PDF - İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi

Transkript

PDF - İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine
Bazı Dikkatler
Murat Sadullah ÇEBİ∗
Siyasetin, önemli ölçüde medya aracılığıyla kurulduğu, üretildiği ve
sunulduğu bir çağda yaşıyoruz. Yaşadığımız dönem postmodern çağ, bilgi
çağı, medya çağı, gösteri çağı, yaşantı çağı gibi değişik kavramlarla
nitelenmektedir. Medya, günümüzde bireyin etkin olarak siyasal sisteme
ilişkin inanç, değer ve bilgileri öğrenmesi, benimsemesi; siyasal-ideolojik
kimliğinin biçimlenmesi; böylelikle akılcı, duygusal ya da ideolojik bağlılığa
dayalı siyasal tutum ve davranışlar sergilemesi sürecinde önemli rol
oynamaya başladı. Medyanın, etkili bir siyasal sosyalleşme aracına
dönüşmesiyle birlikte, siyasette de bir kırılma noktası yaşandı. Siyasetin
düşünce ve algılama kalıpları ve biçimleri, ilişkileri, aktörleri ve kurumları;
siyasal kararların ve eylemlerin tartışıldığı alan medya aracılığıyla değişime
uğratıldı. Kapalı kapılar arkasında yapılan siyaset ile medya aracılığıyla
kurulan, üretilen ve sunulan siyaset arasında bir ayrışma oldu. Artık siyasette
Mosco’nun ‘yönetici elitleri’, Pareto ve Machiavelli’nin ‘siyasal
seçkinler’inden, medyanın kurduğu, ürettiği ve seyirlik hale getirerek
görünür kıldığı ‘medyatik siyasal aktörler’e dönüşüm başladı. Medya,
siyasetin en önemli aktarılma araçlarından biri haline geldi. Siyasal
aktörlerin teşhir edildiği, sunulduğu, yaşadığı, sığındığı, mücadele ettiği ve
korunduğu arenalara ya da kalelere dönüştü. Siyasal güç/iktidarın elde
edilmesi ve korunmasının, siyasal rızanın sağlanmasının temel bir aracı
konumuna geldi. Böylece siyasal iletişim, toplumsal alanda konuların ele
alındığı, sorunların çözümü için geliştirilen argümanların tartışıldığı bir
alandan oyuncularının kurgulandığı, yeniden üretildiği bir alana kaydı.
Medya siyasal aktör, süreç, olay, olgu, konu ve sorunları eğlence amaçlı
∗
Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü
İletişim 2002/14
Murat Sadullah ÇEBİ
2
magazin formatında sunmaya başladı. Öte yandan siyasetin aktarıldığı mecra
türleri de değişti. Siyasal tartışma programları, haber bültenleri, haber
programları, talk-show programları, yarışma programları, sinema filmleri,
dizi ve seri filmler siyasetin aktarıldığı mecralara dönüştü. Artık ‘medyatik
siyaset’, ‘medya demokrasisi’, ‘sembolik siyaset’ ya da ‘eğlence içerikli
siyaset’ kavramları her gün duyduğumuz sıradan kavramlar konumuna geldi.
Medyada, siyasetin eğlence unsurları katılarak gösterimi ve eğlence
amaçlı araçsallaştırılmasının temel itici güçleri toplumsal alanda, medya
alanında ve siyasal alanda ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerdir.
Toplumsal Alandaki Dönüşümler
Medya içeriklerinde siyasetin, popüler ve magazinel ögelerinin
bilinçli/bilinçsiz öne çıkarılması, eğlence içeriğine büründürülmesi, eğlence
amacıyla kullanılması, kimi zaman eğlence ve siyasal bilginin birlikte
sunulmasına yol açan önemli etmenlerden biri, toplumsal alandaki değişim
ve dönüşümlerdir. Günümüz toplumu; postmodern toplum, bilgi toplumu,
medya toplumu, gösteri toplumu, yaşantı toplumu gibi değişik kavramlarla
nitelendirilmektedir. Küreselleşme olgusunun hüküm sürdüğü günümüzde
toplumsal değişim ve dönüşümleri hazırlayan ve tetikleyen etmenler
arasında iletişim, ekonomi, bilişim ve teknoloji alanlarındaki gelişmeler
gösterilebilir. Bu alanlarda ortaya çıkan değişimler, küreselleşme olgusunun
da temel ivme kaynağını oluşturmaktadırlar. Dünyada, özellikle 1980’li
yılların sonlarında finansal piyasalardaki sermaye hareketlerinin
serbestleşmesi, bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle ortaya
çıkan küreselleşme olgusu uluslararası ticaret hacminin artması, hızlanması,
yaygınlaşması; yeni yatırım araçlarının devreye girmesi ve ivme kazanan
teknolojik gelişmeler ile hızlanarak ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel
alanları da etkisi altına almıştır.
Bu gelişmeler sonucunda toplumsal alanda yeni bir gerçeklik ortaya
çıkmıştır. Bu toplumsal gerçeklik, Alman kültür toplumbilimcisi Gerhard
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
3
Schulze tarafından ‘yaşantı toplumu’ [Erlebnisgesellschaft] olarak
adlandırılmaktadır. Yaşantı toplumu eğlenceli siyaset/siyasal eğlence
olgusunun zeminini oluşturan bir toplumsal gerçekliğe işaret etmektedir.
Dörner’in, Schulze'den alarak kullandığı bu kavram; toplumsal ilişkilerin
yalıtıldığı, dayanışmacı niteliğini tümüyle yitirdiği, yapaylaştığı, tekil
bireylerin etkinliklerinin parçalandığı, hayatın ilerleyişinin hızlandığı ve
gelişme hızının aşırı biçimde arttığı, tüketim ve boş zaman etkinliklerinin
kimlik ve anlam sağlamada öne çıktığı postmodern toplumda, bir şeyden
tad/zevk almayı, bir şeyin keyfine varmayı ve ‘kaliteli’ yaşantılar
deneyimlemeyi öne çıkaran bir hayat tarzının, hayat görüşünün egemenliğini
anlatmaktadır. ABD’nin paradigmasını oluşturduğu yaşantı toplumunda
televizyon önemli bir konumda bulunmaktadır. Gerçekte bu hayat tarzının
yayılmasında, benimsenmesinde ve korunmasında da televizyon ve ABD
kaynaklı TV formatları belirleyici rol oynamaktadırlar (Bora: 2001). İletişim
araçlarının biçimlendirdiği yaşantı toplumu, gösteri toplumu olarak da
adlandırılmaktadır. Çağdaş üretim koşullarının hüküm sürdüğü bu
toplumların tüm hayatı bir ‘gösteri birikimi’ olarak görünmektedir. Gösteri
toplumunda bireyin yaşayarak deneyimleyemediği her şey yerini bir temsile,
görüntüye ya da imaja bırakmıştır. Gerçek dünyanın basit imaja dönüştüğü
bir toplumda basit imajlar da gerçek varlıklara ve hipnotik bir davranışı
tetikleyen etkili uyaranlara dönüşmektedir (Debord, 1996: 13).
Yaşantı toplumunda kamunun nitelikleri de değişmiştir. Yurttaşlar;
yaş, köken, toplumsal ve mesleki statü ve rol açısından da çok fazla farklılık
ve çeşitlilik göstermektedirler. Kamunun heterojenliği, bilginin ve iletişimin
hızlı biçimde üretimi ve dağıtımı ile de bağıntılıdır. Bilgi; bilişim ve
haberleşme teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde daha hızlı üretilmekte ve
aktarılmaktadır. Teknolojideki bu gelişmeler aynı zamanda büyük
miktarlardaki bilginin üstesinden gelinebilmesini de mümkün kılmaktadır.
Bireylerin medyaya kolayca erişimi, geniş bir kamunun sürekli olarak ve her
mekânda bilgi edinebilmesine imkan sağlamaktadır.
İletişim 2002/14
Murat Sadullah ÇEBİ
4
Medya Alanındaki Dönüşümler
Medya aracılığıyla siyasetin aktarılması olgusunu ortaya çıkaran diğer
bir etmen de medya alanında ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerdir.
Küreselleşme olgusu ile birlikte medya alanında rekabet baskısı yükselen bir
hızda ve alışılmış sınırları aşan biçimde artmıştır. Bu süreçte medya
endüstrilerinin ekonomik dinamikleri de her zaman önemli bir rol
oynamaktadırlar. Medya sektöründe bir yanda rekabet mücadelesi diğer
yanda yoğunlaşma eğilimleri gözlemlenmektedir.
Günümüzde, medyanın tecimsel öncelikleri de öne çıkmıştır. Serbest
pazar koşullarında çalışan özel medya örgütleri, temel bir amaca
odaklanmak zorundadırlar: Kârı en üst düzeye çıkaracak içerik ve ürünleri
oluşturmak ve sunmak. Para kazancını artırmaya odaklı tecimsel işletmecilik
anlayışının oluşturduğu bu baskı, medya örgütlerini serbest piyasada etkinlik
gösteren diğer işletmeler değişik yöntemler kullanmaya zorlamaktadır.
Medya örgütlerinin kârlarını artırmak için kullandığı iki temel yöntem
bulunmaktadır: 1. Giderlerini azaltmak, 2. Gelirlerini çoğaltmak. Medya
örgütleri arasında acımasız bir rekabetin sürdüğü günümüzde her iki yöntem
de kârların artırılmasında belirleyici konumunu sürdürmektedir (Croteau ve
Hoynes, 1997: 50-51). Bu bağlamda medya, eğlencenin ticarileşmesini
sınırsızca artırmıştır .
Yaşadığımız çağda medya alanında ortaya çıkan değişimleri şöyle
sıralayabiliriz: 1. Medyanın sürekli biçimde hem niceliksel hem de niteliksel
olarak yaygınlaşması, 2. Geleneksel medya türlerinin yanında yeni medya
türlerinin ortaya çıkması (özel hedef kitlelere yönelik dergiler, internet
televizyonu, kablolu televizyon vb.), 3. Medyanın sürekli olarak şiddetli ve
sıkboğaz eder biçimde hayatın bütün alanlarına nüfuz etmesi, 4. Medyanın,
içeriklerinin alımlanma ve kullanılma değeri nedeniyle toplumsal önem ve
saygınlık kazanması(Jarren, 2001: 11-12).
Yaşantı toplumunda en önemli eğlence aracı olarak televizyon önemli
bir rol yüklenmektedir. Çünkü yaşantı toplumunda görüntünün gücü ve
başatlığının yazı üzerinde açıkça egemenliği görülmektedir. Medya içerikleri
görüntüye dönüştürülebildiği ölçüde televizyondan aktarılma şansını elde
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
5
etmektedirler. Bu görünür kılmada çoğunlukla medya içeriklerinin iletilmesi
değil, tersine seçilen, kurulan, üretilen ve sunulan görüntüler aracılığıyla
eğlence gösterimi söz konusudur. Hatta, yaşantı toplumunun
televizyonlarında geleneksel habercilik, eğlence formatlı programların
şiddetli rekabeti ile karşı karşıya bulunmaktadır. Çünkü televizyon
kanallarının yayın akışında boş zaman geçirmeye ve eğlendirmeye yönelik
programlar ile ciddi ana haber bültenleri ve haber programları eş değer
tutulmakta; haber bültenleri ve haber programlarında eğlence unsurları
sürekli olarak ön plana çıkartılmaktadır.
Siyasal Alandaki Dönüşümler
Modern zamanlarda demokratik siyasal sürecin işleyişi de özünde
dönüşüme uğramıştır. Medya, siyasal sürecin en önemli aktörlerinden biri
konumunu elde ederken gündelik hayatın da ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Bu süreçte toplumsal beklenti ve taleplerin düzenleyicisi olan siyasetin
medya aracılığıyla sunumu da önem kazanmaya başlamıştır.
Bunun gelişmenin en önemli nedeni, günümüzde yurttaşların siyaseti
doğrudan doğruya görebilme, gözlemleyebilme, algılayabilme ve
kavrayabilme imkanlarını büyük ölçüde kaybetmeleridir. Medyanın siyasal
iletişim sürecinde önemli rol almasıyla birlikte siyaset de, adeta bir oyuna,
gösteriye dönüşmüştür. Bu bağlamda siyaset, bireylerin yalnızca zihinlerinde
medya aracılığıyla oluşturulan anlamsız ve karmaşık imgelerden ibarettir. Bu
görüntüler, yurttaşların hiçbir zaman dahil olamayacakları fakat protesto
edebilecekleri ya da alkışlayabilecekleri bir ucubeler müzesi
oluşturmaktadırlar. Bu durumda siyasetin bir tiyatro oyunu gibi kurulması,
yeniden üretilmesi ve sunulması tek seçenek olarak gözükmektedir. Böylece
sembolik siyaset, siyasetin asıl amacı haline gelmiştir. Bu koşullar altında
siyasetin sembolik boyutu da çift anlam kazanıyor. Çağdaş toplumlardaki
bireyler de, kitle demokrasilerinde, kendi çevrelerindeki ve genel olarak
dünyadaki olay ve olgularla, konu ve sorunlarla ilgili sembolik ifadelerle
yetinmeye razı olmaktadırlar. Öte yandan siyasal sürecin aktörleri ya da
üreticileri de, siyasal konulara ilgi duyan medya profesyonellerinin olayları,
İletişim 2002/14
6
Murat Sadullah ÇEBİ
olguları, konuları ve sorunları kamuoyuna sunma tarzlarına göre sembolik
siyaset yapmaktadırlar. Durum böyle olunca siyasal olayın inşası ile siyasal
olayın nasıl sunulacağı birlikte düşünülmek durumundadır. Görüldüğü gibi
günümüzde somut siyasal süreçten çok, siyasal sürecin kurulması, üretimi ve
sunumu önem kazanmaktadır (Ateş , 2000).
Günümüz siyasetinde, siyasal gerçekliğin kültürel-sembolik inşası
eğilimi oldukça belirginleşmiştir. Siyasal gerçekliğin sembolik inşasında
değişik araçlar kullanılmaktadır. Bunlar arasında siyasal dil, siyasal söylem,
siyasal semboller, siyasal ayin ve tören gelmektedir. Siyasal gerçeklik en
başta siyasal bir dil üzerinden siyasal bir söylemle kurulmakta, üretilmekte
ve sunulmaktadır. Günümüzde siyasal dil geniş bir sembolizm içinde inşa
edilmektedir. Siyasetin efsaneleri, ayin ve törenleri sembolik bir düzen
içinde, siyasal dilin ifadeleri olarak karşımıza gelir. Bu sembolik dil,
simgeler ve metaforlarla inşa edilen, imajlarla farklılaştıran bir dildir.
Semboller dolaylılaştırmanın araçları olarak örtük anlamlar içermektedir.
Siyasal gerçekliğin inşasında önemli rol oynayan siyasal nitelikli tören ya da
ayinler içinde benzer şeyler söylenebilir. Hemen her ulusun sahip olduğu bu
tarz etkinliklerin açık anlam ve işlevleri dışında örtük anlam ve işlevleri de
bulunmaktadır. Siyasal sembollerin yanı sıra siyasal ayin ve törenler bize
siyasal topluluklarda ulusal, siyasal-ideolojik ya da başka nitelikli kimlik
oluşturmadaki işlevlerini düzenlilik içine kavramamızı sağlayacak bir
çerçeve sağlamaktadır. Siyasal ayin ve tören düzenlenmesi artık başlı başına
bir uzmanlık konusudur ve bu uzman kadrolar seçkin ve güçlü siyasal
seçkinler için çalışmaktadırlar. Bu çerçevede uzmanlar eski ayin ve törenlere
yeni sembolik anlamlar katmakta ve bunları yeni ayin ve törenlerle
desteklemektedirler. Siyasal tören ve ayinler zayıf ve başarısız olsalar bile
siyasal iktidarların güçlü ve başarılı oldukları yönünde sembolik bir efsane
inşa etmekte ve üretmektedirler. Siyasal dil, söylem, ayin ve törenlerle inşa
edilen ve üretilen sembolik anlamlar siyasal gerçekliğin yurttaşlar tarafından
algılanması ve bilinmesi yoluyla otoriteye dayalı bir siyasal bağın
biçimlendirilmesinde önemli rol oynamaktadırlar. Ayin ve törenler toplumun
siyasal otoriteye ilişkin resmi ve kamusal imgelerini üretmektedir.
Semboller, törenler ya da ayinler zihinleri bulandırmaya ve bireylerin görüş
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
7
alanına giren bazı gerçekleri gizlemeye yaramaktadırlar. Böylece bunların
perdeleyici işlevini kullanan siyasal iktidarlar ve egemen sosyal sınıflar
kendi çıkarlarını koruma ve sürdürme fırsatını elde ederler. Öte yandan
sembollerin, ayinlerin ve törenlerin mutlak olarak siyasal iktidarların ya da
egemen
sosyal
sınıfların
siyasal
eylem
ve
amaçları
ile
ilişkilendirilemeyeceği, bunların işlevlerinin daha durumsal, olumsal ve
temsili olduğu iddia edilmektedir (Sarıbay ve Öğün, 1998, 106-113).
Çağdaş siyasetteki değişim ve dönüşümleri sağlayan etmenlerden bir
diğeri de siyasette efsanelerin yoğun biçimde kullanılmasıdır. Siyasal
sembollerin göze yönelmesi, efsanelerin kulağa seslenmesi son derece
önemli bir farklılık olarak belirse de, sonuçta mitler sembollerden ayrı
tutulmamaktadırlar (Sarıbay ve Öğün, 1998, 106-113). Eliade’ın tanımıyla
“mit kutsal bir öyküyü anlatır; en eski zamanda “başlangıçtaki” masallara
özgü zamanda olup bitmiş bir olayı anlatır….Mit, her zaman bir “yaratılışın”
öyküsüdür: Bir şeyin nasıl yaratıldığı, nasıl varolmaya başladığı anlatılır. Mit
ancak gerçekten olup bitmiş, tam anlamıyla ortaya çıkmış olan şeyden söz
eder. Mitlerdeki kişiler Doğaüstü Varlıklar’dır. Özellikle “başlangıç”taki o
eşsiz zamanda yaptıkları şeylerle tanınırlar. Demek ki mitler, onların yaratıcı
etkinliğini ortaya koyar ve yaptıklarının kutsallığını (ya da yalnızca
“doğaüstü” olma özelliğini) gözler önüne serer. Sonuç olarak, mitler, kutsal
(ya da doğa üstü) olan şeyin, dünyaya çeşitli, kimi zaman da heyecan verici
akınlarını betimlerler. İşte Dünya’yı gerçek anlamda kuran ve onu bugün
içinde bulunduğu duruma getiren de kutsalın bu akınıdır” (Eliade, 1993: 13).
Günümüzde seçim kampanyaları da bir törene, ayine dönüşmüştür. Seçim
kampanyaları demokrasi mitinin törensel bir gösterimi olarak
nitelenmektedir . Seçim kampanyaları çağdaş demokrasilerde böyle bir
efsanenin törensel olarak gösteriminde merkezi bir araçtır. Hiçbir siyasal
sistem mitler, törenler ve ayinler aracılığıyla sembolik bir siyasal sistemin
inşa edilmesi, yeniden üretilmesi ve istikrarını korumasından vazgeçemez.
Demokrasinin tören ve ayinleri olarak seçim kampanyaları siyasal sistemin
inşası, yeniden üretimi ve istikrarını sürdürmesine sürekli olarak katkı
sağlarlar (Dörner, 2002a).
İletişim 2002/14
8
Murat Sadullah ÇEBİ
Günümüzde eskiye göre siyasal sürecin ve siyasal seçkinlerin niteliği
de kökünden değişmiştir: “Bir zamanlar siyaset yani güçlülerin ve soyluların
kapalı kapılar arasında yürüttükleri ince bir saray oyunu idi. Şimdi kitlelerin
oynadığı gürültülü, katılımlı, kalabalık bir oyun oldu” (Alkan, 1989: 29).
Siyasal aktörlerin kamusal rıza sağlayabilmeleri de büyük ölçüde medyada
yer alabilme ve kendilerini ifade edebilmelerine bağlı duruma gelmiştir. Bu
bağımlılık çok kesin ve açıktır: Siyaset; medyanın, özellikle de televizyonun
‘oyun kurallarını’, yani işleyiş kurallarını öğrenmek ve bunlara uygun
yaklaşımlar geliştirmek zorundadır. Çünkü yaşantı toplumunda siyasal başarı
için önemli olan, medyada yer alabilmek ve sürekli bir gösteri etkisi
oluşturabilmektir. Bunun sonucunda siyaset medya aracılığıyla yapılmakta,
siyasal süreçte gösteri ve eylem alanları arasından keskin bir ayrışma
gözlenmektedir. Medyada, somut siyasal olaylardan çok kurulmuş, üretilmiş
yapay siyasal olayların gösterimi ağırlık kazanmıştır. Hatta, siyasal olay,
olgu, konu ve sorunların; siyasal liderlerin ve adayların belirlenmesi ve
seçiminde medyanın aracılık yapabilme yeteneğinin belirleyici bir rol
oynadığı gözlemlenmektedir. Siyasal liderler, medya aracılığıyla siyasette
aleniyetin siyasal başarı için ne kadar önemli olduğunu kavradıklarında,
medyatik üretim zamanına uygun davranmak durumunda kalmaktadırlar.
Ancak bu bağlamda medyanın olayları önemlilik, sürpriz, kişiselleştirme,
tanınmışlık gibi rutin haber değerine ölçütlerine göre seçmesi ile daha yavaş
işleyen siyaset arasında gergin bir ilişki biçimi oluşmaktadır. Bir başka
deyişle reel olarak uzun işleyen siyasal sürecin zamanı ile oldukça kısa
medyatik üretim zamanı arasında bir çelişki söz konusudur (Surry, 2002).
Günümüzde siyaset büyük ölçüde lider odaklı olarak yapılmaktadır.
Siyasetin kişiselleştirilmesi, imgeselleştirilmesi eğilimi medya içeriklerinde
de görülmektedir. Kişiselleştirme gazetecilerin medya içeriklerinin
yapılandırılmasında
benimsedikleri
stratejilerden
bir
tanesidir.
Kişiselleştirme olayları bireylerin, insanların eylemleri olarak görülmesi,
kişilerin semboller biçiminde sunulması, olayların bağlamını belirleyen
toplumsal, ekonomik, siyasal, örgütsel vb. etkenlerin çözümlenmesini
engelleyen bir profesyonel gazetecilik eğilimidir. Bu eğilim medya
içeriklerinde toplumsal hayatın değişik alanlarında ayrıcalıklı konumda
İletişim 2002/14
9
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
bulunan güçlü ve seçkin kişilerin, bireyler olarak temsil edilmesine, buna
karşılık yoksullar, güçsüzler, zayıflar ya da karşıtlar birey olarak değil ait
oldukları toplumsal grup ve çevreyle ilişkisi içinde sınırlı bir biçimde yer
verilmesine yol açmaktadır (Bennett, 2000: 97-105).
Siyasetin İnşa, Üretim ve Sunum Süreçlerinde Medyanın Rolü
Postmodern çağın toplumsal zeminini oluşturan yaşantı toplumu ile
birlikte görüntü mekânlarının, yani medya endüstrilerinin aynı anda
yerelleşme ve küreselleşme süreci de hızlanmıştır. İmajın hüküm sürdüğü,
gerçekliğin görüntünün soluk bir yansımasını oluşturduğu bir ‘görüntü
medeniyeti’ oluşmuştur (Morley ve Robins, 1997: 64). Yaşantı toplumunda
siyasal aktörler medya arenasının en önemli unsurlarına dönüşmüşler;
medyanın hem öznesi hem de nesnesi konumuna gelmişlerdir. Bu bağlamda
medya da siyasi süreçte önemli roller üstlenmeye başlamıştır. Medya,
yalnızca yurttaşların ne hakkında düşüneceklerini değil, nasıl
düşüneceklerini ya da hangi tutumları takınacaklarını ve davranışları
sergileyeceklerini de belirlemeye başlamıştır. Bu noktada medya, belli
siyasal konuları ya da sorunları gündeme getirmekte, belli bir siyasal konuyu
ya da sorunu diğerleri arasından seçerek öne çıkarmakta ya da medya
gündeminde öncelikli konuma getirmekte; siyasal olayları, olguları, konuları
ve sorunları seçmenler üzerinden konuşmakta, sunmakta ve tartışmaktadır.
Çağdaş demokrasilerde medyanın toplumsal hayatın bütün alanlarında
olduğu gibi siyasal alanda da önem kazanmasının en önemli nedenlerinden
biri, yurttaşların gittikçe hızlanan ve karmaşıklaşan siyasal gerçekliği
yalnızca öznel gözlemlerine dayalı olarak algılayabilmeleri, bilebilmeleri ve
kavrayabilmelerinin mümkün olamamasıdır. Çağdaş toplumlarda, bireyin
birincil gözlemleri yardımıyla siyasal yapı, süreç ve içerikler hakkında bir
yargı oluşturması güçleştiğinden son yıllarda siyasetin aktarımında medya
öne çıkmış, siyasal iletişim bireyleri bilgilendirmenin ve siyasal meşruiyetin
harcı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Böylece medya profesyonelleri,
politikacılar, siyasal halkla ilişkiler uzmanları, haber yönlendirme ve
çarpıtma uzmanları tarafından kurulan, üretilen ve sunulan bir siyasal toplum
İletişim 2002/14
10
Murat Sadullah ÇEBİ
anlayışı benimsenmeye başlanmıştır. Bu yaklaşımın egemen olduğu
günümüzde neredeyse bütün siyasal bilgi medya üzerinden iletilmeye
başlanmış; böylece siyasetin medyada temsili ve inşası, bir başka deyişle
siyasetin basitleştirilmesi, imgeselleştirilmesi, kişiselleştirilmesi; gösteri ve
eğlence formatında medya aracılığıyla sunulması olgusu ortaya çıkmıştır. Bu
bağlamda medya, çağdaş demokrasilerde karmaşık stratejiler, yöntemler ve
araçlar kullanan siyasetin yurttaşlar tarafından algılanabilmesi ve
kavranabilmesine önemli katkılar sağlayan, siyasal sistemin ürettiği değer,
kural ve ilkelerin meşruiyet kazanmasını ve benimsenmesini sağlayan bir
araç olarak işlev görmeye başlamıştır.
Medya aracılığıyla siyasetin eğlenceli biçimde sunulması ve eğlence
aracı olarak kullanılması, medya ile siyaset arasındaki ortak yaşamaya vurgu
yapan simbiyotik bir ilişki biçiminin de sonucudur. Bu ilişki biçiminde bütün
unsurları ile birlikte her iki sistemin kendi işleyişlerinde göreli bir özerkliği,
ancak birbirleri ile olan ilişkilerinde karşılıklı bağımlılıkları söz konusudur.
Çağdaş demokrasilerde siyaset geniş bir yurttaş kitlesine iletilerini, karmaşık
konuları ve sorunları aktarmak, siyasalarını ve etkinliklerini anlatmak;
böylece seçmenlerde amaçladıkları tutum ve davranış değişikliği yaratmak
için medyaya bağımlı konumda bulunmaktadır. Öte yandan medya da,
kendisine her gün güncel bilgi sağlayan politikacılara ihtiyaç duymaktadır.
Siyasetin bilgi sağlama gücü ile medyanın bu bilgileri doğru bağlamlar
içerisinde düzenleyerek iletmesi arasında bir örtüşme bulunmaktadır. Medya
ve siyaset bu anlamda birbirlerine bağımlı durumdadırlar. Bu bağlamda
medya ve siyaset sistemleri, karşılıklı verme ve alma biçiminde kendini
gösteren sıkı bir ilişki içerisinde olup aralarında amaca yönelik akılcı bir
bağlılık oluşturmuşlardır. Medya içerikleri, öncelikle iki farklı iletişimci
grubunun, siyasal aktörlerin ve medya profesyonellerinin katkılarının ve
etkileşimlerinin ürünüdürler. Her iki grubun medya içeriklerinin kullanıcıları
olan bireylere yönelik farklı amaçları bulunmaktadır. Politikacılar;
görüşlerini, bakış açılarını ve etkinliklerini kamusal alana aktarmak ve
böylece yurttaşların rızasını kazanmak yoluyla meşruiyet sağlamak için
medyaya erişme ihtiyacı duyarlar. Bu yüzden siyasal iletilerini medya
kuruluşlarında geçerli olan kurallara, ölçütlere ve alışkanlıklara uygun
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
11
biçime dönüştürmek zorundadırlar. Gazeteciler de belli bir olay, olgu, konu
ya da sorun hakkında bilgi elde etmek ya da görüş almak için politikacılara
erişemedikleri sürece siyasal habercilik işlevini yerine getiremezler. Bu
yüzden yurttaşlara seslenme pratiği bir anlamda her iki iletişimci grubunun
karşılıklı ödün vermesini gerektirmektedir. Ayrıca, hedeflerine ulaşabilmek
için karşı tarafla işbirliği yapmak, dayanışma içinde bulunmak, birbirlerine
katlanmak ya da ödün vermek zorundadırlar (Jarren ve arkadaşları, 1993: 1327; Gurevitch ve Blumler, 1997: 205-210).
Bir süredir özellikle gelişmiş batı ülkelerinde ve kısmen Türkiye’de de
siyasal hayatta bir gelişmeye tanık oluyoruz. Geleneksel parti
demokrasisinin medya demokrasisine dönüşme eğilimleri gittikçe
yaygınlaşıyor. Medya aracılığıyla siyasetin sunumda yararlanılan ve hepsi
gösteri sanatı olan tiyatrodan ödünç alınan temel kurallar –eğlendirme,
dramatikleştirme, kişiselleştirme, imaj oluşturma- büyük ölçüde ve önemli
sonuçlara yol açacak biçimde siyasete sirayet etmiştir. Siyasal olayların,
kamunun ilgisini ve dikkatini çekecek biçimde seçimi, kurulması ve yeniden
üretilmesi; siyasal liderlerin ve adayların etkili biçimde sunulması olguları,
yalnızca medya alanında değil büyük ölçüde siyasette de egemenliğini
kurmuş gözükmektedir. Medya ve siyaset arasında da bir rol değişimi
gözlemlenmektedir. Çoğulcu parti demokrasilerinde medyanın yurttaşların
siyasal düzene, kurallara, olaylara, aktörlere ve siyasal sürece ilişkin inanç,
değer ve bilgileri öğrenmesi, benimsemesi, böylece siyasal-ideolojik
kimliğinin biçimlenmesi yoluyla akılcı siyasal tutum ve davranışlar
oluşturması için siyaseti gözlemleme işlevi de değişmiştir. Medya
aracılığıyla siyasetin yapıldığı günümüz medya demokrasilerinde artık
siyasal aktörler medyanın hangi siyasal aktör, olay, olgu, konu ya da
sorunlara yer vermesi gerektiğini ve bunları nasıl sunması gerektiğini
bilmek; böylelikle medya sahnesinde ya da arenasında amaçlarına uygun iyi
ve sürekli rol almak amacıyla medyayı gözlemlemektedirler (Meyer, 2002).
Günümüzde medya aracılığıyla yapılan siyaset çerçevesinde siyasal
olay, olgu, konu, sorun, süreç ve aktörlerin kişiselleştirilmiş, dramatik bir
yapıda ve bağlamından koparılarak parçalanmış ve basitleştirilmiş eğlenceli
bir formatta sunulması eğilimi gittikçe artıyor. Siyasal bilgi, haber, aktör,
İletişim 2002/14
12
Murat Sadullah ÇEBİ
olay, olgu, konu ya da sorunlar medya profesyonelleri ve siyasal aktörlerin
etkileşimi, işbirliği, uzlaşmaları, ödünleri çerçevesinde ortaya çıkan
simbiyotik bir ilişki aracılığıyla seçiliyor, inşa ediliyor, üretiliyor ve
sunuluyor. Bu etkileşim sürecinde siyasal aktörler, medya profesyonellerinin
niyetleri, güdüleri, beklentileri, çıkarları, düşünce ve davranış biçimlerini ve
kalıplarını öğrenirler. Medyada yer alma mücadelesini kazanmak için siyasal
aktörler, iletilerini gazetecilik kültüründe yerleşik mesleki ölçütlere,
pratiklere ve rutinlere uydurmak zorunda kalmaktadırlar. Bundan ötürü
siyasal aktörler siyasal halkla ilişkiler uzmanları, tanıtım uzmanları, seçim
kampanyası danışmanları, haber bozma ve çarpıtma uzmanları çalıştırmaya
başlamışlardır (Gurevitch ve Blumler, 1997: 210). Medya ve siyaset
arasındaki rol değişimi çerçevesinde önemli olan soru medyanın siyaset
hakkında yurttaşları yeterince bilgilendirip bilgilendirmediği, bu bilgilerin
gerçeklikte meydana gelmiş siyasal olaylarla örtüşüp örtüşmediği ve
yurttaşların bu yolla siyasal partiler, liderler ve adaylar hakkında akılcı ve
tutarlı kararlar verip vermediğidir. Bu sorulara verilecek cevaplar yalnızca
kitleleri etkilemeye yönelik popüler kültüre dayalı araç ve yöntemlere karşı
oluşan soğukluğu değil siyasetin medya aracılığıyla sömürgeleştirilmesi
problemini de ortadan kaldıracaktır (Meyer, 2002).
Siyasetin medya aracılığıyla inşası, üretimi ve sunumu süreçlerinde
siyasal aktörler ve medya profesyonelleri arasında karşılıklı ödüne ve
uzlaşmaya dayalı bir ilişki bulunmaktadır. Böyle bir ilişkinin kurulamaması
durumunda muhtemelen bir çok siyasal olay, kamunun dikkatini ve ilgisini
çekmeden buharlaşacaktı. Öte yandan siyasal aktörlerin gazetecilere yaptığı
bu yardımın da bir bedeli vardır. Siyasal aktörler, her durumu kendi özel ya
da siyasal amaç ve çıkarları yönünde kullanmak isterler. Bundan ötürü
gazetecilere aktardıkları olayların belli yönlerinin gizli kalması karşılığında,
yalnızca belli yönlerinin kamuya iletilmesine izin vererek medyayı
yönlendirirler. Dolayısıyla, siyasal olayların kendi özel ya da siyasal amaç
ve çıkarlarını koruyacak en yararlı ve uygun biçim ve içerikte kurulmasını,
üretilmesini ve sunulmasını sağlamaya çalışırlar. Gazeteciler ise buna
karşılık, siyasal iletilerin basit ve edilgen duyurucuları ya da aracıları
konumuna indirgenmekten, siyasal aktörlerin özel ya da siyasal amaç ve
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
13
çıkarlarına hizmet etmekten rahatsızlık duymaktadırlar. Bu ikilem,
gazeteciler ile siyasal aktörler arasında ara sıra ortaya çıkan gerginliklerin ya
da çatışmaların temel kaynağını oluşturmaktadır. Gazeteciler; siyasal
aktörlerin ve onların danışmanlarının siyasal bilgileri çarpıttıklarını ve
bozduklarını, bazı bilgileri gizleyerek kamuyu yanıltmaya uğraştıklarını
düşünmektedirler. Siyasal aktörler ve danışmanları ise medyanın siyasal
gerçekliği çarpıtıp bozduğunu, sansasyonel habercilik yaparak yalnızca
politikacıların açıkları, eksiklikleri üzerine yoğunlaştıklarını, kendilerinin
medyadaki temsillerinin sürekli olarak olumsuz nitelikte olduğunu
düşünmektedirler (Oktay, 2002: 119-120, 128).
Medya ve siyaset arasındaki rol değişiminin itici gücü toplumsal
sistemin alt sistemlerini oluşturan her iki sistem arasındaki ilişkilerdeki
önceki ayrışmanın, yerini geniş ölçüde akışkanlığa bırakması olmuştur.
İlişkilerdeki bu akışkanlık, büyük ölçüde her iki sistemin yerine getirmesi
gereken işlevlerinden kaynaklanmaktadır. Çağdaş demokrasilerde siyaset,
yurttaşların gönüllü rızası yoluyla meşruluk kazanmak için kaçınılmaz
biçimde siyasal kararlarını ve onların sonuçlarını kamusal alana sunmak,
yani toplum tarafından onaylanmış siyasal kararlara dönüştürmek
zorundadır. Bundan ötürü siyaset, günümüzün birincil gözlemlerle
algılanabilmesi ve kavranabilmesi çok güç olan karmaşık yaşantı
toplumunda medyaya muhtaç konumda bulunmaktadır. Ancak, siyasetin
işlevleriyle örtüşecek biçimde medya da demokrasilerde üstlendiği siyasal
işlevlerini gerçekleştirmek, yani siyasal aktörlere, siyasal olay ve olgulara,
konulara ve sorunlara olabildiğince kamunun dikkatini çekebilmek için
medya aracılığıyla siyasetin sunumunda kaçınılmaz olarak kendi özel
mantığını izler (Meyer, 2002).
Günümüzde siyaset, önemli ölçüde medya aracılığıyla sunulmaktadır.
Siyasetin, medya aracılığıyla sunumunda kültürel üretimin ayrılmaz bir
parçası olan televizyon, diğer mecralara ya da formlara oranla eğlencenin en
fazla yüceltildiği bir araç (Ergül, 2000: 7) olarak da öne çıkmıştır. Özellikle
televizyon bir çekim merkezi olarak hayatımızın baş köşesine oturdu. Yirmi
dört saat yayın yapan televizyon kanalları tam bir görüntü sarhoşluğuna yol
açtı. Alışkanlıklarımız, düşünce ve konuşma kalıplarımız ve biçimimiz,
İletişim 2002/14
14
Murat Sadullah ÇEBİ
ilişkilerimiz adeta televizyona odaklandı. ‘Eğlenceli’, ‘renkli’ bir hayat
yaşamaya başladık. Egemen ideolojinin sapkın olarak tanımladığı, dışladığı
güçsüzler, yoksullar, toplum çeperinde yaşayanlar bütün ‘giz’leriyle
evlerimize konuk oluyorlar artık. Kameralar korkusuzca, çekinmeden
mahremiyetimizin en kenarda, uzakta olan köşelerine kadar girmeye başladı.
Duygularımız, tepkilerimiz duyarlılıklarımız törpülendi. Hakikat, televizyon
aracılığıyla sunulan imajıyla yer değiştirdi; gerçek görüntüye yenik düştü.
Siyaset, televizyon içeriklerinde popüler ve magazinel ögelerin
bilinçli/bilinçsiz öne çıkarılması ve ‘eğlenceli’ bir biçimde sunulması
yoluyla bağlamından koparıldı, içeriksizleştirildi. Televizyondan yapılan
müthiş bir enformasyon bombardımanıyla karşı karşıya kalan insanlar
birbirinden yalıtılmış tekil bireylere dönüştüler ve tepkisizleştiler. Bireylerin
hafızası kayboldu, algılama ve usa vurma yetenekleri azaldı. Siyasetin artık
içerik/fikir yönü değil biçim/görüntü boyutu öne çıktı. Halkın zihnine
kazınacak görüntüleri kuran ve üreten imaj yöneticisinin oluşturduğu ve
parlattığı ‘şovmen politikacı’ tipi; siyasal partinin, parti programının yerine
geçti (Postman, 1994). Televizyon aracılığıyla aktarılan siyasette sözgelimi
Amerikan liberalizminin son dönem simgesi Clinton; saksafonu, güler yüzü,
kedisi ve hırslı karısıyla, devlet başkanlığı süresince gündemden düşmedi.
Türkiye’de ise başta Turgut Özal olmak üzere siyasal liderlerin, seçkin ve
güçlü politikacıların kişisel özellikleri, özel hayatları, gündelik hayatları,
giyim-kuşamları, hobileri, beslenme alışkanlıkları, gafları medya tarafından
mercek altına yatırıldı. Siyaset, pazarlanan bir ürün, televizyon sahnesinde
yer alan bir oyun ya da gösteri olarak eğlenceli biçimde magazin unsurlarıyla
birlikte sunuldu. Kişiselleştirilen, imgeselleştirilen, görselliği öne çıkarılan
ve tiyatro gösterisine dönüştürülen günümüz siyasetinde siyasal aktörlerin
siyasetin bu yeni karakterine ve biçimine genel olarak uyum sağladıkları
gözlemlenmektedir.
Siyasetin inşası, üretimi ve sunumu süreçlerinde medya, birbiriyle
uyumlu iki mesleki kuralı izler. Medya mantığını belirleyen bu kurallardan
ilki olan seçme kuralı haber değeri ölçütlerine göre haber öyküsüne
dönüştürülmesi gereken siyasal olayların diğerleri arasından ayrıştırılmasını
öngörür. İkinci kural olan sunma kuralı sürekli olarak uyanık tutulan kamu
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
15
ilgisinin artırılmasını sağlamak için seçilen, kurulan ve üretilen siyasal
nitelikli bilgi ve haberlerin, siyasal aktör, olay, olgu, konu ve sorunların
izleyicileri cezbedici, eğlendirici, onlara haz, zevk ve keyif verici sunum
kalıplarında aktarılmasına vurgu yapar. Kuşkusuz sınırlı ölçüde de olsa
medyadan medyaya farklı uygulamaları gözlemlenebilen her iki kuralın
birbirlerini etkilemesi medya sistemlerinin kendine özgü bir işleyiş mantığı
olduğunu göstermektedir. Siyasal bilgi, haber, aktör, olay, olgu, konu ve
sorunların medya sistemi içinde seçimi, inşası, üretimi ve sunumunu
belirleyen ve medya mantığı olarak da adlandırılan bu kurallara toplumsal
sistemin bütün diğer alt sistemleri gibi siyasal sistem de boyun eğmek ve
uymak zorundadır. Çağdaş demokrasilerde genel olarak siyasetin üstlendiği
işlevleri başarılı bir biçimde yerine getirebilmesi, özel olarak siyasal
partilerin ve aktörlerin performansları, yani seçimlerde başarılı olabilmeleri,
güç ve iktidarı elde edebilmeleri medya mantığına uyum sağlama yetenekleri
ile bağlantılıdır. Medya mantığı adeta siyasal aktörlerin medya sahnesine
çıkma ya da medya arenasına girme koşullarını belirleyen ya da düzenleyen
zorunlu bir ön gösterim ya da prova gibi etki etmektedir (Meyer, 2002).
Siyasetin medya aracılığıyla sunum türleri ve biçimleri, yukarıda sözü
edilen medyaya özgü süzgeç sistemi ya da eleme kuralları tarafından
belirlenmektedir. Medya ve siyaset arasındaki ilişkilerdeki dönüşümün
ortaya çıkardığı en önemli sorun ise, siyasetin medya aracılığıyla böyle bir
sunumunun yurttaşların kendi öznel kanaatlerini oluşturmalarına yetecek
derecede siyasetin kendine özgü doğasını tanımalarını sağlayıp sağlamadığı
ya da siyasetin bu biçimde sunumunun siyasetin kendine özgün mantığını
kökünden sarsıp sarmadığıdır. Siyaset açısından bakıldığında çağdaş
demokrasilerde medyanın elde ettiği bu merkezi rol, medya sisteminde
siyasetin sunumu üzerinde en yüksek derecede denetim sağlama çabalarının
artmasına ve bu çabaların profesyonel biçimde ortaya konmasına yol
açmıştır. Bu amaçla siyaset, artık kendi iradesiyle ve profesyonel önerilerle
artan bir hızda kendisini medya aracılığıyla inşa ettirmekte, ürettirmekte ve
sundurmaktadır. Medya aracılığıyla yapılan günümüz siyaseti, her tekil
durumda araçsal eylemler ve popüler iletişim kültürünün her defasında özel
olarak birleştirilmesinden oluşturulmuş bir Politainment’e, yani eğlencelik
İletişim 2002/14
16
Murat Sadullah ÇEBİ
siyasete ve siyasal eğlenceye dönüşmüştür. Burada, gerçek diyalektik bir
süreç söz konusudur. Çünkü siyaset, medyada görünmek yoluyla kamu
üzerinde denetim sağlamak için, yani yalnızca somut siyasal nedenlerden
dolayı, medyanın kurallarına boyun eğmektedir. Medya toplumunda
siyasetin medyatikleşmesi, yani medya aracılığıyla kurulması, üretilmesi ve
sunulması, siyasal eylemin en önemli stratejisi olmuştur. Siyasetin medya
aracılığıyla inşası, üretimi ve sunumu eğilimlerinin ivme kazanması bu
koşullar altında siyasetin kendi özel eylem alanında özel toplumsal
amaçlarını ve demokrasinin gereklerinin belirlediği özel mantığını büsbütün
hala uygun biçimde izleyip izlemediği sorusunu gündeme getirmektedir. Bu
bağlamda cevap verilmesi gereken diğer bir soru, siyasetin esas itibariyle
kendi sınırsız talep ve iddialarına geniş kapsamlı ve düşük rizikolu biçimde
kamusal onay sağlayabilmek umuduyla yalnızca medya sisteminin özel
ihtiyaç, talep ve beklentilerini karşılayan bir dağıtım aracına dönüşüp
dönüşmediğidir (Meyer, 2002).
Medya Aracılığıyla İnşa Edilen, Üretilen ve Sunulan Eğlence
Yüklü Siyaset
Günümüzde; medya, siyaset ve kamu üçgeninde gerçekleşen siyasal
ileti mübadelesinde kamusal iletişimin yeni bir biçimi olan eğlenceli siyaset/
siyasal eğlence, bir başka deyişle medya aracılığıyla siyasetin eğlenceli
biçimde sunulması ve eğlence aracı olarak kullanılması olgusu ile karşı
karşıya bulunuyoruz. Yaşantı çağında ve onun göstergesi olan yaşantı
toplumunda siyaset adeta tiyatro oyununa benzer bir gösteriye dönüştü.
Medya bu gösterinin ortaya konulduğu, sunulduğu sahneye ya da arena
konumuna geldi. Siyasal aktörler, olaylar, olgular, konular, sorunlar da
medya sahnesinde sunulan gösterinin dayandırıldığı senaryonun unsurlarını
oluşturdu. Medya örgütleri içindeki karar alma mekanizmalarının başında
bulunan medya profesyonelleri gösterinin yönetmenlerine, kamu medya
sahnesindeki gösteriyi dolaylı olarak izleyen seyircilere dönüştü. Medya
içeriklerinde siyaset adeta seyirlik, eğlencelik bir unsur olarak yer almaya
başladı.
İletişim 2002/14
17
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
Politainment’in içerdiği siyaset [politics] terimi; üç boyutlu bir
kavramdır. Bu bağlamda siyasetin biçimsel, içeriksel ve süreçsel olmak
üzere üç boyutu ayırt edilmektedir. Biçimsel nitelikleri bakımından siyasal
düzen/idare [polity] kavramı, içeriksel nitelikleri bakımından, siyasa [policy]
kavramı, süreçsel nitelikleri bakımından da siyasal süreç [politics] kavramı
ile karşılanmaktadır (Bknz. Şekil 1).
Şekil-1: Siyaset Kavramının Üç Boyutu
Boyut
Biçim
İçerik
Süreç
Görünme Biçimleri
Anayasa
Normlar
(Yasalar/Kurallar)
Kurumlar
Görevler ve Amaçlar
Siyasal Programlar
Çıkarlar
Çatışmalar
Mücadele
Göstergeleri
Yapılar
İşleyiş kuralları
Düzen
Kavram
Siyasal Düzen/İdare
(polity)
Problem Çözümü
Görevleri
Yerine
Getirme
Değer ve Amaç
Yönelimi
Biçimlendirme
Güç
Rıza
İktidar
Siyasa/Siyasalar
(policy/policies)
Siyasal Süreç ve
Davranışlar (politics)
Kaynak: Carl Böhret, Werner Jann ve Eva Kronenwett 1988):
Innenpolitik und Politische Theorie. 3. genişletilmiş baskı, Opladen:
Westdeutscher Verlag, s. 7.
Biçimsel nitelikleri bakımından siyaset, sürekli olarak anayasal ve
yasal düzen aracılığıyla belirlenen belli bir çerçevede, oldukça zor
değiştirilebilen sınırı çizilmiş dayanıklı kalıpların içinde cereyan eder.
Siyasal eylemin sınırlarını belirleyen bu kalıplar arasında en önemlisi
anayasadır. Anayasa; demokrasi, hukuk devleti, sosyal devlet, uniter devlet
ya da federal devlet gibi bir siyasal sistemin dayandırıldığı temel prensipleri
koyar, devlet organları ve erkler arasındaki ilişkileri düzenler, kamusal ve
özel alanlarda aktörlerin siyasal eylemlerinin sınırlarını çizer, temel hakların
kurallarını belirler. Bu kalıplar, adeta reel zamanda ve yaşanacak zamanda
siyasetin aktığı ve akacağı siyasal bir künke, bir mecraya benzemektedir.
İletişim 2002/14
18
Murat Sadullah ÇEBİ
Siyasetin kurumsal olarak yerleşmiş kalıpları arasında ayrıca yasa,
yönetmelik ve tüzükler; kısacası mevzuat, uluslara arası antlaşmalar ve
sözleşmeler; ayrıca siyasal partiler, parlamento, ilk ve orta dereceli okullar,
üniversiteler, hükümet, cumhurbaşkanlığı ya da mahkemeler gibi kurum ve
kuruluşlar bulunmaktadır. Bu köklü kurumsal yapı aracılığıyla siyasal
rızanın oluşumu sağlanmakta, siyasal eylemlerin hareket alanı sınırlanmakta,
siyasetin içeriği ve akışı belirlenmektedir. Siyasal eylemin sınırını çizen
kalıplar arasında, yurttaşların kendilerini kuşatan siyasal sistem hakkındaki
bilgilerini, duygularını ve yargılarını belirten siyasal kültür de
bulunmaktadır.
İkinci olarak siyasetin; güttüğü amaçlara ve yüklendiği işlevlere
ilişkin normatif, içeriksel bir boyutu da vardır. Siyasa ya da siyasalar olarak
adlandırılan siyasetin bu alanında, kesintisiz sürecek bir tarzda siyasetin
görevlerini yerine getirme çeşidi ve biçimi, sorunlara çözüm bulma yolları
ve siyasal düzeninin işlemesi ve korunmasına uygun koşulları sağlaması söz
konusudur. Bu boyutta söz gelişi siyasal partiler ya da hükümetler sağlık,
tarım, kültür, eğitim siyasaları gibi siyasal eylemlerin uygulama alanını
oluşturan pek çok siyasa alanında ortaya çıkan eksiklikleri ortadan
kaldırmaya, sorunları çözmeye yönelik uygun strateji ve eylemleri içeren
programlar yazarlar. İçerik bakımından siyasette, yurttaşların faydalandığı ya
da zarar gördüğü maddi ve normatif nitelikli kararlar ve bunların sonuçları
söz konusudur. Bu kararlar ve sonuçları yurttaşların partilerin
performanslarını ölçmelerine yönelik farklılıklar gösterebilen yargılarının da
kaynağını oluşturmaktadırlar. Siyasetin içeriğinin doldurulması; toplumdaki
farklı sosyal sınıflar, çıkarlar ve taleplere sahip yurttaşlar arasındaki bir
paylaşım ve bölüşüm mücadelesi olduğundan çatışma yüklüdür. Bu farklı
çıkar ve düşünce odaklarının çekişmesinden doğan çatışma, paylaşılacak
kaynakların kıt olması durumunda çok şiddetli olabilir. Bu yüzden bir
hükümetin uygun bir tarzda izlediği yararlı bir siyasa; siyasal düzenin,
siyasal aktörlerin ve bunların siyasal eylemlerinin meşruiyeti ve etkililiğini
yeterli ölçüde sağlamak amacıyla, siyasal sorunları çözecek biçimde
oluşturulmaktadır.
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
19
Üçüncü olarak siyaset, siyasal sürece katılan aktörler arasında cereyan
eden etkileşimlerle ilişkili olan süreçsel bir boyuta sahiptir. Süreç olarak
siyasette öncelikle kimin, hangi tarzda rıza oluşumu ve karar alma
süreçlerine katılacağı sorunu söz konusudur. Bu süreçler belirli bir siyasanın
nasıl oluştuğuna ilişkin ipuçları verirler. Bu süreçlerde genel olarak talep ve
çıkarlar çok farklı olup çoğu kez çatışma çıkmasına yol açacak nitelik
taşımaktadırlar. Süreç olarak siyaset; farklı sosyal gruplar ve aktörler
arasında güç, güç paylaşımı ve iktidar konularındaki mücadele demektir.
Hükümetlerin tarafından bakıldığında süreç olarak siyaset, siyasetler
yardımıyla kendileri tarafından yazılan siyasal programların onaylanması ve
izlenmesinin sağlanmasına uğraşılmasına öncelik verme anlamına
gelmektedir. Bu amaçla güç elde edilmeli,genişletilmeli ve korunmalıdır.
Ayrıca toplumda var olan farklı grup ve kişilerin beklenti, çıkar, talep ve
ihtiyaçları siyaset tarafından algılanmalı ve ayrım gözetmeksizin
karşılanmalıdır. Bu oydaşma, ödün biçiminde ya da çoğunluk kararı yoluyla
gerçekleşir. Bu sürecin başarılı biçimde yönetilmesi aynı zamanda hükümet
etme sanatı olarak adlandırılmaktadır (Böhret, 1988: 3-9).
Politainment,
siyaseti
eğlenceyle
birleştiren
postmodern
televizyonculuk anlayışı için kullanılan bir terimdir. İngilizce ‘politics’
[siyaset] ile ‘entertainment’ [eğlence] sözcüklerinden türetilmiş
Politainment, ‘eğlencelik olarak siyaset’ şeklinde Türkçe’ye çevrilebilir.
Politainment; siyasal sürecin, siyasal aktör, olay, olgu, konu ve sorunların,
açıklama kalıplarının, siyasal kimliklerinin, anlamlandırma önerilerinin
eğlence biçiminde siyasetin yeni bir gerçekliği olarak seçildiği, kurulduğu,
yeniden üretildiği ve sunulduğu, medya ve siyaset arasında oluşan sıkı bağa
gönderme yapan medya aracılığıyla yapılan aleni, kamuya yönelik bir kitle
iletişimi biçimidir. Kavram Alman siyasal bilimci ve siyasal iletişim
araştırmacısı Dörner’in medya, özellikle de televizyon aracılığı ile sunulan
siyaset ve eğlence arasında kurulan birbirine geçmiş sıkı ilişkiyi
kavramsallaştırmak amacıyla önerilmiştir. Dörner, günümüzde yurttaşların
siyasetle olan ilişkisinin, medyanın taktığı bu algı kapılarından geçerek
kurulduğunu
vurgulamaktadır.
Bir
başka
deyişle,
günümüzde
Politainment’ten başka bir siyasetin artık bulunmadığını anlatmaktadır.
İletişim 2002/14
20
Murat Sadullah ÇEBİ
Alman kamu televizyonculuğunun yüksek kültürcü, gerçek yaşama yüz
çeviren, ciddi ve didaktik söyleminin dahi, Politainment'in yüksek basıncı
karşısında gevşemek zorunda kaldığına dikkat çekmektedir (Bora, 2001).
Siyasetin eğlence içeriğine büründürülmesi anlamında kullanılan
Politainment kavramı siyasal iletilerin seçimi, inşa edilmesi, yeniden
üretilmesi ve sunumu aşamalarında magazinel değerlerin öne çıkması olgusu
ve süreci ya da siyasetin eğlencelik unsurlarının medya içeriklerinde görece
ağırlık kazanması, kimi zaman eğlence ve siyasal bilginin birlikte sunulması
olarak tanımlanabilir. Eğlenceye dayalı; aleni, kamuya yönelik bir kitle
iletişimi biçimi olan Politainment; medya içeriklerinde ve türlerinde,
siyasetin eğlence unsurları katılarak sunumu ve eğlence amaçlı
araçsallaştırılmasına gönderme yapmaktadır. Politainment müşteri odaklı bir
anlayışla yapılandırılan medya örgütlerinin öne çıktığı medya endüstrilerinde
siyasetin bir meta olarak ele alınmasının da bir sonucudur. Bu bağlamda
medya örgütlerinin serbest piyasada kâr ederek varlıklarını sürdürmeleri,
kârlarını en üst düzeye çıkarmaları çok doğaldır. Bu yüzden medya örgütleri,
siyasetin kurulması, üretimi ve sunumunda müşterileri olan alıcıların istem,
beklenti ve ihtiyaçlarını dikkate almak zorundadırlar. Dolayısıyla ekonomik
bir sürecin ürünü olarak ele alınan siyasetin inşa edilmesinden yeniden
üretimine ve sunuluşuna kadar pek çok aşamada, alıcıların önceliklerinin
önemli etkisi bulunmaktadır.
Politainment, Frankfurt Okulu eleştirel kuramcıları tarafından geniş
çaplı kültürel yıkımlara yol açan ve halkı aptallaştıran olumsuz bir olgu
olarak görülmektedir. Frankfurt Okulunun eleştirel kuramcılarına göre
kültürel yıkım ve aptallaştırma süreçlerini yapılandıran Politainment
olgusunun ortaya çıkmasında, temel amacı seçmeni körleştirmek olan
televizyon belirleyici bir rol oynamıştır. Seçmenler, siyaset ve gösteri
arenalarında siyasetin tüketilmesine özendirilerek tıpkı bir av hayvanı gibi
televizyonun eğlence formatında sunduğu araçsallaştırılmış siyasetin
sağladığı mest olma duygusuyla oy vermek için seçim sandığına
yöneltilmektedirler (Dörner, 2002b: 1).
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
21
Doğrusu, siyaset ve eğlence arasındaki sıkı ilişkiye gönderme yapan
Politainment kavramı, her zaman birbiriyle ayrılmaz bir ikili oluşturan ve
birbirinden ayrı, yalıtılmış olarak düşünüldüğünde anlaşılabilmesi kesinlikle
mümkün olmayan iki ayrı kavramdan oluşmaktadır: ‘eğlenceli siyaset’
[unterhaltende Politik] ve ‘siyasal eğlence’ [politische Unterhaltung].
Politikacılar, siyasal partiler, kurumlar ve kuruluşlar gibi siyasal aktörler
önceden belirlenmiş misyon ve vizyonları doğrultusunda ve bunlara uygun
araç ve yöntemlerle başarılı biçimde iletilerini aktarmak için eğlence
kültürünün kuralları ve araçlarından faydalanıyorlarsa, o zaman burada
eğlenceli siyaset var demektir. Eğlenceli siyaset özellikle seçim
kampanyaları döneminde sunulmakla birlikte, o dönemlerde medya
aracılığıyla oluşan kamu oyu üzerine yapılan kısa süreli, ani bir saldırı
niteliğiyle siyasal eylemin gündelik, sıradan bir etkinliği olarak kabul
edilmektedir. Buna karşılık siyasal eğlence daha çok kültür endüstrisi
tarafından güdülmekte, yürütülmekte ve sunulmaktadır. İster sohbet merkezli
gösteriyi merkeze alan programlar ister haberler, haber programları, dizi, seri
ya da filmler olsun siyasal eğlencede televizyon programını izleyiciler
nezdinde daha ilginç kılabilmek için belli konular, olaylar ve aktörler amaçlı
ve akılcı biçimde kullanılmaktadır. Burada amaç, seçmenlerin siyasal kanaat
oluşumu ve iknasından çok programın izlenme oranlarının artırılması ve
medya pazarında başarıdır (Dörner, 2002b: 1). Görüldüğü üzere
Politainment’in iki yönü ayırt edilebilir. Biri, geniş anlamda siyasal
aktörlerin medya endüstrilerinin kurduğu, ürettiği ve sunduğu eğlence
kültürünün araç ve yöntemlerine el atmasıyla yürütülen eğlendirici siyaset.
Bir başka deyişle siyasetin, medyanın işleyiş kurallarını ve pazarlama
tekniklerini benimsemesi ve uygulaması. Diğeri, eğlence endüstrisinin,
imgesel kurgularını cazip ve ilgi çekici kılmak üzere siyasal partileri,
politikacıları, programları, olayları, olguları, konuları, sorunları malzeme
olarak kullandığı siyasal eğlence. Bu ikinci düzlemde Politainment, TV
programlarının (artan ölçüde sinema filmlerinin de) kurgusal dünyasına bir
sahicilik hissi, bir otantiklik referansı temin etme ihtiyacını karşılamaktadır
(Bora, 2001).
