Enerji Oyunu - Mehmet Faruk Demir
Transkript
Enerji Oyunu - Mehmet Faruk Demir
ENERJİ OYUNU M. FARUK DEMİR Temmuz 2010 M. Faruk DEMİR; 1970 yılında Nizip'te doğdu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini sırasıyla Gaziantep, Adana ve Samsun’da tamamladı. Çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarında taktik ve stratejik güvenlik konularında eğitim ve araştırma çalışmaları yaptı. Uluslararası Taktik Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü Başkanı, Başbakanlık Müsteşarlığı Müşaviri ve Yüksek Strateji Merkezi Başkanı olarak hizmet verdi. Halen uluslararası anlaşma mimarileri ve enerji güvenliği konularında çalışmalar yapmaktadır. Ulusal ve uluslararası medyada yayınlanmış çok sayıda makale, röportaj ve raporları bulunmaktadır.Tüm çalışmaları kişisel web sayfasında bulunmaktadır: www.mfarukdemir.com DİĞER KİTAPLARI: 21. nci yüzyıl için yeni bir Milli Güvenlik Siyaseti (YSM yayınları 2002) , Dünya'da Çok Taraflı Denge ve Türkiye için Yakın Gelecek (Dr. C.Gürlesel ile birlikte- İTO yayınları 2002), Devlet Teşkilatının Yeniden Yapılandırılması (Prof. K.Alkin, Prof. S.Uzunoğlu, Dr. C. Gürlesel, U. Civelek ile birlikte- İTO yayınları 2002). İÇİNDEKİLER Önsöz BİRİNCİ BÖLÜM ENERJİ OYUNU 1. ENERJİ OYUN TEORİSİ 2. ENERJİ TARİHİ AÇISINDAN ENERJİ OYUNU 3. ENERJİ OYUNUNUN UYGULAMA TEKNİĞİ 4.EKONOMİ VE BÜYÜME AÇISINDAN BÜYÜME OYUNU 5.YENİ NESİL ENERJİ KAYNAKLARI AÇISINDAN ENERJİ OYUNU 6.ENERJİ OYUNUNUN ZEMİNİ: ENERJİ JEOPOLİTİĞİ İKİNCİ BÖLÜM ENERJİ DİPLOMASİSİ 1. 2. 3. 4. ENERJİ DİPLOMASİSİNİN ÇERÇEVESİ ENERJİ DİPLOMASİSİNDE OYUN MASASININ GÖRÜNÜMÜ KÜRESEL OYUNCULARIN DURUMU ENERJİ MİLLİYETÇİLİĞİ VE KAYNAKLARIN MİLLİLEŞTİRİLMESİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ENERJİ GÜVENLİĞİ 1.ENERJİ GÜVENLİĞİNİN DENKLEMİ Kaynakların Güvenliği Transportun Güvenliği Pazarın Güvenliği Fiziki Güvenlik Fiyat Güvenliği 2.ELEKTRİK ARZ GÜVENLİĞİ 3.ENERJİ GÜVENLİĞİNİN DİĞER UNSURLARI 4.ASKERİ ENERJİ GÜVENLİĞİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ENERJİ EKONOMİSİ 1.ENERJİ EKONOMİSİN ÇERÇEVESİ 2.ENERJİ ENDÜSTRİSİ 3.ENERJİ PİYASALARI VE ENERJİ TİCARETİ 4.FİYAT OPERASYONLARI BEŞİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE’NİN ENERJİ GÖRÜNÜMÜ 1. 2. 3. 4. KAYNAKÇA TÜRKİYE’NİN ENERJİ JEOPOLİTİĞİNDEKİ KONUMU TÜRKİYE’NİN ENERJİ ARZ GÜVENLİĞİ TÜRKİYE’NİN ENERJİ EKONOMİSİ TÜRKİYE’NİN ENERJİ DİPLOMASİSİ VE STRATEJİK HEDEFLERİ ÖNSÖZ 2007 yılında kaleme aldığım “Enerji Güvenliği, Enerji Ekonomisi, Enerji Diplomasisi” adlı kitabımda enerji konusunda genel bir tanım ve günlük hayatımızdaki enerjinin geniş kapsamlı bir analizini yapmaya çalıştım. Özellikle, hem küresel hem ulusal düzeyde enerjinin gündemdeki artan önem ve yoğunluğuna bağlı olarak üç ana başlık altında enerjinin anlaşılmasına yardımcı olmayı istedim. Son derece sofistike ve aynı zamanda teknik terim ve mühendislik açısından anlaşılması oldukça zor bir konu olmakla birlikte, aslında enerjinin günlük hayattaki yeri son derece açık ve basit bir şekilde algılamaya müsaittir. Ülkeler arası bir rekabet alanı olarak enerji diplomasisi, günlük yaşamın refah ve maliyetini şekillendiren enerji ekonomisi ile ulusal güvenliğin ayrılmaz bir parçası olarak her kademedeki yöneticinin sorumlulukları ve bilmesi gerekenleri özetleyen enerji güvenliği başlıkları kitabın çerçevesini oluşturmuştu. 2007 Eylül ayında yayımlanan kitabımın önsözünde kitap hakkındaki düşüncelerimi şöyle ifade etmiştim: “Sadece günlük hayatın bir parçası olarak değil aynı zamanda küresel politikanın da vazgeçilmez bir konusu olarak, enerjinin konuşulmadığı bir toplantı, enerjinin yer almadığı bir politika metni ve enerji tedirginliğinin tartışılmadığı bir analize rast gelmek neredeyse imkânsız olmaya başladı. Elbette, enerjinin bir tüketim tercihi olmaktan çok hayati idamenin bir parçası haline gelmesi, bu kadar çok yer işgal etmesini mubah kılıyor. Ama asıl sorun, enerjiyi konuşmak ya da enerjinin konuşulması değil, enerjiyle ilgili neyi konuşmadığımızdır. Kısaca, enerji sade vatandaş olarak bizi ne kadar ilgilendiriyor ve yönetenlerin enerjiyle ilgili uygulamaları ne anlama geliyor? Evimizdeki elektrik düğmesine bastığımızda odayı aydınlatan ışığı, otomobilimizin kontağını çevirdiğimizde duymak istediğimiz motor sesi, çalıştığımız fabrikanın bacasında tüten dumanı, soğuk kış gecelerinde bizi ısıtan yakıtı veya sıcak yaz günlerinde bizi serinleten klimanın elektriği, konuştuğumuz enerjinin günlük hayatımızdaki yansımalarıdır aslında. Ama enerjide konuşmadığımız şey, bunların nasıl gerçekleştiği ile ilgili ulusal, bölgesel ve küresel çaptaki devasa bir sistemin nasıl işlediğidir. Bu kitabı neden yazdım? Günlük hayatımızın vazgeçilmez unsurlarının neredeyse tamamında başrolü oynayan enerjiyi, bir sistem olarak anlamak ve bir yönetim tekniği olarak nasıl işlediğini izleyip değerlendirmeler yapabilmek için karmaşık görünen ve korkutan bu devasa sistemi, anlaşılabilir ve şematik bir çerçeveye oturtmak için bu kitabı yazmak istedim. Bu kitap, bir mühendislik kitabı değildir. Bu kitap, bir endüstri, teknoloji veya ticaret teknikleri kitabı da değildir. Bu kitap, sadece bir enerji kitabıdır. Şematik olarak enerjiyi anlamak için bir kılavuzdur. Ulusal veya küresel bir cazibe ekonomisinde, kendine yer bulmak isteyenler için bir analizler demetidir. Ülkenin veya dünyanın gelecekte ne ile karşılaşabileceğini enerji penceresinden göstermeye çalışan fütüristik bir değerlendirmedir. Şehirleşme ve konfor arttıkça, teknolojiden daha fazla faydalanmaya başladıkça, yeni yüzyılın yaşam maliyetinin fiyatı kabul edilen enerji alanında gelecek daha fazla merak konusu olmaya başlıyor. Kitabı okurken bugünü ve geleceği mukayeseli olarak görme imkânı bulacaksınız. Galiba enerjinin yarını için en iyi sonuç benim için şu oldu: Enerji, ne pahalı bir ümit ne de ucuz bir keder; fiyatı tek başına ödediğiniz ama sonuçlarını küresel çapta paylaştığınız bir yarındır.” Bugün yeni bir formatla kitabı yeniden yazma ihtiyacım yukarıda alıntıladığım önsözde ifade etmeye çalıştığım temel felsefenin değişmesinden dolayı değildir. Geçen üç yıl zarfında enerji olgusunun küresel ekonomik kriz öncesinde, ekonomik kriz sırasında ve şimdilerde krizden çıkış senaryoları ve çabaları içerisinde önemli değişimler geçirmekte olduğunu görmekteyiz. Ulusal ve küresel ölçekte enerji etrafındaki manevraların, düşüncelerin zemini konusunda farklı tarifler ve farklı algılamalar bulunduğu herkesçe bilinmektedir. Özel sektör yöneticileri için temel ticari bir sektör olarak enerji giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Politika yapıcı ve karar vericileri için hayati öneme sahip politikekonomik-güvenlik gerekliliği çerçevesinde enerjinin siyasi gündemdeki yeri daha fazla önem kazanmaktadır. Kaynak çeşitliliğini artırmak, üretim maliyetlerini düşürmek ve alternatif kaynaklara ulaşmak amacıyla enerji teknolojilerindeki gelişim ise herkesin daha fazla umut bağladığı ve beklenti içinde olduğu bir alan olarak öne çıkmaktadır. Özellikle artan refaha bağlı büyüyen enerji talebi ile daha temiz ve sürdürülebilir bir çevre bilinci arasında enerji teknolojilerindeki gelişimlerin belirleyici rolü, herkes tarafından giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Ancak, enerji konusundaki bu yoğun gündem ve artan beklentilere rağmen enerji alanındaki gelişmeleri, yaşanan politik ve ticari süreçleri hatta teknolojinin gelişimi ile ilgili karmaşık süreçleri anlamak, algılamak ve yorumlamak noktasında bazı pürüzlerin olduğunu da görmezden gelmemek gerekir. İşte bu noktada, bu kitabı yazmam için önemli bir nedenin ortaya çıktığını fark ettim. Enerji yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla geçerken önemli bir evrim geçirmektedir. Bu evrim basit bir şekilde tartışılan “petrol egemenliğinin ya da hidrokarbon çağının sona ermesi” etrafındaki sorgulamalardan çok daha geniş ve sofistike bir konudur. Artan dünya nüfusunun günlük yaşantı ve refahı için gerekli olan daha fazla enerjiyi temin etmek ve küresel ekonomi içinde rekabetin ana saç ayaklarından biri olarak daha ucuz enerjiyi tedarik etmek için verilen mücadeleler gerçek bir savaş stratejisinin karmaşıklığına sahip olmaya başladı. Bu savaşın adı enerji oyunudur. Enerji oyunu geçen yüzyılda güç politikası çerçevesinde daha kolay oynanan ya da sonucu daha fazla kestirilebilir bir seviyede idi. Ancak 21. yüzyılın ilk on yılında yaşananlar bize göstermektedir ki enerji oyunu daha fazla zor, daha fazla çok taraflı bir hal almaktadır. Bu kitap enerji oyununun teorisini ve uygulamalarını üç yıl önce tanımlamaya çalıştığım “Enerji Güvenliği, Enerji Ekonomisi ve Enerji Diplomasisi” konuları ile bir bütün olarak okuyucuya sunmaktadır. Bu kitap, ulusal ve küresel düzeyde enerji alanındaki gelişmeleri, haberleri, tartışmaları ve enerji alanındaki rekabet konularını oyun teorisi penceresinden anlatmaya yardımcı bir rehberlik verme çabasındadır. BİRİNCİ BÖLÜM ENERJİ OYUNU 1.ENERJİ OYUN TEORİSİ Enerji oyunu ekonomik kuralların içerisinde gerçekleşen bir süreçtir. Dolayısıyla matematiksel bir ruh, ticari bir kazanç ve siyasi bir avantaj sağlama hedefleri ile uyumlu olmalıdır. Aşağıda tarif etmeye çalıştığım enerji oyun teorisi, ekonomi ve politika denklemi içerisinde kalma amacını taşımaktadır. Söz konusu oyun teorisi, özel olarak enerji alanında genel olarak emtia piyasalarında da geçerlidir. Emtia piyasalarının ve emtia sektörlerinin genel çalışma prensipleri ve özel rekabet yöntemleri ile enerji piyasalarının prensipleri birbirine çok yakındır. Özellikle sert rekabet koşullarında oyun kurulumu ve oyun prensipleri enerji ve emtia piyasaları için neredeyse aynı olabilmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, her ikisinin de jeopolitik koşullardan önemli oranda etkilenmeleri ve ikinci olarak da fiyat faktörlerinin kontratların yapısından kaynaklanan etkilere çok açık olmalarıdır. Enerji Oyun Teorisi: 1. Oyunda nihai amaç, herkesten daha önce veya gerektiği zamanda, sürdürülebilir, optimum veya en ucuz fiyat karşılığında kesintisiz ve en kaliteli miktarı tedarik etmektir. 2. Oyun, iç içe geçen üç halkadan oluşur: Q, P ve T. Q, kesintisiz ve daha yüksek enerji verimliliğine sahip miktarı yani enerji kaynağını temsil eder. T, ihtiyaç duyulan enerji kaynağının gerektiği zamanda ve rakiplerden daha hızlı olarak tedarik edilme zamanını temsil eder. P, ihtiyaç duyulan enerji kaynağını ihtiyaç duyulan zamanda ve rakiplerden daha hızlı olarak tedarik edilmesinin karşılığı olan en iyi veya en ucuz fiyatı temsil eder. 3. Q ve T birlikte başarı ile gerçekleştiğinde arz güvenliği iyi durumdadır. Q ‘nun tamamı veya talep olunan miktarın yarıdan fazlası ulusal kaynaklardan karşılanıyorsa, enerji güvenliği iyi durumdadır. T tek başına kesintisiz enerji tedarikinin iyi çalıştığını gösteren bir faktördür. Başarılı bir T yapısı, imzalanmış güvenli tedarik kontratlarını, garanti altına alınmış transport taahhütlerini ve fiyatların değişim eğrisini minimumda tutan formüller ile ölçülebilir. 4. T ve P, yeterli ve imza altına alınmamış güvenli Q kontratları yok iken sadece bir hayal veya plan niteliği taşır. T yapısı, istenilen sürede gerçekleşmeyen Q ve P başarısı, P’nin değişim niteliklerine bağlı olarak değerlendirilebilir. 5. Q, T ve P üçlüsü başarılı bir kombinasyon sağladığında, oyuncu için rekabet koşullarında en iyi başlangıç noktası sağlanmış olur. Oyunun temel amacı daha ucuz enerji girdisi ile rekabet edebilen bir avantaj elde etmek ise, en iyi P için en doğru T zamanında en verimli ve kesintisiz Q miktarını sağlamak hayati önemdedir. Enerji oyununun parametreleri: Enerji döngüsünün başlangıç noktası enerji kaynağıdır. Dünya genelinde insanlığın ihtiyacını karşılayabilecek kadar gerekli ve çeşitli enerji kaynağı mevcuttur. Ancak her enerji kaynağına istenilen zamanda ve istenilen miktar kadar ulaşabilmek pek kolay değildir. Bu nedenle enerji kaynağını tedarik etmek diğer birçok faktörle birlikte bir oyun planını gerektirmektedir. Oyunda geçerli parametreler ise kullanım alanına göre değişiklikler gösterebilir. Aşağıda, enerji oyunu içinde yukarıda anlatılan oyun teorisinin parametreleri hakkında genel tanımlar verilmektedir: 1. Miktar (Q): Enerji oyununda üç ana tüketici tipi vardır. Bunlar konutlar, endüstri ve ulaştırma sektörüdür. Aslında her üç kullanıcı da iki ana yöntemle enerji kullanıcısı unvanını almaktadırlar: Elektrik enerjisi ve doğrudan güç kaynağından temin edilen elektrik dışı enerji kullanımı. Dolayısı ile enerji kaynağını tedarik etmek söz konusu olduğunda elektrik üretiminde kullanılan kaynaklar ve doğrudan güç kaynağına veya endüstri alanına yönelen kaynaklar diye iki kategori içinde Q konusuna bakmalıyız. Petrol ve diğer fosil yakıtları, bir yönüyle radyoaktif kaynakları, bir yönüyle yeni nesil ve sofistike teknoloji gerektiren kaynakları doğrudan enerji kaynağı olarak sınıflandırabiliriz. Elektrik üretiminde kullanılan kaynakları ise termik kaynaklar (fosil yakıtlar ve nükleer ile konsantre güneş enerjisi) ve yenilenebilir enerji kaynakları olarak sınıflandırmak mümkündür. Burada Q, tedarik edilecek kaynağın kontrat altına alınmış niteliğini temsil etmektedir. Ama bazen yeni nesil enerji kaynaklarının tedarik edilmesinde teknoloji ve ar-ge maliyeti de Q anlamında kullanılabilmektedir. İyi bir enerji oyunu için Q planlaması sıklet merkezi olan dengeli bir çeşitlilik üzerine bina edilmelidir. Bu çerçevede Q (total) = Q1+Q2+…. Qn formülü oyuncu için aynı zamanda bir optimum P düzenlemesine yardımcı faktördür. 2. Zaman (T): Zaman faktörü son derece göreceli ve kontrolü en zor olan oyun parametresidir. Bütün rakipler aynı anda sahada maç yaptıkları için kimin gerçekten en iyi oyunu sergilediğini görmek çok zordur. Oysa enerji oyununda önemli olan maç boyunca en iyi oyunu oynamak veya sürekli saha içinde koşan oyuncu olmak değildir. Kaynak ülke ile Pazar arasındaki bağı ve ihtiyaç faktörünü en iyi bilen ve diğer oyuncunun planını oyun başlamadan öğrenme yeteneğine sahip oyuncu, hem en iyi olandır hem de maçın bitimini beklemeden kontratını alıp gidendir. Bu önemli bir yetenek ve uzun bir tecrübe anlamına gelmektedir. Zaman faktörü, bir kontratın imzalanmadan önceki koşulların yönetimini, kontratın imza saatini ve fiyatların değişim cetvelini rakibinden önce ve daha iyi uygulamayı gerektirir. T yapısı beş hücreden oluşur. T0 bir enerji oyununda ihtiyaçların belirlenmesi aşamasıdır. Yani, hangi çeşit ve ne kadar Q’ya ihtiyaç olduğunun tespit edilmesidir. T1, Q tedarikinin yapılacağı kaynakların, transportun ve pazarın izlenme ve kontrat öncesi hazırlığının yapılması aşamasıdır.T2 bir Q kontratının en iyi koşullar altında imzalanması aşamasıdır. T3 bir Q kontratının miktar ve fiyat açısından yeniden gözden geçirilme sürelerini belirleme ve yönetme aşamasıdır. T4 bir Q kontratının diğer oyuncuların Q kontratları karşısında doğrudan ve dolaylı olarak üstünlüğünü korunması aşamasıdır. Bu aşama aynı zamanda fair play çerçevesinde faul yapabilmek anlamına gelir. 3. Fiyat (P): Doğru fiyat her zaman en ucuz olan fiyat demek değildir. Enerji oyununda kontratlar uzun süreli ve enerji tedarik zinciri en az 4 ve en fazla 30 yıl olmak üzere ortalama 10 yılın üzerinde bir planlamayı gerektirir. Fiyat eğrisi ise üç basamaktan oluşur. Birinci basamakta başlangıç fiyatı yani P 0 bulunur. Mutlaka en ucuz veya en düşük eşik değeri olarak belirlenmesi gereken P0’dır. İkinci basamakta, P (1-n) yani fiyatın periyodik olarak belirli oransal değişimlere bağlı fiyat değişkenliğidir. En zor olan ve bazen en fazla risk taşıyan fiyat faktörü bu noktadadır. Bazen bu oransal değişim değeri, P0 değerini % 100’den daha fazla değiştirebilmektedir. Üçüncü basamakta ise dış fiyat baskısı yani P (x/y) bulunmaktadır. Enerji kaynakları çeşitlidir ve her kaynağın mevsimsel veya yıllar içinde değişen değer değişimleri vardır. Bugün için en iyi ve uygun olan enerji kaynağı, yarın daha fazla maliyetli veya verimlilik değeri daha düşük kalabilmektedir. Belirli bir Q kontratının P değeri üzerinde etkili olabilecek üç ana dış fiyat baskısı vardır. Bunlar, aynı cins Q’nun başka oyuncular arasında daha düşük bir fiyat ortalamasına sahip olabilme riski, farklı cins Q kaynağının verimlilik ve fiyat olarak sahneye çıkması riski ile transport ve transit paylarındaki siyasi ve ticari risklerin mevcut ve uzun dönemli Q kontratı üzerindeki risklerdir. 2. ENERJİ TARİHİ AÇISINDAN ENERJİ OYUNU İnsanlık tarihi ile enerji tarihi bir anlamda birbirleri ile paralel bir geçmişe uzanmaktadır. İnsanın, tarihin başlangıcından itibaren ihtiyaç duyduğu ısı ve ışık faktörleri basit enerji döngüsünün başlangıcını teşkil eder. Her iki faktör de hem insanın temel yaşam ihtiyacını hem de niteliğine göre yaşamın konforunu tayin eder. Tarihsel süreç içerisinde üçüncü faktör olarak devreye giren hareket enerjisi iki amaca hizmet eder: Hareket etmek ve hareket ettirmek. Yani bir yerden başka bir yere bir araç ile gitmek; bir malzemeyi bir yerden başka bir yere taşımak veya kaldırmak. İnsan, her zaman bu üç faktörü daha verimli, daha çok olanı ve daha kolay ulaşılabilir olanı ile değiştirme çabası içinde olmuştur. Enerjinin tarihsel evrimi, insanın kendisi için daha iyi olan enerji kaynağını bulmasıyla paralel bir seyir izlemiştir. İnsanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar olan zaman diliminde ve gelecekte de enerjinin evrimi bu ilke üzerinden devam edecektir. Enerjinin evrimi içerisinde elektrik ve hareket enerjisi birbirleriyle paralel ama kendi içlerinde faklı bir seyir izlemiştir. Yüz yıldan fazla bir zamandır elektrik enerjisi öncelikle daha fazla zaman ve daha fazla alanda kullanılma ivmesi ile kendini ortaya koymuştur. 21. Yüzyılın başlarına kadar elektrik enerjisi keskin bir rekabet konusu olmamıştır. Oysa hareket enerjisi temelde askeri bir güç faktörü olarak ivme kazandığından dolayı her zaman keskin bir rekabetin parçası olmuştur. Bu nedenle enerji oyunu öncelikle hareket enerjisi faktörlerinden başlamış, daha sonraki on yıllar boyunca yavaş yavaş elektrik enerjisi de oyundaki yerini almıştır. Hareket enerjisinin en önemli amacı daha fazla yük ve insanı daha hızlı bir zamanda daha uzak yerlere götürebilmektir. Bu amaç, ticari olarak rekabet avantajı elde etmeyi, askeri olarak ise daha güçlü olabilmeyi sağlamaktadır. 18. yüzyıldan 20. yüzyılın ilk yarısına kadar ana rekabet konusu yeterli Q miktarına yani rakip karşısında avantaj sağlayacak bir enerji kaynağına sahip olabilme mücadelesi ile geçmiştir. Kömürün gemilerde kullanımıyla başlayan bu aşama, hareket enerjisinde bir devrimin başlangıcı olmuştur. İki yüzyıldan fazla bir süre boyunca öncelik daima Q miktarına sahip olmak üzerine olmuştur. Elbette Q’ya sahip olmak, onu başkasının topraklarında bile olsa kontrol etmek, işletmek ve ana ülkeye göndermek şeklinde cereyan etmiştir. Bu konudaki gelişim süreci bu kitabın ilerleyen bölümlerinde “enerji jeopolitiği” başlığı altında irdelenmiştir. Askeri alanda kömürün yarattığı ivme 19. yüzyılda endüstri devriminin gerçekleşmesinde çok önemli bir etki yaratmıştır. Hareket etme enerjisinin hareket ettirme enerjisine yani makine endüstrisinin çarklarının dönmesine evirilmesi enerjiendüstri ve dolayısıyla enerji-ekonomi ilişkisini ayrılmaz bir bütünlüğe ulaştırmıştır. Soğuk Savaş’ın başlangıcına kadar geçen iki yüzyıllık süre boyunca enerji oyunu tek boyutlu bir özellik arz etmiştir. Bu özellik nerede olursa olsun ihtiyaç duyulan Q miktarını herhangi bir zamanda ve herhangi bir maliyete tedarik etmek olmuştur. Bu dönemde başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri ve dönemin ilerleyen aşamalarında ABD, enerji oyununda Q kontrolü ve kullanımı üzerine öne çıkan oyuncular olmuşlardır. Başlangıçta Q oyunu bu oyunculara askeri bir avantaj sağlamış, ancak keskin rekabet koşulları I. Dünya Savaşı’nı beraberinde getirmiştir. I. Dünya Savaşı’nda çözülemeyen sorunlar elbette Avrupa’nın kendi içindeki rekabeti ile birlikte ama asıl olarak Q’nun bolca bulunduğu alanlar üzerinde II. Dünya Savaşı ile taçlanmıştır. Savaş, Avrupa ve Avrupa’ya yakın bölgelerde cereyan etmişse de sonuçları Yakın Doğu ve Kuzey-Orta Afrika’da görülmüştür. 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren yani Soğuk Savaş ile birlikte, enerji oyununun yanına Q faktörünün yanında T faktörü de eklenmiştir. Artık sıcak savaş koşulları yerine her an ve her yerde savaşa hazır olma prensibi egemen olmuştur. Bunun diğer anlamı nükleer savaş riskinin olduğu bir dünyada “ilk vuran “ olma avantajını korumaktır. Bu durum, kesintisiz ve en verimli Q miktarını gerektiği zamanda yani her an emre amade tutmayı gerektiriyordu. Bu gereklilik her türlü maliyet analizinin üzerinde bir stratejik hedef içermiştir. Soğuk Savaş’ın bitimini takip eden yıllara, yani 1990’ların ortalarına kadar enerji oyunu mükemmel Q ve T kombinasyonu üzerinde cereyan etmiştir. Petrolün bol miktarda bulunmaya başladığı yıllardan itibaren Q faktörü kömür ve petrol dengesi üzerine kuruldu. Petrolün yaygın kullanımı ile birlikte hareket enerjisi bireysel tüketicilerin yaşamını geniş anlamda etkilemeye başladı. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca her on yılda bir, yüz binlerce yeni aracın trafiğe çıkması ile birlikte devasa bir tüketici toplumu yeni bir Q bağımlılığı ile karşı karşıya kaldı. Bu durum, araçlarını kullanmak isteyen her tüketicinin memnuniyeti için, ulusal oyuncuların gerekli Q miktarını gerektiği T zamanında hazır halde tutmalarını gerektirdi. Soğuk Savaş boyunca Batı toplumlarının en önemli zorluğu, yaratılan yaşam konforunu Sovyet Bloku’nun tehdit ve baskılarına rağmen sürdürülebilir kılmaktı. Bu sürdürülebilirlik zorunluluğunun maliyeti ise “kolektif güvenlik çıkarları” kapsamında herkes tarafından tolere ediliyor olmasıydı. Henüz piyasa ekonomisi liberal ve rekabetçi bir mücadeleden uzakta olduğundan Q ve T faktörlerinin kombinasyonu başarılı bir enerji oyunu için yeterli görülmekteydi. Dolayısıyla maliyetlerin karlılık ya da verimlilik gibi bir sorunu bu dönem boyunca göz ardı edildi. Kömür ve petrolün yanı sıra 1950’lerden itibaren nükleer çağın başlaması ile birlikte Q kavramı hem çeşitlilik hem verimlilik açısından önemli bir devrim yaşamıştır. Bu devrim ulusal politikalar ve hareket enerjisi üzerinde özellikle de askeri alandaki enerji talepleri üzerinde yepyeni gelişmelerin başlangıcı olmuştur. Nükleer devrimin sivil alandaki Q kullanımı üzerine evrimi ise elektrik üretimi alanında yaşanmıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte 1990’lı yılların ortalarından itibaren küreselleşme ve global düzeyde entegrasyon süreçleri ekonomide rekabet koşullarını oldukça zor ve keskin bir noktaya taşımıştır. Özellikle son 20 yıldır Asya ve Batı pazarları arasındaki keskin rekabete paralel olarak ekonomik büyüme ve ticari rekabet minimum girdi fiyatı ekseninde dar bir alana sıkışmıştır. İnsan ve devlet hayatına giren yeni üç kavram yani “açık piyasa, açık toplum ve açık demokrasi” ilkeleri yaygınlaştıkça ekonomide rekabet koşulları daha fazla şeffaflık baskısı altına girmeye başladı. Her ne kadar günümüzde bazı ülkeler Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) üye olmadıkları veya denetlenebilir ve şeffaf bir ekonomik sisteme sahip olmadıkları için adil rekabet koşulları gerçekleşmemiş olsa da, artık günümüzün en önemli problemlerinden biri rekabetçi maliyet yapısına sahip olabilmektir. Böylece enerji oyununda 21. yüzyılın yeni kombinasyonu Q ve T’ ile birlikte P faktörü de devreye girmiş oldu. Buharlı gemiler ve endüstri devrimi enerji oyunundaki Q faktörünü; Soğuk Savaş ve teknoloji devrimi enerji oyunundaki T faktörünü; maliyet bazlı piyasa rekabeti ve küreselleşme devrimi ise enerji oyunundaki P faktörünü harekete geçirmiştir. Aslında bu süreç karşılıklı olarak her bir faktörün birbirini etkilemesi şeklinde cereyan etmiştir. Çünkü bir Q faktörü olarak kömürün bulunması ve ardından petrolün devreye girmesi endüstri devrimini, II. Dünya Savaşı’nın bitim koşullarındaki T faktörü Soğuk Savaşı ve savaşın rekabet üstünlüğünü sağlayacak olan teknoloji devrimini; genişleyen yeni pazarlara daha fazla mal satıp daha büyük bir ekonomiye sahip olabilmek için ihtiyaç duyulan P faktörü ise rekabeti ve açık piyasa devrimini tetiklemiştir. Enerji tarihi dikkatle incelendiğinde, enerji oyunu oluşturan temel mücadelenin fosil yakıtlar üzerinde olduğu görülecektir. Fosil yakıtların, dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de önemli ve belirleyici bir role sahip olduğu konusunda genel bir kanaat mevcuttur. Her ne kadar zaman zaman fosil yakıtların bitmesi veya bitmesi ihtimali çerçevesinde çeşitli tartışmalar yaşanıyor olsa da, fosil yakıtlar için oyunun sonuna gelindiğine dair kesin ve yeterli bir kanıt yoktur. Bu durumun enerji oyunu açısından değerlendirilmesi çerçevesinde sorunun cevabı biraz daha matematiksel ve ekonomik olarak verilebilir. Fosil yakıtların tamamının veya herhangi bir çeşidinin yerini en az fosil yakıtlar kadar kesintisiz ve yeterli bir şekilde karşılayacak Q miktarı ile bu Q miktarının transportunun ve maliyetinin daha uygun olması şartıyla, fosil yakıtlar için nihai bir takvimden bahsetmek gerçekçi olacaktır. Enerji oyununda fosil yakıtların belirleyici rolü devam ettiğine göre, enerji oyun teorisinde yer alan Q faktörü fosil yakıt ekseni etrafında gelişmektedir. Fosil yakıt açısından belirleyici Q faktörü petroldür. Petrol başta endüstri sektörü olmak üzere önemli bir konuma sahiptir ve fiyatı belirleyicidir. Petrolün yerini yavaş yavaş almaya başlayan ve gelecek yüzyılda daha fazla büyük bir kullanım alanına sahip olacak doğalgaz, geniş ve yeterli bir tedarik zincirine sahip oldukça global piyasaların önemli bir bölümünde birincil bir Q faktörü haline gelecektir. Kömür ise geçtiğimiz yüzyıl boyunca petrol faktörünü ikame eden ve süreç içerisinde denge unsuru haline gelen özelliğini, gelecek yüzyıl boyunca da devam ettirecektir. Ancak kömür için değişecek olan şey, petrol karşısındaki konumunu daha ziyade doğalgaz karşısında sürdürmesi olacaktır. Doğalgazın petrol endeksli fiyat modeli ise yeni arayışlara bağlı olarak ama daha da önemlisi, doğalgazın yeterli ve çok geniş bir alanda kullanımına paralel yeni bir fiyat modeline doğru evirilecektir. Söz konusu evrimle doğrudan doğalgazın kendi konumundan hareket eden tayin edici bir fiyat yapısı ortaya çıkabileceği gibi, enerji kaynaklarının toplamından veya bir kısmından oluşacak bir sepete endeksli fiyat formülü de mümkün olabilecektir. Kömürün durumu ise daha karmaşıktır. Özellikle elektrik enerjisi sektöründe kömür için ayrılan alan hala önemli bir büyüklüğe sahip olsa da fiyatın yapısı termik kaynaklı elektrik enerjisinin ortalama fiyatının üzerine çıkmayacaktır. Büyük miktarlı enerji kullanımına ihtiyaç duyulan sektörlerde kömürün kullanımı, uzun dönemli kontratlara bağlı olarak istikrarlı halde devam edecektir. Yukarıda ifade ettiğim gibi, kömürün dengeleyici rolü kömür fiyatının termik kaynaklı elektrik enerji üretiminde nükleer yakıt ve doğalgaz yakıtı arasında bir averaj sınırında kalacaktır. Ancak diğer yakıt kaynaklarındaki eksilme veya kesintilere bağlı olarak kömürün ikame rolüne geçmesi ile birlikte belirli periyotlarda kömür fiyatı yukarı doğru bir ivme kazanacaktır. Lokal piyasalardan temin edilen kömürün fiyat eğrisi, uzun dönemli kontratlara bağlı global piyasalardaki kömür fiyatının üzerinde bir seyir izlemeyecektir. Yine de global piyasalardaki tedarik ve transport riskleri ile maliyet faktöründeki değişimler kömürün fiyatı üzerinde bir volatilite oluşturmaya açık kapı bırakmaktadır. Buraya kadar hareket enerjisi odaklı ve fosil yakıtların merkezi rol oynadığı bir enerji oyunu sürecinden bahsettik. Enerji oyunu içerisinde giderek daha büyük bir önem kazanan elektrik enerjisinde dayalı Q faktörünün konumu hakkında da bir değerlendirme yapmak gerekmektedir. Bazı ülkeler için istisnai durumlar olsa da genel olarak elektrik enerjisi üretimi çeşitli kaynaklardan oluşan bir sepet şeklinde oluşmaktadır. Elektrik üretim sepeti içerisindeki Q faktörünün konumu sepet yapısına paralel bir seyir izlemektedir. Enerji oyununda elektrik enerjisi içindeki Q faktörü iki hücreli bir düzenekten oluşmaktadır. Bilindiği üzere, elektrik enerjisi siteminde ana yük yani baz yük ve artan tüketim saatlerini dengeleyen ikincil yük olmak üzere iki hücre yapısına sahiptir. Elektrik enerjisi üretiminde baz yük genel olarak termik kaynaklardan elde edilmektedir. Bunlar fosil yakıtlar (kömür, doğalgaz, petrol) ve nükleer yakıtlardır. Gelecekte yoğunlaştırılmış güneş santralleri de bu faktörlere eklenecektir. Yenilenebilir enerji kaynakları ise (su, rüzgâr, güneş, landfill vs.) daha ziyade ikincil yakıtlar olarak elektrik üretim sepetinde yer almaktadır. Bu kapsamda enerji oyununda Q faktörü kesintisiz, yeterli ve daha ucuz fiyattan elde edilen Q miktarı olarak görülmektedir. Geçen yüzyıl boyunca elektrik enerjisi oyununda Q faktörü üzerindeki en büyük değişim nükleer santrallerin devreye girmesiyle yaşandı. Birim elektrik fiyatı açısından bazen kömür kaynaklı elektrik üretim maliyetinin bile altında kalabilen bu yeni Q faktörü, gelecek yüzyılda ve belki daha uzun bir süre boyunca en iyi ve bir numaralı elektrik için termik kaynaklı Q miktarı olacaktır. Yenilenebilir kaynaklar açısından Q faktörü teknoloji ve ar-ge maliyeti bazında bir değerlendirmeye tabiidir. Zaten, her ülkenin yenilenebilir enerji kaynakları konusundaki potansiyeli hem yeterli değildir, hem de tedarik zincirinde transferi yeteri kadar kolay olmamaktadır. Elbette elektrik enerjisine dönüştükten sonra bölgesel enterkoneksiyon sistemi yoluyla transfer yöntemi ticari olarak vardır ve gelecekte de artarak devam edecektir. Ancak bu durum salt bir Q miktarı transferi anlamına gelmeyecektir. Buraya kadar enerji tarihi açısından enerji oyununun gelişimini ve olgunlaşma sürecini irdeledik. Bunu yaparken insanlık tarihinin gelişimi içerisinde siyasi, ekonomik ve askeri açılardan yaşanan olayların içerisinde enerjinin kendiliğinden tali bir noktadan merkezi önemde bir konuma doğru evirildiğini de gördük. Bu evrim sonucunda bugün gelinen noktada enerjinin rolünün gelecekteki gelişmelerin hem merkezinde olacağını hem de diğer insanlık tarihi açısından yeni gelişmelerin de enerji etrafında şekilleneceğini görebiliriz. 3.ENERJİ OYUNUNUN UYGULAMA TEKNİĞİ Enerji oyununda prensipler aynı olsa da oyuncuların konumuna göre zaman zaman bazı uygulama farklılıkları bulunmaktadır. Enerji oyununu oynayan üç tip oyuncu vardır: Ulusal politika yapıcıları ve karar vericiler, ulusal ve uluslararası özel şirketler ve devletlerin sponsorluğu altındaki özel şirketler. Bunlar arasında kamu şirketlerini saymamamızın iki nedeni var. Birincisi; kamu şirketleri bürokratik kurallara göre işleyen ve siyasi iradenin çizdiği çerçeveye göre hareket etmek zorunda olan şirketlerdir. İkincisi ise; doğası gereği enerji oyununda ana amaca ulaşmak için o anda gerekli olan araçlar ve kişiler ile işbirliği ve ilişki kurulması şartı kamu şirketlerinin siyasi iradenin uygun gördüğü adresler dışında hareket etmesini imkânsız hale getirmesidir. Her üç tip oyuncunun da nihai hedefi daha ucuz ve sürdürülebilir P faktörünü mükemmel bir Q ve T kombinasyonu ile sağlamaktır. Bunun anlamı, ulusal kaynaklardan veya küresel piyasalardan ihtiyaç duyulan Q miktarını uygun bir tedarik paketine dönüştürmektir. Uygun bir tedarik paketi ise mükemmel bir kontrat ile taçlanacaktır. Peki, mükemmel bir kontrat nasıl oluşturulur? İşte enerji oyunun uygulama tekniği mükemmel bir kontratın oluşturulması aşamasıdır. Burada vurgulanması gereken önemli bir nokta da enerji oyununda iki farklı kontratın olduğudur. Birinci kontrat Q miktarının tedarik edilme sürecini ve üretim prosessinden tamamlanarak pazara hazır hale gelmesi boyutunu kapsar. İkinci kontrat ise üretilmiş Q’yu aracı sistem ve tüketiciden oluşan pazara en güvenli ve karlı şekilde satış boyutunu kapsar. İçeriği birbirinden farklı olsa da oyuncu için alım ve satım kontratlarının oyun teorisi içindeki prensipleri birbirine çok yakındır. Doğru bir kontratın ilk şartı gerçek ihtiyacın tespit edilmesidir. Aslında bir enerji oyuncusu için en zor olan aşama da budur. Çünkü gerçek ihtiyaç tek başına bir yatırımın mali ve teknik büyüklüğü çerçevesinde belirlenemez. Örneğin söz konusu olan bir elektrik enerjisi üretim yatırımı ise bilinmesi gereken en az dört unsur daha vardır. Birincisi tahmin doğruluğu yüksek bir ulusal elektrik enerjisi talep projeksiyonu; ikincisi ulusal elektrik üretim sepetindeki Q faktörlerinin oransal değişim riskleri ve buna bağlı optimum fiyat analizi; üçüncüsü aynı süre içerisinde başlamış veya başlayacak olan diğer potansiyel yatırımcıların yatırım hızları ve maliyet fiyat analizleri; dördüncüsü ise seçilen Q faktörünün ulusal piyasada yer alan diğer oyuncular nezdindeki mevcut ve gelecekteki maliyet değerlerinin analizidir. Bu verilerin dışında ulusal iletim şebekesinin yük kaldırma kapasitesi ve yeni hatlara ilişkin yatırımların süresi yani bağlantı noktasının optimum zamanda hazır olabilme potansiyeli ile piyasa regülatörünün üreticilere ilişkin koyabileceği ani kural ve izin değişiklikleri politikaları oyuncunun en verimli ve en doğru ihtiyaç analizini belirlemede çeşitli zorluklara neden olabilmektedir. Diğer taraftan oyuncunun yatırım projeksiyonunda yatırımın süresi (ortalama 2-4 yıl) belirlenen Q miktarının çok önceden kontrat altına alınmasını gerektirdiğinden konjonktürel olarak ciddi bir fiyat riskinin oluşması mümkün olabilmektedir. İhtiyaç analizi tamamlandığında şu üç sonucun ortaya çıkmış olması gerekir. Doğru yatırım büyüklüğüne ulaşılmış olması, yatırım tamamlandığında doğru bir piyasa konumunun tayin edilmiş olması ve belirlenen maliyet bazlı satış fiyatının aynı cins Q miktarlarından üretilen elektriğin ortalama fiyatının altında ve ulusal elektrik sepetindeki ortalama elektrik fiyatının ortalama değerinin paralelinde kalmış olması gerekir. Bu sonuçlar doğru bir şekilde oyuncunun masasında yer aldığında gerekli Q miktarının tedarik edilmesi için yürütülecek kontrat mücadelesinde oyuncunun elindeki manevra alanları tanımlanmış olur. Bu aşamada oyuncu için dikkat edilmesi gereken iki önemli konu daha var. Birincisi aynı tip yatırımı planlayan ve aynı tedarikçiden Q miktarını müzakere edecek olan oyuncuların durumu; ikincisi ise aynı yatırımı yapmayacak olan veya oyuncumuz ile aynı süre içerisinde böyle bir yatırımı planlamayan diğer oyuncuların piyasadaki mevcut konumlarını korumak amacıyla oluşturacağı manevralardır. Tüm bu faktörlerin gözetilmesinden ve gerekli analizlerin tamamlanmasından sonra oyuncunun önündeki zor sınav olan tedarik süreci başlamaktadır. Eğer planlanan yatırım için gerekli Q miktarı sadece tek bir tedarikçide var ise böyle durumlarda en avantaj sağlayabilme potansiyeli olan oyuncular, devletler veya devlet sponsorluğu altındaki şirketlerdir. Zira sınırlı ticari manevraların dışında fazla seçeneği bulunmayan özel şirketlerin aksine, devletler veya devlet sponsorluğu altındaki şirketlerin siyasi ve jeopolitik manevra kabiliyetleri vardır. Eğer Q miktarı için birden fazla seçenek imkânı varsa, yani tedarikçi çeşitliliği söz konusu ise o zaman oyuncu için tedarik cephesinde dört muhatap var demektir. Birinci muhatap oyuncunun öncelikle tercih ettiği tedarikçidir. İkinci muhatap aynı ülke veya aynı coğrafyada bulunan başka bir tedarikçidir Dolayısıyla birinci ve ikinci muhataplar oyuncu lehine bir rekabetin parçası durumundadırlar. Üçüncü muhatap her iki tedarikçiden farklı olarak kendisi de en az o tedarikçiler kadar yeterli Q miktarına sahip olan ama o periyot içerisinde talep edilen Q miktarını vermek istemeyen veya daha sonraki bir dönemde belirtilen Q miktarını vermeyi planlayan tedarikçidir. Bu tedarikçinin işi her iki tedarikçinin fiyat konusundaki tereddütlerini artırmak ve müşteri durumundaki oyuncunun Q seçeneğini yeniden ve yeniden düşünmesini sağlamaktır. Dördüncü muhatap ise oyuncuyu takip eden aynı piyasadaki diğer oyunculardır. Bu oyuncular hem ana oyuncunun rekabet koşullarını ve manevra kabiliyetini sınırlar hem de durum kendi lehlerine dönünceye kadar müzakereyi tedarikçi lehine yönlendirirler. Bir kontrat müzakeresinde dört unsur bulunmaktadır. Birinci unsur, talep edilen Q miktarıdır. Kontratta yer alacak Q miktarı belirli bir oranda taahhüt kapsamı içinde yer alır. Yani belirli bir Q miktarını alıcının almaya garanti etmesi ve satıcının da bunun karşılığında cezai yükümlülüğü kabullenmesi gerekir. Büyük kontratlarda yer alan al ya da öde ( take or pay) uygulamaları buna bir örnek olarak verilebilir. Ancak burada asıl anlatılmak istenen oyuncu için belirlenmiş minimum bir Q miktarının kontratta güvence altına alınmasıdır. Buna ek olarak, belirlenen Q miktarının üzerinde ortaya çıkabilecek yeni talep miktarının da karşılanabileceğine dair hükmün kontratta güvence altına alınması da gerekir. Burada satıcı için önemli olan husus, bazı durumlarda belirtilen Q faktörü için pazarda ortaya çıkabilecek yeni fırsatların daha iyi fiyatlarla kaçırılmamasıdır. Bu fırsat ise güvence altına alınan taahhüt miktarının yükümlülüğünün müşteri tarafından karşılanmadığı durumlarda, esnekliğin daima satıcıda kalması prensibidir. Bu durum müşteri aleyhine sonuçlar doğursa da satıcıların kullandığı bir baskı aracı olarak her zaman masada yer almaktadır. Zaten enerji oyununun müşteri tarafındaki oyuncunun başarısı Q miktarı hakkındaki esnekliğin kontrattaki yerine bağlıdır. İkinci unsur talep edilen Q miktarının tedarik edilme, teslim edilme zamanları ile tedarik takviminin toplam süresi ve kontratın imza tarihini içeren T faktörüdür. Aynı zamanda T faktörü uzun dönemli kontratların revize edilme sürelerini ve bu sürelerin hangi parametrelere göre olacağını da kapsar. En zor sorulardan biri de başarılı bir kontratın ne zaman imza edileceğidir. Bir kontratın imzalanması ile ortaya çıkan ve tarafları bağlayan kurallar tedarik mekanizmasının çalışmaya başladığı zamandaki konjonktür ile her zaman uygun olamayabilir. Bu nedenle enerji oyunundaki oyuncular için zaman ne çok erken ne de geç olmalıdır. Optimum zaman gelecekteki fiyatın önceden doğru tayin edilebildiği zamandır. Üçüncü unsur, kontratın nihai amacı olan fiyat (P) faktörüdür. Klasik pazarlıklarda satıcının yüksek, alıcının düşük fiyat vererek başladığı bir müzakere tarafların kabul ettiği ortak bir fiyat noktasında buluşmasıyla nihayete erer. Normal koşullarda bir enerji kontratında durum böyledir. Ancak buradaki problem fiyatın diğer faktörlere göre değişen bir konumda olmasıdır. Fiyat tüm kontrat süresi boyunca genellikle sabit değildir ve diğer Q çeşitlerindeki fiyat değişimlerine bağlı olarak kontratta yer alan Q miktarına ait fiyat optimum olma özelliğini kaybedebilir. Enerji oyununda fiyatı belirleyen faktörler birden fazladır. Q faktörünün maliyeti fiyatın kendisini değil, minimum tabanını oluşturur. Enerji oyununda Q miktarı için fiyat Q faktörünün enerji piyasaları içerisindeki muhtemel hedef pazardaki değeridir. Bu değer belirli matematiksel hesapların yanı sıra göreceli beklentilere göre de şekillenir. Enerji oyununda fiyat, müşteri oyuncu için önemli ve hayatidir. Çünkü oyuncunun yüklendiği fiyat temel bir girdi maliyetinin ve dolayısıyla ekonomik çerçevenin kritik önemdeki parçasıdır. Tedarikçi açısından fiyat doğrudan bir gelir kalemi iken müşteri açısından fiyat doğrudan bir maliyet kalemidir. Dördüncü unsur ise kontratın revize edilmesi aşamasıdır. Revize parametreleri ne kadar az olursa olsun, aslında her kontrat revizyonu bir kontrat müzakeresidir ve diğer tüm unsurları içinde barındırır. Doğru yapılmayan kontrat revizyonları çok başarılı bir kontratın bile getirisini önemli oranda zarara sokabilir. Enerji oyununda bir kontrat müzakeresi tamamladığında enerji oyuncusu için çok zor bir iş başarılmış olabilir ama aslında bir yatırımcı için enerji sepetindeki bir kalemin tamamlanmasından başka bir şey yapılmış olmaz. Çünkü toplam verimlik ve enerji sepetindeki optimum karlılık için diğer kalemlerin de aynı şekilde başarılı olması ve en zoru da bunun sürdürülebilir kılınmasıdır. 4.EKONOMİ VE BÜYÜME AÇISINDAN ENERJİ OYUNU Endüstri devrimin başlangıcından itibaren enerji ekonominin vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Enerji hem kendi sektörel yatırımları ve piyasaları açısından hem de diğer sektörlerin içindeki rolü ve etkisi bakımından dikkatle izlenen bir parametredir. Özellikle girdi maliyetleri üzerindeki artan rolünden dolayı enerji üzerinde daha fazla ekonomik yorumlar yapılmaktadır. Oysa enerji ekonomik ve ticari değerlendirmelerin içerisinde yer almasına rağmen daha yoğun bir şekilde askeri ve siyasi projektörlerin ışığı altında kalmaktadır. Bu karmaşık konum nedeni ile enerjinin ekonomi içindeki konumlanması çeşitli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Ancak bu tartışmalar bugün bitmeyeceği gibi yarın da üzerinde konsensus sağlanacak bir sonuca ulaşmayacaktır. Ekonomi ve enerji ilişkisinde anahtar kelime “büyüme” olacaktır. Büyüme bir tercih değil beşeri bir zorunluluktur. Büyüme kavramı ekonomik olarak belirli parametreler üzerine kurulu sayısal verilerden oluşan bir pano ya da grafik olsa da esasi itibariyle büyüme artan nüfusun beşeri ihtiyaçlarının karşılanması, yaşam konforunun ve refahın kalıcı olarak daha geniş demografilere yayılması ile ilgili siyasi bir amaçtır. Dünya nüfusu hızla artmaya devam etmektedir. 