F. Tulga Ocak`a - Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Transkript
F. Tulga Ocak`a - Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
F. Tulga Ocak’a Prof. Dr. F. Tulga Ocak’a Armağan rmagan Prof. Dr. F. Tulga Ocak’a Prof.Dr. ARMAĞAN Ankara 2013 SUNUŞ Prof. Dr. Osman HORATA P rof. Dr. F. Tulga OCAK’la ilk karşılaşmam, bundan 30 yıl önce bir Eylül ayında Hacettepe Üniversitesinde yapılan yüksek lisans giriş sınavında oldu. Selçuk Üniversitesinden mezun bir öğrenci olarak amacım, “Türk Dili Okutmanı” olarak meslek hayatına atıldığım Hacettepe Üniversitesinde lisansüstü eğitimimi devam ettirmekti. Hocam, sınavdan sonra beni çağırarak eksiklerimden bahsetti fakat başarılı bulduklarını söyledi. Bu sınav, Hocamla yollarımızın kesiştiği noktaydı. Yüksek lisansa başladıktan yaklaşık bir yıl sonra da Hocamın ilk asistanı olma mutluluğuna eriştim. Sonra aynı anabilim dalında Hocamızla birlikte su gibi akıp geçen 30 yıl… Hacettepe’ye ilk adım attığım 1983 yılı, Eski Türk Edebiyatı açısından Prof. Dr. Meserret Diriöz’ün Erciyes Üniversitesine gitmesi sebebiyle anabilim dalının bütün yükünün Hocamıza kaldığı bir yıldı. Ondan önce de, anabilim dalının kurucu kadrosundan Prof. Dr. Amil Çelebioğlu bir başka üniversiteye dekan olarak atanması, Dr. Gönül Alpay da yurt dışına gitmesi sebebiyle üniversiteden ayrılmışlardı. O yıl, Halil Erdoğan Cengiz gibi son derece iyi yetişmiş bir araştırmacı da verdiği derslerle dışarıdan anabilim dalımıza destek vermeye başlamıştı. 2 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Prof. Dr. Tulga Ocak’ın hayatı, bundan sonra hep bölümü, bizler ve öğrencileri oldu. Öğrenci yetiştirme, ders yükünün fazlalığı, onun akademik çalışmalara yeterli zaman ayırmasını engelledi. Bu zorluk, titizliğiyle de birleşince büyük emek mahsulü doktora ve doçentlik tezlerinin bile okuyucusuyla buluşmasını engelledi. Hocamız, daha sonra sırasıyla değerli mesai arkadaşlarım Fatma Sabiha Kutlar (Oğuz), Berrin Akalın (Uyar), Özge Öztekin ve son olarak da Fazile Eren (Kaya)’i anabilim dalımıza kazandırdı. Farklı üniversitelerden birçok arkadaşımız da doktoralarını yapmak üzere aramıza katıldı. Bugün bu kadrolar farklı üniversitelerde akademik hayatlarını sürdürmektedirler. Hacettepe Üniversitesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin öncü üniversitelerinden sonra 1967 yılında kurulan fakat atılan doğru ve güçlü temeller üzerinde kısa sürede ülkemizin önde gelen yükseköğretim kurumları arasında yer almayı başaran bir yükseköğretim kurumu… Bizleri çatısı altında toplayan bir yuva… Farklı kurumlarda Hacettepe Üniversitesini temsil etme fırsatını bulan biri olarak, doğru isimlerin doğru zamanlarda doğru yerlerde bulunmasının bir kurum açısından ne kadar önemli olduğunu gözlemleme fırsatı buldum. Bu, bilhassa kurumların geleceğinin bina edileceği kuruluş dönemlerinde büyük bir önem arz etmektedir. Yoksa atılan zayıf, yanlış temeller üzerinde güçlü yapılar oluşturmak güç olmaktadır. Hacettepe Üniversitesi, bu açıdan son derece şanslı kurumlardan biridir. Bu şans da, kuruluş döneminde İhsan Doğramacı ismiyle Hacettepe Üniversitesinin buluşmasıdır. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü açısından da en büyük şans, bu kurucu kadroyla 3 SUNUŞ | Prof. Dr. Osman Horata Prof. Dr. Şükrü Elçin’in yollarının kesişmesiydi. Şükrü Elçin, Cumhuriyet’in ilk kuşak “mektep hocaları”nın yanında yetişen “mektep insanların” son temsilcilerinden biriydi. 1969’dan 1983’e kadar bölümümüzün başkanlığını yürüten ve 5 Kasım 2008’de de aramızdan ayrılan Hocamız, bölümümüzü güçlü temeller üzerine oturtmuş, yetiştirdiği öğretim üyeleri ve öğrencilerle bilim ve kültür hayatına büyük hizmetlerde bulunmuş bir hocamızdı. Bugün, onun yanında yetişen bizlerin hocaları da birer birer bayrağı yetiştirdikleri öğrencilere teslim ediyorlar. Bu vesileyle, bölümümüze hizmeti geçen, bir kısmı hayatta olmayan değerli hocalarımızı bir kez daha minnet ve şükranla yad ediyoruz. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ailesinin Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı için de en büyük şans, bütün hayatını üniversitesine ve öğrencilerine adayan bir hocaya sahip olmasıydı. Prof. Dr. Tulga Ocak, anabilim dalımızın temeli atmasa bile iskeletini kuran, içini dolduran, kısacası anabilim dalımızın mimarı olan bir isimdi. Değerli Hocamız, akademik birikiminin yanında “hocalığın” vasıflarını da hakkıyla taşıyan bir insandı. O, etrafındaki insanların bilimsel çalışmalarının yanında tavır ve davranışlarıyla da ilim insanı olmasını isterdi. Bölümümüze ve anabilim dalımıza büyük hizmetleri olan değerli Hocamız da, yaklaşık kırk yıllık bir hizmet süresinden sonra, anabilim dalımızın yükünü bizlere bırakarak 2013 yılında resmî akademik hayatını noktalıyor. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalını oluşturan mensupları olarak, bu kadroyla yolu kesişen arkadaşlarımız ve onunla aynı şekilde yıllarca birlikte bölümümüze hizmet eden değerli hocalarımız Prof. Dr. Umay GÜNAY, Prof. Dr. Bilge ERCİLASUN ve Prof. Dr. Dursun YILDIRIM’ın katılımıyla, bir armağan kitabıyla da 4 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. olsa Prof. Dr. Tulga OCAK’a şükranlarımızı ifade etmek istedik. Öncelikli teşekkürümüz, yazılarıyla bu armağan kitabını anlamlandıran değerli hocalarımız ve değerli meslektaşlarımıza... Sağ olsunlar. Yazıların toplanması ve basım sorumluluğunu ise, anabilim dalımızdaki genç arkadaşlarım Doç. Dr. Özge Öztekin, Arş. Gör. Aslı Aytaç Gürsoy ve Arş. Gör. Fazile Eren Kaya ile paylaştık. Onlara da vefakârlık ve fedakârlıkları için teşekkür ediyorum. Değerli Hocamız Prof. Dr. Tulga OCAK’ın her sabah duymaya alıştığımız o tok ve hoş sesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü koridorlarında sussa bile bizlerin, öğrencilerin hafızalarında hep çınlamaya devam edecektir. Bu vesileyle değerli hocamız Prof. Dr. Tulga OCAK’a, Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalına, Bölümümüze ve Üniversitemize yaptığı değerli katkıları için, yetiştirdiği öğrenciler adına bir kez daha şükranlarımızı arz ediyor, bundan sonraki hayatında da sağlık, huzur ve mutluluk dolu nice yıllar diliyoruz. Ankara, 2013 5 İÇİNDEKİLER 02 SUNUŞ 08 Prof. Dr. F. Tulga OCAK’ın Özgeçmişi 14 Prof. Dr. F. Tulga OCAK ile Söyleşi 25 YAZILAR 26 ESKİ TÜRK TARİHİNİN ROMANLAŞMASI: HUNLAR Prof. Dr. Bilge ERCİLASUN 52 21. YÜZYILDA EDEBİYAT VE SİBER-PUNK Prof. Dr. Umay GÜNAY 60 NEF’İ’NİN “SÖZÜM” REDİFLİ KASİDESİNİN İSTİARE ZEMİNİ Prof. Dr. Osman HORATA 72 EMİNE HALAM’DAN DERLENMİŞ TÜRKÜLER Prof. Dr. Dursun YILDIRIM 78 ANTEPLİ İBRÂHÎM BİN BÂLÎ’NİN HİKMET-NÂME’SİNDE TAŞLAR VE MADENLER Doç. Dr. Fatma Sabiha KUTLAR OĞUZ 109 XVIII. YÜZYIL OSMANLI TOPLUM HAYATINDAN YANSIMALAR IŞIĞINDA ÇELEBİZÂDE ÂSIM DİVANI’NI OKUMAK Doç. Dr. Özge ÖZTEKİN 140 FUZÛLÎ HAKKINDA BİR İKİ SÖZ Yrd. Doç. Dr. Hasan GÜLTEKİN 6 162 ABDÎ’NİN HEFT PEYKER MESNEVÎSİ Yrd. Doç. Dr. Hanzade GÜZELOVA 205 18. YÜZYILA AİT YAZARI BİLİNMEYEN BİR HAC SEYAHATNAMESİ: MENÂZİLÜ’L-HAREMEYN Yrd. Doç. Dr. Orhan KURTOĞLU 218 NEF’Î’YE GİDEN YOLDA FAHRİYE ŞAİRİ OLARAK BÂKÎ Doç. Dr. Cafer MUM 232 18. YÜZYIL ŞAİRLERİNDEN SÂLİM EFENDİ VE SÂLİM EFENDİ’NİN HUSREV Ü ŞÎRÎN MESNEVİSİ Yrd. Doç.Dr. Elif AYAN NİZAM 254 ŞERH-İ PEND-İ ATTÂR’DA YER ALAN ÖZEL İSİMLER VE ESER İSİMLERİ Dr. Tuba ONAT ÇAKIROĞLU 266 NÂFİZ’İN ŞİİRLERİNDE SOSYAL HAYATIN İZLERİ Dr. Hiclâl DEMİR 276 BÂKÎ’NİN HAYATINI KASİDELERİNDEKİ HASBIHÂL BEYİTLERİNDEN OKUMA DENEMESİ Arş. Gör. Fazile EREN KAYA 287 NEV’Î-ZÂDE ATÂYÎ’NİN HEFT HÂN MESNEVÎSİ'NDEN BİR HİKÂYE Arş. Gör. Aslı GÜRSOY 310 GÜFTÎ VE GAM-NÂME’Sİ Okt. Asuman BAYRAM 324 PROF. DR. F. TULGA OCAK’IN FOTOĞRAFLARI 7 ÖZGEÇMİŞ Prof. Dr. F. Tulga OCAK 15 Mayıs 1946 tarihinde, Gaziantep’de, Ali Ocak ve Türkan (Barlas) Ocak’ın ikinci çocukları olarak dünyaya geldi. Ali Ocak’ın 14 Mayıs 1950 seçimlerinde milletvekili olmasıyla Ankara’ya geldi. İlkokula TED Ankara Koleji’nde başladı ve 1963-64 ders yılında, bu okulun lise kısmından mezun oldu. Aynı yıl, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde eğitimine devam etti. Edebiyat kürsüsünde, Eski Edebiyat dalında, Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu’nun danışmanlığında, XVII. yüzyıl şairlerinden Esâd Selânikî Divanı’nın Transkripsiyon ve İncelemesini lisans tezi olarak hazırladı (1968). RCD Bursu ile 1 Nisan 1969 yılında Tahran’a gitti. Tahran Üniversitesi Edebiyat ve İnsanî Bilimler Fakültesi’nde, Prof. Dr. Mehdi Mohakkık danışmanlığında, Tahlîl-i Eş’âr-ı Dîvân-ı Fârsî-i Ahmed-i Dâ’î başlıklı doktora tezi ile 8 Temmuz 1973 tarihinde doktorasını aldı. Türkiye’ye dönüşünde, 31 Aralık 1973 tarihinde, Milli Kütüphane Eski Harfli Türkçe Kitaplar Bölümü’nde memuriyet görevine başladı. 1 Ağustos 1974 tarihinde, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde açılan Farsça öğretim görevliliğine atandı. Doçentlik tezi olarak hazırladığı, Nef’î’nin Türkçe Divanı’nın 8 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Tahlili başlıklı çalışması ile 19 Ekim 1980 tarihinde doçent unvanını aldı. 13 Mayıs 1988 tarihinde profesör oldu. 1988-2002 yılları arasında, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürüttü. 1993 yılında, Ahmet Yesevi Üniversitesi Rektör Yardımcılığı görevinde bulundu. 1997-2006 yılları arasında, Prof. Dr. Tuğrul İnal’ın dekanlığı döneminde, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fakülte Kurulu Üyeliği yaptı. 2005-2008 yılları arasında, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığı görevini yürüttü. 2005-2008 yılları arasında, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Senato Temsilciliği yaptı. Senato’da, eğitim dilinin Türkçe olması konusunda çalışmalar yürüttü. YÖK Başkanlığı tarafından, yurtdışı yüksek öğretim diplomaları denklik yönetmeliği uyarınca, Türk Dili ve Edebiyatı alanında yapılan seviye tespit komisyonunda görevlendirildi. 2006-2007 öğretim yılında, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, Eski Türk Edebiyatında Nazım ve Nesir ile Eski Türk Edebiyatına Giriş derslerini yürüttü. 10-13 Aralık 2007 tarihlerinde, Hacettepe Üniversitesi ile Kiev Millî Dilbilim Üniversitesi arasındaki ilişkileri geliştirmek üzere yapılan bir çalışmaya katıldı. 8 Nisan 2008 tarihli Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı toplantısında, filoloji temel alan danışma komisyonuna üye seçildi. 5-15 Mayıs 2010 tarihleri arasında, 23. Uluslararası Tahran Kitap Fuarı’nda, Türk Yazarları TEDA Projesi kapsamında Farsça olarak yayımlanan eserlerin yerinde incelenmesi ile Türk-İran edebiyatları ve yayınları arasındaki ilişkilerin etüt edilmesi kapsamında Tahran’da görevlendirildi. 9 ÖZGEÇMİŞ Yönettiği Yüksek Lisans ve Doktora Tezleri Yüksek Lisans Tezleri: Osman Horata Fatma S. Kutlar Berrin Uyar Akalın Bilge Kaya F. Belgin Tezcan Aksu Özge Öztekin Sibel Akman Nilay Yavuz Muhammet İnce Nedîm-i Kadîm Divançesi Üzerine Bir İnceleme (1986). XVIII. Yüzyıldan Bir Şair: İzzet Ali Paşa (1988). Tıflî Ahmed Çelebi ve Divanı (1991). 17. Yüzyıl Divan Şairi Mantikî Ahmed Efendi ve Divançesi (1991). 18. Yüzyıl Divan Şairi Hazık Mehmed ve Divanı (1996). Râsih Divanı (İnceleme-Tenkitli Metin-Özel Adlar Dizini) (1997). İbni Kemal’in Dakâyıku’l-Hakâyık’ı (2002). XVII. Yüzyıl Tarih Manzumelerinde Toplumsal Yaşam (2009). Şemî’nin Mantıku’t-Tayr Şerhi (İnceleme-Metin) (2012). Doktora Tezleri: Osman Horata Fatma S. Kutlar Özge Öztekin Hanzade Güzelova Elif Ayan Tuba Onat Çakıroğlu Cemâlî Hümâ vü Hümâyûn (Gülşen-i Uşşâk) İnceleme - Tenkitli Metin (1990). Arpaemini-zâde Sâmî Divanı (1996). XVII. Yüzyıl Divan Şiirinde Toplumsal Hayatın İzleri: Divanlardan Yansıyan Görüntüler (2004). Abdî’nin Heft Peyker Mesnevisi (İnceleme-MetinDizin) (2008). Sâlim Efendi’nin Hüsrev ü Şîrîn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Hüsrev ü Şîrîn Mesnevileri (2010). İsmail Hakkı Bursevî’nin “Şerh-i Pend-i Attâr” Adlı Eseri Üzerine Bir İnceleme ve Attâr’ın Pend-nâme’si İle Karşılaştırılması (2012). Yayınlar Ulusal ve Uluslararası Hakemli Dergilerde Yayınlanan Makaleler: “Nef’î’nin Bilinmeyen Şiirleri” “Nef’î Konusunda İki Yeni Belge” “Nef’î İçin Söylenmiş Bir Hiciv Beyti Üzerine” 10 Journal of Turkish Studies, Volume: 4, 1980. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: X, Sayı: 4, 1981: 125-130. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: I, Sayı: 1, 1983: 19-20. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Ulusal ve Uluslararası Hakemli Dergilerde Yayınlanan Makaleler: “Ölümünün Üç Yüz Ellinci Yılında Nef’î” “Walter G. Andrews, Poetry Voice Society’s Song Ottoman Lyric Poetry (Tanıtma)” “Nâbî’nin Hayriyye’sinde Bir Türk Gencinin Eğitimiyle İlgili Görüşleri ve Seçilecek Meslekler” “Sultan Veled’in Rebâbnâme’si” “Ahmed-i Dâ’î’nin Farsça Divanı’nda İran Şairlerinin Etkisi” “XVII. Yüzyıl Şairi Nef’i ve Kaside” “XVII. Yüzyılın İlk Yarısında Divan Edebiyatı ve Sebk-i Hindî” Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: III, Sayı: 2, 1985: 1-20. Erdem, C. II, Sayı: 4, 1986: 315-317. 16-19 Kasım 1987 Şanlıurfa ve Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) Sempozyumu Bildirileri, 1988: 189-205. Erdem, C. IV, Sayı: 11, 1988: 541-591. Türkbilig Türkoloji Araştırmaları, 2000/1: 20-31. Türkbilig Türkoloji Araştırmaları, 2000/3: 63-82. Türkler, C.11, Ankara, 2002: 733-741. Bildiriler: “Ahmed-i Dâ’î’nin Farsça Divanı’nda İran Şairlerinin Etkisi” Kütahyalı Şairler Sempozyumu (4-5 Haziran 1998), Dumlupınar Üniversitesi, Kütahya. “Klasik Türk Edebiyatı’nda Fars Edebiyatı’nın Etkisi” Tarihten Günümüze Türk-İran İlişkileri, Türkiyeİran Kültürel İlişkiler Sempozyumu (1-4 Aralık 2006), Tahran. “Eski Türk Edebiyatı Araştırmalarında Ferheng-i Mo’in’in Yeri ve Önemi” Mo’in’i Anma Günleri (28-29 Nisan 2011), Tahran. Ulusal Kitaplarda Bölümler: “Nef’î ve Türk Ölümünün ÜçYüz Ellinci Yılında Nef’î, Atatürk Edebiyatındaki Yeri” Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 1987: 1-44. Çağdaş Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış: “Labial Hı’nın Çeviriyazıda Nevin Önberk Armağanı, Simurg Yayınları, Yazımı Sorunu” Ankara, 1997: 167-172. Kitap: Ahvâl ü Âsâr ü Tahlîl-i Eş’âr-ı Dîvân-ı Fârsî-i Ahmed-i Dâ’î Encümen-i Âsâr ü Mefâkir-i Ferhengî, Tahran, 2006. 11 A 12 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Söyleşi 13 Prof. Dr. F. Tulga Ocak ile Söyleşi Osman HORATA: Yaklaşık olarak 30 yıla yakın bir süredir sizleri tanıyorum. Bir öğrenciniz olmaktan da gurur duyuyorum. Tulga OCAK: Teşekkür ederim. Osman HORATA: Bir hoca olmanızın dışında geriye dönük baktığım zaman Tulga Ocak deyince ilk aklıma gelen, son derece zarif, bakımlı, etrafında da zarafete ve adabı muaşerete çok önem veren bir insan aklıma geliyor. Şüphesiz bu, kişiliğiniz kadar yetiştiğiniz ortamla da ilgili olsa gerek. Geriye baktığınız zaman kişiliğinizin oluşmasında etkili olduğunu düşündüğünüz ilk akla gelen şeyler nelerdir? Bu konuda ne söylersiniz? Tulga OCAK: Efendim, çok teşekkür ederim. Bunların hepsi büyük birer iltifat bence. Biz o kadar da nazik ve zarif yetişmedik ama herhalde bunun en iyi şahidi şu anda karşımda oturan Ankara Koleji’nden sınıf arkadaşım Çiğdem (Ergüvenç) olabilir. Çiğdem ERGÜVENÇ: Bizim kuşağımız çok şanslı bir 14 kuşaktı. Tulga da onun en iyi örneklerinden biridir. Bir kere her şeyi bir arada yapma öğretildi bize. İyi bir akademisyen, çok iyi bir dost, çok iyi bir arkadaş, çok güncel olayları rahat izleyen ve kendine has çok değerli, çok tutarlı görüşleri olan bir insandır. Bunu kendi kişilik özelliklerinin yanı sıra bence çok iyi bir aileden, çok iyi bir ortamdan ve Atatürk’ün 1. kuşağının yetiştirdiği bir çocuk. Kendi de özel vasıflara sahip. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Tulga OCAK: Çok teşekkür ederim. Herhalde insanın ailesi hayatındaki en önemli ilk eğitimi oluyor. Annem, babam, anneannem, halam, amcalarım farkına varmadan örnek oluyordular. Annem sevgi doluydu ama istediğini yaptıran bir kişiydi. İstediği olmadığı zaman büyük tepkiler gösteren bir insandı. Onun için annemden çekinirdim. Babamı çok severdim. O yumuşak gözüken, mesafeli bir insandı. Her ikisi de Çiğdem’in demin söylediği gibi Atatürkçü bir eğitimden geçmişlerdi. Annemin ailesi aydın ama İslam’ın şartlarını yerine getiren modern bir aile: Barlas’lar. Babamın ailesi soyadı kanunundan sonra Ocak soyadını alan Antep Mevlevihanesi ile ilgili Mevlevî bir aileydi. Ben 4 yaşında maalesef Ankara’ya geldim. Maalesef diyorum çünkü Antep’i çok sevdiğim için. İlkokula Ankara Koleji’nde başladım. Ankara Koleji’ndeki 12 senelik tahsil hayatımı hayatımın en tatlı anısı olarak hatırlıyorum. Arkadaşlarımız çok iyi çocuklardı. Ankara Koleji diğer okullara göre daha yumuşak daha hoşgörülü bir ortama sahipti. Hepimiz son derece eğlenceye düşkün ve okula eğlenmek için giden çocuklardık. Ailemizin dışında Ankara Koleji’ndeki hocalarımız bizim üzerimizde etkili oldular. Mesela ben lise birinci sınıftayken Nevin Önberk edebiyat hocamız oldu. Bütün sınıf hocanın karşısında şaşırdık. Tokat yemiş gibi olduk. Ciddi bir edebiyat dersiyle karşılaşınca notlarımız bizi aruz veznine kadar idare etti. Aruz veznine gelince bütün sınıf döküm döküm dökülmeye başladı. Annem bu duruma çok üzüldü. Bu esnada babam Yassıada’dan Kayseri hapishanesine geçmişti. Biz de para bulduğumuz zaman babamı ziyarete gidiyorduk. Annem Nevin Hanım’la görüşmeye gitmiş. Nevin Hanım da “Tulga bütünlemeye kalmak üzere. Lütfen söyleyin birazcık çalışsın, tahtaya kaldıracağım.” demiş. Nevin Hanım beni sözlüye kaldırdı. Yarım yamalak cevaplar verdim ve kalacağıma kanaat getirerek yerime oturdum. Karneyi almaya gittiğimde edebiyattan geçtiğimi gördüm. Hem utandım, hem hak etmediğim bu not karşınında Nevin Hanım’a karşı bir minnet duygusu duydum. O tarihe kadar hukuk veya siyasal okumak isterken Nevin Hanım’ın bu insanca davranışı karşısında edebiyat okumanın insanı geliştireceği konusunda bir kanaate sahip oldum. Nevin Hanım son derece hoş bir insandı. Son derece zarifti. Türkçeyi çok güzel konuşurdu. Her edebiyat fakültesine gidenin Nevin Hanım gibi olacağını zannettim. Böylece artık edebiyat derslerini büyük bir ilgiyle çalışıyordum. 10’dan aşağı not aldığım zaman üzüntü duyuyordum. Kolej biterken hoca bana hangi fakülteye gideceğimi sordu. Türkoloji’ye gideceğim deyince Nevin Hanım hemen “Hayır, Türkoloji’ye gitme” dedi. “İnci (Enginün) Türkoloji’ye gitti. İnci Muslu Türkoloji’ye gitti. Sen lütfen gitme” dedi. Ama ben Üniversite Seçme Sınavları’ndan aldığım, her üniversiteye girebilecek yükseklikteki puanımla birinci tercihim olan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydoldum. Türkoloji’ye gittiğime bazen pişman oldum mu olmadım mı bilmiyorum. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde çok iyi bir eğitim vardı. Bu vesileyle de çok sevdiğim hocam Nevin Önberk’i de anmış oldum. Bana ailemin dışında şekil veren insanlardan biri Nevin Hanım oldu. 15 Prof. Dr. F. Tulga Ocak ile Söyleşi Osman HORATA: Hocam iyi ki gelmişsiniz. Tulga OCAK: Nevin Hanım’la da sonra Hacettepe’de meslektaş oldum. Bu benim için büyük bir mutluluk oldu. Nevin Hanım çok iyi bir hocaydı. Herhalde Özge’nin de hocasıydı. Çok çok kıymetli bir insandı. Nevin Hanım benim üzerimde insan olarak ve hoca olarak çok müspet bir etki uyandırdı. Öğrenciyi etkileyerek kazanmak gerek Nevin hanım gibi olmak için. Osman HORATA: Evet kazanmak çok önemli. Özge ÖZTEKİN: Ocak ailesi nasıl bir ailedir? Tulga OCAK: Mehmet Önder’in yaptığı araştırmaya göre ve ailenin elindeki şecereye göre Ocak ailesi Şeyh Şaban Dede isimli bir Mevlevî şeyhinden gelmektedir. Şeyh Şaban Dede, IV. Murad’ ın Bağdat seferine katılmış. Biliyorsunuz Mevlevî şeyhleri, Bektaşî şeyhleri orduyla beraber gidiyorlar. Bağdat Seferi’nden dönerken Antep’te rivayete göre gece asasıyla bugünkü Mevlevîhane’nin ve arasa denilen çarşının bulunduğu yeri çizmiş ve padişahtan buraları kendisine vermesini rica ediyor. Şıh Camii olarak da tanınan Mevlevîhane bu şekilde kuruluyor. 17. Yüzyıl’dan itibaren Antep Mevlevîhanesi Şıh Şaban Dede’den gelen çocukların post-nişin olduğu bir kültür merkezi olarak tekke ve zaviyelerin kaldırılışına kadar devam etmiştir. Ocak ailesi önce “Şıhzade” ve “Şıhgil” lakabıyla tanınırken soyadı kanunu dolayısıyla “Ocak” adını almış bir ailedir. Maalesef ailenin elindeki 17. Yüzyıldan günümüze kadar gelen şecere Ocak ailesine ait çiftliğin işgali dolayısıyla Ankara’ya getirilmiş ve kaybedilmiştir. Dedem Mevlevîhane’nin son post-nişinidir. Mevlevîhane’de büyük dedem Şeyh Münib Efendi vakfına ait çok büyük bir kitaplık mevcut iken bugün bu kitaplıktan birkaç parça kitap geriye kalmıştır. Önce Mevlevîhane ilkokul olarak kullanılarak tahrip edilmiş, bugün ise restorasyondan geçirilip bir müze hâline getirilmiştir. Osman HORATA: Çok güzel olmuş. Özel hayatınızda ailenizin çok önemli bir yeri olduğunu gördük. Tulga OCAK: Dedem kahraman ruhlu bir adammış. Uzun zaman şeyhlik yapmak istememiş sonunda şeyh olmak mecburiyetinde kalmış. Antep harbinden önce belediye başkanlığı yapmış. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra bazı siyasi yanlışlıklara karşı durmuş, halk tarafından çok sevilen bir adam olarak tanınmış, kendisi Antep harbini başlatanlardan ve Antep harbinde savaşanlardan biri olduğu için İstiklal madalyası sahibidir. Bu savaştaki kıtlık dolayısıyla bütün servetini halk uğruna harcamaktan çekinmemiştir. Osman HORATA: Bir yazarımız “Tarih ayrıntılarda gizlidir.” der. Hakikaten ayrıntılar önemli. Bunların aktarılmasının, yazıya geçirilerek kalıcı hâle gelmesinin çok yararlı olacağını düşünüyorum. Aslı AYTAÇ: Hayatınızda sizi çok etkileyen, dönüm noktası diyebileceğiniz olaylar oldu mu? 16 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Tulga OCAK: Hayatımın dönüm noktası herhalde 27 Mayıs olsa gerek. 27 Mayıs ben orta ikideyken oldu. Bu siyasi zulüm üzerimde kötü bir etki bıraktı. Kolejde babalarımızdan dolayı bizi itham eden hocalarımız oldu. Osman HORATA: Siz hep Ankara’da mıydınız hocam? Eğitim hayatınız hep burada mı geçti? Tulga OCAK: Ankara Koleji’ndeydim evet, başka bir yere gitmedim. Osman HORATA: Doğum yeriniz Gaziantep mi? Tulga OCAK: Evet 1946 yılında Antep’te doğdum. 1950’de babamın milletvekili seçilmesiyle Ankara’ya geldim. Osman HORATA: Antep yıllarını çok hatırlamıyorsunuz öyleyse… Tulga OCAK: Hayır, çok az. Daha çok sonraki yıllarımda Antep’i hatırlıyorum ben. Osman HORATA: Daha sonra TED Koleji öğrencisi olmakla bildiğim kadar hep memnun kaldınız. Tulga OCAK: Tabi, çok memnun kaldım. Osman HORATA: Tabi hocanızın muhalefetine rağmen Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü seçtiniz. Niçin Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü? Çok merak ediyorum. Tulga OCAK: Türkoloji’ye gitmeye karar verdim ve üniversite seçme sınavında 10 tane seçenek vardı önümde. İlk seçeneğim Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi oldu. Çünkü annem benim yurtlarda kalamayacağım düşüncesindeydi. Edebiyat fakültesini çok istememe rağmen yurtta kalamam korkusuyla Ankara’yı birinci olarak yazdım. Esasen, Türkoloji’yi kazanmasaydım üniversiteye girmeyecektim. Bundan dolayı Ankara, İstanbul, Erzurum Türkoloji’yi sırayla tercihime yazdım. Dördüncü olarak da Felsefe bölümünü tercih ettim. Diğer seçenekleri boş bıraktım. Ben eski Türk edebiyatı okumak istiyordum. Birinci sınıfta Sedit Yüksel eski edebiyat hocam oldu. Maalesef Sedit Bey, Reşit Rahmeti Arat’ın cenazesine İstanbul’a gitti ve rahatsızlanarak bir daha derslerimize gelemedi. Bundan sonraki senelerde eski edebiyat derslerini Hasibe Mazıoğlu’ndan okudum. Hasibe Hanım çok iyi bir hocaydı, iyi bir metodu vardı. Hasibe Hanım’la, Es’ad Selânikî Dîvânı’nı mezuniyet tezi olarak hazırladım. Hasibe Hanım’ın dışında, Hasan Eren, Meliha Anbarcıoğlu, Saadet Çağatay, Zeynep Korkmaz, Doğan Aksan gibi kıymetli hocalardan faydalanma imkânını buldum. Meliha Hanım’ın derslerini hiçbir zaman unutamam. O kadar güzel Farsça dersi verirdi ki ben her ders sonrası Farsçayı öğrendiğimi zannederdim. Kızılay’a gelinceye kadar tabi ki bütün öğrendiklerimi unuturdum. İyi hocalarımız vardı. Osman HORATA: Hocam kaç öğrenci vardı sınıflarda? Tulga OCAK: Birinci sınıf 35 kişi fakat kalmış öğrencilerle 80 kişilik sınıflarda ders yapıyorduk. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde hiçbir insanın bilmeden geçtiğini görmedim ama çok iyi bilenlerin de kaldığını çok gördüm. Dil Tarih’te çok ciddi bir eğitimden geçiriyorlardı. Çünkü öğrencilerin senelerce tek bir dersten 17 Prof. Dr. F. Tulga Ocak ile Söyleşi gidip gidip geldikleri bir dönemdi. Öyle aman efendim geçen seneden kalmış geçireyim yoktu. Özge ÖZTEKİN: Evet, Dil Tarih Fakültesi’nin eski edebiyat alanına katkısını nasıl değerlendirirsiniz? Tulga OCAK: Ben Dil Tarih’e başladığımda Hasibe Hanım profesördü. Hasibe Hanım’ın doktora tezi olarak Hâfız ve Fuzûlî üzerine bir karşılaştırma yapmış, Mukayeseli olan bu çalışma eski Türk edebiyatı konusunda Ali Nihat Tarlan’ın yaptığı Şeyhî Divânı’nı Tahlil’den sonra ikinci önemli karşılaştırmalı çalışmadır. Bu çalışma ben henüz Dil Tarih’e girmeden önce edebiyata çok meraklı olan ağabeyim sayesinde elime geçmişti. Ağabeyim bu kitap üzerinden Farsça öğreniyordu. Yani henüz Türkoloji talebesi olmadan önce böyle bir kitabın varlığından haberim vardı. Sonra da doçentlik tezi olan “Nedim’in Türk Edebiyatına Getirdiği Yenilikler”. Hasibe Hanım çok ciddi bir hocaydı, dersinden geçmek zordu ve eski Türk edebiyatına bilimsel katkısı çok büyük oldu. O dönemde eski Türk edebiyatının en yaşlı hocası Ali Nihat Bey kendisinin şair olması, Osmanlı geleneğinden gelmesi, metin şerhi üzerindeki başarılı çalışmalarıyla tanınan bir hocamızdı. Hasibe Hanım da Ali Nihat Bey’den sonra bu alana katkılar yapmış, önemli talebeler bu alanın diğer önemli hocasıydı. Öğrencisiyle dikkatle uğraşır, herkesin bitirme tezini tek tek okur, bütün yanlışları üşenmeden işaretlerdi. Eski edebiyata meraklı öğrencilerin önünü açardı. Ben ikinci sınıftayken metin hazırlarken Farsça bilmeden bu alanda şiiri anlamanın mümkün olmadığını fark ederek İran’a gitmeye karar verdim. Tabi ki hocam Hasibe Hanım’ın bu kararımda rolü büyük oldu. Hoca bana asistanım olur musun diye sorduğunda İran’a gitmek istediğimi söyledim. Çok memnun oldu. Ben Farsça bilmenin ne kadar kıymetli olduğunu hocanın derslerinde anladım. Hasibe hanım bizim ufkumuzu açtı. Osman HORATA: Peki hocam, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin başarılı bir öğrencisi olduğunuz anlaşılıyor. Biz aynı fakültede akademik hayatınızı devam ettirmenizi beklerdik. Ama çok isabetli olmuş. Biraz önce de söylediğiniz gibi İran’a gitme fırsatı buldunuz. Bu nasıl oldu? Bilinçli bir tercih miydi ? Tulga OCAK: Evet, bilinçli bir tercihti. Biraz önce de söylediğim gibi ben ikinci sınıftayken gitmeye karar vermiştim. İran’ın Ankara’da son derece önemli bir misyonu vardı. İran sefareti evimize çok yakın olduğundan birçok İranlı dostumuz komşumuzdu. Ankara’da son derece önemli bir misyonları vardı. Çok önemli bir İran Edebiyatı araştırmacısı olan Dr. Riyahi başkanlığındaki kültür müsteşarlığı Tunalı Hilmi Caddesi’nde bulunuyordu. Ama ben henüz eski edebiyatla uğraşmakla meşgul olduğumdan İran elçiliğinin sunduğu çok önemli yardımlardan ve Dr. Riyahi’den yararlanamadım. İran’a gitmek için İran sefareti müsteşarı komşumuz olan Sefinyan’dan yardım istedim. O beni dışişleri bakanlığı AR.Sİ.Dİ başkanlığına gönderdi. Burada yapılan yabancı dil ve bilim imtihanını başarıyla kazandım ama bir türlü burs haberi gelmedi. Uzun zaman sonra, o sırada devlet bakanı 18 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. olan amcam, büyükelçi Rahmi Gümrükçüoğlu’nun kendisine gelip 1 Nisan 1969 günü İran’a gitme onayının geldiğini bana müjdeledi. Esasen amcam Türkoloji’ye girmeme karşı olduğu gibi İran’a gitmeme de karşıydı. 1956’da İran’a gitmiş ve oranın Türkiye’den çok geri olduğu intibaına kapılmıştı. Onların anlamadıkları şey, benim İran’da Fars edebiyatı öğrenmekten başka gayemin olmadığıydı. Özge ÖZTEKİN: Doktora yılları nasıl geçti? Tulga OCAK: İran’daki doktora yıllarım yararlı oldu. Ben 1 Nisan 1969’da gittim. Sömestr ortası olduğu için derslere başlamadım. 1969 Ekim’inde üç sene süren doktora sınıflarına başladım. 17 Eylül 1973’te doktoramı alarak döndüm. Yani 4,5 yıl kadar kaldım. Tahran Üniversitesi’nde yabancılar için çok akıllıca bir doktora sistemi kurulmuştu. 3 sene devam eden ve İran Edebiyatı’nın en önemli hocalarının ders verdiği bu merkezde Dr. Nasr, Dr. Muhakkık, Dr. Hatib Rehber, Dr. Zebiullah Safa, Dr. Şehidi gibi profesörler belli bir program dahilinde derslerimize girerlerdi. Ben başarılı bir öğrenci oldum. Dr. Muhakkık benimle doktora tezi çalışabileceğini söyledi. Ona Fuzûlî’nin Farsça divanı veya başka bir Türk şairin Farsça divanı üzerinde çalışmak istediğimi bildirdim. Sonra ne olduğunu hatırlamıyorum, Fuzûlî yerine Ahmed-i Dâî’nin Farsça Dîvânı’nın tahlilini doktora konusu olarak aldım. Tezi hazırlarken hocam Dr. Muhakkık’ın sık sık bu adam ne söylüyor diye söylendiğini hatırlıyorum. Bir İranlı hoca için Türkçe düşünüp yazılmış Farsça şiirler çok yavan geliyor olmalıydı. O sırada Edebiyat Fakültesi’nde dekan olan Dr. Nasr da sık sık bana Türkiye kütüphanelerinde çok önemli Farsça yazmaların olduğunu ve Türk Edebiyatı’nı bırakıp İran’a ait bu felsefi kitaplar üzerinde çalışmam gerektiğini söylerdi. Doktora talebesiyken Fars Edebiyatı bölümünde “Anadolu sahasındaki Fars Edebiyatı” dersini verdim. Bu esnada Meliha Anbarcıoğlu bir seminer için İran’a geldi. Dönüşümde bana attığı teşekkür kartında hocamın Türkiye’ye dönmemi istediğini belirtti. Halbuki ben Arapça öğrenmek için bir müddet daha İran’da kalacaktım. Tezim biter bitmez Türkiye’ye döndüm. Maalesef Dil Tarih’de kadro yoktu. Hasibe Hanım Milli Kütüphane’de çalışmamı istedi. 7 ay eski harfli Türkçe kitaplar bölümünün şefi olarak Milli Kütüphane’de çalıştım. Bu sırada Prof. Dr. Abdülkadir Karahan Edebiyat Fakültesi’nde boş bulunan eski edebiyat asistanlığı kadrosu için müracaatımı istediyse de İstanbul’da yaşamak beni her zaman korkuttuğu için kabul etmedim. Bu sırada Nevin Hanım’ı ziyarete Hacettepe’ye gitmiştim. Orada Gönül Hanım (Alpay Tekin) ile tanıştırıldım. Bir müddet sonra Gönül Hanım beni Milli Kütüphane’de ziyarete geldi. Hacettepe’de Farsça için bir öğretim görevlisi kadrosunun açıldığını ve bu göreve Meserret Diriöz’ün alınacağını, benim bu kadroya müracaat etmem gerektiğini söyledi. Kabul etmek istemedim. Fakat o kadar ısrar etti ki Hacettepe’ye başvurmaya gittim. Bölüm başkanı Şükrü Elçin bu kadroya Meserret Hanım’ı alacaklarını söyledi, buna rağmen ben de müracaat ettim. Neticede öğretim görevlisi olarak 1 Temmuz 1974’te Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde göreve başladım. 19 Prof. Dr. F. Tulga Ocak ile Söyleşi Osman HORATA: Hacettepe deyince çok duygulandık. Sizlerle bizim yollarımızın kesişmesine vesile olan yer, üniversitemiz… O yıl mı başladınız Hacettepe’ye… Tulga OCAK: Farsça öğretim görevliliği kadrosunun açıldığını Gönül Hanım bana söylediğinde galiba 1974’tü galiba. 1974’ün 1 Ağustos’unda göreve başladım. Osman HORATA: Neredeyse kırk yıla yakın bir süre… Tulga OCAK: Evet. Ben Hacettepe’de çok mutlu oldum. Osman HORATA: Güzellikleri kadar zorlukları, sıkıntıları da olmalı Hacettepeli yılların? Tulga OCAK: Çok kolay geçti. Çok güzel geçti. Osman HORATA: Çok güzel geçti muhakkak… Tulga OCAK: Kolay… Şöyle kolay geçti. Fakülte dekanı Emel Doğramacı, bölüm başkanımız da Şükrü Elçin’di. Her ikisi de yönetici olarak çok adil, hoşgörülü insanlardı. Daima bizim çalışmalarımızı yapabilmemiz için ellerinden geleni yapar, bize sevgiyle davranırlardı. Hacettepe’de ayrıca Prof. Dr. Talat Tekin’den çok büyük dostluk gördüm. En büyük şansımız yetiştirdiğimiz öğrencilerimiz oldu. Önce Osman (Horata)’ı alma şansına sahip oldum.. Osman çok çalışkan, çok nazik, başarılı bir asistandı. Sonra Fatma (Kutlar Oğuz) bizim bölümden mezun oldu. Başarılı bir öğrenciydi. Şimdi iyi bir bilim adamı olarak eski Türk edebiyatına katkıda bulunuyor. Sonra Özge (Öztekin) başarılı yüksek lisans ve doktora teziyle iftihar ettiğim öğrencilerimden oldu. Şimdi Aslı (Aytaç Gürsoy) geldi. Hocalar öğrencilerini çok sevmelerine rağmen bazen günlük hayat içerisinde onları kırabiliyorlar. Ama daima onların başarılarından kendilerine pay biçiyorlar. Şimdi Aslı’nın başarısını bekliyoruz. Osman HORATA: Gökçehan (Ağaoğlu)’ı da siz almıştınız hocam. O da hem Selçuk Üniversitesi’ni kazanmış asistanlıkta hem de Osmangazi Üniversitesi’ni… Tulga OCAK: Aaa çok memnun oldum. Osman HORATA: Çok terbiyeli, gayretli bir öğrencimiz. Tulga OCAK: Sizler kabiliyetli çocuklarsınız, artık onları sizler yetiştireceksiniz ve onların başarılı olması için elinizden geleni yapacaksınız. Bir asistanın yetişmesi uzun yıllar alan bir çalışma, tabi ki hocasının rolü olsa da asıl gayret asistanın kendisinde. Ben Hacettepe’de hiç mutsuz olmadım. Hacettepeli olmaktan da mutluluk duyuyorum. Osman HORATA: Hocam siz de ismi Hacettepe’yle bütünleşen birkaç hocamızdan birisiniz. Sizin kırk yılınız, kısa bir dönemini yurt dışında geçirmenizin dışında, hep Hacettepe’de geçti. Bölümümüzün koridorlarında hep sesinizi duymaktan büyük bir mutluluk duyduk. Hacettepe Üniversitesinin sizin hayatınızda olduğu kadar bence özellikle bütün Türk Dili ve Edebiyatı araştırmaları tarihinde de ayrı bir yeri var. 20 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Özge ÖZTEKİN: Peki hocam bu doçentlik teziniz Nefi divanı üzerineydi. Tulga OCAK: Nef’i’nin Türkçe dîvânının tahlili. Özge ÖZTEKİN: Şimdi doçentlik tezinizi yeniden kitap hâline getirmek için çalışmalara başladığınızı biliyorum. Tulga OCAK: Divanı kontrol ediyorum. Divanın sayfa düzenini yapınca yazıya geçirmiş olduğum doçentlik tezimin örneklerini çoğaltmak istiyorum… Doçentlik tezini yaparken daktiloyla yazıldığı için örnekler çok az. Artık grup çalışması yapılmasının önemine inanıyorum. Divanlar tek başına bir insanın çalışması yerine bir grup tarafından tenkitli metin olarak çıkarılırsa daha bilimsel olacaktır. Doktora tezlerinin kontrolsüzce basılması işi biraz basite indirgemek gibi geliyor bana. Üzerinde çok fazla düşünmek de baskıyı geciktiriyor. Osman HORATA: Hocam, zaman geçtikçe gerçekten toplamaya insanın eli varmıyor. Gerçekten çok zor. Tulga OCAK: Varmıyor. O yüzden ben diyorum ki doktoranız, teziniz bittiği anda yayımlayın. Osman HORATA: Özge çok iyi yaptı. Tulga OCAK: Çok iyi yaptı. Osman HORATA: Ben hâlâ yayımlayamadım. Ama önümüzdeki günlerde ilk işim bu olacak. Tulga OCAK: Yayımla, çünkü… Osman HORATA: İnşallah, uğraşıyorum. Tulga OCAK: Benim en büyük hatam, çok fazla ders vermem oldu. YÖK’ten sonra üniversite hocalarının ders sayısı fazlalaştı, profesörlük tezi kaldırıldı. Tezlerin yayımlanmasında büyük yarar olduğuna inanıyorum. Benim doktora tezim İran’da benden habersiz bir enstitü tarafından yayımlandı. Bana düzeltmek için bıraksalardı, düzeltiyim derken yeniden yazmaya çalışırdım. Osman HORATA: Muhakkak. Bilim dünyası açısından büyük bir kazanç olur. Tulga OCAK: Mutlaka. İnşallah. Eğer çok büyük hatalar yapmazsan yani bilemiyorum. Osman HORATA: Hatasız eser olmaz. Tulga OCAK: Olmaz tabi. Osman HORATA: Dediğiniz gibi üzerine eğildikçe çok farklı yönleri ortaya çıkıyor. Tulga OCAK: Nevin Hanım derdi ki “Estikçe tozuyor, vurdukça tozuyor.” Aslı AYTAÇ: Hocam, Hacettepe Üniversitesi’nde, bu 40 yıl içerisinde, sizi çok mutlu eden veya tam tersine sizi üzen günleriniz olmuştur, paylaşabilir misiniz? Tulga OCAK: Hemen hemen hiç üzüldüğüm gün olmadı. Belki biraz kendi kişiliğimden mi acaba ben beklentisi çok yüksek bir insan değilim. Yani şu da bana 21 Prof. Dr. F. Tulga Ocak ile Söyleşi verilsin, bu da bana verilsin gibi hırslarım yok. Hacettepe’de daima rahat bir çalışma ortamı olduğu için çok mutlu oldum. Osman, hiç mutsuz oldum mu, kavga ettim mi? Osman HORATA: Biz sizi her zaman pozitif enerji veren bir hocamız olarak bildik. Tulga OCAK: Hiç mutsuz olmadım çünkü Hacettepe’de iyi bir yönetim vardı. Emel Hanım dekan olarak çok iyi bir yöneticiydi. Kimsenin özlük haklarıyla oynamazdı. Şükrü Bey (Elçin) de bölüm başkanı olarak çok iyi bir yöneticiydi. Talat Bey (Tekin) de öyleydi. Eğer bir bölümde kavga varsa çekişme varsa orda hiç kimse mutlu olamaz. Biz Umay’la (Günay) Hacettepe’ye aynı dönemde alındık. İkimiz de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu idik. Kendi aramızda hiç kavga etmemeye karar verdik. Osman HORATA: Bizler de sizleri örnek alıyoruz. Gerçekten bilhassa eski Türk edebiyatındaki bütün arkadaşlarımız olarak… Tulga OCAK: Evet, birbirinize daima yardım edin. Şimdi bakın, önünüzde iyi bir örnek olduğu zaman sizi kavgadan ve şeyden uzaklaştırıyor. Hepiniz uyumlu olmanın mutluluğunu ilerde göreceksiniz. Hacettepe’de hiç kırılmadım, üzüldüğüm bir olayı hatırlamıyorum. Osman HORATA: Farklı yerleri gördükçe, iyi ki Hacettepe Üniversitesi’ndeymişim, iyi ki hocamızın asistanı olmuşum, iyi ki Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesiyim diye her zaman şükrediyorum. Tulga OCAK: Ben de öyle. Osman HORATA: Kısa bir süre de olsa Kazakistan’a gittiniz. Onun ne gibi etkileri oldu? 15 gün mü 1 ay mı? Tulga OCAK: 1993 yılının Mayıs ayında gittim. 15 gün kaldığım Kazakistan istemeden gittiğim bir yerdi. Bir gün Mehmet Sağlam YÖK başkanı iken bana telefon etti ve bana bu görevi vereceğini söylediği zaman böyle bir görevi kabul etmeyeceğimi söyledim. İkinci telefondan sonra resmî bir yazıyla beni Hoca Ahmed Yesevi Üniversitesi Rektör Yardımcısı olarak görevlendirdi. Çok üzüldüm. Kazakistan görevi beni üzen bir macera oldu. Döner dönmez Mehmet Sağlam’a istifamı verdim, o da kabul etmek lütfunda bulundu. Osman HORATA: Üniversite için bir kayıp ama bölüm açısından, eski Türk edebiyatı açısından büyük bir kazanç oldu bu. Bölümde o zaman sadece Fatma ile ikimiz vardık. Tulga OCAK: Ya evet hakikaten. Özge de yoktu. Osman HORATA: Ben her yerde söylüyorum Türkiye’deki en başarılı bölümlerden, anabilim dallarından biri. Tulga OCAK: İnşallah hep böyle devam eder. 22 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Aslı AYTAÇ: Hocam, hayatınızda bundan sonrası için ne gibi planlarınız var? Tulga OCAK: Bundan sonra yapmayı planladığım çalışmalarımı yapıp yarım bıraktıklarımı da tamamlayacağım. Onun dışında spor yapmayı çok seviyorum. Kitaplarımı toplamaya çalışıyorum. Osman HORATA: Kütüphaneye verilebilir. Tulga OCAK: Kütüphaneler iyi çalışmıyor. Eski Türk edebiyatı ile ilgili tezleri acaba bir odada mı toplasak. Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinde yaptırılmış olan bütün lisans tezleri SEKA’ya gönderildi. Böylece çalışmalar yok oldu. Çok dikkatle yaptırılmış tezler vardı. Doktora, doçentlik ve profesörlük tezlerinin de hepsi SEKA’ya gönderildi. Hacettepe’nin yegâne kötü tarafı bulunduğu yer. Fakülteye ulaşmak için zamanımızın büyük bir kısmını harcıyoruz. Osman HORATA: Pek çok zamanımız yollarda geçiyor. Tulga OCAK: Evet. Yollarda geçiyor maalesef. Aslı AYTAÇ: Öğrenciler için de öyle. Osman HORATA: Yine de artıları var Beytepe’nin. Tulga OCAK: Evet çok, insan artısı çok fazla Osman. Bir kötü yanı uzun çalışma hayatında birçok arkadaşlarımızın üniversiteden ayrıldığını görüyorsunuz. Osman HORATA: Hocam, birlikte geçmişe çok güzel bir yolculuk yaptık. Gerçekten bugün hayatınızın o güzel sayfalarını bizlere açtınız… Tulga OCAK: Sizler gibi öğrencilerimin olması benim için büyük bir şans. Bu soruları bana sormuş olmanızdan dolayı çok teşekkür ederim. Osman HORATA: Biz çok teşekkür ediyoruz. Tulga OCAK: Ben teşekkür ediyorum. Osman HORATA: Bundan sonraki günleriniz, Hacettepe’deki günlerinizden çok daha güzel olsun. Tulga OCAK: İnşallah. Sizlerin başarısı beni mutlu edecektir. Osman HORATA: Bunların hepsi güzel hatıralar… Tulga OCAK: Çok güzel hatıralar. Osman HORATA: Hasibe Hanım’a da uzun ömürler diliyoruz. Alanımıza büyük katkısı oldu. Osman HORATA: Hocam bir kez daha bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyoruz. Tulga OCAK: Sağ olun çocuklar, ben de teşekkür ederim. 23 A 24 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Yazılar 25 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Prof. Dr. Bilge ERCİLASUN T GİRİŞ arihî romanlar her zaman ilgi gösterilen, merak edilen ve okunan bir edebiyat türü olmuştur. Bu tip eserler Romantizm döneminden beri yazılmaktadır. Romantizmden önce destanlar, masallar, halk hikâyeleri bu ihtiyacı karşılıyordu. Bu da insanların her zaman tarihe meraklı olduğunu gösterir. İlkçağdan itibaren batıda tiyatrolar ve destanlar, doğuda destan, halk hikâyesi gibi çok daha çeşitli türler bu ihtiyacı görmekteydi. Hunlar hakkında yazılmış dört roman bulunmaktadır. Bunlar Ahmet Haldun Terzioğlu tarafından yazılmış nehir roman niteliğinde eserlerdir ve sırasıyla Teoman Han, Mete Han, Kiok Han ve Çiçi Han adlarını taşırlar. 1. Serinin ilk romanı olan Teoman Han 334 sayfalık bir eserdir. Roman, Teoman Han’ın kendini tanıtan konuşması (hitabeti) ile başlar. 26 Daha sonra tarihe Teoman adıyla geçecek olan Duman, küçüklüğünden beri kendine mahsus özellikleri olan sıra dışı bir çocuktur. At seçmesinde, düşüncelerinde, evlenmeye karar vermesinde, bu vasıfları belli olmaktadır. Hunların büyük devlet olması, onun zamanında gerçekleşmiş, ilk askerlik yapılandırmaları onun buluşlarıyla ortaya çıkmıştır. Romanda bu özel savaşçılara Kartal Savaşçıları, Böriler gibi adlar verilmiştir. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Roman, Duman’ın küçük yaşından itibaren başlıyor. Babası Tuvu Beyin ölmesi ve Duman Beyin Bey olmasına kadar devam ediyor. Duman’ın oğlu doğmuş, Tuvu Bey torununa Bahadır adını vermiş ve sonra uçmağa varmıştır. Romanda Duman’ın büyümesi, ad alması, devlet, askerlik, Hunlar hakkındaki fikirleri ve bu fikirlerini gerçekleştirmek için yaptıkları anlatılır. 2. Mete Han, bu tarihî roman serisinin ikinci kitabıdır ve 560 sayfadan meydana gelmektedir. Roman, sonradan Bahadır Şad’ın (Mete Tanhu) askeri, yoldaşı, ayguçisi ve yakın dostu olan Salık’ın ağzından anlatılmaktadır. Roman başladığı zaman Salık dokuz yaşındadır. Salık’ın yiğitliği ve kahramanlığı, küçük yaşına rağmen ad almasıyla ve bir ata ve yaya sahip olmasıyla gösterilir. Romanın başında, Teoman Han yiğitlerini Hun boylarına göndererek bütün Hun boylarının ayrı ayrı yaşadıklarını söyler, bunun zorluklarını belirtir ve onları birliğe çağırır ve kendi hanlığını tanımalarını ister. Herkes devlet olmanın öneminden bahsetmektedir. Romanda Mete Han’ın, babası Teoman Han’la mücadelesi, Hun tahtına oturduktan sonraki savaşları, reformları, orduda değişiklik ve yenilik yapması anlatılır. Çinlilerle ve Yüeçilerle yapılan mücadeleler ve savaşlar anlatılmış, Mete Han’ın düşüncelerine yer verilmiştir. Mete’nin bulduğu ve geliştirdiği yeni savaş taktikleri her zaman işe yaramış ve o tarihten beri üzerinde durulmuş ve incelenmiş, dikkati çekmiş taktiklerdir. Romanda pek çok tarihî olaya yer verilmiştir. Bunların bazıları şunlardır: Teoman Han’ın Çinli bir prensesle evlenmesi, ondan bir oğlunun olması ve Bahadır Şad’ı veliahtlıktan çıkararak küçük oğlunu veliaht yapması, Bahadır Şad’ı Yüeçilere rehin gönderdikten sonra onlara savaş açması ve Bahadır Şad’ın kaçması, Teoman Han’ın oğlu Bahadır Şad tarafından oklanması, Tunghuların Hunlardan at, kadın ve toprak istemeleri ve bunlara Mete Han’ın cevabı, Mete Han’ın Çinlilere, Yüeçilere ve Tunghulara karşı savaşları ve kazandığı zaferler. 3. Üçüncü romanda Mete Han’ın oğlu Kiok Han devri anlatılır. 335 sayfalıktır. Roman, Kiok Han zamanında yaşayan Talay adlı bir Hun bedizcisinin (ressamının) hikâyesidir. Yazar Talay’ın başından geçenleri, devri ile beraber vermektedir. Olaylar Talay’ın etrafında cereyan eder. Bu arada Talay’ın iç sıkıntıları, devrinin hayat görüşü, (savaşçılık ile sanatçılık arasında sıkışıp kalmış olmanın verdiği rahatsızlık) ve psikolojisi verilmektedir. Talay kendi devrindeki adamlara benzememenin, onlar gibi olamamanın verdiği sıkıntı ile, kendi içindeki sanat dünyasını yaşayamamanın, keşfedememenin, yansıtamamanın yarattığı huzursuzluk arasında boğuşmaktadır. Onun zaman zaman sanatını icra etmesiyle rahatlaması, zaman zaman da iç dünyasında gelgitler yaşaması, devrinin tarihî olayları arasında yansıtılır. Roman, kuraklığın hüküm sürdüğü bir tabiatın tasviriyle ve yağmur beklentisiyle başlar. Bu, Orta Asya’nın sert ikliminde, bozkırların hâkim olduğu bir coğrafyada, arada sırada görünen tabiî bir hadisedir. Roman, Kiok Han’ın Hun tahtına oturduğu yıllardan başlar, Kiok Han’ın ölümüyle sona erer. 27 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Romanda yer verilen tarihî olaylar şunlardır: Yüeçilerle savaş, Kral Kitolo’nun yenilmesi, Çin’den vezir Chung Hang-Yüeh’in gelmesi, Tailin yaylasındaki sayımın kayıtlarının tutulması, Çin’le yapılan savaşlar ve yazılan mektuplar, vezir Yüeh’in Hun devletine hizmetleri. 4. Serinin dördüncü kitabı Çiçi Han adını taşır ve 600 sayfadan meydana gelir. Romanda Çiçi Han devri anlatılmıştır. Bu devirde Hun ülkesinde ayrılıklar başlamış, beş Hun beyi, hakanlıklarını ilan etmiştir. Bu hakanlar, birbirleriyle çarpışmaktadırlar, yani Hunlar, birbirleriyle savaşmaktadırlar. Hunları yakından izleyen Çin İmparatoru da, siyasetini bu ayrılık üzerine kurar ve Hunların birleşmelerine mani olmak için mücadele eder, elçiler, çaşıtlar gönderir. Bu bölümde Hunların o yıllardaki tarihi anlatılır. Çin, her zaman Çiçi Han’ın kardeşi Hohanyeh Han’ı desteklemiş, bu suretle Hunların Çiçi Han etrafında toplanmasına mani olmuştur. Hohanyeh, Çin taraftarı olan, Çinli bir prensesle evli olan, yeteneksiz, zayıf kişilikli bir yaratılışa sahiptir. Çin karşısında zayıf kalan Hun budununun bir kısmı Hohanyeh’i seçmiş, bu yüzden Çiçi Han istediği gibi, yani Mete Han gibi, mutlak bir kuvvet sahibi olamamıştır. Bu devirde Çin güçlenmiş, Hunlara karşı yeni taktikler geliştirmiş, kuvvetli bir ordu kurmuştur. Çinliler diğer ülkelere tacir, elçi gibi çeşitli meslekler ve görünümler altında casuslar göndermektedirler. Çinliler iyi bir istihbarat ağı kurarak diğer ülkelerde neler olduğunu sıkı bir şekilde takip etmekte, onlarla bıkmadan usanmadan mücadeleyi sürdürmektedirler. Romanda Çiçi Han’ın savaşları, zaferleri, Çinlilerle yaptığı mücadeleler ve diğer devletlerle yaptığı savaşlar anlatılır. Romanda yer alan tarihî olaylardan bazıları şunlardır: Hunların bölünmeleri ve birbirleriyle savaşmaları, Çiçi Han, Hohanyeh Han, Çin elçisi Wu-Se’nin Hunlarla münasebeti ve Hunlara karşı kazandığı başarılar, Hohanyeh’in Çin’e bağlanması, Çiçi Hanın batıya göçü ve Batıda zaferler kazanması, Semerkant seferi, Tanhu Kale’yi yaptırması ve trajik ölümü. İNCELEME: 1. Romanların Yapısı ve Edebî Özellikleri: Bu bölüm, olay örgüsü, karakterler, dil ve üslûp, düşler, sanat ve edebiyat, tabiat başlıkları altında olmak üzere altı altbölümde ele alınmıştır. Olay Örgüsü: Romanlarda tarihî olaylar, kendine mahsus bir gerilim içinde başarılı bir şekilde kurgulanmıştır. Yazar romanlarındaki vakaları ayrıca hayalî maceralara dayandırmayıp tarihî kaynaklardan aldığı bilgileri, yer yer destanî bir üslûp ve anlatımla, zaman zaman o devrin ifade ve kelimelerini kullanarak, bir olaylar zinciri içinde kurgulamış ve anlatmıştır. Burada gerilimi sağlayan, bizzat tarihin kendisi, yani tarihten alınan olaylar olmaktadır. Yazar bu konuda oldukça başarılı, usta ve inandırıcıdır. Aynı zamanda öğreticidir de. 28 Karakterler: Burada yalnız aslî karakterler üzerinde durulacaktır. Bunlar Teoman Han, Mete Han, Kiok Han, Çiçi Han, Salık ve Talay’dır. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Mete: Zekâsı, askerî ve siyasî dehası, zamanı ve mekânı aşan geniş ufku, kuvvetli kişilik yapısı, planlı ve sabırlı oluşu, millî konulardaki hassasiyeti ve diğer bir çok meziyetleri ile Mete Han, Türk tarihinin en büyük hükümdarlarından biridir. Onun yaptıkları, sözleri, düşünceleri etrafında Oğuz Kağan Destanı gibi büyük ve güçlü bir destan meydana gelmiştir. Mete Han hakkındaki tarihî bilgiler, Çin kaynaklarında yer almaktadır. Romancı, bütün bu bilgileri toplayarak romanında işlemiş ve Mete Tanhu karakterini yaratmıştır. Mete Tanhu’nun askerî alanda yaptığı pek çok yenilik (ıslık çalan oku icat etmesi, orduda on’lu sistem kurması, askerliğe emre itaat ve hiyerarşik düzen getirmesi, at rengi kuşatması), askerî dehasının işaretleridir. Kaynakların yazdıkları, Mete Han’ın yalnız askerlikte değil pek çok konuda deha olduğunu göstermektedir. Tailin yaylasında sayım yapılması, Hunların onun zamanında büyük şehirler kurması ve zenginleşmesi, onun bütün yay çeken budunları birleştirdim ifadesi, onun yüzyılları aşan bir ufka ve zekâya sahip olduğunu gösteren başlıca örneklerdir. Romanda bütün bu tarihî olaylar ayrıntılarıyla işlenmektedir. Romanda ayrıca Mete Han’ın sabırlı ve kararlı olması da işlenmiştir. Mete Han, çağları aşan, destanlar ve tarihî olaylarla ölümsüzleşen güçlü bir karakterdir. Romanda Mete Han’ın bu özellikleri, ustaca yansıtılmıştır. Mete Han öldükten sonra onun meziyetleri Salık Bey’in ağzından romanda şöyle ifade edilmiştir: “Çok sürmedi. Ertesi gündoğumuna yakın, acundan göçtü Mete Han’ım! Güneş doğarken o, veda ediyordu. Acun, yitirdi onu. Hun budun, yitirdi onu. Gök kazandı. Gök mutlu şimdi, yer ağlarken… Acundan bir han uçtu! Çöktüm! Başının ucunda toplanan yoldaşları, artık gizlemiyoruz gözyaşlarımızı. Ağlıyoruz. Ağlamalıyız! Mete Tanhu gitti. Acuna yön vermek, ordular yönetmek, ordular yenmek, tam yirmi altı budunu tek bir bayrak altında toplamak için gelen Mete Han gitti. ‘Hun’ adını acuna yazmak için gelen Mete Han gitti. Attığı her adım yeni bir izdi. Söylediği her söz, yeni bir gizdi. Bir daha ne benzeri ne gölgesi… Bir daha onun gibisi gelmeyecek… Ulu Han Mete Tanhu gitti!” (M: 539). Romanda Mete Han hakkındaki bilgiler bundan ibaret değildir. Mete Han, Türk tarihinin en çok üzerinde durulan hükümdarlarından biridir. Romanda tarihe dayanarak Mete Han üzerinde ayrıntılı olarak durulmuş, şahsiyeti, prensipleri ve düşünceleri ile ilgili ayrıntılı tasvirler yapılmıştır. Teoman: Romanda Teoman Han’ın şahsiyeti ve yaratıcılığı ortaya konulmaktadır. O, çocukluğundan beri herkesten farklı olmuştur. Bu fark babasından at istemesinde 29 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar ve babasının atları arasından at seçmesinde, isim almasında, büyük devlet anlayışını her zaman tekrar etmesinde, kısaca onun yaptığı bütün işlerde görülmektedir. Teoman Han’ın en belirgin isteği ve düşüncesi büyük devlet kurma ve büyük bir devlet olma hayalidir. Teoman Han’ın bu rüyasını gerçekleştirdiği görülmektedir. Yazar romanda Teoman Han’ı, tarihten aldığı bütün özellikleri ve düşünceleriyle işlemiştir. Mete Han romanında ise Teoman Han’ın zamanla değiştiği, farklılaştığı, Çinli prensesle evlendikten sonra Çinli danışmanlarının tesirinde kaldığı, oğlu Bahadır Şad’ı veliahtliktan çıkarması ve töreyi bozarak Çinli prensesten oğlunu veliaht ilan etmesi anlatılmıştır. Çiçi: Tarihe Çiçi Han adıyla geçen hükümdar, Çin kaynaklarında Hotovusu Han adıyla anılır. Halk arasında “Kara Kemikli Han” ünvanıyla tanınır. Başlangıçta ordusu küçük, taraftarı azdır. Halk tarafından çok sevilmesine rağmen onun idaresinde olanlar azınlıktadır. Çiçi Han’a duyulan bağlılık, gerçek ve içten gelen bir sevgidir. Menfaatçi olanların Çiçi Han’ın yanında yerleri yoktur. Orada zorluk ve sıkıntı vardır (Ç: 109). Çiçi Han başlangıçta küçük fakat güvenilir bir orduya sahiptir. Zamanla bu ordu büyür ve güçlenir. Çiçi Han’ın büyüyüp güçlenmesinde, ayguçisi olan Püdey Ata’nın çok tesiri olmuştur. Püdey Ata, Han’a ümitsiz olmamasını, buduna ümit yaymasını ve düş sunmasını söylemiştir. Obaları dolaşmak, fikirleri anlatmak ve tanınmak gerektiğini belirtir. Savaşçı toplamalı, “yeni bir düş olup” ortaya çıkmalıdırlar. (Ç: 109). Kardeşi Hohanyeh Han’la anlaşmalı ve Hunlar arasında birliği sağlamalıdır… Püdey Ata’nın bu tavsiyelerini dinleyen Han kısa zamanda ordusunu büyütür. Çiçi Han, Mete Tanhu’nun hayranıdır ve özellikleriyle de ona benzemektedir. Onun gibi “hırslı ve ihtiraslı”, onun gibi “sinirli ve güçlü”dür. Onun gibi “karakterli”dir. Çiçi Han, Çinlilerin bakışıyla “tam bir çılgın Hun”dur. Çin onun güçlenmesinden ve bütün Hunları etrafına toplamasından çok korkmaktadır. Çünkü Hun inanınca, güvenince önünde durulmaz bir sel hâline gelmektedir (Ç: 286). Çiçi Han amansız bir Çin düşmanıdır. Çin’in gerçek yüzünü gören, Çinlilerin Hunlar için nasıl bir tehlike olduğunun farkında olan, onların emellerini ve niyetlerini bilen, onlara hiçbir zaman kanmayan bir handır. Hayatı boyunca Çinlilerle mücadele etmiştir. Yalnız savaş meydanlarında değil, şehirlerde de onları takip etmiş, Hun şehirlerinde serbestçe dolaşmalarına müsaade etmemiş, evlerinde Çinli çalıştıran Hunlara karşı müsamahasız davranmış ve onları cezalandırmıştır. Çiçi Han, askerî deha, kahramanlık, milliyetçilik gibi pek çok meziyetlere sahiptir. Çok yiğit, kahraman ve korkusuzdur (Ç: 105). Gözü kara ve cesurdur. Bu cesaretini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Romanın sonunda anlatılan trajik ölümünde, bu gözü karalığın, bu cesaretin de büyük payı olduğu unutulmamalıdır. 