Düşünme Üzerine - Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı
Transkript
Düşünme Üzerine - Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı
1942 yılında Kayseri’de doğdu. Kayseri lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. Stajını İstanbul Erkek Lisesinde Nurettin Topçu’nun yanında yaptı. Çocukluk döneminde Babasının Dedesine okuduğu Büyük Doğu dergileri ile tanıştı. Henüz çocuk yaşta Büyük Doğu ikliminde yetişmeye başladı. Üniversite öğrenimi sırasında Necip Fazıl Kısakürek’in yanında oldu. Büyük Doğu dergilerinin çeşitli devrelerinde yazmaya başladı. Büyük Doğu fikriyatını ve ideolocyasını anlama biçimi Necip Fazıl’ın dikkatinden kaçmadı. 1978 Büyük Doğularında yazdığı Heyula başlıklı yazı için Üstad “Profesörünün, meşhur muharririnin, politikacısının, içi geçmiş kabaklar gibi her türlü fikir cevherini yitirdiği bu kafa kıtlığı devrinde, olgun gençlik kadromuzun en mümtaz örneklerinden Ali Biraderoglu’na ait bu yazıyı bütün Batı dillerine çevrilmeye layık bir değer ölçüsüyle takdim ederiz…” biçiminde bir sunuşla yayınladı. Nitekim Rapor dergilerinde de iki yazısı için benzer değerlendirmelerde bulundu. Necip Fazıl’ın ‘en yakını’ olma liyakatinden başka herhangi bir kaygı taşımayan Ali Biraderoğlu üniversiteyi bitirdikten sonra Felsefe öğretmenliğine başlar. Kayseri Lisesinde öğretmen, Kayseri Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak çalışır. Necip Fazıl’ın hemen bütün konferanslarında, dergi çıkarmalarında, kültürel faaliyetlerinde yanındaki insandır. Arkadaşları ile Kayseri’de önce MTTB sonra Söğüt Fikir Kulübünde eşya ve hadiseleri anlamaya ve yorumlama çabalarını sürdürdü. Necip Fazıl’ın vefatından sonra üstadını vuslata hazırlayan içerideki dört kişiden biridir. Necip Fazıl ve Büyük Doğu ile hesaplaşmayan, konjönktürel kaygılardan uzak olmayan, oportünist ve pragmatik zaaflarla, aşağılık kompleksinden kurtulamamış, İslamı bir izm ve ideolojinin, yükselen değerin arkasına takan ve bilhassa 1980 sonrası ortaya çıkan “fikir hareketlerini” ciddiye almadı ve bunları modern hareketler olarak niteleyerek ucuzculuk ve sistem içinde yer bulma çabaları olarak değerlendirdi. İslamı bir kültür ve medeniyet planında ele almayan, onu zamanı ve mekanı belirleyici bir ‘üst’ kıymet hükmü olarak benimsemeyen hiçbir düşünceyi ciddiye almadı. Bir süre Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı ve oradan emekli oldu. Büyük Doğu, Rapor, Türk Edebiyatı Hece dergisinde pek çok yazısını yayınlamıştır. MTTB ve Söğüt Fikir Kulübü bünyesinde pek çok konferans ve seminer vermiştir. Evli ve iki çocuk babasıdır. KAYSERİ EĞİTİM ve KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI Yayın No: 17 Düşünme Üzerine Ali Biraderoğlu Yayıma Hazırlayan: Söğüt Fikir Kulübü Kapak Fotoğrafı Hayrettin Oğuz Tasarım/Mizanpaj Mustafa İbakorkmaz Baskı ve Cilt Orka Matbaa/0352.3221700 1. Basım Kayseri 2013 İletişim İstasyon Mah. Depo Cad. No-3 Tel:0352-2225417 Kocasinan/KAYSERİ e-posta: kekvakfi@gmail. com Web: www. kekvakfi. gen. tr Düşünme Üzerine ALİ BİRADEROĞLU KAYSERİ EĞİTİM ve KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI İÇİNDEKİLER Düşünme......................................................................................... 7 Ek: Japonya Hakkında Bazı Mülahazlar (Medeniyet -Teknik - Kültür Bağlamında).............................26 Özgür Düşünme...........................................................................63 Özgül Düşünme...........................................................................83 Ek: Din- Millet - Şeriat ........................................................108 Müslümanca Düşünme Üzerine Bir Usul Denemesi..........110 1-İman Tasavvuru...........................................................130 2. Allah Celle Celalühu Tasavvuru..............................136 3. Peygamber Tasavvuru...............................................151 4. Ashab-ı Kiram Tasavvuru.........................................177 5. Kur’an Tasavvuru.......................................................183 6. Dünya ve Ahiret Tasavvuru......................................186 7. İnsan Tasavvuru..........................................................192 8. Murad-ı İlahî Tasavvuru............................................232 9. Zeit Geist.....................................................................255 10. Dâr Tasavvuru...........................................................285 Sonuç............................................................................................363 Ekler..............................................................................................367 DÜŞÜNME Eşya ve hadiseler karşısında takınılan doğru bir tavır, uygun bir duruş; gerçeği bulabilmenin, doğru bir sonuca varabilmenin yeter şartı olmasa da gerek şartıdır şüphesiz. Eğer yola, doğru bir noktadan çıkmışsanız, konunuza uygun bir tavır yakalayabilmişseniz; gerçeği hemen, kolayca bulacağınız anlamına gelmese de, hiç değilse bulma imkân ve ihtimali içinde olduğunuz da inkâr edilemez. Bu bakımdan eşya ve hadiseler karşısında doğru bir duruş; gerçeği bulmanın ilk şartıdır. Ama yola yanlış bir noktadan çıkmışsanız, konuya yaklaşımınız isabetli değilse; doğru bir sonuca varmanız düşünülemez. Düşünme sürecinin başında veya herhangi bir aşamasında yapılan hata, sonuna kadar devam eder. Bunun içindir ki; başlangıç noktanız yanlış ise uzun veya kısa bir süre sonra tekrar çıktığınız noktaya dönersiniz. Belki daha da kötüsü bu yanlış tavrın farkına varılamazsa -ki farkına varmak, bir düşünce yanlışını bulmak oldukça güçtür- hiç bir yere varılamadan, gerçeğe ulaşmak için hiç yol alınamadan hep aynı nokta üzerinde dönülür durulur. Böylece değil ömür, ömürler heba olur gider. 7 Bunun içindir ki koskoca 17. Asır Batı felsefesi, metod konusunu tartışmıştır. Gerçeği bulabilmek için hangi noktadan çıkacağımız ve hangi yolları takip edeceğimiz enine boyuna araştırılmalıdır. Bu çalışmalar sonucu; pozitif bilimler alanında geçerliliği ve değeri bugünkü teknolojik gelişmelerle gözler önüne serilmiş, bazı kurallar tespit edilebilmiştir. Ama ne var ki aynı Batı felsefesi, söz konusu pozitif tabiat bilimlerinin metod meselelerinde gösterdiği başarıyı, tinsel-tarihi bilimlere uygulanabilecek metod konusunda gösteremedi. Şüphesiz burada sözü edilen bilimlerin içeriğinin-konularının farklı oluşu, aynı metodların aynı başarı ile uygulanmasını imkânsız kılmaktadır. Nitekim 17. asırda tespit edilen metodlarla; konusu tabiat ve tabiatta olup biten olaylar olan pozitif tabiat bilimleri, insan muhayyilesini zorlayıcı, yıkıcı ilerlemeler gösterirken; konusu insan ve insan verimleri olan tinsel-tarihi bilimlerin eskiye göre büyük bir atılım gösterdiği söylenemez. Acaba Platon’dan çıkıp gelen “nedir?”le başlayan sorulara bugün bile tüketici bir cevap verilemeyişi bu durumun ispatı mıdır? İyi nedir? Kötü nedir? Güzel nedir? v.b. Ama bütün bunlara rağmen tinsel-tarihi bilimler alanında da gerçeği şu veya bu oranda bulmamıza yardım edebilecek bazı kurallar bulunmuştur. Bu kurallardan ilki, araştıracağımız konuyu mümkün en küçük bileşenlerine ayırmak; bundan sonra da araştırmamıza adım adım, atlamadan, sıçramalar yapmadan sabırla devam etmektir. Biz de bu kuralı uygulayarak konumuzu incelemeye çalışacağız. Bugün “düşünme” pratikte iki zıt istikamette gelişmekte, birbiri ile çelişkili iki tavır ortaya konmaktadır. Bu yaklaşımlardan biri “özgür düşünme” diğeri de “özgül düşünme” isteği, temayülü ve iddiasıdır. Bir yanda nereden gelirse gelsin, her türlü peşin fikirden, önyargıdan kurtularak özgür, bağımsız düşünme başkaldırışı, iddiası ve isteği... (Burada hatırlanan peşin fikirler 8 dinden, ilimden, toplumdan, felsefeden veya çeşitli otoritelerden kaynaklanabilir. Bütün mesele bu saydığımız ve benzeri etkilerden kurtularak, insanın bağımsız, özgür ve özgün bir biçimde kendi imkân ve kabiliyeti ile düşünebilmesidir. Önemli olan özgür düşünme ile üretilebileceği iddia edilen düşünceler.) Diğer yandan bunun tam karşıtı bir tavır: Bu düşünme biçimi ise birincinin tersine kabul edilen bir fikirle, inanılan sistemin türüne bağlı kalma hassasiyeti içinde “özgül düşünme” istek, iddia ve daha doğrusu temennisi... Nasıl ki belirli çevrelerde birinci tür düşünmenin büyük cazibesi var ise; benzer şekilde bazı çevrelerde de ikinci tür düşünme aynı hararet ve hassasiyetle benimsenmektedir. Nitekim belirli bir “izm”e bağlı olanlar, temel düşünce ile biraz çelişkili, temel düşüncelerden birazcık bağımsız bir düşünce ileri sürseler, “revizyonistlik”le hatta “döneklik”le damgalanıp toplum dışına atılıyorlar. Bu yüzden herkes söz konusu “izm”le tutarlı düşünmeye gayret ediyor. Aynı şekilde bir dine inanan kişi de; kendi dininin ana kurallarına ters düşmeden, onları zedelemeden, düşünce türüne bağlı olarak tam bağımlı, özgül düşünme istek, temayül ve iddiasındadır. Biz burada, bu düşünme türlerini imkân, sınır ve şartlarını tartışarak, mümkün sorular ortaya koyup bazılarına cevap vermeye çalışırken; düşünme sürecimiz içinde ortaya çıkan “tutsak düşünme”den ise çok kısa söz edeceğiz. Temel soruları şöylece sıralayabiliriz: Mutlak mânâda özgür, bağımsız düşünme mümkün müdür? İnsan, evrenini salt özgür düşünme ile kurabilir mi? 9 Özgür düşünmenin sınırları var mıdır? Varsa sınırlandırma ölçümüz neler olabilir? Özgür düşünme ile konkret insanın varlık yapısından fışkıran temel soruların hesabını verebilir miyiz? Onları tüketici bir biçimde cevaplandırabilir miyiz? Hatta özgür düşünmeyi bir hak, bir insanlık onuru telakki ediyorsak; bu hakkı nereye kadar kullanabiliriz? Bu insanlık onuruna veya bizce daha doğrusu bu büyük yükü insan ne kadar taşıyabilmiştir? Şimdiye kadar veya bundan sonra taşıyabilecek güce sahip midir? Yoksa insan ister istemez bu hakkın bir kısmından vazgeçmiş midir? Diğer yandan bir insanın herhangi bir dinî veya herhangi bir ekolü nasıl benimsediği şüphesiz ayrı bir tartışma ve araştırma konusudur. Fakat bir insanın; şu veya bu şekilde bir kanaati, bir inancı benimsedikten sonra, kabul edilen kurallarla sonuna kadar özde tutarlı bir biçimde düşünerek özgür bir kültür evreni kurabilme isteğinden de şu tür sorular ortaya çıkmaktadır: İnsan; inandığı din veya “izm”le her alanda tutarlı ve aslına sadık bir düşünme yolu ile bir evreni nasıl meydana getirebilir? Bir dine veya ekole tam uygunluk içinde düşünebilmenin ilk şartı ve şartları nelerdir? Niçin gerek dinlerde-dinî inanma biçimlerinde, gerekse ekollerde öz’le ilgili çatışmalar çıkmaktadır? Niçin “e göre” veya “ce”, ”ca”ya göre düşünme iddiasında olanlar bile, hiç değilse makro planda ortak bir evren tasarımı oluşturamıyorlar? 10 Niçin aynı kökten, cevherden düşünmeye başlandığı iddia edilmesine rağmen, düşünmenin veriminde bu kadar fark oluyor? Daha da özelleştirerek, biraz daha somut şöyle bir soruya geliyoruz: Bir insanın inanç vasıtasıyla benimsediği bir dinin ana ölçülerine göre evreni algılayabilmesinin, bütün meseleleri o dine göre düşünebilmesinin ayrılmaz şartı nedir? Bir kere her iki durumda da (hatta başka durumlarda da) dikkat edilirse, salt “düşünme” olarak ele alınıp konu açıklığa kavuşturulmadan, hep bir bağlam içinde düşünülerek çözümlenmeye çalışılmaktadır. Konu “özgür düşünme”, “özgül düşünme” v.b. şeklinde ele alınmakta, en yaygın hata da düşünmenin kendisi üzerinde derinleşmeden; kendisi ile birlikte kullanılan kavramların tartışılmasına geçilmesindedir. Bunun sonucu olarak da “öz” gözden kaçırılmakta, ikincil sorulara cevap aranmaktadır. Örnek olarak konu “özgürlük” tartışması şekline dönüşmektedir. Bizce birinciye bağlı olarak yapılan ikinci hata ise; soyut olarak “düşünme” üzerinde düşünmeden; gelenek, görenek, din ve çeşitli izm’lerin etkisinden alınmış-soyutlanmış “özgür düşünme”nin pratiği deneniyor ve yolları araştırılıyor. Diğer tarafta da aynı şekilde “düşünme” soyut bir biçimde ele alınmadan bağlı olduğu din veya izm’le tam tutarlı bir düşünme ile (özgül düşünme ile) bir fikir iklimi, yeni bir evren yaratmaya çalışılıyor. Biz; şöyle veya böyle özgür veya özgül düşünmeyi denemeden önce formel, biçimsel yaklaşımla “düşünme”yi düşünmenin en sağlıklı yol olduğu kanaatindeyiz. Ancak bundan sonradır ki; insan, evrenini salt kendi imkân ve kabiliyetine dayanarak kurup kuramayacağı konusunda bir sonuca ulaşır. Eğer kuramayacağı kanaatine sahip olursa döner başka yollar dener. Öte yandan ilk olarak şartlar ortaya konabilse; insan inandığı ku11 rallarla çelişkiye düşmeden evreni yepyeni bir tarzda yorumlayabilir, temel kanaatler ile tutarlı bir evren tablosu ortaya koyabilir. Yukarıda birçok soru sıraladık, hatta bu soru listesi daha da uzatılabilir. Ama ne var ki, biz bu soruların hepsine cevap verme gibi çok güç bir işi yüklenme niyetinde değiliz. Her soruyu çözebilme gibi bir iddia ancak düğümlenmiş, donmuş fikirlerden çıkabilir. Bunun için biz bu konuya salt düşünme ile ilgili aşağıda işaret edeceğimiz sorularla yaklaşarak konu üzerinde derinleşmeyi deneyeceğiz; Düşünme nedir? Düşünmenin unsurları nelerdir? Sağlıklı ve tutarlı düşünmenin ilk şartı nedir? Burada bir noktaya daha işaret ederek konuyu biraz daha sınırlamanın gereğine inanıyoruz. Dolayısıyla biz aynı zamanda düşünmenin psikolojisini, fizyolojisini veya önemini de tartışmak niyetinde değiliz. Bir kere daha vurgulayarak; amacımızı, sadece kavramsal olarak düşünmeyi irdelemek, eleştirmek, tartışmak, tutarlı ve sağlıklı bir düşünmenin ondan ayrılmayarak öz çizgisini yakalamaya çalışmak olarak ortaya koyuyoruz. Bütün kavram analizlerinde olduğu gibi “düşünme nedir?” şeklindeki bir soru ile yola çıktığımızda, büyük güçlüklerle çepeçevre sarıldığımızı hissediyoruz. Fakat problemi çıkmaza sokmaktan kaçınıp asıl konu üzerinde derinleşebilmek için hemen hemen herkes tarafından kabul edilebilir bir tanım denemesinden hareketle konu üzerinde adım adım ilerlemeye çalışacağız. 12 Düşünme kavramlarla hesap yapmak demektir. Düşünme analiz, sentez ve karşılaştırmalar yapmaktır. Bu tanımların açıklanabilmesi anlaşılır kılınması için “kavram” kavramının hesabının verilmesi, gün ışığına çıkarılması, ayrıca “kelime” veya “terim”le farkının ortaya konması gerekir. Kelimeler tarihi gelişim süreci içerisinde uzlaşımsal olarak ortaya konmuş sembollerdir ve Mantık ‘ta da “terim”le karşılanmaktadır. Ama ne var ki kelimeler; nihayet bir biçim, bir formdurlar. Daha açık bir benzetmeyle içi boş şişeler gibidirler. Ama zamanla içleri teori ve pratikle dolarak “kavram” haline gelirler, bir anlam bombası olurlar. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere kelimeler, kavramların sembolü, biçimsel ifadeleridir. Başka türlü söylersek, kavramlar bir nesnenin zihindeki tasavvuru, kelime ise bu tasavvurun harflerden meydana gelmiş bir sembolüdür. Bir nesne hakkında uzun zaman dilimi üzerinde kollektif şuurda meydana gelen ortak imajlar uzlaşımsal olarak bir sembolü yüklenmekte, böylece de toplumda bildirişme, anlaşma, tartışma mümkün olmaktadır. yiz: Burada bir probleme daha değinip geçmek ihtiyacı içinde- Bir kelime zihindeki tasavvurları tam olarak dile getirebilir mi? Veya bir başka ifade ile kelimeler zihindeki tasavvurları ne derecede ifade edebilirler? Tasavvurlarla kelimeler tam olarak örtüşürler mi? Biz bu konuda tartışmaya girmeyeceğiz. Ama ne var ki probleme sınırlı bir yaklaşım tavrı içinde kelimelerin zihindeki tasav13 vurları tam olarak yansıtmadığını ilke olarak kabul edebiliriz. Nitekim gündelik yaşama bağlamı içinde, zaman zaman bütün insanların duygularını tercüme edemediklerinden, hissettiklerini ifade edemediklerinden yakındıklarına şahit oluyoruz. Bunun yanında hemen hemen bütün sanatkârların da bu konuda sıradan, düz insandan daha çok yakındıklarını göz önüne alırsak, başta koyduğumuz yargının doğruluğu anlaşılır. Dostoyevski feryat ediyor: “Duyduklarımı bir dile getirebilsem...” Büyük şair ve mütefekkirimiz Necip Fazıl Kısakürek hayretle, inkisarla karşı konulamaz temel iradeye tam bir teslimiyetle ve kaçınılmaz alın yazısı karşısında trajik bir boyun eğişle soruyor: Ölecek miyim, tam da söyleyecek çağımda? Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda... Hep bu hasretle yetişiyor, yaşıyor ve ölüyoruz. Duygularımızı ve düşüncelerimizi, tasavvurlarımızı tercümede dilimiz bizi her zaman yalnız bırakıyor. İşte bu yüzdendir ki, insanlar iç dünyalarını başkalarına açabilmek için benzetmelere, istiarelere; duyguları somut durumlarla vermeyi deneyerek, düzyazı, şiir sanatına sığınmak zorunda kalmışlardır. Bazen de kelime yerlerine ses, renk ve çizgileri kullanarak; musiki, hat tezhip, resim ve minyatürle başka insanların muhayyilelerinde kendi iç dünyalarının benzerini oluşturmayı, benzer çağrışımlar meydana getirmeyi denemişlerdir. Çünkü ilk açmazımız; her insanın kelimelerde, sembollerde dile getirdiği aynı tasavvurlar değildir. Herkesin şişesinin içi aynı unsurlarla dolu değil ki. Aynı sembollerle ifade edilse bile, kavratılmak istenen, kavranılması istenen, iletilmek istenen mesaj ve tasavvurlar insanın iç hayatının zenginliği, derinliği, ilgi sahası ile orantılıdır. Aynı şekilde bir insanın kendisine ulaştırılan semboller kümesini yorumlama, algılama, özümseme biçimi de yukarıda zikretmeye çalıştığımız faktörlerle belirlenmektedir. 14 Diğer taraftan bütün bunların yanında kelimelerde insan; tarihi gelişim süreci içindeki değişik zaman kesitlerinde kavram olarak farklı tasavvurları, imajları, anlayışları ifade eder. Bazen bu sembollerin içi zenginleşir, teori ve pratikle dolu dolu olur, bazen de kısırlaşır, sığlaşır. Aynı kelimelerle ifade edilse de, bize kavrattığı imajların, anlamların farklı olması, zaman içinde kelimelerin kavram olarak farklı tasavvurları ifade etmesi, insanın kendi ferdî hayatı içindeki zaman dilimlerinde ortaya çıktığı gibi, aynı şekilde millet kültürlerinin ve cihanşümul kültürlerin zaman boyutları içinde de ortaya çıkar. Hatta belli bir zaman ve mekân boyutuna hâkim “devir kültürleri” yeni kavramlar oluşturmak, kelimelere yeni anlamlar yüklemek, yeni yorumlar getirmek, eşya ve hadiseler karşısında yeni bir duruş sağlamakla; donmuş, hayatiyetini kaybetmiş, yeni yaşama biçimini ifadeden aciz tasavvurları tasfiye etmekle ortaya çıkıp varlıklarını sürdürmektedirler. Ama ne zaman ki; değişen şartlarla ortaya çıkan yeni evren tablosu ile tutarlı, onu tercüme edecek yeni kavramlar üretme özelliğini kaybederse işte o zaman katılaşmakta, donmakta, evrensel kültür üzerinde şu veya bu alanda etkide bulunduktan sonra çok geniş olan tarih arşivine kaldırılmaktadır. Tarih arşivindeki kültürlerin tekrar yeni zaman ve mekâna egemen olup olamayacakları hususu- ki şüphesiz bu mümkündür- ve egemen olma şartları ayrı bir tartışma konusudur. Bu söylediklerimizden sonra şu noktaya geliyoruz: Eşya ve hadiselere kendi gözü ile bakamamış, bu gözden, imbikten geçirir gibi yeni yaşama biçimlerini süzüp çıkaramamış, bunların kavram iklimini oluşturamamış, kendi kendine özgü duyuş, algılayış, davranış biçimlerinden kurulu bir kavramlar evreni oluşturamamış özgün bir kültürden söz edemeyiz. Aynı şekilde büyük kültürler kavradıkları, özden süzüp çıkardıkları, düşünme planında yakaladıkları imajları; çok anlamlılıktan(ambiguity), kaypaklıktan arınmış, net, kesin kelimelerle ifade ederek yeni bir düşünme atmosferi ve bildirişme 15 imkânı sağlarlar. Çünkü bireysel yaşayış, bireysel duyuş, kavrayış ve tasavvurları kelimelerle ifade ettiğimiz gibi; bir kültür içinde yaşayanların sahip olduğu ortak tasavvurları, ortak değer yargılarını ve ortak imajları da kelimelerle, sembollerle ifade ediyoruz. Bütün bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere; özüyle tutarlı bir biçimde yeni kavramlar üretemeyen, yeni duyuş ve kavrayışları tercüme edemeyen, kavramların net bir biçimde hesabını veremeyen, onlara derinliğine ve genişliğine yaklaşımla anlam kazandıramayan, düşünüp kavrayamayan; ayrıca düşünüp kavrasa da bunları en iyi karşılayabilecek sembollerle ifade edemeyen, bir kalıba dökemeyen, düşünmesini dışlaştırma vasıtalarını isabetli bir biçimde seçemeyen bir kültürün; köklü olması, ömrünün uzun olması, evrensel kültüre katkısı veya evrensel bir kültürü etkilemesi bunların tabii bir sonucu olarak da evrensel bir kültüre damgasını vurması, onu belirlemesi beklenemez. Hatta evrensel kültüre katkısı bir yana, kavramlar üzerinde ciddi şekilde düşünmeyen, onları bir kuyumcu duyarlılığı ile işlemeyen, onların hesabını veremeyen milli kültürlerin; millilik vasfını korumaları ve evrensel kültürden olumsuz bir biçimde etkilenerek az da olsa koruyabildikleri yaratıcılıklarını kaybetmemeleri mümkün değildir. Nitekim evrensel kültür; kavramlar üzerine derinleşen, kavramlara düşünme ürünü, fanteziden uzak, dolu dolu yeni anlamlar kazandıran, yeni fikirler üreten milli kültür veya kültürlerin senteziyle meydana gelmektedir. Kendi içinde sürekli şekilde ve öz’den aldığı ab-ı hayat suyu ile yiv yiv derinleşen yeni fikirler üreten milli kültür; zamanla evrenseli yakalayabilmekte, taklid v.b. yollarla benimsenerek evrensel kültür veya evrensel kültürün bir parçası haline gelmektedir. Artık bundan sonra oluşan evrensel kültüre; kan, ter ve gözyaşıyla oluşturduğu düşüncelerle katkıda bulunamamış, evrensel 16 kültürü bizzat şekillendirememiş, evrensel kültürün kavramlarını kendi kalıplarına dökememiş, sözüm ona milli olduğunu iddia eden kültür, bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek evrensel kültürün genelde olumsuz bir tatbikçisi olmakta, farkında olarak veya olmayarak kendi değerlerini egemen kültüre adapte etme çabasına düşmektedir. Bazen de örneğini gördüğümüz gibi hâkim kültürün “kültür şoku” altında, kendi kültürü erozyona uğrayarak biçimsel bazı davranışları veya nesneler dünyasının bir parçasını muhafaza edebildiği tesellisi ile söz konusu kültürün içinde eriyip, bütün özelliğini yitirip, kaybolup gitmektedir. Belki Japonya örneğini bu yaklaşımla tartışmak bizi ilgi çekici noktalara götürebilir 1 Artık bu aşamadan sonra kullanılan kelimeler sözsel, biçimsel olarak eski kültürden de gelse; kavram olarak amaçladığı mânâ veya insana kavrattırdığı, verdiği imaj ve tasavvurlar, kendi kültür özünden tamamen yabancılaşarak hâkim kültürün geliştirdiği mânâlara bürünmekte, insanlar kendi eski kültürlerinin kelimelerini egemen kültürün empoze ettiği biçimde kavramakta, algılamaktadır. Şu veya bu yolla boşaltılan şişe egemen kültürün ürettiği anlamlarla dolmakta veya şişe tamamen boşaltılmışsa- ki pratikte pek mümkün olmamaktadır- eskisi ile yeninin değişik oranda karışmasından, ortaya hiç bir şeye benzemeyen karma karışık bir karışım çıkmaktadır. Eski şişe boşaltılarak özü alınıp sadece kiri, pası, posası bırakılırken, yenisinin özünü doldurmak da bugünden yarına bir anda olamayacağına göre yeni ortaya çıkan egemen kültür ailesine de girilememektedir. Artık insanlar asırlarca kendilerini beslemiş, hayatiyet vermiş; üzüntülerinin, sevinçlerinin, tasalarının hülyalarının, rüyalarının, evrenle hesap1)“Belki Japonya örneğini bu yaklaşımla tartışmak bizi ilgi çekici noktalara götürebilir.” Yıllar önce yazdığımız bu yazıya böyle bir not koymuşuz. Fakat bugün bu meselenin muhasebesinin yapılması gerektiğine inanıyoruz. O gün yapılmamasını da bir noksan olarak düşünüyoruz. Ama konunun insicamını bozmamak açısından bu hesaplaşmayı yazının sonunu koymayı uygun bulduk… 17 laşmalarının bileşimi olan şişelerinin içini oluşturmadan; şişenin biçimsel ayniliğine bakarak onu içmektedir. Bu iş öyle ustalıkla yapılmaktadır ki bileşimin değiştiği hissedilmemekte, hissedilse bile o aşamada artık bunun gerekli olduğu kabul edilmeye başlanmaktadır. Bunun sonucu olarak şişenin içindeki acayip karma karışık karışım yavaş yavaş hissettirmeden bünye üzerindeki etkisini gerçekleştirmekte, zamanla bünyeyi kendi asliyetinden çıkarmakta, tam kendisine de benzetememekte, ama yine de ortaya egemen kültürün istediği gibi düşünen, eyleyen, medyumlardan oluşmuş, medyum bir toplum çıkmaktadır. Yalnız bir noktaya özellikle dikkatleri çekmek borcundayız ki; bizim tasvire çalıştığımız bir sentez değil, kabaca bir taklittir. Nitekim tekniğin “evrenselliğine” karşılık, kültürün millî (millî kavramını etnisite anlamında değil Kur’anî anlamda kullandığımı özellikle belirtmek istiyorum) olduğu düşünülürse, başka milletlerden taklitle alınan kavramların yeni bünyede nasıl bir etki yapacağı konusundaki endişe ve merakımız da haklı olsa gerek. Kaldı ki bir kültürün; dünyayı yorumlama biçimi ve yayılması salt kültürel bir mesele olmayıp siyasî alanda da çeşitli akisler bulduğu için bu iş bugün dünya çapında bir endüstri halindedir. Dolayısıyla her kültür; kavramlarını kendi özüyle tutarlı mânâlarla doldurmadıkça, kavramlar üzerinde anlaşamadıkça, yaratıcı, doğurgan bir düşünme iklimi oluşturamadıkça, kendi içinde senteze vardırıcı, yeni değerler üretici, diyalektik bir tartışma ortamı doğmamakta, meydana gelen (eristik) havada bir sağırlar diyalogu ortaya çıkmaktadır. Artık bu ortamda anlaşın anlaşabilirseniz, tartışın tartışabilirseniz, yeni fikirler üretin üretebilirseniz. Bu hava içinde bütün mesele formel mantık konstrüksiyonlarıyla ve içi boş kelimelerle rakibimizi ilzam edebilmek onu cevap veremez hale getirmektir. 18 İşin tuhafı bu aşamada, söz konusu ortam içinde öyle bir yaklaşımla; egemen kültürle ciddi ve samimi olarak bir sentez oluşturma çabasına girseniz bile bu da mümkün olamamaktadır. Yalnız burada bir noktayı özellikle vurgulamak istiyoruz ki; biz “kavram anarşizmi”, “kültür emperyalizmi” gibi; ortaya çıkan uygulamaların sadece o milletin veya kültürün dışındaki unsurlar tarafından gerçekleştirildiği düşüncesine katılmıyoruz. Çünkü düşünülen, diyalektik bir biçimde tartışılan, yerli kültürle tutarlı bir biçimde, yerli kültürün özünü bozmadan, hayat damarlarını kesmeden yeni zaman ve mekâna tercüme edebilecek fikirler üreten, doğurganlığını, üreticiliğini devam ettiren bir kültür içinde hiç bir güç “kavram anarşizmi” yaratamaz, hiç bir güç “kültür emperyalizmini” gerçekleştiremez. Ama ne var ki; yerli-millî kültürün şu veya bu sebebe bağlı olarak kendi bünyesinden doğan hastalık belirtileri, yavaş yavaş bünye üzerinde olumsuz etkisini göstermeye başlamakta, bünye zayıflarken de çeşitli sosyo-kültürel sebeplerle yabancı kültürler tarafından ortaya çıkan bu imkân, fazlası ile işletilerek ve kullanılarak “kavram anarşisi” ve “kültür emperyalizmi” gerçekleştirilmektedir. Burada özellikle vurgulamak istediğimiz; “kavram anarşisi”, “kültür emperyalizmi” bir kültürün yaratıcılığını kaybedişinin, yıkılışının sebebi değil, tam tersine sonucu olduğudur. Dolayısıyla hiç bir kültür ve bu kültürün taşıyıcısı, geliştiricisi olması gereken elit-entellektüel tabaka suçu başkalarına atarak kendi sorumluluğundan kurtulamaz. Halk irfanından fışkıran bir atasözümüz bu gerçeği ne kadar güzel dile getiriyor: “Orman dermiş ki, ne yapayım beni kesen baltanın sapı benden.” 19 Hiç şüpheye düşmeden kesin olarak sapsız bir baltanın ormanı yok edemeyeceğini söyleyebiliriz. Eğer orman kendini yok edecek sapı vermeseydi, sapsız baltanın meydana getireceği tahribat, ormanın kendi doğal yenilenme gücüyle ortadan kaldırılabilirdi. Ama orman karşı tarafa öyle bir silah veriyor ki, onun meydana getirdiği zararı kendi doğurganlığı ile karşılayamıyor, artık oradaki açık, büyüye büyüye devam edip gidiyor. Bu süreç sonunda da haliyle orman yok oluyor. Dolayısıyla orman; sadece balta ile uğraşıp teselli bularak hiç bir yere varamaz. Çünkü teorik olarak mübalağalı bir biçimde şöyle diyebiliriz: Eğer orman baltanın tahrip ettiğinden fazla bir doğurganlığa sahip olursa ancak yok olmaktan kurtulur, kurtulabilir. Her insanda bulunduğunu sandığımız, gerçeğin nabzını elinde tuttuğu gibi bir duyguya itiraf edelim ki biz de sahibiz. Bize göre egemen kültürün tehdidi altındaki bir kültürün yapacağı şey, kavramların kendi kültürü içindeki mânâlarını tespit etmek, hâkim kültür tarafından üzerine sıçratılan özle çelişkili düşüncelerden onu temizlemek, kültürü asli kuralları içinde, özü örselemeden, onlara mümkün olan yeni yorumları getirmek, yeni şartları kucaklayabilecek, kuşatabilecek, açıklayabilecek yeni ve derinliğine muhteva kazandırabilmektir. Bu konuda mübalağa etmediğimizi göstermek için de Alman filozofu Kant’ın şu düşüncelerini aktarmayı uygun gördük: “Bir düşünürün dile getirdiği düşünceleri konusu ile ilgi içerisinde tartışmak ve onu, o’nun kendisini anladığından daha iyi anladığımızı görmek her zaman için mümkündür. Çünkü o, kavramını yeteri kadar belirlemediğinden bazen söylemeye niyet ettiklerinin tam tersini söylemiş, hatta düşünmüş olabilir.” Görüldüğü üzere bir filozof dahi kullandığı kavramları yeterince açıklayıp, belirlemediği takdirde; söylemek istediklerinin 20 tam tersini söyleyebiliyor, hatta düşünebiliyor. Daha da ötesi filozofun dile getirdiği düşünceler, konusu itibariyle bir durum içinde ele alınırsa kendisinin anladığından daha isabetli bir biçimde algılanabilir. Buraya kadar düşünmemiz üzerindeki kavramların etkilerini; doğru bir düşünme için kavram analizinin gerekliliğini değişik yaklaşımlarla, teknik ayrıntılara girmeye çalışarak gözler önüne sermeyi denedik. Bütün bu açıklamalardan sonra denememizi bir adım daha ileri götürmek istiyoruz. Mademki; düşünmek, kavramlarla hesap yapmak demektir; o halde düşünmeyi mümkün kılan kavramları doğru bir biçimde kavrayamamışsak, kavramları yanlış bir yaklaşımla yorumlamışsak, zaten bir düşünme ortamının doğması mümkün değildir. Tarihi gelişim süreci içinde düşünme alanına göz attığımızda çok değişik düşüncelerin ortaya atıldığını, bir düşünce renkliliğinin ve çokluğunun olduğunu görüyoruz. Bu farklılıkların bir kısmı şüphesiz yapısal bazı sebeplerden doğarken, bir kısmı da metod meselesinden doğmaktadır. Hiç değilse metod konusu halledilirse, bu noktada ortaya çıkan ve doğurucu olmayan bazı anlaşmazlıklar ve gereksiz tartışmalar ortadan kalkabilir. Ondan sonra da iletici bir tartışma ortamı doğabilir. Konuyu daha anlaşılır kılabilmek için düşüncemizi bir örnekle açıklamak istiyoruz: Yalnız biz örneği kasten matematikten seçtik, daha kolay kavranabilir diye. Niçin bazılarınız (2+2=4) derken bazılarınız (2x4=8) diyor? Çünkü önce semboller üzerinde anlaşabilmeli ki, çıkardığımız sonuçlar aynı olsun veya çıkan sonuçlar farklı olsa bile en azından bu sonuçları tartışabilme hakkına sahip olalım. Çünkü “2”, “4”, “8”, “+”, “x” sembolleri üzerinde kavramsal olarak düşünmeden, derinleşmeden, hesaplaşmadan hesap yapmaya kalkışıyoruz. Böylece de ortaya değişik sonuçlar çıkınca hayretler içinde kalıyoruz. Çünkü bu sembol21 leri günlük kullanım fazlalığından gelen aşinalık duygusu ile açık seçik bilinen mütearifeler olarak kabul ediyoruz. Ne tuhaf; insanoğlu bir konuyu tartışmaya meydan vermeyecek, yer bırakmayacak bir biçimde çok iyi bildiğini ifade için “avucumun içi gibi biliyorum” der. Hâlbuki bize en uzak, en kapalı, bizce en bilinmeyen, bugüne kadar hiç araştırmadığımız yer herhalde avucumuzun içidir. Kaç kişi bugüne kadar avucunun içini merak edip araştırma ihtiyacını hissetti? Kaç kişi avucunun içinin hesabını verebilir? Kaç kişi avucunun içinin şeklini çizebilir? Herhalde hiç veya en az bilinenler, alışkanlıklarımızdan ötürü bildiğimizi zannettiğimiz ve bu yüzden de araştırma ihtiyacı hissetmediğimiz objelerdir. İnsanoğlu hiç bir zaman “bir şey biliyorsam, o da neleri bilmediğimdir” diyen Sokrates’in metodu ile bilmediklerimizin hesabını, envanterini yapmaya yanaşmıyor. Belki de en büyük bilgelik insanın neleri bildiğinden çok, neleri bilmediğinin hesabını çıkarmaktır. Çünkü böylece en azından bilmediklerimizi bilme imkânı elde edebiliriz. Bir konuyu biliyorsak bildiğimiz, konu olarak bilmiyorsak bilmediğimiz için araştırmayız. Ama hangi konuyu bilmediğimizi biliyorsak öğrenme şansına sahibiz. En önemlisi sürekli gündelik hayatta kullanmanın verdiği alışkanlıkla bildiğimizi sanma, ciddi ve derinliğine araştırma şevkinin olmayışı, birinci unsurlara inememe, zihnimizin çeşitli önsel düşüncelerle doldurulmuş olması gibi sebeplerle “+” nedir diye soramıyoruz. Dolayısıyla da tanımını yapıp, üzerinde anlaşma imkânına dahi sahip olamıyoruz. Bazıları “artı küçük birimin büyük bir birimden çıkarılması” şeklinde yorumlarken; bazıları “bir birimin diğer birim kadar katlanması” şeklinde yorumlar. Bazen de; “artı, iki birimin üst üste konması” şeklinde tanımlanıp, insanlara bunu kabul ettirebildiği anlarda insanoğlunun şanslı dönemleri de oldu. Söylediklerimizi 22 yukarıdaki önermede geçen “2” ve “4” sembolleri için de söyleyebiliriz. Anlaşılması kolay olur kanaati ile matematikten aldığımız bu örneği bütün ilim dallarına uygulayabiliriz. Ama ne var ki sosyal bilimlerde yanlışlar matematikteki gibi kolayca bulunamazlar. Sözgelimi “bilim; insanın bütün problemlerini çözebilir” gibi bir yargı üzerinde tartıştığımızı varsayalım. Bugün Türkiye’de veya Doğulu bir ülkede, bu konudaki bir tartışmada bir yere varmanın mümkün olmadığını sanıyoruz. Yeterli deneyime sahip olmadığımız için, yanılma korkusu ile kesin yargı vermek istemiyoruz ama bu konuda belki de Batılı bir aydınla yaptığınız tartışmada bir yerlere varma ümidiniz olabilir. Söylediklerimiz yanlış anlaşılmasın; problemi tamamen çözebilirsiniz, konuya tüketici bir çözüm bulabilirsiniz demek istemiyoruz. Ama herhalde en azından hangi konularda anlaşabildiğinizi, hangi konularda anlaşamadığınızı tespit edebilirsiniz. Niçin Doğulu toplumlarda tartışmalar; diyalektik, doğurucu, üretici, bir yerlere götürücü olamıyor? Niçin sürekli, aynı konularda değil yıllar boyu, mübalağa etmediğimize inanarak söyleyelim ki, çağlar boyu aynı kuru tartışmalar tekrarlanıp duruyor? Fazla ayrıntılara inmeden bir cevap denemesi olarak; ilk ve en önemli sebebin Doğu’da düşünme eksiği olduğunu söyleyebiliriz. Doğulu düşünmüyor, ancak spekülasyon yapıyor. Çünkü Doğulu, kavramların alabildiğince net bir biçimde ortaya çıkmasını amaçlamak yerine; kavramların, hazır bulduğu duygusal anlamlarla yüklü içerikleri ile düşünmeye çalışıyor. Dolayısıyla bu da gerçekleri bulmaya değil, bir takım zihin jimnastiğine, mantık atraksiyonlarına sebep oluyor. Birbiriyle sonu gelmez tartışmaya girerken; Batı uygarlığının ürünü olan kültürü de hiç kontrolsüz taklide yöneliyor. Batılı ise düşünmede metod olarak doğru bir imkâna sahip olmasına rağmen hakikatle bağını koparıp aklın, hevâ ve hevesinin peşinde koştuğu için dünyayı daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. 23 Dolayısıyla tek başına düşünme, tek başına metod da önemini yitiriyor. Batılı; gayesi batıl olduğu için doğru yöntemle hakikate ulaşamazken, Doğulu; gayesi “Hak” olmasına rağmen metodsuzluğundan ve dolayısıyla düşünemediğinden dolayı hakikate ulaşamıyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz yargıyı olumlu bir biçimde tartışabilmemiz için önce şu sorulara cevap vermemiz gerekir: Bilim nedir? Bilimin ayrı ayrı fakültelerine göre bilgiyi elde etme yolları nelerdir? Bu bilgi elde etme yollarına göre bilimin sınırı nedir? Elde edilen bilgilerin kendi alanları içinde geçerliği hangi alandadır? Bilim bize kesin, genel-geçer bilgiler verebilir mi? İnsan nedir? İnsanın varlık yapısı nedir? İnsanın problemleri nelerdir? Sorulabilecek mümkün sorulardan sadece bir kaçını sıraladık. Doğulu bir kafanın ne bu soruları ortaya çıkarmaya, ne de onlara cevap aramaya sabrı ve tahammülü vardır. Daha doğrusu düşünmeye vakti yoktur. Kavramların tanımı yapılmadığı, üzerinde anlaşılamadığı için de; bazen tartışanların aynı mânâyı dile getirmeye çalışıyor olmalarına rağmen tartışma sürer gider. 24 Yukarıda da belirttiğimiz gibi Batı uygarlığı üzerindeki söylediklerimizi sadece yöntem açısından değerlendirmek gerekir. Şurası bir gerçektir ki; Batı metod konusunda bir yerlere gelmiştir. Ama buna rağmen daha değer karmaşası içinde bocalamasının ana sebebini, maddî alanla manevî alanın sınırlarını tam çözememiş olmasından geldiğini sanıyoruz. Çünkü Batı hevâ ve hevesinin peşinde dünyayı istismar ederken, Doğu, Batının ortaya çıkardığı bu dünyaya talip olmak veya bu dünyada kaybolmakla meşguldür… Biz burada çözümlenmesinin imkânsızlığına inandığımız; düşünme mi önce kavramlar mı önce gibi bir tartışmaya girmek niyetinde değiliz. Çünkü düşünme olmadan kavramlar oluşamaz; aynı şekilde kavramlar olmadan da düşünme mümkün değildir. Biz bu sebepten problemi orijin bazında ele alıp, çıkmaza sokmadan; içinde bulunduğumuz hali hazır durumda çözümlemeyi deniyoruz. Çünkü her orijin, yani kök problemi metafizik bir karakter taşır. Çözümlenememe, yani sürekli bir artık bırakma her metafizik problemin temelinde vardır. Metafizik problemleri, bilimsel yöntemlerin dışında (yani bilimsel yöntemlerle çözülmez) ancak inançla çözebiliriz. Şu ortaya koyduğumuz son problem dâhil; şimdiye kadar bizim için açık ve seçik olarak bilindiği sanılan konuların bile ne kadar karmaşık, muğlâk, çözümlenmesinin güç olduğunu ortaya koyduğumuzu sanıyoruz. Bu kadar açıklamalardan sonra biz; “düşünmeyi” ikiye ayırıp, bunlar üzerinde derinleşmeyi deneyeceğiz: Özgür düşünme, özgül düşünme... Bundan sonraki iki bölümde bunların tanımını yapıp, sınırlarını gerçekleştirebilme imkânlarını tartışacağız. 25 EK JAPONYA HAKKINDA BAZI MÜLAHAZLAR (Medeniyet -Teknik - Kültür bağlamında) Biz “batılılaşma”, “modernleşme”, “çağdaşlaşma” v.b. kavramların aralarındaki nüanslara, ince farklara rağmen aynı anlamları ifade eden eşanlamlı ifadeler olduğunu düşünüyoruz… Ayrıca bu kavramları nötr, masum kavramlar olarak da kabul etmiyoruz. Bu ve benzeri kavramları, muhtevaları yine kendileri tarafından inşâ edilen ve “olumlu” anlam yüküyle doldurulmuş emperyalizmin ruh boşluğumuza attığı bombalar ve enstrümanlar olarak kabul ediyoruz…. Biz İslâm’ı, bir medeniyet, dünya ve ahiretimizi tekeffül eden bir değerler nizamı olarak kabul edip iman ettiğimiz için, son tahlilde bunların hepsi bir Müslüman için gâvurlaşmadan başka bir şey değildir… Kuşkusuz her medeniyet diğerleri ile etkileşim içindedir… Her medeniyet diğerleri ile bir medeniyet olarak hesaplaşır, mahsup sırlarını tayine çalışır… Kendi kıymet nizamı muva26 cehesinde alacakları varsa alır… Fakat bir medeniyet olarak… Bugün İslâm(!) mistik, metafizik, okultik, laik, seküler, liberal eklektik bir yamalı bohçaya döndürülmüştür. Sanki Uzakdoğu dini imajı veriyor “Oldurulan Din”… Bugün İslâm kaynana–gelin, ebeveyn–çocuk, işçi-işveren, öğretmen-öğrenci, ticari ortaklar arası; kısacası toplum içindeki her türlü ihtilafları ve insanın kendi kendisi ile çelişkilerinin, didişmelerinin çözümünde kullanılan bir enstrüman haline gelmiştir… Bir PDR ( Psikolojik Danışma ve Rehberlik) statüsüne indirgenmiştir. Bir de bunun yanında modernitenin anlamsızlaştırdığı, buz çölü haline getirdiği dünyaya anlam yükleme… Ratio’nun berhava ettiği, yaşama imkânını ortadan kaldırdığı, saçma duygusunu egemen kıldığı dünyanın tuzu, biberi, sosu… Bu şekildeki mahkum, mağlup ve makhur, sözde adı İslâm olan bir dinin, Batı medeniyeti ile hesaplaşması mümkün değildir…. Zaten böyle bir din telakkisi de bizatihi gâvurlaşmadır…. Her ne kadar sürekli oluşum içinde bulunan içtimaî hadiselerin başlangıç ve bitişleri; fiziksel olaylar gibi kesin olarak tesbit edilemese de, en az meseleleri temellendirmeye yardımcı olması açısından itibarî olarak, uzlaşımsal bir yaklaşımla tayin edilebilir. Bu anlayış içinde, Batılılaşma serüvenimizin, XVIII. Asrın başında, hatta 1718’de başladığını düşünüyoruz. Bu düşüncemizi üzerine çalışmakta olduğumuz “Tarih Üstüne -2“ isimli kitabımızın “Oportünist Değişimin Aktörleri” başlığı altında müdellel bir biçimde temellendirmeye çalışıyoruz… Demek ki bu hesabça aşağı-yukarı üç yüz yıldır Batılılaşmanın sancısını çekiyoruz. Fakat hala doğumdan haber yok!... İz yok! İşaret yok! Emare yok! Fakat çocuk anneyi de zehirledi… Anne can çekişiyor… Bu üç yüz yıllık sancı… Yaşama biçimi (kültür) ile maddeyi istismar (teknik) arasındaki netameli ilişki, ölümcül bir mücadele.… Batı ile Uygarlık bazında dürüstçe, cesaretle onun gözünün içine bakarak hesaplaşmak yerine; hep çekingen, ürkek, özgüvensiz zavallı bir çocuk tutumu takındık. Hep yağlı güreş yaptık, hep kaçak güreştik, kendi kendimizi bile bulup nefs muhasebesi ya27 pamadık! İçinde bulunduğumuz şartlarla geçmişi yargılamak anakronik bir yaklaşım, ama aynı hataları yapmamak için de muhasebesini yapmak borcundayız… Çünkü aynı hatalar halen ve aynen devam ediyor… Biz; Uygarlık nedir? Uygarlığın unsurları olan: Kültür nedir? Teknik nedir? Ve arkasından, sökün eden, temâdî eden sorular: Kültürde bir ilerilik, gerilik var mıdır? Teknikte bir ilerilik, gerilik var mıdır? Kültürle teknik ilişkisi nedir? Hangisi tayin edici, belirleyici? Hangisi etkileyici? Teknikle kültür arasında zorunlu bir korelasyon var mı, yok mu? Kültür ve teknik birbirinden tamamen bağımsız süreçler midir? Merhum Akif ’in dediği gibi: “Batının sadece ilmini, sanatını almak” mümkün mü idi?” Veya Said Nursi’nin dediği gibi “mehâsinini” almak olabilir miydi?… Örnek olarak verdiğimiz bu reçetelerde, zerre kadar tefekkür kırıntısı görüyor musunuz? Bu reçetelerde eser miktarda fikir çilesi bulabiliyor musunuz? Tarlada kabak seçer gibi bir uygarlığın sadece “teknik”ini, “mehasin”ini seçip alabilir miyiz? Bu tartışmaların faydalı olduğunu da söyleyemeyiz… Bunlar alıkoyucu duraklar… Bilgi temeli üzerinde yükselen, kullandığı kavramların çilesi çekilmiş, fikir çekinin karşılığı olan her tefekkür, gerçeğe atılan bir adımdır… Diyelim ki, Namık Kemal’in dediği gibi: “Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar”. Fakat rahmetli Üstadım Necip Fazıl da soruyordu: ”Fikirlerin çarpışmasından hakikat şimşeklerinin doğacağını kabul edelim… Peki, ama kabaklar çarpışırsa ne doğar?” Cevabını verelim: Kabak çekirdekleri… Yukarıda sadece bir kısmını sıraladığım sorularla bırakın hesaplaşmayı, sormadık bile… Hatta biz muhatap olduğumuz uygarlığı, Batı uygarlığını dahi anlamaya çalışmadık… Anlayamadık… Halen de anlayamıyoruz. Bilmek, öğrenmek, ezberlemek ayrı kategoriler… Hatta o kadar ki; “Hürriyet Şairi” Namık Kemal dahi, terennüm ettiği “Hürriyet”i anlayabilmiş, kavrayabilmiş, hiç değilse fikrî planda içselleştirebilmiş değildi… Nitekim 28 sonunda; görmeden, anlamadan Mecnun yaklaşımı içinde platonik olarak aşık olduğu Leyla’sı “hürriyet” hakkında şu itirafta bulunmak zorunda kalmıştır: Ne efsûnkâr imişsin ey didâr-ı hürriyet Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten… İşte bu yaklaşımı biz “Kavramsal Totemizm” olarak nitelendiriyoruz… Doğu ülkelerindeki bütün insanlarda, düşünsel yelpazenin tümünde Kavramsal Totemizm hâkimdir… Modernist İslâmcılar, Batıcılar, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet… Hele Cumhuriyet!.. En az üç asırdır bilerek veya bilmeyerek fakat şiddetlenerek gelen İslâm’dan soyutlanma hamlesinin dorukları… Bugün dahi, Batı Uygarlığını anlayamıyoruz… İslâmcı(!) düşünürlerin(!) felsefî konsepti, Albert Camus’yu filozof sanacak seviyede… Eğer Batı düşün tarihine dönüp “Hey filozof!” diye bağırırsanız, dönüp bakacak, o kadar çok “filozof ” bulursunuz ki, hayretler içinde kalırsınız… Eğer her birinin peşine takılmaya kalkarsak yolumuzu tümden şaşırırız… En büyük yanlış parmağım hıyar diyene bir avuç tuz alıp, koşmak! Şunu da eklemek isterim ki; Kavramsal Totemizm evrensel bir olgudur…Kuşkusuz Batı’da da çok yaygın!.. Ama hiç değilse onlarda totemleri parçalayacak, putları yıkacak, “çekiçle felsefe” yapan insanlar yetişiyor… Bizde ise; ikrarı da, imanı da, inkarı da belli olmayan mahluklar ürüyor!.. Ya salt entelektüel zemini olmayan bir İslâm düşmanlığı ki, büyük bir kısmı genel olarak tarihsel bir mezhep hesaplaşmasının devamı veya sözüm ona vahiyle geldiğine inandığını söylediği, din ve Peygamberi ile didişen tipler veya fikir tipsizleri… Veya mukaddes ve muazzez İslâm’ı kullanarak, istismar ederek kendilerini ve birbirlerini totemleştirenler, putlaştıranlar… 29 Bu anlamda “Batı Uygarlığını anlayamadığımız“ gibi, çok iddialı ve aşırı sayılabilecek yargımızı bir kaç argümanla teyid etmek borcu ve ihtiyacı hissediyoruz… Niyazi Berkes, gayet net bir biçimde: “Çünkü biraz dikkatle bakarsak ve bir de biraz eski Osmanlı sistemini öğrenirsek görürüz ki biz sandığımız kadar Batı müesseselerini anlamış ve almış değiliz”2. Diyor ve diğer bir kitabında da devam ediyor: “1830’lara kadar geçen süre içinde Avrupa tarihine yepyeni bir yön veren fikirlerin hiç birinin Osmanlı fikir hayatı üzerinde hiçbir yankısı olmamıştır”.3 Arslan Kaynardağ, Ülken’nin kitabına yazdığı önsözde durumu, uzun bir süreci, kapsamlı ve mükemmel özetleyen şu tahlillere yer verir: “Çağdaş düşüncemiz Batı’nın etkisiyle gelişmeye başlamıştır. Böyle olduğu halde, Batı düşünürlerinin bütün yapıtlarını tanıyıp okumak gerekirken, başlarda hiçbir şey çevrilmediği, sonra da az şey çevrildiği için, düşünürlerimiz yakın yıllara kadar, gazete ve dergilerdeki bilgilerle yetinmişler, soruları bu dar çerçeve içinde yanıtlamaya çalışmışlardır. Bu açıdan bakılınca, Tanzimat ve Meşrutiyet’in olduğu kadar, Cumhuriyet düşüncesinin de birçok noktalarda yüzeysel kaldığı söylenebilir ki, böyle bir durumun düşünce tarihçisi için ne denli önemli bir sorun olduğu meydandadır.4” Kaynardağ’ın bu mütalaalarını teyiden Ülken de şöyle demektedir: ”…….. Çağdaş dediğimiz fikir hayatı……… Batı’nın fikir köklerine nüfuz etmek ve yeni fikirleri geniş boyutlarıyla kavramak imkânı bırakmamıştır. Meselâ Fransız İhtilali’nin dünyaya yaydığı fikirler Türkiye’ye girerken, bu hareketin arkasında2) Niyazi Berkes, Nakleden: Oğuz Adanır, Eski Dünyaya Yeni bir Bakış, Doğu Batı yay. İzmir, 2010, sh. 75 3) Niyazi Berkes, Türkiye’de Çaşdaşlaşma, Doğu Batı Yay. İstanbul, tarihsiz, sh. 196 4) Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken yay. İstanbul, 1994, sh. 10-11 30 ki büyük düşünürlerin bütün eserleriyle tanınması ve tartışılması gerekirken, onlardan hemen hiçbir şey çevrilmemiş ve Türk düşünürleri yakın yıllara kadar gazete ve haftalık dergi sayfalarında günlük sorulara cevap vermeye çırpınan dar bir çerçeveye sıkışıp kalmışlardır. Bu açıdan bakınca Tanzimat ve Meşrutiyet’in olduğu kadar Cumhuriyet’in fikir tarihinin de yüzeysel olduğunu belirtmek gerekecektir”.5 Ülken; Ahmet Mithat Efendi’nin değerlendirmesini yaparken ilginç mütalaalar serdetmektedir. O günün fikir hayatı ve insanların çelişkili gelişimlerini, savrulmalarını değerlendirmek bakımından biraz genişçe arz ediyorum, fakat bu satırlar okunurken daha sonra metin içinde tekrar edileceği gibi, şu nokta gözden uzak tutulmamalıdır: “Türk fikir hayatında ilk defa Ahmet Mithat’la Batı’nın felsefe problemleri üzerinde düşünülmeye başlanır.” Buna rağmen: {Zola’ya ve onun edebiyat anlayışına hücum etti. Fakat bu hücumlar Batı edebiyatının köklerine nüfuz ederek, yeni doğan bu edebi akımın içinde doğduğu şartları bilerek, onun karşıtı olan akımlara katılarak yapılmış değildi. Güzin Dino’nun gösterdiği gibi: “Biz medenî fazileti yabancı hastalıklarla bozulmamış Osmanlılarız. Avrupa romanının ne gibi hastalıkları olduğunu bilmeden romancılıktan bahsederiz. Bunların aynen tercümesi faydalı olmadıktan başka güzel de değildir, Osmanlı tab’ına uygun olması için değiştirerek tercüme usulünü bile ileri götürememişiz” derken, Ahmet Mithat, batılılaşmaya en büyük engel olan bir görüşün içinde bulunuyordu. Bu yüzeysel görüş tarzı, Batı’nın köklerine nüfuz etmeyi imkânsız bırakıyordu ki o devir düşünürlerinin çoğunda olduğu gibi Ahmet Mithat’ta kendini gösterir. Beşir Fuad’ın ölümünde kendisine bıraktığı mektubu yayınlarken, bu kişi vesilesiyle bazı Batı fikirlerini yüzeysel olarak tenkit etmektedir: “Materi-alisme denen şey cihanda mevcut hakikati yalnız madde ve onun hassalarından ibaret sayar. Beşir Fuad gibi, birçok ilimlerde derin bilgisi olan bir kim5) A.g.e. sh.15 31 se böyle dar bir mesleğe nasıl saplanır” demek isteyen cümleler yazmaktadır. Ahmet Mithat Dağarcıkla materyalizme meyilli olduğu halde, hayatının ikinci devresinde İslâm ahlâkına ve doktrinine bağı kuvvetlendi ve ilk fikirlerinden vazgeçerek atheisme ve materialisme’ı savunan yazarlara hücum etti. Bu ikinci devrede meselâ Draper’in Din ve İlim Çatışması adlı kitabını tercüme ettiği gibi, ayrıca onu tenkit eden bir risale yazdı. Fikirlerinde tanrısızlıktan dinciliğe, materyalizmden spiritüalizme doğru bu keskin değişme, sonraki yazılarında gittikçe kuvvetlendi. Bu düşünce ile Ben Neyim’i, Schopenhauer’i Tenkit’i yazdı. Türk fikir hayatında ilk defa Ahmet Mithat’la Batı’nın felsefe problemleri üzerinde düşünülmeye başlanır. O zamânâ kadar Tanzimat düşünürlerini ve Yeni Osmanlıları tasalandıran yalnız siyasî düşünceydi. Batı’nın fikir hayatı ile, ancak bu konuya dokunduğu nisbette ilgileniyorlardı. Suavi’de, Kemal’de, zaman zaman Descartes ve Pascal’ın adları geçiyorsa da çağdaş Batı felsefesinin problemleri üzerine eğilmeye fırsat bulamıyorlardı. Zaten Gazalî ve İbn Sina’yı felsefî düşünce için yeter gören bu nesil, Avrupa’da teknikten, siyasî devrime yarayacak fikirlerden başka bir şey arayamazdı. Hâlbuki Ahmet Mithat’ta gerek gençlik senelerine ait materyalist eğilim, gerek yaşlılığına ait spiritüalist eğilim artık basit bir “İslâmcılık” klişesi içine sığdırılanı ayan bir düşünce ufku açacak gibi görünüyordu. }6 Ülken başka bir eserinde maalesef şu mütalaayı serdeder: “Görülüyor ki Garpla temas ve Garptan nakiller, yapmak hadisesinin Tanzimat ile alâkası yoktur. Ondan çok evvel başlamış, hatta Tanzimat sıralarında eskisine nazaran çok gevşemiştir. Bu birinci devirdeki nakiller yalnız coğrafya, tıp, eczacılık hakkındaki amelî eserler olduğu halde Tanzimat devrinde daha ziyade askerlik, riyaziye etrafında devlet için zaruri eserler tercüme ettirilmiştir. Fakat felsefe, mücerret ilim, edebiyat sahasında hiçbir tercüme teşebbüsü olmamıştır. Bu nokta-i nazardan da Tanzimatı bir geçit sayamayız. Çünkü ondan evvel ve sonra ya6) A.g.e. sh. 115 32 pılan tercümeler yalnız teknik mahiyette olduğu halde felsefe ve edebiyata yani esasa ait bütün tercümeler yine Şarktan yapılıyordu. Hatta dahası var. Bu devirde garp tekniğine karşı gösterilen mecburî alâkanın aksülâmeli olmak üzere, esasa ait mevzularda Şarka daha fazla dönülmüş ve daha çok tercümeler yapılmaya başlamıştır. Bunun için olacak ki Şarktan en çok tercüme yapılan ve en mühim eserlerin nakledildiği devir, garp tesirlerinin gittikçe kuvvetlendiği ve büyüdüğü bu on üçüncü asır (milâdi on dokuzuncu) dır.7 Önemine binaen biz ısrarla vurgulama ihtiyacı hissediyoruz ki “Fakat felsefe, mücerret ilim, edebiyat sahasında hiçbir tercüme teşebbüsü olmamıştır.” Olmalı idi…. Batı ile hesaplaşmak için, onu tanımalı idik… Sen onlarla hesaplaşmazsan, onlar senin hesabını görürler…. Nitekim sonuç ortada… Tanpınar’da da maalesef bizi üzen, Açık Sırlar8 var: ”Tanzimat’tan sonraki fikir ve sanat hareketlerinin bir eksiği vardı; o da, yaklaşmak istediğimiz âlemin mahiyetini anlatan bir el kitabından dahi mahrum olmamızdı.”9 Tanpınar devam ediyor: “Yukarıda yenilenme hareketimizin, cemiyet ve kültür meselelerini dikkatle mütalâa eden, hayatın ve insanın değişme istikametlerini münakaşa eden ciddî bir tefekkürden, hatta onun hazırlık devresinden mahrum olduğunu söylemiştik. Tanzimat’ın bilhassa fikir cephesi, bu ilk devirde pusulasız ve dümensiz, suların kendi akışıyla bırakılmış bir yolculuğa ne kadar benzer.”10 Bu bir soru değil, bir yargı… Tanpınar sanat tecrübelerinden bahsederken de şu tespitlerde bulunur: “Diğer 7) Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, Ülken yay. İstanbul, 1997, 320 8) Kudüs İbrani Üniversitesi, Organik Kimya emekli hocası, Prof. Dr. Israel Shahak’ın bir kitabının adı. Çok anlamlı bulduğum için zaman zaman kullanıyorum… Alt başlığı da çok manidar: “İsrail’in Dış Politikası ve Nükleer Sırları…”, “Bir de Yahudi Tarihi, Yahudi Dini” isimli mükemmel bir kitabı daha var… 9) Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kit. İstanbul, 1997, sh.285 10) A.g.e. sh. 286 33 taraftan bu ilk muharrirler büyük, meseleleri çok başka türlü olan, zamanca çok derin ve değişik yüzlü bir kültürün karşısında olduklarını hiç düşünmeden rast geldikleri veya hemen devirlerinden seçtikleri örneklerin benzerini yapıyorlardı. Hiçbir hazırlık onlara yol göstermiyordu.”11 Yine üzücü bir tesbit… Bütün gerçekler üzücü değil midir? “Daha iyisi, Muallim Naci’nin bu devirde şiir tercüme eden birçok muasırları gibi Fransız orta mektepleri için hazırlanmış bir antolojiyi okuduğunu kabul etmektir.”12 Batı Uygarlığını anlayamadığımızı anlatmaya çalıştım… Daha alıntılar yapılabilirdi… Bu bilgileri edinince imanımızdan ne kadar kolay vazgeçtiğimizi anlayarak, kahroluyoruz. Biz muhasebesini yapamadığımız için, muhatabımızın bize çıkardığı hesaba itiraza mecalimiz olmadan olduğu gibi kabul ettik… Şurada üç yüz yıllık bir süreçten bahsediyoruz… Hatta bunu en az altı yüz yıla, daha fazlasına çıkarabilirsiniz… Peki, bu süreçte tarikatlar ne yapıyordu? Peki bu süreçte ilmiye, sınıfı, medrese nerede idi? Bu konularda da desakramentasyon!... Kutsaldan arındırma… Çekin, medreselerin üzerine örttüğünüz ipek şal örtüyü… Altından ilmî tereddî, ahlâkî tefessüh fışkıracak… Nerede o, aklî ve naklî ilimlere vakıf(!) ulemanız? Nerede o suhte13 leriniz? Arayın! Celalî isyanlarında bulabilirsiniz! Arayın! Sultan Hamid’e “şeriat isteriz!” diye bağıranlar içinde bulabilirsiniz! Kimlerin oyuncakları oldukları malum… Bu konuda tereddüdleri olan; tek kaygısı iman ve tek hassasiyeti İslâm’ı tenzih olan hüsnüniyet sahiplerine şu kitapları ve benzerlerini mütalâa etmelerini tavsiye ve teklif ederim: Taşköprülüzâde Ahmet Efendi (1495-1561)’nin 1532’de yazdığı Mevzuat-ül Ulum… Gelibolu’lu Mustafa Ali Efendi’nin Künhü’l Ahbar’ı… Ayrıca bunların yanında, Kitâb-ı Müstetâb, 11) A.g.e. sh. 296 12) A.g.e. sh. 600 13) Suhte: Aslında başlangıçta, İslâmî ilim aşkıyla yanan mânâsına, medrese talebelerine verilen isim… 34 Kitabu Mesâlihi’l Müslimîn ve Menâfi’l- Mü’minîn, Hırzü’l Mülûk v b… Hemen şu noktayı da hatırlatırım ki: “İnsanoğlunun kendi nefsine uyması ile puta ibâdet etmesi arasında bir fark yoktur.”14 Siz Osmanlı’yı ve kurumlarını tenzihen mi hareket ediyorsunuz? İslâm’ı tenzihen mi hareket ediyorsunuz? Biz şimdiye kadar kulaktan duyduklarımıza, atalarımızın rivayetlerine inanırız, yeniden oturup zahmet, çile ile okuyup tezekkür, tefekkür edemeyiz, diyenler varsa, Biz de size soruyoruz: {Kendilerine: “Allah’ın indirdiğine ve Resule (onların hakemliğine) gelin denildiğinde “Atalarımızı ne halde bulmuşsak o bize yeter” derler. “Ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı onlara tabi olacaklar?”}15 Batı’yı anlayamamamızın sebepleri olarak; yabancı dil bilmemeyi, tercümelerin yapılmamasını, yabancı ülkelere gitmenin zorluklarını, oralarla iletişimin güçlüklerini ileri sürebilirsiniz… Fakat unutmayalım ki bu saydıklarımız birer araçtır… Bunu tesbit etmezsek yanlış sonuçlara varırız… Araçla, amacı karıştırmayalım… Aracı amaç haline getirmeyelim… Bugün hemen hemen saydığımız engellerin hepsi ortadan kalkmıştır… Bugün yurtdışındaki çeşitli ülkelerden Müslüman sayısı, Türkiyeli sayısı… Şu ana kadar tahminlerin üstünde mezun olup dönen; lisans, yüksek lisans, doktora sahipleri… Akademisyenler… Şu anda akıl almayacak sayıda doktora öğrencisi… Peki, Batı’yı anlıyor muyuz şimdi? Kanaatime göre eskiye oranla daha az anlıyoruz… Eğer Batı’yı anlasaydık nerdeyse yüz binler, hatta milyonlar Siyonizm’e, Amerika Birleşik Devletleri’ne, istihbarat teşkilatlarına hizmet ederler mi idi? Şimdi bazılarının hınzırca güldüklerini görür gibiyim… “Bu hizmetleri Batı’yı anladıkları için yapıyorlar.” Diyorsunuz… Ama bu kurnaz hizmet erbabı, onlar için basit, bizim için önemlinin önemlisi, çok çok 14) İmam-ı Gazali, İhya, 3 / 141 15) Maide Suresi: 5 / 104 35 mühim bir noktayı unutuyorlar: “Şüphesiz Rabbin her an gözetlemektedir.”16 Bizim endişemiz “kısas kıyamete kalmaz!” Allah Celle Celalühu cümlemizin ırzını namusunu korusun! İslâm’a, özellikle Filistin davasına ihanet edenler daima müstahaklarını bulmuşlardır… Ve bulacaklardır… Batı’yı anlamak için, düşünmeye şu noktadan başlayalım… İlk düğmeyi doğru iliklersek, sonrakilerin de doğru olma imkânını yakalayabiliriz… Şimdiye kadar ilk düğme yanlış iliklendi ve halen de yanlış ilikleniyor. İlk düğmemiz: “Girit Adası… Girit adası, Grek dünyası olarak düşünülen medeniyetin ilk merkezidir. Knossos’taki kalıntılar MÖ 3600 ila 1000 yılları arasında Minos adında çok gelişmiş bir Bronz Çağı uygarlığının varlığını sürdürdüğünü gösterir. Yunanistan anakarasında ise Mykene, Tiryns ve Pylos kazılarının gösterdiği üzere, daha geç bir dönemde, MÖ1580 ila 1120 arasında saraylar çevresinde gelişmiş olan bir Bronz Çağı uygarlığı varlığını sürdürmüştür. Grekler bu uygarlıkların fiziksel kalıntılarını geçmişlerinin bir parçası olarak görmekteydi. Ancak daha sonraki dönemlerde, yazarlar bunlara farklı yorumlar getirmiştir. Geleneksel olarak Yunanistan’ın kuzeyden gelen ve Grekçe konuşan Dorlar tarafından ele geçirildiği ve yine Dorların istilasının Mykene uygarlığının çöküşünden sorumlu olduğu düşünülmekteydi. Buna karşın bu görüş şu an akademik bir tartışma konusudur. Mykene uygarlığı 150 yıl daha varlığını sürdürdü ve sarayın çöküşünün ardından, klasik dönemde daha gelişmiş biçimleriyle bildiğimiz şehir devletlerinin yavaş yavaş kurulmaya başlamasından önce, 1200 dolaylarında yerini “karanlık çağa” (böyle anılmasının bir nedeni de yakın zamana kadar bu dönem hakkında çok az şeyin biliniyor olmasıdır) bıraktı.17 İşte muhatap olduğumuz uygarlığı anlayabilmek için bu noktadan izini sürmeye başlamamız gerek16) Fecr Suresi: 89 / 14 17) Robın Sowerby, Yunan Kültür Tarihi, çev. Ö. Umut Hoşafcı, İnkılap yay, İstanbul, 2012 36 tiğini iddia ediyoruz. Sonra Antik Grek mitolojisi, Grek felsefesi Roma felsefesi, Patristik felsefe, Skolâstik felsefe, Renaissance, Metod Çağı, Modern Felsefe, Aydınlanma Felsefesi, XX. Yüzyıl felsefesi, Postmodern felsefe…. Günümüze kadar gelen ve devam eden bir süreç… Biz ise yolun kolayını seçtik… İmam-ı Gazali (1058 – 1111) Hazretleri nefsimize hoş gelmedi… Onu bile nefsimizin aynasından yansıyan bir muhteva ile benimsedik… Kirli gönül aynamıza yansıyan şekli ile gördük… Nefsimize uymayıp sırf şu usulü anlayıp tatbik edebilse idik, bunu bir sistem haline getirebilse idik… Anlamaya çalışalım!.. Şöyle diyor Gazali Hazretleri: “Kelâm ilmini bitirdikten sonra felsefe ilmine başladım. Gerçekten anladım ki, bir ilme hakkı ile vâkıf olmayan bir kimse, o ilimdeki bozukluğu anlayamaz. O derece vâkıf olmalı ki, o ilmin en âliminin ilmine eşit olup mütalâa ve tahkikat neticesinde onun derecesini geçmeli; onun muttali’ olamadığı derinliklere dalabilmeli. İşte o zaman o ilmin bozuk olduğu iddiasının bir hak olduğu meydana çıkar. Ben İslâm âlimlerinden hüccetini ve dikkatini, bu noktaya teksif etmiş bir kimse görmedim. Ancak mütekellimînin kitaplarında felsefecilerin sözlerini red hususunda yazılmış, birbirine zıddiyeti ve fesadı aşikâr; karışık birkaç kelime müstesna... Onlar da, ilimlerin inceliklerine vâkıf olduğunu iddia edenler şöyle dursun, avamdan bir gafilin bile kendilerine aldanması düşünülemeyen sözlerdir. Binaenaleyh anladım ki, bir mezhebin hangi akideler üzerine kurulduğunu anlamaksızın künh ve hakikatine varmaksızın o mezhebi reddetmek karanlığa taş atmak gibidir. Bu ilmi bir üstad’dan istifade suretiyle değil de, sırf kitablardan mütalâa ile elde etmek için hemen paçaları sıvadım.18Buna şer’î ilimlerin tedris ve tasnifinden boş kaldığım zamanlarda çalıştım. Hâlbuki o sıralarda Bağdat’ta üç yüz talebeye ders vermekte idim.”19 18) A. Suphi Fırat tercümesinde: “ ….sadece kitaplardan okumakla tahsile ciddiyetle sarıldım.” sh. 35 19) İmam-ı Gazali, El Munkız-ı Min-ed Dalâl, çev. Hüseyin Tural, Cağaloğlu yay. İstanbul, 1970, sh. 25 37 Biz ne yaptık? Sanki hiç İmam-ı Gazali gelmemiş gibi; genel bir tutum olarak bugün de devam ettiği üzere kültürle, tekniği birbirinden ayırdık… Hiç düşünmedik; etle tırnak birbirinden ayrılabilir mi? Batının olumlu yanlarını alacaktık, olumsuz yanlarını ise almayacaktık! Ama ne oldu? Teknik bakımdan ileri uygarlığın kültürü, teknik bakımdan geri uygarlığın ruhunda açtığı menfezden içeri aktı, aktı, aktı… DNA’larına kadar işledi… Batının “mehasini”ni almaya kalkışırken, baktık ki, kırmızı kordelamız, kir pas içinde, örselenmiş, çantamızın bir köşesinde, buruşmuş, boynunu bükmüş bekliyor…20 Neyi bekliyor? Evet, fikir tekniği oluşturur, belirler, tayin eder, ama ondan sonra da, teknik sık sık kültüre format atar… Burada kendimizi kandırmak için bir desteğe, bir argümânâ, bir prototipe ihtiyacımız vardı… Onu da bulduk: Japonya! Ne güzel bir örnek!… Japonya Batı’nın teknolojisini alıyor, ama kendi kültürünü de muhafaza ediyordu! O zaman biz de aynı yolu niçin takip etmeyelim? Bu yargıyı duyduğumuzda ya da söylediğimizde yine hiç düşünmedik, bu yargı gerçek mi? Japonya’nın kültürel yapısı, dinî bizimle aynı mı? Farklı mı? Halen bir kuşkuyu içimden atamıyorum: Japon örneğini biz mi bulduk? Yoksa birileri bize buldurdu mu? İğne vurulurken hemşirenin telkinini unutmayalım: Hiç ağrımayacak, kendinizi kasmayın, serbest bırakın, rahatlayın, rahatlayın! Çünkü direnç hemşirenin işini zorlaştırır… Bir anda ilaç damarlarınızda yayılmaya başlıyor… Artık direnç de nafile… (Learned helplessnessÖğrenilmiş acizlik) Ondan sonra egemen uygarlığın değerlerine tapınma ve aklama… Mazur gösterme!... Tapınma-Tekrar aklama… Aklama-Tapınma… Artık Con Ahmet Bey’in devr-i daim makinesi… Enerjisiz çalışıyor!... Ben Türkiye’nin İslâm dünyasına “örnek” veya “model” olarak gösterilmesini de aynı şüphe ile karşılıyorum. Şunu iyi bilelim ki; ekonomi sadece ekonomi demek değildir… Bugün 20) Necip Fazıl Kısakürek,��������������������������������������������������������� Kırmızı Kordela, Hikayelerim, B.D����������������������� . yay. İstanbul, 1983, sh. 103 38 carî açığı dengelemek için ayda şu kadar $’a ihtiyacınız var… Bu miktar girmediği anda Türkiye’nin durumunu düşünebiliyor musunuz? Bir vitrin tanzim ediyor, olmasınlar? Çünkü bugün Türkiye; dünyanın en büyük yalanlarından biri olan İslâm ile demokrasinin telif edilebileceğini sözüm ona ispat ediyor… İktidar partisinin kadınları kapalı olan mensuplarının hepsi, bütün İslâm ülkelerindeki otuz iki dişini ruhuna gömmüş, İslâmî hassasiyet içinde kıvranan hemcinslerinin ruhlarını devamlı bombalıyorlar… Bütün direnç odaklarını yıkıyorlar… Evet, ilim kadın erkek herkese farz… Fakat hangi şartlarda, hangi zaman ve zeminde?.. “Kadın ne yapıp yapıp bir şekilde sokağa çıkarılacak” emri yerine getiriliyor… Kutlu doğum, olimpiyat, kermes, hizmet, siyasî faaliyet, sohbet… Yalnız İslâm ile demokrasinin telif edilebileceği hükmünün dünyanın en büyük yalanlarından biri olduğunu söyledim… Fakat “demokrasi”nin kendisi bundan da büyük yalan… Yani geometrik dizi ile artan bir yalan!.. Kümülâtif bir yalan… {“Halkın hâkimiyeti“ anlamında demokrasi neredeyse hiç olmamıştır.}21 Ve Baudrillard da şöyle yaklaşıyor: “Temelde hiç kimse demokrasiye inanmıyor.”22 Peki! Japonya algımız doğru mu idi? Bu soruyu da kimse sormadı!... Bir kere Japonya stratejik bakımdan bizden çok farklı bir ada ülkesi. İeyasu 1603 yılında Tokyo’da shogunluğunu kurarak, sosyal ve siyasî bir yapı oluşturdu. Bu yapıyı sağlıklı bir biçimde sürdürebilmek için Tokugawa Shogunluğu 1639 yılında Japonya’nın kapılarını dış dünyaya kapattı. Fakat Amerika Birleşik Devletleri’nden Komodor Matthew C. Perry 1853 yılında dört gemiden oluşan filosu ile Tokyo Körfezine girdi ve toplarını karaya çevirerek, tehditle karaya çıktı… Böylece yüzyıllar sonra bazı yabancılar, Japonya topraklarına ayakbastılar… Bu noktanın iyi analiz edilmesi gerekir… Humanist, insancıl(!) Batı 21) Karl R. Popper, Hayat Problem Çözmektir., çev. Ali Nalbant, YKY , İstanbul, 2005, sh. 9 22) Jean Baudrillard, Tam Ekran, sh. 114 39 Uygarlığını temsilen ABD’li bir komutan Beyaz Adamın Uygarlaştırma(!) görevini yerine getirmek üzere harb gemileri ile Japonya üzerine vaziyet ediyordu… Bu insancıl Batı Uygarlığı mümessilleri, Kızılderilileri adam(!) etmek için de nasıl fedakârane çalışmışlardı…23 Her gün Irak’ta, Pakistan’da, Afganistan’da NATO üyesi Türkiye’nin de yardımları ile dünyayı Müslüman mikroplardan(!) temizlemek için, sırf insan sevgisi(!) ile meşbû nasıl da çalışıyorlar? Adam olsunlar, ABD’ye gelsinler istihbarat servislerimiz nezaretinde çiftliklerde yaşatalım!.. Bir kere Japonya-Batı birlikteliği gönüllü bir durumu işaret etmiyor… Hunter bu dönemi şöyle ifade ediyor: “Japonya 16. yüzyılın sonları ile 17. yüzyılın başları arasında Avrupa ile temas kurduğu kısa bir dönem yaşadı, ancak 1639’da Japonya yönetimi, Tokugava (Edo) Bakufu, Batı ile tüm teması fiilen kesti. Buradaki temel güdü, ticari temaslardan soyutlanmasının mümkün olmadığı artık netleşen Hıristiyanlığın potansiyel yıkıcı etkisinin dışında kalmak arzusuydu. Dış temaslar politik istikrara yönelik bir tehdit olarak görüldü. Daha önceki Hollanda, İngiltere, İspanya ve Portekiz ilişkilerinden, 200 yılı aşkın bir süre tek resmi Avrupa varlığı olarak kalan, Nagazaki’deki Deşima adasıyla sınırlı küçük bir Hollanda ticaret merkeziydi. Japon yurttaşların Avrupalılarla bireysel temasları kesildi ve Batı düşüncesini taşıyabilecek her türlü kitabın, sanat eserinin ithali yasaklandı. Japonların dışarıya seyahat etmeleri engellendi. Bu ‘inziva’ her zaman yetki23) Sadece birkaç kitap ismi… Halen günümüzde Batı, özellikle siyonist ve ABD hayranı belhüm adall mahlûklar için: Psikanalitik analiz açısından bu adamların geçmişleri ile ilgili bilgilere ciddi biçimde ihtiyacımız var… Çünkü mevcut bilgilerimize göre bu insanları anlayamıyoruz… Demek ki yukarı doğru düşmenin de bir sınırı yokmuş! --- David E. Stannard, Amerika’nın Soykırım Tarihi, Çev. Şaban Bıyıklı, Gelenek yay. İstanbul, 2004 --- A. Nevıns-H.S. Commager, ABD Tarihi, çev. Halil İnalcık, DoğuBatı, Ankara, 2005 ---Howard Zinn, ABD Devletleri Halklarının Tarihi, çev. S. Sayan Özer, İmge, Ankara, 2005 ---Suat Parlar, Barbarlığın En Yüksek Aşaması: ABD, Anka yay. İstanbul, 2004 40 lilerin tam da arzuladığı gibi olmadı. Batının bilimsel gelişmelere ait bazı bilgileri Nagazaki’de üslenmiş ‘Hollandalı bilim adamları’ arasına sızdı. 1720 yılında yabancı kitap yasağı kalktı ve 18. yüzyılın sonlarında yabancı temsilcilerle bir dizi görüşme olunca inzivanın uzun zaman sürdürülemeyeceği anlaşıldı. Bu ihlallere karşın Japonya esasen, 200 yılı aşkın bir süre manen yalıtılmışlık içinde gelişti. Japonya inziva döneminde, Çin ve Hollanda ile kurduğu seyrek ilişkilere karşın sonuçta uluslararası çevreyle temas kurmak zorunda kaldığında, Batı’nın entelektüel, ekonomik, bilimsel, teknolojik ve kültürel gelişmelerinden neredeyse tümden uzak kalmıştı.”24 Tokugawa Shogunluğu’nun feodal sisteminin 1867’de çöküşüne kadar on yıl büyük kargaşa yaşandı… “Meiji Dönemi (1868–1912) ülke tarihinin en çok dikkate değer dönemlerinden biridir. Meiji hükümdarlığında, Japonya, modern endüstrileri, modern politik kurumları ve modern toplum modeli ile sadece on yılda, Batıda yüzyıllar almış modern bir ulus yaratma başarısını gösterdi… Ülkenin tamamı, enerji ve istekle kendini modern Batılı medeniyetlerin adaptasyonuna ve incelemesine verdi.”25 Belki bu kadarı bile kâfi, ama biz devam edeceğiz… Bizdeki, hiç değilse resmî Batılılaşma hareketleri ile mukayese edelim… 1838 İngilizlerle Yapılan Serbest Ticaret anlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, 1876 Birinci Meşrutiyet, 1908 İkinci Meşrutiyet ve 1923 Cumhuriyet… Meiji Devrimlerinden addedilen yeni Anayasa yapılıyor… Bu arada: “Britanya’nın dostluğunu kazanmaya çalıştı. Onların kendilerinden üstün olduğunu görmüşlerdi ve Britanyalılardan, sahip oldukları bilgileri öğrenme çareleri arıyorlardı.”26 24) Janet E. Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, çev. Müfit Günay, İmge Yay, Ankara, 2002, sh. 34 25) Bugünkü Japonya, Japonya Büyükelçiliği, Ankara, 1989, sah. 11 26) R. Benedict, Krizantem ve Kılıç, çev. Türkân Turgut, İş Bankası yay. Ankara, tarihsiz. sh. 115 41 Japonya’da eğitim tamamen Batı tarafından dizayn edilmiştir. “Meiji liderleri, okul sisteminin başlangıcı için gerekli olan modeli Batı’dan özellikle ABD’den aldılar.”27 Savaştan sonra Japon anayasasını da yapan ABD, eğitime tamamen hâkim idi: “Amerikalılar, Japonların eğitim sistemini yeniden elden geçirmeye karar verirken de haklıydı. Eğitim Bakanlığı’nın denetim yetkisi elinden alındı. Amerikan tipi yerel okul anlayışı benimsenerek; ilköğretimden orta öğretime kadar Amerikalıların 6-3-328 oranı geçerli kılındı.”29 Bütün bunların ailedeki yansımaları da dikkat çekicidir. R. Benedict bu konuda şu tespitleri yapıyor: “Japonya’da aile bağları hemen hemen Batıdaki oran nispetinde azar azar azalmaktadır, buna en çok benzeyen belki de Fransız ailesidir. Bundan dolayıdır ki Japonya’da ‘evladın göstermekle mükellef olduğu hürmet’ belirli sayıdaki aile fertleri arasında mesele teşkil etmektedir.”30 Bozkurt Güvenç de Japonya’da ailenin değiştiğinden bahsediyor ve çocukların “Kendime yeterli ve bağımsız olmak zorundayım” diyen bir dünya görüşüne sahip olduklarını söyledikten sonra şöyle devam ediyor: “Büyük kent ve endüstri merkezlerinde yaygın aile düzeninden değişik tipte yepyeni bir aile oluşuyordu… … Çözülme işte buradaydı.”31 Demektedir. Japonya’nın sanayisi de Batı tarafından kurulmuştur: “XIX. Asrın modern sanayiinde öncülük yapan İngiltere ve Hollanda’nın teknolojisinden geniş surette istifade edilmiştir. Nitekim İngiltere’den alınan yeni ve modern dokuma tezgâhları 1868 yılında İngiliz teknisyenleri tarafından monte edilmiştir. Gene aynı yıl içerisinde bir İngiliz şirketinin sermaye iştiraki ile 27) Chester E. Finn, Japon Eğitim Sistemi, çev. Ramazan Özen v.d. İstanbul, 1996, sh. 3 28) Sadıklar, Amerikan Eğitim sistemine benzer 6-3-3-4 uygulamasına geçilmiştir, demektedir. sh. 101 29) Edwin P. Hoyt, Japonya Asker bir Ukusun İntiharı, çev. Şerif Erol, Sabah Kit. İstanbul, 1995, sh. 344 30) R. Benedict. sh. 34 31) Bozkurt Güvenç, Japon Kültürü, İş Bankası yay. Ankara, 1980, sh. 183 42 kömür madenlerinin işletilmesi modernleştirilmiş ve bu teşebbüs 1871 yılında daha da genişlemiştir.”32 Japonya hızlı Teknolojik gelişmenin bütün olumsuzluklarını da yaşamaktadır. Çevre, hava kirliliği, nükleer kaza… Bozkurt Güvenç’in konumuzla ilgili çok ilginç tespitleri var; tanıdık geliyor mu dikkatle mütalâa etmenizi rica ediyorum: {Batı Uygarlığı tehlikesinin adım adım yaklaştığı görülmüş ancak ne yapacağı bilinememiştir. Bir süre, “Doğu Ahlâkı – Batı Teknolojisi” ya da “Japon Ruhu – Batı Eğitimi” gibi sloganlarla yetinip avunmuşlardır. Oysa bu ikilem, yalnız Batı Felsefesine değil, Japonların kendi kültür anlayışlarına da uygun değildir. Çünkü kültür, bölünmez, yama kabul etmez bir bütündür. Yalnız yeni tekniği alıp geleneksel ahlâkı sürdürmeye, Batı eğitimini alıp geleneksel ruhu korumaya besbelli olanak yoktu – Japon anlayışına göre bile.”33 Ve Japonya’nın toplum yapısı değişiyor, kültürü, ülküsü, düşüncesi; Japon insanının temel kişilik özellikleri değişiyor.}34 Çünkü Japonlar da gerçekte Batı’yı tam anlayabilmiş değillerdir: Aşağıdaki satırları okurken Japonya’nın belki de Türkiye’ye ne kadar benzediğine hayret edeceksiniz: { Japonya’nın bir miktar milletlerarası üne sahip tek felsefecisi Nishida Kitaro, 1914 yılında Tokyo İmparatorluk Üniversitesindeki derslerde, Alman eğitimi almış hocası Dr. Raphael Koeber’in Japon entelektüellerinin iyi düşünülmemiş teorilerini nasıl azarladığını hatırlıyor. Koeber şöyle diyordu: “Bu akademisyenler sadece insanları hayrete düşüren çiçekleri ithal edip, 32) Kalkınma Yolunda Japonya, Tayyar Sadıklar, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1971, sh. 123 33) Bozkurt Güvenç, sh. 41 34) A.g.e. 13 43 kökleri nakletmeye çalışmıyorlar. Sonuç olarak, çiçekleri ithal ettikleri için hayranlık duyulan insanlara sahibiz, ama o çiçekleri açtıracak bitkileri bulamıyoruz.” Fransızca, Almanca ve İngilizce çeviriler yığını, bu sel kapaklarını açan düşünceler kargaşası, hayata karşı tutarlı fikirlere dayanan, yaygın ikna gücü olan bir yaklaşımı üretemedi. Geleneksel öğretilerinin geçerliliğini sorgulamaya bir kere başlamış olan daha ciddi düşünürler, öyle aşırı reaksiyonlar gösterdiler ki, entellektüel konumlarını tamamen yitirdiler. (……………) Çoğu zaman Batı’dan alınan bir fikir, diğerini eleştirmek ve tesirsiz kılmak için kullanılıyordu, ancak her ikisini Japonya’nın gerçekleri ile bağdaştırmak akla gelmiyordu. Soyut Batı öğretilerinin yutulurcasına benimsenmesi, Meiji döneminden milliyetçilik dalgasının kabardığı 1930’lara kadar sürmüş ve pratik hayatta Japonların birbiriyle bağlantısız, iyi hazmedilmemiş ve karmakarışık bilgi kırıntıları mirası ile baş başa bırakmıştır.}35 Sanayileşme sürecinde Japonlar büyük çapta kendilerine güvenlerini kaybetmişlerdir: “Üretimin düşmesini şiddetli bir enflâsyon takip etmiştir. Harpten önce yüz yen’in yaptığını harpten sonra binlerce yen’le temin etmek mümkün olamamıştır. Devlet otoritesinin de zayıflaması sebebiyle karaborsacılar büyük kârlar temin etmeğe başlamışlardır. Karaborsayla iş yapan işyerlerinde, bunların kanun ve nizamsızlığını bile bile çalışmak durumunda kalan nizam düşkünü Japon karakteri büyük darbeler yemiştir. Japon karakterinin unsurlarından olan temizlik ve düzen alışkanlığı da şartlara uymayınca, Japon’un kendi kendine saygısı azalmağa başlamıştır. Diğer taraftan merasime düşkünlük şeklindeki Japon nezaketi de mevcut şartlar altında kaybolmak durumunda kalmıştır. Amerikan işgal kuvvetlerinin içindeki taşkınlıklar örnek alınmağa başlanmıştır. Eski kurallara tamamen sırt çeviren bir gençlik yetişmeğe başlamıştır. Birçok suç çeşitlerinde ve bilhassa çocuk suçlarında birden bire artış olmuştur. Gangsterlerle işbirliği yaptığı bilinen polisin otoritesi tamamen 35) Karel van Wolferen, Japon Gücünün Sırrı, çev. İnci Kurmuş, İş Bankası yay. Ankara, tarihsiz, sh. 275 44 azalmıştır. Böylece otoriteye saygıya alışmış Japon’un bu karakterinde de gedikler açılmağa başlamıştır. Kendine güveni yitiren Japon kendinden başka herkesin haklı olduğu gibi saçma bir inanca kapılmıştır. Harbi takip eden yıllarda ekseriyet tehlikeli bir şekilde benliğini yitirme yoluna girmiş…”36 Üç yıldan fazla Japonya’da kalmış olan Tayyar Sadıklar’ın kitabı önemli ve ciddi tespitler içeriyor. Japonya Batı uygarlığı ilişkileri konusunda isabetli teşhisleri var. Japonya’da insan malzemesinin nasıl değiştiğini tarafsız bir gözlemci olarak aktarıyor… Ayrıca bu mütalâaları değerlendirirken yazarın 1968-1971 yılları arasındaki izlenimleri oluğunu hesap edelim ve Japonya’nın bugününü tahmine çalışalım. “Sosyal yapının ve Japon karakterinin oluşumu sırasında süratli değişmeler ve çatışmalar olmuştur. Japon kültürünün devamlılığının sağlanması tabanda Japon olan birçok şeyler saklamağa yaramışsa da, Japon cemiyeti artık bir asır evvelki Japon cemiyetinden çok farklı bir görünüştedir. (……….) Japonya’nın Batı’dan gelen etkilerin çabucak tesiri altında kalmasının birçok izahı vardır. Bunlar arasında, ortamın elverişli olması, yenilikleri kabul ederken milliyetçilik duygularının rolü ve başka ülkelerden geri kalmak korkusu, kendinden üstün olanları taklit etme eğilimi sayılabilir. Batı kapitalizminin bir örneğinin kurulmasında bu faktörler kadar, Avrupa’nın ve Japonya’nın feodal temellerinin rolünü aramak gerekmektedir. Bugün Tokyo’yu ziyaret eden bir yabancı bu şehri diğer büyük Batı şehirlerinden zor ayırt edebilir. Büyük binaları, tesisleri ve caddelerindeki kalabalığın kıyafetleri ile Tokyo gittikçe bir Paris, New-York manzarasını almağa başlamıştır. Yeni gençlik sıkıntıları ve hippileriyle Batı gençliğinin bir kopyası olma yolundadır… Fransa’dan kopya edilen eyalet sistemi idaresi, taşradaki halkın disiplin altına alınmasını sağlamıştır.”37 36) Tayyar Sadıklar, 91 37) A.g.e. sh. 87 45 Bir zamanların çok yankı bırakmış Megatrends-2000 isimli kitabından da, Japon hayat tarzındaki değişim hakkında alıntı yapma ihtiyacı hissettik… Her ne kadar gerçekler leopar gibi çekingen, utangaç, gözden ve gönülden ırak kuytu köşelerde bulunur ise de, bazen gürültücü mekânlarda yakalayabileceğimiz izler de gerçeği yakalamamıza yardımcı olabilir… J. Naisbitt-P. Aburdene gibi… {Öte yandan, Japonya’da Amerikan tarzını sevenler, gece kulüplerinden Disneyland’e değin Amerikan kültürünün unsurlarını benimsemede pek kısıtlamayla karsılaşmıyor. 1990’ların ilk yıllarında, Japonya’da, Birleşik Devletler’den ithal edilmiş eşya ve mobilyalarla döşenmiş yirmi bes rock and roll kulübu açılacak. . Birleşik Devletler dışında, tümüyle Amerikan ilk Disneyland de Japonya’da açıldı. Birçok sokak levhasının İngilizce olduğu Tokyo Disneyland’den Toshio Kagami, “ Kuracağımız merkezin ABD’dekine tümüyle benzemesini kararlaştırdık. Başarımızın en büyük etmeninin bu olduğunu düşünüyoruz.” diyor. 1987’nin ilk saatlerinde dondurucu soğuğa karşın 130.000 Japon, yeni yıl coşkusunu Tokyo Disneyland’de yaşadı. Yılın en kalabalık gününü yaşıyordu Disneyland.. Mickey’in eşi Mouse bir kimono giymişti.}38 Emperyalizmin oyunları bazen çok kaba… Üzerinize bomba yağdırır.. Bu bazen atom bombası olur bazen de bu kadar ince fark edilmeyen bombalar biçiminde olur: “Mickey’in eşi Mouse bir kimono giymişti…” Bize de orkestra eşliğinde kasap havası, çiftetelli oynattılar… Postmodern durum: at izinin, it izine karıştığı bir insanlık durumunu işaret ediyor… Fakat halının atkısı ve modeli hep emperyalizm tarafından dizayn edilir… Size de; bazı nefes alacağınız, kendi iradenizin hâkim olduğu sandırılan ufak alanlar bırakılır… Kılıç kalkan ekibi ile turist karşılayabilirsiniz… 38) J. Naisbitt-P. Aburdene, Megatrend 2000, Büyük Yönelişler, çev. Erdal güven, Form yay. İstan bul, 1990, sh. 123 46 Ve hayat tarzındaki değişikliği ciddi biçimde vurgulayan ve su yüzüne çıkaran kitabın yazarları ABD’nin dünya üzerindeki dolayısıyla de Japonya’daki “mutfak emperyalizmi”nden bahsediyorlar ve “Japonya’ya Yapılan Fast-Food ihracatı Patlama Sürecinde” başlığı ile şu önemli bilgileri veriyorlar: {Kongre’nin, Japonya ile ABD arasında bir ticaret açığı bulunduğunu sandığı şu günlerde, Japonya’nın en fazla ithalatı Birleşik Devletler’den gerçekleştiriyor olması yüreklere su serpebilir. Japonlar, fast-food’a bayılıyor. Kuzey Amerika dışındaki tüm ülkeler arasında en fazla Amerikan yiyecek maddesinin bulunduğu ülke Japonya; yalnızca 1974 ile 1984 arasında bu ülkedeki Amerikan yiyecek maddelerinin sayısı 265’ten 1490’a tırmandı. Günümüzde ise, ülkede toplam 7.366 ABD markası bulunuyor. Bunların çoğu -% 72’sirestoran, yiyecek ya da hazır yiyecek satan dükkânlardan oluşuyor. Denny’ş, Mister Donuts, Dunkin’ Donuts ve Wendy’s’nin her biri. Japon yaşam tarzının bir parçası durumuna gelmiştir. Japonya’da 800 şubesi bulunan Kcntucky Fried Chicken Japonya kolu yöneticisi Shin Ohkavvara, “Eski güzel Amerika düşüncesini satıyoruz. Yemyeşil kırlar, temiz hava, temiz su” diyor. Yaklaşık elli sekiz ülkede ve çoğunluğu ABD dışında olmak üzere 7.750 şubelik bir imparatorluk kurmuş durumda Kcntucky Fried Chicken. Domino’s Pizza, Tokyo’da motosikletler aracılığıyla hizmet veriyor. Kırmızı, beyaz ve mavi üniformalı restoran çalışanları sushi ve tütsülenmiş yılanbalığı taşıyan rakiplerle rekabet ediyor. Domino’s, otuz dakika içerisinde pizzayı size ulaştırma garantisi (Tokyo’nun göbeğinde, kolay bir iş değildir bu) veriyor. Ulaştıramazsa 700 yen (yaklaşık 5 dolar) tutarında bir geri ödeme yapıyor. Japonlar, artık yalnızca çay ve pirinç likörü değil, aynı zamanda şarap ve Coca-Cola da içiyor. 1986’da yalnızca 150 California şarabı ithal eden Japonya, günümüzde bu sayıyı 400’e çıkarmış durumda; % 30 oranında bir tarife ve % 50 oranında bir vergi öngörmesine karşın şarap ithalatı, 1987 ile 1988 arasında % 35’likbir artış göstermiştir. Coca-Cola ise günümüzde Japonya’nın bir numaralı alkolsüz içeceğidir. Japonlar, 1986 yılında, Japonya’nın en büyük yiyecek mağazası zinciri Kozozushi Honbu’nun sushi dükkânlarından 580 milyon dolarlık sushi ıs47 marladı. Hamburgerlere ise daha fazla para harcadılar: McDonald’s’ın Japonya’daki 590 şubesi 1986’da 950 milyon dolar gelir sağladı. Şimdilerde ise bu rakam 1 milyar doları geride bırakmıştır. McDo-nald’s’ın tek gerçek rakibi, batıya özgü yiyecekler sunan Daiei Grubu restoranları. 780 milyon dolarlık satış yapan bu restoranların sayısı ise 2000. Japon çocuklarının en sevdiği yiyecekler, salçalı pirinç, hamburger ve spagetti. Evine giden bir Japon ailesinin bir şeyler alması gerektiğinde 3.200’ün üzerindeki Amerikan 7-Eleven mağazalarından birine girmesi yetiyor. Japonya Yiyecek Hizmeti Endüstrisi Birliği’nden Kazutaka Kato, Japonların yiyeceğe verdikleri her 1 doların 25 sentini evlerinin dışında harcadıklarını belirtiyor: “Önümüzdeki on yıl içerisinde, kadınların işgücüne katılması ve kullanılabilir gelirin artmasıyla, bu oranın % 40’a varacağını umuyoruz.”}39 Bu arada ABD TV dizilerinin, kitle iletişim araçlarının dünyadaki ve Japonya’daki etkilerini herkes bildiği için üzerinde durmuyorum… İnsan biraz da yediğidir yargısından hareketle yiyecekler üzerinde durdum… Din meselesine gelince Japonya’nın durumunu tayin edemedim… “Tek Tanrılı” dinlere göre daha avantajlı sayılabilirler mi? Karar veremedim… Çünkü Allahü Zülcelâl Hazretleri’ni, transandant, müteal bir “tanrı”ya dönüştüren sözde bir Müslümanın avantajı da bir Japondan daha az değil gibi… Dinlerarası diyalog, medeniyetlerarası ittifak!.. Ekber Şah’ı düşünün!.. İmam-ı Rabbani (1564 –1624) Hazretleri’nin dönemi… Bu akıma karşı İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin verdiği mücadele… Çektiği çileler… Bugün mebzul miktarda “Müslümanım” diyen Ekber Şah’lar türedi… Gerçekten kafam çok karıştı… Ben doneleri veriyorum, siz değerlendirin... {Batılıları ve Japonları şaşırtan önemli sorunlardan biri de din sorunudur. “Şinto” diye bilinen bir dizi uygulamalar ve 39) A.g.e. sh. 114 48 kami’ler (sayıları 8 milyondan 88 milyona kadar değişen tanrılar), Matsuri’ler ve Cingû (kutsal ziyaretler, türbe ve dergâhlar) bütünü, bunlarla ilgili inançlar ve zengin gelenekler evreni, gerçekten -yani Batılıların tanımladığı anlamda- bir din midir? Değilse, Budizm, Konfüçyüsçülük, Taoculuk, Hıristiyanlık birer din sayılabilir mi? Bir sanat tarihçisi hanımın Ortadoğulu, konukların sorusuna verdiği yanıt, biz Türklere ve Müslümanlara ters gelebilir ama anlamlıdır : “Şinto doğdum, Budist olarak öleceğim. Arada Hıristiyanlık dâhil öteki dinlerin öğretilerine tümüyle açığım. Benimkisi böyle bir yol, sizinki nasıl, bilmek isterdim.” Din tarihçisi HORI’nin deyimiyle, Japon “halk dini” bütün bu dinleri içine alan kendine özgü bir birleşimdir. Yeniden görülüyor ki Japonun din anlayışı Batı’dan ve Ortadoğu’dan çok ayrıdır. Böylesine aykırı bir anlayış ve uygulamanın değiştiğini ya da değişmediğini söylemek güçtür, yalınlamadır.}40 Sizin değerlendirmelerinize ipotek koymak gizli niyeti ile bir alıntı, sonra da genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım: {Hızla değişen Japon kültürüne karşılık, değişmeyen bir “Japon Ruhu”ndan söz etmek yerinde ise, o ruh Kociki41’dedir, denebilir. Öyle gür bir pınar, öylesine çağlayan bir kaynak ki romantik ruhlu kişiler ona dönmek isterken; her devrimci, o ruhla ileriye, geleceğe, bilinmeze doğru atılmak ister. Yazar MİŞİMA Yukio (1925-1970) işte o “güzel ruh yitiyor” gerekçesiyle kendi yaşamına son verdi.}42 Bu çok trajik bir hadise…. Meselenin daha iyi anlaşılması için biraz daha bilgi vermenin faydalı olduğunu düşünüyorum: “Mişima’nın çocukluğunun ilk dönemi onu yakın çevresinden uzak büyüten büyükannesi Natsu’nun gölgesi altında geçmiştir. Büyükannesi Mişima’nın diğer erkek çocuklarıyla oynamasına müsaade etmiyor, sadece 40) Güvenç, sh.11 41) Cimnu Tennô, Güneş tanrıçası Amaterasu’nun torununun torunu olan ilk İmparator tanrıdır, “Japon Birliği”nin kurucusu sayılır. Cimnu Tennô’nun öyküsü “ kociki” adlı ünlü destanda anlatılmıştır. 42) B. Güvenç, sh. 82 49 kız kuzenleri ve bebekleriyle oynamasını istiyordu. Natsu, Tokugava dönemi samuraylarıyla ilişkili bir aileden gelmekteydi ve Mişima’nın büyükbabası ile evlendikten sonra bile ailenin aristokratik geleneklerini sürdürmeye devam etmişti. Büyükbabası bir bürokrattı ve işleri sömürge döneminde açılmıştı. Mişima ailesinin yanına ancak 12 yaşında dönebilmiş ve annesiyle yakın ilişkisi biyografisini yazan kimi yazarlar tarafından ensestliğe yakın bir ilişki olarak tasvir edilmişti. Babası askeri disiplinden keyif alan sert bir adamdı. Mişima Japonya’nın modernleşmesi ve geleneksel değerlerini yitirmesine karşı sert bir muhalefet tavrı gösterdi ve samuray değerlerini savundu. 