyla yarattığı şişkinlik tam bir tezat. Sadece şişlik olsa iyi, önlenemez bir kaşınma hissiyle beraber oluşan ve günlerce kapanmayan yaralar işin acı tarafı. Bu sinekler trenle yaptığım doğudan batıya geçiş sonrasında yani Greymouth şehriyle beraber hayatıma girdi. Ondan sonra da; Güney Ada’nın batı bölgesindeki gittiğim her yerde, ama en çok da Haast’da beraberdik. Bereket Güney Ada serince de, üzerimde hep uzun kollu ve uzun bacaklı giysiler oluyor. Ama yine de açıkta kalan eller, ayaklar ya da ense, yüz gibi bölgeleri affetmeyip ısırıyorlar. Ülkede bu sinekler için satılan pek çok marka ilaç, krem vs. var. Ben de bir kısmını denedim ama nafile bir çabanın ötesine geçmedi. Onlarla beraber yaşamaktan başka bir çare yok. Kabullenmeyi öğrenmek için birebir! 8 Şubat 2010 Cirle Track yürüyüşünü yapmak üzere saat 15.00’de nehir iskelesine geldim. Elimdeki haritaya göre hepi topu 8 kilometrelik parkur için, zamanın üç buçuk saat tutabileceği 63 Sand fly $92 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL bildirilmişti. Deniz taksiyi kullanan Donna beni karşı sahildeki iskeleye bırakırken, saat 18.30’da gelip alacağını söyleyip başlangıç noktasının yerini gösterdi. Yürüyüşün neden üç buçuk saat süreceğini yürüdükçe anlamaya başladım. Bir defa bir Beech Ormanında yürüyordum. Bu, ağaç köklerinin büyük oranda toprağın üstünde olması anlamına geliyor, o zaman da kökler üzerinde yapılan bir yürüyüşe dönüşüyor yürüyüş ve tabi ki çok yavaşlıyor. Kökler, belirginleşmiş bir patika oluşturulmasına da izin vermiyor. İzleyebileceğim tek işaret, aralıklı olarak ağaçların gövdesine koyulmuş turuncu işaretlerdi. İlk bölümde 3,5 km süren tırmanma insanın iflahını kesiyordu. Kökler üzerinde tırmanmak iki kat yorucuydu. Bir buçuk saatimi sadece bu bölüm aldı. Epey zamandır uzun yürüyüş yapamamış, belki de hamlamıştım. GPS’ime göre yürüyüşe başladığımdan itibaren 357 metre yükselmişim. Ama sonunda müthiş bir ödülle karşılaştım. Manzara seyretme noktasında gerçekten de çok güzel bir görüntü beni bekliyordu. Donna’nın gelip alacak olması zamansal bir kısıt yaratmasaydı, o manzarada bir saat oturabilirdim. İniş, çıkış gibi dik değildi. Oldukça tatlı yatay bir patikaydı. Ona rağmen sol dizim, derhal teklemeye başladı. Artık neredeyse iki derecelik eğimlerde bile sızlıyor. Döner dönmez doktora gitmeliyim. Yürüyüş hayatımı bitirebilir bu sorun. Eğimin hemen başında sızıyı hissedince bayağı tırstım aslında, çünkü daha bir buçuk saat inilecek yolum vardı. Bu dizle bu iş nasıl olacak kaygısı yaşadım. Ortam çok güzeldi, ormanın çok güzel bölümlerinden geçiyordum. Bütün bu kalan yolu; hayatın kendisiyle paralellik kurarak, günlük olarak karşılaştığım engel ve zorlukları düşünerek nasıl baş ettiğimi, yavaşlasam da sonunda nasıl başardığımı, amacıma ulaştığımı hatırladım. Bu düşüncelerle zaman zaman çok yavaşlayarak, zaman zaman yatay giderek de olsa 18.30’da iskeleye varmayı becerdim. Donna gelmemişti. Basamaklara oturdum ve günlük yazmaya başladım. İçimdeki ses, ona telefon edip beni burada unutup unutmadığını sormamı istiyordu, ama sesi salıverdim gitti. Sabırla beklemek için oturup yazmaya başladım. Beş on dakika içinde Donna gelip aldı. Karşı kıyıda indiğim yerden, kaldığım kabin sadece 15 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Ama her gün bayıldığım o nefis orman yolu, bana çok zor geldi bu akşam. Bugünden öğrendiğim şey, parkurun zorluk derecesini araştırmadan yola düşmenin manasının olmadığıdır. Dizim artık düz olmayan parkurlar için sorun oluyor. Yürüyüş parkuru düzenli olarak açılıp hazırlanmamışsa, yürürken “şimdi ve burada” olma hali gerekiyor ki bu çok güzel bir deneyim aslında, buna rağmen içimde pek çok diyalogla yürüdüm. Hiç susmayan bir ses sürekli konuşuyor ve ben onu çok daha fazla dinlerken yakalıyorum kendimi. Bu “dinleme”, kelimenin tam anlamıyla dinleme, yani duyma, fark etme olarak gerçekleşiyor. Tek başınalığım, farkındalığımı çok arttırdı. Bundan o kadar hoşnutum ki… Neler olduğuna, sistemin nasıl çalıştığına odaklanmış şekilde yaşamaya başladım. Bu sabah rezervasyonları yaparken, kalacak yer ararken hep izliyorum kendimi. Nelere dikkat ediyorum. Nelerle fazla uğraşmak istemiyorum, neleri öğrenmişim de ona göre yer seçimimi yapıyorum. Kontrollü evet ya da hayır konusunda alıştırmalar yapıyorum. Hayal kırıklığı yaşama durumumda çok azalma oldu, belki de beklentilerim azaldı. Bunlar çok iyi gelişmeler… 9 Şubat 2010 Nihayet bugün Joan Gill ile Rivendell Lodge’da kalmam konusunda anlaştık. Kadın her şeyi anladı da benim orayı neden seçmiş olabileceğimi anlayamadı. Aracım yok, bir yere gidemeyeceğim, o zaman ne demeye kırsal bölgede dört geceliğine yer ayırtıyordum. “Burada en güzel yazılır, zaten benim de on altı yıl önce buraya yerleşme nedenim buydu” demiş. $93 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Demek ki benim de böyle yerlerin müptelası olduğumu ona yeterince izah edememişim. Okuma yazma sevdalısı biri hiç kırsalda sıkılır mı? Bugün yemek hazırlarken TV’de geçen hafta da izlediğim bir programla karşılaştım. İngiltere’den bir programdı bu. Birilerinin eskimiş binaları ucuz fiyata satın alıp ciddi tadilatlar yaptıktan sonra satışa koymalarını, alışla satış arasındaki farktan da para kazanmalarını anlatıyordu. İnşaat işlerine, özellikle de restorasyon konusuna olan merakımdan dolayı sevmiştim programı. Bu haftaki konu, ormanlık bir alanda yangın sonucu sadece dört duvarıyla kalmış binayı alan bir çiftin hikâyesiydi. Onu almak ve yenilemek için her şeylerini satmışlar, o evin bahçesinde karavan benzeri bir oluşumda yaşamaya başlamışlar. Yenileme çalışması sırasında eve bir kış bahçesi ekleyip çatı katı çıktılar. Böylece ev dört yatak odalı bir aile evine dönüştü. 190.000’e aldıkları binaya 200.000 harcamayı planlamışlardı ama toplamda 418.000’e mal olan binaya emlakçılar 400-450 bin fiyat biçti. Onlar da satmayıp kendileri yaşamayı tercih ettiler. Zaten bu çiftin bu işi satmak adına yaptıklarını başından beri düşünmemiştim. Bir defa ormanı çok sevmişler ve orada yaşamayı seçmişlerdi. İnşaat döneminde hep kendi isteklerine göre evi düşündüler, pek çok aşamasında kendileri çalıştılar ve süreci keyifle yaşadılar. Ben bu hikâyenin neresindeyim? Programın başında kırmızı tuğlalı binayı görür görmez hemen yangın geçirdiğini anladım ve elimdeki işi bırakıp televizyonun yakınına oturdum. İnsanların yanmış bir bina karşısındaki duyguları önemliydi benim için. Ayrıca Masal Evi’nin de yeniden canlanabileceğinin örneği olabilirdi. Binanın eski haliyle önceden kurulmuş duygusal bağlar taşımayan insanlar için, restorasyon süreci duygusal ağırlık taşımıyor, tersine; sevinç, umut, mutluluk gibi hafif-uçurucu duygular, hisler vardı yapanlarda. Kendimi çok kısa bir an da olsa yeniden O’nu hayata döndürürken düşledim. Acaba? Sonra hemen, parayı bir binaya gömmenin ilginç olan bir tarafı olmadığını düşündüm. Belki, satmak amaçlı bir yenileme olabilir miydi? Piyasaların durumu ortada, satılamaması karşında çekilecek acı…sanki daha önce bu acıyı çekmemişim gibi…satmaya çalışıp da ne kadar zaman beklediğimi ne çabuk unutmuşum. Kendimi iyi hissetmenin