30 Çiçi Han, cesur ve yiğit mizacıyla, başta Çinliler olmak üzere bütün düşmanlarını ürkütmüştür. Çiçi Han güçlü ve iradelidir. Çiçi Han’ın samimî, dürüst, âdil bir kişiliği vardır. Metanet sahibidir. Karşılaştığı felaketlerin pek çoğunu atlatmasını bilmiş, hatta F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. bir kısmını başarıya çevirmiştir. Çiçi Han’ın Semerkant seferi buna örnektir. Çiçi Han kimseyi dinlemeden soğukta Semerkant’a doğru ordusuyla yola çıkar, fakat ordusu soğuktan dağlarda donar. Çiçi Han baharda ordusunu yeniden düzenler ve Wusunları yener. Çin’in ticaret yollarını ele geçirir. Çiçi Han zaman içinde değişir. Zamanın şartları ve karşılaştığı olaylar, onu değiştirtirmiştir. Çiçi Han aksi, zalim ve hırçın olmuştur. Fazla atak, gözü kara, düşünmeden hareket eder olmuş, sonunu düşünmeden emirler vermeye başlamıştır (Ç: 105). Kimseyi dinlemez. Siyaseti ciddiye almaması, sabırlı olmaması, çabuk umutsuzluğa kapılan mizacı onu telâfisi mümkün olmayan hatalar yapmaya zorlar. Siyasî şartlar, Çiçi Han’ı çok kırıcı ve kan dökücü, zalim bir hükümdar hâline getirmiştir. Tahammülsüz ve sabırsız olmuştur (Ç: 530-531). Gurur gözünü kör etmiş, doğru ile yanlışı ayıramaz hâle gelmiştir (Ç: 532). Sonunda, ayguçi Çibek Apa “Sen kahraman ve yiğit bir Tanhu’sun, ama sabırsızsın! Siyaset bilmiyorsun. Söz de dinlemiyorsun” diyerek onu terketmiştir (Ç: 508). Çiçi Han romanında Çiçi Han’la Mete karşılaştırılır. Mete Han’ın ondan farklı olduğu belirtilir. Mete Han, çok sabırlı, planlı ve kararlıdır. Beklemesini bilir. Uygun zamanı beklemiş, kendini kabul ettirmiş ve buduna sevdirmiş, ancak ondan sonra harekete geçmiştir. Çünkü budun önce umuda, sonra destana inanır. Budunun önünde büyük ufuklar açılmalı, budun oraya ulaşmak için canını feda etmeyi düşünmelidir. (Ç: 264-265). Unutulmaması gereken bir nokta Çiçi Han devrinin diğer devirlerden farklı olmasıdır. Çiçi Han bulunduğu devir itibariyle şanslı değildir. Talih, ortam ve şartlar ona hiç yardım etmemiş, her şey aleyhine çalışmıştır. Çiçi Han da bütün dehasına ve üstün meziyetlerine rağmen kendi devrini yenebilecek bir konuma ulaşamamıştır. Çiçi Han, hayatı felâketlerle dolu olmasına ve trajik bir sonla ölmesine rağmen, savaşlarda ve devlet yönetiminde büyük ve üstün başarılar elde etmiş, Hun devletini güçlü bir konuma getirebilmiştir. Hunlar ticaret yollarını ele geçirmişler, Batıda üstünlük ve zafer kazanmışlar, refaha ulaşmışlardır. Çiçi Han, Hunlara Batıyı gösteren, Batıyı tanıtan ilk hükümdar olarak da tarihte yerini almıştır. Romanda Çiçi Han’ın karakteri, tarihî kaynaklara uygun olarak, bütün özellikleriyle yansıtılmaktadır. Kiok: Mete Han’ın oğlu olan Kiok Han, babasının ölümünden sonra Hun tahtına geçmiştir. Hun devleti onun zamanında sınırlarını genişletmiş, güçlenmiş, Mete Han’ın kurduğu sistemleri iyice yerleştirmiştir. Etrafındaki kavimler Hunlardan korkar hâle gelmişlerdir. Kiok Han’ın kişiliği romanda şöyle verilmektedir: “Acunun en güçlü devletinin hakanı! Gözü kara… Kararlı! Söz konusu devleti, budunu olunca…Tek bir hedef çizerdi. -Bir tek Hun eri için acunu yakarım! Bir karış Hun toprağı için acunu yakarım! Hun Budun’un birliği, dirliği için acunu yakarım! 31 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Yakardı. Bunu bildikleri için budunlar, budunları yönetenler öylesine alttan alıyorlardı ki onun isteklerinin karşısında. Çin, neredeyse ayaklarına kapanmış, Kiok Han’ı kızdırmamak için nasıl dil dökeceğini, ne armağan göndereceğini bilemez hale gelmişti. Elçilerin biri gidiyor, biri geliyordu.” (K: 63). Kiok Han’ın Hun Devleti için yaptıkları, hizmetleri de özetleniyor: “Savaşlarla geçmiş, Hun adını, Hun Devleti’ni yükseltmek için harcanmış kutlu bir ömür. Budununu seven, onu koruyup kollayan ve zengin eden, aç, çıplak koymayan bir hakan… Atasının bıraktığından daha genişlemiş sınırlar, daha kalabalıklaşmış budun…” (K: 320). Salık: Salık, Mete Han devrinde yaşayan bir savaşçıdır. Olaylar onun ağzından ve onun gözünden anlatılır. Mete Han romanının baş kahramanıdır. Mete Han gibi uzun yaşamış, daima onun yanında, yakınında olmuş güçlü ve sağlam bir şahsiyettir. Romanda Salık, Mete Han devrine şahit olmuş talihli bir insan olarak gösterilir. Devrinin bütün kurallarını, değerlerini anlatan, tarihteki olayları bizzat yaşayan bir kişidir (Salık, kurmaca bir karakterdir). Talay: Kiok romanının baş kahramanı olan Talay, devrine uymayan ve devrinden farklı olan bir özellik taşır. Talay bir sanatçıdır ve birçok sanatçı gibi psikolojisi karmaşık, bunalımları derinden yaşayan bir yapıya sahiptir. Kiok devrinin olayları onun vasıtasıyla, onun bulunduğu ortam vasıtasıyla verilir. Talay sık sık psikolojik sarsıntılar geçirir. İç dünyası karışır, birbirine uymayan değişik şeyler ister, ne yapmak istediğine karar veremez, ne yapmak istediğini bilemez. Talay’ın hür bir yapısı vardır. O, hür, bağımsız, farklı, herkesten ayrı, sıradışı, çevresine uyamayan, çevresinin kendini anlayamadığı bir kişiliktir. Bu yüzden de yalnızdır. Zaman zaman ne istediğini bilemez. Bu yüzden de sıkıntılar yaşar, bunalımlar geçirir. Halbuki o, eserleriyle çevresine ölümsüzlük kazandırmakta, yaşananlar onun çizdikleri sayesinde bir anlam kazanmaktadır. Talay, ruhundaki sanatçılık özelliği yüzünden zaman zaman kabına sığamaz, bir gün uyandığında içinde dayanılmaz bir dağ özlemi duyar ve dağlara çıkmak, kayalara resimler çizmek ister (K: 91). Bir başka gün atıyla dağlarda dolaşır ve bir çobana rastlar. Çoban ona yelin sesini dinlemesini söyler. Talay, çobanın dediğini yapar ve yelin sesini dinler ve bir ağlayan kadın sesi duyar. Çoban ona yelin ağladığını söyler. Yel, Mete Han’ın öldüğü günden beri Mete Han için ağlamaktadır. Talay kendini kaybeder, etrafında kalabalıklar görmeye başlar. Etrafındaki herkes ve herşey ona çizmesini söylemektedir. Talay da bu sesleri dinler ve etrafındaki herşeyi çizmeye başlar, “çobanı, koyunları, koçları, çiftleşmelerini” çizer (K: 290). 32 Talay bir başka gün Mete Han’ın mezarını bulmaya Tanrı dağlarına gider ve günlerce dolaşır durur. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Romanda onun sanatçı merakı ve bu merak yüzünden bir Şaman ayinini gizlice seyretmesi ve bu yüzden kendini kaybetmesi, bu sırrı taşıyamaması ve bu durumun Talay’ı nasıl perişan ettiği de anlatılmaktadır. Romanda Talay vasıtasıyla sanatın önemi, eserin ölümsüzlüğü üzerinde de durulmaktadır. Talay, romanın sonunda istediğine ulaşmış, düşündüklerini gerçekleştirmiş bir kişi olarak gösterilir. Talay artık mutludur. Han otağında en önemli olaylara tanık olmakta ve bunları çizmektedir. Ayrıca çevresinde, yaptıklarına ilgi duyan ve onu takdir eden, onu destekleyen pek çok insan bulunmaktadır. Bir taraftan da kendisi gibi bedizciler yetiştirmekte, bu suretle sanatının sırrını öğretmekte ve yarattığı resimlerin kalıcılığını sağlamaktadır. Romanın sonunda bu durum şöyle anlatılır: “Han otağında, Tanhu’yu, altın örgün’ün üzerinde otururken, ardında kırk yiğit börisi ile birlikte verdiği muhteşem görüntüyü çiziyordu Talay. Düşündüğünü yapmış, çizdikleri daha kalıcı olsun diye uygun bir deriyi bu işe özel tabaklatmış, gerdirmiş, yine ona uygun boyalar yaptırmıştı. Bir yandan bedizci yetiştirip bir yandan Han bedizcibaşısı olarak çizmeye devam ederken yaşamaya adeta zaman bulamıyordu. Bir dediği iki olmuyordu. Bu arada Hun kızları, kadınları onun çiziklerini taklit etmeye başlamışlardı. Halılarda, kilimlerde, keçe abalarda, çadır bezlerinde çiziklerinin örneklerini görüp seviniyordu.” (K: 305). Burada sanatın ve sanat eserinin ölümsüzlüğü anlatılıyor. Bir medeniyeti yaşatan şeyin sanat olduğuna dikkat çekiliyor. Bu bize, Eski Yunandan kalan heykellerin, Eski Yunan mitolojisini ve tarihini yaşatmasını hatırlatıyor. Talay, tarihî şahsiyetlerden farklı olarak kurmaca bir karakterdir. Dil ve Üslûp: Romanlarda sanatlı bir üslûp kullanılmış, olaylar, estetik özelliklerle verilmeye, anlatılmaya dikkat edilmiştir. Bunlar arasında tekrarlar, secili ifadeler, şiirsel ifadeler yer almaktadır. “Akın başladı! Çin’e akın! Büyük bir devlet akını! Bahadır Şad’ın dediği çıkmış, Teoman Han daha fazla geciktirememişti akını!” (M: 296) Burada secili ve şiirli bir dil kullanılmakta ve tekrarlardan faydalanılmaktadır: “Yiğit, at üstünde gerektir! Yiğit, akında gerektir!” (M: 451). Yukarıda şiirli ve edebî bir dil, tekrarlar, veciz ifadeye bir başka örnek görülüyor. Ozan tasvirinde yine bir üslûp örneği verilmiştir: Kısa cümle, veciz ifade, tekrarlar, seci ve şiirsellik: “Ozan söylenmeyeni söyleyendir. Dillendirilmeyeni dillendirendir. Kutludur dilleri. Susturulamaz. Diktir başları, eğilemez. Durmadan gezer, görür, duyar, söylerler. Zamanla bir buyruk haline gelir dilekleri. Engellenemez olur! Ozanlar budunun dili olur!” (T: 129). 33 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Romanlarda olaylar çoğunlukla hikâye etme tekniğiyle ile anlatılmaktadır. Hikâye etme üçüncü şahıs ağzından yapılır, yani ilâhî karakterli anlatım tekniği kullanılır. Mete Han romanında ise olaylar birinci şahıs ağzından (ben-anlatım) anlatılmaktadır. Ben-anlatım, zaman zaman destanî üslûba dönüşmektedir. Romanlarda hitabet üslûbu da kullanılmıştır. Teoman Han romanında Teoman Han’ın romanın başındaki ve sonundaki konuşması, Mete Han romanında Salık’ın bazı anlatıları hitabet üslûbuna örnektir. O hâlde romanlarda, hikâye etme, destanî üslûp, hitabet üslûbu olmak üzere üç çeşit üslûp kullanıldığını söyleyebiliriz. Teoman Han’ın hitabetinden başka yerlerde de hitabet üslûbu kullanılmıştır. Romancı tarihçi üslûbunu da kullanmış, zaman zaman olayları bir romancı gibi değil bir tarihçi gibi anlatmıştır. Bu özellik, romana tarih niteliği kazandırmıştır. Bu tarz anlatımı Mete Han romanında görmekteyiz. Salık olayları genel olarak hikâye ederek anlatıyor. Fakat bu hikâye, bazen destana, bazen tarihe dönüşmekte, bazen de nutuk tarzına bürünmektedir. Aşağıdaki paragrafta Hunların inançları, özellikleri, yaşayışları anlatılmaktadır. “Gök Tanrı’nın çocukları, Gök’e bağlı olarak yaşayan, ona inanan Hunlar, çok yüksek ideallerin töresini uygulayan, Gök’ü çadır, güneşi de bayrak bilen güçlü bir yönetme ve sahiplenme inancının sahibiydiler. etkinlikleri gün geçtikçe artıyordu. Törelerine bağlı, oğuşlarına tutkun, uruglarına düşkün, boylarına, budunlarına sadıktılar. Boy beyleri tarafından yönetiliyorlardı ancak en soylusundan en uçtaki erine, hepsi aynı hayatı paylaşıyor, aynı çadırlarda yaşıyor, aynı eğitimlerden geçiyordu. Hepsi savaşçı, hepsi çobandı. Güçlü ve dayanıklı atları, çok uzak menzile ok salabilen yayları, hedefini mutlaka bulan okları, ustalıkla kullandıkları kargıları, kılıçları…” (M: 113). Bu paragrafta üslûbun bütün özellikleri görülmektedir. Tekrarlar, seciler, veciz ifadenin yanısıra paralellik, tasvir gücü ve zenginlik. Burada Hunların özellikleri de çok belirgin ve vurgulayıcı nitelikte verilmektedir. Bu, kelimeler ve ifadeler üzerinde işlenmiş, estetik özelliklerle zenginleştirilmiş, edebî bir üslûptur. Mete Han romanında, Mete Han’ın Çin İmparatoruna gönderdiği mektuptan da geniş olarak bahsedilmiştir. Bu mektup özetlenirken Orhun Âbidelerinden örnek alındığı görülmektedir. Mektup Mete Han’ın “Gök Tanrı tarafından Hun Tahtı’na oturtulmuş, kut verilmiş; Büyük Hun Devleti’nin Hakanı, Mete Tanhu der ki…” (M: 524) hitabıyla başlamaktadır. Bu hitap, Orhun Âbidelerinde Bilge Kağan’ın “Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle işit” ifadesiyle benzerlik göstermektedir (Ergin t.y.: 57). Mete Han’ın çizdiği ve genişlettiği Hun Devletinin sınırı, yine Orhun Âbidelerininkini andıran bir üslûpla belirtiliyor. Aşağıdaki cümlelerde bu benzerlik görülmektedir: “Bu arada yeni topraklar da katılıyor Hun iline. Gündoğusunda Taluyka’ya kadar ulaştık. Günbatısında ise Baykal Gölü, Obi, Urtiş, İşim ırmakları kıyılarına kadar hükmümüz geçiyor.” (M: 466). 34 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti düzene soktum.” (Ergin t.y.: 57). Yazar devrini aksettirebilmek için Eski Türkçeden alınmış kelimelere yer vermiş, sayfanın altına da bugünkü karşılıklarını koymuştur. Bu Nihal Atsız’ın romanlarında uyguladığı bir yoldur. Atsız, Göktürkler devrini konu aldığı Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı tarihî romanlarında çaşıt, konçuy, evdeş, yağı gibi kelimeler kullanmıştır. Burada romancının eski Türkçeden aldığı kelimelere oldukça fazla yer verdiği görülmektedir. Bunlardan birkaçını gösterelim: Us (akıl), oğuş (aile), kişioğlu (insan), atbaş (başkan), yağı (düşman), karayan (kuzey), kızılyan (güney), elig (bey), örgün (altın taht), ayguçi (vezir, danışman), bedizci (ressam), muyanlık (misafirlik), tarıgcı (çiftçi) gibi. Çiçi Han romanının, özellikle sonu bakımından, destanî bir üslûpla kaleme alınmış olduğu söylenebilir. Romancı, Çiçi Han’ın karakter yapısını, Hunları büyük devlet yapmadaki başarısını, trajik sonunu, kişiliğinin ve hizmetlerinin destanlaşmasını da göz önüne alarak konuya uygun bir destanî anlatım içinde sunabilmiştir. Romanda üzerinde durulması gereken bir başka konu, leitmotif’tir. Yazar romanlarında Oğuz Kağan Destanı’ndan alınmış “kün tuğ bolgıl kök kurıkan” mısraını leitmotif olarak kullanıyor. “Gök çadırımız, güneş bayrağımız!”- (M: 443, 453, 532), “Çadırı Gök, bayrağı da güneştir.” (Ç: 28) ifadeleri romanlarda sık sık geçmektedir. Romanlarda başka leitmotifler de vardır. Bunlardan biri, Mete Han romanında ben-anlatıcının ağzından yapılan konuşmalardır. Roman kahramanının ağzından “Ben Salık” diye başlayan bu nutuk tarzı anlatılar, romanda sık sık tekrarlanmakta, romana destanî bir karakter kazandırmaktadır. Bunların bir tanesi 534. sayfada yapılan hitabettir. Burada Salık’ın hayatı özetlenmekte, Mete Han’a yakınlığı belirtilmektedir. “Ben Salık! Ulular ulusu Mete Tanhu’nun yoldaşı! Ayguçisi… En yakın dostu! Hanlar Han’ının eri olmayı bütün orunlarının üzerinde tutan Hun Kartal Savaşçısı, Salık Bey… Kocamış bir savaşçı!” (M: 534). Bu, Mete Han romanının önemli leitmotiflerinden biridir. Burada Salık’ın anlatımı vasıtasıyla devrinin olayları anlatılmakta ve Mete Han’ın yaptıkları, büyüklüğü, önemi belirtilmektedir. Görüldüğü gibi bu, aynı zamanda bir tarih anlatımı şeklidir, bir tarihçi üslûbudur. Üzerinde durulması gereken bir başka nokta yazarın ara sıra orijinal imajlar kullanmasıdır. Bunlardan en önemlisi Kiok Han romanındaki “ağlayan yel” imajıdır. Kırlara çıkan bedizci Talay rüzgârın sesini dinler ve ağlayan bir kadın sesi duyar. Dağda karşılaştığı bir çoban ise rüzgârın Mete Han’ın öldüğü günden beri ağladığını, rüzgârın Mete Han’ın ölümüne ağladığını söyler. Burada yapılan hüsn-i talil sanatı ve yaratılan imaj, sanat ve estetik açısından orijinal ve yenidir. Aynı zamanda Talay’ın sanatçı dünyası ile uyum hâlindedir. Romancı bu imajla, Talay’ın sanatçı kişiliğini yansıtabilmiştir. 35 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Düşler: Rüyalar, insan psikolojisiyle ilgilidir ve insanın iç dünyasına dair ipuçları verir. Romanlarda rüyalara yer verildiğini görüyoruz. Bu rüyaların her birinin bir fonksiyonu vardır. Romanlarda görülen rüyalar, büyük önem taşımaktadır. Roman kahramanlarının önceden gördükleri rüyalar, gelecekteki olayların habercisidirler ve bu yüzden kehanet niteliği taşımaktadırlar. Bir başka rüya Bahadır Şad, Han olmadan bir gece önce Salık’ın gördüğü rüyadır. Bu rüya, romanda “Kutlu Düş” başlığı altında verilmiştir. Salık rüyasında Mete Han’a bir bozkurtun yol gösterdiğini görür. Bu da, geleceği haber veren düşlerden biridir. Çiçi Han romanında düşlerin önemi, “Düşler önemlidir. Gerçek hayattan izler taşırlar içlerinde. Düşünceye oturan fikirlerin etkisini içerir bir kısmı. Duygulardan etkilenir. Bir kısmı da gelecekten haber verir. Anlamak ve çözmek gerek.” diye belirtilir (Ç: 249). Çiçi Han, düşünde Mete Tanhu’yu görür. Tanhu ona beni izle Çiçi Han diyerek güneşin battığı yeri işaret etmektedir (Ç: 312-313). Bu düş Çiçi Han’a çok tesir etmiştir. Çiçi Han bu rüyayı unutamamış ve bundan sonra yaptığı savaşlarda, verdiği kararlarda bu rüyayı düşünerek hareket etmiştir. Sanat ve Edebiyat: Romanlarda vurgulanan önemli bir nokta, şiirler ve destanlardır. Bu destanlar, Ozanlar ve Destancılar vasıtasıyla ifade edilir, yayılır ve geleceğe taşınır. Ozanlar da Kamlar gibidir, geleceği görürler, sezerler ve destanlarında anlatırlar. Teoman Han ve Çiçi Han romanlarında Destancı çıkıp destanı anlatmaktadır. Teoman, Mete, Çiçi Hanlar artık destanlaşmışlardır. Romanlarda tarihte yaşayan ve hüküm süren hükümdarlar hakkındaki destanların oluşumu da böylece verilmiş olur. Teoman Hanın babası Tuvu Bey, oğlu Duman’ın hayallerinin sebebinin Destancı olduğunu söyler ve oğlunun bir destana sevdalandığını belirtir (T: 59). Bu da, destanın ne kadar önemli olduğunu ve insanlar üzerinde nasıl bir etki yarattığını gösteren bir örnektir. Duman’ın etrafındaki efsanenin belirlenmesinde Destancının rolü büyüktür. Duman’a yay yapmak üzere gelen Yaycı, Destancının kendisine Duman için onda bir ışık gördüğünü, onun özel ve farklı olduğunu, üstün olduğunu, ona uygun özel bir yay yapmasını söylemiştir. Teoman Han romanında Ozan çıkar, Koru ve Kırgı adlı yiğitlerin adlarını da içine alan destanlar söyler. Bu, geleceğe dair bir bilgi, bir sezgidir. Koru ile Kırgı, başlarına gelen olaylardan sonra, ölümlerinden sonra destanlaşacaklardır. Ozanların bir başka özellikleri gerçekleri dile getirmeleridir. Ozan söylenmeyeni söyler, dillendirilmeyeni dillendirir. Ozan dili kutludur. Susturulamaz. Başları diktir, eğilemez. Ozanlar gezer, görür, duyar ve söylerler. Zamanla dilekleri bir buyruk hâline gelir. Engellenemez (T: 129). Ozanlar kutsaldırlar, sorgulanmazlar, yargılanmazlar (T: 130-131). Teoman Han yanlışlar yaptığı zaman budun susmuş, fakat ozanlar konuşmuşlar, Bahadır Şad’ı yücelten yırlar da söylemişlerdir (M: 118). 36 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Çiçi Han romanında Ozan, birlik üzerine şiirler söyler, Tanrı Dağlarının kaybedilmesine yakılan ağıtı dile getirir (Ç: 52). Herkesi birliğe çağırır. Ozanlar Hunların birbirleriyle savaşmalarından hiç hoşlanmazlar. “Ozan diline gem olmaz. Sözüne kızmak olmaz. Ozan doğruyu söylemezse doğruyu söyleyen kimse kalmaz! Destanları yiğitler yaratır. Destanların yayılmasını, duyulmasını ozanlar sağlar. Ozan olmasa destanın ne önemi olur? Ozan dilinde güzelleşir destan. Ünlenir. Acuna yayılıp, Gök’e kadar yükselir. Böylece destan; yiğidi, yiğitliği yaratır yeniden. Ölümsüz yapar! Destanı olmayan, söylenmeyen yiğidin vay haline! Unutulur gider! Yok olur! Tanrı, destanlar yok olmasın diye ozanları dillendirmiştir.” (Ç: 48). “Ozandı. Ne zaman ne yapacağını, ne zaman ne diyeceğini çok iyi bilirdi. Yüreğine doğardı. Ozandı. Ozan olmak kolay değildi.” (Ç: 51). “Dokunulmazlığı vardı ozanların. Kimse karışmazdı onlara. Güven içinde ilden ile gezer, dolaşırlardı. Her yerde saygı ile karşılanır, ağırlanır ve yolcu edilirlerdi.” (Ç: 54). Ozanlar gibi davranan bir diğer şahıs Destancıdır. Destancı da Ozan gibi söylediği ve anlattığı destanlarla şiirlerle buduna millî şuur kazandırırlar. Ozanın çaldığı türküler ve ağıtlar, toplumu eğitir, geçmişini öğretir ve bilinçlendirir ve milletin sürekliliğini sağlar. Destancılar ve Ozanlar, anlattıklarıyla toplumu tesir altına almaktadırlar. Destanlar, romanlarda vurgulanan önemli bir konudur. Yapılan yanlışlar, ölümler, yenilgiler, destanı ve destanlaşmayı önleyemez. Destan ise ölümsüzlük demektir. Mete Han, Teoman Han, Çiçi Han daha hayatta iken kendileriyle ilgili destanlar türemiştir. Ölümlerinden sonra da bu destanlar gittikçe zenginleşir. Destandan çok korkan Çin, Çiçi hakkındaki efsaneye son vermek için Han’ın başını keser ve bu başı halka teşhir eder, yine de Çiçi Hanın etrafında meydana gelen efsaneye mani olamaz. Destan olmak, unutulmamak demektir. Destan olmak hiç ölmemek demektir (Ç: 374). Çin, Hun destanlarından daima ürkmüş ve korkmuştur. “Destanları Türkler yazardı. Çin bu destanlardan korkardı. Düş gücü yüksek Hun Budunu besleyen damardı destanlar. Önce destan başlamıştı. Şimdi başka bir destan doğmuştu. Destanlar çağı ara vermeden sürüyordu. Düş ülkesine müdavim bir budunun destanlarını yıkmak, bozmak gerekiyordu. Çiçi Han destan olmuştu çoktan. General C’heng T’ang’ın derdi bu destanı bitirmek, çürütmek yok etmekti. Bu nedenle kestirecekti Çiçi Han’ın kutlu başını. O baş bir mızrağın ucunda gezdirildikçe Çiçi Han destanı ölecekti.” (Ç: 590). Tabiat: Romanlarda tabiata ve tabiat varlıklarına da genişçe yer verilmektedir. Tabiat varlıkları kutsal ve canlıdır. Ayrıca tabiatın kendisi de kutsal ve canlı bir varlıktır. Her birinin ayrı canı ve ruhu vardır. Onları üzmemek ve incitmemek gerekmektedir. Od, gök, bozkır (dağ, taş, ağaç, ot, yaprak) yel, turna gibi birçok tabiat varlığının tasvirine romanlarda yer verilmiştir. 37 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Kutsal varlıklardan biri de ateştir. Romanda şöyle ifade edilir: “Od mutlu ama ben mutsuzum. Zaten görevin, od’u mutlu etmek, kendini değil.” (Ç: 7). “Od’u kızdırması demek, Gök’ü kızdırması demekti.” (Ç: 13). Burada ateş, mutlu edilmesi, memnun edilmesi, kızdırılmaması gereken canlı ve kutsal bir varlık olarak düşünülmüştür. Ateşi sevmek lâzım geldiği, ateşe sevgi ile yaklaşmak gerektiği anlatılmaktadır. Hunlar tabiatın bütün varlıklarını severler ve korurlar. Bunlardan biri de topraktır. Hunların toprak sevgisi şöyle belirtilir: “Dosttu aslında Hunlar. Kangdaştı toprakla. ayrılmaz bir bütün, her fırsatta kavuşan iki sevgili… Hunlar toprağı severler, toprak Hunları. -Gök kadar değil.” (T: 63). Burada toprak kavramının Hunlar için gök gibi, onun kadar olmasa da, kutsal bir varlık olduğu ifade edilmektedir. Hunların toprağa bakışı, Mete Han’dan sonra genişler ve daha farklı boyut kazanır. Mete “toprak devletin temelidir” der. Bu söz, Mete Han’dan sonra devletin temel prensibi olur (Gumilev 2002: 94). Mete Han, bütün davranışlarıyla toprağın vatan olduğunu, bunun için kutsal ve değerli olduğunu ortaya koymuştur. Onun, atı ve kadını düşmana gönderip çorak bir toprak parçası için savaşı göze alması, bu görüşün en karakteristik örneğidir. Burada toprak olgusunun, estetik ve coğrafî boyutu aştığını, devletin gücünün ve milletin varlığının simgesi hâline geldiğini, kutsal ve sarsılmaz bir değer olarak toplumun hafızasında yer aldığını görmekteyiz. Hunların kutsal değerlerinden biri de bozkırdır. Hunların bozkıra bakışı şöyle anlatılıyor: “Bozkır, insanı düşsel yapar. Görmek istediğini gösterir, inanmak istediğine inandırır. Geceleri, karanlık basınca bozkır konuşur. Dağlar konuşur. Taşlar, ağaçlar, otlar, yapraklar…Hatta yel bile fısıldar insanın kulağına. Gölgeler büyür küçülür, yansımalardan. Bir şeylere benzer, benzetilir. Düşsel öğelerin esiri olur insan.” (Ç: 158). Mevsimler içinde en çok değer verdikleri bahardır. Baharın gelişi şairane ve edebî bir üslûpla anlatılır. “Güneşin soğuğu yenmesinin utkusudur bahar. Yeniden doğuşun örneğidir. Uzun süren bir savaş sonunda, doğayı ısıtmayı başaran güneş, beraberinde bereketi, güzelliği ve üretimi getirir. Yeşile tutunur bütün renkler, teslim olur. Sürüler yeşile koşar. Sular bir başka çağlar. Ağaçlar, yepyeni giysilere bürünür. Neşenin tanımı yoktur, çünkü gereğincedir. Bahar gelmiştir, daha ne olsun? Bahar bir başka karşılanır Hun İli’nde.” (K: 287). 38 Romanlarda tabiat ve tabiat varlıkları üzerinde durulur, tasvirler yapılır. Bunlar arasında turna hakkında uzun tasvirler yapılmıştır. Oradan alınan birkaç cümle şöyledir: F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. “Hun, Turna’ya benzetir kendini. Turnayı sever sayar.” (Ç: 422). “Göç kuşları… Göçerlerin arkadaşları… Turna bir başkadır. Turna kutlu. Turna vefalı. Turna özgürlüğüne düşkün.” (Ç: 422). Burada turna estetik bir şekilde tasvir edilmiş, ayrıca turna ile Hunlar arasında münasebet kurulmuştur. 2. Romanlarda Ele Alınan Meseleler: Bu bölüm, devlet fikri, Çin ve siyaset, istihbarat, askerlik ve savaş, adalet kavramı ve töre, ekonomi ve ticaret, eğitim, meslekler, günlük hayat ve yaşayış olmak üzere dokuz altbölümde ele alınmıştır. Devlet Fikri: Romanlarda devlet kavramı ayrıntılı olarak işlenmektedir. Yazar güçlü devlet imajını sık sık vurgular. Hun devletinin güçlü olduğunu her fırsatta belirtir. Devlet fikri Duman’ın düşleri ile başlar. Devlet ve millet fikri, Hunları birleştirmek fikri, Duman’dan itibaren tekrarlanır. Duman babasına, durmadan büyük devlet olmaktan bahseder. Devletin gücü ve büyüklüğü, ihtişamı her tarafa yansır. Aynı şekilde devletin zayıflığı ve geriliği de her yerde görünür, belli olur. Devlet fikrini biz Mehmet Âkif’te de görürüz. Âsım kitabında şair, Kartal’da gittiği bir köy düğününden bahseder. Bu köy düğününde gördüğü perişan, güçsüz kuvvetsiz insanlar, zayıf ve cılız hayvanlar, çorak ve kurak tabiat, devletin perişanlığını göstermektedirler. Devletin perişan hali, sahip olduğu bütün unsurlara yansımıştır. Düğünde kırk elli kişi otsuz bir çayırın karşısında toplanmışlardır. Hepsi “bet beniz sapsarı”, şiş karınlı, kamburu çıkmış, göğüsleri çökmüş, gözler bulanık, göz kapakları şiş, buruşuk yüzlü, dalgın bakışlı, sıtmalı, sıska, ihtiyar görünümlü insanlardır. Davullar “tık nefes”, zurna “hım hım”dır. Pehlivanlar sıska ve çelimsizdir (Ersoy 1955: 380-381). Şair bu durumu uzun ve ayrıntılı olarak tasvir eder. Âkif bu tezatlarla güçlülüğü ve zayıflığı anlatır. Âkif’in yukarda özetlenen uzun ve ayrıntılı olarak tasvir ettiği “güçlü devlet” imajı, Kiok Han romanında “Bu bahar çok verimli olacak!”, “Devletin gücü yansıyordu sanki her yana. Devlet güçlüyse doğa da senden yana…” şeklinde ifade edilir (K: 290). Yazar bütün romanlarında devletin önemini belirtir ve özelliklerini vurgular. Devlet atı, devlet avı gibi pek çok varlığın kurumsal olduğunu belirtir. Devlet kavramını yüceltir ve Hunların büyük ve sistemli bir devlet kurduklarını söyler. Romancının verdiği bilgilerin, Hunlardan bahseden bütün tarih kitaplarında mevcut olduğu görülmektedir. Hunlar üzerinde araştırma yapan yerli ve yabancı tarihçiler Hunların büyük, düzenli ve sürekli bir devlet kurduklarından ve bu devletin uzun süreli olduğundan bahsetmektedirler. 39 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Romanlarda, üzerinde durulan bir başka nokta, barış ve devletin yapılanmasıdır. Devlet için savaş kadar barış da önemlidir. Barış zamanında oturmak ve devleti yapılandırmak lâzımdır... Romanlarda bu konu üzerinde de durulur. Ayguçi Uluğ Ata, Mete Han’a artık savaşa gitmemesini, Ötüken’de oturmasını, devlet işleriyle ilgilenmesini söyler. Halkının sana ihtiyacı var, der. Romanda bu husus, şöyle belirtiliyor: “Mete Tanhu, uzun bir süre akına çıkmayacak. Uluğ Ata’nın nasihatı bu! Onun yeterince savaştığını düşünüyor. -Devletin sana ihtiyacı var Mete Tanhu! diyor. Ötüken’de otur biraz! Devleti yönet! Yapılandır. Eksikleri tamamla! Senin usun gerek artık, kılıcından çok.” (M: 438). Büyük devlet olmak için büyük kan, yani savaş ve zafer gerekir. Ama alın teri, emek, adalet, düzen de lâzımdır (M: 439). Kalıcı olmak lâzımdır. Artık eserler bırakmak gerekir… (M: 439). Burada gelecek fikri oluştuğunu görmekteyiz. Burada devleti meydana getiren kurumların oluşmasına önem verildiği görülmektedir. Devletin sembolleri vardır. Tuğlar ve bayraklar, bağımsız devletin sembolleridir. Romanlarda sık sık Hun devletinin varlığı ve gücü, onu simgeleyen tuğlar ve bayraklarla belirtilir ve yüceltilir. Hun devletinin yapısı, danışma olgusuna dayanır. Han, mutlak ve bağımsız değildir. Kararlarını danışarak almak zorundadır. Başlıca iki danışma kurumu vardır. Bunlar büyük kurultay ile ayguçilerdir. Bu bir töredir. Romanlarda bu durum, vurgulanır ve bu töre’nin önemi belirtilir. Devlet yapısını meydana getirmek ve devam ettirebilmek için birtakım kavramlara ve fikirlere ihtiyaç vardır. Bunlar hâkimiyet arzusu ve yönetme isteği, ideal ve idealizm, kudret, birlik ve beraberlik, milliyetçilik, vatan duygusu gibi değerlerdir. Mete Han, Çin imparatoruna yazdığı mektuplardan birinde tek ve büyük bir devlet kurduğunu söyler ve kuzeydeki bütün yay çeken kavimleri birleştirdiğini, çünkü onların zaten bir olduğunu, aynı olduğunu söyler. Bu düşünce, o devir için hayli ileri bir millî şuurun ve olgun bir milliyetçilik anlayışının ifadesidir. Romanda bu durum, “bütün yay çeken budunları Hun yaptım”, diye daha açık bir şekilde ifade edilmiştir (M: 523). Hunların, destanı ve düşü çok sevdiğini bilen Mete Han, onlara Çin Seddi gibi bir duvar yapmanın doğru olmadığını belirtir. Onun yerine zihinlerine, yıkılması imkânsız bir manevî duvar yapacağını söyler. Bu, Mete Han’ın Hunlara vereceği idealdir. Mete Han “acunu Hunlar yönetmeli”, demiştir. Mete Han’a inanan ve güvenen Hun budunu, yüzyıllarca bu düşün arkasından gider (M: 444). Bu, dünyaya hâkim olma arzusudur. İdealizm (mefkûrecilik), romanda “büyük düş” diye geçer. Devletin unsurlarından biri de kudrettir. Romanda devletin kudreti şöyle anlatılıyor: 40 “Mete Tanhu’nun adaletli yönetimi, üleşteki haktanırlığı, yiğitliği, kazandığı utkular, kendini acunun hâkimi sanan budunları, kralları dize getirmesi, Hun İlini çekici F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. kılıyordu. Bu nedenle artık savaşsız kazanıyorduk budunları. Bunların başında bizimle aynı soydan, aynı dilden budunlar geliyordu.” (M: 465). Mete Han romanında, bütün bu kurumları gerçekleştirmek için bazı hasletlere sahip olmak gerektiği belirtilmiştir. Bunlar sabır, devamlılık ve kararlılık, planlı olma, düzen ve disiplin, sürekli ve sıkı bir çalışma gibi değerlerdir. Bütün bu meziyetlere sahip olan Mete Han, güçlü ve üstün bir devlet yapısı meydana getirebilmiştir. Hun Devletinin sağlamlığı ve Mete Han’ın devlet için önemi, Salık tarafından şöyle belirtilir: “Mete Han gibi bir han, bir daha gelmeyecek ve Hun budun onu asla unutmayacak! Acun onu asla unutmayacak!” “Hun Devleti çok sağlam temellere oturmuştu. Mete Han’dan sonrası…” (M: 535). Mete Han romanında kalıcılık, ölümsüzlük, geleceğe hitap etme üzerinde de durulmaktadır. Uluğ Ata’yı tanıdıktan sonra bunun değerini kavrayan Salık, onun vasiyetine uyarak taş yazıtları yazdırmaya ve onları çok derine gömdürmeye devam ediyor… Bu düşünce, gelişmiş bir tarih anlayışını göstermektedir. Talay’ın resim çizmesi, çizgilerle olayları ve tarihleri anlatması, Uluğ Ata’nın taşlara tarihi yazdırması, destancıların ve ozanların destanları anlatmaları hep bunun işaretleridir. Daha sonra Göktürkler çağında aynı düşünce ile davranan Bilge Kağan, Orhun Âbidelerini yazdırarak kendini ve devletini ölümsüzlüğe ulaştırmıştır. Ayrıca geleceğe de unutulmayacak mesajlar vermiştir. Aynı zamanda, kullandığı Türkçe ile, hitabetiyle, Türk dilinin ve edebiyatının zengin örneklerini vermiş olmaktadır. Salık bunu “Uluğ Ata’nın sayrılığında bir kez daha farkettim ki acun geçicidir. Kalıcı olmak için kalıcı işler yapmak gerek. Bu nedenle yaşananları taşlara kaydettiriyor Uluğ Ata…” diye ifade ediyor (M: 465). Salık “Taş yazıtlara sahip çık. Devamını getir. Unutulmasın olanlar…” diyen Uluğ Ata’nın ve yaptığı işin önemini, büyüklüğünü anlamış bulunmaktadır (M: 505). Üzerinde durulması gereken bir başka şey, Mete Han’ın koyduğu ve töre hâline getirdiği Tailin yaylasında yapılan nüfus sayımıdır. Bu nüfus sayımı, Kiok Han zamanında Ötüken’e gelen vezir Yüeh tarafından kayıt altına alınmıştır. Bir başka yenilik ve ilerilik de, Kiok Han zamanında vezir Yüeh’in tavsiyesiyle buduna konulan vergi sistemidir. Devletin bir göstergesi de yoldur. Devlet yollar yapar, bu yollarda insanlar emin ve güvenli bir şekilde dolaşırlar. Çünkü devletin görevi bu yolların emniyetini ve güvenliğini sağlamaktır (Ç: 44). Romanlarda yol, devletin önemli bir belirtisi, alâmeti olarak sunulur. Mete Han romanında Çinliler, Hunlardan aldıkları topraklara şehirler kurmuşlar ve yollar yapmışlardır. Böylece şehirler birbirine bağlanmış, ticaret, Çinliler için kolaylaşmış, Hunların oralara girmesi ise zorlaşmıştır. Çinlilerin yaptıkları bu yollar “inanılmaz bir hızla vadileri aşıyor, dağları geçiyor, ırmakları kesiyor, uzuyor, uzuyordu” diye tasvir edilir (M: 119). 41 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Çin ve Siyaset: Romanlarda Çin’in durumu, Çin’in Hun Devletine karşı tavrı üzerinde de durulmuştur. Hun akınlarından korkan Çin, bu akınlara mani olmak için duvar yaptırmaya başlamıştır. İmparator Şi-Huang-ti zamanında bu duvar geliştirilmiş, birleştirilmiş, aralara kuleler konulmuş ve Çin Seddi hâline getirilmiştir. Çin, savaşla yenemediği Hunlara karşı çeşitli korunma ve yenme yolları denemiştir. Hun ülkesine hizmetkâr, tacir, elçi görünümünde çaşıtlar göndermiş, Hunlar hakkında bilgi almaya çalışmıştır. Hun hanlarına zaman zaman Çin prensesleri göndermiştir. Çin prensesleri de her zaman Çin Devleti için çalışan casuslar olmuşlardır. Çin, Hunlar arasında fitne ve dedikodu yaymada, Hunları birbirine düşürmede de çok başarılı olmuştur. Romanlarda bütün bunlar üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur. Romanlarda Çin’den ve o yıllardaki Çin İmparatorlarından ayrıntılı olarak bahsedildiği görülmektedir. İstihbarat: Dış siyaset, düşman devletlerle başetme, güçlü bir istihbarat ile mümkündür. Mete Han ve Kiok Han zamanlarında buna dair örnekler görülmüştür. Sağlam bir istihbarat ağı kurmuş olan Kiok Han’ın, Çin’de yapılan hazırlıkları zamanında öğrenip tedbir alması gibi. Askerlik ve Savaş: Hunlar için en önemli konu, savaştır. Hunlar savaşçı bir millettir. Savaşlarda ve akınlarda da çok başarılıdırlar. Tarihlerin “ata yapışık budun” diye kaydettiği Hunlar, at üzerinde başka milletlerin yapamadığı becerileri kazanmışlar, düşmanlarını bu yolla rahatlıkla yenmişlerdir. Salık, Hunları “Ata yapışık budun diye anılırız acunda. Her şeyimizi at üzerinde yapmayı isteriz, bunu beceririz de. Hatta uzun yollar giderken at üzerinde uyuruz.” diye anlatıyor. (M: 14-15). Hunlar çok uzaktan ok atıp hedefe isabet ettirme hünerine sahiptirler. Ayrıca geriye dönüp ok atarak hedefi vurmada da çok ustadırlar. Romanlarda bu savaşçılara “Kartal Savaşçıları” ve “Börüler” isimleri verilmiştir. Savaşçıların maharetleri, özellikleri uzun ve ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Savaş taktiklerinin akın, geri çekilme, tekrar saldırma şeklinde üç aşamalı olduğu belirtilmiştir. Savaşçılar, özel savaşçılar (Kartal Savaşçıları), zorlu, sıkı, düzenli, disiplinli bir eğitimden geçirilir. Hunlar savaş alışkanlıklarını, ok atma, at sürme becerilerini kaybetmemek, sağlam, diri, üstün tutmak, keskin nişancılıklarını korumak için devamlı eğitim yaparlar. Zorlu bir eğitimden geçerler. Özelliklerinden biri de atı kullanmadaki maharetleri ve süratleridir. Onlar “görünmeyen savaşçılar” olarak tasvir edilirler. Değişik yollardan çok hızlı bir şekilde giderek birden Çin sınırında beliriverirler. Bütün bu özellikleri onların kendilerinden sayıca kat kat üstün Çin ordularını rahatlıkla yenmelerini sağlamıştır. Hun ordusu çevik, hızlı ve hareketlidir (M: 422). Hızla ve korkusuz hareket ederler (M: 425). En zor şartlarda savaşmasını bilirler. Hun savaşçısının özellikleri “çeviklik, hız, dikkat, beceri” diye belirtilir (Ç: 129). Hun savaşları şöyle anlatılıyor: 42 “….Akın ve geri çekilme… Çin’i canından bezdirmeye yetiyordu. “Hak ettikleri budur! F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Yaza doğru yeniden büyük bir devlet akını yapılacağı, Kiok Han’ın ordusunun başında, Çin’e gireceği söylentisi dolaşıyordu. Hun Budun büyük bir mutlulukla bu akına hazırlanıyordu. Göçler yaylalara yönlendirilip, sürüler rahata kavuştuktan sonra kim tutardı artık onları? Kimse tutamazdı. Hun İli mutluluk içinde iken Çin, düşünceli, huzursuz ve yorgundu. Ardı arkası kesilmeyen, önü alınamayan, büyük kayıplara sebep olan Hun akınlarını durdurmanın yolu aranıyordu.” (K: 291). Mete Han’ın getirdiği savaş taktikleri ise Hun akıncılarının üstün ve yenilmez olmasını, asırlarca efsaneleşmesini sağlamıştır. “At Rengi Kuşatması” bu taktiklerden en önemlisidir. Hun savaşçıları devamlı eğitim yaparlar. Avlar (sürek avı, devlet avı) hem savaş için bir talimdir, hem de yiyecek temini için gereklidir. Dayanıklı ve seri Fergana atlarına binerler. Bunlar, tarihe “kanatlı atlar” diye geçmiş ve efsaneleşmiş atlardır. Atı hem bir savaş aracı, hem de ev olarak kullanırlar. Ok ve yay yapımında ileridirler. Hun savaşçıları için at, yay, ok en önemli ve vazgeçilmez vasıtalardır. Romanlarda at, bu özellikleriyle yer tutar. At, sahibinin dilinden anlayan, insana yakın, neredeyse destanî bir varlıktır. Mete Han’ın atı “destansı, kutlu bir devlet atı” olarak belirtilir (Ç: 56). Türk tarihi üzerinde araştırma yapan Jean-Paul Roux, Hunlar için “sanki at üstünde doğmuş” olduklarını söyler ve onların at üzerinde yaptıkları faaliyetleri, “orada düş kurar, orada yemek yerler, hatta kimi zaman yine orada uyuklarlardı” diye belirtir (Roux 1998: 76). Avı da “savaşı en iyi öğreten bir etkinlik” diye açıklar (Roux 1998: 77). Hun savaşçısının en önemli silâhı, yaydır. Özel ağaçtan yapılır. “Sert, dayanıklı, bir o kadar esnek, kırılmayan ağaçtan.” Üzeri deri veya kemikle kaplanır. (T: 124). Adalet Kavramı ve Töre: Romanlarda töre olgusu sık sık vurgulanır ve adalet kavramına dair çeşitli örnekler verilir. Bunların en önemlilerinden biri ayguçi Uluğ Ata’nın Mete Han’dan istekleri arasında şöyle belirtilir: “Töre konulduktan sonra ne olursa olsun değiştirilmemesi, uygulamada asla değişik kişilere göre, davranılmaması, danışmanın esas olması, Han’ın kurultayın aldığı kararlara mutlaka uyması, âdil ve eşit bir yönetim, boylar arası denge…” (M: 358-359). Bu, adalet ve töre kavramının Türklerde ne kadar eski olduğunu gösteriyor. Mete Han, âdil ve eşit bir yönetim kurmuş, düşmanları bile onun adaletine güvenmiş ve bu adaletten şüphe etmemişlerdir. Töreden ayrılmak çok büyük, ölümcül bir suçtur. Töreden ayrılan Teoman Han, bu suçunun bedelini hayatıyla ödemiştir. Töre çok önemlidir. Çiçi Han romanında “Töre! Bir anlayış! Zamanın geçmişten bugüne taşıdığı kurallar zinciri! Tecrübelerle elde edilmiş sonuç… Sadece uygulanır…” diye ifade edilir (Ç: 132). Adalet, Hun Devletinin temelidir (K: 106). 43 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Mete Han’ın oğlu Kiok Tigin’e ölmeden önce yaptığı nasihatler, yani vasiyeti, adalet ve töre anlayışını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. “Yoldaşlarını iyi seç oğul! Onları koru ve kolla. Mutlaka dinle. Kurultayları sakın ihmal etme. Tailin’de sayımı da… Budunu töre ve gelenekler yaşatır! Danışma müessesesini koru. İyi ve saygın bir ayguçi seç. Kurultaya danış bunu yaparken. Hun birliğini bozdurma. Bozmak isteyenleri asla bağışlama. Anlaşmalara uy. Sözünden dönme! Yağılarının ardına düş. Hun iline saldıranlara misliyle karşılık ver! Bir de… Töreyi uygula. Adaletli ol!” (M: 538). Ekonomi ve Ticaret: Güçlü bir devlet kurmak ve onu sürdürmek için ekonomik durum önemlidir. Bunun için budunun zenginlik ve refah içinde olması lâzımdır. Hunlar güçlü oldukları yüzyıllarda İpek Yolunu, ticaret yollarını ellerinde tutmuşlar, bundan dolayı diğer budunlara üstünlük sağlamışlardır. Kiok Han romanında yoksul bir Hun köylüsü olan Talay, aşevine yemek yemeye gidince dikkat çekmiş, bu durum da romanda belirtilmiştir. Mete Han romanında Hunların zenginliği ve refah içinde oldukları sık sık belirtilir. Budunun zenginliği, büyük devlet olmanın gereği olarak gösterilir. Hunlar şehirler kurmuşlar ve zenginleşmişlerdir. Kurdukları şehirler asırlar boyu, büyük şehirler olarak devam etmiş ve üstünlüklerini korumuştur. Eğitim: Hunlarda her alanda sıkı ve düzenli bir eğitim görülmektedir. Bu alanların başında askerlik gelir. Romanlarda askerlik ve savaşçılık ile ilgili bilgiler, yeri geldikçe verilmiş, savaş düzeni, askerlik eğitimi anlatılmıştır. Bunlar arasında avlar (sürek avı, devlet avı), yarışlar, akınlar ve talimler sürekli olarak yapılanlardır. Diğer bir eğitim ve öğretim yolu, öğütlerdir. Öğütlerin Türk hayatında çok önemli bir yeri vardır. Bu, çok eski bir gelenektir. Tecrübe, bilgi, töre, sosyal ve ferdî değerler, adalet kavramı bu öğütlerle yeni nesillere aktarılır. Dede Korkut Hikâyelerinde de görülen bu tavır, sosyal ve ferdî bir nitelik taşır (Bu hikâyelerde Dede Korkut, Şaman’ın, Kam’ın veya aile büyüğünün simgesi olur. Dede Korkut veya Korkut Ata, hikâyelerde arka planda daima ağırlığını hissettirir bir şekilde durmakta, karakterlere yön vermektedir). Romanlarda bunlara da yer verilmiştir. Birkaç örnek verelim: Teoman romanında Şaman’ın Duman’a töreden ayrılma diye verdiği öğüt, Mete Han’ın ölmeden önce Kiok Han’a vasiyeti, bütün romanlarda Şamanların söyledikleri, ayguçilerin tavsiyeleri gibi. Bu romanların önemli bir özelliği de, ibret verici bir nitelik taşımasıdır. Yazar tarihte vuku bulan olayları anlatırken yapılan yanlışlara da dikkat çeker. Bir taraftan tarihi, bütün bilinen gerçekliği ile ortaya koyarken diğer taraftan da yanlışlara işaret eder ve ibret verici noktaları vurgular. Öğütler, Türklerin hayatında çok büyük bir yer tutarlar. Çok farklı zamanlarda yazılan eserlerde bunlara dair karakteristik örnekler bulmaktayız. Bunlardan biri de Mübadiller romanında karşımıza çıkar. Romanda Abdurrahman Ağa kadınlara ve erkeklere ayrı ayrı şu öğütleri vermektedir: 44 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. “Bak Fatme Hanım! Çocuklara diyeceklerimi sen de dinle! Yeni memlekette üç şeye dikkat edin. Rumeli’de elimiz açık idi, kapımız açık idi, soframız açık idi. Anadolu’da da öyle olun!” (Gürbüz 2008: 479). “Oğlanlar! Üç şeye gözünüz kapalı olsun! Kimsenin ayıbını görmeyesiniz. Bu biir. iki, diliniz, ağzınız kapalı olsun; kimseye fena söz söylemeyesiniz. Üç, beliniz bağlı olsun; kimsenin kızına, namusuna göz dikmeyin.” (Gürbüz 2008: 479). Görüldüğü gibi Abdurrahman Ağa’nın nasihatleri, Eski Türklerden beri gelen Şamanların, bilgelerin, ozanların öğütlerine çok benzemektedir. Bu da, törelerin, değer yargılarının, hayata bakışın, hayat anlayışının, yalnız eserlerle değil sözlü gelenek vasıtasıyla da nasıl günümüze kadar geldiğini göstermektedir. Gerek Mübadiller romanında, gerekse Hun tarihini konu alan romanlarda, değerlerin yüzyılları aşarak devam ettiği ve çok güçlü bir şekilde hayatımızda yer aldığını görmekteyiz. Meslekler: Romanlarda bazı karakterler, özel adlarıyla değil meslekleriyle anılır. Yaycı, Destancı, Ozan gibi. Ozanlar, Kamlar ve Şamanlar gelecekten haber vermeye ve budunu uyarmaya çalışırlar. Her zaman birlik, adalet, dürüstlük gibi ferdî ve beşerî değerleri yüceltirler. İnsan olmanın ve ölümsüzlüğe ulaşmanın faziletlerini anlatmaya, öğretmeye çalışırlar. Doğru yolu göstermeye gayret ederler. Romanlarda karakterler, isimleriyle değil meslekleriyle tanınırlar. Romanlarda bu konuda önemli kişilerden biri de yaycıdır. Duman’a yay yapmaya gelen Yaycı bir sene kalır, Duman’a pek çok şey öğretir. Yay yapımının incelikleri, malzemesi, ince işçilik ve ustalık, hepsini anlatarak ve göstererek Duman’a anlatır. Bütün bunlar Duman’ın ilgisini çekmiştir. Yaycı, yay yapımının bir ata mesleği olduğunu, öyle kolay öğrenilmeyeceğini söyler (T: 91). Yay için dört şey lâzım olduğunu belirtir. Bunlar ağaç, boynuz, hayvan siniri ve tutkaldır. Yaycı bunların nasıl bir araya getirileceğini ve nasıl kullanılacağını da anlatır. Önemli olan, Duman gibi özel birine özel bir yay yapmaktır. Bu özel yayın özellikleri de şöyle belirtilir: “Yay yapımında böylesi işler olduğunu bilmiyordu Duman. Oysa ustanın derdi, onun gelecekteki vücut gelişimini tahmin ederek, her zaman kullanacağı bir yay yapmaktı. Bütün gücünü kullanabileceği, yayı gererken zorlanmayacağı, hızını arttırıcı, hedefi vurmada kolaylaştırıcı… Özel bir yay.” (T: 88). Yaycı yay üzerine bir destan bile olduğunu söyler. Bu destanı şöyle anlatır: “Köklerimizin yaratıldığı Altay Dağları’nda bir destan doğmuş, yay üzerine. Derler ki Kara Atlı Han diye bir han, kendine yay yapmak için yedi dağ dolaşır, yedi erkek geyiğin boynuzunu alırmış. Bu yedi boynuzu yan yana getirir, yapıştırır kendine bir yay yaparmış. Bu yaya gereken kirişin de özel olması gerek ya. İşte onun için de Yağan diye bilinen bir canavarın derisini kullanırmış.” (T: 95). Önemli ve özel bir meslek de ayguçiliktir. Ayguçilerin işi de önemli ve kutsaldır. Onlar Hanlara danışmanlık yapmakta, yanlış yaptıkları zaman onları uyarmakta, onlara doğruyu göstermektedirler. 45 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Toplumda saygı gören bir diğer grup, Şamanlardır. Hunlar, Şamanları sever sayar, onlardan çekinir, onların sözlerini dinlerler. Bütün romanlarda Şamanlara geniş, ayrı bir yer verilir, onlara değer verilir, onların her sözü, her davranışı anlamlı ve kutsaldır. Onların dediklerine uyulur, çünkü onların bir bildikleri olduğuna inanılır. Gölgelerden ve karanlıktan korkan, bunların kötü ruhlarla ilgisi olduğuna inanan Hunlar, bu korkularını ancak Şamanların âyinleri ile giderebilirler. Günlük Hayat ve Yaşayış: Romanlarda Hunların yaşayışları hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiş bulunmaktadır. Bunlar, Hunların savaş ve barış zamanlarında neler yaptıkları, nasıl vakit geçirdikleri, eğlenceleri, yemekleri ile ilgili bilgilerdir. Bu bilgiler de roman kurgusu içinde devrin havasını yansıtacak bir şekilde anlatılmaktadır. Şölenler, ad verme törenleri, yoğ törenleri, yarışlar, avlar, romanlarda en çok ve en sık geçen ritüellerdir. Bunlar romanlarda teferruatlı bir biçimde anlatılır. Hunlarda soyluluk olgusunun bulunduğu, han, bey ve yabgu gibi yöneticilerin belli boylardan seçildiği bilinmektedir. Romanlarda sosyal sınıflar üzerinde fazla durulmadığı görülür. Bazı boyların asil olduğu, Hanların o boylardan seçildiği sadece birkaç kere söylenmiş, üzerinde ayrıntılı olarak durulmamıştır. Esasen Hun devlet yaşayışı içinde bu konu çok da önemli değildir. Devletin güçlü zamanlarında herkes sırasını ve yerini bilmekte, ona göre davranmaktadır. Devletin zayıf zamanlarında ise böyle bir problem daima çıkmış, Hun boyları birbirlerinden ayrılmış ve birbirlerine düşman olmuş, başta Çin olmak üzere de bu ayrılık körüklenmiştir. Bu durum da, Hun Devletinin sonunu getiren bir davranış olmuştur. Bazı Hun boylarının asil olduğu (Huyen boyu, Hoçi Boyu gibi) ve hanların bu boylardan seçilmesi gerektiği bir iki yerde belirtilmektedir. Devlet kavramı ve devlete ait eşya ve varlıklar (devlet avı, devlet atı gibi) yüceltilmiş ve bundan dolayı kıymetli oldukları her fırsatta ifade edilmiştir. Romanlarda halk, karabudun diye değil budun diye geçmektedir. Bu da sosyal sınıfların üzerinde açık ve net bir şekilde durulmadığını gösteriyor. Bir başka konu, yaşayış ve kültür farkıdır. Teoman Han zamanında ortaya çıkan bir problem, bu bakımdan üzerinde durulmaya değer. Çin bir prenses göndermiş, Teoman Han da bu prensesle evlenmiştir. Bu prenses zamanla Teoman Han’ı çok etkilemiş, bütün dediklerini yaptırmaya başlamıştır. Çinli prenses Hunların yaşayış şekline ayak uyduramamış, Çin’deki yaşayışını devam ettirmek istemiştir. Teoman Han’dan Çin usulü bir saray yaptırmasını istemiş, Han da onun bu isteğini kabul etmiştir. Çinli prenses için Ötüken’de Çin usulü bir saray yaptırılır ve Çinli prenses bu sarayda yaşamaya başlar. Fakat Teoman Han bu yaşayış tarzına ayak uyduramaz ve otağda kalmaya devam eder. Bu da farklı kültürlerin ve farklı yaşama biçimlerinin olduğunu, birlikte yaşayan insanların bu farklılıktan etkilendiğini göstermektedir. Çin ile Hun devletleri arasında her zaman görülen bu çok büyük kültür farklılığı, her zaman büyük problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Burada önemli olan şey, Teoman Han’ın böyle bir farklılığa razı olması ve bu farklı ve ayrı yaşayışın kendi han olduğu ülkede 46 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. kendi rızasıyla sürdürülmesidir. Zaten problem de buradadır. Teoman Han’ın töreden ayrılmasına ve kendi budununa yabancılaşmasına da, bu gibi olaylar sebep olmuştur. Hunlar hayvancılık ve avcılıkla uğraşmaktadırlar. Romanlarda avcılık üzerinde durulmuş, fakat hayvancılıktan hiç bahsedilmemiştir. Romanlarda ferdî değerlerden bahsedilir. Çalışma, alın teri, emek, yiğitlik ve kahramanlık, ataklık, cesaret, savaşçı bir toplumda her zaman övülen üstün değerler olmuştur. Romanlarda Hunların ölüm karşısındaki tavırlarına da yer verilmektedir. Hunlar ölümden korkmazlar; savaşta ölmek, bir Hun için gurur verici bir şeydir. Ölüm, yok olmak değil, göğe yükselmek, Gök Tanrı’ya kavuşmaktır, mutluluktur. Bu yüzden ölüme de meydan okurlar, korkusuzca savaşırlar. Yiğitlik ve kahramanlık, toplumun üstün değerlerinden biridir. Ad koyma da, gösterilen kahramanlığın ve cesaretin neticesidir. Böylece kahramanlık ve cesaret toplumun değer verdiği, teşvik edilen, mükâfatlandırılan olumlu bir değer haline geliyor (hem sosyal hem ferdî bir değer) ve geliştirilen, gelişen bir değer oluyor. Romanlarda toplum psikolojisi de ele alınmış, halkın çabuk yalana ve dedikoduya kapıldığı, söylenenlere hemen inandığı, söylenenler üzerinde düşünmediği, olayların aslını araştırmadığı üzerinde durulur. Bu, halkın çabuk ve kolay çözüm istediği şeklinde ifade ediliyor. Hunlarla Çinliler arasında yapılan bir savaş dolayısıyla vezir Yüeh bu konunun üzerinde durmuş, Kiok Han’a Çin imparatorunun ve Çin halkının psikolojisini izah etmiş, ne yapılması gerektiğini anlatmaya çalışmıştır. Bu konuya ayrıntılı olarak yer verilmiştir (K: 307). *** Asya Hunları hakkındaki ilk bilgileri Çin kaynaklarından alıyoruz. Çin kaynakları Hunların varlığını M.