PDF İndir - istanbul üniversitesi elektronik dergi sistemi
Transkript
PDF İndir - istanbul üniversitesi elektronik dergi sistemi
I S S N No : 1304 – 2998 İ.Ü. Yayın No : 5136 İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ ISTANBUL UNIVERSITY FACULTY OF LETTERS SOSYOLOJİ DERGİSİ JOURNAL OF SOCIOLOGY 3. Dizi - 25. Sayı 3rd Series – 25th Issue 2012/2 Pierre Bourdieu Özel Sayısı Special Issue on Pierre Bourdieu Sosyoloji Dergisi Haziran ve Aralık aylarında olmak üzere yılda iki sayı yayımlanan akademik hakemli bir dergidir. TÜBİTAK-ULAKBİM, ProQuest CSA Sociological Abstract ve EBSCO SocINDEX (with Full Text) tarafından taranmakta ve indekslenmektedir. Journal of Sociology is a refereed academic journal published biannually in June and December. It is abstracted and indexed by TUBITAK-ULAKBIM, ProQuest CSA Sociological Abstract and EBSCO SocINDEX (with Full Text). İstanbul, Aralık | December 2012 Dergi Sorumlusu | Editor in Chief İsmail Coşkun Sayı Editörü | Issue Editor Enes Kabakcı Yardımcı Editör | Assistant Editor M. Ali Akyurt Yayın Kurulu | Editorial Board Yücel Bulut İsmail Coşkun Recep Ertürk Orhan Gürbüz Oya Okan Ayşen Şatıroğlu Hayati Tüfekçioğlu İletişim | Correspondence İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü 34459 Beyazıt İstanbul TÜRKİYE E-Posta / E-Mail: [email protected] Telefon / Phone: +90 (212) 455 5700 / 15998 Faks / Fax: +90 (212) 511 2467 URL: http://journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/sosyoloji Sosyoloji Dergisi’nde yayımlanan görüşler yazarlarını bağlar. Yazıların bütün hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. All statements expressed in the Journal of Sociology are solely those of the authors and do not imply endorsement by the editors. Yayın Türü | Publication Type Yerel Süreli Yayın / Local Periodical Tashih | Proofreading M. Ali Akyurt (Türkçe), Nur Aisha binte Rahmat (English) Kapak Tasarımı | Cover Design Esma Güloğlu Sayfa Düzeni | Page Layout Didem Işık Baskı-Cilt | Printing-Binding Yazın Basın Yayın Matbaacılık Tic. Lim. Şti. İ.O.S.B. Çevre Sanayi Sitesi 8. Blok No: 38-40-42-44 İkitelli Başakşehir / İSTANBUL Tel: (212) 565 0122 | Sertifika No: 12028 Hakem Kurulu | Advisory Board Ali Rıza Abay, Yalova Üniversitesi Ayşe Durakbaşa, Marmara Üniversitesi Alpaslan Açıkgenç, Yıldız Teknik Üniversitesi Teoman Duralı, İstanbul Üniversitesi Ali Akay, Mimar Sinan GSÜ Çiğdem Dürüşken, İstanbul Üniversitesi Gediz Akdeniz, İstanbul Üniversitesi Fatma Güliz Erginsoy, Okan Üniversitesi İsmet Akova, İstanbul Üniversitesi M. Fikret Gezgin, Beykent Üniversitesi Köksal Alver, Selçuk Üniversitesi İştar Gözaydın, Doğuş Üniversitesi M. Tayfun Amman, Marmara Üniversitesi (Emekli) Aydın Gülan, İstanbul Üniversitesi Sibel Arkonaç, İstanbul Üniversitesi Nevin Güngör Ergan, Hacettepe Üniversitesi Hüsamettin Arslan, Uludağ Üniversitesi Dikmen Gürün, Kadir Has Üniversitesi Mahmut Atay, Fırat Üniversitesi Tevfika İkiz-Tunaboylu, İstanbul Üniversitesi Medar Atıcı, Galatasaray Üniversitesi Aynur İlyasoğlu, Marmara Üniversitesi Cemil Aydın, University of North Carolina (ABD) Mustafa Kaçar, İstanbul Üniversitesi Mustafa Aykaç, Marmara Üniversitesi Ahmet Kanlıdere, Marmara Üniversitesi Ayşe Azman, Mersin Üniversitesi Kurtuluş Kayalı, Ankara Üniversitesi Süheyla Balcı Akova, İstanbul Üniversitesi Mehmet Emin Köktaş, Türk-Alman Üniversitesi Mehmet Ali Beyhan, İstanbul Üniversitesi Niyazi Öktem, Doğuş Üniversitesi Faruk Bilici, Institut national des langues et civilisations oriantales (Fransa) Ferhunde Özbay, Boğaziçi Üniversitesi Faruk Birtek, Boğaziçi Üniversitesi Yaşar Bülbül, İstanbul Üniversitesi Nilgün Çelebi, Muğla Üniversitesi (Emekli) Ahmet Çiğdem, Gazi Üniversitesi Didem Danış, Galatasaray Üniversitesi Andrew Davison, Vassar College (ABD) Besim Fatih Dellaloğlu, Sakarya Üniversitesi Rahmi Deniz Özbay, Marmara Üniversitesi Sait Özervarlı, Yıldız Teknik Üniversitesi Nuri Sağlam, İstanbul Üniversitesi Hüseyin Sarıoğlu, Trakya Üniversitesi Korkut Tuna, İstanbul Ticaret Üniversitesi Ahmet Ulvi Türkbağ, Galatasaray Üniversitesi Füsun Üstel, Galatasaray Üniversitesi Nalan Yetim, Mersin Üniversitesi Yves Deloye, Science politique à l’Université Paris I Panthéon-Sorbonne (Fransa) Ünsal Yetim, Mersin Üniversitesi Beylü Dikeçligil, Erciyes Üniversitesi Robert Young, NYU College of Arts and Science Department of English (ABD) İçindekiler | Table of Contents Sunuş | Preface .......................................................... vii Makaleler | Articles Nazlı Ökten Gülsoy Cezayir Deneyiminin Pierre Bourdieu’nün Sosyolojik Tahayyülüne Etkileri: Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu ............................................... 1 Influences of Pierre Bourdieu’s Algerian Experience on His Sociological Imagination: Birth of a Scientific Habitus A. Günce Berkkurt Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine: Pierre Bourdieu’nün 1989-1992 Yılları Arasında Collège de France’da Verdiği Dersler ................... 31 Sur l’État as an Unavoidable Object of Sociology: Lectures of Pierre Bourdieu in the Collège de France (1989-1992) Cem Özatalay Ekonomi Teorisi ile İlişkisi İçinde Bourdieu: Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? .............. 57 Bourdieu in his Relation to the Economic Theory: A Comprador or a Critic? Elyesa Koytak Tahakküme Hükmetmek: Bourdieu Sosyolojisinde Toplum ve Bilim ................................................. 85 Dominating the Domination: Science-Society Relationship in Bourdieu’s Sociology Kitap Değerlendirmesi | Book Review M. Fatih Karakaya Ecce Homo Academicus ...................................... 103 Ecce Homo Academicus Bibliyografya | Bibliography Ahmet Büyükgümüş Türkçe’de Pierre Bourdieu ................................. 113 Pierre Bourdieu in the Turkish Language Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, vii-ix Sunuş Sosyoloji Dergisi’nin 25. sayısını 20. yüzyıl sosyolojisinin en önemli isimlerinden Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’ye (1930-2002) ayırdık. Özel sayımızın ilk makalesinde Nazlı Ökten Gülsoy, Bourdieu’nün Cezayir deneyimine odaklanıyor; kendisinden aldığı kavramsal çerçevenin yardımıyla sosyoloğun bilimsel habitus’unun doğuş koşullarını değerlendiriyor. Bourdieu’nün Cezayir dönemi (1958-1960), sosyolojiye yönelmesinde ve sosyolojik tahayyülünün oluşumunda önemli bir role sahip. Savaş ve sömürgecilik koşullarında gerçekleştirdiği bu ilk çalışmalar, sosyoloğun sadece bilimsel yaklaşımını değil, siyasal konumlanışını da etkiliyor. Bir toplumsal yapıda çözülme karşısında ortaya konan tutumları inceleyen bu çalışmalar, özellikle “habitus” kavramını geliştirilmesine katkı sağlıyor. Bourdieu sosyolojisinin anahtar kavramlarından ve temel ilkelerinden olan “düşünümsellik”, araştırmacının konumunu, araştırma evreniyle birlikte değerlendirmeye dahil etmeyi salık veriyordu. Makale de, “düşünümsellik” ilkesini Bourdieu’ye uyguluyor; henüz kendine has kavramlar bütününü geliştirmemiş olduğu bir dönemdeki araştırma nesnelerini ve araştırmacı olarak konumunu belirleyen tarihsel koşulları inceliyor. A. Günce Berkkurt, Bourdieu’nün siyasete bakışını, 2012’de Fransızca olarak yayımlanan Sur l’État (Devlet üzerine) başlıklı kitabını merkeze alarak irdeliyor. 19891992 yılları arasında Collège de France’da verdiği derslerden oluşan kitap, devletin oluşmasında şiddetin (fizikî sermaye) tekelleşmesi kadar, kurumsal farklılaşmayla birlikte ortaya çıkan simgesel erkin (sembolik sermaye) belirleyiciliğine vurgu yapıyor. Buna göre, devletin etki alanı bürokratik alanla sınırlı kalmayıp toplumsal dünyanın ayrıntılarına nüfuz ediyor. Bourdieu, “habitus” ve “alan” kavramlarına dayanarak yaptığı devlet çözümlemeleriyle, sosyolojik/antropolojik bakış açısından hareket ederek siyaset bilimine önemli katkılarda bulunuyor. Üçüncü makale, Bourdieu’nün ekonomi teorisi ile ilişkisi ve neo-klasik teori karşısında kendini konumlayışı üzerinde duruyor. Cem Özatalay imzasını taşıyan yazı, Bourdieu’nün habitus, alan ve farklı sermaye türleri üzerinden yaptığı çözümlemenin, neo-klasik teorinin uzantısı mı eleştirisi mi olduğuna ilişkin tartışmayı değerlendiriyor. Makalede ulaşılan sonuç, bir taraf için “ekonomi emperyalizmi”nin sosyoloji disiplini içindeki temsilcisi, diğer taraf içinse neo-klasik teoriye muhalif bir “karşı hegemonya projesi”nin sahibi olan Bourdieu’nün sosyolojik teorisinin, neo-klasik ekonomi teo- viii risi ile ortak temel aksiyomlara sahip olduğu, fakat bu aksiyomatik ortaklığın, onun teorisindeki eleştirelliği azaltmaktan çok güçlendirdiği yönünde. Dergimizin bu sayısındaki son makale ise Elyesa Koytak’a ait. Bourdieu’nün toplum ile sosyoloji arasında kurduğu ilişkiyi inceleyen makalede, bireyin toplumsal eylemlerini belirleyen yatkınlıklar sistemi anlamına gelen habitus toplumun; sosyoloğun bizzat nesnesiyle kurduğu ilişkiyi nesneleştirmesi anlamına gelen düşünümsellik ise sosyolojinin belirleyici ilkesi olarak formüle ediliyor. Sosyolog düşünümsellik yoluyla, kendini pratiğe gömülü yeniden üretim çarkından ayırıyor ve içinde yaşadığı toplumsalın işleyişini tanımaya çalışıyor, toplumsallaşma süreçleri boyunca, evde, okulda vs. içselleştirilen eylem şemalarını deşifre edip toplumsal dünyada yürürlükte olan yapılara dikkat çekiyor. Makaleye göre, insanın bu belirlenimlerin mahkûmu değil de, doğal bir kader olmayan bu işleyişin değiştiricisi olabileceğini vurgulayan Bourdieu’nün ortaya attığı düşünümsel sosyoloji işte bu noktada “tahakküme hükmetme” imkânını barındıran özgürleştirici bir faaliyet olarak devreye giriyor. Dergimizin bu sayısında kapsamlı bir de kitap değerlendirmesi yer alıyor. Bourdieu’nün Türkçe’de henüz yayımlanmayan* 1984 tarihli Homo academicus’unu değerlendiren yazı, akademisyenin toplumsal analizinden sosyoloğun sosyolojisine ulaşmaya çalışıyor. Kendisi de akademik dünyanın bir üyesi olan Bourdieu, bu kitabında tanıdık olana yabancı gözlerle bakmayı deniyor. Homo academicus’la eğitim sosyolojisi alanına önemli katkılar yapıyor; eğitimin habitus oluşumundaki etkin rolüyle bir öğrencinin, tevarüs ettiği kültürel sermayenin eğitim hayatı üzerindeki etkisini ortaya koyuyor. Bourdieu’nün üzerinde durduğu bir diğer husus da, eğitimin insanların günlük hayatta sahip oldukları siyasi eğilimlerin oluşumundaki merkezi rolü. Sosyoloji Dergisi’nin Pierre Bourdieu Özel Sayısı, Bourdieu’nün çalışmalarının Fransızca orijinallerinin, Türkçe’deki çevirilerinin ve yine Türkçe’de hakkında ulaşılabilecek kaynakların toplu dökümünü sunan bir bibliyografyayla kapanıyor. Bibliyografya incelendiğinde, sosyoloğun Türkçe’deki kitaplarının dağınık bir görünüm arz ettiği görülüyor. Bourdieu sosyolojisinin televizyon, sanat ya da hukuk gibi değişik alanlardaki yansımaları mahiyetindeki kitaplar çevrilmişken, La distinction: Critique sociale du jugement (1979) ve Domination masculine (1998) gibi temel kitaplarının henüz Emrah Göker’in İstifhane’sinde yer alan “Miftah – 4 | Nazlı Ökten, 16 Ağustos 2012” başlıklı kayıtta, kitabın Eren Gülbey ve Arzu Nilay Kocasu tarafından çevrilmekte olduğu, yakında Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkacağı belirtiliyor, http://istifhanem.com/2012/08/16/ miftah4-nazliokten. * ix yayımlanmamış olması** Türkçe’de bütüncül bir Bourdieu resminin oluşmasını engelliyor. Tercüme ve telif çalışmalar, Bourdieu sosyolojisinin kendisine has kavramlarını anlama noktasında yeterli görünüyorsa da, Bourdieu’yü sosyoloji tarihindeki konumu, yöntemleri ve sosyolojisinin epistemolojik çerçevesi itibariyle ele alan çalışmaların Türkçe’de az ve azınlıkta oluşu da dikkat çekiyor. Pierre Bourdieu’nün düşünce ve çalışmalarına ayırdığımız bu sayımızda emeği geçen herkese; elinizdeki sayının oluşumuna yazılarıyla katkı veren yazarlarımıza, bu yazıları okuyup değerli önerilerde bulunan hakemlerimize ve bütün Bölüm arkadaşlarımıza teşekkürlerimizi sunuyoruz. Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle... Enes Kabakcı M. Ali Akyurt Editör Yardımcı Editör A. Günce Berkkurt’un bu sayımızda yer alan makalesinden, La distinction’ı Ayrım: Yargı yetisinin toplumsal eleştirisi başlığıyla Derya Fırat ile birlikte Türkçe’ye çevirdiklerini, çevirinin Bağlam Yayınları’ndan çıkmak üzere yayın aşamasında olduğunu öğreniyoruz. ** Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 1-30 Cezayir Deneyiminin Pierre Bourdieu’nün Sosyolojik Tahayyülüne Etkileri: Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu Nazlı Ökten Gülsoy* Özet: Pierre Bourdieu sosyolojisinin oluşumunda Cezayir döneminin çok önemli bir rol oynadığı, kendisi de dahil olmak üzere birçok yazarın üzerinde hemfikir olduğu bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Savaş ve sömürgecilik koşullarında gerçekleştirilen bu ilk çalışmalar, sosyoloğun sadece bilimsel yaklaşımını değil, siyasal konumlanışını da etkilemiştir. Sadece çözülmekte olan bir toplumsal yapıyı değil, bu çözülme karşısında geliştirilen tutumları da göz önüne alan bu çalışmalar, özellikle habitus kavramının geliştirilmesinde temel bir rol oynamıştır. Bourdieu sosyolojisinin anahtar kavramlarından olan düşünümsellik ilkesinin önemli buyruklarından biri, araştırmacının konumunu, araştırma evreninin bütünüyle birlikte değerlendirmektir. Bu makalede, sosyoloğun henüz kendine has kavramlar bütününü geliştirmemiş olduğu dönemde araştırma nesnelerini ve araştırmacı olarak konumunu belirleyen tarihsel koşullar incelenmektedir. Bu inceleme, bir anlamda Bourdieu’nün bilimsel habitusunun doğuş koşullarını da yeniden inşa etme çabasına bir katkı oluşturmayı amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: Sosyoloji, Pierre Bourdieu, Sömürgecilik, Cezayir, Savaş Influences of Pierre Bourdieu’s Algerian Experience on His Sociological Imagination: Birth of a Scientific Habitus Abstract: Many authors, including Pierre Bourdieu, agreed that his “Algerian period” had a formative role on his sociological thought. These early studies conducted under the conditions of war and colonialism, not only influenced the scientific approach, but also the political positioning of the sociologist. This article shows that a dissolving social structure and the attitudes developed in the face of this dissolution have played a major role, especially in the elaboration of the concept of habitus. One of the imperatives of reflexivity, a key concept for the sociology of Bourdieu, is to evaluate the researcher’s position, along with the whole research universe. This article aims to present how the historical conditions of Bourdieu’s research objects and his position as a researcher, at a time when a sociologist has not developed his own conceptual tools yet, have influenced and contributed to the birth of Bourdieu’s scientific habitus. Keywords: Sociology, Pierre Bourdieu, Colonialism, Algeria, War * Öğretim Görevlisi, Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 2 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı “Cezayir’i ve oradaki işsizleri, alt-proleterleri, topraksız köylüleri gidip görmek, –biraz daha ileride Althusser ve Ecole Normal’lilerle ortaya çıkacak olan– İşçiler ya da Proleterya ve Parti üzerine büyük harfli bir söylemden kopmaktı [...]” Pierre Bourdieu Yakın dönemde sosyal bilimleri uluslararası düzeyde en çok etkileyen sosyologlardan biri olan Pierre Bourdieu, 30 Ekim 1989’da Fribourg Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada (Bourdieu, 2002b), düşüncelerin uluslararası dolaşımının koşullarını tanımlamanın öneminden söz eder. Bourdieu’ye göre, bir eserin, bir düşüncenin, bir düşünürün bir kültürden diğerine nakledilme koşulları, alımlama sürecinde büyük bir rol oynayacaktır. Bir kitabı kimin çevirdiği, kimin önsöz yazdığı, hangi yayınevinin yayımladığı gibi sorulara cevap verildiğinde, o düşüncenin yayılma koşullarının anlaşılmasında da önemli bir yol kat edilecektir. Bu açıdan baktığımızda, eserlerin bir dilden diğerine hangi sırayla çevrildiğinin de önem taşıdığını söylememiz mümkün. Pierre Bourdieu’nün eserlerinin Türkçe’ye olduğu gibi diğer birçok dile yapılan çevirilerine de baktığımızda1 şunu görürüz: Cezayir dönemi eserleri, görece daha geç çevrilmekte, bazı koşullarda öncelikler listesinin son sıralarında yer almaktadır (Calhoun, 2006).2 Sayılabilecek çok sayıda nedenden biri, bu dönem çalışmalarında, teorik çerçevenin henüz katileşmemiş, Bourdieu’ye has teorik “alet edevat kutusunun” henüz oluşmamış olmasıdır. Sosyolojik bilgi üretiminde bu türden teorik katkıların gebe olduğu çalışma potansiyelleri düşünüldüğünde bu anlaşılabilir bir sonuçtur. Ancak bu dönemin Bourdieu sosyolojisinin özgün katkısını oluşturmaya katkısı üzerinde giderek büyüyen bir literatür oluşmaktadır (Addi, 2002; Calhoun, Türkçe’deki ilk Bourdieu çevirileri, görece birbirinden kopuk kalmış gibi görünmektedir. Bourdieu sosyolojisi hakkındaki ikincil literatüre ağırlık vermekle birlikte, alanındaki halen en kapsamlı çalışma için bkz. (Çeğin, Göker, Arlı ve Tatlıcan, 2001). Burada değinilmesi gereken diğer bir husus, son yıllarda akademik değerlendirme kriterlerinde en önemli yeri İngilizce yayımlanan indeksli dergilerin tutması gibi faktörlerin de etkisiyle, Fransızca sosyoloji felsefe ya da tarih literatürü, Anglo-sakson literatürde “tanınıp” kabul gördükten sonra Türkiye’de tartışılmaya başlanmaktadır. Bu konuda, örneğin Foucault’nun alımlanması için bkz. (Ökten Gülsoy, 2011). 2 Craig Calhoun 2006 yılında yayımladığı makalesinde, Cezayir dönemi eserleri henüz İngilizce’ye çevrilmediği için Bourdieu’nün eğitim konusundaki görüşlerinin Amerikan literatüründe çoğunlukla yeterince iyi değerlendirilmediğini belirtir. 1 Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 3 2006; Wacquant, 2004; Yacine, 2004). Bunun yanı sıra, Türkiye gibi, piyasa ilişkilerinin yayılma evreleri, köyden kente göç, geleneksel tarımda çözülme açısından benzer süreçler gösteren ülkeler için Cezayir deneyimi, önemli dersler barındırmaktadır. Bir Deneyimin Kalıcı İzleri Bourdieu, Cezayir deneyiminin, teorik çerçevesi konusundaki belirleyici etkilerinden birçok kez söz etmiştir. Kendisiyle yapılan söyleşilerden birinde (Bourdieu, 1987, s. 34) Centre de Sociologie Européenne’de yürüttüğü eğitim ve kültür sosyolojisi konulu çalışmalarında kullandığı kavramların çoğunun Cezayir’de gerçekleştirdiği etnolojik ve sosyolojik çalışmaların kazanımlarının genelleştirilmesinden doğduğunu belirtmiştir. Öznel beklentilerle nesnel şanslar arasındaki ilişkinin, Cezayirli işçilerde de, Fransız öğrencilerde de tezahür etme biçimlerini örnek olarak gösterir ancak çok daha aşikâr olan bir aktarımın, toplumsal faillerin bilişsel yapılarına ve sınıflandırma etkinliklerine yönelik ilgisinde gerçekleştiğini belirtir. Eseri hakkındaki değerlendirmelerin yer aldığı bir kitabın sonsözünde, bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Örneğin, başlangıçta, şerefin mantığını anlatabilmek için tasarlanmış simgesel sermaye için olduğu gibi, Cezayir Kabiliyelileri hakkında geliştirdiğim sorun ve kavramları –yalnızca Béarn bölgesindeki köylüler üzerine yaptığım erken çalışmalarıma değil– Fransız toplumuna ilişkin çalışmalarıma da aktarmayı hiç bırakmadım” (Bourdieu, 1993). Cezayir deneyimini, felsefeden sosyolojiye geçişine eşlik eden dönüşümün en kritik anı, hatta bir “eriştirme/erginleme” (initiation) olarak tanımlar. Bu, sadece –yine kendi deyimiyle– o dönem Cezayir’in bir tür toplumsal deney ortamı oluşturması nedeniyle değil; savaş ortamında araştırma yapmanın, kendisini düşünümsellik konusunda özellikle hassas kılmış olabileceği ve araştırmacının konumu üzerine sürekli ve hayati bir uyanıklığın gerekliliğini vurgulamış olması nedeniyledir (Bourdieu, 2004, s. 78). Bourdieu’nün Cezayir’deki saha çalışmaları sırasında çektiği fotoğraflardan oluşan serginin küratörlerinden Franz Shultheis, bu etkiyi şöyle tanımlamaktadır: “Bourdieu sosyolojisinin en temel konuları, bu erken dönemde mevcuttur: Değiştokuşun altında yatan kurallar ve bu bağlamda geçerli olan “bütüncül toplumsal olgular” kadar; iktisadileşmenin toplumsal bütünleşmesi, zaman yapısı, akılcılık, toplumların simgesel düzeni; cins, kuşak 4 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı ve toplumsal sınıflar arası tahakküm ilişkileri ve homo economicus’un evrensel akılcı hesaplaması olması istenen şeyin tarihsel-toplumsal olasılık koşulları gibi sorunlar, o gün olduğu gibi, daha sonra da yazılarının anahtar bilişsel meseleleri olmuştur. Etnoloji, antropoloji ve sosyolojinin birbirine ayrılmaz bir biçimde bağlı olduğu ve Bourdieu’nün yakın zamanda haklı olarak ‘en erken ve en aktüel çalışmam’ olarak nitelediği, böylece ilk kez, fotoğraf unsuruyla tamamlanan bu ufuk açıcı saha araştırması, tüm temel biçimleri ve içerikleriyle Bourdieu sosyolojisinin doğum hali konusunda bir görüş sunar” (Shultheis, 2007). Cezayir yıllarının, Bourdieu üzerindeki kalıcı etkileri konusunda birçok araştırmacı hemfikirdir. Bourdieu sosyolojisinin özellikle ABD’deki alımlanmasında kilit bir rol oynayan Loïc Wacquant (2004), erken dönem çalışmaları arasında yer alan, bir anlamda Bourdieu’nün bilimsel habitusu üzerindeki etkileri tartıştığı bir makalesinde3 özellikle Kabiliye ve Béarn üzerine yaptığı çalışmaların çaprazlamasına çözümlenmesinin, teorik teşebbüsünü anlamak bakımından esas olduğunu belirtir. Wacquant, Bourdieu’nün Cezayir’le ilgili ilk ampirik çalışmalarında ortaya çıkan üç soru olduğunu ortaya koymaktadır: 1) Kapitalizm-öncesi bir ekonomiden, kapitalist bir ekonomiye geçişin araçları, mekanizmaları ve etkileri nelerdir? 2) Bu geçiş, kendisini, buna maruz kalanların değişen bilinçlerinde, zihinsel kategorilerinde ve özellikle de zaman kavrayışlarında ve duygusal tutumlarında nasıl gösterir? 3) Sömürge (sonrası) ortamında iki sınıftan hangisi, sanayi işçileri mi, köylüler mi devrimci bir güç olarak hareket edecektir ve proleterya ile alt-proleterya arasındaki klasik ayrışmanın geçerliliği ortaya konabilir mi?4 (Wacquant, 2004, s. 390) Cezayir döneminin Pierre Bourdieu’nün sosyolojisinde gösterdiği Bildung etkisini, özellikle ikinci sorudan yola çıkarak takip etmeye çalışacağımız bu makalede, 1972’de Esquisse d’une théorie de la pratique’te yayımladığı üç makale, ki bunlardan “La Maison Kabyle”, özellikle Anglo-Sakson akademik dünyada antropolojinin klasikleri arasına girmiştir,5 ve sonrasında Le sens pratique’te geri Makalenin yayımlandığı Etnography dergisinin bu sayısı, Bourdieu’ye hasredilmiş olup, içinde kendisiyle yapılmış iki söyleşi, üç makalesinin İngilizce çevirileri ve üzerine yazılmış üç makale bulunmaktadır. 4 Bu sorular, Jeremy F. Lane’in (2000) deyişiyle Durkheimvari bir “toplumsal morfoloji” çalışması olan Sociologie de l’Algérie’den ziyade, Travail et Travailleurs ve Déracinement gibi ampirik çalışmaları için geçerlidir. 5 Bununla birlikte bu çalışmaların yoğun bir eleştirisinin mevcut olduğunu da hatırlatmak 3 Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 5 dönüp teorisinin ana hatlarını kesinleştireceği dönemden daha öncesi, Cezayir topraklarında yaşadığı dönemlerde yaptığı çalışmalar, yani Sociologie de l’Algérie (Cezayir’in Sosyolojisi), Travail et travailleurs en Algérie (Cezayir’de Emek ve Emekçiler) ve Le déracinement (Köksüzleşme) ile bir anlamda bu üç kitabın bir sentezi niteliği taşıyan L’Algérie 60 (Cezayir 60)6 esas alınacaktır. Bourdieu’nün Cezayir deneyimini önceleyen siyasal ve entelektüel ortamı değerlendirmek, bu başlangıç deneyimini önceleyen koşulları anlamak bakımından önemli görünmektedir. Cezayir-Fransa: Siyasal Gerilimler ve Entelektüel Konumlanmalar Cezayir’de genel valilik görevi de yürütmüş olan antropolog Jacques de Soustelle, 1962 yılında yayımladığı anılarında 50’li yılların sonunda Fransa’daki ve Fransız sayılan Cezayir’deki durumu şöyle aktarır: “1958’in başında rejim o denli içeriden çürümüştü ki devirmek için kuvvetlice üflemek yeterliydi. Aslında kendi hatalarının ağırlığıyla, genel bir kayıtsızlığın ortasında yavaş yavaş kendiliğinde yıkılıyordu. Buna karşı çıkmak için sokağa çıkan Fransızlar kadar, savunmak için inenler de az sayıdaydı; öyle ki ne bağlılık ne saygı uyandırıyordu” (Soustelle, 1962, s. 1). Fransa’da siyasal kriz, Cezayir meselesinin pekiştirdiği ve cepheleri ayrıştırdığı bir düzlemde cereyan ediyordu. Cezayir’in Fransız kalması ya da bağımsızlaşması, aynı zamanda bu rejim sorununu elle tutulur hale getiren bir soruydu. 1954 yılında dönemin İçişleri Bakanı, daha sonraki Fransa Devlet Başkanı François Mitterand’ın “Cezayir Fransa’dır” sözüne temel oluşturan pratikler, sömürgeleştirmenin kendisi kadar eskiydi. Bu dönem tartışmalarında sık sık dile getirilen olgulardan biri, Cezayir’in 1830 yılında, yani Savoie’dan (1860) daha önce Fransız topraklarına katılmış olmasıdır. Birbirini takip eden sömürgeleştirme pratiklerinden en önemlilerinden biri, Sedan yenilgisi sonrası topraksız kalan, Alsas ve Lorenli köylülere Cezayir’de toprak verilmesidir. Bu şekilde gelen nüfusun “vatan hasreti” çekmemesi için bulunan çözüm, geldikleri gerekir. “Batılılaştırma” (Reed-Danahay, 1995) ve “ikici tipolojilere hapsetme” (Lane, 2000, s. 112) gibi eleştiriler mevcuttur. Jane Goodman ve Paul Silverstein’ın (2009) derlemesi, tamamen Cezayir dönemi çalışmalarının eleştirisine hasredilmiştir ve Bourdieu’nün araştırmalarının sömürge bağlamı içinde okunması gerektiğini öne sürmektedir. 6 Henüz Türkçe’ye çevrilmemelerine rağmen, metin içinde bundan sonra Türkçe adlarıyla anılacaklardır. Aksi belirtilmediği sürece metin içindeki alıntıların çevirileri bana aittir. 6 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı bölgelerin özelliklerini yerleşim yerlerinde mimari olarak da tekrar etmemeleri, dolayısıyla kendilerini yabancı hissetmemeleridir.7 Sömürge otoritelerinin Cezayir coğrafyasına müdahaleleri, öncelikle buraya yerleştirilen Fransızları göz önüne almıştır. Bunlar arasında örneğin “Vichy havası”nın teneffüs edilebileceği kaplıca bölgeleri oluşturmak bile vardır (Jennings, 2006’dan akt. Dodman, 2011). Bunları gerçekleştiren büyük şirketler, sömürgeci kapitalizmin öncü kuvvetleridir. Cezayir’de, başlangıçta Bourdieu’nün Pères Blancs olarak sık sık andığı, misyoner rahiplerin8 yerli nüfus hakkındaki çalışmalarına ve oryantalistlerin anlatılarına dayanan antropologların çalışmaları, özellikle Marcel Mauss’un öğrencisi olan Germaine Tillion ve Jacques Soustelle’in varlığıyla başka bir boyut kazanır. İlk kez 1934 yılında Mauss’un cesaretlendirmesiyle Ores bölgesinde çalışmaya başlayan Tillion, savaşın başlamasından sonra Louis Massignon’un önerisiyle François Mitterand tarafından göreve çağrılır. Çok değil, 20 yıl sonra Ores’e döndüğünde iktisadi bir yıkımla karşılaşan Tillion, yine Mauss’un öğrencilerinden, valilik görevine getirilen Jacques de Soustelle’le işbirliği içinde çalışarak, Cezayir toplumundaki dönüşümler konusunda uygun politikalar üretmeye çalışan Fransız idaresine bir anlamda yol gösterir. Soustelle’in kitabın başlığında sözünü ettiği ihanete uğrayan umut, De Gaulle’ün Cezayir rejimini adil kılmak için çalışmak yerine Fransa’dan ayrılmasını hızlandırmasıdır. İngiliz sömürgeciliğinin colour bar saplantılı, cemaatleri kesinlikle birbirinden ayrı tutan politikalarının yanında, Fransızların kültürel anlamda yerli halkı önemseyen politikalar ürettiğini varsayan bu yaklaşım (Soustelle, 1962, s.19), Fransız entelektüellerinin bir kesiminin Cezayir’in bağımsızlığından ziyade, Cezayirlilere eşit yurttaşlık hakları konusunda mücadeleye ağırlık vermelerine neden olmuştur. Soustelle döneminde kurulan Toplum Merkezleri (Centres Sociaux) yerli halkla, sömürgeleşme sonrası yerleşen nüfus arasındaki duvarları indirmeye yönelik bir girişimdi. Yine aynı dönemde kurulan Özel İdari ve Toplumsal Birimler (SAS; Sections administratives et sociales), bu büyük dönüşümden kaynaklanan siyasi çalkantıları durdurmayı amaçlasa da, savaş koşulları altında Bourdieu’nün nasıl çalışmış olabileceğine dair bize bir Bu dönemde Fransa’dan gelen nüfus içinde sık gözlemlenen rahatsızlıklardan biri “nostalji” üzerine ilginç bir çalışma için bkz. Dodman (2011). 8 1867’deki büyük açlığın ardında bıraktığı kimsesiz çocuklara bakmak üzere Cezayir’e yerleşen bu rahipler, bekâret, yoksulluk ve itaat yeminlerine ek olarak, Afrika’yı Hıristiyanlaştırma yemini de etmişlerdi. http://www.africamission-mafr.org/ethnographie.htm. 7 Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 7 fikir veriyor. Sömürge yönetiminin Ulusal Kurtuluş Ordusu (ALN, Armée de Libération Nationale) etki alanını daraltmak için başvurduğu köy boşaltmalar ve kimi zaman da savaş koşullarından yılan köylülerin kendi istekleriyle göç etmelerinin kentlerin çeperinde yarattığı “kökünden koparılmış” yığınlar, daha sonra Bourdieu ve çalışma arkadaşlarının araştırma evrenlerini oluşturacaktır. Başvurulan politikalardan biri de Yeniden Gruplandırma Merkezleri adı verilen yerleşim birimleri oluşturmaktır. 1962 yılında Müslüman nüfusun yaklaşık beşte birinin bu kamplarda yaşadığı biliniyor. Bunlara topraklarını gönüllü olarak terk edenler de eklenince, Cezayir’de nüfusun %50’sinin yer değiştirdiği ortaya çıkıyor. Tillion’un “berduşlaşma” (clochardisation) olarak adlandırdığı bu sürece, Bourdieu de “gecekondulaşma” (bidonvillisation) (Bourdieu, 1961, s. 30) adını takacaktır. Burada, Bourdieu’nün Tillion’un temsilcilerinden biri olduğu sömürge karşıtı tutuma yönelik eleştirilerine de değinmek gerekir. Tillion’un L’Algérie en 1957’deki yaklaşımı (1957), Fransız hükümetinin, Cezayir halkı üzerindeki modernleştirici etkisinin eksikliğinden doğan, daha iyi politikalarla aşılabilecek bir geleneksel/modern ikiliğini barındırmaktaydı. 9 Tillion’un Aurés’te bir köylüden naklettiği, Sayad ve Bourdieu’nün daha sonra Köksüzleşme’de kullandıkları “Bizi dere geçidine getirdiniz, ortasında bıraktınız” cümlesi, Fransızların gelenekselden moderne uzanan yolda Cezayir’deki yerli halklara eşlik edebileceğine dair bir hayali temsil ediyordu. Bu yaklaşımı eleştiren Bourdieu, bu halkların azgelişmişliklerinin sürdürülmesinde, sömürge yönetimlerinin rolünü vurgulamıştır. Zaten 50’li yılların başında Michel Leiris ve Georges Balandier, sömürge yönetimleri altında antropolojik çalışmanın eleştirisini oluşturmaya başlamışlardır (Sacriste, 2011, s. 23). Ancak Tillion, piyasa ekonomisinin girişinin nüfusun bir bölümü üzerindeki tahribatını gözlemlerken bunu yerli inançların kaderciliğine bağlayanlara, yüzyıl önce Fransız köylüsünün temsili olan Jacques Bonhomme’un da “Hıristiyan tevekkülü” nedeniyle suçlandığını hatırlatır (Tillion, 1957, s. 31). Dolayısıyla Bourdieu entelektüel sahneye girdiğinde, iktisadi dönüşümlerle kültürel tutumlar arasındaki ilişki Cezayir bağlamında tartışılmaya başlanmışTillion, yıllar sonra geri döndüğü topraklardaki köylülerin durumunu böyle açıklamıştır. Bıraktığında, hepsi çok sade ama aşağı yukarı eşit hayatlar süren kabile/aşiret bireyleri arasında eşitsizliğin arttığını ve kötü duruma düşenlerin “aralık ile haziran arasında” ne yiyeceklerini bilemediğini anlatır. 9 8 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı tır. Bourdieu, daha sonra Cezayir’de emek ve emekçiler’de de adını vermeden, Aurés bölgesindeki bağlamın arkaik bir ekonomiyle modern bir ekonominin çarpışmasının bir sonucu olarak açıklanmasını iki açıdan yetersiz bulur: Aurés gibi görece kapalı bir bölgedeki sonuçları tüm Cezayir’e yaymak doğru değildir; özel mülkiyetin yaygınlaşmasını hızlandıran yasaların geleneksel toplumsal bağları zayıflattığını ve zaten parasal alışverişlerin yaygınlaşmasıyla başlamış bulunan ekonomik bireyciliği cesaretlendirdiğini vurgular. Yine bir diğer itirazı, kültürsüzleştirmeyle kültür etkileşimi arasındaki farkın iyice görülmesi gerektiğiyle ilgilidir. Gerçekliği kâle almayarak ve direnişe aldırmayarak kendi idari ve hukuki normlarını dayatan sömürgeci yönetimin müdahalelerinin hızı ve sertliği özellikle kırsal kesimde geniş çaplı bir kültürsüzleşmeye (déculturation) neden olmuştur. Cezayir konusunda sömürgecilik karşıtı tutumlarından etkilendiği ama çözümlemelerini ve bunlardan çıkardıkları sonuçları eleştirdiği diğer entelektüel figürler Jean-Paul Sartre ve Franz Fanon’dur. Sartre’a Karşı: Entelektüel Konumlanma ve Sosyoloğun Rolü Fransa’da Cezayir konusunda gerçek bir sorgulama II. Dünya Savaşı’ndaki yenilginin ardından gelmiştir. İleriki yıllarda Bourdieu’yü Sorbonne’a asistanı olarak çağıracak olan Raymond Aron, 1957’de yayımladığı La tragédie Algérienne’de sömürge yönetimine son verilmesi gerektiğini belirtmişti. Sartre ve Camus de, 1956’da farklı nedenlerle bile olsa Fransa’nın Cezayir konusundaki politikasını değiştirmesi zorunluluğunu ortaya koymuşlardı. 1958 yılında kurulan Audin Komitesi, adını işkence olaylarını ortaya koyduğu için Cezayir’de polis tarafından gözaltına alınan ve sorguda ölen matematik asistanından almıştı (Vidal-Naquet, 1998). Özellikle sol cenahtan Fransız entelektüellerinin Cezayir’de yürütülen savaşa karşı oluşturdukları ilk büyük girişim, 121’ler Manifestosu, aynı anda İtalya’da Tempo Presente’de, Almanya’da Neue Rundschau’da yayımlanırken Fransa’da Les Temps Modernes’de, matbaa basmayı reddettiği için iki boş sayfa halinde çıkıyor ve daha sonra Bourdieu’nün kendi kitap dizisini başlatacağı Editions de Minuit tarafından basılıyordu. Bu manifesto Cezayir halkına karşı silah almayı reddetmenin meşru olduğunu ilan ederken, hemen ardından çıkan Fransız Entellektüellerinin Manifestosu, 121’leri Fransa’nın ve hatta Batı’nın yıkımını istemekle suçlayacak kadar ileri gidiyordu. David Swartz (Swartz ve Zolberg, 2005, s. 335) gibi yazarların Bourdieu’nün entelektüel konumlanma konusundaki eleştirilerini Sartre ve Foucault’ya al- Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 9 ternatif olarak tanımlamalarına rağmen, Bourdieu’nün 50’li yılların iki devi, Sartre ve Lévi-Strauss’un karşısında ve etkisinde gerçekleşen entelektüel konumlanmasıyla Michel Foucault’nunki arasında başlangıçta büyük bir benzerlik vardır. Foucault, “spesifik entelektüel” modelini, Sartre’ın oluşturduğu “total entelektüel” modeli karşısında bir alternatif gibi sunmuştur. Sartre’ın temsil ettiği özne felsefesine karşı konumlanmak her ikisi için de temeldir. Ancak bu karışık bir ilişkidir. Bourdieu, Franz Schutheis’la yaptığı bir söyleşide “Sartre bir üslup, bir ton başlatıyordu... Başka bir bağlamda Heidegger’in etkisine oldukça benzerdi: hayatın içine felsefe koyduğu izlenimini veriyordu. Bir romanın olabilecek bir dille, gündelik şeylerden söz ediyordu ve genç bir filozof çömezi için çok heyecan vericiydi” (Bourdieu, 2001, s. 194) der. Bu karmaşık ilişkinin Cezayir deneyimiyle ilişkisini çözümleyen Lahouari Addi’ye göre Bourdieu, Sartre’ın özne felsefesini reddetmeye Cezayir çalışmalarıyla, Lévi-Strauss’un antropolojisine yaslanan zihinsel yapılar kavramıyla başlamıştır ancak ona, Cezayir toplumunun görünenin ötesindeki özünü anlamaya çalışma sezgisini veren de Sartre okumasıdır (Addi, 2002, s. 29). Addi, “Cezayir’in sosyolojisi’nde ele alınan bazı sorunlar için Sartre’ın Varlık ve hiçlik’inin bir okuması örtük bir referans oluşturur,” diyen Derek Robbins’le aynı çizgidedir. Bununla birlikte Bourdieu, Sartre’ın (ve Fanon’un)10 Cezayir konusundaki konumlanmalarını, entelektüel sorumsuzlukla niteler. 1994 yılında Amerikalı tarihçi James D. Le Sueur’e verdiği bir mülakatta (2005, s. 282)11 Fanon ve Sartre’ın metinlerini sorumsuz ve hatta megalomanca bulduğunu, ikisi için de büyük bir hayranlık beslemesine rağmen haklı oldukları noktalarda bile nedenlerini yanlış bulduğunu belirtir. Le Sueur, Bourdieu’nün Sartre (ve Fanon’un) savaşa karşı olmasını, “121”lerle12 birlikte aldığı konumu “çok iyi”, hatta “olağanüstü” bulduğunu, ancak yazdığı metinlerin çoğunun propagandadan ibaret, entelektüel anlamda sorumsuzca, bir anlamda modaya uygun olarak gördüğünü aktarır. Sadece siyasal konumlanma açısından değil, çözümleme açısından da eleştirileri vardır: “Fanon’un belirttiği siyahlara karşı ırkçılık konusundaki bedensel kimlik sorunları, Cezayir örneğinde aynı şekilde tezahür etmez. Bir Cezayirli’nin, sorunlarını siyahlar gibi sunduğunu hiç duymadım. Elbette bir Fanon’u Cezayir hakkında isabetli olmayan görüşler üreten Parizyen bir çerçevede kalmakla eleştirir (Bourdieu, 1987). 11 Bourdieu, Le Sueur’ün kitabına aynı zamanda bir önsöz de yazmıştır. 12 Cezayir’deki savaşın meşruluğunu sorgulayan ilk imza metni kastedilmektedir. 10 10 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı aşağı görülme durumu var ama Fanon’un yazdığı temelde değil [...] Siyahların sorunlarıyla Cezayirlilerin sorunları aynı değil. Cezayirliler için yoksulluk, aşağılanma, Fransızlaştırma ve dil meseleleri var ama Fanon’un bedensellik konusunda iddia ettiği derecede yoğunlaşmış değil. Arada büyük bir fark var... Cezayirli kadınların bedenleriyle çok farklı bir ilişkileri var. Fanon’un geliştirdiği mantık, Kuzey Afrikalılar (Maghrébins) için aynı önemi taşımıyor” (Le Sueur, 2005, s. 282). Daha ileride görebileceğimiz gibi, Bourdieu köylülük konusundaki yaklaşımlarında da Fanon’un karşısında yer almıştır. Akdeniz’in Öbür Yakasına Geçerken Fransa’nın en iyi okullarından birinden gelen genç bir filozof adayı olarak Pierre Bourdieu, yukarıda tanımladığımız siyasal koşulların ve entelektüel tartışmaların oluşturduğu zihinsel birikimle yola çıkmaktadır. 1955 yılında askerlik hizmetini yapmak üzere Akdeniz’in öte yakasına geçen gemide kendisi gibi iyi bir eğitimden geçmiş yedek subaylarla değil kendi deyişiyle “Mayenne’in, Normandiya’nın okuma yazma bilmezleriyle” bir arada olmasının nedeni, hem askerliği için bir anlamda oraya sürülmesidir13 hem de onlarla bir arada bulunmak istememesidir. Cezayir konusundaki düşünceleri, “Cezayir Fransızdır” diyen subaylarla uyuşmamaktadır (Bourdieu, 2004, s. 56-58). Cezayir’in sosyolojisi kitabını yazmasını sağlayacak koşullar ise, ailesinin, doğduğu bölgeden, Béarn’dan hemşehrisi bir albayın korumasını sağlamasıdır. Genel Vali’nin basın bürosunun yöneticisinin olumlu yaklaşımı sayesinde, yazmak için gerekli zamanı bulacaktır. Burada da “bir işe yarama” saiki belirgindir: vahşi bir savaşın vicdan azabını gidermek. Kitabın çıktığı Que sais-je (Ne biliyorum?) başlıklı koleksiyon, belli başlı konulara giriş niteliği taşıyan bir düzey gerektirmektedir. Gerçekten de kitap, Cezayir toplumunu oluşturan farklı etnik unsurların, toprak rejimi ve aile yapıları esasına dayalı bir gruplandırmasını yapar. Bir anlamda, Akdeniz’in öte yakasından bakıldığında, bir bütün olarak görülen Cezayir toplumunun parçalı yapısını, onu oluşturan grupların özgül niteliklerini inceleyerek, sömürgeci zihniyetin “Araplar” diyerek tek bir kategoriye sıkıştırdığı bir halkın çoğulluğunu ortaya koymaktır. Kitabın giriş kısmında Arap yazarların, Hz. Ömer’e atfettikleri “[Kuzey] Afrika fırkadır” sözünü aktarır (Bourdieu, 1958, s. 3)14 Dönemin Cezayir savaşına karşı tutumuyla bilinen L’Express dergisine abone olması bu konudaki tavrının subaylar tarafından öğrenilmesine neden olmuştur. 14 Afrika’yı oluşturan sessiz harflerin fırkadan türediği ima edilmektedir. 13 Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 11 ama sadece farklılıkların üzerinde durmakla derinden ortak bir kimliği gözden kaçırma tehlikesini de akılda tutar. Cezayir’i Kuzey Afrika’dan yalıtılabilecek bir bütünlük içerdiği için değil, tam bir sömürgeleştirmenin etkilerinin en yoğun olduğu coğrafya olarak ele aldığını belirtir. Sömürgeleşmeyle birlikte gelen yıkım ve yeniden yapılanmanın yasalarını şöyle sıralamaktadır: “[...] eşitsiz değişim oranları yasası, kültürel sistemin bazı veçheleri diğerlerinden (örneğin bir tarafta demografi diğer tarafta iktisat ve teknikler) daha hızlı dönüştüğünden derin bir dengesizlik ortaya çıkar; iki sistem arasında olası ödünçlerin sınırını tanımlamaya izin veren farklı bağdaşırlık yasası, bu sınırı geçmek ancak toplumun bütünsel bir dönüşümüyle mümkün olur; ödünç alınanın, karşılama bağlamına göre yeniden yorumlanmasını sağlayan bağlam yasası; yerli kültürel özelliklerin anlamlarının, yeni bir kültürel bütüne yerleştiklerinde derinden değişmesini gösteren ölçek değişimi ve kültürel çerçeve değişimi yasası; nihayet bazı durumlarda radikal ve bütünsel bir altüst oluşun gerçekleşmesi için bir ayrıntının değişiklik göstermesinin yeteceğini öngören kültürel unsurların birbirine bağlılığı yasası” (Bourdieu, 1958, s. 108). Bu değişimlerden nasibini alan unsurlardan biri de Cezayir toplumunun İslamiyet’le olan ilişkisidir. Göçle birlikte gelenekten kopuş, üyeleri birbirine kutsal bağlarla bağlı aşiretten, fabrikaya ve atölyeye geçiş, geleneksel dinselliğin kök saldığı toprağı da ortadan kaldırmıştır. Tarihsel anlamda İslamiyet’in Kuzey Afrika’ya özgü şekillenmelerini tartıştığı kısa bölümde (Bourdieu, 1958, s. 96107), her ne kadar geleneksel hayatın her anını örgütleyen dinsel boyuta dikkat çekse de, onu bütün kültürel fenomenlerin belirleyici nedeni kılan açıklamaları; dini iktisadi ve toplumsal yapıların basit bir yansıması kılan açıklamalar kadar yersiz bulduğunu belirtir. Aynı dogma adına son derece farklı iktisadi sistemlerin ve siyasi düzenlerin haklı kılınabileceğine, yaşayan İslamiyet ile sanayi devrimi geçirmemiş uygarlıklar arasında özellikle iktisadi tutumlar açısından benzerlikler bulunduğuna dikkat çeker.15 Müslüman toplumun “teolojik durumuyla” İslam dininin teolojisinin birbirine karıştırılmaması gerektiği konusundaki uyarısı bugün de geçerliliğini korumaktadır. Bu yaklaşımda, antropolog Reed-Danahay’in (1995) Bourdieu’nün eğitim konusundaki çalışmalarının Oksidantalizmle ilintilendirilebilecek ideolojik taraflılıklar içerdiği eleştirisine paralel görülebilecek bir gelenek ve modernlik dikotomisi gözlemlenebilirse de bu ilk çalışmanın daha çok sömürge karşıtı siyasi bir konumlanma amacı taşıyan, önceki çalışmaların bir sentezi niteliği taşıdığını unutmamak gerekir. 