2010 yılında 6 milyarı aşan dünya nüfusu 2050 yılında 10 milyar sınırına ulaşacaktır. Bunun anlamı, mevcut ekonomik kaynakların dünya çapında yüzde 60’tan daha fazla artırılması ve olabildiği kadar geniş popülâsyonlara temel yaşam olanaklarının sunulmasıdır. Bunun ekonomideki sayısal karşılığı, küresel büyüme oranının gelecek 40 yıl boyunca yılık bazda en az % 1,5 oranında devam etmesi gerçeğidir. Bu oran sadece temel yaşam olanaklarının karşılanması için gerekli minimum bir zorunluluktur. Refah seviyesinin arttırılması ve yaygınlaştırılması için ise yıllık bazda % 3’ten daha fazla bir büyüme oranına ihtiyaç var. Potansiyel her kriz yıllık büyüme oranını yavaşlattığında kriz sonrasını takip eden yıllarda bu açığın telafi edilmesi gerektiğini de bizlere hatırlatıyor. Ekonomi ve büyüme arasındaki ilişki insanın refah ve güvenlik içerisinde yaşamasını hedefleyen büyük bir ülküye dayanır. Ama bundan daha önemli olan büyümenin getireceği ekonomik imkânların ve gelirlerin bir ülkede veya bölgede veya dünya genelinde olabildiği kadar çok daha fazla insanın yaşamını iyileştiren bir kaldıraca dönüşmesi gerektiğidir. Herhangi bir sokakta ya da mahallede ya da şehirde veya ülkede diğer insanların günlük yaşam ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandıkları bir ortamda tek başına zengin ve refah içerisinde olmak güven içerisinde olmak anlamına gelmez. Bu yüzden büyüme aynı zamanda yaşam güvenliğinin sağlanmasında hayati bir merkezi role sahiptir. Bugün için en zor soru büyümeyi nasıl sürdürülebilir kılacağımız ve en önemlisi de büyümenin maliyetini yani risklerini nasıl kontrol altında tutacağımızdır. Bu sorunun cevabına geçmeden önce küresel büyümenin jeopolitiği yani büyümenin jeoekonomik fotoğrafına bakmamız lazım. Endüstri devriminden önce ekonomi daha lokal bir kavram olarak hayatımızda yer almaktaydı. Özellikle mülkiyet kavramının birey merkezli olarak tanımlanmasından önceki aşamalarda krallar ve feodal yöneticiler tarafından kontrol altında tutulan mülkiyet, ekonomik zenginliğin tek başına göstergesi ve toplumsal olmayan bir sembolü idi. O dönem için geçerli olan ekonomik kriter mülkiyet üzerinde söz sahibi olanların kendinden daha güçlü olanlara karşı yükümlülük altına girdikleri vergiler ve yönetimleri altında olanlara karşı temel besin ihtiyaçlarını minimum oranda karşılama sorumlulukları idi. Elbette küresel olarak bu fotoğraf kıtadan kıtaya, bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye bazı değişiklikler göstermiştir. Ama esas olan bireyin ortaya çıkışı ve mülkiyet kavramının siyasi bir nitelikten ekonomik bir niteliğe dönüşmesi ile başlayan yeni süreç olmuştur. Zaten endüstri devrimi ile bireye ait mülkiyet ve özel teşebbüs hürriyeti paralel bir gelişme izlemiştir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen 300 yıldan fazla bir zaman diliminde kaynaklar ve pazar arsındaki ilişki tek boyutlu bir niteliğe sahipti. Çoğunlukla kaynakların bulunduğu topraklarda yeteri kadar güçlü olmayan yönetimler karşısında kaynakları kontrol eden, mülkiyetinde tutan, işleten ve çıkartılan ham maddeleri kendi topraklarına götüren pazar devletleri olmuştur. Bu aşamada ekonomi içinde yer alan enerji kaynakları da ticari bir parametre yerine belirli devletlerin kontrol altında tuttukları kıymetli ve askeri nitelikli bir ekonomik unsur olarak yerini almıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce baş gösteren özgürlük hareketleri ve bağımsızlık savaşları özellikle kaynak ülkeler tarafında egemen olmasa da şeklen yeni devletlerin doğmasını sağlamıştır. 1950’den hemen sonra baş gösteren iki kutuplu dünya düzeni ise bu bağımsızlık savaşlarının ortaya çıkardığı etkileri derin dondurucuya kaldırmıştır. Çünkü Soğuk Savaş boyunca kaynak ülkeler üzerindeki rekabet daha büyük ve global bir sıcak savaşı tetiklememe adına o ülkelerdeki ulusal hükümranlık çabalarını sınırlı bir alanda tutmuştur. 2000’li yılların başından itibaren çokça konuşulan kaynakların milliyetçiliği ya da enerji milliyetçiliği gibi yeni kavramlar sakin ve rahat bir uyku sürecinde kalmıştır. 1950’lerde İran’da yaşanan Musaddık hareketi ve benzeri diğer çabalar ancak 2000’li yıllarda yeniden ve elbette yeni bir şekil ile kendini ortaya koyabilmiştir. Burada vurgulamak istediğim, bu yaşanan süreç ve hareketlerin doğruluğu veya yanlışlığı değil; küresel ekonomik formasyonu etkileyebilecek bu tür gelişmelerin tarihsel durumudur. Soğuk Savaş boyunca ekonomiyi hareketlendiren iki önemli olayı hatırlatmakta yarar var: 1973 Petrol Krizi ve Asya Kaplanları’nın yükselişi. Doğası gereği kriz kelimesi ekonomik büyümenin durduğunu veya yavaşladığını gösteren bir telaşı yansıtır. Daha önce yaşanan 1929 Bunalımı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası uzun bir süre devam eden durgunluk dönemi gibi tecrübeler büyüme önündeki kriz risklerini ekonomik ve siyasi aktörlere zaten öğretmeye başlamıştı. 1973 Krizi küresel sisteme enerji güvenliği konusunda verilen ilk ders olma özelliğini taşısa da aynı zamanda ekonomik düzenin büyüme hedefine karşı ciddi bir emare niteliği de taşıyordu. Ancak Soğuk Savaş’ın gerçekten soğutucu da bırakılan olayları gibi 73 Krizi de sıcak bir vakaya dönüşmeden ama yavaş yavaş yeni tedbirlerin alınma sürecini başlatarak atlatıldı. 80’lerde baş gösteren Asya Kaplanları’nın yükselişi ise Soğuk Savaş’ın bütün soğukluğuna rağmen hem insanlara sıcak umutlar aşıladı hem de dünya ekonomisini ılık bir ferahlama mevsimine sürükledi. Asya Kaplanları’nın yükselişi, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışında ilk defa Batı ile teknoloji rekabetine giren yani yeni nesil ekonomi alanında küresel düzeyde bambaşka alandan yükselen bir rekabet ekonomisinin canlandığını herkese ilan ediyordu. Bu trend yıllar içerisinde Çin ve Hindistan’ı da içine alarak dünya nüfusunun en büyük bölümünü oluşturan Asya Pasifik bölgesinde dev bir büyüme dalgasının başlangıcını teşkil etti. Aslında bu durum Batı Avrupa ve Kuzey Amerikalı aktörler için iyi bir haberdi. Çünkü bu kadar yoğun nüfusa sahip Asya Pasifik bölgesinde insanların ihtiyaçlarını ve yaşamlarını iyileştirmeye dönük bir büyüme trendinin oluşması küresel güvenlik adına önemli bir gelişmeydi. Zaten Çin’in 1978’den itibaren uygulamaya koyduğu yeni strateji yani “Batı tipi büyüme, Doğu tipi siyasi sistem” modeli küresel büyümeye en büyük katkıyı verecek olan Çin’in yükselişi serüvenini başlatmıştı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan yeni ekonomik düzen ve Soğuk Savaş sonrasında küresel entegrasyona giden dev ekonomik sistem içerisinde büyüme gerçekten ve hak ettiği yeri almıştır. Büyümenin jeopolitiğine baktığımızda geçtiğimiz 30 yıl boyunca daha fazla ayakları yere basan iki bölgeli gelişim modeli gelecek 50 yılda da önemini koruyacaktır. Her iki bölge de yani Avrupa-Kuzey Amerika ve Asya Pasifik oyuncuları ne kadar yorgun düşerlerse düşsünler büyümek için çok daha fazla çalışmak mecburiyetindedirler. Yani milyarlarca fakir insanın arasında birkaç milyon zengin kişi olarak hayatta kalabilmek için en azından milyarlarca fakirin bir kısmına ekonomik bir gelecek sağlamak zorundalar. Bu zorunluluk bazıları için bir kâbus olsa da artık hiç kimsenin inkâr edemeyeceği ve tek yönlü olan bir otoyoldur. Bunun anlamı, şartlar ne olursa olsun, ne kadar kriz yaşanırsa yaşansın büyümeye, daha fazla büyümeye devam edilecektir. Önümüzdeki 50 yıl içerisinde bu iki sütun üzerine kurulu büyüme jeopolitiğini destekleyecek yeni sütunların inşa edildiğini göreceğiz. Bunlar; Orta ve Güney Afrika ile Güney Amerika ve eski Sovyet coğrafyası olacaklardır. Büyüme jeopolitiğinin bize anlattığı iki şey var; Birincisi yeni ve hırslı bir şekilde büyüme yolculuna başlayacak olan pazarlar çabuk ve karlı iş yapma fırsatlarının adreslerini göstermektedir. İkincisi ise, büyümenin hızlandığı alanlar daha önce büyümüş olan alanların ölmeyeceğini bilakis büyümenin her yerde ama farklı biçim ve oranlarda devam edeceğini göstermektedir. Büyüme açısından üç farklı küresel pazar söz konusudur; Birinci tip pazar Avrupa ve Kuzey Amerika pazarları refah seviyesinin çok yüksek olduğu ve kar oranlarının oldukça sınırlı tutulduğu ama çok güvenli ve kurallı bir ekonomik alandır. İkinci tip pazar geçen 30 yıla rağmen kuralların oturduğu ama zaman zaman güven vermeyen gelişmelerin yaşanabildiği, kar oranlarının nispeten daha yüksek ve hatta bazı bölgelerde oldukça yüksek tutulduğu Asya-Pasifik ekonomik alandır. Üçüncü tip pazar ise yakın gelecekte daha hızlı büyümeye başlayacak olan ancak yeteri kadar kuralın oturmadığı, güven problemlerinin yoğun olduğu ama kar oranının maksimum düzeyde tutulduğu yeni ekonomik alanlardır. Bu nedenle büyüme küresel düzeyde ortak bir anlam taşımakla birlikte farklı ekonomik alanlarda özel anlamlar yüklenmektedir. Büyüme, bazı bölgelerde yüksek refahın korunması bazı bölgelerde de daha fazla insanın temel yaşam ihtiyaçların karşılanması anlamına gelmektedir. Enerji oyunu açısından büyüme perspektifinde üç önemli mesaj vardır; Birincisi, rekabet ortamında enerjinin rolünü iyi oynaması gerektiğidir. Yani müşteri konumundaki enerji oyuncusu için Q miktarının en ucuz ve sürdürülebilir fiyata tedarik edilmesi nihai bir gerekliliktir. İkincisi, büyüme sürekli devam edeceği için daima daha fazla Q miktarına ihtiyaç duyulacaktır. Bunun anlamı, Q faktörü üzerinde rekabet artacak ve bu Q miktarı hakkındaki P faktörünü yukarı yönlü ivmelendirecektir. Üçüncüsü ise, doğrudan enerji sektörü küresel ekonomik büyüme ve karlılık açısından öncü sektörlerden bir olmaya devam edecektir. Fortune 500 karlılık ve gelir tablosuna bakıldığında krizin en çok etkisini gösterdiği 2008 yılının ikinci yarısı ve 2009 boyunca dört ana sektörün karlılıklarını artırmaya devam ettikleri görülmektedir: Teknoloji, sağlık, gıda ve enerji. Kötü kriz günlerine rağmen bu sektörlerin karlılık ve gelirlerini artırmaları hakkında farklı görüşler öne sürülmektedir. Özellikle Amerikan tarihinin en büyük istihdam azaltma tedbirlerine başvurulduğu bir dönemin sonunda ve bazı sektörlerde istihdamın giderlerin üçte ikisini oluşturduğu bir tabloda böylesi karlılık ve gelir rakamlarına ulaşmak çok şaşırtıcı gelmemektedir. Yine de giderlere ilişkin alınan tedbirler kapsamında veya satışların artırılmasına ilişkin yeni stratejilerin devreye konulmasıyla birlikte büyümeye ilişkin umut veren sinyallerin arasına bu karlılık ve gelir oranlarının katılmış olması önemlidir. Aslında bu oldukça sınırlı bir dönem ve konjontürel bir gelişme konumundadır. Esas olan en ağır krize rağmen bile büyümek için herkesin acele etmek zorunda olduğu ve bunun için çaba sarf ettiği gerçeğidir. Küresel çapta tüm şirketlerin büyüklük ve gelir sıralamasında enerji şirketleri mutlaka ilk sıralarda yer almaktadır. Geçmişte ve şimdilik bu petrol şirketleri ile sınırlı bir özellik taşısa da gelecekte farklı alanlarda çalışan enerji şirketleri de büyükler ligindeki yerini alacaktır. 2008 Küresel Ekonomik Krizi ve Enerji Oyunu Büyüme ve Enerji Oyunu ilişkisi hakkında yukarıda çizilen çerçeveye ek olarak çoğu kişinin kafasına takılan bir soruya da cevap aramak gerekir. 17 Eylül 2008 tarihinde Lehman Brothers’in iflas etmesiyle başlayan ve resmen küresel bir ekonomik krizin başladığını ilan eden gelişmeler ışığında tüm dengeler yeniden değişti. Ya da değiştiği konusunda genel bir kanaat mevcut. Sonuçları ne olursa olsun, kriz çok büyük bir tsunami dalgası yarattı ve yıkımı da oldukça etkili oldu. Daha krizin sıcak etkileri bitmeden de iki kavram etrafında tartışmalar baş gösterdi: Tasarruf veya harcama. Bu iki kavramdan ilki yani tasarruf, yeni bir dalga karşısında güvenli limanda olmak için içe kapanmak ve herkesin kendini kurtardığı bir mücadele sahnesi olarak kriz sonrasını yorumlayanların kelimesi oldu. Refahın yaygınlaşması anlamında kullanılan tasarruf yani “savurgan olmama” kavramı birçok ülke için doğru bir yaklaşım olacaktır. Ama tasarrufu “harcamama” anlamında yani büyümenin karşıtına oturtacak bir anlamda kullanırsak her şey değişir. Harcamazsak büyüme yavaşlar. Büyümek için üretmeye, üretmek için tüketmeye ihtiyacımız var. Üretmek için hammadde ve enerjiye, tüketmek için de konfora, daha fazla konfor için enerji tüketimini arttırmaya ihtiyacımız var. O zaman krizler sadece bir mola ve etrafa çekidüzen vermekten başka ne yapabilirler. Belki bazı ekonomik sistemler ve finansal yapılar hata bazı hükümetler iflas edip kaybedenler arasında yer alabilirler, ama kesinlikle küresel büyüme durdurulamayacak şekilde yoluna devam edecektir. Öyleyse krizlerin öncesinde veya sonrasında geçerli olan en önemli enerji trendi “büyümeye devam” olmaktadır. Bu trendin üç ana ayağı petrol, elektrik ve alternatif kaynak arayışlarıdır. Petrol tek başına ekonomik sistemin ana aktörlerinden biridir. Henüz yerine onun kadar çok, taşınması kolay ve fiyatı uygun bir başka alternatif kaynak ortaya çıkmadı. Bu gerçekleşinceye kadar petrol fiyatları emtia fiyatlarının ana belirleyicisi olmaya devam edecektir. Küresel ekonomik büyümenin yıllık % 4’e yaklaştığı 2008 yaz aylarında en yüksek üretim değerine ( 87-88 milyon varil/gün) ve en yüksek fiyat seviyelerine (100+ $/varil) çıkan petrol, eylül ayındaki krizden itibaren kademeli olarak düşmeye başladı. Petrol, büyümenin % -1.4 olduğu 2009 yılı sonlarına doğru büyümenin yavaşlama hızına paralel olarak 80 milyon varil/ gün seviyelerini bile zorlamaya başladı. Ve tabii ki fiyatlar da hızla aşağı doğru inmeye başladı. Petrol, büyümenin sinyalini aldığı andan itibaren tekrar yukarı yönlü bir trend izlemeye başladı. Ama petrol üretimi aynı hızda ilerleyebilecek mi? İşte buradaki temel hususa dikkat etme zamanı geldi. Projeksiyonlar (özellikle enerji için) 20, 50 ve 100 yıl gibi uzun süreli beklentiler üzerine yapılmaktadır. Bir ekonomik krizin küresel yıkıcı etkilerine rağmen büyüme eğiliminden ve arzusundan vazgeçirici yeteneği olmadığını hatırlayınız. Yani büyüme ihtiyacı durmayacağına göre uzun dönemli projeksiyonlar da geçerliliğini koruyacaklardır. Buradaki tek fark, projeksiyonların alt ve üst sınırları arasındaki volatilitedir. Öyleyse, petrol talebi en azından alternatif bir kaynak ortaya çıkıncaya kadar artma eğilimindedir. Dolayısı ile üretimin de aynı çizgide devam etmesi gerekmektedir. Ancak, üretimin trendi üretim için gerekli yatırımların devam etmesine bağlıdır. Yatırımların devam etmesi ise siyasi-ekonomik bir tercih dizisine göre şekillenir. Yani, yatırımlar için harcanacak paranın ne zaman ve ne kadar kullanılacağıdır. Bu noktadaki tercihler, yani zaman ve harcanacak paranın dilimleri petrol fiyatları üzerinde gelecekteki baskıyı şekillendirecektir. Krizler sırasında, psikolojik bir etki sonucu yatırımlar için ayrılan para miktarında bir azalma ve kullanılacak finansman miktarında fazladan artan bir faiz yükü sorunu ortaya çıkmaktadır. Petrol için geçerli olan diğer jeopolitik nedenler zaten fiyatlar ve üretim üzerinde bilinen baskılara neden olmaktadırlar. Sonuç olarak, petrol büyüme sıfır olduğunda bulunduğu seviyeyi korumakta ancak ilk büyüme sinyalleri geldiği andan itibaren bulunduğu seviyenin üzerinde yeni eşikleri yakalayabilmektedir. Maliyet etkisi ise yani fiyatların seviyesi ise daima artan eğilim içinde olmaktadır. Petrol tüketimi küresel büyüme trendine bağlı olarak günlük 0,5 ile 2 milyon varil/gün daha fazla artış yönünde ve fiyatlar da 70-110 $ arasında bir çizgiyi gelecek 4-10 yıl arasında koruyacaktır (Fiyatlar hakkındaki yorumlar, her şey normal koşullar altında iken geçerli olacaktır. Köpük etkisi başladığında yukarı doğru bir sınır koymak gerçekçi olmayacaktır). Petrol için geçerli olan durumlar bir başka boyutu ile Doğalgaz için de geçerlidir. Her ne kadar elektrik ve endüstri sektörleri için belirleyici olsa da doğalgazın küresel tüketim trendleri ve üretim-yatırım trendi diğer bir hidrokarbon olan petrol ile benzerlik göstermektedir. Arama-üretim yatırımları hızla devam etiği için 1988 yılında küresel gaz rezervleri 110 trilyon metreküp’ten (tcm) 2008 yılı sonunda 185 tcm seviyesine ve tüketimi karşılama oranları açısından 100 yıllık bir rezerv büyüklüğüne ulaşmıştır. Doğalgaz için en önemli parametre olan Avrupa’nın gaz talep projeksiyonları 2030 yılı için hala ek olarak 300-450 bcm gaz ihtiyacını korumaktadır. Bu durum AsyaPasifik ve Kuzey Amerika’nın artan gaz talepleri için de geçerlidir. Ancak sorun gaz yatırımları için ayrılan paranın ve paranın üzerindeki maliyet baskısının gelecekte fiyatlara olacak olan etkisidir ki bu durum zaten petrol için de geçerlidir. Elektrik piyasaları biraz daha dengeli bir enerji piyasasıdır. Büyümeye bağımlı trendini hiçbir zaman bırakmaz ama gelişmekte olan ülkeler için hem elektrik iletimüretim yatırımları hem de elektrik tüketimi bazen büyüme oranlarının üstünde bir eğilim izleyebilir. Elektrik piyasalarında, büyüme sıfırlansa bile elektrik tüketimi endüstrideki yavaşlama ve küçülme eğilimi kadar bir etki hissedilmektedir. Bu da elektrik piyasasına negatif etkinin daha az yansıdığı anlamına gelmektedir. Ancak, elektrik yatırımlarının artan talebi karşılama hızı 2-4 yıl arasında olduğundan dolayı yeni yatırımlar üzerinde bir maliyet baskısı ve gelecekteki elektrik fiyatları üzerinde yukarı yönlü bir etki oluşturmaktadır. Alternatif kaynak arayışları konusu son 60 yıl boyunca devam eden teknik ve bilimsel bir sürecin, 1973 sonrasında ise siyasi-ekonomik ihtiyaçların bir sonucu olarak artarak devam etmektedir. Genellikle küresel veya büyük ölçekli ekonomik krizler sırasında, artan enerji fiyatları ve özellikle petrol bağımlılığı üzerine tartışmalar artar ve alternatif enerji kaynaklara yönelim hızlanır. Fakat hem miktar hem fiyat bakımından petrol için herkesin üzerinde uzlaşma sağladığı bir kaynak henüz bulunmamıştır. Elektrik sektöründe ise nükleerin yanı sıra temiz enerji veya yeşil enerji kavramı adı altında özellikle yenilenebilir kaynaklardan enerji üretimi konusunda çalışmalar hızla artmaktadır. Bu kaynakların, şimdilik kaydıyla kurulum ve üretim maliyetleri fazla olduğundan destekleme, teşvik ve alım garantilerine olan ihtiyaçları bütçe planları üzerinde yük oluşturmaktadırlar. Krizlerin psikolojik bir sonucu olarak, bütçe kesintilerine gidilmesi ve teşviklerin tırpanlanması sonucu yenilenebilir enerji kaynakları için olumsuz sonuçlar hemen etkisini göstermektedir. Bu nedenle alternatif enerji kaynaklarına yönelik aramageliştirme ve yatırım trendleri devam etse de bunun hızı konusunda küresel ekonomik kriz sonrası olumsuz bir trend, bir süre daha etkisini gösterecektir. Küresel ekonomik kriz sonrasında, yenilenebilir enerji kaynaklarına olan yatırımlarda % -38 oranında bir azalma olmuştur. 2008 yılında 80 milyar doların üzerinde olan yatırım miktarı 50 milyar dolar civarlarına gerilemiştir. Küresel ekonomik kriz sonrasında 480 milyar dolar düzeylerinde olan petrol ve gaz upstream bütçesi % -20 civarında bir azalma ile 375 milyar dolar düzeylerine gerilemiştir. Sonuç olarak, küresel ekonomik kriz enerji piyasalarında yatırımların hızında ve miktarında bir gerilemeye neden olmuştur. Ancak gelecekteki enerji ihtiyaçları ve küresel büyüme mecburiyeti karşısında enerji piyasaları için aşırı bir durgunluk söz konusu olmamıştır. Elbette yavaşlayan ve maliyeti artan yatırımların enerji fiyatları üzerinde yukarı yönlü bir etkisi olacağı kaçınılmazdır. Kriz sırasında tartışılan türev piyasalar içindeki enerji kâğıtları ve kontratların üzerindeki köpükler ise her zaman ve yeniden ortaya çıkabilecektir. Bu durum finansal sistem üzerindeki denetleme ve kontrol kurallarına bağlı olarak gelişecektir. 5.YENİ NESİL ENERJİ KAYNAKLARI AÇISINDAN ENERJİ OYUNU Enerji artan nüfusun ekonomik büyüme ihtiyaçlarının içerisinde hem büyümeyi desteklemek hem de bireylerin temel enerji ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli olarak ilerlemek zorundadır. Enerji oyunu ise bu ilerlemeyi destekleyecek şekilde, oyun teorisinde yer alan parametreler ışığında yeniden ve yeniden, her gün oynanmaya devam edecektir. Enerji oyununda “gelecek” kavramı parametrelerin üzerindeki değişimleri anlamak ve yeni gelişmelere göre her bir parametrenin pozisyonunu yeniden kurgulamak anlamını taşır. Enerji oyununun en önemli ve temel parametresi Q faktörüdür. Gelecekten bahsedildiğinde Q faktörü hakkındaki değişiklilerin anlatıldığı hemen anlaşılır. Bu değişiklikler iki başlık altında yer alır: Enerji talebi ve yeni nesil enerji kaynakları. Artık herkes gelecekteki Q miktarı hakkında artan bir talep olduğu konusunda hemfikirdir. Görüş farklılıkları ise hangi zaman diliminde, artış oranının ne kadar olduğu üzerinedir. Bu nedenle enerji oyununda Q faktörünün geleceği, gelecek 50 yıl ya da daha uzun bir zaman diliminde mevcut enerji kaynaklarının rezerv durumu ve bu kaynaklara yapılacak yatırımların periyodik takvimi etrafında şekillenmektedir. Zor ve karmaşık olan konu ise gelecekteki yeni nesil enerji kaynakları ya da mevcut enerji kaynaklarının teknoloji ile evriminin ortaya çıkartacağı sonuçlar üzerinedir. Enerji alanındaki yeni arayışların üç ana amacı vardır: Birinci amaç fosil yakıtlara özellikle de petrole olan bağımlılığı azaltmaktır. İkinci amaç, sera gazı salınımını sınırlamak ve daha temiz bir çevre oluşturmak için yeni enerji kaynaklarını hayata geçirmektir. Üçüncü amaç ise, daha ucuz veya çok ucuz bir maliyetle yeni ve sonsuz bir enerji kaynağına ulaşmaktır. Her üç amacın nihai sonucu teknolojiye yatırım yapmak ve yeni kaynakları bulabilmenin maliyetini tüketiciler arasında paylaştırmaktır. Yeni bir enerji kaynağı olarak değil ama neredeyse yeni bir enerji kaynağı kadar önemli olan bir diğer gelişme ise enerji verimliliği konusudur. Piyasa mantığı içerisinde ve büyüme odaklı bir ekonomik anlayış karşısında enerji tasarrufu kavramı yanlış anlamalara açıktır. Oysa enerji verimliliği enerji kullanımına devam ederken enerjinin verimli kullanılmasını sağlayacak metotları barındırmaktadır. Enerji verimliliği en başta inşaat sektöründe yani binalarda çok ciddi bir gelişmeye ışık tutabilecektir. Bugün ve gelecekte inşa edilecek binalar 2050 yılında bina başına yüzde 10-15 oranında bir enerji kullanım verimliliğini beraberinde getirebilecektir. Aynı şekilde endüstri ve ulaştırma alanında enerji verimliliğine yönelik yeni gelişmeler ve teknolojik evrim küresel enerji tüketiminde doğru enerji kullanımı adına faydalı ve büyük sonuçlar doğurabilecektir. Ancak, teoride bu kadar iyi olan bir enerji verimliliği konusunda uygulama alanında başarılı olabilmek o kadar kolay olmayacaktır. Mevcut yasal düzenlemeler, yeni yükümlülükler ve cezai yaptırımlar getirmedikçe önceden ve peşin olarak ödenmiş yüksek bir maliyet ile enerji verimliliğine yatırım yapmak yatırımcılar ve bireyler için yeteri kadar cazip olmayacaktır. Gerekli mevzuat düzenlemeleri yapılsa bile, enerji verimliliği için gereken yatırım ve harcamalara kredi desteği sunulmadan sürecin hızlı ve iyi işlemesi de kolay olmayacaktır. Yeni nesil enerji kaynakları konusu mevcut Q faktörünün evrimine paralel olarak gelişmektedir. Zaten enerji teknolojileri alanında 30 yıldan fazla bir süredir önemli ar- ge çalışmaları ve sektör uygulamaları bulunmaktadır. Bu noktada tartışma konusu olan yeni nesil enerji kaynaklarının enerji oyununu yani oyun teorisinde yer alan Q faktörünü ne kadar bir devrimsel değişim noktasına getireceğidir. Çünkü gelecekte yaşanacak olan; elektrik üretimi, endüstri ve ulaştırma sektörlerinde mevcut Q faktörü içinde yer alan parametrelerin hem oransal olarak hem de maliyet açısından önemli değişiklikler getireceği beklentisidir. Elbette bu başarıldığında, bu beklentilere ek olarak sera gazı salınımına neden olan enerji kaynaklarının payı da önemli oranda azalmış olacaktır. Yeni nesil enerji kaynakları arasında yeni nesil nükleer teknoloji, hidrojen ve yakıt hücrelerinin kullanımı, güneş enerjisinin kullanımı, rüzgâr ve diğer yenilenebilir kaynaklar ile doğal gaz ve kömürün gelişen teknolojiye paralel olarak farklı biçimlerde kullanılması başlıkları öne çıkmaktadır. Öncelikle temel tartışma konusu olan elektrik üretimindeki Q faktörü konusuna açıklık getirmekte fayda var. Daha önce de vurgulamıştık ki, henüz petrol çağı sona ermedi. Bir konferans sırasında değerli bir enerji uzmanı şöyle bir değerlendirmede bulunmuştu: “Taş devri taş bittiği için bitmedi, yerine ikame edilebilir yeni ve daha güçlü bir malzeme bulunduğu için bitti”. Petrol çağı da petrol bittiği için bitmeyecek, onun yerini alabilecek daha iyi ve onun yerine ikame edilebilecek kadar çok olan yeni bir kaynak bulunduğunda sona erecek. Tıpkı bu gerçek gibi, bir başka gerçek de elektrik üretiminde baz yük için ve ana üretim kaynağı olabilecek bir potansiyelde yeni bir enerji kaynağı ortaya çıkmadıkça kömür-doğalgaz-nükleer üçlüsünün yeri ve önemi birincil seviyede olmaya devam edecektir. Peki, yeni nesil enerji kaynakları elektrik üretiminde nasıl bir değişim yaratabilecektir? Rüzgar enerjisi optimum olarak 3000-3500 saat/yıl arasında yıllık üretim yapabilen ve şebeke sisteminde diğer bir üretim ünitesi ile dengelenmesine ihtiyaç duyulan önemli bir enerji kaynağıdır. Yatırım maliyetleri yüksek olmakla birlikte amortisman değerleri sıfırlandığında maliyet girdisi 2 cent / kWh’ın altında kalmaktadır. Bireysel yatırımcı için uygun fırsatlar ve doğru lokasyonda verimli ve iyi bir enerji yatırımıdır. Ancak, ulusal düzeyde bir elektrik üretim sepeti oluşturmak için yeşil enerji ekonomisi kapsamında küçük bir katkının daha fazlası değildir. Gelecekte de rüzgâr enerjisine mümkün olduğu kadar en yüksek yatırımı yapmak temiz enerji adına bir sorumluluk olmakla birlikte bir ulusal elektrik projeksiyonunda rüzgâr enerjisine bel bağlamak da gerçekçi değildir. Konsantre güneş santralleri yeni bir umut ışığı olabilir. Elbette güneşlenme ve güneş radyasyonu değerlerine göre sınırlı bir lokasyonda bulunduğu için dünyanın her yerinde aynı verimlilikte çalışmasa da güneş enerjisi santralleri optimum 5000 saat/ yıl sınırına ulaştığında elektrik üretimi içerisinde önemli bir paya sahip olacaktır. Bu başarının sağlanabilmesi için güneş enerji santrallerinde farklı tipteki piller yoluyla depolama veya ısının depolanıp daha sonraki saatlerde kullanılabilmesi konusunda teknolojik verimliliğin iyi bir noktaya gelmiş olması gerekir. Photovoltaic(PV) sistem ile güneş enerjisi üretimi konusu bir santral sistemi şeklinde olabileceği gibi bireysel tüketicilerin küçük ölçekli üretimleri şeklinde de yaygın olarak kullanılmaktadır. Özellikle güneş enerjisinden yaralanma potansiyeli yüksek bölgelerde bireysel tüketiciler için PV oldukça cazip bir yatırım konusu olabilir. Ancak birçok yenilenebilir ve yeni nesil enerji teknolojilerinde olduğu gibi güneş enerji yatırımları da oldukça yüksek maliyetler gerektirmektedir. Maliyet faktörleri gelecekte daha fazla düştüğünde yatırım hızı da artacak ve güneş enerjisi yaygın bir elektrik üretim faktörü olarak yerini alacaktır. Biyo-yakıtlar özellikle ulaştırma sektöründe daha iyi sonuçlar vermekle birlikte; elektrik üretimi için ulusal üretim projeksiyonlarını etkileyecek kadar büyük bir konuma gelemeyebilir. Bununla birlikte, atıkların değerlendirilmesi ve benzeri birçok yöntem elektrik üretiminde enerji yatırımcıları için cazip olanaklar sunmaya devam edecektir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının Q faktörü üzerinde elektrik üretimi açısından büyük ve kapsamlı bir değişime yol açması gelecek elli yıllık projeksiyon içerisinde zayıf görünmektedir. 1990’lardan itibaren kullanılmaya başlayan Üçüncü Nesil Nükleer santraller ile birlikte nükleer Rönesans konusu gündemi yoğun bir şekilde işgal etmeye başladı. Nükleer karşıtı düşüncelerin yoğunlaştığı bir dönemde, verimlilik-güvenlik-daha düşük maliyet ekseninde Üçüncü Nesil nükleer santrallerin çalışmaya başlaması, nükleer teknolojinin elektrik üretimindeki yeri konusunda umutları yeniden yeşertti. Küresel elektrik üretiminde nükleerin payı yüzde 17’ler civarında seyretmektedir. Nükleerin gelecekteki yeri ve Q faktörü açısından değeri ne olacaktır? Nükleer Rönesans, başarısını ispat ettiği takdirde Dördüncü Nesil Nükleer santrallerin çalışmasıyla birlikte gerçek anlamda başlayacaktır. Nükleer teknolojiye sahip 11 oyuncunun bir araya gelerek oluşturduğu “Dördüncü Nesil Grubu (4G) ” tarafından geliştirilmekte olan dördüncü nesil santraller elektrik üretimindeki nükleer teknoloji konusunda bir devrim yaratacaktır. Dördüncü Nesil santrallerin en önemli özellikleri; nükleer silah yapılmasına imkân vermemesi, daha uygun maliyetler ile inşa edilmesi, artan verimliliği ile küçük ölçeklerde ve taşınabilir niteliğe sahip olmasıdır. Günümüzde ABD’nin “Virginia Sınıfı” yeni nesil nükleer denizaltılarında kullanılan nükleer enerji teknolojisi gelecekteki dördüncü nesil santrallerin başarısı hakkında önemli ipuçları vermektedir. Mevcut yatırım kararları ve yatırım planları göz önüne alındığında günümüzde geçerli üçüncü nesil ve up-grade edilmiş ikinci nesil nükleer santrallerin gelecekteki elektrik üretimindeki payları küresel düzeyde bugünkü oranları koruyacaktır. Bu da halen mevcut olan nükleer santrallerin en az yüzde 50 oranında sayısının artması demektir. Buradaki temel tartışma konusu dördüncü nesil santrallerin çalışmaya başlayacağı 2030-2040 yılları arasındaki süreçten itibaren nükleer teknolojinin elektrik üretimindeki payının dramatik bir şekilde artıp artmayacağı konusudur. Hidrojenin elektrik üretimindeki durumu şimdilik karmaşık ve belirsizlikler arz etmektedir. Ama bir enerji kaynağı olarak, hidrojen ve yakıt pilleri konusunda geleceğe dair ipuçları ortaya çıkmıştır. Avrupa, ABD, Japonya ve Yeni Zelanda’nın sahip olduğu hidrojen programları hidrojen konusunda önemli ar-ge yatırımlarının şimdiden iyi bir aşamaya geldiğini bize göstermektedir. Yüksek ısı kullanarak kimyasal reaksiyon ile fosil yakıtlardan hidrojen üretimi konusunda önemli bir yol kat edilmiştir. Kömürün geleceği konusunda ortaya çıkan tartışmalar kapsamında, kömürün gazlaştırılması ve kömürün hidrojene dönüştürülmesi konusundaki öneriler maliyetlerin düşmesine bağlı olarak daha geniş bir uygulama alanı bulacaktır. Bu her ne kadar hidrojen kullanımı olsa da, aynı zamanda kömürün bir Q faktörü olarak önemini devam ettirdiği anlamına gelmektedir. Hidrojen teknolojileri konusunda birçok farklı model üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Genel kanaat hidrojenin gelecekte önemli bir enerji kaynağı olarak enerji oyunundaki yerini alacağı şeklindedir. Ancak, tam olarak ne kadar kapsamlı ve etkili bir Q faktörü olacağı konusu hidrojen teknolojilerinde gelecek 10-20 yıl sonraki gelişmelerden sonra daha fazla açıklık kazanacaktır. Sonuç olarak, enerji oyunu açısından yeni nesil enerji kaynakları konusunda belirsiz ve kesin olan analizler var. Belirsizlik boyutu teknoloji ve verimlilik açısından evrim gösteren mevcut kaynakların veya yeni hayata geçecek olan enerji kaynaklarının Q faktörü üzerinde ne kadar açılım yapıp yapamayacağıdır. Bunun en önemli nedeni yeni nesil enerji kaynaklarının büyük bir kısmının bugünkü üretim ve verimlilik sonuçlarının gelecekte ne kadar gerçekçi bir büyüme noktasına ulaşacağının doğru hesaplanamamasıdır. Zira tüm parametreler bütün açıklığı ile henüz masada değildir. Kesinlik kazanan boyutu ise, artan nüfus ve buna bağlı enerji ihtiyacı karşısında enerji ihtiyacına cevap verecek etkili kaynakların mevcut Q faktörlerinden farklı olmayacağıdır. Bununla birlikte, kullanım biçimine ilişkin teknolojik gelişmelere bağlı olarak mevcut Q faktörlerinin yer yer evrim geçireceği kesinlik kazanmıştır. 6.ENERJİ OYUNUNUN ZEMİNİ: ENERJİ JEOPOLİTİĞİ Enerji oyunu ticari, ekonomik, siyasi, güvenlik ve diğer başka faktörlerin bir arada kullanılmasını gerekli kılmaktadır. Oyun ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde oynanabilir. Oyunu iyi oynayabilmek açısından oyuncunun enerji oyun tekniklerini bilmesinin yanı sıra ciddi bir arka plan bilgisine de ihtiyacı vardır. Bu arka plan bilgisi kapsamında önemli başlıklardan biri de, siyasi ve coğrafi açıdan dünya politikasının enerji ile ilişkisini irdeleyen enerji jeopolitiği konusudur. Enerji jeopolitiği, sadece enerji kaynaklarının bulunduğu alanları değil, enerji ile ilgili arz-talep ilişkisinin çevrelediği tüm coğrafi unsurları kapsamaktadır. Bu nedenle enerji jeopolitiği, küresel jeopolitiğin tüm gelişmelerini içermektedir. Jeopolitik, sadece kelime anlamı itibariyle değil, aynı zamanda tarihi birikimi ile de cezbedici bir hâkimiyet arzusunun sembolüdür. Bu sembolü hayata geçiren, onun peşinde koşmaya hazır olmaktır. Küresel jeopolitik, son 200 yıl boyunca Birinci Dünya Savaşı ile başlayan ve 1950'lerde şekillenen büyük bir değişikliğe sahne olmuştur. Bu değişiklik, Soğuk Savaşı beraberinde getirmiş ve hâkimiyet peşinde koşma arzusunda olanları, Soğuk Savaş'ın koşulları altında savaşma riski olan bir rekabete sürüklemiştir. Tek ve ilk vuruşta, hâkimiyeti ilan etmeyi amaçlayan nükleer savaş dengesi üzerinde yürüyen bu jeopolitik ortam, yine tek ve ilk vuruşta hâkimiyetin mümkün olmadığı gerçeğiyle 1990'da sona ermiştir. 1990 yılında, o günkü jeopolitik mücadelenin "kazananı olmayan bir savaş" olarak sonlanması ile yeni bir dönem başlamıştır. Rakipsiz kalmanın belirsizliği ile Batı Blok'unun küresel jeopolitik çöl içerisinde yalnızlık ve tedirginlik duygusuna kapılması ve Avrupa Birliği'nin aktif askeri pozisyondan, yumuşak güç pozisyonuna geçmesi ile Batı Blok'u iç dünyasına dönmüş oldu. Ne yazık ki, bu dönüş yeteri kadar Sufist bir sorgulamayı ve yeni bir küresel istikrarı oluşturabilecek seçenekleri ortaya koyma fırsatını yaratamadı. Sabırsızlık, Batı Blok'unda düşünce karmaşasına neden olurken, küresel düzeyde yeni bir jeopolitik ortamın ve yeni bir küresel rekabet dengesinin oluşması beklentisi de bugüne kadar gerçekleşemedi. Belki de bu beklenti, ancak yeni jeopolitik ortamın tam anlamıyla ortaya çıkması ve hâkimiyet arayışının yeni bir aşamaya geçmesiyle mümkün olacaktır. İşte tam bu noktada, yani yeni jeopolitik ortamı anlamaya çalışma noktasında, başka ve çok önemli bir soru ortaya çıkıyor: Jeopolitik hâkimiyet arzusu için yeni bir yol var mı? Soruyu daha somut bir hale getirelim: Küresel hâkimiyet, "sahip olarak" mı yoksa "kontrol ederek" mi mümkün olmalıdır veya olacaktır? Bu sorunun cevabını, yeni jeopolitik ortamı ve onun içinden çıkan enerji jeopolitiğini tarif ettikten sonra bulmaya çalışmak daha uygun olacaktır. Yeni Jeopolitik Ortam Son yüzyılın klasik jeopolitik ortamı, Avrasya'nın kenar kuşağı üzerinde bir mücadele ile geçti. Doğu Avrupa'dan Ortadoğu'ya, Güney Asya'dan Kutuplara kadar Sovyetler Birliği'nin ve Komünist Blok'un etkisi altındaki Avrasya merkez adasının Batı Paktı tarafından sınırlandırılması ve Varşova Paktı'nın bu sınırları aşarak hâkimiyet alanını genişletmeye çalışmasıyla bu mücadele şekillendi. Zengin kaynaklara sahip Avrasya ve Ortadoğu ile bu kaynakları satın alabilecek refah ve zenginliğe sahip Batı arasındaki ilişki, mutlak bir jeopolitik çatışma inancı ve beklentisi ile var oldu. Bu Kenar Kuşak üzerinde çatışmanın dışında kalan ama bunun yoğun etkisini daima üzerinde hisseden Güney Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya ise, zaman içerisinde bölgesel jeopolitiğin bir parçası olmaktan çıkıp küresel jeopolitiğin ilgi odakları haline gelmeye başladı. Komünist ve anti-komünist cephelerin izlerini üzerinden atmak isteyen bu bölgeler, bölgesel jeopolitikten küresel jeopolitiğe geçerken ilginç bir yol izledi. Büyük ekonomik ve teknolojik gelişmelerin odağı haline gelen Güneydoğu Asya, enerji kaynaklarında yeni adres olmaya başlamak suretiyle yavaş ve dikkatli bir ilginin odağı olan Afrika, finansal piyasaların cazip kar merkezlerinden biri haline gelen Güney Amerika, bugünün klasik jeopolitik ortamından kendilerini çabuk bir şekilde kurtarmayı başardılar. Ama yeni jeopolitik ortamın başka türlü rekabet cephelerinden biri olmaktan da kurtulamadılar. Hem Kenar Kuşak üzerinde hem de Kenar Kuşağın dışında kalan jeopolitik ortamın değişimi hiç de kolay olmadı. Dünyanın yeni sıklet merkezinin ABD olup olmadığı konusundaki tartışmalar, geçiş döneminin sancılarını ve zorluklarını, siyasi ve ekonomik problemlerden askeri çatışmalara kadar geniş bir alana taşıdı. Bu durum herkesin işini zorlaştırmaya yetti. 1990 yılında Londra Konferansı'nın bitimi, Soğuk Savaş'ın sona erdiğini ilan etse de yenidünya düzeninin ne olacağını konsensüsle ilan etmeye yetmedi. Bir kesim, artık ABD'nin büyük askeri gücünün üstünlüğü altında tek kutuplu bir dünya düzeninin başladığını ilan ederken, daha geniş bir kesim de çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin başlayabileceğinin ümitlerini ilan etmeye çalıştı. Avrupa'nın yumuşak bir güce dönüşme süreci ve pro-aktif askeri pozisyonunu kullanma konusundaki çekinceli tutumu, önce Balkan'larda kendini hissettirmeye başladı. Aynı tarihlerde, Somali Krizinde de görülen bu tutum, ABD'nin her iki krizde etkin askeri güç kullanımı kararını vermesi ve uygulamasıyla Batı Blok'unun uluslararası platformdaki istişari mekanizmalarını zorlamaya başladı. Söz konusu bu krizlere müdahaleden hemen önce Birinci Körfez Harekâtı’nda ortaya koyduğu askeri gücün sihirli etkisi altında kalan ABD, geçen yıllar boyunca tek taraflı bir sıklet merkezi olma düşüncesini tedricen geliştirmeye başladı. Belki de en karmaşık olanı ise, bunun kendisine mutlak başarıyı getireceğine de inanmaya başlamasıydı. Klasik jeopolitik ortamın hâkimiyet teorisi, sahip olmayı gerektiriyordu ve bu sahip olma duygusu ABD'nin bu yeni inancıyla örtüşmeye başladı. Peki ama Soğuk Savaş'ı kaybettiği düşünülen ve jeopolitik hakimiyetin sıklet merkezi olma mücadelesinde geride kalan Sovyetlere ne oldu? Daha da önemli soru, Sovyetlerin etkisi altında kalan ve Sovyetlerin yıkılmasıyla boşta görünen ülkelere ne oldu? Onlar, ABD'nin sahip olma duygusuna nasıl karşılık verdiler? ABD, jeopolitik hâkimiyetini her ne kadar ilan etse de gerçekleştirebildi mi? Bu soruların cevaplarını ararken, beklenmedik başka bir gelişme yaşandı: ABD kendi evinde vuruldu. 11 Eylül 2001 saldırıları ABD'nin küresel jeopolitik hâkimiyetine bir meydan okuma mıydı yoksa ABD'nin önlenebilir bir güvenlik zafiyetinin sonucu muydu? Yine farklı cevaplar, farklı taraflar ve farklı beklentiler/ümitler ortaya çıktı. Kimisi ABD'nin çöküşünün başladığını ilan ediyordu, kimisi de ABD'nin öfkesinin dünyayı dize getireceğinden endişe ediyordu. ABD'nin 11 Eylül saldırılarını algılama şekli, Pearl Harbor saldırısını algılama ve cevap verme yöntemiyle aynı oldu. Pearl Harbor'da tarafsız bir şekilde dünyanın gidişatını ve savaşların çizgisini seyreden ama muhtemel tehditlere karşı hazırlıklı olmaya çalışan ABD'nin Japonlar tarafından vurulması, tıpkı Japon Amiralin dediği gibi "uyuyan devin uyanmasına neden olmuştu". Pearl Harbor saldırısı, ABD'ye karşı karanlıkta bir pusu gibiydi ve cevabı da o denli sert ve kapsamlı oldu. 11 Eylül saldırıları da ABD için karanlıkta bir pusu olarak algılandı. Dolayısıyla cevabı, çabuk, sert ve kapsamlı olmalıydı. 11 Eylül saldırıları, bir ülkeden ve savaşın bilinen bir cephesinden gelmemişti. Belirsizlik içeren birçok tehdit faktörünün bir arada olduğu bir savaş network'undan ve asimetrik bir yöntemle ortaya çıkmıştı. Bu nedenle, ABD'nin cevap verme yeteneğini ortaya koyacağı ve herkesin tatmin olacağı bir "karşı cephe" sorunu vardı. "Karşı cephe" Afganistan'daki teokratik-radikal bir rejimdi ve askeri kapasitesi konvansiyonel olarak bile çok küçüktü. Dünyanın en büyük askeri gücünün karşısında, bu gücün en şiddetli cevabı için yeteri kadar büyük bir hedef yoktu. ABD'nin cevap verme arzusu onu bilinmeyen bir sürece doğru itmeye başladı. Pearl Harbor'un cevabı sadece Japonya'ya değil onun müttefiklerine karşı da ABD'yi İkinci Dünya Savaşına sokmuş ve onu Almanya'nın Doğusuna kadar sürüklemişti. Pearl Harbor'da tarafı olmadığı bir savaşın çok büyük ve şiddetli bir saldırısına maruz kalan ABD, dört yıl sonra Berlin'de on yıllarca sürecek bir cephenin lideri olarak kendini yeni jeopolitik ortamın vazgeçilmez aktörü olarak buldu. Bu rol, onu küresel hâkimiyetin en yakın adayı olarak 21. yüzyıla taşıdı. Peki ama ABD'nin 11 Eylül saldırılarına cevabı onu nereye taşıdı? Afganistan, Soğuk Savaş döneminin yani klasik jeopolitik ortamın sembol ülkelerinden biriydi. Sovyetlerin Hint Okyanusu'na inmesi için ne kadar önemli bir yol ise, Sovyetleri durdurmak için de korunması gereken en önemli kaleydi. Dün Sovyetler Birliği'nin durdurmak için başarılı bir mücadele vermiş olan Afganistan, ABD'nin şiddetli cevabı karşısında kolayca dize gelebilecek bir ülke değildi ve olmadığını da göstermeye devam ediyor. Jeopolitiğin belki de en klasik vurgularından birisi, coğrafi koşulların savunma gücüne kattığı katkının asla yadsınmaması gerektiği ve coğrafi koşulların şekillendirdiği insanların da o coğrafya ile ne kadar uyumlu bir yapıda olduğunun unutulmaması gerçeğidir. Bu gerçek, 21. yüzyılın başında dünyanın en büyük hava/uzay destekli askeri gücünün, bir ülkeyi tam kontrol etmesine engel olmaya devam ediyor. ABD için en zor konulardan biri de cevap vereceği devlet veya devletlerin yerine asimetrik bir savaş networkunun çok sayıda ülkeye yayılmış sivil yaşam formları içerisinde bulunmasıdır. Bu durum, ABD'nin düşmanını aramaya devam etmesine ve bulunduğunu varsaydığı yerde ona müdahale etmesine bir imkân ya da bir zorunluluk yarattı. 1941'de saldırıya uğradıktan dört yıl sonra Berlin'de yeni bir başlangıcın tanımlanmış çerçevesini çizmeye başlayan ABD, 2001'de saldırıya uğramasından 6 yıl sonra çok daha belirsiz ve çok daha riskli bir aşamaya gelmiş durumda. 