Ö. 1700’lere kadar götürmektedirler. Fakat bu devreye ait ayrıntılı bilgi, kaynaklarda yer almamaktadır. Hun adının geçtiği ilk tarihî kayıt M.Ö. 318 yılına aittir (Ercilasun 2010: 52). Tuman’ın oğlu Mete (Motun Yabgu) M.Ö. 209-174 tarihleri arasında Hun tahtında hüküm sürmüştür. Onun oğlu Kiok, M.Ö. 174-161 tarihleri arasında Hun Devletini idare etmiştir. Kiok zamanı, Hun Devletinin en güçlü devirlerinden biridir. Kiok romanında da bu güçlülük ve Hunların dünyaya hükmetmesi vurgulanmaktadır. M.Ö. 55 tarihinde Hunlar ikiye bölünmüş ve Çiçi Yabgu Batıya çekilmiştir. M.Ö. 36 yılında Çiçi Yabgu öldürülür. Demek ki Çiçi Han romanı bu tarihler arasındaki olayları anlatmaktadır (Ercilasun 2010: 468). Burada üzerinde durulması gereken en önemli şey, Hunların kurdukları düzenli ve sistemli devlet sistemidir. Bu konuyu Türklerin Psikolojisi adlı kitabında ayrıntılı olarak ele alan Erol Göka, devlet kurmanın önemini belirtir ve “ulus” tarifini bu kavrama oturtur. 47 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar Göka’ya göre devlet çok yüksek bir organizasyondur ve devlet kurmuş halka ulus denir. Devlet, insan topluluklarının kurabildiği en gelişmiş organizasyon şeklidir. Bir topluluk, devlet kurabilmek için bir hukuk üstünde ittifak etmiş olmalıdır. Bu da ancak ortak bir tarih, ortak bir toprak, ortak bir değerler sistemi, ortak bir bellek üzerinde anlaşabilmiş olmak demektir. Ortak bir kamu kültürü, hukuk ve ekonomi üzerinde anlaşmış bulunmak demektir (Göka 2008: 28-29). Göka bunun ortak anadil ile gerçekleştirilebileceğini söyleyerek anadilin insan psikolojisini oluşturmada ve geliştirmede en önemli faktör olduğunu belirtir (Göka 2008: 26, 28). Bu açıdan bakıldığı zaman M. Ö. 300’lerde gelişmiş ve üstün bir devlet kurduğunu bildiğimiz Hunlar, incelenmeye değer çok gelişmiş yapılara, değerlere ve sistemlere sahip bir milletti. Bu gerçekler ise yalnızca tarihî bilgilerle yaşatılacak şeyler değil çeşitli sanat eserleri ile var olabilecek ve kıymet kazanabilecek türden değerlerdir. Romanlardan anlaşıldığı üzere yazar bu romanları kaleme almak için ciddî bir tarih araştırması yapmıştır. Tarihi ayrıntılarıyla anlattığı görülmektedir. Yazarın Hun tarihinden bahseden yerli ve yabancı araştırıcıların kaleme aldığı kitapların pek çoğunu okuduğu anlaşılmaktadır. Bunlar arasında Bahaettin Ögel, İbrahim Kafesoğlu, Abdülkadir İnan, Rene Grousset, Jean-Paul Roux, Lev Nikolayeviç Gumiliev, Liu MauTsai gibi birçok âlimin kitapları bulunmaktadır. Romancı tarihe sadık kalmış, tarihten sapmamış, bu konuda büyük bir titizlik göstermiş ve adeta bir araştırmacı gibi davranmıştır. Son yıllarda eski devirlerle ilgili çalışmalar ilerlemiş, yapılan arkeolojik kazılar da bunu desteklemiş, pek çok Türkolog ve Şarkiyatçının eseri Türkçeye tercüme edilmiş, bütün bunlar ilim âlemine sunulduğu kadar geniş okuyucu ve meraklı kitlesinin önüne açılmış bulunmaktadır. Son zamanlara kadar bu kaynaklar Türk topluluğu için bilinmez ve ulaşılmaz kalmıştı. Şimdi ise yapılan tercümeler ve gelişen yayın imkânları sayesinde kolayca ulaşılabilir hâle gelmiş bulunmaktadır. İşte bu sebeple, Hun tarihi Türk romanı için yeni bir konu olmuştur. Şimdiye kadar Türk romanında en eski Türk tarihi olarak Göktürkler devri ele alınmaktaydı. Atatürk devrinde yazılan romanların ve diğer kurgusal eserlerin bu kadar bilgiye dayanmadığı görülmektedir. Bu yüzden o devirde yazılan tarihî roman, tiyatro gibi eserler uzak ve mitolojik devirleri anlatmakta, belli belirsiz zamanlardan bahsetmekte ve muğlak bilgileri kullanmaktaydı. Faruk Nafiz’in Akın piyesi buna örnektir. Terzioğlu’nun romanları, tarihî romanlardır. Yazar tarihî olayları ve şahsiyetleri ustaca romanlaştırmıştır ve olayları belli başlı Türk hükümdarları etrafında toplamıştır. Bunlar klasik görüşle kaleme alınmış tarihî romanlardır. Olaylar tarihe uygun bir şekilde kronolojik olarak anlatılmıştır. Bu romanlarda tarihî olaylarda gerçeklik, tarihe uygunluk esastır. Bu romanların önemli bir özelliği ve amacı genç nesillere tarihi öğretmek ve sevdirmektir. Bu tip eserler yalnız genç nesillere tarih öğretmekle kalmaz, tarihin canlı kalmasını ve yaşamasını da sağlar. 48 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Romanlarda göze çarpan bir başka nokta, bazı karakterlere insanüstü, destanî bir kimlik verilerek anlatılmasıdır. Yaycı, Destancı, Ozan, Şaman gibi karakterler, romanlarda kutsal destanî şahsiyetler olarak tasvir edilmişlerdir. Bu, hem devirden, hem de mesleklerden gelen bir durumdur. Yazar, konu edilen mesleklere kutsallık vermektedir. Bu suretle romanlar o devrin havasını, anlayışını, inancını ve hayata bakışını yansıtmış olmaktadır. Bir başka özellik, yazarın, olayları uzun ve ayrıntılı anlatmasıdır. Ele aldığı bir şahıs, varlık veya olayı uzun uzun tasvir ederek ve bütün özelliklerini belirterek anlatır. Yaycının yay yapması ve bu arada Duman’la konuşması buna örnektir. Yazar, bir olayın, bir âletin, bir vasıtanın bütün özelliklerini, insanların ona verdikleri değeri, ayrıntılı olarak ve tekrar ederek anlatır ve tasvir eder. Bu, şuurlu yapılmış bir harekettir. Romancı o devrin havasını vermeye çalışmakta, okuyucuda anlattığı olaya veya o devre karşı ilgi, dikkat ve merak uyandırmaya çalışmaktadır. Ayrıca ustalara, işinin ehli olanlara, destanî bir hava vermiş, şamanî vasıflar yüklemiştir. Onları destanlaştırmıştır. Romanlarda devrin yaşama şartları, değer yargıları, inançları, töreleri uzun ve ayrıntılı olarak verilmiştir. Yazarın akıcı, sürükleyici, açık bir üslûbu vardır. Eski Türkçeden aldığı kelimeler ve ifadelerle devrin havasını vermektedir. Cümleleri kısa, açık ve etkilidir. Bu özellikleriyle yazarda Atsız tesiri görülmektedir. Romanın en önemli unsuru olan dramatik unsur, bu romanlarda olay kahramanının kişiliği ve olayların akışı ile sağlanmaktadır. Tarihî macera romanlarının birçoğunda olduğu gibi, dramatik unsur, hayalî bir aşk etrafında yaratılmamıştır. Meselâ Teoman’ın yetişmesi, bütün hayatı, Mete’nin hayatı, yaptıkları, düşünceleri, savaşları, reformları, babasıyla yaşadığı gerilimli gerginlik, romanlarda dramatik yapının esasını teşkil eder. Yazarın burada tamamen gerçeklerden hareket ettiği (ki bu gerçeklere ulaşmak için tarihî kaynakları kullanmıştır), böylece dramatik yapıyı oluşturduğu görülmektedir. Romancı tarihteki hükümdarların kişiliklerini mümkün olduğu kadar gerçeğe uygun bir şekilde yansıtmada başarılı olmuştur. Romanlarda hükümdarların özelliklerinin ortak ve benzer olduğu görülmektedir. İlkçağdan, Mete Handan başlayarak İstemi, Bilge ve Alparslan’la devam eden, Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk ile uzun bir zincir oluşturan hükümdarlar, davranışlarıyla şaşılacak kadar aynı özellikleri göstermekte ve birbirlerine benzemektedirler. Asırlar, şartlar, coğrafya ne kadar değişirse değişsin, o şaşırtıcı benzerlik devam etmektedir. Mete Han’ın Çinlilere olan yenilgiyi kabul etmemesi, At Kenti’ni geri almadaki direnci, kararlılığı, Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale Savaşında askerlere “Düşmandan kaçılmaz” diyerek mani olması ve “Ben size ölmeyi emrediyorum”, diyerek kaçan askerlerin önüne çıkması, Mütareke devrinde İstanbul Boğazı’nda gördüğü İngiliz gemileri için kullandığı “Geldikleri gibi giderler” ifadesi, hep aynı kararlılığın ifadesidir. Mustafa Kemal de Mete Han gibi vatan müdafaasını ve mille49 Eski Türk Tarihinin Romanlaşması: Hunlar tin istiklâlini her şeyden üstün tutmuştur. Kararlı ve planlıdırlar. Mete Han’ın askerlik alanında pek çok buluşu, taktiği, mesela At Rengi Kuşatmasının, yüzyıllar sonra Fatih’in İstanbul’da gemileri karadan yüzdürmesi şeklinde ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz. Mustafa Kemal’in “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır ve o satıh bütün vatandır” görüşü, bir savaş taktiği olarak yenidir ve aynı şekilde bir buluştur; askerlik alanında bir yaratıştır. Bütün bu olaylar benzerlikler, davranışlar, sözler ve diğer bütün kültür izleri, maddî ve manevî kültür vasıtaları, Hunların Türk olduklarını açıkça göstermektedir. Pek çok davranış kalıbı, düşünce tarzı, yorum bugünkü hayata bakışımız Mete ve Teoman Hana, Oğuz Kağana, Hunlara kadar dayanmakta, hattâ dikkati çekecek kadar benzemektedir. Yabancı hayranlığı, yabancılara özenme ve benzeme arzusu, onlar gibi olma isteği, birbirleriyle mücadele ve çekişme, kardeş kavgası, yöneticilik arzusu, trafikte ve günlük hayatta, büyük küçük önemli önemsiz herşeyde gereksiz bir aldırmazlık ve gözü karalık, ölüme meydan okuyuş gibi özellikler bugünkü hayatımıza zannettiğimizden çok daha fazla hâkimdir ve bizi yönetmektedir. Hükmetmek ve yönetmek arzusu, parlak bir zekâ ve yaratıcılık, onun yanında şaşırtıcı ve ürkütücü bir saflık (belki aptallığa varan bir saflık)… Bütün bu özellikler (meziyetler ve kusurlar), herhalde sıradan ve alışılmış olmamanın, olamamanın, daima olağanüstü olmanın ve uçlarda yaşamanın belirtisi olsa gerektir. Son yıllarda yazılan tarihî romanları incelediğimiz zaman, tarihî roman anlayışının yeni bir devreye girdiğini görmekteyiz. Bunlar, tarihi yeniden yorumlayanlar, ayrıntılarıyla tarihteki gerçekleri yazarak tarihi yaşatmaya ve öğretmeye çalışanlar ve tarihî malzemeye fantastik bir boyut kazandıranlar olmak üzere üç grupta toplanabilir. Bunların her biri bir sanatçı için ilgi çekici ve değerli olabilir. Fakat tarihi yeniden yorumlamak veya tarihe fantastik bir boyut kazandırmak için önce tarihi olduğu gibi bilmek ve öğretmek lâzımdır. İşte klasik tarihî roman tarzı, bunun için her zaman gündemde kalabilecek, okuyucu kitlesi bulabilecek ve değerini hiçbir zaman kaybetmeyecek bir türdür. KAYNAKLAR Ahmet B. ERCİLASUN. Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla, Türk Dili Tarihi, Akçağ Yayınları, dokuzuncu baskı, Ankara 2010. Muharrem ERGİN. Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, 21. baskı, İstanbul t.y. Mehmet Âkif ERSOY. “Âsım”, Safahat, Hazırlayan Ömer Rıza Doğrul, İnkılap Kitabevi, dördüncü baskı, İstanbul 1955. Erol GÖKA. Türklerin Psikolojisi, Tarihin Ruhumuzda Bıraktığı İzler, Timaş Yayınları, üçüncü baskı, İstanbul 2008. L. N. GUMİLEV. Hunlar, Çeviren Ahsen Batur, Selenge Yayınları, İstanbul 2002. Yılmaz GÜRBÜZ. Mübadiller, Elips Yayınları, ikinci baskı, Ankara 2008. Jean Paul ROUX. Türklerin Tarihi, Büyük Okyanus’tan Akdeniz’e İki Bin Yıl, Çeviren Galip Üstün, Milliyet Yayınları, altıncı baskı, İstanbul 1998. 50 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Ahmet Haldun TERZİOĞLU. Çiçi Han, Türklere Batının Yolunu Açan Türk Hakanı, Bilge Oğuz Yayınları, ikinci baskı, İstanbul 2010/Ç. Ahmet Haldun TERZİOĞLU. Teoman Han, Büyük Hun Devletini Kuran Türk Hakanı, Kripto Yayınları, Ankara 2011/T. Ahmet Haldun TERZİOĞLU. Mete Han, Türklerin Büyük Hakanı Hun Tanhusu, Kripto Yayınları, Ankara 2011/M. Ahmet Haldun TERZİOĞLU. Kiok Han, Mete Han’ın Oğlu, Hun Tahtının 3. Tanhusu, Kripto Yayınları, Ankara 2011/K. 51 21. Yüzyılda Edebiyat ve Siber-Punk Prof. Dr. Umay GÜNAY B 52 iz 20. yüzyılı temsil edenler 21.yüzyılda şekillenmekte olan dünyayı algılamakta zorlanıyoruz. Bunda mutlaka bir takım yaklaşımlarımızın ve peşin hükümlerimizin de etkisi vardır. Ancak 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte 20.yüzyılın insanlık adına daha iyi bir yüzyıl olması beklenti ve önerilerini aktaran edebi eserlerin ve bu eserler yanında ideolojileri ve çeşitli felsefi akımları tanıtan ve tartışan gazete ve dergilerin payının önemli olduğunu düşünüyorum. Gerek Batıda gerek Türkiye’de 20.yüzyılın şekillenmesinde felsefi ve ideolojik akımların yanında edebî eserlerin etkisi büyüktür. Mensup oldukları ideolojileri yansıttıkları düşünülen bazı yazarların eserleri yasaklanmıştır. İdeologlar ve yazarlar görüşlerini aktardıkları eserler sebebiyle yargılanmışlardır. Çünkü edebiyatın insanın kişiliğini, düşüncelerini ve davranışlarını yönlendireceği düşünülmüştür. Olumlu ve olumsuz anlamda edebiyat ve yaratıcıları önemsenmiştir. Bugün geldiğimiz noktadan bakıldığında 20. yüzyılda yazar ve şâirler sanki insanlık tarihinin altın çağını yaşamış gibi görünüyorlar. Eğitim ve öğretim içinde edebiyata öncelik ve geniş anlam verilmiş hatta liselerde yetenekler gruplandırılırken edebiyat ve fen kolları kurulmuştur. Edebiyat, sosyal bilimlere geçişi sağlayan önemli bir alt yapı olarak kabul edilmiştir. Edebiyat hayatın aynası olduğuna göre insanlığın birikimi bir şekilde edebiyata yansıdığından edebiyat de- F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. ğerlendirmelerinde de bu anlayış etkili olmuştur. İdeolojiler, politik yaklaşımlar ve oluşması istenen yaşama tarzlarıyla ilgili beklentiler, hayata dâir her türlü eleştiri ve umutlar edebî eserlerde yer almıştır. Hayatı büyük ölçüde sembollerle ve bugünkü anlayışımıza göre tek düze anlatan Divan Edebiyatı, Yeni Edebiyat temsilcileri tarafından hayatın her yönünü aksettirmediği ve farklı dünya görüşlerine yer vermediği için hem dili hem içeriğiyle eleştirilerek dışlanmıştır. Böyle değerlendirmeler yapılırken “Edebiyat-ı Cedide /Yeni Edebiyat “ adının ne zamana kadar geçerli olacağı hiç düşünülmemiştir. Yeni yüzyıldan bakınca bu edebiyat da artık eski sıfatını kazanmıştır. 21. yüzyıla girdiğimiz bu dönemde edebî eserler ne kadar yeni yüzyıla ışık tutuyor sorusunu sorduğumuzda yeni yüzyılın gelişmiş dünyada belirsiz bir kargaşa ifade ettiğini algılıyoruz. Biz de ise yeni yüzyıl hemen hemen hiç tartışılmamaktadır. 20 yüzyılın söylem ve tartışmaları devam etmektedir. Gelecekle ilgili politik söylemler de 20. yüzyılın iyi ve kötü kavramlarına ve göreceli hedefleri ifade etmektedir. Edebiyatta bir ölçüde ifade bulan bireysel özgürlükler ve haklar, kadın hakları gibi söylemler Avrupa Birliğinden aktarılan altı doldurulmamış ve bütünleştirilmiş bir dünya görüşüne dayanan bir gelecek senaryosu ve zemini olmadan tekrarlanan kavramlar olarak görülmektedir. Türkiye’deki edebiyat batıdaki akımların bazı serpintilerini aktarmakla beraber büyük ölçüde 20. yüzyıl anlayış ve kabullerini sürdürmekte, ve entelektüel birikimde etkisini kaybetmekte gibi görünmektedir. Anglo-Amerikan edebiyatında ise 20. yüzyılda yapılan bizde de tekrarlanan edebiyat tanımına karşıt görüş belirtmeyen edebiyat eleştirmeni yok gibidir. Bugün yapısalcılık; yapısalcılık sonrası ve yapıbozuculuk gibi dilbilimine dayalı eleştiri kuram ve görüşlerinin Anglo-Amerikan edebiyatını etkilemeleri, post-modernism, post-feminism, koloni-sonrası edebiyat eleştirisi ile kültürel araştırmalar alanlarının popüler kültür ürünlerinin de “edebiyat” kapsamına alınmalarını sağlamaları, günümüzde tekrar edebiyat nedir tartışmasını gündeme getirmiştir. Özellikle post-modernismin alt kültür, üst kültür ayrımının ideolojik olduğunu savunması, “edebiyat” tanımlarının salt üst kültür ürünlerini ve onların da yalnızca bir kısmını içerdikleri ve estetik değerlerin hakim sınıfların ideolojik öğretileri oldukları yolundaki görüşleri, geleneksel edebiyat kavramını ve normlarını yıkmıştır1. Maalesef Türk Edebiyatı alanında çalışanlar kuramlar ve eleştiri geliştirme safhasına geçememiştir. Hem edebiyatımız hem de teorik yaklaşımlar ve metodlar batıdan ödünç alınmış kavramların, ilhamların ışığında oluşturulmaya ve değerlendirilmeye çalışılmaktadır. 21. yüzyıldan dünyaya baktığımızda bilgisayar teknolojisi ile şekillenen ve siber yüzyıl da denilen yeni yüzyılda küreselleşme kavramıyla toplumlar yeknesaklaştırılırken birey denetim altına alınmaktadır. Denetim altına alınan bireyin bir çeşit feryadı kabul edilebilecek siber-punk edebiyat adı verilen bilimkurgu edebiyata bir başkaldırı gibi görünen bir alt tür doğmuştur. 1 Prof. Dr. Oya Batum Menteşe, “Edebiyat Nedir?” .Atılım Üniversitesi WEB Sayfası 53 21. Yüzyılda Edebiyat ve Siber-Punk Siber-punk türü, 1980’lerin başında ortaya çıkmıştır; “sibernetik”(İngilizce: cybernetics/güdümbilim) ve “punk/ saçma/ çürümüş” kelimelerinin bileşimidir. Terim, ilk olarak yazar Bruce Bethke’nin “Amazing Science Fiction Stories” dergisinin Kasım 1983 sayısında yayınlanan “Cyberpunk” adlı kısa öyküsünde kullanılmıştır. Daha sonra William Gibson’ın2 siber uzayı tanımladığı kabul edilen kitabı “Neuromancer” ile kavram daha belirginleşmiştir. Bu eserlerde zaman dilimi genellikle yakın gelecektir ve ortam da genellikle distopyandır/ütopik olmayan /iyi olmayan. Siber-punk türünün yaygın temaları içinde bilgi teknolojilerindeki gelişmeler özellikle İnternet / siber uzay ve şirketlerin devletlerden daha etkin olduğu demokrasi ötesi toplumsal kontrol sistemleridir. Nihilizm3 post-modernizm ve kara film4 teknikleri yaygın olarak kullanılmakta ve lider karakterler memnuniyetsiz ve isyankâr anti-kahramanlardır. Bu karakterlerin çözümsüzlük ve beklentisizlik içinde olmaları bu türü diğer edebiyat akımlarından farklılaştıran özelliklerindendir. Bu türün dikkat çekici yazarları arasında William Gibson Bruce Sterling5 Alfred Bester6 ve Pat Cadigan7 sayılabilir. 1982 yapımı “Blade Runner” filmi ve büyük çoğunluğun bildiği ‘Matrix’ filmi görsel siber-punk türünün en belirgin örnekleridir. Bilimkurgu Ansiklopedisi /“The Encyclopedia of Science and Finction”, siber-punk’u 1980’li yıllarda doğmuş ve popüler olmuş bir edebiyat ekolü olarak tanımlamaktadır. Bruce Bethke’in8 “Cyber-punk” adlı kısa hikâyesi ve William Gibson “Neuromancer” adlı romanı bilinen bilimkurguya farklı bir boyut kazandırmıştır. Birçok önde 2 3 4 5 6 7 8 54 William Ford Gibson (d. 17 Mart 1948) yazdığı bilim kurgu romanları ile tanınır. Siber-punk akımının babası olarak bilinen Gibson’ın ilk romanı Neuromancer, yayınlandığı 1984 yılından beri dünyada 6.5 milyonun üzerinde satmıştır Nihilizm; metafizik ve ahlaki güçleri yok sayan, mevcut olan değerlere ve düzene karşı çıkan, hiçbir iradeye boyun eğmeyen görüşlerin genel adıdır. Nihilizm; bilgi felsefesi, ahlak ve siyaset alanında kabul görmüştür. Ve yine nihilizm, her şeyi, her gerçeği ve değerleri reddetme şeklinde ortaya çıkmıştır. Nihilizm; her türlü bilgi imkanını reddeder ve hiçbir doğru, genel-geçer bilginin olamayacağını savunur. Varlığı her şekliyle şüphe ile karşılar ve hatta yok sayar. Kara film (Fransızca: film noir), Kahramanlarını çürümüş ve itici algılanabilecek bir dünyanın içine yerleştiren Hollywood suç filmlerini tanımlamak için kullanılan bir sinema terimidir. Hollywood’un klasik kara film dönemi, 1940’ların başından 1950’lerin sonuna kadar uzanır. Bu dönemin az ışıklı, siyah beyaz çekilmiş kara filmleri, Alman Dışavurumcu sinemasından etkilenmiştir. İlk kez 1946 yılında İsviçreli eleştirmen Nino Frank tarafından Hollywood filmleri için kullanılan “kara film” terimi, zamanında klasik kara filmler yapmış ve yapmakta olan film yapımcıları ve oyuncular tarafından bilinmiyordu. Pek çoğu, kara filmlere imza atmış olmasına rağmen, böyle bir tür yarattığının farkında olmadığını itiraf etmiştir. Kara film akımının ölçütleri, tarihçiler ve eleştirmenler tarafından sonradan belirlenmiştir. Michael Bruce Sterling 14 Nisan 1954 doğmuş, Amerikalı bilimkurgu yazarıdır. Siber-punk türünü tanımlanmasına katkıda bulunduğu Mirrorshades antolojisindeki romanlarıyla tanınmaktadır. Alfred Bester (18 Aralık 1913 – 30 Eylül 1987) Amerikalı bilimkurgu yazarı, TV ve radyo senaristi, dergi editörü ve çizgi roman çizeridir. Bütün bu alanlarda başarılı olmakla beraber bugün daha çok bilimkurgu yazarlığıyla ve “The Demolished Man” adlı romanıyla 1953 yılında Hugo ödülünü ilk kazanan yazar olarak hatırlanmaktadır. Pat Cadigan (1953 yılında Amerika’da doğan şimdi İngiltere’da yaşayan bilim kurgu yazarıdır. Eserleri siber-punk hareketinin bir parçası olarak kabul edilmektedir. Romanlarının ve kısa hikâyelerinin hepsi insan beyni ile teknoloji arasındaki bağlantıyı araştıran ortak teme sahiptir. Bruce Bethke, 1955 yılında doğmuş, 1983’te yayınlanan ve çok tanınan kısa hikâyesi “Cyberpunk”la bilinen Amerikalı yazardır. Siber-punk teriminin dünyada yaygınlaşması bu hikâye ve “Headcrash” adlı romanıyla gerçekleşmiştir . Bethke’nin siber-punk alt kültürü konusundaki düşünceleri ve “The F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. gelen post-modern akademisyen siber-punk’ı yeni bir akım olarak kabul etmektedir. Siber-punk akımını diğer bilimkurgu veya edebiyat akımlarından farklı kılan önemli bir özellik ise sadece edebiyat dünyası içerisinde kalmayıp günlük hayatta somut yer bulabilmesidir. “Neuromancer”in yayınlanmasının ardından iki üç sene içerisinde siber-punk sadece bir edebi akım olmaktan çıkmış belli kesimler tarafından benimsenen bir alt kültür ve bir hareket halini almıştır. Bu alt kültürün romandan doğduğunu düşünmek eksik bir değerlendirme olur. Batıdaki teknolojik ilerlemeyle şekillenmekte olan siber-çağın hissedilen yansımalarının özellikle genç nesiller tarafından algılanmasına roman bir cevap olmuştur da denilebilir. Edebiyat, bir çeşit hayatın köpüğüdür. Gibson’ın kitaplarında anlattığı doğduğu günden itibaren bilgisayar ile iç içe büyüyen bilgisayarın dilini konuşan yeni nesiller, şekillenmekte olan bu alt kültürü şimdiden benimsemişlerdir. Siber-punk türü eserlerde bilimkurgu eserlerinde olduğu gibi teknolojik ve geleceğe ait objeler veya terimler kullanılmaktadır. Ancak siber-punk kahraman bu teknolojiye baş kaldırı ve mücadele içindedir. Bilim kurgu eserlerinin çoğu kahramanların teknolojiyi kullanarak karşılaştıkları problemleri nasıl çözdüğü ile ilgilidir. Siber-punk diyarında ise birey bu teknoloji ile çatışmaktadır. Siber-punk kahraman için asıl problem, teknolojinin oluşturduğu kültür değişiminin yarattığı ortam ve kabullerdir. Siber-punk yazarları daha çok teknolojinin getirdiği insanı yönlendiren ve yöneten bireysel seçim ve kararları ortadan kaldıran olumsuzluklar ve sorunlar üzerinde durmaktadırlar. Siber-punk dünyasında teknoloji insan hizmetinden çıkmış, insan teknolojinin hem parçası olmuş hem de teknolojinin emrine girmiştir. Kültürü insan yaratmakta ancak bütünüyle hiçbir zaman yönetememekte, kültür insanı yönetmektedir. Siber-uzay denilen alanı da insan yaratmıştır. Ancak ulaşılmakta olan noktada siber-uzay bireyi ve toplumları yöneterek, esir alacak gibi görünmektedir. Siber-punk “yüksek teknoloji - düşük kalitede yaşam” kavramlarına dikkat çekerek ünlenmiş bilimkurgunun alt türüdür. Siber-punk kavramı Bruce Bethke 1980’de yazdığı kısa hikâyenden adını almakla beraber terimin yaygın kabulü hikâyenin basılmasından önce editör Gardner Dozois9 tarafından sağlanmıştır. Dozois, bu yazısında bilgi teknolojisi ve sibernetik gibi bilimler konusunda bilgi verdikten sonra sosyal hayatta getirdiği çöküntü ve radikal değişikliklere dikkat çekmiştir. Lawrence Person’a10, göre siber-punk karakterlerinin ortak özellikleri şöyledir: Distopik/ütopyası olmayan/karamsar geleceklerde toplumdan uzak, günlük yaşamın hızlı teknolojik gelişmelerle sıkıştırıldığı, bilgisayarla işlenmiş bilgilerin yaygınlaşmasıyla ve insan bedenini değiştirebilen saldırgan veri alanlarında yaşayan; farklılaştırılmış ve yabancılaştırılmış karakterlerdir.” Etymology of Cyberpunk” başlıklı, siber-punk etimolojisi ile ilgili bir denemesi kendi web sitesinde yayındadır. . 9 Gardner Raymond Dozois, 23 temmuz 1947’doğan Amerikalı bilimkurgu yazarı ve editörüdür. Asimov’un “Science Fiction” dergisinin 1984- 2004 yılları arasında editörlüğünü yapmıştır. . 10 Lawrence Person, bilimkurgu ile ilgili röportajlar, tanıtma yazıları ve eleştirel makaleler yayınlayan yazılı bilimkurguya odaklanmış Nova Express’in editörüdür. 55 21. Yüzyılda Edebiyat ve Siber-Punk Genelde siber-punk hikâyelerinin konusu, merkezi hackerlar11 yapay zekalar12 ve mega şirketler arasındaki anlaşmazlık ve gerilimlerdir. Siber-punk yazarları, Isaac Asimov’un13 “Foundation” veya Frank Herbert’in14 “Dune”u gibi romanlardaki uzak gelecek kurgularını yakın bir gelecek içine yerleştirmişlerdir. Bu kurgular genellikle endüstriyel distopyalardır. Siber dünyanın15 yaratıcıları ortaya çıkan sıra dışı kültürel tahrik ve teknoloji kullanımının ulaşacağı olumsuz boyutu asla tahmin etmemişlerdir. Sokaklar ve farklı yara- 56 11 Hacker, Türk Dil Kurumu’nun internet üzerindeki sözlüğüne göre bu kelimenin anlamı “Bilgisayar ve haberleşme teknolojileri konusunda bilgi sahibi olan,bilgisayar programlama alanında standartın üzerinde beceriye sahip bulunan ve böylece ileri düzeyde yazılımlar geliştiren ve onları kullanabilen kişi” olarak tanımlanır. Hacker, yetenekli ve zeki bir bilgisayar kurdudur. Gerçek yeteneği ise bilgisayar güvenliği ve mantıksal programlama üzerinedir. Hacker kavramının nasıl Türkçeleştirileceği konusundaki karmaşa dışında, bu kavramın evrensel boyuttaki anlamı da gerçek bir muammadır. Değişik sözlüklerde bu kavram hakkında bazı ortak ifadeler olsa da, bu konuda tam anlamıyla bir mutabakata varılmış değildir. Bilgisayar programcılığı alanında, bir hacker var olan bir birikime bir dizi düzeltme uygulama veya var olan kodları kullanma yoluyla bir amaca ulaşan ya da onu ‘kıran’ bir programcıdır. Türkçede yaygın olarak günlük kullanımda, “hacker” kelimesi “sistem kıran” anlamında olumsuz programcılık görevlerini yapan kişiler için kullanılmaktadır. 12 Yapay zekâ/ Artificial Intelligence, insanın düşünme yöntemlerini analiz ederek bunların benzeri yapay yönergeleri geliştirmeye çalışmaktır.Bir bakış açısına göre, programlanmış bir bilgisayarın düşünme girişimi gibi görünse de bu tanımlar günümüzde hızla değişmekte, öğrenebilen ve gelecekte insan zekâsından bağımsız gelişebilecek bir yapay zekâ kavramına doğru yeni yönelimler oluşmaktadır.Bu yönelim, insanın evreni ve doğayı anlama çabasında kendisine yardımcı olabilecek belki de kendisinden daha zeki, insan ötesi varlıklar meydana getirme düşünün bir ürünüdür.Bu düş, 1920 li yıllarda yazılan ve sonraları Isaac Asimov’u etkileyen modern bilim kurgu edebiyatının öncü yazarlarından Karel Čapek’in eserlerinde dışa vurmuştur. Karel Čapek, R.U.R adlı tiyatro oyununda yapay zekâya sahip robotlar ile insanlığın ortak toplumsal sorunlarını ele alarak 1920 yılında yapay zekânın insan aklından bağımsız gelişebileceğini öngörmüştür. 13 Isaac Asimov, (2 Ocak 1920 - 6 Nisan 1992), Rus asıllı ABD’li yazar ve biyokimyacı.Pek çok konuda eserleri olmakla beraber, bilim kurgu eserleri ve popüler bilim kitapları ile tanınmıştır. Kurgu olmayan çok sayıda eserinin yanı sıra Fantezi dalında da yazmıştır. Dewey Ondalık Sınıflandırma sistemindeki felsefe hariç tüm ana dallarda eserleri vardır. Asimov ortak görüşle bilim kurgu dalının ustasıdır, Robert A. Heinlein ve Arthur C. Clarke ile birlikte yaşadığı dönemde üç büyük bilim kurgu yazarından biri olarak kabul edilmiştir. 14 Frank Patrick Herbert (8 Ekim 1920 - 11 Şubat 1986), Amerikalı bilim kurgu kitapları yazarı, 1938’de üniversiteden mezun olmuş, 1939’da Glendale Star adlı gazetede yazarlık kariyerine başlamıştır. Frank Herbert’in roman yazarlığı kariyeri 1955’te yazdığı Denizdeki Ejderha “The Dragon in The Sea” ile başlamıştır. Adını duyuran ve en önemli eseri olan Dune adlı bilimkurgu serisi için ilk araştırmalarına 1959 yılında başlamış ve kitabı tamamlaması altı yıl sürmüştür. 15 Siber uzay, orijinal anlamını karşılamasa da yaygın olan bir başka kullanımıyla sanal alem/cyberspace terimi bilgisayarların ve onu kullanan insanların İnternet ve benzeri ağlar içinde kurduğu iletişimden doğan sanal gerçeklik ortamını anlatan metaforik bir soyutlamadır. İnternet’e karşılık olarak da kullanılan siber uzay /cyberspace ilk olarak Kanadalı ünlü bilimkurgu yazarı William Gibson tarafından bir bilgisayar korsanının Matrix adı verilen bir bilgisayar sistemine sızarken yaşadıklarını anlatan Neuromancer adlı romanda kullanılmıştır. Bu ünlü roman aynı zamanda sanal gerçeklik /virtual reality, yapay zeka /artificial intelligence ve genetik mühendisliği gibi kavramların da ilk olarak işlendiği eserdir. Çokça birbirine karışıyor olsa da siber ve sanal ayrı kavramlardır. İnternet hem sanal hem de siberdir. Siber terimi sibernetik kökeninden gelmektedir. İlk olarak 1958 yılında (canlılar ve/veya makineler arasındaki iletişim disiplinini inceleyen Sibernetik biliminin babası sayılan) Louis Couffignal tarafından kullanılmıştır. İnternet’i anlatan sanal alem ve siber alem kavramlarının ikisi de doğru bir önermedir. İnternet, iletişim yöntemi açısından siber, yarattığı ortam açısından sanaldır. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. dılışlar bu teknolojiyi kendi amaçları için kullanabileceklerini keşfetmişlerdir. Böylece dünya kurulduğundan bu tarafa süregelen çatışmalar yeni bir anlam ve yeni bir boyutta yeniden şekillenmiştir. Masalların sihirli imkânları gerçek hayatın içine taşınmış, ancak insanların birbirlerine zarar vermeleri engellenememiş ve insanı mutlu edecek sağlıklı ortamlar yaratılamamıştır. Basit ifade ile mitolojilerin anlattıkları gece ile gündüzün iyilikle kötülüğün mücadelesi yeni yüzyılın da temel konusu haline gelmiştir. Masallarda mutlu sonlar varken siber-punk dünyasında mutluluğun ve huzurun yeri olmadığı gibi ulaşma umudu da yer almamaktadır. Bu tür eserlere göre insanlık tarihinde ilk defa bütünüyle umutlar yitirilmiş gibidir. Yazılı edebiyatın başlangıcından itibaren şartlar ne kadar kötü olursa olsun insanlığın dâima umutları ve iyi beklentilerini gerçekleştirecek kahramanları olmuştur. Siber-punk türü hem edebî hem alt kültür olarak bu açıdan çok düşündürücü ve araştırılmaya ihtiyaç gösteren bir alan olarak görülmelidir. Bu türdeki çoğu eserin, atmosferi filmlerin karamsarlığından esinlenmekte ve genelde bu tarzda yazılan kitaplarda polisiye teknikler kullanılmaktadır. İlk zamanlar ve 1980’lerin ortaları boyunca siber-punk’ın post-modernist araştırmaları akademik çevrelerde modaya uygun bir konu haline gelmiştir. Aynı zaman içerisinde Hollywood’u da etkilemiş ve sinemanın bilimkurgu biçimlerinden biri haline gelmiştir. “Blade Runner” “Matrix Trilogy” veya son zamanlardaki P. K. Dick’in “A Scanner Darkly” uyarlaması gibi çoğu etkileyici film siber-punk biçimi ve temasının görsel alandaki göze çarpan örnekleridir. Bilgisayar oyunları board game ve role-playing games ( Shadowrun ya da Cyberpunk 2020 gibi) genelde siber-punk yazılarınca ve filmlerince belirlenmiş hikâye şekillerine sahiptir. 1980’lerin başlarında modada ve müzikte bazı eğilimler de siber-punk’dan etkilenmiştir. Yazarların bir çeşitlilik olarak çalışmaya başladığı siber-punk kavramları bilimkurgunun yeni alt başlığı olarak görülmektedir. Kendi içinde bir takım bölümleri, etkilerine, teknolojiye ve sosyal yansımalarına farklı yollarla dikkat çekmeye çalışılmaktadır. Örnek olarak Tim Powers16 K.W. Jeter17 ve James Blaylock öncülüğünde Steampunk (endüstri çağında siber-punk teması) ve biopunk18 (Paul Di Filippo’nun yazdığı Ribofunk’ı19 da içeren bio-teknolojinin siber-punk temasını başat hale getir16 Timothy Thomas “Tim” Powers 29 Şubat 1952’de doğmuş, Amerikalı bilimkurgu ve fantezi yazarıdır. Powers, Last Call and Declare adlı romanlarıyla “World Fantasy Award” ödülünü iki kere kazanmıştır. 1988’de yayınlanan “On Stranger Tides” adlı romanı “Fourth Pirates of the Caribbean” adlı filme uyarlanmıştır. Powers’ın romanlarının çoğu gizli tarihlerdir. Belgeli tarihi olayları ve tanınmış kişileri kullanmakla beraber onları farklı açılardan gösterirken olağanüstü niteliklerle karakterlerin motivasyon ve hareketlerini şekillendirmektedir. 17 Kevin Wayne Jeter, 1950’de doğmuş Amerikalı bilimkurgu ve korku yazarıdır. Karanlık temlerden, paranoid ve antipatik karakterlerden oluşan edebî üslubuyla tanınmaktadır. Romanları Star Trek, Star Wars evrenlerini şekillendiren romanlar yanında Blade Runner’ın üç bölümünü yazmıştır. 18 Biopunk (“biotechnology” and “punk” kelimelerinin birleştirilmiş kısaltması) terimin anlamları: DNA ve genelerin bağlantılarını araştıran meraklı kişi Genetik bilgileri kontrolsuz araştırmayı savunan bir çeşit teknolojik gelişme hareketi Biyoteknoloji ve yıkıcılık üzerine odaklaşmış bir bilimkurgu türü 19 Siber-punk alanının öne çıkan yazarlarından Paul Di Filippo, hikâyelerini ribofunk, diye adlandırmıştır. Bu kelime “ribosome” and “funk” kelimelerinin birleştirilerek kısaltılmasıdır. Di Filippo’nun 57 21. Yüzyılda Edebiyat ve Siber-Punk mesiyle alt ekoller ortaya çıkmıştır. Bazı eleştirmenler ise Neal Stephenson’un20 “The Diamond Age” gibi ve benzeri diğer çalışmaların da post-siber-punk’u şekillendirdiğini ileri sürmektedirler. Siber-punk yazarları bir elektronik toplumun gizli nihilistlik yanını açıklamak için karmaşık dedektif romanlarını kara filmleri ve post-modernist düz yazıları kullanarak yeni bir tarz geliştirmektedirler. 1940’lardan itibaren bu tarz geleceğin ütopik vizyonu olarak değerlendirilmiştir. Gibson siber-punk’ın antipatik eğilimini 1981’de yazdığı kısa hikâyesi “The Gernsback Continium”da tanımlamıştır. Aksiyon yeri internet ve siber uzay olan bazı siber-punk yazılarında güncel ya da sanal gerçeklilik arasındaki sınır bulanıklaştırılmaktadır. Bu tür çalışmalardaki tipik mecaz insan beyni ile bilgisayar sistemlerin arasında direk bağlantı kurmaktır. Siber-punk karanlık uğursuz yerler ile birleşmiş hayatın her bir parçasına hükmeden bilgisayarlarların olduğu bir dünyayı göstermektedir. “Siber-punk” dünyayı hayatın her bakış açısını ele geçiren şebekeleşmiş bilgisayarlarla karanlık ve kötü olarak tanımlar. Dev gibi çok uluslu şirketler ekonomik politikanın merkezi olan hükümeti değiştirme gücü ve hatta askeri güç olarak büyük haklara sahiptirler. Her ne kadar geleneksel bilim kurguda totaliter sistemler sterilize düzenli ve toplumcu olsa da dışlanmış yabancıların totaliter ve yarı totaliter sisteme karşı verdikleri savaş bilim kurgunun ve özellikle “Cyberpunk”ın yaygın temasıdır (Nineteen Eigthy-Four 1984)21. Siberpunk yazılarının başkahramanları genellikle Robin Hood Zorro gibi adaletsizliklerle savaş düşüncesinde sabitlenmiş bilgisayar korsanlarını içerir. Onlar genelde mahrum edildikleri insanların yerleştirildiği statülerden parlak bilim adamlığı ve uzay mekiği kaptanlığından ziyade macera ararlar ve her zaman doğru kahraman/ örnek karakter değillerdir. Clint Eastwood’un “Man with No Name” filmindeki karakter bu ahlaki bulanıklığa uygun bir örnek olabilir. Cyberpunk tarzının proto-tip karakRIBOFUNK Manifestosu : Niçin Ribo? Siber-funk doğduğunda sibernetik alanı ölü bir bilim halindeydi. Yaşayan uygulayıcıları yoktu. Dahası çizgi romanlarda ve kötü sinema örneklerinde “cyber” ön eki düzetilmesi hemen hemen mümkün olmayacak kadar itibarsızlaştırılmıştı. Şimdi bu etiket halkın zihninde bilgisayar hakerleri ve Robocop gibi hayali yaratıklardan başka birşey çağrıştırmamaktadır. Weiner’s mevcut metni sistematik bir dünya görüşü kurabilmek için yeterli ve verimli metaforlara sahip değildir. Niçin Funk? Punk, cyberpunk doğduğunda her ne kadar icracıları daha mesajı almamış olsalar bile ölü bir müzik türüydü. Bu müzik nihilistic, acılı dünya görüşüyle kendi sınırları içinde ulaşabileceği son noktaya ulaşmıştı. O zaman Ribofunk nedir? Ribofunk, önümüzdeki ciddî devrimin biyoloji alanında olacağını kuramsal fantazilerle resimleyerek canlandıran ve bu yolla bilgilendiren inanç ve kabuldur. Bir diğer deyişle , ribofunk “ İnsan cinsinin bütünüyle incelenmesidir” denebilir. Forget Fizik ve and kimya, hayatı araştırmakta birer alet oldukları için biyolojinin yanında önemlere yoktur.Bilgisayarlar? sadece hayat için taklit ve modellerdir. Kral, hücredir. 20 Neal Town Stephenson, 31 Ekim 1959 da doğan kuramsal romanlarıyla tanınan Amerikalı yazar. Stephenson’u sınıflandırmak zordur. Çünkü romanları bilimkurgu, tarihi kurgular, siber-punk, post siber-punk ve barok gibi pek çok alanla ilişkilidir. Stephenson, matematik, cryptography/ gizlenebilen yazı türlerini araştıran bilim dalı, felsefe, ve bilimtarihi gibi ve türkçe karşılığı olmayan başka alanları araştırmaktadır. Aynı zamanda kurgu olmayan “Wired “ gibi yayınlarda teknoloji konusunda da yazmaktadır. 21 Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell tarafından yazılmış alegorik bir politik romandır. Hikayesi distopik bir dünyada geçer. Distopya romanlarının ünlülerindendir. Kitapta tanımlanan Big Brother (Büyük Birader) kavramı günlük hayata giren kavramlardandır. 58 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. terlerinden biri de Gibson’un “Neuromancer”ından Case’tir. Case örgütlenmiş suçlu ortağına ihanet eden parlak bir bilgisayar korsanıdır. İntikamcı ortağı tarafından yeteneğinin kalıcı bir hasar ile çalınmasının acısını çeker. Case ansızın medikal uzmanın katkısıyla iyileşir, ama tek koşul yeni bir tayfa ile başka bir suça katılmasıdır. Case gibi birçok siber-punk başkahramanı istemedikleri bir seçime zorlanmış manipüle edilmiş az şeye ya da hiçbir şeye sahip olmadıkları bir yere yerleştirilmiş ve bu tarz şeyleri gördüğü halde gerekenleri yapamamış kişilerdir. Bu anti kahraman suçlular yabancılar hayalperestler muhalifler ve uygunsuzlardır. Epik karakterler gibi kahramanların serüvenini denemezler, deneyemezler. Onun yerine en hileli durumları çözebilen ama asla bir ödül almayan dedektif romanlarının özel gözleri gibidirler. Uygunsuzluk ve hoşnutsuzluk üzerindeki vurgu siber-punk’ın parçası olan ‘punk’ı temsil etmektedir. Büyük ölçüde Amerika’da şekillenen bu kültürel birikim ve yaklaşım üzerinde kurulmakta olan edebiyat ve ilgili değerlendirmeler, bilgiyi ve teknolojiyi üretenlenlerin kültürü ve sanatı da ürettiklerini ve şekillendirdiklerini göstermektedir. Geçen yüzyılda başta Ziya Gökalp olmak üzere bizim düşünürlerimizin ileri sürdüğü gibi fenni ve teknolojiyi batıdan alıp kendi harsımızla birleştirerek yeni bir terkibe ulaşmak mümkün değildir. Çünkü, gelişen teknoloji kültür dinamiklerini de kodları da şifreleri de değiştirmektedir. Bilgiyi üreten ve keşif yapan toplumlar sanayi devriminde olduğu gibi kültürü de üretmektedir. Geçen yüzyılda Amerika tüketim toplumlarının oluşmasını ve bunun üzerinde şekillenen edebiyat ve sanatın da öncüsü olmuştur. Bu dönüşüme karşı çıkmalarına rağmen dünyadaki bütün toplumlar az veya çok bu değerleri paylaşmışlardır. Mutluluğun kokakola ile simgeleşmesi, günlük hayatın süratine uygun olarak fast-food modasına anlamlar yüklemek gibi. Bilgisayar teknolojisiyle gelişen internet/siber uzay ortamı edebiyatı da görsellikle buluşturmakta, bilgiye. sanata, edebiyata sanal alemde ulaşılmakta, basılı malzeme kullanımı giderek azalmaktadır. Yazılı malzeme siber-punk örneğinde olduğu gibi kısa sürede sinema, çizgi film, bilgisayar oyunları ile kaynaşmaktadır. Bu teknolojilerin alıcısı kullanıcısı olan bütün toplumlar kendi yaratmadıkları hissetmedikler bunalımları da ödünç alarak yeni çağda Amerika’yı izlemeye devam edecekler gibi görünmektedirler, 21. yüzyıl yukarıda çok kısaca tanıtmaya çalıştığım siber-punk akımı çizgi filmlerle ve bilgisayar oyunlarıyla çocukları, sinema ve müzik klipleri ile gençleri etkilemektedir. Anne ve babaların yanında öncelikle öğretmenlerin, eğitimcilerin, sosyolog ve psikologların ödünç alınmakta olan bunalım ve kargaşa içeren bu konulara eğilmeleri ve savunma ve korunma refleksleri için çalışma yapmaları gerekmektedir. Benim görüşüme göre, Türk Edebiyatı araştırıcıları, edebiyatı yeniden tanımlamanın yanında elimizdeki malzemeye dayalı kuram ve eleştiri metotları geliştirme çabalarının yanında teknoloji-edebiyat-kültür bağlantılarını da araştırmalıdırlar. 19. yüzyıl penceresinden 20. yüzyıla bakmak yerine 21. yüzyıldan hem geriye hem ileriye bakabilmek yetenekleri geliştirmelidirler.22 22 Bu yazıdaki alıntılar internetten ilgili maddelerden yararlanarak hazırlanmıştır. 59 Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini* Prof. Dr. Osman HORATA** Ş ÖZET iirini methiye ve fahriyeye adayan Nef’i, mağrur edası, yüksek düzeyde zekâsı ve hayal gücüyle kendine özgü üslup sahibi olmayı başarmış, klasik şiirin birkaç şairinden biridir. Kendini övme ve mağrur bir eda, onun şiirlerinde taviz vermediği yönlerinin başında gelir. Bu, dinî şiirler için de geçerlidir. Nef’i’nin türünün en güzel örneklerinden biri olan “sözüm” redifli na’ti de, klasik na’tlerden farklı, üslubu ve muhtevasıyla onun kişilik özelliklerini bütünüyle aksettiren bir kasidedir. Kasidede şair, kendi şiirini “Huda’nın ilhamı” (ilham-ı Huda) olarak niteler ve genellikle Peygamber ağzından seslenir; şiir evrenini de İlahî gerçekleri açıklama imgesi etrafında örer. Makale, bu kasideyi temel istiare zemini açısından analiz etmeyi amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler Klasik Türk Şiiri, 17. Yüzyıl, Nef’i, kaside, na’t, istiare zemini, İlahî gerçekleri açıklama 60 * Bu makale, daha önce bilig/ Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi’nde (Sayı 61/Bahar 2012, s. 143-156) yayımlanmıştır. Bölümümüze yıllardır hizmet eden ve ilk asistanı olmak onuruna eriştiğim değerli hocamın Nef’î üzerinde yaptığı çalışmaları göz önüne alınarak o çalışmalara küçük de olsa bir katkı olması düşüncesiyle, onun adına çıkan armağan kitabında makale tekrar yayımlanmıştır. **Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü/ ANKARA [email protected] F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. GİRİŞ Övgü ve yerginin sınırları arasında gidip gelen bir şair olan Nef’i, mağrur edası, yüksek düzeyde zekâsı ve hayal gücüyle, klasik şiirin üslup sahibi birkaç şairinden biridir. Şiirlerinde, dinî veya din-dışı olsun genellikle mağrur edasından taviz vermez. Mehmed Çavuşoğlu, Nef’i’nin başka bir ortamda çok önemli bir görevi ifa eden, ülkeye ülkeler katan bir komutan olabilecekken, kaderin onu şair olarak dünyaya getirip mana ülkelerini fethettirdiğini söyler: “Engin ilhamının müdhiş fırtınalarıyla bocalayan cihangir rûhu onu övgünün bazen hududsuzmedlerinde, bâzan ölçüsüz cezirlerinde dolaştırdı. Dostlarını överken de, düşmanlarını yererken de alışılmamış bir üslubda, duyulmamış perdelerde haykırıyordu; edâsıdâimâ bir kahraman edâsı idi.” (Çavuşoğlu 1991: Sunuş) Nef’i’nin türünün en güzel örneklerinden biri olan “sözüm” redifli na’ti de, klasik na’tlerden farklı, üslubu ve muhtevasıyla onun kişilik özelliklerini bütünüyle aksettiren bir kasidedir. Bu na’ti dışında dinî şiire yer vermeyen Nef’i, kasidesinde Hz. Muhammed’i övme amacını unutmuş gibidir. Bir na’tte olması gereken lirizm de, kasidede yerini şairin mağrur edasına bırakmıştır. Çavuşoğlu, Nef’i’nin fahriyeye yönelmesini “Devlet-i Âliye”nin içinde bulunduğu duruma ve yönetim kademesindeki kişilerin övgüye değer olmamasına bağlar (1987: 89). Fakat bu tespit, Hz. Peygamber için yazılan na’t için geçerliliğini yitirir. Bu sebeple onun fahriyeye yönelmesinin sebeplerini kişiliğinde aramak gerekir. Yukarıdaki tespitler, fahriyeninin Nef’i’nin sanatının asli gayelerinden biri hâline geldiğini göstermektedir. Memduhunu övme, şairin ruhundaki gelgitlerin ve mağrur edasının baskısı altında geri plana düşer. “Sözüm” redifli na’tin yapısı da bunu göstermektedir. Kaside, Ünver’in (1991:62) belirttiği gibi başarılı bir na’tten ziyade başarılı bir fahriye olarak öne çıkar. Orta uzunluktaki 45 beyitlik bu kaside fahriye ile başlar. Kasidenin ilk 30 beyti yaklaşık 2/3’ü fahriyedir. Kasidenin 31. beyti girizgâh, 32-42. beyitler arası ise methiyedir. Kasidede, fahriyeye 30 beyit ayrılırken methiye için sadece 10 beyit ayrılmıştır. Nesip ve tegazzül kısmına yer verilmeyen kasidede, 43-45. beyitler arası ise duadır. NEF’İ’NİN ŞİİR EVRENİNİN İSTİARE ZEMİNİ “Sözüm” redifli na’tte, Nef’i’nin şiir evreninin istiare zemini hangi temel kavrama dayanmaktadır? Bilindiği üzere şiir benzeme üzerine kurulur. İstiare ise benzetmenin daha ileri bir aşamasıdır. Bu sebeple istiare, hem mecaz hem de teşbihtir (bk. Saraç 2006: 117-119). İstiare zemini, beytin/şiirin benzetme ve mecaz evreninin arkasındaki temel kavramı/kavramları ifade eder. Tanpınar, divan şiirinin “saray istiaresi” etrafında şekillendiğini belirterek; şairlerin hayal dünyasında “bütün bir sarayın yaşama tarzını buluruz” der (1976: 6,7). Aynı şekilde Walter Andrews de, şairin âşıkane şiirlerde şairin dünyayı otorite yani saray/hükümdar örüntüsü etrafında yorumladığını söyler (2000: 115). Tanpınar’a 61 Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini haklı eleştiriler getiren Tunca Kortantamer, klasik şiirin düşünce ve duygu zemininin kaynağıyla ilgili bu yaklaşımın, parıltısına ve birçok kişi tarafından kabul görmesine karşılık; divan şiirinin duygu, düşünce ve hayal dünyasını şekillendiren asıl kaynağın “saray” ve hatta ondan daha önemli olarak “Allah” düşüncesi olduğunu söyler: “Klasik şiirimizin gerçek duygu ve düşünce zemini şairin evrenidir; bu evrende saray olabilir de olmayabilir de, olduğu zaman önemli bir yere sahip olması da mümkündür, olmaması da; ancak en dünyevî ve saraya dönük yazan klasik şairimizde bile temel fikir olarak Allah, padişahtan büyüktür; ruhların arındığı yer, saraydan önemlidir; duygu ve düşünce zeminini belirleyen en önemli istiare alanı da bunlara dayanır. Yine de şurası muhakkak ki rolü abartılmış ve ön plana çıkarılmış olsa dahi Tanpınar’ın “saray istiaresi” adını verdiği benzetme zemini klasik şiirimizin sık başvurduğu anlatım araçları arasında bulunur.” (Kortantamer 1993 : 413-414) Şüphesiz her şairin duygu ve hayal dünyası şairin evreni etrafında şekillenir. Fakat asıl önemlisi ise şiir evrenini şekillendiren temel kavramdır. Divan şairinin şiir evrenini şekillendiren zemin, geleneğin yanında inanç dünyasından dış dünyaya, toplum hayatından saray hayatına kadar geniş bir alanı kapsar. Bu sebeple, klasik şiirin istiarezeminini tek bir kaynağa dayandırmak güçtür. Nef’i’nin “sözüm” redifli kasidesinde de, her ne kadar fahriye ön plana çıksa da, dinî alan dünyevî alanın önüne geçer ve şiirin benzetme/istiare zemii dinî alan etrafında şekillenir. Nef’i, kasidesinde bazı beyitlerde “manevi âlemin peygamberi”, bazı beyitlerde “şiir ülkesinin hükümdarı” ağzından seslenir. Bazı beyitlerde de, “İlahî gerçekleri açıklayan bir şair” olarak, kendini vahyin kaynağıyla özdeşleştirir. Fahriyenin ölçüsüz medlerinde dolaşan kasidenin bu beyitleri, mutasavvıf şairlerin cezbe hâlindeki sözlerini hatırlatır. Bu sebeple kasidenin istiare zemini, hem “saray” hem de “Peygamber” ve “Allah”tır. Kendini şiir ülkesinin “cihan-şümul” bir hükümdarı olarak niteleyen Nef’i, İlahî sırların “elçi”si ve “bekçi”siolduğu imgesine diğer şiirlerinde de sık sık yer verir. Ona göre şairliği, bu mazhariyetinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır: Sühan bir genc-i bî-pâyân-ı esrâr-ı İlahî’dür Ki tab’-ı nükte-dânumdur o gencüñ şimdi gencûru Eyledi sun’-ı meded-kârî-i Feyyâz-ı ezel Hâmemikufl-ı der-i genc-i ma’ânîye kilîd Bu nazm-ı dil-âvîzedahl eyleyemez hâsid Eş’ârdegülzîrâilhâm-ı Hudâ’dur bu (Dîvân-ı Nef’î; Ünver 1991: 64’ten) “Söz, İlahî sırların sınırsız bir hazinesidir. Şimdi o hazinenin bekçisi ise nüktedan şairliğimdir.” “Ezeli feyz bahşeden (Allah)’ın yardım eli, kalemimi mana hazinesinin kapısının anahtarı yaptı.” 62 “Hasetler, gönül çekici bu şiire söz edemezler; çünkü bu, şiir değil Huda’dan bir ilhamdır.” F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Nef’î’nin şiir evrenini oluşturan temel faktörlerden biri olan şiirinin Allah’ın ilhamı (ilhâm-ı Hudâ) olması, “sözüm” redifli naatin de temel istiare zemininden birini oluşturur. Kasidede asıl amaç memduhunu övmek değil bu zemin etrafında kendini övmektir. “SÖZÜM” REDİFLİ NA’TİN İSTİARE ZEMİNİ Nef’î, kasidesinde “söz”ünü “gizlilik sırlarının mecmuası” (mecmu’a-i râz-ı nihanî), kendini de bu sırların şarihi (açıklayıcısı) olarak niteler ve İlahî sırları açıklamayan bir manayı nazma çekmeyeceğini söyler. Bu sebeple, kendisini İlahî sırların elçisi Hz. Muhammed’le özdeşleştirir. Bu kısımlarda Nef’i’nin şiir evreninin istiare zeminiHz.Peygamber’dir. Binde bir ma’nâyınazm itmem yine bir lafz ise Yoklasan mecmû’a-ı râz-ı nihânîdür sözüm (23)1 “Sözlerim sadece basit bir sözden ibaret olsaydı, mananın binde birini bile nazm etmezdim. Dikkatlice bakarsan, benim sözüm gizlilik (İlahî) sırlarının toplandığı bir mecmua gibidir.” Kasidede, İlahî gerçekleri açıklama imgesi etrafında bir bütünlük vardır. Nef’i, mana bütünlüğü konusunda diğer kasidelerinde de hassas bir şairdir. Tulga Ocak, onun “mana birliğini” koruma çabasının bütün kasidelerinde hissedildiğini söyler (1991: 17). Bu düşünce, doğrudan ve dolaylı olarak ifade edilmekte, çok az sayıdaki beyitte ise farklı imgelere başvurulmaktadır. Methiye kısmında da, bu temel imgenin sağladığı bütünlük devam etmekte, yani methiyeden ziyade yine şairin sözü ve sözünün de bu yönü öne çıkmaktadır. Kasidenin birçok beytinde (1,2,3, 21,22 ve 23. beyitler), şairin hayal dünyası İlahî âlemin sırlarını açıklama düşüncesi etrafında şekillenir. Bu imge, ilk iki beyitte yoğun bir şekilde ifade edilmeye çalışılmıştır. Şairin sözü, ilk mısrada “gizlilik sırlarının düğümü”ne benzetilir. Bu düğüm de tespihteki “imame”dir. İkinci mısrada ise Fatiha Suresinin ayetleri bir inciye, şairin sözü ise bu incilerin (ayetlerin) dizildiği ipe benzetilir. Gizlilik sırları, görünmeyen, İlahî âleme ait hakikatlerdir. Şair, bu sırları öğrenmenin, Nef’i’nin sözünü yani na’tini anlamakla mümkün olacağını söylemektedir. İkinci mısrada, İlahî sırların yani Kur’an’ın bütün sırlarının Fatiha Suresinde gizli olduğuna telmih yapılmakta, sözlerinin de bütün İlahî sırları ihtiva ettiği söylenmektedir. İlk beyit, kasidenin “imamesi” gibidir. Ukde-i ser-rişte-i râz-ı nihânîdür sözüm Silk-i tesbîh-i dür-i seb’a’l-mesânîdür sözüm (1) “Benim sözüm, gizlilik sırlarının ipucunun düğümüdür. Sözüm ise Fatiha suresinin incilerinin dizildiği tespihin ipidir.” 1 Beyitler, Nef’i’nin matbu Divanından alınmıştır. Numaralar, matbu nüshadaki beyit numaralarını göstermektedir. bk. Dîvân-ı Nef’î, Bulak 1252, s.2-3. Nef’î Divanının baskısı için ayrıca bk. Akkuş 1993. 63 Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini İkinci beyitte de, şair sözünü gayp âleminden yani Allah’tan armağan olan, benzeri görülmemiş bir inciye benzetir. Şaire göre, İlahî sırlara vâkıf olmak isteyenler, şairin bu kasidesini okumak ve anlamak zorundadır. Nef’î’nin na’tini farklı kılan da budur: Bir güherdür kim nazîrin görmemişdür rûzgâr Rûzgâra âlem-i gayb armağanıdur sözüm (2) “Benim sözüm âlemin bir benzerini daha görmediği bir cevherdir. Sözüm, bu zamana gayp âleminden getirdiğim bir armağandır.” 20- 24 arasındaki beyitlerde de şiirin istiare zemini , İlahî gerçekleri açıklama düşüncesine dayanır. Şaire göre, nükteli, güzel söz söylemede kimse kendisiyle yarışamaz. Sözü, Hz. Musa’ya Tur Dağı’nda Allah tarafından söylenen “Lenteranî” (“Sen beni göremezsin.”, A’râf Suresi 7. Ayet) cevabı gibidir. Şair, ne söylerse “kaza” gibi mutlaka gerçekleşir; onun sözü İlahî sırların toplandığı bir mecmuadır: Nüktede âlem harîf olmaz baña gûyâ benüm Her ne söylersem cevâb-ı “lenterânî”dür sözüm Her ne söylersem kazâ mazmûnını isbât eder Anı bilmez ki hitâb-ı imtihânîdür sözüm Ben ne Keşşâf’am ne sahib-keşf ammâ ma’nâda Mû-şikâf-ı nüktehâ-yı âsmânîdür sözüm Binde bir ma’nâyı nazm itmem yine bir lafz ise Yoklasan mecmû’a-ı râz-ı nihânîdür s özüm Hâsid-i keç-rev hayâle râst gelmezse n’ola Ehl-i dil yârâne her dem yâr-ı cânîdür sözüm (20-24) “İnce, güzel söz söylemede kimse bana eş olamaz. Konuşan, şiir söyleyen sadece benim. Ben ne söylersem hepsi “len-terânî” (“Sen beni göremezsin.”, A’râf Suresi 7. Ayet) cevabıdır.” “Kaza, ben ne söylersem onun içindeki anlamı gerçekleştirir. Onlar, sözlerimin imtihan sözü olduğunu bilmezler.” “Ben, manada ne Keşşâf, ne de keşif sahibiyim. Sözüm, semavî (İlahî) nükteleri kılı kırk yararcasına, dikkatlice açıklar.” “Sözlerim sadece basit bir sözden ibaret olsaydı, mananın binde birini bile nazm etmezdim. Dikkatlice bakarsan, benim sözüm gizlilik (İlahî) sırlarının toplandığı bir mecmua gibidir.” “Yanlış yoldaki, kıskanç insanlar benim hayallerimi anlayamasalar şaşılır mı? Benim sözüm, şiirden anlayan, ehil insanlara candan bir dosttur.” 64 Yukarıdaki beyitler, şiirini tasavvufa açan divan şairleri ve mutasavvıf şairler için belki yadırganmayacak söyleyişlerdir. Divanında dinî şiir olarak sadece bu na’te yer F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. veren, tasavvuftan da bir istiare ve telmih unsuru olarak yararlanan, rint meşrep bir şair olan Nef’î içinse yadırgatıcıdır. Nef’îde bunun farkındadır; “Her ne kadar herkese gönül veren kararsız bir âşık, ayık bir rint isem de, gönlüm aşk meyhanesi sözüm ise vahdet nişanıdır.” diyerek, buna açıklık getirir: Rind-i huşyâram harâbât-ı muhabbetdür dilüm Âşık-ı hercâyîyem vahdet nişânıdur sözüm (30) Şairin, istiare/benzetme zeminini doğrudan İlahî sırları açıklama düşüncesinin oluşturduğu beyitleri şöyle gösterebiliriz. beyitlerde, “istiare” ve “benzetme” karışık olarak kullanıldığı için, “istiare/benzetme zemini” ifadesi tercih edilmiştir. beyit numarası 1 2 3 21 22 23 şiiri/sözü istiare/benzetme zemini Söz söz söz söz söz söz söz gizlilik sırlarının düğümü Fatiha Suresinin incilerinin dizildiği tespihin ipi gayp âleminin bir armağanı olan cevher ebedî hayatın feyzi her söylediği gerçekleşen bir imtihan hitabı İlahî nüktelerin açıklayıcısı İlahî sırların toplandığı bir mecmua Nef’î, bu düşüncesini bazı beyitlerde de dolaylı benzetmeler ve imgelerle anlatmaya çalışır. Şair, ilk üç beyitteki İlahî gerçekleri açıklama düşüncesini, sonraki dört beyitte de “cevher” imgesiyle dolaylı olarak devam ettirir. Nef’inin sözü, İlahî gerçekler gibi bir “cevher” yani asıl, özdür, “araz” (varlığı için bir cevhere muhtaç olan şey) değildir. Sözü, bütün denizler ve maden ocaklarının kaynağını, aslını oluşturur. Tıpkı bütün şairlerin kendi şiirlerinin tercümanı olması gibi… Şair, bu sözleriyle, sözünün İlahî sırların kendisi olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedir: Bî-araz bir cevher-i sâfîdür ammâ muttasıl Ehl-i tab’uñzîver-i tîg ü sinânıdur sözüm (5) “Benim sözüm saf, arazsız (varlığı için başka bir cevhere muhtaç olmayan) bir cevherdir. Fakat her zaman şairlerin kılıç ve mızraklarının süsüdür.” Nef’i’nin sözleri, arazsız, saf bir cevherdir. Şair, şiirini kılıca benzeterek onun saf, katışıksız çelikten yapıldığını söyler. Diğer şairler ise, şiirlerini ondan aldıklarıyla güzelleştirir. Onun sözü, sürekli olarak şairlerin “kılıç ve mızraklarını” süsler. Şairlerin kalemiyle yazdıkları ve ağızlarındaki sözlerinin de özü Nef’i’ye aittir. Bu hayalin ardında da, şairin sözünün bütünüyle İlahî gerçekleri anlatması fikri yatmaktadır. Nef’i, bu sözleriyle sıra dışı bir şair tablosu çizmektedir. Kendisi de bunun farkındadır ve âdeta meydan okurcasına, bir adım daha öteye gider. Şair, kendisi gibi cesaretli bir şairin olmayacağını söyleyerek şiirini “İlahî sözler”le özdeşleştirir ve söz- 65 Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini lerini “kaza” (kaderin gerçekleşmesi) ile eş tutar. Onun sözü “kaza kılıcı” yani takdir-i İlahîdir. Şair, burada doğrudan sözünü Hak sözüyle bir tutmaktadır. Bu kısımda şiirin istiare zemini “Allah” kavramı etrafında şekillenmektedir. Şair, birkaç beyitte de bu düşüncesini, “muska” imgesi etrafında sürdürerek, sözünü, talihli, bahtı açık kişilerin kem gözlerden korunmak için taktıkları kol muskasına benzetir. Bu beyitte de İlahî sözlerle aynileşme devam etmektedir. Gönlünü bir “Mushaf”a benzeten şair, sözlerinin ise “nunve’l-kalem” (Kur’an, 68. Sure) ayeti olduğunu söyler. Onun düşüncesinin değerini, mahiyetini kimse inkâr edemez. Onun sözü, şairlerin dilini bağlayan bir muskadır. Mana ülkesinin padişahı olan Nef’i’nin sözleri, hatibin hutbesine, dili ise ülkeye güven ve korkusuzluk vermenin sembolü, hatibin elindeki kılıçtır. Şiirin istiare/benzetme zemini, dolaylı olarak İlahî gerekçeleri açıklama düşüncesinin oluşturduğu beyitler ise şunlardır: beyit numarası şiiri/sözü 7 11 15 [Nef’î ] söz [söz] söz söz [söz] söz söz söz 16 söz 20 söz dil kılıcı söz söz söz 4 5 6 26 30 31 İstiare/benzetme zemini ehil olanların kıymetini bildiği bir cevher âlemin denizleri ve maden ocaklarının sermayesi arazsız saf bir cevher şairlerin kılıç ve mızraklarının süsü şairlerin kalemlerinin cızırtısı [şairlerin] sürekli tekrarladıkları vird (söz) ansızın gelen kaza kılıcının cevheri gönül Mushaf’ındaki “Nunve’l Kalem” ayeti kıskanç insanların dillerini bağlayan bir muska manalar yaratıcı (Kemaleddin-i İsfehanî)’nin gözünün açtığı yarayı def edici (muska) “len-terânî” (beni göremezsiniz) cevabı hatibin kılıcı nazm ülkesinin güven veren hutbesi vahdet nişanı ahir zaman ümmetinin yüzü suyu Şairin, Hz. Peygamberi övdüğü methiye kısmı da, dolaylı olarak şairin duygu ve hayal dünyasının bu temel zeminetrafında şekillendiği beyitlerden oluşmaktadır (3244). Sadece bir beyit (40) bunun dışındadır. Methiye kısmın da da şair, sözünün değerini na’t olmasına bağlar. Kıyamete kadar, Onun na’ti insanların övüncü olacak, kendisi “na’t-hân” olarak kalacaktır. O, Peygamberin huzuruna uzak olsa da şiirleriyle onun mekânına yüz sürmektedir. Onun Hz. Peygamber’i övmeye başlamasından sonra söylediği şiirleri, şiir dükkânının en güzel süsü olmuştur. Şairin 66 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. gönlü, hidayet sabahının doğduğu yer, sözü ise onun yıldızlar saçan, kutsal bir güneş; sözü sadece insanların değil, meleklerin bile elindeki tespih ve ağızlarındaki zikir olmuştur: Nef’îyem endîşe-i nâ’t ile oldum kâm-yâb Nâ-murâdân-ı cihâna müjdegânîdür sözüm Hâk-i pây-ı na’t-gûyânam ki arş-ı a’zâmın Zikr-i tesbîh-i lisân-ı kudsiyânıdur sözüm (41-42) “Ben Nef’îyim; onun na’tının düşüncesiyle bahtiyar oldum. Sözüm, cihanda muradına ermemiş insanlara bir müjdedir.” “Ben na’t yazanların ayağının toprağıyım. Sözüm, büyük, ilahî arştaki meleklerin bile zikir ve tesbihi olmuştur.” Methiye kısmındaki, istiare/benzetme zemini dolaylı olarak İlahî gerçekleri anlatmadüşüncesine dayanan beyitler ise şunlardır: beyit şiiri/sözü İstiare/benzetme zemini numarası 32 söz 33 söz 34 söz 35 söz 36 söz 37 söz 38 39 41 42 söz söz söz söz Peygamber’in na’tinin feyziyle gönül cihanının canı kıyamete kadar âlemin canı (varlık sebebi), insanlığın övüncü peygamberin naat-hanı (peygamberin övgü deryasına dağlıç olalı) şairlik cevherinin dükkânının süsü (Peygamber’in) vasıflarının feyziyle sanki Hüsrev hazinesinin anahtarı (Hidayet sabahının doğduğu yerin) kutsal güneşi, yıldızlar saçan ışığı (Hidayet sabahının doğduğu) yerin ipi kopmuş ülker yıldızı gerdanlığı Miracı anlatırken Ümmühani’nin kulağındaki büyük inci mucizeleri sınırsız olsa da mucizelerini söyleyen bir ravi cihanın bahtsızlarına bir müjde meleklerin bile dilinin zikri ve tespihi Görüldüğü gibi ilk gruptaki 6 beyit, kasidedeki temel düşünceyi ifade etmekte; ikinci gruptaki 11 ve methiyedeki 10 beyit de aynı düşünceyi dolaylı olarak anlatmaktadır. Bu 27 beyit, 45 beyitlik kasidenin yarısından fazlasını oluşturmaktadır. Şair, dua kısmında da (43-45), na’t yazmanın şiirine etkisi üzerinde durur. Bu kısımlar da, söz konusu edilen temel zeminle dolaylı olarak ilgilidir. Onun şiiri, tertemiz na’tyazmakla mutluluk duası hâline gelmiştir. Latif manası ve renkli üslubuyla dünyanın gönlünü süsleyen bir destan, Peygamberin ruhuna her an yüz binlerce selam ulaştıran bir elçidir: 67 Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini beyit numarası şiiri/sözü İstiare/benzetme zemini 43 44 söz söz 45 söz mutluluk duası gönülleri süsleyen bir destan her an (Peygamber’in) ruhuna yüz bin selam ulaştıran bir haberci Bunun dışındaki az sayıdaki beyitte ise, istiare/benzetme zemini, yukarıdaki temeldüşünceden farklı, tamamıyla din- dışı düşüncelere dayanmaktadır. Bunlarda da şair sözünü över fakat daha çok sevgiliye ait imajları kullanır. Tasvir edilen sevgilinin ardında da, “saray” yani “hükümdar” istiaresi vardır. Şairin sözü, işveli, âşıkları öldüren, gönül delici bir gamzeye, bir oka benzer. Sözü, hayal bahçesinin latif suyu ve gönülleri fetheden bir gelin gibidir. Şairler onun gibi söyleyebilmek için tuzak kurarlar; fakat kurdukları tuzaktaki yemin yani söyledikleri şiirin de aslı Nef’i’ye aittir. Dnun şiiri “cevher” (asıl, öz) diğer şairlerin şiiri ise “araz”dır. Şairin düşüncesinin değerini, mahiyetini kimse inkâr edemez. Onun sözü, şairlerin dilini bağlayan bir muskadır. O, gerçek Hallak-ı Ma’anî (manalar yaratıcısı) olarak nitelenen Fars şairi Kemâleddîn-i İsfehanî (ö.635/1237)’dir. Kemal-i İsfahanî’nin ruhunun unsuru, yani onun sözlerinin aslı da kendi sözleridir. Gerçek manalar yaratıcısı âleme şimdi gelmiştir. Onun sözü, Kemal-i İsfahanî’den sonra kuruyan “hayalkalıbı”na ikinci bir ruhtur: İşte Hallâk-ı Ma’anî şimdi geldi âleme Gûş edin âsârını kim tercamânıdur sözüm Sonra gelsem dehre Hallâk-ı Ma’ânîden n’ola Kâleb-i huşk-ı hayâle rûh-ı sânîdür sözüm (18-19) “İşte gerçek manalar yaratıcısı dünyaya şimdi geldi. Onun izlerine, etkilerine kulak verin. Hepsi benim sözümün tercümanıdır.” “Dünyaya manalar yaratıcısı (Kemaleddin-i İsfehanî)ndan sonra gelsem ne zararı var? Çünkü benim sözüm, hayalin kuru kalıbına ikinci bir ruhtur.” Şairin şiiri, şiirden anlayan ehil insanlara can dostu, bir rehberdir. Nef’i, mana ülkesinin padişahı, sözleri de sözlerin padişahıdır. Kalemi, gönül hazinesini bekleyen bir ejder, sözü ise hazinenin bekçisinin elindeki ışık; aşk meclisinde kıyamete kadar binlerce âşığı sarhoş edecek, aşk meclisinin büyük kadehidir. 68 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Şiirin istiare/benzetme zemini, din dışı düşünceye dayanan beyitler ise şunlardır: beyit numarası şiiri/sözü 9 söz 10 söz 11 söz hayal dil söz hayal hâme söz 12 13 14 söz 15 söz 16 söz 17 18 söz söz 19 söz 24 25 söz söz kalem söz kalem söz söz 27 28 29 benzetme/istiare zemini düşünce bakiresinin acımasız, yiğitleri öldüren gamzesi şuh bir güzelin gönülleri delici, kaşlarının misk kokulu yayının oku (bakışı) düşünce Rüstem’inin oku ve yayı gül bahçesi şakıyan bülbül hayal bahçesinin latif akan suyu gelin odası [gelin odasının] zenci hizmetçisi gelin odasının gönül alıcı gelini (diğer şairlerin kurdukları) tuzağın minnet borçlu oldukları tanesi kıskanç insanların dillerini bağlayan bir muska manalar yaratıcı (Kemaleddin-i İsfehanî)’nin gözünün açtığı yarayı def edici Kemal-i İsfehanî’nin ruhunun unsuru (şairlerin) eserleri onun tercümanı Hayalin kuru kalıbına (Hallak-ı Ma’anî’den) sonra ikinci bir ruh şiirden anlayan ehil insanların can dostu sözlerin bahtiyar sultanı şairliğinin taze dilli tercümanı kalemimin nüktedan bir dildaşı gönül hazinesini bekleyen bir ejder hazine bekçisinin elindeki ışık aşk meclisinin büyük kadehi SONUÇ Yukarıdaki çözümleme, Nef’i’nin fahriye ve methiyenin sınırlarında dolaşan şiir evreninin dayandığı temel istiare zeminini ortaya koymaktadır. Bu, şiir ülkesi söz konusu olduğunda padişah, manevi âlem söz konusu olduğunda Hz. Peygamber veya Allah, bunların dışındaki yerlerde ise dış dünyaya ait gül bahçesi, bülbül, kadeh vb. olabilmektedir. Bu kasidede ise, na’t olması sebebiyle dinî zemin ön plana çıkmaktadır. Şairin şiir evrenini şekillendiren, inanç dünyasından dış dünyaya, toplum hayatından saray hayatına kadar geniş bir alanı kapsayan zemindir. Bu, divan şiirinin genel yapısı için de geçerlidir. Bu sebeple, divan şiirinin istiare zeminiyle ilgili tekçi yaklaşımlar, bu şiiri açıklamak için yetersiz kalmaktadır. 69 Nef’i’nin “Sözüm” Redifli Kasidesinin İstiare Zemini Nef’i’yi farklı kılan asıl husus ise, şiir evreninin dayandığı istiare zemini değil, onun kendine özgü, ses ve anlamı özgün bir terkipte bütünleştiren üslubudur. Kendine uygun, yeni bir ses arayışında olan Nef’i, aradığı sesi Sebk-i Hindî şairlerinde ve özellikle de dilinin sertliği ve mağrur edasıyla tanınan Fars şairi Örfî (ö.1595)’de bulur. Nef’i’nin şiirinde yükselen ses veya bir başka ifadeyle söz ve mananın oluşturduğu varlık bütünlüğü, kasidenin bir na’t olmasının da etkisiyle sarayın veya dış dünyanın şaşaasından ziyade, vakur edası, yerli yerinde kullanılan edebî sanatları, kendinden emin edasıyla dinî mimarideki derinlik ve ölçülü görkemi hatırlatmaktadır. Şair, duygu ve düşüncesini ifade gederken genellikle basit isim cümlelerini tercih eder. Kasidenin yarıya yakını, her mısrası birer isim cümlesinden oluşan beyitlerden meydana gelir. Fakat bunlar, girift anlamlar ve zincirleme tamlamalarla yüklü ağır anlatıma hareket kazandırmaya yetmez, üslup genellikle meddin sınırlarında dolaşır. Şiirde, bu sebeple soyutu somutlaştıran zincirleme tamlamalar ve sübjektif hayallerle yüklü tavsifî, ağır bir anlatım hâkimdir. Sözüm” redifli bu kasideye, şu anki bilgilerimize göre nazire yazan bir şair çıkmamıştır. Nef’i’nin “sözüm” redifli gazeli ise Fehim tarafından tanzir edilmiştir. Çünkü bu tür bir na’t yazabilmek için, Nef’î gibi mana ülkesini fethetmek isteyen cihangir bir ruh ve bu ruha uygun bir sese sahip olmak gerekir. O da sadece Nef’i’de vardır. Nef’i’nin na’ti, bu sebeple şairin kendine özgü kişiliği ve üslubuyla edebiyatımızda ulaşılması güç bir zirveyi temsil eder. KAYNAKLAR Akkuş, Metin (1993).Nef’î Dîvânı, Ankara: Akçağ Yay. Andrews, Walter G. (2000), Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı, Osmanlı Gazelinde Anlam ve Gelenek. İstanbul: İletişim Yay. Çavuşoğlu, Mehmed (1987). “Sunuş”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î. Ankara: AKM Yay.,s.V. Çavuşoğlu, Mehmed (1987). “Kaside Şâiri Nef’î”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î. Ankara: AKM Yay., s.79-89. Kortantamer, Tunca (1993). “Gül Kasidesi”, Eski Türk Edebiyatı Makaleler. Ankara: Akçağ Yay., s.413-435. Nef’i (1252).Dîvân-ı Nef’î. Bulak. Ocak, Tulga (1987). “Nef’î ve Türk Edebiyatındaki Yeri”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î. Ankara: AKM Yay., s.1-44. Saraç, M. A. Yekta (2006). Klasik Edebiyat Bilgisi, Belâgat. 4. bs., İstanbul: Gökkubbe Yay. Tanpınar, Ahmet Hamdi (1976). 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitabevi. Ünver, İsmail (1987). “Övgü ve Yergi Şairi Nef’î”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î. Ankara: AKM Yay., s.45-78. 70 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. The Metaphor Ground Of Nef’i̇’s Kaside With “My Word” Redif Prof. Dr. Osman HORATA* D ABSTRACT evoting his poem to eulogy and self-praise, Nef’î who has achieved having self-specific style with a proud manner, high-level intelligence and imagination, is one of a few poets of classical poem. Self-praise and proud manner is the most important aspect of his poems which he hasn’t made any concessions. This is also the same for religious poems. Nef’i’s “na’t” (poems for Prophet) with “my word” “redif” (one who rides behind another on the same beast) which is one of the most beautiful examples of its type, different from other classical “na’ts”, is an “kaside” (ode) that reflects entirely his personality traits with its style and content. At his “kaside”, the poet qualifies his poem as “the inspiration of God” and addresses from the Prophet’s mouth; knits his poems around to explain the divine truths. The article aims to analyze the “kaside” in terms of basic metaphor ground. Key words: Classical Turkish Poetry, Seventeenth Century, Nef’i, kaside (ode), naat (poems for Prophet), metaphor ground, explaining the divine truths * Prof. Dr., Hacettepe University, Faculty of Letters, Department of Turkis Language andLiterature / ANKARA [email protected] 71 Emine Halam’dan Derlenmiş Türküler Prof. Dr. Dursun YILDIRIM* B en, armağan tarzı eserlere doğup büyüdüğüm köyden bir türkü güldestesi derleyip yazmayı tercih ediyorum. Tulga Ocak için de aynı yolu izleyeceğim. Kırk yıla yaklaşan bir zamandır aynı bölümde çalışıyoruz. Bunca yıl içinde elbette güzel anılar da burada yazılabilirdi. Son yıllarda odalarımız da yan yana düştü. Her sabah, odasına girmeden önce kapıdan uzanıp günaydın sesi tiryakilik hâline geldi. O ses sabahları kapıdan duyulmayınca, o zaman onun gelmediğini anlarım. Uzun yıllar emek verdiğimiz bölümden ayrılma günleri içindeyiz, emekli olma zamanı gelip dayandı. Önümüzde yeni bir dönem başlıyor. Bu yoldan bizden önce geçenlerin kervanına katılıyoruz. Büyük hülyalar içinde geçen zaman, bu kervana her yıl elbette nicelerini katmayı sürdürüyor ve sürdürecek. Bu takip bitmez tükenmez bir tekrar işlemi gibidir. Bizden önce nasıl vardıysa, bizden sonra da devam edecektir. Bu cümleden arkadaşım Tulga Ocak’a bundan sonraki yeni hayatında, türkü güldestesi ile güzel ve esenlik dolu günler dilerim. *** İnsan, duygu ve düşüncelerini, sözlü ortam yaratıcılığı dediğim ortam içinde en saf ve en içten duyuş ile türküler ile ifade eder. Yalınlık, sadelik, samimiyet, olduğu gibi kendini ifade etmek üstüne türküden daha iyi bir tür 72 * Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ANKARA F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden, köyümün türkülerini toplayıp dostlara sunmayı seviyorum. Köyüm bir dağüstü köyü. Rize ili içinde bir dağ/orman köyü . Dağ bellerinde kurulu bir köy. Adını birkaç kez değiştirdiler. En son adı, ‘Hurmalık’. Büyükdere’nin yatağında bir zaman hurma ağaçları varmış, adını yeniden ordan vermişler. Büyükdere adını verdiğimiz dere, İkizdere’den kopup gelir, dağların yamaçlarının diplerini yalayarak ‘İyidere’ adıyla denize dökülür. Köyler, bu ırmağı besleyen dağların ormanla çevirdiği yamaçlarına dizilidir. Hepsinde köylüler, zamanında tarım ve hayvancılık ile yaşar; erkeklerin bir kısmı ise, para kazanmak için gurbete çıkardı. Şimdilerde, her yerde olduğu gibi, bu köylerde de düzen bozuldu. Dağlarda türkü sesleri duyulmaz durumda. Düğünler bitti biter. Ne atma türkü, ne kemençeciler, ne tulum/zurna çalan türkü yaratıcısı, ne horon ustaları kaldı. Hafızalarda kalan türküler, eskilerin yaratıp söylediği metinlerden ibaret. Tabii, onların da ezgileri unutuldu, sözleri kaldı. İşte böyle bir köyden sözleri derlenmiş türkülerden bir güldeste var elimde. Türkü adı verilen bu metinler çoğunlukla dört dizeden kuruludur ve dize yapıları genellikle, 4+3 veya 3+4 duraklı olabilir. Fakat, bu bir kural değildir. Dize sayısı dörtten büyük olabilir. Ancak, köyümde yaygın olanlar daha çok dört dizeli örneklerdir. Bu dörtlüklerin uyak düzeni iki türlü olabilir: 1. xaxa ; 2. aaxa. Dize sayısı dörtten çok olan türküler, uyak düzeni ilk yapıya uygun yürür. Örnek: Evinun ustiyani1 Persalukdur persaluk2 O hala senun kizun Nazarlukdur nazarluk Verursen oni baa3 Gel edelum pazarluk Güldestede yer alan türküler, Emine Halam’dan derlenmiştir . Emine Halam, rahmetli Halil Amcam’ın eşi. Halil Amcam, rahmetli dedem Hasan’ın kardeşi rahmetli Ömer Amcamın oğludur. Çocukluğumda rahmetli Halil Amcam’ın oğlu Yaşar ile birlikte büyüdük. O benden dört ay küçüktür. Köyde geçen günlerimiz, o dağ senin bu dağ benim gezer oynardık. Kahrımızı da, ya anam çekerdi, ya Emine halam. Tabii, hayat sürekli değişim içinde, bizim hayatlarımız da. Köy, zaman geldi uzaklarda kalmaya başladı. İstanbul’a yerleştik . Ben okudum, Yaşar bir süre sonra iş hayatına atıldı. Zaman geldi, evlendik, çoluk çocuğa karıştık. Kader beni birgün Ankara’ya taşıdı. Eskisi kadar sık görüşemez olduk. İstedimki, uzaklarda da kalsak, sık sık görüşemesek de, bizi hatırlatacak bir güldeste ortaya çıksın, yayınlansın. Bu yazı böyle bir istekten doğdu. Ama, ne İstanbul’a gidebildim, ne de Emine Halam’dan türkü derleyebildim. Bunun üzerine bir yol aradım. Ve bu işi Emine Halam’ın torunu ve Yaşar’ın oğlu Vedat Yıldırım’a havale 1 2 3 Üstiyanı< üst yanı. Persaluk: pırasa tarlası. Baa < bana. 73 Emine Halam’dan Derlenmiş Türküler ettim. Vedat, eksik olmasın, babaannesinden köyümüzün türkülerinden bir güldeste derleyip yazıya aldı. Bunları yazıya alırken biraz, İstanbul şivesine yaklaştırmış. Bu doğaldı, ne de olsa o, köyde değil, şehirde büyümüştü. Hafızama güvenerek o metinlere az/çok müdahele edip Halamın söyleyişine tahminen yaklaştırmaya çalıştım. N e de olsa, ben de köyde büyümüş biri olarak bu ağzın özelliklerini kısmen hatırlıyordum. Fakat, böyle de olsa, Vedat Yıldırım önemli bir iş yapmıştır, kendisine teşekkür ederim. Emine Halam’dan Vedat Yıldırım’ın derlediği ve tarafımdan da düzeltilmiş şekilleri ile türküler aşağıda okuyucularına sunuyorum. Türkü dizelerinde yer alan kimi sözler veya söyleyişler için açıklama verme ihtiyacı duyulmuştur ve bunlar, dipnotlarında gösterilmiştir. Emine Halam’dan derlenmiş türküler: Türkü türküyi açar Türküden kaldım naçar Ne mutlu gözlerine Ha bu köyden kim kaçar *** İpi atdum direkden Bir yar sevdum yürekden O da gitdi gelmedi Usandum beklemekden *** Bu konak eyi konak Eğri oldu binasi Ara yerden mi kalkdi Allah’ un merabasi4 *** Gece çıktım dışarı Rahmet yağayi5 rahmet Göremeyirum oni Neredur Topal Ahmet *** Çayirunun dibine Pali vururum pali6 Sen benle edemesun O yetimun Topali7 *** 4 5 6 7 74 Merabasi<merhabası Yağayi, yağıyor anlamında. Pali, tahta kazık anlamında. Yetim’den kasıt burada, köydeki ‘Yetimler’ mahallesi, ve bu mahalleden biri, gazi madalyalı Topal Ahmet adlı büyüğümüz. İçme tutun8 kötidur Tutun yaban otidur Bir gün olur ölürsün Hayatına kötidur *** Gemi üç direklidur İrizeye9 eklidur Aldi da gitti yari Ne hain yureklidur *** Karşidan gül bak bana Gülersen güleceğum Günlerum senin olsun Ben sensuz öleceğum *** Çiçek açar bastirur Şeftali ağaçlari Üç günluk aya benzer Nazli yarun saçlari *** Karşiya kayalara Çimen mi keseyisun Orakla10 işmar ettun Beni mi isteyisun *** Elindeki bal kabi Düştü kırıldı sapi Kaybana sevdalığun Biz olalum erbabi *** 8 Tutun, sigara anlamındadır. 9 İrize<Rize 10 Orak, çimen kesme aleti. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Atun uşaklar atun Tozi dumana katun Barutunuz yoğ ise Toprak doldurun atun *** Ayna düşdi cebumden Odaya dolaşiyir Kurban o ince boya Gezerken sallaniyir *** Dere akayir dere İki uci bulanuk Gözden çok irak olduk Gönülden olmayaluk *** Efendi minareden Atayi kaşuklari O mevlam tez kavuştur Biz gibi aşuklari *** Yüksek minarelerden Atacağum kendumi Aradum bulamadum Ha bu köye dengumi *** Kukulam11 kara yünden Alamaduk soyundan Bakup da doyamadum O cilveli boyundan *** Bu dediğum türkiler Gidiyormu camiye Efendi korkusundan Çıkmayi minareye *** Parmağunda yüzüğü Gördüm isteyeceğum O ki sorarlar bana Nişandur diyeceğum *** Hasan12 çayırun duzdur Uzdur kayuği uzdur13 11 Kukula, yağmurlu havalarda başa giyilen başlık. 12 Bu benim rahmetli dedem Hasan bey. 13 Uzdur- :yüzdürmek. Meliğa14 iyi kizdur Başuna altun dizdur *** Evinun saçaklari Ağa15 yatacaklari Hiç süpürge tanimaz Evinun bucaklari16 *** Anlayup dinlemeden Ne bozardun sirayi Deniz var ara yerde Sen unuttun burayi *** Aykiri yol diyani17 Boyun elma fidani Seni gelur alurdum Darıldamam babami *** Denizun dibi çaylar Bitmez böyle bu aylar Beklerum mektubunu Her gelende haftalar *** Komar yapraklarini Deşurdum18 elek elek Kolaya19 ayrilmazduk Ayirdi bizi felek *** Komar yaprağı dardur Sever dalini duşmez Sevdaluk etmeyelum Bize sevda gelüşmez *** Denizun dibi mildur Beni söyleten dildur Bir sen söyle birde ben Bakalım dertli kimdur *** Dereye in dereye Dere alaylarina 14 15 16 17 18 19 Meliga<Meliha: benim anam. Ağa: işte Bucak: köşe. Aykiri yoldiyanı : aykırı yol tarafına doğru Deşur-: toplamak. Kolaya: kolay kolay, kolayca 75 Emine Halam’dan Derlenmiş Türküler Sen niçun bakayisun Elun20 yalanlarina *** Gitdi benum çiceğum Gene gelecek gene İzin vermişum ona Gezecek alti sene *** Koyun gider yaylaya Kuzusunun adi yok Sevduğum senden sora21 Bu dağlarun tadi yok *** Kara koyun kuzulu Kara dağa düzülu Başuma neler geldi Daha neler yazilu *** Sevduğumun saçları Mamulika22 tikeni Benden ne darilursun Al anandan huçeni23 *** Usta nasil kondurdun Taş üstüne binayi Haram ettiler bana Ha bu yalan dünyayi *** Ağustoya24 kar yağdi Lahuslar25 kamiş kaldi Olmadi dediğumuz Yüreğum yanmiş kaldi *** Askerun çamurluğu Dize çıkıyor dize Perçemsuz delikanli Hiç makbul değil bize *** 20 21 22 23 76 Elun: başkalarının. Sora< sonra Mamulika, meyveleri yenen bir tür diken. Huçe: hınç, öfke, hırs. Arapça bir sözün bozulmuş şekli. 24 Ağusto: ağustos ayı. 25 Laus/lahus/lağus : mısır,darı. Kestum kestaneleri Tokuldi26 taneleri Bu sene evleniyİ Evin bitaneleri *** Geldi geçdi yanumdan Ceket omuzlarina Beni benzetiyisun Sen köyün kizlarina *** Kızıl ağaç beyin beyin27 Göğemi vuracasun Evlensene güzelum Bekar mi duracasun *** Koyun karali koyun Başı parali koyun Senden korkum odurki Edersun bana oyun *** Kar yağar karamişe28 Dalını eğer yere Kim aldı birbirini Biz gibi seve seve *** Mor koyunu bağladum Kestane direğine Merak koyma sevduğum A canım yüreğine *** Gel çıkalum dağlara Dağlar olsun evimuz Her komardan29 bir yaprak Olsun kiremetimuz *** Sevduğumun saçlari Sanki vapur dumani Yedi kere evlensen Senden kesmem gümani *** 26 27 28 29 Tokul- :dökülmek. Beyin beyin: büyü, uzan git yukarı. Karamiş < kara yemiş. Komar < humar. Bir tür zakkum. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. O Hasan evun alçak At nere bağlanacak Uzun boylu Meliha Nere şerşaflanacak *** Sevdaliyim sevdali Çubuğun kiraz dali Verin benim sevdami İstemem dünya mali *** Duman aldi dağlara İnce bir çise yağdi Senlan sevdaluğumuz Nafile bir şey idi *** Yikuldi kendirluğum30 Kaldı da kuvelluğum31 Düştüm gavur içine Kör oldu gelinluğum *** Kiz babanun evine Eğretisun eğreti Hangi kiz babasina Çalıştı da kar etdi *** Gel gidelum oduna Kar yağarken üşiruz Evun yol üstünedur Dönerken konuşuruz ***** 30 Kendirluk : kendir tarlası Türküler, geçmişin izlerini geleceğe taşır, 31 yeniKuvel: kuşaklarla eder.tohuma Her toplukendir tanış bitkilerinin dönen baş kısmı. mun/ulusun medeniyetini korumada, onun estetiğini, duyuş tarzını ve tefekkür dünyasını bu söz ve ezgili eşliğinde yaratılmış metinler, insanlığın ortak medeniyet mirasına kazandırırlar. Dört dize içinde koca bir dünyayı sığdırma, az söz ile çoğu anlatma sanatı, bu türkülerin temel özelliklerinden biridir. Değirmi evde yaşarken de böyleydi, tahta ve taştan inşa ettiği ama değirmi eve göre tasarladığı yeni evinde de Türk insanı böyleydi. Geçmişten bu yana, yaratılan türkülere, her yüzyılda yenileri eklendi ve eklenmeye devam ediyor. Türküler bize bizi ve medeniyetimizi anlatır. Bizi bize anlatan sözlü/ezgili bu türkü metinlerini , kendimizi anlamak için her yerden toplayalım, inceleyelim. Emin olun onlar, bize, çok yönlü bilgiler verip önümüzü aydınlatacaktır. Yeterki onları, doğru ve yeterli düzeyde anlamaya çalışalım. Türküleri yiten toplumlar, zaman dehlizinden akıp gitmişlerdir. Bize onlardan arta kalan sadece taş binalar, çanak çömlek gibi eşyalar, ezgisi yitmiş yazılar. Bugün onları, bunlarla anlamaya çalışıyoruz . Bu bakımdan biz, tarihin şanslı uluslarından biri sayılırız.Türkülerimiz geleceğe yürüyor. Köyümün türkülerinden bir güldeste de, bu yazı ile onlara katılmış oluyor. Emine Halam’a binlerce teşekkür, onca sene hafızasında sakladığı türküleri kültürümüze katmamıza imkân verdi. 12 3 4 28 29 30 31 Karamiş < kara yemiş. Komar < humar. Bir tür zakkum. Kendirluk : kendir tarlası Kuvel: kendir bitkilerinin tohuma dönen baş kısmı. 77 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler Doç. Dr. Fatma Sabiha KUTLAR O * ÖZET: smanlı döneminde kaleme alınmış kimi telif ya da tercüme nitelikli ansiklopedik kitaplarda da madenlerle değerli, yarı değerli hatta değersiz taşlara ayrılan bölümlerin olduğu görülmektedir. Bu tür eserlerden biri de 15. yüzyıl şairlerinden Antepli İbrâhîm bin Bâlî’nin Memlük Sultanı Kayıtbay adına yazdığı Hikmet-nâme isimli 12.753 beyit uzunluğundaki mesnevîsidir. Bâlî, bu eserin 219 beytinde maden ve taşların oluşumu hakkında genel bilgiler vermekte ve bunlardan bir kısmının özelliklerini anlatmaktadır. Bu yazıda önce tezkirelerde yer almayan İbrâhîm bin Bâlî’nin kimliği hakkında, bilinen tek eseri Hikmet-nâme’de yer alan beyitlerden hareketle bilgi verilecek, daha sonra da eserinin maden ve taşlara ayırdığı faslında hangi taşları nasıl ele aldığı ve hangi kaynaklara göndermeler yaptığı üzerinde durulacaktır. Çalışmamızın sonunda eserin ilgili kısmının günümüz harfleriyle yapılmış çevirisi ile bu 219 beyit içerisinde geçen maden, madencilik, taş ve taşçılıkla ilgili kelimeler ve özel isimlerden oluşan bir dizin verilecektir. Anahtar Kelimeler: 15. yüzyıl, Antepli İbrâhîm bin Bâlî, Hikmet-nâme, taş, maden, divan şiiri, Acâ’ibü’l-Mahlûkât, Memlük, Sultan Kayıtbay. 78 * Hacettepe Ünivesitesi, Edebiyat Fakültesi / ANKARA [email protected] F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. I. Türkçe değerli taş ve madenleri konu alan kitapların ilk örnekleri 15. yüzyıl başlarına tarihlenir. Bu yüzyılda biri dışında mensur olan konuyla ilgili metinlerin en eskisi Şirvanlı Muhammed b. Mahmud’a aittir. Şirvanlı, Tîfâşî’nin Ezhârü’l-Efkâr’ını esas alarak H.831/M.1427’de kaleme aldığı eserini Cevher-nâme ismiyle Umur Bey’e ithaf eder. Kitabın H.833/M.1429’te tamamladığı genişletilmiş şeklini iseTuhfe-i Murâdî ismini vererek Sultan II. Murad’a sunar. Aynı yüzyılda yine Sultan II. Murad adına Mustafa bin Seydî, Nâsırüddîn-i Tûsî’nin Tansûh-nâme-i İlhânî’sini Cevâhir-nâme-i Sultân Murâdî ismiyle tercüme eder ve tercümeyi muhtemelen H.842/M.1438’de bitirir. Bunların yanı sıra belirleyebidiğimiz kadarıyla cevherlerin anlatıldığı müstakil metinlerin Türkçe manzum tek örneği de 15. yüzyıla aittir. Ahmed-i Bîcân, 38 beyitlik Cevher-nâme ’yi mesnevî nazım şekliyle kaleme alnmıştır. 15. yüzyılda, adı geçen bu metinlerin dışında ansiklopedik nitelikli kimi kitaplarda da değerli, yarı değerli hatta değersiz taşlarla madenlere ayrılan bölümlerin bulunduğu görülür. Mesela Ahmed-i 1 Bîcân’ın Acâ’ibü’l Mahlûkât ve Dürr-i Meknûn adlı mensur eserleri ile Antepli İbrahim bin Bâlî’nin Hikmet-nâme ’sindeki madenler ve taşlarla ilgili bölümler bu tür metinlerin örnekleri olarak anılabilir. Bu çalışmada önce Antepli İbrâhîm bin Bâlî’nin Hikmet-nâme’sinde hangi taşlarla madenlerden söz ettiği ve bunların hangi özellikleri üzerinde durduğu ele alınacak, ancak bundan önce Hikmet-nâme’de verdiği bilgilerden hareketle kısaca şair hakkında bilgi verilecektir. Yazının sonunda da sırasıyla metnin ilgili kısmının yazı çevirisi, sonra burada geçen maden ve taş isimleri ile bunlarla ilgili terimlerle özel isimlerden oluşan bir dizin verilecektir. II. Hikmet-nâme’nin şairi İbrâhîm Bin Bâlî hakkında şuara tezkirelerinde herhangi bir bilgi 2 bulunmamaktadır. Hikmet-nâme’nin aşağıdaki beyitlerinde dile getirdiği üzere Anteplidir: Şu şehristân ki şehr-i mevlidümdür Eben ‘an-ced makâmum mahbûbumdur Ki ya‘nî ‘Ayn-tâb [ol] şehr-i ra‘nâ ‘Arûs-ı ‘âlem ü ma‘şûk-ı dünyâ N’ola medh eylesem ben ol me’âbı Ki ‘âlem medh idüpdür ‘Ayn-tâb’ı Vatandur bize hod ögmek revâdur Vatan hubbı hadîs-i Mustafâ’dur (İbrâhîm bin Bâlî Yz. A 1606 : 60b-61a) Yine Hikmet-nâme’nin şu beyitlerinden anlaşıldığı kadarıyla İbrâhîm bin Bâlî, Memlük sultanı Kayıtbay’ın hizmetine girmiş, Halep’te bulunduğu sırada Kayıtbay tarafından elçi sıfatıyla Sultan II. Bâyezîd’e gönderilmiştir. Şairin, İstanbul’a gittiği, II. 1 Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Demir ve Kılıç 2003: 1-64; Kutlar 2005: 47-52. 2 Şairin hayatıyla ilgili bilgiler konusunda Altun 2003a: 13’ten yararlanılmıştır. Ancak bu çalışmada okunuşuna katılmadığımız kimi kelimelerin olması nedeniyle alıntı beyitler için Hikmet-nâme’nin Millî Kütüphane koleksiyonundaki nüshası kullanılmıştır. Kaynakçada bkz. İbrâhîm bin Bâlî Yz. A. 1606. 79 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler Bâyezîd’in huzuruna çıktığı, iltifatına mazhar olduğu, bu esnada birçok yeri gezdiği, işittiklerini değil gördüklerini anlattığı da hayatı ile ilgili olarak verdiği sınırlı sayıdaki bilgiler arasındadır: Şerîf iklîm-i Mısr’uñ pâdişâhı Ki ya‘nî Kubbetü’l-İslâm şâhı Melik Eşref cihâna pâdişâdur Ebu’n-nasr ismi Sultân Kaytba’dur Meger bir şehriyâr-ı sâhib-i dil Kim olupdı Haleb milkine kâfil Revâ görmiş idi olam revâne Varam yüz[üm] sürem ol âsitâne Süleymân’a resûl itmiş idi mûr 3 Ki konmak kâsıdın kılmışdı ‘usfûr Bu bende hazret-i sâhib-celâle Ki virmişdüm ‘ alâ vechi risâle Ki ya‘nî hazret-i hâkân-ı devrân Şeh-i deyyâr Sultân Bâyezîd Hân Bana i‘zâz ü ikrâm eylemişdi 4 ……îr ü in‘âm eylemişdi Geçürüpdüm bu ‘ömr ü rûzigârı Teferrüc eylemişdüm ol diyârı Cemî‘isin temâşâ itmişem ben Dimeñ kim özgeden işitmişem ben Gözümle gördügümdür söyledügüm Size bir bir hikâyet eyledügüm Bu az ‘ömrüm içinde bî-nihâyet Görüpdürem il ü şehr [ü] vilâyet Müsâfir olmışam kerrât kerrât Teseyyür itmişem merrât merrât (İbrâhîm bin Bâlî Yz. A 1606 : 6a, 68a-68b) İbrâhîm bin Bâlî’nin eserleri hakkındaki bilgilerimiz de hayatına ilişkin olanlar gibi azdır. Ona ait olduğu belirtilen iki eserden biri eski Anadolu Türkçesi metinlerinden Kitâb-ı Güzîde’dir. Kitâb-ı Güzîde’nin Mehmed bin Bâlî’ye değil de İbrâhîm bin Bâlî’ye 3 80 İtalik yazdığımız iki kelime Millî Kütüphane nüshasında bozuktur. Dolayısıyla kelimeler, veznin de yardımıyla ancak tahmin yoluyla okunabilmiştir. 4 Millî Ktp. Yz. A 1606’da mürekkep dağıldığı için bu kelime okunamamaktadır. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. ait olabileceğini Köprülü ileri sürmüşse de adı geçen bu eser hakkında Köprülü’den sonra yapılan değerlendirmeler de tahminle sınırlı kalmıştır (Altun 2003a: 14). Dolayısıyla elimizdeki mevcut metinden hareketle İbrâhîm bin Bâlî’nin kaleme aldığını söyleyebileceğimiz tek eser Hikmet-nâme’dir. Bâlî’nin Hikmet-nâme isimli ansiklopedik mesnevîsi, iki nüshasından hareketle yapılmış çevriyazılı metnine (Altun 2003b: 18-404; Şeylan 2003: 18-517) göre 12.753 5 beyit uzunluğundadır . Aruzun “hezec bahri”nin mefâ‘îlün mefâ‘îlün fe‘ûlün kalıbıyla kaleme alınmıştır. İçeriği ve düzenlenişi Hikmet-nâme’nin manzum bir Aca’ibü’lmahlûkât çevirisi olabileceğini düşündürmektedir. Nitekim daha önce de işaret ettiğimiz gibi (Kutlar 2005: 49) eserin Milli Ktp. Yz. A 1606 numaralı nüshasının başlığının 6 Hikmet-nâme değil de Kitâbu Acâ’ibi’l-mahlûkât olması bu düşüncemizi desteklemektedir. Dolayısıyla Hikmet-nâme ile Kazvînî’nin, kâinatın oluşumundan başlayarak dünyadaki şaşırtıcı şeylerden söz ettiği ansiklopedik nitelikli eseri Acâ’ibü’l-mahlûkât ve bu eserin çevirileri arasında yapılacak karşılaştırmalı bir çalışma, İbrâhîm bin Bâlî’nin eserinin çeviri olup olmadığını, eğer çeviriyse manzumeyi yazarken nasıl bir yol izlediğini, söz konusu metindeki bilgilere sadık kalıp kalmadığını, metne kendi yaptığı eklemeler bulunup bulunmadığını ve şairin başka eserlerden yararlanıp yararlanmadığını da gösterecektir. Böyle bir karşılaştırma ile mesela bu yazının sonuna eklediğimiz Hikmet-nâme’nin madenler ve taşlarla ilgili bölümündeki: Arestu’dan rivâyet kılmış üstâd 7 Ki vardur bir hacer seng-i ‘utâs-ad (149) beytinden “‘utâs” taşı hakkındaki bilgileri Aristo’dan aktaran, Bâlî’nin de eserinden yararlandığını anladığımız “üstâd”ın kim olduğu sorusunun ve benzeri diğer soruların cevabı verilebilecektir. III. Hikmet-nâme’de, dünyanın yaratılışından, gezegenlerden, yıldızlardan, meleklerden, gökyüzünden, arzdan, Hz. Âdem ve Havva’dan başlayarak ülkeler, şehirler, nehirler, dağlar, akarsular, bitkiler gibi yüzlerce farklı konu hakkındaki bilgiler ve şaşırtıcı olanlarıyla ilgili küçük hikâyeler yer almaktadır. Bunlar arasında madenlerle cevherlere ayrılmış bir bölümün de olduğu dikkati çekmektedir. Hikmetnâme’nin Altun’un hazırladığı karşılaştırmalı metninin 3752. beytiyle başlayan 8 faslındaki 219 beyit (2003b: 245-259) madenlerle değerli, yarı değerli hatta değersiz 5 Çalışmamızda Hikmet-nâme üzerinde Altun ve Şeylan tarafından hazırlanan iki doktora tezinden yararlanılmıştır. Eserin metninin ikiye bölünmesiyle yapılan bu tezler çeviriyazılı metin, dil incelemesi ve dizinden oluşmaktadır. Bkz. Altun 2003a, 2003b; Şeylan 2003. 6 Eser Millî Kütüphane’de Hikmet-nâme adıyla kayıtlıdır. 7 Hikmet-nâme’nin madenler ve taşlar kısmına ait bütün beyitler çalışmamızın sonuna eklediğimiz metinden alınmıştır. Dolayısıyla beyitlerin sonunda parantez içinde verdiğimiz rakamlar burada beyitlere verdiğimiz numaraları göstermektedir. Alıntılanan beyitlerin, Altun 2003b’de hangi numaralar ve sayfalar arasında yer aldığı ve İbrâhîm bin Bâlî Yz. A 1606’da hangi varaklarda bulunduğu dipnot 31’de gösterilmiştir. 8 Metnin bu bölümünde hem (Altun 2003b: 245-259)’da hem de (İbrâhîm bin Bâlî, Yz. A 1606: 81 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler taşlara ayrılmıştır. Faslın başında madenlerin ve taşların oluşumu hakkında genel bilgilerin verildiği 37 beyit mevcuttur. Bunu maden çeşitlerinin sıralandığı 4 beyit izlemektedir. Daha sonra madenin ya da taşın isminin yer aldığı başlıklar altında, biribirine sayıca eşit olmayan beyitlerle sırasıyla “zeheb, fıdda, elmâs, hâr-çînî, sâmûr, murâd, lukkâtü zeheb, magnâtîs, lâkıtü’l-fıdda, lâkıtü’l-kutn, lâkıtü’s-sûf, lâkıtü’şşa‘r, lâkıtü’l-‘azm, câlibü’n-nevm, târidü’n-nevm, matar, bâhit, ‘utâs, Tedmür, kar, bahr, fâr, Feylakûs, bâh, yeşb, billûr, yâkût, zümürrüd, fîrûzec, ‘akîk ve cez‘” olmak üzere toplam 31 maden ve taştan söz edilmektedir. Şair, Hikmet-nâme’nin “Faslun fî-in‘ikâdi’l-ahcâr fî-cevfi ma‘âdini’l-arz” başlığı altındaki beyitlerinde öncelikle madenlerin ve taşların nasıl oluştuğuna dair bilgiler verir. Buna göre farklı özelliklerde ve farklı biçimlerde ortaya çıkan madenler ve taşlar âlemlerin Rabb’inin yeryüzündeki yaratılarındandır. Aynı yerde oluşmalarına rağmen onların renk, nitelik ve değer bakımından ayrı özelliklere sahip fîrûz (firuze), zeberced (zebercet), balhaş (lal), zümerred (zümrüt), la‘l-i Bedahşân (Bedahşan lali), ‘akîk (akik), yeşm (yeşim), yâkût (yakut) ve mercân (mercan) gibi farklı taşlara dönüşmelerinin nedeni konusunda ehl-i hikmet ve taşçılar şunları söylemiştir: “Arzın içindeki boşlukta büyük hava mağaraları vardır. Gökyüzünden inen yağmuru toprak orada yutar ve yutulan su günlerce kalır. Suya toprağın cüzleri karışıp da bulandırmamışsa madenin hararetinin etkisiyle suyun saflığı artar. Saf su gümüş ile dolduğunda katılaşır ve saydamlaşır. Uzun zaman sonra da Allah bu suyu taşa dönüştürür. Madende hapsolan suya toprağın cüzleri karışırsa güneşin ısısının etkisiyle saydam olmayan yoğun bir katılık kesbeder ve letafeti gider. Ancak, taşlardaki çeşitliliğin yeri konusunda âlimler arasında ihtilaf vardır. Kimilerine göre arzın içindeki buharların dumanla hapsolması ve üzerinden zamanın da geçmesiyle taşlar maden içinde çeşitlenir. İçinde buhar fazlaysa Allah’ın emriyle saf, latif ve şeffaf taşlar yani ‘yeşm (yeşim), billûr (billur), yâkût (yakut), rasâs (kurşun) ve zîbak (civa)’ oluşur. Duman çoksa bu maden ocağında bulanık taşlar ‘milh (tuz), zâc (demir sülfat), kibrît (kükürt) ya da nûşâdır (nişadır)’ meydana gelir. Zîbaka (civa) kibrît (kükürt) karışırsa ondan 9 da yedi maden ‘hadîd (demir), gümiş (gümüş), altun (altın), nuhâs (bakır), hâr-çînî , kal’î (kalay) ve kurşun ortaya çıkar. Bazıları da taşlardaki çeşitlenme hakkında farklı sözler söylemiştir. Onlara göre yıldızlar gökte dolaşırken her saatte bir yere ulaşır. İşte bu seyrin tesiri ile madende farklı taşlar oluşur. Nitekim nücum ilmiyle uğraşanlar da yıldızları ‘zuhal kara, müşterî yeşil, merih kızıl, güneş sarı, zühre mavi, utarit mülevven (karışık renkli), kamer beyaz’ olmak üzere yedi renge mahal kılmıştır. Metnin bu genel girişinden sonra Bâlî, “Fî-zikri’l-ma‘âdin ve minhe’z-zeheb” başlıklı bölümün girişinde ehl-i hikmetin madenleri beş gruba ayırdığını belirtir. Buna 10 göre birinci grupta “hadîdî (demir), hâr-çînî , gümiş (gümüş), altun (altın), nuhâs 82 83a-88b)’de 220 beyit yer almaktaysa da incelememiz sonucunda beytin birinin mükerrer olduğu tespit edilmiştir. 9 “Hâr-çînî: Çinlilerin ayna ve ok ucu yapımında kullandıkları sert bir cevher.” (Steingass 1988: 438). 10 Anlamı için bkz. dipnot 9. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. (bakır), üsrüb (kurşun), kurşun”, ikinci grupta “kibrît-i ahmer (kırmızı kükürt)”, üçüncü grupta “milh (tuz)”, dördüncüde “zîbak (civa), beşincide “la’l (lal), yâkût (yakut), zeberced (zebercet)” yer alır. Bölümün sonraki beyitleri “zeheb/altun” (altın)’e ayrılmıştır. Eflatun’un da “hacer” (taş) sınıfının en değerlisi olduğunu söylediğinin belirtildiği altının değeri ve altın sahibi olmanın insana kazandıracağı izzetin işaret edildiği üç beyitten sonra sıra Aristo’nun konuyla ilgili sözlerine gelir. Aristo’ya göre elinde altını olanın sözü etkili, özü saygın, yüreği sağlam ve gönlü gamsız olur. Takip eden beyitlerde yer alan bilgilerin Aristo’dan aktarılıp aktarılmadığı belirgin değildir. Bu beyitlerde anlatılanlara bakılırsa altın Hz. Süleyman’ın mührü gibi etkilidir. İnsanları ele geçirmek, hürleri köle yapmak, bitmeyen işleri bitirmek onunla mümkündür. Gurbette yaşayan biri, yanında altını varsa vatanındaymış gibi rahattır. Fakat altını olmayana vatanı mihnet yeridir. Altınla süslenen her şey güzelleşir. Altın; ateşten, topraktan, sudan ve rüzgârdan etkilenmez. Altının sağlık üzerindeki etkilerine gelince: “Zer-i asfer” (sarı altın) her sıkıntıyı engeller. Safrayı döker. “Tûtiyâ” (sürme), göze altın mil ile çekilirse ziya (ışık) verir. Metnin “Fî-zikri’l-fıdda” başlıklı sekiz beyti gümüşün özelliklerine ayrılmıştır. Şair, altınla kıyaslayarak anlattığı gümüşün ticaretteki yeri üzerinde durmuş, fakat sağlıkla ilgili etkilerine yer vermemiştir. Bâlî’nin, “filizât ehli”nden naklettiği bilgiye göre gümüş, altına en yakın, altın olmazsa onun yerini tutacak nitelikte bir madendir. Zaten altını bilmeyenler gümüşü tazim ederler. Elinde gümüş dirhemi olan dilenci durumuna düşmez. Altın gibi gümüş de belayı def eder ve fakrı engeller. İkisi de alım satım için kullanılmakla birlikte gümüş altına kıyasla daha fazla sürümdedir. Oysa altın, gümüşün yaptığı işi yapmaz, yani gümüş yerine kullanılmaz. “Sekkâk” (sikke döken kişi), bakırı ateşle kalıba döküp ondan “füls-i meskuk” (sikkelenmiş mangır) yapar. Halk, ticarette gümüş gibi buna da muhtaçtır. Elmas, “Fî-zikri elmâs” başlığı altındaki 22 beyitte anlatılmıştır. Metinde çalışmamızın sonraki bölümünde şairin göndermelerinden söz ederken üzerinde ayrıntılı şekilde duracağımız üzere İskender’le ilgili bir efsaneye yer verilir. İbrâhîm bin Bâlî, anlatıyı takiben Aristo’ya izafe edilen ancak adını vermediği bir kitaba gönderme yaparak elmasın iyisi hakkındaki bilgileri özetler: Nişadır renkli (beyaz) elmas saf ve berrak görünür. Ayrıca kara, ak, kızıl hatta bakınca yeşil renkli sanılan elmas cinsleri de vardır. Bu fende üstat kişi, bunların birine “tebnî” (saman renkli), diğerine de “fıddî” (gümüş renkli) adını vermiştir. Yine Nasıreddîn-i Tûsî de elmasın iyisinin nasıl anlaşılacağı konusuna değinmiştir. Etrafına ak “şem’a” (mumlu fitil) konmuş elmas, güneş karşısında tutulduğunda, bakanlar onda gökkuşağı gibi bir işaret görürlerse o elmas iyidir. Elmasın metinde sıralanan diğer özelliklerine gelince. Elmas taşları küçüktür, büyüğü nadir bulunur. Hiçbir maden elması kıramaz ama o, hepsini kırar. Mesela demirci, çekiçle ona vursa taş ya çekice ya da örse batar. Demir, elmasla kesilir, inci delinirken “rasâs” (kurşun)’ın elması kesmesi şaşırtıcıdır. Daha da şaşırtıcı olansa taşın, 83 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler ister içten ister dıştan daima “müselles” (üçken) şeklinde kırılmasıdır. Elmasın sağlık üzerindeki etkileri konusunda verilen bilgi ler sadece son iki beyittedir. Buna göre elmas; ağza alınırsa kişinin dişi ufalanır, dökülür, eğer yanlışlıkla yutulursa bağırsakları delip çıkar. Hikmet-nâme’de anlatılan madenlerden biri de “hâr-çînî/hâr-çîn”dir. Hâr-çînî, daha önce de işaret edildiği üzere Çin’de ayna ve ok yapımında kullanılan sert bir cevherdir (bkz. dipnot 9). Nitekim: Ma‘âdinde birisi hâr-çînî Ki Çîn iklîmidür anuñ zemîni (84) beytinde hâr-çînî madeninin Çin’de bulunduğunu söylendikten sonra diğer beyitlerde taşın iyisinin kırmızıya çalan siyah renkte olduğu, rengi dolayısıyla ocağının bakıra benzediği, insanın o ocağı her zaman bulamayacağı belirtilmekte, takiben hârçînînin sağlık üzerindeki etkilerine değinilmektedir. Verilen bilgilere göre hâr-çînîden üretilmiş kılıcın darbesi son derece öldürücüdür. Kimi tabipler “lakve”nin (ağzı çarpıl11 mış) hâr-çînîden yapılan aynaya baktığında iyileştiğini sınamışlardır. Ayrıca hâr-çînî cımbızla koparılan kılın da genellikle bir daha çıkmadığı işaret edilmiştir. 12 Hâr-çînîden sonra sırayı “sâmûr” alır. Adı geçen taşın, Mağrip’te âlemde meşhur bir dağda bulunduğu belirtilmişse de hangi dağ olduğu metinde belli değildir. Kelimenin 12 numaralı dipnota Steingass’tan aktardığımız anlamına bakılırsa dağın adı da muhtemelen “Sâmûr”dur. Bu kısımdaki beyitlerde tacirlerin taşı Mağrip’ten getirdikleri ve bununla diğer taşları keserken hiçbir ses çıkmadığı dışında sâmûr hakkında başka bir bilgi verilmez. Sadece taşın ses çıkmasını engelleme özelliği hakkında içinde 13 Hz. Süleyman’ın da yer aldığı bir kıssa aktarılır. Hikmet-nâme’de anlatılan taşlardan biri de “murâd”dır. Aristo’ya ait olduğu belirtilerek aktarılan bilgilere göre “murâd”ın madeni güney taraflarında bulunmaktadır. Güneş; güneye her ulaştığında taşın rengi kara, tabiatı kuru ve sıcak; batıya erişince de rengi yeşil, tabiatı nemli ve soğuk olur. Murâd taşını üzerinde taşıyana şeytanlar daima itaat eder. 84 11 Bu noktada “hâr-çîn” kelimesinin “cımbız” (Devellioğlu 2000: 328) anlamında kullanıldığı da hatırlanmalıdır. 12 Steingass’ta (1988: 644, 645) “Sâmûr” ya da “Sâhûr” kelimesine “çok sert bir taş çeşidinin elde edildiği dağın ismi” karşılığı verilmiştir. 13 Çalışmamızın metnin göndermelerine ayırdığımız bölümünde bu kıssa üzerinde de durulacaktır. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 14 15 Taşlardan “lukkât- zeheb”e (altın kalıntısı / altın toplayanlar ?) gelince. Şairin yine Aristo’dan aktardığına göre Mağrip diyarında bulunan, sarı ve “agber” (toz renkli) taşı görenler altın sanır, ancak bu yumuşaktır. Üstelik altın topraktan temizlenince anlaşılır. Eserde “magnatîs” (manyetit, mıknatıs taşı) sadece iki beyitle anlatılmıştır. Kulzüm adasında bulunan magnatîs taşının kırmızıya çalan kara renklisinin iyi olduğu ve onda 16 çok hasletler bulunduğu vurgulanmış, konuyla ilgili başka bir bilgi verilmemiştir. Hikmet-nâme’de “Fî-lâkıti’l-fıdda” (gümüş toplayan) başlığı altında Aristo’dan aktarılan bilgilerle anlatılan taşın diğer adının “lukkât-ı sîm” (gümüş kalıntısı/gümüş 17 toplayanlar ?) olduğu da belirtilmektedir . Beyaz veya toz renkli (agber) bu taş, bir arşın yerden gümüşe doğru tutulsa, gümüş çivilenmiş bile olsa onu koparabilecek güçtedir. Dolayısıyla çekme özelliği bulunan taşların en üstünüdür ve aynı niteliği taşıyan taşlar arasında çekme gücü bunun gibi olan yoktur. Aristo’dan nakledilen taşlardan biri de “lâkıtü’l-kutn” (pamuk toplayan)’dur. Verilen bilgilere göre sahillerde bulunan ve rengi gayet beyaz bu taş, pamuk cinsinin yakınında bulundurulursa pamuk, fitil gibi onun içine dışına dolaşır. Ayrıca pamuklanmış çuhanın yüzüne sürülürse kumaş temizlenir. Hikmet-nâme’de Aristo’nun tavsif ettiği vurgulanan taşlar arasında “lâkıtü’s-sûf” (yün toplayan) da bulunmaktadır. İçinde sarı ve yeşil damarlar bulunan beyaza mail 14 Sözlüklerde tespit edemediğimiz tamlama şeklindeki bu ismi taşıyan taş, taşlarla ilgili Arapça bir sitede “haceru lâkıti’z-zeheb” başlığı altında anlatılmakta, fakat tamlamanın ne “lukkât” kelimesiyle kurulmuş şekli ne de İngilizce ya da Latince karşılığı verilmektedir. Ayrıca sitede, adı geçen taş hakkında Aristo’dan nakledildiği belirtilen bilgilerle Hikmet-nâme’dekilerin aynı olması da dikkat çekmektedir. Bkz. http://www.hidden-science.net/stones/stonetable.html (erişim tarihi: 19.02.2012). Yine elimizdeki yazmada üzerine şedde konduğu için “lukkât” okuduğumuz kelimeyi de bu şekliyle sözlüklerde bulamadığımızı belirtmek gerekir. Bunun bir vezin tasarrufu olup olmadığına da karar veremedik. Nitekim kelimenin ulaşabildiğimiz sözlüklerde “lukât” “yerde bulunup alınan, toplanan, devşirilen, çerçöp” (Güneş 2010: 1073); “lakât” “ekin biçildikten sonra orak dokunmayan yerde kalan başak”, “likât” “başak derme” (Mütercim Âsım 1305: 511) okunan ve anlamlandırılan şekillerini tespit edebildik. Bu bağlamda anadili Arapça olan bir bilim adamı Arapçada “lâkıt”ın, “toplayanlar, koparanlar, cımbızla koparanlar” anlamındaki çokluğunun telaffuzunun “lukkât” olduğunu belirtti. Bunun şifahî bir bilgi olması nedeniyle yukarıda tamlamanın anlamını yazarken yanına soru işareti koymayı uygun gördük. 15 Hikmet-nâme’nin Altun tarafından hazırlanan çevriyazılı metninde bu taştan “Fî zikri hacer-i lukâti’zzeheb” başlığı altında iki beyitle söz edilmekte, takiben “Fî zikri hacer-i mıknâtîsî” başlıklı beş beyitlik bir bölüm gelmektedir. Ancak dikkatle incelenince bu beş beytin ilk ikisi dışındakilerde “lukkât-ı zeheb”in anlatıldığı, hatta beyitlerden birinin de kelime farkıyla önceki bölümün ikinci beytiyle aynı olduğu görülmektedir (Altun 2003b: 251-252). Müstensih hatasından kaynaklanması muhtemel bu durum eserin Millî Ktp. Yz. A. 1606 nüshası için de söz konusudur. Ayrıca Millî Ktp. nüshasında “lukkât-ı zeheb”le ilgili bölüm başlığı da yanlıştır. Bu yazının sonunda Millî Ktp. Yz. A 1606’ya dayanarak hazırladığımız metinde hem beyitlerin yeri hem de başlık değiştirilmiş ve mükerrer beyitler arasındaki fark da dipnotta gösterilmiştir. 16 Bu ve önceki bölümde görülen karışıklık; burada da müstensihlerin atladığı beyitlerin olabileceğini, dolayısıyla ikinci beyitte işaret edilen “hasâyil”le kastedilenlerin anlatıldığı beyitlerin bulunmama nedeninin de bundan kaynaklanabileceğini düşündürmektedir. 17 Sözlüklerde bulamadığımız bu taştan, yukarıda erişim adresini verdiğimiz sitede “haceru lâkıti’l-fıdda” başlığı altında yine Aristo’dan nakledilen bilgilerle söz edildiğini belirleyebildik. Taşın ismi ve sitenin erişim adresiyle ilgili açıklamalar için bkz. dipnot 14. 85 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler yeşil renkteki “lâkıtü’s-sûf”, yeşimin yakınındaysa süratle aşınarak mahvolup kaybolur. Taşın tıptaki etkisine gelince: Dövülüp eskiden ak düşmüş göze çekilirse gözü iyileştirir. Metindeki taşlardan biri de “lâkıtü’ş-şa‘r” (kıl toplayan)’dır. Yine Aristo’dan rivayet edildiğine göre taşı, kıllı birine sürerlerse kılların hepsini döküp kişinin tenini nura çevirir. Dövüp koydukları yerde de tıraş izi kalmaz. “Lâkıtü’l-‘azm” (kemik toplayan)’e gelince. Belh’te bulunan bu sert taş, kemiklerin uzağına da yakınına da konsa onları aynı yere toplama özelliğine sahiptir. Eserde “câlibü’n-nevm” (uykuyu çeken) taşı hakkındaki bilgiler de Aristo’dan aktarılmıştır. Bu, berrak, saf, ışıklı ve saydam/parlak görünen oldukça kızıl renkli bir taştır. Hava açıkken ona bakan taşın buğu ve buharının çıktığını görür. Geceleyin mum gibi ışıldayarak bulunduğu yeri aydınlatan “câlibü’n-nevm”in iki dirhemini üzerinde taşıyanın uykusu gelir ve onu yanından uzaklaştırmadığı müddetçe de uyanamaz. Bâlî’nin Aristo’dan rivayet edildiğini belirttiği taşlardan biri de “târidü’n-nevm” (uyku kovan)’dir. Siyaha çalan beyaz renkte, kurşuna denk bu taşı üzerinde bulunduranın uykusu gelmemekte, şaşırtıcı olan da bu taştan kaynaklanan uykusuzluktan kişinin sıkıntı duymaması, üstelik taşı nazarından uzaklaştırsa da uzun müddet “seher” illetinden (uykusuzluk hastalığından) kurtulamamasıdır. Mesnevîde “târidü’n-nevm”den sonra Türk memleketlerinde “hacerü’l-matar/ seng-i matar” (yağmur taşı) denen bir taşa yer verilmiştir. Dört beyitlik bu bölümde görüp de anlatanlar tarafından doğrulandığı belirtilerek aktarlan bilgilere göre taş suya bırakıldığında bulutlar gökyüzüne yürümekte, ardından nehirleri sel alacak kadar çok yağmur yağmakta ve hatta az da olsa dolu ve kar düşmektedir. “Seng-i bâhit/hacerü bâhit” (güldüren taş)’e gelince. Beyaz renkli, berrak, saf ve “merkaşîşâ” (markazit) gibi parlak bir taştır. “Seng-i bâhit”e bakan derhal gülmeye başlamakta ve aklı başından gidinceye kadar da gülmektedir. Sonuçta ne düşünceleri ne de anlattıkları anlaşılmakta, taşı nazarından uzaklaştırmadıkça da gülmekten kurtulamamakta, bu nedenle de irfan ehli ona “galiba bu, magnâtîs-i insân” demektedir. 18 Bâlî’nin metinde yer verdiği taşlar arasında “hacerü’l-‘utâs/seng-i ‘utâs” da bulunmaktadır. Taş hakkındaki bilgiler, şairin üstad dediği, ama adını zikretmediği bir âlimin Aristo’dan aktardıklarına dayanmaktadır. Buna göre “‘utâs”ı, sol eline alanın cömertliği tutar, dilinin altına koyan ne kadar şarap içerse içsin sarhoş olmaz. İçine konduğu ateşi de hiç alevi kalmayacak şekilde söndürür. Hikmet-nâme’de “seng-i Tedmür/hacerü Tedmür” (Palmira taşı) başlığı altındaki bilgilerin kaynağı da yine Aristo’dur. Mağrip’te deniz kenarında bulunan taşı insan, 86 18 Kâmûs’da “‘utâs” kelimesine “aksırmak; aksırık; sabah vakti; şafak sökmek; uğursuz sayılan şey; karşıdan zuhur eden âhû” (Mütercim Asım 1305: 262) anlamları verilmişse de bu taşa ilişkin bir bilgi mevcut değildir. Dolayısıyla taşın ismi, sıralanan anlamlardan herhangi biriyle ilişkili mi ya da başka bir kelimenin bozulmuş şekli mi bunu belirlemek mümkün olamamıştır. Dipnot 14’te erişim adresini verdiğimiz taşlarla ilgili Arapça sitede de “‘utâs” hakkında da Aristo’dan naklen Bâlî’nin verdiği bilgilerin çok benzeri yer almakta, taşın isminin ne Latince ne de İngilizce karşılığı verilmektedir. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. eline alıp yalarsa kanı damarında kurur ve o anda ölür. Çünkü bu öldürücü taş zehir taşıdır. Onun olduğu yere yollar ulaşmaz. Aristo’dan aktarılan bilgilere göre “hacer-i kar/hacerü’l-kar” (kar taşı), kara renkli ve cismi arı bir taştır. Kar, ateşin bile eritemeyeceği kadar çok olsa üstüne konursa onu eritir. Hatta akan suyun içine bırakılırsa suyu da kaynatır. “Hacerü’l-bahr” ya da diğer adıyla “deniz taşı”nın derya buharından oluştuğu ve kıyıda katılaştığı bilgisi de Aristo’ya aittir. Küçük de olsa büyük de olsa suya bıraksalar hafifliği nedeniyle batmayan bu taşı üzerinde bulunduran kişi de boğulmaz. Hatta ateşteki kabın içine konursa kaynama kesilir. “Hacerü’l-fâr”a (fare taşı) gelince. Görünüşüyle yani rengi ve konumuyla fareye benzer. İnsan, taşı nereye koyarsa fareler üzerine toplanır ve böylece kaçamayıp yakalanırlar. Bu nedenle “hacerü’l-fâr”ın bulunduğu yerde fare az olur. 19 “Hacer-i Feylakûs ” (Feylakûs taşı, Philip taşı) da Aristo’nun yadettiği taşlardandır. Her gün başka bir renge dönüşür. “Hacer-i Feylakûs”a gece bakılırsa ayna olur20 muş. Onu, Zü’l-karneyn-i Yunan (İskender) bulmuştur . Mutalsam (büyülü, tılsımlanmış) olduğu için yırtıcı ve yabanî hayvanlarla cinler bu taştan kaçar. Aristo’nun söylediğine göre “hacerü’l-bâh/hacer-bâh” (şehvet taşı)’ın madeni Afrika kıtasındadır. Onu da bu mahalde İskender bulmuştur. Yanında “hacer-i bâh” taşıyan sürekli cinsel istek duyar. Susamış biri taşı dilinin altına koyduğu anda kişinin susuzluğu gider. Metinde adı geçen taşlardan biri de “seng-i yeşb/hacerü’l-yeşb” (jasper taşı)’dir. Üzerinde taşıyan savaşta yenilmediği için insanlar bu taşı saklar, sultanlar da ondan kemer yaparlar. Susamış kimse bu taşı ağzına alırsa susuzluğu geçer, suya kanar. “Hacerü’l-billûr” (billur), metinde verilen bilgilere göre camların/sırçaların en güzelidir. Sanatla yakuta benzetilebilir. Rengi berrak ve parlak beyazdır. İnsan üzerinde billur taşırsa onun etkisiyle bedenine araz olan hastalıklar iyileşir. Billur güneşe tutulduğunda oluşan ışık pamuğa dokunsa onu yakar… Farklı renkleri bulunan “hacerü yâkût/ yâkût taşı”a (yakut) gelince. Yakut sert, saf, şeffaf ve parlak bir taştır. Madenlerin topraktaki uyumsuzluğu nedeniyle bu taşın kimisi kırmızı, kimisi sarı, kimisi mavi kimisi de yeşil renktedir. Metinde yakutun psikolojik ve fizyolojik etkilerinden de söz edilmektedir. Verilen bilgilere göre yakut, insanın üzüntüsüne iyi gelir, ağza alınırsa susuzluğu giderir. Yakut macunu gönülden ihtilafı yok eder, gönlü açar ve neşe verir. Bedende kanı temizler ve kanın katılaşmasını engeller. “Tûtiyâ”sını (sürme) göze sürseler gözün nurunu açığa çıkarır ve ışığını artırır. Bâlî’nin nazma çektiği tam değerli taşlardan biri de “hacerü’z-zümürrüd/zümürrüd taşı” (zümrüt)’dür. Sarraflar, yeşil renkli saf ve şeffaf bu taşın altın madeninden 19 “Feylakûs/Feylâkûs: Makedonyalı Philip.” (Steingass 1988: 945). 20 Bâlî, İskender’le cinler arasında geçen olayı kısaca anlatmıştır. Çalışmamızın metnin göndermelerine ayırdığımız bölümünde bu anlatı üzerinde durulacaktır. 87 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler çıkarıldığını söylemiştir. Zümrüdün etkileri konusunda tabipler; sürekli olarak zümrüde bakanın gözünün nurunun artacağını, ama yılan ona çok fazla bakarsa eriyip bir nefeste su olacağını, sara hastası üzerinde zümrüt taşırsa aklının başına geleceğini, zehir içmiş kişiye dövülmüş zümrüt içirilirse zehrin zararının dokunmayacağını belirtmişlerdir. Yarı değerli taşlardan “hacerü’l-fîrûzec/fîrûze”in (firuze, türkuaz) madeni ya Nişabur ya da Horasan’dır. Rengi yeşildir. Karışırsa maviye çalar. Hava açık olursa açık, bulanık olursa bulanık renkli görünür. Ona bakmak gözleri parlatır, derdi giderir ve dişleri iyileştirir. İmam Cafer-i Sâdık’a göre, firuze yüzük takan (hâtem) fakir olmaz. “Fî-haceri’l-‘akîk” (akik) başlığı altında yer verilen akike Aristo “hasların hası” dermiş. Çok kızıl ya da saf sarı olan bu taşın sarılığı ve saydamlığı her yana ulaşır. 21 Yemen ve Tayif illerindeki “Arâdan?” denizi sahilinde bulunur. Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadise göre üzerinde akik mühür taşıyanın gönlünde gam kalmaz; o kişi, mutlu yaşar ve üzülmez. Akik taşından yüzük (hâtem) taşıyan, yoksulluk görmez, vefat ederken de ruhunu kolay teslim eder, ölümden önce de ona yeri gösterilir demişlerdir. Akik yüzük (hâtem) taşıyan sinirlense de haddini aşmaz. Hikmet-nâme’de Bâlî’nin yer verdiği son taş yine Aristo’dan rivayet edilen “hacerü’l-cez‘” (damarlı akik, gözboncuğu)’dir. Âlimler, farklı renkleri olan bu çark taşının Çin ve Yemen’den getirildiğini söylemiştir. Tecrübe edenler, “cez‘”e bakmanın ve üzerinde taşımanın gam vereceğini, taşıyanın aptes bozmaya da yetişemeyeceğini, “cez‘” takılan çocuğun salyasının akacağını ve daha çok ağlayacağını belirtmişlerdir. Ayrıca bu taş dövülüp su ile içilirse içenin dilinin ağırlaşacağını, uykusunun azalacağını, korkusunun artacağını, içinin sıkılacağını, tabiatının kötüleşeceğini de işaret etmişlerdir. Metinde verilen taşlar ve madenler hakkındaki yukarıda sıraladığımız bilgiler arasında gerek sıra gerek aynı özelliğe değinme bakımından ne bir düzen ve eşitlik ne de beyit sayıları arasında bir denklik vardır. İbrâhîm bin Bâlî, bu 219 beyitte kendi gözlemlerini değil, sadece kimi madenlerle taşların nasıl ve nerelerde oluştuklarına, renklerine, çeşitlerine, psikolojik ve fizyolojik etkilerine, bunlara ilişkin inanışlara, haklarında anlatılan efsanelere ve hadislere varıncaya kadar kaynak/kaynaklardan aldıklarını ya da duyduklarını nazma çekerek okura aktarmıştır. Mensur cevher kitaplarında da görülen farklı alanlara ait bilgilerin metindeki bu birlikteliğini Foucault, neyin bilimsel bilgi sayıldığına ilişkin ölçütlerdeki farklılığa bağlamaktadır. Ona göre dilin ve doğanın birbirinden ayrışmadığı döneme ait bu metinlerde doğa, birbirinden ayrışmamış bir kelimeler ve işaretler bütünüdür. Doğa bilimci ise sadece bunları derleme görevini yapmakla yükümlüdür. Dolayısıyla herhangi bir şey hakkındaki gözleme dayalı özelliklerle derleme ve rivayete dayalı uydurma duyumlar (mitoloji, anekdot, etimoloji vb.) bu dönemlerde kaleme alınmış eserlerde iç içe yer alabilir (Yavuz 2003: 145-146). 88 21 Bu kelimeyle kastedilenin hangi deniz olduğu belirlenemedi. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. IV. Metnin göndermelerine gelince: İbrâhîm bin Bâlî, maden ve taşlar bölümünün kimi beyitlerinde bilgileri aktardığı âlimlerin birkaçının ismini verir. İsmini en sık 22 andığı bilge, Aristo ise de onun hangi eserinden yararlandığını yazmaz. Sadece: Kitâb içinde dimişdür Arestu Ki elmâsuñ taşına şoldur eyü (69) beytinde elmas hakkındaki bilgilerin kaynağı olarak Aristo’nun kitabını gösterir. 23 Aristo’ya nisbet edilen bu kitabın adı kimi cevâhir-nâmelerde Kitâbü’l-ahcâr’dır. Ama metnin, ne bu beytinde ne de Aristo’dan söz ettiği diğer beyitlerinde kitabın ismini verir. Şairin bu ismi zikretmeme nedeni, muhtemelen kimi bilgileri doğrudan Aristo’nun kitabından değil de ondan alıntı yapan başka bir kaynaktan aktarmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim bu bölümün bir beytinde verdiği bilginin “üstâd” diye bahsettiği ve kim olduğunu söylemediği bir yazarın Aristo’dan rivayet ettiklerine dayandığını söylemesi de bu düşüncemizi güçlendirmektedir: Arestu’dan rivâyet kılmış üstâd Ki vardur bir hacer seng-i ‘utâs-ad (149) Şair, Hikmet-nâme’nin bu bölümünde bir kere de Yunan filozofu Felatun’u (Platon) altun madeninin değeri hakkındaki görüşü dolayısıyla şu beyitte: Hacer sınfında dimişdür Felatun ‘Azîz olur cemî‘isinden altun (42) ve bir kere de Şeyh-i Tûsî lakabıyla bahsettiği Nâsırüddîn-i Tûsî’yi elmasın iyisi konusunda verdiği bilgi nedeniyle aşağıdaki beyitte anmaktadır. Bâlî, Eflatun’un değerlendirmesini nereden aldığına ilişkin herhangi bir ipucu da vermez. Bu da yine muhtemelen doğrudan değil dolaylı bir aktarmanın söz konusu olduğunu gösterir. Oysa elmas konusunda verdiği bilgileri dolaylı olarak değil de doğrudan Şeyh-i Tûsî’nin kitabından aldığını, yine eserinin ismini belirtmeden işaret eder. Tûsî’nin 22 Metnin kimi beyitlerinde Aristo’dan şu isim ve lakaplarla söz edilmektedir: “Arestu (69, 99, 114, 118, 122, 128, 134, 149, 153, 157, 161, 175, 213), Arestu-yı hakîm (104, 110, 169, 205), Ristetalis-i hakîm (45), Şeyh-i Yunan (205).” 23 İslamî döneme ait cevâhir-nâmeleri biçim ve içerik bakımından en fazla etkileyen iki kitaptan biri olan ve yanlışlıkla Aristo’ya nispet edilen Kitâbü’l-Ahcâr’ın, Aristo Mektebi’nde mineroloji konusunda yapılan araştırmaların küçük bir kısmını da içeren Acemce, Süryânice ve Yunanca kaynaklardan yapılmış bir derleme olduğu belirtilmiştir. Bilim tarihçileri Aristo’nun konuyla ilgili müstakil kitap yazmadığını, sadece jeolojik sorunlara ilk defa değinilen Meteorologica isimli bir eser kaleme aldığını, bu eserin üçüAncü kitabının sonlarında Peri Lithon (Taşlar Üzerine ) isimli kitabı yazacağını söylediği için madenlerin ve taşların oluşumu hakkındaki metnin de yanlışlıkla Aristo’nun sanılarak Meteorologica’nın dördüncü bölümünün sonuna eklendiğini söylemişlerdir. Ancak metinde çok sayıda Arapça özel isim bulunması dikkati çekmiş ve yapılan araştırmayla bunun İbn Sînâ’nın Kitâbü’ş-şifâ’sının bazı bölümlerinin özet bir çevirisi olduğu ispatlanmıştır. Benzeri şekilde Aristo’nun öğrencilerinden Theophrastos’un kaleme aldığı ve madenî cevherlerin konu edildiği ilk inceleme kabul edilen De Lapidibus’un (Taşlar Üzerine) da Aristo’ya ait olduğu bile ileri sürülmüştür. İncelemeler sonucunda bu son eserdeki bilgilerin özellikle Eskiçağ ve Ortaçağ’da yazılan cevâhir-nâmeleri büyük ölçüde etkilediği anlaşılmıştır (Demir, Kılıç 2003: 4, 7-9, 11, 13-14, dipnot 7 ve 23). 89 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler cevher-nâme yazanlar tarafından iyi bilinen ve hatta Türkçeye de çevrilmiş bu Farsça 24 metnin adı Tansûh-nâme-i İlhânî’dir : Kitâbında dimişdür Şeyh-i Tûsî Şu nev‘a durur elmâsuñ eyüsi (73) Hikmet-nâme’nin maden ve taşlarla ilgili bölümünde âlimlere yapılan göndermelerin yanı sıra, benzeri metinlerde de görüldüğü gibi, çok olmasa da dinsel nitelikliler de mevcuttur. Şair, akikten söz ettiği şu beyitlerde Hz. Peygamber’in bir hadisine yer verir: Rivâyetdür nebîden bil hakîkî Ki her kim götüre mühr-i ‘akîki Dahı göñlinde kalmaya hem ü gam Giçe hurrem cihânda görmeye hem Götüren hâtem-i seng-i ‘akîki Dimişler fakr görmeye hakîkî (208-210) Aslında Hz. Muhammed’in akik hakkındaki manzumedeki hadisinin sadece Hikmet-nâme’de değil taşlar hakkında yazılmış diğer eserlerde de kullanıldığı gö25 rülür . Bu noktada dikkat çekici olansa, güvenilmeyecek derecede zayıf ve mevzû hadislerden kabul edilmesine, hatta M. 934’te vefat etmiş ünlü hadis bilgini Ukaylî tarafından da Hz. Peygamber’den rivayet edilmediği kesin olarak bildirilmesine rağmen “akiğin mübârek olduğuna, akik yüzük kullanmanın fakirliği giderdiğine dair” (Erdem 1989: 362-363) hadise konuyla ilgili metinlerde ısrarla yer verilmesidir. Bu da yine bu ve benzeri eserleri kaleme alanların söz konusu bilgiyi doğruluğunu araştırmadan sadece kullandıkları kaynakdan/kaynaklardan kopyalamakla yetindiklerini işaret eder. Şair, eserinin firuzeye ayırdığı kısmınını bir beytinde İmam Cafer-i Sâdık’ın “firuze yüzük takanın asla fakir olmayacağı” (Mehmed Es’ad 1261/1263: 1160) anlamındaki sözünü hatırlatarak da yazdıklarının okur üzerindeki inandırıcılığını ve etkisini artırmaya çalışmıştır: Didi Ca‘fer ‘avez görmeye her bâr Şol el kim hâtem-i fîrûzesi var(204) Hikmet-nâme’nin madenler ve taşlar bölümünde iki kez Hz. Süleyman anılır. Şair, bunların ilkinde “zeheb” (altın)’in insanları ele geçirme özelliğini, Hz. Süleyman’ın cinlere, şeytanlara, perilere hükmettiği ve kaşında ism-i azam yazılı olan meşhur yü- 90 24 Bkz. Demir, Kılıç 2003: 17-18; Kutlar 2005: 47-48. 25 Farklı dönemlerde kaleme alınmış Tuhfe-i Murâdî, Cevâhir-nâme, Risâle-i Cevâhir-nâme gibi metinlerdeki “akîk” bölümlerine bakmak hadisin bu tür eserlerdeki kullanımı hakkında fikir verecektir. Bkz. Argunşah 1999: 163; Demir, Kılıç 2003: 61; Kutlar 2005: 100. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 26 züğüne benzetmektedir. Burada da amacının anlattıklarını daha etkili kılmak olduğu açıktır: Var anda haslet-i hatm-i Süleymân Kim anuñla olur teshîr-i insân (47) Hz. Süleyman, “Sâmûr” taşından söz edilirken aktarılan kıssa dolayısıyla metinde ikinci kez anılır. Bu beyitlerde belirtildiğine göre Hz. Süleyman, Kudüs’teki yapıyı 27 (Mescid-i Aksâ/Beytü’l-Makdis) inşa ettirdiği sırada kırılan taşların çıkardığı sesten cinler rahatsızlık duyar ve bu durumu Hz. Süleyman’a şikâyet ederler. Hz. Süleyman ifritleri çağırıp ferman vererek Mağrip şehirlerinden Sâmûr taşını getirtir. Sonra adı geçen taştan, devler kullansın diye tasarladığı şekilde âletler yaptırır. Böylece taşları bu âletlerle kestiklerinde artık ses çıkmaz: Hikâyetde gelüpdür kim Süleymân Kılıcak Kuds bünyâdını bünyân Meger âvâze-i kat‘-ı hacerden Katı incindiler cin ol eserden Şikâyet kıldılar tâ kim Süleymân ‘Afârîti getürdi kıldı fermân Hemân Magrib bilâdından o sengi Getürdi dîvler içün kıldı hengî Pes andan düzedüp çok dürlü âlât Keserlerdi taşı çıkmazdı esvât (94-98) Hikmet-nâme’nin taşlar kısmında İskender, “Zü’l-karneyn-i Rûmî, Zü’l-karneyni Yunan, Sikender” gibi isim ve lakaplarla anılır. Bunların ilki “elmâs” bölümünde karşımıza çıkar. İskender’le ilgili bu anlatıya göre “Hindistan’da içi elmas dolu bir vadi vardır, ama insanların, yılan dolu bu yere gitmesi güçtür. Yılanların üreyip gece gündüz ayrılmadıkları vadiye ‘Zü’l-karneyn-i Rûmî’ (İskender) gelip etler döktürür ve karakuşları etlere salar. Kuşlar, üzerine elmasların yapıştığı et parçalarını kaparlar. Böylece taşlar da etlerle birlikte oradan çıkar.” Birçok cevâhir-nâmede ayrıntılarda26 Hz. Süleyman’a cennette Rıdvan’ın hediye ettiği ya da Hz. Havva tarafından cennetten çıkarılarak Hz. Süleyman’a miras kaldığı belirtilen cennet kökenli bu kutsal yüzük için bkz. Taberî 1980: 485-486, 504; Yıldırım 2008: 647. 27 Ulaşabildiğimiz kaynaklarda mescidin yapımı sırasında devlerin işçilik yaptığından ve cinlerin varlığından söz edilmekle birlikte Sâmûr taşına ilişkin herhangi bir bilgiye yer verildiği tespit edilememiştir: “Saltanat Süleyman aleyhisselam üzerine geçince devleri müsahhar eyledi. Ve Mescid-i Aksâ’yı imâret eyledi. Devler işçilik yaparlardı (…) Bu mescidin tamamlanmasına daha çok vardır. Devler ölümümü duyarlarsa mescidi terk ederler, benim ölümümü bunlardan gizle, tâ ki bu mescidi tamam eyliyeler (…)” (Taberî 1980: 471, 504). “Beytü’l-Makdis’in yapımı sırasında Süleyman inşaat alanında iki ay bulunmuş (…) ölümünden cinlerin haberi olmamasını Allah’tan isteyerek dua etmiş ve birgün asasına dayanmış ayakta dururken ölmüş, ölümünden kimsenin haberi olmamış, o ayakta öyle dururken mescidin yapımı da tamamlanmış (…)” (Yıldırım 2008: 647). 91 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler ki küçük farklar dışında benzeri şekilde aktarılan bu rivayeti Nizâmî’nin İskender28 nâme’de zikrettiği belirtilmekteyse de Hikmet-nâme’deki anlatıda böyle bir gönderme bulunmaz: İşitmişüz ki söylenür lisânda Meger bir vâdîdür Hindûstân‘da Kim ol vâdîde olur seng-i elmâs Varımaz ol mekâna cehd idüp nâs Katı düşvâr dirler ol bıkâ‘ı Temâmet içi_anuñ tolu efâ‘î Dürimişdür anuñ içinde hayyât Tutarlar yaz ü kış anda makâmât Hikâyetdür ki Zü‘l-karneyn-i Rûmî Gelüp ol vâdiye dökdi lühûmı Havâle kıldı ol etlere ‘ıkbân Pes indi anlaruñ ardınca murgân Kapup her pâreyi bir murg-ı tayyâr Bile çıkdı yapışup ete ahcâr (62-68) İskender, metnin aşağıdaki beyitlerinde ise “hacerü’l-bâh”ın ve “hacer-i Feylakûs”un madenini bulan kişi olarak yer alır: Pes Afrîkıyye arzı oldı kânı Sikender ol mahalde buldı anı (176) Hikâyetdür ki Zü’l-karneyn-i Yunan Çün aldı ol hacerden buluban kân (171) Ancak “hacerü’l-bâh”a ayrılan bölümde bu taş hakkında İskender’le ilişkilendirilebilecek herhangi bir hikâyeye yer verilmez. Aristo’nun yadettiği taşlardan “Hacer-i 29 Feylakûs ” İskender’in babası Makedonya Kralı II. Philip’in adını taşımaktaysa da beyitlerde taşa bu ismin verilme sebebine ilişkin bir ayrıntı yoktur. Sadece “hacer-i Feylakûs” madenini bulan İskender’in (Zü’l-karneyn-i Yunan) taştan aldığı, kimsenin bu taşı bulmasını istemeyen cin kavminin de geceleyin o madenin üstünü attıkları taşlarla kapattığı aktarılır. Cinlerin bunu yapma sebebi taşın mutalsam (büyülü, tılsımlanmış) olmasına ve bu nedenle yırtıcı ve yabanî hayvanlarla cinlerin ondan kaçmasına bağlanır: 92 28 Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Kutlar 2005: 58, dipnot 71, 72. Ayrıca bkz. Argunşah 1999: 144; Demir, Kılıç 2003: 35; 47-48. 29 “Feylâkûs/Feylakûs: Makedonyalı Philip.” (Steingass 1988: 945). F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Gice oldukda cinnüñ kavmi yek-bâr Anuñ üstine recm itmişler ahcâr Muhakkak böyledür kim millet-i cân Dilemez kim bula ol taşı insân Mutalsamdur ki gördükde o taşı Kaçar andan sibâ‘ ü cinn ü vahşî (172-174) Hikmet-nâme’nin madenlerle taşlara ayrılan bu 219 beytinde anlatılara veya ismi verilen kişilere yapılan başka gönderme bulunmaz. Sadece verilen bilgilerin; “ba‘zılar, beşer, bu fende üstâd, cevherî, ehl-i fen, ehl-i haber, ehl-i hikmet, ehl-i ‘irfân, ehli tecribe, ehl-i teseyyür, ehl-i zîver, etıbbâ, filizât ehli, insân, kavm, merd-i sarrâf, üstâd” gibi genel ifadelerle işaret edilenlerden aktarıldığını belirten “didiler, dir, dirler, dimiş, dimişdür, dimişler, dimişler durur, işidilmiş,işitmişüz, haber virmiş, söylenür, rivâyetdür, rivâyet eyledi, rivâyet kılmış, rivâyet kılupdurlar, rivâyet oldı, rivâyet olınmışdur, musahhah söz” gibi kelimelerle yapılan duyumlara dayalı belirsiz göndermeler yer alır. Metin boyunca maden ve taşlara ilişkin inanışlara yapılan telmihlere de sıkça başvurulduğunu da eklemek gerekir. Sonuç olarak İbrâhîm bin Bâlî‘nin, ansiklopedik bilgileri döneminin bilim anlayışı doğrultusunda duyuma dayalı olarak Hikmet-nâme’ye aktardığını söylemek mümkünüdür. Metinde yer alan bilgilerin çoğunun Arapça, Farsça ve Türkçe yazılmış cevherler kitaplarında bulunması Arap, Fars ve Türk âlimlerin yaptıkları tercümelerle bu bilgileri kendi kültürlerine taşıdıklarını gösterir. Bâlî’nin metnindeki taşların 30 hepsi cevâhir-nâmelerde yer almaz. Ancak konuyla ilgili Arapça bir sitede bunların çoğu mevcuttur. Bu noktada dikkat çekici olansa metinde kimi taşlar hakkında mesela Aristo’dan rivayet edilen bilgilerin benzerinin bu sitede de Aristo’dan alıntılanmak suretiyle ve yine nereden alındığı belirtilmeksizin verilmesidir. Sayfanın hangi kaynaklar kullanılarak hazırlandığını belirleyemesek de bu durum bize Bâlî’nin eseri yazarken yararlandığı kaynak/kaynaklar arasında Arapça olanların bulunduğunu da işaret eder. Bu, eğer Hikmet-nâme bir Acâ’ibü’l-mahlûkât tercümesi değilse şair, kendi dönemine kadar yazılmış kimi kaynakları görmüş ve bunlardan yararlanmıştır anlamını taşır. Başta da belirttiğimiz gibi Hikmet-nâme’nin Acâ’ibü’l-mahlûkât tercümesi olup olmadığı, eğer tercümesi ise mütercimin eserin aslına ne kadar bağlı kaldığı ancak karşılaştırmalı çalışmalarla ortaya konabilecektir. Bu tür metinlerin çevriyazılarının yapılması, incelenmesi ve dizinlerinin yapılması, öncelikle bilim tarihi çalışmaları için önemlidir. Ayrıca özellikle divan şairlerinin, yaşadıkları döneme ya da öncesine ait ve birçoğu artık unutulmuş bilgileri eserlerine taşıdıkları göz önüne alınırsa böyle çalışmaların klasik edebiyat metinlerinin anlaşılmasını kolaylaştırmak noktasında da katkılar sağlayacağını eklemek gerekir. 30 Bkz. http://www.hidden-science.net/stones/stonetable.html (erişim tarihi: 19.02.2012) 93 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler V. Metin31 Faslun fî-in‘ikâdi’l-ahcâr fî-cevfi ma‘âdini’l-arz 1. Gel iy ehl-i tefekkür bu zemîne Nazar kıl sun‘-ı Rabbü’l-‘âlemîne 2. Ma‘âdinler ki var tahte’s-serâda Neden peydâ olur memzûc [ü] sâde 3. Nedendür kim yirüñ altında ahcâr Biter kudretden olur şöyle izhâr 4. Meger her topraguñ içinde sengi Mugâyirdür biri birine rengi 5. Sıfâtı sûreti hüsn ü safâsı 32 Cilâsı kıymeti vezni bahâsı 6. Kimi fîrûz olur kimi zeberced 33 Kimi balhaş olur kimi zümürred 34 7. Gümiş altun güher la‘l-i Bedahşân ‘Akîk ü yeşm ü hem yâkût [ü] mercân 8. ‘Aceb budur ki cümle bir serâda Neden bu nâkıs olur ol ziyâde 9. Kamunuñ ma‘denidür kûre-yi hâk Neçün bu tîredür yâ ol neden pâk 10.Kamu bir yir içinde münteşâdur Neden bu kıymetî ol kem-bahâdur 11.Meger bir hilkat üzre ehl-i hikmet Niçe sözler kılupdurlar rivâyet 12.Dimişdür cevf-i arz içinde haccâr 35 Magârât [ü] kühûf-ı ehviye var 13.Semâdan kim iner emtâr anda Kaçan bel‘ ider anı hâk peydâ 14.İner habs olur ol tahte’s-serâda Kalur eyyâm ile ol âb-ı sâde 94 31 Hikmet-nâme’nin madenler ve taşlarla ilgili bölümü Altun’un (2003b) hazırladığı metnin 245 ile 259. sayfaları arasında yer alan 3752–3971 numaralı beyitlerdir. Adı geçen çalışmada kimi kelimelerin okunuşlarının doğru olmadığı ve birçok yerde vezin hatası yapıldığı görülmektedir. Bu nedenle biz eserin, Millî Ktp. Yz. A 1606’da kayıtlı nüshasının 83a-88b varakları arasındaki kısmını yeniden okumayı, amacımız Altun’un çalışmasının yanlışlarını saptamak olmadığı için de onlara işaret etmemeyi tercih ettik. 32 vezni: vezni vü (metinde) 33 Kimi balhaş olur kimi: Balhaş olur kimi kimi (metinde) 34 güher la‘l-i: gevher la‘l ü (metinde) 35 kühûf-ı: kühûf ü (metinde) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 15.Karışmasa aña eczâ-yı hâkî Mükedder olmasa ol âb-ı pâki 83b 16.Eser kıldukça ma‘denden harâret Dahı artuk olur ol suda safvet 17.Çü tola gümiş ile âb-ı sâfî Tecemmüd bulur ü artar şefâfı 18.Delim eyyâm ile ya‘nî kim ol âb Hacer olur zihî Hallâk [ü] Vehhâb 19.Kaçan kim habs ide ma‘den ol âbı Karışsa aña eczâ-yı türâbı 20.Mükedder kılur ol suyı bu eczâ Zemân [ü] müddet ile turup ol mâ 21.Aña tahlît olup cüz’i türâbuñ Eser kıldukça harrı âfitâbuñ 22.Salâbet kesb ider hem galz [ü] sıklet Kesîf olur gider andan letâfet 23.Bu taşlar muhtelif oldugı bi’z-zât Budur kim var yirinde ihtilâfât 24.Ya dirler yirüñ içinde buhârât Duhân ile ki habs ola her evkât 25.Zemân dönmeg ile devrân içinde Televvün bulur ol taş kân içinde 26.Buhârı gâlib olsa sâf olur ol Latîf ü râyik ü şeffâf olur ol 27.Ki ya‘nî yeşm ü yâ billûr ü yâkût Rasâs ü zîbak olur emr-i lâhût 28.Duhânı mâddesinüñ olsa ekser Olur kânında ol ma‘den mükedder 29.Ki ya‘nî milh ü yâ zâc ü ya kibrît Ya nûşâdır olur bu sözi işit 30.Karışsa zîbaka kibrît ‘an-ced Yidi ma‘den olur andan müvelled 31.Nedür ya‘nî hadîd ü gümiş altun Nuhâs [ü] hâr-çînî kal‘î kurşun 32.Dimişler ba‘zılar bir kavl-i âher Tagayyür levne bu taşlarda ekser 95 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler 33.Budur kim seyr idüp gökde kevâkib Gelür bir yire her sâ‘atde sâyib 34.Anuñ te’sîridür seyrân içinde Televvün bulur ol taş kân içinde 35.Rivâyetdür ki kılmışdur nücûmî Yidi levne mahal yidi nücûmı 36.Zuhal esved yaşıldur müşterî hem Kızıl mirrîh ü saru şems-i a‘zem 37.Çü zühre gök mülevvendür ‘utârid Kamer agdur dimiş ehl-i kavâ‘id Fî-zikri’l-ma‘âdin ve minhe’z-zeheb 84a 38.Ma‘âdin biş durur dir ehl-i hikmet Nedür bil ma‘den-i evvel hakîkat 39.Hadîdî hâr-çînî gümiş altun Nuhâs ü üsrüb ü hem kân-ı kurşun 40.İkinci kısmıdur kibrît-i ahmer Üçünci milh sınfıdur ser-â-ser 41.Nedür dördünci zîbakdur mu‘akkad Bişinci la‘l ü yâkût ü zeberced 42.Hacer sınfında dimişdür Felatun ‘Azîz olur cemî‘isinden altun 43.Kamu eşyâya çün altun bahâdur Pes imdi mâlı vechinde bahâdur 44.Kimüñ kim altunı var ni‘meti var Bu halk içinde anuñ ‘izzeti var 45.Sözidür Ristetalis-i hakîmüñ Elinde altunı var ise kimüñ 36 46.Sözi nâfiz olur özi mükerrem Kavî olur yüregi göñli bî-gam 47.Var anda haslet-i hatm-i Süleymân Kim anuñla olur teshîr-i insân 48.Biter altun ile her bitmeyen kâr Zer ile bende olur cümle ahrâr 49.Zeheb kişiye gurbetde vatandur Zehebsüz her vatan cây-ı mihendür 96 36 nâfiz: nâfid (metin) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 50.Zer-i asfer olur her hemme mâni‘ Müferrihdür döker safrâ-yı fâki‘ 51.Neyi kılsalar altun ile zînet Kabîh ise virür aña melâhat 52.Zehebden mîl ile ger tûtiyâyı Çekerlerse göze virür ziyâyı 53.Oda yanmaz çürütmez anı toprak Sudan yaş olmaz ü yil eylemez şâk Fî-zikri’l-fıdda 54.Meger kim filizât ehl[i] dimişdür Hacerden altuna akreb gümişdür 55.Zer olmasa tutar anuñ yirin sîm Anı bilmeyen ider bunı ta‘zîm 56.Şu kimse kim ola keffinde dirhem Gedâlikden cihânda görmeye hem 57.Şol iki taş kim adı sîm [ü] zerdür Belâya dâfi‘ ü fakra siperdür 58.Alup satmag içündür sîm eger zer Velî nâfikdur andan sîm ekser 59.Gümiş itdügi işi altun itmez Ki ya‘nî_altun gümiş harcına gitmez 84b 60.Bakır kim ideler od ile mesbûk Düze sekkâk anı füls-i meskûk 61.Gümiş gibi aña dahı ziyâde Bu halk ahvec durur bey‘ ü şirâda Fî-zikri elmâs 62.İşitmişüz ki söylenür lisânda Meger bir vâdîdür Hindûstân’da 63.Kim ol vâdîde olur seng-i elmâs Varımaz ol mekâna cehd idüp nâs 64.Katı düşvâr dirler ol bıkâ‘ı Temâmet içi_anuñ tolu efâ‘î 65.Dürimişdür anuñ içinde hayyât Tutarlar yaz ü kış anda makâmât 66.Hikâyetdür ki Zü’l-karneyn-i Rûmî Gelüp ol vâdiye dökdi lühûmı 97 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler 67.Havâle kıldı ol etlere ‘ıkbân Pes indi anlaruñ ardınca murgân 68.Kapup her pâreyi bir murg-ı tayyâr Bile çıkdı yapışup ete ahcâr 69.Kitâb içinde dimişdür Arestu Ki elmâsuñ taşına şoldur eyü 70.Nuşâdır-gûn ola vü sâfî berrâk Kimi kara görinür kimi var ak 71.Dahı bir sınf var baksañ kızıldur Meger bir nev‘ var san kim yaşıldur 72.Birine tebnî dir bu fende üstâd Dahı fıddî durur bir sınfına ad 73.Kitâbında dimişdür Şeyh-i Tûsî Şu nev‘a durur elmâsuñ eyüsi 74.Ki ag şem‘a koyup havline bir dem Güne karşu kosa ol taşı âdem 75.Nazar kıldukda ol elmâsa nuzzâr Görinse bir eser kavs-i kuzah-vâr 76.Uşak olur hasâsı evvel âhir Bulınmaz ulusı illâ ki nâdir 77.Ma‘âdinden sımaz bir nesne anı Velî ol cümlesin sır yok gümânı 78.Demürci mıtrakıyla anı ursa Hemân batar çeküce yâhud örse 79.Sınur elmâsla âhen delinür dür Rasâs elmâsı sındurur ‘acebdür 37 80.Sıyabilmez anı pûlâd-ı haddâd Anı kurşun sır kurşunı pûlâd 81.Dahı bundan ‘acebdür iç eger taş Sınıcak hem müselles sınur ol taş 85a 82.Alursa agzına elmâsı kişi Uvanur dökilür agzında dişi 83.Yudarsa kimsene anı hatâdan Deler em‘âyı çıkar mâ-verâdan 98 37 pûlâd-ı: pûlâd ü (metinde) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Fî-zikri hâr-çînî 84.Ma‘âdinde birisi hâr-çînî Ki Çîn iklîmidür anuñ zemîni 85.Eyüsi hâr-çînüñ ne durur bil Ki levni kara ola surha mâyil 38 86.Nuhâsa beñzer ol levn ile ol kân Bulımaz degme kez ol kânı insân 87.Kılıç kim ol güherden ola ma‘mûl Katı mühlik olur kesdügine ol 88.Etıbbâdan kılanlar imtihânî Dimişler âyine düzseler anı 89.Karañu yirde ger ashâb-ı lakve Aña baksa gider andan o lagve 90.Anuñ minkâşıla kopan kıl ekser Dahı bitmez dimişdür ehl-i zîver Fî-zikri haceri’s-sâmûr 91.Meger bir kûh var ‘âlemde meşhûr Hem anda bir hacer var adı sâmûr 39 92.Anuñ Magrib zemînidür mekânı Oradan getürür tüccâr anı 93.O taşuñ hâssasın bil çog eger az Keser ahcâr lîkin çıkmaz âvâz 94.Hikâyetde gelüpdür kim Süleymân Kılıcak Kuds bünyâdını bünyân 95.Meger âvâze-i kat‘-ı hacerden Katı incindiler cin ol eserden 96.Şikâyet kıldılar tâ kim Süleymân ‘Afârîti getürdi kıldı fermân 97.Hemân Magrib bilâdından o sengi Getürdi dîvler içün kıldı hengî 98.Pes andan düzedüp çok dürlü âlât Keserlerdi taşı çıkmazdı esvât Fî-zikri haceri murâd 99.Dimiş durur Arestu merd-i üstâd Cihânda bir hacer vardur murâd-ad 38 ol : şol (metinde) 39 zemînidür mekânı: zemîni durur kânı (metinde) 99 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler 100. Bu taşuñ ma‘deni [kim] vasf olınur Nevâhî[-i] cenûbînde bulınur 101. Cenûba varsa gün ol taşı her bâr Kararur tab‘ı olur yâbis ü hâr 85b 102. Yaşıl olur çü garba ola vârid Olur tab‘ı o taşuñ ratb ü bârid 103. Şeyâtîn ol taşı haml idene hem Mutî‘ olur yürür emrinde her dem 40 Fî-zikri lukkâtı zeheb 104. Arestu-yı hakîm ol ehl-i ferheng Didi var Magrib iklîminde bir seng 105. O taşuñ adı lukkât-ı zehebdür 41 Ki levni saru vü agberdür iy hur 106. Anı altun sanur gördükde âdem Velî leyyin durur habs itdügi dem 107. Seçer altunı toprakdan kılur pâk Çıkar bir yaña altun bir yaña hâk Fî-zikri haceri magnâtîs 108. Bu magnâtîsi dir ehl-i teseyyür Ki yiri bahr-i Kulzüm adasıdur 109. Kara olsa vü levni surha mâyil Eyüdür vardur anda çok hasâyil Fî-lâkıti’l-fıdda 110. Kelâmıdur Arestu-yı hakîmüñ Ki bir taş var durur lukkât-ı sîmüñ 111. Hem ismi lâkıtü’l-fıddadur anuñ Ag [ü] agber olur levni_ol hasânuñ 112. Bir arşun yirden olsa sîme ‘arza Koparur ger müsemmer olsa fıdda 42 113. Hicâr-ı câzibât içinde gâlib Bunuñ tek yok durur bir seng-i câzib 100 40 lukkâtı zeheb: haceri murâd (metinde) 41 iy hur: eyüdür (mükerrer beyitte). Konuyla ilgili açıklama için bkz. dipnot. 15. 42 câzibât : câdibât (metinde) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Fî-zikri lâkıti’l-kutn 43 114. Arestu ‘ilm-i hikmet ehline baş Didi var lâkıtü’l-kutn adlu bir taş 115. O taşuñ ag olur gâyetde rengi Sevâhilde olur dirler o sengi 44 116. Yakın olsa pamuk sınfına o taş Tolaşur fetl olur aña iç ü taş 117. Bulaşsa çuganuñ yüzine penbe 45 Anuñla_arınur anı sürse sevbe Fî-haceri lâkıti’s-sûf 118. Arestu’dan olupdur böyle mevsûf Ki bir taş vardur adı lâkıtü’s-sûf 86a 119. Yaşıldur lîkin aga oldı mâyil Tamarlar var içinde saru yaşıl 46 120. Yiner yeşme yakın ola hemân ol Biter ol yeşm içinde_olur nihân ol 121. Göze kim eskiden düşmiş ola ag Anı dögse göze çekse olur sag Fî-haceri lâkıti’ş-şa‘r 122. Meger bir taş var adı lâkıtü’ş-şa‘r Arestu’dan rivâyet oldı bu emr 123. Anı ger süreler zât-ı şu‘ûra Döke hep şa‘rını şöyle ki nûra 124. Nereye sahk idüp koysalar anı Bulınmaya tirâşınuñ nişânı Fî-haceri lâkıti’l-‘azm 125. Didiler bir hacer var okugıl nazm Adına dirler anuñ lâkıtü’l-‘azm 126. Haşindür elde habs itseler anı Diyâr-ı Belh durur anuñ mekânı 127. Yakın ü ger ırak gelse ‘izâma 47 Çeküben cem‘ kılur bir makâma 43 44 45 46 47 ‘ilm-i: ‘ilm ü (metinde) pamuk: pambuk (metinde) anı sürse: sürse anı (metinde) yeşme: ne peşme kim (metinde) Çeküben: Çekiben (metinde) 101 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler Fî-haceri câlibi’n-nevm 128. Arestu didi bir taş var durur hem Adına câlibü’n-nevm eydür âdem 129. Katı kızıl durur berrâk ü sâfî Ki görinür şu‘â‘î vü şefâfî 48 130. Bakuñ aña hevâ oldukda arı Çıkar anuñ bugı vü hem buhârı 131. Gicede şem‘-veş çıkar şu‘â‘ı Münevver kılur oldugı bıkâ‘ı 132. Eger kim ol hacerden ibn âdem Götürse bilesince iki dirhem 133. Gözini tuta anuñ hâb [ü] uyhu Uyanmaya katından gitmese bu Fî-haceri târidi’n-nevm 134. Arestu’dan rivâyet eyledi kavm Ki bir taş vardur adı târidü’n-nevm 135. Ag olur lîke meyl ider sevâda Rasâs ile çü birdür istivâda 136. Götürse kendüde anı her insân Gözine gelmiye_uyhu kala sehrân 137. Seher gerçi kim insâna ta‘abdur 49 Gücünmez ol seherden bu ‘acebdür 86b 138. Giderse dahı ol taşı nazardan Niçe eyyâm kurtulmaz seherden Fî-haceri’l-matar 139. Bilâd-ı Türk’de bir taş vardur Kim ol taşuñ adı seng-i matardur 140. Kaçan bıraksalar ol taşı mâya Bulutlar yüriye vech-i semâya 141. Yaga yagmur aka seyl ola enhâr Az olur kim düşer hem tolu vü kar 142. Musahhahdur bu söz ehl-i haberden Haber virmiş durur gören beşerden 102 48 Bakuñ: Bakın (metinde) 49 ol: gerçi ol (metinde) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Fî-haceri bâhit 143. Cihânda bir hacer var añla sâbit K’anuñ adına dirler seng-i bâhit 144. Ag olur levni berrâk ü musaffâ Mücellâdur nitekim merkaşîşâ 145. Nazar kim eyleye ol taşa âdem Hemân gülmek tutar içini ol dem 146. Güler şol deñlü kim fevt ola ‘aklı 50 Tefehhüm olmaya fikr[i] vü nakli 147. Gidermeyince ol taşı nazardan Ki gitmez gülmek aslâ ol beşerden 148. Dahı ol taş durur dir ehl-i ‘irfân Meger var ise magnâtîs-i insân Fî-zikri haceri’l-‘utâs 149. Arestu’dan rivâyet kılmış üstâd Ki vardur bir hacer seng-i ‘utâs-ad 150. Alıcak sol ele anı enâsî 51 Gelür ol kimsenüñ ol dem ‘atâsı 151. Yanar oda kosalar ol metâ‘ı Söyüne kalmaya_aslâ iltimâ‘ı 152. Dili altına alup anı insân Şarâb içse dahı olmaya sekrân Fî-haceri Tedmür 153. Arestu’dan olupdur bu tezekkür Meger bir seng var adı seng-i Tedmür 154. Diyâr-ı Magrib arzıdur mekânı Kenâr-ı bahrde olur dirler anı 155. Ele alup yalasa anı âdem Demi kurur tamarda ölür ol dem 156. Agu taşı durur ol seng-i mühlik Ol oldugı yire varmaz mesâlik 87a Fî-haceri’l-kar ve mâ-bihâ 157. Dimiş durur Arestu bir hacer var Ki dirler adına_anuñ hacer-i kar 50 olmaya (Altun 2003: 254): ‘aklı vü hem (metinde) 51 Kelimeyi “utâsı” okuyarak “aksırığı” şeklinde anlamlandırmak da mümkündür. 103 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler 158. Karadur levni vü cismi arıdur Kosalar kar üstine eridür 159. Ne deñlü çog olursa kıra ger kar Eridür şöyle kim eritmeye nâr 160. Eger içine bir ‘ayn-ı revânuñ Bıraksa kaynadur suyını anuñ Fî-haceri’l-bahr 161. Arestu’dan olınmışdur rivâyet Deñiz taşı durur bir taşa şöhret 162. Olur deryâ buhârından tevellüd Kenâr-ı bahrde bulur tecemmüd 163. Eger küçük ola yâhud büyükdür Bıraksalar suya batmaz sebükdür 164. Ne kişinüñ kim içinde ola ol Dahı gark olmaya dir ehl-i ma‘kûl 165. Kosalar kıdre_anı yanar iken nâr Diñe kaynamaya ol kıdr-ı fevvâr Fî-haceri’l-fâr 166. Müşâbih sûretiyle fâra ol seng Sanasın mûşdur bâ-vaz‘ [ü] bâ-reng 167. Nerede kim koya ol taşı insân Dirilür cem‘ olur üstine fiyrân 168. Kaçabilmez tutarlar anı her bâr Bu taş oldugı yirde az olur fâr Fî-haceri Feylakûs 169. Arestu-yı hakîm idüp durur yâd Cihânda bir hacer var Feylakûs-ad 170. Ki her günde döner bir dürlü renge Gice gözgü olur baksañ o senge 171. Hikâyetdür ki Zü’l-karneyn-i Yunan Çün aldı ol hacerden buluban kân 172. Gice oldukda cinnüñ kavmi yek-bâr Anuñ üstine recm itmişler ahcâr 173. Muhakkak böyledür kim millet-i cân Dilemez kim bula ol taşı insân 104 174. Mutalsamdur ki gördükde o taşı Kaçar andan sibâ‘ ü cinn ü vahşî F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Fî-haceri’l-bâh 87b 175. Dimiş durur Arestu olgıl âgâh Ki bir taş var aña dirler hacer-bâh 176. Pes Afrîkıyye arzı oldı kânı Sikender ol mahalde buldı anı 177. Kimüñle kim ola ol taş her gâh Aña gâlib ola bu şehvet ü bâh 178. Susuz kimse eger tahte’l-lisâna Kosa anı hemân ol demde kana Fî-haceri’l-yeşb 179. Bu seng-i yeşbi ger götürse âdem Savaşda kimse_anı yeñmege bir dem 180. Bu sırr içün anı saklar halâyık Selâtîn ider ol taşı menâtık 181. Anı agzına alsa merd-i ‘atşân ‘Ataşdan kurtıla pes ola reyyân Fî-haceri’l-billûr 182. Zücâcuñ ahsen[i] billûrdur bil K’olur san‘atla yâkûta mümâsil 183. Ag olur levni_anuñ berrâk tâbân Götürse bilesince anı insân 184. Ne emrâz olsa cism içinde a‘râz Gide kalmaya te’sîriyle emrâz 185. Getürse güneşe tutsa mukâbil Dokunsa penbeye şavkı yakar bil Fî-haceri yâkût 186. Olur yâkût taşı zât-ı elvân Şedîd [ü] sâfîdür şeffâf ü tâbân 187. Kimi ahmer olur ü kimi asfer Kimi ezrak olur ü kimi ahzar 188. Bu elvân ihtilâfı ol hasâda Ma‘âdin ihtilâfıdur serâda 189. Kişinüñ menfa‘atdür bil gamına Susuzlık kandurur alsa femine 190. Siler ma‘cûnı dilden ihtilâtı Fasîh ider dili virür neşâtı 105 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler 191. Demi râyik kılur dirler bedende Komaz kanı k’ola câmid [o] tende 192. Göze sürseler anuñ tûtiyâsın Açar nûrın mezîd ider ziyâsın Fî-haceri’z-zümürrüd 193. Zümürrüd taşını dir merd-i sarrâf Yaşıldur levni vü hem sâfî şeffâf 88a 194. Dimişdür cevherî añla beyânı Ki altun ma‘deninden çıkar anı 195. Eger ol taşa dâyim baksa insân Gözinüñ nûrı artar dir tabîbân 196. Zümürrüd k‘ola fâyik baksa_aña mâr Eriye bir nefesde su ola mâr 197. Götürür bilesince anı masrû‘ Gele başına ‘akl[ı] ola mecmû‘ 198. Agu içen kişiye dögüp anı İçürse olmaya zehrüñ ziyânı Fî-haceri’l-fîrûzec 199. Şu taş kim aña fîrûze durur ad Dimişdür ol taşuñ vasfında üstâd 200. Sorarsañ milk içinde ol taşa kân Ya Nîsâbûr olur yâhud Horâsân 201. Meger ol taşuñ olur levni yaşıl Karışur rengi olur göge mâyil 202. Olur sâfî hevâ sâfî ola ger Mükedder olsa hem olur mükedder 203. Aña bakmak münîr ider ‘uyûnı Giderür derdi sag ider sünûnı 204. Didi Ca‘fer ‘avez görmeye her bâr 52 Şol el kim hâtem-i fîrûzesi var Fî-haceri’l-‘akîk 205. Arestu-yı hakîm ol Şeyh-i Yunan 53 Dimişdür ki ‘akîke hâs-ı hâsân 106 52 hâtem-i: hâtemi (metinde) 53 hâs-ı: hâs ü (metinde) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 206. Katı kızıl ola yâ zerd-i sâfî 54 Ki düşe her yana zerdî şefâfî 55 207. Bulınur bahr-Arâdan sâhilinde Ki deryâdur Yemen Tâyif ilinde 208. Rivâyetdür nebîden bil hakîkî Ki her kim götüre mühr-i ‘akîki 209. Dahı göñlinde kalmaya hem ü gam Giçe hurrem cihânda görmeye hem 210. Götüren hâtem-i seng-i ‘akîki Dimişler fakr görmeye hakîkî 211. Göre ‘inde’l-vefât [ol] eshel-i kabz Ola kable’l-memât aña yiri arz 212. Anı hâtem düzedüp götüren de Tecâvüz itmeye_itse hışm-hande Fî-haceri’l-cez‘ 88b 213. Arestu’dan rivâyet kılmış insân Olur bu çarh taşı zât-ı elvân 214. İşidilmiş durur hem ehl-i fenden Getürürler anı Çîn ü Yemen’den 215. Dimişler durur ehl-i tecribe hem Aña bakmak götürmek getürür hem 216. Götüren irmeye emniyyetine İrişmeye kazâ-yı hâcetine 217. Anı etfâle baglasa anası Lu‘âbı aka vü arta bükâsı 218. Dögüp anı suyıla içse âdem Girân ola lisânı didiler hem 219. Az ola nevmi çog ola fezâ‘ı Tar ola hulkı bed ola tıbâ‘ı 54 zerdî: zerdi vü (metinde) 55 Mısrada “bahr-i Arâdan” okunması gereken kısım vezin zarureti dolayısıyla izafet-i maktu olarak “bahr-Arâdan” şeklinde okundu. Ancak özel isim olduğu anlaşılan “Arâdan” kelimesini sözlüklerde bulamadığımızı da belirtelim. Belki de bu, iki heceli ve izafet-i maktu yapmayı gerektirmeyecek başka bir kelimedir ve müstensihler yazarken yanlışlık yapmışlardır. 107 Antepli İbrâhîm Bin Bâlî’nin Hikmet-Nâme’sinde Taşlar ve Madenler KAYNAKLAR ALTUN, Mustafa (2003a). İbrâhim İbn-i Bâlî’nin Hikmet-nâme’si (1b-149a)–İncelemeDizin, İstanbul: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83486/ibrahim-b-bali--hikmetname-i.html (erişim tarihi: 10.01.2012). ALTUN, Mustafa (2003b). İbrâhim İbn-i Bâlî’nin Hikmet-nâme’si (1b-149a)–Metin, İstanbul: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83486/ibrahim-b-bali---hikmetname-i.html (erişim tarihi: 10.01.2012). ARGUNŞAH, Mustafa (1999). Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî, İncelemeMetin-Dizin, Ankara: TDK Yayınları. DEMİR, Remzi; KILIÇ, Mutlu (2003). “Cevahirnameler ve Osmanlı Döneminde Yazılmış İki Cevahirname”, OTAM, 14: 1-64. DEVELLİOĞLU, Ferit (2000). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara: Aydın Kitabevi. ERDEM, Sargun (1989). “Akik”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 2, İstanbul: 362-363. GÜNEŞ, Kadir (2010). Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul: Mektep Yayınları. http://www.hidden-science.net/stones/stonetable.html (erişim tarihi: 19.02.2012) İbrâhîm bin Bâlî, Hikmet-nâme, Millî Ktp. Yz. A 1606. KUTLAR, Fatma Sabiha (2005). Klâsik Dönem Metinlerinde Değerli Taşlar ve Risâle-i Cevâhir-nâme, Ankara: Öncü Kitap. Mehmed Es’ad; Ekmekçizâde Hâfız Ahmed (1261/1263). Terceme-i Mustadraf, II, İstanbul: Matba’a-i Âmire. MÜTERCİM ÂSIM, Ebu’l-Kemal es-Seyyid Ahmed (1305). El-Okyanûsu’l-Basît fî-Tercemeti’lKâmûsi’l-Muhît, 2, İstanbul: Matba‘atü’l-Osmâniyye. STEİNGASS, F. ( 1988). Persian-English Dictionary, London: Routledge. ŞEYLAN, Ali (2003). İbrâhim İbn-i Bâlî’nin Hikmet-nâme’si (149b-300a)–Metin, İstanbul: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83487/ibrahim-b-bali---hikmetname-ii.html (erişim tarihi: 10.01.2012). TABERÎ, Ebû Ca’fer Muhammed bin Cerîr (1980). Tarih-i Taberî Tercemesi, I, Konya: Can Kitabevi. YILDIRIM, Nimet (2008). Fars Mitolojisi Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınevi. YAVUZ, Hilmi (2003). “Kemal Tahir ve Söylemin Tekilliği”, Kara Güneş, Can Yayınları, İstanbul: 145-146. 108 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde Âsım Divanı’nı Okumak Doç. Dr. Özge ÖZTEKİN* E debî metinler, birer sanat eseri olarak, kendilerine özgü estetik kurallar taşırlar. Sahip oldukları “çokanlamlılık” niteliği sayesinde, sonsuz sayıda okumaya “açık” bir yapı özelliği gösterirler. Bundan dolayı, edebî bir metin yazınsal olarak incelenebileceği gibi; dilbilimsel, deyişbilimsel, metinlerarası ilişkiler ya da psikolojik, felsefî vb. yönlerden de değerlendirilebilir. Okuma eylemi metnin içinde kalarak eseri kendisiyle açıklama yoluna gidebilir veya metni aşarak onun ardında yer alan gerçekliklere eleştirel bir gözle bakabilir. Eseri algılayıştaki farklılık, yorum ve performansta sonsuz sayıda yeni perspektifler sunar. Edebiyatın meydana geldiği kültürün ve dönemin tanığı olabileceği görüşü, bu sonsuz sayıda okumanın bir yönünü de kültürel yaşam çözümlemesine çevirmektedir. Bir toplumun veya dönemin temel olgularının somut çalışmalara nasıl yansıdığı, tarihsel-toplumsal-kültürel çevreleriyle izlenerek ele alınır**. Türk edebiyatı üzerinde bu şekilde bir çalışma yapılabileceği gibi, Türk edebiyatı içerisinde çok önemli bir yeri olan Divan edebiyatı alanında da bu yönde bir araştırma yapmak mümkündür. O dönemde yazılan metinleri doğru anlayabilmek için, yazıldığı çağın kültür tarihini bilmek gerekir. Eski edebiyatımızdaki metin neşirlerinin “kültürel yaşam çözümlemesi” bağlamında * Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ANKARA [email protected] ** Ayrıntılı bilgi için bkz. Escarpit 1968, Pospelov 1995, Moran 1999, Eco 2001. 109 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... titiz ve ayrıntılı bir taramaya tâbi tutulmasıyla elde edilecek malzeme, konuyla ilgili çok sayıda eleştirel sonuç çıkarmaya “açık” bir yapıdadır. Klasik metin şerhiyle ya da sosyolojik veya kültürel altyapıya dayalı diğer yöntemlerle bir esere yaklaşıldığında; arka planına yoğun bir kültür tarihi incelemesinin alındığı her divan metninin, Osmanlı gündelik hayatından yansımalar sunabilecek zenginlikte olduğu söylenebilir. Nitekim son yıllarda, bu şekilde bir veya birkaç divan metni ele alınıp incelenerek yazıldığı devrin toplumsal yaşantısından kesitler sunan çalışmaların sayısında dikkate değer bir artış göze çarpmaktadır1. Kültürel çözümlemeye yoğun malzeme verecek divanlara dönemsel olarak bakıldığında, Divan şiirinin gelişiminde kendine özgü nitelikleriyle bazı “kırılmalar”ın yaşandığı XVIII. yüzyılın ayrı bir yeri olduğu görülür: “XVIII. yüzyılda yazılmış Divan metinlerinin, Osmanlı sosyal tarihine ışık tutabilecek kültürel kimlik göstergeleri açısından hayli zengin olduğu düşünülmektedir. Çünkü metinlerin büyük çoğunluğunda, yerlileşmeye olan yoğun ilginin de etkisiyle, 1 110 Klasik Türk şiiri ve sosyal hayat bağlamında yapılan çalışmalardan bazıları için aşağıdaki yayınlara bakılabilir: AYLAR Selçuk. “Divan Şiirinde Sosyal Hayatın İzlerine Dair”, Dergâh, 65, Temmuz 1995: 10-11. BİLİR Jülide. “Kadın Divan Şairlerinden Mihri Hatun, Leyla Hanım ve Şeref Hanım Divanlarında Sosyal Hayat” (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Afyon:Dumlupınar Üniversitesi, 2009. ÇETİNKAYA Ülkü. “Divan Şiirinde Sosyal Hayattan Yansımalar: Necâtî ve Hayretî’nin Arpa Kıtlığını Anlatan İki Manzumesi”, Türkbilig Türkoloji Araştırmaları Dergisi, 17, 2009: 47-55. DİLÇİN Cem. “Türk Kültür Kaynağı Olarak Divan Şiiri” Türk Dili, 571, Temmuz 1999: 618-626. DOĞAN Muhammed Nur. “Klasik Türk Edebiyatında Osmanlı Hayatının İzleri”, Eski Şiirin Bahçesinde, 2002: 51-62. KESKİN Neslihan İlknur. “Sosyal Hayatın 17. Yüzyıl Divan Şiirine Yansımaları ve Anlam Çerçeveleri” (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara: Gazi Üniversitesi, 2009. KÜÇÜK Sabahattin. “Bâki’nin Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri” Türk Dünyası Araştırmaları, 123, 1999: 165-179. ÖZKAN Ömer. Divan Şiirinin Penceresinden Osmanlı Toplum Hayatı (XIV-XV.Yüzyıl). İstanbul, 2007. ÖZTEKİN Özge. XVIII. Yüzyıl Divan Şiirinde Toplumsal Hayatın İzleri: Divanlardan Yansıyan Görüntüler. Ankara, 2006. ÖZTOPRAK Nihat. “Divan Şiirinde Osmanlı Geleneğinin İzleri” Türk Kültürü ve İncelemeleri Dergisi, III, 2000: 155-168. PALA İskender. “Klasik Şiirde İstanbul’dan Hayat Sahneleri” İstanbul Armağanı 3: Gündelik Hayatın Renkleri, 1997: 27-54. SARI Mehmet. “Divan Şiirinde Toplum ve Sosyal Hayat” Edebiyat ve Toplum Sempozyumu (4-5 Haziran 1999) Bildirileri. TÖMER Dil Öğretim Merkezi Gaziantep Şubesi, 1999: 60-61. SERDAROĞLU Vildan. Sosyal Hayat Işığında Zâtî Divanı. İstanbul, 2006. ŞENTÜRK, Ahmet Atillâ. “Klasik Osmanlı Edebiyatı Işığında Eski Âdetler ve Günlük Hayattan Sahneler” Türk Dili, 495, Mart 1993: 175-188. -----. “Klasik Osmanlı Edebiyatı Işığında Eski Âdetler ve Günlük Hayattan Sahneler II” Türk Dili, 500, Ağustos 1993: 211-223. -----. “Osmanlı Şairlerinin Gözlemciliği ve Klasik Edebiyatımızda Realiteye Dair” Dergâh, 41, Temmuz 1993: 8-10. TUNÇ Gökhan. “Osmanzâde Tâ’ib’in Bir Kasidesiyle 18. Yüzyılın Gündelik Hayatına ve Kasidenin Yazılma Amacına Bir Bakış”, Kebikeç, 26, 2008: 333-341. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. muhtevada içten dışa yönelme ve böylece çağına tanıklık edebilecek derecede gerçek hayattan ipuçları verme söz konusudur... Şiir merkezli bu bilgilerle birlikte Osmanlı toplumsal tarihi de okunduğunda, Divan metinleri tarihsel/kültürel arka planıyla disiplinler arası incelemelere açık bir hale gelecektir. Musikîden mimarîye, yangınlardan eğlencelere, giyim-kuşamdan yiyecek-içeceğe, gelenek-görenekten inanış ve ritüellere kadar Osmanlı gündelik hayatını şiire yansıtan her türlü kesit, kültür tarihi okumaları için başlı başına bir “çok seslilik” ifadesidir. Böylece beyitler/manzumeler, değişik bakış açılarından değerlendirildiğinde yeni anlamlara dönüşerek farklı bir yorum zenginliği kazanmış olacaktır. Bu açıdan, klâsik edebî zevkin en üst düzeyde gelişmişliğinin bir göstergesi olmasıyla birlikte, sahip olduğu çok boyutlu anlama düzlemi sayesinde çoğul okumalara da açık olması ve yazıldığı devrin sosyal ortamına gönderme yapabilecek kadar gerçeğe yakın durması, XVIII. yüzyıl Divan şiirini diğer dönemlere göre daha ayrıcalıklı kılmaktadır” (Öztekin 2006: 3, 5). Yukarıdaki değerlendirmemizin yer aldığı ve doktora tezimizden kitap haline getirdiğimiz çalışmamızda, XVIII. yüzyıla ait yetmiş beş divanı taramıştık. Elde ettiğimiz malzemeye göre; yerleşim merkezlerinden manzaralar, devrin ulaşım araçları, Osmanlı mutfak kültürü, devrin giyim-kuşamına dair bilgiler, çiçeklerin dünyası ve bir devre adını veren lale, devrin eğlence ve şenlik anlayışından kesitler, sporla ilgili öğeler, Osmanlı nümizmatiği ve Darphane-i Âmire, müzikle ilgili öğeler, sağlıkla ilgili öğeler, Osmanlı toplum yaşamına dair gelenek-inanış-ritüeller, mimari yapılar ve özellikleri adı altında on iki bölüm meydana getirmiştik. Yıllar sonra, doçentlik tezi ve kitabı için aynı yüzyılın tarihçi şairlerinden Çelebizâde Âsım’ın Divan’ının tenkitli metnini hazırladığımızda; aralarında toplumsal hayatın izlerinin de bulunduğu, birbirinden farklı üç yönden oluşan bir eser incelemesi yaptık. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne lisans öğrencisi olarak adım attığım 1990 yılından bu yana kendisini tanıdığım, değerli hocam ve sevgili tez danışmanım Prof. Dr. Tulga Ocak onuruna hazırladığımız bu Armağan Kitap için seçtiğim konu da -anlamlı bir akademik devamlılıkla- Âsım Divanı’nın kültürel yaşam çözümlemesi olacaktır. Eserde, bu bağlamda tespit edilen en belirgin unsurları şöyle sıralamak mümkündür: 1. DÖNEMLE İLGİLİ TARİHÎ BİLGİLER Divan’daki iki kasidenin fahriye bölümleri ile özellikle tarih manzumelerinden edinilen malzemeler, XVIII. yüzyıldaki fetihler, barış antlaşmaları, padişah cülusları ve sadrazamların vezareti gibi konular hakkında fikir vermektedir. Kronolojik bir sıra halinde, tarihî olaylar2 ve ilgili beyitler şu şekilde gösterilebilir: 2 XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin genel durumuna yönelik detaylı bilgi veren tarihî kaynaklar için bkz. Danişmend 1971, Shaw 1994, Uzunçarşılı 1995. 111 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... 1.1. Fetihler: M. 1715: Gördös’ün fethi Gördös, Karlofça Antlaşması’nın hükümlerini çiğneyerek Osmanlı gemilerini kuşatma altına alan Venedikliler’in Akdeniz’deki kontrol noktası olan Mora’yı tutan önemli kalelerinden biridir. M. 1715’de (H. 1127) Silahtar Ali Paşa komutasındaki ordu, Venedik’in Girit ile de bağlantısını kesen bu fetihle Gördös’ü Osmanlı topraklarına katar. Âsım, “cesur Ali Paşa, Gördös’ü savaşarak aldı” ifadesiyle hem bu olaya tarih düşürmekte, hem de sadrazamı tebrik etmektedir: Şevk ile ‘Âsım-ı şeydâ didi târîhin anuñ Gördösi ceng ile aldı ‘Alî Paşa-yı dilîr [H.1127] (Divan-ı Âsım, T1/4) M. 1723: Tiflis’in alınması İran’a sefer kararının ardından Kafkasya, Azerbaycan ve Irak olmak üzere üç ana cephe oluşturulur. Kafkas cephesindeki Tiflis, M. 1723’de (H. 1135) fethedilir. Aynı yıl içerisinde, İran’ın Irak sınırındaki eyaleti Kirmanşah da Osmanlı topraklarına katılır. Âsım da Divan’ındaki bir beytinde önce Tiflis’in, sonra bütün Kirmanşah ülkesinin ele geçirildiğini söylemektedir: Evvelâ hıtta-i Tiflîs olındı teshîr Soñra feth oldı bütün ülke-i Kirmânşâhân (Divan-ı Âsım, T3/7) M. 1724: Hemedan’ın fethi Osmanlı Devleti’nin İran seferleri sırasında Irak cephesindeki kilit noktalardan Hemedan’ı alması, M. 1724 (H. 1136) yılına rastlar. Âsım, “Ahmed Han’ın askeri/ordusu, Hemedan’a varıp aldı” ifadesiyle bu olaya tarih düşürmektedir: Didi ‘Âsım yine tebşîr iderek hâtif-i àayb Hemedâna varup aldı sipeh-i Ahmed Hân [H.1136] (Divan-ı Âsım, T3/12) M. 1725: Loristan’ın fethi İran’ın batısında yer alan Loristan eyaleti, M. 1725’de (H. 1137) ele geçirilir. Âsım, “Loristan’ı da yüce gayretli Sultan Ahmed Han aldı” dizesiyle bu fetih için düşürdüğü tarihi vermektedir: Didi bir mısra’ içre ‘Âsım anuñ fethine târîh Loristânı da Sultân Ahmed-i vâlâ-himem aldı [H.1137] (Divan-ı Âsım, T4/5) 112 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. M. 1725: Nahcıvan’ın ele geçirilmesi Osmanlı’nın İran’a düzenlediği seferde zaptedilen önemli merkezlerden Nahcıvan, M. 1725 (H. 1137) yılında alınır. Âsım, Nahcıvan şehrinin savaşılarak bir günde fethedildiğini söylemekte ve “cömert Sultan Ahmed, Nahcıvan’ı aldı” dizesiyle tarih mısraını oluşturmaktadır: Kuvvet-i baht-ı hümâyûn-ı şehenşâhîdür Nahcıvân şehrini bir günde iden feth hemân (Divan-ı Âsım, T3/9) Nahcıvân şehri de bir gün ceng ile feth olınup Müjdesiyle şâdmân oldukda cümle şeyh ü şâb Bende-i ‘Âsım didi mısra’la târîhin anuñ Nahcıvânı aldı Sultân Ahmed-i ‘âlî-cenâb [H.1137] (Divan-ı Âsım, T5/9-10) M. 1725: Tebriz’in alınması Tarih boyunca Osmanlı ve İran arasında belli zamanlarda el değiştiren Tebriz, M. 1725 (H. 1137) tarihinde yeniden alınır. Âsım, “Tebriz ülkesi Sultan Ahmed’e kutlu olsun” diyerek tarih düşürmektedir: Du’â-gûne kemîne bende ‘Âsım didi târîhin Hümâyûn-bâd Sultân Ahmede Tebrîz iklîmi [H.1137] (Divan-ı Âsım, T6/10) M. 1737: Niş’in fethi Sırbistan, Bosna ve Eflak’a silahlı birlikler gönderen Avusturya, bir süre sonra Niş’i zapteder. Balkanlar’da Banyaluka’ya kadar gelen Avusturya ordusu, burada Osmanlı Devleti’nin eski sadrazamı yeni Bosna valisi Hekimoğlu Ali Paşa’nın direnişi ile karşılaşınca, kısa sürede gücünü kaybederek yenilgiye uğrar. Böylece, Avusturya’nın Bosna yönünde daha fazla ilerlemesi engellenmiş olur. Kazandığı zaferle yeniden kendine gelip güçlenen Osmanlı ordusu, M. 1737’de (H. 1150) Niş’i geri alır. Âsım, sınırların her birine asker takviyesi ile yardım gönderen Sultan Mahmud’un gerektiği zaman harcanmak üzere saklanan zahireleri de kullanıma hazır ederek Rumeli’nin bütün kalelerini levazımla donattığını anlatmaktadır. Düşman ordusunu Tanrı’nın yardımıyla yenilgiye uğratan padişah, bir zamanlar Nemçe’nin / Avusturya’nın eline geçen Niş’i böylece yeniden geri almıştır: Hudâ pâyende kılsun haşre dek taht-ı hilâfetde Şehenşâh-ı cihân Mahmûd Hân-ı ma’delet-pîşi *** İdüp ser-hadlerüñ her birine imdâd-ı ‘askerle Zahâ’irle müheyyâ eyledi ser-mâye-i ‘ayşı 113 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... Olınca himmetiyle cümlesi âmâde ol şâhuñ Kılâ’-ı Rûmelinüñ hep levâzımdan kem ü pîşi *** Sipâh-ı àaybuñ imdâd ile çünkim kıldılar teshîr Mukaddem kâfirüñ àaflet ile zabt itdügi Nîşi Kemîne bende ‘Âsım lafzen ü ma’nen didi târîh Alındı Nemçe biñ yüz ellide almış iken Nîşi [H.1150] (Divan-ı Âsım, T28/3, 6-7, 10-11) Bir alış aldı ‘adûdan Nîşi kim halk-ı cihân İdemez teşbîh evvel fethine bu def’asın Şâd olup ‘Âsım didi bu fethinüñ târîhini Nemçeden Sultân Mahmûd aldı Nîşin kal’asın [H.1150] (Divan-ı Âsım, T29/4-5) 1.2. Barış Antlaşması: M. 1727: Afgan Şahı ile sulh Osmanlı Devleti ve Rusya arasında Batı İran’ın paylaşımına dair İstanbul Antlaşması’nın yapılmasından kısa bir süre sonra, İran yeniden karışmaya başlar. Afgan şahı Eşref Han, Osmanlı Devleti’ne bir elçi göndererek Batı İran’da işgal ettiği topraklardan çekilmesini ister. Ancak bu talep İbrahim Paşa tarafından reddedilince, Osmanlı ordusundaki Kürtler’in orduya ihanet etmelerini sağlayarak, M. 1726’da (H. 1139) Andıcan savaşıyla Osmanlılar’ı yenilgiye uğratır. Osmanlı Devleti’nin daha kuvvetli bir karşı saldırıya geçeceğinden emin olduğu için de hemen sulh yoluna gider. M. 1727’de (H. 1140), iki devlet arasında Hemedan Barış Antlaşması imzalanır. Buna göre Osmanlı’nın daha önceden ele geçirdiği İran toprakları kendisinde kalacak, Afganlılar’ın Andıcan savaşını kazanarak aldığı Sultaniye, Zencan ve Ebher de Osmanlı Devleti’ne verilecektir. Âsım bu konuda yazdığı iki şiirinde, Isfahan’da hüküm süren Afgan şahı Eşref Han ile savaşarak ona haddini bildiren III. Ahmed’i kutlamak gerektiğini söylemektedir. Zira artık barış zamanı gelmiştir: Fâtih-i Îrân-zemîn hâkân-ı mansûrü’l-livâ Husrev-i sâhib-kırân u kahramân-ı mâ’ u tıyn *** İşte ez-cümle bir Eşref-i Şeh-i Afgân ile Ceng ü sulhı eyledi ber-mûcib-i şer’-i mübîn Bildi haddin eyledi çünkim niyâz-ı âştî Sulh idüp Îrâna çekdi gûyiyâ hısn-ı hasîn 114 *** F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Ben didüm ‘Âsım sezâdur atsa Eşref tâcını Oldı Eşref sulh olup Sultân Ahmedden emîn [H.1140] (Divan-ı Âsım, T11/2, 10-11, 13) Isfahânda şâh olan Eşref Şeh-i Afgân ile Zıll-ı Hak Sultân Ahmed Hân-ı ‘âlî-mesnedüñ Bâ’is-i emn-i cihân olmaàla sulhı didiler Sulhı Eşrefle hümâyûn oldı Sultân Ahmedüñ [H.1140] (Divan-ı Âsım, T12/1-2) 1.3. Padişah Cülusu: M. 1730: I. Mahmud’un tahta çıkışı Lâle Devri’nin Patrona Halil İsyanı ile son bulmasının ardından, Osmanlı tahtına II. Mustafa’nın oğlu ve III. Ahmed’in yeğeni olan I. Mahmud çıkar. Âsım, “gönlüyle bilen/anlayan Sultan Mahmud Han cülus eyledi” diyerek yeni padişahın tahta çıkış yılının tarihini vermektedir: Hazret-i Sultân Mahmûd ibn-i Sultân Mustafâ Kim çekerdi hasret-i dîdârını cümle nüfûs *** Sâl-i târîh-i cülûsın didi ‘Âsım bendesi Eyledi Sultân Mahmûd Hân-ı dânâ-dil cülûs [H.1143] (Divan-ı Âsım, T23/3, 9) 1.4. Sadaretteki Yükselmeler: M. 1718: Damat İbrahim Paşa’nın sadrazam oluşu 1717’de, III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan ile evlenen Nevşehirli İbrahim Paşa, bu tarihten bir yıl sonra da sadarete getirilmiştir. Âsım da padişahın Damat İbrahim Paşa’yı vekil yaptığını söyleyerek, memleketi baştan başa adalet ile bayındır kıldığını söylemektedir: K’eyleyüp Dâmâd İbrâhîm Paşayı vekîl Mesned-i devletde fark-ı cümle-i nîk u bede Eyledi mülki ser-â-pâ ‘adl ile ma’mûrezâr Koymadı zâlimde kudret habbeye vaz’-ı yede (Divan-ı Âsım, T2/3-4) M. 1732: Hekimoğlu Ali Paşa’nın ilk sadrazamlığı Osmanlı’nın savaşarak kazandığı Tebriz, Kirmanşah, Hemedan ve Loristan topraklarını İran’a geri vermesini öngören bir antlaşmayı imzalayarak devletin dış politikasını zedelediği düşünülen Osman Paşa sadrazamlıktan alınarak, M. 1732’de (H. 1144) Ali Paşa bu göreve getirilir. 115 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... Âsım, “Ali Paşa pek yüce bir vezir oldu, kutlu olsun” ifadesiyle sadrazamın bu makamı teşrifine tarih düşürmektedir: Du’â-gûne didi bu mısra’ı teşrîfine târîh ‘Aceb a’lâ vezîr oldı ‘Alî Paşa mübârek-bâd [H.1144] (Divan-ı Âsım, T25/17) M. 1737: Yeğen Ahmed Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesi Dârü’s-saade Ağası Beşir Ağa’nın zoruyla görevinden alınan Abdullah Paşa’nın yerine, M. 1737’de (H. 1150) Yeğen Ahmed Paşa sadrazamlığa atanır. Âsım, “Ahmed Bey vezaret ile ünlü oldu, kutlu olsun” diyerek tarih mısraını söyler: Alınca hâtif üç tûàı du’â-gûne didi târîh Vezâret ile Ahmed Beg be-nâm oldı mübârek-bâd [H.1150] (Divan-ı Âsım, T30/13) M. 1742: Hekimoğlu Ali Paşa’nın ikinci sadrazamlığı Âsım, sadrazamlığının azille sona ermesinden bir sene sonra Bosna’ya vali olarak atanan Ali Paşa’nın burada yaptıklarını sadece o memlekette yaşayanların değil tüm Rumeli halkının takdir ettiğini ifade etmektedir. Şaire göre, Belgrat fatihi Paşa’nın her savaşı başlı başına bir kitap olsa uygundur. Ve şimdi ikinci kez, sadaret mührü yine kendisindedir: Sâbıkâ mesned-i sadâretden Yoàıken ‘azline sebeb kat’â Bir sene soñra oldı ma’lûmı Cümlenüñ hikmet-i cenâb-ı Hudâ Bosna mülkin meger ki kâfirden Hıfz imiş kasd-ı hazret-i Mevlâ Bu vezîr-i mücâhidüñ el-hak Bosnada itdügi cihâd u àazâ ‘Ahd-ı ashâbdan beri bî-şek Olmamışdur cihânda rûy-nümâ Yalıñız ol diyâr ehli degül Rûmeli halkın itdi hep ihyâ Yâ Belegrad-ı saht-ı bünyâduñ Fethi anuñ degül midür ‘acebâ Hak bu kim her àazâ-yı àarrâsı Müstakil bir kitâb olsa revâ *** 116 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Hamdü’lillâh ‘adl-i yümniyle Aldı mühri yine ‘Alî Paşa [H.1155] (Divan-ı Âsım, T32/8-15, 19) 2. BAŞKENT İSTANBUL VE SEMTLERİ İLE DİĞER YERLEŞİM MERKEZLERİ Osmanlı Devleti’nin payitahtı İstanbul, İstanbul’un semtleri ile Anadolu ve Rumeli’deki diğer bir çok kent ve kasabanın adı, sahip oldukları çeşitli özellikler vesilesiyle XVIII. yüzyıl divan metinlerinde yer almaktadır3. Âsım Divanı’nda rastlanan yerleşim merkezlerinin dökümü ise şu şekilde yapılabilir: 2.1. İstanbul Güzelleriyle meşhur İstanbul, bu yönüyle pek çok şairin dizesine konu olmuşken; anlaşılan o ki, Âsım için aynı duyguları ifade etmemektedir. Şair; taşradaki temiz yürekli ay yüzlüleri, İstanbul’un hafifmeşrep vefasızlarına tercih eder: Kenâruñ sâde-dil meh-rûsı yegdür ülfete ‘Âsım Sitanbul şehrinüñ âlüfte-meşreb bî-vefâsından (Divan-ı Âsım, G57/5) Sultan Ahmed’in yaptırdığı çeşmeleri anlatırken İstanbul’u “gönül açan” sıfatıyla niteleyen Âsım, suyundan bir damla içen hastanın o an sıhhat bulacağını söyleyerek mübalağa yoluyla İstanbul’un bu yönden de meşhur olduğu gerçeğini vurgulamaktadır: Kim bu şehr-i dil-güşânuñ halkını sîr-âb idüp Eyledi lutfıyla her bir kûçesin gûyâ mesîl Çeşmeler bünyâd olındı sû-be-sû kim âbınuñ Katresin nûş eylese sıhhat bulur ol dem ‘alîl (Divan-ı Âsım, T20/5-6) 2.1.1. Çamlıca, Hisar Sık sık Çamlıca tepesine çıkıp İstanbul’un eşsiz manzarasını seyreden Âsım, bir zaman gelip de kendisine Hisar uzak kalınca, bahtının yıldızı sevgiliye “bari Sadâbâd’a gidelim” çağrısında bulunur. Zira, Kağıthane’de “seyr-i Sa’dâbâd4”a çıkılarak yapılan eğlencelerin ayrı bir yeri vardır: Çamlıca seyri mükerrerdür Hisâr ise ba’îd Necm-i bahtum gidelüm gel bârî Sa’d-âbâde dek (Divan-ı Âsım, G43/4) 2.1.2. Üsküdar Üsküdar’ın su problemini anlatmak için, “halkın yaz günü susuzluktan gülün üstündeki şebnemi kaptığını” söyleyen Âsım, III. Ahmed’in emri ve sadrazam İbrahim Paşa’nın gayret3 4 Bkz. Öztekin 2006: 66-141. Bkz. Öztekin 2006: 676-683. 117 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... leriyle Üsküdar’da yaptırılan çeşmeler kadar semte su getiren maksemi de âdeta “âb-ı hayat” gibi algılamıştır. Çünkü bunlar yapılmadan önce, Üsküdar’da yazın susuzluk yaşanmaktadır: Şâhid ister mi bu da’vâ Üsküdaruñ halkı hep Teşnelikden yaz güni gülden kaparken şeb-nemi (Divan-ı Âsım, T17/7) O sultân-ı cihânbân Üsküdaruñ fasl-ı germâda İşitdi suyı çün âb-ı hayâtâsâ olur nâ-yâb (Divan-ı Âsım, T18/6) Gördi çünkim Üsküdaruñda zamân-ı sayfda Suyı ‘izzetde olup âb-ı hayâtuñ tev’emi (Divan-ı Âsım, T19/9) 2.2. Rodoscuk Şarabıyla meşhur Tekirdağ’da (eski adıyla Rodoscuk’ta) bulunup da içkiye dair bir gazel söylememek olur mu? Âsım da böyle düşünüyor olmalı ki, “mazur görün” diyerek, hafifletici sebebi kentin sahip olduğu meşhur ürünün hükmüne bağlamaktadır: N’ola hep ‘ayşa dâ’ir düşse ‘Âsım bu àazel yârân Rodoscuk şehrinüñ hükmi budur ma’zûr görsünler (Divan-ı Âsım, G13/6) 2.3. Bursa Muhtemelen Bursa’daki kadılığı sırasında yazmış olduğu aşağıdaki kıt’asında Âsım, vaktiyle Yıldırım Bayezid’in kızı ile evlenerek Bursa’ya yerleşen ve orada adına bir cami ve türbenin de bulunduğu âlim ve evliya Emir Sultan’ın huzurunda olmaktan duyduğu mutluluğu dile getirmektedir: Ey hıtta-i Burusayı feyziyle eyleyen Bir gülşen-i hemîşe bahâr-ı İrem-nazîr Reh-yâb-ı kurb-ı hazretüñ olmak ne ihtimâl ‘Âsım kemîne bende cenâbuñ ise Emîr (Divan-ı Âsım, Kt.2) 3. Mimari Faaliyetler XVIII. yüzyıl İstanbul’unda, yeni yaptırılan ya da restorasyondan geçirilen pek çok mimari yapı vardır. Konaklama mekânları, askerî ve dinî mekânlar ile eğitim mekânlarının sayısız örneği bir yana, bilhassa su mimarisinde döneme damgasını vuran eşsiz örnekler verilmiştir. Dönemin divan metinlerinde bu konunun özellikle tarih manzumeleriyle detaylı bir şekilde işlendiğini söylemek yanlış olmaz5. Âsım Divanı’ndaki tarih manzumeleri ile birkaç gazelde, İstanbul’da yeni yaptırılan ve restore edilen yapılarla birlikte çeşitli vesilelerle adı geçen iki ayrı mekândan söz edilmektedir: 118 5 Bkz. Öztekin 2006: 635-753. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 3.1. İnşa Edilen Yapılar 3.1.1. Su Mimarisi: M. 1724: Kaymak Mustafa Paşa Çeşmesi Sadrazam İbrahim Paşa’nın damadı Kaptan (Kaymak) Mustafa Paşa tarafından Kuleli Bahçe’deki aynı adlı caminin yakınında yaptırılmış fakat bugün artık mevcut olmayan çeşmedir. Kitabesini Âsım yazmıştır6. Bu kitabeye bir beyit daha ekleyerek Divan’ına alan şair, “bu yüce çeşmeyi Kaptan Mustafa Paşa yaptı” mısraı ile tarih düşürmektedir: Du’â-gûy-ı kemîne bende ‘Âsım didi târîhin Bu vâlâ çeşmeyi yapdı Kapudan Mustafâ Paşa [H.1137] (Divan-ı Âsım, T7/10) M. 1728: III. Ahmed Meydan Çeşmesi Üsküdar, İskele Meydanı’ndadır. Çeşmenin denize bakan cephesinde III. Ahmed ve sadrazam İbrahim Paşa’nın birlikte hazırladıkları bir beyit ile padişahın celî sülüs hattıyla yazdığı, devrin önemli şairlerinden Nedîm, Rahmî ve Şâkir’e ait tarih kitabeleri yer almaktadır7. Kış mevsiminde suyu “âb-ı hayat” gibi bulunmaz olan Üsküdar’a çeşmeler yaptırarak semti âdeta suya kandıran III. Ahmed’in inşa ettirdiği çeşmelerden birinin de bu olduğunu belirten Âsım, çeşmenin tarih kitabesini Rahmî’nin söylediğini ifade etmektedir: Bahr-ı mevvâc-ı kerem Sultân Ahmed kim odur Şehryârân-ı zamânuñ ser-firâz u a’zamı *** ‘Âsımâ âbın içüp Rahmî didi târîhini Hükm-i Sultân Ahmed icrâ itdi el-hak zemzemi [H.1141] (Divan-ı Âsım, T17/1, 12) O sultân-ı cihânbân Üsküdaruñ fasl-ı germâda İşitdi suyı çün âb-ı hayâtâsâ olur nâ-yâb Suyın buldurdı dil-cû çeşmeler yapdurdı her sûyın Bu şehrüñ suyı çok fass-ı nigînveş eyledi àark-âb Husûsâ bir münevver çeşme kim vasfında şâyândur Dinilse menba’-ı deryâ-yı nûr u çeşme-i meh-tâb *** 6 7 Bkz. Çoruhlu 1994: 117-118; Aynur-Karateke 1995: 163. Bkz. Ödekan 1994: 116; Aynur-Karateke 1995: 189-194. 119 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... Bu âbuñ ‘Âsımâ icrâsına Rahmî dimiş târîh Bu şehri mâ ile Sultân Ahmed eyledi sîr-âb [H.1141] (Divan-ı Âsım, T18/6-8, 10) M. 1728: Damat İbrahim Paşa Çeşmesi Üsküdar’da inşa edilmiş ama bugün artık mevcut olmayan bu çeşmenin kitabesi, Âsım’a aittir. Aynı tarihte yine Üsküdar’da sadrazam tarafından yaptırılan maksemden beslenen çeşmelerden biridir8. Adı geçen çeşme için Divan’daki tarih manzumesi ile söz konusu kitabe metni karşılaştırıldığında, şiirin sonundaki tarih mısraı dışında, yeni baştan yazıldığı görülmektedir. Yazın da Üsküdar’da su bulmanın “âb-ı hayat”la eşdeğer olduğundan söz eden Âsım, suyun icrası için her yeri gezen sadrazamın sonunda aradığı suyu bulduğunu belirtmektedir. Maksem’den de bahseden şair, pek çok çeşmenin bağlandığı bu maksem sayesinde semtin suya kavuştuğunu dile getirmektedir. Bu çeşmelerden biri de, “zemzem”e benzeyen suyuyla İbrahim Paşa Çeşmesi’dir: Gördi çünkim Üsküdaruñda zamân-ı sayfda Suyı ‘izzetde olup âb-ı hayâtuñ tev’emi Bir su icrâ eylemek fikriyle gezdi sû-be-sû Deşt ü kuhsârı olup bâd-ı bahâruñ hem-demi ‘Âkıbet buldı çıkardı taşdan bu suyı kim Añdırur kıymetde âb-ı sâf fass-ı hâtemi *** Ulayup başından anı şehre çün kıldı revân Eyledi mecrâ aña çok çeşmesâr-ı hurremi İşte ez-cümle biri bu çeşme-i dil-cûydur Kim nezâketle binâsında behemdür muhkemi *** Oldı târîhi su gibi hâmeden cârî hemân İbrâhîm Paşa içürdi nâsa ‘ayn-ı zemzemi [H.1141] (Divan-ı Âsım, T19/9-11, 13-14, 18) M. 1728: Dördüncü Kadın Çeşmesi Üsküdar’dadır. III. Ahmed’in dördüncü eşi tarafından yaptırılmış olmalıdır. Ama ismi tespit edilememiştir. Çeşmenin kitabesi, Âsım’a aittir9. Divan’ındaki iki tarih manzumesinde de Dördüncü Kadın olarak söz ettiği çeşme sahibinin asıl adını vermeyen Âsım, manzumelerden birinde Üsküdar’da yapıldığını da söylemektedir. Bu arada, III. Ahmed’in eşlerinin pek çok çeşme yaptırdığı da aynı manzumeden edinilen bilgiler arasındadır: 120 8 9 Bkz. Sezen 1994: 546; Aynur-Karateke 1995: 183-184. Bkz. Aynur-Karateke 1995: 188. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Bânû-yı ‘ismet-serây-ı hâs Dördünci Kadın Eyledi bünyâd Hak ihsân ide ecr-i cezîl Hep görenler didiler tahsîn idüp târîhini Yapdı Dördünci Kadın ey çeşmesâr-ı bî-bedîl [H.1141] (Divan-ı Âsım, T20/8-9) Üsküdara idicek ‘ayn-ı ‘inâyetle nazar Oldı her kûçesi mîzâb u zemîni merbû’ *** Gerçi ‘ismetlü kadınlar hazerâtı dahı hep Yapdılar her biri bir çeşme-i pâk ü masnû’ Lîk bu çeşme-i dil-cûyı görenler didiler Oldı Dördünci Kadın çeşmesi hakkâ matbû’ [H.1141] (Divan-ı Âsım, T21/4- 6-7) 3.1.2. Dini Mimari: M. 1734: Hekim Ali Paşa Camii Kocamustafapaşa’daki aynı adlı külliyenin içindedir. Lâle Devri’nin mimarî anlayışını yansıtan külliye; cami, kütüphane, sebil, çeşme, şadırvan ve tekkeden meydana gelmektedir. Altıgen kubbeli merkezî mekân geleneği ve rokoko motifleriyle barok üslûbun habercisi olmuştur. Kitabesi, Şeyhülislam İshak tarafından yazılmıştır10. Âsım da, parasını hayırlı işlere harcayan sadrazamın yaptırdığı bu mabedin kıyamete dek müslümanlara secdegah olmasını dilemektedir: Hayra vakf itdügine ‘âlemde nakd-ı himmetin Bu mu’allâ câmi’-i zîbende kâfîdür güvâh *** Kim görenler diyeler ‘Âsım gibi târîhini Haşre dek olsun bu ma’bed müslimîne secdegâh [H.1147] (Divan-ı Âsım, T27/14, 18) 3.2. Restorasyon M. 1726: Simkeşhane İstanbul’un fethinden sonra inşa edilen yapılardan biri olup, Beyazıt’tadır. XVIII. yüzyılda, üst yapısı değiştirilmiş ve bugüne o görünümüyle gelmiştir. III. Ahmed’in annesi Baş Kadın Emetullah Gülnûş Valide Sultan tarafından “sim çekme” için yaptırılan bu binanın ortasında üst üste iki mescit vardır. Bunlardan alttaki Fatih’e, üsteki Gülnûş Sultan’a aittir11. 10 Bkz. Kuban 1994: 43-46. 11 Bkz. Cantay 1994: 561. 121 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... Âsım, Simkeşhane için yazdığı iki tarih manzumesinin birinde, mekâna yeni görünümünü veren Baş Kadın’ına da gönderme yapmaktadır: Ser-be-ceyb-i fikr iken ehl-i suhan ‘Âsım hemân Didi kim târîhi oldı sîm-keş-hâne binâ [H.1139] (Divan-ı Âsım, T8/1) Didi bir mısra’da hâtif iki târîh-i tamâm Baş Kadın itdüñ dil-ârâ sîm-keş-hâne binâ [H.1139] (Divan-ı Âsım, T9/1) M. 1727: Fatma Sultan Camii Eminönü’ndeki bu camiin yerinde önceden bir mescid varken, III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan tarafından cami yapılmıştır. Kitabesi, Nedîm’e aittir12. Tarih’inde açılışından söz ettiği bu cami için Divan’ında da bir tarih manzumesi yazan Âsım, binanın mescidden camie dönüşümünden bahsederek Fatma Sultan’ın yaptığı yenilemeyi anlatmaktadır: Hazret-i Sultân Ahmed Hân-ı Sâlis kim odur Kutb-ı dehr ü àavs-ı ‘âlem sâye-i Rabb-ı Mecîd *** Kim zamân-ı devletinde nev-be-nev olmakdadur Nice câmi’ler hüveydâ köhne mescidler cedîd İşte ez-cümle bu câmi’ kim mukaddem sa’y idüp Mescid olmak üzre yapmış anı bir merd-i sa’îd *** Sâha-i devlet-serâsında biraz yer zamm idüp Yapdı bir pâkîze câmi’ kıldı her rengin sedîd *** Göricek ‘Âsım didi bu câmi’üñ târîhini Fâtıma Sultân bu rûşen ma’bedi kıldı cedîd [H.1140] (Divan-ı Âsım, T14/1, 4-5, 8, 10) Tamâm oldukda bir mısra’la ‘Âsım didi târîhin Bu vâlâ câmi’i tevsî’ kıldı Fâtıma Sultân [H.1140] (Divan-ı Âsım, T15/1) Düşürdüm ‘Âsımâ itmâmına bir mısra’ı târîh Bu vâlâ ma’bedi tevsî’ kıldı Fâtıma Sultân [H.1140] (Divan-ı Âsım, T16/1) 122 12 Bkz. Âsım 1282: 498-499; Eyice 1994: 273, Ayvansarayî 2001: 213. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 3.3. İsmen Anılan Mekânlar Sa’dâbâd XVIII. yüzyıl Lale Devri İstanbul’unun önemli yapılarından bir tanesidir. 1722’de, III. Ahmed’in emriyle İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır. Kağıthane mesiresindeki “seyr-i Sa’dâbâd” eğlenceleri meşhurdur13. Âsım da, bir gezinti ve eğlence yeri olması nedeniyle Sa’dâbâd’dan söz etmektedir: Çamlıca seyri mükerrerdür Hisâr ise ba’îd Necm-i bahtum gidelüm gel bârî Sa’d-âbâde dek (Divan-ı Âsım, G43/4) Şehzade Camii Eminönü Şehzadebaşı’ndaki bu cami, aynı adlı külliyenin içerisindedir. Kanuni Sultan Süleyman tarafından, oğlu Şehzade Mehmed adına Mimar Sinan’a yaptırılmıştır14. Âsım bir kıt’asında, muhtemelen bir Ramazan gecesinde -ki bu açık olarak belirtilmemekle birlikte “kutlu gece” olarak nitelendirilmektedir- Şehzade Camii’ndeki Hz. Ali’nin kılıcının resmedildiği mahyaları seyredenlerin, “devleti ihya eden Âsaf menkıbeli sadrazam, gökyüzüne mücevheri Allah’ın yardımı/üstünlük olan bir kılıç astı” dediklerini söylemektedir: Bu şeb-i ferhundede mâhiyyeden Şeh-zâdede Seyr idenler resm-i tîà-ı zülfekâr -ı Hayderi Didiler muhyî-i devlet sadr-ı Âsaf-menkabet Eyledi âvîze çerhe tîà-ı nusret-cevheri (Divan-ı Âsım, Kt.5) Gül Camii Haliç kıyısında, eski bir Bizans kilisesidir. İstanbul’un fethinden sonra bir süreliğine Tersane-i Âmire’nin levazımı için mahzen olmuş, daha sonra camie dönüştürülmüştür15. Sevgilinin kırmızı yanağını görünce kaşına gönlünü bağladığını söyleyen Âsım, “sanki Gül Camii mihrabına kandil astım” diyerek bu mekânın adındaki gül sözcüğü ile güzelin yanağının rengi arasında bir ilgi kurmuştur. Kaş ile mihrap arasında şekil yönünden ilgi vardır. Gönül ile kandil arasındaki bağlantı da düşünüldüğünde, beyitte düzenli bir leff ü neşr sanatı ortaya çıkmaktadır: Ruh-ı alın göricek baàladum ebrûsına dil Sanki Gül Câmi’i mihrâbına kandîl asdum (Divan-ı Âsım, Mf.1) 13 Bkz. Eldem 1977. 14 Bkz. Kuban 1994b: 152-155; Ayvansarayî 2001: 54-56. 15 Bkz. Kuban 1994c: 434-435, Ayvansarayî 2001: 250. 123 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... 4. Paralar Akçe, sultânî, eşrefî, tuğralı altın, fındık altını, zer-i mahbûb, mangır, füls, kuruş, dinar, dirhem, zencirli gibi pek çok para çeşidinin XVIII. yüzyıl divan metinlerinde çeşitli vesilelerle kullanıldığı bilinmektedir16. Âsım Divanı’nda geçen para adları ise şunlardır: 4.1. Nakd Âsım ilk beyitte, ki Hekim Ali Paşa’nın yaptırdığı bir camiye düşürdüğü tarih manzumesinden alınmıştır, sadrazamın gayret/emek parasını hayırlı işlere vakfettiğinin delili olarak bu süslü, yüce cami yeterlidir demektedir. Bir gazelinden alınan ikinci beyitte ise, tıpkı açgözlülerin paralarını maksadına ulaşamamış müflis için saklamaları gibi, feleğin de her gece müneccimlere yıldızları sunduğunu söylemektedir: Hayra vakf itdügine ‘âlemde nakd-ı himmetin Bu mu’allâ câmi’-i zîbende kâfîdür güvâh (Divan-ı Âsım, T27/14) Felek her şeb nücûmı ‘arz ider ahter-şinâsâna Tama’ erbâbı nakdin müflis-i nâ-kâm içün saklar (Divan-ı Âsım, G12/4) 4.2. Eşrefî III. Ahmed’in övgüsünde yazdığı bir kasidesinde Âsım, aslında padişahın İran’la olan mücadeleler sırasında Eşref Han’ı nasıl dize getirdiğini hatırlatarak ona bir gönderme yapsa da, “nâkıs-‘ayâr-eşrefî-ıslâh-nakkâd” sözcükleri arasındaki tenasüp, dolaylı olarak eşrefî altının düşük olan ayarını da akla getirmektedir: Nâkıs olmaàla ‘ayâr-ı Eşrefî ıslâhını Sâhib-i nakkâdına emr itdi fermân eyledi (Divan-ı Âsım, K3/21) 4.3. Akçe Sadrazam İbrahim Paşa övgüsündeki bir Ramazaniyye’sinin sonunda Âsım, kasidenin artık “ihsan”a gelip dayandığını ve bu yüzden sözü uzatmamak gerektiğini belirterek, şimdi akçe toplamanın zamanı olduğunu söylemektedir: Sözi ‘Âsım uzatma akçe devşirmek zamânıdur Tayandı kâfiye zannumda zîrâ lafz-ı ihsâne (Divan-ı Âsım, K7/27) 4.4. Dirhem Âsım; Üsküdar’daki su için “Gümüşsuyu” tabirini kullanırken, dirhemin “gümüş para” anlamına gelmesinden de yararlanmaktadır. O, yoluna para saçacak kadar kıymetlidir çünkü şehrin uzun süren susuzluğuna çare olmuştur: 124 16 Bkz. Öztekin 2006: 465-481. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Nâmına dinse Gümüşsuyı revâdur ol kadar Yolına dökdi anı icrâ idince dirhemi (Divan-ı Âsım, T19/12) 5. Yiyecek-İçecek Osmanlı mutfak kültürünün zengin yemek çeşitleri, XVIII. yüzyıl divan metinlerinde kimi zaman ismen, kimi zaman da çeşitli özellikleriyle yer almaktadır. Alkollü ve alkolsüz içecekler de bir o kadar revaçtadır17. Âsım Divanı’nda bu konuyla ilgili örnekler ise şöyledir: 5.1. Tatlı: Helvâ-yı Hâkânî III. Ahmed’in İbrahim Paşa’nın evini teşrifi dolayısıyla kaleme aldığı bir kasidesinde Âsım, padişahın “helvâ-yı hâkânî”yi beğenmesi halinde, saray mutfağında aşçılık yapmak üzere Çin hakanının bile geleceğini söylemektedir: Eylese helvâ-yı hâkânîye raàbet Çînden Matbahında âş-pezlik itmege hâkân gelür (Divan-ı Âsım, K4/15) 5.2. Şarap: Frenk/Fransız Şarabı Gönül ehli her zaman gamlı olur. Ancak Âsım’a göre daha da kötüsü, bu gamı defedecek bir Frenk/Fransız şarabının18 olmamasıdır: Yâ Rab nic’olur ehl-i dilüñ hâli o yerde Kim def’-i àama bâde-i efrenc bulınmaz (Divan-ı Âsım, G29/3) 6. Giyim-Kuşam Kumaşlardan giyeceklere kadar XVIII. yüzyıl giyim-kuşamının pek çok ayrıntısını, dönemin divan şiiri örneklerinde görmek mümkündür. Renk, şekil, tür ve isimlendirmeler gibi, devrin modası üzerine kısa bilgiler de göze çarpmaktadır19. Âsım Divanı’nda tespit edilenler şu şekilde sıralanabilir: 6.1. Kumaşlar 6.1.1. Dîbâ III. Ahmed’in İran seferlerine telmihen Âsım; hükümdarın ihtiyaçsızlık gözüne İran topraklarının, geçerken ayağının altına serilen Acem dîbâsından yapılma bir yaygı kadar ucuz geldiğini ifade etmektedir: 17 Bkz. Öztekin 2006: 170-209. 18 Dünyanın en sofistike şaraplarını üretildiği Fransa, ikibin yıllık bir bağcılık ve şarapçılık geçmişine sahiptir. Bu geçmişin kökeninde de Anadolu vardır. Fransa’ya ilk asma çubukları, Marsilya yoluyla Foça’dan taşınmıştır. 19 Bkz. Öztekin 2006: 215-264. 125 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... Bir ‘Acem dîbâsı pây-endâz deñlü şübhesiz Çeşm-i istiànâsına Îrân-zemîn erzân gelür (Divan-ı Âsım, K4/19) 6.1.2. Perend İbrahim Paşa övgüsündeki bir kasidesinin dua bölümünde, “perend” sözcüğünü ihamlı kullanan şair hem “ipekten dokunmuş, düz, nakışsız kumaş” anlamını, hem de “kılıç veya hançer cevheri” anlamını akla getirmektedir: Girân-ser-mâyegân-ı şevk-i ‘irfân saklaya tâ kim Perend-i hoş-kumâş-ı nazmını hengâm-ı a’yâde (Divan-ı Âsım, K5/28) 6.2. Giyecekler 6.2.1. Câme, Delk Ayıplama/kınama elbisesinin her rengini giydiğini belirten Âsım, artık biraz da omza siyah renkli ve eski püskü/yamalı bir derviş cübbesi almak gerektiğini söylemektedir: Melâmet câmesinüñ ‘Âsımâ her rengini geydüñ Biraz da dûşa bir delk-i siyeh-fâm almamuz vardur (Divan-ı Âsım, G19/5) 6.2.2. Burka Şair; ay kadar güzel sevgili, yanağından gizleme burkasını/peçesini kaldırırsa, avare aşığın kara bahtının da açılacağı görüşündedir: Kaldursa o meh burka’-i setrini ruhından Baht-ı siyeh-i ‘âşık-ı âvâre açılsa (Divan-ı Âsım, G80/4) 6.2.3. Etek Âsım, güzelin eteğini kemerle bağlayarak bir garip hızla -sanki yakıcı bir ateş gibigeldiğini belirtmektedir: Eylemiş dâmânını ber-beste-i tarf-ı kemer Bir ‘aceb sür’atle hem çün âteş-i sûzân gelür (Divan-ı Âsım, K4/2) 6.2.4. Ferve Âsım şu kıt’asında, padişah III. Mustafa’nın vaşak bir kürk verdiğini söylemektedir: 126 Hazret-i şehryâr-ı heft-iklîm Mustafâ Hân-ı memleket-pîrâ Kemterîn bendesine lutfından Eylemiş ferve-i vaşak i’tâ (Divan-ı Âsım, Kt.13/1-2) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 6.2.5. Poşu Âsım, başında siyah poşu ile aşıkların kara püsküllü belası olan güzelden söz ederken bu giyeceğin adını kullanmaktadır: Ey hüsn ile yektâsı bütün âfâkuñ Ârâm-rübâ-yı denî bu müştâkuñ Başuñda siyeh pûşî ile olmışsun Püskülli belâ-yı siyehi ‘uşşâkuñ (Divan-ı Âsım, R6) 7. İnanışlar ve Âdetler Osmanlı toplum hayatındaki inanışlar ve inançlara bağlı ritüeller, dinî aylar ve bayramlarla ilgili gelenekler, yeme-içme ve giyim-kuşam âdetleri, XVIII. yüzyıl Divan şiirinde de yansımalarını göstermiştir20. Bunların içerisinde, Âsım Divanı’nda yer alanlar şu şekilde sıralanabilir: 7.1. Geceleyin Aynaya Bakılmaması Sevgiliye kavuşamamak ve delirmek gibi bir takım uğursuzluklara neden olduğu için gece aynaya bakılmazmış21. Âsım da kara bahtının sevgiliyi görmesine engel oluşunu bu sebebe bağlamaktadır. Beyit içerisinde “miyân-ı şeb” ile “baht-ı siyâh”, “mir’ât” ile “sîne” arasında simetrik leff ü neşr vardır: Miyân-ı şebde mir’âte bakılmaz diyü ey ‘Âsım Baña göstermeyen ol sîneyi baht-ı siyâhumdur (Divan-ı Âsım, G14/6) 7.2. Yılanın Zümrüte Bakamaması Doğu efsanelerinden gelen bir inanışla zümrütün zehir için tiryak olduğu, yılan ve akrebin zümrütten kaçtığı, hatta yılanın onu görünce kör olduğu söylenir22. Âsım da buna bir gönderme yaparak, eğri yaradılışlıların sevgilinin yeşil ayva tüylerine beğenerek bakmayacaklarını çünkü yılanın gözüne zümrütün seyrinin uygun olmayacağını dile getirmektedir. Yine “nigâh” ile “temâşâ” ve “çeşm”, “hatt-ı sebz” ile “zümürrüd”, “kec-tab’ân” ile “mâr” arasındaki leff ü neşr dikkat çekicidir: Nigâh-ı raàbet itmez hatt-ı sebz-i yâre kec-tab’ân Temâşâ-yı zümürrüd sâz-kâr-ı çeşm-i mâr olmaz (Divan-ı Âsım, G23/3) 7.3. Bal Harareti Artırdığı İçin, Şarabın Hararetinin Ekşi İle Kesilmesi Balın pek çok hastalığın tedavisinde şifa olduğu ve eski tababete göre harareti artırdığı bilinmektedir. Ekşi ise -özellikle de sirke- harareti düşürmek için kullanılır. O 20 Bkz. Öztekin 2006: 598-634. 21 Daha geniş bilgi için bkz. Onay 1993: 173. 22 Daha geniş bilgi için bkz. Onay 1993: 447, Pala 2004: 496, Kutlar 2005: 64. 127 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... yüzden, şarabın hararetini sirkeli bir şey içerek gidermeye çalışırlar23. Âsım da gururun ekşi yüzünün, tatlı sözün düşmanı olduğunu belirterek “şaraba tapanların mizacı, bala uygun olmaz” demektedir: Türuş-gûyân-ı nahvet düşmen-i güftâr-ı şîrîndür Mizâc-ı mey-perestân sâz-kâr-ı engübîn olmaz (Divan-ı Âsım, G25/3) 7.4. Rüya Yorumu Âsım, teklifsizce gelip evini teşrif eden sevgilinin “herkese anlatmak zor, sana kolay gelir” diyerek kendisinden rüya tabirinde bulunmasını istediğini söylemektedir. Daha sonra iki beyit halinde geçen diyalogda sevgili der ki: “Hayır olsun, uykumda nur saçan güneşin ay ağılına niyet edip Kabe’den geldiğini gördüm”. Bunu duyan şairin güneş ve ay metaforunu yorumlayarak verdiği yanıt ise oldukça enterasandır: “Seçkin sadrazamın evine zamanın padişahı gelecek”: Bî-tekellüf geldi teşrîf itdi çün kâşânemi Didi da’vetsizce gelmek baña nâ-çesbân gelür N’eyleyem bir vâkı’am var kim anı ta’bîr içün Herkese ‘arz eylemek müşkil saña âsân gelür Hayr ola hâbumda gördüm hâle-i mâha hemân ‘Azm idüp beytü’ş-şerefden mihr-i nûr-efşân gelür Gûş idüp hâbın didüm Allâhu a’lem bu gice Menzil-i sadr-ı güzîne husrev-i devrân gelür (Divan-ı Âsım, K4/4-7) Halk arasında, görülen rüyanın tersi çıkacağına dair bir inanış vardır. Bu fani dünyada ağlayanın, ahirette güleceğini söyleyen Âsım; bu görüşünü desteklemek için, “uykusunda ağlayan, uyanıkken güler” demektedir: Olur ‘ukbâda handân bezm-i fânîde olan giryân İder bîdâr olınca hande kim aàlarsa hâb içre (Divan-ı Âsım, G71/5) 7.5. Misafir Gelmeden Önce Evi Temizlemek Âsım, o güzellik şahı olan sevgilinin kendisine misafir geleceğini anladığı için, gönlündeki üzüntü tozunu süpürdüğünü dile getirmektedir: Sîne sadrın rüft ü rû[b] kıldum àubâr-ı àussadan Añladum çün ol şeh-i hûbân baña mihmân gelür (Divan-ı Âsım, K4/3) 128 23 Daha geniş bilgi için bkz. Onay 1993: 47, 66, 409. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 7.6. Ramazanla İlgili Âdetler “Bu zamanın hükmü odur” diyerek bir Ramazâniyye’sinde içki yasağından bahseden Âsım, yeniden pîr-i mugâna kavuşma hasretiyle şarap şişesini mescide kandil yaptığını, şarap içmeyi tütün şerbeti içmeye çevirdiğini ve kağıda sarılan afyonun da şarap kadehinin yerini tuttuğunu anlatmaktadır. Kendisi, bayrama dek gece gündüz mescit köşesinde oturacak ve başka hiçbir mekâna gitmeyecektir: Hâlâ bu demüñ hükmi de oldur ki senüñle Yâhû diyüben hasret ile pîr-i muàâne Mînâ-yı şarâbı kılalum mescide kandîl Nûş-ı meyi tebdîl idelüm şürb-i duhâne Tutsun yerini câm-ı meyüñ habb-ı müzehheb Necm-i seher olsun bedel-i mihr-i zamâne *** Şâm u seher olsun yerümüz gûşe-i mescid Tâ ‘îde degin varmayalum àayrı mekâne (Divan-ı Âsım, K9/3-5, 7) 7.7. Bayramla İlgili Âdetler Ramazan sona erip bayram geldiğinde, bezm meclislerinin yeniden kurulmaması için hiçbir sebep kalmaz. Böylece, unutulan sohbetler de akla gelir. Bayram âdetlerinden biri de, meydanlara kurulan salıncaklara binmektir. Âsım, naz ve edayla salınarak yürüyen servi boylu sevgilinin salıncağa binip sallanmasında bir sakınca görmemektedir. Kandiller ise, tıpkı Ramazan gecelerinde olduğu gibi, bayram gecelerinde de yanar. Kadehi şekil açısından bir kandile benzeten şair, bayramın gelişiyle sakiden kadeh kandilini yakmasını yani içki sunmasını isteyerek, kandilin etrafa vereceği aydınlıkla -ki bu, içkinin gönle vereceği ferahlık gibidir- kadeh çeken rindin gözünün de bu vesileyle biraz dünyayı göreceğini söylemektedir: Yine ‘îd irdi sâkî bezm-i ‘ayşı eyle âmâde Ferâmûş olınan sohbetleri cümle getür yâde *** Salıncak hastesi olursa da ‘âlem kayırmaz tek Salınsun ‘îdgehde ol hırâmân serv-i âzâde (Divan-ı Âsım, K5/1, 5) Şeb-i ‘îd irdi yandur sâkiyâ kandîl-i sahbâyı Gözi görsün biraz rind-i kadeh-nûşuñ da dünyâyı (Divan-ı Âsım, K16/1) 129 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... 8. Eğlenceler Kış gecelerinin vazgeçilmez helva sohbetleri, ilkbahar geceleri yapılan Çerağan eğlenceleri, yaz geceleri çıkılan mehtap sefaları ya da saltanat düğünleri, sünnet törenleri, doğum ve çeyiz şenlikleri veya sıra sohbetleri, oyunlar gibi Osmanlı eğlence hayatına dair bir çok unsurun, XVIII. yüzyıl divan metinlerinde de yer aldığı bilinmektedir24. Âsım Divanı’nda ise, helva sohbetleri ile satranç ve tavla gibi oyunlar üzerine birkaç şiir bulunmaktadır: 8.1. Helva Sohbetleri Sultan Ahmed’e damadı İbrahim Paşa tarafından verilen ziyafette, geceleyin yapılan helva sohbetinin de adı geçmektedir. Kış gecesi helvasının ayrı bir lezzeti olduğunu düşünen Âsım, gönül mülkündeki tatlı telaşın zevkini buna benzetmektedir. İbrahim Paşa’nın damatları Kethuda Paşa ve Mustafa Paşa da, kışın ziyafetler düzenleyerek helva sohbeti geceleri yapmaktadırlar. İlkbahar gelince gül bahçesini dolaşmanın tadına doyulmadığını söyleyen şair, kışın ise gündüz güneş yüzlülerle hamamda, gece ay parçası güzellerle helva sohbetinde olma zevkinin diğerinden daha üstün olduğu görüşündedir: Bir böyle dem olur mı ki düstûr-ı cihâne Dâmâdı ider sohbet-i helvâ-yı şebâne (Divan-ı Âsım, K11/7) Göñül mülkinde gördüm bir temâşâ zevk u hâlet var Ki helvâ-yı şeb-i sermâ kadar nuklında lezzet var *** Nümâyândur bu kim sadr-ı çerâà-efrûz-ı yektâya Bu gice Kethudâ Paşada tertîb-i ziyâfet var (Divan-ı Âsım, K14/1, 9) Nev-bahâruñ gerçi seyr-i gülşen ü sahrâsı var Zevk-i sermânuñ velî andan dahı a’lâsı var Gündüzi hurşîd-rûlar cilvesi germ-âbede Giceler meh-pârelerle sohbet-i helvâsı var *** Cümlesi tursun bu yetmez mi ki sadr-ı a’zama Mustafâ Paşanuñ anda sohbet-i helvâsı var (Divan-ı Âsım, K15/1-2, 6) 8.2. Oyunlar Silahşör Yahya Bey’in vefatı dolayısıyla yazdığı bir tarih manzumesinde Âsım, satrancın mucidi ile satrançtaki taşların isimlerini ve oyuna dair kavramları birer benzet130 24 Bkz. Öztekin 2006: 349-415. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. melik olarak kullanmaktadır. “Leclâc”, “rahş”, “piyâde”, “pîl”, “mât” terimleri arasındaki tenasüp aslında adı geçen şahsın ölümünü anlatmaktadır: Rahş-ı ‘ömrinden piyâde alıcak Leclâc-ı dehr Kıldı zîr-i pây-ı pîl-i kahrda ferzâne mât (Divan-ı Âsım, T34/2) Aşağıdaki beyitte geçen “şeş”, “güşâd”, “best”, “bâb”, “nerd” sözcükleri de oluşturdukları tenasübün yanı sıra, yine birer benzetmelik olarak seçilmiştir: Bu şeş dergehde mihr ü mâhdan ümmîd-i feyz itme Güşâd u best bâbı ka’beteyn-i nerdler bilmez (Divan-ı Âsım, G28/5) Oyun/eğlence yeri metaforuyla özdeşleştirdiği dünyanın satranç ve tavlasındaki hüner, Âsım’a göre, hemen bir şaha çatıp bir pul almaktır: Hüner bir şâha çatmak bir pul almakdur hemân yohsa Bu bâzî-hânenüñ hâsıl nedür satranc u nerdinden (Divan-ı Âsım, G62/2) 9. Müzikal Unsurlar XVIII. yüzyıl divan metinlerindeki müziğe dair öğeler; makamlar, usûller ve müzik aletleri etrafında şekillenmektedir. Bu kavramların isimleri bazen benzetmelik olarak, bazen de musikî açıdan özellikleri verilerek beyitlerde geçmektedir25. Âsım Divanı’nda rastlanan müzikal ise unsurlar şöyledir: 9.1. Müzik Aletleri 9.1.1. Şeş-tâ Âsım, mutribden epeydir kırık dökük ve nefesi bağlanmış/suskun bir şekilde yatan altı telli tanburu dizine alıp yeniden çalmasını istemektedir: Şikeste-beste dem-beste yatar haylî zamânlardur Alup zânûña söylet mutribâ lutf ile şeş-tâyı (Divan-ı Âsım, K16/8) 9.1.2. Saz, Tar Âşığın gönül derdinin “âh” diyerek uzun uzun içini çekip ağlamasıyla ortaya çıktığını söyleyen Âsım, buna benzer nağmelerin bir sazda, bir de tarda olduğunu eklemektedir: Göñül derdi cihâna oldı medd-i âhdan zâhir Bu deñlü naàmeler bir sâzdan bir târdandur hep (Divan-ı Âsım, G7/3) 25 Bkz. Öztekin 2006: 486-564. 131 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... 9.1.3. Ney, Çeng, Çegâne, Rebap Mutribin sesinin kıvılcımının canına işlediğini anlatan şair, neyin inleyen sesinin feryat perdesinin kubbesine çıktığını ifade etmektedir: Şu’le-i âvâz-ı mutrib cânına kâr eyleyüp Nâle-i ney çıkdı bâm-ı perde-i feryâde dek (Divan-ı Âsım, G43/2) Mutribe seslenen Âsım, neyin ahengine aynı nağmelerle karşılık vermenin tam zamanı olduğunu söylemekte ve çeng ile çalparanın sesinin feleği tutmasını istemektedir: Mutrib demidür kıl neye âheng-i terâne Tutsun felegi velvele-i çeng ü çeàâne (Divan-ı Âsım, K11/1) Bir başka beytinde ise şair, çeng ve rebabın hüzün dolu sesini, mutribin elinden feryat etmelerine bağlamaktadır: Eylemez kimse zamânında anuñ âh u fiàân Dest-i mutribden meger feryâd ide çeng ü rebâb (Divan-ı Âsım, T5/4) 9.1.4. Kûs Âsım’a göre, feleğin kubbesinde çınlayan ses gök gürültüsü değil yüce alemde şevk ile çalınan büyük kös davuludur: Ra’d sanma kubbe-i çerhi tanîn-engîz iden ‘Âlem-i bâlâda çalınmakdadur şevk ile kûs (Divan-ı Âsım, T23/2) 9.2. Makamlar 9.2.1. Nihâvend, Büzürg, Kûçek Isfahan’ın fethi dolayısıyla yazdığı bir tarih manzumesinde Âsım, “Nihâvend” sözcüğünü hem kent adı, hem de makam adı şeklinde kullanarak yaptığı iham sanatını “büzürg” ve “kûçek” sözcüklerinin de aynı zamanda birer makam olması dolayısıyla iham-ı tenasübe çevirmektedir: Hirâs-ı tîàı kan terletdi çün Hoyda Kızılbaşa Nihâvendüñ büzürg u kûçegi terk itdi ‘isyânın (Divan-ı Âsım, T13/4) 9.2.2. Irak, Acem Yine aynı manzumesinin aşağıdaki beytinde ise Âsım, yer adı olmalarının yanı sıra aynı zamanda birer makam adı da olan “‘Irâk” ve “‘Acem” sözcükleri ile birlikte “karâr itmek” ve “âvâze” gibi müzikal terimleri bir arada kullanarak tenasüp yapmaktadır: 132 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. ‘Irâk içre ne mümkindür karâr itmek ‘Acem hergiz Görüp gûş eyler iken şevket ü âvâze-i şânın (Divan-ı Âsım, T13/5) 10. Sağlıkla İlgili Öğeler XVIII. yüzyıl divan metinlerinde bir çok hastalığın adı ve özelliklerine dair kısmî bilgiler yer alırken, bunların benzetmeliklere konu olan biçimleriyle de beyitlerde işlendiği görülmektedir26. Âsım Divanı’nda tespit edilenler ise şunlardır: 10.1. Hastalıklar 10.1.1. Remed Gönül alan sevgilinin saf yüz aynasına bakılmaz diye, sürme çekenlerin remedli göze karaltı astığından bahseden şair; remedli gözün ışık ve havadan etkilenmemesi için örtülen örtünün adı olan “karaltı”yı kullanırken, sürmenin renginden dolayı bu örtünün siyah olabileceği izlenimini de uyandırmaktadır. Normal bir gözde, kirpikle gözbebeğinin arasında sulanma olmazken; remedli gözdeki iltihap, “arada kanlı bir deniz peyda oldu” ifadesiyle anlatılmaktadır. Âsım bir rubaisinden alınan beyitte ise, remedli gözdeki kanlanmayı sevgilinin yaptıklarına bağlayarak “içtiğin gönül kanım gözüne gelmiştir” şeklinde söylemektedir: Bakılmaz diyü mir’ât-i cemâl-i sâf-ı dil-dâre Karaltı asdılar kehhâller çeşm-i remed-dâre *** Müjeyle merdüm-i çeşmüñ susazmazken miyânından Remedden oldı peydâ arasında bahr-ı hûn-hâre (Divan-ı Âsım, G79/1, 4) Çeşmüñ remed-âzurde degül gelmişdür Nûş eyledügüñ hûn-ı derûnum gözüñe (Divan-ı Âsım, R10/2) 10.1.2. Humar Sarhoşluktan kaynaklanan başağrısı ve ağırlığı gidermenin birçok çaresi vardır. Âsım, humârın verdiği başağrısı derdinin ilacını yine şarap içmekte bulmaktadır. Bu humar üzüntüsünü o kadar yoğun yaşamaktadır ki, âdeta ızdırapla dolmuştur: Derd-i ser-i humârı ey rind şarâb-hâra çek Kim didi saña zevrak-ı câm-ı meyi kenâra çek (Divan-ı Âsım, G45/1) áam-ı humâr ile sâkî pür-ıztırâb oldum Be-hey harâb olası gel yetiş kebâb oldum (Divan-ı Âsım, G52/1) 26 Bkz. Öztekin 2006: 567-582. 133 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... 10.1.3. Sıtma, Başağrısı Âsım’a göre; kâh kavuşmanın sıtma titreyişini, kâh ayrılığın baş (ağrısı) derdini çeken çaresiz aşığın görmediği illet yoktur: Gehî teb-lerze-i vuslat gehî derd-i ser-i firkat ‘Aceb bî-çâre ‘âşık görmedük ‘illet mi kalmışdur (Divan-ı Âsım, G18/4) 10.2. Sıhhat-nâme Âsım, III. Ahmed övgüsünde yazdığı bir sıhhat-nâme kasidesinin şu beytinde, Tanrı’nın lutuf evinden müjde verdiğini ve âlemin sığınağı olan padişaha –hastalığını açıkça belirtmeden- sıhhat ihsan eylediğini söylemektedir: Müjde-dâd u hâne-i lutf-ı ‘amîminden Hudâ Husrev-i ‘âlem-penâha sıhhat ihsân eyledi (Divan-ı Âsım, K3/8) 11. Ulaşım XVIII. yüzyıl Osmanlı sosyal hayatında kullanılan kara ve deniz ulaşım araçları, ismen ya da bir takım özellikleri ile dönemin Divan metinlerine de yansımıştır27. Âsım Divanı’nda ise, sadece deniz ulaşım araçlarından örnekler tespit edilmiştir: 11.1. Fülk Kaptan Mustafa Paşa’nın yaptırdığı bir çeşme için tarih manzumesi yazan Âsım, Paşa’nın bir gün felek yüzlü bir gemi ile denizde gezerken bu güzel gezinti yerini bulduğunu söyleyerek çeşmenin yaptırıldığı mekânı betimlemektedir: Gezerken sû-be-sû fülk-i felek-peykerle deryâda Sa’âdetle bu nüzhetgâh-ı hûbı eyledi me’vâ (Divan-ı Âsım T7/5) 11.2. Keşti Âsım şu beytinde bedeni bir gemiye benzeterek, beden gemisinin zararı hep kaptanından olur demektedir: Komaz àark-âb-ı teslîm olmaàa ‘aklı selâmetçün Gezendi keştî-yi cismüñ olur hep nâhudâsından (Divan-ı Âsım, G57/4) 12. Çiçekler Divan şiirinde çiçek deyince akla gelen ilk dört isim olan lâle, gül, sümbül ve karanfil bu dönemin şiir metinlerinde de geçmekle beraber, XVIII. yüzyılın ilk yarısında bir döneme adını veren lalenin ve lale çeşitlerinin, özellikle o dönemde yazılmış divanlarda elbette daha fazla öne çıktığı bilinmektedir28. 134 27 Bkz. Öztekin 2006: 142-169. 28 Bkz. Öztekin 2006: 266-348. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Âsım Divanı’ndaki şu beyitte, bir lale çeşidi olan “nahl-ı eràuvân” geçmektedir. Bu lalenin rengi ile koldaki yaranın kırmızılığı birbiriyle ilişkilendirilmiş, dolaylı olarak “eràuvân” çiçeği de anımsatılmıştır: Dâà-ı hûn-âlûdelerle zeyn idüp bâzûları Her birin bir şâh-ı nahl-ı eràuvân itsem gerek (Divan-ı Âsım, 40/2) Aşağıdaki beyitlerde ise, birer gül çeşidi olarak “gül-i nesrîn”, “gül-i ra’nâ” ve “gül-i sad-berg”e rastlanmaktadır: Gül-i nesrîne döndi rûzeden ruhsâre-i dil-dâr Süzüp sâkî meyi meşşâtaveş kıl çihre-pîrâyî (Divan-ı Âsım, K16/6) Çehâr-bâà-ı ‘anâsırda çün gül-i ra’nâ Bahâr-ı ‘ömrümi hem-pehlû-yı hazân buldum (Divan-ı Âsım, G51/4) Hayâl-i ‘ârız-ı cânân dil-i pür-âb u tâb içre Gül-i sad-bergdür peymâne-i sahbâ-yı nâb içre (Divan-ı Âsım, G71/1) 13. Yangın XVIII. yüzyıl, İstanbul’daki yangınlar açısından vak’a sayısının hayli fazla olduğu bir dönemdir. III. Osman padişahlığı ve Bahir Mustafa Paşa’nın sadrazamlığı zamanında da, Cibali’de bir yangın çıkmıştır. Tarihte “harîk-i ekber” olarak bilinen bu büyük yangın sırasında kentin büyük bir kısmının yanıp kül olduğu bilinmektedir29. Âsım Divanı’nda da, İstanbul’daki bir yangından bahsedilmektedir. Adı tam olarak söylenmese de, III. Osman ve Mustafa Paşa’nın görevde oldukları zaman dilimi içerisinde -ulaşabildiğimiz kaynaklara göre- yukarıda adı geçen yangından başka bir yangına rastlanmadığından, muhtemelen ona yazılmış olmalıdır. Şair, ciğer yakan aleviyle İstanbul’u perişan eden yangını söndürmek için suların yetişmediğini söylemektedir: Şehenşâh-ı zamân Sultân ‘Osmân Hân ile sadrı Vekîli Mustafâ Paşayı dâ’im eyleye Mevlâ Ki İstanbulı vîrân eyleyen nâr-ı ciger-sûzı Sular yetmezken itfâya meger tûfân ola peydâ Nisâr-ı eşk-i çeşm ü bezl-i diremle idüp gûşiş Gümüşsuyı ile gözyaşı ile itdiler itfâ (Divan-ı Âsım, Kt.12) 29 Bkz. Andreasyan 1973, Sakaoğlu 1994. 135 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... 14. Miras Hukuku Eskiden miras hukukuna göre “kassam” denilen kimseler, “ölülerin metrûkatını (bıraktıkları şeyleri) taksim işiyle uğraşan şer’î memurlar” (Pakalın 1993: 209) olup; ölenin varislerine mirası dağıttıkları gibi, dağıtılan mirasla orantılı olarak bir miktar vergi de keserlerdi. Âsım da, malını kassamın alacağı kısmetin/verginin korkusuyla saklayan mirasyedinin kimseye yararı olmayacağı görüşündedir: Olur mı feyzi ol mîrâs-hâruñ kimseye sârî Ki mâlı bîm-i resm-i kısmet-i kassâm içün saklar (Divan-ı Âsım, G12/3) 15. Şair ve Patronaj Osmanlı toplumu; sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak bir hükümdar tarafından belirlendiği “patrimonyal” bir toplumdur. Saray kültürünün ağırlığı her alanda kendini hissettirir. Şiir açısından bakıldığında, “sultan şairler”in şiire ilgileri veya hâmisi sultan olan şairler önemli bir inceleme konusudur. Şiir, imparatorluğun her döneminde kendisine bir itibar ortamı bulmuştur. Padişahın sanat zevki, koruduğu şairlerin de zaman zaman ona göre eser vermesini gerektirmiştir. En gözde şair, padişahın lutfunu ve ilgisini kazanan “sultânü’ş-şu’arâ”dır. Hele ki sultanın özel ilgisine mazhar olanlar, böylece iyi mevkiler de elde etmişlerdir. Bu şekilde her türlü nimetin sadece sultanın yetkisinde olduğu patrimonyal bir devlette, deyim yerindeyse kıyasıya bir rekabetin olmaması da düşünülemez. Bunun için en elverişli saha, kaside nazım şeklidir. Tanrı’nın varlığı-birliği, günahlara tövbe etme ve Hz. Peygamber’i övme gibi dinî konular bir yana, şairler asıl hükümdarlar için yazdıkları övgü kasideleriyle himaye edilir ve maddi açıdan bu gayretlerinin karşılığını görürler. Bir de sultanın “musahib”i olabilirlerse, bundan alâ iltifat yoktur. Onun hizmetindeki diğer bilgin ve sanatkârlar gibi, gittiği her yere giderler. Savaşlardaki cephelerden, sarayda düzenlenen eğlencelere kadar çok geniş bir yelpazedir bu. Özellikle günlerce süren saray merkezli şölenler, patrimonyal ilişkileri pekiştiren ortamlardır. Pek çok şair, bu toplantılar vesilesiyle söyledikleri şiirlerle hükümdarın takdirini kazanmıştır. Kaside sunulduktan sonraki beğeni/bahşiş/ihsan, çeşitli şekillerde tezahür eder. Örneğin şairin meslek durumuna göre başnakkaşlık, divan katipliği, müderrislik gibi çeşitli yükselmeler olabilir ya da câize/ulûfe adı altında maaşına zam yapılıp gümüş akçe/altın sikke verilebilir veya yünlü/ipekli kumaşlardan kaftanlıklar hediye edilir. Saray maliyesine dair bilgi veren kaynaklardan biri olan İn’am Defterleri’ne göre, padişahın yaptığı bütün bu bağışlar devlet hazinesinden çıkmaktadır. Hükümdarların yanı sıra bazı sadrazamların, vezirlerin, valilerin, sancak beylerinin, şeyhülislamların ve kadıların da şair ve sanatkârları koruyup kolladıkları bilinmektedir. Şiire olan ilgileri nisbetinde onların takdirleri de yine câize yoluyla olur30. 136 30 Bkz. Dadaş 2002, İnalcık 2003a ve 2003b, Kalkışım 2003. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Âsım Divanı’nda, sadrazam İbrahim Paşa’nın övgüsünde yazılan bir Ramazâniyye’de geçen aşağıdaki beyitler bu konuda dikkat çekici ifadelerle doludur. Bilindiği gibi, kasidenin belli bölümleri vardır. Memduhun övüldüğü medhiye bölümünden sonra, eğer fahriye yoksa, kafiye yavaş yavaş “teng” olmaya yani daralmaya başlar. Söylenecek her şey söylenmiştir zira ve artık dua bölümüne geçmenin zamanıdır. Âsım da bunu dile getirerek, “akçe devşirme zamanı”nın geldiğini belirtir. Çok sözün -mücevher de olsa- insanın kulağına ağır geleceğini ifade ederek, sadrazamın görevinde daha nice uzun yıllar kalmasını diler: Sözi ‘Âsım uzatma akçe devşirmek zamânıdur Tayandı kâfiye zannumda zîrâ lafz-ı ihsâne Du’âya başla ıtnâb-ı suhandan ihtirâz eyle Girândur çok suhan gevher de olsa gûş-ı insâne *** Cenâb-ı Hak zamân-ı haşre dek sadr-ı sa’âdetde Seni baàışlasun hünkâre anı halk-ı devrâne (Divan-ı Âsım, K7/ 27-28, 30) Âsım yine Damat İbrahim Paşa övgüsünde helva gecesi münasebetiyle yazdığı bir başka kasidesinde ise, şiire meraklı sadrazamın etrafında bir-iki tane kaside söyleyen şairin olduğunu söylemektedir. Bu seçkin memduhun vasıflarını anlattıktan sonra ya kendi övgülerinde bir fahriye veya bir yakarışta bulunma ile ticaret olduğunu belirten şair, keramet sahibi sadrazam için böyle bir tarife ve tasdike asla gerek olmadığı fikrindedir: Hıdîvâ hâk-pây-ı devlete ma’lûmdur dâ’im Miyânında kasîde-gûlaruñ bir iki ‘âdet var Tamâm itdükde memdûh-ı güzînüñ vasf u ta’rîfin Yâ fahriyye yâhud ‘arz-ı niyâz ile ticâret var *** Bilür nakkâd-ı ‘âlemsin ne lâzım kendüyi ta’rîf Kerem hod ‘âdetüñdür aña tasdîke ne hâcet var Hemân zât-ı şerîfüñ dâ’im olsun sadr-ı devletde Ki lutfuñla cihân ma’mûrdur ‘âlemde zînet var (Divan-ı Âsım, K14/ 20-21, 24) SONUÇ Âsım Divanı Osmanlı kültür tarihine dair toplumsal hayatın izleri ışığında okunduğunda, hem şair hem tarihçi bakış açısıyla Çelebizâde’nin yaşadığı devre ait pek çok özelliği gözler önüne serdiği görülmektedir. İran’a üç cepheden düzenlenen seferler ile bu sırada ele geçirilen topraklar, Avrupa’daki bir fetih, Afgan şahı ile yapılan sulh, 137 XVIII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatından Yansımalar Işığında Çelebizâde... Kırım Hanlığı’ndaki yönetimle ilgili tarihî ve askerî bilgilerin yanı sıra, Osmanlı tahtındaki padişah değişimi ile sadaretteki görev değişiklikleri de beyitlerden okunmaktadır. Payitaht İstanbul ve bazı semtlerinin özellikleri ile birlikte Rodoscuk ve Bursa gibi yerleşim merkezleri çeşitli nitelikleriyle Âsım’ın şiirlerinde yer bulmaktadır. İstanbul’daki bazı cami ve çeşmeler ile Simkeş-hanenin yapımı için yazılmış tarih manzumeleri vardır. Çelebizâde Âsım, İstanbul’un özellikle su mimarisi örneklerinde tarih kitabesi olan şairlerdendir. Yazdığı kitabelerden bazılarını, kısmî değişikliklerle, Divan’ına da taşımıştır. Bu da bir kez daha gösteriyor ki, dönemin Divan şiiri metinlerini kamulaştırma anlamında özellikle çeşme ve cami kitabeleri oldukça kullanışlı bir sunum alanı olmaktadır. Çünkü sadece yapanın adını ve yapım yılını vermiyor bu şiirler, yapılış hikâyesini de anlatarak karşılıyor okuyanları. Üstelik bir tane de değil, bir camide ya da çeşmede dönemin önde gelen birkaç şairinin tarih kitabesini bir arada bulmak mümkün. Devrin şiir dünyasıyla mimari dünyasını buluşturan bir düzlem âdeta. Âsım da Rahmî’yi bu sebeple anıyor kendi şiirinde. Dolayısıyla, cami ve çeşme kitabelerinden devrin edebî gelişimini bir ölçüde takip etmek mümkün. Zira orada da Divan şiiri örnekleri var. Âsım Divanı’nda kent mimarisiden diğer sosyal unsurlara geçildiğinde ise, metinlerde nakd, eşrefî, akçe, dirhem gibi para isimleri; helva-i hakânî, Frenk şarabı gibi yiyecek-içecek türleri; dîbâ, perend, câme, delk, burka, etek, ferve, poşu gibi kumaş ve giyim-kuşam örnekleri ile karşılaşılmaktadır. Geceleyin aynaya bakılmaması, yılanın zümrütten kaçması, şarabın hararetini balın/tatlının yerine ekşinin kesmesi, rüya yorumu, misafir gelmeden önce evi temizlemek, Ramazan ve bayramla ilgili âdetler ve inanışlara da şiirlerde değinilmektedir. Kış gecelerinin vazgeçilmez eğlencesi olan helva sohbetleri; satranç ve tavla gibi oyunlar; şeş-tâ, saz, tar, ney, çeng, çegâne, rebâp, kus gibi müzik enstrümanları; nihavend, büzürg, kûçek, ırak, acem gibi makam isimleri; remed, humar, sıtma, başağrısı gibi rahatsızlıklardan bahsedilmektedir. Fülk ve keştî gibi deniz ulaşım araçlarının adları geçmektedir. Lale ve gül çeşitlerine rastlanmaktadır. III. Osman zamanında İstanbul’da çıkan bir yangın; miras hukuku kapsamında kassamdan korkan mirasyedinin sergilediği davranış; şair-patronaj ilişkisi çerçevesinde Âsım’ın Osmanlı sadaretinden beklediği maddi ve manevi destek gibi, dikkat çekici birçok konu da metinlerde yer almaktadır. KAYNAKLAR ANDREASYAN Hrand. “Eremya Çelebi’nin Yangınlar Tarihi”, Tarih Dergisi, 27, 1973: 59-84. Âsım (Küçük Çelebizâde İsmail). Divan-ı Âsım. İstanbul, 1268. AYNUR Hatice - Hakan KARATEKE. III. Ahmed Devri İstanbul Çeşmeleri (1703-1730). İstanbul, 1995. Ayvansarayî Hüseyin Efendi, Hadîkatü’l-Cevâmî İstanbul Camileri ve Diğer Dinî-Sivil Mimarî Yapılar (Hazırlayan: Ahmet Nezih Galitekin). İstanbul, 2001. CANTAY Gönül. “Simkeşhane”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV, 1994: 561. ÇORUHLU Tülin. “Kuleli Bahçe”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V, 1994: 117-118. 