15 12 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Kitabı yazarken, bir yandan da akşamları, Husserl’de zamansal deneyimin yapısı üzerine çalışmaya devam etmektedir. Derek Robbins, Bourdieu’nün Kabiliye’deki köy hayatında yapılandırılmış bir zaman duyusunun bulunmayışını, mevsimlerin ritmiyle uyum içinde sürekli bir şimdiki zaman halinin hakim oluşu konusundaki gözleminin, habitus kavramının oluşmasındaki öneminden söz etmektedir (Robbins, 2000, s. 28). Bourdieu, “zaman” kavramı etrafındaki sorgulamalarının Cezayir deneyimiyle karşılaşmasının sonucunu, kendisiyle 1986 yılında Theory and Society dergisi için yapılmış bir söyleşide, şu şekilde aktarmıştır: “Şeref konusundaki en eski çalışmalarımda, bugün sorduğum soruları bulursunuz: Tanınma için verilen bütün mücadelelerin toplumsal hayatın temel bir boyutu olduğu ve bu mücadelelerde bahis konusunun belli bir tür sermayenin, nam anlamında şerefin, saygınlığın biriktirilmesi olduğu ve dolayısıyla tanıma ve tanınma üzerine kurulu sermaye olarak simgesel sermaye birikiminin özgül bir mantığı olduğu düşüncesi; ne bilinçli ne hesaplı, ne de mekanik olarak belirlenmiş olan, pratiğin yönelimi olarak strateji düşüncesi; pratiğin, özgüllüğü zamansal yapısında yatan bir mantığı olduğu düşüncesi” (Bourdieu, 1987, s. 33). Bourdieu bu dönemde kendisini “siyasi bir pedagoji çalışması” adını verdiği şey nedeniyle geçici olarak etnolojiye ve sosyolojiye başvuran bir felsefeci olarak görür. Ona göre, bu geçici durumun kalıcılaşması, Lévi-Strauss’un çalışmaları –Fransızca’da etnoloji olarak adlandırılan disipline, İngilizce’de olduğu gibi antropoloji adını vererek bir anlamda Almanca’daki saygın değerini kazandırması– sayesinde kolaylaşmıştır.16 Antropolojinin, yalnızca “uzak” kabileleri değil, modern toplumları da anlamak ve açıklamak için başvurulabilecek bir disiplin olarak görülmeye başlanması, “saygınlığının” artmasıyla eş zamanlıdır.17 Bour16 Bourdieu, bu noktada aynı sıralarda Foucault’nun Kant’ın Antropoloji’sini çevirdiğini hatırlatır. Foucault, daha sonra Kelimeler ve Şeyler (Les Mots et les Choses) adlı kitabı nedeniyle çıktığı bir televizyon programında bizim dünyamızın bir antropolojisini yapmak istedim diyecektir. Lectures pour tous - 15/06/1966 - 14min35s. http://www.ina.fr/art-et-culture/litterature/video/I05059752/michel-foucault-a-propos-dulivre-les-mots-et-les-choses.fr.html. 17 Bourdieu, Awal dergisinin çıkışı dolayısıyla Kabiliyeli yazar Mouloud Mammeri’yle yaptığı söyleşide etnolojiyi, kendini tanımanın çok önemli bir aracı, fantezilerin ve korkuların ilkesi olan temsilleri, zihinsel yapıları, bir anlamda kültürel bilinçdışını ortaya çıkarmaya elverişli bir tür toplumsal psikanaliz olarak nitelemekte ve Cezayir’de etnolojinin bir sömürge bilimi olarak bir köşeye atılmamış olmasından duyduğu memnuniyeti dile getirmektedir. Mammeri, cevabında yine de resmi ideolojinin yaklaşımını gösterme ihtiyacı duyar: 1974 yılında Cezayir’de yapılan Uluslararası Sosyoloji Kongresi’nde Milli Eğitim Bakanı’nın sosyolojiyi gelişmiş Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 13 dieu, Cezayir deneyimini retrospektif olarak değerlendirdiği bir konuşmada18 1950’lerin sonunda, Kuzey Afrika konusundaki çalışmaların oryantalist geleneğin hakimiyetinde olduğunu belirtir. O dönemin sosyal bilimler hiyerarşisinde, sosyoloji Amerika ve Avrupa halklarıyla, etnoloji ilkel topluluklarla, oryantalizm de evrensel bir dini ve dili olan Avrupa-dışı halklarla ilgilenmektedir. Kabiliye halkları konusundaki çalışmasını da oryantalizm ve etnoloji arasında “tuhaf ” bir yerde konumlandırır. Bu tuhaf konumun, bu disiplinlerin geleneksel nesnesiyle yeni bir ilişkiye girmesini sağladığını belirtir (Bourdieu, 2000, s. 41). Tassadit Yacine, Bourdieu’nün Cezayir konusundaki bu ilk çalışmasında henüz ülkeyi sadece okuduklarından tanımasına rağmen yaptığı isabetli tahlilleri, Genel Vali’nin basın bürosunda çalışırken erişebildiği kaynakların genişliğine ve yerel araştırmacılarla kurduğu ilişkilere bağlar (Yacine, 2004). Daha sonra Cezayir Üniversitesi’nde ders verirken devam ettireceği bu ilişkiler, üniversite çevresiyle sınırlı kalmayacaktır: İlkokul öğretmenleri, rahipler, gazeteciler ve öğrenciler Cezayir toplumunu daha yakından tanımasına yardım edeceklerdir. Örneğin, Le Sueur’ün kitabının önsözünde andığı, Fransız aşırı sağ örgütü OAS tarafından öldürülen ilkokul öğretmeni ve romancı Mouloud Feraoun, Cezayir üzerine yazdıklarını okuyup yorumlayan ilk kişilerdendir. 1958-1961 yılları arasında Cezayir Üniversitesi’nde bir yandan felsefe ve sosyoloji dersleri verirken bir yandan da öğrencileri ve meslektaşlarıyla birlikte araştırma yapmaya başlayacaktır. Askerlikten sonra Cezayir Üniversitesi’nde ders vermeye başladığında henüz bir sosyoloji bölümü yoktur. Daha sonra birlikte çalışacağı öğrencisi Abdelmalek Sayad, Bourdieu sayesinde ilk kez, toplumsal gerçeklik üzerinde bilimsel olarak çalışmanın mümkünlüğünü anladığını belirtir (Sayad 2002). Ders verdiği ortam, “Cezayir Fransızdır” görüşünün hakim olduğu, tersini savunan öğretim üyelerinin linçe varabilecek baskılara maruz kaldığı bir durumdadır. Üniversitede verdiği konferansın başlığının “Cezayir Kültürü” olması bile sorun yaratır ve bir tür provokasyon alarak görülür: Cezayir için bir kültürden söz etmenin bile siyasi olarak sakıncalı görüldüğü bir ortamda, Fransız aşırı sağı tarafından mimlenecek, Cezayir’den ayrılana kadar tehlike altında yaşayacaktır. Bu koşullarda yaşamak ve çalışmak, araştırma toplumlarla özdeşleştirerek olumladığını, etnolojiyi ise sömürge toplumlarıyla özdeşleştirerek reddettiğini belirtir (Bourdieu ve Mammeri, 2003, 9-18). 18 21 Mayıs 2000 tarihinde Institut du Monde Arabe’da yaptığı “Retour sur l’expérience algérienne” başlıklı konuşmanın metni için bkz. Awal, No: 21, 2000, s. 5-10. 14 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı teknikleri ve araçları konusunda da daha yaratıcı olmasını zorunlu kılmıştır. Giysilerin tanımlanmasından yerleşim yerlerindeki anketlere, fotoğraflardan köşebaşlarındaki konuşmaların kayıtlarına, arşivlerden okullardaki testlere ve Toplum Merkezleri’ndeki tartışmalara kadar uzanan geniş bir yöntem yelpazesi, Cezayir’den başlayarak, sahaya uygun bilgi edinme teknikleri konusundaki yaratıcılığını çeşitlendirmiştir. Fondation Bourdieu’nün kurucusu Franz Schultheis’la yaptığı bir söyleşide (Bourdieu, 2007) Rorschach testlerine bile başvurduğunu belirtmektedir: “[...] durmadan kendi kendime şöyle diyordum: ‘Benim zavallı Bourdieu’m, sahip olduğun bu zavallı araştırma teknikleriyle bu işin üstesinden gelebilecek seviyede değilsin, her şeyi bilmek gerek, her şeyi anlamak, psikanalizi, ekonomiyi.’ Rorschach testleri uyguladım; anlayabilmek için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Aynı zamanda ayinler hakkında veri toplama niyetim vardı, örneğin baharın ilk gününü kutlamak için yapılanlar gibi. Oradaki insanlar bana bir sürü masal anlattılar, canavar masalları ve o anda oynamaya başladıkları oyunları [...]” Bu libido sciendi, “sömürgeci kapitalizmin ve bağımsızlık savaşının toplumsal afetinin haritasını çıkarabilmek için etnografiyle istatistikleri, mikroskopik yorumlarla makroskopik açıklamaları bir araya getiriyordu” (Wacquant, 2002). Daha sonra, Bourdieu’nün ayırt edici çizgisi haline gelen, sosyoloji ve antropolojinin yöntemlerini bir arada kullanma ve bunlar arasındaki yapay sınırları tanımama, Cezayir çalışmalarının en başından beri karşımıza çıkan bir tutumdur. INSEE’nin (Institut national de la statistique et d’études économiques; Ulusal İstatistik ve İktisadi İncelemeler Enstitüsü) Cezayir şubesinin istatistik verileriyle katılımcı gözlemi, sistematik olarak birbiriyle iletişime geçirilecek bilgi kümeleri olarak değerlendirir. Bourdieu’nün terimleriyle, o dönemde Cezayir’deki araştırma evreninin olasılıkları açısından düşünürsek, bunun pratik anlamda mümkün olmasının nedenlerinden biri de bu istatistik çalışmaların varlığı ve bu çalışmaları yapan istatistikçilerin Bourdieu’nün işbirliğini talep etmeleridir. 1958 yılında Alain Darbel’in çalışmaları, 1959 yılında yapılan genel nüfus sayımında ortaya çıkan zorluklar, gelişmiş ekonomiler için hazırlanan ölçme tekniklerinin, Cezayir türü ekonomilere doğrudan uygulanıp uygulanamayacağı sorusunu devreye sokmuştu. Bourdieu’nün Cezayir’in Sosyolojisi kitabını hazırlarken ARDES’e (Association de recherche sur le développement économique et social; İktisadi ve Toplumsal Gelişme Araştırmaları Derneği) Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 15 yaklaştığı düşünülür (Seibel, 2005, s. 91). Bu iki kurum, Bourdieu ve arkadaşlarından, daha sonra Emek ve emekçiler ile Köksüzleşme’ye kaynaklık eden araştırmaları talep edecektir. Cezayir’de Emek ve emekçiler olarak tamamı yayımlanan, Alain Darbel ve Claude Seibel’in 1960 yılındaki nüfus sayımının bir uzantısı olarak yürüttükleri “İş ve Mesleki Formasyon” araştırmasının sonuçlarında iş tanımına dair bazı karanlık noktalar belirir. Bunun üzerine Darbel ve Seibel, Bourdieu’ye üç ayaklı bir çalışma teklif ederler (Seibel, 2005, s. 94). İlk olarak soru formuna dayalı istatistik bir çalışma, ikinci olarak sosyolojik bir anket, üçüncü olarak etnografik amaçlı yarı-yönlendirilmiş görüşme. Bunlardan son ikisini, Bourdieu ve öğrencileri üstlenir. Alain Darbel’le daha ileride müzeler hakkındaki araştırması Amour de l’art’da19 birlikte çalışacaktı. Fransa’da gerçekleştirdiği tüm araştırmalarda istatistikçilerden matematikçilere, antropologlardan iktisatçılara kadar çok farklı disiplinlerden gelen araştırmacıları bir araya getirmiştir. Araştırma yöneticisi olarak gücü ve tecrübesi, sosyolojisinin önemli kozlarından biri haline gelecektir20. Yine daha sonra sürekli olarak başvuracağı ekipler halinde çalışma ve işbirliği, Cezayirli sosyolog Abdelmalek Sayad ve Cezayir Üniversitesi’ndeki arkadaşlarıyla başlattığı bir pratiktir. Örneğin Emek ve emekçiler, sadece son bölümünü tek başına kaleme aldığı bir ekip araştırmasıdır. François de Singly’nin eleştirel bir bakış açısıyla belirttiği gerçek, sosyoloğun gelecek çalışmalarında da gözlemlenecek olan olumlu katkısını oluşturacaktır: Bourdieu gerçekten de “kolektif bir teşebbüsün özel adı” (De Singly, 1998) olacaktır. Cezayir’den döndükten sonra Béarn köylüleri arasında çalışırken Sayad yine yanındadır. Araştırma çalışmasını, teorik bir başlangıç ve ampirik veriye varış gibi teleolojik bir çizgiden çıkaran, sürekli olarak teori ve pratiği bir arada düşünen yöntemi, Cezayir ve Béarn’daki evlilik stratejileri çalışmalarının öğrettiklerini yeniden düşündüğü Le sens pratique (Pratik duyu) adlı eserinde, habitus kavramını şekillendirmesini sağlayacaktır. Türkçe’ye Sanat Sevdası adıyla, Sertaç Canbolat tarafından çevrilmiştir. Örneğin Un Art Moyen’e kaynaklık eden araştırma Kodak firması tarafından, müzeler konusundaki araştırma da Kültür Bakanlığı tarafından sipariş ve finanse edilmiştir. Bourdieu’nün yöntemini mümkün kılan çok kanallı yaklaşım ve bu denli büyük ekiplerle çalışmak ancak bu tür olanaklarla mümkün olabilmektedir. Bourdieu ve çalışma arkadaşları burada, büyük ölçekli, maddi koşulları yeterli araştırmalar yapmışlardır. Bu tür bir sosyolojinin gerçekleştirilebilir olduğu maddi ölçek önemlidir. Bourdieu’nün bilimsel alanın özerkliğine verdiği önemin yanı sıra bu araştırmaların yapılma ve yayımlanma aşamasındaki özgürlüklerinin bilimsel tarafsızlık açısından bir ön koşul oluşu, bu anlamda üzerinde durulmaya değer bir konudur. 19 20 16 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Daha sonra düşünümsellik adı altında teorik çerçevesini kuracağı kavram, bilimsel hayatının bütününe damgasını vuran bir pratiğin düşünülmesinden kaynaklanır. Kabiliye ve Béarn’ı birlikte okumanın, antropolojiyle sosyolojide nesne ile ilişkilerin yapısını yeniden düşünmek için yarattığı fırsat, Bourdieu’yü oyuna dışarıdan bakabilmek amacıyla, bilgiyi öznel olmaktan çıkarmak için gözlemcinin kendisini nesneleştirmesi, yani önce kendisini bahis konusu yapması gerekliliğine ikna eder. Béarn’daki çocukluk deneyimleri Cezayir’i dönemin sömürgeci ve karşı-sömürgeci kalıplarından öteye giderek, sömürgeci kapitalizmin girişi karşısında çözülen köylülük deneyimi olarak anlamasını sağlayacaktır. Köylülük aynı zamanda siyasi olarak da onu meşgul etmektedir. Dönemin devrimci entelektüellerinin, Çin ve Sovyet modelleri konusundaki tartışmalarında işçilerin ve köylülerin devrimci potansiyellerinin farklılıkları ve benzerlikleri önemli bir rol oynamaktadır. Cezayir’deki istatistiklerden yola çıkarak oluşturdukları parametreler, proletarya-altı olarak nitelenen, özellikle topraksız kalmış köylülerden oluşan kitlenin değişme iradesine rağmen, kendilerini bilinmeye karşı koruyan geleneksel yapılardan vazgeçmek istemediklerini ortaya koymaktaydı. 1962 yılında yayımlanan Yarının Cezayir’i başlıklı bir kitaba yaptığı katkıda (Bourdieu, 1962, s. 7) köylülerden devrimci bir güç olarak değil, devrimin bir gücü olarak söz etmiştir. Bu noktada Fanon’dan ayrışacaktır. Bugünün yükü altında fazla ezilenler ütopik bir geleceği kuracak büyülü ve doğrudan inkârı gerçekleştiremezler. Dolayısıyla Fanon’un sömürge toplumlarında düzenli işi olan kesimleri konformist olarak niteleyen yaklaşımına karşın, proleteri alt-proleterden farklılaştıran ayrımın, gelecek tasarımlarıyla ilgili sonuçlarının, devrimci bir tahayyülü ancak proleterler için mümkün kıldığını öne sürer. Burada bir kez daha çözümlemesinde zaman boyutunun tuttuğu yer dikkatimizi çekiyor. Zaman deneyimi konusundaki felsefi birikimi, hem köylerde yaptığı anketler sırasında köylülerin deneyimine başka bir gözle bakmasını sağlayacak hem de özellikle Cezayir’de Emek ve Emekçiler ile Köksüzleşme çalışmalarında kapitalizmin girişi, geleneksel işbölümü ve emek zamanı arasındaki ilişkileri çok boyutlu değerlendirebilmesine olanak tanıyacaktır. Bu iki kitap, kapitalizm öncesi iktisadın özgül mantığını, zamanla, hesapla, öngörüyle ilişkisini, ticari olmayan alışverişler, onur ve simgesel sermaye bağlantılarını çözümlemeye koyulacağı çalışmalardır. Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 17 Bu çalışmaların Fransa’daki siyasal çevrelerde nasıl karşılandığı konusunda, Kapital’i Okumak’ın ortak yazarlarından biri, kendisi de Bourdieu gibi ENS (Ecole Normal Supérieur) mezunu Fransız sosyolog Roger Establet’nin tanıklığına başvurursak, akademik olarak oryantalistlerle antropologlar arasında tanımladığı çalışmaları, siyasal olarak da radikallerle reformcular arasında gri bir alanda görülür. Establet’ye göre Cezayir’de emek ve emekçiler için yazdığı tanıtım yazısını ileten kişi Althusser olmasaydı yazının Komünist Parti’nin yayın organında basılması mümkün olamayabilirdi çünkü Bourdieu’nün çalışmaları yeterince “doktriner” bulunmuyordu (Ökten Gülsoy, 2010). Köksüzleşme: Mecburiyetten Erdem Çıkarmak21 Bourdieu ve Sayad’a göre, 1955-1962 yılları arasında Cezayir toplumunun yaşadığı çalkantıların en önemli nedenlerinden biri, “nüfusun yeniden gruplandırılması” adı altında yürütülen politikalardır. Bourdieu ve Sayad, bu önlemleri, etkileri açısından XIX. yüzyılın büyük toprak yasalarının bir devamı olarak görürler. Doğdukları yerden kopartılarak, o zamana kadar bir araya gelmedikleri gruplarla, o zamana kadar deneyimleme düzeyleri eşitsiz olan bir para ekonomisi çerçevesinde bir arada yaşamak zorunda olan bu grupların kolektif savunmalarının zayıfladığına işaret eden yazarlar, yüzyıllardan süzülen bir yaşama sanatının, mekan ve zamanla ilişkinin artık geçersiz hale gelmesinden duyulan sıkıntıyı aktarırlar. Kullandıkları ifadeler, karşılaştıkları durumların gücünü ve alt üst ediciliğini yansıtır: “Kutsanan toprağın hizmetkârlarının son nesli”22 artık nefret ettiği bir koşulun kölesi haline gelmiştir. Marx’tan “insan, miras aldığı ve ona sahip olan toplumsal sermayelerin kölesidir” cümlesini sık sık alıntılar. Cezayir’in sosyolojisi’nden beri geleneksel mülkiyeti ifade eden bölünmezlik (indivision); yerini toprağın, ailenin, aşiretin, kabilenin parçalanmasına (désagrégation) bırakmaktadır. Toprak rejiminden başlayarak akrabalık, kültür, din ve siyasetin birbirinden ayrılmazlığı sona ermiştir. Bu çözülme, başka bir birleşmeye işaret edecektir: Daha sonra bir veçhesine Béarn’daki evlilik piyasasının birleşmesi adını verdiği bu süreç, o zamana dek yalıtılmış durumda Fransızca’da faire de nécessité vertu. Köksüzleşme, kitap olarak yayınlanmadan önce bir bölümü, Fransızca’da bir köy araştırmaları dergisinde yayınlanmıştır. Bourdieu P., Sayad Abdelmelek, “Paysan Déracinés. Bouleversement morphologiques et changements culturels en Algérie”, Etudes rurales, 12, 1964, s. 56. Aynı bölüm İngilizce’de 2004 yılında yayınlanmıştır. Bourdieu P., Sayad Abdelmelek, “Colonial Rule & Cultural Sabir”, Etnography, Cilt. 5, Sayı. 4, Aralık 2004, s.445-486. 21 22 18 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı değilse bile, kendi koşullarıyla tanımlı yaşayan insan gruplarının zorunlu ya da seçilmiş koşullarda bir araya gelmesidir. Bu, Tillion’a itirazında hatırlattığı gibi, eşitler arası bir etkileşim süreci değil, en alttakilerin her zaman zararlı çıktığı eşitsiz bir değiştokuştur. Bourdieu’nün modern toplumun çeşitliliğini daha incelikli yöntemlerle çözümlemeyi mümkün kılacak alan teorisini düşünürsek, henüz alanlar arasındaki sınırlar oluşmamış, ama alanların oluşmasına neden olacak toplumsal süreçler başlamıştır. Cezayir halkının Sayad ve Bourdieu’nün deyişiyle, Batı tipi toplumsal yapılara ve tutumlara doğru evrilmesini sağlayan politikaların23 yanı sıra, para ekonomisinin yaygınlaşmasının getirdiği hesap yapma gerekliliğini de aile topluluğunu oluşturan kardeşlik duygusunu zedelediği gözlemlenmiştir. Aşiret mülkiyetinden özel mülkiyete geçiş, mülklerin ortalama ölçeğinin küçülmesi gibi nesnel olarak gözlemlenebilir değişikliklerin köylülerin (fellah’in) tutumlarında yol açtığı değişiklik, bir açıdan habitus teorisinin başlangıcını oluşturan sorgulamaları tetiklemiştir. Örneğin “geleneksel gelenekçiliğin” yerini alan “umutsuzluk gelenekçiliği”, proletarya-altını, bu eski köylülerin “ölmüş ve gömülmüş olduğunu bildikleri” (Bourdieu ve Sayad, 1964, s. 20) bir geçmişe zincirler ya da bir habitus “tüm toplumsal varoluşun dayanağı olan zamansal ve mekânsal ritimlerin kırılmasıyla” ve kendisini mümkün kılan yapıların değişmesiyle yersizleşir. 50’li yılların sonunda Pierre Vidal-Naquet’nin kitapları, Fransız ordusunun Cezayir’deki köy boşaltma ve yakma gibi politikalarıyla işkence gibi sapmalarını ortaya koymuştu. Sayad ve Bourdieu’nün Emek ve emekçiler’de ortaya koydukları, tüm bu politikalarla yurtlarından edilen köysüz köylülerin ve kökünden koparılmışların hayatlarının ne şekil aldığıdır. Özellikle mekân duygusunun önemi üzerinde duran yazarlar, Fransız ordusunun yeniden gruplandırma adını verdiği operasyonlarla Lévi-Strauss’un Hüzünlü dönenceler’de verdiği örneği karşılaştırıp; Bororo’larda yerleşim planlarının dönüştürülmesinin, Hristiyanlaştırmayı kolaylaştırdığını hatırlatırlar (Bourdieu, Darbel, Rivet ve Seibel, 1963, s. 26). Köklerinden ayrılan köylünün varlığının nasıl derinden sarsıldığını anlatırken, Mekânın poetikası’nda Bachelard’ın alıntıladığı Noel Yazarlar, aşiret ve geniş aile yapısını dönüştürmeyi amaçlayan önlemler arasında yeniden gruplandırmalarda çekirdek aile başına bir ev zorunluluğunu ve bütçelerin en önemli kalemini oluşturan yiyecek konusundaki yardımların hane başına yapılmasını gösterirler. 23 Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 19 Arnaud metnini kullanır: “Bulunduğum mekânın kendisiyim, doğduğumuz ev fiziksel olarak bizde kayıtlıdır; bir organik alışkanlıklar grubudur [...] Alışkanlık, unutulmaz evi unutmayan bedenimizin bu tutkulu ilişkisini tanımlamak için çok kullanılmaktan aşınmış bir kelimedir” (Bourdieu ve ark., 1963, s. 157). Bourdieu’nün Cezayir dönemi çalışmaları, yalnızca sosyoloğun düşüncesinin zihinsel temellerini oluşturan yapıların anlaşılması için değil, sosyolojinin özellikle göç alanında da etnik-ırksal tahakkümün açıklanmasında önemli beklentiler yaratmaktadır. Cezayir 60 Craig Calhoun (2006, s. 1405), Bourdieu’nün Cezayir konusundaki çalışmalarının odağında yer alan Kabiliye toplumunun, Durkheim’ın Dinsel hayatın ilksel biçimleri eserinde de bir anlamda modernlik öncesi toplumsal biçimlerin temsilcisi olarak yer almasına dikkat çeker. Emek ve emekçiler’deki araştırma sonuçlarını Cezayir 60 adlı kitapta tekrar ele alma ihtiyacı duymasını bu açıdan yeniden düşünebiliriz. Zaten yayımlamış olduğu bir araştırmadan yola çıkarak yeniden bir kitap yazmasının nedenlerinden birini, kalkınma/gelişme/modernleşme teorilerini Kabil örneğinde tartışma isteği olarak görmek mümkün. Kitabın ikinci bölümü “Çelişen Zorunluluklar ve Müphem Tutumlar”ın ilk paragrafı, kültürel değişimin toplumun farklı kesimlerinde, farklı sınıflarda ne şekilde tecrübe edildiği sorusu üzerinde durur. Özellikle Daniel Lerner’in altı Ortadoğu ülkesinde gerçekleştirdiği araştırmaya dayanan kitabındaki yaklaşımın eleştirisinden yola çıkar. Ortadoğu’daki geleneksel toplumun değişimini, bireylerin artık geçmiş kurallara göre yaşamak istememesine bağlayan Lerner’e Nietzsche’yi alıntılayarak cevap verir: “Kendilerini, tüm güçleriyle dünyada var olan her türlü erdemin, İngiliz saadetine, konfor ve modaya (en nihayet parlamentoda bir koltuğa) varmak için böylesi bir çabada vücut bulduğuna ikna etmek isterler” (Bourdieu, 1977, s. 47). Mümkün olan tek tarihsel çizginin Batı ülkelerinin gelişim çizgisi olduğunu öne süren kalkınma modellerinin bir eleştirisini hedefleyen bu bakış açısı, çözülme halindeki geleneksel yapının özgül tezahürlerini kavramaya çalışmalıdır. Hesap yapma zorunluluğu, geleneksel aile ilişkilerini aşındırmaya başlamıştır ancak konut sorunu ve iktisadi zorluklar çoğu kez geniş ailenin bir arada kalmasını mecbur kılar. Dışarıdan bölünmemiş görünen aile, içeride paylaşımı kesinleştirmeye başlamıştır. Bir açıdan bakıldığında geleneğin uygulanma- 20 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı sı anlamına gelen bir tutum, başka bir açıdan bakıldığında geleneğin ihlali anlamına gelir. Bourdieu bunu bir tür müphem Gestalt olarak tanımlar: Her tutum ikili bir okumaya tabidir. Bourdieu, habitus konusundaki sorgulamalarının kaynağına bu dönemdeki gözlemlerini koyar: “[...] yapılar ile habituslar arasındaki ilişkiler konusunda sorgulanan, gerçekliğin içinde kendisi, faillerin iktisadi yatkınlıkları ile içinde hareket ettikleri ekonomik dünyanın arasındaki sürekli bir uyumsuzluk şeklinde gösterdiği bir tarihsel durumda oluştuysa bu bir tesadüf değildir” (1977, s. 80). “Sahte meşgaleler” içindeki alt-proleterlerin (ve gruplarının onları yargıladığı) referans normlarının ikiliği, her yerde karşılarına çıkan bir soru işareti yaratır. Örneğin geleneksel toplumda, karşılığı para olmasa da bir şeyle meşgul olmak gerekliliği, toplumsal işbölümü içinde bir karşılığı olmak mecburiyeti, maaşlı bir iş bulamayan ve bulma şansı da çok düşük olan çoğu erkek için, ailenin, eş dostun kaynaklarıyla edinilmiş bir işporta tezgahının ardında saatlerce hiçbir şey satamadan sürüklenmek ya da kendi masraflarını bile karşılayamayan küçücük bir bakkal dükkanının içinde saatlerce hiçbir şey satamadan dikilmek sonucunu getirebilir. Kadınlar cephesinden bakıldığında, kapitalist ekonomi, o zamana kadar uzmanlaştıkları becerileri (örneğin yiyecek üretimi) değersizleştirirken, kadınların ekonomik kararlara katılımını da aşındırmaktadır. Bireysel düzlemdeki dönüşümler coğrafya ölçeğinde de gözlemlenebilir hale gelmektedir: geleneksel ekonominin görece dokunulmamış kaldığı Güney bölgelerinde aile reisi, hâlâ en yaşlı erkektir: Toprakların bölünmemesi, ailenin bölünmemesini güvence altına alan patriyarkın otoritesini sağlamaktadır. Kapitalist ekonominin yayıldığı Kabilliye gibi bölgelerde ve özellikle büyük şehirlerde aile reisi, aile bütçesine en büyük katkıyı sağlayan erkektir. Bu kişi babası hayatta ve çalışan bir oğulsa, hanenin dış dünyayla ilişkileri konusundaki kararlar sessizce oğula devredilerek, babaya aile içi meselelerdeki kararlar bırakılarak bir denge oluşturulabilir. Durumların çeşitliliğine göre, patriyarkal otoritenin sürdürülmesinden, töre ilişkilerinin tamamen çözülmesine kadar uzanan geniş bir yelpazede nüanslar gözlemlenebilir. Cezayir’in sosyolojisi’nde farklı etnik grupların toprak rejimlerine göre tanımladığı farklılıkların yerini, para ekonomisine, düzenli işgücüne dahil olma ya da olmama gibi ölçütlerle tanımlanan farklılıklar alacaktır. Örneğin kadınların ev dışı faaliyetlere dahil olması, ekonomik anlamda en büyük zorlukları yaşayan kesimler için kaçınılmaz hale gelecektir. Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 21 Eril Tahakküm’ün Tohumları Kadınların özellikle Kabiliye toplumu içindeki konumu, ilk çalışmalarından itibaren özellikle ailenin merkezi rolü nedeniyle önemli bir yer tutar. Feminist çevrelerden aldığı eleştirilere rağmen,24 Bourdieu’nün –en azından Fransa’da– geniş kitleye en çok ulaşan eserlerinden biri, La domination masculine (Eril tahakküm), yoğun bir biçimde, sosyoloğun Kabiliye toplumuyla ilgili birikimine dayanmaktadır. Tassadit Yacine (2004b), Eril tahakküm’ün kaynaklarına geri dönmek için, genç bir sosyoloğun önceden kurulu teorik bir çerçeve ve ideolojik a priori olmadan tahakküm altındaki grupların karmaşıklığını gözler önüne serme çabasına bakmamız gerektiğini öne sürer. Yacine’e göre, Bourdieu’ye habitus gibi kavramlarını oluşturmasına izin veren, faillerde kalıcı özelliklerle ile değişime açık özelliklerin neler olduğunu ortaya koyan toplumsal cinsiyet ilişkileri konusundaki gözlemleridir. Cezayir’in sosyolojisi’nde yarı-göçebe Şaviler, yerleşik Mozabitler ve dağlı Kabiliyeliler arasındaki ortaklıklara rağmen özgül farkların bulunduğunu belirtirken verdiği örneklerden biri, kadınların durumudur. Bunun en önemli nedenlerinden biri, mirastan pay alamamasıdır. Ancak yapıyı temsil eden “kural” ile fiili gerçekliğin esnekliği arasındaki fark, bu ilk çalışmadan itibaren Bourdieu’nün altını çizmeyi önemsediği bir şey olacaktır. Örneğin boşanma kural olarak hiç de hoş görülmemesine ve tamamen erkeğin kararıyla gerçekleşmesine rağmen, çok eşlilik ya da aldatma durumlarında Şavi kadınların dolaylı yoldan boşanmayı –kocasına bir biçimde görmezden gelemeyeceği şekilde meydan okuyarak– tetikleyebilmesi ya da başlangıçta erkeğe tam bir itaat gerektiren evlilik ilişkisinde zaman içinde oluşan güçlenmenin kadının durumunda yol açtığı değişiklik, fiili durumla normdan farklılık gösterebileceğini ortaya koyar. Genel anlamda “kadın, resmi olarak erkeğin uyguladığı derin ve gerçek bir yetkinin sahibidir.” Boşanma sonrası kadının elde ettiği “kocası olmayan kadın” (azriyah) konumunun neredeyse dinsel bir biçim aldığına, hatta bazı kutlamaların ya da çalışmaların onların dansları ve şarkıları olmadan yapılamadığına dikkat çeker. Kadınların büyüyle olan ilişkisinin de topluluk içinde onlara sağladığı güç de onlara belli bir manevra alanı yaratmaktadır. Cezayir’in sosyolojisi’nde, geleneksel rolleri içindeki güç alanlarıyla tarif edilen kadınların yerini, Emek ve emekçiler’de savaş ve göçün yarattığı özel durumlar Bu tartışmanın Fransa bağlamında bir değerlendirmesi için bkz. (Devreux, Marry, Fassin, Hirata ve Löwy, 2007). 24 22 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı nedeniyle kamusal alana çıkan ve yeni roller edinen kadınlar alacaktır. Her ne kadar temizlik işçiliği, ev içi hizmetler, genelde en alt kesimlerin en son çare olarak başvurduğu seçeneklerse de bu işlerde çalışan kadınlar, sömürgecilerin özel yaşamlarına, –dışarıya sundukları değil– gerçekte oldukları şeye dair içeriden bir fikir sahibi olmakta ve bu da onları “yeni hayat”ın kodları konusunda daha bilinçli kılmaktadır. Kırsal alanda ise erkeklerin yine savaş ya da göç nedeniyle yokluğu, kadınlara daha önce üstlenmedikleri görevleri ve aynı zamanda yetkileri yükleyerek toplumsal konumlarında, geleneksel rollerinden farklılaşmalara neden olmaktadır. Her durumda istenmeyen, kaçınılmaz hale gelmekte, zorunluluk kendi erdemini yaratmaktadır. Bunun diğer bir örneği kadınların örtünmesine yönelik bakış açısıdır. Bourdieu İslamiyet’in gerekleriyle yapılan otomatik açıklamanın ötesine gitmeye çalışır: “Peçenin bir tür mahremiyet müdafaası ve ihlale karşı korunma olduğu görülüyor. Ve Avrupalılar da bunu belli belirsiz de olsa böyle algıladılar. Cezayirli kadınlar peçe takarak bir karşılıksızlık (non-réciprocité) durumu yaratır; hile yapan bir oyuncu gibi, görülmeden, kendini göstermeden görür. Ve peçe aracılığıyla karşılıklılığı reddeden, kendini göstermeden, bakılmadan, nüfuz edilmeden gören, bakan, nüfuz eden, tahakküm altındaki tüm bir toplumdur. [...] Peçe, kendi üzerine kapanmanın bir simgesi sayılabilir” (akt. Yacine, 2004, s.107). Geleneği, kendi içine hapsolmuş donmuş bir kütle olarak değil, yaşayan ve dönüşen gerçeklikle hemhal olması aracılığıyla tanımlayan yaklaşımını, örneğin kadınların çalışması konusunda yeni davranış modelleri arayan köylülerin tutumunda somutlaştırır. Aynı kişi, kadınların çalışmasını hem Batı’dan aldığı örneklerle hem de geleneğinin mantığında arayıp bulduğu atasözleri ve deyimlerle haklı kılmaya çalışacaktır. Bourdieu, eril tahakkümün dinamiklerini incelemek için neden Kabiliye toplumundan yola çıkma ihtiyacı hissettiğini şeyle aktarır: “Bana simgesel şiddetin paradigmatik biçimi gibi görünen erkek tahakkümünün mantığını açığa çıkarmak için, çözümlememi Cezayir Kabiliyelileri hakkındaki etnografik araştırmalarım üzerine kurmayı seçtim. Bunun iki nedeni var. İlk olarak, bugüne dek tartışmayı açıklığa kavuşturmak yerine bulanıklaştıran, kuramsal söylemlerin boş spekülasyonlarından ve cinsiyet ile iktidar hakkındaki klişelerden ve sloganlardan kaçınmak istiyordum. İkinci olarak, cinsiyet tahakkümü çözümlemesinin doğurduğu eleştirel güçlüğün önünü almak için bu yönteme başvurdum: Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 23 Bu örnekte, binlerce yıldır toplumsal yapıların nesnelliğine ve zihinsel yapıların öznelliğine kazınmış olan bir kurumla karşı karşıyayız; öyle ki çözümlemenin, bilme nesnesi olarak ele alması gereken algı ve düşünce kategorilerini bilme aracı olarak kullanma tehlikesi var. Afrika’daki bu dağlı toplum son derece ilginç çünkü ritüel pratikleri, efsaneleri ve şiiri aracılığıyla, bir temsiller sistemini, daha doğrusu tüm Akdeniz uygarlığında ortak olan ve günümüze kadar zihinsel yapılarımızda yaşamaya devam eden bir görme [vision] ve bölme/ikili görme [di-vision] ilkesi sistemini hayatta tutan gerçek bir kültürel repertuardır. Böylece Kabiliyelilere dünyanın erkek bakış açısından görünüşünün temel yapılarının şifresini daha kolay çözebileceğimiz bir tür ‘büyütülmüş resim’ muamelesi yapıyorum: Kamusal ve ortak bir tezahürünü sergiledikleri ‘fallus-narsisizmi’ kozmolojisi, bizim bilinçdışımızda sürekli olarak etkisini gösteriyor” (Bourdieu, 2003b, s. 170-171). Bir anlamda Bourdieu’nün Cezayir yıllarına da bir tür “büyütülmüş resim” muamelesi yapmak, sadece bir sosyologun düşüncesinin gelişimini aydınlatmak açısından değil, bilimsel habitusun pratik koşullarını, “biyografik yanılsama” dediği hataya düşmeden açığa çıkarmak açısından da önemlidir. Sonuç Bourdieu Cezayirli alt-proleterlerden söz ederken, “koşullarının sefaletini kavramaktan ziyade ona maruz kalırlar, hissederler ve katlanırlar, çünkü bunu kavramak için belli bir geri çekilme ve eğitimden ayrılamayacak düşünme araçları gerekir” der. Toplumsal anlamda ıstırabın temelinde yatan budur ve ileride tanımlayacağı gibi, sosyolojinin rolü insanlara, sömürge sisteminin ya da eşitsizlik üreten herhangi bir sistemin diğer şeylerle birlikte ellerinden aldığı davranışlarının anlamını yeniden vermeye çalışmaktır. Bu anlamda Bourdieu sosyolojisinin epistemolojik katkısını oluşturan, bilimsel bilgiye inanç ile bilme koşullarının sorgulanması arasındaki sürekli gerilim, Cezayir deneyiminin ürünü olarak görülebilir. “Kolektif bir teşebbüsün özel adı” olarak Pierre Bourdieu’nün bilimsel habitusu, birbirinin içinden çıkan felsefe, sosyoloji ve antropolojinin birbiriyle temas haline sokulduğunda ne derece verimli olabileceğinin ve sosyal bilimlere bütünsel bir yaklaşımın ne denli üretici sonuçlar ortaya çıkarabileceğinin bir kanıtı gibidir. Cezayir’in sosyolojisi’nin son bölümünde öne sürdüğü ilişkisellik, daha sonraki çalışmalarını belirleyecek soru işaretlerini de hazırlamıştır. İşlevsel bir 24 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı karşılıklı bağlılık içinde tanımladığı iktisadi yapılar ile toplumsal yapıların paralel ve ortak bir dağılmaya mahkum olmasına neden olan değişimler arasında, kaynaklardan ve köklerden yoksun proleterlerin25 kente göçleri, iktisadi birim olarak ailenin yıkımı, tarım düzeninin koruyucusu olan eski dayanışmaların ve ortak zorunlulukların zayıflaması ile iktisadi bireyciliğin ortaya çıkışını saymaktadır. Bu soru işaretlerinin, günümüz Türkiye’si için de geçerli olmaları itibarıyla, Bourdieu’nün Cezayir dönemi çalışmalarını farklı bir gözle okumak ayrı bir önem taşımaktadır. 25 Bunları daha sonra alt-proleterler olarak tanımlayacaktır. Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 25 EXTENDED ABSTRACT Influences of Pierre Bourdieu’s Algerian Experience on His Sociological Imagination: Birth of a Scientific Habitus Nazlı Ökten Gülsoy* Many authors, including Pierre Bourdieu himself, agreed that his “Algerian period” had a formative role on the sociology of Bourdieu (Addi 2002; Calhoun, 2006; Wacquant, 2004; Yacine, 2004). These early studies conducted under the conditions of war and colonialism, not only influenced the scientific approach, but also the political positioning of the sociologist. As recalled in Tassadit Yacine’s introduction of Esquisses Algériennes (Bourdieu and Yacine, 2008) the universe of Bourdieu was Kabylie and beyond his field of study, he lived the war in Algeria “as a historical moment and as an individual experience”. The critic of the existing anthropological approach (Sacriste, 2011), as well as Sartre’s position of “total intellectual” and Fanon’s “intellectual irresponsibility” have paved the way in developing an alternative attitude towards the affairs in Algeria. By mobilizing his students, he engaged in investigations focusing on the violent transformation of the rural and urban worlds in Algeria. His need to understand the effects of colonialism on the populations expelled by the French army led him to these series of research investigations. Supported by a group of enthusiastic students, including Abdelmalek Sayad who was both his interpreter and his student, Bourdieu recorded his observations, interviews, and photos often amidst hazardous conditions, which marked the beginning of a research practice which will always be collective, as De Singly called Bourdieu as “the proper noun of a collective enterprise” (De Singly, 1998). Bourdieu reiterated the unity of the social sciences, against the disciplinary divisions. From his studies on the traditional Kabylian society, we are presented with his qualitative research methods of ethnology, like the collection of rituals, use of photography, observation, interviews with informants and the questionnaire technique. Besides this, he used quantitative methods of sociology, tying close and long lasting relations with the INSEE’s (France) statisticians like Alain Lecturer, Galatasaray University, Faculty of Arts and Sciences, Department of Sociology, [email protected] * 26 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Darbel with whom he worked for later, for a different research study on photography (Bourdieu, Boltanski, Castel and Chamboredon, 1965). His claim to a scientific sociology, constituted since the beginning of a double challenge – the use of statistical “objective” tools, and another requirement, called “reflexivity” – led to an examination of the historical and social dimensions of the located technical tools themselves, including mental classifications. Bourdieu presents these two requirements as complementary and necessary. Bourdieu based his argument on the thesis that the disintegration affecting Algerian society is not by fact a simple clash between two cultures, of which one is “delayed” relative to the other as presented by many ethnologists, but that of a “social surgery” that France had already begun in the 19th century. The movement of land dispossession destroyed traditional social units and the economic model based on the rationality of monetary exchange was imposed upon a pre-capitalist system of a homogeneous social structure. Landless peasants (fellah’in) were the most affected group by this brutal social change. The fellah’in represented a disoriented group forming the sub-proletariat of the cities and was the major concern of these first studies (Bourdieu, Darbel, Rivet and Seibel, 1963). His first investigations on the existing gap among traditional attitudes toward work of the Algerian peasants, and the logic called by the capitalist economic system were the cause of many critical exchanges with development theorists. In those years, he wrote a series of essays, articles and continued with others on his return to France. Although published in 1977, Algeria 60, should be evaluated with The sociology of Algeria (1958), Uprooting (1964) and Work and workers in Algeria (1963), since it synthesizes a series of searches in Algeria during the sixties. These studies taking into consideration not just a dissolving social structure, but also the attitudes developed in the face of this dissolution, have played major roles, especially in the elaboration of the concept of habitus. The relations of the peasants with time and space reveal a kind of “dislocated” body marked by the non-conformity of the old dispositions with new structures. Gender relations were also a part of this dislocation. He later presented this as the objective analysis of a society that was thoroughly organized on androcentric principles. According to Yacine (2004), in order to grasp the genesis of the ideas developed in Masculine domination (1998), it is necessary to make a return Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 27 to the first observations of Bourdieu on Algerian society, conducted without pre-established theoretical framework. The concern of the sociologist was then to show the complexity of dominated groups by both the particularities and the continuities and cultural factors related to innovation. These are precisely the gender relations that will serve him in forging concepts, among others, that of habitus. Once more, for him, Kabylian androcentrism served as “an objective archaeology of our own unconscious”. The philosophical questions about the nature of social scientific explanation were his concern from the very beginning of his field studies. Objective analysis of the grounds of sociologist’s subjectivity was his first enquiry since he began to work in the conditions of war and had to overcome the specific entanglements of being French in Algeria. The “sociology of sociology” is a necessary condition for his work from these early years, leading him to develop what he calls reflexivity. One of the imperatives of reflexivity, a key concept for the sociology of Bourdieu, is to evaluate the researcher’s position, along with the whole research universe. The continuous concern for reflexivity, that is accepted as his trademark, result from the need to turn the sociological arms to his own scientific practice, that is, to critically reflect on social conditions and operations of concrete construction of the object. This was for him an essential practical requirement, sometimes even a matter of life and death, in Algeria (Wacquant, 2002). This article aims to present how the historical conditions of Bourdieu’s research objects and his position as a researcher, at a time when the sociologist has not developed his own conceptual tools yet, have influenced and contributed to the birth of Bourdieu’s scientific habitus. Keywords: Sociology, Pierre Bourdieu, Colonialism, Algeria, War KAYNAKÇA / REFERENCES Addi, L. (2002). Sociologie et anthropologie chez Pierre Bourdieu. Paris: La Découverte. Bourdieu, P. (1958). Sociologie de l’Algérie. Paris: Presses Universitaires de France. (2001. 8. Baskı) Bourdieu, P. (1961). Révolution dans la révolution. Esprit. No: 1, s. 30. Bourdieu, P. (1962). De la guerre révolutionaire à la révolution. F. Perroux (Ed.). Algérie de demain içinde (s. 5-13). Paris: PUF. Bourdieu, P. (1977). Algérie 60. Structures économiques et structures temporelles. Paris: Minuit. Bourdieu, P. (1987). Choses dites, Paris. Editions de Minuit. 