25 Kasım 1970’de Mişima ve beraberindeki Tatenokai üyelerinden dördü Japonya Silahlı Kuvvetlerinin Tōkyō’daki Ichigaya Kampını ziyaret etmişler, komutanı sandalyesine bağlamışlar ve İmparatorluğun haklarının yeniden tesis edilmesi için hazırladıkları manifestoyu ve taleplerini okuduktan sonra Mişima seppuku (geleneksel Japon intihar biçimi) yaparak intihar etmiş, Tatenokai üyelerinden Hiroyasu Koga ise intiharın tamamlanması için Mişima’nın başını kılıçla kesmiştir. Mişima intiharını bir yıl öncesinden hazırlamış Tatenokai üyeleri dışında hiç kimse yazarın intihar hazırlığından haberdar olmamıştı. Mişima’nın kendisi intiharı sırasında hazır bulunacak Tatenokai üyelerinin mahkemedeki kendilerini savunmak zorunda kalacaklarını önceden bilerek onlar için geride nakit bırakmıştı.”43 Biz medeniyetin bir bütün olduğuna, parçalayarak bir kısmının alınabileceğine inanmıyoruz… Evet, medeniyeti yaratan düşünce, fikirdir… Fakat o medeniyet üstün bir teknolojisini yarattığı anda, bu üstünlüğü kültür alanına da transfer etmektedir… Ve teknolojik bakımdan geri ülkelerin ruhunda yarattığı travma, sorgusuz süalsiz kültürünün benimsenmesi sonucunu da doğurmaktadır… Nitekim Japon örneği… Türkiye örneği… 43) http://tr.wikipedia.org 50 Orta Anadolu’nun bir kasabasında yapılan bir doktora tezi çok öğretici… İlginç sonuçlar veriyor bize… Bu Türkiye ortalamasının üzerinde, sanayi bakımından gelişmiş bir kasaba… 2009 yılında, sanayicilerin toplam cirosu 3 milyar $... Teknolojideki gelişme ile tutumların nasıl değiştiği hakkında sadece birkaç örnek vermekle yetineceğim… İlginç araştırmalar, yüz yüze görüşmeler var… Kasaba müftüsü ile yüz yüze görüşmeyi şöyle naklediyor yazar: {Ama ilginçtir, Hacılar mûftüsüyle yaptığım görüşmede Hacılar’da dinî yaşamın bağlamında kendilerine en sık gelen sorularla ve verdikleri fetvalarla ilgili konuşurken; müftünün, halkın özellikle başörtüsü, içkili düğünler ya da miras hukuku gibi konularda laiklik düzeyinin umulanın çok ötesinde olduğunu söylemesi dikkat çekici bir bulgu oldu. Müftü’nün özellikle oruç açarken saniyelere dikkat edecek kadar hassas olan halkın düğünlerde “yav bugün içmeyeceğiz de ne zaman içeceğiz” tavrını gösterdiğini söylemesi ya da halkın örneğin miras meselesinde artık neredeyse tamamen medeni hukuku benimsediğini; bu konuda kendilerine fikir sormaya gelenin çok nadir olduğunu ifade etmesi oldukça kayda değerdi.}44 Bu mütalâanın çok ciddiyetle, derinliğine tahlili gerekir… Erciyes Dağı’nın bağrında… Tarım arazisi olmayan… Muhafazakâr, mütedeyyin, gelenek, göreneklerine bağlı, homojen bir sosyolojik yapısı olan, kendi içine kapanmış bir köy… Yazara göre adım adım eşkıyalık, çerçilik arkasından yazarın ifadesine göre sanayinin başlaması 1974… Birinci dikkat edilmesi gereken nokta; {Müftü’nün özellikle oruç açarken saniyelere dikkat edecek kadar hassas olan halkın düğünlerde “yav bugün içmeyeceğiz de ne zaman içeceğiz” tavrını gösterdiğini söylemesidir… Biz derunî iç yaşantı ile dışla44) Kurtuluş Cengiz, Yav İşte Fabrikalaşsak, İletişim yay. İstanbul, 2013, sh. 345 51 şan davranışların ters orantılı olduğunu düşünüyoruz. İmanın etkinliğinin azalması45 oranında; gözüken, el âlemin şahit olduğu ritüellere (ibadet?) çok büyük itibar ve hassasiyetin gösterilmesi… Sosyal kontrolün, İslâmî, imanî müeyyidenin önüne geçmesi… Bize göre de çok tutarlı bir yaklaşım… Seküler bir tutum… Çünkü gümrah bir imânâ sahip kişi için tek gaye, Allahü Zülcelâl Hazretleri’nin rızasını kazanmaktır… İmandaki arıza oranında el âlem rızası ağırlık kazanmaya başlıyor… Allah masivanın gönlümüzü tümünden işgalinden korusun! İkinci olarak tevil ve tahsisi mümkün olmayan, nesh edilmemiş, muhkem bir âyetle sabit olan miras hükmünün bu kadar kolay, suya sabuna dokunmadan ortadan kalkması, mesele olmaktan çıkması, ciddi bir iman-amel ilişkisi sorununu ortaya çıkarmaktadır. İçki meselesi de muhkem âyetlerle yasaklanmış olmasına rağmen bu hususta bu derecede hassasiyetsizlik gösterilmesi düşünülmesi gereken bir noktadır… Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri cümlemizi: {Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla “iman ettik” diyen}46 gafillerden olmaktan muhafaza buyursun! Hanefi mezhebine mensup bir Müslüman olarak imanın amelden bir cüz olmadığına inanıyoruz, ama muamelâta ait hükümlerin bir toz gibi gözden silinmesini de haşyet ve dehşetle karşılıyoruz… Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye bu kadar kolay gözden düşer mi? İman ile amel bu kadar biri birinden uzaklaşır mı? Veya bu amelin iman yuvasından firarı mıdır? Fakat ben şöyle bir yorumun da ihmal edilmemesi gerektiğine inanıyorum… Sık sık biz Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’nin hayata ve devlete egemen olmadığı bir sistemde “helâl” diye bir kategorinin olmadığını ileri sürüyoruz… Sadece yasal olan ve olmayan var… Argümanımız gayet basit: Milli gelirin nasıl oluştuğunu düşünün… Bu gelirin içinde faizsiz bir kalem bu45) Kavramsallaştırma bakımından çok zorluk çekiyoruz… Çünkü: “İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe vasiyetini yazdırırken dedi ki: İman artıp eksilmez.” Yusuf Ziya Yörükan, İslâm Akaidi, Ötüken yay, İstanbul, 2006, sh. 192 46) Maide Suresi: 5 / 41 52 labilir misiniz? Nasıl dağıtıldığını sormuyorum! Evet, halk tefekkürden mahrumdur… Bir öğretmen, bir esnaf, bir akademisyen, bir doktor, bir mühendis, bir bakkal, bir ayakkabı boyacısının tefekkürle ilişkisi yoktur… Fakat halk dahi bazı derin gerçekleri sağduyusu ile kavrayabilir… Ferasetten bahsetmiyorum… Laik psikoloji terminolojisine ait common sense… Acaba halk bu gerçeği o eşsiz sağduyusu ile sezdiği için muamelât konusunda bu kadar geniş olmasın? Halk el âlemin yanında ayak tapır tapır, fakat hükümleri ciddiye almaz…. Halk informel komando eğitimi almıştır fikrî konularda… Her türlü engelleri aşma becerisine sahiptir… Bir şekilde “şeriat kırbacı”ndan kurtulmanın çaresini bulur… Din görevlileri ne güne duruyor? Sözde tarikatlar ne güne duruyor? Sözde cemaatler ne güne duruyor? Nasıl olsa onlara rahatsız edecek “hoca”lar yok… En az bilmem kaç asırdır nesli tükenmiş “ulema” yok! Ayrıca “helâl” olmadığına inanılan mirasın da red edilmesi gerekir… Galiba halkın davranışları tutarlı gibime geliyor… Halk “helâl” mirası buldu da bir de bölüşülmesi mi kaldı? Yalnız burada şu noktanın da önemle ve derinliğine incelenmesi gerekir… Acaba halkın bu kadar rahat İslâmî yasakları aşmasında din görevlilerinin rolü ve mesuliyeti nedir? Mistik, metafizik, okultik, laik, seküler, liberal din inşâsında din görevlilerin önemli bir payı olduğunu düşünüyorum… Çünkü din görevlileri Hakk’ın değil, halkın rızasını kazanmaya çalışmışlardır… Yine şayan-ı dikkat bir tespitte, Kayseri’deki cemaat ve cemaat okulları ile ilgili Kurtuluş Cengiz şunları söylüyor: {Görüştüğüm sanayicilerin çocuklarının, yeğenlerinin ya da torunlarının büyük çoğunluğu bu tür kolejlere devam ediyordu. Dolayısıyla dinî cemaatler, ilkokuldan üniversiteye kadar çocukların eğitimini de İslâmi kolejler? (Ben boltladım. A.B.) (Akansu, Yelkenoğlu, Kılıçarslan) aracılığıyla üstlenmiş oluyorlar. Hatta Kayseri özelinde son üç yılda açılan özel üniversiteleri de bu kapsamda değerlendirmek mümkün. Yaptığım görüşmelerde cemaat? 53 (Ben boltladım A.B.) üyesi olmayan sanayicilerin de çocuklarını bu okullara gönderdiklerini öğrendim Daha önce söylediğim gibi, dinsel cemaatler (bu kavramsallaştırma doğru olabilir. A.B.) şehirde hegemonyalarını kurmuş durumdalar. Dolayısıyla, sanayiciler hem bu tür cemaatlerin faaliyetlerini genellikle olumlu karşılıyorlar hem de eğitim hizmetlerini beğeniyorlar. Çocuklarının dinsel eğitim (Bu kavramsallaştırma doğru. İslâmî değil. A.B.) almasında da bir sakınca görmüyorlar. Ancak bu kurumların imam hatiplerden farklı oldukları ve sanayiciler tarafından bir din okulundan farklı görüldükleri de çok açık. Hatta ikinci kuşak sanayicilerden biri bu durumla dalga geçmek için “bunlar nasıl cemaat okulu belli değil bizim yeğenler sabahtan akşama NBA seyredip MTV dinliyor” dedi. Ayrıca, çocuklarını imam hatibe gönderen sanayicilerin sayısı bu tür okullara gönderenlere kıyasla oldukça az. Yani bu okullar, kötü devlet okullarına kıyasla hem çocukların daha çok dinî eğitim alacağı ama aynı zamanda da daha iyi eğitim göreceği özel eğitim kurumları olarak görülüyor. Eşler arasındaki statü yarışması da tabii bir başka etken olarak sayılabilir.}47 Şimdi de Türkçe Olimpiyatları… Amacı; “neşelenme ve eğlenme“ olarak takdim ediyorlar… Ben seyredemiyorum… Edenlerin rivayeti, sahnedeki oyun oynarken seyirciler de katılıyormuş… Halk bir ömür… Bir bakıma ne kadar masum! İnsanın acıyası geliyor!.. Onları görünce hep oturup katıla katıla ağlamak geliyor içimden!.. Ve gülme arkasından… Patolojik bir hal benimki kuşkusuz… Manidepresif… Bu normal “halk”a da ancak bu şekilde tahammül edilir… Hep aklıma, nedense çayır üstünde hoplayan zıplan kuzu imajı gelir!.. Asıl facia finans kurumları… 5411 sayılı Bankalar Kanunu’na göre kurulmuş.. Hepsi banka… Ama boyanmış, sürmelenmiş, hâşâ Cenab-ı Hakk’ı kandırdıklarını sanıyorlar… Ben şimdilik bu konu üzerinde durmayacağım… Fakat çok yaygın ve İslâm’a 47) Kurtuluş Cengiz. sh. 377 54 yüzde yüz zıt bir zihniyeti işaret etmek, daha doğrusu dikkat çekmek ihtiyacındayım… Çünkü bu gâvursal bir zihni îmâ ediyor… Çünkü bu tür yaklaşımlarda ben imânî bir arıza görüyorum: {Bir finans kurumu kurma fikrini Hacılar ‘da ortaya atan ve kuruluşuna önayak olan Hacılarlı sanayici ile yaptığım görüşme bu durumu net bir biçimde ortaya koymaktadır: K: Şimdi Kayseri ve Kayserili iş adamları ile ilgili bir yeşil sermaye tartışması var. Biliyorsunuz 28 Şubat’ta falan da birtakım listeler yayınlandı. G: Bizi de aldılar o listeye canım. K. Bu meseleler nereden çıkıyor ve ne düşünüyorsunuz bu konuda? G: Ya bence o mesele de çok bir dayanağı olmayan bir şey... Sermayenin hakikaten yeşili kırmızısı falan öyle bir şey yok yani. İnanmıyorum. Sermaye nerede boşluk bulursa oraya akar. Adam nakit parası varsa her tarafa gidebilir, bugün İngiltere de yatırımcı arıyor, Amerika’da yatırımcı arıyor. Hindistan da arıyor, Türkiye de arıyor. Parası olan adama herkese her yerde iş var. Yeşil sermaye olayı bana göre Ankara’daki dar kafalıların çıkarttığı bir şey. Bu, finans kurumları ile irtibatlandırıldı. Finans kurumları, …….. (ismi kaldırdım A.B. )Finans Grubunun kurulma fikri benden çıktı esas.} 48 Alıntıyı burada kesiyorum… Fakat şiddetle balyozu imânî hassasiyeti olanların; eğer varsa beyinlerine, eğer pörsümemişse gönüllerine, eğer dumura uğramamışsa vicdanlarına indiriyorum ve diyorum ki: {Rivayete göre Ebû Bekir b. Abdullah Müzeni şöyle demiştir: “Hz. Ebû Bekir Radıyallahu Anh ashâb içinde oruç ve namazının çokluğu ile değil, kalbinde bulunan bir şey ile üstünlük sağlamıştı. “ Hz. Ebû Bekir’in kalbindeki o şeyin: “Allah için sevme ve 48) A.g. E. Sh. 378 55 Allah için nasîhat/samîmiyet” olduğu belirtilmiştir. Anlatıldığına göre Hz. Ebû Bekir Radıyallahu Anh namaz vakti geldiğinde şöyle derdi: “Kalkın, kendi yaktığınız ateşinizi söndürün.” Bir gün şüpheli bir yemek yemiş ve bunu anlayınca ağzına parmağını sokup kusmuş ve şunları söylemişti: “Eğer bu lokma, canım çıkmadan çıkmayacak olsa yine de zorlardım. Çünkü ben Allah Rasûlü’nü şöyle buyururken duymuştum: “Haramla beslenen vücûda yakışan cehennemdir “ Hz. Ebû Bekir Radıyallahu Anh: “Hayvanların yiyeceği yeşil bir ot olmayı isterdim. Hesap gününün dehşetinden ve azap gününün korkusundan, keşke hiç yaratılmamış olsaydım” diye konuşurdu.}49 Balyozu indirdim ve soruyorum: Böyle bir Hz. Ebû Bekir ile Ebu Cehl’in sermayesinin rengi aynı olur mu? İsim tasrih etmeden bu zihniyeti kabul eden herkese diyorum ki; be hey gafiller kendinize gelin! Eğer günahlar insanları sarhoş etse idi, dünyada ayık insan kalmazdı… Bu haram paralar hepimizi, hepimizi sarhoş etmiş farkında değiliz… Sabah kalkarken dikkat et nasıl kalkıyorsun? “Faiz yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin uykudan kalkışı gibi kalkarlar.”50, “Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar.”51 Allah Celle Celalühu muhafaza buyursun hepimiz cinnet nöbeti içindeyiz… Kural kutsal tanımadan, hangi değerlerini kaybettiklerinin muhasebesini yapmadan, üç para kazanmakla kendilerini akıllı sanan paranoyak ahmaklara hitap ediyorum: Evet, sermaye boşluk bulduğu yere akar, ama yerini ve yönünü de iman tayin eder… Eğer her şey boş bulduğu yere akarsa nasıl bir dünya olur? Ancak hayvanlar keyiflerince istedikleri yere akarlar… Hemen şunu da söyleyeyim ki bu zavallı gafillere lâf yetiştiremezsiniz! Yalnız bütün bu mütalâalarımız “Müslüman’ım” diyenler içindir… Kendini Hans’larla, Brown’larla, Jean’larla bir tutanlara karşı söz biter!... 49) Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-LÜMA’, çev. H. Kâmil Yılmaz, Erkam yay. İstanbul, tarihsiz, sh. 143 50) Bakara Suresi: 2 / 275… Suat Yıldırım meali 51) Bakara Suresi: 2 / 275 Diyanet Vakfı meali 56 Şu ifade edeceklerimiz de gönlü havf-i bâri ile hazel-i yaprak gibi titreyenler içindir: “Mücerred nesie ya’ni veresi başlı başına bir ribadır… (………) pişîn olmamak suretiyle tahakkuk eden fazlın sırf veresi olmaktan ibaret ziyadei hükmiyyeye şümulü müttefekun aleyhtır.”52 Sadeleştirilmişini de veriyorum: “Veresiye esasına dayanan vade farkları da başlı başına ribâdır… (…….) Peşin olmadığı takdirde gerçekleşecek olan, yani sırf veresiye olmaktan dolayı söz konusu olan fazlalığın bu hadisin53 hükmünün kapsamı içinde olduğunda görüş birliği vardır.”54 Kuşkusuz Türkiyeli dinciler buraları çoktan aştılar, biliyoruz… Ama bu konu hakkında fikir beyan etmeden, hile-i şer’iyye diye hayasızca Allahü Zülcelâl Hazretleri’ni hâşâ kandırmaya kalkanlar önce şu sorumun cevabını versinler!.. Yukarıdaki cümlede yaptığım tasvirin muhataplarına soruyorum: Size göre; iki kişinin arasında gizli kalmak kaydıyla, el âlemin duyması mümkün olmayan tek bir yasak söyleyin bana…. Anlamadınız!.. Bir daha okuyun anlarsınız… Anlarsınız… Hâşâ, Hak Teâlâ Hazretleri’ni kandırmaya yeltenenlere ben öz namuslarını dahi emanet edemem!.. Bizim gibi Hâlık-ı Zülcelâl’in affına muhtaç günahkârlara, tövbeye vesile olur ümidi ile bir noktayı hatırlatacağım: {Bunun için ilm-i fıkıhta ”şüphe-i riba, ribadır, zira ribada şüphe muteberdir.“ diye bir kaide vardır. Müslümanların bunları bilmesi icap eder.}55 Sözdeki Ehli Sünnet, Hanefî hassasiyetimizin öze işlemesi temennisiyle temel kaynağından: “Ama faiz konusunda tedbirli davranmak esas olduğu için, faizin şüphesi, gerçeğin yerine 52) Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Diyanet İşleri Reisliği, İstanbul, 1935, sh. I / 953 53) Söz konusu olan hadis-i şerif, altı şeyi tek tek sayan meşhur hadis-i şerif… 54) Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili, Sadeleştirenler: İsmail Karaçam v.d. Azim dağ. İstanbul, Tarihsiz, sh. II / 238 55) Elmalı’lı, 1935, sh. I / 954 57 konur.”56 Dedikten sonra devam ediyor: “Biz Hanefîlere göre, faiz konusunda varlığı olasılık dâhilinde olan şey, tedbirlilik gereği gerçekten varmış gibi sayılır.”57 “Şeriatın kırbacı” altında kalan bu zâlimler, “Eh! Yeter artık!” diyorlardır… Bu kadar para pul, zenginlikle, Müslüman olduk, diyoruz… Fakat Allah-u Teâlâ Hazretleri de: {Bedeviler “iman ettik” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz”, lâkin “İslâm olduk, size inkıyad ettik” deyiniz. Zira iman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resulüne itaat ederseniz, sizin emeklerinizden hiçbir şeyin mükâfatını eksiltmez. Yaptığınızı zayi etmez. Gerçekten Allah gafûr ve rahîmdir.} 58 Buyuruyor… Siz devam ediyor ve şunları söylüyorsunuz!.. Arabistan’a seyahatleri ihmal etmiyoruz… Yaz sıcağında aç duruyoruz, helâl haram demeden servetimizden veriyoruz, karılarımız kızlarımız da başlarını örtüyorlar, bize bu kadar zulüm olmaz, bizden daha ne istiyorsunuz? Bu Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye ayağımıza bukağı, ellerimize kelepçe… Şöyle bir gönül huzuru ile çalamayacak mıyız? Hani İslâm iktisadı, serbest piyasa ekonomisi idi? Hani, İslâm demokrattı? Nerede iktisadî liberalizm? {İslâm’a girdiklerini senin başına kakıyorlar. De ki: “Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın, bilakis size iman yolunu gösterdiği için Allah sizin başınıza kakar, eğer doğru kimseler iseniz.”59 Buyuruyor Allahü Zülcelâl Hazretleri… “Allah’ım! senin emir ve yasakların doğrultusunda bir dünya nizâmı inşâ edemedik! Gâvur sistemleri içinde boğulduk kaldık! Sen bize adaletinle değil, merhametinle muamele eyle!“ deyip tevbe-i nasuhla mutevazı bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın huzurunda secdeye kapanmak ne kadar zor, değil mi? Sen de haklısın! Peki, nefsim ne olacak? İşte mesele, meselelerin başı…. Sözde tarikata girdim nefsim daha da dehhameleşti, yediğim faiz gibi, kümüla56) Serahsî, Mebsût, Editör: M. Cevat Akşit, Gümüşev, İstanbul, 2008, sh. 12 / 305 57) A.g.e. sh. 12/ 307 58) Hucurat Suresi: 49 / 14 59) Hucurat Suresi: 49 / 17 58 tif artıyor, güçleniyor… Daha da canavarlaştı… Sözde cemaatler aynı… Sözde vakıflar aynı… Tek tek saymayayım, sözdelerin hepsi aynı… Çare? Merhum Üstadım Necip Fazıl’ın tavsiyesi: “Namaz, niyaz, gözyaşı içinde pörsümeden bekleyiniz!” Yalnız bu iklimde şifre iddiadan vazgeçmek! İslâm’ı yaşıyorum iddiası… Dikkat! Allahü Zülcelâl Hazretleri’nin huzurunda tevazu ile eğilmek!.. Nefsî her iddia Cenab-ı Allah’a bir başkaldırı, bir isyandır… Parolayı bir kere daha hatırlatıyorum: “Namaz, niyaz, gözyaşı içinde pörsümeden beklemek!” Yani bir uygarlığın sadece “ilmini, sanatını alamazsınız”, sadece “mehasin”ini alamazsınız. Bu kadar anlattıktan sonra Said Nursi’nin {Kesb-i medeniyette (medeniyeti almada) Japonlara iktida (uyma) bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti (medeniyetin güzelliklerini) almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası (devamlarının esası) olan âdât-ı milliyelerini (milli âdetlerini) muhafaza ettiler.” 60 Sözünün en masum ifade ile ne kadar naiv, çocukça olduğunu göreceksiniz… Bunlar fikir değil… Ard arda sıralanmış laflar… Hiçbir çilesi olmayan, kazanılmamış karşılıksız çekler… Said Nursi’nin: Medeniyet nedir? Medeniyeti meydana getiren unsurlar nelerdir? Bu unsurlar arasındaki ilişki nedir? Avrupa medeniyetini özellikleri nelerdir? Batı medeniyetinin güzellikleri nedir? Milliyet nedir?.. Bunların hiçbirinden haberi yok!.. Anladığım kadarı ile İttihatçı olan Said Nursi’nin o mahfillerde kulağına çalınan laflar… Ve hiçbirinin muhasebesi yapılmamış… Said Nursi’ye hep “bildirilirdi”… Bu sefer kim bildirdi ise yanlış bildirmiş… Zaten üç ayda teksifî programla(!) medreselerin on beş senede elde ettiğini ediyor: “Medrese usulünce hîç olmazsa on beş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki, hakaik-i diniyye ve ulûm-u İslâmiyye tam elde edilsin O zamanda Said’de, değil harika bir zekâ veya bir manevî kuvvet, belki bütün istidat ve kabiliyetinin haricinde bir acip tarzla bir iki sene sarf ve nahiv, 60) Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, Sözler Yayınevi, s. 62, İstanbul 1978 59 mebâdisini gördükten sonra, üç ayda acip bir tarzda kırk elli kitabı güya okumuş ve icazet almış gibi bir halet göründü. Bu hal altmiş sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki, o vaziyet ulûm-u imaniyeyi üç dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur’ânî çıkacak ve o biçare Said de onun hizmetinde bulunacak işaretiyle, hem bir zaman gelecek ki, değil on beş sene belki bir sene de ulûm-u imaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamânâ bir nevi işaret-i gaybiye gibi mânâlar hatıra geliyor.”61 Hep ârızalı laflar, semantik bakımından anlam kaymasına müsaid ifadeler: “Kur’an’dan başka hiçbir nokta-i istinadı olmadığı……”62 Hadis, fıkıh, tefsir v.d. Ve devam ediyor: “Risaletü’n- Nur sair telifat gibi ulûm ve funundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’m feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtımn nücû-mundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”63 Tamam, anlıyorum ulûmla fununla ilgin yok! Kabul! Sana ne Avrupa’dan! Sana ne Medeniyetten! Sana ne Japonya’dan! Burada eleştirimiz fikir namusu açısından! Karşılıksız fikrî çek kullanmasından ötürü, onu vicdan muhakememizde mahkûm ediyoruz… O adam gitmiş ama Allah Celle Celalühu arkadakilere akıl sağlığı, ruh sağlığı nasip etsin!.. Yoksa yapılan yorum doğru olabilir, yanlış olabilir! İnsanız, hata bize mahsustur! Her zaman düşünüyoruz, tenezzülen bu satırları okuyanlar, ne hatalar bulacaklardır bizim satırlarımızda… Yazdıklarımız hatadan vareste değildir… Fakat biz beynimizi, gönlümüzü, vicdanımızı limon gibi sıkarak, elde ettiğimiz mayiyi billurlaştırıp, kristalize ederek fikir kırıntıları olarak arz ediyoruz… Biz hata yapma hakkını elde ediyoruz. “Tenkid” ayrı bir haktır, herkes bu hakka sahip 61) Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Nesil yay. İstanbul, 1996, sh. II / 1839 62) A.g.e. 2 / 1699 63) A.g.e. sh. I / 841 60 olamaz… Yaptığı dedikodu olur. Herkes “hata” yapma hakkına sahip değildir. Yaptığı saçmalama olur.. Ayrıca erbabına şunu da ifade etmek isterim ki; bu satırların yazarı 1960’lı yıllarda Kirazlı Mescid Sokağı’na da devam etmiştir… Ama sonradan Sikke-i Tasdik-i Gaybi gözlerimizi açtı!.. Fazla da olmadı, belki yirmi yıl! Hemen şantaj hazır!.. Şefkat tokadı geliyor! Biz sadece Allahü Zülcelâl Hazretleri’ni Rabb tanımışız… Bir de sadece Batı’nın olumlu yanlarını almak gibi bir yaklaşımı ilzam eden bir argüman da sanayinin, hem sanayiciyi, hem de çevreyi dönüştürmesidir… Bu ortaya çıkan yeni sınıf hem dönüşüyor hem dönüştürüyor… “Öte yandan, bu yıllarda özellikle taşra kentlerine yapılan sanayi yatırımları, bünyelerinde eğitim atölyelerini, sinema ve tiyatro salonlarını, yüzme havuzlarını, spor alanlarını, sosyal tesisleri de barındıran bir tür modern hayat modeli sunuyorlardı ve uzun yıllar neredeyse 1980’lerin sonuna kadar da Türkiye’nin taşrasında modernitenin taşıyıcısı rolünü üstlendiler, örneğin kasabada görüştüğüm 50 yaş üstündeki kişilerin çoğu hayatlarında sinemayı ilk kez Sûmerbank Bez Fabrikası’nın sinema salonunda izlediklerini söylediler. Bu bağlamda, Eldek’in de ifade ettiği gibi özellikle Sümerbank Bez Fabrikası, kurulduktan sonra kısa bir süre içinde Kayseri’de her tür sanayi okulu işlevi görmüş, kendi üretim faaliyetleri dışında: bünyesinde açtığı kurslarla ve çıraklık okulları ile Kayseri’deki emeğin nitelik kazanmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Aynı işlevleri, Ana Tamir Fabrikası ve Tayyare Fabrikası uzunca bir süre sürdürmüştür. Bu kurslarda eğitim görenler arasında Hacılarlı gençler de bulunmaktaydı.”64 Bu mülahazalara katılmakla birlikte, modernitenin Anadolu’da yayılmasında ordu mensupları ve orduevleri çok ciddi katkılarda bulunmuştur... Bizim çocukluğumuzda genelde olduğu gibi mütevazı binalardı... Fakat yaz günleri bahçesinin etrafına bez çekilir... Dolayısıyla içeri insanların muhayyilesine emanet 64) Kurtuluş Cengiz, 127 61 edilirdi… Arkasından Üniversitelerin yaygınlaşması ile onların etkileri hepsinden daha köklü olmuştur. O şehirlere gelen, öğrenciler veya o şehirlerden farklı şehre gidenleri bu modernitenin yayılmasının isimsiz kahramanı(!) olmuşlardır. Nitekim Batı teknolojisinin içtimaî hayata etkisini test etmek için mezarları ve düğünleri mukayese edin. Düğünleri bilmiyorum… Ama duyduklarımız gereği gibi yapılıyormuş… Fakat yaşım itibariyle bizim mahallede olan “iyiler” mezarlığını biliyorum… Hiç ama hiç bugünkü mezarlığa benzemiyordu… Ya onlar İslâmî değildi, ya da bunlar… Bugünkünün ismi bile “Asrî Mezarlık”. Hâsılı vel kelâm; hiç uğraşmayın içki nasıl ki şişede durduğu gibi durmuyorsa, haram para da kasada durduğu gibi durmuyor! Hükmünü icra ediyor!.. Burada çok incitici, belki de rencide edici bir teste davet ediyorum… Herkes mecbur değil! Muhafazakarlara, iddialı dincilere soruyorum: çok değil, 20-30 veya 40 yıl önce kendiniz, karınız, kızınız, ananızın kıyafeti ile bir aile görseydiniz, yorumunuz, nitelemeniz ne olurdu??? Biraz gayret, biraz çile… Bütün mesele: İslâm’ı tenzihen mi karar vereceğiz? Nefsimizi tenzihen mi? 62 ÖZGÜR DÜŞÜNME “Bağımsız düşünme” de denebilirdi belki, fakat “bağımsız” kavramının daha çok siyasî terminolojiye ait olduğu inancıyla, biz burada “özgür” kavramını kullanmayı uygun bulduk. Yalnız konunun daha başında yanlış anlamaları önlemek, zihinlerdeki sisleri dağıtmak için; “özgür düşünme” ile “düşünce özgürlüğü“nün farklı olduğunu, değişik anlamlara sahip kavramlar olduğunu özellikle vurgulamak isterim. Çünkü düşünce özgürlüğü; bir insanın siyasî, iktisadî, sosyal, dinî, felsefî v.b. konulardaki düşünme çabasının verimi olan düşüncelerini, görüşlerini; söz, yazı veya sembol gibi araçlarla dışlaştırıp yayabilme imkânına sahip olması demektir. Burada söz konusu olan; şu veya bu biçimde gerçekleştirilen düşünmenin verimlerini açıklayabilme özgürlüğüdür. Bu tanımdan da açıkça anlaşılacağı üzere, başta da işaret ettiğimiz gibi düşünce özgürlüğü tümüyle siyasî bir nitelik taşımaktadır. Dolayısıyla ilke olarak liberal bir devlet yapısı düşünce özgürlüğünün gerek ve aynı zamanda yeter şartıdır. Otoriter ve totaliter yönetim biçimlerinde ise; rejimin hoşgörüsüzlük dozuyla 63 doğru orantılı olarak gittikçe sıklaşan ve hayatın bütün alanlarını kontrol altına alan bir yasaklar ve sınırlamalar ağı vardır. Kuşkusuz bu söylediklerimizi ters çevirerek; liberal-demokrat rejimlerle yönetilen toplumlar da sınırsız mutlak bir siyasî özgürlüğün olduğu ileri sürülemez. Özgürlük; bütün şubeleriyle ideal-formel bir ilke olarak belirli derecelerde gerçekleştirilebilen bir olgudur. Sınırlamaların dozunu, derecesini, özgürlükleri kullanma düzeyini toplumun kültür yapısı belirler. Liberal-demokrat toplumlarda; şu veya bu yolla, şöyle veya böyle, yığınlara hissettirilmeden pratikte uygulama alanına konulan sınırlandırılmaların özgürlüklerin kısıtlanması olduğunu burada tartışma niyetinde değiliz. Çünkü bu, ayrı bir inceleme ve tartışma konusudur. Biz konumuz olan özgür düşünmeyi; gelenek ve görenekten, dinden, felsefeden, ekonomiden, bilimden gelen; yeterince temellendirilmemiş ve belgelendirilmemiş her türlü ön yargıdan önsel fikirlerden soyutlanmış, belirli aşamalarda da olsa kabule dayanmayan, hiç bir adımda imânâ başvurmayan bir düşünme biçimi olarak anlıyoruz. İnsanın; kendi imkân ve kabiliyeti de kendi evreninin konkret insanın varlık yapısından doğan hiç bir problemini göz ardı etmeden, atlamadan açmazlarını imânâ başvurmadan çözümleyerek kurmasını anlıyoruz. Bu tanımdan sonra daha net bir biçimde görüleceği üzere “özgür düşünme” ile “düşünce özgürlüğü” arasında kalın duvarlar vardır. Yukarıda işaret etmeye çalıştığımız mânâya yakın; dinden, gelenek, görenek ve mitolojiden bağımsız düşünmenin ilk defa Antik Yunan’da ortaya çıktığı kanaati ile birçok felsefe tarihçisi, felsefeyi Thales’le başlatır. Daha sonra bu düşünme biçimi Patristik felsefede bir tünele girer ve Skolastik’te bu tünel uzayıp giderken; Rönesans’la birlikte yıkılan bu tünelden, yeni felsefe çığırının en başat değeri olan, “özgürlük” fışkırır. Artık insan, Hıristiyanlığın gökyüzündeki Tanrı krallığı tarafından yönetilmeyecek, insanın kaderini aşkın (transcendental) güçler değil, kendisi çizecek. İnsanoğlu bilmem kaç asırda kurulan ve On dört 64 asır ihtiyar dünyamızın büyük bir kısmına egemen olan değer levhalarını acımasızca parçalamış, artık yalnız kendi aklı ile kendi evrenini kurma savaşına girmiştir. Francis Bacon’un “boyun eğen-eğdirilen tabiata hâkim oluyoruz” feryadı çok önemli fakat aynı derecede de aceleci, koskoca bir Ortaçağ boyunca kimliği silinen; kişiliği yeryüzündeki Tanrı krallığı içinde kaybolan insanoğlunu; birinciye eş bir tepki ile bireyciliğe sığındırdı. Skolâstik anlayışa göre; insan dünyaya kendi elinde olmayan bir “ilk günah” (peccatum originale) ile gelir. Bunun sebebi de; özgürlüğe sahip olarak yaratılan ilk insan Hz. Âdem’in bu imkânı kötüye kullanarak günah işlemesidir. Bunun sonucu da insan Tanrı’dan kopmuş dünyaya “düşmüş” başka bir deyişle “atılmıştır”. Heidegger’e göre bu ilk günah, insanlara veraset yoluyla geçmiş böylece insanın özüne soyundan aldığı bir günah işleme özelliği yerleşmiştir. Artık günah işlemek bir nevi insanın kaderidir, günah işlemeden duramaz. Bu durumdan ancak Tanrı’nın inayeti (gratia) rahibin aracılığıyla kurtulabilir ki; bu da sadece insanın büyük bir alçakgönüllülükle şeytanca kibrinden vazgeçmesi yoluyla elde edilebilir. Bu temel anlayıştan hareket eden kilise; koyduğu kurallarla ruhban sınıfının nefsaniyetini, bireyselliğini besleyip semirtip, şeytani bir tarzda geliştirerek; mücessem bir put haline getirirken; sürekli olarak bağlılarına (arketik) bir yaklaşım telkini ile onların kişiliğini silmeye, anonim bir kişilik oluşturmaya çalışmıştır. Adeta kilise, başka bir deyişle ruhban sınıfı; dışındaki saliklerini ortak bir kişilik sahibi olmasına çalışarak, bütün bireysel özellikleri ortadan kaldırmaya kalkışmıştır. Nietzsche; Hıristiyanlığın bir “köle ahlâkı” oluşturmağa çalıştığından bahisle, çok acımasız, sert yargılar ileri sürer. Tanrı’yla barışmanın yolu, bilindiği gibi, Rahibe boyun eğmeyi daha da temelden sağlamanın yoludur. Çünkü insanı Tanrı adına ancak rahip kurtarabilir. Baş ilke; kim ki nedamet getirir Tanrı onu af65 feder. Çevirirsek; kim ki rahibe boyun eğer ancak o kurtulabilir. Nietzsche, insan kişiliğinin Kilise ve rahibin şahsında ortadan kaldırılmasının acımasızlığını vurgulamak için daha da acımasızca devam eder. “Hıristiyanlık yırtıcı hayvanlar üzerinde efendi olmak istiyordu; amacı bulduğu yolda onları hasta yapmaktı; zayıflaştırmak, Hıristiyanca ehilleştirme, uygarlaşma reçetesidir.” Ve daha da provokatif tesbitler yapar: “Eskiden yalnızca hastalık olan, bugün namussuzluktur,- bugün Hıristiyan olmak, namussuzluktur. V e i ğ r e n m e m d e b u r a d a b a ş l a r.65” Biraz önce her ne kadar özgür düşünmenin Grek filozofları ile başlamış olabileceğini söylemiş isek de; Thales’ten Aristo’ya kadar uzanan filozoflar zinciri de bugün anladığımız mânâda bireyci değillerdi. Çünkü söz konusu filozoflar zinciri insanı bireysel yanı veya bireyi başa alarak yola çıkmamışlar; bireyi sadece bir toplumu meydana getiren üyelerden biri olarak düşünmüşlerdir. Başka bir deyişle bireyle, sadece toplumu meydana getiren gerek şart olduğu için ve ancak bu alanda ilgilenmişlerdir. Nitekim bu konuda bir örnek olmak üzere; Platon’un “Devlet”ine bir göz atarsak; Platon için önemli olan ideal bir toplumun ve devletin nasıl olacağıdır. O başlı başına “iyi bireyi” ele alarak, araştırmamıştır. Bütün dikkatler toplum üzerinde yoğunlaştırılarak, birey ihmal edilmiştir. Aynı şekilde Aristo için de insan, her şeyden önce bir sosyal varlıktır (zoon politikan). Toplum esas olduğu için de; insan, ahlâkî olgunluğa ve yetkinliğe ancak bir devlet ve toplum içinde erişebilir. Burada da görüldüğü üzere; toplumu esas alan, bireyin kişiliğini toplum içinde eritmeyi amaçlayan bir anlayış söz konusudur. Fakat daha sonra siyasî erkin etkisi ve siyasî özgürlüğün kaybı ile bireycilik, özellikle Kynikler ve Stoa tarafından temsil edilen okurlar içinde gelişti. Kyniklere göre erdem; insanın iç bağımsızlığını tam mânâsı ile elde etmesi ve kendi kişiliğini oluşturmada, bütün kayıtlardan kurtularak özgür olması demektir. Antisthe65) F. Nietzsche, Deccal, çev. Oruç Aruoba, Hil yay. 1986, sh. 54 66 nes her ne kadar, “devlet bireyi korumak bakımından faydalıdır” diyor ise de; aşırı bireyciliği yüzünden devletle ve toplum ile uzun boylu bir ilgi içine girmemeye özen gösterir. Kyniklerin etkisi altında kalan Stoa’ya göre; sosyal şartlar ve çevre önemli değildir. İnsan çevre ve şartlar ne olursa olsun tek başına da daha iyi bir hayat yaşayabilir. Bu sözünü ettiğimiz çevre ve şartlar ne olursa olsun insanın iyi bir hayat yaşayabileceğini kabul eden bireyselliğin söz konusu olduğu telakki devlet kontrolüne girmeden önceki Hıristiyanlık tarafından da kabul ediliyordu. Ama ne var ki Hıristiyanlık, devlet kontrolüne girince; mistikler Hıristiyan etkisi içinde bireycilik temayülünü canlı olarak muhafazaya çalışırken; filozofların çoğunun da içinde bulunduğu halkın genel telakkisi farklı bir biçimde oluşmaya başlamıştı. Artık insanların gerek teorik imanları, gerekse pratik ahlâkları Katolik kilisesi diye anılan bir sosyal kurum tarafından tayin ediliyordu. “İyi”, “kötü”, “doğru”, “yanlış” bireysel düşünme, bireylerin kendi çabalarıyla değil, konsüllerin ortak ilimlerinden doğan kararlarla belirleniyordu. Ama ne var ki Protestanlık genel konsüllerinde hata yapabileceğini ispat ederek bu sistem içindeki ilk gediği açtı. Böylece gerçeği araştırma özel imtiyazlara sahip konsüller tarafından yapılan anonim bir iş olmaktan çıkmış, bireysel bir çaba haline gelmiştir. Mademki değişik bireyler aynı konuda farklı sonuçlara varıyorlar, mademki hiç bir grup diğerinin kökünü kazıyıp yok edemiyor; öyleyse uygun olan entellektüel ve etik bireyciliğin sosyal hayat nizamı ile uzlaşmasını sağlamaktı. Bu liberalizmin ilk dönemlerinde çözmeye teşebbüs ettiği ana meselelerden biridir. Bu tartışmalar ve mücadeleler arasında bireycilik felsefenin içine nüfuz etti. Descartes’in “düşünüyorum o halde varım” temel yargısı, bilgiyi tek tek bireylere indirgedi. Gerçekleri araştırırken ilk hareket noktası toplumdan bireyin kendi varlığına 67 kaydırıldı. Bu bireyselleşme çabaları çok değişik biçimlerde gelişti. Konunun hangi boyutlara ulaştığını Russel’in şu cümleleri çok güzel bir biçimde ortaya koyuyor: “Kilisenin otoritesinden kurtuluş bireyciliğin gelişmesine yol açtı. Hatta bu gelişme bazen anarşiye kadar vardı.” Buraya kadar ki kısa bir tarihçeden sonra; bizim anladığımız kadarıyla Kilise tarafından çağlar boyu kişiliği silinmeye, bireyselliği yok edilmeye, anonim bir tip haline getirilmeye çalışılan insanın nefsaniyetini; Rönesans tarafından başat değer olarak telakki edilip, fazlasıyla beslenmesi öyle bir uzlaşmaya sebep oldu ki, bu hal Batı uygarlığının aşırı bireysel bir temel üzerinde yerleşmesi ve bunun sonucu olarak ta insanın yeryüzünde yapayalnız kalması sonucunu doğurdu. Bunun doğal bir sonucu olarak da kutsala karşı başkaldırma, bütün kutsal değerlere karşı bir hayır deyiş ve bu tavrın doğurduğu evren tablosunun diyetinin-faturasının faizleriyle birlikte asırlardır ve halen ödenmeye devam edilmesine rağmen, borcun bitmemesine yol açtı. Kutsal değerlerin yeryüzünden tamamen kovulduğunun sanıldığı, insan bireyselliğinin artık her şeye egemen olduğunun sanıldığı bir anda Weber’in de işaret ettiği gibi; Batı uygarlığı içinde “Kahraman’a tapınma” tavrı ortaya çıktı. Fakat hepimiz kahraman liderler olamayacağımıza, bireysel olarak herkese sözümüzü dinletemeyeceğimize göre; çok başarılı bir “kahraman”ın despotik yönetimine evet denilecekti. Russel bu hareketin şairinin Byron, filozoflarının Fichte, Carlyle ve Nietzsche olduğunu söyler. Kilisenin yerini Üniversite, Din’in yerini “Bilim”, Rahiplerin yerini “bilim adamları”, “Kahramanlar” aldı.. Aslında şablon aynıydı sadece güç sahipleri değişti. Kahramana tapınmanın organize hale gelmesiyle de Faşist, Nazist ve Komünist devletler ortaya çıktı. Halen varlığını sürdüren komünist furya çok ilginç bir örnektir. Ortaçağ’daki kilise68 nin yerini komünist partisi almış; insanlar kişiliksizleştirilerek, bununla zıt orantılı olarak liderler bireyselleştirilerek “kahraman insan” imajı yaratılmaya çalışılmaktadır. Bütün değerler Komünist Partisi tarafından tespit edilmekte, devletin vatandaşların işleri ise çok basit; sadece bulunan bu doğruları kabul etmek... Batı düşünce hayatı uzun ve tehlikeli bir serüvenden sonra, ister istemez; insanın varlık şartlarının feryadına kulağını tıkamadığı için ikame çabasına düşmüştü. Aksi takdirde eski değerler yeniden yeşermeye başlayabilirdi. Hıristiyanlığın gökyüzü Tanrısından boşalan yeri “insan kahraman”larla doldurma çabasına düşmüştü sanki. Tanrı yerine “İnsan-Tanrı” ikame gayreti... Hıristiyanlığın Tanrısı özüyle ve hakikatiyle bir alakası olmadığı için zaten batıldı, ama ya yerine ikame edilmeye çalışılan Tanrı?!!.. Aslında Hz. İsa’nın mutlak anlamdaki “Allah” tasavvurunun yerine eski pagan inançların Tanrı tasavvurunu koyan Pavlus, Risalet’i de bertaraf ederek onun yerine Kilise’yi koymuştu. Pavlus’un bu yorumu önce Roma tarafından güce adapte edildi (İznik Konsili 325). Daha sonra da Rönesans-Reform tarafından içi boşaltıldı. Romanın Pagan Tanrı anlayışı yerine Rönesans ve Hümanizmin “İnsan-Tanrı”sı ikame edildi. Dolayısıyla aslında Rönesans’ta Hıristiyanlık ve Kilise üzerinden olan şey tarihi gelişim süreci içinde çok da şaşılacak bir husus değildir. Pavlus ile başlayan sürecin bu biçimde devam etmesi çok normaldi. “Bugün Hıristiyan olmak namussuzluktur.”, “Tanrı öldü66, insanların haberi yok ki...” diyen Nietzsche’nin bengi dönüş sıfatlı “Ubermensch”ini de burada özellikle hatırlatmak isteriz ki; konu daha da aydınlığa kavuşabilsin. Kanaatimize göre Tanrısız Nietzsche de Tanrısız değildi. Belki de o gerçekte ve sadece Hıristiyanlığın, ruhbanlar eliyle yarattığı Tanrıya başkaldırmıştı... Pavlus ve Roma’nın Tanrısına.. 66) F. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. Turan Oflazoğlu, MEB, İstanbul, 1964, sh. 7 69 Konunun anlaşılmasına yardımcı olmak için en ekstrem örneklerden biri olan Nietzsche’den kısaca söz ettik. Bu telakki tarzının bir gün daha da gün ışığına çıkmasına sebep olacağına inandığım için onun şu cümlesini de aktarmadan geçemeyeceğim: “Hıristiyan Tanrı kavramı, hasta Tanrı olarak Tanrı, örümcek olarak Tanrı, tüm olarak Tanrı yeryüzünde ulaşılmış en yoz Tanrı kavramlarından biridir; belki de Tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviye işaretini temsil eder.” Bizim Rönesans ile başlayan sürece “Allahsız Medeniyet” dememizin sebeplerinden biri de budur. Biz burada “özgür düşünme” özlemini tarihi perspektifi içinde vermeye durumun kısaca tasnifini yapmaya çalışıyoruz. Bunun için de ne ilk Hıristiyanlara layık görülen muamelelerden; ne de Hıristiyanlığın devlet dini olduktan sonra ki karşı-inananlara Hıristiyan olmayanlara karşı reva gördüğü muamelelerden söz etmedik. Burada, ayrı bir inceleme konusu yapılması gereken; Hıristiyanlık-Kilise ilişkisi üzerinde de kısaca durmadan kendimizi alamıyoruz. Çünkü bu ilişkiyi anlamadan ne özgür düşünmenin doğuşunu, ne de Rönesans ve Reformu ve benzeri hareketleri anlayabiliriz. Çünkü Batı’da sınırlı kişiler dışında genel olarak İsa’ya; tenzihen bir yaklaşım söz konusudur. Batılının kin odağı, nefret kutbu; davaca ruhbanların istismarına sebep olan, Hıristiyanlığın hakikatini bozan, onu tanınmaz hale getiren Kilise olmuştur. Zaten ortaya çıkış itibari ile Hz. İsa ile ilgisi bulunmayan bir Yahudi-Roma siyaset anlayışının tezahürü olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık, Rönesans ile birlikte ortaya çıkış ve kuruluş ilkeleriyle de değişmiş ve bozulmuştur. Bakın Dostoyevski ne kadar güzel ve şairane bir biçimde durumu gözler önüne seriyor: “Tam bu sırada kuzeyde Almanya’da yeni, ilginç çılgınlar türedi. Meşaleye (yani Kiliseye) benzeyen dev bir yıldız, suların kaynaklarına düştü; sular acıdı.” 70 Blenski de Gogol’a yazdığı meşhur mektubunda İsa’nın tüm insanlığa özgürlük, eşitlik, kardeşlik fikirlerini anlattığını ve bu uğurda şehit olduğunu yazdıktan sonra, “onun, sözü Kilise teşkilatlanmadan önce, Ortodoksluk ilkesine dayanmadan önce, insanlığın kurtuluşuna yardım etmişti.” dedikten sonra ekler: “Bunun içindir ki; Avrupa’da taassubun, cahilliğin ateşlediği odun yığınlarını alay silahıyla söndüren bir Voltaire, Doğu ve Batı papazlarından, metropolitlerinizden, patriklerinizden daha çok etiyle kemiğiyle İsa’nın öz evladıdır.” Burada bir noktaya özellikle dikkatleri çekmek isteriz ki; Voltaire, Kiliseye karşı açtığı savaş yüzünden Kilisece yanlı tanıtılmış bir filozoftur. Ruhbanların istismar aracı olan kilise müessesesine savaş açan Voltaire; aynı biçimde materyalistlerle ve materyalistlerin ateizm’i ile de savaşır. Bunların daha çok örneklerini verebiliriz. Fakat konumuzun anlaşıldığı kanaati ile bu kadarını yeterli görüyoruz. Demek ki Rönesans’la birlikte Batılı ayağındaki bukağıyı ve kafasındaki çemberi yavaş yavaş kırma savaşına giriyor. Nitekim zamanla kırıyor da... Kiliseye karşı verdiği savaşta başarılı oluyor. Ama ne var ki; geldiğimiz şu noktada bugün egemen Batı uygarlığının; dengesiz bir biçimde geliştiği, kültür alanında, teknolojik alandaki patlamayla orantılı yeni değerler üretilemediği, en azından çöküş felsefelerinin bir yanıyla haklı olduğu kabul ediliyorsa, bunun en büyük sorumlusu Rönesans ile birlikte, bir yanıyla kişi-kişilik gelişimini engelleyici, bir yanıyla boğucu, bir yanıyla yüz kızartıcı Skolâstik felsefedir ve bu felsefe de zaten devam edemezdi. Erinde geçinde yeni değerlere bırakacaktı yerini. Hatta uzun bile sürmüştü. Sonra başka bir yaklaşımla konuya eğildiğimizde Skolâstik kendi kendini yıktı. Son darbe olarak bir fiske gerekliydi, o da Rönesans’a kısmet oldu. Fakat temel soru şudur: Kaçınılmaz olan söz konusu sanı başka türlü gerçekleştirilemez miydi? Çünkü Rönesans kendi 71 yeni veya iddia edildiği şekli ile özgür değerlerini; Skolâstik değerleri seçip ayırarak, eleyerek onlarla hesaplaşarak sabırla yoğurmadı; eski değerlere sert bir başkaldırma ile eskiye tepki ile oluşturdu. Skolâstiğin şiddetle reddettiğini aynı şiddetle kabul ederken; şiddetle kabul ettiğini aynı şiddetle reddetti. Russel “modern çağın negatif özelliği olan kilise otoritesini reddediş; pozitif özelliği olan bilimsel otoritenin kabulünden çok daha önce başlar” demektedir. Bilmiyoruz acaba durup, soğukkanlıca düşünmeye vakti mi yoktu? Ama ne var ki; bu tavır içinde bazı olumsuz değerler yıkılırken, olumlu bazı değerler de toz duman arasında kaybolup gitti. Fakat insanın varlık-yapısı değiştirilemez ve bu yapıdan doğan ihtiyaçlar bekler bekler uygun bir anda ortaya çıkar. Nitekim Rönesans’ta da böyle oldu. Ondan sonra bir takım çözüm çabalarına girişti ama ne derece muvaffak olundu, sonuç ortada. Bu kısa tarihçeden sonra; konuyu daha iyi algılayabilmemiz için, bu konu da kendi ifadesi ile “çekiçle felsefe yapan” Nietzsche’den söz etmemek imkânsız. Ona göre özgür düşünen insan; kendine kadar gelen bütün değer levhalarını parçalayan, yukarı çekmek için kedi bacaklarını kullanan insandır. “Kendinizi taşıtmayasınız; yabancıların sırtına yabancıların kafasına binmeyiniz! İnsan bütün değer yargılarını, her şeyi kendisi yeni baştan kurmaya çalışmakta. Başkalarının düşünceleri ile bilgelik etmektense, kendi hesabına delilik etmek daha iyidir.” Bütün izm’lere karşı ne soylu bir başkaldırış! Nikolai Hartman ve Nietzsche anti-sistem temayülünün iki büyük filozofu; ama sistemlerini halen yaygınlığını ve yığın üzerindeki etkisini aynı hızla sürdürdüğü dünyamızda, bu iki filozofun bu konudaki başarıları oldukça su götürür. Rönesans, Aydınlanma çağı, Fransız ihtilali derken 20. yüzyılda demokrasyaların yayılması ile “özgür” kavramı şu veya bu bağlam içinde, çeşitli türevleri ile öyle bir sihirli cazibe ve öyle 72 bir nitelik kazandı ki; hiç bir kimsede bu konuyu araştırmaya mecal kalmadı. Özgür düşünme, düşünce özgürlüğü, özgür seçim, özgür irade v.s... Hele günümüzde özgür kavramı ve çeşitli türevleri öyle bir olumlu duygusal yüke sahiptir ki; herhangi bir fikri veya eylemi tezkiye için tek başına yeterli. Liberal demokrat ülkeler her vesileyle şu veya bu bağlam içinde bol bol “özgür” kavramını veya herhangi bir türevini kullanırken otoriter-totaliter ülkelerde onlardan geri kalmamaya çalışmaktadır. Ne garip bir yargıdır ki; “özgür” kavramının kendisi bağımsız olmayı, ön yargılardan, peşin düşüncelerden arınmayı içermesine rağmen, kendisi dışladığı bu v.b. unsurlarla doludur. Şair biraz da hayal kırıklığı ile söylüyor: “Ey özgürlük! Ne kadar sihirleyici (efsunkar) imişsin ki; gerçi bağımlılıktan kurtulduk ama şimdi de senin tutsağın olduk!...” Artık rahat edebiliriz. Cinayetlerin uğruna işlenebileceği bir putumuz var artık... Bugünkü böyle bir evren içinde bir fanteziden, moda düşüncelerden, olumlu duygusal yükten arınmaya çalışarak kavramın kendisini tartışmayı deneyeceğiz. Yaşadığımız evren içinde başta tanımladığımız bir biçimde mutlak mânâda “özgür düşünme” mümkün müdür? Mümkün değilse özgürlüğün düşünme bazında sınırları nedir? Bu konular üzerinde derinleşmeyi denerken de cesaretle önyargıların, peşin kabullerin üstüne gideceğiz, onları yargılayacağız. Biz, ilk olarak probleme gnosoolojik bir yaklaşımla eğileceğiz. Bazı sorular koyarak, kısa temaslarla problemin bizce önemli yanlarına ışık tutmaya çalışacağız. İnsan düşünmesinin ilk şartı olan anlayış kabiliyeti (intellect, anlık, müdrike) insanda özgür bir biçimde mi oluşuyor? Anlayış kabiliyetini insanoğlu hazır mı buluyor? 73 Doğumundan sonraki deneylerle mi oluşuyor anlayış kabiliyeti? Her iki halde de anlayış kabiliyeti şu veya bu oranda insanın dışında, ondan bağımsız mı oluşuyor? Biz eşya ve olayları gerçekte olduğu gibi algılayabilecek bir yapıya sahip miyiz? Yoksa anlayış kabiliyetimizin yapısına göre mi algılıyoruz? Başka bir ifade ile düşünme, kendisini objelere göre mi ayarlıyor, yoksa Kant’ın dediği ve Kopernik devrimine benzettiği gibi, “salt, anlık (intellect) fenomenlere kanunlarını mı dikte ediyor? “ Yani insan anlığı başka bir yapıda yaratılmış olsa idi, biz evreni başka türlü mü algılayacaktık? Yani daha başlangıçta, insan nesline göre bir relativite ile mi sınırlandırılmışız? Bu sorular bile gnosoolojik platformda “özgür düşünme” imkânının daha kaynağında düğümlendiğini, sınırlandığını gösteriyor gibi. Sıraladığımız sorulardan bazılarına şöyle bir değinip geçeceğiz. Amacımız bu sorulara tüketici cevaplar vermek değil zaten bugüne kadar da verilemediği gibi... Sadece konuyu biraz daha anlaşılır kılmak için mümkün sorulardan bazılarını ortaya koymaya çalıştık. Düşünmenin felsefî temelleri üzerinde biraz daha derinleşirsek karşınıza bütün felsefe tarihi boyunca tartışılan ve her saf felsefî problemin temelinde bulunan çözülmezliğini de içinde taşıyan, doğuştan düşünceler (idea inaeta) tartışması ile karşı karşıya geliyoruz. İnsan zihni hiç değilse, matematik, mantık v.b. kavramlarla mı geliyor dünyaya? Yoksa insanın bütün bilgisi 74 sonradan mı elde ediliyor? Ilımlı bir noktada yer alan Leibniz: “Önce duyulardan geçmemiş hiç bir şey anlıkta bulunmaz “ diyen Locke’u onayladıktan sonra bu formüle küçük bir ek yapıyor: “Anlığın kendisinden başka...” Koskoca bir RasyonalizmEmpirizm tartışması bütün varyantları ile ortada... Eğer en azından matematik, mantık ve metafizik kavramlar doğuştan, deneyden bağımsız, a priori bir biçimde anlıkta varsa ki biz böyle olduğuna inanıyoruz; dolayısıyla insanın kendi imkân ve kabiliyeti ile evreni kurması açısından daha ilk adımda düşünme sürecindeki özgürlüğün bir kısmını feda etmek zorunda kalıyoruz. Hemen düşünmemize ipotekler konuyor. Eğer bu görüş tarzı kabul edilirse; daha düşünmenin ilk adımı olan felsefî platformda düşünme doğuştan düşünceler, zihnî yapı ile yönlendiriliyor, sınırlandırılıyor. Daha ilk adımda düşünme konusundaki özgürlüğümüz yara alıyor, zedeleniyor; ayağımız sürçüyor, emekliyoruz. Daha ilk adımda farkında olarak veya olmayarak özgürlüğümüzün bir kısmından vazgeçmek zorunda kalıyoruz; bir şeylere (e göre) göre düşünmeye başlıyoruz. Bizim dışımızdan, doğuştan verilen yüzeysel bir bakışla önemi kavranamayan, hatta cins kafalar dışındaki, normal insanın farkında olmadığı koltuk değnekleri ile ilk adımımızı atmaya başlıyoruz. Eğer açmazları, çıkmazları soruları görmemezlikten gelecek doğuştan düşünceleri reddetmeyi göze alabilseydik, belki de düşünmenin gnosoolojik ince göze gözükmesi zor ipek halatlarını kesebilseydik mutlak mânâda özgür düşünme konusunda ilk engeli şüpheyle de olsa aşabilirdik. Doğuştan düşünceler insan zihnine, insanı aşan bir güç tarafından takılan gözlüğün camlarıdır. Demek ki düşünmeye başlarken eleştiri imkânına sahip olamadığımız, seçme hakkı verilmeyen bazı kuralları kabul ederek özgürlüğümüzün bir kısmından veya temelinden vazgeçiyoruz; istesek de istemesek de; alçakgönüllüce kabul etsek de etmesek de... 75 Walther Kranz, Goethe’den bahseden bir yazısında “dehanın bazı bazı nesnelerin karakteristik formlarını gören ayrı bir gözü; varlığın özüne sokulan görünüşler içindeki doğruyu kavrayan bir bakışı vardır” derken hep düşünmüşümdür; bütün tasavvurlarımız, duyularımızın kompleksinden ibaret ise; dehalarda nesneleri karakteristik formlarını gören “ayrı bir göz” nasıl oluşuyor? Doğuştan düşüncelerin varlığını reddederek problemi çözmeye niyet etsek dahi insan zihnine üşüşen şu gibi sorulardan kendimizi kurtaramıyoruz: Doğuştan zihnin boş bir kâğıt sayfası (tabula rasa) gibi olduğunu; bütün tasavvurlarımızın duyulardan geldiğini varsaysak dahi; insan ilk kavramlarını özgür bir biçimde mi oluşturuyor? Başka bir deyişle ilk kavramların oluşumunda toplumun da dolayısıyla toplumsal değerlerin de etkisi nedir? Kavramlarımızın oluşmasında psikolojik faktörlerin etkisi nedir? Bir yönüyle, daha çok sosyolojik ve psikolojik nitelik taşıyan bu soruları tartışarak bir sonuca varmayı deneyeceğiz. Hegel’in de basit bir biçimde ifade ettiği gibi tabiatta soyut insan yoktur. Her insan bir toplum içinde doğar, yaşar ve ölür. Dolayısıyla insan; kendisinden bağımsız, kendi dışında oluşmuş, hazır bir dil, kavramlar bütünü bir değer yargıları sistemi, kısaca bir kültür evreninin içinde bulur kendini. Bütün bu saydığımız toplumda nasıl oluştuğu, nasıl değiştiği, değişme oranı ayrı bir tartışma konusu ki biz burada bu konuları tartışma niyetinde değiliz. Biz sadece şu veya bu şekilde olması kültür evrenini varsayarak, içinde bulunduğumuz zaman kesitinden hareketle insan üzerinde etkilerini teknik ayrıntılara girmeden tespit etmek niyetindeyiz. 76 Konuya sosyolojik açıdan bir yaklaşım; insanın bir yanıyla büyük bir oranda içinde yaşadığı toplumun ürünü olduğunu gösterir. İlk olarak çevresi toplumun “iyi”si, “kötü”sü, “ayıp”ı, “güzel”i, “çirkin”i ile çevrilmiştir. Benzetme yerindeyse sosyal bir koza içinde doğmuştur. Özgürlüğü bu koza tarafından sınırlandırılmıştır. Çocuk yavaş yavaş toplum içinde eylerken, yapıp-ederken, bazı davranışlarının toplum içinde onaylandığının, bazılarının ise reddedildiğinin farkına varır. Yaşına göre bazı davranışları ödüllendirilirken, bazı davranışları cezalandırılır. Çocuk bu gelişim içinde toplumsal değerleri yaşayarak benimseyip sosyalleşme sürecini tamamlarken; uzlaşımsal olarak oluşturulmuş bir semboller ailesi olan toplumun dilini hecelemeye başlar. Böylece de çocuğun düşünmesi; artık toplumun kendisine göre oluşturduğu özgür kavramları aracılığı ile yönlendirilmeye başlamıştır. Her dünya görüşünün kendisine ait bir kavramlar ailesi, dili vardır. Wilhelm Von Humbold’ın da işaret ettiği gibi; dil sadece bir “sözcükler” kümesi değildir. Bu kısa temas bile; doğumumuzla birlikte bizden bağımsız oluşup, hazır olarak bulup benimsediğimiz dilimizin düşünme üzerindeki etkisini açık bir biçimde ortaya koyar. Demek ki kavramlarla hesap yaparken; analiz, sentez veya karşılaştırmalar yaparken veya kısaca düşünürken, içinde yaşadığımız dünya görüşünün dile yansıyan, yönlendirici etkisi altındayız. Bundan hiç bir insanın kaçınmasına imkân yoktur. Şüphesiz böyle bir etkinin olumlu veya olumsuz yanlarını tartışmanın yeri burası değildir. Ama ne var ki böyle bir etki ve böylece düşünme özgürlüğümüzün kısıtlanması bir olgudur. Bunun yanında Durkheim’e tümüyle katılmasak da toplumsal tasavvurların kişi üzerinde etkisi de bir gerçek, kutsal telakkimiz ile, değerler sistemimiz üzerinde de şu veya bu oranda toplumun etkisi vardır. 77 Asrın, bir uygarlığın kendi içindeki problemleri de şu veya bu biçimde oranlarla kamuoyu oluşturularak çözümlenmeye çalışılmaktadır. Otoriter ve totaliter yönetim biçimlerinin analizi ve eleştirisi bir yana; liberal-yönetimler de bir takım baskı grupları vasıtasıyla yönetilmektedir. Bu baskı gruplarının başında şüphesiz basın gelir. İnsanın herhangi bir konudaki düşüncesi, kanaati veya yorumu kendisinden çok yazılı ve sözlü basın tarafından yönlendirilir, oluşturulur. Nitekim birçok örneği arasında Spengler özellikle çağımızın insanını amaçlayarak insanların zihinlerini büyü gibi bağlayan “kendi gazeteleri”ni okuduklarından bahisle; demokrasilerde gerçeğin basının irade ettiği şey olduğunu söylüyor. Çok ilgi çekici bir nokta ki; Spengler, üç haftalık bir basın çalışması ile herkese önceden tayin edilen bir düşüncenin “gerçek” diye kabul ettirilebileceğini söylüyor. Nitekim bunun örneklerini biz de gündelik yaşantımız içinde görmekteyiz. İnsanlar herhangi bir siyasî, iktisadî v.b. olaya kendi gazetelerinin yorumu doğrultusunda yaklaşıyor, gazetelerinin köşe yazarlarının düşüncelerini olduğu gibi benimsiyorlar. Nitekim bir “gazete tiryakiliği” başlıyor. Koltuk değneksiz yürümeye takati olmayan özellikle, düşünmeden kaçan çağımız insanı; kendi adına düşündüğünü sandığı bir köşe yazarının herhangi bir konudaki yazılarını okumadan kanaat beyan edemiyor. Bir çeşit düşünme yetkisini insan; “kendi gazetesi”ne ferağ ediyor. Max Weber de insan toplumlarının liberal-demokrat yönetiminde de çeşitli yollarla duygularının sömürülerek istismar edileceklerini ifade için; bu ülkelerin durumunu “kitle duygusallığının sömürülmesine dayanan bir diktatörlük” olarak niteliyor. Her ne kadar liberal toplumlarda yaşayanların özgür düşünme imkânına sahip olduğu söylenirse de bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bu sadece seremonilerde atılan nutuklarda dile getirilen bir dilek olarak kalmaktadır. İnsanların düşünceleri farkında olamadıkları mevzularla kontrol altına alınmaktadır. 78 Biz sözü uzatmamak için Bacon’dan ve onun idollerinden; insanların nasıl idoller yoluyla yönlendirildiklerinden, nasıl kafaların içindeki putların tasarrufları ile düşündüklerinden söz etmedik. Sadece hatırlatmakla yetiniyoruz. Tekrar başa dönersek; eğer doğuştan düşüncelerimiz olmasa bütün tasavvurlarımız duyularımızın kompleksinden ibaret bulunsa, evreni istediğimiz gibi değil de bizden istendiği gibi algılarız… Yani olduğu gibi bir evren değil de oldurulduğu gibi bir evren telakkimiz olur. Gerek toplumun değer yargıları, gerek basının etkisi, gerekse profesyonel politikacıların dilin retorik gücünden fazlası ile yararlanmaları sonucu insan üzerinde oluşturulan etki ağı düşünülürse bir insanın bu ağdan kurtularak evreni özgür biçimde yorumlamasının ve kendi evrenini kendi imkân ve kabiliyetleri ile özgür bir biçimde kurmasının güçlüğü ve imkânsızlığı ortadadır. Görüldüğü gibi ikinci adımda da düşünmeye ciddi sınırlamalar getiriliyor; düşünme insan dışındaki bir takım faktörler tarafından yönlendiriliyor. İnsan bir şeylere bağlı, bir şeylere göre (e göre) düşünmeye zorlanıyor. Bu noktada düşünme üzerindeki psikolojik etkilerden kısa da olsa söz edilmesi gereğine inanıyoruz. Şüphesiz insan bir toplum içinde doğuyor ve büyük çapta da onun ürünü oluyor. Ama bir de doğumdan önceki çevresi var. Şu halde incelememizde bir adım daha atarsak daha kapsamlı olan şu noktaya gelmiş bulunuyoruz: İnsan kişiliği büyük oranda doğumdan önceki ve doğumdan sonraki çevrelerin etkisi ile oluşmaktadır. Nitekim hamile bir annenin kullandığı sigaranın, uyuşturucu maddenin, geçirdiği hastalığın, maruz kaldığı bir kaza v.b. faktörlerin çocuğun kişiliği üzerindeki etkilerini bugün psikoloji tamamıyla olmasa da tespit edebilecek durumdadır. Bunun yanında insan kişiliğinin Freud’a göre hayatın ilk üç yılında Adler’e göre ilk altı yılında biçimlendiği düşünülürse kişilik üzerindeki bizim dışımızda 79 oluşan etkileyici ve belki de bir oranda belirleyici faktörler daha iyi anlaşılır. Bütün bunların yanında; belirli bir izm’e saplanmamak, objektif yöntemlerle kontrolü mümkün olmayan, metafizik bir karakter taşıyan, monist bir teori alanı olan “bilinçaltı” psikolojisinden hareketin yanlış olacağına inanıyoruz. Ama ne var ki kesinkes doğru olarak kabul etmesek bile -ki etmiyoruz- bilinçaltı olarak nitelenen unsurların insan kişiliği dolayısıyla düşünmesi üzerindeki etkilerini gözden uzak tutmamak gerekir. Bütün bunların yanında bir örnek olmak üzere; şu veya bu sebeple her insanda ortaya çıkan aşağılık duygusunu ve bunun insan kişiliği üzerindeki etkisini gözler önüne seren Adler’i hatırlatmada yarar görüyoruz. İnsan kişiliğinin oluşmasında “tesadüf ” diye nitelemekle kurtulamayacağımız, hesabını veremediğimiz; ancak “tetabuk” diyebileceğimiz birçok olayın çök önemli etkisi vardır. Ufacık, bize önemsiz gibi gelen, farkında olduğumuz veya olmadığımız olayların; insan kişiliği, dolayısıyla düşünmesi üzerindeki etkileri belki de sanıldığından çok daha önemlidir. Nitekim hep düşünmüşümdür; acaba Schopenhauer’ın annesi ile ilişkisi normal bir ana-oğul münasebeti olsaydı, kadın ve aile hakkında aynı biçimde mi düşünecekti? Eğer Karl Marx’ın âşık olup şiirler yazdığı Jenny van Westkalen’le evlenmesi; sırf kendisinin dönme bir Yahudi olduğu için kızın ailesi tarafından horlanarak engellenmeye çalışılmasaydı ve sonunda kendisini aşağılayan bu aileye iç güveysi olarak girmek zorunda kalmasaydı proleterlerin kapitalistler için yaratacağı bir dünya cehennemi hayali ile yanıp tutuşacak mı idi ömrünün sonuna kadar? Sessiz, kendi halinde bir üniversite öğrencisi olan Viladimir; eğer ağabeyi çarlık polisi tarafından haksız yere idam edilmeseydi ihtilal düşüncesini hayatının merkezi yapmış, ihtiras haline getirmiş Lenin olacak mıydı? 80 İşte bizim verdiğimiz şu bir kaç ve daha da verilebilecek sonsuz sayıdaki örnekler bize; insan düşünmesinin hesabını tam olarak veremediğiniz, tüketici bir biçimde açıklayamadığı bir oluşum sonucu da gerçekleştiğini göstermektedir. Ne kadar hazindir ki insan davranışlarının en önemlisi, belki de temeli olan düşünmenin ne olduğunu tam olarak anlayabilme ve açıklayabilme imkânından mahrumuz. Buraya kadar; insan kişiliğinin tel tel örülerek, ilmek ilmek dokunarak düğüm üstüne düğüm atılarak bir bütün haline geldiğini veya bir takım unsurların şu veya bu oranda karışması ile bir sentez olarak meydana geldiğini vurgulamaya çalıştık. Böylece teknik ayrıntılardan kaçınarak kısa temas ve bazı örneklerle konuyu takdime çalıştığımız incelememizin sonunda şu noktaya geldik. İnsanın gerek felsefî, gerek sosyolojik ve gerekse psikolojik temelleri hesaba katılıp konuyu kapsamlı bir biçimde ele alarak, çeşitli etkileri göz ardı etmeden probleme yaklaşınca mutlak mânâda “özgür düşünme” imkânına sahip olmadığını görürüz. Özgür düşünme; bir istek, bir iddia, bir hülya ve hatta rüyadır. Özgür düşünme; insan için ancak belki bir anlamda gerçekleşebilecek sınırlı bir imkândır. Ama ne var ki; buraya kadar söylenenlerle düşünmenin; insanın tamamen kendi dışındaki faktörler tarafından sıkı sıkıya belirlenmiş (determinant) bir özellik gösterdiği söylenmek istenmiyor. İnsanı tamamen pasif bir alıcı, pasif bir obje gibi telakki edici bir görüşe katılmadığımızı söylemek isteriz. Biz konuların yanlış anlaşılmasını önlemek için zaman zaman sınırlamalar yapıyoruz. Yine bu noktada bir sınırlama yapılması gereğine inanıyoruz ki; bu da bizim burada sözünü ettiğimiz etik özgürlük olmayıp, düşünme özgürlüğüdür. Böyle bir yaklaşımla konuya eğilince; bütün bu saydığımız etkilere, sınırlamalara rağmen, daha önce de işaret ettiğimiz gibi insan özgür düşünmeyi şu veya bu oranda gerçekleştirebilir. Nitekim Bergson; insan şuurunu kaynayan su üzerindeki yaprağa benzeterek, şuurun her an yeni 81 oluşumlarına dikkati çekiyor. Ama Bergson’u da hareket noktası olarak alsak biz suyun bileşiminin, suyu kaynatan ateşin, ateşi meydana getiren hava, materyal olan yakacaklar ve yakacakla ilk kıvılcımı veren ateş kaynağının yaprağın üzerindeki etkilerini vurgulamaya çalışıyoruz. Özgür düşünmenin bir insan için imkân olarak var olduğunu kabul etmemize rağmen, aşırı genellemelerin bizi yanılgıya götüreceği kanaatindeyiz. Çünkü her insan, kendi türü için şu veya bu oranda mümkün olan bu imkânı gerçekleştiremez. Şüphesiz burada en sağlıklı yol insan ve insanın niteliğinin tartışılarak bir yere varılmaya çalışılmasıdır. Ama biz böyle bir tartışmaya girmiyoruz. Nitekim belki de dünya tarihi ve belirli orandaki imkânı gerçekleştirebilenler sayesinde sürekli yenilikler özellikle teknoloji alanında korkunç patlamalarda sürüp gitmektedir. Çevre insana etki ediyor. İnsan çevresine etki edip çeşitli yollarla onu değiştiriyor. Böylece devam edip giden bir süreç... Ama hangisi önce? Etkilerinin oranı nedir? En azından bugünkü sosyal bilimlerin eldeki imkânları ile çözülemeyecek problemler... Sonra kaldı ki düşünmede mutlak anlamda bir özgürlüğü bir an için varsaysak dahi kaç kişi bu yükü taşıyabilirdi? Kaç kişi sonuna kadar bu imkân ı kullanma yürekliliğini gösterebilirdi? Bu konuda “büyük engizisyoncu”nun enine boyuna tartışılması gerekir. 23.08.l986. 82 ÖZGÜL DÜŞÜNME Burada “bağımlı” kavramını da kullanabilirdik ama siyasî bir imaj yaratarak karışıklığa meydan verileceği endişesi ile “türe bağımlı” anlamı taşıyan “özgül” kavramını maksada daha uygun bulduk. Kısaca da (e göre) düşünmeyi anladık. Bir dine, bir siyasî, iktisadî, v.b. bir izm’e göre düşünmeyi kastettik. Yalnız ne var ki taklit, şartlanma v.b. gibi düşünme biçimleri ile özgül düşünmeyi karıştırmamak gerekir. Çünkü bu düşünme biçimlerine “tutsak” sıfatı daha uygun düşer. Şu halde özgül düşünmeyi tam olarak anlatıp, sınırlayabilmek için biraz daha açıklamak gerekir. Herhangi bir dine iman ettikten veya herhangi bir izm’in ana kurallarına “iman” derecesinde bağlandıktan sonra bu düşünme sistemlerinin ortaya koyduğu değerlerin sebeplerini (hikmetleri) araştırma; yeni zaman ve mekân içinde ortaya çıkan problemlerin çözümü için, o sistemin özü ile çelişkiye düşmeden, ana kurallar içinde yeni düşünce üretme çabasına “özgül düşünme” diyoruz. Özgül düşünme ile tutsak düşünme arasındaki fark; Lenin’in Marksistliği ile yine Lenin’in kendi ifadesi ile Marx’ı anlayanla83 rın bir elin parmaklarının sayısını geçmediği bir evrende “yaşasın Marksizm” diye canını veren gencin Marksistliği arasındaki fark kadardır. Yalnız burada din için canını vererek şehit olmak isteyenlerle; sosyal, felsefî v.b. bir izm için ölenleri birbirinden ayırmak gerekir kanaatindeyiz. Çünkü özü gereği din insanlardan “iman” istiyor; oysa izm’lere iman edilmez. Onların sadece doğruluk değerleri vardır ve bunlar her zaman eleştiriye açık olarak kabul edilir. Bu yüzden biz, bütün içtenliği ile bir dine iman etmiş insanın o dinin tekliflerini taklitle dahi benimsese, düşünme biçiminin tutsak niteliği taşımayacağı kanaatindeyiz. Çünkü dinin ilk olarak ve temelde kabulünü teklif ettiği doğrular; insan imkân ve kabiliyeti içinde akıl, zekâ, deney, gözlem v.b. gibi vasıtalarla kavranması mümkün olmayan alana aittir ve burada geçerli olan sadece imandır. Artık dinin temelde kabulünü istediği ilk doğrulara iman ettikten sonra dinin yapısına göre, bu ilk doğrulardan kaynaklanan çeşitli mesajlara da iman edilmesi istenmektedir. Dolayısıyla zaten dinin teklif ettiği doğruları akıl, zekâ, deney, gözlem v.b. gibi bilgi aktlarının kontrolünden veya eleştiri süzgecinden geçirmeye imkân yoktur. Bu saydığım sebeplerle biz herhangi bir dinin mesajlarını olduğu gibi kabul eden bir insanın tutsak düşünme tavrı içinde olmadığı kanaatindeyiz. Ama ne var ki bütün bunlara rağmen; her dinin kendi yapısına göre akıl, zekâ, deney, sezgi, gözlem, v.b. gibi bilgi-aktlarının kullanılacağı, hatta kullanılması gerekli olan alanları vardır. Her ne kadar dinler özü gereği kendilerinin temel doğrularına “iman” edilmesini istiyorlar ise de; bu her alanda insanın diğer imkân ve kabiliyetlerinin reddi anlamına gelmez. Burada bütün mesele; bir dine imanla bağlandıktan sonra; diğer bilgi-aktlarının kendi özelliğine göre hareket edebilecekleri alanları doğru olarak seçmekte. Sabit sebep-sonuç ilişkileri içindeki olayları ancak kavrayabilecek olan akıldan; her an yeni bir oluş içinde ge84 lişen hayatın kavranmasını beklersek, daha başlangıçta yanlışlık yapmış oluruz. Dinin işaret ettiğimiz bu özelliklerine karşılık; insan imkân ve kabiliyeti ile kurulan izm’ler, bilimsel olarak ancak yine insan imkân ve kabiliyeti ile belirli alandaki doğruluk değerlerinin kabulünü isteyebilirler. Çünkü artık bugün deneysel bilimlerin dahi genel-geçer kesin bilgi vermediğini kabul ediyoruz. 20. asırda hiç kimse sosyal bilimlerin genel geçer bilgiler elde ettiğini iddia etme hakkına sahip değildir. Aksi takdirde izm’de din gibi iman isteme gibi tavır içine girmiş olur ki; kendi özü ile açık bir çelişki demektir bu durum. Dinin mü ‘mini, izm’in taraftarı olur. İzm’e iman edildiği anda din yerine ikame gibi bir yanlışlığa düşülmüş olur. Yalnız bu söylediklerimizden; bir insanın, başka düşünme verimlerinden etkilenmeyeceği, yararlanmayacağı sonucu çıkarılamaz. Böyle bir kabul bizi, hemen hemen bütün filozofları, bütün düşünürleri tutsak düşünme ile suçlamak gibi bir yanlışa götürür. Çünkü filozoflarda da, düşünürlerde de söz konusu olan; kendinden önceki düşünme verimlerini araştırıp, ayırarak, elemek ve bunun sonucunda da kendilerince gerçek kabul edilen unsurlar alınırken; hatalı veya eksik buldukları yanları da kendi imkân ve kabiliyetleri, ürettikleri düşüncelerle doldurmaya çalışmaktır. Araştırma, inceleme ve eleştiri olan yerde; kısacası fikir çilesi olan yerde tutsaklık söz konusu değildir. Burada dinlerle ilgili kavranması gereken incelik; insana teklif edilen temel doğrular imanla kabul edildikten sonra; insanın kendi imkân ve kabiliyetlerini bu temel doğrular yönünde kullanabileceği, hatta onun bir görev haline gelmesine karşılık; bu temel doğrulara iman vasıtasıyla bir kere “evet” dedikten sonra bunları akıl, zekâ v.b. aletler vasıtasıyla eleştirmeye kalkmaktaki tutarsızlıktır. Fakat insan dinler tarafından kendisine teklif edilen temel doğrulara “evet” 85 demeden önce; konuyla tutarlı yöntemleri kullanarak bu temel doğrulara eleştirisel bir yaklaşımla eğilebilir. Yeter ki hangi alanda hangi bilgi-aktlarının geçerli olabileceği doğru biçimde seçilebilsin. Bütün mesele din tenkitçisi ile bir dinin mü ‘mini arasındaki farkı kavrayabilmekte. Bu açıklamalardan sonra tutsak düşünmeyi; herhangi bir eleştiri süzgecinden geçirmeden, körü körüne bir izm’e iman derecesinde bağlanma olarak tanımlıyoruz. Bir örnek olarak İslâmiyet’teki “taklidi iman”ı tutsak düşünme biçimiyle benzer mütalaa ediyoruz. Daha önce “özgürlük” kavramının Skolâstik dönemi takip eden Rönesans’la birlikte en temel nitelik özelliği kavrandığını ve bu tavrın Aydınlanma çağı ile devam ettiğine işaret etmiştik. Artık “özgür” kavramı ve türevleri kültür dünyamızın, hayatımızın her alanına egemen olmuş; yeni değerler ile yeni bir evren oluşturulmaya çalışılıyordu. Ve insan kendi imkân ve kabiliyeti ile huzur dolu mutlu evrenini kurabileceğine inanıyordu. Optimizm bütün insanlara egemen olmuştu. Kültürün, bilimin sonsuz bir ilerleme içinde olduğuna ve insanoğlunun bütün meselelerinin zaman içinde bilimle çözülebileceğine inanılıyordu. Bu toz duman içinde Auguste Comte “metafizik problemler beni ilgilendirmez; beni olayların birbirine benzerliği ve ardarda gelişleri ilgilendirir” diyebiliyordu. Diyebiliyordu da hiç kimse insanın varlık yapısının bir parçasının tıraşlandığının farkına varmıyordu. Ama ne var ki yavaş yavaş bir yerde yanlışlık yapıldığı şüphesi yayılmaya başladı. İlk defa l9. Asrın sonrasında Çöküş Felsefesi temsilcileri ortaya çıkmaya başladı. Birinci ve İkinci Cihan harpleri bu yanlışlığı en somut bir biçimde gözler önüne serdi. Evet, “boyun eğen tabiata hâkim olunuyordu”, olunuyordu ama insanoğlu kendine hâkim değildi. Tabiatla olan yabancılaşmanın ortadan kalkması oranında insan kendi kendisiyle yabancılaşıyordu. İşte bu anda yeni bir dinsellik 86 dalgası kapladı evreni. İnsanlar izm’lere “iman”a başladılar. Bu arada “dinlere” karşı da Rönesans tavrı değişmeye başladı. Uzun asırlar tapınılan “özgür düşünce” suç olmuştu geniş çapta. Biraz bağımsız düşünenler “revizyonistlikle” sapmacılıkla suçlanıyordu. Herkes (e göre) düşünme iddiası içine girmişti. Kanaatimize göre; Avrupa’daki (bütün dünyadaki de diyebiliriz: bütün dünyanın nabzını asırlardır Avrupa elinde tutmaktadır) bu tavır değişikliği biraz gecikmiş de olsa İslâm dünyasına da yansıdı. Başka bir deyişle asırlardır toplumsal aşağılık duygusu içinde kıvranan İslâm dünyası, artık kendinin de (e göre) düşünmesinin ayıp olmayacağı kanaatine vardı. Böylece de İslâm dünyasında “Müslümanca Düşünme” krizi başladı. Herkes Müslümanca düşünme iddiası içinde; Müslüman gibi düşündüğü nefs emniyeti içinde yaşıyor, konuşuyor, bağırıyor.. Ancak bu toz duman içinde tek şey eksik: Düşünme… Herkes İslâmî ıstılahları olmuş bitmiş bir şey olarak görüyor ve çok iyi bilinen konular olarak kabul ediyor. “Düşünmek” üzerinde düşünmüyor. Bize öyle geliyor ki “Müslümanca Düşünme” bu haliyle spontane, kendiliğinden değil yine Batı’nın etkisi ile ortaya çıkan ve yine batı tarafından kontrol altında tutulan bir cereyandır. Şüphesiz Batı’dan gelen her şey iyi olmadığı gibi, her şey de kötü değildir. Ama özümseyebilirseniz seçip ayırabilirseniz öz değerlerinizle, öz değerlerinizi örselemeden, zedelemeden bir senteze varabilirseniz… Bunun içindir ki, biz baştan beri düşünmeyi düşünmenin gereğini vurguluyoruz. Düşünmeyi kavramlarla hesap yapma; analiz, sentez ve karşılaştırmalar yapma olarak kabul edersek; bizim için temel birinci soru; “Müslümanca düşünüyor muyuz?” değil “Müslümanca kavramlara sahip miyiz?” 87 Kelimeler; birer sembol olarak etimolojik bakımdan Arapça da olsa, hatta yüzyıllarca İslâmî ıstılah olarak kullanılmış da olsa, bugün bizde uyandırdığı imaj İslâmî midir? Söz konusu kavramlarda kavradığımız mânâ İslâmî midir? Daha açık bir biçimde söylersek şişenin içi İslâmî mânâlarla dolu mudur? Biz bu sorularla konu üzerinde biraz daha derinleşmeyi deneyeceğiz. Acaba aynı kelimeyi Asr-ı Saadet Müslümanları bizim gibi mi kavrıyorlardı, bizim gibi mi yorumluyorlardı? Zaman içinde bazı değerlerin, eşya ve hadiselerin yorumlarını ana ve öz kuralların izin verdiği ölçüde değişebileceğini kabul ettiğimize göre; bugün zaman ve mekân üstü İslâm kültür ve medeniyetine, inceliklere hakkıyla vakıf, gerçek bir Müslüman “mütefekkirin” var olduğunu farz etsek; bir sembolü bizim gibi mi kavrardı, aynı sembole bizim verdiğimiz mânâyı mı verirdi? Yoksa kelimeler, semboller biçimsel olarak İslâm kültüründen gelse de içi çağdaş Batı uygarlığının değer yargıları ile mi dolu? Daha somut bir ifade ile şişenin içindekiler İslâm’a zıt mı? İslâm’ı andıran renklerde salt bir dış benzerlik, bir andırıştan ibaret mi? Biz ortaya koyduğumuz bu soruları sırasıyla ve üzülerek ilk ikisine “ hayır” son ikisine de “evet” diye cevaplıyoruz. Kanaatimize göre; İslâm dünyası dâhil bütün dünya kültürü bugün Roma nizamı, Yunan Aklı ve Hıristiyan ahlâkından 88 oluşan Batı uygarlığının, haliyle de kültürünün hegemonyası altındadır. Büyük çapta Batı toplumlarının liberal-kapitalist sosyo-ekonomik yapısı kavram imajlarımızı etkilemektedir. Batı uygarlığı bütün diğer kültür terimlerini çeşitli yollarla kendi anladığı mânâ ile doldurmakta, ya da onları bozarak anlaşılmaz hale getirmektedir. Örnek olarak; her ne kadar ayrı bir tartışma konusu ise de biz; Batı kültüründen bağımsız bir “Marksist Kültür” de oluşturulamadığı kanaatindeyiz. Marksist bir yönetim kurdukları iddiasındaki ülkeler her ne kadar ekonomide yapısal bir değişiklik yapmışlar ise de henüz kararlı bir iç çevre kuramadan bu konuda da erozyon, değerler aşınması başlamış, ekonomik düşünceler bağlamında da Batı dünyası ile entegrasyona doğru gitmektedir. Kültür alanında daha hiç bir şey oluşmadan Batı kültürü etkisini devam ettirmiştir. Burada ilgi çekici bir noktada; Batı kültürü hesaplaşılarak alınmadığı -ki bir milletin hesaplaşarak yabancı bir kültürü alması söz konusu değildir- sadece taklit edildiği için kendimiz hakkında bir özelleme yaparsak Batı’yı hemen hemen iki yüz, iki yüz elli yıl geriden takip etmekteyiz. Batı’nın asırlarca önce yürüdüğü yollar yeni baştan hemen hemen aynıyla yürünmeye yeltenilmekte, aynı hatalar daha feci şekilde tekrar edilmektedir. “Bengi dönüş” ihtilacıyla yolun aynı şekilde yürünmesi konusunda taassup, bağnazlık gösterilmektedir. Dolayısıyla Batı’nın bu noktaya gelmek için ödediği faturalar, daha baştan beri aynı yere götüreceği anlaşıldığı halde fazlasıyla ödenmektedir. Haydi, kavramlarımızın Batılı kültür değerlerinin rengine boyandığını, büründüğünü kabul ettiğimizi varsayalım; ama hangi Batı? Halen teknik bakımdan geri kalmış bütün ülke aydınları için Batı; bu tiplerin oportünist ahlâkı doğrultusunda bazen l7. Asır rasyonalizmi, bazen l8. Asır pozitivizmi, bazen l8. Asır sonlarında oluşmaya başlayan liberal-kapitalist bir oluşum, 89 bazen de çok kere bunların tuhaf ve içinde bulundukları duruma, çıkarlarına göre acayip bir karışımıdır. Doğu insanı olumsuz anlamda mazide yaşadığı için onun içinden çıkan tuhaf bir mahlûk olan aydın da çağdaş gelişmeleri takip edemez. Doğulu aydın için örnek olarak bir Kant, bir Bergson bir Spengler hiç doğmamıştır. Bunun için de “akıl” denince 17. asır Kartezyen felsefesinin anladığını anlar, o da ne kadar anlayabilirse o kadar tabii... Bilime tıpkı l8. Asır pozitivisti gibi “iman” eder, düşünce hayatındaki çağdaş gelişmelerden hiç haberi olmadan... Taklid... Üstelik bozarak, çağı, milli-dinî özellikleri dikkate almadan taklid en önemli özelliğimiz. Hemen hemen iki yüzyıllık felsefî, siyasî, iktisadî, hâsılı her alanda korkunç, dayanılması güç bir “kültür şokuna” maruz bulunduğumuz için “düşünme”nin hammaddesi olan kavramlarımız da haliyle batı kültürüne göre şekillenmektedir. Bunun sonucu da bu kavramlar ne tam Batılı ne de tam Doğulu olabiliyor. Daha doğrusu Doğulu anlam içlerini boşaltırken Batılı içle dolduramıyoruz ki zaten bu mümkün değildir. Haliyle de düşünen adam yetiştiremiyoruz. Asırlardır bu düşünürü yetiştiremedik. Düşünce hayatımızdaki çıkmazları, karmakarışıklığı, kör döğüşünü daha anlaşılır kılmak için siyasî terminolojide kullanılan bir kavramı örnek olarak seçtik. Diyelim ki; günümüze ışık tutması, bize ilham vermesi için ilk halifelerin siyasî iktidara nasıl geldiklerini tartışıyoruz. Taraflardan biri “ilk İslâm halifelerinin seçimle geldiklerini, dolayısıyla siyasî iktidarların seçimle tayin edileceğini” savunuyor. Taraflardan biri ise “ilk halifelerin seçimle gelmediklerini, bir istişare ile geldiklerini” savunuyor. Acaba bu görüşlerden hangisi doğru? Bu durumda hiç biri doğru değil! Çünkü burada seçim kavramı tartışılıp, analiz edilip, kavrattığı içi konusunda taraflar anlaşabilmiş değil. 90 Bir kere şu noktayı tespit borcundayız ki; ister “intihap” ister “seçim” kelimesini kullanalım. Bugünkü siyasî literatürde bunların içi Batılı anlamlarla yüklü. Dolayısıyla kavram olarak Batının bize kavrattığı, Batı kültürünün kendi dillerindeki kelimeye yükledikleri anlamlar dolu. Bu kelime sizin de olsa kavram olarak sizin değil, onu söyleyip içini dolduran kültüründür. Öyleyse merasim dilinde olduğu gibi, bu kelimeyi “bir ülkedeki vatandaşların özgür iradeleriyle kendilerini yönetecekleri; belirli süreler için tayin etmeleri, özgür iradeleriyle haklarının bir kısmını başka birilerine ferağ etmeleri” şeklinde tanımlayabiliriz. Burada konunun tenkidi şu andaki amacımız dışında olduğu için, sadece objektif bir tanım yapmaya çalışıyoruz. Konuya bu tanımla yaklaşınca dört halifenin de seçimle iş başına gelmedikleri anlaşılır. Konunun biraz daha incelenmesi bunların iş başına gelişlerini İslâm medeniyetine ait “nev’i şahsına münhasır” bir yöntemle gerçekleştirildiğini ortaya koyar: Biat... Burada ayrıntılara inmek istemediğimiz için özetle şunu söyleyebiliriz ki; eğer tartışmaya başlamadan önce “seçim“in kavram olarak hangi kültüre ait olduğunu tespit edip o kültürün kendi ana kaynaklarından çıkarıp tanımları ortaya koyarak, bir tanım üzerinde anlaşabilseydik; ondan sonra da İslâmi uygulamayı itimat edilir kaynaklardan çıkarsaydık, kanaatimize göre tartışma sonunda bir yere varabilecektik. Ancak sağırlar diyalogunun önüne böyle geçilebilir. Bu yapılmadığı içinde diyalog bir monologa dönüşüyor, bir “yandan konuşma” ile sürdürülmeye çalışılıyor. Bu mantık süreci bütün kavramlarımız için genelleştirilebilir. İyi, kötü, güzel, çirkin, doğru, yanlış, akıl, ilim, dünya, insan, vakıf, şehit... Bütün bu kavramları yeniden algılamaya, kavramaya çalışacağız. İnsan derinliğine düşünülerek, hesaplaşılarak, tartışılarak, iç deneyle yaşanarak oluşturulmuş bir kültür evreni içinde ya91 şamaktadır. Dolayısıyla bir kültürün bünyesine girdikten sonra; artık ayağının toprağa basışı, yemek yiyişi, su içişi, düşünüşü, sevgisi, şefkati, merhameti, anlayışı, duyarlığı, algılayışı, hissedişi, insana ve tabiata yaklaşımı; hâsılı her şeyi içinde bulunduğu kültür tarafından belirlenmektedir. İnsan artık içinde yaşayıp benimsediği kültürün “iyi” dediğine “iyi”; “kötü” dediğine “kötü” diyor. “Güzel” dediğine “güzel”, “çirkin” dediğine “çirkin” diyor. Duyarlılığı, algılayışı, estetik beğeni yargısı içinde yaşadığı kültür tarafından tayin ediliyor. Kendimiz için düşünürsek öz kültür değerlerimizi algılayamıyoruz, onları gerçek anlamıyla kavrayamıyoruz. Dünün öz değerlerinden örülmüş dünyasına bugün yabancılaşmış durumdayız. Bir örnek verirsek; niçin en basiti bir Fuzuli duyarlığından uzağız? Niçin öz kültürümüzü terennüm eden bir Fuzuli’ye yabancılaştık veya o bize yabancılaştı? Hele neredeyse bundan 50-l00 yıl önce köy odalarında Fuzuli Divanı, Leyla vü Mecnun okunduğu düşünülürse, durumun ne kadar büyük bir facia olduğu daha iyi anlaşılır. Herhalde bu soruya Divan Edebiyatının halktan kopmuş, mutlu bir azınlığın, sarayın edebiyatı olduğu gibi, ciddiyetten uzak, çocuksu bir cevap verilmeyecektir. Sanki daha ne olduğunu anlayamadığımız “halk şairi” sıfatını taktıkları Yunus Emre’yi bugün algılayabiliyor muşuz, kavrayabiliyor muşuz gibi... Sanki Yunus Emre’ye yabancılaşmamış gibi... Ayrıca Fuzuli’nin çağdaş duyarlıktan yoksun olduğu gibi, ileri sürülebilecek bir açıklamanın da geçerli olmadığı kanaatindeyiz. Evet, Fuzuli çağdaş duyarlığı terennüm etmemiştir, zaten bu da mümkün değildir. Fakat çağlar üstü, zaman ve mekân üstü bir duyarlığı temsil etmiştir. İnsanlara, bugün egemen olan değer körlüğünden dolayı algılamadıkları bir takım değerleri terennüm etmiştir. Fakat bu değer körlüğü sonsuza kadar gidemez; bu gözler açılacak ve insanlar yeniden bu renkleri de algılayabileceklerdir. Biz; somut bir örnek olarak Leyla vü Mecnun’u kısaca özetleyip konu üzerinde biraz daha derinleşmeyi deneyeceğiz: 92 Kays isimli delikanlı Leyla’ya âşık olur. Fakat Leyla’nın ailesinin Kays’ın kızı görmesine izin vermemesi üzerine Kays dağlara düşer ve ismi Mecnun olur. Bu duruma üzülen baba oğlu Mecnun’u çöllerde bulup Kâbe’ye götürür ve bu dertten kurtulması için Allah’a yalvarmasını ister. Mecnun ise; Ya Rab bela-yı aşk ile kıl aşina beni Bir dem bela-yı aşkdan etme cüda beni Diyerek aşk belasının sürekli ve daha şiddetli olmasını ister. Bundan sonra babası Mecnun’dan ümidini keser, o da tekrar çöle döner. Bu arada Leyla İbn-i Selam’la evlenir ve bir süre sonra İbn-i Selam hastalanıp ölür. Mecnun buna sevinecek yerde; kendisi gibi âşık olan ve aşk yolunda ölen rakibine ağlamaya başlar. Leyla’nın babası kızının dillere düşmesinden, başka bir yere göç ederken çölde yolunu kaybeder. Mecnun’a rastlarlar; Leyla Mecnun’u tanır perişan haline üzülür. Mecnun ise; Öyle sermestem ki idrak etmesem dünya nedir Men kimem saki olan kimdir mey-ü sahba nedir Gazelini okur. Leyla kendini tanıtır, Mecnun’un ilgisizliğinden şikâyet eder. Fakat artık Mecnun Leyla’yı maddesi ile değil, ruhu ile bir remiz olarak sevmektedir. Leyla onu kemal mertebesine eriştirmiştir. Aşk-ı mecazi vasıtasıyla aşk-ı hakikiyi bulmasına sebep olmuştur. Hayaliyle tesellidir gönül meyl-i visal etmez Gönülden başka bir yar olduğunu âşık hayal etmez Leyla Mecnun’a kavuşma ümidini artık kaybetmiştir. Ölümü için Tanrı’ya yalvarır ve dileği gerçekleşir. Mecnun Leyla’nın ölümünü haber alır: Yandı canım hecr ile vasl-ı ruh-i yar isterem Derd mend-i firkatem derman-ı didar isterem Der ve Leyla’nın kabrini kucaklayarak ölür ve onu da oraya defnederler. Zeyd kabre dayanmış uyurken, rüyasında âşıkları 93 cennette görür. Zeyd rüyasını halka anlatır ve ondan sonra sevgililerin mezarı ziyaretgâh olur. Gelin şimdi bizlere masallardan daha zengin hayal unsurları taşıyor gibi gelen bu örnek üzerine de düşünelim. Daha önce de işaret etmeye çalıştığımız gibi; l00-200 yıl önce bu hikâyeyi anlıyorduk, algılayabiliyorduk. Ama bugün bize ne kadar yabancı... Sisler arasında bugüne kadar görmediğimiz ve tanımamıza imkân olmayan mitolojik bir nesne gibi... Niçin biz evrenin bu tür yorumlanışına bu kadar yabancıyız? Niçin bu temel eğitimin kurumu olan ve ülkemin geleceğinin temeli liselerdeki körpe dimağlar, bu duyarlık karşısında hayretle başlayıp, alay tavrında karar kılmaktadırlar? Çünkü “aşk, âşık, derman, bela, ilaç, dünya, gönül, visal, yar vb.” kavramları dünkü gibi algılayamıyorlar, algılayamıyoruz. Dünün Allah’a vardırıcı, erdirici bir köprü telakki edilen “kadın” imajı; bugün yerini temel hazların bileşiminin tatminine vasıta olan anlamsız bir mahlûk imajına bırakmıştır. Çünkü kavramlar ve nesneler dünyamız değişmiştir. Zaten bu tür bir duyguyu hiç bir dünya kültürü de yaşamamıştır. Hiç bir kültür evrenin geçiciliğini, temel hazların değersizliğini, yaşamaya değer hayatı bu kadar derinliğine kavramamıştır. Buyurun karşılaştırın işte Romeo-Juliet, işte romantizmin şahikası Sefiller, işte Faust... Fakat kadın kavramını yine Fuzuli’nin dile getirdiği gibi şöyle kavrayabilseydik bu duyguları da algılayabilecektik. Hub suretlerden ey nasih meni men’etme kim Pertev-i envar-ı horşid-i hakikatdür mecaz Bu beyti Ali Nihat Tarlan Bey dilimize şöyle çevirdikten sonra: “Ey bana öğüt veren, beni güzel yüzlüleri sevmekten men etme. Zira o maddî, mecazî güzeller hakikat güneşinin yani 94 hakiki güzelin nurlarının ışıklarıdır,” ve yoruma devam ediyor: “Fuzuli’nin güzellere ne gözle baktığını bize bu beyit büyük bir vuzuh ile gösteriyor. Onları hakiki güzel olan Allah’ın masivaya akseden güzellikleri olarak görüyor. Onlara öyle temiz bir ruh ve gözle bakıyor. Divan edebiyatında güzellere ekseriya bu gözle bakılmıştır. Güneş ve nuru hakikatte vardır. Fakat ışık, pertev sadece bir görünüştür.” Yine Fuzuli’nin diliyle evrene yeni yaklaşım şekli: Girye-i zar ile hoş-kalem ki bahr-i ışkda Eşksiz göz bir sadeftür lü’lü-i şehvarsız (Ağlayıp inlemekten rahat ve huzur içindeyim. Zira aşk denizinde ağlamayan göz için de büyük incisi bulunmayan bir sedefe benzer.) Evrene bakışımız, algılayışımız ve yorum tarzımız değişti. Kültürümüzün mazmunlarına yabancılaştık. Onları yaşayarak, özümseyemeyince ortaya bir yabancılaşma çıkıyor. Kaldı ki biz; bu aşamada şu veya bu seviyede tasavvufla ilgisi olanların da, istisnaları hariç, bizim o gerçek kültür dünyamızı aslına uygun bir biçimde kavrayamadıkları kanaatindeyiz. Çünkü biz iki yüz senedir, içinde yaşadığımız dünya ile sınırlı, kaynakları gökyüzünden yeryüzüne indirilmiş, Batı kültürünün içine sokulmaya çalışıyoruz ki; bu da şu veya bu oranda başarılmıştır. Bu evrene girildiği oranda da eski evrene yabancılaşılmıştır. İşte açıklamaya çalıştığımız bu ve benzeri sebepler yüzünden; insanların kendi kültürlerini kavramaları, birbirleri ile anlaşmaları, üretici bir tartışma ortamının doğması mümkün olmamaktadır. İnsanlar hesabını veremedikleri, düşünmedikleri, üzerinde anlaşmaya varamadıkları; içi boş, derme çatma sudan bilgilerle doldurulmuş kavramları kılıç gibi ellerine almışlar; Donkişot’un yel değirmenleri ile savaşına eş, kısır bir mücadele içine girmişlerdir. Elde boş, muhtevasız veya 95 yanlış anlamlarla dolu kavramlarla, bir savaş veriliyor. Kavramlar bulanık, netlikten uzak, karmakarışık olduğu için de diyalektik, üretici, doğurgan, senteze götürücü olmuyor. Necip Fazıl Bey durumun tespitini ne kadar harikulade bir biçimde yakalıyor; “İşi gücü tekerlemekten ibaret bir ham softayla, hakiki ve derin iman sahibi arasındaki fark; hakiki ve derin iman sahibinin ulvi meseleleri vardır; yobazında takur tukur bir sürü klişesi... Hakiki ve derin iman sahibi herhangi bir din kanununu, istiridyenin içindeki inci gibi kullanır, yobaz da istiridye kabuğu gibi...” Bütün mesele istiridyenin içindeki incinin farkında olmakta, elde edilemediğini kavramakta, alçakgönüllü bir yaklaşımla bulmaya talip olabilmekte... Dünkülerin inci karşısındaki duyarlığını aynıyla algılamaya, hatta bir iç tecrübe ile yaşamaya çalışmakta... Aksi halde savaş istiridye kabukları ile yapılmakta; incisi şu veya bu yöntemle dıştan fark edilemeyecek bir ustalıkla çıkarılmış, incisiz istiridye kabuklarının çarpışmasından ortaya inci değil, kırılmış kabuklar, toprak, çakıl ve hatta bazen çirkef dökülmektedir. Burada yanlış temellendirilen bir noktanın daha olduğu kanaatindeyiz. Kültür bir yaşama biçimidir; inançlarımızın, davranışlarımıza sinmesi, farkında olarak veya olmayarak eylemlerimizi, duyarlığımızı biçimlendirmesidir. Dolayısıyla herhangi bir kültür ve medeniyete ait bir kavram, ancak o kültür ve medeniyetin bütün müesseseleri ile egemen olduğu bir toplum içinde algılanabilir. Yoksa değişik bir kültür içinde yapıpeden, eyleyen bir insanın başka kültüre -ki bu aşk derecesinde özlemini duyduğu bir kültür de olsa- ait bir kavramı, bir yaşam tavrını aslına uygun bir biçimde algılaması, onun esprisine, inceliğine vakıf olması mümkün değildir. Kanaatimizce; liberal-kapitalist değer yargılarının bütün müesseselerine sindiği, onlara şekil verdiği bir toplum içindeki insanın yaşama biçimi olarak, 96 totaliter-kollektivist değer yargılarının, kavramlarını aslına sadık bir biçimde algılaması mümkün değildir. Aynı şekilde bu örneğin tersi de doğrudur. Ama ne var ki böyle bir yaklaşım sonunda çözülmesi zor, çok önemli bir güçlükle karşı karşıya geleceğimizin farkındayız. Kavramların; düşünme ile doldurularak bir iç kazandırılıp, özgün bir kültür evreninin oluştuğunu söylerken; bunun yanında aynı zamanda bir kavramın gerçek anlamının o kültür iletişiminin doğması ile topluma nakşedilmesi ile ortaya çıkacak olan bir pratik içinde algılanabileceğini iddia ediyoruz. İster istemez, burada şöyle bir soru ile karşı karşıya geliyoruz; o halde kavramlar mı önce, yoksa kavramlardan meydana gelen kültürün iletimini kurmak mı önce? Herhalde önce yeni kavramlar oluşmaya başlarken, hemen onlarla birlikte eş zamanlı olarak kültür; ilmek ilmek, düğüm düğüm, örülmeye başlıyor. Artık bu üretici adım bir kere atıldıktan sonra kültür kavramlara yeni anlamlar kazandırırken, kavramlar da kültürü zenginleştiriyor. Her şeyin hesabının verilmeye başladığı anda da kültür bütün zaman ve mekâna talip oluyor. Sanattan, iktisada, oradan da devlete kadar... İslâm; ilk defa “Rabb” kavramına yeni bir muhteva, yeni bir yorum, yeni bir anlayış getirerek özgün kültürünü tel tel örmeye başladı. İşte ilk nazil olan beş âyet: “Oku...Her şeyi yaradan rabbinin adıyla oku!... O insanı uyuşmuş ve pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku ki çok kerim olan Rabbin kalemle ta’lim etti. İnsana bilmediğini öğretti.”67 Rabb, kelime olarak şüphesiz Cahiliye döneminde de vardı. Ama ne var ki bu âyetlerle yepyeni bir mânâ kazanıyor, içi yepye67)Alak Suresi 1-5. 