dil ve anlatım 7 - Açık Öğretim Kurumları
Transkript
dil ve anlatım 7 - Açık Öğretim Kurumları
T.C. MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI AÇIK ÖĞRETİM OKULLARI (AÇIK ÖĞRETİM LİSESİ - MESLEKİ AÇIK ÖĞRETİM LİSESİ) DİL VE ANLATIM 7 DERS NOTU YAZAR Yasin CANBOLAT ANKARA 2014 MEB HAYAT BOYU ÖĞRENME GENEL MÜDÜRLÜĞÜ YAYINLARI AÇIK ÖĞRETİM OKULLARI DERS NOTLARI DİZİSİ Copyright © MEB Her hakkı saklıdır ve Millî Eğitim Bakanlığına aittir. Tümü ya da bölümleri izin alınmadan hiçbir şekilde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz. Yazar : Yasin CANBOLAT Grafik : Hatice DEMİRER Resimleme : Sevgi MERT Kapak : Güler ALTUNÖZ İÇİNDEKİLER 1. ÜNİTE SANAT METİNLERİNİN AYIRICI ÖZELLİKLERİ 1.1. SANAT METİNLERİNİN AYIRICI ÖZELLİKLERİ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 11 NELER ÖĞRENDİK _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 30 ÜNİTE DEĞERLENDİRMESİ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 31 2. ÜNİTE SANAT METİNLERİ 2.1. FABL _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 38 2.2. MASAL _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 51 2.3. HİKÂYE _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 74 2.4. ROMAN _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 122 2.5. TİYATRO _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 153 2.6. ŞİİR _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 183 NELER ÖĞRENDİK _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 217 ÜNİTE DEĞERLENDİRMESİ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 219 YANIT ANAHTARI _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 223 KAYNAKÇA _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 224 1. ÜNİTE SANAT METİNLERİNİN AYIRICI ÖZELLİKLERİ “Çanakkale Şehitler Anıtı” hakkında bilgi veren bir öğretici metin okuyan insanlar aynı şeyi anlarken Mehmet Akif Ersoy’un “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirini okuyan insanlarda faklı farklı duygular ve algılar oluşuyor. 1. Kahramanlık bildiren şiirlerde dil hangi işlevde kullanılır? 2. “Çanakkale Savaşı” hakkında yazılan bir roman gerçeği olduğu gibi yansıtır mı? DİL VE ANLATIM 7 NELER ÖĞRENECEĞİZ Bu ünitenin sonunda: 1. Sanat metinlerinin yapı bakımından öğretici metinlerden farklılıklarını sıralayabilecek, 2. Sanat metinlerinin gerçeklikle ilişkisini sorgulayabilecek, 3. Sanat metinlerinde göndergenin özelliklerini örneklerle açıklayabilecek, 4. Sanat metinlerinde kullanılan dilin işlevlerini belirleyecek, 5. Sanat metinleri ile okuyucu/seyirci arasındaki iletişimi fark edebilecek, 6. Sanat metinleri ile gelenek arasında ilişki kurabilecek, 7. Sanat metinleri ile gerçekleşen iletişimin özelliklerini açıklayabilecek, 8. Sanat iletisinin bilimsel, düşünsel ve dinsel iletilerden farklılıklarını örneklerle gösterebilecek, 9. Dille gerçekleştirilen sanatlarla; ses, renk, çizgi ve hareketle gerçekleştirilen sanatlar arasındaki farklılıkları belirleyecek, 10. Dille gerçekleştirilen sanat etkinlerini gruplandırabilecek, 11. Anlatmaya bağlı metinlerde temaların özelliklerini belirleyecek, 12. Coşku ve heyecana bağlı sanat metinlerinin özelliklerini belirleyeceksiniz. ANAHTAR KAVRAMLAR Sanat metinleri Göstermeye bağlı metinler Öğretici metinler Halk hikâyesi Dilin işlevleri Mesaj Anlatıcı Gerçeklik 10 DİL VE ANLATIM 7 1.1. SANAT METİNLERİNİN AYIRICI ÖZELLİKLERİ HAZIRLIK ÇALIŞMALARI 1. Bu ünitede sanat metinlerinin öğretici metinlerden farkı, yapı özellikleri, çeşitleri, sanat metinlerinde kullanılan dil işlevleri ve çeşitli sanat metinlerinin özellikleri işlenecektir. 2. Üniteyi çalıştıktan sonra tarihî olay ve kişileri anlatan metin, gezi yazısı, anı, biyografi, fabl, masal, halk hikâyesi, hikâye metinlerini ve destan parçalarını öğrendiğiniz bilgiler ışığında inceleyiniz. 3. Şimdi aşağıdaki metinleri inceleyerek metinler arasındaki farkları bulmaya çalışınız. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 1. Metin ESKİCİ Vapur rıhtımdan kalkıp da Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: “Çocukcağız Arabistan’da rahat eder.” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olmanın uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Önce babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in sapa bir kasabasına gönderiliyordu. Hasan vapurda oyalandı; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla da güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden : “Hasan gel! Hasan git!” demiyorlardı; adı değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti. “Taal hun yâ Hassen!” diyorlardı. Yanlarına gidiyordu. “Ruh yâ Hassen...” derlerse uzaklaşıyordu. Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular. 11 DİL VE ANLATIM 7 Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştur. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, hep susuyordu. Fakat hem tümüyle çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti. Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çıplak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cilâ ile, kızgın güneş altında, fırıl fırıl yanıyordu. Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı. Çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır, ağır yumuşak yumuşak, is bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağını göstererek sordu; o güldü: – Gemel! Gemel! Dedi. Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs... – Yâ habibî! Yâ aynî! Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar... Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle, haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, gene susuyordu. Hep sustu. Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları (bir tür yöresel deri ayakkabı) vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır numara makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu. Bir gün halası, sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kılıklı bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. 12 DİL VE ANLATIM 7 Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı iskemlesine oturdu; Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki... Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik sapsız bıçağı ile kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu. Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu: Çiviler ağzına batmaz mı senin? Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı: – Türk çocuğu musun be? İstanbul’dan geldim. Ben de o taraflardan... İzmit’ten! Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade içine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu: – Ne diye düştün bu cehennemin ortasına sen? – Hasan anladığı kadar anlattı. Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti, komşusunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yatak serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu: – Sen niye buradasın? Öteki başını ve elini şöyle salladı. Uzun iş mânâsına gelen bir hareketle mırıldandı: – Bir kabahat işledik de kaçtık! Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları titreyerek taze, gevrek, billûr sesiyle bitevîye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de ara sıra “Ha! Ya! Öyle mi?...” gibi dineldiğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; 13 DİL VE ANLATIM 7 artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. Fakat nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini büktü, çivi kutusunu kapadı, kiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep ağır ağır yaptı. Hasan, yüreği burkularak sordu: – Gidiyor musun? – Gidiyorum ya, işimi tükettim. O zaman gördü ki küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları; dışarını rengini geçiren manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor. Ağlama be!... Ağlama be! Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır. Bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır. – Ağlama diyorum sana! Ağlama!... Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı, ama yapamadı, kendisini tutamadı, gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların –Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne- bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu. Gurbet Hikâyeleri Refik Halit KARAY AÇIKLAMALAR “Eskici” adlı hikâyede yazar herkesin başından geçebilecek bir olayı ve gurbet duygusunu kurgulayarak anlatmıştır. Refik Halit Karay bu hikâyeyi vatanından uzak yaşadığı yıllarda yazmıştır. Yazar gurbette neler hissettiğini ve çekilen sıkıntıları bu hikâyeyle dolaylı yoldan dile getirmiştir. Sanat metinleri, gerçeği olduğu gibi değil de yorumlayarak anlatır. Sanat metinlerinde gerçeğin dönüştürülmesi söz konusudur. Sanatçı da herkes gibi yaşadığı dönemdeki günlük ve bilimsel gerçeklikle iç içedir. Fakat sanat metinlerinde ger- 14 DİL VE ANLATIM 7 çeklik ifade edilirken dil göstergeleri yeni, farklı anlam ve değerler kazanır. Sanatçının kullandığı sözcükler, metnin anlamını biçimlendirir. Sözcüklerin yan ve mecaz anlamlarında kullanılması her okuyanın sanat metnini farklı yorumlamasına neden olur. Öğretici metinler nesnel olduğu için okuyan herkes aynı bilgiyi anlar. ETKİNLİK Size göre yazar “Eskici “ adlı metinde hangi mesajı vermektedir? Yazarın sanat metinlerinde iletmek istediği “mesaja” gönderge denir. Sanat metinlerinde anlam görünen ve tek boyutlu değildir. Kimi sanat metinleri tek bir anlam ifade edebilir ancak bunların çoğu yoğun anlamlıdır. Sanat metninin göndergesi çoğu zaman dolaylı bir biçimde verilir, bu da sanat metinlerinin farklı yorumlanmasına neden olur. ETKİNLİK “Eskici “ adlı metin hangi gelenekle yazılmıştır? “Eskici “ adlı metin hikâye geleneği etrafında yazılmıştır. Hikâye Cumhuriyet Döneminde kaleme alınmıştır. Sanat metinleri bağlı oldukları gelenek etrafında, onun ortaya koyduğu ve zamanla tam biçimini alan teknik kurallar çerçevesinde kaleme alınır. METİN VE GELENEK Her sanatçı kendinden önceki sanatçılardan, her dönem kendinden önceki dönemden etkilenir. İlk ürünlerde hep bir öncekine öykünme vardır. Daha sonra yazarlar kendilerini geliştirir ve özgün eserler vermeye başlar. Böylece yeni gelenekler oluşur. Sanat metinleri ve gelenek arasındaki ilişki İslamiyet’ten önce başlamış günümüze kadar sürmüştür. Bir metnin hangi edebî dönemde yazıldığını belirlemek için metnin diline, temasına, anlatımına ve yapısına bakmak gerekir. Her metin yazıldığı dönemden izler taşır. ETKİNLİK “Eskici” adlı sanat metni ile aşağıdaki “Orhan Veli Kanık” adlı öğretici metni karşılaştırınız. 15 DİL VE ANLATIM 7 UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 2. Metin ORHAN VELİ KANIK Orhan Veli 13 Nisan 1914’te Beykoz’da doğdu. Orhan Veli’nin çocukluğu Beykoz ve Beşiktaş’ta geçti. Müterake yıllarında Beşiktaş’ta Akaretler’deki ilkokulun ana sınıfına yazıldı. Bir yıl bu okula devam etti ve Galatasaray Lisesinin ilkokul kısmına yatılı verildi. Bu okula 257 numara ile kaydedilen Orhan Veli, ilk yıl sınıf birincisi oldu. Fransızcaya büyük bir ilgisi ve kabiliyeti vardı. Hocalarından yüzlerce aferin aldı. O zamanlar bir karton üzerine yaldızlı bir şekilde basılıp dağıtılan “Bon point”lerden her hafta beş altı tane alıyordu. Ayrıca spora da merak sarmıştı. Annesinin aldığı Galatasaray forması, dizlik, ayakkabı ve topla hem okulda hem de Beykoz’daki evlerinin bahçesinde futbol oynamaya başlamıştı. İlk dört sınıfı Galatasaray’da okuyan Orhan Veli, 1925 yılında babasının arzusu ile annesiyle beraber Ankara’ya gitti. Gazi İlkokulunun beşinci sınıfına yazıldı. Bir yıl sonra Ankara Lisesinin altıncı sınıfına yatılı verildi. Edebiyata merakı ilkokulda başlamıştı. (...) Ayrıca ömür boyu beraber olacağı ve aynı şiir görüşünü paylaşacağı arkadaşları ile de bu yıllarda tanıştı. İlkokulun son sınıfında Oktay Rifat’la, lisenin birinci sınıfında Melih Cevdet’le karşılaşmıştı. Üç edebiyat meraklısı genç birbirlerinden ayrılmıyorlar, devamlı sanat ve edebiyat sohbetleri yapıyorlardı. Lise kooperatifinin sermayesiyle “Sesimiz” adlı bir dergi çıkarmaya başladılar. Kendileri de bu dergide yazmaktaydılar. Orhan Veli’nin küçük yaştan beri tiyatroya da merakı vardı. Beykoz’daki evlerinin bahçesinde arkadaşlarıyla beraber sahne kuran Orhan Veli, kendi yazdığı piyesleri temsil etmekteydi. “Doktor İhsan” adlı ilk piyesini 16-17 yaşlarında yazmış ve bizzat sahneye koymuştu. Bu iki perdelik basit bir vodvildi. Ankara’ya gittikten sonra bir iki okul müsameresinde rol almış, Raşit Rıza’nın temsil ettiği “Aktör Kin” piyesinde oynamıştı. Daha sonra Ankara Halkevi’nde Ercüment Behzad Lâv’ın sahneye koyduğu Molière’in “Zor Nikâh”ında “Üstâd-ı Sânî” rolünü aldı. Bu önemli rolde büyük bir başarı gösteren Orhan Veli, Maeterlinck’in “Monna Vanna” piyesinde baba rolünde sahneye çıktı. Bu tarihten sonra tiyatro alanındaki çalışmalarını, aktör değil mütercim olarak devam ettirdi ve birçok piyesi dilimize çevirdi. Orhan Veli, 1932 yılında Ankara Lisesini bitirdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Felsefe bölümüne yazıldı. 1933’te Edebiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı oldu. 1935 yılına kadar devam ettiği fakülteyi, bitirmeden bıraktı. Üniversitede iken bir yıl kadar Galasataray Lisesinde öğretmen yardımcılığı yapmıştı. Sonra 16 DİL VE ANLATIM 7 Ankara’ya giderek PTT Umum Müdürlüğü Telgraf İşleri Reisliği Milletlerarası Nizamlar Bürosu’nda memur oldu. 1942’ye kadar burada çalıştı. Bu tarihte askerlik görevine başladı. 1945’e kadar Gelibolu’nun Kavak Köyünde askerliğini yaptı. 1945’te teğmen rütbesiyle terhis edildi. Millî Eğitim Bakanlığının tercüme bürosuna girdi ve iki yıl çalıştı. Fransızcadan yaptığı tercümeleri Bakanlığın klasikler serisinde yayımlandı. Daha sonra Bakanlıktan ayrıldı ve on beş günde bir “Yaprak” adlı sanat dergisini çıkarmaya başladı. 1 Ocak 1949’da ilk sayısı çıkan “Yaprak” dergisi ancak 28 sayı yayımlanabildi. 10 Kasım 1950 gecesi birkaç günlüğüne geldiği Ankara’da bir kaza geçirdi. Karanlık bir sokakta yürürken belediyenin kazdırdığı bir çukura düştü ve başından yaralandı. İki gün sonra İstanbul’a geldi. Ağrı ve sızılardan şikâyet ediyordu. 14 Kasım Salı günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçirdi ve hastaneye kaldırıldı. Düşme dolayısıyla beynindeki damarlardan biri çatlamış ve beyin kanaması geçirmişti. Saat 20.00’de komaya giren Orhan Veli bütün gayretlere rağmen kurtarılamayarak 14 Kasım Salı gecesi saat 23.30’da Cerrahpaşa Hastanesinde vefat etti. Bundan sonrasını Adnan Veli şöyle anlatıyor: “Depoya gönderilen elbiselerinin, ertesi gün cepleri karıştırıldı. At yarışlarına ait bir programla sarı ambalaj kâğıdına sarılmış bir diş fırçası çıktı. Fırçanın sarılı olduğu kâğıda “Aşk Resmî Geçidi” adlı şiirini yazmıştı. Bu şiir, vaktiyle Orhan Veli tarafından o kâğıda yazılmış olmasına rağmen sonradan çok değiştirilmişti. Ama bu değiştirmelere ait hiçbir ize rastlanmadı ve ister istemez bu kâğıttaki şekliyle kabul edildi. Bilge ERCİLASUN AÇIKLAMALAR Yukarıda ünlü şair Orhan Veli Kanık’ı anlatan bir biyografi (yaşam öyküsü) okudunuz. Sanatta, bilimde, politikada veya başka alanlarda tanınmış kişilerin yaşamlarını anlatan yazı türüne biyografi denir. Biyografiler, yaşamlarıyla okurların ilgisini çekebilecek kişiler hakkında yazılır. Biyografi türündeki eserler tarihe, edebiyat tarihine ve eleştiriye kaynaklık eder. Biyografiler öğretici metinlerdendir. Öğretici metinlerde ileti, doğrudan verilir. Bilgi vermek amacıyla yazıldıkları için gerçek, değiştirilmeden aktarılır. 17 DİL VE ANLATIM 7 SANAT METİNLERİNİN ÖĞRETİCİ METİNLERDEN FARKLILIKLARI SANATSAL METİNLER ÖĞRETİCİ METİNLER t 0LVZVDVZBFTUFUƌL[FWLWFSNFL amacıyla yazılır. t 0LVZVDVZBCƌMHƌWFSNFLBNBDZMB yazılır. t 0MBZMBSHFSÎFLZBEBLVSNBDBES Gerçekler kurgulanarak anlatılır. t (FSÎFLMFSEƌMFHFUƌSƌMƌS,VSHVEFǘƌMdir. t %ƌMTBOBUTBMESàTMVQLBZHTWBSES t (FSÎFLMƌLÚOQMBOEBES t ,ƌǵƌ[BNBONFLÉOUBSƌIEFǘƌǵUƌSƌMFbilir. t 3FTNÔBÎLWFTBEFCƌSEƌMMFZB[MS üslup kaygısı yoktur. t )BZBMMFSFWFNFDB[BOMBUNMBSBZFS verilir. t %ƌMHÚOEFSHFTFMƌǵMFWEFLVMMBOMS t %ƌMǵƌƌSTFMƌǵMFWƌOEFLVMMBOMS ETKİNLİK Aşağıdaki “Otuz Beş Yaş Şiiri”nde dil, hangi işlevde kullanılmıştır? UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 3. Metin OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. 18 DİL VE ANLATIM 7 Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allahım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar? Zamanla nasıl değişiyor insan! Hangi resmime baksam ben değilim. Nerde o günler, o şevk, o heyecan? Bu güler yüzlü adam ben değilim; Yalandır kaygısız olduğum yalan. Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; Hatırası bile yabancı gelir. Hayata beraber başladığımız, Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız. Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç fark ettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış. Ayva sarı nar kırmızı sonbahar! Her yıl biraz daha benimsediğim. Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim? Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar? 19 DİL VE ANLATIM 7 Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında. Neylersin ölüm herkesin başında.Uyudun uyanamadın olacak. Cahit Sıtkı TARANCI AÇIKLAMALAR Şair, gündelik hayatı, anlık sevinç ve tasaları, aşkı ve ölümü ele alır. Karamsarlığını, korkularını, özlemlerini dile getirdiği bu şiir, onun şiir anlayışını gösteren bir ‘’bildiri’’ niteliğindedir. Şiire adını veren Otuz Beş Yaş’ın ömrün yarısı olma düşüncesi, ünlü İtalyan şairi Dante’ye bir göndermedir. Sanat metinlerinde dilin işlevi: “Otuz Beş Yaş Şiiri”nde olduğu gibi sanat metinlerinde dil şiirsel işlevde kullanılır. Dilin şiirsel işleviyle kullanıldığı metinlerde gönderici alıcıya hissettirmek istediği etkileri uyandırmak için, dili istediği gibi kullanır. Edebî sanatlardan, karşılaştırmalardan, çağrışım gücü yüksek sözcüklerden yararlanarak imgeler oluşturur, sözcükleri daha çok yan ve mecaz anlamlarda kullanır. ETKİNLİK “Otuz Beş Yaş şiiri” gibi sanat metinleriyle okuyucu arasında nasıl bir ilişki vardır? Sanat metinlerindeki her ögenin gerçek yaşamda bir karşılığı ya da benzeri vardır. Her okur, sanat metninden kendine ve yaşamına dair bir şeyler bulur, metindeki karakterlerle kendini özdeşleştirir. Sanat metninin amacı estetik zevk vermek, bu zevki hissettirmek, çağrıştırmaktır. Bu yüzden her okuyan tarafından farklı yorumlanır. Sanat metinleri yan anlam bakımından zengin, çağrışım gücü yüksek metinlerdir. Sanat metinleri okura kendi düş gücüyle oluşturacağı boş bir alan bırakır. Sanat metinlerinin okuyucu üzerindeki etkisi, okuyucunun bilgi, kültür, zevk, anlayış ve ruhi durumlarına göre değişir. 20 DİL VE ANLATIM 7 BİLGİ KÖŞESİ SANAT METNİ ve İLETİŞİM Aşağıdaki “Kerem ile Aslı” adlı metinle, geçmişte yaşanan bir aşk hikâyesi günümüze taşınmış ve o zaman çekilen sıkıntılar, günümüz insanını da dertlendirmiştir. İşte tıpkı aşağıdaki “Kerem ile Aslı” metninde olduğu gibi sanat metni geçmiş ile gelecek, arasında önemli bir iletişim unsurudur. Sanat metinlerinin evrensel bir dili vardır. Yaşayış biçimi, inanç, birikim ve tecrübeler sanat metinleriyle insandan insana, kuşaktan kuşağa, toplumdan topluma aktarılır. Çok uzak ülkelerin insanlarının yaşayışlarını, duygularını; çok eski zamanlarda yaşamış insanların nasıl yaşadığını, neye sevinip neye üzüldüğünü, nasıl aşık olduğunu sanat metinleriyle öğrenebiliriz. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 4. Metin KEREM İLE ASLI Kerem ile Sofi kendilerine yardım edenlere veda ederek yola çıktılar. Şehirden bir hayli uzaklaşmışlardı ki karşılarına üç yol çıktı. Kerem ile Sofi hangi yollardan gideceklerini anlayamadılar. Âşık çok üzülerek sazını eline aldı. Hem çaldı hem de söyledi. Bakalım ne söyledi: Erzurum’dan çıktım üç oldu yolum, Ben bu yolun hangisine gideyim? Çağırdım gece gündüz Yaradan, Ben bu yolun hangisine gideyim? Oyasın kaldırmış dağın yüzünden, Öpemedim yanağından gözünden, Aslı’m gitti bulamadım izinden, Ben bu yolun hangisine gideyim? 21 DİL VE ANLATIM 7 İlkbaharda atlar çıkar arpaya, Koç yiğitler kendin çeker hırkaya Bilmem şarka gitti, bilmem garba, Ben bu yolun hangisine gideyim? Sofi kardeş nice olur hâlimiz, İsfahan şehridir bizim ilimiz, Bülbül gibi mahzun kaldı gülümüz, Ben bu yolun hangisine gideyim? Kerem der, bulamadım bilmem erdine, Aslı gitti konamadım yurduna, Haydi ağlar bir yavrunun derdine, Ben bu yolun hangisine gideyim? Böylece yol alarak Eşen Kalesi’ne vardılar. Burada da her zaman âşıkların uğradığını öğrendikleri bir kahveye girdiler. Yanlarına birçok eş dost geldi. Onlar da bir türkü istediler. Kerem de şu türküyü çalıp söyledi: Felek kime gideyim senin elinden, Ah çekmeden sinem döndü bir yana, Anın için seyahatte bahtım kara benim, Derdim çoktur diyemem yare ben, Kopardılar dallarımdan gülü benim Çek hançerin sinemden vur benim, Ağyar ile güler oynar zar benim, Başım alıp gidem hangi diyara ben. 22 DİL VE ANLATIM 7 Geçer canım bu güzellik çağını, Bu sineme koydum yangın dağını, Hayli demdir ben bu dağın bağbanı, Geçiremem o yavruyu ele ben. Ben Kerem’im öz canımdan bezerim, Devasız dertlere derman düzerim, Çoktan beri avcısıyım gezerim, Düşünemem Aslı tuzağa ben. Kerem ile Aslı / Halk Hikâyesi AÇIKLAMALAR Kerem ile Aslı, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar geniş bir sahaya yayılmış tasavvufi ve fantastik unsurlarla zenginleştirilmiş, çok sevilen bir halk hikâyesidir. Bu aşk hikâyesinin bilinen en eski yazılı nüshası 1886 tarihini taşır. Âşık Kerem’in yaşamış birisi olduğu fakat hayatının zamanla efsaneye dönüştüğü ve hayatının etrafında bir halk hikayesi oluşturulduğu sanılmaktadır. Halk hikâyeleri Tahir ile Zühre, Âşık Garip ile Şahsenem, Âşık Emrah ile Selvihan, Kerem ile Aslı gibi isimler altında sözlü gelenekle halk arasında yaygınlaşmış, kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. ETKİNLİK “Kerem ile Aslı” bir sanat metnidir. Bu metinden yola çıkarak sanat metninin vermek istediği mesajla bilimsel, düşünsel ve dinsel metinlerin vermek istedikleri mesajları karşılaştırabilir misiniz? Sanat İletisinin Bilimsel, Düşünsel Ve Dinsel İletilerden Farkı Bilimsel, düşünsel ve dinsel metinlerde kurallaştırılmış yargılar anlatılır. Sanat metinlerinin iletisi ise estetik bir duyuşun yansıtılmasıdır. 23 DİL VE ANLATIM 7 Sanat metinlerinde duygu ve hayaller aktarılır. Bilimsel, düşünsel ve dinsel metinlerin öğretici bir içeriği vardır. Sanat metinlerinin kendi anlamından öte; okunduğu, seyredildiği ve duyulduğu yerde kazandığı anlamı vardır. Bilimsel, düşünsel ve dinsel metinlerin ise herkesçe aynı algılanacak bir anlamı vardır. BİRAZ DAHA DÜŞÜNELİM “Otuz Beş Yaş Şiiri” ve “Kerem ile Aslı” dille gerçekleştirilen sanat metinleridir. Bu metinler ile bir resim tablosu arasında nasıl bir fark olduğunu düşününüz. Dille gerçekleştirilen sanatlarla ses, renk, çizgi ve hareketle gerçekleştirilen sanatlar arasında fark, dille gerçekleştirilen sanatların malzemesinin sözcük olmasıdır. Dille gerçekleştirilen sanatlarla diğer sanatlar arasında iyi, güzel ve faydalı olanın farklı araçlarla anlatılması söz konusudur. Edebiyat dille gerçekleştirilen bir güzel sanat etkinliğidir. Edebiyatın asıl gayesi dili anlamlı, etkili ve güzel bir tarzda kullanmaktır. Dille Gerçekleştirilen Sanat Etkinliklerini Gruplama Dille gerçekleştirilen sanat etkinlikleri; anlatmaya bağlı türler, göstermeye bağlı türler, kendini coşkuyla ifade etmeye bağlı türler olmak üzere üçe ayrılır. Anlatmaya Bağlı Türler Göstermeye Bağlı Türler Kendini Coşkuyla İfade Etmeye Bağlı Türler Masal, fıkra, Tiyatro Şiir deneme, hikâye, fabl, eleştiri, biyografi, roman 24 DİL VE ANLATIM 7 UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 5. Metin SİNAĞRİT BABA “Cehennem Nişanı”nda beş sandaldık. Güzel bir ocak akşamı. Hava lodos. Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki hayvan, geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor. Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayalara yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinağrit baba döner mi avdan. Pırıl pırıl, eleğimsağma rengi pullarıyla ağır ağır, muhteşem, bir İlkçağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kim bilir. Altını, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp yanıp sönen sarayını özlemiş acele mi ediyordur? Sinağrit Baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır. Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar seyretmiştir. Sinağrit Baba ne oltalar koparmıştır. Bu akşam kimin oltasını seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken; dahi eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir “Vatos”un bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var. İyisi mi muhteşem bir sofraya kurmalı bu zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir kıllı mahluka (yaratığa) kendisini teslim etmeli. Sinağrit Baba oltalardan birini kokladı. Bu balıkçı Hristo’dur; kusurlu adam. Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır. Evet, o fukaradır ama kibirli değildir. Sinağrit Baba fukaralıkta gururu sever, öteki oltaya geçti. Kokladı. Bu balıkçı “Hasan”dır. Geç. Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit Baba cesur insanlardan hoşlanır. Bir başka oltaya baş vurdu. Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir. Ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinağrit Baba. Geç. Şu olta, hasisin tuttuğu olta. Sinağrit Baba cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya bir baş vurmağa değer. Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti. Sinağrit Baba iğneden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden yuttu. Hasis oltasını hızla topladı. “Vay anasını be Nikoli,” dedi, “İğneyi dümdüz etti.” Nikoli’nin oltasının yemini kuyruğuyla sarsmakta olan Sinağrit Baba, Nikoli’nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu cömertti, hiç kıskanç değildi. Fukara idi. Kibirli idi de. Sinağ- 25 DİL VE ANLATIM 7 rit Baba kibirli fukarayı severdi ama, Nikoli’nin kibrini beğenmiyordu. İnsanoğlunda o başka bir şey, gurura benzeyen şey, yerinde bir gurur, o da değil, insanoğlunun insanlığından, ta saçının dibinden oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan ama pek istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi. Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedenini fırdöndüsünden alıp gidemezdi. Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi. Sinağrit Baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert âlem içinde hafifçe yakamozlanan oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saray meydanı seyrediyordu. Oltalar gitgide çoğalıyordu. Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan on beş tane fener vardı. Ötede kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı. Gözleri büyümüş bir hâlde yukarıya çıkarlarken dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarı ki dünyayı görmeye bir türlü karar veremiyorlardı. Sinağrit Babaya büyüyen gözleriyle “Bizi kurtar şu lanetlemeden.” der gibi bakıyorlardı. Sinağrit Baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu mu idi, tamamdı. Ama hiçbirini kurtaramıyor, hareketsiz duruyordu. Sinağrit baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemiyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresinin koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman bu hareketin bir neticesi ve faydası olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit Baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeği?... O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinağrit Baba ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman Sinağrit Baba büyük gözleriyle kendisini yakalayana sevinçle baktı. Sinağrit Baba etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilmediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde : Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca cesur, cömert, Sinağrit Baba’nın adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim görmediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş birisi idi. Kimdi, ne idi, Sinağrit Baba da bilemezdi. Ama, belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile imtihana sokulmadığını anlamıştı. Belki de sonuna kadar bu imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit Baba böylesine hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek olan bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, 26 DİL VE ANLATIM 7 namussuzların en namussuzu olduğunu alnında okuyordu. Bu adam, o kadar talihli idi ki daha, iki yüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit Baba yakalanır mıydı? Sinağrit Baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı.. Sinağrit Baba son nefesini, böylece bir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi. Sait Faik ABASIYANIK AÇIKLAMALAR Sait Faik Abasıyanık, düşüncelerini ve hayallerini içtenlikle anlatır. Öykülerinde yakından tanıdığı, gözlemlediği kişileri okuyucularına tanıtır. Kişileri, yaşadıkları çevreye ve karakterlerine uygun olarak ele alır ve anlatır. Deniz, doğa, yaşlı bir adam, bir boyacı çocuk, balıkçı kahvesi... Onun öykülerinde sık sık rastlanan unsurlardır. Cumhuriyet Dönemi öykü yazarları arasında yer alan Sait Faik, öykülerini yapmacıklıktan ve sanat kaygısından uzak bir dille yazmıştır. Anlatmaya Bağlı Edebî Metinlerde Tema Anlatmaya bağlı metinlerde tema, olay örgüsünün içinde yedirilmiş olarak yer alır. Sait Faik yukarıdaki metinde olduğu gibi hikâyelerinde denizi, balıkçıları ve balıkları sıkça konu edinmiştir. Bunun sebeplerinden biri kendisinin denizi çok sevmesi ve birçok balıkçı arkadaşının olmasıdır. “Sinağrit Baba” hikâyesinde kendisini bir balığın yerine koyarak çevresindeki balıkçıların tahlillerini yapmış, onların bazı niteliklerini vurgulamıştır. Bu hikâyede görüldüğü gibi Sait Faik eserlerinin konularını ve temalarını belirlerken yaşadığı çevreden etkilenmiştir. Her tema, eserin yazıldığı dönemin toplumsal zihniyetiyle, yaşama biçimiyle, sosyal problemleriyle ilgilidir. Bu bakımdan metnin temasının, sosyal hayatla, düşünce tarihiyle ve eserin yazıldığı dönemle ilişkisi vardır. Örneğin Tanzimat Döneminde ülkede özgürlük havası esmiştir. Bunun sonucunda da metinlere hak, özgürlük, adalet, vatan kavramları girmiştir. Edebî metinlerde insana ait olan her şey konu edilebilir. Birkaç kişi arasında geçen olaylar konu edilebileceği gibi toplumu ilgilendiren olaylar da konu edilebilir. 27 DİL VE ANLATIM 7 Anlatmaya Bağlı Metinlerin Yapısı Anlatmaya bağlı edebî metinlerde yapı; kişiler, mekân, zaman ve olay örgüsünün belli bir düzen içinde bir araya gelmesiyle oluşur. Metin yapısı, olay örgüsü ve tema iç içedir. Olay: Anlatmaya bağlı edebî metinler bir olay üzerine kurulur. Bu olay çevresinde gelişen başka olay halkaları da vardır. Bu olay halkaları olay örgüsünü oluşturur. Olay örgüsü metinlerde serim, düğüm ve çözüm bölümleriyle planlı bir şekilde yer alır. Masal ve destanda olay, gerçek hayattan uzaktır. Hayalî ve olağanüstü olaylarla karşılaşırız. Hikâye ve romanlarda ise gerçek veya gerçeğe yakın olaylar bulunur. Zaten olay çevresinde oluşan edebî metinlerde olaylar gerçeği yansıtmak için değil, estetik kaygıyla düzenlenir. Kişi: Anlatmaya bağlı edebî metinlerde olayları yaşayan, olayların akışında rol oynayan kişiler vardır. Olaya bağlı bir metinde olayın akışında, yönlendirilmesinde en önemli rolü oynayan kişiye o metnin “kahramanı” ya da “ana karakteri” denir. Bunun dışındaki ikinci, üçüncü derecedeki kişilere de “yardımcı kişiler” (yardımcı karakterler) denir. Zaman: Sanat metinlerinde olayın geçtiği, başlangıç ve sonu olan evreye “zaman” denir. Metinde zaman, yazarın amacına göre şekillenir. Bu, bir günün belli bir anı olabileceği gibi, haftaları, ayları da içine alabilir. Mekân (Yer): Anlatmaya bağlı edebî metinlerde olayların geçtiği yaşandığı yerlere mekân denir. Mekân olayın niteliğine uygun özellikler taşır. ETKİNLİK “Sinağrit Baba” adlı hikâyeyi yapı bakımından inceleyiniz. BİLGİ KÖŞESİ MAHUR BESTE Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız 28 DİL VE ANLATIM 7 Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı Gittiler akşam olmadan ortalık karardı Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara Geceler uzar hazırlık sonbahara Attila İLHAN “ Mahur Beste” şiirinde şair duygularını ifade etmiştir. Bu şiir coşku ve heyecana bağlı sanat metinlerindendir. Coşku ve heyecana bağlı sanat metinlerinin özellikleri: t $PǵLVWFIFZFDBOBCBǘMNFUƌOMFSEFEVZHVMBSOƌGBEFFEƌMNFTƌFTBTUS t ,FMƌNFMFSEBIBÎPLNFDB[WFZBOBOMBNEBLVMMBOMS t $PǵLV WF IFZFDBOB CBǘM BOMBUNEB EVZHVMBS WF ƌÎƌOEF CVMVOVMBO SVI hâli yansıtılır. Siz de roman, fabl, masal, gezi yazısı ve tiyatro metinleri okuyup inceleyerek hangi sanat metinleri grubuna girdiklerini belirtiniz. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA SORULARI 1. Sanat metinlerinin öğretici metinlerden farkları nelerdir? 2. Bu ünitedeki metinlerden hangileri coşku ve heyecana bağlı metinlerdendir? 3. Sanat metinlerinin gerçekle ilişkisi nedir? 4. İletişim ile sanat metinleri arasındaki ilişkiyi açıklayınız. 5. Anlatmaya bağlı metinlerde temanın özelliklerini kısaca belirtiniz. 29 DİL VE ANLATIM 7 NELER ÖĞRENDİK Öğretici metinler okuma, düşünce yönünden olduğu gibi dil dokusu yönünden de değerlendirmeyi gerektirir. Dil dokusu yönünden bir metne bakma, metnin dokusu içinde yer alan anahtar sözcükleri, sözcük öbeklerini, terimleri, yazarın kullandığı bağlamda algılamakla olur. Sözcüklerin anlamını cümledeki konumu belirler. Sanat metinleri, gerçeği olduğu gibi değil de yorumlayarak anlatır. Sanat metninin göndergesi doğrudan verilebilir fakat çoğu zaman dolaylı bir biçimde verilir, bu da sanat metinlerinin farklı yorumlanmasına neden olur. Sanat metinlerinde dil şiirsel işlevde kullanılır. Sanat metninin amacı estetik zevk vermek, zevki hissettirmek, çağrıştırmaktır. Sanat metinlerinde estetik bir duyuş yansıtılır. Bilimsel, düşünsel ve dinsel metinlerde ise kurallaştırılmış yargılar ortaya konur. Dille gerçekleştirilen sanat etkinlikleri üç grupta toplanır. Anlatmaya bağlı türler; roman, hikâye, fabl, destan, masal, günlük, deneme, fıkra, gezi yazısı, anı ve biyografi türleridir. Göstermeye bağlı tür tiyatrodur. Kendini coşkuyla ifade etmeye bağlı tür ise şiirdir. Anlatmaya bağlı edebî metinler yapı; kişiler, mekân, zaman ve olay örgüsünün belli bir düzen içinde bir araya gelmesiyle oluşur. Bu tür metinlerin teması metnin ortaya çıktığı dönemden ayrı düşünülemez. Öğretici metinlerle sanatsal metinler farklı iletişim konumları gerektirir. Çünkü yazınsal metinlerde dilin kullanımı ve sunulan dünya kimi özellikler taşır. Gerçekten alınan ögeler işlenip öykü, roman ya da oyun biçimine dönüştürülürken düş gücüyle yeniden üretilir ve kurgulanır. Bunlar hiçbir zaman gerçektekiyle tıpa tıp benzeşmez. 30 DİL VE ANLATIM 7 1. ÜNİTE DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi anlatmaya bağlı metinlerden biri değildir? A) Tiyatro B) Roman C) Hikâye D) Masal 2. “Şair Evlenmesi”, Şinasi tarafından yazılan bir perdelik komedidir. 1860 yılında Tercüman-ı Ahval’de tefrika seklinde yayımlanmış ve aynı yıl kitap hâlinde basılmıştır. Konu olarak görücü usulü evlenme âdetini işlemiştir. Yukarıdaki metne göre “Şair Evlenmesi” adlı eser hangi tür metinler içinde yer almalıdır? A) Gazete çevresinde gelişen metinler B) Göstermeye bağlı sanat metinleri C) Anlatmaya bağlı sanat metinleri D) Coşku ve heyecana bağlı sanat metinleri 3. Sanatta, bilimde, politikada veya başka alanlarda tanınmış kişilerin yaşamlarını anlatan yazı türüne ne ad verilir? A) Biyografi B) Roman C) Hikâye D) Şiir 4. Orhan Veli, 1932 yılında Ankara Lisesini bitirdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Felsefe bölümüne yazıldı. 1933’te Edebiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti başkanı oldu. 1935 yılına kadar devam ettiği fakülteyi, bitirmeden bıraktı. Üniversitede iken bir yıl kadar Galasataray Lisesi’nde öğretmen yardımcılığı yapmıştı. Bu parçada dil hangi işlevinde kullanılmıştır? A) Şiirsellik işlevinde B) Göndergesel işlevinde C) Kanalı kontrol işlevinde D) Alıcıyı harekete geçirme işlevinde 31 DİL VE ANLATIM 7 5. Sanat metinlerinde gerçeklik ifade edilirken dil göstergeleri yeni, farklı anlam ve değerler kazanır. Sanatçının kullandığı sözcükler, metnin anlamını biçimlendirir. Sözcüklerin yan ve mecaz anlamlarında kullanılması her okuyanın sanat metnini farklı yorumlamasına neden olur. Fakat öğretici metinler nesnel olduğu için okuyan herkes aynı bilgiyi anlar. Bu metinde hangi kavramlar karşılaştırılmıştır? A) Sanatçıların dili kullanma gücüyle diğer insanların sözcükleri kullanımı B) Sanat metinlerindeki gerçeklikle yaşanan hayattaki gerçeklik C) Sanat metinleri ve öğretici metinlerin mesajları D) Sözcüklerin yan ve mecaz anlamları 6. Sinağrit Baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert âlem içinde hafifçe yakamozlanan oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saray meydanı seyrediyordu. Oltalar gitgide çoğalıyordu. Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan on beş tane fener vardı. Ötede kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı. Bu parçada aşağıdaki anlatım biçimlerinin hangisinden yararlanılmıştır? A) Kanıtlayıcı anlatımdan B) Öğretici anlatımdan C) Tartışmacı anlatımdan D) Öyküleyici anlatımdan 7. Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar... Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle, haftalarca sustu. Bu metinde hikâyenin aşağıdaki yapı özelliklerinin hangisiyle ilgili bir ayrıntı yoktur? A) Zaman B) Kişi C) Mekân D) Olay 32 DİL VE ANLATIM 7 8. Aşağıdakilerden hangisi sanat metinlerinin özelliklerinden biri değildir? A) Okuyucuya estetik zevk vermek amacıyla yazılır. B) Gerçekler kurgulanarak anlatılır. C) Dil şiirsel işlevinde kullanılır. D) Dil göndergesel işlevde kullanılır. 33 2. ÜNİTE SANAT METİNLERİ Dokuz yaşındaki bir çocuğa yukarıdaki kitaplardan hangisini tavsiye ederdiniz, neden? 1. Göstermeye bağlı sanat eserlerine Geleneksel Türk Tiyatrosundaki hangi oyunlar örnek gösterilebilir? 2. Sanat metinlerinde kahramanlar insan dışındaki varlıklardan seçilebilir mi? Araştırınız. DİL VE ANLATIM 7 NELER ÖĞRENECEĞİZ Bu ünitenin sonunda: 1. Fabl metinlerinin ortak özelliklerini belirleyerek fabl yazı türünün yapı, tema ve dil anlatım özelliklerini kavrayacak, 2. Masalların ortak özelliklerini belirleyerek masal yazı türünün yapı ve dil anlatım özelliklerini kavrayacak, fabl ve masalları karşılaştırabilecek, 3. Hikâyelerin ortak özelliklerini belirleyerek hikâye yazı türünün yapı, tema ve dil anlatım özelliklerini kavrayacak, hikâye metni ile yazar arasındaki ilişkiyi belirleyebilecek, 4. Fablı, masalı ve hikâyeyi akıcılık, bağlaşıklık ve bağdaşıklık bakımlarından yazım ve noktalama yönünden değerlendirebilecek, 5. Romanların ortak özelliklerini belirleyerek roman yazı türünün yapı ve dil anlatım özelliklerini kavrayacak, roman metninin birimlerinden hareketle temayı bulabilecek, romanın bağlı olduğu edebiyat anlayışını bulabilecek ve roman incelemesi yapabilecek, 6. Tiyatro metinlerinin ortak özelliklerini belirleyecek, modern dönemde göstermeye bağlı edebî metinleri ifade etmek için kullanılan terimleri sıralayabilecek, tiyatro metinlerinin yapısıyla dil ve anlatım özelliklerini değerlendirebilecek, dramatik örgüden hareketle metnin temasını bulup özelliklerini belirleyerek tiyatro metni ile tiyatroda seyredilen eseri karşılaştırabilecek, 7. Şiirlerin ortak özelliklerini belirleyecek, şiirin yapısını çözümleyecek, şiirin temasını belirleyip şiirin dil ve anlatım özelliklerini değerlendirecek, şiirde ahengi sağlayan unsurları örneklerle gösterebilecek, 8. Şiirin bağlı olduğu sanat ve düşünce hareketleriyle ses, söyleyiş ve tema bakımlarından ilişkisini açıklayacak, şiirde ahengin söyleyicinin ruhi durumuna ve tavrına göre düzenlendiği hususunda örnekler verebilecek, şiirin ait olduğu geleneği belirleyerek şairin özel hayatı, mizacı, siyasi ve sosyal tercihleriyle metin arasındaki ilişkiyi sorgulayabileceksiniz. 36 DİL VE ANLATIM 7 ANAHTAR KAVRAMLAR Sanat metinleri Şiir Fabl Tiyatro Masal Roman Öykü 37 DİL VE ANLATIM 7 2.1. FABL HAZIRLIK ÇALIŞMALARI 1. İlk olarak ne zaman ve nerde çıktığı konusunda çeşitli görüşlerin olduğu fabllar, kişileri genellikle hayvan, bitki ve cansız varlıklardan oluşan ders verici kısa öykülerdir. 2. Dünyanın önde gelen fabl yazarları Aisopos (Ezop), Beydaba ve La Fontaine’dir. Çağdaşları, La Fontaine’i bir masal yazarı olarak görüyorlardı. Hâlbuki La Fontaine, yazdığı fabllarda hayvanlara ahlaki karakterler vererek onların şahıslarında bazı insan karakterlerini tenkit etmiş, bir ahlak dersi vermiştir. 3. Aşağıdaki “Tilki, Maymun ve Hayvanlar” adlı fablı okuyarak nasıl bir ders vermeye çalıştığını inceleyiniz. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 1. Metin TİLKİ, MAYMUN VE HAYVANLAR Resim 01.01: Tilki Bir aslan ölmüş ve hayvanlar Yeni kralı seçmek için toplanmışlar. 38 DİL VE ANLATIM 7 Gitmiş getirmişler krallık tacını Bir ejderhanın sakladığı yerden. Taç bütün hayvan başlarında denenmiş, Bakmışlar uymuyor hiçbir başa: Kimine büyük geliyor, küçük kimine, Kimininse boynuzları engel Taç giymesine. Maymun demiş, şaka ederek: – Bir de ben deneyeyim sunu. Almış tacı, evirmiş, çevirmiş Türlü şaklabanlıklar ederek, Maymun marifetleri göstererek. Sonunda tacı, bir çember gibi, Basına öyle güzel oturtuvermiş ki, Hayvanlar bayılmış Ve maymun, kral seçilmiş. Herkes alkışlamış, el öpmeye gelmiş. Yalnız tilkiymiş gönülsüz oy veren; Ama, tabii, hiç belli etmeden. Tebriklerini sunduktan sonra Demiş ki krala: – Haşmetlim, Bir gömü var yalnız benim bildiğim. Kanunlara göre her gömü kralındır; Efendimize bunu bildirmek de Benim boynumun borcudur. Yeni kral can atmış paraya; Ne olur ne olmaz diye Kendi gitmiş gömüyü çıkarmaya. 39 DİL VE ANLATIM 7 Bir tuzakmış meğer gömü masalı Faka bastırmak için kralı. Herkes adına, tilki demiş ki: – Bizi yönetmeye kalkmazsın herhâlde Kendini yönetmesini bilmezken. Maymun atılmış krallıktan. Ve hayvanlar anlamış ki böylece Her kafa baş olamaz tacı giyince. Masallar La Fontaine (Çeviren: Salahattin Eyüboğlu) AÇIKLAMALAR La Fontaine “Tilki, Maymun ve Hayvanlar” fablı herkesin yönetici olamayacağını kral yaptığı maymuna, tilkiyle ders verdirerek göstermiştir. Tilkiye söylettiği “Bizi yönetmeye kalkmazsın herhâlde / Kendini yönetmesini bilmezken.” sözü fablın verdiği dersi anlatmıştır. “Fabl” sözcüğünün kökeni Latince “hikâye” manasına gelen “fabıla”dır. Fakat bu sözcük zamanla bir ahlak ilkesi veya davranış kuralını anlatan sanat metni türünün adı hâline gelmiş. Ders vermek amacıyla hayvanlar ya da cansız varlıklar arasında geçen bir olayı genellikle manzum olarak anlatan yazılara “fabl” denir. Olaya dayalı bir anlatımı vardır. Hayattan alınan küçücük kesitler, hayvanlar ya da bitkiler arasında geçmiş gibi anlatılır. Fablların kahramanları genellikle hayvanlardır. Ama bu hayvanlar insanlar gibi düşünür, konuşur ve tıpkı insanlar gibi davranırlar. Bu durum, öyküyü anlatanın insanların budalaca davranışlarını dolaylı olarak göstermesine olanak sağlar. ETKİNLİK “Tilki, Maymun ve Hayvanlar” adlı fabl ile aşağıdaki “Ölüm Geldi Kuzuya” fablını karşılaştırınız. 40 DİL VE ANLATIM 7 UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 2. Metin ÖLÜM GELDİ KUZUYA Kurt suya geldiğinde ne görsün? Az aşağıda bir yerde bir kuzucuk suya eğilmiş; içtim içiyor. Karnı da açmış kurdun, kuzucuğu o saat gözüne kestirmiş: “Hey , baksana bana kuzucuk?” diye seslenmiş. “Ne yapıyorsun öyle orada? Sıkılmıyor musun benim suyumu bulandırmaya, çamurlu su mu içeyim istiyorsun?” Kuzucuk bakmış: kurt yukarda kendi aşağıda. Su aşağıdan yukarıya akmadığına göre, kurdunki olsa olsa hıra güre bahane. “Sizin suyunuzu bulandırmak ne mümkün bayım?” demiş. “Ben aşağıdayım, siz yukarıda. Su sizden bana akıyor, benden size değil ki.” Doğrudan doğruya üzerine atılıp kuzucuğu yemeği şanına yakıştıramayan kurt birinci bahanenin sökmediğini görünce, ikincisine girişmiş: “Geçen yıl kuzucuğun biri benim anama babama sövmüştü acı acı. O kuzucuk sen değil miydin bakayım?” demiş, sormuş. Kuzucuk hemen bu yalanı da engellemiş: “Ne mümkün sayın bayım?” demiş. “Ben geçen yıl daha anamın karnında bile değildim. Ben bu martta doğdum.” Kurt sonunda dayanamamış, oyunu moyunu bırakmış: “Seni kaynana dili kuzucuk seni!” demiş. “Ben seni nasıl olsa şuracıkta yiyecektim ya; işi kitabına, kuralına uydurayım da kimsenin bir itirazı olmasın diyordum. Sen ise uzattıkça uzattın. Gel bakayım buraya, bir güzel yiyeyim seni de aklın başına gelsin.” Kötüler, yapacaklarını yapmaya karar verdiler mi, onları bu yollarından çevirmek zordur. Siz istediğiniz kadar savunun, istediğiniz kadar doğruyu, gerçeği gösterin, bana mısın demezler. Aisopos (Ezop) AÇIKLAMALAR Ezop, “Ölüm Geldi Kuzuya” fablında kötülerin insanlara verebilecekleri zararları kurt ile kuzunun arasında geçen olayla somutlaştırarak anlatmıştır. Ezop fabllarıyla ünlüdür. Ezop’un öykülerinde hayvanlar konuşur ve tıpkı insanlar gibi davranır. Öyküden çıkarılacak ders, sonunda okura öğüt biçiminde verilir. Ezop kendinden sonra gelen fabl yazarlarına esin kaynağı olmuştur. 41 DİL VE ANLATIM 7 Fablların Ortak Özellikleri t Hikâyelerin kahramanları çoğunlukla hayvanlardır. Bu hayvanlar insana ait özellikler taşırlar. t Hem nazım hem nesir biçiminde yazılabilirler. t Fablın sonunda her zaman bir ahlak dersi (kıssadan hisse) vardır. Bu ders eserin bir yerinde, çoğunlukla sonunda, bir atasözü ya da özdeyiş biçiminde açıkça belirtilir. t Fabllar, anlaşılması güç soyut kavramların somut olaylarla anlatılması sebebiyle önemli bir eğitim aracıdır. t Fabllarda basit ahlak ilkelerine değinildiği gibi insanların birçok kusurlu yönüne de dikkat çekilir. t Fabllar insan belleğinde çok kolay saklanabilen ve ortaya çıkarılabilen özelliklere sahip olduğu için sözlü gelenek içinde de yaşatılabilmektedir. t Fabllar eğlendirici ve ilginç olayları anlattığı için çocukların ilgisini daha kolay çeker. t Fabllar teşhis ve intak sanatları üzerine kurulmuştur. t Fabllarda daha çok öyküleyici ve lirik anlatım türlerinden yararlanılır. ETKİNLİK “Ölüm Geldi Kuzuya” adlı fabldaki olayla gerçek hayatta karşılaşabilir miyiz? Fablda Yapı Fabllar gerçek hayatta karşılaşamayacağımız olaylardan oluşur. “Ölüm Geldi Kuzuya” fablında olduğu gibi kuzuların veya kurtların konuşması mümkün değildir. Fakat insanların hayatlarından alınan küçücük kesitler, kişileştirme ve intak(konuşturma) sanatları kullanılarak hayvanlar ya da bitkiler arasında geçmiş gibi anlatılır. Fablın dört ögesi vardır: Kişiler, olay, zaman, yer. Kişiler: Fabldaki kişiler insan olabileceği gibi, çok defa bu türün kurallarına uyarak hayvanlar, cansızlar, yağmur, bulut vb. doğa olayları da olabilir. Olay, kişileştirilmiş en az iki hayvanın başından geçer. Bunlardan biri iyi ahlaklı bir tipi, diğeri kötü ahlaklı bir tipi canlandırır. Fabllarda ikinci derecede kişiler çok azdır, bazen yoktur. 