28 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Bourdieu, P. (1993). Concluding remarks: For a sociogenetic understanding of intellectual works. C. Calhoun, L. Edward ve M. Postone (Ed.). Bourdieu: Critical Perspectives içinde (s. 263-275). Chicago: University of Chicago Press. Bourdieu, P. (1998). La domination masculine. Paris: Points Seuil. Bourdieu, P. (2000). Retour sur l’expérience algérienne. Awal, 21: 5-10. Bourdieu, P. (2001). L’intellectuel total. Dialogue avec Pierre Bourdieu sur Jean-Paul Sartre, L’Année Sartrienne, s. 194. Bourdieu, P. (2002a). Sartrémoi. Emoi. Et moi, et moi et moi. Interventions 19612001 içinde (s. 44-47), Marseille: Agone. Bourdieu, P. (2002b). Les conditions sociales de la circulation internationale des idées. Actes de la recherche en sciences sociales. 145: 3-8. DOI: 10.3917/arss.145.0003. Bourdieu, P. (2004). Esquisse pour une auto-analyse. Paris: Raisons d’agir Bourdieu, P.; Darbel, A.; Rivet J.-P. ve Seibel C. (1963). Travail et travailleurs en Algérie. Paris ve The Hague: Mouton and Co. Bourdieu, P. ve Sayad, A. (1964). Paysan Déracinés. Bouleversement morphologiques et changements culturels en Algérie, Etudes rurales, 12: 56. Bourdieu, P. ve Sayad, A. (1964). Le Déracinement. La crise de l’agriculture traditionnelle en Algérie. Paris: Editions de Minuit. Bourdieu, P.; Boltanski, L.; Castel, R. ve Chamboredon, J.-C. (1965). Un Art moyen: Essai sur les usages sociaux de la photographic. Paris: Editions de Minuit. Bourdieu P. ve Sayad, A. (2004). Colonial rule & cultural sabir. Etnography. 5 (4): 445-486. Bourdieu, P. ve Mammeri, M. (2003). Du bon usage de l’ethnologie. Actes de la Recherche en sciences sociales. 150: 9-18. Calhoun C. (2006). Pierre Bourdieu and social transformation: Lessons from Algeria. Development and Change, (37) 6: 1403-1415. DOI: 10.1111/j.1467-7660.2006.00535.x. Çeğin, G.; Göker, E.; Arlı, A. ve Tatlıcan, Ü. (2001). Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi. İstanbul: İletişim. Devreux, A.-M.; Marry, C.; Fassin, E.; Hirata, H. ve Löwy, I. (2007). La critique feministe et la domination masculine. Mouvements, 21 Mayıs, http://www.mouvements. info/La-critique-feministe-et-La.html. François de Singly. (1998) Bourdieu: Le nom propre d’une entreprise collective. Magazine Littéraire. 369: 39-44. Dodman T. (2011). Un pays pour la colonie. Mourir de nostalgies en Algérie Française, 1830-1880. Annales HSS. Temmuz-Eylül, 3: 743-784. Goodman, J. ve Silverstein P. (2009). Bourdieu in Algeria: Colonial politics, ethnographic practice, and theoretical developments. Nebraska: University of Nebraska. Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu 29 Jennings, E. T. (2006). Curing the colonizers: Hydrotherapy, climatology and French colonial spas. Durham: Duke University Press. Lane, J. (2000). Pierre Bourdieu: A critical introduction. Londra: Pluto Press. Le Sueur, J. D. (2005). Uncivil war. Intellectuals and identity politics during the decolonization of Algeria, Lincoln ve Londra: University of Nebraska. Ökten Gülsoy, N. (2011). Traductions Turques. P. Artières, J-F. Bert, F. Gros ve J. Revel (Ed.). Foucault içinde (s. 54-59). Paris: Cahiers de l’Herne. Ökten Gülsoy, N. (2010). Lire le Capital, Interview avec Roger Establet. Lapsus, Güz, 103-118. Reed-Danahay, D. (2005). The Kabyle and the French: Occidentalism in Bourdieu’s theory of practice. D. Robbins (Ed.). Pierre Bourdieu içinde (s. 61-84). Londra: Sage. Robbins D., (2000) Bourdieu and culture. Londra: Sage. Sacriste, F., Tillion, G., Berque, J., Servier J. ve Bourdieu, P. (2011) Des ethnologues dans la guerre d’indépendance algérienne, Paris: Harmattan. Sayad, A. (2002), Histoire et Recherche Identitaire, Paris, Editions Bouchène. Seibel, C. (2005). Travailler avec Bourdieu. Sur Travail et Travailleurs en Algérie, Awal 31: 91. Shultheis, F. (2007). Pierre Bourdieu: Cezayir’de. Köksüzleşmenin tanıklığı. N. Ökten (Çev.). Sergi Kataloğu. İstanbul: Karşı Sanat Çalışmaları (Fondation Pierre Bourdieu işbirliği ile). Bourdieu, P. (2007). Cezayir’de. Köksüzleşmenin tanıklığı. Güney Çeğin (Çev.). Sergi Kataloğu. İstanbul: Karşı Sanat Çalışmaları (Fondation Pierre Bourdieu işbirliği ile). Soustelle, J. (1962). L’Espérance Trahie (1958-1961). Paris: Editions de l’Alma. Tillion, G. (1957). L’Algérie en 1957. Paris: Editions de Minuit. Swartz, D. L. (2005). From critical sociology to public intellectual: Pierre Bourdieu and politics. D. L. Swartz ve V. L. Zolberg (Ed.). After Bourdieu. Influence, critique, elaboration içinde (s. 333-364). Kluwer Academic Publishers. Vidal-Naquet P. (1998). Mémoires. Cilt II. Le trouble et la lumière. 1955-1998. Paris: La Découverte. Yacine, T. (2004a). Pierre Bourdieu in Algeria at war: Notes on the birth of an engaged ethnosociology. Ethnography. 5: 487. DOI: 10.1177/1466138104050703 Yacine, T. (2004b). Genèse de la domination masculine. L. Pinto, G. Sapiro ve P. Champagne (Ed.). Pierre Bourdieu. Sociologue içinde (s. 93-115). Paris: Fayard. Wacquant, L. (2002). The sociological life of Pierre Bourdieu. International Sociology, 17: 549-556. Wacquant, L. (2004). Following Bourdieu to the field, Etnography, 5 (4): 387-414. DOI: 10.1177/1466138104052259. 30 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı İNTERNET SİTELERİ / WEBSITES http://www.africamission-mafr.org/ethnographie.htm. http://www.ina.fr/art-et-culture/litterature/video/I05059752/michel-foucault-apropos-du-livre-les-mots-et-les-choses.fr.html. Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 31-56 Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine: Pierre Bourdieu’nün 1989-1992 Yılları Arasında Collège de France’da Verdiği Dersler A. Günce Berkkurt* Özet: Bu yazı, Bourdieu’nün 1989-1992 yılları arasında Collège de France’ta verdiği derslerin, yakınlarda Sur l’État başlığıyla kitaplaştırılmış halini tanıtmayı amaçlıyor. Ancak amaç, bu kitabın içeriğinin ötesinde, Bourdieu’nün sosyolojik kuramını, devlete dair konuları irdelediği diğer çalışmalarını ve atıf yaptığı eserleri de hesaba katarak genel olarak anlamaya çalışmak. Bu derslerde Bourdieu, devletin oluşmasında, şiddetin (fizikî sermayenin) tekelleşmesi kadar, kurumsal farklılaşmayla birlikte ortaya çıkan simgesel erkin belirleyiciliğine vurgu yapıyor. Simgesel erkin, hatta devletin etki alanı sadece bürokratik alanla sınırlı kalmayıp, onları toplumsal dünyanın ayrıntılarında var etmektedir. İşte Bourdieu, sosyoanalizinin bilindik kuramsal araçları olan habitus-alan ikilisini de bu yüzden üretmiştir. Böylece siyaset bilimine, alışıldık normatif ve felsefi yaklaşımların dışında, antropolojik bakış açılarının neler katabileceği ortaya çıkmaktadır. Anahtar Kelimeler: Bourdieu, Siyaset Bilimi, Devlet, Simgesel Erk, Sosyogenetik Tahlil Sur l’État as an Unavoidable Object of Sociology: Lectures of Pierre Bourdieu in the Collège de France (1989-1992) Abstract: This article introduces a recently published work of Pierre Bourdieu on the state, Sur l’État, based on his lectures delivered in the Collège de France between 1989 and 1992. We intend to present the outlines of this work which not only necessitates its contextualization in the scientific production of Bourdieu through a cross-referenced interpretation with his other studies, but also the revision of the works referred by him. In his lectures, regarding the formation process of the state, in addition to the role of monopoly of violence (physical capital), he accentuates the determinative role of symbolic power which appears after institutional differentiation. The influence of the symbolic power, even of the state, sheds light not only onto the bureaucratic field, but also onto details of the social world. Bourdieu created his widely known theoretical tools of habitus and field in his socio analysis because of this reason. Hence, distinct from ordinary normative and philosophical approaches, probable contributions of anthropological viewpoints to political science are presented here. Keywords: Bourdieu, Political Science, State, Symbolic Power, Socio-Genetic Analysis Doktora Öğrencisi, Nanterre Üniversitesi, Siyaset Sosyolojisi Bölümü, [email protected] * 32 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Pierre Bourdieu’nün, Collège de France’ın 1982’de kendisi adına kurulan ve 2002’deki ölümüne kadar açık kalan sosyoloji kürsüsünde, 1989 ile 1992 yılları arasında devlet üzerine verdiği dersler, geçtiğimiz ocak ayında yayımlandı. Bibliyografyası ve indeksi hariç 601 sayfalık bu metin, üçü Bourdieu ile çalışmış ve ölümünden sonra da Bourdieu’nün sosyolojisini konu alan yayınlar yapmış dört sosyolog tarafından yayına hazırlandı.1 Devletin, Bourdieu’nün araştırmalarının tamamının bütünleşme noktasını, daha doğrusu araştırma ve çözümlemelerini “enine kesen” nesneyi oluşturduğunu söyleyen editörler, metnin asıl yaratıcısının, metni kurma biçimine olabildiği kadar sadık kalmak için ellerinden geleni yapmışlar: Ders kayıtlarının öylece basılma fikri, ilk bakışta öze sadık kalınması için en iyi çözümmüş gibi görünse de, sözün, tonlama ve jestlerden arındırıldığında pedagojik özelliğini yitirmesi nedeniyle, ders kayıtlarının içeriği, dersin seyrini yazıya yansıtmayı sağlayan parantez ve kısa çizgi içine alınmış ara sözlerle, Bourdieu’nün notları ve ders sırasında atıfta bulunduğu metinlere göndermelerle desteklenmiş. Devlet üzerine bilhassa Fransa’da sosyoanalize dayanan yöntemlerle işleyen bir çeşit siyaset bilimine mensup araştırmacıların –en azından bilimsel olma vasfını iddia edenlerin– sıkça başvurduğu bir referans olan Bourdieu’nün, disiplinler arasındaki yapay sınıra ilişkin bir sorgulamasını yansıtıyor. Siyaset bilimi (veya siyasal bilgiler), Fransa’da ve başka birçok ülkede, en azından başlangıçta, hukuk fakültelerinde okutulan, genel ve geleneksel olarak, bilimsel olmaktan çok normatif bir disiplin olarak var olagelmiştir. Her ne kadar bu normatif yaklaşımın düşünceyi kısıtlayıcılığı, siyaset/toplum felsefeleriyle giderilmeye çalışılmışsa da, bunların hiçbiri, ele alınan olguların gözlemlenme ve çözümlenme yöntemlerine ilişkin sistemli sorgular getirmediğinden, bunların işleyişlerinde barındırdıkları pratik mantığı deşifre edecek bilimsel bir yaklaşım ortaya koymamıştır. Bourdieu tüm yapıtında olduğu gibi bu derslerinde de, öznenin nesnesiyle kurduğu ilişkinin fen bilimlerindeki gibi nesnel bir temele oturmadığı sosyal bilimlerin dayandığı bu pratik mantığı, şimdiye kadar tarihsel ya da felsefi yaklaşımlarla ele alınmasına alışık olduğumuz bir olguyu, modern Patrick Champagne (Paris 1-Sorbonne Üniversitesi Sosyoloji doçenti, Toulouse Siyasal Çalışmalar Enstitüsü), Remi Lenoir (Paris 1-Sorbonne Üniversitesi Sosyoloji profesörü), Franck Poupeau (Felsefe profesörü ve CNRS araştırma görevlisi) ve Marie-Christine Rivière (CNRS araştırma mühendisi) aynı zamanda Bourdieu tarafından Collège de France’a bağlı olarak kurulan (2010’dan beri de Centre de Sociologie Européenne et de Science Politique adıyla Sorbonne çatısı altında yer alan) Centre de Sociologie Européenne adlı araştırma laboratuvarının üyeleridir. 1 Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 33 devleti, daha önce bu olgudan uzakta durmuş olan antropolojinin alanına çekerek (ve önceki yaklaşımları sorgulayarak) çözümlemeye çalışıyor. Değerlendirdiğimiz bu kitapta Bourdieu’nün alışılmış, karmaşık yazı dilinden farklı bir metinle karşı karşıyayız. Bunun nedenlerinden biri, Fransa’nın en “prestijli” araştırma ve öğretim kurumu olan Collège de France’ın Fransız Cumhuriyeti yüksek öğretim sistemi içindeki nevi şahsına münhasır konumu gereği halka mal olmuş profesörlerin halka açık dersler verdikleri bir kurum olması. Elbette cumhuriyet idealleri pratiğe aynen aktarılmıyor ve bu kurumda ders dinlemeye yatkınlığı olanlar “belli” bir kültürel sermayenin sahibi oluyorlar, ancak bu, dinleyici kitlesinin ne yaş ortalaması, ne uzmanlık konuları, ne de sosyolojik bilgiye hakimiyetleri bakımından türdeş bir yapısı olduğu anlamına geliyor. Dolayısıyla Bourdieu anlaşılır olmak için, kavram ve terim sözcesine yazılarındaki kadar titizlenmiyor ve bilimsel kavramsallaştırmanın birçok kuramsal alana aynı anda atıf yaparak ilerlemeyi sağlayan işlevinden faydalanmıyor. Diğeri, sözel betimlemenin, doğası gereği, düşünceyi kavramsal olarak derinleştirme araçlarından yoksun olması. Bourdieu’nün, sözlü anlatımda sıklıkla devreye sokulan karşıtlıklar ve değillemelere başvurması, okunması daha kolay bir Bourdieu metni ortaya çıkarmış olsa da, bazen kuramsal kurgusundan boyut eksilmesinin, kuramsal kurgunun tek düzleme indirgenmesinin önüne geçemiyor. Üstelik buna bir de sosyoanalitik kuramın vazgeçilmez bileşenleri olan ampirik göndermeler eklenince, ortaya konuşma dilinde zaptedilmesi oldukça güç, dolayısıyla aslında anlamlı nüanslar içeren tekrarlarla dolu bir anlatı çıkıyor. Zaten Bourdieu, derslerinde bu durumun yarattığı zorlukları sıkça dile getiriyor. Bourdieu’nün ifadesiyle sarmal anlatımla örülmüş olan bu metnin içeriği, doğrusal ilerlemese de, biz onu, birbirini tamamlayan, metnin mantığıyla tutarlı üç başlık altında inceleyeceğiz. İlk bölümde, toplumbilim öznesinin, nesnesini düşünürkenki koşuluna ilişkin sorunsallar, derslerde ele alındığı şekliyle konu edilecek: Toplumbilimcinin dünyayı ve nesnesini algılamakta faydalandığı kalıplar ile aynı nesnenin anlaşılması için düşünce araçları üreten farklı disiplinlerin tarihi arasındaki etkileşim irdelenecek. İkinci bölümde, Bourdieu’nün bu derslerinin muhtelif bölümlerinde, kendi nesnesini inşa ederken –devletin ne olduğuna dair sorusunu ve bunun yanıtlarını oluştururken– gerek yöntemlerini sorgulamak, gerekse kuramsal temel kurmak için atıfta bulunduğu kuramcıların eserleri ele alınacak. Son olarak da, Bourdieu’nün devlet tahlili sentezlenmeye çalışılacak. 34 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Genetik (Oluşa Dair) Tarih veya Düşünümsellik Bourdieu, devlet üzerine konuşmaya, herşeyden önce devlet üzerine konuşmanın ne kadar zor, hatta tehlikeli, hataya düşürme riski yüksek bir girişim olduğunu vurgulamakla başlıyor. Kitap boyunca bu uyarının sebebinin daha önceki girişimlerin birçoğunun başarızlıkla sonuçlanmış olmasından duyduğu tedirginlikten ziyade, devletin –bilhassa bugünün devletinin– bireyin ve toplumun kendisinden bağımsız düşünülemez olması dolayısıyla (diğer bireyler için olduğu kadar Bourdieu için de) “neredeyse düşünülemez” olmasından kaynaklandığını anlıyoruz (Bourdieu, 2012, s. 13). İlk dersine, söz konusu devlet ise –Durkheim’e uyarak– önbilgilere, sanılara ve bunlardan yola çıkılarak yapılan kendiliğinden (anlık) sosyolojiye karşı hiçbir zaman olmadığı kadar teyakkuz halinde olunması gerektiğine değin, herkes için geçerli olabilecek genel bir uyarıyla başlıyor. Ardından, herkes gibi bilim adamının da, içine doğduğu dünyada ister istemez edindiği önbilgiyi, bilimsel yöntemlerle kurduğu bilimsel bilgiye katma tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna değinerek, devlet üzerine yapılacak bir çalışmada karılaşılacak somut sorunlar çerçevesinde okurunu (dinleyicisini), epistemolojik sorularla ve yanıt denemeleriyle baş başa bırakıyor. Böylece, Bourdieu sosyolojisinin ana sorunsalları arasındaki ilişkiselliğin bir boyutu kendiliğinden beliriyor: Bilim adamının kendisini de içinde düşündüğü bir toplumsal dünyada düşünülen bir nesneyi irdelemesi, ister istemez, Bourdieu’nün geliştirdiği veya yeniden işleme koyduğu bazı sosyolojik düşünme araçlarının, örneğin habitus-alan ikilisinin veya simgesel erkin, devlete dair nesneleri çözümlerken, ampirik karşılıkları sınanan birer teorik ürün olarak nasıl işleme konmaları üzerine düşünmemizi sağlıyor. Bourdieu meseleyi ele almak için en basit görünen, hayatın içinde her gün deneyimlediğimiz ama hiç sorgulamadığımız, bu nedenle de toplumun bilinçdışını görmek isteyen toplumbilimci için en önemli verileri sağlayan şeylerden başlamanın gereğini vurguluyor ve devlete dair şeylere ilişkin, dolayımsız, derhal devreye soktuğumuz bir melekemiz olduğuna dikkati çekiyor: Örneğin karşımıza gelen bir formda ad, soyad, cinsiyet, medeni hale dair soruları, bunların ne olduğunu pek düşünmeden cevaplandırırken devleti anlıyoruz, kavrıyoruz2 Bourdieu Méditations pascaliennes adlı eserinde sosyolojisinde önemli yer tutan birey-nesnealan ilişkiselliğinin epistemolojik muhasebesini yapıyor (Bourdieu, 2003). Bourdieu’nün bu kitapta, öznenin nesnesi olan bir nesne olduğunu anlatmak için gönderme yaptığı Pascal’ın “evren beni, tıpkı bir nokta gibi kavrıyor, yutuyor; bense düşünce yoluyla evreni kavrıyorum” deyişinin Fransızca’sında, hem kapsamak hem anlamak anlamında kullanılan comprendre 2 Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 35 (Bourdieu, 2003, s. 189). Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi ve başka herhangi bir toplumsal pratikte olduğu gibi, alıştırıldığımız bir şeye, zaten o güne kadar biriktirdiğimiz sıradan pratiklerin anlağımızdaki karşılığı olan bir buyruk uyarınca tepki veriyoruz. Devleti anlıyoruz zira örneğin “tarihsel ve tedrici bir buluş olan medeni halin” veya kimliğin ne olduğunu, kimlik kartının üzerinde sadece belli vasıfların yazılı olduğunu biliyoruz (Bourdieu, 2012, s. 173). Ancak, dilekçe yazıp, resmi evrak imzaladığımız zaman ya da bir belgeyi imzaya bizim değil de bir başkasının yetkisi olması durumunda (örneğin sağlık raporu), hatta bir belgenin imzalanması için vekalet verirken devleti çok iyi anlıyor olmamız, aslında diğer taraftan, farklı yetkilendirme derecelerine göre ayrılmış aktörlerden ibaret olan bu kurumun bir parçası olduğumuz anlamına geliyor: başka bir deyişle “devletin adamı oluyoru[z], insan haline gelmiş devlet oluveriyoru[z]”, dolayısıyla devletin ne olduğuna dair “aslında hiçbir şey anlamıyoru[z]” (Bourdieu, 2012, s. 173). Burada sözü edilen anlamanın, sorgu ve bilgi düzeyine göre kazandığı farklı anlamlar arasındaki nüans, kendiliğinden (anlık) sosyoloji ile bilimsel sosyoloji arasındaki farka işaret ediyor. Bourdieu’ye göre sosyoloğun işi; devletin, bir yandan kendi kendini yeniden üretirken (gelişirken), diğer yandan üretip herbirimize aşıladığı, bizlerin ise, karşılaştığımız herşeye uyguladığımız, bilhassa devleti düşünmek için devlete uyguladığımız, ama sonuçta devleti düşünülmemiş bırakan, devlete dair bu düşünce kategorilerinin ne olduklarının bilincine varıp, bunları ondan sonra ele almaktır. Bachelard’ın bilimsel olgunun mutlaka önce “fethedilmiş” sonra “inşa edilmiş” olduğuna dair sözlerine atıf yapan Bourdieu, devlet gibi bir kurumun araştırılması çerçevesinde bu fethin kulaktan dolma bilgilere ve sağduyuya karşı yapılması gerektiğini, bunun için ise tarihsel tahlile başvurma gerekliliğini vurguluyor (Bourdieu, 2012, s. 171). Bu durumda, bilmek de sorunsalığını en az bilmemek kadar koruyor. Şu halde, toplumbilimsel nesnenin inşasının vazgeçilmez unsurlarından biri de, en çok kaçınılması gereken sağduyu biçimi olan aydın veya yarı-bilge sağduyusuyla savaşmak. Konu sosyoloji olunca, oluş koşulları bilimsel olarak inşa edilmeyen herhangi bir olgunun, örneğin basının gündeme soktuğu bir konunun bilim nesnesi kisvesiyle dayatılması, bilimsel bilginin değil de doxanın –yani toplumsal sağduyuya dayanılarak biriktirilen, bilgiyle inanç arası fikirlerin– oluşmasına yardım ediyor. Bu durum, bilimin fiilini, sözcüğün soyut ve somut anlamlarını benzer şekilde yansıtan çoksesli kavramak fiiliyle karşılayarak burada alıntıladık (Bourdieu, 2003, s. 189). 36 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı bilirkişilerinin yaptıkları çalışmaların, bilimin acemisi (hatta bilir bilmezi) olup, başka bir alanın bilirkişisi olanlar –örneğin medya profesyonelleri– tarafından yargılanmasına, hatta alanlararası güç ilişkisi hesaba katıldığında –yani akademik alanın, ortaya çıkışları itibariyle işbirliği geçmişe dayanan siyasî ve iktisadî alanlar karşısındaki özerkliği sorgulandığında– bizzat akademik aktörlerin bilimsel anlamda kurulmamış ve kurulamayacak olan bazı konuları, bilim nesnesi olarak sunarak akademik alanın farklı bir şekilde yeniden üretimine katkıda bulunmalarına yol açabiliyor (Bourdieu, 2012, s. 284). Bourdieu, sadece ortaya konan sonuçtan yola çıkarak “gündem” peşinde koşan bilim acemileri ile karşı karşıya kalan sosyoloğun durumunun güçlüğünü nüktedan bir dille şöyle eleştiriyor (2012): “Sosyolog anî hükümlerle sürekli karşı karşıya kalmaya mahkumdur, zira sözünü ettiği şey birçok insan için kendiliğinden önem taşır. İçlerinde gazetecelerin de bulunduğu acemilerin büyük bir kısmı, konu hakkında acemi olduklarının bilincinde bile değildir; aralarında, en iyi ihtimalle, sınırlarını bilenler vardır. Acemiler sonuçları değerlendirirler. Bilimsel bir çalışmayı gelişigüzel tartışabilir, tıpkı beğeni ve renkler gibi kanaat konusu olan, insanların sıradan söylemin sıradan araçlarıyla yargılayabileceği savlara, taraflara indirgerler: Bilimsel bir çalışma konusunda, tıpkı Körfez savaşı konusunda olduğu gibi, sol/sağ ölçeğinde taraf tutulur vs. Oysa [burada] kayda değer olan, sorunsallar ve yöntemlerdir; sonuçlar en son, ikincil olarak gelir. Bilimsel tartışmanın en ilginç yanı sonucu elde etme yoludur” (s. 285). Burada vurgulanmak istenen, önerilen bir düşünceyi denetlemenin yolunun, kelimenin naif anlamıyla kaynakları değil de, düşüncenin kendisine göre üretildiği kuramsal uzamı denetlemekten geçmesidir (Bourdieu, 2012, s. 120). Bilimsel sorunsal o sorunsalın oluşması için, soruna ilişkin tüm ürün ve eyleyicileriyle bilfiil harekete geçirilen bilimsel alan tanımlanmadan hiçbir anlam ifade etmez, zira her bilim karmaşık sorunsal yapılarının birikim sürecinde tarihsel olarak gelişir (Bourdieu, 2012, s. 121). Bourdieu’nün burada, bir olgunun tarihsel oluşuna dönmenin gerekliliğini vurgulaması, hem o nesnenin tarihine (yani birinci dereceden tarihine) hem de o nesneyi anlamaya çalışan öznenin onu anlamakta kullandığı zihinsel araçların tarihine göz atma ihtiyacını bir arada düşünmeyi gerektiriyor. Ancak, söz konusu sosyal bilim olduğunda, bilim nesnesinin kendisinin de bir eyleyiciler, ürünler ve bunların oluşturduğu temsiller (tasavvurlar) bütünü olduğu, hatta nesnenin oluşumunda Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 37 katkısı olan bu unsurların, yer ve zamanda farklı konumlara sahip oldukları göz önüne alındığında, bunların çözümlenmesi, aynı anda birçok düzlemde birden işleyen, iç içe geçmiş farklı alanları ilişkisel olarak sorgulatan karmaşık bir tarihselleştirme işlemi halini alır (Bourdieu, 2012, s. 284-85).3 İşte Bourdieu, Collège de France’daki dinleyicisi karşısında bu karmaşık işlemin altından kalkabilmek için kullandığı zihinsel araçları derlemesine imkan tanıyan farklı kuramsal ilkeleri iki farklı yoldan sentezliyor. Bunlardan ilki sosyoloji ile tarihi bir arada yapmak. Sosyolojinin iddiası, bir sürecin kuramsal modelini oluşturmak; yani herhangi bir tarihsel olguyu veya olgular bütününü anlamak üzere üretilmiş, birbiriyle sistematik olarak bağlı ve sistematik sağlamayla yargılanabilir önermeler bütününü ortaya koymaktır (Bourdieu, 2012, s. 170). Bourdieu, bunu devlet olgusu ölçüsünde gerçekleştirmek için, her ne kadar imkansız olduğunu bilse de, ideal olanın, tüm zamanlar ve tüm ülkelerdeki devletler üzerine yapılacak tarihsel bir araştırmanın elde ettiği sonuçları karşılaştırmak olduğunu söylüyor (Bourdieu, 2012, s. 170). Tarihsel bir nesneyle uğraşmanın yöntembilimsel gerekleri üzerine düşünmek, hali hazırdaki yöntemlerin eleştirisini, dolayısıyla yukarıda bahsi edilen çok düzlemde işleyen tarihsel süreçlere ilişkin sorgunun aynı zamanda bu yöntemlerin tarihine yöneltilmesini gerektiriyor. Bourdieu sosyoloji ile tarih arasındaki sınırın hiçbir anlamı olmadığını bu noktada bilhassa belirtiyor: “[Bu sınırı] tarihsel olarak doğrulayan tek şey, [onu yaratan] işbölümünün geleneklerine bağlı kalması.” Yani, eğer sosyoloji ile tarih, sosyal bilimlerin iki ayrı disiplini olmaya devam ediyorsa, bunların ayrı ayrı var olmasına bağlı toplumsal çıkarlar söz konusu demektir (2012).4 “Sosyoloji ile tarih arasındaki bu karşıtlık, tarihsel olarak yapılmış, dolayısıyla pekâlâ tarihsel olarak bozulabilecek (ne olduğunun anlaşılması amacıyla parçalarına ayrılabilecek) tarihsel bir yapay-olgudan ibarettir. Tarihselleştirme tarih tarafından bilinçdışına yerleştirilmiş baskıları Bourdieu Ayrım: Yargı yetisinin toplumsal eleştirisi çalışmasında burada sözü edilen unsurların ayrıntılı olarak incelendiği örnek bir toplumsal alan inşası kurar (Bourdieu, yayın aşamasında). Ayrıca, burada söz konusu olan pratik mantığın kurulma ilkelerine dair kuramsal çözümlemelerini Le sens pratique başlıklı yapıtta bulabilirsiniz (Bourdieu, 1980). 4 Bourdieu aynı şeyin, antropoloji ve sosyoloji arasındaki ayrım için de geçerli olduğunu, bunu algılamak içinse bu ayrımları sürdüren bilim kurumlarını incelemenin yeterli olduğunu söylüyor: İki disiplin arasındaki sınırın aslında toplumsal olması ve Fransa örneğinde zihinsel yapıların, çalışanları ve yöneticileriyle sıradan bir kurum olan CNRS’in var olma koşullarına yakından bağlı olması gibi. 3 38 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı kaldırma işlevini yerine getirir. Durkheim’in şu düsturunu hatırlatırım: ‘Bilinçdışı tarihin ta kendisidir’… Toplumsal dünyanın gücü bilinçdışlarının, zihinsel yapıların böyle ahenk içinde idare edilmesinde yatar” (s. 145). Oluş tarihi (genetik tarih) olarak da adlandırılabilecek tarihsel bir sosyolojiyi, yapılarda ve insanların zihinlerinde nesnel olarak kayıtlı bulunan kısıtlamalardan yola çıkarak, sürekli yaratım süreçlerini, tarihsel bir olgunun içinde geçtiği yapıyı değiştiren ve kısmen de yapının bir evvelki durumu tarafından şekillenen bu süreçleri yakalamaya, algılamaya yarayan bir tahlil aracı olarak tarif ediyor. Bourdieu tarihi ele alma yöntemini ve tahlilini yönlendirecek tarih felsefesini şöyle özetliyor: Tüm tarih, o tarihi meydana getirecek olan unsurlarda yani hem (tarihteki) toplumsal dünyanın nesnelliğinde hem de (tarihteki) toplumsal eyleyicilerin öznelliğinde her an hazır bulunuyor (Bourdieu, 2012, s. 135). Bu tanıma göre sosyoloğun yapması gereken, ele aldığı “şimdiki zamanın” kendine has tikel durumu üzerinde çalışmak için karşılaştırmalı tarih yapmak, böylece o tikel durumu tekilleştirip, ona tarihsel bir köşe taşı muamelesi yapıp özel anlamlar yüklemek yerine, onun (kendine özgü zaman birikimi çerçevesinde) evrendeki diğer mümkünlerden biri olduğu gerçeğini teslim etmek (Bourdieu, 2012, s. 145). Tikel durumun mümkünler evreninin içinde algılanması, aynı zamanda, tarihin geçmişte ya da bugünde seçilen bir noktadan geriye doğru okunması hatasına, yani tarih nesnesi bağlamında bulgulanan tarihsel olguların kendi koşullarının gerektirdiği neden-sonuç örgülerinde değil de, araştırmacının reel konumunun sağladığı “sonrasını bilme” imkanının bir avantaj olarak algılanmasıyla, onun tarafından seçilen bir noktaya vardırılmak üzere okunması (teleolojik okuma) tuzağına düşmeyi de engeller. Tarih sosyolojisi ya da genetik (oluşa dair) tarihi, sosyal bilimlerde disiplinlerarası işbölümünü gözden geçirmeye sevk eden nedenlerden biri de tahakkümün bugüne kadarki toplum kuramcıları tarafından ele alınış biçimidir. Bourdieu’nün sosyal bilimlere yaptığı en önemli katkının, şimdiye kadar tahakküme ilişkin tanımlar üretmiş kuramları, tahakkümün gerçekte var olma biçimine en yakın tanımına ulaşmasını sağlayacak şekilde sentezlemesi, daha doğrusu, yapısalcılıkla Neokantçılığı birarada düşünmesi5 olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz Bourdieu, simgesel erkin ne olduğunu anlamanın yolunun, Kant’ın yaklaşımının –bilhassa Panofsky, Cassirer ve Durkheimciler gibi Neokantçıların yineledikleri Kant düşüncesinin– Marx’ın tahakküme, Weber’in ise meşruiyet ve meşrulaştırma gereçlerinin içinde üretildiği uzamlara dair düşünceleriyle birleştirilmesinden geçtiğini söylüyor (Bourdieu, 1977). 5 Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 39 (Bourdieu, 2012, s. 237). Bu sayede tahakkümün her zaman ve her yerde işlemekte olan hali anlamına gelen simgesel erkin çok yönlü tanımını yapmanın gereğini ortaya koyar. Bourdieu’nün alanla birlikte işlettiği diğer bir kuramsal araç olan habitus, birbiriyle tezat oluşturduğu düşünülen bu iki kuramın bir arada ele alınmasından doğar ve tahakkümün fiziksel şiddetin yokluğunda da nasıl var olduğunu anlamamızı sağlar: Tahakküm altındakiler, hakimlerle aynı dünya görüşünü paylaştıkları için toplumsal uzamın alt kısmındaki yerlerinin farkına varırlar, başka bir ifadeyle, konumlarının gayrımeşruiyetini bilirler. Bu nedenle, devlet geleneği şeklinde algılanabilecek, simgesel veya toplumsal bir düzenin varlığı ve bu düzenin kendini dayatması sırasında uygulanan tahakkümü anlamanın yolu da, Neokantçı gelenekle yapısalcı geleneğin kuramsal araçlarına aynı anda başvurmaktan geçer, zira dünyaya uyguladığımız bilişsel yapılar, devlet geleneğinin, kendi içlerinde tarihsel tutarlılığı olan oluşturucu unsurlarıdır (Bourdieu, 2012, s. 272). Bourdieu’ye göre, Neokantçı gelenek6 farklı simgesel dünyaları (söylence, dil, sanat hatta bilim dünyası) nesneler dünyasının tanıma araçları olarak ele alıyor ancak, bu araçların tarihsel olarak tutarlı bir dökümünü ortaya koymuyor7 (Bourdieu, 1977, s. 407). Bourdieu, simgesel sistemlerin sadece birer bilişsel biçim olmayıp aynı zamanda birbirleriyle tutarlılık arz eden birer yapı (yapılandırılmış yapı) olduklarını anlamak için, diğer bir ifadeyle Neokantçıların önerdiği üretici/doğurucu anlamın ötesine geçmek için yapısalcı geleneğin kuramlarına başvurmanın kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyor (Bourdieu, 2012, s. 270). Yapısalcı tahlil, Neokantçı geleneğin simgesel biçimlerin özgül mantığını kavrama iddiasını gerçekleştirmek için gerekli metodolojik aracı sunuyor ve simgesel ürünlerin kendine has yapısını ortaya koyma işlevini yerine getiriyor. Aynı şekilde, Bourdieu’ye göre, Neokantçı bakış da, örneğin Marksist gelenekte olduğu gibi simgesel sistemleri sadece siyasî işlevleri bakımından ele alıp, bunların var olma koşullarını irdelemeyen bazı yapısal yöntemlerin, pratiğin barındırdığı mantığı görmezden gelmesine çözüm getiriyor8 (Bourdieu, 2012, s. 17). Yapılarla temsiller arasındaki yapay karşıtlığı kırmak, toplumsal dünyayı, tıpkı matematik ve modern fizikte olduBurada bahsi geçenin Humboldt-Cassirer geleneği ve bunun Amerikan sosyal kuramındaki karşılığı olan Sapir-Whorf geleneği olduğunu anımsatalım. 7 Örneğin perspektifi tarihsel bir biçim olarak ele alan ama bu biçimin toplumsal üretim koşullarını sistematik olarak inşa etme işine girişmeyen Panofsky gibi. 8 Bourdieu burada Marx’tan Gramsci’ye ve Althusser’e uzanan ve “hegemonya”, “ideolojik aygıt” gibi tanımlarla tahakkümü sadece devletin işlevleri üzerinden ele alan bir geleneği eleştiriyor. 6 40 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı ğu gibi ilişkisel bir düşünce biçimiyle ele almayı, yani gerçeği tözlerle değil de ilişkilerle özdeşleştirmeyi gerektiriyor. Kavramsallaştırmaların neden olduğu karmaşıklığın kırıldığı başka bir konuşma metninde, Bourdieu, toplumsal olgunun ele alınışıyla ilgili yaptığı bu kuramsal sentezi farklı bir şekilde ele alıyor (Bourdieu, 1987, s. 147-166). Onun deyişiyle, çok genel anlamıyla sosyal bilimler, antropoloji, sosyoloji veya tarih, birbiriyle uyumsuzmuş gibi görünen iki bakış arasında gidip geliyor: nesnelcilik9 ve öznelcilik, ya da başka bir deyişle, fizikalizm ve psikolojizm.10 Sosyal bilimler, bir taraftan “olguları şeyler gibi ele alabilirken” (Durkheim’in ifadesiyle), diğer taraftan toplumsal dünyayı temsillere indirgeyebiliyorlar. Bu tam anlamıyla şöyle bir karşıtlık meydana getiriyor: Bilimsel bilgiye ulaşmanın tek koşulu birinci durumda temsillerden kesin kopuşken –burada uzaklaşılması gereken, Durkheim’e göre “önbilgi”, Marx’a göre “ideolojik” bakış açısıdır–; ikinci durumda, tam tersine toplumsal sağduyuyu, temsilleri takip etmektir. İşte Bourdieu’ye göre bu nesnelci ve öznelci kavrama anları eytişimsel (diyalektik) bir ilişki içindedir: Bir yandan, nesnelci bakış, eyleyicilerin öznel temsillerini ayıklayarak tespit ettiği yapıyı, bu temsillerin yapısal sınırları ve temelleri olarak ortaya koyarken; diğer yandan, öznelci bakış, temsilleri, yani yapıların korunması ya da dönüşmesi için verilen, bireysel ya da toplu, günlük mücadelelerin sezilebileceği toplumsal dayanakları saptıyor (Bourdieu, 1987, s. 150). Bourdieu’nün toplumsal uzamı gerçekliğine en yakın biçimde okumak üzere ürettiği araçlar olan habitus ve alan, toplumsal nesnelerin burada bahsi edilen ilişkiselliğini hem nesnelci hem öznelci olan bir anlayışla kavramanın yoludur. Yapısal-İşlevselcilikten Devletin Sosyogenetiğine, Devlet Tarihçiliğinde Farklı Yaklaşımlar Bourdieu dersler sırasında, harekete geçirdiği genetik tarihin gereği olarak devlet üzerine yazılmış çok sayıda kaynağı kendi sorgusuna dahil ediyor. Bunların bir kısmı, devlete dair tarihyazımı açısından, bulgulamaya giriştikleri ilkeler tümellik (evrensellik) maksadı taşıdığı için, yani farklı devletlerin karşıDurkheim ve Marx, sosyal bilimler tarihinde nesnelci konumun ne olduğunu, ürettikleri bilimsel tahlillerde somut biçimde ifade etmişlerdir. 10 Hemen burada Bourdieu’nün bu terimleri bahsini ettiği sabit olguyu aktarabilmenin hafıza-teknik araçları olarak kullandığını, dolayısıyla terimlerin tözsel bir anlama gönderme yapmadıklarını, yani fenomenolojik, semiyolojik başka alanlarda başka türlü karşılanabileceklerini hatırlatalım. 9 Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 41 laştırmalı tarihini yaptıkları için önem arz eden eserler. Diğerleriyse, yönteme yaptıkları katkılar nedeniyle Bourdieu’nün devleti nesneleştirme girişiminde, gerek eleştirmek, gerekse kendi epistemolojik katkısı açısından nirengi noktası olarak görüp temel almak amacıyla, metinde ara ara tartışmaya yeniden soktuğu sosyologların ürünleri. Bunların başında genetik tarih yaparken kuramlarını bir araya getirmeye çalıştığı Durkheim, Marx ve Weber geliyor; sosyolojinin geleneksel kurucuları arasında bulunan bu üç ismin ortak noktaları, genel bir süreci betimlemeye ve devletin global tarihini yapmaya çalışmalarıdır: Marx’ın ilkel birikim tahlili, Durkheim’in toplumsal işbölümü kuramı, Weber’in modern toplumların oluşumunu bir ussallaşma süreci olarak betimlemesi Bourdieu’nün esas aldığı kuramlardır (Bourdieu, 2012, s. 119). Devlet üzerine yaptığı derslerde ele aldığı diğer kuramcılardan kısaca bahsetmeden önce Bourdieu’nün, tarih çalışmalarında disiplinlerarası işbölümü üzerine söylediklerine dikkati çekelim. Bourdieu devletin genetik (oluşuna dair) tahliline girişirken karşılaştığı verilerin iki ayrı kategoriye ayrıldığını belirtiyor: Bir tarafta, sayılamayacak kadar çok miktarda tarih çalışması; diğer tarafta ise, devlet hakkında üretilmiş bir yığın kuram. Bu ayrımın altını çizerken asıl vurgulamak isteği bu uzmanlık sahaları arasında kalan alanın gözardı edilmemesi gerektiğidir. Nitekim araştırması sırasında üzerinde daha çok durduğu nokta da, siyaset kuramlarının tarihi (sıradan biçimde hep tekrarlanan Bodin, Montesquieu vs. gibi) değil, Orta Çağ’dan beri devlet hakkında üretilmiş ve devletin bir alan olarak meydana getirilmesine eşlik edip katkıda bulunmuş söylemlerin tamamının tarihidir. Yapısal-İşlevselciler ve Marksistler Derslerde yapısal-işlevselci kuramcılardan Shmuel Noah Eisenstadt’ın kuramı ile Marksist gelenekten Perry Anderson ve Barrington Moore’un kuramları art arda, karşılaştırılarak tartışılıyor. Bourdieu bu iki gelenek arasında görünüşte var olan karşıtlığın ardında çok sayıda benzerlik bulunduğunu gösteriyor. Benzerlikleri temel olarak işlevselci yaklaşımlarından kaynaklanıyor: Örneğin Eisenstadt devletin işlevinin ne olduğu sorusunu, tüm siyasî düzen, yani tüm sınıflar açısından sorarken, Anderson dönemin egemenleri olan sınıfın işlevlerine dair soruları feodallerin konumuna göre soruyor. Sonuçta bu kuramlar devletin yapıp ettiklerine ve bunları yapabilmesi için yerine gelmesi gereken koşullara dair sorular sormak yerine, neredeyse a priori ortaya koydukları devlet 42 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı işlevlerinden yola çıkarak, devletin ne olduğunu çıkarsamaya çalışıyor (Bourdieu, 2012, s. 135). Bununla birlikte, Bourdieu yapısal-işlevselcilerin temel koyutları bakımından Marksistlere çok yakın görünmelerine rağmen, siyasî yelpaze içinde daha ziyade muhafazakarlara yakın durduklarına değinmeden geçmiyor (Bourdieu, 2012, s. 123). Kitapta, yazarların tek tek ele alınıp öğretildiği skolastik bir sıra izlenmese de Bourdieu kuramlarını birlikte incelediği bu üç yazarın eserleri içinden, ilk olarak Eisenstadt’ın The political systems of empires’ından (İmparatorlukların siyasi sistemleri) bahsediyor. Eisenstadt, önce, farklı toplumların ortak olabilecek özelliklerini sıralamak suretiyle devletleri sınıflıyor ve tipolojiler oluşturuyor. Bourdieu’ye göre bu işlemi kafasında feodalizmden mutlakiyete nasıl geçildiği sorusuna bir yanıt bulmak için yapıyor. Eisenstadt’ın kuramı gereği, bürokratik imparatorlukların ortaya çıkabilmesi için toplumların, yazarın farklılaşma, özerkleşme ve merkezileşme süreçleri diye tarif ettiği aşamalardan geçmeleri zorunlu (Bourdieu, 2012, s. 126). İlk olarak toplumun belli bir farklılaşma düzeyine erişmesi, daha sonraki bir aşamada, bir kesimin tarım ilişkisinin yarattığı statüden kurtulması, son olarak da dinî, kültürel, iktisadî bazı kaynakların hanedana ve dine bağlılığının ortadan kalkması gerekiyor. Bourdieu, bu kuramda açığa çıkan Parsons geleneğinin Durkheim ve Weber’in sosyolojilerinin bir uzantısı olduğunu ve Eisenstadt’ın, tarihsel süreci, farklı toplumsal dünyalara ayıran bir farklılaşma olarak ele aldığını anlatıyor. Dolayısıyla, kuramı kendince aktarırken, yazar tarafından da esas alındığını varsaydığı Weber’in fikirlerine atıfta bulunuyor (Bourdieu, 2012, s. 127).11 Eisenstadt’ın yönteminden yola çıkan Bourdieu şöyle bir genellemeye varıyor: Bu yöntemin, sosyologların yapısal-işlevselci olarak adlandırdıkları, Parsons ve onun meslek mefhumu ile şekillenip tüm siyasal sistemlerin temel özelliklerini çözmeyi hedefleyen geleneğin içinde yer aldığını saptıyor. Söz konusu geleneğin temel aldığı koyut ise, her devletin yerine getireceği birtakım evrensel işlevler olması nedeniyle, yapısında barındırdığı ve işlevlerini yerine getirebilmesini sağlayan iyeliklerin ortaya çıkarılabileceğidir (Bourdieu, 2012, Örneğin, tıpkı Weber’in saptadığı gibi, siyaset adamlarının ilkel hali olan eşrafın, kendini toplum çıkarına adaması, kasabadaki anlaşmazlıkların çözülmesine vakfetmesi için, biraz artı özelliklere, belli bir eğitime ve diğerlerinden farklı olarak bu işlere ayıracak zamana sahip olması, yani boş zamana dönüşen başlangıçtaki kaynak birikiminin, önce boş zamana dönüşmesi, ardından da tam anlamıyla siyasî olan şeylere vakfedilmesiyle farklılaşma sürecinin başlangıçtaki birikim sürecine bağlı olduğunu anlatıyor. 11 Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 43 s. 123). Bourdieu’ye göre, bu tür araştırmalar, bir yapıya has özelliklerin, bir siyasî rejim içinde yalıtılabilir olduğu fikrinden yola çıkıyor, dolayısıyla aynı özelliklere sahip rejimlerin aynı sınıfta yer aldığını varsaymanın yanı sıra, bu özelliklerin başka kombinasyonlara girebileceğini ve böylece farklı sistemler yaratabileceğini de savunuyor. Bourdieu, bu düşüncenin arkasında biyolojik analojinin12 bulunduğunu, yani bir yandan öğeleri karmaşık kümelerde yalıtan analitik bir düşünceden beslenirken, diğer yandan bu öğelerin farklı tekil tarihsel biçimlerde tezahür edebileceğini hesaba katan sentetik bir düşünceyle desteklendiğini iddia ediyor: “Karşılaştırmalı bir araştırmaya dayanan ve ortak özellikleri saptamaya yarayan bu sınıflandırmalardan yola çıkılarak bir çeşit tarihsel öze ulaşılmaya çalışılıyor” (Bourdieu, 2012, s. 124). Bir başka ifadeyle, Bourdieu’ye göre, Eisenstadt tipolojiler ortaya koyup, tarihsel sistemleri atomlarına ayırırcasına iyeliklere ayırarak analitik olmayı hedeflese, hatta bunları yaparken çeşitlenmeleri gözlemleyip, sistematikliği gözden kaybetmese de, tarihsel yapılardaki ilişkiselliği, yani simgesel “kaynakları” içine alan daha karmaşık bir sistemin varlığını gözden kaçırır. İkinci olarak, Passages from antiquity to feudalism (Antik Çağ’dan feodalizme geçişler) ve Lineages of the absolutist state (Mutlakiyetçi devletin kökenleri) adlı iki eseriyle ele alınan Perry Anderson (Anderson, 1974a ve 1974b), Bourdieu’nün ifadesiyle, Eisenstadt’ın vurguladığı mutlakiyetçi devlet ve feodalizm arasındaki çelişkiyi geliştiriyor: Yeniden işlerlik kazandırılmış bir feodal aygıt olan mutlakiyetçi devlet, çıkarlarına hizmet ettiklerine karşı bile bastırma eylemi uygulamak zorundadır (Bourdieu, 2012, s. 135). Anderson derslerde, tarihsel bir hareketi bütünü içinde kavramayı hedefleyen, sadece dinî ya da askerî tarihle yetinmeyip bütüncül tarihçilik geleneği içinde yer alan bir araştırmacı olarak tanıtılıyor (Bourdieu, 2012, s. 131). Bourdieu’ye göre, Anderson aslında, kıyas ihtiyacını karşılamak için Japonya’yı da aralarına kattığı büyük Batı devletlerinin toplu ve karşılaştırmalı tarihinden yola çıkarak, Fransa ve İngiltere’ye dair bazı iyelikleri saptamaya çalışıyor; Marksist gelenekte yer almasına rağmen çalışmasında Marksist evrimciliği eleştiriyor ve Weberci bir yol izliyor. Böylece, Batı Avrupa devletlerinin kendilerine has özelliklerini, önce Avrupa’nın tarihini Doğu’nun tarihiyle, ardından kendi içlerinde karşılaştırarak ortaya koymayı amaçlıyor Burada “biyolojik analoji” tamlamasının, benzetmenin, gözlemlenen özelliğin (iyeliğin) genetik tarihinin farklı aşamaları göz önüne alınmadan, sadece işlevi üzerinden yapılmış olmasına dikkati çekmek için bilhassa kullanıldığı düşünülebilir. 