yolu, oranın satılması ve bu hikâyenin bitmesi olacak. Başka bir yol istemiyorum şimdilik. Bu programa şahit olmam, yanan bir binayla, üstelik orman içinde olanıyla karşılaşmam tesadüf mü? 10 Şubat 2010 Sabah danışmanlık şirketinden cevap geldi. Direktörleri benim formumla mektubum üzerinde çalışmış ve 13 sayfalık bir durum değerlendirmesi hazırlamış. E-postanın ilişiğinde bu değerlendirme raporu vardı. Bir de yüz yüze görüşme isteğim kabul edilmiş ve 22 Şubat için randevu verilmişti. Rapora göre iki seçeneğimin olduğunu anladım. Biri mesleki, diğeri girişimci olarak göçmen başvurusu yaparsam, kabul edilme şansım varmış. Villa bakımı ve yönetimi üzerine Türkiye’de kurduğum şirketin aynısını burada kurabileceğimi, özellikle ikinci ev olarak sahip oldukları plaj evlerinin böylesi şirketlere ihtiyacı olduğunu yazmış. Bu şirketi açmanın şartları ağır değil, üç yıllık bir süreçte de oturma iznini alırsın demiş. Diğer olasılık ise mesleğimi yapmam, yani eleman açığı olan IT sektöründe64 çalışmam ki bu hiç düşünmediğim bir olasılıktı benim için. Tüm raporun sonunda üç satırlık bir toparlama 64 Bilgi Teknolojileri sektörü $94 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL paragrafı var. Nedense tam beş kez okumama rağmen ne demek istediğini anlayamadım. Algım düştü birden! Şimdi göl kıyısına geldim, küçük kıyısal şırıltılar eşliğinde içimi döküyorum. Bulutlar yine alçalmış, zirveleri örtmüş görünmez yapmış. Göl dingin ve dert dinlemeye hazır. Monument, çıkıntılı tepesinin bütün güzelliğiyle bana bakıyor. Bu gölü özleyeceğim. Ne yapacağım, ne yapsam iyi olur gibi soruları şimdilik kenara koyuyorum. Hayatımda aceleye gelecek şeyler yapmak istemiyorum. Evrende benim için var olan olasılıkları anlayarak yol almak niyetindeyim. Sonuçta hayata dair isteğim, deneyimlerimi tam zamanlı olarak yazmaksa, iş kurmak da neyin nesi? Benim kafamdaki resimde, küçük bir işletmeyi devir almak, orada bir profesyonelin çalışması, benim de hayatımı döndürecek getirisinden faydalanmam var. Bu anlamda –daha Türkiye’deyken- Mary ile beraber Nelson’daki akupunktur kliniğini düşünmüştüm. Sonra Queenstown’daki dönercinin iş devir ilanını gördüğümde de aynı fikir aklımdan geçmişti. Üstelik Queenstown’ı Nelson’a göre çok daha beğenmiş ve sevmiştim. Bakalım bu resim ne kadar netleşecek? EN SONUNDA GERÇEKLEŞEN UÇUŞ Birkaç kez isteyip her seferinde hava muhalefeti nedeniyle yapamadığım uçuş için, yani Cook Dağı Milli Parkı’nı tepeden görebilmek için, yolumu Tekapo yakınına düşürdüm. Bu son şansımdı, çünkü tam dört haftadır etrafında döndüğüm bu yöreden ayrılıyordum artık. Uçaklar Tekapo’dan havalandıkları için orada konaklamak akıllıca olmasına rağmen, buzul mavisi gölünden başka çekiciliği olmayan Tekapo yerine, Joan Gill’in evinin olduğu yemyeşil Kimbell’ı seçmiştim kalmak için. Kimbell’da indiğimde ev sahibem Joan durakta beni bekliyordu. Beraberce evine kadar beş dakikalık mesafeyi yürüdük. Beklediğimden yaşlıymış. Deri kanseri geçirdiği için güneşte duramıyormuş. Üç oğlu, beş torunu varmış, en yakın kasaba olan Fairlie’nin kütüphanesinde çalışıyormuş. Odamın penceresinden hemen yan arazideki geyik çiftliğini görüyorum, etrafta dolaşan karacalar çok sevimli. Joan’ın bahçesi çok bakımlı ve bayağı geniş. Kimbell çok yağmur ve kar alıyormuş, yeşilliğin sebebi de bu olmalı. *** Kimbell ve Tekapo’ya dair anılarımı bir mektupta şöyle dile getirmişim: Ülkenin en yüksek dağı Cook’un tepesinden uçmayı üç ayrı zamanda ve yerde istemiş, ya başı buluttan çıkmadığı ya da uçuşlarda yer olmadığı için uçamamıştım. Ama sonunda geçen hafta bütün şanslar benden yanaydı ve uçabildim. Sana fotoğraflarını gönderiyorum. Kimbell isimli kırsal alanda yerleşmiş bir kadının evinde kaldım, dört geceliğine. Evi, kalınacak güzel yerler kitabından bulmuştum. Tanıtım yazısında gezgin yazar olduğunu; edebiyat, yerel tarih ve dağlara tutkusu olduğunu yazmıştı. İçimdeki ses onunla iyi anlaşacağımızı söyledi ve altımda kiralık araba olmamasına rağmen öyle bir yerde kalmayı seçtim. Kadının adı Joan. O da, neden orayı seçtiğimi anlayamadı baştan. Yaşı 65. Sekiz kilometre ötedeki bir kasabanın kitaplığında yönetici olarak haftada on saat çalışıyor. Kırsal $95 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL alandaki bu evi alıp eklemelerle dört odaya çıkarınca başlamış pansiyonculuk işine. On altı yıldır hayatını bu şekilde kazanıyor. Auckland’da doğmuş, büyümüş, yirmi beş yıl önce kocasından boşanmış. Kaldığım dört gecenin ikisinde başka müşterileri de vardı. Evi Christchuch-Queenstown yolunun tam orta noktasında yer alıyor. Bu yol yaklaşık yedi saat sürdüğünden pek çok insan yolu ikiye bölmeyi, gece yatıp devam etmeyi seçiyorlarmış. Yani müşterilerini böyle buluyor. Benden başkasının kalmadığı, havanın da muhteşem olduğu bir gün beni arabayla 1,5 saat ötedeki Mt.Cook kasabasına götürdü. Orada beraberce Hooker Vadisinde buzula doğru yürüyüş yolunu gidiş-dönüş 4 saatte yürüdük. İçimden Tanrıya dua ettim: 65 yaşındayken ben de böyle dört saatlik yürüyüşleri yapabileyim hâlâ diye… Böylece iki gün önce uçakla tepesinde dolandığım bölgenin, bu kez taban vadisinde yürümek nasip oldu. Karşıma hep benim istediklerimi sunabilecek insanların çıkması sence tesadüf olabilir mi? Bana tepside sunulan yeni hayatım -tepsi içindekiler sürekli tazelenerek- devam ediyor. Cook Dağı’nın da içinde olduğu ülkenin en yüksek bölgesinde 3.000 m civarında yüksekliği olan tam yirmi adet dağ var, pek çok da buzul. Bu kez uçmayı becerdiğimde buzulları zaman zaman alçak bulutlar kapattı ama olsun, uçakta co-pilot koltuğunda otururken yüksek tepelerle burun buruna gelebildim ya, bunun muhteşem hissi bana yeter. Buranın coğrafi yapısı öyle güzel ki anlatmadan geçemeyeceğim: buzul çağı bitip de buzullar eridiğinde, vaktiyle buzulların oymuş olduğu vadiler göllere dönüşmüş. Bu göller halen var olan buzullardan besleniyor. Buzullar kayaları aşındırdığı için “kaya unu”65 dedikleri malzemeler göllere karışıyor. Göldeki yağmur suyu ile bu süt gibi gelen kaya unlu buzul suyu birleşince de gölleri acayip bir renge dönüştürüyor: Opak Turkuaz diyeceğim ama yine de yeterince ifade edememiş olacağım. Tekapo Gölüyle hemen yakınındaki Pukaki Gölü işte buradaki o müthiş renkli göller. Kuşbakışı görebilmek bir ayrıcalık oldu tabii, her uçuşta olduğu gibi… Tekapo’ya dair son bir not: Bir gün gölün kıyısında bir başına duran küçük taş kiliseye yürüyüp içine girdim. İçeride minimal bir dekorasyon vardı. Hayatımda gördüğüm en sade mabet! Dışarının güneşli aydınlığından içerinin loşluğuna girdiğimde tam karşımda mihrap olarak, duvardan duvara bir pencere ve arkasından gözüken opak turkuaz renkli Tekapo Gölü. Pencerenin önündeki mermer tezgâhta ayakta duran küçük metal bir haç ve iki yanında içinde papatyalar olan cam vazolar. Mihrabım diyerek göle bakan bir topluluk düşünün. Göl de bakılmayacak gibi değil hani… Kimbell’daki son günümde nihayet NewYork’taki astrologdan telefon geldi. Benim için çıkardığı doğum haritası çalışmasını bir saat boyunca anlattı. Zaman zaman sorular sordu cevaplar aldı, benim önceden yolladığım yakın gelecekle ilgili sorularımın cevabını da en sona bıraktı. Söyledikleri içinde karakterime ait olanlar oldukça doğruydu. Ay burcum akrepmiş, bu nedenle aşırı uçlarda yaşarmışım duygularımı, siyah ya da beyaz görürmüşüm olayları, ara nüansları olmayan bakış! Eh, doğru söze ne denir! Bu hayatta yapmam gereken şey, dengeyi bulmakmış. Işığa, ancak dengeye gelebilirsem ulaşabilecekmişim. Ruhsal yönüm oldukça kuvvetliymiş, bilhassa sezgilerim yoğunmuş gibi uzun bir tahlil yaptı. Sonunda sorularıma geldiğinde, ki bunlardan en önemlisi YZ’ye yerleşip yerleşmeyeceğim üzerineydi; yerleşeyim ya da yerleşmeyeyim, mühim olan kendi üzerimde yapacağım çalışmaymış. 