İletişim 2002/14
22
Murat Sadullah ÇEBİ
Her iki düzey birbiriyle sıkı ilişki içindedir ve siyasetin yeni bir
kurgusal gerçeklik biçimi içerisinde kaynaşırlar. 90’lı yıllardaki Amerika
Devlet Başkanını konu alan ‘Airforce One’ ve ‘Independence Day’ gibi
siyasal filmler Bill Clinton’un saygınlık kazanmasına kesin biçimde yardım
ettiler. Çünkü bu filmlerdeki kahramanlık imgeleri gençleri her zaman
etkilemiştir. Medya aracılıyla kurulan, yeniden üretilen ve aktarılan yaşantı
toplumda medyanın sunduğu eğlence içeriğine büründürülmüş siyasetin
bireyler tarafından algılanma kalıbı ve biçimi aynı zamanda siyasetin
seçmenler tarafından algılanmasının da temel kalıbı ve biçimi konumuna
gelmiştir (Dörner, 2002b: 2).
Dörner, Amerika ve Almanya düzleminde gerçekleştirdiği
araştırmalardan elde ettiği bulgular ışığında Politainment ile ilgili aşağıdaki
tezleri ileri sürmektedir:
1.Eğlence formatında sunulan siyaset her zaman kişiselleştirilmiş ve
kolayca anlaşılır bir zemin üzerine yerleştirilen sadeleştirilmiş, parçalanmış
siyasal gerçekliği yansıtmaktadır. Ara sıra anlatılan masallar, efsaneler,
fıkralar, anekdotlar ve nükteli nazik ifadeler eğlence merkezli siyasetin en
doğal biçimini oluşturmaktadır. Kuşkusuz siyasal gerçekliğin eğlenceli
biçimde sunularak sadeleştirilmesi siyasal süreci karakterize eden medya
dışında var olan somut siyasal gerçekliğin çarpıtılması ve bozulmasına yol
açmaktadır. Böylece beğenilen, duyguları okşayan, eğlenceli siyasal
sunumun bu formatına uymayan her şey genel olarak örtülmektedir.
Kişiselleştirme aracılığıyla bir bakışta kavranması mümkün olmayan siyasal
dünyanın karmaşıklığının basitleştirilmesi, siyaseti bilgisiz bir izleyici kitlesi
açısından algılanabilir bir tarzda biçimlendirmek için, açıkça zorunlu bir
strateji olarak görünmektedir. Yalnız kişiler değil makamlar, unvanlar,
toplumsal statü ve roller ve çatışmalar da bu yarenlik kültüründe görünür
kılınmaktadır (Dörner, 2002b: 2).
Siyasetin görünür kılınması izleyicilerin siyasal-ideolojik yönelimleri
açısından da çok önemlidir. Bu bağlamda toplumsal ve siyasal seçkinleri
oluşturan güçlü ve saygın aktörler medyanın sürekli gözetimi altında
bulunur. Böylece çağdaş demokrasilerde medya, Thomas Macho’nun ifade
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
23
ettiği gibi adeta her yerde hazır ve nazır hiç bir şeyi gözünden kaçırmayan,
kamunun, ‘tanrının gözü’ne dönüşmüştür. Kaldı ki siyasetin
kişiselleştirilmesi sürecinde çoğunlukla gözden kaçırılan bir yön
bulunmaktadır. Temsili demokrasilerde milletvekilliği şapkasını taşıyan
kişiler öne çıkarmaktadır. Bu bakımdan seçmenin siyasal kaderini ellerine
teslim ettiği insan hakkında bir izlenime sahip olmak istemesi tutarlı
görünmektedir. Ancak medyanın politikacılarla ilgili sunduğu bu imgenin
gerçek bir görüntüden çok kurulmuş, yeniden üretilmiş yapay bir görüntü
yansıtması politikacılarla imgesine yönelik kısmi bir bozmadır. Bu durumda
kamusal kişilik olarak siyasal aktörün gerçek hayatında ve medyanın
sunduğu görüntüde hangi değerleri, tutumları, dünya görüşünü hayat tarzını
somut biçimde içselleştirdiği görünür kılınmaktadır. Seçmenler açısından bu
imajlar kendi kişisel siyasal ve ideolojik kimliğinin oluşmasında, siyasal
tutum ve davranışlarını belirlemede önemli etmenlerdir. Bu imajlara olan
güven kaybı seçmenler tarafından eninde sonunda mutlaka
cezalandırılmaktadır (Dörner, 2002b: 2).
2. Politainment’de siyasal söylem eğlenceye yönelen medya
kullanıcılarını da kapsadığı ve onlara ortak bir sorunun sunumuna katılma
imkanı sağladığı için özellikle birlikte biçimlendirilmektedir. Eğlencenin
pazar mekanizması alıcıların dikkatlerini yönetir; konuları belirler,
çerçeveler, öne çıkarır; bu arada kamuoyunda rıza alanlarının oluşumunu da
mümkün kılmaktadır. Bundan başka Politainment her zaman medya
yapımcıları ve siyasal aktörler arasındaki simbiyotik bir ilişkiye gönderme
yapmaktadır: İlişkide bulunan taraflardan biri yayınının izlenme oranını ve
pazar payını artırırken, diğeri geleneksel iletişim kanalları üzerinden artık
ulaşması mümkün olmayan seçmenlere ulaşmaktadır (Dörner, 2002b: 2).
3. Siyasetin eğlence formatında sunulması esnasında duygusal boyut
öne çıkmaktadır. Eğlence stratejileri ve teknikleri siyaseti izleyicilerin
kendini iyi hissetmeleri tarzında sunumunu mümkün kılmakta ve böylece
izleyicilerde siyaset hakkında olumlu etki bırakmaktadır. Bu durum oldukça
yaygın siyasal bıkkınlığın göstergesi olan yabancılaşma ve reddetme
eğilimlerine büsbütün ters yönde etkide bulunabilir. Dolayısıyla
Politainment siyasal sisteme güveni sağlayan ve pekiştiren bir araç olarak
İletişim 2002/14
24
Murat Sadullah ÇEBİ
işlev görmektedir. Medyanın aracılık ettiği kendini iyi hissediş etkisi
sözgelimi
seçim
kampanyaları
döneminde
yüksek
derecede
araçsallaştırılabilmektedir. İzleyicilerin kendini iyi hissetmesi amacıyla
medyada siyasetin inşası ve yeniden üretimi izleyicilerde beklenti dalgaları
oluşturabilmektedir. Bu beklentiler daha sonra reel siyasetin acı gerçekliği
ile şiddetli biçimde çatışabilmektedir. Bu durumda kendini iyi hissediş
yurttaşların büyük kızgınlığına dönüşmemesi için politikacılardan en azından
sabırlı açıklamalar yapması beklenmektedir (Dörner, 2002b: 2).
4. Seçim kampanyaları döneminde televizyonlarda sunulan eğlendirici
siyasal yayınlara bakıldığında, bu yayınların Politainment görüngüsünün
siyasetin yalnızca bir yönünü yansıttığı gözden kaçırılmamalıdır.
Politainment’in yansıttığı bu yön medya yapımcıları tarafından sunulan
siyasal eğlence ile örtüşmektedir. Medya alıcılarının bir bölümüne yönelik
ve uzun zamandan beri iletişim bilimciler tarafından siyasetin eğlenceli bir
yanı olduğu düşünülmediğinde akla gelmeyen ve geniş ölçüde göz ardı
edilen bu alan geniş ölçüde kamusal algı alanını etkilemektedir. Seri ve dizi
filmlerde ahlak, siyasal kişilik modelleri sunulmakta, ahlaki değerler,
dürüstlük ve medeni cesaret övülmektedir. Bunlar, Alman televizyonlarında
yayımlanan dizilerde yalnızca abartılı ve duygusal olarak değil, heyecanlı ve
hoşça vakit geçirecek biçimde de sunulmaktadırlar. Bu diziler somut olarak
bakıldığında yüreklendirici etkiler de uyandırabilen iyi bir siyasetin
olabileceği duygusunu vermektedirler. Bu dizilerde profesyonel biçimde
kurgulanarak yazılan öyküler kendini iyi hissetme etmenini bize sürekli
olarak yineleyen biçimde küçük adımlarla verilen sözlerin mutlaka meyve
vereceğini gösteren gündelik hayata yakın anlatımlara bağlamaktadırlar
(Dörner, 2002b: 2).
5. Son olarak Politainment’in siyasal kültür boyutu göz önünde
bulundurulmalıdır. Burada betimlendiği üzere eğlence kamusu geleneksel
siyasal-kültürel tortuların ve birikimlerin aktarıldığı merkezi bir arenaya
gönderme yapmaktadır. Politainment, ‘normallik’in kurgulanmasına yönelik
bir çerçeve oluşturmakta; böylece siyasal meşruiyetin sınırlarını çizmektedir.
Bu durum, Alman siyasal kültüründe eski ve yeni nasyonal sosyalist
hareketler üzerine yapılan bilimsel çalışmalarda söz konusu ideolojinin ve bu
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
25
ideolojiyi savunanların mutlak anlamda suçlu ve sapkın olarak
gösterilmesinde açıkça görülebilir. Bu bağlamda aynı zamanda ötekinin
görüntüsü aracılığıyla kendi imajını tam olarak belirlemeyi mümkün kılan
muazzam mekanizmalar devreye girmektedir. Hemen hemen her durumda
eğlence formatlı programlarda sunulan değer yargıları, hayat tarzları ve
çıkarların çeşitliliği, çok kültürlülük ve ötekinin tanınması, dışlanmışların
toplumsal yapıya eklemlenmesi, yoksulların, güçsüzlerin korunması
aracılığıyla tanımlanmaktadır (Dörner, 2002b: 2).
Dörner’e göre Politainment'in ‘faydaları’ şöyle sıralanabilir: 1.
Politainment, yurttaşların çoğunun siyasetin karmaşık mekanizmalarına
nüfuz edemediği bir çağda, siyaseti görünür kılarak daha kolay
algılanabilmesini ve kavranabilmesini sağlamaktadır, 2. Politainment, kıt
hale gelen ‘dikkat’ kaynaklarını kendi üzerine çekerek birçok siyasal olay,
olgu, konu ve sorunu kamusal alana taşımaktadır, 3. Politainment, gündelik
hayatta geçerli olacak düşünce ve açıklama kalıpları inşa etmektedir, 4.
Politainment, bir siyasal kültürün bütünleştirici siyasal değerlerini
aktarmakta, güçlendirmekte, yaygınlaştırmaktadır, 5. Politainment, siyasal
eyleme ilişkin somut modeller veya özendiriciler sunmaktadır, 6.
Politainment, profesyonel ustalıkla sergilediği estetizm aracılığıyla, kamusal
arenada siyasete duyusal ve duygusal bir ilgi uyandırmaktadır (Bora, 2001).
Yaşantı Çağında Medyanın Siyaseti Sunma Biçimleri
Yaşantı çağı olarak da adlandırılan bir dönemde yaşıyoruz. Bu çağda
siyaset, büyük ölçüde medya tarafından kurulmakta, üretilmekte ve
sunulmaktadır. Medya, özellikle de televizyon siyaseti eğlenceli bir tarzda
sunmakta ya da izlenme oranlarını artırmak ve medya pazarında başarı
kazanmak amacıyla eğlence aracı olarak kullanmaktadır.
Medyada, siyasetin eğlence unsurları katılarak gösterimi ve eğlence
amaçlı araçsallaştırılmasının temel itici güçleri toplumsal alanda, medya
alanında ve siyasal alanda ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerdir.
İletişim 2002/14
26
Murat Sadullah ÇEBİ
Toplumsal alanda görülen en önemli değişim ve dönüşüm modern
toplumdan yaşantı toplumuna geçiş ile gerçekleşmiştir. Yaşantı toplumu,
insanın kimliğinin yüze takılan maskeler aracılığıyla belirsizleştirildiği,
kimliksizleştirildiği; gerçeğin yerini medya, özellikle de televizyonlarda
temsil edilen ve onun aracılığıyla aktarılan imajlara, görüntülere bıraktığı;
tüm bireysel ve geçici duyguların, hazların, tutkuların, arzuların kutsandığı;
kültür/eğlence endüstrisi aracılığıyla her an yenileri seçilen, kurulan, üretilen
ve sunulan yeni medyatik kişilikler, kahramanlar yoluyla yaygınlaştırılan
yeni tapınma biçimlerinin meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir toplumdur.
Yaşantı toplumunda; haz almak, bir şeyin salt zevkine ve keyfine varmak,
eğlenmek, zamanı hoş geçirmek duygulara ve güdülere göre yaşanan hayatın
tek amacı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu hayat tarzının benimsenmesinde
medya, özellikle de televizyon önemli işlevler üstlenmektedir.
Medya alanında ortaya çıkan değişimleri şöyle sıralayabiliriz:
Medyanın tecimsel yönü öne çıkmıştır. Medya alanında şiddetli bir rekabet
ve yoğunlaşma, küreselleşme görülmektedir. Medya, niceliksel ve niteliksel
açılardan artmış ve yaygınlaşmıştır. Alternatif medya türleri ortaya çıkmıştır
Medya, hayatın bütün alanlarını nüfuz alanına almıştır. Medya toplumsal
önem ve saygınlık elde etmiştir.
Zevkçi ve hazcı hayat tarzının egemen olduğu yaşantı toplumunda
siyaset de dönüşüme uğramıştır. Siyaset geniş ölçüde sembollerle yapılmaya
başlanmıştır. Siyasal olaylar, eylemler ve süreçlerin sembolik biçimde inşa
edildiği ve üretildiği gözlenmektedir. Siyasal gerçekliğin sembolik
yapılandırılmasında siyasal dil, siyasal söylem, siyasal semboller, siyasal
ayin ve tören önemli işlevler üstlenmektedir. Çağdaş siyasetin biçimlendiren
etmenlerden bir diğeri siyasal efsanelerdir. Günümüzde seçim kampanyaları
da bir törene, ayine dönüşmüştür. Seçim kampanyaları demokrasi mitinin
törensel bir gösterimi olup, demokrasi efsanesinin törensel olarak
gösteriminde merkezi bir araç konumuna gelmiştir.
Sembolik siyasetin inşası, üretimi ve sunumunda medya, özellikle de
televizyon öne çıkmıştır. Medya, siyasal aktörler, siyasal halkla ilişkiler ve
haber uzmanlarınca yönlendirilen ve düzenlenen bir politik toplum anlayışı
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
27
benimsenmeye başlamıştır. Medyanın sembolik siyasetin aktarılmasında
önemli rol oynaması siyasal aktörler, siyasal halkla ilişkiler, haber çarpıtma
ve bozma uzmanlarınca yönlendirilen ve düzenlenen bir politik toplum
anlayışının benimsenmesinden kaynaklanmaktadır. Bilgi akışının geniş
ölçüde medya üzerinden gerçekleştirilmesi siyasetin medya aracılığıyla
aktarılmasına, yani siyasetin kişiselleştirilip, basitleştirilip, dramatize
edilerek gösteriye dönüştürülmesine yol açmaktadır.
Günümüzde siyaset önemli ölçüde medya aracılığıyla sunulmaktadır.
Siyasetin, medya aracılığıyla temsili, kurulması, üretilmesi ve sunumunda
televizyon öne çıkmıştır.
Yaşantı toplumunun medyasında siyasetin eğlence içeriğine
büründürülerek aktarılması eğilim artmıştır. Medyada siyasetin magazinel
değerleri öne çıkartılmakta, eğlencelik unsurları içeriklerde görece ağırlık
kazanmakta, kimi zaman eğlence ve siyasal bilgi birlikte sunulmaktadır.
Siyasetin medyada temsili, inşası ve sunumunda eğlenceye dayalı; aleni,
kamuya yönelik bir kitle iletişimi biçimi tercih edilmektedir. Politainment
kavramıyla ifade edilen bu iletişim biçiminde siyaset medya içeriklerinde ve
türlerinde, eğlence unsurları katılarak sunulmakta ve alıcıların eğlenmesi
amacıyla kullanılmaktadır. Politainment tecimsel yönü öne çıkan ve alıcı
odaklı bir anlayışla yapılandırılan medya örgütlerinin siyaseti bir meta olarak
değerlendirmelerinin sonucudur.
Siyasetin alıcılara zevk ve haz veren bir eğlence olarak sunulduğu
yaşantı çağında medya ilgili şu tezler ileri sürülebilir: Medya, siyasal iktidarı
oluşturan seçkinler ile yurttaşlar arasındaki sosyal mesafeyi azaltmaktadır.
Çünkü medya, yurttaşların siyasal sisteme erişimin en önemli araçlarından
birine dönüşmüştür. Özellikle televizyon, dünyaya açılan pencere olarak
tekil olarak bireyin erişmesinin mümkün olmadığı kimi siyasal süreçleri
algılayabilmesine ve bilebilmesine imkan vermektedir. Televizyon, güçlü ve
seçkin siyasal aktörleri mercek altına almakta, siyasal süreci gözlemlemekte;
böylece aynı zamanda çağdaş demokratik toplumlarda medyaya yüklenen
denetim ve gözcülük işlevlerini yapmaktadır. Kamu adına siyasal sistemi
gözetleyen medya siyasal iktidar/gücü elinde bulunduran seçkinlerin siyasal
İletişim 2002/14
28
Murat Sadullah ÇEBİ
eylemlerini ve kararlarını çok yakından izlemektedir. Böylece siyasal iktidarı
elde eden ve gücü taşıyan seçkinlerle yurttaşlar arasındaki mesafeyi
azaltmakta, izleyicilerin bakış açısını siyasal açıdan önemli aktör, olay, olgu,
konu, sorunlar üzerine yöneltmektedir. Öte yandan medya siyasal aktörleri
içimizden biri gibi ortalama bir yurttaş olarak sunmakta, kameranın merceği
aracılığıyla kendi ailesiyle duygusal bir çerçeveye alarak gösterdiğinde ise,
insani ve ulaşılabilir olarak görünmelerini sağlamaktadır.
Medya, siyasal gerçekliği sahneye koymaktadır. Siyaseti sergileme
işini siyasal olay, olgu, konu, sorunların belli bir yönü hakkında bilgi
vermek, belli konu ve sorunları gündeme getirip öne çıkarmak yoluyla
yapmaktadır. Medya, kendisi açısından önemli olarak görünen ne varsa
dikkat ve ilgisini ona yoğunlaştırmakta, böylece aynı zamanda siyasal
haberciliğin kurallarını ve formatını belirlemektedir. Medya, politikacılara
yalnızca kendilerini sundukları, gösterdikleri bir arena, bir sahne olarak
hizmet etmemektedir. Bunun yanı sıra uygun kamera çekim ölçekleri, gönül
okşayıcı görüşme stratejileri ve teknikleri ve çanak konu ve soru seçimi
aracılığıyla izleyicilerin siyasal aktörler hakkındaki algılarını olumlu yönde
etkilerken, alttan kurbağa perspektifi ya da tepeden kuş bakışı gibi ölçeklerle
yapılan çekimler taraftar, muhalif ya da tarafsız izleyicilerin siyasal aktörleri
algılamaları üzerinde bozucu etkiler yapabilmektedir (Kepplinger ve
Donsbach, 1987).
Medya, siyasal gerçekliği kurmaktadır. Siyasal eylem ve kararların
oluşma süreçlerinde somut biçimde medyanın etkisinin hangi ölçüde olduğu
göz önünde bulundurulduğunda medya gerçekliğinin arkasında siyasal bir
gerçeklik olup olmadığı sorusu anlamsız ve gereksiz görünmektedir. Medya
yalnızca siyaset hakkında bilgi iletmemekte siyasetin sahneye
konulmasındaki temel kural, ölçüt ve yöntemleri de belirlemektedir.
Medyada siyasal bilginin yerini artan biçimde görüntülerin aldığı, siyasal
aktörlerin bu sürece uyum sağlamaya uğraştığı günümüzde, medyanın işleyiş
mantığı siyasetin işleyiş mantığı üzerinde egemenlik kurmakta, böylece
medya siyasetin inşa edilmesi sürecine etkin olarak katılmaktadır. Siyasetin
medyada temsil ve inşa edildiği, üretildiği süreçlerde siyasal iktidarı/gücü
elde etmek isteyen siyasal aktörler, artık yalnızca sahip oldukları ya da
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
29
gösterdikleri performans ile değerlendirilmemektedir. Hükümette görev alma
konusunda sürüp giden mücadelede, siyasal karar alma açısından önem
taşıyan etkili görevlerin paylaşımı ve dağıtımına yönelik parti içi iktidar/güç
kavgasında kişisel imaj ve medyada görünme önemli etmenler olarak ortaya
çıkmaktadır. Politainment çağında medyada kurulan siyasal sahne; müzik ve
medya starlarının güçlü ve saygın siyasal seçkinlere eşlik ettiği gösteri
sahnesine dönüşmüştür. Sembolik eylemlerin ve yapay olayların inşa
edilmesi, üretilmesi ve sunulması, siyaset üzerinde medyanın egemenlik
kurmasının sonuçlarıdır. Günümüzde eğlenceye yönelik talk-show
programları, seri ve dizi filmler, yarışma programları, sinema filmleri siyasal
aktörlerinin kendilerini sahnelediği, gösterdiği sahneye dönüşmüş, böylece
siyasal gösterinin eylem arenası, alanı da genişlemiştir.
Günümüz medyasında siyasetin inşa, üretim ve sunum süreçlerinin
alıcılar açısından kavranabilmesi medya yetkinliğini gerektirmektedir.
Siyasal haberlerin üretim süreçlerini iyice anlamak, sahneye koyma
stratejilerinin arka planını sorgulayabilmek ve medyanın işleyiş mantığını
kavrayabilmek için; okuyucu, dinleyici ve izleyicilerin medya yetkinliği
kavramı altında bir araya getirilen yetkinliklere sahip olması gerekmektedir.
Medya yetkinliği yalnızca medya içeriklerinin alıcılar tarafından amaçlı ve
akılcı biçimde kullanılmasıyla ilişkili değildir. Bu yetkinliğin en önemli
yönlerinden biri alıcıların medya içeriklerinin seçimi, inşası, üretimi ve
sunumu hakkında bilgi sahibi olmalarıdır. Haber üretimi süreçleri hakkında
bilgi sahibi olan, gazetecilerin çalışma biçimlerini tanıyan bir seçmen,
alternatif bilgiler aramaya, siyasal aktör, olay, olgu, konu, sorun, eylem ve
süreçleri ve bunların medyadaki görüntülerini esaslı biçimde sınıflandırma
ve değerlendirebilme yetkinliğine sahip olmaktadır. Medya yetkinliği,
özellikle seçim kampanyaları döneminde, alıcıların siyasal aktörlerin somut
yetkinliklerini algılayabilme ve bilebilmeleri açısından önem taşımaktadır.
Günümüzde siyaset sahneye koyma modeli çerçevesinde
yapılmaktadır. Sahneye koyma modelinde siyasal olaylar, konu ya da
sorunlar siyasal oyunu ya da gösterinin yönetmenleri olan siyasal aktörler ve
medya profesyonelleri tarafından yapılandırılmaktadır. Bu süreçte siyasal
aktörler gösteriyi kendi özel ya da siyasal amaç ve çıkarları doğrultusunda
İletişim 2002/14
Murat Sadullah ÇEBİ
30
kullanmak amacıyla medyanın kural, ölçüt ve yöntemlerinden yararlanırlar.
Siyasal aktörler, gazetecilerin düşünce, konuşma ve davranış kalıplarını ve
biçimlerini öğrenerek siyasal olay, olgu. konu ya da sorunları kendi özel ya
da siyasal amaçları yapılandırmaktadırlar. Siyasal iletilerini gazetecilerin
mesleki değerlerine, haber değeri ölçütlerine ve çalışma alışkanlıklarına
uygun biçimde düzenlemektedirler. Siyasal aktörler, adeta amaçlı akılcı bir
olay yönetimi yürütmektedirler. Siyasal olay, olgu, konu ya da sorunları
kendi düşünce ve bakış açılarını medya içerikleri aracılığıyla kamuya iletme
aracı olarak kabul etmektedirler.
Medyada siyasetin eğlenceli biçimde ve eğlence amaçlı sunumuna
Türkiye’de de rastlanmaktadır. Türkiye televizyonlarında siyaseti ve
eğlenceyi birleştiren eğlence formatlı televizyon programlarına, Ali
Kırca’nın ‘Siyaset Meydanı’, TRT1’deki ‘Politika Kulvarı’ ve Levent
Kırca’nın ‘Olacak O Kadar’ programları örnek gösterilebilir. Türkiye’de
Politainment olgusu ile ilgili gerçekliklerin basit formüllerle
kavranabilmesine imkan yoktur. Tanıl Bora’nın önerdiği gibi Türkiye’nin
siyasal kültüründe ve medya ortamında Politainment'in özgül biçimleri ve
etkileri üzerine düşünmek gerekir. Düşünmenin yanı sıra bu konu ile ilgili
çalışmaların yapılması gerekir.
Kaynaklar
Alkan, Türker (1989), Siyasal Bilinç ve Toplumsal Değişme, Ankara:
Gündoğan Yayınları.
Ateş, Şeref (2000), “Politika ve İletişim”, Liberal Düşünce, Cilt 5,
Sayı 18, http://www.liberal-dt.org.tr/dergiler/ldsayi18.htm, 27.03.2003.
Bennett, W. Lance (2000), Politik İllüzyon ve Medya, Çev., Seyfi Say,
İstanbul: Nehir.
Blumler, Jay G. ve Michael Gurevitch (1995), The Crisis of Public
Communication, London: Routledge.
Bora, Tanıl (2001), “Politainment”, Medyakronik, 28 Ağustos 2001,
http://www.medyakronik.com/ arsiv/tbora_arv_280801.htm, 27.03.2003.
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
31
Croteau, David ve William Hoynes (1997), Media/Society. Industries ,
Images, and Audiences, Thousand Oaks/California, London ve New Delhi:
Pine Forge Press.
Debord, Guy (1996), Gösteri Toplumu ve Yorumlar, Çev., Ayşen
Ekmekçi/Okşan Taşkent. İstanbul: Ayrıntı.
Donsbach, Wolfgang, Otfried Jarren, Hans Mathias Kepplinger ve
Barbara Pfetsch (1993): Beziehungsspiele-Medien und Politik in der
öffentlichen Diskussion. Gütersloh: Verlag Bertelsman Stiftung.
Dörner, Andreas (2002a), “Politainment versus Mediokratie”,
Thesenvortrag, Cologne Conference/Medienforum NRW, 21. Juni 2002,
Landesinstitut für Erziehung und Unterricht Stuttgart, Online-Forum
Medienpädagogik, http://www.kreidestriche.de, 27.03.2003.
Dörner, Andreas (2002b), “Der Wahlkampf als Ritual. Zur
Inszenierung der Demokratie in der Multioptionsgesellschaft”, Aus Politik
und Zeitgeschichte, Nr. 15-16/12./19. April 2002, http://www.dasparlament.de/2002/15_16/Beilage/003.html, 27.03.2003.
Eliade, Mircae (1993), Mitlerin Özellikleri, Çev. Sema Rifat, İstanbul:
Semavi Yayınları.
Jarren, Otfried (2001), “Mediengesellschaft. Risiken für die politische
Kommunikation”, Aus Politik und Zeitgeschichte, Nr. 41-42/, 5-12 Oktober
2001, 10-19, http://www.das-parlament.de/2001/ 41_42/ Beilage/ 004p.pdf,
27.03.2003.
Jarren, Otfried, Theorsten Grothe ve Cristoph Rybarczyk (1993),
“Medien und Politik- eine Problemskizze”, Der., Donsbach, Wolfgang,
Otfried Jarren, Hans Mathias Kepplinger ve Barbara Pfetsch,
Beziehungsspiele-Medien und Politik in der öffentlichen Diskussion,
Gütersloh: Verlag Bertelsman Stiftung, 9-44.
Kepplinger, Hans Mathias ve Wolfgang Donsbach (1987), “The
Influence of Camera Perspectives on the Perception of a Politician by
Supporters, Opponents, and neutral Viewers”, Der., David L. Paletz,
İletişim 2002/14
32
Murat Sadullah ÇEBİ
Political Communication Research. Approaches, Studies, Assessments,
Norwood, New Jersey: Ablex Publishing Corporation, 62-72.
Meyer, Thomas (2002), “Mediokratie - Auf dem Weg in eine andere
Demokratie?”, Aus Politik und Zeitgeschichte, Nr. 15-16 / 12./19. April
2002,
http://www.das-parlament.de/2002/15_16/
Beilage/002.html,
27.03.2003.
Morley, David ve Kevin Robins (1997), Kimlik Mekanları. Küresel
Medya, Elektronik Ortamlar ve Sınırlar, Çev., Emrehan Zeybekoğlu,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Paletz, David L.
(1987), Political Communication Research.
Apporoaches, Studies, Assessments, Norwood, New Jersey: Ablex
Publishing Corporation.
Sarıbay, Ali Yaşar ve Süleyman Seyfi Öğün (1998), Bir Politikbilim
Perspektifi, Bursa: Asa Kitabevi.
Sury, Alexander (2002), “Wenn Beobachter plötzlich beobachtet
werden”, Der Kleine Bund Samstag, November 2002, s. 2,
http://www.imw.unibe.ch/tagung/pressespiegel
/bund021102
_02.pdf,
28.08.2002, 27.04.2003.
İletişim 2002/14
Günümüzde Siyasetin Medyada İnşası ve Sunumu Üzerine Bazı Dikkatler
33
Özet
Günümüz toplumunda, hayat anlayışının haz ve zevke dayandırılması
yaşama biçimini de değiştirmiştir. Bu zevkçi ve hazcı hayat tarzı su
sonuçlara yol açmıştır: Siyaset; medya aracılığıyla yapılmaya başlanmış,
semboller öne çıkmıştır. Öte yandan medya, siyaseti topluma sunarken
eğlence unsurlarını kullanmaya başlamıştır. Medya, siyaseti eğlence araçları
arasına katmıştır.
Abstract
A Preliminary Essay on Construction and Presantation of Politics in
the Mass Media in Current Time
It is know that the understanding of life has been based on pleasure,
taste and enjoyment the life style has changed in the current societes. For
that reason, this hedonistic life style caused to arise some results as follows:
Politics has been carried out by means of mass media especially the
television and the symbols gained special importance. The mass media has
started to use the components of the entertainment. Media has included the
politics among the entertainment instruments.
İletişim 2002/14
Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya
Hüseyin KÖSE*
Giriş
Medyanın ideolojik yeniden-üretim sorunu, her zaman üzerinde çokça
tartışılmış sorunlardan birisi olmuştur. Fransız toplumbilimci Pierre
Bourdieu’nün “Televizyon üzerine” (2001) adlı çalışması da, özelde
televizyon alanın baskı gücüne ve bu alanın sahip olduğu iktidar konumuna
odaklanmıştır. Genelde ise Bourdieu, medyanın toplumsal, siyasal ve
kültürel gerçekliklerle ilgili çözümlemelerinde, kurulu bulunan toplumsal,
ekonomik ve siyasal yapıların eşitsizlikleriyle birlikte yeniden üretimine
katkıda bulunan evrensel bir ideolojinin; neo-liberal ideolojinin radikal bir
eleştirisine yönelmektedir. Medyada ve özelde televizyonda toplumsal dünya
bilgisinin hipotetik (önermesel) yorumlanışı ile medyanın söylemsel olarak
gerçekliği tanımlamada yararlandığı iktidar kipi, bireylerin içinde yer
aldıkları dünyaya ilişkin geliştirecekleri ‘vizyon’un tanımlanışı açısından da
büyük önem taşımaktadır. Bourdieu’ye göre, tümüyle özerkliğini yitirmiş bir
alan olarak medya alanı ve bu alan içinde etkin birer eyleyen konumunda
bulunan medya entelektüelleri (Bourdieu’nün deyimiyle heteronom
entelektüeller, rateler), ilk olarak, kendilerini üreten siyasi ve ekonomik
sistemle aralarındaki mesafeyi her zaman doğru ayarlayamadıkları için;
ikinci olarak da, kamusal gündemi ilgilendiren ciddi sorunlarda, kendi özerk
bakış açılarını medya aracının (medium) türdeşleştirici eğilimlerine ve
algılama kategorilerine kurban etmelerinden dolayı eleştirilmelidir (2000;
31).
Medya entelektüellerinin bu konumları, söz konusu medyatik iktidarı
“suç ortaklığı” ilişkisi düzleminde yeniden üreten bir niteliğe dönüşmüştür.
*
Arş. Gör. İ.Ü. İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü
İletişim 2002/14
Hüseyin KÖSE
36
Söz konusu suç ortaklığı medya entelektüellerinin ya da heteronom
entelektüellerin Bourdieu’nün heteronomi olarak adlandırdığı tecimsel
mantığın yasalarına uygun olarak hareket etmelerinin bir sonucu olarak, aynı
zamanda medyada hegemonik bir dili de yapılandırmaktadır. Bourdieu’ye
göre, böyle bir söylem toplumsal ya da siyasal varoluşa “arabuluculuk”
edemeyeceği gibi, Lucien Sfez’in “Bir İletişimsel Uzlaşmanın Çıkarlara
Bağlı Oluşu” tezinden hareketle yorumlamaya çalıştığı şeyin; yani aynı
iletişimsel uzlaşmanın içinde kayıtlı bulunan “etkili söz”ün de açık bir
yansımasıdır (Sfez; 1992; 126). Buna göre, medyatik söylemin hegemonik
yapılanması, böyle bir heteronomide çıkarı bulunan çevrelerin sözcülüğünü
yapan bir anlatıdır. Dolayısıyla, medyatik söylem, her ne kadar sessiz
çoğunluğun sesi olma iddiasında bulunsa da, özünde, daraltıcı ve denetleyici
bir yönelişi açığa vurmaktadır. Bu anlamda günümüzün egemen medya
söyleminin totaliter karakterinin küresel mahiyette geçerli kılınmasının
ideolojik boyutta da neo-liberal pazar mantığı yasalarını gereksindiğinden
söz edilebilir. Yine küresel medya söyleminin dolaşımda olduğu bu tür bir
pazar mantığının, iletişim sistemlerinin içeriklerinde de doğrudan doğruya
üretilen birinci bir gerçekliğe dönüşmüş olması, son derece doğal bir durum
gibi görünmektedir. Bu çalışmada, söz konusu medyatik hegemonyayı
yapılandıran ekonomik sistem (neo-liberal pazar mantığı) ve bu sistem
içinde üretilen suç ortaklığı ilişkilerinin Bourdieu’cü hegemonya
(domination) kavramı çerçevesinde bir çözümlemesi yapılmaya
çalışılmaktadır.
Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya
Bourdieu’nün global düzeyde çözümlemeye giriştiği medya
söyleminin, neo-liberal sistemin değerlerinin yaygınlaştırılması işlevine
odaklanmış olması oldukça anlamlıdır. Sfez’in de belirttiği gibi,
Bourdieu’nün medya analiz yöntemi, kültürel, toplumsal ve hatta küresel bir
durum tanımlaması olarak “çıkarlara bağlı bir retorik stratejisi” (Sfez; 1992;
126) kavramanı da zorunlu olarak beraberinde getirmektedir. Aynı bağımlı
retorik, kültürel alanın belirlenmesine de doğrudan katkıda bulunmaktadır.
İletişim 2002/14
Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya
37
Kültürel hegemonya, burada, Bourdieu’nün neo-liberal ideolojiyi
tanımlamakta kullandığı “bilişsel yapıları yıkmayı amaçlayan bir
program”tanımlamasında somutlaşmaktadır. Buna göre, çağın kuşatıcı bir
gerçekliği haline gelmiş olan neo-liberal ideolojinin dolaysız bir ürünü olan
medya söylemi de bireylerin bilişsel yapıları üzerinde belirleyici bir rol
oynamaktadır.
Benzer biçimden Winterhoff-Spurk da “Televizyon ve Dünya Bilinci”
(1989) adlı kitabında, izleyicilerin bilişsel yapıları üzerinde televizyonun
tüketimci etkisinden söz etmektedir. Bu çalışma, aynı zamanda, kişilerin
uzay ve zaman algılamasının şemaları üzerine televizyonun rastlansal
etkileri konusunu ele almaktadır. Spurk’a göre, televizyonda sunulan
mesajlar, izleyiciler üzerinde, bulundukları ortama ilişkin gerçekdışı bir
bilinç üretmektedir. Bu sahte bilincin, sistemli olarak yaygınlaştırılması,
televizyon pratiğinin genelleştirilmesi yoluyla, toplumun kültürel açıdan
birörnekleştirilmesinin en büyük güvencesini oluşturmaktadır. (1)
Toplumun kültürel açıdan birörnekleştirilmesi, Boudieu’nün
deyimiyle homoloji, medya söyleminin toplumsal denetimi kolaylaştırıcı ve
manipüle edici işlevi önündeki engelleri de ortadan kaldırmaktadır.
Temeldeki sorun ise, bu yolla “toplumsal özne”nin ve böyle bir öznenin
eylem olanaklarının ortadan kaldırılmasıyla ilişkilidir. Çünkü Bourdieu’ye
göre eğer özne boyun eğen ve uysal subjektius ise, o halde toplumsal tarih,
bir boyun eğişler ve tabi kılınışlar dizisi olarak, medyanın, listesi kolayca
tutulamayacak “sembolik eylem” lerinin tam odağına yerleştirilmiş bir
edilgen yapılar kümesini oluşturmaktadır. Dany-Robert Dufour’un da
deyişiyle artık; “Grek dünyasında Physis, monateizmde Tanrı, monarşide
kral, Cumhuriyette Halk, Nazizmde Irk neyse, neo-liberalizmde medya da
odur;” (2) ve bu şekliyle medya, güç kullanımının mutlak yetkesini elinde
bulundurmaktadır. Bourdieu’ün neo-liberal ideolojiyi çözümlemekte
kullandığı argümanlar, söz konusu yetkenin, sınırsızca kullanılmasıyla,
toplumsal bilince yönelik “linç” eylemine (lyncage médiatique) vurgu
yapması bakımından anlamlıdır. Bu medyatik linç eyleminin başat aktörleri
arasında yer alan ve Bourdieu’nün deyimiyle “nesnel bilimcilikle terörizmin
İletişim 2002/14
38
Hüseyin KÖSE
bir türü arasındaki suç ortaklığını temsil eden” (1980; 93) medya
profesyonellerine karşı militanca bir mücadeleye girişmek kaçınılmaz gibi
görünmektedir.
Medyanın “güç dayatma eylemi” bir başka anlamda, haber söyleminin
düzenlenişinde karşımıza çıkmaktadır. Haber söyleminin, genellikle
toplumdaki egemen çevrelerin niyet ve istekleri (çıkarları) doğrultusunda
yapılandırıldığı iddiası, kültürelci yaklaşımların da üzerinde durdukları bir
konudur. Bu yaklaşımlara göre, haber söylemi, olayların anlamlarının
denetlenmesine yarayan ve her tür olumsuz bakış açısını dışarıda bırakan bir
amaç doğrultusunda işlemekte ve söylemin uzlaşımsal düzeyini ön plana
çıkarıcı bir işlev görmektedir. Stuart Hall ve arkadaşlarınca yapılan
çözümlemelere göre:
“Haberin söylemi içinde güçlülerin tanımlarının yeniden üretilmesini
sağlamakta anahtar uzlaşımlardan olan saygın kişilerin görüşlerine yer
vererek resmi söylemi destekleyici yapı”(Dursun; 2001; 132) ya yönelik
katkı, haber konularının medyanın özerk yönelimlerinin bir sonucu
olmadığını ortaya koymaktadır.
Kültürelci yaklaşımın haber söylemi analizinin merkezi sorunsalını
oluşturan şey, toplumda, ayrıcalıklı bir konumda yer almalarından dolayı
(Bourdieu’cü terminolojiyle ifade ederek “Sembolik Kapital”lerinden
dolayı) kurumsal erkleri ölçüsünde belli bir temsiliyet niteliği taşıyan bazı
kesimlerin meşru kurumsal kaynaklar olarak, medya söyleminin başvurduğu
bir kesimi oluşturmasıdır. Bourdieu’cü sembolik kapital kavramı da özünde,
bir kişinin toplumsal alanda etkin olabilmek için sahip olabileceği saygınlık
ölçüsünün gitgide maddi bir değer haline dönüşmesini ifade etmektedir. Bu
yönüyle sembolik kapital, egemen medya söyleminin önemli bir tarafını
oluşturmaktadır. Bir başka anlamda, olayların “birincil tanımlayıcıları”
olarak adlandırılan bu kesimi oluşturanların çoğu “yetkili uzmanlardan”
kurulu bulunmaktadır. Stuart Hall ve arkadaşlarının “birincil tanımlayıcılar”
adını verdikleri çevreler, açıkça görüldüğü üzere, Bourdieu’nün Sembolik
Kapital’iyle büyük benzerlikler taşımaktadır. Medya alanında, sıklıkla
bilirkişiliklerine başvurulan seçkinler, Bourdieu’ye göre, medya ideolojisinin
İletişim 2002/14
Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya
39
de belirleyici aktörleridir. Dolayısıyla, medya alanının güç dayatma ve
görüşünü zorla kabul ettirme eylemine karşı verilecek mücadele, her şeyden
önce, yukarıda da değinildiği gibi, seçkinlerle-medya arasındaki suç
ortaklığı ilişkilerine karşı verilecek bir mücadele anlamını taşımaktadır.
Medya alanını özerkliği sorununu, bir kuvvetler alanı (parlamento, siyasi
partiler, siyasi elitler, ekonomik güç merkezleri, v.s.) sorunu olarak gören
Bourdieu’nün, tabi kılınanların savunmasındaki etik yüceliği kendi bilimsel
ve yansımalı sosyolojisinin merkezi sorunlarından biri haline getirdiği
görülmektedir. Armand Mattelart’ın da “Sonsuz bir vaat: İletişimin
Cennetleri” başlıklı makalesinde altını çizdiği gibi:
“Artık, büyük politik ütopyalardan mahrum kalmış bir dünyada,
teknoloji [ve özelde iletişim teknolojisi ve medya] ütopyası, günümüzde,
küresel pazar ideologlarının ücret karşılığı hizmetlerinden yararlanmaktadır.
En eşitlikçi iletişim miti, üzerinde buluşulması kötülükler doğuracak bir
dünya düzeni içinde ağırlık kazanan teknolojik kopuş mantığı ile her an
altüst olacak bir dengeyi temsil etmektedir”(3).
Şu halde, medya hegemonyası konusu, ideolojik bir değerlendirmeyi;
küresel ideolojinin, Mattelart’ın deyimiyle “eşitlikçi iletişim miti”ne
göndermede bulunan ereksel yönelimini çözümlemeyi gerektirmektedir. Şair
İsmet Özel’in de vurguladığı gibi, bu anlamda:
“Medyanın gücünü değil, gücün medyasını” (Aktaran Yalnızuçanlar;
1997; 137) sorunsallaştırma çabasına ışık tutacak bir yaklaşımı benimsemek
gerekmektedir.
Luis Pinto’ya göre ise, günümüz medyasının hakimiyet şekli,
keyfiliğin üretimini esas almaktadır. Pinto, “Pierre Bourdieu ve Toplumsal
Dünya Kuramı” adlı kitabında (1998), medya hakimiyetinin toplumsal
dünyayı keyfi bir söyleme indirgeyerek her tür tutarlılık ölçüsünden
arındırmayı amaçladığını belirtmekte ve medya söyleminin, söz konusu
keyfiliği (arbitraire) toplumsal gerçekliğin “farkında olmama” düzleminde
kendini üreten bir algılamaya yol açtığından söz etmektedir. (Pinto, 1998;
211).
İletişim 2002/14
40
Hüseyin KÖSE
Pinto’nun sözünü ettiği keyfilik durumu, söylemin bağlamsız
egemenliğine ve dolayısıyla da hiçbir gerçekliğe yeterince odaklanmayan
denetlenemez uçuculuğuna işaret etmektedir. Söylemin keyfi olması, aynı
zamanda söylemsel hegemonyanın da denetlenemez niteliğini açığa
vurmaktadır. Bu ise, bellekte yeterince yer edememiş mesajların, gitgide
amnezik bir etkiye yol açmasıyla sonuçlanmaktadır. Şu halde amnezinin
(bellek yitiminin) kendisinin de, medya söyleminin hegemonik yansımasının
bir başka görünümünü oluşturduğu söylenebilir. Amnezik bir etkiye maruz
kalan bilişsel yapılar, medya söylemiyle izleyiciyi içeriden denetlemenin en
etkili yollarından biridir. Burada, Bourdieu’nün “bilişsel yapıların yıkımını
amaçlayan neo-liberal hegemonya programı” saptamasını doğrulayan
amnezik etkileme yönteminin, her bakımdan bilişsel yapıların yıkımını hedef
aldığı, tartışmasız bir gerçek gibi görünmektedir. Ayrıca, geçmişe ve
geleceğe yönelik bellek yitimlerinin bilişsel yapıların da ötesine geçerek,
doğrudan doğruya kimlik yitimini hedef aldığından bile söz edilebilir. Bu
noktada, Daniel Dougneux’ün “empatik manipülasyon” adını verdiği bir
etkileme yönteminin altı çizilebilir. Dougneux’ye göre, “empatik
manipülasyon”, doğrudan doğruya kimlik üzerinde etkide bulunmayı
amaçlayan ve beraberinde kimlik formunun yitimine yol açan amnezik bir
etki olarak işlev görmektedir. Temelde, başka bir durum, olgu ya da kimlikle
özdeşleşme biçimine işaret eden empatik manipülasyonun tv ve sinema
alanında birçok örneğine rastlamak mümkündür. Dougneux, özellikle
sinemada Woody Allen’ın bukalemun bir karakteri canlandırdığı “Zelig”
filmini örnek göstererek bu olguyu şöyle açıklamaktadır:
“Zelig filminin başoyuncusu olan karakter, peş peşe yaşadığı empatik
deneyimler yüzünden acı çeker. Karşısındaki kişiyle her etkileşimde, ruhsal
ve bedensel olarak onunla özdeşleşir. Ama bu özdeşleşme hezeyanları, her
defasında Zelig’in kendi kişiliğini unutmasıyla sonuçlanan amnezik bir
durum yaşamasının yol açar. (...) Ölümcül medyatik bir bulaşmayla, bahtsız
Zelig, çok geçmeden, otuz yıl boyunca ABD’nin açıklanmamış tüm cinayet
davalarının günah keçisi haline gelir” (Dougneux, 1998; 181).
Şu halde “empatik manipülasyon” terimi de medya hegemonyasının
sofistike bir görünümünü sunmaktadır. Dougneux’nün “medyatik bulaşma”
İletişim 2002/14
Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya
41
ifadesiyle anlatmaya çalıştığı şey de, özünde, gizlice dayatılmış böyle bir
hegemonyaya farkında olmadan maruz kalmanın kaçınılmazlığını ifade
etmektedir. Bu manipülasyon türünün, söz konusu hegemonyanın, bilişsel
yapılar üzerindeki varlığını sürdürmesi ve gitgide meşruiyet kazanması için
de etkilerinin çabucak unutulmasıyla sonuçlanacak amnezik bir sürece
gereksinmesi vardır. Bu anlamda özellikle görsel medyanın küresel düzeyde
yaygınlaştırdığı görsel ideolojinin dayanakları, Bourdieu’ye göre, neoliberal düşünceyle empatik bir uzlaşma arayışının içinde aranmalıdır. Bilişsel
yapıların medya içerikleriyle denetimi ve sonrasında yıkımı süreci ise, asıl
irdelenmesi gereken başka bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu
süreç, Bourdieu’nün deyimiyle ifade edersek, temelde, küresel düzeyde bir
“suç ortaklığı toplumu” yaratımını amaçlamaktadır. Bu yüzdendir ki,
Bourdieu’ye göre, medyayla suç ortaklığı etmiş “patronlara, din adamlarına
ya da gazetecilere güvenilemez-kendi erklerinin gizli temellerini açığa vuran
çalışmalarının bilimselliğini övmek için bile olsa!” (Aktaran Clerc, 1997;
207).
Televizyon alanı, Bourdieu’ye göre, kendi çıkarlarının sözcülüğünü
yapacak profesyonel bir kesime gereksinme duymaktadır. Medya
profesyonelleri ya da uzmanları olarak tanımlanabilecek olan bu kesimin
başlıca özelliği, yine Bourdieu’ye göre, toplumsal dünya ile televizyon
arasındaki bir denge ayarlaması işlevinde somutlaşmaktadır. Medya
profesyonellerinin ifade gücü, gerçekte içinde yer aldıkları özerk toplumsal
koşullarından ayrı düşmüştür. Çünkü bu noktada:
“Her ifade, anlamlı bir çıkar ile bu ifadenin sunulduğu alanın (tv
alanının) yapısı tarafından oluşturulmuş görünmez bir sansür arasındaki bir
ayarlamadır ve bu ayarlara (ajustement), sessizliğe [temsil edilemezliğe]
varıncaya dek götürülebilen yumuşatılmış bir çalışmanın ürünüdür. Bu
yumuşatılmış çalışma, sonrasında bir uzlaşma durumu oluşturan bazı şeyler
üretmeye götürür”(Bourdieu, 1980; 138).
Bu yumuşatılmış çalışmanın neden olduğu bir diğer doğal gelişme de,
televizyon alanı tarafından üretilen sansürün simgesel şiddet yoluyla
İletişim 2002/14
42
Hüseyin KÖSE
düzenlenişidir. Burada, her şeyden önce ifadenin bir tür denetim stratejisi
söz konusudur. Bu yüzdendir ki:
“Her ifade, onu dile getiren kişiye karşı dile getirilemeyen ve ona
maruz kalan kişi tarafından uygulanamayacak olan bir tür simgesel şiddettir”
(Bourdieu, 1980; 141).
Şu halde, televizyon alanının söz denetim stratejisi, dışarıdan birtakım
entelektüel ve profesyonelin bu sürece katılımını (suçortaklığını) gerekli
kılmaktadır. Söz konusu katılım, aynı zamanda, medya mensuplarının
birbirinin açığını gizlemeleri ve örtbas etmeleri şeklinde somutlaşan bir suç
ortaklığına yol açmaktadır.
Televizyon alanına ilişkin, Bourdieu’cü eleştirinin uzantıları, yalnızca
televizyon haberciliği, kamusal tartışma ve temsil sorunlarıyla sınırlı
görünmemektedir. Belki de üzerinde asıl durulması gereken sorun,
televizyon alanı ve söyleminin meşruiyet düzleminin geniş bir kültürel
kapsayıcılığa sahip olmasıdır. Nitekim Bourdieu, 1979’da yayımlanan
“Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi” adlı kültleşmiş kitabında,
televizyonun kültürel işlevleri hakkında da eleştirel bakış açısını
korumaktadır:
“Televizyondaki bazı kültürel yayınlar” diye yazmaktadır Bourdieu;”
kitlenin başı üzerinde tuttuğu, her şeye vakıf kimselerce işgal edilmiştir.
Konserlerin şatafatı ve dekorları, büyük tiyatroların cilalı törenselliği, meşru
kültürün ayrılmış ve ayırtedici kutsal karakteri, daima benzer şekilde kendini
duyuran bu aracın (medium) bir parçası haline gelmiştir bugün” (1979; 35).
Dolayısıyla kültürel alanın da, geniş ölçüde, bir tek hakim düşünce
(neo-liberalizm) tarafından sınırları çizilmiş estetik bir beğeni ölçüsü
aracılığıyla denetimi ve tanımlanışının yol açtığı yıkıcı sonuçları görmek
gerekmektedir. Bu, özünde, yaygın biçimde medya söyleminin öznesi
konumunda olan aktörlerin (simgesel seçkinlerin) suç ortaklığıyla kültürel
alanın belirlenimi sorunudur. Bu soruna karşı Bourdieu, her alanda
(ekonomik, politik, bilimsel, kültürel) kolektif bir mücadeleyi önermekte ve
yine her fırsatta, medya ve yakın çevresi arasındaki suç ortaklığı ilişkilerini
İletişim 2002/14
Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya
43
açığa vurmayı ve medya söyleminin, özünde, “çıkarlara bağımlı bir retorik”
olduğu gerçeğini ortaya koymaya çalışmaktadır.
Sonuç
Özetle, Bourdieu’nün özelde televizyon ve genelde medya analiz
yönteminin başlıca niteliğinin, hakim medya ideolojisinin öğelerine
ayrıştırılması işlevini üstlenmiş olduğundan söz edilebilir.
Bourdieu’nün gerek televizyonun “fast-food kültürü” şeklinde
tanımladığı medya-kültür ilişkisine yaptığı eleştiriler, gerek ekrana davet
edilen aydınların manipüle edilme biçimlerine yaptığı vurgulamalar, ve
gerekse televizyon/aydın/ iktidar ilişkilerine açıklık getirmeye çalışırken öne
sürdüğü argümanlar bakımından, son derece önemlidir. Gazeteci yazar
Ragıp Duran’ın da belirttiği gibi, Bourdieu’cü medya eleştirisinin başarısı ve
özgürlüğü belki de:
“Gerçek ile gerçeğin görüntüsü arasındaki uçurumun meşrulaştırıcı
aracı televizyonu [ve genelde medya alanını] sorgulayabilme gücünde”
(1992; 36) yatmaktadır.
Her şeyden önce Bourdieu, “saygın gazetecik”i, kamusal tartışmanın
bozulmasını doğrulayan eleştirisiyle, medyaca uygulanan Big Brother tarzı
bir zihin denetiminin fantazmatik bir vizyonuna karşı giriştiği militanca
mücadeleleriyle, uzun süre akıllarda kalacak bir tartışmanın öncüsü
olmuştur. Son olarak, yine o, medya çalışanlarının psikolojik yönelimlerinin,
sıklıkla kitlenin beklentileri şeklinde sunulmasının ardında yatan gizli
gerekçelerin psikografik bir haritasını çıkarmayı başarmış olması
bakımından, belki de medya havarileri tarafından, adı her zaman nefretle
anılacak bir hayalet olarak anımsanacaktır.
İletişim 2002/14
Hüseyin KÖSE
44
Dipnotlar
ƒ Winterhoff Spurk, “La Télévision et La Conscience Mondiale”,
Aktaran Mauro Wolf, “Analyse de la reception et la recherche sur les
médras.” HERMES, no:11-12, CNRS Éditions, Paris, 1993, p: 277
ƒ Dany-Robert Dufour, “Le désarrois de l’individu-sujet”, Le Monde
diplomatique, février 2001, pp: 16-17
ƒ Armand Mattelart, “Une eternelle promesse: Les paradis de la
communication”, Le Monde diplomatique, novembre 1999, pp: 4-5
Kaynakça
ƒ Bourdieu, Pierre (2000). Televizyon Üzerine. Çev: T. Ilgaz. İstanbul:
YKY.
ƒ Sfez, Lucien (1992). Critique de la communication. Paris: Éd. De
Minuit.
ƒ Dursun, Çiler. (2001). Tv Haberlerinde İdeoloji. Ankara: İmge.
ƒ Yalnızuçanlar, Sadık. (1997). Televizyon ve Kutsal. İstanbul: Timaş.
ƒ Pinto, Louis. (1998). Pierre Bourdieu et la théorie du monde social.
Paris: Albin Michel.
ƒ Dougneux, Daniel. (1998). La Communication par la bande. Paris:
Éd. La Découverte/ Poche.
ƒ Clarc, Denis. (1997). Dechiffer des grands auteurs de l’economie et
de la sociologie. Tome 2/ Les héritiers. Paris: Syron.Bourdieu, Pierre.
(1979). La Distinction: critique sociale du jugement. Paris: Éd. De Minuit.
ƒ Duran, Ragip. (1999). Burası Dünya Polis Radyosu. İstanbul: YKY.
İletişim 2002/14
Bourdieu’cü Açıdan Medyatik Hegemonya
45
Özet
Medyanın güç dayatma eylemi, Bourdieu’ye göre, toplumsal ve
kültürel alanda bir dizi suç ortaklığı ilişkisini gerekli kılmaktadır. Simgesel
seçkinler ve medya kuruluşları arasındaki bu suç ortaklığı ilişkisi, medya
söylemini de “çıkarlara bağımlı bir retorik”e dönüştürmüştür. Aynı zamanda
söz konusu bu retorik, neo-liberal düşünce biçiminin totaliter iletilerinden
birisidir ve medya alanında hegemonik bir dili yapılandırmaktadır.
Abrege
La hegemonie mediatique, d’apres Bourdieu, dans la domaine sociale
et culturelle, a besoin des certaines relations complicites. Ces relations
complicites entre symbolique capital et media se sont transformes le discour
mediatique en “une rethorique est du a les interets”. En meme temps, cette
rethorique est un des mesages totalitaires de l’ideologie neo-liberale et
construit une language hegemonique dans l’espace media.
İletişim 2002/14
Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın
Gerçek Temsilcileri
İbrahim BÜLBÜL*
Vak’asında anlatılan devrin siyasî olaylarını, fikir hareketlerini,
şahıslarını ve mekânlarını gerçeğe yakın bir tarzda yansıtması bakımından
Üç İstanbul romanının Türk roman tarihinde bir başka yeri vardır. Daha
evvel yayımlanan bir yazıda, eserde işlenen fikirler ile II. Meşrutiyet
Devrinde görülen fikir hareketleri arasında görülen benzerlilikler ana
hatlarıyla gösterilmeye çalışılmıştı (Bülbül, 1999: 70-84). Bu yazıda ise
vak’anın geçtiği devirlerde yaşayan şahıslarla, vak’ada rol alan karakterler
arasındaki benzerlikler tespit edilmeye çalışılacaktır.
Meşhur bir benzetme ile roman hayata tutulan bir aynadır. Stendhal
Kırmızı ve Siyah isimli romanında bu benzetmeyi şu satırlarla izah etmiştir:
“Roman, uzun bir yolda taşınan bir ayna gibidir. Bu
ayna, bir an için mavi gökyüzünü yansıtırken, bir an
sonra ayaklarımızın altındaki çamur ve su birikintilerini
yansıtır. Çantasında böyle bir ayna taşıyan adamı
ahlaksızlıkla itham etmek yerine, üzerinde çamurlu su
birikintileri bulunan yolu veya yolda suyun birikip
çukurların oluşmasına izin veren sorumlu kişileri
suçlamalıyız” (Stevick, 1988: 355).
Romancı yaşadığı sosyal çevreyi gözler, orada gördüklerini kendi
süzgecinden geçirerek edebî eserin vakasını oluştururken kullanır. Bağlı
olduğu edebî anlayışın gereği olarak, romancı cemiyet içinde gördüğü şahıs
ve olayları itibarîleştirme işlemine tabi tutar. Böylece yeni bir âlem, yani
itibarî âlem oluşur. “İtibarî âlem haricî âlemin bir düşünce sistemi etrafında
*
Dr. Gazi Üniversitesi.
İletişim 2002/14
İbrahim BÜLBÜL
48
sanatkâr tarafından yorumlanması neticesi vücut bulur” (Aktaş, 1984: 14).
Ancak bu, bütün romanların vak’a tertibinin bütünüyle bu usulle vücuda
getirileceği anlamına gelmez. Bazı eserlerde şahısların ve olayların gerçeğe
uygun bir şekilde aktarıldığı da görülür. Hüküm Gecesi ile Üç İstanbul
romanları bu usulle kaleme alınmışlardır.
Üç İstanbul romanı isminden de anlaşılacağı üzere İstanbul’un üç
devrinde yaşanan olayları konu edinir: II. Abdülhamid devri, II. Meşrutiyet
devri, Mütareke yılları. “Bir muaşeret romanı” yazdığının iddiasında olan
yazar, bu devirde yaşanan olayları ve bu olaylar etrafında toplanan şahısları
gerçeğe yakın bir biçimde nasıl tasvir ve tahlil ettiğini kendisi ile yapılan
konuşmalarda şu şeklide dile getirir:
“Bilmediğim
ve
görmediğim
hiçbir
şeyden
bahsetmedim. Maçka’da, Aksaray’da, Kasımpaşa’da
komşularım varken, İsveç’ten Fransa’dan, İngiltere’den
adam getirmedim....Bu üç devri eşyada ve insanlarda
topladım. (...) Eşyanın ve insanların birbirine
sirayetinden alınmış dikkatlerle romanımı yazdım... Bu
üç devri ev ve insan örneklerinde göstermek. İnsanlar
evleriyle karmakarışık dururlarsa bir devri çok güzel
ifade ederler” (Kudret, 1987: 441-442).