42 DİL VE ANLATIM 7 Kişi betimlemesi yoktur. Kahramanlar arasında tilki varsa biz onu kurnaz insan yerine koyarız aslan varsa cesaretine güvenen biri yerine koyarız. Fabllarda bir de anlatıcı kişi vardır. Bu kişinin de betimlemesi yapılmaz, cinsiyeti verilmez. Anlatıcı kahramanları izler, dersini alır. Böylece dinleyen ile aynı görüşü paylaşır. Olay: Fablın konusu insan başına gelebilecek herhangi bir olaydır. Olay, kahramanın eyleme dönüşmüş beğenme, istek, özlem, öfke, korku gibi tutkuya dönüşmüş duygularından doğar. Fabllarda olay örgüsünü saf-kurnaz, iyi-kötü gibi çatışmalar oluşturur. Bu gibi soyut kavramlar, olay planıyla hem somutlaştırılarak hem de hareket kazandırılarak işlenir. Olaylar bizi güldürürken eğitir. Fablın gövdesini bir olay oluşturur, asıl önemli olan fablın anlatılış nedenidir. Buna “ders” denir. Olaylar yönleriyle değil, yalnızca fabla konu olan yönüyle tanımlanır. Derinlemesine duygu çözümlemelerine yer verilmez Yer: Olayların geçtiği yerler fazla betimlenmeden kısaca verilir. Çoğunlukla orman, göl kenarı gibi hayvanların yaşayabileceği yerler kullanılır. Olayın geçtiği yer olayla birlikte değişebilir. Zaman: Fablda olay bir zaman diliminde geçer. Kronolojik zaman kullanılır. Bazen zaman belirsiz olarak da verilebilir. ETKİNLİK Yukarıdaki “Tilki, Maymun ve Hayvanlar” fablını yapı bakımından inceleyiniz. Çoğu manzum olan fablların başlıca amacı belli bir ana fikri yalın bir veya birkaç olayın yardımıyla en kısa yoldan açıklamaktır. Bundan dolayı fabllar kısadır ve şu dört bölümden oluşur:Serim, düğüm, çözüm, öğüt. Serim: Olayların ve hayvanların tanıtıldığı bölümdür. Düğüm: Olayların entrikalarla düğümlendiği bölümdür. Bu bölümde olay verilmek istenen derse göre gelişir. Kısa ve sık konuşmalar vardır. Çözüm: Olayın çözüldüğü bölümdür. Olay beklenmedik bir sonuçla biter. Fablın en kısa bölümüdür. 43 DİL VE ANLATIM 7 Öğüt: Olayın arkasında anlatılmak istenen ana fikrin açıklandığı bölümdür. Eskiden “kıssadan hisse” diye nitelendirilen bölümdür. Bu bölüm öğüt niteliğinde verilir. Bu bölüm kimi zaman başta, kimi zaman sondadır. Kimi zaman da sonuç okuyucuya bırakılır. ETKİNLİK Aşağıdaki “Aslan ile Fare” fablının temasını bulunuz. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 3. Metin ASLAN İLE FARE Herkes herkese yardım etmeli, Ben büyük, o küçük dememeli İki masalım var bunun üstüne, Başka da bulurum isteyene. Aslan toprakla oynuyormuş bir gün; Birde bakmış pençesinde fare, Aslan, aslan yürekliymiş o gün, Kıymamış canına, bırakmış yere. Boşuna gitmemiş bu iyiliği. Kimin aklına gelir, Farenin aslana iyilik edeceği? Etmiş işte, hem de canını kurtarmış. Günün birinde aslan Biraz çıkayım derken ormandan, Düşmüş bir tuzağa, Ağla içinde kalmış; 44 Resim 01.02: Aslan ile fare DİL VE ANLATIM 7 Kükremiş durmuş boşuna; Bereket fare usta yetişmiş imdada; Bu iş kükremekle değil, Kemirmekle olur demiş. Başlamış incecik dişlerini işletmeye Gelmiş ipin hakkından kıtır kıtır. Bir ilmik kopunca ağdan hayır mı kalır? Sabır, biraz da zaman Güçten, öfkeden daha yaman. La Fontaine Masalları (Çeviren: Salahattin Eyüboğlu) AÇIKLAMALAR “Aslan ile Fare” fablında iyiliğin karşılık bulacağı teması işlenmiştir. Fabllarda temalar evrenseldir. Değişmez ahlaki değerler ve insana ait özellikler çevresinde yoğunlaşır. Fabllarda adalet, dostluk, doğruluk, bağışlamak, cömertlik, alçakgönüllülük, kanaat, sadakat, kendini bilme gibi değerler çokça işlenen olumlu temalardandır. Zalimlik, düşmanlık, hainlik, kendini beğenmişlik, cimrilik, aç gözlülük, başkasına özenme, cahillik, kadir bilmezlik, yalancılık, bencillik gibi tutum ve davranışlar ise eleştirilerek verilen olumsuz temalardandır. Fabllarda dil şiirsel ve göndergesel işlevde kullanılır. Fabllarda öğüt verme amacı olduğu için anlatım akıcı olmalıdır. Herkesin kolayca anlayacağı sade, açık ve akıcı bir dil kullanılmalıdır. ETKİNLİK “Aslan ile Fare” fablında dil hangi işlevde kullanılmıştır? Fabl Türünün Gelişimi Dünya edebiyatında ilk çağlardan başlayarak bir ahlak dersi vermeyi amaçlayan fabl türünün ilk temsilcileri Doğuda Beydeba (Kelile ve Dimne), Bidpay (Pançatantra) ve Şeyh Sadi (Gülistan)’dır. 45 DİL VE ANLATIM 7 Doğu’da İlk yazılı örnek “Pançatantra” masallarıdır. Eserin yazılış tarihi MÖ 400– 300 yılları arasına rastlamaktadır. İkinci yazılı örnek, bir Hint eseri olan “Kelile ve Dimne”dir. Yine onun yazım tarihi de MÖ 300 yılları olarak kabul edilir. Bu eser, Beydaba unvanını taşıyan bir bilgin-filozof tarafından meydana getirilmiştir. Beydaba, eserini Debşelem adlı Hint hükümdarı zamanında yazmış ve ona sunmuştur. Eserde yurt yönetimi, felsefe ve eğitimle ilgili sorunlar dolaylı olarak tartışma ve eleştirme konusu yapılmaktadır. Birinci bölümdeki hikâyelerin kahramanları olan iki çakaldan “Kelile” açık sözlülüğün ve doğruluğun; “Dimne” ise yalan ve iftiranın sembolüdür. Beydaba, zulmü ile tanınmış olan Debşelem’i hayvan hikâyeleri aracılığıyla uyarmak ve ona doğru yönetim yolunu göstermek istemiştir. Doğu edebiyatında bir başka ünlü eser de Şeyh Sadi(13.yy.)’nin Gülistan adlı eseridir. Yöneticilerin tutum ve davranışlarından sohbetin kurallarına kadar türlü konuları kapsayan bu eserdeki hikâyeler sözlü ve yazılı olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığı gibi birçok Doğu ve Batı dillerine de çevrilmiştir. Batı’da fabl, Aisopos (Ezop) masallarıyla kendini göstermiştir. Ezop, Batı’da ilk fabl yazarı olarak gösterilir. MÖ. 650-620 yılları arasında yaşadığı sanılan ve düşüncelerini baskılı bir yönetim altında ancak küçük hayvan hikâyeleriyle anlatabildiği söylenilen Ezop’un fablları birçok dile çevrilmiştir. Batı’daki diğer ünlü fabl yazarları Hesiodos (İşler ve Günler) ve La Fontaine (1621-1695)’dir. Ezop’tan sonra Batı’da bu alanda büyük bir başarıya ve üne erişen Fransız yazar ve şairi La Fontaine (1621–1695), Ezop masallarını yeniden kaleme alıp manzum biçimine çevirerek yeniden edebiyata kazandırmıştır. La Fontaine, kendisinden önce bu alanda yazılmış “Pançatantra” çevirisi gibi eserlerden de yararlanmıştır. La Fontaine fabllarında genellikle öğüt dediğimiz ders, metnin sonuna konulmuştur. La Fontaine, eleştirmek istediği kişileri bu öykülerle yermiş ve gülünç durumlara düşürmüştür. Tüm dünyada “Masalın Babası” diye haklı bir ün yapan Andersen’in masallarından bazıları fabl özelliği gösterir. Eski Yunan edebiyatında Hesiodos’un kardeşine öğüt vermek için yazdığı “İşler ve Günler” adlı kitabında bir hayvan masalını yazıya şöyle geçirmiştir: 46 DİL VE ANLATIM 7 ATMACA İLE BÜLBÜL Atmacanın biri alaca burunlu bülbüle demiş, Ama ne zaman demiş, göklerde bulutlar arasında, Bülbülü sıkarken yaman pençelerinde, Zavallıcık inlerken, keskin tırnaklar gövdesinde, Şöyle demiş atmaca bizimkine bütün hışmıyla: “– Ne bağırıyorsun be, pis ufaklık? Senden daha güçlü birinin elindesin. Ne kadar güzel türkü söylersen söyle, Seni ben götüreceğim seni istediğim yere Orada da yiyeceğim seni kıtır kıtır Ya da dilersem, koyuvereceğim seni. Kendinden güçlüsüne ayak direyen zırdelidir. Acı çeker, kepaze olur boşuna.” Böyle demiş rüzgâr kanatlı atmaca, Yüce göklerde uçan kuş. Ama sen Perses, doğruluktan yana ol, Aşırılığa kaptırma kendini Biz zavallılara iyi gelmez aşırılık, Büyükleri bile yıpratır zorbalık, Başlarına bela geldi mi, ezilirler altında Doğru işlerden yana doğru gidendir güzel yol, Hak alt eder zorbalığı önünde sonunda, Çeke çeke aklı başına gelir budalanın. HESİODOS (Çevirenler: Sabahattin Eyuboğlu-Azra Erhat) ETKİNLİK Türk edebiyatında hangi eserler fabl olarak gösterilebilir? Araştırınız. 47 DİL VE ANLATIM 7 Türk edebiyatında fabl niteliği taşıyan öyküler, Hint, Arap ve İran edebiyatlarında işlenen örneklerden kaynaklanır. “Kelile ve Dimne”, “Marzubannâme” çevirileri bu kaynaklardan sayılabilir. Ayrıca İranlı Sadi’nin, “Bostan”, “Gülistan”; Mevlânâ’nın, “Mesnevî” gibi öğretici nitelik taşıyan eserlerinde öne sürülen düşünceleri desteklemek için anlatılan öykücükler arasında fabl örneklerine rastlanır. Bu öykücükler genellikle ayrıntıları değiştirilerek sonraki yüzyıllarda da işlenmiştir. Eski Türk edebiyatında öğretici nitelik taşıyan kıssadan hissenin en yaygın örnekleri Attar’ın “Mantıku’t Tayr” ile 15. yüzyıl şairi Şeyhi’nin yazdığı “Harname” adlı mesnevisidir. Tanzimat Döneminde ise Ahmet Mithat Efendi “Kıssadan Hisse” adını taşıyan öykü kitabında fabl türünü denemiş, Şinasi La Fontaine’den çeviriler yapmıştır. Recaizade Mahmut Ekrem, La Fontaine’den “Horoz ile Tilki”, “Kurbağa ile Öküz”, “Karga ile Tilki”, “Meşe ile Saz”, “Ağustos Böceği ile Karınca” gibi birçok çeviri yaparak bu alanda Türk edebiyatına katkıda bulunmuştur. Ancak bütün hayvan masallarını ya da alegorik eserleri fabl türü içinde düşünmek yanlıştır. Öğreticiliğinin, kahramanlarının hayvan oluşunun yanı sıra fablın bir başka özelliğinin kısa, yalın ve açık anlatım olduğu unutulmamalıdır.Fabl yazarı konuyu serim-düğüm-çözüm tekniğine bağlı kalarak en kısa ve ders çıkarılacak yanını vurgulayacak biçimde okuyuca aktarır. Fabl’da ayrıntı yoktur. Orhan Veli ve Sabahattin Eyüboğlu’nun La Fontaine çevirileri fabl türünün bizdeki başarılı örnekleridir. ETKİNLİK Aşağıda bir örneğini okuyacağınız Şeyhi’nin Harnâme adlı eserini fabl türünün özelliklerine göre inceleyiniz. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 4. Metin HARNÂME Bir eşek var idi za’if nizâr Yük elinden katı şikeste vü zâr 48 DİL VE ANLATIM 7 Gâh odunda vü gah suda idi Dün ü gün kahr ile kısuda idi Ol kadar çeker idi yükler ağır Ki teninde tü komamıştı yağır. Dudağı sarkmış idi düşmiş enek Yorılur, arkasına konsa sinek Arkasından alınınca palanı Sanki it artığıydı kalanı Bir gün issi eder himayet ana Yani kim gösterür inayet ana Aldı palanını vü saldı ota Otlayarak biraz yürüdi öte Gördi otlakta yürür öküzler Odlu gözler, gerlü göğüsler Sömürüp öyle yirler otlağı Ki kılın çekicek tamar yağı Doğranur idi arpa arpa teni Gözi görince bir avuç samanı. Yok mıdur gökte bizüm ılduzumuz K’olmadı yir yüzinde boynuzumuz ŞEYHİ / Harnâme 49 DİL VE ANLATIM 7 “Harnâme”deki kişiler, insan huy ve ihtiraslarını simgeleyen eşek ve öküzlerdir. Hikâye manzumdur ve mizahi bir dille kaleme alınmıştır. Şeyhi, bu hikâyesiyle vermek istediği “ibret” dersini “Boynuz umdum, kulaktan ayrıldım.” diyerek özetlemiştir. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA SORULARI 1. Fabl yazı türünde amaç nedir? 2. Fablların ortak özellikleri nelerdir? 3. Türk Edebiyatındaki fabl örneklerini anlatır mısınız? 4. Yukarıda okuduğunuz fablları akıcılık yönünden değerlendiriniz? 50 DİL VE ANLATIM 7 2.2. MASAL HAZIRLIK ÇALIŞMALARI 1. Akşam sohbetlerinin yerini televizyonun almadığı yıllarda “masalcı nine”ler vardı. Bunlar, tatlı üsluplarıyla, uzun kış gecelerinde, evlerde, konaklarda, çıtır çıtır yanan sobaların başında çocuklara masallar anlatırlardı. Özellikle “Keloğlan Masalları” çocukların ilgisini çeker, farklı hayallere dalmalarını sağlardı. 2. Masallar ve masalcı nineler ne kadar yaşamaya devam etti? Masalcı, dinleyicisini bulduğu sürece devam etti. Masal dinleyenler, radyoda, televizyonda masalın kendilerine verdiği hayal gücünü buldukları, bu yeni araçları benimseyip artık masalcıyı dinlemek istemedikleri çağlar gelene kadar devam etti. 3. Siz de büyüklerinizden radyo ve televizyonun olmadığı yıllarda masal anlatan kişilerin olup olmadığını sorunuz? 4. Aşağıdaki “Balıkçının Oğlu “ masalını okuyarak hangi özellikler taşıdığını inceleyiniz. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 1. Metin BALIKÇININ OĞLU Bir varmış, bir yokmuş, evvel zamanların birinde, bir padişahın ülkesinde fukara bir balıkçı varmış. Gün geldi balıkçı ölmüş, bir oğlu kalmış arkada. Babasının sanatını eline alarak o da balık avcılığına başlamış. Gecelerden bir gece, bir düş görmüş. Diyordu ki bir ses: “Yarın tutacağın balıklar, tılsımlıdır. Sakın ha bunları satma.” Sabah olunca balıkçının oğlu, her günkü gibi balığa gitmiş. Fakat ancak iki tane balık tutabilmiş. Biri yeşil, biri Resim 01.04: Bir balıkçı kulübesi 51 DİL VE ANLATIM 7 esmer. Bunları bir kabın içine koyup evine getirirken sokağın başında, bir kişiyi kendini bekler bulmuş. Meğerse aynı gece o kişi de bir düş görmüş, ona da bir ses şöyle demiş: “Balıkçının oğlunun bugün tutacağı balıklar, tılsımlıdır. Tanesine ne isterse istesin, verip al”. Böylece o kişi, balıkçının oğlunun gördüğü düşten habersiz balıklara alıcı çıkmış. Delikanlı önce satmam, diye direndiyse de o kişinin tatlı dilinden ve teklif edilen paranın çekiciliğinden kendini kurtaramayarak esmer balığı satmış, yeşil balıkla evine gelmiş. Balıkçının oğlu, gördüğü rüyayı pek önemsememiş. Ertesi gün, her zamanki işine giderken kabın içindeki balığı unutmuş bile. Akşam eve gelip içeri girdiğinde, gözleri değirmen taşı gibi açılmış, dili tutuluvermiş. Evi öylesine bir tertipli, düzenli ve silinip süpürülmüş bulmuş ki buna bir türlü aklı yatmamış. Bir gün böyle, her gün böyle… Günlerden bir gün, bunda bir iş var, diyerek evinin bir yanına saklanmış. Biraz sonra bir de ne görsün? Balık, kabından dışarı fırlamış. Libasından sıyrılmış, ayın on dördü gibi güzel bir kız ortaya çıkmış. Balıkçının oğlu tüm yutmuş küçük dilini, kızı uzun uzun seyre dalmış. Sonra aklına ilk gelen şey, balığın libasına el koymak olmuş. O anda kız dillenerek: “Aman yiğidim, libasıma sakın zarar verme. Belki gün gelir bir sıkıntıya uğrarsın, ben seni kurtarabilirim o zaman.” demişse de balıkçının oğlu libası ateşe atıp yakmış. Komşular, balıkçının oğlunun hâllerinden şüpheye düşmüşler. Bir gün evi gözetleyen biri, güzeller güzelini görünce yememiş içmemiş, bunu gidip ülkenin padişahına yetiştirmiş. “Aman padişahım, balıkçı oğlunun evinde öylesine bir güzel var ki ancak sizlere yaraşır.” deyince, padişah hemen vezirini yanına alıp balıkçı oğlunun evine doğru yürümüş, güzeller güzelini görmüş. İçi gitmiş ama işi yasasına uydurmak için sarayına dönüp düşünmeye başlamış. Sonra da balıkçının oğlunu huzuruna çağırıp: “Dünya güzelini nereden getirdin?” diye sormuş. “Bir balığın içinde buldum.” demiş delikanlı. “Çinihindî’de bir dünya güzeli var. Ben asker çıkardım, onun saçını bile göremedim. Sen, ya yalancı ya da sihirbazın birisin. Bu dünya güzelinin saçları tüm elmastır. Onun saçının bir beliğini bana getirdin, getirdin; getirmezsen, boynunu cellada vurduracağım.” demiş padişah. Balıkçının oğlu saraydan ayrılıp üzgün üzgün evine gelmiş. Bunu gören kız: “Aman efendim, nedir tasan böyle üzgünsün?” diye sormuş. “Ben üzgün olmayayım da kimler olsun. Padişah benden Çinihindî güzelinin bir beliğini istedi. Kendisi o kadar asker saldığı hâlde, onun yüzünü bile görememiş, ben nasıl getiririm. Getirmezsem beni cellada verecek, onun için üzgünüm.” “Benim libasımı yakmasaydın Çinihindî güzelinin saçını getirmek, bir an işi olurdu. Ama şimdi biraz zor olacak. Zorluğunu da sen çekeceksin. Şimdi beni iyi dinle.” 52 DİL VE ANLATIM 7 Çinihindîde, sarp bir dağın tepesinde, bir saray vardır. Sarayı, iyi yetiştirilmiş fiiller bekler. Bahçe kapılarında aslanlar, kaplanlar nöbet tutar. Tam şu sırada aslanlarla kaplanlar beş gün için istirahatlidirler. Dünya güzeli de şu sırada uykudadır. Hemen ustura ile beliğinin birini keser, arkana bakmadan yürürsün. Arkana bakacak olursan, tılsım bozulur, o zaman devler seni paramparça ederler. Sözünü bitirince hafifçe üfürmüş, bir rüzgâr gelip balıkçı oğlunu almış, göz açıp kapayıncaya kadar sarp bir dağın üzerine bırakmış. Delikanlı, oyalanmadan saraya girdiğinde Çinihindî güzelini gerçekten de uyur bulmuş. Beliklerinden birini kesip hemen gerisin geri dönmüş. Bir de Çinihindî güzeli uyanmış ki saçları kesilmiş. Hemen “Aslanlarım, kaplanlarımı salın.“ diye bağırmışsa da hayvanlar kuyruklarını bile kımıldatmamışlar. Fillere koşmuş; filler dahi delikanlıyı yakalayamamışlar. Bunları gören güzel: “Eğlen biraz delikanlı. Ben sihirli tarağımı alıp geleyim. Benim burada bulunmamın bir gerekçesi kalmadı artık. Ben de seninle geleceğim.” Delikanlı, fillerin tehlikesinden kurtulunca arkasına bakmadan oturup kızı beklemeye koyulmuş. Az sonra kız, sihirli tarağı elinde delikanlının yanına gelmiş. “Yum gözlerini yiğidim.” demiş. Balıkçının oğlu gözlerini açtığında kendini, evinin kapısı önünde bulmuş. Ertesi gün kızın beliğini padişahın önüne bırakmış, dünya güzelini de birlikte getirdiğini söylemeden evine dönmüş. Padişah bakmışki saçlar tüm elmastan, sevincinden yerinde duramaz olmuş. Fakat balıkçı oğlunun işgüzar komşuları gene yememişler, içmemişler, haberi saraya çabucak iletmişler. “Bre kendini bilmez adam!” diye kükremiş padişah. “Çinihindî güzelini kendine mi alıkoydun?” “Fakat padişahım, siz benden saç istediniz, saç getirdim.” demiş delikanlı. “Kendisini istemediniz ki size getireyim.” Bunun üzerine padişah, bir an düşünmüş. “Ben bu balıkçı oğlundan, dünyada bulamayacak bir şey isteyim de bulamasın. O zaman boynunu cellada vurdururum.” diye geçirmiş içinden. Sonra delikanlıya dönerek: “Bana üç cennet elması getirdin, getirdin. Getirmezsen, boynunu vurduracağım,” demiş. Delikanlı saraydan ayrılıp üzgün üzgün eve gelmiş. Bunu gören Çinihindî güzeli: “Neden böyle üzgünsün yiğidim?” diye sormuş. “Padişah benden üç cennet elması istedi. Ben cennet elmasını nereden bulurum. Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün? Cennet elması dünyada bulunur mu?” demiş delikanlı. “Getirmezsem boynumu cellada vurduracak.” “Tasa etme yiğidim.” demiş kız. “Ben sana yardım ederim.” 53 DİL VE ANLATIM 7 Sonra her ikisi evden çıkıp ıssız bir yere varmışlar. Sihirli tarağı şöyle bir sıvazlamışkız. Delikanlı kendini Kaf Dağı’nın cennet bahçesinde bulmuş. Bahçenin içinde iki havuz varmış. Biri altından, biri gümüşten. Türlü çiçekler bahçenin güzelliğini tamamlıyormuş. Delikanlı, kızın dediklerini hatırlayarak çiçeklerin arasına saklanmış. Tam öğle üzeri, üç Zümrüdüanka kuşu gelip gümüş havuzun kenarına konmuşlar. Sonra kuşlar esvaplarını çıkarıp birer huri kızı olmuşlar, havuza girip yıkanmışlar. Durulanmak için altın havuza geçince delikanlı, esvaplardan birini çiçeklerin arasına çekmiş. Durulanan huri kızları esvabını giyip uçmuş. Son kalan esvapsız kalmış. O zaman delikanlı çiçeklerin arasından kendini göstermiş. “Bana üç cennet elması getirirsen esvaplarını veririm.” demiş. Huri kızı, elmaları getireceğine söz verdikten sonra esvaplarını giymiş, cennete varıp bir heybenin terkisini elma ile doldurmuş, bütün huri kızları ile helalleşip delikanlının yanına dönmüş. Çünkü insanoğlunu gören huri kızlarına artık cennet harammış. “İşte yiğidim.” demiş. “Hem elmaları hem kendimi getirdim. Ben artık senin eşin oldum.” Delikanlı elinde tarağı sıvazlamış, bir anda kendini evinin kapısı önünde bulmuş. Hiç oyalanmadan heybenin terkisinden üç elma alıp padişahın huzuruna çıkmış. Padişah, burcu burcu kokan elmaları görünce hemen bir tanesini kesip yemiş. Cennet elmasının çekirdeği iki tane olurmuş. Çekirdeklerin ikisini de masanın üzerine koymuş, bunlar iki elma olmuş. Cennet taamı tükenmez, çoğalır. Padişah bunu görünce: “Aslanım, cennete nasıl vardın?” diye sormuş. “Allah diledi, vardım.” Bunun üzerine padişah yeniden düşünceye dalmış. Bu hâlini gören veziri: “Padişahım, ne düşünürsünüz öyle?” demiş. “Şu balıkçı oğlunun kerametlerini düşünüyorum.” Balıkçının oğlu evine dönmüş, üç güzel kızın yanına oturmuş. Bunu gören komşulardan biri, yememiş, içmemiş, haberi çabucak saraya iletmiş. “Aman padişahım, balıkçının oğlu bu sefer de bir huri kızı getirmiş. Böylesi ancak size yaraşır.” demiş. Padişah hemen balıkçının oğlunu çağırtmış ve: “Üç gün içinde, denizin ortasına, altlı üstlü bir saray yaptınsa, yaptın. Yapamazsan boynunu cellada vurduracağım.” diye kükremiş. Balıkçının oğlu evine gene üzgün dönmüş. Bu sefer huri kızı: “Neden böyle üzgünsün yiğidim?” diye sormuş. “Padişah benden, üç gün içinde denizin ortasına altlı üstlü bir saray yapmamı is54 DİL VE ANLATIM 7 tedi. Yapamazsam boynumu cellada vurduracak. Ben üzülmeyeyim de kimler üzülsün?” “Tasa çekme yiğidim.” demiş huri kızı. “Ben sana yardım ederim.” Sonra kapıya çıkıp ellerini birbirine vurunca bütün huri kızları güvercin olup gelmişler. “Her biriniz bir taş getirip denizin ortasına altlı üstlü bir saray yapacaksınız.” Güvercinlerden her biri bir yana dağılarak az sonra birer taşla dönmüşler, göz açıp kapayıncaya kadar denizin ortasına altlı üstlü bir saray yapmışlar ki dille anlatmak mümkün değil. “Hadi şimdi git, o gözü doymaz padişaha, pek arzuladığı sarayının bittiğini söyle.” demiş huri kızı, balıkçının oğluna. “Gelsin, gezip görsün içini.“ Padişah, vezirini alıp deniz kenarına gelmiş ki gözleri bir anda sarayın güzelliği karşısında kamaşıvermiş. Sonra kayıklara binip saraya girmişler. İşte ne olduysa o zaman olmuş. Huri kızının bir el çırpması ile binlerce güvercin, koyu bir bulut gibi üşüşüvermişler. “Herkes, getirdiği taşını alıp eski yerine götürsün.” demiş huri kızı. Bir anda, o göz kamaştırıcı saraydan ve o gözü doymaz gaddar padişah ile akıl hocası vezirinden en ufak bir iz bile kalmamış. Onları doyura doyura ancak engin denizin tuzlu suları doyurmuş ama hayatları pahasına. Balıkçının oğlu elli gün sazınan, altmış gün davulbazınan öylesine gösterişli bir düğün yaptırmış ki konanlar göçmüş, yiyenler içmiş, maşallah diyen geçmiş. Derleyen: Veysel ARSEVEN AÇIKLAMALAR Masal kelimesinin eski metinlerde “masal” “mesele”, “misal”, “hikâye”, “destan”, “kıssa” karşılığında kullanıldığı görülmektedir. Zamanla bu kelimeye menşe olacak “mesel” kelimesi ise 19. yüzyılın başlarından itibaren yazılı ve sözlü kaynaklarda rastlanmaktadır. Bu kelime “örnek verme” ve “benzer” anlamlarında kullanılmaktadır. Edebiyatımızda masalı gerçek anlamda ilk defa Namık Kemal’in “Mukaddeme-i Celal” inde kullanıldığı görülmektedir. Yazar, masalı tamamen hayali olaylardan meydana gelen bir anlatım türü olarak görmektedir. Namık Kemal ayrıca masalların ahlaki, eğitici ve terbiye edici özellikleri olduğunu belirtmektedir. Masal, genellikle yaratıcısı bilinmeyen, olağanüstü öge, kahraman ve olaylara yer veren öyküdür. Türk masalları üzerinde araştırma yapan Pertev Naili Boratav’a göre masal nesirle söylenmiş; bütünüyle hayal ürünü, gerçekle ilgisiz ve anlattıklarına inandır- 55 DİL VE ANLATIM 7 mak iddiası olmayan kısa bir anlatıdır. Masallar olağanüstü olabildikleri gibi gerçekçi de olabilirler. Her iki masal türünde de düş ürünü, uydurma oluş ana niteliktir. Masalların içine, sözlü geleneğin ürünü olan Külkedisi, Pamuk Prenses ve 7 Cüceler, Çizmeli Kedi gibi halk öyküleriyle birlikte ünlü İngiliz yazar Oscar Wilde’ın Mutlu Prens ya da Azra Erhat’ın Troya Masalları gibi edebi yönü ağır basan bazı yapıtlar da girer. Masalların kaynağı oldukça tartışmalıdır; fakat gerçek olan bir şey varsa o da bazı masallarda işlenen ana konulara dünyanın çok değişik bölgelerinde rastlandığıdır. Masala kendine has niteliğini veren, daha çok, onu hayal gücüyle işleyen bir anlatıcının varlığıdır. Bu bakımdan türe örnek olarak “Binbir Gece Masalları”nı göstermek mümkündür; ama Odysseia’da anlatılan Odysseus’un serüvenleri; Chaucer’in Cantorbery Masalları ve Boccacio’nun Decameron’u da masalın bu tanımına uygun düşer. ETKİNLİK “Balıkçının Oğlu” adlı masalın olay örgüsünü bulunuz? “Balıkçının Oğlu” adlı masalın olay örgüsü; – Balıkçının ölmesi – Balıkçının oğlunun iki balık tutması – Satmadığı balığın güzel bir kıza dönüşmesi – Güzel kızın görülüp padişaha haber verilmesi – Padişahın balıkçıyı Çinihindi güzelinin saçını getirmesi için Çinihindiye göndermesi – Saçı getiren balıkçının padişah tarafından cennet elması getirmesi için gönderilmesi – Bir huri güzeliyle cennet elmasını getiren balıkçının padişah tarafından denize saray yapması için görevlendirilmesi – Denize huri kızın saray yaptırması ve o saraya girmeye çalışan kötü kalpli padişahı yok etmesidir. 56 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Masalların yapısal özellikleri hakkında bilgi vererek “Balıkçının Oğlu” adlı masalın bölümlerini gösteriniz? Masallar “serim, düğüm ve çözüm” olmak üzere üç bölümden oluşur. Serim: Tekerlemelerle giriş yapılır. Kahraman tanıtılır. Konu verilir. Düğüm: Kahramanın başından geçen türlü türlü olaylar anlatılır. Okuyucunun merakı tahrik edilir. Olay bir çözüme kavuşturulması gereken noktaya getirilir. Çözüm: Bu bölümde olay bir sonuca bağlanır. İyiler kazanırken kötüler kaybeder. İyi dileklerle masal bitirilir. “Balıkçının Oğlu” adlı masalın serim bölümü tekerlemeyle başlayan birinci paragraftır. Düğüm bölümü “Komşular, balıkçının oğlunun hallerinden şüpheye düşmüşlerdi.” cümlesiyle başlayan paragraftan ““Hadi şimdi git, o gözü doymaz padişaha, pek arzuladığı sarayının bittiğini söyle,” dedi huri kızı, balıkçının oğluna. Gelsin, gezip görsün içini.” cümlelerine kadar olan kısımdır. Çözüm bölümü ise “Padişah vezirini alıp deniz kenarına geldi ki, gözleri bir anda sarayın güzelliği karşısında kamaşıverdi.” cümlesinden masalın sonuna kadar olan kısımdır. ETKİNLİK “Balıkçının Oğlu” adlı masalla aşağıdaki “Şah Sinbad’ın Şahini” adlı masalı karşılaştırınız? UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 2. Metin ŞAH SİNBAD’IN ŞAHİNİ Bir zamanlar Fars şahlarının içinde eğlenceye, bahçelerde gezmeye ve her türlü ava çok meraklı bir şah varmış. Onun kendi eliyle yetiştirdiği ve gece gündüz terk etmeyip bileğinde tünettiği bir de şahini varmış; ava gittiği zaman onu birlikte götürür; boynuna astığı ufak bir altın tastan su içmesini sağlarmış. Bir gün sarayında otururken, 57 DİL VE ANLATIM 7 kuşların bakımıyla ilgilenen görevli çıkagelmiş ve ona, “Ey yüzyılların şahı, sanırım ava gitmenin tam zamanı!” demiş. Bunun üzerine şah hazırlıklara başlamış, şahini de eline almış, yola çıkılmış; av ağlarının gerili bulunduğu küçük bir vadiye gelinmiş. Birdenbire ağa bir ceylan düşmüş. Bunu gören şah, “Kim bu ceylanın kendi yanına yaklaştığını görür ve kaçırırsa, onu öldürürüm!” demiş. Sonra ceylanı saran av ağını çekip şaha doğru yaklaştırmaya başlamışlar. Ceylan ön ayaklarını göğsüne yaslayarak, yere dayayıp arka ayakları üzerinde dikilerek, sanki şahın önündeki yeri öpmek ister gibi durmuş. Bunun üzerine şah, eğilerek, ceylanı ürkütmek için ellerini çırpmış; ceylan da şahın başı üstünden sıçrayarak uzaklara doğru koşmaya başlamış. Şah maiyetine dönüp baktığında birbirlerine göz kırpmakta olduklarını görmüş ve vezirine, “Bu askerlere ne oluyor, böyle göz kırpıp duruyorlar?” diye sormuş; vezir de, “Sizin ceylanı kaçıranı öldüreceğinize dair ettiğiniz yemini hatırlatıyorlar birbirlerine!” yanıtını vermiş. Şah da, “Doğru! Öyleyse bu ceylanı izleyip yakalamamız gerek!” diyerek ceylanın izi üzerinde at sürmüş; şahin, gaga vurup ceylanın gözlerini oymuş, onu şaşırtmış; şah da topuzuyla vurarak ceylanı yere devirmiş. Sonra attan inip onu boğazlamış ve derisini yüzüp hayvanın terkisi ne bağlamış. O sırada sıcak bastırmış; bulundukları y er çöllük, kurak ve susuzmuş. Şah da atı da susamışlar. Şah dönüp oracıkta gövdesinden yağ gibi koyu bir su akan bir ağaç görmüş. Elleri deri eldivenlerle kaplı olan şah, şahinin boynundan tası alıp onu bu suyla doldurmuş ve kuşun önüne koymuş; ama kuş pençe vurarak tası devirmiş. Şah tası ikinci kez doldurmuş ve kuşun susamış olduğunu düşündüğünden bir kez daha onun önüne koymuş; ancak şahin ikinci kez pençe vurup tası devirmiş. Şah kuşa içerlemiş; ama, yine de tası üçüncü kez doldurarak, bu kez ata su vermek istemiş; şahin kanadını çarparak tası tekrar devirmiş. Bunu gören şah ,” Allah belanı versin uğursuz kuş !” diye haykırmış, “Benim içmemi engelledin; kendini de mahrum ettin, atı da” demiş; kılıcıyla şahine vurup iki kanadını kesmiş. Şahin de başını kaldırmış ve hareketleriyle âdeta, “Bak ağaçta ne var!” demek istemiş. Şah başını kaldırınca ağacın üzerinde bir yılan görmüş; ağaçtan süzülen de onun zehriymiş. Bunu anlayan şah, şahinin kanatlarını kestiğine pişman olmuş. Sonra kalkıp atına binmiş; birlikte ceylanı alıp götürmüş ve sarayına ulaşmış. Ceylanı aşçının önüne atmış, ve “Al şunu pişir’” demiş. Sonra da kolunun üzerinde şahinle tahtına oturmuş; ancak pek az zaman sonra şahin bir kez hıçkırdıktan sonra ölmüş. Bunu gören şah, hayatını kurtaran şahini öldürmüş bulunduğundan dolayı acı duyarak matem çığlıkları koparmış. BİNBİR GECE MASALLARI, Çeviren : A. Ş. Onaran 58 DİL VE ANLATIM 7 AÇIKLAMALAR “Şah Sinbad’ın Şahini” adlı masal metni “Binbir Gece Masalları”nda geçmektedir. Tarihçesi çeşitli rivayetlere dayanan Binbir Gece Masalları, Doğu’nun şifahi kültürünün Şehrazat’ta vücut bulduğu kaynaktır. Zengin içeriği, kurgusundaki ustalık, fantastik öğelerin bolluğu, küçükleri olduğu kadar büyükleri de kendine çekmeye devam etmektedir. ETKİNLİK “Şah Sinbad’ın Şahini” adlı masalı günümüz yaşama biçimi ve insan ilişkilerinden yola çıkarak inceleyiniz? “Şah Sinbad’ın Şahini” adlı masalı günümüz yaşam biçimi ve insan ilişkisi bakımından incelediğimizde “yılan zehrinin çeşme kadar olması, şahinin yılanın zehrini anlaması” gibi olağanüstü unsurlar, hem günümüz insanlarının hayal dünyasından çok uzak hem de gerçek hayatta karşılaşılamayacak olaylardır. Günümüzdeki insan ilişkilerinde hala geçerli olan bu masaldaki sadakat, hatadan duyulan pişmanlık gibi kavramlar evrensel temalardır. “Şah Sinbad’ın Şahini” adlı metinde olduğu gibi masallar, tema bakımından günümüzde de geçerli olan evrensel konuları işleyebilirken olaylar, zaman, mekân ve kahraman özellikleri bakımından gerçeklikten çok uzak bir hayal dünyası sunarlar. masallar konularına göre dört ana grupta toplanmıştır: 1. Hayvan masalları: Bu çeşit masallarda hayvanlar genellikle kılık değiştirmiş insan niteliğindedir. Bir düşünceye güç kazandırmak, ibret dersi vermek, örnek göstermek amacıyla anlatılır. Asıl masallardan daha kısa olur, başlangıç tekerlemeleri yoktur. Türk hayvan masalları da genellikle başka ülkelerdeki benzerleriyle aynı kaynaklara dayanır. (Bey ile Horoz, Keloğlan ile Eşeği masalları v.b.). 2. Asıl masallar: Olağanüstü ve gerçekçi masallar diye ikiye ayrılır. a. Olağanüstü Masallar: Asıl masalların, yani masal denince ilk akla gelen masalların yer aldığı bu bölümdeki masallarda peri, cin, dev anası gibi tabiatüstü varlıklara rastlanır. Hayvanlar, hayvan masallarında olduğu gibi, insan rolünde değil, tabiat dışı varlıklar seklindedir. Olaylar da, kişiler gibi olağanüstüdür. 59 DİL VE ANLATIM 7 b. Gerçekçi masallar: Kişiler, hayvanlar, olağanüstü masallarınkinden çok farklı değildir. Bu masallarda ise padişahlar, vezirler, zengin tüccarlar, sıradan ve yoksul insanlar, haydutlar gibi gerçek dünyadan alınma kişiler vardır. (Fesleğenci Kız masalı gibi) Zengin-fakir ilişkileri, çocukların karşılaştıkları güçlükler, üvey anne kıskançlıkları, aile üyelerinin birbirlerine gösterdikleri özveriler gibi konular işlenmektedir. 3. Güldürücü hikâyeler, nükteli fıkralar ve yalanlamalar: Güldürücü masallar ise fıkra deyimiyle nitelenir. Yalanlamalı masalların ana niteliği yalana dayanmalarıdır. Yalanlamalı masallarda abartma, övünme ve böbürlenmeye alabildiğince yer verilir. 4. Zincirlemeli masallar: Zincirlemeli masallar kuruluşlarındaki özellikle ötekilerden ayrılır. Küçük, önemsiz olayların birbiri ardına bağlanmasıyla oluşturulmuşlardır. Bağlantı öğesinin sayısı ölçüsünde masal uzar gider. (Keloğlan, Sırça Köşk masalları gibi) ETKİNLİK ”Hakan’ın Yeni Elbiseleri” hangi masal türüne girer inceleyiniz? UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 3. Metin HAKAN’IN YENİ GİYSİLERİ Bir varmış bir yokmuş bundan nice yıllar önce yeryüzünde bir hakan varmış, giyime kuşama pek düşkünmüş. Sırtındakiler her gün yeni olsun istermiş, bunun için de bütün parasını kumaşa, terziye harcarmış. Askerlerine baktığı olmazmış; tiyatrodan musikiden bir şeyden hoşlanmazmış; varsa yoksa giyinmek. Dolapları giysilerle doluymuş, hergün değil, her saat bir başkasını kuşanırmış. (...) Tören başlamış... Hakan sokaklardan geçerken, bütün uyrukları da, kimi dışarıda, kimi pencereden hayran hayran bakıyor: “Ne güzel giysi! Yeryüzündeki bütün atlaslardan, bütün kadifelerden daha güzel... Ya eteği!... Renkler de ne parlak, birbirine ne de uymuşlar! diyorlarmış. 60 DİL VE ANLATIM 7 Hakanın üzerinde bir şey görmediğini şöyle dosdoğru söyleyecek kimse çıkmamış. Ne yapsınlar? Kiminin bir işi var, onu kaybetmek istemez; kimi de herkesin kendisini budala bilmesine razı olmaz. Ama yolun ortasında ufacık bir çocuk varmış, o: “Aaa! Hakan çırçıplak.. “deyivermiş. Babası: “Çocuktan al haberi, derler. Tanrı söyletiyor bu yavrucağızı” demiş ve sonra çocuğun dediğini yavaşça yanındakine söyleyivermiş... Bir söz bir kere söylendi mi artık, ağızdan ağıza dolaşıverir. Arası çok geçmemiş, bütün halk : “Ulu hakan çırılçıplak dolaşıyor!” demeğe başlamış. Hakan da duymuş bunu, o da doğru bulmuş, doğru bulmuş ya, sesini çıkarmamış, içinden “Oldu bir kere!” Devlet işi bu... Ben bugünlük kendimi feda edeyim de tören bitinceye kadar böyle kalayım! “demiş. Eteğini tutan saray adamları ise, biraz daha kurulmuşlar, o var olmayan eteği biraz daha çalımla taşımışlar. ANDERSEN / Masallar Çeviren : Nurullah Ataç ETKİNLİK ”Hakan’ın Yeni Elbiseleri” adlı masal hangi zamanda geçmektedir? ”Hakan’ın Yeni Elbiseleri” adlı masalda zaman ögesi belirsizdir. Masalda yer alan “bundan nice yıllar önce yeryüzünde bir hakan varmış” ifadesi zamanın takvimle ve saatle ölçülemeyecek bir belirsizliği ifade etmektedir. Masallarda çoğunlukla olayların geçtiği yerler ve zamanlar da belirsizdir. Bu nedenle de masallar “Zamanlardan bir zamanda”, “Var olan olmayan zamanın birinde”, Evvel zaman içinde”, “Bir zamanlar”, “Ülkenin birinde”, “Dünyanın bir yerinde”, “Uzak ülkelerden birinde”, “Zamanın birinde bir memlekette”, “Zamanın birinde Kafdağı’nın ötesinde” gibi sözlerle başlarlar. Zamanın belirsizliği masalların olağanüstü olmasına katkı sağlar. MASALLARIN ÖZELLİKLERİ t Türk masallarında zorluk çekmeden bir hüner göstermeden, kişiliğini ispat etmeden başarıya ve mutluluğa erişmek mümkün değildir. Masal bu yönüyle destanlara benzemektedir. t Masalların tek kaynağı yoktur. Aynı kültür seviyesindeki toplumlarda ortak inanç ve âdetlere sahip olduklarından hareketle masallar farklı yerlerde birbirlerine benzerler. 61 DİL VE ANLATIM 7 t Bir masal metni içerisinde, halk edebiyatının diğer türlerinden(efsane, fıkra, dua, beddua, mâni, türkü, bilmece, ağıt, atasözü, deyim vb.) örneklere rastlanır. t Masallar, meydana geldikleri zaman bir kişinin malıyken, yaygınlaştıkça, yöreden yöreye, ülkeden ülkeye geçtikçe halkın malı olur. Masal, anonim bir türdür. t Masallarda genellikle iyilik-kötülük, doğruluk- haksızlık- adalet- zulüm, alçakgönüllülük-kibir gibi zıt durumların temsilcisi olan kişilerin mücadelelerinden veya insanların ulaşılması güç hayallerinden söz edilir. t Masallarda yer ve zaman kavramları belirsizdir. t Anlatımda genellikle geniş zaman veya öğrenilen geçmiş zaman kipi kullanılır. t Masalların çoğu “bir varmış, bir yokmuş” ya da “ evvel zaman içinde, kalbur saman içinde” gibi ifadelerle başlar. Bunlara tekerleme ya da döşeme denir. Tekerlemeden sonra olay ve dilek bölümleri gelir. Türk masallarında dilek bölümü “ gökten üç elma düştü” biçiminde başlar. t Genellikle nesir şeklindedir. İstisna olarak bazı masallarda manzum parçalara da rastlanabilir. t Masallarda dil şiirsel işlevde kullanılır. ETKİNLİK Aşağıdaki “Fesleğenci Kız” adlı masalı yukarıdaki özellikler bakımından inceleyerek dilin hangi işlevinde kullanıldığını belirtiniz. 62 DİL VE ANLATIM 7 UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 4. Metin FESLEĞENCİ KIZ Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde deve tellal iken, pire berber iken, anam benim beşiğimi tıngır mıngır sallar iken, uzak ülkelerin birinde ihtiyar bir çiftçi ve üç kızı yaşarmış. Birbirine büyük bir sevgiyle bağlı olan bu ailecik mutluluk içinde yaşayıp giderlerken bir gün yaşlı çiftçi hastalanıp ölmüş ve üç kızı üç gün üç gece durmadan ağlamışlar. Ama yapacak birşey yokmuş. Zavallı kızlar yoksulluk içinde kalakalmışlar. Resim 01.02: Geleneksel giysili Anadolu kızları Bir gece en küçük kız rüyasında bahçedeki fesleğen ağacının dibinde dokuz küp altın olduğunu görmüş. İlk önce kız buna pek aldırmamış ama üç gece üstüste aynı rüyayı görünce kardeşlerine durumu anlatmış. Hemen gidip fesleğen ağacının dibini kazmışlar ve gerçekten de dokuz küp altın olduğunu görmüşler. Mutluluktan birbirlerine sarılıp ağlaşan bu üç kardeş hemen kendilerine sarayın karşısında güzel bir ev yaptırmışlar ve fesleğeni de oradaki bahçelerine dikip her gün sırayla sulamaya başlamışlar. Meğerse padişahın yakışıklı mı yakışıklı, akıllı mı akıllı oğlu da her gün balkondan merakla bu üç kızı izlermiş. Bir akşam büyük kız bahçede fesleğeni sularken padişahın oğlu dayanamayıp kıza laf atmış: – Fesleğenci kız, fesleğenci kız! Gece gündüz fesleğen sularsın, fesleğenin yaprağı kaç? Kız hem utancından hem de yanıtı bilemediğinden hemen içeri kaçmış. Diğer akşam ortanca kız çıkmış bahçeye ve fesleğeni sulamaya başlamış. Padişahın oğlu ona da laf atmış: 63 DİL VE ANLATIM 7 – Fesleğenci kız, fesleğenci kız! Gece gündüz fesleğen sularsın, fesleğenin yaprağı kaç? Ortanca kız da ablası gibi utanmış ve cevap vermeden içeri kaçmış. Derken diğer akşam küçük kız çıkmış fesleğeni sulamaya. Padişahın oğlu aynı soruyu ona da sormuş: – Fesleğenci kız, fesleğenci kız! Gece gündüz fesleğen sularsın, fesleğenin yaprağı kaç? Küçük kız çok akıllı ve zeki bir kızmış ve bu uyanık oğlanın cevabını hemen vermiş: – Ağasın beysin paşasın, gece gündüz camdan bakarsın, gökte yıldız kaç? Padişahın oğlu bu akıllı olduğu kadar da güzel olan kızdan o kadar etkilenmiş ki, hemen oracıkta ona aşık oluvermiş. Kırk gün kırk gece düğün dernek yapılmış, prensle fesleğenci kız mutlulukların en yücesine çıkıp oturmuş, fesleğen ağacı da aşk bahçesinde sevgiyle beslenip büyümüş. Ben de düğünlerine vardım, bana üç fesleğen yaprağı verdiler, biri benim, biri bu masalı okuyanın, biri de bu masalı dinleyenlerin yüreğine mutluluk versin. Anadolu masallarından ETKİNLİK “Fesleğenci Kız” adlı masalda hangi anlatım türlerinden yararlanılmıştır? “Fesleğenci Kız” masalında öyküleyici, betimleyici ve olağanüstü durumların anlatıldığı kısımlarda fantastik yani düşsel anlatımdan yararlanılmıştır. Masallarda çoğunlukla düşsel ve öyküleyici anlatımdan yararlanılır. Bazen betimleyici, şiirsel ve emredici anlatıma da yer verilir. ETKİNLİK “Fesleğenci Kız” adlı masaldaki “karşılaşma ve çatışmaları” bularak, karşılaşma ve çatışmaları”n masallar için önemini açıklayınız. “Fesleğenci Kız” masalındaki karşılaşmalar ihtiyar çiftçinin kızlarının padişahın oğluyla karşılaşmaları çatışma ise birinci ve ikinci kızın padişahın oğlunun sözlerine cevap vermemeleridir. 64 DİL VE ANLATIM 7 Masallardaki karşılaşma ve çatışmalar, masalların vermek istedikleri iletiyi okuyucu veya dinleyiciye ulaştıran, onun ilgisini ayakta tutan ve masalın yapı unsurlarının birleşmesine yardımcı olan en önemli unsurdur. ETKİNLİK “Balıkçının Oğlu” adlı masalı aşağıdaki tabloya göre değerlendiriniz. Açık Bir Anlatımın Özellikleri Değerlendirme Evet Hayır İfadenin hiçbir engele uğramadan akıp gitmesi Akıcılık Gereksiz söz tekrarlarından kaçınılması Ses akışını bozan, söylenmesi güç cümle kullanılmaması Gereksiz ifadelere yer verilmemesi Duruluk-Açıklık Anlaşılması güç cümle kullanılmaması Metnin dil ve ifadesinin sade ve süssüz olması Yalınlık Duygu ve düşüncenin kısa ve kesin ifadelerle dile getirilmesi ETKİNLİK Masalların özelliklerini daha iyi anlamak için Pertev Nail Boratav’a ait aşağıdaki yazıyı dikkatlice okuyup kavrayınız? MASAL OLAĞANÜSTÜ İLE GERÇEĞİ BİRLEŞTİREN SANAT Masal demek, hayal gücü demektir. Masal “hayali” hikâyedir. Masalı anlatan kişi sınır tanımaz hayal gücüylee, doğaüstü kişilerle ve olaylarla doldurur masalını. (...) 65 DİL VE ANLATIM 7 Masal bugün roman, hikâye, tiyatro, sinema gibi vakit geçirici bir türdür. Bu yapısı da kuşkusuz belli bir toplumsal işlevi yerine getirmesini önlemez: Öğretir, eğitir ve özellikle tanıklık eder, bilgi verir. Türk masalcısının ilk kaygısı dinleyenleri, anlatısının düşsel niteliği konusunda uyarmaktır. Bunu tekerlemeye başvurarak gerçekleştirir. Ya, “Evvel zaman içinde” diye başlayıp eski zamanlara gider, ya da zaman dışı bir tekerleme seçer: “Bir varmış, bir yokmuş...” diye başlar söze. Başı sonu olmayan ve aslında masalla da ilgisi beklenmeyen bir giriş bölümüdür bu. Akıl almaz serüvenlerden, garip, güldürücü, mantık dışı ögelerden oluşan tekerleme, dinleyicileri masalın düşsel ve gerçekdışı dünyasına hazırlar: “Pireye vurdum palanı, kırdı kaçtı kolanı... Dinleyen agalar benim koca yalanı” (...) Masalcı, masalanın ortalarında da olağanüstüyü, gerçek dünyanın içine aktarmak için başka yöntemlere başvurur. Bu yöntemlerden birincisi fantastiğin insancıllaştırılmasıdır. Hayvan masallarının kahramanları ya da Rabelais’nin kişileri gibi, devler, canavarlar, cinler, periler, yırtıcılıkları abartılmış boyları posları, sık sık şekil değiştirme yeteneklerinin dışında insancıl bir düzeye indirgenmişlerdir: İyi ve kötü. (...) Masalcı, doğaüstü yeteneklere pek fazla önem vermez. Bunlar bir çeşit olayların akışını sağlamak için kullanılan araçlardır. Zira masalda zaman çabuk geçmelidir. Tılsımlı nesneler dağarcığına gelince, çağdaş masalcının elinde çok güzel, çok geniş karşılaştırma olanakları vardır: Telefon, radyo, televizyon, uçak... bütün bunlar bir anlamda doğaüstü nesneler değil midir? Öyleyse “uçan halı”ya, çok uzaklarda olup bitenleri gösteren “tılsımlı ayna”ya niçin şaşmalı? (...) Altmış yıl kadar önce annemin anlattığı masalları da hatırlarım: O sıralarda teknoloji ve çağdaş yaşama biçimleri, bugün olduğu gibi etkili değildi içinde bulunduğumuz ortamda. Annem de iyi bir masalcı olarak, klasik masalın sınırlarını aşan ve olağanüstüyü günlük gerçeğin içine sokan düşüncelerle, olaylarla süslerdi masallarını. PERTEV NAİLİ BORATAV, Milliyet Sanat dergisi, Sayı 212, 11 Mart 1977) 66 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Batıda masallarla ilgili çalışmalar ne zaman başlamıştır? Batı’da masallar üzerine ilk sistemli araştırmalar 19.yüzyılda başlamıştır. Masalların kökenini ilk araştıran da Wilhelm Grimm’dir. Sigmund Freud, masalları bastırılmış isteklerin düş biçiminde ortaya çıkması olarak açıklamıştır. Batı’da masal türünün ustası ise eserleri geleneksel halk masalları kadar yaygınlıkla okunan Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen’dir. Andersen’in masalları kaynağını halk efsanelerinden almakla birlikte, o dönemin toplumuna yönelik yergiler ve otobiyografik ögeler taşıyan, kişisel bir üslupla yazılmış eserlerdir. Halk masallarına benzetilerek belli yazarlar tarafından meydana getirilen yapma masallara en güzel örneklerden biri de İngiliz yazarı Oscar Wilde’in masallarıdır. ETKİNLİK Türk masalları hangi masallardan etkilenmiştir araştırınız? Öteki Müslüman Doğu halkları gibi Türkler de Hint, Arap ve İran kökenli masallara büyük ilgi göstermişlerdir. Çeviri ve uyarlama yoluyla Türkçeye kazandırılan Kelile ve Dimne, Bahtiyarnâme, Kırk Vezir Hikâyesi, Yedi Âlimler Hikâyesi, Sindbadnâme ve Binbir Gece Masalları hem sevilerek okunmuş, hem de Türk halk masallarını konu ve motif bakımından çok etkilemiştir Türklerde Masal Kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte sözlü gelenekten derlendiği sanılan ilk Türkçe masal kitabı “Billur Köşk Masalları”dır. “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlayıp bizi padişahlar ülkesinden devler diyarına götüren, prenslerle tanıştıran bu masalları Tahir Alangu derleyerek kaleme almıştır. Aşağıda bu kitapta yer alan “Zümrüdü Anka Kuşu” adlı masaldan parçalar örnek olarak verilmiştir. ZÜMRÜDÜ ANKA KUŞU Bir varmış bir yokmuş, Tanrının kulu çokmuş. Çok demesi, yok demesi günahmış. Evvel zaman içinde bir padişahın has bahçesinde bir elma ağacı varmış. Bu ağaç yılda bir elma verir, bunlar irileşip kızıllaşınca, gecelerden bir gecenin yarısında, yedi başlı bir 67 DİL VE ANLATIM 7 dev ansızın hırlayıp gelir, elmaları bir bir koparır, yer, bu kadar zaman özlemle beklemesine karşılık, bir tanesini bile yemek padişaha kısmet olmazmış. – Şu kadar yıldır başını beklerim. Aşısını, budamasını, her bir çeşit bakımını, tımarını elimle yapmışım da, filiz fidanını dağlar aşırı yerlerden ısmarlamış getirtmişim, bana bir tek elması değmesin. Bre, bu ne iştir? Bu kadar asker, kul tayfası beslerim de, bir elma ağacını korumazlar, devi görünce meydanı boşaltır, savuşurlar, diye yakınıp top top sakalını yolar da, göğsünü güm güm yumruklar, narasından tavanları titretirmiş. Aradan bir yıl daha geçip bu elma ağacının yemişleri yeniden bitip olgunlaşır. Başta padişah, bütün saray halkı “Bu gündür, yarındır,“ diyerek yedi başlı devin gelmesini beklerler de, elleri, ayakları boşanır, yürekleri per per çarpar olur. Bütün yurdu bir kara yas havası sarar. (...) Gecenin bir yarısında, uzaktan beri bir hırıltı, bir gıcıltı duyulur ki, uçan, koşan cümle hayvanlar savuşurlar. Böcekler bile cırıltılarını keserler. Ardından bir leş kokusu, bir kara duman alır her yanı. Fırın kapağı açılmış da, alev püskürür gibi bir sıcaklık peyda olur. Ağaçların arasından hır hır hırlayarak yedi başı kıvranır, on dört gözü çıldır çıldır yanar döner, gözü ilişenin dudağı çatlar bir dev azmanı, par par ederek yanaşır ağacın yanına. Bu dev dahi dalları, budakları çatır çatır kırıp yaprakları sıyırarak yanaşır, elmaları beşer onar ağzına atıp kütür kütür yer ki, sefasından gözleri süzülür, ağzından sular dökülür. Yediğini yer de yemediğini toplar götürür, sonunda ağaçta elma şöyle dursun, dökülmedik yaprak, kırılmadık budak kalmaz, ağaç kılığından çıkar da olur bir kütük. Sabah oldukta kullukçular bekçiler, bahçıvanlar, bostancılar, cümle saray halkı kara ölümün savdığını bildiklerinden hemen meydanı doldurup bir şamataya girişirler ki, gören, bütün gece uyumamışlar deve karşı çıkmışlar sanır. Tahir ALANGU / Billur Köşk Masalları Türk masallarını derleme ve inceleme çalışmaları Cumhuriyet döneminde yoğunlaşmış, Ziya Gökalp (Altın Işık), Tahir Alangu (Keloğlan Masalları) ve Naki Tezel (İstanbul Masalları) derledikleri masalları edebi bir biçim vererek yayımlamışlardır. Ziya Gökalp masalcılık ile ilgili şunları söyler: “Masalcılar, eski ozanlığın, kadınlarda devam kısmıdır. Ozanlık babadan oğula kaldığı gibi, masalcılık da anadan kıza geçer. Erkek masalcılar da varsa da, ekseriya masalcılar kadın cinsindendir. Masalcı kendi alanında bir çeşit sanatçıdır.” Naki Tezel’e göre ise halk masalları bir ulusun hazineleridir: “Masal öyle gür bir kaynaktır ki bu kaynaktan birçok bilimler yararlanırlar. Ulusun eski seciyeleri, eski 68 DİL VE ANLATIM 7 ülküleri masallarda gizlidir. Halk uygarlığının eski izlerini masallardan kısmen çıkarmak olanağı vardır. Nihayet hikâyeci, romancı, şair, oyun yazarı, hatta senaryo yazarı, masallardan çok ilginç konular meydana getirebilir.” Diğer masal derleyicilerimizden Eflatun Cem Güney “Açıl Sofram Açıl” ve “Dede Korkut Masalları” ile bir çok ödül almıştır. Cahit Uçuk da 1940’lı yıllarda sırasıyla “Kırmızı Mantarlar”, “Üç Masal”, “Türk Çocuğuna Masallar”, “Ateş Gözlü Dev” ve “Kurnaz Tilki” eserlerini yazmış ve “Türk İkizleri” (1958) adlı eseri ile Hans Christian Andersen ödülü almıştır. Başta Pertev Naili Boratav olmak üzere Mehmet Tuğrul, Ahmet Edip Uysal gibi araştırmacılar da Türk masalları üzerine derleme ve araştırmalar yapmışlar, yakın dönemde ise Saim Sakaoğlu, Bilge Seyidoğlu ve Umay Günay Anadolu masalları üzerine yaptıkları önemli araştırmalarını ve derlemelerini yayımlamışlardır. ETKİNLİK Türk masallarında kahramanların özellikleri nelerdir? Araştırınız. Türk masallarında genellikle rastlanan kahramanlar arasında padişahın üç oğlu içinde sivrilen küçük oğlu, padişahın devlerin elinde tutsak kalmış kızları, yoksul bir adam ya da dul bir kadının beceriksiz biriyken zamanla yiğit bir delikanlı olan oğlu, pek çok güçlüğü aklının ve doğaüstü güçlerin yardımıyla yenen Keloğlan, yılan ya da başka bir görünüm içindeyken silkinip eski kimliğine kavuşan şehzadeler, sultanlar, üvey anne ve onun etkisinde öz babanın kötü davrandığı çocuklar sayılabilir. Bu masallarda ayrıca, uzak ülkelerden gelen bezirgânlara, insanlarla konuşan ve onlara yardım eden hayvanlara ve büyülü eşyalara yer verilir. ETKİNLİK Türk masallarının biçimsel özellikleri hakkında bilgi verir misiniz? Türk masallarının biçimsel özelliklerinden biri, masalın başında, uygun yerlerde ortasında ve sonunda tekerleme adlı kalıplaşmış sözlere yer verilmesidir: “ Düğün dernek kurulup kırk gün kırk gece şenlikler yapıldı. Konuk gelenlere de, yoldan gelip geçenlere de sofra sofra yemekler çıkarıldı, yenildi, içildi de, kırkbirinci gün geldikte, bunlar odalarına çekilip herkes yerine, yurduna dağıldı. Oğlan da anası, karısı ile mutluluk içinde uzun yıllar yaşadı. Onlar ermiş muradına darısı bizim başımıza” (Sefa ile Cefa) 69 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Fabl ile masalın karşılaştırmasını yapabilir misiniz? Fabl ile Masalın Karşılaştırılması t Fabllarda öğretici olma, insanoğluna bir ders bir öğüt verme amacı vardır. Masallarda öğretici olma gayesi yoktur. t Fabllarda, olaylar kahramanlarının kişileştirilmiş olmaları dışında dünyanın gerçeklerine uyar. Masallarda ise fantastik olaylar birbirini izler. Olaylar arasında mantık ilişkisi olmayabilir. Sihir, büyü, mucize, cin, peri, dev gibi gerçek dışı öğeler içerir. t Fabllar kısa anlatılardır. Sonuç bölümünde hikâyedeki olayın ana düşüncesini ifade eden yargılar yer alır. Bu özellikler masalda yoktur. t Masallar doğası gereği “mutlu son” ile biter. Fabllarda ise ders vermek amacıyla hazırlanan trajik, komik, şaşırtıcı son vardır. t Fabllar genellikle manzum şekilde de kaleme alınır. Masallarda genellikle düz anlatım vardır. t Masallar genellikle tekerleme ile başlar, fabllar ise tekerleme ile başlamaz. ETKİNLİK Aşağıdaki “Korkak Ali (Keloğlan)” adlı masaldan hareketle masalların sanat metni olmasının nedenlerini açıklayınız. KORKAK ALİ (KELOĞLAN) Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde iken, her gün öküzleri gütmeye giden, Ali adında küçük bir çocuk varmış. Ali çıkınını açıp azığını yediği sırada, onu daima kollayan bir tilki, bir kolayını bulur, Ali’nin azığından bir kısmını yer, sonra da karşısına geçer, yalanarak, onunla alay edermiş. Kızarmış Ali buna, kovalarmış tilkiyi ama bir türlü yakalayamazmış. Bir gün yine ekmeğini yerken yere pekmezi dökülmüş, hemencecik bir sürü sinek üşüşü vermiş pekmezin üzerine. Ali bunlara bakmış, bakmış, sonra bir el vurmada altmışını birden öldürüvermiş. “Ben amma da yiğit kişiymişim ha..” demiş kendi kendine. “Bir vurmada, altmış aslan öldürdüm.” 