65 Rock flour $96 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Nereye gidersem gideyim kendimi değiştirmek esas olmalıymış. Değiştirerek dengeyi bulmak! Misyonum buymuş. “Seyahat etmek, bariz olarak görülüyor, başka ülkeler ve kültürlerle bağlantın var. Küresel bazlı çalışmalar yapacak, bireysel kalmayacaksın,” dedi. O günlerde bir arkadaşıma yazdığım mektupta; arayışta oluşumla, ne yapmam gerektiğini bilemeyişimle ilgili bir bölüm var: (…)okurlarımdan biri web sitem üzerinden bana bir mesaj yollamış. Kitabı henüz bitirmemiş ama heyecana kapılmış, yazmak istemiş. Böyle okurlarım var, kaç tane oldu bilmiyorum ama bitirmeden yazıyorlar. Bakalım kitapta bundan sonra ne olacak, yazar saçmalayacak mı? Sıkılacak mısınız, değil mi? Yok, hemen bilgisayarın başına geçiyor. A’ya kızmış…belki A’nın kendince haklı nedenleri olabilirmiş ama okuruma göre haksızmış ya, neyse….. Aynen böyle yazmış. İlginç değil mi? Dünyanın bir ucundasın, sana elektronik bir posta geliyor, on dört yıl önceki hayatının bir bölümüne ait bir yorum çıkıyor içinden….üstelik hiç tanımadığın birinden… Okurken “o”, “sen” olmuş, yol almış…doğruyla yanlışın ne olduğuna karar vermiş…üstelik ben bile bilmezken… Yine buradayken, bir başka okurum; bir hafta önce babasını kaybettiğini, o yüzden bir haftadır okumaya ara verdiğini yazıyor ve diyordu ki; “Sizi okurken bunu düşünmeye başlamıştım, babamın genç yaştaki ani gidişiyle de tam olarak kararımı verdim. Geç olmadan ben de hayatımı değiştireceğim, sizin gibi kırsala yerleşeceğim. Kitabınızı yeniden okumaya başlarken bu kararımı sizinle paylaşmak istedim….” İyi mi? Sonraki satırlarda nelerle karşılaştığımı henüz öğrenmeden doğruyu gördüğünü zannetmiş bu okur da…. Arkadaşım, neyin doğru olduğunu bilmek nasıl bir şeydir? Bu günlerde buna çok ihtiyacım var. Acaba, iki aydır el sürmediğim, çevirmenin gönderdiği kitabımın tercümelerini okumaya devam mı etsem? Oradaki kadın herkese bir ilham verip duruyor baksana. Kimbell’dan ayrılışımın günlük kaydı: Astrologdan gelen telefon sonrası ben günlüğümü yazarken Joan temizlik yapmıştı. Sonra öğlen yemeğimizi hazırladı. Hoş bir şeyler yaptı yine, yemek yapmasını gerçekten seviyor. Ayrılık zamanı gelmişti, beni arabasıyla Fairlie’ye götürdü. Hemen geri dönmektense neredeyse yarım saat benimle otobüsü beklemeyi seçti. Bana, neye karar verirsem mutlaka ona bildirmemi tembihledi. O da, nerede yaşayıp ne yapacağımı merak edenlerin arasına katılmış oldu. Böylece “temasta kalmak” niyetiyle bir YZ’li daha bıraktım ardımda. Belki bütün bu kişilerle yeniden buluşacağım kim bilir? $97 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL DÖNÜŞ YOLU YENİDEN KUZEY ADA Türkiye’ye dönüş Auckland’dan olacağı için yönümü yeniden Kuzey Ada’ya döndürdüm. Auckland öncesi, bir arkadaşımın önerisiyle birkaç gece geçirmek üzere Tauranga’ya geldim. Sabah, Güney Ada’nın Christchurch Havaalanında 15 derece ve yağmurla başlayan havanın durumu, Wellington aktarmalı Tauranga’ya ulaştığımda 27 derece ve güneşliye dönüşmüştü. İki ada arasında böylesi büyük iklimsel fark var. Başka bir ülkeymişcesine büyük bir fark! Böylece tatarcık sineklerine de veda etmiş oldum. Yeniden şort giyip kısa kolluyla dolaşmaya başladım. Adeta bildiğim yaza geri dönmüştüm. Arkadaşımdan duyduğum sahildeki Türk lokantasına yemek yemeğe gittim ve sahipleriyle tanıştım, 16 yıldır orada yaşıyorlarmış, hep lokantacılık yapmışlar. Türkiye’den gelmiş kuzenleri beyle beni tanıştırdılar. Sohbet, yemek derken iki saat kalmışım orada. Oldukça lezzetli kuzu tandır yedim. Türk kahvesi içtim. Kuzen, kendiyle kavga eden, dolayısıyla da dünyayla kavga eden bir yapıdaydı. Mutsuz, dünyayı sevmiyor, buraya gezmek için gelmiş ama hep birini bekliyor. Bırak ülkeyi gezmek, üç adım ötedeki Maunganui Dağı’na bile yürümemiş. Kuzen, aslında lokantacı akrabaları onu gezdirsin istiyor ama durum ümitsiz gözüküyor. Çıkarken benden hesap almadılar. Bu değerlerimizi muhafaza etmiş olmaları çok hoşuma gitti. Oradan çıkıp Maunganui Dağı’na giden otobüse bindim. İndiğimde zirveye çıkan yürüyüş yolunun başlangıcı hemen karşıma çıktı. Her çıkışın inişi olduğunu düşünerek, dizimle sorun yaşama kaygısı yüreğimde, zirveye doğru tırmandım. Ödül yine muhteşemdi. Tepeden şehri 360 derece açıyla seyrettim. Okyanus dalgalarının köpük köpük boydan boya plaj olan sahile uzanmasının fotoğraflarını çektim. Bereket inişte dizim ağrımadı. Dönüş otobüsüne binmek üzere durağa geldiğimde, iki kişi durakta oturmuş dondurma yiyordu. Zaman çizelgesine bakarken, otobüsün altı dakika sonra geleceğini söylediler. Yanlarına oturdum. Elimdeki yürüyüşler kitapçığını inceliyordum, bana yakın oturan kızıl saçlı olanı nereye gitmek istediğimi sorarak sohbeti başlattı. Kuaför olduğunu söyledi. Türkiye’ye 80’li yıllarda gelmiş, üç ay kalmış. Türkiye’deki hayatın nasıl gidiyor diye sorunca, mutsuz olduğumu söyledim. “Peki, neden mutsuzsun?” dedi. Bundan sonrası günlük kaydımdan: Güzel soru! İngilizce olarak nasıl anlatacağım diye düşünmeye başladım. İktidar partisinden mi bahsetseydim, bilinçsiz toplumdan mı bilemedim. Sonunda toplumumuzun iki değişik kültür arasında kalmışlığını ve bunun zor olduğunu anlattım. “Kendimi artık Türkiye’ye ait gibi hissetmiyorum,” dedim. Bana, “Oysa çok mutlu görünüyorsun,” dedi. “Tabi, çünkü dört aya yakın bir süredir bu ülkedeyim ve hayatımda hiç stres kalmadı,” dedim. O da “O halde burada yaşa darling!” dedi. Üç ay Türkiye’de kaldığında hissettiklerini anlattı: “Hep bir sürtüşme vardı” dedi. Gerçekten de hep sürtüşür ve tartışırız, ama yapıcı olanını değil, öldürücü olanını yapıyoruz. Dışarıdan bakan biri bizi çok daha iyi algılıyor. $98 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Bugün evrenin benim için karşıma çıkardıklarını düşündüm akşam odama döndüğümde. Kendiyle kavgalı halkımdan örnek olarak bir “mutsuz kuzen” ve kendiyle barışık “mutlu bir YZ’li” kuaför. Kuaförün ağzından da benim için adres çıktı! 