12 44 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı (Bourdieu, 2012, s. 132). Burada eleştirilmek istenen, tarihsel açıklamanın, gerçek bir tahlil sonucu ortaya çıkarılmış bir nesne yerine önceden oluşturulmuş bir nesneye uydurulmaya çalışılan bir tahlil üzerine kurulu olması. Anderson’un, aslında, sosyalizmin neden Sovyet Rusya’da olduğu şekliyle var olmuş olduğu ve bunun devletin Batı ve Doğu’daki ayrı tarihlerine bağlı olup olmadığı sorularına yanıt aradığını ileri süren Bourdieu aynı saptamayı, Barrington Moore için de yapıyor (Bourdieu, 2012, s. 131). Diktatörlüğün ve demokrasinin toplumsal kökenleri adlı kitabında Moore’un ortaya koyduğu mesele, kapitalist demokrasiye, faşizme ve komünizme götüren devrimlerde (“üç büyük yolda”) yüksek toprak sınıflarının ve köylülerin rolünün ne olduğunu anlamak (Bourdieu, 2012, s. 136). Demokrasiye giden burjuva devrimi örnekleri olarak İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’ni; faşizme götüren muhafazakar devrim örnekleri olarak Japonya ve Almanya’yı, komünizme götüren köylü devrimi örneği olarak da Çin’i karşılaştırıyor. Böylece çağdaş devletlerin oluştuğu dönemde büyük toprak sahipleri, köylüler ve burjuvaların farklı tarihsel yapılarda oluşturdukları farklı bileşmelerdeki ilişkilerini ele alıyor. Bourdieu ise bu yöntemi, ana değişken olarak kabul edilen bir değişkenin yalıtılıp, sonra bu değişken değişince olup bitenin nasıl değiştiğinin gözlemlenmesi olarak özetliyor. Moore’un, bu yöntemle, açıklayıcı sistemini, inşa ettiği bir model üzerine oturtmayıp, bir sayfadan diğerine değiştirdiğini savunan Bourdieu, bunun onu ussal düşünme sisteminden uzaklaştırıp söylensel (mythique) düşünme sistemine yakınlaştırdığını ima ederek eleştiriyor (Bourdieu, 2012, s. 137).13 Oysa model inşa etmek, sorgulama sistemini açıklığa kavuşturmaya yaradığı için vazgeçilmezdir. Bourdieu bu tarihçileri genel olarak, tarihsel sorunsallarını siyasî sorunsallardan yola çıkarak oluşturdukları için eleştiriyor (Bourdieu, 2012, s. 131).14 Marksizmin akıbetinden pek mutlu olmayan bu Marksist tarihçiler şu siyasal soruyu soruyorlar: Marksizm neden Sovyet Rusya’da aldığı biçimi aldı? Bu soru, “kökeni olan bir devletin, alıntı bir temel, ithal bir model üzerine inşa Bourdieu’ye göre, söylensel sistemlerin tutarlı bir biçimde işleyebilmesinin koşullarından biri de, hiçbir zaman eşzamanlı olarak denetlenmiyor oluşlarıdır. Bunu şöyle bir analojiyle örneklendiriyor: Eğer “güneş ay için ne ise, erkek de kadın için odur” dedikten sonra “tosbağa kaplumbağa için ne ise, erkek de kadın için odur” derseniz, bu iki önermede aynı pratik kalıpları kullandığınızdan, birini reddetmedikçe diğerini de reddetmemiş olursunuz. 14 Bourdieu bu soruları, dönemin gündeminde olan Doğu Avrupa’daki olaylara (1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı gibi) bağlıyor. 13 Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 45 olunan bir devletinkinden farklı özelliklere sahip olup olmadığı” sorusunu da beraberinde getiriyor (Bourdieu, 2012, s. 133).15 Böylece Bourdieu, Anderson ve Moore’un eserlerini örnek alarak, tarihin iki ayrı “yanlış problem”ine değiniyor: Bunlardan biri, Doğu toplumlarında kapitalizmin geç kalmışlığı sorunsalı ve bu sorunsalın gerektirdiği mantık çerçevesinde Doğu devletlerinin Fransız ve İngiliz modellerinden ithal edilmiş, dışarıdan gelen bir etki sonucu var oldukları düşüncesi. Bourdieu, buna, Rusya’daki kapitalizmin diğerlerinden sonra yola koyulduğunu anlamadıkça, kapitalizmin akıbetini anlamanın mümkün olmadığını söyleyerek yanıt veriyor (Bourdieu, 2012, 133). Aynı zamanda, geç kalmakla sonra başlamak arasındaki farkın anlaşılmasının, tarihi kavramada önemli metodolojik ve kuramsal nüansların kavranmasını gerektirdiğini dile getirmiş oluyor. Diğeri ise Marksizmin “tarihçilik geleneğine armağan ettiği” burjuva devrimi problemi. Bourdieu, burjuva devriminin neden gerçekleştiği ya da gerçekleşmediği sorusunun her toplum için ayrı ayrı dile getirilmesini, yapılara ve bu yapılar içinde yaşayan insan zihinlerine, onların nesnel olarak barındırdıkları kısıtlamaların ötesinde kısıtlamalar atfedilmesi olarak değerlendiriyor ve bu soruların, gerçek tarihsel sürecin sordurduğu sorular olmadıkları için yapay problemler olduklarının altını çiziyor (Bourdieu, 2012, s. 134-135).16 Devlet Tarihçiliğinde Genetik Modeller Bourdieu derslerinde, bu tarih anlayışının dışında devletin oluşuna dair modeller geliştiren, kendi kavradığı şekliyle sosyolojinin, yani genetik sosyolojinin ilkelerine göre tarih yapan, bireysel ve toplumsal yapıları, kamu görevi, bürokrasi veya devlet alanı gibi tikel örnekler üzerinden inceleyen tarihçilerden de bahsediyor.17 Devletin oluşuna dair kendi geliştirdiği modele geçmeden önce, örnek aldığı genetik tarih kuramlarına değiniyor. Devletin oluşuna dair modellerle ilgili olarak değindiği ilk kuram Norbert Elias’ınki: Bourdieu, Elias’ı, herşeyden önce Weber’in kuramını geliştiren, ve çok basitleştirilerek Başka bir tarihçi Alexander Gerschenkron da, Rus kapitalizminin geç kalmışlığı üzerine yazdığı kitabında aynı çizgiyi izlemişti (Gerschenkron, 1962). 16 İngiliz Marksistlerinin kafasını kurcalayan “Neden İngiltere’de burjuva devrimi gerçekleşmedi?” sorusu veya Japon Marksistlerin, Japonların tek gerçek devrim olan burjuva devrimine götüren tek yoldan sapmış olmalarına dair geliştirdikleri zengin literatür, Bourdieu’nün istihzayla kullandığı örneklerden birkaçı. Bunlara, Anderson’un bu konuyla ilgili olarak İskandinavlar’ın izlediği yolun “tuhaf ”lığından bahsetmesini de ekliyor. 17 Bunlardan bazıları (Autrand, 1986), (Genet ve Vincent, 1986) ve (Genet ve Le Mené, 1985). 15 46 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı ifade edilirse, tarihçilerle sosyologları barıştıran bir kuramcı olarak sunuyor18 (Bourdieu, 2012, s. 204). Elias, Weber’in devlet üzerine geliştirdiği temel fikirleri genetikin sahasına taşımayı denemiş bir toplumbilimci olarak çifte bir tekelleşme sürecini betimliyor: Fiziksel şiddet ile vergi sisteminin birarada tekelleşmesi (Elias, 2002). Elias’ın özel tekelin (yani hükümdarın tekelinin), devletin kamu tekeline dönüşüm süreciyle birlikte gelişen tekelleşme sürecine dair tahlilini bilhassa vurgulayan Bourdieu, kendisinin de, devletin genetik kuramını geliştirirken temel aldığı noktanın bu olduğunu vurguluyor (Bourdieu, 2012, s. 203-204). Bourdieu, Elias’ın, kuramında, Weber’in devlete getirdiği tanımını19 derinleştirse de, Weber’in geliştirmediği simgesel şiddet boyutunu tamamen boşvermiş olmasını eleştiriyor. Elias devletin sosyogenetiğine dair kuramını üç aşamada oluşturuyor. Bunlardan ilki, birbirine yakından bağlı iki süreç olan, şiddet araçlarının giderek tek bir elde toplanması süreci ile vergi toplama işinin tek bir yöneticinin veya idarenin elinde toplanması sürecinin, toprakların genişlemesine koşut olarak gelişmesi. Bourdieu’yü etkileyen bir başka nokta ise, Elias’ın betimlediği bu süreç ile pazara hakim olmak için birbiriyle yarışan firmaların tekelleşme süreci arasında kurduğu analojiden çıkarsadığı derstir: “Sosyolog, yakınlıklar kurmak, tikel vakayı, hem tüm tikelliğini hem de tüm genelliğini aynı zamanda ortaya koyabileceği bir dizi vakanın içinde görmek için, kendine has, tikel bir örneği inşa edebilme kabiliyetine sahip olmalıdır” (Bourdieu, 2012, s. 206). Devlet sosyogenetiğinin ikinci aşaması, tekelleşme sürecinin, iç barışın devlet tarafından bir dizi savaş, çatışma sonucunda tesis edilmesini de beraberinde getirmesi; yani barışın tahakküm pahasına sağlanıyor olmasıdır. Böylece mutlakiyetçi devlet, hükümdar ve kulları arasında oluşan bir çeşit güç dengesine götüren bir tekelleşme süreci sonunda kurulur: Hükümdar iktidarını yaydıkça, iktidarına bağımlı olanlara bağımlılığını da arttırmış olur (Bourdieu, 2012, s. 207). Buna paralel olarak Elias, Bourdieu’nün bürokratik alandan ya da devlet alanından bahsederken anlatmaya çalıştığı başka bir süreci de betimliyor: İkti“Tarihçiler, bilhassa Fransa’da, [karmaşık birtakım nedenlerden ötürü] Max Weber’i tanımazlar; Elias onlar için bilmeden Weber kullanmanın, dolayısıyla, Weber’den ileri gelen fikirleri, bizatihi büyük bir özgünlüğe sahip bir düşünür olan Elias’a mal etmenin bir yolu oldu.” 19 Bu tanıma göre devlet, sınırları belli bir toprak parçası dahilinde, şiddetin meşru kullanımı üzerindeki tekeli sayesinde iktidar uygulama iddiasını başarıyla yerine getiren örgüttür. Burada, her ne kadar meşru sözcüğünün kullanımı şiddetin simgesel boyutunu çağrıştırsa da Weber, şiddet tahlilini simgesellik üzerinden kurmaz. 18 Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 47 dar tek bir elde toplandıkça, iktidarın merkezinde tek bir şahış olması yerine, muktedirlerin karşılıklı bağımlılık ilişkisinde oldukları bir şebekenin ortaya çıkması. Ancak, Elias’ın buradaki bağımlılığın karşılıklı olmasından kastı, kesinlikle eşitler arası olması değildir. İşte Elias’ın vurguladığı karşılıklı bağımlılığın eşitler arasında olduğu kadar eşit olmayan güçler arasında da aynı şebeke örgüsü içinde var olması, Bourdieu’nün alan kurgusu için büyük önem taşır: Birçok farklı güç ilkesini (dinî, bürokratik, hukukî, iktisadî) elinde bulunduran muktedirlerin karşılıklı bağımlılık ilişkisinde oldukları bir şebeke; öyle ki bu şebekeleri barındıran uzamın yapısı, tüm karmaşıklığıyla devletin kararlarının üretici kaidesi haline gelir (Bourdieu, 2012, s. 209). Devletin oluşuna dair diğer bir model ise Charles Tilly’nin Zor, sermaye ve Avrupa devletlerinin oluşumu adlı eserinde geliştirdiği modeldir (Tilly, 2001). Tilly Avrupa devletinin oluşunu, devlet tiplerinin farklılıklarına çok dikkat ederek betimlemeye gayret ederken, ayrıca modelinin ampirik sağlamasını yapar. Bourdieu’nün saptamasına göre, oluşturmaya çalıştığı model Elias’ınkinden daha çok parametre içermektedir. Kafasında, tüm Amerikan sosyologlarının genelde uygulamaya çalıştığı çok değişkenli tahlil vardır. Fakat, daha çok iktisadî bir mantık izlediği için, Bourdieu’ye göre simgesel boyutu ve simgesel sermayenin birikim sürecinin özgül mantığını göremez. Tilly’nin sorunsalının merkezinde, iktisadî sermayenin birikiminden sorumlu kentler ile fizikî kısıtlamadan sorumlu devletler arasındaki eytişim vardır (Bourdieu, 2012, s. 212). Derslerde, ortaya genel bir model koyabilmiş araştırmacılardan Philip Corrigan ile Derek Sayer’in The great arch: English state formation as cultural revolution (Büyük yay: Kültür devrimi olarak İngiliz devlet oluşumu) adlı kitabından da bahsediliyor (Corrigan ve Sayer, 1985; Bourdieu, 2012, s. 224). Bu iki yazarın, İngiltere’de, iktidarın hanedan temelinde, aileye bağlı olarak yeniden üretimi ile devletin aracılığıyla yeniden üretimi arasındaki ayrımın çok önce başladığını ortaya koymalarına büyük önem atfeden Bourdieu (Bourdieu, 2012, s. 459), bu yazarların ayrıca, Elias ve Tilly’nin içine düştükleri ekonomizmi kırabilmiş olmalarını da önemsiyor. Kuramcıların devlet tarihine en önemli katkılarının, modern devletin temelinde “kültürel devrim”in bulunduğunu, yani meşru ve kurala bağlanmış (ulusal dil, parlemento, mahkemeler vs. gibi) (kodlanmış) “biçimler” bütününü inşa etmeleri olduğunu hatırlatıyor. Dolayısıyla, Bourdieu’nün devlet alanının işleyişinin merkezine simgesel erki koymasına yakın bir perspektif benimsemiş oluyorlar. 48 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Simgesel Erk Manyetizması veya Devlet Alanı Tarihsel konumu göz önünde tutulduğunda Bourdieu’nün, irdelediği ve örnek aldığı bu eserlerin bir sonucu olarak önerdiği devlet genetiğine geçmeden önce, onun devletten neden hiçbir zaman doğrudan bahsetmediğine değinmekte fayda var. Bourdieu gerçekleştirdiği tüm çalışmalarını –nesnesi ister edebiyat veya hukuk, ister sanat veya üniversite olsun– her zaman bir (veya birkaç) alan ile onun karmaşık fakat kendine has ilişkisellik çerçevesinde işleyen yapısı üzerine kuruyor. Söz konusu devlet olduğunda da yine aynı zihinsel araçlara başvuruyor20, fakat devlet örneğinin ortaya koyduğu alanın, farklı alanların (iktisadî, entelektüel, eğitimsel, hatta sanatsal vs.) birbirlerine göre ve birbirleri nezdinde meşru olarak işgal etmek zorunda oldukları konumun belirlenmesi uğruna verilen mücadeleleri kapsayan bir üst-alan şeklinde tezahür etmesi, devletten doğrudan ve toptan söz etmeyi engelliyor. Dolayısıyla ortaya, kabaca sonucunda devletin üretildiği şu iki süreç çıkıyor: toplumların görece özerk bazı alanlara ayrılma süreci ile erklerin bu alanlar üzerinde yoğunlaştığı, mücadelelerin ise, tarihin yeni eyleyicileri olan bu (iktisadî, hukukî, entelektüel vs.) alanlar arasında geçtiği bir uzamın belirme süreci (Bourdieu, 2012, s. 597-600). Bourdieu yapmak istediği şeyin devletin doğuşuna dair açıklayıcı etmen sistemleri inşa etmek değil, devletin oluş mantığına dair bir model geliştirmek olduğunu söylüyor (Bourdieu, 2012, s. 301). Göstermeye ve tahlil etmeye çalıştığı şey, devletin oluş sürecinde farklı türden sermayelerin (fizikî, iktisadî ve simgesel) başlangıçta nasıl biriktiklerini ve birbirlerinin oluşumunu nasıl sağladıklarını ortaya koymaktır. Sermaye türleri içinde simgesel sermayenin, tahlilinin merkezinde yer aldığını en başında bildiriyor: “[…] sermaye türünün fiziksel dünyanın mantığına en yakın olduğu uç örneklerde dahi, simgesel bir etkiyi beraberinde getirmeyen fiziksel bir etki söz konusu olmaz. Beşerî eylem mantığının tuhaflığı, kaba kuvvetin asla sadece kaba kuvvet olmaması sonucunu doğurur: Kaba kuvvet, bir kabullenme biçimine ulaşmaktan ileri gelen bir baştan çıkarma, iknâ etkisi bırakır” (Bourdieu, 2012, s. 302). Aynı tahlilin, maddî bir başka sermaye türü olan iktisadî sermaye için de geçerli olduğunu biliyoruz: Zenginlik asla sadece iktisadî bir zenginlik şeklinde var olmaz; varlığını tanı(n) ma ve kabul görme gibi simgesel etkilerle birlikte hissettirir. Bourdieu’nün iktidar alanını, iktisadi, bürokratik, entelektüel ve eğitimsel alanların kesiştikleri bir uzam olarak etraflıca tahlil ettiği bir çalışma örneği için La noblesse d’Etat. Grandes écoles et esprit de corps olan kitabına bakılabilir (Bourdieu, 1989). Kitabın İngilizce’si için bkz. (Bourdieu, 1998). 20 Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 49 Bourdieu’nün önerdiği sosyogenetik model, kronolojik olduğu kadar mantıksal bir sıra izleyen üç aşamada incelenebilir. Bu aşamalardan ilki, sonucunda bir üst-sermaye türünün ortaya çıktığı, farklı sermaye türlerinin birikim süreci olarak özetlenebilir. Bu sürecin boyutlarından biri, hükümdarın ailesinin ve onun malvarlığı etrafında örgütlenmiş olan bir hanedan devletinin dayandığı kişişel erk ile bunların, liyakat uyarınca, bazı işlerine memur ettikleri aktörler etrafında oluşmakta olan bürokratik erkin, birbiriyle tezat oluşturan iki tahakküm biçimi olarak bir arada var olma sürecidir. Söz konusu olan, devlet ilkesinin, hanedan ilkesinin tamamen önüne geçmediği, ancak kurumların yavaş yavaş ortaya çıkmasıyla, soyluların kendi içlerinde, (doğal seyrinde) sürdürdükleri yeniden üretim (üreme) tarzının, iktidar alanının yeniden üretimini sağlamada biricikliğini yitirdiği, bu nedenle iktidarın uygulanması açısından çelişkilerin doğduğu bir süreçtir. Bu süreç aynı zamanda, yukarıda bahsi geçen devlet tarihi modellerinde anlatıldığı gibi –çelişkisel göründüğü kadar ilişkisel olduğundan– hükümdarın da, oluşmakta olan kurumlar aracılığıyla, iktidarı, bilhassa simgesel erki tekelinde toplamasını, farklı sermaye türlerini biriktirmesini (örneğin düzenli orduların kurulmasıyla fizikî sermayeyi) beraberinde getirir. Başka türlü ifade etmek gerekirse, farklı sermaye türlerinin hükümdarın şahsı haricindeki ellerde birikmesi, tek düzlemde algılanabilen bir iktidar paylaşımına –dolayısıyla kaybına– yol açmaz. Aksine, bu süreçte iktidar alanı içindeki yeni işbölümü sayesinde ortaya konan simgesel erkin, bir nevi hikmet-i hükümetin –iktidar alanının aktörlerinin sahip oldukları simgesel sermaye dağılımlarının meydana getirdiği hiyerarşi uyarınca– pekişmesini sağlar.21 Devlet böylece, (fizikî, iktisadî, kültürel ve simgesel) farklı türde sermayelerin bir yerde yoğunlaşması sonucu, bu sermaye türlerinin herbirinin üzerinde güç uygulayan bir üst-sermaye, bahis nesnesi iktidar olan mücadelelerin yaşandığı bir alan olarak ortaya çıkmış olur (Bourdieu, 2012, s. 590). Bu süreçte, örneğin, mutlak monarkı XIV. Louis şahsında temsil edilen XVII. yüzyıl Fransa’sı gibi, gittikçe güçlenen bürokrasilerine rağmen, büyüyen bürokrasi sayesinde simgesel sermayesi daha da büyüyen hükümdarlarının şahsında temsil edilen devletler mevcuttur. Simgesel sermayenin ilk birikiminin (hükümdarın yerini işgal etmenin sağladığı temsilî güçlerin ortaya çıkması), yani devlet ilkesinin hanedanın ilkesine galip gelmesi, devlet mantığının icadını, dolayısıyla, kamu fikrini temsil Bourdieu devletin oluşma sürecinde farklı sermaye türlerinin birikimini “Esprits d’Etat. Genèse et structure du champ bureaucratique” başlıklı makalesinde inceler (Bourdieu, 1993). 21 50 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı eden ve kendi başlarına yeni birtakım toplumsal gerçekliklere uzam oluşturan kurumların inşasını beraberinde getirir. Bourdieu’nün modelleştirdiği bu ikinci aşamada kamusal şeylerin ve bürokratik kurumların, içinde icat edildiği uzamın (bürokratik alanın) inşasında hukukçular gibi, devlet mantığına bağlı oldukları için bu mantıktan çıkarı olan ve yeniden üretimleri, soylulardaki gibi aileye değil eğitim sistemine bağlı olan eyleyici kadrolar, memurlar büyük rol oynarlar. Ticaret burjuvazisi dışında, hükümdarın iktidarından bağımsız meslek erbabının ortaya çıkışı, hukuk, eğitim, liyakat, yetki üzerine kurulu olan ve ırsî iktidarlara karşı çıkabilen yeni bir iktidarı doğurur. Devlet memuriyetinin ortaya çıkması, devletin tahakküm alanı içinde, organik bir dayanışmanın söz konusu olduğu bir işbölümünü de beraberinde getirir. Ancak, bürokrasinin hiyerarşiye dayandığı göz önünde tutulursa, işbölümü aynı zamanda vekalet sisteminin işlediği çok bileşenli bir yapı gerektirir. Bourdieu’nün çok farklı şekillerde tarif ettiği simgesel erkin muğlaklığı ve çelişkisi, çok kademeli bir vekalet mekanizmasını işleten aracıların (yani hükümdardan aldıkları iktidarı başkaları üzerinde kullananların) iki arada sıkışmış oldukları izlenimi vermesine rağmen, aslında sahip oldukları güçlü konumla faklı bir boyut kazanmış olur (Bourdieu, 2012, s. 437). Şu halde, bürokratik alan, eyleyicilerinin, hesap verdikleri hükümdar ile yönetilenler arasındaki ara konumlarının zamanla özerkleşip idareyi ele geçirmesiyle meydana gelir. Bourdieu bürokratik alanın oluşumunu dayandırdığı kuramını, farklı coğrafya ve zamanlardan devletlerdeki bürokrasileri karşılaştırarak ve analojiler yaparak destekler; örneğin bürokrasinin kademeleri arttıkça daha da özerkleşip güçlendiğini açıklayan etmenlerden biri olan rüşvetin, Çin ve Fransız bürokrasilerinin farklı dönemlerinde nasıl bürokrasinin yapısal bir parçası olduğunu gösterir (Bourdieu, 2012, s. 432-60). Son aşamada, çıkar gütmeme ve evrensellik ilkelerine dayanan bürokratik alanın, kurum ve aktörleriyle, kamu düşüncesinin oluşmasına nasıl katkıda bulunduğu, dolayısıyla XIX. yüzyıl ve sonrası devletleri irdeleniyor. Bir bakıma Bourdieu, ahlakî veya dinî mantıktan farklı olarak, devlet mantığının işlediği bürokratik alanın özerk, yani yeniden üretimini ve meşru değerlerini kendi kendine belirleyen bir alan olarak oluşma sürecini betimliyor. Bu alanın oluşumunda en önemli rolü oynayan aktörler ise, kamusal çıkardan özel çıkarı (veya kamusal çıkara özel ilgisi) olan hukukçulardır. Fransız devrimi öncesinde ve sırasında, sınıflar arasındaki hiyerarşiyi altüst etmek ve bürokratların, iktidarı, Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 51 soylular aleyhine ele geçirebilmeleri için mücadele veren hukukçuların ileri sürdükleri düşünceler –insan hakları gibi– hukukî yetkinliğe ve tümelliğe atıfta bulunan düşüncelerdir. Söz konusu işleyişte, hukukî erkin tekelleşmesi parlementonun kurumsallaşmasından geçer; böylece, keyfî olmadığı ölçüde daha da meşrulaşan siyasi iktidar tarafsız –olduğu varsayılan– bir bölgede tesis edildiği için, doğrudan simgesel bir etkiye dayanmış olur (Bourdieu, 2012, s. 453).22 Bourdieu bu noktada hukuku, iktidar alanı içindeki mücadeleler ve hakimiyet kurma rekabeti açısından da tahlil ediyor: Bu durumda, hukukî sermaye sahipleri, ellerinin altında bir çeşit düşünce ve hareket tekniği rezervi bulundurdukları için kudretli konumda bulunuyorlar. Zira, devlet alanında işlerliği olan kavramlara hakim olmakla aslında toplumsal gerçekliği inşa etme araçlarını ellerinde bulunduruyorlar (Bourdieu, 2012, s. 521). Hakim oldukları dil veya kavramlardan oluşan bu sermaye, aynı zamanda onların simgesel erke, yani somut anlamda devlete veya kurumlarından birine değil de, bu uzamların hepsinde birden iyi konumlanmalarını sağlayan meşru araçlara sahip olmalarını sağlıyor (Bourdieu, 1986). Hukukî alanın toplumsal tavırlara karşılık gelen konumlar uzamındaki ayrışmayla birlikte bürokratik alanı doğurmasına, simgesel sermayenin temsillerinin inşasına dair bir süreç eşlik ediyor. Bu süreçte, entelektüeller (hukukçular, yazarlar, dilbilimciler, tarihçiler vs.) elbirliğiyle kamunun ortak temsillerinin, dolayısıyla ulusun yaratılmasına katılıyorlar. Bourdieu bu olguyu, devletin tanımladığı yüzölçümü sınırları içinde algılama kategorilerinin evrenselleşmesi olarak ifade ediyor (Bourdieu, 2012, s. 549). Bu mantığa göre, bir entelektüel icat olan ulus, devlete dair aynı algılama kategorilerine sahip, devlet tarafından aynı dayatma ve zihinsel aşılamalara maruz bırakılmış insanlar bütününe deniyor. Bourdieu, böylece, normatif tarih tarafından, önceden varmış gibi gösterilen, örgütlenmiş ve kendi kendini idare eden bir nüfusun (ulus-devlet’in), iktidarını vekaleten siyaset adamlarına devretmesi üzerine kurgulanan demokrasi tarihini değillemiş oluyor. Bunun yerine “aynı sınırlar içerisindeki yurttaşlar bütünü” Bourdieu, aslında burada evrenseli var eden şeyin, hukukçuların veya devlet memurlarının işlerini çıkar gütmeden, evrensel bir çıkar amacıyla yaptıklarına dair inançları olduğunu ileri sürüyor. Sosyologların, çıkarın hiç bulunmadığının iddia edildiği yerde bile çıkarın olduğunu bilmelerine istinaden Bourdieu (Bourdieu, 1995), evrensel çıkarın herhangi bir şekilde kişisel çıkar için kullanılmasının örtbas edilmesinin bile herşeye rağmen, evrensele bir nevi kutsallık atfedilmesine, dolayısıyla evrenselin var edilmesine katkıda bulunduğunu ileri sürüyor. Yasanın delinmesi durumunun, yasanın nesnel varlığına, doğrudan çiğnenmesi durumuna göre daha çok kakıda bulunması gibi. 22 52 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı anlamındaki devleti üreten şeyin bürokrasinin ta kendisi olduğunu, neden ve sonuç arasındaki bilinçdışı yer değiştirmenin toplumsal koşullarını tahlil ederek kanıtlıyor. Öyle ki, devleti inşa ve icat etmekle yükümlü olan toplumsal eyleyiciler, birlik içinde aynı dili konuşan nüfus anlamındaki devleti, daha önce eşi benzeri olmayan, olağanüstü bir örgütlenmeyi (üst-sermayeyi), yani hem maddî hem de simgesel olan (ve devlet mefhumunu kendisiyle özdeşleştirdiğimiz) bir örgütsel sermayeyi inşa etmek suretiyle kurarlar. Sonuç olarak, Bourdieu, nihayetinde devletin ortaya çıktığı ve devlet kuramlarının icadının da katıldığı bu süreci anlamak için, üreticilerin farklı iyeliklerini ayrıntılı olarak betimleme ve tahlil etmenin yanı sıra, bu iyelikleri, ürünlerin iyelikleriyle ilişkilendirmenin önemini vurguluyor. Böylece, Bourdieucü sosyoanalizin bilindik kuramsal araçları olan habitus-alan ikilisini, simgesel erkin, hatta devletin, sadece bürokratik alanla sınırlı kalmayıp, toplumsal dünyanın ayrıntılarında var olması nedeniyle kullandığı açıklığa kavuşmuş oluyor. Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 53 EXTENDED ABSTRACT Sur l’État as an Unavoidable Object of Sociology: Lectures of Pierre Bourdieu in the Collège de France (1989-1992) A. Günce Berkkurt* In this review article on a hitherto unpublished work by Pierre Bourdieu, released recently by Seuil publishing house in January 2012, we hope to present Sur l’État through a cross-referenced interpretation by convoking not only the other studies made by Bourdieu, but also the works of other social scientists that he frequently refers to. In order to go beyond a mere critical description of this book, we have undertaken an effort to understand the genetic logic of the state that Bourdieu proposes to construct, by matching the theoretical elements of this construction to their practical logic that he tried to describe throughout his scientific career. In this chronological compilation of lectures delivered in the Collège de France between 1989 and 1992, Bourdieu proposes a critical synthesis of the social theories on the state formation in order to approach as closely as possible to the reality of his object. Therefore, throughout this work, he is in a constant debate with historians and social scientists that had previously put the state at the center of their research. Bourdieu explains the reasons why in his analysis he has set aside all normative and speculative approaches based on theoretical constructions, without taking into account the empirical data concerning the history and the function of the states. This latter form of research, which advances only by referring to other theories and by putting together a theoretical base only by confirmation or refusal of one theory by another, cannot have time to delve into both social and scientific subconscious. This takes shape in relation to the actual arrangement of facts in the scientific as well as in other social fields. In this manner, Bourdieu develops an approach combining analytical and reflexive reasoning, focusing on the epistemological enquiry on the researcher’s standpoint, while elaborating the socio-genesis of the field of the state. Thence, as a first step, we shall focus on some key methodological issues which form an important part in the Bourdieusian socio-analysis, such as his PhD Candidate, Nanterre University, Department of Political Sociology, [email protected] * 54 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı emphasis on the pitfalls of spontaneous sociology, in other words, his call to alertness against the ease of spontaneous perception that can hinder the scientific perception. This remark relates to the centrality of the reflexivity in Bourdieu’s epistemology, especially when he tries to reconcile sociological and historical approaches. Indeed, he relates objectivist moments with subjectivist ones, the latter being essential in the comprehension of a social fact. Thus, he meditates, on the one hand, on the historical conditions of the disciplinary division of labor in the social sciences and on the other, on the temporality of the positioning of a researcher vis-à-vis his object. In fact, a synthesis allows us to discover that the study of the social world with field and habitus, Bourdieu’s basic theoretical tools, is in close relation to this very idea. A socio-historical approach on the genesis of the field of state, and on the social perception of things about the state, enables Bourdieu to reveal what is deliberately concealed by the spontaneous distinction between public and private sphere – a distinction based on the abstract principles of disinterest and universality – which turns out to be the repressed idea that amounts to the state. Therefore, not only does he stress the origination of a logic specific to the state, in other words, the emergence of this particular social universe that he baptizes as “bureaucratic field”, but by the same token, he tries to determine how the state is constituted as an organization and as a shrine where the symbolic power dwells and develops. However, before proceeding to formulate his own state-conception socio-genetic model, he revisits, not without criticizing fittingly, the different ways of doing comparative history of Shmuel Noah Eisenstadt, Perry Anderson and Barrington Moore. This critical approach to some well-known pieces of comparative history and historical sociology enables him to further develop his objectivistic perspective, given that, in order to elaborate upon a theoretical model about the process of the origins of this whole field called “the state”, one must be able to compare the results of as many as possible studies on the largest possible number of state-formations in different geographical areas. Furthermore, this helps him to demonstrate the methodological approach he elaborates. From that point, Bourdieu proceeds to the analysis of the works of the social scientists who have inspired him while he was establishing his approach. Bourdieu thus scrutinizes the works and models by Elias, Tilly, Corrigan and Sayer. He first revisits Norbert Elias, accrediting him the description of the process of concentration of the violent means and tax Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine 55 collection methods by a single administration. Nevertheless, Bourdieu criticizes Elias who somehow neglects the symbolical dimensions of this process. Then, he revisits the works of Charles Tilly, who through a multivariate analysis, puts emphasis on the concentration of physical capital of the armed force, in close relation to the formation of a state bureaucracy and to the concentration of economical capital in the cities. Lastly, Bourdieu highlights the study of Philip Corrigan and Derek Sayer who connect the origins of the modern state to the construction of a set of legitimate and codified forms governing the social life. By following the chronological order of Bourdieu’s lectures in the Collège de France, we can follow his conceptualization of a framework of the state as a process of concentration of different types (i.e. physical, economic, cultural and symbolic) of capitals amounting to a social space in which are reproduced, more or less, common principles concerning the meaning and value of the world. To describe this process, Bourdieu starts from the initial accumulation of symbolic capital, in conjunction with the monopolization of other types of capitals by an institution which takes shape outside the realm of the king and his kin. The process through which a differentiated space is created, by the employment of technician mercenaries recruited from outside the nobility, is responsible for the emergence of another mode of knowledge and acknowledgement reproduced by the educational systems. The concentration of a symbolic capital, outside that of the monarch, creates a novel form of division of labor in the field of power through which a symbolic power is consolidated. Bourdieu stresses that the monopolization of that power is perceived and experimented as the universalization, which in a sense implies its transformation to the reason of state. Keywords: Bourdieu, Political Science, State, Symbolic Power, SocioGenetic Analysis KAYNAKÇA / REFERENCES Anderson, P. (1974a). Lineages of the absolutist state. Londra: New Left Books. Anderson, P. (1974b). Passages from antiquity to feudalism. Londra: New Left Books. Autrand, F. (1986). Prosopographie et genèse de l’État moderne. Paris: Editions Rue d’Ulm Bourdieu, P. (1977). Sur le pouvoir symbolique. Annales. Économies, Sociétés, Civilisations. 3 (32): 405-411. Bourdieu, P. (1980). La Distinction: critique sociale du jugement. Paris: Minuit Bourdieu, P. (1980). Le sens pratique. Paris: Minuit 56 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Bourdieu, P. (1986). La force du droit. Eléments pour une sociologie du champ. Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 64: 3-19. Bourdieu, P. (1987). Choses dites. Paris: Minuit. Bourdieu, P. (1989). La noblesse d’État. Grandes écoles et esprit de corps. Paris: Minuit. Bourdieu, P. (1993). Esprits d’État. Genèse et structure du champ bureaucratique. Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 96-97: 49-62. Bourdieu, P. (1995). Pratik nedenler. Hülya Tufan (Çev.). İstanbul: Kesit. Bourdieu, P. (1997). De la maison du roi à la raison d’État. Un modèle de la genèse du champ bureaucratique, Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 118: 55-68. Bourdieu, P. (1998). State nobility: Elite schools in the field of power. Palo Alto: Stanford University Press. Bourdieu, P. (2001). Sciences de la science et réflexivité. Paris: Raisons d’agir. Bourdieu, P. (2003). Méditations pascaliennes. Paris: Seuil. Bourdieu, P. (2012). Sur l’État. Cours au Collège de France 1989-1992. Paris: Raisons d’agir – Seuil. Bourdieu, P. (yayım aşamasında). Ayrım: Yargı yetisinin toplumsal eleştirisi. G. Berkkurt ve D. Fırat (Çev.), İstanbul: Bağlam. Corrigan, P. ve Sayer, D. (1985). The great arch: English state formation as cultural revolution. Londra: Blackwell. Eisenstadt, S. N. (1969). The Political system of empires. New York: Free Press Elias, N. (2000). Uygarlık süreci 1: Sosyo-oluşumsal ve psiko-oluşumsal incelemeler. E. Ateşman (Çev.), İstanbul: İletişim. Elias, N. (2002). Uygarlık süreci 2: Sosyo-oluşumsal ve psiko-oluşumsal incelemeler, E. Özbek (Çev.), İstanbul: İletişim. Genet, J. P. ve Le Mené, M. (1985). Genèse de l’État moderne: Culture et idéologie dans la genèse de l’État moderne. Roma: Ed. de ÉFR. Genet, J. P. ve Vincent, B. (1986). Etat et Eglise dans la genèse de l’État moderne. Madrid: Casa de Velázquez. Gerschenkron, A. (1962). Economic backwardness in historical perspective. A book of essays. Cambridge: Belknap Press of Harvard University Press. Moore, B. (2003). Diktatörlüğün ve demokrasinin toplumsal kökenleri. Ş. Tekeli ve A. Şenel (Çev.). Ankara: İmge Kitabevi. Tilly, C. (2001). Zor, sermaye ve Avrupa devletlerinin oluşumu. K. Emiroğlu (Çev.). Ankara: İmge Kitabevi. Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 57-83 Ekonomi Teorisi ile İlişkisi İçinde Bourdieu: Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? Cem Özatalay* Özet: Pierre Bourdieu’nün neo-klasik ekonomi teorisi ile ilişkisi özellikle neo-liberal dönüşüm sürecinin belirli bir evresinde tartışılmaya başlandı. Bourdieu tarafından geliştirilen “habitus”, “alan” ve “farklı sermaye türleri” kavramlarına dayanan analiz çerçevesinin, neo-klasik teorinin bir uzantısı mı, yoksa bizzat bir eleştirisi mi olduğu konusunda sosyal bilimciler farklı görüşler ileri sürdü. Kimi onu “ekonomi emperyalizmi”nin sosyoloji disiplini içindeki temsilcilerinden biri olarak değerlendirdi, kimi de eserinin neo-klasik teoriye muhalif bir “karşı hegemonya projesi” olarak okunması gerektiğini dile getirdi. Bourdieu’nün “Cezayir”, “Banka ve Mudileri” ve “Müstakil Konut Piyasası” araştırmalarını esas alan bu makale ise, bu iki yaklaşımdan farklı olarak, meseleyi tarihsel-toplumsal bağlamına yerleştirerek değerlendirmeyi öneriyor. Bu doğrultuda, Bourdieu’nün sosyolojik teorisinin neo-klasik ekonomi teorisi ile ortak temel aksiyomlara sahip olduğu eleştirisinin büsbütün haksız olmadığı, ancak bu aksiyomatik ortaklığın, onun teorisinin eleştirellik özelliğini azaltmak bir yana güçlendirdiği savunuluyor. Anahtar Kelimeler: Bourdieu Sosyolojisi, Ekonomi Sosyolojisi, Ekonomik Alan, Ekonominin Toplumsal Yapıları, Neo-Klasik Ekonomi Teorisi Eleştirisi Bourdieu in his Relation to the Economic Theory: A Comprador or a Critic? Abstract: The debate on Bourdieu’s relationship with neoclassical economic theory has become more apparent especially with the advancement of the neoliberalization process. The question was whether Bourdieu’s conceptual framework based on the notions of “habitus”, “field” and “different types of capital” consisted of a simple extension of the neoclassical economic theory in social theory or rather a radical critique of it. Some saw him as one of the representatives of “economic imperialism” in the discipline of sociology; while others considered his work as a “counterhegemonic project” against the neoclassical theory. Unlike these two parts, this article proposes to consider the same issue by situating it in its historical and social context. In order to do this, Bourdieu’s anthropological field studies on Algeria and “the bank and its customers”, and also his empirical exploration about the commercialization of individual house market are referred. As a result, the article presents that Bourdieu’s approach not only shares its epistemological framework with neoclassical theory, but that this affinity in no way decreases its capacity of criticism, but rather, enhances it. Keywords: Sociology of Bourdieu, Economic Sociology, Economic Field, The Social Structures of the Economy, Criticism of Neoclassical Economic Theory Arş. Gör. Dr., Galatasaray Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] * 58 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Giriş Pierre Bourdieu’nün ekonomik meselelerle ilgilenmeye başlaması, yüzünü felsefeden antropolojiye ve sosyolojiye dönmesiyle eşzamanlıdır. Bir başka deyişle, Fransız sosyoloğun düşünsel evriminde ekonomiye dair temaların; eğitim, kültür ve edebiyat gibi konularla kıyaslandığında tali bir yer işgal ettiğine dair yaygın kanının aksine, Bourdieu’nün sosyolojik düşüncesinin oluşumunda ekonomik temaların kurucu bir katkısı olmuştur (Lebaron, 2003). Gerçekten de Fransız sosyoloğun, ekonomi disiplinine tahsis edilmiş kimi konular üzerine kafa yormaya 1950’lerin sonlarında askerlik hizmeti nedeniyle bulunduğu Cezayir’de yürüttüğü ilk saha araştırması sırasında başladığı görülür. Bu erken başlayan ilgisine rağmen, Marx’ın ekonomi kavrayışı istisna olmak kaydıyla, Bourdieu’nün ekonomi disiplininin teorik gündemine dair bilgi ve ilgisinin çok kapsamlı olduğunu da söyleyemeyiz (Steiner, 2008). Ayrıca, Cezayir araştırması döneminde Bourdieu’nün ekonomi politik eleştirisinin “ılımlı” bir karakter taşıdığı gözlemlenmektedir. Fransız sosyolog, erken dönem çalışmalarında, ekonomistlerin toplumsal gerçeklikleri yeterince dikkate almamaları nedeniyle yaptıkları kimi hatalara işaret etse de, onları eleştiri oklarının esas hedefi yapmaz. Pierre Bourdieu’nün hâkim ekonomi teorisine yönelik eleştirilerinin şiddetini artırması için 1990’ları beklemek gerekecektir. Bourdieu’nün ekonomi teorisini hedef alma eğilimi bu tarihten sonra o denli belirginleşir ki, Philippe Steiner, Fransız sosyologun Comte ve Durkheim’in izinden giderek “sahte bilim” olarak itham ettiği ekonomiyi sosyoloji ile ikame etme “radikal” stratejisini benimsediğini söyler (Steiner, 2008). Ekonomi teorisine ilişkin yaklaşımında takındığı “radikal” eleştirel tutum, karşılığında, kendisine yönelik eleştirilerin artmasını da beraberinde getirecektir. Yalnız ne tuhaftır ki, Bourdieu’ye bu bahiste yöneltilen eleştiriler, “ortodoks ekonomi”yi temsil eden neo-klasik teorinin savunucularından gelmez.1 Tam tersine, eleştiri sahiplerinin; yaklaşımlarını neo-klasik ekonomi ve liberalizm eleştirisine dayandıran kişilerin arasından çıktığı görülür. Bu bahiste en fazla Ortodoks ekonomi yaklaşımını, 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana neo-klasik teori temsil etmektedir. Neo-klasik okul ana hatlarıyla, marjinal fayda teorisini benimser ve ekonomik özneyi kârını maksimize etme motivasyonuyla davranan rasyonel, çıkarcı, hesapçı ve özerk “homoekonomikus” olarak tanımlar. Piyasalarda, ekonomik öznelerin çıkarcı ve hesapçı varsayılmalarından ötürü artık ölçülebilir ve önceden kestirilebilir bir nitelik kazanan kararlarının ve davranışlarının sonucunda oluşan dengeler, ekonomi biliminin temel konusu sayılır. Piyasaların dengelerinin incelenmesi içinse matematiğin araçları kullanılacaktır. 1 Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 59 yankı bulan eleştiriler, Faydacılık Karşıtı Sosyal Bilim Hareketi’nin kurucusu Alain Caillé (1981) ve Düzenleme Okulu2 ile birlikte Fransa’nın iki önemli “heterodoks” ekonomi okulundan birisi olarak anılan Konvansiyonlar Ekonomisi Okulu’nun3 önde gelen isimlerinden Olivier Favereau (2000)’ya aittir. Bu eleştirilerde Pierre Bourdieu’nün, hem neo-klasik paradigmanın faydacı-rasyonel insan tasavvurunu –eleştirel bir bakış açısıyla da olsa– hareket noktası aldığı; hem de ekonomik alanı “yeniden üretim” perspektifiyle analiz ederek, aslında neo-klasik paradigmanın denge teorisinin temel aldığı, dinamik olmayan döngüsel piyasa kavrayışının bir simetriğini ürettiği ileri sürülür. Fransız sosyoloğun ekonomi teorisi eleştirisinin menzilinin ise piyasanın “eksik rekabet”e dayanan “tekelci” yapısını teşhir etmenin ötesine geçmediği savunulur. Ama Bourdieu’ye yöneltilen en “can acıtıcı” eleştiri, Gary Becker’in “ekonomi emperyalizmi”nin4 sosyoloji alanındaki işbirlikçisi olduğu suçlamasına dayanır. Zira eleştiri sahiplerine göre, Bourdieu, neo-klasik teoriyle aynı öncüllerden beslenerek geliştirdiği analiz çerçevesini toplumsal yaşamın tüm alanlarında kullanmıştır. Bir başka deyişle Bourdieu bir kompradordan5 başka bir şey değildir. Neo-klasik okulun asosyal ve ahistorik bir karakter arz eden inceleme yöntemine itiraz eden Düzenleme Okulu, “kurumsal formlar”ın ekonomik analize dâhil edilmesi gerektiğini savunur. Böylece hem kapitalizmin gelişiminin belirli evrelerinde hâkim olmuş olan “sermaye birikim rejimleri” ile “düzenleme tarzları” ayırt edilebilmiş olacaktır, hem de her bir düzenleme tarzının özgül yapısal krizleri ve bu krizlerin aşılma şekilleri anlaşılabilecektir. 