1945'teki hızlı ve kesin sonucun nedeni, ABD ve yanındaki yorgun Avrupalı müttefiklerinin karşısında, harekete geçeceği günü bekleyen ve hazırlıklı olan bir Sovyet gücünün bulunmasıydı. Ama bugün ABD'nin yanında, kimin ne kadar var olduğu tartışmalı bir ittifak ve karşısında, ABD'nin hedeflerinin gölgesi var. Bu gölge, tek blok olmayan ve hatta simetrik olarak düşman tanımı içerisine bile girmeyen bir networku kapsıyor. Zor olan bir başka tarafı ise, bu networkun bazen bazı devletlerle temas ediyor görüntüsü vermesi ve sivil yaşam formlarındaki bu networka karşı ABD'nin cevap vermekte zorlanması. ABD'nin askeri kapasitesi ve cevap verme hızı karşısında, başarılı bir karşı gücün var olduğunu söylemek bugün için çok zor. Ama gelecekte bunun olmayacağını söylemek de gerçekçi olmaz. Bugünkü bu askeri durum karşısında, jeopolitik olarak askeri gücün konuşlanması farklı seviyelerde değerlendirilmektedir. Sürdürülebilir stratejik askeri kapasitenin tartışmasız tek adresi ABD iken, sürdürülebilirliğin ekonomik boyutu tartışmalı olmasına rağmen, stratejik askeri kapasitenin diğer adresleri ise Rusya Federasyonu ve Çin'dir. Bu iki merkezi Avrasya gücünün, küresel askeri gösterilere girme konusundaki temkinli tutumları, özellikle Çin bağlamında "geleceğe matuf bir sessiz bekleyiş" olarak görülebilir. Belirli konularda stratejik askeri kapasiteyi yakalamaya çalışan İngiltere ve Fransa dışındaki diğer ülkelerin askeri-stratejik perspektifleri, küresel etkili bölgesel jeopolitik amaçları kapsıyor görünmektedir. Bununla birlikte bölgesel jeopolitik hedefleri olan bazı ülkelerin, küresel düzeyde yeni paktlar veya cepheler oluşturma çabaları, küresel jeopolitiği etkileyen önemli bir faktördür. Konvansiyonel kara güçlerinin, büyük çaplı okyanus güçleri karşısındaki etkinliğinin ölçülmesinde sahip oldukları saldırı menzilleri belirleyicidir. Hava/uzay gücünün yeteri kadar gelişmediği ülkelerde bile yazılım farklılıkları da dâhil olmak üzere, saldırı menzili yüksek (3.000 km'den daha fazla) silahlara sahip olmak, bu ülkelerin ikinci bir aşamaya geçmesi açısından kilit bir öneme sahiptir. Söz konusu ülkeler bu saldırı menziline kavuştuktan hemen sonra, nükleer kapasitelerine ve imkânlarına bağlı olarak mevcut askeri güçlerini caydırıcı savunmadan, baskı altına alan tehdit seviyelerine kadar yükseltebilmektedirler. Bu da o ülkelerin menzili içinde kalan diğer ülkelerin rekabetini veya pasifize olmaları sonucunu getirmektedir. Bugünkü yeni jeopolitik ortamın şekillenmesinde, Rusya ve Çin'in küresel ölçeğe ulaşmaya çalışan askeri kapasiteleri ile bölgesel jeopolitiği etkileyecek güce sahip ikinci derecede stratejik askeri kapasiteye sahip ülkelerin tutumları birinci derecede etkili rol oynamaktadır. Bu ülkelerin tutumları ve rekabet ettikleri konular, jeopolitiğin kuşatılması veya korunması bağlamında diğer ülkelerin ve özellikle ABD'nin tutumunu şekillendirmektedir. Biraz 1945 Berlin'indeki duruma benzerlik gösteren bir tablo var karşımızda. O gün, Sovyetler Birliği'nin izleyeceği tutuma göre kendini şekillendiren bir ABD vardı, bugün de yukarıda bahsedilen ülkelerin tutumlarına göre kendini şekillendirmeye çalışan bir ABD var. ABD, 1945'teki "izlemeye devam et" durumunu ancak 1970'lerin sonunda değiştirerek, rakibini kendisine göre şekillenmeye zorlayan bir noktaya gelmişti. Çünkü ABD, SSCB'nin yeteri kadar güçlü ve bu gücünü koruyacak kadar hızlı olmadığını fark etmişti. Peki, bugün ABD'nin durumu nasıl? Acaba ABD yeteri kadar pro- aktif bir konumda değil mi? Yoksa kendi küresel gücünü yıkıma uğratacak yanlış bir pro-aktif trendin içinde mi? Elbette bu, salt askeri-güvenlik perspektifi açısından bir görünüm. Yeni jeopolitik ortamı etkileyen ve şekillendiren en önemli unsurlardan birisi de 90'lı yıllar boyunca gelişen ve bugün bütün dünyayı saran, ABD'nin ekonomik-siyasi-sosyokültürel belirleyiciliği oldu. Bu belirleyicilik, üç adımı kapsadı: serbest piyasa, açık toplum ve ulaşılabilir teknoloji. Serbest piyasa, küresel düzeyde birbiri ile bütünleşmiş ve aynı kurallar çerçevesinde çalışan bir ekonomik ortamın oluşmasının anahtarıydı ve anahtarı olmaya devam ediyor. Bu, refahın ve zenginliğin diğer ülkelere aktarılmasında önemli bir araçtı ve bunun beşeri bir sorumluluk olmadığını söylemek haksızlık olur. Ama bunun küresel ekonominin kontrolünde bir araç olmadığını söylemek de aynı derecede saflık olacaktır. Her ikisinin arasını bulmak hepimizin sorunu veya çabasıdır. Yeni bir jeopolitik ortam ve bu ortamın kontrolünden bahsediyorsak, küresel piyasaların serbest piyasalar yaratmakla ilgili diğer ülkeler üzerindeki baskısını, ilgisini ve müdahalesini görmemek eksiklik olur. ABD, Batı Avrupa ve Japonya'nın serbest piyasalarının diğer ülkelerin ekonomileri üzerindeki etkileri, karar vericilik anlamında çok güçlüdür. Ama örneğin Çin gibi bir ülkenin özellikle ekonomisindeki her değişikliğin, karar vericilerin kararlarını etkileme noktasındaki baskısı da bir o kadar güçlüdür. Bugün için küresel piyasaların birbiri ile olan bağımlılıkları, adil bir denge üzerine kurulu değildir. Yani avcının avını yemesi için uygun ortam hala devam etmektedir. Avcıyı durduran tek şey, yine kendisinin bozduğu doğal seleksiyon tehlikesinden başka bir şey değildir. Finansal borsalar ve EMTİA borsaları, küresel düzeydeki para hareketinin ve paranın değerinin, küresel düzeydeki EMTİA hareketinin ve değerinin belirlenmesinde kritik rol oynadığı sürece, yeni jeopolitik ortamın küresel hâkimiyet araçlarından birisi olarak serbest piyasanın konumu, yadsınamaz bir öncelik taşıyacaktır. Bu öncelik, serbest piyasanın bazı ülkelerde oluşmasını geciktiren dirençlere neden olmaya devam etmekle kalmayıp, aynı zamanda gelecek birkaç on yıl içerisinde serbest piyasanın sıklet merkezlerinin ve sıklet unsurlarının değiştirilmesi konusundaki mücadeleye yeni aktörlerin katılmasını tetikleyecektir. Nitekim Euro, Dolar, Yen, Yuan rekabeti; Londra ve New York yerine Şanghay ya da başka bir EMTİA borsasının etkinlik kazandırılması gibi bugünlerde sıklıkla duyduğumuz tartışmaların, bu bağlamda jeopolitik bir rekabetin parçası olduğunu fark etmekte fayda var. Açık toplum adımı ise, siyasal sistemlerin değiştirilmesi noktasında en kritik savaş araçlarından biridir. Özellikle sandık demokrasilerinin yeterli olmadığı ve bir ülkedeki toplumsal farklılıkların ve hatta karşıtlıkların sandıkla sınırlı olmayan rekabetini tetikleyen ve destekleyen bir araç olarak açık toplum ihracı, yeni jeopolitik ortamın oluşmasında ve gelecekteki şekillenmesinde müthiş bir rol oynamaktadır. ABD ve Batı Avrupa dışında, açık toplumun gelişmesi ve yerleşmesi büyük zorluklar içermektedir. Özellikle geleneklerin ve risk düzeyi yüksek tehditlerin kuşatması altındaki ülkelerde, hızlı açık toplum istekleri ve gelişmeleri bazen baş dönmeleri ve mide bulantısına bazen de ölümlere neden olmaktadır. Yani bazen sosyo-siyasal parçalanmalara neden olurken bazen de devletlerin bölünmelerine sebebiyet vermektedir. Elbette, bireyin ortaya çıkmasında, hür ve bağımsız birey davranışlarının şekillenmesinde açık toplum, güvenli bir zemin olarak bireyler için hayati öneme sahiptir. Ancak bireyin eğitim, sağlık, adalet ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılayıp, refahın gelişmesine neden olacak teşebbüs hürriyetini sağlarken, aynı zamanda bireyin etnik ve dini tercihlerinin bazen sınırsız siyasi isteklere dönmesi nedeniyle, açık toplumun yarattığı tehditleri de dikkate almak gerekir. Bu risk sebebiyle birçok devlet için açık toplum, ABD ve Batı Avrupa'nın kendisine karşı açtığı savaşın bir aracı olarak algılanmaktadır. Yeni jeopolitik ortamda açık toplum ihracatı, beşeri bir sorumluluk olduğu kadar, bir ülkedeki istenmeyen rejimlerin yıkılması veya bir ülkenin şekil değiştirmesine hizmet etmesi açısından bir jeopolitik mücadele aracıdır. Serbest piyasa ve açık toplumun bir sonucu veya bunlara paralel gelişen bir unsur olarak ulaşılabilir teknoloji adımı, yeni jeopolitik ortamın coğrafyadan bağımsız, yepyeni bir aşamaya geçmesinde kilit bir konudur. Tabii ki ulaşılabilir dendiğinde ilk akla gelen, sınırsız ve kesintisiz internet imkânıdır. Yani dünyanın her hangi bir yerinde bir bireyi, kimliğinden, toplumundan, ülkesinden ve hatta coğrafyadan bağımsız bir varlık olarak, bir çift göz ve bir klavye ile yeni bir gezegene taşımak. Bu kavramı yüz yıl önce, klasik jeopolitiğin tartışmalarının yaşandığı bir masada somutlaştırmak, hayal gücünün bile ötesindeydi. Ancak bugün ulaşılabilen her yerde internet, bu gerçeği her bireye yaşatabilmektedir. Öte yandan internet, devletleri aşarak dünyanın herhangi bir yerindeki bir bireye doğrudan ulaşabilmek veya o bireyin kendi devletinden bağımsız bir şekilde istediği yere ulaşabilmesini sağlayabilen gizli bir tüneldir aslında. Biraz askeri bir kelime gibi kokuyor olsa da, bu gizli tünelin "kontrol" amacına hizmet eden bir boyutunu da tartışmak gerekir. Yeni jeopolitik ortamda, kapalı devletlerin ve kapalı toplumların açık topluma dönüşmelerinde bir destek aracı olarak internetin varlığı yadsınamaz. Açık toplumun oluşmasından veya kontrolsüz bir hızda gelişmesinden tedirgin olan ve önlem almaya çalışan devletler içinse, internet tehlikeli ve salgın bir virüs anlamına da gelmektedir. Ama asıl önemli olan, ulaşılabilir teknoloji kavramının bugün gerçekten de en fazla ulaşılabilen boyutunu internetin oluşturduğu gerçeğidir. Ancak ulaşılabilir teknoloji sadece internetten ibaret değildir. Gelişmiş ülkelerde refah ve konfor sunan teknoloji ve ileri teknoloji imkânlarının daha fazla sayıda ülkeler için ulaşılabilir hale gelmesi, toplumsal dönüşüm ve devletlerin değişimi için büyük bir etki sağlamaktadır. Bunun Batı'ya salt olumlu bakan ve Batı benzerliği artmış ülkeler olarak dönmesi beklenirken, bu ülkelerden bazılarının önce buna direnç göstermesi, sonra da Batı'nın elindeki bu güçle rekabet edebilecek duruma gelmesi gibi bir sonuç da ortaya çıkabiliyor. Yani Batı'nın ulaşılabilir teknolojisi, bu ülkelerin bazılarında Batı'ya karşı kullanılmak üzere farklı coğrafyalarda farklı amaçlara hizmet eden yeni ilhamlara sebebiyet verebiliyor. Serbest piyasa, açık toplum ve ulaşılabilir teknoloji adımları, ABD'nin küresel etkinliğini ve etkisini arttırmada önemli sonuçlar ortaya koydu. Ancak yeni jeopolitik ortam, birçok başka faktörler nedeniyle birbirine çok benzeyen ülkelerden oluşan bir dünyanın bile birçok zorlukları aşamadığını ve tek başına küresel bir hâkimiyetin hala pek de mümkün olmadığını göstermektedir. Bu faktörlerin kapsamını şöyle özetleyebiliriz: Tarihsel bir sürece sahip etnik ve dini problemler, ülkelerin içinde, ülkeler arasında ve neredeyse küresel düzeyde bir çatışma atmosferini tetiklemeye devam etmektedir. Örneğin İsrail-Filistin çatışması, sadece Doğu Akdeniz'i değil, Irak, İran, Suriye, Afganistan ve hatta Güneydoğu Asya'daki herhangi bir gösterinin veya saldırının nedeni olabilmektedir. Aynı şekilde, Danimarka'da bir gazetenin yayınladığı bir karikatürün, küresel çapta tepkilere neden olduğunu hatırlayabiliriz. Yine Londra ya da New York'taki radikal dinci bir grubun saldırısına karşılık dünyanın herhangi bir yerindeki insanların hedef haline geldiğini de gördük. Tam bu noktada, ulaşılabilir teknolojinin de artık bir parçası haline gelmiş olan başka bir unsur olan medyayı da dikkate almak gerekir. Yazılı ve görsel haberler, bilgiler ve uyarılar, dünyanın herhangi bir yerinde benzer ya da farklı sonuçları harekete geçirebilmektedir. Diğer bir deyişle, herhangi bir ülkede planlanmış ya da planlanmamış bir medya kampanyası, dünyanın başka bir yerinde istenen ya da istenmeyen bir sonucu doğurabilir. Medyaya hareket kabiliyeti sağlayan bu yönü, küresel hâkimiyet mücadelesinde, jeopolitiğin sınırlarından bağımsız ama jeopolitiğin sınırları içerisinde sonuçlar doğuran bir olgudur. Şimdi jeopolitiğin temelinde neyin yattığı üzerine düşünürsek, sadece topraklara ya da devletlere sahip olma arzusunun olmadığını görürüz. Geçen birkaç bin yıl boyunca, bir yerdeki güç başka bir yerdeki gücü yenerek onun imkânlarına sahip olmayı ve sınırlarını genişleterek büyümeyi amaçlıyordu. Son iki yüzyıl boyunca, bu basit tarz, özü aynı kalmak kaydıyla daha karışık bir metoda dönüşmeye başladı. Daha güçlü, daha zengin ve daha hızlı olmanın avantajlarını yakalamak için bir jeopolitik mücadele ortaya çıktı. Bu Baharat Yolu'nun keşfedilerek, zengin kaynakları ülkelerine taşımakla başlayıp, kömürü ve petrolü önce bularak daha hızlı hareket etmeyi sağlarken, demiri ve çeliği bulup, getirip, işleyerek daha hızlı büyümenin yollarını açan bir rekabete dönüştü. İlk başlardaki bu jeopolitik rekabet, zamanla diğerinin hiç sahip olmaması amacını taşıyan savaşlara dönüştü. Jeopolitik, dün bu güzergâhlara ve bu kaynaklara göre şekilleniyordu; bugün de yine kaynakların bulunduğu ülkelere, kaynakların nakil yollarına ve bu yolların geçtiği ülkelere, bu kaynakların pazarlarına ve bunları elde etme mücadelesine göre şekilleniyor. Bu çerçevede baktığımızda yeni jeopolitik ortam, başta petrol, doğal gaz ve kömür olmak üzere, enerji kaynaklarına ve diğer stratejik kaynaklara göre değişim göstermektedir. Ortadoğu ve Körfez Bölgesi, Hazar Havzası ve Rusya, Norveç, Kanada ve Arktik Bölgeler, Orta ve Güney Amerika, Kuzeyinden Güneyine kadar Afrika, Çin-Japonya ve Hindistan'dan oluşan Asya-Pasifik ile AB ve ABD, yeni jeopolitik ortamın arz-talep pozisyonlarına göre şekillenen parçaları olarak görünmektedir. Bugün bu parçaları birbirine karşı ya da birbirinin yanında konumlandıran şey, imparatorluklar ya da Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi küresel bir blok değil, her birinin kendi ihtiyaçları, talepleri veya sahip oldukları imkânlardır. Bu sebeple yeni jeopolitik ortamı, askeri kapasiteler ve onların küresel düzeydeki konumları, ekonomik, siyasi ve sosyokültürel problemlerin küresel düzeydeki konumları ile her ülkenin kendi ihtiyaçları bağlamındaki kendi küresel konumlandırması tanımlamaktadır. Yeni jeopolitik ortamın hâkimiyet arayışı, tanımlanmış bir bölge ile sınırlı olmayıp, küresel düzeydeki başka bir bölgenin ya da bölgelerin, başka bir konu veya konuların entegrasyonunu gerektirmektedir. Bundan dolayı, ABD'nin 1945 Berlin pozisyonundan farklı olarak, 2007 yılında belirsiz bir yolun başlangıcında olması, yeni jeopolitik ortamın bütünleşmiş bir işbirliğini ve çalışmayı zorunlu kılmasındandır. Ancak ABD'nin hala devam eden stratejik yalnızlık ve tek başına hareket etme politikası, bu durumu zorlaştırmakta ve ABD'nin stratejik askeri üstünlüğünü sınırlandırmaktadır. Diğer taraftan, yeni jeopolitik ortam, dinamik bir süreci beraberinde getirmiştir. 1990'dan sonra başlayan belirsizlik ve tartışmalar ışığında, yeni jeopolitik aktörlerin küresel bir rekabet dengesini kurma yolundaki çabalarının şimdilik başarısızlığa uğraması, arayışları tetiklemekte ve jeopolitik ortamın stabil olmasını da engellemektedir. Yaşanan bu sürekli jeopolitik kaymalar, küresel güvenliğin ve küresel hâkimiyet mücadelesinin nereye gideceği sorusunu boşlukta bırakmaktadır. Jeopolitik Kaymanın Etkisi Altında Enerji Jeopolitiği Devletlerin askeri kapasiteleri ve stratejik güç dengeleri, serbest piyasa, açık toplum ve ulaşılabilir teknoloji ile harmanlamış küresel bağımlılık, tarihten gelen veya yeni yeni baş gösteren etnik ve dini çatışmalar, yeni jeopolitik ortamı belirli bir düzeyde esnek kılmaktadır. Bu esneklik, jeopolitik konfigürasyonların konumlarını değiştirmese de, jeo-ekonomik ve jeo-stratejik niteliklerini değiştirebilmektedir. Bu değişiklikler radikal bir düzeyde olmasa da, bir bölge veya bir devlet üzerindeki yaklaşımını çeşitlendirmektedir. Jeopolitik, dinamik bir anlam taşısa da stabil ve uzun süreli bir siyasi coğrafya tarifini kapsar. Öyleyse, siyasi bir coğrafya tarifi ya da coğrafyanın siyaseti nasıl bir değişiklik gösterir? Evet, bu anlamda jeopolitik, dinamik bir değişim ya da coğrafyanın yer değiştirmesi anlamını taşımaz. Bu nedenle, konunun daha iyi anlaşılması ve daha iyi tarif edilmesi bakımından "jeopolitik kayma" ifadesini kullanmak faydalı olacaktır. Jeopolitik kayma, belirli bir jeopolitik dengenin veya perspektifin şekillenmesinde temel faktör olan herhangi bir hususun, zaman, miktar ve yön açısından değişikliğe uğraması nedeniyle ortaya çıkan zorunlulukları tarif eder. Örneğin, ABD'nin Afganistan'a müdahalesi veya ABD'nin Merkez Kuvvetler Karargâhını ve bağlı güçlerini Körfez ülkelerinden birine konuşlandırması bir jeopolitik kayma konusudur. Çünkü ABD bu andan itibaren, Ortadoğu ve Avrasya'da karasal bir kuvvet olarak güç göstermeye başlamıştır. Aynı şekilde, yeni ve küresel talebe karşılık verecek büyüklükte bir enerji kaynağı rezervinin bulunmasıyla, küresel ilginin buraya yönelmesi bir jeopolitik kaymadır. Çünkü sürekli artan enerji talebine karşılık, ulaşılabilir her yeni pazar, yeni bir rekabeti başlatmaktadır. Bazen de statik görünen bir ilişkinin değişmesi de jeopolitik kaymayı işaret eder. Örneğin, Rusya'nın Ukrayna'ya doğalgaz akışını kesmesi ve bu yolla siyasi baskı yaratması ya da Polonya'ya petrol sevkiyatını durdurması, hiç beklenmedik ve bugüne kadar Rusya'nın politik yaklaşımlarında görülmeyen bir durum olduğundan dolayı, bu bir jeopolitik kaymadır. Çünkü böyle bir durum ortaya çıktığı andan itibaren, Rusya'nın enerjiyi bir silah olarak kullanması, jeopolitik dengeyi değiştirmeye başlamıştır. Jeopolitik kaymanın en fazla yaşandığı alan, enerji jeopolitiğidir. Bunun da nedeni, bazen kaynaklarla ilgili yeni gelişmeler bazen de aniden artış gösteren yüksek talebe bağlı pazar yapısındaki farklılaşmalardır. Özellikle son yıllarda Çin, Hindistan, Japonya ve Güney Kore'nin hızla artan tüketimleri ve kendi aralarında mevcut olan tüketim hızındaki rekabet, enerji jeopolitiğinde ciddi kaymalara neden olmuştur. Bu noktada, enerji jeopolitiğinin yeniden tarif edilmesinde fayda vardır. Enerji jeopolitiği, özellikle petrol, doğal gaz ve kömür gibi enerji kaynaklarının rezerv büyüklüklerine ve üretimlerine bağlı kaynak coğrafyasıyla, bu kaynakların yerel, bölgesel ve küresel pazarlara ulaşmasını sağlayan transport coğrafyası ve büyümeleri ile büyüklüklerine göre pazar coğrafyasından oluşan ekono-stratejik bir denklemdir. Bu denklemin bir diğer unsuru da, uluslararası kullanıma açık, elektrik üretimi ve iletimini kapsayan bir yapıdır ki, bu konu enerji güvenliği bölümünde değerlendirilecektir. Enerji jeopolitiğinin birincil basamağı, kaynak coğrafyasıdır. Kaynaklar, küresel çapta çok farklı noktalarda bulunur. Ancak enerji jeopolitiği açısından önem arz eden kaynak coğrafyası, küresel düzeydeki talebi karşılama kapasitesine sahip rezerv büyüklüklerinden oluşur. Elbette yeni rezervler keşfedildikçe, kaynak coğrafyası da jeopolitik bir kayma gösterecektir. Bugün için Irak, İran, Suudi Arabistan ve Körfez bölgesi; Rusya Federasyonu; Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan'dan oluşan Hazar Havzası; Venezüella, Bolivya, Brezilya'dan oluşan Güney Amerika bölgesi; Kanada ve ABD'den oluşan Kuzey Amerika bölgesi; Norveç ve Baltık bölgesi; Çad, Nijerya, Sudan, Libya ve Cezayir'den oluşan Afrika bölgesi ile diğer derin denizlerdeki rezervler, kaynak coğrafyasının belli başlı aktörleridir. Günümüzde bu ülkelerin bazılarının azalan rezervleriyle birlikte, gelecek 30-40 yıl içerisinde net ithalatçı konumuna gelmeleri beklenmektedir. Transport jeopolitiği, kaynak coğrafyasını pazar coğrafyasına bağlayan enerji jeopolitiğinin en önemli unsurudur. Transport jeopolitiği, karadaki boru hatlarını ve diğer kara araçlarıyla taşımacılığı kapsarken, denizlerde ise petrol, LNG ve kömürün gemi ve tankerlerle taşınmasını içerir. Transport coğrafyası, en fazla dinamik değişim gösteren enerji jeopolitiği konusudur. Gelişen pazarlara ve talebe bağlı olarak, daha ucuz, daha güvenli ve daha hızlı yeni güzergâhlar ve sistemler, transport coğrafyasını her seferinde yeniden şekillendirir. Transport coğrafyasındaki her türlü risk, tehdit ve istikrarsızlık da transport jeopolitiğinin tehlikeye girmesine neden olur. Pazar coğrafyası, tam da adı üstünde, tüketim talebine bağlı olarak, belirli zaman aralıkları içerisinde değişiklik gösteren, batıdan doğuya, kuzeyden güneye kaymalara neden olan bir yapıdır. Bugün için pazar coğrafyasının en büyük aktörleri; Çin ve Hindistan başta olmak üzere Asya-Pasifik bölgesi, Kanada ve ABD'den oluşan Kuzey Amerika bölgesi ve Avrupa Birliği bölgesidir. Pazar coğrafyası, transport jeopolitiğini şekillendirirken, arzın çeşitliliğini arttırmak amacıyla kaynaklara bağımlılığı en aza indirgemeye çalışır. Yine de büyük taleplerin karşılanması açısından, kaynaklarla pazar arasında uzun vadeli ve karşılıklı bağımlılık içeren anlaşmaların yapılması kaçınılmazdır. Çünkü enerji, spot piyasadan karşılanan bir ihtiyaç değildir. Enerjiye dayalı yatırımların, kaynak güvencesine ve garantisine ihtiyacı vardır. Enerji jeopolitiği, enerjinin kendi doğası içerisindeki kaynaklar, transport ve pazarlardan oluşan bu denklemin dışında, arzın kontrolünü ele geçirme veya arzı bir silah olarak kullanma nedenleriyle şekillenen siyasi, askeri bir çerçeveyi de kapsar. Bu çerçeve, enerji jeopolitiğini sürekli bir jeopolitik kayma tehdidi ile karşı karşıya bırakır. Çünkü devletlerin arz üzerindeki kontrol ve güç gösterisi, her fırsatta yeniden tekrarlanır ve her tekrar sonrasında yeni bir denge ortaya çıkar. Dengesizliğin dengesi olarak da tarif edebileceğimiz bu durum, enerji jeopolitiğinin kendisini, jeopolitik ortamın bir kayma faktörü olarak konumlandırır. Şimdi yukarıda sorduğumuz sorunun cevabını aramaya çalışalım. Yani Küresel hâkimiyet, "sahip olarak" mı yoksa "kontrol ederek" mi mümkün olmalıdır veya olacaktır? Günümüzün çok popüler iki kavramı var: maliyet ve sürdürülebilirlik. Sorunun cevabına bu iki noktadan bakalım. Hâkimiyet, kısa vadeli ve günübirlik bir konu değildir. Özellikle de jeopolitik hâkimiyet konusu, emperyal bir duygu olarak yüzyılları hedefleyen bir arzudur. Bu nedenle, jeopolitik hâkimiyeti, yani küresel hâkimiyeti en azından elli yıldan yüzyıla kadar uzanabilecek bir zaman dilimi için tanımlamak daha gerçekçi olacaktır. Öyleyse bir devletin, başka bir devleti, devletleri, bir kıtayı veya tüm dünyayı elli hatta yüzyıl hâkimiyeti altında tutması, 21. yüzyıl koşullarında nasıl mümkün olacaktır? 2003 yılında başlayan Irak savaşı, Irak'ın, var olan rejiminin ve silahlı kuvvetlerinin en büyük küresel askeri güç karşısında birkaç haftalık zaman diliminde yıkılması ile sonuçlandı. Ancak aradan yıllar geçmesine rağmen, Irak'a tam hâkimiyet amacı bir türlü başarıya ulaşamadı. Bu noktada bir tespit yapmak gerekir. Hâkimiyet, bir şeyi yıkmak ve ortadan kaldırmak mıdır, yoksa kurulacak bir düzen altında günlük hayatın ve günlük beşeri faaliyetlerin normal sınırlar içerisinde devam edebilmesini de sağlamak mıdır? Herhalde bunun cevabı, sadece yıkmak ve yok etmek değildir. Irak örneği üzerinden devam edersek, Irak'ta tam hâkimiyeti sağlayabilmek için yaklaşık 1 milyon askerin ve bunları destekleyecek lojistik ve sivil unsurların ABD tarafından Irak'ta konuşlandırılması gerekirdi. Elbette her ülke için bu kadar büyük bir kuvvete gerek duyulmayabilir ama bir devlete hâkim olabilmek için böylesine büyük bir gücü seferber etmenin "maliyet" ve "sürdürülebilirlik" kavramları açısından pek de doğru bir yöntem olduğu düşünülemez. Kısaca, sahip olarak hâkim olmak, 21. yüzyılda daha yüksek maliyetler ve sürdürülebilirlikten uzak büyük riskler ve tehditler barındırmaktadır. Belki de bu yüzden 20. yüzyılın son çeyreğinde, özellikle ekonomik alanda serbest piyasaların küresel entegrasyonu ile ortaya çıkan değişik bir kontrol etme yöntemi popüler olmaya başladı. Açık ekonomiye sahip bir ülkenin küresel piyasalarla entegre bir sistemi var ise, herhangi bir noktadaki küresel bir kırılmanın, küresel ekonominin merkezi olduğu düşünülen finansal piyasalar ve EMTİA borsalarında yaratacağı etkiden böyle bir ülkenin olumlu ya da olumsuz etkilenmemesi neredeyse imkansız gibidir. Kastedilen, açık piyasaların küresel hâkimiyet için salt bir kontrol silahı olarak kullanılması değil, daha çok küresel düzeyde kontrol etmenin bir aracı haline gelme anlamında, piyasaların üstlenmek zorunda kalabileceği ikincil roldür. Finansal piyasaların işleyişi ve kontrol mekanizmaları, EMTİA borsalarının işleyişi ve kontrol mekanizması, enerji piyasalarının işleyişi ve kontrol mekanizmaları, uluslararası ticaret sisteminin işleyişi ve kontrol mekanizması, stratejik hammaddelerin taşınması, lisans ve sertifikasyonu ile stoklanmasıyla ilgili işleyiş ve kontrol mekanizmaları, herhangi bir devletin, herhangi bir şirketin küresel düzeydeki kontrol gücünü gösteren temel zeminlerdir. Bunun dışında siyasi entegrasyonla sağlanan uluslararası kuralların herkes için geçerli olduğu kurumlar ve bu kurumların aldığı kararlar da herhangi bir ülkenin bu kurumlara üye olması halinde yine bu kurumlar tarafından az ya da çok kontrol edilebilmelerine yol açar. Tüm bunlara rağmen, yine de küresel hâkimiyetin "kontrol ederek" sağlanmasıyla ilgili başka araçlara ve yöntemlere ihtiyaç vardır. Belki de 21. yüzyılın en büyük problemi, bireylerin ruhlarının doğrudan, açık ve bir meydan okuma ile ilan edilmiş hâkimiyet arzularına karşı, önlenemez bir isyan duygusunun ve reddetme refleksinin giderek daha yaygın bir düzeye çıkmasıdır. Acaba, 21. yüzyılda 18., 19. ve belki de 20. yüzyıla ait klasik hakimiyet kavramını bir kenara koyan alternatif bir küresel yönetme mekanizmasının mı ortaya çıkması gerekiyor? Geçtiğimiz son yirmi yılda tek başına en büyük küresel askeri güç konumuna gelen ve küresel ekonominin en büyük aktörü konumunda olan ABD'nin, küresel hâkimiyet arzularının tam anlamıyla başarıya ulaşamamasının altında böyle bir açmaz var. ABD'nin veya yeni başka bir devletin eski yüzyıllara ait bu kavram ile yakın gelecekte bir küresel hâkimiyet oluşturması, yeni kontrol etme araçlarının ve yöntemlerinin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Belki de bu yeni araçlar ve yöntemler bugünkü ekonomik, siyasi ve kültürel kontrol araçlarının modifiye edilmesi ile gerçekleşecektir. Artık küresel hâkimiyet, kontrol ederek veya sahip olarak sağlanamayacaktır ama "küresel kontrol" yeni ve daha açık yöntemlerle mümkün olacaktır. Peki nasıl? Sorunun cevabını vermek yerine küçük bir ipucu verelim: “ Güneş en tepeye vardığında, gölgenin uzunluğu sıfır olur ama bu gölgenin olmadığı anlamına gelmez.” İKİNCİ BÖLÜM ENERJİ DİPLOMASİSİ 1. ENERJİ DİPLOMASİSİNİN ÇERÇEVESİ Enerji oyunu ve oyun teorisi nihai amacı P faktörünü optimum noktada lehe çevirmeyi amaçlayan bir içeriğe sahiptir. Enerji oyununu oynarken, özelikle devletlerin ve devlet sponsorluğu altındaki şirketlerin etrafını kuşatan diğer faktörler de vardır. Enerjinin siyasi oyunu olarak da tanımlayabileceğimiz bir dizi parametrelerin ve bunların oluşturduğu mekanizmaların yer aldığı ve adına enerji diplomasisi diyeceğimiz bu faktörler, oyun teorisini uygulayacak olan enerji oyunundaki aktörler açısından kritik bir öneme sahiptir. Kitabın birinci bölümünde anlatılan oyun teorisi enerji oyununu bir şirket veya birey veya salt ekonomik perspektife bağlı devlet şirketleri için kurallar ve uygulama teknikleri belirlemiştir. Bu çerçevede ekonominin doğası gereği fiyat ve tedarik edilecek kaynağın miktarı çerçevesinde bir denge üzerine teori inşa edilmiştir. Bu bölümde anlatılacak olan enerji diplomasisi oyunu ise hem parametreleri hem de nihai amacı itibariyle mutlak siyasi –diplomatik başarı sağlamak amacını taşır. Enerji diplomasisi, bir devletin veya bir şirketin enerji kaynakları ile enerji pazarı arasında kendi lehine çıkarlar elde etmek ve risklerden korunmak için beşeri ve teknik kabiliyetleri icra etme yöntemidir. Enerji diplomasisi, öncelikle bir enerji politikasını ve bu politikaların uygulanmasıyla ilgili stratejilerin tanımlanmasını gerektirir. Bu tanımlar, ülkeden ülkeye değişir. Aynı zamanda kaynak ülkeleriyle pazar ülkelerinin enerji politikaları ve uyguladıkları stratejiler de birbirinden farklıdır. Fakat küresel enerji politikasının ve stratejisinin temel bir amacı vardır. O amaç, enerji arzının güvenli bir şekilde sürmesini devam ettirmektir. Bu hem pazarın ihtiyacını karşılamak hem de kaynak sahibi ülkelerin gelir elde etmesini sağlamak demektir. Pazar ülkeleri açısından enerji politikası, arzın kesintisiz bir şekilde devam etmesini sağlamak, arzın güvenliği ve maliyetlerin ucuzlaması açısından çeşitliliği arttırmak, enerji kaynaklarının daha güvenli ve daha ucuz bir şekilde transportunu sağlamak, enerji ticareti üzerindeki baskıları ve riskleri en aza indirgemek, enerjiyi verimli, kaliteli ve daha ucuza kullanma hedeflerini kapsar. Pazar ülkeleri enerji politikalarını oluştururken, bulundukları küresel konuma, enerji kaynaklarına yakınlık-uzaklık durumuna ve sahip oldukları kaynaklarla ithal kaynakların dengesine göre bir strateji belirlerler. Bu strateji, her ülke için uygulanabilir “en iyi” olanı icra etmeyi amaçlar. Kaynak ülkelerin enerji politikaları ise, sahip oldukları kaynakları geliştirmek, yeni rezervlere yatırım yapmak ve yatırım yapılmasını sağlamak, mevcut rezervlerin yatırım ihtiyacını olabildiğince öz sermaye ile karşılayarak yatırım açığını minimum düzeye indirmek, kaynakların fiyat değerlerinin öncelikle maliyetleri karşılayacak bir seviyede kalmasını sağlamak, yüksek seyreden fiyatlardan daha fazla yararlanmak, enerji pazarı olan ülkelerde de pozisyonlarını güçlendirici karşılıklı yatırımlar yapma hedeflerini kapsar. Enerji kaynaklarına sahip ülkeler, küresel konumlarına ve bölgelerindeki gelişmelere göre, öncelikle ülkesinin güvenlik ve istikrarını sağlayıcı tedbirler almak, bunlarla ilgili ikili ve çok taraflı ortaklıklar geliştirmek, pazar ülkeleri ile karşılıklı bağımlılık çerçevesinde güvenlik ve istikrar maliyetlerini düşürücü adımlar atmak, kaynaklardan elde ettikleri gelirleri ülkelerinin refah ve güvenliğine dönüştürmek üzere bir strateji geliştirirler. Bu strateji, kaynak ülkelerin pazardaki maksimum talepleri ile minimum ihtiyaçları arasında bir hareket seçeneğini tayin eder. Hem pazar ülkelerinin hem de kaynak ülkelerinin enerji politikaları genel olarak birbirine benzer ve taraflar pozisyonlarını önceden izleme imkânına sahip olurlar. Ancak taraflar arasında bir müzakere ve pazarlık süreci başladığında, öngörülen ve bilinen tüm veriler sadece masadaki araçlardan biri haline gelir. Oyunu kazanmanın başka araçlar devreye girer. Enerji diplomasisi, bu oyunun nasıl kazanılacağına dair, her ülkenin veya her şirketin kendisine has yöntemlerini barındırır. Bir başka ifadeyle enerji oyunu teorisinin tamamlayıcı bir faktörü olarak enerji diplomasisi masadaki yerini alır. Enerji diplomasisinin genel olarak işleyen bir sistemi vardır ve bu sistemin ana başlıkları tüm oyuncular için farklı şekillerde kullanılsa da aynıdır. Enerji diplomasisi, uluslararası diplomasinin bir parçası olmakla birlikte, ekonomik bir müzakerenin, ticari bir pazarlığın, siyasi bir talebin ve bazen de askeri bir baskının gölgesinde geliştiğinden dolayı bazı farklılıklar içerir. Ama bu farklılıkların en önemli unsuru, enerji diplomasisi oyuncularının beşeri yetenekleridir. Bu beşeri yetenekler, enerji diplomasisi oyuncularının tecrübe ve birikimleri, mevcut pozisyonları ve gölgede kalan geniş ilişkileri ile daha kuvvetli hale gelir. Enerji Diplomasisinin Unsurları Enerji diplomasisinin beş ana unsuru bulunmaktadır: İhtiyaç analizi, durum analizi, zaman analizi, kabiliyet analizi ve gölge analizi. İhtiyaç Analizi İhtiyaç analizi, ülkenin veya şirketin taleplerini ve taleplerinin çeşitli göstergelere göre gereklilik seviyelerini inceler. Ülke veya şirket, enerji kaynağı tedariki ile ilgili periyodik zamanlara göre düzenlenmiş bir talep projeksiyonu ortaya koyar. Bu projeksiyon, hedeflenen ekonomik büyüme ve ihtiyaç duyulan enerjinin üretimi ile ilgili ne kadar miktarda bir enerji kaynağına ve çeşitliliğine ihtiyaç duyulduğunu ortaya koyar. Enerji diplomasisi açısından bu ihtiyaçlar, minimum ve maksimum sınırlar altında yeniden gözden geçirilir. Minimum sınırlar için yapılan değerlendirmelerde, bu kaynağın tedarik edilememesi veya kaynağın hedeflenen ülkeden tedarik edilememesi durumunda ortaya çıkabilecek açığın nasıl karşılanacağına dair sınırları belirler. Bu sınırlar, ülkenin veya şirketin ihtiyacının gerçekten ne kadar olduğunu ve bu ihtiyaç en az ne kadar karşılanırsa, minimum enerji güvenliğinin sağlanacağını belirler. Böyle bir analiz, ülke veya şirket için müzakereler sırasında en son geri çekilme noktasına kadar olan marjı tayin eder ve bu durum müzakerelerdeki pozisyonu güçlendirir. Maksimum sınırlar için yapılan değerlendirmelerde, talep edilen kaynağın birincil ve vazgeçilmez bir konumda olduğu varsayılarak, bu kaynağı elde etmek için ödenecek maliyet ve diğer bedellerin ne kadar olacağı ile ilgili sınırlar belirlenir. Bu sınırlar, müzakere masasındaki karşı tarafın ülke veya şirketten en yüksek seviyede neyi, ne kadar almak istediğini gösterir. Karşı tarafın almak istedikleri ve miktarları, iştah seviyesini belirler. Tanımlanmış ve fark edilmiş bir iştah seviyesi, müzakerenin en zayıf halkasıdır. Genellikle en zayıf halkalar, en fazla korunma ihtiyacı içinde olurlar. Karşı taraf, daha fazla eforu bu zayıf halkaya yani iştaha doğru yönelttiğinde, ana konu daha az güvenli ve paylaşılmaya daha hazır bir hale gelir. Bu yüzden ihtiyaç analizinde maksimum sınırlar masanın üstüne konmak için, minimum sınırlar ise çekmecede tutulmak için kullanılır. Durum Analizi Durum analizi, jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik bir çerçeve oluşturmak amacıyla yapılır. Ülke veya şirket, kendi bulunduğu jeopolitik konuma göre, talebini karşılamakla ilgili jeostratejik pozisyona göre ve kaynağın küresel ekonomi içindeki durumunu irdeleyecek jeoekonomik değerlendirmelere göre, talebin gerçekleştirileceği siyasi-ekonomik ortamı tanımlamaya çalışır. Kaynakların jeopolitiği durağan olmakla birlikte, kaynakların siyasi ortamındaki değişikliğe bağlı olarak dinamik bir jeostrateji söz konusudur. Bu jeostratejik durum, müzakeredeki karşı tarafın müzakere boyunca içinde bulunduğu siyasi ve askeri pozisyonu, belirli bir bant içerisinde değiştirir. Bu bant, hedef ülkenin veya şirketin, küresel siyasi-askeri durum içerisindeki sabit konumu ile konjonktürel gelişmelere verdiği tepkilerin sınırlarını tayin eder. Bu sınırlar, riskleri en aza indirgemek için hedef ülke veya şirketin vereceği tavizleri ve hedef ülke veya şirketin temel siyasi/güvenlik ihtiyaçlarını koruyacak bir alt sınırı işaret eder. Hedef ülke veya şirketin durum analizi, müzakerenin tarafı olan ülke veya şirket için de geçerlidir. Çünkü aynı analizi hedef ülke de yapmakta ve muhatabının taleplerini algılarken, içinde bulunduğu jeopolitik ve jeoekonomik tabloya göre müzakerenin yönünü belirlemeye çalışmaktadır. Durum analizi, standart bir askeri analiz metodu olduğundan dolayı, taraflar birbirlerini benzer yöntemlerle ve benzeri kolaylıklarla incelerler. Bu nedenle durum analizi, kapalı bir bilgiden çok, açık bir bilginin hangi çerçevede kullanılacağıyla ilgili olarak taraflara bir fayda sağlar. Zaman Analizi Zaman analizi, enerji diplomasisinin başarısının kilididir. Bir yelkenlinin okyanusları aşarken iklim koşulları yolculuğunu ne kadar etkiliyorsa, enerji diplomasisinde zaman da başarıyı o kadar etkiler. Zaman analizi iki yönlü yapılır. Birinci yön, ülke veya şirketin bu müzakereyi yapmak için zamanı kendisi açısından değerlendirmek; ikinci yön ise, hedef ülke veya şirketin bulunduğu şartları zaman açısından tanımlamaktır. Zaman analizinde başarıyı sağlayacak unsurlar şunlardır: Müzakereye başlamak için tarafların avantaj ve dezavantaj dengesinin lehte olması; müzakereyi başarıyla sonuçlandırmak için yeterli bekleme süresinin var olması; müzakereye müdahale edebilecek üçüncü taraflar için zamanın aleyhte olması; müzakere taraflarının üçüncü tarafa müdahale edebilmesi için zamanın lehte olması ve son olarak enerji diplomasisini uygulayan aktörlerin kendi tarafları açısından en güçlü pozisyonda olmaları. Zaman analizi, yanılgının en fazla yaşandığı metottur. Bunun asıl nedeni, enerji diplomasisinde müzakereler başlamadan çok önce tüm tarafların birbirlerinin küresel enerji pazarı içerisindeki beklenti ve ihtiyaçlarını bilmesidir. Bu bilgi, herkese uygun zamanda hazır olma fırsatını verir. Elbette her ülke veya şirket bu fırsatı en iyi şekilde kullanamaz. Ancak enerji diplomasisi, muhatabın tüm fırsatları en iyi kullandığı varsayımı üzerine uygulanır. Bu da tarafların birbirlerini yanıltmak için yanlış bilgileri yaymalarına neden olur. Kabiliyet Analizi Kabiliyet analizi, tarafların sahip oldukları yeteneklerin en geniş anlamda incelenmesidir. Ülkeler veya şirketlerin sahip oldukları araçları kullanma yetenekleri, onları avantajlı veya dezavantajlı hale getirir. Kabiliyet analizi, genellikle geçmiş tecrübelerden yola çıkılarak elde edilir. Yani taraflar, birbirlerini o ana kadar yaptıkları işler ve o işlerdeki başarı durumlarına göre tartarlar. Bu terazi her zaman adil ve doğru sonuçlar vermeyebilir. Çünkü her müzakere kendine has özellikler taşır. Bir müzakerede kullanılan araçlarla başarılı olmak, bir başka müzakerede aynı araçlarla aynı başarıyı elde etmek anlamına gelmez. Araçlar değiştiğinde veya müzakere ortamı değiştiğinde, yetenekler zorlanmaya başlar. Yetenekleri her duruma karşı hazırlıklı ve başarılı kılmak, geniş bir pratik imkânı ile mümkündür. Ülkeler, kazandıkları bilgi ve tecrübeleri enerji diplomasisi oyuncularının tümüne aktararak ve pratik için onlara uygun zemin vererek bu imkânı sağlarlar. Kabiliyet analizi, aynı zamanda müzakereye katılacak oyuncuların seçimi ile ilgili bir çalışmayı da kapsar. Müzakerenin bulunduğu ortam, muhatabın kimliği ve müzakerenin zamanlaması, müzakereye katılacak oyuncunun hangi yeteneklere sahip olması gerektiğini belirler. Bu açıdan, her oyuncu her müzakereye katılır yaklaşımı yerine, her bir müzakereye uygun kabiliyete sahip oyuncu katılır yaklaşımı uygulanmalıdır. Gölge Analizi Gölge analizi, enerji diplomasisinin anahtarıdır. Yani zaman analizinin ortaya koyduğu ihtiyaçları karşılayacak olan cevapları verir. Gölge analizinin temel amacı, müzakere masasını korurken, daha müzakere başlamadan önce, müzakere sırasında ve müzakerenin sonucunda, bu masanın dışında başka bir soyut masayı oluşturmaktır. Bu ise, özel ve sessiz bir diplomasiyi gerektirir. Yani müzakereyi yürüten oyuncuların dışında, tarafların pozisyonlarını birbirlerine hissettirmek suretiyle, küçük çözüm kapıları açan başka bir gölge müzakerenin yürütülmesini sağlamaktır. Bunu gerçekleştirmek için başka aktörlere ihtiyaç vardır. Bu aktörler, mevcut müzakere masasında da rol alan kişiler olabilir. Ama buradaki asıl konu, bu küçük kapıları her iki taraf için açacak kadar ikili ilişkilere sahip aktörlerin var olmasıdır. Gölge analizi, bir müzakerenin ne zaman başlayıp, nasıl sonuçlanacağını önceden şekillendiren bir özelliğe sahiptir. 2. ENERJİ DİPLOMASİSİNDE OYUN MASASININ GÖRÜNÜMÜ Enerji diplomasisi, küresel enerji pazarında her gün ve her saat oynanmaya devam ediyor. Küresel enerji pazarı, enerji güvenliğinden enerji ekonomisine, enerji ticaretinden küresel ekonomik ve siyasi gelişmelere kadar oldukça geniş bir spektrumu barındırıyor. Farklı ürünler, farklı talepler, arz bölgelerindeki değişiklikler ve diğer tüm konular, bu spektrum içerisinde sürekli yer değiştiriyor. Enerji diplomasisi, yani enerji oyunu ise, belirli bir çerçeve içerisinde oynanmaya devam ediyor. Kısaca, içeriği değişse bile çerçevesi değişmeyen bir oyun masası var ve 7/24 küresel oyuncular, devletler ve şirketler bu oyunu oynamaya devam ediyorlar. Oyun masası, dört ana bacağı olan bir çerçevededir: Küresel kaynakların arzı, küresel pazarların talebi, küresel siyasi-askeri durum, küresel katalizörler. Küresel Kaynakların Arzı Petrol, doğalgaz ve kömür başta olmak üzere küresel kaynaklar, her gün keşfedilen yeni rezervlerle birlikte bir yandan büyürken, artan talebe bağlı olarak da kullanılan kaynaklar yüzünden azalmaktadır. Küresel kaynakların arzı, tamamen kaynak ülkelerin inisiyatifi ile sınırı değildir. Bu inisiyatifi elinde tutmak isteyen kaynak ülkeler için tehlikeli riskler vardır ve bu riskler bazen karşılanamaz maliyetlere neden olabilir. Ancak şartlar ne olursa olsun, küresel enerji kaynaklarının arzı, kaynak sahibi ülkelere oyun masasında çok önemli bir pozisyon sağlar. Bu pozisyon, pazar tarafına karşı bir üstünlük olduğu kadar, pazar tarafının kaynak tarafına bir tehdidi olarak da ortaya çıkabilmektedir. Küresel Pazarların Talebi Enerjinin zorunlu ve vazgeçilmez bir ihtiyaç olması sebebiyle küresel pazarlar, taleplerinin büyüklüğü ve artış hızı oranında, kaynakların arzı üzerinde bir etkiye sahiptirler. Bu etki, pazar ülkelerinin kaynak ülkeler karşısında zayıf bir pozisyona düşmelerine neden olur. Bu nedenle pazar ülkeleri, elbette kendi ekonomik gelişmişlik düzeylerine bağlı olarak da pozisyonlarını güçlendirmek için siyasi ve askeri rollerini her seferinde daha fazla arttırırlar. Küresel pazarlardaki büyük oyuncular, masadaki pozisyonlarını güçlendirmek için ekonomik imkânlarını ve sahip oldukları teknolojileri, kaynak ülkelere karşı farklı ve dolaylı bir bağımlılık yaratmak amacıyla kullanırlar. Diğer taraftan, kaynak ülkelerin büyük askeri kapasitelere sahip olmasını engellemek amacıyla dolaylı tutumlar alırlar ve bazen de fiziki tedbirlere başvurabilirler. Bu yüzden oyun masasında kullandıkları "ekonomik yumuşak güç" kartının arkasında, her zaman kullanıma hazır sert bir askeri güç jokerini saklarlar. Küresel pazarların talebi, özellikle küresel ekonominin büyümesi üzerinde etkilidir ve bu nedenle enerji oyunundaki en zayıf oyuncuyu dahi etkiler. Küresel Siyasi-Askeri Durum Küresel askeri denge, ABD'nin askeri gücünün şimdilik rekabetten uzak konumuna göre şekillenmiştir. Küresel askeri rekabet, öncelikle askeri kapasitenin ve askeri yeteneklerin eşitliğini yaratma arayışlarına odaklanmıştır. Ancak yakın zamanda bu eşitliğin yaratılması beklenmemektedir. Gelecek elli yıl içinde bir eşitliğin ortaya çıkması, sadece bir tarafın çok hızlı büyümesi ve güçlenmesi ile değil, aynı zamanda diğer tarafın belirli oranda zayıflamasıyla mümkün olacaktır. Küresel askeri rekabet, aynı zamanda küresel siyasi durumu da yakından etkilemektedir. Özellikle siyasi-askeri işbirliği arayışları, yeni bölgesel ittifakların oluşmasına ve bu ittifakların jeopolitik alanı içerisindeki enerji kaynaklarının üzerinde askeri-siyasi baskının artmasına neden olmaktadır. Küresel oyun masasında siyasiaskeri durumun yeri, ekonomik gelişmelerin arz-talep dengesinin ve enerji ticaretindeki değişimlerin tek boyutlu bir enerji oyunu olmasını engellemektedir. Enerji oyunu salt siyasi-askeri bir oyun değildir. Bu nedenle oyun masasında doğrudan askeri-siyasi bir oyun oynanmamaktadır. Ama tarafların ekonomi dışı seçenekleri masaya koyma arzuları, askeri-siyasi durum tarafından sınırlanmaktadır. Küresel Katalizörler Oyun masasında yer alan küresel katalizörler üç adettir: Enerji traderları ve büyük iştahları; küresel büyüme rekabeti ve askeri rekabetin sınırlandırılması.Enerji traderları ve onların büyük iştahı, oyun masasında karı yükseltmek ve kar miktarını arttırmak için sürekli bir katalizör etkisi görür. Talep artışını oyun masasında ekstra fiyatlandırarak, fiyatın üstünde yeni bir fiyat oluşmasına neden olurlar. Oyun masasındaki pazar oyuncuları, bu katalizör etkisine fazla itiraz edemezler. Çünkü enerji traderları, aynı zamanda pazar ülkelerinin kendi finansal piyasalarındaki en önemli aktörleridirler ve kazanımları, pazar ülkelerinin piyasalarını genişleten bir sonuç yaratır. Küresel büyüme rekabeti, özellikle Asya-Pasifik ile Kuzey Amerika arasındaki büyük ekonomik ve siyasi rekabetin enerji talebine olan etkisi nedeniyle, oyun masasında arz-talep ilişkisini etkileyen bir katalizör görevi görür. Aynı zamanda Asya-Pasifik'te bir iç rekabet de yaşanmaktadır. Çin, Japonya, Kore ve Hindistan arasındaki büyüme rekabeti, bölgesel enerji talebini, küresel talep içerisinde en yüksek noktaya taşımakta ve oyun masasında fiyat dengesinin sürekli olarak bozulmasına neden olmaktadır. Askeri rekabetin sınırlandırılması konusu, küresel büyüme rekabetinin bir alt başlığıdır. Ancak özellikle Asya-Pasifik ve ABD arasında, askeri rekabetin sınırlandırılması açısından enerji oyununda arz ve talebin dengesini bozacak katalizör bir rol ortaya çıkar. Bu katalizör rol, özellikle kaynak ülkelerin yeni politik ilişkiler geliştirmesini ve bu politik ilişkilerin askeri sonuçlar doğurmasını engelleme amacını taşır. Dolaylı olarak enerji kaynaklarının arzıyla ilgili, pazar ülkelerle kaynak ülkeler arasında oyun masasındaki tüm tarafların konsensüs sağlamadığı yeni askeri ilişkilerin geliştirilmesi baskı altında kalır. Tüm bu unsurların ışığında, küresel enerji oyunu, oyun masasında özellikle petrol ve doğalgazın etrafında dönmeye devam etmektedir. Bu oyun sadece kaynak ülkelerin coğrafyasında veya kaynak ülkelerle pazar ülkeler arasında devletler düzeyinde devam etmiyor. Aynı zamanda ve özellikle ulusal sınırlar içerisinde tedarikçi şirketler arasında enerji ekonomisinin bir iç rekabeti olarak da devam ediyor. Özellikle ülkeye hammadde girdisi ile ilgili fiyat avantajı sağlamak için şirketler arasında devam eden rekabet, bazen kaynak ülkenin avantajı haline bile dönüşebiliyor. Bu durum, ülkelerin oyun masasındaki pozisyonlarını negatif yönde etkileyecek düzeylere kadar çıkabiliyor. Oyun masasının ulusal pazarlarla ilgili en stabil gibi görünen ama aslında en sert şekilde geçen bir başka alanı ise, elektrik piyasasıdır. Her ne kadar elektrik piyasaları belirli kurallar çerçevesinde işlese de üretim fiyat avantajı rekabetini elde etmek için ve dağıtım şebekesinde müşteri potansiyelini fiyat avantajı korunacak düzeyde genişletmek için sürdürülen rekabet, ulusal düzeydeki enerji oyun masalarını da cazip kılmaya devam ediyor. Özellikle elektrik dağıtım rekabeti ile doğalgaz dağıtım rekabetinin paralel geliştiği piyasalarda, bu oyun masası daha komplike bir hal almaktadır. 