70 DİL VE ANLATIM 7 Keloğlan Köye dönünce hemen demirciye gitmiş, bir kılıç dövdürmüş, üzerine de, “bir vurmada altmış aslan öldüren kahraman” diye yazdırmış. Ali bu kılıcı beline takarak yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, akşamüzeri yorgun argın bir ormana varmış. Kılıcını bir dala astıktan sonra, derin bir uykuya dalmış. O sırada ormanda dolaşan birkaç dev Ali’ye rastlamışlar. “Taze ve güzel bir yem” diye sevinmişler içten içe. Fakat birde dalda asılı kılıçtaki yazıyı okuyunca ödleri patlamış korkudan. Ali’yi usulca uyandırmışlar ve kendilerine bir kötülük yapmaması için yalvarmışlar. “Telaşlanmayın, benden size kötülük gelmez” der Ali. “Siz bana kötülük etmedikçe tabii.” Bunun üzerine devler Ali’yi kendilerine baş seçerler ve alıp ormandaki evlerine götürürler. Devler kış hazırlığı için her gün ormandan birer ağaç söküp getirirlermiş. Bir gün Ali’ye “hadi, bugünde sıra sende” demişler. “Öyle ise bana sağlam ve uzun bir urgan getirin, bir gidişte tüm ormanı söküp getireceğim,” der. Devler, ormanlarının yok olacağından telaşlanırlar ve bin bir rica ile Ali’yi işten caydırırlar, onun yerine odunları gene kendileri taşırlar. Ali de böylece odun taşımaktan kurtulur, foyası da meydana çıkmaz. Devler ayrıca sabahları kuvvet denemesi yapar, kocaman kocaman taşları tâ uzaklara kadar fırlatırlarmış. “Hadi başkan senin de kuvvetini görelim” derler devler bir gün Aliye. Ali cebinden bir yumurta çıkartır, avucunda sıktığı gibi, sarısını akıtır. “Ben taşlarla oynamam, böyle bir sıkışta onların suyunu akıtırım” diye böbürlenir. Bunun üzerine devler, taş parçalarını avuçlarında sıkmaya çalışırlar ama bir türlü sularını akıtamazlar. “Hakkın var başkan, senin gücün yerinde” derler, sıvışıp giderler. 71 DİL VE ANLATIM 7 Ali böylece, bu denemeden de kurtulur kurnazlığı ile. Fakat günler geçtikçe, Ali’nin canı sıkılır bu tatsız yaşayıştan. Eve dönmek ister. Kendisine bir topal dev yoldaşlık etmektedir. Yoruldukça devin sırtına binermiş. Önceleri, öküzlerini otlattığı yere gelince, Ali’yi uzun zamandır göremeyen kurnaz tilki, bu işe önce şaşar, fakat sonra kahkahayı basarak: “Vay canına, ekmeğini elinden kaptığım aptal Ali, devin sırtına binmiş gidiyor” diye onunla alay eder. Ali öfke ile devin sırtından iner ve gülmekten gözleri yaşarmış tilkinin başını bir kılıçta gövdesinden ayırır. Sonra topal deve dönerek: “öyle sarsak sarsak bakacağına, düş yola” diye bağırır. Dev, Ali’yi köyüne kadar taşır. Ali evinin damına çıkar ve yüksek sesle bağırır. “Baba, getir senin şu uzun saplı kılıcını şu topal devin işini göreyim.” Dev ölüm korkusu ile kaçmaya başlar, fakat telaştan yolunu kesen dereye düşüp boğulur. Ali de böylece anasına, babasına kavuşur. Derleyen: Veysel ARSEVEN “Korkak Ali” adlı masalda “zamanın belirsizliği, tilkinin konuşması, devlerin olması” gibi olağanüstülükler Ali’nin yaşadığı maceraları tamamlayan ögelerdir. İşte masallar, olağanüstü olay, kişi, zaman ve mekândan oluşan bir yapıya ve belirli bir temanın etrafında birleşen birimlere sahip olmalarından dolayı sanat metni özelliği gösterirler. BİLGİ KÖŞESİ EFSANE Kelimenin aslı Farsça olup “fesane” şeklindedir. Türkçemizde dinî özelliklere sahip metinlere menkıbe denilmektedir. Yunancadan dilimize geçmiş olan mitos ve mit kelimeleri de efsane kavramını karşılamaktadır. Şükrü Elçin, efsaneyi “İnsanoğlunun tarih sahnesinde göründüğü ilk devirlerden itibaren ayrı coğrafya, muhit veya kavimler arasında doğup gelişen; zamanla inanç, âdet, anane ve merasimlerin teşekkülünde azçok rolü olan bir çeşit masaldır” şeklinde tanımlar. Türk efsenelerinden hareketle efsanelerin kökenlerini açıklamada üç kaynağın varlığına işaret edebiliriz. 1. Efsanelerin kaynağı dinîdir. 2. Efsanelerin kaynağı mitolojidir. 3. Efseneler gerçek hayatın artıklarıdır. (Sakaoğlu-Alptekin 2006: 596-602). CENNET BURSA EFSANESİ Vaktiyle, her Süleymandan içeri bir Hazreti Süleyman varmış; alnında peygamberlik nuru yanar, başında hükümdarlık tacı parlarmış; Allah ona “Mührü Sü- 72 DİL VE ANLATIM 7 leyman” derler tılsımlı bir mühür ihsan etmiş; bu sayede dağa, taşa, hükmeder kurda kuşa, sözü geçermiş... Oturduğu taht desen ne altın, ne fildişi, ya cin, ya peri işi bir tahtirevanmış. Dur derse, durur, yürü derse yürür, uç derse uçarmış. Ta böylece dünyanın dört bir yanını dolanır, ağlayanla ağlar, gülenle gülermiş. Günlerden bir gün tahtına kurulur; sağ yanına sağ vezirini, sol yanına sol vezirini alıp havalanır göklere... Dağlar eğim eğim eğilir; yollar erim erim erir; bir göz yumup açıncaya kadar gelir, dağların dağı Uludağ’ın bir tepeceğine iner, bakar ki, ne baksın! Bu dağın bir kanadı ses, bir kanadı renk; bir kanadı su, bir kanadı ışık! (...) Bunun üzerine su perileri sulara dalar; gölleri boşaltıp can şehrini ortaya çıkarırlar. Dağ perileri de dağlara tırmanır, getirecekleri kadar getirip, mermer taş mermer direk bir saray kurarlar, köşkü beraber, bahçesi, suyu beraber. (...) Nerde var, nerde yok elâ gözlüler der gelir şehre yerleşir; Belkıs Sultan da varıp sarayına, tahtına kurulur; şehir de şehir olur, saray da saray! Sağ vezir bunu, sağ gözüyle görür: “Cennet burası! der; meğer sol vezirin bir kulağı biraz ağırmış, bu sözü “Cennet Bursa!” anlamasın mı? O gün bugün bu şehrin adı “Bursa kalır. Köşkün anahtarı kendi ya, Hazreti Süleyman da yılda bir olsun, felekten bir gün çalıp Bursa’ya gelir. Belkıs Sultanla murad alıp murad verirler. Eh fani dünya kime kalmış ki onlara kalsın, ömürlerini yakalarına dikmediler ya! Bir gün ikisi de bahtını yellere, tahtını ellere bırakıp bu dünyadan göcüp giderler ama gel zaman git zaman Bursa, Bursa olarak kalır.” EFLATUN CEM GÜNEY / Bursa UYGULAMA VE ALIŞTIRMA SORULARI 1. Okuduğunuz masalları yazım ve noktalama bakımından değerlendiriniz? 2. Masalların ortak özellikleri hakkında bilgi veriniz? 3. Masal ile fablın benzer ve farklı yönlerini açıklayınız? 4. Bu konudaki bilgilerden hareketle bir masal yazmaya çalışınız. 73 DİL VE ANLATIM 7 2.3. HİKÂYE HAZIRLIK ÇALIŞMALARI 1. Herkesin bir hikâyesi vardır sözünden hareketle özgeçmişinizi bir hikâye biçiminde yazınız? 2. “Leyla ile Mecnun, Emrah ile Selvihan, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Ferhat ile Şirin Eşref Bey, Köroğlu” isimleri size neyi çağrıştırıyor? Bu isimlerle ilgili çevrenizde anlatılan hikâyeler olup olmadığını araştırınız. 3. Aşağıdaki “Latif Şah Hikâyesi” Anadolu’nun çeşitli yerlerinde anlatılan bir halk hikâyesidir. Bu hikâyeyle masal konusunda yer alan “Balıkçının oğlu” adlı metni karşılaştırınız. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 1. Metin LÂTİF ŞAH HİKÂYESİ Emir ferman buyurdu Padişah. Kızı Mihriban Sultan, divana geldi. Babasının elini öptü, el bağlayıp divana durdu. Lâtif Şah, yönünü kızdan tarafa dönmeyip, yan döndü. Mihriban Sultan’a hiç bakmıyor. Erciyâr Hükümdarı; “Şehzadem! Kızım işte huzurda, ne söylüyorsan söyle.” dedi. Dedi ki; “Şah’ım! Ben denizde kayığımı azdırıp ne tarafa gittiğimi bilmiyordum. Gözümü açtım ki, bilmediğim bir padişahın huzurunda zincirlerle bağlı ve sedyenin üstünde yatıyordum.” dedi. “O padişah, bana sordu. Ben de nerde olduğumu bilemediğim için, ifadeyi doğru söyledim. Bu, Feseli Padişahıymış, Esfendiyar’ın padişahıymış. İfadeyi doğru verdiğim Bir güllü ebru çalışması 74 DİL VE ANLATIM 7 için, Esfendiyar pehlivanın intikamını almak için, o adam beni cellâda verdi. Hem de hakiki!” dedi. Cellât da siyaset meydanında beni parçalatma emri verdi. O vakit, kızı Esmer Sultan geldi, beni cellâtların elinden aldı. Ben de o kızı aldım geldim. Şimdi ihtiyarın yanında oturuyor. Kızına söyle. Eğer düğünümüzü ilân ettikten sonra, Feseli Padişahı’nın kızını, üstüne almaya tahammül ediyorsa, düğünümüzü ilân et.” dedi. “Yok, tahammül edemiyorsa, senin kızın baba ocağında. Ben onu babasının memleketinden aldım, diyar-ı gurbetlere düşürdüm. Senin kızını sen istediğin delikanlıya verirsin. Ben o garibi burada bırakamayacağım. Ben onu alıp babamın memleketine götürür, orada düğünü yapabilirim.” dedi. O zaman Erciyâr hükümdarı doğruldu kızına; “Kızım şehzadenin söylediklerini duydun değil mi?” dedi. “Evet, baba duydum.” dedi kız. “Ne diyorsun? Feseli Padişahının kızı Esmer Sultan’ı, üzerine almaya tahammül edebilecek misin, edemeyecek misin? Açık olarak söyle. Sonra vah vuh tüh fayda etmez.” dedi. Dedi ki; “Baba, olsun. O benim Şah’ımın canını kurtarmış, buraya getirmiş. O almasaymış ölüyormuş. Ona da bir hayrı yok, bana da bir istifadesi yoktu. Şimdi o garip han köşelerinde ağlayıp bî-huzur olurken benim düğünüm olursa, ben bu muradı alamam.” dedi. “Evvelce onun düğününü et, sonra da benimki olsun.” deyip kapıdan çıktı. Kapıdan çıkınca köşküne gitmedi, doğru ihtiyarın hanına geldi. Feseli Padişahının kızını oradan aldı, köşküne götürdü. Cariyelerinin içine getirdi. Erkek elbisesinden çıkarttı bunu. Ziynetli, kız elbiseleri giydirdi. Koca bir padişah kızı yok değil ya! Süsletti püsletti, ellerini kınalattı, gözlerini sürmeledi, hazırladı. Bu tarafta Erciyâr Hükümdarı da Feseli Padişahının kızı Esmer Sultan’la Lâtif Şah’ın düğününü ilan etti. Yedi gün yedi gece muhteşem, tarihi bir şah düğünü yaptırdı. Mübarek cuma akşamı gecesi, Esmer Sultan’la Lâtif Şah’ı zifafa koydu. Zifaf odasına girdiler yatağa gelip de yatağa girince, Lâtif Şah kılıcını çekip ikisinin arasına koydu. Esmer Sultan, yüzüne baktı. Yüzüne melülce bakınca, Lâtif Şah dedi ki: “Hanım! Ben seninle Has Bahçe’deyken, ellerim zincirle bağlıyken, sözleştik, sen de kabullendin, beni çözdün. Niye melül bakıyorsun?” deyince kız hiç itiraz etmedi. Elleri birbirine değmeyerek sabaha kadar yattılar. El elin halini bilmiyor, sabahleyin kalktılar. Sabahleyin kalktılar, bu sefer de kendi kızı Mihriban Sultan’la Lâtif Şah’ın düğününü ilân etti. Yedi gün yedi gece muhteşem, tarihi bir şah düğünü de onlara yaptı. Mübarek cuma akşamı onları da zifafa koydular. Lâtif Şah ondan da muradını almadı. Dedi ki: “Sizi babamın memleketine götüreyim. Babam anam da düğünümü görsünler. Babam da koskoca Yemen Padişahı. Düğünümü tazeler. Varayım, muradımı babamın memleketinde, alayım.” dedi. 75 DİL VE ANLATIM 7 Orada üç gün kaldılar. Kimse kimsenin hâlini ne bilsin, herkes. zifâf oldular belliyor. Ertesi gün Lâtif Şah, kılıcını kalkanını beline kuşandı, Erciyâr Hükümdarının huzuruna geldi; “Devletli şahım! Gayrı bana müsaade buyur. Ben tahammül edemiyorum. Babamı annemi özledim.” dedi. “Ben Mihriban Sultan’ımı, Esmer Sultan’ımı, İhtiyar Lala’mı alarak babamın memleketine gideceğim.” Dedi ki padişah; “Oğlum! Bu gün dur da yarın yolcu edeyim sizi.” dedi. Lâtif Şah’ın seksen tane devesi hazırlanıp divanın önüne geldi. Erciyâr Hükümdarı’nın emir üzerine kırk deve yükü cehiz kendi kızına yükletti, kırk deve yükü de Feseli Padişahının kızı Esmer Sultan’a yükletti. Hecin devesinin üstüne bir mahabe çaktırdı, hanımların ikisi mahabenin içine konuldu. İhtiyar Lala’ya da bir Arap at verdiler. İhtiyar Lala, Arap atın üstüne bindi. Lâtif Şah’ın Benliboz’u hazırlandı, geldi. Lâtif Şah da Beliboz’unun üzerin bindi. Kılıcı kalkanı belinde. İhtiyar Lala, Bozmaya’nın yularından tuttu, heyleyip şehirden çıktı. Lâtif Şah da develerin gerisinde. Uçaraktan göçerekten, lâle sümbül biçerekten, kahve bütün çerekten... At ayağı külük olur, âşık dili yüğrük olur. Söyleye söyleye aylarca yol gittiler. Günlerden bir gün sağ selâmet olarak, gelip babasının memleketi Yemen şehrine vardılar. Babası istikbâlle bunları karşıladı. Çanlar önünde çalarak geldi. Yemen şehrine indiler. Babasına tabi vaziyeti anlattılar, babası bunlara tekrardan düğün yaptı. Orada sevdikleriyle muradını aldı. Yiyip içip, askerini alıp, İhtiyar Lala’sını, hanımlarını alıp Elvan Dağı’nın başındaki Altın Bina’ya gelip yine şahlığını ilân etti. Ömrünün nihayetine kadar orada şahlığını devranını sürdü. Tabi fani dünya kimseye baki kalmadığı için, ona da nihayetinde baki kalmayarak üçer gün arayla, evvelce Mihriban Sultan öldü. Onun arkasından Lâtif Şah öldü. Onun arkasından da Feseli Padişahının kızı Esmer Sultan öldü. Herkes gülüp yerlerine gitti. Ben de buraya kadar geldim arkadaşlar. Derleyen: Dr. Doğan KAYA AÇIKLAMALAR Bilindiği gibi halk hikâyelerinin birçoğu manzum-mensur bir yapıya sahiptir. Bu durum âşk hikâyelerinde daha çoktur. Manzum kısımların farklı ezgilerle söylenmesi ile hikâye akıcılık kazanır. Böylece dinleyiciler, hikâyeyi daha çok sever. Lâtif Şah hikâyesi bir aşk ve kahramanlık hikâyesidir. Aşk hikâyelerinin bir kısmı gerçek olmakla beraber, bir kısmı da bir âşık tarafından tasnif edilmiş muhayyel bir hikâyedir. Lâtif Şah hikâyesi de böyle bir hikâyedir ve Çıldırlı Âşık Şenlik (18501913) tarafından tasnif edilmiştir. 76 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Başka halk hikâyeleri de bulup okuyarak halk hikâyelerinin özelliklerini kavrayabilirsiniz? 16. yy ’dan itibaren destanların yerlerini tutmaya başlayan ve günümüzde de özellikle Doğu Anadolu’da yaşamaya devam eden halk hikâyeleri âşık dediğimiz anlatıcılar tarafından günümüze kadar getirilmiştir. Halk hikâyeleri, destan ile günümüz modern hikâye arasında bir köprü görevi üstlenmiştir. Halk hikâyeleri beli bir olay üzerine kurulan bir çeşit öykü gibidir. Dolayısıyla, kahramanlarıyla gerçek yaşamdaki insanlar arasında benzer özellikler vardır. Hikâyelerdeki olay ve kişiler, oluştukları dönemin sosyal yapısını, kültürel özelliklerini, duyuş ve düşünüşünü kısacası zihniyetini yansıtan birer araçtır. Oluşma şekillerine bakıldığında halk hikâyeleri ile destanlar arasından benzerlikler görülür, ilk olarak hikâyeye konu olan bir olay gerçekleşir. Sonra bu olay sözlü gelenek içinde kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu aktarmalarda, hikâyeyi anlatanlar bazı bölümlerine türküleri de dahil eder. Daha sonra âşıklar (saz şairleri, halk şairleri) bu hikâyeleri belli bir sıraya göre yeniden düzenleyerek halka açık yerlerde, saz eşliğinde anlatırlar. Böylece son şeklini alan halk hikâyeleri, sonradan yazıya geçirilerek unutulmaktan kurtarılmış olur. Âşıklar bu hikâyeleri anlatırken, kendi yorumlarını, hayal güçlerini ve üsluplarını katarak hikâyeyi zenginleştirirler. Bu yüzden aynı hikâyenin farklı yörelerde farklı varyantlarıyla karşılaşmak mümkündür. Hikâyelerde “aldı sazı eline”, “aldı Kerem” “bakalam ne dedi”, “deyüp kesti” gibi kalıplaşmış sözler bulunur. Halk hikâyelerinde mekân unsuru, destan ve masallardakine göre daha belirgin, ancak modern hikâye ve romandakine göre daha yüzeyseldir. Hikâyelerde geçen olayların gerçekleştiği genel zaman dilimi çoğunlukla belirsizdir. Bazı hikâyelerde “çok eski zaman, bir zaman vaktin birinde, bir gün, gel zaman git zaman” gibi belirsiz anları ifade eden kalıplaşmış sözler yer alır. Hikâyedeki kahramanlar gerçeğe yakındır, destanlarda olduğu gibi olağanüstülüklere fazla yer verilmez. Anlatımda nazım ve nesir iç içedir. Olaylar nesirle, duygular nazımla ifade edilir. Halk hikâyelerinde halkın günlük yaşamda kullandığı sözcük ve deyimlerle zenginleştirilmiş, yöresel tabirlerin de yer aldığı yalın bir dil kullanılır. Halk hikâyeleri metinleri birer edebî metindir, kurmacadır. Sanatsal yönü bulunan bu metinlerde dil, şiirsel işleviyle kullanılır. Bu hikâyelerin anlatımında ilahi bakış açısı kullanılır, yani hikâyenin anlatıcısı hikâyedeki her şeyi bilen bir bakış açısına sahiptir. 77 DİL VE ANLATIM 7 Halk hikâyeleri genellikle üç bölümden oluşur: Dinleyiciyi hikâyeye hazırlamak amacıyla söylenen ve asıl konuyla ilgisi bulunmayan birinci bölüme “döşeme” adı verilir. Döşemede genellikle eski âşıkların adı anılır, bir tekerleme söylenir, dinleyicilere dürüstlük, erdemli olmak, birlik ve beraberlik gibi evrensel mesajlar verilir. Bir dua ile başlayan hikâyenin anlatıldığı bölüm ise ikinci bölüm yani “asıl olay”dır. Bu bölümde kahramanlar ve konu kısaca tanıtıldıktan sonra hikâye anlatılır. Üçüncü bölüme dua adı verilir. Bu bölümde sevip kavuşamayanlar için dua edilir. Hikâye anlatıcısı (âşık) alçak gönüllülük göstererek “Ustamızın adı Hıdır, elimizden gelen budur.” diyerek hikâyeyi bitirir. Halk hikâyelerini konularına göre iki grupta toplamak mümkündür: 1. Aşk Hikâyeleri: Uzun süre toplumun hafızasında yaşayan aşkların hikâyeleştirildiği sevgi temasını işleyen hikâyelerdir. Bunların bir bölümü saz şairlerinin hayatı üzerine kurulmuştur. Aşk hikâyelerinde aşıkların birbirlerine kavuşmalarını önleyen din ayrılığı (Kerem ile Aslı), sınıf ayrılığı (Emrah ile Selvihan), servet eşitsizliği (Arzu ile Kamber) gibi toplumsal engellerle mücadeleler anlatılır. 2. Kahramanlık (Destansı) Halk Hikâyeleri: Daha çok destana ait bazı özellikleri de içeren yiğitlik teması üzerine kurulan hikâyelerdir. Dede Korkut Hikâyeleri ve Köroğlu hikâyesi bu türün en güzel örnekleridir. Bu tür hikâyelerde tarihî kişiliği ön planda olan, tarihe mal olmuş kahramanların veya dinî açıdan önemli sayılan kişilerin maceraları konu edilir. Battal Gazi, Danişment Gazi, Hz. Ali ile ilgili hikâyeler bu türe örnek gösterilebilir. Halk hikâyelerini kaynakları bakımından üç grupta toplayabiliriz: 1. Türk Kaynaklı Olanlar: Dede Korkut Hikâyeleri, Kerem ile Aslı, Âşık Garip ile Şahsanem, Emrah ile Selvihan, Köroğlu Hikâyesi vb. 2. Arap - İslam Kaynaklı Olanlar: Leyla ile Mecnûn, Yusuf ile Züleyha, Gazavat-ı Ali (Hz. Ali Cenkleri), Battal Gazi, Danişment Gazi vb. 3. İran- Hint Kaynaklı Olanlar: Ferhat ile Şirin, Kelile ve Dimme vb. ETKİNLİK “Lâtif Şah Hikâyesi” ile aşağıdaki “Başını Vermeyen Şehit” hikâyesini karşılaştırınız? 78 DİL VE ANLATIM 7 UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 2. Metin BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT …… Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin’e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş, Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal’den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanka… amma topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti. Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı: – Oynamayın şu hayvanla… Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert, gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder, geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi. Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: – Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları. Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı. Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah” dedi. Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu. … Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden 79 DİL VE ANLATIM 7 eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu. – Hey, çavuşbaşı… Hey!… Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rast geldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı: – Ne var? – Kaleden düşman çıkıyor. Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu. – Bize geliyorlar… dedi: Çavuşa döndü: – Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder. Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu. Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi… “Ama, yine haklarından geliriz!” dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen “haber topları”nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen “İşaret topu” atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı. Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar: – Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız? Kuru Kadı: – Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi. Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu. Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de “deli” derlerdi: Deli Mehmet, Deli Hüsrev… Serhat muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefinde gözle- 80 DİL VE ANLATIM 7 ri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil’at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: “İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil’at nadanları sevindirir…” derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı. Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar, kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar, kendilerinden geçerler; naralar savurarak düşman saflarına saldırırlar… alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı. Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi. Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin’di. Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal’in “Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil”e, Zebur’a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiçbir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu. Kuru Kadı: – Pekâlâ!… Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü. Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çekildi: – İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış… üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği “Vire”yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın! Kimsenin eli kalkmadı. – Öyleyse hazır olalım. Haydi… Bir gürültüdür koptu; – Hazırız… – Hepimiz, hepimiz hazırız. – Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı. – Oklarımız bağlı. – Yatağanlarımız keskin… – Bugün nusret bizim. – Amin, amin… Kuru Kadı, “Ey alemlerin rabbi” diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi, yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu: 81 DİL VE ANLATIM 7 – Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel… Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım. Kuru Kadı’nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular… bir ağızdan. – Aç bize kapıyı, aç… diye bağırmaya başladılar. Kuru Kadı’nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı. – Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun… Özellikle yarın kurban bayramı… Fakat bakınız maksadım ne? Bugün cuma… hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat’ta, diğer mü’minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler… Bunda şüphesi olan var mı? – Hayır. – Hayır, asla… – O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım… Ne dersiniz? – Hay hay! – Uygun… – Pekâlâ! Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin’in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri “Vire” münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı. Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan “işaret topları” işitildi. Bu, “Biz, dörtnala geliyoruz” demekti. Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri “Allah, Allah” naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi fışırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu. Ovada, Grijgal’e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi. 82 DİL VE ANLATIM 7 … Bozgun başladı. Deli Mehmet’le Deli Hüsrevin takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin’in alayına dalmış kesiyor, kesiyor… İnanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu. Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmet’i aradı. Bakındı, bakındı. Göremedi. Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı… Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı… Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda, bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atına sıçradı. Kaçacaktı… Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor, – Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Başını verme Mehmet!… Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki… Kuru Kadı: “Vah Deli Mehmet’miş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev, – Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı’ya doğru koşarak sordu. – Nasıl, gördün mü bu civanı? – Görmedin mi? Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı. – Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya… Düşman kaçıyor… Deli Hüsrev’in kalkması Kuru Kadı’yı baştan can verdi, “Allah Allah” diyerek ileri atıldı. Mücahitlere karıştı. Cenk akşama kadar sürdü. Er meydanının kanlı yüzüne “gece siyah saçlarını” dağıtırken çağırıcının: 83 DİL VE ANLATIM 7 – Gaziler hisara! Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam on dokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti… Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet’in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu. Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri savdı. Bu taze mezarın başına çöktü. Ezberden “Yasin” okumağa başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı. Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet’in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı’nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti. Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler: – Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir. Kuru Kadı’nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev’in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye… Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi: – Hüsrev. – Efendim?… Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı, başı kabak Deli Hüsrev… daha Kuru Kadı bir şey sormadan: – Gördün mü Deli Mehmet’in zevkini? dedi. – Siz de benim gibi buradan gördünüz mü? – “Gözlüye hod gizli yoktur!” Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı. Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet’in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu. 84 DİL VE ANLATIM 7 Grijgal’de, komşu palankalarda Kuru Kadı için “Deli oldu” diyorlardı. Her an “sonsuzluk” badesini içmiş ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme, sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan içinde yaşıyordu. Fakat nasıl “deniz çanağa sığmaz”sa, onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu “Mevlid-i Şerif” lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü. Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet’in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rast geldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı’nın arkasına dokundu. – Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın… Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı: – Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görmüş olduğum durum ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu? – Bir gören daha var. O “can” herkese görünmez. – Kimdir? – Bilemezsin… – Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük? – “Şehitlik müjdesidir!” İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!… …… Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki… kendisini o kadar seven Vali Ahmet Bey bile Budin’den gelince, onun hallerine dayanamadı. Nihayet “bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz” diye geriye göndermeye mecbur oldu. Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı’yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu. On iki sene sonra… Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı, yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası neresinden olduğu belli değildi. Gün- 85 DİL VE ANLATIM 7 lerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı. O vakit birçok gazilerin “gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli” sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı? Ömer Seyfettin AÇIKLAMALAR Yaşanmış ya da yaşanabilecek olay ya da durumların kişi, yer ve zaman unsurlarına bağlı olarak anlatıldığı edebi türe hikâye denir. Hikâye, insan yaşamının bir bölümünü, yer ve zaman kavramına bağlayarak ele alır. Hikâyede olay ya da durum söz konusudur. Olay ya da durum kişilere bağlanır; olay ya da durumun ortaya konduğu yer ve zaman belirtilir; bunlar sürükleyici ve etkileyici anlatımla ortaya konur. Hikâyeler, gerçek ya da düş ürünü bir olayı kısa şekilde anlatır. Kısa oluşu, yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay ya da sahne aracılığıyla tek ve yoğun bir etki uyandırması ve az sayıda karaktere yer vermesiyle roman ve diğer anlatı türlerinden ayrılır. Guy de Maupassant, Walter Scott, Edgar Allen Poe, Hoffmann, Anton Çehov gibi yazarlar, modern batı hikâye türünün; Halit Ziya, Ömer Seyfettin, Refik Halit, Memduh Şevket, Sait Faik ise, modern Türk hikâyesinin klâsik yapısına kavuşmasında büyük emeği geçmiş isimlerdir. ETKİNLİK “Başını Vermeyen Şehit” adlı hikâyedeki olay örgüsünü bularak, bu olay örgüsünün özelliklerini belirtiniz. “Başını Vermeyen Şehit” adlı hikâyenin olay örgüsü; Palanka kalesine Kuru Kadı’nın kumandanlık edecek olması ve kaleye düşmanların elçi göndermesi, Elçinin kaledekilere teslim olmalarını teklif etmesi, ve kaledekilerin savaşmaya karar vermeleri, Savaşmak için Cuma namazını kılmayı beklemeleri ve savaşın başlaması, 86 DİL VE ANLATIM 7 Kuru Kadı’nın Deli Mehmet’in elinde başıyla savaşmasını görmesi, Akşamleyin savaşın bitmesi ve Deli Mehmet’in defnedilmesi, Kuru Kadı’nın bu olaydan etkilenip değişik hallere girmesi, Bu olaydan yıllar sonra Kuru Kadı ve Deli Hüsrev’in birlikte şehit düşmeleridir. Olay örgüsündeki parçalar hikâyede ahenkle bir araya getirilerek temanın oluşması sağlamışlardır. ETKİNLİK “Başını Vermeyen Şehit” adlı hikâyedeki zaman, mekân ve kişileri inceleyerek hikâyelerin yapı özelliklerini araştırınız. “Başını Vermeyen Şehit” adlı hikâyede mekân olarak bir kale ve çevresi seçilmiştir. Zaman olarak da bir cuma ve arife gününde olanlarla o günden 12 yıl sonrası işlenmiştir. Hikâyenin kahramanları ise Kuru Kadı, Deli Hüsrev, Deli Mehmet ve askerlerdir. Hikâyede Plan Hikâyede anlatılan olayın mantıksal bir gelişiminin sağlanması için iyi bir planlamanın yapılması gerekir. Planlama ile okurun ilgisi hikâye sonuna dek canlı tutulur. Hikâyenin planı da diğer yazı türlerinde olduğu gibi üç bölümden oluşur: a. Serim: Hikâyenin giriş bölümüdür. Olayın geçtiği ortamın ve kişilerinin tanıtıldığı, yer ve zamanın belirtildiği bölümdür. Olay ve olay kişilerinin betimlemesi bu bölümde yapılır. b. Düğüm: Hikâyenin bütün yönleriyle anlatıldığı en geniş bölümdür. Bu bölüm başlayan olayın ne şekilde gelişeceğinin belirlendiği bölümdür. Bu bölümde olaylar gelişir ve merak ögesi yoğunlaşır. c. Çözüm: Hikâyenin sonuç bölümü olup merakın bir sonuca bağlanarak giderildiği bölümdür Ancak bütün hikâyelerde bu plân uygulanmaz, bazı öykülerde başlangıç ve sonuç bölümü yoktur. Bu bölümler okuyucu tarafından tamamlanır. Hikâyenin Öğeleri Hikâyenin temel unsurları “olay, yer, zaman ve kişi”dir. 87 DİL VE ANLATIM 7 Olay: Öykü kahramanının başından geçen olay ya da durumdur. Hikâyede temel öğe veya durumdur. İnsan yaşamıyla ilgili her konu bir olaydır. Yazar okuyucunun ilgisini olay üzerinde odaklaştırmaya çalışır. Hikâyelerde bir asıl olay bulunur ancak bazen bu asıl olayı tamamlayan yardımcı olaylara da rastlanabilir. Çevre (Yer): Hikâyede sınırlı bir çevre vardır. Olayın geçtiği çevre çok ayrıntılı anlatılmaz, kısaca tasvir edilir. Olayın anlatımı sırasında verilen ayrıntılar çevre ve yer hakkında okuyucuya ipuçları verir. Zaman: Olayın yaşandığı dönem, an ya da gündür. Hikâye kısa bir zaman diliminde geçer. Hikâyeler geçmiş zamanla anlatılır. Konu, yazarın kendi ağzından veya kahramanın ağzından anlatılır. Özellikle durum öykülerinde zaman açık olarak belirtilmez, sezdirilir. Hatta bu tür öykülerde zaman belli bir düzen içinde de olmayabilir. Olayın ve durumun son bulmasından başlayarak olay ya da durumun başına doğru bir anlatım ortaya konulabilir. Kişi: Hikâyede az kişi vardır. Bu kişiler “tip” olarak karşımıza çıkar ve ayrıntılı bir şekilde tanıtılmaz. Kişiler veya tipler, belli bir olay içinde gösterilir. Öykü kişileri genellikle tek boyutlu olarak ele alınır. Romanda olduğu gibi, kişilerin bütün yönleri verilmez. Bu bakımdan hikâyede kişilerin psikolojik özelliklerine de ayrıntılı olarak girilmez. ETKİNLİK “Başını Vermeyen Şehit” adlı hikâyenin gelenekle ilişkisini açıklayarak teması hakkında bilgi veriniz. Ömer Seyfettin, bu hikâyenin konusunu “Peçevi Tarihi”nden almıştır. “Peçevi Tarihi”nde, Ömer Seyfettin’in Kuru Kadı diye andığı kadının destanı aynen verilir. Ömer Seyfettin , “Başını Vermeyen Şehit” hikâyesinde Kuru Kadı’nın destanının bütün unsurlarını almış, fakat onları çağdaş hikâye metotlarına göre işlemiş ve kendinden pek çok şey katmıştır. Ömer Seyfettin , “Başını Vermeyen Şehit” hikâyesini 1917 yılında yazmıştır. Yazar, hikâyesi ile Birinci dünya Savaşına katılan genç subaylara ve erlere tarihî kahramanlardan örnekler vermek istemiştir. Ömer Seyfettin gibi bu devir yazarlarının çoğu Osmanlı tarihine yeni bir gözle bakıp onda buldukları milli değerleri çağdaş bir şekil ve üslupla işlemişlerdir. Ömer Seyfettin’in, “Başını Vermeyen Şehit” hikâyesinde olduğu gibi hikâyeler yazıldıkları dönemin olaylarından etkilenebilir, yazarlarının hayatından ve gözlemlerinden izler taşıyabilir. 88 DİL VE ANLATIM 7 “Başını Vermeyen Şehit” adlı hikâyede işlenen kahramanlık teması , o günün şartlarından hareketle seçilmiş bir temadır. ETKİNLİK “Başını Vermeyen Şehit” ile aşağıdaki “Sahan Külbastısı” hikâyesini karşılaştırarak olay ve durum hikâyeciliğinin faklarını bulmaya çalışınız. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 3. Metin SAHAN KÜLBASTISI Yemeğe giderken, alışkanlıkla, kitapçının önünde durdum, kitaplara bakıyordum; bir yandan da «Ne yesem?» diye düşünüyordum. Canım sahan külbastısı istiyor. Bizim lokantalarımızda, aşçı dükkânlarında bulunmaz ki, ev ister. Yalnız evle de olmaz, bilen, anlayan, pişiren olmalı. Anam kadını nasıl aramazsın! O kadınlar gittiler, yerleri de boş kaldı. «Şimdi yıllarca bekleyeceksin ki, yeni yaşayışın evi kurulsun da, ev kadını da gelsin, eskilerin yerlerini tutabilsin!» diye dalgın dalgın düşünürken arkamdan adımın çağrıldığını duydum. Döndüm, gecen yıl Adana’da bizimle birlikte çalışanlardan bir arkadaş. Bir müfettiş. Sıraya durmuş, otobüs bekliyor. Ben dönüp bakınca : – Hoş geldin yahu, diye seslendi. Yanına sokuldum : – Hoş bulduk; ama nereden geldin? diye sordum. – Bilmem, dedi, ben seni çoktan görmedim de, burada yoksun sandım. – Çoktandır buradayım, dedim. – Güzel, dedi, nasılsın? – İyiyim, dedim. – Nereye gidiyorsun? – Yemeğe çıktım. – Ev nerede? – Ev yok, oteldeyim. 89 DİL VE ANLATIM 7 – Öyleyse gel bize gidelim, dedi, yemeği yer döneriz. Beni yemeğe çağıracağını sanmazdım. Elinden kurtulmak için : – Lafa dalar geç kalırız, dedim, benim de işim var. Başka bir gün… – Benim de işim var, dedi, hiç geç kalmayız. Sen sokul şuraya! – Yok canım, sırayı mı bozalım, başka bir gün gideriz, dedim. Elimi de uzattım, ayrılacaktım, elimi tuttu, bırakmadı. Döndü arkaya doğru uzanan kuyruğa baktı. Onu pek uzun bulmamış olmalıdır ki: – Dur öyleyse ben çıkayım, dedi. – Çıkma, geç kalırız… Demeğe kalmadı, çıktı, beni de sürükledi, gittik, sıranın ucuna durduk. Kendi kendime: «Ee, Mustafa, dedim, boş bulundun oğlum, hiç olmazsa, bir iki saat kavuk sallayacaksın.» Dediğim gibi de oldu. Sıraya girip durunca bana döndü; – E, ne var ne yok bakalım, dedi. – Ne olsun, iyilik, sağlık, dedim. – İyilik, sağlık olsa da bir şeydir, dedi, bana sorarsan ne iyilik, ne de sağlık. Kargaşalık… Hastane yok, hekimlerin yanlarına yaklaşamazsın, ilaçlar karaborsada… Millî Korunma da adam arıyor… Bak artık iyiliğini, sağlığını anla!… Doğru değil mi? Yok değilse söyle. Konuşuyoruz! Yalnız bir sağlık değil ya, her işimiz karışık. Niçin mi diyorsun? Bilen, anlayan yok. Daha doğrusunu istiyor musun? Söz dinleyen yok. Bak geçen yıllar «Harp ekonomisi» dediler. Eh iyi. Gidişe baktım, yanlış yanlış efendiler, dedim, yarım iş olmaz. İğneden ipliğe kadar ne varsa alacaksınız. Sonra da herkese dağıtacaksınız. İşte bitti, gittiii… Bilmiyorsunuz güzel.. Anlıyorum. Herkes her işi bilmez. Ama bilenden sorar. Öğrendiğini de yapar. Bilenlere inanmıyorsun. Olabilir. Avrupa burnumuzun dibinde. Bakarsın onlara. Ne yapıyorlarsa sen de yaparsın. Bundan kolay ne var. Doğru değil mi? Bu bir misal. Aklıma geldi de söyledim. Her iş buna göre… Ne söylendi ise yapmadılar. Yapmadılar değil, kulak bile asmadılar. Şimdi sıkıntı var deyip kıvranıyorlar. Elbette var. Suç kimde? Bu arkadaşta ıslahatçılık eskiden de vardı. Biraz artmış. İşin kötüsü, yüksek sesle konuşuyor. Dolayımızda olanlar da işitiyor, bize bakıyorlar. Ben de öyle, gözaltında kalmaktan sıkılıyorum. Yalnız bana söylese, dinleyeceğim, belki onun hoşuna gidecek sözler de söylemeğe katlanacağım, gülümseyeceğim. Bağır bağıra, konuşuyor. Ben böyle şeyden hoşlanmam. Bana yedireceği yemek, kokusu burnumda tüten sahan külbastısı olsa, çektirdiği bu sıkıntıya, bu birkaç saatlik dalkavukluğa değmez. 90 DİL VE ANLATIM 7 Bir yandan bunları düşünüyor, bir yandan da, bu arkadaşın, bu son yılda esen kara politika yeline paçasını kaptırmamış olmasına seviniyorum. Ya politikacılığa başlamış olsaydı!.. Bu kalıp, bu kıyafet, bu gür sesle: Demokratik bir idare… Hürriyet istiyoruz… Söz milletindir… diye gümbürdeseydi! (Saf adamdır, söylediklerine de inanır.) Benim durumum nice olurdu!… Öyle ya, kötünün kötüsü var! Bereket versin politikacı değil, yalnızca ıslahatçı. Seçimlerde bağımsız adaylığını koymağı bile düşünmüyor. Partileri de beğenmiyor. – Bu ne zavallılık, diyor, biri birinden farkı olmayan iki parti… Ha? Değil mi? Yok değilse söyle. Ölmeden şu sandalyeye bir de ben oturayım partisi! Bununla Devlet murakabesi olur mu? Ama kime anlatacaksın? Hiç kimse işin farkında değil! Kargaşalık dedim ya… Umuyordum ki otobüse girersek, yer dardır, sarsıntı da vardır, belki ayrı da düşeriz, bu adamın da ağzı biraz kapanır, ben de rahat ederim. Umduğum çıkmadı. Otobüste ayakta kaldık. Bu benim arkamda kalmış. Anlatıyor: Lakırdıyı nereden dolaştırmış ise cezaevlerinin üstüne getirmiş. Bu bilmem ne demiş de, dinlememişler, sonra da iş kötü olmuş! Havuzbaşı’nda indik, hep cezaevlerini anlatırken birine rast geldi. Onunla konuşmağa başladı, ben yürüdüm. Köşe başında bana yetişti, yeniden partileri çekiştirmeğe başladı: – Bunlarınki particilik değil, bulanık suda balık avlamak. Değil mi? Sen böyle görmüyor musun? Bana «Muhalifler çıktılar, seçim olacak» dediler; baktım, seçim ama ne seçim! Hükûmet darbesi! O ne laflar. Yahu, ele güne karşı… Bereket versin, millet kabadayı da, bozulmadı. Yoksa dönerdik Meksika’ya! Hepsinin başı da bizim bilgisizliğimiz. Söyleyince de darılırlar. Eh, biz de söylemiyoruz. Sözün kısası; duraktan Havuzbaşı’na, Havuzbaşı’ndan da evine kadar, iki adımda bir durup söyledi, ders verdi, her işin aksayan yerini buldu, ilacını yazdı, akıl da öğretti, daha da öğretecekti, oturduğu apartman katının kapısına vardık. Kapının önüne, bir küçük çocuk çorabı düşmüştü. Aldı baktı. – Bu bizim küçüklerin olacak, dedi. Sonra kapının ziline bastı. Ses yok. Bir daha bastı. İçerden, korkmuş, belki de ağlamış bir çocuk sesi: – Kim oo? diye sordu. – Benim, aç! Biraz durduktan sonra, gene o çocuk sesi, bu sefer kapının hemen arkasından, belki de yüzünü kapıya dayayarak: 91 DİL VE ANLATIM 7 – Siz misiniz, Beyefendi? diye sordu. – Benim, aç! – Açamam Beyefendi. – Aç canım, açamam ne demek! – Açamam Beyefendi, hanım kitledi gitti. – Gitti mi? Nereye gitti? – Bilmem Beyefendi. Bana döndü : – Gördün mü şimdi safayı? dedi. Canı sıkıldı. Ne yapacağını bilemedi. Ben de ne diyeceğimi şaşırdım. – Eh evdir… Olur, dedim. Sanki işi hafifletmek istedim. Yeniden içeri seslendi : – Kız, dedi, yemek yemeden mi gittiler? – Yediler efendim. – Hanım benim için bir şey demedi mi? – Demedi efendim. – E, akşama yemek var mı? – Bilmem efendim. – Sen git tel dolaba bak bakayım. Biraz sonra kızın sesi: – Havuç var efendim. Bana döndü: – Kadın kısmı, belli olmaz ki, dedi, biraz sinirlidir de… Bakalım akşama gelirse anlarız. İstemeyerek: – Ya gelmezse? demişim. – Gelmezse arayıp getirmeli, dedi, ne yapacaksın? Sonra kıza seslenerek: 92 DİL VE ANLATIM 7 – Dilber, dedi, biz gidiyoruz. Ben akşama uğrarım. Döndük. Arkadaşımın elinde çocuk çorabı, sokağa çıkınca : – İşte, bu da bizim ev kadınımız, dedi, beğendin mi? Gel de bu memlekette aile kur! Dilimin ucuna kadar geldi: «E, birader böyledir de, niçin eve bir de misafir sürüklüyorsun!» diyecektim. Vazgeçtim. Dalgındı, içi sıkılıyordu. Bununla beraber susmak pek acıklı olacağı için Havuzbaşı’na kadar da bana ev kadını yetiştirmek yollarını öğreten geniş bir ders verdi. İstiyordu ki beni Buket’e kadar götürüp bir yemek yedirsin. – Yok, dedim, buraya kadar gelmişken, kız kardeşime de bir uğrayayım! Ayrıldık. Şu tesadüfe bakınız, kız kardeşime uğradım, yemek istedim. – Ne var? dedim. Kardeşim : – Vah vah dedi, biraz önce gelseydin sahan külbastısı vardı. Sen seversin. Bunu işitince arkadaşımın bana ettiği kötülüğün acısı yüreğime çöktü. – Bana bak, dedim, sen sahan külbastısı pişirmeyi bilir misin? – A, bilmez olur muyum? dedi. – Yarın sendeyim, dedim, etini eniştem alsın, tatlısı da benden. Şimdi yiyecek bir şey ver. Sağ yağlı pırasa varmış. Verdiler yedik. Memduh Şevket Esendal AÇIKLAMALAR Memduh Şevket Esendal, birkaç roman yazmakla beraber, asıl ününü hikâyeci olarak yapmıştır. Çehov tarzı da denen durum hikâyesinin edebiyatımızdaki ilk temsilcisi sayılır. Hikâye tekniğini Batı’dan almakla beraber, bütünüyle yerli bir edebiyatın ürünlerini verir. Hikâyelerinde çoğunlukla köylünün, kenar mahalle insanlarının, küçük memurların gösterişsiz hayatlarından kesitler verir. Türk hikâyeciliğinin doruklarından Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal için “Ölen İyi Hikâyeciye” adlı yazısında şunları yazar:” Tanışmak nasip olmadı. Edebiyatı pek çok sevdiğini umuyorum. Onun güzel romanının, güzel hikâyelerinin 93 DİL VE ANLATIM 7 genç insanların mahremiyetlerine, muhayyelelerine, yaşayışlarına, mesut ve hüzün saatlerine uzun seneler karışmasını dilerim. Mektep kitaplarında onun küçücük, tertemiz güzel hikâyelerinin kocaman laflıların yerine geçmesini dilerim. İki hüviyeti mi vardı? Belki de. Her sanatkâr gibi onun da iki değil, iki bin hüviyeti vardı belki.” ETKİNLİK “Sahan Külbastısı” adlı hikâyeye neden durum hikâyesi dendiğini araştırınız. Okuduğunuz metin, yazarın hikâye konusundaki düşüncelerine ışık tutacak şekilde yazılmıştır. Hikâyede sıradan bir kahraman olan “Mustafa”nın bir arkadaşıyla karşılaşması basit ve sevecen bir bakış açısıyla anlatılmaktadır. Serim, düğüm, çözüm bölümlerinde entrika ve heyecan verici olaylar yoktur. Kişiler çok canlı ve gerçek hayattan alınmış gibidir. Dil olabildiğince yalın, konuşmalar ise günlük hayatın doğal akışı içindedir. Hikâye Çeşitleri Olay Hikâyesi: Bu tarz öykülere “klasik vak’a öyküsü” de denir. Bu tarz hikâyelerde asıl olan “olay” dır. Bir olayı ele alarak, serim, düğüm, çözüm plânıyla anlatıp bir sonuca bağlayan öykülerdir. Bu tür, Fransız yazar Guy de Maupassant tarafından yaygınlaştırıldığı için “ Maupassant Tarzı Hikâye” de denir. Olay Hikâyeciliğinin Özellikleri: t Seçilmiş olay ve kişiler üzerine hikâye kurulur. t Bu tür öykülerde olaylar zinciri, kişi, zaman, yer öğesine bağlıdır. t Olay, kişi, mekân ilişkisi okuyucuda gerçeklik duygusu uyandırır. t Hikâyenin çekirdeği durumundaki çatışma veya karşılaşmalar merak uyandıracak biçimde geliştirilerek anlatılır. t Olay, zamana göre mantıklı bir sıralama ile verilir, düğüm bölümünde oluşan merak, çözüm bölümünde giderilir. t Olayı ve kişiyi belirleyen faktörler özenle ve ayrıntılı olarak anlatılır. t Hikâye beklenmedik bir sonla biter. t Rastlantılardan kaçınılır. 