21 Şubat 2010 Birazdan Tauranga’dan ayrılacağım, üç gecelik kalış çok hızlı geçti bu sefer. Dün bütün gün yunuslarla yüzmece turundaydım. Kaptan Buttler kafasında beresi, kırlaşmış uzun sakalıyla tam bir denizci görüntüsündeydi. Teknesi kendi gibi yaşlı klasik bir yelkenli, adı Gemini Glaxies. Tecrübeli Buttler, biraz aradıktan sonra, tepedeki izleme platformundaki koltuğundan aşağıda güvertede oturan bizlere, “Yunusları bulduk,” diye bağırdı. Ama bulduğumuz 6-7 yunusun peşini bir müddet sonra bıraktı. Sonra yol almakta olduğumuz Bay of Plenty isimli körfezdeki adalardan birinin yakınında belki yüz yunusluk bir sürüyle karşılaştık. Onların hep birlikte yüzüşünü görmek muhteşemdi. O ne estetik yarabbi, hep birlikte suya girip çıkmaları…. Sanki zıplaya zıplaya giden çocuklar gibi. Yunuslarla yüzecek grupların ilkinde olduğum için üstümde dalgıç elbisemle hazır bir şekilde bekliyordum, tabii ki fotoğraf makinesizdim o harika görüntüleri çekemedim ama zihnime yedekledim. Sürünün içinde bebekler olduğu için birlikte yüzme yasağı varmış, yüzemedik maalesef. Yani bu sefer de yunusun yaşını uyduramadık. Bu kaçıncı deneme… Ne yazık ki kısmet değilmiş. Yunuslardan bahsettiğim bir mektupta arkadaşıma şöyle yazmışım: (…)Bebeklerle yüzmek yasakmış. Sadece izledik. Bebekler öyle yaramaz ki inanamadım. Anneleri eğitim verirken aniden vınlayıp kaçıyor, çok hızlı bir tur atıyor yeniden annesini bulup yanına geliyor. Ama ne kadar hızlı yok oluyor ve bir torpil gibi turluyor, şaşılacak bir görüntü. Bütün tasarım aslında benzer yaratılmış değil mi? Çocukluk çağı; hep aklı fikri oyunda olmak, eğitimden hoşlanmamak demek! SON DURAK Kimbell’da kalırken, ülkede son haftamı geçireceğim Auckland’da uygun fiyata konaklama imkânlarını araştırmış ve Empire Daireleri diye bir yerle karşılaşmıştım internette. Şehir merkezine yürüme mesafesinde, üniversitelerin ortasında bir yere konumlanmış, yabancı öğrenciler için düşünülmüş uzun süreli konaklama imkânı. Sitede sırtçantalılara da uygun diyordu. İçinde küçük bir mutfağı da olan çalışma masalı, çeşitli büyüklükte odaları vardı. Bina; çamaşırhane, restoran gibi hizmet veren oluşumlar barındırıyor ayrıca geniş bant internet hizmeti sağlıyordu. Bu özellikleriyle tam bana uygun olduğunu düşünüp yazışmış ve haftalığı 530 YZ dolarına anlaşmıştım. $99 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Taksiden inip binaya girdiğimde bir öğrenci yurdunda olduğumu hissettim. Etrafım gençlerle çevriliydi. Yaşamımda, bütün çekik gözlüleri aynı kapta görme gibi bir bakış açısı edinmişim. Korelilerle Çinlileri, Japonlarla Taylandlıları hep aynıymış gibi görme alışkanlığı bu… Öğrenciler de benim için tek ülkeden gelmiş gibiydiler, neredeyse hepsi çekik gözlüydü. O zaman anladım ki; “uzakdoğulu” kavramıyla konuyu kendim için basitleştirmişim, alt katmanlara bakmadan yaşamışım bugüne kadar. Şimdiden sonra nasıl ayırırım bilmiyorum. Odama yerleştikten sonra, elimde şehir haritası merkeze doğru yürürken, ülkenin üçte birinden fazla nüfusunu barındıran bu şehrin kalabalığında biraz tuhaf hissettim kendimi. Yerleşik nüfusu 60 ile 300 kişi arasında seyreden yerlerde kala kala, iyice insansızlığa alışmıştı gözüm. Şimdi birden büyük şehrin karmaşası, sesi, görüntüsü karşısında taşralı halleri sergiliyordum. Öğrenci yurdundan çıkmış, ana caddelerde yürüyor olmama karşın, etrafımda hâlâ uzakdoğulular vardı ve onların sayısı uzakdoğulu olmayanlardan fazlaydı kanımca. Hediyelik eşya dükkânlarının çoğunun sahibi ve çalışanıydılar aynı zamanda. Sonradan öğrendiğime göre YZ en büyük göçü uzakdoğudan almış. Ve bir gün benim fark ettiğimi hükümet de fark etmiş: Nüfus çoğunluğu neredeyse onlara geçecekmiş! New York’ta Çin mahallesinde gezerken bu durumu anlaşılır bulurum da Auckland’ın orta yerindeki durum beni birden etkiledi her nedense! Farklılığa karşı ilk tepkimi vermiştim! Beklemediğim bir durumla karşılaşmıştım, belki de ondan… Ülkeyi baştan ayağa gezmiş ve böyle bir göçmen yoğunluğuna hiçbir yerde tanık olmamıştım. Demek göçmen olarak yerleşenlerin çoğu Auckland’ı seçmiş ve yine gelenlerin çoğu uzakdoğu ülkelerinden gelmişler. İlk günkü büyük keşfim bu oldu! İşin ilginç tarafı, Kasım ayında Auckland’da geçirdiğim iki gün boyunca bu tespiti yapmamış olmam. Şubat gelip de tekrar buraya dönünce fark ettim, bu demografik yapıyı. Geldiğimin ertesi günü göçmen işleri danışmanı olan şirkette randevum vardı. Şirketin direktörü Iain, beni almak için bekleme salonuna geldiğinde şaşkınlık yaşadı. Şirketin upuzun formunu doldurduktan sonra –form yetersiz bence deyip de kendini anlatma gayretine düşüpuzun bir mektup yazan beni, erkek zannediyormuş! Demek “ifade etmeyi kendine dert edinen” erkeklerle sık sık karşılaşıyor, ne mutlu ona. Beni toplantı odasına davet etti, oturur oturmaz hemen konuya girdi. Ne kahve ne çay teklifi, başladık konuşmaya. Birden kültür farkı çarptı yüzüme. Sadece işe odaklı bir görüşme, ne bir kelime eksik ne bir kelime fazla. Bu noktadan bakınca, Iain aslında dünyanın “işadamı” standardında. Ancak yine de, Türkiye’deki en vahşi iş ortamında bile içecek bir şey sorulurdu diye düşündüm. Neden buna takıldım, bilmiyorum, belki de dört aydır gezdiğim ülkenin değişime-dönüşüme uğramışlığını kabul etmekte zorlandım. Bir gün bu ülke de, bu genç adam gibi dünyayla tümüyle aynılaşacak mıydı yoksa? Iain 40 yaşlarında yakışıklı bir adam, işini iyi biliyor gibi duruyor ve kendine güveni çok yüksek. “Benim müşterim, devlet katından geri çevrilmez,” diyor! “Meslek yoluyla” göçmenlik kabulü, en fazla bir yıl içinde tamamlandığı için, bana ve genelde müşterilerine önerdiği yol olurmuş, ama benim IT sektörüne geri dönmeme kararım nedeniyle, “girişimci” yolunu izlemek de mümkünmüş. Bunlar zaten rapordaki değerlendirmelerdi. Sonrasında detaylara girdi: Iain’ın önereceği bir iş kurma danışmanıyla çalışıp Türkiye’deki işimin bilgibecerilerinin transfer edileceği bir iş planı oluşturup sunacaktık. Üç yıl süren bir yolculuk sonunda, işin, en az bir YZ’liyi istihdam ettiğini ve kâra geçtiğini (1 YZ doları bile yeterliymiş!) ispatlarsak, o tarihte kalıcı vize için başvuru hakkım doğuyormuş. O noktada İngilizce sınavına girip en az 4 almak gerekiyormuş. $100 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Iain, kendi plaj evlerindeki ihtiyaçtan yola çıkarak, “Yirmi evle bağlantı kurup küçük(!) bir iş yaparsan, istediğin gibi kitap yazmak için de vaktin kalır,” dedi ve ekledi “Sermaye istemeyen bir iş, reklam duyurusuyla bir plajı/bir bölgeyi hedefleyip işini duyurursan, müşteri bulmaman imkânsız.” “Uzun süreli çalışma vizesi” denen bu vize için bugün başvursam, altı ay alacak hazırlıklar döneminden sonra, yani Ağustos 2010’da ilk olarak, iş kurmak için dokuz aylık süreyi kapsayan vize verilirmiş. Bu, zamanlama olarak da fena gözükmüyordu. Yazlık evlerine –en azından hafta sonları- Eylül-Ekim gibi gitmeye başlarlardı herhalde. Iain’a bütün bunları düşüneceğimi ve kendisine yazacağımı söyleyerek şirketten ayrıldım. Çıkarken duygu ve düşüncelerimde bir netlik yoktu. Gerçekten de düşünüp değerlendirmek gereken çok önemli bir karardı YZ’ye yerleşmek ve bunun bedeli olarak iş açmak… *** Devonport, merkezden kalkan feribotla on dakikada ulaşılabilen şehrin eski bölümünün adı. Binalar koruma planı dâhilinde restore edilmişler, görünüşleri 1850’leri yansıtıyor, YZ’deki kentsel dönüşüm uygulaması da bu olsa gerek! Burada son 40.000 yıldır aktif olmayan iki volkan var. Zaten Auckland civarı hep volkanik yapıda. Volkanlar önce denizde konik birer ada formundayken patlamayla oluşan erozyonla deniz dolmuş ve şehir merkezinin uzamış bir kolu görüntüsüne bürünmüş. Buraya yerleşen Pakehalar konik tepelerin tüf kaya yapısını kolayca kazılabilir