97 ni cevherlerle doluyordu. Nitekim Elmalılı bu âyetteki Rab kavramını, “O her kerimden daha kerim olan, keremine, kerametine nihayet olmayan, ıvazsız, garazsız, korkusuz, endişesiz, lütf-u hilm ile sebepli veya sebepsiz mutad veya gayri mutad kerem ü inayeti ile in’amü ihsan eden kerametler, mucizeler bahş eyleyen ve hakikatte kerim yalnız kendisinden ibaret bulunan o yaratan ve sana ismi ile başlayarak okumayı emreden Rabbindir” şeklinde yorumluyor. O dönem Cahiliye Arabının dinî telakkileri düşünülürse; onun dinin temeli ve hassas noktası olan Müşrikliğine karşı Vahdaniyet esası getiriliyor. Doğrudan doğruya kurulu düzenin, bütün değerlerinin kendisinden kaynaklandığı Tanrı telakkisine karşı bir savaşla başlıyor İslâmiyet. Ama bu öyle bir savaş ki karşısındakinin yanlışını söyleme yerine, kendi doğrusunu ortaya koyarak yola çıkıyor. Hemen arkasından yaratılış evrelerinin açıklanışı... Ve tekrar yine Rabb’ın sıfatları sıralanıyor. Bir süre vahiy kesiliyor; fetret-i vahy... Arkasından ikinci vahiy: “Ey örtülere bürünen aziz Peygamber. Kalk da sana iman etmeyenleri inzar et! Rabbinin azametinden bahset, elbiseni temiz tut. Ve o pislikleri artık def’ eyle!”68 Artık tebliğ emri... Yine Elmalılıyı takip ediyoruz: “O bürünmek, uyumak, rahat etmek zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikati izhar etmek, zahmetler çekmek, meşakkatlere katlanmak, halkı irşat, etrafı tathir için teklifler, ağır yükler yüklenerek azim ile kalkıp hareket etmek zamanı geldi.” Bir süre sonra maddeten ve fiilen güldür güldür yıkılacak olan Cahiliye putları gerçekte o gün yıkılmıştı. Cahiliye gerçekte o gün mağlup olmuştu. Artık yavaş yavaş ilahî nizam örgüleştirilmekte ve dokunmakta... Artık gönüllerde, kafalarda pırıl pırıl yeni değerler parıldamakta ki, bu değerler zaman süreci içinde 68)Müddesir Suresi 1-5 98 insanların en basit eylemlerine kadar sinmekte, onları kıvamlandırmakta, onlara biçim ve yön vermekte... Artık yiv yiv burgu burgu gönüllere “vakar, hüzün, fikir ve güzellik timsali” son Resulle onun vasıflarını öğrettiği “Rabb” kavramı işlenmekte... Necip Fazıl Bey’in ifadesi ile “bir zamanlar içinden geldiği büyük tenkit ve tenzih nefesinden kalma; “Allah” kelimesini unutmamışken, ona ortak ve yol verici diye yüzlerce put türetmiş” olan Cahiliye toplumu; içindeki ruh asilleri, kalbi mühürlenmemişleri bu kelimeyi aslî mânâsıyla kavramaya başlamışlardır artık. Nur kervanına katılan katılana... İşte Hatice’tü’l Kübra, İşte Hz. Ebubekir... Rabb’la başlayarak artık her kavram yeni bir iç kazanıyor, yeni bir mânâ ile doluyor. Artık hiç bir kelime Cahiliye dönemindeki anlamıyla kavranmıyor, algılanmıyor. İnsan, tabiat, iyi, kötü, güzel, çirkin... Öyle bir akıl geliyor ki “akıllar deliriyor”, böylece yeni kavramlarla oluşturulan düşünme iklimi ve onun yepyeni verimleri inanılan düşüncelerin topluma nakşı olan aksiyon emri: Ve emir: Bayrağı çek! Putlar tepelenecek! Küfür debelenecek! Sancaklar şahit olun! Ve arkasından dalga dalga ilahî teklifi kabul eden, Müslüman olan insanlar; kurulan Medine, medeniyet ve ilahî nizam... Ne zamânâ kadar? Kavramlar sürekli bir biçimde özden tüten mânâlarla diri tutulup, bunlarla düşünülüp kendi asli kuralları içinde yeni zaman ve mekânda ortaya çıkan meseleleri çözebilme hayatiyeti muhafaza edene kadar... Şimdiye kadar bütün bu söylediklerimizden sonra; göz ardı edemeyeceğimiz bir temel soru ile karşı karşıya geliyoruz. Evet, şu olmuş bu olmuş ama bugün yapılacak olan nedir? Nasıl bir yöntem uygulanması gerekiyor? Bu kadar yıllık birikim, toz, duman ve sis arasında insanın yolunu bulması oldukça zor. Bu ba99 kımdan ancak bazı çözüm denemeleri ortaya konulup, tartışarak bazı yerlere varılmaya çalışmak en doğrusu olsa gerek... Kanaatimize göre, şu içinde bulunduğumuz durumda bir Müslüman mütefekkirin alacağı en doğru tavır şüphe ile işe başlamak olsa gerek. Yalnız bu hususta bizim söylemek istediğimiz gnosoolojik mânâda bir şüphe değil, metodolojik anlamda bir şüphedir. Şüphe yalnızca bir yerlere varmak için kullanacağımız bir yol olmalı. Bir kere en az iki, belki de yedi asırlık (İmam-ı Gazali’den bu yana) kavramların muhtevalarından, dolayısıyla bunlar vasıtasıyla ortaya konulan düşünme verimlerinden şüphe edeceğiz.69 Düşünmek için muhtaç olduğumuz ilk aletlerden başka her şeyi unutmaya çalışacağız. Yeni bir sentez meydana getirmenin bütün güçlüklerini, tuzaklarını, tehlikelerini müdrik olarak; kendimizi bu sentezin “ilkel” (ilk değil) işçileri kabul edip; azim, sebat, tevekkül en önemlisi de sabırla yola çıkacağız, köprü olmaya razı olacağız. Kavramların içini boşaltıp onları İslâmî öz suyu ile doldurabilmek, Asr-ı Saadet’i; bütün kültürlerden, özellikle çağdaş kültürlerden, hali hazır yaşam biçiminden soyutlayarak anlamaya, kavramaya çalışacağız. Başka bir deyişle; asırlardır içinde bulunduğumuz şartları parantez içine almaya bütün güçlüğüne rağmen savaşacağız. İslâm kültür ve medeniyetinin bütün kavramlarını; ilk Müslümanların anladığı gibi anlamaya, kavradığı gibi kavramaya çalışacağız. “Allah” kavramını “Son Resul” kavramını “Sıddık-ı Ekber” gibi kavrayabiliyor muyuz? Bütün kavramlarımız hakkında aynı soruyu sorabiliriz. Ashab-ı Kiram’ın Peygamberi anlama ve idrak şuuruna ulaşmak için çırpınacağız… 69)İlgi çekici bir örnek olmak üzere; Russel, İbni Sina’nın felsefesinin onun Müslüman seleflerinden çok Aristo’ya Neo-Platoniklere yakın olduğunu işaret ediyor. 100 Yalnız burada bizim dikkatinizi çekmek istediğimiz nokta: İnsanların anlayışlarının farklılığı değil. Şüphesiz insanlar bir takım kişisel özelliklerle yaratılıyor, insanlar arasında bir takım ferdî farklar var. En azından doğuştan gelen özelliklerinin toplamını ifade için kullandığımız “huy”ları farklı. Ama bunun bizim konumuzla ilgisi yok. Gerçi burada şu da var ki; Müslümanlığın altın çağı, ideal toplum yapısı geçmişte, Asr-ı Saadet’tedir... O çağ bir daha yaşanmaz. Ancak Asr-ı Saadet model olarak alınıp, ona yaklaşılmaya çalışılır. Dolayısıyla o toplumu meydana getiren insan tipi olan Ashab-ı Kiram da model kişiler olarak; gerek kavrayış gerek anlayış, düşünüş, kısaca her bakımdan özel imtiyazlara sahip kişilerdir. Dolayısıyla kavramları onlar gibi algılamak, onlar gibi kavramak mümkün değil. Onların iç tecrübelerini aynısıyla yaşamak imkânsız. Ama ne var ki en azından; onların yaşantılarını aslı ile kavramaya çalışma cehdi içinde; onlardan sonra gelen Müslümanların anlayışlarına kavrayışlarına sahip olmaya, onlarla duygudaşlık temin etmeye çalışmak bir çözüm yolu olabilir. Ashab-ı Kiram’ın Peygamberi anlama ve idrak şuuru derken kastettiğimiz bu cehd bu çabadır… Bunu yapabilmek için de; kavramları tarihsel boyutları ile müşahhas durumlarda yakalamaya çalışacağız. Meseleleri kavramaya çalışırken bütün gücümüzle düşünme aktı vasıtasıyla Asr-ı Saadet’i yaşamayı deneyeceğiz. Âyet, Hadis, İcmâ ve Kıyas ile yolumuzu bulmaya çalışırken; meydana getirilmiş kültürü, eserleri yok saymayacağız. Onlarla hesaplaşacağız, fakat görmemezlikten gelip yok kabul etmeyeceğiz. Şurası açık bir gerçektir ki; sadece tek başına kuru kavram analizleri ile hiç bir yere varılamaz. Asr-ı Saadet kavranamaz ve yeni bir senteze ulaşılamaz. 101 “İman, ihlâs, vecd ve aşk bunlar birer kelime Kelimeyi boğardım verselerdi elime...” Sadece kelimelerle bir yere varılamaz. Hatta kelimelerin gereksiz yere fazla kullanılması zamanla onları yalama ediyor, özsüz, gerçeksiz, anlamsız cesetler haline getiriyor. Gerçekler kelimelerde kayboluyor. Dolayısıyla “O’nun ruh emaneti”, “O’nun bâtını” olan tasavvuf olmadan hiç bir kavram, hiç bir fikir; özellikle de imanla ilgili kavramlar, konular aslına sadık bir biçimde ve özüyle kavranamaz. Muhammedî hakikati batınından soyutlayarak kavramak mümkün müdür? Resûlullah’ın batını; özellikle iman, ibadet ve ahlâkı öze tam uygunluk içinde kavramamıza yardımcı olurken; belki de “muamelât” alanında insanın imkân ve kabiliyetlerini yaratıcı olabilmek için daha geniş bir alan bulabilecektir. Özellikle vurguladığımız ve ısrarla üzerinde durduğumuz her şeyden önce kavramların algılanmasının, kavranmasının gerekliliği konusundaki düşüncelerimizin daha iyi anlaşılabilmesi ve yanlış yorumlara set çekilebilmesi için şu somut örneğin hatırlatılması gereğine inanıyoruz: İbrahim Ethem’in yolu bir gün İmam-ı Âzam Hazretlerine uğradı. İmam-ı Âzam’ın etrafındaki talebeleri İbrahim Ethem’e küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmam-ı Âzam bu hali gördü ve sonra İbrahim Ethem’e seslendi: --Buyrun meclisimize şeref verin Efendimiz büyüğümüz! İbrahim Ethem bir selam verip geçti. İbrahim Ethem ayrılınca, İmam-ı Âzam’a etrafındaki talebeleri sordu: 102 --Bu kimse efendilik, büyüklük sıfatına ne bakımdan layıktır? Sizin gibi bir zat ona nasıl Efendimiz der? İmam-ı Âzam sözün varabileceği en üst cevabı verir: --Şunun için ki, o ara vermeden Allah’la, Allah Celle Celalühu’nun zatıyla meşgul, biz ise dedikodusuyla... Şüphesiz bu cevapta büyük İmam’ın eşsiz tevazuunu sezmemek imkânsız... Böyle bir yaklaşımla şöyle bir yargı verebiliriz. Bu iş “dedikoduyu” da, dinsel biçimde ifade etmeden olmaz, bâtınsız da olmaz... Biz burada evrenin bütün kapsamıyla birlikte salt akılla temellendirilemeyeceği inancından hareket ediyoruz. Üç buutlu zaman içinde yaşayan, sürekli olarak yakalama düşüncesinin şuuru içinde yapıp eden, her zaman tüketici bir biçimde cevaplayamadığı somut situasyonlarla karşı karşıya kalmak kaderine mahkûm olmuş insanın her meselesinin akılla, ilimle çözümlenebileceğini ileri sürmesinin yirminci asrın ikinci yarısında pek ciddiye alınır yanı olmadığına inanıyoruz. Bunun içindir ki rasyonel kavram analizleri ancak sınırlı alanlarda gerekli ve yeterli olduğu kanaatindeyiz. Burada enine boyuna bu konuya girmiyor isek de akıl ve bilim v.b. gibi kavramlara sınırlamalar getirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Aksi halde din, akıl v.b. kavramlar problemi ortaksız bir biçimde çözen sihirbaz sapanı haline getiriliyor. Arkasından da korkunç bir bağnazlıkla ilim yobazlığı geliyor. Bu bakımdan şu açıklamaları gerekli görüyoruz: İmam-ı Gazali, İhya’da “kulum nafile ibadetle, ben onu sevinceye kadar bana yaklaşır ve hatta sevgime mazhar olur. Ben de onunla görür, kulumu sevdiğim zaman onun gözü olurum” kutsi hadisini naklettikten sonra, şöyle devam eder: “Tefsir kitaplarının anlayamadıkları, büyük müfessirlerin bilmedikleri Kur’an’ın ince mânâları var ki, onlar zikir ve fikir ile uğraşan kalplere doğar.” 103 Yalnız ne var ki bu sözlerden ince mânâlar çilesiz bir biçimde elde edebilecek anlamı çıkarılmamalıdır. Nitekim İmam-ı Gazali, İhya’da “ilimlerin zahir mânâlarını anlamadan ince ve gizli mânâlar ile meşgul olunmaması gerektiğini” özellikle vurguluyor. Demek ki çilesi çekilerek, çalışılarak, önce ilimlerin açık mânâları öğrenilecek, daha sonra da yukarıda işaret edildiği biçimde incelikler yakalanmaya, kavranmaya, algılanmaya çalışılacak. Kaldı ki burada yöntem olarak ikinci binin yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretlerinin şu sözlerini de kabul etmek zorundayız: “Kitaptan ve sünnetten bizim ve sizin anladıklarımızın hiç kıymeti yoktur. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat âlimlerinin anladıklarına uymak lâzımdır.” İmam-ı Rabbani akla eleştirisel bir yaklaşımla eğilerek, onun birçok dünya işlerinde bile şaşırıp yanıldığını söyledikten sonra ezeli ve ebedi gerçekleri tek başına bulamayacağından bahisle şöyle devam ediyor: “İnsan aklı noksan olduğu için o büyüklerin davet ruhu ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramaz. Anlayışımız tam olmadığı için bu büyüklerin izinden gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet, akıl doğruyu eğriden ayırmaya yarayan bir alettir. Fakat tam olmayan bir alettir. O büyüklerin daveti ile haber vermeleri ile tamam olacaktır” ve yine İmam-ı Rabbani Hazretlerine göre; insan aklı Peygamberler ve büyükler vasıtasıyla sürmelenir, cilalanır ve onların nurlarıyla aydınlanırsa hakikati bulabilir. Demek ki evrenimizi, kavramlarımızı imanla kurmaya çalışırken; insan imkân ve kabiliyetlerini de kendi yetkili oldukları sınırlar içinde kullanacağız. Zaten iman da bir insan imkân ve kabiliyeti değil midir? Çünkü sadece insan inanabilir… Bu açıklamaya çalıştığımız espri içinde imanla çıktığımız yolda aklın, deneyin v.b. bilgi aktlarının sınırlarını çizerek, imkân ve kabiliyetlerini belirleyerek; aslına sadık bir biçimde temel 104 kavramları algılamaya başladıkça; öze dayalı, asliyeti muhafaza edecek kendi ana kuralları içinde yeni zaman ve mekâna göre; yeni yorumlarla yeni bir kavramlar evreni oluşturulacaktır. Artık ana kavramların muhtevaları konusunda esasta anlaşılmış, uzlaşılmış bir düşünme ortamında sağırlar monologu sona erecek; “ümmetimin ihtilafı rahmettir” Hadis-i Şerifinin hikmeti tecelli edecek, “rahmet rüzgârı eteğe” çepeçevre sarılacağız. Diyalektik, üretici, sentez oluşturucu yeni bir tartışma ortamı doğacak. Öze bağlı yeni fikirleri yeşertici bol bol rahmet yağacaktır. İleri sürdüğümüz düşüncelerin yanlış anlaşılmasını önlemek için, bir noktanın daha açıklanması gerektiğine inanıyoruz. Bizim söylemeye çalıştıklarımızla; Leibniz’in rüyasını, hülyasını karıştırmamak lâzımdır. Leibniz’e göre matematikte kesin (exaet) bilgiler elde edebilmesinin sebebi; kavramlarının çok anlamlılıktan arınmış, herkes tarafından açık ve seçik olarak kavranabilen, herkesin üzerinde ittifak ettiği bir anlayışı dile getirmesindedir. Bu bakımdan da bir hesap yanlışını derhal bulabiliyoruz. Leibniz’e göre herkesin üzerinde ittifak ettiği, matematik dili gibi, bir felsefe dili meydana getirilebilirse, bir hesap yanlışını bulduğumuz gibi, düşünce yanlışını da aynı şekilde bulabiliriz. Şu halde bütün mesele çok anlamlılıktan, kaypaklıktan uzak bir felsefe dili meydana getirebilmektedir. Formel olarak doğru gibi gözükmesine rağmen, yanlış bir analojiden hareket eden böyle bir fikir ne Leibniz’e kadar gerçekleşebildi, ne de Leibniz’den bugüne kadar gerçekleşti. Bundan sonra da gerçekleşeceği yok. Çünkü bu probleme insanlık bazında yaklaşınca, her insanın bize bilgiyi veren unsurlar konusunda aynı tercihi yapması ve kavramlara buna göre bir yorum getirmesini beklemeye hakkımız yok. Nitekim Batı dünyası düşünce çerçevesi içinde biri birine taban tabana zıt ekollerin doğması ve fikir renkliliği bunu açıkça göstermektedir. 105 Fakat vahiyle kurulan bir iman mihrakı etrafında kenetlenmiş ve aynı zamanda bu imanın bir nebze de olsa ahlâkını yaşayan kişilerin kavramlar üzerinde, hiç değilse özde anlaşabileceklerini düşünmek bir rüya ve hülya değildir. Fakat temel konularda özellikle de kavramlarda özde anlaştıktan sonra; düşünme, kişisel özellik ve toplumsal yapı aralıkları ile yine öze sımsıkı bağlı şu veya bu yönde gelişebilir ki; bu da fikir hayatının doğurganlığının, üreticiliğinin ve diyalektik düşünmenin temel şartıdır. İşte bu noktadan sonra öze bağlı her türlü nefsaniyetten arınmış, insanın “tuğyan” özelliği dışındaki ihtilaflar rahmete vesile olarak, düşünce hayatı sürekli dinamik, dipdiri yeni zaman ve mekâna hâkim fikirler üretmeye devam edecektir. Artık bu aşamada adım adım kavramlardan müesseselere ulaşırken, toplum bütün kurumları ile teoride yavaş yavaş kurulmaya başlayacaktır. Hak, adalet, zulüm, özgürlük gibi kavramlar öze göre anlaşılmaya çalışıp, tespit edilirken kurum olarak hukuk şekillenecektir. Artık hesabını veremediğimiz hiç bir kavram kullanmazken, her kavramın hesabını verme savaşına gireceğiz. Asırlardır ve halen sık sık kullanılan “işçinin alın teri kurumadan hakkını veriniz” Hadis-i Şerifinin hikmetine vakıf olamadık; hiç kimse çıkıp “işçinin hakkı” üzerinde düşünmedi. İşçinin hakkı nedir? Bu kavramı araştırırken hemen “ücret nasıl teşekkül ediyor”? Sorusu ortaya çıkacak. Bir adım daha atınca mülkiyet nedir? Sorusunu sorup; cevap bulmaya çalışırken; İslâm’ın mülkiyet anlayışının kapitalist ve kollektivist sistemlerden ne kadar farklı nev-i şahsına münhasır bir yapıya sahip olduğunu göreceğiz. Buradan da “mülkiyet ve sermayede tedbircilik ve tahditçiliğin” ne demek olduğunu araştıracağız. Faiz, sermaye birikimi v.b. kavramlardan iktisat kurumu ortaya çıkacaktır. Bu durumu statik bir biçimde düşünmemek gerekir. Çünkü bu olup bitmiş bir şey olmayıp bir oluşumdur. Kurumlardan biri teoride biçimlenmeye başladığında o, bir diğerinin oluşmasını 106 etkileyecek, o da ötekini etkileyerek böylece genel bir evren tablosu ortaya çıkacaktır. Ortaya çıkan bu evren tablosu ile tutarlı bir biçimde yaşama tasavvuru ortaya koyan Müslüman; bunun ancak öyle bir düzen içinde mümkün olabileceğine inanmasına rağmen, bütün benliği ile olabildiğince ilahî ölçüleri nefsinde gerçekleştirmeye çalışacaktır. Her zaman o nizamın kara sevdalısı olarak Mecnun gibi onun özlemi ile içten içe kaynayacak, hareketini muhafaza edecektir. 28.08.l986. 107 EK DİN- MİLLET - ŞERİAT Bütün madde münasebetlerini aşan ve hâdiseleri madde üstü ulvî ve ilâhî sebebe bağlayan bir inanış manzumesinin ismi dindir. Dinler içinde de hak ve bâtıl olanları vardır. Bir madde parçasından ibaret olan bir puta tapan da, bu ilâhî kudreti kabul etmiş, fakat onu aslî sahibine bağlamamak yüzünden küfre düşmüş olur. Onunki de dindir, fakat bâtıldır. Hak dinler, peygamberleri vasıtasıyla Allah’ın kullarına bildirdikleridir. Hak dinler de, İslamiyet’e gelinceye kadar, birbirini takip ederek ve her biri daha ilerisindeki peygamber vasıtasıyla hükümden kaldırılarak, belli başlı zamanlar ve hatta mekânlarla kayıtlandırılmıştır. Allah’ın, “Sevgilim!” diye hitap ettiği Son Peygamber eliyle gelen İslamiyet ise, maziye doğru ezelî olduğu kadar, istikbale doğru da ebedî olarak, topyekûn bütün zaman ve mekânı kucaklamıştır. İslâmiyet, kendisine gelinceye kadar bütün hak dinlerin toplayıcısı ve tamamlayıcısı olan nihaî Allah müessesesidir. Demek ki, din deyince anlayacağımız ve kabul edeceğimiz, yalnız İslamiyet’tir. 108 İşte, İslamî iman manzumesine din denildiği gibi, bu dinin bağlıları kadrosuna da millet adı verilir. Bizde millet mefhumu kavim manasına kullanılıyor. Kelimenin aslı ve öz kaynağı bakımından ne büyük yanlış! Millet, Allah’ın Sevgilisine, getirdiği her şeye inananların topluluk ismidir. Görülüyor ki, millet mefhumunda, evvela kalb ve fikir yolu ile bir imana bağlı olanlar, sonra da, tek ve müstakil olarak Peygamberler Peygamberinin getirdiği iman halkasına girenler murat edilmiştir. Zaten “El küfrü milletün vahidetün-Küfür, her şekliyle tek bir millettir” tarzındaki düstur, yine aynı millet mefhumunun aksi dâvasını göstermiyor mu? Fakat biz, bağlarını gevşettiğimiz kaynakların bu kadar zengin bir mefhumunu ele alıp, ona başka bir mâna çehresi vermekte, onun aslî delâletini zamanla aşındırmakta pek maharetliyiz doğrusu! Dürüst bir insan, inansa da inanmasa da, mefhumları yerli yerinde kullanmak borcundadır. Bu da gösteriyor ki, İslam’a bağlı olmayanlar bile, onun zengin mefhumlarını, kendi aykırı manalarında kullanmadan edemiyorlar. Öyleyse bir Türk, bir Arap, bir Fars, bir Hint milleti yok, tek ve yekpare bir İslâm milleti vardır. Bunlardan her biri de şu veya bu kavmin fertleridir. Neticede din, Peygamberler Peygamberinin getirdiği topyekûn iman manzumesi; millet de bu iman manzumesine bağlananların kadrosu oluyor. Şeriat, işte bu iman manzumesinin itikat ve amel mevzuunda emir ve yasaklarına ait kanun çerçevesidir. Din, İslâm isimli iman sarayıdır. Millet sarayın içinde oturanlardır. Şeriat ise o sarayın mimarisidir. Necip Fazıl KISAKÜREK (Büyük Doğu-28 Ekim 1949Sayı-3) 109 MÜSLÜMANCA DÜŞÜNME ÜZERİNE BİR USUL DENEMESİ* Giriş Hayâ imandandır. Hadis-i Şerif İslâm’da din denilince akla “yol” gelir. Allah’ın yolu, Allah’ın ipi.. O Risalet’in müşahhaslaşmasıdır, Medine’dir... Allah’ın Peygamber ve Kur’an ile zamânâ ve mekâna, yani hayata egemen olmasıdır. Sırf bir vicdan meselesi olmadığı gibi, bir kutsal meselesi de değildir. Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselam ve Müslümanların Mekke’den Medine’ye yolculuğu, hicreti, “yolda oluşları” anlaşılmadan Medine anlaşılamaz. Öyleyse İslâm’da din Batıda kullanıldığı biçimiyle bir “religion”dan ibaret değildir ve bu kavramla izah edilemediği gibi tanımlanamaz ve sınırlanamaz.. Tıpkı aklın “ratio”, ilmin de “science” olmadığı gibi.. Bilhassa Rönesans sonrası Batılı için “din” kiliseden ibarettir. “Religion”dur. Çünkü hayat yani zaman ve mekân uzlaşımsal olarak erkler arasında paylaşılmıştır. Sadece kutsal değil, din, (Bu bölüm 2010 yılındaki Söğüt Sohbetlerinin Bant çözümüdür…) 110 Tanrı, peygamber, din adamı, kilise indirgemeci bir anlayışla tanımlanmıştır. Dolayısıyla liberal kapitalist sistemdeki anlayışa göre din; sakrementlerden (kutsallar) meydana gelmiş bir inançlar manzumesidir. Oysa İslâm’a göre; Allah sadece bir din göndermiştir o da İslâm. İslâm Allah’ın yegâne dinidir. Bütün peygamberlerin yoludur. O ferdi, mistik, vicdani, içsel bir inanç manzumesi değil, hayatın tamamını kuşatan ve belirleyen ölçü ve nizamdır. Dolayısıyla İslam noktayı nazarından en temelde Allah telakkisi farklıdır. Bir tarafta transandantal bir varlık inancı söz konusu iken, öbür tarafta aşkın bir varlık inancı vardır. İslam’da isim ve sıfatlarla müsemma, zamanı ve mekanı belirleyen Allah telakkisi.. Öbür tarafta nefsin, hevâ ve hevesin belirlediği bir “Tanrı” tasavvuru… Hz. Ebubekir ile Ebu Cehil arasındaki fark.. Afrika’da bir kabile, bilmem neredeki bir kaynağı kutsal addediyor. Eski Türkler; Gök Tanrı diyor, tengri diyor. Her toplumda bir kutsal telakkisi olduğu gibi bir “Tanrı” telakkisi de var.. Hâlbuki İslâm’daki Allah Celle Celalühu tasavvuru farklıdır. Her şeye hâkim olan ve 99 ismiyle muttasıf (ki bazıları 143’e çıkarıyor-Beyhaki) Allah inancı farklı, Kitap inancı ve Peygamber telakkisi farklı. Bu dünya öteki dünya farklı... Tabiata bakış farklı. Yani, modern Batı mantalitesinde tabiatın amaçlılığı yok. Hâlbuki İslâm’da her zerrenin bir amacı var. Tabiatın bir amacı var ve Allah’ı zikrediyor. Zaman mekan telakkisi farklı.. Meselâ; öğleden önceki zamanla öğleden sonraki zaman İslâm açısından ayrı. Oysa liberal bir anlayış için farkı yoktur. Tıpkı zaman gibi mekan telakkisi de farklı.. (Mescid-i Nebevi’de kılınan namazla diğer yerlerde kılınan namaz farklı) İnsan anlayışı çok farklı. Mümin kâfir arasında temel bir fark var… İslâm bir ÖTEKİ inşâ ediyor… Kuşkusuz İslâm’da ÖTEKİ olan kâfirin de bir hukuku var… Canı, malı İslâm devletinin teminatı altındadır… Zulümden masundur… Ama bir Müslüman’a göre ÖTEKİ’dir… Bir Müslüman muhatabını Batılı masallarda, insan hakları fantezile111 rinde olduğu gibi dininden soyutlayarak değerlendiremez… Ve bilir ki, bunların hepsi Batı’nın dilek ve temennilerinden ibarettir. Öyleyse kavramların ses olarak kullanımındaki aynilik değil, mahiyeti, muhtevası önemlidir. Bir Müslüman ile bir Hıristiyan’ın veya Yahudi ya da Budist’in “Allah” demesi bir ortak payda olarak telakki edilmemelidir. Bu sadece fiziksel ayniyeti gösterir. Müşrikte “Allah” diyor ama Mü’mine zıttır. Nitekim Al-i İmran suresinde (64. âyet) Allah Ehl-i Kitabı aramızdaki ortak söze yani “Allah’a” çağırırken, onların nasıl bir Allah telakkisi ve tasavvuru olduğunu da bize öğretir. {De ki: “Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah’ın yanında rab edinmesin.” Eğer bu dâveti reddederlerse: “Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahid olun” deyin.}70 Hâlbuki bugün bu âyetten yola çıkarak Ehl-i Kitapla aramızda “Allah” kavramı ortaktır, imanın diğer esasları olmasa da onlar kurtuluştadır diyen oportünist gafiller var... İşte bizim tam üstünde durduğumuz, vurguladığımız durum da budur… Anlamın boşaltılması, kavramın içinin başka dinamiklerle doldurulması… Bir anlam bombası olan bir kavramın fünye ile patlatılarak, tehlikesiz hale getirilmesi…Onu Peygamberimizin ve Ashab-ı Kiram’ın anlayışından soyutlayarak “yeni bir anlam” verme gayreti!.. Kuşkusuz bu insanlar istediklerini kendi cennetlerine(!) koyabilirler, ama Allahü Zülcelâl Hazretleri’nin cennetinde Müslüman olmayanlara yer yoktur!.. Günümüz insanının kavramsal hassasiyeti olmadığı muhakkaktır. Çünkü bu konudaki hassasiyetin temel ölçüsü tefekkürdür. Bunun gibi, sürekli şekilde kavramlarla oynayan, içini boşaltan insanlar için aradan on dakika geçtikten sonra anlam 70) Al-i İmran Suresi: 3 / 64 112 kayboluyor. Derinliği olmayan insanlar zaten kavramlara belirli anlamlar verirler ve bu sürekli değişkenlik arz eder. Üç ay sonra gelir ve sana soru sorar ve sen de cevabını verirsin; ama eğer çekin karşılığı fazla ise, o anda verdiği cevap çekin karşılığı ile orantılı olarak değişir. Ya da yarım saat önce sende farklı çağrışım oluşturan bir cümle aradan yarım saat geçince başka çağrışımlara yol açabilir. Meselâ bir cümle söylüyorsun, söylediğin andaki çağrışım ayrı, sende doğan çağrışım ayrı, yarım saat geçtikten sonra çağrışımlar değişiyor. Bugün bizim halledemediğimiz temel mesele budur... Bu da şundan dolayı oluyor: Hiçbir konuda derinliğine bir vukufiyet sahibi değiliz. Her alanda kırık dökük bilgilere sahip ama hiçbir alanda derinliğine bilgiye sahip değiliz. Meselâ psikolojiyi ele alalım.. Freud’u duyan veya az çok bilen birisine bir şey sorarsınız bildiğini sandığı kırık dökük bilgilerle bir takım cevaplar verir, iki gün sonra sorsam da aynı cevabı verir. Asla bilmiyorum demez. Soru psikoloji ile ilgiliyse o anda Freud’dan bir çağrışım yapıyor, ama bir bakıyorsun trans-aksiyonel analizde, bir bakıyorsun Gestalt’tan dem vurmaya başlıyor. Oysa vukufiyet olmadan bir kavramla ilgili konuşabilmek, bir ıstılahla ilgili bir şeyler söyleyebilmek imkânsızdır. Bizim hareket noktamız şudur: İslâm’ı bütünüyle anlamaya çalışmak. Murad-ı ilahiyi kavrayabilmek… Zaten İslâm denilince de; itikat, amel, muamelâtı kastediyorum. Mü’min her şeyi bu yapıyı bir bütün olarak telakki edebildiği anlamda idrak edebilecektir. Bu yapının yalnızca bir tarafını esas alıp diğer taraflarını yok saydığı zaman ise problem başlayacaktır. Onun için; eğer gündelik hayattaki problemlerden hareket edersek; ben hisse senedi aldım ne olacak, kredi kartı kullanıyorum ne olacak, taksitle ev aldım ne olacak? Gibi sorular sorarak çözümler aramaya kalkarsak atacağımız adımlar İslâmî olmayacaktır. Çünkü bu şekildeki bir düşünme tarzı hakikati, bütünü, tevhidi parçalamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bir anlamda bu, ağacı görüp ormanı 113 kaybetmektir. Ağacı ormandan bağımsız ve farklı telakki etmek en baştan yanlış yapmak ve dolayısıyla kaybetmektir. Hâlbuki ormanı görmemiz lâzım. Ormanı kendi bütünlüğü içinde bilmeden ve anlamadan ağacı ve ağaçla ilgili hususları bilmemiz ve anlamamız mümkün değildir. Bu açıdan biz kuantum yönteminin yanlış bir yaklaşım olduğu iddiasındayız… Yani konuları parçacıklarına ayırarak düşünmek… İlle de Psikoloji terminolojisine ait bir kavramla nitelemek gerekirse bütüncül kavramanın doğru olduğuna inanıyoruz… Arkasından analitik, tahlilî düşünme… Biz karşılaştığımız bir insanın gözünü, kaşını, burnunu, ağzını v.d. organlarını tek tek algılayıp sonra mı birleştiririz? Yoksa bütüncül olarak mı algılarız? Yıllar yılı arkadaşımız olan bir kişinin burnundaki beninin farkına varmayabiliriz… Bir örnek vaka olarak BORÇ’u alalım... Olabildiğince kısa usûlümüzü tatbike çalışalım. Kredi kartı, taksitle araba alma, taksitle ev alma, taksitle tatile gitme, ödünç isteme, selem satış… İşte bütün bunları tek tek İslâmî bakımdan irdelemek yanlış bir yaklaşım… Bunların hepsinin ortak özelliği BORÇ’la bir nesne alma… Önce hayata ve devlete egemen olmuş bir İslâmî devlet… İnsanların adım atışından, yemek yemesinden, ticaretine, hukukuna kadar İslâm’ın hâkim olduğu bir nizam… Bir Müslüman bu rüya ile bu hülya ile bu özlemle, bu hasretle yanar, yakılır ve yaşar… Hiçbir zaman unutmaz ki bu kâinat bir “kün” emriyle var oldu. O zaman her an her şey olabilir… Bu durumda araştırılacak BORÇ’un İslâm muvacehesindeki yeri… ÖDÜNÇ, KARZ– ı HASEN bunlar daha sonraki meseleler… Acizâne Müslümanca Düşünme’ye bir örnek vermek istiyoruz... Çünkü bunlar borç ihtiyacından sonraki meseleler… Ödünç isteyen önce borcun İslâm müvacehesindeki yerini anlasın, içselleştirsin, ondan sonra borç istesin… İstenen de, isteyen bir Müslüman için borç istemenin ne kadar zor olduğu şuurunun idraki içinde muamele etsin… Borç ve borç sonrası… 114 Usûlümüzün birinci adımı; aşırı genelleme hatasına düşmeden genelleme yapmak… İkinci adımı meselenin hükmünü sadece helâl-haram iklimine sıkıştırmamak… Çünkü ikisi arasında mendûb, müstehab, tenzihen mekruh, tahrimen mekruh, mubah gibi ara basamaklar var… Şimdi konu ile ilgili bazı hadis-i şerifleri veriyorum… *”Nefsimi elinde tutan Zât’a kasem olsun, bir adam Allah yolunda öldürülse, sonra ihya edilse, tekrar öldürülse, sonra ihya edilse, tekrar öldürülse, üzerindeki borcu ödenmedikçe cennete giremez.” *”Borçlu ölen kimse kabirde bağlıdır, onu kurtaracak tek şey borcunun ödenmesidir.” *”Borcun sebep olduğu keder kadar ciddi bir keder, göz ağrısı kadar dayanılmaz bir ağrı yoktur.” *Allah’ın yeryüzündeki zillet lâlesidir, Allah bir kulu zelil etmek dilerse onu boynuna geçirir.” *”Kişi borçlanınca konuşur, yalan söyler, vâdeder, sözünü tutmaz.” *”Borçtan kaçının zira o, gece keder, gündüz de zillet vesilesidir.” * “Borçlu ölenin borcu, vârislerince ödenmelidir”71 * Şehidin, borcu hâriç bütün günahları affedilir.72 * Enes Radiyallahu anh’dan: Allah Resulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdu: Allah yolunda öldürülmek bütün hataları 71) İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ, Ankara, 1988, sh. 7 / 179 72) A.g.e. sh. 7 / 181 115 örter, ancak borç müstesna. Zira Cibrîl, borç hariç dedi. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem de, borç hariç, dedi73 * Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselam) ‘a üzerinde borç olan bir ölü getirildiği zaman: “Borcunu ödeyecek bir mal bıraktı mı?” diye sorardı. Eğer yeterli mal bıraktığı söylenirse namazını kılardı. Aksi takdirde: ‘’Arkadaşınızın namazını kılın!” derdi.74 “Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır.”75 Âyetiyle Cenab-Hak İslâm’ın ilk devirlerinde bulunan bazı hükümleri ortadan kaldırdı. Bu kaldırılan hükümlerden biri de şu idi: Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem üzerinde borç bulunan ölünün cenaze namazını kıldırmazdı. Allah kendisine fetihler ihsan edince –Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde rivayet edildiği gibi- Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “ Ben müminlere kendi öz nefislerinden daha yakınım. Kim üzerinde borç olduğu halde vefat ederse, o borcu ödemek benim üzerimedir. Kim mal bırakırsa, bu mal mirasçılarına aittir.”76 Biz fetva vermeye yeltenme gibi bir hayâsızlıktan Cenab-ı Hakk’ka sığınırız… Bizim niyetimiz, Sadece tefekkür sadedinde hadlerin sınırları içinde Özgül Düşünme…77 Biz âcizâne bütün bu Hadis-i Şerifleri ve BORÇ’la ilgili âyetlerin tefsirini mütalâa edince şunu tesbit ediyoruz: İslâm’da borç mezmûmdur… Fahr-i Alem Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in cenaze namazındaki tutumu düşünülsün, Ashabı caydırmak için nasıl davranmıştir? Şehitlik, borç ilişkisi düşünülsün!.. Yani para 73) Rûdânî, Cem’ul-Fevâid, çev. Naim Erdoğan, İz yay. Ankara, Tarihsiz, sh. 3 / 196 74) A.g.e. sh. 9 / 389 75) Ahzab Suresi: 33 / 6 76) Vehbe Zuhayli, Tefsirü’l-Münir, çev. Hamdi Aslan v.d. Risale yay. İstanbul, 2007, sh. 11 / 259 77) Bu başlık altındaki bölüme bakınız… 116 peşin, mal peşin… Madumun satışı yok, garar yok… Buradan şu noktaya geliyoruz ki: İslâm nizamı geçmişini yer, tasarruflarını yer; kapitalist sistem ise geleceğini, hatta çocuklarının geleceğini yer… Bizim bu sınırlı açıklamalarımızdan dünya genelinde halen devam eden krizin sebebi anlaşıldı mı? Mortage? Türev piyasalar? v.s Şimdi bir Müslüman âlim olsaydı da, bu şuur içinde yukarıdaki meselelere fetva verseydi… Selem akdi hakkında fetva verseydi… Öyle bir İslâm âlimi düşünün ki, zaten istisnaî akid olan selemi nefsânî bir şekilde genişletsin, sıfır arabaya kadar teşmil ederek, fetva versin… Hiç Hak Teâlâ Hazretleri’nden hayâ etmeden, bey-i bil vefa kılıfı içinde köprü satışına fetva(!) versin! Bütün bu izahlara rağmen bir Müslüman borç almak zorunda kalırsa, onun hükmü de ayrıdır: “Eğer borçlu sıkıntıda ise, kolaylığa çıkıncaya kadar ona mühlet verin. Şayet bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin için daha da hayırlıdır.”78 Bu konuda daha uzun mütalâalar serdedilebilir… Biz bu kadarla yetiniyoruz… Fakat sanıyorum, yukarda saydığımız: Kredi kartı, taksitle araba alma, taksitle ev alma, taksitle tatile gitme, ödünç isteme, selem satış v.b. gibi konularda murad-ı ilâhi tebellür etti sanıyoruz… Burada bir mesele daha var o da “zaruret” kavramın murad-ı ilâhi doğrultusunda anlamaya çalışmaktır… Bunun yanında İslâmî devlet konusunda bir ışık da almış bulunuyoruz. Borçlu ölenin borcunu ödemek devlet reisini terettüb eden bir vazife oluyor. {Bazı ilim adamları şöyle demiştir: İmamın (İslâm devlet başkanının) Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e uyarak fakirlerin borçlarını Beytu’l-Mal’den ödemesi gerekir. Çünkü Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem : “Onu ödemek bana aittir. Diye buyurmakla bu işin vacip olduğunu açıkça ifade etmiş bulunmaktadır.}79 78) Bakara Suresi: 2 / 280 79) İmam ������������������������������������������������������������������������������� Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, Buruc yay. İstanbul, 2002, sh. 14 / 21 117 Şüphesiz ki yukarda arz etmeye çalıştığımız usûl, aynı zamanda soyut zekâ ile de ilgilidir. Soyut zekânın en önemli özelliği; ilkesel düşünmesi, özellemeler ve genellemeler yapabilmesidir. Doğulu kafa ise tersinden, özelleme yapacağı yerde genelleme yapar, genelleme yapacağı yerde özelleme yapar. Veya başka bir deyişle doğulu kafa; iman edeceği yerde akleder, aklı kullanır, aklını kullanacağı yerde imanını “kullanır” “iman eder”. Kavramsal anarşinin, kargaşanın, tefekkürün kilitlenmesinin temelinde; aslı, esası, özü terk-i masiva olan tarikatler yüzyıllardan beri vazifelerini yapabilmiş olsalardı İslâmî tefekkür kilitlenmezdi… İslâmî tefekkür yosun tutmazdı… İslâmî tefekkür kendini tekrar faciasının içine saplanıp kalmazdı. İmam-ı Gazali’ler yine yetişirdi… Bu hususla ilgili olarak “Şerh” geleneğinin de sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bir mütercim tercüme ettiği bir tasavvuf kitabından söz ederken, 80 (yazıyla seksen) şerhinin olduğunu söylüyordu!.. Ey Allahü Zülcelâl Hazretleri’nden haya etmeyip, Fahr-i Kâinât Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den utanmayanlar! Hak Teâlâ Hazretleri’nden inzal buyrulmuş, Kur’an-ı Azimü’ş-şan mıdır bu şerh etiğiniz kitap? İşiniz gücünüz gevezelik… Ortalık rüya tabirlerinden, şifalı bitkiler ve tasavvuf kitablarından geçilmiyor… Halbuki Tasavvuf hal demektir… Tasavvuf terk-i masiva demektir… Siz daha sözde şeyhlerinize ödül vermekle meşgulsünüz! Biz yine de bütün Müslümanlara dua ediyoruz… Allah-u Teâlâ sırat-ı müstakimi göstersin cümlemize… Bir kaşık yoğurda evrenin bütün sularını boşalt ayran diye yutanlara yuttur… Yalnız yukarıdaki örnek o kadar çok ki… Şerh, şerhin şerhi, şerhin şerhinin şerhi… Millet-i aziz idik fakat bizi âdâ rezil etmedi… “Müslüman’ım” diyen ecdad rezil etti… Bakın haberlere yine dünyada bugün kaç Müslüman can verdi.. Şehit oldu… Özellikle Afganistan’da öldürülenlerle NATO üyesi Türkiyeliler iftihar edebilirler… Çünkü onların sayesinde, çünkü onların vergileri ile öldürülüyorlar, o Müslümanlar… Ya gâvurların öldürdükleri, kelime-i şahadet getirerek öldüler ise… 118 Şimdi onların yeri neresi? Sizin yeriniz neresi olacak? Bir Müslüman için, bir Müslüman için, bir Müslüman için! Hiçbir hata, kusur küfürden daha ağır bir suç değildir… Küfür karşısında, hiçbir Müslüman’ı ilzam edemezsiniz… Sizin gibi gâvur istihbaratının avucunun içinde oturan, kınayıcıların kınamasından korkan mahlûklar gâvurun yanında yer alırsınız! Biraz daha müşahhaslaştıracak olursak; Allah Celle Celalühu ve Resulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem emretmiş ki; oruç tutacaksın. Bu iman mevzuudur… Oysa biz daha henüz Oruç’un mânâsını ve hikmetini idrak etmeden başlarız dünyevi ve seküler faydalarını saymaya; on bir ay fabrika çalıştı, bir ay da dinlensin, bakımı yapılsın… Aklı kullanmamamız gereken yerde aklı kullanıyoruz derken kastettiğim budur. Hâlbuki burada yalnızca ve öncelikle iman edeceğiz. Aklın işi imandan sonradır. Fakat ben şunu merak ediyorum: Yeni teknolojilerle ben o fabrikanın bakımını yirmi günde, hatta on günde yapabiliyorsam, orucun günlerini de aynı oranda azaltabilir miyim? Muamelât ile ilgili alandan da örnek verecek olursak; bir hastaya, hastalığı ile ilgili doktor bir ilaç verir. İşte aklı (İmam-ı Rabbani Hazretlerinin deyimiyle dünyevi akıl) burada kullanmamız gerekiyor. Çünkü doktorun verdiği ilaç deneysel çalışma sonucunda elde edilmiştir. Doktor tespit ettiği hastalıkla ilgili onlarca kez verdiği bu ilacın sonuçlarını gözlemlemiş ve aynı hastalıkla karşılaştığında hastasına bu ilacı yazmaktadır. Dolayısıyla hekime inanıp inanmama veya ilaca inanıp inanmama bir “inanç” meselesi değil, bir akıl-akletme meselesidir. Doktora gidip ilacını aldıktan sonra, “bir ot duydum, her derde şifa dersen”, akıl kullanacağın yerde imanı “kullanmış” oluyorsun. Bu bakımdan genellemelere ve özellemelere dikkat etmek lâzım. Mesele beşerî olunca, özellemeler ve genellemeler yapmak da çok zor. Bu fizik ve kimyadaki gibi değildir. Hatta fizik ve kimyada bile genellemeler yapamıyorsunuz. Onun için çok dik119 katli olmak lâzım. Soyut zekâ bizdeki akademisyenlerde maalesef hiç yok. Genelleme yapayım derken, aşırı genelleme yaparlar ve yine hataya düşerler. Özellikle de beşerî hadiselerde.. Hemen hemen hadiselerin çoğu bizim sandığımız gibi değildir. Zaten bir takım hadiseler hususunda sandırılıyoruz veya sanıyoruz. İslâm’ı anlamada ve anlatmada Esas’a dair bir kavrayış söz konusu olmadığı zaman, bazı Fer’i konuları öne çıkarıp İslâm ile uğraştığını ya da “İslâmî” bir şey yaptığını zannedenler var ki bizim en büyük meselemiz bu durumdur. Şöyle bir örnekle anlatmaya çalışayım: Benim dedemin dükkânı Kapalı Çarşı’daydı. İlkokuldayken giderim ve bir süre sonra çitilenmeye başlarım. Sıkılırım… Rahmetli anlar. Okuması yazması yoktu ama pratik pedagogdu onlar. -Taa, çarşının öteki başında, Ahmet emmiyi biliyor musun? -Biliyorum. -Git, o sana bir oyalama kâğıdı versin. Bir koşarım şevkle.. -Ahmet emmi dedem gönderdi, oyalama kâğıdı varmış. Onlar da hep talimli tabi. -Boo oğlum, ben bu gün evden getirmeyi unuttum. … Oradan dönersin, Mehmet emmiye.. Böyle döndürürlerdi. Acaba bize oyalama kağıdı mı veriyorlar?.. Sandırılıyoruz, sanıyoruz dediğim husus budur.. İslâm dünyasının Risalet’in temel belirleyiciliğini kaybettiği dönemlerden beri (Kur’an’a Risâlet’le bakma, Kur’anı Risalet’le anlama ve yorumlama cehdini) yaşadığı hal budur. Antik Yunan bir oyalama kağıdı, Rönesans, Reform, Pozitivizm, Marksizm, Kapitalizm, Demokrasi, Sosyalizm v.s. hepsi birer oyalama kağıdı.. Asıl ise Risalet.. Fakat o unutturuluyor… 120 Benim temellendirmeye çalıştığım görüş tarzı, doğru gibi geliyor. İslâm’ın, gerçek mânâda füruat denilen meseleleriyle, parçacıklarla uğraşmadan yukarıdan başlamak… Nitekim şöyle bir şema arz ediyorum. Tabi bunun sıralaması ne derece doğru, takdim, tehir yapılabilir… Bunlar tartışmaya açıktır ve tartışılmalıdır da… İman Tasavvuru, Allah Celle Celalühu Tasavvuru, Peygamber Tasavvuru, Ashab-ı Kiram Tasavvuru, Kur’an-ı Kerim Tasavvuru, Dünya ve Ahiret Tasavvuru, İnsan Tasavvuru, Murad-ı İlahî Tasavvuru, Zeit Geist, Zamanın Ruhu Dâr Tasavvuru. (İslâm’ın hayata ve devlete egemen olmadığı bir toplumda Müslümanların yükümlülükleri ve vazifeleri nelerdir. Yani mükellefiyetleri ve muafiyetleri) İlk olarak üzerinde durulacak husus iman tasavvuru. Öncelikle iman nedir? Bu anlaşılmadan hiçbir şeyin anlaşılamayacağını düşünüyorum. İkinci olarak Allah Celle Celalühu tasavvuru… (Allah korusun çoğumuz gizli şirk içindeyiz. Peygamberin öğrettiği biçimde bir Allah tasavvuruna sahip değiliz) Meselâ adamın biri yurt dışında, istihbarat örgütlerinin avucu içinde… Odasında gazeteciler birçok kavanozun içinde toprak görmüşler ve - Bu nedir? Diye sormuşlar.. -Türkiye’den gelen topraklar, diye cevap vermiş… 121 Allah cümlemizi şirkten korusun… Hz. Ömer’in Müslüman olmadan önceki halini hatırladım… Müşriklerin kulluk ettikleri taşları yanlarında taşımalarını ve ihtiyaç olunca rableri olan taşlardan ocak yapmalarını… Biz vatanın ne olduğunu anlayamadan, birileri vatana tapınmaya başladılar.. Vatan ne demektir? Ne anlama gelir? İslâm noktayı nazarından neye tekabül eder kimsenin hesaplaştığı yok… Vatan-ı hakiki, vatan-ı sükna, vatan-ı ikamet.. Vatan-ı aslimiz neresi denirse şu an burasıdır… Daha sonra meselâ Trabzon’dan iş bulduk, gittik orda çalışıyoruz, bir ay sonra orası vatan-ı aslimiz olur.. Şer’an böyledir bu mesele. Toprağın kutsallığı yok. Sadece üç yer var; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebevi. O yüzden; ikinci olarak Allah tasavvuru üzerinde duracağız.. Yani İslâm’da, Batıda Renaissance’tan sonra inşâ edilen kutsallar yok…Örnek Le Patri…Uğrunda ölünecek kutsal toprak… Üçüncü olarak Peygamber tasavvuru... Peygamberi kabul ediyoruz da nasıl bir Peygamber kabul ediyoruz. (Bir ara postacı diyenler oldu) Allah ve Resulüne göre; Allah tasavvuru nedir, peygamber tasavvuru nedir. Dördüncü aşamada Ashab-ı Kiram tasavvuru. Ashab-ı Kiram deyince ne anlıyoruz ve dinî anlamada neye tekabül ediyor.. Beşinci olarak Kur’an’ı Azimü’ş-şan. Altıncı olarak ahiret ve dünya tasavvuru. Yedinci olarak insan tasavvuru. Sekizinci olarak Murad-ı İlahî. Dokuzuncu olarak Zeit geist.. Bu kavrama yanlış olarak zamanın ruhu deniyor birileri tarafından.. Benim bu kavramla ilgili muradım ise onunla entelektüel planda hesaplaşmadır. 122 Ve onuncu olarak da diyorum ki; Dar tasavvuru.. İslâm’ın hayata ve devlete egemen olmadığı bir toplumda Müslümanların mükellefiyetleri ve muafiyetleri nelerdir. Yani biraz daha açarsak belki şer’i devlette senin bir takım imtiyazların olacak. Ama buna karşılık senin bir takım mükellefiyetlerin de olacak. Burada Dâr-ul İslâm Dâr-ul harp kavramını kullanmanın da doğru olmayacağını düşünüyorum. Çünkü bunları kullanmanın hesabını vermek lâzım. Dar-ul harp, Dar-ul İslâm kavramları büyüklerimiz tarafından, o günkü şartlara göre kavramsallaştırılmış. Meselâ İmamı Âzam hazretlerinin Dâr-ül harp kavramı farklı, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmamı Şafi hazretlerininki farklı. İmamı Âzam hazretleri buyuruyor ki; ‘Dâr-ul İslâm o dur ki, bir ülke içinde bir tane dahi Müslüman kalmasa, orası Dâr-ül İslâm’dır, Dâr-ül Harp olmaz’. Yani bu tanıma göre İspanya şu anda Dâr-ül İslâm oluyor. İmam-ı Âzam hazretleri Bu çıkarımı neye göre yapıyor? Fetihle izah ediyor... Yani, Müslümanların daha önce fethettikleri bir toprak, Müslümanların eline bir saatliğine bile geçmiş olan bir toprak, ona göre Dâr-ül İslâm’dır. Orayı terk etmiş olsalar, oraya daha sonra meselâ Hıristiyanlar egemen olsa bile, Müslümanlardan bir grup meselâ üç kişi dahi varsa orası artık Dâr-ül İslâm’dır. Dolayısıyla burada İmamı Âzam hazretleri bir pratiğe bakarak bir çıkarımda bulunuyor?.. Bu konuda açık âyet ve hadis yok.. Dolayısıyla bu mesele içtihadîdir. Yalnız, içinde bulunduğumuz şartlarda, bu tartışma çok yıprandı, yani kavramların içi boşaltıldı. Bugünkü toplumlar Şeriat-ı Garra-yı Muhammedi’nin, İslâm’ın, hayata ve devlete egemen olmadığı toplumlardır. Bizler de 60’lı yıllarda devlet diyorduk ve bir kutsallık atfediyorduk. Fakat sonradan fehmettik, fıkh ettik ki, bu kısır bir görüştür. Hatta bugün biraz basit ve komik de geliyor. Onun için Dâr derken klasik anlamda devleti değil, devlete ve hayata egemen olmak diye formülize ettim. 123 Nitekim biz bu süreçte 70’li yıllarda bir iki tecrübe de gördük. Sovyet Rusya ve İran örneği... Sovyet Rusya Marksist insan tipini yaratamadığı için, komünizm devlete egemen olmasına rağmen çöktü. Çünkü Kremlin’deki yemek, Washington’daki gibi yeniyordu.. Pepsi Cola, Mc Donald’s çöküş emareleri olarak Moskova’ya girmişti. Yine benzer biçimde İran’da İslâm adına bir devrim gerçekleşti ama İran Müslüman insan tipini üretemedi. İnsanını modernitenin değerlerinden kurtaramadı. İslâm’ı Risalet penceresinden bir medeniyet tasavvuru olarak telakki edemedi ve reaksiyoner olmanın ötesine geçemedi. Teoride bildiğini düşündüğü şeyi pratiğe aktaramadı. Nitekim şu kanaate vardığım için böyle bir sınıflama yapmaya çalıştım. Birçok hatalar bu yüzden oluyor. Somut bir örnek vereyim size. Said Bey diyor ki; zaman en mükemmel müfessirdir. Eğer Said Bey Allah Celle Celalühu’nun ilim vasfını tam olarak bilseydi, hatta anlasaydı, (belki de ezberlemiştir bilmiyorum) Allah’ın âlim vasfını, alîm latîf, hadi vasfını anlayabilseydi, böyle bir cümle çok saçma olurdu. Aşağıdan yukarıya doğru hesaplaşma olmadığı için, gündelik hayatta birbirimizle tepişiyoruz. Dolayısıyla tarihselliği tartışırken nasıl bir Allah tasavvurun var senin düşünmüyor, cevap veremiyoruz… Allah âlim midir, Allah alîm midir? Ama Allah’ı isim ve sıfatları üzerinden bilemediğimiz ve böyle bir sınıflama yapmadığımız için; zaman değişti, değişmedi tartışmalar ve spekülasyonlar uzayıp gidiyor.. Bu dünya ve ahiret tasavvuru, İslâmi mânâda temellendirilebilse, bugün tartışılan pek çok mesele daha kolay halledilebilir.. (Meselâ sürekli tartışılan ve istismar edilen, taksitle satış, selem akdi, faiz vb. meseleleri, yukarıda bahsettik) Diğer taraftan Müslümanların bütün meseleleri, iman-küfür, günah-sevap ikilemi içine sokmasının da yanlış veya yetersiz olduğu kanaatindeyim. İman ve küfrün yanında bir de nifak var.. 124 Günah ve sevabın yanında bir de mendub var. Meselâ mendub; Allah Resulü kesin olarak emretmemiş, yapmazsan sorumlu değilsin, ama yaparsan sevap kazanıyorsun. Bunu yok sayamayız. Öteki tarafta mekruh var, tenzihen mekruh var tahrimen mekruh var. Diğer tarafta mübah var. Dolayısıyla mesele sadece günah sevap meselesi değildir. Hüsnüniyet sahibi olduğunuzda, mesele kolayca ortaya çıkar gibime geliyor. Şöyle bir temsille maruzatımızı daha net arz edebileceğimizi sanıyoruz: İç içe mermerden yapılmış daire şeklinde mimarî harikası nurdan mekânlar… Diyelim on tane… Bizim sıraladığımız unsurların her biri dışarıdan içeri doğru o nurdan yapılmış mekânları ifade ediyor… Önce sarayın tek olan kapısına geliyorsunuz… İçeri girebilmek için bazı sorulara muhatap oluyorsunuz… İçeri kabul edilmek için bazı teklifleri kabul etmeniz gerekiyor… 1 numaralı kapıdaki teklifleri kabul etmezseniz döner gidersiniz. İrade özgürlüğünüz vardır… Ratio’nuz (özellikle “akıl” demiyorum) vardır… Bu iman kapısı.. Eğer muhatap olduğunuz teklifleri kabul ederseniz, ratio’nuz alınıyor, size İslâmî hadlerle sınırlı akl-ı selim veriliyor… Bununla 2. kapıyı geçiyoruz… 3. Kapıyı… Ve…. Yalnız artık 1. Kapıdan geçtikten sonra, iman kapısından geçtikten sonraki “ben”, daha önceki “ben” değildir. Kişiliğimiz kabul ettiğimiz teklifle, hâl ve hamur oluyor ve “yeni ben” haline geliyor… “Yeni ben” 2. Kapıya geliyor… Tekrar orada sırtlandığı yeni mükellefiyetlerle, “yepyeni ben” haline geliyor… 10. kapıdan geçip sarayın mermer kaplı yuvarlak sofasına girdikten sonra, her bir kapıdan geçerken yüklendiği mükellefiyetlerle, terkiplerle eski “ben”le ilgisiz, “eşsiz bir ben” oluyor… Artık Kâinata, canlı, cansız bütün mahlûkata, dünyaya, dünyanın bütün meselelerine; siyasî, iktisadî, içtimaî, hukukî, ahlâkî, ailevî, etik, estetik, eğitim, çevre, spor v.b. bütün konulara şirki temsil eden bir “ben” yerine kabul ettiği teklife göre, iktisab ettiği veya oluşturduğu “eşsiz ben” daha doğrusu “yeni ben”le, en doğrusu “İslâmî ben”le eğiliyor… 125 Şimdi bir parantez açayım. İslâm’la psikoloji ve sosyoloji gibi “bilimleri” birbirine karıştırmamamız lâzım. Fakat karıştırmamak kaydıyla onlardan istifade edebiliriz. Eğitim Yönetiminde bir kavram var, kurum iklimi diye. Veya kurum atmosferi de deniliyor. Kurum iklimi, kurum atmosferi, kurum kültürü.. Bunların hepsi de nerdeyse eş anlamlı.. Şimdi herhangi bir cumhuriyet kurumunu düşünelim. Bir kurumda ille de bütün ilişkiler yasa ile yürümez. Zaten yürütemezsiniz de. Bunun dışında yasalarda yönetmeliklerde olmayan, o kuruma onlarca yılda sinmiş bir hava vardır. O müdür gider öteki gelir, fakat o devam eder gider. Söz gelimi, büyüklere karşı şöyle davranılacak. Bu kanunda da yok, yönetmeliklerde de. Bu kurum iklimidir. Meselâ söz konusu kurum ortamına yeni biri girdiğinde, hemen o kurum iklimini hisseder. Burada ben, asla o kavramı kullanmak istemiyorum ama bizim konumuz ve amacımız bakımından temel olarak anlaşılması gereken husus Murad-ı İlahî… Onu tespit edebilmek bütün mesele.. Sıralamalarla ilgili farklı telakkiler olabilir. Ama burada eristik tartışmalara girmenin bir faydası olmayacağına inanıyorum. Meselâ Kur’an tasavvuru neden Ashab tasavvurundan sonraya alındı? denilebilir.. Kur’an olmazsa Ashab olmazdı, ama Cenab-ı Hakkın da Kur’an’ı Ashab eliyle muhafaza ettiğini unutmamak gerekir. Kur’an’ı Kerim olmasaydı, Ashab-ı Kiram olur muydu? Hz Ömer niye Müslüman oldu? O Kur’an’ı dinlediği için. Kur’an Ömer’i Sahabe yaptı, Ashab ile Kur’an’ı hayat yaptı, medeniyet yaptı, kültür yaptı, mihenk taşı yaptı.. İlk düğme yanlış iliklendiğinde hepsi yanlış olur. O yüzden düğmeyi yanlış ilikliyoruz gibime geliyor. Kredi kartı kullanılır mı? Birinci düğme yanlış. Enflasyon miktarınca faiz kullanılır mı? Birinci düğme yanlış, dolayısıyla hepsi yanlış oluyor.. Moltke’nindi galiba; yığınakta yapılan hata savaşın sonuna kadar devam eder. Şu anda yapılan da maalesef o… Kadınla erkek aynı safta cenaze namazı kılar mı? Hâlbuki nurdan bir mimarî içinde 126 yaşarken adamın aklına böyle bir soru gelmez. Kadınla erkek aynı safta cenaze namazı kılar mı? Şer’an kılar çünkü rükû ve secde yok... Peki, ayakkabı ile namaz kılınır mı? Temizse kılar. O kadar anlamsız şeyler ki, eristik(didişim) dediğimiz bu. Yani sırf üstün olmak için tartışmak. Özellikle istisnaî konuları genelleştirme, böyle büküş başları bulmak. Bilek güreşi… Daha doğrusu nefsâniyetlerin güreşi… Bir gün bir din görevlisiyle konuşuyordum, söz konusu din görevlisi; diğer din görevlisi hakkında: -Ali bey bu çok derin bir hoca, dedi. - Niye derin?, dedim. -Bir mesele sordum, kimse bilemedi, ama o bildi, dedi. -Ne meselesi, dedim. -Hamile kadının karnındaki çocuğa fitre düşer mi düşmez mi? Fıkhı meseleyi hafife almıyorum asla. Abdestsiz namaz kılınır mı kılınmaz mı? Kılınır, cenaze namazı abdestsiz kılınır. Cenaze namazı namaz değil, dua.. Cenaze namazında abdest, rükünlerinden, şartlarından biri değildir... Fakat benim burada asıl iddiam, teklifim şu: Kastettiğim nurdan mimarî içinde böyle bir soru akla gelmez. Geliyorsa ya yapıda ya da yapının içindekilerde bir sorun var demektir.. Ya da murad-ı ilahiyi idrak eden birinin aklına bu tür sorular gelmez diyorum.. Meselâ, örf delillerden biri. Hemen hemen sekizinci delil... Ve örf ve âdet kendinden öncekilere, Kur’an, hadis, icmâ, kıyas, istihsan ve diğerlerine aykırı olmamak şartıyla şer’i bir delildir. Onun için diyorum ki; âdet muhkemdir ve şer’i bir geçerliliği vardır. Örf ve âdet, Kur’an, hadis, icmâ, kıyas, mesâlih-i mürsele, istihsan, sahabe kavli… Bunlara aykırı olmamak şartıyla şer’i bir esastır. Yani; âdeten mümteni olan şer’an mümteni gibidir. Dolayısıyla diyorum ki, buralarda büküş başı çıkarmamak lâzım. 127 Âyete, hadise aykırı olmayan İslâmî bir bilgi söz konusu olduğunda, birisi çıkıyor bu Kur’an’da var mı? Diye mantık yürütüyor.. Tamamen eristik yani didişme dediğimiz bu. Dolayısıyla başlarken eristikten uzaklaşarak hüsnüniyetle meselelere yaklaşmayı denersek bir çok mesele halledilir, gibime geliyor.. Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammedi iklimi içinde olmadan da hiçbir şeyin halledilmesi mümkün değildir. Sonuç olarak 1980’li yıllarda Batılılara karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan “Müslümanca Düşünme” tabiri, bütün argümanları ve kavramlar çerçevesi Batılılar tarafından belirlendiği için öncelikle usul bakımından yanlıştır. En başta da belirttiğimiz gibi kimliğinizin Müslüman olması “Müslümanca Düşünme” için yeterli değildir. Öyleyse “Müslümanca Düşünme” her şeyden önce bir usul meselesidir. Düşünme usulünüzü, kavramlarınızı siz tanımlamıyor ve ortaya koyamıyorsanız düşünme sonucunda ortaya çıkan “fikirler” de size ait olmaz. Bizdeki reaksiyoner çabaların hemen neredeyse tamamı reaksiyon gösterdiği egemen değerler tarafından belirlenmiştir. Yalnız bu ille de onların manipülasyonları ile değil! Kınayıcıların kınanmasından korkan, imanından utanan mahlûkların “gönüllü kulluğu” ile olmuştur… Kullara yapılan kullukların en iğrenci de “gönüllü” olarak yapılandır… Belki de tanrınızın haberi yoktur!.. Tamamen “platonik kulluk”… Yani namusunu teslim etmek için fırsat kollamak… Bir kimsenin Müslümanca Düşünmesi birinci derecede usul meselesidir derken şunu kastediyoruz. Bir Müslüman’ın kendini Müslüman yapan temel değerleri, ana kavramları ve ıstılahları bilmeden böyle bir kavramsallaştırmaya girmesi fantaziden öteye gitmeyecektir. Daha henüz iman, Allah, Peygamber, Kur’an, Ashab, Akıl v.b. ıstılahlarda uzlaşamayan bir Müslüman’ın Müslümanca Düşünme gibi bir boyuta gelebilmesi mümkün değildir. Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselam hayattayken Ashab-ı Kiram O’nun örnekliğinde hiçbir mesele yaşamadan onun 128 emrettiğini emir telakki ediyor nehyettiğinden de kaçınıyordu. Asla bir kavram kargaşası söz konusu değildi. Hz. Peygamber vahiy geldikten sonra onu tefsir ederken herhangi bir Sahabi’nin Efendimizin tefsirine muhalefet ettiği, “o aslında şu demektir” dediği vâki değildir. Aksine Efendimiz onlara “… Şu nedir bilir misiniz?” dediğinde onlar “Allah ve Resulü daha iyi bilir” diyerek Efendimizin vahyi tefsirini beklerlerdi. Bugün içimizde bir Peygamber olmadığına göre, bize düşen Peygamberin usulünü asıl kabul edip eşya ve hadiselere o nazarla bakabilmektir. Dolayısıyla İslâmî anlamda Müslümanca Düşünme ancak ve ancak İmam-ı Gazali Hazretlerinin kavramsallaştırmasıyla söyleyecek olursak “Peygamber Tavrı” ile söz konusu olabilir. Bu Peygamber Tavrı ki, İmam-ı Âzam ve öğrencilerinin Yunan-İran-Hint kültlerinin karışımındaki bir “Din” yorumuna karşı sarıldıkları ve öne çıkardıkları (bu hareket asla bir reaksiyon değildir) Ashab-ı Kiram’ın, Tabiinin, Müçtehidlerin bize ulaştırdığı Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat biçiminde ıstılahlaştırılan Peygamberimizin usulü, eşya ve hadiselere nazarı ve vahyi müşahhaslaştırmasıdır. Peygamberi merkeze almayan bir Kur’an, Allah, Akıl, Zaman, İnsan, İman v.b yorumların cahiliye artığı olmaktan başka seçeneği yoktur. Şimdi sarayın biricik kapısından girip, sırayla en içteki sofaya doğru, mükellefiyetlerimizi, bize verilen akl-ı selimle muhakeme ederek, şahsiyetimiz kendi içinde sürekli terkip ve tahliller yaparak yürüyoruz… Çok çileli bir yol… Fakat dünya ve ahretimizi kurtaran nurdan bir yol… 129 1-İMAN TASAVVURU İman nedir? Küfür nedir? İman- Küfür sınırı nedir? Bu soruları cevaplamaya çalışarak başlayalım… İmam-ı Âzam Hazretlerine atfedilen üç veya dört kitap var. Öğrencileri tarafından derlendiği genel kabul görür.. Bu kitaplardan biri de ‘İtikat Risalesi’dir. İmam-ı Âzam Hazretlerinden yapacağım tanım, genel anlamda bilinen bir tanım. Şöyle der; “İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdik”. İmam-ı Âzam Hazretlerini takip ederek bazı noktalara işaret etmek istiyorum. Onlardan biri şu; iman artmaz ve eksilmez. Yalnız âlimler şöyle der; gümrahlığı değişir... Düşünün ki, bahçenizde yeşil bir bitki var. Bir süre sulamazsanız boynunu büküyor, ama sularsanız gümrahlaşıyor.. Bence bunu bu şekilde dondurmak çok doğru değil, elbette iman artmaz eksilmez lakin şu da bilinmelidir ki insan kendi içinde güçlendiğini veya zayıfladığını hissediyor.. Bir örnek verirsek, kölenin efendiye sadakatinin ölçüsünü düşünelim,.. Meselâ efendisi on tane iş veriyor ve köle sadık, ama on birincide sadakati kayboluyor, kaybolabiliyor.. Dolayısıyla sadakatin ölçüsü her emre uyduğunda artıyor.. Onun için imanla ilgili söz 130 konusu tanımı dondurmak çok doğru değil.. İmam-ı Maturidi Hazretlerinin görüşü de böyle. Bu asırlarca tartışılmış bir mevzu. Ama şunu bilmemiz gerekiyor ki buradaki artma eksilme matematiksel artma eksilme değil. Çünkü iman ya vardır, ya yoktur. Kuvvetlenmesi zayıflaması ayrı bir konudur. İmanda şek olmaz. Meselâ şöyle temellendirelim; namazı kıldın mı, “inşallah kıldım” dediğinde bu olur. Niçin olur?” Ben kıldım inşallah Allah Celle Celalühu kabul eder” anlamında dediğim için olur. Ama Müslüman mısın? Diye bir soru sorulduğunda “İnşallah Müslüman’ım” dersen bu olmaz. Ama “İnşallah iman ediyorum” diyemezsin. Çünkü namazın olup olmadığı, kabul edilip edilmediği Allah Celle Celalühu’nun iradesi ile ilgilidir. Hâlbuki iman sana yapılmış bir teklifle ilgilidir ve senin iradenle ilgilidir. Mükellefiyet meselesi… Ya kabul, ya red! Hanefi mezhebi ve diğer Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mezheplerinin cumhuruna, kahir ekseriyetine göre amel imandan bir cüz değildir. Bir insan istediği kadar günah veya günahı kebair işlesin, Hanefi mezhebine göre dinden çıkmaz. Fakat bu husus çağımızda çok istismar edildiği gibi birbirinden tamamen farklı da değildir. Çünkü bir Hadis-i Şerif ’te şöyle buyuruluyor; “Bir mümin günah işlediğinde kalbinde siyah bir nokta belirir. Tövbe istiğfar ederse bu geçer. Fakat etmezse o nokta git gide büyür.” Allah korusun imansızlığa kadar gider. İslâm âlimleri amelsiz imanı fanussuz yanan muma benzetmişler. Az önce aktardığım, İmam-ı Âzam Hazretlerinin tanımıydı. Bunun yanı sıra İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi âlim ve velilerin verdiği daha tafsili iman tarifleri vardır. Mesela: “İman Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizi, Allah Teâlâ’dan getirdiği zaruri olarak bilinen hükümlerde, zarurat-ı diniyede, tasdik etmek, onun varlığını, haber verdiği şeylerin mevcudiyetini kabul edip, tam bir ihlâsla teslim olmaktır.” Nevi 131 şahsına münhasır bir tanım... Bizim nurdan mimarimiz tıpkı bu tanımda olduğu gibi yavaş yavaş oluşmaya çalışıyor. Burada İmam-ı Gazali Hazretlerinin tanımından yola çıkarsak anlaşılamayan ya da atlanılan mesele de şudur: Her “Allah”a iman ediyorum diyen kişi, iman etmiş sayılmaz. Diğer deyimle her ilah inancı olan kişi Allah Celle Celalühu ’ya iman etmiş sayılmaz… Üstad Necip Fazıl; Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm’ı kastederek “inanmak yalnız O’nadır” derdi. Dolayısıyla İmam-ı Gazali’nin peygamberle başlaması, bu anlamdadır. Biraz daha açarsak (Risalet’ten habersiz olan kişiler müstesna) Peygamberi kabul etmeyen bir kişi imanın diğer bütün şubelerini kabul etse de İslâm noktayı nazarından mümin kabul edilemez.. Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın, Allah’a inandığını söyleyen Hıristiyan, Yahudi ve Müşriklere kâfir demesi Peygamber Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizi reddetmelerinden dolayıdır. Çünkü biz O’na vahyedilen ve O’nun mübarek dudaklarından akan Kur’an’ın vasıflarını anlattığı Allah Celle Celalühu ‘ya inanmakla mükellefiz. Ehl-i Kitabın hahamlarının ve rahiplerinin, müşriklerin de önde gelenlerinin hevâ ve heveslerine göre anladıkları, tanımladıkları ve belirledikleri “Allah”a “iman” İslâmî anlamda bir iman değildir. Müminle müşrik arasındaki fark; mümin Allah Celle Celalühu ‘ya Hz. Peygamberin anlattığı biçimde, onun sünneti ve hadisleri doğrultusunda iman edendir. Müşrik ise, kendi nefsinin, kendi aklının, kendi çıkarının, hevâ ve hevesinin doğrultusunda “Allah”a inanan kişidir. Müminle müşrik arasındaki fark budur. Yani iman; Hz Peygamberin vasıflarını bildirdiği Allah’a imandır. Yoksa o zaman Hıristiyan da iman etmiş olur, Yahudi de iman etmiş olur. Yahudilerden ve Hıristiyanlardan farkı ortaya koyması bakımından İmam-ı Gazali’nin tanımı mükemmel bir tanımdır. Müslüman ve Mümin olmak için la ilahe illallah yetmez, Muhammedun Resûlullah demek lâzımdır. İşte bundan dolayıdır ki diğerlerini iman olarak nitelemiyoruz… Onlar bir yönelme, bir inanma biçimi, bir inançtır. İman değildir.. 132 Ben ısrarla bu hususta tecdidi iman kavramını kullanmak istemiyorum. Tenzihi iman veya tavzihi iman kavramını kullanmak daha doğru gibime geliyor. Tecdidi iman, genel olarak dinden çıkmış birisinin tekrar İslâm’a girmesi gibime geliyor. Bir Hadis-i Şerif ’te şöyle buyuruluyor; Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz Ashab-ı Kirama buyuruyorlar ki; “İmanınızı tazeleyiniz. Ya Resûlullah nasıl tazeleyelim? Kelime-i Tevhid’i tekrarlayarak.” Sürekli var oluş.. Sürekli yeniden yaradılış… Bir var, bir yok.. Demek ki yine de tecdidi iman yerine tenzih, yani imanı nezihleştirme ve tavzih kavramının doğru olacağı kanaatindeyim. Her ne kadar onlar üzerinde fazla durmayacak isek de, yine de önemine binaen bir iki noktayı arz etmek istiyorum. Yani bu iş o kadar da kolay değil. Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi Hazretleri’nin “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat İtikadı” isimli bir kitabı var. Bu hazret 18131893 yılları arasında yaşamıştır. Kitap 1856’da neşredilmiş. Buradan bir iki noktayı arz etmek istiyorum. Meselâ Merhum der ki; “Bir kimse elfaz-ı küfrü, kasten söylerse ittifak ile kâfirdir.” Allah korusun küfür kelimesini şaka yollu, hâşâ Kur’an’ı kastederek, ‘bu kitap dediğin de ne ki’ dese, kâfirdir. Şer’i meselelerde şaka yoktur. Boşanma meselesinde şaka yoktur!.. “Boşsun” dediğin zaman boş olur... Yine şöyle der Merhum; “Müslümanlara iyiliklerinden dolayı tazimde bulunmak küfür değildir.” Ama kâfire tâzimde bulunmak böyle değildir. Merhum şöyle devam ediyor: (Özellikle nefs karışmasın araya diye okuyorum, 1856’da yazılmış bu kitap) “Nevruz gününde müşriklere bir yumurta hediye eden bir adam o günü tâzim etmiş olduğu için kâfir olmuş olur.” (Şimdi düşünsün birileri nevruz günü yaptıklarını, yumurta tokuşturduklarını, ateşten atladıklarını v.s..) Fakat kâfirlerin bazı davetlerine icabet etmekte mahsur olmayabilir. Bu, davete icabet mânâsındadır, onu tâzim etmek mânâsında değildir… Yine çok şayan-ı dikkat bir konu; “Bir kimse bir fakire haram 133 maldan tasadduk eder de, sevap umarsa, kâfir olur. Fakir de verilenin haram olduğunu bildiği halde, dua eder, öbürü de âmin derse kâfir olur.” Çünkü burada haramı helâl, helâli haram bilmek vardır... Çünkü böyle yaparak bu kişi Şârî-i Mübin oluyor. Ben kiliseyi, mescidi, papazı ve imamı sever ve itikat ederim diyen kimse kâfir olur. Bir kimse kâfir bir dostuna daha fazla yaklaşmak için “Sen dinini muhafaza et ben de edeyim yahut senin dinin de hak benim dinim de hak, hepsi Allah’ın dini, hepsi iyidir dese” kâfir olur. Âyette geçen “lekum dinikum ve liye din”i senin dinin sana benim dinim bana diyerek her iki dinin de meşruluğuna delalet getiren bilmiyor ki burada karşı tarafın “inancına” “dinine” bir tahfif aşağılama var. Bugün “İbrahimi dinler” tabirini kullananlar da bundan beri değildir.. İbrahimi dinler tabirinin İslâm’la uzaktan yakından ilgisi yoktur. Kur’an-ı Azimü’ş-şan’a göre Hz. İbrahim’in dini İslâm’dır, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın bütün peygamberlerin dini Allah katındaki din İslâm’dır… Bir kere daha söylemek gerekirse ben kiliseye, mescide, papaza ve imama itikat ederim diyen kişi kâfir olur. Hıristiyan kadın ile Müslüman erkeğin evlenmesi ayrı meseledir.. Buna şer’an müsaade vardır… Ama onu da özendirmeyeceksin.. Şunu unutmamalıdır ki bazı meselelere bu nurdan mimari içinde her ne kadar şer’an izin verilmişse de, meseleyi ille helâl haram arasına sıkıştırmak yanlıştır. Hz. Ömer Radıyallahu Anh sözünü ettiğimiz evlenme biçiminin şiddetle aleyhindedir. Ama şer’an izin vardır. Aslında bu tür evlilikler İslâm tarihinde Müellefe-i Kulub arasında olmuş ve mutlaka Müslümanlıkla sonuçlanmıştır. Böyle bir evliliğe cevaz verilmesi Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselam ile ilgilidir. Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselam Yahudi olan veya Müslüman olmayan kişilerin kızlarıyla evlenir… Bu Risalet’in gereğidir.. Bir kimse ezan okuyan birine, yalan söylüyorsun dese kâfir olur… Bir kimse kiliseye veya buna benzer ibadet yerlerine, ruh134 ban ve papazları ziyaret etmek için veyahut teberrüken girerse ve onlara has bir işi yaparsa veyahut da Mecusilerin nevruz gününde, onlara elma takdim ederse, bayramlarında onlara muvafakat ederse, bayramlarını ilan etmek için onlarla beraber çıkarsa kâfir olur… Mecusi’nin serpuşunu başına geçiren, sahih görüşe göre kâfirdir. Esirlikten kurtulmak veya soğuk ve sıcaktan korunmak için giyerse bazılarına göre kâfir değildir, kâfirlere benzemek için yaparsa kâfirdir… Demek ki iman hususu, halkımızın dediği gibi kıldan ince kılıçtan keskin bir husustur… Allah rahmet eylesin Gümüşhanevî hazretleri teferruatlı anlatmış. Öyleyse burada, bizlerin, iman konusunda tenzihi iman veya tavzihi iman yapmamız gerekiyor. Yine tecdit kavramını kullanmaktan kaçınıyorum. Birincisi buydu. Şöyle nurdan bir mimari inşâ ettik... Şimdi Yavaş yavaş onun içine doğru teennî içinde yürüyoruz… Kapıdan içeri girdik… Elhamdülillah artık Müslüman’ız… 135 2. ALLAH Celle Celalühu TASAVVURU İkinci olarak üzerinde duracağımız husus, Allah Celle Celalühu tasavvuru.. Allah muhafaza etsin nefs; simsiyah gecede, simsiyah kayanın üzerindeki simsiyah karınca gibidir. İnsan bir kelimeyle, evet veya hayırla küfre giriyor.. Nefsin öyle oyunları var ki, bu bakımdan, Allah Celle Celalühu tasavvurunda, çok dikkatli olmamız gerekiyor. Yine bir parantez ile başlayalım Kant şöyle der; “İnsan aklı bilgisinin muayyen bir nev’inde hususi bir kaderle karşı karşıyadır. İnsan aklı, burada öyle sualler tarafından rahatsız edilir ki, bunlara ne cevap verebilir, ne de reddedebilir.” Bu anda metafizik başlar. Yani her insanda bu istidat vardır. Günlük hayatımızda üç buutlu bir zaman içinde yaşıyoruz. Geçmiş, hal ve gelecek. Reel bir hayat içindeyiz. Bu reel hayat sürecinde yaşarken; insan öyle durumlarla karşılaşır ki, bu reel fenomenler insanı terk eder. Bu reel fenomenler dediğimiz nedir? Gençlik, güzellik, zenginlik, mevki, şan, şöhret,.. Ve reel fenomenler insanı terk ettiği anda, transandantal bir varlığa inanmak zorundasınız. Bakın parantez açtım, felsefeden bahsediyorum, Allah kavramını kullanmıyo136 rum, transandantal varlık tabirini özellikle kullanıyorum.. Transandantal bir varlığa inanmak zorunda!.. “İnanmak” diyorum, “iman” demiyorum. Transandantal bir varlığa veya müteal bir varlığa inanmak zorundadır. Burada tehlike nedir? Biraz önce nefsin oyunları dediğim noktaya geliyoruz, Allah korusun burada insan, farkına varmadan, transandantal bir varlığa inanırken, Allah’a inandığını zannederse, Allah’a ibadet ediyorum derken, şeytana kulluk eder… Bu bakımdan Allah Celle Celalühu tasavvuru, çok önemlidir. Paranteze devam ediyorum, farz edelim ki insanın çok sevdiği bir yakını hastalanmış, hastanede, tetkikler yapılmış, Doktor; yüzde beş ümit var, isterseniz ameliyat edelim, diyor... İşte bu an; insanı, reel fenomenlerin terk ettiği an bu andır… Sınır durumu… O anda insan bir transandantal varlığa canhıraş bir biçimde inanmaya ve başvurma-sığınmaya ihtiyaç hisseder. Buradaki facia nedir? Hâşâ, o transandantal varlığı “Allah” sanmasıdır… Oysaki Allah Celle Celalühu imkânsızlıklarımızın, acizliklerimizin, çaresizliklerimizin, bir insan olarak sınırlılıklarımızın toplamı değildir. Yani, reel fenomenler insanı terk ettiği anda bizde oluşan sığınma duygusunun “Allah” ve “Allah’a iman” ile ilgisi yoktur.. Bu hususta en çarpıcı örnekler, trafik kazalarında yaşanır… Kaza sonucunda adam sıkışmış çıkamıyor. İşte tam o anda reel fenomenler onu terk ediyor. O anda o adamın inandığı Allah Celle Celalühu mü? Yani Kur’an’ı Kerim ve Hz Peygamber Aleyhissalâtu Vesselamın isim ve sıfatlarını bize anlattığı Allah mı, yoksa o anda oluşan bir “Tanrı” tasavvuru mu? Ya da diğer deyişle çaresizliklerinin toplamı mı? Bunu hayatî anlamda sorgulamamız gerekiyor. Bir başka örnekle daha da temellendirecek olursak, kendisine piyangodan 35 trilyon çıkan kişinin içini reşahat kaplayacak, onu, ona nasip eden güce inanacak.. Yani kendisinin ötesinde insanı aşan bir gücün varlığını kabul ede137 cek... O Allah Celle Celalühu mü? Yoksa mutlulukların toplamı olan bir Tanrı mı? Demek ki; mistik bir Tanrı tasavvuru ile bir iman mevzusu olan Allah Celle Celalühu arasındaki farkı iyice belirtmek gerekiyor. Fakat nefisten arınmaya çalışıyorum, böyle bir iman olmaz olsun demeye de hakkımız yok!.. Çünkü şöyle veya böyle inanma duygusu, inanma ihtiyacı insanın fıtratında var olan bir şey… Suç ve Ceza’da müthiş bir sahne var; Sonya genç, ayyaş bir babanın kızı, bir evlilik teklif edilir. Sabaha kadar mumun karşısında geçirdiği bir gece vardır, korkunç bir sahnedir bu. Kendisi Hıristiyan’dır, tam işte sınır durumu… (Karl Jaspers’in sınır durumu) Düşünün!.. Bir kıza evlilik teklif ediliyor, kız “evet” veya “hayır” diyecek, mumun karşısına geçmiş Hz. İsa’ya teveccüh etmiş. Yani böyle sınır durumları var. Dolayısıyla dış görünüş itibariyle beğenmediğiniz açık gezen bir kız filan gün şu saatte bir evlenme teklifi alacak!.. O anda kızın, ağzından kelâm olarak; “Allah’ım hayırlıysa ver!” sözünü işittiğiniz zaman buradaki “Allah” kavramını yargılamaya hakkınız olmadığını bileceksiniz!.. Burası çok ince ve nazik bir noktadır. Nitekim bizler zahire göre hüküm vermek zorundayız: “nahnü nahküm bizzahir”.. Çünkü büyük bir teslimiyetle “Allah’ım sen bilirsin” diyor .. Bu Allah tasavvurunu tahkir etmeye hakkımız yoktur… Burada hüsnü zan esas olmalıdır.. O anda ağzından şeriata aykırı bir şey çıkmazsa, açıktı, kapalıydı, diyerek Allah tasavvurunu yargılamamalıyız... Çünkü onun dışsal anlamdaki günah, hata veya eksiğine rağmen, yüreğindeki imanının derecesini bilebilecek durumda değiliz.. Allah tasavvurunun nasıllığını belirleyen birinci şey; imanının nasıllığıdır!.. Birkaç örnek daha vereyim; çünkü örnekler somut durumu daha iyi açıklar. Victor Hugo’nun 93 İhtilali isimli romanında müthiş bir sahne vardır. Prens, Fransa’da, isyan eder, İngiltere’ye 138 kaçmak zorunda kalır. Yakalanırsa idam edilecek.. Gemiye biner, ve etrafında maiyeti,.. İngiltere’ye doğru yol alıyor, müthiş bir fırtına çıkar. O anda, gemide toplar filan da var, yolcu gemisi değil.. Alabora oluyor, yani gemi batma tehlikesi geçiriyor.. Yanındaki sorar; -Prens Tanrıya inanıyor musun? -Hele şimdi, der.. Bu, İslâmi mânâda bir iman değil elbette. Bize göre bu “inanç” dediğimiz olgudur. İkinci örnek; Antoine de SaintExupery’nin Savaş Pilotu isimli eserinde müthiş bir sahne var. Aria diye bir mevki, Fransız-Alman savaşı... Orada Antoine de Saint-Exupery’nin uçağı vurulur. Bu müşahhas yani yaşanmış bir hadise, hikâye değil. Kendisi orduda görevli askeri pilottur. Ve uçak düşmeye başlıyor. O anda aynen şöyle der: “Tanrıyı gördüm, Tanrıyı gördüm…” Ama bu iman değil işte. O anda gördüğünü sandığı veya muhayyilesinin uydurduğu transandantal bir varlıktır… İnsanın mutluluğunun ya da mutsuzluğunun, çıkarının, psikolojik veya sosyolojik hallerinin, hevâ ve hevesinin sonucu olarak “oluşan” Tanrı anlayışı, transandantal bir varlıktır. Bunun vahyin ve Risalet’in isim ve sıfatları ile bize öğrettiği ve iman etmemizi istediği Allah Celle Celalühu tasavvuru ile ilgisi yoktur. Dolayısıyla biz Allah Celle Celalühu’nun vasıflarını Kur’an-ı Kerim’den Peygamberimiz Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizin bize öğrettiği biçimde öğrenir ve iman ederiz. En’am suresi, 40. Ayeti Kerime: “Mekke müşriklerine de ki; bir düşünür müsünüz kendinizi, eğer Allah’ın azabı size gelir yahut kıyamet başınıza koparsa, siz de doğru söyleyen insanlarsanız, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız. Bilakis yalnız ona dua edersiniz. O da dilerse, bertaraf edilmesine yalvardığınız belayı kaldırır. Siz de ortak koştuğunuz putları unutursunuz. And olsun, biz senden önce bir takım ümmetlere peygamberler 139 gönderdik. Dinlemediler de onları darlık ve çeşitli hastalıklarla kıvrandırdık. Olur ki yalvarırlar, hiç olmazsa böyle şiddetimiz geldiği vakit bari yalvaraydılar”. Ra’d Suresi 15. Âyeti Kerime: “Kâinatta her şey ister istemez Allah’a iman ile secde eder. (Oysa göklerde ve yerde ne varsa, ister istemez kendileri de gölgeleri de sabah akşam Allah’a secde eder.” Sırf meal okumak cinayettir. Son dönemlerde moda olan mealden Kur’an-ı Kerim’i anlama ve öğrenme çabalarının nelere yol açtığını ortalığın toz duman olmasından görüyor ve biliyoruz. Meal onu yapan kişinin müktesebatı ile sınırlıdır. Onun içindir ki bugün her meşrebin her ekolün her grubun kendi mealleri var!! Haşa, benzetmek gibi olmasın her Kilisenin, her mezhebin İncil’inin olması gibi.. İncil’in çevirisinin yapılması nasıl Kilise’nin otoritesini sarstı ise, yine benzetmek gibi olmasın ama meallerin yapılmasının bir amacı da Peygamberimiz Aleyhissalâtu Vesselâm’ı devre dışı bırakmak, onun otoritesini bertaraf etmektir… Bu aciz Arapça bilmediği için Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın tefsiri ile Zuhayli, Kurtubi, Beydâvi ve Fîzilal’il Kur’an isimli tefsirlerden yararlanıyoruz. Dolayısıyla, bu âyetleri bulurken, mealden bulmuş değilim. Bunu çok önemsiyorum. Yine Zümer Suresi 67. Âyet-i Kerime bu meseleye ışık tutar: “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler”. Allah tasavvuru dediğim husus tam da budur!! Bu çeviri Elmalılı tefsirinden... Zuhayli tefsirinde; “Allah’ı gereği gibi bilemediler”. Yani takdir edemediler, bilemediler diyor… Hakkıyla bilememek, hakkıyla anlayamamak anlamında.. Bu Âyet-i Kerimenin, sebebi nüzulü çok önemlidir. “De ki; Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller”. Beyhaki, Delail’de, Hasan el Basri’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. “Müşrikler; Hz Peygambere; ‘babalarının ve dedelerinin dalalette olduklarını mı söylüyorsun ey Muhammed’. (O durumu yaşamak lâzım. Toplumla karşı karşıya savaşmak. Her140 kesin tapındığı Tanrı ayrı, sen onların Tanrısına karşı geliyorsun. Düşünün o müşrikler için ne kadar zor. Hepsi o günün ölçülerine göre “asalet” sahibi insanlar. Sizin babanız ölmüş, dalaletteydi. Öyle mi söylüyorsun.) Bunun üzerine Allah Teâla dedi ki; “Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller!” âyetinden, şükredenler âyetine kadarki kısmı indirildi. İbn-i Ebu Haşim de, İbn-i Abbas Radıyallahu Anh’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir; ‘Müşrikler cehaletlerinden dolayı Hz. Peygamberi kendi Tanrılarına kulluk etmeye çağırdılar’. Bunun üzerine; “De ki; Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz ey cahiller!” âyeti indirildi. İbn-i Hatim, Hasan’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir; “Yahudiler bir sabah kalkıp, göklerin, yerin ve meleklerin yaradılışı üzerine düşündüler. Bunları düşünüp korkuya kapıldıklarında, Allah hakkında kendilerince fikir yürütmeye başladılar”. Bence bunlar heva hevestir. Ve ben felsefeyi de böyle tanımlıyorum; ‘felsefe hevâ heves demektir’. Düşünüp korkuya kapıldıklarında, o kadar azîm meseleler ki nasıl çözümleyeceğiz diye korkuya kapıldıklarında, Allah hakkında kendilerince fikir yürütmeye başladılar. Artık duruma göre, zamânâ göre, çıkara göre, nefse göre, hevâ ve hevese göre bir Tanrı tasavvuru ürettiler… Bunun üzerine Allah Tealâ; “Allah’ı gereği gibi bilemediler” âyetini inzal buyurdu. Nitekim Volter diyor ki; “Tanrı yoksa bile icat etmek gerekir”. Fakat pragmatik bir amaçla, oportünist demeyelim… Bunu yalnızca gâvurlara teşmil etmeyelim. Meselâ eve geldin, hanımın ananla kavga etmiş. Hanımına bir tanrı lâzım. Hanım bak, tanrıdan kork! Büyüğümüze itaat etmek lâzım! Veya yanınızda çalışan işçi, kaytarıyor; oğlum Allah’tan kork! Aldığın haram! Yani, hepimize bir tanrı lâzım!. Bu bizim üzerinde hassasiyetle durduğumuz Allah tasavvuruna uyuyor mu? Asla!!! Bu tam anlamıyla oportünist bir anlayıştır: Oğlum namaz kıl işin rast gider! 141 İbn-i Münzir, Rebi bin Enes’ten şöyle rivayet etmiştir. “Onun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır”, âyeti indiği zaman dediler ki; “Ey Allah’ın Resulü, kürsü budur. Peki, arş nedir? Bunun üzerine “Allah’ı gereği gibi bilemediler” âyeti inzal edilmiştir. Burada özellikle Zümer suresindeki 67. Ayeti kerime, bizi ikaz ediyor. Benim tenzihi iman, tavzihi iman dediğim budur. Her birimizin de sürekli sorması lâzım. Biz de rahat içinde olmamalıyız. Acaba Allah’ı hakkıyla, gereği gibi biliyor muyuz diye… O zaman; “Ey iman edenler, Allaha iman edin” âyeti bizi ikaz ediyor. Nefsimize projektör tutmamız lâzım. Rahmetli Üstad’ın dediği gibi; “pelikan kuşu gibi göğsümüzü gagalamamız lâzım.” Acaba biz, Allah’ı, Allah Celle Celalühu’nun tarif ettiği gibi, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin tarif ettiği gibi hakkıyla biliyor muyuz? Burada Elmalılı Hamdi Yazır’ın, şayan-ı dikkat bir yaklaşımı var. (Elmalılı müthiş bir adam, Allah rahmet eylesin!) Elmalılı der ki; (10. cilt 97. sayfa) “Müşrikler Allah ve ulûhiyetini tanıyorlarsa da, ehadiyetini tanımıyorlardı. Vahdeti, birliğini tanımıyorlardı”. Elmalılı, 3. cildin, 2515. sayfasında, (sadeleştirilmişinde 320. Sayfasında) diyor ki, “Bil’ahare bu imtiyazı rübubiyet, sınıfı rühbandan parlâmanlara geçmiştir.” Ve şöyle sadeleştirmişler: “Daha sonra bu Rablık imtiyazı, ruhban sınıfının elinden çıkmış, (dikkat buyurun) parlamenterlere geçmiştir”. (Bugün rey vermeyen günahkârdır, ibadet hassasiyetiyle rey vereceksin, diyenleri düşünün!!!) Hatimi Taînîn oğlu “ Adiy”... Ashab-ı Kiram’dan… Bidayette Hıristiyan’dır ve kız kardeşi Müslümanlara esir düşer. İslâm yeni yeni yayılıyor. Müslümanların bir hanıma muamelesinden o kadar memnun kalır ki çok etkilenir. Nasıl olursa esaretten kurtulur. Gelir kardeşi; Hatimi Taînîn oğlu “Adiy”e “ ‘Müslüman’ diye birileri çıkmış, onlara esir düştük, fakat çok iyi adamlara benziyorlar, git bunları gör!” Der. Ve Hatimi Taînîn oğlu “Adiy” göğ142 sünde haçı ile Peygamber Aleyhissalâtu Vesselam’ın yanına varır. O sırada Efendimiz buyururlar ki; “Yahudiler hahamlarını Rab telakki ettiler. Hıristiyanlar da papazlarını Rab telakki ettiler”. Bunu duyan Hubab İbn-i Münzir der ki; “Hayır biz onlara tapmayız!” O zaman Peygamber Aleyhissalâtu Vesselam buyuruyor ki; “Siz onların helâl dediğine helâl, haram dediğine haram derdiniz80”. Yani Allah’ın açık hükmüne rağmen eğer, birisinin helâl dediğine helâl, haram dediğine haram diyorsan onu Rab telakki ediyorsun. Bu anlamda bir de bugünkü durumları düşünün!!! Kalblerinde $, ellerinde tesbih, dillerinin ucunda “ Allah” ile kelime tekrarı yapan (zikr?), Şeyhlerinin sözleri ile Hadis-i Şerifleri, Âyet-i Kerimeleri “nesh?” edenleri gözünüzün önüne getirin!.. Artık zaman cihad devri değil, kalem devri kılıç kınına girdi, diyenleri hatırlayın!! Elmalılı 4. cildin, 319. Sayfasında şöyle der; “ Âlim, bilgi sahibi olması bakımından hiçbir şeyin değil ancak Hakkın kuludur. Delillerin ve Hakkın âyetlerinin emrindedir. Lakin delilin şerefi bizzat kendinden değil, medlulü olan hakka delalet etmesi ve hakkın açığa çıkmasına yardımcı olması yüzündendir. Hakkı batıl, batılı Hak yapmaya çalışanlar ise haysiyetten mahrum birer tağutturlar. İlme ve ilmin ortaya koyduğu delillere, Hak Teâlâ tarafından yaratılmış gerçekler olduğu bakımından itaat, Allah’ın emrine itaat ve hakkın farizasını yerine getirmektir. Hakka bağlı olduğu müddetçe ilme ve âlimlere uymamak, ilim ve ulema düşmanlığıdır. Ancak Allah’ın emirlerini göz ardı ederek, âlimlerde, velev cüz’i bir hüküm vaz etme yetkisi bulunduğunu (cüz’i bir hüküm koyma yetkisi bulunduğunu) hatta bir zerrenin bile hükmünün yerini değiştirmeye yetkili olduklarını kabul ve teslim eylemek, Allah’tan başkasına bir Rablık hissesi vermektir”. 