94 DİL VE ANLATIM 7 t Mekân insan bütünleşmesine özen gösterilir. t Doğal çevre anlatılırken gözleme bağlı kalmaya özen gösterilir. Bu tarzın bizdeki en önemli temsilcileri: Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Orhan Kemal, Samim Kocagöz, Necati Cumalı, Talip Apaydın’dır. Durum (Kesit) Hikâyesi: Bu tarz hikâyeler, Memduh Şevket Esendal’ın yukarıdaki “Sahan Külbastısı” hikâyesinde olduğu gibi, hayatın doğal akışı içinden alınan bir durumu işleyebilir. Bir olayı değil günlük yaşamın her hangi bir kesitini ele alıp anlatan öykülerdir. Hikâyede asıl olan “olay” değildir. Bu tarzın dünya edebiyatında ilk temsilcisi Rus yazar Anton Çehov olduğu için “Çehov Tarzı Hikâye” de denir. Durum Hikâyeciliğinin Özellikleri: t Kahramanlar arasındaki karşılaşma ve çatışmadan ziyade, belli bir zaman diliminde hayatın doğallığı içinde insanların davranışları, birbiriyle ilişkileri ele alınır; bazı olay, düşünce ve tasarılar karşısında gösterdikleri tepkiler gözler önüne serilir. t Serim, düğüm, çözüm planına uyulmaz. Belli bir sonucu yoktur. t Kahramanlar, karşılıklı konuşmalar içinde bulunur. t Bu tür öykülerde merak öğesi ikinci plandadır. t Kişiler tamamıyla tanıtılmadığı, olaylarda kesinlik hâkim olmadığı için okuyucunun devamlı hayaller kurmasına ve kendine göre yorumlar yapmasına uygundur. t Bu tarz hikâyelerde gerçeklik abartılmadan anlatılır. t Bu öykülerde kişisel ve sosyal düşünceler, duygu ve hayaller ön plana çıkar. Bizdeki en güçlü temsilcileri: Memduh Şevket Esendal, Sait Faik Abasıyanık ve Tarık Buğra’dır. Ben Merkezli Hikâye: Gözlem ve olaylardan hareketle bireysel bunalımların, iç çatışmaların anlatıldığı hikâyelerdir. Sait Faik’in “Kınalı Adada Bir Ev”, “Sinağrit Baba”, “Alemdağı’nda Var Bir Yılan” gibi 1945’ten sonra yazdığı; kendi “ben” ini ve bunalımlarını anlatan hikâyeleri bu türün en güzel örnekleridir. Ben Merkezli Hikâyenin Özellikleri: t Bu tür hikâyelerde yazar, gözlemlerinden ve dış dünyada yaşanan olaylardan yola çıkarak bireysel bunalım ve çıkmazlarına yönelir. 95 DİL VE ANLATIM 7 t Bu hikâyelerde yazarın kişiliğiyle hikâye kahramanının kişiliği iç içe girmiştir. t Gerçeklikle hayaller bir arada verilir. t Hikâyenin kahramanı, dış dünyayı olduğu ve gördüğü gibi değil kendi ruh hâline göre anlatır. t Bu hikâyelerde bunalım ve yaşama sevinci arasında kalan birey, var olandan hareketle düş dünyasına sığınır. t Hikâyeler birinci şahsın ağzından (kahraman anlatıcının bakış açısı) anlatılır. t Hikâyeler, çarpıcı ve beklenmedik bir sonla bitirilir. Sait Faik Abasıyanık’ın bazı hikâyeleri ile Bilge Karasu’nun hikâyeleri bu hikâye türüne örnek olarak gösterilebilir. ETKİNLİK Sait Faik Abasıyanık’ın aşağıdaki “Dülger Balığının Ölümü” adlı hikâyesini ben merkezli hikâyeciliğin özellikleri bakımından inceleyiniz? UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 4. Metin DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?... Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz. 96 Sait Faik Abasıyanık (1906-1954) DİL VE ANLATIM 7 Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim? Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz’de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; kopararır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz’in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş. İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. “Ne oluyorsunuz?” diye sorunca balıkçılara; “Aman” demişler balıkçılar, “Elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız.” İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş... O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı. Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır. Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının. Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına. Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, ba- 97 DİL VE ANLATIM 7 lığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlama almamağa çalışıyordu. Belki de bu, harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır… Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa, rengini atmağa, hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım. Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa, balık da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu. Artık her seyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek… Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak… Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti: Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi. Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum. Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama, aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak. Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir fırsatı kaçırmayacağız. Sait Faik Abasıyanık 98 DİL VE ANLATIM 7 AÇIKLAMALAR Sait Faik Abasıyanık, hikâyelerinde, insanların dışında, başka varlıklara, bilhassa balıklara ve kuşlara karşı büyük bir ilgi göstermiştir ETKİNLİK ”Dülger Balığının Ölümü” adlı hikâyede yazar ile metin arasında nasıl bir ilişki vardır? Açıklayınız. “Dülger Balığının Ölümü” hikâyesinde konu dülger balığıdır ama dikkat, ilgi, sevgi ve acıma duygularıyla ona yazarın kendisi de karışır. Buna göre denilebilir ki, hikâyenin kahramanlarından biri de Sait Faik’tir. Yazar, dülger balığına bakarken, adeta onda, kendisine benzer, çevresi tarafından anlaşılmayan, sevilmeyen, hakir görülen insanların sembolünü bulur. Hikâyenin esasını, yazarın dülger balığı üzerindeki duygu, düşünce, yorum ve hayalleri teşkil eder. Hikâyeci dülger balığının ölümüne karşı büyük bir ilgi duyar ve hayalen onu diriltmeğe, hatta insanlar arasında yaşatmağa çalışır. Fakat insanların kötü davranışları karşısında kötümserliğe kapılır. Dülger balığı, büyük bir gayretle yaşatılmağa çalışılsa bile, insanlar, anlayışsızlıklarıyla onu tekrar canavar haline getirirler. Sait Faik bu hikâyesini hayatının son yıllarında, hastalandıktan sonra tedavi için gittiği Fransa’da tesadüfen, öleceğini öğrendikten sonra yazmıştır. Yazar dülger balığının ölümünde âdeta kendi ölümünü görür gibi olur. Hikâyenin bu kısmında dikkati çeken, dülger balığının ölümünden çok, ölümün karanlık ışığı ile daha da parıltılı hale gelen yaşama sevincidir. Yazar, dülger balığının ölümünü seyrederken, onun yaşama sevinciyle beraber, korkusunu da kendi içinde hisseder: “İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.” Bu metinde anlatanla anlatılan iç içe girmiştir. Sait Faik âdeta ölen dülger balığının ta kendisi olmuştur. ETKİNLİK ”Dülger Balığının Ölümü” adlı hikâyede hangi anlatıcı veya anlatıcılar kullanılmıştır? 99 DİL VE ANLATIM 7 Hikâyede Anlatıcı ve Bakış Açısı Hikâyeyi anlatan yazar, çeşitli anlatım yöntemleri kullanabilir. Anlatıcı, olayları birinci tekil ya da üçüncü tekil kişi ağzıyla anlatabilir. Hikâyede birinci ve üçüncü kişili anlatımlar üç temel bakış açısına sahiptir: hakim (ilahi) anlatıcının bakış açısı, kahraman (ben, 1.şahıs) anlatıcının bakış açısı, gözlemci (3. şahıs) anlatıcının bakış açısı. BİLGİ KÖŞESİ Anlatıcının Bakış Açısı Bakış Açısının Özellikleri Hakim (ilahi) Anlatıcının Bakış Açısı t "OMBUDPMBZMBSOƌÎFSƌTƌOEFZFSBMNB[ t )FSǵFZƌCƌMFOCƌSBOMBUDOOCBLǵBÎTES t ,BISBNBOMBSOHƌ[MƌLPOVǵNBMBSOLBGBMBSOEBOWFHÚOàMlerinden geçeni anlatır. t "OMBUD[BNBO[BNBOLFOEƌZPSVNMBSOFLMFZFCƌMƌSBÎLlamalarda ve yargılarda bulunabilir. t )ƌLÉZFEFOFLBEBSLƌǵƌWBSTBIFSCƌSƌBÎTOEBOPMBZMBSBZS ayrı görmemiz sağlanır. t ÃÎàODàUFLƌMǵBITBǘ[ZMBLPOVǵVS Kahraman (ben, 1.şahıs) Anlatıcının Bakış Açısı t #VZÚOUFNEFPMBZBOMBUBOiCFOwWBSES#VCFOIƌLÉZFOƌO kahramanı olabileceği gibi tanık ya da gözlemcisi olabilir. t )FS[BNBOLFOEƌZBǵBELMBSCƌMEƌLMFSƌEVZEVLMBSWFIƌTsettiklerini öne çıkarır. t )ƌLÉZFPMBZMBSBOMBUBOLƌǵƌOƌOCƌMHƌTƌEFOFZƌNƌBMHMBNB ve yorumlama yeteneğiyle sınırlıdır. t "OMBUDHÚSEàǘàOàEVZEVǘVOVCƌMEƌǘƌOƌBOMBUS t #ƌSƌODƌUFLƌMǵBITBǘ[ZMBLPOVǵVS Gözlemci (3. şahıs) Anlatıcının Bakış Açısı t "OMBUDPMBZMBSTBEFDFEǵBSEBOHÚ[MFNMFZFOCƌSǵBIƌU konumundadır. t 0MBZMBSCƌSLBNFSBUBSBGT[MǘƌMFBOMBUMS t ,ƌǵƌMFSƌOEVZHVWFEàǵàODFMFSƌFZMFNMFSƌOEFOÎLBSUMS t #VEVSVNEBBOMBUDLBISBNBOEBOEBIBB[ǵFZCƌMƌS t ÃÎàODàUFLƌMǵBITBǘ[ZMBLPOVǵVS 100 DİL VE ANLATIM 7 BİRAZ DAHA DÜŞÜNELİM Çehov, hikâye anlayışını şöyle anlatır: “Kaleme alınan konular, “sade” olmalı. Piyer Semenovi, Maira İvanovna ile nasıl evlendi gibi... Hem sonra, yok psikoloji tahlilleri, yok hikâye, yok bilmem ne imiş! Bunlar hep özenti... Hatırınıza ilk gelen başlığı koyun, kılı kırk yarmayın, tırnak, çizgi gibi işaretleri çok az kullanmaya bakın, gösteriştir bu. Benim işim anlatmaktır. Ancak, onu başarabilirim. “ Çehov’un bu görüşlerinin aşağıdaki “Berber Dükkanında” adlı hikâyede gerçekleştirip gerçekleştiremediğini düşününüz. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 5. Metin BERBER DÜKKÂNINDA Sabah. Saat daha yedi olmadığı halde Makar Kuzmiç Bliostkov’un berber dükkânı açık. Şık giyimli, ama üstü-başı kir içinde, henüz yüzünü bile yıkamamış bulunan, yirmi yaşlarındaki dükkân sahibi Makar sabah temizliği yapmakta. Aslında nereyi temizlediği de belli değil, gene de hayli terlemiş. Elindeki bezle bir yerleri siliyor, şuraya-buraya parmağını sürüyor, duvarda gördüğü bir tahtakurusuna fiske atıyor... Dükkân küçük mü küçük, daracık, pis bir yer. Kütüklerden örtülü duvarlara arabacıların gömleği gibi soluk duvar kâğıtları yapıştırılmış. Camları rutubetten donuklaşmış, ışık sızdırmaz iki pencere arasında elinizi hızla vursanız parçalanacakmış gibi duran, gıcırtılı bir tahta kapı; kapının üstündeyse durduk yerde marazlı marazlı şangırdayan, titrek sesli, pastan yeşillenmiş bir çıngırak göze çarpıyor. Duvardaki aynaya şöyle bir bakmayagörün, suratınız dört bir yana çarpılır, kendinizi tanıyamazsınız. Makar, bu aynanın karşısında, saç-sakal tıraş etmektedir. Aynanın önündeyse dükkân sahibi kadar pis, yağa bulanmış berber gereçleri var: Taraklar, makaslar, usturalar, birkaç kapiğe alınan krem ve pudralar, içine bolca su katılmış bir şişe kolonya... Berber dükkânını toptan satmaya kalksanız beş ruble bile etmez. Kapının üstündeki zilin hastalıklı sesi duyuluyor, içi kürklü bir gocuk ve keçe çizmeler giymiş yaşlıca bir adam dükkâna giriyor. Adamın başı, boynu kadın şalıyla sarılı. Makar Kuzmiç’in vaftiz babası Erast İvanoviç Yagodov’dur bu gelen. Kendisi konservatuvarda bekçiydi bir zamanlar, şimdiyse oturdukları Krasniy Prud Mahallesi’nde tesviye- 101 DİL VE ANLATIM 7 cilik yapıyordu. Temizlik işiyle uğraşan Makar Kuzmiç’e; – Merhaba Makarcığım! Ne haber, gözümün nuru? diye sesleniyor içeri girer girmez. Öpüşüyorlar. Yagodov şalı başından çekip alıyor, ıstavroz çıkardıktan sonra bir iskemleye çöküyor. – Yol ne kadar uzunmuş! diyor oflayıp puflayarak. Şaka değil, ta Krasnıy Prud’dan Kaluga kapısına değin yaya geldim. – E, nasılsınız bakalım? İyi misiniz? – Hiç sorma, iyi değilim. Yakınlarda bir hastalık atlattım. – Ne hastalığı? – Evet, bir ay kadar ateşler içinde kıvrandım. Öleceğim sanıyordum, ama sonunda kefeni yırtık. Şimdi de saçlarım dökülüyor. Doktor saçlarımı kestirmemi söyledi. Yerine daha gür çıkarmış. Ben de tuttum, sana geldim. “Yabancıya gitmektense bir yakınım kessin saçlarımı. Hem daha iyi tıraş eder, hem de para almaz” dedim. Doğrusunu söylemek gerekirse yol biraz uzun, ama ne zararı var? Benim için bir gezinti oldu. – Ne olacakmış canım. Seve seve tıraş ederim. Buyurun, oturun! Makar Kuzmiç saygıyla eğilerek tıraş masasının arkasındaki koltuğu gösteriyor. Yagodov gösterilen yere oturarak aynada kendine bakıyor. Oradaki görüntüden pek hoşnut kalmış olmalı. Neden derseniz, Moğol dudaklı, küt, yayvan burunlu, gözleri alnına kaymış bir surat beliriyor orada. Makar Kuzmiç vaftiz babasının omuzlarına sarı sarı lekeli, beyaz bir çarşaf örttükten sonra makası şıkırdatmaya başlıyor. – Saçlarınızı cascavlak keseceğim, ne dersiniz? – En güzelini yapmış olursun. Tatarlara benzet beni, bomba gibi bir şey olayım. Sonunda daha gür çıkacak nasıl olsa. – E, hanım teyzemiz nasıllar? – Nasıl olsun, yuvarlanıp gidiyor işte. Geçenlerde binbaşının karısına doğuma çağırmışlardı, tam bir ruble vermişler. – Ya, bir ruble vermişler, ha? Kulağınızı tutar mısınız biraz? – Tuttum... Sakın keseyim deme, e mi? Of, acıttın be! Neden çekiyorsun saçımı? – Zararı yok, zararı yok. Bizim meslekte böyle şeyler olmadan olmaz. Anna Erastovna iyiler mi? – Kızım mı? Yerinde rahat durduğu yok ki! Geçen çarşamba Şeykin’le nişanını yaptık. Sen niçin gelmedin? Makas şıkırtıları şıp diye kesiliyor. Makar Kuzmiç’in elleri aşağı düşüyor, korku oku- 102 DİL VE ANLATIM 7 nan bir sesle; – Kim? Kimi nişanladınız? diye soruyor. – Bizim Anna’yı, canım! - Nasıl olur? Kiminle? – Şeykin’le. Prokofi Petroviç Şeykin’le. Teyzesi Zlatoustenski Sokağı’nda zengin bir ailenin vekilharçlığını yapıyor, iyi bir kadındır. Şükürler olsun, hepimizi sevindiren bir iş kıvırdık. Bir hafta sonra da nikahı var. Sen de gel, eğleniriz. Şaşkınlıktan yüzü sararan Makar Kuzmiç omuzlarını silkiyor. – Nasıl olur, Erast İvanoviç? Bunu nasıl yaparsınız? Olamaz! Anna Erastovna ile ben... ben ona karşı iyi duygular besliyordum... Niyetim onunla... Bu nasıl şey, bilmem ki! Makar Kuzmiç’in yüzünde ter damlaları tomurcuklanıyor. Makası masanın üstüne bıraktıktan sonra yumruğuyla burnunu ovuşturmaya başlıyor. – Benim ona karşı temiz niyetlerim vardı. Olacak şey değil, Erast İvanoviç! Ben onu sevdim, en saf duygularımı sundum. Karınız, hanım teyze de söz vermişti. Size karşı hep öz babam gibi saygı gösterdim. Her zaman bedava tıraş ediyorum. Benden iyilikten başka ne gördünüz? Babam öldüğü zaman evdeki kanepeyle on rublemi aldınız, sonra geri vermediniz. Anımsıyorsunuz, değil mi? – Anımsamaz olur muyum? Hatırımdadır hep. Ama, gözümün nuru, sen iyi bir güvey olabilir misin, Makarcığım? Söyle, iyi bir güvey olabilir misin? Ne paran var, ne mevkiin, ne de işe yarar bir mesleğin! - Peki, Şeykin zengin mi? – Taşeronluk yapıyor. Tam bin beş yüz ruble pey akçesi yatırmış bu işe. Yetmez mi, iki gözüm? Her neyse, olan oldu bir kere, geri dönemeyiz, Makarcığım, sen kendine başka bir kız ara. Elini sallasan ellisi gelir sana. E, ne duruyorsun? Hadi tıraş etsene! Makar Kuzmiç konuşmadan dikiliyor, sonra cebinden mendilini çıkararak ağlamaya başlıyor. Erast İvanoviç onu yatıştırmaya çalışıyor: – Aman canım, böyle şeylere de ağlanır mı? Hadi, sus bakalım. Kadınlar gibisin vallahi!... Önce saçımı kes, sonra ne yaparsan yap. Hadi, makası al eline! Makar Kuzmiç makası alıyor, ona bir dakika şaşkın şaşkın baktıktan sonra yine masaya bırakıyor. Eli titremektedir. – Yapamayacağım. Kalsın şimdi, elimin gücü kesildi. Ah, ne talihsiz bir insanmışım ben? O da çok mutsuz şimdi... Birbirimizi seviyorduk, söz vermiştik. Kötü insanlar acımadan ayırdılar bizi. Dükkânımdan gidin, Erast İvanoviç! Sizi gördükçe tuhaf oluyorum. 103 DİL VE ANLATIM 7 – Öyleyse yarın gelirim, Makarcığım. Tıraşı yarın bitirirsin. – Peki, nasıl isterseniz. Erast İvanoviç saçlarının yarısı kökünden kesilmiş başıyla tıpkı bir kürek mahkûmuna benziyor. Böyle bir başla ortalıkta dolaşmak pek hoş değil ama başka ne yapılabilir? Başına şalı yeniden sarıyor, berber dükkânından çıkıyor. Makar Kuzmiç yalnız kalınca bir sandalyeye oturuyor, sesssiz sessiz ağlamasını sürdürüyor. Ertesi sabah Erast İvanoviç erkenden dükkândadır. Makar Kuzmiç soğuk bir sesle; – Bir şey mi var? Ne istiyorsunuz? diye soruyor. – Tıraşı bitir Makarcığım. Bak, daha yarısı duruyor. – Parası peşin, lütfen. Bedava tıraş etmem! Erast İvanoviç tek söz söylemeden kalktığı gibi dükkândan dışarı fırlıyor. O günden beri başının yarısında saçları uzun, öbür yarısında ise kısacık. Parayla tıraş olmayı lüks saydığından başının yarısındaki saçların kendiliğinden büyümesini bekliyor. Kızının düğününde bile ortalıkta böyle dolaştı. ANTON ÇEHOV Korkunç Bir Gece Çeviren: Mehmet Özgül ETKİNLİK “Berber Dükkanında” adlı hikâyede hangi anlatım türlerinden yararlanılmıştır? Açıklayınız. “Berber Dükkanında” adlı hikâyede genellikle öyküleme ve betimleme kullanılmıştır. Kahramanların konuştukları bölümlerde ise söyleşmeye bağlı anlatım biçiminden yararlanılmıştır. ETKİNLİK Çehov’a ait “Berber Dükkanında” hikâyesiyle aşağıdaki Guy de Maupassant’a ait “Küçük Bir Dram” adlı hikâyeyi durum ve kesit hikâyeciliği bakımından karşılaştırınız? 104 DİL VE ANLATIM 7 UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 6. Metin KÜÇÜK BİR DRAM Yolculuğun keyfi rastlantılardadır. Ülkeden beş yüz fersah uzakta ansızın bir Parisliyle, bir sınıf arkadaşı veya bir yazlık komşusuyla karşılaşmanın zevkini kim bilmez? Henüz buhar tanımayan yerlerin çıngıraklı posta arabasında, yalnızca küçük bir kasabada beyaz bir evin kapısından fener ışığı altında arabaya binerken yarım yamalak görülmüş, yabancı bir genç kadının yanında, kim göz kırpmadan bir gece geçirmemiştir? Hele sabah olunca, çıngırakların arasız çınlamasından ve camların tangır tangır sarsılmasından kulaklar sağır ve kafa sersemken güzel yol arkadaşının dağınık saçları arasında gözlerini açtığını, çevresine bakındığını, ince parmaklarının ucuyla serkeş saçlarını düzelttiğini, başına çeki düzen verdiğini, becerikli bir elle korsesinin kayıp kaymadığına, ceketinin doğru durup durmadığına, etekliğinin çok buruşup buruşmadığına baktığını görmek ne kadar hoştur! O, soğuk ve meraklı bir göz atışıyla bir kez size de bakar. Sonra bir köşeye kurulur ve artık görünümden başka bir şeyle ilgilenmiyor görünür. İstemeden boyuna onu gözetler, boyuna onu düşünürsünüz. Kimdir? Nereden gelir? Nereye gider? Yine istemeden kafanızda küçük bir roman tasarlarsınız. Kadın güzeldir; cana yakına da benzer! Sahibi için ne mutluluk! Onun yanında geçirilen yaşamın herhalde tadına doyum olmaz. Kim bilir? Belki de yüreğimize, düşlerimize, yapımıza denk gelecek kadın, işte buydu. Sonra onu bir yazlık evinin tahta parmaklığı önünde iniyor görünce duyulan gönül darlığı da ne tatlıdır! Orada onu iki çocuk ve iki dadıyla bekleyen bir adam vardır. Onu kucaklayıp öperek yere indirir. O da eğilir, kendisine el uzatan yavruları alır, sevecenlikle okşar. Sonra dadılar, arabacının arabanın tepesinden attığı paketleri toplarken hepsi de bir bahçe yolunda uzaklaşırlar. Hoşça kal! Bu, bu kadar işte! Artık ona rastlanacak değildir. Geceyi yanınızda geçiren genç kadın bütün bütün gitti! Onunla hiç konuşmamıştınız; kendisini bir daha görseniz de tanıyacağınız bile kuşkulu. Bununla birlikte ayrılış, yine de biraz üzünç veriyor. Hoşça kal! Bende böyle kimi şen, kimi üzünçlü, çok yol anısı vardır. Auvergne’de, o ne çok yüksek, ne çok yalçın, güzel, sevimli, cana yakın dağlarda yaya ve rasgele dolaşıyordum. Sancy’ye tırmanmıştım. Notre-Dame’da Vassivière denen küçük ve ziyaret yeri bir kilisenin yakınında küçük bir lokantaya girdim. Orada, dipteki masada tek başına yemek yiyen acayip ve gülünç bir yaşlı kadın gördüm. En aşağı yetmiş yaşında vardı. İri yapılı, kuru ve eski modaya göre şakaklarında lüle lüle örülmüş ak saçlarıyla çirkin bir kadındı. O diyar senin, bu diyar benim diye gezip tozan bir İngiliz karısı gibi, ne giydiğine aldırmaz bir durumda, tuhaf ve derme çatma bir 105 DİL VE ANLATIM 7 giyimle omlet yiyor ve yalnızca su içiyordu. Garip bir görünüşü, endişeli gözleri ve feleğin kahrına uğradığını gösteren bir yüzü vardı. Ona istemeye istemeye bakıyor ve kendi kendime: “Kimdir? Yaşayışı nedir? Neden bu dağlarda yapayalnız dolaşır?” diye soruyordum. Kadın borcunu ödedi, sonra iki ucu kollarından sarkan küçük ve acayip bir şalı omuzlarında düzelterek, gitmek üzere kalktı. Bir köşeden, üstüne kızgın demirle adlar yazılmış uzun bir yol değneği aldı ve yola çıkan bir postacı adımlarıyla dimdik, kaskatı yürüdü. Kendisini kapıda bir kılavuz bekliyordu. Birlikte uzaklaştılar. Uzun tahta haçlardan bir çizginin işaretlediği yol boyunca yamacı inişlerine bakıyordum. Kadın arkadaşından daha boyluydu ve sanki ondan hızlı da gidiyordu. İki saat sonra ağaçlar, çalılar, kaya ve çiçeklerle dolu, kocaman, yemyeşil ve son derece güzel çukurunda bir pergelden çıkmış kadar yuvarlak, gökten damlamış denecek kadar duru ve mavi, insanı bu eski yanardağ ağzına egemen orman yamacında, bir kulübede yaşamaya imrendirecek kadar hoş Pavin gölünün bulunduğu, o durgun ve soğuk suyun uyuduğu derin huninin dış yamaçlarına tırmanıyordum. O, orada ayaktaydı. Sönmüş yanardağın dibindeki saydam yaygıyı seyrediyordu. Sanki en derin yeri, bütün öbür balıkları yiyip bitirmiş, canavar kadar iri alabalıklara yuva olduğu söylenen bilinmez derinliği görmek ister gibi bakıyordu. Yanından geçerken gözlerinde iki damla yaş yuvarlanıyor sandım. Fakat göle çıkan bayırın aşağısında, bir meyhanedeki kılavuzuna ulaşmak üzere geniş adımlarla yürüdü, gitti. Kendisini o gün bir daha görmedim. Ertesi gün, karanlık çökerken, Murol Şatosu’na vardım. Eski hisar, geniş bir koyağın ortasında, üç küçük koyağın birleştiği yerdeki kayanın üzerinde ayakta duran dev gibi kule, kararmış, yer yer çatlamış, yamru yumru olmuş, fakat geniş ve yuvarlak dibinden ta tepesindeki yıkık kuleciklere kadar henüz yusyuvarlak, göklere baş kaldırıyordu. Onun yalın büyüklüğü, görkemi, ağır ve ezici eskiliğiyle insanı her yıkıntıdan çok kavrayan bir yanı vardı. Orada dağ gibi yüksek, yapayalnız, ölü bir kraliçe, ama yine ayağına serilmiş koyaklara egemen bir kraliçeydi. Bu şatoya çamlık bir yamaçtan çıkılıyor, dar bir kapıdan giriliyor ve bütün yörenin tepesinde, ilk suru oluşturan duvarların dibinde duruluyordu. İçerde çökmüş salonlar, basamaksız kalmış merdivenler, ne olduğu bilinmez delikler, yer altı bodrumları, zindanlar, ortalarından ayrılmış duvarlar, nasıl durduğu anlaşılmaz kubbeler, otların fışkırdığı ve böceklerin kaçıştığı bir taşlar ve çatlaklar karmaşası vardı. Bu yıkıntıda tek başıma dolaşıyordum. Ansızın bir sur parçasının arkasında bir yaratık, bu eski ve göçmüş konağın ruhuna benzeyen bir hayalet gördüm. Hemen hemen 106 DİL VE ANLATIM 7 korku denecek bir şaşkınlıkla irkildim. Sonra daha önce iki kez rastladığım yaşlı kadını tanıdım. Ağlıyordu. Boncuk gibi yaşlarla ağlıyor ve mendilini elinde tutuyordu. Çekilmek için döndüm. Görüldüğünden utanarak benimle konuştu. – Evet, bayım, ağlıyorum. Ara sıra böyle olurum. Şaşırmış, ne yanıt vereceğimi bilemeden kekeledim: – Bağışlayın efendim, sizi rahatsız ettim. Herhalde başınızdan bir yıkım geçmiş olacak. – Evet, diye mırıldandı; hayır, ben yitmiş bir köpek gibiyim. Sonra mendilini gözlerine götürerek hıçkırmaya başladı. Bu, her görenin gözlerini sulandıracak gözyaşlarıyla içim kabararak ellerini tuttum ve kendisini susturmaya çalıştım. O artık üzüntüsünü yapayalnız taşımaktan kurtulmak ister gibi, birdenbire bana öyküsünü anlattı. – Ah, bayım, ah! Bilseniz... Ne ezinç içinde yaşadığımı bir bilseniz... Mutluluk içindeydim... Ötede, ülkemde bir evim var. Oraya dönemiyorum. Artık dönemeyeceğim de. Çok zor geliyor. Bir oğlum var... Oğlum, oğlum işte! Çocuklar bilmezler ki... Yaşanacak günler ne kadar az! Şimdi onu görsem belki tanımam bile! Kendisini nasıl da severdim! Hatta doğmadan, içimde kıpırdadığını duyduğumdan beri! Sonra da öyle. Onu ne kadar öptüm, okşadım, bağrıma bastım! Onun uyumasına bakarak, onu düşünerek ne geceler geçirdiğimi bilseniz! Ben onun delisiydim. Babası onu yatılı okula verdiği zaman ancak sekiz yaşında vardı. İşte her şey o vakit bitti. O bir daha benim olmadı. Of, Tanrım! Yalnızca her pazar gelirdi. O kadar işte! Sonra Paris’e koleje gitti. Artık topu topu yılda dört kez geliyordu. Her defasında da onun değişmiş, ben görmeden biraz daha büyümüş olmasına şaşırıyordum. Onun benden hiç koparılamayacak olan çocukluğunu, bağlılığını, yakın sevgisini elimden almışlar; onu serpiliyor, delikanlı oluyor görme zevkini benden çalmışlardı. Kendisini yılda dört defacık görüyordum! Düşünün bir kez! Her gelişinde artık ne vücudu, ne bakışı, ne davranışları, ne sesi, ne de gülüşü eskisi gibiydi. Bunların hiçbiri benim bildiklerim değildi! Bir çocuk ne de çabuk değişiyor! Hele bu değişikliği görmek için insan onun yanı başında olmazsa ne kötü! O bir daha göz önüne getirilemiyor! Bir yıl bıyıkları terlemiş geldi! O! Benim oğlum ha! Şaştım kaldım... Ve inanır mısınız? Üzgünlük duydum. Kendisini öpmeye bayağı cesaret edemiyordum. Artık beni kucaklamasını bilmeyen, görevi olduğu için seviyor gibi, öyle gerekiyor diye “anne” sözüyle çağıran, ben onu kollarımın arasında adeta ezmek isterken yalnızca alnımı öpen bu kocaman esmer çocuk benim yavrum, bir zamanki kıvırcık küçük sarışınım, kundağını 107 DİL VE ANLATIM 7 dizlerimde tuttuğum ve mini mini obur dudaklarına meme verdiğim sevimli, sevgili bebeğim miydi? Evet, o muydu acaba? Kocam öldü. Sonra sıra babama, anneme geldi. Daha sonra da iki kız kardeşimi yitirdim. Zaten ölüm bir eve girdi mi orada uzun zaman dönmeye gerek bırakmayacak kadar iş çıkarmaya can atar gibi davranır. Öbürlerine ağlayacak bir iki kişiden başka kimse bırakmaz. Yalnız kaldım. Oğlum hukuktaydı. Onun yanında yaşayıp öleceğimi umuyordum. Birlikte oturmak için, bulunduğu yere gittim. Oysa o bekar yaşamaya alışmıştı. Bana kendisini sıktığımı duyumsattı. Ayrıldım. Yanlış yapmışım. Fakat yük olduğumu anlamaktan ben, annesi, çok üzülüyordum. Evime döndüm. Onu artık hiç, hemen hiç görmedim. Evlendi. Ne güzel! Sonunda hiç ayrılmayacaktık. Torunlarım olacaktı! Bir İngiliz kızı almıştı. Kadın bana kin bağladı. Niçin? Acaba onu çok sevdiğimi anladı da ondan mı? Yine uzaklaşmak zorunda kaldım. Kendimi yine yalnız buldum. Evet, bayım, yapyalnız. O sonra İngiltere’ye gitti. Onların, karısının akrabalarının yanında yaşayacaktı. Anlıyorsunuz ya? Onu, oğlumu kendilerine kattılar. Onu benden çaldılar! Bana her ay yazıyor. Önceleri gelirdi de. Ama artık gelmez oldu. İşte, dört yıldır kendisini görmedim! Yüzü buruşmuş, saçları ağarmıştı. Hiç bu mümkün mü? Benim oğlum, eski küçük, pembecik oğlum, bu hemen hemen yaşlı adama dönebilir mi? Kuşkum yok, artık onu göremeyeceğim. Şimdi bütün yıl geziyorum. Gördüğünüz gibi yanımda kimse bulunmadan sağa gidiyor, sola gidiyorum. Tıpkı yitmiş bir köpek gibiyim. Haydi bayım, güle güle. Yanımda durmayın. Bunları size anlattığıma üzülüyorum. Dönüp bayırı inerken yaşlı kadını yarılmış bir duvarın üzerinde, ayakta, dağlara, uzun koyağa ve uzaklarda Chambon Gölü’ne bakıyor gördüm. Rüzgâr, robunun eteğiyle omuzlarında taşıdığı acayip şalı bir bayrak gibi sallıyordu. GUY DE MAUPASSANT Jules Amcam Çeviren: Enver Behiç Koryak 108 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Okuduğunuz “Küçük Bir Dram” adlı hikâyede dil hangi işlevinde kullanılmıştır? Dünya Edebiyatında Hikâye Öykünün ortaya çıkma sürecinde karşımıza önce fabl türündeki eserler, sonra kısa romanlar sonra da “Bin Bir Gece Masalları” çıkar. Rönesanstan (16. yüzyıl) sonra Giovanni Boccacio , “Decameron Öyküleri” adlı eseriyle öykü türünün ilk örneğini vermiş ve çağdaş öykücülüğün başlatıcısı olmuştur. 18. yüzyılda Voltaire öykü türünde eserler yazarken insan dışındaki yaratıkları öyküye katmıştır. Öykü, bir tür olarak karakteristik özelliklerini ancak 19. yüzyılda Romantizm ve Realizm akımlarının yaygınlaşmasıyla kazanmıştır. Alphonse Daudet, Guy de Maupassant gibi Fransız yazarlar öykü örnekleri vermişlerdir. Daha sonraları ise Mark Twain, O. Henry, Anton Çehov ve John Steinbeck gibi yazarlar etkili hikâyeleriyle bu alanda ün kazanmışlardır. ETKİNLİK Refik Halit Karay’ın “Gurbet Hikâyeleri” adlı kitabını bularak okuyunuz? Türk Edebiyatında başka hangi yazarların hikâye türünde eserler verdiğini araştırınız. Türk Edebiyatında Hikâye Divan edebiyatımızın Leyla ile Mecnun, Hüsrev ile Şirin, Yusuf ile Züheyla, v.b. mesnevilerini; halk edebiyatımızın Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Arzu ile Kamber, v.b. öykülerini bir kenara bırakırsak, Avrupa’daki anlamıyla öykü türü Türkiye’ye Tanzimat edebiyatı ile girmiştir. Çeviri ile başlayan bu süreç, taklitler ile devam ederek gelişmiş ve kimliğini kazanarak günümüze gelmiştir. Türk edebiyatında öykü alanındaki yerli ürünleri, Ahmet Mithat 1870’te basılan “Kıssadan Hisse” ve “Letaif-i Rivayat” adlı öykü kitapları ile vermiştir. Batılı anlamda ilk öykü örneklerini ise “Küçük Şeyler” adlı eseriyle Tanzimat’ın ikinci kuşak sanatçısı Samipaşazâde Sezai ortaya koymuştur (1892). 109 DİL VE ANLATIM 7 Servet-i Fünûn döneminde hikâyede büyük gelişme yaşanır. Tanzimat’la edebiyatımıza giren hikâyenin olgun örnekleri bu dönemde verilir. Şiirde olduğu gibi hikâyede de bireysel konular işlenir. Servet-i Fünûn neslinin “içe dönük, karamsar” bakışı bu hikâyelere de sinmiştir. Kimi hikâyelerde İstanbul dışında geçen olaylara de yer verilmekle birlikte hikâyelerde mekân genellikle İstanbul’dur. Yazarlar realizmin etkisiyle yazdıkları hikâyelerde yaşadıkları dönemi işlemişlerdir. Servet-i Fünûn edebiyatının en önemli hikayecisi Halit Ziya Uşaklıgil’dir. Sanatçının hikâyeleri, anlatım ve teknik özellikler bakımından romanlarıyla aynı çizgidedir. Çok kuvvetli iç ve dış gözlem yeteneği olan yazar, hikâyelerini rahat yazar. Bu bakımından, onun hikâyeleri romanlarına oranla daha doğaldır. Hikâyeleri üslup bakımından daha zengin, lirizmle iç içedir. Yazarın hikâyelerindeki dili, romanlarından daha sadedir. Hikâyelerinin konuları millî ve yereldir. Hikâyelerinde halktan kişilere yer verir. Kimi hikâyelerinde mekan olarak Anadolu da yerini almıştır. “Mahalleye Mevkuf, Dilhoş Dadı, Raife Molla, Altın Nine, Keklik İsmail, Kar Yağarken, Ali’nin Arabası” gibi hikâyeleri millî ve mahallî özellikler taşır. Halit Ziya’nın belli başlı hikâyeleri şunlardır: “Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Heyhat, Solgun Demet, Sepette Bulunmuş, Bir Hikâye-i Sevda, Hepsinden Acı, Onu Beklerken, Aşka Dair, İhtiyar Dost, Kadın Pençesi, İzmir Hikâyeleri, Bir Şir’i Hayal” Halit Ziya’dan sonra Servet-i Fünûn topluluğunun bir diğer hikayecisi Mehmet Rauf’tur. O, hikâyelerinde aşk konusunu işlemiştir. Bu dönemde, Hüseyin Cahit Yalçın da yazdığı hikayeleriyle dikkati çeken diğer bir isim olmuştur. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra ortaya çıkan Millî Edebiyat akımıyla birlikte hızlı bir gelişme gösteren dilde Türkçülük ve sadeleşme hareketi, öykücülüğümüze de yeni bir hız kazandırmıştır. Ömer Seyfettin, “Maupassant” öykü tekniği ile millî duyarlılıkları, toplumsal sorunları hikâyelerinin konusu yapmıştır. Sanatçı, gerek öykü tekniği ile gerekse kullandığı yalın dille öykücüğümüzün öncüsü olmuştur. Harem, Yüksek Ökçeler, Beyaz Lale, Asilzâdeler Ömer Seyfettin’in öykü kitaplarından birkaçıdır. Bu dönemde Refik Halit Karay, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi sanatçılar yazdıkları öykülerle Türk öykücülüğümüzün gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır. Millî Edebiyat dönemi hikâyelerinde mekân olarak İstanbul’un dışına çıkılmıştır. Bu dönem sanatçıları, hikâyelerinde bilinçli olarak ilk kez İstanbul dışına çıkmaya başlamış ve bu tutum, Millî Edebiyat ana başlığı altında bir “memleket edebiyatı”nın 110 DİL VE ANLATIM 7 gelişmesine de ortam hazırlamıştır. Refik Halit Karay’ın Memleket hikâyeleri bu çabaların ilgi çekici örnekleri arasında yer alır. Refik Halit Karay, hikâyelerindeki renkli gözlem tekniğiyle dikkati çeker. Öykülerini Memleket Hikayeleri ve Gurbet Hikayeleri adlı iki kitapta toplamıştır. Cumhuriyet döneminde Fahri Celalettin Göktulga, Ercüment Ekrem Talu, Selahattin Enis, Kenan Hulusi Koray, Nahit Sırrı Örik, Sadri Ertem, Sabahattin Ali, Bekir Sıtkı Kunt, Mahmut Yesari ve Sait Faik Abasıyanık’ı öykücü olarak sayabiliriz. Sait Faik, bu yılların öykü yazarları arasında öykü sayısının çokluğu, konu çeşitliliği, öykü yazma yönteminde yaptığı değişikle dikkati çeker. Sayısı yüz elliyi aşan öykülerinin, konusu çoğunlukla kısa bir süre içinde gördüğü, kişiler, olaylar olduğundan, öykülerinde alışılagelen giriş-gelişme-sonuç bölümleri bulunmaz. Cumhuriyet dönemi öykü yazarları arasında, kendi çizgisinde gelişen bir yazar olarak tanınan Sait Faik’in öykülerinden bazıları şunlardır: Semaver, Sarnıç, Şahmerdan, Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi, Havada Bulut, Son Kuşlar; Alemdağ’da Var Bir Yılan, Az Şekerli. Nahit Sırrı, bu yılların yazarları arasında uzun öyküleri ile dikkatli çeker. İlk uzun öyküsü, romanlarından önce yayımlanan Kırmızı ve Siyah’tır. Sabahattin Ali’nin çok sayıda öyküleri beş kitapta bir araya toplanmıştır. Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk adlarını taşıyan öykü kitaplarında toplumsal konulu olanlar ağırlıktadır. 1940-1950 yılları arasında öyküleri ile de tanınan yazarlar olarak Memduh Şevked Esendal, Halikarnas Balıkçısı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Samim Kocagöz, Cevdet Kudret, Yaşar Kemal’i görüyoruz. Memduh Şevket Esendal, öykülerinde güçlü gözlemciliği ile birlikte, toplum yaşayışımızdaki aksaklıklara değinişi ile dikkat çeker. Otlakçı, Mendil Altında, Sahan Külbastısı, İhtiyar Çilingir, Hava Parası gibi öykü kitapları vardır. Değişik gerçekçilik anlayışıyla dikkati çeken Ahmet Hamdi Tanpınar, öykülerini Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve Yaz Yağmuru adlı iki kitapta toplamıştır. Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı), öykülerinde denizden ve deniz insanlarından söz eder. Öykülerini Ege Kıyalarından, Merhaba Akdeniz, Ege’nin Dili, Yaşasın Deniz, Gülen Ada ve Ege’den adlı kitaplarında yayımlamıştır. Orhan Kemal, romanlarında olduğu gibi öykülerinde de ekmek parası peşinde koşanların yaşayışlarını, kendi yaşantısından yansımalar olarak sergiler. Öykülerini; Ekmek Kavgası, Sarhoşlar, Çamaşırcının Kızı gibi kitaplarında toplamıştır. 111 DİL VE ANLATIM 7 Cevdet Kudret, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal de birer öykü kitaplarıyla bu yılların öykü yazarları arasına katılmışlardır. 1950’li yıllarda küçük memur, işçi, köylü, kasabalı ve şehirlerin kenar mahallelerindeki insanların sorunları anlatılır. Birey merkezli psikolojik , anı türünde öyküler yazılır. 1960’lı yıllarda yazar sayısı artar ve ona bağlı olarak konular çeşitlenir. Yine işçi, köylü, kasabalı ve şehirlerin kenar mahallelerindeki insanların sorunları ve cinsellik öyküye girer. 27 Mayıs ve 12 Mart’ı hazırlayan olaylar işlenir. Varoluşçuluk akımı öyküyü etkiler. Öykü artık bağımsız bir yazı türü olarak kabul edilir. 1970’li yıllarda siyasal, toplumsal, günlük konular ele alınır, 1960’tan sonra gelişen siyasal olaylar ve bunlar karşısında halkın durumu dile getirilir. Küçük insanın yaşam kavgası, kadının toplumdaki yeri, çocuklar için yazılan öyküler önem kazanır. 1980 ve 1990’lı yıllarda birey merkezli yazılan öyküler öne çıkar. 1950’den sonra öykü yazarlarımızın sayısında büyük bir artış görülüyor. Gerçekçiliği sürdüren, arada eleştirel gerçekliğe kayan öykü yazarları dikkati çekiyor. En çok bilinen öykü yazarlarımız arasında Haldun Taner, Samet Ağaoğlu, Sabahattin Kudret Aksal, Aziz Nesin, Necati Cumalı, Fakir Baykurt, Tahsin Yücel, Oktay Akbal, Tarık Buğra, Bilge Karasu, Yusuf Atılgan, Murathan Mungan, Tomris Uyar, Adalet Ağaoğlu, Gülten Dayıoğlu, Muzaffer İzgü, Füruzan, Pınar Kür sayılır. ETKİNLİK Aşağıdaki “Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam” adlı hikâyeyi “ben merkezli hikâye”nin özelliklerini dikkate alarak inceleyiniz. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 7. Metin GECEDEN GECEYE ARABAYI KAÇIRAN ADAM Adam, yıllardır, Sazandere’ye gideceğim, gidiyorum diye tutturmuş yaşardı. Birimi gitmiş de övmüştü orayı, haritanın birinde mi görüp merak etmişti, yoksa bir resmi mi ilişmişti gözüne bir yerlerde, bilemiyordu. Tek bildiği, denize gitmeğe her kalkışında, Sazandere’yi düşünerek yollara düştüğü, sonra da ya üşendiği, ya da yolun bozuluverdiği, arabaların işlemeyiverdiği bir sıraya rastladığı için, oraya bir türlü gidememiş olduğuydu. 112 DİL VE ANLATIM 7 Gün batarken eve dönenleri taşıyan bir vapur Denize tutkundu kendini bileli Kulaç atarken, kollarının suya saplanıp kaydığını, suyun yüzünde açar gibi olduğu yaranın tükenmez bir dirençle kapandığını gördükçe, gövdesinin, bacaklarının bu serin renkli peltenin içinde salınmasına baktıkça, dirimi bütün varlığıyla duyar, kavrardı. Denizsiz kalmamak için, gittiği her kıyıdan çakıllar, kavkılar taşırdı evine. Denizi bütün gözenekleriyle yeniden emebileceği günlerin gelmesini, çakıllara, kavkılara bakarak beklemişti, kışlar kışı. Yediği balıklarda yosunların, kıyıların kokusunu arar, ağaçları hışıldatan yele, işlerken, yürek atar gibi ses çıkaran makinalara kulak vererek bu seslerde, kıyıya çarpan dalgaları, denizin yüreğinin atışını bulmağa çabalardı. Denizsiz bir kentte oturmağa karar vermekle deniz tutkunluğunun artacağını, çok sevdiği bir şeyden, insan hâli, usanabileceği bir günün gelip çatması olasılığını ortadan kaldırabileceğini düşünmüş, bir çeşit kurnazlık etmişti sanki; kendi kendini aldatmayı gereksinirmiş gibi, bunu yapmanın boşluğunu anlamadan... Kocaman kocaman kavaklar vardı oturduğu bu kentte, sokaklarda, bahçelerde sıralanıp boy gösteren, ilkyazın gelmesiyle yeşerip yapraklarınca, hışıltılarını duyurunca, her ağaçtan daha çok, denizin dalgalanışını, teknelerin salınışını anımsatırdı bunlar. Balık oluverirdi kavak- 113 DİL VE ANLATIM 7 lar bakarken bakarken, deniz olmanın, sandal olmanın arkasından; balığın kavağa çıkması deyimini eskitir, yok ederdi. Kavaklar yapraklandıktan epey sonra da, bir kuş gelip ötmeğe başlardı gece yarısını geçe. Kısacık iki sesten, biri üst biri alt perdeden iki sesten oluşan ötüşünü saatlerce, kısa, eşit aralıklarla, yineler dururdu. Bu muydu ishakkuşu dedikleri? Kestiremezdi bir türlü. Kentlilerin o saatte uyanık duranları, kuş seslerinden anlamaz olmuşlardı nedense. Kime sorar, kimden öğrenirdi bu işin doğrusunu? Ama adını kesinlikle bilmeyedursun, kuşun sesi geldi mi, adam anlardı ki denize dönmenin çağı erişmemiştir. O zaman, içtiği sulara tuz ekmeğe başlardı düşünce, gövdesinin bütün uzunluklarını mersin balıklarına, bütün yuvarlaklıklarını denizanalarına dönüştürür, yosun ormanlarında dolanır, dalıverirdi palamut çorumlarının içine. Sonra, bir sabah, uykusundan sıyrılıverir, denizin yolunu tutardı. Kavaklar, kentin her yerinde bir daha yapraklanmıştı. Kuş bir daha ötmüştü. Ama kuş da yapraklar da denizi kıpraştırmamıştı gönlünde bu yıl, ilk kez olan bir şeydi bu. Yılların verdiği alışkıyla, denize gitmesi gerektiğine inanıyordu gene de; denizden güzel bir şey düşünemiyor, denizde doğduğunu unutamıyordu hele onun için denize gidecekti. Adam gönlündeki bu değişikliği fark etti ama neye yoracağını bilemedi. Çok da deşmedi duygularını. Bir değişiklik sezdiğine göre, en iyisi, şu yıllardır gidemediği Sazandere’ye gerçekten gitmek olmaz mıydı? Öyle de yapmıştı, kimseye haber vermeden yola çıkmış, önce kıyının bu büyük kentine gelmiş, otobüsten indiği gibi, Sazandere otobüslerinin kalktığı yeri sormuş, “karşıdaki garaj” diyen adamın sözüne uyarak garajın kapısından içeri, korkunç bir gürültünün, sağır edici bir uğultunun içine atmıştı kendini. Otobüs garajının kapısından geçerken gözlerini yummuştu. Yüksek bir kayadan denize dalarken, kendini boşluğa bırakmadan önce yaptığı gibi gözünü açmasıyla birlikte, gürültünün, uğultunun, içinden sıyrılmak için, bir suyun yüzüne çıkmak istercesine, ayaklarının -itme, atma devinimine geçmek üzere- gerildiğini duydu. Yosunlarının dal dal, ağaç ağaç, gövdesine dolandığı çamurlu bir gölün suyu gibi her yanını saran, etine, kanına saldıran bu gürültünün çıkılacak bir yüzü, bir yüzeyi yoktu oysa. Bu ses gölünden, bataklığından kurtulmanın tek yolu, Sazandere’ye gidecek otobüsü bulmak, ona binerek, onun içine sığınarak onun kucağında buradan kopup yola düzülmek olacaktı. Koca, kanlı canavar köpekbalıklarının karnına, başındaki çekmenle yapışıp, yüzgecini bile kımıldatmadan, köpekbalığı hızıyla deniz deniz gezen tembel balığıdüşündü... Kavaklarda öten kuşun adını kesinlikle bilemiyordu, ya bu balığın adını hiç çıkaramıyordu, rem’li, remo’lu bir şeydi galiba gene pazar yerinden geçtiğini görüyordu bir yandan da. 114 DİL VE ANLATIM 7 Her yerinden çekiştiriyorlardı. Sazlı’ya, Görencik’e, Madrabaz’a, Kuyulu’ya, Arifköy’e, oraya, buraya, kalkıyordu arabalar, kalkacaktı, acele edelim, acele edelim... Ağır ağır yürüyordu sessizlik içinde Otobüste uyuklarken yarı anı yarı düş bir geçişe girişmişti denizsiz kentin kavaklarla çevrili bu pazar yerinden, bu gürültü kasırgasında uyandığında daha mı uyuşuyordu ne? Pazar yerinin dışından bir yerden, filim çeker gibi durduğu bir yerden de, pazar yerini boydan boya ağır ağır geçişini izliyordu kendi kendinin. Rastgele durdu gürültünün bir yerinde. Omuzlarına eller yapıştı iki yandan; sürücü yardımcıları, küçücük çocuklardı da ondan olacak, bacaklarına yapışıyordu. Gerdir’e, Baltepe’ye, Bodur’a, Sultaneşiği’ne, Kuşlar’a götürmek istyorlardı onu. Sazandere’ye gide... diyememişti ki daha koluna yapışanlar, bulaşmış çamur silkeler gibi atmışlardı onu öteye, gürültü gölünün daha uzaklarını göstererek. Soluğu darala darala, kalabalığı güçlükle yararak ilerlemeğe çabaladı adam. Merdivenden inmişti pazar yerine pazar günü dışında bir gün, pazar öncesi ile sonrası dışında, malın yığıldığı önceki günle, pisliği, süprüntünün kaldırıldığı sonraki günün dışında bir gün, haftanın ortasında bir gün, ıssız tablasız, sergisiz, direksiz dayaksız, güneşliksiz pazar yerinin bir ucundan bir ucuna. Orasına burasına yapışıp kendisini çekiştirenlerden kurtulmanın yolunu öğrenip öğrenmediğini sınayacaktı şimdi. Sazandere... demeğe kalmadı, garajın derinliklerine doğru, gittikçe artan uğultunun, yağ kokusunun içinde ilerlemekteydi gene. Bir ucundan bir ucuna ağır ağır yürüyordu sessizlik içinde Merdivenin tepesinden, sokağın oradan da, izliyordu kendi kendini. Yel esiyordu. Yağmur yağdıracak bir yel. Yerlerden kalkan toz çevrileri paçalarına, yenlerine, kulaklarına, saçlarına doluyordu. Malların sergilendiği, betonla çevrilmiş toprak setlere çıkıp iniyor, ağır ağır yürüyordu pazarsız pazar yerinin bir ucundan. Ter kokusuyla yağ kokusunun en koyusunda, en sıcağında, garajın en kuytu köşesini dolduran üç araba gösterdiler, söver gibi. Uzaktan da olsa, görebilmiş hiç değilse Sazandere arabalarını; oraya doğruldu. Bir ucundan bir ucuna; yürüdüğünün bilincinde olduğu ölçüde de, kendi kendini ta ötelerden, pazar yerinin dışından, yukarıda kalan sokağın oradan, makinasının gözüyle izlediğini görüyordu. O ıssız genişliğin, o sessiz uzamın bir ucundan bir ucuna geçen yalnız adamın filmini çekiyordu, pazar yerinin gerisindeki adam, yani kendi; Pazar yerinin bir ucundan bir ucuna. 