3. KÜRESEL OYUNCULARIN DURUMU Küresel enerji oyununda, önde gelen ülkelerin uyguladığı enerji diplomasisi modelleri, o ülkelerin küresel pozisyonları, hedefleri ve ekonomik-politik durumlarıyla yakından ilintilidir. Küresel enerji oyununu şekillendirmede büyük etkileri olan bazı ülkelerin, oyun masasındaki durumlarını siyasi, askeri ve ekonomik açılardan bir bütün halinde değerlendirmekgerekir. Küresel enerji oyununun en önemli faktörü Asya-Pasifik'teki değişimler ve gelişmelerdir. Asya-Pasifik'te yaşanan acımasız rekabet ve bu rekabetin küresel ekonomiye yansıması, küresel enerji pazarının doğasını değiştirmiştir. Ama AsyaPasifik bir bütün olarak hareket etmemektedir. Bölgesel iç rekabet, küresel düzeyde geleneksel hale gelmiş birçok farklı siyasi-stratejik ortaklıkları ve ilişkileri de etkilemektedir. Çin Çin, küresel ekonomik büyümenin motor gücü olarak, son yirmi yılda tedricen artmak suretiyle küresel enerji pazarını da büyük bir etki altına almıştır. Çin'in oyun planının ipuçları, Çin'in geleneksel tarihi içerisinde yatmaktadır. Binlerce yıllık Çin geleneği ve imparatorluk dönemi, Asya kara kıtasıyla Pasifik arasında iki farklı yüzü bir denge içerisinde buluşturma çabasıyla doludur. Aslında Çin'in temel karakteristiği bir bakıma Ying ve Yang’dır. Birbirinden farklı özelliklere ve hareket yeteneklerine sahip düşmanların ve tehditlerin bertaraf edilmesini amaçlar. Aynı şekilde birbirinden farklı karakterlere sahip komşu güçler üzerinde de Çin'in gücünün artmasına çalışılır. İki zıt hareket tarzını ise, merkezdeki uyum sağlar. Bu uyum, aynı zamanda bu iki farklı yüzü yumuşak bir şekilde çatışmasızlık noktasına getirir. Çin'in oyun karakteristiğinde atak yapmak yerine, karşıdan gelen atağın mümkünse kendi enerjisi ile birlikte kendi kendini boşluğa düşürmesini sağlamak yatar. Yani sıfır enerji harcayarak bir savunma politikası oluşturma eğilimindedir. Bu, Çin'in düşmanlarına en çok sıkıntı veren bir tutumdur. Çünkü karşı atak bir türlü gelmez ve atak yapan tarafın sabırsızlıkla daha fazla güç sarf etmesine neden olur. Çin'in politik esnekliği, kendisine inanılmaz bir manevra alanı verir. Ama sadece geniş alanlarda bu esneklik ortaya çıkmaz. Dar koridor siyasetinde de Çin'in bu yetenekleri her zaman görülmüştür. Özellikle birbirini izleyen hamlelerin, birbirinden bağımsız unsurlar tarafından icra edilmesiyle, rakiplerin şaşkınlığı daha fazla artar. Çin'in oyun stratejisi, güneşin uyandırdığı tüm renkleri ve aydınlığı, rakipleri tarafından görülecekleri bir perde olarak kullanmaktır. Yani Çin, aydınlığı bir karanlık örtüsü olarak kullanır. Modern Çin çağında da bu karakteristik aynen yansımaktadır. Çin'in ataklarındaki belirsizlik ve geleceğe dönük yeteri kadar açık olmayan ve şüphe uyandıran bekleyişi, başka bir stratejiye dayanmaktadır. Bu strateji, mutlak yenme aşamasına gelinceye kadar beklemek ve kalabalığı sessiz bir şekilde yürütmeye devam etmek üzerine kuruludur. Çin, kendi normlarına göre, kendisini kazanmak için hazır hissedinceye kadar kadife eldivenlerini asla çıkartmayacaktır. Bugün için Çin'in jeopolitiğini sınırlayan ve hareketleri ile ilgili zorluklar çıkartan bir küresel konumlanma söz konusudur. Asya kara kıtasında Rusya'nın Sovyetler Birliği döneminden itibaren başlayan ve hala devam eden hegemonik hareketleri ve bu tutumların ortaya çıkardığı somut sonuçlar, Çin'i sınırlandırmaktadır. Çin'in ne SSCB karşısında ne de Rusya karşısında karşıt tutum izlemesi beklenemezdi ve bugünden sonrada beklenmeyecektir. Rusya'nın gücü Asya kara kıtasında yavaş bir şekilde zayıfladıkça ortaya bir boşluk çıkacak ve bu boşluk Çin tarafından en az bir adım geriden gelecek şekilde doldurulacaktır. Tabii Rusya'nın böyle bir zayıflama eğilimine girmesi, Rus devletinin zayıflamasından farklı bir süreçtir. Orta Asya ülkelerinde tedricen gelişen küresel sisteme entegre olma arzusu, Rusya'nın bu ülkeler üzerindeki hegemonik baskısını yumuşak bir şefkate dönüştürme mecburiyetini yaratacaktır. Böyle bir yumuşama, kademeli bir şekilde bu ülkeleri, alternatif güçlerle entegre olma sürecine taşıyacaktır. Böylesi bir arayış, Rusya'nın gücünün yansıması ile ilgili bir zayıflama anlamına gelecek ve Çin, bunun için 90'ların ortasından beri hazır halde bekliyor olacaktır. Çin'in, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Özbekistan ile ilgili enerji diplomasisi, böylesi bir zaman spektrumuna göre gelişmektedir. Bu ülkelerle ilgili olarak, kalıcı ve vazgeçilmez bağları oluşturmanın en iyi yolu büyük yatırımlar içeren boru hatlarıdır. Elbette Çin'in pasif yürüyüş politikası çerçevesinde, bu ülkelere yönelik sosyal bağları kurmasına neden olan insan kaynağı transferini de dikkate almakta fayda vardır. Çin için en zorlu seçenekler, Pasifik ekseninde gelişmektedir. Aynı bölgeyi paylaştıkları Kore, Japonya ve Hindistan'la olan rekabeti, aynı zamanda ABD ile olan rekabetinin değişken unsurları olarak Çin'i çok yönlü bir stratejik oyun planına itmektedir. Her ne kadar Çin'in geleneksel stratejisi bu tür çok seçenekli davranışlar konusunda bir tecrübeye sahip olsa da, rakiplerinin de Çin'in oyun planını baskı altına alacak geniş bir manevra alanı bulunmaktadır. Bu ülkelerin Çin'e karşı ikili ve çok taraflı karşıt ittifaklar kurma tercihleri giderek terk edilen bir strateji olmaktadır. Bunun nedeni, Çin karşıtlığının Çin'in gücünü zayıflatmak konusunda başarılı olmamasındandır. Diğer taraftan, özellikle ihtiyaç duydukları büyük miktardaki enerji tedarikini sağlamak için bazen kader birliği yapmak gibi zorunlulukları da vardır. Gerçi bu zorunluluk bazen bu ülkelerin diğer ortaklıklarını zor duruma da sokabilmektedir. Özellikle Japonya ve Kore'nin ABD ile olan ilişkilerinin geleceğinde bu enerji stratejisinin olumsuz sonuçlarının artması beklenmektedir. Çin'in oyun planında, Kore, Japonya ve Hindistan'la işbirliğini arttırma arayışı yeni değildir. 1980'lerden itibaren Japonya başta olmak üzere Asya'da gelişen teknoloji, ekonomik büyüme ve küresel ekonomi içerisindeki ihracat payının artmasına neden olan yeni üretim alanları, Çin'in ilgisini çekmiş ve Çin'i onları takip etmeye zorlamıştır. 1978'den itibaren Çin'in başlattığı geleneksel sosyalist politikalarla modern kapitalist trendlerin ulusal çıkarları korumak adına bir arada yaşaması sentezi, Çin'in bu takip sürecini daha kolay hale getirmiştir. Süreç içerisinde Çin, başarılı bir şekilde bu adaptasyonu sağlamış ve bugün küresel ekonomi içerisinde çok önemli bir konuma sahip olmuştur. Gelişmiş ülkelerle özellikle Avrupa ve ABD pazarıyla rekabet konusunda Japonya ve Kore'nin, Çin'deki fason üretim bantlarına olan ihtiyaçları, bu ülkeleri daha yakın bir hale getirdi. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen özellikle Çin, Japonya ve Kore arasında her şeyin sütliman olduğu ve tam anlamıyla güvenli bir işbirliğinin olduğu beklentisi gerçeği yansıtmamaktadır. Tüm dünyada olduğu gibi, bölge ülkeleri de Çin'in gelecekteki nihai hamlesinin ne olacağı konusunda endişe duymaktadırlar. Birlikte hareket etmenin avantajları ile gelecekte ortaya çıkabilecek tehdidin arasına sıkışan Japonya ve Kore ise, ABD ve Çin arasındaki rekabetten daha fazla faydalanma eğilimine girmişlerdir. Elbette Çin de bu eğilimi görmüş ve kendi lehine sonuçlar çıkartmıştır. Çin'in artan enerji talebi, onu yeni bir küresel politikaya itmiştir. Pasif yürüyüş stratejisi ve sessizlik Çin'in geleneksel bir stratejisi olmasına rağmen, tedarik politikasının bir gereği olarak, ilk defa enerji alanında pro- aktif bir tutum almaya başlamıştır. Bu tutumun bir sonucu olarak, özellikle Ortadoğu ve İran Körfezi'nde, ardından tüm Afrika boyunca Çin'in pro-aktif hamleleri peş peşe gelmeye başladı. İşte tam da bu noktada çok önemli bir sorun çıktı: Bu bölgelerdeki geleneksel ABD varlığı ve ABD'nin bölge kaynakları üzerindeki stratejik ekonomik gücü Çin ile bir çatışma noktasına vardı. Fakat bu çatışma giderek daha çok bir balans ayarı yapma trendine dönüşmektedir. Bunun nedeni, Çin ve ABD arasındaki karşılıklı ticari dengenin tüm küresel ekonomiye ilişkin bir hassasiyete ulaşmasıdır. Bu balans ayarı, tarafların birbirilerinin oyun sahalarından geri çekilmesinden ziyade, tarafların kendi yöntemleriyle bu bölgeler üzerinde bir rekabet çerçevesinde gelişmektedir. Elbette böyle bir rekabet en fazla kaynak ülkelerin her iki taraf nezdindeki avantajlarını arttırmalarına da neden olmuştur. Çin'in Suudi Arabistan ve İran'la olan ilişkileri, bu ülkelerdeki enerji kaynaklarına büyük yatırım yapmasını gerektirmektedir. Yatırım, uzun vadeli bir stratejik ilişkiyi ve hatta gelecekteki bir ortaklığı tetiklemektedir. Bu durum, gelecek yirmi, otuz yılda bu bölgelerdeki ABD gücünün zayıflayıp zayıflamayacağı konusunda soru işaretlerine neden olmaktadır. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında, Batının askeri güç ile yerleştiği ve kurumsallaşmaya çalıştığı bu bölgelerde, Çin'in daha yumuşak bir mesafe alması ve ekonomik-siyasi ilişkilerini sabırlı bir şekilde geliştirmesi, küresel rekabetin gelecekteki sonuçları hakkında bazı ipuçları vermektedir. Çin'in petrol ve doğalgaz tedarikinde önemli bir adres olarak Rusya'nın payının artması ise, Çin-Rusya dengesinin kimin lehine geliştiği konusunda tartışma yaratmaktadır. Çin'in ihtiyaçlarının karşılanması ile ilgili Rusya'nın rolü arttıkça, ÇinRusya ilişkisi karşılıklı bağımlılık seviyesine gelecektir. Ancak Rusya'nın gelecekte AB'ye yönelik artması beklenen hegemonik enerji politikalarının aynısını Çin'e de uygulayabilmesi konusu şüphelidir. 30 yıl sonraki Çin, kendisine karşı hegemonik enerji hamleleri yapılması konusunda beklenildiği kadar sabırlı ve yumuşak bir tavır almayacaktır. Çin'in küresel enerji pazarındaki rolü, artan talebinin karşılanmasıyla ilgili yeni seçeneklerin gelişmesine yardımcı olacaktır. Çin’in enerji kaynakların tedariki ile ilgili küresel tutumu; iyi işbirliği, yatırım yapma konusundaki arzusu ve fiyatları tolere edebilecek bir ekonomik anlayış ile şekillenmektedir. Tüm bunlara rağmen Çin'in en büyük sorunları, rekabet ettiği diğer küresel aktörlerin, kaynakların fiyatlarını sürekli yükseltecek bir tutumdan vazgeçmemeleri, Çin'in kaynak ülkelere daha fazla yatırım yapma isteğinin sınırlandırılmaya çalışılması ve kendisi hakkındaki askeri kuşkuların enerji piyasalarında olumsuz yönde hassasiyet yaratmasıdır. Çin'in ekonomik gücünün ne kadar sürdürülebilir olduğu ile ilgili kuşkular ve küresel piyasaların Çin ile ilgili yaratabileceği sarsıntılar, Çin'in ekonomik bir depremle yıkılmasına neden olabilir mi? Bu sorunun cevabı, Çin'in oyun planında ve geleneksel karakterinde yatmaktadır. Çin'in bir yüzü küresel ekonomi ile entegrasyona, bir yüzü de kapalı bir devlet yapısına bakmaktadır. Hangi yüzünün daha güçlü olduğunu kestirmek, ancak deprem günü geldiğinde mümkün olur. Japonya Asya-Pasifik'in diğer bir aktörü olan Japonya ise, daha farklı bir küresel enerji oyununu oynamaktadır. Japonya'nın ABD ile olan stratejik ortaklığı, ikinci nesil Japonların 80'lerdeki ekonomik devrimiyle büyük bir avantaja dönüştü. Pasifik'te uyanan dev ekonomik güç, Asya-Pasifik'teki tüm ülkeleri harekete geçirdi ve onların küresel ekonomik sisteme entegrasyonunda öncü rol oynadı. Tüm bu ekonomik gelişmeler, Japonya'nın ekonomik büyümesine katkı olarak geri döndü. Ancak Çin'in küresel büyüme rekabetindeki artan rolü ve Asya- Pasifik'teki ekonomik büyüme rekabetinin enerji kaynaklarına olan ihtiyacı, Japonya'nın tedarik politikalarını yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Aslında üçüncü nesil Japonların, İkinci Dünya Savaşı'ndan epey bir zaman sonra yeniden bir askeri güce sahip olmakla ilgili düşünceleri geliştikçe ve hatta bugünlerde bununla ilgili uygulamalar arttıkça, Japonya'nın enerji tedarik politikası, salt ekonomik bir ihtiyaç olmaktan çıkıp, aynı zamanda jeopolitik hedefleri olan bir enerji güvenliği politikasına dönüşmüştür. Japonya'nın Çin ile olan ilişkisini yeni bir zemine taşıması ve Kuzey Kore dâhil AsyaPasifik'teki politik geçmişini yeni bir sayfayla, başka stratejik hedefleri kapsayacak bir noktaya getirmesi, Japonya'nın Asya-Pasifik'teki rolünü daha karmaşık hale getirmiştir. Bu karmaşanın en önemli nedeni, geleneksel olarak ABD ile yürüttüğü stratejik ortaklık ve güvenlik ihtiyaçlarının ABD tarafından karşılanması anlayışının geleceği üzerine odaklanmıştır. Japonya'nın küresel ekonomik rekabet içerisinde, özellikle Çin ve Kore karşısında enerji tedariki ile ilgili tedirginlikleri bulunmaktadır. Tedirginliğinin en önemli sebebi ise, böyle bir rekabet içerisinde ABD'nin Çin'i ne kadar sınırlayabileceği ve Japonya'nın enerji talebi ihtiyacını karşılamak noktasında ne kadar fedakârlıkta bulunacağı sorusudur. Bu sorunun cevabı Japonları kuşkuya düşürmüştür ve Japonya'nın Pasifik'teki politikalarının yanı sıra küresel politikalarını da gözden geçirmeye sürüklemiştir. Elbette bugün için bu kuşkunun cevabı, Japonya'nın ABD ile yollarını ayırması değildir ama ABD'nin küresel politikaları içerisindeki yaklaşım değişikliği, Japonya'nın tutumunu da şekillendirecektir. Japonya'nın hem enerji tedariki politikası hem de Asya-Pasifik politikası açısından yeni seçeneklerinden biri de Rusya olmuştur. SSCB sonrası dönemde daha fazla artan ilişkiler, Rusya ve Japonya'nın enerji alanında çok yakın bir işbirliğine gitmeleri ile doruk noktasına ulaşmıştır. Bugün Rusya'nın Asya-Pasifik'teki kaynaklarından, boru hatları dâhil petrol ve doğalgaz ihracatında Japonya, büyüyen bir pazar olarak yerini güçlendirmektedir. Öte yandan Japonya için bu ilişki, hem ABD ile olan muhtemel sorunlar karşısında hem de Çin ile olan ilişkinin dengesini sağlamak açısından, Rusya ile siyasi bir flört aşamasına da gelmiştir. Japonya'nın enerji tedarik politikasında Ortadoğu ve İran Körfezi birincil rol oynamaya devam etmektedir. Bu durum Japonya'nın geleneksel olarak ve aynı zamanda ABD politikalarıyla uyumlu bir çerçevede Ortadoğu ile İran Körfezinde ve Afrika'nın farklı bölgelerindeki siyasi-ekonomik ilişkilerini canlı tutmasına imkân vermiştir. Diğer yandan, Japonya'nın 70'lerin ortalarından itibaren ve özellikle 80'lerdeki büyük teknolojik atılımlarıyla birlikte tüm küresel pazarlarda olduğu gibi, Ortadoğu ve İran Körfezi'nde de büyük ekonomik açılımlar yaptığı bilinmektedir. Japonya'nın Avrasya ve Avrupa politikasında, ihracat politikasının bir parçası olarak Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini geçiş üssü olarak kullanması, enerji kaynakları ile ilgili yatırım ve tedarik politikasına da hizmet etmiştir. Japonya'nın teknolojik ürünlerini ihraç ettiği her bölgede, ihtiyaç duyduğu hammaddelerin tedariki ile ilgili bir altyapısı uzun yıllar boyunca gelişmiş ve kurumsallaşmıştır. Bu noktada, Çin'e karşı Japonya'nın avantajı yadsınamaz düzeydedir. Japonya'nın enerji tedarik politikası, tıpkı Çin gibi deniz transportunun bir sonucu olarak Ortadoğu ve İran Körfezi'nde, Afrika'da ve küresel enerji kaynaklarının bulunduğu her noktada çalışmayı baz almaktadır. Japonya'nın Akdeniz ve Karadeniz üzerinden Hazar Havzası ve Orta Asya'yla olan ilişkisi de gelecek yıllarda kademeli olarak artma potansiyeline sahiptir. Kore ve Tayvan Kore ve Tayvan, özellikle Asya-Pasifik enerji pazarında küresel enerji pazarlarında önemli konuma sahiptirler. Ancak her iki ülkenin de kaynak tedarikindeki küresel rolleri, Çin ve Japonya ile mukayese edilemeyecek bir aşamadadır. Küresel ekonomik pazarlarda enerji ticaretinin Asya-Pasifik etkisini dikkate alırken, Çin ve Japonya'nın rekabeti kadar Kore ve Tayvan'ın da bu iki ülkenin rekabeti arasındaki denge içerisinde etkin bir konumu vardır. Tıpkı Çin ve Japonya gibi, Kore ve Tayvan da deniz yoluyla petrol, doğalgaz ve kömür tedarikinde küresel pazarlardaki tüm aktörlerle çalışmaktadırlar. Hindistan Hindistan, Asya-Pasifik'te ve küresel ekonomik rekabet içerisinde rolü giderek artan bir ülkedir. Hindistan, gelişmiş bankacılık sistemi ve sermaye piyasaları, özellikle küresel yazılım sektöründeki büyük rolü ve uluslararası yatırımcılar için güvenli ve istikrarlı bir ekonomi olması nedeniyle, küresel ekonomi içerisindeki etkinliğini arttırmaktadır. Hindistan'ın tarihinde bir dönüm noktası olarak İngiltere ile olan ilişkileri yatar. Hindistan kaynaklarının Batıya transferi ile başlayan süreç, İngiltere'nin Hindistan'ı Avrupa'ya yakınlaştırması ile yeni bir aşamaya geçmiştir. Tıpkı Çin, Japonya ve diğer Asya-Pasifik ülkeleri gibi Hindistan da bu ilişkiden kendisine dersler çıkartıp, kendi ulusal ekonomisini ve küresel sistemden faydalanma mekanizmalarını hızla geliştirmiştir. Hindistan'ın Avrupa ile olan yakın ilişkisi, küresel sistem içerisinde güvenli bir yatırım ülkesi olarak cazibesini son yirmi yılda en yüksek noktaya çıkartmıştır. Küresel ekonomik aktörlerin bir kısmı, gelecek 30 yıl içerisinde Hindistan'ın en büyük üç küresel ekonomiden biri olacağını öngörmektedir. Bu öngörünün doğruluğu tartışmalı olabilir, ancak öngörünün gerçekleşmesi ile enerji arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu öngörünün gerçekleşmesinde, Hindistan'ın enerji diplomasisinin ve büyümek için gerekli enerji kaynakları tedarikinin durumu belirleyici olacaktır. Bu nedenle Hindistan'ın küresel enerji pazarı içindeki hamleleri giderek artmaktadır. Hindistan da Japonya ve Çin gibi, küresel enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelerin tamamında ve özellikle coğrafi yakınlığı nedeniyle Ortadoğu ve İran Körfezi'nde önemli açılımların peşinde koşmaktadır. Bu açılımlar bağlamında, bu ülkelerdeki rezervlerin ihtiyaç duyduğu yatırımları yapma konusunda girişimlerde bulunmaktadır. Hindistan'ın bu açılımları çerçevesinde Rusya'nın enerji kaynaklarıyla ilgili stratejiler de mevcuttur. Bu stratejiler, Rusya'nın enerji kaynaklarını Karadeniz ve Akdeniz üzerinde deniz yoluyla ve Hazar Havzası üzerinden de kara hatlarıyla Hindistan'a ulaştırılmasıyla ilgili seçenekleri barındırmaktadır. Öte yandan İran ve Hindistan'ın enerji işbirliği, iki ülke arasında boru hatlarının inşa edilmesi sürecini de başlatmıştır. Hindistan, Çin ve Japonya ile birlikte küresel LNG pazarının en büyük aktörleridir. Hindistan'ın dış ülkelere yatırım gücü ve hızı, Çin ve Japonya ile rekabet edecek bir düzeye gelecektir. Hindistan'ın geleneksel politik esnekliği, Soğuk Savaş döneminde de görülen bağlantısızlar hareketindeki tarzının bir çeşit devamıdır. Hindistan, bir yandan ABD ile en yakın ilişki kuran ülkelerden biriyken, aynı zamanda ABD politikalarının en soğuk baktığı tercihleri hayat geçiren ülkelerden biri de olabilmektedir. Hindistan'ın küresel politik tarafsızlığı, aslında mutlak kazanç elde etmek için her türlü esnek taraflılığı başarma yeteneği ile hayat bulmaktadır. Hindistan'ın hem küresel politikalar nezdinde hem de küresel enerji güvenliği açısından en büyük sorunu, tek başına hareket etme isteğinin, tek başına kalmasına neden olmasıyla ilgili sonuçlar doğurmasıdır. Hindistan'ın jeopolitik problemleri, onun enerji tedarik politikasında zaman zaman sorunlar yaşamasına da neden olmaktadır. Rusya Rusya, hem Çarlık dönemi hem de SSCB döneminin politik karakterlerini taşıyan bir ülkedir. Asya'nın en büyük karasal askeri gücü olarak, hegemonik tutumunu devam ettirme arzusu, Rusya'nın küresel enerji pazarındaki konumunu problemli hale getirmektedir. Ukrayna ve Polonya ile yaşadığı enerji krizi, küresel enerji arz güvenliği tartışmalarını başlatan bir faktör olarak, Rusya'nın küresel politikalar içindeki rolünün hala çok etkili olduğunu göstermiştir. Başta AB olmak üzere, birçok ülkenin reaksiyon gösterdiği bu tutum, aslında Rusya'nın yeni küresel enerji politikasının ilk uygulama alanıydı. Bu test, Rusya'nın bu politikasının başarıyla süreceğini, en azından Rusya'ya gösterdi. Rusya'nın enerji politikası, enerji kaynaklarının, kaynak sahibi ülkeler için güvenlik ihtiyaçlarını karşılayan stratejik bir güç olması gerektiği tezini savunuyor. Yani enerji kaynağına sahip bir ülke, diğer ülkelerin kendisiyle ilgili yaratabileceği tehditleri ve riskleri minimize etmek için sahip olduğu kaynakların arzını, gerektiğinde bir savunma silahı olarak kullanabilmelidir. Oysa ilk bakışta askeri caydırıcılık anlamında olumlu görülebilecek bu yaklaşımın tehlikeli olabilecek başka bir boyutu daha var. Belirli bir askeri güce ve bölgesel hegemonik hedeflere sahip herhangi bir kaynak ülke, bir süre sonra elindeki kaynak gücünü, diğer ülkeler üzerindeki emperyal arzularını gerçekleştirmek amacıyla bir saldırı silahına dönüştürebilir. Bu durumda, küresel enerji pazarının karşılıklı bağımlılık ilkesi, karşılıklı savaşma arzusuna yenik düşer. Rusya'nın savunduğu politika, şimdilik kaynakların bir saldırı silahı olduğu değil, savunma silahı olduğu yönündedir. Tartışmanın cevabı ne olursa olsun, Rusya'nın küresel ölçekteki büyük askeri gücü, kendisiyle ilgili yaptırımların ortaya çıkmasını engellemeye yeterli olacaktır. Rusya'nın küresel enerji oyununda, masadaki oyun planı iki basamaklıdır. Büyük bir kaynak ülkesi olarak petrol ve doğalgazı boru hatlarıyla taşıyabileceği karasal enerji pazarlarını kontrol etmek, bu kaynakları deniz yoluyla ihraç ederek, küresel enerji pazarındaki rolünü ve gücünü arttırmak. Bunlara ek olarak, küresel piyasalara entegre olmak yerine küresel piyasalarda tek taraflı olarak rolünü arttıran Rusya, enerji piyasalarında da küresel olarak varlığını kurumsallaştırma çabasındadır. Rusya'nın karasal boru hatlarıyla ihracat politikasının ana hedefi, AB'nin enerji tedarikinde belirleyici ve en büyük paya sahip olmaktır. Başka bir ifade ile AB enerji pazarında hegemonik bir güç olmaktır. AB'nin buna itiraz şansı veya itiraz manevraları şimdilik gerçekçi görünmemektedir. Rusya'nın, Doğu-Batı koridorunda Doğu Avrupa ve Baltık üzerinden geliştirdiği projelerinin konumunu güçlendirmek için Güneydoğu Avrupa üzerinde de aynı rolünü arttırması gerekmektedir. Bununla ilgili Ukrayna-Balkanlar, Karadeniz-Balkanlar veya Türkiye-Balkanlar üzerinden bir yeni koridor açma politikası bulunmaktadır. Rusya'nın daha geniş hedefleri kapsamında başka bir politikası da Türkiye ve İsrail üzerinden deniz transportunun yolunu kısaltacak yeni bir arz koridoru açma çabasıdır. Ancak bu çabanın ne kadar gerçekçi ya da ne kadar bir perde görevi gördüğü tartışmalıdır. Rusya'nın Asya-Pasifik'teki enerji ihtiyacını karşılamakla ilgili rolü, coğrafi avantajlarıyla birlikte yavaş ama emin adımlarla gelişmektedir. Rusya'nın yakın gelecekteki en önemli açılımı ise, ABD'nin enerji tedarikindeki rolünü arttırmasına ilişkin olacaktır. Rusya'nın arz politikaları konusunda geliştirdiği tüm seçenekler, aynı zamanda rezervleri için ihtiyaç duyduğu yatırımlarla ilgili seçeneklerini de çeşitlendirmektedir. Rusya'nın, küresel enerji politikalarında karşılaştığı en büyük eleştirilerden biri de Rusya'nın diğer ülkelerdeki enerji yatırımları konusunda her türlü imkâna sahip olmasına karşın, diğer ülkelerin Rusya'daki kaynaklara ve pazarlara yatırımları konusunda ciddi sınırlamalar koymasıdır. Rusya'nın enerji oyununda izlediği en ilginç yöntemlerden biri, sadece AB enerji piyasalarına değil aynı zamanda ABD enerji piyasalarına ve enerji şirketlerine ciddi yatırımlar yapmaya başlamasıdır. Bu yatırımlar hem AB, hem ABD hem de diğer ülkelerdeki pazar şirketlerinde Rusya'nın daha kalıcı olması için bir araç olarak görülmektedir. Bu çerçevede Rusya'nın enerji oyunundaki uzak hedeflerinden biri olarak, gelecekte enerji arzındaki rolünün azalmasına ve muhtemel gelir kaybına karşın, küresel enerji pazarındaki diğer uluslararası şirketler içinde daha yüksek bir paya ve karar verici etkili bir konuma sahip olma arzusu öne çıkmaktadır. Rusya'nın küresel enerji oyunundaki stratejilerini zorlayacak olan unsurlar, küresel enerji kaynaklarındaki çeşitlilik ve özellikle Rusya'nın karasal coğrafyadaki boru hatlarına alternatif yeni enerji kaynaklarının katılması, küresel enerji fiyatlarının düşmesi ve Rusya'daki enerji pazarı ve enerji ekonomisinin içerisindeki yabancı yatırımcı payının çok yükselmesidir. Rusya'nın oyun karakteristiği, bir hamlenin kesin bir son hamle olmadığı ve bir sonraki hamlenin yine kesin bir hamle olmayacağı temelindeki bir stratejidir. Yani hiçbir cümle, hiçbir paragraf hatta hiçbir kitap nokta ile sonlanmaz, son işaret nokta yerine daima virgüldür. Oyun karakteristiğinin bir diğer özelliği de, güç gösterisi ve bir müzakeredeki konuşmanın doğal bir parçası olduğu yaklaşımdır. Rusya'nın oyun planında güç gösterisi, bir tehdit olarak masaya konulmaz. En azından Rusya masada gücünün hatırlatılması ile ilgili hamlelerini bir tehdit olarak göstermez. Sadece muhatabının Rusya'nın ne yapabileceği ile ilgili her seçeneği aynı anda masada görmesine yardımcı olmaya çalışır. En büyük küresel doğalgaz rezervlerine sahip olan Rusya, aynı zamanda çok büyük bir petrol rezervinin de sahibi olarak, küresel enerji piyasasındaki iki öncelikli kaynağı, küresel enerji arzının yönetilmesinde etkin bir şekilde kullanmaktadır. Suudi Arabistan Suudi Arabistan, küresel enerji piyasasının geleneksel olarak en büyük oyuncularından biridir. Aynı zamanda İslam jeopolitiğinin en önemli merkezi ülkeleri arasında sayılır. Suudi Arabistan, küresel enerji oyun masasına en erken girmiş bir ülke olarak, hem enerji pazarında hem de küresel enerji piyasalarında etkili bir oyuncu konumuna gelmiştir. Suudi Arabistan'ın enerji oyun masasındaki rolü, hem küresel petrol tedarikini dengelemek hem de küresel enerji piyasasında enerji fiyatlarındaki operasyonlarda belirleyici konumunu sürdürmek üzerine kuruludur. Suudi Arabistan son yıllarda artan bir şekilde Asya- Pasifik bölgesinin tedarikinde etkili olmaya başlamıştır. Bu etki, Çin ile olan ilişkilerinin gelişmesi için yeni bir zemin kazanmasına yol açmıştır. ABD ile uzun dönemli ve özel ilişkileri, Suudi Arabistan'ı Ortadoğu'da farklı bir politik konumda tutmuştur. Kimi zaman avantaj sağlayan bu konum, 11 Eylül saldırılarından sonra bölgesel bir sıkışma yaşamasına da neden olmuştur. Suudi Arabistan ve ABD arasındaki ilişki, enerji güvenliğini temel alan ancak daha geniş güvenlik hedeflerini de kapsayan bir çerçeveye sahiptir. Bu nedenle Suudi Arabistan'ın Çin'le olan ilişkisi, Çin'in enerji arz güvenliğine katkısı ile sınırlı kalabilir. Bu durumda bir değişikliğin olması ise, ABD'nin Suudi Arabistan'a karşı yaklaşımındaki bir tutum değişikliğine gitmesiyle mümkün olabilir. Suudi Arabistan'ın oyun masasındaki planı, tıpkı küresel politikalarındaki karakteristiği yansıtır. Bu karakteristik, bekleme pozisyonunda hareket etme hissi vererek, diğerlerinin kendisine göre pozisyon almasını sağlamaktır. Suudi Arabistan, açık politik tutumlar yerine masada sonuçları değiştiren daha kapalı bir hareket tarzını benimser. Bu hem Suudi Arabistan'ın İslam jeopolitiğindeki konumuyla hem de Arap Körfezi'ndeki tehditlerin her yönden ve saman alevi şeklinde hızla gelişme ihtimaliyle yakından ilintilidir. Bu durum, gölgede kalabalık içinde kalmaktansa güneşin altında yalnız kalmayı tercih etmek gibidir. Suudi Arabistan'ın enerji oyunundaki geleceği, Asya-Pasifik ve ABD arasındaki rekabetin dengesine göre değişiklikler gösterecektir. Zengin kaynaklara sahip bir ülke olarak ortaya çıkacak bu değişiklikleri kendisine daima olumlu olarak döndürme yeteneğine ve imkanına sahiptir. Suudi Arabistan'ın oyun masasındaki en büyük zorluğu, tercihlerinin kendisine askeri sonuçlar olarak dönmesine yol açabilme tehlikesidir. Suudi Arabistan, İran Körfezi ve Kızıldeniz arasında yalnız ve ulusal sınırları içerisinde kalan sıradan bir ülke değildir. Gerek dini gerekse siyasi açıdan yüklendiği misyonlar, onu bölgesel bir güç olmaya ve karmaşık küresel ilişkiler kurmaya zorlamaktadır. Bu nedenle, oyun masasındaki tercihlerini çok seçenekli sonuçları olan bir hamleler dizisiyle yapmak yerine, tüm hamlelerin sonuçlarını gördükten sonra hareket etmeyi yeğleyen bir çerçeveye yerleştirir. Suudi Arabistan'ın en önemli avantajlarından biri, İran dışındaki Körfez ülkelerinin Suudi Arabistan'ın tercihlerini izlemeye ve küresel pazardaki rolünü desteklemeye yatkın olmalarıdır. En büyük dezavantajı ise, İran'ın tek başına veya diğer Körfez ülkelerini de tetikleyerek, farklı küresel enerji politikası tercihlerine yönelmesidir. İran İran, en büyük ikinci küresel doğalgaz rezervine sahip ülke olarak, tıpkı Rusya gibi hem petrol ve hem doğalgazda küresel enerji pazarında çok etkili bir pozisyona sahiptir. İran, Suudi Arabistan gibi enerji pazarının en eski oyuncularından biridir. Bu nedenle geleneksel pazarlara sahip bir ülke olarak, aynı zamanda küresel enerji piyasalarında da önemli roller oynamaktadır. Ancak 1979 sonrası siyasi durumundaki değişiklikler nedeniyle, küresel piyasalardaki pozisyonunu icra etmekte sıkıntılar yaşamıştır. İran'ın küresel enerji oyunundaki rolü ise, küresel enerji pazarının seyriyle alakalı önemli sonuçlar doğurmaktadır. Asya-Pasifik'teki enerji tedarikinin karşılanmasında ve özellikle Çin'in kaynak ülkelerdeki yeni seçeneklerinin gelişmesinde İran'ın etkili bir konumu vardır. İran'ın Batı Avrupa ve ABD pazarındaki payı ise, gelecek yıllarda önemli oranda artacaktır. İran'la ABD arasındaki siyasi çatışma askeri bir krize neden olsa bile, küresel enerji pazarının kuralları dâhilinde her iki taraf da ortak bir noktaya varacaktır. İran'ın petrol ve doğalgaz rezervleri, enerji arz güvenliğinde ABD'nin göz ardı edemeyeceği kadar önemli bir yer tutmaktadır. Siyasi şartlar değiştiğinde, ABD'nin arz güvenliğinde İran'ın Suudi Arabistan'ın hemen ardından önemli bir önceliğe sahip olacağı görülecektir. İran'ın küresel enerji masasındaki rolü üç aşamalı bir stratejiyi içermektedir. İlk aşama, İran'ın geleneksel petrol pazarındaki konumunu güçlendirerek devam ettirmek; ikinci aşama, İran'ın karasal boru hatlarıyla özellikle AB pazarında Rusya'yı dengeleyecek bir pozisyona ulaşmak; üçüncü aşama ise, Asya-Pasifik bölgesi ile ABD arasındaki rekabette kilit rolünü arttırarak küresel siyasi-ekonomik bir güce ulaşmaktır. Her üç aşama da İran'ın ABD ile olan ilişkilerinin geleceği ile yakından alakalıdır. Ancak AB'nin artan enerji ihtiyacı ve Rusya'ya karşı alternatifleri geliştirme zorunluluğu, İran'ın hedeflerine ulaşmasına ABD'ye rağmen yardımcı olacaktır. Özellikle Çin'in yükselen enerji talebini karşılama noktasında, İran'daki rezervlere Çin yatırımını arttırmak dâhil olmak üzere, İran'a yeni seçenekler sunacak ve bu genişleyen ilişki ağı Asya-Pasifik'teki pazarlarda İran'a yeni siyasi manevra alanları yaratacaktır. İran'ın enerji oyun masasındaki karakteristiği, İran'ın tarihi özelliği ile büyük benzerlik göstermektedir. İran'ın oyun karakteristiği, sonuçların daima yeniden tartışmaya açık olması ve yeni bir sonucun mevcut sonucun tartışılması ile daha iyi bir noktaya geleceği felsefesine sahiptir. Yani müzakereler sonuçlandırmak için değil, yeni bir müzakereyi yapmak için başlangıç niteliğindedir. Bu da nihai sonuçların bir türlü hedeflenen müzakerede ortaya çıkmaması sonucunu doğurur. Büyük sabır gerektiren bu yaklaşım, İran'ın rakiplerinin genellikle pes etmesine neden olmaktadır. Ancak İran'ın ihtiyacı olan kazanımları elde etmek noktasında, bu tür müzakere yöntemlerinin olumsuz etkileri de bulunmaktadır. İran'ın oyun karakteristiği, karasal hegemonik bir güç olma arzusunu taşır. Bu nedenle, müzakere masasında mutlak kazanç ve sıfıra yakın minimum düzeyde taviz felsefesini uygular. İran'ın bu oyun karakteristiğindeki en büyük rakibi, bir başka karasal güç olma arzusundaki Rusya'dır. Bu rekabet, sadece bölgesel siyasi-askeri dengeler üzerinde değil, aynı zamanda küresel enerji pazarında artarak devam edecektir. Rusya'nın cümlelere nokta koymayıp virgül koyma alışkanlığı ile İran'ın noktaların virgül olabilme özelliğini taşıma alışkanlığı, karşılıklı rekabetin neredeyse bir ortaklık gibi görünmesine neden olur. Avrupa Birliği Avrupa Birliği, küresel enerji pazarının giderek daha az pro-aktif hale gelen fakat talepleri de artarak devam eden bir oyuncusudur. AB'nin siyasi-ekonomik bir güç olarak küresel rolü yadsınamaz. Ancak bu rolün giderek sonuç almak yerine, süreçleri kesintiye uğratmama yeteneğine dönüştüğü de görülmektedir. AB'nin siyasi karakteristiği haline gelen, sonuç odaklı olmak yerine süreç odaklı olma yaklaşımı, küresel enerji pazarındaki konumu üzerinde de etkili olmaktadır. AB'nin uyguladığı enerji diplomasisi, durumun radikal bir şekilde değiştirilmesi veya uzun vadeli kontratlarla yeni tercihlerin ortaya çıkmasından çok yeni müzakerelerin eski tercihleri esnetmesi amacına hizmet eder. AB'nin enerji oyun masasındaki hedefi, üç aşamalı bir stratejiyi izler. Birinci aşama, daha uygun bir maliyetle kesintisiz arzın karasal coğrafi taşıma yöntemleriyle gerçekleşme payını arttırmak ve bunu yaparken Rusya'ya olan bağımlılığı tolere edilebilir bir seviyede tutmaktır. İkinci aşama, küresel enerji pazarındaki arz çeşitliliğini Birliğin tedarik politikasına yansıtarak, enerji maliyetlerini daha dengeli bir seviyede tutmaktır. Üçüncü aşama ise, temiz enerji kaynaklarını arttırmak ve fosil yakıtların en az kullanımını sağlayacak yeni nesil enerji kaynaklarını geliştirmek, gerekli yatırımların yapılmasını sağlamak ve bu enerji kaynaklarının kullanımını yaygınlaştırmaktır. AB siyasi entegrasyonuna bağlı olarak enerji tedarik politikalarında da merkezi bir gelişme kaydetmek istemişse de küresel enerji pazarlarındaki zorluklar, Birlik içerisindeki ülkelerin bağımsız enerji tedarik politikaları oluşturmalarına neden olmaktadır. Bu yeni yönelim, başta Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere, Birlik üyesi ülkelerin büyüme taleplerini karşılayacak enerji tedarik seçeneklerini, geleneksel ilişkilerinin bulunduğu kaynaklara yeniden yöneltmesine neden olmuştur. Gelecekte AB, Birlik üyesi ülkelerin küresel ekonomi içerisindeki rekabetlerini karşılayacak doğru ve yeterli bir enerji tedarik politikası uygulayamazsa, Birliğin enerji politikası yerine Birlik üyesi ülkelerin enerji politikaları öncelikli olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri ABD en eski enerji oyuncusu olarak, küresel enerji pazarında hem ulusal arz politikası hem de küresel pazarlardan tedarik politikasıyla, küresel enerji oyununun en önemli aktörüdür. Sahip olduğu petrol ve kömür rezervlerini, büyümesi ve güçlenmesi için en verimli şekilde kullanan bir ülke olarak ABD'nin enerji ekonomisi içerisindeki birikim ve tecrübesi, onu küresel enerji ekonomisinin birçok alanında lider kılmaktadır. Bugün ise ABD, küresel enerji kaynaklarından daha fazla enerji tedarikini sağlama ihtiyacı içerisindedir. Azalan rezervlerine ve artan enerji talebine cevap vermek için geliştirdiği enerji diplomasisi, ABD'nin küresel politikalarına ilişkin tartışmaların da bir parçası haline gelmiştir. ABD'nin enerji tedarik politikasında iki önemli bölge tarihsel konuma sahiptir: Suudi Arabistan ve İran Körfezi ile Orta ve Güney Amerika. Aynı zamanda her iki bölge de ABD'nin küresel politikalarının en fazla tartışıldığı alanların başında geliyor. Bir enerji kaynağı üzerinde uzun süreli tedarik politikası uygulamak, o politikayı destekleyen birçok siyasi, askeri ve ekonomik unsurları da gerektirmektedir. ABD'nin küresel enerji oyunu masasındaki rolü beş aşamalı bir stratejiyi izler. İlk aşama, ABD'nin bugün ve gelecek 50 yıl içinde ihtiyaç duyduğu ve duyacağı enerji kaynaklarının kesintisiz ve daha az maliyetle tedarikini sağlamaktır. Bunu yapmak için küresel enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelere ve rezerv miktarlarına göre yeni politik ilişkiler geliştirmek ve eski politik ilişkileri güçlendirmek konusunda bir dış politika stratejisi uygulamaktadır. Bu dış politika stratejisi, enerji kaynaklarındaki istikrar ve güvenlik problemlerini azaltarak, enerji kaynaklarına sahip ülkelere gerekli siyasi destekleri vermeyi, enerji kaynaklarına sahip olduğu halde ABD ile sorun yaşayan ülkeler üzerine caydırıcı siyasi baskı uygulamayı içerir. Yine bu çerçeve, enerji kaynaklarına sahip olan bu ülkelerin iç politikalarına ve iç ekonomik büyümelerine belirli ölçülerde nüfuz etmeyi de kapsar. İkinci aşama, küresel enerji güvenliğini ve ABD'nin enerji arz güvenliğini birbiriyle entegre hale getirmektir. Küresel ekonomik rekabetin en güçlü aktörü konumundaki ABD, küresel enerji pazarındaki enerji güvenliğini kendisinin ulusal enerji arz güvenliğinin bir yansıması olarak görmektedir. Bu nedenle küresel enerji güvenliğinin sağlanması ile ilgili tüm çalışmalara iştirak etmek, politikalar geliştirmek ve talep edilen işbirliği tekliflerine olumlu katkıda bulunmak, ABD'nin bu yaklaşımı içerisinde öncelikli yer tutar. Ama ABD'nin ulusal enerji arz güvenliğinin öncelikleri, küresel enerji güvenliği ile ilgili çalışmalarda çoğu kez diğer ülkelerin itirazlarına neden olur. Bu itirazlar, enerji kaynaklarının küresel pazarlara ulaşması ile ilgili ABD'nin siyasi sınırlamalarını ve askeri konuşlanmasını içeren bir dizi problemleri kapsamaktadır. Üçüncü aşama, ABD'nin büyümesini destekleyecek bir enerji politikası oluşturmak ve ABD'nin küresel ekonomik rekabetinde bu enerji diplomasisinin avantajlarından faydalanmaktır. Özellikle Asya-Pasifik ile ABD arasındaki küresel ekonomik rekabet, büyümeyi destekleyen enerji kaynaklarının tedariki ile ilgili çalışmalara odaklanmayı gerektirmiştir. ABD'nin enerji diplomasisindeki bu odağı, Asya-Pasifik'teki rekabeti buradaki ülkeler aleyhine bozacak şekilde küresel enerji pazarında bazı adımlar atmasını zorunlu kılmaktadır. Yükselen enerji fiyatları, enerji kaynaklarının tedariki ile ilgili siyasi rekabet, enerji kaynaklarının tedarikinde rezervlerin ihtiyaç duyduğu yatırımların özellikle Çin tarafından gerçekleştirilmesinin yavaşlatılması ve ABD ile sorunlu olan kaynak ülkelerinin Asya-Pasifik'teki arz politikalarının sınırlandırılması, ABD'nin bu diplomatik odağının kapsamı içindedir. Dördüncü aşama, ABD'nin küresel enerji piyasalarındaki rolünü güçlendirmek ve liderliğini devam ettirmektir. Küresel enerji pazarında, enerji ticaretinin ABD tarafından daha fazla kontrol edilmesini sağlamak amacıyla, enerji kaynağına sahip ülkelerle ABD arasındaki ilişkilerin daha fazla bir ticari ortaklık temelinde yükselmesi gerekir. Bu bağlamda, enerji ticaretindeki aracı şirketlerin ABD ekonomisindeki yeri, küresel enerji kaynağına sahip ülkelerdeki güçleri ile doğru orantılıdır. Bu nedenle, ABD'nin küresel siyasi politikalarının Amerikan şirketlerinin bu güçlerini sınırlandırmaması beklentisi, Amerikan enerji politikası üzerinde bir baskı oluşturmaktadır. Diğer taraftan, küresel enerji piyasalarında özellikle fiyat operasyonları konusundaki etkinlik, ABD açısından çok önemlidir. Bu yüzden başta New York ve Londra borsaları olmak üzere küresel enerji piyasalarında ABD etkisinin korunarak daha fazla güçlendirilmesi, ABD enerji diplomasisinin bir parçasıdır. Beşinci aşama ise, küresel iklim değişiklikleri ve çevre güvenliği konusunda küresel enerji pazarlarının ve küresel enerji endüstrisinin rolünü yeni bir çerçeveye oturtmaktır. ABD, bir yandan küresel fosil yakıtlardan daha fazla pay almak için çalışma yaparken, diğer yandan da fosil yakıtların daha az kullanıldığı bir enerji ekonomisinin yaratılması konusunda çalışmalar yapmaktadır. Küresel ısınma ve küresel enerji ekonomisi arasında yeni bir bağın ortaya çıktığı görülmektedir. Küresel ısınmaya neden olduğu belirtilen fosil yakıtlar başta olmak üzere, mevcut enerji kaynaklarının ve teknolojilerinin yerini, yeni bir enerji teknolojisinin alması gerektiği yönündeki siyasi tartışmalar, ekonomik bir sonuç doğurma aşamasındadır. Buna küresel ısınma karşıtı teknoloji ve onun yaratacağı, teknolojiden altyapıya, yeni şirketlerin doğmasından yeni ortaklıkların kurulmasına kadar devasa boyuttaki yeni bir küresel enerji ekonomisi demek daha doğru olacaktır. Özellikle de bu teknolojinin şimdilik sadece birkaç ülkede olması ve ileride diğer ülkelerin bu teknolojiyi ithal etme zorunda kalmaları gibi bir ticari perspektif de buna eklenince, küresel ısınmayla mücadelenin en azından bazıları için faydalı yeni bir ekonomi alanı yarattığını söyleyebiliriz. İngiltere ile birlikte ABD'nin hem siyasi tartışmalar düzeyinde hem de enerji sektöründeki sonuçlar bağlamında başı çektiği dikkate alındığında, ABD'nin bu yeni enerji ekonomisi alanıyla ilgili perspektifi daha iyi algılanabilir. ABD'nin enerji ekonomisi kapsamındaki çalışmaları iki başlık altında gelişmektedir. Birincisi, fosil yakıtların özellikle elektrik üretimindeki payını azaltmak ve alternatif enerji kaynaklarını elektrik üretiminde daha fazla kullanmaktır. İkincisi ise, sofistike teknolojilerle yeni nesil enerji kaynaklarını geliştirmektir. Bunlara ek olarak, enerji verimliliğini ve enerji tasarrufunu arttırmak, yeni yeni ABD enerji diplomasisinin bir parçası haline gelmektedir. ABD'nin küresel enerji masasındaki oyun planı, küresel çaptaki uluslararası Amerikan şirketleri ve ABD'nin küresel siyasi ve askeri networkuyla birlikte uygulanmaktadır. Bu nedenle Amerikan oyun planının karakteristiği iki boyutludur. Birinci boyut, Amerikan özel şirketlerinin küresel piyasa ekonomisi içerisinde şekillendirdikleri bir iş kültürünün özelliklerini taşır. Bugün gelişmekte olan piyasalar dâhil birçok ülkede bu iş kültürünün nitelikleri görülmektedir. Daha fazla ekonomik karlılık, kontrol edilen alanın daha geniş olması ve kolektif şirket faydasının diğer faydalardan daha öncelikli olması gibi özellikler, oyun planının şekillenmesinde önemli rol oynar. İkinci boyut ise, ABD'nin oyun karakteristiğinin bir yansıması olan gürültü içinde sessizlik ve son dakika pragmatizmini kapsar. ABD'nin iş yapma tarzında çok seçenekli ve sürekli hareket halinde olan bir yaklaşım vardır. Bu yaklaşım, hedefe ulaşmak için çok sesli bir orkestranın şarkıyı seslendirmeye çalışması gibi, çok sayıda unsurun aynı anda ve farklı bölgelerde harekete geçmesidir. Çok sesli orkestrada şarkının çalınması genel bir hedef iken, burada amacı yansıtan asıl ses, örneğin sadece kemanın sesidir. Şarkının beğenilip beğenilmeyeceği ve istenilen seyirci desteğinin alınıp alınmamasına göre, kemanın sesi diğer seslerin içerisinde korunur. Son dakika pragmatizmi ise, Amerikan gerçekçiliğinin bir yansımasıdır. Her ne kadar istenilen bir yöntemle hedefe ulaşmak baştan belirlenmişse de hedefe ulaşmanın istenmeyen yollarından biri tek geçerli seçenek olarak kaldığında, pragmatizm ve gerçekçilik adına bu yöne doğru bir kayma gerçekleşir. Bu yaklaşım, Amerikan politikasında bir çeşit iç eleştiri ve yanlış gidişatı düzeltme yöntemi olarak da kullanılır. ABD sisteminin esnekliği, son dakika gerçekçiliğinin daha rahat uygulanmasına olanak tanır, ancak son dakikadaki tarz değişikliği, o ana kadarki diğer müttefiklerinin yavaş kalmasına da bağlı olarak, birçok problemlere neden olabilir ve bundan en fazla zarar gören yine müttefikleri olur. ABD'nin enerji oyununu etkileyen küresel faktörler, gelecekte de Amerika'nın enerji oyunundaki konumunu değiştirebilecektir. ABD-Rusya ilişkisi, hızlı bir değişim göstermektedir. Sovyetler sonrası dönemin çok hızlı bir ABD-Rusya yakınlaşmasını getirdiğini ve küresel ekonomik sistemdeki açılımların bir sonucu olarak, Rusya'daki Amerikan ekonomik yatırımlarının hızla arttığını hatırlamakta fayda vardır. Rusya'nın geçiş sürecine rastlayan bu gelişmeler, ABD'nin, Rusya'nın yeniden küresel bir aktör olarak karşıt tutum almayacağı varsayımına dayanmıştı. Ancak 1999'dan itibaren bu süreç yavaş yavaş değişmeye başladı. ABD, Rusya'nın küresel düzeydeki karşıt tutumları ne olursa olsun, Rusya ile yeni bir Soğuk Savaş başlatmama eğilimindedir. Fakat bu eğilim, henüz netleşmeyen değişik seçenekleri de içinde barındırmaktadır. Bunlardan birisi, Rusya'nın 90'lı yılların ortalarındaki liberal çizgiye yeniden dönmesi konusunda çalışmalar yapmaya devam etmek ve bunun gerçekleşeceği konusundaki ümitleri canlı tutmaktır. Bir diğer seçenek, Rusya'nın belirli bir küresel politik aktiviteye ve sınırlı bir küresel askeri güç gösterisinde bulunma payına sahip olmasını baştan kabul ederek, Rusya'nın küresel enerji pazarındaki Rus memnuniyetini en yüksek noktaya taşıyan konumuna hazır olmaktır. Birçok seçenek arasında yer alan bir diğer yaklaşım ise, Rusya'nın AB ile daha yakın bir ilişki ve neredeyse ekonomik bir entegrasyona girerek, en azından karşıt askeri bir kutup olmasını engellemek üzerine çalışmalar yapmaktır. ABD-Rusya ilişkisi, ABD'nin küresel enerji oyunundaki yaklaşımlarıyla yakından alakalı olmakla beraber, ABD-AB perspektifindeki diğer seçeneklere bağlı olarak da şekillenecektir. ABD'nin küresel enerji oyunundaki en büyük problemlerinden birisi, Çin'in sadece yükselen enerji talebiyle yarattığı cazip ortam değil, aynı zamanda Çin'in en son hamlede ne yapacağına dair belirsizliğin kuşattığı, küresel güç olma yolundaki ilerleyişidir. Bunun birçok yönden siyasi, askeri ve jeopolitik analizi yapılmaktadır. Fakat ABD'nin küresel enerji oyunundaki en önemli beklentilerinden biri, Çin'in küresel enerji oyununda sınırlandırılması mümkün olmayan bir oyuncu haline gelmesi yönündeki değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmelerin çoğu, ABD'nin Çin'in enerji tedarik politikasını zorlaştırma, sınırlandırma ve küresel enerji kaynaklarına sahip ülkelerdeki Çin etkisini baskı altına alma noktalarına odaklanmaktadır. Ancak Çin ve ABD arasındaki ticaret dengesi ve karşılıklı ekonomik bağımlılık prensibi nedeniyle, tarafların karşılıklı hamleleri oldukça yumuşak ve sınırlı kalmaktadır. ABD'nin bu pozisyonu, bir bakıma bükemediği bileği tokalaşmak yoluyla sakinleştirmeye benzemektedir. Belki de bu pozisyon, yenemediği düşmanla işbirliği içinde olmayı, başka bir savaş aracı olarak kullanma yöntemidir. Küresel enerji oyunu, enerji pazarındaki bilginin, piyasalardaki fiyatın ve tedarik politikalarındaki seçenek çeşitliliğinin geleceğine göre şekillenecektir. Bugün için ABD, her üç konuda da küresel bir deneyime ve güce sahiptir. Bu nedenle küresel enerji oyununda ABD'nin rolü, oyunun nereye doğru gideceği konusunda belirleyici olacaktır. Ama küresel enerji oyununun nereye gideceği konusundaki ABD hedeflerinin tamamen gerçekleşip gerçekleşmemesi, diğer aktörlerin yeteneklerine bağlı olacaktır. 