Yazarında ifade ettiği gibi bu romanda mekânlar ve şahıslar üzerinde
ehemmiyetle durulmuştur. Mekânlar bu yazının konusu olmadığından
şahısların nasıl yansıtıldığına bakılacaktır. Üç İstanbul romanında elli
civarında şahıs rol üstlenmiştir (TDEA: 484). Bunların bir kısmı kendi
isimleriyle vak’aya taşınan tarihî şahıslar; bir kısmı tarihî şahısların
isimlerinin değiştirilmesiyle çizilmiş tipler; bir kısmı işgal ettikleri makamlar
ile zikredilen şahıslar; bir kısmı ise itibarî veya kim olduğu tespitte güçlük
çekilen tiplerdir.
Romanda biraz değiştirilerek ve gerçek isimleriyle verilen şahıslar
şunlardır: Vakanın baş kahramanı Adnan, Onun Mekteb-i Hukuk’tan
arkadaşı Moiz De Nevara, Şair Mehmed Raif, Dr. Haldun, şark âlimi Ali
Emîrî Efendi, Dilâver, Abdülhak Hâmid, Sultan II. Abdülhamid.
İletişim 2002/14
Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri
49
Adnan:
Mithat Cemal’in, romanının baş kahramanı Adnan’ı kendi hayatından
yola çıkarak çizmiş olduğu, kahramanın bütün tavır ve fikirlerinden yola
çıkılarak varılacak bir hükümdür. Adnan 1293 yılında Balkanlardan
muhaceretle İstanbul’a gelmiş bir ailenin çocuğudur. Babasını kaybetmiş,
annesiyle Aksaray’da oturmak tadırlar. Darüşşafaka’nın yatılı kısmına
yazılır. Orayı bitirdikten sonra Mekteb-i Hukuk’a kaydolunur. Mekteb-i
Hukuk’ta Moiz De Nevara ile tanışıp dost ve hemfikir olur. Mekteb-i
Hukuk’u bitirdikten sonra doktorasını vermiştir. Adnan edebiyata meraklısı
ve vatansever, Türkçü bir delikanlıdır. Bu husustaki hassasiyetlerini dile
getirmek için “Yıkılan Vatan” adında bir roman yazmaktadır. İtimat edilir
bir seciyesi vardır; noter gibi sır saklamaktadır (s. 119)*. Batılaşma seyri
içinde Türk sosyal hayatında görülmeye başlayan lonca faaliyetlerine merak
sarmış ve mason olmuş (s. 542); buna bağlı olarak dinî inançlarını
kaybetmiş, Müslüman bir cemiyette yetişmenin kazandırdığı kıymet
hükümlerini bir tarafa atmıştır. Ona göre, sahip olunması gereken yegâne
kıymet hükmü Türk olmaktır. Daima kudretliden yana olmak gerektiğini
söyleyen Hidayet’in yüzüne karşı “Her devirde Türk olmak istiyorum!” (s.
83) diye haykırarak bu düşüncesini dile getirmiştir. Mensup olduğu fikrin
teşkilât zeminindeki temsilcisi ve daha sonra iktidar erkini elinde
bulunduracak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyesidir. Meşrutiyet
senelerinde avukatlıkla uğraşmıştır. Maksadı adliyeye intisap etmektedir.
Romanın baş kahramanı Adnan’ın eserde taşıdığı vasıflar ve hayat
macerası, gerçek hayatta vakada anlatılan bu vasıfları ve serüveni ile Mithat
Cemal’in vasıfları ve hayatı ile neredeyse birebir örtüşmektedir. Mithat
Cemal’in çocukluk yılları Aksaray’da geçmiş, ilk ve orta tahsilini bu semtte
yaptıktan sonra Saint Josef lisesinin yatılı kısmına kaydolunmuştur. Hem
Adnan hem de yazar, okulları farklı olmasına rağmen yatılı okumuşlardır.
Mithat Cemal, Saint Josef’’i bitirdikten sonra Mekteb-i Hukuk’a girmiştir.
Moiz Kohen de Mekteb-i Hukuk’ta okumuştur (Landau, 1996: 17). Burada
*
Sayfa numaraları Üç İstanbul romanının İstanbul 1938 tarihli ilk baskısına aittir.
İletişim 2002/14
İbrahim BÜLBÜL
50
Moiz Kohen’le tanışıp fikirdaş olmuşlardır. Mithat Cemal, bu okulu
bitirdikten sonra, 1908’de doktora imtihanı vererek, aynı fakülteye hoca
olmuştur (TDEA: 443).
Adnan’ın yazdığı “Yıkılan Vatan” romanı Osmanlı imparatorluğunun
son devrini konu edinmiştir. Mithat Cemal’in Üç İstanbul’u da aynı devri
anlatır. Adnan, vak’a boyunca kurulan münasebetlere bağlı olarak daima
Türk ve Türkçü olduğunu dile getirmeye çalışmıştır. Mithat Cemal’in bu
vasfı, şiirlerinde ve edebî eserlerinde açıkça görülür. Daha çok epik tarzda
yazıp dergilerde yayımladığı ve 1945 yılında Türkün Şehnamesinden adı
altında toplayıp kitaplaştırdığı şiirlerinde Türklük hissi ön plândadır.
Hidayet’e karşı Türk olduğunu söyleyen Adnan gibi, Mithat Cemal de,
“Bizi eyyâma sorarsan, sana söyler: Türküz!”
mısraıyla bütün cihana karşı Türklüğünü haykırmıştır.
Vak’ada eşinin, bir Rus prensi ile Peşte’deki evlenme töreni
esnasında, Müslüman anne ve babasının mezarlarından kalkıp bu töreni
seyrettiklerini hisseden Adnan, bu hal karşısında duyduğu ızdıraba bağlı
olarak dinsiz olduğunu dile getirir (s. 407). Mithat Cemal de dinsizdir. O,
dinsiz olduğunu şöyle anlatmaktadır. “Sevgili okuyucularım, bundan 35 yıl
evvel, Osmanlı İmparatorluğundaki iki çeşit adam mühimdi: saraya söven,
dine söven. Ben de evvelâ saraya kızdım. Sonra dine geçtim” (Kuntay, 1986:
12). Kendi ifadesine göre o, bu karara vardığı sırada, Mithat Cemal, daha on
sekiz yaşını idrâk eden bir gençtir.
Eserin kahramanı Adnan gibi, yazar Mithat Cemal de masondur.
Adnan noter gibi sır saklamaktadır. Mithat Cemal de Beyoğlu dördüncü
noterliği yapmıştır. Adnan, şair Mehmed Raif’in, Mithat Cemal, Mehmed
Âkif’in yakın dostudur.
Adnan, avukatlıktan adliyeye geçmek istemektedir. Mithat Cemal,
Menkteb-i Hukuk’taki idare hukuku muallim muavinliğinden ayrıldıktan
sonra, Adliye Nezareti Kalem-i mahsus Müdür muavinliğinde ve Birinci
Hukuk Mahkemesi azalığında bulunmuştur (Akyüz, 1986: 769).
İletişim 2002/14
Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri
51
Bir romanda baş kahramanın macerası ile, o eserin yazarının hayat
hikâyesi arasında bu kadar benzerliğin olması tesadüfi olmasa gerektir.
Yazar şuurlu bir tercih ile ve ufak tefek değişikliklerle kendini eserine
taşımıştır. Bu durum aynı zamanda anlattığı devirler içinde faal olan
çevrenin bir mensubu olmasından kaynaklanır. Ancak eserine konu edindiği
devirlerde yazarın daha genç olması sebebiyle bu çevre içinde çok etkin
olduğu söylenemez. Romanda gerçeğe uymayan yan burada ve kahramanın
isminde görülür.
Şair Mehmed Raif
Şair Mehmed Raif, bu romanda, daha çok, şahsiyet unsurlarından
seciye ve tavırlarıyla yer almış ve tanıtılmıştır. Bunlar şöyle sıralanabilir:
Şair Mehmed Raif, gerek sahip olduğu kıymet hükümleri ve gerekse tavırları
bakımından yaşadığı devrin adamı değildir (s. 109). Bağlı bulunduğu inanç
siteminin gereği olarak, sözüne son derece sadıktır, randevularına tam
zamanında gider; insan onunla saatini ayarlayabilir (s. 8). Bir defa bir
adamın iyi olduğuna inanmışsa, artık onun asla kötü olabileceğine inanmaz
(s. 108). Namusuna çok düşkündür (s. 28). Eski terbiye ile yetiştiği için
sohbetlerde pek fazla konuşmaz, susar ve sadece dinler (s. 9). Çevresine çok
çetin bir adam olarak tanınmıştır (s. 24). İnsan haysiyetine yakışmayan
tavırlardan uzak durmaya çalışır, yaşadığı cemiyetten ve mevcut iki
yüzlülükten tiksinir. Parayla alışverişi yoktur, parayı bilmez, âdetâ insanlığın
parasız devrinde yaşıyor gibidir. Cemiyet içinde biri ağlarken diğerinin
gülmesine asla tahammül edemez. Umumiyetle bazı İslâmcıların siyaseten
savunduğu Yahudi düşmanlığı Mehmed Raif’te de görülür. O da Yahudilerin
sıkı bir düşmanıdır. Şairin bu Yahudi düşmanlığı vak’a boyunca bir Yahudi
olan Moiz De Nevara’nın şahsına karşı takınılmış bir tavır olarak tecelli eder
(s. 24). Yaşadığı hayat son derece sade ve ihtişamdan uzaktır, Fatih
civarında küçük bir evde oturur (s. 113). Yaşayışında, davranışlarında, kılık
kıyafetinde, yaşadığı çevredeki dindarlardan farklıdır, bu farklılığı sakalının
kısalığında bile kendini gösterir.
İletişim 2002/14
İbrahim BÜLBÜL
52
Şair Mehmed Raif’in romandaki vasıflarıyla, Mithat Cemal’in
hakkında yazdığı kitaptaki Mehmed Âkif’in vasıfları, ifadesine kadar
birbirine çok yakınlık gösterir.
Mithat Cemal’in Mehmet Âkif hakkındaki kitabında yazdıklarına göre
İstiklâl Marşı şairi devrinin adamı değildir. Dünyaya gelmekte geç kalmış
gibi muzdarip bir yüzü vardır (Kuntay, 1986: 250). Cemiyetten ve iki
yüzlülükten tiksinir. “Caddelerden daima kaçar, evine ve işine tenha
sokaklardan gider. Eğer caddeden geçmeye mutlaka mecbursa, gözünü
meçhul bir noktaya diker, caddeyi kendi hesabına tenha sokak haline sokar”
(Kuntay, 1986: 11). Mehmed Âkif konuşmasından ziyade susuşuyla dikkat
çeken bir şahsiyettir. Mithat Cemal’in anlattığına göre şairin yedi türlü
susuşu vardır:
“1-Bitmeyen sükût: kendisine takdim edilen adamdan hoşlanmamışsa,
2-Hakaret eden sükût,
3-Sevimli sükût,
4-İbadetli sükût,
5-Zeki sükût,
6-İstiklâl eden sükût,
7-Utanan sükût.” (Kuntay, 1986: 11).
Mehmed Âkif, insanlara itimat noktasında hususî bir tavır gösterir.
Meselâ bir adama bir defa inandığı takdirde o kişiye artık ömür boyu kötü
demez. “Akif’in gözünde insanlar iki kısımdı. Ya iyi, ya kötü. İyi olup da
kötü tarafı olanlar, kötü olup da iyi ciheti bulunabilenler yoktu. Sonra bir
adamın iyi veya fena olduğuna karar verildi mi, bu karardan dönülmezdi.
Meselâ ben 25 seneden beri mütemadiyen iyi idim.” (Kuntay, 1986: 208).
Mehmed Âkif’in bu tavrı, romanda Şair Mehmed Raif’in tavrıyla aynilik
gösterir.
“ Senin gibi temiz adamı nereden bulacaklar?
İletişim 2002/14
53
Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri
Raif vaktile Adnan’a temiz demişti. Artık ölünceye kadar
temizdi. O bir adama bir defa temiz yahut pis derse, onu bundan
kimse döndüremezdi. Bu kanaatini eğer vakalar sarsmak isterse,
o zaman vakalara karşı gözünü kapardı” (s. 108).
Eserde, şair Raif sözüne sadık bir kişi olarak kendini gösterir. Mehmed
Âkif de, bir mümin edası ile daima sözüne sadık kalmıştır. Baytar
Mektebinden yaşlı arkadaşı Hasan Efendi ile “Kim önce ölürse sağ kalan onun
çocuklarına bakacaktır”, diye anlaşırlar. Hasan Efendi ölünce, Âkif onun
çocuklarını evine götürür ve onların bakımını üstlenir (Kuntay, 1986: 223).
Şair Raif, buluşmalarına tam vaktinde gider. İnsan, sözüne uygun
davranışı ile saatini ayarlayabilir. Onun bu tavrı Almanların büyük filozofu
Immanuel Kant (1724-1804)’ı hatırlatır. Kant, Pratik Aklın Tenkidi adlı
eserinde “Öyle davran ki davranışın başkalarının kanun yapmasına mesnet
teşkil etsin” demiş ve hayatını son derece dakik bir şekilde düzenlemiştir.
Onun her gün öğlen sonrası mutad gezintisine çıkarken komşularının
saatlerini üç buçuğa ayarladıkları bilinmektedir (Özarslan, 2001: 5).
Mehmed Âkif, Kandilli rasathanesinin müdürü Fatin (Gökmen) Hoca ile, bir
gün ikindi namazını müteakiben Hoca’nın Vaniköyü’ndeki evinde
buluşmayı kararlaştırırlar. Buluşacakları gün geldiğinde İstanbul’da yağmur
ve fırtına başlar. Mehmed Âkif, Hoca’yı bekletmeme endişesiyle sabah
erkenden Fatih’teki evinden yola çıkar, Eminönü’ne gelir. Fakat hava
muhalefetine bağlı olarak şehir hatları çalışmamaktadır. Âkif, yağmur
altında Unkapanı’ndan dolaşarak tam vaktinde Hoca’nın evine varır, kapıyı
çalar. Hoca’nın eşi içerden, “Hoca yağmur yağıyor, Mehmed Âkif Bey
gelmez, diyerek yandaki kahvehaneye gitti.” der. Mehmed Âkif, “Ben de
Hoca’yı adam sanırdım”, diyerek izinin üstüne geri döner.
Şair Raif’in iki yüzlülükten tiksiniş biçimi, esere Mehmed Âkif’’in
davranışlarından aktarılmış gibidir.
“İki yüzlülükten tiksinir. İki yüzlülere garazdır. Fakat
yaşı ilerledikçe:
-İki yüzlüleri artık sever oldum. Çünkü yaşadıkça yirmi
yüzlü insanlar görmeye başladım” (Kuntay, 1986: 249).
İletişim 2002/14
İbrahim BÜLBÜL
54
Şair Raif parayı bilmez, onun para karşısındaki tavrı ile Âkif’in tavrı
aynıdır. Mithat Cemal Âkif’in para hususundaki tavrını “İnsanların ekseriye
çirkin oldukları para meselesinde Akif çok güzeldi” cümlesiyle anlatmıştır
(Kuntay, 1986: 212).
Şair Raif, küçük bir evde oturur. “Oyuncak kadar küçük ev: Şair
Raif’in evi. Bu evde ufak odayı alnıle dolduran Raif.” (s.113) Âkif’in Fatih
Sarıgüzel’de bir oda bir aradan ibaret babasından kalan bir evi vardır. Mithat
Cemal’le bu evin odasında kitap okurlarmış (Kuntay, 1986: 33).
Şair Raif’in Müslümanlığı Fatih’teki mollalardan çok farklıdır. O,
hayat ve kâinata bakışı yanında, kıyafeti ve davranışları ile çağının
Müslümanıdır. Bu sebeple şalvar giymemiş, sarık bağlamamış, uzun sakal
bırakmamıştır Şairin bu hayat üslûbu fotoğraflarında da görülmektedir. Şair
Raif namuslu bir insandır. Âkif de Mithat Cemal’in onu tanıdığı ve onunla
arkadaş olduğu 33 sene boyunca bir defa bayağılık göstermemiştir (Kuntay,
1986: 13).
Şair Raif ile Adnan, romanın vakasında sık sık Koca Ragıb Paşa’nın
türbesine giderler. Adnan, Abdulhamid’in zulmünden bu şairin türbesine
sığınır. (s.90-91) Mehmed Âkif ile Mithat Cemal de zaman zaman Koca
Ragıp Paşa’nın türbesinde karşılaşırlar (Kuntay, 1986: 11).
Şair Mehmed Raif Yahudilerden hoşlanmaz. Mehmed Âkif’in de
gıyabî düşmanları vardır. Bunlardan biri Yahudilerdir (Kuntay, 1986: 205).
Dilâver
Üç İstanbul’daki bir başka gerçek şahıs da Dilâver, vak’anın seyri
içinde gerçekleşen bir toplantı esnasında, memleketi kötü idare etmesi ve
Mithat Paşa’yı sürgüne göndermesi dolayısıyla, yakında Abdulhamid’i
öldürecek bir fedainin çıkacağını söyler (s. 97). Söyleyiş tarzından orada
bulunanlar bu fedainin Dilâver olduğunu anlarlar. Bu şahıs, Mithat Cemal’in
tanıdıklarından Adanalı Hayret Hoca’dır. Mithat Cemal, bu sözlerin kime ati
olduğunu Âkif hakkındaki eserinde şöyle anlatır: “Hoca memleketi fena
idare ediyor diye Sultan Hamid’e öfkelendi; Yıldız’ın bahçe duvarına
İletişim 2002/14
55
Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri
merdiven dayayıp Abdulhamid’in yatak odasına pencereden dalarak padişahı
boğmaya kalkıştı. Hayret Hoca henüz 55 yaşında olduğu için padişahın
hakkından gelebileceğine odadakiler emindi. Yalnız hoca o kadar miyoptu ki
kendi kızını tanımak için burnunu yanağına yapıştırırdı.” (Kuntay, 1986: 9)
Ali Emîrî:
Bu romanda vakaya hiçbir vasfı değiştirilmeden taşınan tek şahıs Ali
Emîrî Efendi’dir. Vaka boyunca tarihî şahsiyetinde olduğu gibi Ali Emîrî,
mevsuk ve kitabî bilgisiyle okuyucu karşısına çıkar:
“Çünkü bu Emiri Efendi, meşhur şark âlimi: Emiri Efendi
idi. O bütün mezarları bilir; insana “Senin üçüncü deden
Yanya’da filan servinin altında yatıyor:” derdi. Mazide
oturur, mazide yatar kalkar, mazide nefes alırdı” (s. 132).
Hususî bir kılığı vardır. Parmağından mürekkep izi eksilmez.
Abdülhamid devrinde defterdar olmuştur. Namusu ve parasıyla eski kitap
toplamaktadır, kütüphâne kurmak niyetindedir.
Bu bilgiler Ali Emîrî’nin biyografisine çok uygundur. “Küçük
yaşından beri büyük bir kitap sevgisi taşıyan Ali Emîrî Efendi, her gittiği
yerde, kütüphaneleri dolaştı, değerli yazma eserleri toplayarak büyük bir
kütüphâne meydana getirdi. Kitaplarını Fatih’te Şeyhülislâm Feyzullah
Efendi’nin kurmuş olduğu Feyziyye Medresesi’ne bağışlayarak Millet
Kütüphânesini kurdu.” (TDEA 1977: 112). Ali Emîrî eski eserlere
aşinalığıyla meşhur olmuştur. Bazı eski eserleri haşiyeleriyle yeniden
yayımlamıştır. Divanu Lügati’t-Türk’ü de ilim alemine o kazandırmıştır
(TDVİA II :391).
Moiz De Nevara:
Moiz Selaniklidir. Orta öğrenimini Selanikte bitirdikten sonra,
İstanbul’a gelmiş ve Mekteb-i Hukuk’a girmiştir. Hukuk’u bitirdikten sonra
serbest avukatlık yapmış, 1908’den sonra, İttihat ve Terakki ile çalışmış ve
İletişim 2002/14
İbrahim BÜLBÜL
56
zengin olmuştur (s. 342). Daha sonra parasını karısı Raşel’e bırakarak
İtalya’ya yerleşmiştir. Türkçülük fikir akımının mensubudur. Moiz bu
vasıflarıyla Moiz Kohen (Tekinalp)’e çok benzemektedir.
Moiz Kohen (Tekinalp), Selanik yakınlarındaki Serez’de doğmuş, bir
müddet Selanik’te okuduktan sonra, İstanbul’a gelmiş, Mekteb-i Hukuk’a
kaydolunmuş; bitirdikten sonra avukatlık yapmış ve 1908’den itibaren İttihat
ve Terakki Cemiyetinde faal görev almış; Türk Yurdu, Türk Derneği ve
Yeni Mecmua gibi Türkçülük fikrini işleyen mecmualarda yazılar yazmıştır.
1910’da Meclis-i Umumi-yi Vilâyet azalığına tayin olunan Moiz Kohen,
Cumhuriyetten sonra emekli olup Fransa’ya yerleşmiştir (Landau, 1996 : 1419). Romanda Moiz, Mütareke senelerinde İtalyan tabiiyetine geçerken,
gerçek Moiz Cumhuriyet devrinde Fransa’yı tercih ettiği görülüyor.
Dr. Haldun:
Romanın vakası boyunca Dr. Haldun, dine muhalifliği, modern ilim
ve Batı medeniyeti taraftarlığı ile takdim edilir. Bütün din kitaplarının
yakılmasını ister, fennin çelik dişlisinin dinin çürük kafasını delik deşik
ettiğini, asrın tek din, tek mabet asrı olduğunu söyler (s. 76). Dindarları
medeniyet düşmanları olarak görür. Medeniyetin konfor olduğunu iddia eder
(s. 84). Peygamberlere inanmaz. İstanbul’a gelen işgal kuvvetlerini
“Bizimkiler” diye alkışlar (s. 473).
Bu vasıflarıyla Dr. Haldun, Dr. Abdullah Cevdet’i çağrıştırır.
Abdullah Cevdet, R. Dozy’den tercüme ettiği Tarih-i İslâmiyet ’in girişinde
Hz. Muhammed’e hakaret edip, bunlar ilmî gerçeklerdir diye savununca,
aleyhinde dinsizlik kampanyası başlatılmıştır. Çıkardığı İçtihad adlı
mecmuada din aleyhinde makaleler yazmış, pozitivist ve batıcı konuları
işlemiştir (TDVİA II : 91-92). İşgal kuvvetlerini «bizimkiler» diye
alkışlaması da tarihî bir gerçektir. İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin
beyannamesini imzalamış, işgal kuvvetleriyle ilişkide bulunmuştur (TDVİA
II : 91-92).
İletişim 2002/14
57
Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri
Sultan II. Abdülhamid
II. Abdulhamid, otuz üç senelik uzun saltanat devrini işleyen bir çok
romanda, değişik sebeplerle tenkide tabi tutulan tarihî bir şahsiyet olarak şu
veya bu şekilde metne taşınmıştır. (Sinekli Bakkal, Hüküm Gecesi, Damga,
Üç İstanbul vb.) Ancak, bir kahraman olarak vak’aya dahil edilmemiştir. Üç
İstanbul’da da aynı durum söz konusudur. Sultan II. Abdülhamid tahammül
edilemez bir padişahtır. “Abdülhamid bir tesadüftü. Ama 25 milyon halkın
ona tahammülü tesadüf olamazdı” (s. 28). Abdülhamid müstebittir (s. 167).
Memleketi karanlığa boğmuştur (s. 90-91). En yakın adamından bile
şüphelenecek kadar korkaktır. Herkesin sövdüğü bir adamdır (s. 36).
Romanın kahramanlarından Adnan, Şair Raif, Dağıstanlı Hoca, Dr. Haldun,
Miralay Hüsrev, Tevfik Hoca ve Dilâver değişik sebeplerle Abdülhamid’e
söverler.
Abdülhamid’e yakıştırılan bu vasıflar hemen hemen bütün inkılâp
tarihlerinde dile getirilir. Bunlar, bilinen hususlar olduğu için ayrıca ayrıntılı
bir şekilde belgelenmesine gerek görülmemiştir.
Abdülhak Hamid Tarhan
Abdülhak Hamid de II. Abdülhamid gibi metne ismiyle taşınmış
şahıslardandır. Şair Mehmed Raif ile Adnan, bir gün Direklerarası’nda
buluşarak, şair-i azamı ziyarete giderler. Karşılaştıkları tip onları şaşırtır:
“Dağda ilâh olarak oturan büyük ilham adamına neşeli
gittiler, meyus döndüler. Onlar o şairin yıldırımlarına
koşmuşlardı. Halbuki karşılarına kendileri gibi bir insan
çıktı. Hamid’i görünce Adnan da Raif kadar şaşırmıştı.
Hamid ne kadar peltek konuşan bir yıldırımdı. Yelesinde
berberin tarağının izleri vardı. Bitmeyen alnında
aradıkları, güzel tecennünü bulamadıkları uzun sakalında
vücudu kaybolan velinin yerinde rubası örtülü bir zat
vardı. Halbuki, onlar o dağa, gayri tabii bir hilkat vakası
görmek için tırmanmışlardı” (s. 20).
İletişim 2002/14
İbrahim BÜLBÜL
58
Vak’ada anlatıldığına göre, aydınlar Abdülhamid devrinde, roman
karakterlerinden
Hidayet’in
Mercan
Yokuşundaki
konağında
toplanmaktadırlar. Bu konak, İbnül Emin Mahmud Kemal (İnal)’in konağı
olmalıdır. İbnül Emin’in konağında 1903’te her Cuma günü toplantı
olmaktadır. Mithat Cemal, devrin aydınlarını ve Mehmed Âkif’i burada
tanımıştır (Kuntay, 1986: 7-8). Yazar, burada tanıdığı aydınları ve edindiği
çevreyi, kendini merkeze alarak eserinin vak’asına şahıs kadrosu olarak
taşımıştır.
Üç İstanbul romanı, bir devri aksettirmesinin ehemmiyetine bağlı
olarak 1983’te, TRT namına Feyzi Tuna tarafından TV. Dizisi olarak çekildi.
Eserin vak’asına bağlı kalındığı için yarı belgesel niteliği taşıyan bu filmde,
Erol Keskin tarafından canlandırılan şair Mehmed Raif çok orijinal bir
şekilde işlenmişti. Kılık kıyafeti, tavrı ve davranışlarıyla Mehmed Âkif’i
başarıyla temsil etmiş, canlandırmıştı.
Kaynaklar
AKTAŞ, Şerif (1984). Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş,
Ankara: Birlik Yayınları.
AKYÜZ, Kenan (1986). Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi,
Dördüncü Baskı, Îstanbul: İnkılâp Kitabevi.
BÜLBÜL, İbrahim (1999). “Üç İstanbul Romanında II. Meşrutiyet
Devri Fikir Hareketlerinin İzleri”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3
(2 ): 70-84.
KUDRET, Cevdet (1987). Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman,
C.II., 5. Baskı, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
KUNTAY, Mithat Cemal
Ankara: İş Bankası Yayınları.
(1986). Mehmet Akif, İkinci Baskı,
LANDAU, Jacob M. (1996). Tekin Alp Bir Türk Yurtseveri,
Îstanbul : İletişim Yayınları.
İletişim 2002/14
Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri
59
ÖZARSLAN, Havva (2001). Immanuel Kant’ın Ahlâk Felsefesinde
Hürriyet Problemi, (Basılmamış Bilim Uzmanlığı Tezi), Gazi Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe Bilim Dalı.
STEVICK, Philip (1988). Roman Teorisi, Çeviren: Doç.Dr. Sevim
Kantarcıoğlu, Ankara: Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi Yayınları.
(Stendhal’in bu benzetmesi, romancının Kırmızı ve Siyah isimli romanının
1830 tarihli baskısının ikinci cildinin, 49. Bölümünde yer almaktadır.)
TDV İslâm Ansiklopedisi, C.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. V.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. VIII.
İletişim 2002/14
İbrahim BÜLBÜL
60
Özet
Üç İstanbul, Midhat Cemal Kuntay’ın Sultan II. Abdülhamid, II.
Meşrutiyet ve mütareke devirlerinde İstanbul’u anlattığı bir romandır. Yazar,
bu üç devirde yaşadığı hadise ve tanıdığı şahısların bir çoğunu gerçeğe
uygun bir şekilde romanında işlemiştir. Bu makalede, fikir ve edebiyat
dünyamızın hayattan romana aktarılmış olan gerçek temsilcileri tesbit
edilmeye çalışılmıştır.
Abstract
Üç İstanbul , a novel by Midhat Cemal Kuntay, contains three eras of
İstanbul as the era of Sultan Abdülhamid II., the era of the Second
Constitution and the Mütareke (Armistice) era. The writer put some events
that he experienced and some figures of literary and intellectual world of
Turkey in that novel in a realistic way. In this article it has been tried to deal
with the representatives of the literary and intellectual world of Turkey that
has been put in the novel Üç İstanbul from the real life.
İletişim 2002/14
Üç İstanbul Romanında Fikir ve Edebiyat Dünyamızın Gerçek Temsilcileri
61
İletişim 2002/14
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
Cengiz ANIK*
Giriş
Sistem kavramı günlük hayatımızda sıkça duyduğumuz bir sözcüktür.
Çoğu zaman kurulu düzeni anlatmak için kullanılmaktadır. Bu yüzden de,
yani kurulu düzen yanlıları ile kurulu düzen karşıtlarının, günlük dilde
kullandığımız sistem kavramına bir parça değer yargısı bulaştırmış oldukları
söylenebilir. Sistem kavramı gerçekten de düzeni, intizamı ve hatta bu
nizamın korunmasını, sürdürülmesini anlatmaya daha yatkındır. Bununla
birlikte bir perspektif olarak sistem kuramının birçok disiplini etkilemeye
devam ettiği, toplumsal bütünü betimlemek amacıyla öteden beri sistem
kuramından yararlanıldığı bilinmektedir.
Toplumun, diğer tüm sistemlerden daha dingin ve gelişkin olduğu
aksiyomundan hareketle, bu çalışmada; sözü edilen perspektife uygun olarak
baskı gruplarının toplumsal bütün içindeki konumlarına belirginlik
kazandırılmaya çalışılmaktadır.
En yalın ifadeyle birçok parçası olan her bütün bir sistemdir. Tıpkı
"lego" oyuncağı gibi, parçalar, çeşitli şekillerde ve anlamlı bir biçimde bir
araya getirildiğinde, bir sistem oluşturmaktadır. Sözgelimi otomobil mekanik
bir sistemdir. Lastik, kaporta, motor, döşeme, boya v.s. parçalarının belirli
bir düzen ve intizamla, birbirlerinin işine yarayacak (ya da kendilerinden
beklenen işlevi görecek) bir ilişki ağı ile bir araya getirilmişlerdir.
Otomobilin motoru (alt sistemi) da bir sistemdir. Marş motoru, karbüratör,
buji, beyin, platin v.s. gibi parçalardan oluşan bir bütünüdür.
Bu basit ve cansız sistemlerde göze çarpan ilk özellik birbirlerine olan
bağımlılıktır. Bir parça gerektiği gibi çalışmadığı zaman sistemin tümünü
*
Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
62
olumsuz etkilemektedir. Canlı ve organik bir sistem olan insan bedeninin en
küçük parçaları atom ve atom altı parçacıklardır. Atomlar hücreleri, hücreler
organları, organlar vücudu oluşturmaktadır. Vücudun her bir ögesinin bir
işlevi vardır ve bu ögeler, işlevlerini gerektiği gibi ve sürekli yerine
getirebilmek için bir yapı oluşturmaktadırlar.
Topluma da ayni perspektifle bakılmaktadır. Dinamik bir süreç içeren
toplumsal yapı, sürekli yenilenmektedir. Gurvitch'in deyimiyle toplumsal
yapı sürekli olarak organize, deorganize, reorganize olmaktadır ki, toplumu
diğer tüm sistemlerden dingin ve değişken kılan bu özelliğidir.
Demek ki toplum sadece bireylerin bütününden ibaret değildir.
Gruplar, kurumlar, sosyal olgu ve olaylar, toplumu dingin ve değişken
kılmaktadırlar. Bu ögeler arasındaki etkileşim, toplumsal yapıya canlılık
kazandırmaktadır ve bu canlılık, toplumsal sistemin negantropy kaynağıdır.
Bu yaklaşıma uygun bir bakış açısıyla, baskı gruplarını ele alan bu
çalışmanın da varsayımı şudur: Toplumsal sistemin varlık koruma alt sistem
işlevi ile baskı grupları; onun, negantropy yeteneğini işletip geliştirmekte ve
toplumsal yapının dingin, değişken kılınmasını sağlamaktadırlar.
Sosyal işlev
İşlev terimini, toplumu oluşturan herhangi bir ögenin, toplum içindeki
bir başka öge veya ögelerin herhangi bir ihtiyacını karşılayacak biçimde
çalışması olarak basitçe tanımlayabiliriz. Demek ki toplumu oluşturan birey,
grup, kurum, yapı, olgu, olay gibi çok çeşitli ögelerden birisi, diğer bir öge
ya da ögelerin ihtiyaç duyacağı bir işi (hizmeti) yerine getirmek için
çalışıyorsa, bir işlev görüyor demektir. Herhangi bir toplumsal ögenin işlevi
yarar sağladığında, bu işlev kurumsallaşmakta ve yapı haline dönüşerek
süreklilik kazanmaktadır. Gözlemlenebilecek biçimde somutlaşan işlev
böylece denetim altında tutulabilir hale gelmektedir. Denetim; söz konusu
kurum veya yapının, kendisi için öngörülen işlevi gerektiği gibi yerine
getirip getirmediğini ya da zaman içinde difonksiyonel hale gelip
gelmediğini gözlemek için gereklidir. Böyle bir durumda sosyal işlevin
yeniden kurumsallaşması söz konusu olacaktır. Zira toplumun diğer ögeleri
İletişim 2002/14
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
63
toplumu sürekli değişime, yeniden yapılanmaya zorlamaktadır. Nitekim
toplumun bizatihi varlığının bir göstergesi ve toplumun kendine özgü bir
birimi olan sosyal olgu, böyle bir ögedir. Sosyal olguların ihtiyaç duyduğu
işlevler, toplumda sürekli olarak yeni kurumların ve yeni yapıların vücut
bulmasını gerekli kılmaktadır.
Sosyal Olgu
Bir makinanın parçası, aşınma süresini tamamlayıncaya kadar
çalışmaktadır. Aşınma süresi sonunda yenilenmekte, değiştirilmektedir. Yani
tümüyle kontrol ve denetim altında tutma imkanı vardır. Oysa toplumda bu
imkan yoktur. Kalp veya ciğerler ana rahminde cenin biçimlenmeye
başladığından itibaren doğal olarak bir işlev yükümlenmektedir ve
kontrolumuz dışında bir süre çalıştıktan sonra işlevine son vermektedir.
Sosyologların sui generis (nev-i şahsina münhasir) olmakla tavsif ettikleri
sosyal olgular da böyledir. Ama daha karmaşık, daha denetlenemez bir
niteliğe sahiptirler. Durkheim sosyal olguyu; birey üzerinde baskısı
hissedilen, bireysel görünüşlerden bağımsız, kendine özgü bir varlığı olan,
belli bir toplum sahasında genel olan her şey olarak tanımlamaktadır.
Gurvitch'e göre sosyal olgular, sosyal yapı ve kurumların kaynağıdır. Yapı
ve kurumlardan önce vardır ve onları kolaylıkla aşabilmektedirler. Daha da
önemlisi sosyal olgu, konjonktür yaratıcı etkileriyle sosyal yapı ve kurumları
değişime zorlamaktadır.
Örneğin, toplumun temel özelliklerinden biri siyasetle ilgilidir. Her
toplumun güvenliğe ihtiyacı vardır. Belirli bir düzene tabidir. Yasalar,
kurallar ve davranış kalıpları geliştirilmiştir. Toplumun içindeki bazı bireyler
diğerlerini yönetmekte, çevresinde etkili olanlar etrafında gruplar
oluşturmakta ve yönetsel kimi fonksiyonlar icra edilmektedir. Kısacası
toplum; güvenlik, korunma, sevk ve idare, huzur ve düzeni sağlama, hatta
sağlık, eğitim gibi kimi ihtiyaçları karşılayabilmek için kurumlar ve yapılar
meydana getirmektedir. Birçok insanın bir arada yaşaması belirli bir düzeni
gerektirmektedir. Bu sosyal bir olgudur. Bu sosyal olgu hiyerarşik bir
yapılanma ile kurumlaşmaktadır. Bu kurumlar gelenek - görenekler, yasalar,
İletişim 2002/14
64
Cengiz ANIK
kültürel normlar gibi çeşitli biçimlerde kendini göstermektedir. Gene
yönetim her toplumda söz konusu edilmesi gereken bir sosyal olgudur. Bu
olgu kimi toplumlarda riyaset, kimilerinde şeflik, kimilerinde devlet olarak
karşımıza çıkmaktadır. Demek ki sosyal olgu her toplum için geçerlidir.
Ancak toplumlar doğal ve fiziksel, sosyo-kültürel, bireysel birtakım
etkenlerle bu sosyal olguları farklı biçimlerde kurumlaştırmaktadır.
Toplumun bir diğer özelliği ekonomik yönü ile ilgilidir. Her toplum
giyecek, yiyecek, barınak ve diğer bir çok ihtiyaçlarını karşılamak için
üretimde bulunmakta ve bu ürünler belirli bir biçimde paylaşılmaktadır. Her
toplumda üretmek ve paylaşmak sosyal bir olgudur. Bu olgu, toplumlara
göre farklı biçimler almaktadır. Sözgelimi insanlar Orta Asya'da kıl çadırda,
Afrika'da samandan, kutuplarda buzuldan evlerde barınabilmektedir. Kırsal
kesimlerde evler, avlu içinde geniş aileleri barındıracak biçimde inşa
edilmektedir. Kentlerde ise insanlar çok katlı apartmanların, 50-60 m2'lik
dairelerinde barınmaktadırlar. Bazı toplumlar potlaç, infak gibi kurumlarla
paylaşıma sosyal bir meşruluk kazandırırken; gene bazı toplumlarda birikim
esas alınmaktadır. Her toplumda üretim, paylaşım ve dayanışma sosyal bir
olgu olarak geçerliliğini korumakta, ama kurumlaşmalarında farklılıklar
gözlenmektedir.
Bu iki özellik, fiziksel ve doğal çevreyle, sosyo-kültürel ve bireysel
çevreye göre çeşitli biçim ve içerik aldiği gibi; ayni iki özellik, toplumun
fiziksel - doğal ve sosyo-kültürel çevresini değiştirebilmekte,
şekillendirebilmektedir. Bu etkileşim çeşitli yapı ve kurumlarla
gerçekleşmektedir. Unutulmaması gereken, yapı ve kurumları olmasa da
sosyal bir olgunun yapı ve kurumların işlevine muhtaç olmasıdır. Toplum,
herhangi bir üretim biçimi geliştirmemiş olsa da üretmek olgusunun yol
açacağı bir işleve ihtiyaç duyacaktır. Tıpkı bir ailenin barınacak bir yeri
olmamasına rağmen barınmaya ihtiyaç duymak zorunda olması gibi.
Sonuç olarak toplumsal sistemde, birer alt sistem olarak, belirli
bir sosyal olgudan kaynaklanan yapı ve kurumlar meydana gelmekte
ve onlar belirli işlevler yüklenmektedir. Aynı sosyal olgu, yarattığı
konjonktürel etkilerle, toplumsal işlevin içeriğini değiştirmekte ve doğal
İletişim 2002/14
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
65
olarak da bu işlevi görecek yeni yapı ve kurumların yaratılmasına yol
açmaktadır. Bu şekilde toplum negantropik bir özellik kazanmakta ve
kendini “kararsız denge”de tutmaktadır.
A- SİSTEM KURAMI
1. Sistem Kavramı
Sistem kavramı en genel anlatımla parça ile parçalardan meydana
gelen bütün arasındaki ilişkileri anlatmaktadır. Bu kavram "... esas itibariyle
parçalar arasında muntazam ilişkilerin varlığı anlamına gelen, eskiden beri
kullanılan bir kavramdır" ve "...sistem, gerek birbirleriyle, gerekse değişen
çevreleriyle devamlı ilişkileri olan ve aralarında kuvvetli bir dayanışma
bulunan unsurların birleşmesinden meydana gelen, belirli bir hüviyeti
bulunan bütün" (Dicle ve Dicle, 1969: 86) anlamına gelmektedir. Tanıma
göre sistem, kendinden daha küçük parçalardan meydana gelen bir bütün
olup kendini oluşturan parçalara göre bir üst sistem, parçalar da sisteme göre
bir alt sistemdir. Sistemler, üst ve alt sistemler arasında dinamik ilişkiler
bulunmaktadır. Ayrıca her sistem ilişki ağı kurduğu bir çevreye sahiptir.
Sosyal sistemler diğerlerine oranla daha açık sistemlerdir. İlişkilerinin
yoğunluğuna göre sınırlara sahiplerdir ve bir sistemin parçaları ile ilişkisi,
çevresi ile ilişkisinden daha yoğundur. Böylece sistemler hem çevrelerini
etkilemekte hem de çevrelerinden etkilenerek değişime uğramaktadırlar.
Varlıklarını sürdürmek ve korumak için sistemlerin çevreden girdi
ithal etmeleri, çevrelerine çıktı ihraç etmeleri ve çevreye uyarlanıp çevreyi
kendilerine uydurmaları gerekmektedir. Bu dinamik etkileşim sistemleri
sürekli kararsız dengede tutmaktadır. Her sistemin amacı, işleyiş normları,
kuralları ve kendini tanımladığı bir hüviyeti bulunmaktadır.
2. Genel Sistem Kuramı
1930'larda Genel Sistemler Kuramı, Avusturyalı biyolog Ludwig Von
Bertallanfy tarafından, "bütün disiplinlerin bir genel sistem içinde
düşünülebileceği, başka bir ifade ile bütün disiplinleri yöneten kuralların
aynı kurallar olduğu savunularak" (Sözen, 1980: 50) ortaya atılmıştır.
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
66
Bertallanfy, kuramını tanımlarken onun gerekliliğini ve özelliğini şöyle
anlatmaktadır:
"... kimya, biyoloji, psikoloji ve toplumbilim gibi klasik
bilimin farklı disiplinleri, gözettikleri dünyayı parçalara
ayırmaktadır. -kimyasal bileşikler, enzimler, hücre, ilkel
duyular, bireyler gibi bu ögelerin sonradan, kavramsal
veya uygulamada bir araya getirilmesiyle, - hücre,
düşünce, toplum gibi bütün sistemlerin anlaşılabileceği
sanılmaktadır. Ancak anlaşılmıştır ki, bir sistemi
tanımak için onun oluşturduğu parçalar kadar, bu
parçalar arasındaki karşılıklı etkileşim ilişkisi de
önemlidir. Örneğin hücre içindeki enzim ilişkisi, bilinçli
veya bilinçsiz davranışları, onlar da toplumsal sistemin
dinamiğini oluşturur. Bu gerçek, çevremizdeki dünyanın
içinde varolan sistemlerin kendi bütünlükleri içinde ele
alınmasını gerektirir. Genel Sistem Kuramının uğraş
alanı bu bütünlüklerin saptanmasını kapsar." (Ural,
1980;51).
Açıklanan bu özelliklerine göre genel sistem kuramı atom ve atom altı
parçacıklardan itibaren galaksiler ve yıldız sistemlerine kadar tüm kainatı ağ
gibi birbiriyle örülmüş ilişkilerden ibaret bir sistem olarak görmektedir.
Sistem kuramının olgulara bütüncül yaklaşımı, daha çok değişkeni analize
dahil etme imkanı doğurduğundan kullanımı için çeşitli gerekçeler ortaya
çıkarmaktadır.
Birincisi, çevre koşullarıyla ilişki ağı ıskalanmadığı için, olgu ve
olayların nedenleri daha net görülebilmektedir. İkincisi, bir bütünün
parçalarının ayrı ayrı gözlemlenmesi; bütün ve parçalarla ilişkili olguların
açıklanması için yeterli değildir. Parçaların bütüne ait bir alt sistem gibi
düşünülmesi ile, bütün ve parçaların olgusal özellikleri açıklanabilmektedir.
Üçüncüsü, Sistem teorisinin geliştirilmesi, bütün insan davranışlarını
açıklamaya yönelik genel bir teori bulma arzusuna hizmet etmektedir
(Tekeli, 1971: 4-5).
İletişim 2002/14
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
67
Buna göre en geniş anlamıyla evren, ilişkiler ağından oluşan bir
bütündür. Böylece parçalarıyla dinamik etkileşim içinde bulunan evrene
topyekün bakma imkanı doğmaktadır.
Bu yaklaşım, çatışan çıkarların aslında, dolaylı yollarla birbirine
hizmet ediyor olabileceği hususlarında da ipuçları vermektedir. Sözgelimi
işçisine çok para veren patron, ekonominin canlanmasına katkıda bulunarak
kendi pazarını da tetiklemektedir. Ekonomik ortam böylece yatırım yapmak
için cazip hale gelmektedir. İşçi sendikalarının işçi adına işverenlerin
karşısına çıkmaları, işvereni uzlaşmaya zorlamaları, daha fazla sayıda
tüketicinin alım gücünü arttırdığı için uzun vadede işverenlerin de işine
yaramaktadır. Gene, çalışma koşulları, süreleri v.s. gibi sosyo-politik
önlemler işletmelerin rantabilitelerini arttırmıştır. Çatışıyor gibi görünen
çıkarların dolaylı yollarla birbirlerine hizmet ettiklerinin ortaya çıkartılması,
böylesine bütüncül bir yaklaşımı ve daha çok değişkeni hesaba katmayı
zorunlu kılmış; genel sistem kuramı bu imkanı sağlamıştır.
3. Genel Sistemin Nitelikleri ve Çeşitleri
Genel sistemin niteliklerini dört başlıkta özetlemek mümkündür
(Sözen, 1980:51) Bunlardan ilki karşılıklı bağımlılıktır. Sistemi oluşturan
parçaların karşılıklı ilişkilerine vurgu yapan bu nitelik, ilişkilerin belirleyici
karakterini öne çıkararak, sistem içindeki düzene atıf yapmaktadır. İkinci
nitelik denge ve durağanlık ise, sistemi oluşturan parçalar arasındaki uyumu
ifade etmektedir. Sistemin “enerjik girdileri" güçlerini yitirdiklerinde, 'yeni
enerjik girdiler' sağlanana kadar, sistem içinde bir durağanlık ve denge
ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte denge halinde sistem potansiyel olarak,
her an, yeni bir devinimi yaratacak güce sahiptir. Üçüncüsü homeostasis ve
negantropy’dir. Homeostasis, sistemin değişen her koşulda parçaları
arasındaki uyumu sağlayarak, yeni bir denge konumuna ulaşma eğilimidir.
Biyolojik organizmaların uyum sağlama ve varlığını koruma, sürdürme
eğilimi evrimsel bir gelişmeyi sağlamıştır. İnsan organizmasının değişik
doğa ve diğer çevre etkilerine karşı gösterdikleri fizyolojik ve psişik tepkiler
homeostasis yoluyla uyum sağlama olarak ifade edilmektedir. Negantropy
ise, negatif entropy sözcüğünün kısaltılmışıdır. Entropy, durağanlık sonucu
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
68
sistemlerin tükenmesini; sahip oldukları devinim gücünü yitirmelerini
anlatmaktadır. Termodinamiğin ikinci yasası olan bu duruma göre sistem
içinde kendiliğinden homeostasis bulunmamaktadır. Sistemde homeostasisi
yaratan olgu, sisteme yönelmiş enerjik girdilerdir. Bu açıklama, açık sistem
düşüncesini yaratmaktadır. Açık sistemler, enerjik girdileri sağlayabilme
düzeneğine sahip olduğu için entropi'yi durdurabilecek potansiyel
içermektedirler. Buna ters entropy veya negantropy adı verilmektedir.
Negantropy, alt sistemler (veya parçalar) arasında belli bir dengeyi
sağlayarak sistemin durağanlıktan kurtulmasına ve bir dengede uyuma
ulaşmasına neden olmaktadır. Biyolojik sistemlerde bu mükemmel değildir.
Ancak toplumsal sistemlerde negantropy'nin mükemmel olduğu veya
mükemmele yaklaştığı söylenebilir. Özellikle toplumsal sistem büyüdükçe
negantropy artmakta ve homeostasis eğilimi güçlenmektedir. Genel
Sistemlerin dördüncü niteliği, neden sonuç ilişkileridir. Özellikle mekanik
sistemlerde belirli bir neden - sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Ayni nedenler
daima aynı sonuçları yaratmaktadır. Çünkü mekanik sistemlerde sistemi
devinime geçiren güçler, diğer canlı veya organik sistemlerden daha az
karmaşıktır.
Öte yandan sistemler çeşitli alt ve üst sistemlere ayrılabilmektedir.
Sistem içinde işlevselliğin arttırılması için çeşitli alt sistemlerin kurulması
gerekmektedir. Örneğin bir imalathanede teknik birim, atölye, idare,
ambalajlama, pazarlama vb. birimler imalathanenin alt sistemleri;
imalathanenin bağlı olduğu sektör, endüstri dalı ve piyasası da onun üst
sistemleridir. Aynı pazara mal süren diğer işletmeler ise bu işletme için çıktı
üreten başka sistemlerdir.
"Toplumsal sistemler, açık sistemler olarak, başka
toplumsal sistemlere bağımlıdırlar; alt sistemler,
sistemler veya üst sistemler olarak tanımlanmaları
işlevlerini yerine getirmede sahip oldukları özerkliğe ve
araştırmacının özellikle ilgilendiği şeye bağlıdır.
Toplumsal açıdan örgüt, bir veya daha çok sayıda geniş
sistemin bir alt sistemidir ve onlara olan bağlantısı veya
İletişim 2002/14
69
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
bütünleşmesi kendi çalışma yöntemi ve eylem düzeyini
etkiler" (Katz ve Kahn, 1977: 20).
Sistemleri; alt sistemler, sistemler ve üst sistemler olarak ayırmak,
ilişki ve iletişim ağı ile birlikte, her sistemin belirli ve kendine has işlev,
işlerlik ve özerkliğe sahip olduğunu göstermektedir. Zira her sistem, daha
işlevsel olabilmek için kendine çeşitli alt-yapısal sistemler kurmaktadır. Her
alt sistem belirli bir rol üstlenmekte ve sistemle bağlantılı olarak
çalışmaktadır. Ancak her sistemin kendi alt sistemini işletme stratejisi
bulunmakta, alt sistemler bu strateji çerçevesinde faaliyet göstermektedir.
Sistem ayrıca, kendi dışındaki sistemlerle de iletişim kurmaktadır. Ancak
kendi alt ve üst sistemlerine göre dışsal sistemler, birbirlerine karşı duyarlı
olmalarına rağmen daha özerk bir hüviyete sahiplerdir.
Hayati önem arz eden enerji, bilgi ve madde girdisini sistemler,
iletişim süreci ile temin etmektedirler. Bu süreç sistemin temel
karakteristiğini göstermektedir. Sistem çevreyle iletişim kurarak varlığını
kabul ettirmekte, sürdürmekte ve çevreyle kurduğu geri bildirimle çevreyi
kontrol etmekte ve
en önemlisi kendisini çevreye uyarlamaktadır.
"Başkalarına karşı eylemlerimizin ve onların bize karşı eylemlerinin çoğu
tümüyle veya bir parçaları ile, sözlü anlatıma dönüşsün veya dönüşmesin,
bildirimsel eylemlerdir" diyen Katz ve Kahn (1977: 245), insan örgütlerinin
enerjisel sistemler olduğu kadar, bilgisel sistemler olduğunu ve her örgütün
bilgi alma ve kullanma zorunluluğunu vurgulamaktadır. Ona göre toplumsal
sistemleri fiziksel veya biyolojik sistemler gibi görmek yanlıştır. Çünkü
toplumsal sistem fiziksel sistemlere göre daha açık bir sistemdir. Sistemi,
birimlerinden ziyade ilişkiler oluşturmaktadır ve bu sayede parçalarını
kolaylıkla değiştirip, yenileyebilmektedirler. Bu nedenle toplumsal sistemler
sürekli olarak hem üretim hem de varlık koruma materyali almaktadırlar.
"Varlık koruma girdileri sistemi ayakta tutan enerji alımlarıdır; üretim
girdileri üretken bir sonuç verecek biçimde işlenen enerji alımlarıdır " (Katz
ve Kahn (1977: 35). Bu sınıflandırma konumuz açısından önem arz
etmektedir. Zira toplum mal ve hizmet üreten örgütlerin ürünleriyle
enerjisini temin etmekte, baskı ve menfaat grubu gibi isimlerle tavsif edilen
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
70
ve sadece bilgi üreten sivil toplum örgütleri sayesinde de varlık koruma
girdilerini temin etmekte, hayatiyetini bu sayede sürdürebilmektedir.
B- BASKI GRUPLARININ ROLÜ VE ÖNEMİ
Çoğulcu siyasal sistemde baskı gruplarının nitelik ve rollerini
serimlemek; onların, toplum için varlık koruma çıktısı ürettiğini görmek
açısından önem arz etmektedir. Nitekim siyaset bilimciler, baskı gruplarının
nitelik ve rollerine ilişkin öteden beri vurguda bulunmaktadır. Sistem kuramı
ise bu nitelik ve rollerin, bir organizmanın kendi kendini onarmasına benzer
bir işlev olduğuna dikkatleri çekmektedir.
1. Baskı Gruplarının Tanımı, Nitelikleri
a) Tanımı
"Görünmez hükümet "(Abadan, 1959: 236) ya da "özel devlet
"(Lipset, 1986: 355) yakıştırmasını hak edecek kadar toplumların siyasal
hayatlarında rol oynayan, "devlet kudretini tahdit eden bu sosyal kuvvetler"
(Abadan, 1959: 233), belirli menfaatler etrafında toplanmışlardır ve
seçimlerde genel oyla ortaya çıkan çoğunluk iktidarının denetimini kesintisiz
olarak yerine getirmektedirler ve mozaikleşmiş sosyal yapıda, yönetenlerle
yönetilenlerin karşılıklı etki-tepki süreci içinde, temas halinde kalma
zorunluluğunun (Dönmezer, 1982: 386) sonucunda ortaya çıkmışlardır. Her
insanın, “belirli çekirdekler etrafında kümeleşen menfaatleri vardır"
(Dönmezer, 1982: 386) ama bir takım menfaatler etrafında toplanan her
gruba baskı grubu adı verilmemekte, örgütlenmiş olma kriteri esas
alınmaktadır. "Menfaat grubu tabiri ile; her modern ve girift bünyeli
cemiyette faaliyet gösteren, diğer gruplardan muayyen taleplerde bulunan,
müşterek tavırlara sahip bir topluluk kast edilmektedir" (Abadan, 1959:
233). Başka bir ifadeyle, "menfaat grubu; aralarında bir menfaat ortaklığı
bulunan insanlardan meydana gelmiş, bu ortaklaşa menfaatin şuuruna ermek
bakımından geri, aktif bir şekilde çalışmasını sağlayacak teşkilattan yoksun
bir kümedir" (Aybay, :272). Buna göre menfaat gruplarında birlik bilinci
İletişim 2002/14
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
71
yoktur. Aktif bir şekilde çalışma göstermelerini sağlayacak örgütten
yoksundurlar. Baskı gücü işlevini yürütebilecekleri disipline sahip
değillerdir ve kamuoyunu etkileme şansları sınırlıdır (Aybay, :272).
Kuşkusuz ki, menfaat gruplarının siyasi amaçlı olmayanları da mevcuttur.
Bu nedenle "menfaat mevhumunu sadece maddi veya iktisadi hususlara
hasretmeyip, en geniş manada anlamak gerekir" (Abadan, 1959: 235).
Menfaat amacıyla bir araya gelen grup üyeleri yasama organının
çalışmalarına etki etmek ve bazı kanunların yürürlük kazanmasını sağlamak
veya engellemek, geciktirmek; bürokratik kademelerin oluşumunda etkili
olmak, kamuoyunun gündemini teşkil etmek ya da kamuoyunun gündemini
yönlendirmek; yasama, yargı, yürütme otoritelerinin çalışmalarını etkilemek
amaçlarıyla; işlevlerinin bilincine vakıf bir biçimde örgütlenerek, sistematik
propaganda faaliyetlerine girişmeye başladıkları andan itibaren birer baskı
grubu haline gelmektedirler (Abadan, 1959: 234). Örneğin bir üretici birliği,
potansiyel müşterilerini kendi üyeleri arasında paylaştırdığı zaman, sadece
bir menfaat grubudur; ama aynı grup, hükümeti ve kamusal otoriteleri
grubun çıkarları doğrultusunda ikna etmeye çalışıyorsa ve bu amaçla
birtakım faaliyetlerde bulunuyorsa baskı grubuna dönüşmektedir. "Kısacası
baskı grupları, menfaat gruplarının özel bir türüdür"(Daver, 1985: 167). "Şu
halde menfaat grubu tabiri, gayet geniş olup, baskı grupları ile onların
gayelerini sistematik bir şekilde gerçekleştirmeye çalışan kanun simsarlarını
da (lobbyist) kapsamaktadır" (Abadan, 1959: 235). Lobbyistlerle baskı
grupları arasındaki en önemli fark da şudur: Lobbystler bizzat kanun
koyucuya "direktif verme"(Abadan, 1959: 235)kte, parlamento üyelerine,
devlet memurlarına, yargıçlara rica, rüşvet, yardım vaadi ve hatta tehditle
baskı uygulamaktadırlar (Aybay, :274). Baskı grupları ise, "kendi bünyesine
dahil menfaat gruplarınca güdülen istikamette tesir ve tazyik icra etme"
(Abadan, 1959: 235) ktedirler.
Grupları niteleyen menfaat ve baskı kavramları arasında da, davranış
ve yöntem farkı bulunmaktadır ve etkileme faktörü baskı grubunu niteleyen
bir deyimdir. Bu yüzden menfaat (enterest) grupları ile tutum (attiude)
grupları arasında da bir ayrım yapmak gerekmektedir. "Baskı grupları, ortak
menfaatler etrafında birleşen ve bunları gerçekleştirmek için siyasal
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
72
otoriteler üzerinde etki yapmaya çalışan gruplar" (Kapani, 1985: 152)’dır.
Baskı grubu deyiminin günlük politik dile yerleşmiş olduğunu belirten
Meynaud (Basso, 1983: 3) da benzer bir tanım vererek, ideolojik ve
ekonomik çıkarların korunması ve kollanması amacıyla siyasal iktidar
üzerinde çeşitli etkin mücadelelerin sistematik olarak yapılması veya bu
işlevin açıklanması amacıyla baskı grubu deyiminin kullanıldığını ifade
etmektedir. Üyelerinin çıkarlarını korumak ve kollamak için örgütlenmiş
grup, siyasete karışıncaya kadar çıkar (menfaat) grubu, karıştıktan sonra da
baskı grubu oluyor" görüşüne 'karşı' çıkan Akad (1976: 64), konuya, 'baskı',
'çıkar' sözcükleri aracılığı ile değil, doğrudan çoğulcu toplumda grupların
yeri ve rolünü ortaya koyarak yaklaşmak gerektiğini savunmaktadır. Nitekim
Lipset (1986: 59), "herhangi bir demokrasinin istikrarı, sadece ekonomik
gelişmeye değil, siyasal sistemin etkililiğine ve meşruluğuna da dayanır"
demektedir. Ona göre etkililik "sistemin gerçekteki başarıları", meşruluk ise,
siyasal sistemin, toplum nezdindeki tüm kurum ve kurallarıyla kabul ve onay
görmesidir. Toplumlar kritik ve geçici bir değişim süreci atlatmıyorlarsa;
toplum içindeki bazı sosyal grupların siyasal sürece veya yönetsel karar alma
sürecine katılmamaları, siyasal sistemin meşruiyetini olumsuz etkileyen
önemli bir faktördür.