115 DİL VE ANLATIM 7 Gösterdikleri yere yaklaşırken, üç otobüsten birinin, gürültünün doyurduğu kulaklarının sağırlığı içinde, sessiz bir filimdeymiş gibi, çıt çıkarmadan süzülüp gittiğini gördü. Koşmak istedi. Garajı dolduran adamların hepsi, geldi önünde durdu sanki. Bir ucundan bir ucuna geçerken de, o eşsiz ıssızlığın içinde, gençliğinde, bir arkadaşının onca severek söylediği bir türkü, ansızın, yolunu bulmuştu bilincine çıkmanın... Yel vurdukça denizlerine, denizleri dalgalı... Oysa öncesi vardı o türkünün, kavakların, Aksaray’ın kavaklarının gölgeli olduğunu söyleyen. Pazar yerinin dört yanını çevreliyordu buradaki kavaklar, ulu, salınan, ırganan. Ortalarındaki uçsuz bucaksız pazar yerinin ıssızlığındaysa, yağmur yelinden başka dalgalanan bir şey yoktu; kendisi o geniş uzamın bir ucundan bir ucuna. Seslenmek istedi, işitemedi sesini, düşlerdeki gibi. Köşeye vardığında bir tek otobüs kalmıştı. Soluk soluğa sordu karşısına çıkan sürücüye, otobüsün kaçta kalkacağını. “Kalkmayacak bu”, dedi sürücü, “bir yere gitmiyor ki... Adam öfkesinden dondu, derin bir soluk aldı, yutkundu, sonra en dingin sesiyle sordu: “ Demin burada üç otobüs vardı. Nereye gitti öbür ikisi?” Sürücü, bu soruya ne denli şaştığını yüzüyle, sesiyle göstere göstere., “Nereye gidecek?” dedi, “biri Gündüzlü’ye gitti, biri de Arifköy’e...” Pazar yerinin ıssızlığını verev bir çizgiyle bölerek bir uçtan bir uca yürür, yürüyen kendini pazar yerinin dışından, sokağın oradan, kat kat merceklerin keskin inceliğiyle gene kendi izlerken, bu ölüm sessizliğinin içinde yürüyen adamın toz çevrileri arasında denizi usuna bile getirmediğini görüvermiş, bilivermişti. O gece Sazandere’ye artık otobüs kalkmayacaktı, öyle diyordu şimdi değnekçi. Bir an, ikircik içinde, kalakaldı. Başka bir otobüse biner, bildiği yerlerden birine gider, Sazandere’yi bir başka yaza bırakırdı. Her zamanki gibi. Ama vazgeçti sonra. Garajdan sokağa çıkınca arabaların, açık hava sinemalarının şerbetçilerin, fındık fıstıkçıların, insanların bu saatte büsbütün azgınlaşan Akdenizli gürültüsü diken diken battı beynine. Yorgundu, uğultunun sağırlığı geçiyordu yavaş yavaş. Bir otel buldu kendine, yattı, uyudu. Uyanırken hâlâ pazar yerinde yürüyordu. Ayınca, budalalığına sövmeğe başladı. Bir yandan pazar yeri düşü, bir yandan koşuşmanın şaşkınlığı, o gece sorması gerekeni sormamıştı. Sazandere’ye gider diye gösterdikleri otobüslerin hepsi başka yerlere gittiğine göre, Sazandere’ye otobüs kalkmış mıydı? Bu gece kalkacaksa nereden kalkacaktı? Kendisine yol gösterenler, ya bilmediklerinden, ya domuzluklarından, kendisini yanıltmışlardı. Bu gece ne olacaktı? Gündüz otobüs kalkıyor bile olsa, gitmeyecekti garaja. Burada denize girmek varken, güneşin altında kızacak otobüste kavrulmak alıklık olurdu. Telliye bindi, denize gitti. Akşama doğru dönüp karnını bir güzel doyurdu. Şimdi üç otobüs kalkabilirdi; ilki hep kalkardı ya, yolcu çıkarsa, ikincisi, gene yolcu bu- 116 DİL VE ANLATIM 7 lunursa, üçüncüsü... Adam, saatini öğrendi, yeni yeni canlanan sokaklarda biraz dolandıktan sonra, ilk otobüsün kalkışından yarım saat önce geldi, gösterilen yerde beklemeğe başladı. Bu gece gürültüye biraz alışmış olduğundan mı yoksa kulaklarını gönül gücüyle sağırlaştırdığından mı ne, garajın içinde değil de çok uzağında gibiydi. Sanki pazar yerindeydi gene... Deniz sanki yavaş yavaş kendisinden uzaklaşıyordu. Oysa buradaydı, denize gitmek için uğraşıyor, yaşamı boyunca göstermediği bir kararlılıkla, av bekler gibi bekliyordu otobüsü. Pazar yerindeki adamdı denizi unutan. Bunu, sokağın oradan bakan adam olarak mı yoksa pazar yerinin bir ucundan bir ucuna yürüyen adam olarak mı biliyordu? Yolunun ucundaki ölümü düşünmüştü pazar yerinde yürüyen adam, ya da, onun öyle düşündüğünü, film çeken adam bilmişti. Niye pazar yerinin yaşadığı üç günün değil de, bu ölü gününün filmini çekiyorum makinamla? Diye düşünüyordu galiba sokağın oradaki, merdivenin başındaki. Ama gene de yalnız o değildi bunları usundan geçiren, pazar yerinde yürüyen kendi de öyle geçirivermişti bunları içinden. Başını kaldırmış, film çeken kendine bakmıyormuş gibi, ama sonunda ona bakacağını sanarak, kavaklara bir göz atmıştı. O kuş bu kavaklara da gelir öteki herhâlde geceleri. Sonra film çeken kendine bakmadan, gözlerini önünde giden ayaklarına dikmiş, yürümüştü gene. Yürüyor, kendi filmini çekiyordu yukarıdan. Pazar yerinin öbür ucuna vardığında üç dört ayrı zamanı birbirine kattığının bilincine vardıkça usu büsbütün karışıyordu. Geldiği otobüs buralara yaklaşırken, yol yorgunluğundan olsa gerek, ımızgandığı yerde, pazar yerinde yürüyen adamla yukarıdan bu adamın filmini çeken adama bölünmüştü. Garajın gürültüsüne daldığında, bu geçiş yakasını bırakmamıştı. O sırada garajın içinde yürüyen adamla birlikte üç kişi olmuşlardı. Garajda yürüyen, pazardakilerin hem içinde hem de dışındaydı, onları görüyordu sanki karşısında. Gece, düşünde, o tükenmek bilmeyen geçişi sürdürmüştü. Şimdi, hâlâ, pazardaki adamlarla uğraşıyordu. Bir düşün düşünün anısı içinde üçleştiği gibi dörtleşiyor, garajda duran kendine bakıyor, baktığının dışında... Bitmezdi bu. Aynalarda çoğalır gibi çoğalıyorum; yorgunluğu, öfkeye, üst üste yığılan tersliklere vermeli bunu, diye söyleniyor, avutmağa çalışıyordu kendini. İrkildi. Beklediği yere, kıtıpiyos bir araba gelmişti. Otobüsün artık kalkması gereken saatti bu. Her yanı dökülen, gerçek takaların güzelliğine inat, küçümseme dolu bir sesle “taka” diye nitelenen, yıllarca, iyili kötülü yol yiyip bitirmiş otobüslerden biriydi gelen. Sazandere’ye mi? diye sorduğumda, sürücüden belirsiz bir karşılık aldı, evet’e de, hayır’a da çekilebilecek çeşitten... Adam, artık alıştığı için uğultunun içinde kendi sesini, sorusunu, açık seçik işitmişti. Sürücü, besbelli, yolcu denen aşağılık yaratık türüyle yüz göz olmayacak sürücülerdendi. Adam, biraz beklemeğe karar verdi. Öncekinden daha kırık dökük bir otobüs eskisi yanaştı berikine. Adam bunun sürücüsüne yaklaştı, sorusunu sordu. Bu kez karşılık kesin bir “evet’e benziyordu. Bindi, 117 DİL VE ANLATIM 7 pek çökmemiş, yayları dirice bir yer buldu, oturdu. Bacaklarını bile uzatabilecekti, yanına kimse oturmazsa... Pazar yeri gene gözünün önüne geldi. Pazar yerinin öbür ucuna varmış, alçak setten sokağa atlıyordu şimdi. Yukarılarda, uzaklarda duran öbür adam, yani gene kendi, makinasını toplayıp gidiyordu. Issız pazar yerinden geçen adamın filmi çekilmiş, bitmişti makaralar kutuya girecekti. Düşünün çöngülünden sıyrılıyordu.... Yanı başında kopan bir tangırtıyla yerinden sıçradı. Uyuklamış mıydı gene? İlk gelen otobüs gidiyordu. çantasını, torbasını toplayasıya, kendini dışarı atasıya, o soluk, yoluk nesne, kalabalığın içinden süzülüp gitmişti bile. Bindiği arabanın sürücüsünü göremedi. Oralarda duran birine sordu otobüsün nereye doğru yola çıktığını “Soğukgöl’e gitti galiba.” Soluk aldı adam, “bu araba ne zaman kalkacak?” diye sordu gene. “Bir yere gittiği yok, sürücüsü de yatağında uyuyordur şimdi. Demin çıktı yatmağa... Bu araba yarın sabah kalkar. Kazlar’ın arabası bu.” Adam çılgın gibi koştu sağa sola, değnekçiyi buldu. Kendisinden başka herkes Sazandere arabalarının nereden kalktığını biliyor olsa gerekti. Ortada Sazandere otobüsünü arayan kimsecikler yoktu kendinden başka. Oysa, imgelediği Sazandere gerçeklik dünyasında da varsa, birçok insanın oraya gitmesi, gitmekte olması gerekirdi. Çıkıştığı değnekçi, “Sazandere arabası kalkalı hanidir”, diye karşılık verdi, “o köşeden kalkar zaten”, derken garaj kapısının hemen yanını gösterdi. Onunla tartışmak işe yaramadı. “yanlış anlamışsın dediğimi”, diyordu değnekçi. “Her gece Sazandere’ye tek bir araba kalar, o da gitti.” Apışıverdi adam. Ertesi gece gelecekti gene. Sazandere’ye gitmemeği düşünemezdi artık. Gene denizde geçirdi ikinci günü. Akşamı, garaja gitti, ama değnekçiyi bulamadı. Sazandere otobüsünü, teker teker, her arabanın yanında durarak sordu. Gösterilen yerlere gitti, başka yerler gösterdiler. Kalabalığın içinde omzunda torbası elinde çantası, oradan oraya atılıyor, bineceği arabayı bulamıyordu. Her yere gidiyordu öbür arabalar, bildiği, bilmediği her yere. Nedense, Sazandere arabalarını bilenler azdı, ya da bilir gözükenlerin verdiği bilgi sağlam çıkmıyordu. Yorgunluktan, durduğu yere çökecek hâle gelmişti. Sazandere’ye giden otobüsü iki kez sorduğu yerin önünden geçerken bir daha sordu; “on dakika oluyor, buradan kalktı”, dediler. Ertesi gece otobüsü bir daha kaçırdı. Daha ertesi, daha ertesi gece de. Ancak, kovalamacada ustalaşıyordu, otobüsün artık kaçamayacağı, ister istemez kendisine yakalanacağı belli oluyordu. Gündüzleri denize gitmiyordu şimdi nasıl olsa Sazandere’ye varınca bütün gün denizden çıkmayacaktı. Uyuşukluk içinde yatıyordu akşamlara dek, karnını yalancıktan doyuruyor kitap bile okumuyor, aldığı akşam gazetelerine göz gezdirmeğe olsun üşeniyor, onları yatağın altına atıyordu. Denizi unutmanın, otobüsü kaçırmanın tedirginliğini atıp bir oyunu kurallarınca oynamanın keyfini her akşam biraz daha çok duyarak gidiyordu garaja. Araba artık kaçamazdı. Nitekim öyle oldu. On altıncı gece Sazandere otobüsünü, bir hayvanı köşeye kıstırır gibi kıstırdı. 118 DİL VE ANLATIM 7 Ama bir gece önce, bütün bu çabasını, otobüsü sonunda bulmuş olmanın utkusunu hiçe indiriveren yok ediveren bir şey olmuştu. Değnekçi onu bir arabanın arkasına çekmişti. “Kardeş” demişti, “gecelerdir geliyorsun görüyorum. Söylemesem olmayacak. Gerçekte, bu arabalar içinden sekiz tanesi, başka yere giderken, ya da gittikten sonra, Sazandere’ye uğrayabilir, uğrar da. Ancak, sapa yer olduğu için, gerekmedikçe oraya gitmek istemez sürücüler. Fazla para isterler, yolcuyla çekişirler, onu yarı yolda indirmeğe kalkarlar.Oralar zaten hep bir araya gelir, bir otobüse binerler, yola çıktıktan sonra sürücü artık nazlanamaz; ama senin gibi tek yolcuya kimsecikler “gideriz” demez, öyle bilsin bunu. Hani denk gelecek, başka yolcu olacak da... O zaman gidersin belki. Hem gidilecek yer bolluğuna kıran mı girdi?... “Bu sözler, adamın şu andaki bütün sevincini elinden alıyordu, ama ne çıkardı bundan? Bu gece otobüsü eliyle koymuş gibi bulduğunda, yolcuların gelmiş olduğunu, arabanın hemen kalkacağını söylediler. Bindi. Pırıl pırıl, yepyeni bir arabaydı bu. Yolcuların hepsi yerine oturmuş, kimi kıvrılmış uyuyor, kimi uyumaya hazırlanıyordu. Yerine oturmasıyla birlikte motor işledi, gürültünün içinden bir gemi yeğniliğiyle çıktılar. On dakika geçmeden, tek bir ışık damlası bile seçilmeyen kara yolunda gitgide artan bir hızla kayıyorlardı. Uğraşınca, hele hele isteyince, istemesini bilince, pekala oluyormuş dedi adam içinden. Sonra tokat yemiş gibi aydı; bir gece önce değnekçinin söylediklerinden sonra bu düşünce, olsa olsa, gülünçtü, başka her şeyden beride... Otobüsün ışıklarını çoktan söndürmüşlerdi. Horultular geliyordu her yandan. Kendi de uyuyuverirdi, yorgun varmazdı Sazandere’ye... Uyandırdılar sonra. Ortalık hâlâ karanlıktı. Otobüs durmuştu. Kulak verdi, uyku sersemliği içinde. Denizin sesi işitilmiyordu. “Ne var?” diye sordu kendisini uyaran adama. Otobüs yolculukları boyunca motora bakan gerekirse onaran, yolculara şişe şişe soğuk sular dağıtan, kolonya serpen delikanlı uykusu durmadan bölündüğünden yüzü şiş, incelikle davranması gerektiğini bildiği hâlde incecik gömleği genç yontulmamışlığının sertliğine dar gelen sürücü yardımcılarından biriydi bu. “İneceğiniz yere geldik” , diyordu. Üstelemedi adam, herkesin kendi işini iyi bilmesi gerektiği yollu iyimser bir güven duygusu içinde, indi; karanlıkta birileri bavulunu eline tutuşturdu. Otobüste kendisinden başka yolcu kalmamıştı zaten, inmiş gitmişti hepsi. Ayağını yere bastığını anlamağa daha vakit bulamadan, otobüsün yoğun bir toz kokusu içinde hızla, yeniliğinin bütün gücüyle uzaklaştığını duydu. Yapayalnızdı karanlığın içinde, besbelli. Adam bekledi. Toz genzini yakmaz oldu. Kulak verdi. Denizin sesi gelmiyordu. Burnunu havaya dikti, tuz kokusu da yoktu. Kızmamasına şaştı, şaşmamasına şaştı. Torbasının askısını düzeltti, bir iki adım attı, ayakları kuma gömülür gibi oldu. Gibi değil kuma gömülüyordu düpedüz. Çantasını yere bıraktı, eğildi, kumla kumu, deniz kumu değildi bu. Un gibi, incecik, bildiği deniz kumlarının hiç birine benzemeyen bir kumdu. Katıksız sessizlikte, usuna pazar yeri geldi geldiği gibi de çıktı gitti usundan. Buranın Sazandere olup ola- 119 DİL VE ANLATIM 7 madığını merak etmiyordu. Bu arı sessizlikte deniz, pek uzakta da olsa, işittirirdi kendini. Ses gelmiyordu, deniz yeli gelmiyordu; adam buna da üzülmedi. Hiçbir şey bilmese, yanlış arabaya binmediğini biliyordu. Kaldı ki o sürücü yardımcısına nerede ineceğini daha otobüse binip yerleşirken birkaç kez söylemişti. Bir iki adım daha attı gömüle gömüle. Deniz de umurunda değildi şimdi. Sazandere de. Yalnız merak vardı içinde, yalnız şaşkınlık. Yolcuydu başına her türlü şey gelebilirdi, hazırdı buna, ama bütün yolcular gibi, gene de her şeyin yolunda gitmesini, her şeyin ayağına gelmesini, için için beklemişti; gizli, kaçak, saklanan bir duyguydu bu. Deniz buralardan çekilmiş miydi bu yıllar içinde? Rasgele yürümeğe başladı, çantasını ardında bırakıp. Düşünmek de boştu, yük taşımak da. Bir tepeceğe tırmanıyordu şimdi, besbelli. Bir kumula. Torbasını da attı bu ara. Yoksa Sazandere, ya da başka neresiyse burası, gerçekte bir çöl müydü? Güldü, ama inceden inceden bir tedirginlik de yayılıyordu yüreğinden karnına, kollarına doğru . Biraz daha yürüdü. Ansızın, ayaklarının altında, çukurda, bir dizi pencere gördü, ışıl ışıl yanan. Oraya doğru indi. Pencereli duvarın köşesini dönünce bir kapı çıktı karşısına. Deniz yeşili bir dizi camın, içeriden gelen güçlü aydınlıkla çerçevesini çizdiği bir kapı. Elini yumdu, parmaklarının orta boğumlarıyla vurdu kapının ortasına. Elini daha kaldırmamıştı ki kapı açıldı. Çok yaşlı bir adam duruyordu karşısında. Gülümsüyordu. Kendisini tanıyormuş gibi. “Buyurun”, dedi titrek sesiyle, “buyurun, biz de merak etmeğe başlamıştık. Buyurun şöyle ocağın başına...” Adam, “Beklediğiniz birine benzettiniz beni”, diyecek oldu, demedi, ansızın, ne denli üşümüş olduğunu fark etmişti. Girdi, sevinçle yürüdü kapının karşısındaki ocağa doğru. “Yeriniz ne zamandır sizi bekliyor”, diyordu ardından seken gevrek ses, “ne zamandır bekliyoruz sizi, ha bu yıl gelecek aramıza, ha önümüzdeki yıl diyerek..” Adam ocağın karşısındaki boş yere oturdu, ayaklarını, ellerini yalın yalım yanan ateşe uzattı. Sağına soluna çevirdi sonra başını. İki yanında da kocamış yüzler, çökmüş göğüslere doğru sarkmış kar saçlı kafaların buruş buruş yüzleri, anlamsızca gülümsüyordu, emek avurtları, dişsiz ağızlarıyla; çukura kaçmış dalgın gözleri, adamın gözlerinin içine bakar gibiydi. Bilge KARASU Modern Türk Öyküleri 120 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK “Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam, adlı hikâyeyi aşağıdaki tabloya göre değerlendiriniz. Açık Bir Anlatımın Özellikleri Değerlendirme Evet Hayır İfadenin hiçbir engele uğramadan akıp gitmesi Akıcılık Gereksiz söz tekrarlarından kaçınılması Ses akışını bozan, söylenmesi güç cümle kullanılmaması Gereksiz ifadelere yer verilmemesi Duruluk-Açıklık Yalınlık Anlaşılması güç cümle kullanılmaması Metnin dil ve ifadesinin sade ve süssüz olması Duygu ve düşüncenin kısa ve kesin ifadelerle dile getirilmesi UYGULAMA VE ALIŞTIRMA SORULARI 1. “Başını Vermeyen Şehit ve Sahan Külbastısı” adlı hikâyeleri yazım ve noktalama bakımından değerlendiriniz. 2. Hikâye yazı türünün yapısal özelliklerini anlatınız. 3. Durum ve olay hikayesine örnek olacak birer hikâye yazınız. 4. Okuduğunuz hikâyeleri “anlatıcının bakış açısı” yönünden değerlendiriniz? 121 DİL VE ANLATIM 7 2.4. ROMAN HAZIRLIK ÇALIŞMALARI 1. Bir roman yazmak isteseydiniz hangi temada yazardınız? 2. Atatürk’ün vatan ve millet sevgisini anlatan yazılar bularak çevrenize anlatınız. 3. Notre Dame’ın Kamburu, Madame Bovary, Suç ve Ceza, Goriot Baba, Aşk-ı Memnu, Handan, Kiralık Konak, Kuyucaklı Yusuf, Yalnızız, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, İnce Memed, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Küçük Ağa, Devlet Ana, Osmancık, Bereketli Topraklar Üzerinde, Sinekli Bakkal, Ağrı Dağı Efsanesi, Bugünün Saraylısı, Çalıkuşu, Bir Düğün Gecesi, Kilit, Küçük Dünyalar, Ayaşlı ve Kiracıları, Gün Uzar Yüzyıl Olur romanlarından en az üçünü okuyunuz. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 1. Metin ÇALIKUŞU Özet İstanbullu bir subayın kızı olan Feride, küçük yaşta anne ve babasını kaybeder. Teyzesinin korumasıyla “Nötre Dame de Sion” Fransız yatılı okulunda okur. Yaramazlıkları yüzünden arkadaşları, okulda, ona “Çalıkuşu” adını takarlar. Feride, yaz tatillerini teyzesinin köşkünde geçirir. Teyzesinin yakışıklı oğlu Kâmuran ile birbirlerini severler ve nişanlanırlar. Feride, düğün günü, bir kadının getirdiği mektuptan Kamuran’ın İsviçre’de iken Münevver adında hasta bir kızla ilişkisi olduğunu, ona evlenme sözü verdiğini öğrenir, her şeyi yüzüstü bırakıp kaçar. Çalıkuşu romanının kapak resmi Feride, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde (Zeyniler Köyü, Bursa, Çanakkale…) öğretmenlik yapar. Oldukça idealisttir. Güzelliği başına belâ olur. Çeşitli dedikodular çıkar. Zeyniler Köyü’nde iken tanıştığı Doktor Hayrullah Bey’le Kuşadası’nda ikinci kez karşılaşır. Babacan bir adam olan Hayrullah Bey, Feride’yi kızı gibi korur; halkın dedikodusu üzerine onunla kağıt üzerinde evlenir; fakat aralarında sadece “baba – kız” ilişkisi vardır. 122 DİL VE ANLATIM 7 Feride, öğretmenliğe başlayınca bir “günlük” tutmuş, başından geçen her şeyi günü gününe bir deftere yazmıştır. Hayrullah Bey bu defteri bulur, okur ve saklar. Hastalanınca, Feride’ye kendisinin ölümünden sonra ara sıra teyzesinin yanına gitmesini ve verdiği kapalı zarfı Kâmuran’a teslim etmesini vasiyet eder. Hayrullah Bey’in ölümünden sora, vasiyeti yerine getirilir. Feride, zarfı Kâmuran’a verir. Zarfın içinde Hayrullah Bey’in bir mektubu ile Feride’nin “günlük”ü vardır. Hayrullah Bey, Kâmuran’a yazdığı mektupta Feride’yi bir daha bırakmamasını salık vermektedir. Kâmuran mektubu ve Feride’nin günlüğünü sabaha dek okur, her şeyi öğrenir. Ertesi gün gidecek olan Feride’yi bırakmaz, evlenirler. Çalıkışı Romanından ……. Nerelere, hangi memleketlere gidiyordum, bilmiyorum. Yalnız birdenbire uçurumlara düşmek hissi içinde, içim ılınarak silkinip uyandıkça öyle hissediyorum ki, uzak, pek uzak bir yerlerden dönüyorum. Kulaklarımda ışık süratiyle aşılmış mesafelerin rüzgârları hışıldıyor, gözlerimde havanın en yüksek tabakalarında görülmüş dumanlı memleketlerin dağınık, sönük hatıraları titriyordu. Evvelki gün Hayrullah Bey’e dedim ki: – Doktorcuğum, artık büsbütün iyileştim. Onu ziyaret edebiliriz. Evvela razı olmadı, daha hiç olmazsa on beş gün, bir hafta sabretmemi söyledi. Fakat hastaların inatçılığına, titizliğine tahammül etmek mümkün olmuyor. İhtiyar arkadaşımı nihayet razı ettim. Bahçeden iki kucak çiçek, deniz kenarından birçok renkli taş -küçüğüm bunları çiçeklerden ziyade severdi- topladık. Munise, Akdeniz’e karşı bir tepeciğin üstünde, kendi gibi incecik bir küçük servinin altında yatıyor. Saatlerce yanında oturduk. Hastalığımdan beri ilk defa olmak üzere doktorla onu konuştuk. Küçüğümün nasıl öldüğünü, nasıl gömüldüğünü bilmek istiyordum. Bütün ısrarlarıma rağmen Hayrullah Bey bana tafsilat vermedi. Yalnız bir şey öğrenebildim: Gömüldükten sonra imam, Munise’nin annesinin ismini sormuş, bunu, tabii kimse bilmiyor doktor benim, bu küçük kız için hemen hemen bir anne olduğumu hatırlamış, ismimi vermiş. Yavrumu “Munise bin Feride” diye toprağa teslim etmişler... Kuşadası 1 Eylül Doktor Hayrullah Bey bu sabah bana: – Küçük, dedi. Beni yine bir köyden istemişler. Düldül sana emanet, sakın hayvanın pansumanını o “Odabaşı” ayısına bırakma. Kendi bacağı gibi Düldül’ün bacağını da kestirmeye mi azmetti, hain nedir? Bir türlü ayak iyi olmuyor, pansumanı biliyorsun. Yarayı tekrar bağladıktan sonra Düldül’ü sekiz, on dakika bahçenin içinde dolaştır, hat- 123 DİL VE ANLATIM 7 ta mümkünse bir parça, ama çok değil, koştur anladın mı? ikinci işe gelince, fırıncı Hurşit Ağa bugün fırın kirasını getirecek, yirmi sekiz lira mı ne, benim tarafından parayı alırsın. Ayrıca, neydi o söyleyeceğim? Kafa kalmadı ki... Ha, evet, benim kütüphanemi aşağıya naklettir. Deniz tarafındaki odayı sana vereceğim. Orası daha güzel, hem kışın lodosa karşıdır, üşümezsin... Ne vakitten beri söylemek istediğim sözün sırası gelmişti. Dedim ki: – Doktor Bey, Düldül’ü merak etmeyin, kirayı da alırım. Fakat, ötekine ihtiyaç var mı? Artık, misafirliğim kâfi derecede uzadı, müsaade ederseniz ben gideceğim. Doktor, ellerini kalçalarına dayadı, benim taklidimi yapmak için sesini incelterek hiddetle: – Misafirliğim kâfi derece uzadı. Müsaade ederseniz ben gideceğim, dedi. Sonra daha sert bir tavırla yumruğunu sallayarak: – Ne dedin? Gidecek misin? Yediği naneye bak. Ağzını kulaklarına kadar yırtarım da asıl o vakit kıyamete kadar gülersin. – Fakat, Doktor Bey, dedim, misafirlik fazla uzuyor. Yine elini beline dayayarak: – Peki, küçükhanım hazretleri, gitmek istiyorsunuz, âlâ fakat Quo Vadis?... Gülümseyerek cevap verdim: – Doktor bey, nereye gideceğimi ben de kendi kendime soruyorum. Fakat şu var, gitmek elzem. İlanihaye yanınızda kalamam. Bu, tabii... En düşkün bir zamanımda bana yardım ettiniz, bunu unutmayacağım, fakat... Hayrullah Bey, çenemin altından tuttu: – Küçük kız, gevezeliğe lüzum yok, biz, seninle “iki ahbap çavuş” olduk. Haydi, münasebetsizliği bırak. Ben, hâlâ ısrar ediyordum: – Doktor Bey, kalmak benim canıma minnet, emin olunuz, yanınızda çok mesut oluyorum, fakat niceden beri size yük olacağım? Gerçi çok insaniyetlisiniz, fedakârsınız... Doktor, kısa saçlarımı birbirine karıştırarak eğlenmeye devam ediyor, yine benim söyleyişimi taklit etmek için yanağını çukurlaştırarak, dudaklarını sivriltip, sesini incelterek: – İnsaniyet, fedakârlık... Trajedi mi oynuyoruz be deli çocuk? diyordu. Anlatamadık gitti, insaniyet, fedakârlık bana vız gelir, küçük kız. Ben keyfim için yaşadım, keyfim için sana hizmet ettim. Senden hoşlanmayayım da bak, suratına bakar mıydım? Kendimi tepesi üstü minderden attığımı işitsen yine fedakârlık ettiğime inanma. “Bu hodkâm ihtiyar, kim bilir, ne zevk buldu?” de. Moliere’in bir kahramanı vardır, pek zevkime gider. Herife dayak atarken öteki beriki kurtarmaya gelir, herif, hepsini kovar. “Haydi efendim işinize. Allah Allah! Belki ben, dayak yemekten hoşlanıyorum!” der. Haydi küçük, zev- 124 DİL VE ANLATIM 7 zekliği bırak, geldiğim vakit odalar hazır olmazsa vay haline alimallah hani, bir iri genç bekçi var, herifi çağırır zorla seni nikâh ederim. Cezayı görürsün ha?.. Hayrullah Bey’in, ara sıra yaptığı gibi, yine münasebetsiz şakalar edeceğini, beni utandıracağını biliyordum, hemen yanından kaçtım. Hayrullah Bey, benim için hem iyi bir baba, hem iyi bir arkadaş oldu... Evinde, kendimi yabancı bulmuyorum, benim gibi kalbi ve hayatı kırılmış bir kızın ne kadar mesut olması mümkünse o kadar mesut oluyorum. Kendime bin türlü şey icat ediyorum, ihtiyar sütnineye yardım, evi düzeltmek, bahçeye yemeklere hatta doktorun hesaplarına bakmak, daha böyle bin türlü iş. Buradan ayrılıktan sonra ne yapacağım? Ben, artık alil sayılırım. Sıhhatim yavaş yavaş düzeliyor. Fakat nafile, öyle hissediyorum ki, içimde müebbeden kırılmış bir şey var. Eski sıhhatimi, bana her şeyi hoş gösteren eski neşemi artık bulamayacağım. Gülerken ağlıyorum, ağlarken gülüyorum, dakikam dakikama uymuyor. Mesela, geçen akşam pek neşeliydim. Yatağımda gözlerimi kaparken adeta kendimi mesut hissediyordum. Sabaha doğru karanlığın içinde hiç sebepsiz ağlaya ağlaya uyandım. Neyim vardı? Niçin ağlıyordum? Bunu kendim de bilmiyordum. Öyle sanıyorum ki gece, bu kocaman dünyanın bütün evlerini birer birer birer dolaşarak ne kadar keder, ümitsizlik varsa hepsini toplamış, getirip benim göğsüme doldurmuş. Bu sebepsiz, isimsiz dilsiz yeis içinde: “Anneciğim, anneciğim!” diye titreye titreye hıçkırıyor, daha kuvvetle feryat etmemek için parmaklarımla ağzımı kapıyordum. Birdenbire yanımdaki odadan Hayrullah Bey’in sesi geldi: – Feride, sen misin? Ne oldun kızım? İhtiyar doktor, elinde mumla odama koştu, ne olduğumu, niçin ağladığımı bile söyletmeye lüzum görmeden ehemmiyetsiz, belki manâsız şefkat kelimeleriyle beni teskin etti: – Bir şey değil, kızım, bir şey değil, ehemmiyetsiz bir sinir nöbeti, geçer yavrum. Vah, çocuğum, vah. Ben, gözlerimde bir türlü durmayan yaşlar, tıkanan kuş yavruları gibi açık ağzımda boğuk hıçkırıklarla titrerken ihtiyar arkadaşım, pencereye döndü, karanlıkta ta uzaklara yumruğunu saklayarak: – Allah belanı versin, aslan gibi çocuğu berbat ettin, dedi. Yalnız kaldıktan sonra da böyle hastalık ve ümitsizlik saatlerim olursa ben ne yapacağım? Adam sende... Şimdiden bunu niçin düşünmeli? Herhalde daha en az bir ay, belki daha ziyade, doktor beni bırakmayacak... …… 125 DİL VE ANLATIM 7 AÇIKLAMALAR Olmuş veya olabilecek bazı olayların kişi, yer, zaman ve mekan çerçevesi içinde anlatıldığı mensur eserlere roman denir. Roman anlatmaya dayalı bir edebiyat türüdür. Esas olarak kurgusu anlatılacak bir hikâye ile bunu anlatan bir anlatıcıya dayanmaktadır. Bu bakımdan romancı dilin sağladığı imkânlardan en geniş ölçüde yararlanır. Roman sanatında asıl hedef, insan gerçeğini anlatmaktır. Bunun dışındaki diğer unsurlar, insan hayatını anlatmak için kullanılan vasıtalardan ibarettir. Olay ve kişilerin ayrıntılı anlatılması, tahlil ve tasvirlere çok yer verilmesi, bir ana olay etrafında bir çok küçük olayın bulunması bakımından hikâye türünden ayrılır Romanlarda konular, bir temel vakanın etrafında gelişen olaylarla anlatılır. Olay örgüsü, romanın temel unsurlarından biridir. Olayların ve karakterlerin zaman içindeki gelişmesi, romanın yapısının ana eksenini oluşturur. İşte plan, bu olay örgüsünün belli bir düzen içinde geliştirilip işlenmesidir. Bu plan genellikle üç bölümden oluşur. Giriş (serim): Romanda kişilerin ve çevrenin okuyucuya tanıtıldığı, olayların başladığı ilk bölümdür. Gelişme (düğüm): Olayların gittikçe yoğunlaştığı, belli çatışmaların gerçekleştiği, kahramanların belli engellerle karşılaştığı bölümdür. Bu bölümde okuyucunun ilgisi, dikkati ve heyecanı doruk noktasına ulaşır. Bir an önce çatışmaların sona ermesini ve engellerin aşılmasını bekler. Sonuç (çözüm): Çatışmaların ve engellerin ortadan kalktığı, düğümün çözüldüğü, olayların sona erdiği bölümdür. Bazı romanlarda başlangıç, gelişme ve sonuç biçimindeki ana yapının çok belirgin olmasına karşılık, bir kısım romanlarda ise bu plan değiştirilerek uygulanmaktadır. Olayların akışındaki düzenin bozulması şüphesiz planı da değiştirmektedir. 2.4.1 Romanın Ögeleri Roman dört temel öğeden oluşur. Romanın kurgusunu oluşturan dört temel unsur: “olay, kişi, yer ve zaman”dır. A. Olay Romanın ana unsurlarından biri de olay örgüsüdür. Bu olaylar yazarın tanıdığı veya gözlediği yaşanılan hayattan alınabileceği gibi, hayalinde canlandırıp tasarladığı olabilir hissini veren vakalar dizisinden de meydana gelebilir. Romanda olaylar dağınık vaziyette bulunmazlar. Birbirlerini destekleyen, sebep-sonuç ilişkisi içinde 126 DİL VE ANLATIM 7 gelişme gösteren bir tertip oluştururlar. Ancak klasik romanlarda olduğu gibi olaylar, her zaman kronolojik sıra içinde ileriye doğru gelişme kaydetmezler. Bazen yazarlar, kahramanlarının kimliğine açıklık getirmek veya halihazırda cereyan etmekte olan bir olayı izah etmek için geriye dönüş tekniğini kullanarak, olayların oluşundaki kronolojik sırayı bozabilirler. BİLGİ KÖŞESİ Aşağıdaki kutucuklarda “Çalıkuşu” romanının olay örgüsünü oluşturan olay halkaları kısaltılarak verilmiştir. Feride’nin büyükannesinin yanına yerleşmesi, mektebe yazılması, Çalıkuşu isminin takılması ve Kâmuran’a aşık olması Kâmuran’ın Avrupa’ya gidip Münevver diye bir kadınla dönmesi ve Feride’nin köşkü terk etmesi ÇALIKUŞU ROMANININ OLAY HALKALARINDAN Feride’nin Zeyniler OLUŞAN OLAY köyüne atanması, MuniÖRGÜSÜ se’yi evlatlık olarak alması, İpekböceği adının takılması ve Şeyh Yusuf Efendi’nin ona aşık olması ve Feride’nin tayin istemesi Feride’nin okul müdiresi tarafından İzmir’e gönderilmesi, İzmir’den Kuşadası’na tayin edilmesi Feride’nin Çanakkale’ye tayin edilmesi, Yüzbaşı İhsan’ın evlilik teklif etmesi, Feride’ye Gülbeşeker isminin verilmesi Kuşadası’nda Hayrullah Bey’le tekrar karşılaşması, Munise’nin ölmesi, kağıt üzerinde Hayrullah Bey’le evlenmesi Feride’nin Tekirdağ’a gidip Hayrullah Bey’in vasiyetini yerine getirmesi. Köşkten ayrılmadan önce gerçekleri Müjgan’a anlatması Feride’nin gitmesinden önce mektubun Müjgan ve Kamuran tarafından okunması Aziz Bey’le Kâmuran’ın gizlice nikah kıydırmaları ve Feride’nin Kamuran’la kavuşması 127 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Olay örgüsünü oluşturan ve kendi içinde bütünlüğü olan parçalar arasında nasıl bir ilişki olduğunu “Çalıkuşu Romanının Olay Halkalarından Oluşan Olay Örgüsü” şemasından hareketle söyleyiniz? Çalıkuşu romanında olay örgüsünü oluşturan ve kendi içinde bütünlüğü olan parçalar arasında neden-sonuç ilişkisi vardır. Bu olay parçaları birbirlerine nedensonuç ilişkisiyle bağlanır. Örneğin: Feride’nin Kamuran’a kızması tayin isteyip öğretmenliğe başlamasına sebep olmuştur. Romandaki Olay Zinciri ile Olay Örgüsü Arasındaki Farklar Bir olay kronolojik sıra içinde anlatılıyorsa olay zinciri kullanılır. Anlatılan olay bir zincirin halkaları gibi tamamlanmıştır ve bu halkalar sırası ile anlatılır. Olayların gerçekteki kronolojik sırası ile romanın olay örgüsündeki olay sırası bir ve aynı şey değildir. Olay örgüsünde olay kurgulanır, ilginçliklerle süslenebilir. Olaylar, kronolojik zamana bağlı kalmadan geriye dönüşlerle verilebilir. Olaylar, neden-sonuç ilişkisiyle birbirlerine bağlanır. Nedensellik, kronolojiden önce gelir. Yani olayların gerçekte birbirlerini izleme sırasından çok aralarındaki nedensellik ilişkisi önemlidir. İşte olayların nedensellik ilişkisi bize olay örgüsünü verir. Örneğin “Hayrullah Bey öldü Feride Kuşadası’ndan ayrıldı.” dersek bir kronolojik olay zincirini vermiş oluruz. Oysa “Hayrullah Bey ölmeden önce Feride’yi Kamuran’la kavuşturmak için her şeyi anlatan bir mektup hazırladı ve bunu götürmesini Feride’ye vasiyet etti. Ölünce Feride Hayrullah Bey’in vasiyetini yerine getirmek üzere Kuşadası’ndan ayrıldı.” dersek bir olay örgüsü kurmuş oluruz. ETKİNLİK Okuduğunuz romanlardaki, kişilerin özelliklerini ve işlevleri bulmaya çalışınız? B. Kişiler Romanın esas unsurlarından biri de kişilerdir. Roman kişiler üzerine kurulur. Bu kişilerin en önemli özelliği toplumda rastlanabilir nitelikte olmalarıdır. Romanda olayın cereyan ettiği yerde, bir de o olayın meydana gelmesine sebep olan, onu 128 DİL VE ANLATIM 7 meydana getiren vardır. Bu bir insan olabileceği gibi, kendisine insan hüviyeti verilmiş temsili varlıklar, mesela hayvanlar, bitkiler, çeşitli cansız varlıklar, hatta kavramlar bile olabilir. Olaylar içinde yer alan bütün bu canlı cansız varlıklara şahıs kadrosu adı verilir. Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanında “hastane koğuşu” ve “hastalık”, “Matmazel Noralya ‘nın Koltuğu “nda ise cansız bir nesne olan “koltuk” şahıs kadrosu içinde yer alır. Romanda kişiler, ya dış davranışları ve fiziki görünüşleriyle ya da iç yaşantıları ve psikolojik yapılarıyla tanıtılır. Romanda kişiler, tipler ve karakterler diye iki ‘gruba ayrılır: Tip: Belli bir sınıfı ya da belli bir insan eğilimini temsil eden kişidir. Tip evrenseldir, genel özelliklere sahiptir. Tipler “sevecen tip, alıngan tip, kıskanç tip, sosyal tip” gibi, bireysel olmaktan çok; başkalarında da bulunan ortak özellikler taşıyan ve bu özellikleri en belirgin şekilde temsil eden şahıs veya şahıs grubudur. Karakter: Romanda olumlu, olumsuz yönleri ile verilen, belirli bir tip özelliği göstermeyen kişilerdir. Karakter, kendine özgüdür. Karakterler genel temsil özelliği göstermez. Karakterler, tipik olan birkaç özelliği ile insanın iç çatışmaları ve çıkmazlarını verme görevini yüklenmiş roman şahıslarıdır. Karakterler çok yönlü olup, değişkenliğe sahip kişiler oldukları için bunlara “yuvarlak roman kişisi” de denmektedir. ETKİNLİK ”Çalıkuşu” romanının olay örgüsündeki kişilerin özellikleri ve işlevleri: Feride (Çalıkuşu): Romanın baş kahramanıdır. Ayrıca beş kısımlık romanın ilk dört kısmının da anlatıcısıdır. Feride Fransız okulundan mezun, gerek okulda gerekse teyzelerinin yanında ele avuca sığmayan, ağaçlara tırmanan, türlü haylazlıklar yapan çok güzel, duygusal ve akıllı bir İstanbul kızıdır. Okuldaki öğretmenleri ona “Çalıkuşu” adını takmışlardır. Öğretmen olarak Anadolu’nun pek çok şehir ve köyünü dolaşır (Bursa, Zeyniler, Çanakkale, İzmir, Kuşadası). Munise adlı küçük bir kızı evlatlık alır. Onunla beraber yaşar. Güzelliği her yerde başına belâ olur. Erkekler adını bilmedikleri Feride’ye “İpekböceği, Gülbeşeker, Fındıkkurdu” gibi adlar takarlar. Pek çok kişiden evlenme teklifi alır. Beş yıllık Anadolu macerasında sürekli yer değiştirmesinin, tayin istemesinin sebebi yapılan evlilik teklifleri ve hakkında çıkan dedikodulardır. Kâmuran: Feride’nin Besime teyzesinin oğludur. Genç, yakışıklı ve kibar biridir. Feride ile Kamuran birbirlerine aşıktır. Roman bu aşk üzerine şekillenmiştir. Feride Anadolu’ya ona kızdığı için gitmiştir. 129 DİL VE ANLATIM 7 Munise: Feride’nin Zeyniler köyünde evlatlık edindiği açık sarı saçları olan, zayıf, küçük bir kız çocuğudur. Munise, on dört yaşında iken, kuşpalazı hastalığından ölür. Doktor Hayrullah Bey: Askerî doktordur. Feride ile ilk kez Zeyniler’de karşılaşır. Sürekli askerlerin içinde kaldığından kaba saba konuşur, ağzına geleni çekinmeden söyler. Şaka yapmayı, hayatla dalga geçmeyi sever. Oldukça neşeli bir insandır. Feride’yi korumak için kâğıt üzerinde evlenirler. Feride’ye, kendisi öldükten sonra ailesiyle barışmasını, hiç olmazsa bir süre onların yanında kalmasını ve bu zarfı Kâmuran’a teslim etmesini vasiyet eder. Bir süre sonra da kanser hastalığından ölür. Müjgân: Feride’nin Tekirdağ’da oturan Ayşe teyzesinin kızıdır. Feride’den üç yaş büyüktür. Feride’nin akrabaları arasında en çok sevdiği, sırrını paylaştığı, dertleştiği kişi Müjgân’dır. Feride’nin çılgın ve yaramaz olmasına karşın Müjgân o kadar olgun ve ağırbaşlıdır. Feride ile Kâmran’ın arasını ikinci kez yine Müjgân yapar, onları bir daha ayrılmamak üzere birbirine kavuşturur. Neriman: Köşke gelip giden misafirlerden biri. Kocasını kaybetmiş, güzel, giyinmesini bilen süslü ve çekici bir dul. Neriman’ın Kâmuran’la yakınlaşmasını Feride çok kıskanmıştır. Hatice Hanım: Zeyniler köyündeki okulda, Feride gelmeden önce çocukları okutan, bir taraftan da okulun temizlik işleriyle ilgilenen yarı öğretmen, yarı hademe durumundaki yaşlı bir kadındır. Şeyh Yusuf Efendi: Feride’nin B... vilayetinde iken görev yaptığı Darülmuallimat’ta musiki hocalığı yapan bir bestekâr. Verem hastası Şeyh Yusuf Efendi Feride’ye aşık olur sonra da ölür. Besime Hanım: Feride’nin Kozyatağı’nda oturan teyzesidir. Kâmuran’ın annesidir. Feride yaz tatillerini Besime teyzesinin köşkünde geçirir. Ayşe Hanım: Feride’nin Tekirdağ’daki teyzesidir. Müjgân’nın annesidir. Aziz Bey: Feride’nin Tekirdağ’daki Ayşe teyzesinin kocasıdır, yani eniştesidir. Müjgân’ın babasıdır. Nizamettin Bey: Feride’nin babasıdır. Bir süvari binbaşısıdır. Güzide Hanım: Feride’nin annesidir. Feride henüz altı yaşındayken vefat eder. Hafız Kurban Efendi: Feride’nin Ç...’de iken oturduğu eve bitişik komşusudur. Cahil, gözü dışarıda olan, karısına değer vermeyen, ahlâksız bir adamdır. Reşit Bey:. Feride’nin kızlarına Fransızca dersi verdiği, yaşlı, İzmirli zengin bir adamdır. İhsan Bey: Ç...’de “Gülbeşeker” olarak tanınan Feride’yi görebilmek için amele kılığına girip okulun yanındaki bahçede çalışan bir askerdir. 130 DİL VE ANLATIM 7 Gülmisal Kalfa: Feride’nin annesi Güzide’nin dadısıdır. Hacı Kalfa: Feride’nin ilk tayin edildiği yer olan B...’de kaldığı otelin ihtiyar odacısıdır. Feride’ye çok iyi davranır. Onun her şeyiyle yakından ilgilenir. C. Zaman Zaman da her romanın yapısının en temel unsurudur. Çünkü romanda olay/ olaylar mutlaka bir zaman dilimi içerisinde cereyan ederler. Bütün romanlar insanı tek başına değil, başka insanlarla ilişkisi bulunan, geçmişi ve geleceği olan bir varlık olarak ele alırlar. Buna göre romanlarda zaman, geçmiş, içinde bulunulan an ve gelecek olmak üzere üç boyutuyla ele alınır. Yazar, bu üç boyutlu zamanı, bazen içinde bulunulan andan geleceğe doğru akıtır, bazen de hatırlamalarla geriye doğru taşır. ETKİNLİK ”Çalıkuşu” romanında zaman ifade eden parçaların özelliklerini ve işlevlerini inceleyerek bir deftere yazınız? Reşat Nuri Güntekin’in, “Çalıkuşu” romanı 1922 yılında yayımlanmıştır. Romanda geçen olaylar XX. yüzyılın ilk çeyreğine aittir. Feride’nin Kuşadası’nda bulunduğu sırada Birinci Dünya Savaşı patlak vermesi bunu açıkça gösterir. Yazar, XX. yüzyılın başlarındaki Türk toplumundan bir kesit sunmuştur. Romanın ilk dört bölümü Feride’nin hatıra defterinden oluşur. Burada geçen olaylar, yirmi yılı aşkın bir zaman dilimini kapsar. Hatıra defterinin başında Feride iki buçuk yaşındadır, bitiminde ise yirmi beş yaşındadır. Feride hatıralarını yazmaya başladığında yirmi yaşındadır. Feride iki buçuk yaşından genç kızlık dönemine kadar başından geçen olayları “zamanda geri dönüş” yaparak anlatır. Olayların anlatımı sırasında yer yer zamanda atlamalar yapılır. Örneğin; “mamafih bu dört sene Müjgân’ın korktuğundan çok daha çabuk geçti.” sözlerinde görüldüğü gibi Kâmran’ın Avrupa’ya gidiş ile dönüşü arasındaki dört yıllık zaman dilimi atlanmıştır. Feride, iki buçuk yaş ile yirmi yaş arasındaki dönemini bitirdikten sonra yaşadığı olayları bazen günü gününe bazen de belli zaman aralıklarıyla yazar. Örnek: “Bu sabah uyandığım vakit günlerden beri devam eden yağmuru dinmiş buldum.”, “Bugünkü programımın öğleden sonraki kısmı, geldim geleli çantamda duran defterime son altı ayın vakalarını yazmaktı.” gibi. 131 DİL VE ANLATIM 7 Feride, Hayrullah Bey’le evlendiği güne kadar hatıralarını bu şekilde yazar. Feride’nin köşkten ayrıldıktan sonra Hayrullah Bey’le evlendiği güne kadar geçen zaman dilimi yaklaşık beş yıldır. Feride hatıra defterinin ilk satırlarını B...’de, bir otel odasında yazmaya başlar; son satırlarını ise, Hayrullah Bey’le evlendikten bir gün sonra, defterinin yaprakları bittiği için mavi kabına yazmıştır. Romanın beşinci bölümünde yaşananlar ise, iki aylık bir zaman dilimini kapsar. Bu bölümde olaylar hâkim anlatıcı tarafından aktarıldığı için kronolojik zaman ile anlatma zamanı arasındaki boşluk kalkar. Olaylar, yaşandığı anda aktarılır. Çünkü hâkim anlatıcı, olayları anında görme, duyma ve anlatma imkânına sahiptir. Örnek: “Vakit, gece yarısını geçiyordu. Köşk, çoktan uyumuştu. Müjgân, omuzlarında bir ince atkı, elinde küçük bir şamdanla odasından çıktı. Ayaklarının ucuna basa basa, dura dura Kâmran’ın kapısına geldi. Odada ne ses, ne ışık vardı. Genç kadın yavaşça kapıya dokundu.” BİLGİ KÖŞESİ Romanda zaman konusunu anlatan aşağıdaki metni okuyarak romanla ilgili başka araştırma yazıları da bulup inceleyiniz. ROMANDA ZAMAN Bir romanda zaman, hep aynı biçimde ve aynı oranda yapıyı geliştiren bir unsur değildir. Mesela Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’ sında tarihi ve sosyal zamanın üstlendiği fonksiyonla, Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki zamanın aynı derece ve tarzda olduğunu söyleyemeyiz. Aynı yazarın farklı eserlerinde dahi zaman farklı boyutlarıyla farklı etkilere sahip olabilir. Mesela Orhan Kemal’in Eskici Dükkanı’ndaki Topal Eskici’nin kişiliği yaşadığı zamandan bağımsız düşünülemez. Ama mesela Murtaza’da zamanın böyle bir işlevi yoktur. Vaka Zamanı Gerçek dünyadaki bütün oluş ve hareketler, zamandan bağımsız olmadığı gibi, kurmaca dünyadaki bütün durum ve hareketler de bir zaman dilimi içinde gerçekleşirler ve az veya çok her olay veya şahıs, içinde olduğu zamanın izlerini taşır. Bu yüzden okuyucular olayların ne zaman oluştuklarını merak ederler. Olayların sırası, süresi ve sıklığı bu zaman dilimi içinde düzenlenir. Her anlatıcı, bu süreyi istediği şekilde verebilir. Alışılmış olanı kronolojik düzenlemedir. Meselâ 132 DİL VE ANLATIM 7 olaylar bir kişinin doğumundan itibaren başlar, ölümüne kadarki hayatını sırayla anlatabilir. Anlatıcı bu sırayı, hikayesine iyice hakim ise, değiştirebilir. Sondan başlayarak “geriye doğru”, veya ortadan başlayarak “geriye ve ileriye doğru” gidebilir. Ancak şahıs, mekân ve zamanın bir bütün oluşturduğunu unutmamalıyız. Bu unsurlardan birinin değişmesi diğerlerini de değiştirir. Vakanın sunuluşunda zamanı yeniden dört şekilde düzenlemek mümkündür. Vakanın gerçekleştiği zaman süresi ile, vakanın sunuluşundaki zaman süresi farklı olabilir. Anlatıcı zamanda kesmeler ve atlamalar yapabilir (artzaman). Anlatıcı vaka gerçekleşmeden önce de bir durumu veya olayı hikaye edebilir (önzaman). Hikayenin kendi zamanı ile düzenlenen zaman arasında paralellik de olabilir (eşzaman). Anlatıcı vakanın gerçekleştiği zamanı an ve süre olarak bilmiyor gibi davranabilir, dolayısıyla okuru da ihtimallere katmak isteyebilir. (zamanda katılım) Anlatma Zamanı “Bir serde nakledilen bir vaka ve vakayı anlatan kişi vardır. Anlatan kişi, vaka zamanının içinde veya uzağında olabilir. Vaka bir müddet zarfında cereyan eder. Anlatıcı bu vakayı, yine bir müddet zarfında öğrenir ve nakleder. Bu sonuncusunu yazma zamanıyla karıştırılmamalıdır. Vaka ve anlatma zamanı itibarî olmalarıyla, bildiğimiz zamandan ayrılırlar.” (Aktaş, 1984: 103) Vaka zamanı ile anlatma zamanı arasında “mesafe” olup olmadığı vaka ile, anlatıcının ilişkilerinden tespit edilebilir. Ama çoğu zaman bu mesafenin tespiti güçtür ve yazma zamanı ile karıştırılır. Fakat söz konusu mesafe ister tespit edilsin, ister edilemesin bir romanda nakledilen vaka zamanı ile vakanın idrak edilip nakledilme zamanının aynı olmadığı kesindir. Bir hikayeyi anlatan özne, üçüncü tekil şahıs, olabileceği gibi, vakayı yaşayan biri de olabilir. Anlatan hangi şahıs olursa olsun, anlatılandan sonraki zamanda konuşmaya başlar, tnsan kendi başından geçen bir olayı bile hemen anlattığında, olay ile vaka arasına mesafe girmiş olur. Bu, aralığı, “vaka zamanı ile anlatma zamanı arasındaki mesafe” diye adlandırıyoruz. Bu mesafe ilişkiler ağındaki şekli etkilediği gibi, bakış açısına da şekil verebilmektedir. Zamanın akışı kroniktir. Dolayısıyla ister kurmaca, isterse gerçek hayatta olsun, olaylar asıl itibariyle zamanın akış sırası içinde meydana gelirler. Anlatıcının, bir romandaki hikayeyi sıraya uymayıp akronik olarak düzenlemesi, anlatanla anlatılanın arasında bir mesafe olduğunu gösteren bir tekniktir. Vakanın sunuluşunda kullanılan hikaye etme teknikleri de vaka ile anlatmanın ayrı oldu- 133 DİL VE ANLATIM 7 ğunu gösterirler. Anlatıcının kullandığı özetlemeler, art zaman gibi teknikler, genel olarak olmuş bir olayın sonradan aktarılması anında kullanılırlar. Anlatıcının vakayı, mektup, hatıra gibi tarzlarda sunması vaka ile anlatma zamanı arasındaki mesafeyi tayinde önemli malzeme sunar. Romanda Zaman ve Mekan Kavramları(Alıntıdır) Yard. Doç. Dr.Mehmet NARLI Sosyal Bilimler Dergisi D. Mekan Romanın önemli bir unsuru da mekandır. Mekan, romanda olayların geçtiği yerdir. Hayattaki insanlar gibi roman kişileri de bir coğrafi bölgede, bir şehirde, bir köyde, mahallede vb. yerlerde yaşarlar. Olaylar böyle geniş mekanlarda cereyan edebileceği gibi, okul, hastane, ev, apartman dairesi gibi dar mekanlarda da geçebilir. Olayların geçtiği bu mekanlar okuyucuya tasvirle tanıtılır. Romancı, kişileri daima mekan ve eşya ile birlikte ele alıp değerlendirilir. Bununla birlikte tamamen gerçek dışı mekanlarda geçen romanlar da vardır. Bilim kurgu romanlarının çoğu hayali bir coğrafyada geçerler. Bir romanda mekânın çeşitli işlevleri vardır. Her şeyden önce olayların bir dekorudur. Ama genel olarak mekân, olayın oluştuğu ve roman kişilerinin içinde yaşadıkları alandır. Bununla birlikte şahısların içinde bulundukları çevreyi algılayış biçimlerini, ruhsal ekonomik durumlarını, karakterlerini açıklama yolunda imkânlar sunabilir. Şahısları tanıtma yollarının biri olarak olayın temel öğesi olur ve şahsın gelişimini, algılayış şekillerini, o çevredeki ruh durumunu hatta karakterini etkiler. ETKİNLİK Yakup Kadri’nin ”Kiralık Konak” adlı romanının mekan bakımından incelenmesi. İstanbul’da Cihangir semtindeki konak: Konağın sahibi Naim Efendi’dir. Naim Efendi’nin bütünüyle alafrangalık düşkünü torunu Seniha, Cemil ve damadı Servet Bey bu konağı hiç sevmezler ve konaktan bir an önce kurtulmanın çarelerini ararlar. Çünkü bu konakta ve konağın bulunduğu semtte onların istediği gibi bir hayatı yaşamalarına imkân yoktur. Romanın en önemli kahramanlarından Seniha’nın konakla ilgili düşüncelerinin bir bölümü romanda şu şekilde verilmektedir: 134 DİL VE ANLATIM 7 Seniha: “ ‘Bu kuytu ve çukur bahçe, benim mezarım.’ dedi, ‘Bu rutubetli topraklara, bu yıkık setlerin altına, bu yosunlu suları içine ne arzular, ne emeller, ne hülyalar gömdüm!’ Bahçeden nefretle başını çevirdi. Ya bu oda ya bu mobilyalar… Şimdi simsiyah görünen şu koyu fes rengi halının üstünde küçükken kim bilir kaç defa emekledi. Tavandan sarkan şu billur avizenin lambası kim bilir kaç defa, kaç sıkıntılı gecenin karanlığında yarı uykuda bir göz gibi açıldı.” Konak, sevilmediği ve Naim Efendi iyice fakirleşip giderlerini karşılayamadığı için yavaş yavaş terk edilir ve iyice bakımsız kalır. Konağın bu hâli romanın sonuna doğru şöyle anlatılır: “Konak, Naim Efendi’yle beraber, her gün biraz daha yıkılıp gidiyordu. Vakıa sağı solu yangın viraneleriyle çevrilmiş olan bu evin harici manzarası pek mağmum bir şeydi fakat asıl içine girildikten sonradır ki insanın kalbine korku ile karışık derin bir kasvet çöküyordu. Zili bozulan sokak kapısı ağır bir tokmakla vuruluyor ve birçok gıcırtılarla, mustarip bir hayvan gibi sarsıla sarsıla açılıyordu. İçeriye atılan ilk adımda göze tesadüf eden manzara kırık dökük, yırtık pırtık birtakım eşya yığınları, burna çarpan koku, bir nevi toz ve küf kokusuydu…” Büyükada: Servet Bey’in hemşiresi Necibe Hanım’ın köşkünün bulunduğu ada. Necibe Hanım eşinin vefatıyla beraber yaz kış adada oturmaya başlar. Hekimler Seniha’nın biraz hava ve yer değiştirmesi, biraz kırlarda ve denizlerde gezip eğlenmesini tavsiye edince Seniha Büyükada’ya gelir. Seniha ile beraber Belkıs, Nuriye ve Neyyire Hanımlarla Cemil ve Faik Bey’le bu adada yeni bir aşk hayatına atılır. Şişli: Romandaki olayların anlatıldığı dönemde mükemmel ve yeni apartmanların yapıldığı semt. Seniha’nın babası Servet Bey bir yolunu bulup bu apartman dairelerinden birine taşınmak istemektedir çünkü kendisi tam bir alafranga hayat düşkünüdür. Onun Şişli ile ilgili düşüncelerinin bir kısmı romanda şöyle ifade edilir: “Şişli’nin yeni usul, elektrikli, banyolu apartmanları Servet Bey’i, gittikçe çekiyordu. Ara sıra boş vakitlerinde bunlardan birkaçını görmeye gitmek onun için en müstesna zevklerden biri yerine geçti. Doğduğu günden beri aradığı havayı nihayet İstanbul’un bu mahallesinde ve bu yeni evlerinde bulabilmişti. Vakıa bu apartmanların merdivenlerinden çıkarken: “Ne yazık asansör yok!” diye hayıflanıyordu fakat üzerinde zarif beyaz bir plaka Türkçe ve Frenkçe numarası yazılmış, zil düğmesi parıl parıl parlayan kapılardan içeriye girip de burnu boyanmış parkenin kokusunu alır almaz âdeta içi açılıyor; ocağı çini taklidi Frenk tuğlalarıyla döşenmiş mutfaklarda dakikalarca kalıyor, sonra o odadan bu odaya fesi elinde hayran hayran dolaşıyordu. Kendi kendine: “Burası ‘Salle a menger’, burası ‘fumoir’, burası salon, burası kütüphane, burası budvar, burası yatak odası; ikinci bir yatak odası!” diyor ve nihayet alafranga abdesthane ile banyo odasının tokmağına elini uzatır uzatmaz çıkıp cad- 135 DİL VE ANLATIM 7 deye bakıyordu; cadde, genişliği, gürültüsü, telgraf, telefon, tramvay telleri, otomobilleri, ortasından geçen rayları, duvarlardaki ilanları ile onun beyninde tamamıyla bir Avrupa şehri manzarasını canlandırıyordu.” Düyun-ı Umumiye müfettişlerinden Servet Bey, kayınpederi Naim Efendi ile de araları bozulduktan sonra Şişli’ye taşınır. Romanda Şişli’deki hayat Avrupai hayatın küçük bir numunesidir. Kanlıca’daki Yalı: Naim Efendi’nin yalısı Naim Efendi ve ailesinin geçim sıkıntısı sebebiyle yalı, romandaki olayların anlatıldığı yaz mevsiminde kiraya verilmiştir. Yalı Naim Efendi’nin her geçen gün artan masrafları yüzünden daha sonra satılmıştır. Yalının satılmasında yalının bulunduğu semtin gelecek vaat etmediği düşüncesi (Tarabya, Yeniköy, Büyükada o dönemde rağbet görmektedir) ve Servet Bey’in çocukları Seniha ve Cemil’in alafranga hayatlarının bu yalıya gelince kesintiye uğraması da rol oynar. Pangaltı: Seniha’nın İtalyan dostlarının oturduğu semt. Seniha burada Avrupai hayata uyum sağlamak için genç birinden dans dersleri almaktadır. Taksim’deki ev: Seniha ve Faik Bey’in buluşup görüştüğü ve müşterek kullandıkları ev. Siz de “Çalıkuşu” romanında geçen mekânları araştırarak işlevlerin inceleyiniz. 