3 Konvansiyonlar Teorisi, belirsizlik durumları içinde sınırlı bir rasyonelliğe sahip olarak davrandıkları varsayılan bireylerin nasıl olup da belli kurallar çerçevesinde bir işbirliği tesis ettiklerini anlamaya öncelik verir. Bu teoriye göre, konvansiyon, hem bireysel eylemin bir sonucu, hem de özneleri sınırlandıran bir çerçeve olarak kavranmalıdır. Aynı bakış açısına göre, bireyler karşılıklı etkileşim içindeyken sistematik olarak eksikliklerle karşılaşırlar ve aralarındaki koordinasyonu korumak ve geliştirmek için kimi zorluklarla ve kaynak yetersizlikleriyle yüz yüze gelirler. Bu ise bireyler arasında, eleştiriyi ve yargıları de içeren normatif boyutu olan bir tartışma sürecini ve akabinde de yeni konvansiyonların oluşmasını getirecektir. Değişimin sürekliliği varsayımını esas alan bu okulun Favereau gibi temsilcilerine göre, Bourdieu’nün habitus, alan ve farklı sermaye tipleri kavramlarına dayanan modeli fazlasıyla “kapalı devre” bir yeniden üretim sürecini esas almaktadır ve bireylerin “saha”nın kurallarını değiştirme kapasitelerini yeterince dikkate almamaktadır. 4 “Ekonomi emperyalizmi” terimi, ekonomi biliminin diğer sosyal bilimleri ele geçirmeye dönük hareketini tanımlamak için son 30 yıldan bu yana kullanılmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, ekonomi biliminin yönteminin, geleneksel olarak sosyoloji, antropoloji, tarih, psikoloji vb. gibi diğer sosyal bilimlerin konusu olan meselelerin incelenmesi sırasında da kullanılması eğilimini niteler. Gary Becker’in 1970’lerde ayrımcılık ekonomisi (1971) ve aile ekonomisi (1981) konularında yürüttüğü çalışmalar “ekonomi emperyalizmi”nin öncü örnekleri olarak değerlendirilir. 5 Latince kökenli olan (comparātor: satın alan) ve Portekizce üzerinden modern Batı dillerine giren komprador terimi, yabancı bir firma adına kendi ülkesinde ticari işlem yapan ve bunun sonucunda zenginleşen tüccarları nitelemek üzere kullanılmaktadır. Yunanlı Marksist Nicos 2 60 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Bu eleştirilerin karşısında ise neo-klasik teorinin temel aldığı “hedef-yönelimli akılcı”, hesapçı ve faydacı “ekonomik insan” ideal-tipi karşısında Bourdieu’nün bir “karşı hegemonya projesi” olduğu ileri sürülmüş (Göker, 2007) ve Bourdieu’nün ekonomik alana dair araştırmalarda kullanılmasını önerdiği “habitus” kavramının, onu “ortodoks” ana akım ekonomi karşısında bugünkü kurumsalcı –ve/veya “düzenlemeci”– “heterodoks” ekonomi okullarıyla aynı “eleştirel” düzlemde konumlandırdığı savunulmuştur (Boyer, 2003). Bu makalede Bourdieu’nün ekonomik alana dair çalışmaları kısaca ele alındıktan sonra, Fransız sosyoloğun ekonomi analizine yöneltilmiş başlıca eleştiriler ile bu eleştiriler karşısında farklı isimlerce geliştirilmiş savunular da dikkate alınmak suretiyle bir tartışma yürütülecektir. Bu tartışma yürütülürken, Bourdieu’nün ekonomik konuları ele alma biçiminin dönemsel olarak farklılaşmış olduğu olgusundan hareketle, bunlara ilişkin eleştirilerin ve savunuların da ancak zaman-mekânsal bağlamına oturtulduğunda anlaşılabileceği gösterilmeye çalışılacaktır. Bourdieu’nün Ekonomi Sosyolojileri Bourdieu “ekonomi”yi özgül bir inceleme nesnesi olarak konu edinen Les structures sociales de l’économie (Ekonominin toplumsal yapıları) (2000) başlıklı kitabını ölümünden iki yıl önce yayımladı. Aynı kitabın giriş bölümünde ise kendi sosyolojisinin ekonomi alanına dair çıkarımlarını dayandırdığını belirttiği üç ampirik araştırmaya dikkat çekti. Bu üç araştırma, Cezayir’deki geleneksel davranış ve düşünüş eğilimleri/yatkınlıkları ile Fransız sömürgeciliğinin gelişimini hızlandırdığı kapitalizme özgü yeni davranış ve düşünüş eğilim/yatkınlıkları arasındaki çatışmayı sorgulamak üzere 1950’lerin sonlarında yürüttüğü Cezayir araştırması (Bourdieu, 1961, 1963; Bourdieu ve Sayad, 1964); tasarruf, kredi veya yatırım pratiklerinin ekonomik ve kültürel belirleyenlerini mercek altına alan 1963 tarihli “banka ve mudileri” araştırması (Bourdieu ve ark. 1963); ve son olarak da kapsamlı sonuçlarına Ekonominin toplumsal yapıları içinde yer verdiği müstakil konutların üretimi ve ticarileşmesi üzerine bir grup araştırmacıyla birlikte yürüttüğü araştırmaydı. Fransız sosyologun kırk yıllık meslek hayatında ekonomi hakkındaki çalışmalarını sıralarken yalnızca bu üç araştırmanın adını anmış olması, Richard Swedberg’in de işaret ettiği üzere kimilerine “şaşırtıcı” göründü (Swedberg, 2011, s. 67). Zira Bourdieu’nün sosyolojisi hakkında yapılmış çalışmalarda ekonomi ile ilgili çalışmalar arasında adı yaygın olarak Poulantzas’ın yaptığı komprador burjuvazi-yerli burjuvazi ayrımı bu bahiste anımsanabilir. Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 61 anılan La distinction (Ayrım) Fransız sosyolog tarafından ekonomi alanı ile ilgili bir çalışma olarak değerlendirilmemişti. Bourdieu’nün ekonomi alanındaki çalışmalarını sıralarken yaptığı bu tasnif rastlantısal değildi kuşkusuz. Çünkü ekonomi sosyolojisinin başat inceleme konularını oluşturan “ekonomik eylem” ve günümüz toplumlarında ekonomik eylemin içinde gerçekleştiği temel kurum olan “piyasa” –ya da “piyasalar”–, yalnızca adı anılan bu üç çalışmada doğrudan ve derinlemesine incelemeye tabi tutulmuştur. Aynı nedenle, Bourdieu’nün ekonomiyi incelerken kullandığı kavramsal araçları tartışmayı öngören bu makale de söz konusu üç çalışmayı temel alacaktır. Diğer yandan bu üç çalışmanın aynı kavramsal analiz çerçevesini esas aldığını söyleyebilmek de pek mümkün görünmemektedir. Zira Richard Swedberg’in de isabetli bir biçimde vurguladığı gibi 1950’ler ve 1960’ların ilk yıllarında Bourdieu’nün ekonomi hakkındaki incelemeleri, onun anahtar kavramları olan “habitus”, “alan” ve “sermayenin farklı tipleri” kavramlarını temel alarak yürüttüğü geç dönem çalışmalarından belirgin oranda farklılaşmaktadır. Aynı nedenle Bourdieu’nün ekonomi analizleri “çoğul” bir karakter arz eder ve Bourdieu’nün “ekonomi sosyolojisi”nden değil “ekonomi sosyolojileri”nden bahsedilmesi gerekir (Swedberg, 2010: 68). Ne var ki, bu saptama şu soruyu yanıtlamayı zorunlu kılar: Bourdieu’nün neo-klasik teori ile bağı üzerine sürdürülen tartışma hangi Bourdieu’yü ya da Bourdieu’nün hangi “ekonomi sosyolojisi”ni esas almaktadır? Bu soruyu yanıtlayabilmek için ise öncelikle Fransız sosyoloğun her iki dönemdeki çalışmalarında ortaya çıkan kavrayış farklılıklarını belirginleştirmemiz gerekiyor. Bourdieu’de Ekonomik İndirgemecilik Eleştirisi Bourdieu’nün ekonomi ile ilgili olduğunu belirttiği ilk iki araştırmasını, yani Cezayir araştırması ile “banka ve mudileri” araştırmasını yürütürken henüz olgunluk araştırmalarında başvurduğu kavramsal çerçeveyi geliştirmemiş olduğunu yukarıda vurgulamıştık. Öyleyse, Bourdieu’nün ilk çalışmalarında esas aldığı araştırma programının hangi sorunsaldan hareket etiğine bakmak gerekmektedir. 1963 yılında yayımlanan Cezayir’de emek ve emekçiler, hatırlanacağı üzere, Cezayir’in sömürgecilik yoluyla hızla kapitalistleşmesi ve bu sürecinin toplumsal sonuçlarını ele alır. Ülkenin ekonomik yapısının kapitalistleşme yönün- 62 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı de hızlı dönüşümü ile Cezayirlilerin geleneksel kültürel davranış eğilimleri/ yatkınlıkları arasında yaşanan uyuşmazlık, Bourdieu’nün temel sorunsalını oluşturur. Weber’den bu yana “kapitalizmin ruhu”na ait görülen “rasyonel” ve “hesapçı” davranış kalıplarını sergilememekte ısrar eden Cezayirlilerin varlığı, Bourdieu’ye, teorik varsayımlarını tartışma olanağını sağlayacaktır. Örneğin, Cezayir araştırmasından elde ettiği bulgular, kapitalist mantığa göre “iş” olarak değerlendirilmemesi beklenen para getirmeyen faaliyetlerin, özellikle geleneksel tarımsal yapısını koruyan bölgelerde yaşayan Cezayirliler tarafından, halen “iş” olarak görülmeye devam edildiğine işaret eder.6 Bu bulgular, “yapılar ile değerler” ya da “nesnel olan ile öznel olan” arasındaki ilişkinin nasıl tesis olduğu üzerine dönemin sosyologları arasında cereyan etmekte olan “moda” teori tartışmasına müdahalede bulunmaya izin vermesinden ötürü Bourdieu tarafından önemli addedilir. Yine aynı araştırmalar sırasında gözlemlediği bir olay Bourdieu’ye çıkarımlarını kristalize edebilmesi için bir diğer anlamlı örneği sunacaktır. Daha önce Fransa’da çalışmış ve köyüne geri dönmüş bir Kabiliyeli duvarcı, çalıştığı inşaatta verilen öğle yemeğini iş arkadaşlarıyla birilikte ortak tabaktan yemeyi reddetmiş ve öğlen yemeğinin parasının kendisine ayrıca verilmesini talep etmiştir. Bourdieu’ye göre kapitalist zihniyetin hâkim olduğu Batı ülkelerinde hiç yadırganmayacak olan bu davranış, Cezayir’i hiçbir zaman terk etmemiş olan iş arkadaşlarına olduğu kadar geleneksel değerlerine bağlı işverenine de kabul edilemez görünür. Sonuç olarak ise duvar işçisine talep ettiği öğle yemeği parasını veren işveren, ertesi gün kendisine işe gelmemesini söyleyecektir. Yani, hızla kapitalistleşen yapının içinde yer almalarına karşın faillerin geleneksel değerlerinin yol açtığı davranış yatkınlıkları/eğilimleri varlığını korumaya devam edebilmektedir. Bu durum Bourdieu’ye göre, ekonomistlerin homoekonomikus’a atfettikleri “rasyonel” ve “hesapçı” ekonomik davranma eğiliminin doğada verili olmadığını, tersine tarihsel olarak inşa olduğunu gösterir. Bir başka deyişle, batılılarda gözlemlenen hesaplamaya dönük eğilimin Kabiliyeli Cezayirliler nezdinde “iş” ve “işsizlik” hakkındaki bu kavrayış farklılığını Bourdieu, Abdelmalek Sayad ile birlikte 1964’te yayımladığı Déracinement – La crise de l’agriculture traditionnelle (Köksüzleşme – Geleneksel Tarımın Krizi) içinde de ele almıştı. Buna göre, örneğin geleneksel tarımın halen varlığını koruduğu Cezayir’in güney bölgelerinde ücretsiz aile işçisi olarak tarımsal aktivitede bulunan insanların büyük bir kısmı kendilerini “işsiz” olarak görmezlerken, Fransız sömürgeciliğinin –ve paralel olarak da kapitalistleşme sürecinin daha etkili olduğu– Cezayir’in kuzeydoğu bölgesinde yaşayan Kabiliyelilerin ücretsiz aile işçisi konumundaki bileşenleri arasında anlamlı bir çoğunluk kendilerini “işsiz” olarak görmekteydiler. 6 Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 63 duvarcı örneğinin gösterdiği gibi toplumsal olarak edinilebildiğine işaret eder. Bourdieu’nün Cezayir araştırmasından elde ettiği bir diğer ampirik bulgu da zaman’ın kültürden kültüre değişik kavranıldığı ve bunun ekonomik davranışları doğrudan etkilediğidir. Yani zaman’ın toplumsal bir karakteri vardır. Bourdieu, Cezayirli köylülerin zamansallıkla kurdukları geleneksel ilişki biçiminin, kapitalist ekonominin temel araçlarını (para, faiz, vs.) benimsemekten alıkoyduğunu tespit eder. Çünkü geleceği belirsizliğin ve mümkün’ün sahası olarak algılayan –aynı nedenle geleceğe artan bir kaygıyla bakan– batılı ve kapitalist akıldan farklı olarak, Cezayirli köylülerin yaptıkları hesaplamalar, geleceğin şimdiki zamanda hali hazırda zaten mevcut olduğu fikrini esas alır. Bu ise onların geleceğin kazanılması için şimdiden vazgeçilmesini gerektiren sermaye birikiminin mantığına mesafeli durmaları sonucunu doğurmaktadır. Sonuç olarak, Cezayir’de yürüttüğü araştırmalar, Bourdieu’ye, kapitalistleşen yapının otomatik olarak “rasyonel”, “çıkarcı” davranış eğilimini doğurmadığını ve davranış eğilimlerinin oluşmasında “toplumsal” ve “kültürel” mekanizmaların devrede olduğunu gösterir. Yani, Bourdieu habitus kavramının mayasını bu araştırmalar sırasında çalar. Cezayir araştırmasının tartışmamız açısından önem arz eden bir diğer boyutu, Bourdieu’nün tıpkı Weber gibi (a) “rasyonel” ve “hesapçı” davranış yatkınlığını –“doğal” bir olgu olarak değerlendirmese de– modern kapitalizmin ayırt edici temel karakteristiği olarak değerlendirmesi; (b) “rasyonel” ve “hesapçı” davranış yatkınlığının belli kültürlerde daha kolay ortaya çıkarken belli kültürlerde ise dış bir faktör –örneğin sömürgeci Fransız ya da daha önce Fransa’da çalışmış Kabiliyeli duvarcı– olmaksızın ortaya çıkamadığını ileri sürmesidir. Bu nedenle, Richard Swedberg biraz abartılı bir değerlendirme olabileceğini peşinen kabul ederek, Bourdieu’nün Cezayir analizinin, Weber’in Protestan etiği’nde ileri sürdüğü tezin bir sömürge ülkesi örneğine genişletilerek uygulanması olarak değerlendirilebileceğini söyler (2011, s. 69). İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanayileşmiş kapitalist ülkelerde “yeniden inşa”, geç sanayileşmiş ya da sanayileşmekte olan ülkelerde ise “kalkınma” politikalarının gündeme gelmesiyle Weber’in Protestan Etiği tezinin sosyal bilimlerin gündemine hızla girdiği düşünülecek olursa, Cezayir gibi temel gündemi kalkınma olan bir ülkede felsefeden sosyal bilime, teorik araştırmadan ampirik araştırmaya geçiş yapan Bourdieu’nün, birçok çağdaşı gibi Weberci Protestan Etiği tezi dalgasından etkilenmesi şaşırtıcı görülmemelidir. 64 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Her ne kadar bu durum şaşırtıcı değilse de, yürütmekte olduğumuz tartışma açısından ne anlama geldiğine daha yakından bakılmasında fayda var. Weber’in teorik ve soyut bir araştırma programına sahip olan neo-klasik ekonomi ile ampirik bir araştırma programını esas alan sosyolojiyi buluşturmak üzere bir “uyumlulaştırma stratejisi” izlediği genel kabul görür. Ekonomi sosyolojisi perspektifiyle geliştirdiği ideal-tipler sayesinde teorik olan (“neo-klasik” ekonomik) ile tekil olan (tarihsel-sosyolojik) arasında bir ilişki inşa etmeye soyunması da bu çerçevede anlam kazanır (Steiner, 2008, s. 65). Max Weber’in, yaklaşımının teorik ayağını inşa etmeye soyunduğu Ekonomi ve toplum’da Avusturya Marjinalist Okulu’nun, özellikle de Carl Menger’in7 görüşlerine doğrudan gönderme yapması da bu nedenle yadırgatıcı değildir. Bununla birlikte, Weber’in erken dönem çalışmalarında Tarihselci Okul’un8 ekonomik görüşleri doğrultusunda bir yaklaşımı benimsemiş olduğunu hatırlatan Michel Lallement, tam da bu nedenle Alman sosyologun ekonomik analiz düzleminde “ikon kırıcı” olarak değil, çağının paradigmalarından yararlanmayı bilen bir düşünür olarak görülmesi gerektiğini söyler (Lallement, 2008). Bu noktada, benzeri bir etkileşimin, özellikle “olgun” Marx ile Klasik Ekonomi Okulu’nun mensupları olan Adam Smith ve David Ricardo arasında da olduğunun sıklıkla dile getirildiğini hatırlatalım. Aynı nedenle, Bourdieu’nün erken dönem çalışmalarındaki ekonomi kavrayışını ve ekonomi teorisi ile ilişkisini değerlendirirken de söz konusu dönemde ekonominin hâkim işleyişini ve bu işleyişin ihtiyaçlarına yanıt üretirken şekillenen ekonomi disiplininin ana akım yaklaşımını dikkate almakta yarar var. Neo-klasik teorinin değil de Keynesçiliğin hâkim ekonomik işleyişi ve anlayışı temsil ettiği bu dönemde, Bourdieu’nün, ne Weber’e ne de neo-klasik ekonominin öncüllerine yönelik güçlü bir itiraz yöneltme ihtiyacını hissetmemesi bu nedenle çok da tuhaf görülmemelidir. Öznelliğin, değerin oluşumundaki başat rolüne vurgu yapan Marjinal Fayda Teorisi’ni esas alan Neo-Klasik Okul’un kurucularından olan Avusturyalı iktisatçı Carl Menger, “öznelcilik” perspektifinin yalnızca mallar ve hizmetler piyasasında yapılan tercihleri anlamak için değil, üretimi, maliyeti ve bireylerin hedeflerini açıklamak için de kullanılması gerektiğini ileri sürmüştür. Öte yandan, diğer neo-klasik okul mensuplarından farklı olarak matematiği bir araç olarak kullanmamıştır. 8 Alman Tarihselci Okulu bilindiği gibi “Volkgeist” (halk ruhu veya millet ruhu) kavrayışını esas almış, her halkın kapitalistleşme sürecinin tekilliğine ve bu tekil süreçte kültürün rolüne vurgu yaparak, evrenselciliği ve yasalılığı esas alan Fransız ve İngiliz pozitivizmine –ve aynı zamanda liberalizmine– alternatif bir epistemoloji önerisi şekillendirmeye çalışmıştı. 7 Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 65 Yine aynı dönemde gerçekleştirdiği “banka ve mudileri” araştırmasında da, Bourdieu aynı mutedil eleştirel pozisyonunu muhafaza edecektir. Banka ve mudileri: Kredi sosyolojisinin unsurları (La Banque et sa clientèle: Elements d’une sociologie du crédit) araştırması Lille’de bulunan bir bankanın hem müşterileri hem de çalışanları ile yapılan mülâkatların sonuçlarını esas alır. Bu araştırma sırasında, Fransız sosyolog ve arkadaşları, henüz yeni bir olgu olan tüketici kredilerinin verilmesi sırasında banka müşterilerinin güçlü bir kaygıya kapıldıklarını tespit ederler. Bunun nedenlerini sorguladıklarında ise mudilerin kredi sistemi hakkındaki bilgi eksiklerinin fazlalığı oranında artış gösteren bir kaygıya kapıldıklarını gözlemlerler. Bir başka ifadeyle, banka mudilerinin kredi alırken yaşadıkları kaygı, ait oldukları toplumsal grup ve kültürel alışkanlıkları ile doğrudan ilişkili olarak azalmaktadır ya da artmaktadır. Bourdieu bu araştırma sonuçları ışığında, nesnel bir şeymiş gibi algılanmaması gerektiğini iddia ettiği ekonominin, kültürel değerler ve verili ahlâkla bir arada şekillendiği fikrini bir kez tartışmaya açar. Bu tartışma çerçevesinde ise bir tasnife başvurur. Buna göre tüketici kredisi yaygınlaşmaya başladığında Fransa’da iki tür ethos mevcuttur: tasarruf ahlâkı ve kredi ahlâkı (Swedberg, 2008, 72). Bunlardan ilki hâkim ahlâk anlayışını oluşturmaktadır ve araştırmanın yapıldığı sırada Fransa’da güçlü bir meşruiyeti bulunmaktadır. Bu ethos, kişilerin istedikleri bir ürünü satın almadan önce sabırlı olmalarını ve ancak zaruri olmayan harcamaları kısıp, yeteri kadar tasarruf yaptıktan sonra o ürünü satın almalarını doğru kabul eder. Tasarruf ahlâkına sahip Fransızların bir istisna olarak meşru gördükleri tek kredi türü ise konut kredisidir. Kredi ahlâkına gelindiğinde ise bu değerler bütününün tasarruf ahlâkının tam tersine hazzı ertelememeyi doğru bulduğu görülür. Ancak bu ikincinin meşruiyeti, bu dönemde Fransız toplumu nezdinde çok fazla değildir ve bu nedenle kredi sisteminin yerleştirilme süreci toplumsal düzeyde yaşanan bir anksiyeteyi beraberinde getirmektedir. Yani Bourdieu’ye göre, gelişmiş kapitalist toplumlarda sistematik ve rasyonel bir biçimde kullanıldığında yatırımın temel araçlarından birisi olarak kendini sunan tüketici kredisi, yalnızca tasarrufu salık veren ve krediyi bir günah olarak gören geleneksel Fransız ethos’uyla çelişmekte ve bu çelişki de bir kaygı haline neden olmaktaydı. Kısaca, Fransız sosyolog, tıpkı Cezayir araştırmasında olduğu gibi, geleneksel toplum kapitalistleşirken, failler arasında içselleştirilmiş davranış eğilimlerinin/yatkınlıklarının dönüşmekte olan yapının gereklilikleri 66 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı ile arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan kaygılara ve çatışmalara işaret etmeyi bu çalışmasında da ön planda tutmaktaydı. Dolayısıyla Bourdieu halen Weberci bir sorunsal etrafında ekonomik meseleleri tartışmakta ve bu tartışmayı yürütürken de tıpkı Weber gibi ekonomik indirgemeciliğe itirazı yaklaşımının merkezine oturtmaktaydı. Bu noktada, Louis Althusser’in de ekonomik indirgemeciliğe bir itiraz olarak Çelişki ve üstbelirlenim’i (Contradiciton et surdétermination) 1962’de –yani Bourdieu ve arkadaşları Banka ve mudileri araştırmasını sonlandırmadan bir yıl önce– kaleme almış olduğunu da hatırlayabiliriz. Yani ideolojilerin, kültürlerin veya değerlerin ekonomik analize dâhil edilmesi yoluyla ekonomik determinizme daha güçlü itiraz etme eğiliminin, farklı düşünsel geleneklerden gelen isimler nezdinde üç aşağı beş yukarı aynı yıllarda ortaya çıktığı görülür. Bu durumun, planlı ekonomiyi ve devlet müdahaleciliğini esas alan Keynesçi ekonomi politikalarıyla bağlantılı olduğu göz ardı edilmemeli. Zira zaman, planlamacılık ve müdahalecilikle piyasayı kontrol altında tutmasının yanı sıra, toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretimini –ideolojik ve ideolojik olmayan– aygıtları sayesinde sağlayan devleti eleştirmenin zamanıydı. Bunu yapabilmenin yolu ise “ekonomik determinizm”in öncüllerine itiraz etmekten geçiyordu. Weber’in tezlerinin bu dönemde gündeme gelmesi de, Bourdieu’nün ilk çalışmalarını Weberci bir sorunsaldan hareketle yürütmesi de bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Kısaca ifade edecek olursak, Pierre Bourdieu 1960’larda ekonomi teorisini ve bu teorinin öncüllerini değil, ekonomik alanın diğer alanlarla kurduğu ilişkiye dair bir kavrayışı ifade eden ekonomik indirgemeciliği hedef almakla yetinmiştir. Bourdieu’nün ekonomi teorisine ve onun öncüllerine yönelik köktenci eleştirel bir tutumu benimsemesi için ise devletin ekonomik alandan –en azından onu regüle etme görevinden– göreli olarak ricat etmesini ve temel referansı neo-klasik teori olan neo-liberal dönüşümün toplumsal sonuçlarının açığa çıkmasını beklemek gerekecekti. Homoekonomikus & Piyasa vs. Habitus & Ekonomik Alan Pierre Bourdieu, yukarıda kısaca değindiğimiz erken dönem araştırmalarını uzun yıllar boyunca “toplumsal antropoloji” çalışmaları olarak değerlendirmişken, 1990’lar kat edilirken aynı çalışmaları “ekonomi antropolojisi” kategorisine dâhil etti. Bu sınıflandırma değişikliği basit bir yer değiştirme ya da isim değiştirme olarak görülmemeli. Çünkü her sınıflandırma girişimi Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 67 verili toplumsal gerçekliğin bir tür yorumlanmasına ve algılanmasına dayanır. Dolayısıyla olası bir sınıflandırma değişikliğine de, toplumsal gerçeklikteki ve/ veya onu yorumlama ve algılamadaki bir değişikliğinin neden olduğunu kabul etmek daha doğru olacaktır. Bourdieu’nün yaptığı bu sınıflama değişikliğinin nedenlerinin neler olduğunu soruşturmanın bu nedenle bizi kimi saptamalara götüreceği kanaatindeyiz. 1990’ların, neo-klasik teoriden hareketle hazırlanmış ve kimi başarısızlıkları ayyuka çıkmış neo-liberalizme özgü standart “yapısal uyum programları”nın masaya yatırıldığı yıllar olduğu hatırlanabilir. Bu dönemde, devlet müdahaleciliğine dayanan Keynesçi modeli ikame etmek üzere 70’lerin ikinci yarısından 80’lerin sonlarına dek uygulanan neo-klasik standart Friedmancı monetarist politikalar itibarını yitirmiş, yerini, Yeni Kurumsal Ekonomi Teorisi9 ile etkileşim içinde geliştirilen “yeni” neo-liberal politikalara bırakmaya başlamıştır. Nasıl ki, “Eski” Kurumsal Ekonomi Teorisi’nin 1910-20’li yıllardaki yükselişi “Klasik” Ekonomi Sosyolojisi’ne ivme kazandırdıysa, 1990’lardan itibaren uygulanan Yeni Kurumsal Ekonomi de Yeni Ekonomi Sosyolojisi’nin gelişimini tetiklemiştir. Bir başka ifadeyle, kurumsal değişim şiarını esas alan neo-liberalizmin 1990’larda başlayan “yeniden açılma” evresinin, hem “heterodoks ekonomi”ye hem de yeni ekonomi sosyolojisine filizlenme imkânını sunduğu görülür. Bourdieu’nün “Ekonomi Antropolojisinin İlkeleri” (1997) başlıklı makalesini kaleme alması ve erken dönem çalışmalarını “ekonomi antropolojisi” kategorisine dâhil etmeye karar vermesi şüphesiz bu bağlam içinde anlam kazanmaktadır. Fransız sosyolog, Ekonomin toplumsal yapıları (2000) ile bahsi geçen sürece müdahalede bulunur ve müdahalesi azımsanmayacak bir yankı doğurur. Smelser ve Swedberg’in editörlüğünde yayımlanan Ekonomi sosyolojisi el kitabı’nda (The handbook of economic sociology) (2004) Bourdieu’nün “Ekonomi AntropoloNeo-klasik ekonomi teorisinin öncüllerini eleştirmek suretiyle 1990’lardan sonra etkinliğini artıran Yeni Kurumsal Ekonomi Teorisi’nin hareket noktaları şöyle sıralanabilir: (1) Ekonomik birey, neo-klasiklerin ileri sürdüğü gibi aşkın bir rasyonellikle tanımlanamaz. O daima kendi yaratmış olduğu kurumsal sistemin (istikrar gösteren değerler bütününün) sınırları içinde eylemini gerçekleştirir. Dolayısıyla ekonomik bireyin eyleminin rasyonelliği “eksik”tir, içinde gerçekleştiği kurumsal çerçeveyle sınırlandırılmıştır. (2) Bir toplumsal kurum olarak piyasa zorunlu olarak optimal dengeyi sağlamaya eğilimli değildir. Farklı kurumsal sistemler, farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda farklı ekonomik sonuçlar doğurabilirler. Dolayısıyla ekonomi politikaları belirlenirken kurumsal görelilik esas alınmalı ve kurumsal dönüşüm her daim temel hedef olarak benimsenmelidir. 9 68 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı jisinin İlkeleri” makalesine yer verilmesi bu müdahalenin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Diğer yandan, Konvansiyonlar Ekonomisi Okulu mensubu Olivier Favereau’nun Bourdieu’nün önerdiği çerçeveyi neo-klasik paradigmadan kopamamış olmakla eleştirmesi de, Düzenleme Okulu mensubu Robert Boyer’in bu çerçeveyi heterodoks ekonomi içine yerleştirerek savunması da yine Bourdieu’nün müdahalesinin yarattığı etkiden bağımsız düşünülemez. Türkiye’de de Emrah Göker’in kimi kısmi eleştirileriyle birlikte Fransız sosyologun Ekonominin toplumsal yapıları’nda geliştirmiş olduğu kavramsal analiz çerçevesini edinme çabası da aynı çerçevede değerlendirilebilir. Öyleyse artık en azından eleştirel ekonomi okulları içinde etki yaratmış olan Ekonominin toplumsal yapıları’na ve burada Bourdieu’nün yaptığı müdahalenin muhtevasına daha yakından bakılabilir. Ekonominin toplumsal yapıları bilindiği gibi iki ana bölümden oluşur. İlk bölümde, Bourdieu Fransa’da genel olarak konut piyasasının, özel olarak da müstakil konut piyasasının toplumsal olarak nasıl inşa olduğunu inceler. İkinci bölüm ise kendi “ekonomi antropolojisi” programının ilkelerini tanımlamaya giriştiği ve ilk versiyonu 1997’de yayımlanmış olan “Ekonomi Antropolojisinin İlkeleri” makalesine tahsis edilir. Ekonominin toplumsal yapıları kitabıyla, Bourdieu’nün neo-klasik ekonomi teorisinin öncüllerini çürütmeyi ve yetersizliklerini gözler önünde sermeyi öngören bir çaba içine girdiğini görürüz. Zira neo-klasik tahayyülün esas aldığı, doğası gereği fayda maksimizasyonu doğrultusunda eylediği varsayılan asosyal ve ahistorik (tarih dışı) “homoekonomikus” kavrayışı bu kitapta açıkça hedef alınır. Bourdieu homoekonomikus’u eleştirirken onun yerine ikame etmek üzere çıkarının ne olduğunu habitus dolayımıyla tayin eden ve yine aynı dolayımla, aşkın anlamıyla rasyonel (akılcı) biçimde değil de içinde davrandığı alan’ın yapısının izin verdiği oranda “akla uygun” (raisonable) davranan ekonomik fail kavrayışını önerecektir. Aynı çerçevede, yine neo-klasiklere özgü “ideal şartlarda tam rekabete ulaşan, içinde hareket eden aktörlerin (firmalar ve bireyler) tamamen bilgilendirilmiş olarak ve rasyonel bir tarzda eylediği, herhangi bir dış müdahaleye maruz kalmadığı zaman uzun vadede dengeye oturan bir mekanizma olarak piyasa” kavrayışının yerine Fransız sosyolog “ekonomik alan” kavrayışını geliştirecektir. “Ekonomik alan”ın yapısını, sahip oldukları özgül sermayenin hacmi ve yapısı ile tanımlanan failler, yani firmalar belirlerken; aynı zamanda firmalar Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 69 arasındaki güç ilişkilerinin üzerine bina olmuş bu yapının, benzeri malların ve hizmetlerin üretimine girişmiş firmaların toplamı üzerinde de belirleyici etkide bulunduğu varsayılır. Bourdieu’nün “ekonomik alan”ında, firmalar sermayeleri ne kadar büyükse, alanın –ya da piyasanın– o denli büyük bir kısmını kontrolleri altında bulundurur ve belirlerler. Yani Bourdieu’ye göre ekonomik alanda daima “eksik rekabet” yasası geçerlidir ve ekonomik alanın yapısı tekel pozisyonunda olan firmaların mütehakkim konumunu yeniden üretmeye eğilimlidir (Bourdieu, 2000, 237-238). Hakeza, ekonomik alanda fiyat da; arz ve talebin kendiliğinden optimal dengeye gelmesiyle değil, ekonomik faillerin arasındaki güç ilişkilerinin belirlediği yapının sınırları içinde mümkün olan eylemlerinin sonucunda oluşur. Ancak ekonomik alan aynı zamanda bir mücadele alanı olduğundan, burada fiyat –ya da fiyatı belirleme kudreti– hem bir hedef hem de bir silah olarak iş görür. Peki, güç ilişkilerinin bir sonucu olarak “eksik rekabet”e dayanan ve tekel konumunda olanların mütehakkim konumlarını yeniden üretmesine dönük bir işleyişe sahip olarak tarif edilen ekonomik alanın dönüşmesi nasıl mümkün olacaktır? Bourdieu olası bir dönüşümün iki yoluna işaret eder. Bu dönüşüm dinamiklerinden daha zayıf olan ilki, kaynağını bizzat ekonomik alanın içinde bulur. Fransız sosyologa göre teknolojik sermaye olası bir dönüşüm sürecinde başat rol oynayabilir. Bourdieu, özellikle teknolojik devrimlerin yaşandığı dönemlerde, kimi hantal tekellerin mütehakkim pozisyonlarını yitirerek yerlerini, teknolojik dönüşümünü daha hızlı gerçekleştirmiş ve böylelikle maliyet giderlerini düşürerek fiyat belirleme şansını eline geçirmiş küçük rakiplerine bıraktığının seyrek de olsa görülebildiğine işaret eder. Ancak Bourdieu ekonomik alanın içindeki değişikliklerin dışarıdan kaynaklanan nedenlerine daha fazla vurgu yapar. Çünkü Bourdieu’ye göre bir alanın içinde yaşanan değişiklikler, genellikle söz konusu alanın “dışı”yla kurduğu ilişkilerinde yaşanan değişikliklere bağlıdır (Bourdieu, 2000, s. 249). Bu noktada da, devletle kurulmuş olan ilişkiler ön plana çıkar. Firmalar arasındaki rekabet, Bourdieu’ye göre, aynı zamanda, devlet iktidarının –özellikle de mevzuat yapma ve mülkiyet haklarına ilişkin iktidarının– üzerinde yaptırım gücü elde etmek ve devlet teşviklerinden, özel vergi tarifelerinden, AR-GE desteklerinden, devlet ihalelerinden vb. yararlanmak konusunda avantaj elde etmek için de yürütülür. Öyleyse, Bourdieucü perspektife göre hükümet değişiklikleri ekonomik alanın güç ilişkilerine dayalı yapısında da değişikliklere 70 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı yol açabilme potansiyelini taşır. Diğer yandan, devlet ekonomik alana yalnızca bir düzenleyici, bir denetleyici ya da bir hakem olarak müdahale etmez. Aynı zamanda arzın ve talebin oluşması sürecine etkin katkı sunar ve bunun da ekonomik alanın yapısının dönüşümünde önemli etkisi olur. Genel olarak bu biçimde formüle edebileceğimiz Bourdieu’nün kavramsal çerçevesi, 1965-1985 dönemine dair verilere dayanarak Fransa’da müstakil konut piyasasının oluşumu üzerine yürüttüğü incelemede somutlanmaktadır. Ekonominin toplumsal yapıları’na ev sahibi olmanın sembolik anlamının tarihsel evrimine işaret ederek başlayan Bourdieu, saha araştırması kapsamında doğrudan gözlemlerin yapıldığı 1980’lerin ortalarında ev satın almanın basit bir parasal işleme indirgenemeyeceğine, bunun ötesinde bir anlama sahip olduğuna işaret eder. Yani, eve yapılan yatırım yalnızca parasal bir yatırım değil aynı zamanda zamansal, emeksel ve duygusal bir yatırımdır da... Öyleyse müstakil konuta yönelik talebin oluşumunu araştırırken onun sembolik boyutunun da dikkate alınması gerekir. Aslında sadece bu kalkış noktasına bakarak dahi Pierre Bourdieu’nün yaptığı işlemin Gary Becker’inkinin tamamen zıddı olduğu söylenebilir. Çünkü bilindiği gibi Gary Becker, yerleşik sosyal bilim anlayışına göre “ekonomik” olmayan aile yapısı, suç, dışlanma gibi konuları, ekonomi disiplinine ait kavramsal ve yöntemsel çerçeveyle analiz etmiş ve buradan hareketle de görünüşte “ekonomik” olmayan her türlü konunun ekonomi teorisine ait kavramsal ve yöntemsel çerçeveyle incelenebileceğini ileri sürmüştü. Bourdieu’nün yapmaya çalıştığı şey ise tam tersine, konut piyasası gibi yine yerleşik sosyal bilim anlayışına göre “ekonomik” olduğu varsayılan bir konuya, ekonomi disiplinine ait olmayan kavramsal ve yöntemsel araçları devreye sokarak alternatif bir açıklama getirmeye çalışmaktır. Bu çaba özellikle Bourdieu’nün müstakil konut arzının ve talebinin oluşumunu ele aldığı bölümlerde daha da belirginleşmektedir. Bourdieu konut piyasası içinde arz faktörünü ele alırken incelemesine iki tür firma türünü ayırt ederek başlar. İlk firma türünü küçük ölçekli inşaat firmaları oluşturur. Küçük inşaat firmalarının genellikle yerel düzeyde ve sipariş üzerine kişiye özel inşaat projeleri gerçekleştirdikleri görülür. Fransız sosyoloğun daha fazla üzerinde durduğu ise ikinci türü temsil eden büyük inşaat firmaları ve bunların konut arzı stratejileridir. Çünkü kitlesel üretim kapasitesine sahip, ulusal ölçekte faaliyette bulunan ve sosyal konut inşaatında uzmanlaşmış büyük firmaların piyasaya dönük kitlesel ölçekte müstakil konut arzına girişmelerinin Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 71 daha yaygın toplumsal sonuçları söz konusudur. Bourdieu, büyük firmaların izledikleri stratejiler içinde özellikle reklam kampanyalarına özel vurgu yaparak analizine devam eder. Zira Fransız sosyoloğa ve arkadaşlarına göre henüz piyasaya müstakil konut arz edilmemişken, insanlarda potansiyel olarak var olan müstakil ev sahibi olmaya dönük özlemler reklam kampanyaları tarafından harekete geçirilmiştir bile. Dahası bu kampanyaların neredeyse tamamı müşterilerin hayallerine doğrudan göndermede bulunan kültürel semboller kullanılarak hazırlanmıştır. Yani Bourdieu, piyasaya konut arzının fiilen gerçekleşmesinin öncesinde –ve bizzat arzın gerçekleştiği sırada– yürütülen reklam kampanyalarının ve burada yararlanılan sembolik öğelerin müstakil konut arzının oluşmasındaki tayin edici önemine dikkat çekerek analizini geliştirir. Devamında, Bourdieu Fransız devletinin neo-liberal politikaların Keynesçi politikaların yerini tedrici olarak almaya başladığı 1970’lerden itibaren izlediği düşük faizli ve uzun vadeli konut kredisi politikasının da müstakil konuta yönelik talebin oluşumunda en az reklamlar kadar önemli bir rolü olduğunu vurgulayacaktır. Zira önce kredi tanımlanmış, yasal mevzuatı oluşturulmuş ve kullanıma hazır hale getirilmiştir. Müstakil konuta yönelik talebin özellikle geniş ücretli kesimler nezdinde “makul” bir talep olarak görülmeye başlanması bundan sonra mümkün olabilmiştir. Yani Bourdieu, henüz alıcılar ve satıcılar pazaryerinde karşı karşıya gelmeden önce, devletin konut piyasasını bizzat inşa ve organize etmiş olduğuna, devletin bu müdahalesi olmaksızın müstakil konut piyasasına dönük kitlesel talebin de söz konusu olamayacağına işaret eder. Geriye alıcı ile satıcının karşı karşıya geldiği pazaryerinde, dengenin neo-klasik teorinin ileri sürdüğü gibi mekanik ve otomatik bir süreç sonucunda oluşmadığını göstermek kalır. Bourdieu, gözlem yoluyla elde edilmiş bulgulardan yola çıkarak satış işleminin gerçekleştiği süreci şöyle tasvir eder: Müşteri, bir yandan reklamlar tarafından kışkırtılmış ev sahibi olma rüyasını gerçekleştirecek olmanın doğurduğu umutlu bir heyecana sahiptir. Ancak diğer yandan da geri kalan yaşamının önemli bir kısmını ipotek altına alacak, belki fazla mesai ya da ek iş yapmasını gerektirecek olan konut kredisine başvuracak olmanın doğurduğu kaygıyla baş etmeye çalışır. Emlak satış acentesine geldiğinde bu iki çapraşık duygunun etkisi altındadır. Karşısındaki acente satış görevlisinin durumu ise farklıdır. Konut satışı yapmak için son derece hevesli olmakla beraber, müşterisinin “ciddi müşteri” mi yoksa “turist” mi olduğunu önceden tespit etmesi gerekir. Devamında ise 72 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı ciddiyet testinden geçer not almış müşterisinin alabileceği maksimum banka kredisinin miktarını ölçmesi ve ona göre ev teklifinde bulunması gerekecektir. Yani satış görevlisinin, müşterinin hayalindeki ev ile satın alabileceği ev arasında bir açı oluştuğunda, bunu önceden kestirebilmeli ve buna göre yeni teklifler önerebilmeli, bu yeni teklifleri müşterisinin tahayyülünde cazip kılmayı başarabilmelidir. Bir başka deyişle satış görevlisinin çoğu kez müşterisini hayal ettiğinden daha azıyla yetinmeye ve makul davranmaya ikna etmesi gerekecektir. Bu örnek, alıcı ile satıcının değişimi yapılacak meta hakkında eşit düzeyde bilgilendirilmemiş olduğu gösterir. Hangi evin ne kadar ettiği, hangi ev için ne kadar konut kredisi alınabildiği ve gerekli miktarda konut kredisi alabilmek için ne kadar aylık gelire sahip olmak gerektiği gibi soruların yanıtlarına neredeyse yalnızca satıcı vakıftır. Diğer yandan banka faizlerinin oluşmasında da alıcının bilinçli bir müdahalesi olmamıştır. Alıcının ev satın alma eğilimi reklam kampanyalarıyla oluşturulmuş, faydalanabileceği uzun vadeli konut kredisi de devletin müdahalesiyle şekillendirilmiştir. Alıcının esas çilesi ise muhtemelen evi satın almak üzere uzun vadeli kredi borcu altına girdikten sonra başlayacaktır. Belki daha fazla çalışması gerekecek, belki de hali hazırda oturmakta olduğu şehir merkezindeki evinden banliyöye taşınmak zorunda kalacaktır. Ancak tabi oldukları zorunluluklar ne denli güçlü olursa olsun, Bourdieu’ye göre, alıcı ve satıcı arasında ekonomik alanın içinde oynanacak oyunun sonucu da önceden belli değildir. Nihayetinde satıcı konut satış şartlarını hafifletmeye dönük bir strateji izleyebilir ya da alıcı kendisine dayatılan şartlara karşı direnebilir ya da onlardan tamamen kaçınabilir. Yani Fransız sosyoloğa göre ekonomik işlem, mekanik bir zorunluluğa bağlı makine gibi hareket eden failler arasında gerçekleşmez. Değişim işlemini yapmak isteyen faillerin toplumsal becerileri, özellikle de birbirlerine davranırken güven verici bir yakınlığın mı doğduğuna ya da düşmanca bir mesafenin mi ortaya çıktığına bağlı olarak özgül biçimler kazanabilir. Görüldüğü üzere Bourdieu, neo-liberal tahayyül tarafından piyasa etrafında oluşturulmuş haleyi dağıtmaya çalışmaktadır. Değişim işlemlerinin iddia edildiği gibi karşılıklı çıkarların en uygun seviyeye ulaştığı noktada otomatik olarak gerçekleşmediğini gösterir. Ancak bunu gösterdiğinde neo-klasik ekonominin eleştirisini ne ölçüde yapmış olmaktadır? Bu konuda farklı değerlendirmeler olduğunu yazının başında vurgulamıştık. Artık bunlara daha yakından bakabiliriz. Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 73 Neo-Klasik Tahayyül ve Bourdieu’nün Tahayyülü Bourdieu’ye neo-klasik ekonominin öncüllerinden kopamamak gerekçesiyle eleştiri yönelten ilk kişi Alain Caillé olmuştur. Sosyal Bilimlerde Faydacılık Karşıtı Hareket’in (MAUSS, Mouvement anti-utilitariste dans les sciences sociales) kurucusunun, 1981’de kaleme aldığı makalede Bourdieu’yü Raymond Boudon ve Michel Crozier ile birlikte eleştiri oklarının hedeflerinden birisi yapması paradigmatik bir itiraza dayanıyordu. Caillé’ye göre tüm farklılıklarına rağmen bu üç sosyolog, neo-klasik ekonomiden ödünç aldıkları “çıkar” nosyonunu temel aksiyom olarak benimsemekteydiler ve bu nedenle de “devasa bir totoloji”nin farklı türden varyasyonları olarak aynı galaksi içinde yer almaktaydılar. Caillé’ye göre, gerek Bourdieu’nün, gerekse de Boudon ve Crozier’nin temel aldığı bu aksiyom şuydu: “Toplumsal aktörlerin davranışları bir çıkara uygun olarak gerçekleştikleri ölçüde incelenebilir hale gelmektedir.” Burada Caillé’ye göre çıkarın tam olarak nasıl tanımlandığının bir önemi yoktur.10 Önemli olan, bu yaklaşımda toplumsal aktörlerin oyun kuramı modelleri11 içinde hareket eden oyunculara indirgenmesidir. Caillé’ye göre, Bourdieu’nün de paylaştığını iddia ettiği bu paradigmanın tanımladığı “homososyolojikus” ile neo-klasik teorinin temel referansı olan “homoekonomikus”, bizzat aynı kişi olmasalar da yakın akrabadırlar (Caillé, 1981). Marcel Mauss’un antropolojik tezlerine de referansta bulunarak, insanlar arasındaki mübadele ilişkilerinin –dolayısıyla da ekonomik ve toplumsal ilişkilerin– kâr maksimizasyonuna dayalı “çıkar” mefhumuna indirgenmesinin, ister toplumsal olarak inşa olmuş isterse de doğal bir eğilim olarak kavranmış olsun, Bu noktada Boyer’nin (2003) ve Göker’in (2007) Bourdieu’deki çıkar nosyonunun içeriğinin alan’dan alan’a değişen bir göreliliğe sahip olduğuna ve bunun ekonomik çıkar nosyonuna indirgenemeyeceğine yaptıkları vurgu akla gelmektedir. Gerçekten de, Bourdieu’nün kendisi de, neo-klasik ekonomi teorisinin esas aldığı çıkar nosyonuyla kendisinin kullandığı çıkar nosyonunun arasındaki benzerliğin yalnızca kelimelerin ortak olmasından ibaret olduğunu söyler. Kendisinin Adam Smith gibi tarihdışı, doğal ve evrensel bir şahsi çıkar kavramını benimsemediğini, ekonomistlerde açığa çıkan bu kavrayışı, kapitalist ekonominin varsaydığı ve yol açtığı çıkarın, bilinçsiz bir biçimde evrenselleştirilmesi olarak değerlendirdiğini belirtir (Bourdieu, 1980, s. 33). Aslında Caillé de, Bourdieu ile Boudon arasında bu konuda bir ayrımın olduğunu işaret ederek, ilkinin çıkarı yapı ile açıkladığını ikincisinin ise doğal bir eğilim olarak değerlendirdiğini ifade eder. Ancak bu farklılık, Caillé’ye göre, her ikisinin de çıkar aksiyomunda buluştuğu gerçeğini değiştirmemektedir. 11 Oyun kuramı, bilindiği üzere, belirli bir hedefe yönelik olarak karar vermeye az ya da çok muktedir oldukları varsayılan birimlerden (oyunculardan) oluşan sistemlerde, oyuncuların diğerleriyle uyum ya da rekabet içindeyken karar verme durumlarını matematiksel olarak incelemeyi esas almaktadır. 