4.ENERJİ MİLLİYETÇİLİĞİ VE KAYNAKLARIN MİLLİLEŞTİRİLMESİ Küresel enerji oyununda, dönemsel ve kalıcı özelliklere sahip, taraflar arası sorunlar önemli yer tutar. Dönemsel sorunlar, kaynak ülkelerle pazar arasındaki ekonomikteknik başlıkları içerir. Bazen de pazardaki dönemsel talep artışlarıyla mevsimsel koşullara bağlı olarak arzdaki dönemsel kesinti sorunları, taraflar arasında tartışmalara neden olur. Dönemsel olarak başlayıp kalıcı hale gelen veya gelme eğilimindeki sorunlar ise, daha ciddi sonuçlar doğurabilmektedir. Bu sorunların en başında enerji milliyetçiliği ve kaynakların millileştirilmesi konusu gelmektedir. Kaynakların millileştirilmesi konusu, petrolün ilk bulunduğu günden itibaren, kaynak ülkelerdeki ulusal politikaların bir parçası olmuştur. Uğruna iç savaşların, isyanların veya dış askeri müdahalelerin yaşandığı bu konu, bugünlerde daha popüler bir aşamaya gelmiştir. Özellikle Orta ve Güney Amerika'daki yeni siyasi yönetimler, kaynakları millileştirmek ve enerji milliyetçiliğini kendi siyasi yönetimlerinin en önemli politik aracı olarak kullanma konusunda oldukça hızlı bir mesafe almaktadırlar. Venezüella'dan başlayan Bolivya ve diğer ülkelere de sıçrayan bu trend, hem küresel enerji milliyetçiliği ile alakalıdır hem de özel olarak Orta ve Güney Amerika'daki ABD karşıtı politikaların tarihsel süreciyle ilintilidir. Orta ve Güney Amerika ABD'nin 50'li yıllardan itibaren Orta ve Güney Amerika'ya olan yoğun ilgisi, buradaki ülkelerin de cazip ekonomik, siyasi ve sosyal ortamı nedeniyle ABD'ye yönelik beklentileri ile bir bütünlük arz etmiştir. Ancak SSCB'nin 50'lilerin ortalarından itibaren bu ülkelere hızlı bir şekilde nüfuz etmeye başlaması, bir ABD-SSCB çekişmesini, bu ülkelerde bir ABD karşıtlığına dönüştürmüştür. SSCB'nin yıkılmasından yıllar sonra bu karşıtlık, bu ülkelerin çoğunda siyasi bir zafer haline dönüşmüştür. ABD'nin bu çekişme sırasında SSCB'ye odaklanması ve bölge ülkelerindeki gelişmelere olan ilgisini ve desteğini azaltması, bugünkü siyasi ortamın gelişmesine katkıda bulunmuştur. Aslında enerji milliyetçiliği ve kaynakların millileştirilmesi, bu ülkelerdeki sosyalist ekonomi modelini canlandırma trendinden çok, ABD karşısında yeni bir konum kazanma arayışı ile daha fazla alakalıdır. Bu trendin ne kadar kalıcı olup olmayacağı ise, bu siyasi yönetimlerin hedeflerine ulaşıp ulaşamayacaklarına ve bu sürede siyasi zeminlerini ne kadar koruyup koruyamayacaklarına bağlıdır. Burada iki konu daha öne çıkmaktadır. Birincisi, bu ülkelerin ABD ekonomisi ile olan çok yakın ve çok girift ilişkileri; ikincisi de enerji kaynaklarına yatırım için gereken finansmanın, hangi alternatif ülkelerden geleceği konusudur. Buradaki en kritik nokta, Çin'in bu boşluğu ne kadar ve ne zaman doldurabileceği sorusunun cevabında saklıdır. Rusya'nın bu bölgelerdeki boşluğu doldurma konusunda neden çok fazla istekli ve etkili olmadığı sorusu ise, önemini devam ettirmektedir. Acaba ABD ile bu ülkeler arasındaki çok yoğun ve çok girift olan ekonomik ilişki Rusya'yı mesafeli durmaya mı itmektedir? İran Enerji milliyetçiliği konusunun belki de en önemli örneklerinden biri, 1950'lerde İran'da dramatik bir şekilde yaşandı. İngiltere'nin İran enerji kaynakları üzerindeki hegemon tutumu ve İran'ın kendi kaynaklarından elde ettiği gelirin bugünkü bir transport ülkenin gelirinin bile altında bir seviyede kalması ile başlayan siyasi tartışmalar, İran'da enerji milliyetçiliği merkezli bir isyana dönüşmüştü. Buradaki haklarını kaybetmek istemeyen İngiltere'nin, İran Körfezi'ndeki askeri varlığı ile ortaya koyduğu askeri baskı ve tehdit, İran'daki enerji milliyetçiliğini daha ileri bir noktaya taşıdı. Başbakan Musaddık'ın tabandaki siyasi desteği, sadece bu enerji milliyetçiliği ile bile çok güçlü noktadaydı. İngiltere gibi bir ülkeye karşı gelişen bu enerji milliyetçiliği, hem SSCB'nin ilgisini çekmiş hem de İran halkındaki dini duyguların daha siyasi bir çizgiye ve harekete dönüşmesinde tetikleyici bir faktör olmuştur. SSCB'nin ilgisi, ABD ve İngiltere'nin daha hızlı reaksiyon göstermesiyle Musaddık'ın siyasi ömrünü kısaltmış oldu. Fakat enerji milliyetçiliği siyaseti, İran'da gücünü kaybetmeden devam etti ve diğer nedenlerle birlikte 1979 Devrimi'nin yolunu açtı. Bugün İran, enerji milliyetçiliğini hem enerji kaynaklarının mülkiyeti ile ilgili maksimum sınırlamalar yoluyla uygulamaya devam etmekte hem de oyun masasında diğer ülkelere yönelik tercihini kullanarak bunun küresel bir siyasi politika aracı olarak sürdürmektedir. 1979'dan sonra ABD ve İngiltere'nin yerini Fransa almıştı. Bugün ise İran daha geniş seçenekler üzerinde çalıştığı için Fransa'nın rolü de zayıflarken, Çin ve Japonya gittikçe büyüyen bir varlık sergilemeye başlamıştır. İran pazarında, Almanya ve Avusturya başta olmak üzere, AB ülkelerinin pozisyonları giderek artacaktır. Onları İngiltere ve ABD'nin takip etmesi ise yakın gelecekteki siyasi değişikliklere bağlıdır. Afrika Nijerya ve Sudan ise, kaynakların millileştirilmesi tartışmaları ile ilgili yeni adresler olarak popüler olmaya başladılar. Afrika'daki enerji milliyetçiliği ve kaynakların millileştirilmesi konusu, Orta ve Güney Amerika'daki sorunlardan daha farklı bir seyir izlemektedir. Gerçi SSCB'nin Afrika'daki izleri, böyle bir politik atmosferin oluşmasında eskiye dayanan bir rol oynamıştır. Saint Petersburg Komünist Doğu Emekçileri Üniversitesi programlarına benzer birçok stratejik faaliyet ile Sovyetler, Afrika'da böyle bir enerji milliyetçiliği zemininin genişlemesini hedeflemiş ve önemli ölçüde de başarı sağlamıştı. Bu nedenle Afrika'daki kaynakların millileştirilmesi ve enerji milliyetçiliği konusu, aniden ve yeni başlayan bir süreci yansıtmaz. Öte yandan, Afrika tarihinde Avrupa sömürgeciliğine karşı yıllar boyunca gelişen karşı nüve, zaman içinde geniş bir siyasi atmosferi oluşturmuştur. Afrika'nın kentleşme ve eğitim oranı arttıkça ve özellikle küresel ekonomik sistemdeki diğer aktörlerle olan ilişkileri doğrudan ve yüz yüze bir temas haline dönüştükçe, Afrika'nın siyasi uyanışı, içinde birçok Batı karşıtı unsuru da beraberinde büyütmüştür. Afrika'daki enerji milliyetçiliği buradan önemli ölçüde beslenirken, kaynakların millileştirilmesi ile dışarı atılan Batılı şirketlerin yerini ise, tam da beklendiği üzere en başta Çin doldurmaya başlamıştır. SSCB'nin Afrika'daki askeri hatıralarına nazaran Çin'in daha yumuşak bir ekonomik ortaklık yaklaşımı oluşturmaya çalışması, Afrika enerji kaynaklarındaki Çin'in varlığını daha uzun vadeli bir aşamaya taşıyacaktır. Nijerya ve Sudan'daki gelişmeler buna en önemli örneklerdir. Küresel enerji oyunundaki bu gelişmeler ve sorunlar, acaba kalıcı sorunlar mı olacak, yoksa enerji oyun masasındaki dengelerin değişmesi için bir araç olma özelliğini mi taşıyacak? Enerji, küresel bir oyundur ve oyuncuların birbiriyle olan ilişkileri, her birinin tercihinin diğerini etkilemesine neden olur. Küresel enerji oyununda, bir tercih değişikliği sonrasında, bir ülke pozisyon kaybederken, bir ya da birden fazla ülke yeni pozisyonlar kazanır. Bu nedenle ister enerji milliyetçiliği ister kaynakların millileştirilmesi isterse diğer siyasi hareketler nedeniyle ortaya çıkan her türlü tercih değişikliği, bağımsız-ulusal bir sonuç doğurmaktan çok, oyunda bir yer değişikliği anlamına gelir. Küresel enerji oyununda enerji milliyetçiliğinin kendisi değil, sonuçları daha önemli olmaya devam edecektir. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ENERJİ GÜVENLİĞİ 1. ENERJİ GÜVENLİĞİ DENKLEMİ Enerji, sayısal bir büyüklük olmakla beraber, politik niteliği nedeniyle vektöreldir. Onun vektörel olmasına neden olan şey, tercihlerdir. Tıpkı politikada olduğu gibi, bir ülkenin enerji sistemi tercihlere göre şekillenir. Sahip olunan ulusal kaynaklar veya ithal edilen kaynaklar arasında kurulan bir denge ve bu dengenin içerisinde üretilen enerji, o ülkenin politik-ekonomik tercihlerine bağlı olarak gelişir. Bu tercihler, bağımlılığı, karşılıklı bağımlılığı, arz güvenliği sorunlarını veya istikrarını zaman içerisinde şekillendirir. Bir ülkenin yöneticileri için enerji, üç sembolden oluşur: Kesintisiz ve daha ucuz elektrik ihtiyacını karşılayan, ısınan ve suyu akan bir konut; kesintisiz ve rekabet edebilecek kadar ucuz enerji ihtiyacı karşılanan endüstri; kesintisiz, daha temiz ve daha ucuz çalışmaya devam eden taşıma araçları. Bu üç sembol, her siyasi yöneticinin hem rüyası hem kâbusudur. Bunların en iyi şekilde çalıştığını görme rüyası, onlardan birinin ya da hepsinin eksik çalıştığını veya tamamen çalışmadığını her an göreceği kâbuslara dönüşebilir. Enerji güvenliği, en basit anlamıyla kâbusların gerçekleşmesini engellemek ve rüyanın gerçekleşmesini sağlamaktır. Enerji güvenliği, enerji kaynaklarının yerinde ve ihtiyaca cevap verecek şekilde güven altında olmasını, güvenli ve daha ucuz bir şekilde taşınmasını, yüksek teknoloji ile daha çeşitli ve daha ucuz mamullere dönüşmesini, pazarların kontrollü ve sorun teşkil etmeyecek bir iştah ile yaşamasını ve doymasını, fiyatın tehdit seviyesine ulaşmayan bir kar çerçevesi içerisinde devamlılığını sağlamayı içeren bir denklemdir. Bu denklemi kısaca şöyle formüle edebiliriz: EG: Enerji Güvenliği K: Kaynakların Güvenliği T: Transport Güvenliği P: Pazarın Güvenliği Fz: Fiziki Güvenlik Fi: Fiyatların Güvenliği olmak üzere, EG=K + T + P + Fz + Fi Enerji güvenliğinin seviyesi, maksimum 100 birim seviyesinde belirlenmiş bu denklemin parçalarından her birinin kendi içerisindeki tanımlanmış minimum oranlar düzeyinde olmasıyla sağlanır. Her birinin kendi içerisindeki oranlarının toplamından ortaya çıkan sonuç, kademeli bir şekilde o ülkenin veya küresel enerji güvenliğinin, risk, tehdit ya da tehlike seviyelerini gösterir. Formül, her ülke için farklı sonuçlarda çalışır. Çünkü net ithalatçı, kısmi ithalatçı, net ihracatçı, kısmi ihracatçı olmak veya enerji sepetindeki çeşitliliğin diğerini ikame edecek düzeyde olması gibi faktörler, ülkelerin enerji güvenlik seviyesini kendine göre şekillendirir. Enerji güvenliği teorisi için oluşturulmuş bu formülün üzerine oturduğu matematiksel önermenin idealize edilmiş oranı, 100 üzerinden aşağıdaki şekilde bir dağılımı içermektedir: EG (100) = K (50) + T (20) + P (10) + Fz (+/- 5) + Fi (15) Formülde yer alan her birim formüldeki ağırlık oranı ile hesaplanır. Kaynak, enerjide temel esas olduğundan dolayı, kaynaktaki güvenlik değeri formül açısından 50 birimdir. Yani, yüz birimlik enerji güvenliği formülünde kaynağın güvenli olması oranı 50 birimdir. Kaynak Güvenliği birimi % 5 azaldığında, risk faktörünü, % 10 azaldığında tehdit faktörünü, % 20 azaldığında ise tehlike faktörünü ortaya çıkartır. Transport, enerjide kaynağın hedefe ulaşması için en temel unsur olduğundan dolayı, bir yanıyla kaynağın diğer yanıyla pazarın bir parçası olarak kritik öneme sahiptir. Yol, zaman ve fiyat faktörleriyle birlikte, Transport Güvenliği'nin formül içerisindeki değeri, 20 birimdir. Transport Güvenliğinin birim değeri üzerinde % 5 azalma olduğunda risk faktörü, % 10 azalma olduğunda tehdit faktörü, % 20 azalma olduğunda tehlike faktörü ortaya çıkar. Pazar, talebe bağlı bir büyüklüktür. Talep de daima artan bir eğride olduğundan dolayı, petrol için 2050 yılına kadar, doğal gaz için 2150 yılına kadar, formüldeki "Pazar Güvenliği" değeri: 10 birimdir. Pazar birimindeki değerin, % 10 düzeyinde azalması, risk faktörünü doğurur. % 30 düzeyinde azalması, tehdit faktörünü doğurur. % 50 düzeyinde azalması, tehlike faktörünü doğurur. Enerjide, transportun bir parçası olarak Fiziki Güvenlik bazen formülde çok önemli bir yer tutar ve hatta bu önem birim olarak daha yüksek bir oranda yansıyabilir. Bazı durumlarda ise minimum seviyede veya tamamen formül dışında kalabilir. Bu, ülkeden ülkeye değişen bir faktördür. Transport jeopolitiğinde, transportu sağlayan ülkelerin de yüksek gelir payları söz konusu olduğundan dolayı, Fiziki Güvenliğin sorumluluğunu bu ülkeler daha fazla almaktadır. Ama genel bir formül kurgularken, Fiziki Güvenliğin birimini maksimum 5 olarak almak uygun olacaktır. Risk, tehdit ve tehlikenin yüzdelik oranları Fiziki Güvenlikte de aynı şekilde Transport Güvenliğinde olduğu gibi formüle edilir. Fiziki güvenliğin formüldeki değeri sıfır kabul edildiği durumlarda, 5 birim Transport Güvenliği birimine eklenir. Enerji içerisinde fiyat, pazarın gelişimini ve ülke ekonomisinin büyüme trendini etkileyen çok önemli bir faktördür. Bazı ülkelerde fiyat artışı ne pahasına olursa olsun karşılanmakta ve ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği devam ettirilmektedir. Ancak bazı ülkelerde bu hem büyümeyi etkilemekte hem de talebi daraltarak, pazarın şeklini değiştirebilmektedir. Bu nedenle çok yüksek fiyat artışları, kaynak ülkelerini her zaman mutlu etmeyip bazen tedirgin de edebilir. Enerji Güvenliği formülünde Fiyat Güvenliği 15 birimdir. Risk, tehdit ve tehlike faktörleri, Fiyat Güvenliği birimindeki artış, o ülkenin ithalat-ihracat dengesi üzerinde yaratacağı dengesizlik ve hem tüketicilerin hem de devletin bütçesi üzerinde meydana getireceği dayanılabilir baskı düzeyine göre değişiklik gösterir. Enerji Güvenliği formülü, geometrik veya aritmetik bir işlem formülü olmaktan çok, enerji güvenliğinin politikasını oluşturmak ve yönetmekle ilgili bir perspektif sunmayı amaçlar. Bu formülün temel amacı, bir ülkenin enerji arz güvenliğini oluştururken, küresel enerji güvenliği denklemi içerisinde ulusal enerji güvenliğini konumlandırmaktır. Çünkü 21. yüzyılda tüm ülkeler için geçerli olan kural, "ulusal enerji güvenliğinin küresel enerji güvenliğinin bir parçası" olduğudur. Yine bu formülün diğer bir amacı, ulusal enerji güvenliğini, enerji bağımsızlığı anlayışı yerine, bir biçimde küresel enerji güvenliğinin karşılıklı bağımlılık anlayışına dönüştürmesini sağlamaktır. Çünkü enerji güvenliği sistemi entegre bir sistemdir. Parçalardan herhangi biri diğer parça olmaksızın bir anlam ifade etmez. Bu nedenle ulusal enerji güvenliği politikasını hazırlayanlar, bu entegre sistemin içerisinde pozitif rolü arttıran ve negatif rolü azaltan bir stratejik perspektifi oluşturmaya çalışmalıdırlar. 1973 petrol krizi ve 2005-2006 doğal gaz krizi, enerji güvenliğini bir kavram olarak hayatımıza yerleştirmeye başladı. Ama bu, sadece enerji güvenliğinin arz güvenliği boyutunu kapsayan ve korkulara cevap bulmaya çalışan bir başlangıçtı. Asıl sorun, yüksek talebin devam etmesi durumunda arzın ne kadar yetip yetmeyeceği ve arzın üzerindeki fiyat baskısının, küresel ekonomik büyümeyi ne kadar etkileyip etkilemeyeceğidir. Elbette hiçbir devlet, diğer devletin ekonomik büyümesine katkı sağlamak için kendi büyümesinden fedakârlıkta bulunmayacaktır. Ama küresel ekonomik büyümenin yavaşlaması ve durgunluğa girmesi, her devleti bir biçimde etkileyecektir. Bu yüzden enerji güvenliği, herkesin sorumluluğu olan yeni bir anlayışı gerektirmektedir. Enerji güvenliği yaklaşımını daha iyi anlayabilmek ve her ülkenin kendi enerji güvenliği formülünü daha esnek bir şekilde nasıl kurgulayacağını analiz etmek açısından, enerji güvenliğinin her bir parçasını teker teker ele almakta fayda vardır. KAYNAKLARIN GÜVENLİĞİ Enerji kaynaklarını, finansman maliyeti ve siyasi maliyetine göre iki kategoride değerlendirmek mümkündür. Bunlardan ilki, daha ucuz maliyetle çıkartılabilen ve çok geniş rezervleri barındıran büyük miktarlı kaynaklardır. İkincisi ise, daha yüksek maliyet ve daha ileri teknoloji gerektiren, rezerv miktarları daha sınırlı kaynaklardır. Küresel enerji kaynaklarının güvenliği, tek başına kaynak sahibi ülkelerle sınırlı bir konu değildir. Aynı zamanda kaynakları ithal eden ülkelerin de bu güvenliğin sağlanmasında önemli bir katkısı ve sorumluluğu vardır. Bazen bu katkı ve sorumluluğun, kaynak ülkenin iradesi dışında daha etkili iç müdahalelere kadar gittiği görülmüştür. Genel olarak kaynakların güvenliği, üretimin azalması, iklim şartları ve siyasi kriz başlıklarındaki değişimleri irdeler. Bu değişimler de şu önceliklere göre değerlendirilir. Kaynakların güvenliği açısından, birinci öncelikli konu rezervler, rezervlerin korunması, geliştirilmesi ve küresel düzeyde rezervlere ilişkin gelecek projeksiyonlarına hazırlıklı olmaktır. İkinci öncelikli konu, rezervlerin hayat bulması açısından, gerekli yatırımların yapılması, yatırımlar için gerekli finansmanın sağlanması ve özellikle dış finansmanın güvenli bir şekilde gelmesine imkân yaratılmasıdır. Üçüncü öncelikli konu, rezervler ve yatırımlara ilişkin yapılacak çalışmalar noktasında, diğer şirket ve ülkelerin kaynak sahibi ülkeyle olan anlaşma mimarilerinin güvenli ve adil koşullar içermesidir. Bazı ülkelerde enerji milliyetçiliğine dayalı veya geçmişteki politik çatışmalardan hareket eden kimi anlaşma modelleri, yatırımcı ülke ve şirketlerin bu yöndeki arzularını veya çabalarını sekteye uğratabilir. Dördüncü öncelikli konu ise, kaynak ülkenin istikrarıdır. İstikrar, kaynak ülkenin transport ve pazar bağını zayıflatmayacak veya kesintiye uğratmayacak bir düzeyin altına inmemesidir. Aksi durumlarda, kaynak ülkesinin dış yardıma ihtiyaç duyduğu düşüncesi uluslararası çevrelerde bir kanaat olarak gelişmeye başlar ve o ülkeye karşı çeşitli yaptırımların veya istikrar sağlayıcı müdahalelerin yapılmasına neden olabilir. Tabii bu durum bazen düşük yoğunluklu çatışmalara bazen de savaşlara kadar gidebilir. Şimdi bu çerçeve içerisinde petrol, doğal gaz ve kömürün küresel kaynak güvenliği açısından durumunu inceleyeceğiz. Petrol Petrol, en önemli ve en etkili enerji kaynağı olmaya hala devam ediyor. Yüz yıldan daha fazla zamandır hayatımızda olan petrol, bugün arz ve talep dengesinde zirve noktasına ulaşmıştır. 2009 yılı itibariyle, küresel petrol arzı toplamı 79 milyon 948 bin varil/gün'dür. 2009 yılında küresel petrol tüketimi 84 milyon varil/gün iken, IEA Dünya Enerji Görünümü tahmine göre, bu oranın 2030 yılında 125 milyon varil/gün olması bekleniyor. Bugünkü küresel petrol rezervleri, gelecekteki talebi karşılayabilecek miktardadır. Yani genel olarak küresel petrol ihtiyacı ile ilgili enerji kaynaklarının rezerv güvenliği yeterli bir görünümdedir. Ancak bugünkü ithalatçı ve ihracatçı ülkelerin pozisyonları, rezervlerin trendine göre değişiklikler gösterecektir. Bu da küresel petrol kaynaklarına olan ilgiyi değiştirecek ve çeşitlendirecektir. Küresel petrol rezervlerinin bugünkü bölgesel görünümü şöyledir: Kuzey Amerika'nın petrol rezervi 73.3 milyar varil olup, küresel petrol rezervinin % 5.5'idir. Güney ve Orta Amerika'nın petrol rezervi 198.9 milyar varil olup, küresel petrol rezervinin % 14.9’udur. Avrupa ve Avrasya'nın petrol rezervi 136.9 milyar varil olup, küresel petrol rezervinin % 10.3'üdür. Ortadoğu'nun petrol rezervi 754.2 milyar varil olup, küresel petrol rezervinin % 56.6'sıdır. Afrika'nın petrol rezervi 127.7 milyar varil olup, küresel petrol rezervinin % 9.6'sıdır. Asya- Pasifik'teki petrol rezervi ise 42.2 milyar varil olup, küresel petrol rezervinin % 3.2'sidir. Küresel petrol rezervlerinin toplamda 1 trilyon 333.1 milyar varil ( konvansiyonel olmayan Kanada petrolü ile birlikte 1 trilyon 476.4 milyar varil) olan kapasitesinin en büyük tedarikçilerinin genel olarak Ortadoğu bölgesinde olduğu göze çarpar. Asya-Pasifik bölgesinin Ortadoğu petrolüne bağımlılığı, 2010 yılında % 90'lara ulaşacaktır. Asya-Pasifik bölgesinin özellikle Rusya ve Orta Asya'daki petrol kaynaklarına olan bağımlılığı, bu bölgelerdeki altyapı eksikliği, yatırım maliyeti ve diğer siyasi maliyetler nedeniyle sorunludur. Asya-Pasifik bölgesindeki enerji talebinin 2030 yılında % 50'ler düzeyine çıkması bekleniyor. Kuzey Afrika'daki petrol üretiminin yanı sıra, Doğu ve Batı Afrika'daki rezervlere ilişkin arama ve üretim yatırımları arttıkça, petrol üretiminin gelecek 20 yılda bu bölgede ciddi şekilde artması bekleniyor. Örneğin, yatırımların güvenli bir şekilde Sudan'a akmasına bağlı olarak, sadece bu ülkede 2015 yılına kadar günde 700,000 varili aşacak düzeyde petrol üretimine geçeceği tahmin ediliyor. Petrol fiyatlarının yüksek seyretmesine bağlı olarak sadece Doğu Afrika'da değil aynı zamanda Orta ve Batı Afrika'daki petrol arama çalışmaları da gelecek on yıl içerisinde büyük bir hız kazanacaktır. 2020 yılında, AB'nin petrol bağımlılığı % 90 oranına ulaşırken, ihtiyaç duyduğu petrolü Rusya, Hazar Havzası ve Ortadoğu'daki kaynaklardan temin edecektir. 2020 yılı projeksiyonuna göre, AB ithal edeceği petrolün % 45'ini Ortadoğu bölgesinden sağlayacaktır. Avrupa için petrol kaynağında öncelik ise, boru hatlarıyla ulaşımı sağlayabileceği Rusya ve Hazar Havzası olacaktır. Bugün AB'nin petrol tedarikinin % 42'si OPEC ülkelerinden sağlanmakla beraber, 2020 yılında bu oranın 55 milyon varil/gün olması bekleniyor. Bugün için ABD kullandığı petrolün % 58'ini ithal ediyor. İthalatının en büyük kaynakları, Ortadoğu ve Güney Amerika, Kanada önceliklidir. Kuzey Amerika'nın 2025 petrol talebi projeksiyonunda, petrol talebinin 31.9 milyon varil/gün olması beklenmektedir. ABD için 2020-2030 arasındaki petrol üretiminin durağan bir seyir izleyeceği beklenmekle birlikte, 2020 yılında ulaşacağı 10.1 milyon varil/günlük üretim, ABD petrol arzı açısından önemli sayılacak bir gelişmedir. Kanada'nın konvansiyonel petrol üretimine baktığımızda ise, 25 yıl içerisinde günlük 0.5 milyon varil azalmasına rağmen, konvansiyonel olmayan petrol tortularından günde 2.5 milyon varillik bir ek üretim ile karşı karşıya kalacağını görürüz. Günümüzde ilk 20 sıradaki en büyük petrol rezervlerine sahip ülkelerin sıralanışı şu şekildedir: Suudi Arabistan (264.6 milyar varil), Kanada (176.5 milyar varil), İran (137.6 milyar varil), Irak (115 milyar varil), Kuveyt (101.5 milyar varil), BAE (97.8 milyar varil), Venezüella (72.3 milyar varil), Rusya (74.2 milyar varil), Libya (44.3 milyar varil), Nijerya (37.2 milyar varil), ABD (28.4 milyar varil), Çin (14.8 milyar varil), Katar (26.8 milyar varil), Meksika (11.7 milyar varil), Cezayir (12.2 milyar varil), Brezilya (12.9 milyar varil), Kazakistan (39.8 milyar varil), Norveç (7.1 milyar varil), Azerbaycan (7 milyar varil), Hindistan (5.8 milyar varil). En büyük petrol rezervine bu yirmi ülkenin toplam rezervleri, küresel petrol rezervinin % 95'ini oluşturuyor. Bu tablo, petrol kaynaklarının güvenliği ile ilgili siyasi, ekonomik, ticari ve askeri değerlendirmelerin bu yirmi ülke ve etrafında şekillendiğini gösteriyor. Doğalgaz Geçtiğimiz yüzyılın efendisi enerji kaynakları açısından petroldü. Belki gelecek elli ile yetmiş yıl boyunca da petrolün bu rolü devam edecek ama 2050 sonrasındaki dönemde doğalgaz ve petrol birbiri ile başat gitmeye başlayacaklar. Bir bakıma krallık koltuğunu paylaşacaklar. Ama 2070'lerden itibaren, sonraki gelecek yüzyıl boyunca enerji kaynaklarının efendisi doğalgaz olacaktır. Bu rekabetin doğalgaz açısından başarılı olması, doğalgaz tüketiminin hızla artmasına ve ikame enerji kaynağı olarak büyük ve gelişmekte olan ekonomiler tarafından kullanılmasına bağlı olacaktır. Nitekim bunu destekleyen bir yaklaşım olarak, Uluslararası Enerji Ajansı'nın gelecek 25 yıl boyunca tüm dünyadaki doğalgaz pazarının % 300 büyüme öngörüsünü hatırlamakta fayda vardır. 2006 yılı itibariyle, küresel doğalgaz rezervlerinin görünümü şöyledir: Kuzey Amerika'nın gaz rezervi 9.16 trilyon metreküp olup, küresel gaz rezervinin % 4.9'dur. Orta ve Güney Amerika'nın gaz rezervi 8.06 trilyon metreküp olup, küresel gaz rezervinin % 4.3'üdür. Avrupa ve Avrasya'nın gaz rezervi 63.09 trilyon metreküp olup, küresel gaz rezervinin % 33.7'dir. Ortadoğu'nun gaz rezervi 76.18 trilyon metreküp olup, küresel gaz rezervinin % 40.6'ıdır. Afrika'nın gaz rezervi 14.76 trilyon metreküp olup, küresel gaz rezervinin % 7.9’udur. Asya-Pasifik'teki gaz rezervi ise 16.24 trilyon metreküp olup, küresel gaz rezervinin % 8.7'sidir. Küresel gaz rezervlerinin toplamda 187.49 trilyon metreküp kapasitesinin en büyük tedarikçilerinin özellikle Ortadoğu ve Rusya- Hazar bölgesinde olduğu göze çarpar. Petrolden farklı olarak bugün küresel gaz rezervlerinin üretim ve tüketimi, yatırımların zaman alması nedeniyle daha yavaş gelişmektedir. Küresel gaz üretimi yıllık 2 trilyon 987 milyar metreküp iken, tüketim ise 2 trilyon 940.4 milyar metreküp seviyesindedir. Doğalgazın 2020 yılı projeksiyonları içerisinde en çok kullanılacağı alanın elektrik sektörü olacağı öngörülmektedir. Asya-Pasifik bölgesinin doğalgaz talebi 2030'da yaklaşık 550 milyar metreküp düzeyine çıkması bekleniyor. Asya-Pasifik için Rusya ve Orta Asya, boru hatları yoluyla önemli bir doğalgaz kaynağı olurken, Ortadoğu ve Afrika bölgesi LNG yoluyla en önemli doğalgaz kaynakları olacaktır. AB'nin bugünkü toplam gaz tüketimi yaklaşık 510 milyar metreküp seviyesindedir. Avrupa'daki gaz tüketiminin yıllık ortalama % 2.9'luk büyümesinin bir sonucu olarak, toplam tüketim miktarının 2030 yılında yaklaşık 700 milyar metreküp dolayında olması beklenmektedir. AB'nin gaz tüketimini karşılarken en öncelikli doğalgaz kaynaklarının, Rusya, Hazar Havzası, Afrika ve İran olduğu görülmekte ve gelecek projeksiyonlarda AB'nin bu bölgelerden boru hatları yoluyla gaz tedarikini artarak devam ettirmesi beklenmektedir. ABD'nin 2006 yılındaki gaz üretimi 593.4 milyar metreküp iken, gaz tüketimi 646.6 milyar metreküp düzeyinde gerçekleşmiştir. ABD’nin gaz ithalatının LNG olarak artacağı öngörülürken, özellikle Körfez bölgesindeki doğalgaz kaynaklarına olan yatırımlarının daha fazla artması beklenmektedir. Günümüzde doğalgaz rezervi açısından üç ülke çok belirleyici bir öneme sahiptir: 44.38 trilyon metreküplük rezerviyle küresel gaz rezervinin % 23.7'sini elinde bulunduran Rusya, yeni gaz rezervlerinin bulunması beklentilerini de güçlü bir şekilde devam ettirmektedir. 29.61 trilyon metreküplük rezerviyle, küresel gaz rezervinin % 15.8'ini elinde bulunduran İran, hem yeni gaz rezervlerinin bulunması hem de çok büyük yatırım ihtiyacı ile en fazla ilgi odağı olan ülke konumundadır. 25.37 trilyon metreküplük rezerviyle küresel gaz rezervinin % 13.5’ini elinde bulunduran Katar ise, şimdiden ABD'nin en çok yatırım yaptığı ülkelerin başında geliyor. Bu ülkeleri sırasıyla; Suudi Arabistan 7.92 trilyon metreküplük gaz rezervi, BAE 6.43 trilyon metreküplük gaz rezervi, ABD 6.93 trilyon metreküplük gaz rezervi, Nijerya 5.25 trilyon metreküplük gaz rezervi, Cezayir 4.50 trilyon metreküplük gaz rezervi, Venezüella 5.67 trilyon metreküplük gaz rezervi, Irak 3.17 trilyon metreküplük gaz rezervi, Kazakistan 1.82 trilyon metreküplük gaz rezervi, Norveç 2.05 trilyon metreküplük gaz rezervi, Türkmenistan 8.10 trilyon metreküplük gaz rezervi, Endonezya 3.18 trilyon metreküplük gaz rezervi, Avustralya 3.08 trilyon metreküplük gaz rezervi, Malezya 2.38 trilyon metreküplük gaz rezervi ve Çin 2.46 trilyon metreküplük gaz rezervi ile izlemektedir. Kömür Çok sayıda sektörün kullandığı kömür küresel enerji kaynaklarının en eskisidir ve vazgeçilmezliğini koruyor. Stok ve taşıma kolaylığı ile fiyat avantajı açısından kömür, küresel enerji kaynakları arasındaki konumunu hala güçlü bir şekilde sürdürmektedir. Özellikle elektrik üretimi açısından, bazı ülkeler için ithal kaynakların azaltılması bazı ülkeler için de fiyat dengesinin oluşması noktasında, kömüre olan talep ve kömüre bağlı enerji projeksiyonları artış göstermeye devam edecektir. 2006 yılı itibariyle, küresel kömür rezervlerinin görünümü şöyledir: Kuzey Amerika'nın kömür rezervi 246 milyar 097 milyon ton olup, küresel kömür rezervinin % 29.8'idir. Orta ve Güney Amerika'nın kömür rezervi 15 milyar 06 milyon ton olup, küresel kömür rezervinin % 1,8’idir. Avrupa ve Avrasya'nın kömür rezervi 272 milyar 246 milyon ton olup, küresel kömür rezervinin % 33’tür. Ortadoğu ve Afrika'nın kömür rezervi 33 milyar 399 milyon ton olup, küresel kömür rezervinin % 4'tür. AsyaPasifik'teki kömür rezervi ise 259 milyar 253 milyon ton olup, küresel kömür rezervinin % 31’idir. Küresel kömür rezervlerinin toplamda 826 milyar ton olan kapasitesinin en büyük tedarikçilerinin özellikle Afrika, Rusya ve ABD olduğu göze çarpar. 2009 yılı dünya kömür üretimi 3, 408.6 Mtoe civarındadır. Uluslararası Enerji Ajansı'na göre ise, küresel kömür talebi yıllık 1.4 büyüyecek. Bu durumda, 2030 yılındaki küresel kömür talebinin 3,629 Mtoe olacağı öngörülüyor. Gelişmekte olan ülkeler içindeki kömür talebindeki artışın neredeyse dörtte üçünü Çin ve Hindistan gerçekleştirmektedir ki, bu oran dünya genelindeki kömür talebinin üçte ikisine tekabül etmektedir. Geleceğe dönük projeksiyonlarda, özellikle Hindistan ve Çin gibi ülkelerdeki gaz kaynaklarının eksikliği nedeniyle kömür talebinin gelişmekte olan ülkeler arasında en güçlü artışı gerçekleştireceği belirtilmektedir. Sadece Çin ile Hindistan 2030 yılında küresel kömür tüketimindeki artışın üçte ikisini sağlayacaklardır ve bu oran % 68'lik bir seviyeye tekabül etmektedir. Kuzey Amerika ve Pasifik bölgelerinde ise, kömür talebinin daha yavaş bir seyirle artması beklenmektedir. Petrol ve doğalgazla karşılaştırıldığında daha geniş coğrafi bölgelere yayılmış olan küresel kömür üretiminin 2030'da yıllık yaklaşık % 51 artması öngörülmektedir. Sadece Çin'in dünya kömür üretimindeki payı 2030 yılına kadar % 33 artarken, Pasifik, Hindistan, Endonezya ve Afrika da dünya kömür üretimindeki paylarını arttırma eğrisine gireceklerdir. 2030 yılı projeksiyonundaki en ciddi artışın ise, Endonezya'da görülmesi bekleniyor. Her ne kadar küresel bazda kömür üretiminde artış beklense de, bu artışın çok net olarak görülemeyeceği tek bölge AB olarak görünüyor. Kullanım açısından yoğunluk verdiği doğalgaz tüketimindeki artışla birlikte, AB'de kömür üretiminin 2030 yılına kadar kısmen düşeceği beklenmektedir. Nitekim 2002 yılında 822 milyon ton olan kömür talebinin 2030'da 816 milyon tona düşmesi öngörülmektedir. Güney Afrika'nın, coğrafi lokasyon avantajını kullanarak, 2030 projeksiyonunda Avrupa, Asya ve Amerika kıtasına kömür tedarikini artırarak sürdürmesi bekleniyor. Doğu Asya ve Kore ise kömür ithalat talebindeki büyümeye bağlı olarak, küresel kömür ticareti içinde % 60'lık bir artış gerçekleştirecektir. Öte yandan OECD Pasifik bölgesi, Japonya'nın ithalatındaki azalmanın büyük etkisi sonucunda, ithalatta ciddi düşüş gösterecek bir bölge olacaktır. Asya'nın ithalat talebindeki büyümeden en çok faydayı sağlayacak ülkeler ise, özellikle Avustralya, Endonezya ve Çin olacaktır. Rusya Federasyonu en büyük kömür üreticilerinden biri olmakla birlikte, doğalgazın ihracatından elde ettiği gelirin azalmaması için, elektrik üretimindeki kömür payını yükseltmek amacıyla, kömür ihraç politikasında bir sınırlamaya gitmektedir. 2002 yılında gerçekleştirilen dünya kömür talebinin 2030 projeksiyonunda; OECD Kuzey Amerika'nın kömür talebinin 1 milyar 51 milyon tondan 1 milyar 222 milyon tona, Rusya'nın kömür talebinin 220 milyon tondan 244 milyon tona, Çin'in kömür talebinin 1 milyar 308 milyon tondan 2 milyar 402 milyon tona, Doğu Asya'nın kömür talebinin 160 milyon tondan 456 milyon tona, Güney Asya'nın kömür talebinin 396 milyon tondan 773 milyon tona, Ortadoğu'nun kömür talebinin 15 milyon tondan 23 milyon tona çıkması öngörülmüştü. Ancak küresel enerji kaynaklarındaki fiyat artışlarına bağlı olarak kömüre olan talebin hızlı artması ile 2006 yılı içerisindeki küresel kömür talebinin 2030 yılı için öngörülen miktara şimdiden ulaştığı görülmektedir. Bu artış hızıyla, 2030 yılı kömür talebinin 9 milyar tona yaklaşması beklenmektedir. Küresel kömür talebindeki artışın sektörlere dağılımında ilk iki sırada ise, % 79 ile elektrik üretimi ve % 12 ile sanayi gelmektedir. 2005 yılı itibariyle, küresel çapta ilk on sıradaki kömür ihracatçısı ülkeler şunlardır: Avustralya, Endonezya, Rusya, Güney Afrika, Çin, Kolombiya, ABD, Kanada ve Polonya. İlk beş sıradaki kömür ithalatçısı ülkeler ise, Japonya, Güney Kore, Tayvan, İngiltere ve Almanya'dır. Enerji kaynaklarının güvenliği, yeni kaynak arayışları kadar keşfedilmiş ve ispatlanmış rezervlerin küresel talebe uyumlu ve küresel arz dengesini "arzın sürekliliği ilkesine uygun olarak koruyacak" bir şekilde, ihtiyaç duyulan yatırımları sağlayarak mümkün olacaktır. İhtiyaç duyulan yatırımların zamanında ve doğru bir takvim içinde yapılmaması, kaynakların güvenliği için bir risk faktörüdür. Bu durum, bazı kaynak ülkelerinin istikrar ortamını tehlikeye atabildiği gibi, istikrarsız bir kaynak ülkesinin istikrara ulaşmasını da erteleyebilir. TRANSPORTUN GÜVENLİĞİ Enerji güvenliğinin en önemli ikinci ayağı, enerji kaynaklarının kesintisiz, daha ucuz ve güvenli bir şekilde pazarlara ulaştırılmasını sağlayan transport güvenliğidir. Klasik transport güvenliği, gemiler ve boru hatlarıyla enerji kaynağının kaynak coğrafyasından pazar coğrafyasına taşınmasını içerir. Ama enerji güvenliği ve arz güvenliği konusundaki arayışlara transport aşamasında yeni iki noktayı daha eklemiştir: Stoklar ve enerji geçiş terminalleri. Arzın risk altına girdiği durumlarda, pazar ve fiyatın arzı baskı altına aldığı durumlarda veya askeri ihtiyaçlar söz konusu olduğunda, transport güzergâhındaki farklı noktalarda stokların oluşturulması, transport güvenliğini güçlendirmektedir. Aynı şekilde, çok uzak mesafeleri içeren enerji taşımacılığında boru hattıyla denize çıkış yolu en uygun ülkeye getirilen petrol ya da doğal gaz, gemi taşımacılığına uygun tesislerin yapılmasıyla bir enerji geçiş terminali görevini üstlenerek ve aynı zamanda belirli düzeylerde stokları da barındırarak transport güvenliğini entegre bir sisteme dönüştürmektedir. Petrol transportunun tarihi çok eski dönemlere dayanmaktadır. İlk petrol tankeri olan Gluckauf'un 1886 yılında ilk seferini yapmasının üzerinden geçen 150 yıldan fazla zamanda, gemi yoluyla petrol taşımacılığı devasa boyutlara ulaştı. Bugün küresel çapta, askeri amaçlar dışında 3.500'den fazla farklı büyüklüklerde petrol tankeri dünya denizlerinde seyretmektedir. Yarım milyon ton taşıma kapasitesine sahip, Jahre Viking başta olmak üzere, dünyanın en büyük tankerleri gibi diğer tankerlerin de tonaj imkânları geliştikçe, transportun maliyeti düşerken zaman avantajı da artmaktadır. Artan petrol talebine bağlı olarak gelecek yıllarda, devasa tonajlı yeni tankerlerin yapımına olan ihtiyaç da artacaktır. 