80) Elmalı, 1935, 3 / 2511 143 Bu minvalde türbeye gidip çaput bağlamaları, orada yatandan yardım istemeleri iyi düşünmenizi istiyorum!.. İnsan öyle bir varlıktır ki Allah’a karşı Peygamberine bile ulûhiyet atfedebilir. Hz. İsa’ya uluhiyet atfetme bağlamında Hıristiyanlık örneğini unutmayın!.. Öyle bir durumdayız ki, kimi âlimine, hocasına, şeyhine, üstadına uluhiyet atfeder, kimi de Kur’an’ı ve Sünneti aklına indirger. Şefaati rasyonelleştirir, mucizeyi inkar eder!.. İnsanlar Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselam’a göre değil, âlimine, hocasına, şeyhine, üstadına göre bir “din” sahibi oluyor… Şeytanlara, tağutlara, nemrutlara, firavunlara, putlara ve insana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Elmalılı, “Doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın, hak ilminin gereği olmayan fikirlerini sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kılma yetkisi var imiş hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, katıklı sapıklıklar şöyle dursun, Allah’ın emrine aykırı olduğu açık olan hatalarına bile itaati caiz görmek, hâsılı Allah bu konuda ne diyor diye düşünmeden, Allah’ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür, Allah’ı bırakıp başkasına tapmak demektir. Maalesef Yahudiler ve Hıristiyanlar da böyle yapmışlardır. Ahbar ve ruhbanlarını Rab edinmişlerdir. Onlara gerçekten Rab dememişlerse bile, Rab yerine koymuşlardır. Dinde hüküm koyabilme hakları olduğuna inanmışlardır. Hele Hıristiyanlık tarihinde ruhban sınıfının kutsal tanınmaları ve papaların hata etmez sayılması, daha fazla resmiyet kazanmış olan çok açık bir durumdur81”. Allah tasavvurunu, Allah ve Resulünün muradı muvacehesinde değerlendirmek çok önemlidir. Burası insanların ayağının kaydığı bir noktadır. Biraz önce arz ettiğim gibi, transandantal bir 81) Elmalı, sadeleştirlmiş, 4 / 319 144 varlığa inanmakla, Tanrıya inanmakla Allah Celle Celalühu ’ya inanmak farklıdır. Allah Celle Celalühu, Kur’an’ı Azimü’ş-şan’da, Hz. Peygamberimizin Hadis-i Şeriflerinde, bu tasavvurunu bize vermişler ve öğretmişlerdir. Nitekim buna Esma-ül Hüsna denir. Hani nurdan bir mimariden bahsediyorum ya, onun nasıl bir şey olduğunu arz etmek açısından söylüyorum.. Müşriklerle müminler arasındaki farkı ayırt etmek bakımından; Bismikallahümme ile Bismillahirrahmanirrahim örneği anlatılanları daha iyi anlamamıza yarayacaktır… Meselâ gerek Hudeybiye’de, gerekse boykot esnasındaki yazılarda müşrikler besmeleyi ‘Bismikallahümme’, Allah’ın adıyla diye yazar. Hudeybiye’de Hz Peygamber ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diye yazdırmak istediğinde, müşrikler itiraz ederler. Biz rahman ve rahim olan Allah’ı bilmeyiz, derler. Biz “Bismikallahümme” yazmanızı istiyoruz, derler. Yani bir kimsede Allah inancının olması farklı bir şeydir. Onun Allah’a iman etmesi farklı bir şeydir.. Tarihsellik diye bir hastalık var. Metinlerin tarihsel oluşum süreci içinde anlam kazandığı ki, buna hayır diyemeyiz. Meselâ Aristo’nun bir eserinde, (Aristo ki, İskolastiğe de temellik yapmıştır, moderniteye de, post moderniteye de.) köleliği meşru görüyor. Eğer biz, bu gün Aristo’yu bu düşüncesi ile itham edersek, anakronik davranmış oluruz. Yani Aristo’nun düşüncesinin tarihselliği söz konusudur. Beşerdir, o gün içinde bulunduğu şartlara göre bir felsefe üretmiştir. Ya da modern felsefenin babası Descartes... Descartes, canavarın, gözünden bir ışık neşrettiğini, kurtların bunu görünce korkup kaçtığını söyler. Buna bu gün çocuklar bile inanmaz. Descartes kim? Büyük filozof!. Modern felsefenin babası… Yine Rönesans filozofları, büyüye inanıyor. Büyüye inanma Paracelsus’da var, Bacon’da da var.. Şunu söylemek istiyorum: Bir insanın fikri şüphesiz tarihseldir. Zamanı içinde değerlendirmek lâzımdır. Ama Kur’an’ı Azimü’ş-şan’a gelince bu, tarihsel değildir. Çünkü o bir filozofun, bir düşünürün eseri, metni değildir.. Niçin? Lütfen aynı mimari şaheseri sarayımızı gözünüzün önüne getirin, nurdan bir saray, diyorum. Allah 145 Celle Celalühu’yü Kur’an’ın tarif ettiği şekilde kabul ediyorsak tarihsel değildir… Ama “Allah” tasavvurunuz bir filozof veya düşünür gibiyse, “Kur’an” tasavvurunuz da bir kitap veya felsefî metin gibiyse o zaman zaten aklınız ve mantığınız sizi zorunlu olarak tarihselliğe getirir… Kur’an-ı Kerim’in tarihselliğini kabul ettiğiniz zaman, zorunlu olarak inandığınızı söylediğiniz “Allah” Aristo’nun veya felsefenin “Tanrı”sı olur… Yalnızca Allah’ın isim ve sıfatları hakkında doğru dürüst bir düşünme çabası bile tarihsellik meselesinin hakkıyla anlaşılması için yeterlidir.. İlimle ilgili sıfatları… Âlim sıfatı, Latîf sıfatı, Habîr sıfatı, Sem’i sıfatı… Basîr sıfatı, Şahid sıfatı, Karîb sıfatı, Rakîb sıfatı, Hâfız, Müheymin, Muhib, Muhsi, 12. İmamı Gazali hazretleri buna Vâsi ve Hakîm’i de ekledi. İlimle ilgili sıfatları tam 14 tane. Bu sıfatlar; Allah’ın sırları, gizli olanları, olmuşu ve olacağı, geçmişi ve geleceği, (Eğer Allah tasavvurumuz buysa; zaman nasıl en mükemmel müfessir olur?. Zamanı ve mekanı Allah yaratıyor.. Zaman ile mekan sürekli bir oluş içerisinde..) görünen ve görünmeyen âlemi, yerde ve gökte olup bitenleri, geçmişi, hali ve geleceği, canlı ve cansız bütün varlıkları, insanların gizli ve aşikar bütün yaptıklarını, küçük ve büyük her şeyi bildiğini ifade eder. Meselâ latîf ismi, Allah’ın küçük, büyük, gizli ve aşikâr her şeyi bildiğini, onun ilminden gizli hiçbir şey olmadığını ifade eder. Eğer böyle bir Allah tasavvuru varsa, o zaman demek ki Kur’an’ı Kerime, mütevâtir olan Kur’an’ı Kerime pazarlıksız iman etmek gerekiyor. O takdirde zaman kavramı ortadan kalkıyor. Bu arada şu yazı üzerinde düşünmenizi rica ediyorum: BEDİÜZZAMAN VE TARİHSELCİLİK/Ebubekir SİFİL Milli Gazete – 24 Şubat 2005 Esas meseleye geçmeden önce bir noktayı tasrih edeyim: Dinlerarası diyalog konusunu işleyen bir önceki yazımda Fethullah Gü146 len hocaefendinin “Fasıldan Fasıla”sından yaptığım alıntıyı yanlış değerlendiren bazı okuyuculardan, bağlamdaki “ilzam” üslubuna dikkat etmediklerini izhar eden mesajlar aldım. Konuyla ilgili olarak bu köşede kaleme aldığım onlarca yazı ortadayken hiçbir anlam veremediğim bu mesajların sahiplerini dikkat ve ciddiyete çağırıyorum… Gelelim maksada. Bilindiği gibi Kur’an, Mü’minler’e hitaben, “Ey iman edenler! Yahudiler’i ve Hristiyanlar’ı dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar…” (5/el-Mâide, 51) buyurur. Said Nursî merhum, “Münazarat”da (1944), bu âyet Yahudi ve Hristiyanlar’a muhabbeti yasakladığı halde nasıl olup da onlarla dost olunmasını söylediği tarzındaki bir soruyu şöyle cevaplıyor: “Evvela (…) nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir, kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. (…) “Saniyen, Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı Müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lakin şimdi âlemdeki, bir inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte bu dostluk kat’iyyen nehy-i Kur’anî’de dahil değildir…” 147 Her ne kadar tarihselcilik “mutlak-mukayyed” dinlemeyip bütün ahkâmı ber-hava etme tavrının adı olmakla, bir mutlakın takyidinden ibaret olan yukarıdaki tesbiti “tarihselcilik” ifadesi olarak görmek cay-ı itiraz ise de, burada “mutlak”ı “takyid” eden delilin mahiyeti üzerinde durmak zorundayız. Kur’an’ın herhangi bir mutlak hükmünün “zaman delili” tarafından takyid edilebileceği hangi Usul kitabında kayıtlıdır bilemem; ancak bildiğim şu ki, “zaman”a böyle bir yetki tanınması, ucu “nesh”e kadar pekâlâ çıkabilecek bir tavrın ifadesi olur ki, “tarihselcilik” de bundan başkası değildir! Öte yandan “zamanın kaydı”nın, Kur’an’ın mutlakını takyid edici kuvvette bir delil olması keyfiyeti hangi cihettendir? Burada “mutlak”tan, “takyid”den konuştuğumuza göre Usulcüler’in “delil” tarifini mi esas alacağız? Eğer öyleyse “matlub-u haberî” nerede? (Bu noktada Hristiyanlık’tan ahir zamanda beklenen “tasaffi” gündeme getirilebilir. Bu nokta üzerinde daha sonra duracağım.) Ayrıca bu delil kat’î midir, zannî midir? Yoksa Kelâmcılar’ın ıstılahına mı başvurmalıyız? Eğer böyleyse o bir “bürhan”mı, yoksa “emare” midir?.. Eğer zamanın kaydı kat’î bir delil/bürhan ise onun kat’iyeti nereden gelmektedir? Günümüzdeki Yahudi ve Hristiyanlar’ın, hükmün asr-ı saadettekilerle takyid edilmesini gerektiren hangi temel dönüşümü söz konusudur? Eğer zaman zannî bir delil/emare ise kat’îyi zannî ile nasıl takyid edebiliriz? Üstelik burada bir de “iştikakın me’hazının illet göstermesi” durumu var. Ben buradan, Yahudi ve Hristiyanlar’ın dost edinilmemesi hükmünün, onların Yahudiliklerine ve Hristiyanlıklarına bağlanmış olmasını anlıyorum. Bu da, bir kimsede Yahudilik veya Hristiyanlık 148 temel bir vasıf olarak devam ettiği sürece, onu dost edinmenin yasaklığı hükmünün illetinin varlığını devam ettirmesi demektir. Öyleyse burada iştikakın mehazından hareket etmenin lehde değil, aleyhde sonuç doğurduğunu söylemek durumundayız. Ve nihayet çağımızdaki “inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevî”nin, asr-ı saadetteki “inkılab-ı azim-i dinî”nin yerini aldığı tesbitinden hareketle, dikkatlerimizi “nokta-i din”den “nokta-i dünya”ya çevirmemizi ve dolayısıyla “din temelli nehy-i Kur’anî”yi terk edip “medeniyet(!), terakki ve dünya temelli vela-yı Yehud ve Nasara”ya yönelmemizi öğütleyen yukarıdaki satırlar da tarihselci bakışın kalesini tahkim edici niteliğiyle dikkat çekiyor. Çağın bir “medeniyet çağı” olduğunu ve medeniyet icabatının behemehal yerine getirilmesini bir “mukteza-yı nass” derecesinde kabul ettikten sonra “ümmet-i davet”ten “medenî dünya” çıkarmak elbette normal olur. Ne var ki esas mesele de burada yatıyor. Yapılması gereken, zihinleri, meşgul oldukları (daha doğrusu “edildikleri”) “inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevî”ye perestiş yerine, onun mahiyeti, doğuşu, tezahürleri ve doğurduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye sevk etmek iken, ona öykünmek ve buradan da Yahudi ve Hristiyanlar’la “muhabbet” ilişkisi çıkarmak nasıl izah edilebilir? Tam bu noktada nereye geliyoruz? Mecellenin 13. maddesine, “Mevridi nasda içtihada mesağ yoktur”. 39. madde sonra geliyor, “ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tebeddülatı inkâr edilmez”… Mecellenin 13. maddesi; muhkem âyetlerde içtihat söz konusu değildir. Hükmü açık olan âyetlerde içtihat yapılamaz. Mütevâtir hadislerde de içtihat yapılamaz.. Meselâ hadlerin, had cezalarının hepsi muhkem âyetlerdir. Zina eden kadın ve erkeğe 100 değnek vurulur. Burada içtihat yoktur. 39. maddede; “zamanın değişmesi ile hükümlerin değişeceği inkâr edilemez”. Elbette ki açık naslar söz konusu değilse.. 149 İmamı Âzam hazretlerinin ev kavramından, Küfe’de anladığı ile Şam’da anladığı aynı değil. Niçin? Âdet, ananeye göre, yöreye göre değişir. Bizim bu gün çok anlamlı dediğimiz müşterek kavramlar oluyor. O zaman tercih değişebilir. Kur’an’ı Kerimde geçen bir kavramda, birinde 7 gün anlaşılıyor, birinde 18-19 gün anlaşılıyor… “Tuhfe“ diye Kur’an-ı Kerim’de bir kavram geçiyor, Ashab-ı Kiram’ın bir kısmı diyor ki; tuhfe kadının adet dönemidir ve süresi yedi gündür. Bazıları 18 gündür diyor... Çünkü muhkem değil âyet, öyle de anlaşılıyor, öyle de. Meselâ Mebsud’da o kadar güzel örnekler var ki; bir şehirde yolda yürüdükten sonra abdestini yenile deniliyor. Başka bir şehirde yenilemene gerek yok diyor. Niye? Çünkü birinci şehir çok pistir, damlarından pislik akar onun için orada abdesti yenilemek gerekir deniyor. Öyleyse tarihsel olan ile tarihsel olmayanı idrak edemeden Kur’an’ın tarihselliğini tartışmak ucuzculuktur… Çünkü Kur’an’ı tarihsel olarak kabul ettiğinizde az önce de belirttiğim gibi “Allah”ın nasıl olduğunu, onun isim ve sıfatlarını siz belirlemiş olursunuz. Tıpkı filozoflar gibi... “Bana filozofların sözünü ettiği Tanrıdan değil Peygamberlerin haberini verdiği Allah’tan söz edin” diyen Pascal’ı hatırlayın!.. Batıdaki bir cins kafa bile bunun farkına varıyorken bugün adına “Müslüman” denilen birilerinin bir filozof Tanrı üretme-oldurma çabasını iz’anınıza bırakıyorum.. Hâsılı Şeyh, Üstad, kanaat önderi, hoca(!) v.b. gibi iman haramilerine dikkat! Bu iman eşkıyaları köşe başlarını kesmişlerdir! İmanınızı soyarlar! İman soyguncuları o kadar çoklar ki!.. Milyonları peşlerinden sürüklüyorlar!.. Gerçi halen şüphe ediyorum: Milyonlar mı bu saydığımız adamların peşinden gidiyor? Yoksa onlar mı milyonların peşinden gidiyor? Daha doğrusu hepsi birlikte hevâ ve heveslerinin peşinden mi giderler? Bilinmez!.. 150 3. PEYGAMBER TASAVVURU Peygamber tasavvuru derken, âyet ve hadislere göre bir Peygamber tasavvurunu kastediyoruz. Yani önce İslâm’daki peygamber tasavvuru ve bu tasavvur içinde kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz… Önce bu ve buna bağlı olarak da Peygamberimizin sünnetinin uygulayıcısı olan Ashab-ı Kiram tasavvuru.. Konuya girmeden şuna dikkat çekmek istiyorum.. Son zamanlarda dikkat ederseniz, sürekli Ashab-ı Kirâm ile uğraşılıyor. Ashab-ı Kirâm’ı, İslâm’ı yaşayanları sıradanlaştırma çabaları var. Peygamberimiz, Ashab-ı Kiram, Müçtehid âlimler sıradanlaştırılırken, filozofların ve bilim adamlarının yüceltilmesi tesadüf olmasa gerek diye düşünüyorum. Bu bir anlayış ve idrak meselesi… Diyanetin İslâm Ansiklopedisinde Peygamberimizle ilgili olarak bir yerde “Hz” ifadesi geçiyor. Başka yerde yok. Müçtehid imamlarla ilgili olarak Şafi, Ebu Hanife diye geçiyor. Bu nesneleştirme, sıradanlaştırma veya basitleştirme demektir. İmamı Azam Hazretleri deyince güya objektif olunmuyor! Değerlendirme yapılmış oluyor! Bilimsel olmuyor!!! 151 Risalet ve Nübüvvet ile ilgili âyet-i kerimeler ile başlayalım: Allah Celle Celalühu Nisa Suresinin 165. Ayeti Kerimesinde şöyle buyuruyor; “Peygamberleri müjdeciler ve azap habercileri olarak gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak üstündür, yegâne kudret sahibidir”. Yunus suresinde, 43. Ayeti Celilesinde; “Her ümmetin bir peygamberi vardır”, buyuruyor. Kurtubi bu âyeti Kerimesinin tefsirinde; “Her ümmetin kendilerine karşı şahitlik edecek bir peygamberi vardır. Çünkü öteki dünyada, bir cemaat gelecek, diyecek ki; Allah’ım biz bilmiyorduk, senin varlığından haberdar değildik. Şahit olarak kim var? Dendiğinde, her kavme peygamber gönderilmiştir, o şahitlik edecek.” Nahl Suresinin 36. Ayeti Kerimesinde; “Celalim hakkı için biz her ümmete, Allah’a ibadet edin, putlara tapmaktan sakının diye bir peygamber gönderdik. Ama içlerinden bir kısmına Allah hidayet verdi, bir kısmına sapıklık sabit oldu. Şimdi yeryüzünde bir gezin bakın, peygamberini yalanlayanların sonu nice oluyor”. Dolayısıyla Allah Celle Celalühu, her topluma, (bir rivayette 124 bin olarak geçer), Peygamber göndermiştir. Peygamberlerin beş tane sıfatı vardır: Sıdk Emanet Fetanet Tebliğ İsmet Sıdk; verdikleri her türlü haberde, doğru sözlü ve sadıktırlar. Onların doğrulukları kendilerine iman etmeyenler tarafından da 152 kabul edilmiştir. Mekke müşriklerinden Ubey bin Halef diye birisi var. Bir gün bu adam, atını besliyor, talim ettiriyor. Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselam’a diyor ki; -“İnşallah ben seni bir gün öldüreceğim. Efendimiz de diyor ki; -“İnşallah ben seni öldüreceğim”. Bu olay Mekke’de iken geçiyor. Neyse, Hicret vuku buluyor. Uhud harbi… Bakıyor ki Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz, Ubey bin Halef geliyor. Bizzat eliyle, (dikkat edin birilerinin Peygamber algısına uymuyor bu) birinin kargısını alıyor ve kargıyı atınca Ubey bin Halef ’in suratını sıyırıyor. Ubey bin Halef yaralanınca paniğe kapılıyor, korku içinde “ben öleceğim” diyor. Arkadaşları; -Sen deli misin, burada ufacık bir sıyrık var, bundan insan ölür mü? -Vallahi bana Muhammed böyle dedi, o yalan söylemez. Ve bir süre sonra Ubey bin Halef ölüyor82… İşte bu sıdk özelliği... Emanet; bütün peygamberler son derece güvenilir insanlardır. Nitekim Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin en temel vasıflarından biri Muhammed-ül Emin’dir… Hacer-ül Esved taşının yerine konması ihtilafında anlaşamazlar ve tartışmaya başlarlar, içlerinden birisi Kâbe’ye ilk kim gelirse, o hakem olsun der... Efendimiz henüz Risalet ile görevlendirilmemiştir. Hira’dan evine dönerken Kâbe’ye uğrayıp öyle gidecektir. Aleyhissalâtu 82) M. Asım Köksal. İslâm Tarihi, Şamil yay. İstanbul, 1987, sh. 10-11 / 180 153 Vesselam Efendimiz Kâbe’de görününce yani ilk gelen olunca; oradaki herkes el emin geliyor, diyorlar, “El-emin”… Üçüncü özelliği fetanet; insanlar içinde akıl, zekâ, feraset bakımından olmak üzere, her bakımdan üstündürler. Bunlar deha ötesi. Dâhi ayrı. Bunlar deha ötesi… Burada bir hal meselesi var. Tebliğ; ilahî emirleri emredildiği şekilde, tebliğ ederler. İsmet; gizli aşikâr her türlü günah işlemekten, mâsiyetten uzaktırlar. Yani, icmâ ile bütün mezheplerde, peygamberlerin günahsız olduğu, ismet sıfatının olduğu, günahtan masun oldukları kabul edilmiştir. Peygamberler, zelle denilen ufak hatalar işlerler. Bu, günah değildir. Yani, ismet sıfatına münafi olmadan, aykırı olmadan, zelle denilen ufak hatalar işlerler. Bunlara ek olarak, Risalet ile ilgili olarak vehbilik-kesbilik hususu vardır... Peygamberlik kesbî değildir; zira Peygamberlik çalışma ile elde edilemez. Allah’tan, vehbî olarak lütfedilmiştir. Bugünün rasyonalist İslâmcısı bunu da sekülerize ediyor. Peygamberlik insanların zihninde bir potans halidir, o potans haline ulaşan Peygamberdir demeye getirenler var!...??? ( Fazlurrahman )İşte Batı modernitesinin, Batı aklının, Batı mentalitesinin bizi getirdiği nokta burasıdır.. Peygamberi filozoflaştırma dediğim husus!.. Yedinci olarak mucize göstermek… Her peygamber muhakkak mucize göstermiştir. Çünkü bir topluma geliyor, o toplum tarafından kabul edilmesi mümkün olmayan bir takım umdeler getiriyor. Bunları ispat için de Allah mucize ihsan buyuruyor. Velinin keramet gösterme mecburiyeti yoktur.. Bu anlattıklarım genel Peygamberlik halkası içindeki özellikler. Bir de bunlara ek olarak, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin şu özellikleri var. Öncelikle Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtu 154 Vesselam Habibullah’tır. Allah’ın sevgilisi… Nitekim bir Hadis-i Şerifte şöyle buyruluyor; “Biliniz ki ben Allah’ın sevgili kuluyum, dostuyum”, ancak övünmek yok. Bütün peygamberlerden efdaldir ve o insanlığın en şereflisidir. Habibullah özelliğine ek olarak, Resul-ü Sakaleyn; insanların ve cinlerin peygamberi olarak gönderilmiştir. Hâtem-ül Enbiya, son peygamberdir. Makam-ı Mahmut sahibi, yani ahirette Allah’ın izniyle müminlere şefaat edecektir,.. Şu mesele bile ihtilaf konusu oluyor. Allah’ın izniyle Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şefaat edecektir. Beş vakit namazında Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat inancına sahip birisi, bir gün bana; Şefaat var mı? Allah izin verirse var! Hâlbuki âyette var, hevâ ve hevesimizden çıkarmıyoruz. Din bu kadar mıncık, mıncık edilir mi? Sözüm ona, Allah’ın, vahdaniyetini vurgulayayım derken, bakın iş nereye gidiyor. Tevhid’de aşırı tenzih de Allah’ı soyutlayarak yok ediyor. Aslında Allah’ı “koruyacağım” derken, onun vahyini ve Peygamberini yok ediyor!.. Tenzih ile teşbih aynı andadır.. Yalnızca tenzih seküler bir mistisizmdir; tıpkı yalnızca teşbih seküler bir putperestlik olduğu gibi.. Allah izin verirse Peygamberler şefaat eder. Bir de şefaat-i uzma makamı, yani; mahşerde bütün insanlar, heyecan ve ıstırap içinde bulundukları bir sırada, bunların hesaplarının bir an önce görülmesi için Hz Peygamber Sallalahu Aleyhi Ve Sellem Efendimiz şefaat edecektir. Allah ile Peygamber arasında bir dualite yaratmak isteyenlere özellikle dikkat etmek gerekir. Hadis-i Şerifler, Kur’an-ı Kerim’den ayrı bir “şeymiş” gibi anlayanlar, anlatanlar ve sunanlar var. “Allah” diyerek Risalet’i inkar noktasına gelenler ile, Peygamberlere uluhiyetle ilgili nitelikler atfederek Allah’ı “soyutlayanlara” dikkat etmek gerekir. 155 Enbiya Suresinin 107. Âyet-i Kerimesinde Allah Celle Celalühu şöyle buyuruyor; “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”. Peygamber derken, neden bahsettiğimizi bilelim. Peygamber tasavvurunu en iyi idrak edebileceğimiz âyet-i celilerden biridir bu: Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik… Kalem Suresinin 4. Âyet-i Celilesinde; “Muhakkak sen büyük bir ahlâk üzerindesin”. Fetih Suresinin 2. Âyet-i Kerimesinde “Ki, bu yüzden Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayıp, üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola çıkaracaktır”. Geçmiş ve gelecek bütün günahların affedilmesi... Hemen burada netameli bir konuya geliyoruz. Hem, peygamberlerin ismet sıfatı var, günah işlemezler dedik, hem de günahları affedilmiştir buyruluyor… Burada kuru mantık ve akılla hareket ederseniz bir çelişki var gibi gelir insana ama akl-ı selim ile yola çıkarsanız kesinlikle bir çelişki söz konusu değildir… Kurtubi tefsirinde 2. ve 16. ciltte çok geniş biçimde anlatılıyor bu hususu.. Bu izahlardan birisi şöyledir: ‘Bu ifadede Allah Celle Celalühu buyuruyor ki; senin günahın olsa bile, affedilir’. İşte mücmel âyet dediğimiz budur. Burada ham yobaz kaba softalık şudur; yorumlardan birinin üzerinde ısrar etmek... Allah Celle Celalühu diyor ki; “Senin günahın bile olsa affederdim ben”. Fakat diğer bir izahda da; Ebu Said Harrar Hazretlerinin bir sözü var, bu söz Kurtubi tefsirinde de var, Elmalılı’da da var. İmamı Rabbani Hazretleri Mektubat’ta iki yerde zikrediyor. O da şudur; “Ebrarın hasenatı, mukarreblerin günahıdır, seyyiatıdır.” Mektubatın 1. cildinin 164-167. sayfalarında izah ediyor İmamı Rabbani Hazretleri… “Mevla Teâlâ’ya yakın olan kullara ebrar denir. Bunlardan daha yakın olanlara da mukarreb denir. İyilerin, ebrarın hasenatı, iyilikleri; yakın olanların günahlarıdır.” Yani mukarreblerin ufak bir hatası olsa da, o, çok büyük bir hata 156 gibi gözükür. Ve dolayısıyla âyeti kerimede zikredilen budur. Belki de sıradan bir mümin için gayet meşru olan bir davranış biçimi, Peygamberler için büyük bir hata şeklinde görülebilir. Verilen nimetin büyüklüğüne göre.. Efendimizin mübarek ayakları şişermiş namaz kılmaktan.. Hz Aişe validemiz; -‘Ya Resûlullah sen affedilmiş birisin, niçin bu kadar kendine sabahlara kadar eziyet ediyorsun’ deyince; -“Nimetin şükrünü eda edici olmayayım mı” diye cevap veriyor Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz. Buradaki nimet de Peygamberlik olsa gerek.. Bunu için de diyoruz ki; tarikat oyun oynamak değil. Tasavvuf hobi değil! Bir kere daha tekrar ediyoruz ”Ebrarın hasenatı, mukarreblerin günahıdır, seyyiatıdır.” Tarikat önce terk-i mâsivadır! Bütün İslâmî faaliyetler PDR (Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) değildir… İmam-ı Gazali Hazretleri İhya’da şöyle buyuruyor; ‘Avamın orucu var, havasın orucu var, Hass’ül Havasın orucu var. Avamın orucu, bizim orucumuz, yiyip içmedin mi, mukarenette bulunmadın mı, orucumuz tamamdır. Ama havassın orucu farklıdır; meselâ yalan söylese orucu bozulur. Hass’ül Havasın orucu ise daha da farklıdır.. Aklından yalan geçse, orucu bozulur.’ Ama şeriat hangisi? Birinci aşama… Sakın karıştırmayalım. Teklif şeriat ile ilgilidir. Allah ve Resulü buyuruyor ki; bir şey yiyip içmedin mi, mukarenette bulunmadın mı orucun tamamdır. Bu şeriattır.. Tarikata girdim dersen, iddialı olursan, mükellefiyetlerini yerine getirmen lâzım. Adam olanların kafasına balyozla çakmak için bu ölçüyü bir kere daha tekrar ediyorum: ‘Ebrarın hasenatı, mukarreblerin seyyiatıdır.’ 157 Ahzab Suresinin 21. Âyet-i Kerimesinde; “Yemin olsun, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü arzu edenler için, Allah’ın Peygamberi pek güzel bir örnektir.” Üsve-i Hasene… Televizyondaki bazı tipler gözünüzün önüne gelince bir anlam kazanıyor mu bunlar. Üsve-i Hasene.. Yani Peygamberimiz de beşerdir ama sıradan bir insan değil, en güzel bir örnek diye buyruluyor âyeti kerimede. O bir beşerdir ama kendisine vahyedilen bir beşerdir.. Gerçek derin İdrak bunu idraktir… Peygamberler insandır ancak onların normal insanlardan çok önemli bir farkları var: Onlar vahiy almaktadırlar. Dolayısıyla bunu anlayamayan “Peygamber de insandır” diyerek bir sıradanlaştırma yaptığının farkında değildir. Her insan rüya görür ama sıradan bir insan ile Peygamberlerin rüyası aynı değildir. Çünkü Peygamberlerin rüyası vahiydir. Saffat Suresinin 102. Âyet-i Kerimesinde, Hz İbrahim’in rüyasından bahsedilir. Yusuf Suresinin 44. Âyet-i Kerimesinde de, Hz Yusuf ’un rüyasından bahsedilir. Ve İbn-i Abbas da aynen şöyle diyor; ‘Peygamberin rüyası vahiydir’. Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurmuştur; ‘Biz Peygamberler topluluğunun gözleri uyur, kalplerimiz uyumaz.’ Kurtubi tefsirinin 14. cildinde belirtiyor. ‘Peygamberlerin rüyaları haktır ve fiilleri Allah Teâlâ’nın emriyledir.’ Elmalılı. 1. ciltte zikrediyor. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiydir. Hz Yusuf ’un zindan arkadaşlarının rüyalarını tabir etmesi gibi. Hayatla iç içe devam etmeye çalışıyoruz. Peygamberlerin rüyası vahiydir dedik. Peki, insanların rüyalarına gelince; hemen nereye başvuracağız? Mektubat’a başvuracağız. Mektubat’ın 1. cildinin 571. Sayfasına... ‘Bilinmelidir ki, rüyalara ve vakıalara güvenilmez, onlara itibar edilmez.’ Peki, vakıa ne demek? Hemen arz edeyim; İmam-ı Rabbani Hazretleri Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinden alıyor; ‘Misal ya da hitap yoluyla, o âlemden kalbe gelen mânâ, mübeşşire, vakıa sadece mânâ âleminde gördüğü şeylerdir, bir çeşit rüya görmeye benzer.’ Mektubat 690. sayfa. 158 ‘Kalbe öyle geldi ki..’ Mektubat 1567’de yazıldı. Bu arz ettiğim, Mektubat’ın 1. cilt 571. sayfasıydı... Bir de bakın Mektubat’ın 2. cildinin 705. sayfasında şöyle diyor; ‘Bu sebepledir ki, Nakşibendî büyükleri vakıalara itibar etmemişlerdir. Faydası pek olmadığı için de, saliklerin, talebelerin gördükleri vakıalara itibar etmemişlerdir..”. Rüya insanın konusu değil, konuşulmasının mânâsı yok, o, Peygamberle ilgili bir şey. Bugün Peygamber de olmadığına göre, isterse evliya görsün, kimseyi bağlamaz.. Yine 2. cildin 212. Sayfasında rüyaya itibar edilmez diyor İmam-ı Rabbani Hazretleri. Mektubat’ın 1. cildinin, 571. sayfasında; ‘Bilinmelidir ki, zikrin fayda vermesi, neticenin ortaya çıkması, şeriat hükümlerini yerine getirmeye bağlıdır.’ En büyük keramet şeriatı tatbiktir. (Bırakın öyle kuş gibi uçmayı, denizde yüzmeyi.) Binaenaleyh, farzları, sünnetleri yerine getirmede, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçınmada son derece, ihtiyatlı davranmak, büyük, küçük her meselede şeriat âlimlerine müracaat etmek ve fetvalarına göre amel etmek gerekir.’ Elmalılı rahmetli, 5. cildin 48. sayfasında der ki; ‘Ve bundan dolayı Peygamberlerden başkasının rüyası ya da rüya tabiri, ilmî yakin ifade etmez.’ Neticede, bizim tefekkür dediğimiz şey de bir anlamda ilhamdır. Bir insanın tefekkürünün dinî anlamda bağlayıcılığı olabilir mi? Elbette olamaz!.. Çünkü bu kişinin tefekkürüdür ve o kişinin tefekkürü onu bağlar. Allah rızası içinse, sevabı vardır. Boş ise mübahtır, kötülüğe sevk ediyorsa, günahını alır. Kişi müçtehitse, söylediği şeyin Kur’an ve Sünnete göre izahını yapması lâzımdır. Müçtehid ancak ilmen, kıyasen içtihat yapar.. Bir insanın müçtehid vasfı yoksa ve içtihat ediyorsa, günaha girer.. Müçtehid ise, isabet ederse iki sevap alır, hata ederse bir sevap alır. Bir sûfi ‘bu bana keşfen bildirildi’, diyorsa, yine delil 159 değildir. İçtihatta nasıl hata yapılırsa keşifte de hata yapılır.. Keşif Kur’an ve Sünnetle delillendirilirse ümmet bakımından bir anlamı ve bağlayıcılığı olur. Sonuçta keşifte kişisel bir durumdur. Ebu Süleyman Darani: “Çoğu kez sufilere gelen (ilham türü) şeyler kalbime gelir, onları iki adaletli şahit olan Kitap ve Sünnete arz edip gelenin hak olduğuna dair tasdiklerini almadan kalbime girmesine izin vermem.” Zünnun El Mısri: “Allah Tealâ’yı sevenin alameti, Allah’ın sevgilisinin ahlâkına, fiillerine, emirlerine ve sünnetine tabi olmasıdır.” Cüneyd-i Bağdadi: “Hakka giden bütün yollar, halka kapalıdır; ancak Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hal ve hareketine sarılıp sünnetine uyanların üzerinde bulunduğu Peygamberin Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yolu açıktır.” “Bizim gidişatımız, Kitap ve Sünnetteki esaslarla sınırlandırılmıştır.” Kur’an-ı Kerim’i anlamada Sünnet’i ölçü ve esas kabul etmek budur… Tevbe Suresinin 113. Âyet-i Kerimesinde Allah Celle Celalühu buyuruyor ki; “Peygamber ve müminler için, müşriklere istiğfar etmek yoktur.” Müşrikten af dilenmez… Hz. Nuh ve Hz. İbrahim örneğini hatırlayın!.. Hz. İbrahim babası için, Hz. Nuh karısı ve oğlu için, Hz. Lut karısı için bir aidiyet bağı kuramamıştır. Çünkü burada aidiyet imanla irtibatlandırılmıştır.. Kur’an’da bunlar tarihsel olaylar diye anlatılmaz, bunların hepsi gerçek olaylardır ve işaretlerdir.. Bir Peygamberin çocuğu da kâfir olabilir, annesi de kâfir olabilir, karısı veya babası da kâfir olabilir. Yani, kâfir veya mümin olmanın, irsiyetle veya soyla bir alakası yoktur. Sebeb-i nüzul bağlamında düşünecek olursak bu kıssalar genellikle Ebu Talip’le ve peygamberimizin yakınları ile ilgilidir.. Kasas Suresinin 56. Âyet-i Celilesi; “Resulüm, sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin. Bilakis Allah dilediğine hidayet verir. Ve hidayete girecek olanları en iyi bilen O’dur.” Peygamber tasavvuru dediğim budur ve birkaç fırça darbesiyle onu ortaya 160 çıkarmaya çalışıyorum. Yine Ahzab Suresinin 6. Âyet-i Celilesinde şöyle buyruluyor; “Peygamber, müminlere nefislerinden evladır.” Veya bu âyetin başka bir meali; “Peygamber müminlere, kendi canlarından önce gelir.” Ahzab Suresinin 56. Âyet-i Celilesinde, Allah Celle Celalühu buyuruyor ki; “Gerçekten Allah ve melekleri, Peygambere salat ederler.. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle salat ve selam edin.” Bu âyet-i celilenin tefsirinde; ‘ve selam vererek ona hürmet edin’ ve bir mânâya göre, ‘onu, hiç incitmeyerek teslim olun, boyun eğin.’ Denilir. Bu âyetler gösterir ki, (Elmalılı tefsirinden) Peygambere salâvat getirmek farzdır. Ama tekrarına değinilmemiştir. Meselâ bir cemaatte oturuyoruz, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin ismi geçti, ilkinde salat ve selam farzdır, ondan sonrasında ihtilaf var. Ancak tekrarına değinilmemiştir. Sahih olan odur ki; ismi zikrolundukça vacip olur. Bu hususta birçok hadis-i şerifler rivayet olunmuştur. Ben bir tanesini seçtim. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz buyuruyor ki; ‘Yanında adım zikrolunup da, bana salâvat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün.’ (Elmalılı tefsirinin 6. cildinin 330 sayfasında, Kurtubi tefsirinin de 14. cildinin 171-179. sayfalarında…) Burada izin verirseniz bir köşeli parantez açmak istiyorum. Köşeli parantez olunca felsefe… Sokrates diye bir adam var… Yunan felsefesinin sistematik dönem filozofudur. Yunan felsefesi deyince de; sacayağı Sokrat, Aristo ve Platondur. Sokrat der ki; ‘Erdem bilgidir.’ Diğer deyişle fazilettir… Yani Sokrates diyor ki; bir insan yanlış bir eylemde bulunuyorsa bu, bilgisizliği yüzündendir. Bugün bunun ne kadar yanlış bir görüş tarzı olduğu ortadadır, çok naivdir ve çocuklar bile inanmaz. Meselâ bir adam babasını öldürdüyse bilgisizliğinden mi öldürdü, hırsızlık yaptıysa, bilgisizliğinden mi yaptı? Oysa bankaları bilimsel yöntemlerle soyup içini boşaltanlar, bilgili oldukları için bunu yapabildiler.. Dolayısıyla mesele sadece bilip bilmeme meselesi değildir. 161 Bugün din adına konuşanların hepsi benden, bizlerden kat kat fazla bilgiye sahiptirler ancak Peygamberden bahsederken asker arkadaşından bahseder gibi konuşurlar.. Anlamak, izah edebilmek mümkün değil!.. Bu konuda öyle sıkıntıya giriyorum ki işin içinden çıkamıyorum.. Aslında bu tarz insanlarla konuşmak faydalı oluyor. Geçen gün üniversiteye gittik, ufuk genişledi. Bizi seven arkadaşlarla konuşuyoruz, bir şey oldu, dedim; tekfir edemem. -Abi edemezsin de ne edersin? Dediler. Tekfirin ne demek olduğunu biliyor musun? Elbette biliyorum, Müslüman’a kâfir demek de küfür, kâfire Müslüman demek de. Adam diyor ki; demokrasiye Allah’a inandığım gibi inanırım. Şimdi bunu ne yapacaksın, ben tekfir edemem deyince kızıyorlar bana.. Hanefi mezhebinde bu tekfir işi çok ince.. Bunu âcizane bilerek söylüyorum. Burada İmam-ı Gazalinin usulü doğru, İmam-ı Gazali şahsı değil de, görüşü tekfir ediyor. Peki, görüş nasıl şahıstan ayrılıyor? İmam-ı Azam Hazretlerinin yöntemi ne kadar doğruysa, İmam-ı Gazali’ninki de o kadar doğru, biz ikisine de uymak zorundayız. Bir kâfire Müslüman demek de, küfre girer. Orada o kadar ince bir nokta var ki çok dikkatli olmalıyız. Allah cümlemizi korusun, âyet-i kerimeyi bir daha okuyorum; “Gerçekten Allah ve melekleri, Peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle salât ve selam edin.” Köşeli parantezi kapatıyorum. Az önce kısmen değindiğim Hz. Peygamberin beşeriyeti meselesi ile ilgili birkaç şey daha söylemek istiyorum. Şura Suresinin 52. Âyet-i Celilesi ”Ve işte sana, böyle emrimizden bir ruh, Kur’an vahy ettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun, lakin biz onu bir nur yaptık, onunla kullarımızdan dilediklerimize hidayet veriyoruz, muhakkak ki sen doğru bir yol gösteriyorsun.” (Dikkat!!! peygamber tasavvuru 162 diyoruz..) Bu da Allah’ın Rakik sıfatı. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun, sana öğrettik.. İsra Suresinin 93 ve 95. Âyet-i Kerimeleri “Yahut altından bir evin olsun yahut göğe çıkasın, ona çıktığına da asla inanmayız, taa ki bize okuyacağımız bir kitap indiresin. (müşrikler diyor) De ki; Rabbimi tenzih ederim ben ancak bir insan ve Peygamberim.” Bu o kadar çok geçiyor ki. Nitekim Âyet-i Kerimede; “Rabbimi tenzih ederim ben ancak bir insan ve Peygamberim, kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi geldiğinde inananların iman etmelerine ancak Allah, peygamber olarak insan mı gönderdi demelerine engel olur”. Müşrikler diyor ki; Allah Peygamber diye insan mı gönderdi. “Söyle onlara, eğer yer yüzünde insanın yerine, hep uslu, uslu yürüyen melekler olsaydı, (şu âyete bakın, uslu uslu yürüyen melekler..) mutlaka onlara melek değil Peygamber indirirdim.” Hz Peygamberin beşeriyeti… Kehf Suresinin 110. Âyet-i Kerimesi; “De ki; ben ancak sizin gibi bir insanım, yalnız ilahınız bir ilahtır diye bana vahy olunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, yararlı bir iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibadete kimseyi ortak etmesin.” Ve tarifi mümkün olmayan Abese suresi, 1. 2. 3. ve 4. âyeti kerimeleri. Tefsirleri de mükemmel... Rivayet edilir ki, müşriklerin ileri gelenlerinden bir kısmı gelmiş, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz onlara tebliğ yapıyor. O sırada Abdullah İbn-i Mektum geliyor. Gözleri âmâ… Göremiyor ve göremediği için de ha bire soru soruyor Hz. Peygamber Efendimize. Onun bu ısrarlı durumu Efendimizi biraz rahatsız ediyor.. O zaman bu âyeti kerime inzal buyruluyor. “Peygamber yüzünü ekşitti ve döndü, çünkü kendisine âmâ gelmişti. Ne bilirsin ki belki o temizlenecekti. Yahut öğüt bekleyecekti de, öğüt kendisine fayda verecekti. Ama ihtiyatsız görünene gelince, sen ona yöneliyor, onu kurtar163 maya özeniyorsun. Onun Müslüman olmayıp temizlenmemesinden sana ne. (burada laf biter, buralarda hiç konuşulmaz..) Fakat sana koşarak gelen yok mu, o, Allah’tan korktuğu halde, sen ondan yüz çevirip başkasıyla oyalanıyorsun. Zinhar bir daha böyle yapma. Çünkü bu âyetler bir öğüttür, isteyen ondan öğüt alır.” Bu da beşeriyetinden bir tablo. İşte bu İbn-i Mektum, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz tarafından Medine’yi terk ettiği zamanlar imam, hem de yerine bıraktığı Sahabidir. Kurtubi tefsirinin 18. cildinde, şöyle diyor; ‘Fakat şanı yüce olan Allah, Suffe ehlinin kalplerinin kırılmaması yahut fakir olan bir müminin, zenginden hayırlı olduğunun bilinmesi için ona sitem etmiştir.’ Şurası tartışmalı; fakir olan bir müminin zenginden daha hayırlı olduğu… Böyle bir kural koymak yanlış.. O zaman Hz Ebubekir’i ne yapacağız.. Abdurrahman İbn-i Avf ’ı, Osman bin Affan’ı nereye koyacağız… Fazilet ve üstünlük takva iledir.. Hz Ömer Radıyallahu Anh, Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir; ‘Hıristiyanlar İsa hakkında haddi aştıkları gibi, siz de benim hakkımda haddi aşarak, olmadık niteliklerle beni nitelemeyin. Bunun yerine; Allah’ın kulu ve Resulü deyin.’ (İzin verin, bunlar sekter mi oluyor, biraz mezhepçilik gibi mi oluyor ama, vicdan borcu olarak kaç kere tekrar ettim, tek başımıza Üstad ile otururken şuna çok rastladım, gelecekten bahsediyor.. Çin şöyle olacak, İngiltere şöyle olacak.. Amerika geleceği şöyle olacak… Ben apışmış dinliyorum.. Üstad hemen durumu anlar ve “Ali bu bir tahmindir, hal meselesi değildir”, derdi. Düşünün karşısında genç bir adam, ona inanmaya hazır.. Büyüklük burada, öyle; kalbe geldi ki, yazdırıldı ki yok..) Abdullah bin Cübeyr Radıyallahu Anh anlatıyor; Ashab’tan biri örtü ile Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselamı güneşten korumak istedi. Dikkat!!! Peygamber Efendimiz bu durumu fark 164 edince bırakmasını söyledi. Ve örtüyü alıp yere koydu. ‘Ben de sizin gibi bir insanım buyurdu.’ Hz Peygambere Yahudilerden bir heyet geldi. -Ya Muhammed, Allah mahlûkatı yarattı, peki, Allah’ı kim yarattı? Dediler. Hz Peygamber öfkelendi, hatta rengi değişti, Rabbi için böyle sormalarından dolayı onlara öfkelendi ve şiddetle çıkıştı. Cibril geldi, onu teskin etti. Demek ki Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz de mukaddesatı söz konusu olduğunda sinirleniyor. Hz Peygamber, rahmet Peygamberidir, ama aynı zamanda savaş Peygamberidir. Peygamberimizin beddua ettiğine dair 20-30 rivayet ve hadise var.. Herkes kafasına göre bir peygamber dizayn ediyor. Hatta son dönemlerde öyle bir Peygamber tasavvuru ortaya çıkarıyorlar ki, hâşâ, bir tane papyonu eksik. Bi’r-i Maûne olayından sonra her sabah namazdan sonra beddua ediyor.. Bir rivayet beş vakit bir rivayet sabah namazından sonra otuz gün beddua ediyor. Bir kabile geliyor ve kendilerine İslâm’ı ve Kur’anı öğretmek üzere bize Ashab-ı Suffe’den hafız gönder diyorlar.. Hz Peygamber Efendimiz gönderiyor.. Söz konusu kabile ihanet ediyorlar sözlerinde durmuyorlar ve sahabeleri öldürüyorlar. Efendimiz o kadar müteessir oluyor ki; otuz gün beddua ediyor. Fakat nefsimizi araya koymayalım, Asım Köksal’ın İslâm Tarihinde; “Ben savaş Peygamberiyim, ben rahmet Peygamberiyim buyuruyor.” Fakat orada galiba asıl mesele şu; bireyselleştirme var değil mi, vicdanlara indirgeme. Savaşın toplumsal yanı, bu tarafı gündeme getirilmiyor değil mi? … Meselâ Kütüb-ü Sitte’nin 15. cilt 245. sayfasında; Enes Radıyallahu Anh anlatıyor; Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam ile birlikte demirci Ebu Seyf Radıyallahu Anh’ın yanına girdik. O, Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam’ın oğlu İbrahim’in süt babasıydı. Aleyhissalâtu Vesselam oğlunu aldı, öptü ve kokladı. 165 İbrahim can çekişiyordu. Bu manzara karşısında Aleyhissalâtu Vesselam’ın gözlerinden yaş boşandı. Abdurrahman bin Avf Radıyallahu Anh; -Sen de mi ağlıyorsun, ey Allah’ın Resulü dedi.’ Aleyhissalâtu Vesselam; ‘ -Ey İbn-i Avf bu merhamettir, buyurdu ve ağlamasına devam etti. Sonra şöyle dedi; “-Gözümüz yaş döker kalbimiz hüzün çeker. Fakat Rabbimizi razı etmeyecek söz sarf etmeyiz. Ey İbrahim senin ayrılmandan bizler üzgünüz.” Peygamber tasavvuru! Peygamberin beşeriyeti! Aynı hadisede cenaze defnedildikten sonra güneş veya ay tutulması gerçekleşir. Ashab-ı Kiram’dan bazıları; Peygamberin oğlu vefat ettiği için böyle oldu dedikleri zaman, Peygamberimiz duyar duymaz; “Ay ve güneş Allah’ın delilerinden iki delildir. Her hangi bir kimsenin ölmesi veya doğması ile tutulmaz” buyurur. Bir hadise daha... Hz Ebu Hureyre Radiyallahu Anh anlatıyor; Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam’ın ailelerinden birisi vefat etmişti. Kadınlar, arkasından ağlamak üzere toplandılar. Hz Ömer Radiyallahu Anh, onları bundan men etmek ve geri çevirmek üzere kalktı. Aleyhissalâtu Vesselam Hz. Ömer’e müdahale edip; -Ey Ömer bırak onları, çünkü göz ağlayıcıdır. Kalp ıstıraba maruzdur. Istırabın yaşandığı zaman yakındır.’ Ve size bir fırça darbesi daha, Hz Peygamberin beşeriyeti ile ilgili... 166 Bir, iki hadise daha… Kütüb-ü Sitte’den 5427 sayılı Hadis-i Şerif. Hz. Aişe Radıyallahu Anha anlatıyor; Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam vefat etmiş bulunan Osman İbn-i Maz’un’u gözlerinden yaşlar dökerek öptü. Bu rivayetten de Müslüman ölüsünün öpülebileceği, ölü üzerine ağlanabileceği hükmü çıkarılmıştır… Hz. Peygamber’in ağlaması dedik, gelelim Hz. Peygamberin gülmesine... Kütüb-ü Sitte’nin 12. cildinin 257. sayfası. Hz. Enes Radıyallahu Anh anlatıyor; ‘Annem Ümmi Süleym, Huneyn savaşı sırasında bir hançer temin etmişti. (Kadın, ana, savaşta hançer temin ediyor.) Yanından ayırmıyordu. Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam hançeri görünce sordu; - ‘Ey Ümmi Süleym şu da ne?’ Ümmü Süleym -‘Bunu, müşriklerden biri, bana yaklaşacak olursa, karnına saplamak için temin ettim,’ dedi. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem, bu söz üzerine gülmeye başladı. Ümmi Süleym; -‘Ey Allah’ın Resulü sizinle olup da şu Tulekâ’dan hezimete uğrayan bizim dışımızdakileri öldür, dedi. Resûlullah Aleyhissalâtu vesselam; -‘Ey Ümmi Süleym şurası muhakkak ki Allah size kâfi geldi ve iyi yaptı buyurdu.’’ Bir örnek daha... İbn-i Ömer Radıyallahu Anh anlatıyor; Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam Taif ’i kuşatınca hiçbir netice elde edemedi. Malum Taif ’in surları çok mamur ve muhkem. Feth edilemiyor. Bunun üzerine Peygamberimiz; -‘İnşallah yarın yolcuyuz, muhasarayı kaldıracağız,’ dedi. Bu Ashabın pek ağırına gitti. Yani, 167 -‘Taif ’i feth etmeden mi gideceğiz? Dönecek miyiz,’ dediler. Aleyhissalâtu Vesselam da -‘Sabahleyin saldırın’ buyurdular. Sabahleyin saldırdılar ve birçokları yaralar aldı. Resûlullah; -‘Yarın inşallah gideceğiz buyurdular. Bu sefer askerler memnun kaldılar. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz onların haline güldü. … Bir örnek de Rudani’den, Cem-ül Fevaid’den. İnsanı aciz bırakacak örnekler bunlar... O zaman ki kumandanlardan biri (Sahr), Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’den, İslâm’dan kaçan beni Süleym’in suyunun kendisine verilmesini istedi. Orayı fethetmişler, oranın suyunun kendisine verilmesini istiyor. Ben ve kavmim oraya yerleşeyim, dedi. Çünkü onlar kaçıp gitmişlerdi. Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem, orayı ona verdi. O, kavmi ile birlikte oraya yerleşti. Derken aradan çok geçmeden, asıl sahipleri olan Süleymoğulları Müslüman oldular. Ve gelip yerlerini geri istediler. (İnsanî, insana ait duruma bakın) Razı olmayınca, doğru Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e gidip şikâyet ettiler. Allah Resulü; hemen Sahr’ı çağırıp şu emri verdi. -Ey Sahr! Bir kavim Müslüman olduğu zaman malları ve canları güvende olur. Haydi, sularını ve yerlerini geri ver. -Pekâlâ, ey Allah’ın Nebisi dedi. O anda Sahr’ın elinden suyu geri almasından dolayı, Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in rengi utancından, genç kızın yüzü gibi kırmızı renge dönüştüğünü gördüm. Buraya kadar Hz Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem hakkında bir takım örnekler verdim. Yalnız bir noktayı daha arz et168 mek isterim. Bakara Suresinin 126. Âyet-i Kerimesinin tefsirinde Elmalılı der ki; ‘Demek enbiyanın kıyas ve içtihadında bile hata olabiliyor. Fakat Allah onların hatasını derhal tashih buyuruyor.’ Peygamber tasavvuru diyoruz dikkat edin!. Nedir bizim Peygamber tasavvurumuz? O da bizim gibi insan!.. Hayır, efendim, bir zellesinde onu Allah düzeltiyor ve o Allah Celle Celalühu’dan vahiy alıyor… Bu ana ve temel farkı anlamadığınızda hiçbir şeyi anlayamazsın!!! Ahmet Yücel’in ‘Başlangıçtan Günümüze Hadis Usulü diye çok güzel bir kitabı var.. Kur’anı Azimü’ş-şan’da Allah’a itaati emreden âyeti kerimeleri özetlemiş… “Resulüm de ki; eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Al-i İmran Suresinin 31. âyeti Kerimesi. Al-i İmran suresi 31-32 âyeti kerimeleri. “Allah ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez.” Yine Al-i İmran suresi 132. âyeti Kerimesi; “Allah ve Resulüne itaat edin ki rahmete kavuşasınız. Allah’a itaat edin, Resule itaat edin. Ey iman edenler Allah’a ve resulüne itaat edin. Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, büyük kurtuluşa ermiş olur.” Kur’an’ı Kerimde Allahü Zülcelâl, belki 30-40 yerde Allah’a ve Resulüne itaat edin, diye buyuruyor. Ve bazı haysiyetsizler; Kur’an’da var mı? Diyorlar. Bu kadar ahmaklık olmaz. Haccın nasıl yapılacağı Kur’an’da var mı? Mücmel âyet… Namazın kaç rekât olduğu Kur’an’da var mı? Orucun nasıl tutulacağı Kur’an’da var mı? Eğer Hz. Peygamber olmasa biz Haccı nasıl yapacağız, namazı nasıl kılacağız, orucu nasıl tutacağız, zekâtı nasıl vereceğiz? İkinci olarak da böyle diyenlere şöyle bir soru yöneltmek de isabetli olur: Kur’an’da olanı ne yapıyorsunuz? Riba yasak, hadd 169 cezası var. Kur’an’da olan her şeyi kabul edip, onlara iman edip uyguluyor musunuz? Peygamber ve Sünnet tasavvurunun daha iyi anlaşılması için İmam-ı Suyuti’den bir başka olay nakledelim: Hz Ali (Radıyallâhü anh), Hariciler tâifesiyle münazara etmesi için Abdullah İbn-i Abbas (Radıyallahu anh) ı göndermiş ve ona şöyle demişti: - Git onlarla mücadele et! Onları kitaba ve sünnete çağır! Fakat onlara Kur’an’dan delil getirme. Çünkü âyetlerin pek çok mânâlara ihtimali vardır. Ancak onlarla sünnetten delil getirerek tartış, dedi. Bunun üzerine İbn-i Abbas (Radıyallâhü anh): -Ey Mü’minlerin Emiri! Ben, Allah’ın Kitabı’nı onlardan çok daha iyi bilirim, çünkü Kur’an bizim evlerimizde indi, deyince Hz. Ali (Radıyallâhü anh) buyurdu ki: Doğru söylüyorsun ama Kur’an birçok mânâlar taşıyan ve birçok yönleri bulunan bir kitaptır. O bir şey der, onlar da bir şey der. (yani Allah’ın âyetlerini kendi kafalarına, hevâ heveslerine göre tevil ederler de ağızları kapanmaz.) Lakin sen onlara sünnetten delil getirirsen, o zaman kaçacak yer bulamazlar, (hadisler âyetlerin tefsiri mahiyetinde olduğundan, onlar vasıtasıyla Kur’an’ın maksadı anlaşılır, böylece sana karşı konuşacak halleri kalmaz) buyurdu. Nitekim İbn-i Abbas (Radıyallâhü anh) onların karşısına çıktı ve Haricîlerle tartıştı. Sünnetten deliller getirerek münazara etti. Ve sonunda onların elinde hiçbir delil kalmadı. (Suyutî, Dürül Mensur: 1/40) “Benim emrettiğim veya nefyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, “biz onu bunu bilmeyiz, Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar” derken bulmayayım!”. Tirmizi Kitabu’l İlim, Ebu Davud Sünnet, İbn-i Mace Mukaddime “Bana Kur’ân ve Onunla beraber onun gibisi (Sünnet) verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi “Size bu Kur’ân yeter; onda neyi helâl bulursanız, onu helâl kabul ediniz, onda 170 neyi haram bulursanız, onu da haram biliniz” diyecek. Şunu iyi biliniz ki, Allah Resûlünün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” Ve Rûdânî: I / 43 Burada bütün mesele araya nefsimizi sokmadan, kınayıcıların kınamasına aldırmadan Fahr-i Kâinât Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizi anlamaya çalışmak, bütün fiillerinden gerçek hükümleri çıkararak, en güzel örnek olduğunun şuuru içinde davranışlarımıza ona göre yön vermek… Burada önce şu zihniyetle hesaplaşmamız gerekiyor… Acaba doğru tutum hangisi: Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı Doğru olan İslâm’ı, asrın idrakine söyletmek mi? Yoksa asrın idrakini İslâmileştirmek mi? Maalesef birkaç asırlık tarihimizde kafalar çok karışık… Bütün insanlar savrulmuş… Yukarda arz ettik Said Nursi nerdeyse tarihselci olmuş, “Zaman bir büyük müfessirdir, kaydını izhar etse, itiraz olunmaz” diyor… Örnek aldıkları, Efgani, Abduh, Reşit Rıza, İslâm’ı rasyonalize etme peşindeler… Düşünceleri sistematik değil… Kavramları net değil… Kafalar karma karışık… Söylediklerinden emin değiller… Hep söyler gibi yapıyorlar… Kendilerine devamlı kendilerini savunacak alan bırakıyorlar. Yani geri çekilecekleri bir alan… Said Nursi de bu tutum da onları taklit ediyor. İşte size Şeyh Muhammed Abduh’la, Muhammed Reşit Rıza’nın tefsirinden bir parça: {Akıl, hakkında kesin olarak hüküm verebilmesi konusunda deneye gereksinim duyar. Bu da deneyin tekrarı ile sağlanır ki, bu deney müşahede/ gözlemleme yoluyla sabit olup iyice anlaşılana dek tekrarlanır. “Hads”e, yani sezgi ve zanna dayalı olan şeylere gelince; bu da yine müşahedenin yani gözlemlemenin çokça tekrarlanması yoluyla aklın hakkında kesin hüküm ve karar verdiği şeydir. Örneğin su buharının basıncı, kaldırma ve hareket ettirme gücüne sahip171 tir ve ay, ışığını güneşten alır gibi. Tüm bu anlattıklarımız aslında mantık terimleridir. Tüm okurlarımızın tefsirimizi anlayabilmeleri için bu söylediklerimizde olsun, alıntılarımızda olsun, bu türden terimlerden yararlanacağız.83} Bütün kavramlar birbirinin girmiş, analitik bir yaklaşım yok… Akıl, deney, müşahede, gözlem, sezgi, zann… Hâlbuki sistematik konsepte sahip bir düşünce tarzında, kavramların analitik biçimde tasnifi, hiç değilse kendi anlayışınıza göre yorumu gerekir… Dolayısıyla muhatabınıza da bir eleştiri hakkı vermiş olursunuz… Böylece diyalektik doğar… Belki bir yere varılabilir… Fikirlerin çarpışmasından hakikat şimşekleri çıkacağını kabul etsek dahi, olmayan fikirlerin çarpışmasından ne çıkacağı belli değil. Daha önce arz etmiştik bu konuyu… Bu tutum, bu yöntem gerçeği buldurucu değil, olanı karıştırıcı bir yaklaşımdır. Biz de reform böyle olur mirim! Modern değil, postmoden durum (!) Onun için biz net olarak doğru tutumun, nefsimizi araya sokmadan İslâm’ı ve Peygamberini anlamak olduğunu düşünüyoruz… Eğer Merhum Akif ’in dediği gibi İslâm’ı Asrın İdrakine söyletmeye kalksa idik, bugün o idrak değişmişti… Ne yapacaktık? Tekrar bir din daha mı çıkaracaktık ortalığa? Yarın yine değişecek Asrın İdraki? Bu yaklaşım bize, rakibinin seri yumrukları karşısında abondone olmuş bir boksörün, kendini savunma için, rakibini taklit ederek savurduğu, şuursuz yumruklara benziyor… İslâmî mânâda doğru bir tutum almamız için önce şu âyetin hikmetini fehm etmeye çalışmamız gerekir: {Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar 83) Şeyh ����������������������������������������������������������������������������� M. Abduh – M. Reşit Rızâ, Menâr Tefsiri, çev. M. Erdoğan v.d. Ekin yay. İstanbul, 2011, sh. I / 192 172 (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.}84 Bu müminler asrın İdrakine, yükselen değerlere, açık nasda, yani muhkem âyet ve mütevatir hadislerde zamanın etkisine göre İslâm’ı şekillendirmeye kalkmazlar… Merhum Üstadım Necip Fazıl’ın ifadesi ile din oldurmazlar, İslâm’ı olduğu gibi anlamaya çalışırlar… Sadece Cenab-ı Hakk’dan korkarlar, hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar…. Ben Allah Celle Celalühu ve Peygamberine pazarlıksız iman ediyorum, derler… Sizin asrınız, çağınız hasta, onu ancak İslâm kurtarır, derler… Hasta bir asır deyip, arkasından zamanı tanrı tanımazlar!... İkinci olarak da: {Sen onların milletlerine tabi olmadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmazlar. De ki: “Her halde yol Allah yoludur.” Şanım hakkı için sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, faraza onların arzularına uyacak olsan, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunur. }85 Bu Âyet-i Kerime’nin aslında “millet” olarak buyuruyor Allah Celle Celalühu… Bunu da düşünmenizi rica ediyorum… “Millet” mefhumuna Kur’anî mânâ mı vereceksiniz? Yoksa Batı’nın nationuna karşılık, birkaç gafilin verdiği mânâyı mı tercih edecek siniz? Ben Kur’an falan tanımam, çıkan neyse, yakışan o mu diyeceksiniz? Daha başka âyetlerde de bu anlamda geçiyor… Bir mümin İslâm milletindendir, murad-ı ilahiye göre… Yani Yahudileri, Hıristiyanları memnun edemezsin… Taki milletlerine tâbi olana kadar… Bir süre takiye yaptıktan sonra farkında olmadan onların milletini benimsiyor insan… Ortaçağın meşhur ifadesidir: Serf senyörün dinindendir… Veya köle efendisinin dinindendir… Fakat burada şayan-ı dikkat olan bir nokta da, yukarda arz ettiğimiz Ayet-i Celile’nin {Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık 84) Maide Suresi: 5 / 54 85) Bakara Suresi: 2 / 120 173 bir delil mi vermek istiyorsunuz?} 86 Âyet-i Kerime’sinden sonra inzal buyrulması… Kanaatimize göre iyi niyetle veya kötü niyetle, kınayıcıların kınamasından korktukları için veya bizim bilmediğimiz sebeplerle seleflerimiz hatalı bir tutum takınmışlardır… Fakat her şeye rağmen şu noktayı işaret etme borcundayım ki; sanki bu tutumlar imanî bir arızayı imâ ediyorlar gibi geliyor bize… Asıl maksadım bizim de çok şuurlu hareket etmemizdir… En azından hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan, onları memnun edemiyeceğimiz şuuru içinde, onları dost edinmeden İslâm’ı anlamaya çalışmalıyız… Tek hasretimiz Rıza-ı İlâhi… Allah Teâlâ nefsimizi riyadan korusun… Hâtem-ül-Enbiyâ Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in mukaddes hayatlarından iki tablo ile bu konuya son vereceğim: Daha önce arz ettiğimiz üzere Fahr-i Âlem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Uhud’da müşriklerden Übeyy b. Halef ’i boynunun, miğferle zırh yakası arasındaki kısmından mızrakla vurup yaralamış ve o müşrik, bir gün veya bir günün bir kısmı geçtikten sonra, ölmüştü87” Yine Uhud’da {Peygamberimiz, kılıcını parlata parlata yürüyen bir müşriki yaya olarak karşılayıp: “Ben, Peygamber’im! Yalan yok! Ben Abdülmüttalib’in oğluyum!” diyerek vurup onu öldürdü.} 88 Yine bir Hadis-i Şerifte: “Ben Rahmet Peygamberiyim, ben Harp Peygamberiyim”89 buyuran birçok gaza, seriye tertip eden birçoğuna katılan bir Peygamber nasıl bir imaja mahkûm edildi… Kutlu Doğum panayırlarındaki Peygamber algısına dikkat edin! Bu saydıklarımız veya saymadıklarımız; modernist, çok buhranlı günlerde yaşadıkları için kafaları çeşitli sebeplerle karı86) Nisa Suresi: 4 / 144 87) M. A. Köksal, İslâm Tarihi, Şamil Yay. 10-11 / 180 88) A.g.e. sh. 10-11 / 164 89) Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, çev. Salih Tuğ, Yağmur yay. 1962, sah. 9 174 şık, bizim anlayamadığımız mazeretleri olan kişiler olarak bunları ayrı mütalâa edelim.. Fakat Miladi 988 (H. 378) yılında vefat eden ve en muteber, belki de ilk tasavvuf kitabını telif edenlerden Serrâc’ın şu satırları bizi derinden, gönlümüzün hücrelerinden yaraladı, gerçekten ciğerimi pare pare etti: “Kölelerine, ya da başka birine eliyle veya başka bir sûretle vurmamıştır. Ancak savaşta kazârâ kırbaç ile vurdukları müstesnâ”90 Bu ne biçim bir Peygamber tasavvuru? Doğrudan doğruya nefsânî ve gerçeklere aykırı bir biçimde inşâ ediliyor! Bu ifadelere kılıf bulmaya çalışılarak tevil etmeye yeltenenlere hitab ediyorum… Namuslu olun Batınî misiniz? Dürüst olun burada her mânâ açık! “Çocuğa et verilmez değil mi? Bu derin gerçekleri herkes anlayamaz… Haram paralarla beslenmiş sizin minnacık beyinleriniz anlar”… Rabbiniz kim? Hata yapmış, derseniz, avfı için Allah Celle Celalühu’ya dua ederiz. Serrâc’da sadece birinci cümlenin kaynağı var, ikinci cümlenin kaynağı yok… Demek ki ya kendi uydurmuş, ya da uyduran birinden almış… Bizim tavrımız hepinize örnek olsun… İslâmî hakikatler söz konusu oldu mu hatır gönül dinlemeyiz!... Merhum M. Asım Köksal tek tek kaynaklarını veriyor. Hem de ciltleri, sayfaları ile birlikte… Hâtem-ün-Nebi Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz hakkında son tablo; sözün bittiği yer: {Hz. Âişe Radıyallahu Anhuma der ki “Allâhın, bana ihsan ettiği nimetlerden birisi: Resûlullâh Âleyhisselâmın, benim evimde, benim günümde ve başı, benim, göğsümde olduğu halde, vefat etmesidir. Bir de, hamd olsun Allâha ki, O’nun, dünyada bulunduğu günlerin son gününde, Âhiret gününün başında, benim tükrüğümle Onun tükrüğünü bir arada birleştirmesidir. Resûlullâh Aleyhisselâmı, göğsüme yasladığım sırada, kardeşim Abdurrahman, elinde bir misvâkle eve girmişti. Resûlullâh Aleyhisselâm, ona ve elindekine baktı. Misvâki, istediğini anladım. 90) Serrâc, el- Lüma, sh. 107 175 (Yâ Resûlallâh! Bu misvâki, Senin için alıp Sana vermemi arzu eder misin?) diye sordum. Başıyla (Evet!) diye işaret etti. Hemen alıp Kendisine verdim. Fakat katı geldi. (Onu, Senin için, biraz yumuşatayım mı?) diye sordum. Başıyla (Evet!) diye işaret buyurdu. Ben de, misvâki yumuşatıp Kendisine verdim. Resûlullâhın, hiç bir zaman, misvâkle dişlerini, bu derece şiddetli, bu kadar güzel oğuşturduğunu görmemiş gibiydim. Sonra, misvâki, bıraktı. Misvak, elinden düştü.91} 91) M. Asım Köksal, Şamil yay. 18 /56 176 4. ASHAB-I KİRAM TASAVVURU Ashab-ı Kiram… Kur’an’ın ve Peygamberimizin muhatapları.. Vahyin ve sünnetin canlı şahitleri.. Yaşayan Kur’anlar ve yaşayan Sünnetler.. Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i seniyyenin müşahhas halleri.. Kur’an’ı ve Sünneti bize ulaştıran bize aktaran insanlar.. Ashabın tarifi de çok farklı, fakat İbn-i Hacer el Askalani; ‘Hz Peygambere mümin olarak erişen ve Müslüman olarak ölen kimse’ diye tarif ediyor. Bir de Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ı görme hususu var ki buradaki gözsel bir görme değildir Meselâ İbn-i Mektum âmâ idi ama Ashab-ı Kiramdandı.. Dolayısıyla bu inceliği bilen bazı alimler Peygamberimizi görme ile birlikte Peygamberimiz tarafından görülen mümin insanlar olarak da tanımlamışlardır.. Kur’an’ı Kerim’de Allah Celle Celalühu Ashab-ı Kiram hakkında bazı âyeti kerimeler inzal buyurmuştur. 177 Al-i İmran Suresinin 110. Âyet-i Kerimesi; “Siz ey ümmeti Muhammed, insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emr, kötülüğü yasak edersiniz. Allah’a da inanırsınız.” Al-i İmran Suresinin 172. Âyet-i Kerimesi; “Yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Peygamberin çağrısına koşarlar. Ve hele onlardan iyilik edip kötülükten sakınanlar için büyük bir mükâfat vardır.” Bu âyet-i celile Uhud harbi ile ilgili… Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz’in yaralandığı savaş… (O nasıl bir manzaradır, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin etrafında, birileri şehit oluyor, şehit olanların yerine başkaları geliyor…) Bakara Suresinin 143. Âyet-i Kerimesi “Ve işte böyle sizi vasat bir ümmet yaptık. Bütün insanlar üzerine hak şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun.” Tefsirler buradaki orta ümmet, vasat ümmet tabirini; adaletli ve dengeli anlamında kullanıyor. Kurtubi de tefsirinde Vasat ümmet, Ümmet-i vasat; adaletli ve dengeli ümmet olarak zikrediyor. Âyet-i kerimelerde, Ashab-ı Kiramın örnek özellikleri ortaya çıkıyor. Bu hususla ilgili bir Hadis-i Şerife dikkat çekmek istiyorum.. Müslim’de geçer; “Ashabımdan hiç kimseyi çekiştirmeyiniz…” Şimdi Ashab-ı Kiram ile ilgili bazı örnekler sunmak istiyorum. Bu örnekleri seçerken de amacım, o anı Ashab-ı Kiramla birlikte şöyle bir yaşayabilmek… Ebu Talha Radıyallahu Anh anlatıyor; “Her birimiz elbiselerimizi kaldırıp, karınlarımızdaki birer taşı göstererek Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e açlıktan şikâyet ettik. Sonra Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem, elbisesini kaldırdı, bir de baktık ki, onun karnında iki taş var.” 178 Yine Beni Seleme’nin ileri gelenleri anlatıyor; ‘Amr bin Cemuh, topal hem de çok aksak biriydi. Aslan gibi dört tane oğlu vardı. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem ile beraber her yere gidiyorlardı. Uhud savaşına babalarını göndermek istemediler. ‘Allah seni mazur kabul etmiştir’ dediler. Bunun üzerine Amr; ‘Resûlullah’a geldi; oğullarım beni seninle Uhud’a göndermek istemiyorlar. Allah’a yemin olsun ki, bu topal ayağımla cennetin yoluna gitmek istiyorum.’ Dedi. (Dikkat!!! Bu cümleyi unutmayın!. Heva ve hevesinin zaptına geçmiş, kınayıcıların kınamasından korkan cehl-i mürekkebe92 gark olmuş, Amerika ve Siyonizm’in meclûbu ve mahkûmu bir zavallı diyor ki; {“Mavi Marmara da ölenler şehit olmaz, öyle şehit olacağız” diye gidilmez. Nasıl gideceksin be ey zavallı.. Uhud’ta örneği var... Ashab-ı Kiramdan biri hurma yiyor. Ya Resûlallah, ‘Ben şu anda gidip ölsem şehit olur muyum?’ Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem; ‘evet’ deyince hurmayı atıyor gidiyor, şehit oluyor… Allah nefsimizi ıslah etsin!) Resûlullah da ona; ‘Allah seni mazur kabul etmiştir, sana cihad farz değildir’ buyurdu. … Hz. Peygamber oğullarına hitaben de; ‘ona mani olmayın, her halde Allah bu şehadet şerbetini içirecek’ buyurdu. Amr bin Cemuh Resûlullaha geldi; - ‘Ya Resûlallah eğer Allah yolunda savaşır da şehit olursam cennete giderken bu topal bacağım düzelecek mi, ne dersin’ diye sordu. Resûlullah da; 92) Bizim gibi cahiller, bizim gibi cehaletinin farkında olan şuurlu cahiller, bütün imkân ve kabiliyetleri ile cehaletlerini izale için gayret sarf ederler… Fakat cehaletinin farkında olmayanlar, tefekkürden kırıntı nispetinde dahi nasibi olmayan, kesret--i kelama mübtelâ, kuru ezberciler, yani cehl-i mürekkeb sahipleri kendilerini âlim sanırlar… Hz. Mevlana öyle diyor… Bir eşek yolda giderken ayağının izi bir çukur açar… Arkasından gelen eşek onu bir sıvı ile doldurur… Üzerine bir saman çöpü düşer… Onun üzerine bir sinek konar… Sinek kendisini okyanusta zanneder… İslam’ın, özellikle İslâm tarihinin istismarcısı, onu nesneleştiren bir stand-upçı kendisini âlim sanır… Kavalınla çaldığın havaya itibar eden, İslâm ve iman hassasiyetinden mahrum sürü oldukça sen gösterine devam et! Ya bir gün Ümmet-i Muhammed sökün ederse, haliniz ne olur? O günün korkusu ile titriyorsunuz hepiniz, değil mi? İnşallah o gün gelecek! 179 -‘Tabi’ buyurdu. Uhud’ta kendisi, yeğeni ve kölesi şehit oldular. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem onun naaşını görünce; - ‘Onun cennete sağlam ayakla gittiğini görür gibi oluyorum’ buyurdu. Üçünün de aynı kabre gömülmelerini emretti. Üçü de bir kabre gömüldüler. Ne kadar insanî, insana ait değil mi?.. Bu beşeriyet meselesi ben de çok farklı imajlar uyandırıyor. Hz Peygamber de, Ashab-ı Kiram da beşer… Ayağının topallığını cennete giderken dahi düşünüyor.. Ahmet Kaplan selam istedi, o anlatmıştı. Kızık köyünden herkes Almanya’ya gidiyor.. Bütün gelinler kocasız. O zaman çeşme filan da yok, kızlar bir pınarın başına toplanmışlar. Herkes kendi derdini anlatıyor, şu oldu, bu oldu, para gelmedi, … Filan, filan.. Bir nine oturuyormuş, diyelim Hasibe nine, seksen yaşında, demişler ki; ‘Hasibe nine, ne iyi senin hiçbir derdin yok, kaygın yok’ O da; “kızım demiş, Mehmet emminin topallığı kafama kaygı”.. İsimleri uydurdum ama gerçekten olmuş bir olay. Bizim bir arkadaşımızın babası seksen yaşına geldi, iyice saçı vardı rahmetlinin. Oğlu bir gün tıraş ederken, ‘baba şuralar biraz zayıflamış,’ dedim, diyor. ‘Lan vallahi üzüldüm buna,’ dedi, diyor!. İnsan bu beyler… Zorlamayın.. Ailevî ilişkilerde de bu. Kadın eğe kemiğine benzer buyruluyor… Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, Sahabe’nin tamamını “udul” yani adil-adaletli kabul eder. Bu şu demektir: Usulcüler farklı görüşlerde ve yorumlarda bulunmuş iseler de, hepsinin ortak noktası olarak tespit edebileceğimiz gibi onların bize bu muazzez dini ve onun kaynaklarını naklederken yalan, hıyanet, hile, saptırma türünden herhangi bir tahrif ve tahrip faaliyeti içine girmemiş olması, güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulunmasıdır. Onlar tıpkı Kur’an’ı bize naklederken olduğu gibi, 180 Sünnet’i naklederken de emin ve güvenilirdirler. Ehl-i Sünnet, derece ve fazilet bakımından Sahabe’nin hepsinin aynı olmadığını kabul eder. Onlar arasında İslâm’a ilk girenler, hicret edenler, Ehl-i Bedir, Efendimiz Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in ev halkı, cennetle müjdelenenler v.b gibi diğerlerinden daha üstün olanlar vardır. Sahabeye ilişen yanlış bir anlayışın-tasavvurun süreç içerisinde teselsül ederek Sünnet algımıza ve daha genel mânâda Sahabe kanalıyla bize intikal eden bütünün tamamına râci olacağını görmek için ise kehanette bulunmaya gerek yoktur. Çünkü Sahabe’den şüphe ettiğinizde bu onunla kalmayacak, önce Sünnet’e, sonra Kur’an-ı Kerim’e kadar uzanacaktır. Tarihte ve bugün tüm bid’at ekollerinin iddialarını, görüş ve düşüncelerini Kur’an’la temellendirdikleri düşünüldüğünde, Kur’an’la yetinmeyi öne çıkaran zihniyetin ortaya çıkaracağı vaziyet tahmin edilebilir. Herkesin kendi zihni durumuna ve meşrebine göre yapacağı bir “din yorumu” aslında bir “din” olamayacaktır. Bugün az da olsa bazı Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat hassasiyeti olan insanların da belirttiği gibi, “bu ümmetin itikat boyutunda en büyük fitnesi Sahabe ve Sünnet algısına ilişen yaklaşım biçimleridir. Sünnet, bu Din’in Murâd-ı İlâhiyeye göre anlaşılıp yaşanmasının yegâne yolu, Sahabe de bu Din’in müşahhas halinin örneği, modelidir. Tevbe Suresi 100. Âyet-i Kerime: “(İslâmda) birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbi olanlar (yok mu?) Allah onlardan raazî olmuşdur. Onlar da Allah’dan raazî olmuşlardır. (Allah) bunlar için — kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere — altlarından ırmaklar akar cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır.” Kütüb-ü Sitte 12. Cilt 411. Sahife: İmrah İbnu Huseyn Radıyallahu anhuma anlatıyor: Resulullah Aleyhissalatü Vesse181 lam buyurdular ki: “ İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir…” Kütüb-ü Sitte 12. Cilt 415. Sahife: “Cabir Radıyallahu Anh anlatıyor. Resulullah Aleyhissalatü Vesselam buyurdular ki: “Ashabıma sebbetmeyin (dil uzatmayın). Nefsim elinde olan Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun, sizden biri Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birinin infak ettiği bir müdd’e hatta yarım müdd’e bedel olmaz.” Kütüb-ü Sitte 12. Cilt 417. Sahife: “Hz. Ebu Musa Radiyallahu Anh anlatıyor: Resulullah Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz buyurdular ki “ … Yıldızlar semanın emniyetidir. Yıldızlar gitti mi, vadedilen şey semaya gelir. Ben de Ashabım için bir emniyetim. Ben gittim mi onlara vadedilen şey gelecektir. Ashabım da ümmetim için bir emniyettir. Ashabım gitti mi ümmetime vadedilen şey gelir.” Sahabenin inceliği ve hassasiyeti ile ilgili başka bir örnek: Kütüb-ü Sitte 16. Cilt 371. Sahife: Hz. Enes Radiyallahu Anh anlatıyor: “Siz bir kısım ameller işliyorsunuz ki, onlar sizin nazarınızda kıldan daha ince (daha ehemmiyetsiz) dir. Hâlbuki biz onları Resulullah zamanında helaka atıcılardan addederdik.” Ve Ashab-ı Kiram konusunda son cümle; ‘masumdurlar fakat günahsız değildirler.’ 182 5. KUR’AN TASAVVURU Şimdi Kurân’ı Azimü’ş-şan tasavvuruna geliyoruz. Kur’an denilince ne anlaşılıyor? [Yüce Allah tarafından vahiy yoluyla, Arapça olarak, peyderpey, Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhisselama indirilen, nesilden nesile bize kadar tevatüren gelen, noktası değişmeyen, Mushaflarda yazılı, Fatiha suresiyle başlayıp, Nas suresiyle sona eren, okunmasıyla ibadet edilen, sevap kazanılan, 323.015 harf, 77.439 kelime, 6.236 âyet ve 114 sureden oluşan mûciz kelâmdır. Allah sözü olduğunda hiç şüphe yoktur. Kendisinde hiçbir eğrilik ve tezat mevcut değildir, önünden ve arkasından ona bir batıl gelip karışmaz, dosdoğru, aziz, kerîm, hakîm, mecid, mübarek, mübîn ve Allah’tan gelen hak bir kitaptır. Allah’ın besairi, (gönül gözlerini açan), apaçık nuru ve bûrhanıdır. Allah’ın emrinden bir ruhtur. Âyetleri insanların muhtaç oldukları şeyleri beyan edicidir. Öğüt alanlar, anlayanlar, bilenler, düşünenler ve aklını kullananlar için âyetler tafsil edilmiştir.] Burada üç noktaya dikkat çekmek istiyorum: 183 1. Kur’an’ı Kerim Arap dilinde indirilmiştir. 2. Kur’an’ın gerek mânâsı, gerekse Arapça olan lafızları Allah katından indirilmiştir. 3. Kur’an tevatür yoluyla nakledilmiştir, sübut-u kat’idir, şüphe yoktur. Öteki mukaddes kitaplar bir kerede indirilmiş, Kur’an’ı Kerim peyderpey indirilmiştir. Modernist İslâmcılar Ashab-ı Kiram ve Sünnet-i Seniyye üzerinden oluşturdukları “şüpheleri” daha da ileri götürerek, vahyi ve dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’i de “rasyonel” olarak izah çabasına girerler… Meselâ bunlardan Fazlurrahman; diyor ki; “Kur’an, Peygamberin kafasında muhayyel bir şekilde vardı. Hadise ortaya çıktıkça kendisi söylüyordu…” Nasıl bir kafa nasıl bir bakış açısı!!! Hâlbuki Âyet-i Kerimede; “Dilini kıpırdatma, telaşlanma, biz senin kalbine ilka edeceğiz” buyuruluyor. Yani; lafız da Allah’tan, mânâ da Allah’tan.. Söz de Allah’tan.. Fazlurrahman tamamen, yaşadığı zaman ve mekânın etkisinde kalmış. Derin bir aşağılık duygusu, hatta kompleksi yaşıyor.. Tanımlamasına dikkat edin; bilgisayar vari, modern, seküler, rasyonel bir tanımlama!.. Vahiy potansiyel olarak Peygamberin içinde vardı, olaylara göre sordukça çıktı!.. Kur’an’ın mahluk oluşu fikrini ortaya atanlarla aynı düşünce tarzı.. Neo-Mutezile bunlar.. Birisi 9. Yüzyıl diğeri 19. Veya 20. Yüzyıl. Her ikisinin bakış açısını da Batılı değer yargıları oluşturuyor ve belirliyor. Birincileri Antik Yunan bitirdi, bunları Rönesans-AydınlanmaPozitivizm-Modernite bitirdi.. Birinciler Antik Yunan’a göre bir “Kur’an” yorumladılar, bugünküler de Rönesans’ın “Allah”’sız medeniyet tasavvuruna” göre bir din yorumluyorlar. Vahiy Peygamberin zihninde potens halinde var demek aynı zamanda Kur’an ile Peygamberin arasını koparmak, Kur’an konusunda Peygamberi “hiçlemek”tir. Oysa Kur’an Peygambere 184 vahyedildiği, onun mübarek dudaklarından çıktığı, onun tarafından tebliğ edildiği, açıklanıp yorumlandığı ve uygulandığı, bu vahiydir, Kur’an’dır dediği için Kur’an’dır. Modernist İslâmcıların bütün çabası Risalet’siz bir Kur’an tasavvurudur.. Çünkü Peygamberi devre dışı bıraktıklarında Kur’an’ı istedikleri gibi “yorumlama” hakkını kendilerinde bulabileceklerdir.. Her yükselen değere göre bir Kur’an yorumlamak için Peygamberi devre dışı bırakmak şarttır… Bir noktadan sonsuz doğru geçer, iki noktadan tek doğru geçer… Sünneti devre dışı bıraktığınızda hevâ ve heves kendine çok geniş bir alan bulacak ve ilahî bağlardan azade olacaktır. Oysaki Kur’an’ın nasıl açıklanacağı, nasıl tefsir ve te’vil edileceği de Müslümanlara Peygamberimiz tarafından öğretilir. Usül dediğimiz şeyi Ashab-ı Kirâm’a ve o kanaldan da bize öğreten Peygamberimiz Aleyhissalâtu Vesselamdır. Bir âyet-i celile nazil olduğunda, Peygamberimiz bunu Sahabeye tebliğ ettiğinde, Sahabeden okuma yazması olan, hatta birden fazla dil bilenlerden bile hiçbir tanesi Peygamberimiz o âyet-i celileyi tefsir etmeden reylerini veya görüşlerini asla ve kata söylememişlerdir. O kelimenin Arapçada ne anlama geldiği falan hiç birinin birinci derecede bir mânâsı yoktur. Çünkü Peygamber hayattadır ve Kur’an’ı tebliğ ve tefsir etme hakkı ve yetkisi onundur. Bunun içindir ki pek çok Sahabi Peygamber Efendimize herhangi bir hususta itiraz edecekleri veya herhangi bir husus kafalarına takıldığı zaman “Ya Rasulâllah bu vahiy midir sizin şahsi görüşünüz müdür?” diye sormuşlar, vahiy cevabını aldıkları zaman tabi olmuşlar, Peygamberimiz şahsi görüşü olduğunu beyan ettiğinde ise Sahabe de kendi reylerini ifade etmişler ve Efendimizle paylaşmışlardır. Hiçbir Sahabe Peygambere rağmen Kur’an’ı tefsir ve tevil etmemiştir. Böyle bir şey mümkün değildir. Nitekim Elmalılı’nın birinci cildinde, bir Hadis-i Şerif zikredilir; “Kim Kur’an’ı şahsi görüşüne göre tefsir ederse kâfir olur. Velev ki Kadı Beyzavi tefsirine denk olsun.” … 185 6. DÜNYA VE AHİRET TASAVVURU Burada şuna gayret ediyoruz; çağın gereklerine göre değil de, Allah ve Resulü nasıl buyurmuş, Murad-ı İlahî nedir, âcizane onu tespite çalışıyoruz. Burada her halde şu kesin ki; biz kompozisyon yazmıyoruz. İslâm’ın dünyaya verdiği önemi anlatan bir akademik çalışma yazmıyoruz. Diyanet işleri başkanının veya İlahiyatçı akademisyenlerin konuşması değil bizimki. Yazımızı yazarken veya konuşmamızı yaparken Allah’ın rızasından başka bir kaygımız ve beklentimiz yoktur. Hadid Suresinin 27. Âyet-i Kerimesi; “Sonra onların izlerinden Peygamberlerimizi ard arda gönderdik. Bir de arkalarından Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Ve ona İncil’i verdik. Kendisine tâbi olanların kalplerinde bir şefkat ve bir merhamet ihsan ettik. Bir de Ruhbâniyyet (yani dünyadan el çekip ahiret için çalışmak) ki, bunu onlar icat ettiler. Biz onu üzerlerine farz kılmamıştık.” Kur’an’ı Azimü’ş-şan’da Allah Celle Celalühu, İslâm’da ruhbaniyet olmadığını, buyuruyor.. Yani ben dünyadan elimi ayağı186 mı çekip ahiret için çalışacağım, diye bir anlayış yoktur.. Vasat ümmetin dünya ve ahiret anlayışı neyse bizim anlayışımız odur!.. Mustafa Asım Köksal’ın İslâm Tarihinden. 4. cilt 160. sayfa… Hz Ali ve Ebu zer-ül Gıfari ile birlikte, Osman bin Maz’un erkekliklerini burdurmak ve insanlardan uzaklaşıp bir yere kapanıp ibadete koyulmak istemişlerdi. Peygamberimiz onları böyle yapmaktan nehy buyurmuştur… Osman bin Maz’un erkekliğini burdurup yeryüzünde öylece gezip dolaşmak istediği zaman Peygamberimiz ona; “ümmetimin erkeklik burdurması ancak oruçtur. Erkekliğini burduran kimse ümmetimden değildir”, buyurmuştur. Saad bin Ebu Vakkas; ‘Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam, Osman bin Maz’un’un uzlete, tenhaya çekilme isteğini reddetti. Eğer ona izin vermiş olsaydı, muhakkak biz de erkekliğimizi burdururduk’ demiştir. Osman bin Maz’un’un bütün geceleri namaz kılmak, gündüzlerini oruç tutmakla geçirdiği Peygamberimize haber verilince, Peygamberimiz; -‘Ey Osman, sana ben güzel bir örnek değil miyim’, buyurdu. Osman bin Maz’un; -‘Babam, anam sana feda olsun, bu soruya sebep ne?’ dedi. Peygamberimiz; -‘Sen gündüzleri oruçla, geceleri de hep namaz kılmakla mı geçiriyorsun,’ dedi. (Onun bu durumunu Karısı Peygamberimize şikâyet ediyor...) Osman bin Maz’un; -‘Evet, öyle yapıyorum’, dedi. 187 Peygamberimiz; -‘Böyle yapma, senin üzerinde gözlerinin hakkı var, bedeninin hakkı var, ailenin hakkı var. Hem namaz kıl, hem yat uyu.’ Osman bin Maz’un bir evi ibadetgâh edinip içine kapanmıştı. Peygamberimiz evin kapısına dikilip üç kere; -‘Ey Osman Allah beni ruhbanlıkla göndermedi. Allah katında en hayırlı iş, gerçeğe en yakın olan, uygulaması en kolay olandır. Ey Osman bize ruhbanlık farz kılınmadı. Ben senin için örnek değil miyim? Vallahi ben içinizde Allah’tan en çok korkanınızım, onun koyduğu kanunları en çok koruyanınızım’ buyurdu.. Ruhbanlığın ne olduğunu, mistisizmin ne olduğunu, İslâm’ın kabul etmediği uzletin ne olduğunu anlamak isteyen bu olay ve Hadis-i Şerif üzerinde düşünsün. Peygamberi örnek almayan bir tasavvuf anlayışı ayaklarımızın altındadır ve İslâm’la ilgili değildir. Kasas Suresinin 77. Âyet-i Kerimesinde, Allah Celle Celalühu şöyle buyuruyor; “Allah’ın sana verdiği mal ile ahiret yurdunu iste. (Dikkat, nefsaniyetimizden arınalım..) Ama dünyadan nasibini de unutma. Allah sana nasıl ihsan buyurdu ise, sen de (insanlara) öyle iyilik et. Yeryüzünde fesat çıkarma. Çünkü Allah fesatçıları sevmez.’ Biz nazarî olarak Murad-ı İlahiyi tespit etmeye çalışıyoruz.. Bakara Suresinde 200-201-202. Âyet-i Kerimeler: “Hac ibadetlerinizi bitirdikten sonra Allah’ı babalarınızı andığınız gibi yahut daha çok zikredin. İnsanların kimisi; ey Rabbimiz! Bize dünyada nasip ver! Der ki, onun ahirette hiçbir nasibi yoktur. Kimisi de; ey Rabbimiz! Bize dünyada güzel hâl, ahirette de güzel hâl ver! Ve bizi cehennem azabından koru! Der. İşte bunların 188 kazandıkları (hayırdan) nasipleri vardır. Allah hesabı çabuk görendir.’ Hem dünya hem ahiret... Yine Cuma suresinde “namaza çağırıldığınızda alış verişi bırakın, namazdan sonra da yeryüzüne dağılın ve rızklarınızı arayın”, buyruluyor. Bir Hadis-i Şerifte Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz şöyle buyuruyor; ‘Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecek gibi ahiret için çalışın’. Yine Kütüb-ü Sitte’nin 17. cildinde 6655 numaralı Hadis-i Şerif; Mikdâm İbn-i Ma’dikerb ez-Zübeydi Radıyallahu Anh anlatıyor; ‘Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam buyurdular ki; ‘Kişi elinin emeğiyle kazandığından daha temiz bir kazanç elde etmemiştir. Kişinin nefsine, ailesine, çocuğuna ve hizmetçisine harcadığı sadakadır’. 6656. Hadis-i Şerif: İbn-i Ömer Radıyallahu Anh anlatıyor; ‘Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam buyurdular ki; “Emin, dürüst, Müslüman tacir Kıyamet günü şehitlerle beraberdir.” 6658 numaralı Hadis-i Şerif: Ebu Humeyd es Sâidî ra anlatıyor; ‘Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam buyurdular ki; “Dünya talebinde mutedil olun. Çünkü herkes kendisi için yaratılmış olana müyesserdir.” 6659. Hadis-i Şerif. Enes İbn-i Mâlik Radıyallahu Anh anlatıyor: ‘Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam buyurdular ki; “Himmet yönüyle insanların en yücesi, hem dünya, hem de ahiret işine himmet gösteren mümindir.” 6660. Hadis-i Şerifte Hz. Cabir Radıyallahu Anh anlatıyor: ‘Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam buyurdular ki; “Ey insanlar, Allah’a karşı muttaki olun ve dünyevî talepte mutedil olun. Zira hiç kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve talepte mutedil olun, 189 (gayrı meşru yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terk edin.” 6661. Hadis-i Şerif, Enes İbn-i Malik Radıyallahu Anh anlatıyor; “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam buyurdular ki; ‘Meşru bir işten helâl rızık kazanan kimse, o işe devam etsin.” Merhum Elmalılı bir Hadis-i Şerif zikrediyor; “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Ve nitekim Mektubat’ta 1. Cilt 59. sahifede bu hadis alınarak şöyle deniyor; “Dünya ahiretin tarlasıdır. Onu ekmeyip verimli toprağı atıl bırakan ve bunca amel tohumlarını zayi eden kimseye yazıklar olsun.” En’am Suresinin 32. Âyet-i Kerimesi; “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Elbette ahiret yurdu, takva sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ, akıllanmayacak mısınız?” O nurdan saray çadır diyorum ya; şöyle birinin içine girince; yok taksitle ev almaktı, yok Sukuk almaktı… Kendiliğinden çözümleniyor. İlle de haram demen şart değil.. Nisa Suresinin 77. Âyet-i Kerimesi; “Bakmaz mısınız kendilerine, elinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı da verin denilenlere. Üzerlerine savaş farz edilince içlerinden bir fırka Allah’tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korkuyla insanlardan korkuyorlar. Ve ‘Ey Rabbimiz! Bize niçin savaşı farz kıldın? Bizi yakın bir zamânâ kadar geri bıraksaydın ya!’ dediler. Sen de, de ki; ‘Dünyanın zevki pek azdır. Ahiret takva sahibi olanlar için daha hayırlıdır. Ve kıl kadar haksızlığa uğramazsınız.’ Ve ondan sonra âyet-i kerime devam ediyor (78. Ayet-i Kerime); “Nerede olursanız olun, ölüm size yetişir. Velev ki muhkem kalelerde olun.” Hani bazıları kalemle savaş diyorlar ya, bari erkekçe kalemle savaşsalar. Asıl kaypaklığı kalemle başlatıyorlar… 190 Hâsılı Rudani’de şöyle bir Hadis-i Şerif var; ‘asıl yaşantı, ahiret yaşantısıdır.’ Ve Al-i İmran Suresinin 186. Âyet-i Kerimesin de; “Şu alçak dünya malı” diye geçiyor.. Zaten dünya da, denîden geliyor. O zaman, burada, bizim nurdan sarayımıza göre diyoruz ki; esas olan öte dünyadır. Bu dünya nihayet bir tarladır, geçici bir dünyadır. İşte burada en büyük tuzak sekülarite (laiklik değil) önemlidir. Yani öte dünyayı yok farz etmişsek, o zaman bu çadırın dışına çıkmış oluyoruz. Fakat hiç değilse çıktığımızı bilelim. Bir özlem duyalım… 191 7. İNSAN TASAVVURU İnsan meselesi ile hesaplaşırken, burada da sistematik bir sınıflama yapmamız lâzım. Şöyle bir plan yaptım. 1. Yaradılışı. 2. Emanete muhatap olması. 3. Teklifte adalet. 4. Sıratı müstakimin bildirilmesi. 5. Hesaba çekileceğiz. 6. Yaradılış gayesi. 7. Yaradılış gayesi olarak kulluk. 8. Kulluğun mezhebe dayanmaması. İslâm’da insan tasavvuru deyince, kulluk anlaşılır.. Eğer bireysellik söz konusu edi192 lecekse işte burada bireysellik var.. Muhatap olan baban, atan değil, sensin… Batı telakki tarzı ve arkasından bireysellik v.s onlardan bahsedeceğiz. 9. Beynel havf vel reca. 10. İnsandaki hasletler. Bu hasletler; huyu, mizacı, tabiatı.. Hasletin bizde sanki hep olumlu bir anlam yükü var değil mi? Evet, gündelik hayatta biraz öyle anlaşılıyor. Meselâ Ahmet’in hasletleri var dediğinde; olumlu anlaşılıyor. Ama yalan söylemek de bir haslet. Biz burada fıkhî anlamıyla aldık hasleti. Bu hasletler mücerret insanın hasletleri… Kulluk, kan dökücü olması vs.. 11. Kâfirler. Buraya kadar insan, ama insan bir de öteki ile kaim. Her düşünce tarzı ötekisi ile kaim. Şimdi “öteki” ortadan kaldırılmaya çalışılıyor; büyük bir cinayettir bu. Bir şeye inanan insanın muhakkak ötekisi vardır. Marksist’sen bir ötekin var, Müslümansan bir ötekin var… Dolayısıyla kâfirler de var. Kısaca ona da temas etmeye çalışacağım. Bugünkü yükselen değerlere aykırı olarak, kitabî devam ediyoruz. Kalemlerin ve dilin ishal olduğu, beyinlerin kabız olduğu bir dünyada yaşadığımız için, biz yükselen değerlere aykırı olarak laf yerine kitabı tercih ediyoruz. Nitekim insanın yaratılışı deyince de, hemen Bakara Suresinin 30. Âyet-i Kerimesi ile başlıyoruz… Kur’an’ı Azimü’ş-şan’da Allah Celle Celalühu şöyle buyuruyor; “Hani Rabbin meleklere; muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”, demişti. “Melekler; sen orada, bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek birini mi yaratacaksın, Hâlbuki biz seni hamdinle tesbih ve noksan sıfatlardan tenzih edip duruyoruz”, dediler. Allah; “Şüphesiz, ben sizin bilemeyeceğinizi bilirim,” buyurdu… Burada Elmalılı mükemmel izahlar yapıyor, onunla başlıyoruz. Elmalılı’nın 1. cildinin 257. sayfasında; ‘Burada hitap 193 yine önce Resûlullah’a yöneltilmiştir. Demek ki; kıssanın iç yüzünü hakkıyla o anlayacak ve izinli olduğu kadar da o anlatacaktır. Murad-ı Peygamberi tavrı da bu bakımdan önemli. (Murad-ı Peygamberi kavramını ben uydurmuyorum. Elmalılı’da da geçiyor. Murad-ı İlahî kullanılıyor da, Murad-ı Peygamberi pek geçmiyor. Hâlbuki ikisi de gerekli. Murad-ı ilahî ve Murad-ı Peygamberi.) Burada hitap yine önce Resûlullah’a yöneltilmiştir. Demek kıssanın iç yüzünü hakkıyla o anlayacak ve izinli olduğu kadar da anlatacaktır. Bununla beraber, buna, her ferde ait genel hitap neşesi verilmiştir. (Burada aslında şöyle bir hitap var, tabi güzel bir dili var. ‘Hitab-ı âm neşvesi’ diyor. Fakat sadeleştirirken ‘genel hitap neşesi’ denilmiştir.) Demek ki bunda açık bir genel istifade vardır. Ve her ferdin bunu nefsinde anlaması ve tatbik etmesi istenir. Bunda açık olarak Allah’ın yardımı, kaza ve kader, Allah katında Âdem’in kıymetinin başlangıcı, beşerî üremenin başlangıcı, din, ilim ve dilin başlangıcı, vazife ve kardeşliğin başlangıcı, içtimaiyatın başlangıcı, hukukun başlangıcı vardır. Beşeri üremenin, ilk din, ilim ve dil devrinden itibar edilmesi ve son beşeriyetin bu başlangıca dayanmasının gereği ve insanlığın mahiyetinin tarifinde bunların zatî bir kıymeti bulunduğu, fakat günah ve isyanın, hasımlık ve düşmanlığın zatî ve yaratılıştan olmayıp, geçici ve dış telkinlerin eseri olduğu anlatılıyor.’ Hıristiyan anlayışında insan doğuşu itibarıyla zatî anlamda günahkârdır. Hz. İsa bir anlamda, öbür dünyada bu günahkâr olma durumundan insanları berî kılacak, bağışlayacak ve onun bağışlayıcılığı ve şefaatçiliği sadece Hıristiyanlara olacaktır. Dolayısıyla Hz. İsa’ya inanmayan, Hz. İsa’ya bağlanmayan birisi onlara göre kesinlikle bu şeyi temizleyemeyecek. Hatta ölümü de insanlığa kefaret olmak üzere.. Hatta onlara göre güya Hz. İsa çarmıha gerildiğinde, mızrak göğsüne saplandığında, oradan akan kan, Hz Âdem’in kabrinin üzerine denk gelmiştir. Hz. Âdem’in kabri üzerinden, Hz. Âdem dirilmiş ve böylelikle onlara göre son Peygamber olan Hz. İsa’ya tabi olmuş ve artık işte, Risalet tamamlandı diyerek, insanlığın son uyarıcısı ve peygam194 beri olduğunu bu şekilde tespit etmişlerdir. Bugünkü Hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın kanı ilk insanı vaftiz ederek, ondan sonra da vaftiz tüm insanlar için ‘gelenek veya sünnet’ olmuştur. Bundan dolayıdır ki; bütün batı sanatı, biraz mübalağa oluyor bütün demek ama özellikle Rus romanı insanın bu ilk günahı üzerine kuruludur. Dolayısıyla İslâm insan tasavvuru derken, birinci nokta, insanın günahsız olarak, ismet sıfatıyla muttasıf olarak doğması, günahlardan masun olması,.. Fakat günah ve isyanın, hasımlık ve düşmanlığın zatî ve yaratılıştan olmayıp, geçici ve dış telkinlerin eseri olduğu da unutulmamalıdır. Hadis-i Şerifte; “İnsan İslâm fıtratı üzerine doğar”.. Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar, daha sonra ebeveyni tarafından, Mecusi, Yahudi veya Nasrani yapılır. İslâm âlimleri buluğ çağına kadar, dünyanın neresinde olursa olsun, vefat eden her çocuğun Müslüman olduğunu belirtir. Çünkü inanç fıtrîdir, fakat iman iradîdir. Dünyanın neresinde olursa olsun, iman teklifle ilgilidir ve mükellefiyetle başlar. Yani çocuğun fıtrî olarak Müslüman olması farklı bir şeydir, buluğ çağına girdikten sonra o kişinin, kendi iradesiyle mümin olması farklı bir şeydir. Elmalılı’dan devam ediyoruz.. Bu şekilde Hıristiyanların asli günah inançlarının doğru olmadığı, şeytanın mahiyetinin insana ait mahiyetten başka bir şey olduğu ve bu ikisi arasında eski bir düşmanlık bulunduğu, şeytanın bu düşmanlıktan ayrılamayacağı, fakat insanlığın buna karşı kendine, kendi yaratılışına sahip olarak nefsini ve türünü muhafaza ve müdafaa edebileceği ve o zaman beşerî saadetin en yüksek sınırını bulacağı açıktır ve bu hususta tövbenin kıymeti çok iyi anlaşılmalıdır Elmalılı’ya göre, beşeri üremenin başlangıcında terbiye kanunun cereyanı, yeryüzünde insanlık türünün ezelî ve eski olmayıp sonradan ağır ağır meydana geldiği, yani bugünkü beşer türünün ezeli olmadığı ve bugünkü üreme kanunun başlangıçta mevcut olmayıp, yeryüzünün bir olgun devresinden sonra bizzat olağanüstü bir yaratma 195 olayıyla başladığını da söyleyebiliriz. “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek; eğer sözünüzde sadıksanız, bana şunların adlarını söyleyin buyurdu. Melekler; biz seni tenzih ederiz, senin öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki her şeyi bilen hâkim, ancak sensin.” Demek ki yaratılış bu ve önce bunun idrak edilmesi gerekir… İnsanın emanete muhatap olmasına gelince: Ahzab Suresinin 72. Âyet-i Kerimesi “Biz emaneti, (namaz ve diğer ibadetleri) göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Ve ondan korktular.” O emanetten kasıt, Kurtubi’ye göre Allah’ın bütün emir ve yasaklarıdır. Hicr Suresinin 26. Âyet-i Kerimesi:. “Yemin olsun ki! Biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık. Cânn’ı da, daha evvel zehirli ateşten yaratmıştık.” Hatırla ki bir vakitler Rabbin meleklere ‘Ben kuru çamurdan, şekillenmiş balçıktan bir insan yaratacağım! Onu düzelttiğim ve kendi ruhumdan ona üfürdüğüm vakit, siz hemen onun için secdeye kapanın!’ demişti. Bunun üzerine bütün melaike, (eğilerek) toptan secde ettiler. Yalnız İblis müstesna! O, secde edenlerle beraber olmaktan çekindi. Rabbi; ‘Ey İblis! Sen niye secde edenlerle beraber olmadın?’ dedi. İblis; ‘Ben senin kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insana secde edecek değilim!’ cevabını verdi. Allah Teâlâ; ‘O halde hemen cennetten çık! Çünkü kovulmuşsun! Ve bu lânet kıyamet gününe kadar senin üzerindedir!’ buyurdu. İblis; ‘Ey Rabbim! Öyleyse bana, insanların kabirlerinden kaldırılacakları güne kadar mühlet ver!’ Allah Teâlâ; ‘Peki, sen malum vakit gününe, (yani birinci sur üfleninceye kadar) mühlet verilenlerdensin!’ buyurdu. İblis; ‘Ey Rabbim! Beni azdırmânâ karşılık, andolsun ki, ben de muhakkak surette yeryüzünde onlara (günahlardan) süslemeler yapacağım ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak içlerinden ihlâslı kullar müstesna!’ Allah Teâlâ buyurdu ki: “İşte bu (koruması) üzerime olan dosdoğru bir yoldur. Evet! Hakikaten benim kullarımın 196 üzerinde senin hiçbir hükmün yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna! Şüphesiz cehennem de o azgınların hepsine vâd olunan yerdir.” Devamında cehennemin tasviri var. Âraf Suresinin 10. Âyet-i Kerimesi: (Hicr Suresinin nüzul sıra numarası 55, Âraf Suresinin 42) “And olsun ki sizi yeryüzünde yerleştirdik ve sizin için orada birçok geçim imkânları hazırladık. Siz pek az şükrediyorsunuz. Hakikat, sizi (evvela) yarattık, sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, Âdem’e (hürmet için eğilerek) secde edin!’ dedik. Hemen secde ettiler, yalnız İblis müstesna! O, secde edenlerden olmadı. Allah (İblis’e); ‘Ben sana emrettiğim vakit secde etmene mani neydi?’ diye sordu. İblis; ‘Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın, onu ise topraktan yarattın’ dedi. {İblis derken, aklınıza bugün aklına fazla güvenen, ratiosantirik (Ben türettim…Akılmerkezli) insanlar da geliyor mu?.. A.B.} Allah; ‘Öyleyse hemen in oradan. Sana cennette kibirlenmek yaraşmaz. Haydi çık! Çünkü sen alçaklardansın!’ buyurdu. İblis; ‘Bana kıyamet gününe kadar mühlet ver’ dedi. Allah da; ‘Haydi, mühlet verilenlerdensin!’ buyurdu. İblis; “Öyleyse, beni azdırmânâ karşılık, yemin olsun! Ben de onları saptırmak için mutlaka senin doğru yolunun üzerine oturacağım, sonra onlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de çoğunu şükredici bulamayacaksın” dedi. Allah buyurdu ki; ‘Kınanmış ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun! Onlardan her kim sana uyarsa, cehennemi hep sizlerden dolduracağım!’ Ey Âdem! Sen zevcenle birlikte cennette yerleş(in) de, dilediğiniz nimetlerden yiyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın ki, sonra zalimlerden olursunuz. Derken Şeytan, onların örtülü avret yerlerini kendilerine göstermek için, onlara vesvese vererek, Rabbiniz size bu ağacı, ancak iki melek olacağınız yahut ebedî kalanlardan olacağınız için yasak etti’ dedi. Bir de onlara; ‘Muhakkak, ben sizin hayrınızı isteyenlerdenim’ diye yemin etti. Böylece ikisini de kandırarak mevkilerinden düşürdü. 197 Ağacın meyvesini tattıkları vakit, edep yerleri açılıverdi. Hemen üzerlerine cennet yapraklarından yapıştırmaya başladılar. Rableri onlara; “Ben, size bu ağacı yasak etmedim mi ve şeytan size açık bir düşmandır demedim mi?’ diye nidâ buyurdu. (Âdem ile Havva) ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen, mutlaka ziyan edenlerden oluruz!” dediler. Allah buyurdu ki; “Birbirinize düşman olarak inin! Yeryüzünde sizin için bir zamânâ kadar yerleşip kalmak ve geçinmek var. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz! Ve oradan (dirilip) çıkarılacaksınız. ‘Ey Âdemoğulları! Size edep yerlerinizi örtecek bir elbise, bir de hıl’ât indirdik. Fakat takva elbisesi yok mu? İşte o hepsinden daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın (kudretine delil olan) âyetlerindendir. Umulur ki, düşünüp ibret alırlar.” Öncelikle buradaki takvanın, Elmalılı’ya göre Allah’ın yap dediğini yapmak ve yapma dediğini yapmamak olduğunu belirtelim. İlk yaradılışta, Rabbin yeryüzünde bir halife yaratacağım, dediğinde, yeryüzünde fitne, fesat, bozgunculuk çıkaracak birilerini mi yaratacaksın, hitabını göz önüne getirirsek, yaratılacak insanın fitne, fesat ve bozgunculuk yaratacağını melaike nereden biliyordu? Bu bilgiye nasıl sahip oldular? Çünkü melekler gaibi bilmezler. Bu konu ile ilgili iki görüş var. Birinciler; insandan önce, insanımsı varlıkların yaşadığını ve onların günahlarından veya şerlerinden dolayı helak edildiğini, dolayısıyla meleklerin onları bildiğini ve bu bilgi dolayasıyla böyle konuştuklarını söylerler. Bir başka rivayete göre de; yeryüzünde insanlardan önce cinler bir ümmet olarak yaşıyordu. Bunlar fitne ve fesat çıkardılar. Ve Cenab-ı Hak, o dönem mümin olan ve kendi emrinde olan İblisi, (kimi alimlerde aklın sembolü olarak geçer)onların helakiyle görevlendirir ve onun komutasındaki bir orduyla cinler helak edilir. Bir anlamda insandan önce cinler yeryüzünde iradesi olan ve yeryüzüne hükmeden insana benzer varlıklardı. Onların fitne, fesat ve bozgunculuğunu bilen melaike bunu hatırladı. 198 Âyet-i kerime ile ilgili diğer hususlara gelince: Rabbin; bütün meleklere secde edin dediğinde, hepsi etti, İblis etmedi deyince, sanki İblis melekmiş gibi anlaşılıyor. Melek olsaydı İslâm’ın melek tasavvuruna göre iradesiz varlık olduğu için isyan etmemesi ve secde etmesi gerekirdi. Oysa İblis’in secde etmediği açıktır. Melaike genel anlamda sadece meleklerin çoğulu olarak değil, teşbihte hata olmasın soyut olan tüm varlıklar için kullanılır. Sadece meleklerin çoğulu olarak kullanılmaz. Bütün cinleri de kapsar. Onun için öyle bir istisna yapalım. Çünkü cinlerin dumansız ateşten yaratıldığı, meleklerin nurdan yaratıldığı, pek çok surede geçer. Diğer mesele ise; üstünlük meselesi… Cenab-ı Hak Âdem’i yaratırken İblis pek umursamıyor önce. Bakıyor, topraktan bir şey… Ruh verilme aşamasına gelene kadar hiçbir şeyin farkında değil. Belki de en önemli, can alıcı husus burasıdır; insana can verme Cenab-ı Hakkın kendi ruhundan üflemesiyle gerçekleşiyor. Cenab-ı Hak, “ona ruhumdan üfledim” âyetini sadece insana tahsis etmiştir ki; İnsanın genel anlamda melekten üstün oluşunun sebebi, meleklerin ve cinlerin ona eğilmeleri ve secde etmelerinin sebebi bu durumla ilgilidir. Çünkü o ilahî vasıfları, Allah’ın isimlerini kendi şahsında Allah’ın izniyle taşıyan yegâne varlıktır. Halifeliği de buradan kaynaklanıyor. İnsanın üstünlüğü ona Allah Teâlâ’nın bahşettiği bir şey.. Bu Ayet-i Kerime ve dolayısıyla konumuzla da ilgili diğer bir husus ise cennetten kovulma hadisesi ve şeytanın lanetlenmesi meselesidir. Şeytanın, insanın yaradılışını gördükten sonra, onun kendisinden üstün olduğunu hissetmesi ile birlikte önemli sonuçlar çıkıyor ortaya. İblis’in olayları anlama çabası, biçimi ve çıkarımları bizim şirkin mantığı dediğimiz hususla doğrudan ilgilidir. İblis neler yapıyor: 1-Kendisine daha önce verilen payenin geri alınamayacağını “aklıyla” mantıksallaştırıyor. 199 2-Kendisine olan güveni, kendinde bir nefsaniyete ve enaniyete yol açıyor. 3-Murad-ı İlahî’yi düşüneceğine aklını kullanarak çıkarımlar yapıyor. 4-Sebep-sonuç ilişkilerini Murad-ı İlahî’nin önüne koyuyor Kendinden iman ve itaat istendiğinde (secde emri) “aklını” kullanarak Rabbine bir anlamda rububiyetin nasıl olması gerektiğini “öğretmeye” kalkıyor. Yani hâşâ, Allah Teâla’ya nasıl yapması gerektiğini, akıl ve mantık ışığında sebep sonuç ilişkileri bağlamında “açıklamaya” (rasyonelleştirmeye) kalkıyor. Kısacası ratiosantirik bir yaklaşım benimsiyor… Sadece bu hadiseyi bile hakkıyla anlamak iman, akıl, itaat, secde v.b kavramların İslâmi anlamda ne olduğunu anlamamız için yeterlidir. Ancak yüzyıllardır Kur’an’ı anlayacağız diye ortaya konan “akıl ve mantık” çıkarımlarını, hevâ ve heves artıklarını iyi düşünerek, insanın kulluk bağlamında “akıl” ile ilişkisini tekrar tekrar gözden geçirmesi gerektiğini düşünüyorum. Aklı kullanması gereken yerde onu kullanamayan, Aklı kullanmaması gereken yerde kullanır ki bu da her şeyi tepetaklak eder. Yani imanın olduğu yerde akıl âcizdir. Orada meleklerin tavrı bir mümin tavrını, şeytanın tavrı ise bir küfür-şirk tavrını gösterir. Allah’a ortak koşmak demek onu inkâr etmek demek değildir. Şirkin mantığı Allah’ı kendi aklına ve mantığına göre dizayn etmektir! Şeytanın yaptığı budur!.. Yasak ağaç hususunda ise insanın özü ve fıtratı ile ilgili dikkat çekilen konu üzerinde durmak gerekir. Bu olayda Şeytanın insanı kandırmasıyla birlikte ortaya çıkan bir şey var insanda. O da insanın fıtratıyla ilgili, yaratılışıyla ilgili bir şey. Allah’ın yasakladığı ağaç üzerinden, Allah’a verdiği sözü bozan insanın nefsine dikkat çekilir. Bu konuyla ilgili dikkat çekilmesi gereken bir husus da 200 Şeytanın insanı hangi vaatle kandırdığı meselesidir. Şeytan insanı kandırırken o yasağı ihlal ettiğiniz zaman melek olacaksınız veya ilahlaşacaksınız, yani “Allah” gibi olacaksınız diyor. Şeytan insanı hep nefsinden yakalar ve hep nefsi üzerine oynar. .. Cenab-ı Hak daha sonra Âdem’le Havva’yı cennetten kovar. Kovulduktan sonra, insanın orada şeytandan farklı bir tavrı var. Âdem ve Havva, özellikle Hz. Âdem tövbe eder. “Ya Rabbi, biz zalimlerden olduk, sana verdiğimiz ahdi tutmadık.” Ahdini bozan Hz. Âdem öyle bir tevbe eder ki dünya hayatı için yeni bir ahitte daha bulunur. Diyor ki; “Ya Rabbi, bizi affet, yeryüzüne gönder. Ve bize bir mühlet ver. Ve biz yeniden sana kulluk edelim ve bizi kovduğun cennetine girmek için senin rızanı kazanmaya çalışalım.” Bir anlamda, bizi nefsimizden yakalayıp, nefsimizin ortaya çıkmasını sağlayan şeytanı bu dünyada alt edelim. Ve onu yenerek, senin bize verdiğin mükâfata yeniden kavuşalım, diyor. Bir anlamda, bizim atamız olarak, bizim adımıza söz veriyor. Ondan sonra dünya hayatı bu şekilde başlamış oluyor. Zuhayli der ki; Hz Âdem’den önce yeryüzünde bir çeşit yaratıklar vardı. Yine buna göre; Âdem yeryüzündeki akıllı türlerden ilki değildi. Elmalılı ise; ‘şu halde Âdem’den önceki yaratıklar, her ne türden olurlarsa olsunlar, lisandan mahrumdurlar ve bundan dolayı insan değildirler.’ Bunu özellikle usül açısından ele almak istedim. ”İman“ mefhumunu temellendirmesi ve pekiştirmesi açısından çok önemli… Muhkem olmayan âyetler ile ilgili pek çok yorum yapılmıştır. Elbette yapılabilir ama bu yorumları mutlaklaştıramazsınız. Çünkü âyet muhkem değildir. Asırlarca insanlar, nefislerine esir olarak, takım tutar gibi biri bir yorumu almış, onu mutlaklaştırmış, nefsanî bir iddia konusu yapmış, biri başkası başka bir yorumu almış onu iddia etmiş ve anlamsız sonu gelmez kısır tartışmalar çıkmış. Muhkem olmayan âyetlerle ilgili yapılan te’vil ve tefsirleri “mutlak doğru budur” diye nakletmek hata olur. Şu âlim böyle diyor, bu âlim böyle diyor demeli, görüşleri 201 nakletmeli ve bırakmalıdır… Olayı nefsanî bir iddia konusu haline getirmemelidir. Bunlar mutlak olmayan, kesin olmayan hususlardır… Bu açıdan İslâm âleminin pek çok yılları bu nefsî tartışmalarla geçti. Gelelim insanın emanete muhatap olmasına… Ahzab Suresinin 72. ve 73. Âyet-i Kerimeleri; “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Hakikaten o çok zalim, çok cahildir.” Elmalılı merhum 6. cilt, 342. sayfada der ki; ‘Çoğunlukla tefsirciler buradaki emaneti ‘yükümlülükler’ ve ‘farzlar’ diye tefsir etmişlerdir. Bunu şöyle anlamak gerekir; Allah’ın gerek kendi hakları, (hakkullah) gerek insanların (hakku’l ibad) haklarıyla ilgili emirlerin ve yasakların hükümlerinin yerine getirilmesine, Allah’ın emini, inanç memuru olmak demek olan emanetini, yani Allah’ın diğer eşyada olduğu gibi zorlama ile ve cebren değil, hoşluk ve gönülden tercihle yaptırmak istediği serbest fiillerinden emrine itaatle halifelik demek olan görev ve yükümlülüktür.’ Burada akılda kalması gerekenler; Allah’ın teklif ettiği yükümlülük; emir ve yasaklar. Emir ve nehiyler teklif ediliyor. Dağlar çekindiler ve korktular, ama insanoğlu bunu kabul ediyor. ‘O göklere ve dağlara, yukarıda aşağıda o ağır ve büyük varlıkların ve gök cisimlerinin hepsine teklif eyledik de, onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve çekindiler. Gerçi gökler ve yeryüzü, Allah Teâlâ’nın isteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin,’ gibi kâinata yönelttiği emirlerini ‘isteyerek geldik’ diye kabul ettiler.’ Kurtubi burada daha kısa bir açıklama yapmış. ‘Dinin bütün görevlerini kapsamaktadır’ diyor. Haşr Suresinin 21. Âyet-i Kerimesinde; “Biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirseydik, mutlaka onu, Allah korkusundan baş eğmiş, paramparça olmuş görürdün. Bu temsiller var ya, biz onları insanlara getiriyoruz. Olur ki, düşünürler.” Elmalılı merhum 202 bu Ayet-i Kerimenin tefsirinde de şöyle der; ‘Onun için Kur’an da, bir dağ üzerine indirilmedi, insanlar için Hz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in kalbine indirildi. Hem öyle beliğ ve tesirli bir surette indirildi ki; faraza büyük bir dağ üzerine indirilmiş ve dağa öyle bir şuur verilmiş olsaydı, göğe doğru başkaldırmakta bulunan o ulu dağ, bütün katılığına rağmen Allah korkusu altında her türlü itaatsizliği bir kenara atarak, çatlayıncaya kadar İlahî emirlere boyun eğer ve son derece etkilenirdi. Binaenaleyh akıl ve şuur kabiliyeti ile emaneti yüklenen, bir taraftan cehennem ateşi, diğer taraftan cennet nimetiyle kuşatılmış, istikbâle doğru gitmekte olan insanların bundan daha fazla etkilenmesi ve uyanık olmaları gerekirken, o çok zalim ve çok cahil insanlar bundan müteessir olmuyor ve Allah’a saygı duymuyorlar, ayrıca Allah’ın hukukunu nefslerinin vazife ve istikbalini unutmuş, iyilik ve kurtuluş yollarını düşünmez olmuşlardır.” Yalnız burada şunu da ekleyelim: Allah emaneti dağa, taşa teklif ediyor, onlar kabul etmiyor, insana teklif ediyor ve insan kabul ediyor. Peki, bu insana zulüm müdür? Adaletsizlik midir? Onun cevabını da, Kur’an’ı Azimü’ş-şan veriyor: Bakara Suresinin 286. Âyet-i Kerimesinde; “Allah hiç kimseye, gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez.” Dolayısıyla burada bir adaletsizlik yoktur. Yine Elmalı Tefsirinin 2. cildinde; Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Yükleyemez değil, yüklemez diyor. Allah’ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk kulların güç yetireceği kadardır. Hatta onun çok altındadır. Allah insanları zora koşmaz. Güçlerinin son sınırına kadar zorlamaz. Sıkıntıya sokmaz. Müşkülat ve meşakkat vermez. Mükellef olan kullar, o görevleri güçleri rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler. Nitekim Bakara Suresinin 185. Âyet-i Celilesinde; “Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez” buyuruluyor. Demek ki teklifte adalet var. En’am Suresinin 152. Âyet-i Celilesinde; “Biz hiç kimseye gücünden fazla bir şey teklif etmedik.” Yine el Mü’minun Suresinin 23. Âyet-i Kerimesinde; “Mamafih 203 bir kimseye gücünden fazla bir şey teklif etmedik.” Al-i İmran Suresinin 139. Âyet-i Celilesinde; “Eğer hakkıyla inanmış iseniz en üstün olan sizsiniz.” Yani, o zaman emanetin yükü ağır demeyeceksin. Burada Elmalılı merhum şöyle der; bir gün aleyhimize bir gün lehimizedir. Ve bu günleri döndürüp dolaştırmanın birçok gizli hikmetleri vardır. Bu cümleden olarak, “Allah sizden iman edenleri bilsin. Ve sizden şehitler alsın. Ve şahitler tutsun diyedir ki böyle yapar. Ve malum ya Allah zalimleri sevmez.” Biraz şöyle kendimizi düşünürsek, iş biraz iyi gitmedi mi nerdeyse isyan edeceğiz. İşte bu âyetleri ve özellikle tefsirleri okuduğunda insan, Filistin’i anlıyor. O mümin ve mümineler şuna inanıyor: bakın, Ayet-i Kerimede buyruluyor ki; “Allah sizden iman edenleri bilsin ve sizden şehitler alsın. Ve şahitler tutsun diyedir ki böyle yapıyor.” Eğer döndürüp dolaştırmak olmamış ve kâfirler hep sıkıntı ve şiddet içinde kalmış olsaydı, imanın ihtiyarî kıymeti kalmaz, zorunlu bir iş olurdu. Biz bu Ayet-i Celilelerin sadece lezzetini almaya çalışıyoruz. Mantıkla veya akılla boğazlamıyoruz, bunları. Teklifin sevap ve cezanın mânâsı olmaz her şekilde ilahî cebir ve kudret hükmünü icra eder ve çalışma ve seçime isteğe bağlı olan sayısız terakki ve ıstıfâ’ kanunu bulunmazdı. “Görünüşte kâfirlerin çıkarına gibi görünen bazı şüpheler bulunmalı (imtihan âlemi) ve mükellef, gaibe ait delilleri iman gözüyle keşf ve tetkik ederek (iman gözüyle, akılla mantıkla değil) o şüpheleri def etmeli, o sayede bulunduğu halden geleceğe aşk ile hamle ettirecek heyecanlar duyabilmelidir ki; gerçek iman sahibiyle küfür sahibi ortaya çıksın ve küfür ehli geçici şeylerle aldanırken, iman ehli ebedilik ile son saadete ulaşsın.” Yani o Filistinliler, Ayete ve Hadislere inanıyorlar… Yani ciddiye alıyorlar! Yani biz (bireysel olarak değil toplumsal bir niteleme) inanmıyor muyuz? Biz ciddiye almıyor muyuz? Gibi soruları sormaya cesaretin varsa, sual et! 204 “Herhangi bir zamanda kâfirlerin bir zafer günü görmüş olmaları bile bir çeşit iman ile ilgilidir. Meselâ kâfirlerin batıla inanmalarının kuvveti, müminlerin hakka inanmalarının kuvvetiyle karşılaştığı zaman, kâfirin batıla olan imanında daha çok bir şiddet ve kuvvet varsa, o kâfirler o müminlere galip gelebilirler. Bu galibiyet bâtılın hakka üstün gelmesi değil, inanılan şeyi bir tarafa bırakmak, bir imanın diğer imânâ galip gelmesi demektir... Çünkü ilgilendiği şeye bakmaksızın, mutlak iman, mutlak küfre muhakkak galiptir.” Teklifte adalet diyoruz; zulüm yok. İsra Suresinin 70. Âyet-i Kerimesinde; “Biz Âdemoğullarını üstün yarattık” buyruluyor. Elmalılı buna mükerrem, diyor. EtTîn Suresinde; “En güzel isimle yarattık” buyruluyor. Et-Tîn Suresinin 4, 5, 6. âyeti kerimeleri; “Gerçekten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu(n bazı fertlerini) aşağıların en aşağısına çevirdik, ancak iman edip yararlı işler yapanlar müstesnâ! Onlar için bitip tükenmeyen bir ecir vardır.” Elmalılı der ki; “takvîm; eğriyi doğrultmak, kıvama nizama koymak, kıymet biçmek, kıymetlendirmek mânâlarına gelir. Sonundaki tenvir ve belirsizlik ve büyüklük ismi olarak “ahseni takvîm”, her hangi bir biçimlendirmenin veya büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek olur. Bu ise her mânâsıyla biçimlendirmenin en güzel biçimi demek olacağından maddî, manevî her türlü güzelliği kapsar.” Demek ki Âyet-i Kerimede Allah Celle Celalühu; “Biz insanı ahsen-i takvîm” üzerine yarattık deyince, hem madden, hem manen.“ Belinin doğrulmasını, boy posunun düzgün olmasını, bütün bu mânâlardan kinaye olarak veya dıştan içe geçmek, yerden göğe yükselmek için bir başlangıç olarak düşünebiliriz.” Ebu Hayyan der ki; “ Ahsen-i Takvim’i Nehai, Mücahid ve Katade, şekil ve duygularının güzelliği” olarak yorumlarken, bazıları boyunun doğruluğu olarak da tefsir etmişlerdir. Ebubekir bin Tahir; “akıl, idrak ve iyiyi kötüden ayırt etme gücüyle süslenmesi” derken, İkrime de; “gençliği ve kudreti” ise de, en iyisi, her an güzel olanı içene alacak şekilde genelliğidir” demiştir. 205 Biraz uzun ya, korkunç bir nükte var, onun için naklediyorum. “Yani, gerek boyunun posunun doğruluğu ile günden güne artan, görünen; şeklin güzelliği ve gerek aklının, zihninin hadd ve hayır âyetlerini hatırlatılan güzellik ve yücelikleri idrak edebilecek şekilde, güzel kabiliyeti ve gerek ilahî ahlâk ve niteliklerle, ahlâklanıp, nitelenebilecek derecede gelişme ve olgunlaşmaya elverişli olan, ahlâk güzelliği gibi maddi ve manevi her güzelliği kapsar.” Allah insanı yaratırken âlâ-yı illîyyinle esfel-i sâfilin arasında yaratmıştır. Yani insanda bir imkân var... İnsan bir imkânlar âlemine sahip… Yani insanda yeterlilik meknuz.. Bu sarkaç içinde insan bir yerden esfel-i sâfiline düşebiliyor bir yandan âlâyı illîyine çıkıyor. Hatta bazı rivayetlerde, bazı hallerde meleklerden üstün hallere gelebiliyor. Demek ki bu sarkaç içinde gidip geliyoruz. Eşref-i Mahlûkat’tır ama Belhum Adal’dır da… İslâm’da insandan nefret yoktur da onun davranışlarından nefret vardır. Zatından nefret yoktur.. Şöyle ki; İslâm’a göre insan, sabit statüde duran bir varlık değildir. Niçin? Âlâ-yı illînle Esfel-i Safilin arasında. Meselâ şurada ben yalan söyledim, neredeyim? Esfel-i Safilinde... O zaman benden nefret etme, benim davranışımdan nefret et. Ama bir “Allah” derim, hüsnü kalb ile. Bir Tevbe-i nasuhla. Bir bakarsın âlâ-yı illîne çıkarım. Yani karşımızdaki insanı, belirli bir statüye kilitleyip bırakmamamız lâzım. İslâmi bakımdan bu çok yanlış. “Gerek fiziki ve cismani bakımdan gerek ahlâk ve maneviyat itibarıyla, ruhani bakımdan insan en güzel bir kıvama erebilecek, en güzel bir biçimde yaratılmıştır.” Elmalılı’nın ifadelerine dikkat edin!. “Gerçekten insanın mahiyeti ve aslına, insanlık âlemine derin ve araştırıcı bir bakışla bakan ve onun dışında ve içinde bulunan incelikleri düşünüp fikir yürüten kimse onu, bazı ulu kişilerin dediği gibi görünen ve görünmeyen âlemlerin aktıkları yerlerin birleşme noktası. İfade 206 ve istifade feleklerinin iki nuru olan güneş ve ayın doğduğu yeri, Hak Kalemi ile yaratılış kitabına yazılmış, enteresan satırlardan oluşan metin ve ibareleri kapsayan ve onlardaki ilahî sırların ve eşi benzeri olmayan güzelliklerin olmuş ve olacak mânâlarını açıklayan, kısa fakat birçok mânâları toplayan bir nüsha olarak görür. Ve Hz. Ali’nin söylediği gibi, bildirilen şu mânânın doğruluğundan haberdar olur: (Hz. Ali Radıyallahu Anh’ın bir şiiri) İlacın sendedir de farkında olmazsın. Derdin de sendendir fakat görmezsin. Sanırsın ki sen sade küçük bir cisimsin. Oysa sen de dürülmüş, en büyük âlem. Nakledildiğine göre, Kadı Yahya bin Eksem ve bazı Hanefiler; “karısına eğer sen aydan daha güzel değilsen, boşadım seni boşsun” dese. Karısı boşanmış olmaz diye fetva vermişler ve bu âyeti delil göstererek, bu hükme varmışlardır.” Yani “Ahsen-i Takvim” üzere yaratıldığı için, aydan daha güzel. Üstelik güzellik boşanma gerekçesi değil, kesinlikle.. “Kuşku yok ki bu güzelliği yalnız o küçük cisimde, maddi şekil ve kıyafette arayan hata etmiş olur. Yüzler ne kadar yaldızlansa, onda bir ay ışığı parıltısı olmaz. Fakat ay ışığını gören göz, güzelliği ve aşkı sezen bir öz vardır ki, güzellik ondadır. Sevgililerini parlak aydan, ışık saçan güneşten daha güzel olarak niteleyip anlatan şairlerin aşk macerasını, inleyen hesaba gelmez şiirlerinde, parlayan güzellik ve alımlılık cazibesi bile sade topraklara gömülmeye mahkûm maddî görünüşün değil, gönüllerde kaynaşan ruhanî bir tecellinin cilvesidir. Güzellik ve aşk, dışa dikilen bir şey değil, gönülde kaynayan mânâdır. “Hayaliyle tesellidir gönül meyl-i visal etmez. Gönülden özge bir yâr olduğun aşık hayal etmez.” Fuzuli’nin… Hâsılı Allah insanı en güzel suret üzere yaratmıştır. 207 Demek ki emanete muhatap oluyor, fakat bu âdil bir emanettir. Aynı zamanda kendisine sırat-ı müstakim, doğru yol da bildiriliyor. Dolayısıyla insanoğlu, Heidegger’in söylediği gibi, fırlatılıp atılmamıştır bu dünyaya. Çünkü ona sırat-ı müstakim gösterilmiştir. Nitekim Al-i İmran Suresinin 3. ve 4. Âyet-i Kerimelerinde şöyle buyurulur: “Sana Kur’an’ı, ondan önceki kitapları da tasdik ederek, hak ile indirdi. Daha önce, insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ile İncil’i indirmişti. Bir de Hakkı batıldan ayıran hükümleri de indirdi.” Hıristiyanlıkta bizdeki gibi bir Risalet ve vahiy anlayışı yoktur. Onlara göre, Peygamberlik dediğimiz şey tamamen kilisenin oluşumundan sonra papazların, rahiplerin şahsında gerçekleşmiş bir şeydir. Hz. İsa, onlarda, tanrısal bir varlık olması dolayısıyla; bizim bildiğimiz anlamda bir Risalet ve şeriatla da irtibatlı kılınamaz. Şeriat bir anlamda papazların veya kilisenin uhdesine bırakılır. Dolayısıyla burada, kovulmuş veya savrulmuş veya itilmiş tasavvuru onlarda çok belirgindir. Biz de ise Hz. Âdem’in tövbesinden sonra, Hz. Âdem ve Havva’nın bağışlanması ve yeryüzünde onların Allah adına egemen olması Allah adına hâkim olması anlayışı var. Cenab-ı Hak, şeytana kıyamete kadar mühlet verdi ve onların yollarında oturacağım, arkasından, önlerinden, sağından, solundan vesvese vereceğim deyince, Hz. Âdem orada aciz kalıyor ve Cenab-ı Hak hemen bu halini görüp diyor ki; ben de seni ona karşı (seni derken tüm insanlık nesli kastediliyor) Peygamberlerle, vahiyle, kitaplarla takviye edeceğim. Dolayısıyla İslâm’ın Risalet ve vahiy anlayışı, insanın bu dünyaya atılmadığının, sadece sevgiliden geçici olarak uzaklaştırıldığının göstergesidir.. Burada sürgün kelimesini kullanmak bile yanlış.. İslâm âlimleri dini tarif ederken; Allah’tan, peygamber ve vahiy yoluyla insana, insandan da kulluk yoluyla Allah’a giden yoldur diye tabir ederler. Dolayısıyla, bu vahiy ve Risalet anlayışından dolayı bizim atılmış, lanetlenmiş veya sürgüne gönderilmiş gibi bir anlayışımız olamaz… 208 Nisa Suresinin 26. Âyet-i Kerimesi; “Allah size dininizin hükümlerini beyan etmek, sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tövbelerinizi de kabul etmek ister.” Maide Suresinin 19. Âyet-i Kerimesi; “Ey ehli kitap peygamberlerin arası kesildiği bir zamanda Resulümüz (Muhammed) size geldi. Bütün hakikatleri size beyan ediyor.” Hadid Suresinin 8. Âyet-i Kerimesi; “Size ne oluyor ki, Peygamber sizi Rabbinize imânâ davet edip dururken Allah’a iman etmiyorsunuz. Hâlbuki eğer mümin kimselerseniz, O, sizden kesin söz almıştı.” Demek ki, böylece bir sırat-ı müstakim teklif ediliyor. Beşinci basamak olarak da; “hesaba çekileceği” hususuna geçiyoruz.. Nitekim Mü’minûn Suresinin 115. Âyet-i Kerimesinde; “Ya siz zannettiniz mi ki, biz sizi boşuna yarattık da, bize döndürülmeyeceksiniz?” Tevbe Suresinin 16. Âyet-i Kerimesinde; “Yoksa siz zannettiniz mi ki, kendi halinize bırakılacaksınız da Allah içinizden cihat edenleri, Allah’tan, Resulünden ve müminlerinden başkasını dost edinmeyenleri bilmeyecek. Hâlbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” Kıyamet Suresinin 36. Âyet-i Kerimesinde; “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” Demek ki, bir emanet veriliyor, adaletli bir emanet; arkasından sırat-ı müstakim gösteriliyor ve hesaba çekileceğimiz bildiriliyor. Gelelim yaradılış gayesine... İnsan niye yaratılmıştır? Önce bu sorunun cevabını hangi ölçüye, miyara göre değerlendireceğiz? Yükselen değerlere, moda fikirlere veya heva ve hevesimize göre mi? Yoksa Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye göre mi? Kınayıcaların kınamasını nazarı itibara alacak mıyız, almayacak mıyız? İslam’ı olduğu gibi mi kabul edeceğiz? Oldurulduğu gibi mi? Allah Zülcelâl Hazretleri ve Fahr-i Âlem Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in rızasını mı düşüneceğiz, yoksa sürünün memnuniyetini mi? Bizim iman ettiğimiz Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’ye göre; Zariyat Suresinin 56. Âyet-i Kerimesinde; “Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” Buyrulmaktadır. Demek ki insanlığın yaradılış gayesi budur: Kulluk!.. O açıdan, 209 birileri ahmaklık yapıyor; yani recm yok desek, İslâm’ın bu imajı temizlenecek mi? Veya “İslâm’a” papyon mu takmış olacağız? Yaradılışın gayesi kul olmak!!. Bunu anlamıyorlar!! Bu kadar ahmaklık olur mu? Veya hırsızlık yapanın eli kesilir. … Orada, insan konseptinde Batı’dan ayrılma var, dolayısıyla Batılıya bunu kabul ettiremezsin. Adam ölüm cezasını kaldırmış. Elmalılı bu hususla ilgili şunları söyler: “Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti, Allah’ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir. Bunun dışında başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi edilmiş olur, onun için azabı hak eder. Bazıları, ‘bana ibadet etsinler diye’ ifadesini,’ beni tanısınlar diye’ şeklinde tefsir etmişlerdir. Bunun mânâsı da; ‘beni mabut tanısınlar’ demektir. Bu ise; benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibadet etsinler demeye gelir. “İbadet ve kulluk isteyerek yapılan fiillerden olarak, istenen fiil oldukları için, bazılarının bunu yapmaması insan ve cin cinsi için en mükemmel gaye olmasına aykırı olmaz. Bundan yüce Allah’ın muradının geri kalmış ve yerine getirilmemiş olması mânâsının çıkarılması da gerekmez. Çünkü bu gibi yerlerde, Fıkıh bilginlerinin dedikleri gibi, “Hikmet fertlerin her biri itibarıyla değil, cins itibarıyla göz önüne alınır.” Bazı insanlar ibadet etmeyebilir. Ama orada söz konusu olan nedir? İnsan cinsidir. Kurtubi de şöyle der: “Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” Denildiğine göre bu buyruk, yüce Allah’ın ezeli bilgisine göre, kendisine ibadet edecek kimseler hakkında özeldir. Buyruk umumi bir lafızla gelmiş olmakla birlikte, anlamı özeldir. Buyruğun mânâsı şudur; “Ben cin ve insanlardan bahtiyar kimseleri ancak bana tevhit etsinler diye yarattım.” El-Kuşeyri; “Âyeti kerime kat’i olarak tahsis edilmiştir. Çünkü deliler ve çocuklar Allah’a ibadet etmekle emir olunmamışlardır ki, yüce Allah’ın onlardan ibadet etmelerini istediği söylenebilsin. Diğer taraftan yüce Allah; “And olsun ki biz cehennem için cin ve insanlardan çok kimseler yaratmışızdır” diye 210 buyurmuştur. Cehennem için yaratılmış olan kimselerin ise, ibadet için yaratılmış kimselerden olmaları mümkün değildir. İşte bu yaradılış gayesi oluyor. Fatiha suresinde; “Allah’ım ancak sana kulluk ederiz. Ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, nimetlerine erdirdiğin kimselerin yollarına eriştir. Hışmına uğrayanların ve sapmışların yoluna değil.” Buyurulur.. Osmanlı devrinde insanlar kul idi93 Cumhuriyet devrinde vatandaş oldular. Hâlbuki keşke kul olabilsek; keşke kul olabilsek.. Bir insan için en üst makam… Eşref-i mahlûkatın sebebi… Bakara Suresinin 21. Ayet-i Kerimesinde; “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratmış olan Rabbinize kulluk ve ibadet ediniz ki, korunup muttakilerden olasınız.” Nitekim Kurtubi şöyle der; “Allah elbette ki ibadet edilmeye, tezelzüle, önünde eğilmeye layıktır.” Bakara Suresinin 23. Âyet-i Kerimesi; “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe diyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getiriverin!.” Yani, Allah, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizden nasıl bahsediyor? Kul olarak bahsediyor. Kurtubi der ki; “Abd kelimesi taabbütten gelmektedir. Taabbüt ise zillet göstermek, boyun eğmektir. İbadet hasletlerinin en şereflisi, ibadet etmek mânâsını ihtiva eden bir isim olmak üzere şerif, şereflerin en yücesi olduğundan dolayı yüce Allah peygamberine ‘Abd’, kul adını vermiştir.” Bu hususla ilgili modern dönem İslâmcılarından da bir örnek vermek istiyorum.. Hamidullah şöyle der; “Kur’an’da, bütün Müslümanlarca, insanların en faziletlisi kabul edilen Hz. Muhammed için, ayrıca, diğer peygamberler, cinler, melekler için ‘Abd’ kullanılmıştır.” Bu cümlelerdeki akademisyenlik hastalığına dikkatinizi çekmek istiyorum.. İfadeye dikkat çekmek istiyorum.. Maalesef modernist İslâmcılar ve akademisyenler bizlere Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’i, Radıyallahu Anh’ı unutturdular.. 93) Haddızatında “ kul” kavramının bu bağlamda kullanılması rahatsız edici. Ama genel olarak yerleşmiş kavramsallaştırma. 211 Akademisyenler, modernist İslâmcılar, ilahiyatçılar, asker arkadaşları gibi bahsediyorlar Efendimizden.. Hamidullah’ın anlayışı, Fazlurrahman’ı doğurdu… Tarafsızlık bir hastalıktır! Maalesef pek çok insanın imanına mal oluyor. Müslümanın tarafsızlığı ne demektir izah edilebilir mi? Bir dine, inanca, ideolojiye inanan ve bağlı olan bir insanın objektif olması “rasyonel” anlamda dahi mümkün müdür? Hatta mutlak anlamda bir insanın objektif olması mümkün değildir. Tarafsızlık, nesnellik, objektiflik insanı kutsama enstrümanları…. “Bilimsel Bilgi”de bulunması gereken özellikler. “ Bilim adamı”nda bulunması gereken özellikler, gibi başlıklarda sıralananlar Batı Uygarlığının dilek ve temennileri… Ama Doğu’lu onları gerçeklik yargısı sanır, neredeyse imanından utanmaya başlar… Bu konu üzerine zaman zaman yeniden dönüyorum önemine binaen… Çünkü Batı’yı anlayamayan, cehl-i mürekkebe mübtelâ Doğu’lu okuryazar takımı için büyük bir tuzak var… Bir örnek üzerinde temellendirmeye çalışacağım ifade ettiğim teorik tezlerimi… Feyerabend’ın “Yönteme Hayır” isimli eseri büyük tartışmalara sebeb oldu. Feyerabend Batı bilim paradigmasını acımasızca eleştirdi. Ben diğer eserinden kısaca birkaç alıntı yapacağım: “Ussallık üzerine temellendirilmiş bir toplum tam anlamıyla özgür değildir; böyle toplumlarda aydınların oyunu oynanır.”94 Gördüğünüz gibi soylu bir iç eleştiri… Yıllardır Batı’nın kutsadığı “akıl” tanrısına Tolstoy’u hatırlatır bir yaklaşım içinde hücum ediyor Feyerabend... İkinci tanrısı da nasibini alır bu sert eleştiriden Batı’lı konsept: {“Bilimsel Yöntem” diye bir şey yoktur; her araştırmanın temelini oluşturan ve onun ”bilimsel” ve dolayısıyla güvenilir olmasını garantileyen tek bir usul ya da kurallar dizisi yoktur. Her proje, her teori, her usul kendi içinde ve ele aldığı süreçlere uyarlanmış standartlarla değerlendirilmelidir. Koşullar ne olursa olsun her büyüklüğü ölçen evrensel ve kalıcı bir ölçüm aleti fikri ne derece gerçekçi değilse, yeterliliğin değişmez ölçüsü olan evrensel ve kalıcı bir yöntem 94) Paul Feyerabend, Özgür Bir Toplumda Bilim, çev. Ahmet Kardam, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1991, sh.41 212 fikri, hatta evrensel ve kalıcı ussallık fikri de o denli gerçekçi değildir.”95 Buradan Feyerabend’ın eleştiri okları aydınlara gelir: “Oysa ben sıradan vatandaşların bir avuç iktidar ve para düşkünü aydınlar çetesi tarafından ideolojik ve parasal olarak sömürülmelerine son vermek istiyorum… (…….) Ben, aydınlardan yararlanılmasını, övülmelerini, parayla ödüllendirilmelerini, ama toplumu kendi kafalarına göre biçimlendirmelerine izin verilmemesini öneriyorum.”96 Alıntıları yeterli buluyorum… Analitik bir yöntemle konuya eğilelim… Bir Batı’lı filozof kendisine ait olan Batı Uygarlığı’nı bir aydın namusu ve ciddiyeti içinde acımasızca eleştiriyor. Batı Uygarlığı’nın oluşum süreci97 içinde, yine kendileri tarafından yaratılmış tanrılara hücum ediyor: “Akıl Tanrısı”, “Bilimsel Yöntem Tanrısı” ve “Batı’lı Aydın Tanrısı”… Bu kavramlar belirli bir uygarlığa ait… Aynı zamanda her biri İslâm’a karşı kullanılmış silahlar… Batının Müslüman okur-yazar takımının iman evinde büyük rahneler açmış silahları… Ama İlahiyatçı okumaz-yazar takımına mensup bazı öğretmenler, şöyle diyor: Siz Feyerabend’ın “Fizik” kavramını kullandığı yere “Hadis”; “Kimya” kavramını kullandığı yere “Tefsir” kavramını koyunuz… Yani aynı mantığı İslâmî ilimlere de uygulayınız… İslâm lehine kullanılabilecek argümanları, zırlamalarla (zorlamayı farkında olmadan “zırlama“ olarak yazmışım. Sonradan farkına vardım… Bilinçaltının dışlaşması. Silmiyorum!) İslâm’a karşı kullanmak! Kaç yanlış var bu saçmalıklarda? Bir; bir kere Batı Uygarlığı gelişim süreci ile İslâm Uygarlığı gelişim süreci aynı değildir! Bu tür analojiler insanları her zaman yanlışa götürür. İki; söz konusu disiplinlerin özde niteliği farklıdır!.. Fiziğe, Kimyaya uyguladığınız yöntemleri; Hadis’e, Tefsir’e uygulayamazsınız… Şüphesiz 95) A.g.e. sh. 121 96) A.g.e. sh. 161 97) Dikkat ederseniz “ oluşum süreci” şeklinde kavramsallaştırdım…”Gelişim süreci” dediğinizde peşinen Batı uygarlığının geliştiğini kabul ediyorsunuz… ”Gelişme nedir? Batı uygarlığı gelişmekte midir? İki cihan harbinde on milyonlarca insan öldüren bir uygarlık gelişmiş midir? Bunları ayrıca tartışırız. Ama zihnimiz biz farkında olmadan formatlıyorlar, yine bize farkına varmadan yeni programlar yüklüyorlar… 213 İslâmî ilimler eleştirilmeli, en çok da biz eleştiriyoruz, ama kendi zihniyeti içinde, tabir caizse kendi kulvarı içinde… Aydınlanma, özellikle Pozitivist Felsefe XVIII. yüzyılda bunu yapmaya kalktı, fakat bunun çıkmaz sokak olduğunu anladı ve vaz geçti. Bak! A. Comte… Üç; bir kişinin kendi dinini ilzam için bu kadar zorlamalarla gâvurlardan argüman devşirmeye çalışması da ayrı bir facia… Acaba yine imandaki bir arızayı mı ima ediyor bu yaklaşım? Bilmiyorum, arkeolojik bir kazı ile bu motivasyondaki motivi, müşevviği bulmak lâzım… Bunu da kimse niyet okumakla yapamaz. Herkesin kendi yapması gerekir… Fakat gerek iman hassasiyeti gerekse, bir aydın fikir namusu içinde bunun yapılması şart… Koşullanmalardan kurtulabilmek için… Bu zihniyettekilere umarsız yöntemlerinden vaz geçmeleri için Merhum Üstadım Necip Fazıl’ın şu benzetmesini iyi düşünmelerini tavsiye ederim: “Bu tür gayretler; filden bir kıl, fareden bir kıl çekerek; bu kıl bu kılın aynı. Öyle ise fil farenin aynı gibi batıl bir kıyas yapmaktır.” Ayrıca bunun yanında bu kişileri tenzihen, çünkü farklı sebeblerle, farklı kişiler için söylenmiş, merhum Akif ’in şu beytini de ciddi şekilde mütalâa etmelerini, düşünmelerini tavsiye ederim: Şarka bakmaz Garbı bilmez görgüden yok vayesi Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi Önce İslâm’ı anlayalım, fehm edelim; sonra Batı’yı anlayalım, sonra beynimizdeki bukağıları, kelepçeleri parçalayalım, sonra kınayıcıların kınamasından korkmadan tefekküre, üretmeye çalışalım… Bir mütefekkir olarak Necip Fazıl’ı okuyun! Batı’yı anlamak ve bu tür tuzaklarına düşmemek için Necip Fazıl’ı okuyun!.. Yalnız burada haksızlık yapmayalım; bu entelektüel miyopluk, bu zihin kamaşması, bu galat-ı mantık sadece bazı ilahiyatçılarla sınırlı değildir… Aynı hata onyıllardır Cumhuriyet 214 okumaz-yazarları tarafından yapılmaktadır… İlk düğme yanlış düğmelendiği için (onlar o heyecanla farkına varmıyorlar ama) ortaya teknik, estetik ve çevre bakımdan tuhaf bir gecekondu çıkıyor… Batı Uygarlığı oluşum süreci ile İslâm uygarlığı oluşum süreci biribirinden farklı… Onyıllardır yapılan yanlışa, daha önce de işaret ettik… Cumhuriyetçi, solcu batıcı, Marksist takım halen anlayamadı… Osmanlı feodaliteyi yaşamadı… Yavuz Sultan Selim’in ekrad beylerine Kanun-u Kadime aykırı olarak, bir takım araziyi yurtluk ve ocaklık namıyla temlik etmesi ile ortaya çıkan sosyo-ekonomik yapı feodalite değildir… Türkiye’de bugüne kadar Marksist anlamda ne işçi sınıfı oldu, ne de burjuva sınıfı oldu… Antik Grek’ten beri sosyal sınıflardan çok söz edilmiştir. Fakat Marx bu iki kavrama farklı anlamlar kazandırmıştır… Dolayısıyla Marx’ın ileri sürdüğü toplumsal oluşum şemasının hayata geçmesi, devrimin gerçekleşmesi, realize edilmesi ve diyalektiğin işlemesi için Marx’ın terminolojisine göre tasvir ettiği işçi ve burjuva sınıflarının oluşması… Ama ne burjuva var, ne proleter… Fakat Marksistler pikniğe çıkmış dört tane amele görseler Marksist devrim bekliyorlar… Ama inançlarını takdirden de kendimi alamıyorum… Peki, bu “inanç”ın temeli ne? Tuhafınıza gidecek ama Marx kaderci bir adam…98 Bir Müslüman nasıl Allah-u Teâlâ’nın çizdiği kadere iman ederse, bir Marksist de, Marx’ın çizdiği kadere inanır; insan iradeleri dışında belirli, zorunlu, kendi iradelerinden bağımsız ilişkilere ve bir sona doğru gittiğine inanırlar… Zaten kapitalizm çökmeğe mahkûm: “Herşeyden önce, burjuvazi kendi mezar kazıcılarını üretmektedir. Burjuvazinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi de kaçınılmaz sonuçlardır.”99 Kaderden kaçınılabilir mi? Belki süreç biraz uzayabilir…. Ve “komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizleyecek düzeye alçalamazlar. Komünistler, amaçlarının ancak tüm geçmiş toplumsal 98) Bakınız! Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine katkı, çev. Sevim Belli, Sol yay. 1970, sh. 23 99) K. Marx-F. Engels, Komünist Manifestosu, çev. Mümtaz Yavuz, Evren yay. İstanbul, 1976, sh. 51… Kitabın yazıldığı tarih: 1848 215 düzenin şiddete dayanılarak devrilmesiyle gerçekleşebileceğini açıkça belirtirler. Varsın egemen sınıflar komünist bir devrim düşüncesiyle titresinler! Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri yoktur. Ama böylece elde edecekleri koskoca bir dünya var… Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz.!”100 Semantik bakımdan bir retorik harikası… Şimdi sihrini kaybetmiş gibi gözükse de milyonlar bu uğurda can verdi; halen verenler var… Fakat Marx’ın ne kadar yanıldığı ortada… Marx’ın rüyası olan işçi sınıfını; neoliberal ekonomik yaklaşım; teknolojinin ilerlemesi, otomasyon, esnek istihdam, part-time çalışma, taşeronluk gibi yeni enstrümanlarla yok etti. Örgütlü emeği sendikaları felç etti. Zaten bizim gibi ülkelerde genel anlamda insanların hak aramasına karşı afyon hazır: İnşâ edilen, özünden koparılan, maddi ilerlemeyi kutsayan din!.. Histerik tekallüsler içindeyiz… Para gelsin de nerden gelirse gelsin! Hani “turist ahlâk götürür!”dü… Şimdi turist sayısının artması ile ailecek iftihar ediyoruz! Sık sık tekrarlıyorum, gözleri patlatmak için! Turistin ahlâkı mı değişti? Sizin ahlâkınız mı değişti? Yoksa turistin götüreceği ahlâk mı kalmadı? Batı’ya bakarak Doğu’yu anlamaya çalışmak ve elde edilen yarım yamalak bulgularla çözüm inşâ gayretinde olunurken özet olarak şu hata yapılıyor: İçiçe katlanmış bir Türkiye haritası alın elinize…Açın onu şehirler arası mesafeleri gösteren bir şeması var…Aradığınız A şehri ile B şehrinden iki dikey çizgi çizerseniz kesiştiği nokta iki şehir arasındaki mesafeyi verir…Fakat aceleyle hafif gözünüz kayarsa hiç ilgisi olmayan bir mesafe bulursunuz….Gerçekte mesafe 400 km iken siz 100 km. bulursunuz. Gidersiniz gidersiniz, menzil-i maksudunuza ulaşamazsınız…Veya bu durum dikiz aynasını kullanarak öne doğru gitmeye benziyor…Kaza kaçınılmaz bir son!...Dikiz aynasında gördüğünüzle, gittiğiniz mekanın özellikleri aynı değil! Varır menzil-i maksuduna aheste giden Tiz-i reftar olanın ayağına damen dolaşır… 100) A.g.e. sh. 80 216 Eğer aceleyle dünyaya nizâmât vermeye kalkarsak ayağımıza eteğimiz dolaşır…Doğu kafası hep sıçramalar yapar…Süreçin çilesine katlanmaya tahammülü yoktur… Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş, Mevsimden mevsime girdim böylece. Gördüm ki, Ateşte cımbızda yokmuş Fikir çilesinden büyük işkence. Necip Fazıl ( 1939) Bu çileyi çekmeden, bu ısdıraba katlanmadan yaratıcı düşünmeden nasiplenmek mümkün değildir… Onun için bu çilenin sahibi İmam-ı Gazali’den bahsediyoruz hep… Batı’lı çilekeşler, bizzat hayatı çile olan bir müsdarip, Böyle Buyurdu Zerdüşt için “Gebeliğim onsekiz ay sürdü”101 diyor ve eser verebilmek için de şunu tavsiye ediyor: “Düşünce gebeliğinde içgüdünün yapacağı ilk akıllıca iş, çevresine bir çeşit duvar örmektir.”102 Yedi kattır yalnızlığın derisi… “Hiç kimseyi beğenmiyorsunuz, acaba siz menzil-i maksudunuza ulaşabildiniz mi?” diye süal eylerseniz, cevabım çok basit ve hazır… Biz henüz Nasrettin Hoca’nın makamına ulaşamadık, ulaşacağımız da yok… Rahmetli Hoca eline tanburu almış, çevresinde dinleyicilere, icra-i sanat ediyor… Fakat işte bir tuhaflık var.. Dinleyicilerden biri sorar, artık sabredemez: “Hoca tanbur çalanlar hep sol ellerini perdeler üzerinde gezdirir, böylece güzel nağmeler çıkar. Hâlbuki senin sol elin sabit duruyor, sağ elin de mızrabı hep aynı noktaya vuruyor… Hoca bu, cevap hazır: “Onlar daha arıyorlar, ben ise buldum, ne diye elim hareket etsin ki? ”Biz daha arama safhasındayız. Yalnız bu itikadî bakımdan değil! Elhamdülillah Hanefî bir Müslüman olarak sabit kademiz!... 101) F. Nietzsche, Ece Homo, çev. Can alkor, Dost yay. Ankara, 1969 sh. 86 102) A.g.e. sh. 33 217 Batı’nın dilek ve temennilerinin gerçeklik yargısı olmadığını, kendilerinin hasret ve özlemleri olduğunu vurguladıktan sonra konumuza dönüyoruz: İsra Suresinin 1. Âyet-i Kerimesinde; “Her türlü noksanlıktan münezzeh bulunan (Allah), kulunu, geceleyin (Mekke’deki) Mescid-i Haram’dan alıp, kendisine bir takım âyetler gösterelim diye, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götürdü. Çünkü işiten bilen odur.” Yani, Peygamberi’nin bütün hallerini o bilir.” Kulunu” tabiri de ona verilen şeref ve değeri göstermektedir. Zuhayli de şöyle der: “Kulunu tabiri de ona verilen şeref ve değeri göstermektedir. Kul kelimesi ruh ve cesedi bir arada ifade etmektedir. Burada yüce Allah’ın onu kullukla nitelemesinin sebebi, kulluğun en şerefli makam olmasından dolayıdır. Nitekim yüce Allah, vahiy makamında, ona, aynı nitelikte vasf etmiştir. “O, vahyettiği şeyi, kuluna vahyetti.” Hadis-i Şerifte üç makamdan bahsediliyor; “Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa.” Buralarda kılınan namazların bereketi farklı… Mescid-i Aksa imamı konuşuyordu televizyonda “Mescid-i Aksa bütün Müslümanların imanının bir parçasıdır” dedi. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz, (âyetle sabit), gece yürüyüşünü (İsra) oraya yapmıştır. Dolayısıyla bugün Mescid-i Aksa veya Kudüs, her hangi bir şehir değildir. Şunu tekrar belirtelim ki, İslâm’da katiyetle batı mantalitesinin şekillendirdiği, uydurduğu gibi bir vatan kavramı yok, kutsallık yok. Allah rahmet eylesin, Seyyid Kutup, Mescid-i Aksa’ya Fîzilal’de ötekilerden farklı dikkat çekiyor. Ötekiler de çekiyor ama onlarınkinden daha dikkat çekici ve önemli… Mübarek Fîzilal-i Kur’anın 9. cildinde Mescid-i Aksa’dan bahsedilirken diyor ki, “Çevresini mübarek kıldığımız” Mescid-i Aksa deniyor. Bu tabirle, mescidin, her yanının rahmet ve bereketle kuşatılıp mübarek kılındığı ifade edilmektedir. Sırf harem-i şerif değil, tamamı.. Bugün öyle hata yapılıyor ki, Mescid-i Aksa dendiği zaman Emeviler zamanında yapılan Mescid zannediliyor. Kubbetü’s Sahra’nın olduğu alan da dâhil olmak üzere, o alanın 218 hepsi Mescid-i Aksa. Kubbetü’s Sahra Hz. Ömer zamanında yapılmıştır. Aksa mescidi Emeviler zamanında yapılmıştır. Asıl Mescid-i Aksa, Ağlama Duvarının da dâhil olduğu alanın tamamıdır. Bu münasebetle bir kere daha Seyyid Kutup’a rahmet dileyelim, inşallah şehit oldu, 1967’de idam edildi. Ve şu da var ki; af dilese idam edilmeyecekti. Af dilemedi.. Zuhayli de der ki; “din ve dünya bereketiyle donattığımız, çünkü orası vahyin indiği yerdir. Hz. Musa ve Hz. İsa Aleyhisselama vahiy orada indi. Hz. Musa’dan bu yana Peygamberlerin ibadet yeridir. Çevresinde pek çok akarsu, ağaçlar, meyveler vardır.” Kurtubi de der ki; “Etrafında defnedilmiş bulunan Peygamberler ve salihlerle mübarek kıldık.” Peygamberler Mescidi Aksa’da toplanmışlar ve Peygamberimiz onlara imam olmuştur. Müslim’in Sahihi’nde Ebu Zer Radıyallahu Anh’dan şöyle dediği sabit olmuştur. “Ben Resûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e yeryüzünde bulunan ilk mescide dair sordum. O; Mescidi Haram’dır buyurdu. Sonra hangisidir, diye sorunca O; Mescid-i Aksa diye buyurdu.” Ve Süleyman Aleyhisselam bina etmiştir. Konumuzla ilgili Hz. İsa ile ilgili olarak da Nisa Suresinin 172. Âyet-i Kerimesinde şöyle buyurulur: “Mesih hiçbir zaman Allah’ın kulu olmaktan çekinmez.” Oysa malum olduğu üzere Pavlus tarafından kurulan Hıristiyanlık Hz. İsa’nın ulûhiyeti üzerine bina edilmiştir. İslâm’a göre ise kulluk bir insanın ulaşabileceği en üst mertebedir… Özellikle Kur’an’ı Kerim’de Peygamberimiz ve diğer Peygamberlerle ilgili Ubudiyet ve Abd kelimesinin çok geçmesi, tamamen Hıristiyanlığın Hz. İsa anlayışı ile ilgilidir. Çünkü özellikle Kur’an-ı Kerim ve Hz Peygamber Efendimiz Hz. İsa’dan bahsederken, ısrarla, Allah’ın kulu olarak bahseder. Bilhassa Kelime-i Tevhid’de, ‘La İlahe İllallah Muhammedun Resûlullah’ şeklinde geçer ve orada kulluktan söz etmez. Çünkü tevhidde, ubudiyet olmaz. Orada sadece hâl anlatılır. Ama bir de şehadet makamı vardır. Çünkü insanlar için şehadet önemlidir ve şahâdette kulluk Risalet’ten önce gelir. ‘Abduhu ve 219 Resulühu’ derken özellikle kulluk önce belirtilir ve ondan sonra Risalet gelir. Nitekim Hz Peygamberimiz de dâhil olmak üzere bütün peygamberler (ve melekler de dâhil buna) önce Allah’ın kuludurlar daha sonra Allah’ın tercih etmesi, tespit etmesi sonucunda ‘melektirler, resuldürler, elçidirler’. Meryem Suresinin 93. Âyet-i Kerimesinde; “Göklerde ve yerde hiç bir kimse yoktur ki, Rahmânâ kul olarak gelecek olmasın!” Sâd Suresinin 44. Âyet-i Kerimesinde, Hz. Eyüp ile ilgili, “Gerçekten biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu! Çünkü o, çok dönen idi.” (Allah’a dönen, tevbe eden istiğfar eden..) Burada Kurtubi diyor ki; “çokça tevbe eden, itaatle bize dönen birisiydi.” İbadet etsinler emrinden son olarak şöyle bir anlam çıkarıyorum. Kulluk mükellef insanın nefsinin arzusu hilafına, Rabbine tâzim için yaptığı, fiil ve niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Allah’a yakınlık ifade eden, şuurlu bir itaattir. Kur’an’da ibadet kavramı tevhit, itaat, dua, tevazu, tezelzül, (özellikle tezelzül, zillet hali.. Korkmayacağız, Allah karşısında zilleti kabul edeceğiz.) huşû, alçak gönüllülük, iman, salih amel, Allah’a tesbih ve secde, Allah’ı bilmek ve tanımak gibi mânâlarda kullanılmıştır. Özet olarak Kur’an’da ibadet; Allah’ın varlığını, birliğini ikrar etmek, Kitap ve Peygamberlerini tasdik etmek, Allah’ın razı olduğu şeyleri yapmak, Allah’ın hükmüne razı olmak, nimetlerine şükretmek, musibetlere sabretmek, kul hakkına saygı göstermek, (burada bazı ilahiyatçılar insan hakları diyorlar!!) onlara saygı ve merhamet göstermek, iman, ahlâk, namaz, hac, oruç, cihat, evlenme, boşanma, helâl, haram, miras, ticaret, ahde vefa, yemin, kefaret ve benzeri gibi İslâm’ın bütün ahkamını uygulamayı, emir ve yasaklara riayeti, Allah’ın sınırlarını korumayı ifade eder. Bizde yanlış bir ifade var, ibadet deyince yalnızca namaz anlaşılır, oysa Allah’ın emirleri, yasakları, hepsi ibadettir. Burada bir 220 noktayı hâsseten ifade etmek gerekir ki; sadece insanlar değil, yerde, gökte ne varsa Allah’ı tesbih eder, ibadet ederler. Nitekim Hac Suresinin 18. âyeti, İsra Suresinin 44. âyeti, Nur Suresinin 41. âyeti, kuşlardan, dağlardan bahseder… Mebsud’un 9. cildinin 270. sayfasında şöyle bir fetva var. “Hırsız özgür bir çocuğu çalsa eli kesilmez.” Biraz önce size âyeti kerime okuduk ya; “hırsızlık yapanın eli kesilir.” “Ama hırsız bir çocuğu çalsa eli kesilmez.” Çünkü çocuk mal değildir. El kesme cezası ise, değeri olan bir malın çalınmasıyla gerekir. Ömer Nasuhi Bilmen bu hususla ilgili olarak, Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu’nun, 3. cildinin 267. sayfasında şöyle der; “Çalınan şeyin mutlaka mâli mütekavvim olması şarttır.” Meselâ şarap mâli mütekavvim değildir. Şer’an yasak olduğu için alınıp satılamaz. Domuz mâli mütekavvim değildir. “Kezalik: hür bir çocuğu çalmak hadd-i müstelzim olmaz. Velev ki, üzerinde kıymetli zinet eşyası bulunsun. Zira bu çocuk mal değildir. O eşya ise o çocuğa tabidir.” Kulluğun da sonuna bunu aldım. Demek ki kapitalist sistemdeki gibi, insan mal olarak telakki edilmiyor. Burada yanlış anlaşılmasın; bu söylediklerimizden çocuk çalanlar İslâm hukukunda cezalandırılmıyor anlamına gelmez… Cezası ayrı… Kulluk, Müslümanlığın en yüksek seviyesidir. Hatta Allah Celle Celalühu, Resûlullah’a kul diye ifade ediyor. Fakat burada özellikle bir noktaya dikkatinizi çekiyorum. Buradaki kulluk nesebe dayanmıyor. Nitekim Hucurat Suresinin 10. Âyet-i Kerimesi; “Müminler ancak kardeştirler.” Hucurat Suresinin 13. Âyet-i Kerimesi; “Şüphesiz ki Allah katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır.” Buyuruluyor. Yine Hz. Nuh’un oğlunun durumunu aldım örnek olarak. Hûd suresi 42. ve 43. Âyet-i kerimeleri; “Nuh dedi ki; giderken olsun, dururken olsun ona besmele ile binin. Gerçekten Rabbim çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. (Biraz da şöyle yaşayarak, düşünerek, artık tufan yükseliyor.) Gemi, içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu. Nuh, ayrı bir yere çekilmiş bulunan oğluna seslendi. Yavruca221 ğım! (gel), bizimle beraber sen de bin! Kâfirlerle beraber olma dedi. O cevap verdi; Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım. Babası; Bugün Allah’ın emrinden koruyacak kimse yoktur. Meğerki Allah acıya dedi. Derken aralarına dalga giriverdi. O da boğulanlardan oldu.” Yani, bir Peygamberin çocuğu bile iman etmeyince, kâfirlerle boğulup gidiyor. Bu konuda, Peygamberlerin hanımları var. Meselâ Lut Aleyhisselamın hanımı... .. Hz İbrahim’in babası.. Dolayısıyla Kur’an; akrabalığı, kurbiyyeti, biyolojik anlamdan, kan bağından dışarı çıkarıyor. Hadis-i Şerifte; “Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz.” Hz. Ebu Hureyre Radıyallahu Anh anlatıyor; Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam buyurdular ki; “Kim bir müminin dünyevi kederlerinden birini giderirse, Allah da onun kıyamet günü kederlerinden birini giderir.” Kim bir fakire kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık gösterir. Burada şunu söyleyeyim ki; Âyet-i Kerimede “güzelce reddedilmeleri” söyleniyor. Yani biri geliyor dileniyor, kırmamak gerekiyor onu. Kesin emir bu. Aşağılamadan hor görmeden.. Kim bir Müslümanı örterse Allah da onu dünya ve ahirette örter. Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah da onun yardımındadır. Kim ilim aramak düşüncesiyle bir yola düşerse, Allah onun cennete olan yolunu kolaylaştırır. Bir grup Allah’ın kitabını okumak, (inşallah biz buraya gireriz, temennimiz bu..) ve aralarında tefsir etmek üzere Allah’ın evlerinden birinde toplanırsa, üzerlerine mutlaka sekine iner ve onları rahmet kaplar, melekler onları sarar. Allah da onları yanında bulunan mukarreb meleklerine anar.” Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandırmaz. Hadis-i Şerif ’in en son cümlesinde; bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandırmaz, buyurulmuştur. Bunun mânâsı, kimin ameli eksikse, o, amel sahibi kimselerin mertebesine ulaşamaz. Hiç kimse manevi mertebeleri kat etmeden, nesebinin şerefine, ecdadının faziletine umut bağlamamalıdır. Yakınlarına güvenip, amelde ihmale yer vermemelidir. “Ya Fatıma ikindi na222 mazını kıldın mı? Hayır ya Resûlullah. Kalk ikindi namazını kıl, senin Peygamber kızı olman sana üstünlük sağlamaz.” Ve Elmalılı da şöyle der; “Ataların salahı, evladın salahını iltizam etmez. “ İskilipli Atıf Efendi, (onu da rahmetle analım) İslâm Fıkhı diye beş ciltlik bir kitabı var. (Şehit inşallah o da. Allah’ın izniyle, Allah şefaatlerinden mahrum etmesin) 3. cildin 267. Sayfasında şöyle der; “Zinadan olan çocuk da helâl cimadan olan (yani nikâhla olan) çocuk gibi muhteremdir.” Niye? İslâm’da insanlar kendisiyle başlıyor hayata. Annesinin babasının küfrü onu ilzam etmez. Nitekim bütün eleştirilerimize rağmen Osmanlı asalet sınıflarının doğmasını ciddiyetle engellemiştir. Hatta Fatih Sultan Mehmet Amasya yakınlarından giderken bakıyorlar ki ilerde dağların üzerinde insanlar var. Padişahı istikbale gelmemişler. Herkes geliyor karşılıyor. Bunlar nedir? der. Efendim işte onlar bilmem ne oğulları… “Oğulları” olmaya başlamışlar. Aile biraz çoğalmış, padişahı istikbale gelmiyorlar. Sürün, der. Bosna’ya sürdürür. Seyyid Kutup’un tefsirinde (3. cildin 282. sayfasında) mükemmel diyeceğim biçimde, Arap ırkçılığı eleştirisi var. Üstelik kendisi de Arap olduğu halde. Bir de bu eleştirinin yapıldığı dönem, Arap ırkçılığının zirveye çıktığı, Nâsır dönemi. Şimdi sizi hayalhanenizi çalıştırmaya davet ediyorum. Şayan-ı dikkat bir sahne. Rudani’nin Cem’ul Fevaid isimli Hadis kitabı... Orada 349. sayfasında şöyle bir rivayet var. Ata bin Ebu Rabah Radıyallahu Anh’dan; bana İbn-i Abbas dedi ki; “Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi? Evet, dedim. İşte şu siyah kadın, dedi.” Zenci, siyah kadın cennetlik… Hani, nesebten bahsediyoruz ya. Siyahı beyazı yok. Ve devamı; “O Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e gelip dedi ki; ben sara hastalığına tutulup düşüyorum. Üstüm açılıyor, ne olur Allah’a benim için dua et.” Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem ona şöyle buyurdu; “İstersen haline sabret de cenneti hak et. İstersen sana afiyet 223 vermesi için Allah’a dua edeyim. Kadın; ben sabrederim. Ama hiç olmazsa düştüğüm zaman üstümün açılmaması için Allah’a dua et, dedi ve Allah Resulü Aleyhissalâtu Vesselam onun için dua etti.” Müthiş bir hadise!! Bunun gibi başka hadiseler de var. Bizim gayemiz, İslâm’ı olduğu gibi anlamaya çalışmak. Yani Allah’ın muradını, peygamberin muradını anlamaya çalışmak; âcizane çabamız yalnızca o… Kütüb-ü Sitte’de şöyle buyuruluyor; Huseyne’nin babası, (Ashab-ı Kiramdan bir zat) Vâsile İbnül Eska Radıyallahu Anh anlatıyor; Ey Allah’ın Resulü dedim. Kişinin kavmini sevmesi merdut olan, (yani reddedilen) bir asabiyet midir? Hayır, buyurdular. “Asabiye kişinin zulümde kavmine yardımcı olmasıdır.” Yani, eğer ölçülü bir biçimde olursa, haşa Allahü Zülcelâlin başına kakmak gibi, (âyette geçiyor başa kakmak,) Türkler olmasaydı, Türkler… Dersen, olmaz. Ama Allah bize lütfetmiş, bizim atalarımız İslâm’a hizmet etmişler, onun hadimi olmuşlar bunu söyleyebilirsiniz. Bu hususlarla ilgili malum öyle şeyler söylenir öyle şeyler anlatılırdı ki, insanın söylemeye dili varmıyor.., … Arapların elinden İslâm’ı kurtarmışlar, arı bir hale getirmişler diye anlatırlardı, hala da anlatıyorlar.. Yani İslâmiyet bitmiş, Türkler kurtarmış!!. Bir de biz Müslüman olmazdık ama İslâmiyet bizim dinimize o kadar yakındı ki ondan Müslüman olduk felan diyorlar… Nitekim Hucurat Suresinin 17. Âyet-i Kerimesinde; “İslâm’a girdiklerini senin başına kakıyorlar. (İşte mucize bu, Allah’ın mucizesi) De ki; Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğrucu kimselerseniz bilakis, sizi İslâm’a hidayet buyurduğu için Allah size minnet eder.” İslâm’da temel ilke: Beyne’l Havf ve’l Reca... İnsan her ne kadar kulluk etmek üzere yaratılmış ise de, sadece bu vazifeleri gerçekleştirmesi ahirette onun kurtuluşu için kâfi değildir. Yine Allah Celle Celalühu’nün lütfuna ve merhametine muhtaçtır. 224 Yani öyle at topu, al orucunu yok… Bunlar bizim görevimiz.. İmanda inşallah yoktur fakat ibadette vardır. Yani, “inşallah Müslümanım” denmez. İmanda şek, şüphe olmaz. Ama ibadette vardır. Dolayısıyla, kul olarak, insan her zaman Allah’ın lütfuna muhtaçtır. Sahabeden bir kimse Hz Peygamberimizin, kendilerinden daha çok ibadet etmesini örnek vererek …“Şükreden bir kul olmayayım mı”, cevabını veriyor… Nur Suresinin 21. Âyet-i Kerimesinde; “Eğer üzerinizde Allah’ın fazl-u rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen temize çıkamazdı. Lakin Allah dilediğini temize çıkarır, Allah her şeyi işitendir, hakkıyla bilendir.” Buhari-i Şerifte; Ebu Hureyre Radıyallahu Anh’dan şöyle bir rivayet var; “Orta yol tutun, güzele yakın olanı arayın, sabah vaktinde, akşam vaktinde bir miktar da gecenin son kısmında yürüyün, ibadet edin. Ağır, ağır hedefe varabilirsiniz. Unutmayın ki, sizden hiç kimseye yaptığı amel cenneti kazandırmayacaktır” buyuruyor. Namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, hacca da gittik, zekat da verdik!!.. Bu da Allah korusun müthiş bir nefsaniyet. Unutmayın ki, “sizden hiç kimseye yaptığı amelle cenneti kazandırmayacaktır” buyuruldu. Sen de mi amelinle cennete gidemeyeceksin Ey Allah’ın Resulü, dediler. Evet, ben de,” dedi. “Allah affı ve merhametiyle muamele etmese ben de gidemeyeceğim.” Hiç kimse gerektiği derecede ibadet edemez. İmamı Azam Hazretlerine atfedilen, Fıkh-ı Ekber’de aynen bu ifade geçiyor... Hiç kimse gerektiğince Allah’a ibadet edemez. Elmalılı’da; hiçbir kimsenin çabası elde ettiği nimetin yeterli sebebi değildir diye geçer. İslâm âlimleri buna beyne’l havf ve’l reca demişlerdir. Biri dese ki; bir kişi cennete gidecek. Bir kişi! Acaba ben miyim? Ümit. Bir kişi cehenneme gidecek dese. Acaba ben miyim? Beyne’l havf ve’l reca, korkuyla ümit arası… Halkadan Pırıltılar’da harikulade bir tablo var. Mahallede bir adam, sarhoş, içkici, kötü bir adam var. Vakti zamanı gelir ve 225 bu adam ölür. Veliyullahtan bir zat bunu rüyasında görür, keşf âleminde. Bakar ki, işler gayet iyi. Nasılsın? Valla ben iyiyim, cennetteyim. Bu zat hayretler içinde kalır. Yahu nasıl olur, bildiğimiz adam. Ne oldu, ne var ki, cennete girdin. “Vallahi bir gün köşe başında duruyordum. Oradan bir öksüz çocuk geçiyordu, ağlıyordu. Onun başını okşadım ve Allah beni cennete koydu…” Fakat mukabili var. Yine bir zat, çevre tarafından çok mükemmel insan olarak kabul ediliyor. Başka bir Veliyullahtan olan zat bunu rüyasında görüyor vefat ettikten sonra. Ne var ne yok? Vallahi çok kötü... Arasat’ta bekliyorum, diyor. Yahu nasıl olur.. İşte bekliyorum burada. Nasıl olur? Bir gün kapının önünde duruyordum. Oradan bir sap kağnısı geçiyordu. Sahibi öndeydi, ben de arkadan bir sap kırıp dişimi kurcalayıp, yere attım. Onu bekliyorum ki, eğer helâllik verirse cennete gideceğim, yoksa cehenneme. Ne güzel ama değil mi? Orada bir öksüzün başını okşamak, öteki tarafta bir çöp parçası. Nisa Suresinin 28. Âyet-i Kerimesinde; “Allah din hususundaki ağır teklifleri sizden hafifletmek istiyor. Çünkü insan sabır ve tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır.” Enbiya Suresinin 37. Âyet-i Kerimesi; “İnsan sanki aceleden yaratıldı. Ben size âyetlerimi göstereceğim, acele etmeyin.” Bu âyeti tefsir bakımından bir Hadis-i Şerif aldım. İbn-i Abbas anlatıyor; Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam Eşecc el-Asarî’ye “Muhakkak ki sende Allah’ın sevdiği iki haslet var. Hilm, acele etmemek ve hayâ. Ama maalesef insan aceleci…” İsra Suresinin 67. Âyet-i Kerimesi; “Zaten insan çok nankördür.” Hac Suresinin 66. Âyet-i Kerimesi; hakikat insan çok nankördür. Âdiyât Suresinin 6, 7, 8. âyetleri; “Muhakkak insan Rabbine karşı pek nankördür. Buna kendisi de şahittir. Gerçekten o mal sevgisinden dolayı pek şiddetlidir.” İsra Suresinin 100. Âyet-i Kerimesi; “De ki; eğer Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, o vakit harcayıp bitirmek korkusuy226 la muhakkak tutar hiçbir şey vermezdiniz. Zaten insan çok cimridir.” Kehf Suresinin 54. Âyet-i Kerimesi; “Celalim hakkı için, biz Kur’an’da insanlara her çeşit misali açıkladık. Ama insan cedelleşmede en ileri giden olmuştur.” Furkan Suresinin 43. Âyet-i Kerimesi; “Gördün mü o hevasını ilah edinen kimseyi.” Hevâ, hevesine kapılarak aklı ile bütün sorunları çözdüğünü zannetmek... Acizane benim telakkime göre de; galiba, Kur’an’ı Kerimdeki “hevâ ve heves” tam felsefe dediğimizin aktivitenin müteradifi. Meâric Suresinin 19 ve 22. âyetleri; “Gerçekten insan cimri ve haris yaratılmıştır. Kendisine bir zarar dokundu mu feryadı basar. Kendisine hayır dokununca cimrileşir. Yalnız namaz kılanlar müstesnadır.” Bir Hadis-i Şerifte; eğer bir insan namaz kılıyor ve namaz onu düzeltmiyorsa kıldığı namaz değildir, buyuruluyor. Mâûn suresinde; “Vay o namaz kılanların haline ki, kıldıkları namazdan gafildirler.” Beled Suresinin 4. Âyet-i Kerimesi; “Biz insanı hakikaten meşakkat içinde yarattık.” Secde Suresinin 15 ve 16. Âyet-i Kerimeleri; “Bizim âyetlerimize öyle kimseler iman eder ki, onlarla kendilerine öğüt verildiği zaman secdelere kapanırlar. Ve Rablerine hamd ile tesbih ederler de büyüklük taslamazlar. Onların yanları yataklardan uzaklaşır. Korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızklardan hayra sarf ederler.” Asr Suresinin 1, 2, 3. Âyet-i Kerimeleri; “Asra yemin olsun ki insan mutlaka ziyandadır, ancak iman edenler, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır. Nisa Suresinin 53. Âyet-i Kerimesi; “Yoksa onların yeryüzünün mülkü ve saltanatında bir hissesi mi var? Fakat öyle olsaydı insanlara bir nakîri bile vermezlerdi. (Nakîr çekirdeğin arkasındaki minik bir tomurcuk..) Hatta Zuhayli tefsirinde de; hurmanın çekirdeğinde ufacık bir oyuk olur ya şöyle, onu dolduracak kadar diyor.. Nasıl tasvir! Hz. Ebu Hureyre Radıyallahu Anh anlatıyor; “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam buyurdular ki; “Eğer Âdemoğlunun 227 iki vâdî dolusu malı olsaydı, üçüncüsünü isterdi.” Bazı kitaplarda vadi altın diye geçiyor... Kütüb-ü Sitte’de; mal diye geçiyor. Hatta Zuhayli tefsirinde de Mal diye geçiyor. “Eğer Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsaydı, bir üçüncüsünü isterdi. Onun nefsini ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.” Dinde müthiş estetik operasyonlar yapılıyor ve bu hızla devam ediyor. Herkes kendi hevâ ve hevesine göre İslâm’ı sevimli(!), kabul edilebilir hale getirmeye çalışıyor… Daha doğrusu Üstadım Necip Fazıl’ın veciz bir biçimde ifade ettiği gibi: “Herkes İslâm’ı hangi şartlarla kabul edebileceğini söylüyor.” Meselâ bu operasyonlara muhatap olan en önemli Âyet-i Kerimelerden biri de şudur: Hucurat Suresinin 13. Âyet-i Kerimesi. “Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek ve bir kadından yarattık. Hem de sizi oymaklara ve kabilelere ayırdık ki bir birinizi tanıyasınız.” Bu, İslâm’da milletin ispatı olarak gösterilirdi. 1960’lı yıllarda bu âyeti kerime ile bizi çok sıkıntıya soktular. Ama şimdi bu nasıl bir operasyon tek tek çıkardım. Âyetin aslı ‘oymak, kabile.’ Davutoğlu’nda ‘oymak, kabile.’ Elmalılı’da ‘şa’b, şa’b, kabile, kabile.’ Hatta Diyanet İşleri Başkanlığının tefsirinde ‘kavim, kabile.’ Elmalılı’nın sadeleştirilmişinde bu “ millet” oluyor. Orijinalinde ‘şa’b, şa’b.’ Operasyonu anlatabiliyor muyum? Elmalılı’nın 1935’de yazdığı tefsirde ‘şa’b, şa’b, kabile, kabile’ diye geçiyor. Elmalılı’nın sadeleştirilmişinde ise ‘millet, kabile’ oluyor. Zuhayli’de tercüme edilirken, ‘millet ve kabile’ oluyor. Kurtubi’de ‘ulus ve kabile’ oluyor. Aslında millet olan ise bakın ne oluyor? Bakın, Bakara Suresinin 120. Âyet-i Kerimesi.. Âyette ‘millet’ geçiyor.. Zuhayli’nin tercümesinde ‘din’ diye geçiyor. Kurtubi’de ‘din’ diye geçiyor. Meselâ Al-i İmran Suresinin 95. Âyet-i Kerimesi, âyette ‘millet’ olarak geçiyor, Zuhayli tercümesinde ‘din’ olarak geçiyor, Kurtubi’de ‘din’ olarak geçiyor. Nisa Suresinin 125. Âyet-i Kerimesi, âyeti kerimede ‘millet’ diye geçiyor, Zuhayli tercümesinde ‘din’ diye geçiyor, Kurtubi’de ‘din’ diye geçiyor. Peki, bugün millet dendiğinde biz ne anlıyoruz? Meramımı anlatabildim mi, acaba? 228 Benim milletim İslâm. Hatta babaannelerimiz ne derlerdi? Millet-i İslâm derlerdi. Ümmet-i Muhammed derlerdi. Hucurat suresi 11. Âyet-i Kerimede Cenab-ı Hakk şöyle buyurur; “Ey iman edenler, hiçbir kavim, diğer bir kavimle alay etmesin. (Burada da kavim geçer metinde..) olur ki alay edilenler kendilerinden daha hayırlıdırlar. Bir takım kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler. Olur ki alay edilenler kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Hem birbirinizi ayıplamayın ve kötü lakaplarla atışmayın, imandan sonra fıskla adlanmak ne kötü bir isimdir. Kim de tevbe etmezse onlar zalimlerin ta kendileridir. Ey iman edenler zandan çok sakının, çünkü zannın bir kısmı günahtır, birbirinizin kusurlarını araştırmayın, birbirinizi gıybet de etmeyin, hiç sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? Tabii bundan tiksinirsiniz. O halde Allah’tan korkun. Çünkü Allah tevbeleri kabul edicidir. Esirgeyicidir” Âyet-i Kerimenin sebeb-i nüzulü şudur: Araplar, kendi kabilelerinin, kendi ailelerinin üstünlüğü konusunu çok gündeme getirirler. Efendimizin bir anlamda yıkmaya çalıştığı, hatta yıktığı en temel hususlardan bir tanesi bu. Ama belli olaylarda zaman zaman bu çok öne çıkar. Malum daha Peygamberlikten önce, Hacer-ül Esved taşının yerine konmasında hakem olayı var. Onda görürüz bu kabilecilik asabiyyetini… Bundan dolayı, Efendimiz bunları tamamen bertaraf etmek, ortadan kaldırmak için çok çabalamıştır. Ve nitekim burada, bir kavmin diğer bir kavimle alay etmesi meselesin de, bir kabile diğer bir kabileyi küçümser, bir hadiseden dolayı. Alay eder, biz onlardan daha faziletliyiz, derler. Ve bu âyeti celile bunun üzerine nazil olur. Bir kavmin bir kavimden üstün olmayacağını, bir kavmin diğerinden söylenen sebeplerden dolayı öne çıkmayacağını ve İslâm’da bunun hiçbir öneminin olmadığını, kabile, kabile veya onların, şube, şube yaratılmasının tamamen takvanın gölgesinde olduğu ve takvanın ancak üstünlük vesilesi olabileceğini belirtmek için inmiştir. Ve Hucurat Suresinin bütünü de fasıklarla ilgili bir suredir. Özellikle kavmiyet yapmanın da, kabilecilik yaparak ken229 dini üstün görmenin de fasıklık olduğunu belirtmek için nazil olmuştur. Operasyon dediğim bu. Nitekim âyeti kerimenin devamında ne diyor. “Biriniz diğerinizden üstün değilsiniz. Meğerki takva olmayasınız.” Operasyon dediğim; bu âyeti kerimenin, milliyetin varlığını ispat için kullanılması ve halen de kullanılıyor olması. Çünkü İslâmî ıstılahta ince farklar dışında Din, millet, ümmet müteradif mefhumlardır… Gelelim Kâfir, kâfirler, küfr kavramlarına... Bakara Suresinin 171. Âyet-i Kerimesinde; “O kâfirlerin hali sadece bir çağırma ve bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın haline benzer; Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl etmezler.” A’raf Suresinin 175. Âyet-i Kerimesi; “And olsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” Belhüm adal… Furkan Suresinin 44. Âyet-i Kerimesi; “Yoksa sen onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidirler. Hatta gidişte daha sapıktırlar.” Tevbe Suresinin 28. Âyet-i Kerimesi; “Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktirler.” (Diyanet İşleri Başkanlığının mealine baktım, orada da; “Ey iman edenler! Biliniz ki Allah’a ortak koşanlar pisliğe batmıştırlar. .. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar!” diyor.) Tevbe Suresinin 73. Âyet-i Kerimesi; “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların barınağı cehennemdir. Ve o, ne kötü dönüş yeridir.” Tevbe suresi, en son nazil olan surelerden biridir ve hatta bazı âyetleri 631- 632’de nazil olmuştur. 230 Yine operasyona tabi tutulan bir âyet-i kerime... Bakara Suresinin 120. âyeti Kerimesi. Elmalılı tefsirinin orijinalinde der ki; “Sen onların milletlerine tabi olmadıkça, ne Yahudiler, ne Hıristiyanlar senden asla hoşnut ve razı olmayacaklardır.” Mü’min Suresinin 50. Âyet-i Kerimesi; “Kâfirlerin duaları çıkmazdadır.” Ra’d Suresinin 14. Âyet-i Kerimesi; “Kâfirlerin duası sapıklık içinde bocalamaktan başka bir şey değildir. Kıtal Suresinin 1. Âyet-i Kerimesi; “Küfredenlerin ve Allah yolundan yüz çevirenlerin amellerini (Allah) boşa çıkarır.” Böylece İslâm’ın insan tasavvurunu arz etmeye çalıştım. 231 8. MURAD-I İLAHÎ TASAVVURU Bizim temel nokta-i nazarımız şudur. Meseleleri tek tek, münferit şekilde ele almanın yanlış olduğunu düşünüyoruz. Haddizatında şöyle bir temel şemadan hareket ediyoruz. İslâm’da önce iman, itikat, sonra ibadet, sonra da muamelât… Ama bunların hepsi birbirine bağlıdır. Eğer biz muamelâttan başlarsak yanlış hareket ediyoruz demektir. Bir ağacı görerek ormanı görmemek demektir bu.. Meseleleri derinden görebilmek için böyle bir usule ihtiyacımız var.. (fıkhın bir anlamı da o, derinden kavramak, değil mi? Fıkh etmek, yani derinden kavramak.) Gerçeği görebilmek için bütüncül olarak bakmak gerekiyor. Bunun için de tecdidi iman kavramını kullanmamaya çalışıyorum. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin Ashab-ı Kiram’a; “imanınızı tazeleyin,” diye de bir emri var. Yâ Resûlallah nasıl tazeleyelim? Dediklerinde Efendimiz; “Kelime-i Tevhid getirerek” buyuruyor. Tenzihi iman ve tavzihi iman... Birinde temizleme, nezihleştirme, ötekinde vazıhlaştırma var. 232 Bunun için de şöyle bir şema takdim ediyorum. Önce bize basit gibi gelen meselelerden başlamak istiyorum. Meselâ öğrenciye sorardım; bir meseleyi en iyi bildiğinizi ifade için ne dersiniz? Avucumun içi gibi biliyorum. Avucunun içini çizecek var mı, derdim… Kimse çizemezdi çünkü avucunun içini bir kez bile incelememişti… Dolayısıyla iman nedir? Diyerek başlamamız gerekiyor.. Yine kitaplara başvurmak zorundayız. Ya da başka deyişle amacımız doğru ve hakikat ise bilgimizin sahih kitaplara dayanması lâzım. Kulaktan dolma bilgilerle olabilecek bir husus değildir bunlar. Onun için önce bir iman tasavvuru, dedik. Sonra tavzihi iman ve tenzihi imandan sonra, Allah tasavvurumuzu, İmamı Azam Hazretlerinden arz etmeye çalıştık. Arkasından Peygamber ve özelde de Hz. Peygamber tasavvuru. Ashab-ı Kiram tasavvuru. Ve hemen, Kur’an’ı Kerim, Kitab-ı Azimü’ş-şan tasavvuru. Ve arkasından bu dünya, öteki dünya tasavvuru ve insan tasavvuru… Şimdi de Murad-ı ilahî tasavvuru... Murad-ı ilahî kavramına geçmeden önce, hikmet-i teşri diye bir kavram var onun üzerinde durmak istiyorum. O anlaşılmadan murad-ı ilahî veya murad-ı peygamberi kavramı anlaşılamaz. Veya mekatib-i şeria.. Önce hikmet-i teşri ne demek onu arz edeyim. Hikmet-i teşri derken öncelikle hikmet kavramı üzerinde durmamız gerekiyor. Bunlar çok işlenmiş, netameli kavramlar. Her ne kadar gündelik dilde kullanılıyor ise de oldukça zor, belki de fehmetmesi zor olan kavramlar. Meselâ Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır yirmi iki mânâ vermiş hikmet kavramına ve 23. mânâda diyor ki; yukarıdakilerin hepsi.. Mânâ vermiş derken; bu spekülasyon değil. Yani, dilletantlık, heveskârlık değil. Kavramlarla oynamak değil âyetlerden, hadislerden istinbatla çıkarmak, süzmek.. Burada bir açıklama yapma ihtiyacı hissediyorum. Bunlara lafz-ı müşterek deniliyor. Felsefenin semantik diye bir disiplini 233 var... Semantikte bu kavramlar ve kavramların özellikleri anlatılırken, kavramların özelliklerinden bir de abliguty, çok anlamlılık.. Bu semantikteki çok anlamlılık, fıkıhta lafz-ı müşterek dediğimiz hususa benzer. Hemen hemen aynı anlamı ifade ediyor. Meselâ sürgün. Kaç anlamı var sürgünün? Veya yüz. 1. suyun yüzü, 2.derenin yüzü, 3. yüzmek… Yani bir kavram birden çok anlam ifade ediyor. Haddizatında bu, dilin işlenmemişliğinden ve zayıflığından gelir. Türkçe lastikli. Türkçe lastikli değil bütün diller lastikli. Çünkü dil uzlaşımsal olarak meydana gelir. Meselâ masa diyoruz uzlaşımsal olarak. Peki, masaya sandalye denseydi veya sandalyeye de masa denseydi ne olacaktı?. Ben sandalyeyi kastederek diyecektim ki; verin bir masa da oturayım. Kimsenin tuhafına gitmeyecekti. Çünkü onunla ilgili kavramsal bir uzlaşma var.. Bu anlamda bütün dillerde çok anlamlılık vardır. Fakat dil işlendikçe, (kimin tarafından işlenir? Filozoflar tarafından, mütefekkirler, sanatkârlar tarafından işlenir dil) bu çok anlamlılık kayboluyor. Arapça mükemmel bir dildir. Mükemmel şekilde işlenmiştir. Buna rağmen onda da çok anlamlılık var. Fakat Türkiye’deki dile ne diyeceğiz? Türkçe desek, Türkçe değil, vakvakça ve dikkat ederseniz anormal şekilde çok anlamlı... Demek ki hikmet kavramı, lafz-ı müşterek... Biraz önce arz ettiğim gibi, Elmalılı 22-23 tane mânâ veriyor. Bunlara örnek olarak fıkıhta şunlar var. Meselâ Mevla kavramı... “Mevla”, hem köle azad eden adam, hem azad edilen kişiye deniyor. Hem de Allah Celle Celalühu’nün ismi-vasfı… Bu yüzden fakihler diyor ki; adamın biri ben mevlamı azad ettim dese, bu vasiyet olmaz. Niçin? Mevla derken esvel mi, âlâ mı, eğer kendisi zengin biriyse oradaki Mevla ayrı, köle biriyse Mevla ayrı. Dolayısıyla Mevla kavramı farklı bir anlam ifade ediyor. Meselâ ayn kavramı göz anlamına geliyor. Kral anlamına geliyor, casus anlamına geliyor, altın anlamına geliyor. Burada şunu demek istiyorum? Demek ki bundan sonra da müşterek lafız dediğimizde, birden fazla anlama gelen kavram anlaşılıyor. Hikmet de bunlardan biri oluyor. Hâsılı hikmet tazammuni ve istilzami muhtelif mânâlarda müş234 terek bir isim olmuştur. En umumi olarak hikmet, menfaat ve maslahat ve ihkam mânâsı dolayısıyla her ilm-i hasen ve amel-i salihin ismidir. Bir başka tanıma göre ise Hikmet; bir hükümden güdülen amaç, yani Şâri’in (şeriat koyucu, Allah Celle Celalühu) o hükmü koymakla gerçekleştirilmesini istediği maslahat veya giderilmesini istediği mefsedet.. Diğer deyimle elde etmek istediği fayda, reddettiği kötülüklerdir. Fahrettin Atar ise fayda ve maslahat, şer’i hükmün illet-i gaiyyesi, yani son sebebi olarak tanımlıyor. Faili, o fiil üzerine sevk eden, yönlendiren sebep ve saik. Buradan kalkıyoruz, öğlen karnımız açıktı, ne yapıyoruz, buradan birimiz kalkıp ekmek almaya gidiyoruz. Buradan kalkacak, giyinecek, fırına gidecek v.s... Nihai amaç nedir, illet-i gaiyyesi, oradan ekmek almaktır. Ve nitekim şöyle örnekler veriliyor. Meselâ illet-i failiyye, illet-i maddi, illet-i suriye, illet-i gaiyye. Meselâ şu masa yapılacak. Bu masanın illeti faili kim? Usta, marangoz... Peki, bunun bir malzemesi var. Bu nedir? İllet-i maddiye. Usta, malzeme, bir de illet-i suriyesi var. Bunun alacağı şekil. Bir de ne var? İllet-i gaiyye var. Amaç. O da nedir? Oturup, bunun üzerinde okumak. Bu illet-i gaiyye ne oluyor, hikmet oluyor. Demek ki, bir bunu yapacak kişi yani ustası, ikincisi bunun malzemesi, üçüncüsü şekli, dizaynı, yapıldı her şey bitti, illet-i gaiyye nedir, yani hikmeti, bunun üzerinde okumak oluyor. Hikmet-i teşrîden maksat, bu illet-i gaiyyedir, bu maslahattır. Teşrî amacı… Ve aynı zamanda hikmet Esma-i Hüsna’dandır. Yani Allah Celle Celalühu’nun isimlerinden biridir.. Bu sebeple Cenab-ı Hakk’a el Hakîm denir. Hikmet bu mânâda, Cenab-ı Hakk hakkında kullanıldığı zaman ezelde hakikatlerini en güzel şekilde bildiği, eşyayı ve varlıkları zamanı gelince, en güzel ve sağlam bir şekilde yaratması mânâsına gelir. Yalnız bir 235 de Ziyaüddin Şaban’ın kitabında “İslâm hukukunun ruhu” diyor. Ben çağdaş bir takım ifadeler olunca kuşkuya kapılırım ya, bunu tercüme eden İbrahim Kafi Sönmez, acaba o mu uydurdu dedim kendi kendime. Sonra okurken bir baktım ki, Elmalılı’da şöyle bir ifadeye rastladım. Elmalılı’nın aslının 917. sayfasında, bu 22 mânâdan 3. sünde şöyle diyor Elmalılı; hikmet, ilim ve fıkıh demektir. “Fıkıh esas itibarıyla, (hikmet kelimesine müteradif gibidir. Müteradif, biraz önce semantikten bahsettim, eş anlamlı demektir. Synonym kavram demektir.) Hikmeti veya sırrı veya ruhu ve hakikati demektir. Dolayısıyla Elmalılı 1935 yılında, hikmete, “şeriatın ruhu” anlamını vermiş. Ziyaüddin Şaban’ın da aslında böyledir. Elmalılı 1930 yılında kullandığına göre, “hikmet-i şer’iye” biz “şeriatın ruhu” diyebiliriz. Maalesef sürekli kanunun ruhu, zamanın ruhu denile denile bence bütün kavramlar yalama oldu. Çağdaş olan her şeyden iğreniyorum. Onun için bunu tesbite çalışıyorum. Şu anda böyle bir ifadenin mahsurlu olmadığı kanaatindeyim. “Hikmet-i teşri” ne demektir? “Şeriatın ruhu” demektir. Teşri; şeriat koyma, şeriatın emirleri ve kanunları demektir. Allah Celle Celalühu, hüküm koyarken bir maslahat, bir gaye, bir fayda gözetmiş midir? Bu İslâm’da kelâmın çok azîm bir meselesi. Cebriyenin müdafaası ayrı, Eş’ari’nin ayrı, Maturidi’nin ayrı, Mutezile’nin ayrı. Tabi benim haddim değil tenkidî veya mukayeseli bir şekilde bunların üzerinde durmak. Fakat bizim itikatta mezhebimiz İmamı Maturidi olduğuna göre, onu tercih edip o yoldan yürüyoruz. Demek ki asıl soru şu; Allah Celle Celalühu, bir hüküm koyarken bu hükmün bir gayesi, maksadı, maslahatı var mıdır? İmam-ı Maturidi Hazretleri şöyle diyor; “Allah’ın fiilleri, gizli veya aşikâr, pek çok hikmet ve maslahat üzerine istinat eder.” İnsan aklı, hadise ve varlıkların ihtiva ettiği, ilahî hikmetlerin bütününü hakkıyla anlamaya muktedir değildir. İnsan aklı, şari-î mübinin ihdas ettiği hükümlerin, şeriatın, hepsini aklıyla, gizli ve aşikâr olanı, bilmek imkânına sahip değildir. Şerrin bulunması da bizim anlayamayacağımız hikmetlere mebnidir.” Meselâ 236 bizim kötülük veya hastalık olarak telakki ettiğimiz hususlar; biz bunların bile Allah’ın bir lütfu olduğunu düşünüyoruz. Bütün hükümler sadece kulların maslahatları, iyiliği için konulmuştur. Biz buna inanırız. Asıl gaye insanlığı faziletli bir medeniyete ulaştırmak, bu suretle bütün insanlar için dünya ve ahiret saadetini temin etmektir. Eskilerin, halk irfanının hikmetli hikâyelerindendir, anlatırlar: “Adamın biri giderken gittiği yolda böcekler görüyor. Adı çirkin böceklerden, yahu demiş bunlar da ne işe yarar acaba? Bir gün adam hasta olmuş, doktora gitmiş. Doktor demiş ki, günde on tane o böceklerden yiyeceksin. Adam; Aman! Demiş, Allah’ın işine karışılmaz.” Bunlar uydurma şeyler değildir. Zaman zaman; “İnsan aklı bilgisinin muayyen bir nevinde özel bir kaderle karşı karşıyadır” diyorum ya. “Muhatap olduğu soruları ne reddedebilir, ne de çözebilir.” Bunlar bana göre gerçek mânâda münevver olanların anekdotları… Şu mesele etrafındayız; “Allah Celle Celalühu, Şâri-i Mübin bir hükmü koyarken bunun özel bir amacı maslahatı var mıdır?” Bu soruya İmamı Maturidi Hazretlerinin verdiği kısa cevap; “Allah’ın fiilleri gizli ve aşikâr pek çok hikmet ve maslahat üstüne istinat eder. İnsan aklı, hadise ve varlıkların ihtiva ettiği ilahî hikmetlerin bütününü aklıyla anlamaya muktedir değildir.” Dolayısıyla bu cümleyle usul bakımından anlaşamadığın kişiyle ne konuşacaksın. İnsan aklı, hayatın gizli aşikâr bütün meselelerini çözebilir mi? Çözer diyene hadi güle güle demekten başka bir şey yapamazsın. Bütün hükümler sadece kulların maslahatları, iyilikleri için konulmuştur. Nitekim Al-i İmran Suresinin 190 ve 191. Âyet-i Kerimeleri: “Şüphesiz gökler ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün birbiri ardına gelişinde akıl sahipleri için deliller vardır.” “Ulu’l elbab”, aklıselim sahipleri için deliller vardır. Demek ki, gökler veya gece tesadüfî olarak yaratılmamıştır, hikmetler vardır. Âyet-i kerime devam ediyor; “Onlar ki gerek ayakta, ge237 rek otururken ve yanları üzerinde yatarken hep Allah’ı anarlar ve göklerle yerin yaradılışı hakkında düşünceye dalarlar, Ey Rabbimiz bunu sen boş yere yaratmadın,” Hatta âyette “yetefekkerune” geçer, fikir ederler, düşünürler anlamında.. Bu bir bilinç ve idrak durumu.. Yine âyette “batıla” kelimesi geçer. Buradaki batılın, boş yere ile alakası yok. “Sen böyle bir şeyden münezzehsin. (abesle iştigalden münezzehsin) O halde bizleri cehennem azabından koru.” Âyet-i kerime, Allah Celle Celalühu “yerleri ve göğü bir maslahat” için, (bir fayda için yarattığını) böylece bize inzal buyuruyor. Mü’minin Suresinin 115. Âyet-i Kerimesinde; “Yoksa siz, bizim sizi boşa yarattığımızı ve huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı zannediyorsunuz?” Hikmet-i teşrî meselesi; bir hüküm konmuş ama bu lüzumsuz yere mi konmuş? Zuhayli tefsirinde bu hususla ilgili bir nokta var. Âyet-i Kerimenin sadedinde, 9. cildin 363. sayfasında; (Buhari, Müslim, Tirmizi), Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh’dan rivayet ediyorlar. Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh diyor ki; “Yâ Resûlallah! Bana namazımda okuyacağım bir dua öğret dedim.” Buyurdular ki; “Şöyle dua et, Allah’ım ben nefsime çok zulmettim. Bu günahları senden başka kimse affedemez. (Düşünün Sıddîk mertebesinde olan birinin duası bu) Sen, senin nezdinden bir mağfiretle bana mağfiret eyle. Bana rahmet eyle, şüphesiz ki sen çok bağışlayıcı, çok merhamet edicisin.” İbn-i Ebu Hatim, Abdullah bin Mesud Radıyallahu Anh hasta bir adama uğradı. Onun kulağına; “Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı sandınız.” Mü’minûn suresindeki 115. âyetten başlayarak surenin sonuna kadar dört âyeti okudu. Hasta şifa buldu. Bu durum Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e anlatıldı. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Abdullah bin Mesud’a; “Onun kulağına ne okudun diye sordu”. Abdullah bu durumu haber verdi. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “Nefsimi kudretinin elinde tutan Allah’a ye238 min olsun ki, yakınen iman eden bir kimse bu âyetleri bir dağa okursa, o dağ yerle bir olur.” Bunu özellikle şunun için seçtim? Maalesef biz İslâm’ın bazı yanlarını zaman, zaman ihmal ediyoruz gibi gelebilir. Gerçi gelmez ama ne olur ne olmaz. Duadan pek sık bahsetmeyiz. Niye bahsetmeyiz? Çünkü öyle istismar ediliyor ki dua sanki bir sihirbazlık haline dönüştürülüyor. Dua için birinci şart insanın iman etmiş olmasıdır. Dua eden Müslüman olacak. Yani, o “dua”, çaresizliklerin bir toplamı olmamalıdır. O, İslâmi bir dua değil. Yani din, mistifike ediliyor. Bunu sık kullanıyorum ve bundan şunu kastediyorum. Din bireyselleştiriliyor, esrarlı bir havaya dönüştürülüyor, İslâm dünyasallaştırılıyor. Veya şeriat kısmı, hâşâ çürük diş gibi sökülüp atılıyor. Ve ondan sonra dua... Meselâ yağmur yağmıyor, onun için dua var. Tuvalete girerken ayrı dua, yatarken ayrı dua.. Bunların hepsi haktır. Ama dediğim gibi, bunlar, laik, seküler bir insanın, laik seküler hayatın anlamsızlığını, sığlığını, yalın katlığını gideren bir öğe olmamalı. Sen, kuyruğunu 24 saatlik bir hayatın pençesine kaptırmışsın, sabahleyin işe giderken koşacaksın, .. Anlamsız bir hayat ve bu anlamsız hayat içinde dua edeceksin… Maalesef bizler 1960’lı yıllarda, bunu başka biçimde yaşadık. Belki o yıllarda mazur görülmemiz lâzımdı. İslâm’ı hep gâvurlara tasdik ettirme ihtiyacı içindeydik. Alex Carrel’in bir kitabı vardı, “dua “ diye. Aynen şöyle bir cümle var; “İnsanın duaya olan ihtiyacı, oksijen ve suya olan ihtiyacı kadardır.” Yani biz duayı Alex Carrel’e tasdik ettirdik. Yıl 1960; küfür öyle bir üzerimize geliyor ki, o gün mukaddesat demek şeriat demekti. Büyük Doğu’da mukaddesatçı denilince şeriatçı anlaşılıyordu. Çünkü şeriatçı demek hukuksal olarak yasaktı. Dolayısıyla yer ve gök dua iledir. Allah’a hamd olsun, buna iman ediyoruz, inanıyoruz. Tevbe iledir. Ama tevbe derken tevbe-i nasuhla. Dua derken; 239 Dua, dua, eller karıncalanmış, Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış. Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış… Necip Fazıl Şüphesiz dua, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin duası.. Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh’ın duası… Âyet-i Kerimede ikinin biri olarak geçer… Ne demek ikinin biri olmak! Sıddîkıyet mertebesinde… O bile duasında, aynı şekilde Allah’a tazarruda bulunuyor. Sâd Suresinin 27. Âyet-i Kerimesinde şöyle buyuruluyor; “Biz o gök ile yeri ve aralarındakini boşuna yaratmadık. Bu küfredenlerin zannıdır. Bu yüzden küfredenlerin vay ateşten başına geleceklere...” Kıyamet Suresinin 36. Âyet-i Kerimesinde; “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor.” Mülk Suresinin 2. Âyet-i Kerimesinde; “O Allah ki, amelce hangimiz daha güzeldir diye, sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. (Ölüm hayat boşa yaratılmamış.) O, güçlüdür, bağışlayıcıdır.” Bütün emredilenlerin bir maslahatı olduğu hususu.. Bakara Suresinin 179. Âyet-i Kerimesinde; “Sizin için kısasta hayat vardır.” Yani kısas boş yere hüküm olarak konulmamıştır. Kısasta hayat vardır, Peki sebebi ne kısasın? Hayat bulmak için… Ankebut Suresinin 45. Âyet-i Kerimesinde; “Çünkü namaz kötülüklerden alıkoyar.” Zariat Suresinin 56. Âyet-i Kerimesinde; “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.” buyuruluyor.. Buraya kadar şunu arz etmeye çalıştım? Hayatta hiçbir hüküm boş yere veyahut gereksiz olarak konulmamıştır. Dünyada hiçbir varlık mânâsız olarak yaratılmamıştır. Ama ne var ki, Allahü Zülcelâlin koyduğu, bu eşya ve olayların içinde meknuz olan hikmetlerin hepsini aklımızla anlama yeteneğinde değiliz. Yani, Allah tarafından yaratılan akıl, hayatı ihata edemiyor. Veya yaratılış itibarıyla zihin kategorilerimiz evrendeki bu 240 sırları keşfetmeye yeterli değildir. Biz bu hikmete inanıyoruz. Demek ki burada bir hikmet-i teşrii var. Hükümler boşa konulmamış ve esaslardan hüküm istinbat etmek için de şeriatın ruhunu anlayabilmek lâzım. Elbette bunu da sıradan insanlar anlayamaz, İslâm âlimleri, dinde rüsuh sahibi olanlar anlar. Bir Hadis-i Şerifte Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz buyuruyor ki; “Her kırk koyundan bir koyun zekâttır.” Hanefi mezhebi buradaki hikmet-i teşrii hususunda şöyle diyor: “Bunun sebebi fakirlere yardım etmektir. Hz Peygamber Aleyhissalâtu Vesselam fakirleri gözettiği için bunu koymuştur.” O zaman, Hanefi mezhebi; bunun ille de ayni olarak verilmesi şart değil. Yani koyun olarak verilmesi şart değil. Nakdi olarak da verilebilir diyerek fetva veriyor. Fakat Şafiler, Hanbelîler, Malikiler “hayır” diyorlar; bunun “ayni” olarak verilmesi gerekir, çünkü Hadis-i Şerifte böyle geçiyor diyorlar. Peki, Hanefi fakihlerinin böyle bir fetva vermelerinin sebebi nedir? Muaz İbn-i Cebel Hazretleri Yemen’e gönderiliyor, orada zekât toplayacak. Orada da arpa, buğday v.s. yetişiyor. Onlardan zekât alacak. Diyor ki; “Siz isterseniz bana hamiş verin,” (beş metrelik kumaşlar.) Çünkü diyor; “Sizde kumaş daha fazla, Medine’de Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin Ashabı için kumaşlar daha faydalı. Veya eski elbiseler verin, diyor. Sizde eski elbiseler çok, Medine’de buna ihtiyaç var. Kavl-i Sahabi... Burada dikkat edilirse yine bir mantıksal çıkarımla değil, bir delile dayanarak yapıyor.. Hikmet ile ilgili olarak İmam Şafi’nin de mühim bir tespiti var.. Hikmet sünnettir diyor. Ve sünneti genel anlamda kullanıyor, yani buna Sahabenin uygulamasını da koyuyor. Yine İmam Maturidi Hazretleri diyor ki; “bir şeyin hikmetini anlamak efdaldir.” İmam Eş’ari Hazretleri de; “bir şeyin hikmetini anlamak zorunlu değildir hatta önemli de değildir,” diyor. İmam Maturidi’nin geldiği nokta, İmamı Âzam’ın geldiği noktayı ger241 çekten de somutlaştırmakta. Oradan bir medeniyet çıkar ama diğer taraftan bir medeniyet çıkmaz… Veya belki de şu söylenebilir; gerek İmam Âzam Hazretleri ve onun İbrahim Nehai’den beri devam eden çizgisi, gerekse İmam Maturidi Hazretlerinin çizgisi aklı, tam olarak İslâmi anlamda kullanıyor. Üstad’ın dediği gibi; aklı koşturacağı yerde koşturuyor, durduracağı yerde durduruyor. Diğer muhteremler biraz, ihtiyattan dolayı, aşırı ihtiyattan dolayı, kullanması gerektiği kadarını da kullanmıyor. Elbette onların da kendilerine göre haklı gerekçeleri var.. İmam Eş’ari daha önce Mutezile. Akıl ve hikmete hiç değer vermemesinde daha önce Mutezile ekolüne mensup olmasının etkisi unutulmamalıdır.. Bir örnek daha verelim hikmet-i teşrii hakkında. Meselâ bizde şer’an arpadan, buğdaydan, kuru üzüm ve kuru hurmadan fitre verilir. Hanefi mezhebi diyor ki; “fitrenin hikmet-i teşrii nedir?” Fakirlerin hakkını vermek… O zaman diyor; “Burada amaç, hikmet-i teşrii, Allah Celle Celalühu’nun maslahatı, fakirlere yardım etmekse, bu ille ayni olarak değil, nakdi olarak da verilebilir.” Dikkat ederseniz bizde, fitre denirken ne denir? Kuru üzümden şu kadar, hurmadan şu kadar… Hikmet-i teşri hususunda, bunun nasıl kullanıldığı hakkında size iki örnek arz edeceğim. Meselâ ibadetlerdeki hikmetlerle ilgili, son dönemlerde bir takım saçmalamalar var.. Meselâ bazı kitaplarda görürsünüz veya bazı insanlardan duyarsınız; namazın hikmeti, bir Müslüman’ın emin olmasıysa, temiz olmasıysa, mükemmel olmasıysa, kemal mertebesine gelmesiyse, ben temizsem, kemal mertebesindeysem, mükemmelsem o zaman namaza gerek yoktur. Bunun hikmet ile ilgisi asla yoktur. Oysa İslâm’da asıl olan husus şudur: ister ibadetle, ister muamelâtla ilgili olsun, “hikmet anlaşıldıkça mükellefiyet artar.” Namazın hikmetini anlayan kişi, muhtemelen, eğer beş vakit namaz kılıyorsa, anladıkça, nafileleri çoğaltır, teheccüdleri çoğaltır, kemal mertebesine yükseldikçe, ibadeti çoğaltır. Bu hususa en güzel 242 örnek Peygamber Efendimizin hayatıdır.. Bütün peygamberler en üstün kul olmalarına rağmen, mükellefiyetleri müminlerden daha fazladır. Hem muamelât konusunda hem de ibadet konusunda. Onun için diğer insanların kemâlât derecelerinde de, makam yükseldikçe, mükellefiyet daha fazla artar. Hikmet anlaşıldıkça, hem muamelâtta hem ibadette mükellefiyet artar. Tabi bu, farîza anlamında değil. Adı üstünde hikmet anlamında... Tasavvufu da bu bağlamda çok iyi anlamak, değerlendirmek ve bilmek gerekir.. “Ebrarın hasenatı, mukarreblerin seyyiatıdır.” Yani, iyilerin iyilikleri, (Türkçe’ye bakın!) yakınların kötülükleridir. Hikmet-i teşriden sonra, murad-ı ilahîye geliyoruz. Burada şu bilinmelidir ki; hikmet-i teşriyi kabul etmiyorsanız, Murad-ı ilahî diye bir meseleniz olamaz. Murad-ı İlahî, çeşitli şekillerde ifade ediliyor. Meselâ mekâsıdü’ş şeria, muradullah, Murad-ı Resûlullah, (yalnız Elmalılı’da geçiyor) çağdaş yazarlarda şeriatın hedefleri veya ruhü’ş şeria kavramları geçiyor. Burada kastedilen Şâri-i Tealânın, yani Allah ve Resulünün hükümleri koyarken, umumi maksadı ve gayesidir. Hikmet-i teşride bunun olduğunu kabul ettik. Teşrinin bir hikmeti var. Ziyaüddin Şaban’da da; “Şâri’in teşrii gayelerinin bilinmesi; hüküm istinbadında diğer şartların yanında, İslâm’ın ruh ve gayesinin bilinmesi de zaruridir diye geçer. Bunun için İmam-ı Cüveyni, İmam-ı Gazali ve özellikle İmam-ı Şatibi, müçtehidlik şartlarının arasına mekasidüş şeria’yı bilmeyi de ilave etmişlerdir. İctihadın bir takım şartları vardır ki, bunlardan biri de Murad-ı İlahiyi, Murad-ı Resûlullahı bilmektir. Şer’i hükümler kulların maslahatı üzerine mebnidir. Zekât diyorsa, kısas diyorsa, haddler diyorsa, bu insanların faydaları üzerine bina edilmiştir. Şu halde “Şâri-i Teâlâ, kullarının dünya ve ahiretteki maslahatlarını gözetmek, onları gerçekleştirmek, maksat ve gayesiyle şer’i hükümler koymuştur.” Ömer Nasuhi Bilmen Kamus’unda maslahatı şöyle tanımlıyor. “Maslahat, salaha ve hayra vesile olan keyfiyettir. İmam-ı Gazali ise “celb-i menfaat ve def-i mazarrat,” 243 diye tanımlar. Nitekim bu daha sonra Mecelle’nin 30. maddesi olmuştur. Demek ki; maslahat; celb-i menfaat, (menfaatleri, yararları cezbetmek) def-i mefasid (kötülükleri defetmek)’dir. Şer’i şerif açısından muteber olan faydalar ve menfaatlerdir. İmam-ı Gazali hazretleri şöyle buyuruyor; “Nas ve icmâ kapsamına girmeyen dini, hukukî bir meselede sadece aklî uygunluğa ve yaygın anlamı esas alarak maslahata göre hüküm verilemez.” Bütün mesele burada… Aslında tüm tartışma da buradan çıkıyor. Bu tanımdaki ilk üç, dört kelimeyi almazsak tanımımız şöyle olur; “Dinî, hukukî bir meselede sadece akli uygunluğa ve yaygın anlamı esas alarak maslahata göre hüküm vermek…” Sanırım herkes bu tanım muvacehesindeki dini kabul eder. Nitekim bugün Diyanet İşleri Reisi kurban için “bir bakıma kesme” diyebilirim, diyor. Ama İmam-ı Gazali Hazretleri ne buyuruyor; “nas ve icmâ kapsamına girmeyen, (âyet, hadis kapsamına ve icmâya, edille-i şer’iyyenin en azından üçüne girmeyen) dini ve hukukî bir meselede sadece aklî uygunluğa ve yaygın anlamı esas alarak maslahata göre hüküm verilemez.” Maslahatın geçerli olması için, Kur’an, Hadis ve İcmâya uygun olması lâzım. Heva hevese göre değil. Bir maslahatın şer’an makbul ve muteber olması için başlıca dört esas gerekir. 1. Kat’i olması; maslahatı teşkil ettiği kesin olarak bilinmeli. Faydalı olduğu kesin olarak bilinmeli. 2. Umumî olmalı; şahsi ve hususi menfaatler maslahatlar hükmüne medar olmaz. 3.Mefsedetten (kötülüklerden) hali olması. “Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır.” 4.Naslara ve icmâya aykırı olmaması. Maslahat kabul edilen hususla hüküm edebilmek için şer’i naslardan birinin kül’i ve 244 cüz’i bir surette delaleti bulunmalıdır. Maslahat olabilmesi için, ya âyet, ya hadis, ya da icmâ olmalıdır. Nasların reddettiği bir şey ise, muteber maslahat olamaz. Tercümede iyilik, fayda gibi kavramlar geçiyor, bunlar tamamen fikri zehirliyor. Fakat bir İlahiyatçı tasavvurunu arz edebilmek için, bir cümle aktarmak istiyorum. Diyanet Vakfı Ansiklopedisinin 28. cildinin 78. sayfası, Maslahatı şöyle tarif ediyor: (İbrahim Kafi Dönmez yazmış) “Şer’i hükümlerin içerdiği veya akıl yoluyla belirlenmekle beraber, bunlarla uyum içinde olan faydalar anlamına fıkıh ve usul terimi.” Yahu, yapmayın bunu, yapmayın! Haddizatında sonuç olarak, söylediği İmam-ı Gazali hazretlerinin söylediğinin aynısı. Ama hep kaçacak bir nokta var. Karşısında bir kâfir görüyor, o hücum ederse nasıl cevap veririm, diye düşünüyor. Yani kaçacağı yeri önceden hazırlıyor… Yalnız burada bir noktada dikkatinizi çekiyorum. Bir de raison de etat diye bir tabir var Fransızca’da. Bu devletin ali menfaatleri ve hikmet-i hükümet anlamlarına geliyor. Fakat İslâm’daki maslahatla bunların ilgisi yok. Fakat maslahat; şer’i esaslara dayalı olan, “raison de etat” ise kamu yararı ve insan aklıyla tespit edilen demektir. Bu ayırımı yapmak lâzım... İkisi arasında bu bakımdan fark var. Allah Celle Celalühu, emir ve yasakları hep bir maslahata mebni teşrii buyurmuştur. Maslahatlar da kendi arasında bir takım kısımlara ayrılıyor. Bunlardan biri “maslahat-ı dinî,” “maslahat-ı dünyevi” olarak ikiye ayrılıyor. İmamı Gazali Hazretlerini’ne göre Maslahat-ı dinîye, “zihni hurafelerden, batıl fikirlerden kurtaran, fikri tenmiye, “nemalandıran”, nesli tezkiye, ahlâkı tezhip ve terbiye ederek, ruhu, güzel itikatlar ile güzel ameller ile tezyin ve tekmil eyleme keyfiyetidir.” “Bu gayeye vusul için hududuna lüzum görülen şeyler, diğer dinî maslahat demektir.” Maslahat-ı dünyeviye ise, “dünya işlerinin intizamını temine hadim, (hizmet eden) bir takım muzır şeylerin meyda245 na gelmesine mani, içtimaî hayatın refah ve saadetine vesile olan herhangi bir şeydir.” İmam-ı Gazali Hazretleri üçe ayırıyor. Maslahat-ı zaruriye, Maslahat-ı haciye, Maslahat-ı tahsiniye. Veya kısaca; Zaruriyyat, Haciyyat, Tahsiniyyat. Gelelim zaruriyyata… Bir kale düşünün. Kalenin içindeki en kıymetli şeyler en içtedir, orada muhafaza edilir. Onu çeviren bir sur ve bir de onun dışında bir sur var. Zaruriyyat; en içte olan. Haciyyat onu koruyan. Tahsiniyyat ikisini de koruyan. Bir bakıma burada her şey zaruriyyat için. Yalnız ne var ki; bu üçü de, gerek zaruriyyat, gerek haciyyat, gerekse tahsiniyyat ictihadla tesbit edilmiştir. O bakımdan, takdim tehirler yapılabilir. Ve zaruriyyat deyince, muhteremler, bunların sıralamasında da, sayıda da farklılıklar gösterirler. Genel olarak şu denir; 1. Dinin muhafazası, 2. Neslin muhafazası, 3. Aklın muhafazası, 4. Canın muhafazası 5. Malın muhafazası. Fakat farklı sıralamalar da yapılabiliyor. Bazı âlimler buna ırzı da eklemişlerdir. Çünkü ırzın, bizim kullandığımızdan farklı ve geniş mânâsı var. Haysiyetimiz, şerefimiz gibi. Şer’an, fıkha baktığımızda, biri, birini küçük düşürüyorsa onun ırzına hücum 246 edilmiş oluyor. Bunu da ekleyerek, zaruriyyatı altıya çıkaranlar var. Misal olarak beni yakaladılar, bu beşten birini feda et dediler. Hangisini feda ederim. Malı... En değersizi o, en sona onu koyalım. Peki, birini daha feda et dediler. Can... Birini daha feda et dediler. Akıl... Zaten akılı da verdikten sonra mükellef değilsin.. Bugüne kadar bu ihmal edildi. Bu beş maslahatı temin içindir ki, Şeriat-ı İslâmiyye birçok hükümleri muhtevî bulunmuştur. “Kısas, hudud, haddler, yani ba’de-s sübut, (af ve sulh cari olmayan hadlerdir.) Yani hadd cezaları bizzat Allah Celle Celalühu tarafından konulmuştur. Af ve sulh yoktur. Bunlar altı tane. Hadd-i zina, Hadd-i kazf, Hadd-i hamr, Hadd-i sekir, Hadd-i sirkat Hadd-i kat’-i tarik.” Tazminat, ta’zirat hükümleri bu cümledendir. İşte burada, cesaretle şunu söylemeliyiz ki bu saydığımız beş zaruriyyatı koruyabilmek için haddlere riayet edeceğiz. Peki bu nasıl olacak?? Nur Suresinin 24. Âyet-i Kerimesi; “Zina eden bekâr kadın ile erkekten her birisine yüzer değnek vurun.” Dikkat edin! Âyeti kerimeden bahsediyorum. Ve bu muhkem bir âyet!. İnkârı küfrü gerektirir. Bizzat, Fahr-i kâinât Sallallahu aleyhi ve sellem’in evliler konusunda recm tatbikatı var… Nur Suresinin 4. Âyet-i Kerimesi; “Namuslu ve hür kadınlara iftira eden sonra bu hususta dört şahit getirmeyen kimselerin her birine de seksener değnek vurun.” Haddi kazf… “Onların şahitliklerini de ebedi kabul etmeyin. Onlar fasıkların kendileridir.” Maide Suresinin 38. Âyet-i Kerimesi; “Hırsızlık yapan kadın ve erkeğin ellerini kesin.” Şimdi cesaretle mütalaa etmemiz gereken şu; Kur’anî, muhkem, bu hükümler tatbik edilmiyorsa namusumuzu nasıl koruyaca247 ğız? Dinimizi nasıl koruyacağız? Şüphesiz bu bağlamdaki “ namus”, “ din” mefhumlarını İslâmi ıstılahlarının muhtevasını esas alarak kullanıyoruz… Asıl bu söylenmiyor. Ve Allah korusun bunlar tatbik edilmezse! Neler olur??.. Nitekim oluyor… Dinin korunması hususunda bir başka örnek… Fahrettin Atar’ın Fıkıh Usulü, 295. Sayfa: “Dinin korunması hususu.. Dinde esas olan imandır. Dinimizde iman esasları; Allah’a, Peygamberlerine, Meleklere, kitaplarına, ahirete, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktan ibarettir. Bunun yanında İslâm’ın ibadet esasları olarak bilinen, namaz, zekât, hac, oruç farz kılınmıştır. Bu saydığımız iman ve ibadet esaslarının yerine getirilebilmesi ile din ayakta durur ve cemiyet hayatı düzenli ve huzurlu olur.” “Dinin korunması için bütün Müslümanlar İslâm’ın tebliğ görevini yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu cümleden olarak cihad farz kılınmıştır.” Peki, cihad olmayınca din nasıl korunacak? Devam ediyor; “Dinin korunması babında, halkı inanç yolundan sapıklığa sevk eden, bid’at çıkaran, İslâm esaslarına aykırı hareket edenler için gerekli ceza hükümleri konulmuştur.” Bunlar tatbik edilmeyince ne olacak? Mürtedin hükmü ne olacak.. Mürtedin hükmü de katldir. İkinci olarak nesli, namusumuzu korumak... Bu hususla ilgili olarak nesli ve namusumuzu korumak için Şâri-i Mübin yine bir takım hükümler koymuştur. Şer’an zina edene yüz değnek ve evli ise, recm cezası konulmuştur. Peki, o zaman şunu sorayım. Bunlar tatbik edilmeyince namusumuzu nasıl koruyacağız? Peki, bunları kanunen suç olmaktan çıkaranlar ne yapmış oluyorlar? (Geçenlerde başörtüsü ile ilgili Diyanet işlerinin yaptığı açıklamada şöyle deniliyordu: Başını örtmek dinî vecibelerdendir, ancak öncelik arz etmez! Diye... İslâm fıkhında böyle bir ifade kullanılmaz…) 248 Eğer bu âyeti kerimeler bizim ırzımızı namusumuzu koruyacak ise, bunların emirleri yerine getirilmeyince nasıl korunacak? Merak ediyorum. Yani zinayı suç olmaktan çıkardığınızda, ölüm cezasını kaldırdığınızda bunun toplumsal sonuçları ne olacak?… Bunun itikadi sonuçları ne olacak? Burada imanî bir mesele vardır. Meselâ canın korunması için kısas konulmuş. Kısas muhkem âyettir... Peki, kısas uygulanmayınca can nasıl korunacak? Meselâ aklın korunması için müskirat haram kılınmıştır. İstanbul’da iktidar partisinin bir yöneticisi; “Efendim bakın ruhsatlara, bizim zamanımızda içki ruhsatı eskisinden fazla.” diyor. Peki, buna ne diyeceğiz? Bunu iman noktayı nazarından nasıl değerlendireceğiz? Malın korunması için, hırsıza, gasıba cezalar konulmuş. Bunlar uygulanmıyor. Ben burada sadece temel bir soru olarak şunu ortaya koyuyorum. Dinimizin, neslimizin, canımızın, malımızın korunması için Hakk Teâlâ ve Resulü Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz bir takım cezalar koymuştur. Bugün halkı Müslüman olan ülkelerde bu cezalar AB uyum yasaları çerçevesinde kaldırılıyor. Bütün yapılan bu değişiklikleri laik demokratik bir sistemde yaşıyoruz ve bu bağlamda yapıyoruz, diyebilirler.. O zaman neye bağlıysan ve neye iman ediyorsan, seni ne belirliyorsa onu yansıtacaksın. İkide birde “ Allah yar ve yardımcımız olsun” demeyeceksin... Bugün Müslüman’ım diyenlerin çoğunluğu işine geldiği yerde dinî kullanıyorlar ve istismar ediyorlar.... Şunu unutmayın ki bunların İslâm diye, şeriat diye bir dertleri yok, en büyük dertleri AB’ye girmek… Hatta işlerine gelmediği yerlerde, özellikle iktisadî konularda İslâm ayaklarına bir bağ!!. Bunların imanları epistemolojik açıdan “iman” ve ahlâkları da seküler mânâda bir “etik”ten ibaret.. Ama ben bir babayım, dedeyim, benim beş tane torunum var. Geceleri oturup ne olacak bu yavrularımız? diyorum.. Çocuk ilk okula başladı, annesi yanında gidiyor, kadını evde bırakmıyorlar.. Aciz kalıyoruz!.. Ne diyelim koruyucusu, muhafızımız Allah.. Aciz kalıyoruz. 249 Bu meselenin, (zaruriyyatın) uykularımızı kaçırması lâzım. Uyku kaçması, uyumamak değil, Allah’a tevekkül lâzım, dua ve bu şekilde dua işte, eller karıncalanana kadar… İnşallah Allah bu endişeyi taşıyanların duasını kabul eder. Ancak ne var ki en mütedeyyinimiz bile zihin olarak Batılılaştı farkında değil.. Beklentilerimiz, hayallerimiz, umutlarımız hep Batının yükselen değerleri ile ilgili. Zihinlerimiz, kalplerimiz, gönüllerimiz işgal altında… İşte size bir örnek: Mehmet Şevket Eygi diyor ki; “güçlü bir İslâm kadını olabilmek için üç yabancı dil bilmek bile yeterli değildir. Hukukçuysa onun yanında felsefe eğitimi de yapmış olmalı. Kimisi roman yazmalı, kimi ödül kazanan bir sosyoloji kitabı... Müslümanlar; sıradan gençler ve kızlar değil, üstün vasıflı gençler ve kızlar yetiştirmelidir. Az İngilizce bilmekle köy de olmaz, kasaba da olmaz. (Galiba Müslüman olmak yetmiyor.. Ümmi bir Peygamberin ümmetinden olduğunu söyleyen bir yazar.. Müslüman olmak ona basit geliyor.) Vesayet demokrasisi sona erince, gerçek din ve inanç hürriyeti elde edilince Müslümanlardan en az yüz tesettürlü kadın milletvekili olmalı… Bunun için Halide Edip ayarında Müslüman kadın .. Harvard’da, Sorbon’da, .. Viyana’da ve dünyanın büyük ve güçlü üniversitelerinde binlerce Müslüman kız öğrenci… !!! Bu adama söyleyecek bir sözünüz var mı? İkincisi haciyyat… Zaruriyyatsız hayat devam edemez ama haciyyatsız devam edebilir. Maslahat-ı haciyye; insanlardan güçlük, meşakkat, sıkıntı ve darlıkları kaldırmayı amaçlar. Ruhsat ve kolaylıklara yer verilmiş olur. Meselâ oruç; hasta oldun mu oruç tutmayabilirsin. Bu haciyyattan. Meselâ ima ile namaz kılmak… Hastasın, elini ayağını oynatamıyorsun, ima ile namaz kılabilirsin. Haciyyattandır. Teyemmüm, haciyyattan. Şüphe ile hadd cezasının düşmesi haciyyattan. Üçüncü olarak tahsiniyyat... Bir ihtiyaçtan dolayı olmayıp, muamele ve adetlerde, en güzelini, en uygununu seçmek kabilinden olan maslahatlardır. Bunlarsız matlub olan (ideal İslâm 250 nizamı) İslâm hayat nizamı kurulamaz. Camilere giderken en güzel elbiseleri giymek... Nafile ibadet. İsraftan kaçınmak. Muaşeret kaidelerine riayet etmek, yemeği sağ elle yemek, sadaka vermek gibi. Bir de itibarî bakımından. (Kitaplarda da böyle bir ayrım yapılmamış, böyle bir ihtiyaç hissettim.) Dinî ve dünyevi olan zaruriyyat; Maslahat-ı mutebere Maslahat-ı mursele Maslahat-ı merdude Diye üçe ayrılıyor. Muteber maslahatlar; şer-i şerifin bir hükmü va’z ve ispat hususunda itibar ettiği illet ve maslahattır. Şarabın haram kılınması, aklın, malın ve haysiyetin muhafazası için, dolayısıyla bütün müskiratın haram olması. Hani hadd-ı sekr ayrı, hadd-ı hamr ayrı oluyor. Birincisi bu, ikincisi; “maslahat-ı mursele.” Şer’i şerif bakımından itibar, iptal ve ilga edildiği malum olmayan maslahat demektir. Şer’i şerif ne kabul etmiş, ne de reddetmiş. Güzel bir örnek var. Meselâ sirkatle maznun olan bir şahsın, (hırsızlıkla itham edilen bir şahsın) cürümünü itiraf etmesi için dövülmesi bir maslahat-ı mursele meselesidir. Hükme medar olması konusunda ihtilaf vardır. Bazı âlimler diyor ki; biri hırsızlık yapmış, konuşturmak için dövebilirsin, bir başka âlim de; dövemezsin diyor. Bu maslahatın medar-ı hüküm olması hususunda Hanefi ve Şafi fukahası aynı görüşte değildir. Hanefi ve Şafiler dövemezsin diyor. Ama Maliki ve Hanbelîler dövebilirsin, diyorlar. Demek ki; ihtilaflı olduğu için maslahat-ı mursele oluyor. Maslahat-ı merdude; Şer’i Şerifin kabul etmeyip, iptal ettiği maslahattır. Şer’i hükümlere muhalif olan her hangi bir maslahat, hattı zatında bir maslahat değil, bir mefsedettir. Bir kötülüktür. Sathî bir nazarla, dakik bir nazarla mülahaza edilirse bu hakikat tebarüz eder. 251 Burada iki tane güzel örnek var, size onları arz edeyim. Birincisi Ömer Nasuhi Bilmen’in Kamus’undan (I/201), çok şayan-ı dikkat, ibret alınacak örnekler. Meselâ; “Ramazan-ı şerif orucunu kasten, bila-mazeret bozan kimseye kefaret olmak üzere evvela rakabe azadı, (köle azadı) buna kadir olmazsa iki ay oruç, buna da muktedir olmazsa atmış fakiri itmam doyurmak.” Gerekir der. Demek ki sıra; köle azadı, atmış gün oruç veya atmış gün doyurma. Vaktiyle Endülüs hükümdarlarından Abdurrahman bin elHakem el-Emevi, böyle bir harekette bulunmuş. Fukahadan Yahya bin Yahya el-Leysi de ( ö. 848 ); bir hükümdar için bir köle veya cariye azad etmenin güç gelmeyeceğini, binaenaleyh zecr için, onu zorlamak için, onun hakkında iki ay oruç tutmanın maslahata muvafık olacağını nazara alarak, böyle oruçla iki ay kefarette bulunmasına fetva vermiştir.” İşte bu nassa karşı maslahat ile amel demektir ki, asla tecviz edilemez. Fakat ikinci bir fetva daha var ve o da harikulade. “Evvela bu fetva kefaret-i savm hakkındaki, (yani oruç kefareti hakkındaki) sarih nassa muhalefettir. Bu hususta merhuz maslahatı butlanı nass-ı Kur’ani delalet etmektedir. Artık bu hakiki bir maslahat sayılamaz. Saniyen, Şâri-i hakimin kefaretle istihtaf ettiği hikmet ve maslahat yalnız bir insicar keyfiyeti midir? Hikmet-i teşri dediğimiz nokta burasıdır. Çünkü oradaki maksat, kefareti tutacak kişinin konumu değil, o eylemden dolayı ortaya çıkacak sonuçtur. Oysa kölenin azad edilmesi kefaret orucundan daha faziletlidir. Dolayısıyla bu o müesseseyi ortadan kaldırmaya yöneliktir.. Onu zorlama keyfiyetidir. Bunda insaniyete daha faideli, daha büyük bir maslahat yok mudur? Bir rakiki bu vesile ile azad edip hürriyetine kavuşturmak onu ihya etmek ve bütün insaniyete hizmet etmek demektir. Artık şüphe yok ki bundaki maslahat bir şahsın orucunu bozmaktan insicarındaki maslahattan daha büyüktür. Binaenaleyh yalnız bir insicar maslahatına mebni verilen fetva, hem nassa muhalif, hem de daha büyük bir maslahatı müsevvid olduğundan doğru olamaz. Eğer kefaretle yalnız insicar maslahatı 252 murad olsaydı, (sadece zorlama) rakabe azad etmekle münzecir olamayacak bir halde bulunanların kefaretlerini oruç tutmakla yapmalarını emrederdi. Kamus: I / 201” ( Z. Şaban, 163, 169 ) Şimdi geliyoruz ikinci örneğimize. “Maslahat-ı merdude”. Endülüs’te verilen bu fetvanın aynının, yine o zamanlar Şarkta da verildiği görülmektedir. Şöyle ki; Horasan emiri bir gün yeminini bozmuş olduğundan dolayı, İsa bin Eban; “Emirin bir köle azadı yerine üç gün oruç tutmasının vacip olduğuna fetva verdi.” Şimdi bu köle azadını atlıyor, üç gün oruç diyor. … Fakat bu fetvasını Yahya bin Yahya’nın illetine değil, başka bir illet üzerine dayandırmıştır. Yahya bin Yahya’nın illeti neydi? Paranın olmaması idi… Buradaki illet ise farklıdır. Bazı âlimler bu fetvaya itiraz edince İsa bin Eban bu fetvanın gerekçesini şöyle anlattı. Niye köle değil de üç gün oruç tutacak. “Bu zat servetini zulüm, rüşvet gibi gayri meşru yollardan elde etmiştir. Bu sebeple bu zatın elinde bulunan bütün mallarını sahiplerine iade etmesi ve harcadıklarını da tazmin etmesi gerekir. Görüldüğü gibi bu şahıs borca batık bir borçludur. Ve fakir hükmündedir. Şu anda borcunu ödeyecek ve elinde bulunan malları sahiplerine iade edecek olsa ki, ödemesi ve iade etmesi vaciptir, elinde bir köle azad edecek kadar parası kalmaz. Bu sebeple kefaret olarak bir köle azad etmesi yerine üç gün oruç tutması gerektiğine fetva verdim. F. Atar: 81 )”. Usul âlimleri bu cevabı beğenmişler ve bu cevap çok doğrudur, fetvanın dayandığı illet ve maslahat şer’an muteberdir demişlerdir. Bununla Yahya bin Yahya’nın fetva verirken dayandığı illet arasında büyük bir fark vardır. Bu iki fetva birbirine karıştırılmamalıdır. Bu sebeple İsa bin Eban’ın fetvası Şeriatın itibar ettiği makbul bir maslahata dayanmaktadır. İmam Yahya’nın ki ise şer’i şerifin ilga ve iptal ettiği merdud bir maslahattır demişlerdir. Cenab-ı Allah her hükmü kullarının maslahatı için koymuştur. Hükümden beklenen maslahat ve hikmetlerin bütün fert253 ler üzerinde tahakkuk etmesi şart değildir. Meselâ hırsızlık için ceza konulmuştur, sen cezayı tatbik edersin fakat hırsızlık sona ermeyebilir. Bu mümkündür, cilve-i rabbanî, mekr-i ilahî... Bunların yanında her biri ile ilgili tamamlayıcı hükümler de vardır. Bunlara tekmile, tedime veya mükemmiller denilir. Zaruriyyata misal, farz namazların tamamlayıcısı olarak ezan ve cemaat meşru kılınmıştır. Zaruret nedir? Namazdır. Onu tekmil edeni, bütünleyeni nedir? Cemaat ve ezan… Haciyyattan olan alış verişte muhayyerlik, tarafların aldanmalarını önlemek için meşru kılınmıştır. Tahsiniyyattan olan infak ederken temiz mallardan ve orta seviyeden olanlardan yapmak. Haci maslahatlar zaruri maslahatların, tahsini maslahatlar ise haci maslahatların tamamlayıcısı sayılırlar. Sonuç olarak maslahat, murad-ı ilahî’den bağımsızlaştırılır ve “kamu yararına”, “toplumsal çıkara” indirgenirse seküler bir çıkarım yapmış oluruz. Nitekim batılılaşma veya modernleşme sürecinde yapılan bundan başka bir şey değildir. Çünkü laikleşen insanın muradı ve muhayyilesi nassı değiştiriyor veya kendi içinde bulunduğu duruma indirgiyorsa bunun maslahat ile ilgisi yoktur. AB veya Batı kriterlerine ve çağın değerlerine uyum sağlamak denilen husus aslında İslâm’ı terk edip bir dünya ve hayat nizamı olarak laik değerleri benimsemek demektir. Bugün asıl mesele budur. İslâm ülkelerinde İslâm sadece içi boş bir “itikad” telakkisine indirgenirken, muamelât, maslahat hususunda Şer’i hükümlerin kenarından bile geçilmediği gibi, aksine Şer’i hükümler bertaraf edilmektedir. Bugün tüm dünyaya egemen olan modern-yükselen değerleri içselleştirmek ve dinî bu değerlere göre yorumlamak ve indirgemek (İslâm’da demokrasi, İslâm serbest piyasa ekonomisini emreder, İslâm zaten laiktir, İslâm ve insan hakları gibi v.s sonu gelmez saçmalıkları kastediyorum..)İslâm’ı iptal etmek için açılmaya çalışılan ve Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselam tarafından yıkılan Mescid-i Dırar zihniyetinden başka bir şey değildir. Kısacası dinî içinden kâfir değil münafık yıkar… 254 9. ZEİT GEİST Evrensel bir topluluk içinde yaşıyoruz.. Bu kainatın mensuplarıyız.. Gerek fiziki, gerekse toplumsal yapı ile temas halinde olan ve dolayısıyla hangi din, hangi ideolojik yapı olursa olsun; içinde yaşadığı dünya ile hesaplaşmak zorundadır. Burada çok ciddi olarak ortaya şu mesele çıkıyor. İslâm’ın müşahhas olarak, “ötekisi” ile hesaplaşırken nasıl bir duruşu olmalıdır. Ve buna paralel olarak Müslüman’ın nasıl bir vaziyet alışı olmalıdır?.. Daha doğrusu tutumu nasıl olmalıdır?.. Öyle zannediyorum ki biz (Tümüyle İslâm dünyasının değerlendirilmesi çok kapsamlı bir mesele), hemen, hemen dört yüz yıldır küfre karşı, isabetli bir tavır alamadık. Tutum takınamadık… Ciddi anlamda yöntemsel hatalar yaptık; önce “öteki“ ile fikri planda hesaplaşmadan “kefere” diyerek nefsanî bir aşağılamaya yöneldik, daha sonra ise bu aşağılamayı hayrete dönüştürdük… Bizim tespitlerimizi göre ilk defa kefere karşısında hayrete düşen, birçok eser sahibi bir ilim adamıdır… Akhisar (Bosna) kadısı Hasan el Kafi (1544 – 1616), 28 Ağustos 1596’da, III. Mehmet’in Eğri seferine bizzat katıldıktan sonra yazdığı, Usul255 ül Hikem fi Nizam-ül Âlem isimli eserinde, kefere diye baktığımız insanların, silahlarına, harb taktiklerine bakınca, hayretler içinde kalıyor. “Tahkîk biz elli yıldan berü diyarımızda ki serhadd-i Hırvat’dur, tecrübe itdük, Tahkîk ehl-i harbden olan düşmenlerimüz, her bâr ki yeniden bir dürlü yarak ihdas idüp kullanmağa başlasalar, bizüm üzerimüze galebe eylemeğe başlarlar. Andan sonra heman ki biz dahi oncılayın yarak idinüp kullanmağa başlasak heman Allah Teâlâ Hazretlerinün avniyle mel’ûnlar üzre galib oluruz, zîrâ dîn-i islâm kuvvet üzredür. Amma şimdiki zamanda ehl-i harb olan düşmen ihdas olunan ba’zı yarakları kullanmakda mübalağa ider oldı-lar. Tüfenkler ve toplar gibi, ya’nî nice dürlü tüfenkler ve toplar ihdas idüp, ifrat ile kullanur oldılar. Amma bizüm askerimüz ol makûle yaraklar idinüp isti’mâl eylemede ihmâl ider oldılar, belki kadîmden olan yarakları bile isti’mâl itmede ihmâl ider oldular. Pes bu sebeb ile uğradılar, şol nesneye ki uğradılar, ya’nî cenge dayanmayup firâr ider oldılar. Allah Ta’âlâ Hazretleri anları hayra hidâyet idüp nusret müyesser eyleye.” (Tarih Enstitüsü Dergisi, 10-11, 1981, 239-280, İst.) Bu alıntıyı burada kesiyorum, fakat merhumun mütalaalarını tümüyle değerlendirmek bize yeni ufuklar açabilir… Tarihimizi utanmadan, hayâsızca, çileden kaçmak için, savunma mekanizması olarak kullanmayalım… Ecdad şiir gibi bir İmparatorluk kurmuş, fakat XVI. Asrın ortalarından itibaren çöküş başlamıştır… İsterseniz gerileme, isterseniz duraklama olarak kavramsallaştırın… Bu noktada desakramentasyon (kutsaldan arındırma) tutumunun zarurî olduğuna inanıyorum. Çünkü bugün olduğu gibi; şer’î ölçüleri, hadleri aşan; bir tarih, bir şeyh, bir üstad, bir hoca, bir kanaat önderi tasavvuru, tevhid inancını gölgeliyor… Bundan önceki kitaplarımızda (Tarih Üzerine - I, Tarih ve Değişim) bu konu üzerinde daha fazla durdum… Kısmet olursa bundan sonra da üzerinde çalıştığım, daha sonra çıkacak kitabımda da farklı bir zaviyeden yine ele alacağım. Bu konularda imanî bir arıza sezdiğim için, tekrar ihtiyacı hissettim… “Os256 manlı Tarihi” isimli 6 ciltlik bir kitap yazan rahmetli bir ağabeyimizin, faiz meselesi konuşulurken “Hazret! Şeyhülislâm fetva vermiş” müdafaasını onyıllar sonra anladım… Yani Osmanlı tatbikatının şeriata takdim edildiğinin farkına vardım… Nitekim bu anlamda bugün Osmanlı, şeriatın önünde bir perde!... Nihayet bu hayretten yüz yıl sonra, Karlofça antlaşması ile ilk defa toprak kaybedilmesi gerçekleşiyor. O hayret; bana kendimizden şüpheye dönüştü gibi geliyor. Burada özellikle hayret ettik hayran olmadık diyorum.. Acaba hayran mı olsaydık? Üstad Necip Fazıl ikisinin arasında şöyle bir ayrım yapıyor; “Sanatkâr hayran bırakır, hokkabaz hayrette bırakır.” Sanki biz karşımızdakini hokkabaz gibi düşündük. Gâvur ne yapıyor diye hayrette kaldık? Belki o gün o anda, sanatkârın hayran bıraktığı gibi gâvura, içinde bulunduğu olumlu aktivite dolayısıyla acaba hayranlık duysak daha mı iyi idi? O ayrı mesele. Daha sonra; o şüphe bazılarında, özellikle Tanzimat ile birlikte veya 1718’deki batılılaşma ile birlikte, imanı da kemiren bir hale geldi. Çünkü o günkü sefirlerin Batı hakkındaki düşünce tarzlarına baktığımızda şüphe, imandan şüpheye dönüşüyor gibi. 1838’deki, İngilizlerle yapılan serbest ticaret anlaşması, 1839 Tanzimat fermanı, 1856 Islahat fermanı, 1878 1. Meşrutiyet… Hep aynı... Ve sonra, imanî şüphe… Maalesef Ahmet Cevdet Paşa örneğinde de gördüğümüz gibi, batılı kurumların getirilmesi için İslâmî konuları istismara kadar gidiyor. Nitekim ilk nizamî mahkemelerin kurulmasında, (ulu’l emre verilen yargı hakkından hareketle) Ahmet Cevdet Paşa şöyle söylüyordu; “Başka mahkemeler de açılır”. (Tezâkir, 40-Tetimme, sh. 85) Böylece şer’i olmayan mahkemelere de yol açılmış oluyordu. Galiba imanî bir takım meseleler oluyor. En az XVI. Asrın ortalarından itibaren; ilmen tereddi, ahlâken tefessüh eden medreseleri, bozulan tarikatları, yozlaşmış kalemiyye, seyfiye sınıfı ile yapılan tasarruflarda itikadî bir arıza olduğu şüphesi içindeyim… Sadece yorum meselesi değil!... 257 Burada doğru tutum hangisi? Önümüzde örnek olmadığı için o kadar zor ki. Bir taraftan “Biz adam olamayız, bizden hiçbir şey olmaz.” deniyor, bir taraftan da “Biz her şeyiz!” Yani patolojik bir durum.. Rahmetli babam; “Oğlum hepsini bizden aldılar derdi.” Baba ne almışlar diye sorardım? Ama ne aldıklarını bugüne kadar bir türlü öğrenemedik... Tamam, insan dilek ve temenni olarak böyle olmasını istiyor. Ama hakikat öyle değildir. Meselâ biz halen şu tercüme hareketlerinde, Süryaniler’in rolü nedir, Hıristiyanlar’ın rolü nedir, bilmiyoruz. Sanki hepsini biz yapmışız gibi. Müslümanlar yaptıysa dahi, acaba Müslüman’ın buradaki rolü nedir? Sadece portörlük mü, taşıyıcılık mı? Sanki öyle gibi… O zaman bu kadar iftihara, övünmeye ne gerek var? Bir taraftan şer’î hassasiyetten değil, nefsaniyetimizden kaynaklanan bir yaklaşımla “gâvur” diyoruz, sanki kökten bir red tavrı var. Bir taraftan hiçbir muhasebe yapmadan olduğu gibi kabul ediyoruz. Ortada sağlıklı bir tavır yok. Tabi o tavır nasıl tayin edilecek o da ayrı mesele.. Örneğimiz Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselam... Mekke’deki Müşriklerle olan münasebeti, Medine’deki Yahudilerle münasebeti… Anladığım kadarıyla şu var; bir kere bir Müslüman varsa orada bir öteki var. Bu nedir? Müşriktir, kâfirdir.. Nitekim Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz, bazı güzel olan isimleri muhafaza ederken, kerih olan isimleri değiştirmiştir. Hatta toprak hukukunda olduğu gibi, bazen daha önce gelen tatbikatları, bizzat yaparak sünnet haline getirmiştir. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz veya Ashab-ı Kiramın, bu duruşunu iyi tesbit etmek lâzım. Yani öyle bir şey ki, bir yandan Ehl-i Kitap bir kadınla evlenmek şer’an caiz, diğer taraftan mendub da değil. Meselâ Hz. Ömer evlenmedi… Sistematik olarak nasıl bakacağız? İmam-ı Rabbani Hazretleri; “Menşe’i küfrü tanımayanın imanı nakıstır” diyor. Demek ki, burada ciddi bir problem var. Nefsaniyetten arınarak, bizden hiçbir şey olmaz demek de nefsaniyettir, biz her şeyiz demek de nefsaniyettir. Öncelikle 258 bunu unutmamamız gerekiyor. Elhamdülillah imanımızdan şüphemiz yok. Ama tatbikatta bazı hatalarımız oluyor, bunları kabul etmek zorundayız. En azından, ilmi sahalarda bir takım hatalarımız oldu gibime geliyor. Bugün “çağımızın ruhu” nedir gibi bir soru çok saçmadır!. Yani naiv bir sorudur bu. Çünkü “çağın ruhu” gökten inmedi. Zamanın, içinde bulunduğumuz zamanın ruhu ile ilgilidir bu soru. Bugün çağın ruhu dediğimizde neyi kastediyoruz? Batı uygarlığının, pragmatizmle gerdeğe girmesinden ortaya çıkan Amerikanizmi kastediyoruz… Çünkü bugün dünyaya egemen olan budur. Amerikanizm nereden çıktı? Kara Avrupa’sından… Peki, kara Avrupa’sı derken, nereye geliyoruz? Roma’ya geliyoruz… Roma’dan nereye geliyoruz? Yunanistan’a geliyoruz… Yunanistan’dan nereye geliyoruz? İonya’ya geliyoruz… Şöyle bir yöntem takip ediyorum. En başından başlayarak, bugünkü çağın ruhunu tespite çalışmak istiyorum… Eğer bugünden başlarsak bu entellektüel bir tavır olmaz, sıradan bir tavır olur. Sıralamam şöyle: İonya Antik Grek dünyası Roma felsefesi Skolâstik düşünüş Rönesans 17. Yüzyıl metod çağı Aydınlanma felsefesi 19. Yüzyıl Endüstri çağı felsefeleri Post modern felsefeler Ben söylediklerimi hep şu düşünce üzerine oturtuyorum. İçinde bulunduğumuz şu dönemin, şimdiye kadar insanlık tarihinde yaşanmadık bir dönem olduğu iddiasındayım. Üstad Ne259 cip Fazıl (Allah rahmet eylesin) Hitabeler’inin, 53. sayfasında, “Beklenen Sanatkâr,” hitabesinde şöyle der: “Son elli seneden beri, insan kafası yalnız bir şubede değil, bütün hayat ve bütün madde üzerinde korkunç bir tecrübeye girişmiş bulunuyor. Bir minareden seyrettiğimiz kaldırım taşlarının üzerine, burnumuzu dayayarak, bir kirpik mesafesinde görebilmek için, kendimizi minareden fırlatışımıza benzeyen bu tecrübe dünle bugün arasında, anlayış ve görüş farkı olarak, bir Süveyş kanalı değil, bir okyanus açtı.” Her zaman değişim var, dün de vardı, bu günde var… Fakat bu strüktürel mi, konjonktürel mi? Yapısal mı, tedrici mi, geçici mi?… Nezle oluyoruz, bir yerimizde kırmızılık beliriyor. Bu konjonktüreldir. Ama eğer karaciğerden gelen bir problem varsa o kırmızılık, çıkıyor, batıyor, çıkıyor batıyor.. Bu strüktüreldir.. Dolayısıyla bu olay yapısal bir değişim. Yani, tanrıtanımazlık veya ateizm insanoğlunun her devrinde var ama bu bahsettiğim dönemlerde tamamen tasavvurlar değişiyor… Tasavvurlar kurumsallaşıyor.. Zaten buradaki analizler de sadece bizimle ilgili değil, evrensel çapta: “Sanki yeryüzünde bir afet olmuş, küreyi cin çarpmış, bir karpuz kabuğu yerine bir dünya parçası akıntıya kapılmıştır. Birçoklarının işleye, işleye bitiremediği ve her okuryazarın bilmediği, bu deri değiştirme değil, kemik değiştirme hadisesidir. Köhne evimiz dünyanın bacasından bir yıldırım çevikliği ile içeri dalmış, her odanın bütün eşyasını tavan arasına kaldırmıştır... Nihayet bu fındık küpünün üstüne bir balyoz indi. Bu balyozu indiren de, ne yeni nesil ne eski nesil, bir kelimeyle hayattır.” Üstad Necip Fazıl Hesaplaşma’nın 129. sayfasında, ‘dünyanın nabzı’ diye bir kavram kullanıyor. Bu da mükemmel bir tanım… Zamanın ruhu, “dünyanın nabzı”… Hangisi güçlü anlam ifade ediyor? Bazen dünyanın nabzı daha güçlü gibi.. 260 Bugünle ilgili bir değerlendirme yaparken bütün temellendirme ve görüş tarzım; şu içinde bulunduğumuz durumun farklı olduğunu düşünüyorum.. Bugün, yeni insan, yeni din, yeni tabiat anlayışı, yeni hukuk anlayışı söz konusu.. Meselâ, Rönesans’tan önce geosentrik yer anlayışı söz konusuydu. Dünya-yeryüzü merkez, insanoğlu bu merkezin merkezi… Ve gök cisimleri sabit.. Aristo-Batlamyus astronomisine göre.. Dolayısıyla insanın kutsal bir yeri vardı. Sabit bir kâinat, bunun merkezinde bulunan dünya, dünyanın merkezinde bulunan insan… Fakat Rönesans ile birlikte bu geosentrik yer anlayışı yerine heleosentrik yer anlayışı egemen oluyor.. Copernicus... Yani dünya artık evrenin merkezi olmaktan çıkıyor diğer gezenler gibi sadece sıradan bir gezegen haline geliyor.. Artık sistemin merkezi güneştir.. O zaman insanoğlu; kâinatın merkezi olan güneşin etrafında dönen sayısız seyyarelerden biri olan dünya üzerinde toz kadar bir varlık. Ve insanın değerinin yitirilişi... Dolayısıyla yeni bir insan “oluşuyor”.. İnsan değişiyor, yeni bir insan doğuyor. Ve yeni bir din anlayışı, yeni bir hukuk anlayışı… Şu içinde bulunduğumuz durum, tarihin hiçbir döneminde yaşanmamış, farklı bir durum. Ama farklı olması olumlu olduğu anlamına gelmez… Öyle bir yere geldik ki, artık doğu batı farkı ortadan kalkmaya başladı. Geçen gün bir arkadaşla giderken, yolda kırık, tamir edilmemiş bir kaldırım taşı gördüğümüzde hiç tepki göstermedik.. Eskiden olsaydı, Doğu toplumu olduğu için derdik.. Ama artık Batıda da aynı… Halk, her yerde halktır, Tarih anlayışı bakımından aynı bizim gibidir. Platon, “Halk hiçbir zaman filozof olamayacaktır” diyor. Bu evrensel bir oluşum ve ben pek farklı olduğu kanaatinde değilim. “Zeit geist”, Hegel’den gelen bir kavram… Türkçe’ye yanlış tercüme ediliyor… O zaman Zeit geist’a mistik, metafizik 261 bir anlam yükleniyor… Bizim coğrafyanın materyalist gâvurları da “çağın ruhu” diye ifade ediyorlar… Kaliteli gâvurumuz bile yok!... “Zeit geist” diye ifade ettiğimiz; siyasî, içtimaî, iktisadî, hukukî, etik, estetik, her türlü telakkinin, bir nevi imbikten süzülür gibi hülasasıdır. “Zeit geist”, şu andaki bütün değerlerin bir nevi hülasasıdır. Onu anlamak için ben İonya’ya dönüyorum. Öncelikle şu konunun anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Felsefe ile düşünme hep eş anlamlı gibi kullanılıyor. Temelde yanlış yaptığınız zaman üstüne kurduğunuz her şey yıkılır ve yanlış olur. Talebeye İslâm’da felsefe yoktur dediğiniz zaman İslâm’da düşünme yok gibi anlıyor. (300 yıldır Batı’nın değer yargılarının bizi allak bullak ettiğinin, temelden belirlediğinin en önemli göstergesidir böyle bir anlama biçimi.) Hâlbuki düşünme bir evrensel kümedir. Bu kümenin içinde de bir takım elemanlar vardır. Düşünmek ne demektir? Kavramlarla hesap yapmaktır. Ben şimdi oturdum düşünüyorum. Uranüs yıldızı sarıağaçtan yapılmıştır. Bu bir düşünmedir. Ama nasıl bir düşünme? Alojik, mantık dışı, saçma bir düşünme. Mantıklı değil ama bu da bir düşünme. Veya şu şiir güzeldir. Şu müzik parçası güzeldir. Bu da bir düşünmedir, estetik düşünme... Veya oturuyorum, şu anda Boğaz’dan ışıklarını yakmış gemilerin geçişini düşünüyorum. Bu da bir düşünme. Ama doğru olmayabilir. Rüya da bir düşünme. Bunların hepsi düşünmenin biçimleridir. Dolayısıyla eğer biz bir toplumda felsefî düşünme yok diyorsak, bu, düşünme yok demek değildir. Maalesef Türkiye’de, (Arap dünyasında da genellikle aynı olduğunu düşünüyorum) bu hata yüzünden İslâm ve felsefe problemi çözülememiştir. Her halde asıl mesele buradan kaynaklanıyor. Kaldı ki felsefe ile düşünmeyi aynılaştırırsanız buradan bir sentez de çıkmaz. Diyalektik de doğmaz… Bir şeyi bir başka şeye indirgeme düşünmedeki kısırlıkla ilgilidir. 262 Buradan hareket edersek, felsefe ilk defa MÖ. 7. Yüzyılda İonya’da oluşuyor. Filozof olarak ilk Thales’i kabul ediyoruz. Thales 625-545 yılları arasında yaşamış. 25 Mayıs 585’de güneşin tutulacağını tahmin ediyor ve tahmini doğru çıkıyor. Thales’den önce felsefe yok mudur? Burada iki görüş tarzı vardır. Bir kısmı Hint’e Çin’e kadar götürüyor. Bir kısmı da Thales’le başlatıyor. Şahsen biz Thales’le başlayan tezin doğru olduğu kanaatindeyiz. Çünkü felsefe deyince, her türlü otoriteden bağımsız düşünme şeklini kastediyoruz. Adetten, ananeden, mitolojiden dinden her şeyden bağımsız olan düşünme biçimini… Şüphesiz Hint’te de bir düşünme biçimi var, ama Hint’teki düşünme dinî düşünmedir.. Nitekim Vedalar vahiyler demektir.. Bu durum Mısır için de aynıdır. Hermes, bir peygamber olarak kabul edilir. Yunan’dan önce pek çok uygarlıklar vardır: Mısır uygarlığı var, Mezopotamya uygarlığı, Hitit, Finike, Yahudi, Yunan, Pers, Roma, Kartaca ve ayrıca uzak doğu ve Hint kültürleri söz konusu… Mezopotamya kültürü içinde Sümer, Akad, Babil, Asur var… Demek ki Antik Yunandan önce birçok kültürler medeniyetler vardır. Nerede bir insan varsa orada bir kültür ve bir sanat telakkisi vardır. Dolayısıyla düşünme de vardır. Ama bunların Antik Yunan’dan farkı, bir geleneğe, bir mitolojiye, bir dine bağlı düşünme gelenekleri olan kültür ve medeniyet olmalarıdır. Antik Yunan’la ise bir kırılma söz konusudur. Çünkü Antik Yunan tarihte, dinî, geleneği, mitolojiyi, “Tanrıyı” merkeze almayıp, onun yerine “insanı” koyan ilk medeniyet tasavvurudur. Bu daha sonra Rönesans-Reform döneminde yeniden ortaya çıkacak ve tüm dünyayı kasıp kavuracaktır. Bir romanda okumuştum. Yazar Birinci Dünya Savaşını anlatıyor. Romanya civarı galiba… Giderken at arabaları topları çekiyor. O sıra bir köylü delikanlı ‘ho ha’ diye bağırıyor. Roman yazarı “korkunç bir bariton”, şu sanata bak diyor. İlle eğitim alması gerekir mi? Hayır!.. O adam çoban ve adam hayran oluyor. 263 Dolayısıyla her sosyal birlikte, insanın veya insanların olduğu yerde şüphesiz bir üretim vardır. Ama bu felsefe demek değildir. Burada temel soru şudur: Peki, Antik Grek dünyası bunlardan yararlanmamış mıdır? Elbette yararlanmıştır. Hatta rivayet odur ki; Thales’in suya atfettiği önem, Mısır seyahati dolayısıyladır. Mısır’a seyahat ediyor, bakıyor ki orası için su hayattır. Evrenin ana maddesi, arkhesi sudur, diyor. Şüphesiz Hint’ten de etki var, ama etkiyi almak ayrı felsefe yapmak ayrıdır... Nietzsche Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe’de özellikle bu meseleyi izah eder. O zaman kısacası şöyle diyoruz; düşünme ile felsefe eş anlamlı değildir. Dolayısıyla İslâm’da felsefe yoktur demek, İslâm’da düşünme yoktur demek değildir. Şüphesiz İslâm’da, bir düşünme biçimi vardır. Bu rahmetli Üstad Necip Fazıl’ın da dediği gibi “La İlahe İllallah Muhammedun Resûlullah” dedikten sonra dairenin içerisine girersin, orada aklın senden alınır ve akl-ı selim verilir. Bu İslâmi akıldır. Onunla düşünürsün. Ama bu felsefe değildir… Fıkha, Tefsire, Tasavvufa Felsefe demek, Fıkhı, Tefsiri, Tasavvufu sıradanlaştırmak, onu düşürmek demektir. Bunu anlayamıyoruz. Çünkü 300 yıldır zihinlerimizi oluşturan Batılı değer yargıları Felsefeyi değer olarak her şeyin üstüne çıkarmamıza sebep olmuştur. Üstad Necip Fazıl’ın dışında da bu şekilde ortaya koyan hiç kimse olmadı zaten. Bazı batılılar var İslâm’da felsefe yoktur diyorlar ama onlar İslâm’ı aşağılamak için söylüyorlar. Reaksiyoner anlayış da bu tuzağa düşmeye zaten hazırdır… Tarihsel anlamda, yani Antik Yunan dünyasında felsefenin çıkmasının sebeplerini tam olarak açıklamak mümkün değildir. Bir bakıma felsefenin ortaya çıkması Rönesans’la birlikte başlayan “Allahsız medeniyetin” ilk nüvesi, tarihsel anlamdaki ilk kırılma olarak değerlendirilir. Antik Yunan ve Rönesans aynı zamanda bir paganlaşmadır. Dolayısıyla İslâm’da felsefe yok dediğimiz zaman, İslâm’da bir eksiklik söz konusu değildir. Felsefe; dinden, gelenekten ve mitolojiden bağımsız olarak evreni, akılla 264 eleştirel ve ön yargısız bir biçimde yorumlama sanatıdır. Sanırım bu boyut anlaşılamıyor.. “Felsefe; dünyayı kan ve gözyaşı denizinin içine attı. Böyle mi devam edeceğiz, yoksa yeni bir yol mu arayacağız?” Antik Grek dünyasında felsefe başlıyor. Ama bizim Antik Grek dünyası ile ilgili bakışımız da şaşıdır. Meselâ Antik Grek dünyası için diyoruz ki; ideal toplum veya harikulade bir medeniyet!.. Acaba öyle mi? Bunu da Arif Müfit Mansel’in Ege Tarihi diye bir kitabı var, onun 256. sayfasında gördüm. “Kusurlu doğan çocukları ücra yerlere bırakma âdeti Yunan dünyasında çok yaygındı”… İşte böyle göremediğimiz bilemediğimiz hususlar var. Asla ve asla harikulade bir medeniyet filan değildir. Batı, felsefede bir başarı göstermiştir. Yani, felsefe bizatihi başarı değil ama felsefî düşünüşte bir başarı göstermiştir. Fakat bu onların cenneti dünyaya getirdikleri anlamına gelmez. Hatta Antik Yunan’ın Kültür Tarihi diye Egon Frıedell’in güzel bir kitabı var. Yunanlıların yaşam biçimini anlatır. Onların yaşam biçimi, döneme ait hâkim psikoloji tek kelime ile ifade edilecekse, Yunanlıların peleoneksiyası sözcüğünü kullanmak gerekir. Yani, hep fazlasını istemek… Bugünkü zeit geist’in özü ve kökü budur... 2500 yıl sonra hala fazlasını istiyor insanoğlu. “Açgözlülük ve kibir, iktidar hırsı ve bencillik, bu özellikler neredeyse, isterik bir yenilik merakıyla belli ederdi kendini.” Ve Tukides diyor ki; “Çünkü para kazanmak onlar için araç değil bir amaçtı.” Helenleri yalnızca güzelliğin ve ânın tadını çıkaran romantik bir halk olarak düşünmek de yanlıştır, (Nietzsche bu hataya düşer..) (Kaldı ki, Üstad Necip Fazıl’da da galiba böyle bir yanlış var… Meselâ direkt söylemese de Sokrat’ı anlatırken, “ayağında sandaletleri, harmanisi, mermerden bir mimari” gibi sanatkârane tasvirler yapar…) Ancak ne var ki Perikles döneminden itibaren avare bir kentli takımının ortaya çıktığını ve eski çağda günümüze göre çok daha az çalışıldığını kabul etmeliyiz. Yani bir aylaklar takımı söz konusu. Güneyde bugünde sıkça görüldüğü gibi 265 daha çok mevsimlik işler yapılır, yılın pek çok günü boş geçerdi. “Atinalı akşamdan kalma da olsa genellikle sabahın köründe kalkardı.” “Çabucak giyinir, şaraba bandığı bir iki dilim ekmekten ibaret kahvaltısı kısa sürerdi. Birkaç metelik alırdı yanına. Daha doğrusu ağzına atardı. Çünkü onun para kesesi yanaklarıydı. Ve halkın arasına karışırdı. Önce belediye meclisine duruşmaya, sonra cimnazyuma askerî eğitim alanına ya da bir hatibi dinlemeye giderdi. Hiçbir yerde, hiçbir şeye sessiz kalmazdı. Çünkü her lafa karışmak gibi bir huyu vardı.” “Sonra eğer iş sahibiyse, dükkânını teftiş ederdi. Bu da son kertede yine gevezelik etmek demekti. En sonunda da tam bir seyir yeri olan limânâ giderdi. Yunanlı aylak aylak dolaşmak için özel bir ifade kullanırdı. Agora ziyen. Yunanlı için sözcük, düz karşılığı olan Pazar yerinde dolaşmak değil, dedikodu ve fuar ziyareti, geyik ve spor muhabbeti, maskaralık ve felsefeden oluşan aromatik bir karışımdır. Şarapsız şölenler de denilen bu muhabbet kötü havalarda dükkân ve tezgâhlara taşınırdı. Merhemciye, tüccara, berbere, kunduracıya, heykel atölyesine... Kışın ise sıcak olmaları nedeniyle demirci dükkânları tercih edilirdi. Yemek meselesi çok önemsenmezdi. Seyyar sucuk ekmekçiler, satıcının ayaküstü kızarttığı birkaç balık ve bir avuç incir açlığı gidermeye yetiyordu. Sokrates’in eskiden, yani esenliklerle dolu Perikles zamanında, durumu iyi bir kölenin bile meyhaneye gitmediğini söylemesi, her şeyi olduğundan daha iyi gösterme çabasından başka bir şey değildir. Meyhanede zar atılır, hafif meşrep kadınlarla, yani flütçü kızlarla kadeh tokuşturulurdu. Fakat içki âlemi genellikle geceleri yapılırdı. Hafif bir yemeğin, el yıkama ritüelinin ve tanrılara içki sunulmasının ardından üniversite öğrencilerinin devam ettiği meyhanelerdekini andıran bir içki âlemi başlardı.” Fakat asıl meselenin içki olmadığını Platon’un Simpozyum’undan biliriz. Bilmece, açık saçık fıkra, alıntı ve benzeri sıkıcı şeylerle eğlenilmesi ancak daha sonraki yozlaşmadır. Eğlenceyi çoğunlukla Komos isterdi. Komos, şarap, şarkı, erotizm ve her türlü densizlik eşliğinde bir gece alayı idi.” 266 İşte hayran olunan Thales ve Sokrates’in dünyası budur… “Sicilya seferinden önce Hermes heykellerinin kafası böylesi bir kortejde kurban gitmiş olabilir. Komos töresi sonraki çağlarda öğrenciler tarafından devralınmış, fakat yeniçağda öylesine bayağılaşmıştı ki, yalnız vahşi kavgalar değil, Aren’e işemek adetten olmuştu.” Hâsılı Atina’da günlük hayat bu. Kölelik var… Antik çağ insanının ana sermayesi olan kölelerin sayısında her hangi bir sınırlama yoktu. Antik Grek dünyasının en büyük filozoflarından biri olan Aristo, köleliği meşru görüyordu… Zaten köleler, kâr zarar riski aşağı yukarı eşit birer menkul kıymet ve düzenli gelir demekti. Menkul kıymet. Hâsılı felsefe işte bu fotoğrafını çektiğimiz Antik Grek dünyası ile başlıyor. Yalnız bugüne ışık tutması bakımından şu önemlidir. Antik Grek dünyasında felsefe başlayınca, önce dış dünya ile yani tabiat ile ilgileniyor. Nitekim o zaman ki eserlerin hepsinin ismi ortak; Tabiat üzerine… Bizim atalar ne yapıyordu MÖ 625’de? Belki Efes’i, Milet’i görenleriniz vardır. On bin kişilik anfitiatre yapmışlar. Acaba bizim atalar ne yapıyordu o yıllarda?!. Bu dönemle ilgili akılda kalması için genel hükümler tespit etmeye çalışıyorum. İnsan tabiatla kendi dışıyla ilgileniyor. Dolayısıyla burada bir takım kesin bilgiler var. Biri evrenin ana maddesi, (arkesi) sudur, bir başkası havadır, diyor. Öteki aperion derken, bir başkası hayır, ateştir, diyor. Bunun arkasından, antropolojik dönem geliyor, yani insan felsefesi… Protagoras’la birlikte burada, bugüne büyük ışık tutan şu telakki ortaya çıkıyor; “pantom metrom antrophos.” “Her şeyin ölçüsü insandır.” Burada sanki bugünkü postmodern telakkiyi görür gibi oluyoruz. Ne kadar insan varsa o kadar gerçek var demektir bu. Georgias diyor ki; “bir şey yok, olsaydı da bilemezdik, bilseydik de başkasına bildiremezdik.” Hâsılı şüphe en son sınırına kadar zorlanıyor. Demek ki şurada kesin bilgiler var, bu bilgilerden şüphe ediliyor, arkasından sistematik felsefe dönemi geliyor. Sistematik felsefe dönemi bu iki görüş tarzını birleştiriyor. 267 Daha sonra felsefe Roma’ya atlıyor, fakat Roma’da orijinal değildir. Roma’da hukuk orijinaldir sadece. Felsefe Antik Grek dünyasının taklidinden ibarettir. Burada şunu da belirtelim ki Tabii Hukuk da Roma’da ortaya çıkıyor. Yani, akla dayalı, tabiata dayalı hukuk… Tabii Hukuk daha sonra Rönesans ile tekrar gün ışığına çıkacaktır. Pozitivizme yöneliş de İsa’dan sonra 1. ve 2. Yüzyıl’da seksus emperikus da ortaya çıkıyor. Dikkat ederseniz bu günkü felsefî akımların bütün izleri Antik Grek’de vardır. Nitekim Whitehead diyor ki; “Felsefe Platon’un dip notlarından ibarettir.” Yani Antik Grek dünyası mümkün bütün düşünce biçimlerini dile getirmiştir. Ne kadar izm varsa kaynağını orada bulursunuz. En modern izmlerin bile ilk izleri orada bulunuyor. Rönesans’a yeniden doğuş, yeniden diriliş denilirken Antik Yunan’ın yeniden doğuşu kastedilmektedir. Yunan-Roma felsefesinden sonra ortaya Orta Çağ felsefesi çıkıyor. Grek ve Roma felsefesi tamamen, insan üretimi olan bir felsefedir. Fakat Orta Çağ felsefesi, kilisenin din anlayışıyla ortaya çıkan bir felsefedir. Önce 2. Yüzyıl ile 6. Yüzyıl arasında Patristik felsefe söz konusudur. Patriktik felsefede bütün gayret felsefenin araçlarıyla dinî bir dünya görüşü oluşturmaktır. Bu tanım, bana göre bugünkü ilahiyatçı konseptine de uygundur.. Patristik felsefe adı üstünde din adamların felsefesidir. Bizde de laik yapı ile birlikte İlahiyat fakülteleri aracılığı ile bir “din adamları” sınıfı üretilmeye çalışıldı. Bu anlamda onların ortaya koymaya çalıştığı “felsefe” Patristik felsefeyi çağrıştırmaktadır. Felsefenin araçlarıyla bir dinî dünya görüşü oluşturmak… Sanki Türkiye’de ve İslâm dünyasında kaç asırdır içine düşülenin bu tuzak olduğunu zannediyorum. Bu yöntemde felsefe ile din çakışırsa ne oluyor? Hep dinden taviz veriliyor. Din felsefeye uydurulmaya çalışılıyor. Bir de Orta Çağ felsefesi dediğimiz, tamamen kilise babaları tarafından dile getirilen bir felsefe daha vardır. Sözünü ettiğimiz Kilise Babaları kilisenin aziz tanıdığı kişilerdir. Patristik dönem268 deki dinî araç olarak kullananların ötesinde bizatihi kendileri aziz, rahip veya patrik olan kimselerdir. Burada bir noktaya dikkat çekmek isterim; Antik felsefedeki Tanrı anlayışı ile Orta Çağdaki Tanrı anlayışı birbirinden farklıdır. Antik felsefedeki yoktan var eden değil olana şekil veren bir Tanrı anlayışı (Demirgius) vardır. Demirgius, kendi gibi ezeli olan maddeyi hazır bulmuştur ve ona şekil vermiştir. Mimar-usta Tanrı telakkisi… Deizm-laiklik v.s hepsinin kaynağı bu anlayıştır. Meselâ zaniye yüz değnek vurulur mu? Bugün bu olur mu, diyen, hâşâ Allah’ı nasıl görüyor? Demirgius gibi görüyor. “Allah”ı bu dünyaya ve zamânâ karıştırmıyor. Faiz haram dediğinizde, bugün uygulanır mı, diye tepki veren hâşâ, Allah Celle Celalühu’yü bu şekilde görmüş oluyor. Onun için şirk-i hafi içindeyiz, Allah muhafaza etsin. Zamanı Tanrı edinmiş oluyoruz. Hadd cezaları, hadd cezalarında zaman yoktur, af yoktur, sulh yoktur. Ama bugün uygulanır mı, dediğinde zamanı Tanrı yapmış oluyorsun.. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in Allah tasavvuru zamânâ ve mekâna ancak sünnet ile hükmeder. Siz sünneti, Risalet’i iptal etmeye kalkar, Ashab-ı Kiram’ın yaşayışını yok sayarsanız, zamanı Tanrı edinmiş olursunuz. Ve bunun sonu vahiysiz bir Tanrı tasavvurudur. Bugün modernist İslâmcılar eliyle İslâm dünyasının götürüldüğü nokta burasıdır. Vahiysiz bir Tanrı ve Din tasavvuru… Felsefede dilletant diye bir kavram vardır: heveskâr anlamına gelir. Meselâ bir insan her hangi bir konuyu, kanıyla, canıyla ciddiye alıp kendine mesele yapmaz da öylesine uğraşı içinde olur ve o hususla ilgili az çok bilgi sahibi olursa buna heveskâr denilir. Bu, felsefe dâhil her alanda karşınıza çıkar. Birine ben rastlamıştım ve Sokrates’in Peygamber olabileceğini söylemişti. Meselâ eski kitaplar diyor ki; Sokrates niye idam edildi. Anitos, Menitos, Likon isimli üç kişinin ithamı yüzünden... Peki, itham ne? Gençleri baştan çıkarmak… Sokrates niye gençleri baştan çıkarıyor? Toplumun tanrılarını tanımamaya teşvik ediyor. Top269 lumun tanrılarını! Diyor ki; tanrılar yok, Tanrı var. Ve tanrılar, suç işlemez diyor. Çünkü Antik Grek anlayışına göre Politeist din anlayışı söz konusu ve tanrılar da insanlar gibidir. Birbirleriyle savaşırlar, birbirinin kızını kaçırırlar, karısını kaçırırlar. Sokrates Tanrı günah işlemez diyor. Eski kitaplar Sokrates’de vahdaniyet inancı var, diyor. Bakın çok tipik bir örnek. Ve o zaman, Peygamber olduğu söyleniyor.. Sokrates acaba Peygamber mi?.. Tasavvurlarımızın üçüncü basamağı Peygamber ve Hz. Peygamber tasavvuruydu. Peygamber dediğimizde, şer’an neyi anlıyoruz? İsmet sıfatı ile muttasıf, günahtan masun bir kimseyi... Bu gün şu sabittir ki Sokrates’in erkek sevgilisi var. Adı da Alkibiades. Sadece Sokrates’in de değil. Genel olarak bu durum yaygındır Antik Yunan’da… Antik Yunan’da aşkın konusu, erkeklerdir kadın değildir. Çünkü kadın adam yerine konulmaz. Kadın sadece çocuk üretmek için vardır. Zaten; “Sokrates! Senin Alkibiades geldi diye konuşuluyor, o kadar normal ki bu. O zaman diyorum ki, Peygamber günah-ı kebair işlemez. Fakat Sokrates dediğin adamın bir takım özellikleri vardır ama günah-ı kebair işlemektedir. Dolayısıyla peygamber olması mümkün değildir. Ama heveskâr birisi sadece onun günahsız Tanrı anlayışını savunmasından yola çıkarak Peygamber olduğunu iddia edebiliyor. Bazı farklı yaklaşımlar olsa da bizim ileri sürdüğümüz argümanları temelden ortadan kaldırmaz. Yalnız şu da var ki, şiir gibi bir hayatı var... O dönem doğrudan demokrasi var, halk geliyor, toplanıyor, suçluları yargılıyor. Ve o suçlular, karısını, çoluğunu çocuğunu da getiriyorlar oraya. Bir tarafta yargılanıyor, diğer tarafta halk da toplanmış izliyor. Galiba 450, 460 kişi... Köleler rey kullanamıyor. Suçlulardan biri çoluk çocuğunu getirmiş, ağlıyorlar. Tabi halk etkileniyor ve az ceza veriliyor. Ve Sokrates çoluğunu çocuğunu getirmiyor, tek başına çıkıyor. Üstad Necip Fazıl’ın harikulade anlattığı gibi; “Ey Atinalılar! Kendinizi benden mahrum etmeyin. Devlet büyük bir ata benzer. Büyüklüğünden dolayı da hareket kabiliyeti 270 yoktur. Ben o atı rahatsız eden at sineğiyim. Beni öldürürseniz kendinize yazık edersiniz. Bir daha atsineği bulamazsınız!” Gerçekten harikulade. Ve baldıran zehiri içmeye mahkûm edilir. Hapsedilir.. O sırada talebeleri rüşvet vermişler. Hadi hocam kaçıyoruz, diyorlar. “Benim memleketimin kanunları şimdiye kadar iyi idi de, şimdiden sonra mı kötü? Benim memleketimin kanunları iyi idi de, beni mahkûm ettikten sonra mı kötü?” Ve baldıran zehiri içildiğinde, donma ayaktan başlar. Zehiri içmiş ayaktan yavaş yavaş donma başlıyor. Ölüme doğru gidiyor. O arada bir flüt parçasını öğrenmeye çalışıyor. Hayret ediyorlar; yahu bu ne işine yarayacak, nedir bu gayret? “Bu parçayı öğrenmeme yarıyor,” diyor… Eylemin amacı kendi içinde... Dilim varmıyor söylemeye de, “Namaz kıl işin rast gitsin.” Yani, şuradaki oportünizme bak, burada ki de her halde idealizm olması gerek. Burada şunu işaret etmeye çalışıyorum; belki de birbirine en zıt kavramlar, yakın gibi gözüküyor. Antik Grek’teki Tanrı kavramı, bize tanrıtanımazlardan daha uzaktır., Tanrıtanımaz insanın içinde belki de bir idealizm vardır. Bu durum onda Allah Celle Celalühu inancını doğurabilir. Ama sapık bir Tanrı inancı olan insanın Allah Celle Celalühu’yü anlaması daha zordur. Orta Çağda, mistisizm genel bir kural haline geliyor. Mistisizm derken de, bugünle karşılaştırmak için; “dinin ferdîleşmesi veya dinin bireysel tecrübelere indirgenmesi,” diyorum. Dikkat ederseniz bugün de aynı şey yapılıyor. Tam anlamıyla dinin bireyselleşmesi ve vicdanlara hapsedilmesi… Veya şeriâtın muamelât kısmının “tıraş!” edilmesi... Bu mistik telakki tarzı, o günden, bugüne kadar gelmiş oluyor. Frank Tilly şöyle diyor:“Hıristiyanlık öncüleri, felsefecilere karşı tartışma zemininde başarı kazanabilmek için, onların kendi 271 anlıksal silahlarını, akıl silahlarını, felsefe kuramlarını kullanmak zorundadırlar. İnanç savunucuları ya da apolojistler, onları gereksinim duyulduğu zaman ortaya çıkacaktır.” Acaba bugünkü ilahiyatçı mantığı ile aynı değil mi? Ne derece doğru, bunu da tartışmak lâzım, bir Müslüman ille de bir felsefeciye karşı başarı kazanmak durumunda mı? İslâm’ı anlatmak ayrı, tebliğ ayrı, ama onu mağlup etmek, ilzam etmek, cevap veremez hale getirmek ayrı..” Skolâstik felsefe de 6 ila 14. Yüzyıl arasında egemendir. Skolâstik felsefenin metod bakımından yapmak istediği; “aklı, felsefeye vahyin doğrularını uygulayarak, inanç konularını olabildiği kadar kavranılır yapmaktır.” Böylece vahye karşı akıl yönünden ileri sürülmüş olan itirazları karşılayabilmektir. Bir yerde bugün Skolâstik düşünce tarzı Müslümanlara egemen olmuştur. “Skolâstik felsefenin yapmak istediği ile yapabildiğinin sonunda hesabını çıkarmak istersek şunu söyleyebiliriz. Skolâstik felsefe inan ile bilgiyi uzlaştırmak amacıyla işe başlamıştır. Ancak tasarladığını gerçekleştirememiştir. Yüzyıllar boyu süren uğraşlarının sonucunda, bilgi ve inan alanlarının birleşmesi değil büsbütün ayrışması olmuştur.” Demek ki, imanla ilmi birleştirmek istemiş, mağlup olan hangisidir? Hıristiyanlıktır. 19. Yüzyıldan beri aynısını İslâm’a yaşatmak istiyorlar ve maalesef modernist İslâmcılar eliyle bunu yapıyorlar da… Rönesans felsefesi… Rönesans’la birlikte, bir takım insanlar, kiliseye karşı başkaldırıyorlar. Rönesans’ı tanımlarsak; Pavlus’un Roma paganizmi üzerine inşa ettiği ve Romanın değerleri ile içselleştirdiği dini anlayışa, bir anlamda oldurulan dine karşı, insan aklının isyanı diyebiliriz. Rönesans dediğimiz, Antik metinlere Antik Yunan’a yeniden dönüştür. Yeniden doğuş derken tarihteki ilk kırılma ve sapma olan Antik Yunan’ın yeniden doğuşu, dirilişi kastedilir.. Asıl anlamı burada. Nitekim Rönesans ile birlikte yeni bir insan, yeni bir tabiat, yeni bir hukuk, yeni bir din anlayışı ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bütün telakki tarzları yenileniyor. 272 İlk defa ulus devletler Rönesans’la filizlenmeye başlıyor. Milli dil ilk defa Rönesans’la ortaya çıkıyor. Her ne kadar İncil’in ilk tercümesi Luther’le yapılmış ise de milli diller, Rönesans’la birlikte ortaya çıkıyor. Bu milli dil meselesi çok önemlidir. Bizde yazı meselesi, daha önceden Enver paşanın planıdır, yazıyı değiştirmek istemiştir, aynı şekilde Türkçe’deki sadeleştirmeler de Mustafa Kemal’den öncedir ve müthiş bir politikadır. Rönesans örneğine göre hareket edilmiştir buralarda da. Ve bunun arkasından 17. Yüzyıl Felsefesi geliyor ki, modern felsefe de diyebiliriz ortaya çıkan bu yeni telakkiye.. En önemli şahıslar Descartes ve Bacon… Ama modern felsefenin babası deyince Descartes, (1596-1650) anlaşılmalıdır. Çünkü modern felsefenin yöntemi ona aittir. Copernicus, Galileo, Newton da bu dönemin en önde gelen düşünürleri.. Buradaki en önemli mesele metod meselesi... Bilgi anlayışı, mantık anlayışı kökünden değişmiştir. Bu değişime paralel olarak da insan ve tabiat anlayışı da değişmiştir. Aydınlanma Felsefesi (1688-89) İngiliz devrimiyle ortaya çıkıyor. Birinci İngiliz devrimi (1642-1649). Fransız devrimiyle doruk noktasına ulaşıyor. Aydınlanma deyince, bu konuda en önemli tanım Kant’ın Aydınlanma Nedir? İsimli kitabında yaptığıdır. Bütün kitaplarda Kant’ın bu tanımı kullanılır. Zaten Aydınlanma üzerine o kavramı kullanan ilk Kant’tı. “Aydınlanma Nedir,” tarihi 1784. Kant der ki; “Aydınlanma, insanın kendi yüzünden düştüğü ergin olamayış durumundan kurtulmasıdır.” İnsan niye kendi yüzünden düşmüştür? Çünkü kutsal kitaba, İncil’e inanarak ergin olamayış durumuna düşmüştür. O zaman, insanın ergin olması için ne gerekiyor? Kendi aklını kullanması gerekiyor ki, burada Kant özellikle buna işaret ediyor. Aydınlanma Felsefesinin, Rönesans’tan devraldığı en önemli özelliklerden biri; öte dünya yerine bu dünyanın öne geçmesidir. Transandant bir anlayış yerine immanent bir anlayış… Önce 273 Rönesans’la birlikte, ardından Aydınlanma çağı ile insanların nazarları tamamen bu dünyaya dönüyor. Burada asıl mantık şudur: Rönesans’la birlikte tabiat bilimlerinde büyük gelişmeler oluyor. İnsanlar diyor ki; fizik, kimya, biyolojide nasıl gelişme olmuşsa, biz bu bilimlerin yöntemlerini, beşeri bilimlere de uygularsak aynı başarıyı elde edebiliriz. Böylece buradan müthiş bir iyimserlik çıkıyor ortaya. “Bilimi ilerlemenin motoru, reformların hizmetkârı, insanın mükemmelleşebilmesinin yegâne aracı, dünyanın acı ve mutsuzluktan arındırılabilmesinin tek yolu olarak gören Aydınlanma düşünürlerinin gözünde bilim, ölüme bile çare bulabilirdi.” İşte bu Aydınlanma iyimserliği… 1820 yılında Laplace şöyle diyor: “Doğada herhangi bir an etkin olan tüm güçleri ve evrende var olan tüm nesnelerin, o anlık konumlarını bile bir zekâ, evrendeki en büyük cisimlerden en hafif atomlara kadar tüm nesnelerin hareketlerini tek bir formül kapsamında toplayabilir.” Bu iyimserliği bilmem anlatabiliyor muyum?.. Bu iyimserlik bizi buralara getirdi. Dolayısıyla bu adamlar aydınlanma ile birlikte, insan aklını tanrılaştırarak, bir nevi kutsalı, dünyadan kovuyorlar. Ve yeryüzünde insanın merkezde olduğu, insanın Tanrısallaştırıldığı bir kutsallık telakkisi başlıyor. Fakat bu arada, bunlarda müthiş de bir oportünizm de var. Aydınlanma deyince din, iman hiçbir şey yok ya da olmaması gerekir bunlarda değil mi? Oysa bununla birlikte yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren, söz konusu materyalist ve ateist tavra rağmen, filozofların genellikle ve en azından halk düzeyinde, inançsızlığın tehlikelerini göz önüne alarak, ateizmin sıradan insanlar için çok ağır bir ilaç olduğu kanaatiyle daha çok deizme yöneldiklerini söylemek gerekir. Onlar uşaklarının, karısının ve avukatlarının inançsız olması durumunda soyulmasının çok daha kolaylaşacağından korkan ve dolayısıyla Tanrının hiç var olmaması durumunda bile, bir Tanrının icat edilmesi gerektiğini söyleyen Volter’inkine benzer bir tavırla, topluluk ruhunu canlı tutacak vatanseverlik duygusu yaratıp, 274 erdemi besleyecek bir dine inancın gerekliliğini savunurlar. .. (Gözünüzün önüne o şehit cenazeleri geliyor mu? Generallerin katıldığı. 12 Eylül’den önce de fabrikalarda hocaları götürüp vaaz ettirirlermiş. Köşkleri bırakıp gidiyoruz o temizlikçilere, o temizlikçi inanmazsa ne yapar. Soyup soğana çevirir.) Söz konusu inancın objesi olan deist tanrı ise, en yüksek derecede aklî bir yapıdır. Vahiysiz ve Peygambersiz… Şu halde, entelektüel bir hareket olarak Aydınlanmada en önemli yeri klasik dine veya ateist inanca yöneltilecek saldırı, hurafelere açılacak bir savaş tutar. Buna göre, muhtemelen birkaç istisnasıyla bütün Aydınlanma düşünürleri Papalara, Papazlara ve en nihayetinde Hıristiyanlığa ve Hıristiyan Tanrısına savaş açmış, klasik teizmin veya Hıristiyanlığın yerine de deizmi, yani akıl yoluyla reformdan geçirilmiş bir yeni dini ya da ateizmi geçirmiştir. Nitekim 18. Yüzyıl’da, her alanda aklın ışığı ile yürümek isteyen bu entellektüalist kültür anlayışının, çözülmeye yüz tutuğunu görüyoruz. Aydınlanma felsefesi Kant’la birlikte iyice sarsılıyor. Kant o kadar önemli bir filozof ki, sanki bir mercek gibi, ona kadar gelen felsefe onda toplanıyor ve ondan yansıyor. Yani, bir yerde, Kant’tan sonraki filozoflar da ya Kantçıdır ya da Kant’a karşıdır. Yani, Kant’tan bağımsızı yoktur. Kantçı olmayanlar da Kant’la hesaplaşıyor. Çünkü Kant’ın büyüklüğü, aklı hesaba çekmesindedir. 1771, 1778, 1780’de üç tane kritik yazıyor. O ana kadar akla müthiş bir güven vardır. Kimse hesaba çekmiyor veya çekemiyor. Fakat Kant; evreni numen, fenomen diye ikiye ayırıyor. Fizik âleme fenomen âlemi diyor, fizik âleminin dışındaki, ruhaniyet, maneviyât âlemine, psikolojik aleme de numen âlemi diyor. Kant diyor ki; “akıl sadece fenomenleri bilebilir.” Ve dolayısıyla akla bir sınır çizmiş oluyor. Ve inanca yol açmış oluyor. Dolayısıyla bu o ana kadar yapılmamış korkunç bir devrim. Bunun arkasından, bu eleştiri neyi doğuruyor? Romantizm… 275 19. Yüzyıl’da, Aydınlanma Felsefesi ile birlikte ortaya çıkan akla olan sonsuz inanç, Kant’la birlikte sarsılır… Kant ile birlikte akıldan şüphe etmeler başlar. Bunun arkasından materyalist anlayışın, idealizmle doldurulmaya çalışılması, onun arkasından da Pozitivizm. Pozitivizm deyince ilk aklımıza gelen Kantçı olan Feurbach.. Ama Kant’tan ayrılır ve materyalist olur. İkincisi ise Karl Marx... Gençliğinde Hegelci olmasına rağmen, Hegel’den ayrılıyor, o da materyalist bir anlayışı benimsiyor. Feurbach 1804-1872 yılları arasında yaşamış. Karl Marks ise 1818-1883 yılları arasında... Pozitivizm deyince ise asıl Auguste Comte (1798-1857) aklımıza geliyor.. Ve Nietszche (1844-1900)... Onunla birlikte, modern telakki tarzı, modern felsefe anlayışı, kökünden değişiyor. Arkasından da bunalım filozofları ve postmodernizm dediğimiz akım geliyor. Postmodernizmi kısaca nasıl temellendirebiliriz? Öncelikle şuradan hareket etmemiz lâzım gibi geliyor bana. Birincisi, Aydınlanma ile birlikte insanlarda müthiş derecede bir iyimserlik var.. Neredeyse ölüme çare bulunacağına inanıyorlar. Bilime olan inanç neredeyse dinî anlamda bir “imânâ” dönüşmeye başlar. İkincisi pozitif tabiat bilimleri o kadar gelişiyor ki, Ümit burnunun bulunması, 1492 Amerika’nın keşfi, Coğrafi keşifler, 1765’de buhar makinesinin keşfi, Avrupa’nın zenginleşmesi, sömürgecilik sonrası müthiş şekilde altın, kıymetli maden akımının olması insanlar açısından artık cennetimsi bir dünyaya kavuşulduğu düşüncesine yol açıyor. İnsanlar geleceğin bugünden daha iyi olacağına inanıyorlar. Fakat tam o sırada, Kant( 1724 – 1804 ) ile birlikte, akıl eleştirilmeye başlanıyor. O rüyanın bir kısmı yanlışlanmış oluyor. Fakat belki de en önemlisi, Rousseau ( 1712 – 1778 )’nun İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk bağlamında yaptığı kökten eleştiriler bu iyimserlik anlayışını daha çok sarsıyor. İnsanlar zenginleşiyor ama ahlâki anlamdaki durumlarını da sorgulamaya başlıyorlar.. 276 Arkasından 1. ve 2. Dünya Savaşının yaşanması bu iyimserlik havasını neredeyse yok ediyor. Düşünün ki insanlar ölüme bile bir çare bulabilecek bir geleceğe inanırken, birden bir savaş patlıyor. Ve milyonlarca insan ölüyor. Modernitenin sembolü şehirler harabeye dönüyor… 1. Dünya Savaşında 8 milyon insan ölüyor... Bunu anlayabilmek için, o günkü Avrupa insanlarının telakki tarzına bakmak lâzım. 8 milyon insan… Fransa aktif erkek nüfusunun % 10’una tekabül ediyor. Almanya’da % 9.8’ine tekabül ediyor. Avusturya’da % 9.5’ine, Rusya’da 4.5’ine tekabül ediyor. Düşünün; o kadar iyimserlikten sonra, insanların nasıl bir hayal kırıklığına uğradığını. 2. Dünya Savaşında 52 milyon insan ölüyor. Alman nüfusunun toplamının % 6’sına tekabül ediyor bu rakam. Bu arada Faşizm Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da yükseliyor. Faşizm demek, diktatörlük demektir. Tam insanlar mutlu bir dünyaya kavuşacakken, akıl çağı yaşanacakken, birden diktatörlükler ortaya çıkıyor. Marksizm, Frankfurt okulu, bunalım filozofları, anti-modernistler biraz “umut” oluyorlar ancak, oluşmakta olan dünyaya dayanabilecek bir değer yargısı ve ideoloji neredeyse imkânsız hale geliyor. Nitekim 1917’de Rusya’da Lenin versiyonu ile devlet haline gelen Marksizm bir süre sonra kendisi diktatörlük oluyor ve umutları tamamen tüketiyor. Diğer taraftan entellektüellere asıl büyük darbe Nedensellik prensibinin eleştirisinden geliyor. Danimarkalı Niels Bohr 1925’de laboratuarını kuruyor. Ve onun arkasından Einstein geliyor, sonra Heisenberg.. O zamânâ kadar, Auguste Comte diyordu ki; “Beni, olayların benzerliği ve birbiri arkasına gelmesi ilgilendirir. Onun ötesi beni ilgilendirmez.” Yani, metafizik yoktur, diyordu. Ama Nedensellik prensibinin eleştirisi ile başlayan süreç, rastlantısallık, görecelik ve tesadüfîlikle birlikte ortadan kalkınca aydınlar tam bir boşluğa düşüyorlar. 277 Ayrıca Stalin’in katliamları, 1956’da Macaristan’ın işgali, 1968’de Çekoslovakya müdahalesi… Ve Çin devrimi… Hasan Cemal’in Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım kitabında ilginç bir anekdot var. Diyor ki; “Kültür devrimi sırasında, iki genç parkta oturuyormuş. Sevgililer... Hemen bunları tevkif ediyorlar. Sebep ne biliyor musunuz? Kalplerinde, Mao’dan başka bir aşk taşıdıkları için.” Dolayısıyla bunlar insanlarda müthiş bir ümitsizlik yaratıyor. İşte bütün bu süreçlerin sonunda Postmodernizm dediğimiz akım ortaya çıkıyor. Modern zamanın ruhu bu şekilde Postmodernizm olarak belirmiş oluyor… Aslında Postmodernizmin genel bir tezi yoktur. Doğruyu yansıtmak iddiası olmayan, çok sayıda birbirine zıt bilgi kümelerinin yan yana var olabileceği, içinde birçok felsefelerin bir araya geldiği, bütünlüğü olmayan bir felsefe… Postmoderne diyorlar ki; -Sen de her şeyi eleştiriyorsun. Ben de, bir Postmodern değilim ama onun adına cevap veriyorum; -Sen de sadece uyduruyorsun ve yalan söylüyorsun, ilim dedin, geleceği öğreteceğim dedin, hastalıkları yok edeceğim dedin, şu dünyanın haline bak! Ayda su bulmuşlar, dünya yetmedi. Şimdi de ayı kirleteceksin. -Bak, yine eleştirmekten başka bir şey yapmıyorsun. -Sen de sadece kirletiyor ve yalan söylüyorsun. -Sen sadece yıkıyorsun. -Sen de sadece kandırıyorsun. -Sen sadece dağıtıyorsun. -Sen de dayatıyorsun. 278 Modernite dayatıyor! Kesip, biçiyor; istediği biçimde kendi doğrularına göre yeniden inşâ ediyor…. Postmodernite dayatıyor… Hatta savuruyor… Etkili olmadığı yerde öğütüyor öyle savuruyor… Modernist diyor ki: -Sen kutsalı inkâr ediyorsun. Sende din, iman diye bir şey yok. Postmodernist de diyor ki: -Sen de yavaş yavaş buharlaştırıyorsun. Senin dinin var da ne oluyor? Modernizmde özgür, orijinal olan tek bir şey yok. Kopya ve taklide model olanın, kendisi de halis bir kopya veya taklid. Gerçek olgular yok, yalnız yorumlar var. Bütün yorumlarsa, daha eski bir yorumun yorumlanmasından öteye bir şey değiller. Sözcüklere uygun anlamlar yok. Yalnızca belirli anlamlar dolaşıyor ortalıkta. Hiçbir metnin sahici biçimi korunmamış, yalnızca çevirileri var elimizde. Doğruluk veya hakikat diye bir şey yok. Gülünçleme, yansılama, benzek, öyküntü… Bütün bunlardan söylenmek istenen, kavramların anlamlarının kesin olmadığı, dolayısıyla bir sistem kurmak için kaynak olamayacakları, çok genel bir açıdan bakıldığında postmodern felsefecilerin çok büyük bir bölümünün sürekli üzerinde durduğu ana nokta ussallık, normallik, iyilik sorumluluk gibi modernizmin temel ahlâksal ve siyasal kavramlarının baştan beri ötekileri toplumun kıyılarına itekleyerek veya sindirip dışlayarak denetim altında tutmaya yönelik tasarılarının işlemekte oluşlarıdır. Burası nirengi noktasıdır. Yani burada postmodernistler diyor ki; siz bir takım kavramlar uydurdunuz, (Foucault’un Cinselliğin Tarihi, Deliliğin Tarihi) bir tanım yapıyorsunuz; şu adam “deli” diye. Sonrasında 279 tımarhaneye atıyorsunuz… Hangi hakla atıyorsunuz? Şu iyi diyorsunuz şu da kötü… Hangi hakla diyorsunuz? Aslında dikkat edilirse Kiliseyi taklid söz konusu... Bilim kilisenin yerini aldı. Bilim adamları rahiplerin yerini aldı. Antropoloji diye bir ilim uydurdunuz. İlkel toplumlar dediniz. Ve dediniz ki; Afrika’daki yerlinin gölgesine bıçağı sokunca veya resmini yırtınca ağlıyormuş, “beni öldürdün” diye. Biz ciddi ciddi bunları okuttuk ve insanları inandırdık!.. Bunlar ilkel insanlarmış! Vahşi ve barbar insanlarmış! Şimdi bir şeyler oturuyor mu? Soykırımların, sömürünün, işgallerin nedenini anlayabiliyor musunuz? Batılı için bilim, ideolojiktir. Antropoloji, sosyoloji, psikoloji… Bunların hepsi modernitenin ideolojik aygıtlarıdır. Batılı kendi ürettiği değer yargılarını, kendi yarattığı dünyayı bize evrensel diye dayatmıştır. O kavramları ve değer yargılarını çeşitli araçlarla bize nakşederek bizi dönüştürmüşlerdir. Hatta öyle ki kendi değerlerimizi bu yeni değerlerle yargılamaya bile başladık.. Bu anlamda Postmodernizm buna da bir isyan. Niye şu çatal, sağa veya sola konurda diğeri sola konur? Niye dans ederken yarım adım ileri bir adım geri? Niye ille de kravat takılır? Postmodernist bunu eleştiriyor. Ama bunu eleştirirken yerine bir şey koymuyor. Dağıtıyor… Her şeyi, sadece moderniteyi değil aynı zamanda kutsal olan her şeyi dağıtıyor. Kutsal olan her şey buharlaşıyor… Postmodernizmin moderniteyi eleştirmesiyle ve hatta sarsmasıyla birlikte bizdeki anti-modernist İslâmcılar heyecana kapıldılar ve Postmodernizmin ilkelerini içselleştirmeye başladılar. Hâlbuki burada en az modernistler kadar korkması gereken bir kesim de İslâmcılardı. Çünkü Postmodernite sadece moderniteyi değil tüm meta-anlatıları sarsıyor ve reddediyordu. Temel sloganlarından biri de üst-anlatıların sonuydu. Yani Postmodernizm her şeyi açıklayan sistemlerin, ideolojilerin, dünya görüşlerinin üst anlatıların sonunu ilan ediyordu. Marksizm’i, Hıristiyanlığı, Faşizmi, Stalinizm’i, Liberaliz280 mi, İslâmiyet’i ve Moderniteyi; bunların hepsini aynı kefeye koyar ve elinin tersiyle iter. Postmodernizm, tek, değişmez, evrensel akıl yerine, çeşitli akılların varoluşunu kabul eder. Yerel ve bölgesel olana teveccüh gösterir… Postmodernizm çok kültürlülük, feminizm, lezbiyen ve gay çalışmaları, üçüncü dünya araştırmaları gibi görece yakın dönemde araştırma alanlarında yan yana, omuz omuza yürüdüğü görülmektedir. O zaman moderniteye karşı Postmodernizme sempati ile bakan İslâmcılara sormak lâzım; sen, postmodernizmden silah devşirmeye çalışırken bunlar arasında olmaya da razı mısın?.. Postmodernistlerin en önemli formüllerinden biri de “anything goes”, ne olsa gider ilkesidir. Postmodernizm pagandır. Postmodernistler saf hakikat ışığının altında, hayatın tadını çıkarmayı amaçlamazlar. O kadar inkârın bir bedeli vardır. Daha çok, düşünce bataklığında debelenmeyi hedeflerler. Onlar katı mantık aksiyonlarından çok, çamurlu kavramlarla çalışırlar. Bu bakımdan hakikat, bilgi ve ahlâk, evrimden muaf temalar üzerine bina edilemez. “Zeit geist,” az çok tebellür etti diye düşünüyorum. Fakat biz felsefî nokta-i nazardan hareket ediyoruz. Bunda da temel düşüncemiz şu; bir toplumu anlamak için onun fikir hayatına göz atmak lâzım. Batı deyince de, felsefe olduğuna göre, batı felsefesini anlamak lâzım. Ben bu açıdan felsefî bir güzergâh izledim. Bu arada batıda bir takım hamleler de var. Ama geldiğimiz noktada bu hamlelerin yeterli olmadığı görülüyor. Birinci hamle nedir? 1944 yılında ABD’de IMF kuruluyor. 1 Mart 1947’den itibaren fiilen çalışmaya başlıyor. Henüz 2. Dünya Savaşı bitmemiş ve dünyanın geleceğini, kitapların yazdığına göre, sulhu, sükunu, demokrasiyi, adaleti, insan haklarını tesis etmek için IMF kurulmuş!.. Aslında bunun Türkçesi şudur… Amerika, 2. Dünya 281 Savaşı bitmeden, dünyayı nasıl yöneteceğini dizayn etmeye çalışıyor ve bu bağlamda IMF’yi kuruyor. İkinci hamle de Dünya Bankası… Dünya Bankası 1945 yılında uluslararası yeniden yapılanma ve kalkınma bankası adıyla kurulmuştur. Günümüzde dünya devletlerinin 185’i buraya üyedir. “Zeit geist” derken bunları da göz önüne alalım. Çağımızın üçüncü sacayağı ise GAT’dır… Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması. Cenevre’de 10 Ocak 1948’de yürürlüğe konuluyor. IMF, Dünya Bankası, GAT... Geldiğimiz noktada görüyoruz ki, bunlar da yetersiz kaldı. Diğer taraftan bunlar savaş sonrasının enstrümanlarıdır. Özellikle de, savaştaki yıkımın sonunda, iktisadî düzeni de yeniden kurmak için. Çünkü kapitalist sistemin özünde, tüketecek insan olacak ki onu sömürebilsin.. Amaç hayatiyetini ve egemenliğini sürdürmek için o düzeni kurabilmektir.. Daha sonra Dünya Ticaret Örgütü kuruluyor (1 Ocak 1995). Bunun yanında AGİG. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, 31 Temmuz-1 Ağustos, kuruluyor. Arkasından Helsinki Nihai Senedi… 1 Ağustos 1975. Arkasından Paris şartı. 21 Kasım 1990. Arkasından Mastrich Kriterleri, 1 Ocak 1993. Kopenhag kriterleri 22 Haziran 1993. Politik kriterler: İstikrarlı ve kurumsallaşmış olan bir demokrasinin var olması. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü... İnsan haklarına saygı, azınlıkların korunması… Ekonomik kriterler: Kopenhag zirvesi sonuçlarına göre, etkin bir piyasa ekonomisi. AB içinde rekabet edebilme kapasitesinin sağlanması için öngörülebilir ve istikrarlı bir ortamda karar alabilen ekonomik kurumların makro ekonomik istikrarının olması ve bununla beraber işlevsel bir piyasa ekonomisinin varlığı. Alt yapı, eğitim ve araştırma için yeterli miktarda fiziki ve beşeri bir sermaye. Ve bütün bunlardan sonra nasıl bir dünya doğdu? Maria Rilke’nin bir şiiri var. Zamanın ruhunu, ilerlemenin dışta kalan boşluğunu o kadar güzel izah ediyor ki: 282 “Şehirler ama sadece kendilerinin olanı istiyorlar, Ve çekiyorlar her şeyi kendi yollarına, Kof bir tahta gibi hayvanları parçalayıp, Tüketiyorlar birçok milletleri yakarak,” “Ve insanların hizmeti kültürleredir, Ve düşüyorlar denge ve ölçüden, Ve ilerleme diyorlar salyangoz izlerine, (bu mısra çok önemli..) Ve daha hızlı gidiyorlar, yavaş gittikleri yerde, Ve hissediyorlar ve ışıldıyorlar, Sokak kadınları gibi, Ve gürültücüdürler, madenden ve camdan, Sanki aldatan bir hayal onlarla her gün alay ediyor, Artık asla kendi kendileri olamıyorlar, (hani bireyselleşme hikayesi var ya işte..) Para büyüyor onların bütün kuvvetine sahip, Ve doğu rüzgârları gibi kocaman ve onlar küçücük, Ve koflaşmış ve bekliyorlar ki Şarap ve hayvan ve insan özünün bütün zehiri, Onları gelip geçici uğraşmaları içinde canlandırsın,” Dolayısıyla çağın ruhu derken, böyle bir çağda yaşıyoruz.. Dolayısıyla sorumuz şudur: İslâm’ı böyle bir çağa, olduğu gibi nasıl ifade edeceğiz?? Tuzaklarla dolu bir durum.. Zorların zoru… İslâm’ı asrın idrakine nasıl söyleteceğiz? Burada düşmememiz gereken tuzak şudur; İslâm ne diyor, bütün mesele bunu kavrayabilmek. Ve bunu anlamaya çalışırken bütün etkilerden soyutlanabilmek... Nasıl soyutlanılacak? Allah hepimizin yardımcısı olsun!. Fakat ben çözüm üretmiyorum, önermiyorum, problemi bir yere getirip bırakıyorum. Sadece meseleleri görmeye çalışıyorum. Çok azim bir dava... Yani, had283 dimizi bilmemiz lâzım. Ben gemiyi getirip okyanusun ortasına bırakıyorum. Aksi takdirde gemiyi sahte şekilde bağlamışlar, ciddi bağladık zannediyorlar. Fakat en azından benim başlangıç olarak bir fikrim var. Hani hep ısrar ediyorum ya. Bu mesele eğer bu şekilde yapılabilecekse; bunu “ ben yobazım!” diyebilenler yapacak... Birinci şart budur. Zina yapana yüz değnek mi? Hadd cezası.. Kur’an’ı Kerimde var. Muhkem âyet... Evet, yüz değnek. Yani başka yolu yok gibi. Aksi takdirde, oradan bir şey bul getir, buradan bir şey bul getir, bu olmuyor. Kes yapıştır… Mesele çözmeye kalkıldığında başlıyor. Günümüz meselelerine fetvalar, çözümler v.s diyerek reçete yazmaya kalkanlar bu tuzağa düşenlerdir. Evet, ben yobazım, Allah ve Resulü ne diyorsa, ona pazarlıksız inanıyorum. Karşındaki kabili hitap biri olursa, oturur konuşuruz. “Açık nassda içtihada mesağ yoktur,” fakat “ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tebeddülatı inkâr edilemez.” Oturup konuşalım. Ama çok zor diyorum çünkü tutar tarafı olan kimse yok.. Hep “çağdaş çözümler” adı altında sistemin meşrulaştırılması yapılıyor.. Yükselen değerler içselleştiriliyor.. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaati temsil etmesiyle tanınan birisi bir yazı yazmış. “Konu hakkında ifrat tavır şöyle ortaya çıkıyor. Dinimiz çalışıp kazanmayı emretmiş, özel mülkiyete dokunmayı yasaklamış ve kişinin dilediği kadar kazanıp, dilediği gibi harcamasına kimsenin müdahale edemeyeceğini bildirmiştir. Dolayısıyla bir kimse helâl yoldan kazandığı malını, zekâtını verdikten sonra, dilediği gibi dilediği yere sarf edebilir.” Peki, tamam da kapitalist-liberal bir sistemde “helâl” nasıl kazanılacak? Böyle bir sistemde “ helâl” diye bir kategori var mı? Elde yıllık ulusal geliri düşün! Gelir kalemlerini düşün… Riba’dan müstağni kaç para bulabileceksin? Böylece insanlar uyutuluyor… Din bir nevi sedatif, müsekkin… Herkes eline uyuşturucuyu almış çekip duruyor… Herkeste durumdan memnun? Zamanın ruhuna göre bir İslâm inşâ ediliyor… Mistik, metafizik, okultik, laik, seküler, iktisadî ve siyasî liberal, rasyonel… Peki, İslâm nerede? 284 10. DÂR TASAVVURU Dâr tasavvuruna Dâr-ül harp, Dâr-ül İslâm tasavvuru da diyebiliriz.. Eğer bu tasavvurları İslâmi mânâda inşa edebilirsek, Allah bize elbette bilmediklerimizi de öğretir. Cenab-ı Hak Âyet-i Kerimede “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.” Buyurur.. Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselam “Siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi de öğretir.” Buyurur… Biz bugün problemleri çözemiyoruz derken bu ilahî hakikatlere ne kadar uyabiliyoruz ve bunları yerine getirebiliyor muyuz ki çözebilelim.. Nitekim Allah’ın veli kullarına, bildikleriyle amel ettikleri için, bilmedikleri de bildiriliyor. Biz buna inanıyoruz.. Eğer Allah’ın veli kulu iseniz, yalnızca Allah’a dost iseniz ve Veliniz yalnızca Allah ise Allah Celle Celalühu size bir anlayış muhakkak ki verecektir.. 