10 74 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı yanılgı olduğunu ileri süren Alain Caillé, arkaik toplumlarda mübadelenin esasını oluşturan “hediye verme - hediye kabul etme - hediye geri verme”ye dayalı zihniyetin günümüz toplumlarında da halen toplumsallığın temelinde bulunduğunu savunur. Burada “Hediye Alma-Hediye Verme Ruhu”nun yol açtığı –ve Bourdieu’nün de işaret ettiği12– tahakküm ve bağımlılık ilişkilerini tamamen görmezden gelmese de, Caillé ve Sosyal Bilimlerde Faydacılık Karşıtı Hareket, tıpkı Polanyi gibi toplumsalın içine yerleşik (embedded) bir ekonominin ya da “kurumsalcı bir ekonomi politik”in inşasını savunur. Örneğin işsizlik sorunu karşısında, çözümü her ne pahasına olursa olsun devletin düzenleyici gücünü artırmakta gören “tamamen devletçi” yaklaşımdan da, çözüm olarak ultra-liberal serbestleşmeyi savunan “tamamen piyasacı” yaklaşımdan da farklı olarak, Caillé ve arkadaşları, örgütlü ağlar üzerinden toplumu demokratik düzlemde harekete geçirmenin en önemli adım olacağını ileri sürerler. Devlet-piyasa ikiliği karşısında sivil toplumu öne çıkarırlar. Aslında bu haliyle Steiner’in Fransa’da ekonomi politik eleştirisi geleneğini vurgularken işaret ettiği ve Comte’dan Durkheim’e, Durkheim’den de Bourdieu’ye uzandığını söylediği “ekonomiyi sosyoloji ile ikame etme” ya da “ekonomik olanı toplumsal olan ile ikame etme” yaklaşımı Caillé’de Bourdieu’den çok daha fazla mevcuttur. Bourdieu’nün yaptığı ise bir ikame stratejisi izlemekten çok, “olanı olduğu gibi göstermek” ve daha da önemlisi, “olanı olmadığı gibi gösterenleri eleştirmek”ten ibarettir. Neo-liberalizmin “budama evresi”nde13 izlenen politikaların Bourdieu, Mauss’ün hediye alıp-vermeyi aşırı idealize eden tutumuna karşı, hediye veren ile hediye alan arasında, hediye veren lehine bir bağımlılık ilişkisi doğduğuna işaret eder. Sonuçta hediye alma ile hediyeyi geri verme arasındaki zaman farkı, hediyeyi kabul etmiş olanın hediyeyi verene borçlu kalmasına neden olur ve bu da örtük bir tahakküm ilişkisine yol açar. Böylece hediye, ekonomik sermayeyi sembolik sermayeye dönüştüren bir makine haline gelir. Bourdieu bu bahiste şunu söyler: “Vermek için sahip oluruz, ama aynı zamanda sahip olmak için de veririz.” Zaten arkaik ve pre-kapitalist toplumlarda siyasal iktidarın birikiminin kökeninde ekonomik mübadelenin simetrisinden toplumsal mübadelenin asimetrisine geçiş bulunur (akt. Mounier, 2001, s. 77). 13 Burada ve makalenin başka yerlerinde başvurduğum neo-liberalizmin “budama” ve “yeniden açılım” evresi ayrımı, Jamie Peck ve Adam Tickell tarafından geliştirilmiş olan “Roll-Back Neoliberalism”/“Roll-Out Neoliberalism” ayrımına gönderme yapmaktadır (Peck ve Tickell, 2002). Bu tasnife göre, 1970’lerin ortalarından 1980’lerin sonlarına kadar yürürlükte olan Thatcher, Reagan, Özal vb. döneminde izlenen ve Keynesçiliğe özgü düzenleyici kurumların tasfiyesini ve en azından geriletilmesini esas alan standart monetarist politikalarla karakterize olan dönem neo-liberalizmin “roll-back” evresi olarak nitelenirken, her düzeyde kurumsal dönüşümü esas alan 1990’lar sonrası ekonomi politikalarıyla anılan dönem ise neo-liberalizmin “roll-out” evresi olarak nitelenmektedir. 12 Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 75 esas aldığı ve dolayısıyla aynı dönemde toplumsallığın oluşumunda da giderek belirleyici olan “çıkarcı” ya da “faydacı” davranış modelinin Bourdieu’nün kavramsal çerçevesinde ifadesini bulması hem “olanı olduğu gibi göstermek” çabası ile ilgilidir hem de “olanı olmadığı gibi gösterenleri eleştirmek” yönelimi ile uyumludur. Bu noktada Marx’ın ekonomi politik eleştirisi anımsanabilir. 19. yüzyılın ortalarına gelinirken vuku bulan İkinci Sanayi Devrimi sırasında, “üretim” ve “arz” yönelimli ekonomi politikalarının temel referans kaynağı olan Klasik Ekonomi Okulu ile temel öncüller konusunda çelişmeyen Karl Marx’ın söz konusu okulun mensuplarından “Emek-Değer Teorisi”, “Artı-Değer Teorisi”, “Kâr Oranlarının Düşme Eğilimi Yasası” vb. teorileri ödünç aldığı bilinmektedir. Bu noktada Marx ile Klasik Ekonomi Okulu arasında paradigmatik bir açı bulunmadığı sıklıkla dile getirilir. Marx’ın bu okula yönelik eleştirisi ise, yukarıda bazılarının adlarını andığımız yasalara bağlı olarak işleyen 19. yüzyıl kapitalist ekonomisinin, hem ekonomi içi yapısal hem de ekonomi dışı toplumsal sonuçlarının Klasik Ekonomi Okulu mensuplarınca göz ardı edilmesini ya da yanlış resmedilmesini hedef alır. Yani Marx’ın özellikle olgunluk eserlerindeki çabası, “olanı olduğu gibi” göstererek “olanı olmadığı gibi gösterenleri” eleştirmekten ibarettir. Bourdieu’nün neo-klasik ekonomi karşısındaki eleştirelliğinin de bu çerçevede değerlendirilmemesi için bir sebep yoktur. Gerçekten de Pierre Bourdieu’nün 1970’lerden sonra yaşanan neo-liberal dönüşüm sürecinin “budama” evresinde şekillenen farklı alanlar üzerine yürüttüğü saha araştırmalarından elde ettiği bulgular ışığında geliştirdiği analiz çerçevesi, bu alanların yapısının insanın doğal eğilimleri sonucunda oluşmadığını göstermeyi öngörür. Ayrıca, başta ekonomik alan olmak üzere tüm alanların, “eşit” kabul edilen insanların çıkarları doğrultusunda aldıkları rasyonel kararların sonucunda otomatik olarak optimal dengeye gelen mekanizmalar olmadığını da yine aynı araştırmalar üzerinden gözler önüne sermeye çalışmıştır. Ayrıca tıpkı diğer tüm alanlar gibi ekonomik alanın da, ezenler ile ezilenler arasındaki tahakküm ilişkilerinin yeniden üretimini esas aldığını, özellikle konut piyasasını incelediği son çalışmasında göstermiştir.14 Burada, Emrah Göker’in Bourdieu analizini sonlandırırken düştüğü şerh (2007) üzerine birkaç şey söylemekte yarar var. Göker, Bourdieu’nün sermaye(ler) teorisinin vaat ettiğini varsaydığı “Marksist politik ekonomi eleştirisini genelleştirme” iddiasının epistemolojik dayanaklarının kimi zayıflıklar barındırdığına işaret etmektedir. Bu zayıflığın, Bourdieu’nün Marx’tan ödünç aldığını düşündüğü sermaye kavramını genişletirken, ister ekonomik alanda isterse diğer 14 76 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Tam da bu noktada, yani “yeniden üretim” mevzubahis olduğunda, kuşkusuz Olivier Favereau’nun eleştirisi akla gelmektedir. Favereau “ekonomik ortodoksi”nin ne olduğunu tanımlayarak başlar eleştirisine. Fransız ekonomist, 1980’den bu yana ekonomik ortodoksinin rasyonel karar teorisi ile genel denge teorisinin bir kombinasyonuna dayandığını söyler. Bu kombinasyona dayanak teşkil eden (rasyonel) birey ile (Walrasçı) piyasa kavrayışları, bireylerarası koordinasyonun daimiliğine gönderme yapar. Yani Favereau’ya göre, Bourdieu’deki habitus/ alan döngüselliğinin üzerine yaslanan “yeniden üretim” mantığı ile neo-klasik teorideki bireysel-rasyonellik/ticari-rekabet döngüselliğinin üzerine yaslanan “koordinasyon” mantığı birbirinin simetriğidir. Koordinasyon problemlerinin sürekliliğini ve bunlara çözüm bulmak için bireyler tarafından getirilen eleştirilerin, bireyler arasında yürütülen tartışmaların, ekonominin –ve toplumsal yaşamın– temel değişim dinamiği olduğunu kabul eden ve ortodoks ekonomi ile arasındaki sınır çizgisini bu kabul üzerinden çizen Konvansiyonlar Okulu’nun alanlarda, sömürü ve kâr kavramlarını tartışma dışı bırakmasından kaynaklandığını ileri sürmektedir. Bu konuda, Göker’le aynı fikirde değiliz. Zira Bourdieu’nün sermaye(ler) teorisinin epistemolojik dayanağının güçsüz olduğunu değil, sadece Marksist olmadığını düşünüyoruz. Bourdieu’nün sermaye(ler) teorisi, Göker’in düşündüğünün aksine, Marx’ın sermaye teorisiyle değil, Weber’in tahakküm teorisiyle aynı referans çerçevesine yaslanır. Bu nedenle gönderme yaptığı “sermaye” kavramının Marx’ın “sermaye” kavramıyla benzerliği kelime benzerliğinden ibarettir. Buna mukabil, Bourdieu’nün sermaye kavramının Weber’in tahakküm teorisini açımlarken “belirli bir toplumsal ilişkide kendi iradesini hâkim kılma şansı” olarak tanımladığı kudret (Macht) kavramına çok daha yakın bir anlama sahip olduğunu ve yine kudret kavramıyla aynı oranda “amorf ” –ve “ilişkisel”– olduğu düşünülebilir. Zira Fransız sosyolog nesnellik iddiasındaki “emek-değer teorisi”ni değil, tıpkı Weber gibi, toplumsal ve tarihsel bir çerçeveye yerleştirmek ve tahakküm ilişkileri de hesaba katmak kaydıyla, öznelliğe –ve göreliliğe– vurgu yapan “marjinal fayda teorisi”ni kendi yaklaşımına temel yapmıştır. Tam da aynı nedenle konut piyasası çalışmasının herhangi bir yerinde, konutun fiyatı ile değeri arasında bir ayrım yapma ihtiyacı duymamıştır. Ekonomik ilişkilerde, Marksistlerin ileri sürdüğü gibi değerin yaratıldığı üretim sürecine değil, Weberciler –ya da marjinalistler– gibi fiyatın oluştuğu piyasaya –ya da ekonomik alana– odaklandığı görülür. Bourdieu eğer üretim sürecini inceleyen bir çalışma yapmış olsaydı da, muhtemelen bu alanı “emek alanı” –yani “emek piyasası”– olarak kavrardı ve ücretin oluşumunu da, kelimenin Marksist anlamıyla sömürü ilişkilerinin doğurduğu bir sonuç olarak değil, işveren ile işçi arasındaki emek alanındaki güç ilişkilerinin bir sonucu, bir çıktısı olarak analizine dâhil ederdi. Yani Bourdieu’nün yaslandığı epistemolojik çerçeve, “Marx’ı yitirmeden Marx’ı genişletme çabası”na pek uygun değildir. Weber’in Alman burjuvazisinden yana takındığı tutum ile Bourdieu’nün ezilenlerden yana takındığı tutum arasındaki bariz açı, her iki sosyologun teorilerini, kimi şerhlerle birlikte temelde neo-klasik ekonomi okuluyla aynı epistemolojik çerçeveye dayandırdığı gerçeğini gözden kaçırmaya neden olmamalıdır. Hakeza, Bourdieu ile Marx arasındaki illa bir devamlılık tesis edilecekse, bu, epistemolojik değil ancak ontik ya da varoluşsal bir ortaklık üzerinden –yani “ezilenlerden yana olmak”lık üzerinden– tesis edilebilir. Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 77 önemli isimlerinden olan Olivier Favereau açısından; Bourdieu’nün teorisinin “yeniden üretim” kavrayışını esas alması nedeniyle ortodoks ekonominin bilişsel evreni içinde yer aldığı tartışma götürmez bir gerçektir. Zira Bourdieu’de “yeniden üretim” kural, yeniden üretimin aksaması istisnadır. Oysa Faverau’ya göre, yalnızca “hesapçı” olarak değil, aynı zamanda “yorumcu” olduğu düşünülen, etik tutumlar almayı bildiği ve gerektiğinde eleştirel yargılar geliştirebildiği kabul edilen yeni bir birey kavrayışı, hem ekonomideki koordinasyon problemlerinin yol açtığı boşlukları –piyasa serbestîsini sekteye uğratmadan– gidermek hem de yeniden üretimin doğurduğu eksiklikleri –kapitalist güç ilişkilerini meşrulaştırmaksızın– telafi etmek için hukukun ve kurumların oynadığı karmaşık rolü yeniden hesaba katabilecektir (Favereau, 2001, s. 306). Favereau’nun önerdiği “yeni birey” kavrayışının, 1990’ların ikinci yarısından itibaren Yeni Kurumsal Ekonomi Teorisi ile etkileşim içinde şekillendirilen ve uygulamaya konan neo-liberalizmin “yeniden açılım” döneminin politikalarının temel aldığı “birey” kavrayışına tekabül ettiği açıktır. Toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan ve sahip olduğu etik sayesinde piyasada iyiyi kötüden ayırmaya muktedir, nefsini dizginleyebilen bu yeni bireylerin içinde yer aldığı piyasa da, Marion Fourcade’in işaret ettiği gibi (2007), “ahlâklılaştırılmış piyasa”dan başka bir yer değildir. Aslında farkında olmadan, Favereau da, eleştirdiği Bourdieu ile kategorik olarak aynı işlemi yapmaktadır. Yani döneminin ekonomi politikalarının önce kavrayışını sonra da kendisini şekillendirdiği bireyini getirip teorisinin merkezine oturtmaktadır. Bunu yaparken de Bourdieu’yü, teorisini bir önceki dönemin sermaye birikim rejiminin ihtiyaç duyduğu bireye dayandırması nedeniyle eleştirmektedir. Sonuç Bourdieu’nün ekonomi teorisi ile ilişkisini incelemeye çalıştığımız bu makale boyunca yapmış olduğumuz değerlendirmeler aşağıdaki gibi özetlenebilir: (a) Bourdieu’nün ekonomi teorisiyle –özelde de neo-klasik ekonomi teorisiyle– olan ilişkisi zaman içinde belirgin bir değişim göstermiştir; (b) Bu değişimde, neo-klasik ekonomi teorisinin yürürlükteki ekonomi politikaları üzerindeki belirleyici etkisinin artması başat etmen olmuştur. Bourdieu’nün neo-klasik teoriyi cepheden eleştirmeye başlamasının 1970’lerin ortalarından itibaren neo-liberal dönüşümün başlamasıyla eşzamanlı olduğu 78 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı tespit edilebilir; (c) Bourdieu’nün “habitus”, “alan” ve “sermayenin farklı tipleri” kavramsal çerçevesine dayanan yaklaşımını, neo-klasik tahayyülle etkileşim içinde olmakla eleştirenlerin bu eleştirileri temelsiz değildir. Ancak bu etkileşimin var olması Bourdieu’nün teorisinin eleştirel gücünü azaltmaz; (d) Bourdieu’nün sunduğu kavramsal çerçeve, neo-liberal dönüşümün “budama” evresinin gerçekliğini anlamak, açıklamak ve eleştirmek için fevkalade elverişlidir. Zaten Bourdieu’nün bir sosyolog olarak dünya çapında üne kavuşması da bu dönemde olmuştur. (e) Ancak neo-liberalizmin 1990’ların ikinci yarısından itibaren başlayan ve 2000’lerde sonuçları belirginleşmeye başlayan “yeniden açılım” evresinin hem ekonomik hem de toplumsal alanı farklı bir biçimde şekillendirmeye başlamasının Bourdieu’nün teorisini gözden düşürdüğü de bir o kadar açıktır. Zira Keynesçi tarzda müdahaleci devletçiliği takip eden aşırı serbestleşmeci neo-liberalizmin “budama” evresinin kapanmasıyla, piyasalara ahlâk pompalanmaya başlanmış ve kelimenin sosyolojik anlamıyla kurumlar –istikrar kazanmış ortak değerler ve davranışlar olarak da okunabilir– aracılığıyla piyasaların sivil toplum eliyle düzenlenebileceği fikri öne çıkmaya başlamıştır. Sıfır-toplamlı-oyun (zero-sum-game) yerine kazan-kazan oyunu (win-wingame) yaklaşımının ikâme edildiği neo-liberal kapitalizmin bu yeni evresine tanıklık edebilseydi, Bourdieu’nün teorisini yeniden formüle edip etmeyeceğini, eğer yeniden formüle edecekse bunu nasıl yapacağını kuşkusuz hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak açık olan bir şey var. O da, kapitalist ekonominin regülasyonunun devlete ya da sivil topluma/kurumlara değil de piyasanın görünmeyen el’inin marifetine terk edildiği her dönemde, Bourdieu’nün sosyolojik teorisinin olanı biteni anlamak konusunda imdadımıza yetişeceğidir. Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 79 EXTENDED ABSTRACT Bourdieu in his Relation to the Economic Theory: A Comprador or a Critic? Cem Özatalay* Pierre Bourdieu has never presented himself as an economic sociologist. In the same way, until the publication of The social structures of the economy in 2000, two years before his death, the work of Bourdieu has not really been addressed in the discussions occurring in the research program called “the new economic sociology”. The social structures of the economy is important not only because it is here that Bourdieu dwells directly into the analysis of economic facts and formulates the principles of his “economic anthropology”, but also because it echoes among sociologists and economists claiming to be critical of the mainstream economic theory. In this article, we present an analysis of Bourdieu’s relation to the economic theory. As it is well known in these debates, some have considered him as one of the representatives of the “economic imperialism” in the sociological discipline; while others have seen his work as a “counterhegemonic project” against the neoclassical theory. Here, we rather propose to consider the same issue by situating Bourdieu’s work in its historical and social context. In order to do this, we refer mainly to Bourdieu’s anthropological field studies on Algeria and on “the bank and its customers” in the late 1950s and early 1960s, and also to his empirical exploration about the commercialization of the single-family house market during the 1980s in France. Criticism of Economic Determinism in Bourdieu’s Early Works In the “Introduction” of The social structures of the economy, Pierre Bourdieu pointed out his three empirical researches on economic issues. These are (i) the study of Algeria, conducted in the late 1950s in order to understand the mismatch between the dispositions of traditional peasants in Algeria and those proper to capitalist development excited with the French colonization Res. Asst. Dr., Galatasaray University, Faculty of Science and Letters, Department of Sociology, [email protected] * 80 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı (Bourdieu, 1961, 1963; Bourdieu and Sayad, 1964); (ii) the study of “banks and its customers”, dated in 1963, that aims to examine the cultural and economic determinants of the French people’s saving, investing and credit choices (Bourdieu et al. 1963); and (iii) the study of “single-family houses”, which is about the commercialization of single family houses in France during the neo-liberalization process. Richard Swedberg rightly points out that Bourdieu’s early works about economic issues are vividly distinct from his recent study which is based on his own theoretical framework and notions such as “habitus”, “field”, and “different types of capital”, and claims that “the economic sociologies” of Bourdieu can be brought into discussion, instead of a unique research program adopted by him (Swedberg, 2010: 68). When we look more closely at the early works of Bourdieu, we observe that he gives priority to a Weberian problematic – i.e. the role of cultural values in the capitalist development – in order to criticize the economic determinism. In his two early works, he emphasizes the fact that agents continue to act in accordance with traditional dispositions in spite of living in the continuously developing capitalistic economic relations. In other words, by stating that the economy is not a natural fact with a mechanical functioning, Bourdieu draws a line to demarcate his approach and economic determinism. However, we must not neglect the influence of the Keynesian economic policies of this period on his decision of giving priority to the criticism of economic determinism. As in this period, the economy was already embedded in the Keynesian societal institutions. The Weberian conceptual framework had become increasingly preferable among social scientists for analyzing the developmental differences between capitalist countries. On the other hand, critical social scientists too, referred to Weber during this period, in order to criticize the increasingly bureaucratized state apparatus and its institutions depending on the Keynesian policies and also the relations of domination that it contains. Therefore, Bourdieu’s critical position to economic determinism was no exception in this context while the superstructure had become progressively the main object of social research, even for the Marxist thinkers. Thus, it is necessary to note that Bourdieu’s position was critical only to the economic determinism, but not to the economic theory as such. For him to take a radically critical attitude against the economic theory and its premises, we had to wait until the retreat of the state from his interventionist attitude to the economy as a result of the beginning of the neoliberal transformation process. Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 81 Bourdieu vs. Economic Theory We remember the 1990s as a period in which the destructive “roll-back” neoliberal development policies were being questioned around the globe. Pierre Bourdieu also wrote “The principles of an economic anthropology” (1997) and The social structures of the economy (2000) in the same context. In this latter work, Bourdieu essentially aims to refute the premises of neo-classic economics and to demonstrate its insufficiencies. He frankly targets the conception of “homo economicus” that is elaborated with an ahistorical and asocial perspective and criticizes it for reducing human actions to a simple result of maximization of utility. In the same vein, he proposes to replace the concept of “homo economicus” by the notion of “economic agent” who acts according to his interest defined by the habitus, and the term “market” by “economic field” in which the economic agent may act reasonably only insofar as the structure of this field allows him. Finally, according to Bourdieu the economic field is characterized by struggles for domination between agents, i.e. enterprises, whose success depend essentially on the agents’ level of capital acquisition. In the light of this conceptual framework, of The social structures of the economy Bourdieu presents the findings of the field survey carried out within the single-family house market in France. By emphasizing that buying a single house connotes a broader meaning than a simple economic investment, Bourdieu demonstrates the symbolic dimension of this transaction. In fact, this means that Bourdieu’s approach is completely opposite to Gary Becker’s “economic imperialism”, which aims to use economics’ epistemology for understanding the social facts normally acknowledged as “noneconomic”. More precisely, contrary to Becker, Bourdieu tries to clarify economic facts by introducing the sociological analysis’ tools in investigation. But this framework of analysis proposed by Bourdieu is criticized by some heterodox economists such as Alain Caillé (1981) and Olivier Favereau (2001) for borrowing the premises of his theory from the neoclassical theory. For example, according to Caillé, Bourdieu shares with “neo-classical theory” the utilitarian view of interest, while according to Favereau, his criticism of the mainstream economics consists of showing its monopolistic structure. Bourdieu gives priority to make known “the reality as it is” and, most importantly he still criticizes those who present “the reality as it is not”. Thus, during the destructive phase of neoliberalism, it must be thought that Bourdieu’s 82 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı choice for basing his theory on the utilitarian and interested attitude model reflects his aim to demonstrate the reality as it is. Therefore, we would like to present the argument that Bourdieu’s approach not only shares its epistemological framework with neoclassical theory, but also that this affinity in no way decreases its capacity of criticism, but rather, enhances it. As a result, we argue that it is not totally unfair to say that Bourdieu’s recent approach to economy shares its epistemological framework with neoclassical theory, but we also point out that this affinity in no way decreases its capacity of criticism, but rather enhances it. Keywords: Sociology of Bourdieu, Economic Sociology, Economic Field, The Social Structures of the Economy, Criticism of Neoclassical Economic Theory KAYNAKÇA / REFERENCES Althusser, L. (1962). Contradiction et surdétermination (Notes pour une recherche). La Pensée, 106, 3-22 Becker, G. (1971). The economics of discrimination. Chicago: University of Chicago Press. Becker, G. S. (1981). A treatise on the family. Cambridge, Mass.: Harvard University Press Bourdieu, P. (1961). Sociologie de l’Algérie, Paris: PUF. Bourdieu, P. (1977). Algérie 60 – Structures économiques et structures temporelles, Paris: Ed. Minuit. Bourdieu, P. (1980). Questions de sociologie, Paris: Ed. Minuit. Bourdieu, P. (1997). Le champ économique. Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 119, 48-66. Bourdieu, P. (2000). Les structures sociales de l’économie, Paris: Seuil. Bourdieu, P., Darbel, A., Rivet, J.-P. ve Seibel, C. (1963). Travail et travailleurs en Algérie, Paris: Ed. Mouton. Bourdieu, P., Boltanski, L. ve Chamboredon, J-C. (1963). La banque et sa clientèle: Elements d’une sociologie du crédit. (Pierre Bourdieu yönetiminde Luc Boltanski ve Jean-Claude Chamboredon tarafından yürütülmüş araştırma). Yayımlanmamış Metin. Paris: Centre de Sociologie Européenne. Bourdieu, P. ve Sayad, A. (1964). Le déracinement. La crise de l’agriculture traditionnelle en Algérie, Paris: Minuit. Boyer, R. (2003). L’anthropologie de Pierre Bourdieu. Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 150, 65-78. Caillé, A. (1981). La sociologie de l’intérêt est-il intérresante? Sociologie du travail, Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? 83 22(3), 257-274. Favereau, O. (2001). L’économie du sociologue ou penser (l’orthodoxie) à partir de Pierre Bourdieu. B. Lahire (Ed.), Le travail sociologique de Pierre Bourdieu- Dettes et critiques içinde (s. 255-314), Paris: La découverte & Syros. Fourcade, M. ve Healy K. (2007). Moral views of market society. Annual Review of Sociology, 33, 285-311. Göker, E. (2007). “Ekonomik indirgemeci” mi dediniz?. G. Çeğin, E. Göker ve A. Arlı (Ed.) Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde (s. 277-302). İstanbul: İletişim. Lallement, M. (2008). Max Weber, la théorie économique et les apories de la rationalisation économique. Les Cahiers du Centre de Recherches Historiques, 34, DOI: 10.4000/ccrh.212. Lebaron, F. (2003). La sociologie économique de Pierre Bourdieu. Variations, 4, 87-95. Mounier, P. (2001). Pierre Bourdieu: une introduction. Paris: Pocket. Peck, J. ve Tickell A. (2002). Neoliberalizing space. Antipode, 34(3), 380-404. Smelser, N. J. ve Swedberg, R. (2004). The Handbook of Economic Sociology – Second Edition, Princeton, NJ: Princeton University Press and Russell Sage Foundation. Steiner, P. (2008). La tradition française de critique sociologique de l’économie politique. Revue d’histoire des sciences humaines, 18(1), 63-84. Swedberg, R. (2011). The economic sociologies of Pierre Bourdieu. Cultural Sociology, 5(1), 67-82. Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 85-101 Tahakküme Hükmetmek: Bourdieu Sosyolojisinde Toplum ve Bilim İlişkisi* Elyesa Koytak** Özet: Bourdieu sosyolojisinin ayırıcı vasfı, yoğun ve geniş saha araştırmalarının sıkı dokunmuş ve karmaşık bir kavram örüntüsüyle açıklanmasındaki yetkinliktir. Bu makalenin amacı, Bourdieu’nün toplumsal dünyayı anlama tarzını ve bunun üzerinden bir bilim olarak sosyolojiyi ve sosyolojinin toplumsal dünyayla olan ilişkisini nasıl düşündüğünü açığa çıkarmaktır. Bourdieu, toplumsal dünyayı, merkezinde “habitus”un olduğu bir kavramsal çerçeveyle açıklar ve analizinin merkezine tahakkümü koyar. Diğer yandan sosyolojiyi toplumda yürürlükte olan tahakküm ilişkilerini ifşa etme buyruğuyla tanımlar ve bireylerin içlerinde bulundukları bu ilişkileri doğru tanıyabilmeleri için şart sayar. O halde sosyolojinin topluma dair sahici bilgi üretme iddiası hangi vasfından ileri gelmektedir? Bireyleri, sosyolojiyi toplumun geri kalanından ayıran epistemolojik bilimsellikten mahrum ve sosyolojiye muhtaç bırakan nedir? Anahtar Kelimeler: Sosyoloji, Pierre Bourdieu, Habitus, Düşünümsellik, Tahakküm Dominating the Domination: Science-Society Relationship in Bourdieu’s Sociology Abstract: The distinctive quality of Bourdieusian sociology is the perfection in the explanation of deep and wide scale field studies with a solid weaved and complex conceptual pattern. This article aims to reveal the way he understands the social world, thus how he considers sociology as a science, and its relation with the social world. Bourdieu explains the social world with a conceptual framework centered on “habitus” and locates the domination at the heart of his analysis. He defines sociology with the imperative of denouncing the existent relations of domination in the society and the sociological knowledge as the very condition of understanding these relations of domination by individuals. Thus, which quality of sociological knowledge generates its competence for the production of a genuine intelligence on the society? What is the epistemological characteristic of sociology that the individuals lack, therefore requiring a true understanding of the social world they live within? Keywords: Sociology, Pierre Bourdieu, Habitus, Reflexivity, Domination Bu makalenin ilk taslağını değerlendirip, eleştiri ve önerilerini benimle paylaşan Nazlı Ökten’e teşekkürü borç bilirim. ** Lisans Öğrencisi, Galatasaray Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] * 86 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı “Tamamlanıp insanlığa sunulmuş bir bilimsel eserden beklenen şey, artık yeni sorulara hizmet etmesidir. Çünkü her bilimsel eser, aşılmak ve arkada bırakılmak içindir.” Max Weber Meslek Olarak Bilim [1919] Sosyoloji alanının son elli yılda kazandığı belki de en önemli isim olan Pierre Bourdieu’nün ayırıcı vasfı, sosyoloji faaliyetini, sömürge politikalarından fotoğraf sanatına, eğitim sisteminden konut sektörüne, edebiyattan neo-liberalizme kadar çok farklı konularda yoğun saha araştırmalarına dayandırmasıdır1. Saha-merkezli araştırma yöntemi, Bourdieu sosyolojisine ciddi bir zenginlik ve dayanıklılık kazandırmış; Bourdieu da bu ampirik zenginliği kapsamlı analizlerinde işleyerek ustalıkla kuramsallaştırmıştır. Bourdieu’nün Cezayir üzerine ilk çalışmalarından itibaren her çalışmasında daha sıkı dokuyarak geliştirdiği sosyal teorisi oldukça karmaşık ve birbirine bağlı bir bütün arz eder: “Habitus”, “alan” (champ), “sermaye”, “fail” (agent) gibi belli başlı kavramlar –bir seferde tek bir konuda değil, çok farklı konulara yayılan sosyolojik analizlerin bütünü boyunca kullanılarak geliştirilmiş olmalarından ötürü– Bourdieu sosyolojisinin bütüncül bir okunmasıyla anlaşılabilmektedir. Bourdieu sosyolojisinin kuramsal boyutu, ampirik araştırmalarda ve analizlerde temellenmiş ve birbirinden ayrıştırılamaz olan bu kavram örüntüsüdür. Bourdieu sosyolojisinin bu makalede ele alınacak yanı, onun toplumsal dünyayı anlama tarzı ve bunun üzerinden bir bilim olarak sosyolojiyi ve sosyolojinin toplumsal dünyayla olan ilişkisini nasıl düşündüğüdür. Bourdieu sosyolojisi, toplumsal dünyayı ve o dünyayı her an yeniden üreten toplumsal eylemi, sosyolojinin bilimselliğiyle karşıt bir ikili ilişki içinde anlamaktadır. Sosyoloji kısaca, insan eylemlerinin, yönelimlerinin, yargılarının vs. arkasındaki toplumsal-mantığı (Bourdieu, 1984, s. 40) açıklamayı amaçlar. Eğer bilim, basitçe evrendeki yasaları açığa çıkarma faaliyetiyse; sosyoloji de, Comte’un “toplumsal fizik” olarak adlandırmasına uygun bir biçimde toplumsal dünyanın yasalarını açığa çıkarmalı ve böylelikle doğal veya metafizik olduğu sanılan olguların (eşitsizlik, Bourdieu’nün, saha araştırmasının ön plana çıktığı başlıca eserleri olarak şunlar sayılabilir: Sociologie de l’Algérie (1958); Le déracinement, la crise de l’agriculture traditionnelle en Algérie (1964); Les héritiers : les étudiants et la culture (1964); La Distinction, Critique sociale du jugement (1979); Les règles de l’art. Genèse et structure du champ littéraire (1992); La Misère du monde (1993); Les structures sociales de l’économie (2000). 1 Koytak / Tahakküme Hükmetmek 87 adalet, tahakküm sorunları vs.) aslında tamamen toplumsal olarak kurgulanmış olduğunu ifşa etmelidir (Bourdieu, 1984, s. 45). Bu anlamda sosyoloji, içinde yaşadığımız toplumsal dünyaya dair yanlış kanaatlerimizi sarsmak ve bize sahici bilgiler kazandırmakla mükelleftir. Sosyoloji, bireylerin içinde bulundukları toplumsal dünyanın nasıl işlediğini ve toplumdaki tahakküm ilişkilerinin nasıl yeniden üretildiğini ortaya çıkarabilmelidir; zira toplumsal eylemin kesintisizliği içine gömülü durumdaki bireyler, bu ifşa faaliyetini kendi başlarına yapabilme imkanından mahrumdurlar. O halde sosyolojinin topluma dair sahici bilgi üretme iddiası hangi vasfından ileri gelmektedir? Tersinden sorarsak, toplumsal fail olarak insan, içinde bulunduğu toplumsal dünyayı doğru anlayabilmek için gerekli olan yetkinliğe neden sahip değildir? Bireyleri, sosyolojiyi toplumun geri kalanından ayıran epistemolojik bilimsellikten mahrum ve sosyolojiye muhtaç bırakan nedir? Bourdieu sosyolojisinin bu meseledeki tutumunu ortaya çıkarmak için, sıkı dokunmuş kavram örüntüsünde bir yolculuğa çıkmak; “habitus”, “doxa”, “illusio” ve “simgesel şiddet” kavramları arasındaki işbirliğini keşfetmek gerekmektedir. Bu kavramlar arasında, Bourdieu’nün kendisi doğrudan dile getirmese de, toplumsal eylemlerin üretim mekanizmasını açıklayan sıkı bir işbirliği söz konusudur. Bourdieu’nün toplumsal dünyanın işleyişini açıklarken çalışma konusuna göre değişen sıklıklarda kullandığı bu kavramlar bütünü içinde habitus, bütün bir eylem kuramının anahtarı olarak Bourdieu’nün Cezayir üzerine ilk çalışmalarından itibaren kendini gösterir (Bourdieu ve Sayad, 1964). Kısaca bireyin toplumsal eylemlerini belirleyen yatkınlıklar sistemi anlamına gelen habitus (Bourdieu, 1980, s. 88), Bourdieu’nün toplumsal eylemin işleyişini nasıl gördüğünü ifade eder. Habitus, bireyin başından geçen toplumsallaşma süreci boyunca (aile, okul vs.) içselleştirilmiş olan ve kullanıma hazır eylem şemaları olarak toplumsal eylemin kaynağıdır. Diğer yandan “düşünümsellik” (réflexivité) kavramı, Bourdieu’nün sosyoloji yönteminde sosyoloğun –nesnesiyle kurduğu ilişkiyi nesneleştirme yoluyla– toplumsal dünyada olmanın getirdiği ön kabul ve yanılsamalardan kendini arındırma ilkesidir (Bourdieu, 1992). Bourdieu’nün “katılımcı nesneleştirme” şeklinde ifade ettiği bu yöntemsel yaklaşım sayesinde sosyolog, bilimsel bilginin sahiciliğini koruyabilmektedir (Bourdieu, 2003). Habitus, bireylerin toplumsal olarak yapıp ettiklerinin; düşünümsellikse, sosyolojik faaliyetin belirleyici ilkesidir. Habitus toplumu, düşünümsellik toplum bilimini tanımlamaktadır. 88 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Habitus: Bireydeki Toplum Bourdieu sosyolojisinin kuramsal yeniliği, kökleri Batı metafizik geleneğine kadar uzanan içsel-dışsal, öznel-nesnel, tekil-bütün, birey-toplum gibi kavramsal ikilikleri –klasik sosyoloji kuramlarından senkretik bir tarzda yararlanarak– kendine özgü bir kavram örüntüsüyle aşmasıdır. Bu ikilikler dizisinin Bourdieu’nün ilk çalışmalarını gerçekleştirdiği dönemde Fransız entelektüel ortamlarında sosyal teoriye yansıması Sartre ve Lévi-Strauss üzerinden olmuştur denebilir. İnsanın koşulsuz bir belirlenmemişlik içinde bulunduğunu ve bilinçli tercihlerini yaparak kendini özgürce gerçekleştirme durumunda olduğunu dile getiren Sartre varoluşçuluğu ile dışsal yapıların, kurumların ve ilişkiler bütününün insan eylemleri üzerinde oldukça belirleyici olduğunu savunan Lévi-Strauss yapısalcılığı arasında Bourdieu sosyolojisi, bu ikiliği, “habitus” kavramıyla iki yanını da içererek aşmayı hedefler. Buna göre insanın toplumsal eylemlerini belirleyen ilke, ne içsel bilinçlerde, ne de dışsal şeylerde ve kurumlarda bulunmaktadır. İnsan eylemlerinin kaynağı, toplumsalın bu iki yanı arasındaki ilişkide saklıdır; toplum dediğimiz şey bir yandan kurumlar ve şeyler olarak nesneleşmiş halde, diğer yandan faillerin bedenlerinde içselleştirilmiş olan algılama, hissetme, düşünme ve davranmaya yönelik yatkınlık şemaları olarak habitus şeklinde var olur (Bourdieu, 1982, s. 37-38). Gündelik hayattan siyaset alanına, kültürel beğenilerden konuşma tarzına kadar her hususta insanın toplumsal eylemlerinin kaynağı, bireyin bedenindeki eyleme dökülmeye hazır yatkınlıklar bütünü olan habitus’tur. Her bireyin kendi kişisel toplumsallaşma süreci boyunca içinde bulunduğu nesnel varoluş koşulları, o bireyin öznel habitus’unu kalıcı ve aktarılabilir bir şekilde biçimlendirir. Bu anlamda habitus, bireyin toplumsal pratiklerini üreten içsel yapı olarak (Bourdieu, 1984, s. 133) kalıcıdır; çünkü, ilk toplumsallaşma dönemlerinde köklü bir şekilde kazanılmış olan bu yatkınlıklar daha sonra değişime direnmektedir; aktarılabilirdir. Zira belli bir ortamda (mesela ailede) kazanılmış bir pratik yatkınlık, daha sonra başka bir ortamda (mesela iş ortamında) kendini gösterebilmektedir. Habitus’un kalıcı ve aktarılabilir niteliği, bireye devamlılık ve bütünlük kazandırır. Habitus, Bourdieu’nün “inşacı yapısalcılık” (structuralisme constructiviste) adını verdiği toplumsal eylem kuramının temelini oluşturur: “Yapısalcılık derken; toplumsal dünyada faillerin bilinçlerinin ve iradelerinin dışında var olan bağımsız nesnel yapılar olduğunu ve bu yapıların faillerin pratiklerini ve temsil dünyalarını belirlediğini kastediyorum. Koytak / Tahakküme Hükmetmek 89 İnşacılıksa; bireydeki algı, düşünce ve eylem şemaları olarak habitus’un toplumsal olarak yapılandırıldığını ve dışsal yapılardan farklı olarak faillerin bedenlerinde bulunduğunu ifade eder” (Bourdieu, 1987, s. 147). Habitus, bireyin içinde bulunduğu nesnel varoluş koşulları tarafından biçimlendiriliyor olması bakımından içselleşmiş dışsallık, öznelleşmiş nesnellik ve bireyselleşmiş toplumsaldır. Habitus sayesinde bireyin öznelliğiyle toplumsal dünyanın nesnelliği bireyin bedeninde buluşur; birey kendi toplumsal-tarihsel varoluş koşullarını yapılanmış bir yapı olarak üzerinde taşır. Habitus, mevcut toplumsal yapıları bireyin gözünde anlamlandırarak toplumu bireye tanıdık kılar. Bu kavram sayesinde toplum ve birey kategorileri birbirinden ayrı, hatta karşıt olmaktan çıkar; iç içe geçer. Bedenselleşmiş tarih olarak habitus ile cisimleşmiş tarih olarak toplumsal alan arasındaki etkileşim ve iç içelikte, tarihin kendisi her an yeniden üretilir. Bu noktada Bourdieu, bireylerin eylemlerindeki bilinçliliği, niyetliliği ve iradeyi reddetmez; ancak asıl vurgusu, bireyin eylemlerinin kalkış noktasının habitus yoluyla kendi toplumsal konumu olduğunadır (Corcuff, 2003, s. 21). Cezayir üzerine çalışmalarında Bourdieu, bu kavramın ilk örneklerini verir: Yüzyıllardır geleneksel tarım faaliyetiyle geçindikleri köylerinden, Fransız sömürge politikaları nedeniyle kopartılan Cezayir köylüleri, büyük şehirlere göçmek zorunda kalmıştır. Ancak nesnel varoluş koşullarına alışık olmadıkları şehirdeki gündelik hayat içinde gereken algı ve davranış şemalarından yoksun olmaları nedeniyle, yeni nesnel yaşam koşullarına anlam verememekte ve ayak uyduramamaktadırlar (Bourdieu ve Sayad, 1964). Bu durum, bireyin kendi varoluş koşulları tarafından biçimlendirilmiş olan habitus’un, benzerlik kuramadığı farklı varoluş koşullarında yetersiz kalması ve dolayısıyla toplumsal eylemi üretmesi beklenen bu ilkenin ataletinde, bireyin toplumsal dünyaya intibak edememesi halidir. Benzer analizler, Türkiye’de geleneksel yaşam koşullarından büyükşehirlere on yıllardır yapılan göçler sonucunda yaşanmış ve yaşanmakta olan insanlık durumları için de yapılabilir. Bu noktada, bireyin algılama ve davranma tarzlarını üreten ve örgütleyen habitus, aynı zamanda bireyin pratiklerinin sınırlarını da çizmektedir. Somut toplumsal eylem anlamında pratikler (Bourdieu, 1980), bireyin içinde bulunduğu nesnel yapılar olan toplumsal alanlarla, içselleştirilmiş toplumsal yapı olarak habitus arasındaki diyalektiğin ürünü olarak meydana gelirler. Bir toplumsal eylemin sınırları, habitus ve toplumsal alan arasındaki diyalektiğin sınırlarıdır. 90 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Bireyler, belli bir pratik duyusu (sens pratique) sayesinde içinde bulundukları toplumsal alanın veya ortamın gerekliliklerine ayak uydurabilmekte ve uygun davranabilmektedir (Golsorkhi ve Huault, 2006). Birey, içinde bulunduğu toplumsal ortamda, habitus ve pratik duyusu sayesinde “yapılanmış bir doğaçlama” denilebilecek bir tarzda hareket etmektedir; tıpkı bir tenis oyuncusu veya caz müzisyeni gibi kendi eylemleri üzerine düşünme fırsatı bulmadan, durmaksızın pratik halindedir (Bimbenet, 2006). Hareket halindeki tenisçinin, rakibinin gönderdiği servisi karşılamak için düşünmeye, karar vermeye ve bilinçli bir tercihte bulunmaya zamanı yoktur; bedensel olarak kendinde içselleşmiş olan farklı yatkınlıklarını, ani, kesintisiz ve istemsiz bir şekilde devreye sokmak zorundadır. Aynı şekilde habitus, bireyin algı ve davranış şemalarını belli bir bütün halinde kullanıma hazırlarken; pratik duyusu bu algı ve eylem şemalarını yerine göre devreye sokmaktadır. Habitus kavramına yöneltilen en ciddi eleştiri, bireyin bedenini içinde bulunduğu ortama, durmaksızın eyleme yönelten pratik duyusu üzerinden bağlayarak; bu yönüyle bireylere kendi eylemleri üzerine düşünebilmek için fazla şans tanımaması olmuştur. Habitus kavramına göre toplumsal dünya, kendi gerekliliklerini durmaksızın dayatan bir dünya olduğu için, failler hiçbir zaman eylem ve sözlerini bir seyirci gözüyle uzaktan izleyemez (Bourdieu, 1980, s. 87) ve toplumsal dünyayla ilişkilenme biçimleri pratik üzerinden gerçekleştiği için, bu dünyayı söylem ve bilinç düzeyinde yeniden düşünmeye imkan bulamazlar (Bourdieu, 1980, s. 124). Bu noktada Bourdieu sosyolojisinin, bedeni nesnel yapılar tarafından önceden yapılandırılmış içsel bir yapı (habitus) uyarınca hareket eden ve kendi üzerine düşünebilmek için fazla fırsatı olmayan bir birim olarak görerek, bireye yaratıcılık ve yenilikçilik noktasında fazla manevra alanı tanımadığı söylenebilir. Habitus kavramı, sosyolojinin geleneksel birey-toplum, öznel-nesnel ikiliklerini aşmak için tekilin içindeki kolektifi ön plana çıkarsa da (Corcuff, 2003, s. 56); bir başka geleneksel felsefi ikilik olan akıl-beden veya anlaşılır-hissedilir (intelligible-sensible) ayrımında bedensel olanın tarafını tutmak durumunda kalmıştır. Beden merkezli bu eylem kuramının faillerin düşünümselliğini göz ardı edişi, eleştiriye en açık yanıdır2. Bourdieu’nün habitus kavramı, değişmeye kapalı ve tamamen çelişkisiz bir birey öngörmesi ve fazla belirlenimci olması noktasında çağdaş Fransız sosyal bilimcileri tarafından eleştirilmiş ve aşılmaya çalışılmıştır. Öne çıkan bazıları için bkz. Lahire, (1998), Kaufmann, (2001) ve Boltanski (2009). 