2.4.2 Romanda Konu Roman, hayatı veya hayatın ana olaylarını hikaye eden edebi tür olduğundan romanlarda konu bir olaylar bileşkesidir. Ancak bu olaylar dizi halinde değil iç içe bulunurlar. Anlatılmak istenen husus, bu olaylar içine dağılmış haldedir. Roman konularının en önemli özelliği olmuş veya olabilir nitelikte olmasıdır. Bu bakımdan olağan dışı, masalımsı vakalar romanda hoş karşılanmaz. Romanlar, işledikleri konulara göre bazı çeşitlere ayrılırlar: Konularına Göre Roman Çeşitleri a. Tarihi Roman : Tarihteki olay ya da kişileri konu alan romanlardır. Yazar tarihi gerçekleri kendi hayal gücüyle birleştirerek anlatır. Tarihsel roman, Romantizmin bir ürünüdür. Dünya edebiyatında bu türün ilk örneğini İngiliz yazar Walter Scott vermiştir. Batılı anlamda ilk tarihsel romanız, Namık Kemal’in Cezmi’sidir. Waverley (Walter Scott), Monte Cristo (Alexandre Dumas), Devlet Ana (Kemal Tahir), Küçük Ağa (Tarık Buğra) romanları tarihi romana örnek olarak verilebilir. 136 DİL VE ANLATIM 7 b. Macera Romanı: Günlük hayatta her zaman rastlanmayan, şaşırtıcı, sürükleyici, esrarengiz olayları anlatan romanlardır “Serüven Romanları” da denir. Bir araştırma ve izlemeyi anlatan “Polisiye Roman “, alışılmışın dışında uzak yerleri ve yaşamları anlatan” Egzotik Romanlar” da bu gruba girer. Robinson Crusoe (Daniel Defoe), İki Sene Mektep Tatili (Jules Verne), Define Adası (Stevenson), Hasan Mellah (A. Mithat Efendi) romanları macera romanıdır. c. Sosyal Roman : İnsan yaşamının sınırsız kültür birikimi içinde yer alan ve insanı derinden etkileyen toplumsal, siyasi olaylar, inançlar, gelenek ve görenekleri bazen eleştirisel, bazen de bilimsel açıdan ele alıp anlatan romanlardır. Sefiller(Victor Hugo), Meyhane(Emile Zola), Gazap Üzümleri(John Steinbeck), Bereketli Topraklar Üzerinde(O. Kemal) sosyal romana örnek olarak verilebilir. d. Psikolojik Roman: (Tahlil Romanı ): Dış alemdeki olaylardan çok, kahramanların iç dünyasını, ruh hallerini ele alarak kişilerin toplumla ilişkilerini, bunların birbirinden nasıl etkilendiklerini anlatan romanlardır. Türk edebiyatında bu türün ilk örneği ise Mehmet Rauf’un Eylül adlı romanıdır. Genç Werther’in Acıları (Goethe), Suç ve Ceza (Dostoyevski), 9. Hariciye Koğuşu (Peyami Safa) bu roman türüne örnek olarak verilebilir. e. Otobiyografik Roman: Yazarın kendi yaşamını anlattığı romanlardır. Dünya edebiyatında Alfonse Dode’nin “Küçük Şeyler “ ; Türk edebiyatında Y. Kadri Karaosmanoğlu’nun “Anamın Kitabı “ adlı romanları örnek olarak gösterilebilir. 2.4.3 Romanda Tema Temanın romandaki olaylardan bağımsız olarak ele alınması mümkün değildir. Çünkü romandaki olayları birbirine bağlayan en önemli unsur temadır. Romanda ele alınan tema olay örgüsüyle birlikte vardır ve bütündür. Yapıyı meydana getiren birimlerin kesiştiği, birleştiği, anlam değerinin en kısa ve yalın ifadesidir tema. Tema olay örgüsünün içine yedirilmiş olarak bulunur. Olayın geçtiği mekân bu olay örgüsünü destekleyecek şekilde kurulur. Kişiler temanın ön gördüğü çatışmayı veya karşılaşmayı okuyucuya yaşatmak için, temaya hizmet etmek adına seçilir. Zaman da bu olay örgüsünü ve mekânı destekler. Kısacası tema ile romanın yapısal öğeleri arasında sıkı ve birbirini destekleyen kopmaz bir ilişki söz konusudur. Bu yüzden romanın yapısal özelliklerini değiştirerek aynı temayı işleyen birçok roman yazılabilir. 137 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK ”Çalıkuşu” romanının temasını romandan örnek vererek açıklayınız? Çalıkuşu romanının teması, Feride ile Kâmuran arasında yaşanan “aşk”tır. Romanın baş kahramanı olan Feride, uzun süre açıkça itiraf etmeyip Kâmuran karşısında hırçınlaşıp ondan nefret ettiğini söylese de, gerek öğrenciliğinin son yıllarında, gerekse Anadolu’da yaşadığı yıllar boyunca Kâmran’ı hep sevmiştir. Hatıra defterinin son sayfalarında Feride, yıllarca kendisinden bile saklamaya çalıştığı bu aşkını itiraf eder. Örnek: “Bu son ayrılık saatinde niçin hakikati saklamalı? Bu okumayacağım defteri ben senin için yazdım Kâmuran. Evet, ne söyledim, ne yazdımsa hep senin içindi. Yanlış, çok yanlış bir iş tuttuğumu bugün artık itiraf edeceğim. Ben, her şeye rağmen seninle mesut olabilirdim. Evet, her şeye rağmen seviliyordum, sevildiğimi de bilmiyor değildim; fakat bu, bana kâfî gelmedi. İstedim ki çok, pek çok sevileyim, kendi sevdiğim kadar değilse bile -çünkü buna imkân yok- ona yakın sevileyim. Bu kadar sevilmeye benim hakkım var mıydı? Zannetmem Kâmuran. Ben, küçük, cahil bir kızdım. Sevmenin, kendini sevdirmenin de bir yolu var, değil mi Kâmuran? Hâlbuki ben bunları hiç, hiç bilmiyordum.” UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 2. Metin DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU’NDAN Yalnız bir şey anlamıştım ki, ben çok bedbahttım. O gece de yatakta bunu kuvvetle hissettim. Gözlerim doluyordu. Meçhul ümitlere inanmadığım an, beni kurtaracak şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum. Ümit etmek bile az. Emin olmak ihtiyacı. Yalancı istikbalin şüpheli vaitlerine değil, teminatına ve senedine ihtiyacım var. Halbuki o vait bile etmiyor ve kendisine beni nasıl Karşılayacağını sorduğum vakit, korkunç bir dilsizlikle susuyor. Uyuyamıyorum. Karanlık dehliz. Sarı mumdan heykeller. Fistül var mı? Üç tane. Beyaz eşya ve beyaz gömlekler. Ameliyat lâzım, ayağım biraz kısalacak. Böyle çekmek 138 DİL VE ANLATIM 7 iyi mi? İşitmiyor musun? Soruyorum: Bizim bir doktor Ragıp vardır. Polis hafiyesi M. Lökok ve adamları siyah pelerinlerle meyhaneye girerler. Karanlık merdiven, iskelet, hayaletler, kandan bir kurdele, sarhoşlar, silâh sesleri, merdivenlerden bir yuvarlanış, havagazı fenerinin altında bir adam görünüp kayboluyor. Doktor Ragıp. Havuzda yıldızlar. Bir limon büyüdükçe büyüyor. Artık bu meseleyi konuşmayalım. Nüzhet’in kahkahası ve Nüzhet’in içi: Zavallı! diyor o, ben kan, cerahat, irin, ciddi adam, mahzun çocuk sevmem. Ben mes’ut olmak isterim. Bir Genç Kız Ne İster? Mes’ut olmak ister. Elbette bir genç kız mes’ut olmak ister. Bu kadar basit bir şeyi kendi kendime anlatmaya çalışıyordum. Uyku ile uyanıklık arasındaki hayallerim içinde sendeleyen mantığım, hep bu neticeye geldiği halde, kani olmamış gibi, yeniden mukakemeye başlıyorum. Ansızın inanılmayacak bir ses işittim: Oda kapıma vuruluyor. İnanmadım ve iyice kulak verdim, doğru. – Kim o? Diye seslendim, hafifçe: – Benim. Uyudun mu? Gireyim mi? Nüzhet! Gece yarısı Nüzhet! “Gir” diyemedim. Bir daha sordu. – Gireyim mi? Yatağımın içinde hayretle dimdik: – Gir! Dedim, girdi. Gömleğinin üstüne bir şal örtmüş. Ayakları, terlik içinde, çıplak. Korkusunun şiddetini hissettiren büyük bir cesaret hamlesiyle yaklaştı ve bana bakarak bir kahkaha attı. Ona bu geceki kadar hayretle bakmamıştım. Vücudundan başka kendisine hiçbir tarafı benzemiyordu. Hattâ o bile başkalaşmış: Kumral saçları açık sarı gibi. Elâ gözleri -ve canlı, hareketli gözler- simsiyah ve hareketsiz. Oynak başı kımıldamıyor ve mum ışığının sallantıları içinde uzanıp kısalıyor. Fakat yaklaştıkça vücudu o kadar büyüyor ki gözlerimi kaplıyor, odada ondan başka bir şey göremiyorum ve onu da tamamiyle göremiyorum. Peyami Safa 139 DİL VE ANLATIM 7 BİLGİ KÖŞESİ Romanda Anlatıcının Bakış Açısı Bakış Açısının Özellikleri t "OMBUDPMBZMBSOƌÎFSƌTƌOEFZFSBMNB[ Hakim (ilahi) Anlatıcının Bakış Açısı t )FSǵFZƌCƌMFOCƌSBOMBUDOOCBLǵBÎTES t ,BISBNBOMBSOHƌ[MƌLPOVǵNBMBSOLBGBMBrından ve gönüllerinden geçeni anlatır. t ÃÎàODàUFLƌMǵBITBǘ[ZMBLPOVǵVS t #VZÚOUFNEFPMBZBOMBUBOiCFOwWBSES#V ben, hikâyenin kahramanı olabileceği gibi tanık ya da gözlemcisi olabilir. Kahraman (ben, 1.şahıs) Anlatıcının Bakış Açısı t 3PNBOPMBZMBSBOMBUBOLƌǵƌOƌOCƌMHƌTƌEFneyimi, algılama ve yorumlama yeteneğiyle sınırlıdır. t #ƌSƌODƌUFLƌMǵBITBǘ[ZMBLPOVǵVS t "OMBUDPMBZMBSTBEFDFEǵBSEBO gözlemleyen bir şahit konumundadır. t 0MBZMBSCƌSLBNFSBUBSBGT[MǘƌMFBOMBUMS Gözlemci (3. şahıs) Anlatıcının Bakış Açısı t ,ƌǵƌMFSƌOEVZHVWFEàǵàODFMFSƌ eylemlerinden çıkartılır. t ÃÎàODàUFLƌMǵBITBǘ[ZMBLPOVǵVS Bu bilgilerden yararlanarak “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanında hangi anlatıcı kullanıldığını açıklayınız. AÇIKLAMALAR Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda roman “ben” anlatıcı tarafından anlatılmıştır. Yani kahraman anlatıcının bakış açısıyla anlatılmıştır. Burada biz her şeyi “Hasta Çocuk”un anlattığı kadarıyla biliriz. 140 DİL VE ANLATIM 7 Bazen bir romanda birçok anlatıcı bulunabilir. Örneğin; Çalıkuşu romanının ilk dört kısmında roman Feride’nin ağzından yani kahraman (ben) anlatıcının bakış açısıyla verilirken romanın son kısmında hakim (ilahi) anlatıcının bakış açısı kullanılmıştır. Feride’nin günlüğü bittikten sonraki yazar hakim anlatıcının bakış açısıyla olayları anlatmıştır. ETKİNLİK “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı romanda, yukarıdaki metinden yola çıkarak hangi anlatım türlerinden yararlanıldığını ve dilin hangi işlevinde kullanıldığını açıklayınız. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında betimleyici anlatıma özellikle ruhsal ve fiziksel betimlemelere başvurulduğu söylenebilir. Ancak romanda hâkim olan anlatım türü öyküleyici anlatımdır. Bu roman bir sanat metni olduğu için dil şiirsel işleviyle kullanılmıştır. ETKİNLİK Aşağıda “Kiralık Konak ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanlarının özetleri verilmiştir. Bu romanları karşılaştırarak ortak özelliklerini belirleyiniz. DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU’NUN ÖZETİ Romanın isimsiz başkahramanı hasta genç, on beşine basmıştır. Yedi yaşından beri dizindeki yaradan acı çekmektedir. Muayene için hastaneye gider, kemik veremine tutulduğunu, öğrenir. Doktoru sakin yaşarsa, iyi beslenirse ağır ağır iyileşeceğini anlatır. Ama hasta genç bu kadar rahat değildir. Eve dönünce annesine söyleyemez. Çünkü hayatta tek varlığı olan insanın üzülmesini istemez. Zaten büyük sıkıntılar içinde geçen günlerine bir de bu hastalığın sorunlarını aktarmak istemez. Bir şeyler anlatır. Ama o da pek yeterli ve doğru olmaz. Ertesi gün Erenköy’de uzaktan akrabaları olan Paşa’ya gider, iyi karşılanır. Köşktekilerin ısrarı üzerine gece orada kalır. Paşa’ya götürdüğü romanı okur. Paşa’nın on dokuz yaşındaki güzel kızı Nüzhet, onun çocukluk arkadaşıdır. Uzun bir süredir bir birlerini görmemişlerdir. Yeniden bir araya gelince, ikisi de çok mutlu olurlar. Karşılıklı olarak etkilenirler. Genç, Nüzhet’e aşıktır, ama bir türlü söyleyememektedir. 141 DİL VE ANLATIM 7 İçine kapanık, utangaçtır. Nüzhet ise, daha girişken, dışa dönük, biraz da çocuksudur. Bir gece bahçede gençle konuşurken kendisiyle evlenmek isteyen birinin olduğunu söyler. Bunu biraz kıskandırmakla, biraz da övünçle aktardığı bellidir. Mesleğinin doktor olduğunu belirtince de genç, bu kişinin Dr.Ragıp olduğunu bilir. Aslında Nüzhet’in de gence karşı bir duygusal eğilimi vardır. İki genç arasındaki duygusal ilişkiye tanık olan Nüzhet’in annesi, onu gençten uzaklaştırmak için, hastalığının bulaşıcı olduğunu söyler, ‘köşkte her yerde mikrop var, uzak durmalısın’ diye bağırıp çağırarak onu uyarır. Bu konuşmaya kulak kabartan genç, ister istemez bunları duyar ve hemen o gece eve dönmeye karar verir. Hemen Paşa’dan izin isteyip eve dönmek istediğini iletir. Dokuzuncu hariciye koğuşu romanının kapak resmi Ancak akşam olduğu için, paşa izin vermez, ertesi gün gitmesini ister. Ertesi gün de annesi gelir. Dr. Ragıp’ın da katıldığı akşam yemeğinde siyasi konuşmalar yerini tartışmaya bırakır. Dr. Ragıp’a hitaben Paşa, ‘İstanbul’da, gece yarıları, üçer beşer kişi, ellerinde birer kova siyah boya ile sokakları dolaşıyorlarmış ve nerede Fransızca bir ibare görürlerse derhal siyahla kapatıyorlarmış. Sen ne dersin? Almanlara yaranacağız diye kırk yıldır öğrendiğimiz lisanı bize unutturamazlar ya!” Bu tavrı beğendiğini söyleyen gence, Paşa ve Doktor Galip sinirlenirler. Dahası Paşa, gencin böyle fikirlere sahip olmasına yüzünün kıpkızıl olmasıyla karşılık verir. Bu tartışmada Nüzhet’ten de bir destek bulamaz. Yengesinin ısrarı üzerine köşkte birkaç gün daha kalırlar. Ama Nüzhet’le de dargın gibidirler. Bir iki isteksiz konuşmadan sonra annesiyle evlerine dönerler. Genç kötüleşmektedir. Ayağının ağrıları artar. Bir yandan ayağının ağrılarıyla kıvranmakta, öte yandan sevdiği kızın bir başkasıyla evlenmesini asla istememekte, buna üzülmektedir. Durumunun çok kötülemesi üzerine annesi, arkadaşı ve onun fakülteden 142 DİL VE ANLATIM 7 arkadaşı Doktor Mithat, onu hastaneye. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’na yatırırlar. Özellikle Doktor Mithat’ın önerisi ve yönlendirmesiyle operatörler büyük çaba göstererek hasta genci, sakatlıktan kurtarırlar. Ama sevdiği kızın Doktor Ragıp’la evlendiğini duyunca, hastalıktan kurtulduğuna bile sevinemez. ETKİNLİK “Kiralık Konak ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanlarının yazarlarını araştırınız? KİRALIK KONAK ‘IN ÖZETİ Naim Efendi çok zengin, hesabını kitabını bilen bir kişiydi. Babasından kalma servetini dikkatli bir şekilde idare etmeye ve korumaya çalışıyordu. II. Abdülhamit döneminde devletin yüksek mevkilerinde bulunmuştu. Bütün çocukluğu, bütün gençliği İstanbul’daki büyük ve kalabalık bir konakta geçen Naim Efendi konak yaşantısının bir gereği de olan eğlenceli toplantıları, dost sohbetlerini, ziyafetleri çok severdi. Ancak son zamanlarda yeni sazdan, yeni şarkılardan hoşlanmıyor, hatta yazılan ve konuşulan Türkçeyi bile anlamakta zorlanıyordu. Eski bir konak Naim Efendi bu değişimi kabullenemez ve değişmemekte direnir. Beş sene kadar önce karısı Nefise Hanım ölünce evin içinde yalnız kalır. Naim Efendinin damadı Düyun-u Umumiye Müfettişlerinden Servet Bey, Müslümanlıktan ve Türklükten nefret eden bir kazaskerin oğludur. Konakta hiç kimseye Türkçe konuşturmayacak kadar Alafrangalığa düşkün bir tiptir.. Servet Bey’in oğlu Cemil ise yirmi yaşında zevk ve eğlenceye düşkün, kötü alışkanlıkları olan bir gençtir. Servet Bey ise bu duruma kayıtsız kalmakta hatta hoş karşılamaktadır. Servet Bey’in kızı Seniha, dedesi Naim Efendi’nin dünyada en sevdiği varlıktır. Moda gazetelerinin resimlerine benzer. Gözlerinin rengi gibi ruhu da sürekli değişiklik 143 DİL VE ANLATIM 7 halindedir. Bazen kederli ve bulanık, bazen de coşkulu ve şen şakraktır. Alaycılığı ve şuhluğu ise hiç değişmez, bütün yeni çıkan kitapları okur ve hayal dünyasında gezinir. En büyük ideallerinden biri Avrupa’da lüks içinde yaşamaktır. Evde sürekli kadınlı erkekli çay partileri düzenler, güzelliğini ve bilgisini sergilemeye bayılır. Bu çay partilerinin müdavimlerinden biri Faik Bey’dir. Kasım Paşa’nın oğlu olan bu genç bütün Avrupa’yı gezmiş işsiz güçsüz bir tiptir. Bütün kadınlar ona hayransa da onun en büyük tutkusu kumardır. Seniha ise bu adama aşıktır. Faik Bey’in ise, hayatta en büyük emeli zengin bir dulla evlenmektir. Seniha’ya olan ilgisi geçici bir hevestir. Seniha’nın çay partilerinin müdavimlerinden biri de ona deli gibi aşık olan halasının oğlu Hakkı Celis’tir. İçli şiirler yazan ve hiç kimse tarafından ciddiye alınmayan bir gençtir. Sinir krizleri geçiren Seniha’ya hekimler hava değişimi önerisinde bulunur. Bunun üzerine onu mürebbiyesiyle birlikte halası Necibe Hanımın Büyükada’daki köşküne yollarlar. Halası onu mutlu edebilmek için arkadaşlarını da çağırmasını söyler. Bu arkadaşlar arasında Faik de vardır. İki gencin aşkı burada alevlenir. Sabahlara kadar sahilde dolaşırlar, denize girerler, bu oldukça serbest yaşam biçimi, dedikoduların İstanbul’a kadar yayılmasına neden olur. Hatta Naim Efendi’yle, damadına imzasız mektuplar gelirse de bu duruma pek inanmak istemezler. İstanbul’a döndüklerinde de iki gencin sevişmeleri devam eder. Beyoğlu’nda bir evde buluştukları söylentisiyle bütün İstanbul çalkalanmaktadır. Kumarda büyük miktarda para kaybeden Faik Bey’in Seniha’dan para istemesi ve zengin bir kadınla evlilik hayalleri kurması, bu aşkın bitmesine yol açar. Seniha kimseye haber vermeden Avrupa’ya kaçar. Birçok Avrupa kentinde yıllarca zevk ve eğlence içinde yaşar. Naim Efendi’ye babasından kalan evler, hanlar satılmaktadır. Çünkü damadı Servet Bey çalışmamakta ama konakta debdebeli yaşam sürmektedir. Hizmetkârların aylıklarını bile ödeyemez duruma düşerler. Bütün bunlar ve Seniha’nın sessizce kaçışı Naim Efendi’yi perişan eder. Yaşlı adam üzüntüsünden hasta olur. Bütün sevgisini hemşiresinin oğlu Hakkı Celis’e verir. Seniha tarafından aşağılanan Hakkı Celis de aynı durumdadır. Sürekli yaşlı adamın ziyaretine gelir. Ona haberler getirir. Balkan harbi bitmiştir. Hummalı bir dönem başlamıştır. Çatalca’daki asker İstanbul üzerine yürümeye hazırdır. Dedesine Seniha’dan gelen haberleri de duyurur. Mektuplarından birinde Seniha İstanbul’a dönmek için dedesinden para ister. Dedesi hemen en son kalan malları da satıp parayı yollar. Servet Bey’in kaynatasına duyduğu kin artar. Şişli’deki modem apartmanlar onu çekmektedir. Nihayet bir gün kendi deyimiyle canına tak eden iç güveyliğinden kurtularak Şişli’de bir apartmana taşınır. 144 DİL VE ANLATIM 7 Seniha, yanında Necip Bey adında yaşlı bir milletvekiliyle İstanbul’a döner. Paris’te yaşadığı eğlence hayatını İstanbul’da da sürdürür. Necip Bey de onların evinde yaşar, söylentiye göre masrafları Necip Bey karşılar. Seniha, Neciple evlenmeyi düşünür. Ne var ki adam bu ilişkiden sıkılır ve sessizce ortadan kaybolur. Seniha’ya duyduğu aşkı tiksintiye dönüşen Hakkı Celis ise, seferberlik ilan edilir edilmez askere alınır ve Çanakkale’de şehit olur. ETKİNLİK “Kiralık Konak” romanının bağlı olduğu edebiyat anlayışını araştırınız? Bağlı Olduğu Edebiyat Anlayışına Göre Roman Türleri Aynı görüşte olan sanatçıların bir araya gelerek, belirledikleri ilkeler doğrultusunda yapıt ortaya koymalarıyla edebi anlayışlar ortaya çıkar. Edebiyat akımlarının oluşmasında toplumsal değişmeler ve gelişmeler, bilimsel ve teknolojik yenilikler, bireysel özelliklerdeki farklılaşmalar etkili olmuştur. Genellikle birbirlerine tepki olarak ortaya çıkan edebiyat akımlarının temsilcileri, akımlarının ilkelerini kendileri belirlemiş ve bu anlayışa uygun eserler vermeye çalışmışlardır. Edebiyat anlayışlarına göre romanlar “klasik, romantik, realist (gerçekçi), natüralist (doğalcı),” olarak sıralanabilir. a. Klasik Roman: 17. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan klasizmde Antik Yunan ve Roma sanatının etkileri görülür. Bu akımda amaç, ideal bir güzellik duygusu yaratmak, herkes için geçerli olan değer ölçüleri oluşturmaktır. Bu akımda roman türü çok az gelişmiştir. M. de La Fayette’in Princesse de Cleves adlı romanı, klasik romanın önemli bir örneğidir. b) Romantik Roman: Akla karşı duyguyu, seçkin sınıfa karşı halkı, süslülüğe karşı doğallığı, kurallara karşı kuralsızlığı işleyen romanlardır. Victor Hugo’nun Sefiller’i, Namık Kemal’in İntibah’ı bu roman türüne uygun örneklerdir. c) Realist Roman: Olayları, insanları ve toplumları gerçekçi açıdan yansıtan romanlardır. Stendhal’in Kızıl ile Karası Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı, Halit Ziya’nın Mai ve Siyah’ı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak’ı realist akımın etkisindedir. ç) Natüralist Roman: Olayları ve kişileri bir bilim adamı gözüyle inceleyen natüralist romancılar gerçekçiliği ileri boyutlara götürmüşlerdir. Emile Zola’nın Meyhane’si, Alphonse Daudet’in Jack’i natüralist roman örnekleridir. 145 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Roman türünün gelişim süreci nasıl olmuştur? Roman diğer edebiyat türleriyle karşılaştırıldığında oldukça yeni bir tür sayılır. Roman sanatının ilk başarılı örneği sayılan Cervantes’in Don Kişot adlı romanı 17. yüzyılda yazılmıştır. Romanın asıl gelişimi 18 ve 19. yüzyıllarda gerçekleşmiştir. Bu gelişme basım tekniğinin ilerlemesi ve okur yazarlığın yaygınlaşması sonucudur. 19. yüzyıl romanının en belirgin özellikleri anlatımda süreklilik, olay örgüsü, çevre ve karakterlerin ayrıntılı biçimde işlenişidir. 20. yüzyıl romanı psikoloji, sosyoloji ve tarih alanındaki gelişmelerle daha da zenginleşmiştir. Bu dönem romanlarında görülen bir başka özellik de yazarların daha çok bireyin iç dünyasına ağırlık vermesidir. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında Marcel Prouust, Henry James, Joseph Conrad gibi yazarlar klasik gerçekçi roman anlayışından uzaklaşarak romanı daha farklı bir çizgiye taşımışlardır. Yeni roman James Joyce, Franz Kafka, Vırginia Woolf, William Favulkner ve daha birçok yazar tarafından geliştirilmiştir. Modernist olarak anılan yeni romanda örüntü, simge, imge, ritm bakış açısı gibi ögeler önem kazanmıştır. Modernist yazarlar zaman kavramına, getirdikleri yeni boyutlarla olayların süresini son derece daraltmışlardır. 1950-60’lı yıllarda Postmodernist adı verilen çağdaş roman akımının ilk örnekleriyle karşılaşırız. Postmodernistlere göre romanın işlevi insan, toplum ya da dünya hakkında görüşler bildirerek, gerçeği söylemek değildir. ETKİNLİK Postmodernist romanların genel özellikleri nelerdir? t t t t 146 Postmodernist romanın özellikleri: Sanatı bir tür oyun olarak görür. Gerçekçi romanın tersine, romanın uydurma ve kurmaca olduğunun altını çizer. Farklı anlatım tekniklerine aynı metin içinde yer verebilir. Çok seslilik ve çoğulculuk önem kazanmıştır. DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Çağdaş Batı romanında kullanılan anlatım teknikleri nelerdir? Çağdaş Batı Romanında Kullanılan Anlatım Teknikleri: Görece zaman anlayışı: Romanda anlatılan konunun süresini günlere hatta saatlere indirgemedir. Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” adlı romanı görece zaman anlayışı tekniğine çarpıcı bir örnektir. Bilinç Akımı: İnsan bilincinin işleyişine uyarak dağınık ve parçalar hâlinde iç monologlara yer verilir. James Joyce’in 1922’de yayımlanan “Ulysess” adlı romanı bilinç akımı tekniğinin doruklarından sayılmaktadır. Türkçede ise Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı bilinç akımı tekniğinin başarıyla uygulandığı eserlerdendir. Montaj: Gazete küpürleri, radyo haberleri, reklamlar, farklı metinlerin bir araya getirilmesinden oluşan bir tekniktir. Alman edebiyatının ustalarından Alfred Döblin’in “Berlin “Alexandarplatz” adlı romanı bu teknikle yazılmıştır. Leitmotiv: Batı romanında sık başvurulan bu anlatım tekniği bir alıntının, bir davranış biçiminin ya da belli bir özelliğin roman boyunca sürekli biçimde yinelenmesidir. Attilâ İlhan’ın Dersaadet’te Sabah Ezanları adlı romanı bu teknikle yazılmıştır. ETKİNLİK Türk edebiyatında ilk yerli romanlar hangi adları taşırlar? Edebiyatımızda ilk yerli roman Şemsettin Sami’nin yazdığı Taaşşuk-u Talât ve Fıtnat(1872)’tır. Ardından Namık Kemal’in İntibah, Ahmet Mithat Efendi’nin Hasan Mellâh, Felatun Beyle Rakım Efendi adlı eserleri görülür. ETKİNLİK Türk edebiyatında roman sanatının gelişimi nasıl bir yol izlemiştir? Türk Edebiyatında Roman Batılı anlamda roman 1860’tan sonra başlar. Önce Fransız romanlarından çeviriler yapılır. Sonra yerli romanlar ortaya çıkmaya başlar. Fakat bu romanlar teknik bakımından pek başarılı sayılmaz. 147 DİL VE ANLATIM 7 Romanın tür olarak Türk Edebiyatında görülmesi, Fransızca’dan Yusuf Kamil Paşa’nın yaptığı, Fenelon’un Telemak adlı eserinin çevirisi Terceme-i Telemak(1859) ile olmuştur. Edebiyat tarihimizde Türkçe yazılmış ilk roman Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat’ıdır (1873). Bu dönem romanlarında işlenen başlıca konular, batılılaşmanın yanlış anlaşılması, aşk, kadınla erkek arasındaki eşitsizlik, kadının toplumdaki yeri, kölelik ve tarihsel olaylardır. Tanzimat yazarları romanın gerçeği vermesi gerektiği görüşündedirler. Çünkü amaçları toplumsal yarar sağlamaktır. Roman yazarları gerçekçi konuları işlerler. Fakat işleyiş biçiminde romantizmin ağır bastığı görülür. Namık Kemal’ın Cezmi (1881) adlı romanı edebiyatımızın ilk tarihsel romanıdır. Dönemin bazı önemli romanları şunlardır: Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası (1898), Namık Kemal’ın İntibah (1878) ve Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey’le Rakım Efendi’si (1875). Servet-i Fünun romancıları dönemin başlarında hem romantizmin etkisindedirler, hem de baskıcı bir siyasal ortam içinde yaşamışlardır. Bu yüzden önceleri daha çok bireysel konuları işlemişlerdir. Sonraları gerçekçiliğe (realizm) yönelmiş, eserlerinde toplum yaşayışını vermeye başlamışlardır. Bu dönemin romanlarında olay örgüsünün, konuların, konuşmaların başarılı bir biçimde yer aldığı görülür. Bu nedenle Servet-i Fünun romanı Tanzimat romanından daha sağlam bir tekniğe sahiptir. Servet-i Fünun döneminin en başarılı romancısı Halit Ziya Uşaklıgil’dir. Uşaklıgil, ünlü romanı Aşk-ı Memnu’da varlıklı bir ailedeki batılı yaşam biçimini anlatır. Mai ve Siyah adlı romanında ise o dönemin yaşayışına ışık tutmuştur. Mehmet Rauf (1875-1931) romanlarında bireylerin iç dünyasını ve romantik aşkları konu edinmiştir. Mehmet Rauf’un Eylül (1901) adlı eseri Türk edebiyatının en başarılı psikolojik romanıdır. Milli edebiyat döneminde kimi romancılar İstanbul dışındaki toplumsal konuları işlemiş, kimileri toplumun kuşaklar boyu yaşadığı değişiklikleri yansıtmışlardır. Ayrıca toplumsal bir davranış biçimi ya da siyasal bir düşünce olarak milliyetçiliği işleyen yazarlar da bulunmaktadır. Dönemin önde gelen romancıları Halide Edip, Yakup Kadri, Refik Halit, Aka Gündüz, Reşat Nuri ve Ebubekir Hazım’dır. Bu yazarlar ilk romanlarını Millî Edebiyat döneminde yayımlamakla birlikte, 1923’ten sonra yazdıklarıyla da yazarlık yaşamlarını Cumhuriyet döneminde sürdürmüşlerdir. 148 DİL VE ANLATIM 7 Milli Edebiyat döneminden Cumhuriyet dönemine geçerek olgun roman örneklerini bu yıllarda veren yazarlar, bu dönemin ilk yıllarının yazarları olarak değerlendirilir. Yazarlar toplum gerçekleri yansıtmaya, sorunlarına çözüm getirmeye çalışırlar, fakat daha çok gördüklerini, gözlemlediklerini yansıtmak çizgisinde kalırlar. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Anadolu’ya açılan edebiyatın önemli romancıları arasında yine Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Yaban), Halide Edip Adıvar (Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Zeyno ‘nun Oğlu, Reşat Nuri Güntekin (Çalıkuşu, Kan Davası, Yeşil Gece, Kavak Yelleri, Eski Hastalık) yanında Kuyucaklı Yusuf’un yazarı Sabahattin Ali ve Anadolu’unun doğasını, sorunlarını, insanını birçok romanında yansıtan Yaşar Kemal başta gelir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında farklı eğilimlere göre gelişen Türk romanının yazarları arasında, aşk ve kadın konularını ele aldığı romanlarıyla Refik Halit Karay (Yezidin Kızı, Nilgün), Aka Gündüz (Dikmen Yıldızı), Mahmut Yesari (Çulluk, Çoban Yıldız), Ercüment Ekrem Tâlu (Meşhedi ile Devr-i Alem, Beyaz Şemsiyeli); toplumcu gerçekçi içerikteki romanıyla Sadri Ertem (Çıkrıklar), cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sından bir kesiti anlattığı romanı Ayaşlı ve Kiracıları ile Memduh Şevket Esendal, Üç İstanbul adlı eseriyle Midhat Cemal Kuntay, Sultan Hamit Düşerken, Kıskanmak romanlarıyla Nahit Sırrı Örik sayılabilir. 1940’lı yıllardan sonra Faik Baysal, Kemal Bilbaşar. Samım Kocagöz gibi romancıların yanında, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Abdülhak Şinasi Hisar farklı tarzlarıyla Türk romanına yeni bir boyut kazandırırlar. Tanpınar, modernist bir yaklaşımın izlerini taşıyan romanlarıyla (Huzur, Mahur Beste, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Sahnenin Dışındakiler) geleceğin modernist romancısı Oğuz Atay’a öncülük etmiştir. Abdülhak Şinasi Hisar, geçmişe, hatıralara dayanan romanlarıyla (Fahim Bey ve Biz, Çamlıcadaki Eniştemiz, Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği) Proust’un roman anlayışını benimsemiştir. Halikarnas Balıkçısı adıyla anılan Cevat Şakir Kabaağaçlı, denizi anlatan romanlarıyla, Rıfat İlgaz toplumcu gerçekçi yaklaşımıyla 1950’li yılların romancılarıdır. Bu dönemin diğer romancıları arasında toplumsal konulan ele alan, kasaba ve şehir hayatını mekân alarak geçim sıkıntısı çeken insanları yansıtan çok sayıda romanıyla Orhan Kemal başta gelir: Baba Evi, Avare Yıllar, Dünya Evi, Cemile, Bereketli Topraklar Üzerinde romanlarından birkaçıdır. ETKİNLİK 1950’li yıllardan günümüze değin Türk romanı nasıl bir gelişme izlemiştir? 149 DİL VE ANLATIM 7 1950’lerden sonra bir “köy edebiyatı” gelişmiştir. Mahmut Makal’ın Bizim Köy; Talip Apaydın’ın Sarı Traktör; Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü bu çerçevede başlıca romanlardır. Yine Anadolu köylüsünü ve sorunlarını anlatan Yaşar Kemal’in romanları, İnce Memed, Teneke, Orta Direk, Yer Demir Gök Bakır; Kemal Tahir’in Sağırdere, Körduman gibi romanları da bu dönemin köy edebiyatı içinde yer alır. Türk romancılığının en önemli isimlerinden olan Yaşar Kemal olsun, Kemal Tahir olsun, yalnızca köy romanlarıyla değil, çeşitli konuları işleyen farklı romanları ve farklı yaklaşımlarıyla ün yapmışlardır. 1940-1960 arasındaki dönemin diğer ünlü romancılarından biri Tarık Buğra’dır. Yakın tarihe farklı bir açıdan baktığı Küçük Ağa romanı yanında Firavun İmanı, Dönemeçte, Gençliğim Eyvah, Yağmuru Beklerken gibi romanları da vardır. Türkiye dışında Türkleri konu alan Cengiz Dağcı, daha çok Ege Bölgesi insanını anlatan Necati Cumalı, mizahî romanlarıyla Aziz Nesin, Nezihe Meriç, yine bu dönemin romancılarıdır. Varoluşçu felsefenin etkisiyle yazdığı Aylak Adam adlı romanında yalnızlık, yabancılaşma temalarını işleyen Yusuf Atılgan ise Anayurt Dergisi’nde de bu tutumunu sürdürerek farklı bir söylem yaratmıştır. 1970’li yıllardan sonra Türk romanında, toplum sorunlarına yönelişle, ideolojik boyutu ağır basan romanların arttığı gözlenir. Bu dönemin romancıları arasında Bekir Yıldız, Erol Toy, Muzaffer İzgü, Erdal öz, Abbas Sayar, Vedat Türkali, Demir Özlü, Çetin Altan, Ferit Edgü, Adalet Ağaoğlu, Oğuz Atay, Necati Tosuner, Sevgi Soysal, Emine Işınsu, Pınar Kür, Selim İleri yer alır. Bu dönemde, değişik roman teknikleri kullanarak modernist bir anlayışla yazdığı Tutunamayanlar romanıyla Oğuz Atay en farklı çıkışı gerçekleştirir. Yine Adalet Ağaoğlu nesnel ve eleştirel romanlarıyla farkı bir yerde durur (Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi, Hayır). 1980’den sonra Türk siyasi ve toplumsal hayatındaki değişmelerin yanında, dünya edebiyatındaki postmodern eğilim Türk romanını da etkiledi. Dönemin en önemli yazarı, 2006 Nobel Ödüllü Orhan Pamuk klasik biçimli ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları ile modernist çizgideki Sessiz Ev romanından sonra Kara Kitap’la postmodern romana geçiş yapmıştır. Yeni Hayat, Benim Adım Kırmızı bu çizgide romanlardır. 1980 sonrası romancıları arasında, Mehmet Eroğlu, Ahmet Altan, Ayla Kutlu yanında postmodern yapıdaki romanları Gece ve Kılavuz ile Bilge Karasu; köy gerçekliğini gerçeküstü biçimde işleyerek yeni bir çıkış yapan Sevgili Arsız Ölüm romanıyla Latife Tekin; yine gerçek-gerçekdışı arasında geçişleriyle romanları fantastik edebiyat içinde gösterilen Nazlı Eray bu dönemin romancıları arasındadır. 150 DİL VE ANLATIM 7 Diğer yandan 1970’li yıllarda Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah ve Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı romanlarıyla gündeme gelen islamî roman, 1980’lerden sonra Ahmet Günbay Yıldız, Şerife Katırcı, Halime Toros, Emine Şenlikoğlu, A. Vahap Akbaş adlı romancılarla devam etti. 1980-2000 yılları arasında, romanlarıyla adlarını duyuran diğer yazarları şöyle sıralayabiliriz: Leyla Erbil, Buket Uzuner, Tezer Özlü, Nedim Gürsel, Zülfü Livaneli, İnci Aral, Erendiz Atasü, Tahsin Yücel, Sulhi Dölek, Turgut Özakman, Öner Yağcı, Oya Baydar, Ayşe Kulin, Aslı Erdoğan. Son dönemin en ilgi çeken yazarları ise İhsan Oktay Anar, Hasan Ali Toptaş, İskender Pala ve Tuna Kiremitçi’dir. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA SORULARI 1. “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı romanı dil ve anlatım özellikleri bakımından inceleyiniz. 2. Konusuna göre roman türleri hakkında bilgi veriniz. 3. Çalıkuşu romanında kullanılan anlatım türlerini söyleyiniz. 4. Tarık Buğra’nın Küçük Ağa adlı romanını okuyarak tema bakımından inceleyiniz. 5. Türk edebiyatından realizm akımının özelliklerini taşıyan roman örnekleri veriniz. 6. Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal romanını aşağıdaki “roman inceleme planı”na göre inceleyiniz. ROMAN İNCELEME PLANI A. Roman hakkında bilgiler 1. Romanın adı 2. Romanın yazarı (çevireni) 3. Basıldığı yer ve tarih 4. Sayfa sayısı B. İçerik yönüyle inceleme 1. Olayın özeti 151 DİL VE ANLATIM 7 2. Olaydaki kişiler, a) Asıl kişiler (kahramanlar) b) Yardımcı kişiler (kahramanlar) 3. Olayın geçtiği yerler 4. Olayın meydana geldiği zaman 5. Anlatıcının bakış açısı 6. Romanın dil ve anlatım özellikleri 7. Romanın türü 8. Romanın Konu ve Teması C. Romanın yazıldığı dönemle ilişkisi Ç. Yazarın hayatı, sanatı ve eserleri hakkında kısa bilgi Faydalanılan kaynaklar 152 DİL VE ANLATIM 7 2.5. TİYATRO HAZIRLIK ÇALIŞMALARI 1. Karagöz diğer adıyla gölge oyunu eskiden insanımızın vazgeçilmez eğlencelerinden biriydi. Eskiden Karagöz oyunu gibi eğlence sunan başka seyirlik oyunlar olup olmadığını araştırınız. 2. İzlediğiniz bir tiyatro eserinden yola çıkarak göstermeye bağlı sanat metinlerinin özelliklerini bulmaya çalışınız. 3. Bir tiyatro oyunu ile bir sinema filmini karşılaştırınız. 4. Aşağıda Şinasi tarafından yazılan ve batılı anlamda ilk Türk tiyatrosu sayılan “Şair Evlenmesi” adlı eserden bir parça okuyacaksınız. Bu eserin tamamını bulup okuyarak incelemeye çalışınız. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 1. Metin ŞAİR EVLENMESİ MÜŞTAK BEY: Bu akşam güveyi giriyorum ya sevinçten havalara uçuyorum. Allah’tan bugün nikâhımız kıyıldı, az kalsın telâştan nikâhsız güveyi girecektim. 153 DİL VE ANLATIM 7 HİKMET EFENDİ: Hiç öyle şey olur mu? MÜŞTAK BEY: Niye olmasın? Aşıklar dalgın olur. Buna aşık evlenmesi derler. HİKMET EFENDİ: Acayip! MÜŞTAK BEY: Öyle ya! Aşksız, sevgisiz, görücü usulüyle evlenenlere aşk olsun. Ben Kumru Hanımla niye evleniyorum; çünkü onu tanıyorum, seviyorum. Ne dersin onunla evlenmekte akıllılık etmemiş miyim? HİKMET EFENDİ: Her halde öyledir. MÜŞTAK BEY: Onun yüzü gibi huyu da güzel. Ben her halinden memnunum; fakat Kumru’nun o karga suratlı ablası olmasa! HİKMET EFENDİ: Gerçekten… onun adı neydi? MÜŞTAK BEY: Sakine midir, nedir… Cadı suratlının adını bile sevmiyorum. HİKMET EFENDİ: Niçin? MÜŞTAK BEY: Bize engel olduğu şöyle dursun, yüzünde meymenet yok karga suratlının… Yüzüne bakanın işi rast gitmiyor. Kırk beş yaşına gelmiş daha evlenememiş. Akıldan yana da pek nasibi yok. Böyle bir baldızım olduğundan alemden utanıyorum. HİKMET EFENDİ: Eee, gülü seven dikenine katlanır. MÜŞTAK BEY: Gel şunu sana vereyim be! Ama nikâhla ha! Geçinemeyecek ne varmış; ya o akıllanır, ya da sen çıldırırsın. HİKMET EFENDİ: Sakın Kumru’nun yerine onu sana vermesinler! Olur mu olur. Büyük dururken küçüğü kocaya vermek pek adet değildir. MÜŞTAK BEY: Yok, bak ben öyle şaka sevmem. HİKMET EFENDİ: Biraz önce şakayla bana veriyordun ya? MÜŞTAK BEY: Ben onu sana şakayla değil gerçekten vermek istiyorum. HİKMET EFENDİ: Sus, özrün kabahatinden büyük. MÜŞTAK BEY: Hiç de bile! HİKMET EFENDİ: Yaaa! MÜŞTAK BEY: Aman sus, kılavuzum Dudu Hanım geliyor. Galiba Kumrucuğumu getiriyorlar. Sen öbür odaya geç, birazdan yine görüşürüz. ( Hikmet Efendi çıkarken Ziba Dudu girer. ) ZİBA DUDU: Müjde evladım müjde! Müjdeliğimi peşin isterim: Gelin hanım geliyor yoldadır. MÜŞTAK BEY: Ah Dudu teyzeciğim, sana nasıl teşekkür edeceğim, bilemiyorum. ZİBA DUDU: Parayla (Müştak’ın ceplerine bakar kalan son meteliğini de alır.)teşekkür edebilirsin. 154 DİL VE ANLATIM 7 MÜŞTAK BEY: Al, helâl olsun sana, al ( Sevincinden oynamaya başlar, katibim türküsünü söyleyerek oynar. ) ZİBA DUDU: Evladım biraz ağır başlı ol. Sen artık nikâhlı birisin, utan, utan! MÜŞTAK BEY: Adam evlenirken utanır mı! Her neyse sen dışarıda bekleyedur, ben utanma talimi yapayım. ( Ziba Dudu çıkar. ) MÜŞTAK BEY: ( Kendi kendine ) Şimdi benim Kumrum kafesine girecek ha! Ah, bir kere kanadının altına girebilseydim… Yalnız insan kısmı paraya düşkün olur. Kumrum da paraya düşkünse! (Ceplerini açar, iki yana sallar.) Cepte para da kalmadı. Bir de yüz görümlüğü var. Ne yapmalı acaba!… Adam sende o da kolay; şöyle birkaç kıta şiir okurum olur biter. Bir kumrusun sen taba muvafık Yapsam yuvanı sinemde layık Can ü gönülden ben oldum aşık Yapsam yuvanı sinemde layık Benim gibi fakir bir şairin vereceği yüz görümlüğü ancak bu kadar olur. (Ziba Dudu ve Habbe Kadın gelinin/Sakine’nin/ koluna girmiş şekilde içeri girerler.) ZİBA DUDU: Evladım gelin hanımı getirdim. Gel koluna gir de köşeye oturt. MÜŞTAK BEY: (Sevincinden türlü hareketler yaparak gelini karşılamaya gider.) Amanın… (Gelini görür görmez bayılır.) ZİBA DUDU: A dostlar! Damat Bey gelin hanımı görür görmez sevincinden bayıldı. HABBE KADIN: Damat Bey, kalk! ZİBA DUDU: (Damadın yüzüne bir bardak su serper.)Kalk haydi sevinçten bayılmanın sırası değil. MÜŞTAK BEY: Ben sevincimden bayılmıyorum, üzüntümden yüreğime iniyor. Ah, ah… HABBE KADIN: ( Ziba Dudu’ya ) Aaaa, zavallı gelin hanımı bir titreme aldı. Sakın al basmasın. (Sakine Hanım’ı sandalyeye oturtur.) ……… ŞİNASİ (Sadeleştiren: M. Ali SÜNGER) 155 DİL VE ANLATIM 7 AÇIKLAMALAR Yukarıda “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro eserinden bir parça okudunuz. “Şair Evlenmesi”, Türk Edebiyatından Batı tarzında yazılan ve yayımlanan ilk yerli tiyatro eseridir. “Şair Evlenmesi” gibi sahnelenmek için yazılmış edebi eserlere tiyatro denir. Köken olarak Yunanca bir sözcük olan tiyatronun M.Ö. 7 ve 8. yüzyıllarda Dionysos onuruna düzenlenen törenlerden doğduğu varsayılmaktadır. Aristotales, tiyatronun müzik, plastik sanatlar, şiir sanatı gibi bir sanat dalı olduğunu vurgular. Aziz Çalışlar’a göre tiyatro: “Oyun, oyuncu, sahne ve izleyici gibi temel ögelerden oluşan sanat, dramatik metin, oyunculuk, sahneleme, sahne tasarımı, sahne giysisi, sahne müziği, ışıklama ve sahne tekniği ögelerinin tümünü birlikte içeren sanatsal etkinliktir.” Ahmet Kutsi Tecer ise şöyle tanımlar tiyatroyu: “Esas çizgileriyle tiyatro demek, gerek ses gerekse yüz ifadesi ve vücut hareketleri (Jest, mimik, makyaj, maske, kostüm vb.) vasıtasıyla, şiir veya konuşma şeklinde (metin) anlatan bir hikâye veya efsaneyi (konu, vaka) özel bir çerçeve içinde (sahne, dekor, ışık, vb.) şahıslarla (aktör, akrist) canlandırarak seyircilere dinlettirmektir.” Kısaca tiyatro, oyun (metin), oyuncu, sahne tasarımı, sahne giysisi, sahne tekniği, ışıklama, sahneleme gibi her biri başlı başına bir sanat etkinliği olan ögelerden oluşan bir sanattır. Batı dünyasında tiyatro karşılığı olarak drama veya dramatik edebiyat tanımlaması kullanılır. Tiyatroda değişmeyen öge izleyici, oyuncu ve metindir. Metin, oyuncu vasıtasıyla sahne, dekor, kostüm gibi ögelerle birlikte gösterme yolu ile izleyiciye aktarılır. Olay çevresinde gelişen bu metinleri “göstermeye bağlı edebî metinler” olarak adlandırıyoruz. Drama (tiyatro eseri), olayları oluş hâlinde gösteren eserdir. Bu çeşit eserlerde olaylar yazarın ağzından anlatılmaz, eserlerin kişileri tarafından doğrudan doğruya söylenir ve yapılır. Tiyatro, seyretme ihtiyacını karşılamak için oluşan sanat dallarından biridir. Yazının icadından önceki dönemlerde ve sözlü edebiyat dönemlerinde tiyatroda yazılı bir metin yoktu. Oyuncuların elinde yazılı bir metin olmaması, kendinden önceki ustalardan öğrendiklerine ya da doğaçlamaya başvurmalarına neden oluyordu. Uzun bir süreç sonucunda modern tiyatro sanatının vazgeçilmez ögelerinden olan metin ortaya çıkmıştır. 156 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Seyretme ihtiyacını karşılamak üzere oluşan sanat dalları ile roman, şiir gibi türlerin farkı nedir? Seyretmeye dayalı sanat dalları opera, bale, tiyatro ve sinemadır. Seyretmeye dayalı bu sanat dalları roman, hikaye ve şiirden farklı olarak sahnede gösterilmek üzere yazılan ve sahnelenen eserlerdir. Roman hikaye ve şiir okumakla tiyatro ya da film seyretmek arasında görsellik farkı vardır. Seyretmek edebiyattan ayrı bir sanat dalı değildir. Çünkü seyredilen eserler edebi kriterlere uygun olarak kaleme alındıktan sonra sahnelenir. ETKİNLİK Tiyatro metni ile tiyatroda seyredilen eser karşılaştırıldığında ne gibi sonuçlara ulaşılır. Bir tiyatro eserinin sahnelenebilmesi için aktör, aktrislerle dekor malzemelerine ve tabii ki bir sahneye ihtiyaç vardır. Tiyatro metinlerdeki kişiler sahneye aktarıldıklarında canlanan ve hayat bulan kahramanlardır. Sahnedeki oyunlarla görsellik kazanırlar. Tiyatrodaki sahne ve sahne düzeninin nasıl hazırlanacağı drama metinlerindeki yönlendirmelere göre yapılır. Seyredilen bir oyunun metni ile sahnelenişi arasında metne sadık kalındığı, bazı istisnai durumlarda ise metinde istenen sahne kostüm veya oyuncularla ilgili, metnin özünden ayrılmadan, değişiklikler yapıldığı görülür. BİLGİ KÖŞESİ Şair Evlenmesi adlı metnin tiyatronun ögelerine göre incelenmesi: Bu eser, orta oyunu geleneğinden yararlanarak yazılan başarılı bir komedidir. Yerli bir konuyu Batı’lı tiyatro yöntemiyle işlemiştir kolay anlaşılır sade dili eserin önemini daha da artırmaktadır. Ayrıca Türk edebiyatında noktalama işaretlerinin ilk kez kullanıldığı eser özelliğini de taşımaktadır. 157 DİL VE ANLATIM 7 Dramatik örgü, Anlatmaya bağlı metinlerdeki olay örgüsünün göstermeye bağlı metinlerdeki karşılığı “dramatik örgü”dür. Dramatik örgüyü meydana getiren parçalar, eserde verilmek istenen iletiyi seyirciye ulaştırmak amacıyla bir araya getirilmiş bir bütünün parçalarıdır. Buna göre “Şair Evlenmesi adlı tiyatro eserinden yukarıda okuduğumuz bölümünün dramatik örgüsü şöyledir: t .àǵUBL#FZƌO)ƌLNFU&GFOEƌZFHÚSàDàMàLVTVMàZMFFWMFONFZƌLÚUàMFNFTƌ t )ƌLNFU&GFOEƌZF.àǵUBL#FZƌOTFWHƌMƌTƌOƌOBCMBT4BLƌOFZƌLÚUàMFNFTƌ t )ƌLNFU&GFOEƌOƌO.àǵUBL#FZƌZBOMǵMLMBi4BLƌOFZƌWFSFCƌMƌSMFSwEƌZFVZBSması, t ;ƌCB%VEVOVOTBIOFZFHƌSƌQHFMƌOƌHFUƌSEƌǘƌOƌTÚZMFNFTƌ t .àǵUBL#FZƌOUFǵFLLàSFEFSFLHFMƌOFOFWFSFDFǘƌOƌEàǵàONFTƌ t .àǵUBL#FZƌOHFMƌOƌHÚSàODFZBOMǵMǘBOMBZQà[àOUàTàOEFOCBZMNBTES ETKİNLİK “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro eserinin dramatik örgüsünde kişilerin işlevleri nelerdir? Metindeki kahramanlar iletinin okur ya da seyirciye ulaşmasını sağlayan temel faktörlerdendir. “Şair Evlenmesi” adlı metninde kahramanlar işlevlerine göre şöyle gruplandırılabilir: t 4BLƌOFWF.àǵUBL#FZƌOTFWHƌMƌTƌ,VNSVHƌCƌPLVEVǘVNV[CÚMàNEFPZVOEşında bulunan fakat oyunun akışını sağlayan oyuncular. t .àǵUBL#FZ)ƌLNFU&GFOEƌ;ƌCB%VEVHƌCƌPZVOEBCFMƌSMƌCƌSSPMàPMBOWFFTFrin asıl kısmını dramatize eden oyuncular. Bu gruplar temanın kendilerine yüklediği zihniyetin sahnedeki temsilcisi konumundadırlar. ETKİNLİK “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro metninde mekânın özellikleri nasıldır? “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro metninde olayın geçtiği mekan gelin odasıdır. Arka planda yatak ve oda genişçedir. Odada Müştak Bey ve Hikmet Efendi ayaküstü konuşmaktadırlar. 158 DİL VE ANLATIM 7 Dramatik metinlerde mekanlar sahnede yansıtıldığı için yazar bu mekanların nasıl olması gerektiğini parantez içi ifadelerde verir. Tiyatrodaki mekanlar olayların yaşandığı yerlerdir ve dekorlarla görsel olarak düzenlenir. Bu kapsamda ihtiyaç duyulan dekor malzemeleri sağlanarak sahne yazarın belirttiği mekanlar için hazırlanır. ETKİNLİK “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro metninde zaman nasıl işlenmiştir? “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro metninde olayın geçtiği zaman çok kısa bir süreyi kapsar. Olay, Müştak Bey ve Hikmet Efendi’nin konuşmaya başlamasından Müştak Bey’in gelini görünce bayılmasına kadar süren dakikalarla ölçülebilecek bir vakitte geçer. Bu parçada zamanda geriye dönüşler yoktur. ETKİNLİK “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro metninin dramatik örgüsünden hareketle temasını bularak bulduğunuz temanın özelliklerini gösteriniz. “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro metninin teması “görücü usulüyle evlenme”dir. Bu tema günümüzde de geçerliliğini koruyan doğal bir gerçekliktir. “Şair Evlenmesi”nin teması yazıldığı dönemde de sahnelendiği dönemlerde de önemli bir yere sahiptir. Temanın günümüzde biraz şekil değiştirerek de olsa güncelliğini koruması bunun bir göstergesidir. Bir metnin temasının hem yazıldığı hem de oynandığı döneme göre aynı öneme sahip olması işlenen temanın ve verilmek istenen iletinin güncel bir sorun olarak yaşandığının işaretidir. ETKİNLİK “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro metninde dil hangi işlevinde kullanılmıştır ve bu metinde hangi anlatım biçimlerinden yararlanılmıştır? “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro metninde dil göndergesel işlevinde kullanılmıştır. “Şair Evlenmesi” adlı tiyatro metninde genellikle söyleşmeye bağlı anlatımdan yararlanılmıştır. Bunun yanında öyküleyici, tartışmacı ve açıklayıcı anlatımlardan da yararlanılmıştır. 159 DİL VE ANLATIM 7 Tiyatro Eserinde Plan Dramatik bir eserde plan, öykü ve romanda olduğu gibi üç bölümden oluşur: Serim, düğüm, çözüm. Bu bölümlere giriş, gelişme, sonuç da denebilir. a. Serim: Eserin baş tarafıdır. Bu bölümde, kişilerin kimlikleri, olayla olan ilgileri ve konunun niteliği tanıtılır. b. Düğüm: Eserin ortasıdır. Bu bölümde karakterleri, tutkuları ve çıkarları ayrı olan kişiler çatışır, olay merak uyandırıcı bir hâl alır. Dramatik çatışmanın boyutlanıp geliştiği, olayın ya da olaylar dizisinin izleyicinin merakını kamçılayacak bir durum aldığı bölüme de düğüm adı verilir. Genellikle eserin ortalarını kuşatır düğüm bölümü. c. Sonuç: Olay ya da olaylar dizisinin bir sonuca ulaşması, izleyicinin kafasında uyanan soruların yanıtlarını bulması da çözüm yani sonuç bölümünde gerçekleştirilir. Yukarıda saydığımız ögeleri çok farklı biçimde kullanan, böyle bir düzenlemeyi değişik biçimlerde gerçekleştiren oyun yazarları da vardır. ETKİNLİK Dramatik metindeki sahne ve perdenin dramatik örgü içindeki yeri ve değeri nedir? Bilindiği gibi dramatik bir eser, olayların gelişmesine göre birtakım bölümlere ayrılır. Bunlara perde, sahne diyoruz. a. Perde: Dramatik bir eserde konunun ana bölümlerinden her biridir. b. Sahne: Dramatik bir eserde her perde (bölüm) içinde kişilerin girip çıkmasıyla oluşan daha küçük bölümlerdir. Türk edebiyatında sahne terimi yerine ilk zamanlarda fıkra, daha sonra meclis sözcükleri kullanılmıştır. Dekorun dramatize edilerek bölüme göre düzenlenmesi gerektiğinden, değişmeler genellikle perde aralarında yapılır, sahne ve perde tiyatro için vazgeçilmez unsurlardır. Dramatik bir eserde konuşma çeşitlerinin de özel adları vardır. Bunlara diyalog, monolog ve tirad diyoruz. Diyalog, dramatik bir eserde kişilerin karşılıklı konuşmasıdır. Monolog, tiyatro ve eserinde, bir kişinin tek başına konuşmasıdır. Tirad, dramatik bir eserde, kişilerin birbirlerine karşı söyledikleri coşkulu uzun sözlerdir. 