285 İslâm’ın hayata ve devlete egemen olmadığı bir dönemde dar meselesini nasıl yorumlayacağız.. (Bir başkası “insana egemen olmadığı” biçiminde de söyleyebilir.. Usül olarak yanlışlıklarımızı olduğu gibi kabul etmemiz lâzım. Çünkü insan yanlışlığını idrak ederken manen yüceldiğini hissediyor. Yani Allah’ın Rakib sıfatıyla karşılaşıyorsun. İşte, sen insansın yanılırsın.. Ve yine O’nun verdiği bir inşirah var.) İslâm’ın devlete ve hayata egemen olmadığı bir toplumda Müslümanların görevleri nedir? Günümüzde maalesef herkes yeni şeyler söyleme gayreti içinde. Peki, ben niye, Dâr-ül İslâm veya Dâr-ül Harp yerine böyle bir kavramsallaşmaya gidiyorum? Yani bir snopluk, züppelik mi bu? Elbette değil!.. Sona almıştım ama burada bahsetmek zorundayım. Öncelikle şu noktadan hareket ediyorum. Dünya hayatının değil de, dünya tarihinin bir oluşum süreci vardır. Bu bir vetire, bir prosestir. Bu hayatın bir yerinde Antik Grek dünyasında felsefe başlıyor. Dönemlerini daha önceki bölümlerde anlattık.. Heil Broner, İktisadî Sorun ’da, değişimi ifade ederken; “MÖ 3000 ile MS 1200 yılları arasında hemen, hemen hiçbir fark yoktur diyordu.” Bu ne demek?! MÖ 3000 yılında savaş nasıl yapılıyorsa, çift nasıl sürülüyorsa, peynir nasıl yapılıyorsa, yani hayatın bütün safhaları, MS 1200’lü yıllarda da aynı yapılıyordu, yani hayatın bütün fakülteleri hemen hemen aynı gibiydi. Değişim hemen hemen yok gibiydi ya da en azından bugünkü gibi değildi. Fakat Batı tarihi, oluşum süreci içinde öyle bir yere geldi ki; kesin tarih pek mümkün değil ama diyelim ki, 1765’de 1. Sanayi devrimi oldu, köyden şehre akın başladı ve değişimin hızı bilinemez ve ölçülemez oldu... 1800’lerde 1. Sanayi devrimi biraz daha kökleşti. Diğer deyişle kurumsallaştı. Eğitimi farklı, sanatı farklı, sağlığı farklı, etiği farklı, estetiği farklı, artık bir kurum haline geldi. Avrupa tarihinde ortaya çıkan bu tarihi süreç, sanki dünya tarihinde ilk defa oluyor gibi… 286 Belki teorik anlamda, Antik Yunan da bir kırılma ama bir anlamda Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte, Skolâstik ile birlikte pratik anlamda somutlaşamadı… Rönesans’a da yeniden diriliş denmesi, yani Antik Yunandan temellenmesi, oradaki çatırtıyı belki Rönesans ile birlikte bir anlamda kırılma haline getirdi ve Rönesans bu mânâda pratik anlamda bir ilk.. Yoksa teorik anlamda ilk kırılma Antik Yunan da söz konusu.. İnsanlık tarihinden bir sapma var.. Çünkü diğer kültür ve medeniyetlere baktığınızda her bakımdan birbirine benzer ve birbirini andırır.. Hint İran’a benziyor, Çin Hint’e benziyor, Mezopotamya Mısır’a benziyor, Mısır Fenike’ye benziyor, İnka Maya’ya benziyor, insan anlayışları, evren anlayışları, tabiat anlayışları birbirinden farklı değil.. Dolayısıyla fikri anlamda, teorik anlamda ve zihniyet planında Antik Yunan’da bir farklılık ve kırılma başlıyor ama bu, Hıristiyanlıkla birlikte, somutlaşamıyor. Rönesans’ta o çatırtı kesinkes bir kırılmaya dönüyor… Whitehead “Felsefe Platon’un dip notlarıdır” diyordu… Elbette tarih özellikle düşünce tarihi bir etkileşimler tarihidir aynı zamanda.. Ama Protogaras’taki şüpheyi, Descartes’le karşılaştıramazsınız. Veya aynılaştıramazsınız.. Felsefe Platon’un dip notları derken, bütün felsefî fikirlerin izleri var... Meselâ pozitivizm. Elbette miladi 2. asırda da var. Fakat Auguste Comte ile mukayese edemezsin. Çünkü hayata nüfuz etmiş durumda değil. Protogoras şüpheci de ne oldu yani? Tamam, “pantom, metrom, antropos” dedi de ne oldu? Dolayısıyla bir zaman dilimini muhakeme ederken, muhasebesini yaparken acaba daha önceki bir tarihle eş zamanlı bir örneğini bulabilir miyiz? Bu güzel bir yöntem... İşte ben burada diyorum ki, yani küfür, küfür olarak aynı, şirk, şirk olarak aynı. Ama sosyal yapılar değişmiştir. Anne telakkisi ayrı, baba telakkisi ayrı, hayvan telakkisi, çiçek telakkisi ayrıdır. Öte yandan vatan, bayrak, millet gibi yeni kutsallar çıkmış.. Elli sene önce hava kirlendi deseler, ne denirdi? Hiçbir anlam ifade etmezdi… 287 Dolayısıyla daha önceki Dâr-ül Harp ve Dâr-ül İslâm kavramları, dünya tarihinin sosyal bakımdan belirli özellikleri olan bir dönemine aittir… Fıkıh kitaplarını açalım ve şu sorunun cevabını arayalım: Dâr-ül İslâm nasıl Dâr-ül Harp olur? 1. Düşman işgal eder. 2. Dâr-ül İslâm’ın bir bölgesindeki Müslümanlar irtidat eder. Şer’i devlete başkaldırır. Ve dolayısıyla orası Dâr-ül Harp olur. 3. İslâm devletine emanla bağlanmış olan Zımmiler isyan ederler ayağa kalkarlar. İşgal, irtidat veya isyan. Şimdi sorularımızı soralım: Meselâ 1838’deki Türkiye, hangisine girer. (1838 İngilizlerle yapılan serbest ticaret anlaşması) 1839 Tanzimat fermanının başlangıcında “Şeriat-i Garra-yı Muhammedi’ye uyduğumuz zamanlar biz çok ilerledik, Şeriat-i Garra-yı Muhammedi’den ayrılınca geri kaldık” diyor. Islahat fermanı da benzer hükümler ve çözümlemelerle dolu!.. 1921’de Mustafa Kemal, Balıkesir Zağanos Paşa camiinde; “Ey millet! Anayasamız Kur’an’dır” diyor. Şimdi, bendeki zorluğu biraz daha anlatabildim zannediyorum. O açıdan, Dâr-ül Harp, Dâr-ül İslâm kavramı sanki bu günkü sosyal cemiyet yapısını tam olarak kavramıyor, tercüme edemiyor, gibi geliyor. Diyelim ki 1823’de Yunanistan başkaldırdı, 1824’de Sırbistan isyan etti, oralar sınırlarımız içindeyken Dâr-ül Harp oldu. Bu örneğe göre, Maliki mezhebi, Hanbelî mezhebi, İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed’e göre; eğer orada küfür ahkâmı ile hükmediliyorsa Dâr-ül Harptir. Ama İmam-ı Âzam hazretlerine göre tek bir Müslüman bile kalmışsa Dâr-ül Harp değildir. Mebsud’un 8. cildinin 264. Sayfasına göre de; “Ahalisi İslâm’dan çıkan bir ülkede, bir tek Müslüman’ın kalması, o ülke288 nin Dâr-ül Harp olmasını engelliyor.” Dolayısıyla burada da aynı problem var. Diyelim ki işgal, irtidat veya isyandan birisi oldu, orası Dâr-ül Harp midir, değil midir? İmam-ı Âzam Hazretleri, mutlak egemenliğin dışındakini egemenlik kabul etmiyor. Eğer orada eğitim, öğretim hizmetlerine devam ediliyorsa, ibadet ediliyorsa, Dâr-ül Harp, Dâr-ül İslâm tartışması çokta önemli değildir. Diğer deyişle, kâfirlerin eline geçen bir yerde, bir Müslüman veya zimmînin bulunması kâfirlerin mutlak egemenlik kuramadıklarının delilidir. Çünkü Ebu Hanife Hazretlerine göre “Asl’ın eserlerinden bir şey baki kaldıkça hüküm ona aittir, arız olana değil”. Öyleyse ülke temelde Müslüman idi orada hâlâ bir Müslüman varsa, aslın eserlerinden biri mevcut demektir ve orasına Dar ‘ül Harp denemez.. Bugünkü dünya oluşum süreci öyle bir noktaya geldi ki, Dârül Harp ve Dâr-ül İslâm kavramları tam karşılığını bulmuyor. Çünkü her şey alt üst, tepe taklak.. Meselâ Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 24. maddesi. “Cemiyetin siyasî, içtimaî, iktisadî ve hukukî esaslarını kısmî de olsa dinî inançlara uydurmak suçtur.” Diyor.. Mehmet Kutlular, “zelzele Allah’ın verdiği bir uyarıdır” dedi, iki sene hapis cezasına çarptırıldı. Dolayısıyla bunu nereye koyacaksınız? Çünkü bu İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Ebu Yusuf ’un ictihadına da uymuyor. Onlara göre de dâr-ül harp olması için ya isyan olacak, ya işgal olacak ya da irtidat olacak. O zaman yepyeni bir durum ortaya çıkıyor. İşte ben, bunun yeniden sorgulanması gerektiğine inanıyorum. Burada birilerinin yükselen değerlere göre yeni yorumlar yapmasını kastetmiyorum.. Aksine İslâmî ölçülerden zerre kadar şaşmadan yeni durumlara ve yeni hallere tanımlar yapmamız gerekiyor.. Avrupa Birliği ülkelerinde milyonlarca Müslüman yaşıyor. Meselâ bir Müslüman gidip Çin’e fabrika kuruyor, orada üretim yapıyor Afrika’da satıyor.. Yani hayat her yerde yaşanıyor.. Bu konuda yeni kavramsallaştırmalar, yeni ictihadlar gerekli. 289 Diğer taraftan bundan otuz sene önce, Almanya’da Müslümanlar çok memnundu. Burada dinimizi yaşıyoruz ve özgürüz diyorlardı. Bu riyakâr ikiyüzlü, ırkçı, emperyalist Batı uygarlığı, kendi hayat tarzına tehdit olmadığı sürece özgürlükçü bunu biliyoruz. Ama tehdit olduğu anda canavar olur bunlar.. İşte şimdi İslâm dünyası bu canavarla muhatap.. Böyle bir dünyada, meselâ Amerika’daki nasıl davranacak, İngiltere’deki nasıl davranacak? Bunlar ciddi sorular. Dediğim gibi biz cevap verecek durumda değiliz. Sadece burada dikkat çekiyoruz. Çünkü bunlar İslâmî hassasiyeti olan, zamanı ve mekanı İslâmî mânâda idrak eden insanların meselesi.. Fakat burada şöyle bir tehlike söz konusu? Gerçeklerden de kaçınmamamız lâzım… Almanya’da da olsa, Amerika’da da olsa Müslüman kendi Müslüman iktidarın hâkimiyeti altında değil. Yani, Müslüman’ın emin olması lâzım. Böyle bir toplumda, (Dâr-ül Harpte) Müslümanların bir takım avantajları ve dezavantajları var. Veya Müslüman bazı mükellefiyetlerden müstağni iken, ona bazı mükellefiyetler yüklenmiştir… Bundan sonra bir adım daha atmak istiyorum. Antik Grek dünyasından günümüze kadar, kendi içinde, diyalektik bir biçimde, korkunç entellektüel savaşlar sonucu batı uygarlığı oluşuyor. Batı uygarlığının, doğu uygarlığının sahip olamadığı diyalektik bir özelliği var.. Hatta ben bunu fikir savaşı olarak niteliyorum. Batı Uygarlığı ortaya çıkıyor, (fakat maalesef batı uygarlığı karşısında muhafazakâr çevreler objektif, doğru bir duruş gösteremediler) ve batı uygarlığı, kendi dışındaki uygarlıkları korkunç derecede sıkıştırıyor. Özellikle ekonomik ve teknolojik alanda... Yeni makineler ve yeni silahlar vasıtasıyla kendi dışındaki uygarlıkları savaş alanlarında mağlup ediyor. Bu sıkışmada şüphesiz en çok muhatap İslâm dünyası.. İslâm dünyasında sıkıştırılan muhafazakarlar (özellikle bu kavramı kullanıyorum) Batı uygarlığı ile hesaplaşamadılar.. Cari sistemle, onun nimetlerinden yararlanarak yaşayabilmek için teslim oldular. Tanzimatçısı, 290 meşrutiyetçisi, hepsi.. Zaten fikri anlamda savaşa girecek imkân ve güçten de mahrumdular. İslâm dünyası benim “kavramsal totemizm” diye tanımlamaya çalıştığım halden kurtulamadı.. Mustafa Fazıl Paşanın Sultan Aziz’e yazdığı mektup başta olmak üzere Batıya giden sefirlerin, yazarların, vs. yazdıklarını, hatıralarını, mektuplarını tetkik ettiğinizde kavramsal totemizm ile neyi kastettiğim anlaşılır diye düşünüyorum.. Durum o kadar fecî ve ciddî. Hatta acınacak bir hal... İşte; “burada oradaki gibi değil” diye başlıyor bütün bu mektuplar ve hatıralar. Fakat bunları yazanlar oradaki sistemin farkında bile değiller. Mustafa Fazıl Paşa, Paris’te yaşıyor. 1870’ler.. Mektup Sultan Aziz’e yazılmış… Caddelerini görüyor, otellerini görüyor, hayat tarzını görüyor, o hayranlık içinde yazıyor. O ileriliğin tek sebebinin de laiklik olduğunu zannediyor. “Burada din her şeye karışmıyor”, diyor. Laiklikten de anladığı yalnızca bu. Demek ki bir muhasebe de yok. Aslında bu anlattıklarımız bağlamında biz, şu saydığımız dokuz tasavvuru yeniden gözden geçirmeden, oluşturmadan ve hayata egemen kılmadan, gayri İslâmî tasavvurlarla donanmış zihinlerimizle yaşadığımız gayri İslâmî bir toplumda İslâm’ı yaşayamayız. Tatbikatlarımızı meşrulaştırmak için günümüz meselelerine çözüm arıyoruz. Önce yaşıyoruz sonra o uygulamalarımızı meşrulaştıracak kılıf arıyoruz. Batı uygarlığının tasavvurlarıyla; (iyi- kötü, güzel - çirkin, doğru - yanlış, kadın, erkek, bitki, çevre) kendi problemlerimize yöneliyoruz. Hâlbuki bu kavramların hiç biri kendimizin değil. Üstelik bunun farkında bile değiliz. Meselâ “insan” derken, bir yerde okuduğumuz bir izlenim var, bir romandan veya filmden gelen, bu izlenimlerle hareket ettiğimizin, bu izlenimlerin bizi belirlediğinin farkında bile değiliz.. Kızılderili filmlerinde biz, “biz” derken ortalama insan, hep beyazların yanındayız!. Niye? Çünkü batılı beyaz adamın “özgürleştirme görevi” var! Daha doğrusu “ adam etme” görevi 291 var… Hakkı var! Dolayısıyla o, gidecek, vahşileri adam edecek! Ve biz de o zalim Batı’lının yanında yer alacağız Şapka giyeceğiz adam olacağız… İtalya’da mafya asker ilişkisi araştırılıyor. Meselâ çocukça, naiv bir iyimserlik içinde olan liberal tiplere bakarsanız “İleri Batı’lı ülkelerde böyle şeyler olur mu efendim?” der.. Hâlbuki dünyanın hiçbir yerinde bu gladyo meselesi çözülmüş değil! Demokrasilerde, liberal ülkelerde, bu meselelerin çözüldüğü hiçbir yer yok.. (“Natonun Gizli Orduları” diye kocaman kitaplar yazıldı) Demek ki, tasavvur olarak, kavramlar olarak zihnimiz parsellenmiş durumda. Kullandığımız kavramlar kendimize ait değil. “Din” derken de değil, “İslâm” derken de değil, hâşâ peygamber derken bile değil… Dolayısıyla Dâr-ül İslâm, Dâr-ül Harp derken de hiç değil.. Şu sorunun tartışılması gerektiğine inanıyorum. İslâm bir Medine, yani medeniyet tasavvuru mudur, yoksa İslâm sadece din olarak sosyal bir kurum mudur? Cemiyet, toplum dediğimiz nedir? Belirli değerler etrafında toplanmış insan kümelerine toplum denir. Bunları bağlayan bir takım değer yargıları, âdetler vardır, anane vardır, din vardır.. Peki, bu toplumlar nasıl yönetilir. Yani sürü halinden sosyolojik toplum haline nasıl gelir? Bir takım kurumlar vardır. Nedir bu kurum? Devlet kurumu vardır. Ahlâk kurumu vardır, Hukuk, eğitim, iktisat, etik kurum var, estetik kurum var. Demek ki bu kurumlar toplumu, bir yığın, sürü olmaktan çıkarıp, canlı bir organizma haline getiriyor. Yani toplumu, uyum içinde yaşayan bir boyuta getiriyor. Burada asıl mesele şu; acaba biz “İslâm”ı bir medeniyet tasavvuru olarak mı kabul ediyoruz? Burada ne demek istiyorum? Şunu demek istiyorum; dünyada bir Müslüman için İslâm’dan başka hiçbir şey yok. Veya dünyada bir Müslüman için Allah Celle Celalühu’dan başka bir şey yok. Biz Edille-i Şer’iyye deyince neyi kastediyoruz? Aslî olarak Kur’an, Hadis, İcmâ-yı 292 Ümmet, Kıyas-ı Fukaha… Fer’î olarak; İstihsan, İstishab, Adet, Anane, Şer-u men-kablena, Sahabe kavli, Sedd-i zerayi gibi on bir tane unsur sayıyor fıkıh âlimleri. Ben ne diyorum? Allah Celle Celalühu’dan başka değer yoktur. Niçin? Çünkü bir sonra gelen, bir öncekinin sınırları içinde... İç içe konmuş kaplar gibi… Bu açıdan Osmanlı hukukuna örfi demek, affedersiniz ama bir ahmaklıktır. Hem biz, adet ananeyi edille-i şer’iye arasında sayıyoruz, hem de Mecelle’nin yüz giriş maddesinden beş altı maddesi örfle ilgili; örfen hüküm, nasen hüküm gibidir diyoruz hem de Osmanlı hukuku örfi diyoruz?!.. Osmanlı toprak hukuku örfü değildir. Çünkü buradaki örf değil artık. Şer’î bir delildir. Yani böyle aşağıya doğru tasaffi ediyor, değil mi? Allah ve Resulünün emir ve yasaklarına aykırı olan adet, anane, gelenek, görenek temizleniyor. Artık o, adet, anane değil. Hâlbuki sosyolojik olarak adet, anane dediğimiz zaman, o bir otoritedir. Hâlbuki Edille-i Şer’iyede adet, ananenin egemenliği yok. Asıl olanın içinde kayboluyor. Yani, dinî vahyi anlamda algılamadığınız zaman, sosyal bir olgu olarak algıladığın zaman örf de farklı bir anlam kazanıyor. Hatta sosyologların din anlayışında, meselâ Kur’an ve Sünnet derken, iki ayrı umde gibi değerlendiriliyor. Oysa vahyî anlamda algıladığın zaman Kur’an ve Sünnet, iç içedir. Sünnet Kur’an’ın içindedir.. Rönesans sonrası düşünce, evren ve bilgi anlayışı tamamen kategorik değerlendiriyor. Yani, kendisi Hıristiyanlığa nasıl bakıyorsa, Yahudiliğe nasıl bakıyorsa İslâm’a da öyle bakıyor. Senin konu ile ilgilenenlerin de batılı dinler tarihçilerinin ve sosyologların yöntemini alıyor kendisine öyle bakıyor. Buradan böyle gözüküyor, demek ki böyleymiş diyor. Haliyle bu kolaycılık, yanlış analojilere sebep oluyor.Sıkıntı buradan kaynaklanıyor.. O zaman soruyu bir daha tekrarlıyorum. İslâm bir medeniyet tasavvuru mudur, yoksa bir sosyal kurum mudur? Yani şöyle sorayım: biz İslâm’ı nasıl algılıyoruz. 293 Mektubat’ta İmam-ı Rabbani hazretleri; “Mubahların fazlası da zararlı” diyor. Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu. 3. cildinde ta’zir diye bir bahis var! 305. Sayfa: “Hadd; Allah tarafından sınırları belirli olan kesin ceza demek. Ta’zir ise, hadd cezaları dışında olan, ama belki ondan da ağırdır”.. Ölüm cezası da bir ta’zirdir. Nitekim burada ta’zir cezası 17 kısma ayrılıyor. 1. “mücerret ilam.” İhtar etmek. 2. “bil celp ilam.” 3. “vaaz ve nasihat.” 4. “sert yüz göstermek.” 5. “tekdir ve tevbih.” Tekdir ve Tevbih, hâkim tarafından mücrime azarlamaktan ve kendisine sert lakırdı söylemekten ibarettir. Peki, bunu kim yapacak? Şer’i devletin imamının tayin edeceği kadı yapacak. Ve böylece devam edip gidiyor. Meselâ; şer’î yönden ta’zir ise; “hakkında hak ya da kefaret bulunmayan bir cinayet, suç veya masiyetten, günahtan dolayı uygulanan cezadır.” Ta’zir cezasını devlet yetkilisi veya onun naibi olan kimse uygular. Bunlar teklifi hükümlerdir. Allah Celle Celalühu bir teklifte bulunuyor. Adı üzerinde, teklifi hüküm.. Ey kulum bunları kabul et! Ama kabul ediyorsan, pazarlıksız kabul edeceksin. Kabul etmezsen ayrı bir mesele... Fakat bir de, benim arz ettiğim, olumlu olumsuz olması ve bağlayıcı olup, olmaması açısından arz ettiğim bu yedisinden başka, bir de genel olup olmayışı açısından teklifî hükümler var. Bunlar da ikiye ayrılıyor; “azimet” ve “ruhsat” olmak üzere. Azimet; Yüce Allah’ın mükelleflerin hepsi için, bütün durumlarda, bağlayıcı genel bir kanun olmak üzere ilkten koyduğu hükümlerdir. Namaz kılacaksın, oruç tutacaksın, yalan söylemeyeceksin, şunları yapacaksın, şunları yapmayacaksın. Yani azimet, olanın üstünde bir şey değil. Ama sanki öyle bir imaj var… Sanki Allah’ın tekliflerinin üzerindeymiş gibi. Hayır, hayır.. Sadece Allah’ın teklif ettiği emir ve yasaklar. Fakat bir de ruhsat meselesi var. “Allah’ın kullarının özürlerine binaen ve onların ihtiyaçlarını gözeterek koyduğu geçici hükümlerdir.” Demek ki, azimet genel olan, ruhsat geçici olan. Zekiyüddin Şaban’ın Usulü-l Fıkıh isimli kitabında çok geniş anlatılıyor. Hat294 ta haram işleme ruhsatı, vacibi terk etme ruhsatı, genel telakkilere aykırı bazı sözleşmeler veya önceki semavi dinlerde mevcut ağır hükümleri kaldıran ruhsatlar şeklinde ayrılıyor. Ruhsatı belirleyen yine Şâri’dir. Meselâ haram işleme ruhsatı. Bir insanın canı tehlikedeyse veya bir organı tehlikedeyse haramı ihtiyar edebilir.. Fakat ben size parantez içinde bir örnek arz etmek istiyorum. Genel kurala aykırı bazı sözleşmeleri, hukukî muameleleri yapabilme ruhsatı. Şimdi Zekiyüddin Şaban, 258. sayfada buna şu örneği veriyor. Burada şunu arz etmek istiyorum: Ruhsatlardan üçüncüsünü. Yani; genel kurala aykırı bazı sözleşmeleri ve hukukî muameleleri yapabilme ruhsatını. “Bazı sözleşme ve hukukî muameleler İslâm hukukunun o konudaki genel kurallarına veya genel şer’i delillere aykırı olduğu halde, insanların duyduğu ihtiyaca binaen mubah sayılmıştır.” Dikkat edin!! İstisnai… Meselâ selem akdi böyledir. Çünkü esasen selem, peşin para karşılığında ileride teslim edilecek malın satın alınması sözleşmesi, hazırda olmayan bir şeyin madumun satımı niteliğindedir. Kişinin kendinde mevcut olmayan bir şeyi satması ise Hz Peygamber’in Hakîm bin İzam’a hitaben söylediği şu hadisine göre caiz değildir. -“Ey Hakîm! Kendinde olmayan şeyi satma.” İslâm’da genel hüküm nedir? Ma’dûm satılmaz, olmayan satılmaz, gaibe pazarlık olmaz. Bir iki örnek daha verecek olursak; İmam-ı Âzam Hazretleri, Ebu Zehra’nın Ebu Hanife kitabının 388. sayfasında; “Nizaa müeddi her cehalet akdin sıhhatine manidir.” Nizaa, yani sonunda anlaşmazlık ortaya çıkaracak bilinmeyen, akdin sıhhatine manidir. Meselâ sıvanın kaçıncı sınıf olduğunu bana nasıl tesbit edeceksin… Hâsılı nizaa sebep olan her şey ortadan kaldırılmalıdır. Demek ki; şer’an bir mal, ortada olmadan, bütün özellikleriyle ortaya çıkmadan, özellikle giyecek, yiyecek meselelerinde de bu biçimde satılamaz. Ama yüce 295 Şâri, insanların öyle bir muameleye duyduğu ihtiyaçtan ötürü selem satışa cevaz vermiştir. Ki bu ihtiyaç da; meselâ bir fakir ailenin hurmaları henüz oluşmamış, zenginin bahçesindeki hurma ise yavaş yavaş olmaya başlamış, fakir ailenin elinde eski hurması var ve bu eski hurmasını zenginin yeni hurması ile değiştirmek istiyor. Söz konusu bu ihtiyaçtan dolayı cevaz verilmiş. İstisna akdi de böyledir. Şâri, bu sözleşmeyi de insanların ihtiyacına binaen caiz saymıştır. Selem; peşin para ile veresiye mal almak demektir. Yapılmakta olan bir evin alım satımında ise borcun borçla satılması var. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz kesin olarak yasak etmiştir. Şimdi şöyle; ben geliyorum Ahmet’ten ev alıyorum. Ahmet inşaat yapıyor. Bir kere ben Ahmet’e borçluyum. Ahmet bana ne satıyor? Ev satıyor, ev ortada yok. Borcu borçla satmak… Ahmet de kat karşılığı almış arsayı zaten… İslâm nizamı spekülatif hamleleri daha başta engelliyor… Sedd-i zerayi… Batı uygarlığı bir sel ve fırtına, bir hortum, bir zelzele gibi üzerimize geliyor ve ortaya bir takım problemler çıkıyor. Meselâ nedir bu problemler? Kredi kartı, faizsiz finans kurumu, kefalet, (Mebsud’un 20. cildinin 47. sayfasında, “kefalet karşılığında ücret almak haramdır.”) borsa, İslâm’da kar haddi, kamulaştırma, telif hakkı, organ nakli, şarap yapana üzüm satma, teminat mektubu, vade farkı ile satış, selem, ma’dûmu satmak, kadın meselesi, lüks tüketim v.s… İşte bu problemler İslâmî mânâda çözülemeyince ve yine birileri, kendilerini bunları çözmek zorunda hissedince, (güzel bir atasözü var; deveyi yardan atan bir tutam ot denir) birilerine sırf âlim olduğunu göstermek veya bizim anlayamayacağımız sebeplerle “günümüz meselelerine fetvalar” diye başlıyorlar yazmaya… Bilmece çözer gibi bu saydığımız meseleleri hallediyorlar… Koskoca Karadavi “günümüz meseleleri” dedi mi, saçmalamaya başlıyor… Şu anlaşılamıyor: Bir Müslüman âliminin vazifesi “ günümüz meseleleri”ni çözmek değil! Günümüzü İslâmî umdelere göre dizayn etmek… 296 Şu soru ile hesaplaşmadan, muhasebesini yapıp mahsuplaşmadan, Müslüman bu temel yanlışlardan kurtulamaz: Fahr-i Kâinât Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendi’miz; içinde yaşadığı, hazır bulduğu şirk sisteminin paradigmalarını temelden mi değiştirdi? Yoksa kısmî palyatif tedbirlerle o şirk çirkefinin içinde yaşamayı mı tercih etti? En azından şirk sistemini temelden değiştirerek, İslâm nizamını gerçekleştirmek rüyası, hülyası, özlemi, hasreti bir Müslüman’ın manevî mesuliyetini hafifletebilir… Hiç değilse bu aşk bir Müslüman’ı İslâmî mânâda insan yapar… Peki, bu aşk bile yoksa? Bizim gibi “hiçbir şey”e benzemeyen “bir şeyler” çıkar ortaya… Kendimizi şirk sisteminin içine pasif bir biçimde bıraktığımızda farkında olmadan gâvurlaşıyoruz… Belki kendi kendinize soruyorsunuz, ama sizin aklınıza gelmeme ihtimaline karşı ben hatırlatayım: Böyle bir İslâmî nizam aşkı gönlünüzde sadece meknuz (saklı, gömülü) olsa dahi toplumla yabancılaşmanız için kâfi sebeb değil mi? Bunun hissedilmesi dahi, particinin, cemaatçinin, tarikatçının düşmanlığını celbetmek için kâfi gerekçe değil mi? İkinci soru, hepimizin aklından geçen asıl soru: Rahatımızı bozmaya değer mi? Zaten hayatımız bu sorunun cevabını veriyor… Hoş bir oyun! Kes yapıştır! Mantık konstüriksiyonları içinde hoş vakit geçir… Elimizde “şeriat” gibi bir oyuncak!.. ”Fıkıh” gibi de bir oyuncak prospektüsü var!.. Oyun tarifesi… Ben bir arkadaşımla anlaşıyorum. Geldiğini haber vermek için “benim telefonumu çaldır, kapat” diyorum… Çaldırdı kapattı. Ben aşağı indim. Bir bildirişme sağladım. Telefon şirketinden bir hizmet aldım, telefon şirketini kullanarak… Ama ona bir bedel ödemedim. Şer’an meşru mu? Al size koskocaman, nur topu gibi şer’î bir meselemiz doğdu!! Bu meseleyi kurgulayacak kadar deha sahibi değilim… Anlatılıyor halk arasında: İktidarın bakanlarından biri babası ile Amerika’ya gider. Otelde babası der ki: ”Oğlum belki ben sabah namazına kalkamam, sen telefonu çaldır, kapat! “Sayın Bakan’ın 297 verdiği cevap gözler yaşartıcı… Dünya bunların yüzü suyu hürmetine duruyor… Kırklar, yediler… Bizim aklımızın ermediği meseleler… “Peki! Babaaaaaaaaa! Telefon şirketinin hakkı ne olacak?” Söz bitti! Konuşmaya başlasam “Ulan!” diye başlayacağım. …devamı… konuşmuyorum!.... Susuyorum… Bütün İslâmî direnç noktalarını en hafif tabiri ile yumuşattınız, kırdınız kendinize benzetiyorsunuz… Kimse doğru gibi gözüken öncüllerden hareketle yanlış sonuçları meşru göstermeye yeltenmesin… Kimse kendisini çok akıllı, başkasını ahmak sanmasın… Kimse insanları sürekli kandırabileceği zehabına kapılmasın… Aldatan kendini aldatır… Aldatanın kendi kişiliğindeki tereddi ve tefessüh; kazandığı, başkalarına verdiği zararın yanında hiçtir… Kör at azdır. (Birinci öncül kesin olarak doğru) Az olan meta kıymetlidir. (Bu da doğru. Nedret kanunu. Bir sabah kalkmışız dağ taş altın. Hiç kıymeti kalır mı? Kalmaz!..) O halde kör at da kıymetlidir. (Bu sonuca demogoji denir. Ve en büyük hayasızlıktır.) Gelelim bizim meselemize: Esad zalim bir diktatördür. Kesin olarak doğru. Babasını da biliyoruz. Hama katliamı. Suriyeli Müslümanları bu zalim katilden kurtarmak lâzım. Kesin doğru.. O halde, uluslararası konjonktüre (Çin, Rusya, Fransa, ABD v.d.), oradaki Müslümanların imkân ve kabiliyetine bakmadan, cesaretlendirmeliyiz, silahlandırmalıyız. Irz namus ayak altında kalmış, yüz binden fazla insan ölmüş 298 umurumuzda değil! Hadi canım sende!... Bir gazeteci yazdı. (İsmini vermiyorum. Belki kovarlar işinden) Daha Suriye’de ilk günler… Sadece demokrat protestolar var… İstanbul’da bir toplantı… Yetkili Türkler ve Suriyeli direnişçiler… Bir direnişçi söz alıyor. “Size teşekkür ederiz! Bize yardımcı oluyorsunuz! Ama dünya konjonktürünü düşünmemiz lâzım. ABD ne der? Rusya, Çin, İran? Bizim imkân ve kabiliyetimiz…” Türkler, nerdeyse adamı döveceklerdi”, diyor. “Müslüman cihaddan korkar mı? v.s. ”Hani cihad Türklerin her gün yaptıkları sabah sporu ya! Bu hususla ilgili birileri nasıl olsa provoke edecekti ve bu duruma getirecekti… gibi bir argüman tutarlı değildir! Müslümanların kanının dökülmesi konusunda kolaylaştırıcı siz olmayın da, kim olursa olsun. Bildiğimiz bilmediğimiz dünya güç odaklarında bir yıpranma var… Postmodern telakki hem iç, hem dış siyasette etkisini gösteriyor… Değerler dünyasındaki değişikliğe, değerler parçalanmasına, erklerdeki parçalanmalar eşlik ediyor… Artık tek bir ABD, tek bir Yahudi kimliği yok! Eğer siz vicdanınızı, kendinizi kiraya verirken, bu parçalanmış güç odakları tercihlerinde yanlışlık yaparsanız çok güç durumlara düşüyorsunuz… Bu durumda kârlı çıkan kim? İsrail… Bir Esad’ı destekliyor, bir direnişçileri… Çevresi parçalansın, dağılsın… Birkaç haftada Esad düşer, hamakatı de ancak, ilim adamı olmak(!) dış politika uzmanı olmakla mümkündür… Az kaldı unutuyordum! Şu bizim telefon şirketi ile olan meselemiz ne oldu? Neyse nasıl olsa bir din görevlisi çözer.. Tekrar belirtiyorum ki Mebsud’un 20. cildinin, 47. sayfasında; “Bir kime, bir başkasının borcuna, kendisine karşılığında ücret verme koşuluyla kefil olsa, bu ücret geçersizdir. İbrahim en-Nehaî Radıyallahu Anh’dan böyle nakledilmiştir. Verilecek karşılık geçersizdir; çünkü bu sonuçta bir rüşvettir. Rüşvet de haramdır.” diyor… Yani birisine kefil olur299 ken bunun karşılığı ücret almak haramdır. Peki, faizsiz finans kurumlarında işler nasıl yürüyor? Ya da buna nasıl bir kılıf uyduruyor? Bu kurumlar sizden kefalet ücreti almıyorlar, masraf karşılığı ücret alıyorlar… Hani bir A4 kâğıdı kullanılıyor ya… Hani bir tükenmez kalem kullanılıyor ya… Hani memur 3-5 dakikasını veriyor ya… Ama şimdi bu işler bilgisayarla yapılıyor… Uf bunaldım be! Bu kadar haysiyetsizliği dünya görmüş müdür? Allah-u Teâlâ’yı kandırdıklarını sanıyorlar… Hâlbuki o kadar basit ki; “Allah’ım! Kefalet karşılığı ücret almakta, vermekte haramdır. Ama nefsimize mağlup oluyoruz, senin rahmetine sığınıyoruz!..” Bunlar o kadar delikanlı adamlar ki, Allah Celle Celalühu karşısında eğilmezler… Fakat imanî bir tehlike var!... Amma da tuhafsın, önemli mi? Yeter ki nefsimiz incinmesin! Ama durun bakalım görecekleriniz yanında bunlar ne ki? Yeni nesil, bilgisayarların hünerleri arttığı gibi bizim yeni nesil din görevlilerinin de hünerleri artıyor… O kadar velût, yetenekli mahlûklar ki, tahmin edemezsiniz. Teklifi hükümler filan derken, bütün meselelere çare(!) bulunuyor. Allah korusun, insanlar imanından ediliyor.. Hak Teâlâ Hazretleri’nin rızası için sadece metni veriyorum, gerisi size kalmış: DOĞU ERGİL-NEŞE DÜZEL ROPÖRTAJTaraf Gazetesi 15.6.2010 {Doğu Ergil-- Gülen şunu da söylüyor. “İslâm’ın, siyasete ve devlete ilişkin hükümleri yüzde üçü, beşi aşmaz” diyor. Neşe Düzel--Yani şeriat devleti diye bir şey olamaz, öyle mi? Doğu Ergil--Evet. “İslâm’ın daha çok ibadete, imânâ, ahlâklı davranışa ve ahlâklı topluma yönelik ilkeleri vardır. Gerisi, insanların kendi aralarında vardıkları karar ve kurallarla oluşturacakları yönetimlerdir. İşte insanların ürettiği bu kurallar ve hukuk, dinin esaslarıyla çelişmemelidir. Dinin içinde siyasal olan kısım yüzde üçtür, beştir. İnsanın yaptığı hukukun çelişmemesi 300 gereken kısım da budur. Onun ötesinde siyaset de, hukuk da dünyevi bir olgudur” diyor. Bu çok önemli!.. Çünkü böylece toplumu radikalize etmiyor. Neşe Düzel--Sivil hukukun, dinin yüzde üçlük kısmına aykırı olmaması da önemli değil mi? Doğu Ergil--Ama din yahu bu... Neşe Düzel--Ama dinin bu yüzde 3-5’lik bölümünün içinde kadını mirastan mahrum eden, onun tek başına şahitliğini tanımayan, faizi yasaklayan pek çok kural var. Ticaret hukukundan ceza hukukuna varıncaya kadar pek çok hüküm var. Öyle değil mi? Doğu Ergil-- Fethullah Gülen, “bunların çoğu tarihî bir dönemde, bir toplumun yaşam tarzından çıkan yorumlardır” diyor. Neşe Düzel-- Kadının örtünmesine, başörtüsüne de tarihî bir yorum olarak mı bakıyor? Doğu Ergil--“Örtünme, amir hüküm değildir. İslâm’ın zorunlu kurallarından biri değildir. Örtünmenin kendisi de, biçimi de tercihe dayalıdır. Esas olan kadının kendini teşhir etmemesidir” diyor. Türban krizi bağlamında bir başka şey daha söylüyor. “İman eden kişi örtünmek istiyorsa, onu zorla açmak kötü bir şeydir. Ama örtündüğü için okuyamamak daha kötü bir şeydir. O yüzden daha az kötüyü tercih emek lâzım” diyor. Neşe Düzel--Türbanlı kızlara başınızı açın ve üniversitenize devam edin mi diyor? Doğu Ergil---Aynen öyle. Bu o kadar rahatlatan bir şey ki... 301 Neşe Düzel---Gülen önemsenen bir adam olduğu için ona her yerden bilgi gittiğini söylediniz. Ne demek istediniz? Doğu Ergil---Hareketi, iki buçuk yıllık incelemeden sonra benim çıkardığım sonuç şu... Bir Selefi İslâm diye cihadist bir İslâm var. Bir de İran’da olduğu gibi radikal bir Şia var. Şimdi bunlara karşı bir de Fethullah Gülen gibi şiddeti dışlayan, moderniteyle ve Batı’yla İslâm’ın uyumlu hale gelmesini Müslümanlar için uygun gören biri var. Batı dünyası böyle birine olumlu bakıyor. Batı, bu adamı yarattı demek değil bu. Tam tersine hiç öyle yatırım falan yapmaz. Bakar ki böyle bir güç doğuyor. Batı ondan faydalanmak ister. Şimdi ortada böyle Fethullah Gülen gibi biri ve hareketi varken, İslâm dünyasındaki radikal hareketlere karşı onun da görüşlerini alacaklardır ve onun da saflarında olmasını isteyeceklerdir...} Bırakın yahu! Bu halkın İslâm, İslâmî iman, Allahü Zülcelâl Hazretleri, Fahr-i Kâinât Sallallahu Aleyhi ve Sellem gibi bir meselesi yok! İslâmî iman gibi bir meselesi yok! Bu dindar bir halk, mistik, metafizik, okultik, laik, seküler, liberal, bir dine inanıyor! Transandantal, müteal bir varlığa inanıyor… O böyle çok güçlü(!) bir inanç sahibidir.. Zalim, hem kendine, hem İslâm’a zulmeden, cehl-i mürekkeb içinde boğulmuş, kesret-i kelâma mübtelâ din görevlilerinin; Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’ye aykırı oportünist yaklaşımlarına hiç değilse kalben buğz eden Müslümanları bütün gönlümle tenzih ediyorum!... Ey Müslüman kardeşim sen alınma! Otuz iki dişini ruhuna gömmüş, boynunu bükmüş, yapılan bu şarlatanlıklar karşısında mahsun ve mükedder, bunları Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’ne havale eden İslâm kardeşim sen üzülme: Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız; Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız! Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider! 302 Müslüman kardeşim! İslâmî iman sahibi kardeşim! Ben korkuyorum! Ben korkudan titriyorum! Bir sokağa bakman kâfi… Çünkü kısas kıyamete kalmaz! Bunlar da dâhil Allahü Zülcelâl Hazretleri cümlemizin ırz u namusumuzu korusun… Korkuyorum, endişeliyim! Titriyorum… Musibet umumîdir… Bu halkın çok çok sevdiği insan Turgut Özal: Alışırsınız! Alışırsınız! Alışırsınız! Demişti. Haklı imiş… Çünkü onu sevenler de onunla aynı mayadandı.. Alışmak önemli değil, ama alışmaya alıştık! Alışmaya alışmayınız! Alışmayacağız, Alışmayacağız! Alışmayacağız! Çokları, pek çokları, halkı ciddiye almayacağız! Bir gün kırlara çık… Çayırların üzerinde oğlakları seyret!... Müslüman kardeşim! Müslüman olmaya bakalım! Şuurlu Müslüman! Aksi takdirde tabiatın boşluğa tahammülü yoktur… Biri gelip boynumuza yuları takacak… Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’ne kul olmazsak, O’nun kullarının kulu olacağız… Mehmed Akif ’in güzel bir hikâyesi var: Eşeklerin canı yükten yanar, aman, derler, Nedir bu çektiğimiz derd, o çifte çifte semer! Biriyle uğraşıyorken gelir çatar. o biri; Gelir ki taş gibi hain, hem eskisinden iri. Semerci usta geberseydi... Değmeyin keyfe! Evet, gebermelidir inkisar edin herife. Zavallı usta göçer bir gün akıbet ancak, Makamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak? Çırak mı, kalfa mı, kim varsa yaslanır köşeye; Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe, Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner; Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler. Bütün o beller omuzlar çürür çürür oyulur; Sonunda her birinin sırtı, yemyeşil et olur. 303 Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi? Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi. Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş: Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş! Nasihatim sana: herzeyle iştigâli bırak; Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak. Adam mısın: ebediyyen cihanda hürsün, gez; Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez. Adam değil misin oğlum.: gönüllüsün semere; Küfür savurma boyun kestiğin semercilere. Hakaret ediyorsun! Kime? Eşeklere mi? Başkasına hakaret haysiyetsizliktir. Terbiyesizliktir… Hem de patolojik, hasta, çarpık bir kişiliği gösterir. Ayrıca başkasına hakaret, zavallılıktır, acizliktir… Kimseye hakaret etme ihtiyacı içinde değiliz… Biz sadece bir şuur durumunu tesbit ediyoruz… Ayrıca Kur’anî bir ifade olan Belhum Adal’i de sana hatırlatırım… Bunun yanında ayrıca ağır tahrik de birçok davranışı meşrû kılar… Mazur kılar demiyorum… Düşünün gözünün önünde mukaddesatı pâre pâre doğranan bir adamı… Fikir öfkesi, salâbet-i dîniyyesinden gelen isyanı olmayan mahlûk, anıramayan eşektir… Fikir öfkesi, salâbet-i dîniyyesinden gelen isyanı olan da anıran eşek midir? Hayır, o Müslüman’dır… Hayır, o insandır… Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan… Hey sıkılmaz! Ağlamazsın, bari gülmekten utan Allah rahmet eylesin Üstad Necip Fazıl; meselâ Amerika’daki meclis faiz haram dese ve biri buna inansa küfürdür derdi.. Karadavi, sömürgeci bir coğrafyada yetişmiş, dolayısıyla düşüncelerini ortaya koyarken yetiştiği ortam etkiliyor… Meselâ Seyyid Kutup cevap veremeseler de bu İslâm’ın ürettiği bir sorun değil diyerek başka bir tepki koyuyor… Diğer taraftan Tunuslu Hayrettin Paşa, Reşit Rıza, Muhammed Abduh, Cemaleddin 304 Afgani’nin öz itibari ile yorumları modernist ve batılı değerler tarafından belirlenmiş.. Nitekim bu durumlarda çevre ile birlikte sosyal ilişkilerin de çok önemli belirleyiciliği var… Çünkü bir gün reddedersin, ikinci gün kıvırırsın,.. Dördüncü gün de el insaf dedirtecek noktaya gelirsin… Mecellenin 13. maddesi; “Açık nasda ictihada mesağ yoktur.” 39. maddesi; “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tebeddülatı inkâr edilemez.” Fakat meseleleri doğru ortaya koyamayıp sağlıklı bir analiz de yapamadığınız zaman, öyle bir telakki tarzı doğuyor ki; maslahat ve ibahe yolu açılıyor. Meselâ Tufi isimli bir âlimin 1316’da, “maslahat deliller kademesinde nas’dan önce gelir” diye iddia ettiği söyleniyor. Fakat İbrahim Kâfi Dönmez, bunun yanlış olduğunu ve meseleyi iyi anlayamadıkları ve Tufi’yi iyi okumadıklarından dolayı onun maslahat ile ilgili görüşlerini yanlış yorumladıklarını belirtmiştir. Tufi ve Şatıbî yaşadıkları dönemde, maslahatı önemserler, öne alırlar. Fakat buradaki öne almaları, Kur’an ve Sünnet’in önüne geçirme değildir. Kur’an’a, Sünnete ve o halkaya bağlı olmak şartıyla, Müslümanların problemlerini daha öne çıkarmak maksadıyla, maslahat kavramını öne çıkarırlar. Özellikle Tufi maslahatı aslında İcmâ gibi yorumlar.. Yoksa bugün birilerinin günümüz meselelerine fetvalar anlamında yaptıkları ile uzaktan yakından bir ilgisi yok. Hatta aksine onların yaptığı “ötekine” bir karşı duruştur. Bugünkülerin yaptığı ise “öteki”nin umdelerini “din” ile legalleştirmekten, meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir… Dolayısıyla birincisi nasıl İslâmî anlamda bir cehd ise ikincilerinki seküler bir çabadan başka bir şey değildir… Burada iki örnek arz etmek istiyorum size. Fazlurrahman ve Abdülkerim Suruş. Fazlurrahman Pakistanlı, Suruş İranlı.. Fazlurrahman diyor ki; “İslâmî çağdaşçılığın bir anlamı varsa o da kesinlikle, şeriatın muhtevasının değişime, büyük ölçüde ve çok yönlü bir değişime tabi tutulması gerektiğidir. Bu makalede belirtildiği şekilde değişim ilkesi kabul edilirse, 305 bu faaliyet hiçbir şeyle sınırlandırılamaz. Hatta Kur’an’ın kanun koyan âyetleri dahi bu yeni yorumun kapsamı dışına itilemez.” (!!!) Açıklamaya lüzum var mı? İslâmi Çağdaşlaşma, kitabında da İslâm’da değişim konusunu işler ve bugün Müslümanların lehine(!) şunlar yapılmalı diyerek, Kur’an ve Sünneti otoritenin kaynağı olmaktan çıkarır. Suruş ise Ali Şeriati’nin öğrencisi.. Marksist ve Sosyalist İslâm(!!!) geleneğinden gelir. Ve şu an itibariyle Liberalizmde karar kılan bir İranlı… Hatemi’nin İran’ı isimli kitapta Suruş ile yapılmış bir söyleşi var. Şöyle diyor: “Tabi, demokrasi ve tüm bunların savunucusuyum. İnsan hakları, özgürlükler dinin ötesinde konulardır.” Yine yoruma gerek var mı?? Birincisi bu tiplerin Sünnisi idi, bu da Şiisi. Daryus Shayegan Suruş hakkında şöyle diyor: “Suruş’un yaptığı, bir tür, dinin sekülerleştirilmesidir. İslâm’ı içerden dönüştürüp, yeni durumlara uyumlu hale getirmeye çalışıyor…” II. Meşrutiyet günlerinde, devlet maddi müzayaka içinde. Denizden tehlike gelecek, donanma yapılması lâzım. O günün hükümeti bir mesele açıyor, diyor ki; zekâtlarınızı donanma için verin. Burada fetvalar var. “Farz olan donanma ianesi ifa edilince zekât sakıt olur.” Yani eğer donanmaya para verirsen zekâttan kurtulursun, diyor. “İane takdim olunursa, zekât tehir olunur. Zekât tehir olunursa sakıt olur, çünkü sakıt olmazsa haraç lâzım gelir”… Fakat Elmalılı, üç noktada itiraz ediyor; ( Elmalı, Meşrutiyetten Cumhuriyete makaleler, sh.269 ) {Şu istidlalin ba’s ettiği mukaddematını karilerin ve hatta karilerin ve hüsnü niyetle birer birer göz önüne getirip tasavvur etmelerini rica ederim. Ümid ederim ki tutulan yolun çıkmaz sokak olduğu pek kolay anlaşılır.” “Zekât bila hilaf farz-ı ayn, münkiri kâfir olur. Donanmaya yardım, olsa, olsa farz-ı kifaye, nasıl onu farz-ı aynla mukayese edersin} diyor, Sadece bir paragrafını aktarayım. “Evvela ileride bize bir takım menafi-i medeniye verilmesini kabul ettiğimiz (medeni menfaatler vermesini kabul ettiğimiz) müze hanedeki 306 asar-ı atikayı (eski eserleri) saniyen hazine-i hümayunda bulunan asar-ı atika ve mücevheratı nefiseyi, salisen türbelerde, rabian camilerde hamisen hepimiz Osmanlı olmak haysiyeti ile kiliselerde bulunan zi-kıyam emval ve asar-ı nefiseyi, sadisen gerek sermayedarın ve gerek erbab-ı maaşın kefafından fazla emvalini alet terattüb satalım, sarf edelim. Ve buna dair bir kanun-u şer’i yapalım.” Müzelerde bir sürü altın var. Milletin zekâtı ile uğraşıyorsunuz. Onları satalım. Saraydakileri satalım. Hepimiz Osmanlıyız, kiliselerdekini satalım. Hani onlar da Osmanlı milletinden. Bir kanun-u şer’i yapalım. Bunların mecmuu, ihtimal bize bir İngiliz donanmasının kıymetini bahşedeceği gibi, sair ihtiyacatı siyasiye ve medeniyetimize yetişecek bütün mefasidimizi izale edecektir demek lâzım gelir.” Yukarıda sözünü ettiğimiz telakkiler, Kur’an âyetlerinin bile haşa değişim dışı kalamayacağı iddiasındadırlar.. Biz buna ürettiğimiz kavramla, (uydurduğumuz değil) ciddi bir zihin mesaisi sarf ederek, “Kronos Teos” dedik.. Kronos, Antik Grek mitolojisinde evreni yaratan gücün adı. Aynı zamanda Zeus, Kronos’un oğlu, yani Kronos baş tanrı. Dolayısıyla “zamanı tanrı olarak kabul eden anlayış” bununla ilgilidir. Yalnız bunlar işin lâfını etmişler, bizimkiler hayata geçirmişler… Hangisi daha tehlikeli? Tatbikattaki tekrarlar bir süre sonra inanç haline geliyor… Peki iman??? İşte bizdeki, güya maslahata dayalı fıkıh anlayışı, sözüm ona, modüler mobilyalar gibi, parçalı, (masa oluyor, çıkarıyorsun bir parça ekliyorsun, sandalye oluyor. Ekliyorsun, çıkarıyorsun, yatak oluyor)bir din telakkisidir.. “Modüler bir din” anlayışı... Talebe göre, ihtiyaca göre bir din yorumu.. Meselâ işçilerle konuşmak istersin, hemen, “İslâm işçi haklarına şüphesiz önem verir.” Zenginlerle konuşuyorsun; “Efendim tabi, İslâm sermayeye çok önem verir”… Modüler dediğim bu.. Ne istersen, ne ararsan, herkese göre bir şey var.. Veya yap-boz, çocukların oynadığı, yapboz gibi… 307 1960’lı yıllarda rahmetli Üstadım Necip Fazıl’ın ifadesi ile sosyalizm uyuz hastalığına benziyordu… Merhum bunu Birinci Cihan harbindeki (Belki de sol jargondaki ‘ Birinci Paylaşım Savaşı’ daha doğru gibime geliyor) uyuz salgınına benzetirdi…O zaman herkes uyuz hasalığına yakalanmış…Evin efendisinden, uşağına kadar…İşte 1960 yıllarda sosyalizm böyle… Sadece bir rivayet, emin olmadığım için ismini veremeyeceğim ama hilm sahibi diyebileceğimiz bir Müslüman yazar, o günlerde kendisini ziyarete gelen, Yüksek İslâm Enstitüsü talebelerine, “sosyalizmi öven veya andıran, âyet ve hadisler bulup bana getirin”, dediği rivayet edilir. Yani o gün “İslâmiyet” sosyalist idi… Nasıl oldu ise şimdi kapitalist oldu… Şer’an, şehre gelen köylünün malını yolda çevirip pazara girmeden alamazsınız… İşte İslâm Serbest Pazar ekonomisi! Yukarda arz ettik filin, kılı ile farenin kılı aynı. Öyleyse fil farenin aynı.. Yani her gördüğün sakallıya “baba!” diye saldırıyorsun burada bir sorun var… Şimdi biraz düşünün!... Fikrî nesebinizden şüpheniz mi var? Şu hatıra, bu ülkenin gençliğinin hangi serancamlardan geçtiği hakkında bir fikir verebilir, diye düşünüyorum…. 1960’lı yıllar… Cağaloğlu’nda MTTB binası… O zaman benim gibi Anadolu’dan gitmiş bir talebe için muhteşem bir bina… O zamanın terminolojisine göre, solcuların elinde… İşçi Partisi’nin kongresi olduğunu söylediler Pazar günü… Biz de basmaya gittik… O sırada itişmeler kakışmalar… Polis hücum ediyor, biz kaçıyoruz… Tekrar hücum ediyoruz… Polisin tekrar savleti… Bir ara Milli Eğitim Müdürlüğü’nün köşeye doğru kaçtım… Orası tenha idi… O sırada Sultan Ahmet tarafından o güne göre lüks, son model bir taksi geliyor, hani kayık gibi… İçinde zenginliği giyiminden belli olan bir erkek… Durdu pencereyi açtı, “Bu kalabalığın sebebi ne?” diye bana sordu. Ben de “İşçi Partisi’nin, komünistlerin kongresi var, onu basıyoruz.” Dedim. Sınıf şuuru içinde, bizim sınıftan olan bir adam.. Tepkisi: “Eşşekoğlueşekler!..” Birden hamle yaptım… Fakat gazı bastı fırladı gitti… 308 Şimdi bazı soruların sorulması lâzım… Niçin basmaya gitmiştik? Kaldı ki ben küçük yaştan beri zengin düşmanı, mülkiyet düşmanı birisiyim… Tamam, tamam açıklayayım… Dincilerin mülkiyete, zenginliğe karşı özel bir saygısı var… Samimi âşık geçte olsa ma’şûkasına kavuşurmuş… Nihayet dinciler birkaç on yıldır ma’şûkalarına kavuştular… Söylemeye lüzum var m? Gâvursal bir sistemde, gâvursal yöntemlerle elde edilen, zenginlik ve mülkiyete düşmanım… İslâm’ın nasıl istismar edildiği konusuna devam ediyoruz: Bu hususla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Bir tanıdık anlatmıştı geçenlerde. Simsiyah çarşaf içinde bir genç kız. O kadar şuurlu. Bir yerde sohbet başkanı.. Yani iddiası ve temsiliyeti var.. Yeğenleriyle el sıkıştığını duyanlar soruyorlar İslâm noktai nazarından nasıl açıklıyorsun diye… “Odun niyetine deyip, sıkıyorum” diyor. Allah korusun İslâm nereye geliyor, nelere indirgeniyor dikkat edin!! Bu; değişimlerden sonra gerçekleşen; itikattaki iğtişaştır. Karışıklık yani saflığın kaybolması… “İtikattaki iğtişaş” yani itikadın duruluğunun ve saflığının kaybolması nispetinde, ibadetin ve muamelâtın kışrına sarılma. Durum böyle olunca itikatta saflığın kaybolduğunu hisseden insanlar, kandilleri takip ediyor, kandil simidine ve benzeri şeylere çok hassasiyet gösteriyor… Peki, kandil nedir, kandil simidi nedir, şu saydığımız skalada nerede yer alıyor? Muamelâtın kışrına sarılma dediğim budur.. Bunun içindir ki yıllardır söylüyorum. Tesettürün idrakinde ve bilincinde olmadan bir bez parçasına, bir paçavraya bu kadar anlam yüklemeyin. Dağlar kadar günahlarınızı kamufle etmek için, ona sarıp kurtulduğunuzu sanmayın. Her türlü şer’î ihlallerin üzerine, onları örtmek için bir şal gibi atmayın. Bu kadar istismara dayanamaz. O, manen epriyor, şerha, şerha yarılıyor, 309 ruhları çırılçıplak bırakıyor. Başınızı örttüğünüzü sanıyorsunuz ama hakikatte itikadınızdan soyunuyorsunuz.. Bugün özellikle tarikat ve fıkıh konusunda dikkatle durmak lâzım… Eleştiriye açık olmak üzere bozulmuş tarikatlar tabirini kullanmanın yanlış olduğu kanaatindeyim. Bozulmamışı yok ki! Bilmiyorum çok mu aşırı yükleniyorum, fakat epeyce düşündükten sonra diyorum bunu. Elbette tarikatın aslını kabul ediyorum. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin, batını olduğuna inanıyorum. Elbette dünyanın bilmem neresinde hakiki Allah dostları veliler olabileceğini kabul ediyorum.. Fakat bugün için bozulmamış tarikat yok gibi geliyor bana. Biz Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’de, tarikat, tasavvuf deyince ölçü olarak İmam-ı Rabbani hazretlerini alırız. Mektubat’ın 1. cildinin 245. sayfasında, 48. mektupta. “Ve insanlar kıyamet gününde tasavvuf yerine, şeriattan hesaba çekilecektir. O halde en büyük hayır şeriatı yüceltme ve onun her hangi bir hükmünü diriltmek için çalışmaktır.” Ve “Özellikle İslâmî şiarların yıkıldığı günümüzde, (sene 1560’lar) bunun değeri çok daha fazladır. O kadar ki; Allah yolunda harcanan binlerce altın dahi, bir tane şer’i meseleyi yüceltmek kadar değerli olamaz.” Çünkü tasavvuf mükellefiyet (teklifle ilgili) değildir. Şeriat hassasiyeti olan veli her zaman bunun bilincindedir. Tasavvuf dinin mebnâ temeli değildir.. O şeriattan ayrılamaz çünkü onun ruhudur. Tasavvufu maalesef bugün şeriatın alternatifi haline getirdiler. Tarihte İbn-i Arabî, Cüneyd Bağdadi, Kuşeyri, Sülemi, Suhreverdi hep sahte tasavvufi hareketlerle mücadele etmişler ve Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat yolunun bu husustaki anlayışını, telakkisini yazmışlar, anlatmışlardır. Tasavvufu Efendimizin batını olarak kabul eden İmam-ı Gazali, aynı zamanda Batıniliğin İç Yüzü diye bir kitap da yazmış.. İmam-ı Rabbani vahdet-i vücud’un istismar edildiğini görünce vahdet-i şühud demiş. İbn-i Arabî’nin velayet ve velilikle ilgili söylediklerinin istismar edildiğini ve yanlış anlaşıldığını görün310 ce Peygamberin nübüvveti ile velayeti hususunu yeniden ele almış ve anlatmıştır. Hep aynı hassasiyet.. Hiçbir şey şeriattan bağımsızlaşamaz, ayrılamaz.. Tarihte her zaman özellikle şeriatın, zamânâ ve mekâna hâkimiyetinin dejenere edildiği dönemlerde, özellikle sufiler tasavvufun ne olduğunu ve ne olmadığını yazarak, anlatarak, göstererek şer’i hassasiyetlerini göstermişlerdir. Mektubat’ın 1. cildinin 176. sayfasında, 29. mektup. “Meclislerinde fıkıh kitabı okunmalı. Hatta tasavvuf kitabı hiç okunmasa bile zararı olmaz.” Yine Mektubat’ın 1. cildinin 357. sayfasında, 91. mektup. “Bilmek gerekir ki, mutlaka yapılması gereken şey öncelikle fırka-i Naciye olan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat âlimlerinin görüşleri doğrultusunda akideyi düzeltmektir. İkinci olarak fıkhi hükümlerin gerektirdiği şekilde amel etmektir. Biri itikadî, diğeri ameli olan bu iki kanat elde edildiğinde de kutsi âleme uçmayı hedeflemek gerekir.” Günümüz anlayışında genelde şöyle bir şema yapılıyor. İç içe halkalar düşünün.. Dıştaki en geniş halka tasavvuf olarak değerlendiriliyor. Onun içinde marifet, hakikat, şeriat.. Şeriat merkeze konuyor, bir anlamda kuşatıcılığı ve belirleyiciliği daraltılarak hususileştiriliyor. Oysa doğru şema bunun tam tersidir. Böyle bir anlayış hakikatte hem tasavvufun içini boşalttığı gibi hem de şeriatı anlamsızlaştırıyor. Tasavvuf bir mistisizm haline gelirken, şeriat kuralı ve kalıbı olmayan bir konuma indirgeniyor.. Bizim bildiğimiz, Şah-ı Nakşibend’in, İmam-ı Gazali’nin, Serrac’ın bize öğrettiği, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaatin tasavvuf anlayışının içi boşaltılıyor. Bir anlamda, adeta tasavvufu, dinin ve İslâm’ın onun içinde olduğu bir şeymiş gibi yorumluyor. Oysaki tam tersidir. Çünkü bizde, şeriat asıl halkadır. Tasavvuf onun içinde mertebelerden bir tanesi. Dış halka olmadığı zaman iç halka olur mu? Hind düşüncesinde marifet yok mu? Var. Hıristiyanlıkta mistisizm yok mu? Var. Dolayısıyla biz şeriatı genel halka yapmazsak, Hıristiyan mistisizmiyle, İslâm tasavvufunun bir farkı kalmayacak. Mevlana böyle yapılmadı mı? Bu zihniyet bugün İbn-i Arabî 311 için aynı şeyi yapmıyor mu? Özellikle batılıların yaptığı dejenerasyon da buradan kaynaklanıyor. Yani, şeriat olmadığı zaman, onun içindeki hiçbir şeyin anlamı kalmıyor. Dolayısıyla genel halka şeriattır, tasavvuf onun içinde hususi bir alandır. Onun için de kimse tasavvuftan mükellef değil. Biz şeriattan mükellefiz. Tasavvuf ise, selim akıl sahibi, Allah Teâlâ’nın kendilerine farklı bir nitelik bahşettiği insanların yoğunlaşacağı bir alandır. Şeriat olmadan tasavvuf olmaz, ölçü budur. İslâm bir medeniyet tasavvurudur derken bunu kastediyoruz… Kur’an ve Sünnet nasıl ayrı iki kategorik ayrım değilse, hepsi Kur’an’ın belirleyiciliği ve kuşatıcılığı içindeyse, tasavvuf, fıkıh, hadis, kelâm, (maalesef bunlar modern ilahiyatta ayrı kategoriler gibi değerlendiriliyor) birbirinden ayrı ve bağımsız disiplinler değildir. Mektubat’ta 94. mektub. 1. cilt, 360. sayfa:“İnsana her şeyden önce gereken şey fırka-i Naciye olan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat âlimlerinin görüşleri doğrultusunda akideyi düzeltmek ve ikinci olarak da fıkhi hükümlerin gerektirdiği şekilde salih ameller işlemektir.” Mektubat’ın 1. cildinin 562. sayfasında aynen İmam-ı Rabbani hazretleri şöyle buyuruyor; “Şüphesiz sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Hidayetin en hayırlısı ise Muhammed’in hidayetidir. İşlerin en şerlisi sonradan eklenendir. Her eklenen şey bid’attir. Ve her bid’at sapkınlıktır.” Ve yine Mektubat’ın 2. cildinin 435. sayfasında; “bir işin sünnet ya da bid’at olduğu anlaşılmıyorsa, bid’at olma ihtimali sebebiyle, o işi terk etmek daha hayırlıdır. Sünnet olma ihtimali göz önüne alınmaz.” Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusunun 1. cildinin 72. sayfasında; “Genel bir hüküm olarak, şâri’-i hâkimin muharremata olan itinası, mübahata olan itinasından ziyadedir.” Yani Allah Teâlâ’nın haramlara olan itinası, helâllere olan itinasından fazladır. Ve yine Mecelle’nin 18. maddesi; “muhallil ile muharrem içtima edince muharrem galebe eder.” Helâlle haram bir noktada 312 birleşirse, haram galebe eder. Doğru ile yanlışın çarpımı, yanlıştır. “Kem âlatla kemâlat olmaz.” İçtihat hususuna gelince… Farklı tanımlar var. Meselâ bu tanımlardan biri; “bir müçtehidin, usul kaidelerini olanca gücünü sarf edip uyguladıktan sonra vardığı hüküm ve görüştür.” Bir diğer tarif; “fakihin şer’i ameli hükümleri tafsili delilerden çıkarabilmek için olanca gücünü ortaya koymasıdır.” Diğer bir tarif; “fakihin tafsili delilerden ameli hükümler çıkartmak için, bütün gücünü harcaması demektir.” Ömer Nasuhi Bilmen şöyle diyor; “fer’i olan bir hükm-i şer’iyi delilinden istinbat hususunda mechud-i bezl, (olanca kuvvetiyle).” Yani bütün tanımlarda ortak olan; “tafsili delilerden, (yani Kur’an, hadis ve icmâdan) fer’i hükümler çıkarmaya içtihat deniyor. Ve burda özellikle fer’î deniliyor, fer’î dendiğinde, itikat içtihat dışı bırakılıyor. İtikat ve ibadette içtihat yok. Ama fer’î amelî meselelerde var.. Müçtehid ise genel olarak ikiye ayrılıyor. Müçtehid-i mutlak, Müçtehid-i mukayyet diye. Bütün konularda içtihat yapan zatlara müçtehid-i mutlak, sınırlı konularda içtihat yapana da müçtehid-i mukayyet deniliyor. Burada şu da unutulmamalıdır ki, içtihat meseleleri de içtihatla tespit ediliyor. Bir Müçtehidde bulunması gereken vasıflar nelerdir? O da içtihatla tesbit edilmiş. Onun için Hanefilere göre ayrı, şafilere göre ayrı. Müçtehidde bulunan hususiyetler 10’a kadar çıkarılıyor. Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusunda dört vasıf var. Meselâ Zekiyüddin Şaban’da altı vasıf var, Fahrettin Atar’da yedi vasıf var. Ama ben hepsini, yani Hanefi telakkisini harmanlayınca on vasıf ortaya çıktı. Hanefilere göre; müçtehitlerin tabakaları ise yedidir. 1. Mutlak müçtehit, 2. Mezhepte müçtehit, 3. Mesailde müçtehit, 4. Ashab-ı taklit, 313 5. Ashabı tercih, 6. Ashabı temyiz, 7. Mukallit. Bunlar detaylar, ama en azından şunu bilelim ki; bir mutlak müçtehit var bir de kademe, kademe aşağıya doğru mukallide kadar inen yedi tane basamak var. Mutlak müçtehit bütün meselelerde içtihat eden kişidir, meselâ hem icâre konusunda içtihadı var, hem namaz konusunda, hem de abdest konusunda.. Yani fıkhın bütün alanlarında içtihat edebiliyor.. İbadet ve itikatta şer’an içtihat geçerli değildir. Kamil içtihadın şartları nelerdir? Evvela Arapça bilmek... Hemen hemen bütün kitaplarda birinci şart Arapça bilmek… Bu hususla ilgili İmam-ı Gazali Hazretlerinin gayet nazik, şık bir ifadesi var; “bu başlıklar ancak, Arap dilinde içtihat derecesine ulaşmış kimselerde bulunabilir. Yani, öyle bir Arapça bilecek ki; Arapça konusunda içtihat edecek.” Ve genel olarak kitaplarda söylenen şu; Arap olarak doğup büyümüş, yani anadili Arapça olacak, ya da İmam-ı Âzam hazretleri gibi onlarla beraber yaşamamasına rağmen, onlar kadar mükemmel Arapça bilecek. Arapça bilecek derken, o günkü Arap şairlerinin şiirlerinin bir çoğunu ezbere bilmeli.. Bir parantez açayım; cumhur halk demektir, cumhuriyet de halkın idaresi demek diyorlar ya.. Bu yanlıştır, kavramlar meselesini kavrayamamakla ilgilidir.. Kasım 1925, tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı. 26 Aralık 1925 uluslararası saat ve takvim kabul edildi. 17 Şubat 1926 Türk medeni kanunu kabul edildi. Yani, şeriatın, aile ahkâmına ait hükümler ortadan kaldırıldı. Dolayısıyla şu anda bizlerin nikâhının ne olduğunu bilmiyorum. Tabi yasal olarak nikâhımız var, kıyılmıştır, ama şer’an durumumuz nedir, bilmiyorum. Çoluk çocuğumuzun durumu nedir, bilmiyorum. Türk Ceza kanunu 1 Mart 1926’da kabul edildi. 314 Bu ne demektir? Had cezalarını ifade eden İslâm hukukunun kaldırılması demektir. Bu nedir? Allah Azimü’ş-şan’ın, Kitab-ı Keriminde bizzat tayin ettiği had cezalarının ortadan kalkması demektir. Hırsıza verilen ceza, zaniye verilen ceza, hadd-i kazf cezası, hadd-i şurb cezası vs.. Onun için cumhuriyet cumhur demektir, biz de cumhuruz denildiğinde, bu ahlâksızlıktır!.. Dolayısıyla Arapça bilen de, bu şekilde bilecek Arapçayı. Kavramların içinin ne ile dolduğunun, nasıl oluştuğunun idrakinde olacak!.. Kur’an’ı Azimü’ş-şan’da kullanılan kavram acaba nasıl kullanılıyordu. Peygamberimiz onu nasıl anlıyordu ve Ashab-ı Kirama nasıl anlatıyordu ve Ashab-ı Kiram ne anlıyordu? Bunlar çok çok önemli.. Gerek Kur’an’ı Azimü’ş-şan gerekse sünnet-i seniyyelerdeki o “gamizeleri” kavraya bilmek için. .. Sarf, nahiv, belagat, meani, beyan, lisan ve edebiyat ilimlerini öğrenmek lâzım… Bütün bunları bilmesi gerekiyor… Demek ki; birincisi Arapçayı bilmektir. İkincisi Kur’an’ı Kerimi bilmek… Mutlak içtihat mertebesine erişebilmek için Kur’an’ın bütün âyetlerini bilmek.. Bu Hafız-ı Kur’an mânâsına mı? Hayır.. Şöyle dersem belki daha iyi anlaşılacak; Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisinin içtihat maddesini Yunus Apaydın yazmış. Diyor ki; “Ahkâmla ilgili olan âyetler iki yüz tanedir.” İmam-ı Gazali hazretleri de; “beş yüz” diyor, siz deyin sekiz yüz, diyor. Yani bu kadar âyeti bilen mutlak müçtehit olabilir. Fakat Zekiyüddin Şaban diyor ki; “hüsnü niyeti olan, ihlâslı olan bir kişi, enbiya kıssalarından dahi hüküm istinbat edebilir. Biz her şeyi sebep sonuç ilişkisi içinde, rasyonel biçimde değerlendirmiyoruz; bildiği ile amel edene Allah bilmediğini de öğretir” … Burada temel bir yol ayrımını arz edebiliyor muyum acaba? DİB meseleyi matematiksel olarak ele alıyor, iki yüz tane âyet var, diyor. Diğer taraftan ise âyeti kerimede şöyle buyuruluyor; “biz onları boşa anlatmayız. Allah sivrisineği bile misal vermekten çekinmez.” Bunların hepsinde bir hikmet vardır.. Galiba, bu bakımdan, Zekiyüddin Şaban’ınki doğru gibi 315 geliyor bana. Zaten orada öyle diyor; “Âyetlerin hepsini bilmese dahi, meseleye gerekli olanları hatırlayabilmesi, açıp bakabilmesi” gerekli diyor. Meselâ bazı âlimler, Ahkâm-ül Kur’an diye kitaplar yazmışlar. Bazıları diyor ki; bunlar da kâfi. Ama onların dahi kâfi olmaması gerekir gibi geliyor bana. Çünkü hüküm ifade eden âyetlerin yanında, Kur’an’ı Kerimin ihtiva ettiği bütün âyetleri topluca bilmek gerekir. El Esnevi, (hicri 772’de vefat etmiş) bu konuda şöyle demiştir; “Hüküm ifade eden âyetleri diğerlerinden ayırt etmek, Kur’an’ın zaruri olarak hepsini bilmeye bağlıdır. Üçüncü olarak sünneti bilmesi gerekiyor. Dördüncü olarak da; icmâ ve bu hususla ilgili konuları bilmek. Çünkü ehlisünnet mezheplerinde, icmâ üzerine içtihat edilemez… Sadece Mutezile’den Nazzam ve Şia’nın bir kısmı ile Hariciler icmâ vaki olan konularda içtihat edilebileceğini söylüyor. Bütün bunları yani bu usulü bırakıp “Kur’an İslâm’ı” ve benzeri tanımlamalar ve saçmalıklar ne anlama geliyor dikkat etmek gerekiyor.. Allah korusun İslâmiyet, bütün surlarından temizlenilmeye çalışılıyor. Kur’an’ı Azimü’ş-şan, onun etrafında sünnet-i seniyye tahkim edilmiş, onun etrafında icmâ-ı ümmet… Dolayısıyla zaten muhkem bir âyet konusunda içtihat söz konusu değil. Mütevâtir hadis konusunda içtihat söz konusu değil. İcmâ konusunda da içtihat söz konusu değil. Bu bir kalenin tahkim edilmesine benzer.. Ama dikkat edin, zaten kıyas asırlardır atıldı. İcmâ ortadan kaldırıldı. Sünnet ortadan kaldırıldı, şimdi Bir Kur’an kaldı. Sözüm ona, “Kur’an” derken, kastettikleri Allah Celle Celalühu’nün kelâmı değil, nefislerin, hevâ ve heveslerinin “Kur’an” diyerek uydurdukları, anladıkları ve yorumladıklarıdır… Bugün hadler meselesi tamamen göz ardı ediliyor. Hiç kimsenin umurunda bile değil.. İslâmiyet, Allah korusun, 316 tamamen hevâ ve hevesimiz üzerine neş vü nema bulmuş bir din haline getiriliyor. Onun için ısrar ediyorum ki ehlisünnette icmâ konusunda içtihat edilmiyor. Yani, bir konuda icmâ varsa, içtihat söz konusu değildir… Beşinci olarak kıyası bilmek... Edille-i şer’iyyeden dördüncüsü “kıyas-ı fukaha.” Dolayısıyla bir müçtehidin hüküm çıkarabilmesi için kıyas hükümlerini bilmesi gerekiyor. Altıncısı fıkıh usulünü bilmek... Fıkıh usulü; tafsili delilerden fer’i hükümler çıkarmanın kurallarını koyan bir disiplindir. Kaldı ki, zaten Müçtehid için de kendi usulünü koyma gibi de bir şart vardır. Mutlak müçtehidin önemli özelliklerinden biri de budur. İlk usül kitabı İmam-ı Yusuf tarafından yazılmıştır. Ama maalesef bugüne kadar gelememiştir. Bizim elimizdeki en eski usul kitabı İmam-ı Şafi Hazretlerine aittir: Risale… Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisinde bu şartlar; Arapça bilmek, Kur’an bilmek, Sünneti bilmek, İcma vaki olan konuları bilmek, Kıyası bilmek, Fıkıh usulünü bilmek, Fıkhı bilmek, Bunların yanı sıra derin kelâm bilgisinin yerine, kişiyi Müslüman kılmaya yetecek ölçüde kesin inancın şart koşulur. (Burası çok şayanı dikkat, yani, kelâm konusunda mütehassıs olması istenmiyor.) Yine müçtehidin Akaid konularında mukallit olmasının içtihada engel görülmemesi, müçtehidin bid’atçi olmaması ve sağlam itikat sahibi olması da gerekli şartlar olarak sıralanır. Ömer Nasuhi Bilmen Muvazzah İlmi Kelâm’da; “kâinatı meb317 de ve me’ad itibarıyla, kanun-u İslâm üzere bahsedendir.” Kader meselesi, Allah’ın zatı ve sıfatları meselesi, hep kanun-u İslâm üzere. Bir Müçtehitte, bu derin kelâm bilgisi şart değildir. Çünkü itikat ve ibadette içtihat yapılmaz… Muhammed Ebu Zehra’nın, Ebu Hanife isimli güzel bir kitabı vardır. Bu hususla ilgili oradan bir olayı naklederek devam ediyorum… Rivayet olunduğuna göre İmam-ı Âzam, oğlu Hammad’ı kelâm meselesinde münakaşa yaparken gördü ve onu bundan vaz geçirdi. Ona; seni münakaşa yaparken görüyoruz, dedi. Oğlu da diyor ki; “seni münakaşa yaparken görüyoruz, bizi neden men ediyorsun” deyince, cevabı şu oldu; “biz münazara yaparken, arkadaşımız kayıp düşecek, yanılacak diye korkumuzdan başımızda kuş varmış gibi dururduk.” “Siz ise münazara yapıyorsunuz ve arkadaşınızın düşmesini istiyorsunuz. Arkadaşının kayıp düşmesini isteyen, arkadaşını tekfir etmek istiyor, demektir. Arkadaşını tekfir etmek isteyense, arkadaşından önce küfre düşer.” Sekizinci olarak “mekasıd-ül ahkâm” veya “muradı ilahî” veya “mekasıd-ül şeria”. Yani fıkhi hükümler çıkarmak isteyen bir müçtehit; İslâm şeriatının amaçlarını ve Hz Peygamber’in gönderilme sebeplerini iyi bilecek. Makasut-ül ahkâm veya muradı ilahî veya hikmet-i teşri hangisini kullanırsanız, bununla, içinde bulunduğumuz çağın ruhu birbirine ters düşüyor. Dolayısıyla bugünkü yanlışların çok önemli kısmı buradan geliyor. Yani bir kişi, istediği kadar âlim olsun, bilgili olsun, malumatlı olsun; eğer pazarlıksız bir şekilde, ihlasla bu muradı ilahiye teslim olmuyorsa, muhakkak varacağı yer yanlıştır. O zaman, “zaman” ön almaya başlıyor muradı ilahîden önce.. İşte o zaman “Kronos Teos” oluyor, yani zamanın tanrılaştırılması… Unutmayın ki, Zeus’u da Kronos yaratmıştır. Yani en üst tanrıyı da yaratan tanrı Kronos… 318 Dokuzuncu olarak “meleke-i fıkhıyye.” Veya Ömer Nasuhi Bilmen’in deyimiyle; “meleke-i fekâhet”... Böyle mahdut meselelere vakıf olabilmek için bir de feraset lâzım. Çünkü bir Hadis-i Şerifte şöyle buyuruluyor; “müminin ferasetinden korkunuz o Allah’ın nuruyla nazar eder.” Buradaki feraset, sanki vasıtasız kavrama gibi. Bir hikâye anlatmış olalım; bir padişahın oğlu varmış. Diyor ki; işte bizim oğlanı çok maharetli bir sihirbaz yapana bilmem kaç tane deve ihsan edeceğim… Fakat eğer yetiştiremezseniz kellenizi alırım. Neyse biri kabul ediyor. Epeyce çalıştırıyor, sonunda; tamam padişahın imtihanı artık geçebilir diyor. Padişah oğlunu imtihan edecek; sihirbazlıkta yetişmiş mi, yetişmemiş mi? Eline yüzüğünü almış; oğlum bu elimdeki ne, diyor. Yuvarlak bir şey baba, diyor. Aferin oğlum. Başka? Ortası delik. Aferin oğlum bildin. Peki, ne o zaman? Değirmen taşı… Hemen hocayı çağırmış. Hani sen bunu yetiştirecektin, yetiştirememişsin.. Bir dakika hünkârım demiş, ben bunun yuvarlak olduğunu öğretebilmişim, içinin delik olduğunu öğretebilmişim, bunun değirmen taşı olmadığını bilmesi için feraset lâzım. Feraset de öğretilmez, demiş.. Bu arada bir de melekeden bahsediliyor. Sürekli şekilde meselelerin içine girerek içselleştirmek… Yani bir nevi temrinler yapmak. Onuncu olarak ihlas sahibi, itikat sahibi olması lâzım.. Ve bid’atlardan uzak bir kişi olması lâzım. Halis bir niyet kalbi Allah’ın nuru ile aydınlatır… Onu bu dinin özüne nüfuz ettirir. Ve yalnız hakka yöneltir. Haktan başkasına meylettirmez. Çünkü Allah ihlâs sahibi kimsenin kalbine hikmet kapılarını açar. Ve ona hidayet eder. İslâm dini ancak kalbi ihlâs ile aydınlanmış olanların idrak edeceği ilahî bir nurdur. Hâsılı şu on özelliğe sahip kişiler içtihat edebilir, müçtehit sıfatına sahip olabilir. Gelelim içtihadın hükmü meselesine… Ömer Nasuhi Bilmen: “İçtihadın hükmü, galebe-i zandır.” Diyor. “Yani içtihat 319 ile sabit bir mesele hakkında kanaat, hata ihtimali ile beraber, galebe-i zandır. İçtihatta daima hata ihtimali vardır. Bir müçtehit kendisinin hakka isabet ettiğini, kat’i surette iddia edemez. Belki isabet ettiğine, zannı galibiyle kani bulunur. Bu cihetle içtihat katiyattan olan usül ve füruda cari olmaz. (İbadette, itikatta olmaz.) Çünkü bunlarda galebe-i zan kâfi değildir. Bunlarda cezm lâzımdır. Bir müçtehidin daima isabet etmesi icap etmez. Bir müçtehit bir meselede musip olacağı gibi, (isabetli olacağı gibi) diğer bir meselede muhtî olabilir. (Hatalı olabilir). Çünkü her hadisenin hükmü, İndallah birdir. Bu hüküm müçtehidin içtihadına tabi değildir. Bu hükmü keşfeden bir müçtehit musiptir. (İsabet etmiştir.) Keşfedemeyen bir Müçtehid de muhtidir, (hata işlemiştir.) Bir müçtehit hata etse de, İndallah mesul olmaz. Belki mecur olur. Ecir sahibi olur. Çünkü bir hakkın zuhuru için kendi kudretini sarf etmiştir. Şu kadar var ki, bir müctehid, kendi iktidarını layıkıyla sarf etmeyip, doğru yol vazıh olduğu halde, hilafına İçtihatta bulunursa bundan dolayı mesul olmuş olur. Bu bile bile yanlış içtihat veya saptırmak anlamına gelir… Bir de âlemin hudusü, kıdemi gibi akliyatta hak Teâlâ’nın zat ve sıfatı gibi ilahiyatta ve nebeviyatta hak, bilittifak bir olduğundan, bunlardaki hata ma’füv değildir.” Demek ki; Allah’ın zat ve sıfatı, ibadetler konusundaki hatalar affedilmez. Niye? Çünkü bu konuların tartışılması yasak edilmiştir. Meselâ kader konusu.. “Hata eden bir Müçtehid hükme isabet edemediği cihetle intihaen muhti ise de, kendi kudretini bezl edip delilleri tetkik ettiği cihetle ibtidaen musibtir. Eğer elinden geldiği kadar, azm-ü cezm ederek karar vermişse, isabetli olmasa da, hata etmiş sayılmaz.” Bundan dolayıdır ki içtihadına her halde hasene terettüp eder. Nitekim Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz Amr ibn-ül As Radıyallahu Anh’a hitaben; “Hükmet!!!’ Şöyle ki isabet edersen senin için on sevap etmez isen bir sevap vardır.” Buyurmuştur. 320 Zekiyüddin Şaban, içtihadın hükmü konusunda şöyle der: “Daha önce şartları kendisinde toplamak suretiyle, içtihat derecesine ulaşan kimsenin, içtihadın caiz olduğu konular çerçevesinde bir mesele ile karşılaştığında, Kitap ve Sünnet gibi şer’î delilleri incelemesi gerekir. Söz konusu mesele hakkında içtihat edip bir hükme vardıktan sonra, artık bu içtihadî kanaatine göre amel etmesi gerekir.” Artık burada şüphe yok. “O meselede kendisine muhalif görüşe sahip bir müçtehidi taklit edemez.” Zira müçtehidin içtihad ederek ulaştığı sonuç, kendisinin zann-ı galibine göre, Allah’ın o meseledeki hükmüdür.”, “O halde, müçtehidin Allah’ın hükmü olduğuna kanaat getirdiği bir sonuca uyması zaruridir. Başkasının farklı görüşünden ötürü onu terk edemez, bu husus bütün bilginlerin ortak fikridir.” Yalnız eğer bir müçtehit fikrini değiştirmişse, sonraki içtihadına uymak zorundadır. Peki, başkaları nasıl tavır alacak? Bir müçtehidin, acaba daha önce yaptığı içtihadı herkese bildirmesi gerekir mi? Böyle bir şart yoktur, deniliyor. Ama eğer haberi olursa o zaman başka… Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusunda; müçtehit, müftü, kadı kavramları eş anlamlı kullanılıyor.. Müteradif kavramlar, ama sonradan bir anlamda fark yapılmış.. İstiftalara gelince, (fetvalara) bunların da birer maslahata, birer hüsnü niyete makarin olması icap eder. Bir soru soracaksın ama bunun bir hüsnü niyetle sorulması lâzım. Karşındakini açmaza düşürmek için değil. Hepimiz nefs taşıyoruz… İnsanız… Hepimizin zaman zaman sırf nefsânî saiklerle hareket ettiğimiz olmuştur. Hatta bazen gerekli de olabilir… Mazur da görülebilirsiniz… Belki de başka alandaki muhalefetinizi, muhatabınızı diğer bir konuda açmaza düşürerek intikamınızı alabilirsiniz… Hele felsefe ikliminde iseniz. Bedia Akarsu, bizim hocamızdı. Bir gün Kant’ın ahlâkı ile ilgili olarak; “Kant’ın ahlâkı intensiyon ahlâkı değil,” dedi. Biz de o sıralarda yoğun biçimde araştırıyoruz, okuyoruz… Takiyettin Mengüşoğlu’nun Kant Felsefesi diye müstakil kitabı var. “Kant ahlâkı bir intensiyon ahlâkı” diyor. Bunu okuyunca Bedia hanı321 mın yanına gittim; “Hocam dedim, Kant’ın ahlâkı intensiyon ahlâkı mı, değil mi?” Diye sordum. “İntensiyon ahlâkı değil” dedi. Ben de Takiyettin Bey böyle yazıyor deyip ilgili bölümü söyleyince, Bedia hanım kıpkırmızı oldu. Çünkü Kant konusunda Takiyettin beyi Bedia Hanım dâhil herkes otorite kabul eder. Ve halen bu davranışın etik dışı olduğu kanaatinde değilim… Siz “ felsefe akademisyenliği” statüsünün arkasına sığınarak istediğiniz gibi İslâm’a saldıracaksınız… O zaman muhatabınız da sizin kendi alanınızla ilgili alanda sizi açmaza düşürme hakkı elde eder… Fakat İslâmî konularda bu yaklaşım kesin olarak çok yanlış… Çünkü insanın imanına mal olabilir… Karşınızdakini mağlup etmek için, Sırf kendinizi tatmin için dinî istismar etmek! “Her hangi bir dinî, hukukî mesele hakkında sualden asıl gaye, o hususta bilgi edinmek, muktezasına göre harekette bulunmak, o baptaki bir vazifeyi layık-ı vecihle yerine getirmek, hak ve hakikate muttali olarak bilgisizlikten kurtulmak gibi meşru bir arzu olmalıdır. Böyle meşru bir maksada müstenit olmayan sualler, istiftalar zayittir. Soranlar hakkında manevi mesuliyeti muciptir. Hele İslâmi konularda, manevi mesuliyeti muciptir, lüzumsuz suallerden tevakki etmek lâzımdır.” Nitekim Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz hakkında da böyle bir hadise vardır. Bu gibi suallerin Resulü Ekrem’i memnun etmeyeceğini anlayan Ashab-ı Kiram korkunç bir hadise karşısında kalacakları endişesi ile haşyet içinde kalmıştır. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz, Bedir savaşında, orduyu konuşlandırıyor. Ve Hubab İbn-i Münzir, 33 yaşında, sahabe, pırıl, pırıl; “Ya Resûlallah! Bu vahiy midir, sizin reyiniz midir?” Benim reyim, buyuruyorlar. O zaman böyle konuşlandırmayalım. Şurada kuyular var. Kuyuların önüne konuşlanalım ve kuyuları kontrolümüz altına alalım. Ve o şekilde konuşlanılıyor. Yani 322 kavramı kullanmak istemiyorum, beni bağışlayın ama tam bir diyalektik çatışma örneği bu. Tez, antitez, yeni bir senteze ulaşılıyor… Bu kavramları kullanmaktan da memnun değilim. Biz de işlenmemiş olduğu için kavramlar da maalesef yok. O zaman bu kavramlar olamaz ama hani çeviri devri denilen, tercüme devri denilen dönemde olabilirdi her halde. Tercüme devrinin de yeniden gözden geçirilmesi gerekir… Aristo’nun fiziği Ahmet III zamanında, 1686’da ölen Yanyalı Esat Efendi tarafından doğrudan Yunanca aslından tercüme ediliyor. (tercümenin kesin tarihini tesbit edemedim. Onun için ölümünü verdim) XVII. yüzyılda kendi çağından oldukça geri kalmış olan Ptolemaios astronomisi ile uğraşılmaktaydı. Bu da çağdaş ilim görüşünde ne kadar geri kaldığımızı gösterir. III. Ahmed zamanında Aristo’nun Physica’sının bütünü olan sekiz kitabı Kütüb-ül-Semâniye adı ile Yunanca aslından Arapçaya çeviren Yanyalı Esad Efendi, kitabın önsözünde bu çevirisi ile övünüyor ve Abbasiler zamanındaki bütün çevirilerin Süryanice’den Arapçaya ikinci elden yapılmış olduğu için onlara üstün olduğunu söylüyorsa da, o yüzyılda Batı’da astronomi ve fiziğin ne derecede ilerlediği ve Aristo fiziğinin tamamen tarihe karışmış olduğu düşünülecek olursa, bu çevirinin yüzyıllarca geri kalmış, hatta lüzumsuz olduğu anlaşılır. Ancak 18. yüzyıl sonlarına doğru Batı kültürünün matematik ve fizik vb. gibi büyük ilerlemeleri fark edilmeye başlandı. Hâlbuki Aristo’nun Metafiziği ise çok önceleri tercüme ediliyor. Ortada bir yanlışlık var. Bu konuyu derinliğine, kendimize acımadan eleştiri masasına yatırmamız lâzım… Biz sadece bir ara cümle olarak değindik… (Sözlü Rivayetlere göre; Türk Medeni Kanunu kabul edilmeden önce M. Kemal o günün sözde ileri gelen hocalarını Heybeli adada toplamış. “Hadi, bana kanun tedvin edip getirin” diye. Bir madde de bile anlaşamadan 15-20 gün kavga etmişler… Maalesef bunu kabul etmek zorundayız ki, İslâm dünyasının fikri hareketleri spor programlarındaki gibi. Biri bir şey söylüyor, 323 öteki tersini söylüyor, farkında mısınız acaba? Ben buna siyasetül siyah-beyaz diyorum. Belki erken davranıp o siyah dese ben beyaz diyecektim. Bunun sebebi nedir sizce? Çok ciddi sebepleri var.. Bunda İslâm’ı bölmek isteyenlerin de etkisi vardır.. Batı felsefesinin birincil özelliği diyalektik olmasıdır. Tez, antitez, sentez… Antik Yunan’da kozmolojik dönem başlıyor; hemen daha bu dönemin içinde antropolojik dönem şekillenmeye başlıyor. Sanki ana rahminde döllenir gibi, onunla diyalektik bir çatışma içinde olan ve daha ileri götüren bir ekol çıkmaya başlıyor. Ondan sonra bir sentez geliyor, sistematik felsefe. Ondan sonra o tez haline geliyor… Böylece sürekli gidiyor. Felsefede iki türlü tartışma var, biri eristik tartışma, biri de diyalektik tartışma. Eristik tartışmada amaç, karşısındakini mağlup etmektir. Maalesef doğu dünyasında asırlardır bu nefsaniyet üzerine bina edilmiş. Hâlbuki diyalektik düşüncede amaç gerçeği bulmaktır. Biri bir hoca hakkında diyor ki; bilmem hangi hoca çok derin. Niye derin? Dedim. Valla bir soru sordum, herkes bilemedi, o bildi. Ne sordun? Hamile kadının karnındaki çocuğa fitre verilir mi verilmez mi? Anlatabiliyor muyum? Niye soru soruyor? Onu açmaza düşürmek için, bakın işte, eristik dediğimiz bu. Eristikte, önemli konu, bilgiyle konuşulmaz. Sen şöyle dedin, ben böyle dedim. Yani karşısındakini kendi kullandığı kavram içinde boğmaya çalışmak. Kavram analizleri yapmadan, kavramların hesabını vermeden.. Maalesef belki de, Mutezilenin tartışmalarının çoğunu ben eristik gibi görüyorum. Bize hâkim olan mantık yapısı bizi bu hale getirdi. Yalnız bu noktada bir açıklama yapmak borcundayım: Hiçbir fıkhî meseleyi büyük, küçük diye ayırmam, hafife almam… Fakat çağımızda ilmin, âlimliğin ölçüsü hamile kadının karnındaki çocuğun fitre meselesi mi olmalı? Açar bir ilmihale bakarsınız!) Bir de başta ben olmak üzere bizde bulunmayan bir haslet var, “bilmiyorum “ demiyoruz, diyemiyoruz… Hâlbuki bir müçtehidin bazı meseleler hakkında bilmiyorum demesi, kendisinde içtihat melekesinin bulunmamasına delalet etmez. Bir müçtehit 324 “bilmiyorum”, diyebilecek… Çünkü böyle bir meleke bulunduğu halde bunu bazı meseleler hakkında istimale vakit bulamamış olabilir ve yahut o meseleler hususunda ittikasından dolayı hemen cevap vermeyi ihtiyata muhalif görebilir… Rivayete nazaran İmam-ı Malik Hazretlerine kırk mesele sorulmuş, otuz altısı hakkında “bilmiyorum” demiş. Meşairden Şadi merhum demiştir ki; “bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.” Vakıa bir zatın bilmediğini bilmesi de bir ilimdir, bir hünerdir. Bir adam bilmediğini biliyorsa bu adam cahil, bilmediğini bilmiyorsa, cehl-i mürekkep içindedir. İmam-ı Şa’bi bir mesele hakkında bilmiyorum demiş, sail olan şahıs; sen Irak’ın fakihi olduğun halde bilmiyorum demekten utanmıyor musun deyince, Şa’bi merhum; “Fakat melekler Allahü Teâlâ’ya ya rabbi, senin bize bildirdiğinden başka bizim bilgimiz yoktur, demekten istihya etmemişlerdir” diye mukabelede bulunmuştur. Velhasıl bir müçtehit için her meselenin hükmünü hemen bilmek icap etmez, elverir ki kendisine matlup olan fekahet mevcut bulunsun. Rahmetli bir yerde daha buna işaret ediyor. İcabında “bilmiyorum”, demesi lâzımdır şeklinde. Allah’a hamd olsun, bizim İslâm’ın özünden bir şüphemiz yok, ama nasıl bu hale gelinmiş ben de halen “bilmiyorum”. Şimdi biraz daha bu konularda bilgi arz edip bir analiz yapmaya çalışacağım. Şüphesiz ki içtihat 9. Yüzyıl ortalarına kadar canlı. Hicri 3. Yüzyıl... Nitekim Ebu Hanife Hazretleri 699-767 tarihleri arasında yaşamış. Hicri 80-150. Ebu Yusuf Hazretleri 731-793, İmam-ı Muhammed 749-804, Malik bin Enes Hazretleri 712-795, onun talebelerinden Abdullah bin Veheb vefatı 814.. İmam-ı Şafi Hazretleri 767-819 yılları arasında yaşamış. Bu dönem yani 700- 850 arası o kadar velud ki pek çok âlim ve müçtehid ortaya çıkmış. Fakat 10. yüzyılın başlarından itibaren içtihadın caiz olmadığı görüşü hâkim olmaya başlıyor. Bu arada, 8. yüzyılın ortalarında başlayan taklit, 9. yüzyılın ortalarında yaygınlık kazanıyor. Fakat 13. yüzyılda tekrar içtihad ihtiyacı beliriyor. 325 Allah Celle Celalühu, bu kâinatı, bu insanları ve toplumu yaratmış. Ve o kadar namütenahi hadise var ki.. Dolayısıyla bu namütenahi, sonsuz ilişkilerden ortaya çıkan problemler de doğal olarak var. Siyasî, içtimaî, iktisadî, etik, estetik, itikadî ve ibadet ile ilgili konularda.. Burada sonsuz çözüm bekleyen problemler var. Bir adam, bir adama vuruyor, al sana bir mesele. Bu meseleyi nasıl halledeceksin. Veya bağında, senin ağacın uzadı, komşunun duvarını geçti. Al sana bir mesele daha. Veya ticari meseleler, iktisadî meseleler. Demek ki Kur’an’ı Kerimde bulamadığımız bizim, “olmayan” demiyorum, bizim “bulamadığımız” meselelere, Hadis-i Şeriflerde bulamadığımız, icmâ’da, kıyası fukahada bulamadığımız meselelere hal çareleri getirmek lâzım. Bundan kaçınamayız. Ve kaçındığınız anda, o medeniyet, hayatta ortaya çıkan problemlere cevap veremiyor. Dolayısıyla da, o medeniyet kendi kendini tekrara başlıyor. Bir nevi patinaj hali çıkıyor ortaya. Ve zihniyetinizle kayıp başkasının uygarlık sahasına düşüyorsunuz… Ondan sonra bütün fikrî hayatınız, mukaddesatınız rehin alınıyor… Veya o kadar borçlanıyorsunuz ki gönüllü olarak rehini siz talep ediyorsunuz… Meselâ Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz’in Hayber’deki toprak konusunda bir tasarrufu vardır. Hz. Ömer’in Suriye ve Sevad arazisinde bir tatbikatı vardır. İçtihatlara göre, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin tatbikatıyla, Hz Ömer’in tatbikatı, o günkü Abbasiler, Emeviler devrinde bu tatbikat-karşılık buluyor. Osmanlı toprak sisteminde, yani orta çağda ana üretim aracı olan topraktaki sistem, Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz ve Hz. Ömer’den istinbat edilerek gelmiş. 16. Yüzyıla kadar ufak tefek hataları olmakla birlikte ne kadar mükemmel bir sistem. Koçi Bey risaleleri ile eleştiri başlıyor… Ali bin Halife’nin Yavuz Sultan Selim’e verdiği arızalar var. Ebussuud Efendinin eleştirileri var. Durum anlaşılamıyor… Bu eleştiriler nazarı itibara alınmıyor… Sistem bir şekilde devam ediyor… Daha doğrusu devam etiği sanılıyor… Ama ne zaman ki Batıda 1. Sanayi Devrimi patlak veriyor (1765), ne zaman ki Ümit burnu keşfediliyor 326 (1487), Amerika keşfediliyor (1492), işte o zaman yeni bir insan telakkisi, yeni bir dünya telakkisi, yeni bir hukuk telakkisi, yeni bir din telakkisi ve dolayısıyla yeni bir dünya doğuyor. Bu hengâmede Osmanlı ne yapıyor? Maalesef bunlardan haberi yok... Israrla tekrar ediyorum, bugün batı pozitif bilimlerde bu aşamaya gelmişse bunu metod anlayışı yüzünden gerçekleştiriyor.. Bacon (1561-1626) ve Descartes (1596 – 1650) sayesinde oluyor bütün bunlar. Batı metodunun temelini atan adamlar. Diğer deyişle antik Grek’ten beri gelen metodu billurlaştıran bu ikisidir. Bacon’un kitabı 1620... Descartes’in kitabı 1632… En başta bunlar olmak üzere batıda ne olduğundan haberimiz yoktur. Bu noktada aşırı hassasiyetler doğuyor… Ne yapmalı idik? Batıyı taklit mi etmeli idik? V.b. Hayır… Sadece Batı ile fikrî planda hesaplaşmalı idik!... Batı ile hesaplaşamadığımız için, Batı hesabımızı gördü… Defterimizi dürdü… Bugün iç çamaşırımız dahi Batılı… Ayağımızdaki çorabımız bile Batılı…. Ama buna rağmen hayat ilerliyor bir taraftan da. Savaştasınız, bir bakıyorsunuz ki; daha önce arz ettik; gâvurun silahı değişmiş, “Usul-ül Hikem fi Nizam-ül Âlemde” anlatıyor… Yıl 1596. Gâvur fazla harp etmeye başladı, diyor. Bizim gibi harp etmiyor artık diyor. Ve ortaya çıkan bu problemler, içtihatla cevaplandırılmayınca kendi içine kapanıyor. Kirpi gibi kendi içine kapanıyor. Dolayısıyla ardından bugünkü duruma geliyoruz. Muaz Hazretlerine Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz Yemen’e vali olarak gönderirken soruyor; -Neyle hükmedeceksin? -Allah’ın kitabıyla. -Peki orada bulamazsan? -Senin sünnetinle. -Orada da bulamazsan? -Reyimle. 327 Rivayete göre Hz Peygamber o kadar memnun oluyor ki, şöyle göğsüne de vuruyor; “Bu cevabı vermeyi nasip eden Allah’a hamd olsun.” Bu içtihada teşviktir. Nitekim doğrudan veya dolaylı olarak, meselâ Nisa Suresinin 59. Ayet-i Kerimesi, Şura Suresinin 38. Ayet-i Kerimesi, Âl-i İmran Suresinin 155. Ayet-i Kerimesi, insanları içtihada teşvik ediyor. Yani şunu söylemek istiyorum; bizi içtihat yapmaya hayat zorluyor… Ama bütün bunlara rağmen biraz önce arz ettiğim gibi 9. Yüzyıl ortalarında içtihat meselesi kilitlenip kalıyor. Bunun sebebi nedir? Nasıl olur? Burada iki görüş var. Biri diyor ki; içtihad kapısı kapanmıştır. Biri de diyor ki; hayır efendim, yapabilen varsa buyursun. Tabi kapanmıştır tezi pek tasvip görmüyor… Diğer taraftan 10-11. yüzyıllarda başka bir ayırım başlıyor, din ilmi, dünya ilmi diye… Hatta din ilminin daha değerli olduğu gibi, diğer ilimlerin gerektiği zaman öğrenilmesi gibi anlayışlar oluşuyor. Bu ayrımın Müslümanlara zarar verdiği söyleniyor… Oysaki din ilmi dünya ilmi gibi bir ayrım bile başlı başına sekülerleşmenin başladığının göstergesidir… Bir Müslüman, kimyacının, fizikçinin, seküler meslektaşları ile konusu üzerine eğilme tutumu aynı mıdır? Meselâ Yavuz Sultan Selim döneminde, medreselerdeki müsbet bilim derslerinin sayısı azalmış. Sebebi de şu; malum Şah İsmail merkezli bir Şia tehlikesi var. Saçlı dervişleri Antalya’ya kadar geliyorlar. Anadolu’ya kadar gelip Şiiliği yayıyorlar. İtikadî bir iğtişaş, bir karışıklık olduğu için, itikadî konulara daha fazla ağırlık verilmiş. Kayseri’de güzel bir atasözü vardır. Kız çocuğu, namus anlamında, saklanacak bir varlık değil, sakınılacak bir varlıktır. Irzınız, namusunuzdur, sakınırsınız… Fakat zamanı gelince de evlendirirsiniz… Bu müthiş bir atasözüdür. İnşallah hata yapmı328 yoruz… 9. Yüzyıla takaddüm eden günlerde maalesef din, sakınılan bir değerler sistemi olarak kabul edilmiştir. İslâm o kadar mukaddes ki, ona dokunulamaz!… Zümrüdüanka kuşu gibi… Adı var kendi yok… Mevcudü’l isim, mâdumü’l cisim… Bu anlayışın muakkipleri dinî bozmada herkesten önde bugün… Sözüm ona fıkhî hassasiyeti olanları ile, tarikatçıları ile…Sorun, her sorunun çaresi var!... Bu konuya üzerinde çalıştığımız kitabımızda daha fazla duracağız… Yani zihni bir iğtişaş var. Sonra Moğol akınları geliyor, Emevilerdeki asabiyye vs.. O karışıklıkta suiniyet sahibi insanlar da var. Meselâ diyelim ki; Mutezile… Bunların itikadı bozacağı şüphesiyle, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’te içe doğru bir kıvrılma, kendi içine kapanma var. Eve kapanmalar, hapisler bu dönemlerdedir.. İtikadın bozulacağı korkusu ile bu içe kapanmalar ne getirmiştir ne götürmüştür bilinmez!.. İslâm üzerinde yanlış ve marazi bir hassasiyetle durduğumuz için, onu saklamaya çalıştığımız için bakmaya kıyamadığımız şeriatımız, bugün Allah korusun uygulanabilecek bir zaman ve mekan bulamaz durumda.. Akif öyle diyor; Kur’an ayaklar altında çiğnensin mi İlahî Ayatının üstünde yürünsün mü İlahî Haç Kâbe’nin altında görülsün mü İlahî Nihayet yıkılıp gitsin mi koskoca bir din. Çektirme ilahî çektirme bize bu kadar zilleti âmin” Ciğeri pâre pâre, yüreği alev alev yanan, samimi bir imanın sahibi olan aynı Akif, şüphesiz bilmeyerek, İslâm’ın haremine, mukaddesatına el uzatıyor… Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı… 329 Bu telakki ile milyonları zehirledi… Onun, açtığı yolun mesuliyetinden nasıl kurtulacağını bilmiyoruz… Bu kadar gaflet olur mu? Eğer şuurla, bilerek söylense imanlara zarar bir beyit… Bir Müslüman’ın görevi “Asrın İdraki”ni inşâ mıdır? Yoksa İslâm’ı “Asrın İdrak”inin kalıplarına dökmek midir? En başta faiz, içki, zina, recm, kadınların miras meselesi, şahitliği, hadd cezaları, kısas, mümin-kâfir ayrımı, mürtedin hükmü…” Asrın İdraki”ndeki yükselen değerlere göre İslâm’ı söyletirseniz ortaya kahperengi bir din çıkar… (Kahperengi… Geçen gün bir kitapçıda gördüğüm bir romanın ismi. Okumadım, ama kavram müthiş…) Biz hiçbir hatır gönül dinlemeden murad-ı ilâhiyi anlamaya çalışıyoruz… Bizim Rabbimiz, Allahü Zülcelâl Hazretleri’dir… Biz hiçbir beşeri rab edinmiyoruz… Oturun düşünün! Sanat mânât da dinlemiyoruz!... Sadece şer’î ölçüler… Hatırlayın, Akif ’in: Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i… Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Saçmalığını!