2 Koytak / Tahakküme Hükmetmek 91 Tahakkümün Sosyo-Analizi Merkezinde habitus temelli eylem kuramı olan Bourdieu sosyolojisinin genel ilgisi, toplumdaki tahakküm ilişkileri üzerine yoğunlaşmıştır. Cezayir sosyolojisi üzerine olan ilk çalışmaları sömürgeci tahakküm politikalarının Cezayir köylüleri ve alt sınıfları üzerindeki sonuçlarını ele alır. Les héritiers (1964), Fransız eğitim sisteminin, toplumsal eşitsizlikleri nasıl daha da kalıcı ve hissedilir şekilde yeniden ürettiğini analiz eder. La distinction (1979), kültürel beğeni yargıları ve pratiklerin sınıfsal konumlarla sıkı sıkıya ilişkili olduğunu ortaya koyar. La misère du monde (1993), neoliberal ekonomi politikalarının alt sınıflar üzerindeki yıkıcı etkilerini açığa çıkarır. Bourdieu, el attığı hemen hemen her konuda, toplumsal dünyada yürürlükte olan tahakküm yapılarını, ilişkilerini ve eşitsizliği yeniden üreten mekanizmaları ifşa etmeyi amaçlamıştır. Bourdieu’nün tahakküm analizlerinde kullandığı yöntem, “alan” (champ) kuramıdır3. Buna göre, yapılandırılmış konumlardan oluşan bir toplumsal alan (siyaset alanı, eğitim alanı, kültür alanı, edebiyat alanı veya daha lokal olarak konut sektörü alanı, akademisyenler alanı gibi), farklı konumlanmalar arasındaki mücadeleye sahne olur (Bourdieu, 1972). Her fail, farklı hacim ve türde sermayeyle alanda bir konum sahibidir ve faillerin alan içindeki hareketleri, ellerindeki sermaye türlerini (ekonomik, kültürel, sosyal ve simgesel) habitus’ları uyarınca yeri geldiğinde kullanabilmelerine bağlıdır (Bourdieu, 1997a, s. 22-23). Her alanın kendine has bir çıkarı, işleyiş tarzı ve gerektirdiği habitus’u vardır. Yine, her alanın hükmedenleri ve hükmedilenleri vardır. Bir alanın yapısı, onu oluşturan sermaye sahibi faillerin konumları arasındaki güç ilişkilerince belirlenmektedir. Alanın içindeki faillerin ne yapıp ne yapamayacağını, o alan içindeki nesnel ilişki yapısı sınırlamaktadır. Kısaca bir alan, faillerin farklı sermaye türlerini alana özgü bir çıkar uğruna yeniden üreterek, hakim konuma ulaşmak için verdiği mücadelenin alanıdır (Bourdieu, 1997b). Bu noktada Bourdieu, habitus’u alanda işler hale getiren ve böylelikle toplumsal eylemleri başlatanın, alanın kurallarına duyulan sabit inanç anlamındaki “doxa” olduğunu belirtir. Doxa, katılımcıya, alana ait olma duygusu veren ve alanın işleyiş tarzını doğal gösteren ön kabullerdir (Bourdieu, 1997a, s. 145). Verili toplumsal tahakküm düzenini, faillerin pratik duyuları ve bedenleri için normalleştiren, meşrulaştıran ve doğalmış gibi gösteren doxa’dır. Bununla birlikte “illusio”, alanın vaat ettiği çıkarın amaçlanmaya değer olduğu ve tartışılmaması 3 Alan kuramının ayrıntılı bir şekilde sunumu için bkz. (Bourdieu, 1997c). 92 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı gerektiği yönündeki yanıltıcı oyun duygusu olarak (Bourdieu, 1997a, s. 25, 122) doxa’yı tamamlar ve katılımcı faillerin habitus’unu tetikler. Habitus, doxa ve illusio arasındaki işbirliği, bireylerin içinde bulundukları çeşitli toplumsal alanlarla kurdukları pratik ilişkiye işlerlik ve rutin kazandırır. Alanın nesnel yapısına algı ve eylem düzeyinde uyum ve yatkınlık kazandıran habitus, alanın kurallarının doğal ve meşru görülmesini sağlayan doxa ve failleri alandaki verili çıkarların amaçlanmaya değer olduğuna inandıran illusio arasındaki bu suç ortaklığı, mevcut tahakküm ve eşitsizlik ilişkilerini yeniden üreten pratikleri üretir. Bu suç ortaklığı, herhangi bir alanda hükmedilen konumda bulunanları, alanın kurallarını bütünüyle değiştirmek veya yeni sermaye türlerini devreye sokarak oyunun dengesini bozmak gibi fikirlerden mahrum bırakmaktadır. Hükmedilenler, tahakkümün toplumsal mantığını fark edip sorgulayamayacak kadar nesnel varoluş koşulları içinde, oyun duygusu tarafından kuşatılmışlardır. Bu noktada Bourdieu tahakkümün ve eşitsizliğin toplumsal yeniden üretim mekanizmasına bir kavram daha ekler: “simgesel şiddet”. Daha çok dilsel sermaye ve eğitim sistemi konularında işlenen bu kavram, tahakkümün aslında tarihsel ve keyfi bir olgu ve kurgu olduğu gerçeğini gizleyen mekanizmayı ifade eder (Bourdieu, 1992). En çok eğitim sistemi içinde hissedilen simgesel şiddetin en bilinen örneği dil ve edebiyat dersleridir: Kimi öğrenci kültürel sermayesi bakımından meşru ve göreceli olarak hakim konumdaki bir aileden gelir ve edebiyat derslerinde öğretmeninden övgü alabilirken; kimi öğrenci de kültürel sermayesi yine göreceli olarak düşük olan bir aileden (mesela taşradan) gelir ve şivesi, yerel kelimeler kullanması, tutukluğu nedeniyle öğretmen tarafından başarısız bulunur. Bir kültürel sermaye unsuru olarak dili kullanmaya yatkınlık noktasındaki eşitsizlik, öğretmenin uyguladığı simgesel şiddet yoluyla doğalmış gibi kabul edilir ve yeniden üretilir. Öğrencinin maruz kaldığı simgesel şiddet, verili eşitsizliği ve eşitsizlik üzerinden işleyen tahakkümü kılıfına uydurur. Hükmeden Bir Sosyoloji Toplumsal dünyanın yeniden üretim mekanizmasını açıklayan habitus, doxa, illusio ve simgesel şiddet kavramları, bireylerin toplumsal ortamla kurdukları ilişkinin beden ve pratikler üzerinden gerçekleşmesi noktasında birbirine bağlıdır. Toplum, öncelikli olarak, düşündüğümüz ve fark ettiğimiz değil; bedenimizle yaşadığımız bir şeydir. O halde topluma dair her türlü bilgi ve düşünce, her daim içinde bulunduğumuz pratikler üzerinden kazanılmıştır. Bedensel algı ve Koytak / Tahakküme Hükmetmek 93 eylem yatkınlıklarımız üzerinden tahakküm ilişkileri harekete geçmekte ve bütün toplumsal dünyaya uzanmaktadır (Bimbenet, 2006). Bireyler, habitus, doxa ve illusio arasındaki suç ortaklığının yanıltıcı etkisine ve simgesel şiddete maruz kalmaları ve toplumsal ortamın içine bedensellikleriyle gömülü olmaları nedeniyle, toplumsal dünyaya dair sahici bilgi üretme imkanından mahrumdurlar. Sadece düşünümsel bir sosyoloji, bireylere kendi habitus’larını ve katıldıkları tahakkümün yeniden üretimi mekanizmalarını doğru tanıtabilir (Golsorkhi ve Huault, 2006). Sadece düşünümsel bir sosyoloji, tahakküm stratejilerini ifşa ederek onlara karşı durabilir. Düşünümsellik ilkesi, sosyal bilimcinin araştırma nesnesiyle kendisi arasında kurduğu ilişkiyi nesneleştirerek, kendi toplumsallığının bilimsel faaliyetine olan muhtemel etkisini kontrol etme çabasını ifade eder (Bourdieu, 2001, s. 173174). Bourdieu bu süreci “katılımcı nesneleştirme” (objectivation participante) olarak adlandırmış (Bourdieu, 1992; Bourdieu, 2003) ve sosyal bilimcinin kendi toplumsallığından gelen ön kabullerin ve temsillerin farkında olmasını, bilimselliğin olmazsa olmaz şartlarından saymıştır. Bu, sosyal bilimcinin geleneksel yaklaşımda olduğu gibi, kendini nötr bir konuma sokmaya çalışması değil; kendi toplumsal konumuyla araştırma nesnesi arasında kurulması muhtemel pratik ilişkiyi itiraf ederek aşmaya çalışmasıdır. Sosyolog, hangi saikle ve ne amaçla bir toplumsal olguyu araştırma konusu ettiğini fark edebildiği ve yöntemsel araçlarını muhasebeye çekebildiği oranda sıradan bir birey olmaktan çıkar ve sıradan bireylerin yoksun olduğu düşünümselliği kazanabilir. Kısaca, bilgi öznesinin araştırma nesnesinden önce kendisini nesneleştirmesi olarak düşünümsellik, sosyolojik bilgiyi, toplumsal dünyada yaygın olan genelgeçer kanaatlerden (sens commun) uzak tutar ve sıradan insanların toplum hakkındaki düşüncelerinden üstün kılar (Mesny, 2009). Bourdieu’nün düşünümsellik ilkesi, toplumsal dünyanın dayattığı ön kabullerden, ideolojilerden ve basmakalıp genelgeçer kanaatlerden arınmayı amaçlar (Heilborn, 2009). Bu noktada sosyolojiye atfedilen düşünümsellik ilkesi, bireyi durmaksızın pratiğe ve toplumsal dünyanın gerekliliklerine cevap vermeye yönelten habitus, doxa ve illusio arasındaki suç ortaklığıyla karşıtlık içinde kurulmuştur. Buna göre, sıradan insanların faaliyetleri günlük hayatın rutinine ve akışına o kadar kapılmıştır ki; genele yönelik bir sorgulama şansları çok azdır. Sıradan insanların toplumsal dünyayı algılama ve anlamlandırma biçimleri, doxa ve illusio’nun etkisi altında genelgeçer basmakalıp yargılar veya tamamen öznel kurgular 94 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı tarafından belirlenir. Sıradan insanlar, pratik duyusuna o kadar bağlıdır ki söylem düzeyinde kendi hayat hikayelerini dahi pratik bir anlam, süreklilik ve bütünlük kazandırmak için kurgularlar (Bourdieu, 1986). Oysa sosyoloji, topluma dair herhangi bir düşünce olmayıp, genelgeçer yargılardan ve verili kurgulardan kurtulduğu sürece sahici ve bilimsel olabilir (Bourdieu, 1984, s. 38). Sosyoloji, düşünümsellik ilkesi sayesinde toplumsal dünyayı çıplak ve yalın haliyle görebilir ve toplumda doxa’nın ve simgesel şiddetin arkasına gizlenmiş tahakküm mekanizmalarını açığa çıkarabilir. Mesela, okul başarısının nedenini başarılı çocukların “zeka”sında veya “yetenek”inde değil; toplumsal kökeninde ve aile ortamından tevarüs ettiği kültürel sermayesinde arar (Bourdieu, 1984, s. 20). Bu anlamda sosyoloji, ifşa edici bir bilimdir. Toplumsal dünyadaki yasaları, mekanizmaları ve işleyişi ifşa ederek, tahakkümün ve eşitsizliğin doğal olmadığını gösterir. Böylelikle toplumun büyüsünü bozar (Bourdieu, 1984, s. 49) ve metafizik bir kader olduğu sanılan şeylerin (“Okulda başarısız; çünkü tembel, çünkü aklı almıyor” vs.) aslında tahakküm ilişkilerinin bir uzantısı olduğunu gösterir. Okul başarısızlığının nedeni olarak, kültürel sermayenin eşitsiz dağılımına dikkat çeker. Düşünümsel bir sosyoloji, toplum hakkında edindiği sahici bilgi sayesinde, bireylerin güç mücadelesine hizmet etmez; bunun yerine toplumun işleyişi hakkında doğru bilgiyi üreterek, sosyoloji yapana tahakküme hükmetme araçlarını kazandırır (Bourdieu, 1984, s. 49). Tahakküm topluma hükmederken; sosyoloji de tahakküme hükmeder. Bu noktada sosyolojinin ifşa edici niteliği, aynı zamanda özgürleştiricidir: Toplumda yürürlükte olan işleyişi ifşa etmek, bu işleyişin kader olmadığını ve değiştirilebileceğini söylemektir (Addi, 2002, s. 31). Toplumsal dünyada yürürlükte olan yapılar ve belirlenimler olduğunu söylemek, insanı o belirlenimlere mahkum etmek değil; bilakis o belirlenimlerin doğal olmadığını ve dolayısıyla, bundan kurtulmanın imkansız olmadığını göstermektir (Bourdieu, 1984, s. 44-45). Zira toplumsal dünyanın ürettiği her şey, doğru bir yöntemle bilindikten sonra, yine toplumsal dünya tarafından yıkılabilir (Bourdieu, 1993, s. 944). Sonuç Bourdieu sosyolojisinde toplum ve sosyoloji arasındaki ilişki birbirini açıklayan bir karşıtlık içinde düşünülmüştür: Bir yanda habitus, doxa, illusio ve simgesel şiddetin işbirliği içinde ürettiği pratiklerin yeniden ürettiği toplumsal Koytak / Tahakküme Hükmetmek 95 yapı; diğer yanda bu pratiğe gömülü yeniden üretim çarkından kendini düşünümsellik yoluyla ayıran ve toplumsalın işleyişini doğru şekilde tanıyabilen toplum bilimi. Bir yanda, tahakküm ve eşitsizliğe ister hükmeden konumda, ister hükmedilen konumda olsun her şekilde maruz kalan bireyler; diğer yanda bireylere içlerinde bulundukları toplumsallığı doğru tanıtarak tahakküme hükmedecek olan sosyoloji. Toplumsal dünyayla sosyoloji arasındaki bu epistemolojik nitelikli karşıtlığın temeli, habitus kavramının düşünümsellikten mahrum bırakılarak kurgulanmış olmasına dayanır. Düşünümsellik sayesinde sosyolog, toplumsallıktan belli bir epistemolojik kopuş gerçekleştirebilmekte ve böylelikle toplumsala dair sahici ve katıksız bilgiyi üretebilmekteyken; diğer yanda habitus, bireyin bedeni içinde yapılaşmış toplum olarak sıradan insanları her daim toplumsal oyun duygusuna mahkum etmekte ve epistemolojik olarak doxa ve illusio etkisine açık bırakmaktadır. Habitus, toplumu yeniden üreten pratik ilkesi olarak, bireye bu toplumsalın yeniden üretimi sürecinden kaçınma şansı tanımaz. Habitus ve pratik duyusu nedeniyle birey, topluma her zaman toplumun içinden bakmaya mecburdur. Her ne kadar Bourdieu kimi zaman habitus’un bireyin geçirdiği deneyimlerden etkilenmeye açık olduğunu ve bireyin kaderi olmadığını belirtmişse de (Bourdieu, 1992, s. 123-125); bu fikri, her zaman yaptığı gibi saha araştırmasına dayanan bir analiz çerçevesinde açımlamamıştır. Bilakis Bourdieu sosyolojisinin bütünü boyunca yapılan vurgu, sosyolojinin sıradan, gündelik, genelgeçer ön kabullerden, doxa ve illusio etkisinden kaçınabildiği oranda bilimsel olduğuna ve toplumsal dünyada bütün bunlara maruz kalıp düşünümsellik imkanını çok bulamayan bireylerin kendilerini doğru tanımalarına vesile olabileceğinedir. Habitus toplumun; düşünümsellik toplum biliminin temel belirleyenidir. Bununla birlikte, toplum bilimciler de, toplumsal dünyaya ait failler olarak habitus taşırlar. Bourdieu, sosyal bilimcilerin ve akademisyenlerin habitus’larını ve akademi alanında farklı konum alışlarını Homo Academicus (1984) adlı çalışmasında analiz etmesine rağmen; tersinden, toplumsal dünyadaki sıradan faillerin düşünümselliğini konu edinen bir çalışma yapmamıştır. Bourdieu sosyolojisindeki bu açık, habitus kavramıyla sıradan insanları düşünümsellikten yoksun saymakta (Karadağ, 2011); bunun karşısında sosyolojiye de toplumu doğru tanıma, tanıtma ve böylelikle Auguste Comte’un yaklaşımına benzer bir şekilde “toplum için kurtarıcı bilim” olma görevini atfetmektedir. Bourdieu sosyolojisinin habitus-düşünümsellik ekseninde bir “açığı” oldu- 96 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı ğunu söylemek, 20. yüzyılın ikinci yarısında sosyolojinin kazandığı en üretken isimlerden biri olan Bourdieu’nün “açığını yakalamak” değildir. Bilakis bu, sosyolojinin herkesçe bilinen klasiklerinden daha kurucu ve dayanıklı bir sosyal bilim külliyatı olan Bourdieu sosyolojisinin “geliştirilmeye açık” olan tarafını göstermektir. Habitus kavramı, her bireyin tekil olduğu ve başından geçen farklı, çelişkili ve çok yönlü toplumsal deneyimler boyunca kendi içinde çoğulluk arz edebileceği gerçeği göz önüne alınarak geliştirilebilir. Habitus, bireyin bütün hayatı boyunca sabit kalan, bütüncül ve tutarlı bir yapı olmaktan ziyade; ürettiği her pratikle yeniden üretilmeye müsait ve plastik bir nitelikte4 düşünülebilir. Toplumsal dünyanın işleyişini, habitus nedeniyle her daim o dünyanın içinden, doxa ve illusio etkisi altında algılamaya mahkum olan bir birey yerine; kendi toplumsallığını istemli bir şekilde dönüştürebilen, bütün toplumsal geçmişini sorgulayıp tazeleyebilen ve gündelik hayatın en hızlı akan anlarında bile kendini toplumsalın akışından uzaklaştıracak öznellikler kurabilen bir insan tasavvuru geliştirilebilir. Diğer yandan düşünümsellik, sadece sosyolojiye has yöntemsel bir ilke olmayıp, eylemleri üzerine her fırsatta kendilerini hesaba çeken bireyler için de söz konusu olabilir. İnsanın kendi toplumsal kökeni, eylemleri, beğenileri, tutumları, pratikleri vs. üzerine kendisini muhasebeye çekebildiği oranda özgürleştiği ve böylelikle toplumsal dünyada insanın pratik duyusunu ayartan doxa ve illusio etkisinden kaçınabildiği söylenebilir. Bu bağlamda bu makalenin de, son yıllarda Türkçe’ye kazandırılması hızlanan Bourdieu sosyolojisi üzerine Türkçe bir düşünümsellik örneği olması ve Bourdieu sosyolojisinin hakkını vererek “açık”ları üzerine gitmeye, onu aşmaya ve fikir üretmeye namzet olan bilimsel habitus’ları kışkırtması umulur. Öznenin hem biçimlendirilen, hem de biçim veren ikili bir yapısı olduğu yönünde bkz. (Hegel, 1995), Önsöz. 4 Koytak / Tahakküme Hükmetmek 97 EXTENDED ABSTRACT Dominating the Domination: Science-Society Relationship in Bourdieu’s Sociology Elyesa Koytak* This article aims to understand how Bourdieu understands the social world and sociology, in this way the relationship between these two. In Bourdieu’s sociology, social practices that reproduce the social world are conceived in an antagonistic relation with the scientific sociological knowledge. Sociology as the science that aims to reveal the existing laws in the social world (Bourdieu, 1984, p. 45), denaturalizes the society whose laws and order are in reality neither metaphysical nor natural, but merely social constructions. In this way sociology reveals the mechanisms of social reproduction of the domination that dominates both the rulers and the ruled. The aptitude of the sociology for unveiling the domination is twofold: First, the concepts by which Bourdieu defines how the social world works and social practices that form it (habitus, common sense, doxa, illusio, symbolic violence etc.) do not allow the agents any possibility of reflection to truly know the social world and its mechanisms, its functioning, and its structure in which they live (Bourdieu, 1980, p. 87). On the other hand, reflexivity as the decisive feature of sociological work allows the sociologist to get rid of preconceptions, demands and the exigencies of the social world, and therefore one can produce real knowledge on the social world thanks to the reflexivity (Bourdieu, 1992). Habitus and the whole Bourdieusian conceptual texture around it define the individual deprived of any reflection on his own practice; on the contrary the only way to acquire reflexivity is sociological knowledge of the social. In short, we have an epistemological contrast between the knowledge of the agents about the world they live and the knowledge of a sociologist about the world he can get away analytically with a reflexive break. The absence of an epistemological break with the social world among agents results from the conceptual constitution of sociology by which Bourdieu explains this world. Habitus, the basic concept of Bourdieu, means a set of predisposiUndergraduate Student, Galatasaray University, Faculty of Arts and Sciences, Department of Sociology, [email protected] * 98 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı tions to perceive, feel, think and act (Bourdieu, 1982, p. 37-38). Internalized in the body during socialization, these patterns of practice are evident in all aspects of life: taste of music, political choices, language etc. The habitus is an internal structure that produces the social practices of the individual (Bourdieu, 1984, p. 133). It is history in the body, it renders familiar the social conditions of existence in the eyes of the individual. Habitus ensures to the individual a practical sense by which he perceives, feels, thinks and acts in accordance with external social structures (Golsorkhi and Huault, 2006). The way the individual acts in the social world is a “structured improvisation” who constantly forces him to the practice (Bimbenet, 2006). The urgency of practices that the habitus performs throughout the practical sense makes any opportunity to think the social world at a conscious level of discourse impossible for agents (Bourdieu, 1980, p. 124). We present that by the concept of habitus, by placing society in the individual, Bourdieu goes beyond the traditional duality between subjective and objective, but he convicts this time agents to the body’s sensitivity. Social practices are produced by the habitus in a dialectic with the field. The latter consists of the structured positions, where each agent possesses a certain amount and type of capital (economic, cultural, social or symbolic) that he tries to use and increase through practices (Bourdieu, 1997a, p. 22-23). The structure of a field is determined by the power relations between the agents that make it. A field is place of a battle made for the specific interest of the field. The doxa is the belief in the game and is the sense of belonging to the field, the feeling that naturalizes the functioning of the fight in the eyes of the agent (Bourdieu, 1997a, p. 145). Doxa calls the habitus to work and normalizes the established order of social domination for the practical sense of the agent. In addition, the illusio, as the sense of game that embellishes the specific interest of the field, completes the doxa (Bourdieu, 1997a, p. 25, 122). This collaboration between the doxa and the illusio stimulates the habitus of the agent who participates in the field. The meeting of habitus, doxa and illusio on a social field produces practices that reproduce relations of inequality and domination. Finally, symbolic violence exerted by the dominants to the dominated ones of the field, legitimates social inequalities and reproduces the legitimacy of the existing social hierarchy (Bourdieu, 1992). This is briefly the mechanism of the reproduction of the social world in the sociology of Bourdieu. Koytak / Tahakküme Hükmetmek 99 Social reproduction of the social world is characterized by the primacy of practice. The society is not something one thinks at first, but one lives it. Agents are so engaged in practices that they lose the possibility of an intellectual rupture which is necessary to avoid misleading effects of common sense, doxa, illusio etc. Only a reflexive sociology can be wary of the misleading dialectic between habitus and field. Reflexivity is the methodological principle which means that the sociologist objectifies his relation with the object of study (Bourdieu, 2001, p. 173-174). This principle renders the sociological knowledge superior to the common sense of agents which is immediate and motivated by the practical exigencies. Bourdieu establishes here a contrast between the social world that is characterized by sensitivity and the scientific work that gets rid of the sensitivity and succeeds reflexivity. Agents in the social world have no genuine knowledge of their own conditions of existence because of the effect of practice. So only a reflexive science can know the social world as it is. In this way sociology is the work of revealing the mechanisms and functioning of society, relations of inequality and the established order of domination. By doing this, sociology denaturalizes and defatalize the society. It dominates the domination that dominates the society (Bourdieu, 1984, p. 49). In conclusion, the social world and the science that studies it are considered as opposite units in the sociology of Bourdieu: The conceptual schema whose center is occupied by the habitus that Bourdieu uses to define the mechanism of the social world is developed in such way that agents in the social world lack the reflexivity due to practical exigencies. On the other hand, sociology must know the social world as it is because it can thanks to the reflexive feature of scientific work. We state that the task of revealing the domination that Bourdieu attributes to sociology is similar with the Comtean idea that the sociology must save the destiny of society. We hope to develop the theory of action of Bourdieu, by associating habitus with the notions of plurality, plasticity and reflexivity. Instead of seeing the man in society as an individual committed strictly to practice, we must look for ways in which men build, even during the most immediate moments of everyday life, some emancipatory subjectivities that give them some reflections on their histories, social determinisms, practices etc. Keywords: Sociology, Pierre Bourdieu, Habitus, Reflexivity, Domination 100 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı KAYNAKÇA / REFERENCES Addi, L. (2002). Sociologie et anthropologie chez Pierre Bourdieu. Paris: Découverte Bimbenet, É. (2006). Sens pratique et pratiques réflexives. Quelques développements sociologiques de l’ontologie merleau-pontienne. Archives de Philosophie, 69: 57-78 Boltanski, L. (2009). De la critique. Précis de sociologie de l’émancipation. Paris: Gallimard Bourdieu, P. ve Sayad, A. (1964). Le déracinement, la crise de l’agriculture traditionnelle en Algérie. Paris: Minuit Bourdieu, P. (1972). Esquisse d’une théorie de la pratique, précédé de trois études d’ethnologie kabyle, Genève: Droz Bourdieu, P. (1980). Le sens pratique. Paris: Minuit Bourdieu, P. (1982). Leçon sur la leçon. Paris: Minuit Bourdieu, P. (1984). Questions de sociologie. Paris: Minuit Bourdieu, P. (1986). L’illusion biographique, Actes de la Recherche en Sciences Sociales. 62-63: 69-72 Bourdieu, P. (1987). Choses dites. Paris: Minuit Bourdieu, P. ve Wacquant, L. (1992). Réponses. Pour une anthropologie réflexive. Paris: Seuil Bourdieu, P. (1993). La misère du monde. Paris: Seuil Bourdieu, P. (1997a). Méditations pascaliennes. Paris: Seuil Bourdieu, P. (1997b). Le champ économique, Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 119: 48-66 Bourdieu, P. (1997c). Les usages sociaux de la science: Pour une sociologie clinique du champ scientifique, Paris: INRA Bourdieu, P. (2001). Science de la science et réflexivité. Paris: Raisons d’agir Bourdieu, P. (2003). L’objectivation participante, Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 150: 43-57 Corcuff, P. (2003). Bourdieu autrement: Fragilités d’un sociologue de combat. Paris: Textuel De Singly, F. (2004). La sociologie, forme particulière de conscience. Bernard Lahire (Ed.). À quoi sert la sociologie? içinde (s. 13-42). Paris: Découverte Golsorkhi, D. ve Huault, I. (2006). Pierre Bourdieu: critique et réflexivité comme attitude analytique, Revue Française de Gestion, 165: 15-34 Hegel (1995), Phénoménologie de l’esprit. Jean-Pierre Lefebvre ve Veronika von Schenk (Çev.). Paris: Aubier. Heilbron, J. (2009). Pierre Bourdieu and the peculiarities of sociological knowledge, (Yayımlanmamış Seminer Tebliği, 9 Mart). http://www.nyu.edu/projects/nylon/ Koytak / Tahakküme Hükmetmek 101 workshops_spring_2009.html Karadağ, M. (2011). Reflexivity and common sense knowledge: The paradoxes of Bourdieu’s sociology of practice, Eurasian Journal of Anthropology, 2 (1): 40-47 Kaufmann, J.-C. (2001). Ego. Pour une sociologie de l’individu. Paris: Nathan Lahire, B. (1998). L’homme pluriel. Les ressorts de l’action. Paris: Nathan Mesny, A. (2009). What do “we” know that “they” don’t? Sociologists versus nonsociologists knowledge, Canadian Journal of Sociolog y, 34 (3): 671-695 Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 103-111 Ecce Homo Academicus* M. Fatih Karakaya** Entelektüel isimlerin yaşamlarından eserlerine sızan otobiyografik izler, bilimsel nesnellik perdesi ardında gizli bir öznellik şeklinde, bilimsel çalışmaya kişisel bir damga vurur. Kimi zaman çalışma konularının, kimi zamansa bakış açısı ve yöntemin belirlenmesinde etkili olan bu otobiyografik izler, açık yahut örtük bir biçimde kendisini gösterebilir. Güneybatı Fransa’da uzanan Pireneler’in bir taşra köyünde doğup büyüyen ve Ecole Normale Supérieure’1ü kazanıp eğitim hayatının geri kalanını geçirmek üzere Paris’e gelen Bourdieu için de durum farklı değildir. Farklı bir diyalekt konuşan orta alt sınıftan bir taşralı olarak Fransız başkenti ve eğitim sistemi içerisinde karşılaştığı sıkıntılar, Bourdieu sosyolojisinin çalışma alanlarını da belirlemiştir. Bourdieu’nün çalışmaları eğitim, bilim, siyaset, dil, sanat, spor, beğeni ve din gibi konuları, sahip olunan (kültürel, ekonomik, sosyal vd.) sermaye2 birikimi ve inşa ed(il)en habitus açısından girift bir tabakalaşma eksenine karşılık gelen alan(lar)a (field/champ) bağlı çıkarlar (illusio)3 çerçevesinde ele almaktadır. Felsefede başlayıp, antropoloji yoluyla uzandığı sosyoloji, bu disiplinlerden taşıdığı yöntemsel ve kavramsal şema ile mevcut dikotomik toplum algısının aşılmaya çalışıldığı bir sosyal teori ve uygulama bilimi haline gelmiştir. Gençliğindeki Sartre ve varoluşçuluk etkisinin, yerini yavaş yavaş Gaston Bachelard ve Georges Canguilhem gibi epistemologların etkisine bıraktığı felsefi bakış açısı, tıpkı Durkheim gibi Bourdieu’nün de sosyolojiyi kendisine bilimsel uğraş olarak seçmesinde etkili olmuştur. Kültür, iktidar ve tabakalaşma ekseninde ele aldığı sosyolojik meseleleri nitel-nicel, yapısalcı-fenomonolojik, ideografik-nomotetik, determinist-voluntarist vb. karşıtlıkları aşarak inceleme amacındaki Bourdieu, bu doğrultuda derin bir felsefi arka plana sahip, geniş Ecce Homo isimli kitabı, Friedrich Nietzsche’nin “Kişi Nasıl Kendisi Olur” alt başlığı ile sunduğu son kitabıdır. İfade, Latince “işte o adam” anlamına gelir. ** Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected] 1 Türkçe “Yüksek Öğrenim Okulu” anlamına gelen ENS, Fransa’nın en prestijli ve kültürel sermaye yüklenme açısından en önemli okuldur. 2 Bourdieu’nün sosyolojik kavramsallaştırmalarından birisi olan sermaye (capital) kültürel, sosyal, ekonomik gibi alt sermaye türleriyle beraber Bourdieu sosyolojisinde önemli bir yer tutar. Kavram, klasik Marksist literatürün Türkçe’ye kazandırdığı çağrışımları taşımakla beraber bu saydığımız alt sermaye türleriyle ondan ayrılır ve sosyologa daha derinlikli analiz imkânı tanır. 3 Habitus, alan, çıkar kavramları yukarıda saydığımız sermaye (ve alt sermaye türleriyle) birlikte Bourdieu sosyolojisinin ana taşıyıcısıdırlar. Bu kavramlar, teorik ve özellikle felsefi bir arka plana sahip olmakla beraber pratikte ve toplumsallığın analizinde yeniden tanımlanır ve üretilirler. * 104 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı bir kavramsal temele oturttuğu ve çok sayıda nitel ve nicel veri ile desteklediği eserler ortaya koymuştur. Onu özellikle Anglosakson dünyada “ilginç ve ünlü” (Wacquant, 1990, s.677) kılan eserleri, The Love of Art: European Art Museums and Their Public (1991), Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste (1984), The Political Ontology of Martin Heidegger (1991), State Nobility: Elite Schools in the Field of Power (1998), Masculine Domination (2001) ve Homo Academicus (1990)4 olmuştur. Bu eserlerden Homo Academicus (HA), Bourdieu’nün Wacquant’ın deyişiyle “sosyolojik sezgisini ve yorumsal ustalığını kendi kabilesine, yani Fransız üniversite profesörlerine uyguladığı” (Wacquant, 1990, s. 678) bir çalışma olması açısından ayrıca bir ilgiyi hak eder niteliktedir. Bu yazının kapsamı içerisindeyse HA, hem Bourideu’nün eserlerindeki -pek bahsetmediği- otobiyografik izleri takip etmek hem de Bourdieu sosyolojisini daha iyi anlam(landırm)ak açısından ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulacaktır. Kitabın İngilizce basımına yazdığı önsözde Bourdieu, David Garnett’in 1924 tarihli öyküsü A Man in the Zoo’ya atıfta bulunur ve sevgilisiyle hayvanat bahçesinde gezinirken kahramanın bir hayvanın eksikliğini fark edip ilgililere bildirmesini aktarır. Eksik olan, kahramanın kendisidir ve bu eksiklik kahramanın gönüllü bir biçimde şempanzenin hemen yanı başında “ziyaretçilerin kişisel laflarla sataşmaması rica olunur” yazılı bir uyarı levhasıyla “homo sapiens” bölümünde kafeslenmesiyle giderilmiş olur. Bu öyküye yaptığı atıftan sonra Bourdieu, kendisinin de kitabında böylesi bir çaba içerisine girdiği ve “sınıflandırıcılar içerisinde en üstün sınıflandırıcı olan akademik dünyayı kendi sınıflandırmalarının ağına düşürdüğünü aktarır (Bourdieu, 1990, s. xi). Sosyologları çalışan bir sosyolog olarak Bourdieu’nün amacı, “egzotik olanı evcilleştiren etnologun aksine, fazlasıyla aşina olunduğundan kendisi için saydam olmayan hayat ve düşünce tarzlarıyla en başından girmiş olduğu yakın ilişkinin kırılması yoluyla evcil(miş gibi) olanı olabildiğince egzotikleştirmektir” (Bourdieu, 1990, s. xi). Bu minvalde, akademik camianın mensuplarını sahip oldukları sermaye birikimleri, içerisinde yetiştikleri toplumsal sınıf/tabaka, iktidar mücadelesi verdikleri alan ve bu alana bağlı çıkarlar ekseninde bizzat sosyolojik ve dolayısıyla da akademik bir araştırmanın konusu yapmak hayli sert eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Hiçbir grubun, hele de bu günahkâr ve hain onlarla aynı yüksek değerleri paylaşmadığında, bir “ihbarcı”yı hoş karşılamayacağını dile getiren Bourdieu çalışmasını, son dönem Ming hanedanı filozoflarından 4 Parantez içerisinde verilen tarihler ilgili kitapların İngilizce basım yıllarını göstermektedir. Karakaya / Ecce Homo Academicus 105 ve mürted bir mandarin olan Li Zhi’nin eseri Yakmak İçin Kitap’5a benzetmiş ve kitabının ilk bölümünün başlığını da “Yakılacak Kitap” olarak belirlemiştir. Aynı tarz nesnelleştirici bir çalışmanın yabancı yahut düşman bir grup konu edinilerek yapıldığında akademi üyelerince “gözü pek” ve “sağduyulu” olarak niteleneceğini de ayrıca belirtmiş (Bourdieu, 1990, s. 5) ve bahsi geçen ilk bölümün giriş epigrafı olarak Charles Péguy’un (1873-1914) L’Argent (Gümüş-1912) isimli romanından şu pasajı seçmiştir: “Tarihçiler, bir tarihçiler tarihi yazmayı arzu etmezler. Onlar sınırsız tarihsel detaylar içerisine gömülmekten oldukça hoşnutturlar. Ancak onlar, kendilerinin de bu sınırsız tarihsel detayların bir parçası sayılmasını istemezler. Onlar, tarihsel düzenin bir parçası olmayı istemezler. Bu, tıpkı doktorların hasta düşmeyi ve ölmeyi istememesi gibi bir şeydir” (akt. Bourdieu, 1990, s. 1). Eğitim, eğitimdeki eşitsizlikler, akademi dünyası ve akademi alanındaki iktidar ilişkilerinin Pierre Bourdieu’nün sosyolojisine konu edindiği ana meselelerinden olduğuna değinmiştik. Bourdieu bu özel ilginin, “kendini adamış birinin (dinsel bir fanatiğin), önceden belirlediği ve kendini adadığı değerler ve gerçeklerin yok olması karşısında, kendine zararlı bir öfkeye sığınmaktan ziyade, yaşadığı hayal kırıklığı üzerinde mantıklı bir kontrol sağlama ihtiyacının yarattığı özel bir güçle açıklana[bileceğini]” (Çeğin vd., 2007, s. 85) söylemektedir. Bu uğurda 1967’den itibaren şahsen topladığı verileri sosyo-analize tabi tutan Bourdieu, sosyolojik gözlem ve sezgisiyle homo academicus gallicus dediği “Fransız akademi insanı”nın eyleyiş pratiklerinde gizli bulunan saiklerin mahiyetine ışık tutmaya çalışmıştır. Her ne kadar Fransız akademi camiası özelinde yapılan bir çalışma olsa da Bourdieu’nün genel-tikel ayrılığını aşma çabasının bir sonucu olarak Galyalı homo academicusu evrensel ölçekte okuma imkânımız da ayrıca vardır. Onun homo academicus olarak adlandırdığı akademik insan, entelektüel kişilik ve entelektüellik analizi sosyoloji için “diğerleri arasında özel bir alan değil, sosyolojik yöntemin vazgeçilmez bir parçası”dır (Çeğin vd., 2007, s. 69). Topluma hakiki manada nüfuz edip sağlıklı toplumsal bilgiyi devşirebilmenin yolu, entelektüelleri hangi kısıtlamaların etkilediğini ve onların egemen sınıfa dair hangi özel çıkarları elde etmeye çalıştıklarını bilmekten geçmektedir. Bu minvalde Bourdieu, College de France’daki bir Li Zhi, aynı zamanda A Book to Hide (Saklanacak Kitap) isimli bir kitabın da yazarı olan ünlü Çinli yazar ve tarihçidir. Ming hanedanının resmi ideolojisi haline gelen fikirleri eleştirdiği için idama mahkûm olmuş ve idam cezasını beklediği hapishanede intihar etmiştir. 5 106 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı açılış dersinde –ki daha sonra bu ders “Leçon sur la leçon” başlığıyla metinleştirilmiştir– “sosyoloji biliminin formüle ettiği her önerme onu üreten özneye uygulanabilir ve uygulanmalıdır” demiştir (Çeğin vd., 2007, s. 69). Bu husus, Bourdieu sosyolojisinde “düşünümsellik/refleksivite” adı altında önemli bir metodolojik incelik olarak karşımıza çıkmaktadır. “Sosyolojik/bilimsel analizi üretmenin toplumsal şartlarının sosyolojik/bilimsel analizi” (Bourdieu, 1990, s. xii) olarak da tanımlayabileceğimiz bu bir nevi “iç muhasebe” çağdaş sosyal teoride üzerinde en çok durulan meselelerden biridir6. İşte Homo Academicus isimli kitap, bu düşünümsel çabanın en somut uygulama imkânı bulduğu eser olarak nitelendirilebilir. Sosyal bilimsel bilginin elde edildiği ortamın da bilimsel bir inceleme konusu olabileceği önermesinin yer aldığı kitap, bu meta sosyo-analizin “nesnelliğin nesnelleştirilmesi” yoluyla gerçekleştirileceğini öne sürer ve bu iddiayı ampirik veri ve analizlerle desteklemeye çalışır. Nesnelleştirme yolunu tutan bilimsel çalışmanın bizatihi kendisi, bize nesnelleştirmenin nesnelleştirilmesi imkânını sunmaktadır (Bourdieu, 1990, s. 7). Bourdieu bu imkânı, “ne yaptığı hususunda meraklı olan araştırmacı açısından [araştırmanın yürütülmesinde kullanılan, MFK] kodun, bir analiz aracından bir analiz nesnesine dönüşmesi” (Bourdieu, 1990, s. 7) şeklinde tarif eder. İçinde yaşadığımız dünyayı “nesnel bir biçimde” anlamak bu anlayışın mantığını ve onu pratik anlayıştan neyin farklı kıldığını anlamadan gerçekleşirse, dünyayı neyin yaşanabilir ve yaşatılabilir kıldığını yani tam da pratik anlayışın belirsizliğini anlamamıza engel olacaktır (Bourdieu, 1990, s. 18). Dünyayı anlayışımızın mantığını ve onu pratik anlayıştan neyin farklı kıldığını anlamak, Bourdieu’nün (ve bahsettiğimiz diğer sosyal bilimcilerin) ısrarla üzerinde durdukları düşünümsellik/refleksivite kıstasına karşılık gelmektedir. Kitapta altı çizilmesi gereken ikinci husus akademinin, (kültürel ve ekonomik) sermaye sahiplerinin güç/iktidar mücadelesi verdikleri bir alt-alan olarak tanımlanmasıdır. Burada bir taraftan akademi mensuplarının geldikleri sınıf/ Refleksivite/düşünümsellik üzerinde özellikle Anthony Giddens ve Ulrich Beck’in ısrarlı vurgularını anmadan geçmek haksızlık olacaktır. Bkz. Anthony Giddens, Sosyolojik yöntemin yeni kuralları (Paradigma Yayınları), Toplumun kuruluşu (Bilim ve Sanat Yayınları), Mahremiyetin dönüşümü (Ayrıntı Yayınları), Modernliğin sonuçları (Ayrıntı Yayınları), Modernite ve bireysel kimlik (Say Yayınları) ve Ulrich Beck, Risk toplumu (İthaki Yayınları), Individualization (Sage Publications), The cosmopolitan vision (Polity Press), Global America (Liverpool University Press). 6 Karakaya / Ecce Homo Academicus 107 tabaka ve bu zeminde inşa ed(il)en habitus ekseninde, bir taraftan da çalıştıkları akademik disiplinin kurucu etkisinin şekillendirdiği habitus dikkate alınarak, ve öte yandan sahip olunan/olunmaya çalışılan sermaye ve verilen iktidar mücadelesi bağlamında yapılan sosyo-analiz kitabın ana çerçevesini çizmektedir. Bu girift sosyo-analizi, ekonomik sermayeye görece daha rahat erişme imkânı bulunan tıp ve hukuk gibi disiplinlere mensup olanlar ile ekonomik sermayeye erişim imkânı nispeten kısıtlı antropoloji ve felsefe gibi disiplinlere mensup olanlar arasında mevcut alan/statü içi hiyerarşik vaziyetle örneklendirebiliriz. Ekonomik sermayenin nispeten zor erişilir olduğu bahsettiğimiz bu disiplinler başarıyı “entelektüel” sahada arayıp ödüllendirirken, ekonomi ve işletme gibi disiplinler için başarı daha pazar odaklı bir ölçümle belirlenmektedir. Yine mensup olunan (farklı) disiplin içinde/sayesinde inşa ed(il)en (farklı) habituslar, homo academicusun dünyaya bakış ve hayat tarzını da belirlemede etkili olmaktadır. Sosyolojinin genellikle “tipoloji” adı verilen yarı-bilimsel taksonomiler önerdiğini söyleyen Bourdieu, bu tipolojilerin de aşağı yukarı bilgilendirilmiş analiz üzerinde temellenmiş “bilimsel” bir kanı olmasıyla kavramdan ziyade damga veya aşağılamaya daha yakın olduğunu belirtmektedir. Birçok tipik karakter etrafında şekillenen bu tipolojilerin örneğin Amerikan jargonunda “yerel, mahalli, kozmopolit” gibi isimler altında tedavülde olduğunu söyler. Bu tipolojilerin, gerçekçi bir niyetin, daha doğrusu bazı tipik birey ve grupların tasvirinin bir ürünü olması dolayısıyla da yaş, siyasi iktidar yahut bilim ile ilişki gibi pek çok karışık kıstası düzensiz bir tarzda bir araya getirdiğini düşünür. Örneğin “yerel” dediğimizde “adanmışlar” da, “gerçek bürokratlar” da, “gönüllü korumalar” da, “kıdemliler” de kast ediliyor olabilir. Yine John W. Gustad’a referansla Bourdieu, kendisini bir işçi değil, akademik camianın özgür bir vatandaşı addeden altı tipten bahseder: “âlim”, “müfredat kılavuzu”, “bireysel girişimci”, her daim kampus dışındaki “danışman”, “idareci”, ve yüzünü dış dünyaya dönmüş “kozmopolit” (Bourdieu, 1990, s. 12). Bu ve benzeri tipolojilerin yarı-bilimsel stereotipler olduğunu belirten Bourdieu akademik dünyanın sosyo-analizi için bir üst katmana çıkmaya ve bu tipolojileri oluşturan toplumsal şartların analizine girişir. Burada dikkati çekense köken itibariyle mensup olunan sınıf/tabakanın görece daha hafif etkisinin ötesinde, akademi içi ve disiplinler arası (kültürel, ekonomik, sosyal vb.) sermaye farklılaşması neticesi güç/iktidar mücadelesinden kaynaklanan çıkarların yattığı tespitidir. 