bulmuşlar. Tepelerindeki sığ krater göllerini tahrip edip içlerinde tüneller oluşturarak, şehri savunma noktası haline dönüştürmüşler canım volkanları. Şimdi, volkanlar o dönemden kalan döküm toplarıyla ziyarete açık hale getirilmişti. Barış ülkesinde onca günden sonra gördüğüm bu silahlı manzara hiç de büyük resme uygun değildi. Devonport’a segway isimli bir aletle gezmeye gelmiştim aslında. Turu düzenleyen kadın, benden başka rezervasyon almadığını, turu baş başa yapacağımızı söyledi. Şahsıma özel ayarlanan turların dördüncüsünü yaşadım böylece! Tam iki saat boyunca baştan aşağı gezdik Devonport’u. Segway NASA için bir mühendis tarafından tasarlanmış. Bir binada ya da bir yerleşkede ulaşım kolaylığı sağladığı aşikâr. Bizde de havaalanlarında personel tarafından kullanıldığını biliyorum. Karşılıklı büyükçe iki tekerlekli, aküyle çalışan bu aletin didon olan çubuğu; öne ya da geriye gidişi ayakların basıncıyla beraber sağlıyor. Tekerlekler arasındaki düzlemde duran ayaklar çok önemli. Parmak uçlarına yüklenirken didon çubuğunu da öne doğru ittirirsen öne gidiyorsun, ayaklarının topuklarına yüklenip didonu kendine çekersen de arkaya gidiyorsun, sağ eline yüklenirsen sağa, sol eline yüklenirsen sola dönüyor alet. Ne basit değil mi? Bu komik görüntülü aleti deneyerek öğrenmem için götürdüğü, hem düz hem de yokuşlu bir yerde 15 dakikada olayı kaptım. Sonra hemen yola düştük. Hava harikaydı. Devonport, Auckland’ın merkezini tam karşıdan yani denizin diğer tarafından görüyor. Eskiden yeniye bakılıyor bir anlamda. 1850’lerin mütevazı yapılarından gökdelenlere doğru bakmak… İnsan Auckland’da yaşayacaksa, merkezden 10 dakikada gelebildiği ama yüzyıldan daha uzak hissettiği burayı seçmeli. Tam da bunu düşünürken öğreniyorum ki burada emlak fiyatları çok yüksekmiş. Demek ki talep –benim de düşündüğüm gibi- çokmuş. *** $101 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Sky Tower 1997’de açıldığında 328 metre yüksekliğiyle güney yarımkürenin en yüksek binasıymış. Belki hâlâ da öyledir, ama insanoğlunun rekor kırma ihtiyacı başka bir kule daha inşa ettirmiş olabilir ona, belli mi olur. Daha içeri girmeden başlayan belirtilerle, Çinlilerin kuleyi bir aylığına işgal ettiğini anladım. Çinliler kendi takvimlerine göre yeni yılı kutlamaya hazırlanıyorlarmış. Kaplan yılına girmenin heyecanını yaşadıklarını bütün şehirde fark ediyordum aslında, ama kuleye girince olay tamamen somutlaştı. Kuledeki tüm restoranlar Çin mutfağından örnekler sunuyormuş… Bilmem ne demek istediğimi yeterince anlatabildim mi… Çin etkilerine kapılmamaya çalışarak, geliş amacım olan kulenin tepe katlarına çıkmak üzere biletimi aldım ve teknoloji harikası asansöre bindim. Kırkıncı saniyede ulaştığımız yüz seksen sekizinci metredeki ana gözlem katında indim. 360 derecelik açıda 82 kilometreye kadar uzaktaki her şeyi görebilme şansı… En dikkat çekici olan tekne sayısıydı bence. Denizdekiler, açıkta duranlar, marinalardakiler filan derken çok ciddi oranda tekne vardı ortada. Daha sonra bir yerde okudum; kişi başına düşen tekne sayısında dünya birincisiymiş Auckland şehri. İkinci durağım 220. metredeki gözlem katıydı. Buradan bungy jumping yapanları izledim. Hiç, şehrin kulesinden aşağının kalabalığına doğru yapılan bu atlayışla, çılgın gibi akan nehirler üstündeki köprülerden kendini bırakmak aynı şey olur mu? Bu işin de sahiciliği kalmamış gibi geldi bana. Aşağı iniş asansörünün hızı tansiyonumu oynattı herhalde ki başıma berbat bir ağırlık yerleşti. Odama dönüş yolunda Albert Park’ın içinden geçerken oturdum ve iki günden beri hazırlıkları yapılan Çinlilerin Fener Festivalinin çalışmalarını izledim. Derken, bir gece bütün park fener cenneti haline dönüştü. Park, küçük küçük tematik olarak hazırlanmış bölümlere ayrılmıştı sanki. Enstalasyonlara baktığımda arka planda bir hikâye olduğunu düşündüm hep. Fener yapma sanatının bu boyutta olabileceğini -hasbelkader bu festivale şahit olmasaymışım- aklıma bile getiremezdim. Bütün gecemi fener sunumları arasında boydan boya dolanarak, tabii ki bol bol fotoğraflayarak geçirdim. Konseri izledim, Kaplan Yılına girmemizi kutladım. Yılbaşı Auckland’da böyle kutlanıyorsa, Çin’de kim bilir nasıl kutlanıyordur? Çünkü artık son gün geldiğinde sadece Albert Park değil şehrin tümü, fenerlerle bezenmişti! Şu birkaç gün içinde “uzakdoğulu” kavramım “Asyalı” olarak değişti. Çünkü durduğum yerin farkına vardım nihayet! Türkiye’den bakınca doğunun uzağında yaşayanlar, YZ’den baktığınızda Asya’da yaşayanlara dönüşüyor. Festivali düzenleyen organizasyonun adı, Asya Yeni Zelanda Vakfı imiş. 1994’de kurulmuş bu vakıf, YZ’lilerin Asya’yı ve Asyalıları öğrenmelerine ve tabi diğer yönde de Asyalıların YZ’yi ve kültürünü anlamalarına yardımcı çalışmalar yapan, kâr odaklı olmayan bir sivil toplum kuruluşu. Şimdi YZ büyük resmine üçüncü bir unsur daha ilave geldi benim için. İnsansız bekleyen bu topraklara sırasıyla; Maoriler, Avrupalılar son olarak da Asyalılar yerleşmiş olarak gözüküyor. Doğrusu Güney Ada’dayken bu gerçeği fark etmemiştim. İstatistiklere göre ülkenin etnik yüzdeleri şöyleymiş: %66 Avrupalı kökenli, %15 Maori, %12 Asya kökenli, %7 de Pasifik adalarından gelenler(Maori dışındakiler). Beni şaşırtan şey, Auckland özelinde Asyalıların %19 ile %11 oranındaki Maori’yi bayağı geride bırakmış olmasıydı. $102 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL DÖNÜŞ UÇUŞU Auckland’ın uluslararası havaalanında, neredeyse iç hat uçuşları gibi son derece sakin bir uçuş öncesi deneyimi yaşadım. Uzun kuyruklar yoktu, sıcak ilgileri yolcu ederken de devam ediyordu. Sadece bir kez -o da uçağa biniş kapısının önünde- tarayıcıdan geçtim. Dünyanın bu köşesi teröristleri kale almıyor sanıyorum. O zaman teröristler de buralara gelmiyor demek ki. Abu Dabi Havaalanındaki izlenimlerimi günlüğümden aktarıyorum: Abu Dabi Havaalanında Costa adlı bir kafede ton balıklı salatamı yedim, etrafı izliyorum. Beyaz uzun geleneksel kıyafetli erkekler, batılı giysili erkekler, zaten batılı olan erkekler, Arap kadınlar, batılı kadınlar… Her çeşit var. Burası pek çok havayolu şirketinin aktarma noktası. Kalkışların listesine bakıyorum da dünyada adını bile bilmediğim yerlere uçuşlar görüyorum. Alan arı kovanı gibi çalışıyor. Zaten şimdi içinde oturduğum bir numaralı terminal de mimarisi itibarıyla bir arı kovanına benziyor. Salonun ortasında yerden tavana yükselen kalınca bir sütun yer çekimine uygun olarak bir kubbe oluşturup tekrar yere dönmüş. Sütun, kubbe tavanı ve duvarı yani her yer altıgen konturlarla bezeli… Tam bir petek görüntüsü. Kendimi bir kovanda hapsolmuş gibi hissediyorum. Dışarıya bakan tek bir pencere bile yok. Sıkı sıkı kapalı bir alandayım. Erkek gözleri üzerimde ve her yerdeler. Ne zamandır sanki erkeksiz alanlarda yaşamışım da şimdi aniden onlarla karşılaşmışım gibi tuhaf bir his doldu içime. Elif Şafak’ın, sokaklarında kadınların erkeklerden sayıca daha fazla olduğu Oxford için yazdıklarını hatırlıyorum: ‘Her tarafta kadınlar var. İşyerlerinde, üniversitelerde, sokaklarda, lokantalarda… Otobüsleri onlar kullanıyor, mağazaları onlar işletiyor. Üniversite öğrencilerinin belki de yarıdan çoğu kadın. Keza hocaların da öyle.