"Genel olarak, bir siyaset sisteminin kabul edilebilir
ölçülerde etkililik gösterdiği hallerde bile, başlıca tutucu
grupların statüsü tehdit edilir ya da can alıcı sıralarda
ortaya çıkan grupların siyasete katılmaları önlenirse,
meşruluğun varlığı şüpheye girer. Öte yandan, etkililiğin
sürekli olarak ya da uzun bir süre için adamakıllı
azalması meşru bir sistemin bile istikrarını tehlikeye
koyar" (Lipset 1986: 62).
Başka bir deyişle siyasal sistemin meşruiyet göstergesi sayılabilecek
olan, çatışmalarla varılan uzlaşma ve uyum noktası; 'talep'lerle 'destek'
girdilerinin siyasal sistemi ‘kararsız denge’de tutması anlamını ifade
etmektedir. Zira, "gruplar, siyasal bir sistemi, o sistemin değerlerinin kendi
değerleriyle uyuşup uyuşmamasına göre, meşru sayar veya saymazlar"
(Lipset 1986: 62). Bu yolla meşruiyetin sağlanması toplum üzerindeki
İletişim 2002/14
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
73
egemenliğin paylaşılması sonucunda mümkün olduğu için, baskı gruplarının
fonksiyonları kendiğilinden artmaktadır.
Sonuç olarak toplum - devlet ikilisi arasında "eş yönlü" etkilerle
(Soysal, 1965) ortaya çıkan işbirliği ve anlaşma; baskı gruplarının kısmi
çıkarları doğrultusunda sürekli faaliyet göstermeleri, yönetenlerin
yönetilenlere duyarlılık göstermelerini temin etmeleri ve bu yönde
kamuoyunun oluşumunu sağlamaları, kısacası siyasi arenada sürekli rol
oynamaları ile gerçekleşmektedir.
"Bu nedenle baskı grubu dendiğinde, toplumdaki çeşitli sosyal
güçlerin bilinçli biçimde örgütlenerek kendi çıkarları doğrultusunda,
toplumsal çıkarları iktidara iletmesi ve onunla karar verme işlemini
paylaşarak, kitlenin gerçek iradesini belirleyen ve yönetime meşruluğu
kazandıran çoğulcu gruplar "(Akad (1976: 66) anlaşılmaktadır.
b) Nitelikleri
Baskı grubu deyimi ilk defa Birleşik Amerika'da 1925 yılında
Washington'da yayınlanan birkaç gazete tarafından uydurulmuştur. Birkaçı
de menfaat grubu (interest group) terimini kullanmayı tercih
etmiştir(Meynaud, 1958: 11). Günümüze kadar siyasal işleyişin açıklanması
doğrultusunda yapılan çalışmalardaki gelişmelere paralel olarak, plural grup
olarak tanımlanıp, kavram üzerindeki tartışmalardan çok, işlevleri ve
nitelikleri üzerinde yoğunlaşılan baskı grupları, diğer sosyal olaylar içinde
en çok, üç temel niteliği ile dikkatleri çekmektedir(Basso, 1983: 11-13):
Baskı grupları a) örgütlü bir cemaatin veya grubun varlığını işaret
etmektedirler, b) bir çıkar mevhumunu ve bu çıkarın korunması,
kollanmasını tanımlamaktadırlar ve c) siyasal sistem üzerine becerikli, etkin
bir baskı uygulamaktadırlar.
Sosyal, ideolojik, ekonomik ve yapısal açılardan farklı topluluklar
olan baskı grupları; kendi istekleriyle bir araya gelerek, kaydolma ya da
fiilen iştirak yoluyla örgütlenmektedirler. Cemaat olma özellikleriyle bu
gruplar, aynı zamanda, bilinçli bir topluluk özelliğine sahiptir ve "bilinçli
sözcüğü
burada
kişilerin
isteyerek
ve
iradeleriyle
katılımı"
gerçekleştirdiklerini belirtmektedir. Örgüt kelimesi ise, "farklı güçlerin belli
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
74
yönetim ve denetim organlarına sahip olduklarını göster "(Akad, 1976:
67)mektedir. Çıkar kavramı, tek tek bireyler olduğu kadar "toplumun global
çıkarı" (Akad, 1976: 67), "kamu yararını" (Dönmezer, 1982: 390) da
kapsamaktadır. Baskı grupları, çıkar kavramı etrafında hem kamuoyunu
oluşturmakta, kamuyu bilgilendirmekte, onları aydınlatmakta ve
faaliyetlerini haklı gösterecek bir fikir iklimini oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Hem de kendi üye ya da hedef kitlelerini eğitmekte, aydınlatmakta, motive
ve gerektiğinde manipule etmektedirler. Bu durumda çıkar kavramı sadece
aşağıdan yukarıya bir hareketin açıklanmasını değil, aşağıya "kitleye dönük
bir faaliyeti "(Akad, 1976: 68) de kapsamaktadır.
Nihayet 'etki-beceri-baskı" kavramları, siyasal sistemin canlılığını ve
oluşan dengelerin dinamizmini göstermektedir. Sistem çevre
etkileşimlerinin sonucu olarak toplumsal sistem, Gurvitch'in belirttiği gibi,
konjonktürel dalgalanmalarla sürekli bir yapılaşma – yapısızlaşma - yeniden
yapılaşma hareketi içinde gelişmekte ve tekamül etmektedir. Bu roller
çerçevesinde baskı gruplarının ifa ettiği görevler şöyle özetlenebilir:
i. Baskı grupları bir kanunun kabulü veya reddi için yasama organını
etkilemeye çalışmakta, hatta kimi zaman kanun tasarılarını bizzat
hazırlayarak kanunlaşmasını sağlamak için faaliyet göstermektedir.
ii. Kendisiyle ilgili kuruluşlara bütçeden yeterli ödenek ayrılmasını
temin etmeye çalışmaktadır.
iii. Bürokratlar üzerinde baskı uygulayarak, idari kuruluşları çıkarları
doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktadır.
iv. Bazı komisyonlar vesilesiyle birtakım müşavirlik hizmetleri ifa
etmektedir.
v. Belirli bir ölçüde yargıyı ve mahkemeleri etkilemeye çalışmaktadır.
vi Kamuoyunun gündemini kurmakta, belirli konularda kamuoyu
oluşturmakta ve kamuoyuna bilgi verilmekte, onları aydınlatmaktadırlar.
vii. Zaman zaman, gizli ya da açık, yönetim ile yönetilen arasındaki
perdelerin aralanmasını ve yönetimin şeffaflaşmasını temin etmeye
çalışmaktadırlar.
İletişim 2002/14
75
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
viii. Uluslararası birtakım örgüt ve kurumlarla ilişkiler içinde
bulunmakta ve uluslararası diplomaside kendi toplumları lehine roller
üstlenmektedirler.
ıx. Kendi sahalarıyla ilgili bilimsel çalışmalar yürütmektedirler.
x. Üyelerini amaçları doğrultusunda motive etmekte, eğitmekte,
aydınlatmakta ve bilinç aşılamaya çalışmaktadırlar.
xi. Siyasal partilerle belirli ilişkiler kurarak, siyasal hayatta doğrudan
ya da dolaylı rol oynamaktadırlar.
xii. Üyelerine sosyal ve kültürel bir kimlik, cemaat şuuru aşılayarak,
birlikte hareket etme ve tavır gösterme tatmini sağlamaktadırlar.
Gerektiğinde üyelerini disipline bir kitle gibi kullanmaktadırlar.
Bu görevleri belirli düzeylerde yerine getiren baskı gruplarının
güçleri; a) üye sayıları, b) mali kaynakları, c) örgütleri, d) sosyal statüleri
(Daver, 1985: 171) e) üyeler arasındaki dayanışma duygusu ve f)
kamuoyunu etkileme (Aybay :279) becerileri oranında farklılık göstermekte
ve bu sonuncusu onların sahip oldukları bütün güçleri belirli bir hedefe teksif
etmelerini sağlayabilecek kadar önemli bir avantaja sahip olduklarına işaret
etmektedir.
Kısacası her baskı örgütü, özgür bir ortamda faaliyet gösterdiği
takdirde siyasal sistem için olduğu kadar, aynı menfaatler konusunda da
birbirleri için denge ve denetim unsuru olacaklardır. Sözgelimi aynı
işkolunda örgütlü iki sendika arasındaki, üyelerini en iyi temsil ve onlara
hizmet rekabeti, çıkar gruplarının işlevlerini daha etkin hale getirecektir.
Ortak çıkarlar (meslek örgütleri gibi) ya da ortak tutumlar (ideolojiksiyasal örgütler) veya maddi ya da manevi nedenlerle, her ne şekilde
örgütlenmiş olursa olsun baskı grupları, toplumsal sistemin varlık koruma alt
sistemleri olarak düşünülebilir. Zira, Lipset'in dediği gibi meşruiyet
etkililikle sağlanmaktadır. Etkililik; sistemin alt sistemlerini, alt sistemlerin
de sistemi etkilemesini, yani 'etkileşim'i anlatmaktadır. Etkileşim bize göre
sistemler ve sistemin parçalarıyla ve parçaların birbirleriyle iletişiminin çift
taraflı ve eşitler arasında gerçekleşmesi ile mümkün olabilmektedir. Sistem
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
76
arasındaki denge, onay ve işbirliği bu yolla gerçekleştirilmekte ve ‘kararsız
denge’nin tesisi bu yolla gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla bu bağlamda
‘çarpıtılmamış iletişim’, siyasal sistemler için, varlık koruma çıktısı üretilme
sürecinin araç ve aracıları olarak ortaya çıkmaktadır.
2- Siyasal Sistemde Baskı Gruplarının Yeri
Duverger, (1982, 321-322), toplum, topluluk, grup ve gruplaşmaların
bir etkileşim sistemi meydana getirdiğine değinerek, "...sistemin bir sistem
olarak, yani, söz konusu ögelerin, birbirleriyle olan bağlılıklarının ve
dağılımlarının tümünden oluşan, birleşik bir bütün olarak çözümlenmesi"
gerektiğini belirtmektedir. Belirli bir insan etkileşimleri bütününün bir
sistem oluşturduğunu belirten Duverger’e göre, a)bütünü oluşturan ögeler
birbirlerine bağlıdır. b) bu ögeler, düzenli bir uyum içinde örgütlenmişlerdir.
c) toplumsal bütün, ögelerin toplamına indirgenemez. d) bu sistem dışarıdan
ve kendi iç ögelerinden gelen etkilere, bir bütün halinde tepki
göstermektedir.
"Her toplum"un "her zaman için topyekün bütün içinde birbirlerini
sınırlandıran, birbirleriyle mücadele eden, dengeleşen, bileşen, bütünleşen ve
kendi aralarında belirli bir hiyerarşi oluşturan bir gruplaşmalar
mikrokozmosu durumunda" (Cangızbay, 1985: 148) olduğunu belirten
Gurvicth (1985: 143), "her bütünsel toplum daima yapılaşmıştır ve bu yapı
içinde de örgütler yer alır" demektedir. Ona göre (1985: 123), "toplumsal
yapı bitmeyen bir süreçtir: kesiksiz bir yapısızlaşma (destructuration) ve
yeniden yapılaşma (restructuration) hareketi içinde görünür. Çünkü
toplumsal yapı, edim halindeki toplumun bir görünümüdür ve bir 'yapıt' olan
bu toplum 'edim'siz varolamaz; yani burada her an yeniden başlayan bir
birleştirme ve yön verme çabası söz konusu olmaktadır." Gurvicth(1985:
139), örgütlerin "toplumsal yapıyı oluşturan hiyerarşiler arasındaki dengeye"
katılabildiğini ve fakat "bir toplumsal yapının hiçbir zaman bir örgütün
kendisini yoğurmasına ve yok etmesine izin vermediğini" vurgulayarak;
"toplumsal yapıların tek bir örgüt ile temsil edilmedikleri, aksine
birbirleriyle rekabet halinde bulunan birçok örgüt doğurabildikleri”
İletişim 2002/14
77
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
gerçeğine işaret etmektedir. Gerekli ögeleri topladıktan sonra eksiksiz bir
toplumsal yapı kavramının tanımını vermeye çalışan Gurvicth(1985: 140),
"her toplumsal yapı" demektedir; "makrososyolojik nitelikte tümü kapsayıcı
bir toplumsal olgunun içerdiği hiyerarşiler arasında, durmaksızın yeniden
oluşan ve tümü kapsayıcı olayın yalnızca bir görünümünü, kesimini ya da
kesitini yansıtabilen eğreti, zayıf ve kararsız bir dengedir."
"Demokrasi işler toplumun ta kendisidir" diyen Lipset (1986: 403),
"özgür bir toplumdaki iç mücadelelerin oluşumu" demektedir, "toplumun
ürünlerinin birkaç iktidar sahibinin elinde birikmeyeceğini, insanların
zulmüne uğramaksızın gelişebileceklerini ve çocuklarını büyütebileceklerini
bir miktar garanti edebilir. ...demokrasi, meşruluk ve anlaşmayı devam
ettiren kurumlar kadar, çatışmayı ve anlaşmazlığı destekleyen kurumların da
olmasını gerektir”mektedir. Lipset, toplum içindeki değişik çıkar gruplarının
çatışmasını meşruluk kavramı üzerine oturtmakta ve bu tür bir çatışmanın
ılımlı çatışma olduğunu ifade etmektedir.
"ılımlı bir çatışma durumunun varlığı, zaten meşru bir
demokrasiyi tanımlamanın bir başka yolu olduğu için;
böyle bir dengeli çatışmayı belirleyen başlıca etkenlerin
(sembol ve statülerin devam ettirilmesi şeklinde
anlaşılan) meşruluğu doğuran etkenlerle sıkı sıkıya bağlı
olmasında şaşılacak bir şey yoktur"(Lipset, 1986:65).
Buna göre liberal devlet anlayışındaki gelişmelerle devlet ve toplum
ayrı birer varlık olarak düşünülmekte ve iktidarın, toplumu düzenleyici
işlevlerini gerçekleştirecek zorlayıcı gücünü, yönetilenlerin onu onaylıyor
olmasından (Akad, 1976: 20) aldığı savunulmaktadır.
Yönetenlerin yönetilenlerle onay ve işbirliği içinde icraatlarda
bulunabiliyor olmaları, toplumsal çıkar gruplarını, baskı örgütlerinde bir
araya getirmiştir. Bu gruplaşmaların aynı zamanda "etkin bir cemaat ve inan
birlikleri"(Gurvitch, 1985: 185) olma yönlerinin ağırlık kazanması ve grup
baskısının grup üyeleri açısından siyasal rol üstlenme eğilimini
güçlendirmesi (Lipset, 1986: 188-191); siyasal iktidarlar nezdinde etkin
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
78
olma ve gruplar arası rekabetin başlaması, baskı örgütlerini çağdaş toplumun
temel niteliği haline getirmiştir.
"İktidarlarla bireyler arasına bir takım örgütlerin,
birliklerin girmesiyle siyasal yaşamın havası ve kuralları
da büyük ölçüde değişmiş oldu. Bir yandan birey,
durağanlıktan kurtulup dinamizme yönelirken, öte
yandan siyaset, belirli çevrelerin tekelinden çıkıp
toplumun tamamını etkisine aldı. Artık iktidar olgusu
çevresinde bir etki-tepki ilişkisinin varlığından söz
edilebilirdi" (Akad, 1976: 20).
Sonuçta devlet denilen soyut kavramın, farklı çıkarların ve grupların
bir araya gelmesinden doğmuş bir örgüt olduğu kabul edilmiş
görünmektedir. Devlet böylece farklı çıkarları ve grup taleplerini uzlaştırma,
düzenleme gibi temel bir görev üstlenmiştir. Yani devlet çeşitli örgütlerin
çıktılarının bir denge noktasında uzlaşmalarına katkı sağlamakla yükümlü
tutulmuştur.
Çıkar grupları ise; a)grup ya da örgütleri vesilesiyle toplumsal
dengenin kurulmasına yardım etmişler, b) gizli iktidar merkezi olarak farklı
çıkarların ifade edilip savunulmasını temin etmişler ve nihayet c) devlet ile
toplum örgütleri arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerle siyasal sürecin oluşması,
grup kavramına teorik anlamlar kazandırmıştır (Abadan, 1959: 236).
Devletin, örgütlerin çıktılarını düzenleyici, uzlaştırıcı bir rol üstlenmesi ve
siyasal sürecin böyle oluşması sonucunda, belirli ölçüde onay ve işbirliği ile
toplumsal tatminin sağlanması, kararsız denge halinin mevcudiyetine işaret
etmiştir.
"...sosyal birliklerin mevcudiyeti, bunların kendilerine
özgü amaçları ve bunu gerçekleştirmeye yarayan
iktidarlarının olması ve bu birliklerin, amaçlarına
ulaşmak yolunda faaliyetlerde bulunması ve bütün
bunlara Devlet'in karışmaması, sosyal birliklerin yanı
sıra Devlet'in de kendine özgü amaçları, kamusal hizmet
ve işleri ve bunlara ilişkin faaliyetleri ile yaşamakta
İletişim 2002/14
79
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
devam etmesi ve özellikle devletin sosyal grupmanları da
içeren bir külli egemenlik iddiası ile ortaya çıkmaması,
bir denge halinin ifadesidir" (Zabunoğlu, 1963: 178).
Bu bağlamı, yani toplumsal sistem içinde kamusal kurumlarla onları
denge ve denetim altında bulundurma misyonu yüklü baskı gruplarının
ilişkilerini betimleme kapasitesi açısından, David Easton'un Siyasal Kuramı,
siyasal sistemin işleyişini anlatmaya çalışan önemli bir modeldir. Modele
göre (Tekeli, 1976) sistemle çevrenin ilişkilerini sağlayan iki tür öge
bulunmaktadır: Bunlar; çevreden gelen ve sistemi işleten girdiler ile;
sistemin bu girdilere cevap niteliğinde çevreye saldığı çıktılardır. Çevrede
etki yaratan bu çıktılar, çevreden tepki görmektedir ve bu tepkiler, sistem
açısından yeni bir girdi anlamı taşımaktadır. Sistem ve çevre arasında bu
şekilde kurulan ilişki feedback sürecidir. Çevreden gelen ya da toplanan
bilgilerin tedavül ettiği kanallar ise feedback kanallarıdır. Easton'a göre
talepler ve destekler denen iki tür girdi söz konusudur. Talep, sistemden bir
şeyin tahsis edilmesini isteyen girdidir. Ancak sistem, 'talep'i olduğu gibi
karşılama şansına sahip değildir.
Sistem bu taleplerle ilgili olarak üç yönlü bir çalışma yapmaktadır:
Taleplerin Deyimlenmesi: Baskı grupları tarafından ifa edilen bu işlev,
bir çıkarı savunmak amacıyla kurulan örgütlerin siyasal sisteme doğrudan
'girdi' üretmeleri çalışmalarını ve baskı gruplarının sisteme taleplerini
doğrudan iletmesini anlatmaktadır. Ancak sadece bununla sınırlı değildir.
Sözgelimi bir meslek örgütü lideri, siyasal sistemdeki karar alıcılar içinde
etkin bir kişiyi ziyareti esnasında, çıkarlarını dile getiren, amacına uygun bir
talebini doğrudan iletmektedir. Aynı zamanda da, açıklamaları ile, konuyu
kamuoyunun gündemine sokabilirse, konu ile ilgili siyasal sistem üzerinde
uyguladığı baskının yoğunluğunu arttırabilmekte, liderlik prestijini de
pekiştirmektedir.
Talepleri Ayarlama: Taleplerin ayarlanması işlevi iki mekanizma ile
yerine getirilmektedir. Bunlardan ilki yapısal, ekincisi kültüreldir. Yapısal
ayarlama girdilerin sınırlandırılması, süzülmesidir. Sözgelimi kapıcı, bekçi
ya da sekreterle yapılan talep süzmeleri böyledir. Aynı biçimde işçi
İletişim 2002/14
80
Cengiz ANIK
sendikalarının üyelerinin taleplerini orta düzeye indirgeyerek süzüp almaları
da yapısal ayarlamaya karşılıktır. Tersi durum da söz konusu olabilir. Yani
işçi sendikası üyelerinin taleplerini besleyebilir de. Kültürel ayarlama ise;
toplumsal değer, norm ve inançların ya da milli güvenlik, genel sağlık ahlak vs gibi faktörlerin, bazı taleplerin belirlenmesini engellemesi veya
onları kısıtlaması gibi durumlarda kendini göstermektedir.
Taleplerin İndirgenmesi ve Derlenmesi: Talepleri toplamak, birbirine
benzeyenleri denklemek ve kaynaştırmak tek bir talep türü haline getirmek
işlevini anlatmaktadır. Örneğin kamu kuruluşları, hizmetlerine ilişkin talep
ve beklentileri toplayıp, optimum faydayı temin edecek bir düzeyde onları
işledikten sonra, kamusuna hizmetlerini sunmaktadır. Diğer tür girdi ise
desteklerdir. Destek, sistemin işlemesine katkı sağlayan, sisteme rengini
veren, sistemin temelinde yatan değerlerin sistemle ilgili çevre tarafından
benimsenmesidir. Destekten mahrum kaldığı takdirde sistem, girdilere cevap
verememekte ve aşırı talep yüklenmesinden çökmektedir. Bu nedenle
sistemin genel karakteristiğinin çevre tarafından kabul ve onay görmesi son
derece önemlidir. Sisteme ulaşan ve bir takım işlevlerden geçen girdilerle,
ilgili sistemin sahip olduğu desteğe de dayanarak, aldığı kararlar, sistemin
çıktılarıdır. Bu çıktılar aynı zamanda talep ve desteklere bir cevaptır. Bu
çıktı diğer taraftan, çevrenin tekrar çıktıya cevap vermesini, tepki
göstermesini de sağlamaktadır. Böylece feed back çemberi ve feed back
kanalları oluşturulmaktadır. Çevrenin tepkileri doğrultusunda kendini
yeniden düzenleyen ve işlevlerini yerine getiren sistem, yeniden çıktı
üretmekte ve bu şekilde siyasal sistem ‘sağlıklı’ biçimde işlemektedir.
Pozitif feed back işlemin sürdürülmesini, negatif feed back işlemin
durdurulması ya da gözden geçirilmesini sağladığına göre, demek ki, devlet;
kendi çevresinde yer alan baskı örgütlerinin çıktıları ve diğer çevresel
çıktılara göre, karar alma sürecini yeniden işletmekte, çevrenin kendi
amaçları doğrultusunda işlevler edinmesini temin etmeye çabalarken, bir
taraftan da kendisini çevreye uyarlamaya çalışmaktadır.
Bu model, baskı örgütlerinin de içinde yer aldığı siyasal sistem - çevre
ilişkileri açısından geçerli olduğu gibi, örgütün kendi çevresi için de
geçerlidir. Çünkü siyasal sistemde işleyen mekanizma, benzer biçimde,
İletişim 2002/14
81
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
siyasal mekanizma için baskı uygulayan örgütlerde de işlemektedir. Bu
örgütler içinde de baskı uygulama fonksiyonunu yerine getiren alt sistemler
bulunmaktadır. Aynı feed back çemberi ve kanalları oluşturularak, varlık
koruma çıktıları bu şekilde üretilmektedir.
3- Baskı Gruplarının Rolleri
Baskı gruplarını betimleyen çıkar kavramı aynı zamanda "kamu
yararını" da kapsamaktadır. Baskı grupları, ürettikleri varlık koruma çıktıları
ile etkileşimi gerçekleştirmekte ve siyasal sistemin meşruiyetini tesis
etmektedirler. Böylece, eşitler arasında akan çift taraflı iletişim; hem siyasal
sistemin alt sistemlerine hem alt sistemlerin siyasal sisteme ve hem de alt
sistemlerin birbirlerine duyarlılık kazanmalarını; birbirleri açısından denge
ve denetim unsuru olmalarını temin etmektedir. Siyasal sistemdeki en
önemli iktidar odağı olan devletin, bu iktidarını sınırlandıran, onunla
kararları icraları ve sorumlulukları paylaşan, kitlelerin iradelerini derleyip
dağıtan ve "yönetim"e meşruiyet kazandıran "çoğulcu grupların", bilinçli bir
biçimde örgütlendiklerinde, birer baskı grubuna dönüştüğü göz önüne
alınarak, çoğulcu grupların siyasal işlevlerine bakıp, baskı gruplarının rolleri
netleştirilebilir.
Bireyler seçimlerde oy kullanarak siyasal rol üstlenmekle birlikte,
belirli bir grubun üyesi olarak da siyasal arenada rol oynamaktadırlar.
Modern toplumlarda grupları içinde bireylerin genellikle bir rol üstlenmesi
teşvik edilmektedir.
"Fert , devletin karşısında, yalnız başına yer
almamaktadır. O, ortak yararların, amaçların
gerçekleşmesini kendisi gibi istemekte olan diğer
bireylerin oluşturduğu grupların üyesi durumundadır.
Devlet, bireylerle olan münasebetlerinde, onların bu
sıfatlarını nazara almak zorundadır. Bu nazara alma
durumunun, Devlet kudretinin kullanılabileceği belirli
alanı ortaya çıkaran sınırlar arasına katılmak niteliğine
kavuşabileceği kolayca kestirilebilir; bu nokta aşağıda
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
82
plural grup çeşitleri açıklanırken daha somut bir şekilde
ortaya çıkacaktır "(Zabunoğlu, 1963:216).
i. Plural grupların başında aile gelmektedir. Aile doğrudan doğruya
siyasal bir rol üstlenmiyor olsa da devlet, bir kurum ve bir örgüt olarak
aileye saygı göstermek ve aile mahremiyetine müdahale etmemek
durumundadır.
ii. Siyasal oluşum ve işleyişi yoğun biçimde etkileyen plural grup
siyasal partilerdir. Siyasal partiler toplumda münferiden belirli olmayan
fikirlerin toplanması ve bu fikirlerin açığa vurulmasını sağlayarak, belirli bir
siyasal gruplaşmayı temin etmektedirler. Özellikle muhalefette bulunan
siyasi partiler devlet kudretinin kullanılması sürecinde siyasal iktidarları
denetim altında tutarak ve onları frenleyerek bu kudretin sınırlarını
belirlemektedirler.
iii. Toplum yapısı içinde, siyasal partiler kadar kitle organizasyonu
bakımından önemli ve büyük olan bir başka plural grup; baskı, menfaat
grupları gibi, diğer sivil toplum örgütleridir.
iv. Bunlardan başka toplumdaki kişisel ya da sosyal yararların
çeşitliliği ve değişkenliği çerçevesinde daha başka plural gruplar da
bulunmaktadır.
"Böylece, aralarında ortak yararlar bulunan insanların meydana
getirdikleri menfaat grupları da, ancak belirli gayelerini gerçekleştirmek
amacı ile teşkilatlanıp propaganda faaliyetine giriştiklerinde baskı grupları
niteliğini kazanmış ol" (Zabunoğlu, 1963:220)maktadırlar.
Buna göre baskı gruplarının rollerine ilişkin olarak çıkartılabilecek
sonuçlar şunlardır:
Siyasal sistem içinde plural birer grup olan baskı gruplarının
üstlendiği birinci rol, global sistemin en önemli iktidar odağı olan devlet
iktidarını sınırlandırmak, onu dengelemektir. Daha doğrusu devletin
iktidarının plural grupların onay ve işbirliği sonucunda oluşması ve
kullanılmasını sağlamaktır. Devlet iktidara sahip olma ve bu iktidarı
kullanma meşruiyetini bu onay ve işbirliğinden almaktadır. Konuya
İletişim 2002/14
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
83
tersinden bakıldığı zaman da bu rolle, devlet iktidarının bir veya birkaç baskı
grubunun emrine tahsis edilmesinin önlenmesi işlevinin ifa edildiği ortaya
çıkmaktadır. Aksi takdirde siyasal sistem, meşruiyet temin edemezdi. Demek
ki baskı gruplarının siyasal sistem içinde yüklendikleri rolün sonucunda,
devlet iktidarı üzerine tekel ya da oligopol kurulması önlenmektedir.
Baskı gruplarının siyasal sistem içinde üstlendikleri ikinci rol, siyasal
sistemi sürekli kararsız dengede tutmaktır. Baskı grupları, siyasal sisteme
sürekli, temsil ettikleri kitlelerin çıkar, ihtiyaç ve talepleriyle ilgili çıktılar
sunmaktadırlar. Siyasal sistem de bu çıktılara cevap vermekte ve böylece
toplumsal sistemde dinamik bir süreç işlemekte ve alt sistemler arasında
etkileşim süreklilik kazanmaktadır. Siyasal sistem meşruiyet temin etmek ve
destek çıktısı elde etmek için alt sistemlerini (baskı gruplarının yer aldığı
sistemleri) etkilemektedir. Alt sistemler de amaçları doğrultusunda siyasal
sistemi etkilemekte ve bu karşılıklı iletişim sistemler arası duyarlılığı temin
etmektedir. Yani ikisi de birbirine muhtaçtır ve bu nedenle onay ve işbirliği;
sürekli yeniden kurulması, sürekli yenilenmesi gereken bir süreç izlediği için
denge, kararsızdır.
Baskı gruplarının üçüncü rolü, temsil ettikleri kitleleri dinamik
tutmaları, onlara aktivite kazandırmalarıdır. Bireyler, özellikle belirli bir
refah düzeyine sahip oldukları zaman, tek tek ne siyasal hayatta ne de
ekonomik – sosyal - kültürel hayata aktif rol üstlenmek istemektedirler.
Ayrıca bireyler, örgütlü ve nicel bir güç haline gelmedikçe, aktif rol
üslenmeye hazır olsalar bile, etkili olma şansları çok fazla bulunmamaktadır.
Gruplar, bireyleri grup dinamiği ile aktif olmaya zorlamaktadır. Grup
normları üyelere aktivite kazandırmaktadır. Grup, örgütlü bir güç halinde
ise, üyelerin örgüt amaçlarını benimsemesi için onlar sürekli enforme
edilmektedir. Motive edilmekte, örgüt amaçlarıyla bütünleştirilmektedir.
Örgüt, grup üyelerini bilinçlendirmekte, yönlendirmekte, eğitmekte, hatta
"kültür" empoze etmekte ve üyelerine kimlik kazandırmaktadır.
Kısacası baskı gruplarının, örgütlü güçler halinde, siyasal ve idari
mekanizma içinde aktif rol oynamaları, değişik toplumsal kesim çıkarlarının
temsili ve korunması sonucunda toplumsal çatışmanın şiddetini
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
84
hafifletmektedir. Ürettiği talep ve destek çıktılarıyla siyasal sistemin
meşruiyetine önemli katkılar sağlamakta, "uzlaşma amaçlı çatışmalar, her
gruba kendi görüşü doğrultusunda kamuoyunu ve iktidarı etkileme olanağı
tanıdığı "(Akad, 1976: 109) için, bu bakış açısıyla belirli çıkarları temsil
eden örgütler, çağdaş toplumu nitelemektedir.
4. Sistemler Arası İlişkilerde Denge (Model Denemesi)
Baskı grupları, örneğin bir meslek örgütü, siyasal sistem için çıktı
üreten bir alt sistemdir. Kendisi, çevresinden sürekli olarak varlık koruma
girdileri sağlamakta ve bunları işleyip, kodlayarak çıktı üretmekte, siyasal
sistemin yapısızlaşıp yeniden yapılaşmasını temin etmekte ve bu işleviyle
siyasal sistemin varlık koruma alt sistemi rolünü üstlenmektedir. Böylece
siyasal sistemin -kararsız- dengede kalmasına katkıda bulunmaktadır.
Siyasal sistem de aynı biçimde, baskı gruplarını etkilemek, meşruiyet temin
etmek, onlarla onay ve işbirliğini gerçekleştirmek amaçlarıyla çevresine
çıktılar sunmaktadır. Siyasal sistem böylece etkileşim ve iletişim ağlarıyla
örülü bir bütün olarak karşımıza çıkmakta ve "etkileşim sistemi" olarak
tanımlanmaktadır. Ayrıca siyasal sistem içindeki alt sistemler birbirleriyle
sürekli iletişim halindedir ve bu iletişim, sistemler arasında "uzlaşma alanı"
dediğimiz "onay ve işbirliği" alanlarını meydana getirmektedir. Bu alan aynı
zamanda sistemlerin ‘karasız denge’ye geldiklerini de işaret etmektedir.
"Uzlaşma alanı" olarak tabir ettiğimiz alan, her zaman "onay ve
işbirliği" sonucunda meydana gelmemektedir. Bu alan sistemlerin "kararsız
denge" anını işaret etse de kimi durumlarda "uzlaşma alanı", "onay ve
işbirliği" sonucunda meydana gelmemektedir. ‘Uzlaşma alanı’nın "onay ve
işbirliği" sonucunda oluşup oluşmadığı, sistemler arasındaki iletişimin
niteliği ile tespit edilebilir. "Çift taraflı" iletişimde taraflardan biri aleyhine
aksamalar (kısıtlama-sınırlama - engelleme v.s. ya da başarısızlık) doğduğu
andan itibaren uzlaşma alanı sistemler açısından optimum olma özelliğini
kaybetmektedir ve bu noktadan itibaren "onay ve işbirliği" 'zor'a dayalı
olabilmektedir.
İletişim 2002/14
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
85
Siyasal sistem içindeki üç sistemi değişken olarak örnek aldığımızda
meydana gelen uzlaşma alanlarını şematik olarak şu şekilde görmeyi
deneyebiliriz.
İletişim 2002/14
86
Cengiz ANIK
Şekillerde görüldüğü gibi taramalı alanlar sistemlerin uzlaşma
alanlarıdır. Sistemlerin uzlaşma alanları aynı zamanda onların birbirlerini
'tanıdık'ları, onay ve işbirliği içinde bulundukları, kararsız dengeye geldikleri
(dengeleştikleri) alanlardır. Bu alanların sınırları karşılıklı iletişim ile
çizilmektedir. Tüm sistemlerin sınırlarının örtüştüğü alan ise (şekildeki
beyaz renkli alanlar) sistemlerin uzlaşma alanıdır. Bu alan optimum noktada
sistemlerin birbirleri için dengeleyici unsur olma özelliklerini koruduklarını
göstermektedir. Şekillerde görüldüğü gibi optimum nokta, iki sistemin
birbirleriyle meydana getirdikleri uzlaşma alanı ile, üçüncü bir sistemle (ya
da daha başka sistemlerle) ayrı ayrı meydana getirdikleri uzlaşma alanları
arasında aşırı farklılıkların olmadığı konumdur.
Birinci konumda sistemler arasında hiçbir ilişki ve iletişim yoktur ve
doğal olarak uzlaşma alanından da söz etmek mümkün değildir. Şekilde
görüldüğü gibi üç sistemin ortak uzlaşma alanı da yoktur. Hatta ortak
uzlaşma alanının oluşması için üç sistemin de birbirleri ile belirli bir düzeye
kadar iletişime girmeleri ve uzlaşma alanı oluşturmaları gerekmektedir.
Uygulamada birbiriyle tam anlamda ilgisiz veya iletişimsiz üç sistemi
görmek mümkün değildir. Ancak bazı durumlarda bir sistem, gerekli
görmediği için ya da amaçları gereği veya bilinçli olarak bir başka sisteme
sınırlarını kapatabilir. Örneğin normal koşullarda bir işçi sendikası,
sözgelimi 'Kanarya Sevenler Derneği'ne ilgi duymayabilir. Ya da işçileri
greve çıkarmak istediğinde, işveren grev oylamasına başvurursa, oylamanın
kendi isteğine uygun sonuçlanmasını sağlamak ve işçileri işverenin
etkisinden kurtarmak amacıyla sistem sınırlarını işverene kapatmaya
çalışabilir. Bu durumlarda sistemler, iletişim kanallarını tümüyle kapatmaya
çalışmaktadırlar. Ancak formel iletişim kanallarının bilinçli olarak tıkandığı
durumlarda 'dedikodu' gibi informel iletişim kanallarının işlerlik kazandığına
da sıkça rastlanmaktadır.
İkinci Konumda sistemler eşitler arasında çift taraflı iletişimde
bulunabilmektedirler. Birbirlerini etkileme ve karşılıklı uzlaşma sağlama
konusunda aynı ve eşit imkanlara sahiptirler. Bu durumda ortaya çıkan
uzlaşma alanı her üç sistemin de karşılıklı onay ve işbirliği sonucunda
sağlanmaktadır. Bu ilişkiyi şöyle örnekleyebiliriz: Bir işçi sendikasının
İletişim 2002/14
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
87
işverenlerle yürüttüğü Toplu İş Sözleşmeleri (TİS) görüşmelerinde uzlaşma
sağlanamamış ve sendika greve çıkmıştır. Sendika hem işyerlerinin
bulunduğu beldede, hem ülke genelinde haklı olduğunu kanıtlamak için
yoğun bir halkla ilişkiler kampanyası yürütmektedir. Öte yandan işveren,
diyelim ki, iktidardaki siyasi partiye yakındır ve buna güvenerek işçilerin
grevlerini engelleye(kırmak)bileceğini düşünmektedir. Ancak sendika işçiyi
gerektiği gibi motive etmekte ve grevi sürdürmektedir. Bu noktada diyelim
ki bir kamu görevlisi, sözgelimi bakan, devreye girsin ve tarafları toplantıya
çağırmış olsun. İşverene kamusal kimi vaatlerde bulunsun. İşçi Sendikasını
da üstü örtülü biçimde (çalışma Genel Müdürü, Vilayet gibi devletin
bürokratik ve inzibat güçleriyle tehdit ederek) uzlaşmaya zorlasın. Amacı,
grevi önlediğini, kendisini milletvekili seçen seçmene duyurarak siyasi
prestijini pekiştirmektir. Sonuçta uzlaşma sağlansın ve bakanın da katıldığı
bir törenle toplu iş sözleşmesi imzalansın. Bu durumda, işçi sendikası, işçiler
için oldukça iyi bir ücret almıştır. İşveren kamuyla ilgili bazı sorunlarını
çözmüştür ve yardım görmüştür. Milletvekili de tarafları anlaştırdığı için
seçim bölgesinde partisine ciddi bir itibar kazandırmıştır. Kısacası şekilde
(ikinci konum) görüldüğü gibi sistemlerin kendi aralarındaki uzlaşma
alanları arasında fazla bir oransızlık söz konusu değildir. Aynı oranlar
karşılıklı muhafaza edilmek suretiyle uzlaşma alanlarının büyümesi ortak
uzlaşma alanını da büyütmektedir. Bu büyüme çift taraflı iletişimle
gerçekleştirilmekte ve çift taraflı iletişimden ödün verilmediği sürece ‘ortak
uzlaşma alanı’nın sistemler açısından optimizasyonu mümkün olmaktadır.
Ancak burada sistemlerin ‘özerk parça’lar olduğundan hareket edilmektedir
ve sistemlerin hiçbir zaman tümüyle örtüşmeyeceği kabul edilmektedir. Aksi
takdirde "denge" kavramından söz etmek mümkün değildir.
Üçüncü konumda sistemlerden birisi son derece aktiftir. Her iki
sistemi de adeta iletişim bombardımanına tabi tutmakta, onlardan -ister
istemez- yankı da almaktadır. Bu durumda üç sistemin de uzlaşma alanı
fazladır. Ancak aktif sistem lehine diğer iki sistem aleyhine, sistemlerin
uzlaşma alanları genişlemiş, pasif kalan sistemlerin birbirleri ile uzlaşma
alanları daralmıştır. Bu ilişki de şöyle örneklenebilir: İşverenler ile işçi
sendikası arasında sürdürülen TİS görüşmelerinde uzlaşma sağlanamaz. İşçi
İletişim 2002/14
88
Cengiz ANIK
sendikası, işverenin yakın olduğu siyasi partinin genel merkezini, baskı
uygulaması konusunda ikna eder. Çünkü kısa bir süre sonra genel seçimler
yapılacaktır ve siyasi partinin bölgede "işçi yanlısı" bir imaja ihtiyacı vardır.
Sendika bu doğrultuda parti genel merkezine telkinde bulunur. Bir taraftan
da işyerlerinin bulunduğu beldede işçilerin haklı olduğu konusunda
kamuoyu oluşturur. İşverenin pek fazla şansı kalmamıştır. Uzlaşma sağlanır.
Ancak daha sonra işveren kaynak sıkıntısı nedeniyle vaatlerini yerine
getiremediği için belde halkı nezdinde prestij kaybına uğrar ve işveren, yakın
durduğu siyasi parti ile ilişkilerini en az düzeye indirmeye başlar. Bu
konumda "denge", sistemlerden birisinin 'rıza’sı tümüyle sağlanmadan
kurulmuş, "onay ve işbirliği" sistemlerden birisinin "zor"lanmasıyla temin
edilmiştir. Bu nedenle denge optimum noktayı göstermemektedir. Şekilde de
görüldüğü gibi (AB) ve (BC) sistemlerinin uzlaşma alanları oldukça
büyümüş (AC) sistemlerinin uzlaşma alanı ise diğerlerine oranla oldukça
küçülmüştür. Bu nedenle 'oransız'lık sonucunda kurulan 'ortak uzlaşma
alanı’nın büyük olması, dengenin optimum noktada bulunduğunu
göstermemektedir.
Sonuncu durumda (dördüncü konum) sistemlerden biri, diğer bir
sistemi; nüfuz altına alacak ve ona ideoloji şırınga edecek kadar yoğun bir
etki altında tutmaktadır. Bu konum çoğu zaman üçüncü sistemin etki alanını
kısmak amacıyla gerçekleştirilmektedir. Sistemlerden ikisinin uzlaşma alanı
oldukça fazladır. Üçüncü sistemle uzlaşma alanları ise oransal olarak
oldukça düşüktür. Bu durumda, üç sistemin 'ortak uzlaşma alanı' da
küçüktür. Daha da önemlisi, sistemlerin, birbirlerinin uzlaşma alanları
arasında büyük bir oransızlık söz konusu olduğu için kurulan denge belirli
ölçüde 'zor'a dayalı olacak, 'işbirliği ve onay' sistemlerden birisi açısından
söz konusu olmayacaktır. Siyasal sisteme çoğulcu işleyiş hakim olsa bile
uygulamada bu tür durumlar sık sık ortaya çıkmaktadır. Daha da önemlisi,
bu durumların gizli anlaşmalarla gerçekleştirilmesidir. Bu nedenle örnek
olay bulmak da güçtür. Çoğulcu anlayışa sahip siyasal sistemlerde özerk bir
sistemin (parça), özerk bir başka sistemi (parça) güdüm altına almasını
engelleyen müeyyideler bulunmaktadır. Ancak uygulamada, çoğulcu işleyişi
içine henüz sindirememiş sistemler, bir başka sisteme yaşama hakkı tanımak
İletişim 2002/14
89
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
istemeyebilirler. Doğal olarak böyle durumlarda ortak uzlaşma alanları
oluşturmak da mümkün değildir.
Siyasal sistem, doktiriner tutuculuğa ve katı bir ideolojiye sahip ise,
örgütlerin çıktılarına oldukça dar bir faaliyet alanı bırakmış demektir. Bu
durumda siyasal sistem belirli bir örgütsel sistemin otorite kalıpları içinde
kalmaya zorlanmaktadır. Siyasal sistemin alt sistemi örgütlerin (ya da
grupların) hiçbiri tek başına, siyasal sisteme doktrin ya da ideoloji şırınga
etme güç ve etkinliğine sahip değilse, siyasal sistemde çoğulculuk olgusunu
gözlemlemek mümkün olmaktadır. Aynı durum daha dar bir çerçevede örgüt
için de geçerlidir. Bu durumda alt sistemlerin birbirini etkilemesi ve
birbirleri için varlık koruma çıktıları üretmesi kolaylaşmaktadır. Sözü edilen
"onay ve işbirliği" kavramları da bu işleyiş içinde fonksiyonel
olabilmektedir. Böylece toplumsal işleyiş ve değişim oldukça karmaşık
iletişim ağlarıyla örülü üst sistem, sistem, alt sistem ilişki ve etkileşimleri
sonucunda ortaya çıkmaktadır.
Kaynaklar
AKAD, Mehmet, Baskı Gruplarının Siyasal İktidarlarla İlişkileri,
Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1976
BASSO, Jacques-A., Les Groupes de Pression, PUF, Paris, 1983
CHAUMELY, J. , HUISMAN, D., Les Relations Publiques, PUF,
Paris, 1962
CANGIZBAY, Kadir, Gurvitch Sosyolojisi, Değişim y., Ankara,
1985
DAVER, Bülent, Siyaset Bilimine Giriş, Ankara, 1985
DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, 8. Baskı., Ankara Savaş y., 1982
DUVERGER, Maurice, Siyaset Sosyolojisi, 2. Baskı, Varlık y.,
Ankara, 1982
ERTEKİN, Yücel, Halkla İlişkiler, 2. Baskı, TODAİE y., No: 215,
Ankara, 1986
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
90
GURVITCH, Georges, Sosyoloji ve Felsefe, (Der: Kadir Cangızbay),
İstanbul, Değişim y., 1985
Halkla İlişkiler Sempozyumu-'87, A. Ü. BYYO Yay. No:10,
Ankara, 1988
KATZ Daniel-KAHN, L. Robert, Örgütlerin Toplumsal Psikolojisi
(Çev: Cin-Baydar) Doğan Basımevi, Ankara, 1977
KAPANİ, Münci, Politika Bilimine Giriş, 3. Baskı, AÜHF. y. No:
468, Ankara, 1983
KAZANCI, Metin, Halkla İlişkiler, AÜSBF, Yay. No: 459, Ankara,
1980
LIPSET, Saymour, Siyasal İnsan, (Çev: Mete Tuncay), Teori y.
Ankara,1986
MEYNAUD, Jean, Les Groupes de Pression en France , Librairie
Armond Colin, Paris, 1958
ORRICK, James, Halkla İlişkiler, (Çev: O. Onaran), SBF y.,
Ankara,1967
SABUNCUOĞLU, Zeyyat,
Yargıcıoğlu Matbası, Ankara,1977
Örgütlerde
Haberleşme
Düzeni,
SOYSAL, Mümtaz, Halkın Yönetime Etkisi, xii Uluslararası
Yönetimsel Bilimler Kongresi Raporu, Paris, 1965
SÖZEN, Ural, Örgütlenme Kuramı, İlksan Matbaası, Ankara, 1980
TEKELİ, Şirin, David Easton'un Siyaset Teorisine Katkısı Üzerine
Bir İnceleme, Güray Matbaacılık, İstanbul, 1976
TOLAN, Barlas, Toplum Bilimlerine Giriş, 2. Baskı., GÜ, Yay. No:
49, Ankara,1985
ZABUNOĞLU Y. Kasım, Devlet Kudretinin Sınırlanması, Ankara,
Ajans Türk Matbaası, 1963
İletişim 2002/14
Sistem Kuramı Açısından Baskı Grupları
91
Makaleler
ABADAN, Nermin, "Devlet İdaresinde Menfaat Gruplarının Rolü"
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt.14, Sayı:1, 1959
ASKUN, İnal Cem: "Örgütsel İletişim ve Küçük Grup Boyutları”,
Yönetim Psikolojisi, 16-19 Kasım, 1981, Sevinç Matbaası, Ankara, 1982
ATAUZ, Sevil, "Gönüllü Örgütlere İlişkin Yaklaşım ve Kuramlara
Eleştirel Bir Bakış", Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 21, Sayı:2, Haziran 1988
AYBAY, Rona, "Baskı Grupları", İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Mecmuası, Cilt:XXVII, Sayı:1-4
BOZKURT, Ömer: "Sosyolojik Açıdan Örgütler", Amme İdaresi
Dergisi, Cilt:8, S:4, Aralık, 1975
BULUT, Işıl, "Örgüt içi Gruplar ve Grupların Yönlendirilmesi",
Amme İdaresi Dergisi, Cilt:21, Sayı:4, Aralık, 1988
CEM, Cemil, "Yönetime Çevresel Yaklaşım", Amme İdaresi Dergisi,
Cilt:9, Sayı:1, Mart, 1976
DİCLE, İlhan-Atilla Ülkü, "Sistem Kuramı ve Toplumsal Örgütlere
Uygulanışı", Amme İdaresi Dergisi, Cilt:2, Sayı:4, Aralık, 1969
ERTEKİN, Yücel, “Örgüt İklimi", Amme İdaresi Dergisi, Cilt:11,
Sayı:2, Haziran, 1978
SEZER, B. Uysal,"Halkla İlişkiler: Bir Değerlendirme", Amme
İdaresi Dergisi, Cilt, 16, Sayı : 3, Eylül, 1983
TEKELİ, İlhan, "Çeşitli Sistem Yaklaşımları ve Bunların İç İlişkileri
Üstüne" Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 4, Aralık, 1971
İletişim 2002/14
Cengiz ANIK
92
Özet
Sistem kuramı, toplumu açıklamak için kullanılmaktadır. Toplum en
gelişmiş sistemdir. Bu çalışmada, baskı gruplarının toplum içindeki yeri
betimlenmektedir. Toplumsal sistem, çevreleri için çıktı üreten ve
çevrelerinden varlık koruma girdisi alan bir sistemdir. Baskı grupları da
sosyal sistem için varlık koruma çıktısı üreten bir alt sistemdir.
Abstract
Explaining a society is benefited from system theory. Society is the
developed system. In this article it is tried to describe the place of the
pressure groups in society. Every social system has to take output and give
input to its environment for carrying on its vitality. In this context pressure
groups are a subsystem generating output for social system for keeping its
existence
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
Banu DAĞTAŞ*
Reklam ürün ve hizmetlerin pazarlanmasında önemli bir işleve sahip
olmasından dolayı ekonomik bir olgu olarak görülür. Reklamcılık
bölümlerinin ezici çoğunluğunda ise; reklamcılık ikna ve pazarlama
boyutlarıyla çalışılmaktadır. Bu reklamın bir boyutudur. Reklamın diğer
boyutu ise kültürel bir metin olma özelliğidir: Reklamcılık ürün ve
hizmetleri pazarlarken kültürel öğelere ve mitlere başvurur. Reklamı kültürel
bir metin olarak okumak kültürel çalışmalar içinde biraz ihmal edilen bir
konudur. Reklam da diğer medya metinleri gibi farklı okumalara açıktır.
Reklamın kültürel bir metin olarak incelenmesiyle ilgili literatür ülkemizde
fazla bilinmemektedir. Batı’da da bu literatür zaten oldukça sınırlıdır. Bu
nedenle bu çalışmada reklamı kültürel bir metin olarak ele alan literatür
taranmıştır.
Reklamın kültürel bir metin olarak incelenmesi tüketim kültürü
çalışmalarıyla iç içedir. Çünkü tüketim kültürünün hakim olduğu
toplumlarda tüketim ihtiyaçtan daha çok prestij, farklılık, bir gruba ait olma,
kimlik edinme ve sınıf atlama gibi simgesel değerler adına yapılmaktadır.
Reklam metinleri tüketiciye ürünü kullanarak “ sınıf atlayacağı “ ,
“yaşamının olumlu anlamda değişeceği“ , “bir gruba ait olacağı“ ya da
“farklı olacağı“ gibi iletiler sunmakta, ürünün tanıtımı ise geri planda
kalmakta ya da hiç yer almamaktadır.
Reklamın kültürel bir metin olmasıyla ilgili diğer bir boyut; reklam
metinlerinin toplumsal ve kültürel değişimlerden bağımsız olmamasıdır.
Toplumsal ve kültürel değişimlere dair imajlar reklam metinlerine
yansımaktadır. Bir toplumun reklam tarihine bakarak , o toplumun kültürel
ve toplumsal değişimleri hakkında fikir edinilebilir.
*
Yrd. Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Basın veYayın Bölümü
İletişim 2002/14
Banu DAĞTAŞ
94
Reklam metinleri kültürel değerleri yansıtırken, mitleri de
kullanmaktadır. Reklam-mit ilişkisiyle ilgili literatür daha çok Barthes ve
Levi-Strauss’tan hareket eden çalışmalardan oluşmaktadır.
Çalışmada öncelikle reklamı kültürel bir metin olarak gören
literatürden alıntılar yapılacaktır. Daha sonra toplumsal ve kültürel
değişimlerin reklam metinlerine yansıması örneklerle incelenecektir.
Ardından reklam metinlerinde mitlere başvurulduğunu savunan literatürden
örnekler verilecektir. Ve son olarak tüketim kültürüyle ilgili seçilmiş bir
literatür verilerek, tüketim kültürü-reklam metni ilişkisi yorumlanmaya
çalışılacaktır.
Reklamın Kültürel Boyutu
Bilindiği gibi literatürde reklam çalışmaları Kuzey Amerika
merkezlidir ve bu çalışmaların ezici çoğunluğu reklamı, ikna ve pazarlama
yönüyle ele alan çalışmalardır. Ancak oldukça sınırlı olmakla birlikte,
reklamı kültürel bir olgu ve reklam metinlerini de kültürel bir metin olarak
ele alan çalışmalar da literatürde mevcuttur. Bu bölümde özellikle bu
literatürden bahsedilecektir.
Dyer (1982:7) reklamın çelişkili bir yönünün altını çizer:
“Reklam bir yandan sürekli tüketim önererek maddi bir motivasyon
sağlarken, diğer yandan paradoksal bir şekilde çağdaş reklamcılık bize
maddi dünyanın yeterli olmadığını söyler. Ve bir ürünü satmaya çalışırken
kültüre, değerlere başvurur”.
Ve ekler: “...Reklam; kültürün dilini, imajlarını, değerlerini ve
mitlerini kullanır” (Dyer, 1982 : 13) .
Leiss vd .(1990:5) reklamın sadece iş yaşamını ilgilendiren ekonomik
bir olgu olarak görülemeyeceğini; aynı zamanda modern kültürün ayrılmaz
bir parçası olduğunu savunur. Hatta bu yazarlara göre reklamcılık ana
kültürel kurumlardan biri olarak anlaşılmalıdır (Leiss vd.,1990:304).
Reklamcılık iletilerini oluştururken, sembolleri ve fikirleri kullanırken
kültürel modellere ve toplumsal etkileşimlere referansta bulunur (Leiss vd.,
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
95
1990 :5). Gerçekten de reklamın sadece ikna edici bir iletişim olarak değil,
kültürel bir kurum olarak görülmesi gerekir.
Williamson (1978:11)’a göre de reklamlar günümüzde yaşantımızı
yansıtan ve biçimleyen en önemli kültürel etkenlerden birisidir. Sherry
(1987:441) ‘e göre reklamcılık dünyayı temsil eden kültürel bir dökümandır.
Reklam aracılığı ile kültürün gerçekleri anlaşılabilir.
Davidson (1992:124), reklam-kültür ilişkisini, kitlesel malları baz
alarak açıklar: “Kitlesel mallar kültürü temsil eder. Çünkü sanayi toplumu
olarak kendimizi gerçekleştirdiğimiz nesnelleştirmenin vazgeçilmez
parçasıdır; kimliklerimiz, toplumsal bağlarımız, her gün yaşadığımız
pratikler... Dolayısıyla reklamcılık kültürel olan ile ilgilidir “.
Pateman (1990:190), reklamı yorumlamak için içinde yer aldığı
kültürün bilgisine sahip olmak gerektiğini savunarak, reklamın kültürle olan
bağını belirtir. Pollay (1986:239), reklamın toplumda var olan kültürel
davranışları ve değerleri yansıttığını söyler.
Reklamı kültürel bir metin olarak gören Hay (1989:140)’e göre
reklamın gücünü analiz edebilmek için, kültürel formasyonda yer aldığını
kabul etmek gerekir. “Kültürel bir metin olarak reklam çeşitli göstergeleri
kullanır. Bu göstergeler popüler kültürün objeleridir. Dolayısıyla metinlerde
oluşan anlam; çeşitli söylemler aracılığı ile oluşur ve bu söylemler toplumsal
güç merkezlerini temsil eder “(Hay , 1989 : 141) . Hay’ in vurgulamaya
çalıştığı söylemler yoluyla metinde temsil edilen güç merkezleri (ataerkillik,
ırkçılık, kapitalizm vb.) İngiliz Kültürel Çalışmaları’ nın hegemonya
kavramı altında açıklanan, hakim değerlerin yeniden üretimidir. İngiliz
Kültürel Çalışmaları’nın bu bağlamda reklam metinlerini çalışmaması büyük
bir eksikliktir.
Oskay (1992:16), reklam-kültür etkileşimini şöyle çarpıcı bir örnekle
anlatır: “Gelişmiş ülkelerde meyve suyu reklamlarında, görsel kodlamalarda
doğa unsuru ön plana çıkarılırken, gelişmemiş ülkelerde meyve suyunun
imal edildiği fabrikanın teknolojisi ön plana çıkarılmıştır. Batılı doğayı
özlemektedir, gelişmemiş ülke ise sanayileşmeyi...”. Oskay’ın kültürel
değerlerin reklama yansıması ile ilgili verdiği örnek margarin reklamlarıyla
İletişim 2002/14
96
Banu DAĞTAŞ
ilgilidir. Oskay (1992:18) margarin düşük gelir gruplarına hitap ettiği için bu
reklamlarda kadının “anne” rolünün ancak pahalı ürün reklamlarında ise
“seksi kadın” rolünün öne çıkarıldığı tespitinde bulunur. Düşük gelir
gruplarının daha geleneksel olduğunu varsayımından hareketle, anne
rolündeki kadın bu kültürel değerlere daha uygun düşmektedir. Değerler
boşluğu yaşanan günümüzde, geleneksel değerler çoğu kez “idealize”
edilerek , yani tüm olumsuzluklarından arındırılarak, reklamı da kapsayan
medya metinlerinde kullanılmaktadır.
Reklamın kültürden etkilenişi, özellikle globalleşme ile global
ürünlerin reklamlarında da gözlemlenebilmektedir. Global ürünlerin global
reklamları yerel koşullara adapte edilebilmektedir (O ‘Barr,1994: 157).
Türkiye’de özellikle kola , hamburger gibi yaygın tüketilen ürünlerin reklam
metinlerinde yerel değerlerin öne çıkarıldığı görülmektedir. Bu değerlerin
başında “geniş aile” imajı gelmektedir. Yine Ramazan aylarında kolanın iftar
içeceği olarak sunulduğu görülmektedir.
Qualter (1996:69) reklamın kültürden etkilenişini reklamın hakim
değerleri sürdürme işlevine bağlar: “Reklam var olan sınıf, ırk ve cinsiyet
değerlerini korumaktadır “Qualter (1996:61)’e göre reklamcılığın önemli
işlevlerinden birisi de toplumsal davranış üzerinde otoriterce bir rehberlik
sağlamasıdır. Ancak bu otorite zorla değil, ikna ile sağlanmaktadır. Dyer
(1982:445) de reklamın tüketiciye mallar ve hizmetler ile ilgili bilgi
vermekten daha çok, toplumsal değerler ve tutumlar ile ilgili manipülasyon
işlevi gördüğünü savunur. Reklam, malların satın alınması kadar; bir yaşam
satın alınmasını da teşvik ederek toplumsallaşma işlevi görür (Dyer,
1982:77). Sherry (1987:445)’e göre de reklamcılığın görünen, yüzeydeki
(manifest) işlevi malların ve hizmetlerin satın alınmasına teşvik etmek;
görünmeyen (latent) işlevi ise bireyleri tüketim kültürü içinde
toplumsallaştırmaktadır.
Reklam metinleri toplumsal ve kültürel değişimlerden bağımsız
metinler değildir. Toplumsal ve kültürel değişimler reklam metinlerine
yansımaktadır. Bu nedenle bundan sonraki bölümde kültürel değişimlerin
reklam metinlerine yansımasıyla ilgili literatürden bahsedilecektir.
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
97
Kültürel ve Toplumsal Değişimin Reklama Yansıması
Toplumsal değişimler sonucunda oluşan kültürel değerlerdeki
değişimin reklamlara yansıması, “reklamın kültürel bir olgu, reklam metinin
de kültürel bir metin” olma tezini güçlendirmektedir.