2009-2010 döneminde siparişi verilen ve yük taşımaya başlayacak olan tanker kapasiteleri şöyledir: 1209 adet 72.2 mil dwt'lik petrol tankeri, 183 adet 2.7 mil dwt'lik kimyasal tanker ve 239 adet 10.8 mil dwt'lik gaz tankeri. Günümüzde petrol transportunun % 62'si deniz taşımacılığıyla gerçekleştirilmektedir. İran ve Körfez ülkeleri, deniz yoluyla petrol taşımacılığının en büyük terminallerini barındırmaktadır. Buradan ABD, Avrupa, Japonya ve Çin gibi dünyanın en büyük ithalatçı ülkelere petrol taşımacılığı durmaksızın devam etmektedir. Doğalgazın deniz yoluyla taşınması, daha sofistike bir teknolojiyi gerektirmektedir. Maliyet, ancak büyük miktarlarda gazın taşınmasıyla daha uygun bir seviyeye gelmektedir. LNG olarak yapılan bu taşımacılığın kapasitesi, küresel doğalgaz talebine bağlı olarak hızla büyümektedir. İlk LNG gemisi olan Methane Pioneer'in 1959 yılında Los Angeles'tan İngiltere'ye ilk seferini yapmasının üzerinden 60 yıla yakın bir zaman geçti. Bugün dünya denizlerindeki LNG gemisi sayısı 200 dolayında olup, kısa vadede en az 150 adet daha LNG tankerine ihtiyaç olacağı beklenmektedir. Dünya genelinde 17 adet LNG ihracat terminali ve 40 adet de LNG ithalat terminali bulunmaktadır. Bu terminallerde her yıl 120 milyon ton LNG ithalatihracatı gerçekleşmektedir. Küresel LNG gemisi talebi giderek artmakta ve bu artışta Güney Kore ve Çin başrolü oynamaktadır. Doğalgazın transportu petrole nazaran yedi kat daha pahalı olduğundan dolayı, doğalgaz kaynakları için ideal pazarlar bölgesel pazarlar olup, boru hatlarıyla transportu tercih edilir. Ancak ekonomik büyüme rekabeti içindeki ülkeler için yüksek maliyetine rağmen LNG transportu da çok büyük öneme sahiptir. Küresel doğalgaz ticaretinin % 25'i, ki yaklaşık 212 milyar metreküpe denk gelmektedir, LNG olarak taşınmaktadır. Kömür transportunda yakın mesafelerde tren tercih edilirken, genel olarak uluslararası transport deniz yoluyla sağlanmaktadır. Boru hatlarıyla taşımacılık, hem petrol hem doğalgaz hem de sıvılaştırılmış petrol-gaz (LPG) için kullanılan ve daha uygun maliyet sunan bir yöntemdir. Dünya çapında mevcut durumda LPG boru hatlarının uzunluğu, 82.773 km, petrol boru hatları uzunluğu 313.670 km ve doğalgaz boru hatları uzunluğu 1.226.258 km'dir. Halen yapımı planlanan ve yapımı devam eden 20.000 km’den daha fazla yeni boru hattı inşaat çalışmaları kapasiteyi daha da ileri bir noktaya taşıyacaktır. Küresel petrol transportunun % 38'i boru hatlarıyla gerçekleştirilirken, küresel doğalgaz ticaretinin % 75'i boru hatlarıyla gerçekleştirilmektedir. Boru hatları maliyet açısından avantajlı olmakla birlikte, bazen geçiş güzergâhlarındaki fiziki güvenlik problemleri ve siyasi engelleri de kapsayan yüksek fiyat müzakereleri nedeniyle çeşitli riskler de barındırmaktadır. Fakat kat ettiği güzergâhlar itibariyle, özellikle Rusya'dan Çin ve Japonya'ya, Rusya'dan Avrupa'ya, Orta Asya'dan Çin'e, İran Körfezi'nden Avrupa'ya ve Hindistan'a, Alaska ve Kanada'nın kuzeyinden ABD'ye, uzanan boru hattı inşaatları ve projeleri, özellikle de doğalgazın transportunda dramatik bir değişimi başlatmıştır. Transport güvenliğinin parçaları olan boru hatları ve deniz taşımacılığı, devasa boyuttaki endüstriyel üretimlerin sonucunda gerçekleşmektedir. Transport güvenliği enerji ekonomisinin ve özellikle enerji endüstrisinin yakından ilgilendiği ve gelecek projeksiyonlarının endüstriyel üretim bantlarını çok yakından etkilediği bir konudur. Transport güvenliğinde üç adım, sürekli izlenmesi gereken noktaları işaret eder. İlk adım, arzın kesintisiz ve güvenli bir şekilde gerçekleşmesidir. İkinci adım, transportun kaynak ve pazar arasındaki fiyat ilişkisini dengeleyecek kabul edilebilir maliyetleri taşımasıdır. Üçüncü adım ise, fiziki ve siyasi istikrarın transport güzergâhında korunması ve kollanmasıdır. Transport güvenliğinin yeni eklenen bir parçası olarak petrol ve doğalgaz stokları, arz güvenliğinin bazen destekleyici bazen de vazgeçilmez unsuru olarak algılanmaya başlanmıştır. Doğalgazın tüketim mekanizmasında stoklanması mümkün olmadığından ve doğalgazın talebi dönemsel ve hatta neredeyse haftalık olarak şekillenebildiğinden dolayı arz tarafında bir stok sistemini gerektirmektedir. Özellikle kış aylarındaki ekstra volümler için mevsimsel stokların önemi büyüktür. Mevsimsel stokların, bir ülke için tükettiği yıllık doğalgazın %4-6'sından daha az olmaması arz güvenliği için oldukça kritiktir. Bununla birlikte, uzun dönemli krizler ve arzın belirsiz bir süre kesintiye uğraması gibi daha büyük tehditler karşısında stratejik stoklara olan ihtiyaç hala devam etmektedir. Doğalgazın stratejik stokları için tabii ortamda yeraltı depoları gibi olanakların kullanılması bir seçenek olduğu kadar, büyük maliyetlerine rağmen farklı stratejik stok inşası da mümkün olabilmektedir. Petrolde ise bu daha eski bir geleneğe dayanır. Geleneksel stratejik stok seviyeleri, her ülkenin ulusal petrol tedarik politikasının bir parçası olarak görülmekte ve başta ABD olmak üzere birçok ülkede bu sistem uygulanmaktadır. Stratejik stokların durumuyla ilgili Uluslararası Enerji Ajansı'nın belirlediği kurallar da bulunmaktadır. Transport güvenliğinin fiziki boyutu açısından en önemli konulardan biri ise özellikle deniz taşımacılığındaki kilit coğrafi noktalar yani boğaz/kanal geçişleridir. Küresel transport güvenliğinde öne çıkan kritik boğazlar/kanallar şunlardır: Hürmüz Boğazı, Malacca Boğazı, Gözyaşları Kapısı olarak da bilinen Bab el Mandab Boğazı, İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Süveyş Kanalı ve Panama Kanalı. Bu noktaların en önemli özellikleri, belirli zaman dilimlerinde tamamen veya kısmen kapatılabilmeleri, özel deniz trafiği düzenlemelerine sahip olmaları ile siyasi-askeri gerginliklerde fiziki bir silah olarak kullanılabilme olasılığının bulunmasıdır. PAZARIN GÜVENLİĞİ Pazarın güvenliği, arz-talep ilişkisi bağlamında enerji güvenliği denkleminin tamamlayıcı unsuru olarak önem taşır. Talep olmadıkça arzın gerçekleşmesinin bir anlamı yoktur. Ancak talebin gerçekleşmesi ve bu talebin oluşturduğu pazar, birkaç faktöre bağlı olarak enerji güvenliğini etkiler. Pazarın güvenliği, talebin kontrolü, ekonomik büyümenin devam etmesi, temel enerji ihtiyacının aynen veya artarak devam etmesi ile pazarı çalışamayacak hale getirebilecek tehlikeli fiyat noktalarını kapsar. Bugün ve gelecek 30-50 yıl içerisinde küresel enerji pazarlarının en önemlileri, AsyaPasifik pazarı, Kuzey Amerika pazarı ve tedricen yavaşlama gösteren AB pazarıdır. Rekabetin en yüksek olduğu Asya-Pasifik pazarı ile Kuzey Amerika pazarı arasındaki talep baskısı, enerji kaynaklarına sahip ülkelerin arz üzerindeki fiyat iştahlarını da tetiklemektedir. Diğer taraftan özellikle Asya-Pasifik pazarında Çin, Güney Kore, Japonya ve Hindistan arasındaki büyük rekabet, pazar güvenliğini sağlamak adına bu ülkeleri yeni kaynaklara ve mevcut kaynaklarda yeni ilişkiler kurmaya sürüklemektedir. Küresel ekonomik büyüme ve küresel ekonomik büyüme içindeki rekabet enerji pazarının şekillenmesinde en önemli etkendir. Öte yandan enerji fiyatlarındaki artışın küresel ekonomiye yaptığı olumsuz etkisi ise, pazarlardaki talep kontrolünü şimdilik fazla zorlamamaktadır. Küresel ekonomik büyümenin yanı sıra, ulusal ekonomik büyümenin karşılanabilir maliyetler çerçevesinde ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarını temin etme katkısı, son zamanlarda yüksek seyreden enerji fiyatları ile sınırlanmaktadır. Ekonomik büyümenin endüstriyel alanda daha fazla hissedilen ülkelerde, yüksek seyreden enerji fiyatlarının enerji pazarını daraltıcı etkisi giderek daha fazla tedirginliğe neden olsa da her şey acımasız rekabetin gölgesi altında daha flu hale gelmektedir. Elektrik üretimi başta olmak üzere enerjinin kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğu gerçeği, enerji kaynaklarına olan ihtiyacı hiçbir zaman azaltmayacaktır. Bu ihtiyaç, ülkelerin enerji pazarını canlı tutan birincil etkendir. Endüstriyel büyüme ve refahın artışına bağlı ihtiyaçlar ise enerji pazarında ikinci etkendir. İhtiyaçları durdurmak ya da tamamen ortadan kaldırmak mümkün değilse de enerji ihtiyacını sınırlayan ve aynı zamanda pazardaki talep kontrolünü etkileyen yeni bir faktör olaak, enerji kaynaklarından bazılarına yönelik çevre güvenliği çerçevesindeki sınırlamalar, yakın gelecekte enerji talep-arz dengesinde bazı etkiler yaratabilir. Ancak bunun ne düzeyde ve hangi yönde olacağı bugün için çok da net değildir. Enerji Ekonomisi bölümünde verilen rakamlar, pazardaki gelişmeler ve gelecek projeksiyonları bakımından enerji güvenliği konusunda kritik ipuçları verecektir. FİZİKİ GÜVENLİK Enerji güvenliğinin sağlanmasında fiziki güvenlik, dolaylı bir etki sağlasa da arzın kalitesi ve kesintisiz olması açısından büyük önem taşır. Fiziki güvenlik, üç ana başlık altında yer alır: teknik güvenlik, askeri güvenlik, çevre güvenliği. Teknik güvenlik, boru hatları ve deniz taşımacılığında kullanılan malzemelerin sofistike teknolojilere sahip olmasını, korezyon dahil ortaya çıkabilecek her türlü sorunun zamanında giderilmesini, bakım-onarım-yenileme hizmetlerinin uygun maliyetler altında süreklilik kazanmasını ve her türlü beklenmedik teknik hasarın ve krizin önceden izlenerek önlenmesini veya bunlara zamanında müdahale edilmesini kapsar. Genellikle ilk inşa maliyetleri karşılandıktan sonra teknik güvenlik için bütçelerde gerekli payların gerektiği kadar ayrılması gerçeği göz ardı edilmektedir. Bu geleneksel tutumun zaman içerisinde değiştiği gözlense de yaşanmış veya yaşanması muhtemel problemlerden sonra da bu yönde adımlar atılması alışkanlığı henüz tam olarak sona ermemiştir. Askeri güvenlik, boru hatlarının geçtiği güzergâhlar boyunca veya deniz taşıma araçlarının seyirleri süresince terörizm, sabotaj, hırsızlık ve diğer saldırı riskleri ile tehditleri karşısında, gerekli önlemlerin alınması, planlamanın önceden yapılması, belirli bir güvenlik kuvvetinin bu konularla ilgili görevlendirilmesi ve hem ulusal hem de uluslararası düzeydeki bir işbirliği çerçevesinde kurumsal bir güvenlik sisteminin kurulması noktalarını kapsar. Temelde ilgili her ülke, topraklarından veya kara sularından geçen bu tür enerji taşımacılığı unsurlarını korumakla mükellef olmakla birlikte, bazı ülkelerin askeri imkân ve kabiliyetlerinin bunu karşılamadığı durumlar da olabilmektedir. Böylesi durumlar için ikili veya çok taraflı askeri işbirliği anlaşmaları çerçevesinde ya da bu enerji güzergâhından sorumlu özel sektörün devletlerin kabul ettiği anlaşmalara bağlı talepleri doğrultusunda, dış müdahale seçenekleri de bulunabilmektedir. Çevre güvenliği, transport aşamasında, enerji kaynaklarının kullanımı sırasında ve sonrasında ortaya çıkabilecek ve çevreye zararlı olduğu bilinen veya olabileceği hakkında çalışmalar yapılan konularla ilgili gerekli yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesini, önlemlerin alınmasını ve çevre-insan sağlığını etkilemeyecek bir enerji kalitesinin ortaya çıkmasını içeren konuları kapsar. Küresel enerji talebinin kaçınılmaz bir biçimde artmasıyla, gelecekte bu artışın daha çok fosil kaynaklardaki talepte gerçekleşeceği noktasında neredeyse tüm dünyada bir konsensüs mevcuttur. Ancak çevre güvenliğinin sağlanması noktasında hükümetlerin ve/veya enerji ile bağlantılı sektörlerin şimdiden başlamaları gereken çalışmalar ile alacakları tedbirlerin ne oranda olduğu ve çevre güvenliği üzerine yatırımın ne kadar gerçekleşeceği de çevre güvenliğinin sağlanması noktasında çok kritik öneme sahiptir. 1980'lerde temel ilgi çevre üzerineydi, 90'lardan bugüne ise enerji güvenliği kritik noktayı oluşturuyor, ancak görünen o ki, 2000'li yılların ortalarından başlayarak çevre güvenliği, enerji güvenliğinin ayrılmaz bir parçası olarak küresel meselelerin başında gelecektir. Enerji güvenliğinin, uygun fiyatlarda, arz ve talebin olabildiğince denge içerisinde gerçekleştirilmesinin yanında, enerji arzı ve talebinin küresel çevre koşullarını da dikkate alarak gerçekleştirilmesi temel bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla enerji kaynaklarının kullanımında, karbondioksit emisyonlarını ve sera gazlarının salınımlarını olabildiğince düşürmek, enerji güvenliğine yapılacak yatırımların önemli bir kısmını teşkil edecektir. Enerji üretimi ve tüketimi çerçevesinde kaygı oluşturan unsurlar yerel, bölgesel ve küresel çerçevede gelişmektedir. Lokal unsurlar, genellikle kömür gibi kaynakların yanmasıyla ortaya çıkan hava kirliliği temelinde ele alınır. Bölgesel unsurlar, hava kirliliği ve atıklar ile birlikte enerji transportunun bölgesel çapta gelişmesiyle ortaya çıkan sorunları barındırır. Küresel unsurlar ise, küresel ısınma gibi popülaritesi artarak devam eden ciddi sorunları, bir küresel ısınma ekonomisi oluşturacak düzeye de yaklaşan bir perspektifte ele almaktadır. Küresel çevre güvenliğinin sağlanmasının en önemli yolu yatırımdan geçse de bu sorunların çözüm yaklaşımları mutlak bir çevre güvenliğini kısa ve orta vadede sağlamayacaktır. Tüm bu çalışmaların aynı zamanda diğer alanlarda da çeşitli problemler doğuracağını da vurgulamak gerekir. Çevre güvenliği ile ilgili siyasi bir tartışma da mevcuttur. Bugüne kadar gelişmiş ülkeler, endüstriyel devrim ve teknolojik ilerleme ile birlikte, ekonomilerini ve refah düzeylerini çok yüksek seviyelere getirirken, çevre sorumluluğu onları bu kazanımlarından fedakârlık yapmaya sürüklememişti. Ama bugün küresel bazdaki endüstriyel sistemlerin çevreye vermiş oldukları zararları azaltma yönündeki fedakârlık, şimdi diğer gelişmiş ülkeler gibi büyümek ve refah düzeyini arttırmak isteyen gelişmekte olan ülkelerden beklenmektedir. Buradaki adaletsizlik, çevre güvenliğinin sağlanmasında değil, sorumlulukların paylaşılması noktasında geçmiş yılların hesaba katılmamasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden küresel bir konsensüsün oluşması ve herkesin sorumluluğu ölçüsünde bir fedakârlık göstermesi kolay olmayacaktır. Hem teknik güvenlik hem de askeri güvenlik açısından, elektrik üretim santralleri ve şebekeleri ile petrokimya sanayisi ve petrol rafinerileri gibi enerji sistemlerinin tüm altyapısı, enerji güvenliğinin bir gereği olarak fiziki güvenlik çerçevesinde korunmalıdır. FİYAT GÜVENLİĞİ Fiyat güvenliği temelde pazar güvenliğinin bir parçasıdır. Ancak enerji güvenliğinde fiyat güvenliği konusunun çok önemli başka bir boyutu vardır: bir ülkenin enerji piyasalarında kamu rolünün azalmasına bağlı olarak ve yabancı sermaye oranının artması yahut özel sektörün serbest davranış imkânlarının genişlemesi ile birlikte, o ülke vatandaşlarının ödediği enerji fiyatlarını etkileyen bir artış kaçınılmaz olmaktadır. Bu artış, tolere edilebilir net bir sınıra sahip olmamakla birlikte, her ülkenin ekonomik yapısı ve vatandaşlarının gelir dengesi içerisinde piyasa koşulları altında şekillenir. İşte tam da bu noktada, piyasanın serbest davranışlarının enerji fiyatlarının sonuçları tehlike doğurabilecek bir yüksekliğe ulaşmasını engellemek için bir dizi tedbiri içeren fiyat güvenliği mekanizmasına ihtiyaç vardır. Serbest piyasada, kamu otoritesinin fiyatla ilgili tedbir alma imkânı çok zayıf, hatta yok denecek kadar azdır. Tüm bunlara rağmen, fiyat güvenliğini yani fiyatın kontrolsüz artışının önüne geçecek sistemi kurmak da bir zorunluluktur. Bunu sağlamanın yolu ve yöntemi her ülke için farklı olacaktır. Ancak iç pazarlardaki bu duruma rağmen, küresel enerji pazarındaki fiyat güvenliği, arz-talep dengesine ve küresel ekonomi içerisindeki rekabete bağlıdır. Küresel ekonomi içerisindeki rekabet ise, ülkelerin siyasi- askeri hedefleri ile yakından ilgilidir. Arz tarafında güçlü ve bir bütün halinde hareket imkânına sahip olan OPEC veya arzı belirli düzeyde kontrol etme kabiliyetine sahip uluslararası şirketlerin tutum ve davranışları, fiyat üzerinde belirleyici etkilere sahiptir. Öte yandan doğalgazda Rusya gibi küresel veya bölgesel arzda monopol sayılabilecek bir devletin, fiyat üzerindeki belirleyiciliği, daha çok siyasi-ekonomik hedeflere hizmet eden bir araç durumundadır. Fiyat üzerindeki anlaşmazlıklara bir örnek vermek gerekirse; Rusya'nın Polonya ve Ukrayna'ya uyguladığı arz kesintisi enerji güvenliğinde bir dönüm noktası olmuştur. Fiyat, iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Yani bir silahtır ama karşı tarafa zarar verirken kendine de zarar verme ihtimalini ve imkânını barındırır. Bu yüzden fiyat güvenliğinden bahsederken, hem hangi taraf için bahsedildiği hem de her iki taraf için ne gibi sonuçlar doğuracağı dikkatle değerlendirilmelidir. Bunun yanı sıra fiyatın oluşmasını etkileyen faktörlerden başka, saklı faktörler de vardır. Bu yüzden fiyat, somut taraflar için olduğu kadar ortada görünmeyen taraflar için de bir silah veya güvenlik aracıdır. Fiyat tam anlamıyla arz ve talep arasındaki bir dengeye bağlı olarak gelişmez. Elbette ki küresel rekabetin ekonomik büyüme üzerindeki etkisine bağlı olarak fiyat ciddi şekilde baskı altına girer ama çoğu kez fiyat, gelecekte oluşan bir faktördür. Yani fiyat, bugünden geleceğe giden süreç içinde ortaya çıkması muhtemel risklere ve fırsatlara bağlı olarak temelde future piyasada oluşur. Aslında future piyasa, somut bir piyasadır fakat aynı zamanda siyasi/ekonomik özellikleri olan bir psikolojik piyasadır. Yarın ortaya çıkabilecek bir riskin, yarından hemen önceki bir zamanda değişmeyeceğini veya değişebileceğini ispat etmek pek o kadar kolay değildir. Bu yüzden yarın için öngörülen bugünkü fiyat, hem subjektif hem de objektif olma özelliğini taşır. İhtiyaç sahipleri, taleplerini karşılama konusunda farklı ve geniş spektruma sahip değillerse, subjektif olsa bile fiyatı objektif olarak satın almak zorundadırlar. Küresel düzeyde talepleri karşılayacak kadar geniş bir arz çeşitlilik spektrumu ortaya çıkmadığı sürece fiyat, fiyatı belirleyenlerin lehine bir pozisyon almaya devam edecektir. Peki böyle geniş bir arz spektrumu mümkün olabilir mi? Bu fiyat sisteminin dışında, pazardaki talep sahiplerinin ortak, entegre ve durmaksızın devam eden çabaları ile mümkün olabilir. Ama aynı coğrafyada bölgesel ve küresel bir rekabet içerisinde olan taraflar nasıl böylesi ortak bir çabayı sürdürebilirler? Fiyatın avantaj ve dezavantajları da fiyat güvenliği açısından önemlidir. Yüksek fiyattan daha fazla kar elde eden ve daha fazla kazanan kaynak sahipleri, pazardaki büyümeyi yavaşlattıklarında veya pazardaki diğer mallardaki fiyatların artışına neden olduklarında, kendileri de yüksek maliyetler yüklenmeye devam ederler. Örneğin petrol fiyatı, neredeyse tüm ekonomiler için diğer tüm malların ve hizmetlerin fiyatını birinci derecede etkileyen bir motor güçtür. Petrol fiyatları arttığında petrol sahibinin geliri artar. Ama zengin ve gelişmiş pazarlardaki diğer malları ithal ederken, daha fazla maliyet yüklenir. Kaynak sahibi ülkeler yüksek fiyat avantajlarını ülkelerinde yaşayan tüm bireylerin refahlarına bir katkı olacak şekilde dağıtamazlarsa, ülkelerinin sosyo-ekonomik refahını sürdürebilecek yeni mekanizmalar kuramazlarsa elde ettikleri yüksek kazançlar, yine küresel pazarlardaki diğer finansal piyasa aktörlerinin gelirlerine gelir katmaya devam eder. Yani kaynak sahibi ülkeler, elde ettikleri çok daha fazla parayı korumak ve çoğaltmak için, başka ülkelerdeki küresel piyasalara yatırım yapmaya devam ederler. Fiyatın karşılığı olan para, 21. yüzyılın ilk yarısı için en tehlikeli süreçten geçiyor. Paranın değeri ve miktar karşılığı, herhangi bir küresel piyasa depreminde, tıpkı Eylül 2008 krizinde olduğu gibi zarar görebilir ve bu zararı karşılama noktasında yeteri kadar güvenli mekanizmaları zamanında oluşturamama riski her zaman bulunur. Aslında küresel ekonominin birbiri ile iç içe geçmesinden ve tek düzen haline gelmesinden kaynaklanan tüm riskler, yüksek enerji fiyatlarından elde edilen gelirler için de geçerlidir. Bugün kazanılmaya devam eden gelirler yarın kazanılmadığında, kaynak sahibi ülkeler için felaket başlıyor demektir. Bu felaketin önlenmesinin tek yolu, bugün kazanılan gelirleri yeni gelirler yaratacak mekanizmalara dönüştürmeleridir. Sonuç olarak fiyat güvenliği, tek taraflı bir sorumluluk değildir. Fiyat güvenliği, sadece piyasalardaki denge üzerinde kurulmaz, aynı zamanda küresel düzeyde siyasi bir sorumluluğu da gerektirmektedir. Ancak her zaman bu sorumluluğu üstlenecek birileri olmayabilir. 2. ELEKTRİK ARZ GÜVENLİĞİ Elektrik arz güvenliği, bir ülkenin ulusal enerji güvenliğinin bel kemiğini oluşturur. Elektrik arz güvenliği yine küresel refahın gelişmesi açısından, küresel enerji güvenliğinin sonuç odaklı bir halkasıdır. Enerji kaynaklarının tedariki bir süreçtir ama elektrik günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçası olarak sonuçtur. Elektrik arz güvenliği, elektrik üretiminin, iletiminin, dağıtımının ve elektrik piyasasının tolere edilebilir fiyatlarda seyretmesini kapsar. Elektrik arz güvenliği, birbiri ile iç içe geçen faktörlerden oluşur. Tüm bu faktörlerin amacı, daha ucuz, kesintisiz, daha yaygın ve daha kaliteli bir elektrik sistemini oluşturmaktır. Elektrik arz güvenliği, büyüme trendine ve gelecekteki talebi karşılamaya hazır olmayı gerektirir. Bu hazırlık oldukça zordur. Çünkü büyümenin trendi değişebilir. Örneğin on yıllık bir talep projeksiyonu üçüncü ya da altıncı yılında aşağı veya yukarı yönlü keskin bir kırılma yaşayabilir. Bunun elektrik sistemi üzerindeki planlama zorluğu, hazırlığın gerektiği uzun zaman diliminden kaynaklanmaktadır. Bir elektrik üretim sisteminin kurulması, hangi kaynağın kullanılacağına bağlı olarak iki yıldan yedi yıla kadar geçen bir süreyi kapsamaktadır. Bu nedenle projeksiyonlar, yüksek maliyet gerektiren bu tür tesislerin kurulması ile ilgili hayal kırıklıkları yaratabilir. Elektrik arz güvenliğinin ilk basamağı, yeterli elektriği üretebilmektir. Yeterlilik, elektrik sistemini yönetenler için eşzamanlı bir kavram değildir. Elektrik sistemi yöneticileri için bugün geçerli olan yeterlilik kavramı en az bir yıl, ortalama üç yıl sonrasındaki yeterlilik durumunun ifadesidir. Yeterli elektrik üretimi, herhangi bir ülke için ihtiyaç duyduğu günlük normal ve peak saat elektrik tüketiminin toplamından en az % 10 ve ortalama % 20 daha fazla bir kurulu güce sahip olmaktır. Buradaki bu fazla kurulu güç tarifi, atıl ve eski teknolojilerle sınırlı kalmış üniteleri kapsamaz. Elektrik arz güvenliğinin ikinci basamağı, arzın kesintisiz olmasını ve arzın krizler karşısında hazırlıklı kalmasını sağlayacak bir üretim sepetine sahip olmaktır. Elektrik üretim sepeti, tıpkı modern ekonomilerde elinizdeki parayı değerlendirmek için kullandığınız sepete benzer. Parayı kısa, orta ve uzun vadeli kullanım beklentinize göre ve farklı gelir beklentilerinden faydalanmak amacıyla değişik finansal enstrümanlardan oluşan bir sepet içerisinde tutarsınız. Bu sepet, paranızı daha güvenli, daha kazançlı ve ihtiyaçlarınıza farklı noktalardan cevap verebilecek bir yapıyı kurmanızı sağlar. Örneğin her an kısa vadeli bir para ihtiyacınız var ise, likit fonlar sepetinizde ilaç gibi günlük olarak bulunur. Elektrik üretim sepeti de tıpkı para piyasalarındaki sepetler gibi farklı enstrümanları, ihtiyaçlara göre ve ulusal enerji güvenliğinin gerekliliklerine göre tasarlamayı sağlar. Bu konu, elektrik arz güvenliğinin üretim aşamasındaki vazgeçilmez stratejisidir. Elektrik arz güvenliğinin üçüncü basamağı, elektriğin kaliteli bir şekilde, bir ülkenin talep edilen her noktasına elektrik yükünü karşılayabilecek bir teknik altyapıyla ulaştıracak iletim ve dağıtım şebekesini kurmak ve işletmektir. Aynı karasal coğrafi komşuluklara sahip birden fazla ülkenin oluşturduğu elektrik sistemlerinde bu konu uluslararası bir stratejiyi gerektirir. Avrupa Elektrik Sistemi UCT, böyle bir stratejinin günümüzde en geniş ve somut uygulanmış örneğidir. Elektrik arz güvenliğinin dördüncü basamağı, elektrik sisteminin üretim ve şebeke ihtiyaçlarına dair yatırımların, belirli kurallar ve kurumsal kontroller çerçevesinde yerli ve yabancı özel sektör tarafından gerçekleştirilmesini sağlayan elektrik piyasalarıdır. Elektrik piyasaları, kamunun rolünü en aza indirgeyen ama kamunun düzenleme, kontrol ve denetim yetkisini özel sektör üzerinde en yüksek noktaya çıkartan bir anlayışa sahiptir. Her ne kadar yatırımların mali sorumluluğu ve kar-zarar dengesi, özel sektörün sorumluluğu altındaysa da ulusal enerji güvenliğinin bel kemiği olan elektrik arz güvenliğinin vatandaşlar karşısındaki sorumluluğu ise devletlerdedir. Bu nedenle bir yatırım ve iş imkânı olarak, hatta yüksek karlı bir sektör olarak elektrik sistemini özel sektöre açmak, devletlerin sorumluluğunu ve riskini daha fazla arttırmaktadır. Çünkü özel sektörün yatırım yaklaşımı kar-zarar dengesi üzerinde giderken, elektrik arzı ve hizmetleri zararına bile olsa devletlerin ödevidir. Elektrik piyasalarının bir diğer önemli konusu ise, fiyatların adil ve tolere edilebilir sınırlar içerisinde kalmasını sağlamaktır. Doğal olarak serbest piyasa kuralları içerisinde, devletlerin fiyata müdahale hakkı sınırlı veya kimi zaman da yoktur. Elektrik arz ve hizmetlerinde sınırlı bir kamu rolünün olması, sadece elektrik fiyatı üzerinde dolaylı müdahale veya dolaylı kontrol anlamına gelecek bir yaklaşımın sonucu değildir. Amaç fiyatın kendisinden çok temel ihtiyaç olan elektriğin fiyat güvenliğidir. ELEKTRİK ÜRETİMİ Elektrik arz güvenliğinin birinci basamağı olan elektrik üretimi konusu, küresel düzeyde bir tartışmayı içerir. Bu tartışmalar, üretimin kaynak çeşitliliği, üretimde kullanılan kaynağın fiyata etkisi ve üretimde kullanılan kaynakların çevreye olan etkisi üzerine odaklanmıştır. Küresel elektrik üretiminin toplamı, 2007 yılı itibariyle, 17,346,839,140,000 kWh iken, küresel tüketim 16,282,774,340,000 kWh'dır. Küresel elektrik üretiminde, 100 miyar kWh'nın üzerinde elektrik üreten ilk 26 ülkenin toplam elektrik üretimi, küresel elektrik üretiminin yaklaşık % 83'üne denk gelmektedir. Bu da küresel ekonomik gelişmenin ve refah yaygınlığının ne denli dengesiz olduğunu göstermek bakımından ilginç bir veridir. Küresel düzeyde olan bu dengesizliğin ilginç örnekleri var. 300 milyondan biraz fazla nüfusu olan ABD'nin toplam elektrik üretimi yaklaşık 4 trilyon kWh iken, nüfusu 1 milyardan fazla olan Çin'in toplam elektrik üretimi ancak 2,5 trilyon kWh civarındadır. Fert başına düşen elektrik tüketimi ve sanayideki elektrik talebi, ülkelerin gelişmişlik düzeyi açısından son derece önemli bir göstergedir. Özellikle refahın gelişmesiyle doğru orantılı olarak elektrikli aletlerin kullanımı ve yaygınlığı, elektrik tüketimini ve dolayısıyla da üretimini çok yakından ilgilendirmektedir. Bireylerin satın alma güçleri bir yana, artan elektrik ihtiyaçlarının karşılanmasında bireylerin ödediği elektrik birim maliyetleri, yeni elektrik üretim sistemlerinin kurulması maliyetlerini ancak uzun vadeli bir projeksiyon içerisinde karşılayabilmektedir. Bu durum az gelişmiş ülkelerde çok daha zor olup, kamu yükünün artmasına neden olmaktadır. Elektrik üretim sepeti, yeni ve ileri teknolojinin gelişmesini ama özellikle ithal kaynakların elektrik üretimindeki payının azaltılmasını amaçlayan bir felsefeye sahiptir. Elektrik arz güvenliğinde, üretim sepetinin birincil ağırlığı, o ülkenin sahip olduğu kaynakların kullanılmasını oluşturur. Petrol, doğalgaz, su veya kömür gibi ülkenin en fazla sahip olduğu kaynak veya kaynaklar, elektrik üretim sepetinin zeminini oluşturur. Birden fazla kaynağa sahip olan ülkelerde, bu kaynakların elektrik üretim sepetindeki oranları, bu kaynakların bulunduğu bölgeler ve elektrik tüketiminin zaman spektrumuna göre belirlenir. Yerli kaynakların elektrik üretim sepeti içerisindeki konumu, kaynakların rezerv miktarına, rezervlerin uzun vadeli kullanım hedeflerine ve acil durumlardaki yerli kaynağın stratejik rezerv düzeyine göre belirlenir. Elektrik üretim sepetindeki en büyük zorluk, ithal kaynakların oranları ve çeşitlerinin belirlenmesiyle ilgilidir. Petrolün elektrik üretimindeki payı, özellikle ithal kaynak anlamında minimum seviyede bulunmaktadır ve bu seviyenin korunması beklenmektedir. Doğalgazın LNG yoluyla ithal edildiği ülkelerde, elektrik üretim fiyatı daha yüksek olduğundan dolayı, elektrik üretim sepeti içerisindeki doğalgazın payı düşürülmeye çalışılmaktadır. Ancak yüksek miktarda elektrik üretim ihtiyacı olan ülkeler, küresel rekabet koşulları ve ulusal elektrik arz güvenliğinin zorunlulukları karşısında, LNG yoluyla da olsa doğalgazın elektrik üretim sepeti içerisindeki payını çok fazla azaltamamaktadırlar. Boru hatlarıyla doğalgaz ithali imkânına sahip olan ülkelerde ise, karşılanabilir maliyet seviyeleri devam ettiği müddetçe, doğalgaz tedarikinin sürekliliğine bağlı olarak elektrik üretim sepetindeki pay geniş bir yer tutmaktadır. Özellikle doğalgaz kullanan elektrik santrallerinin daha hızlı kurulması nedeniyle, kısa ve orta vadeli elektrik üretim projeksiyonlarında, üretim sepeti içinde doğalgazın payı giderek artmaktadır. Kömür kaynaklarına sahip ülkelerin bir kısmında, mevcut kömür kalitesi veya miktarı yetersiz olanlar ithal kömür yoluyla elektrik üretimini gerçekleştirmeye çalışırlar. Kaynaklarını tamamen ithal eden ülkelerin büyük çoğunluğunda ise, ithal kömürün elektrik üretiminde kullanımı, yüksek maliyet nedeniyle çok fazla tercih edilmemektedir. Kömür üzerindeki en önemli tartışma, çevreye verdiği zarar konusundadır. Her ne kadar yeni teknolojilerle bu zarar oldukça azaltılmış olsa da çevre sağlığına önem verenlerin bu konudaki itirazları sürecektir. Diğer taraftan transport maliyetleri uygun düştükçe ithal kömürün elektrik üretimi içersindeki payı artmaya devam edecektir. Elektrik üretim sepetinde nükleer santrallerin rolü, yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Her ne kadar gelişmiş ülkelerin çoğunda en önemli elektrik üretim araçlarından biri olarak nükleer santraller on yıllardır hayatımızdaysa da Çernobil faciası ve 2007 Temmuzunda Japonya'daki depremde nükleer sızıntı olduğu şüpheleri, nükleer santrallere karşı olan itirazları tekrar hararetlendirmiştir. Bu tartışmalar ışığında sessiz sedasız yürüyen dördüncü nesil nükleer santrallerin geliştirilmesi çalışmaları, hayata geçtiği andan itibaren şüphe ve kaygıları oldukça azaltacaktır. Son yıllarda gelişme kaydeden bir başka elektrik üretim sepeti enstrümanı ise, yenilenebilir enerji kapsamındaki rüzgâr santralleri, güneş, jeotermal ve diğer yeni teknolojilerden elektrik üretimi çabalarıdır. Bu alandaki teknolojilerin henüz yeni geliştiriliyor olmasından kaynaklanan ilk basamak maliyetlerinin büyüklüğü, bu tip üretim enstrümanlarının elektrik üretim sepetindeki payının düşük seviyede olmasına neden olmaktadır. Diğer elektrik üretim sistemlerine alternatif olmaktan çok onları dengeleyen ve elektrik arz güvenliğinde kritik saatleri ikame eden bir nitelik olarak yenilenebilir enerji kaynaklarının rolü ve önemi büyüktür. Yakın gelecekte teknolojik maliyetlerin düşürülmesine bağlı olarak ve elbette bu teknolojilerin kullanılması için uygun ortamların geliştirilmesi ile beraber, elektrik üretim sepeti içindeki payının da büyümesi beklenmektedir. Yine de maliyetlerine rağmen elektrik üretim sepeti içinde klasik üretim sistemlerinin yadsınamaz büyüklüğü daha uzunca bir süre korunacaktır. Küresel elektrik üretim sepetinin görünümü, bölgesel özellikler ve ülkelere göre farklılıklar göstermekle birlikte şu şekildedir: Küresel elektrik üretiminde kömürün oranı 2002 yılı itibariyle % 39 iken 2030'da bu oranın % 38’e gerilemesi beklenmektedir. Kömürün 2030 elektrik üretiminde % 38 oranında paya sahip olabilmesi çok sayıda kömür santrallerinin yapılması anlamına gelmektedir. Petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki artış, kömür bazlı elektrik üretimini ekonomik olarak daha çekici hale getirdiğinden dolayı, özellikle kömür kaynağı bakımından zengin ülkelerden Çin, Hindistan ve ABD'de bu gelişimin daha da artacağını söyleyebiliriz. En hızlı gelişen enerji kaynağı olarak kabul edilen doğalgazın elektrik üretimindeki payı ise, 2004 yılında 3 trilyon 231 milyar kWh iken, bu miktarın 2030 projeksiyonunda 7 trilyon 423 milyar kWh'ya çıkacağı öngörülmektedir. Elektrik üretiminde kullanılan enerji kaynakları arasında petrolün yerinin gittikçe düşecek olmasıyla, 2030 yılında petrol bazlı elektrik üretiminin yıllık sadece % 0.9 oranında artması beklenmektedir. OECD ülkelerinde ise petrolün elektrik üretimindeki kullanımı yılda % 0.3 düşecektir. Yalnızca Ortadoğu'da geniş petrol rezervleri ve toplam elektrik üretiminin üçte birinin petrolle sağlanması, petrolün yerli kaynak olarak büyük ölçüde tercih edilmesine bağlıdır. Bu çerçevede Ortadoğu bölgesinde elektrik ihtiyacının petrolle karşılanması Ortadoğu bölgesi için tabii ki temel bir unsur olmaya devam edecektir. Nükleer santrallerin küresel olarak elektrik ihtiyacını cevaplaması noktasında yüksek kapasiteye sahip olması, fiyat avantajı ve gelişen teknoloji ile çevreye duyarlı olabilmesi gibi nedenler nükleer kaynaklarla elektrik üretiminin, daha çok OECD ülkeleri arasında yaygın olmasına ve hatta OECD üyesi olmayan Rusya da dâhil Avrupa ve Avrasya bölgelerinde yeni santrallerin kurulma eğilimine girmesine sebep olmaktadır. 2030 yılında, nükleer santrallerden elektrik elde etmenin küresel olarak yılda % 1.3 oranında artış göstermesi beklenirken, 2030 yılında üretimin 3 trilyon 619 milyar kWh'ya çıkması öngörülmektedir. Enerji fiyatlarının hızlı bir şekilde artmasından önce küresel elektrik üretim sepetindeki nükleer santrallerin payının düşeceği varsayımı, yeni dönemde yerini tam tersi bir projeksiyona bırakmıştır. Bu negatif beklentilerin bir diğer etkeni de eski nesil nükleer santrallerin özellikle Çernobil faciasından sonra kapatılması gerektiği ya da kapatılacağı düşüncelerinin birçok çevrede kabul görmeye başlamasıydı. Hatta özellikle AB'nin yeni enerji politikası çerçevesinde, Almanya başta olmak üzere birçok ülke nükleer santralleri kapatma kararı almıştı. Ancak bugün enerji kaynaklarında yüksek seyreden fiyatlar ve gelecekte elektrik piyasasında artması beklenen elektrik satış fiyatı, daha ucuz ve daha fazla üretim kapasitesine sahip nükleer santralleri, dördüncü nesil teknolojinin geliştirilmesi umutlarıyla birlikte başköşeye oturtmuştur. Asya'da ise, yeni nükleer santrallerin kurulumu artış gösterirken, sadece Çin'de nükleer kaynaklı elektrik üretiminin 2030 yılına kadar yıllık % 7.7'lik bir artış göstermesi, Hindistan'da ise % 9.1'lik bir artışın olması öngörülmektedir. 2030 yılı için yapılan projeksiyonlarda, hidroelektrik ve yenilenebilir kaynakların artış oranı % 1.7 olarak belirlenmiştir. Gittikçe yaygınlaşan hükümetlerin enerji ve çevre merkezli politikaları, yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik üretiminde kullanılmasına cesaret vermektedir. Yine de küresel elektrik üretimi sepetinde yenilenebilir kaynakların yıllık artış oranının, bugün için % 19'dan 2030 yılında % 16'ya düşeceği beklenmektedir. Özellikle OECD dışı ülkelerde pazara sunulmamış biyoyakıtlar enerji için önemli bir kaynak olmakla beraber, IEA'nın araştırmalarına göre, gelişmekte olan ülkelerdeki yaklaşık 2.5 milyar insan biyoyakıtlara bağımlı durumdadır. 2030 yılı için yapılan projeksiyonlarda, küresel elektrik üretiminin yaklaşık 30 trilyon kWh olması beklenirken, elektrik talebindeki artış daha çok OECD dışı ülkelerden gelecektir. OECD dışı ülkeler her ne kadar OECD üyesi ülkelerden % 26 daha az elektrik tüketseler de, 2030 yılında bu ülkelerin küresel üretimde OECD ülkelerinden % 30 daha fazla elektrik üretecekleri tahmin edilmektedir. OECD üyesi ülkelerdeki elektrik altyapısının büyük ölçüde tamamlanmış ve nüfusun 25 yıl içerisinde azalma eğilimine girecek olması, bu ülkelerle OECD dışındaki ülkelerin elektrik talebi arasındaki farkın bir diğer nedenidir. Kuzey Amerika'daki elektrik üretiminin 2030 yılında küresel üretimin % 23'ünü kapsayacağı tahmin edilirken, bazı bölgelerin ve ülkelerin 2030 yılı için elektrik üretiminde beklenilen yıllık artış oranları şöyledir: Kuzey Amerika % 1.5, Avrupa % 0.8, OECD Asya % 1.4, OECD dışı Avrupa/Avrasya % 2.3, Çin % 4.4, Hindistan % 3.9, Ortadoğu % 2.9, Afrika % 3.5, Orta ve Güney Amerika % 2.9. Küresel elektrik sepetinin oluşmasında kullanılan enstrümanların cent/Kwh değerleri çok önemlidir. Bugün küresel elektrik üretiminin % 15'inin üretildiği doğalgaz santrallerindeki elektrik birim maliyeti 5.2 ile 15.9 cent/kWh arasında; % 38'inin üretildiği kömür santrallerindeki elektrik birim maliyeti 1.8 ile 3.8 cent/kWh; hidroelektrik santrallerindeki elektrik birim fiyatı 0.25 ile 2.7 cent/kWh arasında; nükleer santrallerdeki elektrik birim fiyatı 1.4 ile 2.2 cent/kWh arasında; güneş enerjisiyle üretilen elektriğin birim maliyeti 13.5 ile 42.7 cent/kWh arasında ve rüzgar santrallerindeki elektrik birim fiyatı ise 4.6 cent/kWh dolayındadır. Bu fiyatlar, ülkelerin yerli ve ithal kaynak tedarikine, kaynakların birim maliyet fiyatına ve kullanılan teknolojiye göre değişiklikler göstermektedir. En önemlisi de yatırımın yapıldığı dönemdeki maliyetin amortisman değerinin sıfıra inmesine kadar geçen süre ve bu süreden sonraki birim üretimi için, gerekli işletme maliyetinin doğru hesaplanması ile her ülke için yeni bir elektrik üretim maliyet tablosu oluşturulmalıdır. ELEKTRİK İLETİMİ VE DAĞITIMI Elektrik arz güvenliğinin fiziki bir parçası olarak kaliteli ve yaygın elektrik iletim ve dağıtım şebekelerinin yeterli düzeyde olması vazgeçilmez bir unsurdur. Elektrik üretim kapasitesi yeterli olsa bile asıl önemli olan, elektriği, talep edilen yere, talep edilen miktarda ulaştırmaktır. Elektrik iletim sistemi, çoğunlukla kamunun mülkiyetinde ve ilk aşamalarından itibaren maliyet sorumluluğunu kamunun yüklendiği bir sistemdir. Elektrik iletim sistemi sadece talep projeksiyonlarına göre dizayn edilmez. Aynı zamanda bir devletin, ülkesindeki bölgesel ve sektörel planlamalarını geliştirmek üzere, henüz talep ortaya çıkmadan önce, maliyetine bakılmaksızın elektrik iletim yatırımını yapmasını da gerektirebilir. Bu nedenle ana elektrik yükünü, Doğu- Batı, Kuzey-Güney ya da farklı yönlerde ve güzergâhlarda taşımak üzere elektrik iletim sisteminin sadece kurulması değil, aynı zamanda dinamik bir şekilde geliştirilmesi de gerekir. Elektrik arz güvenliği kapsamında, muhtemel kriz senaryolarına bağlı olarak elektrik iletim sistemi, yedek güzergâhlarda yatırım yapmayı da zorunlu kılar. Elektrik dağıtım sisteminde ise, bazı ülkelerde merkezi kamu yönetimleri tarafından bazı ülkelerde ise yerel yönetimler tarafından bazılarında ise özel sektör tarafından, talep projeksiyonuna göre yıllık hatta bazen daha kısa zaman aralıkları içerisinde yatırım planları yapılır ve uygulanır. Elektrik iletim ve dağıtım sisteminde arz güvenliği açısından en önemli unsurlardan biri de sistem içerisinde kullanılan, yük dengeleyici ve diğer teknik ekipmanın zamanında bakım ve onarımının yapılması ile yeni teknolojiler ışığında yenilenmesi gerekliliğidir. 2006 yılı itibariyle, küresel elektrik iletim hatlarının uzunluğu 5.3 milyon km iken, küresel elektrik dağıtım hatlarının uzunluğu ise 59 milyon km'dir. 2030 yılına kadar elektrik sektörüne yapılması beklenen 10 trilyon dolar tutarındaki yatırımın en büyük payını ise, üretimden çok iletim ve dağıtım hatları ile altyapıları alacaktır. ELEKTRİK PAZARI VE FİYAT Elektrik arz güvenliği açısından üretim, dağıtım ve iletim sisteminin doğru çalışmasını ve projeksiyonlar çerçevesinde yatırımların zamanında yapılmasını, son kullanıcının sistem içerisinde korunmasını ve yatırımcıların güvenli ve istikrarlı bir iş ortamına sahip olmasını amaçlayan kurumsal bir pazar yapısı çok önemlidir. Piyasa ekonomisinin gelişimine bağlı olarak bu pazar, bazı ülkelerde hala sadece kamu tarafından bazılarında kamu ve özel sektör tarafından bazılarında ise de sadece kamu denetiminde bir özel sektör tarafından oluşturulmuştur. Elektrik pazarının iyi işlemesi, bir piyasa mantığının ve sisteminin kurallar ve kurumlar çerçevesinde çalıştırılmasıyla mümkün olacaktır. Elektrik arz güvenliğinde yatırım planlamaları özel sektörle kamu otoritesini sıklıkla karşı karşıya getirmektedir. Uzun vadeli satın alma garantileri, daha yüksek fiyat talebi ve yatırımlar için daha fazla teşvik isteği, bazen elektrik arz güvenliğini tehlikeye atacak derecede sorun teşkil etmektedir. Aynı şekilde kamu otoritelerinin, özel sektörün gelecekteki arz güvenliği ihtiyaçlarına bağlı olarak daha hızlı yatırım yapmalarına yönelik baskısı, çeşitli hukuki sorunlara neden olabilmektedir. Bu tür sorunların karşılıklı çözümü ve hukuki baskı imkânlarının artması açısından, iyi ve etkin bir şekilde işleyen elektrik piyasası, elektrik arz güvenliğinde kilit önem taşır. Elektrik piyasaları konusu ilerleyen bölümlerdeki enerji piyasaları başlığı altında ele alınacaktır. 3. ENERJİ GÜVENLİĞİNİN DİĞER UNSURLARI Enerji güvenliğinin tamamlayıcı unsurları, konutların ve işyerlerinin ısınması, ulaşım araçlarının yakıt ihtiyaçlarının giderilmesi ve su ihtiyacının kullanım çeşitlerine göre karşılanması konularını kapsar. Her üç konu da küresel ısınma, çevre güvenliği ve maliyetler açısından günümüzde çok fazla tartışılmaktadır. Tartışmaların somut sonuçları henüz bir konsensüs oluşturmasa da bu konulardaki arayışlar ve çeşitlilik yaratma çalışmaları devam etmektedir. Konut ve iş yerlerinin ısınma ihtiyaçları, enerji güvenliği açısından siyasi yöneticileri en fazla zorlayan noktalardır. Tıpkı elektrik arz güvenliğinde olduğu gibi ısınmada da iki temel yaklaşım vardır. Bunlardan biri yerli kaynaklar ağırlıklı olmak üzere, daha ucuz, kesintisiz ve çevreye daha az zarar veren bir ısınma politikasını icra etmek; ikincisi de hem maliyetleri azaltması hem de çevreye daha az zarar vermesi için yeni ısınma teknolojilerini geliştirerek, uygun fiyatlarla tüketicilerin yaygın kullanımına sunmaktır. Ulaşım araçlarında yeni yakıt kaynaklarının kullanılmasıyla ilgili ihtiyaç ve arayışlar, halen kullanılan petrol ve petrol ürünleri fiyatlarının artmasına bağlı olarak giderek önem kazanmaktadır. Bununla beraber yeni bir yakıt kaynağının başarılı ve yaygın bir kullanım aşamasına gelebilmesi için öncelikle bu kaynağın kesintisiz, kolay ulaşılabilir ve mevcut sistemlere kolayca adapte edilebilir olması gerekir. Bunun yanı sıra, kullanılan yakıt sistemlerinin ve ulaşım araçlarındaki teknik altyapının tamamen değiştirilmesi de seçenekler arasında olmakla birlikte, bunun maliyeti tahmin edildiği kadar düşük olmayabilir. Son yıllarda güneş enerjisi başta olmak üzere, farklı yakıt sistemlerini ulaşım araçlarında kullanma çalışmaları umut vaat etmektedir. Ama bu çalışmaların küresel düzeyde ne kadar yaygınlaşabileceği henüz netlik kazanmamıştır. Önümüzdeki dönemde, özellikle ulaşım araçlarında kullanılan yakıtın daha az miktarda kullanılmasını, daha yüksek enerji elde edilmesini ve çevreye daha az vermesini sağlayacak ikincil sistemlerin geliştirilmesi çalışmaları ağırlık kazanacaktır. Hidrojen ve diğer teknolojilerin kullanıldığı bu sistemler, mevcut ulaşım araçlarında kullanılan teknolojilere daha hızlı bir şekilde modifiye edilebilecektir. Bu değişiklikler, zaman içerisinde maliyetleri azaltabilecektir. Ancak şimdilik çok fazla yakıt harcayan, başta benzinli araçlar olmak üzere, ulaşım sistemlerinin enerji güvenliği açısından daha fazla bir sorumluluk alması beklenmemektedir. Ulaşım araçlarındaki yakıt konusu, enerji güvenliğinin “daha fazla arzın daha uygun fiyatla sağlanması” prensibiyle paralel bir gelişme sergileyecektir. Su ihtiyacının karşılanması, içme suyu, tarımsal sulama ve endüstriyel su ihtiyaçları başlıklarında ele alınır. Küresel ısınma konusunun çok fazla tartışıldığı bir süreçte, küresel su rezervlerinin durumu ve küresel su kullanım alışkanlıklarının değiştirilmesi ile ilgili çalışmalar enerji güvenliğinin bir parçası haline gelmektedir. Akarsular, mikroakarsular, büyük nehirler, yeraltı suları ve derin su kaynakları, sadece korunmayı değil aynı zamanda gelecekteki riskleri dikkate alan doğru kullanım alışkanlıklarının kazanılmasını da gerektirmektedir. Tarımsal sulama ihtiyacının karşılanmasında bu alışkanlıkların henüz kazanılmamış olmasından dolayı dünya genelinde çölleşme riski daha fazla artmıştır. Elektrik üretim amaçlı su kullanımının, kullanıldığı alanlardaki çevresel koşullar ve mevsimsel su rejimini bozmayacak bir çerçevede olması gerekmektedir. Bu çerçevede, su kaynaklarının daha verimli kullanımı temelinde bir su politikasının şu unsurları kapsaması gerekir; potansiyel su arz ve talep stratejilerinin oluşturulması, suyun akış miktarı ve coğrafi dağılımının planlanması, altyapı başta olmak üzere suyun son kullanıcıya gidene kadarki tüm sistemi üzerindeki yatırımların arttırılması ve rehabilitasyon çalışmalarının gerçekleştirilmesi, siyasi ve idari yönetimlerle birlikte toplumun da su kaynakları ve kullanımı konusundaki bilinç düzeyinin arttırılması. Diğer taraftan enerji kullanımı ile su yönetimi birbiriyle bağlantılıdır ve enerji arzı ile kullanımındaki yeni teknolojiler, su arzı üzerinde de ciddi etkilere sahiptir. Su sistemlerinin oluşturulmasındaki temel prensipler ise genel olarak dört başlık altında toplanır: Suyun çıkarılması, nakli ve depolanması; su üzerinde yapılan arıtma dahil çeşitli işlemler ve dağıtımı; suyun son kullanıcı tarafından çeşitli alanlarda kullanımı; atık suların biriktirilmesi, farklı amaçlarla yeniden işleme sokulması ve boşaltılımı. Su kullanımı konusundaki hukuki düzenlemeler de suyun gelecekteki arzı ve kullanımının çeşitlilik temelinde verimli bir hale getirilmesinde önemlidir. Nitekim su arz kaynaklarının enerji yoğunluğu, su kalitesinin hukuki düzenlemelerle daha da önem kazanacağından dolayı, gelecek dönemlerde oldukça artacaktır. 