(…) Sokaklarında kadınların rahatsız edilmeden yürüyebildikleri yerlerde daha fazla huzur var, bireye ve bireyselliğe daha fazla saygı ve özen var, daha fazla demokrasi var’.66 Huzuru, saygıyı, özeni arkamda bırakıp yolun son kısmı olan ülkeme doğru uçuşa başlıyorum. 66 Elif Şafak, Firarperest, Doğan Kitap, İstanbul 2010, S:83-84 $103 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL SON SÖZ “(...) Tüm yıldızların ve gezegenlerin dünyanın etrafında dönmedikleri ileri sürüldüğünde Ortodoks Hıristiyan'ı onca sinirlendiren, her şeyin kendi etrafında dönmüyor olabileceğinin ima edilmiş olmasıydı. Tüm öteki'ler onun yüce ben'i etrafında dönmek zorunda değiller miydi? Ben ve öteki'nin başka bir bilgisi mümkün müydü?” REHA ÇAMUROĞLU67 Her tercih, her perspektif bir şeyleri daha iyi görmemizi sağlayabileceği gibi bir şeyleri de örter.68 Batılı yani “Avrupa merkezli” bakış açımla değerlendirdiğim YZ’de, Maori’yle bir arada yaşam için yapılan sosyal ve siyasi yapılandırmaları yücelte yücelte gezdim, hatta ülkenin pozitif enerjisini buna bağlayarak bu kitabı yazdım. Amaçlarımdan biri de bu yapılandırmaların ülkeme ışık tutup tutamayacağı konusunu incelemekti. Araştırmalarımın beni getirdiği noktada, Pakeha’nın lütufta bulunma tutumuna şekil veren Maori’nin “MANA”sını69 keşfettim! Kitabın son bölümünü yazarken, çekmiş olduğum fotoğraflardan biri adeta bir projektör gibi, bir an için Türkiye ile Yeni Zelanda’yı aynı ışık huzmesinde birleştiriverdi. Meğer ortak bir hikâyemiz varmış: “Ülkenin sahibi olduğunu zannetmek” yanılgısına düşenlerin sistemli olarak uyguladıklarını yaşamaktaymışız… Bu fotoğraf, Auckland Müzesi duvarlarından birinde çektiğim aşağıdaki bilgi panosuna aitti: İKİ HALK BİR ÜLKE “Yeni Zelanda Savaşları Galerisine hoş geldiniz. Bu sergi Maori ve Pakeha’nın yürüdüğü acılı yolun sadece bir parçasını gösteriyor. Buradayken çok dikkatli olun çünkü, geçmişimizin toprakları üzerinde yürüyorsunuz ki, o geçmiş bugün hâlâ canlı.” 67 Reha Çamuroğlu, Dönüyordu, Kapı Yayınları 2010, S:86 68Cemal Kafadar, Muhafazakâr’ın Kör Kazması-Söyleşi, Magma Dergisi, Kasım 2014 69 Maori dilindeki bu sözcük; Onur, erdem, yetki anlamına gelip, üç çeşittir. Doğuştan/soydan gelen, Sonradan davranışlarıyla kazanılan ve grupların sahip olduğu mana…Mana, statik değildir, tutuma bağlı olarak artar ya da eksilir(kaybedilir). Maori kültürü konusu oldukça kapsamlı olduğundan bu kitapta yer alamamıştır. $104 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL UMUTSUZLUK YILLARI TANRIYA SIĞINMAK “Pakeha diyor ki: Bizim dinimizi ve yönetim şeklimizi alın, ekonomiyi geliştirin ve okuma yazma öğrenin; böylece dünyanın en büyük imparatorluğunun vatandaşı olacaksınız. Hepsini yapmaya çalışıyoruz. Fakat İngilizler, kanuna aykırı arazi alışlarını desteklemek üzere profesyonel ordusuyla geldiğinde, bize söylenen hiçbir şey artık doğru gibi gelmiyor. Görünen o ki Pakeha ülkenin sadece kendisine ait olmasını istiyor. Bizden beklenen tek şey, topraklarımızı vermemiz. Azınlık, silahsız, kanuna güveni kalmamış ve ihanete uğramış olarak dine sığınıyoruz.” WAITANGI ANLAŞMASI 1840’da Maorilerle İngiliz hükümeti arasında imzalanan bu anlaşma YZ’nin kuruluş belgesi sayılıyor. Belge, bugün de ırklar arası ilişkinin merkezi parçası olarak kabul ediliyor. Ülkedeki şeflerin büyük çoğunluğu olan 500 Maori şefi anlaşmaya imza koyarken, bu imzanın olası sonuçlarını maalesef düşünememişler. Anlaşmada Kraliçe Viktorya’ya arazi satın alma hakkını vermenin karşılığında, Maori’nin İngiliz vatandaşlığının bütün hak ve imtiyazlarına sahip olacağı garanti edilmiş. Ancak, Maorice ve İngilizce olarak iki değişik dilde hazırlanan anlaşma kopyalarının farklı anlamlar taşıması Waitangi anlaşmasının ana problemi olmuş. İngilizce versiyonunda; Maorilerin İngiliz vatandaşı olmaları karşılığında, yönetimin bütün hakkının İngilizlerde olacağı yazarken, Maori versiyonunda buna ek olarak, kendi (kabilesel) alanlarında yönetim hakkını kullanmaya devam edecekleri (yani özerklik) sözü verilmiş. Başlangıçta bu büyük bir problem olmamış. Sayıları 2000 civarında olan Avrupalı yerleşimcilerin dışında Maori versiyonu uygulanabilmiş. Ama yerleşimci sayısı artınca itilaf başlamış ve giderek artmış. EL KOYULMUŞ TOPRAKLAR İÇİN TAZMİNAT İki dilli anlaşmadaki farklar, sonunda iki toplumu savaşa sürüklemiş. 1860’da başlayan YZ Savaşları, Maorilerin kendi içinde bölünmesi nedeniyle 1869’da durmuş. Pek çoğu baskı altında gerçekleşen arazi satışları tırmanmaya başlamış. Savaşların sonunda hükümet 12.000 kilometrekarelik toprağa el koymuş vaziyetteymiş. Maori’nin meşru haklarını geri alması 1975’de yapılan Waitangi Mahkemesiyle, tam bir asır sonra gerçekleşebilmiş. Hükümet el koyduğu toprakları geri verip tazminat ödemeyi 1997’ye kadar sürdürmüş. Ayrıca 2017’ye kadar sürecek düzenlemeler söz konusuymuş. Kitaba başlarken yazdığım “İlk Söz” bölümünde, gerçek keşif yolculuğunun yeni gözlerle bakabilmeyi gerektirdiğine dair Proust’dan bir alıntım vardı hatırlarsanız. Yazmaya hazırlık olarak yaptığım okumalar, izlediğim konferans kayıtlarıyla belgeseller ve yazma sürecimin tümü, ülkeme olduğu kadar YZ’ye bakışımı da değiştirdi. $105 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Fark ettim ki modernite kökenli sömürgeci; kendini UYGAR, yaban düşünceyi ise kabul ederek, benim bildiğim dünyaya benzemeyen, yani sanki dünya olmayan bir dünya kuramazmış zaten. Benimki sadece bir yanılgıymış. İLKEL70 Ülkede benden çok daha uzun süre kalıp yaşayan Emet Değirmenci’nin kitabından alıntılayacağım bölüm bu durumu daha netleştirecek:71 “Emet Değirmenci’nin inisiyatifiyle sığınmacı ve göçmen kadınların düşü olan Innermost projesinin tanıtımı için düzenlenen bu geceye hoş geldiniz. Adım Mahina. Soyadım Bailey. Ko Otaraoa kabilesindenim. (…) Bu gece üzerinde bulunduğunuz toprak parçasının uzun öyküsü bulunmaktadır. Bu toprakların insanları uzun serüvenlere atılmışlardır. Bir zamanlar ormanları ve deniz kıyıları insanlar için yiyecek ambarı idi. İnsanlar yiyeceklerini hasat ettiklerinde onları ürettikleri malzemelerle birlikte festivaller düzenlerlerdi. Böylece öteki kabilelerle paylaşım ve değiş tokuş yaşanırdı. Bugün gördüğünüz yaşlı karaka ağaçları ve onun portakal renkli küçük yemişleri beyaz adam gelmeden önce burada Maori bahçıvanların olduğunu gösterir. Harakeke (flax) bugün hala yiyecekleri öğütmede kullanılır. Ve ayrıca yere hasır yapmada ya da sepet yapmada ve değişik sanat eserleri üretmede bugün hâlâ yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu bitkinin parlak kökleri ise diş çıkarmakta olan bebeğe, ısırıp diş kaslarını geliştirmesi için verilir. Son 200 yıldır sömürgecilerle zor zamanlar yaşadık ve aslında hâlâ yaşıyoruz… İnsanımız hâlâ aldatma suistimal edilme ve onurunun incitilmesi nedeniyle üzüntüyle karşı karşıyadır. Çoğumuz kendi topraklarımızda hapsedilmiş ve özgürlüğü olmayan insanlarız. Ya da çoğumuz yaşamımızı idame ettirebilmek için büyük kentlere gitmeye zorlandık. Size topraklarımıza hoş geldiniz derken, sizin yeni eviniz olarak burayı korumanız ve bu topraklara iyi