Amerikan reklamlarında zencilerin ve Japonların sunumlarını tarihsel
bir şekilde analiz eden O’Barr (1994), toplumsal değişimlerin reklam
metinlerine yansımasını göstermiştir. O’Barr (1994:107-155)’ın incelediği
İkinci Dünya Savaşı öncesi Amerikan reklamlarında zencilerin beyaz adama
hizmet eden aşçı, hizmetçi, kondüktör, garson, kat görevlisi gibi oldukça alt
statülü vasıfsız işlerde ve hala beyazların kölesi durumunda sunulduğu
görülmektedir. Ancak 1960’ dan sonra yayımlanan, bir başka deyişle ABD’
de Sivil Haklar’ ın kabulünden sonra yayınlanan reklamlarda zencilerin
kariyer sahibi, iyi giyimli, beyaza eşit konumda (subay, iş adamı, güzel ve
çekici kadın, atlet vb.) orta sınıf tüketici olarak sunulduğu görülür.
Görüldüğü gibi Amerikan toplumunda zencilerin toplumsal mücadelelerinin
sonucu, onların reklam metinlerindeki imajlarını da değiştirmiştir. Önceden
beyaz adama hizmet eder konumlarda sunulurken, Sivil Haklar’ın
kabulünden sonra orta sınıf tüketiciler olarak sunulmuşlardır.
O’ Barr (1994:157-199)’ın diğer bir analizi Japonların Amerikan
reklamlarındaki sunumu ile ilgilidir. Yüzyılın başında Japonlar Amerikan
dergilerindeki reklamlarda “egzotik Asya’nın” temsilcisi olarak sunulmuştur.
Ancak 1960’dan sonra ABD ile Japonya arasındaki ticari ilişkilerin
gelişimine paralel olarak; egzotizmin yerini iş dünyasına ait sunumlara
bırakmıştır. İncelenen reklamlarda Japon işadamları hamburger yerken,
Amerikalı işadamları Japon yemeklerini yemeye çalışmaktadır.
Toplumsal değişimler sonucu, değişen kültürel değerlerin reklam
metinlerine yansımasını inceleyen diğer bir araştırmacı Kellner (1992)’dır.
Kellner iki sigara reklamında; Marlboro ve Virginia Slims sigaralarının
reklam metinlerinde değişen kadın ve erkek imajlarını incelemiş ve bu
değişikliği toplumsal değişime bağlamıştır. Kellner (1992:159-161)’a göre
klasik Marlboro reklamı doğa, kovboy, atlar ve sigaranın bileşiminden
oluşur. Bu reklamın yananlamsal kodları; erkeksilik (masculinity), güç ve
İletişim 2002/14
98
Banu DAĞTAŞ
doğadır. Ancak Kellner yeni zamanlardaki Marlboro reklamlarında çok fazla
oranda artan doğa vurgusuna dikkat çeker. Kovboy ve atlar ve tabii ki;
erkeksilik ve güç arka planda kalmış, DOĞA vurgusu ön plana çıkmıştır.
Kellner’ a göre bu değişimin nedeni, reklamın içinde yer aldığı zaman
diliminde meydana gelen önemli değişikliklere kayıtsız kalamayan
toplumsal metinler olması ile ilgilidir. 1980’ler boyunca gerek sigaranın
zararının işlenmesi ve gerekse de çevreci duyarlılıkların artması sonucu,
Marlboro reklamlarında temiz, yeşil, doğa ve sağlık unsurları daha ön plana
çıkmıştır. Kellner (1992:164) ’ın incelediği 1983 ve 1988 Virginia Slims
reklamlarında değişen kadın imajı, 1980’li yıllardaki
feminizmin
yükselişinden bağımsız bir değişiklik değildir.
1983 yılındaki Virginia Slims reklamındaki kadın imajı; daha kadınsı,
daha yumuşaktır. 1988’ deki kadın imajı ise, ultra-modern bir kadındır. Deri
ceket, deri eldiven, deri çizmeler, siyah gözlükler, cekette nişanlar,
kendinden emin. Bu kadın tehditkar, seksi, maskülin ve daha özgür bir imaja
sahiptir. Kellner (1992:164)’a göre sigara ve nişanlı deri ceket fallik
sembollerdir. Dolayısıyla 1988’deki kadın, daha önceden reklamlarda
alışılagelen yumuşak, boyun eğici ve kadınsı kadına benzemez. gücü elinde
tutan kadındır. Aslında 1983 yılındaki reklamda da feminizm vurgusu vardır.
Sigarasını tutan güzel, yumuşak, kadınsı kadın imajının üst köşesinde;
“Uzun bir yoldan geliyorsun, bebeğim” sloganı yer almaktadır. Bu slogan
kadınların verdikleri toplumsal mücadelelere işaret etmektedir (Kellner,
1991 : 81) . Kellner (1991:82)’a göre 1983 ile 1988 Virginia Slims kadınları
arasındaki değişiklikler, kültürel ideallerdeki yenilikleri, bireyselliği, yüksek
modada daha ele avuca sığmaz özellikleri, özgürlüğü ve kadının cinselliği
konusundaki ahlaki tabuların yıkılmasını ön plana çıkarmıştır. Ayrıca 1980
sonrası refah ve lüks konusundaki vurgu bu yeni kadın imajında daha
belirgin bir hale gelmiştir. Bu analizlerden sonra Kellner (1991:82) şu
saptamayı yapar: “...Tüm bunlardan sonra, reklamların sadece ürünleri değil,
aynı zamanda toplumsal değerleri ve idealleri satmayı amaçladığı ortaya
çıkmaktadır kendiliğinden”. Reklamlarda kadın-erkek imajlarının daha
eşitlikçi bir şekilde verilmeye başladığını O’ Barr (1994) da savunur.
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
99
Değişen kültürel değerlerin reklama yansıması doktora tez çalışmamda da incelenmiştir (Dağtaş,1999). “Reklamda İdeoloji Çözümlemesi”
adlı bu doktora tez çalışmamda; 1987 ve 1997 yıllarında, bankacılık ve otomobil sektörüne ait gazete reklam metinleri incelenmiştir. Bu çalışmada da;
Fiske (1996:121)’nin “yeni duyarlı erkek” olarak isimlendirdiği, maskülin
görünümlü olmayan, hem iş adamı olup hem de çocuklarıyla ilgilenen, mutfakta iş yapan erkek imajı kültürel değişimin reklam metinlerine yansıması
olarak değerlendirilmiştir. Zira çocuklarıyla ilgilenen, mutfakta iş yapan,
yumuşak görünümlü ve kariyer sahibi erkek Türk toplumu için yeni bir
kültürel değerdir.
Reklamı kültürel bir metin olarak inceleyen literatürün bir kısmı da;
reklam metinlerinde mitlerin kullanıldığını savunur. Şimdi bu literatürden
örnekler verilecektir.
Reklam Metinlerinde Mitlerin Kullanımı
Reklam-mit ilişkisi, reklam kültür ilişkisinin bir parçasıdır. Reklam
kültürel öğeleri kullandığı sürece, kültürel değerleri yansıttığı sürece, mitleri
de kullanacaktır.
Reklam-mit ilişkisi ortaya konulduğunda başvurulacak ilk kaynaklar
Barthes ve Levi-Strauss’dur. Bu bilim adamlarının mitleri yorumlamaları,
reklamla ilgilenen araştırmacıları da etkilemiştir. Barthes ve Levi-Strauss’un
mite bakışlarındaki ortak yan; her ikisinin de mitin doğallaştırıcı etkisini
kabul etmeleridir. Levi-Strauss’a göre tüm toplumların anlamlı hale getirmeye çalıştığı en önemli sınır doğa-kültür ilişkisidir. Toplumlar kültürü
oluşturmak için önce kendilerini doğadan farklılaştırırlar, daha sonra da doğa
ile karşılaştırırlar. Mitler kültürel olanı doğallaştırır, temel ikili karşıtlıklardan doğan çelişkileri giderir. Anlamlandırma sistemi ölüm/yaşam, aydınlık/karanlık gibi ikili karşıtlıklar üstüne kuruludur. Levi-Strauss’un mit analizinden faydalanarak reklamları inceleyen araştırmacılardan LangholzLeymore, Chapman, Egger ve Chapman ve Valentine sayılabilir. LangholzLeymore (Aktaran Chapman ve Egger , 1983: 33) reklam-mit ilişkisini
şöyle değerlendirir:
İletişim 2002/14
Banu DAĞTAŞ
100
“Reklamcılık endişe azaltıcı mekanizma gibi hareket eder. Önce
derindeki düzeyde insanlıkla ilgili temel çelişkileri yeniden gündeme getirir
ve daha sonra onlara çözüm üretir. Yaşamın temel çelişkileri olan
yaşam/ölüm, iyi/kötü, mutluluk/mutsuzluk gibi temel problemleri ortaya
koyar ve onlara çözüm üretir”.
Chapman (1986:95-96) Avustralya’daki sigara reklamları metinlerinin
analizinde Levi-Strauss’un mit analizinden ve Langholz Leymore’ dan
yararlanarak şöyle bir analiz modeli geliştirir:
ÖZET
Göstergeler:
Gösterge Sistemleri:
Derin Yapısal Karşıtlıklar:
Vaat edilenler:
Problemler
Mitler
ANALİZ
Chapman bu modeliyle reklam metinlerini semiyolojinin
kavramlarıyla analiz etmiştir. Chapman reklam metinlerinin tıpkı LeviStrauss’un mit analizinde olduğu gibi, ikili karşıtlıklar ve bu karşıtlıktan
doğan çatışmayı çözen mitsel bir içerik sergilediğini öne sürer. “Reklamda
İdeoloji Çözümlemesi” (Dağtaş, 1999) adlı doktora tez çalışmasında
Chapman’ın bu modeli ile Kültürel Çalışmalar’dan Hall’un medya
metinlerinin okunması için önerdiği hakim, tartışmalı ve karşıt okuma
biçimleri birleştirilmiştir. Böylelikle reklam metinlerinin hem yapısalcı bir
analizini yaptım, hem de reklam metinlerini tartışmalı ve karşıt biçimlerde
okudum.
Yine Levi-Strauss’dan yararlanan Valentine (Aktaran MacFarquar,
1994:63) , “myth quadrant” adını verdiği marka mitlerinin de, çelişkileri
uzlaştırdığını savunur.
İletişim 2002/14
101
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
Marka mitlerini matriks şekilde şöyle gösterir:
Şekil-1: Valentine’ nın Marka Miti Matriksi.
Ucuz
Yüksek
Kalite
Düşük
Kalite
Pahalı
Benim için
Zevk Veren
Dayanıklı
Aile İçin
Kaynak: Mac Farquhar, 1994, s.63
Valentine’ın, Levi-Strauss’un mit analizine dayanan bu marka
matriksini, pazar araştırmalarında kültürün ve nitel araştırmanın önemini
farketmiş olan Avrupa’lı araştırma şirketi Semiotik Solutions (Semiotik
Çözümler) da kullanır (Semiotic Solutions Ltd. , 1994). Şirketin adından da
İletişim 2002/14
102
Banu DAĞTAŞ
anlaşılacağı gibi Semiotik Solutions, pazar araştırmalarında semiyolojik
analizi kullanarak farklılaşan bir araştırma şirketidir.
Levi-Strauss’dan hareket eden Chapman ve Egger (1983:169),
reklamlarda bir problem sunulduğunu ve kullanılan mitin bunu çözdüğünü
savunur. Chapman ve Egger (1983:167)’a göre reklamcılık modern
mitolojiyi incelemek için çok zengin bir kaynaktır. Ve toplumsal yaşamda
“mitik” olarak sınıflanan şeyler, kültürün ya da alt-kültürün temsil edildiği
ifadeler olarak anlaşılmalıdır.
Reklamın mit gibi çelişkileri çözme işlevi olduğunu Kellner da
savunur. Kellner (1992:158)’a göre tıpkı mitler gibi, reklamlar da toplumsal
çelişkileri çözer, kimlik modeli sağlar ve varolan toplumsal düzeni onaylar.
Levi-Strauss gibi mitin doğallaştırıcı işlevini kabul eden Barthes, bu
işlevi tarihsel ve sınıfsal olarak ele alır. Barthes’ın incelediği çağdaş mitler,
kapitalist değerleri, kapitalist ideolojiyi doğallaştırır ve dolayısıyla
meşrulaştırır. Barthes ayrıca semiyolojiden yararlanarak yaptığı mit
analizinde; miti yananlama ve ideolojiye eşitler. Barthes’ın yananlam
kavramı reklam metinlerinin analizinde çok önemlidir. Barthes’ın analizinin
izlerine birçok eleştirel reklam analizi çalışmasında rastlanabilir. Bunlardan
önemli bir tanesi Williamson’ un çalışmasıdır. Williamson (1978:27)’a göre
reklamlar ürünler arasında farklılık yaratmak için varolan toplumsal
mitolojilerdeki farklılıkları kullanır. “Purolar bir kral adıyla, iç çamaşırları
sfenskle ilgi kurularak, yeni bir araba modeli yazlık bir konağın önüne
yakıştırılarak satılabilir ” (Berger , 1990 : 139) .
Reklam fotoğraflarının semiyolojik analizini yapan Sezgi
(1994:108)’ye göre, malların mitik bir şekilde sunulması, ürün ile tüketici
arasındaki yabancılaşmayı önler. Tempra ve Renault 21 marka otomobillerin
reklam fotoğraflarını inceleyen Sezgi (1994:108), otomobil reklamlarının
Barthes’ın yananlam kuramı için iyi bir örnek oluşturduğunu ileri sürer.
Çünkü otomobiller çağdaş mitlerle ve yaşam tarzı sunumlarıyla satılmaya
çalışılmaktadır. Güzel, seksi bir kadınla sunulan Tempra reklamının yazılı
metni şöyledir: “Bu güzellik insana otomobili sattırır, Tempra aldırır.” Sezgi
(1994:115) “kadına sahip olabilmek için araba sahibi olmak gerekliliğini”
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
103
çağdaş kapitalist kültürün bir miti olarak yorumlar. Renault 21 otomobilinin
bir reklam fotoğrafında da yine çağdaş bir mit olan “Playboy Erkeği” ve
onun yanında sekse arzulu bir kadın sunulmuştur.
Sonuç olarak reklam metinlerinde mit kullanımı da, reklamın kültürel
bir metin olma tezini güçlendiren bir olgudur. Çünkü ister geleneksel olsun
ister çağdaş, mitler içinde yaşanılan kültüre aittir. Reklamın kültürel bir
metin olma tezini destekleyen diğer çalışmalar tüketim kültürü sorunsalıyla
ilgilidir. Sonuçta reklam tüketim kültürünü var eden ve onu azdıran bir
iletişim ürünüdür. Bu nedenle tüketim kültürü-reklam ilişkisini ele alan
seçilmiş bir literatürün burada özetlenmesi uygun olacaktır.
Tüketim Kültürü
Tüketim kültürünün ortaya çıktığı tarihsel süreç olarak genellikle
İkinci Dünya Savaşı sonrası ve yer olarak da Amerika Birleşik Devletleri
gösterilir. Savaş sonrası oluşan toplumsal refah, 1929 ekonomik bunalımını
tekrarlamamak için tercih edilen ve toplam talebi artırmayı hedefleyen
Keynesyen ekonomi politikalarının tercih edilmesi ve fordist üretim tarzı
sonucu Amerikan toplumunda başlayan ve diğer Batılı ülkelere yayılan
tüketimdeki artış, tüketim kültürü kavramını ortaya çıkarmıştır.
Featherstone (1996:187) birçok araştırmanın tüketim kültürünün
kökenlerini, İngiltere’ de orta sınıflar açısından 18. yüzyıla; işçi sınıfı
açısından ise reklamın, büyük mağazaların, tatil gezintilerinin, kitlesel
eğlencenin, boş zamanın geliştiği 19. yüzyıla dek götürdüğünü belirtir. Lyon
(1994) ve Baudrillard (1996) ise; tüketici kültürünü postmodernizm ile
beraber düşünür. Lyon (1994:56) tüketimin ve tüketicinin yaşam tarzının
hakim olduğu bir kültürü postmodern olarak tanımlar. Baudrillard (1996) da,
modernden, postmoderne geçişi tüketim talebinin, üretimin merkezi haline
gelmesi ile ilişkilendirir. Giddens (Aktaran Lyon,1994:60) ise; bireylerin,
reklamların sunduğu yaşam tarzı paketlerinin rehberliğinde, kendilerini
“özgür tüketici” olarak ifade ettikleri dönemi “yüksek modern dönem”
olarak tanımlar. Yazarın işaret ettiği dönem; “sanayi ötesi toplum”, “geç –
İletişim 2002/14
Banu DAĞTAŞ
104
kapitalist dönem”, “postmodern toplum” ya da “çağdaş tüketici toplum”
kavramlarıyla anlatılmaktadır.
Postmodern, geç – kapitalist ya da çağdaş tüketici toplum olarak ifade
edilen 1980’ler ve 90’ların, daha önceki dönemlerden farklı olarak, tüketim
toplumunun temel taşıyıcısı reklamlarda tüketicinin kendisinin ve ona
sunulan yaşam tarzı (life style)’nın ön plana çıkarılmasıdır. R. W. Pollay
(Aktaran Leiss vd., 1990:50) reklam metinlerindeki bu değişime göre
reklamları bilgi verici reklam (informational advertisement) ve dönüştürücü
reklam (transformational advertisement) olarak ikiye ayırır. Bilgi verici
reklamda; tüketici ürün hakkında bilgi alırken, dönüştürücü reklamlarda;
marka adı, tüketim tarzı, yaşam tarzı, kişisel ve toplumsal başarı gibi
tutumların sunumu yer alır. Leiss vd. (1990:153-169), Pollay’ın yaptığı bu
ayırımı reklam metinlerinin formatı açısından tarihsel olarak ele alır ve dört
dönemde inceler:
I. Dönem
(1890 – 1925) : Ürün-Bilgi Formatı
II. Dönem
(1925 – 1945) : Ürün-İmaj Formatı
III. Dönem
(1945 – 1965) : Kişiselleştirme Formatı
IV: Dönem
( 1965 - ~
) : Yaşam Tarzı Formatı
I. Dönem (1980 – 1925) : Ürün – Bilgi Formatı
Bu dönem reklamcılığın ürün merkezli olduğu dönemdir. Reklam
iletileri rasyoneldir ve neden ürünün kullanılması gerektiğini açıklar. Yazılı
metin reklam metninin esas kısmını oluşturur. Reklam metninde ürün işlevi,
fiyatı ve faydalarından bahsedilir.
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
105
II. Dönem (1925 – 1945) : Ürün – İmaj Formatı:
Bu dönem ürün sembollerinin kullanıldığı dönemdir. Reklam metni
rasyonel değildir, ürün ve kullanım merkezli değildir. Ürünü satmak için
statü, endişelerin giderilmesi, mutlu aile gibi semboller kullanılmıştır. Bu
dönemde reklamın toplumsal bağlamı ve güçlü marka imajı ön plana
çıkarılmıştır. Bu dönemin hakim sorusu şudur: “Bu ürünü kullanmak ne işe
yarar? Ürün tüketici için ne anlama gelir?” (Leiss vd. , 1990 : 281) .
III. Dönem (1945 – 1965) : Kişiselleştirme Formatı
Bu dönem reklamlarında insan kişiliği ve buna bağlı psikolojik
kavramlar ön plana çıkar. Bireylerin ürünle kurdukları ilişki sonucu
yaşayacağı duygular işlenir. Ürüne sahip olmanın verdiği gurur, ürünü
kullanmamanın verdiği endişe ve tüketimle gelen doyum önem kazanır. Bu
dönem reklam metinlerinde hakim sorular şöyledir: “Bu ürünün tüketilmesi
ile tüketiciler ne gibi duygular yaşar? Tüketici bu tüketim ile nasıl mutlu
olur?” (Leiss vd. ,1990 :281) .
IV. Dönem (1965 - ~ ) : Yaşam Tarzı Formatı
İçinde yaşanılan zamanı da kapsayan bu dönem reklam metinlerinde
yaşam tarzı sunumuna yönelik reklamların ağırlıkta olduğu görülmektedir.
Belli bir ürün ile belli bir yaşam tarzı arasında bağlantı kurulur. Bu dönemde
pazar ayrışması ve tüketici gruplarının farklılaşması başlar. Ürün sanki bir
grubun totemi haline gelir ve ürünün toplumsal anlamı ön plana çıkarılır. Bu
dönemde reklam metinlerinde hakim olan sorular şöyledir: “Bu tüketim
süreci sonucu ben kim olacağım? Aynı ürünü tüketen diğer tüketiciler
kimlerdir?” (Leiss vd. , 1990: 282). Bu sorulardan hareketle yaşam tarzı
merkezli bu dönemde kimlik ve aidiyet sorularına yanıt arandığı
söylenebilir. Ewen (1990:45)‘a göre kapitalizmin gelişimine paralel olarak
geleneğin çözülüşü ile birey kendi olma (self) krizine girmiştir. Kapitalizmin
gelişimiyle yaşamın kendisi ve onun içindeki “kendi olma durumu” pazar
İletişim 2002/14
106
Banu DAĞTAŞ
etkinlikleri içinde belirlenmeye başlamıştır. Tüketici olarak bireyin tarzı,
kendi olma konumunun oluşumunda son derece belirleyicidir.
Pierre Bourdieu Veblen’den hareketle, 1980’li yıllarda tüketim ve
kimlik oluşturma süreçleri arasında bağlar kurulmuş ve Fransız toplumu
üzerinde yaptığı çalışmalarda “tat” kavramı etrafında en yoksul kesimlerin
bile tüketim sırasında, ürünlerin ve hizmetlerin kullanım değerlerinin
yanında, kimlik değerine önem verildiğini tespit etmiştir (Aktaran,Faiz,
1998: 56) .
Yukarıdaki önermeler doğrultusunda Batı’da 1925’ten itibaren reklam
metinlerinde ürün hakkında bilgilendirmenin geri plana atıldığı ve toplumsal
bağlamın öne çıktığı söylenebilir. 1965 yılından sonra ise reklam
metinlerinde kimlik ve aidiyet oluşturmaya yönelik imajlar ve yaşam
tarzlarının sunulduğu görülmektedir. Türkiye’de ise bu tarz imajlara 1990’lı
yıllarda ağırlık verildiği söylenebilir.
Featherstone (1996: 187) genelde dinin, özelde ise püriten ahlakın
öğrettiği çileci yaşam tarzına tamamen zıt olan “şimdi yaşa, sonra öde”
felsefesi ile tüketim düşkünlüğünün tinsel fakirliğe ve hedonistik bencilliğe
yol açtığını savunur. Featherstone (1996:187) reklam endüstrisinin
gelişimine paralel gördüğü 1920’li yılların sonundaki tüketim ahlakını şöyle
tanımlar:
“1920’li yılların sonunda devralınan yeni tüketim ahlakı, AN’ ı
yaşamayı, hedonizmi, öz dışavurumu, beden güzelliğini, paganizmi,
toplumsal yükümlülüklerden bağımsız olmayı, uzak yerlerin egzotikasını,
üslup geliştirmeyi ve hayatın üsluplaştırılmasını coşkuyla selamlıyordu”.
Featherstone (1996:147) tüketim kültüründe yaşı ya da sınıfsal kökeni
ne olursa olsun, tüm bireylerin kendini ifade olanağına sahip olduğunu
belirtir ve bu ifade biçimlerini şöyle tanımlar:
“Bu dünya ilişkilerinde ve tecrübelerinde yeninin ve en son modanın
peşinde koşan, maceradan hoşlanan, hayatın tüm olanaklarını araştırmak için
riske girebilen, yaşayacağı tek bir hayatın olduğunun ve bu hayattan zevk
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
107
almak, yaşantılamak ve dışa vurmak için çok gayret etmek gerektiğinin
bilincinde olan erkek ve kadınların dünyasıdır”.
Featherstone’un bu ifadesi tüketim kültürünün teşvik ettiği bireyselliği
ve farklılığı oldukça iyi anlatır. Baudrillard (1997: 225) tüketim toplumunda
tüketim sürecinin bireyler arasında fırsatları eşitlemek ve toplumsal rekabeti
azaltmak yerine, keskinleştirdiğini söyler. Baudrillard (1997:96)’a göre
tüketim nesneleri ve mallarına sahip olma durumu bireyselleştirici,
dayanışma kırıcı ve tarihsizleştiricidir.
Qualter (1991:37) tüketici
toplumunun bu özelliğini kapitalist ideolojinin etik kuralları ile açıklar:
“Kapitalizm bireyin tüm zevk ve doyumlarını maddi zenginliğin varlığına,
yaşamın kendisini de elde etme güdüsüne eşitlemiştir”.
Özetle bu ifadeler tüketim kültürünün bireyselliği ve farklılığı teşvik
ettiğini öne sürer. Bu bireysellik bencil ve hedonist bir bireyselliktir ve
reklam metinlerinde oluşturulan imajlarla tüketiciye ulaşır.
Qualter (1991: 41)’ e göre toplumsal bir varlık olarak bireylerin sosyal
bağlara ihtiyacı vardır. Tüketim toplumunda bu bağ maddi olarak sahip
olunanlar ile kurulur. Bireyler öncelikle ne tükettiklerine göre sınıflanır,
konumlandırılır ve bu çerçevede bir statü belirlenir. Kullanılan otomobiller,
giysiler, seçilen yiyecekler hem bireyin maddi ihtiyaçlarını karşılar hem de
bir gruba ait olma ihtiyacını karşılar. “Tüketim toplumu tanımı gereği
bireyseldir. Ancak tüketim bizim sadece nesnelerle olan ilişkimizi
belirlemez; diğerleriyle olan ilişkilerimizi de etkiler . Diğer bireylerin
tercihleri ve zevkleri, mal ve hizmetleri tercih edişleri ve zevklerini bizim
temel kanılarımızı etkiler.” (Sulkunen, 1997: 6) .
Tüketim toplumunda bireyler kullandıkları ürünler ile sınıflanır,
belirlenir. Williamson (1978) İngiltere’de gerçekte bireylerin toplumsal
olarak üretim sürecindeki yerlerine göre farklılaşmalarına karşın;
reklamlardaki yanlış kategorilere, kullanılan ürünlere, yani tükettiklerine
göre farklılaştıklarını savunuyor. Williamson (1978:12) buradan şöyle bir
sonuca varılabileceğinin altını çiziyor: “İki otomobile ve renkli TV’ ye sahip
işçiler, işçi sınıfına ait değildirler. Bizler satın aldıklarımıza göre toplumda
İletişim 2002/14
108
Banu DAĞTAŞ
yükselme ya da düşme hissine kapılırız. Oysa bu durum toplumsal
konumumuzu belirleyen gerçek sınıf temelini saklar, üstünü örter ”.
Toplumsal konumumuz tükettiğimiz mal ve hizmetlerle belirlenir hale
gelince; reklam metinlerinde de tüketilen ürün ile sınıf atlanacağı, statü
sahibi olunacağı fikri sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Böylece reklam
metni toplumsal tabakalaşma konumlarına daha duyarlı olarak
oluşturulmaktadır.
Williamson’un düşüncesini destekleyen diğer bir görüş Sulkunen
(1997)’e aittir. Sulkunen tüketiciliğin artık, sınıf kavramının yerini alan bir
ideoloji olduğunu ileri sürer. Tüketicilik; tüketicilerin ortak çıkarları olduğu
yanılsaması ile, tüketicilerin üretim ve paylaşım aşamasındaki çıkarlarının
görmezden gelinmesine yol açar. Bu bağlamda Sulkunen (1997:1)’e göre
sosyal teoride üretim kavramı merkezi rolünü yitirmiştir. 1980’ler ile beraber
tüketim ile ilgili yeni sosyolojik literatür zevk, tarz, moda, alışveriş,
kolleksiyonculuk, medya ve kültürel ürünler üstüne yoğunlaşmıştır. Ewen
(1990:46) da tüketici toplumunda seçilen tarz (style) ile “sınıf edinme
yanılsamasının” oluştuğunu savunur. Sulkunen (1997:2) ürünlerin paylaşımı
gibi ekonomik bir olgu yerine, yeni tüketici toplumunun; tüketicilerin
“tüketim özgürlüğü” üzerindeki kontrolün ortadan kaldırılması konusuna
öncelik tanındığına işaret eder.
Qualter (1991:51)’a göre tüketici toplumunda reklamlar “orta-üst
sınıf” mitolojisi sunarlar, ancak bunun gerçekleşmesi için gerekli parayı
ödemezler. Tüm toplumsal statü, başarı gibi olguların maddi olarak
ölçülmesi, bunlara sahip olamayanlarda “vatandaşlığı” sorgulamaya kadar
giden bir dışlanma yaratır.
Gerçekten de reklam metinleri dikkatle incelendiğinde genelde sınıfsal
olarak “orta-üst sınıfa” ait imajların ağırlıkta olduğu görülmektedir. Yani
reklamı yapılan ürünün kullanımıyla o sınıfa ait olunacağı fikri reklam
metinlerinde işlenmektedir. Sınıflar arasındaki farklılığın giderek
keskinleştiği günümüz kapitalizminde reklam metinlerinde böyle bir tercih
yapılması varolan sınıf konumlarını pekiştirmektedir. Bu durum da gerek
Qualter (1999)’ın ve gerekse de Baumann (1999)’nın altını çizdiği gibi,
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
109
ürünlere sahip olamayan kitlelerde vatandaşlığı sorgulamaya kadar giden bir
dışlanma duygusu yaratmaktadır.
Baudrillard (1997)’a göre çağdaş tüketici, kapitalizmde tüketiciler
ürünleri değil, göstergeleri tüketir. Bu göstergeler tüketiciye reklamlar
aracılığı ile ulaşır. Tüketim nesnelerinin her biri göstergedir. Tüketimde
ihtiyaçlar ve isteklerin yerini toplumsal değerler ve imajlar alır. Gerçek
ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığını tüketim
toplumunda birey tüketim malları satın almanın ve bunları sergilemenin
toplumsal ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İhtiyaç artık, tek bir nesneye
duyulan ihtiyaçtan ziyade, bir farklılaşma ihtiyacıdır .
Argın (1998:88) , Baudrillard’ın çağdaş tüketici toplumu ile ilgili bu
düşüncelerini şöyle destekler:
“Şimdi kapitalist rasyonalite açısından önemli olan, nicelik ve niteliği
önceden hesaplanabilir bir tüketici kitlesine yönelik üretim değil; öncelikle
hesaplanmış nicelik ve niteliklerde tüketici kitlesinin bizzat kendisinin
üretimidir” .
Argın, günümüz kapitalist sisteminin gerçek bir talebe yönelik
arzından ziyade, hayali bir talebin arzına ve dolayısıyla tüketimin ve
tüketicinin üretimine yöneldiğini savunur. Wernick (1996) geç kapitalizmde
bireylerin metaları sahiplenmekle yetinmeyip, kendilerini de bir meta gibi
tasarlayıp, sunduğunu belirtir. Wernick (1996:290)’e göre erken kapitalizmin
“mülkiyetçi bireyi” yerini “promosyoncu bireye” bırakmıştır. Wernick
(1996:291) kendi promosyonunu yapan özneyi şöyle tanımlamaktadır:
“Kendi promosyonunu yapan özne, kendisini, başkaları için,
piyasanın rekabetçi nitelikteki imaj oluşturma gereklilikleriyle aynı çizgide
kurgular. Yapay bir imajla kuşatılan diğer metalar gibi, bu süreçte ortaya
çıkan kurgu (kamusal tüketim için üretilen kişi) promosyon eklentisinin
dönüştürücü etkilerinin damgasını taşıyacaktır. Sonuç, temel sosyalpsikolojinin toplumsal bakımdan adapte edilmiş benliği (self): Bir kişinin
işgal etmeye başladığı toplumsal konumun (konumların) koşullarına göre
ayarlanmış ve kendisiyle özdeşleşmiş rollerden meydana gelen zırhtır.
Kendisini sürekli olarak rekabetçi dolaşım alanı için üreten benliktir bu:
İletişim 2002/14
110
Banu DAĞTAŞ
Giyim, konuşma, jestler ve hareketlerle sınırlı kalmaya aynı zamanda sağlık
ve güzellik çabalarıyla aktörün özenle ilgilenilen bedenini de kapsayan
temsili bir izdüşüm” .
Üretimden tüketime yönelinmesi, aynı zamanda gerçek dünyadan
imajiner dünyaya yönelmedir (Leiss vd. ,1990 : 31) . Üretim alanı toplumla
ilgili kararların alındığı bir alan olduğu için; reklamların bireyleri imajiner
dünyaya yönlendirmesi ve tüketimin altını çizmesi bu kararları
etkilemektedir. Bu durumda gerçeklik de imajiner bir dünyada tanımlanmaya
başlar. Reklam metinlerinde sunulan imajlara bireylerin kendini kolayca
kaptırmasının nedeni; imajların arzulara gerçekten daha yakın olmasındandır
(Qualter ,1991 : 64). Bu imajlar prestij, farklılık, saygınlık gibi değerlerin
yanı sıra, “mutluluk” da vaad eder. Reklam metinlerinde bireye tüketerek
mutsuzluğunun giderileceği, “bir şeylerin iyi olacağı” önerilir (Dyer , 1982 :
46-47) .
Postmodern toplum, geç kapitalist dönem ya da yeni tüketici toplumu
gibi kavramlarla işaret edilen zaman dilimindeki son dönem reklam
metinlerinde ise “yaşam tarzı“ sunumları ön plandadır (Featherstone ,1996 ;
Kellner , 1992 ; Leiss vd. , 1990 ; Qualter , 1991) . Davidson (1996:66)’ a
göre yaşam tarzı hatta bir meta haline gelmiştir. Peki yaşam tarzı kavramı ile
işaret edilen nedir? Featherstone (1996:141) yaşam tarzını şöyle tanımlıyor:
“Bir kimsenin bedeni, giysileri, konuşması, boş zamanlarını kullanma
şekli, yiyecek-içecek tercihleri, ev, otomobil, tatil seçimleri vb. gibi
tüketicinin beğeni üslubunun bireysel işaretleridir”.
Featherstone (1996:146)’a göre tüketim toplumunun yeni
kahramanları yaşam tarzını gelenek ya da alışkanlık yoluyla düşünmeksizin
benimsemezler. Yaşam tarzını bir yaşam projesi haline getirirler. Tüketim
toplumunda yaşam tarzı bireyin; bireyselliğini ve farklılığını temsil eder.
Ancak ortak tüketim tarzları olan kültürel gruplar “yaşam tarzı grupları”
olarak da tanınır. Bu gruplardaki bireyler bazen bir toplumsal sınıfa bağ
duyarken, bazen başka bir toplumsal sınıfa bağ duyabilir (Leiss
vd.,1990:304).
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
111
Son olarak 1980 sonrasını ifade eden “yeni” tüketim toplumu
olgusunun, küreselleşme olgusu ile yakından ilişkili olduğunun altı
çizilmelidir. Artık endüstriyel ve ticari süreçler global bir boyutta işlemekte;
maddi kültürün tüm sonuçları ulus-devletin sınırlarını aşmaktadır.
Lüks tüketim malları artık çok uzaklara ulaşabilmekte ve tüketim
global bir boyut kazanmaktadır. Bu durumun reklam metinlerine yansıyan
boyutu, kültürün akışkanlığı ya da hegemonik kültürün yeniden üretimidir.
Global ürünlerin reklamları bazen yerel kültürlere adapte edilirken,
çoğunlukla orijinal haliyle kalmaktadır. Bu da kültürel bir metin olan reklam
metinlerinin, bir bakış açısıyla kültürün akışkanlığına, diğer bir bakış
açısıyla hegemonik kültürün yeniden üretimine hizmet ettiğini
göstermektedir.
Değerlendirme
Batı reklam tarihinde 1925’ten bu yana salt ürün ya da hizmetin
tanıtımı yapılmamakta; ağırlıklı olarak ürün ya da hizmetle ilgili kültürel
imajlar kullanılmaktadır. Reklamlarla kendini var eden tüketim kültürü
kapitalizmle beraber ortaya çıkmasına karşın, 1980 sonrası küresel
kapitalizmle birlikte tüketimin ekonomik ve kültürel yaşamda belirleyiciliği
artmıştır.
Tüketim kültüründe Dyer (1982)’in de belirttiği gibi reklamlar bir
yandan sürekli tüketimi önererek maddi bir motivasyon sağlarken, diğer
yandan paradoksal bir şekilde maddi dünyanın yeterli olmadığını söyleyerek
kültüre ve değerlere başvurur. Reklamlar bu nedenle kültüre ait mitleri de
metinlerinde kullanır. Nasıl mitler kültürel olanı doğallaştırıp, ikili
karşıtlıklardan doğan temel çelişkileri giderirse; reklam metinlerindeki mitler
de ürünün ya da hizmetin kullanımıyla giderilecek çelişkilerden bahseder.
Diğer bir deyişle; iyi/kötü, mutluluk/mutsuzluk gibi temel çelişkileri ortaya
koyar ve çözüm üretir.
Kültürel değişimlere dair imajlar da reklam metinlerinde kullanılır.
Tüm bunlar reklam metinlerinin kültürden bağımsız olmadığını
İletişim 2002/14
Banu DAĞTAŞ
112
göstermektedir. Bu nedenle reklamın kültürel bir metin olarak da çalışılması;
kültürel yeniden üretim ve popüler kültür çalışmalarının zenginleşmesi için
gereklidir.
İzleyici çalışmaları açısından reklamın kültürel bir metin olma
iddiasının anlamı ise; reklam metinlerinin de diğer medya metinleri gibi
farklı okumalara açık olduğudur. Ancak reklam metinleri kültürel çalışmalar
içinde, özellikle de İngiliz Kültürel Çalışmaları’nda pek çalışılmamaktadır.
Reklamlar gerek yazılı-sözlü ve gerekse de görsel metinleriyle farklı
söylemleri içinde barındırmaktadır.
Reklama kültürel bir metin olarak yaklaşan çalışmalar, onu salt ürün
ya da hizmetlerin satışını kolaylaştıran bir ikna süreci olarak kabul
etmemektedir. Reklam metinleri bundan daha komplekstir, çünkü reklam
metinleri kültürel yeniden üretimin yapıldığı metinlerdir. Reklam
metinlerinde de kurulu düzenin hakim kodları seçilerek yeniden üretilebilir.
Reklamların günümüz kamusal yaşamının en temel alanı olan medyada
yayın politikalarını etkilediği düşünülecek olunursa, reklam metinlerindeki
kültürel yeniden üretimin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Bu nedenle bu
çalışmanın bir sonucu olarak da; reklamın sadece ikna edici ya da pazarlama
boyutuyla değil, kültürel metin olma boyutuyla da ilgili çalışılması
önerilmektedir.
Kaynakça
Argın, Şükrü (1998). “Tüketicinin Üretimi ve Benlik Promosyonu”.
Birikim, 110 : 87-95.
Baudrillard, Jean (1997). Tüketim Toplumu. Çev: Hazar DeliceçaylıFerda Keskin . İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Baudrillard, Jean (1996) . Amerika. Çev: Yaşar Avunç. İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Berger, John (1990) . Görme Biçimleri. Çev: Yurdanur Salman.
İstanbul: Metis Yayınları.
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
113
Chapman, Simon (1986). Great Expectoratations: Advertising and
the Tobacco Industry. London: Comedia.
Chapman, Simon ve Garry Egger (1983) . “ Myth in Cigarette
Advertising and health Promotion” . Language, Image, Media . der., H.
Davis ve P. Walton. London: Basil Blackwell, 167-185.
Dağtaş, Banu (1999). Reklamda İdeoloji Çözümlemesi.
Yayınlanmamış Doktora Tezi. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Davidson, Mike (1992). The Consumerist Manifesto Advertising in
Postmodern Times. London: Routledge.
Dyer, Gillian (1982). Advertising as Communication. London:
Methuen.
Ewen, Stuart (1990). “ Marketing Dreams, The Political Elements of
Style,” Consumption, Identity and Style, Marketing, Meanings and the
Packaging of Pleausure. der., Tom Linson. London: Routledge.
Faiz, Muharrem (1987) . “Yeni Tüketici Davranışı ve Araştırma”.
Media Cat, 40: 54-57.
Featherstone, Mike (1996). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü.
Çev: Mehmet Küçük . İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Fiske, John (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev.: Süleymen
İrvan. Ankara: Ark Yayınları.
Hay, James (1989) . “Advertising as a Cultural Text ( Rethinking
Message Analysis in a Recombinant Culture)“. Rethinking
Communication V.2. der., B. Dervin, L. Grossberg, B. O. Keefe ve E.
Wartella . London: Sage, 129-152.
Kellner, Douglas (1992) . “ Popular Culture and the Construction of
Postmodern Identities”. Modernity and Identity. der.,S. Lash ve J.
Friedman. Cambridge: Blackwell , 141-177.
Kellner,
Enformasyon
Douglas (1991) .“Reklam ve Tüketim Kültürü“.
Devrimi
Efsanesi,
Modernleşme
Kuram
ve
İletişim 2002/14
Banu DAĞTAŞ
114
Uygulamalarının Eleştirisi. der.,Yusuf Kaplan . İstanbul: Rey Yayınları ,
75-91.
Leiss, William, Stephen Kline ve Sut Jhally (1990). Social
Communication in Advertising, Persons, Products and Images of WellBeing. London: Routledge.
Lyon, David (1994). Postmodernity. London: Open University.
MacFarquar, Larissa (1994) . “ This Semiotician Went to MarketShopping With Saussure, Don’t Forget Your Peirce! “ . Linqua Franca ,4:
59-68.
O’ Barr, William M. (1994) . Culture and Advertising, Exploring
Otherness in the World of Advertising. Oxford: Westview.
Oskay , Ünsal (1992) . İletişimin ABC’si . İstanbul: Simavi Yayınları.
Pateman , Trevor (1983) . “ How is Understanding an Advertisement
Possible? “ . Language, Image , Media .der.,H. Davis ve P. Walton.
London: Blackwell , 187-203 .
Pollay , Richard W. (1986) . “ The Distorted Mirror : Reflections on
the Unintented Consequences of Advertising “. Journal of Marketing , 50 :
18-36 .
Qualter, Terence (1991). Advertising and Democracy in the Mass
Age. London: Mac Millan.
Semiotic Solutions. (1994) . London: Semiotic Solutions Ltd.
Sezgi , Osman . (1994) . A Semiotical Approach to Analyze
Connoted Values in Advertising Photography. Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi , Bilkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Sherry , John F . (1987) . “Advertising as a Cultural System”.
Semiotic Marketing . der., Jean U . Sebeok . Berlin : Mouton de Gruyter ,
441- 458 .
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
115
Sulkunen, Pekka (1997). “Introduction: The New Consumer Society,
Rethinking the Social Bond”. Constructing the New Consumer Society,
der., P. Sulkunen, H. Radner, G. Sehulze.. London: MacMillan.
Wernick , Andrew (1996) . Promosyon Kültürü , Reklam , İdeoloji
ve Sembolik Anlatım .Çev: Osman Akınhay . Ankara: Bilim ve Sanat .
Williamson, Judith (1978). Decoding Advertisements: Ideology and
Meaning in Advertising. London: Marian Boyars.
İletişim 2002/14
Banu DAĞTAŞ
116
Özet
Bu makalede reklamı kültürel bir metin olarak ele alan literatür
taranmıştır. Reklamın kültürel metin olma tezinin önemli bir boyutu;
toplumsal ve kültürel değişimlerin reklam metinlerine yansımasıyla ilgilidir
Reklamın kültürel bir metin olma tezi; onun tüketim kültürü içinde ele
alınmasıyla da ilgilidir. Bu nedenle tüketim kültürü-reklam ilişkisini tartışan
literatür taranmıştır.
Reklamın kültürel bir metin olmasıyla ilgili literatürün bir kısmı da,
mitlerle ilgilidir. Reklam metinlerinde mitlere başvurulduğunu savunan
literatür, daha çok Barthes ve Levi-Strauss’tan hareket eden çalışmalardan
oluşur.
Bu çalışmada özellikle Batı literatürü incelenmiş; Türkçe literatüre
kısmen yer verilmiştir. Bir başka çalışmayla konuyla ilgili Türkçe literatürün
de ayrıntılı olarak incelenmesi yararlı olacaktır.
Abstract
This article aims to review the literature which deals with advertising
as a cultural text. The important aspect of the idea of thinking advertising as
a cultural text is related with the reflection of the social and cultural changes
to the texts of advertisements. For this reason literature about reflection of
social and cultural change on advertisement texts were reviewed.
The idea of thinking the advertising as a cultural text is primarily
related with consumer culture. So, literature about relationship of consumer
culture and the advertising was also reviewed.
The literature which sees advertising as a cultural text is about the
myths. This literature which proposes that myths are used in an
advertisement texts, based on the studies of Barthes and Levi-Strauss.
In this article Western literature is reviewed whereas Turkish literature
is partly reviewed. It will be useful to review Turkish literature with another
study.
İletişim 2002/14
Kültürel Bir Metin Olarak Reklam
117
İletişim 2002/14
Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi: Metropolis*
Önder ERKARSLAN**
Bilim Kurgu Sinemasının mekansal klasiklerinden biri olan Fritz
Lang’ın Metropolis’inin pek çok sanat ve mimarlık tarihçisinin de ilgi odağı
olması, sadece sinema kuramcıları için bir kült yapıt olma özelliğinden
kaynaklanmamaktadır. Metropolis Filmi, 18. yüzyıldan başlayan Batılı
aydınlanma felsefesini ve ideolojik fraksiyonları harmanlayan bir dizi sanat
yapıtı ile organik ilişkileri kurulabilen ve bu nedenle sanat tarihçilerinin
tekrar tekrar okumaya çalıştıkları bir yapıttır.
Metropolis, tam anlamıyla kent ve kentsel yaşam üzerine kurulmuş bir
öyküdür. Özellikle yirminci yüzyılın başında kentin fiziksel varlığı ve
toplumsal yaşamı, sanatın en önemli teması haline gelmiştir. Tiyatrodan
resme, mimarlıktan edebiyata kadar metropoliter evrenin girmediği tek bir
yer bile yoktur. Bu filmde de anlatının oyunculardan çok kentin göründüğü
sahneler ile özdeşleştirilmesi elbette ki doğaldır. Ancak filmin tümü ele
alındığında kent sahnelerinin gerçekte çok fazla yer tutmadığı, ancak çarpıcı
imgelerden oluştuğu görülür. Bu imgeleri güçlendiren de, filmde aktarılan
Babil Kulesi öyküsüdür.1 Babil Kulesi referansı ile yabancılaşma, çeşitlilik
ve karmaşa kavramları, dikey kente anlamsal olarak iliştirilmiş olur. Burada
izleyiciyi tedirgin eden, görüntüler kadar bu anlam birlikteliğidir.
Metropolis’te, kaotik, yabancılaştırılmış ve insansı olmayan bir
fiziksel çevrenin mekansal yansıması, fütürüstik mimarlığın dinamik
*
Sinema evrensel bir dil olarak bir çok sanat yapıtını yeniden anlamaya, okumaya çok uygun bir araçtır.
Bu anlamda, sinema tarihi/kuramı pek çok tasarım eğitimi modeli içinde vazgeçilmez bir yere sahiptir.
Farklı sanat yapıtları arasındaki dikey ilişkiler kimi zaman aynı sanat türündeki yapıtlar arası paralel
ilişkileri okumaktan daha aydınlatıcı olabilmektedir. Bu makalenin yazarı da görev yaptığı, İYTE,
Mimarlık Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’ nde verdiği “Cinema and Design/Sinema ve
Tasarım” başlıklı derste edindiği deneyimler ile mimarlık ve sinema kuramının ilginç kesişiminden
olgulara bakabilme olanağına sahip olmuştur.
**
Dr., İzmir İleri teknoloji Enstitüsü Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü
İletişim 2002/14
118
Önder ERKARSLAN
kitlelerinden oluşmuş, dikey bir kent ile ifade edilmiştir. Dikey kentin
sinema ekranlarına yansıyan grotesk havası, Metropolis’in ardından yüzlerce
bilim-kurgu filmi için de bir klişe olmuştur. Dikey Kent tek başına bu anlamı
yüklenecek kadar düz anlamlı değildir. Bilim-kurgu filmlerinde bu anlam
katmanlarını yaratan çoğunlukla kaos temalarıdır. Kentin irrasyonel ve
düzensiz görüntülerine eşlik eden bir tür bozulma, yıpranma, çökme etkisi,
kentsel yaşamın abartılan kriminel yönü, homo sapiensin dışında uzaydan
geldiği varsayılan inanılmaz canlı türleri, vb... az önce anılan katastrofik
temanın alt açılımlarıdır. Bu filmlerin birçoğunda bilinçli olarak var olan
çeşitlilik, karmaşanın eş anlamında kullanılmaktadır. Heterojenlik aslında
korkutucu olabilmektedir.
Daha sonra pek çok filmde çeşitlemelerine rastlanan inanılmaz
boyuttaki gökdelenler kenti, yüzyılın bilim kurgu sineması için neden bir
klişe ya da bir sembol haline gelmiştir2- ya da gökdelenlerin Hollywood
imajları aracılığı ile günlük yaşamın bir parçası olarak kanıksandığı
2000’lerin dünyasında bile dikey kent, nasıl hala fantastik, hatta grotesk bir
imge olarak sunulabilmektedir? Bu sorunun yanıtını bulabilmek için formun
tarihsel yolculuğunu incelemek ve modern sanatın aydınlanmadan
moderniteye çeşitli dönemlerinde sanat felsefesinin başlıca sorunu olan form
ve içerik arasındaki ilişkiye bakmak gerekir.
Fritz Lang’ın mimarlık eğitimi almış olması, Metropolis filminin
arkasındaki düşünsel yapıyı sanat ve mimarlık tarihi kuramlarının
derinliklerinde aramamız için bir gerekçe, ya da başlangıç noktası
oluşturmaktadır. Antinaturalist ve antihumanistik etkiler mimarlıkta 18.
yüzyılın ortalarında kendini bulurken, bu eğilimin en çok öne çarpan
isimlerinden biri olan Giovanni Battista Piranesi, mekansal formu
içeriğinden kopartarak önemli bir çıkış yapmıştır3. Zamanı için hastalıklı ve
tuhaf bulunan Piranesi’nin çizimleri aydınlanma çağının temel sorunları olan
yabancılaşma ve formun içerikten kopması sorunlarını teşhis ederken
modern sanatın köşe taşlarından biri olmuştur. Piranesi’nin çalışmaları
içerisinde çok tanınan Carceri (Hapishane) Serisi ve Campo Marzio4, pek
çok sanatçı için bir ilham kaynağı olmuştur. Campo Marzio, yeniden
kurgulanmış bir Roma kentidir. Bu kentte Klasik Roma mimarlığının tüm
İletişim 2002/14
Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis
119
bileşenleri yer alır; ancak bunları bir araya getiren kurgu orijinal kurgudan
farklıdır. Mimarlık kuramında ordo5 olarak tanımlanabilecek bu düzen tepe
taklak edilmiştir. Yapılar orijinal proporsiyonlarından uzaklaştırılmış, açılar
ve perspektif distorsiyona uğramış, Roma Kentinin kanıksanmış şemasında
yan yana gelmesi gereken yapılar ayrı köşelere atılmıştır. Burada, Roma
mimarlığını iyi bilmeyen bir gezginin, herhangi bir Roma kenti kalıntısını
gezdikten sonra hayal meyal kafasında kalanları bir kağıda çizmiş olduğu
izlenimi doğmaktadır. Piranesi, ayrıca arkeoloji alanında ciddi çalışmalar
yapan bir uzman olarak, düzenbozumu bilinçli olarak ararken bir tek konuyu
düşünmektedir: Yaratıcılığın önünde tek yol uzanmaktadır ve o da tarihsel
formu ait olduğu anlam dizininden kopartmak... Form ve içerik arasındaki
ilişkiyi Piranesi’den sonra ardılları tüm modernler sorgularken beden ve ruh
arasındaki sorgulama da felsefenin konusu olmuştur.
Fritz Lang’ın Babil Kulesi referansı ve “beyin ile eller arasında aracı
bekleyişi” modernitenin işte bu en köklü sorularından birine işaret
etmektedir. Form ve içerik arasındaki kopma, çoğu sanatçı tarafından
yaratıcılığın, ve çeşitliliğin yolu olarak görülmüş, ama aynı zamanda bozulan
ordo nun yaratabileceği keyfilik ve rastgelelik bir anarşinin tedirginliğini de
doğurmuştur. Avangardın en önemli özelliklerinden biri olan korku ve
umutun birlikteliği burada da bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Piranesi
gibi Lang da bir avangarttır ve kaynaklarını korku ve umudun diyalektik
ilişkisinde bulmaktadır.
Piranesi’nin yapıtları, yalnız var olan bir kurgunun bilinçli olarak
bozulması yoluyla yeniyi üretme
biçimi ile kendinden sonra gelenleri
etkilememiş, kullandığı imgeler de
biçimsel olarak sık referans verilen
imgeler olmuştur. Lang’ın Metropolis
filminde de özellikle yer altı sahneleri
ile,
Carceri Serisi’nde
izlenen
Figür 1- Makine odasının görüntüleri
karanlık, düşey dehlizler arasında
6
paralellikler görülmektedir (Figür 1 ve 2).
İletişim 2002/14
120
Önder ERKARSLAN
Makine odası, içiçe konumlanmış çeşitli çarklar ve pistonlar ile
devinim içerisinde bir mekan olarak
belirir. Mekanda hızla değişen ışık
ve gölgeler devinimi vurgular. Yalnız bu sahnede değil, birçok sahnede,
geometrilerin belli belirsiz vurgulandığı, konturların bilinçli olarak belirsiz hale getirildiği ve farklı görüntülerin üst üste bindirilerek görüntünün
bulanıklaştırıldığı izlenir. Kolaj tekniğine yakın bu teknik ile meFigür 2- Piranesi’nin Carceri IX adlı yapıtı
kana dinamizm kazandırılmaktadır.
Özlem Erkarslan fotoğraf arşivi
Piranesi’nin Carceri serisindeki dehlizler yükseklik ve ışık açısından Lang’ın makine odasına benzemektedir.
Bununla beraber Piranesi’nin her an bir ivme kazanacakmış gibi duran
formları, bu formların silikleştirilmiş konturları da bu benzerliği arttıran
nitelikleridir. Piranesi’nin Carceri adlı çalışmaları, Barok ve Neoklasizmin
histeriye çok yakın duran çağdaşı sanatçılar için bile kışkırtıcı ve meydan
okuyan yeni bir önermedir. Çok katmanlı mekan, parçalarından kurtulmaya
hazır, şaşırtıcı bir sentaksa sahiptir. Burada dikkati çeken, resimdeki bütüne
ait elemanların her birinin, anlam açısından çoğaltılmaya uygun, hatta bütünün üstünde bir potansiyele sahip olmasıdır.
Lang’ın makine dairesinde iki mekan tanımı vardır. Kaba yonu
taşduvar ya da kimi zaman betonarme perde duvar izlenimi uyandıran masif
çevre duvarları statik bir mekanı temsil ederken, içeriye yerleştirilmiş ahşap,
çelik gibi hafif strüktürel elemanlar, onların çapraz destekleri arasında
katmanlanan ara katlar ve elbette ki daire formundaki hareketli çarklar
dinamik mekanı temsil etmektedir.
İletişim 2002/14
Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis
Figür 1- Makine odasının görüntüleri
Figür
3- Ofisin penceresinden görülen kent manzarası
www.infotektur.com/demos/infotektur_v2/mission/index.de.htm
adacı montajlarda devingenliği arttıran açılı
n
benzeri
Figür 4- Konstrüktif kolajları andıran
görüntüler
görüntüler
121
Piranesi’nin Carceri serisinde de bu iki mekan tanımının
rahatsız edici birlikteliği aynı şekilde dikkat çeker ve gerilim yaratır. Piranesi’nin formları sanki
akışkandır;
tıpkı Lang’ın filminde
Figür
3- Ofisin penceresinden görülen kent manzarası
www.infotektur.com/demos/infotektur v2/mission/index.de.ht
birbiri
üzerinde hareket eden bir
çok resmin birarada izlenmesinin
yarattığı görsel etki gibi... Burada
kullanılan efektler, hareketli ışık
kaynakları ile görüntüyü silikleştirir, izleyici bir saniye önce gördüğü
formun ne olduğunu beynine aktaramadan görüntü değişir ve geçişler
hızla devam eder. Bu sahnelere en
iyi örnekler, kentten çeşitli görüntülerin verilmesi sırasında karşımıza
çıkar. Burada bazı yapı maketleri,
çizimler, fotomontajlar üst üste
geçer ve bir enstantane diğerine
dönüşür (Figür 3, 4, 5 ve 6).
Kolajın Alman Dadacıları ve
Rus Konstüktivistleri tarafından
propaganda
amaçlı
olarak
kullanıldığını bilmekle beraber, çok
daha
önceleri
Piranesi’nin
resimlerinde bu tekniğin bilinçli
olarak
kullanıldığı
görülür.
Figür 6- Ofis blokları üstten çekilerek zemin seviyesinden
Metropolis
filminin
açılış
karesinde
çok yukarıda olduğu izlenimi verilmiştir
www.moma.org/docs/collection/ filmvideo/c82.htm
kentin piramidal silueti, yine az
önce değinilen hareketli, bulanık, geçirgen formların birbiri üzerinde
kayması yoluyla izleyiciye aktarılır.
İletişim 2002/14
122
Figür 7- Kentin piramidal silueti
www.berlin.de/.../veranstaltungen/e_e_402_filmmuseum.
html
Figür 8- Piranesi’nin keyfiliği temsil eden piramidi
Özlem Erkarslan fotoğraf arşivi
Figür 9- D. Ades, Photomontage, Thames and Hudson,
1986.UK..
Önder ERKARSLAN
Piranesi’nin bazı resimlerinde de piramidin, başka formlar
ile bir araya getirildiği görülür.
Burada dikkati çeken, bir araya
getirilen formların tarihsel olarak
aynı döneme ait olmaması ve
geometrik olarak bilinen -ya da
beklenen- kuralların dışında,
keyfi olarak bir araya getirilmeleridir (Figür 7 ve 8). Piramit, anıtsal mimarlığın en önemli formlarından biri olarak pür geometriyi,
tek anlamlılığı ve elbette ki durağanlığı sembolize ederken aynı
formun dejenerasyonu, kışkırtıcı
bir etki yaratmaktadır.
Masif bir kitle olarak belleklerde yer eden bu form,
Piranesi’de ve Lang’ın filminde
saydam bir kitle olarak gösterilmekte ve diğer formlarla serbestçe
bir araya gelebilmektedir.7
Dadacı tiyatronun ya da
kaberenin tuhaf, birbirleriyle ilişkisiz nesne ve öyküleri bir araya getirme
tekniğinde de bir dizgenin bilinçli olarak bozulması inancı yatar. Kaberede
var olan tuhaf ve komik nesneler bütüne grotesk bir hava verir. Tıpkı
Metropolis’in yarattığı grotesk etki gibi... 20. yüzyılın başında Avrupa
avangart tiyatrosu, iç içe geçmiş, karışık, ahlaki olarak içinde yaşanan
dünyanın değerlerinin dışında ve kaotik olayların parçalanması yoluyla
öyküleri dramatize etmiştir. Bu öyküler, metropoliter dünyanın ve toplumun
olguları yeni anlamlandırma biçimlerini temsil etmektedir. Yalnız Dadacı
İletişim 2002/14
Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis
123
Alman tiyatrosu değil, Rus tiyatrosunda da benzer bir şekilde sanal kentin
temaları işlenirken, kentin karşısına çıkması olası kaos ve mekanize yaşamın
getireceği anlamsal katmanlar işlenir. Kent, artık sanat yapıtının hem
kendisi, hem de konusu olmuştur. Meyerhold, Mayakovski ve Eisenstein,
tiyatro denemelerinde bu temaları işlemiştir. Özelikle 1920’lerden sonra,
mekanize olmuş geleceğin kenti teması Rus tiyatrosunda sık karşımıza
çıkmaktadır.8
Groteskin dönemin sanat yapıtları için son derece baskın bir tema
olduğunu vurgularken Metropolis’in morfolojik olarak büyük benzerlikler
taşıdığı Fütürist Mimarlıktan söz etmemek olası değildir.9 Elbette ki
Piranesi’nin yakalamaya çalıştığı statik formları devingen hale getirme
isteğinin en abartılmış yorumu İtalyan Fütürizminde kendini bulmuştur.