4. ASKERİ ENERJİ GÜVENLİĞİ Ordular savaş ve barış dönemlerinde sahip oldukları askeri kapasite ve kabiliyetlere göre ihtiyaç duydukları enerjiyi karşılama noktasında, stratejik bir plana sahiptirler. Bu stratejik plan, küresel konumlanma ve ulusal imkânlar çerçevesinde askeri enerji ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlayan bir enerji güvenliği yaklaşımını içerir. Bir ordu için istenilen zamanda, istenilen askeri davranışları sergileyebilmek amacıyla hareket kabiliyetinin en önemli unsuru, gerekli enerji kaynaklarına sahip olmaktır. Askeri açıdan enerji kaynakları ihtiyacı, enerji güvenliğinin ulusal güvenlik içerisindeki konumuyla yakından alakalıdır. Askeri ihtiyaçlar açısından enerji güvenliği, olabildiğince az miktarda ithal enerji kaynağı kullanmak, yerli enerji kaynaklarının lokalizasyonuna göre veya en uygun taşınma imkanına göre ve askeri seçeneklerin el verdiği ölçüde birlik konuşlandırma stratejisini uygulamak, fosil yakıtlara en az düzeyde bağımlı olmak ve mümkün olduğu kadar alternatif enerji kaynaklarını kullanmaya çalışmak, enerji verimliliğini her aşamada ve her askeri unsur içinde tam anlamıyla uygulamak, stratejik stok seviyelerini çok çeşitli lokalizasyonlarda ve yeterli miktarlarda tutmak, sofistike enerji teknolojilerini ilk maliyetlerinin yüksek olmasına rağmen kullanma imkanına sahip olmak ve bunu yaygınlaştırmak şeklinde bir kapsama sahiptir. Bu stratejik hedefler manzumesi, sadece askeri yönetim hiyerarşisini değil, aynı zamanda bu hiyerarşinin bu yöndeki kararlarının sivil yönetim hiyerarşisi tarafından da desteklenmesini zorunlu kılar. Askeri tesislerin inşası veya mevcutların yenilenmesi sırasında, enerji verimliliğini sağlamak amacıyla azami gayret gösterilmesi ve ilk yatırım sırasında enerji verimliliğini arttıracak donanımın öncelikli olarak tercih edilmesi gerekmektedir. Barış zamanlarında durağan harcamalar içerisindeki enerji paylarının düşük tutulması veya bu yöndeki başarılı bir çalışmayla, savaş zamanlarında ihtiyaç duyulan enerji için daha yüksek bütçe ve daha fazla enerji stok seviyesinin oluşması sağlanır. Her ordunun ulusal askeri stratejik konsepti çerçevesinde muhtemel tehditler ve harekât modelleri bulunur. Sıcak çatışma veya silahlı kuvvetlerin harekât aşamasına geçmesiyle birlikte enerji ihtiyacı maksimum seviyeye çıkar. Bu nedenle orduların mevcut askeri stratejik konseptleri ve muhtemel harekât noktalarına uygun olarak, önceden hızlı ve kesintisiz enerji ihtiyacını sağlamak amacıyla yatırımlar yapması, askeri enerji güvenliğinin bir parçasıdır. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ENERJİ EKONOMİSİ 1.ENERJİ EKONOMİSİNİN ÇERÇEVESİ Hammadde ve son kullanıcı arasında yer alan enerji kaynakları ve enerji ürünleri, enerji ekonomisinin çerçevesini oluşturur. Enerji ekonomisi, enerji kaynakları ve ürünlerinin tedariki, transportu, ticareti ve piyasaları ile ilgilenir. Özellikle enerjinin günlük hayattaki taleplerini karşılayan ve kontrol eden enerji endüstrilerini, teknolojilerini, enerji ticaretini ve enerji fiyatlarını kapsar. Enerji ekonomisi, genellikle yüksek miktarlarda ve birincil düzeyde ihtiyaç duyulan enerji ürünleriyle ilgilenir. Enerji ekonomisi, şirketlerin ve tüketicilerin belirli kurallar ve piyasa yapısı içerisinde ekonominin genel prensiplerini kullanarak, enerji kaynaklarının arzını, kaynakların ürünlere dönüştürülmesini, transportunu ve enerjinin kullanımını devam ettirecek araçları içerir. Enerji ekonomisi, enerji kaynaklarının arzını ve transportunu da içerecek biçimde enerji endüstrisi ve enerji teknolojileri, ekonominin prensipleri çerçevesinde çalışan ve hukuki düzenlemeleri içeren enerji piyasaları ile enerji ticareti başlıkları altında şekillenir. Enerji ekonomisi için sadece güncel olması açısından değil, enerjiye olan bağımlılığın bir endişesi olarak daima fiyatlar ve fiyat üzerindeki değişiklikler belirleyici rol oynar. Bu rol, enerji fiyatlarının özellikle siyasi olarak manipülasyona daima açık olduğu inancını yaratır. Diğer taraftan, enerji arzındaki tedirginliklere ve küresel rekabet nedeniyle artan yüksek taleplere bağlı olarak, ticari açıdan enerji fiyatları üzerindeki spekülasyon, artık geleneksel bir olgu haline gelmiştir. Küresel ekonominin en önemli ve en büyük dilimlerinden biri enerji ekonomisidir. Ama enerji ekonomisini küresel ekonomi içinde daha önemli hale getiren sebep, enerji ihtiyaçlarının tercihten çok bir zorunluluk olmasıdır. Enerji ekonomisi, enerji ekonomisi içerisindeki kamu ve özel şirketlerin pozisyonlarını sürekli olarak değiştirmektedir. Rekabetin gelişmesi açısından serbest piyasanın enerji ekonomisindeki yeri artarken, kamu şirketlerinin bu rekabet karşısında sürekli sübvanse edilmesi politik tartışmalara neden olmaktadır. Ancak bazı ülkeler için özellikle yabancı sermaye kontrolü altında olan enerji şirketlerinin, fiyat rekabetini yüksek fiyat şeklinde yansıtmaları nedeniyle enerji fiyatlarının sübvansiyonu kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenle kamu şirketlerinin enerji ekonomisi içindeki payı, özellikle pazar tarafında daha fazla yer tutar. Kamu şirketlerinin kaynaklar tarafındaki rolü ise, özellikle pazar tarafındaki özel sektör şirketlerinin kaynaklar üzerindeki rekabetini sınırlamaktadır. Ancak enerji kaynakları üzerindeki mülkiyet hakkı ve işletme hakkı konularındaki tartışmalar bazen bu sınırlamaları zorunlu kılabilir. Bu konu kitapta Enerji Diplomasi'sinin son bölümünde daha detaylı olarak yer almıştır. 80 Enerji ekonomisi, bir ülkenin ekonomik büyümesinin motor gücüdür. Verimli ve rekabetçi bir enerji ekonomisi, bir ülkenin ekonomik büyümesi ve ekonomik girdilerinin artması için kritik bir unsurdur. Bu nedenle, hükümetler etkili ve rekabetçi bir enerji ekonomisinin çalışması için vergi, ticaret, endüstri, fiyat, yatırım ve çevre politikaları gibi konuları araç olarak kullanırlar. Hükümetler, enerji ekonomisinin istikrarı için ülkelerinin konumlarına göre tedbirler alır. Ülkeler, enerji kaynaklarının büyük kısmını veya tamamını ithal eden ülkelere göre yahut enerji ihracatçısı ülkesi olmalarına göre, farklı tedbir modelleri uygularlar. Enerji ithalatçısı ülkeler için hükümetlerin aldığı en önemli tedbir, arzın kesintisiz, çok çeşitli ve uygun maliyetlerle olmasını sağlayacak stratejik planlar yapmaktır. Hükümetler bu planlamaları yaparken, ekonomilerinin büyümelerini ciddi şekilde etkileyecek büyük fiyat iniş çıkışlarına karşı da küresel gelişmeleri baz alan adımlar atarlar. Hükümetler arz konusunda tedbirler alırken, sadece kendi ülkeleri ile ilgili yatırımlar yapmazlar, aynı zamanda tedarik ettikleri ülkelerdeki kaynakların uygun maliyetle çıkartılması ile ilgili o ülkelere de yatırımlar yaparlar. Enerji ekonomisinin küresel bir ekonomi olduğunu düşünürsek, enerji ekonomisi açısından yatırım sorumluluğu hem kaynak ülkeleri hem de pazar ülkelerini kapsar. Hükümetlerin enerji ekonomisi açısından aldıkları tedbirlerin ikinci aşaması ise, pazarda ortaya çıkan talebi karşılayabilecek enerji ürünlerini üretmek, ilgili endüstriyel altyapıyı kurmak ve geliştirmek, verimliliği arttıracak daha ileri teknolojiler üzerinde çalışmak ve piyasanın işleyişini güçlendirecek ekonomik ve hukuki düzenlemeler gerçekleştirmektir. Küresel enerji ekonomisinin toplam verimliliği için bu düzenlemelerin küresel bir benzerlik göstermesi ve yatırımcıların yatırım risklerini en aza indirgeyecek tedbirlerin alınmasını gerektirir. Enerji ekonomisinde talep tarafı, hükümetlerin sorumluluğunu daha fazla arttırır. Talebin kontrolü ekonomik büyümeyi etkiler ama talep, verimli enerji kullanımı ile daha uygun maliyetler ve arz güvenliğini rahatlatacak sonuçlar doğurur. Bu nedenle hükümetler, enerji verimliğini teşvik etmek, özellikle yoğun elektrik kullanan endüstri sektörüne yönelik konut-sanayi lokalizasyon dengesini iyi kurmak ve talep eğrisiyle enerji arzını daha uyumlu hale getirmek için çalışmalıdır. Uluslararası Enerji Ajansı'na göre, enerji ekonomisi içindeki yeni yatırımların toplamı 2030 yılına kadar 16 trilyon dolar olacaktır. Öte yandan bu yatırımların % 60'ının elektrik, % 19'unun petrol, % 19'unun doğalgaz sektörlerinde yer alacağı vurgulanmaktadır. Buradan da görüldüğü üzere enerji ekonomisi, çok hızlı büyüyen bir ekonomi olarak küresel ekonominin büyümesini etkileyen önemli bir konumdadır. Enerji ekonomisi içerisinde özellikle elektrik sektöründeki bu yatırım ihtiyacı, enerji ekonomisinin endüstriyel ve teknolojik boyutunu ön plana çıkarmaktadır. Enerji ekonomisindeki bu yatırım projeksiyonu, en fazla gelişmekte olan ülkeler bazında gerçekleşecektir. Bu durum, enerji ekonomisinin gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyümeleri üzerinde çok büyük bir etkisi olacağını göstermektedir. Elektrik sektöründeki yatırım ihtiyacı, bu ülkelerin refah seviyelerinin artmasına ve talepteki artışlara bağlı olacaktır. Fosil yakıtların geliştirilmesi ile ilgili keşif ve üretime yapılacak olan yatırım ise, enerji kaynaklarına sahip gelişmekte olan ülkelere ekonomilerinin diğer sektörlerini etkileyecek yeni fırsatlar sunacaktır. Enerji ekonomisin bugün ve yakın gelecekteki durumunu anlamak için yatırım, teknoloji, ticaret ve pazar konuları aşağıdaki başlıklar altında incelenecektir. 2. ENERJİ ENDÜSTRİSİ Enerji endüstrisi, enerji kaynaklarının çıkartılması ve transportu ile ilgili sanayi ve teknolojiyi, enerji kaynaklarının ürünlere dönüştürüldüğü sanayi ve teknolojiyi, enerji ürünlerinin son kullanıcıya ulaştırıldığı teknik altyapıyı içeren endüstriyel bir koldur. Enerji endüstrisi kapsamlı bir endüstri dalıdır. Geleneksel endüstriyel ekipmanların yanı sıra, sürekli gelişmekte olan daha spesifik endüstriyel ekipmanları da içerir ve bu ekipmanların birbiriyle uyumlu entegre bir sisteme sahip olmasını gerektirir. Enerji endüstrisi, endüstriyel teknoloji ve altyapılarla birlikte, bunlara ilişkin yatırımları ve yatırımların maliyetlerini de kapsar. Enerji endüstrisinde en büyük payı, öncelikli enerji olarak kabul edilen petrol, doğalgaz, kömür ve elektrik sektörü alır. Enerji endüstrisi, küresel çapta sofistike teknolojileri üreten az sayıdaki ana aktör şirketlerin etkisi altında kalmakla beraber, Çin başta olmak üzere bu teknolojileri üretmeye yeni başlayan birçok ülkenin katkısı ile daha rekabetçi bir düzeye ulaşacaktır. Enerji endüstrisinde teknolojiyi ilgilendiren fiyatlar ve sınırlı sayıdaki teknoloji üretim merkezlerinin varlığı, enerji yatırımlarını geciktirmektedir. Özellikle elektrik sektöründeki yoğun yatırım talebini karşılama noktasında, enerji endüstrisinde ciddi zorluklar yaşanmaktadır. Bu zorlukların aşılması için enerji endüstrisinin teknoloji üreticilerini ilgilendiren yeni yatırımların yapılması kaçınılmaz olacaktır. Ancak bu noktada teknolojinin kalitesini ve uzun süreli kullanım garantisini riske sokacak yeni gelişmelerin de yaşanması muhtemeldir. Enerji endüstrisinin tarihsel gelişimi içinde petrol ve kömür kaynaklarının keşif ve üretimi ile ilgili çalışmalar temel olmuştur. Özellikle büyük enerji endüstrisinin doğuşunda petrol, ivmelendirici bir özelliğe sahip olmuştur. Bugün ise doğalgaz, petrol ile birlikte bu özelliği sürdürmektedir. Öte yandan kömürün likit gaza çevrilmesi konusuyla ilgili çalışmalar ve kömür kalitesini, çevre sağlığını en az etkileyecek düzeyde arttırmakla ilgili araştırmalar kömürün enerji endüstrisi içindeki cazibesini de yeniden öne çıkartmıştır. Kuşkusuz, enerji endüstrisinde en hızlı büyüyen ve gelecekte de enerji endüstrisi yatırımları dâhilindeki aslan payını alacak olan, elektrik sektörüdür. Elektrik üretimi yanı sıra elektrik iletim ve dağıtımına ilişkin endüstriyel yatırımlar, gelişmekte olan ülkelerde istihdam olanaklarını ve ekonomik büyümeyi arttırırken, bu teknolojiye sahip olan ülkelerde de ihracat rakamlarını pozitif yönde etkilemeye devam edecektir. Petrol Endüstrisi Küresel enerji ekonomisi içinde en büyük paya sahip olan petrol, çok büyük ve çok çeşitli bir petrol endüstrisini oluşturmuştur. Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin enerji ekonomilerinde en fazla kullanım yerine sahip olmasından dolayı petrol endüstrisi, aynı zamanda bu ülkelerde oldukça gelişmiş bir altyapı sistemini ve ileri teknolojiyi barındırır. Petrol, ürün haline gelmeden önce, çıkartıldıktan sonra fiziksel, kimyasal ve termal işlem görmek üzere rafinerilere gönderilir ve burada bitmiş ürünlere dönüşür. Bu ürünlerin % 90'ı benzin, uçak yakıtı, LPG, kerosen gibi ürünler olurken, rafineriler aynı zamanda petrokimyasallar, asfalt ve yol petrolü gibi yakıt dışı ürünler de üretir. Petrol endüstrisinde temel olarak iki sektör vardır, upstream ve downstream. Upstream sektörü, petrolün çıkarılmasını ve rafine edilmesini içerirken, downstream sektörü ısınma amaçlı petrol ve gaz istasyonlarına ürünü teslim etmeyi içeren operasyonel bir ticari aşamayı kapsar. Upstream sektörünün iki çalışma alanı mevcuttur; sondaj ve petrol sahası hizmetleri. Sondaj, gerçekten sofistike bir sondaj endüstrisi tarafından sağlanır. Son derece uzman ve çok az sayıda olan görevlileriyle, karada, denizde, göllerde ve çok derin sularda petrol arama ve çıkartma hizmetlerini veren platformları barındıran bu sektör, uzun vadeli kontratlarla çalışır. Sondaja destek veren petrol sahası hizmetleri ise, temelde üretim, onarım petrol çıkarma ve transportu için gerekli ekipmanlarının sağlanmasını kapsar. Sondaj ve petrol sahası hizmeti veren şirketler, tıpkı diğer endüstrilerde olduğu gibi enerji endüstrisindeki hızlı fiyat inişi ve çıkışlarından, petrol talebinin artış ve inişinden doğrudan etkilenirler. Çünkü petrol fiyatının içinde sondaj ve petrol sahası hizmetleri maliyetleri çok önemli yer tutar. Maliyetler fiyatları karşılayamayacak bir noktaya geldiğinde ya da karı azalttığında, petrol yatırımları yavaşlamaya başlar. Petrol arama yatırımlarında her zaman pozitif bir sonuç elde edilmez. Bu nedenle petrol fiyatları düşükken arama yatırımları daha sınırlı ve daha yavaş artmakta, petrol fiyatları yükseldiğinde ise elde edilecek kazancın yüksekliğine bağlı olarak daha fazla arama yatırım riski alınmaktadır. Petrol rafineri endüstrisinde, talep artışına bağlı olarak daha fazla ve daha hızlı yatırım beklenmektedir. 2030'a kadar petrol rafineri endüstrisinin % 70'ten daha fazla büyüyeceği beklenmektedir. Yeni yatırımlar için iki farklı lokalizasyon söz konusu olacaktır. Bunlardan ilki, özellikle pazara daha yakın olması ve transport maliyetini düşürmesi açısından pazar ülkelerdeki rafineri yatırımları. İkincisi ise, özellikle petrol kaynaklarına sahip ülkelerdeki gelişmekte olan ekonomiye ve artan nüfusa bağlı olarak kaynak ülkelerdeki rafinerileri yatırımı. Her iki lokalizasyona yapılacak olan yatırımlar, o ülkelerdeki ve bölgesel pazarlardaki ürün çeşitliliğine göre bir seyir izleyecektir. Küresel enerji ekonomisi içerisinde 709 adet petrol rafinerisi olup, bunların 175'i Avrupa'da, 12'si Orta Asya'da, 47'si Ortadoğu'da, 44'ü Afrika'da, 187'si Asya- Pasifik'te ve 244'ü Kuzey ve Latin Amerika bölgesindedir. Geleneksel petrol şirketlerinin öncülüğünde gelişen ve bugün hala bu şirketlerin önemli oranda etkisinde kalan petrokimya endüstrisi, enerji endüstrisinin en fazla genişleyen ve diğer kimyasal endüstrilerle entegre olan bir yapı içerisindedir. Petrokimya endüstrisi, artan fiyatlarla, plastik sektöründe ve özellikle geri dönüşümden kazanımın daha fazla artması gibi nedenlerle nispi bir yavaşlama içerisine girmiştir. Ancak petrokimyasallara olan ihtiyaç ve bu ürünlerin diğer kimyasal endüstrilerle olan entegre ilişkisi, petrokimya endüstrisinin farklı bölgelerde büyümesini ve gelişmesini devam ettirmektedir. Gelecek yıllarda, özellikle Ortadoğu ülkelerinde, ardından Çin ve Hindistan'da petrokimya endüstrisi yatırımları büyüyecektir. Geleneksel küresel petrol şirketlerinin bu bölgelerdeki yatırımları, buralardaki yerel şirketlerle birleşerek veya işbirliği halinde büyüyerek devam edecektir. Ortadoğu ve Asya'daki bu yatırımlar, petrokimya endüstrisindeki ürün kapasitesini ve ürün çeşitliliğini farklılaştıracaktır. Bu durum, yeni aktörlerin tercihlerinin de etkisinde gerçekleşecektir. Küresel enerji ekonomisindeki gelişmelere bağlı olarak, ulusal petrol ve petrokimyasal şirketlerin önemi ve enerji ekonomi içerisindeki ağırlığı artacaktır. Nitekim 2006'da kimyasal ürünler piyasasında % 17 paya sahip olan ulusal şirketlerin, 2015'deki paylarının % 25'e çıkması beklenmektedir. Bahsedilen ulusal şirketlerin çoğunluğu hem Ortadoğu gibi zengin doğal kaynaklara sahip ülkelerde hem de Çin gibi talebi yüksek olan ülkelerdedir. Doğalgaz Endüstrisi Petrolün gölgesinde gelişen ve bugün öncelikli enerji kaynakları arasında en hızlı büyüme gösteren doğalgaz, hızlı bir şekilde kendi endüstrisini geliştirmektedir. Başlangıçta en basit şekilde arama, üretim ve transportu kapsayan doğalgaz endüstrisi, artan hızlı talebe bağlı olarak daha karışık bir hal almaya başladı. Binlerce kilometre uzunluğundaki uluslararası boru hatları, yüzlerce LNG gemisi, dev yükleme ve indirme terminalleri ile depolama tesisleri ve enerji üretiminde daha fazla kullanılması, devasa bir endüstrinin oluşmasına neden oldu. Doğalgaz endüstrisi, doğalgazın arama ve çıkartma aşamasından başlayıp, gazın prosesini sağlayan gaz rafinerilerini, boru hatlarıyla ve LNG yoluyla taşınmasını, en küçük miktarları bile taşıyacak dağıtım şebekelerini ve elektrik sistemi gibi başka bir ürüne geçişle ilgili teknolojileri kapsar. Arama ve üretimde çalışan şirketler, petrol ve gazı genelde bir bütün olarak görmekte, plan ve çalışmalarını da bu çerçevede yürütmektedirler. Petrol fiyatlarında olduğu gibi doğalgaz fiyatları da yatırımlar için belirleyicidir. Doğalgaz endüstrisinin gelişimi, gaza olan yüksek talep ve doğalgaz kaynaklarına sahip ülkelerdeki cazip yatırım imkânlarıyla yakından ilişkilidir. Doğalgazın transportunda LNG önemli bir endüstriyel teknolojiyi gerektirmektedir. LNG yükleme ve boşaltma terminalleri, kapsamlı bir teknolojiyi ve büyük bir maliyeti beraberinde getirmiştir. Artan doğalgaz talebine bağlı olarak, gelecek yıllarda LNG yükleme boşaltma terminallerinin sayısı da artacaktır. CNG gemilerinin de yerel pazarlarda önemli bir yer tuttuğu herkes tarafından bilinmektedir. Bununla beraber yakın gelecekte boşaltma ve yükleme sistemlerini üzerinde barındıran yeni tip LNG gemileri daha fazla kullanılmaya başlanacaktır. Doğalgaz endüstrisinde 1960'lardan itibaren maliyetler, gelişen teknolojilere bağlı olarak hızla düşmüştür. Gelecek yıllarda ise teknolojik gelişmelere ve yatırımlara bağlı olarak bu düşüşün devam etmesi kaçınılmaz olacaktır. Örneğin 1960'larda gazın sıvılaştırılması için kurulacak bir tesise yapılacak yatırım miktarı 550 dolar ton/yıl iken, 2006 yılında 200 dolar ton/ yıl olmuştur. Yine bir LNG tankerinin inşa maliyeti 1995-2000 arasında 250 milyon dolar iken, 2002-2003 yılları arasında 155 milyon dolara kadar düşmüştür. 2010 yılı sonunda ise, transport maliyetinde genel olarak %20-25 oranında bir düşüş de beklenmektedir. Bugün 140.000 metreküp kapasiteye sahip olan standart LNG gemileri, 2008'den başlayarak yeni nesil LNG gemileri ile birlikte 250.000 metreküp ve üzeri kapasiteye çıkmaya başlamıştır. Elektrik ve gaz sektörlerinde liberalizasyon, LNG pazarının daha rekabetçi ve daha hızlı bir şekilde büyümesine katkıda bulunacaktır. Elektrik Endüstrisi Elektrik endüstrisi, elektriğin üretimini, iletimini, dağıtımını içeren teknolojileri, malzemeleri, işletim sistemini ve diğer yan endüstrileri kapsar. Elektrik endüstrisi, modernleşmenin ve refahın bir göstergesi olarak elektrik arz ve talebi büyüdükçe gelişen, arz ve talebi daima büyüyecek olan ve bu nedenle enerji içerisinde en fazla endüstriyel yatırımın yapıldığı ve yapılacağı alandır. Elektrik talebi, zorunlu ihtiyaçlarla sınırlı bir talep değildir. Zenginlik ve refah düzeyi artıkça bireylerin kullandığı teknolojiler artmakta ve bu teknolojilerin kullanımında gerekli olan elektrik talebi de daima ve daima artmaktadır. Tüketim alışkanlıkları değiştikçe, özellikle konutlarda yeni konfor araçları bazen ekonomik büyümeden daha da fazla bir tüketim trendi olarak yaygınlaştıkça, elektrik talep projeksiyonları da tasarlanan ekonomik büyüme projeksiyonlarından daha fazla artabilmektedir. Elektrik endüstrisi üç ana başlık altında toplanmaktadır: Enerji kaynağının elektrik enerjisine dönüştüğü elektrik üretim sektörü, üretilen elektriğin son kullanıcıya kadar ulaştırıldığı iletim ve dağıtım sistemi, yatırımların finansmanı açısından önemli bir etkisi olan elektrik ticareti. Elektrik üretim sektörü, doğalgaz elektrik santralleri, kömürle çalışan termik santraller, nükleer elektrik santralleri, hidroelektrik santralleri ve diğer yenilenebilir kaynaklarla çalışan elektrik santrallerinden oluşur. Bu santrallerin her biri, teknoloji, kullanılan enerji kaynağı ve işletme sistemi ile dev bir endüstriyel sahadır. Büyük yatırım maliyetlerine sahip olan santraller olduğu gibi mikro-hidroelektrik santralleri gibi daha küçük çaplı maliyet gerektiren tesisler de bulunmaktadır. Elektrik üretim sektörü, elektrik endüstrisinin birincil basamağıdır. Genellikle bu sektöre yatırım yapanlar, daha yüksek kar ve daha yüksek fiyat seviyeleri elde etmek için iletim ve dağıtım sektörüne de sahip olmak isterler. Ancak elektrik endüstrisi monopol bir sektördür ve tamamına sahip olmak piyasa monopolu olmak anlamına gelir. Bu nedenle küresel elektrik sektörü, üretim, iletim, dağıtım ve ticaretin özel sektördeki tek bir şirket tarafından kontrol edilmesinin sakıncalı olduğu kanaatindedir. Elektrik üretim sektöründe en önemli unsurlarından biri de santrallerin kurulması için gerekli olan teknolojilerdir. Bu santraller, küresel çapta az sayıda firmanın geliştirdiği sofistike ve spesifik teknolojilerle inşa edilir. Elektrik talebindeki yoğun artış nedeniyle, elektrik üretim santralleriyle ilgili yeni inşa ve rehabilitasyon çalışmalarında, bu teknolojilere ilişkin bir arz sıkışması yaşanmaya başlanmıştır. Teknoloji geliştikçe yeni elektrik üretim santrallerinin kurulumlarıyla ilgili birim maliyetler de düşme eğilimindedir. Genellikle elektrik iletim altyapısı, elektrik arz güvenliği bölümünde vurgulandığı gibi, kamu tarafından maliyetleri karşılanan ve kamunun mülkiyetinde olması daha doğru bulunan bir sektördür. Elektrik dağıtım şebekesi, talebe göre şekillenmektedir. Artan elektrik talebi, elektrik dağıtımına olan yatırımı da arttırmaktadır. Elektrik iletim ve dağıtımı için geniş bir ürün sepeti var olup, birim fiyat olarak daha düşük olmakla birlikte, kullanılan ürün sayısındaki fazlalık, bu sektörü canlı tutmaktadır. Elektrik endüstrisinde iletim ve dağıtım altyapısı dâhil olmak üzere en kritik problem, tekel konumunda olan firmaların teknolojilerini ve ürünlerini daha yüksek fiyatlarla satmasıdır. Elektrik, stok edilemez. Bu nedenle elektrik üretildikten sonra fiyat üzerinde herhangi bir stok baskısı yoktur. Ancak özellikle petrol, doğalgaz ve kömür gibi elektrik üretimi için kullanılan yakıtlardaki stok sistemi, elektrik fiyatları üzerinde bir baskı yaratabilmektedir. Uzun dönemli kontratlarla fiyat aralığı ve daha fazla minimize edilmiş enerji kaynağı tedariki, elektrik üretim fiyatı üzerinde olumlu etki yaratmaktadır. Ancak elektrik piyasasında beklenmedik düzeyde artan talep eğrileri karşısında, uzun dönemli kontratlar dışında spot piyasa alımları yapılmakta ve bu da elektrik üretim fiyatlarını ciddi şekilde arttırmaktadır. 3. ENERJİ PİYASALARI VE ENERJİ TİCARETİ Enerji piyasaları, enerji kaynaklarının ve ürünlerinin arz-talep dengesi içerisinde hareketlerini ve ticari pazarlarının işleyişini düzenlemek, denetlemek ve kontrol etmek üzere gelişmiştir. Enerji piyasası, ülkeden ülkeye değişen özellikler taşır. Enerji piyasası, tamamen enerji kaynaklarının arz-talep sonucuna göre hareket etmez. Aynı şekilde enerji ürünlerinin arz-talep ilişkisi de enerji piyasalarını tamamen şekillendiren bir unsur değildir. Enerji piyasalarının en önemli özelliği, gelecek projeksiyonlarına göre hareket etmeleridir. Bir yandan mevcut işleyişin kurallarını belirleyip, kurumlar tarafından kontrol ve denetimini sağlarken, diğer taraftan enerji ticaretinin görünmeyen nedenler yüzünden fiyat belirleme yeteneğini de saklı tutar. Enerji piyasaları, petrol piyasası, doğalgaz piyasası, kömür piyasası ve elektrik piyasası olmak üzere dört temel başlık altında toplanmıştır. Elbette diğer enerji kaynakları ve ürünleri için piyasa seçenekleri de mevcuttur. Ancak enerji piyasaları, öncelikli enerji kaynakları tarifindeki bu dört başlık çerçevesinde kurumsal olarak gelişmektedir. Enerji piyasaları, küresel enerji pazarına büyük yatırımlar yapılmasını gerekli kılmaktadır. Ancak yatırımcılar bu yatırımların, enerji ticaretinin daha karlı ve daha güvenli bir hale gelmesiyle mümkün olacağını savunmaktadırlar. Bu durum enerji fiyatlarının daha da yükselmesine neden olacaktır. Asıl sorun, enerji fiyatlarının ne zaman ve hangi seviyede dengede olacağıdır. Bu sorunun cevabı, tek başına enerji piyasalarında bulunamayabilir. Çünkü enerji piyasalarının gelişimi hem çok hızlı olmakta hem de küresel rekabetin artmasına bağlı olarak henüz tam anlamıyla bir dengeye ulaşması gecikmiş durumdadır. Enerji piyasalarının gelişimi, özelleştirme ve küreselleşme ile paralel olarak hızlanmıştır. Özelleştirme ve küreselleşmenin enerji piyasalarının gelişimine katkısı her zaman pozitif yönde olmamıştır. Özelleştirme zamanlarında gerçek değer ile fiyat arasındaki farklar, bazen kamu lehine bazen de piyasa lehine sonuçlanmıştır. Birçok ülkede başarılı özelleştirmeler, birkaç yıl sonra enerji fiyatları üzerinde ciddi kırılmalar yaratmış ve özelleştirmelerin başarısını sorgular hale getirmiştir. Özelleştirmelerin temel amacı, rekabet yoluyla daha ucuz fiyatların ortaya çıkmasını sağlamaktır. Ancak bu konu küresel çapta hala tartışmalıdır. Acaba özelleştirmeler, bireylere fiyat avantajı olarak mı dönmelidir yoksa fiyatların belirli oranda yükselmesi karşılığında kamu bütçesi üzerindeki maliyetler en az seviyeye mi düşmelidir? Kamunun fiyat üzerindeki sübvansiyonu, bütçede daima bir yük olarak büyüyerek devam eder. Ama özelleştirme yoluyla hem elde edilen gelir bütçedeki diğer kalemlerin maliyetini karşılar hem de bütçedeki yatırım maliyetini düşürür. Kamunun enerji ekonomisi içindeki payının özelleştirme yoluyla azaltılması ile ilgili bu tartışmalar, bireyler açısından riskli ve şüpheli bir durum yaratır. Enerji piyasalarının gelişiminde bu riskli ve şüpheli durum, küresel çapta tek dünya düzenini geciktirmekte ve böyle bir tek dünya düzenine karşı politik itirazları arttırmaktadır. Liberalleşme, enerji piyasalarının gelişiminde çok etkilidir ve liberalleşme arttıkça küresel enerji pazarı da büyüyecektir. Küresel enerji pazarının büyümesi ve enerji piyasalarının gelişmesi, küresel ekonomiye ve ulusal ekonomilere katkı sağlayacaktır. Ancak liberalleşme, enerji fiyatları üzerinde beklenen olumlu etkiyi yani düşüşü sağlamayacaktır. Çünkü özel sektörün ilk yatırım maliyetleri daha yüksek risk faktörlerini barındırdığından, uzun vadeli fiyat garantisi talebi, fiyatları belirli bir düzeyde tutmaya devam edecektir. Öte yandan uzun vadeli fiyat garantisinin olmadığı alanlarda yatırımcının riski, fiyatların üstüne eklenecektir. 1990'ların başlarından itibaren ortaya çıkan yeni uluslararası düzen, kurumsal bir sistem olarak gelişmek yerine, piyasa araçlarının baskın olarak kullanıldığı bir acil entegrasyon yaklaşımına dönüştü. Bu yaklaşım, özellikle petrol ve gaz üreten ülkeleri zayıf bir uluslararası ilişkiler halkasının parçası haline getirdi. Bu zayıflık, Çin, Hindistan, Rusya ve İran gibi ülkelerin Batının enerji piyasaları ile ilgili beklentilerini ters yönde etkilemeye başladı. Bu negatif etkileşim, kurumsal bir uluslararası sisteme geçmeyi şimdilik engellemiş durumdadır. Bu süreç böyle devam ederse, ABD'nin ve AB'nin petrol ve gaz kaynaklarına erişimi noktasında yeni zorluklar ortaya çıkabilir. Bu zorlukların en çok bankalar, finans şirketleri ve enerji piyasasının aktörleri üzerinde hissedilmesi beklenmektedir. Küreselleşmenin olumsuz algılamalarından biri de ulusal ekonomilerin yatırım politikalarındaki tercihlerin baskı altına alınması noktasıdır. Sadece verimlilik ve rekabet koşulları içerisinde yatırım yapma trendi, ulusal ekonomilerin geleneksel rollerini ve hedeflerini zora sokmaya başladı. Özellikle genç nüfusa sahip gelişmekte olan ülkeler için bu durum oldukça kötü ekonomik sonuçlara yol açtı. Bu ülkelerdeki enerji piyasalarında enerji ekonomisi içindeki yatırımlar da bu olumsuz sonuçlardan etkilenmeye başladı. Gelişmekte olan ülkelerdeki enerji piyasalarında yeterli yerli özel sektör yatırım gücü olmadığından dolayı, küreselleşme ve serbest piyasa koşullarında kamunun rolünü paylaşabilecek yabancı yatırımcı sayısı çoğu kez istenilen düzeye ulaşamadı. Ortaya çıkan açığın kapatılmasında kamunun yükü artarken, küreselleşmenin siyasi baskıları nedeniyle bu ülkelerde çeşitli siyasi istikrarsızlıklar baş gösterdi. Bu tür riskleri gören Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkeler, küreselleşme konusunda daha zayıf davranışlar sergileme trendine girdiler. Bu yeni trend, gelecek yıllarda bu ülkelerdeki enerji piyasalarının gelişimini de etkileyecektir. ABD enerji piyasaları, ABD'nin 2001 sonrası politikalarından etkilenmeye başlamıştır. ABD, enerji kaynaklarının yoğun olduğu bölgelerde yeni ve büyük siyasi- ekonomik riskleri yüklenirken, aynı zamanda küresel enerji güvenliğindeki rolünü de doğrudan arttırmış oldu. Fakat bunu yaparken, bütçe açığının genişlemesi, ödemeler dengesinin bozulması ve ekonomisinin Asya fonlarına daha fazla bağımlı bir hale gelmesiyle, finansal sistemi ve ekonomik geleceği de ciddi risk altına girmiş oldu. Bu risk, ABD'nin küresel enerji pazarındaki konumunu da negatif yönde etkilemeye başladı. Küresel enerji piyasalarını en fazla etkileyen konuların başında petrol fiyatları geliyor. Aslında petrol fiyatları, ulusal ve uluslararası siyasi gelişmeler, ekonomik değişimler, enerji piyasalarındaki uzun ve kısa dönemli faktörler ve gelecekteki arza ilişkin psikolojik algılamalarla şekillenmektedir. Teknik olarak arz ve talep, transport, yatırım, rezerv, rafineri kapasitesi ve parasal gelişmeler, petrolün jeopolitik faktörleriyle birlikte petrol fiyatlarını aşağı ve yukarı yönde etkiler. Son yıllarda petrol talebinde AsyaPasifik pazarı ile ABD pazarının rekabetindeki müthiş artış, günlük yedek petrol kapasitesinde ciddi düşüş ve petrol upstream sektörü üzerindeki yatırım azlığı, petrol fiyatlarının hızlı bir şekilde yükselmesine neden oldu. Yükselen petrol talebini ve dünyada satılan günlük petrolün % 80'ini Rusya, Batı Afrika ve Ortadoğu/Körfez ülkelerinin karşılaması bekleniyor. Bu bölgelerdeki siyasi istikrar, yatırım ortamının güvenliği ve gerekli yatırımların zamanında yapılması, fiyatların istikrarı açısından çok belirleyici olacaktır. Güvenli bir enerji piyasası nasıl mümkün olur? Küresel enerji piyasalarının güvenlik sorunları, ancak kamu sektörünün ve özel sektörün birlikte sorumluluk alması ve riskleri birlikte yüklenmesiyle aşılabilir. Kamu ve özel sektörün birlikte çalışması ise, hukuki altyapısı güçlendirilmiş ve ticari kuralları tam anlamıyla benimsemiş bir enerji piyasası ortamıyla mümkün olur. Ancak enerji piyasaları konusunda küreselleşme, hammadde erişimindeki riskler, siyasi engeller ve başka nedenlere bağlı olsa da enerji kaynakları jeopolitiğindeki askeri tehditler, bölgesel ve küresel enerji piyasalarının sağlıklı çalışmasını engellemeye devam etmektedir. Enerji piyasalarının gelişimi, enerji ticaretinin daha geniş alanlara ve aktörlere yayılmasıyla güçlenecektir. Özellikle finansal piyasaların enerji piyasalarına ve enerji ticaretine yatırım yapma konusunda daha fazla ikna edilmeleri gerekmektedir. Küresel enerji piyasaları için Enron'un çöküşü sonrası finansal piyasaların ikna edilme süreci daha zor olmaktadır. Bu zorluğun anlaşılabilir nedenleri vardır. Enerji yatırımları, daha uzun vadeli yatırımlar olup, geri dönüş imkânları farklı riskleri de barındırmaktadır. Her ne kadar uzun vadeli bir kontrat içerisinde geri dönüş miktarları ve zaman cetveli finansal piyasaların istediği şekillerde oluşsa da, enerji yatırımının karşılaşacağı diğer riskler nedeniyle, yatırımın tamamen zararla kapanması ve bu zararın finansal piyasalar üzerine de bir yük getirmesi mümkündür. Peki ama sürekli gelişen ve büyüyen, yüksek seyreden fiyatlarla karlılığı devam eden enerji piyasalarında zarar etmek nasıl mümkün olabiliyor? Bunun çok çeşitli nedenleri mevcut ama cevap olması açısından bazı somut örnekler verilebilir. Özellikle petrol ve gaz arama-üretim yatırımları büyük riskler taşır. Milyonlarca dolar harcandıktan sonra, arama bölgesinin yeterli rezerv barındırmadığının anlaşılması veya var olan rezervin toplam maliyetleri karşılayamaması ya da arama-üretim maliyetlerinin çıkarılacak olan petrol ve gazdaki fiyatların düşmesi sebebiyle bir yük haline dönmesi yüzünden, söz konusu yatırım zararla kapatılabilir. Bu tür yatırımların bir kısmı öz kaynakla olmakla birlikte, bir kısmı da finansal piyasalardan alınan krediyle veya finansal piyasalardaki bazı aktörlerin yatırıma doğrudan ortak olmasıyla gerçekleşmektedir. Böyle bir zararın büyüklüğü finansal piyasaları ürkütmek için yeterlidir. Başka bir örnek de elektrik sektöründen verilebilir. Bir ülkede yüksek seyreden elektrik talebi ve iyi fiyat, elektrik üretimi için yatırımı cazip kılar. Yatırımcı, mevcut enerji kaynağı, fiyatları ve tahmin projeksiyonlarına göre bir elektrik fiyat aralığı oluşturarak, o ülkenin elektrik piyasasında uzun vadeli fiyat kontratı karşılığı veya elektrik piyasasındaki yüksek fiyatın cazibesiyle yatırımını gerçekleştirir. Örneğin beş ile on yıl sonunda yatırım maliyeti karşılanan bir projenin, başlangıcından iki yıl sonra enerji kaynağı fiyatı kontrol edilemez şekilde yükselirse ve uzun vadeli fiyat kontratının esnekliği bu artışı karşılayamazsa, ortaya çıkan zarar, yatırımcı, o yatırımcının kreditörü ve finansal piyasalar için öldürücü bir yük haline gelir. Bu tür deneyimlerin yaşanması, enerji piyasalarındaki riskleri finansal piyasa aktörleri için çok önemli hale getirmektedir. Ama aynı zamanda küresel çapta en iyi, uzun süreli, yüksek seyreden ve cazip karlar sunan enerji piyasasına yatırım yapmaktan uzak kalmak da gerçek bir aktör için kabul edilemez. İşte bu yüzden enerji pazarındaki aktörler, büyük riskleri yüklenebilecek kadar tecrübeye ve finansal büyüklüğe sahip şirketlerdir. Petrol Piyasası Petrol fiyatlarında kısa ve uzun dönemde beklenen artışın bir sonucu olarak, OPEC üyesi olmayan ülkelerdeki petrol üretiminin artması beklenmektedir. Nitekim 2030 yılı için OPEC dışı ülkelerin petrol üretiminin günlük 12 milyon varil olacağı öngörülmektedir. Yine bu çerçevede konvansiyonel olmayan petrol üretiminin artış eğiliminde olacağı da öngörülmektedir. Petrol fiyatlarının belirsizlikler ve yatırım ihtiyaçlarının karşılanmamasına bağlı olarak, 2030'a kadar belirli bir süre düşüş yaşaması ve ardından tedrici olarak artması da beklenmektedir. Petrol piyasaları için üç önemli risk vardır: Ani arz kesintisi, yükselen ve karşılanamayan talep açığı, mevcut küresel finansal sistemin çökmesi. Arz kesintisi, siyasi ve askeri nedenlerin yanı sıra, aynı anda çok sayıda üreticinin petrol arzını durdurmasıyla veya teknik sorunlardan ve doğal afetlerden dolayı ortaya çıkabilir. Talep açığı ise, küresel veya bölgesel rekabetin arz projeksiyonlarına bakılmaksızın, siyasi ve askeri sebeplerle öngörülmeyen artışından kaynaklanabilir. Mevcut küresel finansal sistemin çöküşü veya büyük bir krize girmesi, gelişmiş ekonomilerin taşıdığı ve gerçekleşmesi fazla öngörülmeyen mevcut ekonomik yapısal risklerin kontrol edilemez bir finansal depreme yol açması ile ortaya çıkabilir. Küresel petrol ticareti, 2006 yılında bir önceki yıla göre % 2.7 artarak, günlük 52 milyon 561 bin varil ithalat ve ihracat gerçekleşmiştir. Küresel petrol ticaretindeki ithalat ve ihracat işlemi 2009 yılında önceki yıllara göre artış göstererek günlük 55 milyon varil dolaylarında gerçekleşmiştir. 2030 yılında küresel net petrol ticaretinin ise yaklaşık 70 milyon varil/gün'e ulaşacağı öngörülmektedir. Petrol piyasalarının küresel ekonomi açısından en büyük önemi, petrol fiyatının neredeyse tüm küresel fiyatların annesi konumunda olmasıdır. Doğalgaz Piyasası Enerji kaynaklarının tüketimini ve toplam enerji kaynakları içerisindeki payını değiştiren faktörler arasında, enerji verimliliği arayışları ve daha temiz enerji kaynağı beklentisi önemli rol oynamaktadır. Bu bağlamda doğalgazın toplam enerji kaynakları içerisindeki payı giderek artmakta ve doğalgaz piyasasının hacmi genişlemektedir. Doğalgaz piyasasındaki fiyat rekabeti arttıkça, doğalgazın kullanım payı da artacaktır. Ancak doğalgaz piyasasında fiyat rekabeti için henüz yeterli kaynak çeşitliliği, arz edilebilir rezerv imkânları ile daha ucuz ve daha geniş transport ağı yeteri kadar gelişmiş değildir. Birçok ülkedeki doğalgaz rezervlerine, siyasi ve askeri nedenlerden ötürü yeterli ölçüde yatırım yapılamamaktadır. Doğalgaz rezervlerindeki yatırım oranı arttıkça, küresel doğalgaz piyasalarında özellikle bölgesel fiyat rekabetleri de artacaktır. Küresel enerji piyasalarındaki büyüme potansiyeline bağlı olarak, doğalgaz piyasalarının gelecek 20 yıl boyunca yıllık % 7 oranında büyümesi beklenmektedir. Asya-Pasifik'teki LNG talebinin 2020'lerde düşmesine paralel olarak, doğalgaz piyasalarının büyümesinde de bir durağan seyir öngörülmektedir. Doğalgaz piyasasında fiyatlar, giderek petrol fiyatlarını takip eden bir seyir izlemektedir. Öte yandan doğalgaz fiyatlarındaki mevsimsel iniş ve çıkışlar, doğalgaz piyasalarının geleneksel bir karakteridir. Doğalgazın stok kapasitesi de, doğalgaz piyasalarındaki fiyatlar üzerinde etkili bir rol oynamaktadır. Doğalgaz piyasalarındaki en önemli sorun, doğalgaz üretiminin geleneksel bir norma kavuşmamasıdır. Doğalgaz rezervleriyle ilgili çalışmalar, ispatlanmış rezervler bağlamında henüz yeterli bir seviyede değildir. Diğer taraftan, rezervlerin kapasiteleri ve bu rezervler üzerindeki yatırımlar son derece geriden gelmektedir. Doğalgazla ilgili yatırım eksikliklerin giderilmesinde gelecek dönem için devlet şirketlerinin payı ve rolü daha fazla artacaktır. Bu durum, doğalgaz piyasasında daha fazla politize olmuş bir gaz ticaretine neden olacaktır. Öte yandan, doğalgaz üreticisi ülkelerin, doğalgaz arzının düzenlenmesiyle ilgili OPEC tarzı bir kurumsal yapıya olan ihtiyacı henüz giderilmemiştir. Elbette arz-talep ilişkisine göre, her ülke küresel doğalgaz piyasasındaki konumunu belirler. Ancak arzın talebi dengeleyebilmesi, talebin de arz projeksiyonlarına göre bir krize neden olmayacak seviyede sürebilmesi için uluslararası kurumsal bir teşekkül ihtiyacı giderek daha fazla tartışılmaktadır. Böyle bir gaz OPEC’ inin kurulması, küresel doğalgaz piyasaları açısından olumlu olsa da özellikle Rusya ve İran'ın, ABD ile politik çatışmalarında böylesi bir yapıyı baskı aracı olarak kullanacağı beklentisi itirazlara neden olmaktadır. Doğalgazın elektrik üretimindeki payı hızla artmakta ve bu hem doğalgaz fiyatlarını yukarı çekmekte hem de doğalgazda arz açığı beklentilerine neden olmaktadır. Tüm bunlara rağmen doğalgazın elektrik üretimindeki payı giderek artacaktır ve bu durum daha fazla yaygın hale gelen konutlardaki doğalgazla ısınma maliyetlerini de arttıracaktır. Nitekim son beş yılda üç katından daha fazla artış gösteren doğalgaz fiyatlarının yükselme trendi gelecek yıllarda da devam edebilir. Zaman zaman yaşanan küresel ve bölgesel ekonomik krizler doğalgaz tüketimini düşürse de, kısa vadeli fiyat düşüşlerine rağmen doğal gazın etkili rolü zayıflamamaktadır. Kömür Piyasası Kömür piyasası, tarihi geçmişi itibariyle en fazla kurumsallaşmış ve kömürün kolay bir şekilde talep edilen yere ulaştırılabilmesi nedeniyle ticaret altyapısı en fazla gelişmiş olan bir piyasadır. Kömür fiyatları petrol ve doğalgaza nazaran oldukça düşük seyretmektedir. Enerji yoğun endüstriler ve elektrik üretimindeki vazgeçilmez rolü nedeniyle kömür piyasasının geleceği istikrarlı bir şekilde büyüyerek devam edecektir. Dünyadaki en büyük enerji piyasaları kömüre bağımlıdır ve muhtemel enerji krizlerinde kömür adeta bir cankurtaran simidi görevi görür. Petrol ve gaz rezervleri siyasi ve fiyat manipülasyonuna karşı çok hassastır; nükleer enerji ise kamu bütçelerinin izin verdiği ve toplumun tepkisinin ölçüsü kadar bir esnekliğe sahiptir; rüzgâr enerjisi ise genellikle beklenilen performansı göstermekten uzak kalır. Oysa kömürün geniş rezervleri, güvenli ve kolay erişilebilir olma özellikleri vardır. İşte bu nedenle kömür piyasaları, elektrik piyasalarının ikiz ve yapışık kardeşidir. Küresel kömür pazarında önemli değişiklikler yaşanmaya başlandı. Kömür piyasalarının canlanmasında, bir yanda kömüre yönelen acil ve artan talep, diğer yanda ise kömür üreticisi ülkelerin ortaya çıkması önemli rol oynamıştır. Birbirine bağlı iki kömür piyasası ön plandadır; Elektrik üretiminde kullanılan steam kömürü ve demir-çelik sanayinde kullanılan koklaşabilir ve metalurjik kömür. Diğer taraftan küresel kömür piyasalarında Atlantik pazarı ve Asya-Pasifik pazarı, fiyat ve hacim konularında belirleyici rol oynamaktadır. Kömür fiyatlarında genellikle stabil bir durum söz konusuyken, gelecek yıllara ilişkin enerji projeksiyonlarında belirsizlikler son zamanlarda kömür fiyatlarında da hızlı iniş-çıkışlara neden olmaya başladı. Dönemsel kömür fiyat aralıkları da buna bağlı olarak giderek daha kısa zamanlı bir hal almaya başladı. Kömür piyasasının geleceği, kömürün arama ve üretimindeki yeni teknolojilerin gelişmesi ile karbondioksit salınımının azaltılmasına ilişkin çalışmaların başarısı ile doğru orantılıdır. Son 20 yıl içerisinde, deniz yoluyla steam kömürünün ticaret hacmi her yıl yaklaşık % 7 oranında artarken, koklaştırılmış kömür ticaretinin artışı % 1.6 oranındadır. Küresel kömür ticareti 2005 yılında 775 milyon tonu aşmıştır ve bu rakam toplam kömür tüketiminin sadece % 16'sına denk gelmektedir. Küresel kömür ticaretinde çok uluslu Avrupalı şirketlerin payı artarken, ABD şirketlerinin payı nispeten azaldı. Artan kömür talebine bağlı olarak küresel kömür ticaretinde yeni, küçük ve lokal şirketlerin sayısında da bir artış gözlenmektedir. Elektrik Piyasası 1980'lerde İngiltere'de başlayan, 1990'larda ise ABD ve diğer gelişmiş ülkelerde devam eden elektrik piyasası trendi, küresel elektrik piyasalarının gelişmesine önayak olmuştur. Elektrik piyasalarında elektrik üretim maliyetini etkileyen karmaşık bir sistem vardır. Bazen elektrik üretimindeki yüksek talep, elektrik üretiminde kullanılan enerji kaynağının fiyatını arttırır. Ama bazen de enerji kaynağının diğer faktörlerden kaynaklanan fiyat artışı, elektrik üretim maliyetini arttırır. Elektrik piyasasında fiyat, sadece arz-talep ilişkisiyle belirlenmez. Son yıllarda elektrik üretim maliyeti ve son kullanıcıya ulaştırmak için eklenen diğer maliyetlerin, fiyatın oluşması geleneğinde yeterli olmadığı görülmektedir. Elektrik ticaretinin artmasıyla ve elektrik piyasalarının gelişmesiyle birlikte, elektrik piyasalarının üzerine ticari bir esneklik payı daha eklenmektedir. Örneğin 3 cent/kWh olan bir hidroelektrik üretim maliyeti, gelişen elektrik piyasaları, ticari bir iletim ve diğer vergilerin eklenmesinden sonra 4.5 cent/ kWh'ya satılırken, belirsiz görünen çok sayıdaki faktör nedeniyle artık 8 cent/kWh'ya satılmaktadır. Elektrik ticareti, giderek spot piyasa ticareti özelliği taşımaya başlamıştır. Özellikle AB'deki elektrik ticareti, saatlik fiyatlara kadar indirgenmektedir. Belirli bir bant aralığında seyretse de elektrik fiyatlarındaki yükselme, elektrik piyasasını hem cazip hale getirmekte hem de kullanıcı aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Aslında elektrik piyasaları, giderek daha fazla kurumsallaşan, kuralları çok net ve keskin olan, kontrol ve denetimi daha fazla artan bir piyasadır. Ancak fiyat noktası, gelecek yıllarda daha gerçekçi bir seviyeye ulaşacaktır. Elektrik piyasalarında küresel bir trend halini almış olan elektrik reformu konusu önemini devam ettirmektedir. Bununla birlikte elektrik sektöründeki özelleştirmelerin bazı ülkelerdeki sonuçları, bu reformların diğer ülkelerdeki gelişimini yavaşlatmakta veya reformlarda yeni yöntem arayışlarına yönlendirmektedir. 