davranmanızı bekliyoruz. Papanatuku yani ‘Doğa Ana’ hâlâ acılar içinde… Beton yollar ve endüstriyalist sistem onun güzel vücudunu dümdüz etti. Tanemahuta’nın çocukları olan tohumlar ise acı içinde kırılıp dökülüyor. Her şeyimizi kontrol altına almak isteyen kapitalist sistem ‘Doğa Ana’nın ırzına geçiyor. Başlattığınız toplumsal projeyi betonlaşmış şehirleri doğaya dönüştürmek için önemli bir çaba olarak görüyorum. Dikilen her bitki, büyütülen her meyve ağacı toprak ananın iyileşmesine katkıda bulunacaktır. Hep birlikte bütünlükçü bir anlayışla gelecek nesillere biraz iyileşmiş bir ‘Doğa Ana’ bırakabilirsek ne mutlu bize…” 70 “Tarihin lineer bir şekilde ilerlediğine inanmadığı için, yelpazenin sağından soluna bütün Batılı entellektüellerin zihinsel arka planını belirleyen bu “ilkel/uygar” ayrımına en önemli darbeyi, yapısalcı antropolojisiyle Lévi Strauss indirdi. O, yakın zamana kadar geçerliliğini koruyan, başka toplumlar geride kalırken sadece Batı’nın durmadan ve sürekli ilerlediği inancının karşısına, farklı kültürlerin, yani farklı sosyal yapıların farklı istikametlerde tercihlerde bulundukları yalın gerçeğini koydu. Buna göre: “ileri”, “geri” gibi çok keyfi adlandırmaların bir geçerliliği yoktu; sadece farklı tercihlerin yol açtığı farklı kültürel serüvenler vardı. Bu tercihler her kültüre bir takım kazançlar sağlarken, beraberinde bu kazançların bedeli olan kayıplara da yol açıyordu. Kısacası, “ilkel” denilen insanların muhayyileleri, düşünme tarzları, mantık kategorileri ve kültürel tasnifleri ilkel değildi; sadece kendini insanlığın ve evrensel uygarlığın kaçınılmaz yazgısı olarak takdim eden Batı’dan farklıydı. Farklı kültürler, kendi coğrafyaları ve kendi tarihlerinden kaynaklanan farklı tercihlerin onlara hediye ettiği farklı serüvenlere sahipti. Bu farklı serüvenlerden de farklı anlam dünyaları doğmuştu. Yaban düşünce için anlamlı olan, modern Batı için anlamlı olanla aynı değildi. (…) Anlam, o kültüre biricikliğini armağan eden kendine has yapılarda yatıyordu; anlamlı olan anlamını, kendini var eden yapıdan alıyordu.” Gökhan Yavuz Demir, Önsöz, Claude Lévi Strauss, Mit ve Anlam, İthaki Yayınları, 2013, S: 9-10 71 Emet Değirmenci, Maori Kadınlarının Öğrettikleri/Kadınlar Ekolojik Dönüşümde, Yeni İnsan Yayınevi 2010, S: 93-95 $106 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL Yeni Zelanda’yı ziyaretim, tam da Maori Mahina’nın bu sözleri söylediği zamana denk düşüyor. İçeriden gelen bu çığlığı oradayken duyamamışım, aynen yaşamım boyunca ülkemdeki çığlıkları duymadığım gibi. Biri, hile ve desise ile kurduğu birliktelikte huzur olamayacağını göremezken diğeri, onca unsurun olduğu bir toprakta sadece tek unsura dayalı bir ülke kurabileceğini düşünüp diğerlerini bu topraklardan silebileceği gafletine düşmüş iki ülkeymişiz biz meğerse. Mahina’nın ülkesi, 100 yıl önceki kuşaklarının yaptıklarından gerisin geriye dönmeye çalışmış olsa da kalplerde bir şeyler halen kırık kalmış olmalı.72 Ülkemdeyse; bir ideoloji inşasının, üstünü başarıyla kapatarak hepimizi toplu inkâr durumunda yaşattığından bu yana dördüncü kuşağa ulaşmış durumdayız. Kurucularımızın bize bıraktıkları mirasın ağırlığı çok ama çok fazla. Bu kahredici karanlık mirasın ağırlığından kurtulmak ve bu topraklarda yaşayan herkesi acıların travmasından özgür kılmak için, geçmişin hayaletlerinden korkmayarak tarihimizle halleşmeye başlayıp onarıcı adaletten73 faydalanabiliriz belki de. Bir mozaik gibi yan yana duran kültürler, birbirine dokunmadan beraberlik yaratamıyor. Bu nedenle, yeni geleceğimizin mozaikten ebruya geçilmek suretiyle yapılandırılabileceğini düşünüyorum. Gençliğimizin ön yargı taşımayanları, bunun bu ülkede mümkün olabileceğini bize gösterdi. Haziran 2013’den sonra artık hiçkimseye bu bağlamda hiçbir şey zor gelmemeli. Ebru olabilmek yolunda ilk değişimi kendimde başlattım. Çok uzun zamandır devam ettirmekte olduğum yalnız kurt yaşamımı bırakıp küçük bir toplulukla yaşama geçmek üzere adım attım. Bir ülke keşfetmek üzere yaptığım gezinin, benliğimde ruhsal bir yolculuğa 72 Waitangi anlaşmasıyla taahhüt edilen Maori bölgelerindeki özerklik uygulamasına merkezi hükümetin müdahalelerinden şikayetçiler. 73Yaşanan her acıda özür dileyecek tarafla birlikte affedecek taraf vardır. Affetmek üzerine en iyi örnek G.Afrika: ‘Mandela halkına affetmeyi ve uzlaşmayı telkin etmeyi kendine siyasi görev kılmış bir liderdir. Cezalandırıcı bir adaletin değil, onarıcı bir adaletin hikmetine inanmış, halkını mahkemelerde geçmişin acılarının cezalandırılacağı günlerin özlemini kurmaya değil, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları’ndaki itiraflarla geçmişin acılarının ortaya çıkarılmasını ve bunların onarılmasını hedeflemenin barışın ve demokrasinin koşulu olduğuna ikna etmiş bir liderdir. Geçmişin kirli ve acı hakikatlerinin dile gelmesi bu suçları işleyenleri cezalandırma amacını hiç bir zaman gütmemiştir. Mandela bir mülakatında şunu söyler: “bu hakikatleri ortaya çıkarmamız lazımdı ki kimi affedebileceğimizi bilelim.” Mandela ve Desmond Tutu gibi siyahi liderlerin uzlaşma, barışma ve affetme siyasetinin önemine yaptıkları bu vurgunun arkasında Ubuntu öğretisine inanmaları yatıyor. Ubuntu, insanların özünde birbirine hassas ve narin bir ağla bağımlı olduğuna inanan bir yaklaşım. Bir bireyin ancak diğer bir birey sayesinde ve onunla ilişkisi içinde birey olabildiğine inanan bu felsefenin mottosu “ben, ben olabilmek için diğerine, diğeri de kendisi olabilmek için bana gereksinim duyar” olmuştur. Ubuntu aynı zamanda, öfkenin, küskünlüğün, nefretin, dargınlığın, ve daha önemlisi intikam güdüsüyle hareket etmenin toplumsal uyumu aşındırıp çürüteceğine inanır. İnsanların ancak affetme ve yaşadıkları acıları dillendirmeleri sayesinde şifa bulacaklarına inanmış bir yaklaşımdır ubuntu. Mandela ve diğer siyasi liderler apartheid rejiminin açtığı yaraların cerahat haline geldiğine ama siyasetçilerin görevinin bu cerahatı temizlemek ve üzerine merhem sürmek olduğuna inan bir siyasi yaklaşım izlemişlerdi. Ubuntu anlayışına göre intikam almak üzere hareket etmek yalnızca acının ve intikamın kısır bir döngü haline gelmesine hizmet eder. Rwanda’da, Kuzey İrlanda’da ve eski Yugoslavya’da yaşanan şey bu olmuştur. Onlara göre bu kısır döngüyü kıracak tek şey affetmektir. Affetmeye dayalı olmayan bir siyaset barış ve demokrasi sağlayamaz. Bu siyasetin tarihle olan ilişkisine baktığımızda ise affetmenin kesinlikle unutmak demeye gelmediğini, yaşanan acıların ve yaraların üstünün kapatılmasına ve hele hele untulmasına veya yok sayılmasına çalışılmadığını görüyoruz. Tam tersine, geçmişin acıları, baskıları, insan hakları ihlalleri çok çeşitli yollarla dile getirilmeye ve hatırlanmaya çalışılıyor. Johannesburg’daki Anayasa Mahkeme salonunda uzun sohbetim sırasında siyah görevli şöyle dile getirdi bunu: “Çok acılar çektik, ama kesinlikle bunları unutmamalıyız, bunları çok çeşitli yollarla anlatmalıyız ki tekrarlanmasına izin vermeyelim. Ama amacımız kesinlikle bu çektiğimiz acıların intikamını almak değil.”’ MEYDA YEĞENOĞLU, İntikam siyaseti, barış, ve demokrasi, T24 Bağımsız İnternet Gazetesi, 12.08.2013 $107 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL dönüştüğünü fark ediyorum şimdi. Ülkemdeki ve onun bölgesindeki kaynamanın nedenlerini bulmamı, anlamamı sağladı bu yolculuk. Sözlü tarihten yazılı tarihe dönüştürülen acıları okudum aylarca. Bu büyük travmanın mirasçıları olarak, şifalanmanın yolunun bir an önce inkârdan çıkıp yakınlaşmak, tanışıklık kurmak olduğunu, bunu yapmak için de bundan sonra toplayacağım bavulla uzak ülkeler yerine, ülkemin uzakta kalmış köşelerine gitmek, dillerini öğrenmek isteğiyle doldum. Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için…. Gökçeovacık köyü Şubat 2015 $108 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL EK 1: MERAKLISI İÇİN TARİHLERLE YZ PROFİLİ 1840 Waitangi Anlaşmasıyla İngiliz kolonisi olması. Anlaşmanın ülkenin kuruluş belgesi olarak kabul edilmesi74 1867 Parlamento’da dört Maori üye 1890-1912 Liberal parti yönetiminde dünyada ilk kez tanınan haklar nedeniyle dünyanın sosyal laboratuarı olarak anılması. 1893 Dünyada kadına oy hakkı veren ilk ülke. 1877 Eğitim hakkı ücretsiz. 1898 Yaşlılık maaşı bağlayan ilk ülke. 1907 Dominyon statüsüne geçiş. 1915 ANZAC ordusuyla İngiltere kumandasında Çanakkale’de Osmanlı’ya karşı I. Dünya Savaşına katılması. 1931 İngiliz Milletler topluluğuna üye olması. 1933 Parlamentoda ilk kadın milletvekili. 1936 Haftada 40 saat çalışma hakkı 1938 Ücretsiz sağlık programı uygulaması 1947 Parlamenter demokrasiye geçilmesi (Westminster) ve İngiltere’den bağımsız olması 1973 Fransız Polinezyası’ndaki nükleer denemeyi protesto etmesi 1975 Maori liderlerinin Waitangi Anlaşması’na bağlı gaspedilen hakları için protesto yürüyüşü düzenlemeleri 1975-1997 Kurulan Waitangi Mahkemesiyle gaspedilen Maori toprak ve yönetim haklarının araştırılması. Hak iadeleri ve tazminat ödemeleri. 1981 Maori diliyle ilk çocuk yuvasının açılışı 1984 İşçi Partisinin sosyal politikalarda sol, ekonomik politikalarda sağ uygulamaları 1984 Anti-nükleer politika ilanı 1985 Fransız casusların Auckland yakınlarında Fransa’nın nükleer denemelerini protesto eden Greenpeace’in Rainbow Warrior teknesini batırmaları 1987 Maoricenin ülkede ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi75 1990 İlk kadın Genel Vali76 atanması 1990 sonrasında farklı unsurların nüfusa katılmasıyla Maori toplumunda baş gösteren rahatsızlık nedeniyle, sosyal mühendislik uygulamalarıyla Maorilere özel, çeşitli politika değişikliklerine gidilmesi 1997 Nispi temsil seçim sistemine geçilerek ülkedeki toplulukların tam olarak temsil edilebildiği bir parlamento seçimi yapılması 1999 İlk kadın başbakanın seçilmesi 2004 İlk Maori TV kanalının yayına başlaması 2005 Maori Partisi’nin ilk seçim başarısı 2014 ilk Maori Genel Vali 74 “Bazı durumlarda Anayasal ve Politik Sistemde özerk(otonom) Maori kurumlarının rolü var. Diğer şartlarda Waitangi’nin iki tarafının üzerinde anlaştığı her iki tarafa da uygun model oluşturulur. Bu alandaki prosedür ve politikalar halen evrilmeye devam etmektedir.” An essay on NZ’s Constitution, www.gg.gov.nz, 75 Ülkenin üçüncü resmi dili İŞARET DİLİ’dir. Ancak günlük dil olarak İngilizce kullanılmaktadır. 76 YZ, İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olduğu için ülkede İngiltere Kraliçesini temsilen Genel Vali bulunuyor. Başbakanı atayan Genel Vali’nin ülkenin yönetiminde bir yetkisi bulunmuyor. Günümüzdeki Genel Vali bir Maori. $109 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL EK 2: OKUMA ÖNERİLERİ • • • • Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, Çeviren: Aysel Bora, YKY, İstanbul, 2012 Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, Çeviren: Orçun Türkay, YKY, İstanbul, 2009 Erkam Tufan Aytav, Türkiye’de Öteki Olmak, Mavi Ufuklar Yayınları, 2011 Konda Araştırma, Kürt Meselesinde Algı ve Beklentiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011 • Bejan Matur, Dağın ardına bakmak, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011 • Rojin Canan Akın ve Funda Danışman, Bildiğin Gibi Değil-90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak, Metis Yayınları, İstanbul, 2011 • Fethiye Çetin, Anneannem, Metis Yayınları, İstanbul, 2012 • Onur Bilge Kula, Anadolu’da Çoğulculuk ve Tolerans, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011 • Herkül Millas, Türk ve Yunan Romanlarında ‘Öteki’ ve Kimlik, İletişim Yayınları, İstanbul 2005 • Taner Akçam-Ümit Kurt, Kanunların Ruhu - Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırım İzini Sürmek, İletişim Yayınları, İstanbul 2012 • Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur-Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar, İletişim Yayınları, İstanbul 2013 • Taner Akçam, Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması-Sessizlik, İnkâr ve Asimilasyon, İletişim Yayınları, İstanbul 2014 • Evangelia Balta(Editör), Sinasos - Mübadeleden önce Bir Kapadokya Kasabası, Çeviren: Ari Çokona, Birzamanlar Yayıncılık, İstanbul 2007 • Fatma Barbarosoğlu, Cumhuriyet’in Dindar Kadınları, Profil Yayınları, 2011 • Yıldız Ramazanoğlu, İkna odası, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008 • Monique Wittig, Straight Düşünce, Çeviren: Leman Sevda Darıcıoğlu-Pınar Büyüktaş, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2013 • Dimitri Kakmioğlu, Anayurt, Çeviren: Niran Elçi, E Yayınları, İstanbul, 2009 • Hrant Dink, İki Yakın Halk İki Uzak Komşu, Uluslararası Hrant dink Vakfı Yayınları, İstanbul, 2012 EK 3: İZLEME ÖNERİLERİ • Vatandaşlık Halleri, Belgesel, Su Film,Yönetmen: Şehbal Şenyurt, 2008 • Bizim Mahallenin Giritlileri, Belgesel, Su Film, Yönetmen: Bülent Arınlı - Şehbal Şenyurt, 2010 • Kırlangıcın Yuvası, Belgesel, Su Film, Yönetmen: Bülent Arınlı, 2007 • Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı oturumları, 2013, Hırant Dink Vakfı Youtube hesabı • Medyada Ayrımcılık ve Nefret: Sosyal Medya, farklılıkların temsili ve ayrımcılıkla mücadele paneli, 2014, Hırant Dink Vakfı Youtube hesabı • Benim Çocuğum, Belgesel, Surela Film, Yönetmen: Can Candan, 2013 • Saroyan Ülkesi, Belgesel, Nar Film-Bir Film, Yönetmen: Lusin Dink, 2013 $110 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL TEŞEKKÜR Gezimi kitaba dönüştürmem konusunda teşviği nedeniyle Mahinur’a; ilk okumaları yaparak görüş bildiren kardeşim Can’a, Gülseren’e ve Seda’ya; yazım düzeltme işinde yardımlarını esirgemeyen Yalçın ve Emre’ye; kapak hazırlamada sonsuz sabrıyla çalışan Doğan’a teşekkürlerimle.... $111 Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için GÜLENGÜL ANIL TELİF HAKKI Telif Hakkı © Rabia Gülengül Anıl. Tüm Hakları Saklıdır. Bu kitabın içeriğinin tarafımdan aksi belirtilmedikçe 5846 numaralı Telif Hakları Kanunu uyarınca tamamının ya da parçalarının kopyalanması, izinsiz olarak yayınlanması, yazarının adının değiştirilmesi yasaktır. Kanunun 71. maddesi uyarınca bunun aksi hareketlerde kanuni işlem yapılır. $112
Benzer belgeler
küllerinden doğan ben oldum
Yeni Zelanda’dan yolladığım mektup ve fotoğraflarla heyecanlanan arkadaşlarım,
geziyi yazıp kitaplaştırmam konusunda beni yüreklendirdiler. Gördüklerimi öğrendiklerimi
yaşadıklarımı paylaşmayı, gez...