San’tElia’nın çizimlerinde statik formun sınırlarının tamamen eriyerek
hareketli formlara dönüşmesine tanıklık edilir. Metropolis filminde kente ait
imgelerde San’tElia’nın büyük etkisi görülmektedir. Dikey kentin en önemli
elemanları olan katmanlar halindeki ulaşım bağlantıları, dev köprüler, çatı
bahçeleri, kesişen, çarpışan ve üstüste binen farklı geometriler dikkati çeker
(Figür 9). Metropoliter evren tam bir anarşik pazar olarak sunulmaktadır,
inanılmaz bir gürültünün ve bulanıklığın eşlik ettiği bir pazar... İtalyan
Fütürizmi yalnızca mimarlıkta değil, tiyatro ve operada da groteski
işlemiştir. Makinelere tapınan, katil ruhlu karakterler, mantık dışı
halüsinasyonlara varan bir diyalog düzeni genelde göze çarpan başlıca
niteliklerdir. Avrupa, çağın değişen ruhuna avangart sanat ile yanıt ararken,
Amerika’da kentsel form yeni bir mit yaratmaktadır. Bir yüzyıl boyunca
sinema, bu miti işlemekten kendisini alıkoyamamıştır. ‘Cehenneme dönüşen
kent’ teması yönetmenlerin en sevdiği tema olmuş, ne rastlantı ki bir yüzyıl
sonra da New York Kenti, 11 Eylül saldırılarıyla tam bir kaosu gerçekten
deneyimleyerek sinemanın öngörülerini boşa çıkartmamıştır.10 Amerikan
mimarlığı, 20. yüzyıl başında Avrupa’dakinin aksine, söylem düzeyinde
ütopyayı tartışmamış, ekonominin kendi doğrularını yarattığı gerçeğinden
hareket etmiştir. Sonuç olarak inşa edilmiş form, şaşılacak derecede
Avrupalı avangartların gösterdiği temalara yaklaşmıştır. Amerikan gökdeleni
İletişim 2002/14
124
Önder ERKARSLAN
ve varoluş sebebi olan asansör, böylece yapı ve hareket kavramlarını en iyi
şekilde bütünleştirerek dikey kentin mitik morfolojisini yaratmıştır.
Lang’ın filminde de asansör çok
güçlü bir eleman olarak karşımıza
çıkar. Dikey kentin katmanları
arasındaki bağlantıyı kuran ve bir
anlamda
strüktüre
eden
bir
görünümü vardır. Mekanize hareket,
Figür 10- Asansör bağlantısı
kitlelerin aynı anda taşınmasına,
wmbc.umbc.edu/~mark/artwork/art323/paper2.html
dolayısıyla otomasyona yardımcı
olmaktadır. Piranesi’nin çizimlerine
dönülecek
olursa,
katmanlar
arasında merdivenlerin ne kadar
önemli
elemanlar
olarak
vurgulandığı anımsanmalıdır. 18.
yüzyılda mekanik asansörün henüz
Figür 11- Yeraltı kenti
www.insite.fr/interdit/2001aout/prison.htm
sıradan bir kullanım nesnesine
dönüşmemiş olduğu düşünülecek
olursa, bir anlamda merdivenin dikey hareket için benzer bir metafor olarak
kullanıldığı düşünülebilir (Figür 10,11).
Gökdelen, ya da dikey kent, Amerika’da ne kadar rasyonel ve kolay
gerçekleştirilen bir deneyim olduysa, Avrupa için de o kadar travmatik
olmuştur. Özellikle Alman kültürü, gökdelen ile başa çıkamamış ve onu
daha çok ‘maddeleşmenin uç noktası’, bir ‘kabus’ olarak yorumlamıştır.
Kandinsky’nin Der Gelbe Klang (Sarı Ton) adlı tiyatral yapıtında (1912) sarı
renkte beş dev, dalgalanarak, orantısız olarak büyürler, bedenlerini bükerek
korkunç sesler çıkarırlar; ama bu sesler anlamsızdır, söze dönüşemezler11.
Kandinsky’nin bu sentezi Avrupa’nın Amerikan kentine bakışını sembolize
eder. Bu metnin yayınlanmasını izleyen yıllarda Alman mimarlık
gündeminde sarı devlerin derin izler bıraktığı görülür. O yıllarda çıkmış
mimarlık yarışmalarına katılan neredeyse tüm projelerde sarı dev metaforuna
İletişim 2002/14
Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis
125
rastlanmaktadır. Hans Söder, Bruno Taut, Hans Scharoun, Mies Vander
Rohe ve H. Theodorus Wijdeweld’in gökdelenleri bunlar arasında
sayılabilir. Bu durumun geleceğe umutla mı, yoksa korkuyla mı bakmak
anlamına geldiği düşünülmelidir. Bir yerde korkutucu bir etki yaratmak için
kullanılan bir metaforun, eş zamanlı olarak olumlu bir önermeye dönüşmesi
ilginçtir. Alman mimarları Amerikan gökdelenini eleştirerek ruhsuz ve
karmaşık olarak nitelemişler ve karşıt olarak daha romantik – ya da daha
insancıl-gökdelenler konusunda çalışmışlardır. 1920 ve 30’larda bütün
Avrupa’da hissedilen Amerikanizm, en fazla Almanya’da kendisini
göstermiştir.
Lang’ın Avusturya kökenli bir mimar olarak Amerikan kentine ilgisi,
Metropolis Filminin yaratılmasındaki itici güç olmalıdır: Amerikan
hipergerçekçiliğine karşı Avrupa ütopyacılığı12... Lang’ın yarattığı kent,
New York gibi bölgelere ayırma ilkesiyle (zonlama)13 çalışmaktadır. Merkez
, yani yukarı kent, yöneten ve elitlere ayrılmış iken alt katlarda makineler ve
daha da altlarda işçilerin yaşam alanları vardır. Yukarı kent insan ölçeğinin
çok üstünde, adeta yerden bağımsız mega bloklardan oluşmuştur. Filmin en
önemli eleştirel mesajı olan duygudan ve insani niteliklerden yoksunluk
fiziksel olarak da yansıtılmıştır. Karanlık, bulanık ve yüksek iç mekanlar
buna en iyi örnektir. Harwey Wiley Corbett’in, Fritz Lang’ın 1926’daki
filminden üç yıl önce yayınlanan ve New York kent silüetini arsa
değerlerinin belirlemesini konu alan makalesinde kullandığı “Babil Kulesi”
referansı büyük ilgi uyandırmış ve dönemin mimarlık gündeminde sıkça adı
geçer olmuştur.14 Babil Kulesi günümüzde postmodernist söylem için
çeşitliliği teşhis eden ya da kutsayan bir mit olmuştur. Acaba 1926’da da
benzer çağrışımlar yaptığını düşünmek olası mıdır? Piranesi’den başlayan,
Dada, Konstrüktivizm ve Fütürizm ile devam eden Avrupa avangartlarında
görülen çeşitlilik, ya da heterotopya
teması, Avrupa kültürünün asla
içselleştiremediği
Amerikanvari
çeşitliliğe bir öykünme olabilir mi?
Avrupa sanatının ulaşmaya çalıştığı
şeylere Amerikan sanatı Avrupa
Figür 12- Bruegel’in Babil Kulesi
www.tigtail.org/.../M/bruegelelder_tower_bab
İletişim 2002/14
Önder ERKARSLAN
126
karşıtlığı ile nasıl bu kadar rahat ve sancısız ulaşabilmiştir?
Metropolis’te kent fütürist imgelerle beraber, bir başka bağlam ile
daha beraber sunulur; bu bir ara kesittir ve tam olarak makine estetiğine
geçmemiş ama endüstriyel devrimi yaşamakta olan bir çağa referans verir.
Burada simetrik, dolayısıyla daha statik bir düzenin varlığı dikkat çeker.
Kullanılan tarihsel referanslar farklı ve çeşitlidir. Kimi zaman oldukça
seçmeci, kitsch sayılabilecek bu mekanlar 1920’lerin steril Avrupa
modernitesinin dışında bir estetiği temsil etmektedir. Yukarı kentte yer alan
bahçe bunlara en iyi örnektir. Barok ögelerle süslenmiş hedonistik bahçe,
Lang’ın heterojenliği vurgulamak için kullandığı kontrast mekanlardan
biridir. Her ne kadar Amerikan kenti için o dönemlerde Barok çok da fazla
rağbet görmeyen bir estetik olsa da bunun Lang tarafından çok da iyi
bilinmediği düşünülebilir15.
Gerçekten de New York kenti 1920 ve 30’larda inanılmaz bir çeşitlilik
gösteren formlarıyla tam anlamıyla heterojen katmanlar yaratan gökdelenler
ile dikkat çekmektedir. Dönemin bu estetik çeşitliliğini geç romantik Avrupa
estetiğinin bir sonucu olarak görmek mümkün değildir. Tam tersine, Avrupa
Figür 13- Otomasyon Ünitesi, Francisco Mujica’nın
1929’da yaptığı Papantla piramidinin hayali
rekonstrüksüyonuna çok benzeyen otomasyon
ünitesi sahnesi
www.graphicwitness.org/historic/metro.jpg
Fig 14- Francisco Mujica’nın Papantla Piramidi,
M. Tafuri, 1990, Fig.203.
etkisinden uzaklaşmak için bilinçli olarak Mısır, Maya ve Etrüsk ögeleri ile
çeşitlendirilmiş seçmeci bir tavır göze çarpar (Figür 12,13). Amerikan
mimarları, Avrupa tarihselciliğinden uzaklaşmak amacıyla kitsche varan bir
yelpazede, çeşitlilik ve özgürlük arayışına çıkmışlardır. Bu anlamda da
İletişim 2002/14
Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis
127
Manhattan her dili kabul edebilen ve her birinin kendini özgürce ortaya
koymasına izin veren liberalliği ile “Yeni Babil” olmuştur.
Lang’ın kullandığı bazı mekanların seçmeci biçemdeki tasarımları
dikkat çeker. Burada simetri, yatay katmanların orantıları ve ortada yer alan
düzlemsel rampa, Mujica’nın rekonstrüksüyonları ile aralarında eşlik
kurmak için olanak vermektedir. Lang’ın bu filmi yaparken New York’tan
çok etkilendiği zaten bilinmektedir. Ancak Lang yalnız formları değil,
formların arkasında yatan endişeleri de doğru teşhis ederek filminde
yansıtmıştır.
Metropolis filmi, modernitenin geçirdiği eşikleri, yaşanan tüm
sancılarıyla beraber en iyi biçimde özetleyen bir arşiv belgesi gibidir.
Derinlemesine okunduğunda sanat felsefesinin farklı fraksiyonlarının
birbirine nasıl dönüştüğünü anlatırken, postmodern dünyanın hala çözmeye
çalıştığı temel problemlerinin kökenleri konusunda da fikirler vermektedir.
Modernite sarkacın iki ucunda (banal seçmecilikten steril homojenliğe)
salınırken, modern adamın geçirdiği travmalar gözlerimizin önündedir. Bir
yanda rasyonalitenin, mekanizasyonun, bilimsel bilginin ve homojenliğin yer
aldığı modern dünya, diğer yanda histerinin, ruhaniyetin, mitlerin,
söylencelerin ve heterojenliğin yer aldığı düzen 1920’lerin sanat yapıtında
bir araya gelebiliyorsa, postmoderne atfedilen kavramların aslında modernin
doğasında var olduğunu söylememek mümkün değildir. Sanat ve mimarlık
tarihi de ne yazık ki, 20. yüzyılı kaleme alırken yanıltıcı bir seçmecilik ve
indirgemecilik içine girmiştir. Modern mimarlık tarihinin kült kitapları,
dönemde yaşanan karmaşa ve çeşitliliği yansıtmayarak modernist
manifestoların bir kaç sloganı etrafında kurulu, kendi içinde tutarlı ve
ilerlemeci tarih anlayışı üzerine kurulmuşlardır16. Formların arkasında çoğu
zaman materyalist gerekçeler, bilimsel ve teknolojik gelişmelere paralel bir
tutarlılık içerisinde sunulmuştur. Merkezi modern-burada bilinçli olarak bu
terim Avrupalı moderniteye refererans vermektedir-bir anlamda ideolojik
olarak gerçekte olmadığı biçimiyle seslendirilmiştir: Homojen, steril ve
İletişim 2002/14
128
Önder ERKARSLAN
güvenli... Sanatçıların yaşadıkları dönemi tarihçilerden daha iyi teşhis etmiş
olduklarını söylemek bu noktada yanlış olmayacaktır.
Piranesi’den, Eisenstein ve El Greco’ya varıncaya değin Avrupa
avangartlarının ulaşmayı düşündükleri çeşitlilik, bir anlamda Avrupa
tarihselciliğine karşı aldıkları tavrın göstergesi olmuştur. Amerikan
gökdelenler kenti ise, keyfi formları, tarihsel referansları ve fantastik iç
mekan dekorasyonları ile olabildiğince renkli, farklı bir noktadan çeşitliliği
yakalamıştır. Metropolis filmi de bu derinliği çok iyi kavramış olan bir
Alman sanatçının yorumudur. Gerçek ile kurgu arasındaki ince sınıra bu
filmin derin incelemesinde bir kez daha tanık oluruz.
İletişim 2002/14
129
Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis
Notlar
1
Babil Kulesi, bilindiği gibi Pieter Bruegel (1525-69)’in 1563 tarihli aynı isimli bir resmine de konu
olmuştur.
2
Beşinci Element filminde Bruce Willis’in kullandığı bir uzay taksisi ile birlikte hızla hareket eden
kamera, tam bir kaos manzarası veren devasa gökdelenlerin, uçsuz bucaksız katmanlarında izleyiciyi
dolaştırırken korku ve panik yaratmayı başarır. Bu veya buna benzer görüntüler, bir dizi katastrofik olayın
başlangıcının habercisi olarak sunulmaktadır.
3
Giovanni Battista Piranesi (1720-78) bir 18. yüzyıl mimarı olmasının yanı sıra arkeoloji alanında
bilimsel çalışmalar yapmıştır. Onun günümüze kadar gelen çizimleri, perspektif ve resimleme teknikleri
açısından ilk antinaturalist etkiler olarak sayılabilir.
4
Campo Marzio dell’antica Roma, (1761-1762). Tafuri, Piranesi’nin bu yapıtı için kentin düzen talebi ile
biçimsizliğe duyulan özlem arasındaki çelişkinin ifadesi tanımlamasını yapar. (Tafuri, 1987:16)
5
Ordo: Klasik Yunan mimarlığı ile başlayan ve romantik döneme kadar kesintisiz süren yapı geleneğine
verilen genel isim. Burada inşai tutarlılık temel oran, orantı ve kompozisyon ilkeleri belli kurallara
bağlanarak rasyonalize edilmiştir. Tekil yapılar kadar, sokaklar ve meydanlar arasındaki ilişkilerde de
aynı kurallar bütününe sadık kalınarak kentin biçimlendiği görülür.
6
Carceri d’Invenzione, pek çok farklı çizimden oluşan bir seridir. Bu serinin tümünde merkezi mekan
geleneğinin tahrip edildiği, antik değerlerin çekincesiz biraraya getirilerek yeni bir dizge yaratmaya
çalışıldığı görülür.
7
Ieoh Ming Pei (1917)’nin Louvre Müzesi’ne yaptığı cam piramit 80’lerin mimarlık söyleminde de yine
heterotopyayı temsil etmektedir.
8
Dawn Ades’in Fotomontaj adlı yapıtında ve Manfredo Tafuri’ nin Labyrinth and Sphere adlı yapıtında
sözkonusu dönemdeki pek çok oyun afişleri, sahne tasarımı eskiz ve maketlerine ait fotoğraflar
yeralmaktadır.
9
Bilindiği gibi Fütürizm İtalya’da özellikle mimarlık alanında 1920’lerde ortaya çıkan bir eğilimdir.
Fütüristlerin çoğu genç yaşlarında, II. Dünya savaşında ölmüşlerdir. Resmen manifestolarını 1914’te
yayınlayan Fütürüstler içerisinde Antonio Sant’Elia (1888-1916) ve Tommaso Marinetti (1876-1944) en
çok öne çıkan figürler olmuştur.
10
İçinde farklı dinler, diller ve kültürlerden binlerce insanın çalıştığı Dünya Ticaret Merkezi’nin sonunun
Babil Kulesi ile aynı olması ne kadar ironiktir.
11
Der Blaue Reiter Almanac 1912’te bu metin yer almaktadır.
12
Fritz “Lang Avusturya kökenli olmasına karşın kariyerinin önemli bölümünü Almanya’da yapmıştır.Bu
film için de Alman hükümeti oldukça büyük bir bütçe ile destek vermiştir.
13
Zonlama: Kentsel alanları ortak fonksiyonlarına göre ayırma veya gruplama ilkesi. Kontrol ve
yönlendirmenin merkezi denetim altına alındığı Zonlama ilkesinde arsa kullanım yoğunluğu, yapının
yüksekliğini, formunu ve yerleşmesini de belirler (Kentsel Planlama Sözlüğü, 1989).
14
Corbett H. W (1923). “The Influence of Zoning in New York’s Skyline”, The American Architect
and the Architectural Review 123 (2410): 1-4.
İletişim 2002/14
Önder ERKARSLAN
130
15
Zira dönemin mimarlık tarihi kitaplarında bile Manhattan üzerinde geç romantik Avrupa tarihselliğinin
izleri aranmıştır.
16
Bu konuda daha ileri okuma için Nalbantoğlu, G. B (2000). “Beyond Lack and Excess: Other
Architectures/Other Landscapes”, Journal of Architectural Education, 54(1): 20-27.
Kaynaklar
Ades D (1986). Photomontage, Thames and Hudson, Londra.
Akcan E, Yazgan K. ve Tanyeli U (2002). “Küresel Çağda Eleştirellik
‘Öteki’ Coğrafyalar Sorunsalı”, Arredomento, 3: 68-81.
Ely J. W (1988). The Mind and Art of Giovanni Battista Piranesi,
Thames and Hudson, Londra.
Erdoğdu Ö (1994). “Kuralları Yıkmak”, Edebiyat Eleştiri, 6/7: 78-83.
Frampton K (1980). Modern Architecture, A Critical History,
Thames and Hudson, Londra.
Junod P (1984). “Future in the Past” Oppositions, Spring 84:26-38.
Kaufmann E (1968). Architecture in the Age of Reason, Dover
Publications, New York.
Roloff B ve Seeβlen G (1995). Ütopik Sinema, çev. Veysel Atayman,
Alan Yayıncılık, İstanbul.
Robinson, Mark (2001). “German Expressionism and Fritz Lang’s
Metropolis” http://wmbc.umbc.edu/~mark/artwork/art323/paper2.html (6
Eylül 2002).
Tafuri M (1978). Histories and the Theories of Architecture,
Granada Publishing, Norwich.
Tafuri M (1987). Architecture and Utopia Design and Capitalist
Movement, MIT Press, Cambridge, Massachussets.
Tafuri M (1990). The Sphere and Labyrinth Avant-Gardes and
Architecture from Piranesi to the 1970’s, The MIT Press, Cambridge,
Massachussets.
İletişim 2002/14
Dikey Kentin Sinemasal Morfolojisi : Metropolis
131
Yourcenar M (1984). The Dark Brain of Piranesi, Farar. Strauss.
Giroux, New York.
Özet
Fritz Lang’ın 1926 tarihli Metropolis adlı filminde karşımıza çıkan
kent ve gökdelen temaları Batı modern sanatının önemli konularından biri
olmuştur. Kent ile uğraşan farklı sanat dalları içinde kuşkusuz mimarlık
başta gelir. Bu makale, Lang'in filminde yeralan kentin morfolojik
analizinden yola çıkarak konuyu mimarlık ve sanat tarihi içerisine çekmeye
çalışır. Görüleceği gibi, sinemasal gerçekliğin kuşku götürmeyen
inandırıcılığı aydınlanmadan moderniteye tartışılan bir fenomeni, yani dikey
kenti, görünür kılmayı başarmıştır. Metropolis’in bugün bile takdir edilecek
gerçekçi görüntülerinin arkasında sanat ve mimarlık alanlarının sorunlarına
hakim bir zekanın yattığı gerçektir.
Abstract
The phenomena of city and skyscraper has been one of the essential
subjects of western modern art as well as of the film Metropolis directed by
Fritz Langin 1926. Undoubtedly, there comes architecture at the first rank
among the different fields of art that all dealt with metropolitan life in
history. This paper aims at presenting the images of the vertical city reflected
in the film Metropolis, in relation to the debates in the history of art and
architecture . As it is common to all, the power of cinema that turns ideas
into extremely convincing realities, also succeeded to reflect a successful
simulation of vertical city which used be a phenomenon starting from the
Enlightenment era and continued along the modern period. There is no doubt
that only a genius who was aware of the historical questions that were
confronted in art and architecture could create such convincing images of
vertical city and its prophecies that are even appreciated in our day.
İletişim 2002/14
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları
ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal - Fiziksel Sorunlar
L. Doğan TILIÇ*
Selçuk CANDANSAYAR**
Behcet COŞAR***
Gülçin KARATAŞ****
I- GİRİŞ
Televizyon görüntünün öne çıktığı bir iletişim aracıdır. Bu yüzden,
televizyon muhabirleri gazete ve dergilerde çalışan meslektaşlarına oranla
daha kolay ve daha geniş kitlelerce tanınırlar. Bu bir tür şöhret olma
durumunun, televizyon muhabirlerinin mesleki tatminlerini yazılı basında
çalışan muhabirlere oranla daha yükselttiği varsayılır. Ancak, televizyonda
izlediğimiz her muhabir olayların ve kendisinin görüntülerini kaydeden
haber kameramanları sayesinde var olabilmektedir. Televizyon doğası gereği
görüntüye dayandığı için, o görüntüleri yakalayan ve bize taşıyan
kameramanların televizyonculukta çok daha öne çıkıyor olmaları gerekir.
Oysa kameramanlar çoğunlukla adlarını ve yüzlerini bilmediğimiz “isimsiz
kahramanlar” olarak kalır. Peki, bu durum, her olaya birlikte gittikleri
muhabir arkadaşlarına kıyasla kameramanlarda nasıl bir mesleki tatmine yol
açmaktadır? O adlarını ve yüzlerini pek öğrenemediğimiz insanlar
görüntüleri hangi koşullarda elde etmekte ve hangi koşullarda
çalışmaktadırlar? Habere birlikte gittikleri muhabirlerden farklı zorluklar
yaşamakta mıdırlar? İş koşulları onların performasınını, fiziksel ve ruhsal
sağlıklarını nasıl etkilemektedir?
*
Dr., Gazeteci,
Doç. Dr. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD
***
Doç. Dr. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD
****
Yrd. Doç. Dr. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon ABD
**
İletişim 2002/14
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
134
İşte bu araştırma, bütün bu sorulara yanıt arama çabasının ürünü
olarak doğdu. Kameramanlara uygulanan detaylı fiziksel ve ruhsal testler
araştırmanın tıbbi boyutunu öne çıkarırken, literatürde rastlamadığımız
kameramanlara özgü bir meslek hastalığının saptanmasına da yol açtı.
Kameramanlarla yapılan derinlemesine mülakatlar ise araştırmanın
sosyolojik boyutunu oluşturdu. Araştırma, kameramanların kendi işlerini ve
işlevlerini nasıl algıladıklarını ortaya koyarken, kameran – muhabir
ilişkisinin de yeni bir bakışla ele alınmasını sağladı.
Haber kameramanlığının oldukça zor şartlar altında gerçekleştirilen
bir iş olduğu bilinir. Kameramanlar, genelde, ortalama ağırlıkları 8 kg.’dan
başlayıp 15 kg. kadar çıkan
omuz kameraları kullanmaktadır. Bu
kameraların değerleri iyi bir otomobille kıyaslanabilecek düzeyde ve
yaklaşık 45 milyar TL civarındadır. Kameramanlar, maddi değeri kendi
ücretlerine kıyasla olağanüstü yüksek olan iş araçları dışında yükler de
taşımaktadırlar. Üzerlerine zimmetlenen bu pahalı aygıtlara gelebilecek
zararlar, düşük ücretlerle çalışan kameramanlarda, işyeri mutlaka hasarı
ödetmek için zorlamasa da, ciddi bir stres oluşturmaktadır.
Haber kameramanları; medya sektöründe yaşanan yapısal daralma
sürecinde kolay vazgeçilebilen elamanlar durumunda olmaları, haber
kaynakları ve işyerlerindeki yöneticilerle muhabirlerin geliştirdikleri türden
ve “koruyucu” da olabilen ilişkiler geliştirememeleri, haber kovalarken
taşıdıkları yükün onlara getirdiği ilave zorluklar ve toplumsal olaylarda
kolay hedef olma gibi durumlarıyla diğer habercilerden ayrılmaktadırlar. Bu
yüzden, bu özgün meslek grubu özgün koşulları içinde araştırma konusu
olmayı fazlasıyla hak ediyor.
I- ARAŞTIRMA YÖNTEMİ
Araştırma 2000 yılı ekim - kasım ayları arasında Profesyonel Haber
Kameramanları Derneği’nin (PHKD) Ankara’daki 44 üyesi üzerinde
gerçekleştirildi. Örneklem gönüllülerden oluşturuldu. Örneklemi oluşturan
44 kameraman belli günlerde G.Ü. Tıp Fakültesi’ne giderek tıbbi testlerden
geçti. Tıbbi testler öncesinde araştırmaya katılan kameramanlara kişiselİletişim 2002/14
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal......
135
demografik özellikleri ve çalışma koşullarını saptamaya yönelik bir anket
uygulandı. Anket, dört kameramanla yapılan derinlemesine mülakat (pilot
çalışma) sonrasında hazırlandı. Derinlemesine mülakatlar tıbbi testler
süresince rastgele seçilen ve toplam 7 kameramanla daha yapıldı. Saatler
süren, farklı zaman ve mekanlarda yapılan bu görüşmelerde; iş ve aile
durumlarından, yaptıkları işi nasıl algıladıklarına, ücret durumlarından
muhabirlerle ve birbirleriyle olan ilişkilerine kadar hemen her konu,
kameramanların anlatımlarına fazla müdahale edilmeden açılmaya çalışıldı.
Anket verileri SPSS 9.0 istatistik programına aktarıldı ve istatistiki
analizler aynı programla yapıldı. Bu analizlerde; ortalama, standart sapma,
ortanca ve yüzde hesaplamaları yapılıp, ki kare ve Mann Whitney U testi
uygulandı. Depresyon varlığını etkileyebilecek demografik ve fiziksel
faktörler lojistik regresyon analizi ile incelendi.
Ruhsal kaynaklı stres analizi
Deneklerin psikolojik özelliklerini ve yaşadıkları olası ruhsal
sorunlarını belirlemek amacıyla Zung Depresyon Ölçeği (ZDÖ), Kısa
Semptom Envanteri (KSE) ve Yakın Zaman Yaşam Olayları Listesi
(YZYOL) adlı ölçekler verildi.
ZDÖ 20 maddeden oluşan Likert tipi bir özbildirim ölçeğidir. Her
madde için ‘hiçbir zaman veya çok ender olarak’, ‘bazen’, ‘sık sık’ ve
‘çoğunlukla veya her zaman’ şeklinde dört seçenekten biri işaretlenir. Her
madde 1’den 4’e kadar puanlanır ve elde edilen ham puan standart bir tablo
aracılığıyla depresyon puanına dönüştürülür. 40 puan ve üstü depresyon
olarak kabul edilir (Zung, 1965). Türkçe için geçerlik ve güvenirlik
çalışması yapılmıştır (Şahin ve Durak, 1994).
KSE 53 maddeden oluşan Likert tipi bir özbildirim ölçeğidir. Çeşitli
psikiyatrik belirtileri taramak için geliştirilmiştir. Kişide psikiyatrik
belirtilerin
bulunma
sıklığını
ve
şiddetini
gösterir.
Ölçeğin
değerlendirilmesinden üç ayrı puan elde edilir. Rahatsızlık Ciddiyeti İndeksi
(RCİ): 53 maddenin tümünden elde edilen puanların 53’e bölünmesiyle elde
İletişim 2002/14
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
136
edilir. Belirti Toplamı İndeksi (BTİ): 0 olarak işaretlenen maddeler dışında
pozitif olarak işaretlenen her madde bir kabul edilir ve bu maddelerin
toplanmasıyla elde edilir. Semptom Rahatsızlık İndeksi (SRİ); toplam puanın
BTİ’nden elde edilen puana bölünmesiyle elde edilir. KSE kullanılarak
herhangi bir psikiyatrik hastalık tanısı konulamaz, ancak incelenen grupta
psikiyatrik belirtilerin yaşanma sıklığı ve şiddeti anlaşılmış olur (Derogatis,
1992). KSE’nin Türkçe için geçerlik ve güvenirliği saptanmıştır (Şahin ve
Durak, 1994).
Yakın Zaman Yaşam Olayları Ölçeği, orijinali Holmes ve Rahe
(1967) tarafından geliştirilen ve Türkçe için geçerlik ve güvenirlik çalışması
yapılmış bir ölçektir (Sorias, 1982). Ölçek; son iki yıl içinde kişi için stres
verici olabileceği düşünülen 103 yaşam olayının geçirilip geçirilmediğinin
sorgulanmasına dayanır.
Fiziksel özelliklerin incelenmesi:
Deneklerin fiziksel özellikleri iki deneyimli Fizik Tedavi ve
Rehabilitasyon uzmanı doktor tarafından yapılmıştır. Her kameramanın kasiskelet sistemi şikayetleri açısından ayrıntılı tıbbi öyküleri (anamnezleri)
alınmıştır. Boyun, omuz, sırt ve belle ilgili eski ve halen var olan ağrı
yakınmaları sorgulanmıştır.
Omuz ve sırtın pozisyonu, asimetriler ve
atrofiler (kas erimeleri) kaydedilmiştir. Omuz hareketlerinin düzeyi her iki
omuz için ölçülmüş ve omuz hareketliliği değerlendirilmiştir. Fizik
muayenede; Neer’in (1983) tanımladığı kol kaldırmalarda ağrı oluşumunu
anlamaya yönelik “impingement testi” ile bicipital tendonitis (pazu kası
tendonunda iltihap) değerlendirilmesi yapılmış ve palpasyonda tetik
noktaları (sırtta ağrılı noktalar) ve gergin bantların varlığı araştırılmıştır.
Tüm kameramanların ayrıntılı nörolojik muayeneleri yapılmıştır.
II- MESLEK HASTALIĞININ TANIMI
Meslek hastalığı basitçe işin neden olduğu ya da kötüleştirdiği hastalık
olarak tanımlanır. Meslek hastalığının nedenlerini iyi anlayabilmek için hem
İletişim 2002/14
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal......
137
iyi epidemiyolojik (sıklık/yaygınlık) araştırmalara hem de işte maruz
kalındığından şüphelenilen etkenlerle bu etkenlerin özellikleri hakkında
doğru bilgilere gereksinim duyulur. Amerika Birleşik Devletleri’nde
(A.B.D.) aşırı çalışma ve tekdüze harekete bağlı kaza ve hastalıkların
engellenebilir zaman kaybının nedeni olduğu birçok araştırmacı tarafından
saptanmıştır (Yassi, 1999). Epidemiyolojik ve laboratuvar temelli olarak
yapılan araştırmalar iş kazaları ve hastalıklarını etkileyen çeşitli risk
faktörlerini belirlemektedir. A.B.D. Ulusal İş Güvenliği ve Sağlığı Kurumu,
1997 yılında 600’den fazla epidemiyolojik araştırmayı gözden geçirerek; iş
ve işyeri şartlarında maruz kalınan zorla çalıştırılma, tekdüze çalışma,
uygunsuz duruş/pozisyon (postür) ve titreşimle boyun, omuz ve üst
ekstremite (kollar) hastalıkları arasında nedensel ilişki olduğu sonucuna
varmıştır (Kesserling, 2000a). İşle ilişkili kas-iskelet sistemi hastalıkları son
derece yaygındır ve klinisyenleri ciddi biçimde zorlamaktadır. A.B.D.’nde
Dequervain tendoniti (tendon iltihabı), karpal tünel sendromu (el bileğinde
sinir sıkışması), rotatör kaf tendoniti (omuz eklemi zarı iltihabı) gibi üst
ekstremite hastalıkları çalışanlarda giderek artmaktadır (Mari ve Gerr, 2000).
Yapılan ayrıntılı epidemiyolojik çalışmalar; zorlama, tekrar, vibrasyon ve
belirli postürlerin bu hastalıkların çoğunun gelişmesinde risk faktörü
olduğunu göstermektedir.
Genel olarak fiziksel etkenler ile (tekrarlama, zorlama, uygunsuz
postür) iş yeri şartları ve çalışma koşullarının (aşırı çalışma, uzun süre
çalışma, yetersiz dinlenme ve benzeri çeşitli psikososyal iş şartları) birarada
olması ile meslek hastalıkları arasındaki ilişki doğru biçimde
değerlendirilirse, bu sorunların azaltılabileceği düşünülmektedir. Son
zamanlarda, bu alanda sonuç veren araştırmalar yapmak için, hem belirtilerin
hem de nesnel bulguların bir arada araştırılması gerektiği düşüncesi oldukça
kabul görmektedir. Yakın dönemde yapılan araştırmalar; çalışma koşulları,
iş stresi ve işten kaynaklanan kas-iskelet sistemi hastalıkları (İKKİSH)
arasında ilişki olabileceğini göstermektedir. Bu çalışmalar strese karşı ortaya
çıkan fizyolojik, psikolojik ve davranışsal reaksiyonların İKKİSH’nı dolaylı
ve dolaysız olarak etkilediğini düşündürmektedir. İKKİSH’nın nedenlerini
araştırırken; fiziksel ergonomik şartlarla, psikososyal etkenleri aynı anda
İletişim 2002/14
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
138
değerlendirmenin daha doğru sonuçlar vereceği bilinmektedir (Carayon ve
diğerleri, 1992).
III- DERİNLEMESİNE MÜLAKAT VE ANKET BULGULARI
Haber kameramanlarının belirli bir çalışma düzenleri yoktur.
Onlardan, toplumsal olaylar başta olmak üzere, haber bültenlerine konu
olabilecek türlü olay ve durumda en iyi görüntüyü çekmeleri
beklenmektedir. Hemen hiç biri sendikalı değildir ve iş güvenceleri yoktur.
Çalışma saatlerini, yer ve koşullarını “haber değeri” taşıyabilecek durumlar
belirlemektedir. Pilot çalışma olarak yapılan ilk derinlemesine mülakatların
ortaya koyduğu bu durum, haber kameramanlarının çalışma koşullarının,
onlarda meslekten kaynaklanabilecek fiziksel ve ruhsal sorunlara yol
açabileceğini düşündürmüş ve araştırma bu durumun saptanması için
planlanmıştır.
Araştırmaya 44 erkek haber kameramanı alındı. Ortalama yaşları 29.9
(±5.1); %54.5’i (24 kişi) evli, %45.5’i (20 kişi) bekar; %52.3’ü (23 kişi) lise
mezunu, %47.7’si (21 kişi) yüksek okul mezunuydu. Ortalama aylık gelirleri
526 milyon (±217) Türk Lirasıydı.1 Kameramanların % 87.5’i (38 kişi)
sigara, %72’si (32 kişi) bağımlılık düzeyinde olmasa da alkol kullanıyordu.
Meslekteki toplam çalışma süreleri ise ortalama 8.1 (±3.8) yıldı. Çalışılan
süre içinde ortalama kurum değiştirme sayıları 2.9 (±1.8)’di. Çalışmaya
alınanların ortalama günlük çalışma süreleri 11.0 (±1.3) saatti. Bu herhangi
bir meslekten çok daha sık işyeri değiştirme oranına ve çok daha uzun iş
gününe sahip olunduğu anlamına geliyor. Son bir ayda ortalama 27.5 (±2.0)
gün çekim yaptıkları ve 16 kişinin son bir ay içinde çekim yapmadığı gün
olmadığı dikkate alınırsa, hafta sonu tatillerinin bile kullanılamadığı
görülmekte. Son bir ay içinde ortalama 5.9 (±3.6) gün iş nedeniyle evlerine
gidememişlerdi. Kameramanların %88.6’sı (39 kişi) mesleklerini yaparken
fiziksel şiddete maruz kaldıklarını, %56.8’i (25 kişi) ise meslek kazası
geçirdiklerini belirtmişlerdi. %2.3’ünün (1 kişi) çalışma sırasında tanı
konmuş bir fiziksel hastalığı varken hiç birinde tanı konmuş ruhsal bozukluk
1
Yaklaşık 478 Amerikan Doları.
İletişim 2002/14
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal......
139
yoktu. Son altı ay içinde, araştırmaya alınan kameramanların %50’si (22
kişi) herhangi bir nedenle hekime başvurmuştu (Tablo 1).
Tablo 1: Kameramanların kişisel-demografik özellikleri
Yaş
Medeni durum
Eğitim durumu
Ortalama gelir (TL/ay)
Meslekte geçirilen süre
(yıl)
Ortalama kurum
değişikliği
Ortalama günlük çalışma
süresi (saat)
Son bir ayda çekim
yapılan ortalama gün
sayısı
Son bir ayda evinden
ayrı kaldığı ortalama gün
sayısı
Meslek sırasında şiddete
maruz kalma %
Meslek kazası geçirenler
%
Fiziksel hastalığı olanlar
%
Sigara kullanımı (%)
Alkol kullanımı (%)
29.9 ± 5.1
Bekar 20 ( % 45.5)
Lise 23 (% 52.3)
526±217
8.1±3.8
Evli 24 ( % 54.5)
Yüksek okul 21 ( % 47.7)
2.9± 1.8
11.0±1.3
27.5±2.0
0 (16 kişi)
5.9±3.6
39 (% 88.6)
25 (% 56.8)
1 (% 2.3)
38 (% 87.5)
32 (% 72)
Türkiye’de haber kameramanlarının sorunlarının 1990’da radyotelevizyon yayıncılığı alanında devlet tekelinin fiilen delinmesiyle başladığı
söylenebilir. O tarihe kadar, haber kameramanları denilince yalnızca TRT
kameramanları anlaşılmakta, onlar da bir kamu görevlisinin sahip olduğu
sosyal güvenceyle ve kamu görevlileri için belirlenmiş iş koşullarında
İletişim 2002/14
140
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
çalışmakta idiler. 1990 yılında TRT tekelinin İnterStar tarafından fiilen
delinmesi ve sonraki birkaç yıl içinde çok sayıda özel televizyon kanalının
kurulması, bir “haber kameramanı” patlamasına da yol açmıştır. Bu durum,
şimdilerde kameramanların da şikayet ettikleri gibi, mesleki bilinç ve
eğitimden yoksun, kameramanlığı düğün salonlarında öğrenmiş kişilerin
sektöre girmesine yol açmıştır. Arkasında belli bir gazetecilik geleneği
olmadan sektöre giren bu insanlar haber kameramanlarının imajının
bozulmasında da en büyük etken olmuşlardır.
Bu dönemde usta-çırak ilişkisi de bozulmuş, düğün salonlarından
haber kameramanlığına lümpen ilişkiler taşınabilmiştir. Sonuçta, arkalarında
bir yazılı basın geleneği bulunan muhabirler birlikte televizyonculuk
macerasına atıldıkları bu iş arkadaşlarını benimsemede, başka bir deyişle
önemsemede zorlanmış, kameramanlar da muhabirler tarafından
“aşağılandıklarını” hissetmeye başlamışlardır.
Dışardan bakıldığında; kameramanların yol yordam bilmeyen, itip
kakan kişiler olduğu izlenimi doğarken, kameramanlar arasında da ikinci
sınıf ve kaale alınmayan insanlar olarak görüldükleri duygusu güçlenmeye
başlamıştır.
Ancak, 90’lı yılların sonlarına doğru haber kameramanları da
arkalarında bir deneyim ve gelenek biriktirmiş ve mesleki örgütlenmelere
giderek bir meslek bilinci oluşturmaya başlamışlardır. Bu durum bir yandan
“kendi için sınıf” gibi davranmanın ip uçlarını verirken, bir yandan özeleştiri
yapabilmeyi öte yandan da iş koşullarına ve iş arkadaşlarına (muhabirlere)
karşı eleştirel davranışları ortaya çıkarmaya başlamıştır.
13 yıldır görüntü peşinde koşan bir kameramanın şu sözleri yaşanan
süreci ve gelinen noktayı özetler nitelikte: “Özel kanalların açılması ile
birlikte doğan kameraman boşluğunu düğün salonlarından gelme insanlar
doldurdu. Bu arkadaşlar doğru dürüst asistanlık yapmadan, işin terbiyesini
almadan habere çıkmaya başladılar. Sonuçta, herkesi itip kakarak öne
geçmeye çalışan, ölmüş bir insanın üstünü açıp görüntü almaya çalışanlar
görüldü. Ancak, artık bunlar aşılıyor. Düğün salonlarından gelenlerimiz de
mesleğe uyum sağlamaya başladılar”.
İletişim 2002/14
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal......
141
“Ölmüş bir insanın üstünü açıp görüntü alma” ifadesi, etik dışı
davranışlardan söz edilirken birçok kameraman tarafından kullanıldı. Bazı
kameramanlar bu çerçevede özeleştiriyi öne çıkarken, önemli bir kısmı da bu
tür görüntülerin kendilerinden istendiğini, şeflerin “Bizde neden yok” diye
kendilerini bu tür görüntüleri çekmeye zorladığını ileri sürüyorlar.
Kameramanlar, bugün asıl olarak, haber üretim sürecindeki yer ve
önemlerinin idrak edilmemesi, habere gittikleri muhabir arkadaşları
tarafından adeta sürecin dışında birileriymiş gibi görülmekten rahatsızdırlar.
Bu rahatsızlık o düzeydedir ki, aynı kurumda beraber habere çıktığı
muhabirden çok daha iyi ilişkilerin rakip kurumun kameramanlarıyla
kurulmasına yol açmaktadır. Kameramanların habere birlikte çıkıp birlikte
haber ürettikleri muhabirlere yabancılaştıkları gözlenmektedir.
33 yaşındaki kameramanın mülakat sırasında söyledikleri bu durumu
açıkça ortaya koyuyor: “Televizyon muhabiri yok. Çoğu gazeteden geliyor.
Ne istediğini bilmiyor ve seni yönlendirmiyor. Kameramanı işe yaramaz,
ikincil bir adam, bir teknisyen gibi görüyor. Oysa televizyon görüntü demek.
Görüntüyü ben çekiyorum ama adam yerine konmuyorum. Bu üzerimizde
psikolojik bir etki yapıyor. Haberde kameraman geri planda kalıyor,
muhabir, yazar öne çıkıyor. Ama olayda, çatışmada öne çıkan, hedef olan
hep biziz.”
Bir başka kameraman muhabir arkadaşıyla habere gidişlerini şöyle
anlatıyor: “Muhabirler haberi, haberin üretimini bizle paylaşmıyorlar. Odaya
dalıp, ‘Hadi gel, gidiyoruz’ diyor bana. Yahu, nereye gidiyoruz? Niye
gidiyoruz? Bunları söyleyen yok. Üstelesen, ‘Boş ver, gel’ diyor. Triportıra
uzanıyorsun… ‘Gerek yok, alma’ diyor. Kardeşim neden gerek yok? Bırak
da buna bari ben karar vereyim!”
Bugün medya sektöründe yaşanan daralma ve işten çıkarmalar,
kameramanlar için de ciddi bir stres kaynağı. Çok sayıda kameraman işini
yitirmiş durumda. Kameramanlar işten çıkarma ve işe almalarda mesleki
nitelik ve beceriden çok, kamera bölüm şeflerine bağlılığın/sadakatin ve
onlarla iyi geçinmenin belirleyici oluşundan yakınıyorlar.
İletişim 2002/14
142
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
“Kurumun tek ödüllü kameramanı işten atıldı. Neden? İtiraz ediyor,
yalaka değil. Depremde göçük altında kalmış, kaburga kemikleri kırık halde
iki hafta çalışmış. Teşekkür bile yok. Sonra hasta oluyorsun, şef ‘Ben mi
sana hasta ol dedim’ diyor. Başbakanlığın canavar muhabiri iki gün ayakta
durunca hasta olup beş gün yatıyor. Biz yatamıyoruz. Kendi dayanışmamızı
yapıp, hasta arkadaşı idare ediyoruz.”
Kameramanlar, iş güvenliği açısından da muhabirleri kendilerine göre
çok daha şanslı sayıyorlar. Haber kaynakları ile muhabirler arasında
yakınlıklar doğduğunu, bu yakınlıkların zaman zaman muhabire yararlar
sağladığını, hatta kurum içinde daha sağlam durmasını getirdiğini ileri
sürüyorlar. Bu noktada, etik bir eleştiriden çok, benzer ilişki olanaklarından
yoksun olmaktan kaynaklanan bir yakınma hissediliyor: “Kameramansan
kimsenin adamı olamıyorsun. Muhabirde olduğu gibi seni koruyan bir haber
kaynağın yok”.
Haber izlerken, özellikle toplumsal olaylarda açık hedef haline gelmek
kameramanların en fazla yakındıkları sorun oluyor. Hedef olma durumunda
son yıllarda bir artış gözleniyor. Bunu, genel olarak kitlelerin medyayı
kendilerine karşı bir güç gibi hissetmeye başlamasına bağlıyorlar.
İşte 16 yıllık bir kameramanın söyledikleri: “Üzerimizde 11 kiloluk
kamera bir olayı izliyoruz. Bazen diğer eşyalarla yükümüz 25 kiloya kadar
çıkıyor. Görüntü alırken arkandan tamamen savunmasızsınız. İnsanlar genel
olarak medyaya kızıyorlar ama hınçlarını kameramandan çıkarıyorlar.
İnsanlar depremde, yangında bile ‘çekme’ diye bağırıp sana saldırıyor. En
son yaşadığım bir olayda, F-tipi protestosunda polisler sürekli copladı. Yeni
polisler çok fena dövüyor. Kendini suçlu hissediyor ve sizi saf dışı bırakmak
istiyor. 12 Aralık’taki olayda polis set kurmuş, göstericiler önünde biz
arkadayız. Polisler üzerimize akın etti. Kamerayı omuzuma aldım. Cop
darbesi alıp düştüm. Kalkıp kamerayı yine omuzuma aldım. Hala coplar
iniyor üstüme. Sonra, şefleri geldi; ‘Kamerayı saklamışsın, kameraman
olduğunu görmemişler’ diyor. Evet, kameramı sakınıyorum ama koca
kamerayı nasıl saklarım yahu”.
İletişim 2002/14
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal......
143
Kameranın son derece pahalı bir aygıt olduğunu, bunun bazen çok az
bir maaşla çalışan kameramanlara zimmetlendiğini, sonuçta da
kameramanda ciddi bir strese yol açtığını belirtmiştik. Şimdi, bu durumu ve
kameraman – kamera ilişkisini dolgunca maaşlı bir kameramanın ağzından
dinleyelim: “Kamera çok pahalı. Benimki 55 bin Mark. Maaşım 1200 Mark.
Gözüm gibi bakıyorum. Aslında kameraya birşey olsa da her ay maaşımın
yarısını kesseler, benim için iyi; 5 sene iş garantisi demek. Kamera benin
çocuğum gibi. Aramızda duygusal bir bağ var. Uçakta kucağımda, arabada
kucağıma. Çocuğumu o kadar oturtmamışımdır kucağıma.
RP Kongresinde biri bana tokat attı. Kendimi koruma refleksiyle
değil, kapalı kamerayı açma refleksiyle hareket ettim. Benim için önemli
olan kendimi korumak değil, kamerayı korumak ve görüntüyü kaydetmek
önemli.”
Genel bir değerlendirme yapılacak olursa, kameramanların
anlatımlarından birinci sorunlarının iş güvenliği olduğu çıkmaktadır. Ücret
dağılımı adaletsizliği ikinci önemli yakınma konusudur. Burada hem
kurumlar arası ücret farklılıklarından; A kanalında aynı işi yapan
kameramanla B kanalında aynı işi yapan kameramanın maaşları arasında 5
kat fark olmasından, hem de muhabirle kameraman arasındaki ücret
farklılığından yakınılmaktadır. Üzerlerinde taşıdıkları ağırlık ve kendilerine
zaman ayıramamaktan kaynaklanan sağlık sorunları, kameramanların şikayet
sıralamasında üçüncü sıradadır. Toplumsal olaylarda bir tür öfke ve saldırı
paratoneri haline gelmek bir diğer şikayet konusu. Beşinci sırada ise mesleki
eğitim eksikliğinden yakınılmaktadır.
IV- TIBBİ TEST VE MUAYENE BULGULARI
Araştırmaya katılan kameramanların Zung Depresyon Ölçeği, Kısa
Semptom Envanteri ve Yakın Zaman Yaşam Olayları testlerinden aldıkları
puanlar Tablo 2’de gösterilmiştir. Psikolojik değerlendirmelerin yapıldığı
testler, Zung Depresyon Ölçeğine göre, kameramanların %32.6’ sının (14
kişi) çalışmanın yapıldığı sırada depresyonda olduklarına işaret ediyor. Son
iki yıl içinde yaşadıkları stres verici yaşam olaylarının ortalaması ise 10.9
İletişim 2002/14
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
144
(±5.4)’dur. Normal popülasyonda bu ortalamanın 2-3 olduğu göz önüne
alınınca, kameramanların stres verici olaylarla ne kadar sık karşılaştıkları
çok daha iyi anlaşılacaktır.
Tablo 2: Kameramanların psikiyatrik ölçeklerden aldıkları puanlar
Psikiyatrik Değerlendirmeler
mean±SD
Median (min-max)
BAS
0.7±0.4
0.74 (0.03-2.22)
BDS
24.3±11.7
24.5 (2-53)
BSI
1.4±0.3
1.4 (1-23)
Zung D. Ö.
35±8.5
36 (1-48)
YZYO
10.9±5.4
11 (1-23)
Tablo 3 araştırma konusu kameramanların fizik tedavi muayene
bulgularını içermektedir. Tablodan da görüldüğü gibi, kameramanların
%77.3’ü (34 kişi) boyun, omuz, sırt ya da bel ağrısından yakınmaktadır.
Klinik muayene bulgularına göre, %45.5’inde (20 kişi) skapula (köprücük
kemiği) ile omuz arasında asimetri ya da skolyoz (omurga eğriliği) vardır.
Muayenede kameramanların %43.2’sinde (19 kişi) infraspinatus ya da
supraspinatus (omuz hareketini sağlayan kalar) kas atrofisi saptanmıştır.
Ancak yapılan testler, yalnızca bir kişide bu atrofinin omuz hareketlerini
engelleyecek düzeyde olduğunu göstermiştir. Hiç bir kameramanda hareket
kısıtlılığı saptanmamıştır. Neer testi %31.8’inde pozitif bulunmuş ve
%22.7’sinde (10 kişi) bicipital tendinitis (pazu kası tendonunda iltihap),
%56.8’inde ise en az bir tetik noktası saptanmıştır.
Tablo 3: Ağrı ve fizik muayene bulguları
Positif
İletişim 2002/14
Negatif
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal......
(%)
(%)
Ağrı (boyun, omuz, sırt, bel)
77.3
22.7
Supraspinatus ve/ya da
infraspinatus atrofisi
43.2
56.8
Skolyoz ya da postüral asimetri
45.5
54.5
Impingement
31.8
68.2
Bicipital tendonitis
22.7
77.3
Tetik noktası bulunması
56.8
43.2
145
Fizik tedavi muayene bulgularıyla depresyon arasındaki ilişki Tablo
4’te gösterilmiştir. Depresyon olan grup ile olmayanlar arasında fizik tedavi
muayene bulguları açısından fark bulunmamıştır.
Tablo 4: Depresyon varlığı ile Fizik Tedavi Muayene Bulgularının
Dağılımı (n=43)
Depresyon
Impingement
(%)
ağrı (bel dışında)
(%)
Tetik noktası
varlığı
(%)
Negatif
34.6
80.8
66.7
Positif
29.4
76.5
47.1
Toplam
32.6
79.1
58.5
p>0.05
p>0.05
p>0.05
Tablo 5’de fizik muayene bulguları ile KSE ve YZYOL puanları
arasındaki ilişki gösterilmiştir. Fizik muayenedeki pozitif bulgular ile KSE
ve YZYOL puanları arasında istatistik olarak anlamlı bir ilişki
bulunmamıştır.
İletişim 2002/14
146
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
Tablo 5: Fizik muayene bulguları ile psikiyatrik ölçek puanları
arasındaki ilişki
Tetik
Noktası
Ağrı
BAS
BDS
BSI
Negatif
0.8± 0.5
26.1± 12.8 1.5 ±0.4
10.0± 5.4
Pozitif
0.6± 0.4
23.0± 11.4 1.4± 0.3
12.0± 5.5
p>0.05
p>0.05
p>0.05
Negatif
0.7± 0.4
23.9± 10.2 1.6± 0.4
9.9± 5.4
Pozitif
0.7± 0.5
24.4± 12.2 1.4± 0.3
11.2± 5.5
p>0.05
p>0.05
p>0.05
p>0.05
p>0.05
YZYO
İmpingment Negatif
Pozitif
İncelenen kameramanlardan muayenede tetik noktası bulunma
durumu ve anamnezlerinde (eklemlerinde) boyun, sırt, bel ve omuz
bölgelerinden en az birinde ağrı olması ile Kısa Semptom Envanteri, Zung
Depresyon Ölçeği ve Yakın Zaman Yaşam Olayları Ölçeklerinden alınan
puanlar arasındaki ilişkiye bakılmış, bu değişkenler arasında istatistiki olarak
anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Depresyonu etkileyebilecek; eğitim,
medeni durum, kameramanlık mesleğinde geçirilen süre, aylık kazanç,
meslek kazası geçirme ve muayenede saptanan tetik sayısı gibi faktörler
lojistik regresyon analizi ile incelenmiştir (Tablo 6). Kameramanlık
mesleğinde geçirilen süre ve muayenede saptanan tetik sayısı sürekli
değişken ve diğerleri ikili değişken olarak modele dahil edilmiştir. Buna
göre, aylık kazancın 350 milyon Türk Lirasının üzerinde olması ve meslek
kazası geçirmiş olmak depresyon için risk faktörleri olarak saptanmıştır.
Aylık kazancı 350 milyon Türk Lirasının üzerinde olanlarda olmayanlara
göre depresyon 15.16 kat daha fazla saptanmıştır (1.16-196.68). Meslek
kazası geçirenlerde de, geçirmeyenlere göre depresyon 9.43 kat daha fazla
saptanmıştır (1.27-70.16).
İletişim 2002/14
147
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal......
Tablo 6: İncelenen Kameramanlardan Depresyon Durumunu
Etkileyen Faktörlerin Lojistik Regresyon Analizi ile İncelenmesi
Constant = -3.0744
Beta
OR
%95 CI
P
0.04-1.48
NS
0.12-8.64
NS
Eğitim
Lise
1.00
-1.4280
0.24
Medeni Durum
Evli
1.00
Bekar
.0176
1.02
Aylık Kazanç
350 milyon
1.00
350 milyon
2.7190
15.16
1.16-196.68
0.0376
Kameramanlık
mesleğindeki süre (yıl)
0.0215
1.02
0.82-1.28
NS
Meslek kazası
Geçirmemiş
1.00
Geçirmiş
2.2444
9.43
1.27-70.16
0.0283
Tetik sayısı
-0.2641
0.77
0.48-1.22
NS
(NS = İstatistiksel olarak anlamlı değil)
V- SONUÇ VE ÖNERİLER
Bu çalışmada elde edilen bulgular kameramanların oldukça ağır
koşullar altında çalıştıklarını göstermektedirler. Ortalama günlük çalışma
süreleri 11 saatin üzerindedir. Bu süre 6 iş günü üzerinden hesaplandığında
haftada 66 saati geçmektedir. Düzenli ve yeterli dinlenme olanakları ve
zamanları yoktur. Son bir ay içinde hiç çekim yapmadıkları gün sayısının
ortalama 2.5 gün olduğu dikkate alınırsa haftalık çalışma sürelerinin 70 saati
aştığı tahmin edilebilir. Bu çalışma süresi ILO tarafından haftada 40 saat
olarak belirlenmiş olan süresinin çok üzerindedir. Kameramanların çalışma
süreleri uzun ve belirsiz olmasına karşın ücretleri sabittir, yani fazla mesai
İletişim 2002/14
148
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
ücreti almamaktadırlar. Bu şartlarda ortalama aylık gelirleri olan 526 milyon
Türk Lirasının (yaklaşık 478 $)2 ne kadar düşük olduğu açıktır. Haftalık
çalışma süresi 40 saat olan bir asgari ücretlinin geliri saat başına yaklaşık
864.000 Türk Lirasına (yaklaşık 0.8 $) gelmektedir. Kameramanların
haftalık çalışma sürelerini 70 saat olarak kabul edersek saat başına ücretleri
1.8 milyon Türk Lirası (yaklaşık 1.6 $) olmaktadır. Oysa, Batı’da vasıfsız bir
işçinin saat ücreti 5 $ civarındadır.
Çalışma sırasında, kameramanların %88.6’sının fiziksel şiddete maruz
kaldığı ve %56.8’inin de mesleğini yaparken kaza geçirdikleri göz önüne
alındığında çalışma koşullarının ne denli ağır olduğu ortaya çıkmaktadır.
Çalışma koşullarının ağırlığını gösteren bir diğer bulgu da kameramanlar
arasında sigara ve alkol tüketiminin normal popülasyondan daha yüksek
çıkmasıdır. Türkiye’de erişkin nüfusta sigara kullanım oranının %62.8, alkol
kullanım oranının ise % 30 olduğu bilinmektedir (Candasayar ve diğerleri,
1996). Aynı şekilde evlilik oranının da ülke ortalamasının çok altında
bulunması çalışma koşullarının ağırlığının evliliği sürdürmeyi zorlaştırdığı
şeklinde yorumlanabilir.
Mülakatlar, kameramanların en yakın iş arkadaşları olan muhabirlerle
ilişkilerinin de son derece sıkıntılı olduğunu göstermektedir. Kuşkusuz, bir
anlamda sürekli gerilim ortamı olarak tanımlanabilecek bu durum da
yaşanan psikiyatrik sorunların bir nedeni olarak görülebilir.
Araştırmaya katılan kameramanlardan %32.6’sında depresyon
saptanmıştır. Bu oran normal popülasyonda aynı yaş grubundaki erkeklerde
görülen depresyon oranının (% 5-12) çok üstündedir (APA, 1994). Daha
önce müzisyenler arasında yapılan bir çalışmada depresyon sıklığı %12.2
olarak bulunmuştur (Önder ve diğerleri, 2000). Araştırma örnekleminde
saptanan depresyon oranının normal popülasyondan ve farklı bir meslek
grubunda görülenden çok daha yüksek bulunması kameramanlık mesleğinin
çalışma koşullarının depresyon için bir risk faktörü olarak
değerlendirilebileceğini düşündürmektedir.
2
2001 Şubat krizi sonrası ücretler o zamanki dolar değerinin çok altına düştü. Hatta TL olarak alınan
paraların aşağıya çekildiği ya da maaşların ödenmediği durumlar gözlenmeye başlandı.
İletişim 2002/14
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal......
149
Kameramanların yaşadıkları ortalama stres verici yaşam olayı
sayısının 10’dan çok olduğu görülmüştür. Gerilim baş ağrısı ve migren
hastaları üzerinde yapılan bir çalışmada, ortalama stres verici yaşam olayı
sayısı gerilim baş ağrısı olanlar için 4.3, migren hastaları için 2.8 ve kontrol
grubu için de 3.93 olarak saptanmıştır (Coşar ve diğerleri, 1993).
Kameramanların bu değerlerin çok üzerinde stres verici yaşam olayı
geçirmiş olması çalışma koşullarıyla ilişkili olsa gerektir.