160 DİL VE ANLATIM 7 Tiyatroyla ilgili bazı terimler ise şunlardır: Adaptasyon: 1) Yabancı dille yazılmış bir tiyatro eserini, yöresel koşullara göre uygun biçimde kişi ve yer adları dahil kendi diline çevirme. 2) Bir roman ya da öyküyü tiyatro türüne uyarlama işi. Aksesuar: Dekora yardımcı olan küçük eşyalar. Aktör: Tiyatro oyunundaki erkek oyuncu. Dekor: Oyunun geçtiği yeri canlandırmak amacıyla kullanılan renk, ışık, eşya vb. araçların tümü. Dramatik örgü: Tiyatro eserinde olay örgüsüne verilen ad. Figüran: Bir oyunun kalabalık sahnesini doldurmak için kullanılan konuşmayan ya da birkaç sözcük söyleyen kişi, kişiler. Jest: Rol gereği yapılan el, kol ve vücut hareketleri. Makyaj: Rol gereği yüzü güzelleştirmek ya da başka biçime sokmak için yapılan boyama. Mimik: Rol gereği yapılan yüz ifadeleri. Perde: Olayların gelişmesine göre oluşan bölümlere perde denir. Piyes: Tiyatro eserlerine verilen genel ad. Rol: Oyuncunun sahnede canlandırdığı kişilik. Suflör: Oyunun akışını metinden takip eden ve unutulan cümle ve sözleri fısıldayarak oyuncuya hatırlatan görevli. Tuluat: Oyuncuların metne bağlı kalmadan zekâ ve kavrayışlarına göre başarı sağladıkları konuşma ve davranışlar. ETKİNLİK Tiyatroya gitmek, temaşa etmek, temaşa sanatı, görsel sanatlar gibi tiyatroyla ilgili sözcüklerin anlamları nelerdir? Tiyatroya Gitmek: Sahnelenen bir tiyatro eserini seyretmek için eserin sahnelendiği yere gitmek Bu kavram Tanzimat Döneminde İlk modern tiyatro eserimiz olan İbrahim Şinasi Efendinin “Şair Evlenmesi” adlı tiyatrosunu kaleme almasından sonra dilimize girmiştir. 161 DİL VE ANLATIM 7 Temaşa Etmek: Seyretmek anlamındadır. Geleneksel Türk Tiyatrosunun verimleri olan orta oyunu, Karagöz, meddah ve köy seyirlik oyunları ile daha sonraları modern tiyatroyu izlemek için kullanılmıştır. Temaşa Sanatı: Sahnelenmek ve gösterilmek üzerine kurulmuş sanat dalları için kullanılan bir ifadedir. Görsel Sanatlar: Temaşa sanatının modern dildeki karşılığıdır. ETKİNLİK Tiyatro eserleri kaça ayrılır? TİYATRO ÇEŞİTLERİ Tiyatro gelişim süreci içinde ana ve yan türlere ayrılmıştır. Böyle bir ayrımı ilkin Aristotales “Poetika” adlı eserinde yaparak tragedya ve komediden söz etmiştir. Kimi kuramcılar bu iki ana türün yanına, bir üçüncü dram türünü de koymuşlardır. Dram tragedya ile komedyanın karışımından oluşan bir oyundur. A. Tragedya (trajedi) Seyircide acıma ve korku duyguları uyandırarak ruhu tutkulardan temizlemek amacıyla yazılan ve kendine özgü kuralları bulunan bir drama çeşididir. İlk örnekleri eski Yunan edebiyatında görülen tragedya daha sonra eski Yunan ve Lâtin edebiyatlarının örnek tutulduğu 18. yüzyılda klasisizm akımı döneminde özellikle Fransa’da yeniden canlanarak 20. yüzyıl ortalarına kadar sürmüştür. ETKİNLİK Tragedyanın özellikleri nelerdir? Tragedyalar beş perdelik oyunlardır. Başlıca özellikleri şunlardır: 1. Eser baştan sona kadar ciddi bir hava içinde geçer. 2. Erdeme ve ahlaka üstün değer verilir. 3. Seyircide acıma ve korku duyguları uyandırarak ruhu tutkulardan kurtarma amacı hedeflenir. 4. Eski Yunan tiyatrosunda konular genellikle, mitologyadan Homeros’un destanlarından, kimi zaman da tarihsel olaylardan alınmıştır. 162 DİL VE ANLATIM 7 5. Kişiler, doğaüstü varlıklar (tanrılar, tanrıçalar, yarı tanrılar vb.) ve yüksek tabakadan kimseler(kahramanlar, krallar, soylular)’dir. 6. Eski Yunan tragedyası, birbiri arkasından sürüp giden “diyalog” ve “koro” bölümlerinden meydana gelmiştir. Diyaloglar, eserin dramatik; korolar ise lirik bölümleridir. Korolar şarkı ve dansla söylenir. Eser, bir bütün hâlinde hiç ara vermeden oynanır, perde arası yoktur. Dramatik bölümlerin aralarındaki korolar, perde aralarına işaret eder. Daha sonraki yıllarda korolar kaldırılmış, onların yerine perde araları konulmuştur. 7. Koro, eski Yunan tiyatrosunun temel ögesidir. Dramanın her iki çeşidi olan tregedya ve komedya koro türkülerinden doğmuştur. Koro eyleme karışmaz, olup bitenlere seyirci kalır, kişilere öğüt verir, yol gösterir, onları uyarır, acılarına ortak olur, iyilikleri över, kötülükleri yerer. Koro bir şehrin ihtiyarları ya da kadınlarıdır. Oyunun dramatik bölümlerindeki kişilerin doğaüstü varlıklar ve yüksek tabakadan kimseler olmasına karşılık, koro halktan kimselerdir. Ahlak, din, devlet, iyilik, kötülük gibi konularda halkın görüşünü ve sağduyusunu temsil eder. 8. Eserin “Üç Birlik” kuralına uygun olması gerekir. Üç Birlik kuralı şudur: a. Zaman birliği: Olayın en çok 24 saat içinde geçebilir kanısını uyandırmasıdır. b. Yer birliği: Olayın baştan sona kadar aynı yerde geçmesidir. c. Olay birliği: Eserin bir tek ana olay çevresinde gelişmesidir. 9. Vurmak, yaralamak, öldürmek gibi acı veren olaylar seyircinin gözü önünde geçirilmez. Bunlar dışarıda yapılır. Sahnede, haberciler, sırdaşlar aracılığıyla sadece hikâyesi anlatılır. 10. Tragedyada parlak nutukları andıran yüksek asil bir üslup kullanılır. Kaba, çirkin, bayağı sözler bulunmaz. Tragedya şairleri mısralarının derin anlamlı olmasına özen göstermişlerdir. Monolog ve tiradlar tragedyada çok bulunur. 11. Nazımla yazılır. ETKİNLİK “Dünyada tragedya konusunda ün yapmış yazarlar kimlerdir? Eski Yunan edebiyatında Aiskhylos (Askhilos), Sophokles (Sofokles), Evripides (Evripides); Fransız klasik edebiyatında Corneille (Korneil) ve Racine (Rasin)’dir. 163 DİL VE ANLATIM 7 UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 2. Metin ELEKTRA (Tragedya örneği) Elektra – Yazık, öyle bir babanın çocuğu olup onu unutman, sırf ananı düşünmen ne hazin! Bana verdiğin bu öğütleri sana hep o öğretiyor. Hiçbiri kendi düşüncen değil. Şu iki şıktan birini seç: ya delisin sen, ya da akıllı olduğun hâlde unutuyorsun sevdiklerini. Demin, gücün yetse nefretini göstereceğini söyledin. Ben her şeyi yaparken babamın öcünü almak için, Sen bana yardım edecek yerde engel oluyorsun hareketlerime Bunca felaketlerimize bir de alçaklığı katmış olmuyor musun böylece? (...) Koro Başı – Tanrılar aşkına kapılma öfkene. Sen onun sözlerinden, o seninkilerden pay çıkarmasını bilseniz İkinize de yararlı olur söyledikleriniz. Khrysothemis – Ah kadınlar! Alışığım ben onun böyle konuşmasına Uzun yakınmalarını sona erdirecek bir felaketin yaklaştığını bilmeseydim. Yine de bir şey söylemezdim. Elektra – Desene, neymiş bu felaket? Bugünkünden büyükse dilimi tutacağım karşı çıkmayacağım ben de. Khrysothemis – Bütün bildiklerimi anlatayım sana: ağlamaktan vazgeçmezsen, seni gün ışığı girmez bir yere kapatacaklar, yurttan uzak bir mahzende yaşayacaksın; o zaman bol bol ağlarsın gerçek talihsizliğine 164 DİL VE ANLATIM 7 Düşün bunları, felaket gelip çatınca beni kabahatlı görme. Aklını başına devşir. Elektra Gerçekten bana bunu mu yapmaya karar verdiler? Khrysothemis Evet, Aigisthos eve döner dönmez. Elektra Bu iş için gelecekse, tez gelsin. Khrysothemis Ne uğursuz sözler söylüyorsun! Elektra “Gelsin” diyorum, niyeti buysa. Khrysothemis Acıya kanmadın mı? Aklın nerde? Elektra İstediğim, sizlerden çok uzaklara kaçmak. Khrysothemis Hayatını hiçe mi sayıyorsun? Elektra Hayatım öyle güzel ki, hayran olunur doğrusu. Khrysothemis Güzel olurdu, iyi düşünmesini bilseydin. Elektra Bana, sevdiklerime ihanet etmeyi öğretmeğe kalkışma. Khrysothemis İstediğim, sana kuvvet önünde boyun eğmeği öğretmek. Elektra O dalkavukluğu sen et, benim mizacıma uymaz. 165 DİL VE ANLATIM 7 Khrysothemis İhtiyatsızlık yüzünden de mahvolmak doğru değil. Elektra Gerekirse mahvolalım, yeter ki babamızın öcü alınsın! SOPHOKLES / Elektra Çeviren: Azra Erhat B. Komedya (Komedi) Komedya olayların, durumların ve insanların gülünç yönlerini ortaya koyan oyun türüdür. Aristotales’in Poetika adlı eserinde komedya şöyle tanımlanır: “Komedya ortalamadan daha aşağı olan karakterlerin taklididir. Bununla birlikte komedya her kötü olanı taklit etmez; gülünç olanın özü soylu olmayışa ve kusura dayanır. Komedya da tragedya gibi Dionysos adına yapılan törenlerden doğmuştur. Komedya oyunları ilk olarak M. Ö. 486 yılında Dionysia şenliklerinde görülmüştür. Komedyenin Özellikleri 1. Komedyada kişisel ya da toplumsal bozukluklar, gülünçlükler ortaya konularak seyirciyi güldürme yoluyla düşündürme ve doğru yola yönlendirme amacı vardır. 2. Konular çağdaş toplumdan ve günlük hayattan alınır. 3. Kişiler, çoklukla halktan insanlardır. 4. Acı veren olaylar seyircinin gözü önünde geçebilir. 5. Yüksek ve soylu bir üslup kaygısı güdülmez. 6. Nazımla yazılır. 7. Tragedyalar gibi komedyalar da birbiri arkasından sürüp giden “diyalog” ve “koro” bölümlerinden oluşur. Diyaloglar eserin dramatik bölümleridir, korolar türkü ve dansla söylenir. 8. Eser bir bütün hâlinde, hiç aralıksız olarak oynanır. Perde arası yoktur. Dramatik bölümlerin aralarındaki korolar perde aralarına işarettir. 9. Komedyada üç birlik kuralına uyulmuştur. ETKİNLİK Eski komedya ve yeni komedyanın özellikleri nelerdir? 166 DİL VE ANLATIM 7 Eski Komedya: Eski komedyanın en önemli temsilcisi bazı oyunları günümüze kadar gelebilmiş olan Aristophanes’tir. Bu dönem komedyasında kusurlu görülen kişiler ve kurumlar, adları anılarak yerilmiştir. Yeni Komedya: Yöneticileri, toplumsal kurumları ve siyasal düşünceleri yerme olanağı ortadan kalkınca komedya günlük yaşayışın gülünç olaylarına yönelmiştir. Yeni komedyada somut kişiler yerine soyut ve genelleştirilmiş tipler (cimri babalar, açıkgöz köleler, tefeciler, asalaklar, palavracılar, tüccarlar, denizciler.) üzerinde durulmuştur. Çoğu aşk üzerine kurulmuş olayların örgüsü, rastlantılara geniş yer verilerek aktarılmıştır. Birbiri içine girip giderek düğümlenen olayların örgüsü mutlu sonla çözülmüştür. ETKİNLİK Başlıca komedya çeşitleri nelerdir? Komedyanın başlıca çeşitleri karakter komedyası, töre komedyası, yergi komedyası, entrika komedyasıdır. 1. Karakter Komedyası: Her zaman ve her yerde rastlanabilen insan kusurlarını belli tiplerde göstererek sahnede gülünç eden komedyalardır (Moliere– Cimri / Shakespeare–Venedik Taciri). 2. Töre Komedyası: Toplumun gülünç ve aksak yanlarını gösteren komedyalardır (Moliere-Gülünç Kibarlar / Gogol-Müfettiş / Şinasi–Şair Evlenmesi). 3. Entrika Komedyası: Olaylar merak uyandıracak ve şaşırtacak biçimde düzenlenerek, çoklukla güldürmekten başka bir amaç güdülmeden yazılan komedyalardır: (Moliere–Scapin’in Dolapları / Shakespeare–Yanlışlıklar Komedyası). 4. Yergi Komedyası: Edebî hicvin sahneye uygunlamış şeklidir. Bir insan, bir zümre yahut belli bir olay bu komedyalarda gülünç edilir. (Moliere–Adamcıl ve Bilgiç Kadınlar / Aristophanes–Atlılar ve Kurbağalar). 167 DİL VE ANLATIM 7 Hastalık Hastası’ndan (Komedya örneği) TUANET– Affınızı istirham ederim efendim! Kusura bakmayın! ARGAN– Aman efendim, safalar geldiniz! Molière (1622-1673) TUANET– Bendeniz seyyar hekimim. Öyle harcıâlem olmuş şâdi hastalıklara romatizma, yel, başağrısı, sıtma gibi çocuk oyuncuklarına tenezzül bile etmem. Bendeniz vahim ve mühim hastalıklar, beyne vuran daimi hummalar, mükemmel humma-i fırfırîler, âlâtâunlar, güzel vebalar isterim. Şanlı zaferlerimi hep o sahalarda kazanırım. Binâenalâzâlik efendim, zâtıalinizde bu saydığım hastalıkların hepsi birden bulunmalı. Bütün hekimler sizi yüzüstü bırakmış olmalı! Son nefesiniz ağzınıza gelmiş olmalı, ki, ben size ilaçlarımın keskinliğini, sizi tedavi etmek arzusunu göstereyim... ARGAN– Lûtfunuzla bendenizi minnettar ediyorsunuz. TUANET– Verin bana nabzınızı! Hadi, doğru at bakayım. Ben seni yoluna koymanın usulünü bilirim ha... Vay canına! Ne edepsiz nabızmış bu! Anlaşılan sen daha beni tanımıyorsun... MOLİERE / Hastalık Hastası C. Dram Gülünç, bayağı, korkunç olaylarla acıklı, ince ve güzel olayları iç içe anlatan bir tiyatro türüdür. Dram klasik tiyatronun son verimi olduğu gibi modern tiyatronun da başlangıcı sayılır. Dram nazım veya nesir şeklinde yazılabilir. Hayatı acıklı ve gülünç, çirkin ve güzel yanları ile ortaya koyan her olay dram konusudur. Shakespeare ve Fransız Romantikleri dram konularını özellikle Danimarka, Fransız, İspanyol, İtalyan tarihlerinden çıkarmışlardır. Dramda olmayacak tesadüflere, acayip olaylara da yer verilir. Dram kişileri her tabakadan halk ve her türlü karakterden oluşur. Geçmiş zaman işlenir. Çevre sık sık değişir. Dramın amacı seyirciye gerçeği göstermektir. Kısacası sırf güldürücü veya sırf ağlatıcı olayları hayat gerçeklerine aykırı gören dram bu iki ögeyi bir olayda kaynaştırarak seyircilere sunar. 168 DİL VE ANLATIM 7 UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 3. Metin HAMLET BİRİNCİ SOYTARI– (Şarkı söyler) Bir kazma bir de kürek, bir de kürek Üste bir de kefenlik bez olursa, Bir de çukur, rahatça gömülecek, Bu deminde insana yetmez mi ki? HAMLET– Bir tane daha. Neden bu kafa da bir avukatın kafası olmasın? Sözcük oyunları, davaları, mülk koşulları, perendebazlıkları şimdi nerede acaba? Kafasına bu kaba herifin pis bir kürekle vurmasına nasıl razı oluyor? (...) Şu adamla konuşacağım. Bu mezar kimin mezarı, aslan? BİRİNCİ SOYTARI– Benim, efendim?(Şarkı söyler) Bir de çukur, rahatça gömülecek. Bu deminde insana yetmez mi ki? HAMLET– Her hâlde senin olacak çünkü içindesin. BİRİNCİ SOYTARI– Siz dışarıdasınız, efendim, onun için sizin olmasa gerek. Bana gelince, içinde yatmıyorum ama yine benim. HAMLET– Mademki içindesin, yatıyorsun sayılır, hem de kendinin olduğunu söylüyorsun. Oysa burası ölüler içindir, diriler için değil. Buna göre, yalan söylüyorsun. BİRİNCİ SOYTARI– Mezar içinde söylenmiş yalandan ne çıkar, gömüveririm. HAMLET– Kazdığın mezara gömülecek adam kim? BİRİNCİ SOYTARI– Adam değil efendim. HAMLET– Peki gömülecek olan kadın kim? BİRİNCİ SOYTARI– Kadın da değil efendim. HAMLET– E, kim gömülecek? BİRİNCİ SOYTARI– Sağlığında kadın olan biri, efendim; ama Tanrı rahmet eylesin, öldü. 169 DİL VE ANLATIM 7 HAMLET– Bu herif sözüne ne kadar da titiz! Onunla hesaplı konuşmalı, kapalı bir şey söylersek hakkımızdan gelecek. Vallahi şu üç yıldır, bakıyorum da âlem öyle inceldi ki, nerdeyse, köylü, saraylıyla bir adım atacak- Ne kadar zamandır mezar kazıcılık ediyorsun? BİRİNCİ SOYTARI– Tam eski kralımız Hamlet, Fortinbras’ı yendiği gün bu işe başladımdı. HAMLET– O günden beri ne kadar geçti? BİRİNCİ SOYTARI– Bunu bilmiyor musunuz? Kim olsa bilir; genç Hamlet o gün doğmuştu. Hani deli olup da İngiltere’ye gönderilen Hamlet. HAMLET– Ha, evet. İngiltere’ye neye gönderildi? BİRİNCİ SOYTARI– Neye olacak, delirdi de ondan. Orada akıllanacak. Ama akıllanmasa da zarar etmez. HAMLET– Neden? BİRİNCİ SOYTARI– Orada kimse farkına varmaz, herkes onun kadar delidir. HAMLET– Nasıl oldu da delirdi? BİRİNCİ SOYTARI– Pek garip bir biçimde diyorlar. HAMLET– Nasıl “garip bir biçimde?” BİRİNCİ SOYTARI– Nasıl olacak? Aklını kaçırmış. HAMLET– Nerede kaçırmış? BİRİNCİ SOYTARI– Nerede olacak, Danimarka’da; Çocukluğumdan beri otuz yıl oldu burada mezarcılık ederim. HAMLET– Bir insan, toprakta çürümeden ne kadar zaman kalır? BİRİNCİ SOYTARI– (...) Eğer önceden çürümüşlerden değilse, sekiz dokuz yıl dayanır. Bir debbağ dokuz yıl dayanır. HAMLET– Neden o ötekilerden daha çok dayanıyor? BİRİNCİ SOYTARI– Neden olacak, efendim, mesleğinden ötürü derisi öylesine tabaklanmıştır ki, uzun zaman su geçirmez. Ölüleri kokutan şeylerin başı sudur. Al sana bir kafa. Bu kafa yirmi üç yıldır toprakta. HAMLET– Kimin kafasıydı? BİRİNCİ SOYTARI– Sahibi köpoğlunun biriydi. Kimin dersiniz? HAMLET– Ben ne bileyim? 170 DİL VE ANLATIM 7 BİRİNCİ SOYTARI– Delinin dik-âlâsı oydu işte! Bu kafa özbeöz Yorick’in kafasıydı, efendim. Kralın maskarasının. HAMLET– Bu mu? BİRİNCİ SOYTARI– O, ya. HAMLET– Bakayım. (Kafatasını alır.) Vay zavallı Yorick! Onu tanırdım, Horatio; çok hoş bir adamdı. Kaç kereler beni sırtında taşımıştı. Oysa şimdi bana ne iğrenç geliyor! Ona baktıkça midem bulanıyor. Şurasında kimbilir kaç kere öptüğüm dudakları vardı. Nerde şimdi o latifelerin, o oyunların, o şarkıların? Nerde sofrayı kırıp geçiren o şakaların? Bir tanesi bile kalmadı mı ki, şimdi kendi sırıtışınla alay etsin? Öyleyse, git hanımımızı odasında bul; ona, yüzünü bir parmak kalınlığında da boyasa yine bu hâle geleceğini söyle bakalım buna gülebiliyor mu? Kuzum, Horatio, bana şunu söyle? HORATİO– Neyi, efendimiz? HAMLET– Acaba İskender de toprağın altında bu hâle geldi mi? HORATİO– Elbette. HAMLET– Böyle koktu mu? Püf! HORATİO– Elbette, efendimiz. HAMLET– Sonunda kim bilir ne bayağı işler için kullanılıyoruz, Horatio. İskender’in o soylu toprağının bir fıçı deliğine tıkaçlık edebileceği neden düşünülmesin? Haşmetli Caesar ölüp toprak olduktan sonra rüzgârı tutmak için sıva olur pekâlâ. Bir zamanlar dünyayı titreten o kasırga kış rüzgârına karşı duvara sıvansa ama susalım! Bir yana çekilelim; bak, kral geliyor. William SHAKESPEARE / Hamlet Çeviren: Orhan Burian 171 DİL VE ANLATIM 7 BİLGİ KÖŞESİ MÜZİKLİ OYUNLAR Örneklerle anlattığımız türlerden başka müziğin ön plana geçtiği seyirlik eserler de vardır. Bunlar opera, operet, bale, revü ve skeçtir. Opera: Daha çok müziğin egemen olduğu baştan sona bestelenmiş bir oyun çeşididir. Bütün söyleşmeler, hareketler ve jestler besteye uydurularak orkestra şefinin yönetimine verilmiştir. Ağır bir hüzün havasına karşılık lirizm, aşk ve mistisizm, operanın ana karakteridir. Operalar çok gösterişli dekor ve kıyafetler içinde sunulur. Operet: Müzikli oyunların halka seslenen çeşididir. Operet baştan sona değil yer yer ve hafif bir şekilde bestelenmiştir. Amacı hoşça zaman geçirtmek olan operetlerde renk, ışık, kıyafetler ve dans en göze çarpıcı bir tarzda kullanılır. Operetin yerini bugünün sahnelerinde daha çok müzikal oyunlar tutmaktadır. Cemal Reşit Rey’in “Lüküs Hayat” opereti Türk sahnelerinde büyük başarı kazanmıştır. Bale: Birçok yönü ile operayı andıran fakat sahnedeki bütün hareketleri ahenkli ve zengin dans figürleri hâlinde gösterilen baştan sona besteli bir tiyatro çeşididir. Türkçede bu türden başarılı çalışmalar arasında “Çeşme Başı Balesi” sayılabilir. Revü: Operetin daha hafif, fakat hiciv, alay, eleştiri dolu bir çeşididir. Skeç: Beş altı dakikaya sığdırılan tablolar hâlinde, kısa müzikli oyunlardır. Skeçlerin son yıllarda çok gelişen bir çeşidi de radyo oyunlarıdır. Günümüzde Tiyatro Seyircileri rahata alıştıran ve sanat tasası amaçlamayan görüşler çağdaş tiyatronun yolunu açtı. Yeni teknik buluşların doğurduğu hızlı yaşamalar ile uygarlığın insan üzerindeki boğucu etkileri tiyatroya yeni olanak ve temaları taşıdı. Modern tiyatroda bir şey yapmak, öncü olmak isteyen yazarlar kendilerince sahne tasarlamışlardır. Yeni teknik buluşların doğurduğu hızlı yaşamalar ile uygarlığın insan üzerindeki boğucu etkileri tiyatroya yeni olanak ve temaları taşıdı. Modern tiyatroda bir şey yapmak, öncü olmak isteyen yazarlar kendilerince sahne tasarlamışlardır. Kimi sözsüz, söylevsiz bir sessizlik tiyatrosu; kimi hareket ve konuyu hiçe sayarak iç dünyamızda olup bitenleri yakalamaya çalışır. Kimi dekor, makyaj, kıyafet gibi şeyleri 172 DİL VE ANLATIM 7 sahnenin gereksizlerinden sayarak bunlardan uzaklaşmaya çalışır. Bundan başka şiir, resim, heykel ve müzikte meydana gelen değişmeler de tiyatroyu etkilemiştir. Sembolizm’den başlayarak, kübizm, gerçeküstücülük, varoşçuluk, postmodernizm akımları tiyatro yazarlarını yeni bakışlar ve deneyişlerle renkten renge sokmuştur. Çağımız tiyatrosu bir tepki tiyatrosudur. Çağdaş tiyatro yazarları arasında Luigi Pirandello, Federico Garcia Lorca, James Joyce, T.S. Eliot, Eugine O’Neill, Thornton Wilder, Ferdinand Brucker, Jean Cocteau, Eugene İonescu, Samuel Beckett, Arthur Adamov, Albert Camus, Jean Genet, J.P. Sartre, Jean Anouilh, Friedrich Durrematt, Max Frisch, John Osborn, Berthold Brecht’i sayabiliriz Günümüz tiyatrosu görünüş ve amaçları birbirinden farklı iki kola ayrılmıştır. a. Absürd (uyumsuz, saçma) Tiyatro b. Epik (kavgacı, mücadeleci) Tiyatro Absürd Tiyatro Bu tiyatronun göze çarpan yönü kalıplaşmış gerçeklere karşı çıkmak tabiattan, mantıktan uzaklaşmak, insanları düşündürmektir. Az olay ve sözle önemli şeyler anlatmak düşüncesindedirler. Sahne, perde düzeni, giriş çıkışlar, serim, düğüm, çözüm bölümleri önemli değildir. Bu çeşit tiyatro eserleri, semboller, bilmeceler ve saçma tasarılarla doludur. Önemli olan bir sevinç veya kaygının nedenlerini belirtmek değil, sadece o sevinç ve tasarımın oluş biçimini göstermektir. Absürd tiyatronun en önemli yazarlarından İonesco(İonesku)’nun Gergedan adlı oyununda bütün şehrin insanları gergedan hâline gelirler. Samuel Beckett (Samiyil Beket), Arthur Adamov (Artur Adamov), Albert Camus (Albert Kamü) ve John Osborn (Con Ozborn)bu gizlere dayalı, az çok felsefi kötümser ve anlamsız tiyatroyu kendi tarzlarında sürdürmüşlerdir. Epik Tiyatro Göstermeci tiyatronun, Berthold Brecht (Bertolt Bireht) tarafından geliştirilmiş ve zenginleştirilmiş bir biçimidir epik tiyatro. Temel amaç seyirciyi sahneye yabancılaştırmaktır. Epik tiyatronun esası oyun sırasında seyircinin oyuna fazla kapılmasını, seyrederken büyülenmesini önlemektir. Bu amaçla sahne, dekorlardan ve etki altına alıcı duygulu olaylardan uzak tutulur. Seyirciye de gördüğü şeyin gerçek değil bir oyun olduğu sık sık anımsatılarak daldığı tiyatro düşünden uyanması istenilir. Bunu 173 DİL VE ANLATIM 7 sağlamak yönünden olayın akışı sık aralıklarla kesilerek Çin maskeleri tekerlemeler, danslar, güldürmeceler ve oyuna ait söylevi andıran açıklamalar konulur. Pankartlar üzerine “Dalgaya düşmeyin bu bir oyundur.” gibi yazılar yazılır. Çevremizde her gün olup biten şeyler masal ülkelerinde Çinimaçin diyarlarında geçiyormuş gibi gösterilir. Epik tiyatroda duygular yerine akıl öne çıkarılmıştır. İnsan değişen bir varlık olarak ele alınır. ETKİNLİK Türk tiyatrosunda epik tiyatroya örnek olarak hangi eseri gösterebiliriz? Hâldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı Türk tiyatrosunda başarılı bir epik denemedir. Haldun Taner, Orta oyunu gibi yerli tiyatro geleneklerimizden de yararlanarak halkın kahraman sandığı rol yapan birini destan havası içinde vermektedir. Keşanlı Ali Destanı, şu “kıssadan hisse” ile biter: Sayın baylar, bayanlar Bizi seven ihvanlar Burda biter kıssamız Gördünüz işittiniz Böyle işte çoğu destan Destan işin afyonu Kaldırdı mı altından Ali-Cengiz oyunu Biz yutarız cahiliz Yumruk kadar kafamız Ama sizler okumuş Gözlük bilen takınmış Aydın kişilersiniz Siz bunu yemezsiniz Kaldırın örtüleri Üfürün şu tülleri Arayın bulursunuz Kazıyın görürsünüz Yanlış mı, öyle deel mi? Neden sus pus oldunuz 174 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Türk Halk Tiyatrosu hakkında araştırma yazıları bulup okuyunuz. Türk Halk Tiyatrosu Türk edebiyatında ilk tiyatro eseri örneklerinin Tanzimat Döneminde Batı etkisiyle verildiğini biliyorsunuz. Oysa geleneksel Türk tiyatrosunda göreceğimiz gibi ülkemizde tiyatronun hayli eski bir geçmişi vardır. Çağlar boyunca sürüp geldiği ve doğrudan doğruya Türk kültürünün ürünü olduğu için “Geleneksel Oyunlar” başlığı altında toplanan başlıca Halk Tiyatrosu türleri şunlardır: Karagöz, orta oyunu, meddah, köy seyirlik oyunları. Seyirlik geleneksel oyunların hemen hepsi temelde güldürüye dayanır. Amaç, seyirciyi güldürerek eğlendirmek bu yolla eğitmektir. Bu nedenle oyunların sonunda genellikle “kıssadan hisse” çıkarılır, bir başka deyişle anlatılan olaydan alınması gereken ders belirtilir. Böylece, toplumsal ve bireysel yanlışları alaya alarak seyirciyi iyi ve doğru yönde eğitmek amaçlanır. Oyunların önceden hazırlanmış, ezberlenmesi gereken metinleri yoktur. Hemen tümü yüzyıllardır sürüp gelen sözlü geleneğin ürünüdür. Her oyunun yalnız konusu ve aktarılan olayın gelişim çizgisi bellidir. Oyuncular, oyunun gidişine göre belli yerlerde söylenmesi gereken kalıp sözler dışında o anda akıllarına geleni söyleyebilirler. Meddah, Karagöz, orta oyunu örneklerinde genellikle ortak güldürü ögeleri kullanılır. Halkın ortak malı sayılan bu oyunlarda başlıca güldürü ögeleri şunlardan oluşur: a. Değişik yörelere özgü şive taklidi, b. Belli tiplerin ya da karakterlerin karikatürize edilmeleri, c. Değişik milletlerden kişilerin kimi özelliklerinin gülünçleştirilmesi, ç. Söz oyunları ve yanlış anlamalar, d. Oyun sırasında irticalen (doğaçlama) yapılmış espriler, e. Kalıplaşmış davranışlar ya da abartılı tavırlar. a. Karagöz Gölge oyunu da denen Karagöz, deriden yapılmış tasvir adı verilen şekillerin arkadan ışıklandırılmış bir perdeye yansıtılması yoluyla oynatılır. Ünlü sey- 175 DİL VE ANLATIM 7 yah Evliya Çelebi (1611-1682)’ye göre, Türk gölge oyunun iki baş oyuncusu Karagöz ile Hacivat, Anadolu Selçuklu hükümdarı Alâeddin zamanında (13. yüzyıl) yaşamış gerçek kişiler olup, bunların birbirleriyle tartışma ve çatışmaları “hayâl-ı zıll’a konup” oynatılmıştır. ETKİNLİK Karagöz oyunlarındaki tipler hangileridir? Karagöz oyunlarında iki ana tip vardır: Karagöz ve Hacivat. Karagöz halkı, Hacivat da okumuş ya da aydın kimseleri simgeler. Oyunlarda konularına göre çeşitli meslek, bölge ve kültürlerden kişiler kendi şiveleriyle konuşturulur. Çelebi (genç züppe), Zenne (kadın), Bolulu (ahçı), Tuzsuz Deli Bekir (kabadayı), Yahudi (bezirgân) gibi tip niteliği taşıyan bu kişilerin hepsini oyunu oynatan karagözcü seslendirir. ETKİNLİK Karagöz oyunları başlangıç ve bitiş dışında kaç bölüme ayrılır? Karagöz oyunları iki ana bölüme ayrılır: Muhavere ve fasıl. Muhavere bölümü, Karagözle Hacivat arasındaki atışmadan oluşur. Muhaverenin asıl konuyla bağlantısı yoktur. Genellikle yanlış anlama ve söz oyunları üzerine kurulmuş muhaverelerin sayısı altmışa yakındır. Karagözcü bunlardan seçerek kendinden de bir şeyler katar. Fasıl bölümünde ise bilinen bir olay sergilenir. Oyunlar da fasılda sergilenen oyunlara göre adlandırılır: “Kanlı Nigâr, Yalova Safası, Bahçe, Çeşme, Hamam, Kanlı Kavak, Kayık Salıncak, Ters Evlenme, Yazıcı vb. “Hayâl-ı Zıl” oyunu özellikle 17. yüzyıldan bu yana Türkiye’de çok yaygınlaşmıştır. Padişah çocuklarının doğumu, evlenmesi, sünnet olması sırasında düzenlenen genel şenliklerde, ayrıca ramazanlarda kahvehanelerde ve evlerde oynatılmıştır. “Hayâl’i Zıl” oyunu, 19.yüzyılda kısaca “hayal” oyunu diye anılmaya başlanmıştır. Bu oyunu oynatan sanatçılara da “hayalî” (Hayalci, karagözcü) denmiştir. (Hayalî Memduh, Hayalî Küçük Ali gibi...) Karagöz oyunu halkın ortak malıdır. Bu oyunlarda gösterilen çeşitli konuları kimin düzenlediği belli değildir. Yüzyıllardan beri sürüp gelen bu oyuna birçok sa- 176 DİL VE ANLATIM 7 natçı birtakım şeyler eklemiş zamanın ihtiyaçlarına göre konuları işlemiştir. Karagöz tulûâta dayanır. Belli sayıdaki ortak konuların sözlerini, her sanatçı, oyun sırasında kendine göre ayarlar. Karagöz oyunları 19. yüzyılda yazıya geçirilmiştir. Her Karagözcü, bilinen bir oyunu oynatırken kendinden de bir şeyler kattığı için oyun metinleri arasında değişiklikler görülmektedir. Karagöz oyunlarında kişiler dışında dekor yerine ev, ağaç gibi tasvirlerin yanı sıra konuya bağlı olarak dev, cin, peri tasvirleri de kullanılmıştır. Karagöz oynatan kişiler de çok yönlü sanatçılardır. Oyundaki kişileri taklitlere başvurarak seslendirdikleri gibi oyun içindeki gazel, semaî ve şarkıları da söylerlerdi. YAZICI OYUNU HACİVAT– (Gelir) Aman, Karagöz, niçin bu kadar hiddet ediyorsun? Bendeniz mahzâ konuşmaya geldim. KARAGÖZ– Masa tokuşmaya mı geldin? HACİVAT– Canım öyle değil, Efendimizle biraz hasbihal etmeye geldim. KARAGÖZ– Beni sana bakkal diye kim anlattı? HACİVAT– Ulan külhani, nasıl bakkal? KARAGÖZ– Ne bileyim ben, “eski bal yemeye geldim” diyorsun. HACİVAT– Canım, eski bal filan değil, biraz görüşüp dertleşmeye geldim. KARAGÖZ– Dövüşüp sertleşmeye mi geldin? HACİVAT– Amma kalın kafalı imişsin haaa! Canım, seni özledim de.. KARAGÖZ– Yeni mi başladın? HACİVAT– Neyse? KARAGÖZ– Yankesiciliğe HACİVAT– Nasıl yankesici? KARAGÖZ– Bilmem, beni çok gözlemişsin. HACİVAT – Karagöz, “gözledim” değil, seni özledim de ne var ne yok diye görmeye geldim. KARAGÖZ– Öyle söylesene? Yok “masa tokuşturmaya geldim”, yok “eski bal yemeye geldim” deyip duruyorsun. 177 DİL VE ANLATIM 7 HACİVAT– Ee birader, çoktan beri görüşmedik, bakalım yerde misin, gökte misin, ne âlemdesin. KARAGÖZ– Bırak, Hacıvat, bırak! Ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Başıma gelenleri bilmezsin. HACİVAT– Hayrola birader, ne oldu? KARAGÖZ– Ne olacak gazeteci oldum. HACİVAT– Eline ayağına yakışır ya! KARAGÖZ– Vay! Beğenemedin mi? Ben kimden aşağı kalırım. HACİVAT– Yok a canım, ben sana çok demedim; lakin gazeteciler okuma yazma bilir, sende okumak yazmak hak getire! KARAGÖZ– Laf be! Gazeteci olmak için okumak yazmak mı lazım? HACİVAT – Evet. Ondan başka âdâb-ı umûmiyyeye hizmet için ulûm-i mütenevviada maharet lâzım. Meselâ tarih bilir misin? KARAGÖZ- Onu bilmeyecek ne var. bin üç yüz iki. HACİVAT– İstatistik. KARAGÖZ– Rahat edemem. HACİVAT– Neden? KARAGÖZ– Kısa yastıktan HACİVAT– Hay külhani hay! Ya mantık? KARAGÖZ– Haa! Onu hepsinden iyi bilirim, hem de pek çok severim. HACİVAT– Nasıl bilirsin bakayım? KARAGÖZ– Ramazanda pişirirler, üstüne yoğurt dökerler, içine kıyma koyarlar. HACİVAT– Hay budala hay! Mantık’ı mantı anlayarak gazetecilik ettin ha? Aşk olsun sana! KARAGÖZ– Aşk olsun ya, mantıyı kim sevmez. HACİVAT– Gazetecilik eden adam mürekkep yalamış olmalı. KARAGÖZ– Onu da yaladım. HACİVAT– Bayağı. Bizim arkadaş içmiş, ben de çanağını yaladım. HACİVAT– Canım, o demek değil Sen okumak yazmak bilir misin? KARAGÖZ– “Yazıcı” oyununu her sene beraber oynamaz mıyız? Başıma bir de “Okuyucu” oyunu mu çıkardın? Cevdet KUDRET / Karagöz 178 DİL VE ANLATIM 7 b. Orta Oyunu Seyircilerle çevrilmiş bir alanda belli bir konu çerçevesinde yazılı bir metne bağlı kalınmadan oynanan oyunlara orta oyunu denir. Orta oyunu belli bir olayın çevresinde örülmüş çalgı, şarkı, dans, taklit ve konuşmalardan oluşur. Orta oyununun hangi tarihte başladığı belli değildir. Tarih içindeki gelişimi boyunca kol oyunu, meydan oyunu, zuhurî diye çeşitli adlandırılmış, 19. yüzyılın ortalarından bu yana orta oyunu diye anılmıştır. Orta oyununda dekor olarak yeni dünya adı verilen bir paravana ile dükkân denen bir tezgâh ya da birkaç alçak iskemle kullanılır. Oyunun oynandığı alanın adı da palangadır. Orta oyunun iki baş kişisi, Hacivat’la Karagöz’ün karşılığı sayabileceğimiz Pişekâr , ile Kavuklu’dur. Ayrıca yine Karagöz’de olduğu gibi konuya göre çeşitli meslek bölge ve kültürlerden kişiler kendi şiveleriyle canlandırılırlar. Yeni dünyanın arkasına ya da bir köşesine yerleşen saz takımı, her oyuncunun sahneye çıkışında onunla bir “hava” çalar. Zaman zaman da oyun içinde söylenen şarkılara eşlik eder. Orta oyununun bölümleri de Karagöz oyununda olduğu gibidir. Sadece muhavere bölümünde, başlangıçta Karagöz’de bulunmayan, Kavuklu’nun olağan dışı bir olayı kendi başından geçmiş gibi anlattığı bir tekerleme vardır. Kavuklu’nun ustalığını gösterdiği tekerlemeyi belli bir olayın sergilendiği fasıl bölümü izler. Oyunlar da bu olaylara göre anılır: “Büyücü, Mahalle Başkanı, Kızlar Ağası” gibi... BAHÇE KAVUKLU– Sana ne oluyor? Bir saattir meth ede ede bitiremediğin ev bu mu? PİŞEKÂR– Elbette bu, efendim. Nasıl? Meth ettiğim kadar yok mu? KAVUKLU– Yoooo!... Neme lazım, bu kadar olur!... Ulan, bunun neresi ev? PİŞEKÂR– Halt etmişsin sen. Saydıklarımın hangisi eksik? KAVUKLU– Saydıklarının bir tanesi yok ki, eksik olsun. PİŞEKÂR– Efendim nesi var? Fena mı? KAVUKLU– Ben de onu söylüyorum. Hiçbir şey yok. PİŞEKÂR– Gördün mü doğru sözü! Bak, efendim, bir de içeriye girelim. Buyurun! KAVUKLU– Nereye? PİŞEKÂR– Efendim, bu dışarıdan görünüşü. Bir de içini görelim. 179 DİL VE ANLATIM 7 KAVUKLU– Şimdi, kapı açıldı mı? PİŞEKÂR– Öyle ya! KAVUKLU– Peki, deminki patırtı neydi? PİŞEKÂR– Efendim, bakımsızlıktan gerek kilit, gerekse menteşeler paslanmış da, bazı sesler çıkardı. Buyurun, buyurun! (İçeri girerler) Bak, buna dikkat etmemiştim. Burada kocaman bir de sarnıç var. Vah vah! Buna da bakılmamış, küflenmiş (Eğilir, sarnıç kapağını açar gibi yaparak, ağzı ile de gıcırtı taklidi yapar ki, kağnı arabaları gibi sesler) Bak bak, şu sarnıcın güzelliğine bak! (Eğilerek bakar) Acaba derinliği ne kadar, bakalım? (Yerden taş alır gibi yapar, sarnıca atar, ağzıyla da seslenir)– Cummm! – Gördün mü, birader, gümbür, gümbür de suyu dolu, KAVUKLU– Anladık, İsmail, anladık. Şimdi, bir saattir meth ettiğin köşk bu mu? PİŞEKÂR– Elbette efendim. Dediklerimin hangisi eksik? KAVUKLU – Oraya gelir, yaya kalırsın tatar ağası... Sen şimdi, iyi kötü barınacağım bunun kirasını söyle. PİŞEKÂR– Dur, efendim, bir kazaya meydan vermeyelim, şu sarnıcın kapağını örtelim. (Kapağı kopar gibi vaziyetlerden sonra, elini eline vurur.) KAVUKLU– Eee, İsmail, söyle bakalım! Bu evin kirası nedir? PİŞEKÂR– Efendim, sen yabancı değilsin. Mal sahibi aylığını “Beş mecidiyedir.” dedi ama sen dört ver. Hiç olmazsa dört aylık da peşin istiyor. Ufak tefek bazı tamiratı varmış. KAVUKLU– İş oraya kalsın. Hele şimdi şu dört aylığı al da. PİŞEKÂR– Efenim, bu da nesi? İkramı mı? KAVUKLU– Öyle sarnıcın böyle olur kirası. PİŞEKÂR– Canım, sen gir hele bir kere şu yere de. KAVUKLU– Sen girersin inşallah yere! Ulan yere mi, eve mi? PİŞEKÂR– Ben senden kira almasını pekâla bilirim. Haydi şimdi Allah rahatlık versin! Cevdet KUDRET / Ortaoyunu c. Meddah Seyirlik geleneksel oyunların taklit benzeri kimi ortak ögelerini kullanarak hikâye anlatan kişiye meddah denir. 180 DİL VE ANLATIM 7 Bu gösteride, meddah denilen tek oyuncu anlattığı bir olay veya hikâyeyi seyirciler önünde hareket ve taklitlerle canlandırır. Bu taklitler (ses, şive, gürültü) ve hareketler (el, yüz, gövde) sayesinde meddahın anlattığı şeyler, bir hikâye olmaktan çıkıp, tiyatro oyununu andırır. Meddahlık yalnız bizde değil Doğu ve İslâm ülkelerinde de yayılmış ve ilgiyle izlenmiştir. Bizim kahvelerde meddah, saray ve konaklarda ise nedîm dediğimiz bu tek aktöre Araplar kassas adını vermişlerdir. ETKİNLİK “Meddahlarda aranan başlıca beceriler nelerdir? Araştırınız. Meddahlarda aranan başlıca becerilerden biri kız, kadın, karı-koca, çocuk seslerini; konuşma, ağlama, gülme benzerlerini; değirmen, çıkrık, araba, sokak satıcısı, tezgâh, bostan dolabı, hayvan seslerini aynen çıkarabilmektir. Meddahlık hareketten çok, ses taklidi, jest ve mimiklere dayanan bir sanattır. Ünlü meddahlar, söz, taklit ve nükteden başka gösteriye gerek görmemişlerdir. ETKİNLİK Meddah sanatını nasıl bir ortamda sergiler? Meddah dinleyicilerin toplandığı yerlerde yüksekçe bir yere çıkarak sanatını gösterir. Meddahın makyajı ve özel bir giysisi yoktur. Söze başlayacağı zaman omzunda beyaz bir mendil ve elinde bastonu ile bir iskemleye oturur. Meddahlıkta sahne ve dekor da yoktur. Aksesuar olarak bazı kitap yaprakları ufak tefek eşya ve önlerinde bir bardak su bulundururlar. Meddahın bütün marifeti nükte ve taklit yeteneğiyle kendisini dinletme gücünde toplanmıştır. Ünlü meddahlar arasında Kör Hasan, Harman Danası, Hacı Kıssahân, Mustafa, Çokyedi Reis, Meddah Eğlence ve Tıflî Ahmet Çelebi’yi sayabiliriz. Köy Seyirlik Oyunları Yılın belli günlerinde, düğünlerde, bayramlarda, kutlama törenlerinde oynanan köy oyunları da vardır. Bu oyunlarda ana öge taklittir ve yazılı bir metin bu- 181 DİL VE ANLATIM 7 lunmaz. Oyuncular halktan insanlardır. Oyun belli bir olay seçilerek hiç hazırlık yapılmadan canlandırılır. Amaç birlikte eğlenerek hoşça zaman geçirmektir. ETKİNLİK Köy seyirlik oyunlarının karagöz ve orta oyunundan farkı nedir? Köy oyunlarının karagöz ve orta oyunundan farkı, oynandıkları yörelerin özelliklerini taşımalarıdır. Yöre insanının yaşayış biçimi, gelenekleri, mizah anlayışı, oyunlara büyük ölçüde yansır. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA SORULARI 1. Bir tregedya örneği bularak dramatik örgüsünü belirleyiniz. 2. Moliere’nin “Cimri” adlı tiyatrosunu bularak tema bakımından değerlendiriniz. 3. Modern dönemde göstermeye bağlı edebî metinleri ifade etmek için kullanılan terimleri söyleyiniz. 4. Okuduğunuz tiyatro metinlerinin ortak özelliklerini belirleyiniz. 182 DİL VE ANLATIM 7 2.6. ŞİİR HAZIRLIK ÇALIŞMALARI 1. Cumhuriyet Döneminin, tanınmış beş farklı şairinden değişik temalarda yazılmış birer şiir bulup okuyunuz? 2. Mensur şiir ve manzum hikâye kavramlarının edebiyatımıza ne zaman girdiğini araştırınız. 3. Nazım şeklinde yazılan hikâyelere manzum hikâye denir. Manzum hikâyelerin öykülerden tek farkı şiir biçiminde yazılmış olmalarıdır. Mensur şiir, duygu ve hayal dünyamızı etkileyebilecek bir konuyu, şiirin ahengini koruyarak, şairane bir hava ile, ölçü ve uyağa bağlı kalmadan anlatan edebî türdür. 4. Bu bilgilerden yola çıkarak aşağıda verilen “Çoban Çeşmesi” adlı şiir, “Erenlerin Bağından” adlı mensur şiir ve “Küfe” adlı manzum hikâye örneklerini inceleyiniz. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 1. Metin ÇOBAN ÇEŞMESİ (Şiir) Derinden derine ırmaklar ağlar, Uzaktan uzağa çoban çeşmesi. Ey suyun sesinden anlayan bağlar, Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi? Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca, Yol almış hayatın ufuklarınca; O hızla dağları Ferhad yarınca, Başlamış akmağa çoban çeşmesi O zaman başından aşkındı derdi, Mermeri oyardı, taşı delerdi. Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi, Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi! 183 DİL VE ANLATIM 7 Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu, Kerem’in sazına cevap veren bu Kuruyan gözlere yaş gönderen bu… Sızmazdı toprağa çoban çeşmesi Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda, Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda; Ateşten kızaran bir gül arar da, Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi. Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar, Tarihe karıştı eski sevdalar: Beyhude seslenir, beyhude çağlar Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi Faruk Nafiz ÇAMLIBEL ETKİNLİK Mehmet Akif Ersoy’un aşağıdaki “Küfe” adlı şiirini bir de düzyazıya çevirerek okuyunuz. Düzyazı biçiminde okununca bir fark oluşup oluşmadığını bulmaya çalışınız. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 2. Metin KÜFE (Manzum Hikâye) Beş on gün oldu ki, mu’tâda inkıyâd ile ben Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden. Bizim mahalle de İstanbul’un kenârı demek: Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmiyerek! Adım başında derin bir buhayre dalgalanır, 184 DİL VE ANLATIM 7 Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır. Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil, Selâmetin yolu insan için bu, başka değil! Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak, Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak, Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden, Lisân-ı hâl ile amma rükûa niyyet edenO sâlhurde, harâb evlerin saçaklarına, Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına Delîlimin koca bir şey takıldı... Baktım ki: Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski. Bu bir hamal küfesiymiş... Aceb kimin? Derken; On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden, Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye: Tekermeker küfe bîtâb düştü tâ öteye. -Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha! O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın Göründü: – Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın! Ne istedin küfeden, yavrum? Ağzı yok dili yok, Baban sekiz sene kullandı... Hem de derdi ki: “Çok uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz...” Baban gidince demek kaldı, adetâ öksüz! Onunla besleyeceksin ananla kardeşini. Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini? Dedim ki ben de: – Ayol dinle annenin sözünü! Fakat çocuk bana haykırdı, ekşitip yüzünü: 185 DİL VE ANLATIM 7 – Sakallı, yok mu işin. Git cehennem ol şuradan? Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan? Benim içim yanıyor: Dağ kadar babam gitti... – Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi? Adamcağız sana, bak hâl dilince söylerken... – Bırak hanım, o çocuktur, kusura bakmam ben... Adın nedir senin oğlum? – Hasan – Hasan, dinle. Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle. Benim de yandı içim anlayınca derdinizi... Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi. O bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kardeşini, Yetim bırakmayarak besleyip büyütmelisin. – Küfeyle öyle mi? – Hay hay! Neden bu söz lâkin? Kuzum ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak? Ayıp: Dilencilik, işlerken el, yürürken ayak. – Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini... – Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini: “Hasan, dayım yatı mekteplerinde zabittir; Senin de zihnin açık... Söylemiş olaydık bir... Koyardı mektebe... Dur söyleyim” demişti hani? Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni! Söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek; Benimse vardı o gün pek çok işlerim görecek; Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan. Ne oldu şimdi aceb, kim bilir, zavallı Hasan? Mehmet Âkif Ersoy 186 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK ”Çoban Çeşmesi” ve “Küfe” adlı şiirlerden hareketle manzum hikâye ve şiir arasındaki farkları belirleyiniz. AÇIKLAMALAR “Çoban Çeşmesi” adlı şiirde, duygu ses akışıyla birlikte verilmiştir. Uyak ve rediflerin çokça kullanılması ses akışını sağlamıştır. Edebi sanatlardan yararlanılmış, sözcüklere yan anlamlar yüklenmiştir. Çoban çeşmesiyle alakalı bireysel duygular yansıtılmıştır. Bu sebeple metin yapı bakımından “şiir” özelliği taşımaktadır. “Küfe” adlı metinde her iki dizede bir değişen redif ve uyaklarla ses akışı sağlanmıştır. Ritim, aruz ölçüsüyle sağlanmıştır. Sözcükler ağırlıklı olarak gerçek anlamıyla kullanılmıştır. Metinde anlatılanlar yaşanması mümkün olan olaylardır. Gerçek hayattan yapılan gözlemler bire bir anlatılmıştır. Metin düz yazıya çevrilince: “O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın göründü: -Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın! Ne istedin küfeden, yavrum?” diye yazılır. Görüldüğü gibi metin düz yazı şeklinde anlatılmaya uygundur. Manzume ve şiir arasındaki farklılıkları şöyle sıralayabiliriz: t Şiirde anlatılanların düz yazıyla ifade edilmesi güçtür. Manzumede anlatılanlar ise düz yazıyla ifade edilebilir. t Şiirde olay örgüsü yoktur, manzumede olay örgüsü vardır. t Şiirde bireysellik duygu ve çağrışım ön plandadır; manzumede yaşanmış ya da yaşanabilecek olaylar işlenir. t Şiirde çok anlamlılık ve imge ağır basarken manzumede sözcükler genellikle gerçek anlamında kullanılır. t Manzumeler genellikle didaktik metinlerdir. ETKİNLİK Şiir gibi yazmak sözünden ne anladığınızı yazınız. Aşağıdaki “Erenlerin Bağından” adlı yazı için şiir gibi yazılmış diyebilir miyiz? Araştırınız. 187 DİL VE ANLATIM 7 UYGULAMA VE ALIŞTIRMA ÇALIŞMALARI 3. Metin ERENLERİN BAĞINDAN (Mensur Şiir) Yıllar yârlardan, yârlar yıllardan vefasız. Kara baht bir kasırga gibi. Bu ne baş döndürücü iş? Geceler günleri, günler geceleri kovalıyor; cefalar cefaları kolluyor. Saçlarımızda aklar akları, alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Kadere boyun eğmek güç, isyan tehlikeli, felek hiç acımayacak mı? Heyhat, aziz dost, onu döndüren kara bahtın kasırgası... “Bahçeler bozuldu, yuvalar dağıldı, yollar silindi, cihan viran oldu.” Yaşlı gönül şimdi böyle diyor; her şeyi kendine eş görüyor. Bu da yanlış duygulardan biri... Cihan ne vakit bayındır idi? Bahçelerde ne vakit güller açtı? Ne vakit yuvalarda bülbüller öttü? Yollardan ne vakit yârlar geldi? Umduk, bekledik, düşündük. Hangi şey umduğumuza uygun düştü? Gördüğümüz düşündüğümüze benzedi mi? Gelenler beklediğimize değdi mi? O mutlu ve yüce saat hangi saatti ki, içinde iken “Geçme! Dur!” diye haykırdık? Hiçbiri, aziz dost, hiçbiri! Belki hepsini geçsin gitsin diye bekliyorduk; çünkü onlar birbirinden çirkin, birbirinden yararsız saatlerdi. Kimi bir damla gözyaşıyla, kimi tek bir “Eyvah!” ile kimi bir esnemeyle, kimi yalnız susmayla dolup gitti. Onlar birer birer yeniden gelsin ister misin? Hayır, hayır, hayır; değil mi? Şimdi kalbimiz boş, başımız doludur. Ağzımızda zehir, gözlerimizde ateş var; tatsız bir içki sersemliği içindeyiz. Ve artık yolun ortasını geçtik ve saçlarımızda aklar akları ve alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Ve ellerimiz, dizlerimiz titriyor ve önümüzdeki ufuklardan yok olma havası esiyor. Söyle, gençliğini ne yaptın? Söyle, gençliğimi ne yaptım? Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU ETKİNLİK Çoban Çeşmesi” ve “Erenlerin Bağından” adlı şiirlerden hareketle şiir ve mensur şiiri karşılaştırınız 188 DİL VE ANLATIM 7 “ÇOBAN ÇEŞMESI” VE “ERENLERIN BAĞINDAN” ADLI ŞIIRLERIN KARŞILAŞTIRILMASI BENZERLİKLER 1 Her ikisinde de ahenk vardır. 2. İkisinde de şairane duygular işlenmiştir. 3. İki şiirde de bireysel temalar vardır. 4. Dil ve anlatım yönünden benzerlik göstermişlerdir. FARKLILIKLAR 1. Erenlerin Bağından adlı mensur şiirde ölçü, kafiye, dize yoktur. 2. Çoban Çeşmesi adlı şiirin kendine has bir düzeni ve dili vardır. 3. Çoban Çeşmesi adlı şiirde imge, çağrışım, sanat, hayal ve müzikalite daha yoğundur 2.6.1 Şiirin Özellikleri A. Şiirde Yapı Şiirde yapı denilince aklımıza ilk gelen ses ve anlam kaynaşmasından oluşan birimlerin bir düzen içinde tema çevresinde birleşmeleridir. Şiiri oluşturan birimlere dize, beyit, dörtlük, kıta, bent adları verilmiştir. Serbest nazımla yazılmış şiirlerde de, şiiri meydana getiren birimlere şiir cümlesi denildiğini unutmayınız. ETKİNLİK Gördüklerimizi, duygu, düşünce ve hayallerimizi nasıl ifade ederiz? Edebiyatta duygu, düşünce ve izlenimlerin cümleler ya da ölçülü uyaklı dizeler hâlinde anlatıldığını biliyorsunuz. Duygu düşünce ve hayallerin ölçülü uyaklı dizeler hâlinde örülmüş biçimine nazım adı verilir. Nazım, anlam ve ses kaynaşmasından oluşan birimlerin birleşmesiyle oluşur. ETKİNLİK Farklı şiirlerin yapısını meydana getiren aşağıdaki örnekleri inceleyiniz. 189 DİL VE ANLATIM 7 Gülen ağacım, ağlayan narımsın Bedri Rahmi EYUBOĞLU Atlasları getirin! Tarih atlaslarını! En geniş zamanlı bir şiir yazacağız Ece AYHAN Bugün üzgünüm Ama yarın Yarın bu dünya böyle kalmaz Necati CUMALI Kim ne karıştı ne istedi bizden Göz mü değdi ne oldu sevdaya Ayırdılar bizi birbirimizden Hem de göz göre yürek parçalaya Cahit Sıtkı TARANCI Yukarıda okuduğunuz metinler çeşitli şiirlerden alınmıştır. Kimi tek dizeden, kimi üç ya da dört dizeden oluşmuştur. İşte bu küçük birimler, şiirde yapıyı oluşturan ögelerdir. Nazımda(şiirde) kendi arasında anlam bütünlüğü taşıyan en küçük bölüme nazım birimi denir. Duygu ve düşüncelerin anlamı nazım birimi içerisinde tamamlanır. Halk şiirinde nazım birimi dörtlük, divan şiirinde ise beyittir. Çağdaş Türk şiirinde ise dize nazım birimi olarak kullanılmaktadır. Türk edebiyatında kullanılan nazım birimleri şunlardır: Dize (mısra): Şiirin her satırına dize (mısra) denir. Duygu ve düşünceler en yalın biçimde dizede dile getirilir. Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ Muzaffer Tayyip USLU Birdenbire yapayalnızsınız her yerde Edip CANSEVER 190 DİL VE ANLATIM 7 Bir şiirin en güzel dizesine mısra-ı berceste (güzel mısra) adı verilir. Mısra-ı bercesteler kolay ezberlenen dizelerdir. Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı Yahya Kemal BEYATLI “Dünya bir han, konan göçer” Âşık VEYSEL Beyit: Aynı ölçüyle söylenmiş aralarında anlam bütünlüğü bulunan iki dizeye beyit (ikilik) denir. Klasik Türk şiirinde nazım birimi olarak beyit kullanılmıştır. Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası Dostunun yüz karası düşmanının maskarası Mehmet Âkif ERSOY Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi Muhibbî (Kanunî Sultan Süleyman) Dörtlük: Dört dizeden oluşan nazım birimine dörtlük denir. Duygu ve düşüncelerdeki anlam dört dize içerisinde tamamlanır. Millî edebiyatımızın nazım birimidir. Bu nedenle İslamiyet öncesi dönemden başlayarak halk ve tasavvuf edebiyatlarında nazım birimi olarak sürekli kullanılmıştır. Elif okuduk ötürü Pazar eyledük götürü Yaradılmışı hoş gördük Yaradan’dan ötürü Yunus EMRE Yalnızlık bir tarihtir sen misin Bir geçmişi sürüp giden ak turna? Ya benden önceydi ya da çok sonra Bir halk türküsünde gül olan sesin Hilmi YAVUZ 191 DİL VE ANLATIM 7 Üçlük: Üç dizeden oluşan nazım birimine üçlük denir. Üçlük nazım birimi edebiyatımıza Batı edebiyatının etkisiyle girmiştir. Klasik şiirimizde üçlük nazım birimi çok az kullanılmıştır. Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? Ahmet HÂŞİM Hepsi tapardı rengine, Rastlamamıştı dengine, Hiçbiri mor teselya’da Mustafa Seyit SUTÜVEN Bend veya kıta: Şiiri oluşturan dörder, beşer, altışar ve daha fazla dizelik kümelere bend veya kıta denir. Bendler dize sayılarına göre beşlik, altılık gibi adlar alır. Mevsim iyi, kâinat iyiydi; Yıldızlar o yanda, biz bu yanda, Hulyâ gibi hoş geçen zamanda Sandım ki güzelliğin cihanda Bir saltanatın güzelliğiydi Yahya Kemal BEYATLI ETKİNLİK Nazım biçimi nedir? Türk şiirinde kullanılan nazım biçimleri hangileridir? Nazım biçimi: Nazım biçimi bir şiirin dış yapısıdır. Nazımda dizelerin kümelenişi, ölçüsü ve uyak düzenine göre aldığı biçimdir. Türk şiirinde kullanılan nazım biçimleri şöyle kümelenebilir: 1. Halk şiiri nazım biçimleri: Koşma, semaî, mâni, ilâhî, türkü.. 2. Klasik Türk şiiri nazım biçimleri: Gazel, kaside, mesnevî, müstezat, terkib-i bend, terci-i bend, rubaî, murabba, şarkı, tuyuğ. 3 . Batı etkisinde gelişen Türk edebiyatı nazım biçimleri: Serbest nazım, sone, terzarima... 192 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Tema ne demektir? Tema sözcüğünün karşılığını sözlükten bulup bu kavramın şiirle ilişkisini belirlemeye çalışınız. B. Şiirde Tema Aslı Grekçe olan tema (thema) daha çok bir müzik terimidir. Bir sanat eserini meydana getiren “temel duygu ve düşünce” anlamında, edebiyatta da özellikle şiirde kullanılmaktadır. ETKİNLİK Tema, ana fikir ve konu kavramlarının farklarını araştırınız. Tema ile ana fikir ve konu kavramlarını iyi ayırt etmek gerekir, çünkü tema geniş anlamlı bir terimdir. Ayrıca şiirde konu ve ana fikir aramak doğru değildir. Şiirdeki temalar çağlar boyunca birbirlerinden çok farklı değildir. Her tema, her zaman ve her milletin edebiyatında görülmektedir. Milletlere göre her temanın işlenme tarzı değişiktir. Örneğin ölüm bizde ve Avrupa edebiyatlarında ıstırap kaynağı ağıtlara konu olurken Hint şiirinde ölüm teması bir çeşit kavuşma gibi sessizce ele alınır. Temaların işlenişi, sanatçıların, kültürlerine, kişiliklerine, yaşlarına ve yetişme tarzlarına göre özellik göstermektedir. Şiirde en çok görülen temaları şöyle sıralayabiliriz: Ölüm: Bütün edebiyatlarda en çok işlenen temalardan biri insanı derinden sarsan ölüm temasıdır. ÖLÜMDEN SONRA Öldük, ölümden bir şeyler umarak Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok; Bir büyük boşlukta bozuldu büyü Yok bizi arayan, soran kimsemiz. Nasıl hatırlamazsın o türküyü, Öylesine karanlık ki gecemiz, Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü, Ha olmuş ha olmamış penceremiz; Alıştığımız bir şeydi yaşamak Akarsuda aşkımızdan eser yok. Cahit Sıtkı TARANCI 193 DİL VE ANLATIM 7 Aşk: Bütün edebiyatlarda en çok işlenen temalardan birisi olmuştur aşk. ANLATAMIYORUM Ağlasam sesimi duyar mısınız, Bu derde düşmeden önce Mısralarımda; Bir yer var biliyorum, Dokunabilir misiniz, Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Gözyaşlarıma, ellerinizle? Anlatamıyorum Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Orhan Veli KANIK Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Kahramanlık: İnsandaki fedakârlık, cesaret, savaşçılık gibi bütün nitelikler bu tema etrafında anlatılır. ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE …. Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd, inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhîdi... Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe,” desem sığmazsın. Mehmet Âkif ERSOY Tabiat: İçinde yaşadığımız dünyanın binbir güzelliği bütün edebiyatlara sayısız şiir temaları sunmuştur. YAZ Sevdiğim yaz geldi yine Karıncalar ve sineklerle çıktık yeryüzüne Barbunla lüferle marulla zeytinle Uzaklarda kaldı nisanları basan sis, bun, yağmur Karadenizde bir mavi çocuklar sevinsin diye Şairler sevinsin diye sevdiğim yaz geldi yine. Gülten AKIN 194 DİL VE ANLATIM 7 Düşünce: Kader, yaşama sevinci, gelip geçicilik, sanat, kin, öfke, acıma, gençlik, yaşlılık ve çeşitli olaylar üzerinde toplanabilir. GECE Kandilli yüzerken uykularda Mehtâbı sürükledik sularda Bir yoldu parıldayan gümüşten, Gittik bahs açmadık dönüşten Hülyâ tepeler, hayâl ağaçlar, Durgun suda dinlenen yamaçlar... Mevsim sonu öyle bir zaman ki Gaip bir mûsikîydi sanki Gitmiş, kaybolmuşuz uzakta... Rüya sona ermeden şafakta Yahya Kemal BEYATLI Bir şiirde temayı bulmak için sanatçıyı o şiiri yazmaya yönelten temel duyuş ve düşünüşün ne olduğuna bakılmalıdır. ETKİNLİK Şiirde ahengi sağlayan unsurları örneklerle gösteriniz? C. Şiirde Ahenk Şiiri, diğer edebî türlerden ayıran en önemli ögelerden biri de ahenktir. Çünkü sözcük ve sözcük grupları ahenk etrafında toplanır. Şiirde ahenk her dönemde karşımıza çıkar. Şiirde ahenkten söz edebilmek için ses akışı, söyleyiş, ritm ve ses benzerliğinin bir arada bulunması gerekir. Şiirde ahenk temel ögedir. Günlük konuşmalardaki vurgu ve tonlama şiire özgü ses akışıyla söyleyişe ulaşır. Kısaca ahenk, sözünü ettiğimiz gücün ritim ve ses benzerlikleriyle zenginleştirilip güçlendirilerek şiire özgü bir düzenleme sonucunda oluşur. Şiirde tema, yapı, dil, ses ve söyleyiş bir araya getirilerek ahenk oluşturulur. Şiirde ahengi sağlayan ögelerle ilgili örneklere gelince: 195 DİL VE ANLATIM 7 Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene Biz sende olmazsak bile sen bizdesin gene Yahya Kemal BEYATLI Bildiğiniz gibi kafiye, iki veya daha çok mısra arasındaki mısra sonlarındaki ses benzerliğidir. Mısra seslerindeki bu ses benzerliği şiirdeki ahengin artmasına, belleklere daha iyi yerleşmesine yardım etmektedir. Kafiye yarım, tam, zengin, cinaslı olmak üzere çeşitlere ayrılır. Kafiye ölçüyle birlikte manzumelerin ayrılmaz parçasıdır. Elifim uğru nakışlı Yavru balaban bakışlı Yayla çiçeği kokuşlu Kokar Elif Elif diye KARACOĞLAN Bu dörtlükte ş ve y seslerinin üstünlüğü göze çarpmaktadır. Bu dörtlükte olduğu gibi art arda gelen mısralar içinde birbirine benzeyen seslerin sık ve ahenk sağlayacak güzellikte kullanılmasına aliterasyon denir. Şiirde ahengi sağlayanlardan biri de cinastır. Yazılışı aynı fakat anlamı büsbütün başka olan sözcüklerle cinas yapılır. Cinaslı sözcüklerin kafiye yapılması en çok anonim halk edebiyatındaki manilerde görülür: Kararmış kara gözler Dermanım kara gözler Gemim deryada kaldı Yelkenim kara gözler Yukarıdaki manide “kara gözler” söz grubu cinastır. Şiirin ölçüsü de şiirde ahengi sağlayan ögelerden biridir. Hece ölçüsünün bir şiirin mısraları arasındaki sayı denkliğine dayandığını önceki dönemlerimizde okutulan derslerden biliyorsunuz. Aşağıdaki şiir sekizli ölçüye örnektir. BİR GÜL BU KARANLIKLARDA Bir gül bu karanlıklarda Sükûta kendini mercan Bir kadeh gibi sunmada Zamanın aralığından Ahmet Hamdi TANPINAR / Bütün Şiirleri 196 DİL VE ANLATIM 7 Aruz ölçüsüyle kaleme alınmış olan şiirler genellikle “İslâm Uygarlığı Çevresinde Gelişen Türk Edebiyatı Dönemi”nde karşımıza çıkmaktadır. Aruz ölçüsü hecelerin uzunluk ve kısalıklarına dayanır. Bunlar ölçü kalıplarını oluşturur. Örneğin aşağıdaki gazel Mütefâilün Feûlün Mütefâilün Feûlün kalıbıyla yazılmıştır. GAZEL Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü. Dayanır mı şîşedir bu reh-i sengsâre düştü. O zaman ki bezm-i canda bölüşüldü kâle-i kâm Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre düştü Gehi zîr-i serde desti geh ayâğı koltuğunda Düşe kalka haste-i gam der-i lütf–i yâre düştü Erişüp bahara bülbül yenilendi sohbet-i gül Yine nevbet-i tahammül dil-i bi-karâre düştü Reh-i Mevlevîde Gâlıp bu sıfatla kaldı hayran Kimi terk-i nâm ü şana kimi i’tibâre düştü ŞEYH GALİB Şiirde ahengin sağlanmasında söyleyişin de çok büyük yeri vardır. Şiirin kendine özgü bir ses akışı ve duygu değeri olduğunu unutmamalıyız. ETKİNLİK TÜRKÜLER DOLUSU Kirazın derisinin altında kiraz Narın içinde nar Benim yüreğimde boylu boyunca Memleketim var. Canıma ciğerime dek işlemiş Canıma ciğerime Sapına kadar Elma dalından uzağına düşmez Bedri Rahmi EYUBOĞLU Bu şiirdeki söyleyiş ve ses akışının ahenge katkısını inceleyiniz. 197 DİL VE ANLATIM 7 D. Zihniyet Her sanat eseri yazıldığı dönemin izlerini taşır. Sanatçılar da sosyal bir çevre içerisinde yaşarlar ve içinde yaşadıkları sosyal ve kültürel olaylardan etkilenirler. Şiirlerinde içinde yaşadıkları çağın zihniyetini yansıtırlar. Yazar ve şairlerin edebî metinlerinde, doğal olarak bu zihniyetin yansıması da görülür. Sanatçılar, yaşamdan aldıkları konuları işlerken, toplumu zihniyetiyle birlikte ele alırlar. Bu zihniyet de dönem dönem değişim gösterir. Aşağıda Türk edebiyatının farklı dönemlerinden seçilmiş şiirlerdeki zihniyetle ilgili konuları işleyeceğiz. ETKİNLİK Şairin bağlı olduğu sanat ve düşünce hareketleriyle ses, söyleyiş ve tema bakımlarından ilişkisini örneklerle açıklayınız. Bir garip ölmüş diyeler Üç günden sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin Yunus EMRE Anadolu Türk edebiyatının kurucusu, tekke, divan ve halk edebiyatlarının tümüne esin kaynağı ve öncüsü olan 700 yıldan bu yana en büyük şairlerimizden olan Yunus Emre’nin biyografisi üzerine bilgimiz yok denecek kadar azdır. Yukarıdaki dörtlükte şöhretten uzak duran, ölümlü dünyada küçücük bir iz bırakmamak için elinden geleni yapmış bir şairin en içten duygularını okuruz. Gezgin, garip bir derviş olmak onun yeryüzündeki tek isteğidir. Yunus sağlığında şiirlerini bile toplamamış Divan’ı ölümünden sonra birçok değişikliklerle yayımlanmıştır. ÇOCUKLUĞUM Çocukluğun, çocukluğum... Uzakta kalan bahçeler. O sabahlar, o geceler, Gelmez günler çocukluğum 198 DİL VE ANLATIM 7 Çocukluğum çocukluğum... Gözümde tüten memleket. Artık bana sonsuz hasret, Sonsuz keder çocukluğum Çocukluğum, çocukluğum... Habersiz ölen kardeşim, Mezarı bilinmez eşim, Her bir şeyim çocukluğum Çocukluğum, çocukluğum... Bir çekmecede unutulmuş, Senelerce rengi solmuş, Bir tek resim çocukluğum... Ziya Osman SABA Ziya Osman Saba, Cumhuriyet Dönemi Türk şiirine Yedi Meşale ile başlayıp, kendi çizgisi içinde sade, yalın bir dille yukarıda okuduğunuz şiirindeki gibi çocukluk teması üzerinde yazdı daha çok. Tadını bir türlü çıkaramadığı çocukluğundan bir şeyler kalmıştı içinde. Dörtlüklerden oluşan şiirlerinde 1940’tan sonra genellikle serbest nazım uyguladı. SİTEM Önde zeytin ağaçları arkasında yâr Sene 1946 Mevsim Sonbahar Önde zeytin ağaçları neyleyim, neyleyim Dalları neyleyim Yar yoluna dökülmedik dilleri neyleyim Yâr yâr Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar Değirmen misali döner başım 199 DİL VE ANLATIM 7 Sevda değil bu bir hışım Gel gör beni darmadağın Tel tel çözülüp kalmışım Yâr yâr Canımın çekirdeğinde diken Gözümün bebeğinde sitem var Bedri Rahmi EYUBOĞLU / Bütün Şiirleri Bedri Rahmi Eyuboğlu, yaşadığı dönemin Garip akımından da izler taşıyan şiirinde coşkulu, canlı, sevinçli fırça darbelerinin hissedildiği bir aşk şiiri kaleme almış. Dikkat edilirse “Sitem” şiirinde biçim, ölçü kaygısından uzakta, halk edebiyatı ögelerine göndermeler de yapan bir yapı ile karşılaşıyoruz. ETKİNLİK Şiirde ilk anlamı dışında kullanılan dil ögeleri ve imge hakkında bilgi toplayınız. E. Şiir Dili Heyecan ve coşku şiirde herkese göre farklı bir biçimde ifade edilir. Çünkü herkesin bir şeyi algılaması, yorumlaması birbirine benzemez. Çoğu zaman karşılaştıklarımızı anlatmak için dilde yeni anlam ve değerler bularak bir şiir dili oluştururuz. Bu da yeni bir dil oluşturmakla eş değerlidir. Bu ilişkilendirerek anlatma, duyurma, çağrıştırmada bilinen dil göstergelerinden faydalanarak oluşturulan ses ve söz kalıplarına imge diyoruz. İmgeleri oluştururken sözün kendi anlamı dışında kullanılan mecazlardan yararlanırız. Dış âlemden aldıklarını ve şairlerin kendi duyuşlarıyla düşüncelerini canlandırma gücü sağlayan mecazlar şiirin içeriğinin incelenmesinde önemli bir ögedir. Mecazların bir kısmında benzerlik ve karşılaştırma ilişkisiyle bir söz başka bir sözün yerine kullanılabilir. ETKİNLİK Aşağıdaki şiirde dil hangi işlevinde kullanılmış ve hangi anlatım türünden yararlanılmıştır? 200 DİL VE ANLATIM 7 KOŞMA Çıkıp yücesine seyran eyledim Gördüm ak kuğulu göller perîşan Bir furkat geldi de durdum ağladım Öpüp kokladığım güller perişan Hayal hayal oldu karşımda dağlar Eşinden ayrılan ah çeker ağlar Dökülmüş yapraklar, bozulmuş bağlar Bülbülün konduğu dallar perişan Karacaoğlan(17.yy) Yıkılmış dilberin mâmur illeri Susmuş bülbüllerin taze dilleri Dağılmış sümbülü, solmuş gülleri Yüzüne dökülmüş teller perişan Karacaoğlan Karacaoğlan’ın bu şiirinde dil şiirsel işlevinde kullanılmıştır. Bu şiirde, coşku ve heyecanı dile getiren anlatım tarzından yararlanılmıştır. ETKİNLİK Söz sanatlarının işlevlerini örneklerle açıklayınız. Mecaz-ı Mürsel(düz değişmece): Benzetme ilgisi söz konusu olmadan, başka bazı ilgilerle, bir sözün başka bir söz yerinde kullanılmasıyla oluşturulan mecazlardır. İç -dış ilgisi: “Ne zamandır evde tencere kaynamıyor.” Parça - bütün ilgisi: “Bu sahalarda büyük ayaklar top koşturdu.” Neden - sonuç ilgisi: “Hay mübarek! Bereket yağıyor bereket!” Sanatçı - eser ilgisi: “Bilgisayarda Ajda Pekkan çalıyordu.” Yer , yön , bölge , çağ - insan ilgisi: “Ankara bu notaya cevap vermekte gecikmedi.” Benzetme: Aralarında ortak nitelik bulunan iki varlıktan zayıf olanı güçlü gibi gösterme sanatına benzetme denir. Benzetme sanatında ikisi temel, ikisi de yardım201 DİL VE ANLATIM 7 cı öge olmak üzere dört öge bulunur. Bunlar benzeyen, kendisine benzetilen, benzetme edatı (ilgeci) ve benzetme yönüdür. Benzetmenin dört ögesiyle yapılanına tam benzetme (teşbih-i mufassal); temel ögeleriyle kurulan benzetmeye ise güzel benzetme (teşbih-i beliğ) denir. “Gider oldum kömür gözlüm elveda” KARACAOĞLAN KARACAOĞLAN Karacaoğlan’ın yukarıdaki dizesinde “kömür gözlüm” sözü güzel benzetmedir. Şair sevgilinin gözlerini renk yönüyle kömüre benzetmektedir. İstiare: Benzetmenin temel ögelerinden biriyle yapılan benzetmeye istiare (eğretileme) denir. Günlük dilde kullanılan istiareler de vardır. Örneğin pazarda sergiciler balığı “derya kuzusu” diye satarlar... Sembolist şiirler istiareye çok önem vermişlerdir. İstiarenin iki ögesi vardır: a) benzeyen veya benzetilen biri, b) benzetme yönü. Üç türlü istiare vardır 1. Açık istiare: Yalnız benzetilene dayanan istiaredir. Binmişim bir gemiye Ve böyle bir teviye Gidiyorum Bir diyar olsa gerek Ahmet Muhip DIRANAS Parçada dünyadaki hayat bir gemiye benzetilmiştir. Altın kulelerden yine kuşlar Tekrarını ömrün eder ilân Ahmet HAŞİM 2. Kapalı istiare: Yalnız benzeyene dayanan istîaredir. Her kapalı istiarede bir teşhis (canlandırma) sanatı gizlidir. Mor menevşe boynun eğmiş Yapracığı suya değmiş KARACAOĞLAN 202 DİL VE ANLATIM 7 Mor menekşe benzeyen’dir. Benzetilen “yaşlı insan” söylenmemiştir. Tâ Budin’den Irak’a Mısr’a kadar Fedhedilmiş uzak diyarlardan Vatan üstünde hür esen rüzgâr Ses götürmüş bütün baharlardan O dehâ, öyle toplamış ki bizi Yedi yüz yıl süren hikâyemizi Dinlemiş ihtiyar çınarlardan Yahya Kemal BEYATLI Şiirde “Hür esen rüzgâr” ve “ihtiyar çınarlar” benzeyenlerdir. Bunlar birer insana benzetilmiş ama benzetilenler söylenmemiştir. Bu hayalle uyur Bursa her gece Her sabah, onunla uyanır, güler Ahmet Hamdi TANPINAR Hayalle uyuyan ve gülen Bursa (benzeyen) bir duygulu insan gibi alınmıştır, benzetilen yoktur. 3. Temsilî İstiare: Bütün şiire yayılmış bulunan bir “açık istiare” demektir. Böyle bir nesneyi anlattığı hâlde metinde verilen ipuçlarına bakarak başka bir şeyi kastettiği anlaşılan şiir ve yazılara alegorik şiir adı da verilir. Aşağıda okuyacağımız Sessiz Gemi şiiri temsilî istiareye dayanan bir alegorik şiirdir. Yahya Kemal burada “bir sessiz gemi”den söz eder. “Gibi” ile de anlattığı ölümdür. Bütün şiire yaygın bir istiare bulunmaktadır. SESSİZ GEMİ Artık demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. 203 DİL VE ANLATIM 7 Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu! Dünyada sevilmiş ve seven nâfile bekler. Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden Birçok seneler geçti dönen yok seferinden. Kinaye: Bir sözü aynı anda hem gerçek hem de mecaz anlamıyla birlikte kullanma sanatına kinaye denir. Ey benim sarı tanburam Sen ne için inilersin İçim oyuk derdim büyük Ben anınçün inilerim PİR SULTAN ABDAL Pir Sultan Abdal’ın kaleme aldığı dörtlükte “içim oyuk” sözü hem gerçek hem de mecaz (değişmece) anlamında kullanılmıştır. Tanburanın içi gerçekten oyuktur. Öte yandan mecaz anlamda tanburanın çok dertli olduğu, acısının büyük olduğu vurgulanmaktadır. Tariz: Söylenen sözün ya da kavramın gerçek ve mecazlı anlamı dışında büsbütün tersini söylemek sanatıdır. Tarizde sözün gerçek anlamı doğru gibi görünse de asıl amaç sözün ters anlamının anlaşılmasıdır. Tariz, bir kişiyi ya da durumu alaya almak için yapılır. Aşağıdaki “Ters Öğüt Destanı” tariz sanatına uygun bir örnektir. Bir nasihatım var zamana uygun Tut sözümü yattıkça yat uyanma Meşhur bir kelâmdır sen kazan sen ye El için yok yere ateşe yanma HUZURİ Mecaz-ı Mürsel: Arada benzetme ilgisi olmadan sırf çağrışımlar, töre mecazlar, genel bilgiler ve başka ilintilerle bir sözün veya söz takımının başka türlü ve daha geniş anlamlara gelmesi demektir. “Yedi iklimi cihanın duruyor karşında” Mehmet Akif ERSOY 204 DİL VE ANLATIM 7 Bu dizede Çanakkale savunmamızda, Mehmetçik karşısına çıkarılan askerlerin dünyanın dört bir yanından toplanmış kimseler olduğu anlatılıyor. Teşhis ve İntak (kişileştirme ve söyletme): İnsanlarda bulunan özellikleri hayvanlara, bitkilere veya cansız varlıklara vermek sanatına teşhis; bu varlıkları insan gibi konuşturmak sanatına intak adı verilir. Teşhis ve intak özellikle fabl ve masal türlerinde yer alır: MEŞE İLE KAMIŞ Bir gün meşe dedi ki kamışa: “– Tabiattan şikâyet etmekte hakkınız var. Tarlakuşuyla bile çıkamazsınız başa Esmeye görsün ufacık bir rüzgâr, Suyu şöyle karıştıracak kadar, Yerlere yatarsınız hemencecik Oysa ki benim alnım dağlar misali dimdik Gün ışığını kestiği yetmiyormuş gibi, Dinlemez ne kasırga, ne de tipi Her rüzgâr sizin için fırtına, bana meltem LA FONTAİNE Yukarıdaki dizelerde meşeye insan benliği verilerek (kişileştirme) sanatı yapılmıştır. Abartma (Mübalağa): Bir nesneyi, bir olay veya düşünceyi göründüğünden aşırı büyük veya küçük göstermek sanatıdır. Özellikle destan şairleri ve mizah yazarları abartmaya çok yer verirler. Dövüşüyorduk Üç Şehitlerimizde Zorluyordu derya gibi düşman Attığım boşa gitmiyordu Lüzumsuzdu nişan. Fazıl Hüsnü DAĞLARCA 205 DİL VE ANLATIM 7 Kadın gözlerini koydu ortaya Bir mavi, bir gökyüzü aldı çevrelerini Cemal SÜREYA Tenasüp (Müraât-ı nazîr): Mecazlı veya açık olarak birbirleriyle anlam ilgisi olan sözcük yahut kavramların aynı beyit veya cümlede bulunması demektir. Bahar mevsimidir hemdem-i saba olalım. Gül ile dost kokusuyla âşina olalım. ŞEYHÎ Bu beyitte “bahar, saba, gül” sözcükleri ilkbahar mevsimini çağrıştırdıkları için tenasüp sanatı vardır. Tevriye (İham): Tek bir sözcüğün, aynı beyitte, birden fazla anlama gelecek şekilde kullanılmasıdır. Divan şiirinde çok görülen bir sözcük sanatıdır. Miyan-ı nazikini mûya benzetirsem eğer Gürûh-ı ehl-i safâ öyledir beli derler. BÂKÎ “Beli” sözcüğü hem “evet” hem de “bel’i, onun beli” anlamındadır. Hüsn-î Tâlil (Güzel nedene bağlama): Bir heyecan içinde, her zamanki tabiat olaylarını, kendine göre yorumlamak, onlara tabiat dışı ve şairane nedenler yakıştırmaktır. Yansın yakılsın âteş-i hecrinle âfıtab Derdinle kare çullara girsün sehâbdan BÂKÎ Beyitte, güneşin ateş saçması Kanunî Sultan Süleyman’ın ölümü nedeniyle “yanıp yakılmak”; araya bulut girmesi ise aynı nedenden “siyahlara bürünüp yas tutmak şeklinde yorumlanmıştır. Güzel şeyler düşünelim diye Yemyeşil oluvermiş ağaçlar Cahit Sıtkı TARANCI Ağaçların yeşil olmasını Cahit Sıtkı Tarancı tabiata değil de güzel şeyler düşünebilme nedenine bağlamaktadır. 206 DİL VE ANLATIM 7 Tecahül-i Ârifâne (Bilir bilmezlik): Bildiği bir şeyi bilmez görünmek suretiyle daha etkili anlatmak ve benimsetmek sanatıdır. Ecel tuzağını açamaz mısın? Açıp da içinden kaçamaz mısın? Azad eyleseler uçamaz mısın? Kırık mı kanadın, kolların hani? Kağızmanlı HIFZI Yukarıdaki dörtlük halk edebiyatımızdaki en güzel ağıtların birinden alınmıştır. Ölüm karşısındaki çaresizliğimiz tecahül-i ârifâne yoluyla ifade edilmektedir. F. Şiir ve Gelenek Şiir geleneği daha önce yaşamış şairlerin eserleriyle oluşmuştur. Geleneği oluşturan şairler arasında sanat anlayışı bakımından ilişki vardır. Halk ve aydın, tarihi akış içerisinde kendi dilleriyle kendi şiir geleneklerini oluşturmuşlardır. ETKİNLİK Aşağıdaki şiirlerin ait olduğu gelenekleri bulmaya çalışarak Türk Edebiyatındaki şiir geleneklerini açıklayınız. Methün çemeninde bülbül olsam İşidin ey yârenler Bin gonca gibi dehânum olsa Aşk bir güneşe benzer Her bir dehenümde iy şeker-leb Aşkı olmayan gönül Sûsen gibi sad zebânum olsa Misâli taşa benzer AHMET PAŞA, 15.yy. YUNUS EMRE, 13.yy. Hayaliyle tesellüdür gönül, meyl-i visâl itmez Gönülden taşra bir yâr olduğın âşık hayâl itmez FUZULÎ, 16.yy. Yaz selleri gibi akar çağlarım Hançer aldım ciğerimi dağlarım Garip kaldım şu arada ağlarım Açılın kapılar Şah’a gidelim PİR SULTAN ABDAL, 16.yy. 207 DİL VE ANLATIM 7 KARADUT Karadutum, çatal karam, çingenem Nar tanem, nur tanem, bir tanem Ağaç isem dalımsın salkım saçak Petek isem balımsın ağulum Günahımsın, vebâlimsin Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan Yoluna bir can koyduğum Gökte ararken yerde bulduğum Karadutum, çatal karam, çingenem Daha nem olacaktın bir tanem Gülen ayvam, ağlayan narımsın Kadınım, kısrağım, karımsın. Bedri Rahmi EYUBOĞLU, 20.yy. BEBEK GAZELİ Cihanda olmadı bir hisse-i verasetimiz Bebek Koyu’nda temaşa-yı abadan başka Bu halka vakf edecek mülk ü malimiz yoktur Beş on gazelle şu kalb-i haraptan başka Yahya Kemal BEYATLI, 20.yy. Yukarıdaki şiirleri inceleyiniz. Farklı zaman dilimlerinde yazılan bu metinler arasında zihniyet bakımından benzerlik vardır. Bu şiirlerin farklı yüzyıllarda yazıldıklarını unutmayınız. Halk şiiri ile klasik (Divan) şiir geleneği yüzyıllar boyunca sürmüştür. Şairler daha önceki yıllarda yaşamış şairlerden etkilenerek aynı konu ve temada aynı yapıda (biçim) yüzyıllar boyu şiirler yazmışlardır. 208 DİL VE ANLATIM 7 ETKİNLİK Divan şiiri ile halk şiirini karşılaştırdığınızda birbirinden ayrılan yanları nelerdir? Açıklayınız. Divan şiirinde aruz ölçüsü kullanılmıştır. Nazım birimi beyittir. Dili halk şiirine göre daha ağırdır. Arap ve Fars edebiyatlarının etkisi görülür. Yüzyıllar boyu aynı nazım biçimleri (gazel, kaside, mesnevî, tuyuğ, şarkı, rubaî v.b) ve aynı konuları (aşk, tasavvuf, kahramanlık, methiye, yergi vb.) işlenmiştir. Halk şiiri ise, Türklerin İslâmiyeti kabul etmeden önceki dönemlerde başlamış ve günümüze kadar varlğını korumuştur. Bu süreçte şairler aynı sanat anlayışını sürdürmüşlerdir. Şiirlerde millî ölçümüz olan hece ölçüsü kullanılmıştır. Nazım birimi dörtlüktür. Konu olarak tabiat güzellikleri, aşk, ayrılık, savaş, kahramanlık, özlem, gurbet gibi temalar işlenmiştir. Ürünler kam, ozan, âşık, saz şairi adları verilen kişiler tarafından saz eşliğinde söylenmiştir. Divan ve halk şiirlerindeki ele alınan zihniyet yüzyıllar boyu aynı sanat anlayışının sürdürülmesi sonucu oluşmuştur. Türk edebiyatının gelişim sürecinde Tanzimat’tan sonra çeşitli edebî topluluklar kurulmuştur. Tanzimat Edebiyatı, Serveti Fünun Edebiyatı, Fecr-î Âti Edebiyatı, Millî Edebiyat ve Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Beş Hececiler vb. Bu edebî topluluklardan bazıları divan şiirinden bazıları ise halk şiir geleneğinden etkilenmişlerdir. Bedri Rahmi Eyuboğlu, Karadut adlı şiirinde özellikle halk söyleyişlerinden, masallardan ve masallarda söylenen tekerlemelerden yararlanmıştır. Bunlara örnek olarak şiirden “Nar tanem, nur tanem, bir tanem”, “Gülen ayvam ağlayan narımsın”, “çatal karam” ifadeleri gösterilebilir. G. Şiirde Gerçeklik ve Anlam Duyu organlarımız aracılığıyla olayları algılayıp kendimizce değerlendiririz. Bütün imgeler gerçeklikle ilişkilidir. Sanat dallarındaki dönüştürmede sezgilerimiz tasarılarımız, hayallerimiz, bilinç altındakilerimiz toplanır. Böylece çağrıştırmayı ön plana çıkaran yeni bir dille karşılaştırır. Sözcükler, ses, söyleyiş ve anlamlarıyla kendi anlamlarının dışında başka şeyleri de çağrıştırırlar. Böyle sunulan bu yeni ve farklı iletişim aracına edebî metin diyoruz. Her şiirin okuyan insanlarda değişik ve birbirine benzemeyen duygular uyandırdığını unutmamalıyız. 209 DİL VE ANLATIM 7 AKINCI Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı : “İlerle!” Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle... Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla, Yerden yedi kat arza kanatlandık o hızla... Cennette bugün gülleri görürüz de, Hâlâ o kızıl hatıra titrer gözümüzde Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! Yahya Kemal BEYATLI ETKİNLİK Yukarıdaki şiiri incelediğinizde konu gerçek hayattakilere benziyor mu? Bu şiirden hareketle şairlerin ele aldıkları konuları nasıl işlediğini anlatınız? Sanatçıların, şairlerin, yazarların tabiata ve tabiattaki olaylara farklı bir gözle baktıklarını biliyorsunuz. Onlar tabiatı izlerlerken bizim göremediğimiz, kaçırdığımız güzellikleri, farklılıkları da görürler. Bazen duymadığımız sesleri, üzerinde bile durmadığımız küçük ayrıntıları bile gözden kaçırmazlar. Yaşamın gerçek sahnelerini duygu, düşünce, deneyim ve hayâl dünyalarının süzgecinden geçirerek bize aktarırlar, yansıtırlar. Eserlerindeki sözcüklere günlük yaşamın dışında farklı anlamlar da yükleyerek hissettiklerini düşüncelerini bin bir renkle süslerler, ilgi çekici hâle getirirler. 210 DİL VE ANLATIM 7 OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ’nden Zamanla nasıl değişiyor insan Hangi resmime baksam ben değilim. Nerde o günler, o şevk, o heyecan? Bu güler yüzlü adam ben değilim; Yalandır kaygısız olduğum yalan Cahit Sıtkı TARANCI ETKİNLİK Cahit Sıtkı Tarancı, “Otuz Beş Yaş Şiiri”nden alınan bu dizelerde neyi anlatmakta ve gerçeği nasıl ifade etmektedir? Otuz Beş Yaş Şiiri’nden alınan bu dizelerde insanda, zamanla yılların geçmesiyle oluşan değişiklikleri, kısacası, yaklaşan ölümü anlatmaktadır. BİRAZ DAHA DÜŞÜNELİM Aşağıdaki şiirlerin şairlerini bulup hayatlarını araştırarak hayatı ile eserleri arasında bir ilişkinin olup olmadığını düşününüz. METİN VE ŞAİR TOPRAK Dost dost diye nicesine sarıldım, Benim sadık yârim kara topraktır Beyhude dolandım boşa yoruldum, Benim sadık yârım kara topraktır. Nice güzellere bağlandım kaldım, Ne bir vefâ gördüm ne fayda buldum Her türlü isteğim topraktan aldım, Benim sadık yârım kara topraktır. 211 DİL VE ANLATIM 7 SEMAî Bana kara diyen dilber, Gözlerin kara değil mi? Yüzünü sevdiren gelin, Kaşların kara değil mi? Beni kara diye yerme, Mevlâm yaratmış hor görme, Ala göze siyah sürme, Çekilir kara değil mi? İllerde konup göçerler, Lâle sünbülü biçerler, Ağalar beyler içerler, Kahve de kara değil mi? ŞARKI Bir safâ bahşedelim gel şu dil-i na-şade Gidelim serv-i revanım yürü sa’da-bade İşte üç çifte kayık iskelede amade Gidelim serv-i revanım yürü Sa’da-bade Gülelim oynayalım kâm alalım dünyadan Ma-i Tesnim içelim çeşme-i Nev-peydadan Görelim ab-ı hayat çıktığın ejderhadan Gidelim serv-i revanım yürü Sa’d-abad’e. GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE Gel şu üzüntülü gönüle bir safa bağışlayalım, Yürü servi boylum Sa’d-abad’a gidelim İşte üç çifte kürekle çekilen kayık hazır, bizi bekliyor Yürü servi boylum Sa’d-abad’a gidelim Gülelim oynayalım dünyadan mutluluk alalım, Nev-peyda adlı çeşmeden Tesnim suyunu içelim, Ejderha biçimindeki musluklardan, ölümsüzlük suyunun aktığını görelim, Yürü servi boylum Sa’d-abad’a gidelim. 212 DİL VE ANLATIM 7 AÇIKLAMALAR “Toprak” şiirinde, geçimini topraktan sağlayan bir çiftçi şairin toprakla ilgili gözlem ve izlenimleri dile getirilmektedir. Şiirde kara toprak, sadık bir yar olarak tanımlanmaktadır. Şair pek çok güzele bağlanmış kalmışsa da onlardan vefa ve fayda görmemiştir. Her türlü isteğini topraktan almıştır. Bu yönüyle toprak insanın geçimini sağlayan, yaşamını sürdüren bir varlıktır. Şiirin nazım birimi dörtlük olup millî ölçümüz hece ölçüsüyle söylenmiştir. Hecenin 11’li kalıbı kullanılmıştır. Kafiye (uyak) düzeni abab, cccb’dir. Saz eşliğinde söylenmiştir. Sözünü ettiğimiz şiirin şairi Âşık Veysel’dir. İkinci şiirde şair kendisini “kara” (esmer tenli) olduğu için beğenmeyen sevgiliye sesleniyor. Ona “kara”nın güzellerdeki niteliklerini anımsatıyor. Şairi beğenmeyen sevgilinin kaşları, gözleri de karadır. Ela göze çekilen sürme, ağalar ve beylerin içtikleri kahve de karadır. Şiirin nazım, birimi dörtlüktür, hece ölçüsüyle söylenmiştir. Hecenin 8’li kalıbı kullanılmıştır. Dili sadedir. Saz eşliğinde söylenmiştir. Bu şiirin şairi ünlü Karacaoğlan’dır. “Şarkı”da geçen Sa’da-bad Lâle Devrinde İstanbul’da Kâğıthane’ye verilen addır. Aynı zamanda Kâğıthane’deki eğlence yerlerinden birinin adıdır. Serv-i revan, yürüyen servi demektir. Mecaz olarak salınarak yürüyen boyu posu endamı serviye benzeyen güzel demektir. Nedim’in “Şarkı”sında Lâle Devrindeki eğlencelerden biri anlatılmaktadır. Arapça, Farsça pek çok sözcük kullanılmıştır. Dili ağırdır. Nazım birimi dörtlüktür. Koşmaya benzeyen kafiye düzeni abab, cccb’dir. Ölçüsü aruz olup beste ile söylenir. Bu şiirin yazarı Lâle Devrinin ünlü şairi Nedim’dir. ETKİNLİK Şiirde ahengin şairlerin ruhi durumuna ve tavrına göre düzenlendiğini aşağıdaki “Süvari” adlı şiirde inceleyiniz. SÜVARİ Şu bakır zirvelerin ardından Bir süvarı geliyor kan rengi Başlıyor şimdi melül akşamda Son ışıklarla bulutlar cengi... Ahmet HAŞİM 213 DİL VE ANLATIM 7 Ahmet Haşim, güneşin batışı sırasındaki kızıl renkli atmosferi tasvir etmektedir. Güneşin batışı atlı bir süvariye benzetilirken, süvari bulutlarla savaşıyormuş izlenimini vermektedir. Şiirde Ahmet Haşim dış dünyada tanık olduğu, edindiği izlenimleri duygu, düşünce ve hayallerle birleştirerek okuyucuya yansıtmaktadır. BİLGİ KÖŞESİ ŞİİR YORUMLAMA Bir şiiri yorumlamak ne demektir? Bir şiirden herkes aynı anlamları çıkarır mı? Yahya Kemal Beyatlı’nın aşağıdaki Açık Deniz adlı şiirini okuyup şiirden ne anladığınızı söyleyiniz. AÇIK DENİZ Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum; Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum Kalbimde vardı “Byron”u bedbaht eden melâl Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl, Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını, Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını, Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu, Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultusu... Mağlûp ordu,yaslı dururken bütün vatan, Rü’yama girdi her gece bir fâtihâne zan. Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular, Mahzun hudutların ötesinden akan sular, Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı, Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı! Bir gün dedim ki, istemem artık ne yer, ne yâr! Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar; Gittim o son diyâra ki serhaddidir yerin, Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin! 214 DİL VE ANLATIM 7 Garbın ucunda, son kıyıdan en gürültülü, Bir med zamanı, gökyüzü kurşunla örtülü, Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi; Gördüm güzel vücûdunu zümrütleyen deri, Keskin bir ürperişle kımıldandı anbean, Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o! Birden nasıl toparlanarak kükremişti o! Yelken, vapur, ne varsa kaçışmış limanlara, Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara! Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn Bin mağra ağzı açılmış, ulurken uzun uzun Sezdim bir âşinâ gibi, heybetli hüznünü! Ruhunla karşı karşıya kaldım o med günü, Şekvanı dinledim, ezelî muzdarip deniz! Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz Dindirmez anladım bunu hiç bir güzel kıyı; Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı. Yahya Kemal BEYATL AÇIKLAMALAR Yahya Kemal Beyatlı, Türk tarihinin Türk sanatının görkemli geçmişini ve bunlar karşısındaki kişisel duygularını dile getirdi şiirlerinde. “Açık Deniz” şiirinde Yahya Kemal, doğup büyüdüğü, çocukluğunun geçtiği topraklara, Türk tarihine karşı duyduğu özlemi; sonsuzluğun, ölümsüzlüğün tadını; engin denizlerin bile bir kıyı ile sınırlandığını; bir sonsuzluğa ve sınırsızlığa varamamanın üzüntüsünü, kaderini dile getirdi. 215 DİL VE ANLATIM 7 Yahya Kemal, çocukluğunun geçtiği Balkan şehirlerinin tatlı anıları yanında, kaybedilen toprakların ve göçün acılarıyla doludur. Bu şiirinde “hikâye etme” biçiminde anlatımıyla duygulu söyleyişini birleştirerek Türkçenin aruzla kaynaştığı en güzel örneklerinden birini vermiştir. UYGULAMA VE ALIŞTIRMA SORULARI 1. Şairle gelenek arasında nasıl bir ilişkiden söz edebiliriz? 2. Şiirde ahenk hangi ögelerle sağlanır.? 3. Günlük yaşamda kullanılan dil ile şiir dili aynı mıdır? Açıklayınız. 4. Söz sanatları ile imgeler arasında bir ilgi olup olmadığını belirtiniz. 5. Şiirde yapıyı oluşturan birimlerin özellikleri nelerdir? 6. Şiirde tema nedir? Temanın şiirin yazıldığı dönemle ilişkisini söyleyiniz. 7. Bir şiiri yorumlamak ne demektir? 216 DİL VE ANLATIM 7 NELER ÖĞRENDİK Fabl, hayvanlar, bitkiler ve cansız nesneler arasında geçtiği hayal edilen olayların hikâyesidir. Olay kişilerine insan karakteri verilerek yine insan anlatılmıştır. Fablların sonunda her zaman bir ahlak dersi vardır. Fabllarda olay ve kişiler bulunduğu için serim, düğüm ve çözüm bölümleri bulunur. İlkin Hindistan’da yazıya geçirilen hayvan masalları yazarları arasında en tanınmışları Beydeba, Aisopos, Heseidos, La Fontaine’dir. Doğuda bu türün en yaygın örnekleri Attar’ın Mnatıku’t Tayr ile Şeyhi’nin yazdığı Harnâme adlı mesnevidir. Orhan Veli Kanık ve Sabahattin Eyuboğlu’nun La Fontaine çevirileri bu türün bizdeki başarılı örnekleridir. Masal, düzyazı anlatımıyla oluşturulan bütünüyle düş gücünün ürünü olan bir anlatı türüdür. Dili, olayların tek boyutlu oluşu ve anlatım yoğunluğuyla öteki anlatı türlerinden farklılıklar gösterir. Okuyucu ve dinleyiciye sunulan dünyanın düşselliği, masalların dokusu içinde yer alan tekerlemeyle sürekli bir biçimde anımsatılır. Masallar, dokusu içinde yer alan ögelerin ağırlıklı oluşuna göre kimi türlere ayrılır: hayvan masalları, olağanüstü ögelerle kurulu masallar ve gerçekçi masallar. Bunlardan hayvan masalları ayrı bir edebiyat türü kimliği kazanmıştır. Günümüzde masallar değişik edebî türlere kaynaklık etmektedir. Dünya edebiyatında da birçok büyük eser, konusunu masallardan almıştır. Masallarla bilimkurgu türü arasında sıkı bir ilişki vardır. Bilimkurgu bir yönüyle düş gücü ile teknolojinin ürünü sayılmaktadır. Hikâye edebî yazıları oluşturan türlerden biridir. Hikâyeyi oluşturan, dokusu içinde yer alan birtakım temel ögeler vardır. Anlatıcı, olay veya durum, kişi, yer ve zaman. Bu ögelerin kullanımı ve sınırları hikâye yazarının tutumuna göre değişikler gösterir, olay ağırlıklı hikâyelere “olay hikâyesi”, kişilerin içinde bulunduğu ortamı ve durumu yansıtmayı amaçlayan hikâyelere de “durum ve kesit hikâyesi” denir. Günümüzde olay hikâyesinin sınırları iyice daralmıştır. Buna karşılık durum ve kesit hikâyesi ağırlık kazanmıştır. Roman, hikâyeye göre daha uzun kapsamlı ve ayrıntılıdır. Burada kişiler sayıca fazladır. Roman, öteki anlatım türlerine göre yeni bir türdür ve 17. yüzyıldan sonra çok gelişmiştir. Geleneksel romanda olduğu gibi günümüz romanında da anlatıcı, yer ve zaman, romancının sunduğu yaşantıyı somutlaştırma yönünden önem taşır. Roman, edebî türler içinde en özgür ve değişik anlatım biçimlerinden yararlanan bir türdür. İlk yerli romanımız Taaşşuk-u Talât ve Fıtnat’tır (1872). Tiyatro, insan hayatını söz ve eyleme dayanarak anlatan bir gösterim sanatıdır. Tiyatro insanı ve toplumu etkileme, insana değerler kazandırma yönünden en etkili sanattır. Olaylar canlı olarak sunulup seyirciye yaşatılır. Güzel sanatların hepsi ve an- 217 DİL VE ANLATIM 7 latım türlerini tiyatronun içinde görebiliriz. Tiyatro eserinde, serim, düğüm, çözüm gibi üç evre bulunur. Tragedya ve komedya tiyatronun başlıca iki türüdür. Öteki bütün türler, bu iki ana türün zamanla değişmesi ya da birleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Türk edebiyatında tiyatro Tanzimat’tan sonra görülür. Daha önceleri ise meddahlık, karagöz, orta oyunu gibi geleneksel oyunlar vardır. İlk önemli eser, Şinasi’nin Şair Evlenmesi’dir. Tiyatronun tragedya, komedya, dram, müzikli oyunlar gibi çeşitleri vardır. Tiyatro sanatının başlıca ögeleri; eser, oyuncu, yönetmen, sahne ve seyircidir. Bu sanat dalı seyircisi ile tamamlanır. Tiyatro ile eğitim arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Şiir en eski anlatım türüdür. Tarihi ilk insanlara kadar iner. Her toplumda önce şiir görülür. Nesir (düzyazı), ancak yazının bulunmasından sonra sanat alanına girmiştir. Şiir, zengin hayallerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan bir edebiyat türüdür. İslâmlıktan sonraki Türk şiiri, başlıca iki kol hâlinde gelişir: Halk şiiri ve Divan şiiri. Bunların nazım şekilleri, dilleri, vezinleri birbirinden farklıdır. Şiir dış yapı ve iç yapı yönünden olmak üzere iki yönlü incelenir. Dış görünüşe nazım şekli, uyak (kafiye), ölçü (vezin), dil girer. İç yapı ise, şiirin öz derinliği demektir. Buna anlam, kapsam, iç ahenk, mecazlar ve tema girer. Başlıca şiir türleri şunlardır: Lirik, pastoral, didaktik, epik, dramatik. Lirik şiir, duyguları coşkulu bir dille anlatan şiirdir. Pastoral şiir tabiat güzelliklerini, kır ve çoban yaşayışını dile getirir. Didaktik şiir, öğretici şiire verilen addır. Dramatik şiir terimi nazım hâlinde yazılmış oyunlar için kullanılır. 218 DİL VE ANLATIM 7 2. ÜNİTE DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Dünya edebiyatında fabl türüyle ün yapmış yazar aşağıdakilerden hangisidir? A) G. Maupassant B) E. Zola C) La Fontaine D) G. Flaubert 2. Kişileri korku, heyecan ve acındırma duyguları ile uyarma amacı güden en eski tiyatro çeşidi hangisidir? A) Operet B) Dram C) Komedya D) Tragedya 3. Aşağıdakilerden hangisi dünya edebiyatında olay hikâyeciliğinin kurucusu kabul edilir? A) Anton Çehov B) Gustave Flaubert C) Guy de Maupassant D) Emile Zola 4. Aşağıdakilerden hangisi romanın başlıca özelliklerinden biri değildir? A) Uzun oluşu B) Kişilerin ayrıntılı anlatılması C) Baş kişinin bir yönüyle anlatılması D) Kişilerin sayıca çok oluşu 5. Ülkemizde çağdaş tiyatro tekniğine uygun olarak yazılan ilk önemli eser olan “Şair Evlenmesi”nin yazarı kimdir? A) Ziya Paşa B) Namık Kemal C) Şinasi D) Ahmet Vefik Paşa 219 DİL VE ANLATIM 7 6. Bir şiiri oluşturan dizelerin kendi aralarında kümeleniş düzenine ne ad verilir? A) Beyit B) Nazım şekli C) Dörtlük D) Vezin 7. Aşağıdaki nazım şekillerinden hangisi halk şiirinde kullanılmaz? A) Koşma B) İlahî C) Destan D) Beyit 8. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu konusu bakımından hangi roman türüne girer? A) Tarihî roman B) Macera romanı C) Tahlil romanı D) Töre roman 9. Aşağıdakilerden hangisi masal türünün özelliklerinden biri olamaz? A) Olaylar, kişiler ve mekan hayatta karşılaştığımız türden bir özelliğe sahiptir. B) Masallarda iyi ile kötü arasında, haklı ile haksız arasında bir çatışma vardır. C) Masallar sözlü gelenekte nesilden nesile aktarılarak bugüne ulaşmıştır. D) Masallarda zaman, belirsiz bir zaman olarak karşımıza çıkar. 10. I. Taklit yoluyla çeşitli hikâyeler anlatılır. II. Oyuncu kadrosu tek kişiden ibarettir. III. Dekoru, elbisesi, sahnesi yoktur. Yukarıda özellikleri verilen tür aşağıdakilerden hangisidir? A) Ortaoyunu B) Meddah C) Karagöz D) Opera 220 DİL VE ANLATIM 7 11. Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd, inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... Bedir’in aslanları ancak bu kardar şanlı idi. Mehmet Akif Ersoy Bu şiirin teması aşağıdakilerden hangisidir? A) Ölüm B) Aşk C) Kahramanlık D) Tabiat 12. Vaktiyle, her Süleyman’dan içeri bir Hazreti Süleyman varmış; alnında peygamberlik nuru yanar, başında hükümdarlık tacı parlarmış; Allah ona “Mührü Süleyman” derler tılsımlı bir mühür ihsan etmiş; bu sayede dağa, taşa hükmeder, kurda kuşa sözü geçermiş... Oturduğu taht desen ne altın ne fildişi, ya cin ya peri işi bir tahtırevanmış. Dur derse durur, yürü derse yürür, uç derse uçarmış. Ta böylece dünyanın dört bir yanını dolaşır, ağlayanla ağlar, gülenle gülermiş. Bu paragraf aşağıdaki türlerden hangisine aittir? A) Fabl B) Roman C) Efsane D) Hikâye 13. Olayların merak uyandıracak ve şaşırtacak biçimde düzenlenerek, güldürmekten başka bir amaç güdülmeden yazıldığı komedya çeşidi aşağıdakilerden hangisidir? A) Entrika komedyası B) Töre komedyası C) Karakter komedyası D) Yergi komedyası 14. Aşağıdakilerden hangisi Maupassant tarzı hikâyenin özelliklerinden biri değildir? A) Giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşur. B) Okuyucunun merak duygusu sürekli canlı tutulur. C) Olay örgüsü şaşırtıcı bir sonla biter. D) Konuyu sezmek büyük ölçüde okuyucuya bırakılmıştır. 221 DİL VE ANLATIM 7 15. Aşağıdakilerden hangisi “fabl” türündeki eserler için söylenemez? A) Öğretici nitelikteki öykülerdir. B) Ders vermek amacıyla yazılır. C) Kahramanları cansız varlıklar, özellikle hayvanlardır. D) Bir görüşü, bir iddiayı belge ve kanıtlarla destekleyerek savunan yazılardır. 222 DİL VE ANLATIM 7 YANIT ANAHTARI 1. ÜNİTE 1. A 2. B 3. A 4. B 5. C 6. D 7. C 8. D 2. ÜNİTE 1. C 2. D 3. A 4. C 5. C 6. B 7. D 8. C 9. A 10. B 11. C 12. C 13. A 14. D 15. D 223 DİL VE ANLATIM 7 KAYNAKÇA AİSOPOS, Ezop Masalları, Karanfil Yayınları, İstanbul, 2005. AKTAŞ, Şerif, Yazılı ve Sözlü Anlatım, Akça Yayınları, Ankara, 2005. ALİ, Sabahattin, Kuyucaklı Yusuf, YKY, İstanbul, 2006. AND, Metin, Osmanlı Tiyatrosu, Dost Kitabevi, Ankara,1999. BANARLI, Nihat Sami, Metinlerle Türk ve Batı Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991. BATUR, Enis; Acı Bilgi, YKY, İstanbul, 2000. BENK Adnan, Eleştiri Yazıları, Doğan Kitap, İstanbul, 2000. CANBERK Eray, Yergi Şiirleri, Adam Yayınları, İstanbul, 1993. ÇETİŞLİ, İsmail, Metin Tahlillerine Giriş/2, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004. Dil ve Anlatım, 7–8, Açık Öğretim Okulları Ders Notu, MEB, 2010. Dil ve Anlatım, Orta Öğretim, 12 Sınıf, Devlet Kitapları, 2007. ERSOY, Mehmet Akif, Sahafat, Akvaryum Yayınevi, İstanbul, 2006. FİŞEKÇİ Turgay, Doğa Şiirleri, Adam Yayınları, İstanbul, 1993. FUAT Mehmet, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi, Adam Yayınları, İstanbul, 1996. HACIOĞLU, Hasan Selim, Dede Korkut Hikâyeleri, İstanbul, 2005. HİKMET, Nâzım, Memleketimden İnsan Manzaraları, Y K Y, İstanbul, 2002. HİLAV Selahattin, Edebiyat Yazıları, YKY, İstanbul, 1995. HİSAR, Abdülhak Şinasi, Boğaziçi Mehtapları, YKY, İstanbul, 2006. KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1978. KORKMAZ, Ramazan (Editör) Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (1839-2000), Grafiker Yayıncılık, Ankara, 2004. KUDRET, Cevdet, Örneklerle Edebiyat Bilgileri, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980. LA FONTAİNE, La Fontaine’den Seçmeler, Karanfil Yayınları, İstanbul, 2005. NECATİGİL, Behçet, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yayınları, 18. Basım, İstanbul, 1999. NUTKU, Özdemir, Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri, İş Bankası Yayınları, 1976. 224 DİL VE ANLATIM 7 ÖNERTOY, Olcay, Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1984. Örneklerle Edebiyat Bilgileri, İnkılâp ve Aka Kitapevi, İstanbul, 1980. ÖZDEMİR Emin, Düz Yazınının Sorgulayan Gücü, Dünya Kitapları, İstanbul, 2003. ÖZDEMİR Emin, Sözlü Yazılı Anlatım Sanatı, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2010. PAR, Arif Hikmet, Sözlü ve Yazılı Anlatım, Serhat Yayınları, İstanbul, 1983. PARLATIR İsmail, Tanzimat Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2006. DİL VE ANLATIM 7-8 SARAÇBAŞI, M. Ertuğrul, Damıtılmış Sözler, YKY, İstanbul, 2004. SOYSAL, İlhami, 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2005. VOELKEL, James, R. Johannes Kepler, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara 2002. TDK Türkçe Sözlük, 2005. TDK Yazım Kılavuzu, 2008. İnternet Kaynakça http://dogankaya.com/fotograf/latif_sah_hikayesi.pdf 225 GÜNEY KIBRIS RUM YÖNET‹M‹ NÖC: Nahcivan Özerk Cumhuriyeti (Azerbaycan) İl merkezleri Başkent (Ankara) (A ZE N RB .Ö AY .C CA N)
Benzer belgeler
dil ve anlatım 4 - Açık Öğretim Kurumları
2. ÜNİTE
SANAT METİNLERİ
2.1. FABL _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ 38
2.2. MASAL _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ ...