Divan Chocolat d`Origine
Transkript
Divan Chocolat d`Origine
içindekiler EDİTÖR YAZISI 6 Selda KAYA KAPANCIK İyi okumalar... MASAÜSTÜ 10 > İstanbul Film Festivali 2 Nisan’da başlıyor >Meze yiyecekseniz, Seastar1’e gideceksiniz... >Divan Chocolat d’Origine >Exen İstanbul >Pasta d’ALFREDO ürünleri şimdi Türkiye’de üretiliyor. FUARLAR 12 Boat Show 2O11’de ziyaretçi rekoru kırıldı. KAHVE SOHBETİ 14 Ali GÖLÜKCÜ Çok uluslu firmalarla mücadele ederek markamızı yarattık. Prof. Dr. Orhan İdil ile Genel Koordinatörü olduğu Hayat Holding’i konuştuk. ARASIRA YAZILARI 18 Nazmiye ŞERALİOĞLU Hafta sonunu beklemek Yaşamınızı yönetip, “şimdi” “şu an”ın keyfine varın! SEMTİMİZ ALTUNİZADE 23 Selda KAYA KAPANCIK İş Dünyasının Seçkin Adresi: Altunizade Bir Semtin Kahramanı: Altunizade İsmail Zühtü Paşa ANILAR 28 Özge GÖRÜR EROĞLU Dostlarının omuzlarında, bir gökdelen edasıyla yükseliyordu... Türkiye’de yaşamaya karar veren Tatsuya Yamamotu,kendi deyimiyle köklerini yani geçmişini değil geleceğini seçmiştir. BİLİM ADINA 30 İstanbul Şehir Üniversitesi Bilim ve Sanat Vakfı (BİSAV) tarafından 2008’de kurulan İstanbul Şehir Üniversitesi’nde, 5 fakülte çatısı altında 12 bölüm var. Üniversite faaliyetlerini Altunizade Yerleşkesi’nde sürdürüyor. Üniversitenin Rektörü Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya anlattı.. ARAŞTIRMA 36 Recep BEHAR Gizliliğin Çekiciliği: İsviçre Bankaları Görünen o ki,daha uzun yıllar İsviçre dünyanın finans merkezi olmaya devam edecek. FİNANS / PİYASA 38 >Fenerbahçe Borsada Devler Liginde >Her Yerden Görünen Gerçek:Cari Açık! >Sıra İspanya’ya mı geliyor? PROFESYONEL BAKIŞ 48 Özge GÖRÜR EROĞLU Türk Finans Piyasaları 2O1O’da nasıldı? 2O11’de nasıl geçecek? Finans Portföy Yönetimi Genel Müdür Yardımcısı, Sayın, Tolga KOTAN’a sorduk. BİR BİLENE SORDUK 42 Ali GÖLÜKCÜ Katılım bankacılığının ülkemizde doğuşundan gelişimine her dönem içinde yer alan Türkiye Katılım Bankaları Birliği Genel Sekreteri Osman Akyüz,Katılım Bankacılığını ve yaşanan süreci Altunizade’ye anlattı. KARİYER 48 Berrin TAVMAN / Hedef Grup İnsan Kaynakları Direktörü Performans Yönetimi, ama nasıl? En iyi performans sürekli olan performanstır. EĞİTİM 50 Doğuş Eğitim Kurumları Doğuş Eğitim Kurumları, 37 yıldır Türkiye’nin geleceğini yetiştiriyor. HAK HUKUK 54 Recep BEHAR Yeni yasalaşan Türk Ticaret Kanununda değişen ne? Çok önemli değişimlere yol açacak yeni kanunu daha iyi anlamak için Şimşek & Şimşek Hukuk ve Danışmanlık’tan Avukat Kemal Şimşek’e sorduk. SAĞLIK ESTETİK 58 Opr. Dr. Melike ERDİM / Estetik Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Saç neden dökülür? içindekiler SAĞLIK ESTETİK 60 İcer Cansu IŞIKOĞLU / Altunizade Polikliniği Diş Hekimi Diş hekimliğinde Estetik, Dental Lazer ve Implant tedavileri İnsanoğlunun varoluşundan bu yana en büyük kaygılarından biri güzel görünmek oldu. Diş estetiği ise bu güzelliğin önemli parçalarından biri.” HOBİLERİMİZ 64 Av. Mehmet Fatih ÇAKIR / Fotoğraf Sanatçısı Fotoğrafta Dijital Devrim. Her devrim de öyle sesli, gürültülü olacak değildir. Bazı devrimler sessiz, sedasız gerçekleşiverir de farkına varmayız. FARK YARATANLAR 67 Özge GÖRÜR EROĞLU Dansın Prensi Tan Sağtürk’le Kıssadan Hisseye... Baleyi Türkiye’ye sevdiren adam O! Balet ve Kareograf olarak şüphesiz Türkiye’de ilk akla gelen isim Tan Sağtürk’le konuştuk. MÜZİĞİN USTALARI 74 TurkGüven TÜRKELİ Bir dalda iki kiraz.. Biri, klasik eğitimlerini gençlikleriyle yoğurarak ortaya farklı ve nefis bir oluşum çıkarmış bir topluluk...Diğeri, saçlarındaki aklarla gönüllerdeki pası ak pak etmiş bir bestekâr... GEZDİK...GÖRDÜK...YAZDIK... 77 Ömer BEHAR Güzel Atların Ülkesi Kapadokya... Kapadokya topraklarında yeşerttiği medeniyetler gibi tüm asaletiyle bakıyor dünyaya.Huzur ve barış birlikte yaşattığı dinler gibi hoşgörüyle gülümsüyor evrene. Doğa ve insanın ele ele vererek yarattığı ruhuyla dokunuyor tüm ziyaretçilerine. Tarihin değerlerini bugüne taşıyan ve gelecekle de buluşturacak olan Kapadokya, Dünyanın sayılarla ifade edilmeyen harikası. MODA >Faik Sönmez’de 2O11 Şık ve Göz Alıcı >Hotiç’le romantik bir yaz >Sarar Kadını güneşi kucaklıyor 80 MODA 82 2O11 Ilkbahar – yaz modası Orka Grubun tekstildeki üç dev markası 2011 ilkbahar ve yaz koleksiyonları hazır! MARKA KİŞİLER 86 Ali GÖLÜKCÜ Süleyman Orakçıoğlu’ndan Başarıya Giden Yol... Tekstil ve Konfeksiyon devi olan,Orka Grup Başkanı Süleyman Orakçıoğlu ile geçmişini ve bugünlerini konuştuk... İŞ YEMEĞİ 93 Burcu YAZGAN Bu masada önemli olan yemek değil, sizin iletişim becerinizdir. SPORTİF 94 Mehmet YILMAZ / Futbol Extra Dergisi Yazarı Para peşin, yuvarlak meşin, Kombine Bilet... Kombine bilet satışı ile kulüpler hasılat sıkıntısın epey hafifletmiş oluyorlar. Çünkü hizmet peşinen satılıyor ve bu da garanti taraftar anlamına geliyor. TEKNOLOJİ 96 >Blu-ray, Yüksek çözünüm... >Şifre Seçimi Yaparken... KİTAPÇI 100 Osmanlının Batı Yakası: Bosna Yazarı: Hüseyin Yorulmaz 3F Yayınları FİLM...MÜZİK...KİTAP... SERGİ... 104 >D&R book store en çok satanlar >Remzi kitapevi en çok satanlar >D&R en çok satan albümler VİZYONDAKİ FİLMLER >Gölgeler ve Suretler Tür: Dram, Politika >Saklı Hayatlar Tür : Dram / Politik >Gerçeğin Parçaları Tür : Dram, Gerilim, Gizem 106 editör altunizade Selda KAYA KAPANCIK Editör 3 AYLIK İŞ VE YAŞAM DERGİSİ Yıl: 1 Sayı: 1 MART - NİSAN - MAYIS 2011 ISSN: 0000 - 0000 SAHİBİ Rai Medya Reklam Yayıncılık Organizayon Prodüksiyon Tic. Ltd. Şti. İMTİYAZ SAHİBİ ve SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Recep BEHAR KOORDİNATÖR ALİ GÖLÜKCÜ EDİTÖR Selda KAYA KAPANCIK REKLAM GRUP KOORDİNATÖRÜ Özge GÖRÜR EROĞLU FOTOĞRAFLAR EDA EKİZ TASARIM Rai / İstanbul Creative Platform BASKI Mavi Ofset Etiket ve Matbaa San. Tic. ltd. Şti. Litros Yolu 2, Matbaacılar Sitesi Topkapı / İstanbul 0212 613 47 65 YAYIN Süreli yaygın yayın (3 aylık) YÖNETİM YERİ Sırmaperde Sokak, No:17, K:4, D:10, TR34662, Altunizade, Üsküdar, Istanbul Tel: (0 216) 474 10 79 e-posta: [email protected] www.altunizadedergisi.com © Rai Medya Reklam Yayıncılık Organizayon Prodüksiyon Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır. Altunizade Business & LifeStyle’ın isim ve yayın hakkı Rai Medya Reklam Yayıncılık Organizayon Prodüksiyon Tic. Ltd. Şti’ne aittir. Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, karikatür ve illüstrasyonların her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. İmzalı yazılardaki görüşler yazarlarına aittir. Okula ilk başladığınız günü hatırlıyor musunuz? Annenizin elini sıkıca tutup bırakmak istemezken nasıl da heyecanlıydınız. Ya ilk âşık olduğunuzda? Göz göze gelince heyecandan midenize kramplar girerdi, ama yine de ona bakmaktan kendinizi alıkoyamazdınız. İlk iş görüşmenizde sorulabilecek bütün soruları ve cevapları hesaplamıştınız, heyecandan dilinizin sürçmesi ve ağzınızın kuruması ise planlarınızda yoktu. Bekârlık sultanlıktır fikrine sırtınızı dönüp nikâh masasına oturduğunuzda tüm gözler sizin üzerinizdeydi, siz ise heyecanınızı belli etmemek için büyük bir gayret içerisinde gülümsüyordunuz. Oysa kim bilebilirdi masanın altında ayaklarınızın titrediğini. İlk çocuğunuzu beklemeye başladığınızda hayatınızın en büyük ve en uzun heyecanını yaşamıştınız, onu ilk kez kucağınıza aldığınızda duyduğunuz mutluluk ise her şeye değerdi. İşte biz de dergimizin bu ilk sayısını hazırlarken aynı duyguları yaşadık. Bulunduğumuz noktadan feyz alıp yeryüzüne açılan bir pencere olalım dediğimizde dergimizin ismi belli olmuştu; Altunizade… Kalemi elimize ilk aldığımızda korkuyla karışık bir heyecan duymuştuk. Nereden başlayacaktık, son noktayı nerede koyacaktık. Uzun toplantılar, kararsızlık anları, yorucu yazma ve görselleştirme süreçleri derken heyecanımız katlanarak çoğaldı. Baskıyla beraber elimize alıp dokunduğumuzda ise artık tek eksiğin kaldığını biliyorduk; sizlerle buluşmak! Ve işte Merhaba deme anı geldi. Yepyeni bir solukla karşınıza çıkarken heyecan ve mutluluğu bir arada yaşıyoruz. Güncel konular, finansal analizler, çarpıcı röportajlar, araştırma dosyaları, şık mekânlarda son yeme içme eğilimleri, günün modasına dair yepyeni ipuçları, kültür sanat dünyasından farklı haberler ve daha birçok alandan sizi hem zamana karşı zinde tutacak, hem de derinlemesine bir bakış kazandıracak içeriklerle dolu birinci sayımız artık huzurlarınızda! Altunizade adının nereden geldiği, İsviçre Bankaları’nın neden çekim merkezi olduğu, iş dünyasına önemli yenilikler getiren Ticaret Kanunu’nun derinlemesine analizi, Orka Grubu’nun başındaki isim Süleyman Orakçıoğlu’ndan başarının sırları, fotoğrafçılıkta yaşanan dijital devrim, iş yemeklerinin altın kuralları, Tan Sağtürk ve dans okulları ilk sayımızdan sadece birkaç başlık. Daha fazlası için sayfaları çevirmeye başlayabilirsiniz! İyi okumalar dileriz… Viral Reklam Nedir? Viral reklam, internet üzerinde büyük çoğunlukla görüntülü olarak, e-posta yolu ile veya video paylaşım sitelerinde, kullanıcıların ağızdan ağıza yöntemiyle yaydıkları... Bu yüzden de VİRAL yani virüse benzetilen kendi kendine yayılan yeni nesil bir reklam metodudur. Viral reklamlar üçe ayrılmaktadır. Biri, gerçekten son kullanıcı tarafından çekilen reklamlar... İkincisi, reklamı yapılacak firmanın kendisi tarafından çekilenlerler... Üçüncüsü ve en doğrusu, en etkilisi, bizim yaptıklarımız! masaüstü Akbank'tan Genç Klasik Müzik Sanatçılarına Destek Akbank “Türkiye Ulusal Gençlik Filarmoni Orkestrası”nın Öncü Sponsoru Oldu… Kuruluşundan bu yana bankacılık faaliyetlerinin yanı sıra sanatın birçok alanında yaptığı çalışmalarla ülkemizde kültür sanatın en büyük destekçilerinden biri olan Akbank, geleceğin başarılı sanatçılarının yetişmesine katkı sağlayacak “Türkiye Ulusal Gençlik Filarmoni Orkestrası”nın öncü sponsoru oldu. Sabancı Vakfı’nın katkılarıyla ve şef Cem Mansur yönetiminde İstanbul’da yaz dönemi çalışmalarını gerçekleştirecek olan Türkiye Ulusal Gençlik Filarmoni Orkestrası, İstanbul’da yaz dönemi vereceği konserden sonra yurt dışında da konserler verecek. Akbank’tan yapılan açıklamada; bankanın, yeni stratejileri doğrultusunda kültür sanat projelerinde gençlere yeni fırsatlar tanıma ve bu projeleri Anadolu’ya daha fazla yayarak daha geniş kitlelere ulaştırma kararı aldığı, etkinlikleri özellikle gençler ve üniversite öğrencileriyle buluşturmayı hedeflediği belirtildi. Bu hedef doğrultusunda klasik müziğe desteğini Akbank Oda Orkestrası konserlerinden farklı formata çeviren ve genç yeteneklerin gelişimine katkı sağlamak amacıyla Türkiye Ulusal Gençlik Filarmoni Orkestrası’nın öncü sponsorluğunu üstlenen Akbank, böylece Anadolu’nun birçok şehrinde eğitimini sürdüren başarılı gençlerin gelişimine katkı sağlamayı amaçlıyor. Akbank, ayrıca bu yıl 21.si düzenlenecek Akbank Caz Festivali kapsamında “Kampüste Caz” başlığı altında cazı Anadolu’daki üniversitelere taşırken, yaklaşık 40 yıldır 2 milyonun üzerinde çocuğa ulaşan Akbank Çocuk Tiyatrosu da Anadolu’nun birçok kentinde daha önce hiç tiyatro izlememiş çocukları tiyatroyla tanıştırmaya devam edecek. Divan Chocolat d'Origine Divan, dünyanın en iyi kakaolarını yüksek oranda kullanarak yarattığı Chocolat d’Origine serisinin yeni yorumu ile gerçek çikolata severlere doğal lezzetler sunuyor. Meze yiyecekseniz, Seastar1'e gideceksiniz... Beylerbeyi’nde şöyle Boğaz manzarasında keyif yaparak bir yemek yemek istiyorsanız, alternatif çok. Egzotik ülkelerde yetişen, dünyanın en iyi kakaolarının yüksek oranda kullanıldığı Chocolat d’Origine serisi, sizi daha önce keşfetmediğiniz, egzotik toprakların eşsiz tatlarıyla buluşturuyor. Cava, Gana, Madagaskar, Ekvator ve Dominik Cumhuriyeti gibi farklı coğrafyaların kakaolarıyla hazırlanan bu yeni seri, zengin ve özgün aromaları ile sizi kışkırtıcı bir lezzet yolculuğuna davet ediyor. Ancak, ağız tadıyla meze yiyelim derseniz, tek seçeneğiniz var; Seastar1. Boğaziçi kenarında, Beylerbeyi’nde, şık bir restoran. Adam gibi balık yemek istiyorsanız, adres burası. Ancak asıl ünü, mezelerinde. Özellikle yeşillikli mezelerde çok iddialılar. 45 çeşit meze arasından hangisini seçeceğinizi şaşırıyorsunuz. 18 çeşit organik otlardan yapılan salatadan birinin mutlaka sofranızda olması gerekiyor. Salata barını bilirdik ancak, Meze Bar’ıyla bu mekanda karşılaştık. Birbirinden değişik tadları, Boğaz manzarasının keyfiyle birleştiren Seastar1, dostlarınızla biraraya gelmeniz dışında, iş yemeklerinde farklı mekan ve tadları arayanlar için de harika bir adres. Uzak ülkelerin birbirinden leziz meyvemsi, baharatlı, çiçeksi tatlarından oluşan bu özel serinin bu seneki yıldızları % 40 kakao oranı ile Jivara, % 66 kakao oranıyla Equator, %64 kakao oranı ile Domican Republic, %68 kakao oranıyla Ghana ve %64’lük kakao oranıyla Madagascar. Yepyeni ambalajları ve yorumuyla Divan’ın bu seneki Chocolat d’Origine serisi, tüm Divan Pastaneleri’nde 55 gramlık tabletlerde satışa sunuluyor. Bu muhteşem lezzetlerin satış fiyatı ise sadece 6.95 TL. Exen İstanbul Sur Yapı imzasıyla Çamlıca Tepesi eteklerinde inşa edilen “Exen İstanbul”’, yatay bloklarındaki kat bahçeleri, Boğaziçi’nin muhteşem siluetinin izlenebileceği kule rezidansı, benzersiz sosyal ve teknolojik altyapısı ile hayallerdeki İstanbul’u şehrin merkezine taşıyor. Exen İstanbul’un yarısından fazlası, yatay binalardan oluşuyor. 1038 konutun bulunduğu projede; yatay binalar 11-15 katlı, 160 metre yüksekliğindeki kule rezidansı ise 44 katlı olacak. Her katta biraz genişleyen muhteşem Marmara Denizi ve Adalar manzarasına, yükseldikçe İstanbul Boğazı da eklenecek. Panoramik Boğaz manzaralı daireler, penthouse keyfi ve lüksü ile benzersiz olacak. Projede 36 m2’lik stüdyo dairelerden 355 m2’lik 4+1 dairelere kadar farklı konut seçenekleri yer alıyor. Çamlıca Tepesi eteklerinde, 155bin metrekarelik arazi üzerinde inşa edilecek Exen İstanbul’un daire fiyatları 172 bin lira ile 2.5 milyon lira arasında değişmektedir. Yatay bloklardaki her dairenin sahip olduğu kat bahçeleri; sakinlerine, yemek, sohbet ve kahve keyfini , yeşil ve maviyle iç içe göl manzarası eşliğinde yaşatacak. Hayatının büyük bölümünü işyerinde değil, evinde geçirmek isteyenler, Exen istanbul’un sağladığı home office yaşam imkanlarıyla bu planlarını gerçekleştirebilecek. Exen İstanbul’un dev rekreasyon alanında, göz alabildiğine uzanan bir korunun içinden geçilerek sosyal alanlara ulaşılacak. Yer altında çözümlenmiş kapalı otoparklar ve sosyal tesislerin dışında kalan açık otoparklar sayesinde, yaşam alanlarında tek bir araca bile rastlanmayacak. Suyun dinginliği ve yeşille mavinin sakinleştirici etkisi, büyülü bir atmosfer oluşturacak. Zen bahçesi, göleti, havuzları, fıskiyeleri, çocuk parkları, 1 kilometrelik bisiklet parkuru, mini futbol sahaları, fun golf sahası ile şehrin ortasında doğayla iç içe bir yaşam sunan Exen İstanbul, güneş panelleriyle ısınan havuzu sayesinde, bahar aylarında da açık havada yüzmenin keyfini yaşatacak. Pasta d'ALFREDO ürünleri şimdi Türkiye'de üretiliyor . Italyan Fettucci-ne’nin kralı adlan d’ALFREDO şimdi size daha yakın. İtalyan mutfak kültürünün en önemli unsurlarından olan makarnaya ve geleneksel kesimlerine kattığı özgün yorumlarla Pasta d’ALFREDO, öğünlerinizi ziyafete dönüştürüyor. Tamamı İtalyan bilgi ve teknolojisi ile tasarlanan ithal makinalarda Türkiye’de üretilmeye başlanan ve kısa zamanda beş yıldızlı otellerin ünlü şefleri tarafından da ilgi ve beğeni gören Pasta d’ALFREDO’nun özel ürünlerini şimdi Tüm illerde, Cafe, Restaurant, ve Oteller’de tadabilir ya da Macro Center, Metro, Üçler, Kiler, ve Bursa Özhan marketlerde ve kaliteli ürün satan yerel marketlerde bulabilirsiniz. Linguini, Fettuccini, Tagliatelle, Pappardelle, Ravioli veya Tortellini, çeşidiniz ne olursa olsun makarnanız Pasta d’ALFREDO olsun… Aynı Italya’da olduğu gibi 140 çeşit ürünü taze taze üretip siz lezzet severlerin tüketimine sunan d’ALFREDO’nun ürünleri %100 doğal ve şimdi size daha yakın. Durum buğdayı irmiği ve yumurtanın en güzel ve lezzetli karışımı olan d’ALFREDO ürünlerini 2 ila 6 dakika arasında evinizde; hem kendiniz, hem de sevdikleriniz için nefis makarnalar yapabilirsiniz. fuarlar Gerçek alıcıların fuarı ziyareti siparişleri artırırken, sektör mensupları fuarı ziyaret eden Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’dan Türk bayrağına geçişle ilgili sürecin uzatılmasını istediler. 315 firmanın katıldığı Avrasya Boat Show’u gezen Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, vergiler sebebiyle yabancı bayrak taşıyan teknelerin Türk bayrağı çekmesi için yapılan düzenlemeden 2009’da 12.000’in üzerinde tekne sahibinin yararlandığını, ÖTV ve KDV indirimi ile ilgili sürenin uzatılması konusunda kendilerine çok talep geldiğini söyledi. Konuya olumlu baktıklarını belirten Yıldırım, “Gerekli çalışma yapıldı. Karar Maliye Bakanlığı’ndan çıkacak” dedi. 300 milyon dolar değerinde tekne, yat ve ekipmanlarının sergilendiği Avrasya Boat Show’da 2.000 marka ziyaretçisiyle buluştu. Fuarda küçük, orta ve mega sınıfındaki 440 tekne sergilendi. Boat Show 2O11'de ziyaretçi rekoru kırıldı 12-21 Şubat 2010 tarihleri arasında CNR Expo Fuar Merkezi’nde düzenlenen Avrasya Boat Show, yoğun ilgi gördü. Avrasya Boat Show’u 5.600’ü yabancı toplam 128.540 ziyaretçi gezdi. Dünyanın karada yapılan 2.büyük tekne ve yat fuarı olan organizasyonda sektör, Türk bayrağına geçiş için 2009’da yapılan KDV indirimi ve ÖTV’nin sıfıra çekilmesini bir kez daha gündeme taşıdı. CNR, 24 Mart 2010, İstanbul- CNR Ekspo Fuarcılık tarafından DENTUR (Deniz Endüstrisini ve Denizciliği Geliştirme Derneği) desteğinde gerçekleştirilen Avrasya Boat Show katılımcılarının yüzünü güldürdü. Sektöründe liderlik bayrağını taşıyan markaların yeni ürünlerinin ilk kez tanıtıldığı Avrasya Boat Show’da ziyaretçiler; yüzen saraylardan sürat teknelerine, motor yat ve güç ekipmanlarından su sporları donanımlarına kadar pek çok ürünü inceleme ve siparis verme fırsatı buldular. Azimut, Chris Craft, Northstar, Jeaneau, Benetau, Princess, Absolute, Dominatör, Searay, Marquis, Rockharbour, Elan, Alson, Baveria, Galeon, Bayliner, Meridien, Hanse, Sessa, Lberty, Larson, Stingray ve Rinker fuardaki markalardan bazılarını oluşturdu. Milletvekilleri, T.C Denizcilik Müsteşarı Hasan Naiboğlu ve sektör temsilcilerinin katılımıyla 12 Şubat’ta açılan fuar 21 Şubat’ta denizcilerin geleneksel hale gelen korna sesleri eşliğinde kapandı. 4.Deniz Araçları, Ekipmanları ve Aksesuarları Fuarı 75.000 m² alanda 6 salonda düzenlendi. Dünyada karada yapılan ikinci büyük tekne ve yat fuarı olan CNR Avrasya Boat Show’a bu yıl sipariş patlaması oldu. Yerli yabancı 400 tekne ve yat üreticisinin bir ara- ya geldiği fuardaki teknelerin büyük bir kısmı satıldı. Fuarın sektöre 1 milyar dolar düzeyinde iş hacmi oluşturduğu tahmin ediliyor. Türkiye’de denizcilik sektörünün en büyük buluşması olan CNR Avrasya Boat Show 5. Deniz Araçları, Ekipmanları ve Aksesuarları Fuarı bu yıl da hedeflerinin üzerine çıktı. Bu yıl 12-20 Şubat 2011 tarihleri arasında İstanbul CNR Expo Fuar Merkezi’nde düzenlenen dev organizasyona sektör yoğun ilgi gösterdi. 250 milyon euro değerinde tekne, deniz aracı ve ekipmanın sergilendiği fuardaki teknelerin büyük bir kısmı alıcı buldu. CNR Avrasya Boat Show’a yurtdışından katılan firmalar ülkelerine iş bağlantılarıyla döndüler. İngiltere, Yunanistan, İtalya, Almanya ve Hollanda’dan gelen sektör firmaları fuarda Türkiye partnerlerini bulduklarını ve distribütör anlaşmalarını yaptıklarını belirttiler. Bu yıl fuarda göze çarpan önemli olgulardan biri de fuara katılan firmaların yer talebindeki artış oldu. Firma yetkilileri fuar komitesine, bir sonraki fuara daha fazla metre karelerle katılmak isteğinde olduklarını vurguladılar. Yurtiçi ve yurtdışından yoğun ziyaretçi talebiyle karşılaşan Avrasya Boat Show’a bu yıl 135 bin 234 ziyaretçi ilgi gösterdi. Fuara yurt dışından ziyaretçi gönderen ülkeler ise İtalya, Yunanistan, Almanya, İngiltere, Birleşik Arap Emirlikleri, Ukrayna, Bulgaristan, Suudi Arabistan ve Rusya oldu. Avrasya Boat Show’a ünlü isimlerden de ciddi ilgi gösterildi. CNR Avrasya Boat Show’u sanat, spor ve iş dünyasından çok sayıda ünlü ziyaret etti. Rahmi Koç, Ali Koç, Fedon, Oktay Kaynarca, Mustafa Sandal, Emina Sandal, Ece Uslu, Cansu Dere, Ata Demirer, İlhan Şeşen ve eski futbolcu Pascal Nouma CNR Avrasya Boat Show 5.Deniz Araçları, Ekipmanları ve Aksesuarları fuarını ziyaret eden ünlüler arasında idi. Fuar, 20 Şubat Pazar günü, denizcilerin geleneksel hale getirdiği korna sesleri eşliğinde sona erdi. HİZMETLERİMİZ Yurtiçi ve Yurtdışı Ekonomik Uçak Bileti Yurtiçi ve Yurtdışı Otel Rezervasyonları Kültür Turları Günübirlik Turlar Cruise Seyahatleri Yat Gezileri Alternatif Tatil Seçenekleri Incoming-Outgoing Vize Asistans Hizmetleri Organizasyon Bayi ve Seminer Toplantıları Rent a Car Hizmetleri Atatürk Mah. Gaffarefendi Sk. No:5 Kat:1/16 Ümraniye / İstanbul Tel: 0216 443 36 36 - 520 02 02 Faks: 0216 344 53 32 [email protected] kahve sohbeti Ali GÖLÜKCÜ Pazarlama tutkunu üst düzey bir yönetici, öğrenme hevesini hiçbir zaman yitirmemiş bir profesör, bilgiyi hayatının merkezine koyan bir insan… Çok uluslu firmalarla mücadele ederek markamızı yarattık. Hayat Kimya Genel Müdürü Prof. Dr. Orhan İdil kapılarını Altunizade’ye açtı, akademik hayattan iş dünyasına tüm soruları içtenlikle yanıtladı. Hayat Grubu’nun başındaki isimsiniz, aynı zamanda çok başarılı bir akademik arka plana sahipsiniz. İş ve akademik yaşam nasıl birlikte gidiyor? Ben zaten üniversitede asistan olduktan 2 ay sonra danışman olarak iş hayatına girdim. Asistan olduğumda Eylül ayıydı ve Kasım ayında da Dünya Bankası’nın danışmanı olarak şirketin organizasyon projesiyle iş hayatına başladım. O yüzden akademik kariyer ve iş hayatı birlikte gitti. Danışmanlık şeklinde yurtdışına gittim epey uzun yıllar yani toplam 7 yıl Almanya’da ve İngiltere’de kaldım. Orada da hem akademik hayattaydım hem de yine danışmanlıklar devam ediyordu. Sonra Türkiye’ye döndüm akademik hayatın yanında bu kez danışmanlık ve yöneticilik de yapmaya başladım. Ve üniversitede 25 yılı doldurunca bu kadar iş bir arada gitmediği için emekliliğimi istedim ve yöneticilik devam etti. Peki Hayat Holding’le tanışma süreci emeklilikten sonra mı? Prof. Dr. Orhan İdil ile Genel Koordinatörü olduğu Hayat Holding’i konuştuk. Hayat Grubu’nun patronu benim 12 yaşından beri arkadaşım. Yani İstanbul Alman Lisesi’nde sıra arkadaşıydık, yani o kadar yakındık ondan sonra da zaten görüşüyorduk. Hayat Grubu’nda ilk önce ahbap ve danışman olarak gidip gelmeye başladım. Ondan sonra da yönetici oldum. Ama o zaman üniversitede 25 yılım dolmamıştı, bir süre ikisi birlikte devam etti. Ama ders saatlerini bayağı sıkıştırmıştım, yurtdışı seyahatlerim çok fazlaydı. Yani bu kadar yoğunlaşınca işler zor olmaya başlamıştı, ondan sonra da sadece yöneticilik oldu çünkü burada da işler çok büyümeye başlamıştı. Aşağı yukarı 3 yıldır her kimyadan bir hayat kimya daha koyduk yani devamlı duble ettik. O yüzden işler çok büyüdü. Yani krizlerden mi büyüdü işler? Krizlerden biz fazla yararlanmadık aslında yani normal zamanlarda daha iyi oldu. O zaman istikrar size göre? Tabi krizlerde mesela 2001 krizinde bizim ekstra krizimiz vardı çünkü çocuk bezi, hijyenik ped tesisi yandı. 8 Ocak’ta o yandı, 21 Şubat’ta da Türkiye’de kriz patladı. O dönem biz bayağı mağdur durumdaydık. Ürün grupları bazında değerlendirirsek Hayat Grubu çok zorlu bir alanda faaliyet gösteriyor. Ama son yıllarda önemli markalar yarattı ve kayda değer adımlar attı. Bu başarıyı yaratan etkenler nelerdir? Şimdi bizim esas olan üç alanda faaliyetimiz var deterjan, çocuk bezi-hijyenik ped yani hijyen kategorisi diyoruz, ona bir de temizlik kağıtları eklendi. Her üç kategoride de bizim ana rakiplerimiz çok uluslu büyük firmalar ve onların dev markaları oluyor. Biz bu firmalarla mücadele ederek markalarımızı yarattık. Baktığınız zaman onların araştırma geliştirme faaliyetleri Türkiye’de hiçbir firmada yoktu. Çünkü dünya üstünde kapasiteye sahip olmak lazım ki o olabilsin. Tabii onların mali güçleri de bizde yok. Fakat biz bir şeyden yararlandık; o da bilgi. Bilgi herkese açık ve biz dedik ki onların ölçüsünde kaliteli bir ürün yapacağız, fiyat olarak da mümkün olduğu kadar uygun fiyatlı ürünler yapacağız. Ama bunları onlar da yaptılar, onların da yaptıkları ürünler kaliteli. En son geçen sene fiyat araştırıyorlardı bizim altımızdaki yerine göre fiyatlar olabildi. Yani artık fiyat da Türkiye’de bir rekabet unsuru olmaktan çıktı. Ama biz esas olarak pazarlama bilgisini çok iyi kullandık. Çünkü biz geldiğimizde mesela hijyenik pette rakip hem jenerik markaydı, hem de pazar payı %80’in üstündeydi. Çocuk bezinde %60’ın üstündeydi. Şimdi oraya gelip de daha ucuz bir ürün yapayım ve daha az geliri olanlara satayım diye bir şey olamaz çünkü zaten dar gelirli olanlar da o ürünü alıyorlar. Bu nedenle biz çeşitli pazarlama teknikleri kullandık. Delikanlı kızlar konseptini yarattık, duygusal faktörlere, değişik segmentasyonlara yönelik bazı pazarlama teknikleri kullandık. Ve hala kullanmaya devam ediyoruz çünkü başka türlü rakiplerle baş etmek zor. Ben o yüzden tamamen bizim pazarlama uygulamamıza pazarlama bilgilerimize dayandırıyorum. Molfix ve Molped gibi markaları yarattınız, sizce bir markanın marka kimliğini koruması nelere bağlı? Bir kere uygun bir marka kimliği yaratmanız lazım. Onda da çok derin çalışmalara gerek duyuluyor. Daha sonra bu marka kimliğini algılatmanız lazım, marka imajı diyoruz yani kimliğini ben yaratırım ama markanın müşterilerinde o imajın olması lazım ki işe yarasın. Bu da reklamlar ve halkla ilişkiler kampanyalarının da dahil olduğu çeşitli iletişim araçlarıyla sağlanıyor. Tabii ambalajın rengi, ambalajın üzerindeki desenler, reklamda kullanılan arka fonlarda burada çok önemli. Sürekli bir değişkenlik içinde olmamak gerekir. Mümkün olduğu kadar sürekliliğin sağlanması ve iletişim faaliyetlerine bütçe ayrılması gerekir. Yurtdışı yatırımlarınızı yaparken nelere dikkat ediyorsunuz? Holding olarak Mısır, Libya, Suriye gibi Orta Doğu ülkelerinde yatırımlarınız var mı? Yurtdışı yatırımları yaparken tabii maliyete dikkat ediyoruz öncelikle. Yani bir ülkeye nakliye ücreti fazlaysa ihracat yaptığınız zaman pahalı olur. Gümrük vergilerine dikkat ediyoruz. Bitmiş üründe gümrük vergisi yüksekse o vakit yerli üreticilerle rekabet edemezsiniz. Bunun dışında potansiyele bakıyoruz, pazarda acaba rekabet ettiğimiz çok uluslu firmalar ne ölçüde, hâkim ve ülkenin potansiyeli ne kadar gibi. Şu anda bizim yurtdışı yatırımlarımız Ukrayna’da var. Grup olarak bakacak olursak yani Kastamonu’yu da içine katacak olursak Romanya’da, Bulgaristan’da, Bosna’da ve Cezayir’de var, Mısır’da yeni başladı. İran’da da bir kısmı çocuk bezi, bir kısmı temizlik kâğıtları üzerine olacak olan yatırımımız önümüzdeki ay tamamlanacak. Peki, yatırım yaptığınız ülkedeki bir kargaşa durumuna karşı nasıl tedbirler alıyorsunuz ne yapıyorsunuz? Herkesin yaptığını yapıyoruz. İşte mesela Mısır’da, biz tam oraya gitme arifesindeyken bu olaylar patladı, dolayısıyla gidilmedi ve bazı şeyler geri kaldı. Ama ortalık biraz düzelince tekrardan başlandı. Çünkü sürekli bir kargaşa olmuyor, bir yerde olduğu zaman durup ondan sonra tekrar devam etme yoluna gidiyoruz. Şimdi Cezayir’de birkaç fabrikamız var; deterjan, çocuk bezi, hijyenik ped fabrikalarımız var. Cezayir’de olaylar olduğunda işçiler gelemediği için bazı gece vardiyaları çalışmadı, ama onun dışında bir engel olmadı. Şimdi de devam ediyor çalışmalar. Tabii istikrar en iyi şey. Genelde Avrupalı yatırımcılar başka ülkeye yatırım yapacağı zaman önce istikrara bakıyorlar. Biz de ise ikinci planda bırakılıyor ülkedeki istikrar. Bana göre şundan oluyor; şimdi baktığınız zaman çokuluslu firma birçok yerde yatırım yapabiliyor, Avrupa’da ürün satabili- yor, Amerika’da ürün satabiliyor, herhangi bir ülkede olabiliyor ama bir markanın değerleri arasında ülke değeri diye bir şey de var. Herhangi bir ürün olduğu zaman kullanırken bu Amerikan malı, bu Alman malı dersiniz ama bu işte Türk malı, bu başka bir ülke malı da diyebilirsiniz. İkisi arasında bir şey oluyor, Amerikan malı Avrupa’da hemen kabul görür de, Türk malının Avrupa’da kabul görmesi kendi markasıyla biraz zor. Ama üretim kolay mesela televizyonda çok büyük üretimler yapılıyor, arabalarda da yapılıyor gidiyor ama Türk markasıyla olması zor. O açıdan biz bir yerde de mecburuz daha gelişmekte olan pazarlarda yatırım yapmaya, oralarda pazara hâkim olmaya. Biraz da zorunluluktan oluyor bu. Önümüzde zor bir seçim dönemi var. Sizce seçim öncesinde ve sonrasında Türkiye hangi ekonomik gelişmelere gebe? Ekonomide yaşanabilecek değişimlere yönelik öngörüleriniz neler? Her seçim döneminde olan şeyler oluyor. İlk başta biraz para bollaşır seçime kadar, ondan sonra seçimi kim kazanırsa kazansın bu sefer o para biraz geri çekilmeye çalışılır. Onun arkasından biraz daha enflasyon olur çünkü. Yani Hazirana kadar bu şekilde devam eder. Haziran’dan sonra parasal kısım biraz daha ağırlaşır diye düşünüyorum. İyi bir satranç oyuncusu olduğunuzu öğrendik satrancın iş yaşamınıza katkıları oldu mu? Muhakkak. Aslında satranç da pazarlamada kullanılan oyun teorisi denilen şeyin bir uygulaması ve burada yine oyuncular var. Pazarlamalarda yalnız ne yaparsanız, karşınızdaki ne yapar, karşınızdaki ne yapınca sizin ne yapmanız lazım ve bunlara göre en uygun stra- kahve sohbeti tejilerin belirlenmesi oyun teorisinde de söz konusu satrançta da öyle. Ve iyi bir satranç oyuncusu denir ki, ben hiçbir zaman öyle değim yani iyilerden bahsediyorum, dünya çapında olanlar 7 hamle sonrayı görebiliyor. 7 hamle derken sizin her adımınız 1 hamleye karşıdır, karşınızdakinin 16 tane farklı hamlesi olabilir. 16 hamlesine karşı sizin bu sefer 16 yani düşünün 16 çarpı 16 böyle bir üstler şekilde gidiyor. Dolayısıyla bu şekilde düşünmeye alışmış birisi de fiyatları artırırsam rakip fiyatları aynı tutabilir, azaltır reklam yapar promosyon yapar, şunu yapar bunu yapar, bütün bunları düşünür ve ona göre hareket eder. Bunun da büyük yararları var tabii. vamlı çalışarak yaptım. Çalışırken de geceleyip sabahlayan bir öğrenci değildim. Çalışma tekniğini iyi bilirdim, sistemli çalışırdım ve çalışmaya da hep devam ettim. Şimdi de yine aynı şeyi yapıyorum. Profesörüm ve bu kadar yıl iş tecrübem var, dediklerime karşı çıkmazlar diye düşünüp işi bırakmıyorum, devamlı kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Satranç dışında keyif aldığınız, sizi iş yaşamında motive eden bir uğraşınız var mı? Yurtdışında London Business School da dünyaca tanınan pazarlama profesörü A.S.C Ehrenberg ile birlikte çalıştınız. Bize biraz o dönemdeki çalışmalarınızdan ve profesörden bahsedebilir misiniz? Satranç dışında gitar çalarım ve esas benim en çok zamanımı alan, hem de işe direk katkısı olan pazarlama literatürünü takip etmektir. Günümün 2-3 saatini hep en son pazarlama gelişmelerini takip etmekle geçiririm, yurtdışı yayınlarını izlerim. Bu benim hobim olmuş durumda, çünkü pazarlama çok hızlı değişiyor, sürekli çeşitli ülkelerde çeşitli araştırmalar yapılıyor onların sonuçları uygulanıyor. Onlardan belirli uygulayabileceğimiz şeyleri buraya adapte etmeye çalışıyoruz. Kendinizi tanımlayabileceğiniz sözcükler, sizi iş hayatınızda zirveye taşıyan özellikleriniz sizce neler? Zirve çok iddialı. Öyle bir şey düşünmüyorum en azından bu hayatın içinde olmama neden olan diyelim. Kendime devamlı bir hedef koydum ve koyduğum hedefe gitmeye çalıştım. İşi şansa bırakmadım, çalıştım. Mesela benim bulunduğum sınıfta Almancası çok iyi olan Türkler vardı ve çok daha yüksek oranda Alman vardı, ben son yılda üçüncü olarak bitirdim Alman Lisesi’ni ki çok zor bir okuldur. Birinci ve ikinci Almanlardı. İktisat Fakültesi’ni üniversite sınavında kazandım. Girerken dördüncü sıradaydım fakat bitirirken birinci sıradaydım. Yani de- Genç bir girişimciye sadece 1 nasihat verseniz ne derdiniz? Bilgiye önem ver derdim. Yani mesela tecrübe fonksiyonel çalışma, onlar herkesin yapabileceği şeyler ama Türkiye’de eksik olan şey bilgi. Ehrenberg, pazarlama alanında çok tanınmış bir isim. Esas olarak istatistik profesörü ama istatistikçiler zaten pazarlamada ana teorileri bulan kişiler oluyor. Ehrenberg’in kendi kurduğu bazı kuramlar var, bazı pazarlama teorileri de var, British Petrol gibi çok önemli şirketlere danışmanlık yapıyordu. Amerika’dan reklam firmaları gelip ondan danışmanlık alıyorlardı. Ben de onunla 1 yıl çalışma zevkine sahip oldum, danışmanlıklarında elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştım. Dünya çapında bir kişiydi ama maalesef geçtiğimiz ağustos ayında vefat etti. Holdingin yönetim merkezi Altunizade’de bulunuyor. İş dünyası için önemli bir çekim merkezi burası. Sizin bu bölgeye yönelik değerlendirmelerinizi alabilir miyiz? Bizim buraya gelmemiz şans eseri, daha önceki iş yerimiz Yenibosna’daydı, deterjan fabrikasının üstünü büro olarak kullanıyorduk. Daha dar bir alandı ve şirketin sahibi, oğlu ve benden oluşan yönetim kurulu epey zor bir trafikten hep şikâyetçiydik. Bu arazi de zaten bizimdi, otopark olarak kullanılıyordu. O açıdan buraya gelmek zaten bizim için imkân dâhilindeydi. Şimdi tabi birçok kişi için burası gelip gitme açısından daha iyi oldu, bina tabi oraya göre çok daha geniş bir bina, aşağıda boş tuttuğumuz katlar vardı onlar doldu zaman içinde. Bir de tabi artık yavaş yavaş iş hayatı Anadolu yakasına doğru kaymaya başladı. Burası hem Anadolu yakasında oluşuyla hem de köprüye yakınlığı nedeniyle uygun bir pozisyona sahip. arasıra yazıları Nazmiye ŞERALİOĞLU Hafta sonunu beklemek Yaşamınızı yönetip, “şimdi” “şu an”ın keyfine varın! Zaman çizgisi, an ile geleceği birbirine bağlar... Zaman çizgisi olmasaydı, her şey her yerde olmaz, her şey, her yere dağılmaz mıydı? Noktalar, bir düzlemde birleşirken, beklemek edimi, sonsuz bir eyleme işaret eder. Zamansız bir uzamda salınan bu edim, pasif duygu çağrışımları uyandırır. Oysa beklemek tamamıyla salt bir gerçeği hedefliyor: Arzu edilene ulaşmak için, doyasıya varmak isteği. “Beklemek”; bir iş oluncaya, biri gelinceye değin bir yerde kalmak, durmak. “Beklemek” ediminin diğer bir tanımı ise, “bir şeyi, gözetmek, korumak, muhafaza etmek” anlamını taşıyor. “Hafta Sonunu Beklemek” işte benliğimizdeki bu koruma içgüdüsüne delalet. Hafta sonunu beklerken, içimizde, iliklerimizde, hafta sonunun gelişini yaşatmamız da, ona sahip çıkıp, kollama isteğimizden kaynaklanmıyor mu? Beklemek bir süreç… Bu süreç, çoğu zaman pazartesi sabahın 6’sında çalan saatin sesiyle birlikte göz kapaklarınızın gün ışığına direnme çabası ile başlayıp, cuma akşamı mesai bitimine kadar sürüyor. Tabii eğer ki, cumartesi ve pazar günleri çalışmayan şanslılardansanız. Çıkılan kısa rotalı bir yolculuk, sımsıcak aile toplantıları, bitmek bilmeyen eş dost, arkadaş sohbetleri, izlenen keyifli bir film, sahilde güzel bir yürüyüş... Listeyi pekâlâ uzatabiliriz... Sadece “bir hafta sonu”na “bir dünya” sığdırabiliriz. Peki, ama ya diğer günler! Hafta sonunu istediğimiz güzellikte geçirsek de geçirmesek de yeni bir haftaya başlarken bir şey olur. Ayaklarımız geri geri gider. Bir keyifsizlik başlar. Çalışmak istemeyiz. Buna da bir geçiş günü olması nedeniyle “pazartesi sendromu” deriz. Ama artık pazartesi sendromunu, salı depresyonunu, çarşamba melankolisini bir kenara bırakmanın vakti geldi. İş yoğunluğundan, uzun çalışma saatlerinden muzdarip her birey, silkinip kendine gelmeli. Modern dünyanın gerçeğiyle yüzleşmeli. Günümüzde yaşam, düne oranla çok daha hızlı. Dünya ‘küresel bir köy’ halini alalı, bu köy hakkında sayısız kelam edileli yıllar oldu. Dünyanın bir yerinden diğer bir yerine ulaşmak, daha önce hiç bugünkü kadar kolay olmamıştı. Oysa bugün, İstanbul’da akşam iş çıkış saatlerinde bir yakadan diğerine ulaşmaya çalışmak, tarifi zor, meşakkatli bir süreci kapsıyor. Yaşam, beklemekle geçiyor... Vapur beklemek, baharın gelmesini beklemek, gecenin geçmesini beklemek, başka bir yerde yaşamayı beklemek, anlaşılmayı beklemek... Bazen beklemek, yaşamı ertelemekten başka bir anlam ifade etmiyor.. Ve çoğu zaman, beklemek ya da “ertelemek”, zamanla işbirliğine girilen bir öz ihanet biçimi halini alıyor. Edindikleriniz ve umduklarınız, eksilişimizi anlatıyor. Beklemek yaşam, yaşam beklemek oluyor. Ancak buna izin vermemek pekâlâ mümkün. Hayal kurmayı ihmal etmeden an’ı yaşamak, sonraki günü düşünürken bugünü ıskalamamak sizin elinizde! Yaşamınızı yönetip, “şimdi” “şu an”ın keyfine varın! Zaman kategorilerini, gün ve saatleri düşünmeyi bırakıp, yaşamınızda kaliteli iz’ler yaratın.. Unutmayın, keyifle geçen her yeni gün, keyifli hafta sonlarını işaret eder. Ve o işaretler, bir çizgi olup size yepyeni rotalar, kurulacak yeni düşler belirler. Semtlerin öyküsü onu var eden insanlarla yazılır. Fotoğraf: Soner Dinçer semtimiz Altunizade... Selda KAYA KAPANCIK İş Dünyasının Seçkin Adresi: Altunizade Bir Semtin Kahramanı: Altunizade İsmail Zühtü Paşa Bir şehir… Sarayları, köprüleri, boğazıyla bir düş bahçesi… Ve o düş bahçesinde açan nadide bir çiçek; Altunizade… İstanbul’un Anadolu yakasında eski bir mahalle Altunizade… Bir zamanlar çok daha geniş olan sınırları bugün Tophanelioğlu, Kısıklı, Barbaros, İcadiye ve Selimiye mahalleleri arasında çiziliyor. Altunizade’nin tarihine bakmak için önce Üsküdar’a bakmak gerek. Kalkedonyalıların tersanelerinin bulunduğu Üsküdar, M.Ö. XI. yüzyıldan itibaren yerleşim alanı olarak kullanılmaya başlanır. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan önemli bir liman ve ticaret merkezi olur. Yerleşim alanı olarak genişlemeye ise Kanuni Sultan Süleyman devri ile başlar. Ancak Altunizade ondan yıllar sonra yerleşim yeri haline gelir. Çevresindeki diğer mahalleler gibi o da önce yazlık köşklerin bulunduğu sayfiye alanı olarak başladığı yolculuğunda zamanla kalabalıklaşmaya, kalabalıklaştıkça yapılaşmaya başlar. Özellikle 1970’lerin başında Boğaziçi Köprüsü’nün hizmete açılmasıyla Altunizade önemli bir merkez ve kavşak noktası haline gelir. Tarihi semtin isminin öyküsü de kendisiyle aynı zamana dayanır. Sultan Abdülmecid ve Abdülaziz’in saltanatları sırasında önemli görevler almış başarılı bir devlet adamı olan Altunizade İsmail Zühtü Paşa semtin isim babası. Yaşadığı dönemde şimdiki şantiye şefliği anlamına gelen bina emini olarak görev yapan İsmail Zühtü Paşa’nın geçmişi tarihi zatlara ve olaylara uzanır. Yavuz Sultan Selim ve ordusuyla birlikte Amasya’dan İstanbul’a gelen Şeyh İbrahim Tennuri, Eğrikapı semtinde Avcılar mahallesine yerleşir. Tennuri bir müddet sonra Kayseri’ye döner, fakat en büyük oğlunu yanında götürmeyip, yedi tepeli şehirde bırakır. Altunizade ailesinin İstanbul’a ilk defa yerleşmesini sağlayacak olan da bu zat olur. Yaşanan bu hadiseden beş nesil sonra İsmail Zühtü Paşa dünyaya gelir. Babası Altuncu Hacı Ali Efendi, altuncu varakçılar kâhyasıdır, aynı zamanda altmış dört gemisi olan ve Mısır’la kereste ticareti yapan varlıklı bir kimsedir. İsmail Zühtü Paşa da Fatih Kurşunlu Medresesi’nden mezun olduktan sonra babasının yanında altun varakçılık, hattatlık, nakkaşlık ve bina işlerini öğrenerek birçok alanda tecrübe sahibi olur. Hacı Ali Efendi’nin 1829 yılında vefatından sonra ise tamamen bu alanda çalışmaya başlar. Daha genç yaşta önemli sorumluluklar üstlenen İsmail Zühtü Paşa’nın devletle ilişkisi ise ilk olarak Sultan II. Mahmut‘un huzuruna çıkmasıyla başlar. Komşusu Serasker Hüsrev Paşa ile birlikte devletten alacağı otuz bin lira navlun borcunu hazineden tahsil etmek için Sultan’la konuşur. II. Mahmut, sohbetleri esnasında Altunizade’nin bina işleriyle ilgilendiğini öğrenir ve onun Enderun’a kaydolmasını ister. İsmail Zühtü Paşa, Sultan’dan aldığı destekle Enderun’da iki yıl eğitimine devam eder ve 1831 yılında bu saray okulundan mezun olur. O dönemde inşa edilmekte olan Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i Sultani’nin (şimdiki Galatasaray Lisesi) nezareti ile kendisine ‘’bina emini’’ unvanı verilir. Yedi cihana hükmetmiş Osmanlı Devleti’nin dağılma döneminde II. Mahmut’ tan sonra tahta Abdülmecit geçer. Yeni sultan birkaç yıl sonra Dolmabahçe Sarayı’nın yapımını başlatır. Ermeni olan Garabet Amira Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından 1843 yılında yapılacak sarayın bina eminliği görevi de Altunizade İsmail Zühtü Paşa’ya verilir. Verilen bu görevi oldukça önemseyen İsmail Zühtü Paşa işini aksatmamak için ticaret filosunu satar ve sadece inşaat işleriyle ilgilenmeye başlar. Dolmabahçe Sarayı’nın yapımı 1855 yılında tamamlanır. Herkesi kendine hayran bıraktıran saraydan sonra İsmail Züh- semtimiz Altunizade... Fotoğraf: Eda Ekiz tü Paşa’nın inşaat işleri yine devam eder. Zeytinburnu Fişek Fabrikası ile Paşabahçe Şişe, Mum ve Kâğıt Fabrikası’nın yapımında bulunur ve buradaki başarılarından dolayı kendisine “ûlâ sanisi” rütbesi ile Dar-ı Şurayı Askeri azalığı verilir. Çalışkanlığı ve dürüstlüğünden dolayı İsmail Zühtü Paşa’ya verilen unvanlar ve mükâfatlar bununla da kalmaz üstelik. Mimar Ağalığı unvanının yanında, 1858’de Ziraat Meclisi Azalığı, 1859’da Nafia Meclisi Azalığı ve 1860’da Askeri Şura Azalığı görevleri de kendisine verilir. 1861 yılına gelindiğinde ise Sultan Abdülmecit’in yerine Sultan Abdülaziz geçer. O dönemde, Ermeniler kendileri için Çamlıca’nın eteklerindeki sayfiye alanına bir yerleşim merkezi kurmak isterler ve bu isteklerini padişaha heyet göndererek iletirler. O da kabul eder. Fakat padişahın çevresindeki insanlar bu güzel sayfiye yerinin Ermenilere verilmesinin doğru olmayacağını savunurlar. Sultan Abdülaziz söylenenlere hak verir ama sözünden de vazgeçemeyeceği için başka bir çözüm yolu düşünür. Ve kısa sürede bulur. Altunizade İsmail Zühtü Paşa’yı çağıra- rak, burada bir cami yapmasını ister. İsmail Zühtü Paşa bunun üzerine hemen cami inşaatını başlatır. Ermeniler’e ise daha aşağı kısımlara yerleşmek düşer. Sultan Abdülaziz hem Ermenilere bir yer sağlamış olur, hem de çevresindekileri kırmamış. O bölgeye yapılan cami de işin cabası olur. İsmail Zühtü Paşa, bölgeye kendi adını verdiği cami ile birlikte, hamam, muvakkithane, akaret dükkânları, çeşme, sıbyan mektebinden oluşan bir külliye yaptırır. Bu yapıların bir kısmı harabe bir halde günümüze kadar ulaşırken bir kısmı yok olur. Sultan Abdülaziz ile İsmail Zühtü Paşa’nın arası ise bir süre sonra bozulur. Altunizade İsmail Zühtü Paşa, Koşuyolu’nda kendisine çok güzel bir köşk yaptırır. Yapı olarak Küçüksu kasrını andıran köşkün harem ve selamlık kısımları birbirine köprüyle bağlıdır ve dış süslemeleri ile oldukça görkemlidir. Zamanla köşkün namı dilden dile dolaşır. Ve bir gün Sultan Abdülaziz huzuruna İsmail Zühtü Paşayı çağırıp, köşkün sultanlara layık olduğunu, bu nedenle ken- disine verilmesi gerektiğini ima eder. İsmail Zühtü Paşa özene bezene yaptığı köşkünün elinden alınmasına çok içerlenir. Ama daha sonra külliyenin olduğu yerde yeni bir köşk yaptırır. İsmail Zühtü Paşa’nın köşkünü alan Sultan Abdülaziz ise o çok beğendiği köşkü yıktırıp bugüne dek gelen Adile Sultan Kasrı’nı inşa ettirir ve annesi Pertevniyal Valide Sultan’a armağan eder. Cumhuriyet öncesi ve sonrasında Validebağ Kasrı ya da Validebağ Sarayı adıyla anılan yapıya 1933’lü yıllardan sonra, Adile Sultan Kasrı adı verilir. Tarihi yapı ilk zamanlarında kız çocukları için başlatılan eğitim çalışmalarına ev sahipliği yapar. Savaş yıllarında öksüz çocukların barınağı, eğitildiği bir kurumken, cumhuriyet sonrası hasta öğrenci ve öğretmenler için bir sağlık ve eğitim kurumu işlevini üstlenir. 1970’li yıllarda Rıfat Ilgaz’ın unutulmaz eseri Hababam Sınıfı serisinin çekildiği Adile Sultan Kasrı, bugün ise Öğretmen Evi ve Kültür Merkezi adıyla, kültürel ve sosyal faaliyetlerin yaşandığı bir mekân olarak varlığını sürdürüyor. semtimiz Altunizade... Altunizade İsmail Zühtü Paşa’nın ikinci köşkü de ilki gibi bugüne kadar gelmeyi başaramaz ama ona göre çok daha uzun ömürlü olur. İlk köşkü güzelliği nedeniyle elinden alınan Paşa ikinci köşkünün dış cephesini bezemesiz yapar. Yeni köşkünde bu kez iç bezemelere daha çok özen gösterir. Bu nedenle köşkün dışı oldukça sade iken, içi son derece süslü ve göz alıcıdır. Üç katlı köşkün on sekiz odası, üç salonu, altı sandık odası ve altı tuvaleti vardır. Yapının her katında büyük odalar binanın dört köşesine yerleştirilir, daha küçük odalar ise büyük odaların arasında bulunur. Cumhuriyet döneminde ressamlar, yazarlar, şairler bu köşkü mesken tutar. Ressam Fikret Mualla, ünlü ozan Nazım Hikmet ve daha birçok sanatçı burada yaşar. Ressam Muazzez Bey burada Karagöz ve Hacivat oynatır, Arif Dino ise çocuklara resim dersi verir. Gazi Terbiye Enstitüsü öğrencileri tiyatro oyunları sergiler. Yeni Adam Gazetesi bir dönem yönetim yeri olarak burayı kullanır. Bestekâr Yesari Asım Arsoy gelip şarkılar söyler, ortaoyuncusu İsmail Dümbüllü gösteriler yapar. Can Yücel’in babası Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel de sık sık köşkü ziyaret eder. Bir diğer de- yişle Altunizade İsmail Zühtü Paşa’nın köşkü İstanbul’da kültür ve sanatın nabzının attığı mekânlardan biri olur. Ama o da zamana yenik düşmekten kurtulamaz. En son harap bir haldeyken yeniden yapılması amacıyla yıkılır. Ama on yıl boyunca bir gelişme olmaz. 2001 yılında ise İsviçre Hayat Sigorta tarafından alınarak aslına uygun olarak ve çağın teknik donanımı eklenerek yeniden inşa edilir. Sultan Abdülaziz ile İsmail Zühtü Paşa’nın ilişkisi bu köşk olayı ile son bulmamıştır. Sultan, görevlerinden ayrılan İsmail Zühtü Paşa’yı bırakmak istemez. Bugün İstanbul Üniversitesi ana binası olan, o zamanın Harbiye Nezareti olarak planlanan yapının inşasında ‘bina emini’ olarak yine İsmail Zühtü Paşa’nın görev almasını sağlar. Serasker Namık Paşa aracılık yaparak Paşa’yı bu yeni görev için ikna eder. İsmail Zühtü Paşa’nın yaptıkları bu kadarla da sınırlı değildir. İlerlemiş yaşında hayır işlerine adar kendini. 1874 yılında Kaşgar elçisi Yakup Han’dan Kaşgar’da kütüphane olmadığını öğrenir ve derhal bir arazi aldırıp üzerine kütüphane inşa ettirir. 1876’da Balkanlarda çıkan harbe giden üç taburluk as- kerin top, tüfek, cephane, yiyecek, içecek ve giyimin de yer aldığı bütün masraflarını karşılar. Bir yıl sonra Bulgaristan’dan göç edenlere Şehzadebaşı’ndaki konağını verir ve bir süreliğine masraflarını üstlenir. Gösterdiği bu gayretlerden dolayı İsmail Zühtü Paşa’ya birçok rütbe ve yine önemli görevler verilir. En son olarak ‘Muhacirin Komisyon Reisliği’ yaptığı sırada ise köşkünde vefat eder ve Altunizade Camii’nin haziresine gömülür. Altunizade İsmail Zühtü Paşa dünyadan göçüp gitti, ama onun bıraktığı yerde, adını ondan alan bir şehir yeşerdi. Bugün onun miras bıraktığı eserlerle modern dünyanın yapıları yan yana duruyor. O zamandan bugüne çok şey değişti; bir imparatorluk çöktü, bir cumhuriyet kuruldu. Kılık kıyafetten, yeme içmeye kadar yaşama dair her şey değişti. Beton yapılarla doldu tüm şehir, asfalt yollar yapıldı, at arabalarının yerini otomobiller aldı ve her yeri kapladı. Ama Altunizade’nin ruhunda bir yerde hâlâ İsmail Zühtü Paşa’ya ait bir şeyler var. Burada yaşam hâlâ O’nun çalışkanlığı ve üretkenliği ile devam ediyor. Altunizade İsmail Zühtü Paşa Konağı Fotoğraf: Soner Dinçer anılar... Özge GÖRÜR EROĞLU Dostlarının omuzlarında, bir gökdelen edasıyla yükseliyordu... Türkiye’de yaşamaya karar veren Tatsuya Yamamotu, kendi deyimiyle köklerini yani geçmişini değil geleceğini seçmiştir. İlahiyat Fakültesi Camii’nin avlusunda toplanan kalabalık, dünyadan göçüp giden kişinin iyiliklerle dolu bir ömür yaşadığının işaretiydi. Gelen kişilerin sayısına ve niteliklerine bakıldığında; merhumun uzunca bir ömür sürmüş Türk iş adamlarından birisi olduğu izlenimi doğuyordu. Dışarıdan bakıldığında yürütülebilecek bu tahminler kısmen doğruydu. Yürekleri burkarak, gözlerde yaşlar bırakarak giden Türkiye’de doğmamış ama Türkiye’ye gönül vermiş bir mimar ve iş adamıydı. Yaptığı iyilikler, bıraktığı güzel hatıralar, kazandığı yürekler ile onca insanı cenazesinde bir araya getiren kişi Tatsuya Yamamotu idi. Çok köklü bir aileye mensup olan Yamamoto, 1961 yılında Japonya’da dünyaya gelir. Küçük bir çocukken yaşanılan kronik bir deprem sonrasında enkaz altında kalır. Kurtulur kurtulmasına ama konuşmakta uzun yıllar zorluk çeker. Depremin onda bıraktığı hasar zamanla bir yeteneğinin ortaya çıkmasına neden olur. Kendini konuşarak ifade edemeyen Tatsuya Yamamoto, düşüncelerini resimle anlatmaya başlar. Çizgilere olan bu yatkınlığı ise kendisine mimarlığa kadar gidecek yolu açar. Ülkesinde Shibaura Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamlar. Meslek hayatının daha ilk yıllarında UNESCO adına projeler yönetmeye başlar ve Türkiye’yi bu projeler esnasında tanıma fırsatı bulur. Türk kültürüne, doğu izlerini taşıyan mimari kültürüne görür görmez hayran kalır ve Türkiye’de yaşamaya karar verir. Bu seçimi yaparken köklerini yani geçmişini değil geleceğini seçer kendi ifadesiyle. Kariyer mi, yaşamak mı sorusuna, yaşamak cevabını verir ve 1986 yılında memleketim diyeceği ülkeye, Türkiye’ye yerleşir. Türkiye’de gördüğü içtenlik yeni memleketine duyduğu bağı daha da sağlamlaştırır. Tatsuya Yamamoto, Türkiye’ye yerleşmesinin ardından 1987-90 yılları arasında Mimar Sinan Üniversitesi’nde, 199195 yılları arasında da Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışır. Bu yıllarda hem hayat ortağını hem de gelecekteki iş ortağını bulur. Öğretim görevlisi Doç.Dr. Gonca Telli ile evlenir, yüksek mimar Gökhan Aktuğ ile de Tago Mimarlığı kurar ve gerek yurt içinde gerekse yurt dışında kalıcı eserlere imza atar. Tatsuya Yamamoto, dünyaca ünlü bir mimar, saygın bir sanatçıydı. Entellektüel kişiliğinin yanı sıra son derece sevimli ve sıcakkanlı tavırları ile sadece dostlar biriktirmişti etrafına. Çok daha fazlasını yapmaya ömrü vefa etmedi. Dostlarının omuzlarında taşındı. Memleket olarak bildiği yerde kaldı… Kahveniz nasıl olsun? bilim adına İstanbul Şehir Üniversitesi Bilim ve Sanat Vakfı (BİSAV) tarafından 2008’de kurulan İstanbul Şehir Üniversitesi’nde, 5 fakülte çatısı altında 12 bölüm var. Üniversite faaliyetlerini Altunizade Yerleşkesi’nde sürdürüyor. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türkiye’deki üniversite sayısı bir elin parmağı kadardı. Bugün ise yüzlerle ifade ediliyor. Sadece İstanbul’da 40’ın üzerinde üniversite bulunuyor. Kat edilen yol uzun, atılan adımlar dikkate değer. Bilimin üretildiği üniversiteler toplumun önünde bir lokomatif görevi görüyor, bulundukları kentlere ise gerek ekonomik gerekse sosyokültürel açıdan canlılık getiriyor. Toplumun ilerlemesi de kentin gelişmesi de onların öncülüğünde gerçekleşiyor. İstanbul’un en önemli semtlerinden Altunizade, çiçeği burnunda bir üniversite ile değerine değer katıyor. Bilim ve Sanat Vakfı (BİSAV) tarafından 2008 yılında kurulan İstanbul Şehir Üniversitesi Altunizade’de bilimin en yetkin adreslerinden biri olmaya hazırlanıyor. Bir yandan çağdaş dünya toplumunun ana dinamiklerini anlamaya, diğer yandan Türk toplumunun tarihi köklerini bulmaya, bu kökler üzerinde sağlıklı bir geleceğin inşasına katkıda bulunmaya çalışan bir araştırma kurumu olan BİSAV, İstanbul Şehir Üniversitesi’nin temellerini oluşturuyor. Bilim ve Sanat Vakfı’na yön veren akademik arayış İstanbul Şehir Üniversitesi’nin doğmasını sağladı. Kuruluş çalışmaları fiili olarak 2007 yılında başladı, kamusal kimliğini ise 31 Mayıs 2008’de kazandı. Öncelikli iş nitelikli bir akademik topluluğu bir araya getirmek oldu ve çalışmalara hemen başlanıldı. Üniversitenin nitelikli bilgi üretmek ve paylaşmak açısından ortaya koyacağı özgün değerler ve karşılaşabileceği ana sorunlar tartışmaya açıldı . Üniversite 1 Haziran 2008’de Tophane’deki irtibat ofisinde faaliyete başladı. Bu süreçte güçlü, genç ve dinamik bir akademik topluluğu bir araya getiren “Araştırma-Geliştirme Grubu”nun öncülüğünde, üniversitenin nitelikli bilgi üretmek ve paylaşmak açısın- bilim adına dan ortaya koyacağı özgün değerler ve karşılaşabileceği ana sorunlar tartışmaya açıldı. Entelektüel müzakere ve fikrî mübadelenin önemine binaen, doğru soruların acele cevaplardan daha sahici olduğuna inanarak, içinden doğduğu toplum ve akademi dünyasının ihtiyaçlarına en uygun üniversite modelini inşa etmek amacıyla, alanında yetkin ve güçlü isimlerle derinlemesine mülakatlara başlandı. Bu çerçevede Ahmet Davutoğlu, Akşin Somel, Fahri Aral, Teresa Doğuelli, Abdülkerim Kar, İsmail Erünsal, Nabi Avcı, Nüzhet Dalfes, Ensar Gül, Bahattin Akşit, Elisabeth Özdalga, Fethi Çalışır, Ayşe Ayçiçeği, Tayfun Atay, Halil Berktay, İskender Savaşır, Orhan Tekelioğlu, Gencer Özcan, Edibe Sözen, Cemal Kafadar, Nezih Erdoğan, Mustafa Aydın, Mithat Çelikpala, Suavi Aydın, Fuat Keyman, Mehmet Öz, Zeynep Direk, Levent Köker, Zafer Toprak, Mustafa İsen, Meliha Altunışık, Doğan Özlem, Ersin Kalaycıoğlu, Ali Fuat Bilkan, Mete Tunçay, Süleyman Seyfi Öğün, İlhan Kutluer, Kayahan Özgül, Süha Oğuzertem, Ömer Torlak, Ekrem Tatoğlu, Serdar Sayan, Sibel Arkonaç, Ziya Öniş, Haldun Evrenk, Seyfettin Gürsel, Kemal Madenoğlu, Nihat Erdoğmuş, Gültekin Yıldız, Nurullah Genç, Ömer Faruk Akyol ve Murat Güvenç gibi isimlerle buluşuldu. Bu isimlerle yapılan derinlemesine mülakatların yanı sıra Araştırma Geliştirme Grubu, üniversitede hangi disiplinlerin ne tür yapı, aktör ve süreçlerle temsil edilmesi gerektiğini tartışmaya devam etti ve üniversitenin daha sonraki akademik örgütlenmesine zemin oluşturmak üzere farklı bölümler için “kuruluş raporları” hazırladı. Kuruluş raporlarının yazım sürecini, üniversitenin stratejik raporunun oluşturulması çalışmaları izledi ve bu bağlamda ilk olarak Mayıs 2009 tarihinde farklı meslek ve toplum kesimlerinden elli seçkin ismin katılımlarıyla bir “arama toplantısı” gerçekleştirildi. İzleyen Haziran ve Temmuz aylarında ise “İstanbul Şehir Üniversitesi Stratejik Planı”nın yazımı tamamlandı. Üniversite, bütün bunların yanında Mayıs 2009 tarihinden itibaren “İstanbul Şehir Üniversitesi Dragos Yerleşkesi” ile ilgili mimari çalışmaları yürütmeye başladı. Keşifsel bilginin üretimine ve yaygınlaştırılmasına katkıda bulunmayı amaçlayan İstanbul Şehir Üniversitesi, özgün, katılımcı, evrensel ve özgürlükçü perspektifiyle ve zenginleşen ekibiyle, 2010-2011 akademik yılında ilk öğrencileri ile buluşmanın heyecanını yaşıyor. İstanbul Şehir Üniversitesi, 5 fakülte çatısı altında 12 bölümle, Altunizade Yerleşkesi”nde faaliyetlerini sürdürüyor.İstanbul Şehir Üniversitesi’nin kuruluşu hakkında bilgi verir misiniz? öğrenci alacağız. Hukuk Fakültesi’nde Türk hukuk sisteminin ve daha genel olarak hukuk eğitiminin problemlerine yeni cevaplar üretmeyi ve mevcut hukuk fakültelerine alternatif bir içerik oluşturmayı hedefliyoruz. Öğrencilerinize sağladığınız olanaklar ve burslar hakkında bilgi verir misiniz? Öğrencilerimize kayıt sırasında dizüstü bilgisayar veriyoruz. Bu sayede üniversitenin onlar için hazırladığı yüksek teknolojik alt yapıyı kolayca kullanıyorlar. İstanbul Şehir Üniversitesi, 25+2 yıllık bir tecrübeyle kuruldu. Kurucumuz Bilim ve Sanat Vakfı’nın 25 yıllık eğitim tecrübesi var. Bunun üzerine ‘Türkiye’ye nasıl daha iyi bir üniversite kazandırabiliriz’ düşüncesiyle 2 yıl süren yoğun bir atölye, beyin fırtınası ve çalışma grupları dönemi geçirdik. Bunun sonucu olarak kurulan Üniversitemiz, ilk yılında hedeflerine ulaştı. Bunda seçkin akademik kadromuzun da büyük rolü var. Hedefimiz birkaç yıl içinde Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinden biri olmak. İstanbul Şehir Üniversitesi’ni Rektör Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya’ya sorduk Öğrenci sayınızı, fakülte ve bölümlerinizi anlatır mısınız? İstanbul Şehir Üniversitesi’nde İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, İletişim Fakültesi, İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi, Hukuk Fakültesi ile Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi bulunuyor. Fakültelerimizin adları klasik Türk üniveristelerinde alıştığımız adlardan farklı. Buradan bölüm yapılanmalarının da farklı kurgulandığını çıkarabilirsiniz. İlk yılımızda lisans ve yüksek lisans programlarına toplam 358 öğrenci kabul ettik. Hukuk Fakültesi’ne ise ilk olarak bu yıl İstanbul Şehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya Bu yıl üç öğrenciye bir öğretim üyesi düşüyor. İlk yıl öğrencilerimizin yüzde 82’sini burslu aldık. Burslar öğrenim ücretinden muafiyet, ücretsiz konaklama ile yemek ve kitap desteğini kapsıyor. LYS’de derece yapıp bizi tercih eden öğrenciler ilave cep harçlığı, yurtdışında yaz okulu gibi özel olanaklardan yararlandı. İlk yılımızda “Çok İstiyorum Bursu” adı altında bir ilke de imza attık. Burstan yararlanmak isteyen öğrencilerin bizi ikna eden bir mektup yazmasını istedik. Seçilen mektupların sahipleri, İstanbul Şehir Üniversitesi’ne en düşük puanla yerleştirilmiş olsa bile “tam burs” imkânına kavuştu. Burstan bu yıl 3 öğrenci faydalandı. Çok İsti- bilim adına yorum Bursu 2011-2012 öğretim yılında da 3 öğrenciye verilecek. İlk yılınızda uluslararası öğrencilerden büyük ilgi gördünüz? Uluslararası öğrencileriniz ve bunun İstanbul Şehir Üniversitesi’ne katkıları hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz? İstanbul Şehir Üniversitesi olarak ‘uluslararası bir üniversite’ olma hedefimiz var. Bu kapsamda yaptığımız tanıtım çalışmaları ile dünya genelinde 100’ün üzerinde ülkeden başvuru aldık. Başvurular sonucunda İstanbul Şehir Üniversitesi’ne 26 uluslararası öğrenci kabul ettik. Öğrenci kabul ettiğimiz ülkeler arasında Çin’den Kenya’ya kadar 18 ülke bulunuyor. Uluslararası öğrenciler sınıftaki eğitim kalitesini çok yükseltiyor. Çünkü öğrenciler tamamen İngilizce eğitime odaklanıyor ve farklı kültürleri öğreniyor. Uluslararası öğrencilerin üniversitemize olduğu kadar ülkemize de yarar getireceğine inanıyoruz. Kütüphaneniz de çok konuşuldu. Genç bir üniversite olarak bu konuda da iddialısınız galiba… Evet. İstanbul’a nadide el yazmalarından elektronik yayınlara kadar zengin bir koleksiyona sahip, Türkiye’nin en büyük üniversite kütüphanesini kazandırmayı hedefliyoruz. Bu kapsamda Türkiye’nin çeşitli yerlerinde çok sayıda sahafla anlaştık. Şimdiden 30 bini basılı, 50 bini elektronik kitap olmak üzere 80 bin kitap var. Üniversitemizin kütüphanesine çok önemli bir katkı da Türkiye’nin yaşayan en önemli tarihçilerinden biri olan Prof. Dr. Kemal Karpat’tan geldi. Tarih Bölümü Öğretim Üyemiz olan Karpat Hoca, 4 binden fazla kitap ile dergi ve notlarından oluşan koleksiyonunu kütüphanemize bağışladı. Akademik kadronuz hakkında bilgi verir misiniz? Akademik kadromuzun büyük bir bölümü başta ABD olmak üzere yurtdışındaki üniversitelerde doktora yapmış veya hayatlarının belli bir bölümünde bu üniversitelerde çalışmış kişilerden oluşuyor. Akademik kadromuzu oluşturmak için Uluslararası saygın mecralara ilan verdik. Bu ilanlara binin üzerinde yerli ve yabancı akademisyen başvurdu. Şehir gerçek anlamda bir araştırma üniversitesi olmak istiyor. Akademik kadro oluşturulurken bu hedef göz önünde bulunduruldu. Öğretim üyelerinin ders yükleri, araştırmalarına ve öğrencilerine yeterince zaman ayırlabilmeleri için oldukça az tutuldu. İstanbul Şehir Üniversitesi’ni tercih eden akademisyenler arasında Ümit Cizre, Ferhat Kentel, Mesut Yeğen, Medaim Yanık, Çetin Kaya Koç, Erkan Türe, Mahmut Mutman, Mehmet Genç, Kemal Karpat, Murat Güvenç gibi isimler yer alıyor. Öğrencilerinize yurtdışında öğrenim konusunda ne gibi destekleriniz olacak? Bunun için çeşitli uluslararası işbirlikleri yaptık, yapmaya devam edeceğiz. Dünyanın önde gelen üniversitelerinden Wisconsin ve George Mason üniversiteleri ile işbirliği protokolleri imzaladık. Bu anlaşmalarla ŞEHİR’li öğrenciler bir öğretim dönemlerini bu seçkin üniversitelerde sürdürebilecek. Ayrıca ilk yılımızda Erasmus programına dahil olduk. Böylece öğrencilerimiz Erasmus değişim programıyla öğrenimlerine Avrupa’nın önde gelen üniversitelerinde devam edebilecek, ilk iş tecrübelerini AB Ülkeleri’nde kazanabilecek. Yüksek lisans programlarınız konusunda bilgi verebilir misiniz? İstanbul Şehir Üniversitesi olarak bu yıl İşletme (MBA), Kültürel Çalışmalar, Modern Türkiye Çalışmaları ve Tarih Yüksek Lisans Programları’na öğrenci kabul ettik. Yüksek lisans öğrencilerimize de yüksek oranda burs sağladık. İstanbul Şehir Altunizade’yi seçti? Üniversitesi neden Altunizade; İstanbul ulaşım hatlarının kavşak noktalarından biri. Aynı zamanda da çok sakin bir yerleşim bölgesi. İstanbul trafiğinin yoğunluğundan en az etkilenen yer. Çünkü hem Boğaziçi Köprüsüne çok yakın hem de yoğun saatleri şehrin yoğun saatlerinin tersi istikamette. Öğrenci konuk evlerimizden biri Altunizade’de diğeri ise Çamlıca’da. Dragos Yerleşkemiz tamamlandığında da çeşitli araştırma merkezlerimizle ve bazı lisansüstü programlarımızla da Altunizade’de kalmaya devam edeceğiz. araştırma Recep BEHAR Yaşlı kıtanın göbeğinde küçük bir ülke… Göğe uzanan yüksek dağları, dağlarında bembeyaz örtüsü ile hafızalara kazınmış eşsiz bir manzara… İsviçre… Gizliliğin Çekiciliği: İsviçre Bankaları Görünen o ki, daha uzun yıllar İsviçre dünyanın finans merkezi olmaya devam edecek. İsviçre, önce Alpleri ile yer eder zihinlerde. Köklü tarihi, çok kültürlü yapısı ve doğal güzellikleri ile her daim turistlerin uğrak yeri olur. Avrupa’nın kavşak noktasındadır ama tüm gözleri üzerinde toplamasının bir başka nedeni vardır; İsviçre adını en çok bankacılık sektörü ile duyurur. Hiç merak ettiniz mi nasıl olur da bu kadar küçük bir ülke dünyanın bankacılık üssü olur diye? Hemen hemen tüm dünya dillerinde benzer sözcüklerle ifade edilen banka sözcüğünün, İtalyanca “banko” kelimesinden geldiği düşünülüyor. Tarihte ilk bankacılık faaliyetleri Lombardiyalı Yahudiler’in pazarlara koydukları birer masa üzerinde yapılır. Modern bankacılık 1609 yılında Amsterdam Bankası’nın kurulması ile sağlanır. Olgunlaşması ve iskeletinin oluşması ise 1907’de kurulan ABD Merkez Bankası ile yaşanır. 20. yüzyılın ikinci yarısı ile birlikte bankacılık tarihine İsviçre’nin adı kazınmaya başlar. Türkiye Cumhuriyet’inin kurulmasından bir kaç yıl sonra, 1926’da, İsviçre Medeni Kanunu ve Borçlar Kanunu hukuk devrimi kapsamında alınır. Ve yıllar boyu yürürlükte kalır. Kendinden kilometrelerce uzaktaki bir ülkeyi bu kadar etkileyen kanunların başka bir uzantısı ise İsviçre bankalarının dünya çapında şöhrete kavuşmasını sağlar. Ülkenin, uzun yıllardır gelen bankacılık geleneği, ilk önce 1934 yılı kanununda düzenlenir. O yıl çıkan banka gizliliği yasasına göre finansal hizmetleri kullanan kişi ister bir İsviçreli isterse başka bir ülkenin vatandaşı olsun, kişisel bilgi gizli kabul edilir. Bankalar, müşterilerinin hesap bilgilerini tüm üçüncü taraflardan korumakla yükümlüdür. Tüm bankalar, yetkisini bir dizi federal kanundan alan İsviçre Para Piyasası Denetleme Kurulu tarafından denetlenir. Dönemin parlamentosu tarafından çıkarılan yasalar yıllar boyu İsviçre bankalarının tüm dünyadan müşteriler edinmesine neden olur. Siyasetçilerden iş adamlarına, üst düzey bürokratlardan büyük servet sahiplerine herkes parasını bu bankalarda toplar ve elbette bir de yasa dışı yollardan para kazananlar! İsviçre bankalarının gizlilik ilkesi çekiciliğinin de ana nedendir. Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu dünyanın birçok ülkesinde varlıklı kesim hatırı sayılır servetlerini mevduat olarak İsviçre bankalarında tutar. Kasalarında bulunan para ve mücevherat sebebiyle diğer tüm dünya finans kurumları buradaki bankaları kıskanır. da yaşanan likidite krizini aşmak için kaynak arayışında olan ülkelerin gündemine alınır. Özellikle ABD, İsviçre Bankalarının dünyanın en güvenilir bankaları imajını sarsmaya çalışır. Krizden hemen sonra, 2009 yılının başlarında, Amerika İsviçre bankalarında gizli hesapları olan 300 kişinin ismini ister, İsviçre ise yasaları gereği müşterilerine ait olan bu bilgileri vermez. Ancak Amerika işin peşini bırakmaz ve başvurduğu mahkemelerde haklı görülerek İsviçre bankalarında ismi bulunan 300 kişinin ismini ve diğer bilgilerini İsviçre’nin en eski ve saygın bankalarından biri olan Julius Baer’de çalışırken sisteme olan inancını kaybettiğini söyler. Adaletsiz bir vergi cenneti yaratıldığını ve bunu değiştirmeye çalıştığını, amacının topluma zarar verdiğini düşündüğü off-shore bankacılığın nasıl işlediğini göstermek olduğunu ifade eder. Siyasetçiler, işadamları, milyarderler ve sanatçılar tarafından kullanılan vergi kaçırma yöntemlerinin açığa çıkarılacağını iddia eder. Assange, ise hala elindeki ABD Dışişleri yazışmalarını yayınladığından, Elmer’ın alır. Yaşanan bu gelişmeler diğer ülkelerde de yankı bulur. Amerika’nın ardından İngiltere ve Fransa da benzer girişimlerde bulunur. dosyalarının incelenip siteye aktarılmasının haftalar sürebileceğini söyler. Yabancı ülkelerce uzun zamandır tanınan İsviçre tarafsızlığı bankacılığın gelişmesinin bir diğer nedenidir. İsviçre, tarafsızlığını her iki dünya savaşıyla sağlar, Avrupa Birliği’nin bir üyesi değildir ve 2002’ye kadar Birleşmiş Milletler üyesi bile olmaz. Bu nedenle 1930’da, dünyanın önemli bankaları arasında işbirliğini kolaylaştırması amacıyla kurulan Uluslararası Ödemeler Bankası İsviçre’de konumlanmayı tercih eder ve merkez olarak Basel seçilir. Birinci Dünya Savaşı’nın her iki tarafında bulunmuş olan ülkelerce kurulan bir organizasyon için bu önemli bir karardır. Dünya çapında gördüğü büyük ilgi, İsviçre’nin en önemli gelir kaynaklarından birini bankacılık ve sigortacılık faaliyetlerinden edinmesini sağlar. Ekonominin bel kemiğini finans kurumları oluşturur. 2009’da mali sektör İsviçre GSMH’nın %11,6’sını oluşturur ve 195 bin kişi bu alanda istihdam edilir. Bu rakam, toplam İsviçre işgücünün yaklaşık %5,6’sını temsil eder. İsviçre bankaları ayrıca yurtdışında 103 bin kişinin istihdamını sağlar. 2001’de İsviçre bankaları 2.6 trilyon Amerikan dolarını işletir. 2007’ye kadar bu sayı aşağı yukarı 6.4 trilyon dolara yükselir. Ancak son zamanlarda ivme tersine döner. 2008 krizinden sonra İsviçre bankaları gelişmiş ülkelerin hedefi olmaya başlar. Bu bankalardaki mevduat hesapları, piyasalar- 2010 yılının son çeyreğine gelindiğinde ise İsviçre bankaları ikinci bir sarsıntı yaşar. ABD’nin dışişleri yazışmalarını kamuoyuna açıklayan Wikileaks sitesi, eski bir bankacı ve İsviçre Ordusu’nda yarı zamanlı bir yüzbaşı olan Rudolf Elmer’in bizzat sitenin kurucusu Julian Assange’a elden teslim ettiği belgeleri ifşa edeceğini açıklar. Elmer, Tüm dünyanın gözü hala İsviçre bankalarının üzerinde… Yaşanan gelişmeler bir tarafta şaşkınlıkla karşılanırken, diğer taraftan endişe ile bakılıyor. Ama görünen o ki daha uzun yıllar İsviçre dünyanın finans merkezi olmaya devam edecek… finans / piyasa Fenerbahçe Borsada Devler Liginde Sıra İspanya'ya mı geliyor? Fenerbahçe Sportif hisse senetleri, 1 Nisan Cuma gününden itibaren İMKB 30 Endeksi kapsamında yer alacak. Portekiz’in yardıma muhtaç hale gelmesinden sonra gözler İspanya’ya çevrildi. Tek başına Euro Bölgesi’nin yüzde 13’ünü oluşturan İspanya’nın kurtarılması bölge için kabus yaratabilir. Financial Times, “İspanya ateş hattında” yorumunu yaptı. İstanbul İMKB İstatistik Müdür-lüğü’nün yayımladığı Genel Mektupta, İMKB Hisse Senetleri Endekslerinde 2011 yılı ikinci üç aylık döneminde (1 Nisan 2011-30 Haziran 2011) yer alacak şirketlere ilişkin bilgi verildi. Spor Toto Süper Lig’de son haftalarda gösterdiği başarılı performansla liderliği devralan Fenerbahçe’ye bir iyi haber de İMKB’den geldi. Yıl başından bu yana yüzde 60’ın üstünde bir artışla en çok getiri sağlayan şirketler arasına giren Fenerbahçe Sportif hisseleri, 1 Nisan’dan itibaren de İMKB’de en çok işlem hacmine ve piyasa değerine sahip şirketlerin yer aldığı İMKB 30 Endeksine dahil edildi. Genel Mektupta yer alan bilgilere göre, 1 Nisan tarihinden itibaren Fenerbahçe Sportif ve Sinpaş GMYO hisseleri İMKB 30 Endeksi’ne dahil edilirken, TAV Havalimanları Holding ve Akenerji hisseleri endeksten çıkarılacak. İMKB 30 için yedek hisse senetleri ise Netaş Telekom ve Bagfaş olacak. Bunun yanında, Torunlar GMYO, Do-Co Restaurans, Good Year ve İhlas Yayın Holding hisseleri İMKB 100 Endeksine alınırken, Yapı Kredi Sigorta, Reysaş Lojistik, Pera GMYO ve Albaraka Türk endeksten çıkarılacak. Netaş Telekom, Konya Çimento, Metro Holding, Global Yatırım Holding, Kartonsan ve Ford Otosan hisseleri İMKB 50 Endeksine alınırken, GSD Holding, Petrol Ofisi, TSKB, Anadolu Efes, Vestel ve Aksa hisseleri de endeks dışında kalacak. Her Yerden Görünen Gerçek: Cari Açık! Son yıllarda not artırımlarına alışan hatta hakettiği not seviyesinin çok aşağısında olduğu hemen tüm yabancı kurumlarca itiraf edilen Türkiye’ye Moody’s’den hem övgü hem de uyarı geldi. Finans dünyasının sıfırcı hocası Moody’s, cari açık ve borç seviyesinde daha ciddi bir kötüleşmenin kredi notu üzerinde aşağı yönlü baskı yaratabileceğini açıkladı. “Türkiye için şu anda önemli zorluk, dış şoklara karşı esnekliğini artırmaya çalışırken borç seviyelerini daha da azaltmak” diyen Moody’s mevcut durumu ise olumlu görüyor. Kuruluşa göre mevcut görünüm Türkiye’nin ekonomik ve mali esnekliğini yansıtıyor ve Türkiye’nin kredi notu pozitif bir görünüm taşıyor. Moody’s’e göre Türkiye’nin mali temelleri daha da iyileşirse kredi notu artırılabilir. Ama bunun önünde bazı engeller var. Örneğin Türkiye’nin dış kırılganlıkları yüksek. Bir başka engel ise cari açık. Türkiye’deki kredi büyümesinin inatçı bir şekilde yüksek kaldığını belirten Moody’s’e göre bu durum da cari açığı artırıyor. Cari açık sorununun sadece para politikası ile çözülmeyeceğini söyleyen kuruluşa göre, cari açığın milli gelire oranı 2011’de yüzde 7.2’ye çıkacak. Yunanistan ve İrlanda’dan sonra Portekiz’in de yardıma muhtaç hale gelmesi kaçınılmaz görünüyor. Başbakan Jose Socrates’in istifası sonrasında Portekizli politikacılar yardım istemeyecekleri konusunda ısrar ediyor. Ancak Portekiz’in borçlanma ihtiyacı yardım almadan yola devam etmesinin zor olduğunu gösteriyor. Ancak Avrupa’nın asıl kabusu bundan sonra yaşanabilir. Zira, İngiliz Financial Times gazetesi de “Portekiz sorunları arasında İspanya ateş hattında” yorumunu yaptı bile. Portekiz kurtarılırsa İspanya’nın da bu duruma maruz kalabileceği belirtiliyor. Almanya, Fransa ve İtalya’dan sonra Euro Bölgesi’nin dördüncü büyük ekonomisi olan İspanya’nın yardıma muhtaç hale gelmesi tüm bölge için çok büyük bir sistematik risk yaratabilir. İspanya Merkez Bankası, 12 bankanın 15.15 milyar Euro tutarında yeni sermayeye ihtiyaç duyduğunu açıkladı. Sermaye arttırımları, devletin söz konusu bankalara el koymasının önünde geçmek için gerekli. Ancak yatırımcıların düşük değerlemeleri, görüşmelerin durmasına neden oldu. Ardından da kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s’in 30 İspanyol bankanın kredi notunu düşürme kararı geldi. Piyasaların, Euro Bölgesi borç krizinin olası ileri aşamalarını düşünerek kaygılanmasının altında İspanya’nın çok büyük bir ekonomi olması yatıyor. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz ekonomilerinin toplamı Euro Bölgesi ekonomisinin ancak yüzde 7’sini oluşturuyor. Ancak İspanya tek başına bölge ekonomisinin yüzde 13’üne tekabül ediyor. profesyonel bakış Özge GÖRÜR EROĞLU Türk Finans Piyasaları 2O1O'da nasıldı? 2O11'de nasıl geçecek? lere paralel olarak Türk şirketleri de gelir ve kar rakamlarında ciddi artışlar yaşamışlardır. IMKB-100 endeksi de 2009 yılında yaşadığı %97’lik artışın üzerine %25’lik bir yükseliş daha ekleyerek tarihi rekorlara imza atmıştır. 2010 yılında IMKB’de yatırımlarınızı hangi alanlarda konumlandırdınız? Finans Portföy Yönetimi Genel Müdür Yardımcısı, Sayın, Tolga KOTAN’a sorduk. 2010 Yılı Türkiye ve finansal piyasalar açısından nasıl bir yıl oldu? 2010 yılı Türkiye’de makroekonomik dengelerde düzelmenin, faiz ve enflasyondaki gerilemenin ve tüketici güveninin artmaya devam ettiği bir yıl oldu. Ülkemiz tahmini olarak %8 civarında bir büyüme rakamına imza atmıştır ki bu rakam OECD ülkeleri arasında en yüksek rakamlardan birisidir. Ayrıca, ileriki yıllara yönelik olumlu beklentilerle direkt yabancı sermaye girişi devam etmiştir. Başarılı mali politikalar sonucu kamu borçlanma rakamlarındaki iyileşme ve düşen enflasyonla beraber gösterge faizin %7 seviyelerinin altına gelmesine neden oldu. Ekonomide görülen olumlu gelişme- Biz yatırımlarımızı yukarıda çizdiğimiz makro resimden en çok yarar sağlayacağına inandığımız tüketici odaklı sektörlerlerde yer alan şirket hisse senetlerine konumlandırdık. Bu sektörler arasında otomotiv, dayanıklı tüketim, banka, gayrımenkul gibi sektörler ön plana çıkmıştır. Diğer taraftan yapısal değişimlerin yer aldığı yüksek büyüme potansiyeli olan enerji ve ulaşım sektörlerinde yer alan şirket hisseleri de tercihlerimizde önemli rol oynamıştır. 2011 yılını Türkiye ve yatırımcılar için nasıl geçmesini bekliyorsunuz? 2011 yılı Merkez Bankası Başkanlığı seçimi ve genel seçimler olmak üzere Türkiye’nin iki önemli seçim yaşayacağı bir yıldır. Ancak biz her iki seçimden de politik ve ekonomik istikrarı zedeleyen bir sonuç çıkacağını düşünmüyoruz. Reform programları, özelleştirmeler, piyasada rekabeti getiren düzenlemeler, şirket alım-satımlarının hız kazanması ve uluslararası sermayenin ülkeye yatırımlarının devam etmesi IMKB’de yer alan hisse senetlerini 2011 yılında da cazip kılmaya devam edecektir. Türkiye’nin kredi notunun beklendiği şekilde yatırım yapılabilir seviyelere çıkarılması durumu ise olumlu gelişmelerin hız kazanmasına yol açacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’nin oldukça çekici nüfus yapısı doğru politikalarla desteklendiği takdirde önümüzdeki yıllarda büyümeyi daha da yukarı çekecek önemli bir etkendir. Bu nedenlerle, Türkiye’nin ev ödevini iyi yapması halinde şirket performansları olumlu seyretmeye ve yatırımcılarına yüksek getiri sunmaya devam edebilecektir. Bununla beraber son zamanlarda Türkiye’nin de aralarında bulunduğu yükselen piyasalar olarak tabir edilen ülke borsalarında satışlar ve faizlerinde enflasyon endişeleriyle yükselişler kaydedildi. IMKB en yüksek gördüğü seviyelerden %18 altına gelirken gösterge faizde %9’lara yaklaşıldığını gördük. Ancak biz Türkiye’nin de uzun vade görünümün olumlu olduğuna inanarak önümüzdeki aylarda yatırımcı ilgisinin cazip seviyelerden tekrar Türkiye dahil olmak üzere ekonomileri hızlı büyüyen ülkelere yönelmesini öngörüyoruz. Bu şekilde bir gelişmede Türk Lirasının yapısal gelişmeler nedeniyle güçlü kalmaya devam etmesi ve sabit getirili yatırım araçlarının cazibesini giderek yitirmesi ile beraber 2011 yılı da dahil olmak üzere önümüzdeki yıllarda yatırımcı ilgisinin daha çok hisse senedi içeren yatırım fonlarına kayabileceğini öngörüyoruz. bizden kaçmaz! Merkez Otomotiv, Divit Dijital Video ve İmge Teknolojileri San. ve Tic. Ltd. Şti.ʼnin geliştirmiş olduğu Divit-Car sistemini kullanarak, trafikte aranan araçların bulunmasını ve araçları arayan müşterilerinin bilgilendirilmesini sağlar. Mobil sistemlerle plakanın takibi 00 TR 000 STOP OTOPARK Tespit edilen aracın yakalanması Yakalanan aracın otoparka çekilmesi Merkez Otomotiv Otopark ve Yediemin Deposu San. Tic. Ltd. Şti. Taşdelen Soğukpınar Mah. Adnan Kahveci Cad. Kartal Sk. No:2/A Çekmeköy / İstanbul Telefon: 0216 429 39 45 www.otoyakalama.com bir bilene sorduk Ali GÖLÜKCÜ Katılım Bankacılığı Parayı icat eden Lidyalılardan bu yana çok zaman geçti. İnsanlık tarihine bıraktıkları miras ise zamanla büyüdü ve tüm dünyayı etkisi altına aldı. Savaşlarda en büyük silah haline gelirken, bireyin yaşamını idame ettirmesinde de en önemli kaynak oluverdi, çünkü artık yemek de paraylaydı, içmek de… Sahip olanları şanslı, sahip olmayanları şanssız addedildi. Her daim gücü simgeledi. Paranın kendisini elde etmek ise biraz meşakkatli yollardan geçiyordu; çalışmak, çalışmak, çalışmak. Ama bazen de çalışıp kazanılan parayı iyi değerlendirmekten... Altın gümüş karışımı bir madenden oluşan ilk sikkelerin basımından yüzyıllar sonra modern bankacılık sistemi başladı ve zamanla ekonominin temel direği oldu. Bundan seneler evvel ise yeni bir bankacılık anlayışı doğdu. Sabit getirili mevduat yerine kar ve zarara katılım fonu toplayan bu yeni banka türüne Katılım Bankası denildi ve faizsiz bankacılık dönemi başladı. Katılım bankacılığının ülkemizde doğuşundan gelişimine her dönem içinde yer alan Türkiye Katılım Bankaları Birliği Genel Sekreteri Osman Akyüz, Katılım Bankacılığını ve yaşanan süreci Altunizade’ye anlattı. Katılım bankacılığının ülkemizde doğuşundan gelişimine her dönem içinde yer alan Türkiye Katılım Bankaları Birliği Genel Sekreteri Osman Akyüz, Katılım Bankacılığını ve yaşanan süreci Altunizade’ye anlattı. Katılım Bankası terimiyle başlayalım öncelikle. Birçok kişi ismine aşina olmasına rağmen katılım bankalarındaki işleyişin diğer bankalardan farkını ayırt edemiyor. Biliyorsunuz Türk bankacılık sisteminde 3 tür bankacılıktan bahsedilebilir; mevdu- at bankacılığı, katılım bankacılığı, kalkınma ve yatırım bankacılığı. Katılım bankacılığı Türkiye’de yeni bir olgu, hemen hemen yirmi beş yıllık bir geçmişi var. Dünyada ise bu tür bankacılığın 35-40 yıllık geçmişi var. 1985 yılında katılım bankaları Türkiye’de faaliyete başladılar. O zaman katılım bankalarının adı finans kurumu idi. Ve 2005 yılında bankacılık kanunu yeniden düzenlenirken özel finans kurumlarının adı katılım bankası olarak değiştirildi. Bankacılık kanununda katılım bankası olarak yer aldı. Temelde katılım bankacılığı faizsiz bankacılık olarak anılıyor, biliniyor. Katılım sözcüğü de katılım bankasına yatırılan paraların kâr ve zarara katılma hesabına yatırılması nedeniyle ortaya çıkmıştır. Katılım yani ortak olma hali, belli vadelerle ki; 1 ay-3 ay-6 ay-1 yıl veya 1 yıldan uzun vadelerle bankayla ortaklık olarak tesis edilmektedir. Katılım bankası da kâr ve zarara katılma temelinde işleyen bir tür faizsiz bankacılıktır. Bu tür bankacılıkta kâr ve zarara katılma yoluyla toplanan kaynaklar ve tasarruflar yine katılım bankacılığındaki faizsiz bankacılık prensipleri doğrultusunda reel ekonominin finansmanında kullanılmakta ve buralardan elde edilen gelirler hesap sahipleri (katılımcılar) ile paylaşılmaktadır. Hesap sahiplerine bu gelirlerin nasıl paylaştırılacağı ve bu dağıtıma dair prensipler, hesap sahipleri ile yapılan sözleşmede ve hesap cüzdanında yer alıyor. Dediğim gibi katılım bankacılığı Türkiye’de 25 yıldır var. Mevduat bankalarından farkı şu; mevduat bankaları adı üstünde mevduat topluyorlar, katılım bankaları da halktan katılma hesabı yoluyla kaynak topluyorlar. Hesap sahibine önceden belirlenmiş fix bir gelir taahhüt etmiyorlar, faiz ve benzeri bir gelir taahhüdünde bulunmuyorlar ve emanet edilen hesaplara yatırılan paraların işletilmesi neticesinde elde edilecek kardan, kendi paylarını aldıktan sonra hesap sahiplerine dağıtıyorlar. Hesap sahibi bundan ne gelir elde ettiğini veya edeceğini, vadesinde öğrenebiliyor. Vadeden önce hesabın ne gelir elde edeceği konusunda katılım bankası herhangi bir taahhütte bulunmuyor. Faizsiz bankacılığın, hem kaynak oluşturmada hem de oluşturduğu kaynakları ekonomiye kullandırmada kendine has fon kullandırma ve kredilendirme yöntemleri var. O yöntemler aracılığıyla ekonominin finansmanında bu paralar kullanılıyor. Yani katılım bankaları da diğer bankalar gibi bir finansman hizmeti sunuyorlar; fakat farklı yöntemlerle sunuyorlar. Sizin katılım bankaları ile tanışmanız nasıl oldu? İlk olarak Albaraka’da başladınız sanırım. Benim katılım bankalarıyla tanışmam, bu kurumların Türkiye’de ilk kurulma aşamasında oldu. Türkiye’de ilk olarak Albaraka Türk ile Faysal Finans Kurumu 1985 yılında faaliyete başladılar. Ben de 1985 yılının şubat ayında Albaraka Türk’te bir birim müdürü olarak göreve başladım. 2002’ye kadar çeşitli kademelerde görev yaptım. Bugün ise Albaraka Türk’te yönetim kurulu üyesi olarak görevimi sürdürüyorum. Merkez Bankası’nın Uluslararası İslami Likidite Yönetim Kuruluşu’yla (IILM) imzaladığı anlaşma ile ihtiyaç halinde katılım bankalarının nakit para ihtiyacını giderecek bir mekanizma kuruldu. Hem bu mekanizmadan, hem de bu anlaşmayla ortaya çıkabilecek diğer avantajlardan bahseder misiniz? Şimdi biliyorsunuz, mevduat bankalarımız nakit paraya ihtiyaçları olduklarında Merkez Bankası’ndan devlet borçlanma senetleri yoluyla kaynak temin edebiliyorlar. Böyle bir mekanizma var. İhtiyaç olduğunda ellerindeki kâğıtları Merkez Bankası’na satarak oradan likidite elde etme imkânları da var. Katılım bankalarının çalışma prensipleri gereği faizli işlem yapmadıkları için likidite imkânına sahip değiller. Dünyadaki faizsiz bankacılık yapan ülkelerdeki merkez bankalarının ortaklaşa kurduğu bu kuruluş, faizsiz menkul kıymet ihraç edecek, buna uluslararası tabirle likidite temini deniyor. Faizsiz menkul kıymetleri bu finansal kuru- luşlarına satacaklar, sonra da istediği anda merkez bankaları yoluyla bu menkul kıymetleri paraya dönüştürebilecek. Yani vadeden önce piyasada satıp nakit imkâna kavuşacak. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası da Uluslararası İslami Likidite Yönetim Kuruluşu’nun ortaklarından birisi ki 10 milyon dolarlık sermaye ile bu kurumun ortağı konumunda, hatta yönetiminde bulunuyor. Bu uluslar arası kuruluş merkez bankalarının ortaklığı ile oluşturulmuş. Daha çok faizsiz bankacılık yapan finans kuruluşlarına likidite sağlamaya yönelik bir mekanizma. Bu mekanizmayı oluştururken de ihraç edeceği menkul kıymetlerin faizsiz esasta olma konusunda mutabıklar. Faizsiz bankalar, finansal kuruluşlardan bu kuruluşun çıkardığı menkul kıymetler üzerine işlem yapacaklar. Böyle bir mekanizma. Bankalar 2010 yılında rekor kârlar açıkladılar. Bankacılık sektörü aynı büyümeyi bu sene de gösterir mi sizce ve bu doğrultuda 2011 ile alakalı ekonomik ön görüleriniz nedir? bir bilene sorduk ramızı kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. Yani, vatandaş olarak yatırım yaparken veya tasarruf ederken kendi paramıza itibar etmemiz gerektiği kanaatindeyim. Döviz üzerinden tasarruf yapmak, döviz üzerinden bu tasarrufu değerlendirmek Türkiye’de çok kolay değil. 2010 yılında bankacılık sektörü 22 milyar 28 milyonluk bir kâr açıkladı. Bankacılık sektörünün bu kârına katılım bankaları da dâhil. Toplam kar artışı 2009’daki kâra göre %9,6’lık bir artışı gösteriyor, %10 bile değil. Ama bankalar zor da olsa 2010 yılındaki kârlılıklarını sürdürdüler. 2011 yılının kârlılık açısından 2010 yılına göre daha zor bir yıl olacağı düşünülüyor. Fakat biz şahsen bankacılık sektörünün karlılığını devam ettireceğini, ettirmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bankacılık sektörünün sağlamlığının en önemli göstergesi para kazanmasıdır. Bir ticari kuruluş, bir finansal kuruluş para kazanamıyorsa onun sıhhatli bir şekilde varlığını ve faaliyetlerini sürdürmesi mümkün değil. Dolayısıyla, 2011 senesinde de biz bu kârlılığın sürdürülmesinin zor olmakla birlikte sürdürülmesi gerektiğini ve sürdürülebileceğini düşünüyoruz. Biliyorsunuz 2011 yılında ekonomide %4-4,5 civarında bir büyüme hedefleniyor. Eğer bu civarda bir büyüme olursa, bankacılık sektörü de 2011 yılında, en azından 2010 yılındaki kârlılık seviyesinde bir kârlılık yakalamış olacaktır diye düşünüyorum. İnşallah beklentilerin daha da üzerinde bir performansla 2011 yılını geçirmiş olacağız. TL bazında yatırım ve tasarrufu desteklediğinizi biliyoruz. İthalat ve ihracatın ülke ekonomisindeki etkisinin her geçen gün arttığı gerçeğini de temel alarak, bunu biraz açar mısınız? Türkiye’de vatandaşlar olarak yatırım ve tasarruf aracı olarak tabii ki kendi milli pa- Döviz daha çok dış ticaret işlemlerinde kullanılmalı. Dövizinizle ithalat veya ihracat yapabiliyorsunuz; burası doğru. Yani dış ticaretin önemini hiçbir şekilde yadsımıyorum. Hem ülke kalkınmasının finansmanı için buna ihtiyacımız var, hem de gelir elde etmek için buna ihtiyacımız var. Biliyorsunuz, Türkiye dış ticarette açık veren bir ülke. Hem dış ticarette açık veriyoruz hem de cari açık veriyoruz. Cari açığın sürdürülebilir olması için de ihracatımızın mutlaka düzenli ve sürekli olması lazım. İhracat gerçek anlamda döviz kazandırıcı bir muamele, borçlanmada değil hizmet satıyorsunuz karşılığında bir bedel elde edi- yorsunuz. Dış ticaretin finansmanını, ihracat veya döviz kazandırıcı işlemlerle sağlamak cari açığın en önemli finansman yöntemi. Onun dışında cari açığı borç ile finanse ediyorsunuz; ya da sıcak para ile finanse ediyorsunuz. Borç geri dönecek fakat sıcak para da adı üstünde istediği zaman çıkabilen sizi terk edebilen bir para. Dolayısıyla ihracat bir ülkenin kalkınması için çok önemli. Öte yandan, ithalat da yatırım yapabilmenin olmazsa olmazı. Biliyorsunuz makine ekipmanı gibi ara malları Türkiye ekonomisi ithal ediyor. Onun da devamı için döviz kaynağına ihtiyacımız var. Dış ticaret ekonomi için son derece önemli. Döviz kazandırıcı muamelelerin desteklenmesi, dış ticarette cari açığın sürdürülebilir boyutlarda devamının temini için son derece mühim. Biraz daha özel bir soru sormak istiyoruz. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuz, çok önemli pozisyonlarda bulunup, çok önemli işler yaptınız. Bu arka planınızı da düşünerek aktif siyasette yer almak gibi bir bilene sorduk bir düşünceniz var mı? Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuyum. 1977 mezunu olduğum da dikkate alınırsa 33-34 senedir hem kamu sektöründe hem de özel sektörde hizmet etme gayreti içinde bulundum. Sürecin büyük çoğunluğu özel sektörde geçti. Hesap uzmanı olarak çalıştım Maliye Bakanlığı’nda. Daha sonra özel sektörde, mali danışmanlık ve mali denetleme gibi işler yaptım. 25 yıldır da faizsiz bankacılık yani katılım bankacılığı sektöründe hizmet üretmeye gayret ediyoruz. Bugüne kadar aktif siyaset içinde olmayı düşünmedik. Öyle bir isteğimiz de olmadı. Bugünden sonra da aktif siyaset yapmayı düşünmüyorum. Bunu açıkça söyleyeyim. Ama tabi şartlar bizi siyasetle kucaklaştırırsa veya öyle bir gereklilik ortaya çıkarsa, bir talep doğarsa ve bir hizmet imkânı olursa hizmetten de kaçmayız. Biz teknik insanlarız; yani netice itibarı ile bize ihtiyaç olduğu yerde oluruz. Siyaset farklı bir kulvar. Siyasetin içinde olalım, siyaset yapalım diye özel bir çabamız yok. Ama siyasette bizim hizmetimize ihtiyaç olursa o da düşünülebilir. Son olarak Altunizade ile ilgili görüşlerinizi öğrenmek istiyoruz. Altunizade bana göre Anadolu yakasının en önemli ve en mutena semtlerinden birisi. Merkezi bir konuma sahip. İstanbul’un Kadıköy’üne, Üsküdar’ına, Eminönü’ne ulaşmak çok kolay. Dolayısıyla Altunizade’de olmak İstanbul’da olmak anlamına geliyor. Biz Altunizade’de yaşamaktan çok memnunuz. Burada yaşamayı seçmek için özel bir çabamız olmadı, denk geldi. Ve bu durumdan da son derece hoşnuduz. Özellikle Anadolu yakası için Altunizade’nin hizmet merkezi olduğunu düşünüyoruz. Burada çok önemli finansal kuruluşlarımızın, hizmet kuruluşlarımızın ve sağlık kuruluşlarımızın merkezleri var. Bu da Altunizade’ye, Bağlarbaşı’na ayrı bir değer katıyor. Burada yapılaşma da iyi korunmuş. Belli bir standart oluşturulmuş; umarım bu şekilde devam eder diye düşünüyorum. kariyer Berrin TAVMAN Hedef Grup İnsan Kaynakları Direktörü Performans Yönetimi, ama nasıl? En iyi performans sürekli olan performanstır. İnsan Kaynakları Yönetim sürecinin temel fonksiyonlarından hiç kuşkusuz en önemlisi “Performans Yönetimi“dir. Bir adayın ilk performans ölçümü mülakat aşamasında başlar. Özellikle teknik ve davranışsal yetkinliklerin sınav ve değerlendirme merkezi işleyişiyle ölçümlendiği şirketlerde, adayın kuruma kazandırabilecekleri ve kendisinden beklenen hedef ve iş performansına ne derece katkı sağlayabileceği açıkça belli olur. Elbette henüz iş hayatının başında olan yeni mezun ve deneyimsiz adaylar için bu durum bu kadar net değildir. “En iyi performans sürekli olan performanstır” deyişinden çıkarımla beklenti performansın artan bir ivmeyle devam etmesi, dış etkenlerden etkilenmemesi, gelişen ve değişen koşullara göre çabuk adapte edilmesidir. Çalışma süresince, hem işin değişen dinamikleri hem de çalışanın kariyer haritası doğrultusunda yeni beklentiler oluşmaya başlar. Eğer kariyer haritaları iyi planlanırsa hazırlanacak eğitim ve gelişim destek programları ile çalışanlar yeni görevlerinde de en iyi performansı vermeye devam edebilirler. Bu amaçla oluşturulan Liderlik Programları, Yıllık Eğitim ve Gelişim Planları, Kilit Personel Seçimi ve Değerlendirilmesi, Stratejik Planlama kapsamında yapılacak yeni işe alımlar, Atama ve Terfi Programları, İş Rotasyonu ve İş Zenginleştirme gibi süreçler titizlikle planlanmalıdır. hangi formül ile ölçümleneceği, bu ölçümü yapabilmek için elimizdeki verilerin neler olduğu, bu verilere ulaşılabilirlik çok önemlidir. Örneğin şirkette belli bir pozisyonda (çağrı merkezleri bu duruma iyi bir örnektir) eleman sirkülasyonunun düşürülmesi isteniyorsa öncelikle mevcut sirkülasyon oranının ne olduğunun bilinmesi gereklidir. Bunu ölçebilmek için “Eleman sirkülasyonunun nasıl hesaplanacağının formülünü bilmeliyiz“ hesaplamadan sonra mevcut durum ortaya çıkmış olacaktır. Bundan sonraki aşama ulaşmak istediğimiz eleman sirkülasyon oranının ne olacağının belirlenmesidir. Performans Yönetimi özelinde konuya yaklaşırsak sorulması gereken öncelikli sorular: Doğru ve objektif bir performans yönetimi yapmak nasıl mümkün olacak? Nelere dikkat edilmesi gerekiyor? Her pozisyon için aynı uygulama yolu mu seçilecek? Performans sonuçları nasıl paylaşılacak ve nerede kullanılacak? Hedef belirleme çalışmalarında konulacak hedeflerin gerçekçi ama birazda zorlayıcı olması gerektiği prensibini unutmamalıyız. Sektörün ve genel işgücü pazarının dinamiklerini de göz ardı etmemeliyiz. Doğru bir performans yönetim sürecinin ilk aşaması pozisyondan beklenen iş çıktılarının nitelik ve niceliksel olarak çok iyi tanımlanmasıdır. Bu tanımla parça başı çalışılan işlerde çok kolay iken masa başı yapılan süreye yayılan ve çıktısının kalite standardı bakış açısına göre değişen işlerde biraz daha zordur. Örneğin 30x30 ebatlarında kesilecek bir tahta parçasından 1 saatte 10 adet kesilmesi gibi bir standardı normal koşullar altında (doğru ekipman, elektrik kesintisinin olmaması vb. şartların yerine getirildiğini varsayarak) koymak çok kolayken bir beyannamenin ne kadar sürede doldurulabileceği ve hata oranının 0 olma talebine ne derece uyum gösterilebileceği, bir raporun hazırlanma süreci, bir sistem kurulumunun ne kadar zaman alacağı biraz daha tartışma konusudur. Performansta temel hedef ölçümlenebilir kriterler koyabilmektir. “Ölçemediğiniz şeyi yönetemezsiniz“. Her bir iş çıktısının Belirlediğimiz hedefe ulaşma aşamasında ilk yapmamız gereken eleman sirkülasyonu sebeplerini çok iyi analiz etmektir. Ancak böyle bir analizden sonra hangi nedene daha çok odaklanacağımızı belirleyebilir ve bu alanda aksiyon planları hazırlayıp, iyileştirmeler yaparak hedeflediğimiz orana ulaşabiliriz. Başarılı bir Performans Yönetim sisteminde her pozisyonun gereklerinin ve performans beklentilerinin ayrı ayrı belirlenmesi, hedef ve iş planı temelli bir çalışma prensibinin benimsenmesi, çıktılarının kullanım alanlarının çok iyi tespit edilmesi gerekmektedir. Performans Yönetimi uzun soluklu bir süreçtir. Sadece performansı ölçmek, performans yönetimi için yeterli değildir. Performans yönetimi ile gerçekleştirilen; gerek kurumsal hedeflerin gerçekleştirilmesi gerekse de çalışanların bu konudaki katkılarının net olarak belirlenerek hem bireysel hem de şirket performanslarının arttırılarak planlı bir gelişim sürecinin sürekliliğinin sağlanmasıdır. * bu kampanyamız sadece beşiktaş ve maslak’taki merkezlerimizde geçerlidir. eğitim Doğuş Eğitim Kurumları Doğuş Eğitim Kurumları, 37 yıldır Türkiye’nin geleceğini yetiştiriyor. Türkiye’de CIS Akreditasyonuna sahip sayılı okullar arasında yer alan, tüm okullarıyla aynı anda akreditasyon alabilen ilk ve tek kurum olan Doğuş Eğitim Kurumları, 37 yıldır aydın, donanımlı, bilgiyi kullanabilen, çağdaş bilimin ışığında yürüyen, ülkesinin tarihi ve kültürel birikimine sahip çıkan, kültürel farklılıklara saygı duyan dünya vatandaşları yetiştiriyor. milli ve evrensel değerleri yaymalarına olanak sağlamak amacını taşıyor. Eğitim-öğretim amaçlarına uygun olarak düzenlenen etkinliklerde yetenek ve becerilerini kullanarak geleceğe hazırlanan öğrenciler, okul içinde ve dışında kişiliklerini artı değerlerle geliştiriyor. Tam öğrenme modelinin esas alındığı Doğuş Eğitim Kurumları’nın akademik programının temelinde; çoklu zeka alanlarının gelişiminin desteklenmesi, aktif öğrenme ortamları oluşturulması ve öğrencilerin bireysel farklılıklarının dikkate alınması bulunuyor. Öğrencilerde hedeflenen bilgi, beceri ve davranışları geliştirmek için süreklilik, motivasyon, yaşam boyu öğrenme ilkeleriyle çalışma yürütülüyor. Doğuş Acıbadem ve Doğuş Çamlıca Anaokulları, CIS (Uluslararası Okullar Birliği) Akreditasyonu’na sahip Türkiye’deki sayılı anaokullarındandır. Öğrencilerin, yarınlarının temelinin sağlam atılacağı, bilişsel, dil ve fiziksel gelişimlerini gerçekleştirecek özenle hazırlanmış, zengin eğitim materyalleri ile desteklenerek oluşturulmuş eklektik eğitim programı, alanında donanımlı, güler yüzlü ve anlayışlı bir öğretmen kadrosu tarafından uygulanır. Derslerle birlikte ilerleyen kültürel, sanatsal, sportif etkinlikler, kulüp faaliyetleri ve seçmeli ders olanakları ise öğrencilerin yetenek, beceri ve yaratıcılıklarını geliştirmek, Bu programların hazırlanışında öğrencilerin gelişim özellikleri, ilgi ve gereksinimleri, bireysel özellikleri, bireysel farklılıkları ve 3-6 Yaş Anaokulu programı yakın çevre özelikleri dikkate alınır. Öğrencilerimizin bireysel özellikleri ve ihtiyaçları göz önüne alınarak, çeşitli eğitim sistemlerinin içlerinden belli öğeleri seçerek oluşturduğumuz kurumumuza özgü bir sistem uygulanmaktadır. Bu programlar, öğrencilerimizin var olan yeteneklerinin keşfedilmesine yardımcı olacak, benlik kavramlarının gelişimine katkıda bulunacak, öğrenmeye ilgi uyandıracak şekilde uygulanmaktadır. Miniklere dünya vatandaşı olmaları yolundaki ilk adımı atma olanağı sunularak, onlara yaşamsal deneyim fırsatları verilir. 2 Yaş Oyun Grubu Programı Oyun grubu, 24-36 ay arası çocukların gelişimsel ihtiyaçları doğrultusunda sosyal ortamlara girmelerini sağlarken; uzman eğitim kadrosu ile yapılandırılmış bir eğitim programı çerçevesinde, onların gelişimsel alanları desteklenmektedir. Oyun grubu programında yürütülen faaliyetler ile çocukların ev ortamından okul ortamına 2 günlük ya da 3 günlük programlarla aşamalı geçişleri sağlanırken, bu eğlenceli aktiviteler esnasında onların fiziksel, bilişsel ve dil gelişimleri desteklenmiş olur. Anaokulunda İngilizce Eğitimi Anaokulu öğrencileri yabancı dili, özellikle ikinci bir dilin telâffuzunu ve tonlamasını en rahat ve mükemmel bir şekilde öğrenebilecekleri yaştadırlar. İkinci bir dilin en iyi öğrenildiği erken çocukluk dönemindeki 3–6 yaş grubu öğrencilerimize, okul öncesi eğitim ilkeleri doğrultusunda ve anadili İngilizce olan ülkelerdeki anaokullarında kullanılan İngiliz müfredat (British Curriculum) kapsamında ağırlıklı İngilizce programı uygulanır. Öğrencilerin kendilerini İngilizce konuşulan ortamda rahat hissetmelerini sağlayarak, öğrendiklerini günlük hayatlarında kullanmalarına temel oluşturarak, öğrencilerimizi motive ederek, onlara daimi bir dil öğrenme sevgisi aşılamayı da amaçlıyoruz. Böylece çocuğun hem okul öncesi alandaki hem de yabancı dil alanındaki gelişiminin en üst düzeyde gerçekleşmesi desteklenir. yemek pişirme ve yurt dışı yaz okulu programları ve yurt içi gezileri bulunuyor. Üniversiteye donanımlı geçiş 2 dil bilen ilköğretim mezunları Doğuş İlköğretim Okulu’nda, 5. sınıfa kadar temel derslerin yanı sıra yoğun İngilizce eğitimi veriliyor. 6. sınıftan itibaren ise İngilizceye ikinci yabancı dil eşlik ediyor. Öğrenciler; Almanca, Çince, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca veya Japonca dillerinden birini seçmeli olarak öğreniyor ve bu sayede ortaöğretime iki yabancı dil bilen bireyler olarak geçiş yapıyor. Yürürlükteki eğitim sisteminin gereği olarak ilköğretim kademesinin en önemli ayaklarından biri haline gelen SBS’ye, öğrenciler tam bir bilinçle hazırlanıyor. SBS’ye yönelik özel çalışma programıyla, sınavda başarı için gerekli zemin hazırlanırken; rehberlik faaliyetleriyle de öğrencilerin sınav kaygısının zararlı etkilerinden korunmaları sağlanıyor. Düzenlenen ders dışı faaliyetler arasında ise; spor, sanat ve kültür yarışmaları, tiyatro ve konser gezileri, müzelerde atölye çalışmaları, yazar, sanatçı ve bilim adamı söyleşileri, bilim şenlikleri, doğa yürüyüşleri, kayak kampları, uzay kampı, spor okulları, 1 yılı hazırlık sınıfı olmak üzere 5 yıllık eğitim süresine sahip Doğuş Anadolu Lisesi’nde, bulunduğu statü gereği bir kısım derslerin öğretimi İngilizce olarak yapılmaktadır. Matematik, Geometri, Fizik, Kimya, Biyoloji derslerini İngilizce olarak takip edebilmek için yoğun bir İngilizce Programı uygulanmaktadır. İngilizce eğitimimiz ‘Avrupa Dilleri Ortak Çerçeve Programına (The European Framework ) uygun olarak yürütülmekte ve liseden mezun olan öğrencilerimiz dil başarılarını gittikleri yurtiçi ve yurtdışı üniversitelerde sergilemektedirler. İngilizcenin yanı sıra hazırlıktan başlamak üzere Almanca, Fransızca Çince, Japonca, İtalyanca, İspanyolca dil eğitimleri tüm lise sınıflarında 2. yabancı dil olarak okutulmakta ve öğrencilerimiz aldıkları eğitimle ulusal ve uluslar arası sınavlarda üstün başarı göstermektedirler. Öğretim süresi 4 yıl olan Doğuş Fen Lisesi’nde ise Türkçe eğitim veriliyor. Uygulanan program itibariyle; fen ve matematik alanlarında üstün yeteneğe sahip öğrencilerin bu alanlarda yükseköğretime hazırlanması hedefiyle hareket ediliyor. Bu sayede, matematik ve fen bilimleri alanlarında ge- eğitim reksinim duyulan üstün nitelikli bilim adamlarının yetiştirilmesine kaynaklık etmek, öğrencileri araştırmaya yöneltmek, bilimsel ve teknolojik gelişmeler ile yeni buluşlara ilgi duyanların çalışacakları ortamı ve koşulları hazırlamak amaçlanıyor. Bilgiyi kullanabilen gençler Anadolu Lisesi ve Fen Lisesi’nde kullanılan eğitim yöntem ve teknikleri öğrencilerin öğrenme ihtiyaçlarına ve Doğuş Eğitim Kurumları’nın akademik hedeflerine uygun olarak hazırlanır. Öğrencilerimiz bireysel ve grup çalışmalarını, sunum, münazara, araştırma teknikleri ve ürettikleri projeler ile desteklemektedirler. Bu çalışmalarında ileri eğitim teknolojilerinden yararlanmaları teşvik edilmektedir. Doğuş Anadolu Lisesi ve Doğuş Fen Lisesi’nde öğrencilerin proje çalışmaları Doğuş Üniversitesi öğretim üyelerinden sağlanan destekle pekiştirilir. Bu amaçla okullar bünyesinde Bilim Danışma Kurulu oluşturulmuştur. Dolu dolu öğrencilik yılları Yükseköğretime geçiş sınavlarına yüksek bilgi birikimiyle hazırlanan öğrenciler, bilinçli meslek seçimi ve kariyer planlaması konusunda da lise sonrası yaşama hazırlanıyor. Sınavlarda başarı için gerekli çalışmalar düzen ve disiplin içerisinde ilerletilirken, rehberlik faaliyetleriyle de olumlu motivasyon sağlanıyor, stresle başa çıkabilmenin yolları öğretiliyor. Öğrenciler, ortaöğretim kademesinde üniversiteye rahatlıkla geçmelerini sağlaya- cak donanımlı bir eğitim alırken, yer aldıkları projeler ve katıldıkları akademik organizasyonlarla da bilgiyi uygulamaya dökme ve tecrübe edinme fırsatını yakalıyor. Akademik çalışmalarının yanı sıra sportif ve kültürel etkinliklere katılarak bedensel ve zihinsel gelişimlerini destekliyorlar. Doğuş Anadolu Lisesi ve Doğuş Fen Lisesi öğrencileri; spor ve kültür yarışmaları, tiyatro ve müze gezileri, bilim şenlikleri, kayak kampları ve yurt dışı yaz okulu programları ile öğrencilik yıllarını etkin ve aktif bir şekilde geçiriyor. Demokrasi okulda içselleştiriliyor Öğrencilerde yerleşik bir demokrasi kültürünün oluşturulması, hoşgörü ve çoğulculuk bilincinin geliştirilmesi, yurttaşlık görevi olan seçme, seçilme ve oy kullanma alışkanlığını içselleştirmeleri, katılımcı olmaları, iletişim kurabilmeleri, demokratik liderliği benimseyebilmeleri ve kamuoyu oluşturabilme becerilerinin kazandırılması amacıyla okul meclisi bulunuyor. Öğrencilerin ulusal başarılarının yanı sıra evrensel çapta da söz sahibi olmalarının önemine inanan Doğuş Eğitim Kurumları’nda, öğrenciler ulusal ve uluslararası projelerde yer almaları için teşvik ediliyor ve onları destekleyecek olanaklar sunuluyor. Özel Okullar Derneği, TÖDER, SEMEP, ECIS, CIS gibi ulusal ve uluslararası saygın akademik kuruluşların üyesi olması da Doğuş Eğitim Kurumları bünyesindeki okulların kendi standartlarının yanı sıra uluslararası standartlarda paralellik sağladığının bir göstergesidir. hak hukuk Recep BEHAR Yeni yasalaşan Türk Ticaret Kanununda değişen ne? Çok önemli değişimlere yol açacak yeni kanunu daha iyi anlamak için Şimşek & Şimşek Hukuk ve Danışmanlık’tan Avukat Kemal Şimşek’e sorduk. Geçtiğimiz 12 Eylül’de anayasa değişikliği için referandum yapıldı. Tüm süreçte yaşanan tartışmalar hala daha küllenmezken, Türk Ticaret Kanunu TBMM tarafından 13 Ocak’ta kabul edildi. Ticari işletmelerin tamamını ilgilendiren ve çok önemli değişimlere yol açacak yeni kanunu daha iyi anlamak için Avukat Kemal Şimşek’e danıştık. ürünü olarak 6102 Kanun numarasını alarak 13.01.2011 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’nda görüşülerek yasalaşmıştır. 2011 yılı başında Türk Hukuk Sistemi’nde önemli yeri olan bazı kanunlar değiştirildi. Bunlardan biri de Türk Ticaret Kanunu’ydu. Bize bu kanunun hazırlık aşaması ve tasarının yasalaşması sürecine dair bilgi verebilir misiniz? 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu, “Başlangıç” hükümlerini takiben sırasıyla “Ticari İşletme”, “Ticaret Şirketleri”, “Kıymetli Evrak”, “Taşıma İşleri”, “Deniz Ticareti” ve “Sigorta Hukuku” konularını düzenleyen altı kitap ile “Son Hükümler”den ibaret toplam 1535 maddeden oluşuyor. 1956 tarihli ve 6762 no.lu eski Türk Ticaret Kanunu’ndaki kitaplara ek olarak Taşıma Hukuku bağımsız bir kitap olarak kanundaki yerini aldı. Bu haliyle Türk Ticaret Kanunu, yürürlükten kaldırdığı 1475 madde uzunluğundaki eski kanundan 60 madde daha fazladır. Yeni kanunda yaklaşık 600 hükümde yeni düzenlemeler bulunmakta iken 685 maddenin sadece dili sadeleştirilmiştir. Geriye kalan yaklaşık 250 madde ise içeriğinde fazla değişiklik yapılmaksızın yeniden kaleme alınmıştır. Türk Ticaret Kanunu Tasarısı T.C. Adalet Bakanlığı’nca 8 Aralık 1999 tarihinde oluşturulan Ticaret Kanunu Komisyonu tarafından beş yıllık bir çalışma sonucunda hazırlanmış ve 24 Şubat 2005 tarihinde kamuoyunun değerlendirmesine sunulmuştur. 40 üyeden oluşan komisyonda, BDDK, DPT gibi kurumların temsilcileri, çeşitli üniversitelerden öğretim üyeleri ve baro temsilcileri yer almıştır. Komisyon toplam 671 toplantı yapmış ve tasarı metni bu çalışmanın bir Bundan önceki Türk Ticaret Kanunu ve yeni kabul edilen kanun arasındaki temel farklar nelerdir? hak hukuk Her iki Türk Ticaret Kanunu’nu yan yana getirip içerikleri itibariyle karşılaştırdığınızda 6102 sayılı yeni kanun hakkındaki şahsi değerlendirmeniz nedir? 1956 yılından beri yürürlükte bulunan eski kanunun artık günümüz ticari hayatını düzenlemekte yetersiz kaldığı yadsınamaz bir gerçektir. Ancak eski kanunun açıklarını kapatmak, eksikliklerini gidermek adına getirilen yeniliklerin tüm mevzuatla uyumlu olması gerekmektedir. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu bu yönüyle bence yetersiz kalacak ve tam anlamıyla tüm hükümlerin uygulanması uzun yıllar alacaktır. Bu konuda yasama organının sicili maalesef ciddi anlamda bozuktur. Geçmişten bugüne, birçok kanun, o kanunun uygulanmasını etkileyecek diğer kanun, yönetmelik vb. mevzuatla uyumlu olup olmadığı, toplumun sosyolojik, psikolojik durumunun o konudaki değişikliklere hazır olup olmadığı hususları göz ardı edilerek dar bir bakış açısıyla yürürlüğe sokulmuştur. Bu sebeple bir çok düzenleme kâğıt üzerinde kalmakta, hayata geçirilememektedir. 6102 sayılı kanun ile ilgili olarak bu kadar karamsar olmasam da yine de çok önemli değişikliklerin, açık eksikliklerle hukuk sistemimize dâhil olduğunu belirtebilirim. Yaklaşık 600 hükümde yeni düzenlemeler olduğunu, bu düzenlemelerin ticari hayatı önemli ölçüde etkileyeceğini belirtiyorsunuz? Bu değişikliklerin diğer mevzuatla, toplumun hâlihazır sosyolojik ve psikolojik yapısıyla uyumlu olup olmadığı konusunda da endişeler taşıyorsunuz. Peki, bu önemli değişikliklerden bazılarını bize örnekler misiniz? Yeni kanun ticari hayatta neleri değiştirecek. Tabii ki. Kanunun tüm bölümlerinde önemli değişiklikler yer alıyor ancak tüm toplumu yakından etkileyecek olan bazı hükümlerden örnekler verelim. Bir kişi tarafından limited veya anonim şirket kurulabilecek. 338 ve 574. maddelerle getirilen değişiklikle yeni kanun uygulamaya girdikten sonra tek kişi tarafından anonim ve limited şirket kurulabilecektir. Birçok hukukçuya göre bu durum en göze çarpan değişiklik olarak öne çıkıyor. Çünkü daha önceki düzenlemeye göre limited şirket kurabilmek için en az 2, anonim şirket kurabilmek için ise en az 5 ortağın bir araya gelmesi gerekiyordu. Bu değişiklik Avrupa Birliği’nde uygulanan yasal düzenlemelere uyum sağlayabilme adına yapılmış bir değişikliktir. Her şirkete, internet sitesi kurma ve bazı bilgilerini bu site aracılığıyla kamuoyunun incelemesine sunma zorunluluğu getiriliyor. Türkiye’de şu anda 100 bin civarı anonim şirket, 1 milyon civarı da limited şirket olduğu düşünüldüğünde bu düzenleme de ön plana çıkan değişliklerden biridir. Bu konuyla ilgili olarak kanunda bazı maddelerde farklı hükümler yer almaktadır. Yüzbinlerce şirket zorunlu olarak internet sitesi kuracak ve şirketlerinin yapısı ile ilgili olarak kamuoyunu aydınlatması gerekecektir. Özellikle kanunun 1524.üncü maddesinde konuyla ilgili detaylı düzenleme yer almaktadır. Yeni düzenlemeye göre her sermaye şirketi bir internet sitesi açarak bu sitede, şirketin hâlihazırda bir internet sitesi varsa bu sitenin belli bir bölümünde şirketçe yapılması gereken ilanlar, pay sahipleri ile ortakların menfaatlerini koruyabilmeleri ve haklarını bilinçli kullanabilmeleri için görmelerinin ve bilmelerinin yararlı olduğu belgeler, yönetim ve müdürler kurulu tarafından alınan; rüçhan, değiştirme, alım, önerilme, değişim oranı, ayrılma karşılığı gibi haklara ilişkin kararlar; bunlarla ilgili bedellerin nasıl belirlendiğini gösteren hesapların dökümü, genel kurul ve yönetim kurulu kararları, esas sözleşme değişikliklerine ait belgeler vb. daha birçok bilgi ve belgeyi burada yayınlamak zorundadır. 1524’üncü maddenin (g) bendinde maddede ilanı gereken bilgi ve belgeler ile ilgili çerçeve “Şeffaflık ilkesi ve bilgi toplumu açısından açıklanması zorunlu bilgiler” olarak belirtilmiştir. Şirketler ile ilgili olarak yeni bilgi edinme kaynağı internet siteleri olacak yani? Aslında sadece şirketler ile ilgili olarak değil, tüm ticari hayat artık internet temelli olacak desek abartmış olmayız sanırım. Çünkü kanunun 414, 1525, 1527 gibi maddeleri incelendiğinde görülmektedir ki artık elektronik ortamda güvenli elektronik imza ile tacirler arasında belge düzenlenebilir, bu şekilde tebligat yapılabilir, ortaklar arasında mail yoluyla hukuki bildirimler yapılabilir, genel kurullarda oy kullanılabilir hale gelmektedir. Elektronik ortama geçiş sadece bununla kalmıyor, kanunun tamamında bu hususta daha birçok düzenleme yer almaktadır. Bazı ihbarların elektronik ortamdan gönderilmesinin yanı sıra 414’üncü maddeye göre elektronik ortamda genel kurul ve yönetim kurulu toplantıları da yapılabilecek ve bu toplantılarda bağlayıcı kararlar alınması söz konusu olabilecektir. Hatta elektronik ortamda genel kurul yapılması 1527’nci maddeyle pay senetleri borsaya kote olmuş şirketlerde zorunlu hale geliyor. Bu hükmün caydırıcı sayılabilecek bir de yaptırımı var, bu hükme aykırı davranan yöneticiler, 6 aya kadar hapis veya 100-300 bin TL arasında adli para cezası istemiyle yargılanabilecek. Kısacası ihbarlar, itirazlar, faturalar, teyit mektubu, toplantı çağrıları vb. elektronik ortamdan yapılabilecek. Sigorta poliçeleri de artık elektronik ortamda güvenli elektronik imza ile yapılabilecektir. 24’ncü madde ile getirilen düzelemeye göre artık Ticaret Sicili Gazetesi de elektronik ortama taşınıyor. Böylece artık yüzlerce sayfalık kâğıda basılı gazete yerine aranılan bilgilere hemen ulaşılabilecek bir elektronik bilgi bankası oluşacak. Bu şekilde şirketlere ilişkin bilgi ve belgelere elektronik ortamda ‘ticari sicil bilgi bankası’ aracılığıyla rahatlıkla ulaşılabilecek. Eskiden bir hukukçu, muhasebeci, mali müşavir için şirket demek “kağıt” demekti, artık bu anlayış değişecek. Tabiri caizse dev bir şirketi; ticari defterleri, bilançoları, ticaret sicil kayıtları, genel kurul kararları vb. tüm bilgileri ile birlikte bir taşınabilir bellekle cebimize sığdırabileceğiz. Avukatlar olarak ticari davalarda sıkça yaşadığımız bir durum vardır; ticari defterler üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırılması. Bazen klasörlerle bazen de çuvallarla defter getirilir mahkemeye ve bilirkişi incelemesi yapılır. Artık bu bilgileri bir CD’de sunacağız sanırım. Alışması bizim için de zor olacak. Şirketler ile ilgili neredeyse tüm işlemlerin elektronik ortamda yapılacağını belirttiniz. Bunun dışında kanunda sizin ilginizi çeken değişiklikler nelerdir? Yaklaşık 600 yenilikten bahsettikten sonra bu soruya cevap vermek biraz zor olacak. Sermaye Piyasası Kurulu’ndan izin almadan para toplanamayacak örneğin. 552’nci maddeye göre SPK’dan izin almaksızın halktan ortaklık vaadiyle para toplamak cezai müeyyideye bağlandı. Anonim veya bir başka şirket kurmak, şirketin sermayesini artırmak amacıyla veya vaadiyle halktan para toplanabilmesi için SPK’dan izin alınacak Ayrıca bence kanunun en önemli fakat en hazırlıksız yakalanılan hükümlerinden birisi şirketlerin denetlenmesi alanındaki değişikliktir. Kanunun 397’nci ve 400’ncü maddesi arasındaki hükümlere göre gerçek ve tüzel kişiler, ticari defterlerini ve finansal tablolarını TMSK (Türkiye Muhasebe Standartları Kurulu) tarafından yayınlanacak Türkiye Muhasebe Standartlarına, kavramsal çerçevede yer alan muhasebe ilkelerine uygun olarak tutmak ve düzenlemek zorundadırlar. Bu zorunluluk icabı şirket hesap ve kayıtları iç denetim mekanizmalarınca değil bağımsız denetim firmaları tarafından denetlenecektir. Ancak bu kadar çok sayıdaki şirketi denetleyebilecek sayıda ve yeterlilikte bağımsız denetim şirketinin olduğundan söz edemeyiz. Sigorta hukuku alanında önemli bir yenilik var örneğin; “Sorumluluk Sigortası” hukuk sistemimize dâhil oldu. Bu değişiklik de geç kalınmış bir değişiklik. Avrupa Birli- ği ülkeleri uzun yıllar önce bu sigorta türünü hayata sokmuş iken bizde ancak 2011 yılında sorumluluk sigortası diğer adıyla mesleki sigorta yürürlüğe girmiş olacak. 1473’ncü maddede düzenlenen bu sigorta türüyle meslekleri gereği bir hata yapıp, tazminat talebiyle karşılaşacağını düşünen kişiler, kendilerini bu tazminat taleplerine karşı sorumluluk sigortası ile güvence altına alabilecekler. Ayrıca bu sigorta türünde çok önemli bir düzenleme de doğrudan talep hakkı. 1478’nci maddeye göre mesleki hata sonucu zarar gören kişi, uğradığı zararı doğrudan sigortacıdan isteyebilecek. Yeni Ticaret Kanunu’na daha önceki kanunda olmayan Taşıma İşleri başlıklı bir kitap eklendiğini belirtmiştiniz. Bu bölümdeki düzenlemeler nelerdir? Doğru, bu kitap daha önce ayrı bir başlık olarak düzenlenmiyordu. Özellikle yurt içi yolcu ve eşya taşımacılığında mevzuatta bir boşluk yer almaktaydı. Bu kanunda konunun ayrı bir kitap olarak düzenlenmesi ciddi bir eksikliği gidermiştir. Mesleki faaliyet olarak sürekli veya geçici olarak yolcu ve eşya taşıyan kişi ve kurumlarla ilgili hükümler bu başlıkta düzenlenmiştir. Kanun, taşıma işi ile uğraşanlara 851’nci ve devamındaki maddelerde ciddi sorumluluklar yüklemiştir. Örneğin üstlendiği taşıma işini bir başkasına yaptıran taşıyıcı, kanunun kendine yüklediği sorumluluğun kaldırılmasını veya hafifletilmesini bekleyemez, buna yönelik sözleşme hükümleri de geçersizdir. Yolcunun bir kaza neticesi ölmesi veya yaralanması durumunda tazminat talep edebilmesi on yıllık zamanaşımı süresine bağlı iken diğer konularda bu süre bir yıl olarak düzenlenmiştir. Ancak doğan zarar, 855’nci madde hükmü ile taşıyıcının kastından veya pervasızca bir davranışıyla ve böyle bir zararın meydana gelmesi ihtimalinin bilinciyle işlenmiş bir fiilinden veya ihmalinden dolayı meydana gelmesi durumunda bir yıllık zamanaşımı süresi üç yıla uzatılmıştır. 54’ncü ve devamındaki maddelerde bulunan haksız rekabete ilişkin hükümler önem arz etmektedir. 55’nci maddede sınırlı sayıda olmasa da haksız rekabete ilişkin bazı örnekler verilmiştir. Uygulamada sıkça rastlanan bazı davranışlar kanunda açıkça haksız rekabet olarak düzenlenmiştir. Örneğin 55’nci maddenin 1-a bendi çok geniş bir çerçeveyi haksız rekabet olarak düzenlemektedir. Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra “Başkalarını veya onların mallarını, iş ürünlerini, fiyatlarını, faaliyetlerini veya ticari işlerini yanlış, yanıltıcı veya gereksiz yere incitici açıklamalarla kötülemek” haksız rekabet sayılacaktır ve bunun gibi haksız rekabet sayılacak hareketlerde bulunanlar 62’nci madde gereğince iki yıla varan sürelerde hapis cezası ve ciddi para cezalarına hükmedilebilecektir. Ayrıca bunun gibi hükümler bundan sonra ilan edilecektir. 6102 sayılı yeni Türk Ticaret Kanunu ile getirilen bazı yenilikleri bizimle paylaştınız? Peki, bu değişiklikler ne zaman fiilen hayatımızda olacak, ne zaman uygulanmaya başlayacak? Kanunun yürürlüğe giriş tarihi 1534’ncü maddede 1 Temmuz 2012 olarak belirlenmiştir. Anonim şirketlerin denetlenmesi ve Türkiye Muhasebe Standartları’nın belirlenmesi ve uygulanmasına dair bazı hükümlerin yürürlüğe giriş tarihi 1 Ocak 2013 olarak düzenlenmiştir. Bununla birlikte kanunun 1 Temmuz 2012’de yürürlüğe girmesinden sonra başta şirketlerin yerine getirmek zorunda olduğu yükümlülükler için şirketlere 3 ay ila 1 yıl arasında süreler verilmiştir. Kısacası 1 Temmuz 2012 tarihi, Türk ticari hayatı için bir dönüm noktası olacak ve herkes, tüm şirketler yeni sorumluluklar ve hukuki düzenlemelerle karşı sağlık ve estetik Opr. Dr. Melike ERDİM Estetik Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi etkilenmez ve dökülmezler. Saç ekimi bu dökülmeyen köklerin, dökülmüş bölgeye nakledilmesidir. Bu kökler nakledildiği alanda dökülmeme özelliğini korur ve ömür boyu doğal bir görünüm elde edilir. kökleri tek tek alınır. Saçsız bölgede kanallar açılır. Alınan kökler açılan kanallara özel mikropensetler aracılığıyla teker teker istenen açı verilerek yerleştirilir. Köklerin çıkartıldığı yerler kendiliğinden iyileşir ve kesim olmadığı için ensede dikiş izi kalmaz. Ne zaman saç ekimi yapılabilir ? Dökülmenin fazla ve bölgesel olduğu, saç yoğunluğunun % 50 nin altına düştüğü durumlarda saç ekimi yapılabilir. Saç dökülmesinin en sık sebebi olan erkek tipi saç dökülmesinde etkili olduğu bilinen ilaçların yanı sıra etkinliği kanıtlanmamış çeşitli losyon, ilaç ve bitkisel bazlı ürünler mevcuttur. Etkisi sınırlı olan bütün bu ürünlerin yanında saç ekimi en köklü çözüm gibi durmaktadır. Saç neden dökülür? Saç teli büyür, dinlenir ve dökülür, bu dönüşüm devam eder. Bir bireyde 100.000125.000 saç teli bulunur ve günde 100 saç teline kadar dökülme normal kabul edilir. Saç dökülmesinin birçok nedeni vardır. Kansızlık, yetersiz beslenme, bilinçsiz ilaç kullanımı, deri hastalıkları, hormonlar bu nedenlerden birkaçıdır. Erkeklerde saç dökülmesinin en önemli ve en sık görülen nedeni ise genetiktir. Genetik olarak ön ve tepe bölgelerdeki saç kökleri dihidrotestesteron hormonundan etkilenir. Bu durumda saç kökünün faaliyeti durur, dökülür ve bir daha uzamaz. Erkeklerde ense bölgesindeki saçlar hormondan Saç ekim yöntemleri nelerdir ? Saç ekiminde pratikte uygulanan 2 teknik mevcuttur. Bunlar FUT (foliküler ünite transplantasyonu) ve FUE (foliküler ünite ekstrasyonu) yöntemleridir. Günümüzde bazı nadir durumlar dışında en sık olarak yapılan fue yöntemidir. FUT yönteminde ensede her iki kulak arasında kalan saçlı bölgeden bir doku dilimi alınır. Alınan bölge dikiş ile kapatılır. Bu doku dilimi 1’li, 2’li yada 3’lü saç kökleri içeren ünitelere (greft) ayrılır. Hazırlanan üniteler saç ekiminin yapılacağı saçsız alanda hazırlanan kanallara lokal anestezi altında ekilir. Dikişler 15 gün sonra alınır. Bu işlem yaklaşık 5-6 saat sürer. FUE ve FUT yönteminde köklerin yerleştirilmeleri aynıdır, aralarındaki fark köklerin alınmasıdır. Dikişsiz yöntem olarak da bilinen FUE yönteminde saç ekimi için kullanılan mikromotor denilen bir alet ve onun ucuna takılan ortalama 0.8 mm. ile 1 mm arası üzel uçlarla saç kökleri ensedeki saçlı alandan tek tek çıkarılır. Yani FUT yönteminde olduğu gibi enseden bir doku dilimi çıkarılmaz ve dikiş atılmasına gerek kalmaz. Ense bölgesi traş edilir. Bölge lokal anestezi ile uyuşturulur. Özel mikromotor ucuyla saç Dünyada ilk kez 2003 yılında uygulanmaya başlanan FUE yöntemi daha hızlı iyileşmeye olanak sağlaması ve kafa derisinde dikiş izi bırakmaması sebebiyle hastalar tarafından daha fazla tercih edilir hale gelmiştir. Saç ekimi öncesi nelere dikkat edilmelidir ? Ekimden 1 hafta önce aspirin vb. kan sulandırıcı ilaç alınmamalıdır. Kullanılan ilaçlar doktora bildirilmelidir. Ekimden önceki gece alkol alınmamalıdır. Ekim sabahı kahvaltı yapılıp gelinmelidir. Hangi yöntemle olursa olsun saç ekimi cerrahi bir müdahaledir ve hastane ortamında plastik cerrahlar tarafindan yapılmalıdır. Saç ekiminde önemli olan olabildiğince naturel ve diğer insanlar tarafından normal saçlardan fark edilmeyen ekim yapmaktir. Bunun için uygulanan cerrahi teknik, saçların ekildiği kanallarin açısı ve sıklığı, aktarılan saç miktarı önemlidir. Saç ekimi sonrası nelere dikkat edilmelidir? Saç ekimi sonrası doktorun reçete ettiği ilaçlar kullanılmalıdır. Ekimden 3 gün sonra saç yıkanmaya başlanır. Özel şampuan ve losyon 10 gün kullanılır. Bu süreçte ekim sonucu oluşan kırmızı kabuklanmalar dökülür. Ekim alanına önce losyon sürülür ve 1 saat bekletilir ve sonra yumuşak hareketlerle özel şampuanla saç yıkanır. 10 -15 gün içinde kabuklar kalktıktan sonra saçlar istenilen şampuanla yıkanılabilir. Bir ay içinde ekilen saçlar dökülür ancak bu durum kişiyi endişelendirmemelidir. 3 ay sonra saçlar çıkmaya başlar ve ömür boyu kullanılabilir. www.magicguzellik.com Mahir İz Cad. No:3/3 Altunizade - İstanbul (Capitol Karşısı) T: (0 216) 651 20 77 - 3 hat [email protected] sağlık ve estetik İcer Cansu IŞIKOĞLU Muayenehanelerde 1-2 saatlik uygulamalarla hastalara doğru materyal ve teknikler kullanılarak neredeyse hiç bir zararı olmayacak şekilde Bleaching (beyazlatma) yapmak mümkün. Bu yeni teknolojilerle dişlerin rengi 2 ile 8 ton arasında açılıyor ve hasta hekimin önerilerine uyarsa rengin geriye dönüşü olmuyor. İki ana diş beyazlatma tekniği vardır. Biri, klinikte uygulanan ”ofis bleaching” dediğimiz yöntem, diğeri ise hastanın evde kendisinin uyguladığı ”home bleaching” yöntemi. Evde gerçekleştirilen beyazlatma yöntemi için hastaya ağız yapısına uygun şeffaf bir kalıp hazırlanıyor. Kalıbın içine koyduğumuz özel bir jel var. Hasta bu kalıbın içine öngörüldüğü miktarda jel koyup bunu ağzına takıyor. Şeffaf bir damaklık şeklinde olan kalıp, dişlerin üzerine geçiriliyor. Kalıp gün içinde bir saat takılarak kullanılıyor. On veya on beş gün kullanıldıktan sonra istenen beyazlığa ulaşılabilir. Altunizade Polikliniği Diş Hekimi Diş hekimliğinde Estetik, Dental Lazer ve Implant tedavileri İnsanoğlunun varoluşundan bu yana en büyük kaygılarından biri güzel görünmek oldu. Diş estetiği ise bu güzelliğin önemli parçalarından biri.” İnsanoğlunun varoluşundan itibaren en büyük kaygılarından biri de güzel görünmek yani diğer adıyla “ESTETİK”. Tabi ki bunlar içinde de en önemli bölgelerden biriside dişler ve diş etleri bölgesidir. Birincil amacı ağız içi sağlığı ve çiğneme fonksiyonunun sağlanması olan diş hekimliği artık son yıllarda estetik ve kozmetik diş hekimliği adı altında yeni bir alanın oluşmasıyla insanoğlunun güzel görünmek kaygısına büyük ölçüde çözüm sağlamaya başlamıştır. Klinikte yapılan beyazlatma yöntemi ise dişin durumuna göre iki, üç ya da dört seansta gerçekleştiriliyor. Beyazlatma işlemini gerçekleştirecek jeli hastanın dişlerine sürdükten sonra ışın veriyoruz. Bu lazer ya da başka bir ışık kaynağı olabilir. Bu işlemde dişe oksijen verilerek dişin mine yapısına giriliyor ve oradaki rengin açılması sağlanıyor. Bu, dişin mine katmanının kalınlığına ve renklenmenin süresine bağlı olarak değişiyor, bazen tek seansta da istenilen sonuca ulaşılıyor. suyu gibi ”kromojenic” gıdalar, hazır yiyeceklerdeki boyar maddeler de dişlerin rengini koyulaştırır. Diş üzerindeki lekelenmelerle dişin kendi renginin koyulaşmasını karıştırmamak gerekir. Dişlerin yüzeyine yapışmış olan lekeler, fırçalar ve cila pastaları yardımı ya da diş hekiminin yapacağı temizlik işlemi ile kolayca çıkar, ancak dişin içine işlemiş olan renkleşmelerde bleaching işlemi devreye girmelidir. Bleaching işlemi eski dolgu veya kaplamalı dişin rengini de açar mı? Hayır. Beyazlatma sadece doğal diş yapısı üzerinde etkili bir yöntem. Beyazlatmadan sonra dişler ne kadar süre rengini korur? Evde ve ofiste uygulanan yöntemlerde sonuç aynı mı oluyor? Benim genellikle tercih ettiğim yöntem ”home bleaching”, yani hastanın dişlerini evinde kendi kendine beyazlatması. Uzun vadede eski haline dönme ihtimali yok diyebilirim, ama ofiste yaptıklarımızda bu risk var. Evde yapılan beyazlatmada, işlemi daha yavaş yaptığımız ve uzun süreye yaydığımız için kullandığımız kimyasal madde oranı da daha düşük oluyor. Bu yüzden genellikle ”home bleaching”i öneriyorum, ama iki yöntem de özellikle dişlerinin renginden memnun olmayıp porselen yaptırmak isteyen hastalarımız için birebir. Sırf renginden rahatsız olduğumuz için dişi kesmek çok yanlış, çünkü mine tabakası yok oluyor. Bunun yerine beyazlatmaya gitmek çok daha güvenli. Beyazlatma yöntemlerinin herhangi bir zararı var mı? Hiçbirinin ispatlanmış bir zararı yok. Dişe zarar vermediğine dair yaklaşık 1000 tane araştırma var. Zarar verdiğine dair hiç- bir bilgiye rastlamadım. Bir araştırmada, bu malzeme dişin üzerinde 240 saat bırakıldı. Bu maddenin 240 saat sonra dişte yaptığı aşınma miktarı, kola gibi asitli içeceklerin dişte oluşturduğu aşınma miktarına eşdeğer. Jeli tedavi boyunca dişin üzerinde iki, üç saatten fazla tutmadığımızı göz önünde bulundurursak, hiçbir zararının olmadığını söyleyebiliriz. Zararlı olduğuna dair söylentiler şuradan kaynaklanıyor; diş beyazlatma sırasında diş minesi oksijen aldığı için hassasiyet yapabiliyor. Dişin üzerindeki mine tabakası normalde sıcağı ve soğuğu geçirmez. Fakat beyazlatma esnasında oksijen aldığından, sıcak ve soğuğu geçirmeye başlar ve bazı kişilerde hassasiyet olabilir. Bu çok normal ve geçici bir durum. Tedavi bırakıldığı an geçiyor. ”Hazır yiyeceklerdeki boyalar diş rengini koyulaştırır.” Bleaching işlemine hangi aşamada başvurulmalıdır? Çay, kahve sigara gibi bilinen en kuvvetli boyayıcıların yanı sıra havuç, portakal Çay, kahve, sigara gibi maddelerin kullanımı sınırlandığında dişler beyazlığını uzun yıllar koruyabilir. Bleaching‘li dişlerin rengini korumak dişlerimizin temizliğine ne kadar önem verdiğimizle yakından ilişkili. Günde en az iki kere diş fırçalamak, bir kez diş ipi kullanmak ve altı ayda bir diş hekimine kontrole gitmek sağlıklı ve güzel dişlere sahip olmanın birinci koşulu. ”Önce dişlerdeki hassasiyet giderilmeli” Diş beyazlatma yönteminin önerilmediği durumlar var mı? Bu yöntem hamile kadınlarda ve emziren annelerde kullanılamaz, çünkü bu konuda herhangi bir araştırma yok. Bence 18 yaşından küçüklerde de kullanılmamalı. Bunun dışında kanser tedavisi gören hastalarda kullanılması da sakıncalı. Doğru uygulanmadığı ve doğru hasta seçilmediği takdirde kötü sonuçlar verebilir. Eğer hastanın dişlerinde çok ciddi aşınmalar varsa; sıcağa, soğuğa ya da tatlıya karşı hassasiyeti varsa önce bu şikayetler tedavi edilmeli, sonra beyazlatma işlemine geçilmelidir. Aksi takdirde dişlere zarar verilmese de ciddi hassasiyetlere sebep olunabilir. Hastanın ağzında açık sağlık ve estetik Diş implantları ile doğal dişler arasındaki en önemli fark, doğal dişlerin çene kemiği içerisine lifler ile tutunması, buna karşın diş implantlarının çene kemiğine osseointegrasyon adı verilen mekanizma ile tutunmasıdır. İmplant uygulamalarında hedef hastalarımızın fonksiyon ve estetik olarak doğala en yakın rehabilitasyonunun sağlanması öncelik hedef halini almalıdır. Çeneniz implant yapılabilmesi için uygun destek kemiğine sahipse rahatlıkla implant uygulanabilir. Üst keser dişini kaza sonucu kaybetmiş bir hastanın görüntüsü görülmektedir. İmplant yerleştirildikten sonra iyileşme başlığı ile birlikte ve implantın üzerine kuron yapıldıktan sonraki durumu görülmektedir. yara veya çürük varsa bu hastalarda kullanılması sakıncalıdır. Bu yüzden hasta önce bu malzemeyi kullanacak hale getirilmeli, sonra işlem yapılmalıdır. Dişlerde şekil bozuklukları varsa ve ortodonti tedavisi yapılamıyorsa çok az madde kayıpları ile full estetik porselen kronlar ya da kompozit esaslı rezin materyel kullanarak 1-2 saat gibi çok kısa sürede dişlerden madde kaybı yapmadan şekil bozukluklarını gidermenin mümkün oluyor. İMPLANT teknolojisinin çok ilerleme kaydetmesi ile doğru materyal ve doğru tedavi prosedürleri kullanılarak hastaların en büyük kabusu olan hareketli protezler büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiş durumda. OLDUKÇA ESTETİK Son yıllarda geliştirilmiş kemik rejenerasyon materyalleri ve buna bağlı cerrahi tedavi teknikleri ile resorbe olmuş(madde kaybına uğramış) çenelerde bile implant yapmak mümkün. Bunun sonucunda da hastaların çok rahatlıkla kullanabileceği estetik açıdan da son derece tatmin edici protezler uygulanabiliyor Dental Laser tedavilerin çok kısa ve başarılı bir şekilde yapılmasını sağlayan bir yardımcı. Ne yazık ki günümüzde halen %10 -%20 arasında diş hekiminin kullandığı dental laser önümüzdeki yıllarda muayenehanelerde daha fazla olarak kullanılacak. Hastalarda kullanım sırasında ve sonrasında minimum ağrı, iyileşme süresinde kısalma, anestezi yapılmaması, operasyonlar sonrasında dokularda bakteriostatik etkisi ile hızla iyileşme sağlaması, dişeti estetiğinin mükemmel şekilde sağlanması ,dolgu yaparken dişe temas etmediğiniz için ağrı olmaması gibi , daha birçok tedavi yönteminde de hekime ve hastaya büyük konfor sağlamaktadır. Diş implantları tamamı ile kaybedilmiş eksik bir dişin, fonksiyonunu sağlamak üzere geliştirilmiştir. Diş implantı kısaca eksik dişin kökü yerine, çene kemiği içerisine yerleştirilir. Dişin kökü olarak fonksiyon görecek bir parça ile bunun üzerine gelecek dişin ağızda görünen bölümünden (kuron) oluşmaktadır. Diş implantları tek diş eksikliklerinin tedavisi amacı ile uygulanabileceği gibi daha fazla dişin veya tüm dişlerin eksikliği halinde de uygulanabilirler. İmplant uygulamaları hemen diş çekimini izleyerek (immediate implantasyon) yapılabileceği gibi, diş çekimi sonrasında belirli bir süre beklenerek veya uzun bir süre önce çekilmiş bir dişin yerine (dişsiz bölgeye) de yapılabilir. Bu aşamada doktorunuzun sizin gereksinimlerinizi gözeterek vereceği karara bağlı kalmalısınız. İmplant yapılmasına karar verildikten sonra, öncelikle cerrahi bir operasyon ile implant çene kemiğine yerleştirilmektedir. Genellikle implant uygulamaları lokal anestezi altında gerçekleştirilmektedir. İmplantın yerleştirilmesini ve iyileşme döneminin tamamlanmasını izleyerek, protez parçası olarak tanımlayabileceğimiz bölüm implantın içerisine yerleştirilmektedir. Bu işlemden sonra ölçü alınarak kuron, köprü veya protezler hazırlanmaktadır. İyileşme için üst çenede yaklaşık altı ay, alt çenede üç ay beklenmesi önerilmektedir. İmplantlar, doğal dişlerin gördüğü fonksiyonları görmek üzere üretilmişlerdir. Dolayısı ile doğal dişlerinizle yiyebildiğiniz gıdaları, implantlar ile de yiyebilirsiniz. Doğal dişlerinize gösterdiğiniz özeni, implantlarınıza da göstermelisiniz. hobilerimiz Av. Mehmet Fatih ÇAKIR Fotoğraf Sanatçısı Fotoğrafta Dijital Devrim Her devrim de öyle sesli, gürültülü olacak değildir. Bazı devrimler sessiz, sedasız gerçekleşiverir de farkına varmayız. Devlet yönetimlerinde meydana gelen köklü yönetim (rejim) değişikliklerini tarif için kullandığımız ve bugünlerde adını sıkça zikrettiğimiz “Devrim” aslında hayatın her alanında her zaman karşılaşabileceğimiz bir gerçeği anlatmaktadır. Çünkü devrim aynı zamanda bir yenilenmeyi, gelişmeyi, değişmeyi, dönüştürmeyi ifade eder. Kendini yenilemeyen, geliştirmeyen, kısaca zamana ve çağa ayak uydurmayan her sistem, her teknoloji, her işletme vs… bir an gelip yıkılmaya mahkumdur. Her devrim de öyle sesli, gürültülü olacak değildir. Bazı devrimler sessiz, sedasız gerçekleşiverir de farkına varmayız. Tıpkı yakın zamanda fotoğrafta ve fotoğrafçılıkta gerçekleşen digital devrim gibi… Sessiz sedasız gerçekleşen digital devrim neticesi, fotoğraf filmine ve baskı kağıdına dayalı üretim yapan ve piyasanın hakimi olan, bir nevi diktatörleri olan Kodak, Agfa, Polaroid gibi devler aynı sessizlikle kaybolup gittiler…. Acımasız devrim bir anda bu firmaları piyasadan silip attı. Hepsi bu bi- tişin farkındaydı elbet ama hiçbiri ne devrime direnmeye vakit bulabildi ne de devrime ayak uydurmaya… Artık onlarda “baki kalan hoş bir seda imiş” sözünün mazharı olarak fotoğrafçıların belleklerinde yerlerini aldılar. Peki nasıl oldu da piyasanın en büyük oyuncuları olan bu dev şirketler bu durumu öngöremediler. Veya öngördüler de gerekli çözümleri bulamadılar. Bunun cevabını bu şirketlerin CEO’ları vermişlerdir ya da sanırım digital fotoğraf devriminin ilk kurbanları olarak gerekli bedeli ödemişlerdir. Peki, digital devrim fotoğraf ve fotoğrafçının dünyasına ne getirmiştir? Digital devrimin ilk ve en önemli sonucu, fotoğrafı pahalı bir hobi olmaktan çıkarıp hemen herkesin erişebileceği bir uğraş haline getirmiştir. Basit bir digital fotoğraf makinesi ile hemen hemen sıfır maliyetle binlerce fotoğraf çekilebilir hale gelmiş, kötü çıkmış, film yanmış, baskı yapamadım gibi dertlerin tümü sona ermiştir. Aynı zamanda fotoğrafı anında bilgisayara aktarıp e-posta, internet vs. yollarla dünyanın en ücra köşesi ile fotoğrafı paylaşabilmek mümkün hale gelmiştir. Sonucunda da artık herkesin elinde bir digital makine ya da aynı işlevi gören cep telefonlarını görmek sıradan bir durum olmuştur. Teknik olarak ise devrim adını verdiğimiz bu değişim sonucu 36’lık filmlerin yerini artık tamamen imaj sensörüne dayalı çekimler alırken, banyo ettirme veya özel oda kurmanın yerini ise yazıcıdan direk baskı alma dönemi almıştır. Devrimin beraberinde sektöre getirdiği değişiklikleri de unutmamak gerekir. Pillerin yerini, uzun ömürlü bataryaların alması, fotoğrafları depolama konusunda neredeyse sınırsız hizmet sunan hafıza kartları ve sabit diskler, ilk başlarda fotoğrafın olmazsa olmazı ışığı sağlamak için kullanılan flashların artık geceyi gündüze çevirebilecek düzeye gelmesi devrimin beraberinde getirdikleridir. Devrim sonrası da kendini sürekli yenilemeye devam eden ve geliştiren sektör, bugün; saniyede 60 adet fotoğraf çekebilen, çektiğin fotoğrafı 60 saniyede kağıt olarak veren, geceyi gündüze çevirebilen, üç boyutlu fotoğraf çekebilen teknik özellikteki fo- toğraf makinelerini fotoğrafçıların hizmetine sunmuştur. Devrimin fotoğrafa ve amatör fotoğrafçıya reelde sağladığı faydaları basitçe sayarsak, mesela fotoğraf kötü mü çıktı? anında kontrol edip daha iyisine çekene kadar sıfır maliyetle 10-20 defa, dilediğin kadar çekmeye devam edebilirsin. Oysa eskiden bir defa çektiğin bir an’ın, nasıl çekilmiş olduğunu görmek için bile bazen günlerce beklemek gerekirdi, çünkü; filmin tamamının bitmesi, banyo ve tab edilmesi gerekir. Kötü çıkmış, hele bir de film yanmışsa, geri getirememek bir yana manevi üzüntüsü fotoğrafçıyı kötü etmeye yeter artar bile… Kaldı ki artık fotoğrafın kötü çıkmış olması da sorun değil. Çünkü bilgisayarınıza bedava indirebileceğiniz onlarca program sayesinde (photoshop, picasa vs… ) fotoğrafla dilediğiniz gibi oynayabilir, kesme, kırpma, çerçeveleme, montaj, renklerde oynama başta olmak üzere fotoğrafta dilediğiniz değişiklikleri yapabilirsiniz. Fotoğraf devriminden doğal olarak fotoğrafçılıkta nasibini almış ve bir zamanlar sanatsal yönü olan ve kültürel faaliyet olarak algılanan fotoğrafçılık artık müzik dinlemek, kitap okumak gibi sıradan bir hobi haline gelmiştir. Elbette fotoğrafın sanat olarak varlığı tartışılmaz ama belki de bu değişim neticesi, yakın zamanda fotoğraf çekmeyi hobinin ötesinde görüp meslek ya da sanatsal olarak uğraş verenleri de artık fotoğrafçı yada fotoğraf sanatçısı olarak değil de “digital sanatçı” olarak adlandıracağız. Çünkü artık bu işin profesyonelleri bile çektiği fotoğrafın ışık vs.. ile de olsa bir şekilde manipülasyon yapıyor. Bu sebeple digital sanatçıyı garipsememek gerek, kaldı ki; tarihi çok eskilere dayanan resim, heykel, müzik vs. klasik sanatların yanına çağdaş sanatların eklenmesi, gelişen dünya standartları neticesi artık sıradan bir hale gelmiştir. Fotoğrafta da olay artık fotoğraf boyutunu çoktan aşmış ve digital fotoğrafta kendi içinde profesyonellerini, ustalarını oluşturmuştur. Kısaca digital sanat adını verebileceğimiz ve sadece fotoğraf üzerinde yapılan manipülasyondan ibaret basit bir olayı değil, tipografi, vektörel çizim, popart, illüstrasyon vb. dallarla fotoğrafın işlenişini ve birlikteliğini kapsayan bu yeni sanatın icracılarına da digital sanatçı adını vermekte beis yoktur. O, dansın prensi, etkileyici koreografilerin yaratıcısı, bedenin en estetik resmi… fark yaratanlar Özge GÖRÜR EROĞLU Dansın Prensi Tan Sağtürk'le Kıssadan Hisseye... O, balenin genç yaşta ustalaşmış, adını sanat dünyasına altın harflerle kazımış ismi. Hem balet hem koreograf olarak 30 yıldır sahnelerde olan Tan Sağtürk’le kişisel yolculuğunu ve kendi dans okullarını konuştuk… Balet ve koreograf olarak şüphesiz Türkiye’de akla gelen ilk isim sizsiniz. Dansa ve baleye olan ilginiz ne zaman başladı ve nasıl bir eğitim aldınız? Baleyi Türkiye’ye sevdiren adam O! Balet ve Kareograf olarak şüphesiz Türkiye’de ilk akla gelen isim Tan Sağtürk’le konuştuk. Neredeyse hatırlayamayacağım kadar uzun yıllar önce başladı. İzmir Devlet Konservatuarı’nda eğitim aldım. Daha sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nda okudum ve mezuniyetim oradan oldu. Ardından da yurtdışı macerası başladı. Yurtdışında geçen yıllarınızda elde ettiğiniz ciddi başarılarınız var. Bunlardan bahsedebilir misiniz? Evet, gerçekten çok yoğun çalıştığım birkaç eser yurtdışında gerçekleşti. Bunlardan bir tanesi “Soude” adlı eserimdi, bir diğeri de “‘Je ne Regrette Rien” adlı Edith Piaf’ın müziğiyle yaptığım eserimdi. Bunlar geniş çaplı eserlerdi ve ilk deneyimlerdi, bu açıdan çok önem veriyorum. Onun dışında “Kalp Sesi” projesi isimli eserimi Türkiye’de Devlet Opera ve Balesi’nde sahneye koydum. Bu da yaptığım işler arasında son derece önemli bir yer tutuyor. Bir balet olmaya karar verdiğinizde Türkiye’de balenin durumu neydi? Bugüne kadar neler değişti? Zaman değişti. Her şey bir yere doğru gitti. Ama ileri ya da geri gitti diyemeyeceğim çünkü nereye gittiğini bende algılayabilmiş değilim. fark yaratanlar 1999 yılında Bale ve Dans Eğitim Merkezleri projesini başlattınız. Bu proje nasıl gelişti? Öncelikle bir dans topluluğu projesi vardı bu dans topluluğu projesine dansçı yetiştirmek adına bir okul kurma projesi oldu. Öncelikle Nişantaşı’nda bir apartman dairesinin altında bir okul açtık. Ve bu okul kendi içinde o kadar yapılaştı ki diğer şehirlere de sıçradı. Şimdi görüyorum ki; özellikle bu röportajı yapmadan yarım saat önce bu sene mezun olacak kalabalık bir grupla bir söyleşi yaptım ve ciddi anlamda bu olayın nerelere geldiğini gördüğümü söyledim. Bundan sonraki zamanlarda herhalde artık bir grup kurmak ve buradan yetişen dansçıları içine almak önemli diye düşünüyorum. Çünkü yurtdışındaki birçok toplulukta topluluk kurduktan sonra okul açma yönüne kaymışlardı. Çünkü kendi yapısına uygun dansçıları yetiştirmek zorundaydı. Biz bu yapıyı tersine çevirdik. Yetenekleri keşfettik yetiştirdik şimdi amacımız onlarla bir topluluk kurmak. Bugün geldiğimiz noktada, İstanbul’ da, İzmir’de ve bir çok Anadolu kentinde okullarınız var. Bu okullara ilgi nasıl? İstiap hakkı neyse o doluyor ve öyle gidiyor diyebilirim. Tam kapasite çalışıyor. İçerisi zaten artık dans okulu olarak görmediğimiz dansın da ötesinde düşündüğümüz bir eğitim merkezi. Çünkü sadece dans değil bir felsefe, fikirler ve yaratıcılıkta yetişiyor gibi. Böyle olunca ailelerde tabi çocuklar eğitim alsın diye okullarımıza getiriyor. Önümüzdeki yıllarda yeni kentlere de açılmak gibi planlarınız var mı? Kaç noktada daha dans okulları açmayı düşünüyorsunuz? Evet, ilk hedefte bundan sonra Bursa, Eskişehir ve Van olabilir diye öngörüyoruz. Karadeniz’de 2 okulumuz oldu, Güneydoğu Anadolu’da okullar açtık, Ege Bölgesi’nde iki tane var, Ankara’da da okulumuz var. Buralarda da açarsak doğru olur diye düşünüyorum. Bir sanatçı olarak yaratıcılığınızı tetikleyen öğeler neler? Yaratıcı olmak bir konu hakkında uzun zaman düşünüp, ciddi anlamda ansiklopedik bilgilerle donanım kazandıktan sonra başlıyor diye düşünüyorum. Bir konu beni ilgilendirmeye başlıyorsa o konu etrafındaki bilgiler, tabi hemen bulunmuyor bu çünkü internet bilgileriyle olabilecek bir şey değil. Dolayısıyla o bilgilere ulaşmak onların arasından bazı verilere ulaşmak, sanki bir laboratuar çalışması gibi. Sonucunda o konu hakkında bir nevi yaratıcılığı tetikleyen bir sebep oluşturuyor diye düşünüyorum. Dans en büyük tutkunuz, burası aşikâr. Peki, bunun dışında tutkularınız neler? Ne bileyim, her şeyden hoşlanırım ben. Bazen sokakta tek başına yürümekten, bazen tüpü sırtıma alıp dalmaktan, çok özel bir şey söyleyemem ruh halime göre değişiyor. Geçtiğimiz dönemlerde çeşitli televizyon projelerinde de yer aldınız? Bundan sonrada ekranlarda olmaya devam edecek misiniz? Muhakkak… Televizyon için üretilen bazı işlerin içinde de yer aldınız. Sahnede olmak ile televizyonda olmanın hayatınıza yansıması nasıl oldu? Tabi televizyon daha hızlı tüketilen bir mecra, ölçütler çok değişkenlik gösteriyor. Sahneye eseri koyarken ya da dans ederken var olan derinlik maalesef televizyon işlerinde kayboluyor diyebilirim. Fakat onlar arasında da bir kalite çizgisi tutturulabiliyorsa, onların içinde olmakta keyif verici. Çünkü Türkiye’de dans çok fazla konuşulmazken şu anda o vesilelerle daha iyi tanınıyor durumda. sanata dair... Şehzadebaşı Letafet Apartmanı Selda KAYA KAPANCIK Darülbedayi'den Şehir Tiyatrolarına... Dünyanın en eski sanatlarından biridir tiyatro. İlk olarak bağ bozumu tanrısı Dionysos adına yapılan dinsel törenlerde söylenen ilâhilerden doğduğu kabul edilir. Daha çok üst sınıfa özgü sayıldığı Antik Çağ’la birlikte yazılır öyküsü. İlk tiyatro eserleri ile Yunan mitolojisi kol kola ilerler. Oyunların sergilendiği tiyatrolar ise kutsal yerler sayılır. Trajedi ve komedi türlerindeki oyunları seyretmeye gelen halk, Yunan mimarisinin gözbebeği bu görkemli yapılarda ağırlanır. Şehirler tiyatroları ile var olur, tüm canlılığı onlarla sağlanır. Tiyatro’nun yolculuğu Antik Yunandan sonra da devam eder. Uzun yollar kat eder. Aristoteles’in “üçlü birlik” ilkesine dayanan tiyatrodan William Shakespeare’a, Konstantin Stanislavski’den modern tiyatroya geride kalıcı izler bırakarak bugüne ulaşır. Türk tarihindeki kökleri ise Orta Asya’ya dek uzanır. Anadolu’ya gelindikten sonra bu sanatın gelişimi daha hızlı bir sürece girer. Kukla, Karagöz ve Hacivat, Ortaoyunu ve Meddahlık türlerinin yer aldığı geleneksel tiyatro ve Tanzimat dönemi ile birlikte gelişme göstermeye başlayan batılı tiyatro, Türk tiyatrosunun ana kollarını oluşturur. Batı etkisinde gelişen tiyatro hemen hemen 20. yüzyıl ortalarına kadar sadece İstanbul’da kendine bir alan bulur. Tanzimat’tan itibaren Türk tiyatrosu adına çok önemli adımlar atılır. Şehirler tiyatroları ile var olur, tüm canlılığı onlarla sağlanır. Bugüne dek taşınacak bu en önemli adımlardan biri Osmanlı Güzellikler Evi anlamına gelen Darülbedayi-i Osmanî’nin kurulması olur. II. Meşrutiyetten sonra 1914 yılında İstanbul Belediye Başkanı Cemil (Topuzlu) Paşa, Belediye Meclisi’nden çıkarttığı kararla, bugünkü Şehir Tiyatroları’nın temelini atar. Ünlü Fransız tiyatro adamı Andre Antoine Darülbedayi’nin tiyatro ilk yöneticisi olarak atanır. Ancak her şey düşünüldüğü gibi yolunda gitmez. Aynı yıl içinde Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesi ile Fransa ve Osmanlı Devleti karşı saflarda yer alır. Ve Andre Antoine kendi vatanına geri döner. Darülbedayi için bir bocalama ve karmaşa dönemi başlar bu nedenle. Ama çok geçmeden Raşit Rıza’nın (Samato) çabalarıyla yeniden toparlanılır. Antoine’nin yöneticilik yaptığı dönemdeki en önemli icraatlarından biri sınavla kuruma öğrenci seçmesi olur. O dönem alınan öğrenciler gelecek yıllarda Türk tiyatrosunu ve sanat dünyasını önemli ölçüde etkiler. Muhsin Ertuğrul, Halit Fahri Ozansoy, Behzat Butak, Ali Naci Karacan, Peyami Safa, Emin Beliğ Belli, Celal Sahir, Eliza Binemeciyan, Ahmet Muvahhit, İ. Galip Arcan, Raşit Rıza, Fikret Şadi bu öğrencilerden sadece bazılarıdır. Darülbedayi’nin ilk oyun gösterimi ise 1915 yılında, Şehzadebaşı Letafet Apartmanı’nda bulunan Tatbikat Sahnesi’nde gerçekleşir. Darülbedayi ilk kurulduğu dönemde bir eğitim kurumu niteliğindedir. Ancak Ocak 1916’da sahnelenen “Çürük Temel” oyunuyla artık profesyonel bir tiyatro topluluğuna dönüştüğünü ilan eder. Yine bu dönemde tiyatronun simgesi haline gelecek Tepebaşı Sahnesi’ne geçer. Merkez olarak burada hizmet verir ve başka başka sahnelerde de perde açar. Şehzadepaşa Ferah Tiyatrosu, Kadıköy Apollon Tiyatrosu, Süreyya Sineması ve Kadıköy Halk Eğitim Merkezi Salonu, Beyoğlu Odeon, Fransız ve Yeni Komedi Tiyatroları, Aksaray Türk Ocağı, Rumeli Hisarı oyunların sahnelendiği yapılar olarak tiyatro tarihine yazılır. Cumhuriyetin kurulup inkılapların yapılmasından sonra bir Osmanlı kurumu olan Darülbedayi için de yepyeni bir başlangıç zamanı gelir. Önce resmi olarak İstanbul Belediyesi’ne bağlanır. Sonra 1934 yılında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları adını alır. Aynı dönem kurum için başka adımların da atıldığı bir dönem olur. Çocuk oyunları düzenli ve sürekli olarak başlar. Darülbedayi ve sonrasında Şehir Tiyatroları, Türk tiyatrosunun kilometre taşlarından biri. Kurulduğu 1914’ten bu yana yaklaşık bir asır geçti. Bir asırda tiyatro tarihine kalıcı izler bırakarak ilerledi. Türkiye’deki tiyatro dergisi geleneği onlarla oluştu. Ferih Egemen’in çocuk tiyatrosu alanındaki uygulamaları tarihe kazındı. Birçok oyun yazarının ilk çalışması, ilk kez Şehir Tiyatroları’nda sahnelendi. Türk tiyatrosuna yeni oyun yazarları kazandırıldı. Usta isimlerin eserlerine yer verildi. Sait Faik oyunu da, Vedat Türkali oyunu da Şehir Tiyatroları çatısı altında sergilendi. Muhsin Ertuğrul’da geçti onun sahnesinden, Suna Pekuysal da. Üstelik sadece İstanbul seyircisi değil, çıkılan turnelerle Anadolu’nun birçok yerinde perdeler açıldı ve gidilen bölgelerin seyircisi İstanbul Şehir Tiyatroları’nın oyunlarını izleme fırsatı yakaladı. Yerli yabancı oyunlar ve yönetmenleri Türk tiyatro severleri ile buluşma imkânı buldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları bugün on sahnede perde açıyor ve her gün iki bine yakın seyirciyle buluşuyor. Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Kadıköy Haldun Taner Sahnesi, Fatih Reşat Nuri Sahnesi, Gaziosmanpaşa Sahnesi, Gaziosmanpaşa Ferih Egemen Çocuk Sahnesi, Üsküdar Musahipzade Celal Sahnesi, Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi, Kağıthane Sadabad Sahnesi, Kağıthane Küçük Kemal Çocuk Sahnesi ve Ümraniye Sahnesi’nde perdeler her gün yeniden açılıyor. Her sezon onlarca oyun sahneye taşınıyor. müziğin ustaları Güven TÜRKELİ Bir dalda iki kiraz... Biri, klasik eğitimlerini gençlikleriyle yoğurarak ortaya farklı ve nefis bir oluşum çıkarmış bir topluluk... Diğeri, saçlarındaki aklarla gönüllerdeki pası ak pak etmiş bir bestekâr... Müzik türlerini tercih sıralamasına koyarsak, Klasik Türk Müziğini kimlerin tercih ettiği konusunda genel bir kanı vardır; orta yaşı geçkin, saçları biraz ağarmışlar sayıca fazladır. Çoğu emekliliklerini yaşamaktadır. Yılların yorgun yaşamlarına verdiği ağırlığa hafiflik getirme adına bu musikiden hoşnut görünürler ve genelde TRT 4’ün müdavimidirler. Dede Efendi, Lavtacı Hristo, Tamburi Ali Efendi’nin ağır ve adalı namelerle haşır neşir olma, nedense bu yaşa özgü olarak kabul görür. Klasik musikide gayet neşeli, cıvıl cıvıl, hareketli parçaların var olması, bu yaş gerçeğini pek değiştirmez. Günümüzde gençlere sorarsanız, bu tür müzik, büyükannelerinin ve dedelerinin müziğidir. Annelerinin nesli ise, Alaettin Yavaşça, Selahattin Pınar, Münir Nurettin gibi günümüze daha yakın bestecilerin şarkılarıyla haşır neşirdirler. Belki eskiye oranla daha az ağdalı olsa da, sonuç yine değişmez. Gençlere göre bu müzik de eskidir. Bugün gençlere sunulan müzik bambaşka tınıları olan, onların deyimiyle apayrı bir sound içermektedir. Popülaritesi kısa sürede geçmeye endekslenmiş, çabucak eskitilip atılması gereken, hızlı tüketimle ticari kazancı hedefleyen şarkılar, şarkıcılar, gruplar sunulmaktadır önlerine. Gençlik de fazlaca sorgulamadan bunları sindirmeye çalışmaktadır. Onların tercihleri, anlayışları, büyükannelerinden de, annelerinden de farklı olmaktır. Yaşı ilerledikçe oturmuş, ağırlaşmış, hanım hanımcık olan her şey, gençler için, ‘Hangi devir de yaşıyoruz, ya!’ ya dönüşmüştür. Yârin saçının bir teline onlarca beyit döşemek yerine, ‘yakalarsam, mucuk mucuk’ etmeyi, ‘bandır Beste Musiki Topluluğunun 10 Ocak 2011’de gerçekleştirdiği son konserinden... bandır ye beni, doyamazsın tadıma’yı yeğlemektedirler. Kanlarının deli dolu akması, deli dolu müzik türlerini benimsemekle doğru orantılıdır. Türk Müziğini dinleyen gençlik yok mu diye sorarsanız, elbette var. Ancak burada da gençliğin tercihi, biraz sulandırılmış, içine biraz arabesk katılmış, poplaştırılmış bir müziktir. Bunu Türk Müziği olarak görmek ya da kabullenmemek tartışma konusu. Zaten adını da Fantezi müzik diye değiştirmişler. Bu üç farklı kuşağın müzikteki zevk ve tercihleri, nasıl olurda orta noktada buluşturulur? Hem Dede Efendi hem de Tarkan malzemelerini aynı kapta karıştırıp, menemen tadında bir yemek yapabiliyor musunuz? Zor olan bu! Bu nedenle, herkesin yaptığı yenilmiyor. Musiki gecelerinde daha çok görmeye alıştığımız orta yaşlı ve üstü dinleyici kitlesinin içinde, tüyü yeni bitmiş, reggea saçları ve blue jean pantolonlarıyla oturanların sayıları çoğalır mı dersiniz. Bu üçlü, bir tatlı huzur almaya Kalamış’a birlikte giderler mi? Şu an biraz zor görünüyor. İstanbul’da yüzlerce Türk Musikisi veya Türk Müziği Topluluğu var. İyiden iyiye klasik kalmayı savunanlar bir yanda... Günümüze yakın bestecilerin şarkılarına gönül vermişler diğer yanda... Sanat müziğini tavernalaştırıp, gönül hoplatanlar mı ararsın? Yoksa sırf acılı tarafından beslenip, o muhteşem nağmeleri, rakı sofralarına meze diye har vurup harman savuranları mı? Ne var ki, kime sorsanız, hep- si de Türk Sanat Müziği’ne hizmet için vardır! Türk Sanat Müziği’nin unutturulmaması sevdasıyla yanıp tutuşmaktadırlar! Çocukluğundan beri şiir yazmış ancak kırkından sonra saz çalan birini tanıyorum. Kırkından sonra müziğe gönül vermiş, nota ve ud çalmayı kırkından sonra öğrenmiş birini, 65 model bir delikanlıyı tanıyorum. 65 model Amerikan arabası gibi muhteşem, bir Plymouth kadar göz alıcı, bir Chevrolet gibi cazibeli, bir Buick gibi nadir bulunan biri. Ancak zor olanı başarmış birileri var. Gencecikler. Babaannelerinin, annelerinin müzikleriyle de coşabiliyorlar. Klasik eğitimlerini, günümüz beğeni ve tonlarını kullanarak, ortak zevkleri oluşturabilmiş, Bini aşkın güftesinin başkalarınca bestelendieskide kalmış anlayışı, gençlikleriyle yoğurup, ortaya ği, bu bestelerden iki yüz elli den fazlası TRT arşivlemenemen tadında lezzet sunmuş bir topluluk var. Esrine girmiş, yüzlercesini kendi bestelediği şarkılarını kiyi günümüzle yoğururken, kırıp dökmeden, yozlaşbir yana bırakırsak, dostların dostu, babacan tavrı ve tırmadan, ortaya ne olduğu belli olmayan, ucube bir yaşamda ender rastladığımız insanlığıyla, bir duygu tarz çıkartmadıklarını söyleyen bir grup... Hevesliler, ve sanat adamını tanıyorum. Az zamanda çok güzel iddialılar. Alışıla gelmişten uzak, diğerlerinden farklı, eserlere imza atmış, güfte ve bestelerindeki nağmeyapılmamış olanı yapmaya azimliler. Zor olanı balerle gönüllerimizi okşayan, bir türlü diyemediklerimişarmaya heveslenmişler. Klasik Musikimiz ile güncel Şair ve Bestekar Sami Derintuna zi bizim adımıza dillendirmiş birini tanıyorum. MısTürk Müziğini özümseyerek, her iki tarafı da memnun ralarında sevgiyi, bir dantel inceliği ve sabrıyla işlemiş, yüreğimizin bırakacak, tatmin edici ve keyifli kılacak bir sonuç elde etme peşinderinliklerine kadar hissettirebilmiş bu şarkıları gönlümüzden kırkladeler. Diğer birçok grubun biraz da imrenerek baktığı 40 çocuklu bir yacak teneşir yok ki... Böylesi kırklara can feda! aile. Öğreticileri, aynı zamanda koro şefi Kemal Külah. Reyhan Şeker ve Zafer Derdiment topluluğun kurucularından. Sanat Yönetmeni ise Beste Müzik Topluluğun kurucularından, aynı zamanda TopluBehnan Ulaş. Olağanüstü bir topluluk... luğun Sanat Danışmanı şair ve bestekâr… Adı, Beste Müzik Topluluğu. Adı, Sami Derintuna Kırkından sonra saz çalanı teneşir paklar! Bilmeyeniniz yoktur. Beste Müzik Topluluğu ve Sami Derintuna, kırk yıl hatırı olan Boşuna söylenmez bu atasözleri. Dış görünüşü oturmuş, ağırbaşlı bir fincan kahve kadar lezzetli ve keyifli iki ‘Usta’ isim. Biri klasik görünüp, kanı deli dolu akan haylazlar için söylenmiştir. İyi güzel de eğitimlerini gençlikleriyle yoğurup, ortaya farklı ve nefis bir oluşum bu sözdeki çalınan saz, gerçek anlamdaki müzik enstrümanı mıdır? çıkararak, yediden yetmişe herkesi bu musikide birleştirmiş, diğeri Hangi enstrümanın, hangi cinsel çağrışımı yaptığından dolayı yapıise saçlarının aklarıyla gönüllerimizi ak pak etmiş Musiki Abideleri.. lan haylazlık sazla bağdaştırılmıştır bilinmez ama yaşın kırk oluşu Pamuklarda korunması gereken iki isim... daha önemlidir burada. Doğanın olduğu kadar, insanın etkisiyle de kazanılan güzellik... gezdik... gördük... yazdık... Ömer BEHAR Güzel Atların Ülkesi, Kapadokya Kapadokya, topraklarında yeşerttiği medeniyetler gibi tüm asaletiyle bakıyor dünyaya. Huzur ve barış birlikte yaşattığı dinler gibi hoşgörüyle gülümsüyor evrene. Doğa ve insanın ele ele vererek yarattığı ruhuyla dokunuyor tüm ziyaretçilerine. Tarihin değerlerini bugüne taşıyan ve gelecekle de buluşturacak olan Kapadokya, Dünyanın sayılarla ifade edilmeyen harikası. Pers dilinde güzel atlar ülkesi anlamına gelen Kapadokya, tarih boyunca Hititlerden, Romalılara kadar çok sayıda uygarlığa ve imparatorluğa ev sahipliği yapar. Roma İmparatoru Augustus döneminde Antik Dönem yazarlarından Strabon, on yedi ciltlik ‘Geographika’ adlı kitabında Kapadokya Bölgesi’nin sınırlarını güneyde Toros Dağları, batıda Aksaray, doğuda Malatya ve kuzeyde Doğu Karadeniz kıyılarına kadar uzanan geniş bir bölge olarak belirtir. Bugünkü Kapadokya Bölgesi’nin sınırları ise Strabon’un kitabında anlatılana göre oldukça dar bir alan. Günümüzde bölge Nevşehir, Aksaray, Niğde, Kayseri ve Kırşehir illerinin bulunduğu alanı kapsıyor. Ondan da daha dar olan kayalık Kapadokya Bölgesi ise Uçhisar, Ürgüp, Avanos, Göreme, Derinkuyu, Kaymaklı, Ihlara ve çevresinden oluşuyor. Kapadokya bölgesinin jeolojik oluşumu Erciyes, Hasan, Melendiz ve Göllüdağı ile daha birçok küçük volkanik dağın, on milyon yıl önce patlamaları ile başlar. Neojen gölleri altındaki yanardağlardan çıkan lavlar, göller ve akarsular üzerinde 100-150 metreyi bulan değişik sertlikte tüf tabakasından oluşan yüksek bir plato meydana getirir. Ana volkanlardan püsküren maddelerle şekillenen plato, şiddeti daha az küçük volkanların püskürmeleriyle devamlı bir değişime uğrar. Bölgenin bugünkü şeklini alması ise başta Kızılırmak olmak üzere akarsu ve göllerin tüf tabakasını aşındırmaları ile olur. Tüf tabakasının aşındırılmasına vadi yamaçlarından inen sel suları ve ısınan soğuyan havayla rüzgâr da katılır. Sel sularının dik yamaçlarda kendine yol bulması, sert kayaların çatlamasına ve kopmasına neden olur. Alt kısımlarda bulunan ve daha kolay aşınan malzemelerin derin bir şekilde oyulması ile yamaç geriler, böylece üst kısımlarda yer alan şapka ile aşınmadan korunan konik biçimli gövdeler ortaya çıkar. Garip şekilleri olan bu kayalara insanlar da zamanla alışır ve bir isim bulunur; “peri bacası”… Kapadokya, tarihinde hep insanla var olagelir. Doğanın olduğu kadar insanın etkisiyle de kazanır güzelliğini. Her gelen uygarlık farklı bir iz bırakıp gider. Peribacalarının içlerine yapılan kiliseler, büyüklükleri ile göz dolduran yer altı şehirleri, şirin güvercinlikler… Her biri insanın bölgeye bıraktığı derin izlerdir. Burada doğa, tarih ve insanla buluşup bütünleşir. Coğrafik olaylar peribacalarını oluştururken, insanlar da, onların içlerine ev ve ibadet yerleri yaparlar. Yaptıkları evleri, kiliseleri süsleyerek, yaşadıkları döneme ait eserleri geniş zamanlara teslim ederler. Doğanın ve insanının bıraktığı mirası devam ettiren bölge, UNESCO Dünya Doğal ve Kültürel Miras listesinde ‘Göreme Doğal ve Tarihi Milli Parkı’ olarak kayıtlı. Her yıl yaklaşık 2 milyon yerli ve yabancı turisti ağırlayan Kapadokya, 5 adet müze, 13 ören yeri, 350 kilise ve gezdik... gördük... yazdık... 8’i açılmış 200 civarında yeraltı şehri ve 1 antik şehir ile kültür turizminin gözbebeği konumunda. Turistler peribacaları, güvercinlikler, kayalara oyulmuş kilise ve manastırlar ile yer altı şehirleri arasında fantastik bir yolculuğa çıkar. Dört mevsim ayrı ayrı güzelliklerle karşılaşırlar. Kapadokya kış mevsiminde bembeyaz kar ile dantel gibi örülür. Baharda açan gelincikler yörenin rengine renk katar. Yaz aylarında ise bölgede çok yoğun olarak görülen yemyeşil bağ örtüsü doyumsuz bir manzara yaşatır... Seyir Defterinizi Gökyüzünde Yazın Kapadokya’nın doğal güzelliğini, benzersiz manzarasını görmenin en iyi yolu ise balonla gökyüzünden ağır ağır süzülerek kuşbakışı izlemektir. Bölgede balon turları ilk olarak 1989 yılında başlar. Geride bıraktığı 20 yılda binlerce gezgini taşır. Ve ortaya çıkan ortak görüş dünyada balonla uçmanın en keyifli ve en güzel olduğu yerin Kapadokya olduğu. Balon ilk olarak keşfedildiğinde takvimler 1783’ün 19 Eylül’ünü gösterir. Montgolfiere Kardeşler tarafından, kağıt ve kumaştan imal edilen bu ilk sıcak hava balonunun yolcuları bir koyun, bir ördek ve bir horozdur. İnsan taşıyan ilk sıcak hava balonu ise, aynı yılın 21 Kasım günü Paris’te uçar. Balon Paris’in merkezinden havalanır ancak yaklaşık 150 metre yüksekliğe ulaştıktan sonra dokuz kilometre ötedeki bağların arasına iner. Göklerden ateşler saçarak inen bu cisimden, bölgede yaşayan çiftçi ve köylüler çok tedirgin olurlar. Durumu fark eden pilotlar ise yaklaşan köylüleri yatıştırmak için sepette bulundurdukları şampanyadan ikram ederler. Bu ikramla birlikte balonculukta ilk gelenek de doğar ve dünyanın çeşitli yerlerinde süregelir. Bugün Kapadokya’da da her uçuşun ardından şampanya patlatılarak bir kutlama yapılır. Toprağın Mucizesi; Çömlekçilik ve Şarap Kapadokya deyince ilk akla gelenlerden biri çömlekçiliktir. Kapadokya’daki geçmişi Hititler’e kadar uzanan çömlek yapımı Anadolu’da Neolitik devirde Çatalhöyük’te başlar. Mezopotamya’dan ticaret için gelen Asurlular Hititler’e çömlek yapımını öğretirler. Daha sonra bu el sanatı bölgede yaşayan medeniyetler tarafından kavimden kavime, babadan oğula geçerek günümüze kadar gelir. Kapadokya’nın toprak kaplarıyla ünlenen yöresi Avanos volkanik bir arazi üzerine kuruludur. Bir yandan Türkiye’nin en uzun nehri Kızılırmak’ın getirdiği nitelikli çamur, öte yandan yakın çevredeki elverişli kil yatakları dolayısıyla yoğun bir seramik üretimi için uygundur bölge. Çeşitli işlemlerden geçirilerek üstün nitelikli bir seramik hamuru haline getirilen yağlı kırmızı toprak sade görünüşlü atölyelerde en güzel şeklini alır. Formlar ve boyutlar ihtiyaca ve çamur türüne göre şekillenir. Geleneksel üretim, boyları 20 santimetreden 1,5 metreye kadar değişen, çömlek, küp, testi ve güveçlerden oluşan işlevsel gereçler üretimidir. Son yıllarda Hitit ve Frig seramikleri başta olmak üzere, Anadolu’nun en eski formlarını tekrarlayan hediyelik eşya üretimi de başlamıştır. Peri bacaları Kapadokya’ya ne kadar aitse şarap da o kadar aittir. Peri bacalarını oluşturan verimli volkanik toprak, en leziz şarapların üretilmesinde de başrol oynar. Şarabın bu topraklardaki yolculuğu Kapadokya’nın kendi tarihi kadar eski. M.Ö 2000’lerde Anadolu’nun Asur Ticaret Kolonileri sayesinde yazıyla tanışması sonucu üzüm yetiştiriciliği ve şarap üretimine dair kaynaklara ulaşılır. Günümüz Kapadokya’sının güneyinde, tarihsel Kapadokya’nın ise içinde yer alan İvriz kaya kabartmasında Hitit Kralı Tanrı’ya üzüm salkımları sunarken betimlenir. Bugün yılların verdiği şarap kültürüyle, ondan fazla fabrikada çeşit çeşit şarap üretimi Kapadokya’da devam ediyor. Buna bağlı olarak şarap üretimi ve ihracatında Türkiye’deki en önemli bölgelerden biri yine Kapadokya… Kapadokya, topraklarında yeşerttiği medeniyetler gibi tüm asaletiyle bakıyor dünyaya. Huzur ve barış birlikte yaşattığı dinler gibi hoşgörüyle gülümsüyor evrene. Doğa ve insanın ele ele vererek yarattığı ruhuyla dokunuyor tüm ziyaretçilerine. Tarihin değerlerini bugüne taşıyan ve gelecekle de buluşturacak olan Kapadokya, Dünyanın sayılarla ifade edilmeyen harikası. moda Sarar Kadını güneşi kucaklıyor Faik Sönmez'de 2O11 Şık ve Göz Alıcı Faik Sönmez’ de 2011 İlkbahar - Yaz sezonu başladı. Renk ve desenlerin, mevsimin coşkusunu yansıttığı çok zengin bir koleksiyon şimdi Faik Sönmez mağazalarında. Faik Sönmez, 2011 İlkbahar Yaz sezonunda baharın tüm renklerini gardrobunuza taşıyor. Pudra, bej, vizon, lila gibi soft renklerle birlikte, sıcak yaza doğru göz alıcı ve cesur renkler görünüyor. Fuşya, mor, turkuaz, zümrüt gibi canlı tonlar insanın içini ısıtıyor. Sezonun olmazsa olmazı çizgililer, siyah ve beyazın zıtlıktan doğan güçlü uyumu, leopar desenler ve çiçek desenleri farklı doku ve renklerle bir araya geliyor. 2011 yazının favorilerinden fiyonklar Faik Sönmez koleksiyonunda da mevcut. Farklı modellerle çeşitlendirilmiş koleksiyonda ayrıca fırfırlar, danteller ve çiçek desenleri de bulunuyor. Baskılı ve desenli kumaşların, ipeklerin, parlak düz jarselerin ve romantik dantellerin yer aldığı 2011 yazında kadınlar, şık ve göz alıcı detaylarla süsleniyor. 70’lerin esintisini gördüğümüz koleksiyonda saflığın rengi beyaz, yaza yakışır bir şekilde ön planda. Çiçek ve leopar desenli elbiseler, krem rengi pantolonlar dikkat çekiyor. Hippileri çağrıştıran vual tunikler, dökümlü ve hafif kumaşlardan yapılmış bluzlar, kat kat elbiseler rengarenk bandanalarla tamamlanıyor. Farklı yıkamalarda jeanler, baskılı bluzlar ve elbiseler koleksiyonda yer alan diğer parçalar. İş kıyafetlerinde keten elbiseler ve ceket – etek takımlar, leopar desenli safari elbiseler, ceket içlerine de giyilebilen tek bluzlar öne çıkanlar arasında. Leopar ve çiçek desenli ceketler iş yerinde kendi tarzını yaratmak isteyenler için bir seçenek oluştururken, payetlerle süslenmiş military temalı ceket – etek takım, uçuk renk pantolonlar ve canlı renkli bisiklet yaka ceketler iddialı bir şıklık sunuyor. Mercan ve toprak renkleri modellere sıcak bir hava katıyor. Romantik ve Şehirli... Hotiç'le romantik bir yaz Hotiç 2011 İlkbahar – Yaz Koleksiyonu pastoral romantizmin izlerini taşıyor. Lazer desenler, çiçekli aksesuarlar, canlı renkler yeni malzemeler ile birleşerek bu yazın öne çıkan detaylarını oluşturuyor. Pastoral romantizmin etkisiyle lazer desenli ve delikli deriler, yıkanmış naturel görüntüdeki renkler soft bir etki yaratırken öne çıkan tonlar maviler, Sarı ve gün ışığı renkleri, pembenin en romantik tonlarından gül kurusu ve kırmızı tonları, su yeşilleri, turkuazlar ve lilalar yaza damgasını vuruyor. Büyük 3 boyutlu çiçeklerin yer aldığı tafta ve deri kombinlerle zenginleşen fetalı babetler, sabolar, 70’lerin sempatik modellerini temsilen naturel dokuma kumaşlar yer alıyor. Yüksek topuklu ve platformlu zarif sandaletlerle kadınsı detayların ağırlık kazandığı HOTİÇ koleksiyonu bu sezon dişiliğin gizemini doyasıya yaşatıyor. Modern ve minimal etkilerin hakim olduğu koleksiyonun diğer grubundaki rahat ve net çizgi, stil sahibi, yalın ve güvenli bir etki yaratıyor. Bağcıklı modeller, elegan sivri burunlu babetler en yeniler olarak göze çarpıyor. Minimal terlikler ve düz rugan kesimler öne çıkarken siyah, beyaz ve kırmızı tonları ağırlık kazanıyor. İnce bantlı modeller, egzotik havada dokulu ve baskılı deriler ile birleşen canlı renkler, HOTİÇ kadınını bu yaz sıcak bir çekiciliğe davet ediyor. Güneş göstermeye başlar sıcak yüzünü. Doğa usulca uyanır uykusundan. Tatlı meltemler, sebepsiz heyecanlar, küçük mutluluklar... İşte özlediğimiz mevsimler, ilkbahar ve yaz! Sarar Kadını bu sezon, adeta doğayla birlikte stilini de tazeliyor. Sıcak toprak tonları, Akdeniz rüzgarlarını anımsatan mavi, bahar çiçeklerinin sevincini taşıyan nar çiçeği ve pembe İlkbahar Yaz 2011 Koleksiyonu’nun başrolünde yer alıyor. Mevsimin vazgeçilmez rengi beyaz ise koleksiyondaki hakimiyetiyle dikkat çekiyor. Romantizmin izlerini taşıyan koleksiyon; dantel detayları, puantiye desenlerini, uçuşan şifonları ve 70’lerin esintisini sunan ipekleri gardırobunuza taşıyor. Sade ve yalın çizgilerin ön planda olduğu tasarımların arasında tek omuzlu elbiseler, ceketlerle kombine edilen şortlar, pamuklu pantolonlar, pastel tonlardaki keten gömlekler şehir yaşamının merkezinde yer alan Sarar Kadını’nı yansıtıyor. Sarar İlkbahar Yaz 2011 Koleksiyonu, özlediğimiz ılık günlerin neşesini ve gün batımlarının romantizmini stilimize taşıyor. moda DAMAT Geleneksel Modern... Damat 2011 İlkbahar -Yaz Koleksiyonu klasik ve gelenekseli yeniden yorumluyor. Damat seçiciliğini benzersiz kılmak adına; lüks; neo-klasik, yalın ve doğaya özdeş formlarda bir koleksiyon hazırladı. Damat koleksiyonlarında hayat bulan kumaşlar… Sadece Damat koleksiyonlarında hayat bulan ayrıcalıklı ve seçkin malzemeler, özenle tasarlanmış formlar, ve lüks detaylarla birleştirilerek nefes alan bir koleksiyon yaratıldı. Sportif detaylar ve ileri teknoloji kumaşların klasik giyime yansımalarını Damat İlkbahar Yaz 2011 koleksiyonu benzersiz bir biçimde sunuyor. Doğal ve yıkanabilir ipliklerin yünlerle ve ipeklerle harmanlanması ile oluşan bu ileri teknoloji ürünü özel kumaşlar lüksün yarattığı cazibeyi kalıcı bir mutluluğa dönüştürüyor. Bu benzersiz kumaşlarla hazırlanan ürünler kolay giyilebilir; yıkanabilir ve yüksek kullanım rahatlığına sahip. Damat Takım Elbise Koleksiyonu… 2O11 Ilkbahar - yaz modası Damat takım elbise koleksiyonunda; ceket içlerinde astara ek olarak ısının en yoğun olduğu bölgelerde kullanılan fileler ile ceket iç ısısı en aza indirildi.. Damat takım elbise koleksiyonunun ana renkleri; ekru-bej, beyaz ,gri, antrasit, lacivert ve mürekkep rengi. Damat 2011 İlkbahar -Yaz Koleksiyonu özel tekniklerde hazırlanmış, benzersiz kalıbı ile gömlek ceketler ve hırka ceketlerle sezona merhaba diyor. Bu özenle hazırlanmış ceket koleksiyonundan vazgeçemeyeceksiniz… Damat gömlek koleksiyonun yenilenen yüzünde yakalar ve manşetler küçülerek gömlekler hafifletildi. … Bu sezonun önerileri; takım elbise ve kravat kombinlerini tamamlayan beyaz ve mavi tonlarında düz, çizgili ve jakarlı dokulardan oluşan klasik gömleklerin yanı sıra; özel zamanlar için farklı yaka ve sartorial dikiş detayları ile tamamlanmış gömlekler. Orka Grubun tekstildeki üç dev markası 2011 ilkbahar ve yaz koleksiyonları hazır! Damat koleksiyonunun yenilenen yüzü… Damat t-shirt ve denim kombinleri ile yaz sezonuna renkli, mutlu ve dinamik bir yorum katıyor. Mürekkep mavisinden griye, mordan-lilaya uzanan geniş renk paleti Damat erkeğine enerjik ve yenilikçi bir koleksiyon sunuyor. İlk uygarlık krallarının mühürleri Damat astar desenlerinde yeniden hayat buldu… Çarpıcı ve yegâne uygarlık olan Çatalhöyük’ün motiflerini, DAMAT bu sezon astar ve aksesuar detaylarıyla günümüze taşıyor. Koleksiyonun ana motifi ise Çatalhöyük uygarlığının kral mühürlerinden esintilerle karşımıza çıkıyor. Bu emsalsiz ve krallara özgü desenler, günümüzün modern krallarına özel olarak tasarlanarak Damat koleksiyonunda yeniden hayat buluyor... TWEEN ...Uğruna Savaşmak Tween 2011 İlkbahar Yaz koleksiyonu kalıplaşmış kurallara meydan okuyarak genç jenerasyonun zengin ve yenilikçi bakış açısıyla kendini besliyor; “Tutku uğruna savaşmaya değer, fakat bazıları için box sanatı sadece bir motivasyondur” sloganı ile yola çıkan ve herkesin uğruna savaşmaya değer bir şeyler bulacağı yaratıcı ve benzersiz bir koleksiyonla dünya erkek modasındaki yerini alıyor. 