Fizik muayenler kameramanlarda boyun, omuz, sırt ve bel ağrılarının
oldukça sık görüldüğünü ortaya koymuştur. Skolyoz, omuz postürünün
asimetrik olması ve supraspinatus ve infraspinatus atrofisinin yüksek oranda
saptanması kameramanların uzun çalışma süreleri boyunca omuz
kamerasının yol açtığı yapısal bir hasara işaret etmektedir. Kameramanların
%31.8’inde impingment bulgusu ve %56.8’inde muayenede en az bir tetik
noktasının bulunması çalışma koşullarının özellikle boyun, omuz ve sırt
bölgesinde fiziksel sorunlara yol açmış olabileceğini göstermektedir. Üst
ekstremite kas-iskelet sistemi bozukluklarıyla çalışma koşulları arasında
nedensel ilişki olabileceğini gösteren çok sayıda başka çalışma ve yayın
vardır. Özellikle kas atrofisinin kameranın çekim sırasında tutulduğu omuz
tarafında olması 11 kg’lık bir yükün uzun süre taşınmasıyla ilgili gibi
görünmektedir.
Fizik muayenede elde edilen objektif bozukluklarla psikolojik ölçekler
arasında ilişki saptanmaması, fiziksel sorunların kameranın ağırlığı, yapısı
ve çalışma koşullarından kaynaklandığını düşündürmektedir. Bununla
birlikte başta depresyon olmak üzere psikososyal sorunların da araştırma
örnekleminde sık olması, haber kameramanlarının hem fiziksel sorunlara yol
açan hem de psikososyal sorunların sık yaşandığı, riskli bir meslek grubu
olarak değerlendirilmesinin gerekliliğini göstermektedir.
Kameramanlar arasında yüksek oranda görülen depresyonu
etkileyecek risk faktörleri lojistik regresyon analizi ile araştırıldığında
meslek kazası geçirmiş olma ve ayda 350 milyon TL’den fazla kazanma
durumlarının depresyon için risk etmeni olarak ortaya çıktığı saptanmıştır.
Gelir arttıkça depresyon riskinin artması ilk bakışta çelişkili gibi
İletişim 2002/14
150
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
görünmektedir. Ancak daha yüksek ücret alabilecek pazarlık koşullarına
sahip olanların çalışma koşullarının ağırlığını daha çok fark eden ama yine
de çalışmak zorunda kalanlar olduğu düşünülebilir. Meslekte iş güvencesi ve
sendikanın olmaması, çalışanları çaresiz bırakmaktadır. Bir yandan çalışma
koşullarının ağırlığı hissederken bir yandan da çalışmak zorunda olmanın
yarattığı çatışma depresyona yol açıyor olabilir. Depresyon için diğer risk
faktörünün meslek kazası geçirmek olması da bu varsayımı
desteklemektedir.
Kameramanlarla yapılan derinlemesine mülakatlarda, mesleki
doyumlarının çok düşük olduğu görülmüştür. Televizyon için üretilen
haberin en önemli unsuru görüntü olmasına ve görüntüyü de kameramanlar
sağlamasına karşın haberin oluşum sürecinin büyük ölçüde dışında
kalmaktadırlar. Televizyon haberleri çok sayıda kişinin görev aldığı bir süreç
sonucu hazırlanırken, kameramanlar görüntüyü getirip bırakmak dışında
sürece dahil edilmemelerinden yakınmaktadırlar. Bu tür ortak ürün olan
habere karşı bir tür yabacılaşmaya, ekip/takım kavramına yönelik de bir tür
inançsızlığa yol açmaktadır. Bu arada çok sık iş ve kurum değiştiriyor
olmak, kameramanlarda kurumsal kimlik duygusunu da zayıflatmakta ya da
böyle bir kimliğin oluşmasına fırsat vermemektedir. Bu yüzden olsa gerek,
rakip kurumlarda çalışan kameramanlarla, her an birlikte oldukları muhabir
arkadaşlarıyla olduğundan daha yakın ilişkiler kurabilmektedirler.
Ne yazık ki, iletişim alanındaki uluslararası trendler kameramanların
iş güvenliğini çok daha tehdit edici nitelikte. Multi-medyaya doğru
gidilirken, gelişen iletişim teknolojileri de medyanın artık daha az gazeteci
istihdam ederek çalışacağını gösteriyor. Daha 90’lı yılların ortalarına kadar
Batılı televizyon kanalları bir olaya ses teknisyeni, kamera asistanı,
kameraman ve muhabirden oluşan dört kişilik ekipler gönderirken, bugün
aynı iş digital kameralar aracılığıyla ve tek kişi tarafından yapılabilmekte.
Üstelik artık bu kişinin haberi her yönüyle yayına hazır hale getirmesi de
bekleniyor. Bu olaya gönderilen dört kişilik ekip dışında montajcı ve editör
gibi kadroların da aynı iş için rekabet edeceği anlamına geliyor. Bu
durumda, çok sayıda insan işsiz kalırken bu işerin hepsini birden en iyi
yapan “yetenekliler” iş bulabilecekler (Tılıç, 2001: 219-28)
İletişim 2002/14
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal......
151
Kameramanların, şimdiden kendilerini yarının daha sert geçecek olan
rekabet ortamına hazırlamaları, donanımlarını güçlendirmeleri gerekiyor.
Kuşkusuz, yarına hazırlanırken bugünün sorunlarını da göz ardı
etmemek gerekiyor. Güçlü bir gazetecilik örgütlenmesine sahip olmak,
bütün medya çalışanları gibi, kameramanlar için de bir zorunluluk olarak
görülüyor.
Kameramanların anlatımından çıkan, kameraman – muhabir ilişkileri
sorunu aslında yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değil. ABD’de
gazetecilik örgütleri bu sorunu aşmak doğrultusunda belli çabalar sarfettiler.
Önerilen çözümler arasında, muhabirlerin kameramanların fazla yüklerini
taşımaya yardımcı olmaları, zaman zaman muhabir ve kameramanların
rollerini değişerek bir olaya birbirlerinin açısından bakmayı denemeleri,
montaj ve edit işlemlerine zaman zaman katılmaları, böylece haberin oluşum
sürecinin her boyutunu bilerek kamerayı kullanmaları vardı. Bunların hayata
geçirildiği yerlerde üretkenliğin ve kalitenin arttığı görüldü. Benzer
yöntemlerin Türkiye’de de uygulanmaması için hiç bir neden yok.
Kameramanların çok sık saldırılara maruz kaldıkları düşünüldüğünde,
ilk yardım kursları almalarının son derece yararlı olacağı söylenebilir.
Mesleki eğitim eksikliğinin, beşinci sırada sorun olarak sayılması da mesleki
bilgi ve becerileri geliştirici kurslara gereksinim olduğunu gösteriyor.
Kameraman dernekleri bu sorunların çözümü için inisiyatif alabilirler.
Çalışma
bulguları,
omuz
kamerası
kullanımının,
haber
kameramanlarında özellikle omuz ve boyun bölgesinde belirgin fiziksel
bozukluklara yol açabildiğini gösteriyor. Skolyoz ve kas atrofileri fiziksel
deformite bulgularıdır. Bu deformitelerin olduğu kişilerde uzun sürede kalıcı
sakatlıkların ortaya çıkabileceği öngörülebilir. Yüksek oranda saptanan
depresyon, iş güvencesinin olmamasına karşın çalışma koşullarının ağır
olmasına bağlanabilir.
Bu bulgular gözönüne alındığında haber kameramanlarının öncelikle
çalışma koşullarının düzeltilmesinin gerekliliği açıktır. Ortalama günlük
çalışma süreleri mutlaka kısaltılarak çağdaş ölçülere getirilmeli, haftada en
az iki gün hiç çekim yapmama ve dinlenme haklarının olması gerekmektedir.
İletişim 2002/14
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
152
Haber kameramanları için standart günlük ve haftalık çalışma saatleri
belirlenmeli ve olağandışı durumlarda daha çok çalışmaları gerektiğinde ek
ücret verilmelidir. Özellikle omuz kamerası kullanma süresi kısıtlı
tutulmalıdır. Meslekten kaynaklanacak fiziksel ve ruhsal sorunların erken
saptanabilmesi için hiç değilse yılda bir tıbbi ve psikiyatrik muayeneleri
yaptırılmalıdır.
Kaynaklar
American Psychiatric Association (2000). Diagnostic and Statistical
Manual of Mental Disorders. Fourth Edition text revision. Washington
DC: American Psychiatric Press.
Candansayar, S., R. Köse, N. Çakmak ve M. Keçeci (1996). “The
prevalence of smoking and knowledge, behaviours and attitudes about
smoking on high school students in Turkey”, Smokefree Europe:
Conference on Tobacco or Health. Finnish Centre for Health Education,
Helsinki.
Carayon, P., M.J. Smith ve M.C. Haims (1992). “Work organization,
job stress, and work-related musculoskeletal disorders,” Spine 17(6): 672-7.
Coggon, D., K.T. Palmer ve K. Walker-Bone (2000). “Occupation and
upper limb disorders,” Occup Med, Oct-Dec., 15(4): 677-93.
Coşar, B., S. Candansayar, K. Şahin, Z. Arıkan ve E. Işık (1993). “The
role of stressful life events and psychopathology in tension headache and
migraine”, J Psych Psychol Psychopharmacol, 1: 147-52.
Keyserling, W.M. (2000a). “Workplace risk factors and occupational
musculoskeletal disorders. Part 1: A review of biomechanical and
psychophysical research on risk factors associated with low-back pain,”
Curr Opin Rheumatol, March 12(2): 124-30.
Keyserling, W.M. (2000b). “Workplace risk factors and occupational
musculoskeletal disorders. Part 2: A review of biomechanical and
psychophysical research on risk factors associated with upper extremity
disorders,” AIHAJ, Jan-Feb 61(1): 39-50.
Macfarlane, G.J., I.M. Hunt, ve A.J. Silman (1999). “Role of
mechanical and psychosocial factors in the onset of forearm pain:
İletişim 2002/14
Türkiye’de Haber Kameramanlığı: Çalışma Koşulları ve Meslekten Kaynaklanan Ruhsal......
153
prospective population based study,” Scand J Work Environ Health,
December 25 (6): 564-8.
Mani, L. ve F. Gerr (2000). “Work-related upper extremity
musculoskeletal disorders,” Prim Care, December, 27 (4): 813-30.
Nathan, P.A. ve K.D. Meadows (2000). “Neuromusculoskeletal
conditions of the upper extremity: are they due to repetitive occupational
trauma?” Scand J Work Environ Health, August, 26 (4): 283-91.
Neer, C. (1983). “Impingement lesions,” Clin Orthop, 173: 71-77.
Önder, M., S. Coşar, M.O. Öztaş, S. Candansayar (2000). “Stress and
skin diseases and musicians: Evaluation of the beck depression scale, general
psychologic profile (the brief symptom inventory), beck anxiety scale and
stressful life events in musicians,” Biomed&Pharmacother 54: 258-62.
Punnett, L., L.J. Fine, W.M. Keyserling, G.D. Herrin ve D.B. Chaffin
(2000). “Shoulder disorders and postural stress in automobile assembly
work,” BMJ, September 16, 321(7262): 676-9.
Sorias, S. (1982). An Investigation of Effects of Stressful Life
Events in Normal People and Patients. Yayımlanmamış Doktora Tezi.
İzmir: Ege Universitesi.
Şahin, N. ve A. Durak (1994). “Brief symptom inventory: An
adaptation of Turkish young people,” Turkish Journal of Psychology, (31):
44-56.
Tılıç, L.D. (2001). 2000’ler Türkiyesi’nde Gazetecilik ve Medyayı
Anlamak. İstanbul: Su Yayınları.
Viikari-Juntura, E. ve H. Riihimaki (2000). “New avenues in research
on musculoskeletal disorders,” AIHAJ, Mar-Apr. 61(2): 231-43.
Yassi, A. (1999). “Work-related musculoskeletal disorders,” J Occup
Health Psychol, July 4(3): 245-55
Zung, W.W.K. (1965) “A self rating depression scale,” Arch Gen
Psychiatry 12: 63-70.
İletişim 2002/14
L. Doğan TILIÇ, Selçuk CANDANSAYAR, Behçet COŞAR, Gülçin KARATAŞ
154
Özet
Bu makalede oldukça zor şartlar altında çalışan haber
kameramanlarının iş yerlerindeki yöneticiler ve diğer muhabirler gibi haber
kaynaklarıyla olumlu ilişkiler geliştirememeleri ve toplumsal olaylarda kolay
hedef olmaları nedeni ile depresyon ve diğer strese bağlı sağlık sorunlarını
yoğun şekilde yaşadıkları yapılan saha çalışmasıyla ortaya konulmuştur.
Abstract
In this article the accupational health problems of news cameraman
are examined. News camareman is usualy an easy target to be a victim in
social – political demonstrations. Also, they suffer to develop conducive
relationship with news sources. These working conditions are considered to
be the main causes of such accupational health problems as depression and
other stress related problems.
İletişim 2002/14
Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında
Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel Stratejiler
A. Cem GÜZEL*
Giriş
Bordwell ve Thompson; en basit tanımıyla anlatıyı, zaman ve mekân
içerisinde cereyan eden neden-sonuç ilişkisine dayalı olaylar zinciri olarak
tanımlarlar (1993; 64-72). Neden-sonuç ilişkisi dışında, gelişigüzel
sıralanmış bir olaylar dizisinin bize bir öykü anlattığını söylemek güçtür.
Gündelik dilde, anlatı yerine kullandığımız ‘öykü’ sözcüğü çoğunluk farklı
bir işlev üstlense de anlatının bir öyküyü barındırması onun bazı somut
‘değişmezlere’sahip olmasına bağlıdır. Başlangıçtan son sahneye değin
sıralanan durumların nedensellik, zaman, mekân gibi unsurlar aracılığıyla
içerdikleri değişiklikler bir anlatının biçimsel inşasının tamamlanmasını
sağlar.
60’lı yılların sonlarına doğru ortaya çıkan ve günümüze gelinceye
değin Hollywood’un dişlileri arasında öğütülen (Orr; 1993) Amerikan
sinemasının neo-modern yaratıcılarının anlatılarınında yaslandığı temel
paradigmanın yani dramatik yapının (Tablo 1) izleyici ve yönetmen
açısından en önemli işlevi Branigan’a göre, metnin içerdiği her türlü
bilginin, iletinin, temel verinin zihindeki istiflenmesi, ilişkilendirilmesi
sürecine refakat etmesidir (1993; 13-17).
Tablo –1: Eyes Wide Shut Dramatik Kuruluş Şeması
*
Yrd. Doç. Dr., Ege Üniversitesi, İletişim Fakültesi Radyo-TV Bölümü,
İletişim 2002/14
A. Cem GÜZEL
156
Başlangıç
Bölüm I
Merkez
Bölüm II
Son
Bölüm III
Kuruluş
s. 1-45
Çatışma
s. 45-135
Çözüm
s. 135-180
Plot P. I
(Bağlantı noktası I)
s. 43-45
Sahne:5a
Plot P. II
(Bağlantı noktası II)
s. 130-135
Sahne:23a
Plot, deyimi bir filmde, izleyicinin aktif katılımından önce süregiden
ve görsel, işitsel olarak sergilenen her şeyi kapsar. Bir filmin biçiminin
ortaya çıkması sırasında plot, film öyküsü açısından bir sürükleyicidir. Bir
başka deyişle, plot, sergilediği doğrudan olaylar -yanısıra barındırdığı öykü
dünyasının dışındaki nondiegetic unsurlar- aracılığıyla film öyküsünün
biçimlenişine katkıda bulunmaktadır.
Genelde, bir plotun üstlendiği işlev; izleyiciyi, henüz başlamış bir dizi
olayın içerisine çekerek ondaki merak duygusunu uyandırmaktır. Anlatının
seyri esnasında film izleyicisinden
-plot aracılığıyla- gözünün önünde,
perdede sergilenen olayların olası nedenleri ile ilgili olarak spekülasyonlarda
bulunması beklenir. Plotla birlikte izleyiciye, açılıştan önceki olayların
kimileri ile ilgili anıştırmalarda bulunulur ve izleyici öyküye ilişkin
boşlukları -kendi zihninde- doldurarak onu yeniden inşaa sürecine adım atar.
İzleyici -yanısıra anlatı karakterleri - film öyküsünün inşaası açısından en
can alıcı bilgiyi, plotun sergilediği ve dramatik yapıyı oluşturan en büyük
anlamlı birimleri bir arada tutan bağlantı noktaları plot points aracılığıyla
edinir (Tablo I). Bağlantı noktaları öykü çizgisi üzerinde bir durumun, olayın
aksiyonla sarmalanarak dramatik gelişimin farklı bir doğrultuya taşınmasına
aracılık eden birer “kanca” hüviyetindedirler (Field, 1994: 115). Alex’in
(Nicole Kidman) sözünü ettiği deniz subayının ilk kez; karısıyla tartıştıktan
sonra hastasından gelen telefonla evden ayrılan William’ın (Tom Cruise)
İletişim 2002/14
Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ......
157
zihninde, bindiği taksinin arka koltuğunda otururken ete kemiğe bürünmesi
(5a) Eyes Wide Shut’ın öyküsünün kuruluş bölümünün sonunu oluşturur.
Film perdesinde, gerek doğrudan sergilenen gerekse izleyicinin
çıkarsadığı olaylar birlikte öyküyü oluşturur. İzleyici bir anlatıdaki olaylarla
ilgili olarak çoklukla varsayımlarda bulunma, çıkarımlar yapma
ihtiyacındadır. İzleyicinin; anlatıya ilişkin olarak, açıkça sergilenen olaylar
dışında çıkarımlarda bulunması, kendisine gösterilenin dışındakini
ayrımsama doğrultusunda sergilediği performans aynı zamanda öykü ve plot
arasındaki sınırın anlaşılabilmesini kolaylaştırır (Tablo 2).
Tablo-2: Öykü ve plot kesişimi (Bordwell&Thompson, 67)
Öykü
Çıkarımsanan
olaylar
Açıkça gösterilen
olaylar
Eklenen nondiegetic
unsurlar
Plot
Bir açılış sekansının işlevi ise, daima, izleyicinin anlatıya dahil
olması, yanısıra başlayacak olaylar açısından bir zeminin oluşmasını
sağlamakdır.
Bu değerlendirme, Kubrick’in anlatısının, izleyicinin kolayca
ayrımsayabileceği çok spesifik ipuçları aracılığıyla, geleneğe nasıl
eklemlendiğini anlamamızı kolaylaştırır. Stanley Kubrick’in Eyes Wide
Shut’ı, karısı Alex’in gerçek-fantazi karışımı itiraflarını dinledikden sonra
bozguna uğrayan doktor William Harford’ın yaşamından bir kesitin merkez
alındığı ancak birden fazla alt metinle takviye edilmiş öyküsünü yine
birbirinden farklı geleneksel anlatı gereçleri aracılığıyla inşa etmeyi dener.
Özellikle parti sahnesinin ardından gelen sekansla birlikte, izleyicinin
William’ın hastahanedeki yaşamını ve Alex’in evdeki yaşantısını tanımasına
İletişim 2002/14
158
A. Cem GÜZEL
yardımcı olan planlar (Tablo 3), aynı zamanda, Eyes Wide Shut’ın öyküsü
için temel malzemeleri oluşturan işaretlerdir.
Anlatının başlangıcında, izleyici, Manhattan’lı genç bir çiftin, Doktor
Harford, güzel eşi ve küçük kızlarının, dışarıdan mutlu gibi görünen,
yaşantılarına tanık olur. Arkadaş partisine gitmeye hazırlanan William ve
Alex, evdeki bakıcı kız, William’ın iş hayatı, Alex’in evde kızıyla
birliktelikleri gibi özenle seçilmiş malzemeler öykü için gerekli işaretleri
sıralamaktadır. Kubrick’in anlatısının plot dizilişi Zigler’in partisinin
ardından izleyiciyi birden William ve Alex’in yatak odasına sürükler ve
çiftin aralarındaki sohbet bir tartışmaya dönüşür (4b-4c). Bu yeni işaretle
birlikte izleyicinin varsayımları yeni bir yön kazanır, olayları farklı bir
nedensellik dizisi içine sığdırmaya başlar. Bir başka deyişle, o ana değin
izlediği ritmik sekansın ihtiva etmediği çıkarımsal ve tümüyle yeni bir
nedensellik peşine düşer. İzleyicinin sahip olduğu öykü bilgisine müdahale
etme, onu değiştirme yöntemi, anlatı biçimi açısından televizyon -dizilerde
dahil olmak üzere- en yaygın plot geliştirme kalıbıdır.
İletişim 2002/14
Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ......
159
Tablo-3: Eyes Wide Shut Plot Bölümlemesi: (Ayrıntı)
Başlangıç jeneriği
Başlık
1. Harford’ların dairesi:
a. William ve Alex evden ayrılmaya hazırlanırlar.
2. Zigler’in malikânesi:
a. Dans pistindeki William ve Alex, Nick Nightingale’i
ayrımsarlar. William Nick’le lâflar.
b. Alex orada tanıştığı Sandor’la dansederken William kendisini
tanıyan iki manken kızlasohbete koyulur.
c. William’ı çalışma odasına çağırtan Zigler kokain komasına giren bir
genç kızla ilgili olarak onun yardımını ister.
Bölüm
d. Alex, aşağıda Sandor’u reddederken ona parmağındaki yüzüğü
1
göstermeyi yeğler.
3. William’ın muayenehanesi:
a. William’ın işyerindeki rutini
b. paralel kurgu: Alex’in evdeki gündelik yaşantısı.
4. Harford’ların dairesi:
a. Alex, banyodaki etajerin içindeki kutudan bir poşet esrar alır.
b.Yatak odasındaki sohbet kıskançlık ve aldatma konularını eksen alan bir
tartışmaya dönüşür.
c. Alex, William’a, bir yıl önce gördüğü bir erkekle ilgili fantazisini
anlatmaya başlar.
Tartışma William’ı bir hastasının evine çağıran telefonun ziliyle sona erer.
5. Taksi :
a. Taksinin arka koltuğundaki William’ın zihninde canlandırdığı, Alex’in
öyküsündeki denizciyle sevişme sahnesini siyah-beyaz olarak izleriz
.
6. William’ın hastasının evi:
a. William’ı hastasının kızı Marianne karşılar, ardından çalışma
odasındaki yatakta yatan yaşlı hastasını muyene eder.
Bölüm
b. Marianne ve William sohbete koyulur. Marianne, birden William’a
2
sarılarak onu öper.
c. William, Marianne’in nişanlısı ile tanışır.
7. Cadde:
a. İşlek bir caddede yürüyen William’ın zihninde canlandırdığı sahneyi
tekrar izleriz (sahne 5a).
b. William’a çarpıp düşüren gençler.
c. William caddede karşısına çıkan bir fahişenin birlikte olma teklifini
kabul eder.
İletişim 2002/14
A. Cem GÜZEL
160
Öykünün gelişme bölümüyle ilgili olarak aşağıda sıralayabileceğimiz
türden enaz iki çıkarımsal olay ile Eyes Wide Shut’ın plot bölümlemesini
oluşturan olaylar dizisi arasında dolaylı bir neden-sonuç bağlantısallığı
mevcuttur:
a. Alex, dışarıdan göründüğünün aksine evliliğinde sorunlar yaşayan,
sürekli gergin, zaman zaman kocası üzerinde tehditkâr olabilen bir eştir.
b. William, soğukkanlı görünmeye çalışan, evliliği ile ilgili olarak
kayıtsız ve kadın cinselliği hakkında gelişigüzel fikirlere sahip bir erkektir(1).
Öykü dünyası aracılığıyla serimlenen olayların tümü bir filmin
diegetic malzemelerini oluştururlar. Filmin giriş bölümüyle birlikte izlemeye
başladığımız aileyi, çocuk bakıcısını, caddeyi, partideki insanları aynı
zamanda öykü dünyası aracılığıyla tanırız, yanısıra tüm bunlar perde dışı,
gerçek zamanda var olduklarını bildiğimiz ögelerdir.
Nedensellik İlkesinin İşleyişi
Bir filmin sahnelerinin içerdiği bir dizi olayın neden sonuç ilişkileri
doğrultusunda birbirine eklemlenmesi anlatı biçiminin işleyişine ilişkin
temel bir prensipdir. Soru-cevap aracılığıyla kurulan bir nedensellik,
özellikle izleyicinin merak duygusunu sürekli provake etmeyi amaçlayan
popüler televizyon dizilerinin serials devraldığı ve yaygın biçimde
kullandığı bir anlatısal araç olarak, gerilim ögesinin başarılı bir biçimde
‘üretilmesi’(2) sürecinde etkin bir rol üstlenir. Bordwel ve Thompson’a göre
(1)
William’ın ‘fidelio’ parolası ile girdiği şatonun içinde geçen sekans, besteci L. V. Beethoven’ın yegane
operası Fidelio’nun metni ile adeta tematik bir ilişki içerisindedir. Kubrick, mutlak bilginin kesinliğine
teslim olmak yerine izleyicinin ve karakterlerin çözümsüzlük paydasında buluşarak müdahil olmaya
zorlandığı bir bilmece (Orr, 1993) biçiminde inşaa etmeyi denediği Eyes Wide Shut’ın anlatısı boyunca
yüzleşmeyi seçtiği kimi argümanları ‘fidelio’ şifresi etrafında ve yarattığı tiplemeler aracılığıyla açığa
çıkartır. Kubrick’in kahramanları Alex ve William’ın evliliklerinin vardığı nokta aşkın çok uzağındadır.
Bu aşamada, William’a şatoda yardım eden genç kıza eklenen -ve aslında Beethoven’ın operasındaki
Florestan karakterinin simgelediği- sadakat, fedakarlık, şefkat gibi özellikler, merak ve gerilim ögelerini
oluşturan plot edimlerinin sergilenmesine aracılık ederek sekansı işlevsel kılarken aynı zamanda
öykününün daha ileriye taşınmasına yardımcı olan motivasyonu sağlar.
(2)
Carroll’da, bunun tersi; yani makro ve mikro soru-cevap bağlantısallığının bir araya getirmediği
televizyon anlatılarına ait bölümler, ‘ritmik bir biçimsizliğin’ desteklediği sinema filmleriyle aynı
duyguya sebebiyet vermektedirler (1988;178-81: 1996;100).
İletişim 2002/14
Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ......
161
de, bütün bir öykü, plotun öncülük ettiği neden-sonuç ilişkilerine bağlı
çıkarsamalarla inşaa edilmektedir (1993;69). Nedensellik ilkesinin,
izleyicinin, filmin anlattığı olayları algılama sürecini güdümleyen temel bir
bağlayıcı unsur işlevini üstlenebilmesi plot aracılığıyla sergilenen ögelerin
düzeni ile ilintilidir. Eyes Wide Shut’ın plot aracılığıyla izleyicisine
sordurduğu sorular anlatının biçimsel işlerliğini sağlamayı amaçlar, onu
tümüyle organize eden taşıyıcı bir iskelet görünümü sunar. Branigan; (1992)
filmde sergilenen ögelerin izleyicinin “nedensellik değerlendirmeleri”
açısından bir düzen oluşturabilmesi, bir “zihinsel şema” izleyebilmesi için
plotun güdümlediği bir takım zorunlu ‘olasılık sıralamalarının’ mevcut
olduğundan söz eder:
“Salt bir ardışıklık içeren plot ögeleri”, bir filmin başlangıç sekansı
gibi, nedensellik ilişkisi açısından daha esnek hattâ ‘keyfi’ bir sıralama
izleyebilirler. “Zamandizinsel bir sıralamaya tâbi ögelerin” oluşturacağı bir
nedensellik ise öncelikle perde zamanı tarafından güdümlenmektedir.
Branigan’ın sıralamasında “kendisinden sonra -ya da daha önce- gelen bir
diğerinin sergilenmesi açısından gerekli (yetkili) olan ögeler” olarak
tanımlanan nedensellik dizileri için bu yetkesellik durumu, başlıbaşına bir
‘sebebiyet’ içerir (1992; 26). Kubrick’in anlatısı parti sekansından itibaren
Alex ve kocası William’ın birbirleri hakkındaki şüphe ve suçlamalarının
yanıtlarına ilişkin ipuçlarını izleyicinin algılamasına sunmaktadır. Bu
noktada; plotun taşıdığı sahne ve olaylar, Carroll’ın tüm modern ve modern
sonrası anlatılara atfen bir ‘temel’ işlevi biçtiği yöntemide kullanarak,
soru/cevap bağlantısallığı aracılığıyla arka arkaya eklenip öyküyü inşaa
etmeye devam ederler (1988; 171). Gerek Alex’in Hector’la dans pistinde
başlayan yakınlaşmaları gerekse de William’ın yanına gelen genç kızlarla
giriştiği sohbet, doğrudan öyküye -yani izleyicinin çıkarımlarına- yönelik iki
çok iyi inşaa edilmiş olasılık geliştirmeyi hedefler: Alex ve William
birbirlerini aldatacaklar mıdır/yoksa aldatmayacaklar mıdır (2b)? Yine, öykü
makro-sorularını William’ın yaşadıkları, Alex’in düş dünyası ve Hector’un
fizik evreni aracılığıyla oluşturma yolunu seçer. Hector’un çağırdığı
İletişim 2002/14
162
A. Cem GÜZEL
William’ın, onun çalışma odasında karşılaştığı manzara karşısında
sergilediği tavır gerçek sadakâtin izlerini taşımaktadır. “Kendisinden sonra
gelen olayların sergilenmesi açısından yeterli ve aynı zamanda doğrudan bir
nedenselliği” barındıran bu sahne ise anlatının önerdiği makro ve mikro
sorular arasındaki ayırımın da altını çizer (Brannigan; 27). Koltukta, aldığı
aşırı dozun etkisiyle kendinden geçmiş ve çırılçıplak uzanan genç bir kız,
onun yanıbaşında pantolon askıları dizlerine sarkmış şok içerisindeki yaşlı
Hector ve son olarak eski dostu için elinden geleni sonuna kadar yapmaya
hazırlanırken hipokrat etiğini muhafaza eden William gibi veriler -öykü
bilgileri- arasındaki etkileşim anlatı süresince yanıtlanacak soruları
oluştururken, aynı zamanda izleyicinin ‘sonuca ulaşma duygusunu’
güdümlerler.(3) İzleyicinin nedensellik ilişkisini kurabilmesinde karakter
geliştirme aşamasının bir anlatısal işlev üstlenebilmesi; yazar, yönetmen,
yaratıcı aracılığıyla film kişilerinin davranışlarından becerilerine, psikolojik
özelliklerine, yüz, giysi ve tüm dış görünüşlerine yansıyacak farklılıkların
eklenmesiyle olasıdır. Hector’un kişiliğinde simgelenen çöküş, şato
sahnesinde izleyeceğimiz ayinin tertipleyicilerinden birini teşhis etmemize
yardımcı olur. William’ın kendisine gelmesine yardımcı olduğu genç kız ise,
onun, sonuç bölümüyle birlikte izini süreceği cinayetin kurbanı olup
olmadığı sorusunu zihnimizde canlı tutar. William’ın davranışları, Alex’in
kocasına yönelttiği suçlamalar karşısında onu temize çıkarırken, bizzat
Alex’in ruh hali, hezeyanları ile ilgili olarak bizi bilgilendirme işlevini
üstlenir. William’ı işyerinde bayan hastasını muayene ederken izlediğimiz daha sonraki- sahne (3a) doğrudan bir neden/sonuç ilişkisi kurmak yerine bir
önceki uzun sekansın içerdiği ‘yanıt’ı güncelleştirirken tartışma sahnesine de
göndermede bulunur.
Yine, “sıralanış açısından geleneksel bir uygulamayı çağrıştıran
ögeler” (Brannigan; 26), izleyicinin alışkın olduğu türsel, toplumsal
sözleşmeler conventions aracılığıyla düzenlenir, bir araya getirilir. Sürekli
izleyicinin merak dürtüsünü uyandırmaya yönelik nedensellik sıralamalarını
(3)
İzleyicinin ‘kestirebileceği’ tek başına overdetermined birer sonuç olma özelliğini taşıyan bu tür
sorularla kurulan bir bağlantı Carroll’a göre (1988), nedenselliği oluşturan soruların tümüyle
yanıtlanmasının ardından anlatıyı da bir sonuca doğru sürüklemektedir.
İletişim 2002/14
Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ......
163
barındıran bu kalıp, korku filmlerinden bilim kurgu örneklerine, geleneksel
anlatı türlerinin tümünde yaygın bir kullanıma sahiptir. Eyes Wide Shut’ın
plot dizilişi; çözülme bölümüne doğru öyküyü anlatı olarak işlevsel kılan
türsel sözleşmelerin özellikle dedektif filmlerinin thrillers kuruluş
şemalarına sadık kalır. Ancak Kubrick, izleyicisinin merak duygusunu
anlatının merkezinden itibaren, cinayetin ortaya çıktığı bağlantı noktasından
çok önce, provake etmeyi tercih eder. Finaldeki, William ve Hector Ziegler
arasındaki tartışma sahnesi ise; ‘dedektif’ ve ‘şüpheli’ rollerini üstlenen
anlatı karakterleri ve cinayet motifi aracılığıyla izleyicinin zihnindeki
öyküye ait kim, neden, nasıl, niçin gibi soruların yanıtlarının açığa
çıkartılmasına yardımcı olur. Dikey bir nedensellik şeması izleyen pek çok
türsel sözleşmede plot bu tür bir ilişkinin sergilenmesine aracılık ederken,
izleyici daima sonuca effect ‘perdedeki karmaşık sahnelerin içerdiği basit
yanıtlar’ aracılığıyla değil kendi çıkarsamalarıyla ulaşma doğrultusunda bir
eğilim içerisindedir (Carroll, 1996; 97-8). Hector’un dostu William’a, bütün
olan bitenlerin bir oyun olduğunu ve onun her şeyi son üç gün içinde kendi
yaşadıklarıyla ilişkilendirdiğini söylediği bu sekans, tasarlama, plânlama ve
işleyiş aşamalarına dikkat çekme yönünde bir işlev üstlenirken aslında
cinayetin işleniş biçimi ve failleri ile ilgili olarak pek fazla boşluk
barındırmaz.
Zaman-Mekân Duygularının Yaratılması
İzleyicinin öykü zamanını algılaması plotun sergilediği olaylar
aracılığıyla gerçekleşir. Plot, olayları zamandizinsel bir sıralama dışında
sunabilir. Sadece belirli zaman aralıklarının sergilendiği anlatılarda izleyici
bu, sıkıştırılmış zamanın -öykü sürekliliği- içerdiği olayları çıkarsama
yoluna gider. Olayları zamandizinsellik dışı bir sıralama ile izlediği bir
öyküyü zihninde inşaa eden izleyici -plot aracılığıyla- süreklilik ve sıklık
gibi iki zamansal unsura tâbidir. Bir diğer yöntem plotun öyküye ait bir olayı
-onu travmatik bir şekilde anımsayan karakterlerden biri aracılığıyla- sürekli
sergilemesidir. Eyes Wide Shut’da, anlatının gelişme bölümüyle birlikte,
Alex’den dinlediği fantazi-gerçek karışımı öykünün ardından bozguna
İletişim 2002/14
164
A. Cem GÜZEL
uğrayan Willliam anlatı boyunca karısının öyküsünün geçtiği farklı bir
zamana -bir yıl önce ikisinin otelde birlikte geçirdiği yaz tatiline- geri döner.
Zamandizinsel aynı zamanda öykü sıralamasının dışında sunulan olaylar
izleyicinin bir film seyretme edimi sırasında en yaygın olarak karşılaştığı bir
zamansal sıralama biçimidir. Geriye dönüş flashback, plotun,
zamandizinsel sıralamanın dışında, bize öykünün herhangi bir bölümünü
izlettirdiği, dolayısıyla zamansal sıralamayı oluşturduğu bir araçtır. Bu tür
bir sıralama izleyiciyi şaşırtmaz, çünkü izleyici plotun dayattığı zamansal
sıralamayı -tıpkı öykü gibi- kendi önsel bilgileri, zihinsel çıkarımları
aracılığıyla oluşturabilme, yeniden düzenleyebilme yetisine sahiptir.
Eyes Wide Shut’ın çözülme bölümünde izleyici William’ın ortaya
çıkardığı, izlerini sürdüğü cinayetin tasarlanış ve işleniş biçimlerinden,
faillerinden haberdar olmaz. Plot bu noktada; öykünün dayattığı -ve
izleyicinin dedektif filmlerinden aşina olduğu- dikey nedenselliğin dışına
çıkarak, onun beklentilerini -güdümlemek yerine- kesintiye uğratırken
aslında -yine öykünün zorladığı- bir zamansal sıralamayı korumaktadır.
Anlatı formunun egemen olduğu bir filmde zamansal süreklilik
olgusunu yaratan bir önemli ayrım, perde sürekliliğidir. Yönetmen, perde
sürekliliğini, plot sürekliliği ya da öykü sürekliliği üzerinden ancak
‘dilediğince ve bağımsız’ olarak tasarlama özgürlüğüne sahiptir (Bordwell &
Thompson; 71). Örneğin, Eyes Wide Shut için, bir yıla uzanan öykü
sürekliliğine ve üç gün üç geceye sığdırılan plot sürekliliğine karşın,
tasarlanan perde sürekliliği yaklaşık 180 dakika ile sınırlıdır (bkz. Tablo I).
Genelde, bir anlatının plot sürekliliğinin tümü; öykü sürekliliği
doğrultusunda seçilmiş, göreceli olarak birbirleriyle uyumlu, belirli zaman
dilimlerinden oluşur. Film tekniği -daha somut olarak kurgu- zamansal
sürekliliğin oluşturulmasında merkezi bir öneme sahiptir. Plot, içerdiği kısa,
yoğun, öykü dünyası ile uyum koşulu göz önünde tutularak seçilmiş
aralıklarla öykü zamanına müdahale ederek onu genişletebildiği gibi yine
perde sürekliliğini kullanarak onu baskılayabilir. Eyes Wide Shut’ın plotu;
izleyicinin, Alex ve William Harford çiftinin yaşantısından alınan üç günlük
bir kesitin içerdiği hareketli olaylara tanıklığına aracılık etmektedir. Ancak,
yine, plotun taşıdığı öykü malzemesi izleyicinin geriye Alex ve William’ın
İletişim 2002/14
Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ......
165
bir yıl önce birlikte geçirdiği yaz tatiline değin uzanmasına aracılık eder.
Kubrick’in kahramanlarından Alex’in ev yaşamı ve William’ın iş yaşamını
kıyaslamamıza yardımcı olan, kısa çekimlerin ön planda olduğu bir hızlı
kurgu aracılığıyla yaratılan sekans ise -yukarıdaki saptamamız ile bağlantılı
olarak- zıt doğrultudaki örneği teşkil eder.
Plot aracılığıyla sağlanan bilgi, izleyicinin kendi -biçimselbeklentileri doğrultusunda çıkarımlar yapmasını dolayısıyla onun anlatıya
aktif katılımını kolaylaştırır. Frekans ya da sıklık ise plotun, gösterdiği
olaylar aracılığıyla anlatının ritmine müdahale ettiği onu güdümlediği bir
diğer modeli simgeler. Öykü olaylarından biri için saptanan zaman aralığı,
sıklık, izleyiciyi rutin bir olayı tekrar tekrar izlemekten alıkoymaktadır.
William’ın eski arkadaşı Nick aracılığıyla müdahil olduğu olaylar Eyes Wide
Shut’ın merkezini oluşturur. Anlatı süresince, şatoda William’ın gözünden
izlediğimiz olayları tekrar görmeyiz ancak yine William aracılığıyla,
sekansın başlangıcında -müzikhôl sahnesi- tüm bu olayların Nick’in New
York’a geldikten sonraki rutin deneyiminin bir parçası olduğu konusunda
bilgilendiriliriz. William’ın ikinci kez geldiği şatonun kapısından eline
tutuşturulan içinde tehditkâr bir mesajın yazılı olduğu mektubla geri
döndüğü sahnede, plotun ritmik sıklığı inşaa ederken yararlandığı sınırlama
alanını demarcation oluşturan adeta ikâme bir nedenselliği barındırır.
Filmsel anlatının işleyiş süreci içerisinde, olaylar belirli mekânlar
içerisinde cereyan ederler. İzleyici açısından, mekân unsuruda tıpkı nedensonuç ilişkisi ya da ritm -zaman- duygusu gibi anlatının algılanması sürecine
aracılık eder. Arnheim; fiziksel dünyadan farklı olarak, perdede arka arkaya
izlediğimiz iki olayın farklı mekân -ve zamanlarda- cereyan edebilmesinin,
anlatının yarattığı kurmaca evrenin en önemli özelliğini oluşturduğunu
belirtir (aktaran, Branigan, 1992; 40). Öykü ve plot mekânları’nın yanısıra
sinemasal biçimin işleyişi sırasında -tıpkı zaman ögesinde olduğu gibiperde mekânı kavramı dolayımdadır. Biçimin yanısıra uslûbun bir uzantısı
olarak kabul edilen mekân unsurunun ‘ayrımsanması’ (Bordwell &
Thompson; 72) perde mekânı ile olasıdır. Bu ‘ilişkilendirme’sırasında ise
sinemada, yine, başta kurgu, kamera hareketleri, mizansen, ses ve ışık
seviyesindeki değişiklikler gibi stilistik ögeler birinci derecede rol oynar.
İletişim 2002/14
A. Cem GÜZEL
166
Genelde, film öyküsü ve plotun barındırdığı edimler aynı mekânlarda
gerçekleşir. Ancak kimi zaman plot izleyiciyi -öykünün bir parçası olarakfarklı uzamlara ilişkin çıkarsamalarda bulunmaya doğru sürükler. Örneğin,
filmde William’ın dostu Nick’in memleketi Seattle’ı görmeyiz. Buna karşın
bu öykü bilgisi imgelemimizde Nick karakterinin, bir banliyödeki yuvasını
dört çocuğu ve eşiyle paylaşan mutlu aile babası kimliğinin belirlenmesi,
inşaa edilmesi sürecine katkıda bulunur.
Paralellik Ögesinin Kullanılması
Paralellik yaratma; filmsel biçimin, kendisini oluşturan farklı parçalar
aracılığıyla izleyiciye benzerlikler önermesidir. Kubrick; Eyes Wide Shut’da
izleyicisinin anlatının akışı içinde sergilenen olaylarla ilgili kıyaslamalar
yaparak seyrettiği parçaları neden-sonuç, zaman-mekân gibi yapısal
bileşenler açısından birbirine eklemleyebilmesine fazla müsaade etmez.
Stilistik ögeler, mekân seçimi, kostüm -maskeler- parçalar arasındaki
farklılığı derinleştirir. Filimde, gerek William’ın yaşadıkları, gerek Alex’in
anlattıkları gerekse de William’ın zengin arkadaşı Victor’ın çizgi dışı yaşamı
anlatının sonuna değin birbiriyle kesişmez. Çözülme bölümüyle birlikte
arkadaşına şüphelerinden bahseden William yarı tehditkâr yarı yadsıma dolu
bir ifadeyle karşılaşır. Kubrick izleyicisinin, bastırdığı, sakladığı, ‘çöküşü
hazırlayan’, soysuz yanıyla yüzleşmesine ila-nihai izin vermez. Çünkü bu,
zaten kendi seçtiğimiz, aynı zamanda bedelini ödediğimiz ya da bir şekilde
nemalandırdığımız bizim sosyal yanımızdır. Eyes Wide Shut’ın plotu
öykünün önünü kapatırken müzik, dans, kareografi, maske ve kostüm
aracılığıyla paralelliği tümü ile stilizasyonun egemen olduğu farklı bir alt
metin (4) olarak yeniden tasarlar.
(4)
Orr’a göre, neo-modern yaratıcının evliliği, ihaneti sorgulayışındaki izleyicisiyle olan mahremiyet
paylaşımındaki “merkezi motif”; metalaşmanın en son durağını teşkil eden “pazarlanabilir kendimizdir”.
Eyes Wide Shut’ın kadın kahramanlarının büyük çoğunluğu; prototiplerinin, Godard’dan Antonioni’ye
Avrupa’lı yaratıcıların anlatılarında boy gösterdiği fahişelik motifinin etkisi altındadır. William’ın girdiği
Rainbow adlı giysi kiralama dükkanı sahibi babanın sunduğu hizmetler arasında arasında kendi öz kızını
kiralamakda vardır. “Uygulamadaki her türlü terk etme çabasına karşın vicdanın ontolojik bir varlık
olduğu” duygusu burjuva ahlakının ‘korku’ya endeksli temel çelişkilerini kaçınılmaz kılar. William
birlikte olmayı beceremediği fahişenin evine ikinci kez gittiğinde onun aids olduğunu öğrenir. Yolda
karşılaştığı gençler tarafından tartaklandıktan sonraki (7b) dirençsizliği, izleyicinin nezdinde William’ın
İletişim 2002/14
Neo-Moderni Son Ziyaret : Kubrick’in Eyes Wide Shut’ında Anlatı Yapısı ve Bazı Söylemsel ......
167
Kubrick, aslında, gözlerimizi sımsıkı açtığımız! bu dünyevi çelişkiyi
anlatı aracılığıyla bir çatışmaya dönüştürmenin yani Hector’un içinde yer
alacağı herhangi bir olası ıslah, sağaltım ya da infaz sürecini izlettirmenin,
tıpkı Mekanik Portakal’ın Clockwork Orange (D: S. Kubrick 1971, GB,
Warner Brothers) Alex’i için olduğu gibi, yalnızca verili toplumun bir
parodisi olarak kalacağının ayrımındadır.
Kaynaklar
Bordwell, David ve Kristin Thompson (1993). Film Art, An
Introduction. New York: Mc Graw-Hill.
Branigan, Edward (1992). Narrative Comprehension and Film.
London: Routledge
Carroll, Noél (1988). Mystifying Movies.
University Press
New York: Columbia
___ (1996). Theorizing The Moving İmages. New York: Cambridge
University Press.
Field, Syd (1994). Screenplay. New York: Dell Publishing
Orr, John (1993). Cinema and Modernity. Cambridge: Polity Press
Özet
Bu çalışmanın amacı, Stanley Kubrick tarafından neo-modernist
geleneğin uzantısı bir proje olarak geçekleştirilen Eyes Wide Shut filmindeki
anlatı yapısına ilişkin bir çözümleme sunmaktır. Klasik anlatı gelişiminin ve
öykü anlatma yöntemlerinin özel kalıplarının vurgulandığı bu çerçeveyle ilk
aşamada nedensellik ilkelerinin temel anlatı şeması doğrultusunda ne şekilde
işlediği ve ardından bir konulu filmin öykü-plot ayrımı içerisinde izleyici
beklentileri ve çıkarsamalarını güdümleme süreci ele alınmıştır. Makalenin
konumlanışını pekiştirir, kendisine ihanet ettiği gerçeğini ondan saklamayan karısı Alex’in ya da arkadaşı
Hektor’un karşısında anlatı boyunca başının üzerinde taşıdığı anti-kahraman halesini -romantik
kahramanların aksine- daha bir görünür kılar (1993: 108-9).
İletişim 2002/14
A. Cem GÜZEL
168
temel argümanı, Anglo-Amerikan sinemasının auteur kuram doğrultusunda
değerlendirilebilecek yönetmenlerinin çalışmalarınında tıpkı ticari sinemanın
büyük çoğunluğunu oluşturan örnekler gibi hala modernist geleneğin etkisi
altında olduğudur. Yanısıra makalede, ideolojik sürecin söylemsel birer
strateji biçiminde bu türsel düzenlemelerin usta işi olanlarından biriyle nasıl
bir arada işlediği sorusu üzerinde de yoğunlaşılmıştır. Bu çerçeve içerisinde
filmin çözümlenmeye çalışıldığı makale, anlatı kuramının temel kavramları
ile sinema çalışmaları alanının birlikteliğini yöntem olarak benimser.
Abstract
The aim of this paper is to present an analysis of narrative
construction in the film Eyes Wide Shut realised by Stanley Kubrick as
project part of the neo-modernist tradition. In this frame-work by
emphasizing the special patterns of classic narrative development and story
telling processes, what is examined is, first how some causality principles of
basic narrative form functions in particular film and the second film’s
manipulation of our expectation and inferences which done through the
story-plot distinction. The main argument of this article is that like waste
majority of commercial cinema works of most auteur inspired directors of
Anglo-American cinema has still under the influence of modernist
movement. We also concentrated the question of ‘how ideological processes
work’ with the well crafting of some generic orders as discursive strategy.
Through out the examination of film in this context article brings the basic
concepts of narrative theory with its relation of film studies to the field of
methodology.
İletişim 2002/14
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
Emin KURU∗
Giriş
Televizyon kitlelerin eğitimi için çok önemli bir araç olduğu kadar,
kitlelerin uyarılmasında da çağın en önemli kitle iletişim araçları arasında
yer almaktadır. Toplumsal yaşamın bir parçası olarak giderek etkinliğini
arttıran televizyon, sunduğu içeriğiyle de hedef kitleler üzerinde önemli bir
etkiye sahip olmaktadır. Bu etki, televizyon ekranları aracılığıyla evlerimize
kadar taşınan şiddet içerikli iletilerin, bireyler üzerinde olumsuz sonuçlar
doğurup doğurmayacağı sorununu da gündeme taşımaktadır. Bu perspektifte
başlayan tartışmalar ise televizyonun gelişimine paralel olarak giderek
yoğunlaşmaktadır.
Görsel medyanın sansürsüz olarak ekranlara taşıdığı şiddete dayalı
stat olayları; sporun temelinde yer alan barış, kardeşlik ve toplumsal
uzlaşmanın dışında şiddetin hakim olduğu bir yaşamı yönlendirmekte midir
sorusunu da beraberinde getirmektedir. İşte bu ve bunun gibi ekrandaki
şiddet unsuru içeren programların, bireyler üzerinde ne kadar etkili olduğu
sorusuna verilecek cevabın ortaya koyulabilmesi için ailelerin televizyon
izleme alışkanlıklarının tespit edilmesi ve bilimsel olarak bu oranların
irdelenmesi gerekmektedir.
A.B.D.de yapılan bir araştırmanın verilerine göre bir Amerikan ailesi
haftada yaklaşık dokuz saat televizyon izlemekte ve
televizyon
programlarının yüzde 80’inin şiddet unsunu içerdiği görülmektedir.
(Tongney ve Fescbach,1982:145-158)
∗
Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu
İletişim 2002/14
170
Emin KURU
Ülkemizde bu anlamda yapılmış ciddi bilimsel araştırmalar
olmamasına rağmen, uydu yayınlarının devreye girmesi ile, izlenen kanal
sayılarında kısa sürede büyük artış gözlenmiştir. Bu bakımdan toplumun
zamanının
büyük bir bölümünü televizyon izleyerek geçirdiklerini,
televizyon kanallarının artmasından tahmin etmek mümkündür.
Yine televizyonlarımızda şiddet içerikli film ve programların prime
time de en çok izlenen programlar arasında yer aldığını görmekteyiz.
Özellikle derbi olarak nitelendirilen önemli karşılaşmalar öncesi,
televizyon programlarında futbola oldukça uzun zaman ayrılmaktadır.
Kazanılan karşılaşma sonrası,
hınca hınç doldurulan meydanlarda
taraftarlar, günün ilk ışıklarına kadar karnavalları andıran kutlamalar
yapmakta bu kutlamalar ise canlı yayınlar veya çeşitli spor programları ile
izleyiciye ulaştırılmaktadır. Bu gözlemlerimizde bazen, seyircideki her türlü
saldırgan ve sapkın davranışları televizyonlarımız defalarca gösterilmekte ve
ülkemizin gündemine oturmakta, ve dolayısıyla ülkemizin gereklerini ciddi
yere meşgul etmektedir. Bu gözlemlerimizin sonucunda seyirciyi; kışkırtıcı
unsunlar ve emniyet sibobu görevini üstlenenler olarak iki grupta
sınıflandırmak mümkündür.
Seyircinin bu tip tutumları, televizyonlarda tahrik unsurlarının öne
çıktığı tartışmalarının, ülkemiz açısından giderek daha da fazla önem
kazanmaya başladığının göstergesidir.
Şiddet içeren seyirci gösterileri ve televizyon programlarında bu
yayınların yoğun bir biçimde gösterilmesi izleyiciler üzerinde birçok
olumsuz etkilerin olabileceğini düşündürmektedir. Çünkü holiganlar
medyanın olayları aktarışlarından memnun olduklarını belirtmektedirler
(Fisher; 1976:45 ).
Bu ve bunun gibi şiddet içeren televizyon programları ve spor
olaylarındaki şiddet içeren görüntülerin televizyon ekranlarından topluma
yansıtılması spor seyircisini ve toplumumuzu şiddete karşı duyarsız hale
getirmektedir ( Milavsky; 1988: 163-170). Ayrıca bu tür gösteriler, şiddete
eğilimli yoğun bir kitleyi meydana getirmektedir ki bu da suç oranının
artmasının sebebi olmaktadır. Çocukların ve spor taraftarlarının saldırgan
İletişim 2002/14
171
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
davranışları içselleştirmesi, televizyon programlarının yol açtığı olumsuz
sonuçlardan bazılarıdır (Fisher; 1976:72 ).
Bu olumsuz sonuçlarda, TV programlarının etkin olup olmadığı ve
spordaki şiddet ortamına etki edip etmediği, günümüzde en önemli araştırma
konularından birini oluşturmaktadır. Avrupa Birliği ülkeleri, spordaki şiddet
olaylarını asgariye indirebilmek için özel araştırma birimleri
oluşturmuşlardır (Cook; Thomas; Kendzierski; 1983: 314-331).
Araştırmaların en önemli konusunu ise şiddet içerikli filmlerin
çocuklarda saldırgan dürtüleri olumsuz yönde ne kadar etkilediği ve
saldırgan davranışların öğrenilmesinde etkili olup olmadığı teşkil etmektedir.
Bazı araştırmacılar ekranda izlenen şiddet ile saldırgan davranışlar arasında
bir neden-sonuç ilişkisi kuramadıklarını ifade ederken(Fesbach & Singer;
1988:85 ), bazı araştırmacılar ise sadece ekranda izlenen şiddetin konusu ile
o konunun gerektirdiği saldırganlık arasında bir ilişkinin olabileceğini işaret
etmişlerdir(Freedman; 1988:144-162).
Huesemam(1982:), Friedrich-Cofer ve Huston(1986:364-371) ve
Freedman(1988; 144-162), Freedman (1988; 144-162)
yaptıkları
araştırmalardan elde ettikleri verilere dayanarak ekranda izlenen şiddetin
çocukların saldırgan davranışlarının artmasına neden olduğunu iddia
etmişlerdir.
Televizyonda izlenen şiddet olaylarının çocukların saldırgan
davranışlarına ne oranda etki ettiğine yönelik araştırma sayısının, 1984 yılı
itibariyle 100 civarında olduğu kayıt edilmiştir (Huesemam;1982:56 ).
TV Yayınları ile Şiddet Arasındaki İlişkiye Yönelik Araştırmalar
Bu amaçla yapılan araştırmaların sonunda bazı kuramsal görüşlerin
etkisi ile araştırma yapan psikologlar, ekranda izlenen şiddetin çocukların
saldırgan davranışlarını arttırdığına yönelik genel bir görüş bildirmektedir.
Bu araştırmalar sırasıyla laboratuar araştırması, alan deneyleri ve korelatif
araştırmalar şeklinde dizayn edilmektedir.
İletişim 2002/14
172
Emin KURU
Laboratuar deneyinde bir guruba saldırgan film seyrettirilmiş ve
deneklerin filmleri taklit edip edilmediğine bakılmış, yada iki gurup ele
alınarak birine nötr diğerine saldırgan içerikli film seyrettirilmiş ve böylece
iki denek gurup arasında saldırgan davranış kalıpları karşılaştırılarak analiz
edilmiştir. Çalışmaların sonunda elde edilen verilerden, bu tür olguların
çocuklarda saldırganlık güdüsünü harekete geçirdikleri sonucuna
ulaşılmıştır. Bu araştırmacılardan Freedman, laboratuar deneylerinin
çoğunda, ekranda izlenen şiddetin saldırganlık güdüsünü harekete
geçirdiğine dair bulguların kabul edilmesinin gerektiğini belirtmektedir
(Freedman; 1988; 144-162). Bazı araştırmacılar bu sonuçlar kabul edilse bile
deneylerin yürütüldüğü laboratuar koşullarının gerçek dünyadan farklı
olduğunu vurgulamışlardır (Huesemam;1982:50, Singer; 1988: 171-188).
Alan araştırmalarında ise yatılı okul anaokulu gibi doğal ortamlarda
araştırmalar yapılmıştır. Uygulama seçkisiz yolla deneklere uyarlanmış,
şiddet içerikli olan, olmayan filimler deneğe sunulmuş ve davranışlarında
anlamlılık düzeyi araştırılmıştır.
Yapılan alan deneylerinde, ekranda izlenen şiddetin saldırgan
davranışları arttırmadığını iddia eden gruplar bulunurken (Comstock; 1982:
108-125; Leyans; 1975: 360), alan deneylerinin sonuçlarını birlikte ele alan
yazarlar, çoğunlukla laboratuar deneyleri kadar olmasa da alan deneylerinde
ekranda izlenen şiddetin saldırgan davranışları arttırdığını ileri sürmüşlerdir.
Yöntemsel sorunlar içermeyen alan deneylerinin tümünde ekranda
izlenen şiddetin saldırgan davranışları arttırdığı elde edilen bulgular
arasındadır(Comstock; 1982: 108-125; Leyans; 1975: 361; Fesbach;
1971:146). Bu bulgular laboratuar bulguları kadar çarpıcı ve somut sonuç
doğurmamaktadır.
Yine araştırmalardan korelatif araştırma türü ile yaklaşımda
bulunulmuştur. Bu araştırmada çocukların şiddet içerikli film izleme süre
yada alışkanlıkları ile gelecekteki saldırgan davranışları arasında bir ilişkinin
bulunup bulunmadığı tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu araştırmada çocuk
hakkında bilgi doğrudan gözlenerek yada arkadaş ve ana babadan bilgi
toplayarak yapılmaktadır.
İletişim 2002/14
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
173
Korelatif bir araştırma türünü de Eron ve arkadaşları yapmışlardır. 875
adet üçüncü sınıf erkek öğrenci denek olarak seçmiş ve bu öğrencilerin
şiddet içeren filmler izleme süreleri ile saldırgan davranışları arasındaki
ilişki incelenmiş, bu iki değişken arasında 21’lik bir korelasyon olduğu
görülmüştür. 10 yıl sonra 875 çocuktan 427’si, tekrar saldırganlık açısından
değerlendirilmiş, 10 yıl önceki saldırganlık ile 10 yıl sonraki şiddet içerikli
film izleme ve saldırganlık konusunda 31.10.12’lik korelasyonlar
bulunmuştur (Huesaman; 1986: 64)
Bu bağlamda Hueseman ve Eron (Huesaman; 1986: 61) Amerika,
Avusturalya, Finlandiya, İsrail, ve Polonya’da birbirlerine paralel bir dizi
araştırma yapmışlardır.
Bu araştırmada saldırgan davranışlar ile, ileriki yaşlarda saldırgan
içerikli film izleme alışkanlıkları arasındaki ilişkiler incelenmiş; ayrıca
şiddet içerikli film izleme ile saldırganlık arasındaki muhtemel ilişkide film
kahramanları ile özdeşim kurmanın bir rolü olup olmadığı araştırılmıştır.
Bu araştırmalardan elde edilen verilere göre, Amerika’da küçük
yaşlarda saldırgan içerikli filmler tercih eden kızların ileri yaşlarda daha
saldırgan oldukları, küçük yaşlarda saldırgan olan çocukların ileri yaşlarda
daha fazla saldırgan film izledikleri, film kahramanları ile özdeşim kuran
çocukların daha fazla saldırgan davranışlar sergilediği gözlenmiştir.
Finlandiya’da ise film kahramanı ile özdeşim kuran çocuklarda, şiddet
içerikli film izleme ile saldırganlık arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur
(Huesaman; 1986: 58).
İsrail ve Polonya’da küçük yaşlarda izlenen filmler ile saldırganlık
davranışları arasında da anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir.
Burada farklı olarak film kahramanı ile özdeşim kurmanın, bireylerde
anlamlı bir ilişki taşımadığı tespit edilmiştir (Milavsky1982 :165).