… Bunu ya bir ……….. (Buradaki kavramı sildim… Çünkü ben de çok incindim… Okuyucu kendi doldursun…) söyler… Ya da kafası karmakarışık bir Müslüman! İslâm’ın mukaddesleri kâfi gelmediği için yeni kutsallar icad ediyoruz… Ulusalcı bir yaklaşım için çok tutarlı bir tutum… Ama Müslüman milletinden olan bir mümine çok giran gelen bir yaklaşım… Osmanlıyı kutsa, Çanakkale’yi kutsa, ulusu kutsa, toprağı kutsa, bayrağı kutsa, ulusal marşı kutsa, sözde şeyhi kutsa, sözde tarikatları kutsa, sözde din adamlarını kutsa… Sözde kanaat önderlerini kutsa, sözde üstadı kutsa… Fahr-i Kâinât Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in veladetini dahi kutlayarak, kurtlandırdın… İslâm’ın mukaddeslerine ihtiyaç hissettirilmeyecek bir kutsallar mezbeleliği… Bu uydurulan kutsalların her birinin tevhid inancına gölge düşürdüğünün farkında mısın? Batı’ya öykünerek uydurduğun bu kutsalların Allah Teâlâ tasavvurunu lekelediğinin 330 farkında mısın? Evet, Akif ’i de tenkit ediyoruz… Kendi Üstadımız Necip Fazıl’ı da tenkit ediyoruz… Önemli olan şer’î ölçüler… En fazla da kendi kendimizi tenkit ediyoruz… Bugün İslâm tefekkürünün birinci meselesi; Tevhidi gölgeleyici her türlü sentetik, kurgulanmış, inşâ edilmiş kutsalın farkına varmak, teşhis etmek ve gönlündeki imanda boğmaktır… İlle de bu kaba mânâda putları kırmak değil! Asıl putlar gönlümüzdedir… Ve bu sentetik putlar gönlümüzde Hâlık-ı Zülcelâl’e yer bırakmıyor… Önce “Lâ”…. Önce maddî, manevi bütün putları kırmak… Bir insanı Şâri-i Mübin yerine koyuyorsanız bu şirktir… Eğer bir insanın fikirlerini Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye muvacehesinde değerlendirmeden kabul ediyorsanız, o insanı rab kabul ediyorsunuz, tanrı kabul ediyorsunuz demektir ki; bu şirktir… Ferdî olan; ilham, keşif gibi hadiseleri Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’nin süzgecinden geçirmeden; tartışmasız, pazarlıksız kabul ediyorsanız bu şirktir… Yakıtı nefs olan kontrolden çıkmış uzay aracınla savrulup gidiyorsun, hayırdır yolculuk nereye? Bu aygıt seni nereye götürür? Bilemiyorum!... Nefsinden başka kimseyi dinlemiyorsun! Dinle! Adam gibi! Boşalt kalbini, çirkeften temizle: {Sehl b. Abdullah der ki: “Kitap ve sünnetin kâbul etmediği her türlü vecd ve keşif bâtıldır..” ve {Ebu Süleymân Dârânî de şöyle konuşur: “Hakikate aid bazı keşfî bilgiler, kırk gün süreyle kalbimi sarar; ben, iki şâhid olmadan onların gönlüme girmesine izin vermem. O iki şâhid: Kitab ve Sünnettir.”103 Devam ediyoruz: “Âlimler ilhamın, hükümleri bilme sebeplerinden biri olmadığını açıkça anlatmışlardır. Rüya da bunun gibidir.”104 103) Serrâc, sh. 116 104) Birgivî, Tarikat-ı Muhammediye, Tercüme, M. Fatih Güneş, İstanbul, Kalem yay. 2006, sh. 94 331 Devam ediyoruz: “Şeyhlerin masûm (ismet sahibi, lâyuhtî, hatasız, günahsız) olduklarına müritlerin itikat etmemeleri lâzımdır.”105 Ve devam ediyoruz: “Kitab ve Sünnete uygun olmayan, onlardan istifade ile elde edilmeyen, onların anlaşılmasına yardım etmeyen yahut onlara dayanmayan (onlardan tasvip almayan) bütün ilimler, ne çeşit ve ne kadar olursa olsun, fazilet değil rezâlettir. Bu gibi ilimlerde insan dünyada boş zevklerini, ahirette de perişanlığını artırır.106 Biraz uzunca bir alıntıdan sonra değerlendirmeye geçeceğiz: {Yusuf b. Esbat ve Veki b. Cerrah şöyle derdi: “Bize göre dünya malı helâl, haram ve şüpheli olarak üç çeşittir; helâlin hesabı, haramın cezası şüpheli malın ise azarı vardır. Öyleyse dünyadan, sadece lâzım olduğu kadarını al; eğer aldığın helâl ise, zahid/dünyadan gönlünü çekmiş olursun; şüpheli ise veralı davranmış/şüpheden sakınmış olursun. Ancak bu durumda kul biraz ikaz edilir.” Yine onlar demişlerdir ki: “Bu zamanda bir kimse, zühd sahibi olsa/dünya malından elini ve gönlünü çekse; öyle ki Hz. Ebu Zer ve Hz. Ebu’d-Derda (r.a) gibi bir hayat yaşasa, biz ona zahid demeyiz.” Kendilerine: “Niçin?” diye sorulduğunda; şöyle demişlerdir: “Çünkü bize göre zühd, her şeyi ile helâl maldan olur; günümüzde de böyle helâl mal yoktur.” Yusuf ve Veki’ (rah), hicri ikiyüz seneden önce vefat etmişlerdir. Veki’ b. Cerrah, âlimler içinde selefe/önceki büyüklere en çok benzeyen kimse idi; Ashab’tan Abdullah b. Mesud Radıyallahu Anh’a çok benzerdi; yiyicek konusunda çok titiz davranırdı. Kendi105) Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, İstanbul, Dergah Yayınları, 2009, sh. 489 106) Şihâbuddîn ������������������������������������������������������������������������������� Sühreverdî, Avârrifu’l- Meârif, Dilâver Selvi, İstanbul, Umran yay. 1995, sh.33 332 sine, helâl yiyecekten sorulunca, onun çok az bulunduğunu belirterek: “Helâl nerede? Helâle nasıl ulaşırım?” diye sordu; peşinden: “Bir kimse gelip bizden, ilime göre helâlin ne olduğunu soracak olsa, ona: “Dere kenarlarında biten ot köklerini ye, elbiseni çıkar, kendin de Fırat nehrine gir orada yaşa!” deriz, dedi. Yanındakiler: “Ey Süfyanın babası, siz yiyeceğinizi nereden yiyorsunuz?” diye sorduklarında: “Allah’ın rızıktan yiyoruz ve Allah’tan affını ümid ediyoruz” cevabını verdi. Bişr b. Haris önceki büyük zatlardandı; kendisine helâlin durumu sorulup: “Ya Eba Nasr, siz nereden yiyip içiyorsunuz?” dendiğinde; şu cevabı verdi: “Sizin yediğiniz şeylerden yiyorum; fakat yediğini (mecbur kalıp) ağlayarak yiyen, gülerek yiyen gibi olmaz” dedi107} Şu anda yukarda arz ettiğim kitapları teemmül, tefehhüm, tefekkür ederken şöyle bir noktaya geldim…108 Ben ve benim gibi tereddütsüz, samimiyetle, birincil olarak, net bir biçimde Şeriat-ı Garrâ-yi Muhammediyye’ye bağlı olan ve tarikatı da bu sınırlar içinde kabul edenler; tarikatın noktası noktasına şeriata bağlı olmak şartıyla kabule mazhar olabileceğini kabul edenler, yani tarikatı bir ön şartla kabul edenler, son tahlilde; adı var kendi yok, zümrüdüanka kuşu gibi, madumu’l cisim mevcudu’l isim bir tarikatı kabul ediyoruz, istiyoruz gibi geldi. Sanki kabul ettiğimiz uzun yıllardır görülmesi, varlığı mümkün olmayan bir tarikat… Bir şekilde bırakın bağlanmayı, tarikata kenarından ucundan bulaşmış olanlar da; adı var kendi yok, zümrüdü anka kuşu, madumu’l cisim mevcudu’l isim gibi bir şeriat istiyorlar… Zaten halk-avam ikincinin yanında.. Yüzyıllar devam eden ihtilafın temel sebebinin bu olduğunu anladım(?). Birinciler sebepten hareket ettikleri için, açmaza giriyorlar… Kafaları duvara duvara çarpıyor… İkinciler sonuçtan hareket ettiği için yolları açık… Önleri açık… 107) Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, çev. Y. Çiçek-D.Selvi, İstanbul, Semerkand, 2011, sh. 4 / 635 108) Bizimkisi sadece Şeriat-ı ��������������������������������������������������������� Garrâ-yı���������������������������������������� Muhammediyye��������������������������� sınırları içinde tefekkür… 333 “İnsanlar içinde en yalnız insan; Düşün, taş duvara başın gömülü! Ve kapan sükûta, granitten, taştan, Mazgallı bir kale gibi örülü.” Birinciler her şeyi ama her şeyi “helâl- haram”dan hareketle değerlendiriyorlar… Hacca gidersin, ama helâl para ile şer’î mükâfatı verilir… Cami yaptırırsın helâl para ile mükâfatı verilir… V.b... Yani şarta bağlı bütün muameleler, ibadetler: İkinci, birinciye: ---Yani o kadar maddî, manevi fedakârlık yaptık, fakat senin bana şüphe ile baktığını hissediyorum haccım konusunda… ---Hiç kimsenin, bir başkasının ibadetinden şüphe etmeye hakkı yok! Kalbleri bilen Cenab-ı Hakk’tır… Eğer helâl para ile gittin şer’î vazifelerini yaptınsa inşallah Allah Celle Celalühu kabul eder.” ---Halen şarta bağlıyorsun! “eğer”e bağlıyorsun… Peki, o kadar para harcadım cami yaptırdım, bu konudaki hadisleri biliyorsun. “ kuş yuvası” kadar bir cami de olsa… ---Eğer helâl para ile yaptırdınsa, inşallah Allahü Zülcelâl Hazretleri kabul eder… ---Hala mı “ eğer” ? ---Evet, her hal ve şartta “eğer”… Bana bak! Beni zorlama… Sürüyle tarikat var, cemaat var… Git onlara! Zengin adamsın, sorgusuz sualsiz sana cennet tapusu verirler, yaptıklarının sertifikalarını takdim et, yeter! Yalancıktan; şeriat, helâl-haram, derler… Ama korkma!.. Mayanız aynı korkma!.. Senin halin tam şu durumu andırıyor: Rahmetli Üstadım Necip Fazıl; milli şef İsmet İnönü, cumhurbaşkanı iken, yanılmıyorsam 1947 yılında 334 derginin kapağına bütün sayfayı kaplayacak şekilde şu Hadis-i Şerifi yazıyor: ”Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez…” Sonra Hasan Ali Yücel, Üstad’a diyor ki: “Bu halkı bize isyana teşviktir…” Sen de biliyorsun cebindeki paranın haram olduğunu… Onun için “eğer”ler yüreğine hançer gibi saplanıyor… Söyle bana Şer-i Şerif ’in nizamının hayata ve devlete egemen olmadığı bir sistemde “helâl” diye bir kategori var mıdır? Söyle bana 1015 yıl önce neyin vardı? Ortaklarına ihanet ettin… Emanete hıyanet ettin… Sen münafıklık alameti taşıyorsun… Haccın boş, yaptırdığın camiin de boş… Ve şunu o kapitalistleşmiş beynine sok ki; bırak şer’î nizamı bir tarafa; ekonomik yapının bu kadar fırsatlara açık olduğu, servetin bu kadar hızlı el değiştirdiği bir dünyada herkes birbirine hırsız gözüyle bakar… Fırsatlar dünyasında dürüst, namuslu adam yoktur! Fırsatları değerlendiremeyen adam vardır… Yoksa herkes hırsız… İmtihanı kimse geçemez… Birinciler bir türlü T.C. memuru şeyhi anlayamaz… Birinciler bir türlü T.C. Memurluğundan emekli şeyhi anlamazlar… 1960’lı yıllarda Erenköy’de bir zattan bahsederlerdi… Bir zenginin muhasebecisi.. O günlerde de anlamamıştım… Muhasebeci şeyh!.. Halen de anlamıyorum… Hemen duyar gibi oluyorum: “Ne yapsın adam maişeti için çalışmasın mı?“ Bu kadar ahmakça bir soru olmaz… Şüphesiz çalışacak… Şüphesiz kazanacak… Ama bizim de minnacık bir sorumuz var: Şeyh olmak zorunda mı? Tehditle mi şeyh yapıyorlar? İkinciler sonuçtan hareket ettiği için onlar otobanda… Önleri açık… Nefsin yolunu tutmuşlar… Yalnız hemen şunu da ekleyeyim ki, birinciler hile-i şer’iyyeyi de kabul etmezler… Yukarıdaki Üstadım Necip Fazıl’ın dizelerini bir daha oku!.. Bunların kafası taş duvara gömülü!.. 335 Şeriat-ı Garra-yı Muhammediyye’ye zaman ve mekân üstü gerçeklik olarak iman eden birincilerden biri Batı’lı bir ülkeye gider… Arabası ile otobanda yanlış yola girer… Bütün arabalar hızla üzerine doğru gelmekte ve o sırada radyoda bir anons duyar: “Dikkat! Dikkat! Otobanda bir araç ters yola girdi! Dikkat! Dikkat!.. Bu sırada bizimki mırıldanır: “Ne birisi hepsi, hepsi…” Ey Birinci diye nitelediğim Müslüman kardeşim! Asr-ı Saadeti hatırla!.. İman eden bir kişi… İki kişi… On, yüz… Ama küfür mebzul miktarda… Şimdi ikincilere hitap ediyorum! Be hey gafil! Benim hatırım için bir hafta çay içtiğin bardağı yıkama, bak gör ne hale geliyor? Bu uydurulan kir pas içindeki “kutsallar”, tevhid akidemizi ne hale getiriyor? İslâmî tefekkürün birinci şartı tevhid inancını her türlü şirkten temizlemektir… Gönlümüz kutsallar mezbeleliği haline geldi. İmânâ yer kalmadı… Osmanlıyı kutsayarak farkında olmadan tevhid inancına gölge düşürenlere sesleniyorum. Buyrun, sizi putlarınızdan kuşkuyu düşürmek için bir hatıra… Yalnız hatıranın sahibinin kim olduğunu bilseniz çok daha önem kazanır: Filistin Müftüsü Emin El- Hüseynî… Mayıs 1941 yılında yayınladığı bir fetva ile İngiltere’ye karşı cihad çağrısında bulunan ve cihadı başlatan Filistin müftüsü… (Hiç değilse şu kitaba bakılabilir: Tayyar Arı, Ortadoğu, sh.212, 218, 829 ) Aşağıda ismini vereceğim hatırayı nakleden kaynağın mütalaası: “Filistin Müftüsü Emin elHüseynî hazretlerini ilk defa olarak, Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin evinde gördüm. Bu zat, son asır İslâm liderlerinin en temizlerinden, en samimilerinden, en fedakârlarından ve İslâm düşmanlarının oyunlarını en iyi bilenlerden, çok bilgili, tecrübeli ve basiretli bir mücahid idi.” Her kelimesine inanmak zorunda olduğumuz emin Emin Efendi Hazretleri anlatıyor: {Müftü Efendi, sohbet esnasında, bir şey anlattı ki gerçekten üzücü idi: “Efendim, ben yirmi yaşında idim. Gönüllü olarak, Osmanlı ordusuna katıldım. Çanakkale’de bulundum. Cepheye gitmezden 336 önce, bize tâlimler yaptırdılar. Kendim istedim: Ben ancak bir av tüfeği kullanırım; silâh atmayı bilmem, dedim. Bunun üzerine cephe gerisinde, bizleri talimgâha gönderdiler. Burada tâlimler yaptık. Yalnız Türk zabitlerinin, o mukaddes ve mübarek meydanda, harp sahasında, çadırlardaki lâubali hâlleri bana çok dokunmuştu.. Namaz kılmamaları, içki sohbetleri, hatta çadırlarda, onlara içki sofrası, meze hazırlayan, hizmet eden neferleri görmek, bizleri çok üzmüştü. Benim gibi uzaktan, Kırım’dan, Dağıstan’dan, Kafkasya’dan gelen gönüllüler hep şikâyetçi idiler: “Ne niyetle geldik, burada neler görüyor, nelere şahit oluyoruz.” diyorlardı. Zâbitlerin onda sekizi böyle idi. Bunlar savaştan da ümitli değildiler. “ Bu işin içinden çıkılamaz; kaybedersek kaybedelim; düşmanın elindeki silâh bizde yok; boş yere inat ediyoruz.” diyen zabitler gördüm.”} (Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar -2, Kaynak yay. İzmir, 2008, sh.229) Konumuza dönüyoruz… Bugün işte böyle bir facianın paradoksun ve çıkmazın içindeyiz. 10. asırdan beri Batının muhasebesi yapılamamış. Yani gerçekleri olduğu gibi kabul etmemiz lâzım. İmam-ı Gazali’nin yolu zor geliyor bize. Batı felsefesini rakiplerinin bildiğinden daha iyi bileceksin o kâfir işi deyip atmayacaksın.. İmam-ı Gazali hazretleri (1058-1111) ile ilgili olarak bir yabancı şöyle diyor; “İmam-ı Gazali Batı felsefesini o kadar iyi biliyordu ki, rakiplerinin yanlış anladığını gösterdi.” Fakat İmam-ı Gazali Hazretlerinden sonra bulamazsınız böyle bir kişi. Bunu da tartışmak isterim. İmam-ı Rabbani hazretleri; “menşe’i küfrü tanımayan iman nakıstır” diyor. Sormak gerekir ki Batı’da, gâvur bayramlardaki şehrayin gibi filozof yetiştiriyor, sen neredesin? Ya, felsefe doktorası yaparsın ancak İkbal gibi balı kavanozundan yalarsın! “İslâmiyet’in felsefî geleneklerine tamamıyla bağlı kalarak”.. Nereye gideceksin, felsefeye bağlı kalarak. Devam ediyorum; “Daha önce gördüğümüz gibi dinî tecrübeye dayanılarak 337 verilen hüküm akıl ve idrak ölçülerine de uyar…. Veya mutlaka hakikat akıl ve mantıkla düzenlenen bir hayattır.” Bu hayatı ego veya benlik olarak yorumlamak, Freud.. Freud… Ben bunun ıstırabını çekiyorum, bunun. Fakat ben burada diyorum ki; Felsefeyi öğrenmek ayrı içselleştirmek ayrı… Bizde 8. Yüzyıl dâhil felsefe ile her karşılaşmada maalesef felsefe belirleyici olmuş ve filozofların mantığına ve aklına göre bir din yorumlanmış. Bu çözüm değildir. Bugünküler de aynısını yapıyor. Bu Batı felsefesi ile bir hesaplaşma değildir. Batının yöntemini içselleştirerek Kur’an ve Sünnete yönelirsen, ancak onlara göre bir “din” inşa etmiş olursun. Bu da çok kahperengi bir “ din” olur…Buradan çıksa çıksa reformcu ve müctehid taslakları çıkar.. Çünkü Batı düşüncesine vukufiyet olmadan hesaplaşılamaz. Bir Müçtehidde aranacak en önemli vasıf şekur ve hamid olmasıdır. Şekur Hadis-i Şerifte de geçiyor, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz gece ayakları şişene kadar namaz kılıyor, Hz. Aişe Radıyallahu Anhuma buyuruyor ki; -Ya Resûlallah! Senin gelmiş ve geçmiş bütün günahların affedilmişti… -Allah’a karşı şekur olmayayım mı?” Şükrün daha da katmerlisi yani.. Dolayısıyla müçtehit, Müslüman olduğu için Allah’a şükür içinde olacak. Hamid olacak… Her ne kadar Hamid, Allah Celle Celalühu’nün sıfatlarından biriyse de insan için de bu anlamda kullanılıyor. Diğer deyişle Müslüman olduğu için Allah’a hamd edecek. Bir mânâda bu meseleden ancak bu şekilde çıkılır. Yoksa çıkamayız! İslâm filan kalmadı ortada. Birileri zaman zaman çıkıyor ve “helâlinden kazanmak şartıyla” diye başlıyor konuşmaya!. Kapitalist-Liberalist bir sistemde, yani meşru olmayan bir düzende, gâvurların hükümlerinin 338 hakim olduğu bir sistemde helâl para nasıl olacak??? Sormak lâzım… Hangi uygarlık içinde bulunuyorsun, farkında mısın? Neo liberalizm ne demek? Helâl para nerede? Bu sistem içinde “ helâl” diye bir kategori var mı? Anayasa’nın 24. Maddesi: “ Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa dayandıramaz.” Üstad Necip Fazıl içinde yaşadığı dünyayı çözümlerken Siyah Pelerinli Adam isimli eserinde; “Dünyada yegâne gerçek insan ölçüsü paradır.” Diyor… Sen bunu anlayamamışsan, nedir o okudukların… Ve böylece siz ancak sistemi tahkim edersiniz. Siz mi Ehl-i Sünnet ve’l Cemaate hizmet ediyorsunuz? Şunu diyorum; doğan bir dünya var, bu dünyayı tanımak ve korkmadan, Üstad’ın dediği gibi iki kaşı arasından bu sisteme bakmamız lâzım. Yoksa kimin mirası helâl? Ben emekliyim, ne emekliliği, nerden çıktı bu? Esnafın nerdeyse hepsi faizle uğraşıyor. Sistem tamamen faiz üzerine kurulu, adamlar bunu anlamıyor. Sistemin farkında değiller.. Sistemin mekanizmasını kavrayamıyor, kavrayan da fikir namusundan mahrum, oportünist. Mehmed Akif; “Sade garbın ilmine dönsün yüzünüz.” Diyor… Peki, ilim nedir? Medeniyet nedir? Kültür nedir? Teknik nedir? Bunların hiç birinden haberi yok Akif ’in. “Aman oğlum hemen gidin oradan ilmi alın gelin.” Sanki orada valize koyup getirecekler.. “İnkılâp istiyorum ben de Muhammed Abduh gibi.” İşte o dönem itibariyle en derinimizin mantalitesi budur.. Bu insanların yanılmasında, elbette bütün Müslümanların payı var. Belirttiğimiz gibi, Batı ile hesaplaşmıyorlar, mevcut yapıyı kavrayamıyorlar. Küfür ileri gidince, bu sefer onu örnek alıyorlar.. Bu meseleleri halledebilmek için birinci şart; “ben yobazım” diyebilmek! Bu size basit gelmesin. Felsefe okuyup da itikadî iğtişaş içinde olmayan kimse yok. Eğer Allah bize bu imanı lütfettiyse sebepler âleminde Üstadım Necip Fazıl sayesindedir. Onu vesile kılmıştır.. Bir ilahiyatçıyı gönderiyorsunuz dokto339 ra yapmak için Batı’ya ve daha henüz doktorasını bile bitirmeden başlıyor “İslâm Epistemolojisi İslâm ontolojisi” diye… Bu sözleri ve tanımları bilerek söylesen küfürdür! Olmaz, İslâm’da ontoloji, olmaz. Anlatabiliyor muyum ne demek istediği mi? Hadis varyantları diyorlar. Fıkıh felsefesi, içtihat felsefesi diyorlar.. Hastalıklarını anlatmak istiyorum bu insanların. İlle gâvurca bir tabir kullanacaklar “bilimsel” olmak için… Kısa bahsettiğimiz için yanlış anlaşılır endişesi uyandı kısaca izah edeyim… Epistemoloji: Felsefenin bir disiplinidir. O halde yine felsefe nedir? Sorusu ile başlamamız gerekti... Sık tekrar ediyorum ama mecburum… Bence en güzel tasvir, “felsefe109 “ isimli kitabın alt başlığı: “Şüphe etme sanatına giriş…” Bizim başlangıçta izaha çalıştığımız gibi bir insan geldi, bizim nurdan yapılmış sarayımızın kapısına geldi… Ona bazı tekliflerde bulunuldu tamamen irade özgürlüğü teminatı altında, bu teklifleri kabul etti… Saraydan içeri girdi… Artık ona yeni değerler verildi… Ratio’sunu kapıda bıraktı… Kendisine aklı-ı selim verildi… Artık onunla düşünecek, tenkit edecek eleştirecek, üretecek… Konudan inhiraf değil, çağrışımlara engel olamıyorum…. Şuur kapılarımı tekmeliyorlar, onun için “İslâm’da tenkid” e bir örnek: Halife olduğu günlerde genç Müslümanlar Hz. Ömer’e gelirler “Ya Emire’l-Müminin! Hanımlar mihr oranlarını artırdıkça artırdılar. Birbirleri ile adeta yarışır gibi davranıyorlar. Bizde bundan dolayı evlenemiyoruz. Hanımları bu konuda uyarsanız da böyle yapmasınlar!” dediler. Hz. Ömer Radıyallahu Anh gençlerin bu makul taleplerini hoş karşıladı ve o gün en sert olarak bilinen Halife Mescid-i Nebevi’de bir hutbe verdi; ”{Ömer Radıyallahu Anh irad ettiği bu hutbesinde şöyle demişti: Şuna dikkat edin, kadınların mehirlerini yüksek tutmayın. Şayet bu, dünyada bir şeref, Allah nezdinde de bir takva olsaydı, bunu sizden ziyade elbette Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yapması gerekirdi. Hâlbuki o, hanımlarından olsun, kızlarından 109) James L. Chrıstıan, Phılosophy, H.b. College Publıshers, USA, 1994, Kapaktaki başlık… 340 olsun, hiçbir kimsenin mehrini on iki ukiyyeden fazla tesbit etmiş değildir.}110 Ashab’dan bir kadın derhal Hz. Ömer’e itiraz ediyor ve kadın Nisa Suresinin 20’i Âyet-i Kerimesini okuyor:{Bu sefer bir kadın karşısına dikilerek; ey Ömer dedi, Allah bize vermişken sen bizi mahrum mu edeceksin? Şanı yüce Allah: “Öncekine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın” demiyor mu? Hz. Ömer: Evet bir kadın isabet etti, Ömer hata etti, diye cevap verdi. Bir rivayete göre de, Hz. Ömer başını önüne eğdi ve bir süre sessiz durduktan sonra dedi ki: Bütün insanlar senden daha fakihtir ey Ömer! Bir diğer rivayete göre de şöyle demiştir: Bir kadın isabet etti ve bir erkek de hata etti. Sonra böyle bir şeye (çok mehir vermeye) karşı tepki göstermekten vazgeçti. Bunu Ebû Hatim el-Büstî, “Sahih Müsned”inde, Ebû’l-Acfa es-Sülemî’den rivayet ederek şöyle demiştir: Ömer insanlara hutbe irad etti... Daha sonra bu rivayeti on iki ukiyye ibaresine kadar nakletti. Ancak bu arada bir kadının kalkıp ona karşı söylediklerinden sonraki bölümü nakletmedi.}111 Ben Asr-ı Saadet’te nasıl canlı bir fikir hareketi, serbest bir tenkid ruhu olduğunu resmetmeye çalışıyorum… Özellikle de şunu vurguluyorum: Hakem Kur’an-ı Azimü’ş-Şan… Bu konuda Asr-ı Saadet’te çok örnekler var… Fakat kütüphanelik çapta meseleler kısa örnekler iltibasa, iğtişaşa sebep olur endişesi ile bu kadarla yetiniyorum… Benim en önemli meselelerimden biri: bu tefekkür iklimi nasıl zehirlendi, nasıl kelepçelendi? Bu soruma ışık tutabilmek için kısaca İmam-ı Âzam Hazretlerinden de bahsedeceğim… Hiç değilse sorum için bir nirengi noktası olabilir kanaati ile… Ben burada Büyük İmam’ın genel kişiliği üzerinde durmayacağım: Sadece tedvîn usûlü üzerinde duracağım… 110) Kurtubî, 5 / 71 111) Aynı kaynak 341 {Çağdaşlarından Mis’ar b. Kidam, Ebu Hanîfe’nin talebesiyle kurduğu ders meclisini şöyle tasvir eder: “Sabah namazından sonra kendi ihtiyaçlarını görmek için dağılırlardı, sonra yine toplanırlardı. Ebu Hanîfe onlarla oturur, kimisi sorar, kimisi münazara yapardı. Bazı sesler yükselirdi. Bu sesleri sükûnete çeviren adamın İslâm nazarında mevkiî elbet büyüktü.”112 Birkaç fırça darbesi ile eğitim usûlünü gün ışığına çıkarmaya çalışıyoruz. {Bu sözden anladığımız tedvinden maksat onun talebelerinin hazırladığı şeylerdir. Râcih olan onlar bunu üstadlarının irşadıyla yapıyorlar: Onun içindir ki Mekkî, kitabında Ebû Hanîfe’nin talebeleriyle birlikte meseleleri nasıl incelediklerini bize şöyle anlatıyor: “Ebû Hanîfe mezhebini talebeleriyle müşâvere yoluyla vazetmiştir. Onlarsız tek başına kurmuş değildir. Dindeki içtihadında Allah ve Rasûlü için mü’minlere nasihatta gayet samimî idi. Meseleleri birer birer ortaya atar, onları her cihetten inceler, talebelerinin düşüncelerini dinler, kendi görüşlerini söyler, onlarla münazara yapar, nihayet bir kavil üzere karar kılarlar, Ebû Yusuf onu usule göre tesbit ederdi. Böylelikle usulün cümlesi tesbit edilmiş olurdu.}113 Şu alıntıdan sonra aynı konuya devam edeceğim: {Başka bir defasında daha Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i rüyada görmüş, Hz. Peygamber ona, “Ey Ebu Hanife, sünnetimin ihyası için seni sebep kılmışlardır. Şu halde inzivaya çekilmeye niyet ve kasdetme.114 Resmi kısmen tamamlamak için küçük bir alıntı daha: “Biz Ebû Hanife’nin fıkhını ancak talebeleri yoluyla öğrenebiliriz. 112) Ebu Hanife, Muhammed Ebu Zehra, çev. Osman Keskioğlu, Ankara, DİB, 2005, sh.83 113) A.g.e. sh. 218 114) Keşfu’l-Mahcûb, Hücvirî, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul, Dergâh yay. 2010, sh. 159 342 Onlara bu yolu hazırlayan odur. Üstadlarıyla birlikte bir fıkıh meselesini müzakere yaparlar, meseleyi halledip karara bağladıktan sonra onu yazarlardı. Demek Ebû Hanife’nin fıkhını biz bu meseleleri onunla müzakere eden talebelerinden alacağız.”115 Şu alıntıyı yapmaktan vaz geçemedim: “Ebû Hanîfe’nin ders usulü bambaşka idi. Talebesine dersi yalnız takrir yoluyla vermezdi. Hocayla talebe beraber müzakere yaparak meseleyi müşavere ile hallederlerdi. Meselâ ortaya bir fıkıh meselesi atılırdı. O mesele hakkında talebeleri söz alır, her biri görüşünü söyler, delilini getirir. îtirazlar yapılır, cevaplar verilir, o mesele hakkında her isteyen konuşur, deliler çarpışır, mesele olgunlaşır, en sonunda Ebû Hanîfe de reyini söyler ve mesele hükme bağlanırdı. Bu mübahaseler yapılırken talebeleri Ebû Hanîfe’nin kıyaslarına ve içtihatlarına itirazlarda bulunurlar, yukarıda Misar b. Kitam’dan naklettiğimiz gibi, bazan gürültüler olur, sesler yükselirdi... Mesele her yönden incelendikten sonra Ebû Hanîfe’nin reyine göre karara bağlanırdı (hatta bir mesele halledilince şükür için toptan tekbir alırlardı. Dinî bir meselenin halli onlar için bir zafer olurdu. Küfe mescidi tekbir sadalarıyla inlerdi). Bu usul ders okutmak, hem hocanın, hem de talebenin bilgisini arttırır. Talebe derse iştirak ederek açılır, hoca talebesinin reyini işitir onları mesele halline alıştırır, bu usul çok faydalıdır. Ebû Hanîfe’nin derslerinde bu yolu tutması, ölünceye kadar onu talebe olarak yaşatmıştır. İlmi daima artmış, fikri yükselmiştir. Kendisine, bir hadis arz olununca. onda, beyan olunan hükmün illetini araştırırdı.. Hükmün illetini bulunca, o usul üzerine kurulan füru’ meselelerine onu tatbik ederdi.”116 Bu zatın şahsiyeti hakkında o kadar şayan-ı dikkat olaylar ve tesbitler var ki, çok önemli olan birini nakletme yetineceğim: {Münazara ve mübahasede hasmı onu ikna ederse hakikat meydana çıktı diye yine sevinir, mağlup da olsa hakikati anladı diye kendini galip sayar. Hakkı aramaktaki ihlâstan dolayıdır ki, kendi 115) Muhammed Ebu Zehra sh. 221 116) A.g.e. sh.101 343 görüşünün mutlaka hak olduğunu ileri sürüp iddia etmiyor, şöyle diyordu: “Bizim görüşümüz budur. Bu, kadir olabildiğimiz en güzel kavildir. Kim bizim kavlimizden daha iyisini bulursa doğru olan odur. Kendisine: Ya Ebû Hanîfe, bu verdiğin fetva şüphe götürmez bir hakikat mıdır? dediler. -Bilmem vallahi, dedi. Belki de şüphe kaldırmaz bir bâtıl olabilir! İmam Züfer şöyle diyor: “İmam Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan ile birlikte Ebû Hanîfe’nin dersine devam ederdik. Onun söylediklerini yazardık. Bir gün Ebû Yusuf ’a dedi ki: Ne yapıyorsun öyle Yakup, benden her işittiğini yazma. Çünkü ben bu gün bir rey görürüm, yarın onu bırakırım, yarın bir rey görürüm öbür gün ondan vazgeçerim.” Hakkı aramakta son derece samimî ve ihlâs sahibi olduğundan kendisine sahih bir hadis veya sahabe fetvası söylenince hemen onu kabul eder, kendi rey ve görüşünden dönerdi. Çünkü aradığı haktı.”117 Batı konseptine göre özgür düşünceden, özgür tartışmadan söz etmiyorum… Burada bizim vurgulamaya çalıştığımız, daha önceki teşbihimizde olduğu gibi, o nurdan sarayın içine girerken kendisine verilen akl-ı selimle insanların, o sarayın sınırları ve ufku içinde nasıl hür tefekkürü gerçekleştirdikleri… Gerek Hz. Ömer Radıyallahu Anh gerek İmam-ı Âzam Hazretleri’nin yaklaşımları çağ açacak niteliktedir… Sadece bu iki örnek… Bu süreç içerisinde o kadar çok örneği var ki, inanamazsınız… Bu Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye’ye sınırları içerisinde “Özgül Düşü117) A.g.e. sh.81 344 nüş” olarak nitelediğimiz tefekkür şeklidir… Bu bereketli tefekkürü nasıl kelepçeleyebildik? İmam-ı Âzam (699- 767) ne kadar mükemmel bir tefekkür abidesi, İmam-ı Gazali (1058-1111) İslâmî tefekkürün en yüksek noktası… Kendi usûlünü izah ettikten sonra: “Ben İslâm âlimlerinden hüccetini ve dikkatini bu noktaya teksif etmiş bir kimse görmedim” şeklinde şikayet etmektedir… Acaba İslâmî tefekkür bu aralarda bir yerlerde mi kilitlendi? Lütfen alıntıları bir daha tezekkür ve tefekkür edin… Böyle bir tefekkür ikliminden sonra nasıl olurda, elini yıkamasını bile bilmeyenler şeyh, hoca veya Üstad diye nitelenerek ağızlarından çıkan lafların Allah Celle Celalühu kelâmı gibi kabul edildiği bir döneme gelindi? İslâm’da epistemoloji, ontoloji v.b. gibi disiplinlerin olamayacağını izaha çalışırken, “İslâm’da tenkit” konusunda bazı açıklamalar yapma ihtiyacını hissetmiştik… İslâmiyet-Felsefe ilişkisi her zaman sorunlu olmuştur. Biz İslâm’da felsefe olamayacağını iddia ediyoruz… Ama İslâm’ın felsefesi yapılabilir. Yani Müslüman olmayan bir filozof, felsefî yöntemlerle İslâm’ı eleştiri süzgecinden geçirebilir. Kendi felsefe konseptine göre, onun kabul edilebilir veya edilemez yanlarını analitik bir yöntemle tesbit ve temellendirebilir. Burada ilk yapacağı İslâm’da; Tanrı, Peygamber, Kur’an anlayışının irdelenmesi ve eleştirisidir… Arkasından İslâm’da bilgi elde etme yolları ve eleştirisi… Dolayısıyla ilk yapacağı “vahy”e eleştirel bir yaklaşımla eğilmek… Kısacası Müslüman olmayan bir filozof İslâm’ın hiçbir kutsalına istisna ve muafiyet hakkı tanımadan bütün kutsallarını keser, biçer; felsefenin yöntemleri ile değerlendirir… Burada asıl güçlük, felsefede nasıl hiçbir kavramın kesin, net, herkes tarafından kabul edilebilir bir tanımını yapmak mümkün değilse; bizzat felsefenin tanımını yapmak da bu imkânsızlık için345 dedir. Ve şöyle diyoruz: “Felsefenin tanımı yoktur, çünkü felsefe başka bir nesneden dolayı tanımlanabilen bir varlık değildir.”118 Ne kadar filozof varsa o kadar felsefe konsepti vardır… Hatta bu konsept filozofların kendi hayat süreçlerinde de değişebilir… ”O zaman felsefe, filozofların yaptığı şeydir” biçiminde tanımlanabilir… Ama tam da sorunu çözdüğümüzü sandığımız bu noktada felsefe formasyonuna sahip bir ölümlü derhal sorar: “Filozof nedir?”, “Filozofu tanımlar mısınız?” İşte tekrar düğümlendi sorun… Çünkü filozof sürekli bir biçimde, dağın tepesine çıkardığı kayanın yere yuvarlanması ile her sefer onu tekrar tepeye çıkarmaya yazgılı bir Sishyp’dir… Filozof sabahtan akşama kadar ördüğü kazağı, akşamdan sabaha kadar sökmeye mahkûm bir Peneplon’dur… Yalnız burada bizim kendimize seçtiğimiz amaç; muhtasar olarak “felsefe” konusunda genel bir imaj yaratabilmektir. Birkaç çarpıcı örnek… XX. Yüzyıl filozofu olan Derrida şöyle tanımlıyor felsefeyi: “Ve felsefe herhalde, deliliğe en yakın noktada, delirme kaygısı için bir tesellidir.”119 Bir filozof kaç gün devam edeceği belli olmayan geçici bir takım düşüncelerini kağıt üzerine dökmekle kurtulamaz elimizden. Hemen yakasına yapışırız: “Delilik” ne demektir? “Deliliğe en yakın nokta” ne demektir? “Kaygı” ne demektir? “Delirme kaygısı” ne demektir? “Teselli” ne demektir? Of be, yeter artık, diyeceksiniz, ama söz konusu “felsefe“ olunca yetmiyor? Oyun oynamıyoruz! “Nedir”le başlayan her soru, saf bir felsefe sorusudur… Bütün kavram analizleri temel felsefî yaklaşımlardır… Sıradan bir insan için açık, net, kesin önermelerle ifade edildiği sanılan bir konu, bir filozof için kat kat sisler, dumanlar arasındadır… ”Açık”lık nedir? “Bir önermenin açık olması” nedir? “Açık” kavramı, arkasından hemen muhalif soruları da çağrıştırır: Bir önermede “ kapalı” nedir? “Bir önermenin kapalı olması nedir?” 118) Karl Jaspers, Felsefe Nedir? Çev. İ. Zeki Eyüpoğlu, İstanbul, Say yay. 1986, sh. 237 119) Nakleden, David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, çev. Ahmet Cevizci, Paradigma, 1998, sh.245 346 Yukarıdaki her bir kavram için soracağınız bu ve benzeri sorular felsefe için meşru sorulardır… Bir fizikçi, bir kimyacı elde ettiği bilgi için bu soruları sormaz… Çünkü pozitif tabiat bilimleri üzerinde çalışan bir ilim adamı için, elde ettiği bilgi kesin ve doğrudur!... Ne zaman ki “kesin”lik nedir? “doğruluk” nedir? Sorularını sormaya başladı, söz konusu kavramları “sorun” haline getirdi, işte o zamandır ki artık o da felsefe yapmaya başlamıştır… Birkaç örnek daha vereceğim ama buraya kadar Merhum Üstad’ımın şu mısralarını sezdirmeye, çağrıştırmaya uğraştım… Takdim tehir yapıyorum… Üst üste sorular soru içinde Akıl, olmazların zoru içinde Üstad gibi benim de başka şairlerin şiirlerini düzeltme hakkım olsa idi, “üst üste” kavramını “iç içe” ile değiştirirdim… Hece sayısı da aynı… Bu kavramları değiştirin, “iç içe sorular soru içinde” mısraını öne alın… İç içe sorular soru içinde, Akıl olmazların zoru içinde Tenkit hakkı, hata yapma hakkı, başka bir şairin şiirini düzeltme hakkı… Bazı özel insanların iktisab edeceği özel “haklarıdır”… Genel insan hakları değildir… 10 gr beyni olan her insan bu anlamda “düşünme” ve “ifade” hakkına sahip değildir… İlle de benim, insan olarak doğuştan gelen, vazgeçilmez “düşünme” ve “ifade” hakkım var diyenler düşünsünler ki; kuzuların da “meleme“ hakkı vardır… Tek parti döneminde vatandaş hazırolda bekliyor devlet memurunun karşısında… İşlem gereği soruyor memur: -Adın ne? -Mülayim, -Sert olsan ne yazar? 347 Kaldı ki “bir sanat eseri düzeltilebilir mi”? Felsefenin bir disiplini olan estetiğin temel sorularından biridir bu… Bana göre bir sanat eseri düzeltilemez… Bir sanatkârın yaratıcı hayal gücü ile meydana getirdiği estetik obje olup bitmiştir, tamamlanmıştır… O mental alana kaldırılmıştır… Üzerinde yapılacak düzeltmelerle yeni bir estetik obje çıkar ortaya… Bir matematik problemindeki yanlış değildir düzelttiğimiz… Fizik veya Kimyada, bir deney yanlışını yeni bir deneyle test ederek düzeltebiliriz… Felsefede düzeltme? Hangi doğruya göre??? Hep kıskanmışımdır pozitif tabiat bilimleri ile uğraşanları… Ama sürekli değil! Genç Adam! Düşünemediğini, düşündürüldüğünü; göremediğini gördürüldüğünü anladığın an “düşünme” liyakatine hak kazanmışsın demektir… Düşünmenin arşivi olan şu zihnini ters çevir yere dök! Başla sevdiğin şarkıdan muhasebesini yapmaya! Korkma, cesaretli ol! O şarkıyı sevdin mi? Yoksa sana sevdirildi mi? O kıyafetini sen mi giydin? Sana giydirildi mi? Evet müktesebatının bir muhasebesini yap! Fikren çırılçıplak kalırsın… Türkiyeli gençlerin kreması, elit tabakası, İstanbul Gezi Parkını işgal etti günlerdir eylem yapıyor… Bu gençlerin çoğunluğu kendilerini “Kemalist” olarak niteliyor… Türkiyeli genç anakronik yaşıyor… Çağdışı yaşıyor.. Ziya Paşa ne güzel söylemiş: Cânan gide rindân dağıla mey ola rizân Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde Gençler! Nietzsche (1844 – 1900) ile sistem felsefeleri bitmiştir… Nietzsche gitti nerdeyse gelecek oldu… Gerçi mümkün değil ama herhalde gittiği yerde ağzı çok yandı gelirse belki bir sistem felsefesi kurar… (İfadeye dikkat, reenkarnasyona inandığım yorumu ihtimalini önlemek için sonradan ekledim ve boltladım… Acaba kimlerin nelerini, nasıl anlıyoruz? Amacım sadece düşünmeye vesile olmak!) 348 Schopenhauer “Ölüm korkusu, felsefenin başlangıcıdır.”120 Der... Ve: “Gerçekten bir tek felsefe sorusu vardır: İntihar. Hayatın yaşamak zahmetine değip değmediğinde yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna karşılık vermektir.”121 Ve son olarak: {Dante122’nin cehennemin kapısına yazdırttığı söz bir başka anlamda felsefenin kapısına da yazılmalıdır: “İçeriye girerken tüm umutlarınızı bırakınız!”123 Felsefenin buz çölüne, dışarıdan temaşâ kulesinden bir nazar atfettik, bir fikir edinebilmek için… Felsefenin ne olduğunu anlatabildik mi? Kuşkusuz hayır… Çünkü ben de felsefenin ne olduğunu anlayamadım, ama ne olmadığını anladığımı söyleyebilirim: Felsefe din değildir. Felsefe iman değildir. Felsefe ideoloji değildir. Felsefe peşin fikir değildir. Felsefe gündelik hayat bilgisi değildir. Felsefe kesin değildir. Felsefe sanat değildir. Felsefe bilimsel bilgi değildir. Felsefe genel kültür değildir. Felsefe beyin fırtınası değildir. Felsefe sınırları belli değildir. Felsefe düşünmenin bir alt kümesidir ve asla düşünme ile eş anlamlı değildir. 120) Nakleden: Felsefenin Öyküsü, Will Durant, çev. Ender Gürol, İstanbul, İz yay. Sh.321 121) A. Camus, Sisyphe Efsanesi, sh. 7 122) Dante Alighieri, İlahî komedya, cehennem sh. 89 123) Wilhelm Weischedel, çev. Sedat Umran, İstanbul, İz yay. 1993, sh. 288 349 Felsefe dünya görüşü değildir. Felsefe çözüm değildir. Felsefe mutluluk maymuncuğu değildir. Bu kadar olumsuzluktan, bir olumlu hüküm çıkar mı? Çıkmaz! Çünkü felsefe o nu da keser biçer… Belki de felsefe; saydığımız unsurların hepsini sorgulayan, hesaba çeken, zihinsel bir aktivitedir. Bu zihinsel aktivitenin tek şartı da bu sorgulamanın; dinden, gelenekten, örften, âdetten, her türlü peşin fikirden bağımsız yapılmasıdır. Hele dinden, özellikle vahyî olduğunu ve tahrif edilmediğini iddia eden dinden, olabildiğince uzak, bağımsız… Buradan bütün filozofların dinsiz olduğu anlamı çıkar mı? Kuşkusuz hayır! Filozof dindar olabilir ama dinini kendi inşâ eder, eklektik bir biçimde!... Ama şunu kesinkes söyleyebiliriz ki: tekfir edemediğiniz bir düşünür filozof değildir… O halde bir Müslüman’ın filozof olması mümkün mü? Felsefe yapması mümkün mü? Tabii ki hayır! Çünkü bir düşünür, Müslüman olabilmek için asgari şart, gerek şart, olmazsa olmaz şart olan; muhkem âyet ve mütevâtir hadislere pazarlıksız iman ettiği anda felsefe bitmiştir. Muhkem âyet ve mütevâtir hadise pazarlıksız iman etmeyen, İslâm filozofu olarak nitelenen kişiler itikadî bakımdan güve düşmüş kumaş gibidirler… Uzaktan bakınca sağlam gibi gözükürler, fakat elinize aldığınızda birden dökülürler… Onun için çok büyük bir mütefekkir olan imam-ı Gazali bir filozof değildir… Bir adım daha atmak istiyorum… Şimdi İslâm’ın nurdan sarayı ile felsefenin buz çölünü mukayese edelim… İslâm’ın nurdan sarayına imanla giriliyor… Bir daha vurguluyoruz, kapıdan içeri girene kadar iradî özgürlüğünüz var, seçim yapabilirsiniz, teklifi kabul etmeyebilirsiniz… “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli 350 olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir.”124 Âyet-i Kerime’nin çok güzel, kapsamlı tefsirleri var, fakat Elmalı’yı tercih ettim… Elmalılı “Dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dinî, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır. Çünkü “fi’d-dîn” (dinde) ifadesi, “ikrah”a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil) haberdir. Mânânın aslı “zorlama, dinde yoktur” demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, hak din olan İslâm dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde yasaklanmıştır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde zorlama yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslâm dininin gerçekten hâkim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır. Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din, “zorlayınız” demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevap bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz.125 Diyor, fakat ekliyor: Bu özellikle şunu gösteriyor ki, “dinde zorlama yoktur” deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azab yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya çıkmış olmasındandır.”126 124) Bakara Suresi: 2 / 256 125) Elmalılı, sh.2 / 163 126) A.g.e. sh. 2 / 165 351 Fakat bu noktada biz, kınayıcıların kınamasından korkmadığımız için şu noktayı da işaret etmemiz gerekir. {Zeyd İbnu Eslem Radıyallahu Anh anlatıyor. ”Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki : “Dinini değiştirenin boynunu vurun.” 127 Nitekim Asr-ı Saadette Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh zamanında tatbikatı vardır. Ashab-ı Kiramdan muhalefet eden olmamıştır. Hz. Ali Radıyallahu Anh da tatbik etmiştir. İslâm dünyasının içinde bulunduğu faciayı tesbit bakımından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB, İngilizce deep’den mülhem biz dîb din diyoruz. Derin din) yayınladığı, Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir’in bu âyetin tefsirinden bir cümle arz edeceğim: {Müslüman iken sonradan İslâm’dan çıkan kişinin (mürted) öldürülmesi ile ilgili hüküm ilk bakışta “ dinde zorlama yasağının Müslümanları içine almadığı” zannını verirse de öncelikle böyle bir hükmün Kur’an’da bulunmadığını kaydetmek gerekir.”128 Ne anladınız? Fikir namusu olan, hayâ sahibi bir insan açık, net konuşur… O zaman hadisler Edille-i Şeriyye’den değil mi? Dikkat ederseniz hadisin sıhhati ile ilgili bir tereddüt izhar edilmiyor… Sadece Kur’an’da bulunmadığı iddia ediliyor… Peki, Kur’an’da olan muhkem âyetler ne oluyor, onlar da terbiye(!) ediliyor… Hâlbuki aynı kitapta rivayet edilen pek çok hadisler var… İşte budur oportünizm dediğimiz… Deve kuşu metaforu… Deve kuşuna “uç” demişler, “ben deveyim” demiş; “ o halde yük taşı” demişler “ben kuşum!“demiş. Yeri değil, ama “Müslümanım “ diyen politikacılara bakıyorum… Kısas kıyamete kalmaz!.. Musibet umumidir… Allahü Zülcelâl Hazretleri cümlemizin ırzını namusunu korusun! Hiçbir şey demedim!.. Evet, “dinde zorlama yoktur” ama kâfire davranışlar da farklıdır. Uzun yıllardan beri yaptığım çalışmalar arasında “İslâm ve Yükselen Değerler” konusu da var… Nasip olursa kitaplaştırma niyetindeyiz… Size şimdilik tek bir örnek: {Ebû Süfyan kızı 127) Kutub-i Sitte, İ. Canan, 1585 nolu Hadis-i Şerif, sh. 6 / 189 128) Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, H. Kahraman v.d. Ankara, DİB, 2006, sh. I / 406 352 Ümmü Habibe’ye misafir oldu. Buraya geldiği zaman Ebû Süfyan, Peygamber’in yattığı döşeğe” oturmuştu. Ummü Habibe, Ebû Süfyan’ın oraya oturmasını hoş görmemiş, ”Oraya bir müşrik oturamaz.” demişti. Ebû Süfyan, “Kızım, bu saygısızlığı sana yaraştırmadım.” dedi. Ümmü Habibe, “Hak ve hakikati gözlerinle gördüğün hâlde, taşa, ağaca, tapmakta İsrar edenlere saygı gösterilemez.” Cevabını verdi.}129 Var mı konuşulacak bir şey? Duygularınızı emanet edeceğiniz, bir kelime var mı? Var mı bir cümle? Evet, var : (Allahü Ekber! ) Demek ki, teklifi kabul edip içeri girdikten sonra artık teslimiyet… Kendi usulü içinde tefekkür, kendi sınırları içinde değişim… İnsanın her an değişme ve kendini yenileme hamlesi… İslâmî nizam içinde insanlar mutlu olurlar gibi çocukça bir iddiada da bulunmuyoruz… Mutluluğun ne olduğunu da bilmiyoruz. Mutluluğun ne olduğunu lise talebelerine sorun… Rahat olurlar da demiyoruz… Hiçbir sorun olmaz da demiyoruz… Ama toplumda konjonktürel bir takım sorunların olması ile strüktürel sorunların olması farklı… İslâm nizamında insanlar kurşun askerler de değildir. Nitekim insan tasavvurunda, insanın yapısal özellikleri üzerinde durduk… Zaten en azından bir Müslüman’ın hayvansal bir rahatlık içinde olması mümkün değildir… Kaldı ki TV kanallarında belgeselleri seyrettikten sonra felsefî antropolojinin bizi ne kadar yanılttığını da anladık… Rahat hayvan var mı? İnsanı kutsamak için “hayvan”ı hayvanın daha da alt statüsüne indirmişiz… “Belhum Adal” hayvanlara ait bir statü değil… Tersine insana ait.. “And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.”130 Yukarıdaki konumuzu da ışık tutuyor… 129) Yusuf Ziya Yörükan, İslâm Dini Tarihi, İstanbul, Ötüken, 2006, sh. 266 130) Araf Suresi, 7 / 179. Elmalı ( aslı ) şaşkındırlar; sadeleştirilmişi, aşağıdırlar. H. Basri Çantay: sapıkdırlar. Suat Yıldırım: şaşkındırlar.. 353 Felsefenin buz çölüne şüphe ile girilir!... Kar, yağmur, fırtına, hortum, zelzele… Kapıda çeviriyorlar, kesin inançlarınız varsa içeri giremezsiniz. Hele vahyî, mütevâtir olduğuna, tahrif olmadığına inandığınız doğrularınız varsa katiyen giremezsiniz… Felsefenin, kendi içinde bir takım disiplinleri, alt başlıkları var: Gnosooloji, Epistemoloji, Ontoloji, Tabiat felsefesi, Tarihi Varlık Sahasının Felsefesi, Sanat Felsefesi, Dil Felsefesi, Felsefî Antropoloji, Etik, Hukuk ve Devlet Felsefesi, Din Felsefesi, Metafizik ve Problem Olarak Felsefe Tarihi… Felsefenin bütün disiplinleri, genel felsefe konsepti ile konusu üzerine eğilir… Bu disiplinlerin; kavramları, sorunları, çözüm denemeleri felsefenin kendi yöntemleri iledir. Örnek olarak, bu felsefî disiplinlerden epistemoloji üzerinde biraz duralım, diğerlerine de ışık tutmuş oluruz… Birinci soru: Bilim nedir? Bir kere ilk kavramda taban tabana zıtlık ortaya çıkıyor… Niçin? Filozof hiçbir esasa bağlı olmadan, insan olarak imkân ve kabiliyetine göre bu soruya cevap verirken, hür iradesi ile Müslüman olmuş bir kişi, Edille-i Şeriyye’yi esas alarak cevap verecektir. Çünkü “Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”131 Bir Müslüman hâkimiyetin, hüküm koyucunun Allahü Zülcelâl Hazretleri olduğuna; muhkem âyet ve mütevâtir hadislerin kesin, bağlayıcı değişmez, zaman ve mekân üstü gerçekler olduğuna iman ederek sorunların üzerine eğilirken bir tefekkür aktivitesi gerçekleştirirse bu felsefe değildir. Eğer hâkimiyetin, hüküm koyucunun Allah-u Teâlâ olmadığına inanarak, muhkem âyet ve mütevâtir hadisleri kesin, bağlayıcı değişmez, zaman ve mekân üstü gerçekler olduğuna inanmadan sorunların üze131) Yusuf Suresi: 12 / 40 354 rine eğilirken düşünsel bir aktivite gerçekleştirirse o kişi Müslüman değildir… Yalnız burada âyetlerin bağlayıcılığı, hadislerin sıhhati ayrı meseleler… Biraz meseleyi ete kemiğe büründürmek açısından birkaç örnek vereyim: Âyetlerin şu ve benzeri bakımından tayini hayati bir önem arz etmektedir: Mânâya delâletinin açıklığı bakımından âyetler, şu saydığımız sınıflamaya göre nerede yer alır… Zâhir, Nass, Müfesser, Muhkem…. Mânâya delâletinin kapalılığı bakımından hangi sınıfa girer: Hafi, Müşkil, Mücmel, Müteşâbih. Ayrıca Vaz’ olunduğu mânâ bakımından, kullanıldığı mânâ bakımından bu benzeri fıkhı meselelerin tayini gerekir. Bu bakımdan biz, hep itikad konusu olması için muhkem âyet ifadesini kullanıyoruz. Te’vil, tahsis ve neshe ihtimali olmayan lâfızdır. “Bilgi nedir?” sorusundan sonra, “karakteri”… Yine netameli bir mesele: Bilginin kaynağı nedir? Bir Müslüman için birincil kaynak âyet ve hadistir… Felsefede bu kaynaklar yoktur… Ancak din felsefesinde eleştirisi yapılabilir… Bilgini unsurları, Bilen ben (Suje)le bilinen şey (obje) arasındaki münasebeti Kur’an bilgi aktları, hakikat nedir? Hakikatin ölçüsü nedir? Bu kısa tasviri, felsefî disiplinlerden her biri için ayrı ayrı uygulayabilirsiniz… O zaman İslâm tefekkürünün yeniden ihyası için yapılacak birinci hamle tutum değişikliği yapmak: İmam-ı Gazali Hazretlerinin yaptığı gibi, Batı felsefesini uzmanlarının bildiğinden çok daha iyi öğrenmek… Böylece İslâm felsefesi fantezisinden vazgeçmek… Bu arada Batı uygarlığının içinde bulunduğu krizi, hatta açmazı kavramak ve bütün entellektüel mekanizmalarımızı felç eden Batı’ya tapınmaktan vaz geçmek!.. Şu anda her zaman olduğu gibi bırakın bizi, tüm dünya İslâm’a muhtaç… 355 Ama öyle bir dünyada yaşıyoruz ki tüm değer yargıları alt üst oldu, birbirine karıştı!.. Kimisi borsaya bile cevaz veriyor!. FED 600 milyar dolar sürüyor piyasaya, İstanbul piyasası yükseliyor. Burada helâllik haramlık nasıl olacak??? Adam sormuş malum din görevlilerinden birine; hacca gideceğim, paramı da çaldıracağım diye korkuyorum, bankaya koysam olur mu? Cevap: Bankaya değil de, faizsiz-ribasız bankaya koy.. Yahu bankanın faizsizi-ribasızı olur mu? Madde bir: Benim İslâmî bilgilerim çok sınırlı. Maalesef Arapça bilmiyorum. Ben cahilim ama cehli mürekkep içinde değilim, cahil olduğumu bildiğim için. Galiba şöyle söylesem yalan olmaz. Uyuduğumdan fazla okuyorum, düşünüyorum, muhasebe yapıyorum. Bu yaşta. Kendi imanımı kurtarmak için çırpınıyorum. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki “İslâm” adına konuşanların çoğu maalesef İslamî şuuru bulandırıyor, küfrü tahkim ediyorlar. Gerçekten mesele oldukça zor... Ama benim yöntemim; ben Üstad olarak Necip Fazıl’ı tanıyorum. Yukarda arz ettim; yanlış anlaşılmasın, tabi her şey Allah’ın lütfudur, fakat vesile olarak Necip Fazıl denilen mütefekkir olmasa benim imanımın ne olacağını bilemem. Allah onu vesile kılmıştır. O yüzden diyorum ki; herkesin, herkesin, herkesin, yaşı kaç olursa olsun, oturup Necip Fazıl’ı okuması lâzım. Halen okumaya devam ediyorum. Ve halen de anlayamadım, onu da itiraf edeyim…. Ama onun sayesinde bugün “ben yobazım” diyebiliyorum… Unutmayalım eskiden Müslümanlara “mürteci” derlerdi… Şimdi unuttular… Unutturmayalım… ”Ben mürteciyim!” Zekiyüddin Şaban’ın 141. sayfası. “Şüphe-i riba, ribadır.” Ebu Zehra’nın 379, 384, 393. sayfası; “Riba şüphesinden kaçınmak.” Elmalılı’nın yanılmıyorsam 2. cildinde; “şüphe-i riba, ribadır.” Eğer hüsnü niyetli olursak elhamdülillah ana kaynaklar ve bu ana kaynakları bize ulaştıran âlimler var. Bugün fıkıhta Ömer Nasuhi Bilmen gibi bir abide var. Bugün fıkıh usulünde Zekiyüddin Şaban gibi bir Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat âlimi var. Veya 356 İslâm tarihinde Mustafa Asım Köksal diye bir abide şahsiyet var, Allah hepsine rahmet eylesin. Elmalılı, Zuhayli gibi müfessirler var. Yani, yol bulunur, ama kolay değil. Hani bir sadrazam varmış, çözemediği bir meselede sıkıştı mı, hemen Rus elçisini çağırırmış, onunla sohbet edermiş. O konuda ne düşündüğünü sorar, onun söylediğinin tersini yaparmış. Siz de, televizyonlarda gördüklerinizin tersini yapın. Onlar ne diyorsa, tersi doğrudur. Bana, televizyona çıkıp da, o kara kutuya mağlup olmamış bir adam gösterin. Azarlıyorlar, sözünü kesiyorlar, adam daha da devam ediyor… Mebsud Hanefi fıkhının en meşhur eseridir. 30 cilt… Tercüme ettiler. Allah razı olsun… Beyaz ev diye bir grup ve başlarında da Akşit Hoca diye biri var. Geçen gün televizyonda konuşuyordu ve otuz saniye baktım öylesine. Lafın başını duymadım, galiba Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz, bir bitki sürermiş güneş ışığından zarar görmemek için. Bunu anlatıyor... İzahı nedir biliyor musunuz? Hani plaja gidenler, denize gidenler yağ sürerler ya! Plajı, denize girmeyi meşrulaştırıyor. Dikkat edin, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin bir sünneti ile ne yan yana geliyor ve sünnet ne hale getiriliyor!.. Tekfir konusunda ne kadar hassas olursanız olun öyle hadiselerle karşılaşıyorsunuz ki ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz… İşte size bir alıntı: “Biz hanım efendilerin uzattıklarında ellerini sıkıyoruz. Bunda bir sorun görmüyoruz. Bu, medeni dünyanın âdetidir.” Bunlar imani bakımdan çok tehlikeli laflar. Otoritenin kaynağına neyi oturtuyorlar dikkat ediniz!! Medeni dünyanın âdeti, Peygamberin bir sünnetini ortadan kaldırıyor. Mekke’nin fethinden sonra, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz Safa tepesinde oturur. Gelmişler, biat ediyorlar. Ebu Süfyan’ın karısı Hind geliyor biat etmek için.. -Ya Resûlallah! Biz biat etmeyecek miyiz? -Ben kadınlarla musafaha etmem.” 357 Neredeyse mütevâtir hadis!.. Hz. Aişe Validemiz buyuruyor ki; “Vallahi Resûlullah hiçbir kadının elini sıkmadı.” Yine bir gün, kadınlardan biat alınacak, Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz, Hz. Ömer Radıyallahu Anh’ı gönderiyor kapıya, Hz. Ömer’in elinde şöyle bir bez parçası, kapıya uzatıyor, kadınlar bir ucundan tutmuş, biat ediyorlar… Yine bir hadisede de ortada bir leğen su, Hz. Ömer elini batırmış, kadınlar elini batırıyor. Bütün bu hadiseler, rivayetler ve hükümler olmasına rağmen, Hz. Peygambere meydan mı okuyorsunuz?.. Fakat şunu belirteyim ki, halk çok zekidir. Riskli hiçbir fikrin yanında olmaz… Yani teşbihte hata olmasın hayvanlar biyolojiden anlamadığı halde, otun zehirli olduğunu hisseder ve yemez ya, Onun gibi…. Yukarda ifade ettik, önemine binaen tekrarlıyoruz. İmam-ı Âzam hazretlerine soruyorlar; “Ya Ebu Hanife! Bu verdiğin fetva su götürmez bir hakikat mi” dediler. Cevap; “Bilmem vallahi” dedi. “Belki de şüphe kaldırmaz bir batıl olabilir.” Öyleyse, bizim bu muhteremleri, Allah korusun, putlaştırmaya hakkımız var mı? Allah’tan korkun İmam-ı Âzam’dan bu tarafa bin iki yüz senelik bir süreç var. Bu süreçte sen ne yaptın diye adama sormazlar mı? Mehmet Akif ’in güzel bir hikâyesi var. Bir adamın eski bir evi var, çamurdan yapılmış, duvar biraz çatlıyor. Her gün sabah çıkarken diyor ki; aman duvar, yıkılma ha. Altında çoluk çocuğum var, onları öldürürsün. Her gün böyle… Bir gün geliyor ki, duvar yıkılmış. Altında çoluk çocuğu kalmış. Duvara sitem ederek, diyor ki; “Ben sana demedim mi, yıkılırken haber ver.” Duvar da lisan-ı hal ile “Be hey gafil her gün ben haykırdım, duvarlarım çatladı, ama ağzımı çamurla doldurdun.” Bilmem anlatabiliyor muyum? İslâm dünyası haykırdı, her gün ağzını çamurla doldurduk. Bu bir iki asır değil. 358 Ömer Nasuhi Bilmen… 1960’lı yıllarda, âlim bir adam, başında fötr şapkası Fatih Cami ’inde… Bizim Ahmet Yücel abi vardı; “Hoca çıkar şu lengeri başından demiş.” Bunu nasıl izah edeceksiniz, Ömer Nasuhi Bilmen gibi bir alim ve başında fötr şapka!… Üstad Necip Fazıl ile şöyle bir konuşması var, ben şahit olmadım, arkadaşlar şahit olmuşlar. İftara gidiyorlarmış. Üstad; “Buyurun Efendi hazretleri” diyor. Ömer Nasuhi Bilmen’in şöyle bir ifadesi var; “Sizin yazdığınız yazının bir satırını yazamayız.” Üstad da ona; “Estağfurullah Efendi hazretleri, ne münasebet” diyor. Böyle bir hikâye var. O ilim adamı, âlim, Üstad fikir adamı… Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusunun milyonda birini yazamaz Necip Fazıl. Aman mübalağadan kaçınalım. Fakat dava ahlâkı, şecaat ve tefekkür konusunda, Ömer Nasuhi Bilmen de Üstad ile mukayese edilemez.. Allah rahmet eylesin, Üstad Necip Fazıl’ın bir sözü var; “Cihan şu veya bu kıymetin değil de, bizzat kıymet hükümlerinin çivili bulunduğu can evinden, ruhundan hastadır.” Biz bunu ciğerimizde hissediyoruz ve panik içindeyiz. Ama çaresini biz de bilmiyoruz. Şunu söyleyeyim, şu söz, ne derece doğru bunu söyleyemem de, hiçbir post modernist filozof derinliğine yakalayamaz bunu. Felsefe içinde felsefeyi aşmanın örneği Necip Fazıl’dır. Dikkat edin; felsefe içinde. “Felsefeyi aşmanın örneği…” Ve bundan kaçarak olmuyor işte. Bu çile istiyor. Biz panik içindeyiz… Bu gün gazetelere bakıyoruz, homoseksüellerin özgürlük savunusunu başörtülü kadın yazarlar yapıyor. Bu özgürlük meselesidir, bunların özgürlüğünü savunmak lâzım diyorlar... Hatta bir İlahiyatçı bu konuda bir hüküm olmadığını söylüyor.. Allahü Ekber!.. Ben 1985 yılında Londra’da hayretler içinde bunların yürüyüşünü gördüm… Pankartlardaki yazılarla “G. Özgürlük” yazıyordu… Bugün Türkiye’de dernekleri var… Ve dinciler destekliyor… Korkmadan soracağız sorularımızı… Korkaklık yanılgıdır… Bunları destekleyen dinciler salt özgürlük aşkıyla 359 mı destekliyorlar? Başka sebebi olabilir mi? Polarizasyon, kutuplaşma ortadan kalkıyor… Asıl sebep de iman-küfür arasındaki sert kalın kırmızıçizgi soluklaşıyor… Bugün hiç fark etmiyor… Kutuplar patladı… Sosyal öğrenme ile Hak Teâlâ hazretleri korusun normalleşiyor… Bir İlahiyatçı telaşla niçin “bu konuda hüküm yok” der. Sanki hüküm olsa uygulanacak mı? Normalleştirme gayreti… Kütüb-ü Sitte’de “ Lûtilik (Homoseksualite) ve Hayvana Temas’ın Haddi” diye bir bölüm var… İslâmî şuuru diri tutabilmek için, sıradanlaştırma, normalleştirme operasyonlarına karşı uyanık olacağız, unutmayacağız: {İbnu Abbâs (Radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhis-salâtu vesselam) buyurdu ki: “Kimin Lût kavminin sapık işini yaptığını görürseniz, faili de mefûlü de öldürün”. [Tirmizî, Hudud 24, (1456); Ebu Dâvud, Hudud 29, (4462, 4463).] Tirmizî, Ebu Hüreyre’nin de böyle bir rivayette bulunduğunu belirtir. Ebu Dâvud’da İbnu Abbâs (Radıyallahu anh)’tan yapılan bir rivayette: “Lûtilik yaparken yakalanan bekâr (yani muhsan olmayan kişi) de recmedilir” denmiştir.132 Bir kere daha tekrar ediyorum: “Alışmaya alışmayınız!...” Allah korusun torunlarımız bunları göre göre bunlara alışacak... Bugün bir ilahiyatçı, ilk tanıştırıldığında karşısındakine, kendisinin zannedildiği gibi yobaz olmadığını ispat etmeye çalışıyor. Peki, bu, gerçeği nasıl bulacak? Yani gözlük şaşı, gözlük… Bugün nasıl bir toplum olursa olsun, çocukların eğitimi başlı başına bir mesele. Ve bu laik, seküler sistem içinde ayrı bir mesele. Fakat öyle bir duruma geldi ki, kızların eğitimi diye bir sorunumuz kalmadı… De facto olarak halledildi gitti. Nasıl halledildi? Kendiliğinden, yani hayat zorluyor bizi, onu söylemek istiyorum. İçtihad yapılmaz, diyorlar. İnsanlar yapıyor... Kadınla erkek birlikte namaz kılar diyorlar. Al işte; “başörtüsü temel kulluk enstrümanıdır denemez.” Diyor bir tanesi… Bir kere kavramlara bakın! 132) İbrahim ������������������������������������������������������������������������� Canan, sh. 6 / 253, Ayrıca, M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, TDV, Ankara, 2004, sh.247 360 Kullandığı semantik açıdan yanlış... Bir başkası geliyor kadın erkek aynı safta namaz kıldığında bozulmaz, niye bozulsun, kadınlar ve erkekler aynı hizada durabilirler, diyor… Sene 1964, Çapa Muallim mektebi, Mehmet Akif ’i anma günü, Üstad Necip Fazıl davetli, Cahit Tanyol davetli, Mehmet Kaplan davetli. Mehmet Kaplan dediğiniz yeni Türk edebiyatında otorite... Kaç sene olmuş, daha gözümün önünde, çıktı, sahnede konuşuyor. Mehmet Akif ’e “laik” dedi. Üstad ile yan yana oturuyorlar. Konuşma bitti, Mehmet Kaplan geliyor, ben de şöyle Üstadın arkasındayım. Üstad oturuyor Mehmet Kaplan yanına doğru geliyor… Dikkat kesildim çünkü Üstad’ın bir tepki vereceğini biliyorum. Üstad, İstanbul beyefendisi edasıyla; “cehaletinizi tebrik ederim” dedi. Fakat ondan sonra Mehmet Kaplan, Necip Fazıl ismini hiçbir yazısında bir kere anmadı. “Kaldırımların” tahlili bu olaydan öncedir… Bedel ödemek kolay değil. Önce ahlâklı olun, fikir namusunuz olsun… Namus = Fikir namusu x (meslek namusu+cinsi namus+ticari namus+görev namusu+vb)… Eğer fikir namusu sıfırsa namus sıfır. Niye kandırıyorsunuz milleti, Ontolojiler, teolojiler, vesaire… Hâsılı Fakihlerin Şekur ve Hamid olması… Yani Müslüman olarak yaratıldıkları için şükretmeleri ve hamd etmeleri… Bu ne demektir? Ben yobazım, evet ben yobazım diyebilmektir.. Herkesin meşrulaştırdığı bir demde “Riba haramdır” diyebilmektir… Dünya bir tarafa bu ölçü bir tarafa... Ne diyor rahmetli Üstad Necip Fazıl; “Teknoloji o kadar ilerlese ki, güneşten gelen ışınlara elektrik faturası kesseler, ben yine sana inanmaya devam edeceğim…” Nedir bu teknoloji dediğiniz? Bizi esir aldı, burnumuzdan tuttu gidiyor. Batılılar 1969’da aya indiler, Müslümanların imanı sarsıldı... Kalp nakli oldu, Müslümanların imanı sarsıldı… Çok ciddi bir durum içindeyiz. Ve onun için ısrarla “tenzihi iman, tavzihi iman” diyorum. Hz. Peygamber Aleyhissalâtu Ves361 selam, imanınızı tazeleyin buyuruyor. İmanımızı temizlememiz lâzım öncelikle. Bu yaşta âcizane buna uğraşıyorum… Benim en büyük faciam, danışacağım bir kişi yok. Olsa ayağını öpeceğim, ayağını!.. 362 SONUÇ Müslümanca düşünme Müslümanca inanmaya bağlıdır. Bunun yegâne ölçüsü de Risalet’tir. Birincil unsuru bırakıp akıl, felsefe, bilim v.s leri öne almak hevâ ve hevestir. Hakikat epistemolojik bir “unsur” değildir. Hakikat amel ve teslimiyetle ilgilidir… Efendimize eşya ve hadiselerin hakikatini öğreten Allah Celle Celalühu’nün muradını anlamanın O’nu hakikatiyle bilmenin yegâne yolu, Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm’ı O’nun öğrettiği biçimde öğrenmektir. Esas olan, Peygamberimiz Aleyhissalâtu Vesselam’a Allah Celle Celalühu’nün vahyettiği ve Allah Celle Celalühu’ya da Peygamberimiz Aleyhissalâtu Vesselam’ın öğrettiği ve terbiye ettiği biçimde iman etmektir… Eşya ve hadiselere Risalet penceresinden bakmak, hikmeti yakalamaktır. Hikmet Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın mânâsıdır. Hikmeti yakalayan Sünnet idrakiyle mücehhez hale gelir. Sünnet idraki de Kur’an’ı ve Murad-ı İlahiyi anlamanın tek yoludur. 363 Tuzaklarla dolu geçici bir dünyada, ezeli hakikatlere bağlanabilmek ve onu anlayabilmek.. Zorların zoru ama muhatap olmanın ve imtihanın da temel şartı… Kullandığı kelimeler aynı olmasına rağmen Hz. Ebubekir ve Hz. Ali ile Ebu Cehil ile Ebu Leheb arasındaki farktır bu.. Mümin olmak ile müşrik olmak arasındaki temel fark… Kelime olarak ikisi de Allah, Peygamber, Kâbe, İbrahim v.s diyorlardı ama iman noktayı nazarından birbirlerine zıt anlam ifade ediyordu. Sır bunu anlamakta… İşte bunu anladıktan sonra, eşya ve hadiselere doğru bakabilme, onları doğru anlayabilme idrakine sahip olabilir insan.. Sünnet Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm’ın Kur’an’ı Azimü’ş-şan’ı tefsiri, Ashab-ı Kiram onun müşahhas hali ve Medine kurumsallaşmış, tezahür hali.. Biz yıllarca dünyevî çıkar ve beklentiler uğruna Sünnet ’in yerine felsefeyi, Ashab-ı Kiramın yerine Filozofları ve bilim adamlarını, Medine’nin yerine Roma’yı koyduk.. Bu hale geldik!.. Bu tabloda batının ilmini alıp ahlâkını almayalım diyen saf Müslümanların acziyeti ile kasten ve bilerek-isteyerek Batı’nın değerlerini içselleştirenlerin bir farkı olduğunu düşünmüyorum. Hatta bu hale gelmemizde, içtihad ruhunu kaybetmemizde, sünnetin içini boşaltmamızda, Ashab-ı Kiram’ı sıradanlaştırmamızda, Medine’yi AB ve Kopenhag kriterleri ile değiştirmemizde birincilerin ikincilerden daha suçlu olduğunu düşünüyorum. Sır da, anahtar da yol da buradadır… Hülâsa olarak söylemek istediğimiz, tekrar ettiğimiz, hassasiyet noktamız şu: En önemli meselelerden biri bilerek veya bilmeyerek yapılan Fahr-i Kâinât Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i sıradanlaştırma eğilimine karşı şuurlu bir muhalefet… Şu gerçeği içselleştirmek borcundayız ki, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’siz İslâm olmaz… Tek noktadan sonsuz doğru geçer, iki 364 noktadan tek doğru geçer… Burada asıl tehlikeli konu Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’i ritüellere mahkûm etmek ve bu sentetik faaliyetlerle onu hayattan koparmak… Kutlu Doğum haftasında olduğu gibi… Pitatik bir eylemler, törenler karışıklığı içinde Hz. Peygamber yok ediliyor ve herkes kendi heva ve hevesine göre bir peygamber imajı oluşturuluyor… Bu tuzaklara veya yanlış tutumlara düşmemek için en azından şu aşağıdaki Âyet-i Kerime’lerin, tefsirleri ile birlikte mütalâa edilmesinin zaruretine inanıyorum!... Bütün savaşımız; dayatan modernite ve dağıtan, hatta savuran postmoderniteye karşı… De ki, “siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.” Âli İmran Suresi: 3 /31 De ki: “Allah’a ve Resule itaat edin; eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmran Sures: 3 / 32) -“Allah’a ve Peygambere itaat edin ki rahmet olunasınız.” (Âli İmran Suresi: 3 /132) -“Her kim o Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa Suresi: 4 / 80) -“Allah’a ve Resulüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin...” (Enfal Suresi: 8 / 46) -“Oysa aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Peygamberine davet olunan Müminlerin sözü ise, “işittik ve itaat ettik” demeleridir...” (Nur: 24 / 51) -“Kim, Allah’a ve Peygamberine itaat eder ve O’ndan korkar, sakınırsa, işte kurtuluşa erenler de bunlardır.” (Nur / 52) 365 -“(Ey Müslümanlar!) Namazı dosdoğru kılın; zekâtı verin ve Peygambere itaat edin ki rahmet olunasınız.” (Nur Suresi 24 / 56) -“...Peygamber size neyi verirse, onu alın; sizi neyden nehyederse, ondan da sakının...” (Haşr Suresi: 59 / 7) 366 EKLER Teknolojiye tam olarak intibak edemesek de biz de artık bilgisayarla yazmaya çalışıyoruz… Kitabı flash belleğe kaydettim, çıkardım, basım için arkadaşlara vereceğim… Bir süre sonra bir e-mail: YAHUDİ İŞADAMI İÇİN SALA OKUNDU AYDIN KARIŞTI Geçtiğimiz hafta yaşamını yitiren Yahudi işadamı Jack Gabay’ın ölümünün ardından bazı camilerde sala verilmesi Aydın’ı karıştırdı. 13 Haziran 2013 Perşembe 10:45 Aydın’ın Köşk ilçesinde pek çok yatırımı bulunan Gabay için Köşk Merkez Camisi ve bazı köylerde sala verilmesinin ardından bazı vatandaşlar, müftülüğe başvurarak “Gayri müslimler için sala verilemez” diye şikâyetçi oldu. Konuyla ilgili müftülük tarafından inceleme başlatılırken, Aydın İl Müftüsü Ömer Kocaoğul, gayri Müslimler için sala verilmesinin doğru olmadığını 367 fakat Köşk’te yapılan işin bir duyuru amacıyla iyi niyetle yapıldığını söyledi. Köşk ilçesinde kuru meyve işletmeleri bulunan Yahudi işadamı Jack Gabay, geçtiğimiz haftalarda geçirdiği beyin kanaması sonucu hayatını kaybetti. Bunun üzerine Köşk ilçesinde ve bazı köylerde Jack Gabay için sala verilir. Gabay’ın cenazesi ise İzmir Altındağ’da kendi inancına göre düzenlenen cenaze töreninin ardından Musevi mezarlığında toprağa verildi. Yahudi işadamının öldüğünü camilerden verilen saladan öğrenen birçok Köşklü işadamı ve köylülerin de İzmir’deki cenaze törenine katıldığı öğrenildi. Ancak cenazenin ardından bazı vatandaşlar İl Müftülüğü’ne dilekçe verip “Gayrı müslimler için sala verilemez” diye şikâyette bulundu. Konu sosyal medyada da tartışma yarattı. Özellikle Facebook’ta konuyu gündeme getiren bazı vatandaşlar, Gabay’ın işletmesi sayesinde pek çok kişinin işe kavuştuğunu ve ilçede çok tanınan biri olduğunu, bu yüzden de ölümünün her koşulda duyurulması gerektiğini vurguladı. Bu görüşe karşı çıkanlar da, kim olursa olsun gayrimüslimlerin ölümünün salayla duyurulamayacağını belirtti. Jack Gabay’ın ölümünün ardından verilen sala, imamları da böldü. Adını vermek istemeyen bazı imamlar salanın ilan anlamına geldiğini ve bunun bir vefat duyurusu olarak algılanması gerektiğini savunurken, bazı cami görevlileri ise Müslüman olmayan birinin ölümünün dini terimlerle ilan edilemeyeceğini ve yapılanın yanlış olduğunu ileri sürdüler. İŞTE MÜFTÜLÜĞE VERİLEN DİLEKÇE Aydın İl Müftülüğü’ne verilen şikâyet dilekçesinde, Kur’an’dan âyetler örnek gösterildi. Dilekçede şu görüşler yer aldı: 368 “Geçen Pazar vefat eden İzmir’de ikamet eden Yahudi Jack Gabay’ın salası İslâm’ın sembolü olan camimizden verilmiştir. Tevbe suresi 80 ve 84 âyetlerini açıp okuyun. 80. Âyet’te: “(Ey Muhammed) Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu onların Allah ve Resulünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez” denilmekte 84. Âyette ise: “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resulüne inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler” denilmektedir” ifadelerine yer verildi. MÜFTÜ: ART NİYETLİ OLDUĞUNU SANMIYORUZ Aydın İl Müftülüğü gelen şikâyet dilekçesi üzerine çalışma başlatırken, Aydın İl Müftüsü Ömer Kocaoğul, “Gayri Müslim biri için sala verilmesi doğru değil. Fakat Köşk’te yapılan iş tamamen iyi niyetten kaynaklanıyor. Ölen şahıs Köşk’te bütün çevrelerce tanınan ve bilinen ve saygı duyulan bir kişi... Birçok kamu binasına köylere yardımı dokunmuş bir kişi. Görevlimizde bu şahsın ölümünün duyurulması, ilan edilmesi amacıyla sala verdiğini düşünüyoruz. Kesinlikle art niyetli bir iş olduğunu düşünmüyoruz. Fakat konuyla ilgili inceleme başlattık” dedi. DEKAN: MÜSLÜMAN OLMAYANA OKUNMAZ Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ömer Dumlu, Aydın’da ölen Yahudi işadamı Jack Gabay için okunan salanın, kişinin vefat ettiğini duyurmak amacıyla okunduğunu tahmin ettiğini söyledi. Ancak normal şartlarda Müslüman olmayan kişinin ardından sala verilmediğine dikkat çeken Dumlu, “Dinimizce Müslüman olmayan bir kişinin, Müslüman adıyla salasının okunması yapılmıyor. Ancak burada verilen sala daha çok, ölümü duyurmak anlamında yapılmış olabilir. Bu tarz durumlarda sala okunacak kişiye biraz daha dikkat edilmeli” dedi } 369 Ey Müslüman cinsel ırz, cinsel namus önemli değil! Asıl İslâm’ın ırzına geçiliyor, asıl itikadın ırzına geçiliyor… Onun içindir ki cinsel ırz ucuzladı… Cinsel mânâda ırz yarası almış olanlar, Müslümanların dininin ırzına geçerek intikam almak istiyorlar!... Artık açık din düşmanlığı beklemeyin… Bugün İslâm’ın asıl düşmanları; bu camianın içinden oldukları için daha kolay ve etkili olan; İslâm’ı mistik, metafizik, okultik, laik, seküler, iktisadî ve siyasî liberal, rational bir din haline getiren tarikatlar, cemaatler, hizmet ehli, vakıflar, dernekler, İmam-Hatipler, İlahiyat fakülteleri, hafız kurslarıdır!.. (Bu saydığımız gruplardaki Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadına iliklerine kadar bağlı, dualarına da muhtaç olduğumuz İhlaslı Müslümanları tenzih ederiz.) İslâm bugün PDR (Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) haline getirilmiştir. Temel iştigal sahası: kaynana–gelin, ebeveyn-çocuk, işçi-işveren (sermayenin yanında, din afyonu ile işçiyi uyutma), kız-erkek arasında çıkan ihtilafları çözmek. İhtilafları yıkama fabrikası… Modüler bir din! Bir noktaya dikkat ettiniz mi? Din görevlileri, TV’lerde malum kılık-kıyafet ve tavır içindeki kızların karşısında ne kadar rahat davranıyorlar? Rahatlar… Çünkü evlerindeki durum da stüdyodakinden farklı değil! İhlaslı Müslüman! Hayvanlar zelzeleyi çok önceden duyarlar, insanları uyandırmak isterler ama insanlar hayvanları ciddiye almazlar!.. Çünkü onlar insan! Ondan sonra ne mal kalır, ne servet! Ben o hayvanım! Bar bar bağırıyorum, “İslâm itikadî anlamda, kahperengi bir taarruza muhatap!” Ben o hayvanım! Bar bar bağırıyorum! “Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra dinimizden imanımızdan ediyorlar bizi!”… Ama dinciler duymuyor… Çünkü muhataplarımız hayvanların da aşağısında bir statüde… Belhum Adal… Bu hayvana ait bir satatü değil! İnsana ait bir statü!.. Hayvan oraya kadar düşemez… Yalnız insan yukarı doğru ve hızla düşebilir!.. Yukardaki makamları elde etmek için mukaddesatından 370 taviz verir!.. Yukardaki zenginliklere ulaşmak için dininden verdiği taviz dolayısıyla yukarı doğru düşer! İslâmî değil, mistik bir Ahiret korkusu ile İslâm’dan taviz verir…” Fazîletlerle meşgul olurken farzları unutturarak insanı ilim ölçüleri dışına çıkaran yasaklanmış vesveseye (musabdırlar. A.B.)” (el-Luma’, Serrac, sh.169) İbadetin kışrına sarılır. Halk nazarında yukarı çıktıklarını sanırlar, fakat bu Cenab-ı Hakk nazarında yukarı ( ? ) doğru bir düşüştür… İhlaslı Müslüman! Dikkat et! Oranını bilmiyoruz ama, evrensel olarak tüm dünyada ve bu cümleden olarak Türkiye’de de ”inkarı da, ikrarı da belli olmayan”, kuralı ve kutsalı buharlaşmış, gittikçe katlanarak çoğalıp, toplumun bütün katmanlarında yayılan; kadınları masculıne, erkekleri efemine bazı özellikler taşıyan, kişilik travması içinde bocalayan bir genç ve orta yaşlı jenerasyon geliyor… Toplum bir sath-ı mailde hızla tereddî ve tefessüh ederek uçuruma doğru, uçuyor! Artık namuslu(!) namussuz beklemeyin. Dünün namussuzları bir anlamda namuslu(!) idi! Açıkça, resmen ve alenen “Din terakkiye manidir.” Diyorlardı… Hâtem-ül-Enbiyâ Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e açık, net, resmen, alenen “çöl bedevisi”, “donsuz bedevi” diyorlardı… Kur’an-ı Azimü’ş-şan’a açık, net, resmen ve alenen “ çöl kanunu” diyorlardı… Bugün bunları beklemeyin, bugünküler çok daha tehlikeli yöntemlerle geliyorlar… Alıştıra alıştıra… Bakıyorlar tepki var derhal geri çekiliyorlar… Tam bu noktada bunlara acımak geldi içimden… Öyle zavallı mahlûklar ki… Ağızları var dilleri yok! İslâmî ırzı, mukaddesatı çiğnenirken feryat etmeyen, cinsel ırzı çiğnenirken büyük bir olgunluk gösterir… İnanın nefesim tıkandı! Hayır, hiçbir sağlık problemim yok! Ama artık dayanamıyorum… Allah’ım! Bize, cümlemize doğru yolu göster! Allah’ım! Bizim gibi küçük adamlar bu sıkleti çekemiyorlar! Allah’ım! İmkânımızın üstünde yük yükleme! Allah’ım! Bizi sınama, biz dayanamıyoruz! 371 Yukarıdaki feryatların ışığında 15 Nisan 2000 Tarihli ZAMAN’da çıkan haberi de kendin değerlendir! Tarih, 15 Nisan 2000 “Diyalogdan düğüne” Sosyoloji profesörü Hıristiyan Lester Kurtz ile gazeteci Müslüman Meryem Kurtz’un nikâhları, Urfa’da İbrahim Camii’nde müftü, haham ve papazın huzurunda kıyıldı. Lester Kurtz ve Mariam (Meryem) Kurtz, Şanlıurfa’daki Dinler arası Diyalog Sempozyumu’nun en ilginç konuklarıydı. Biri Teksas’tan yani Amerikalı, diğeri Darussalem yani Tanzanya’dan. Biri beyaz, diğeri ise siyahî… Biri metodist Protestan bir ailede büyüyüp Quaker olarak hayatını sürdürüyor, diğeri ise Müslüman. Biri Teksas Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü, diğeri ise gazeteci. Onları bir araya getiren bundan bir yıl önce Prof. Lester Kurtz’un Afrika’da katıldığı bir konferans olmuş. Konferansı bir gazeteci olarak takip eden siyahi gazeteci Meryem, Lester ile uzun bir tartışmaya dalmış ve bir hafta sonra kendilerini evlilik sürecinde bulmuşlar. Amerika’ya yerleşip resmi nikâhlarını yapmışlar ve tam bir yıldır dinî nikâh kıymak için beklemişler. İşte bu bekleyişi nihayet önceki gün Urfa’da İbrahim Camii’nde müftünün huzurunda kıydıkları nikâhla nihayete erdirdiler. Hz. İbrahim’in mekânında Haham, papaz ve müftünün huzurunda kendisini kelime–i şehadet getirerek ‘hem Hıristiyan, hem de Müslüman’ ilan eden ve aynen çifte vatandaşlıkta olduğu gibi çifte dinli olmak istediğini ve Meryem ile evlenerek geçmişinde sahip olduğu Hıristiyan kültürle İslâm kültürünü meczetmek istediğini belirten Lester, ‘Quaker olduğum için herhangi bir Hıristiyan doktrinine bağlı hissetmiyordum kendimi, dolayısı ile İslâmiyyet’in güzellikleri ile geçmişimdeki Hıristiyanlıktan kaynaklanan güzellikler arasında bir tezat görmüyorum ve iki dinin güzelliklerini İbrahim Peygamber’in mekânında Musevi dostlarımın da duaları ile Meryem’le birlikte dinî nikâh kıyarak sürdürmek istiyorum’ 372 dedi. Gözleri dolu bir biçimde bu anı beklediğini belirten Meryem ise Lester’in geçen yıl bir ay oruç tuttuğunu, Ramazan boyunca beş vakit namaz kıldığını, birlikte Hıristiyan bayramlarını da kutladıklarını; fakat İslâmi usullerle nikâh kıymayı hep arzuladıklarını vurguladı. Üç dinin duaları ile salavatlar eşliğinde gerçekleşen nikah merasimi, katılımcıları derin ve anlamlı düşüncelere sevk etti. Hem Hıristiyan hem de Müslüman Diyalogun bir başka göstergesi ise Lester ile Meryem’in nikâhlarıydı; haham, papaz ve müftünün huzurunda kelime–i şahadet getiren Lester kendisini, ‘hem Hıristiyan, hem de Müslüman’ ilan etti.” (15.04.2000/Zaman Gazetesi) “YAHUDİ İŞADAMI İÇİN SALA OKUNDU AYDIN KARIŞTI “ haberi üzerine “ İnanın nefesim tıkandı! Hayır, hiçbir sağlık problemim yok! Ama artık dayanamıyorum… Allah’ım! Bize, cümlemize doğru yolu göster! Allah’ım! Bizim gibi küçük adamlar bu sıkleti çekemiyorlar! Allah’ım! İmkânımızın üstünde yük yükleme! Allah’ım! Bizi sınama, biz dayanamıyoruz! Yukardaki feryatların ışığında 15. Nisan. 2000 Tarihli ZAMAN’da çıkan haberi de sen kendin değerlendir!” diye bitirerek ZAMAN’dan bir alıntı vermiştim. Hadd-ı zâtında bu konuyu daha geniş olarak, üzerinde çalıştığım yeni kitapta ele alacaktım.…Fakat Müslüman için rahat yok bu dünyada… Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi: “Zindanda gece, kimsenin mihnetten haberi yok! Sarayda gece kimsenin nimetten haberi yok!” Ya fikir çilesi çekenler… Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilür Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sa’at… Sabit 373 Beynimden, vicdanımdan ve gönlümden fışkıran satırları dikkatinize arz ediyorum: Bir cinayet işleniyor… İmanımız, İtikadımız doğranıyor… Cinayetin farkındasın veya değilsin! Fakat sen de fer’î failsin… Cinayete suç ortaklığı yapıyorsun! Bu dünyada da, öteki dünyada da, karşılığını göreceksin… Sen, elle tutup, gözle görmediğine kolay inanmazsın. Bu zihniyetinden aldığın güçle, varlığı konusunda şüphe duyduğun ahireti parantez içine alıyorsun… Tam bir seküler konsept ve oportünizm içindesin. Ancak muhataplarını korkutmak için; karının, kızının, işçinin, müşterinin, toplumun (cemaat? değil… Sosyolojik anlamda toplum.) itaatini sağlamak için kullanıyorsun ahiret silahını…Saydıklarımızın rızasını satın almak, tahsil etmek için kullanıyorsun!.. Ama aldanıyorsun! “Kısas kıyamete kalmaz!” Halk irfanından süzülüp gelen bir hikmet: “Etme bulun, inleme ölün!” Bırak İslâmî umdelere göre yaşamayı; yirmi, otuz yıl önceki aile hayatınla bugünkünü karşılaştır… Çık bir tepeye, kendini seyret! Bir aynaya bak! Kendini tanıyabilecek misin? Eğer benden sual edecek olursan; sana bakıyorum kendimi ”insan” sanıyorum! Nisbî bir “insan,” seninle mukayese edince… Fakat İslam’da tarif edilen” insan” ile kendimi mukayese edince, kendimde “insan” dan eser bulamıyorum! Fakat bu canilerin veya fer’î faillerin huzur içinde olmaları mümkün değil! Hem bize yazık ediyorlar, hem kendilerine… Yiğit ve kralına bağlı bir derebeyi olan Macbeth, cadıların kehanetleri ve karısı Lady Macbeth kışkırtmasıyla, evinde misafir olan kral Duncan’ı, onun yerine kral olmak için öldürür. Yasalara karşı gelmenin verdiği vicdan azabı ve pişmanlık onu zorbalığa iter. Öldürülen dostunun hayali yakasını bırakmaz: “Neresi vuruluyor? Bana ne oldu ki, en küçük bir gürültüden dehşete düşüyorum.? Bu eller ne böyle? Ah, gözlerimi oyuyorlar. Acaba bütün okyanusların suyu elimi bu kandan temizler mi? Hayır; belki de şu elim sonsuz denizleri kana çevirir, yeşil renklerini baştanbaşa kızıla boyar.[1]” 374 Size sesleniyorum sadece erk için; siyasî, toplumsal, iktisadî, akademik ve hatta bireysel iktidar ve güven için İslam’dan taviz verenler... Harflerin zulmünden kurtulamayacaksınız… Halen de boğazınızı sıkıyor! Boğazınıza diziliyor… Sizi boğacak gibi oluyor… Biliyorum… C İ A F B İ M O S S A D…. Daha bu harfler bizim bildiklerimiz… Ya sizin bildikleriniz.. Mesela N S A (NASA değil) “Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur,[2]” ve ” Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer müminler iseniz.[3]” Sadece birkaç ayet ile Allah Celle Celalühu’nun buyruğu ile çizilen kâinat tablosu… Kâfirleri dost edinmeyin! Ömrü Amerika ve Siyonizm’e uşaklık etmekle geçen İran Şah’ını hatırla. Ölmek için bile Amerika’ya kabul edilmedi… Ne o uykun mu kaçtı? Halen canlı bir örnek, Hüsnü Mübarek’i hatırla! İstersen niceleri arasında Marcos’u da hatırlayın! Zeynel Abidin bin Ali’yi hatırla… Saddam’ı hatırla… (Son nefesi Allah Celle Celalühu’ya havale…) Burada bütün mesele “son kullanma tarihi”… Ömrünüz bu son kullanma endişesi içinde, bu süreyi uzatmak için sürekli İslam’dan taviz veriyorsunuz… Dünya üzerinde her gün onlarca Müslümanın şehid olmasına aldırmayanlar… Hangi barışın peşindeler? Zaten şu anda cehennem hayatı yaşıyorsunuz! Fakat asıl mücazat geride!... Zaten sen! Sen! Zaten sen, dünyada cehennem içindesin! Rabbimiz Celle Celalühu Hazretleri insanı öyle bir fıtratta yaratmış ki, vicdanının buharlaşması mümkün değildir! İnsan istediği kadar uğraşsın vicdanını iptal edemez! Bu elektrik, su aboneliğine benzemez! Geçici bir zaman, kazandığı dünya nimetlerinin(!) sarhoşluğu içinde vicdanının tasallutundan kurtulduğunu sansa dahi, yine ona yakalanma dehşeti içinde yaşayacaktır… Eğer bu hayat ise... Bir ateş yakın bırakın. Bir süre sonra söndü375 ğünü sanırsınız… Üzeri kül bağlamıştır… Ama hafif bir rüzgâr altındaki köz, harlı ateşi ortaya çıkarır… Hâsılı, dünyada da Hak Teâlâ Hazretleri’nden kurtulamazsınız… O size daima, dünya ahret müstahak olduğunuz mücâzâtı verecektir… Siz de bile yok edilecek, imha edilebilecek bir vicdan yok, fıtrattan verilen… Yani sizin bile bir vicdanınız var… Bir kere daha; meal okumanın cinayet olduğu şuuru içinde, muteber tefsirleri okumanız tavsiyesi, temennisi ve umuduyla birkaç ayet meali: “Eğriyi doğrudan, hakkı batıldan ayırd eden Furkan’ı da indirdi. Allah’ın ayetlerini inkâr edenlere pek çetin bir azap vardır. Öyle ya, Allah daima azizdir (mutlak galiptir, mazlumların) intikamını alır.”[4] Ve “Biz de âyetlerimizi yalan sayıp umursamadıkları için onlardan intikam alarak denizde boğduk.”[5] Ve “Sakın Allah’ın, peygamberlerine yaptığı vaadden cayacağını zannetme! Allah elbette mutlak galiptir, intikam sahibidir.”[6] ve “Rabbinin âyetleri ile kendisine nasihat edildiğinde sırtını dönüp uzaklaşan kimseden daha zalim kimse olur mu? Biz o suçlulardan elbette intikam alıp onları cezalandıracağız.”[7] Ve ”Bunun üzerine Biz de onlardan müminlerin intikamını aldık. İşte bak peygamberlere yalancı diyenlerin sonu nasıl oldu gör!”[8] Ve “İmdi kâfirlerle savaşta karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun! Nihayet onları iyice mağlub edince, bağı sıkı tutun, onları esir alın. Savaş bitince onları ister bir lütuf olarak karşılıksız salıverir, ister fidye alarak bırakırsınız. Durum şu ki: Allah dileseydi, onlardan intikamlarınızı alır, onları cezalandırırdı. Fakat O, sizi birbirinizle denemek için savaşı emrediyor. Allah yolunda öldürülenler var ya, Allah onların yaptıklarını asla zayi etmeyecek, boşa çıkarmayacaktır.”[9] Vicdanınızdan kurtulamayacaksınız!... Bizim kastettiğimiz Cenab-ı Allah’ın fıtraten verdiği “vicdan” . Ama siz bu ayetleri ezberlediniz! O kadar çok kullandınız ki, artık sizin için muhtevası buharlaştı… Yalama ettiniz. Nesneleştirdiniz! Halkı korkutup, kendinize kul yapmak için kullandınız! Halkı kobay gibi 376 kullandınız… Alıştıra alıştıra, imanında iğtişaş meydana getirdiniz… İki adım ileri, bir adım geri… Ümmet olma istihkakına sahip olmayan halkı, oy deposu, para kasası gibi düşündünüz… Onun için bu ayetlerin sizin için bir anlamı kalmadı… İhlassız aşırı uyarılma, anlamı berhava etti! … Aşırı yorum, yorumu yok etti! Bütün hayatınız bir simülasyon, temaruz…Bir gün kendi kendiniz olamadınız.. ”Hep sanki yapıyor gibi yaşadınız!” Hep yapmadıklarınızı söylediniz… Bu sebeplerle sizler gibi laikliği, sekülarizmi, demokrasiyi, siyasi ve iktisadi liberalizmi içselleştirmiş insanlar için şöyle bir yaklaşımı da tecrübe edebiliriz… Belki böyle bir yaklaşım sizin durumunuza tam karşılık gelebilir… Üniversite öğrencisi Raskolnikov bir hamam böceği olarak nitelediği, tefeci kadın Lizavetta’yı öldürür… Çok usta bir cinayet kimse görmedi.. Ama vicdanı gördü!...Polis müdürü Porfiri Petrovic’in takibinden kurtulamayacaktır… Her an ensesinde olacak… Şu anda olduğu gibi… Şu an hepinizin yaşadığı gibi: Polis müdürü Porfiri Petrovic, Raskolnikov’la sohbet ediyor… Masumane(!) bir sohbet… Aslı uzun. Ben kısa alıyorum… Ama atasözü: Hain havflı olur! Raskolnikov polis müdürünün her kelimesinden bir anlam çıkarmaya çalışır… Şu anki İslâm dünyasındaki ödül dağıtıcılarının, efendilerinin her kelimesinden, son kullanım tarihleri hakkında bir ima devşirmeye çalışmaları gibi… {Sonra, dostum, bir insanın hangi alanda sivrildiğini bilmek de çok önemli bir noktadır. Ya sinirler ya sinirler, siz bunları unutmuşa benziyorsunuz! Şimdi bütün sinirler, hasta. Ya öfke, öfke... Bu herkeste tümen tümen… Size şunu söyleyeyim ki yerine göre bütün bu hallerin kaynağı, metali bunlardır. Sonra, onun serbest serbest şehirde dolaşmasından ben ne diye rahatsız olacağım? Şimdilik varsın dolaşsın, bundan ne çıkar? Onun nasıl olsa benim bir kurbancığım olduğunu, benden hiçbir yere kaçamayacağını biliyorum; hem zaten nereye kaçabilir ki? Ha, ha, ha! Yabancı ülkelere mi? Bir Polonyalı olsa bunu yapabilir. Ama 377 o kaçamaz! Üstelik de gözüm daima onun üstündedir. Gerekli tedbirleri almış bulunuyorum. Yoksa Rusya’nın içerlerine mi kaçacak? Ama orada, bizim ayağı çarıklı, gerçek Rus mujiklerimiz vardır, bugünün aydın adamı, bizim mujiklerimiz gibi yabancılar arasında yaşamadansa hapishaneyi boylamayı tercih eder. Ha, ha, ha, ha! Ne ise, bunların hepsi de kuru birer lâftır, konumuz dışında kalan şeylerdir. Hem kaçmak da ne demek? Bu sadece bir formaliteden, bir biçimden ibaret... Asıl önemli olanı onun, sadece gidecek bir yeri olmadığından kaçmak istemeyişi değildir. Belki psikolojik bazı nedenlerden Ötürü kaçamayışıdır. Ha. ha. ha! Ne güzel anlatım değil mi? Hattâ kaçacak bir yeri olsa bile, yine de, tabiat kanunu yüzünden kaçamaz! Bir mumun çevresindeki pervaneleri gördünüz mü? İste o da, tıpkı mumun çevresindeki pervane gibi, boyuna etrafımda dönüp duracak, benden kaçamayacaktır. Bir gün gelecek, artık özgürlük onun için çekilmez bir hal alacak, kendisini derin birtakım düşüncelere kaptıracak, yavaş yavaş sersemleyecek, sonunda ağa düşmüş bir balık gibi, ölesiye bir korkuya kapılacaktır. Dahası var: İki çarpı iki dört eder gibi, matematik bir kesinlik taşıyan delilleri de yine kendisi hazırlayacaktır. Bunun için de ona uzunca bir hazırlama süresi vermem yeter. Nihayet etrafımdaki uçuş dairelerini daralta daralta, doğrudan doğruya hop diye ağzıma düşecektir, ben de onu yutuvereceğim! Bu ne kadar hoş bir şeydir, ha, ha, ha! İnanmıyor musunuz?” Ve Raskolnikov’un kendi kendine mütalâası.. {Raskolnikov karşılık vermedi. Sararmış bir halde, hareketsiz oturuyor, aynı gergin dikkatle Porfiri’nin yüzüne bakıyordu. Buz gibi kesilerek: “Ders pek mükemmel!” diye düşündü. “Hem bu artık, dün olduğu gibi fare ile oynayan kedi de değil! Sonra, hiç şüphe yok ki, o boşu boşuna bana gücünü göstermek, kulağıma sokmak da istemiyor. Çünkü bunu yapmayacak kadar zekidir. Herhalde onun bambaşka bir maksadı olmalıdır, Ama bu maksat nedir? Hadi canım! Bunların hepsi de palavra, kurnazlık 378 edip, beni korkutmak istiyorsun! Elinde delil melil de yok, çünkü adam da yok! Bütün maksadın sadece beni şaşırtıp hazırlıksız bastırmaktır. Vaktinden önce beni sinirlendirmek, bu halimden yararlanarak, beni enselemek istiyorsun! Ama aldanıyorsun, sonra bozum olursun, bozum! Ama ne diye, ne diye bana bu kadar açıldın? Yoksa hasta sinirlerime mi güveniyor? Haydi bakalım neler hazırladığını elbet göreceğiz!” Raskolnikov, korkunç ve beklenmedik bir felâkete hazırlanarak bütün gücüyle korkusunu yendi. Zaman, zaman Porfiri’nin boğazına sarılarak onu hemen oracıkta boğmak isteğini duyuyordu. Zaten, daha buraya girerken, böyle bir öfkeye kapılacağından korkmuştu. Dudaklarının kuruduğunu, yüreğinin hızla çarptığını, ağzının köpürdüğünü hissediyordu. Ama, ne olursa olsun, susmaya, sırası gelmedikçe bir kelime bile söylememeye karar verdi. Kendi durumunda bulunan bir insan için bunun en iyi bir taktik olduğunu anladı, Çünkü böyle davranmakla, kendisi ağzından bir şey kaçırmamakla kalmayacak, tam tersine, susuşu ile düşmanını sinirlendirecek, böylelikle, belki de, onun ağzından bazı lâflar alacaktı. Hiç değilse Raskolnikov bunu umuyordu.}[10] Bu açıklamaları din istismarcılarının halet-i ruhiyesini anlatmak ve bu yola heves edenleri, sırada bekleyenleri de uyarmak için yaptım. Nihayet Raskolnikov toplumsal yasaları çiğnemişti… Kulun yaptığı kanunları çiğnemişti… Ve görüyorsunuz, vicdan hapishanesinden kurtulamıyor! Peki sen! Sen Sözde şeyh, sen sözde hoca, sen sözde İslâmî politikacı, sen sözde İslâm düşünürü, sen “Kur’an İslamcısı”, sen İslâm reformisti, sen hile-i şeriyyeci fıkıhcı… Hülâsâ sen! Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat ‘ın dışındaki herkes Hak Teâlâ Hazretleri’nin intikamından nasıl kurtulacaksınız? Müslüman! Biliyorum bu yol, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’e giden yol, tuzaklarla dolu! Fakat sen ferâsetinle bu sahtelikleri 379 aşmalısın! Nefsine hoş gelen çözümlerden kaçın! Her türlü ibadetin, her türlü hayrın temelinin “helal” olduğunu; ribanın Allah Celle Celalühu ile savaş olduğunu, İslam’ın hayata ve devlete egemen olmadığı bir sistemde “helal” diye bir endişe ve kategorinin olmadığını, sadece yasal olan ve yasal olmayan kategoriler olduğunu söylemeyen herkes ve her kurum “sahte”dir… Biliyorum! Sen de biliyorsun! Bırak günümüzdeki kazancı, asırlardır, halk irfanı İslâmî umdeleri billurlaştırmış, kristalize etmiş, çeşm-i bülbül gibi işlemiş ve ifade etmiş: “Çok mal haramsız, çok mal yalansız olmaz!” Evet, sen de biliyorsun, ama Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin huzurunda tevazû ile eğilip, tevbe, istiğfar etmek nefsine ağır geliyor… Sen tövbenden bile nefsine pay çıkarıyorsun! Tevbe-i Nasûh…??? “Hak yolunun kılavuzları, peygamberlerin vârisi olan hakikî âlimlerdir. Hâlbuki bu zamanda (Yaşadığı dönem. 1058-1111. A.B.) böyle âlimler hemen hemen kalmadı. Ancak taklitcileri kaldı.”[11] Ve “ Şimdi bak! Din idaresi nasıl kimseler eline geçti. Kendilerine dâimî bir gelir sağlamak ve bir mevkî elde etmek için sultanların (Herhalde bugün ödül dağıtma imkanına sahip herkesin ve yabancı servislerin. A.B.) hizmetine koşar, paralar harcar ve her türlü zillete katlanırlar.”[12] Bu mütalâaları serdeden merhuma hem Hüccetü’l İslâm dersin, ham de bu ifadelerini ciddiye almazsın! Koş koş… Sana put lâzım! Hemen kul olacağın bir sözde şeyh, sözde hoca bul! Müşahhas ve mücessem, tevhid inancını gölgeleyecek bir put!... Biliyorum sen nefsinden başka kimseye itibar etmezsin, ama her şeye rağmen şu satırları da veriyorum, Müceddid-i elf-i sani olarak vasfettiğin merhuma ait: “ Mektubunuzda bu zamanda (1624-1563. Akçiçek, I / XXIV; Yasin. 1564. I / 21; 1563. I / 24. Belki önemli değil, ama verme ihtiyacı hissettim. A.B. ) şüpheden uzak olan bir şeyin bulunmadığını yazmışsınız. 380 Bu söz doğrudur ancak yine de imkân nisbetinde şüpheden kaçınmak gerekir.”[13] Bu kırbaç darbeleri altında nefsinin nasıl tuğyân ederek isyan ettiğini biliyorum… Ama başka çare yok! Tercih senin, ya nefsin ya da Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat… Sırat-ı Müstakim… Urvetu’l Vuska…[14] DUA Bıçak soksan gölgeme, Sıcacık kanım damlar. Gir de bir bak ülkeme: Başsız başsız adamlar… Ağlayın, su yükselsin! Belki kurtulur gemi. Anne, seccaden gelsin; Bize dua et, emi! Necip Fazıl 1944 381 [1] Shakespeare, Macbeth, çev. Orhan Bürian, İstanbul, MEB, 1966, sh.30 [2] Al-i İmran Suresi, 3 / 28 [3] Maide Suresi: 5 / 57 [4] Al-i İmran Suresi: 3 / 4 [5] Araf Suresi: 7 / 136 [6] İbrahim Suresi: 14 / 47 [7] Secde Suresi: 32 / 22 [8] Zuhruf Suresi: 43 / 25 [9] Muhammed Suresi: 47 / 4 [10] Dostoyevski, Suç ve Ceza, çev. H. Ali Ediz, İstanbul, Altın klasikler, 1979, sh. II / 92 [11] İmam-ı Gâzali, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir yay. 1974, sh. I / 4 [12] A.g.e. sh. 142 [13] İmam-ı Rabbâni, Mektûbat-ı Rabbâni, çev. Talha H. Alp v.d. İstanbul, Yasin yay. 2004, I / 389 [14] Bakara Suresi: 2 / 256…”Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir”. 382