138 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. DADAŞ Cevdet. “Osmanlı Arşiv Belgelerinde Şairlere Verilen Caize ve İhsanlar”, Türkler, 11, 2002: 748-757. DANİŞMEND İsmail Hami. İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi. İstanbul, 1971. ECO, Umberto. Açık Yapıt (Çeviren: Pınar Savaş). İstanbul, 2001. ESCARPIT Robert. Edebiyat Sosyolojisi (Çeviren: Ali Türkay Yazıcı). İstanbul, 1968. EYİCE, Semavi. “Fatma Sultan Camii”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, III, 1994: 273-274. HORATA Osman. Has Bahçede Hazan Vakti XVIII. Yüzyıl: Son Klasik Dönem Türk Edebiyatı. Ankara, 2009. İNALCIK Halil. Şair ve Patron – Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme. Ankara, 2003a. ----------. “Osmanlı Medeniyeti ve Saray Patronajı”, Osmanlı Uygarlığı I (Yayına Hazırlayanlar: Halil İnalcık, Gülsen Renda). İstanbul, 2003b: 13-27. KALKIŞIM Muhsin. “Osmanlı Devleti’nde Şair ve Yazarları Himaye Kriterleri”, Milli Folklor, 57, 2003: 105-108. KUBAN Doğan. “Gül Camii”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, III, 1994a: 434-435. ----------. “Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV, 1994b: 4346. ----------. “Şehzade Külliyesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII, 1994c: 152-155. KUTLAR Fatma Sabiha. Klâsik Dönem Metinlerinde Değerli Taşlar ve Risale-i Cevâhir-nâme. Ankara, 2005. MORAN Berna. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul, 1999. ONAY Ahmet Talat. Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar (Hazırlayan: Cemal Kurnaz). Ankara, 1993. ÖDEKAN Ayla. “Ahmed III Meydan Çeşmesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, I, 1994: 116. ÖZTEKİN Özge. XVIII. Yüzyıl Divan Şiirinde Toplumsal Hayatın İzleri: Divanlardan Yansıyan Görüntüler. Ankara, 2006. ----------. Çelebizâde Âsım Divan. Ankara, 2010. PALA İskender. Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul, 2004. POSPELOV Gennady N. Edebiyat Bilimi (Çeviren: Yılmaz Onay). İstanbul, 1995. SAKAOĞLU Necdet. “Yangınlar (Osmanlı Dönemi)”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII, 1994: 427-438. SEZEN Ziya Nur. “Damat İbrahim Paşa Çeşmesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, II, 1994: 546. SHAW, Stanford. Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (Çeviren: Mehmet Harmancı). İstanbul, 1994. UZUNÇARŞILI İsmail Hakkı. Osmanlı Tarihi IV. Ankara, 1995. 139 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz Yrd. Doç. Dr. Hasan GÜLTEKİN * İ ÖZET brahim Aşkî tarafından kaleme alınmış olan bu risalede, onun Fuzulî hakkında dönemin edebî çevreleri ve daha önceki dönemlerde söylenmiş, iddia edilmiş bazı görüş ve yaklaşımlara dair fikirlerini; Fuzulî ile ilgili Râfizî veya Şii gibi yanlış olduğunu söylediği ve asılsız olduğu konusunda tereddüt etmediği birtakım düşünceleri çürütmeye çalıştığını ve şiirlerinden örnekler vererek Fuzulî’nin anlaşılması konusunda farklı yaklaşımlar ortaya koyduğunu görmekteyiz. Fuzulî konusunda yazılmış makalelere bir yenisinin eklendiği ve Fuzulî’nin farklı bir bakış açısı ile anlatıldığı bu risalenin yeni bir bakış açısı olacağı şüphesizdir. Anahtar Kelimeler: Ibrahim Aşkî, Fuzûlî, Divan şiiri, Rafizî, Şii. ABSTRACT At this treatise was written by İbrahim Aşkî, literary circles of his era and earlier periods have been said about Fuzulî and claimed some of the opinions and his ideas about the approaches and about Fuzulî that Rafidi and Shiite he said was wrong and did not hesitate to be unfounded, and some thoughts of trying to disprove by 140 * Adnan Menderes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / AYDIN [email protected] F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. giving examples of his poems had demonstrated that we see different approaches to understanding Fuzulî. Articles written about Fuzulî added a new one with a different perspective, and he described these treatise is no doubt that a new perspective. Keywords: İbrahim Aşkî TANIK (1874-1977), Fuzulî is a Divan poet, Divan poetry, Rafidi, Shiite. GİRİŞ Bu risale, İbrahim Aşkî [TANIK] (1874-1977) tarafından 1337/1919 yılında kaleme alınmış ve Ali Şükrî Matbaası, Dersaadet 1338/1922, 47 sayfa, künyesi ile Arap harfleriyle basılmış olup metin tarafımızdan Latin harflerine çevrilmiştir. Matbu olan bu eseri Ege Üniversitesi, Nadir Eserler Kütüphanesi 928.943335 İbr 1922 numaralı kayıttan aldık. İbrahim Aşkî ile ilgili ayrıntılı bilgi veren az sayıda kaynak bulunmaktadır. Bunlardan Fahri Çoker’in Deniz Harp Okulumuz 1773, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Karargâh Basımevi, Ankara, 1994 adlı eserinde kısa biyografik bilgi bulunmaktadır. Bunun yanında Ahmet Akyol web sitesinde İbrahim Aşkî Tanık, asker yazarlar fihristinde yer almaktadır. Bir başka web sayfasında da 1912 yılında İstanbul’da kurulan Halaskar Zabitan Grubu’nun kurucularından birinin de Bahriye Binbaşısı İbrahim Aşkî olduğu yazılıdır. İbrahim Aşkî, Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne’nin makine bölümü mezunu olup, emekli oluncaya kadar bu okulda matematik ve edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Bahriye Mektebi öğrencilerinden Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Aşkî’den O ve Ben ile Kafa Kâğıdı adlı eserlerinde: “Derin ve irfan sahibi; edebiyat ve felsefeden riyaziyeye ve fiziğe kadar iç ve dış birçok ilimde derin ve mahrem mıntıkalara kadar nüfuz edebilmiş bir öğretmen” olarak söz eder. Yine Necip Fazıl, onun Tatar asıllı olduğunu ve Heybeliada’da öldüğünü fakat dar bir muhitte tanındığını söylemektedir: “… Birkaç risalecikten başka hiçbir şey neşretmemiş ve kabuğunun içinde sönüp gitmiş, bu kızıla çalan palabıyıklı ve Tatar suratlı insan, sonradan bize edebiyat muallimi oldu ...” Çok sayıda olmasa da ilmî çalışmalar yapmış olan İbrahim Aşkî’nin İbn Arabî’den Tasavvuf Makamı adıyla yaptığı tercüme, Türkiye Ticaret Matbaası tarafından, 1955’te İstanbul’da basılmıştır. Arapça’dan yapılan bu tercüme Fütûhâtü’l-mekkiyye’nin marifet ve başka birkaç bölümünün tercümesinden ibarettir. Bundan başka, Çocukların Şiir Defteri, İstanbul 1333 (rumi) 1917 (miladi) Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı, Ay Yıldız Kitabhanesi, 48 sayfa; Bu eser de Doç. Dr. Şener Demirel tarafından yayımlanmıştır: İbrahim Aşkî (TANIK), Çocukların Şiir Defteri, (Haz. Ş. DEMİREL), Malatya, 2010; İngilizce›den Tercüme Nümuneleri, İstanbul 1332 (rumi) 1916 (miladi) İkdam Matbaası, 68 sayfa; Mekteb Terbiyesi, İstanbul 1330 (rumi) 1914 (miladi) Zarafet Matbaası, 168 sayfa; Mekteb-i Bahriye Edebiyat Dersi Hülâsaları, İstanbul 1340 (rumi) 1924 (miladi) Bahriye Matbaası, 33sayfa, künyeli eserleri bulunmaktadır. Aşağıdaki yazı İbrahim Aşkî’nin risalesinin çevriyazısı olup tarafımızdan metne herhangi bir ekleme yapılmamıştır. Dipnotlar ise tarafımızdan eklenmiş olup bilgi verme amaçlıdır. Parantez içinde gösterilen rakamlar da risalenin sayfa numaralarıdır. 141 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz “Fuzûlî’ye ve âsâr u efkârına dâir bu günlerde yazılıp neşr edilen kıymetli yazıların içinde müşârun ileyhi kemâline göre olmasa da senâ edenler kendisini bilen ve sevenler tarafından şüphesiz takdîr ve teşekkürle görülmüş, lâkin sarîh, zımnî kadrini tenzîle sa‘y edenler elbette hoş görülmemiştir ki bunlardan en ziyâde göze çarpan söz “râfizî”dir1 diye verilen hükmdür. Şimdi bu hükmü âcizâne muhâkeme edeceğiz. Râfizîlik bir i‘tikâd-ı dîni mi, bir fikr-i siyâsî mi? Böyle gelip geçmiş, lâkin dîn, ‘aşk, rûh âleminde silinmez derin ve ma’nâlı izler bırakmış bir zâtın fikrini, i’tikâdını, mesleğini, meşrebini hakkıyla ta’yîn etmek vesâik-i sahîhaya, muhâkemât-ı selîmeye istinâd etmeyen, rivâyât-ı âmiyâneden ibâret olan târîh-i mücerred tarîkiyle mümkün olur mu? Bir fikir, bir i’tikâd, bir meslek bunlara yabancı ve soğukkanlı duran bir kimse tarafından kendi yaptığı mi’yâr ile mu’âyene ve öyle bir mîzân ile muvâzene edilirse sahîh mâhiyyet ve kıymeti bulunmuş olur mu? (4) Râfizî; târîhin ifâdesine göre vaktiyle Zeyd bin Ali bin Hüseyin bin Ali kerremallâhu vecheye bî’at edip onu Ebu Bekr ve Ömer radiyallâhu ‘anhümâdan yüz çevirmeğe da’vet ederek ashâb-ı resûlullâh (s.a.v)’dan yüz çeviremeyeceğini beyân etmesi üzerine müşârun ileyhi terk eden bir tâ’ife imiş. Fuzûlî bu tâ’ifeye nisbet ediliyor. Hâlbuki bundan evvel ve bundan ziyâde müşârun ileyh Şi’îlikle itham edilmiştir. Bu tâ’ife ise Resûlullâh aleyhisselam efendimizden sonra nass-ı celî yâhûd hafî imâmet-i kübrâ-yı İslâmiyenin evvelâ Hz. Ali’ye ve ba’dehu evlâdına âid olduğunu ve Hz. Ali’nin ba‘de’n-nebiyyi aleyhisselam efdalü’n-nâs bulunduğunu i’tikâd edenlerdir ki bu esâs üzerinde ifrât ve tefrît i’tibâriyle yirmi kadar fırka-i muhtelifeye ayrılmışlardır. Ehl-i sünnet ve cemâ’atin akâ’id-i hasenesiyle mu’tekîd olmakla berâber hânedân-ı nübüvvete müntesib ve fart-ı muhabbetle vâyedâr olanlar hîçbir zamân fark-ı muhtelîfe-i mezkûrenin hîçbirinden sayılmazlar, çünkü öteden beri şerî’at, tarîkat ehli ve ‘ale’lhusûs hakîkat ve ma’rifet ashâbı, sâdık mümin ve muvahhid sıfatıyla ehl-i beyte fart-ı muhabbet ve mezîd meftûniyetlerini ızhâr u i’lân edegelmişlerdir ki bu meslekden ya’ni irfân-ı Muhammedî tarîkinden yetişip kesb-i kemâl eden şâire ve şâirlerimizin (Süleyman Çelebi, Yûnus Emre, Nesîmî, Bâkî, Nef’î, Belîğ, Nedîm, Şeyh Gâlib, Avnî, Zeynep Hatun, Leylâ (5) Hanım, Şeref Hanım… gibi) bu ilhâm ile yazdıkları na’tleri, medhiyeleri, mersiyeleri buna şehâdet eder. Târîhde okuduğumuza göre Hz. Ali’ye fevkal’âde teveccüh ve muhabbet besleyenler miyânında müşârun ileyhe hitâben “ ” diyenler sallallâhu aleyhi ve 1 142 Fuzûlî’nin Şii veya Rafizî olduğu iddialarına Arapça Divanı’nda bulunan şiirlerinden yola çıkarak bir de Müşe’şe’î tarikatına bağlı biri olduğu görüşü eklenmiştir. Bu iddianın sahibi Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi İbrahim Dakukî’dir. İbrahim Dakukî, bu konuda kaleme aldığı makalesinde Arapça Divan’da bulunan kasidelerde övülen kişinin Ali b. Ebi Talib değil kasidelerin yazıldığı tarihlerde Fuzûlî’nin yaşadığı bölgelere hâkim olan ve Müşe’şe’î adlı batınî bir tarikatin ve aynı adlı devletin hükümdarı, Fuzûlî’nin hamisi Ali b. Muhsin b. Muhammed b. Falah olduğunu ortaya koymaya çalışmış ve bu görüşünü de kasidelerde geçen Müşe’şe’î tarikatı ıstılahlarını vererek desteklemiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Dakukî, İbrahim (1996), “Fuzûlî’nin Hayatı Hakkında Bazı Yeni Tesbitler ve Arapça Divanı Üzerine Düşünceler”, Fuzûlî Kitabı-500. Yılında Fuzûlî Sempozyumu Bildirileri, (Yayına Hazırlayan: Beşir Ayvazoğlu), İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. sellem efendimizin âhireti teşrîflerinden sonra Hz. Ali’ye bî’at etmediklerinden dolayı ashâbı, hakkını taleb etmediğinden dolayı da Hz. Ali’yi inkâr edenler, şeyhaynı Hz.Ali’ye hasm görüp onlara buğz edenler, Hz. Ali’ye Resûlullâh nazarıyla bakanlar, hâsılı Ali’ye ulûhiyyet hulûl etmiştir i’tikâdında bulunanlar varmış ve şimdi de olabilir. Fakat görünürde sözlerinden başka bir eseri olmayan hazret-i Fuzûlî hakkında şöyledir böyledir diyebilmek için evvelâ sözlerini iyi okuyup doğru ve tamâm anlamak lâzım gelmez mi? Bu bâbda eski veya yeni bir müverrihin senedli veya senedsiz bir kavli bize ne îmân verebilir ne itminân. Bundan evvel bir tasavvuf tarihi yazılması mâddesine dâir gâlibâ İkdâm ile neşr edilen makalelerin birinde Köprülüzâde Fuâd Bey bu bâbda tasavvuf ehlinden olmayan kimselerin yâhûd bî-taraf zâtların söz söylemesini ve yazı yazmasını ileri sürüyordu ki bu fikri o vakitte iptâl edilmiş idi. Filhakîka tasavvufdan ehli olmayan yani nâ-ehli olan bahsetsin ne demektir? İnsân için bilmediği bir şey hakkında söylenecek yegâne söz, “bilmiyorum” (6) değil midir? Hâlbuki tasavvuftan, ona nisbeti ve ihtisâsı olmayanlar bahsetsin demekte bir vech ile tasavvufdan bahsetmektir ve tasavvuf nedir biliyorum demektir, acaba öyle mi? Elinde öyle bir miftâh olaydı Fuzûlî’nin hazîneleri ona öyle kapalı kalmazdı. Sâdece müverrih olan zâtlar bilmedikleri pek yüksek ve pek derin bahislerde kat’î hüküm verecek derecede ileriye gitmemeğe ve salahiyyetlerini velev cüz’î olsun tecâvüz etmemeğe dikkat ederler. Görmüyor muyuz ki mahkemelerde hâkimler ihtisâs gözetilecek noktalarda dâimâ ehl-i hibrenin re’ylerine göre hüküm verirler. Vâkı’a her mesleğin ehli onu müdâfa’a ve fazîletini isbât etmekte ileri gider, fakat gidebildiği için gider. Kezâ haktan ehliyetle bahseden tarafgirâne söz söyler, fakat hakkın taraftarı olur; Bu ise muâheze veya ihtirâz edilecek bir şey değildir. Meselâ şimdi Fuzûlî’yi, şâirliğini, ârifliğini, âlimliğini müdâfa’a edeceğiz. Tasavvuftan, meslek-i irfândan, biraz da hikmet-i şi’riyeden ve ma’rifet-i şâirâneden bahsedeceğiz. Maksadımız hep hak ve hakîkati izhâr etmek olduğu için sözlerimiz o hedefe müteveccih olacak! İnsân elbet da’vâsını isbât edecek sözü söyler. Hüküm verecek kimse her tarafı iyice dinledikten sonra kendince muvâzene yapar. Râfıza tâ’ifesi İmâm Ali Zeynelabidîn bin Hüseyin efendimizin (7) üçüncü mahdûmları Zeyd hazretlerine bî’at edip bilâhare müşârun ileyhi kendi ictihâd ve hükümlerine tâbi’ kılamadıklarından dolayı terk eden ve ba’dehu i’tikâd ve mu’âmelede türlü türlü dalâletlere düşen bir halktır ki bizzât imâmlarının da matrûd ü mel’ûnu olmuşlardır. Fuzûlî rahmetullâhın gerek meşreb-i âşıkânesi, gerek kabiliyyet-i ilmiyye vü edebiyyesi o derekelere düşmekten ve Hz. Hüseyin’in bir hafîdine, âlim ü fâzıl bir hafîdine yüz çevirmekten pek yüksektir. Tekrâra hâcet yoktur ki Fuzûlî, ta’rîf-i târîhîsine göre Râfizî olsaydı tertîb ile beşinci gelen ve Kerbelâ bakiyyesi Ali Zeynelabidîn’in ilk mahdûmu olan İmâm Bakır’ın yerine Zeyd-i Şehîd’i kabûl ve ba’dehu terk ederdi. Hâlbuki şehîd müşârun ileyhden ne lehde ne ‘aleyhde hiç bahs etmemiştir. Geçenlerde bir zât Fuzûlî’den bahs ederken şeyhaynı niçin medh etmemiş? İ’tirâzını der-miyân etmiş ve buna “zemmetmemiş ya” cevâbı verilmiş idi. Ma’amâfih Leylâ vü Mecnûn’daki: 143 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz Ey âfitâb-ı zâtına her zerre bir nebî Bin şer’ ü dîn diyârına her zerreden ziyâ gibi parlak beyitleri havî olan kasîde-i Muhammediyye’sinde: Ey çâr-yar-ı kâmilin a’yân-ı mülk ü dîn Erbâb-ı sıdk u ma’delet ü re’fet ü hayâ Devrün bürûdet-i fasl ile bir mu’tedil zamân Şer’ün bu dört rükn ile bir mu’teber binâ (8) beyitleriyle hulefâ-yı râşidîn hazerâtını senâ ediyor. Bu kasîdeden evvelki mi’râciyyesinde de şu beyt vardır: Gülzar-ı vücûdum ide sîr-âb Bârân-ı rızâ-yı âl ü ashâb Şi’îliğe gelince: Bu âna kadar hânedân-ı zî-şân-ı nübüvvete fart-ı muhabbetle iştihâr eden zevâtı Şi’î ve böyle bir Şi’îliği de ehl-i sünnet ve cemâ’at i’tikâdına mugayîr diye öğrenmişiz. Hâlbuki sallallâhu ‘aleyhi ve sellem efendimiz ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını ve yalnız bir fırkanın necât ü sa’âdet bulacağını haber verdiği vakt hâzırûnun vâkı’ olan su’âli üzerine o fırkanın kendi ashâbı yolundan ayrılmayanlar ya’ni ehl-i sünnet ve cemâ’at olduğunu ifâde buyurmuş ve 2 âyet-i kerîmesi dahi peygamber-i zî-şân ile ashâb-ı kirâmın eserine iktifâ vü iktidâ edenlerin üzerine hânedân-ı nübüvvete müvâlât ü meveddeti emr eylemiştir. İşte muhbir-i sâdık aleyhisselâm efendimiz kimleri severse ve nasıl, niçin severse biz müminler de onları öyle severiz. Şüphe yoktur ki ehl-i beytini sûret-i mahsûsada sevmiştir. Ve Hz. Selmân’ı hattâ kavm-i Arab’dan olmadığı hâlde kendisinden ve ehl-i beytinden addetmiş ve bu cümleye kendi eserlerine iktifâ, kendi hizmetlerini edâ eden, muhabbetullâhda ve muhabbet-i Resûlullâhda mâddî ve ma’nevî her varını fedâ ve bu fedâkârlığını da fedâ ve ifnâ eden sevdiklerini de idhâl eylemiştir. (9) Hz. Ali kerremallâhu vechehu efendimizin ehl-i beyt arasında ‘uluvv-i kadr ü menzileti ehâdîsi-i şerîfe-i menkûle vü makbûle ile pek güzel ve pek parlak bir sûretde gösterilmiştir. Ulemâ-yı dîn ve evliyâ-yı kâmilîn ilm ü irfân-ı Muhammedî ile rûh, zevk 3 ve sa’âdet buldukları için hadîs-i şerîfine göre dâimâ ‘ilm kapısında bulunurlar ve kemâl-i muhabbet ü sadâkatle o kapıdan ayrılmazlar. İşte Fuzûlî de o kâmillerdendir. Hz. Resûlullâh’ı ve cenâb-ı Murtezâ Esedullâh’ı bilhassa öyle yanık ve parlak neşîdelerle senâ etmesi bu yüzdendir. Binaen’aleyh Şi’îlik hânedân-ı nübüvvete fart-ı muhabbetden ibâret ise Fuzûlî’ye gelinceye kadar Hz. Ali’yi muktedâya ittihâz edenler, emrinden ve nezdinden ayrılmayanlar ve bütün tabiîn-i bi’l-ihsân, ya’ni 2 144 Kur’an 42:23: Ey Muhammed! De ki: “Ben bu tebliğime karşı sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum.” 3 Ben ilmin şehriyim Ali de onun kapısıdır. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Hasan-ı Basrî’den İmâm Gazalî’ye, Mevlânâ’ya, Hâcı Bayram’a Yazıcı-zâde’ye gelinceye kadar bütün ârif-i billâh olan velîler, müellifler, mu’allimler, şâirler bu ma’nâ ile Şi’î ve ulvî sayılmak lâzım gelir. Şunu da düşünelim ki akl ile re’y ile dalâlete düşenler nefsine fetvâ arayıp hevâ vü hevesine tâbi’ olanlar teşeyyü’ sıfatıyla zuhûr eylediği gibi alelhusûs siyâsî ve târihî esbâb ile berâber Şi’îlik nâmına görülen bazı çirkin hâl ve hareketler, gayr-ı meşrû’ kavl ü fi’ller ve hükûmet edenlerde halkı bu zaîf noktalarından ahz u sevk etmek cihetiyle görülen fesâd u nifaklar, hırs u şeytânatlar bizde ‘alel’ıtlak Şi’îlik nâmına karşı adavet (10) derecesinde bir bürûdet hâsıl etmiştir. Hâlbuki ma’nâ-yı sahîhayla muhibb-i hânedân olan, ya’ni mümin-i sâdık ve muvahhid-i âşık zümresinden bulunan Fuzûlî gibi, Hâfız ve Sa’dî-i Şirazî gibi, Ömer bin Abdülaziz gibi dîn-i Muhemmedî ulularının kavl ü fi’line, hâl ü hareketine, zevk ü muhabbetine, nasîhat ü hikmetine vâkıf u tâbi’ olursak bu nâbe-câ ve mevhûm bürûdet zâ’il olur. Bundan evvel Fuzûlî kasîde-i İlâhiyye vü Muhammediyye yazmış olduğu gibi pâdişâh-ı zamân Sultân Süleymân’a da medhiye yazıyor. Çünkü gerek müşârun ileyh gerek pederi Selim-i evvel ârif-i billâh idiler, yoksa Fuzûlî, hâşâ yalancı ve dilenci olmak lâzım gelir. Çünkü: İktidâsı i’tilâ-yı şer’a istidlâl-ı sıdk Nusreti cem’iyyet-i İslâma bürhân-ı yakîn Hilâfetde velâyet ehlinün himmetlü serdârı Velâyetde hilâfet tahtınun devletlü sultânı Binâ-yı ihtimâmında dem-â-dem olmasa muhkem Tılısm-ı dîn-i hak tuğyân-ı küfr ile olur bâtıl gibi senâları lâyık olmayana bezl etmek o kadar büyük bir iştir ki Fuzûlî onu yapmaktan ‘âcizdir. Müşârun ileyh tam Türk ve dini bütün Müslümân olduğu hâlde Şi’îlik ve Râfizîlik isnâdıyla onu hîç terk etmediği Türkiye’den ve Türklerden ayırıp İran’a ve Safevîler’e (11) nefy etmek yakışık almasa gerek. Bağdâd’ın, Basra’nın fethini adâlet ve şerî’at-ı Muhammediyye nâmına alkışlayan bir adama böyle bühtânlarda bulunmak hiçbir vakt câ’iz görülmez. Cihângîrî ki gün tek mülk teshîrine azm itsem Muhakkar cilvegâhı arsa-i Îrân u Turandur Dil ü cândan Fuzûlî izz ü ikbâline ol şâhun Rızâ-yı Hak içün dâim du’â-gûy u senâ-hândur Fuzûlî kasîdelerinde isimleri mezkûr bazı zâtları da medh etmişse de anlaşılıyor ki bu zâtlar hakîkaten irfân sâhibi ve medhe lâyık zâtlar imiş. Müşârun ileyh böyle medhiyelerinde yalnız şâirliğini göstermemiş, sâir ‘ârif şâirler gibi üstâdâne bir zarâfetle nasîhatlerde, irşâdlarda bulunmuş. Hattâ medh ü senâ ikinci derecede kalıyor da asıl vazîfe ilân-ı hakîkat ve izhâr-ı ma’rifet oluyor. Fi’l-hakîka hakîkate, ma’rifete halkı da’vet etmek hem tahdîs-i ni’mettir hem velîni’mete hizmettir. Fuzûlî gibi kâmiller 145 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz zamânlarının büyüklerine medhiye yazmak vesilesiyle nice hikmetler beyân ederek büyükleri adâlete, küçükleri itâ’ate ve cümleyi ubûdiyyete teşvîk etmişlerdir ki vazîfeleri de budur, ya’ni marûfu emr ve münkeri nehy etmektir. Ma’amâfih ba’zen böyle medhedilenler hakîkaten öyle senâlara lâyık olmayabilir, fakat o vakt şâir, zâhirde olanları medh eder gibi görünerek hakîkatde (12) bildiği gerçek ve yüksek uluları murâd eder ve öyle söz söyler. Buna sanat pek müsâittir ve ayrıca bir zarâfet de gösterilmiş olur. Bir de şunu düşünelim ki bilene, görene ve doğru, iyi söyleyene hiçbir vakt hiçbir yerde kolay kolay söz söyletmezler. Bunun için bazı müstebit ve mütegallib kimselere umûmun nef’i için müdârâ etmek yalnız câ’iz değil lâzımdır da: “İki âlemin asayişi şu iki hakikatte münderictir: Dostlara lutf, düşmanlara müdârâ” Medh edilmeğe lâyık olmayanı doğrudan doğruya zemmetmek şöyle dursun, medh sûretinde zemmetmek bile bazı mizâc ve meşreblere hoş görünmez; O vakt medhe lâyık sıfat ve ahlâk-ı haseneyi göstermekle iktifâ etmek edebe, nezâhet ü nezâkete pek muvâfık düşer. Bir de ma’lûmdur ki a’lâ, ednâ her ferd bir büyük sâni’in sun’u bir büyük üstâdın eseri olduğu için hadd-i zâtında büyüktür, bi’l-kuvve bütün kemâlâtı iktisâb ve izhâra müsta’iddir; Fakat vazîfemiz bi’l-fi’l kesb-i kemâl etmek olduğu cihetle bu vazîfeden tegâfülümüz ve bu yoldan sapışımız muâheze olunuyor; Ya’ni kendimize mevhûm bir vücûd verdiğimiz hasenâtımızı nefsimize ve seyyiâtımızı âhere isnâd etdiğimiz ve bütün ef’âlimizde kendimizi haklı yâhûd ma’zûr yâhûd mecbûr gördüğümüz içindir ki mes’ûl oluyoruz. Bunlardan (13) en âdî en hakîr gördüğümüz bir kimse dahi tecerrüd etse o anda en büyük olur. Bunun için hâkim-i âdil en kirli mücrim ile en temiz ma’sûmun zâtlarına, hakîkatlerine aynı nazarla nazar edip öyle mu’âmele eder ve hükmü, cezâyı mücrimin cürmüne, fi’line göre verir. Yine bu sırra mebnîdir ki en habîs cânîler, kâtiller fi’llerinin çirkinliğini, alçaklığını kabul ederler de zâtlarına toz bile kondurmazlar ki bu, insânın ulviyyet-i fıtriyyesine delâlet eder. Hülâsâ eski büyük şâirlerimizi meddâh yâhûd mütebasbıs diye tahkîre yeltenip de kendimizi hakîr yapmayalım. Şimdi en iyimiz kendimizi ve kendimiz gibi olanları medh ediyoruz. Vaktiyle şairlerimiz ekseriyetle şi’ri seven büyüklere kasîde ve gazel takdîm edip ihsân alırlarmış. Biz yazılarımızı tab’ edip bilmediğimiz ve bilinmediğimiz müşterilere ucuz ve aşağı satıyoruz! Sâir gizli işlerimiz ve kazançlarımız zâhir târîhe mâl olduktan sonra söylenecek! 146 Yirmi sene kadar oldu. Bir İngilizce tenkîd kitâbında Kerbelâ Fâci’ası ser-levhalı bir uzun makale okumuştum. Muharrir, münekkid ve şâir Matiyo Arnold, Gibon’un tarihinden Hz. Ali ve evlâdının şehâdetlerini muhtasaran nakl ile eski zamanda o uzak yerlerde Hüseyn’in böyle feci ‘âkıbete uğrayışı en soğukkanlı adamın bile rikkatine dokunacağını ve şehadetinin devr-i senevîsinde İranlı (14) muhibleri meşhedini ziyâret ederek mecnûnâne bir hüzn ü mâtem ile ‘âdetâ kendilerini gâib ettiklerini söyledikten sonra vaktiyle Tahran’da Fransız sefîri bulunan Kont Gobinon’un Bâbil’in hakkında yazmış olduğu bir kitâbında dahi vak’a-i Kerbelâ’nın bütün İran için bir fâci’a-i milliyye gibi sahnede temsîl ve irâ’e edildiğini ve buna nisbeten Latin, İngiliz, Fransız ve F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Alman dramlarının âdetâ oyuncak mesâbesinde kaldığını nakl ederek “ta’ziye” denilen ve bilhassa Muharrem’de yirmi bin kişiliğe kadar büyükleri mevcûd tekyelerde canlı misâllerle irâ’e edilen fâci’anın sûret-i cereyânını hikâye ediyor ve ba’dehu bu mecnûnâne muhabbet ü meftûniyyetin menba’ını taharrîye koyularak kendi fikrine ve Gibon’un fikrine göre, meselâ evlâd-ı Resûle yapılan zulmlerin huşûnetinden bu hüzn ü mâtemlerinde nezâket ü rikkatten ileri geldiğini ve Hz. Hüseyn’in haremi Sâsânîlerin son ‘uzvu olan Yezdicerd’in kerîmesi olduğu cihetle meselenin içine kavmiyyet ve memleket hisleri girdiğini söyledikden sonra ta’assubuna yol vererek ve iki tarafı da mümin ü muvahhid görerek bu tarîkten dîn-i Muhammedî’nin za’f u noksânına ve dîn-i Îsevî’nin kuvvet ü kemâline hükm ediyordu. Hâlbuki herifin ne Muhammed’den haberi var ne Îsâ’dan. Fakat dâhildeki “dostlar” varken hâricdeki düşmenlerle uğraşmak ‘abes olacağından şimdi o sahîfeyi kapatıp şunu arz edeceğim ki bu makaleyi okuduğum vakt (15) sahhâflarda kitâbcı İranlı Abdullâh Efendi’ye uğrayıp bazı istîzâhlarda bulunmuş idim. Mûmâ ileyh hemân “evet” diyerek, âh çekerek izâhat vermiş ve o esnâda dudakları titremiş, gözleri yaşarmış, pek derûnî ve pek şiddetli bir heyecâna tutulmuş idi. O vakt bi’n-nisbe soğukkanlı durduğumdan hâlâ utanırım. Diyelim ki ‘avâmın havsalası dar olduğu için cüz’î fakat samîmî bir muhabbet teheyyücüyle galeyâna gelerek sabr u sükûn ile kendilerini zapt edemeyerek âh u vâha başlıyor, göğsünü döğüyor, çıplak başını hançerliyor …Ve bu ifrâttır, lâkin mermer gibi duygusuz ve soğuk durmak da tefrîttir. Vaktiyle Muharrem’de billûr bardakdan su içilmez, içilirken de o Kerbelâ Çölü’nde susuzlukdan yana yana şehîd olan nevcevânlar ve fedâkârlar yâd edilir, o fâci’anın hikâyeleri ve mersiyeleri okunur, fukarâya aş ve su verilir, tekyelerde âyînler yapılır, hâsılı ma’kûl ü makbûl sûret ve derecede ağlanır ve mâtem edilirdi. Şimdi bu mu’tedil te’essürlerden de samîmî eserler pek görünmüyor; yani meşrû’ ve insânî ızhâr-ı muhabbet ve kesb-i mu’ârefe edemiyoruz ki bunun sebebi, cemâl ve kemâl-i Muhammedî’den gaflet ü mahrûmiyettir. Her gören ayb itdi âb-ı dîde-i giryânumı Eyledüm tahkîk görmüş kimse yok cânânumı Muhabbet ü ma’rifet de şüphesiz bir kabiliyyet ü mazhariyyet meselesidir. Bakınız Fuzûlî ne üstadâne ne kamilâne söylüyor: (16) Mâh-ı Muharrem oldı meserret harâmdır Mâtem bu gün şerî’ate bir ihtirâmdır Tecdîd-i mâtem-i şühedâ nef’siz değil Gaflet-serâ-yı dehrde tenbîh-i âmdur Fuzûlî’nin dîn-i Muhammedî ile edeb ü kemâl kesb etmeğe ne derece müştak ü muvaffak olduğu kendi sözlerinden anlaşılmıyor mu? Şâir ve ‘âşık yaradılmış olduğu hâlde ulu orta yürüyüp gitmemiş, yani engin ve karanlık bir deniz seferine kıyam edecek kapudan gibi haritasını, pusulasını, kılavuzunu tedârük etmeden her çi bâd-abâd yola çıkmamış. Hakîkati göremeyip de gördüğüne hakîkat diyen, nazarı enâniyet ve cehâlet perdesiyle örtülü olduğu için perdenin ortasındaki hak ve hakîkatin par- 147 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz lar söner ışıklarını gözleyip hayâlâta dalan ve binâenaleyh bâtılı hak, hayâli hakîkat, kâzibi sâdık sûretinde söyleyip bu kizb ü iftirâlarını ‘âleme arz eden şâirlere ancak ehl-i dalâletin tâbi’ olduğu ve onlar her vâdîde sersem sersem gezdiği cihetle kendisi o şâirler zümresinden çıkarılıp îmân, ‘amel-i sâlih ve zikrullâh ehlinden olarak “sahîh vü sâlim sâhil-i necâta” çekildiğini söylüyor? Şi’r, mufassalı icmâl etmek, vazîfe-i nübüvvet ü risâlet ise beyân, yani mücmeli tafsîl etmek olduğuna göre (17) şi’r, Resûlullâh’ın vazîfesi değil iken o muhâtab-ı kelâm-ı İlâhî, şi’rde muhakkak hikmet olduğunu beyân ile İslâm’da şi’ri ve şâirliği lutfen sevdi ve sevdirdi diyor. Hâsılı sahîfe-i cibilletine ezelde harf-i muhabbet rakam kılınmış ve hadîka-i hilkatine tohm-ı meveddet ekilmiş olduğunu yani şâir doğduğunu, ‘âşık yaradıldığını “ilmsiz şi’rden kâlıb-ı bî-rûh gibi teneffür” ettiğini ve iktisâb-ı “ilm-i aklî vü naklî” ve “tetebbu’-ı ehâdîs ü tefâsîr” etdiğini söyleyerek buradaki ilm-i naklî (El-ilmü fi’s-sudûri, lâ fi’ssutûri4) tasavvuftur, bâb-ı Alî’den girilecek medîne-i ilm, ma’rifet-i Hak, ilm-i billâh. Kezâlik tufûliyyet add ettiği sabırsızlık ve söyleyicilik zamanlarındaki gazellerden cem‘ ettiği dîvân için: “İlâhî bu muhabbet-nâmeyi -ki tevfîkini hem-râh edip ‘ademden vücûda, gaybdan şühûda getirdin- nereye gitse mübârek edesin; ve bu mahbûbu -ki lutfun ona zînet vermiştir- ve tevfîkin hüsnünü ikmâl etmiştir - ehl-i fesâdın yani câhil müstensihin, nâkıs karî’in, hâsidin şerrinden muhâfaza edesin” diye du’â ediyor. Demek ki Fuzûlî ne söylediyse sevgi üzerinedir ve sevgilisine dâirdir ve bunun için sevgili ve sevimlidir. Allâhu teâlâya sen yol gösterdin de buldum, gördüm ve söyledim diyor; Sözlerimi sen tezyîn ü tahsîn ettin diyor. Muhabbet dört sınıftır: (1) Menfa’ate müstenid ve aklîdir.(18) (2) Hazz u lezzetten mütevellid ve nefsanîdir. (3) Efkâr u ahlâkın tevaffukuna mebnî ve kalbîdir. (4) Ezelî ülfet ü karâbete mebnî ve rûhânîdir. Fânî bir garaza, zâil bir sebebe istinâd eden muhabbetler garaz ve sebebin zevâliyle zâil olur; Bâkî ancak muhabbetullâh ve muhabbet-i Resûlullâh’dır ki Fuzûlî’nin ezel gününde kaza kalemiyle cibilleti sahîfesine yazıldığını söylediği muhabbet işte bu ‘aşk-ı ilâhîdir. Hâcesinin kızına ta’aşşuk etmesi, rivâyet-i sahîh ise, o ezelî, fıtrî muhabbetinin sûret ve bidâyette zuhûrundan başka bir şey değildir. Çünkü muvahhid ü muhakkık nazarında Hak’tan gayrı güzel, Hakk’ı sevmekten gayrı sevgi yoktur. Fuzûlî dâ’imâ bu ‘aşk ile, bu muhabbet ‘âleminde yaşadığı için ya’ni ‘aşk bütün kalbine, rûhuna bütün hissiyât u tefekkürâtına hâkim olduğu içindir ki, sözü, özü olmuştur ve hep mahbûbundan bahs etmiştir; Hep mahbûbunun hüsnünü, yerde gökde renk renk ve şekl şekl cemâlini temâşâ ile karîrü’l-ayn ve mes’ûd yaşamıştır. Hâsılı rûh-ı âlem olan aşk-ı ilâhî ilhâmıyla söylediği için sözleri rûhludur yâhûd aynı rûhdur. Hâsılum ruhsâr u la’l ü çeşm ü gamzen olmasa Ömr bir ân bir zamân bir lahza bir dem olmasun Cânlar virüp senün gibi cânâna yetmişem Rahm eyle kim yetince sana câna yetmişem 148 4 İlim, kalplerdedir satırlarda değil. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. (19) Zülfü siyeh sanemler olmuş senün esîrün Aşkunda her birinün öz zülfi boynı bâğı İşte Fuzûlî’nin böyle rûhlu sözleri kalbinde cüz’î ve suverî muhabbeti olanlara da tesirli ve sevimlidir ve muhabbet yükseldikçe, gerçekleştikçe zevki, neşvesi ziyâde olur. Şu kadar var ki herkes kendi mertebesini nokta-i kemâl gördüğü için sözün rûhunu kendi anladığından, kendi duyduğundan ibâret bilir. En yüksek ve en gerçek muhabbet ve aşk sâhibleridir ki en iyi anlayıp en ziyâde zevk bulurlar. Meselâ Beng ü Bâde, bu ‘aşk-ı ilâhî, bu ‘ilm-i ilâhî üzerine tertîb edilmiştir ki âşık ve âlim olmayanlara hikmetsiz, lezzetsiz gelir. Meselâ Leylâ vü Mecnûn, ezelî hüsn ile ezelî aşk hikâyesidir ki mecâz sûretinde hakîkattir; Cemâl-i ilâhîyi ‘aşk-ı ilâhî nazarıyla görmeyen, sevmeyen okuyup zevkine varamaz. Hüsn ü Aşk, Yûsuf u Züleyhâ, Gül ü Bülbül, Cemşîd ü Hûrşîd, Şâh u Gedâ, Ferhâd u Şîrîn gibi eserler hep bu cümledendir. Abdülhak Hamid Beg’in Makber’i velev suverî, mecazî olsun bir hüsn-i câzib ve bir ‘aşk-ı meczûb eseri olduğu içindir ki sâir eserleri içinde güzeldir ve sevimlidir. Fuzûlî’nin Farsî Sâkî-nâme’si sâir emsâli gibi sülûk-ı hakîkat ü ma’rifeti, ya’ni tarîk-i Hak’ta kat’-ı mesâfeyi ve Hakk’a vüsûlü ta’rîf eder: “Fuzûlî” ism-i ‘alem olmak üzere bir akdde ne asîl ne vekîl olmayan, yani hîç olan zâta derlermiş. Fi’l-hakîka müşârun ileyh kendine hîç vücûd ve pâye vermediği için ya’ni, tarîkat (21) ıstılahınca fenâfillâh ve bekâbillâh ile mütehakkık olduğu için fuzûlî oluyor; Ya’ni ne biliyor ne görüyor ve ne söylüyorsa hep Hakk’ın olup kendisinin ismi bulunuyor ki “El-abdü ve mâyemlikühû kâne li-mevlâhi” hakîkatince fakr-i tâm, ubûdiyyet-i tâma böyle tahakkuk ediyor. 149 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz Fakr u zillet ey Fuzûlî izz ü câhumdur benüm Şîve-i mihr ü muhabbet resm ü râhumdur benüm Serîr-i saltanat zevkinden efzûndur bana ol söz Ki lutfunla demişsin bir gulâm-ı kemterînümdür Şu esnâda a’yândan Feylesof Rıza Tevfik Beg’in Hâmid-nâme’de Fuzûlî’ye ve edebiyatımıza ettiği iftirâyı gözden geçirmek ve düşürmek için zemîn ü zamânı pek muvâfık buldum: 1. Hâmid-nâme’nin 366. sahifesinde: “Hâmid Beg Avrupa irfânıyla âşinâlıktan büsbütün mahrûm kalsaydı Fuzûlî ile Şeyh Gâlib’in his ve karîha i’tibârıyla bi’l-cümle kâbiliyâtını câmi’ bir dehâ-yı şi’r olarak cilve gösterirdi sanırım” diyor. 496’da: “Bu adamlar (Fuzûlî ile Şeyh Gâlib), Nef’î ve Nedîm ile beraber edebiyât-ı atîkamızın en büyük ve hakikî şâirleridir … O kadar sahîh ve fıtrî şâirlerdir … Fakat bu iki kişinin biri, yani Fuzûlî, Hâfız-ı Şîrâzî’nin mukallidi, diğeri Hz. Mevlânâ’nın tufeyli idi …” diyor. (22) Hâlbuki 471’de de şöyle diyor: “Hâmid Beg munsif ve hakşinâs bir adamdır. Bir gün Sa’dî ile Hâfız’dan bahs edildiği ve bazı mukâyeselere girişildiği sırada “Onlar pek büyük dâhîlerdir, bizim gibi adamlar o mertebeye hiçbir vakt ve hiçbir vech ile yetişemezler.” demiş idi. Bu söz mahviyyeten söylenilmiş değildir. Şimdi insâf edelim. Hakîkî ve fıtrî bir şâir mukallid olur mu? Mukallid, fıtrî ve hakikî isti’dâd sâhibi olmaz da onun için taklîd yolunu tutar. Sonra Feylesof, Hâmid Beg’e müte’addid yerlerde dâhî diyor; Hâmid Beg de Hâfız’ı o kadar yüksek buluyor ki “asla yetişemem” diyor ve Feylesof da bunu mahviyyet değil hakîkat olarak telakkî ediyor. Hâlbuki Hâmid Beg ona: “kendine gel, haddini bil, yere yatıp çamura batıp gökteki yıldızlara el uzatma” demek istemiş. Feylesof zeki olduğu için müşârun ileyhin verdiği bu zarâfet dersini anlamış olmalı ki o da bi’l-mukâbele şâire çok rişvet-i kelâm takdîm ediyor. Her ne ise Rıza Tevfik Beg nazarında Hâfız’a pek benzeyen ve onun gibi göz kamaştıran Fuzûlî, mukalliddir! Farz edelim ki yegâne meziyeti bu mukallidlik olsun. Hâmid Beg’in kendinden nâ-mütenâhî yüksek gördüğü yani makâmına ne yapsa yetişemeyeceğini anladığı ve i’tirâf ettiği bir zâtı fuzûlî üstâd edinmiş demektir, himmeti âlî imiş! Hiç ‘aşk, isti’dâd ve mazhariyyet, ma’rifet ve kemâl taklîd ile hâsıl olur mu? Hâlbuki (23) Fuzûlî ile Hâfız ‘aynı aşk-ı ilâhî ateşiyle yanıp tasfiye edilmiş ve ‘aynı irfân-ı Muhammedî nûruyla parlatılıp göklere yükseltilmiş iki şairdir ki meşrebleri, mizâcları ikiz yıldız gibi birbirine pek benzer; mektebleri ve kitâbları, mu’allimleri ve ilimleri, velini’metleri ve ni’metleri, hâsılı, sevgileri ve sevdikleri birdir. Bunun için özleri gibi sözleri de kardeştir. 2. 496’da mesela: Havâ arâyis-i gülzâra oldı çehre-güşâ Bahâr gülşene giydürdi hulle-i hadrâ 150 gibi daha birçok sözler söylüyor ki bugün mekteb çocuklarının bile hande-i istihfâfını mûcib oluyor. Bunların hiçbirinin şi’r ile münâsebeti yoktur, deniliyor. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Garîb değil midir ki bir adam anadan doğma şâir ve âşık olsun da böyle çocukların eğleneceği sözleri söz diye söyleyip, beğenip âleme arz ü neşr etsin ve bununla Hakk’a ve halka hidmet ettim diye iftihâr ve zevk duysun! Halk ise bu cem’ ü tedvînden evvel kendisinden isteyip seve seve okusunlar. Eğer öyle ise hem Fuzûlî hem o vaktki ve şimdiki kârî ve muhibleri sersem ve ahmaktır. Ne çâre ki bugün eseri meydanda olan Fuzûlî ile geçmiş ve gelmiş bütün sevenlerine ahmak demek kolay değildir. Yine eseri meydanda olan bir kişi için âkil yâhûd değil (24) hükmünü vermek ise o kadar güç değildir. Çünkü hakîmler kendi ‘aklını kâfî ve kâmil görenlere ahmak demişlerdir. Çünkü Fuzûlî’nin sözlerini mekteb çocukları istihfâf ederse ma’zûr görülebilir; Lâkin en büyük bir mekteb mu’allimi ve mu’allimlerin mu’allimi istihfâf ederse kendi hıffetine haml olunur. Acaba Rıza Tevfik Beg’i de yaşına, mü’ellifliğine ve mu’allimliğine rağmen mekteb çocuğu farz edersek mesele halledilir mi? Yoksa böyle bir farazada bulunamaz mıyız? Feylesofumuz diğer taraftan: “Şeyh Gâlib’in şâh eseri olan Hüsn ü Aşk dahi böyle bir sürü zevzekliklerle mâlîdir, hele mi’râciyyeyi okuyunuz hemân ser-â-pâ mülâ’ib-i lafziyyeden ibârettir” diyor. Müşârun ileyh bu bâbda ma’zûrdur. Çünkü edebiyât-ı atîka dediği asıl edebiyâtımızın rûhundan, hikmet ve ma’rifet-i şâirâneden gâfil ve mahrûmdur. Bu üstâd şâirlerimiz irfân-ı Muhammedî feyziyle kalb ve rûh ‘âlemine girmiş, cûşân u hurûşân hayâtın menba’ını bulmuş, cemâl-i Hak ve kemâl-i mutlakın enfes ve âfâktaki dâimâ müteceddid tecelliyâtını mütâla’a edecek miftâhı elde etmiş, hâsılı zulmetten nûra, mevtten hayâta, yokluktan varlığa geçmiş, aklın ve enâniyyetin soğukluğundan ve darlığından ‘aşkın sıcaklığına ve genişliğine çıkmış kâmillerdir ki tırtıl gibi kendi ifrâzâtından yaptığı koza içinde uyuyan ve istihâle bekleyenler onları görmez ve yabancı görür. Çünkü arada münâsebet yoktur. (25) 500’de: “ Zavallı Fuzûlî fıtraten pek nezîh bir şâir, hatta ‘âşık olarak doğmuş iken zamânının bâtıl, galîz, zevksiz ve âşüfte-i tasannu’ olan tasallüf-perver hikmet-i edebiyyesinden gâfil görünmemek ve üstâdlıkta isbât-ı haysiyyet etmek için hemân her gazelini, her beytini melâ’ib-i lafziyye ile ifsâd etmiş idi!” diyor. Zavallı Rıza Tevfik Beg Efendi fıtraten iyi bir şâir, hatta fasîh ve selîs bir hatîb iken bununla kanâ’at etmeyerek Garb’ın âtıl, akîm, rûhsuz ve âlûde-i vehm ü hayâl olan mütelevvin felsefelerinden bî-haber görünmemek ve üstâd-ı küll tanınmak için hemân her vadîde, her kavl ü fi’linde şeş cihetten hudûdunu tecâvüz etmiş ve yüzüne gözüne bulaştırıp bırakmıştır! 4. 354’te: “Bizim klasik edebiyâtımız ….. İrân edebiyâtının tufeylîsi olarak geçiniyordu. O koca kütükte kuvvet kalmayınca bizimki de soldu gitti” diyor. Bir kere bizim edebiyâtımız İrân edebiyâtının bedeninde değil zemîninde ve semâsında yani ‘âleminde ekildi, büyüdü, semere verdi ve yaşadı … Hâlen yaşıyor. İrân edebiyâtı, Arap edebiyâtı da öyledir. Kuvveti kalmayan, solup kuruyup giden bir şey varsa o da (yalnız Rıza Tevfik Beg gibi muhakkak düşeceği çukura ihtiyârsız ve habersiz yaklaşmışlar da değil) ma’atte’essüf ba’zı gençlerimiz de edeb-i millî, rûh-ı edebî; mîrâs-ı ‘ilmî vü dînîdir ki bunun vebâli, dalını (26) budağını budamağa, yaprağını yemişini dökmeğe, kütüğünü kökünü kesip çıkarmağa tasaddî edenlere aittir. 151 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz Geçen gün Kadı Burhaneddin nâmında bir eski Türk şâirinin ‘ârifâne ve ‘âşıkâne eserleri bir müsteşrik himmetiyle istinsâh ve ikmâl edilerek tab’ u neşr olunacağı Cenâb Şehabeddin Beg tarafından teşekkürle tebşîr ediliyordu. Kuruyup giden edebiyât böyle tâzelenir mi? Şu ecnebîler bu sözlerde ne kıymet, ne rûh bulurlar acaba? Rıza Tevfik Beg Avrupa’ya kaç defa gitti. İngiltere’de aylarca durdu ve profesör Brown gibi müsteşriklerle görüştü. Londra müzelerinde teşhîr edilen şark âsâr-ı edebiyyesini gördü. Acaba bu soğukkanlı İngilizler nâr-ı ‘aşk ile yanıp nûr olan bu Muhammed-perest, Allâh-perest Hâfız’dan bu muhakkık u müdekkik, bu ‘ârif ü ‘âlim Ömer Hayyâm’dan ne anlıyorlar ki tercüme ve neşr etmişler? Her kütüphânede müzehheb ciltler bulunur … Acaba soğukkanlı Almanlar Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ünü niçin tercümesiyle berâber tab’ u neşr etmişler? Daha benim görmediğim, bilmediğim neler vardır kim bilir? Eğer profesör Brown gibi müsteşrikler bizim edebiyâtımızı ve dînimizi Feylesof’tan öğrendilerse vay başımıza gelenler. Darvinci bir mü’ellif, Mevlânâ’nın cemâd, nebât, hayvân mertebelerinden sûret-i insâniyyeye doğru mâddî ve rûhânî seyr ü ‘urûcunu beyân eden beyitlerini Mesnevî’den nazmen tercüme edip (27) kitâbının en baş sahîfesine dîbâce veya Fâtiha gibi koymuş ve onu tekâmül nazariyyesinin sıhhatine bir hüccet yapmış idi ki Garb’ın bu iki ucu kesik yeni keşfine şarkın eski ve bütün ilminin mukaddime yapılışına o vakt hayret etmiş idim. Kezâlik vaktiyle edebiyâtımızın müntehâb parçalarından bir mecmû’a te’lîf eden Dr. Wells ile şi’rimizin, şâirlerimizin hem şekl hem rûh cihetiyle târîhini yazmağa çalışan Mr. Gibb ve emsâli müsteşrikler lisânen, dînen, ırken ecnebî oldukları hâlde edebiyâtımızda câzibeli bir fazîlet, üdebâmızda güzel ve büyük bir rûh bulmuşlar da o ‘âlim düşmenlerin karşısında bu câhil dost bu fazîlet ve ‘ulviyyet ‘âleminin içinde doğup büyümüş iken inkâr ediyor ve bu inkâr ile, mukallidi ve tufeylîsi olmağa çalıştığı Garb hükemâsını hakkıyla taklîd ne de hazm ve temsîl edemediğini isbât etmiş oluyor! 5. Nef’î için: “Bu mağrûr şâirimiz kendisinin mazhar-ı ilhâm olarak söz söylediğini hemân dâimâ iddi’â eder. Gûyâ na’t-ı nebî olmak üzere yazılmış olan “sözüm” redifli manzûme-i meşhûresi başka bir şey söylemek için yazılmıştır.” diyor. Nef’î mağrûr değil, ‘ârif ve hakîm olduğu için, Allâh’ın ve Muhammed’in kelâmına muhâtab ve âşinâ olduğu için mufassal kitâb-ı ‘âlemi ve muhtasar nüsha-i âdemi okuyup anladığı için, nefsini ve rabbini bilip fânî fillâh ve bâkî billâh olduğu için, ne kadar müftehir ü müteşekkir olsa (28) hakkıdır. Mağrûr o değil onun sözünü ve özünü anlamadığı hâlde gurûruna tâbi’ olup anladım diyendir. Gülistân’ı İngilizceye tercüme eden İngiliz, Şeyh’in “Mahbûb”unu anlamadığı için Sa’dî’yi de sâir uşşâk-ı ilâhî gibi kız yerine oğlan seviciliği ile ithâm etmiş ve tercümede bütün mahbûb yerine mahbûbe yazmış! 152 6. 430’da “Bu ‘ârif ve mutasavvıf Müslümân ancak Fuzûlî gibi düşünebilirdi.” diyor ve daha birçok noktalarda tasavvufun felsefe-i Nev-Felâtûniyye’den ibâret olarak Garb’den ve İskenderiye’den Şarka geçtiğini ve bizim ehl-i tasavvuf u felsefeyi, bu hikmeti mâl bulmuş mağribî gibi kabûl ve neşr ettiğini söylüyor ki Feylesof’un bu iddi’âsı evvelce kendisine mükerreren i’âde edildiği hâlde müşarün ileyh sükût ve F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. sükûn ile yine tekrâr ediyor. Türk mizâcına ve mümin ü muvahhid i’tikâdına zıdd ve zehr olan bu bâtıl fikri Feylesof’umuz kendi doğurmayıp kendinden her vech ile pek yüksek olan bazı Avrupa ve Amerika filozoflarının ihtiyât ve ihtimâl ifade eden târihî mütâla’alarından almıştır; Yani bu fikir onda âhiretliktir, eğer benim derse veled-i gayr-ı meşrû’dur. Ma’amâfih gençlikte, te’ennî, tedbîr, temyîz henüz iyi nemâ bulmadığı için meselâ aktörlerin tercüme ve ezberleme sözlerini bile millî edebiyât nâmına dinlemek ve sevmek gibi gelip geçici hâller vâkı’ olabilir. Gençlerin sözünü dinleyeceği adamlar “ ”den (29) hiç gâfil olmamalı. Bu emr Feylesof’un elbette mechûlü değildir, lâkin sâdık ve kâmil müminlere mahsûs olduğu da belki ma’lûmu değildir. Tasavvuf, ahîren edebiyât ve felsefe ‘âleminde hayli müzakereyi mûcib oldu zannederim, ‘ilm midir, meslek midir? Dîn ve i’tikâd mıdır? Bir tarîkat veya hikmet ve felsefe midir? Yerli midir yoksa hâricden gelme midir? Hele şimdi Rıza Tevfik Beg ile olan bahsimizde tasavvufun iyi anlaşılması lâzımdır. Çünkü muhakkaktır ki bizim edebiyâtımızda ölmez ve yaşatır bir rûh vardır ki o rûh ile dirilenler gözlerini açıp, kendilerini ve ‘âlemi görüp, okuyup, anlayıp cânlı cânlı söylediler ve seve seve, sevine sevine yazdılar, halk da isteye isteye dinledi. Çünkü o sözlerde zevk ve neşe, hayât, rûh buldu. Pâdişâhtan en hakîr bir köylüye varıncaya kadar bütün millet havâss ü ‘avâmıyla, ağniyâ vü fukarâsıyla berâber o rûh ile yaşadılar, o rûhu nefh edenlere mensûb ve meczûb oldular. Bulundukları ‘âlemi de anladılar, gidecekleri ‘âlemi de. Ma’îşetleri, ma’neviyyet, fazîlet ve insâniyyetleri şu şimdiki hâlimize kıyâsen a’lâ idi. Askerler, pâdişâhlarıyla berâber sulhda ‘âriflerin eserlerini okur, nasîhatlarını ve derslerini alır, misâllerini görürdü. Harbde de ‘ilmiyle ‘âmil olurdu. Ulemâ şerî’at-i Muhammediyye’nin ahkâmını hıfz (30) ve icrâya ihtimâm eder; şâirler hak ve adâleti, hüsn ü zarâfeti insâniyyet ve muhabbeti, ahlâk ve kemâlâtı tezyîn ü te’yît ile nâsın rûhunu beslerdi. Vüzerâ, vükelâ, ricâl-i pâdişâh ile halk beyninde mâddî ve mâ’nevî güzel bir vasat hidmetini görerek hâkim ile mahkûmu muvâzenede tutardı. İçine düşen en koyu ecnebîleri bile kendine kalb eden bu kuvvetli ve mü’essir hayâtın, bu cem’iyyet ve millet hayâtının refâh ve sa’âdet ile geçen cereyânın menba’ı Osmanlı Türkleri hesâbına Ertuğrul’un son ve Osmân’ın ilk günlerine kadar gider. Sultân Osmân’a bî’at edilip nâmına hutbe okunacağı ve imâret ve saltanatla te’yît olunacağı vakt kendisine tâbi’ ve zâhir olacak ulular ve bunların içinde vâris-i nebî velîler, ‘âlimler dîn-i Muhammedî’nin ve ehlinin hâmisi ve hâdimi olmak şartıyla sözleştiler ve özleştiler de Osmân’ı öyle hükûmete geçirdiler. Osmân’ın ve evlâdının dîn-i Muhammedî’ye hidmetleri, adâlet ve ahde vefâları sâyesindedir ki bu devlet, derin köklü ağaç gibi büyümüş ve uğradığı sadmelere dayanıp yıkılmamıştır. Ma’lûmdur ki Sultân Osmân bir velînin damadı idi ve târîhde okuduğumuza göre o zât, irfân-ı Muhammedî tarîkine sülûk etmedikçe Osmân’a kızını vermemişti. Ba’dehu hemân bütün pâdişâhlar ve şehzâdeler meslek-i hakîkat ü ma’rifete sülûk etmişler ve ba’zıları (Fâtih ve Selîm-i evvel ve Süleymân gibi) kesb-i kemâl ederek vâsilînden, (31) kâmilînden olmuşlardır. 