Milavsky ve arkadaşları(Milavsky; Stipp; Kessler, Rubens 1982 :87)
Sosyo-ekonomik düzeyleri temsil eden 7.16 yaşlar arasındaki 3200 denekte
yürütülen bir araştırmada şiddet içerikli film izleme sıklığı ile saldırganlık
İletişim 2002/14
Emin KURU
174
arasında küçük yaşlarda 13.17, ergen gruplarında ise 02.16 arasında değişen
korelasyonlu olduğu bulunmuştur.
Korelatif araştırmaların sonuçları arasında da toplam bir benzeşim
bulunma ihtimali, ağırlıklı olarak şiddet içerikli film izleyen çocuklar ve
ergenlerin çok saldırgan olduğunu gösteren bulgular tarafından ifade
edilmektedir (Huesaman; 1986: 66).
Bazı araştırmacılar ise şiddet içerikli film izleme ile saldırgan
davranışlar arasındaki ilişkinin yaşla beraber artıp artmadığını
incelemişlerdir. Kimi araştırmacılar da elde edilen bulguların genellikle söz
konusu değişkenler arasındaki ilişkinin yaşla birlikte kuvvetlendiğini
gösteren bulgular sunduğunu savunmuşlardır (Comstock,1982:108-125
;Leyens,Parke,Cainol,Berkowitz,1975:358-360)
Bazı araştırmacılar ise, bu bulgulardan elde edilen korelasyon
katsayıları arasındaki farkların oldukça düşük ve istatistiksel açıdan anlamsız
olduğunu belirtmişlerdir (Hueseman, Eron, 1986:128; Milavsky, Stipp,
Kessler, Rubens,1982:75)
Seyirciyi Şiddet Ortamına Hazırlamada Seyirci – Medya İlişkisi:
Bazı teknikler kullanılarak çok sayıda kişiyi etkileyecek biçime gelme
olgusu kitle iletişimi, bu iş için kullanılan araçlar da kitle iletişim aracı veya
medya olarak adlandırılmaktadır. TV’nin insanlar üzerinde bu kadar
etkileyici olmasının psikolojik sebebi, izleyicilere komedi dizileriyle gülme
zevkini, korku ve macera filmleriyle gerilimi, dramatik ve duygusal dizilerle
duygu, gözyaşı ve spor programları ile de heyecanı bir bütün olarak yaşatan
bir araç olmasıdır (Yetim;2000 :113).
Okul dışı gençliğin ve ev hanımlarının beden eğitimine
yönelmelerinde de bilhassa TV’nin etkisi inkar edilemez. TV’nin spor
faaliyetlerini tanıtıcı, benimsetici ve sosyalleştirici rolü bulunmakla beraber,
insanların maalesef esir alındığı boş zamanlarda spor yapması da göz ardı
edilmektedir.
İletişim 2002/14
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
175
Amerikan halkı zamanın büyük bir bölümünü televizyon karşısında
geçirmektedir. “Televizyonkoliklik” olarak nitelendirilebilecek bu davranışa
karşın Amerikan toplumunun yüzde 75’lik bir bölümü televizyonu güvenilir
bulmamaktadır. Yine de bu güvensizliğe rağmen, kitle iletişim araçlarından
vazgeçilememekte ve ister istemez bu araçların yörüngesi dışına
çıkılamamaktadır (Keten; 1974 :62).
Ülkemizde TV’nin girmediği ev hemen hemen kalmamış gibidir.
Kadın ve çocuklar daha fazla olmak kaydı ile, toplumun büyük bir kesimi
günün ortalama 5-6 saatini TV seyrederek geçirmektedir. 7 yaşında TV
seyretmeye başlayan bir çocuk, liseyi bitirdiğinde -yani 18 yaşına
ulaştığında- yaklaşık 20 bin saatini TV karşısında geçirmektedir. Pekala, TV
karşısında geçirilen bu zaman diliminde neler yapılabilir? Mantıksal bir
karşılaştırmayla lise çağındaki bir öğrencinin TV karşısında geçirdiği zaman
dilimi, öğrencinin yaşamında en az on öğretim yılı boyunca gördüğü ders
saatinden daha fazla bir yer tutar. Bu da o birey için ikinci bir okul bitirme
anlamı taşımaktadır (Şimşek,1996:36).
Büyüklere yönelik olan ama küçüklerin de seyrettiği şiddete dayalı
filmlerin hikaye ve öykülerindeki aktör kişi davranışlarına duyulan
hayranlık, hikayenin özellikli durumu olan intihar, soygun, ırza geçme,
evden kaçma, macera, serüven, korku, dehşet ve duyguları örnekleyen
sinema ve dizi programlarının çocuk davranışları üzerindeki kötü etkileri
dikkate alınacak olursa, TV’nin istendiğinde zararlı ve tehlikeli olabileceği
anlaşılacaktır. Ayrıca entelektüel sanatsal çevrelerin popüler isimlerinin,
statü ve kişilik tipler olarak halka ve çocuklara angaje edilmesi, taklit
yeteneği gelişmiş çocuklar için son derece tehlikelidir (Gani; 1996 :5).
Şiddet genelde düşük eğitim ve gelir seviyesinde muhakeme gücü
gelişmemiş fert ve toplumlarda daha çok yaygındır. Bu haliyle çocuklar ve
gençler daha kolay bir şekilde şiddet bağımlısı olabilirler(Gani; 1996 :5).
Saldırgan içerikli programlar çocukları da saldırgan olmaya
yöneltmektedir. Los Angeles’ta iki çocuğun TV’de izledikleri bir polisiye
dizisindeki yöntemi kullanarak bir bankayı soymaya kalkmaları ve 15 kişiyi
İletişim 2002/14
Emin KURU
176
7 saat rehin tutmaları örneği, TV’nin çocuklar üzerinde bariz bir şekilde
etkisinin olduğunu göstermektedir (Gonülçü; 1996; 324).
Bu konuda birçok araştırma yapılmış ve çeşitli tespitler ortaya
konulmuştur. 1993’te annesi ile alışverişe giden 3 yaşındaki bir çocuk,
market çıkışında 11-13 yaşlarında iki çocuk tarafından kaçırılmış ve çocuk
bir süre sonra şehrin tren hattının yakınlarında ölü olarak bulunmuştur.
Cinayeti işleyen çocuklar daha sonra yakalandıklarında cinayeti, izledikleri
bir filmin tesirinde kalarak işlediklerini açıklamışlardır. Yine 1994’te
İsveç’te “ninja kaplumbağalar” adıyla izlenen dizi nedeniyle, 9-12
yaşlarındaki çocuk, 6 yaşındaki arkadaşlarını filmde izlediği gibi
öldürmüştür (Yediler;1996 :235)
Sporda Futbolun Özelliği
Spor rekabet kuralları içersinde mücadele etmeyi öğreten, kişinin ruh
ve beden gelişimini sağlayan olgudur; futbol da sporun bir dalıdır.
Futbol akıcı mücadeleye dayalı, çabuk karar verilmesi gereken bir
yapıya sahip olduğundan, futbolcuların fiziksel yapı kadar ruhsal ve
psikolojik olarak da yeterli düzeyde dayanıklı olmaları gerekmektedir
(Keten;1974 :53).
Futbol, büyük bir kitle tarafından gerek TV’de gerekse saha kenarında
büyük bir dikkat ve zevkle seyredilir; üzerinde yorum ve tartışmalar yapılır.
Ülke gündemini meşgul eder.
Futbolun TV’ler sayesinde sınır tanımaz ilgi odağı oluşu, ülkelerin
ekonomisini dostluk ve düşmanlıklarını bir anda oluşturmaktadır. Genci,
ihtiyarı, kadını, erkeği, dini, dili, ırkı ayırmayan, renk cümbüşünün her
ferdini bünyesinde bulunduran futbol musikisinin ritmi; modanın, ahengin
yaşandığı tribünlerde milyonların hem stresi hem de deşarj noktasıdır
(Türkmen; 1988 :84).
İngiltere’de spor basınının kullandığı üslup incelendiğinde daha çok,
savaş, kavga, dövüş ve alçaltıcı, alay edici üslup kullanıldığı ortaya
çıkmaktadır.
İletişim 2002/14
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
177
The Mirror Gazetesi: Dikkat! Teslim olun!
Mirror, oynanacak bir futbol karşılaşması için “Almanya’ya savaş
açtı” ifadesini kullanırken , holiganlara yönelik ise “Bunların kafasını ezin”(
4 ekim 1976), “Hayvanları kafese koyun”(21 nisan 1976) , “Gömün onları”
gibi kışkırtıcı ifadeler kullanarak korku yaratmaya çalışmaktadır (Fisher;
1976 :118).
Saldırganlık sosyal öğrenme görüşüyle ilişkilidir. Saldırı üzerine
yapılan araştırmalarda saldırganlığın kolay öğrenilen bir davranış olduğu,
saldırı ile şiddetin birbirine bağlı olan bir etki olarak gelişmektedir (Fisher;
1976 :97).
Spor; pozitif ve negatif güçlü metotlarla canlıların beraber, barışsal
bir ortamda yaşayabilmesi için eğitimin gereğini ortaya koymuştur (Scott;
1958 :120).
Şiddet Ortamına Toplumsal Hazırlanış
Sosyal kontrol ortadan kalktığı zaman, kavga ve yıkıcılıkta büyük
artışlar görülebilir.
Bu durumda büyük guruplar küçük guruplara göre daha etkilidirler.
Taraftarlarda spordan taraftarlığı, taraftarlıktan da saldırganlığı önde tutan
şizofrenik görüntüler gözlemek mümkün olmaktadır. Hatta maç izlemeye
gelen seyircinin saldırgan davranışları maçtan sonra bazen daha da
artmaktadır. Oysa etik kurallar içerisinde yapılan tezahüratlar psikolojik
boşalımı çok rahat sağlamaktadır. Burada taraftarlar arasındaki yarışmalar
kendi toplumsal kimliğini öne çıkartmaktadır. Bu durumda ilişkiler kişiler
arasından guruplar arasına geçmektedir.
Birey kendisini çok önemli görmüyor ve kendi benliğini grup
üyelerinde arıyorsa, grup kurallarına uyma eğilimi artmaktadır. Gruplarda
veya taraflarda grup kuralarına uymayanlara dudak bükme ve gruptan
atmaya kadar varan davranışlar gözlenmektedir. Oysa grup büyüdükçe grup
adına bireyin yaptığı eylemden doğan doyum azalmaktadır.
İletişim 2002/14
Emin KURU
178
Saldırgan Davranışta Öğrenme
İnsan, davranış şekillerini genetik özelliklerin yanı sıra çocukluk veya
yetişkinlik dönemlerinde de çevresinden öğrenerek edinmektedir. Bu
varsayımdan yola çıkarak diyebiliriz ki saldırganlık da öğrenilen bir davranış
kalıbıdır. Bu öğrenme; pekiştirme, taklit ve özdeşleşme yoluyla gerçekleşir.
Aile-arkadaş gurupları, diğer sosyal guruplar, medya vb., birtakım davranış
şekillerini ya kendisi ya da farkına varmadan zihinde bir görüş olarak
öğrenmektedir. Birçok psikolojik baskı altında kalan insanlar rahatsız edici
bir uyaranla karşılaştıklarında, öğrenmiş oldukları saldırganlığı ortaya
koymaktadırlar (Ünlüsan;1998 :75).
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Rigel,
yapmış olduğu “pembe dizilerin insanlar üzerindeki etkisi” konulu çalışmada
izleyicilerin günlük yaşamlarında çeşitli değişimlere uğradıklarını tespit
etmiştir. Bu çalışmada izleyicilerin yüzde 27.1’inin ev dekorasyonunda,
yüzde 50’sinin giysi ve saç modellerinde değişiklik yaptığı, ayrıca
izleyicilerin yüzde 13.7’sinin, eşine “seni seviyorum” demeye başladığı
tespit edilmiştir. Yüzde 4.2’si “Yakın akrabaya aşık olabilir misiniz?”
sorusuna evet derken Rigel, araştırmada bazı izleyicilerin de ahlakî
değerlerini izlenen bu tür diziler nedeniyle kaybettiğini iddia etmiştir (Rige;
1994: 15-20).
Bu durumda bireylerde benlik, bir zayıflama gösterdiğinde,
Özbekliğinden uzaklaşır ya da görkemliliğe ulaşmaya çabalanırken, kendine
iyice yabancılaşır. Bu nedenle olduğu gibi değil de kendini görmek istediği
gibi görür, hissetmesi gerektiği gibi hisseder. İşitmesi gereken şeyleri işitir;
sevmesi gereken şeyleri sever, gerekliliklerin yönetimini olduğu gibi ya da
olabileceğinden koparıp başka şeylere doğru sürükler. Artık, kişi imgelerine
göre başka kişidir (Ongun, 1975: 573).
Erikson (1966) benlik kavramının yaşamın belirli dönemlerinde kritik
bir biçimde yasa ve duruma göre değişikliklere uğradığını ve bu sürenin
bireyin yaşamını belirli dönemlere ayırdığını ileri sürmüştür. Her yaşam
döneminde ortaya çıkan kritik ve dramatik değişikliklerle ego sistemi yeni
İletişim 2002/14
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
179
bir kimlik kazanır. İçinde olunan dönemin toplumsal ilişkisi ve kalıpları bu
kimliğin özelliklerinin belirleyicisi olur (Onur 1985 :67).
Bireyin davranışı onun, kendisini ve çevresini algılayış biçimine
bağlıdır. Yani bireyin nasıl davranacağını kendisi ve içinde bulunduğu
davranışları belirler (Onur 1995 :76).
Bireyin kendisini bir başkasının yerine koyabilmesi; ancak
olgunlaşması ve toplumsal etkileşim ve iletim süreci içerisinde yer alması ile
olur (Onur 1985 :55).
Taraftarlık duygusu spor ortamında bireyi hoşnut eder. Onun,
kendisine değer vermesini sağlar. Bireyin sağlıklı bir benlik kavramı
geliştirebilmesi için, bağdaşım temel ilkedir. Mead, kişiye benlik kavramını
örgütlenmiş toplumun ya da toplumsal gurubun kazandırdığını öne
sürmüştür (Fisher; 1976 :98).
Birey; ancak içinde bulunduğu durumda belirli ve aydınlık algılardan
haberdardır.Bireyin benliğine ilişkin olan; ancak farkına varamadığı algılar,
algısal alanın bir parçası değilse bireyin davranışını etkilemez. Yalnızca
bireyin kabul edebildiği benlik, bireyin davranışını etkileyebilir (Onur; 1995:
52).
Materyal Metod
Araştırmanın evrenini 1998-1999 futbol sezon müsabakalarında şiddet
olaylarına karışan, polis kayıtlarına geçmiş 114 seyirciden 87’si
oluşturmaktadır. Araştırma için deneklere kırk sorudan meydana gelen anket
uygulaması yapılmıştır. Bu sorular içerisinde, TV’nin spordaki şiddet
olaylarına etkisini araştırmak için test edici sorular hazırlanmıştır. Anket
formu deneklere uygulanmadan önce protest ile soruların anlaşılabilirliği test
edilmiştir. Protest aşaması sonucunda anlaşılabilirlik verileri yüzde 100
olarak bulunmuş ve uygulama aşamasına geçilmiştir. Ayrıca, denek grubuna
ulaşabilmek için Emniyet Genel Müdürlüğü’ne talepte bulunulmuştur.
Şiddet olaylarına karışan seyircilerin İstanbul, Trabzon ve Ankara’da
İletişim 2002/14
Emin KURU
180
yoğunlaştığı gözlenmiş, şiddete katılan deneklerin isim ve adreslerinin
yoğun olduğu bu şehirlerden tespit edilmiştir. Bu durumda Türkiye
genelinde tespit edilen toplam 114 denek grubundan 87’sine envanter
uygulanabilmiştir.
Envanteri uygulamak için profesyonel anketörlerle çalışılmıştır.
Araştırma, tarama metodu ve gönüllülük esasına göre deneklerin işyerlerinde
ve evlerinde uygulanmıştır. Verilerin çözümlenmesi için frekans ve yüzde
dağılımları çıkartılmıştır.
Bulgular
Bu bölümde, futbol müsabakalarında şiddet olaylarına karışmış ve
polis kayıtlarına geçen seyircilerin, bazı tutumları ve, TV’lerde maç izleme
özelliklerine yönelik analizlerine ilişkin bulgular yer almaktadır.
I. DENEKLERİN DEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ
1) Deneklerin Yaş Durumlarına Göre Dağılımı
Tablo-1’deki verilere göre seyircilerin çoğunluğu (% 47.1) 21-25 yaş
grubundadır. En az yoğunluk ise (% 6.8) 31 yaş ve yukarı grubunda
görülmektedir. Araştırmamızdan elde ettiğimiz veriler ışığında, spor
müsabakalarını izleyen seyircilerin büyük çoğunluğunun genç yaştan
bireyler oluşturduğu görülmektedir. Bu veriler bize Türkiye’deki spor
müsabakalarının izleyici profilinde gençlerin yoğun olarak katılımlarına
işaret etmektedir. Türkiye’ de spor müsabakalarını izleyen seyircilerin
yaşları ile seyirci olma arasında doğrusal bir ilişki olduğunu göstermektedir.
yaş ilerledikçe spor müsabakalarını izleme oranlarında azalma
görülmektedir.
İletişim 2002/14
181
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
Tablo-1: Seyircilerin Yaş Gruplarına Göre Dağılımı
Yaş grupları
F
%
15- 20
16
18.3
21-25
41
47.1
26-30
24
27.5
31 ve yukarı
6
6.8
Toplam
87
100
2) Deneklerin Öğrenim Durumuna Göre Dağılımı
Tablo-2’ye bakıldığında futbol seyircilerinin eğitim durumlarına göre
dağılımında büyük bir çoğunluğunun (% 49.4) lise ve dengi bir okul
mezunu olduğu görülmektedir. Bu veriler doğrultusunda ise eğitim seviyesi
yükseldikçe spor müsabakalarına seyirci olmada azalmalar görülmektedir.
Üniversite mezunu olan bireylerin spor müsabakalarını izleme oranı % 10.3
iken, ilkokul, ortaokul ve lise mezunu olanların oranı ise % 49.4 dür.
Tablo 2: Deneklerin Öğrenim Durumu
Mezun oldukları eğitim
kurumu
İlkokul
Ortaokul
Üniversite
Toplam
F
%
17
19.5
18
20.6
9
10.3
87
100
İletişim 2002/14
Emin KURU
182
3) Deneklerin Mesleklere Göre Dağılım:
Tablo-3’teeki verilere göre, deneklerin yüzde 37.9’unun öğrenci,
yüzde 31’inin ise işsiz olduğu görülmektedir. Yaptığımız araştırmanın
bulgularına göre; kamuda çalışan bireylerin Türkiye’deki spor
müsabakalarına olan ilgisinin en az olduğu görülmektedir. ( % 4,5)
Genellikle seyirci olma öğrenciler ile herhangi bir işi olmayan
bireyler arasında ilgi odağı konumundadır. Bu bulgular neticesinde zaman
olarak en az yoğunlukta olan meslek gruplarında spor seyircisi olma ön
plandadır.
Tablo-3: Seyircilerin meslek gruplarına göre dağılımı
Meslek grupları
F
%
Öğrenci
33
37.9
Serbest meslek
23
26.4
Kamu görevlisi
4
4.5
Işsiz
27
31.0
Toplam
87
100
II. DENEKLERİN ADLİ OLAYLARA KARIŞMA
DURUMLARI.
1) Deneklerin Adli Olaylara Karışma Nedenleri
Tablo-4’e bakıldığında deneklerin adli olaylara karışma nedenleri
arasında ‘spor ve müsabakalarıyla ilgili seçeneği yüzde 56.3’lük bir oranla
ilk sırayı alırken ‘her ikisi de ‘ seçeneği de yüzde 12.6’lık bir oranla son
sırayı aldığı görülür. Bu veriler doğrultusunda spor seyirciliğinin Türkiye’de,
sporun barış-sevgi ve kardeşlik söyleminden uzaklaşarak fanatizm ve şiddet
öğesini içinde barındırır duruma geldiğinin bir göstergesidir. Her ne kadar
İletişim 2002/14
183
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
kitle iletişim araçlarında sunulan spor programlarında sıklıkla kullanılan
barış ve kardeşlik söylemleri seyirciler tarafından çok dikkate da
alınmamaktadır. Yaptığımız araştırmanın verilerin analizinden çıkan
sonuçlara ışığında ( Adli olaylara karışma nedeninin spor müsabakaları
olarak gösterilmesi % 56,3) sporun şiddet öğesini de beraberinde
getirmektedir sonucuna ulaşmak olasıdır.
Tablo-4: Adli Olaylara Karışma Nedenleri
Adli olaylara karışma nedeniniz ?
F
%
Günlük yaşantımla ilgili
27
31.0
Spor ve müsabakalarla ilgili
49
56.3
Her ikisi de
11
12.6
Toplam
87
100
2) Deneklerin Adli Olay Sonundaki Durumları
Futbol seyircilerinin adli olay sonundaki durumları ile ilgili görüşleri
Tablo-5 de gösterilmiştir.
Tablo-5’teki verilere göre, spor müsabakaları ile ilgili olarak adli
olaylara karışan seyircilerin büyük çoğunluğu (% 70.1), adli olay sonunda
göz altına tutuldukları görülmektedir. Adli olay sonucunda tutuklama
olgusunun ön plana çıkması ise olaylarındaki şiddet unsurunun derecesini
göstermesi bakımından ilginçtir.
İletişim 2002/14
Emin KURU
184
Tablo-5: Adli Olay Sonundaki Durumlar
Adli olay sonunda ne oldu ?
F
%
Stat çıkışında bırakıldım
19
21.8
Göz altında tutuldum
61
70.1
Tutuklandım
7
8.0
Toplam
87
100
3.Deneklerin Maçlar Sırasında Polislerin Tutumları Ile Ilgili
Görüşleri
Deneklerin futbol müsabakalarındaki olaylar esnasında polislerin
davranışlarını algılamalarına ilişkin görüşleri Tablo-6’de gösterilmiştir.
Tablodaki verileri yer alan “maçlardaki olaylar sırasında polislerin
davranışlarını nasıl buluyorsunuz” şeklindeki soruya ise deneklerin büyük
bir çoğunluğu % 59,7 oranında daha hoşgörülü olabilirler şeklinde görüş
bildirilerken, % 32,1 polisleri haksız olarak nitelendirmekte ve % 8,0
oranında da polisi haklı görmektedirler. Bu veriler doğrultusunda maç
sırasında spor seyircilerinin polisin muamelesinden pek hoşnut olmadığı
görülecektir.
Tablo-6: Deneklerin Maçlar Sırasında Polislerin Tutumları İle İlgili
Görüşleri
Maçlardaki olaylar sırasında polisin davranışını
nasıl buluyorsunuz ?
Haklı
Daha hoş görülü olabilirler
Haksız
Toplam
İletişim 2002/14
F
7
52
28
87
%
8.0
59.7
32.1
100
185
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
III. DENEKLERIN MAÇ İZLEME DURUMLARI
1) Deneklerin Maç Izleme Sürekliliği Ile Ilgili Görüşleri
Deneklerin “Sürekli maç izler misiniz?” sorusuna yüzde 90.8’lik
kesim “sürekli izlerim”, yüzde 9.1’lik kesim ise “Sadece derbi maçlarını
izlerim’ şeklinde cevap vermiştir. Araştırmamızda sorduğumuz bu sorunun
verileri neticesinde spor müsabakalarının Türk sosyal yaşantısında çok
önemli bir yere oturduğunu görmek mümkündür. Türkiye’de sosyalekonomik ve kültürel durumu ne olursa olsun bireylerin çok büyük bir
oranda spor müsabakalarını seyrettikleri görülmektedir.
Deneklerin sürekli maç izleme durumları Tablo-7’de gösterilmiştir.
Tablo-7: Deneklerin Maç İzleme Sürekliliği İle İlgili Görüşleri
Sürekli maç izler misiniz ?
F
%
Bazen izlerim
-
-
Sürekli izlerim
79
90.8
Sadece derbi maçlarını izlerim
8
9.1
Toplam
87
100
2) Deneklerin Maç İzleme Nedenleri
Araştırma çerçevesinde deneklere sorulan “ niçin maça gidersiniz”
sorusuna vermiş oldukları cevaplarda “deşarj olma” seçeneği yüzde 43.6 ile
ilk sırayı alırken, “Boş zamanları değerlendirme” seçeneğinin ise yüzde 8.0
ile son sırayı aldığı görülmektedir. Verilerin neticesinde Türkiye’deki spor
seyircisinin boş zamanlarını değerlendirmek için spor müsabakaları çok
fazla dikkate almadıkları görülmektedir. ( %8,0) Ancak araştırmamızdaki
deşarj olmak için spor müsabakalarına giderim cevabı (% 43,6) içinde spor
fanatizmini ve şiddetini barındıran bir unsur olarak da görülebilir.
Futbol seyircilerinin niçin maç izlemeye gittiklerine ilişkin görüşleri
Tablo-8’de gösteril
İletişim 2002/14
Emin KURU
186
Tablo-8: Deneklerin Maç İzleme Nedenleri
Niçin maça gidersiniz ?
F
%
Boş zamanları değerlendirmek için
7
8.0
Takımımı desteklemek için
19
21.8
Deşarj olmak için
38
43.6
Maç izlemek bana değişik duygu
veriyor.
23
26.4
Toplam
87
100
IV.
DENEKLERİN
GÖRÜŞLERİ
TEZAHÜRATLAR
I.
Deneklerin Tezahürata katılma durumları
İLE
İLGİLİ
Spor müsabakalarında tezahüratlara katılır mısınız seklindeki
sorumuza ise deneklerin neredeyse tamamının (% 98.8) evet katılırım
şeklinde cevap vermiştir.
Deneklerin maçlardaki tezahüratlara katılma durumları Tablo-9 da
gösterilmiştir
Tablo-9: Tezahüratlara Katılma ile ilgili görüşleri
Tezahüratlara katılıyor musunuz?
F
%
Evet
86
98.8
Hayır
1
1.1
Toplam
87
100
İletişim 2002/14
187
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
2) Deneklerin Katıldıkları Tezahürat Çeşitleri İle İlgili Görüşleri
Tablo-10’a bakıldığında deneklerin büyük bir kısmı (% 58.6), olumlu
veya olumsuz bütün tezahüratlara katılırken en az (% 8.0) kısmı ise sadece
ıslık ve yuhalamaya katıldıkları tespit edilmiştir. Denekler karşı tarafı tahrik
etsin veya etmesin, kendi sosyo-ekonomik ve kültürel yapısına uygun olsun
veya olmasın küfür şeklinde içinde tahrik unsuru taşıyan ve karşı tarafı
rencide eden tezahüratlara da % 11,4 oranında katıldıkları görülmektedir. Bu
olgu ise şiddetin ve fanatizmin göstergesi olarak düşünmek mümkündür.
Seyircilerin,
gösterilmiştir.
ne
tür
tezahüratlara
katıldıkları
Tablo-10
da
Tablo-10: Seyircilerin Katıldığı Tezahürat Çeşitleri ile ilgili görüşleri
Ne tür tezahüratlara katılıyorsunuz ?
F
%
Slogan
19
21.8
Islık ve yuhalama
7
8.0
Küfür
10
11.4
Hepsi
51
58.6
Toplam
87
100
3) Deneklerin
ilişkin görüşleri
Tezahüratlardan
Nasıl
anlamlandırdıklarına
Tablo-11’deki bulguları yer alan “ Tezahürattan ne anlıyorsunuz”
sorusuna ise deneklerin yüzde 45.9’u tezahüratı, rakibi yıpratmak, yüzde
39.0’u takıma destek vermek ve yüzde 14.9’u ise küfretmek olarak
algıladıkları görülmektedir. Ancak spor müsabakalarında tezahüratın birincil
amacı olan takımı desteklemek, yerini rakibi yıpratmak ve küfür etmek gibi
anlamlara dönüştüğünün bir göstergesidir. Bu veriler doğrultusunda
Türkiye’de spor müsabakalarında yapılan tezahüratların şiddet öğesini de
içinde barındırmaya başladığını ve şiddeti körüklediğini söylemek
gerekmektedir
İletişim 2002/14
Emin KURU
188
Deneklerin tezahüratlardan ne anladıkların ilişkin görüşleri Tablo11’de gösterilmiştir.
Tablo-11: Seyircilerin Tezahüratlardan Ne Anladıklarına Dair
Görüşleri.
Tezahürattan ne anlıyorsunuz ?
F
%
Küfretmek
13
14.9
Takıma destek vermek
34
39.0
Rakibi yıpratmak
40
45.9
Toplam
87
100
V. DENEKLERİN MAÇLARDAN ÖNCE KİTLE MEDYADA
ÇIKAN HABERLER İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
1) Deneklerin Maçlardan Önce Medyada Çıkan Haberlerden Etkilenip
Etkilenmediklerine İlişkin Görüşleri
Maçlardan önce medyada çıkan haberlerin sizi etkilediğine inanıyor
musunuz” şeklindeki sorulan soruya deneklerin büyük bir çoğunluğu (%
51.7) evet etkileniyorum cevabını, % 14,9’u hayır etkilenmiyorum cevabını
vermişlerdir. Medyanın maç öncesi haberlerinden kısmen etkilenen
deneklerin oranı ise %33,3’dür. Bu veriler neticesinde maçlar öncesinde kitle
iletişim araçlarının maçlar öncesindeki yapmış oldukları olumlu ve olumsuz
haberlerle spor seyircilerini büyük oranda etkilediği ortaya çıkmaktadır.
Araştırmaya katılan deneklerin “Radyo ve TV yayınlarında spikerlerin
yorumu sizi etkiliyor mu?” sorusuna ilişkin görüşleri Tablo-12’de
gösterilmiştir.
İletişim 2002/14
189
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
Tablo-12: Deneklerin Maçlardan Önce Medyada Çıkan Haberlerden
Etkilenip Etkilenmediklerine İlişkin Görüşleri
Maçlardan önce medyada çıkan haberlerin sizi
etkilediğine inanıyor musunuz ?
F
%
Evet
45
51.7
Hayır
13
14.9
Kısmen
29
33.3
Toplam
87
100
2) Deneklerin Radyo ve TV Yayınlarından ve Spikerlerinden
Etkilenme Durumları
Deneklerin “Radyo ve TV yayınlarında spikerlerin yorumu siz
taraftarları etkiler mi?” sorusuna % 44.8’lik bir oranın “evet etkiler, %
24.1’lik bir oranın ise “hayır etkilemez” cevabını verdikleri tespit edilmiştir.
Kısmen etkiler cevabını veren deneklerin oranı ise % 31,0’dır. Bu veriler
doğrultusunda spor seyircilerinin kitle iletişim araçlarındaki spikerlerin
yorumlarından büyük ölçüde etkilendiği görülmektedir.
Tablo 13: Deneklerin Radyo ve TV Yayınlarından ve Spikerlerinden
Etkilenme Durumları
Radyo ve TV
yayınlarında spikerlerin
yorumu sizi etkiler mi ?
F
%
Evet
39
44.8
Hayır
21
24.1
Kısmen
27
31.0
Toplam
87
100
İletişim 2002/14
Emin KURU
190
3) Deneklerin Köşe Yazarlarının Yorumları ve Rakip Taraftarlara
Karşı Etkilenme Düzeylerine İlişkin Görüşleri
Deneklerin Spor köşe yazarlarının yorumlarından etkilenip
etkilenmediklerine ilişkin görüşleri ise tablo-14’e bakıldığında şu verilere
ulaşılmaktadır. Bu soruya verilen cevapların % 60,9’u evet olumsuz yönde
etkiler, % 12,6’sı hayır olumsuz yönde etkilemez ve % 26,4 kısmen olumsuz
etkiler şeklindedir. Bu veriler doğrultusunda Türkiye’deki spor
seyircilerinin, gazetelerdeki köşe yazarlarının yorumlarından büyük ölçüde
olumsuz yönde etkilediği görülmektedir.
Tablo-14: Deneklerin Köşe Yazarlarının Yorumları ve Rakip
Taraftarlara Karşı Etkilenme Düzeylerine İlişkin Görüşleri
Spor köşe yazarlarının yorumu
sizi olumsuz yönde etkiliyor
mu ?
F
%
EVET
53
60.9
Hayır
11
12.6
Kısmen
23
26.4
toplam
87
100
VI. DENEKLERİN KULÜP BAŞKANLARININ
OLDUĞU DEMEÇLER İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
VERMİŞ
Araştırmaya katılan seyircilerin kulüp başkan ve yöneticilerinin rakip
takım aleyhine vermiş oldukları demeçlerden etkilendiklerine ilişkin
görüşleri Tablo-15’de gösterilmiştir.
Tablodaki 15’de görüleceği gibi araştırmaya katılan deneklerin büyük
çoğunluğu kulüp başkanlarının ve yöneticilerinin rakip takımlar aleyhine
verdiği demeçlerden olumsuz yönde etkilendikleri görülmüştür. Bu soruya
deneklerin verdikleri cevaplar ise % 56,3 evet olumsuz etkiler, %36,7
kısmen olumsuz etkiler, ve %6,8 hayır etkilemez cevabını vermişlerdir. Bu
İletişim 2002/14
191
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
veriler doğrultusunda ise Türk Spor seyircilerinin büyük oranda kulüp
başkanlarının ve yöneticilerinin rakip takımlar aleyhine verdiği demeçlerden
olumsuz yönde etkilendikleri görülmektedir.
Deneklerin çevrelerinde, nasıl bir insan olarak algılandıklarına ilişkin
görüşleri Tablo 15’ de gösterilmiştir.
Tablo-15: Deneklerin Kulüp Yöneticilerinin Demeçlerinden Etkilenme
Düzeyleri
Kulüp başkanları ve yöneticilerinin rakip
takım aleyhine verdiği demeçler sizi etkiliyor
mu
F
%
Evet
49
56.3
Hayır
6
6.8
Kısmen
32
36.7
Toplam
87
100
VII. DENEKLERİN ÇEVRELERİNDE NASIL
ALGILANDIKLARINA İLİŞKİN KENDİ GÖRÜŞLERİ
1) Deneklerin Çevrelerinde Nasıl Bir İnsan Olarak Algılanmasına
İlişkin
Görüşleri
Tablo-16’ya bakıldığında deneklerin, çevrelerinde sessiz ve sakin bir
insan olarak (% 35.6) algılandıkları görülmektedir. Sosyal yaşamlarında
sessiz ve sakin olarak tanımlanan seyircilerin, müsabakalar öncesinde,
İletişim 2002/14
Emin KURU
192
sırasında ve sonrasında yapmış oldukları olaylar Türk seyirci kültürünün
gelişmemiş olduğunun en güzel göstergesi olarak kabul edilebilir.
Tablo-16: Deneklerin Çevrelerinde
Algılanmasına İlişkin Görüşleri
Nasıl
Bir
İnsan
Olarak
Çevrenizde nasıl bir insan
olarak tanınırsınız ?
F
%
Hırçın
24
27.5
Sinirli
19
21.8
Kavgacı
13
14.9
Sessiz ve sakin
31
35.6
Toplam
87
100
Araştırmaya katılan deneklerin, kulüp başkanlarının ve yöneticilerinin
rakip takımlar aleyhine verdiği demeçlerden, radyo ve TV yayınlarında
spikerlerin yorumlarından, spor köşe yazarlarının yorumlarından, maçlardan
önce medyada çıkan haberlerden olumsuz yönde etkilendikleri
görülmektedir. Bu nedenle Türkiye’de büyük artış gösteren, spordaki
fanatizm ve şiddet ve hatta terör düzeyine varan olayların minimize
edilmesi için bu toplumsal kesimlerin mutlaka söylemlerinde, haberlerinde
ve yorumlarında sosyal sorumluluk ilkesi çerçevesinde hareket etmesi
gerekmektedir.
SONUÇ:
TV’den maç izleyen veya maça giderek taraftarlık boyutu güçlü
deneklerin, sosyal özellikleri TV’den maç izleme oranları verilerle
değerlendirilmeye alındığında; seyircilerin yaş guruplarına göre dağılımı
yüzde 47 ile 21-25 yaş gurubu alınan en düşük yaş gurubu olarak 31 ve daha
İletişim 2002/14
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
193
yukarı yaş gurubu dağılımı yüzde 68’ini oluşturmaktadır.Bu daha çok
genişleyen maksimum düzeyde enerjisinin yoğun olduğu bir dönemdir.
TV’de futbol seyircisinin daha çok % 49.4 ile lise ve dengi bir okul
mezunu oluşu üniversitede olamayışları istikbal açısından kendilerini
engellenmiş olarak hissedebilecekleri bir dönemleridir.Bu bireylerin büyük
bir çoğunluğu yüzde 37.9’u lise mezunu öğrenci olurken yüzde 26.4’ü
serbest meslek sahibi olduklarını belirtmeleri hayatlarını garanti altına alsa
da bir statüde olmadıklarını göstermektedir.
Deneklerin belli olaylara karışım nedenlerine bakıldığında, yüzde
56.3 ü spor müsabakalarında olduğunu belirtirken, yüzde 12’si hem günlük
yaşantı hem de spor müsabakaları ile beraber olduğunu belirtmişlerdir.
Denek guruplarından toplam yüzde 60’ı, spor müsabakaları nedeni ile
farklı olaylara karıştığını beyan etmiştir.
Denek guruplarının yüzde 61’i, göz altında tutulurken yüzde 19’u da
stat çıkışında bırakıldıkları anlaşılmaktadır.
Deneklerin yüzde 27.5’i, çevrelerinde hırçın birisi olarak bilinirken
yüzde 33.6’sı, sessiz ve sakin olarak bilindiklerini ifade etmiştir. Buda
yapılan alan deneyleri ve korelatif çalışma sonuçları ile uyum teşkil
etmektedir. Deneklerin yarısının genetik faktörlerden hırçın olduğunu kabul
etsek bile yarısının ise ifade ettikleri gibi medyadan etkilenme sonucundan
olabileceğini söyleyebiliriz.
Farklı olaylara maç nedeni ile karışan deneklerin yüzde 90.8’i TV’den
sürekli maç izlediklerini, yüzde 59.2’sinin ise sadece derbi maçlarını
izledikleri anlaşılmaktadır. Bu durumda denek guruplarının yüzde 90’ının
sürekli TV’den maç izlediği ve müsabaka anındaki şiddet gösterilerini ise
normal karşıladığı söylenebilir. TV’de yayınlanan bu tür sansürsüz
gösterimlerin seyirciyi, saldırgan davranışa teşvik ettiği de karşımıza çıkan
en önemli gerçektir.Bu sonuç( Freedman, 1976:372-378),( Sears , Peplau ,
Taylor ,1991:127)’nin yaptığı araştırma ile de paralellik arz etmektedir.
Araştırmacılar yaptıkları araştırmalarda, ekranda izlenen şiddetin konusu ile
o konunun gerektirdiği saldırganlık arasında bir ilişkinin olabileceğini
İletişim 2002/14
194
Emin KURU
belirtmişlerdir. Bu gerçek (Hueseman,1982:45), (Friedrich-Cofer
,Huston,1986:364-371)
ve
Comstock,1982:108-125)’un
yaptıkları
araştırmaların sonuçları ile de paralellik gösterir.
Adli olaylara katılan denek gurupları yüzde 38’i deşarj olmak için maç
izlediklerini belirtirken, yüzde 23’ü ise gidiş sebeplerini, kendilerine farklı
bir duygu yaşatması olarak nitelendirmektedir.
Araştırma denek guruplarından yüzde 38’inin deşarj olmak için maç
izlediklerini , şiddet ortamındaki bir maçı ise deşarj aracı olarak algıladığını
ortaya koymaktadır. Buna paralel olarak TV’den sansürsüz maç
gösterimlerinin bireyleri, şiddet ortamına çekebileceğini ve deşarj olmak
isteyen büyük bir kitlenin de bu şiddet olaylarından etkilenebileceğini
söyleyebiliriz.
Azmi Yetim, TV’nin izleyicilerde gülme,korku,macera ve
duygusallığı spor programları ile heyecanlarını bir bütün olarak yaşatan bir
araç olduğu belirtilmektedir (Yetim,2000:83).
TV’nin işlevinde bu anlamda deşarj etmek bulunuyorsa, şiddet
ortamındaki bir maçı seyretmek bireyin deşarj oluşunu da sağlamış
olacaktır.Birey, stat olaylarına karışmayı bu nedenle kendisi için haz duyulan
bir davranış olarak algılamaktadır. Bu algı, bireyin stat olayına karışmak
için kendi iç dünyasında itici bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Deneklerin 98.8’inin maçlarda tezahürata katıldığını, tezahüratta
bulunmayı taraftar olma içeriklerine göre değerlendirdiğimizde farklı
boyutlarda saldırgan tutumların olduğu gözlenmektedir. Deneklerin yüzde
7.8’i ıslık, küfür, yuhalama gibi davranışlarda bulunduklarını belirtirken
yüzde 21.8’i sadece slogan attıklarını belirtmişlerdir.Bu durumda deneklerin
büyük bir çoğunluğunu müsabakayı saldırgan dürtülerini devreye sokan
meşru saydıkları ortama daha önceki verilen cevaplarda belirtildiği gibi
deşarj olma amacı ile TV’de maç seyredildiği söylenebilir. TV’de model
olarak şiddet ve saldırgan davranışlardan başka deşarj olunacak başka
yöntemlerin varlığından seyirciyi haberdar etmesi seyirci üzerinde müspet
etki olabileceğini de söyleyebiliriz.
İletişim 2002/14
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
195
Deneklerin yüzde 40’ının, tezahüratta rakibi yıpratma amacı güttükleri
belirlenmiştir. Yıpratmak için sözlü araçlı-araçsız mutlaka bireyin
karşılaşma sırasında ve sonrasında saldırganlık gösterisi yapması
gerekmektedir. TV’deki maç programlarında bu manadaki örneklemelere
bolca rastlanmaktadır. Şiddete başvuran denek gruplarının asayişten sorumlu
polislerin yüzde 32.5 inin haksızca müdahale ettiğini söylerlerken, yüzde
59.7’si polislerin vazifelerini yaparken daha hoş görülü olabileceklerini
belirtmişlerdir.Bu ifadeden anlaşıldığı üzere denek guruplarının büyük bir
çoğunluğu yapmış oldukları tutum ve davranışların yasal olmadığını
bildiklerini göstermektedir. Çünkü hoşgörü, karşısında suç işleyen insandan
istenmektedir. Bu durumda seyircilerin saldırgan öğrenilmiş davranışları,
bilerek yaptıklarını söyleyebiliriz.
Bu öğrenilmiş davranışlarda TV’lerin etkisinin önemli olduğunu
belirtebiliriz.
Deneklerin maçtan önce TV’de çıkan haberlerden etkilenip
etkilenmediği, yüzde 51.7’sinin etkilendiğini, yüzde 29’unun kısmen
etkilendiğini, yüzde 13’ünün etkilenmediğini belirttiği eldeki verilerden
anlaşılmaktadır.
Bu durumda, TV deki maç öncesi yapılan yorum; kulüp
yöneticisinin verdiği demeç veya karşı antrenör veya sporcunun tahrik edici
beyanlarının, TV’de yayınlanması seyirciyi yönlendirmeye muktedir
olduğunu belirtebiliriz.
Deneklerin radyo ve TV programlarından etkilenme durumları yüzde
44.8’i evet derken, yüzde 31’i kısmen etkilediğini belirtmiştir. Yüzde 24.7’si
ise etkilenmediğini belirtmiştir. Her iki analiz sonucunda elde edilen
verilerde, TV yayınlarının seyirci üzerinde etkili olduğunu denekler
tarafından belirtilmektedir. Deneklerin bu itirafı da (Freadman,1976:372378),(Freadman,1988:144-162)
(Huesman,1982:54),(
FriedichCofer,Huston,1986:364-371) iddialarıyla örtüşmektedir.
İletişim 2002/14
196
Emin KURU
Deneklerin yüzde 56.9’u spor köşe yazarlarından etkilendiğini,
yüzde 26.4 ünün kısmen etkilendiğini, yüzde 12’sinin etkilenmediğini
belirtmişlerdir.
Bütün bu faaliyetlerde, güncel medyanın dışında iletişim kurabilme
rahatlığı sağlayan başka bir aygıt bulunmamaktadır.Seyircinin, kulüp
yöneticileri, antrenörleri, sporcular ile en etkili iletişim kurduğu yer ve çok
sık yüz yüze geldiği ortam ise TV’ dir.
Mead, kişiye benlik kavramını örgütlenmiş topluluğun yada toplumsal
gurubun kazandırdığını ileri sürmüştür (Onur,1985:55). Taraftar olmak
toplumsal bir gruba mensup olma duygusunun pekişmesinden geçmektedir
(Fisher,1976:118).
Taraftarın suç işleyip adli kayıtlara geçmesini, olayın bir sonucu
olarak kabul edersek, olayda medyanın etkili olduğuna değinmek
gerekmektedir. Çünkü denekler müsabaka öncesi kulüp yöneticilerinin
demeçlerinden, medyada çıkan haberlerden, yapılan yayınlardan, köşe
yazarlarından ortalama yüzde 60’nın etkilendiği sonucuna varılmıştır.
Deneklerin bu etkilenme süreci ise müspet yönde değildir. Bu durum,
TV’deki sansürsüz maç izleme sıklığı ve alışkanlığı şiddet gösterisi yapan
taraftarın kendisini ve çevresini algılayış biçimine bağlıdır. Bireyin nasıl
davranacağı kendisini ve içinde bulunduğu durumları algılama biçimleri ile
doğru orantılıdır. TV’deki maçın demeçleri hakem kararlarını,antrenör
tavırlarını, rakip takım taraftarının olumsuz hareketlerinin TV’den ayrıntıları
ile verilişi kendi takımına yapılan haksız tutumun davranışını gösterişi,
izlenen tepki modelleri TV’de bolca gösterilmektedir.
Toplumumuz köyden kente geçiş sürecindeki çatışma kültüründen
kaynaklanan sendromu yaşamaktadır. Bu ortamda taraftar olmayı
televizyondaki gibi veya köşe yazarlarının telkinleri gibi veya kulüp
başkanlarının demeçlerindeki gibi taraftarlığı çatışma olarak algılamaya
hazır bir toplumun mensubu olduğumuzu unutmamalıyız.
Bu çalışmanın devamı olarak denek gurubunun kişilik özelliklerini,
saldırganlık eğilimlerine müsait olup olmama açısından bakmalıyız. Bu
İletişim 2002/14
197
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
durum bireyin benlik yapısı olayları algılaması ve imgelemeleri ile doğru
orantılı da olabilmektedir.
Öneriler
Şiddete baş vurma ile medya ilişkisi bu çalışmada somutlaşmış
gözükmektedir.
Çünkü
denek
grupları
TV’den
etkilendiğini
belirtmektedirler. Bu durum görmezden gelinmemelidir.Bu nedenle
Televizyon programları toplumun huzuruna yönelik hazırlanmalıdır.
İstenmeyen şiddet olaylarında ise polisten beklenen hoşgörü oranın
yüksek olduğu görülmektedir. Polis bu tür olaylar için yeni stratejiler
geliştirmek durumundadır. Bu stratejinin temel noktası ise şiddete başvuran
seyirci üzerindeki yaptırım sürecinin, şiddete dayalı olmaması ve hedef kitle
ile birliktelik olgusunun dikkate alınmasıdır.
Kaynaklar
Andison, F.S .(1977).’ TV Violence and Viewer Agression : A
Eumulation of the Study Results .’ Public Opinion Quarterly, 41 : 314 –
331.
Comstock, G .(1982). ‘ Violence in Television Content : An Overview
‘Pearl, D., Bouthilet,L ., Lazar,J., editors . Television and Behavior : Ten
Years of Scientific Progress and Implications fo the Eighties : , 108 –125.
Cook, T.D., Kendzierski,D.A., Thomas, S.V.(1983).’ The Implicit
Assumpions of Television Research : An Analysis of the NIHM Report on
Television and Behavior .’ Public Opinion Ouarterly,47 : 161 –201 .
Erkal, M.(1992)Sosyolojik Açıdan Spor Gelişimi . İstanbul.
Fesbach, S., Singer,R.D .(1971). Television and Aggression : An
Experinmental Field Study . Sanfrancisco : Josey – B ASS .
Fisher, A . C .,(1976). Psychology of Sports .California, Mayfield
Publishingco.
İletişim 2002/14
Emin KURU
198
Friendrich – Cofer, L., Huston,A.C .(1986) . ‘Television Violence and
Aggression : The Debate Continues .’ Psychological Bulletin, 100 : 364 –
371.
Freedman,J.L.(1976). ‘ Television Violence and Aggression : A
Rejoinder ‘.Psychological Bulletin, 100 : 372 –78
Freedman, J.L .(1988). ‘ Television Violence and Aggresssion : What
the Evidence Shows .’ Applied Social Psychology Annual, 8 : 144 – 162 .
Gani,V .(20 Nisan 1996). ‘Medya ve Şiddet’ .Türkiye Gazetesi.
Gerbener, G.(1972) .Violence in Television and Drama:Trends and
Symbolic Functions.Washıngton D.C.Gomstock, G,Rubinstein A,Murray
J,editörs.Television and Social Behavior vol.ı.Government Printing Office.
Gonülçü, Ö . S .(1996) ‘Medya ve Toplum’ .Sızıntı Sayı 211 . 324 .
Hueseman,L.R .(1982).’ Television Violence and Aggressive
Behavior ‘.,Pearl, D., Bouthilet, L., Lazar, J., editors . Television and
Behavior : Ten Years of Scientife Progress and Implications For
Eighties . Vol 2.
Hueseman,L.R., Eron, L.D . editors .(1986). Television and the
Aggression Child : A Cross – National Comparison . Hill – Sdale, NJ :
Erlbaum .
Kaplan,R.M., Singer,R.D.(1976) .’ Television Violence and Viewer
Aggression : A re – examination of the Evidence .’ Journal of Social Issues,
32 : 35-70 .
Keten,M.(1974).Türkiyede Spor.Ankara,Ayyıldız Matbaası
Leyens Jp Parke,R..D..Cainol. Berkowitz,.L.(1975). ‘Efects of Movie
Violence on Aggression in A Field Setting as A Fanetion of Group
Dominance and Cohesion.’ Journal of Personalty and Scial Psychology,
23-16-360
Maronyoz, B .(1993).Çocuğumuzu Nasıl Eğitelim .Istanbul,Mektup
Yayınları.
İletişim 2002/14
199
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
Mılavsky, J.R., Stipp, H.H., Kessler, R.C ., Rubens,W.S.(1982)
Television and Aggression : A Panel Study . New York Academic Press .
Milavsky, J.R.(1988). ‘ Television and Aggression Once Again
Applied ‘.Social Psychology Annual, 8 : 163 –170
Onur, B. :(1985) Ergenlik Psikolojisi .Ankara,Hacettepe –Taş
Kitapçılık.
Onur, B.(1995) Gelişim Psikolojisi Yetişkinlik Yaşlılık Ölüm
‚Ankara, İmge Kitapevi Yayınları .
Rigel, Nurdoğan .(1994). Pembe Diziler Ahlaki Çöküntüye Sebep
Oluyor . Yeni Dünya Dergisi,1;12-27
Scott, P. J .(1958). Aggression. Chicago,University of Chicago Press .
Sears, D.O., Peaplue, L.A..,Taylor, S.E.(1991). Social Psychology. 7.
baskı Englewood Cliffs, New Jersey : Prentice Hall .
Singer,J.L., Singer, D.G .(1988). ‘ Some Hazards of Growing up in A
Television Environment : Children ‘ s Aggression and Restlessness .’
Applied Social Psychology Annual, 8 : 171 – 188 .
Şimşek,Ü.(1996) Televizyon Karşışında 1095 Saat . Zafer İlim
Araştırma Dergisi, 22 –23
Tangney, J.P.and Feshbach,S.(1988).” Children’s Televisionviewing
Frequenery
Individual
Differences
and
Demographic
Corrrelates.”Personality and Social Psycology Bulletin,14:145-158
Türkmen, H . N .(1998)Çagımızda
.Yayınları.
Medya. Istanbul, I.T.F.F
Ünlüsan,Ç.(1998) Türk Futbol
Seyircisinde Saldırganlık
Nedenleri. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Yediler, İ. (1996) ‘Şiddet Şiddeti Doguruyor’. Sızıntı.Sayı 235
Yetim, Azmi (2000). Sosyolojik Spor . Ankara:Toprak Matbaacılık.
İletişim 2002/14
Emin KURU
200
Özet
Televizyonda yer alan şiddet içerikli yayınların, toplumsal yaşantımızı
olumsuz yönde etkilediği yapılan araştırmalar sonucunda tespit edilen
önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu çalışmada ekranlarımıza yansıyan şiddete dayalı stat olaylarının
bireyler üzerindeki etkisini tespit etmek üzere İstanbul, Ankara, Trabzon’da
1989-1999 futbol sezonunda müsabakalar öncesinde ve sonrasında şiddet
olaylarına karışan 87 deneğe anket uygulanmıştır. Çalışmamızda özellikle
görsel medyanın etkisi araştırılmıştır.
Abstract
In this article, the effects of television violence about sports on the
behavior of soccer fans in tribunes are examined through the data gathered
from 87 subject arrested by police in the stadiums in İstanbul, Ankara and
Trabzon.
İletişim 2002/14
Görsel Medya ve Futbol Seyircisinin Şiddet İlişkisi
201
İletişim 2002/14
202
İletişim 2002/14
Emin KURU
Kaynakların Düzenlenmesi
Metin içinde kaynak gösterme
1- Ana metindeki tüm göndermeler metin içi dipnot sistemi ile
belirtilir. Metinde uygun yerde parantez açılarak, yazarın veya yazarların
soyadı, yayın tarihi ve alıntılanan sayfa numarası belirtilir. Aynı kaynaklara
metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı yöntem uygulanır, a.g.e., a.g.m.
gibi kısaltmalar kullanılmamalıdır. Örnek: (Okay, 2000:71-76)
2- Alıntılanan yazarın adı, metinde geçiyorsa, parantez içinde yazarın
adını tekrar etmeye gerek yoktur. Örnek: Özer (1995:57), düşünce
alışkanlıklarının “Ben” değeri toptancılığının ve tiryakiliğinin, en dolaysız
ifadesi olduğunu söylemektedir.
3- Gönderme yapılan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da
soyadları kullanılmalıdır. Örnek: (Postman ve Powers, 1996:122)
4- Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonda “vd.” ibaresi
kullanılmalıdır. Örnek: (Keyman vd., 1996:149)
5- Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı
virgülle ayrılmalıdır. Örnek: (Erdoğan, 1997:150; Gürbilek, 1993:61)
6- Metin içinde yer alması uygun görülmeyen açıklamalar için sayfa
altı dipnot yöntemi kullanılmalı ve bu notlar metin içinde 1,2,3, şeklinde
sıralanmalıdır. Bu not içinde yapılacak göndermelerde de yukarıdaki yöntem
uygulanmalıdır.
Kaynakçanın Düzenlenmesi
1- Kaynakçada, sadece yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer
verilmeli ve yazar soyadına göre alfabetik sıralama izlenmelidir.
2- Bir yazarın birden çok çalışması kaynakçada yer alacaksa yayın
tarihine göre eskiden yeniye doğru bir sıralama yapılmalıdır. Aynı yılda
İletişim 2002/14
yapılan çalışmalar için “a”, “b”, “c,” ibareleri kullanılmalıdır ve bunlar metin
içinde yapılan göndermelerde de aynı olmalıdır.
Kitap
Bostancı, M. Naci (1995). Toplum, Kültür ve Siyaset. Ankara: Vadi
Yayınları.
Çeviri Kitap
Postman, Neil ve Steve Powers (1996). Televizyon Haberlerini
İzlemek. Çev. Aslı Tunç. İstanbul: Kavram Yayınları.
Derleme Kitap
Tufan, Hülya, der. (1995). Kamuoyu Kimin Oyu? İstanbul: Kesit
Yayıncılık.
Derleme Kitapta Makale
Bourdieu, Pierre (1995). “Kamuoyu Yoktur”. Çev. Hülya Tufan.
Kamuoyu Kimin Oyu?, der. Hülya Tufan. İstanbul: Kesit Yayıncılık.
Dergide Makale
Üstünler, Fahriye (2000). “Türkiye’de Demokrasi Tartışmalarının
Düşünsel Arka Planı: 1845-1950”. ODTÜ Geliştirme Dergisi, 27(1-2):183206.
Yayınlanmamış Tez
Yıldırım Becerikli, Sema (1999). Örgüt Kültürü Oluşumunda
Örgüt İçi İletişimin Rolü: Departmanlı Mağazacılık Sektöründe İç
Halkla İlişkiler Açısından Bir Değerlendirme: Beğendik A.Ş. Örneği.
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
İletişim 2002/14
Tebliğ
Kaymas, Serhat (2001). “Küreselleşme, Etnik Göç ve Ulus Devlet
Üzerine Bir Değerlendirme”, ODTÜ 7. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi,
21-23 Kasım, Ankara.
İnternette Makale
Atabek,
Ümit
(1998).
Http://www.ilet.gazi.edu.tr. 28.10.1998.
“İletişim
Teknolojileri”.
İletişim Dergisinin Temin Edileceği Şahıslar ve Üniversiteleri
Anadolu Üniversitesi: Yrd. Doç. Dr. Banu Dağtaş, Atatürk
Üniversitesi: Ar. Gör. Elif Küçük, Başkent Üniversitesi: Öğr. Gör. Serpil
Aygün Cengiz, Ege Üniversitesi: Ar. Gör. Olcay Canbudak, Fırat
Üniversitesi: Ögr. Gör. Basri Barut, Kocaeli Üniversitesi: Ar. Gör. İhsan
Karlı, İstanbul Üniversitesi: Ar. Gör. Ayşe Cengiz, Ar. Gör. Selçuk
Hünerli, Selçuk Üniversitesi: Ar. Gör. Aldullah Koçak, Maltepe
Üniversitesi: Yrd. Doç. Dr. Pınar Erkarslan.
Katkılarından dolayı kendilerine teşekkür ederiz.
İletişim 2002/14
Yazı Teslim Kuralları
1- Dergiye gönderilecek yazılar, Word 6.0 ve üstü versiyon (IBM
uyumlu) programında yazılmış olmalıdır.
2- Bir buçuk aralıklı olarak Times New Roman yazı karakteriyle 12
punto olarak yazılan ve sayfanın tek yüzüne basılan yazılar 3 kopya olarak
bir adet disketle birlikte yayın kuruluna teslim edilmelidir.
3- Makalelerin kaynakça ile birlikte 20 sayfayı geçmemesi tercih
edilir. Makalelerin 150 kelimeyi aşmayan İngilizce Abstract ve Türkçe
Özetleri de yazıyla birlikte gönderilmelidir. Özette, araştırmanın kapsamı ve
amacı belirtilmeli, kullanılan yöntem tanımlanmalı ve ulaşılan sonuçlar
kısaca verilmelidir. Ayrıca yazıda en az 3 İngilizce Key Word ile Türkçe
Anahtar kelime yapılan taramalarda kolaylık sağlanması için konulmalıdır.
4- Yazıda paragraflar girintili olmalıdır.
5- Dergiye gönderilecek yazıların başka bir yerde yayınlanmamış
olması ya da yayın için değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir.
6- Yazar ismi ya da isimleri makalede değil, makaleye iliştirilecek
kapak sayfasında yer almalıdır. Bu kapak sayfasında, yazar isimleri dışında
metin başlığı, yazarın adresi, telefon varsa e-posta veya faks numaraları yer
almalıdır.
7- Hakem raporları doğrultusunda yazarlardan, yazılarında bazı
düzeltmeler yapmaları istenebilir.
8-Yazının yayımlanması konusunda son karar yayın kuruluna aittir.
Yayın kurulu kararına ilişkin bir mektup, hakem değerlendirmelerinin birer
fotokopisiyle birlikte en kısa sürede yazarlara gönderilir.
Yazıların Gönderileceği Adres:
İletişim Dergisi
G.Ü. İletişim Fakültesi, Bişkek Cad. 81. Sok. 06510 Emek/ANKARA
İletişim 2002/14
İletişim 2002/14