2006 yılı itibariyle küresel elektrik ihracat miktarı, 566,616,450,000 kWh'dır. Küresel elektrik ticareti, elektrik üretimindeki maliyetleri düşürmek amacıyla uygun elektrik sistemleri arasında daha fazla artacaktır. Örneğin, AB, karasal olarak yakın olan ve enerji kaynağının bol miktarda olduğu Rusya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan daha fazla miktarda elektrik ithal edecektir. 2020 yılında bu rakamın yıllık 40 milyar kWh'nın üzerinde olması öngörülmektedir. Elektrik piyasasında, elektrik ticaretinin etkileyen en önemli faktör elektrik fiyatlarıdır. Elektrik piyasasında rekabetçi bir fiyatın oluşması, elektrik piyasasındaki bazı düzenlemelere bağlıdır. Bu düzenlemeler sadece kurumsal ve kamu baskısı ile gerçekleşecek konular değildir. Aynı zamanda elektrik piyasasında, alıcıların ve satıcıların doğru bir zeminde işbirliğine gitmeleri gerekir. Elektrik talebi, mevsimsel olarak ve kullanım saatleri itibariyle değişiklikler göstermektedir. Talebin en yüksek olduğu an ile üretimin düşük olduğu an arasında fiyat maksimuma çıkarken, üretimin en yüksek olduğu an ile talebin en düşük olduğu an arasında fiyat minimum seviyede olmaktadır. Maksimum fiyat ile minimum fiyat arasındaki ortalama değerin, alıcıların ve satıcıların işbirliği sağlayacağı zeminde stabil bir bant oluşturması ve marjinal fiyatın, bu ortalama fiyatı belirli bir oranda geçmemesi ilkesinin kural olarak çalışması ile elektrik piyasasının fiyat dengesi kullanıcıyı da kapsar bir hale gelmiş olur. Elektrik piyasasında en riskli nokta, elektrik alıcısıyla satıcısının aynı ticari çatı altında olmasıdır. Bunun açıkça olmadığı durumlarda, gizli monopolun engellenmesini sağlayacak bir düzenlemenin elektrik piyasasında daima var olması sağlanmalıdır. 1993 California elektrik krizi, elektrik sisteminin hem liberalizasyonunun bir monopole dönüşmesini engelleyen kurallar konması gerektiğini hem de elektrik sisteminin üretim, iletim ve dağıtım olarak üç ayrı ve birbirine karıştırılmayacak bileşen kaplar olarak çalışması gerektiğini dünyaya öğretmiştir. Enerji Borsaları ve Unsurları Küresel enerji pazarının büyüklüğü, bugün için 5 trilyon dolarlık bir büyüklüğe ulaşmıştır. Bu kadar yüksek hacimli bir pazarın iyi çalışmasında mevcut ve kurulacak enerji borsalarının önemli payı vardır. Halen küresel enerji pazarında yerel ve bölgesel çalışan, bir ya da birkaç ürün ile ilgili işlemler yapan veya herhangi bir ürünle ilgili çok küçük miktarlarda bile alış satış işlemini gerçekleştiren çok sayıda enerji borsası vardır. Bu borsalarda günlük, haftalık ve diğer periyotlarda işlemler ve raporlamalar gerçekleştirilirken, petrol, doğalgaz ve kömürün yanı sıra elektrik ve petrokimyasal ürünler de dâhil olmak üzere çok farklı ürün yelpazesi içinde çalışmalar yapılmaktadır. Ancak küresel enerji finans akışında, öncelikli enerji kaynaklarının ticaretinin uzun dönemli, büyük miktarlarda ve aynı anda gerçekleştiği üç önemli borsa mevcuttur. New York Mercantile Borsası NYMEX, Londra Uluslararası Petrol Borsası IPE ve Almanya'daki Avrupa Enerji Borsası EEX. 1978 yılında NYMEX'teki bir petrol kontratının borsaya dâhil olmasıyla başlayan enerji borsasının 30 yıllık bir serüvene rağmen, henüz finansal altyapısı ve borsa sistemi tam anlamıyla olgunlaşmamıştır. Enerji borsalarının tam olarak olgunlaşmamış yapısının en büyük göstergesi, şirketlerin çoğunun hala fiyat risklerini hedge etmemeleridir. Tüm dünyada küçük ve büyük ölçekli yeni enerji borsa kurma istekleri, küresel enerji pazarının gündeminde yer almaktadır. Bu bağlamda, Çin, Rusya, Katar, Dubai ve Norveç başta olmak üzere çeşitli ülkelerde borsa kurulum çalışmaları hızla sürmektedir. Günümüzde ise enerji komplekslerinin ciddi bir şekilde finanslaştırma sürecinin başladığı görülmektedir. Dünyanın en büyük sermaye-yoğun piyasası olmasına rağmen enerji piyasaları, küresel finansal piyasalar için hala ikinci sınıf muamele görmeye devam etmektedir. Küresel enerji piyasalarında hala konuşulmayan ve bir nevi gizli bir sistem gibi süregelen algı, piyasalardaki enerji traderlarının, enerji ürünlerinden ziyade volatiliteyi baz alan ticari anlayışa sahip olmalarıdır. Aslında bu yaklaşım, enerji piyasalarının hammadde ve ürün bazındaki fiyat gelişimini engelleyen gizli bir settir. Elektronik ticaretin Londra ve New York Enerji Borsalarına girmesiyle birlikte, yeni bir problem ortaya çıkmaya başladı. Finans piyasası oyuncuları, bu piyasalardaki enformasyon derinliğini daha fazla arttırmak istediler. Enerji piyasaları da temelde fiziksel bir piyasa olduğundan dolayı bilgi, kısa süreli sonuçlar yerine uzun süreli davranışları şekillendirir. Ancak finansal piyasalarda bilgi, anlık hareketlerin başlangıcını teşkil eder. Her iki farklı piyasa arasındaki bu tutum farkı, iki piyasa arasındaki arbitrajın farklı sonuçlanmasına neden olmaktadır. Yani enerji piyasalarındaki hammadde ve ürünün arz- talep ve bilinen risklerle şekillenen fiyatı, piyasa istihbaratından elde edilen bilgilerle daha hızlı değişmekte ve öngörülemeyen fiyat yükselmelerine ve düşmelerine neden olmaktadır. Özellikle enerji kaynaklarına sahip ülkelerin bu piyasalarda birincil rol oynayamamaları, enerji fiyatları üzerindeki spekülasyonları ve manipülasyonları arttırmaya devam etmektedir. Enerji piyasaları, riskin çok yüksek olduğu bir iştir. Bu riskin artmasında enerji piyasalarındaki hedge fonlarının diğer piyasalarda başlayan sorunları bu piyasalara da taşımaları, future kontratların çok büyük fiyat seviye farklılığı risklerini barındırması, jeopolitik riskler, krediler, performans, değişen hukuki düzenlemeler, iklim ve çevre koşulları, likidite ve diğer operasyonel riskler de çok kritik unsurlar olarak öne çıkmaktadır. Küresel enerji piyasalarında kullanılan üç çeşit ticari opsiyon başta gelmektedir: hedging, spekülasyon ve arbitraj. Her bir yöntem hem avantajı hem de dezavantajı ile kendine has piyasa uygunluğunu barındırır. Hedging, enerji piyasalarının henüz istenilen düzeyde gelişmemesine bağlı olarak yukarıda da sayılan risklerle birlikte, riski nötr hale getirmek amacıyla future ve opsiyon kontratları yoluyla uzun ve kısa dönemli yatırımlarını dengelemek için kullanılan bir piyasa aracıdır. Bir strateji olarak hedging, aynı zamanda yatırımcının daha geniş, tahmin edilemeyen piyasa trendlerine karşı aldığı bir önlemdir. Spekülasyon, borsalarda potansiyel bir kar görüldüğünde belirsiz gelecek fiyatlarının riskinin alınmasıdır. Ticari bir strateji olarak spekülasyon, diğer piyasalarda kullanıldığı gibi enerji piyasalarında özellikle petrol ve doğalgaz fiyatlarının artış ve düşüşündeki hassasiyetten dolayı sıklıkla kullanılır. Spekülasyonun enerji piyasalarındaki en büyük etkisi ki bu aynı zamanda bu piyasaların gelişmesi için de bir fırsattır, borsalar aracılığıyla piyasalara katılımcı miktarını arttırmasıdır. Bu da ticaret hacminin ve verimliliğin artışında önemli bir etkendir. Arbitraj ise, hiçbir yatırım olmadan neredeyse risksiz bir şekilde kar elde etmeye yarayan bir fırsat olarak görülür. Özellikle enerji piyasalarında son dönemde elektrik üretim ve dağıtımıyla ilgili kontratların bu çerçevede değerlendirildiği görülmektedir. Enerji piyasalarında gelecekte çok önemli bir konu daha öne çıkacaktır. Günümüzde finansal piyasalarda finansın her boyutuyla ilgili uzmanlık sahibi olan ve hem finans şirketlerini hem de müşterileri yönlendirme konusunda deneyimli ve bilgili bir istihdam alanı vardır. Enerji piyasalarında ise bu konuda ciddi bir eksiklik söz konusudur. Gelecekte enerji piyasalarında daha fazla katılımcının ortaya çıkması ve enerji piyasalarının güvenli limanlar haline gelebilmesi için enerji piyasalarında da hammadde, ürün ve ticareti iyi bilen, müşterilere daha fazla enerji bilgisini transfer edebilecek yeni bir işgücü gelişecektir. 4. FİYAT OPERASYONLARI Daha önce fiyatın arz-talep dengesinin dışında farklı faktörlerle şekillendiği vurgulanmıştı. Yine enerji borsası oyuncularının fiyat üzerinde kullandığı yöntemlere ilişkin bilgiler de verilmişti. Enerji fiyatı, bir bakıma yaşama maliyetinin en temel göstergesidir. Enerji bir lüks ve tercih değildir, enerji günlük yaşamın sürmesi için minimum düzeyde bile olsa mutlaka karşılanması gereken bir ihtiyaçtır. Bu zorunluluk, enerjiyi daha başlarken çok değerli kılar. Enerjinin çok değerli olması da pahalı olması için küçük bir neden yaratır. Bu küçük neden, küçük karlarla başlayıp, büyük karlar elde etmek isteyen enerji iştahını gittikçe büyüterek harekete geçirir. Enerji iştahının tek bir adresi yoktur. Yani enerji fiyatlarından yüksek kar elde etmenin tek bir sorumlusu yoktur. Bu istek, kaynak sahibi ülkelerden ve şirketlerden başlayarak, son kullanıcıya kadar giden her mekanizmada kendini gösterir. Spektrumun bu kadar geniş olması da enerji fiyatları üzerinde fiyat operasyonu yapma olanaklarını arttırır. Fiyat operasyonları, fiyatın oluşmasıyla ilgili formülün değişik parçaları üzerinde ve birbirini tetikleyen davranışlarla gerçekleştirilir. Fiyat formülündeki parçalar şunlardır: kaynakların üretim maliyeti, kaynakların transport maliyeti, mamulleştirme maliyeti, kaynak ülkelerdeki risk maliyeti, pazar ülkelerdeki risk maliyeti ve küresel piyasalardaki özel faktörlerin maliyeti. Fiyat operasyonları iki bazda gerçekleşir. İlk baz, kaynak ülkeler tarafında oluşur. Özellikle Rusya, İran, Suudi Arabistan, ABD, Norveç, Venezüella gibi kaynak arzında belirleyici olan ülkeler risk bazını oluştururlar. Bu risk bazı, rezervlerin miktarı, rezervlerin geleceği, rezervlerin yatırım ihtiyacı, yatırım eksiklikleri, devlet şirketlerinin ve özel şirketlerin pozisyonları, devlet şirketlerinin ve özel şirketlerin kredi, finans ve teknoloji görünümleri başlıklarını kapsar. Bu başlıkların her birinde risk belirleyici ülkeler veya pazardaki riski satın alanlar future opsiyon analizleri yaparlar. Bu analizleri yaparken, yapısal analizler ve dinamik analizler olarak iki farklı değerlendirme yöntemi kullanırlar. Yapısal analiz, fiziki analizleri içerir ve bu nedenle herkesin görebileceği ama herkesin her zaman ulaşamayacağı bilgileri içerir. Dinamik analizler ise, kaynakların finansal ihtiyaçları ile siyasi projeksiyonlarını kapsar. Bu nedenle bu analizler tamamen değil kısmen şeffaftırlar. Özellikle kaynak ülkelerinin çoğunda kapalı devlet yönetim modelleri egemen olduğundan dolayı, bu şeffaflık daha da azalmaktadır. Risk belirleyici ülkelerin oluşturduğu fiyat bazı, kaynak sahibi ülkelerin daha fazla gelir elde etme isteklerini yansıtır. İkinci baz ise, pazar ülkeleri tarafında meydana gelir. Asya-Pasifik (Çin, Japonya, Kore, Hindistan), AB ve Kuzey Amerika'nın oluşturduğu bu bazda, kamu ve özel şirketlerin talep projeksiyonları önemli rol oynar. Pazar bazında, günlük ve yıllık talepler ile uzun vadeli talep projeksiyonları, transport maliyetleri ve riskleri, kaynaktan başlayarak son kullanıcıya kadar giden vergi yükleri ve enerji piyasalarındaki değişken fiyat baskısı belirleyici rol oynar. Pazar bazında fiyatın şekillenmesinde, talep analizi belirleyicidir. Ancak talep analizi, ülkelerarası rekabet koşulları nedeniyle kontrollü değildir. Talebin kontrolü siyasi rekabetle bozulmaktadır. Bu nedenle talebin hızla ve büyük miktarlarda artışıyla arzın fiyat üzerindeki baskısını arttırması kaçınılmazdır. Fakat arzın talebi karşılamasıyla ilgili ekonomik ve teknik açıdan yıkıcı bir risk bulunmamasına rağmen, fiyatlardaki yükselme tüm beklentilerin üzerinde gerçekleşmektedir. Bu da pazar ve arz arasında fiyatın yükselme trendini normalin üstüne çıkartan başka bir mekanizmanın varlığı ortaya koyar. Fiyatı yükselten dalga yavaşça harekete geçtiğinde, ekonomik ve teknik açıdan dalganın yüksekliği öngörülebilir. Ancak dalganın yükselmekte olduğunu gören ve dalganın son varış noktasındaki belirsizlikleri daha büyük fiyatlarla satan piyasa aktörleri, dalganın yüksekliğini öngörülemez noktalara çıkartmaktadır. Bunun önüne geçmek ve fiyatların yükselişini kontrol altında tutmak ancak küresel bir konsensüsle mümkün olabilir. Ne yazık ki bugün için böyle bir küresel konsensüs, var olan devasa siyasi-askeri rekabetler nedeniyle mümkün değildir. Öte yandan fiyat dalgasının çok yükselmesinden elde edilen yüksek ticari karlar, diğer finansal piyasa araçları yoluyla duvarına arkasına geçmektedir. Duvarın arkasına geçen bu yüksek ticari gelirlerin ne kadarının kaynak ülkelere ve buralardaki şirketlere gittiği belirsizlik arz etmektedir. Bunun nedeni de aracı ticari kuruluşların içerisinde veya bu şirketlere ait fonlarda, kaynak ülke şirketlerinin ne kadar payları olduğu konusundaki bilinmezliktir. Fiyat operasyonlarının bu teknik görünümüne rağmen, küresel fiyatlar üzerindeki yükselişin bazı ülkelerin büyümelerinde olumsuz etkiler yaptığı gerçeği de göz ardı edilemez. Bu durum fiyat operasyonlarındaki siyasi izlerin tamamen silinmesini engellemektedir. BEŞİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE’NİN ENERJİ GÖRÜNÜMÜ 1. TÜRKİYE'NİN ENERJİ JEOPOLİTİĞİNDEKİ KONUMU Bugünün enerji jeopolitiği, jeopolitik kaynakların daha yoğun olduğu bölgelerde dramatik değişiklikler yaşamaktadır. Özellikle Ortadoğu, Hazar Bölgesi ve Rusya'nın enerji jeopolitiğindeki yeni küresel konumlanmaları, enerji jeopolitiğinde yeni rollerin oluşmasına neden olmuştur. Bu roller kapsamında, transport ülke ve kaynakların ikincil basamakta küresel pazarlara transferini sağlayan terminal ülke kavramları giderek daha fazla kullanılmaya başlanmış ve önem kazanmıştır. Türkiye, bir transport ülkesi olarak ve aynı zamanda son dönemlerde geliştirdiği terminal ülke projeleriyle birlikte, enerji jeopolitiğinde yeni bir konum kazanmaya başlamıştır. Türkiye'nin bu yeni konumu, sadece enerji jeopolitiğindeki değişikliklerle değil, aynı zamanda yeni jeopolitik ortamın bölgesel ve küresel sonuçlarının da etkisiyle oluşmuştur. Türkiye'nin enerji jeopolitiğindeki konumunu yeni jeopolitik ortamla birlikte değerlendirmek gerekir. Soğuk Savaş sonrası yeni jeopolitik ortamda, Türkiye geçiş sürecinin etkilerinin silinmesiyle birlikte yeni bir jeopolitik önem kazanmıştır. 1990'lı yıllar boyunca geçiş sürecinin tüm belirsizlikleri Türkiye'yi de etkilemiştir. 1990 yılındaki Körfez Harekatıyla, Türkiye'nin Ortadoğu ile ilgili yeni bir penceresi açılmıştır. Bu pencere, SSCB sonrası yeni bir askeri yaklaşımı ortaya çıkartmıştır. Daha önce SSCB'ye karşı bir tehdit değerlendirmesiyle Ortadoğu'daki askeri dengeye bakan Türkiye, Ortadoğu'da meydana gelen kuvvet boşalmasının tesiriyle ortaya çıkan yeni tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. SSCB'nin dağılmasıyla birlikte, Ortadoğu ülkelerinin Avrupa ile ilişkileri yeni bir sürece girerken, Türkiye bu süreçte köprü ülke olma konumuyla yüz yüze gelmiştir. Bu arada Avrupa'nın da 2000'li yıllarda artan Ortadoğu ilgisi, Türkiye'yi bu konumda daha önemli hale getirmiştir. 2003 yılında başlayan Irak Savaşı ile birlikte, Türkiye'nin Ortadoğu ve Güney sektöründeki askeri değerlendirmeleri yeniden çok büyük bir değişim yaşamaya başlamıştır. Irak'taki askeri riskler tüm bölgeyle beraber Türkiye'yi de etki altına alırken, ABD'nin yeni askeri konumu Türkiye'yi ABD ile adeta komşu bir ülke haline getirmiştir. Ancak ABD'nin geçici ve savaş halindeki kısa vadeli komşuluk konumu, Türkiye'nin uzun vadeli güvenlik ihtiyaçları ve askeri riskleri ile çatışmaya başlamıştır. Bu nedenle, Türkiye'nin jeopolitik algısında daha önce tasarlanmamış ve beklenmedik yeni tehditler zinciri baş göstermiştir. SSCB'nin dağılmasından sonra, SSCB sonrası Orta Asya ve Hazar Havzası’ndaki gelişmeler, Türkiye'nin çok taraflı bir dış politika seçeneğine yönelmesine neden olmuştur. Hem Orta Asya hem Hazar Havzası’ndaki Rusya, ABD, Çin ve AB ile diğer bölge ülkelerinin paylaştığı sahnede, Türkiye zaman içerisinde çok taraflı bir dengeyi kurma eğilimine girmiştir. Bu yeni eğilim, Türkiye'yi özellikle ABD ve Rusya arasında bir sıkışma içine sürüklemişse de Türkiye, bu bölgede jeopolitik müttefiklik yerine konjonktürel ve konu bazlı ortaklıkları tercih ederek, kendisini daha rahat bir atmosfere çekmeye çalışmıştır. Rusya, Türkiye'nin jeopolitiğinin değişiminde farklı bir konumdadır. Rusya-AB ilişkisi, Rusya-ABD ilişkisi ve Rusya'nın geleneksel Ortadoğu ve Güney sektörü perspektifi, Türkiye'nin Rusya'ya karşı yaklaşımını tehlikede olmayacağı bir mesafede kalma temeline oturtmuştur. Rusya'nın son yıllarda artan ve gelecekte de küresel sonuçlar doğuracak olan yeni pro-aktif durumu, Türkiye'yi durağan-geleneksel Rusya algılamasından çıkmaya zorlamaktadır. Bu durum Türkiye'nin jeopolitik konumunda henüz açıklığa kavuşmamış ve aynı zamanda Türkiye'nin enerji jeopolitiğindeki yönelimlerinde kısmı belirsizliklere neden olmuştur. Avrupa Birliği'nin son 15 yıldaki süreci, Türkiye'yi Avrupa ile hem yakın hem de mesafeli bir ilişkiye sürüklemiştir. Türkiye'nin AB'nin jeopolitik yapısına, yine jeopolitik olarak entegre olma isteği henüz sonuçlanmamıştır. Bu jeopolitik entegrasyon tam anlamıyla siyasi bir entegrasyona dönüşmese bile Türkiye ile AB'yi en azından enerji jeopolitiğinde ve AB'nin Ortadoğu-Hazar Havzası-Orta Asya siyasi jeopolitiğinde bir arada tutacaktır. Yani Türkiye, en azından AB'nin enerji jeopolitiğindeki ortağı olacaktır. En büyük küresel enerji kaynaklarına olan karasal coğrafi komşuluğu, Türkiye'nin küresel enerji jeopolitiğindekini rolünü güçlendirmeye devam etmektedir. Yeni jeopolitik ortamda, AB'nin karasal kaynak transportunda Türkiye en önemli güzergâhlardan biri durumundadır. Diğer taraftan, Rusya'nın Akdeniz ve Hint Okyanusu pazarlarına ulaşmak için kullanacağı güzergâhın en önemli aktörü yine Türkiye'dir. İran, Irak ve Hazar Havzası’nın enerji kaynaklarını küresel enerji pazarlarına ulaştırma noktasında da Türkiye'nin vazgeçilmez bir jeopolitik konumu vardır. Öte yandan, Türkiye'nin terminal ülke hedefiyle, enerji jeopolitiğinde ikincil kaynak arzı sağlayan bir ülke konumuna ulaşması da enerji jeopolitiğindeki görünümünü oldukça etkileyecektir. Türkiye'nin enerji jeopolitiği görünümü, iki boyutludur. Birinci boyut, Türkiye'nin enerji kaynaklarının transportu ile ilgili olarak coğrafi avantajlarını yansıtır. İkinci boyut ise, kaynak jeopolitiği ile pazar arasındaki kilit rolünün üzerinde, kendi tercihleri dışındaki seçenekleri de kabul etmesiyle ilgili daha büyük siyasi ve diğer risklerin niteliğini belirler. Türkiye, yeni jeopolitik ortamda küresel enerji jeopolitiğinin dikkat çeken bir ülkesi olarak, gelecekte enerji jeopolitiğindeki değişimlere bağlı bir şekilde önemini daha da arttıracaktır. Türkiye'nin bu jeopolitik konumu, Türkiye'yi küresel enerji güvenliğinin bir aktörü haline getirmektedir. Kaynakların güvenliği ile transportun güvenliği bağlamında, küresel talep projeksiyonlarına ve küresel tedarik politikalarının uygulama araçlarına göre, Türkiye'nin küresel enerji güvenliği rolü geniş bir çerçeveye oturmaktadır. Özellikle karasal transport açısından, AB'nin kaynakların çeşitlendirilmesi ile ilgili projelerinin önemli bir kısmında boru hatları güzergâhı Türkiye'nin üzerinden geçecektir. Ceyhan Enerji Terminali Projesi ise, küresel enerji pazarlarının deniz transportu ile ilgili çok kilit duraklarından biri haline gelecektir. 2020'de Ceyhan Enerji Terminali ve diğer entegre tesisleri, küresel doğalgaz arzının % 3 ile % 4'ünü, küresel petrol arzının % 4 ile % 5'ini sağlama potansiyeline sahip olacaktır. 2. TÜRKİYE'NİN ENERJİ ARZ GÜVENLİĞİ Türkiye'nin enerji arz güvenliği üç başlık altında toplanmaktadır. Bunlardan ilki, Türkiye'nin enerji kaynaklarını tedarik politikası, ikincisi elektrik arz güvenliği politikası, üçüncüsü de Türkiye'nin küresel enerji güvenliği içerisindeki konumlanma politikasıdır. Türkiye'nin enerji kaynaklarının tedarik politikası, öncelikli enerji kaynaklarına olan talebine, maliyetine ve coğrafi avantajlarına bağlı olarak gelişmektedir. Tedarik politikasının temeli, sahip olunan yerli kaynakların etkin bir şekilde kullanımını sağlamak ve dış tedarikin tek kaynaktan enerji bağımlılık seviyesini minimum düzeyde tutacak bir stratejinin oluşturulmasını amaçlar. Bu nedenle Türkiye ekonomik büyüme ve enerji talep seviyesine göre, enerji kaynakları ithalatını çeşitlilik üzerine geliştirmektedir. Petrol, Türkiye'nin ithal ettiği en büyük enerji kaynağının başında gelmektedir. Türkiye'nin petrol tedarik politikasında, küresel enerji pazarlarına giden boru hatlarından faydalanma ve bu boru hatlarının geldiği enerji kaynakları bölgelerinde, Türkiye'nin kendi petrol üretimini yapmakla ilgili kolaylıkları gelecekte artarak devam edecektir. Türkiye'nin petrol kaynaklarını aramakla ilgili ulusal sınırlar içerisindeki çalışmaları, yatırım payının daha fazla tahsisi ile birlikte artmakta ve genişlemektedir. Bu çerçevede Türkiye'nin offshore petrol aramaları da giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Türkiye'nin petrol tedarik politikasıyla ilgili önemli değişikliklerden biri de başta Kazakistan ve Azerbaycan olmak üzere, küresel düzeyde bir yatırım politikasını hayata geçirmektir. Bu çerçevede, küresel petrol rezervlerine ilişkin arama ve üretim çalışmaları projelerini hem tek başına hem de uluslararası konsorsiyumlarla daha fazla hayata geçirdiği gözlenmektedir. Gelecek 20 yılda Türkiye'nin petrol tedarik politikası en yakın coğrafi noktalara odaklanacaktır. Türkiye'nin tedarik politikasında doğalgaz daha hızlı bir ivme kazanmıştır. Türkiye’nin doğalgaz tüketimi giderek artmakta ve Türkiye'nin doğalgaz tedarik politikasında yeni arayışlara neden olmaktadır. Türkiye 2009 yılı itibariyle ithal ettiği doğalgazın %90’ından fazlasını boru hatlarından, kalan kısmını ise LNG yoluyla gerçekleştirmiştir. Türkiye'nin dünyanın en zengin doğalgaz rezervlerine sahip Rusya'ya ve dünyanın ikinci en zengin doğalgaz rezervlerine sahip İran'a coğrafi komşuluğu ve yine Türkmenistan, Kazakistan ve Azerbaycan'ın gaz rezervlerine olan yakınlığı, doğalgaz tedarikinde boru hatlarını cazip kılmaktadır. Türkiye'nin boru hatlarıyla doğalgaz tedarik stratejisi, küresel enerji pazarlarına Türkiye üzerinden doğalgaz transportunun yapılmasıyla ilgili projelerin içinde değerlendirilmektedir. Özellikle maliyetlerin azaltılması ve daha büyük talep projeksiyonunun kaynak ülke üzerinde yaratacağı baskı dikkate alındığında, bu stratejinin uzun vadeli hedefler içerdiği görülmektedir. Türkiye'nin LNG yoluyla doğalgaz tedarik stratejisi ise, iki yönlü işlemektedir. Cezayir ve Nijerya başta olmak üzere, deniz aşırı küresel arz pazarlarından LNG tedariki LNG ithalat terminallerinin kurulmasını teşvik ederken, Rusya, Hazar Havzası, İran ve Irak'taki doğalgaz arzlarının boru hatları yoluyla Türkiye'ye getirilerek buradan küresel pazarlara ihraç edilmesiyle ilgili hedefler de LNG ihracat terminallerinin kurulmasını teşvik etmektedir. Doğalgaz fiyatlarındaki gelişmelere ve Türkiye'nin kaynak ülkelerle doğalgaz ticareti konusundaki işbirliklerine bağlı olarak, Türkiye'nin gelecek 20 yıldaki doğalgaz kullanımı % 50'den daha fazla artacaktır. Türkiye, petrol tedarik politikasındaki yeni trende bağlı olarak, doğalgazda da komşu ülkeler başta olmak üzere, küresel doğalgaz arz kaynaklarında arama-üretim yatırımlarına daha fazla yönelecektir. Türkiye'nin kaynak tedarikinde kömürün yeri, sahip olduğu kömür rezervlerinin tüketimi karşılama oranına göre artmaktadır. Yürütülmekte olan çalışmalar sonucunda Türkiye'nin kömür rezervinin 5 milyar tonun üzerine çıktığı tahmin edilirken, kömür üretiminin de 70 milyon ton civarında gerçekleşmesi beklenmektedir. Türkiye’nin kömür tüketimini karşılamak konusunda dış tedarik politikası öncelikle coğrafi yakınlığı olan Rusya, Ukrayna gibi ülkelere, daha sonra da diğer küresel kömür arz kaynaklarına dönük olmuştur. Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu kömür tedarikinin artmasında, elektrik üretimindeki özel sektörün ithal kömüre bağlı termik santral projelerinin devreye girmesinin etkisi büyük olacaktır. Diğer taraftan, Türkiye'deki demir-çelik ve çimento sektöründeki büyüme ve yatırım seviyesine bağlı olarak, kömür tedariki artış gösterecektir. Türkiye'nin kömür tedarik politikasında bu artışa bağlı olarak, özel sektörün kömür arz kaynaklarındaki rezerv arama ve üretimle ilgili yatırıma yönelmesi beklenmektedir. Türkiye'nin enerji kaynaklarının transportu ile ilgili enerji güvenliği yaklaşımı iki boyutludur. Birinci boyut, Türkiye'nin enerji kaynakları tedarikinin daha ucuz maliyetle ve kesintisiz bir şekilde yapılması çalışmalarını kapsarken; ikinci boyut ise, enerji kaynaklarının, Türkiye üzerinden küresel enerji pazarlarına transportunun güvenli ve kaliteli olması ile ilgili çalışmaları kapsar. Türkiye, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney yönünde boru hatları stratejisini uygulama eğilimindedir. Bu eğilim, İran, Irak ve Hazar Havzası enerji kaynaklarının Doğu-Batı koridoruyla Avrupa'ya ve limanlara ulaşması; Rusya, Azerbaycan ve Kazakistan kaynaklarının Kuzey-Güney yoluyla karasal olarak Akdeniz limanlarına ulaşması hedeflerini içerir. Türkiye gelecek 20 yılda, farklı enerji kaynaklarını küresel pazarlara ulaştıran enerji transportunda çeşitlilik ve miktar açısından en geniş yelpazeye sahip ülkelerin başında gelecektir. Elektrik arz güvenliği, Türkiye'nin ulusal enerji güvenliğinin bel kemiğini oluşturmaktadır. Türkiye'nin gelişmişlik düzeyi, refah seviyesi ve büyüme potansiyeline ilişkin göstergelerin temelini oluşturur. Türkiye'nin elektrik arz güvenliği politikası, gelecekteki talebin karşılanması, büyüme trendinin desteklenmesi ve tolere edilebilir elektrik fiyatlarının bir piyasa yapısı içerisinde oluşmasını kapsar. Türkiye'nin büyüme hızı ve refahın yaygınlaşma seviyesi elektrik talebini de arttırmaktadır. 2010 yılı sonunda yaklaşık 210 milyar kWh’nın zerine çıkacak olan elektrik üretimi, 2030'da 450 milyar kWh civarında gerçekleşecektir. Bu da şimdiden Türkiye'yi elektrik arz güvenliği ile ilgili ciddi stratejik hedefler koymaya ve çok güçlü bir elektrik piyasasını oluşturmaya zorlamaktadır. Türkiye'nin elektrik üretimi geleneksel su ve kömür bazlı politikanın üzerine oturmuştur. Ancak son 20 yılda artan elektrik talebini karşılamak amacıyla, doğalgaz elektrik santrallerinin devreye girmesiyle, elektrik üretim çeşitliliği hem artmış hem de çeşitli risklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nedenle Türkiye'nin elektrik üretimi ile ilgili yaklaşımında, ileriki yıllarda daha çok fark edilecek bir değişiklik yaşanacaktır. 2009 yılı itibariyle Türkiye'nin elektrik üretim sepetinin doğalgaza bağımlılığı riskli bir seviyeye ulaşmıştır. Türkiye'nin elektrik tüketiminin % 50'sinin karşılandığı doğalgaz elektrik santralleri, Türkiye'nin doğalgaz tedarikindeki yükü arttırırken, aynı zamanda fiyat riski de dahil olmak üzere birçok siyasi-ekonomik problemlere neden olmuştur. Türkiye'nin elektrik üretim sepeti, sahip olduğu su ve kömür kapasitesinden dolayı doğalgazı dengeleyecek bir potansiyeldedir. Ancak yeni reform programları yüzünden, kamunun elektrik üretimindeki rolünün sona erdirilmesi ile birlikte yeni hidroelektrik ve termik santral projeleri oldukça yavaş ilerlemiştir. Türk özel sektörünün enerji pazarında ve elektrik üretim sektöründe yatırım yapma iştahı, hızlı bir şekilde büyümüş ve bu çerçevede de 2007 yılı itibariyle verilmiş ve verilecek olan lisanslar bazında, 20.000 megawatt'ın üzerinde bir elektrik üretim yatırım süreci başlamıştır. Bu bağlamda, Türkiye'nin elektrik üretimine ilişkin yatırım açıklarının daha hızlı bir şekilde kapanacağı beklenmektedir. 2030 yılında Türkiye'nin elektrik üretim sepetindeki kaynakların oranı sırasıyla, su, kömür, doğalgaz, nükleer ve yenilenebilir kaynaklar şeklinde olması beklenmektedir. Özellikle yeni nesil nükleer santrallerin yaygınlaşmaya başlaması ile birlikte Türkiye'nin elektrik üretim sepetindeki nükleer santrallerin payı % 15'ler dolayında olacaktır. Öte yandan AB'nin politikalarıyla da uyumlu olarak rüzgâr, güneş ve jeotermal başta olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarından (YEK'ten) elektrik üretimiyle ilgili teşvikler, Türkiye'nin elektrik üretim sepetinde YEK'in oranını arttıracaktır. Türkiye'nin elektrik üretim sepetindeki stratejik hedefi, ithal kaynakların oranını mümkün olan en aza indirgemek ve fiyat üzerindeki baskıyı çeşitlilik yoluyla azaltmaktır. Türkiye'nin elektrik arz güvenliği politikasında, elektrik arzının tamamlayıcı bir unsuru olarak iletim ve dağıtım şebekelerinin talep projeksiyonlarını karşılayacak yeterlilik ve kalitede olması konusu önemini korumaktadır. Türkiye'nin ekonomik büyümesi, ekonomik büyümenin coğrafi dağılımı, yük kapasitesinin sürekli artış göstermesi, iletim altyapısına yönelik yatırım ihtiyacını arttırmaktadır. Genellikle iletim ve dağıtım altyapısı dinamik bir konudur ve bu nedenle kamu tarafından iletim altyapısı, henüz özelleştirme safhasında olan dağıtım şirketleri tarafından da dağıtım şebekesinin altyapısı öncelikli yatırım konularının başında gelir. Türkiye'nin endüstriyel yapısının coğrafi dağılımına göre geleneksel bir karakteristiğe sahip olan iletim sistemiyle ilgili son dönemde önemli strateji değişiklikleri gözlenmektedir. Bir ülkenin ekonomik gelişiminde elektrik iletim sistemi, demiryolu ağı ve karayolu sistemi entegre bir büyüme stratejisi olarak çok kritik bir öneme sahiptir. Bu çerçevede, gelecek 20 yılda Türkiye'nin sektörel gelişimine, bu gelişimin coğrafi dağılımına göre, önceden başlamak üzere iletim sistemi üzerine bir yatırım projesinin uygulanması gerekmektedir. Türkiye'nin Doğu-Batı, Kuzey-Güney ekseninde gelecekteki ihtiyaçları da karşılayacak bir iletim yatırım sistemi tamamlandığında, Türkiye'deki endüstriyel gelişim ve kentleşme eğilimi, enerji altyapısına coğrafi anlamda yakın olma baskısından daha fazla kurtulacaktır. Dağıtım altyapısı, tüketim talebine göre dönemsel olarak ortaya çıktığından ve daha kısa süre içerisinde yatırım ihtiyacı karşılanabildiğinden dolayı Türkiye'nin dağıtım altyapı sistemi, ekonomik büyümesine paralel olarak normal seyri içerisinde devam edecektir. Türkiye'nin enerji kaynakları ve pazarlarının jeopolitik konumu, küresel enerji güvenliğinde doğal bir rol almasını sağlamaktadır. Ancak bu doğal rolün gerçekçi ve etkili bir aşamaya gelmesi, sadece kaynak ülkelerle pazar ülkeleri arasındaki ilişkiler ve projelere bağlı değildir. Aynı zamanda Türkiye'nin de hem kendi ulusal güvenlik politikası çerçevesinde hem de küresel enerji güvenliğinin karşılanması noktasında pro-aktif bir tutum almasıyla mümkün olacaktır. 3. TÜRKİYE'NİN ENERJİ EKONOMİSİ Türkiye'nin küresel enerji pazarındaki konumu, piyasa ekonomisindeki başarıları, enerji pazarının özel sektöre açılması ve ulusal büyüme potansiyeli ile birlikte enerji ekonomisi, önemli bir mesafe kat etmekte ve giderek olgunlaşmaktadır. Türkiye'nin enerji ekonomisi, Türkiye'nin enerji pazarının büyümesine paralel olarak küresel enerji ekonomisi içerisinde cazip bir konuma sahiptir. Türkiye'nin enerji ekonomisi, gelecek 20 yılda ulusal ekonominin motor güçlerinden biri olarak toplam ulusal ekonominin % 20'sinden daha fazla bir paya sahip olacaktır. Türkiye, enerji ekonomisinin gelişimi için önemli yasal açılımlar yapmakta, devasa projeler üretmekte ve bölgesel enerji pazarlarıyla entegre bir yol haritası izlemektedir. Türkiye'nin enerji ekonomisi, enerji endüstrisinin gelişimini, enerji piyasalarının ve enerji ticaretinin bölgesel ve küresel çapta ilerlemesini ve aynı zamanda küresel enerji pazarındaki ikincil arz rolüne bağlı olarak enerji borsası alanında çalışmalar yapmayı desteklemektedir. Türkiye'nin enerji endüstrisinde en büyük pay, geleneksel olarak petrol rafinerisi ve petrokimyasallar ile yan ürünlerin üretimi alanına odaklanmıştır. TÜPRAŞ ve PETKİM, küresel enerji endüstrisinde dikkate değer bir paya sahip iki önemli şirkettir. Bu şirketleri, yeni rafineri ve petrokimyasal üretimi gerçekleştiren endüstri kompleksleri izleyecektir. Ceyhan Enerji Bölgesi, Silopi Enerji Bölgesi, Iğdır Enerji Bölgesi ve diğer mikro projeler, Türkiye'nin büyük enerji endüstrisi devriminin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. 20 yıl içerisinde 150 milyar dolardan daha fazla bir ekonomik potansiyele ulaşacak olan bu enerji bölgeleri ve enerji endüstrisi çalışmaları, küresel enerji pazarı açısından da çok önemli bir büyüme katkısı sağlayacaktır. Enerji ekonomisi ve enerji endüstrisi bağlamında elektrik ve doğalgaz sektörlerinde de kritik gelişmeler gözlenmektedir. Halen devam eden doğalgaz dağıtımının özelleştirilmesi ve yaygınlaştırılması çalışmalarının tamamlanmasıyla birlikte doğalgaz endüstrisi ve ticaretinde ciddi bir büyüme yaşanacaktır. Aynı şekilde elektrik üretimi ve dağıtımındaki özelleştirmelere paralel olarak, hem endüstriyel yatırımlar hem de elektrik ticareti alanlarındaki iş hacmi oldukça genişleyecektir. Diğer taraftan, enerji endüstrisinde meydana gelen büyüme potansiyeliyle birlikte, enerji ekipmanları ve teknolojilerinin üretimiyle ilgili hem ulusal şirketler bazında hem de yabancı şirketlerin Türkiye'deki yatırımları bazında bir artış beklenmektedir. Türkiye'de Enerji Piyasası ve Düzenleme Kurumu, petrol, doğalgaz ve elektrik ile ilgili bir piyasa yapısının oluşması konusunda etkili çalışmalar yapmıştır. Türkiye'de enerji piyasaları, özel sektörün katılım payı arttıkça büyümekte ve gelişmektedir. Türkiye'de işleyen bir enerji piyasası mekanizması varsa da henüz enerji ticaretinin hacmi yeterli düzeyde değildir. Gelecek 20 yılda, AB enerji piyasalarına entegre olma noktasında ve aynı zamanda Doğusundaki ülkelerin, özellikle elektrik ticaretini AB sistemine bağlamak açısından Türkiye'nin bölgesel bir enerji piyasası ve enerji ticareti alanlarındaki rolü ciddi anlamda artacaktır. Küresel enerji pazarındaki ikincil arz rolü ve enerji kaynaklarına sahip ülkelerle enerji pazarı arasındaki birleştirici rolü, Türkiye'nin enerji borsalarına olan ilgisini arttırmaktadır. Gelecek 20 yıl içerisinde küresel petrol arzında ve küresel doğalgaz arzındaki payına bağlı olarak Türkiye'nin küresel etkileri olan bölgesel bir enerji borsası oluşturma potansiyeli artarak devam edecek ve dünya enerji borsaları zinciri içerisinde yeni bir adres olması mümkün olacaktır. Ceyhan Enerji Borsası ve AHİBOZ Doğalgaz Hub’ı gibi projeler bunun en önemli adımı olacaktır. 4. TÜRKİYE'NİN ENERJİ DİPLOMASİSİ VE STRATEJİK HEDEFLERİ Türkiye’nin enerji diplomasisi, pazar ülkeleri ve kaynak ülkeleri arasındaki jeopolitik avantajına bağlı olarak çeşitli parametrelerden oluşmaktadır. Bu parametreler elinizdeki kitabın enerji diplomasisi bölümünde anlatılan unsurlardan müteşekkildir. Diğer taraftan Türkiye’nin bölgesel olarak etrafında giderek artan jeopolitik tansiyonlar nedeni ile enerji diplomasisini sınırlandıran faktörler de bulunmaktadır. Bu faktörlerin esası, kaynak oyuncular arasındaki ilişkilerin Türkiye’nin enerji tedarik politikasına baskı yapacak düzeyde yan etkiler göstermesidir. Bu yan etkiler; dış faktörlerden kaynaklanan çeşitli güvenlik sorunlarına ilişkin olarak Türkiye’nin atmayı istediği adımların bu oyuncular arasında çeşitli dalgalar oluşturması potansiyelidir. Bununla birlikte Türkiye’nin enerji diplomasisi Türkiye’nin enerjiye ilişkin stratejik hedefleri ile hareket etmektedir. Türkiye’nin enerji stratejisi ve enerji oyunu dört ana parçadan oluşmaktadır. İlk parça tedarik konularını; ikinci parça, arz transportunu; üçüncü parça, enerji ticaretini ve dördüncü parça, jeostratejik opsiyonları kapsar. İlk parça olan tedarik konuları üç başlık altında yer alır: Ulusal tedarik planları, AB tedarik planları ve deniz aşırı küresel tedarik planları. Türkiye'nin ulusal tedarik planı, yukarıda anlatıldığı üzere arzın sürekliliği, arzın çeşitliliği ve arzın daha uygun maliyetlerle gerçekleştirilmesidir. AB tedarik planları, Türkiye'nin AB için vazgeçilmez tedarik köprüsü olmasını ve karşılıklı bağımlılık çerçevesinde Türkiye lehine bir enerji işbirliğinin oluşturulması fırsatını sunmaktadır. Denizaşırı küresel tedarik planları ise, boru hatlarıyla Türkiye'ye gelen petrol ve doğalgazın, Türkiye'nin enerji terminallerinden Asya-Pasifik başta olmak üzere denizaşırı küresel tedarik ihtiyaçlarını karşılanmasında önemli bir pay sahibi olma imkânını sunmaktadır. İkinci parça olan arz transportu konuları, altı bölge ile ilgili beklenti/işbirliği/gerçekleşme konularını kapsar. Bu bölgeler: Rusya Federasyonu, İran, Hazar Havzası ülkeleri (Türkmenistan, Azerbaycan, Kazakistan ve Özbekistan), Irak, Katar ve Mısır. Bu bağlamda Türkiye, bu bölgelerin arzlarının transportuyla ilgili olarak hem bu ülkelerle hem de pazar tarafıyla ortaklıklar oluşturarak bir transport şebekesinin kurulması için çalışmaktadır. Bu çalışmanın hedefleri: Rusya'nın doğalgaz arzını boru hattı yoluyla AB'ye, yine boru hattı yoluyla Akdeniz'deki Ceyhan LNG Terminaline ve Ege'deki İzmir LNG Terminaline kadar ulaştırmayı amaçlayan bir arz transportu beklentisi. Yine Rusya'nın petrol arzını, Samsun-Ceyhan boru hattıyla Ceyhan Terminaline ve iddia edildiği gibi bir anlaşmaya varıldığı takdirde Hindistan'ın beklentisiyle İsrail Kızıldeniz Terminaline ve bir arz transportu beklentisi. İran'ın doğalgaz arzını, boru hattıyla Türkiye üzerinden AB'ye, yine boru hattı yoluyla Batı pazarlarına ulaştırmak amacıyla Ceyhan LNG Terminaline arz transportunu gerçekleştirme projesi (Halen çalışan İran-Türkiye doğalgaz boru hattının geliştirilmesi ve yeni boru hatlarının yapılması projesi). İran'ın petrol arzını, Tebriz-Ceyhan boru hattı projesiyle Ceyhan Terminaline arz transportunu gerçekleştirme beklentisi. Azerbaycan doğalgazının Şah Deniz Projesi kapsamında boru hattıyla Güneydoğu Avrupa'ya arz transportunun gerçekleştirilmesi ve kapasitesinin geliştirilmesi. Azerbaycan petrolünün BTC boru hattı yoluyla Ceyhan Terminaline transportunun kapasite olarak arttırılması çalışmaları (Halen çalışan BTC hattının geliştirilmesi). Türkmenistan doğalgazının İran üzerinden ve Türkmenistan doğalgazının İran üzerinden ve Trans-Hazar Projesi yoluyla AB'ye transportunun ve Ceyhan LNG Terminaline transportunun gerçekleştirilmesi beklentisi. Özbekistan'ın gelecekte Türkmenistan projesine dâhil edilmesi beklentisi. Kazakistan petrol arzının BTC yoluyla Ceyhan Terminaline transportunun gerçekleştirilmesi çalışmaları. Kazakistan doğalgaz arzının Türkmenistan Projesine eklenmesi veya yeni bir proje ile AB'ye ve Ceyhan LNG Terminali'ne transportunun beklentisi. Irak petrol arzının, mevcut Kerkük-Yumurtalık boru hattının yenilenmesi ile ve/veya yeni bir boru hattı yoluyla Ceyhan Terminaline transportunun sağlanması ile ilgili çalışmalar ve beklentiler. Irak doğalgaz arzının boru hattı yoluyla AB'ye ve Ceyhan LNG Terminaline transportuyla ilgili çalışmalar ve beklentiler. Katar doğalgaz arzının, İran üzerinden veya Mısır projesi kapsamında boru hattı yoluyla AB'ye transportunun gerçekleşmesi ile ilgili beklentiler. Mısır doğalgaz arzının, Suriye üzerinden boru hattı yoluyla AB'ye transportu ile ilgili çalışmalar ve kapasite arttırılması yönündeki beklentiler. Yukarıda sayılan hedefler geçen on yıllık süre boyunca üzerinde çalışılan, plan yapılan ve bazılarının ticari fizibilite çalışmaları tamamlanmış projelerdir. Bu projelerin tamamının gerçekleşme ihtimali hem teknik hem ticari nedenlerden dolayı pek fazla mümkün görünmemektedir. Bu projelerin çoğu siyasi bir tercih ve siyasi bir risk yüklenmek suretiyle hayata geçirilebilecek niteliklere sahiptirler. Yine de Türkiye’nin küresel enerji jeopolitiği içerisindeki konumunu anlamak ve algılamak açısından bu projelerin bir bütün halinde değerlendirilmesi fayda sağlayacaktır. Üçüncü parça olan enerji ticareti konuları, Türkiye'nin arz transportu ile ilgili çalışmaları, beklentileri ve başardığı projeler kapsamında kazanımlarını arttırmak amacıyla, kaynak ülkelerdeki rezervlere yönelik yatırımlar yapmak ve pazar ülkelerindeki şirketlere ortak olma yoluyla veya transport ile ilgili değişik açılımların bir parçası olarak, enerji ticaretindeki payını arttırmayı hedeflemektedir. Dördüncü parça olan jeostratejik opsiyonlar ise, oyun masasındaki hedeflerine ulaşmak için sahip olduğu avantajları ve araçları, oyun masasındaki tarafların beklentileri ve dezavantajlarını enerji diplomasisi tekniklerine uygun olarak kullanmayı hedefler. Bu oyun masasında, bazen Türkiye'nin jeopolitik konumu, Türkiye'nin çok dışındaki bir hedefe ulaşmaları amacıyla bile olsa müzakerelerdeki muhatapları için dezavantaj olabilir. Yine Türkiye'nin bu jeopolitik konumu, bazen Türkiye'nin lehine bazen de aleyhine bir pozisyon da yaratabilir. KAYNAKÇA Bu kitapta yer alan istatistikî veriler ve sayısal projeksiyonların kaynakları aşağıda verilmiştir: 1. BP, Statistical Review of World Energy, June 2010 2. CIA, World Factbook, 2008 3. Energy Technology Outlook 2050 4. Juan M. Ogden, Hydrogen as an Energy Carrier: Outlook for 2010, 2030, 2050,March 2004 5. International Energy Agency, World Energy Outlook, Review and Statistics, 2006, 2007,2008,2009 6. The Earth and Climate Council of the Royal Netherlands Academy of Arts and Sciences and Clingendael International Energy Programme, 2004, 2005, 2006 7. Türkiye Elektrik İletim A.Ş., Faaliyet Raporu, 2008 8. U.S.EIA, Annual Energy Outlook 2010 with Projections to 2030, April 2010 9. World Coal Institute, The Coal Resource: A Comprehensive Overview Of Coal, 2009 10. World Nuclear Association, World Nuclear Power Reactors & Uranium Requirements, July 2010
Benzer belgeler
World Energy Outlook 2014 Raporu Özet Bulgular
Soğuk Savaş’ın başlangıcına kadar geçen iki yüzyıllık süre boyunca enerji oyunu tek
boyutlu bir özellik arz etmiştir. Bu özellik nerede olursa olsun ihtiyaç duyulan Q
miktarını herhangi bir zamanda...