30’lu ve 40’lı yılların asi, rahat ve kendine güvenen ünlü boksörlerinden ilham alan koleksiyon, sartorial dikim tekniklerini günlük hayata taşıyarak, hafif pamuklu kumaşlar ve kendine özgü desenleriyle beraber koleksiyonun temelini oluşturuyor. Şehirli, şık, dinamik ve kendine güvenen bir duruşa sahip salaş siluetlerin yanı sıra zengin detaylar ile tasarlanmış ürünler; %100 pamuk, keten ve deri gibi natürel malzemeler doğadaki zengin renklerle birleşerek Tween 2011 İlkbahar Yaz koleksiyonunu oluşturuyor. Tween koleksiyonu geçmişten günümüze kadar varolan değerleri yeni kalıplar, farklı formlar ve en önemlisi kolay giyilebilir ürünlerle harmanlayarak erkek moda dünyasına yeni bir yorum getiriyor. Yıkanmış görünümlü sade ve şık ceketler, denim süslemeli gömlekler %100 pamuk veya ipek ince trikolar, doğal işlemlerden geçirilmiş deri aksesuarlar sezonun anahtar ürünleri; kruvaze ceketler ve denim detaylar ise sezonun öne çıkan ürünleri... Göz alıcı desenler ve buğulu renkler ise Tween 2011 yazının en çarpıcı detayları… İlkbahar Yaz 2011 koleksiyonunda 30’lu ve 40’lı yıllardaki ‘’asi ve tutkulu boksör’’ yaşamından ilham alan Tween, karma oluşturduğu doğu ve batı kültürleri ile özgün tasarımlarını, inovatif kumaşları ve yüksek kaliteyi birleştirerek gece ve gündüz giyilebilecek otantik ve sade bir koleksiyon yarattı… moda Backstage’in özel koleksiyonun çekimleri Londra moda dünyasının önemli isimlerinin bir araya getirdi. 30’ lu ve 40’ lı yıllardaki “asi ve tutkulu boksör” yaşamının yansımalarını taşıyan çekim 2 gün sürdü. Farklı çekimlerin birada kullanıldığı görseller siyah beyaz ve renkli olarak iki farklı temada oluşturuldu. Londra ve Newyork da büyük markalarında kampanyalarında modellik yapan Louis & Claude Simonon kardeşler Tween 2011 İlkbahar/Yaz koleksiyonunun yeni yüzü. Stanley Kubrick belgesel film karelerinden esinlenen fotoğrafçı Marcus Ross direktörlüğünde yapılan çekimlerin stil danışmanlığını Güneş Güner Işık ve stylist Mark Anthony gerçekleştirdi. ADV Kent yaşamından kaçıp, tropik adalara yelken açmak... ADV erkeği İlkbahar Yaz 2011 sezonunda tropik renkleri, geometrik kesimleri, fonksiyonel ve rahat formlar dışında rahatlığın ön planda olduğu salaş şıklığı tercih ediyor. Salaş şık trendi göz önünde bulundurularak tasarlanan ADV koleksiyonunda her ürün sıra dışı detaylar ve farklı yıkamalar ile hazırlandı. Tropik ada yaşamından esinlenerek tasarlanan “yaprak deseni” farklı yıkama ve boyama teknikleriyle kullanılarak koleksiyonun en hit ürünlerine taşındı. Florasan renkler, mont-trench arası fonksiyonel ceketler, parça boya pikeler sezonun vazgeçilmezleri. Yıkamalı, ütü gerektirmeyen kumaşlardan üretilen pantolonlar denim ve süet detaylarla harmanlanarak 2011 yazına salaş-şık bir yorum katıyor. Sezonun öne çıkan kumaş seçimleri organik pamuk ve denim birleşimli yıkamalı kumaşlardan oluşuyor. Toprak tonlarının içine gök mavisi, mint ve indigo renklerini katarak vazgeçilmez günlük giysiler oluşturulurken, enerji dolu post-it renklerinde plaj ve hafta sonu giysileri oluşturuldu. Sezonun canlı renkleriyle beraber farklı kullanılan yıkamalar ve boyamalar sportif giyimden vazgeçmeyen erkekler için sezonun hitlerini oluşturuyor. Şık, dinamik ve rahat siluetlerin yanı sıra detayları özenle tasarlanmış ürünler; denim ile birlikte kullanılarak gömlek, ceket ve pantolonlarda sadece ürünsel olarak değil dekoratif olarak da koleksiyonun içinde yer alıyor. marka kişiler Ali GÖLÜKCÜ Süleyman Orakçıoğlu'ndan Başarıya Giden Yol... Tekstil ve Konfeksiyon devi olan, Orka Grup Başkanı Süleyman Orakçıoğlu ile geçmişini ve bugünlerini konuştuk... İş dünyasında basamakları ağır adımlarla tırmanıp zirveye oturmak… Ardı ardına başarı öyküleri yazarak ilerlemek… Doğru zamanda doğru adımları atmak için ne kadar öngörülü olmak gerek? Ya da ne kadar planlı? Bir satranç oyunu mudur yoksa hayat? Şahların vezirlerin kalelerin olduğu; piyonla başlanıp ama piyonla son bulmayacak gösterişli bir oyun ve koca bir hayat… Süleyman Orakçıoğlu… Tekstil sektörünün Türkiye’den dünyaya açılan en önemli yüzlerinden Orka Grubu’nun başındaki isim. Modaya yön veren Damat Tween markasının yaratıcısı. Başarının sırlarını öğrenmeye hazır mısınız? Osmanbey’de kardeşiniz Haldun Bey ile iş dünyasına ilk adımlarınızı attığınızı ve arkasından gelen başarıları az-çok biliyoruz. Fakat biz biraz daha geriden alalım istiyoruz. Nerede geçti çocukluğunuz. Nasıl bir çevrede büyüdünüz? Her şeyden önce, biz de böyle çok güllü bahçeler içinde büyümedik. İş hayatındakiler için, hani ağzınızda gümüş kaşıkla doğanlar şeklinde değerlendirmeler yapılır. Yani bizim öyle bir konumumuz yoktu. Yalnız çok sevilen ve sayılan bir ailenin çocukları olarak büyüdük. Özellikle, rahmetli baba- mızın hem siyasi anlamda hem de iş dünyasında büyük bir itibarı vardı. Hatta en büyük sermaye o diyebiliriz. Babamdan önce rahmetli dedemden başlamak lazım belki de. Kendisi de nüfuzlu bir kişiymiş, kurucu meclisini başkan yardımcısıymış. Rahmetli babam da, Demokrat Parti, Adalet Partisi derken siyasetin içerisinde uzun yıllar yer almış bir insandı. Gelmek istediğim nokta, çok önemli olarak gördüğüm durum ailelerin çocuklara sağladığı atmosfer. Bir meyvenin, bir sebzenin yetişmesi için bile iklimin uygun olması lazım; aynı şekilde, ailelerin de çocuklara sağladığı atmosfer çok önemli. İş hayatında belki çok aktif değildik ama ailelerimizin yönlendirmesiyle en azından çalışma konusunda teşvik ediliyorduk. Hatta çalıştığımız yerlerdeki haftalığımızı ve ücretimizi ailemizin verdiğini daha sonra öğreniyorduk. Bizim gibi çocukların ilgisini ve merakını ödüllendirerek bir yöne çekmek, bunu teşvik etmek bizim için son derece önemliydi. Aynı zamanda burada kendi kazandığım paradan kendi bisikletimi, futbol topumu almak gibi ödüller bence bir çocuğun kendi dünyasında önemli şeylerdi. Sonra üniversite yılları? Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde okudum. Üniversitedeki öğrencilik yıllarımda da ticari faaliyetlerime devam ettim. Arkadaşlarımıza çeşitli ürünler satarak okul döneminde belirli bir birikim oluşmasını sağladım. Bu birikim, iş hayatımın başlangıcında geldiğim İstanbul süreci için çok önemliydi. diliminde, öğrencilik yıllarınızda öğrendikleriniz ile iş hayatını bağdaştırmaya ve anlamlandırmaya çalışıyorsunuz ama çoğu zaman bu dünyanın çok daha farklı olduğunu görüyorsunuz. Bu şekilde, yaklaşık 3-4 yıllık bir deneyimden sonra, 1986 da kendi yerimizi kurduk. Ben ilk etapta yalnızdım. 1989 yılında da kardeşim Halidun Orakçıoğlu’nun gelmesiyle birlikte biraz daha güçlendik ve çok başarılı bir ikili olduk. Birbirimizi çok tamamlayan yönlerimiz var. Yani bu farklı özellikler ve düşünme biçimleri çok yerde çatışma olarak ortaya çıkabilirken, bizde bu tamamlayıcılık ve büyük bir sinerji olarak ortaya çıkıyor. Halidun Bey’in daha çok görsel ama aynı zamanda farklı bir gözü var. Ürün tasarım ve üretim süreçlerinin bütün sorumluluğu Halidun Bey’de. Öte yandan, işin tamamen muhasebe yönetim ve pazarlama tarafında da ben varım. Her iki taraf bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlıyor burada. Kurumsal kimlik anlamında adımlar atıldı sonrasında sanırım. Tween markasını büyük bir girişimcilik ve cesaret örneği göstererek oluşturdunuz. Bu süreç nasıl gelişti? Evet. Daha sonra takım çalışmasını ön plana çıkararak ve profesyonel destekler alarak kurumsal kimlik anlamında yukarı gittik. Bu çalışmalar neticesinde Tween markası 92-93 gibi doğdu. Hatta bu noktada, kendi aramızda anlattığımız şöyle bir anektod var. Diyoruz ki; Damat markası Süleymaniye doğumevinde doğdu, fakat Tween markası Amerikan hastanesinde doğdu. Şirketinizin markalaşma sürecinde ilham aldığınız kişi veya kurumlar var mıydı? Damat markasının doğuşu nasıl oldu? 1980’lerde İstanbul’a geldim. Başlangıç aşamasında belki direk iş hayatının içerisinde değildim ama gözlemci olarak bir takım şeyleri İstanbul’da gördüm. Bu zaman İlk kuruluş ve büyüme dönemlerinde, farklı markaların hoşumuza giden yönlerini kendi fikirlerimizle yoğuruyorduk. İtalyan markaları, İngiliz markaları ve zaman zaman da Fransız markaları üzerinde çalışıyorduk. Şu anda gördüğünüz şey nasıl bir kombinasyonla ortaya çıkmış derseniz, şöyle özetleyebilirim; İtalyanlar daha fazla cıvıltıyı ve enerjiyi seviyorlar. İngilizlere bakıyorsunuz, İngilizler daha sade fakat özellikle vücut hatlarını ön plana çıkaran, daha ince, daha zarif göstermesi amacıyla daha fit kalıplar tercih ediyorlar. Bunları biz birleştirdik diyebiliriz. Her ikisinden de çok fazla etkilenmeden biraz daha kendimize özgü bir konseptle ortaya çıktık. Buraya bakıyoruz, geçmişe giderek 3000 yıllık, 5000 yıllık Anadolu motifini işlemeye çalışıyoruz. Kendi topraklarımıza baktığımız zaman, birbirinden ilginç malzemeler, yaşam stilinde kullanmak üzere kullanılabilecek metalar bulabiliyoruz. Örneğin, Anadolu’daki kral mührü, aynı şekilde maskulenliğin ilk simgesi olan koç boynuzu. Tabi, bu noktada kullandığınız sembolün, figürün ya da tasarımda kullanılan farklı bir takım malzemelerin felsefesi ve hikâyesi ile çalışmalarımızda kullanılmasını sağlıyoruz. Güçlü bir hikâyesi olmayan hiçbir şey dikkat çekmiyor çünkü. Bunun yanı sıra, son on senedir çok profesyonel ekipler ve uluslararası ajanslar ile çalışıyoruz. Sadık bir müşteri kitleniz var. Günümüzde firmaların en çok önem verdiği şey aslında müşteri sadakati. Siz bunu nasıl başardınız ve bunu devam ettirmek için ne gibi çalışmalarınız var? Tamamen özgün olmak, farklı olmak bunun anahtarı. Yani ortaya koyduğumuz çalışmaların tümünün içinde bu var. Şirketinizin geldiği noktayı daha önce tasarlamış ve bu denli büyümeyi hedeflemiş miydiniz? Gelecekte markanızı nerede görüyorsunuz? Tabii ki amaç her zaman, her şeyin en iyisini yapmaktı. Türkiye kolay bir ülke değil, zor engebeli bir arazi. Elinizde olmayan veya marka kişiler inisiyatifinizde gelişmeyen bir çok olayla karşılaşabiliyorsunuz. Krizler çıkabiliyor, bir takım sosyal olayları yaşayabiliyorsunuz. Ülkede bir rutin söz konusu değil. Yani Avrupalıya göre standart %3-%5 büyüme yakalarsanız başarırsınız. Bizde ise ya %30 küçülme vardır, ya da %50 büyüme vardır. Bizim başarımız işte bu kriz dönemlerini iyi değerlendirmek oldu. Kriz dönemlerinden güçlenerek çıktık. Hem 2001 krizinden, hem de 2009 krizinden %50’lik bir büyüme ile çıktık. Her iki krizde de ciddi bir büyüme gerçekleştirdik. Markanızın geleceğini nerede görüyorsunuz derseniz, artık öyle bir noktaya geliyorsunuz ki marka sizin olmuyor. Yanımızda çalışan binin üzerinde arkadaş var. Bu markanın ruhunu oluşturan bu arkadaşların, bu ekibin morali, motivasyonu ve enerjisi zaten markayı daha üst noktalara taşıyabiliyor. Uluslararası arenada Damat ve Tween markalarının konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz, daha da güçlendirmek için yaptığınız çalışmalardan söz eder misiniz? Bana göre gelecekte bizim markamız dünya markaları arasında en fazla konuşulan markalardan biri olacak ki biz bunu görüyoruz. Şu anda London Fashion Week’te kapanış defilesini yapmak, London School Academy master öğrencileriyle ortak proje yapmak, dünya celebritylerinin birçoğunu giyindirmek ve onların satın aldığı bir marka haline gelmek attığımız adımlardan birkaçı. Örneğin GQ Style dergisinin yayın yönetmeni ve tasarımcı David Bradshow ile çalıştık. David Bradshow geçen yıllara kadar Prada’nın yöneticisiydi ve aynı zamanda yükselme döneminde Prada’yı Prada yapanlardan biri olarak değerlendiriliyordu. Biz David’le çalışmaya aslında Hüseyin Çağlayan’ın tavsiyesi ile başladık. Ama o tavsiye üzerine çalışmaya başladıktan sonra kendimizi ifade etmek ve kabul ettirmek konusunda oldukça zorlandık. Çünkü onlar da bu dünyada bu işin major playerı, yani çalıştıkları firmalar kendi kariyerleri için özellikle çok önemli. Bu nedenle başlangıçta bir çekingenlik gösterdiler, ikna etmek biraz zor oldu. Hatta bana şöyle bile dediler “Bir İtalyan ya da bir İngiliz neden bir Türk markasından alışveriş yapsın?”. Yani nedir bu falan şeklinde bir değerlendirmeleri olmuştu. Ama inanın daha sonra bizden daha çok markayı sahiplendiler ve hatta David’le 3 yıl çalıştıktan sonra 2 yıl ara verdik, sonrasında bu hafta bizim London Fashion Week’deki kapanış defilemizde tamamen yine stil danışmanlığını kendi isteyerek yapıyor. Yani markayı bu kadar sahiplenmiş durumda. ORKA Group bünyesinde direk olarak sektörünüzle alakalı ve markanıza hizmet amaçlı kurulmuş şirketlerden haberdarız. Tekstil dışında bir sektöre de ilgi duyuyor musunuz? Farklı sektörlerde yer aldınız mı veya almayı düşünüyor musunuz? Ortek var. Orka Teknoloji ile modaevinizde.com adlı e-ticarete yöneldiğimiz bir sitemiz var. Orenerji firmamız ile rüzgâr enerjisiyle ilgili yatırımlar noktasında çalışmalar yapıyoruz. Red iletişim-görsel hizmetler var. Bize mağaza içi düzenlemeleri ve mimari düzenlemeler noktasında hizmet veriyor. Bunların dışında Orka Pazarlama var; Orka Tekstil Ticaret Turizm A.Ş var. Ve son olarak Orka Gıda ve Hayvancılık şirketi var. Tarım ve hayvancılık konusunda da bir araştırma süreci içerisindeyiz. Bu doğrultuda Giresun’da çeşitli üretim yatırımlarımız var. Türkiye’nin şu anki ekonomik gidişatını, özellikle kriz dönemlerinde en çok yarayı alan moda sektörü etrafında değerlendirir misiniz? Özellikle belli dönemlerde tekstil sektörü biraz göz ardı edildi. Sadece siyasette bürokraside değil finans sektöründe de böyle bir düşünce vardı. Sanki az gelişmiş ülkelerin belli bir süre kullandığı bir sektör ve özellikle tamamen innovasyon gerektiren sektörlere geçiş için gerekli olan bir sektör tanımlaması vardı. Bu yanlış algılar iki tane farklı sonuç doğurdu; birincisi sektör böyle bir yanlış algıyı ortadan kaldırmak için çok daha büyük bir çaba gösterdi, bazı arkadaşlarımız da oyundan çekildi. Ama kalanlar için özellikle son bir kaç yıldır sektörün hem tasarım hem de imaj anlamında ne kadar büyük bir gelişme sağladığı apaçık herkes tarafından görülmeye başlandı. Daha önce tekstil, hazır giyim endüstrisi olarak değer- marka kişiler lendiriliyordu ama şimdi moda endüstrisi olarak değerlendiriliyor. Daha önce sadece üretim endüstrisi olarak adlandırılıyordu ama şimdi tasarım endüstrisi var bir tasarım ekonomisi var. Tabi ki dünyada yaşananlar da bu gelişmeleri ortaya koymamıza neden oldu. Moda perakendeciliği diye bir kavram var ve bu kavrama göre baktığımız zaman sadece markalaşma yönünde değil moda perakendeciliğinde de çok başarılı firmalarımız var. Yurtiçinde ve yurtdışında bu firmaların her birinin yaptığı çalışmalar ister istemez algıyı da olumlu şekilde etkiliyor. Karşınızda yarattığınız algı çok önemli, istediğiniz kadar ben buyum deyin nasıl bir algı yaratırsanız o şekilde değerlendiriliyorsunuz. Bu algı da yavaş yavaş olumlu yönde gitmeye başladı. Sporu seven bir işadamı olduğunuz biliniyor. Futbolu uzun yıllar oynadınız, lise ve üniversite de basketbol takımlarında yer aldınız. İş yaşamıyla beraber kayak, yüzme ve tenis geldi. Özellikle disiplin ve istikrar açısından sporun iş yaşamınıza katkısı oldu mu? Spora özellikle zaman ayırmaya çalışıyorum. Bir gün spor yapmasam ertesi gün mutlaka spor yapmaya çalışıyorum. Bunun dışında, yüzme, kayak gibi bireysel sporları da oldukça seviyorum. Bu aktivitelerin, fiziksel anlamda çok ciddi faydasını görüyorum. Takım sporları yapmanın ekip ruhunun önemini anlamak noktasında katkıları oldu mesela. Yani ne kadar iyi bir kaleci olursanız olun tek başınıza mucize yaratamıyorsunuz. Hiçbir başarı tesadüf değil, ama hiçbir başarı mucize de değil. Tabii ki, burada liderin de koçun da işte aynen futbolda olduğu gibi basketbolda olduğu gibi elindeki ekibin kapasitesini ve özelliklerini çok iyi bilip doğru organizasyonu kurması ve tüm ekibin motivasyonunu doğru yönlendirmesi önemli. Spor yaşantım benim için bunları algılamama yardımcı oldu diyebilirim. Küçük bir dükkândan bir dünya markasına geçişte en büyük sermayem enerji ve motivasyondu” diyorsunuz. Bunu sizi örnek alan genç girişimciler için biraz açıklayabilir misiniz? Mimar Sinan Üniversitesi’nde de akademisyenlik yapıyorum 7 dönemdir. Oradaki öğrencilerime de aktarmaya çalıştığım bir şey var. Teori ile pratiğin mutlaka kendi içinde birbirlerini dengelemesi gerekiyor. Kitaplardaki projelerde, yani teoride çok iyi olmamız gerekiyor ve işte burada da üniversitede bunların eğitimini en üst düzeyde alıyorsunuz. Bu işin uygulamada da başarısının olabilmesi için mutlaka pratiği de yaşamak gerekiyor. Bazen çocuklar ya uygulamayı küçümsüyorlar ya da uygulamadaki aşamalardan geçişte bir çekingenlik yaşıyorlar. Hiç gözlerinde büyütmelerine gerek yok; mutlaka her şeyin bir ilki var, bir başlangıç noktası var. O başlangıç noktasını çok geciktirmenin bir anlamı yok. Ne kadar çok iş hayatının içerisinde yer alırlarsa, o kadar büyük avantaj sağlıyorlar. Mutlaka aktif olarak çalışmaları, iyi bir performans göstermeleri ya da iyi bir görev almaları gerekli değil. Gözlemci olarak bile bir yerlerde belirli bir süre vakit geçirmelerinin olayları değerlendirebilme ve kendilerine yön çizme konusunda çok büyük bir katkısı olacaktır. Genç girişimciler için en önemli öneriniz ne olur? Burada da iki tane rota var. Kendi işini kurmak isteyenler ya da iyi bir görev almak isteyenler olabilir. İyi noktalara gelmek isteyenler için bir önceki soruda yansıttığım teori ve pratiği aynı potada eritmeleri gerektiğidir. Kendi işini kurmak isteyenler için ise şunu söyleyeyim; bence çok aceleci davranmasınlar. Çünkü artık dünyada bilgi ulaşılmaz değil. Her şeye ulaşmak mümkün ama bunu doğru kullanabilmek daha önemli. Bu noktada, biraz daha akıl gücünü kullanmak önemli. Yine zaman zaman duyuyorum çocuklardan; denedim olmadı hocam işte görmüyor musunuz diye. Pesimistlik girişimciliğim doğasına aykırı. Girişimciliğin tanımında şöyle bir şey var, yaşadığı başarısızlıklardan bile en azından bir ders çıkarıp tekrar girişme cesaretini gösterene girişimci denir. Yani bir önceki girişimi, kötü bir deneyim yani bir başarısızlık bile olsa, onu bir avantaj olarak görüp tekrar denediğiniz zaman, bu yanlışı bir daha yapmam düşüncesiyle hareket etmesi bence bir girişimcinin öncelikli olarak kendi kendine aşılaması gereken bir konu. kişiliğiniz... yaşantınız... hırslarınız... hedefleriniz... amaçlarınız... aslında işe dair tüm kimliğiniz, hepsi bu masada.. iş yemeği Burcu YAZGAN tadınıza uygun lezzetler seçildiyse ya da tercih size bırakıldıysa biliniz ki şanslı gününüzdesiniz. Alkol kullanımı için de davet edenin tercihi beklenmeli. Ama bir taneden fazla içmemekte ve sigara kullanmamakta her zaman fayda var. Bu masada önemli olan yemek değil, sizin iletişim becerinizdir. Ev sahibinin ikinci önemli görevi ise giriş konuşmasını yapmak. Konuşulması gereken konuların yemek için planlanan vakitte ele alınması için her iki tarafında açık ve net olması gerekir. Bu arada davete başkaları da davetliyse ev sahibinin vakit kaybetmeden tanıştırması oturma düzenini sağlaması gerekir. Ve elbette hesabı ödemek davet edenin asli görevlerinden biri. Uyumlu ve abartısız giyinmek, yemeğe geç kalmamak, cep telefonunu kapalı tutmak, kaşık, bıçak ve çatalı doğru kullanmak, ağzınızda yemek varken konuşmamak ve göz temasından kaçınmamak ise küçük ama atlanmaması gereken önemli kurallar. İş yemeklerini korkulu bir rüya olarak mı, yoksa verimli bir zaman dilimi olarak mı görüyorsunuz? Yurtdışından misafirleriniz geliyor. Sizin için çok önemli bir kapıyı açacak bu özel misafirleri nerede ağırlamak istersiniz? Ofisinizin resmi ortamında mı yoksa şık bir restoranın rahatlığında ve estetiğinde mi? Günümüzde iş yemekleri günlük rutinin bir parçası haline geldi. Yöneticiler işe alacakları elemanı seçerken de, herhangi bir ortaklık anlaşmasını görüşecekleri zamanda iş yemeğini tercih ediyorlar. Önemi git gide daha çok kavranan iş yemekleri kariyer ve eğitim şirketlerinin de üzerine yoğunlaştığı bir alan. Bir yanda konu üzerine makaleler yazılırken diğer tarafta seminerler, konferanslar düzenleniyor. Ne giyilmesi gerektiğinden, nasıl davranılacağına, ne konuşulacağından neler yenileceğine her biri dikkate değer bir araştırma konusu ve bir iş yemeğinden başarıyla kalkmanın en etkili formülleri. Anlayacağınız artık kaçış yok. Peki, nedir bu işin altın kuralları, adab-ı muaşereti? Lezzetli bir yemek eşliğinde toplantı yapmak elbette daha keyiflidir ama unutmamanız gereken en öncelikli şey bu masada önemli olanın yemek değil sizin iletişim kabiliyetiniz olduğu. Kendinize olan özgüveninizle sınavın en zor sorusunu cevaplamış olursunuz. İş yemeklerinde davet edenle davet edilen için farklı roller biçilmiş. Biri ev sahibi, diğeri misafir sayılıyor. Daveti yapanın ilk görevi mekânı ve yemeği seçmek. Damak Garsonun sipariş almak için menüye baktıktan sonra kapatmanızı bekleyeceğini, masadan kalkmanız gerekirse, peçetenizi sandalyenin üstüne bırakacağınızı, yemeğin önce misafire servis edileceğini, çatal, kaşık ve bıçağı kullandığınızda bir daha masaya değmemesi gerektiğini ve yemekten sonra sonuç ne olursa olsun teşekkür notu göndermeyi unutmayın! Son olarak iş yemeği konusunda bir şehir efsanesi; Ünlü bir işadamı işe alacağı elemanı yemeğe davet eder. İstenilen zamanda bir araya gelinir, siparişler verilir, her şey iyi gitmektedir. Ancak yemekler geldiği sırada her şey değişir. İşe alınması düşünülen eleman yemeğin tadına bakmadan tuz atar. Bunun kişinin önyargılı olduğuna işaret sayan patron ise kişiyi işe almaktan vazgeçer. Doğru mudur değil midir bilinmez. Ama siz siz olun yemeğin tadına bakmadan baharat kullanmayın! sportif Mehmet YILMAZ Futbol Extra Dergisi Yazarı Para peşin, yuvarlak meşin, Kombine Bilet... Kombine bilet satışı ile kulüpler hasılat sıkıntısını epey hafifletmiş oluyorlar. Çünkü hizmet peşinen satılıyor ve bu da garanti taraftar anlamına geliyor. Endüstriyel futbol da denilen bir kavram var artık. Paranın sadece futbolcu değil müşteri kılıfına sokulan taraftar dünyasında da geniş bir yer bulması olarak tarif edebiliriz. Bu modern futbolun vazgeçilmezleri arasında yer alan uygulamalardan birisi de; kombine biletlerdir. İyi de nedir şu kombine hadisesi? Niçin bu kadar önemlidir? bizde de kombine kültürü oturmaya başladı. Üç İstanbullunun yanı sıra Bursa gibi futbol kültürü olan şehirlerde de kombine uygulaması Almanya’daki kadar asla olmamakla birlikte tuttu. Bundan on sene evvel Bundesliga ile ilgili bir haber çıkmıştı medyamızda. Buna göre Bayern’in bütün kombineleri satılmıştı ve lig maçı için bilet satışı yapılmayacaktı. Yani, bizdeki gibi bir pazar sabahı evde maaile kahvaltı yaparken bir baba oğluna; “hadi bu akşam maça gidelim!” diyemeyecekti. O cümleyi kurabilmek için ta temmuz ayında kombine alması gerekecekti. “Ya bu nasıl iştir?” demeye kalmadan yavaş yavaş Aslında kombine bilet uygulaması ülkemizde çok da yeni değil. Seksenli yıllarda bu uygulama bazı kulüplerde başlatılmıştı. Doksanlı yıllar da kombine satışlarının olduğu ama bir türlü istenen (tabii kulüp yönetimlerince) seviyeye gelmediği dönemlerdi. Ancak yeni bin yıl futbola dair olumlu ya da olumsuz pek çok konuda olduğu gibi kombinede de Batılı örneklere yaklaşıldığı yıllar oldu. Niçin Kombine Bilet? Kombine satışı ile kulüpler hasılat sıkıntısını epey hafifletmiş oluyorlar. Çünkü hizmet peşinen satılıyor ve bu da garanti taraftar anlamına geliyor. Öyle ki bizim klasik “parasını verdim; sonuna kadar kullanayım” felsefemizden ötürü maça gidemeyen bir taraftar yerine mutlaka birisini yolluyor. Böylece stadın doluluk oranı muhafaza ediliyor. Taraftar açısından bakıldığında ise kombine sahibi olmak iyi bir sosyal statü manasına geliyor. Velev ki, kale arkası bile olsa. Çok kritik bir maç da binlerce insan bilet bulamazken sizin içeride olmanız elbette ki bir gurur kaynağı oluyor. Ayrıca kombinesi olan bir taraftar bütün hayatını takımının lig fikstürüne göre ayarlıyor. Tatile gidecekse ona göre; misafir ağırlayacaksa ona göre… Böylece maç günü ayrı bir tören haline geliyor; kendince planı programı olan. Türkiye’nin Kendine Has Kombine Kuralları Peki, kombine bilet uygulamasının bize özgü uyarlamaları yok mu? Yani, gerçekten de Batıdaki emsallerine uygun mu yoksa burası Türkiye, kaidesi yine işliyor mu? Özellikle aktif taraftar gruplarının bulunduğu tribünden kombine almışsanız biletinizde yazan numaranın hiçbir ehemmiyeti yoktur. Çünkü orası sıkı bir taraftarca çoktan istimlâk edilmiştir ve sizin “ama burası benim yerim!” cümlenizin “taraftarız biz çekeriz cefa…” sloganının yanında lafı bile olamaz. Yine birkaç istisna hariç hemen bütün statlarda bir kombineyle 10-15 kişi içeri girebilirsiniz. Zira, kombine barkodunu okuyan cihaz tekrar okumaları pek önemsemez. İçeri giren bir taraftar aşağıda bekleyen arkadaşına kombinesini atar ve o da rahatlıkla içeri duhul edebilir yani. Tabii bir de stadyumların konforu ve verilen hizmetin kalitesi de ayrı bir konudur ama neticede asıl olan takımımızın alacağı üç puan olacağı için bunu pek kimse önemsemez. Türkiye’de ise durum yine bize özgüdür. Zira söz gelimi Fenerbahçe’nin Maraton tribününden alacağınız tek maçlık bir bile- tin ücreti, çoğu Anadolu takımının sezonluk kombinesine eş değer olabilir. Batılı Ülkelerde Bir Gelenek Avrupa ülkelerine baktığımızda kombine satışının çok yüksek oranlarda olduğunu görürüz. Özellikle Almanya, İspanya ve İngiltere’de sistem tam olarak oturmuştur. Mesela Bundesliga maçlarını hatırlarsak, statların tamamına yakınının dolu olduğunu görebiliriz. Yine Napoli’nin Serie C yılları da dahil ortalama 50.000 kişiye oynamasının arka planındaki etmenlerden birisi de kombine satışının çok fazla olmasıdır. Yine de son söz olarak şunu söyleyebiliriz. Taraftarlık çok değişik bir histir; izahı zordur ve bir nevi aşktır. Bilet fiyatı ne olursa olsun, o formayı giymiş adamları canlı seyretmenin, gol diye ayağa fırlamanın, bazen sevinçten bazen hüzünden gözyaşı dökmenin bedelini ödemek için fedakârlık yapacak on binler her daim bulunuyor. İşte bunu iyi bilen yöneticiler de kombineden formaya kadar pek çok konuda duygu sömürüsü yapabiliyorlar. Haydi bakalım; maça maça maça!.. SATIŞ RAKAMLARI: Türkiye- Spor Toto Süper Lig’deki Kombine Satış Rakamları Fenerbahçe – 20.000 Adet Beşiktaş – 13.700 Adet Galatasaray – 11.700 Adet Trabzonspor – 9.500 Adet İngiltere-Premier Lig’deki Kombine Satış Rakamları Manchester United – 51.800 Adet Manchester City – 48.500 Adet Everton – 25.000 Adet Blackpool – 12.000 Adet Almanya-Bundesliga’daki Kombine Satış Rakamları Borussia Dortmund – 51.500 Adet Schalke – 42.000 Adet Bayern Munich – 37.600 Adet teknoloji Blu-ray, Yüksek çözünüm... Ne (HD) ne (Blu-ray) tek isteğimiz yüksek çözünürlükte bir film izlemek… Öncelikle şu HD - Blu-ray savaşının ne olduğu kısaca anlatmak gerekiyor ki nedir bu neden hep karşımıza bu iki isim çıkıyor demeyelim. Her şey 1969 yılında Panasonic firması tarafından geliştirilen lezer disk ile başladı. Bu disk için Sony ile ortak bir çalışma yapan Panasonic 79 yılında ilk CD’yi geliştirdi. 1990 yılında ise MMCD yani Multı Media Compac Disc’i yine bu iki firma geliştirdi ama işler umdukları gibi gitmedi. Toshiba Super Density (SD) ile karşılarına çıktı ve tüm beklentiler suya düştü. IBM’in ara buculuğu ile bu firmalar anlaştı ve DVD formatı üzerinde çalışmaya karar verildi. Ta ki Sony’nin yeniden The Professional Disc for DATA teknolojisi ile sahneye çıkmasına kadar. Sistem optik disk teknolojisi üzerine dayalıydı ve adı Blu-ray’dı. Yine sular duruldu derken Toshiba Advanced Optical Disk yani HD-DVD ile ortalığı karıştır. Sonuç ne oldu şimdilik Blu-ray kazandı gibi görülüyor hemen hemen bütün büyük yapımcı firmalar yeni ürünlerini Blu Ray discler üzerinde yayınlayacağını duyurdu. Bu firmalar arasında Warner Bros’dan New Line kadar bütün ya- pımcı firmalar yer alıyor. Hal böyleyken bizde piyasada ki Blu-ray DVD çalıcılara bir göz atalım dedik ve alternatifleriyle birlikte küçük bir araştırma yaptık. Samsung BD P1000 Blu Ray HDTV uyumlu dünyanın ilk Blu-ray disk çaları ünvanlı Samsung BDP1000 1080p çözünürlük desteği ile en iyiler arasında. BD-P1000, kullanıcının evinde var olan televizyonları Blu-ray disk çalarla kolayca ilişkilendirebilmek için dijital audio/video ara yüzünü tek bir kabloyla tamamen destekleyen yüksek çözünürlüklü multimedya arayüzü (HDMI) çıkışı içeriyor. 10 farklı bellek kartını da okuyabilme özelliği ve Dolby Digital, DTS teknolojileri barındırıyor olması da Samsung’un neden iyiler arasında olduğu kanıtlıyor. Samsung BD P1000 Blu-ray disklerin yüksek depolama kapasitesi, Samsung BD-P1000 kullanıcısına tek katmanlı disklerde 25 GB içerik (çift katmanlılarda 50 GB) kullanabilme imkanı veriyor. Bu da geleneksel DVD’lerin yaklaşık altı katı depolama hacmi veya iki saatlik yüksek çözünürlüklü film için yeterli boş alan anlamına geliyor. Panasonic DMP-BD10 Blu Ray Panasonic’de Blu-ray teknolojisinin gelişimde önemli rol oynayan öncü firmalardan. DMP-BD10 modeli ile diğer ev sineması ekipmanları ile senkronize çalışarak mükemmel bir sine keyfi yaşamanızı sağlıyor. Bu sistem, Panasonic Blu-ray Ev Sineması bileşenlerinin tümünün entegre halde tek tuşla kullanımına olanak sağlıyor. Üstelik receiver (alıcı) ve Blu-ray disk oynatıcı bileşenleri görsel olarak da hoparlör ve plazma TV ekranlarını tamamlayacak şekilde tasarımlanmış. Standart DVD ve CD’leri de 1080P çözünürlük değerine ulaştırarak daha yüksek kalitede görüntü sunabilen DMP-BD10, filmlerdeki hareketli sahneleri akıcı bir biçimde gösterebiliyor. Sony BDP S300 - 1700 HDDVD Panasonic DMP-BD10 Samsung BD P1000 Blu-ray teknolojisinin yaratıcısı konumunda olan Sony’nın İlk önce Avrupa’da daha sonra ülkemizde de satışa sunduğu BDP-S300 modeli üst seviye olarak nitelendiriliyor. Blu-ray çalarların en fazla eleştirilen özelliklerinden birisi olan fiyatı ile ilgili homurtular bu modeller için tekrar yükselecek gibi görünüyor. Cihazın fiyatını bir yana bırakarak teknik özelliklerine bakarsak 1080p ve 24p True Cinema desteği ile gelen cihaz x.v.Color standardını destekliyor. Cihaz HDMI desteği ve dâhili Dolby Digital Plus özelliği de bulunuyor. teknoloji Şifre Seçimi Yaparken... Şifre seçimi ve kullanımı konusunda ipuçları ... Şifrelerin Seçilmesi Gün geçtikçe teknoloji ve internet gelişmekte ve bu beraberinde bir takım problemleri de getirmektedir. Yabancıların bilgisayarlara erişmesi, bu problemlerin en başında gelmektedir. Bu amaçla bazı önlemler alınmaya çalışılmıştır. Şifre(password)ler bu önlemlerden bir tanesidir, belki de en önemlisidir. Belli yerlere konan şifrelerle yabancı kişilerin erişimi engellenmeye çalışılmaktadır. Buna rağmen şifre engeli de bazen aşılabilmektedir. Bir takım programlarla şifreler tahmin edilebilmektedir. Kötü Şifreler Kötü bir şifre kolaylıkla tahmin edilebilen bir şifredir. Bazı şifre çözücü programlar alfabedeki bütün karakterleri kullanarak, deneme yanılma yoluyla şifre çözerken; bazıları da genel şifreleri içeren bir liste kullanırlar. Modern bir normal PC bile güzel bir şifre tahminleme programı ile binlerce şifreyi bir günden az bir zamanda deneyebilir. Popüler ve kötü bir şifre nasıl olur? Bazı örnekler; isminiz, eşinizin ismi veya anne ve babanızın ismi. Diğer kötü şifreler bu isimlerin tersten yazılması veya bir rakam eklenmesi şeklindedir. Kısa şifreler de kötü şifrelerdir, çünkü tahmin edilmesi daha kolaydır. Bilgisayar isimleri ve benzeri şifreler de kötü şifrelerdir. Gizli ve tahmin edilemez gibi görünse de aslında oldukça yaygın kullanılmaktadır. Diğer kötü seçimler telefon numaraları, en çok beğenilen filmlerden kitaplardan karakterler, yerel yerleşim yerleri, favori içecekler ve ünlü bilim adamları gibi. Bu isimlerin büyük harfle yazılı olanları veya ters çevrilmiş olanları da pek iyi değildir. “l” (küçük L) ile “1” i veya “E” ile “3” ü değiştirmek, başa veya sona bir rakam eklemek veya kelimelerin basit modifikasyonları da pek iyi değildir. Kelimelerin yabancı dillere çevrilmesini de iyi olarak nitelendiremeyiz. Birçok farklı dil olmasına rağmen internetten kolaylıkla herhangi bir dilde sözlük indirebiliriz. Örneğin unix de ...\finger ile. Bazı sistemlerde kullanıcıların kötü şifre seçmeleri engellenmeye çalışılmaktadır. Örneğin hepsi büyük veya küçük harf olan ve 6 karakterden kısa olan veya kısa olup da içerisinde alfabetik karakter haricinde karakter içermeyen şifreler bazı sistemler tarafından kabul edilmemektedir. Yapılan araştırmalarda birçok sistemde şifresi accountı ile aynı olan kullanıcılara rastlanmıştır. Bu tip accountlar “Joes“ olarak adlandırılmaktadır. Joes accountları şifre kırıcılar tarafından kolaylıkla tahmin edilmektedir. Bu nedenle bazı sistemlerde Joes accountlarına izin verilmemektedir. Buradan da bütün kullanıcıların listesinin dış dünyaya açık olmasının ne kadar yanlış olduğunu anlıyoruz. İyi Şifreler İyi şifreler kolaylıkla tahmin edilemeyen şifrelerdir. İyi şifreleri tahmin etmek zordur çünkü : •Büyük ve küçük harf içerirler •Noktalama işaretleri ve rakamlar içerirler •Bazı kontrol karakterleri ve/veya boşluklar içerirler •Kolaylıkla hatırlanabilirler ve bu nedenle bir yere not edilme ihtiyacı duymazlar •Yedi, sekiz karakter uzunluğundadırlar. •Kolay ve hızlı yazılırlar; ve böylece etraftan bakan birisi ne yazdığını anlayamaz. İyi şifrelerin seçilmesi aslında oldukça kolaydır. Bazı tavsiyeler; •İki kısa kelime özel bir karakter veya bir sayı ile birleştirilebilir. Örn: robot7benim •Size özel bir kısaltma yapabilirsiniz. Örn: bshKBBs (Bu Sınıftaki Hiç Kimse Bisiklete Binmeyi Sevmez) Bununla birlikte bu şifrelerin hepsi kötü şifrelerdir, çünkü hepsi buraya yazıldı... Şifre seçerken şunlardan sakının; •Sizin, eşinizin veya iş arkadaşınızın ismi •Çocuğunuzun veya ev hayvanınızın ismi •Yakın arkadaşlarınızın isimleri •Çok beğenilen sanatçıların isimleri •Patronunuzun ismi •Herhangi birisinin ismi •Kullanmakta olduğunuz işletim sisteminin ismi •Bilgisayarınızın ismi •Telefon veya lisans numaranız •Sosyal güvenlik numaranızın herhangi bir parçası •Herhangi birisinin doğum tarihi •Sizin hakkınızda kolaylıkla bulunabilecek bir bilgi (adres gibi) •Birtakım kalıplaşmış kelimeler ( wizard, gurup, gandalf...) •Bilgisayarınızdaki herhangi bir kullanıcının ismi ( büyük harfli, çift harfli, ...) •Yabancı bir dildeki bir kelime •Yer isimleri gibi özel isimler •Aynı harften oluşan bütün şifreler •Basit harf düzenlerinden oluşan bütün şifre (qwerty gibi) •Yukarıda listelenenlerin tersten yazılmış halleri •Yukarıda listelenenlerin önüne veya arkasına rakam eklenmiş halleri Rakamlar, noktalama işaretleri ve kontrol karakterlerinin kullanılmasıyla değişik şifre oluşturma olasılığı önemli ölçüde artacak ve bununla birlikte şifrenin tahmin edilme olasılığı da azalacaktır. Eğer birkaç tane hesab (account)ınız varsa aynı şifreyi bütün hesaplarda kullanabilirsiniz. Bu şekilde hatırlamanız da kolay olacaktır. Fakat bu accountlardan birinin şifresi öğrenildiğinde bütün accountlarınızın şifreleri ortaya çıkmış olacaktır. Böyle bir durumda temel bir şifre oluşturulur ve her farklı makine için modifiye edilir. Örneğin sizin temel şifreniz kxyzzy olsun. İsmi “athena” olan bir makinede şifreniz kxyzzya olurken ismi “ems” olan bir makinede şifreniz kxyzzye olacaktır. Unutulmaması gereken önemli bir nokta da şifrelerin herhangi bir yere yazılmamasıdır. Sebep oldukça basittir: Eğer şifrenizi bir yere yazarsanız, birisi onu bulabilir ve bilgisayarınıza kolaylıkla girebilir. Akılda tutulan bir şifre yazılan bir şifreden her zaman için daha iyidir. Örneğin şifresini cüzdanında bir yerde saklayan bir kişi cüzdanını çaldırdığında cüzdanı çalan kişi kolaylıkla bilgisayara girebilir. Eğer ki illa şifrenizi yazmanız gerekiyorsa bazı şeylere dikkat edilmelidir: •Şifreyi bir yere yazdığınızda onun şifre olduğunu yazmayın. •Aynı kağıt parçasına hesap ismini , network ismini veya bilgisayarın numarasını yazmayın. •Şifreyi terminalin, klavyenin veya bilgisayarın herhangi bir parçasına iliştirmeyin. •Şifreyi direk yazmayın, onun yerine diğer karakterlerle veya bu karakterleri sizin kolayca hatırlayabileceğiniz bir şekilde karıştırarak yazınız. Şifre yazarken sakınılacak bir takım şeyler: •Şifreyi düzenleme yapmadan online olarak kaydetmeyiniz. (dosyaya, veri tabanına veya e-mail mesajına) •Asla bir şifreyi başka bir kullanıcıya email ile göndermeyiniz. Örneğin birisi sistemde text dosyalarında ve email mesajlarında “şifre” kelimesini aratarak şifreye erişebilir. •Login şifreniz asla uygulama programlarınızın şifresi olmasın. Mesela login şifreniz internete bağlanmak için kullandığınız şifreyle aynı olmasın. Bu uygulamalardaki şifreler bazı kişiler tarafında kontrol edilebilir ve yanlış kişilerin eline geçebilir. •Aynı şifreyi farklı organizasyonlar tarafından kullanılan farklı bilgisayarlarda kullanmayınız. Bir tanesi öğrenildiğinde bütün bilgisayarlara erişilebilir. Kötü şifrelerin tehlikesini azaltmanın en etkili yolu geleneksel şifreleri kullanmamaktır. Onun yerine siteniz tek seferlik şifreleri kullanmanıza olanak sağlayan yazılım veya donanımları yükleyebilir. Tek seferlik şifreler sadece bir kere kullanılan şifrelerdir. Bir kullanıcı olarak size şifrelerin bir listesi verilebilir. Makinenize her girişinizde bu şifrelerden bir tanesini kullanırsınız ve onu listeden silersiniz. Bir sonraki girişinizde başka bir şifreyi kullanırsınız. Veya size bir kart verilebilir ve her dakika bu karttaki numara değişir. Veya taşıyabileceğiniz küçük bir hesap makinesi verilebilir. Bilgisayara girmek istediğinizde size bir numara verecektir. Bu numarayı ve kimlik numaranızı hesap makinesine girdiğinizde bunun sonucunda çıkan numarayı bilgisayarınıza girmek için kullanabilirsiniz. Tek seferlik şifrelerin kullanılması geleneksel şifrelerin güvenlik açığını biraz daha kapatmaktadır ama ek yazılım ve donanım gerektirmesi nedeniyle yaygın olarak kullanılmamaktadır. Özetle; Sisteminizi korumak için en temel ve önemli tavsiyeler şunlardır: Mümkünse •Tek seferlik şifreler kullanın. Değilse; •Her accountun ayrı bir şifresi olmasını sağlayın. •Her kullanıcının güçlü, iyi bir şifre seçmesini sağlayın. •Şifrenizi diğer kullanıcılara veya herhangi birine söylemeyiniz. FOTOKOPİ, OZALİT, BASKI, TASARIM VE CİLTLEME İLE İLGİLİ HER TÜRLÜ İHTİYAÇLARINIZI BİRLİKTE ÇÖZELİM! Altunizade Mah. Kısıklı Cad. No;48 Altunizade - İSTANBUL Tel: (0 216) 474 91 94 - 474 92 06 Fax: )0 216) 474 09 05 GSM: (0 532) 442 80 04 - (0 542) 311 90 98 www.mavicopycenter.com DİJİTAL FOTOKOPİ TARAMA CİTLEME PVC LAMİNASYON PLAN KOPYA PLOTTER ÇİZİM/BASKI POSTER / AFİŞ BASKI BANNER CD / DVD FOTOBLOK / FOREX GRAFİK ve WEB TASARIM ROLAND BAS-KES KİŞİYE ÖZEL TASARIM ve BASKI OFİS AKSESUARLARI kitapçı Osmanlının Batı Yakası: Bosna Bosna’yı seviyorum; öncelikle bunu söylemeliyim. Hayatımda duyduğum ilk Boşnak ismi Mirsad’dı. Mirsad Kovaçeviç… Tarık Hoçiç de vardı mesela; sonra içinde İtalya’90 Dünya Kupasında oynayan futbolcuların resimlerinin bulunduğu cikletlerden çıkan isimler; mesela Saffet Susiç. Kabul ediyorum, Bosna’yı tanımam kültürel yollardan olmadı ama bu isimler bizdendi işte. Madem isimlerle başladık o halde devam edelim. Aliya ismini ilk ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum. Lakin Aliya İzzetbegoviç, Haris Sladziç gibi isimleri duymaya başlamıştık artık. O zamanlar bir lise talebesi olan benim içinse iki isim çok daha farklıydı. Birincisi Nermin Divoviç. Belediye’nin yaptırdığı bir parkın ismi Şehit Nermin Divoviç Parkı idi. Girişte bir tabela vardı ve diyordu ki, “Sırp topçusunun pazar yerini bombalaması sonucu şehit olan Bosnalı küçük kız Nermin Divoviç… Sonra da bir kahvaltı sofrasında izlediğim haberlerde geçen bir başka isim; Mirza… Habere göre Sırpların tankla üzerinden geçtiği bir Boşnak çocukmuş Mirza ve hastaneye kaldırılmış. Ölmüş müdür bilmiyorum Mirza; soyadını da bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa o da, o gün ilk defa duyduğum Mirza ismini çok sevdiğimdir. Eğer oğlum olursa adını Mirza koyacağım demiştim kendi kendime. Çok şükür bu sözümü tutabildim… Bosna… Bosna… İnsanlık trajedisi, insanlığın utanç halleri yaşandı o coğrafyada ve biz Bosna denince uzaktaki kardeşlerimizi hatırlar olduk. Bu yalnızca dini bir mükellefiyet değildi, bu insani bir histi… Nitekim bugün Bosna’da en azından ettiğimiz duaların kıymeti bilinmekte ve Türkiye, karanlık günlerdeki tek ışık durumunda. Buradaki Türk Barış Gücünün bu kadar sevilmesi ve iyi işlere imza atması da tarihi arka plan kadar bu vefaya da dayanıyor. Öncelikle söylediğimi yine söyleyeyim o halde; Bosna’yı seviyorum… Bu fazla şahsi girizgâh bir kitap içindi esasında. Hüseyin Yorulmaz’ın 3F’den çıkan Bosna kitabının ismi dikkatimi çekmişti ilk başta; Osmanlı’nın Batı Yakası… Aslında Bosna’nın Batı Yakası falan değil Osmanlı’nın düpedüz kendisi olduğunu öğrenmek için kitabı biraz karıştırmanız kâfi… En az bizim kadar Osmanlı’ya dair Bosna! Kitabın arkasında yazanlar ise oldukça aydınlatıcı. Çünkü kitabı belli bir türe sığdırmak beyhude bir çaba; nitekim yazarın da öyle bir kaygısı olmamış. Kitap biyografik çizgiler taşıdığı gibi zaman zaman bir günlük, şehir kitabı, derleme ya da deneme havası da taşıyabiliyor. Ancak kitabın omurgasını “sevgi” oluşturuyor. Yazarın Bosna’ya tayin olduğu andan itibaren idari, bürokratik zorluklara rağmen işini ve gittiği ülkeyi ne kadar sevdiğini hissedebiliyorsunuz hemen her sayfada. Bir yeri sevdiren ana etken oradaki insanlardır elbette ve yazar bize Anadolu’danmış hissi uyandıran güzel insanlardan bahsediyor. Şair’in “iyi insanlar iyi atlara binip gitti” dediği yer Bosna imiş meğer. Orada bekleniyormuşuz… Kitap Bosna’yı neden seviyoruz/sevmeliyiz sorusunun merkezinde ilerliyor adeta. Tuzla’nın Saraybosna’nın, Mostar’ın (isimleri de dahil olmak üzere) fazlasıyla Anadolulu olduğunu anlatırken hiçbir zorluk yaşanmıyor. Çünkü o şehirler Osmanlı şehirleri. Şehir planından camilerinin minarelerine kadar… Bosna dilindeki Türkçe kelimeler ve hele de selamlaşma faslı oldukça ilgi çekiciydi. Osmanlı döneminde başlayan Türk-Boşnak ilişkileri ve İslam’ın nasıl olup da mesela Sırplarda değil de Boşnaklarda bu kadar asude, bu kadar naif bir şekilde yayıldığını idrak edebiliyorsunuz. İslam Bosna’ya Bosna da İslam’a o kadar güzel yakışıyor ki… Düşünün, Yirminci Asrın sonlarında binlerce Bosnalı, sırf Müslüman kimliklerinden dolayı katledilirken bile onlar isyan yerine tefekkürü seçiyorlar ve daha da bağlanıyorlar değerlerine. Tabii bunda Aliya gibi ismiyle/lakabıyla müsemma bir Bilge Kralın varlığı da çok etkili oluyor. Bu arada Boşnakların katledilmelerindeki tek etken Müslüman kimlikleri; bunu reddetmenin bir manası yok. Sırp ve Hırvatlar onlara “siz Türksünüz” diye saldırmışlar. Buna rağmen, bunca felakete, katledilişe, sürgüne, acıya rağmen bu yüce gönüllü, güzel insanlar halen barıştan yanalar ve merhamet hisleriyle mücehhezler. Acaba diyorum, bizden daha mı bir Osmanlı, daha mı bir Türk olmuşlar?.. II. Mahmud’un reformlarına “gâvur padişah” yakıştırmasıyla isyan eden Bosnalıların varlığı da bu tezimize bir destek sağlar belki de… Kitapta şehrengizler de var aslında ve o ara hikâyelerden birinde de Mostar Köprüsü’nün ve mimarı Hayreddin’in sergüzeşti var. İnsan yıkılan köprüye ve onun mimarına duyduğu saygı kadar köprünün aslına uygun olarak yeniden yapılması için bin türlü meşakkate katlanan ve samimi bir gayret gösteren isimsiz kahramanlara da şükranlarını sunmadan edemiyor. Kitapta Osmanlı döneminde başlayan ilişkiler, Bosna’nın ehemmiyeti, Bosna’daki Türk izleri, edebiyattaki ortaklık var. Ayrıca Nihat Genç’in Karanlığa Okunan Ezanlar’ında da geçen Abdullah Sidran –ki çok önemli bir şahsiyet ve konu bence, ve Bosna’yı dışarıya bağlayan tünelden de söz ediliyor. Aliya’nın büyüklüğü, farklılığı, Bosna’daki Türk-İslam izleri… Ayrıca mevlid geleneği, dergâh kültürü, Ayvaz Dede, Sarı Saltuk gibi isimler; Türkiye bürokrasisinin ağır işlemesi, kendi büyüklüğümüzün ve dostlarımızın farkında olamamak gibi ahvalimiz ve özellikle Srebrenitsa’daki facia… Bosna’ya dair her şey değil elbette ama Bosna’ya dair çok şey yer edinmiş kitapta. Üstelik politize etmeden, ucuz edebiyatlar peşinde koşmadan ve güzel, yalın, hoş bir Türkçe eşliğinde… Kitapta ilgi çekici bilgiler, satırlar, bölümler fazlasıyla var. Bosna’nın dinmeyen yağmurları birinin, Başçarşı başka birinin, oradaki dostlar bir diğerinin ilgisini çekebilir. Ama benim favorim, adına ne derseniz deyin Dayton Barışı sonrası polemik konusu olan bir heykel meselesi oldu. Buna göre, Boşnakların azınlıkta kaldığı bir şehir olan Brçko’da Sırplar şehir meydanına bir heykel dikerler. Bu heykel II. Dünya Savaşı yıllarında binlerce müslümanı öldürten Mihajloviç’indir. Boşnak bakan İsmet Dedeiç buna itiraz eder ve bu işin kimseye faydası olmaz der. Ancak Sırplar inat eder ve Mihajloviç bizim milli kahramanımızdır, siz de bir Bosnalı kahramanın heykelini dikebilirsiniz derler. Bunun üzerine Bosnalılar da birkaç gün sonra gelip heykelini dikecekleri kahramanlarının ismini bildirirler; Sultan Murat Hüdavendigâr! Bırakın heykelinin dikilmesini Sultan Murad’ın isminin geçmesi bile Sırpların heykeli indirmesine yetmiştir bile. Ben diyeyim Sultan Murat sadece bizim değil Bosnalıların da padişahıdır; siz deyin Mimar Hayreddin sadece Bosnalıların değil bizim de mimarımızdır… Velhasıl Bosna Hersek, bizden desek… SÜNNET KIYAFETLERİ VE AKSESUARLARI Yenicami Caddesi No:16 Sultanhamam 34430 Eminönü / İstanbul [email protected] T: (0 212) 528 05 44 www.sunnet-kiyafeti.com film... müzik... kitap... sergi... Korku Günleri başlıyor ! D&R, korku filmleri ve kitaplarda sunduğu fırsatları sıradışı bir kampanyayla D&R severlerle buluşturuyor; D&R Korku Günleri başlıyor! Korku, eğlenceli görsel sunumla D&R mağazalarını sarıyor! D&R Korku Günleri’nde en heyecanlı en korkunç filmler, en ilginç kitaplar, gülünç fiyatlarla tüketicilerin beğenisine sunuluyor... Belirlenen korku içerikli filmler %50’ye varan indirimlerle, kitaplar ise %25 indirim ile D&R Korku Günlerinde yerini alıyor...Korku Günleri 18 Nisan’a kadar devam edecek... D&R’ın eğlenceli ve fantastik dünyasını genç bir dille sokağa taşıyan bu kampanya, şehrin sıkıcı atmosferine yepyeni bir heyecan getirecek. Çünkü D&R’da her an her şey olabilir. Korku Günleri’nde buluşmak üzere... D&R BOOK STORE EN ÇOK SATANLAR 1 Elif / Paulo Coelho 2 Serenad / Zülfü Livaneli 3 S*ktir Et / John C. Parkin 4 Her Şey Beyinde Başlar / Mümin Sekman 5 İz / Canan Tan 6 Aşkın Gözyaşları 2 / Sinan Yağmur 7 Aşkın Gözyaşları / Sinan Yağmur 8 Hüzün - Dürbünümden Kırk Sene (1964-1983) / Ayşe Kulin 9 Zorbalığın Pençesinde - Silivri Günlüğü / Tuncay Özkan 10 Dağın Ardına Bakmak / Bejan Matur REMZİ KİTAPEVİ EN ÇOK SATANLAR 1 Elif / Paulo Coelho 2 Serenad / Zülfü Livaneli 3 Ergenekon Belgelerinde F. Gülen ve Cemaat / Nedim Şener 4 İz / Canan Tan 5 Zorbalığın Pençesinde - Silivri Günlüğü / Tuncay Özkan 6 Her Şey Beyinde Başlar / Mümin Sekman 7 S*ktir Et / John C. Parkin 8 Dağın Ardına Bakmak / Bejan Matur 9 Hüzün - Dürbünümden Kırk Sene (1964-1983) / Ayşe Kulin 10 Aşkın Gözyaşları 2 / Sinan Yağmur D&R EN ÇOK SATAN ALBÜMLER YERLİ YABANCI 1 12 Düet / Nilüfer 1 L’Amour En Parıs - Paris’de Aşk / Various Artists 2 Gold 2011 / Serdar Ortaç 2 FG Clubbing 2011 / Various Artists 3 Beyaz / Ebru Gündeş 3 Tüm Zamanların En Sevilen 101 Film Müziği ( 5 CD) 4 Aşkın Masum Çocukları / Funda Arar 4 The Wind That Shakes The Barley / Loreena McKennitt 5 Söz-Müzik / Ümit Sayın 5 Unutulmayanlar / Various Artists 6 Söz Yaşlarım / Deniz Seki 6 Goodbye Lullaby “ee version” / Avril Lavigne 7 Konuşmadığımız Şeyler Var / Sıla 7 Reina 2 / Various Artists 8 Remix - 2CD / Mustafa Ceceli 8 Gourmet De La Musique 2 par Chef Salih Saka 9 Aşk Tesadüfleri Sever (Film Müzikleri) / Various Artists 9 Relax & Joy 4 / Various Artists 10 Kalbim / Enbe Orkestrası 10 The Sun Comes Out / Shakira Diğerlerinden farkımız; biz hep beklentilerinizi gerçekleştirdik. Mimar Sinan Mahallesi Selmanipak Caddesi No: 72 Kat: 6 Üsküdar / İstanbul Telefon: (0 216) 310 39 58 / (0 530) 492 33 63 Faks: (0 216) 310 81 03 www.granitinsaat.com.tr vizyondaki filmler... SAKLI HAYATLAR Tür : Dram / Politik Yönetmen : Ahmet Haluk Ünal Senaryo : Ahmet Haluk Ünal Görüntü Yönetmeni : Gökhan Atılmış Oyuncular: Ceren Hindistan (Nergis) , Yusuf Akgün (Murat) , Laçin Ceylan (Zeynep) , Zerrin Sümer (Emine) , Ahmet Mümtaz Taylan (Tevfik) GÖLGELER VE SURETLER Tür: Dram, Politika Yönetmen: Derviş Zaim Senaryo: Derviş Zaim Oyuncular: Osman Alkaş (Veli), Hazar Ergüçlü , Popi Avraam , Settar Tanrıöğen, Buğra Gülsoy , Erol Refikoğlu , Ahmet Karabiber, Nadi Güler Gölgeler ve Suretler, 1963’te Kıbrıs’ta Türklerle Rumlar arasında başlayan olaylar sırasında bir Karagöz kuklacısı olan babasından ayrı düşen genç bir kızın geçirdiği olgunlaşma sürecini anlatıyor. Yıkılıp yanan köylerden, daha güvenli olan şehire kaçış macerası esnasında yaşananlar, Kıbrıs’ın hikâyesine ışık tutuyor. Hikâyenin fonunu ise Kıbrıs’ın Karpaz bölgesi ve Büyükkonuk Köyü’nün doğası, tepeleri ve deniz oluşturuyor. Hiç istemediği halde kendini ve ailesini şiddet dolu bir ortamda bulan bir adam suça bulaşmamak için neleri göze alabilir? Acaba şiddetin egemen olduğu bir dünyada, masumiyeti korumanın ve insan kalmanın yolları nelerdir? Gerçek olaylardan esinlenen film, bu sorulara yanıt arıyor. 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’den Ulusal Uzun Metraj Yarışma kategorisinden En İyi Kurgu (Aylin Zoi Tinel) ve Siyad Ödülü ile dönen Gölgeler ve Suretler (gölge), Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken (minyatür) ve Nokta (hat) ile başladığı ‘geleneksel Türk sanatları’ üçlemesinin son halkası. Uzun yıllardır bir “saklı hayatlar” ülkesi olan Anadolu... 1980’de Çorum olayları yüzünden İstanbul’a göçen Zeynep Hanım küçük kızı Gürcan’la birlikte büyük kızı Nergis’in evine yerleşir. Üst katta milliyetçi, muhafazakâr bir baba, üniversiteyi yeni bitirmiş, sol düşünceye sempati duyduğunu bilmediği oğluyla oturmaktadır. Anadolu’dan iki kızıyla gelmiş bir kadını apartman sakinleri Anadolu usulü bağırlarına basar, ancak alt katta oturan kız ile üst kattaki oğlan birbirine âşık olunca saklı kimlikler ortaya çıkmaya başlar. Film bu topraklarda yaşayan, yaşatılan ayrımcılığı Alevi toplumunun ezilmişliği ve saklı hayatı üzerinden ortaya koymaya çalışıyor. GERÇEĞİN PARÇALARI Tür : Dram, Gerilim, Gizem Yönetmen : Debra Granik Senaryo : Debra Granik, Anne Rosellini Senaryo Kitap: Daniel Woodrell Görüntü Yön. : Michael Mcdonough Müzik : Dickon Hinchliffe Oyuncular : Garret Dillahunt, Jennifer Lawrence, John Hawkes, Tate Taylor, Dale Dickey, Kevin Breznahan, Andrew Burnley, Ashlee Thompson, Beth Domann, Casey Maclaren, Charlotte Jeane Lucas, Cinnamon Schultz, Isaac Skidmore, Isaiah Stone, Lauren Sweetser, Marideth Sisco, Phillip Burnley, Ramona Blair Alabama’nın küçük bir kasabasında hayatını sürdürmeye çalışan 17 yaşındaki Ree Dolly, kendisinden yaşça küçük iki kardeşine ve hasta annelerine bakmak zorundadır. Ruhsal bir çöküntü içinde olan annesinin o hale gelmesinde uyuşturucu bağımlısı babasının rolü çok büyüktür. Methamphetamin bağımlısı olan babası onları terk etmiştir. Ama Ree onu bulmaya ve ailesini yeniden bir araya getirmeye karar verir. vizyondaki filmler... 72. KOĞUŞ Tür : Dram, Politik, Suç Yönetmen : Murat Saraçoğlu Senaryo : Ayfer Tunç Senaryo Kitap: Orhan Kemal Oyuncular: Hülya Avşar, Yavuz Bingöl, Bülent Şakrak, Songül Öden, Volga Sorgu, Deniz Oral, Ahmet Mekin, Kerem Alışık, Civan Canova, Nursel Köse, Ayça Damgacı, Devrim Saltoğlu, Fuat Onan, Gülsüm Kamu, Hüseyin İlker, Osman Albayrak, Ömer Duran, Yıldırım Gücük BİR AVUÇ DENİZ Tür: Dram Yönetmen: Leyla Yılmaz Senarist: Leyla Yılmaz Oyuncular: Engin Altan Düzyatan, Berrak Tüzünataç, Zeynep Özder, Ayda Aksel, Can Gürzap Yakışıklı, başarılı Mert Amerika’da okulunu bitirmiş ve büyük bir şirkete yönetici olarak atanmış. Herkes onu seviyor. Özellikle yakın dostları Aylin ve Bora. Üçü birlikte bir tekne turuna çıkıyorlar. Bodrum’a geldiklerinde Mert’in sevgilisi, dünya güzeli Dilek de ekibe katılıyor. Dilek ve Mert herkesin beğendiği ideal bir çift. Ama sonra Mert’in hayatına Deniz giriveriyor. Yırtıcı, alaycı bir tip Deniz. Ama nasıl oluyorsa Mert, Dilek’i unutup Deniz’e tutuluyor. Deniz ve Mert çevrelerindeki herkese rağmen tutkulu bir ilişkiye başlıyorlar. Önce Dilek, sonra da tüm dostları Mert’i terk ediyor. Başarılı Mert, tökezlemeye başlıyor. Bu durum annesi Rana Hanım ve babası Cengiz Bey için kabul edilemez bir şey. Rana Hanım’la Deniz’in gerilimli ilişkisi, hikâyenin ikinci yarısında bir kabusa dönüşüyor. ‘Bir Avuç Deniz’in çekimleri altı hafta sürmüş ve Göcek, İstanbul ve Rodos’ta gerçekleşmiş. Filmin müzikleri Sabri Tuluğ Tırpan tarafından bestelenmiş. Filmde Tırpan’ın yaptığı müzikler dışında pek çok Türk grubunun da şarkıları kullanılmış. Pearl Jam’in de ‘Indifference’ adlı şarkısı var filmde. Söylenenlere bakılırsa grup senaryoyu bizzat okuyup şarkının ‘Bir Avuç Deniz’de kullanılmasına izin vermiş. Buna inanıp inanmamak size kalmış. Orhan Kemal’in başyapıtı ‘72. Koğuş’ insan haysiyetinin düşebileceği en dipsiz kuyunun hikayesidir... 1940’lı yıllar, II. Dünya Savaşı’nın etkisindeki Türkiye’nin kıtlık yılları. Cezaevinin 72 nolu koğuşunda çeşitli suçlardan yatan Adembabalar... İnsan insanın kurdudur dercesine, acıları, insanlığa özlemi, hayata dair düşleri, onuru, aşkları ve kavgaları içerisinde dipsiz bir çukurun içini görüyoruz. En yakınını üç kuruşa satabilecek kadar alçalmışların ve üç kuruşunu sonuna kadar paylaşabilenlerin dünyasıdır bu çukur. 72. Koğuş bir insanlık öyküsüdür ve kaybettiğimiz değerleri bir tokat gibi yüzümüze anımsatır. İKİ KADIN BİR ERKEK Tür : Dram, Komedi Yönetmen: Lisa Cholodenko Senaryo: Lisa Cholodenko, Stuart Blumberg Görüntü Yönetmeni: Igor Jadue-lillo Müzik: Nathan Larson, Craig Wedren Oyuncular: Mark Ruffalo, Josh Hutcherson, Julianne Moore, Mia Wasikowska, Annette Bening, Eddie Hassell, Yaya Dacosta, Amy Grabow, Joaquin Garrido, Joseph Stephens Jr., Kunal Sharma, Rebecca Lawrence Lezbiyen bir çift olan Nic ve Jules, yapay döllenme ile çocuk sahibi olmuşlardır, hem de iki kere. Çocuklar ergenliğe girdiklerinde gerçek babaları ile tanışmak isterler. Paul adındaki donör onların babalarıdır ve çocuklar Paul’ü anneleri ile tanıştırmak ister. Paul’ün gelmesi aile düzenini değiştirecek ve yepyeni bir aile tanımının yapılmasına yol açacaktır. Lezzet, Nefaset, Tat... ® Merkez: Göztepe Oto Sanayi, Yumurtacı Abdibey Caddesi Uçar Sokak No. 78 Kadıköy / İstanbul . Telefon: 0216 418 25 72 -73 - 75 Faks : 0216 418 24 74 - 414 12 04 0216 340 56 17 .Bağlarbaşı: İstanbul / 0216 391 99 40 . Koşuyolu: İstanbul / 0216 327 00 84 - 85 . Bulgurlu: İstanbul / 0216 443 91 51 Acıbadem: İstanbul / Ümraniye: İstanbul / Meydan Real AVM / 0216 334 09 35 . Ümraniye / İstanbul / Atakent Opet / 0216 505 94 12. Üsküdar: İstanbul / 0216 334 79 77 . w w w . a s l i b o r e k . c o m
Benzer belgeler
İş Dünyasının Seçkin Adresi, Altunizade
Organizayon Prodüksiyon Tic. Ltd. Şti.
İMTİYAZ SAHİBİ ve
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Recep BEHAR
KOORDİNATÖR
ALİ GÖLÜKCÜ
EDİTÖR
Selda KAYA KAPANCIK
REKLAM GRUP KOORDİNATÖRÜ
Özge GÖRÜR EROĞLU
FOTOĞRA...