108 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Toplanan verileri sahip olunan/olunmaya çalışılan (kültürel, ekonomik, sosyal vd.) sermaye birikimi ve inşa ed(il)en habitus açısından girift bir tabakalaşma eksenine karşılık gelen alan(lar)a bağlı çıkarlar çerçevesinde incelediği sosyo-analizinde Bourdieu sekiz gösterge tespit etmiştir. Bunlar: 1) Sahip olunan konuma erişim fırsatlarında, daha doğrusu habitusun ve akademik başarının şekillenmesinde belirleyici olan ana toplumsal etken, ekonomik sermaye ve bilhassa atadan miras kültürel ve sosyal sermaye: toplumsal kökenler (babanın mesleği, coğrafi kökenler ve ailenin asıl dini; 2) Daha evvelki etkenlerin (eğitimsel sermaye gibi) eğitimsel dile yeniden tercümesi olan eğitimsel etkenler: devam edilen okul (lise yahut özel okul, Paris’te yahut taşrada vs.), orta öğretimde elde edilen eğitimsel başarı, yüksek öğrenim için devam edilen kurumlar (Paris’te, taşrada, yurt dışında) ve edinilen nitelikler; 3) Akademik iktidar sermayesi: enstitülere ve üniversite danışma kurullarına üyelik; enstitü müdürlüğü, dekanlık gibi daimi kadrolara sahip olmak, ulus çapında yapılan sınav kurullarında yer almak gibi; 4) Bilimsel iktidar sermayesi: bir araştırma biriminin, bilimsel bir yayının yöneticisi olmak; araştırma için eğitilen bir enstitüde ders vermek ve bilimsel araştırma konseylerine üyelik; 5) Bilimsel saygınlık sermayesi: Enstitüye üyelik, bilimsel farklılaşmalar, yabancı dillere çevrilmek, uluslararası kongrelere katılım (Citation Index’lerde alınan atıf sayısı ile bilimsel dergi ve yayınlarda yapılan editörlük fakülteden fakülteye oldukça değişkenlik arz ettiğinden kullanışlı bulunmamıştır); 6) Entelektüel bilinirlik sermayesi: Académie Française (Fransız Akademisi) üyeliği, Larousse’da anılmak, televizyonda görünmek, gazete ve dergilerde yazmak; 7) Siyasal yahut ekonomik iktidar sermayesi: Kim Kimdir’de anılmak, hükümette veya planlama komitelerinde yer almak, (ENA, Polytechnique gibi) “düzen” okullarında ders vermek, envai çeşit nişan ve madalya; 8) En geniş anlamıyla “siyasal” eğilimler: Caen ve Amiens kongrelerine katılmak, çeşitli bildirilere imza atmak (Bourdieu, 1990, s. 39-40). Bu göstergeler ışığında analiz edilen veriler Bourdieu’nün genel bir kanaate varmasını sağlıyor. Buna göre akademi alanı iki antagonistik hiyerarşi ilkesi etrafında örgütlenmiştir: Miras alınan sermayeye ve hâlihazırda sahip olunan ekonomik ve siyasal sermayeye karşılık gelen “toplumsal hiyerarşi” ve bunun tam aksinde de, bilimsel otorite ve entelektüel bilinirlik sermayesine karşılık Karakaya / Ecce Homo Academicus 109 gelen “kültürel hiyerarşi”. Bu zıtlık, birbirine rakip iki meşrulaştırma ilkesinin cepheleştiği mevki olan akademi alanının bizzat yapısında içkindir. Rakip bu iki meşrulaştırma ilkesinden ilki, bilhassa geçici ve siyasal olanı, akademi alanının iktidar alanındaki işleyiş ilkelerine bağımlı olduğunu gösteren ve fen fakültelerinden hukuk ve tıp fakültelerine gidildikçe artan ilke; diğeri bilimsel ve entelektüel düzenin özerkliğinde görülen ve hukuk ve tıptan fen bilimlerine gittikçe artan ilke. İktidar alanının tam kalbinde gözlenebilen ekonomik ve kültürel iktidar alanları arasındaki bu zıtlığa, kültürel üretim ve yeniden üretim yönelimli bir alanda da rastlanması gerçeği şüphesiz, bu zıtlığın neden varoluşun tüm cephelerini etkilediğini; neden ekonomik ve kültürel temelin yanı sıra etik, dinî ve siyasal düzeylerde de derinden ayrışmış iki hayat tarzını karakterize ettiğini açıklayacaktır (Bourdieu, 1990, s. 48-49). Bourdieu bu bağlamda, bilimsel ve entelektüel sermayesi daha düşük olan akademisyenlerin genelde alt-orta sınıf kökenli olduklarını ve “aileleri nesiller boyu eğitime yatırım yapmış, mütevazı sosyal kökenlere sahip ‘kültür aristokrasisi’nin kalbinin burada attığını” (Swartz, 2011, s. 336) söyler. Bu kişiler sosyal sınıf/tabaka eksenlerindeki hareketliliklerini, fikrî, estetik, hissî, sosyal ve siyasal yönelimlerini de tamamıyla bu eğitime borçludurlar. Bourdieu, Fransa özelinde tıp fakültesinde tıp araştırmalarıyla uğraşanların siyasal anlamda sola, cerrah gibi daha klinik sahada uğraşanlarınsa sağa yakın durduklarını ve bu duruşun 1968 Mayısındaki akademisyenler arasındaki vaziyet alışlarda da etkili olduğunu tespit etmektedir. Bourdieu’nun homo academicusu tabi tuttuğu sosyo-analizindeki önemli noktalardan birisi de bilimsel ve entelektüel habitusun 68 olaylarındaki yansımalarıdır. David Swartz kitabı “Fransa’daki Mayıs 1968 krizine dair ‘yapısal bir tarih’ önerisi” olarak değerlendirir (Swartz, 2011, s. 295). Beklenti ve fırsat arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan bu krizi Bourdieu, “Fransız toplumunda eğitim vasıflarının giderek önem kazanmasından kaynaklanan engellenmiş beklentilerin açığa vurulması” (Swartz, 2011, s. 295) olarak nitelendirmektedir. Fransız grande ecolés’lerinin çizdiği meritokratik hava Bourdieu gibi aykırı istisnalar dışında birçok kişi için (boşuna) beklenti ve hayal kırıklığı çizgisinin bir parçasından öteye gitmemektedir. İstisnalar dışarıda bırakıldığında böylesi okullara kayıtlı öğrencilerin büyük çoğunluğu toplumun belli kesimlerinden bireylerden oluşmaktaydı. Bir taraftan köken itibariyle sahip olunan sınıfsal habitus yapılaştırıcı etmenler ve ekonomik/kültürel sermaye, diğer taraftan okul/ disiplin düzleminde inşa edilen/dönüştürülen/şekillendirilen habitus, toplumu 110 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı krize sürükleyen eşitsizliğin yeniden üretilmesinde önemli rol oynamıştır. Her ne kadar Ecole Normale Supérieure gibi bir okula giriş hakkı kazansa da Bourdieu hiçbir zaman kendini evinde hissetmemiş ve bu yabancılığı onun homo academicus’u tahlilinde önemli bir otobiyografik çıkış noktası olmuştur. Akademi dünyasını iki cephe şeklinde düşünen Bourdieu, “kurumsal mevkiler için üniversite yönetimindeki iktidar kavgalarına katılan, akademinin ‘meşru kültürü’nü koruyup kollamak ve bir sonraki kültüre iletmek için didinen, öğrencilerle ilgili ‘meşru’ kategorik ayrımların erbabı, ders kitabı, sözlük, ansiklopedi yazımı gibi akademi pazarında rağbet gören ve saygınlık getiren faaliyetlerde bulunan” (Göker, s.3) homo academicus’u bir cephede düşünürken; kendisini de bir parçası saydığı, aydın sorumluluğunu kavrayabilecek donanımda, iktidar açısından güçsüz ve marjinal bir konumdaki entelektüelleri karşı cepheye koymaktadır. Bunlardan homo academicus, akademi dünyasının sahip olduğu eğitim ideolojisinin ve bürokratik/kurumsal yapının yeniden üreticisiyken, karşı cephe bilimsel ve entelektüel kaygıların ve düşünümsel analizlerin yön verdiği araştırmalara ağırlık vermektedir (Göker, s.3). Ancak her ne kadar Bourdieu, bilimsel ve entelektüel kaygılara göre hareket eden ve çatışmada taraf olmayı değil onu bir inceleme nesnesi olarak sosyo-analize tabi tutan bir sosyal bilimci ideali ortaya koymuş olsa da, bilimsel/entelektüel ilgi ve kuramından hareketle ve bir adım ilerisinde sunduğu aktif politik eylemci performansla da tanınmaktadır. Onun sosyolog kimliğini tamamlayan aktivist yanı birçok eserinde olduğu gibi HA’da da gözlenebilmektedir. Bourdieu’nün eserlerini salt bilimsel incelemeler olarak değil bir siyasî müdahale tarzı olarak nitelendiren Swartz, bu müdahalenin toplumdaki ekonomik ve siyasî diğer etmenlerden bağımsız olduğu iddiasındaki akademi üyelerinin “kendi hakkındaki imgesini ve özgüvenini hedef al[dığını]” (Swartz, 2011, s. 26) söylemektedir. Politik ve otobiyografik cephenin dışında Homo Academicus’un bir başka değerli yanı, okuyucuya Bourdieu’nün sosyal bilimsel bakış açısı ve metodolojisini anlama imkânı tanımasıdır. HA hakkında yazdığı bir incelemede Wacquant, kitabın önemli noktalarından birisinin bilhassa Amerikan sosyoloji alanının bilişsel ve kurumsal örgütüne yönelttiği sembolik tehdit olduğunu belirtmektedir. Bu tehdit dolayısıyla kitap, bir taraftan kavramsal ve ampirik çalışmaların entegrasyonundan dem vururken, diğer yandan icraatta birbirini tümden görmezden gelen teorisyen ve araştırmacılar arasında sağlanmış çalışma mutabakatını tamamen çiğner bir konumdadır. Bourdieu yukarıda da bahsetti- Karakaya / Ecce Homo Academicus 111 ğimiz üzere mevcut dikotomik sosyal teori algısını –Norbert Elias (figürasyon), Jürgen Habermas (iletişimsel eylem) ve Anthony Giddens (yapılaşma) gibi uzlaştırma arayışındaki isim ve kuramların aksine– aşma arayışında bir sosyal bilimci olarak gerek teori ile araştırma gerekse kuram ile uygulama arasındaki karşıtlığı önemsiz görmekte ve hatta –transdisipliner bir bilimsel bakış derdindeki Edgar Morin’i hatırlatır şekilde– disiplinler arasında (var olduğu farz edilen) sınırları da görmezden gelmektedir. Wacquant’ın da belirttiği gibi Marksist, Weberci, Durkheimcı gibi klikleri de reddeden Bourdieu, HA’da öznelcileri yapısalcılardan ayıran uçurumun iki yakasını birleştirmek amacındadır (Wacquant, 1990, s.686). Tüm bu akademik, politik, metodolojik vs. bağlamlarıyla beraber düşünüldüğündeyse HA, giriş kısmında da saydığımız diğer esaslı çalışmalarıyla beraber Pierre Bourdieu okumalarının belki en zor ancak teorik bütünlüğüne ve kavramsal dünyasına en derin nüfuzu sağlayan eseridir. KAYNAKÇA / REFERENCES Bourdieu, P. (1990). Homo academicus. Peter Collier (İngilizce’ye Çev.). Cambridge: Polity Press Çeğin, G., Göker, E., Arlı, A. ve Tatlıcan, Ü. (2007) (Der.). Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi. İstanbul: İletişim Göker, E. (ts.). Homo Academicus: Yakılacak kitap. (Elektronik Kaynak: http:// istifhanem.com/2010/04/05/homoacademicus) Swartz, D. (2011). Kültür ve iktidar. Elçin Gen (Çev.). İstanbul: İletişim Wacquant, L. (Aralık 1990). Sociology as socioanalysis: Tales of “Homo Academicus”. Sociological Forum, 5 (4): 677-689 Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 113-122 Türkçe’de Pierre Bourdieu Ahmet Büyükgümüş* Çeviri, sosyal bilimlerin en önemli problem alanlarının başında geliyor. İnsan zihninin mutlak anlamda bağımlı olduğu zamanın ve mekanın imkanlarını zorlamak olarak ifade edebileceğimiz çeviri faaliyeti çok katmanlı bir anlama çabası olarak da nitelenebilir. Üstelik bu çeviri, belirli olguları ya da olayları anlamak için özel çabanın sonucu üretilen bir kelime veya ifadeyse durum daha da karmaşık hale gelir. Pierre Bourdieu’yü anlama çabaları, çevirinin genel problemlerini daha da derinleştiren bir öznellik sorununu da içeriyor. Üstelik Bourdieu’nün Türkçe’ye çevirisini ele aldığımızda ve çeviriyi bir tür yeniden yazım olarak düşündüğümüzde Türkiye’nin genel sosyal bilim bakış açısındaki sorunlar da karşımıza çıkıyor. Öncelikle, Bourdieu üzerine yazmanın ve düşünmenin sorunlarıyla başlayalım. İlk olarak Bourdieu’nün düşünce evreninin disiplinci bir sosyolog olmanın ötesinde birçok farklı alandan yola çıkması onun çalışmalarında bir sınıflandırma problemine neden olmaktadır. İkincisi, Bourdieu algısının abartılı hayranlık ve küçümseyici bakış açısı arasında kalmasıdır. Üçüncüsü, onun kavramsal çerçevesinin karmaşıklığı ve kendine mahsus yanlarının baskınlığıdır. Pierre Bourdieu’yü Türkçe’ye çevirmek aynı zamanda Türkiye’deki sosyal bilimler alanının genel zorluklarıyla da hesaplaşmayı gerekli kılıyor. Tanzimat’tan günümüze gelen Batı, Medeniyet, Çağdaşlık (bu kavramları özellikle Türkiye bağlamında özel anlamlar içerdiği için büyük harfle düşünüyoruz) gibi birçok bagajı da yüklenmek gerekiyor. Batılı birçok düşünürün Türkiye’yi “aydınlatması” perspektifinden okunması hem medeniyet havzasıyla hem de Batılı düşünürlerle ciddi bir muhasebe içerisine girilmesi önünde engel olarak durmaktadır. Bu durum, Türkçe’deki tek Bourdieu derlemesi olan Ocak ve zanaat’ın girişinde editörler tarafından şöyle ifade ediliyor: “Ne var ki, Türkiye’de Foucault, Derrida, Baudrillard, Zizek gibi isimlerin temsilciliklerinin açılmasıyla yaratılan; eleştirellikten, bu düşünürleri aşmaya çalışmaktan ve onların iddialarını sınayacak araştırmalar yapmaktan uzak ‘ersatz üretim biçiminin’ (başka bir deyişle ‘papağan etkisinin’) Lisans Öğrencisi, Galatasaray Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü ve İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi Bölümü, [email protected] * 114 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Bourdieu ile yeniden-üretilme tehlikesine de dikkat çekmek gerekiyor” (Arlı, Çeğin ve Göker, 2007, s. 21). Bourdieu’nün Türkçe’deki çevirilerine ve onun üzerine yazılan Türkçe metinlere bakıldığında genel olarak bu çalışmaları beş başlıkta toplamak mümkün görünüyor. İlk olarak Bourdieu sosyolojisini anlamaya yönelik çalışmalar düşünülebilir. Bourdieu’nün kitaplarının Türkçe’ye çevrilmesi bu anlama çabası içerisinde değerlendirilebilir. Bourdieu sosyolojisinin televizyon, sanat ya da hukuk gibi değişik alanlardaki yansımalarından oluşan bu kitaplar bu sosyoloji anlayışının Türkçe çeviriler itibariyle parçalı bir anlama sahip olduğunu göstermektedir. Bourdieu’nün La distinction isimli kitabı ya da Domination masculine gibi onun sosyolojisi hakkında temel bilgileri içeren kitapların çevrilmeyişi Türkçe’de bütüncül bir Bourdieu sosyolojisi anlayışının oluşmasına olumsuz etkide bulunmaktadır. İkinci başlık olarak Bourdieu sosyolojisinin kendisine has kavramlarına yönelik anlama çabaları düşünülebilir. Doxa, sembolik iktidar, toplumsal uzam, habitus gibi Bourdieu’nün toplumsal olanı anlama çabasının ürünü olan kavramlar genel olarak Bourdieu sosyolojisini kuşatacak nitelikte çevrilmiştir. Üçüncü olarak Bourdieu’yü sosyoloji tarihindeki konumu itibariyle ele alan çalışmalar onun sosyoloji yöntemleriyle birlikte Bourdieu sosyolojisinin epistemolojik çerçevesini anlamaya çalışmaktadır. Türkçe çevirilere bakıldığında en az çevirinin bu kategoride yer alıyor olması Bourdieu’yle girişilebilecek ciddi bir entelektüel muhasebe için yeterli değildir. Ayrıca bilgi merkezli düşünüldüğünde Bourdieu’nün nasıl bilgi ürettiğine yönelik çalışmaların noksanlığı onun ne dediğinin anlaşılmasında da kısıtlara neden olabilecektir. Dördüncü olarak Bourdieu’nün kavramlarının merkeze alındığı yerel sosyoloji araştırmaları ve teori analizleri düşünülebilir. Beşinci kategoride Bourdieu’nün “devrimci bir mücadele” olarak gördüğü sosyal bilimlerin özelde ise sosyolojinin gereği olarak entelektüeller ve sosyal bilimler üzerine yazdığı yazılar ve bu yazılar üzerine Türkçe’de üretilen düşünceler yer almaktadır. Altıncı kategoride ise, Bourdieu’nün solcu bir entelektüel olarak siyasal düşüncelerini açıkladığı yazılar düşünülebilir. Bourdieu’nün toplumsal olanı her açıdan kuşatmaya yönelik entelektüel çabası ve aynı zamanda düzeni eleştirme sorumluluğuna sahip bir düşünür olarak kendisini görmesi onun sosyolojisi düşüncesini özgün ve derin kılmaktadır. Ayrıca 20. yüzyılın en önemli kırılmalarını yaşamış biri olarak toplumla kurduğu etkileşimin sonucu olarak değerlendirebileceğimiz entelektüel mirası düşünce tarihi açısından da büyük bir önem sahip. Bu bibliyografya çalışma- Büyükgümüş / Türkçe’de Pierre Bourdieu 115 sının Türkiye’de Bourdieu’nün anlaşılmasına ve onunla girilecek entelektüel muhasebeye katkı sağlamasını umut ediyoruz. Kitapları Bourdieu, P. (1958). Sociologie de l’Algérie. Paris: Presses Universitaires de France Bourdieu, P. ve Sayad, A. (1964). Le déracinement: la crise de l’agriculture traditionnelle en Algérie, Paris: Les Editioins de Minuit Bourdieu, P., Passeron, J. ve Eliard, M. (1964). Les étudiants et leurs études. Paris: Mouton Bourdieu, P., Chamboredon, J. ve Passeron, J. (1968). Le métier de sociologue: Préalables épistémologiques. Paris: Mouton de Gruyter Bourdieu, P. (1972). Esquisse d’une théorie de la pratique précédé de Trois études d’ethnologie Kabyle. Genève: Droz Bourdieu, P. (1977). Algérie 60: Structures économiques et structures temporelles. Paris: Les Editions de Minuit Bourdieu, P. (1979). La distinction: critique sociale du jugement. Paris Les Édition de Minuit Bourdieu, P. (1982). Ce que parler veut dire: l’économie des échanges linguistiques. Paris: Fayard Bourdieu, P. (1984). Homo academicus. Paris: Les Éditions de Minuit Bourdieu, P. (1988). L’ontologie politique de Martin Heidegger. Paris: Les Éditions de Minuit Bourdieu, P. (1989). La noblesse d’État: grandes écoles et esprit de corps. Paris: Les Éditions de Minuit Bourdieu, P. ve Coleman, J. (1991). Social theory for a changing society. New York: Russell Sage Foundation Bourdieu, P. (1992). Les règles de l’art: genèse et structure du champ littéraire. Paris: Seuil Bourdieu, P. ve Wacquant, L. (1992). Réponses: Pour une anthropologie réflexive. Paris: Seuil Bourdieu, P. (1994). Raisons pratiques: Sur la théorie de l’action. Paris: Seuil Bourdieu, P. (1997). Méditations pascaliennes. Paris: Seuil Bourdieu, P. (1998). La domination masculine. Paris: Seuil Bourdieu, P. (1998). Contre-feux: Propos pour servir à la résistance contre l’invasion néo-libérale. Paris: Liber Bourdieu, P. (1998). Les perspectives de la protestation: la résistance sociale outre-Rhin, foyer d’une autre Europe. Paris: Syllepse Bourdieu, P. (2000). Les structures sociales de l’économie. Paris: Seuil 116 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Bourdieu, P. ve Fritsch, P. (2000). Propos sur le champ politique. Lyon: Presses Universitaires Bourdieu, P. (2001). Contre-feux 2: pour un mouvement social européen. Paris: Raisons d’agir Bourdieu, P. ve Chartier, R. (2010). Le sociologue et l’historien. Marseille-Paris: Agone & Raisons d’agir Makaleleri Bourdieu, P. (1962). Les relations entre les sexes dans la société paysanne. Temps modernes, 195: 307-331 Bourdieu, P. (1966). L’école conservatrice. Les inégalités devant l’école et devant la culture, Revue française de sociologie, (7) 3: 325-347 Bourdieu, P. (1966). Champ intellectuel et projet créateur. Temps modernes, 246: 865-906 Bourdieu, P. (1967). Sociologie de l’éducation. Revue française de sociologie, Numéro special: 1-166 Bourdieu, P. ve Jamati, V. (1968). Sociologie de l’éducation. Revue française de sociologie, Numéro special: 167-302 Bourdieu, P. ve Passeron, J. (1968). L’examen d’une illusion. Revue française de sociologie. 227-253 Bourdieu, P. ve Saint-Martin, M. (1970). L’excellence scolaire et les valeurs du système d’enseignement français. Annales, (25) 1: 147-175 Bourdieu, P. (1975). Les intellectuels dans le champ de la lutte des classes. La nouvelle critique, (10) 87: 66-69 Bourdieu, P. (1973). L’opinion publique n’existe pas. (Ocak 1972’de Noroit (Arras)’da yapılan konuşma), Les temps modernes, Ocak, 318: 1292-1309 (yeniden basılışı: Questions de sociologie içinde (s. 222-235), Paris: Les Éditions de Minuit, 1984) Bourdieu, P. ve Boltanski, L. (1975). Le fétichisme de la langue. Actes de la recherche en sciences sociales, (1) 4: 2-32 Bourdieu, P. (1976). Le sens pratique. Actes de la recherche en sciences sociales, (2) 1: 2-31 Bourdieu, P. (1976). Le champ scientifique. Actes de la recherche en sciences sociales. (2) 2-3: 88-104 Bourdieu, P. (1976). Les modes de domination. Actes de la recherche en sciences sociales. (2) 2-3: 122-132 Bourdieu, P. ve Boltanski, L. (1976). La production de l’idéologie dominante. Actes de la recherche en sciences sociales, (2) 2-3: 66-69 Büyükgümüş / Türkçe’de Pierre Bourdieu 117 Bourdieu, P. (1976). Un jeu chinois: notes pour une critique sociale du jugement. Actes de la recherche en sciences sociales, (2) 4: 91-101 Bourdieu, P. ve Saint-Martin, M. (1976). Anatomie du goût. Actes de la recherche en sciences sociales, (2) 5: 4-112 Bourdieu, P. (1977). Sur le pouvoir symbolique. Annales, Économies, Sociétés, Civilisations. 3: 405-411 Bourdieu, P. (1977). La production de croissance. Actes de la recherche en sciences sociales, 13: 3-44 Bourdieu, P. (1977). Questions de politique. Actes de la recherche en sciences sociales, 16: 55-89 Bourdieu, P. (1978). Classement, déclassement, reclassement. Actes de la recherche en sciences sociales, 24: 2-22 Bourdieu, P. ve Saint-Martin, M. (1978). Le patronat. Actes de la recherche en sciences sociales, 20-21: 3-82 Bourdieu, P. (1979). Les trois états du capital culturel. Actes de la recherche en sciences sociales. 30: 3-6 Bourdieu, P. (1980). Le capital social. Actes de la recherche en sciences sociales. 31: 2-3 Bourdieu, P. (1980). Où sont les terroristes?. Esprit, 11-12: 253-258. Bourdieu, P. (1981). Épreuve scolaire et consécration sociale: les classes préparatoires aux grandes écoles. Actes de la recherche en sciences sociales, 39: 3-70 Bourdieu, P. (1981). La représentation politique: éléments pour une théorie du champ politique. Actes de la recherche en sciences sociales. 36-37: 3-24 Bourdieu, P. (1981). Décrire et prescrire: note sur les conditions de possibilité et les limites de l’efficacité politique. Actes de la recherche en sciences sociales, 38: 69-74 Bourdieu, P. ve Saint-Martin, M. (1982). La sainte famille: L’épiscopat français dans le champ du pouvoir. Actes de la recherche en sciences sociales. 44-45: 2-54 Bourdieu, P. (1983). Vous avez dit “populaire”. Actes de la recherche en sciences sociales, 46: 98-105 Bourdieu, P. (1983). Les sciences sociales et la philosophie. Actes de la recherche en sciences sociales, 47-48: 45-52 Bourdieu, P. (1984). Espace social et gènese des classes. Actes de la recherche en sciences sociales. 52-53: 3-14 Bourdieu, P. (1986). La force du droit. Pour une sociologie du champ juridique. Actes de la recherche en sciences sociales, 64: 3-19 Bourdieu, P. (1987). Agrégation et ségrégation: le champ des grandes écoles et le champ du pouvoir. Actes de la recherche en sciences sociales, 69: 2-50 Bourdieu, P. (1987). Variants et invariants: éléments pour une histoire structurale 118 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı du champ des grandes écoles. Actes de la recherche en sciences sociales, 70: 3-30 Bourdieu, P. (1990). L’économie de la maison. Actes de la recherche en sciences sociales, 81-82: 2-96 Bourdieu, P. (1990). La domination masculine. Actes de la recherche en sciences sociales, 84: 2-31 Bourdieu, P. (1991). Le champ littéraire. Actes de la recherche en sciences sociales, 89: 4-46 Bourdieu, P. (1991). Une vie perdue: entretien avec deux agriculteurs béarnais. Actes de la recherche en sciences sociales, 90: 29-36 Bourdieu, P. ve Bass, J. (1991). Que faire la sociologie?. CFDT aujourd’hui, 100: 111-124 Bourdieu, P. ve Eagleton, T. (1992). Doxa and common life. New Left Review, 191: 111-121 Bourdieu, P. (1993). Esprits d’État: genèse et structure du champ buraucratique. Actes de la recherche en sciences sociales, 96-97: 49-62 Bourdieu, P. (1993). À propos de la famille comme catégorie réalisée. Actes de la recherche en sciences sociales, 100: 32-36 Bourdieu, P. ve Lutz R. (1995). Sur les rapports entre la sociologie et l’histoire en Allemagne et en France, Actes de la recherche en sciences sociales, 106-107: 108-122 Bourdieu, P. (1997). Le champ économique. Actes de la recherche en sciences sociales, 119: 48-66 Bourdieu, P. (1999). Une révolution conservatrice dans l’édition. Actes de la recherche en sciences sociales, 126-127: 3-28 Türkçe’ye Çevrilen Kitapları Bourdieu, P. (1995). Pratikler nedenler: Eylem kuramları üzerine. Hülya Tufan (Çev.). İstanbul: Kesit [Raisons pratiques: Sur la theorie de l’action] Bourdieu, P. (1997). Toplumbilim sorunları. Işık Ergüden (Çev.). İstanbul: Kesit Bourdieu, P. (1999). Sanatın kuralları, Necmettin Kâmil Sevil (Çev.). İstanbul: Yapı Kredi [Les régles de l’art] Bourdieu, P. (2000). Televizyon üzerine. Turhan Ilgaz (Çev.). İstanbul: Yapı Kredi [Sur la television] Bourdieu, P. ve Wacquant, L. (2003). Düşünümsel bir antropoloji için cevaplar. Nazlı Ökten (Çev.). İstanbul: İletişim [Réponses: pour une anthropologie réflexive] Bourdieu, P. (2005). Hukukun gücü: Yasal alanın sosyolojisine doğru. Sibel Demir (Çev.). Ankara: Kalan Bourdieu, P. (2006). Karşı ateşler. Halime Yücel (Çev.). İstanbul: Yapı Kredi [Contre - feux] Büyükgümüş / Türkçe’de Pierre Bourdieu 119 Bourdieu, P. (2010). Bekarlar balosu. Çağrı Eroğlu (Çev.). Ankara: Dost Kitapevi Bourdieu, P. ve Darbel, A. (2011). Sanat sevdası: Avrupa sanat müzeleri ve ziyaretçi kitlesi, Sertaç Canbolat (Çev.). İstanbul: Metis [L’amour de l’art: Les musées d’art européens et leur public] Bourdieu, P. (2013). Bir otoanaliz için taslak. Murat Erşen (Çev.). İstanbul: Bağlam Türkçe’ye Çevrilen Makaleleri Bourdieu, P. (1995). Kamuoyu yoktur. Pierre Bourdieu, Patrick Champagne, Daniel Gaxie, Jean-Paul Gremy, Guy Michelat ve Hülya Tufan. Hülya Tufan (Haz.). Kamuoyu kimin oyu içinde (s. 177-188). İstanbul: Kesit (1973 tarihli “L’opinion publique n’existe pas” başlıklı makalenin çevirisi) Bourdieu, P. (1995), Spor sosyolojisi notları. Nazlı Ökten (Çev.). Hayalet Gemi, 25: 16-18 Bourdieu, P. (1995), Zevk sosyolojisi notları. Nazlı Ökten (Çev.). Hayalet Gemi, 27: 6-7 Bourdieu, P. (1999). Toplumsal uzam ve sembolik iktidar. Işık Ergüden (Çev.). Cogito, 18: 16-32 Bourdieu, P. (2000). Kurucu halk meclisine çağrı. Birikim. 134-135: 180-181 Bourdieu, P. (2000), Politikanın krizi, entelektüeller, medya. Birikim, 68-69: 84-87 Bourdieu, P. (2005). İşsizler hareketi: Toplumsal bir mucize. Sosyalist Demokrasi İçin Yeniyol, 16/17: 129-131 Bourdieu, P. (2005), Yeni bir enternasyonalizm için, Sosyalist Demokrasi İçin Yeniyol. 16/17: 132-141 Bourdieu, P. (2007). Vive la crise!: Sosyal bilimlerde heterodoksi için. Ümit Tatlıcan (Çev.). Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 33-49), İstanbul: İletişim Bourdieu, P. (2007). Ehemmiyet söylemi: “Kapital’i okumak hakkında birkaç eleştirel not” hakkında birkaç eleştirel not. Mutlucan Şahan ve Işık Ergüden (Çev.). Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.). Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 627-644), İstanbul: İletişim Türkçe’de Bourdieu Hakkında Kitaplar Callinicos, A. (2004), Toplum kuramı, Yasemin Tezgiden (Çev.). İstanbul: İletişim Bora, A. (2005), Kadınların sınıfı: Ücretli ev emeği ve kadın öznelliğinin inşası. İstanbul: İletişim Çelenk, S. (2005), Televizyon temsil kültür. Ankara: Ütopya Köse, H. (2004). Bourdieu medyaya karşı: İşbirlikçi, zorba ve çığırtkan medya. 120 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı İstanbul: Papirüs Çeğin, G., Göker, E., Arlı, A. ve Tatlıcan, Ü. (2007) (Der.). Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi, İstanbul: İletişim Swartz, D. (2011). Kültür ve iktidar: Pierre Bourdieu’nün sosyolojisi. Elçin Gen (Çev.). İstanbul: İletişim Timur, T. (2011). Marksizm, insan ve toplum: Balibar, Seve, Althusser, Bourdieu. İstanbul: İthaki Türkçe’de Bourdieu Hakkında Makaleler Diken, B. (1997), Melezlik ve sosyal teori. Toplum ve Bilim. 73: 74-110 Özgöröner, T. (1997), Yeni televizyon düzeni. Virgül. 2: 64 Göker, E. (1999), Homo Academicus: Yakılacak kitap?. Mürekkep, 12: 224-230 Göker, E. (1999), Örtünme pratiği ve din alanı: Öznelci sosyolojinin sınırları. Toplum ve Bilim. 81: 138-170 Yener, A. G. (2000). Yazına toplumbilimsel bir bakış. Virgül. 28: 45-46 Göker, E. (2001). Durkheim’ın sol eli: Pierre Bourdieu’nün muhalefeti. Praksis. 3: 228-251 Göker, E. (2001). Büyücülerin arasında: Pierre Bourdieu’nün sanat sosyolojisi. Mürekkep. 16: 118-141 Tutal, N. (2001). Fransız düşünürlerden ötekilik yaklaşımları. Kültür ve İletişim. (4) 1: 29-46 Duran, R. (2002), Pierre Bourdieu: Sosyolog bir militan, Cogito 31: 325-331 Köse, H. (2002). Bourdieu sosyolojisinde toplumsal gerçekliğin algılanışı: Simgesel şiddet ve medya eleştirisi. Virgül 49: 19-22 Ökten, N. (2002). Çenesini kapamayı red etmek ya da tüm soruları sormuş olarak ölmek. Birikim. 154: 96-100 Öztürk, M. ve Aymaz, G. (2002). Pierre Bourdieu. Varlık, 1136: 61-66 Yel, A. M. (2003). Pierre Bourdieu (1930-2002). Akademik Araştırmalar Dergisi. 17: 49-54 Arlı, A. ve Güney, Ç. (2004). İdeoloji kavramının aşınması ve Pierre Bourdieu’nün kuramsal seçenekleri, Doğu Batı. 28: 163-179 Avar, A. (2004). Georges Canguilhem’in “epistemolojik tarih” yaklaşımı: Bilim, ideoloji, tarih ve yaşam arasındaki kopuş ve süreklilikleri yeniden düşünmek. Kültür ve İletişim. (7) 2: 9-42 Türk, B. (2004). Pierre Bourdieu’nün ideoloji ve söylem tartışmalarına katkısı. Birikim. 177: 77-80 Türk, B. (2004). Pierre Bourdieu üzerinden resmi ideolojiyi okumak: Bir açıklama Büyükgümüş / Türkçe’de Pierre Bourdieu 121 denemesi. Liberal Düşünce. (9) 36: 55-66 Aydın, U. (2005). Bourdieu’de habitus, alan ve eylem sosyolojisi. Sosyalist Demokrasi İçin Yeniyol. 15/16: 121-128 Aydoğmuş, Ü. (2005), Bourdieu’nün düşüncesine giriş, Birikim. 199: 123-128 Çelik, S. K. (2005), Edebiyat alanı’nda ‘yaratıcı deha miti’nin kuruluşu. Pasaj. 1: 51-66 Göker, E. (2005). Devrimci mücadeleden edebi kutsama mücadelesine 78’liler. Pasaj, 2: 143-158 Aktay, Y. (2007). Pierre Bourdieu ve bir Maxwell cini olarak okul. Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 473-498), İstanbul: İletişim Arlı, A., Çeğin, G. ve Göker, E. (2007) Sunuş. Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.). Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 1331), İstanbul: İletişim Calhoun, C. (2007). Bourdieu sosyolojisinin ana hatları. Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 77-129), İstanbul: İletişim Corcuff, P. (2007), Habitustan hareketle: Kolektife meydan okuyan tekil. Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 367-395), İstanbul: İletişim Göker, E. (2007). Araştırma tasarımı açısından Pierre Bourdieu’nün sanat sosyolojisi. Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 525-558), İstanbul: İletişim Sam, R. (2007). Pierre Bourdieu ve Sanatın kuralları üzerine. Kaygı: Uludağ Üniversitesi Felsefe Dergisi, 8: 69-83 Özsöz, C. (2007). Pierre Bourdieu’nün temel kavramlarına giriş. Sosyoloji Notları Dergisi, 1: 15-21 Öztimur, N. (2007) Feminist teoride Pierre Bourdieu tartışmaları. Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 581-604), İstanbul: İletişim Ünal, A. Z. (2007). Rahatsız eden bir adamın bilimi. Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 161-185), İstanbul: İletişim Wacquant, L. (2007). Pierre Bourdieu: Hayatı, eserleri ve entelektüel gelişimi. Ümit Tatlıcan (Çev.). Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 53-76), İstanbul: İletişim Altun, H. (2007). Brecht’ten Bourdieu’ya otonom tiyatroya doğru: Habitus/Gestus. 122 Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı Tiyatro Araştırmaları Dergisi. 24: 7-26 Köse, H. (2009). Neoliberal estetik’ten ‘habitus’a Bourdieu ve popüler kültür, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Hakemli Akademik Yayını, 10: 71-92 Özsöz, C. (2009). Şiddetin tanımlanması ve simgesel şiddet. Sosyoloji Notları Dergisi. 7: 23-30 Meder, M. ve Çeğin, G. (2011), Bourdieu’yü okumak: Post-pozitivist bir sosyolojinin imkânı üzerine, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 10 (1): 233-256 Türk, B. (2011). Türkiye’de ulus-devlet formasyonunun ortaya çıkış sürecini habitus kavramı üzerinden okumak, Bilig: Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi. 57: 201-225 Türkçe’de Hakkında Yazılan Tezler Amman, M. T. (1995). Sosyal tabakalaşma ve günümüz Fransız sosyolojisinin yaklaşımları, İstanbul Üniversitesi Doktora Tezi, İstanbul Erol, İ. (1999), Türkiye’de popüler sanat ve kitsch, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, Ankara Köse, H. (2003). TV tartışma programlarında kulis sosyolojisi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul Ünal, A. (2004). Sosyal tabakalaşma bağlamında Pierre Bourdieu’nün kültürel sermayesi. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara Çeğin, G. (2005), Toplumun yeniden tanımlanması, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Denizli Kaya, A. (2005). Din sosyolojisi bağlamında Fransız sosyolog Pierre Bourdieu-klasik sosyoloji ilişkisi. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans, İstanbul Ümit, E. (2006). Kentte suça karışmış çocuklarda toplumsal ortam ve ceza ehliyeti araştırmaları. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi. Ankara Şahin, M. (2007). Edebiyatın sosyolojisi: Metin, tarih, dünya (Jameson, Bourdieu, Moretti, Tanpınar). Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Yüce, E. (2007). Simgesel seçkinler ve habitus: Hürriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gazetecilik Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara Özsöz, C. (2009). Pierre Bourdieu sosyolojisi ve simgesel şiddet. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Kip, S. (2010). Kültürel sermaye ve televizyon izleme alışkanlıkları, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir 113 SOSYOLOJİ DERGİSİ – YAZARLAR İÇİN REHBER Sosyoloji Dergisi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü tarafından Haziran ve Aralık aylarında olmak üzere yılda iki sayı yayımlanan hakemli bir dergidir. Dergide, sosyolojinin yanı sıra diğer sosyal bilim alanlarında makalelere, ayrıca etkinlik, literatür, gündem ve kitap değerlendirmelerine yer verilmektedir. Özel sayı teklifleri de memnuniyetle karşılanmaktadır. Gönderilen çalışmalardan aşağıdaki şartlara uygun olanlar değerlendirmeye alınır ve önce Yayın Kurulu, sonra –yazarın ismi bilinmeksizin– üç hakem tarafından incelenir. A. YAZI GÖNDERME VE İLETİŞİM Dergiye gönderilen çalışmaların daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış ya da halihazırda başka bir yayıncıya gönderilmemiş orijinal eserler olması gerekir. Yayın Kurulu hakem değerlendirmesinden önce ve sonra, yazının yayımlanıp yayımlanmayacağına karar verme yetkisine sahiptir. Yayımlanan yazıların içeriğinde olabilecek çarpıtmalardan yazar(lar) sorumludur. Tüm yasal sorumluluklar yazar(lar)a aittir. Yazılardaki fikirler Sosyoloji Dergisi’ni bağlamaz. Değerlendirme sürecinin sağlıklı yapılabilmesi için, yazıların yayın tarihinden en az altı ay önce dergiye ulaştırılmış olması gerekmektedir. Hakemlerin önerileri doğrultusunda düzeltmeler yapılarak yazının son hali yayın tarihinden en az iki ay önce dergiye ulaştırılmalıdır. İstanbul Üniversitesi Yayın Yönergesi uyarınca, telif ve tercüme yazılara telif ücreti ödenmemektedir. Tek yazarlı makalelerde yazara beş, çift yazarlı makalelerde yazar başına üç, üç ve üzeri yazarı olan makalelerde ise yazar başına iki adet dergi verilir. Yayımlanan yazıların tüm hakları Sosyoloji Dergisi’ne aittir. Yeniden yayımlanması için dergiden yazılı izin alınması gerekir. Kaynak gösterilmek kaydıyla alıntı yapılabilir. Çeviri yazılarda, çevrilen makale telif koruma kapsamından çıkmamışsa, yayımlanmasına dair gerekli yayıncı izninin alınmış olması gerekmektedir. Yazıların elektronik olarak [email protected] adresine ekli dosya olarak gönderilmesi gerekmektedir. Dergi ile ilgili her türlü konuda, yazışma için aynı e-posta adresi kullanılmalıdır. Yazar yayın sürecinde dergi sorumlularının istediği, temlikname (2 nüsha) ve yayın müsaade dilekçesini (1 nüsha) ıslak imzalı olarak dergiye elden veya postayla ulaştırmak zorundadır. B. MAKALE FORMATI Dergide Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca yazı kabul edilmektedir. Makaleler 4000-10000 kelime ve alt başlıklarla bölümlendirilmiş olmalıdır. Kitap değerlendirmeleri 1000-2000, diğer değerlendirme yazıları ise 2000-4000 kelime olmalıdır. Çeviri yazılarda, tercümenin yapıldığı yazının yazarı, yayının adı, tarihi, cildi, sayısı, sayfası ve benzer künye bilgileri tam olarak belirtilmelidir. Yazılar MS Office Word 98 veya daha üst bir sürümde (Word formatıyla 114 Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı uyumlu eşdeğer programlar da kabul edilmektedir); A4 boyutunda kağıda; üst, alt, sağ ve solda 2,5 cm boşluk bırakılarak, Times New Roman, 11 punto, 1,5 satır aralığıyla ve paragraflar arasında 6 puntoluk boşluk bırakılarak yazılmalı, paragraf başlarında ilk satıra 0,5 cm girinti verilmelidir. 40 sözcükten kısa alıntılar metin içinde çift tırnakla gösterilir. 40 ve üstü sözcükten oluşan alıntılar ise sağ ve soldan 1 cm girintili, paragraf başlarında ilk satıra girinti verilmeden, 10 punto, başında ve sonunda çift tırnak kullanılmadan yazılmalıdır. Yazı içinde grafik ve resimler varsa, .jpeg veya .tiff formatında en az 300 dpi. çözünürlükte ayrı bir dosya olarak gönderilmelidir. Makalenin ilk sayfasında başlık, yazar ismi, dipnot olarak yazar bilgisi (unvan, kurum, kurumla ilişki, yazışma adresi, telefon numarası, e-posta adresi), özet(ler) ve anahtar kelimeler yer almalıdır. Türkçe makalelerde, ilk sayfada Türkçe 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar kelime ile İngilizce 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar kelime; Kaynakça’dan önce İngilizce 1000-1500 kelime geniş özet yer almalıdır. İngilizce makalelerde, ilk sayfada İngilizce 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar kelime (yazar Türkçe biliyorsa, Türkçe 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar kelime) yer almalıdır. Diğer dillerdeki makalelerde, yazıldığı dilde 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar kelime ile İngilizce 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar kelime (yazar Türkçe biliyorsa, Türkçe 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar kelime); Kaynakça’dan önce İngilizce 1000-1500 kelime geniş özet yer almalıdır. Bütün başlıkların öncesinde bir satır boşluk bırakılacak ve ilk harfler büyük yazılacaktır. 1. düzey başlıklar kalın; 2. düzey başlıklar kalın italik; 3 düzey başlıklar ise sadece italik olarak dizilecektir. Başlıklarda rakam kullanılmayacaktır. C. KAYNAK GÖSTERİMİ VE KAYNAKÇA Kaynak gösterimi ve kaynakçada American Psychological Association (APA) tarzı esas alınacak; kaynaklar metin içinde gösterilecek (Bourdieu, 2006, s. 23), kaynakların tam künyeleri sona eklenen kaynakçada verilecektir: Bourdieu, P. (2006). Sanatın kuralları: Yazınsal alanın oluşumu ve yapısı. Necmettin Kâmil Sevil (Çev.). İstanbul: Yapı Kredi. Açıklama amacıyla, sayfa altında dipnot verilebilir. Kitap, dergi, film ve TV programı adları, kaynakçada ve metin içinde italik ve sadece ilk kelimenin ilk harfi büyük olarak yazılır. Makale başlıkları düz ve metinde çift tırnak içinde, Kaynakça’da tırnaksız yazılır. Diğer ayrıntılar için bkz. http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/ sosyoloji/about/submissions 113 JOURNAL OF SOCIOLOGY – GUIDELINES FOR CONTRIBUTORS The Journal of Sociology is a peer-reviewed academic journal published two times a year in June and December by Department of Sociology, Istanbul University. The Journal of Sociology is a multidisciplinary journal. Scholars working not only on sociological theory and research, but also on other human sciences and related areas are invited to submit their articles for consideration. Proposals for special issues are welcomed. The journal also publishes book reviews, review essays, reports on conferences, symposia and workshops, and notes on research in progress. All manuscript submissions will be reviewed first by the Editorial Board, and then anonymously by assigned referees. A. SUBMISSION AND CORRESPONDENCE Submission of a manuscript implies that it has not previously been published, and that it is not currently on offer to another publisher. The Editors are responsible for the selection and acceptance of articles, but responsibility for opinions expressed in them rests with the authors. Since the journal is published at June and December the articles should arrive at least 180 days ago for review process. All article submissions are anonymously reviewed. After review process authors should supply the changes demanded by reviewers. The last draft should be sent at least 60 days before publishing. Authors are not paid for copyright of article. Authors are given 5 copies for articles written by a single author, 3 copies each for articles with two authors, and 2 copies each for articles with 3 or more authors. Authors assign the copyright of article to the journal and should take permission for publishing again. All submissions should be sent to Editor via e-mail as attached file from [email protected]. For communication, please use the same e-mail address and please do not hesitate to ask for anything to Editor. The author(s) should send “Letter of Conveyance” (2 copies) and “Petition for Publication” (1 copy) via mail to the journal as original signed documents. B. ARTICLE FORMAT Articles in Turkish, English, French and German languages are welcomed. Articles should be between 4000 to 10000 words, and sub titles should be used. Book reviews should be between 1000 to 2000 words, and review essays, between 2000 to 4000 words. Manuscripts must be typewritten in MS Word format, Times New Roman, 12 pt., 1.5 line spacing, and 6 pt. spacing after paragraphs. Liberal margins must be provided. (2.5 cm should be left at the top and bottom, as well as at the sides.) To start a new paragraph, make a first-line indent of 0.5 cm. Quotations longer than 40 words should be written with 1 cm indent from left and right, without first-line indent, Times New Roman, 10 pt., and without quotation mark. If graphics or photographs are included in the submission, they must be black and white and of good resolution. The graphics or photographs should be submitted in .jpeg or .tiff format as a separate file. They should be termed “Figures” 114 Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı and numbered consecutively; the number of title should be placed above the figure. Initial capitals should be used. At the beginning, a brief biographical note containing author’s full name, title, affiliation, research interests, recent publications, and mailing and e-mail addresses should be typed on a separate sheet. For articles in languages other than English, before the main body of the article, an abstract of 100-150 words and 4-6 keywords in original language; a title, an abstract of 100-150 words and 4-6 keywords in English should accompany articles. At the end, before References, under the title of EXTENDED ABSTRACT, also an English extended abstract of 1000-1500 words and 4-6 English keywords should be added. For English articles, before the main body of the article, an abstract of 100-150 words and 4-6 keywords in English should accompany articles. C. REFERENCE References should follow the APA style as described in the Publication Manual of the American Psychological Association, 6th edition. Please ensure that every reference cited in the text is also present in the reference list (and vice versa). Citation in Text Include the author’s surname and the year of publication. When there is a specific quote from a source used, the page number of the reference material should be indicated by “p.”. Use footnotes only for explanation. Examples: According to Tuna (2011), (Tuna, 2011), as Ertürk and Okan (2004), (Ertürk and Okan, 2004, p. 198) If the number of the authors is three to six, cite all authors the first time the reference occurs; in subsequent citations include only the surname of the first author followed by “et al.” and the year. When the work has six or more authors, cite only the surname of the first author followed by “et al.” and the year for the first and subsequent citations. When there are more than one citation in the same sentence, references should be listed alphabetically, and references from the same author chronologically. When quoting a second source via a source, include surname and year of publication of your source, and only author’s surname of the second source. (The second source is not to be included in References section.) References For examples, see http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/sosyoloji/user/ setLocale/en_US?source= %2Ftr%2Findex.php%2Fsosyoloji > About > Guidelines for Contributors
Benzer belgeler
İndir - Politika Dergisi
ilkesini Bourdieu’ye uyguluyor; henüz kendine has kavramlar bütününü geliştirmemiş
olduğu bir dönemdeki araştırma nesnelerini ve araştırmacı olarak konumunu belirleyen
tarihsel koşulları inceliyor....