153 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz Meselâ târîh-i ‘âlemde yeni bir karn feth etmiş ve ‘ilmiyle, adâletiyle ya’ni kemâlâtıyla ‘asrının yegâneliğini kazanmış olan Fâtih hazretlerinin şu beyitlerini okuyalım Yüzün meh-i ‘îd ü ser-i zülfün şeb-i İsrâ Gamzen yed-i Mûsâ leb-i la’lün dem-i ‘Îsâ Zülfünün zincîrine bend eyledi şâhum beni Kulluğundan itmesün âzâd Allâh’um beni Bunlar şüphesiz medîha-i Muhammediyyedir. Lâkin Muhammed ‘aleyhissâlâtü ve’s selâm efendimizin vechleriyle mâh-ı ‘îd beyninde, zülfleriyle şeb-i Mi’râc beyninde, gamzeleriyle yed-i Mûsâ ve leb-i la’liyle dem-i ‘Îsâ beyninde ne münâsebet olduğu ‘ilm-i tasavvuf, ‘ilm-i ilâhî vü Muhammedî mesâ’ilinden ve esrâr-ı ‘ilmiyyedendir. Kezâlik Yavuz Sultân Selîm hazretlerinin: 154 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Bir meyvenin lezzetini hiç tanımayan ve ağzının tadı yerinde olmayan nasıl bilir ve söyler? ‘Ale’l-husûs o meyvenin hîç misli olmazsa. İşte tasavvuf böyle bir ni’mettir. (33) Tasavvufu, en iyisi ‘ulemâ-yı dînin mu’allimi ve “el-‘ilmü noktatün”5 sırrının şârihi olan Muhyiddin ‘Arabî’den öğrenelim. Müşârün ileyh Fütûhât-ı Mekkiyye’sinin bâb-ı mahsûsunda diyor ki: “Tarîkullâh ehli der ki: tasavvuf, ahlâktır; Ne ki ve kim ki ahlâkta seni yükseltir, tasavvufta yükseltir. Ümmü’l-müminîn ‘Ayişe (r.a)’den ahlâk-ı Resûlullâh (s.a.v) su’âl edildi, o da ‘ahlâkı Kur’ân idi’ cevabını verdi ve Allâh, onu verdiği ahlâk ile senâ etti ve dedi: “ ”6. Tasavvuf ile muttasıf olmanın şartıdır hikmet sâhibi hakîm olmak. Eğer olmazsa o ‘unvân ile ‘alâkası yoktur. Çünkü tasavvuf, kâmilen hikmettir, çünkü ahlâktır ki bu da muhtâctır ma’rifet-i tâmmeye, ‘akl-ı râcihe, a’râz-ı nefîse hükm süremeyecek derecede kuvvetle nefsine hâkim ve kendine mâlik olmaya, Kur’ân’ı kendine imâm, yani rehber yapmaya … Emr-i tasavvuf, bu tarîk ile ahz eden nefsi için ahkâm istihrâc ve bu bâbda mîzânı Hak’tan hurûc etmeyen kimse için kolay bir iştir… Te’emmül et ki cenâb-ı Hak kitâbının neresinde kahr u şiddet sıfatını zikretti ise yanı başında lutf u mülâyemet sıfatını da zikretmiştir. Sonra ehl-i sa’âdetin sıfatlarından birini zikrederse yanı başında takdîm veya te’hîr ile ehl-i şekâvetin sıfatlarından birini zikretmiştir …. Sûfî o kimsedir (34) ki Hak, kitâbında ve kitâblarında nasıl kâ’im ise o da nefsinde, sırrında ve sûretinde öyle kâ’im olur; (Binâen’aleyh sana hasenâtdan ne isâbet ederse Allâh’tandır ve seyyiâttan ne isâbet ederse nefsindendir) …. İşte sana tarîki gösterdim. Tasavvuf, ehl-i tasavvuf ‘indinde şu zikr ü beyân ettiğimden zâ’id bir şey değildir; Lâkin Allâh mîzân (şerî’at), ‘ilm-i mevâtın ve ‘ilm-i hâl inzâl etti. Hikmet ne istiyorsa onun muktezâsından cüz’î olsun hârice çıkma; (ve biz Kur’ân’dan müminler için şifâ ve rahmeti inzâl ettik) çünkü Kur’ân ile tahalluk ve Kur’ân ile tevakkuf ve ikâmet maraz-ı nefsîyi izâle eder; Fakat bu, müminler için böyledir. “Ve zâlimlerin ancak ziyânlarını ziyâdeleştirir.” Çünkü bunlar Kur’ân’ı mavtınından çevirir ve kelâmı mevzi’inden değiştirirler; Hâssı ta’mîm ve ‘âmı tahsîs ederler ve zâlimlere kâsıt derler. Hâlbuki muksitler hükemâdır, “Ve kime ki hikmet verildi, muhakkak hayr-ı kesîr verildi.” Allâh bunu kesretle vasf etti çünkü kıllet ‘ârız olmaz. Kesretle vasf etmesinin sebebi: Çünkü hikmet, mevcûdâta sereyân etmişti; Mevcûdâtı Allâh vaz’ etmiştir ve ba’dehu insânı halk edip ona emânet tahmîl etmiştir ki o da mevcûdâta nezâret ve mevcûdâtta tasarruf etmek ve her hak sâhibine hakkını i’tâ etmektir; Nasıl ki Allâh herşeye hakkını i’tâ eder; Bu sûretle insânı sâ’ir mahlûklardan mümtâz olarak arzda halîfe (35) yaptı; Çünkü halkullâh üzerine, emîndir ve onlar ile mu’âmelesinde sünnet-i ilâhîden ‘udûl etmez. Hâsılı mevcûdât, insânın eline arz u teslîm edilmiş emânettir ve insân o emâneti tesellüm etmiştir. Eğer emâneti edâ ederse sûfîdir, etmezse zalûm ü cehûldür. Hikmet cehlin ve zulmün nakîzasıdır; ahlâk-ı ilâhiyye ile tahalluk etmek tasavvuftur. ‘Ulemâ, esmâ-i hüsnâ-yı ilâhiyye ile tahalluku ve bunların mevzi’lerini ve hulk ile münâsebetini pek mufassal beyân ederler. Hulk 5 6 İlim, bir noktadır. Kur’an 68/4: ”Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” 155 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz da en güzel tasarruf, bi’l-hassa tasarruf-ı ma’allâhdır; Kim ki bunu idrâk eder ve Allâh ile tasarruf eder, mevcûdâtı tasarrufta ihâta-i ‘ilmiyye sâhibidir ve o bir ma’sûmdur ki ebediyen hatâ etmez ve ‘abes hareketten ve sükûndan da mahfûzdur ….” Bu derece-i kemâle vüsûl için şerî’at bâğçesine girip ‘ilme’l-yakîn, ‘ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn mertebelerine vâsıl olmalı ki tahalluk bu tahakkuktan sonra olabilir. Bu da mutlaka kâmil ve mükemmel ahlâk-ı ilâhiyye ile mütehallık, ‘âlim, hakîm, mutasavvıf, vâris-i nebî zâtların ta’lîm ü terbiyesiyle mümkündür. Meselâ Mekke’de Kabe’yi hepimiz şüphesiz biliriz ki bu ‘ilme’l-yakîndir; Bir de gidip görürüz ve görmekten bilemeyeceğimizi de öğreniriz ki bu da ‘ayne’l-yakîndir. Ba’dehu Ka’be nedir, niçin vaz’ edilmiştir ve niçin ziyâret ve tavaf ediliyor … Bunları fikir ve ictihâdımızla değil vâzı’ı olan Allâh’ın bildirmesiyle biliriz ki bu hakka’l-yakîndir. Bunun fevkindeki mertebe tahalluk mertebesidir (36) ki gâye-i kemâldir. Bütün kâmiller bu mertebeden söz söyler. Mesela Seyyid Nesîmî’yi dinleyelim: Fitnedür ‘aynun yüzün şems ü kamer Fitne-i devr-i kamer sensin meğer Sûretün Hakk’dur budur Hak’dan haber Söyleyen Hak’dur velî adı beşer Her katre muhît-i a’zam oldı Her zerre Mesîh ü Meryem oldı Fuâd Beg’in fikrince Nesîmî’nin “hurûfî” olduğu bilindiği için mezhebi, meşrebi anlaşılırmış. İşte müşarün ileyhin sözleri, anlasınlar da lutfen bize de anlatsınlar. Rıza (37) Tevfik Beg yıllanmış ‘akl sâhibi olduğu için bu tasavvufa “tasallüf” deyip kesmiş. Fu’âd Beg öyle yapamıyor. “Tasallüf, hiçbir sermâyesi yok iken atıp tutmak demek olduğuna göre ben bu hâli Feylesof’a yakıştırıyorum. Hatâ ettiğim anlatılırsa hemen dönerim ve afv dilerim. Şimdi Fuzûlî’nin ba’zı beyitlerini okuyalım, meselâ: Olsa isti’dâd-ı ‘ârif kâbil-i idrâk-ı vahy Emr-i Hak irsâline her zerredür bir Cebre’îl beyitinde Fuzûlî münkir için değil mümin için de gayb, sır olan bir hakikatten bahs ediyor, kelime ile oynamıyor. Ciddi ve münsif olalım. Bundan evvelki: 156 Reh-rev-i ‘irfâna besdür sâgar u sâkî delîl Kim meh ü hûrşîdden kılmış temennâsın Halîl F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. beyitinde sâgar, sâkî kelimeleriyle oynanmış denilirse burada zikrine hâcet olmayan nice âyet ve hadîsler için de böyle denilebilir ki Rıza Tevfik Beg bilmem öyle bir merdlik yapabilir mi? Hoş, Fuzûlî’nin hep âşıkâne, hakîmâne, mutasavvıfâne olan sözlerini istihfâf etmek ma’şûkuna ta’arruz etmektir ya! Vâdî-i vahdet hakîkatde makâm-ı ‘aşkdur Kim müşahhas olmaz ol vâdîde sultândan gedâ (38) Cihân ehline tâ esrâr-ı ‘ilmün kalmaya mahfî Kılupdur hikmetün küffâr içinde enbiyâ peydâ beyitlerinde de lafz oyunu var mı? Şu nokta câlib-i nazardır ki Kur’ân’da zemmedilen kâzib ü kâfir şâirler için işlemediklerini söylerler ve her vâdîde sersem sersem dolaşırlar deniliyor ve şu’arâ-yı İslâm istisnâ ediliyor. Filhakîka Fuzûlî söylediğini dâimâ bilir ve dâimâ bildiğini, gördüğünü söyler bir şâirdir. Meselâ ‘ârifin isti’dâdı vahyi idrâke kâbil olsa ona her zerre emr-i Hakk’ı getirir bir Cebre’îl olur me’âlindeki beytinde evvelâ ‘ârif kimdir Fuzûlî bilir, hem iyi bilir, insân kendisi ‘ârif olmazsa ‘ârif kim olduğunu bilmez. Sonra vahy nedir, idrâk etmiştir, lügat kitâbında ma’nâsına bakarak değil. İsti’dâd nedir, onu da bilir … Her zerreye baktığı vakt kendisine ‘aynen ve hakîkaten Cebre’îl nâzil olup emr-i Hakk’ı getirmiştir. İşte tahakkuk eden şey söz olur ve bunun için söz, özdür demişlerdir. Kezâlik ikinci beyit de böyle. Fuzûlî o beytinde söylediğini his, tahayyül veya tevehhüm ederek değil ‘ayne’l-yakîn, hakka’lyakîn bilerek ve bu ‘ilmini de hikmet ve ahlâk edinerek yani kendinden gayrı değil ‘aynı yaparak söylemiştir. İsti’dâdının sevkiyle sâkîyi yani mu’allimi, mürşidi arayıp bulmuş ve ondan feyz alıp kemâl kesb ederek kendisi de mu’allim ü mürşid olmuştur. Kur’ân’da beyân buyrulduğu üzere Hz. (39) İbrahim (a.s)’in yıldız, ay ve güneşi görüp de “Hâzâ rabbî” demesi mâzînin olup bitmiş bir vak’a-i târihiyyesinden ibâret değildir. Kur’ân’ın ahkâmı ile’l-ebed ve dâ’imâ cârî olduğuna göre her ân ve her yerde bu taleb, bu taharrî, bu temennî cereyân edegelmektedir. İşte Fuzûlî burada hem mütekellim hem muhâtab olmuştur. Yûnus Emre daha açık olarak şöyle söylüyor: İbrahîmem Cebrâ’îl’e hîç ihtiyâcum kalmadı Muhammed’e dosta gidem ben tercemânı neylerem *** Rütbe-i hikmet-i mi’râc-ı kemâline göre Hükemâ fırka-i dûn felsefe cem’-i süfehâ beytinde Fuzûlî diyor ki kemâlât-ı Muhammediyyeye ‘urûc etmekle insân öyle bir mertebe-i hikmete yükselir ki hükemâ nisbeten dûn bir fırka, filozoflar da sefîhler cemiyeti kalır. Bu mertebeye bizzât i’tinâ etmeden hükemâ ve felâsifeyi kendilerinde iyi bilmeden böyle demek Fuzûlî’ye ve hiçbir ciddi adama yakışmaz. Buradaki sefîhler, Kur’ân’ın ifâdesince dîn-i İbrâhîm’den, tevhîdden ayrılıp kendi nefsâniyyeti ve 157 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz enâniyyeti zulmetine dalan kimselerdir ki târîh felsefeci olanları tanısa gerek. Hazret-i Fuzûlî meselâ şu beyitleri de böyle tahakkuk ve tahalluk mertebesinden söylemiştir: (40) Ne bilir okumayan mushaf-ı hüsnün şerhin Yere gökden ne içün indiğini Kur’â’nun Dehr ser-mest-i şarâb-ı gaflet etmiş âlemi Bunca ser-mestün temâşâsına bir hûşyâr yok Görmeyince hüsnüni îmâna gelmez ‘âşıkun Yüz peyember cem’ olup gösterseler bin mu’cizât Virmeyen cânın sana bulmaz hayât-ı câvidân Zinde-i câvîd ana dirler ki kurbândur sana Âlemi vîrâne-i şerm’-i cemâlün kıldı ‘aşk Cân-ı âlemsin fedâ her lahza bin cândur sana ‘Âşıka şevkünle cân virmek sana müşkil değil Çün Mesîh-i vaktsin cân virmek âsândur sana Subh salup mâh ruhundan nikâb Çık ki temâşâya çıka âfitâb Mest çıkup salma nazar her yana Görme revâ kim ola âlem harab 158 İşte bu ‘aşk-ı ‘ilme, bu ma’şûkun ahlâkına tahalluk etmek (41) kemâline Rıza Tevfik Beg hiç çekinmeden “tasallüf” diyor. İngiliz’in derin ve gerçek düşünücü âlimlerinden Karlayl, Kur’ân’ın tercümesini okumuş, evvelâ samîmi, rûhlu, meteheyyic bir rûhun kelâmı diye senâ ediyor, ba’dehu mükerrer haşvlerle, sert, kaba, kısa kısa cümlelerle dolu nizâmsız, gelişigüzel yazılıvermiş bir mecmû’a diye tenkîd ediyor ve nihâyetle müminlerin kâğıdına ve yazısına bile mukaddes nazarıyla bakıp ta’zîm ettiklerini ve okudukları, dinledikleri vakt huzûr-ı İlâhîde gibi huzû’ ve huşû’ gösterdiklerini söyleyerek işte mümin ile gayr-ı mümin ecnebînin zevklerindeki farka bu güzel misâl diye Kur’ân hakkındaki tenkîdlerinin zevk, mi’yâr ve mîzân ihtilâfından ileri geldiğini söylüyor. Bizim Feylesof Rıza Tevfik Beg’imiz ise şu muta’assıb Hristiyan filozofu kadar insâf gösteremiyor. Ne yazık! Hz. Muhammed’den itibâren gelip giden bütün uşşâk-ı ilâhî, hiçbir şey bilmedikleri hâlde en yüksek uçmak ve en derin görmek da’vâsında bulunan şarlatan mı diyeyim, mürâ’î mi, sahtekâr mı? İşte öyle imişler. Feylesof’un “nefis” diye yazdıkları güzel yazılara bakılırsa tasavvuf âlemine, okuya okuya, kendi kendine sârik gibi girmek istemiş, fakat bir adım atmağa muvaffak olamamış. Zîrâ muvaffak olaydı Fuzûlî’yi yabancı bulmayacaktı ve böyle edebiyât vâdîsinde edebe pek muvâfık görülmeyecek ve isthfâf ü istihkâr (42) yapmayacak idi. Demek ki o “nefis”lerinde, Feylesof hep lafz oyuncakçılığı etmiş ve bu san’atı icrâ etmesi için ona yine Fuzûlî gibi kâmiller ve sözünün eri zâtlar sermâye vermiş … F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. İşte bu tasavvufu –ki dîn-i Muhammedî’nin zübdesi, gâyesi, semeresidir- Rıza Tevfik Beg: “Hâricden, Mısır’dan gelmedir.” diyor; Bizim sûfiyyûn yâhûd mutasavvıfa bu ‘ilm ü ahlâkı, bu dîn ü kemâlâtı Nev-Felâtûnî mezhebinden almış. Feylesof burada yanlış değil ma’atteessüf başından büyük yalan söylüyor. Çünkü görmediğini gördüm demek, anlamadığını anladım demek yanlış değil yalandır. Ecnebi müdekkik ve münekkidlerin bizim görmediğimiz ve okumadığımız kitaplarını okuyor ve onların söylediklerini kendi düşünüp tetebbu’ edip bulmuş gibi bize satıyor. Eğer, tasavvuf cereyânı hâricî bir menba’dan akıp gelmiş ve bütün muhakkıkîn ve evliyâyı dîn kaplarını ondan doldurmuştur fikri Feylesof’un hakîkaten kendi fikri, kendi mahsûl-i tetebbu’u olaydı yani Feylesof bizce sözünün eri olaydı tasavvufun ve bütün kemâlât-ı mâddiyye vü ma’neviyyenin sâhib ü mu’allim-i yegânesi olan Muhammed (s.a.v.) efendimiz de bu ilmi, bu dîni Fillo’dan, Embadiklus’dan, Yaniblikus’dan mı öğrendi diye suâl eder ve mutlaka cevap isterdik. İnsâf vir ey hasûd insâf Ta’n etmeğe cevherin değil sâf (43) Âlim düşmen câhil dosttan iyidir derler. Fuzûlî’nin câhil dostları onu kemâlinin tamâmıyla göstermek şöyle dursun, kemâlini noksân olarak gösteriyorlar. Bu cehâlete bir de hırs u hased iltihâk ederse Hakk’ın ve halkın öyle bir kâmili işte böyle garîb ve mazlûm olur. Hatırlıyorum ki Muallim Nâci merhûm Fuzûlî’nin: Pâre pâre dil-i mecrûh u perîşânumdan Ser-i kûyında gezen her ite bir pâre fedâ beytini belâgatsiz, çîrkîn bir söz misâli olarak göstermiş idi. Hâlbuki gerek bu ve gerek evvelki: Çâk-ı sînemde olan kanlı ciger pâreleri Mest çeşmünde olan gamze-i hûn-hâra fedâ beyti hadd-i zâtında çîrkîn değil belki ciger, kan ve it kelimeleriyle çîrkînliği ve iğrençliği zihnimizde cem’ ettiğimiz için bize öyle geliyor. Yüreğim parça parça oldu denmez mi? İçimden kan gitti demiyor muyuz? Münekkid, değişmez esâslara binâ-yı mütâla’a etmezse bir gün gelir kendi sözleri de çîrkîn görünebilir. Bunun için her şeyin hakîkatine nazar etmeli. Çirkin evlâdını ana baba acaba niçin sever? Evlâdının hakîkatinde güzellik gördüğü için değil mi? İşte hak ve hakîkatine vâkıf olan nazar-ı hakîm sâhibi üstâd şâirlerimiz her şeyin hakîkatini gördükleri için (44) mehâsin içinde mest ve müstagrak yaşamışlar ve hep güzellikten bahsetmişlerdir. Şeyh Sa’dî bu bâbda diyor ki: “Bu cihandan memnunum, çünkü cihan ondan memnundur, her âleme âşıkam, çünkü her âlem onundur.” 159 Fuzûlî Hakkında Bir İki Söz Fuzûlî’nin sevdiğinin kûyu, işte bu âlem-i ‘aşk u muhabbettir ve onun köpekleri kendi gibi uşşâk-ı ilâhîdir; Fuzûlî bunlara gönlünü vermiş, bir gönül ki ‘aşk uğrunda mecrûh u perîşân olmuş. Bir de Fuzûlî’nin sevdiğinin hamâma girişini ve çıkışını tasvîr eden gazeli de edebe mugâyir ve şâir için ayb sayılıyor. Fakat gerek o, gerek meselâ Belîğ’in, Nedîm’in bu vâdîdeki gazel ve kasîdeleri zâhiren öyle görünmekle berâber rûhun bedene ta’alluku gibi ba’zı hakâyık u esrârı ifâde eder ki zâten hakîkati görmüş ve sevmiş olan şâirlerimizin bütün sözleri böyle zâhir ü bâtını câmi’dir ( Fuzûlî’nin mektûbu gibi ki şöhreti en ziyâde iç yüzü olduğundandır) ve ekserîsinin zâhiri câhil halkın i’tirâzına hedef olur, çünkü halk, hakîkati kendi gördüğünden, kendi duyduğundan ibâret zanneder. Mansûr’un, Nesîmî’nin, (45) Şems-i Tebrzî’nin, Olanlar Şeyhi İbrâhîm Efendi’nin mâcerâları kavl ü fi’llerinin zâhirî küfr görülmesindendir. İşte bizim Feylesof da Şeyh Gâlib’in mi’râciyyesi için: “Ser-â-pâ melâ’ib-i lafziyyeden ibârettir.” diyor. Şeyh, orada bir hakîkat-i Muhammediyyeden bahsediyor ki o, Feylesof’a mechûldür ve bunun için inkâr ediyor. Diyeceksiniz ki insân her bilmediğini inkâr mı eder? Evet etmez. Lâkin bilmediğini de bilmeyen olursa o vakt eder ve câhil merkeb olur. Bir ihtimâl daha var: Bilmediğini bilir de enâniyyetinden, gurûrundan, ‘inâdından i’tirâf edemez. Ebû Cehl’in Muhammed’i ve Hakk’ı kabûl edememesi gibi. Şey Gâlib gibi asrının ve ahlâfının tekrîmine nâ’il olmuş bir zâtın mi’râciyyesine değil bir küçük beytine zevzekliktir deyivermekle herkes kabûl etmez. Delîl isterler. Delîlsiz da’vâ pâdişâh elinde olsa yine kabûl edilmez. Delîl ile isbât edilen da’vâ ise fakîr ve sâ’il elinde olsa yine makbûldür. Nef’î’nin: Ukde-i ser-rişte-i râz-ı nihânîdir sözüm Silk-i tesbîh-i dür-i seb’al-mesânîdir sözüm Matla’lı kasîdesine Feylesof: “Na’t değil, başka bir şey, o da anlaşılmıyor, binânen ‘aleyh hiçbir şey değil.” diyor. Yûnus Emre, ‘âşık olmayanlara sözünün, kayalardan ‘akseden sese benzediğini söylüyor ki burada ‘aynen cârîdir (Filozoflar zâhir pek âkil ve mütefekkir olduğu için soğukkanlı oluyor). Nef’î, demek istiyor ki: “Bir gizli sır vardır, gayb, rûh, Hak …. derler ... Onun ip ucu vardır, benim sözüm onun bağıdır, düğümüdür. Seb’a’l-mesânî, Fâtiha, bütün Kur’ân incisinin tesbîh dizisidir; O inci ise yine rûhtur; Hep rûhtan bahsederim, hep rûhlu söylerim … İnanmayan cânı isterse inansın. Her şeyi erbâbı bilir. Fuzûlî, Leyla vü Mecnûn’u bitirdikten sonra: Billâh ger olaydı bir harîdâr Bin genc-i nihân kılardım ızhâr diyor; Eşref-zâde şöyle diyor: Cihân tılsımınun bendi benüm elümdedir şimdi 160 Görürsin sûretâ âdem benüm emrümdedür âlem Feleklerle melekler hep bana mahkûmdur ins ü cân F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Sûre-i Şuarâ’nın hâtimesinde Allâh te’âlâ buyuruyor ki: …. = Ey Kur’ân’ın taraf-ı Hak’dan nüzûl eden kelâm-ı mu’ciz olduğunu reddile onu bizzât şeyâtîne ve onların tahyîlâtı cümlesinden şi’re nisbet eden merdûdlar! Şeyâtîn kimlere nâzil olur size haber vereyim mi? Bütün müfterî, âsî ve fâsık kimselere nâzil olur ki bunlar melâ’ikeyi dinleyip ba’zı gaybî (47) hakîkatler duyarlar ve duyduklarını kabûl ve salâh için değil redd ü fesâd için söylerler ve bu cihetle ekserîsi kâzib olur, çünkü duyduklarını fesâd uğruna tahrîf ü tezyîf ederler; Ve bu cümledendir o şâirler ki kâzib ü bâtıl sözleriyle nâs arasında müzebzeb dolaşırlar ve onlara şeytânın askerlerinden, sözlerini tervîc ve neşretmek isteyen ehl-i dalâlet tâbi’ olur; Bunları ve tâbi’lerini görmez misin ki her türlü dalâl ü tuğyân vâdîsinde sersem ve serseri dolaşırlar ve gafletlerinden, ma’îşet dalgınlığından dolayı kendiler yapamadıkları hasenâttan, ve hâ’iz olmadıkları ahlâk u ma’âriften bahsederler; Fakat müstesnâdır o hakîm şâirler ki tevhîde îmân ve hikmet ile tahalluk etmişler ve ötekilerin fesâdını salâha, seyyiâtını hasenâta çevirecek işler yaparlar, ve bir tarâftan tevhîdi isbât ve ma’ârif ü esrâr-ı ilâhîyi beyân ederek ve bir tarâftan da ehl-i dalâl ü fesâdı zem ve teşhîr ederek her vakt bütün sözlerinde ‘adâlet ve istikâmet üzere Allâh’ı zikrederler; Ve ehl-i muhabbete husûmet ve tekebbür gösteren kâfirlerin dilinde ve câhillerin elinde zulm görmeleri üzerine şi’rleriyle intikâm alırlar; Ehl-i Hakk’a cevr, kavlen ve fi’len ezâ eden ve onlara mülhid ü mu’annid diyen bu müfsid zâlimler ve müstehzî kâfirler böyle dönüp dolaşıp nereye varacaklarını yakında öğrenirler] (Şeyh Ni’metullâh Tefsîri). Heğbeli 10 Şubat 1337 yevm-i Cum’a.” SONUÇ İbrahim Aşkî’nin Fuzûlî’ye dair kaleme aldığı bu risalesinde, derin tasavvufî bilgisi olduğu, dönemindeki ve kendinden önceki yerli ve yabancı şairleri ve yazarları okuduğu, özellikle dinî ve felsefî bilgisinin filozoflarla tartışacak kadar geniş olduğu göze çarpmaktadır. Rıza Tevfik’in Fuzûlî ile ilgili gerçeği yansıtmayan hatta “yalan” olduğunu söylediği yorumlarına yer veren İbrahim Aşkî, bir münekkit gözüyle tasavvuf ve felsefeye dair görüşlerini ortaya koyarken Rıza Tevfik’in tasavvuf ve Fuzûlî’ye dair olumsuz görüşlerini7 deliller getirerek çürütmeye çalışmaktadır. Fuzûlî’ye isnat edilen Rafizî ve Şii yakıştırmalarının yanlışlığını delillerle ortaya koymaktadır. Şiiliğe ve Hz. Ali’yi sevenlere dair ortaya koyduğu isabetli görüşleri de bu konuyu aslından saptıranlara karşı önemli deliller içermektedir. Bunların yanında Divan şiirinin usta şairlerinden bazılarının eserleri veya şiirleri hakkında ileri sürdüğü tasavvufî bakış açısının, bahsettiği şairlerin anlaşılması konusunda önemli bir merhale olacağı kanısındayız. Makale okunurken değişik ve farklı bir bakış açısıyla ortaya konan Divan şiiri ve şairine dair bilgiler ve yorumlarla karşılaşılacaktır. Risalenin Divan şairi ve şiirine bakışta yeni bir anlayış oluşturması da olasıdır. 7 İbrahim Aşkî, “Feylesof Rıza Tevfik Beg’in Hâmid-nâme’de Fuzûlî’ye ve edebiyatımıza ettiği iftirâyı …” diyerek başladığı cümlesini, Hâmid-nâme dediği Rıza Tevfik’in Abdülhak Hâmid ve Mülâhazat-ı Felsefiyyesi adlı eserinden aldığı cümlelerin birbirini çürütüğünü örnekleriyle göstererek devam ettirmektedir. 161 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi Yrd. Doç. Dr. Hanzade GÜZELOĞLU* S ayın Prof. Dr. Tulga OCAK danışmanlığında yaptığım doktora tezimin konusu olan “Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi” hakkında bir makale ile Hocamın adına düzenlenen bu anlamlı armağanda küçük bir katkımın olması beni mutlu kılacaktır. Doktora tez konusu araştırmalarımız sırasında rastladığımız ve Lami’î’nin olarak bilinen, ancak XVI. yy. şairlerinden Abdî’ye ait olduğunu tespit ettiğimiz Abdî’nin bu eserini, daha önce yayımlanan ilgili makalemizde kısaca tanıtmıştık**. Bu yazı, Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsi hakkında önceki yazımızda bahsedilmeyen ve tezimizde eseri inceleme bölümünde yer alan ayrıntılı bilgilerin özeti niteliğindedir. Sasanî hükümdarlarından V. Behrâm (Behrâm-ı Gûr)’ın aşk ve av maceralarını konu alan Heft Peyker mesnevîsi ilk defa Nizâmî tarafından yazılmıştır. Nizâmî, Heft Peyker mesnevîsinde Behrâm’ın hayatını ilk defa müstakil bir eser halinde kaleme alan ve böylece bu hikâye türünün de iskeletini kuran şairdir. Nizâmî, Behrâm-ı Gûr’la ilgili hikâyesini, başta Firdevsî’nin Şehnâme’si olmak üzere diğer kaynaklardan da istifade ederek oluşturmuştur. Hamsesi’nin dördüncü mesnevîsi olan Heft Peyker, H. 593/1197)de bitirilmiş ve Meraga 162 * Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi / ARDAHAN ** Bkz.: Hanzade Güzelova, “Abdî’nin Bilinmeyen Bir Mesnevisi: Heft Peyker tercümesi”, Bilig dergisi, Sayı: 38 Yaz, 2006, S. 35-49. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. hakimi Aksungur ailesine mensup Alaeddin Körp Arslan’a ithaf edilmiştir. Eser genel olarak bu adla bilinmekle beraber bazı yazar ve edebiyatçılar tarafından “Heft Gunbed” veya “Behrâm-nâme” olarak da adlandırılmaktadır. Aruz vezninin Hafif bahri feèilâtün mefâèilün feèilün kalıbıyla yazılan eser toplam 5600 beyittir. Tesiri yüzyıllarca süren Nizâmî Hamse’sinde yer alan diğer mesneviler gibi Heft Peyker de İran edebiyatında ve Türk edebiyatının Çağatay ve Anadolu sahalarında yazılan mesnevîler için bir model teşkil etmiştir. Behram konusunu İran edebiyatında daha sonra Hüsrev-i Dihlevî Heşt Behişt adlı eserinde, Rai Hidayetullah Heft Peyker’inde, Derviş Eşref Meragî Heft Evreng’inde ve Hatifî Heft Manzar’ında işlemişlerdir. (Levend 1984:228; İlaydın 1935: 278 vd). Türk edebiyatında ise Heft Peyker (Behrâm-ı Gûr) konulu mesnevîler daha çok Nizamî’nin eseri tanzir ya da tercüme edilerek oluşturulmuştur. Bu mesnevîler, bazen hamseler içinde, bazen de müstakil bir eser olarak kaleme alınmışlardır. (Kahraman 1995: 354-366). Bugünkü bilgiler ışığında Türkçe yazılmış ve metinleri elde bulunan Heft Peyker çevirileri veya nazireleri sırasıyla şunlardır: Aşkî’nin Heft Peyker’i1, Nevaî’nin Seb’a-i Seyyâre’si, Behiştî’nin Heft Peyker’i, Abdi’nin Heft Peyker’i, Ahmed-i Rıdvân’ın Heft Peyker’i, Atayî’nin Heft Hvân’ı ve Subhizâde Feyzî’nin Heft Seyyâre’si. Ayrıca Emin Yümnî’nin mensur bir Heft Peyker çevirisi vardır.2 Bugün elimizdeki bilgiler ışığında Heft Peyker adlı veya konulu Türkçe yazılmış mesneviler arasında toplam 7 tane eser bilinmektedir. Bunlardan bir tanesi (NevayiSeb’a-i Seyyare) Çağatay sahasında yazılmış; iki tanesi (Atayi-Heft Hvan ve Feyzi-Heft Seyyare) Heft Peyker’i sadece plan bakımından model alarak oluşturulmuş ve farklı konuda yazılmış; 3 tanesi de (Aşki, Abdi, Ahmed-i Rıdvan-Heft Peyker) Nizami’nin eserine tercümedir. Bunlardan Aşki Heft Peykeri kısaltılarak yapılan çeviri, Ahmed-i Rıdvan Heft Peykeri Nizami’den kısaltılarak yapılan serbest tercümedir. Abdi’nin Heft Peyker’i Nizami’den genişletilerek yapılan bir tercümedir. Behişti’nin Heft Peyker’i ise yarı telif yarı tercüme niteliğindedir. (Bkz. Demirel 1995b: 57) Eski kaynaklarda sözü edilen Ulvî, Kudsî Çelebî, Hayatî (XV.yy.) ve Trabzonlu Ramazan (XVI. yy.)’ın Heft Peyker mesnevîleri ise henüz ele geçmemiştir. Bunlardan Bursalı şair Ali Ulvî’nin Heft Peyker’inin Aşkî’nin Heft Peyker’i ile aynı eser olduğu ortaya konulmuştur (Kut 1972: 128). Hayatî’nin olarak bilinen Heft Peyker’in ise Ahmed-i Rıdvân’ın eseri olduğu tespit edilmiştir (Ünver 1986: 120-125). Ancak son yıllarda Bahaeddin Sürelli tarafından Hayatî’nin Heft Peykeri üzerine bir doktora çalışması yapılmaktadır. Bu bilgi de, Hayati’nin Heft Peykerinin ele geçmiş olduğu ihtimalini 1 2 Eserle ilgili bir doktora tezi hazırlanmaktadır: Aslı Aytaç, “Aşkî’nin Heft Peyker Mesnevisi”, Hacettepe Üniv.(Danışman: Doç.Dr. Fatma Kutlar) İran ve Türk edebiyatlarında Heft Peyker mesnevileri hakkında daha ayrıntılı bilgi için tezimizin Giriş kısmına bakılabilir: Güzelova 2008: 28-65. 163 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi düşündürmektedir.3 (Hayati’nin bu eseri ile ilgili B. Sürelli’nin aynı adlı bir bildirisi de bulunmaktadır.)4 Manzum-mensur çok sayıda telif ve tercüme eser bırakan ve bundan dolayı “Camî-i Rûm” lakabıyla anılan Bursalı Lâmi’î Çelebî (1472-1532)’nin de Nizamî’den yaptığı bir Heft Peyker tercümesinin olduğunu eski kaynaklar ve araştırmalar belirtmektedir. Lami’î Çelebî’nin Heft Peyker’i de henüz ele geçmemiş Heft Peyker mesnevîleri arasındadır.5 İleride ayrıntılı olarak bahsedeceğimiz XVI. yy. şairlerinden Abdi’nin bu Heft Peyker mesnevisi, Türkçe yazılmış ve metinleri elde olan Heft Peyker mesnevileri arasında hacimce en büyüğüdür ve diğer Heft Peyker tercümeleri arasında genişletilerek yapılan bir tercüme olarak yer almaktadır. ABDİ VE HEFT PEYKER’İ Eserin incelenmesine geçmeden önce Abdî ve eserleri hakkında kısa hatırlatma yapmakta yarar vardır kanaatindeyiz. Edebiyat tarihimizde daha çok “Niyâz-nâme-i SaǾd u Humâ şairi” olarak bilinen XVI. yüzyıl şairlerinden Abdî hakkında bilinenler yok denecek kadar azdır. Çeşitli dönemlerde yaşamış birçok Abdî mahlaslı şair ve yazar vardır.6 Bizim konu edindiğimiz XVI. yüzyılda yaşamış mesnevî şairi Abdî hakkında ise tezkire ve diğer kaynaklarda herhangi bir kayda rastlanmamaktadır. Ancak Abdi’nin bugün bilinen dört mesnevîsinin yazılış tarihlerinden şairin Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566), II. Selim (1566-1574) ve III. Murat (1574-1595)’ın saltanat dönemlerinde yaşadığı anlaşılmaktadır. İlk üç mesnevisini de şehzade iken Manisa’da bulunan II. Selim’e sunmuş olması da, şairin belli bir dönem bu şehirde kaldığına işaret etmektedir. Elimizdeki tezkirelerde adı geçmeyen bu Abdî’den ilk defa edebiyat tarihi içerisinde Sadettin Nüzhet Ergün şairin Niyâz-nâme-i SaǾd u Humâ adlı mesnevîsinin adını vererek bahsetmiştir. (Ergün: 189 vd). Vasfi Mahir Kocatürk, bu eserin yanı sıra şairin bir Divânı ve Nüzhet-nâme adlı bir mesnevîsinin de bulunduğunu belirtmiştir. (Kocatürk 1970: 362-363) Şairin Cemşîd ü Hurşîd ve Nüzhet-name (Gül ü Nevruz) adlı mesnevileri de Adnan İnce tarafından bilim dünyasına tanıtılmıştır (İnce 1986, 2008). Son olarak da, Lami’î’nin Heft Peyker’i olarak bilinen Dublin’deki yazma üzerinde yaptığımız çalışma neticesinde Abdî’nin dördüncü bilinmeyen bir mesnevîsi de 3 164 B. Süreli, “Türk edeiyatında Heft peyker Mesnevîleri ve Hayatî’nin Heft Peyker’i”, Boğaziçi Üniv.devam eden dok.tezi.(Danışman: Prof.Dr. Zehra Toska) 4 TUDOK 2010. Tüm girişimlerimize rağmen bildiri metnine ulaşamadık. 5 Detaylı bilgi için bkz. H. Güzelova, a.g.m. 6 Agah Sırrı Levend’in yazdığı Eski Türk Edebiyatı Giriş (Ankara 1984) adlı eserinde de Abdî mahlaslı 24 şairin adı geçmektedir. ( Abdi mahlaslı şairlerin listesi için eserin dizin kısmına bakılabilir.) Genel olarak tezkire verilerine göre, Abdî mahlası, 24 şair tarafından ortak kullanılmıştır. (Mustafa İsen, “Divan Edebiyatında Mahlasdaş Şairler”, Ötelerden Bir Ses, Ankara 1997: 198.) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. bulunmuştur.7 Bugüne kadar bu eserleriyle tanınan XVI. yy. şairlerinden Abdî’nin başka eserlerinin olup olmadığı konusunda şimdilik kesin bilgiye sahip değiliz. Divanının olduğu bazı kaynaklarca8 belirtilse de eser henüz bulunamadı. Hayatı hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamakla beraber eserlerinden, Abdi’nin mesnevi şairi ve mütercim bir şair olduğu anlaşılmaktadır. Heft Peyker mesnevisi Abdi’nin yazılış tarihi (1550) itibariyle ikinci ve bugün bilinen ve metni bulunan dördüncü eseridir. Abdi’nin diğer üç mesnevisinde olduğu gibi (Niyaz-name-i Sad u Hüma(1545), Cemşid ü Hurşid (1558), Gül ü Nev-ruz (1577)) Heft Peyker (1550/51) mesnevisinde de İran edebiyatından alınan bir konu işlenmektedir. Edebiyat tarihçisi V. M. Kocatürk’ün de tabiriyle “İran edebiyatında maruf olan bu mesnevileri Türk şiirine naklederek işlemiş bulunması”9 Abdi’nin İran edebiyatı ve lisanına vakıf olduğunu göstermektedir. Abdi’nin ilk mesnevisi olan Niyaz-name-i sad u Hüma adlı mesnevisi Türk edebiyatında daha önce işlenmemiş bir konudur. Abdi’nin diğer iki mesnevisi de Cemşid u Hurşid ve Gül ü Nev-ruz da edebiyatımızda sayıca fazla olmayan allegorik mesneviler arasındadır. Şairin Heft Peyker mesnevisi de gerek hacim, gerek kuruluş (Behram hikayesinin içinde 7 ayrı hikaye) itibariyle pek sık ele alınan konular arasında değildir. Belki de şairin böyle konuları seçmesi, eserlerinin fazla rağbet görmemesine ve şairin eski kaynaklarda dönemin tanınmış şairler arasında yer alamamasına sebep olmuştur. Abdi’nin bugün elimizde olan mesnevileri arasında Heft Peyker mesnevisi tespitimize göre toplam 6891 beyit olup şairin hacimce en büyük eseridir. 1- Heft Peyker’in Yazılış Tarihi ve Sunuşu: Abdî Heft Peyker mesnevîsini H. 957/M.1550 yılında yazmıştır. Bu tarih eserde ebced hesabıyla düşürülmüştür. Heft Peyker’in Hatime bölümünde eserin yazılmasının başlangıç tahirihinş gün ve ay olarak ve bitiş tarihini gün, ay ve saat olarak lafzen verilmektedir. Buradan eserin 6 Şevval (28 Ekim 1549, Pazartesi) günü yazılmaya başlandığı ve 7 Muharrem (26 Ocak 1550, Pazar) günü saat 12’de son şeklini bulduğu anlaşılmaktadır: Sitte ŞevvÀ içre olup ÀàÀz Düzdi terúìmine ùabièat sÀz Sebèanuñ hem Muóarrem’iydi i yÀr èAşre åÀnìde buldı nÀme nigÀr(6820) Basit bir hesaplamayla eserin dört ayda yazılmış olduğu düşünülebilir. Şair, mesnevînin sonunda, eserini bitirmesine ömrünün yettiği için de Allah’a şükretmektedir. Hatime bölümünde bundan sonraki beyitlerde ise Abdî, gaipten gelen bir sesin 7 Hanzade Güzelova, “Abdî’nin Bilinmeyen Bir Mesnevîsi: Heft Peyker Tercümesi”, Bilig, Sayı: 38, 2006: 35-49. 8 Kocatürk 1970: 362-363. 9 Kocatürk, Türk Edeb. Tarihi, Ank. 1970. 165 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi kendisine, eserine tarih düşürmesinin gerekli olduğunu söylediğini anlatmaktadır. Bunun üzerine Abdî, eserin bitirilişine ebced hesabı ile tarih düşürmüştür: Didi hÀtif baña ki iy dildÀr Ùarz-ı bu nÀme oldı heft nigÀr Bu kitÀbuñ ùırÀz gibi Àòi Heft Peyker gerek tÀrìòi Ùabèum itdi buña küşÀyiş-i tÀm Óamdu’li-llÀh ki oldı nÀme temÀm (6826-6828) Eserin 166a varağında kırmızı mürekkeple koyu şekilde yazılmış yukarıdaki üç kelimenin „dÖ dJšÄ XH£ (Heft Peyker gerek) ebced hesabına göre harf değerlerinin toplamı 957 tarihini vermektedir. Nitekim mısranın hemen altında küçük şekilde ٩٥٧ rakamı da yazılıdır. Böylece XVI. yüzyıl şairlerinden Abdî’nin bugün bilinen üç eserinin yazılış tarihlerine göre, Heft Peyker tercümesi, şairin ilk mesnevîsi olan Niyâz-nâme-i Sa’d u Humâ’nın yazıldığı 952/1545 tarihinden beş sene sonra ve Cemşîd ü Hurşîd (966/1558) den dokuz sene önce yazılmıştır. Abdî, Heft Peyker mesnevîsini Manisa’da şehzade iken II. Selim’e sunmuştur. Şairin diğer üç mesnevîsinden ikisi- Cemşîd ü Hurşîd (1558) ve Niyâz-nâme-i Sa’d u Humâ (1545) da bu padişaha sunulmuştur. II Selim’in adı Heft Peyker’de ilk defa “Padişaha övgü” bölümünde, “Hân Süleymân oğlu Şâh Sultân Selîm” olarak şu şekilde geçmektedir: èUmde-i milk [ü] zübde-i devrÀn NÀãır u nÀôır-ı zemìn ü zemÀn ŞÀh SulùÀn Selìm-i kişver-gìr Oña lÀyıú hemìşe tÀc u serìr Nesl-i èOåmÀn’a ol virür teyìd Ced ü eb hem eb [ü] cedile saèìd Olalı pÿr-ı ÒÀn SüleymÀn ol Buldı tesòìr-i cinne daòı yol (339-342) Heft Peyker’de padişahın adı “Hatime” bölümünde de geçmektedir. Aşağıdaki beyitlerden şairin, eserini överek Sultan Selim’e sunduğu ve eserinin padişaha layık olmasını dilediği anlaşılmaktadır: Yaèni bu gevher-i temÀm-èayÀr Genc-i sulùÀna lÀyıú olsa ne var 166 Bu zer-i òvoş-èayÀra naúş hemÀn NÀm-ı sulùÀn gerekdür iy òÀn F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. NÀm-ı şÀh ile nÀmdÀr ola Revnaú hem revÀc daòı bula Vireyin ùarz-ı şÀhla aña ùırÀz Nice şÀh belki şÀh-ı èişret-sÀz Ùabè-ı pÀkı óalìm ü nÀm[ı] Selìm Nuãret ü fetó õÀtına teslìm (6735-6739) 2 -Eserin Yazma Nüshası ve Tavsifi: Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinin bugün bilinen tek yazma nüshası yurt dışında bulunmaktadır. Yazma, İrlanda Dublin Chester Beatty Kütüphanesi (CBL) Meredith Owens No: 12’de kayıtlıdır. Prof. Dr. Günay Kut’un ilgili makalesinde10 belirttiği Türkçe yazmalar listesinde11 yer alan bu yazma, Chester Beatty Kütüphanesi’ndeki Türkçe Yazmalar koleksiyonunda bulunmaktadır. Yazma, katalogta Lâmièî’nin Heft Peyker mesnevîsi olarak kaydedilmiştir. Kütüphanedeki Türkçe yazmalarının yeniden numaralandırılmasına göre söz konusu yazmanın kayıt numarası CBL T.505’dir .12 Bu nüsha, Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinin müellif hattı nüshadan istinsah edilen ve bugünkü bilgilerimize göre, eserin tek yazma nüshasıdır. Toplam 168 varaktan oluşan yazmanın ölçüleri 18 x 28,5 cm (8,5 x 20 cm)dir. Her varak ortalama 21 beyittir. Yazmanın cildi dağılmış, bazı sayfaları kopmuş. Sayfaların kenar ve iç kenarlarında kurt yeniği vardır. Metin çift cetvelli, başlıklar Farsça olup renkli mürekkeple yazılmıştır. Bunlardan sarı, gri ve beyaz renkle yazılanlarda bazı kelimeler silinmiş. Eser, yer yer harekeli olan düzgün bir nesihle yazılmıştır. Bununla beraber bazı başlıklar ve metin içinde bazı yerlerde yazı okunaklı değil. Yazmanın tamamı harekeli olmayıp, baştan iki varak (1b-2a), bölüm başlıklarının hepsi (59 başlık) ve metin içinde bazı kelimeler harekelidir. Eserde geçen yedi gezegen, yedi gün ve yedi güzelle ilgili kelimelerin yazılışında renkli mürekkep kullanılmıştır. Eser, varak 1b’de yer alan İftitÀó-ı nÀme der-óamd-i ÒudÀ Güm-rehÀn-rÀ nÀm-ı pÀkeş reh-nümÀ Evvel-i evvel buved Àn õÀt-ı pÀk Áòir-i Àòir şeved Àn kibriyÀ 10 KUT, Günay (1976), “Lami’î Chelebi and His Works” Journal of Near Eastern Studies, 35, Chicago, 73-93. 11 Daktilo yazısı olan bu listenin başlığı şöyledir: “The CBL Supplement-Handlist and Later Additions”, Dr. Elean Wright. 12 Dublin Chester Beatty Kütüphanesi Yazmalar bölümünde toplam 160 Türkçe yazma eser bulunmaktadır. 401-493 numaralar arasında kayıtlı Türkçe yazmalar, Vladimir Minorsky’nin hazırladığı The Chester Beatty Library: A Catalogue of the Turkish Manuscripts and Miniatures (Dublin, 1958) adlı katalogta yer almaktadır. Bu kataloğun devamı olan yukarıdaki listede (daktilo yazısı) ise Türkçe yazmalarla ilgili 494-560 arasındaki kayıtlar vardır. Bu listedeki yazmalar, Minorsky kataloğunun devamı niteliğinde yeniden numaralandırılmıştır. Buna göre, daktilo yazısı listede 12. sırada yer alan (Meredith-Owens: 12 kayıtlı) Heft Peyker adlı eser, T.505 olarak yeniden kaydedilmiştir. 167 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi iki beyitlik Farsça bir başlıktan sonra ilk beyti: Bi’smi men lÀ-ilÀhe hìç sivÀh Şehida’llÀhu vahdetine güvÀh olan Besmele manzumesiyle başlamakta ve varak 167 b’de Hâtime bölümünün son beyti olan: Maôhar-ı luùf olup o devlet-òvÀh Ola dÀyim cihÀnda ôıllu’llÀh (6891) dua beytiyle sona ermektedir. Yazmadaki istinsah kaydından da anlaşıldığı gibi, bu nüsha, eserin yazıldığı H.957 tarihinden yaklaşık iki yıl sonra H.959 (M.1551/52) yılında müellif hattı olan nüshadan kopya edilmiştir. Yazmasının sonunda (v. 167b) kırmızı mürekkeple yazılmış Arapça feragat kaydında, bu nüshanın H. 959 yılı 12 Safer (Pazartesi)/M.1552 yılı 8 Şubat tarihinde Uşak kasabasında Abdurrahman bin Abdullatif tarafından müellif nüshasından istinsah edildiği belirtilmektedir: Arapça kaydın okunuşu şöyledir: úad vaúa’al-ferÀà èan-tesvìdi heõÀ’s-sivÀdi’lmunìfi fi’l-ÀvÀnı’s-saèìd ve’l-vaúti’ş-şerìfi min-nüsòa’il-mü’ellifi’ø-øaèìfi èAbdi’rraómÀn bin èAbdi’l-laùìf fi’l-èaşri’s-sÀnì min-şehri ãaferi’l-muôaffer- òaúúa’llÀhu bi’lòayri ve’ô-ôafer- min-şühÿri sene tis’a ve òamsìn ve tisaè-mi’ye-il-hilÀliyye fi-úaãabai èuşşÀúi- ãÀn’allÀhu sevÀkin èan-nifÀú temme (Büyük karayı (yazıyı) karalama (yazma) sona erdi. Bu mutlu anda ve şerefli bir zamanda, zayıf Abdurrahman bin Abdullatif’in müellif nüshasından ay (hilali) takvimine göre 959 yılının aylarından, Allah’ın hayır ve zaferle donattığı muzaffer Safer ayının on ikinci gününde Uşak kasabasında-Allah onun sakinlerini nifaktan korusunyazma işi sona erdi.) Yazmanın 3b-7a ve 12a varaklarında der-kenar yazıları bulunmaktadır. Bunların yazısı, metin kısmındaki yazıyla aynıdır. Sayfa kenarlarındaki bu şiirler, kaside nazım biçimiyle yazılmış 4 Naèt’tir. Bu şiirlerde şairin mahlası geçmediği için, kasidelerin Abdî’ye ait olup olmadığı konusunda hüküm vermek güçtür. Abdî’ye ait Divan’ın da bugün bulunmayışı, bu konuda herhangi bir karşılaştırmanın veya tespitin yapılmasını mümkün kılmamaktır. Yazmanın12a varağının alt kısmında, ters olarak yazılmış der-kenar beyitte eserin istinsah tarihi rakam olarak 959 ve ebced hesabıyla tarih düşürülerek bir beyitte yer almaktadır. 168 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 3- Nüshanın İmlâ Özellikleri: Okunaklı bir nesihle yazılan bu nüshanın imlâ özelliklerini genel olarak şöyle sıralayabiliriz: 1. Yer yer harekeli olan yazmanın ilk iki varağı (1b-2a) ve metin içindeki bölüm başlıklarının hepsi harekelidir. Metin içinde bazı Arapça tabirler, yazılışları benzer Türkçe kelimeler ve doğru okunmasını sağlamak amacıyla bazı kelimeler harekelenmiştir. 2. Atıf وvav’ları ve izafet یy’leri bazen harf, bazen hareke, bazen de her ikisi ile verilmiştir. Atıf وvâv’nın hem harf hem ötre ile gösterildiği yerler de var: tek ü pÿy ÈuÄ Ë 3pÔ (170), TÀziyÀn u Derì È—œ Ë 3ÊU²Å“UÔ (8a), bay u yoòsul ë¼u33ﺳ¥² Ë3 ÈU( ﺑ11a), ter ü şirìn ü naàz eGì Ë 3s²d– Ë 3dÔ (164b). Metinde izafet kesresi çoğu zaman È y ile verilmektedir: maôharı luùf nD¼ ÈdäE¦ (167b), òüsrevi devrÀn Ê«—Ëœ ÈËd• (23b), düri yek-dÀne ë쫜 p² È—œ (153b). Bu y’ler, imâle yapılması gereken hecelerde yazılmaktadır. İzafet kesresinin ötreyle gösterilmesine de rastlanmaktadır: fülkü felek, mülkü melek (86). 3. Akuzatif (yükleme durumu), datif (bulunma durumu) ve 3. t. ş. iyelik ekleri yer yer yazılmayıp bazen hareke ile belirtilmiştir: cÀnı ÅÊU2 (17b), kilìdi Åbš*½ (30a), kÀòı ÅŒU½ (23b), FerhÀd’ı ÅœU0d§ (164b); lebi ÅV¼ (154a), leb-i yÀúÿtı Å®uU² ÅV¼ (153b); şÀha ÓˆU– (229.b, 30a), AllÀh’a Óë*¼¬ (134a), nuãrete Ó…dBì (167b). 4. Sonu “e/ a” sesinin karşılığı olan ë (güzel h) ile biten kelimelerde akuzatif eki, dönemin diğer yazmalarında olduğu gibi, çoğu zaman ¡ hemze ile gösterilmiştir. Bu tür yazılışlar genellikle Farsça ve Arapça kelimelerde görülmektedir: bendeyi Zühre’yi ¡ˆd£“ (178.beyit), mühreyi (46b), ¡ˆbM (154a), óarbeyi ¡ëd• (1378.beyit), cÀmeyi ¡ë¦U2 (164a), nÀmeyi ¡ë¦Uì (165b). Datif ekinin de bu tür kelimelerde hemzeyle gösterildiği yerler vardır: bendeye ¡ˆbM (892. beyit); endìşeye ¡ëA²bì« (8a). Eserde “de” edatı, “mı/mi” soru edatı kendinden önceki kelimeye bitişik yazılmaktadır: olur mı —u¼Ë«; “ki” bağlacının da kelimeye bitişik yazıldığına rastlanmaktadır: şol ki- p¼u–, ki aãıl-‰#P½ , ki andan-ÊbìU½. 5. Arapça aslındaki doğru yazımı hemzeli olan bazı kelimelerdeki hemzeler Farsça’nın etkisiyle y È ile yazılmıştır. Bu imlâ özelliği önceki dönemin eserlerinde13 de görülen bir durumdur: dÀyimÀ UL²«œ (←ULz«œ), dÀyim r²«œ (←rz«œ ), úÀyim r²U(←rzU). Yine önceki dönem metinlerinde görülen bir durum olan, bazı Farsça kelimelerin õ ‹’li yazılışlara rastlanmaktadır: künbeõ c¾M½ kelimesi (Nizamî’de günbed b¾M½ olarak geçer); [rÿz-ı] Àõìneh ëM²‹¬; eõdehÀ U£œ‹« (metinde ejdehÀ U£œŠ« /ezdehÀ U£œ“« yazılışları da görülmektedir). 13 Bkz. Cem Dilçin, Süheyl ü Nev-BÀhÀr (İnceleme-Metin-Sözlük), Ankara 1991: 39. 169 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi 6. Vezin gereği bazı Türkçe kelime ve eklerin yazılışında ikilik görülmektedir: —Ë—Ëœ ≠ ——Ëœ (durur); —Ëœ ≠ —œ (-dur); r½ ≠ rš½ (kim); ëJ ≠ ë½U (saña); v•œ ≠ v•«œ (dahı); ãanki ëJìU# ≠ rJìU# ãan kim; çünki / çün kim; v¾½ ≠ Vš½ ≠ v¾š½ (gibi); dÓ×# ≠ dÔU# ãatar. Vezin zaruretinden dolayı bazı Türkçe kelimelerin yazılışı veya harekelenmesinde klâsik imlânın dışında çıkıldığı görülmektedir: ‘olamaz’ kelimesi ØeÓL¼Å 3Ë« ‘olımaz’ şeklinde harekelenmiştir (31b). Eserde vezin gereği bazı Farsça kelimelerin de ikili yazılışına rastlanmaktadır: zinhÀr: —UäM²“ (16b) (vezne göre bazen y’li yazılmaktadır); zindegì: vÖbM²“ (17a) ve “zinde” ˆbì“ (17a); “òaylì-òayli” v*š• ≠ Åqš• . 7. Metinde bir beyitte Çağatayca unsur da görülmektedir: èArż oldur ki senden istermin Suòan oldur ki saña söylermin (77) 8. Yazmada bazı dizelerde yan yana iki kelimenin altına  mim ve Õ ha harfleri yazılarak bu kelimelerin yerlerinin değiştirilmesine işaret edilmiş ve böylece vezin bakımından düzeltmeler yapılmıştır (76, 331). Metinde bazı kelimenin da altında açıklamalı (eşanlamlı) kelimelerin de yazıldığı görülmektedir:dÀhiyÀn-ı dihìz (9b, dÀhiyÀn kelimesinin altında bendegÀn yazılı); yÀrÀ (45b, yÀrÀ kelimesinin altında küçük yazıyla ®uúuvvet yazılı). 9. Yazmada birkaç yerde kelimelerde harflerin noktaları unutulmuş veya yanlış konulmuştur. Bunun yanı sıra eserde kelimelerin yanlış yazılışına da rastlanmaktadır: Êb*JMÔ tenglikden (165b); “şìfte” kelimesi birkaç yerde ëךH– (83b, 84b), baver kelimesi “barev” (2025) olarak yazılmıştır. 10. Metinde bazı kelimelerin, Farsça’daki aslına uygun olarak harekelendiği görülmektedir: «dÓÇ çerÀà, ˆœU×Ó§ UÄ pÀ-fetÀde, “«uÓì nevÀz. Bazı kelimelerin klasik imlânın dışındaki yazılışına veya harekelenmesine de rastlanmaktadır: òvÀb »«u• kel-si »U• (18a) şeklinde “vav”sız yazılmıştır, däE¦ (mahzar), “muzhir” (4b) şeklinde, gencÿr “güncÿr” olarak, gezend “güzend” olarak harekelenmiştir. “se” kelimesi Åë se kesreli olarak; başlıklardaki gün adları ëžM– şenbih, yekşenbih şeklinde harekelenmiştir. Müellif nüshasından kopya edilen bu nüshanın imlâ özellikleri ile Abdî’ye ait bugün elde olan diğer eserlerindeki imlâ özellikleri arasında benzerlikler vardır. Abdî’nin bugün bilinen dört mesnevîsine ait yazmalardan üçünün (biri müellif hattı olduğu eserdeki kayıttan anlaşılan, diğer ikisi de yazı ve yazım benzerliğinden dolayı müellif hattı olduğu düşünülen) yazım özellikleri de birbirine benzemektedir. Abdî’nin bu eserleri üzerine yapılan çalışmalarda da bu eserlerdeki bazı kelimelerin yazılışında “klâsik imlânın dışına çıkıldığı, kelimelerin okunuşta halk ağzına yaklaştırıldığı” belirtilmektedir. (İnce 1987: ; 2008: 60-61; Kuloğlu 1989: I/41-42) 170 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Abdî’nin müellif nüshası olan Cemşîd u Hurşîd’in yazımında da bazı kelimelerdeki alışık olmayan harekelenmeler görülmektedir. (Bkz. Kuloğlu 1989: I/4-5) Heft Peyker yazmasında da görülen benzer yazım özellikleri, müstensihin tutumu olarak değerlendirilebileceği gibi, müstensihin kopyasını yaptığı müellif nüshasındaki imlâ özelliklerini yazmaya aynen aktarmış olabileceği ihtimalini de düşündürmektedir. A. MESNEVÎ'NİN DIŞ YAPISI 1- Nazım Biçimi Abdî’nin Heft Peyker mesnevisinde başlıklar dışında, tek bir nazım biçimi kullanılmıştır. Eserin tamamı mesnevî nazım şeklinde ve Nizamî’nin Heft Peykeri ile aynı vezinde, Fe’ilatün Mefa’ilün Fe’ilün (Fa’lün) kalıbıyla yazılmıştır. Abdî’nin eserinde, klasik bir mesnevînin giriş kısmında bulunması gereken bölümlerin hepsi yer almaktadır. Sadece “Münacat” ayrı bir başlık altında olmayıp, “Tevhîd” bölümünün sonunda; “Mucizat” da ayrı bir bölüm olmayıp, “Mirac” bölümünün son kısmında anlatılmaktadır. Abdî’nin çevirisini yaptığı Nizamî’nin eserinde de bu bölümler bulunmamaktadır. Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinin düzenleniş şekli şöyledir: Tercüme-i Heft Peyker başlığından sonra, eserin giriş kısmını oluşturan sırasıyla Besmele (19 beyit), Tevhîd (63 beyit) , Na’t(27 beyit), Dört halifeye övgü(16 beyit), Mirac (100 beyit), Eserin yazılış sebebi(73 beyit), Özür, Padişah için övgü, Sözün övgüsü, Nasihat manzûmesi yer almaktadır. Daha sonra 47 başlık altında anlatılan hikâye kısmı gelir. 59. bölüm olan Hâtime bölümüyle de eser sona erer. Bilindiği gibi, İslami geleneğe uygun olarak mesneviler “Besmele” ile başlar. Mesnevide “Besmele” ilk manzumenin ilk beyti olabileceği gibi, bütünüyle ayrı bir bölüm de olabilir. (Ünver 1986: 434). Abdî’nin Heft Peyker’inde “Besmele” manzûmesinin baş kısmı “tahmid” niteliğinde olup devamındaki beyitlerde “Besmele”nin harfleri, noktaları ve harekeleri ile ilgili çeşitli benzetmeler yapılmaktadır.14 “Tevhîd” bölümünden itibaren, Abdî, Nizamî’yi tercüme etmeye başlamaktadır. Abdî’nin eserindeki “Tevhîd” bölümünün başlığı, Kur’ân’daki “Kul hüvallâh” (“De ki, O Allah birdir.”) sözüyle başlamaktadır. Tanrı’nın varlığını ve birliğini dile getiren bu bölüm 63 beyittir (20-82). “Tevhîd” bölümünün ikinci kısmı, “Münâcât” niteliğini taşımaktadır. Eserde ayrı bir başlık altında “Münâcât” bölümü yoktur. Tevhîdin devamındaki beyitlerde Abdî Allah’a yakarmakta, kul olarak güçsüzlüğünü, her konuda Tanrı’nın yardımına muhtaç olduğunu dile getirmektedir. Daha sonra 27 beyitlik (83109) “Naèt” bölümü gelmektedir. 14 Bu benzetmeler daha çok şekil yönündendir: (mesela, » be -çukur altındaki nokta, « elif - asâ-yı kelîm, ” sin- testere,  mim- âb-ı hayat çeşmesi, ‰ lam- kâkül, şedde- tarak vb.) 171 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi Eserdeki “Medh-i çehâr-yâr” bölümü ise 16 beyitlik kısa bir bölümdür (110-125). Dört halife için övgü içeren bu bölüm, eserde “Mirâc”tan öncedir. (Nizamî’de bu bölüm ayrı değil, “Naèt”in son kısmında yer alır.) Abdi’nin Heft Peyker mesnevîsinde “Mirâc” bölümü 126-225. beyitler arasında toplam 100 beyittir. “Sebeb-i nazm-ı kitab” bölümünde şair gaipten duyduğu bir ses (hâtif)in kendisine bu eseri yazmasını söylediğini anlatır. Bu bölüm 226-298. beyitler arasında ve toplam 73 beyittir. Daha sonra 29 beyitlik bir bölümde şair eserinden dolayı özür diler.(299-327) Eserde “Padişah için övgü” bölümü 328-461. beyitler arasında yer alır. Burada eserin sunulduğu II. Selim övülmektedir. Burada II. Selim’den padişah olarak söz edilmektedir. Bölümünün son kısmında iki şehzade olarak bahsedilen II. Selim’in oğulları Murat ve Mahmut için övgü beyitleri yer almaktadır. Bu bölümden sonra sözün övüldüğü, hikmetin değerinin anlatıldığı bir bölüm gelmektedir.(462-570) Mesnevîde bundan sonra harflerle ilgili benzetmelerin yer aldığı 15 beyitlik kısa bir bölüm gelir. Daha sonra da Nasihat (oğula öğüt) bölümüne geçilir. (586-676) Mesnevînin Giriş kısmını oluşturan bu manzumeler, 11 başlık altında anlatılmakta ve toplamda 676 beyittir. 677. beyitten itibaren Abdî, Kon ser-ÀàÀz-i óikÀyÀt-i mülÿk Hem be-kon der-şÀnışÀn medó ü åenÀ (“Padişahların hikayesini anlatmaya başla ve onların şanına övgü yap.”) başlığıyla (12. başlık) asıl hikâyeye girer ve konuya toplam 47 başlık ayırır. Hikâye 6730. beyitle bitmektedir. Buna göre, eserin hikaye kısmı toplam 6062 beyitten oluşmaktadır. Eserde “Hâtime” bölümü, son başlık (59. başlık) altında anlatılmaktadır. Bu bölüm 152 beyittir (6731-6882). Şair burada, eserin başlangıç ve bitiş tarihini “lafzen” söyler, ayrıca eserin bitişine ebced hesabıyla tarih düşürür; eserini överek Sultan II. Selim’e sunduğunu ve eserinin beğenileceğini umduğunu dile getirir, padişaha övgü yapar ve ona dua ederek eserini bitirir. Eserde kullanılan ikinci bir nazım biçimi de başlıklarda görülmektedir. Başlıklar, Farsça olup metin kısmından ayrı bir nazım şekliyle ve vezinde yazılmıştır. Burada belirtmek gerekir ki, başlıkların manzum oluşu, Abdî’nin eserini Nizamî’nin Heft Peyker’inden ayıran başlıca özelliktir. 172 Heft Peyker mesnevisinde toplam 59 bölüm başlığı yer almaktadır. Birinci başlıktan itibaren bütün başlıkların aa ba ca ... xa şeklinde kafiyelendiği görülmektedir. Birinci başlık (Besmele manzumesi) iki beyit halinde ve aa ba biçiminde kafiyelidir. Diğer başlıklar ise birer beyit olup birinci mısraı serbest, ikinci mısraı birinci başlıktaki birinci beyitle kafiyelidir (xa). F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Eserdeki başlıkları oluşturan beyitler alt alta sıralandığında toplam 60 beyitlik bir “kıtèa-i kebîre” nazım biçimi ortaya çıkmaktadır. (İlk beyti kafiyeli, son beyitte şairin mahlası geçmektedir.) Bilindiği gibi, mesnevi içinde-özellikle uzun hikayelerin anlatımında- şekil ve vezin monotonluğunu gidermek için hikaye arasına farklı nazım biçimleri veya farklı vezinli manzumelere yer vermek sık görülen bir durumdur. Nitekim Abdi’nin diğer mesnevilerinde bu tutumu görmek mümkündür: Niyaz-name’de hikaye kısmındaki gazel, ferd ve rübai gibi şiirlerin serpiştirilmesi; Cemşid ü Hurşid’deki giriş kısmını oluşturan özellikle dini manzumelerin kaside, rübai ve kıt’alar şeklinde olması, Gül ü Nev-ruz’da da eserin vezninden farklı, bir tane farklı nazım şeklinin kullanılması gibi.15 Ancak Abdi’nin diğer mesnevilerinde olduğu gibi Heft Peyker mesnevisinde farklı nazım şekillerine yer verilmemiş ve eser, başlıklar dışında tümüyle tek bir nazım biçimiyle (mesnevi) ve tek vezinle yazılmıştır. 2- Vezin ve Kafiye Vezin Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsi, Nizamî’nin Heft Peykeri ile aynı vezinde, aruzun Hafif bahrinin Fe’ilatün (Fâ’ilâtün) Mefa’ilün Fe’ilün (Fa’lün) kalıbıyla yazılmıştır. Eserde kullanılan bir diğer kalıp ise bölüm başlıklarında görülmektedir. Bölüm başlıklarının hepsi Farsça ve manzum olup eserin yazıldığı vezin kalıbından farklı olarak Remel bahrinin Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün (Fa’lün) kalıbındadır. Heft Peyker’de vezin özelliklerinden imâle ve ulama gibi durumlara sıkça rastlanmaktadır. İmalelerin çoğu, ı, i, u, ü ünlülerinde yapıldığı görülmektedir. İmâlelerden bir kısmı gösterme hali (akuzatif) eki olan –ı/i üzerine; bazen de izafet kesresine (“ya-i izafet”) denk gelmektedir. Aşağıdaki örneklerde altı çizgiyle gösterilen hecelerde imâle vardır: ÓarekÀtiyle oldı çün berekÀt SÀlik-i rÀha odur yaraàla yat (17) º TengnÀ-yı cihÀndan ol birÿn Dut melÀmet yaúasını iy dÿn (23 5) Cüst ü cÿ eyledüm o demde hemÀn Defter-i köhne-i zemìn ü zemÀn (249) Geldi NuèmÀn cenÀbına SimnÀr İtdi luùf u kerem oña ãad bÀr (746) Beyitlerde imâle yapılan heceler, daha çok kelime sonundaki Türkçe ekler, Türkçe kelimelerde ise son hecelerdir. 15 İnce 1986; 2008. 173 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi Bunun yanı sıra birçok beyitte hece düşürülen ulamaya rastlanmaktadır. Bu vezin özelliği Abdî’nin diğer eserlerinde de görülmektedir. (Kocatürk 1970: 363; İnce 1987: 161; 2008: 55; Kuloğlu 1989: I/20-21). Abdî’nin Heft peyker’inde vezin gereği bazı beyitlerde iki kelime arasında ulama yapılırken bir hecenin düştüğü görülmektedir. Bu tür ulamalar gerek önceki gerek sonraki dönem şairlerinin çoğunun eserinde de görülmektedir.16 Heft Peyker’de görülen bu ulamalar iki tür olarak gruplandırılabilir: 1) ki bağlacıyla yapılanlar. ki bağlacı ve sonra gelen ünlü ile başlayan kelime arasında ulama yapılırken ki’nin -i ünlüsü düşmektedir: Noúùalar ki oldı anda necm-i hüdÀ (k’oldı) º Dìv [ü] şeyùÀnı recme yidi sezÀ (16) Heft haù ki oldı Àòir iy dildÀr º Noúùası olur nişÀne-i pür-kÀr (277) º Faãl-ı evvel sütÿde-i YezdÀn Ki itdi cihÀna èaùÀ tÀb u tevÀn (331 k’itdi) º 2) Diğer bir durum ise, sonu ünlü ile biten herhangi bir kelimeden sonra gelen ve ünlü ile başlayan ikinci kelime (genelde it- , ol-, al- gibi Türkçe fiiller) arasında yapılan ulamadır. Bu durumda ilk kelimenin sonundaki ünlü düşmektedir. Eserde en sık rastlanan ulama türü de budur. Birkaç örnek: ÓarekÀtiyle oldı çün berekÀt SÀlik-i rÀha odur yaraàla yat (17) º NÀòunıyla itdi ol óabìb-i ÒudÀ º Sìb-i mÀhı du nìm bì-pervÀ (122) KÀf [u] nÿn emri olalı mÀder-zÀd º Olmadı bir peser suòan gibi zÀd (464) Ol ki òÿy-ı òoşile olur zÀde º Merg vaútinde rÿyı olur sÀde (527) º Dögülür def gibi iy saèÀdet-bìn º Bilmeyen bu cihÀnuñ dÀiresìn (449) Aşağıdaki örneklerde de sonu ünlü ile biten bir kelimeden sonra gelen o işaret sıfatı arasında yapılan ulamadır ki, bu durumda da vezin gereği ilk kelimenin sonundaki ünlünün düştüğü görülmektedir: Kilk-i meşşÀùa o zülf-i cÀnÀna º Şeddeden düzdi èanberìn şÀne (11) ÒvÀr-ı àamzeyle o àamzesi àammÀz º Virdi èuşşÀúa òayli sÿz u güdÀz (3702) 174 16 Cem Dilçin, Mesèûd bin Ahmed, Süheyl ü Nev-BahÀr (İnceleme-Metin-Sözlük), Ankara 1991: 139-140. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. İtdi dünyÀyi terk ü istedi dìn ÒÀnemÀn terkin urdı o merd-i güzìn (933) º Hece düşmeli ulamalara Abdî’nin bilinen diğer üç mesnevisinde (Niyâz-nâme-i Sa’d u Hümâ, Cemşîd u Hurşîd, Gül ü Nev-ruz) de sıkça rastlanması, şairin aruz veznini kullanmadaki bir özelliği olarak değerlendirilebilir. Eserde bazı Arapça ve Farsça kelimelerle zihaf yapılmıştır. En çok zihaf yapılan kelimeler şunlardır: gÀhì, ãÀfì (164b), fevrì, òaylì, úumrì. Aşağıdaki beyitte altı çizili hecede zihaf vardır: ÒÀkdan tÀ-eåìr dÿd u kef äÀfì oldur ki oldı aãl[ı] şeref (6756) Türkçe kelimelerle vezin gereği med yapıldığına da rastlanmaktadır: İkilige_eylemez o şÀh vuãÿl Birdür bir bilür cemè-i èuúÿl Kafiye Eserde ahengi sağlayan şiir unsurlarından biri olan kafiyenin her çeşidine Heft Peyker mesnevîsinde rastlıyoruz. Bunun yanı sıra eserde Farsça kelimelerle yapılan kafiyelerin ağırlıkta olduğu göze çarpmaktadır. Bunun yanı sıra Türkçe kelimelerle yapılan kafiyelerin de azımsanmayacak kadar olduğu da görülmektedir. (Örnekler: çoú-yoú, ol-yol, anı-úanı) Farsça kelimelerle yapılan kafiyelerin bir kısmı, Nizamî’den çevrilen beyitler ve çeviri sırasında kafiyeyi oluşturan kelimelerin de aynen korunması neticesinde meydana gelse de, şairin kendi eklediği beyitlerde de bu durum söz konusudur. Farsça kelimelerle yapılan kafiyelerin yanısıra Türkçe, Arapça (daúiú-tedúiú, lahut-nasut, melek-felek), Türkçe ve Farsça (çerag-ag), Türkçe ve Arapça (bana-hata, Buraú-aú, muhtac-aç), Farsça ve Arapça (bi-tab-sevab) kelimelerle yapılan kafiye çeşitlerine de rastlanmaktadır. Rediflerde daha çok Türkçe fiiller (eyle-, ol-, ur-, úo-, úıl- gibi) görülmektedir: Kafiye endişesinden dolayı bazı kelimelerin yazımında ikilik görülmektedir. Metinde “aú” kelimesinin “aà” şeklinde yazılması gibi. Eserdeki kafiye çeşitliliğinden, Abdî’nin kafiye bulmada zorlanmadan çok çeşitli kafiyeler kullanarak göze ve kulağa daha iyi hitap etmeyi başardığı anlaşılmaktadır. Dil ve Anlatı Abdî’nin dile olan hakimiyeti, mesnevinin farklı yerlerinde farklı şekilde kendini göstermektedir. Mesela, “Tevhid, Münacat” gibi eserin giriş kısmını oluşturan bölümlerde dilin daha ağır, Arapça kelimelerin ve çoklu terkiplerin daha fazla yer aldığı görülmektedir. Olayın anlatıldığı kısımda ise daha sade bir dil kullanılmıştır. Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinde Türkçe kelimeler ve deyimlerin yanı sıra XVI. yüzyıl Türkçesi’ne girmiş çok sayıda Arapça ve Farsça kelimeler yer alır. Bununla 175 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi beraber Arapça ve Farsça’daki kurallara göre yapılmış tamlamaların da bulunduğu görülür. Eserinde Arapça ve Farsça kelimelerin çokluğu, özellikle fazla kullanılmayan, alışık olmayan Arapça kelimelere yer vermesi, Abdî’nin bu iki dile iyi derecede vakıf olduğunu göstermektedir. Eserde çok sayıda Arapça ve Farsça kelimelere, bu dillerdeki kurala uygun olarak yapılan ikili, üçlü tamlamalara rastlamak mümkündür. Ancak bunların yanında Eski Anadolu Türkçesi’ne ait ve bir kısmı günümüz Türkçesi’nde anlam değişikliği gösteren kelimelerin de yer aldığı görülmektedir. Heft Peyker mesnevîsinde geçen bu Türkçe kelimelere örnek: baàlamak- (hasıl etmek), barmaà, bay (zengin), beg, berü, birle, çoà/çoàı, dir-, dögmek, durmak (kalkmak), dut- (farzet-), dükeli (hepsi, bütünüyle), dün (dün ü gün: gece gündüz), em (ilaç, deva), girü, ıraà, ilçi, iñen (çok, pek çok), irgür-, ordu, Tañrı, tek (sadece, yalnızca; gibi), úaçan (ne zaman), úanda (nerede), úanı (hani, nerede), úaú-, ucından (yüzünden, sebebinden), úıl-, úo-, úoú-, úut, ãaúın-, ãun-, ùoyla-, ur-, uş-, ùuş ol- (ulaşmak, vasıl olmak), yaraà (yaraàla yat, techizat, levazım), yeg, yil, yil-(hızlı esmek), yid- (yedekte getirmek), yit-, yoà, yoòsul. Heft Peyker’de dikkat çeken dil ve imla özelliklerinden başlıcaları şunlardır: bazı Türkçe fiillerde yuvarlak ünlüyle kullanılan I. tekil şahıs ekinin yazılışında düzleşme eğilimi görülmektedir: r²b×Ö gitdim, r²bÔ« itdim, rš*Öœ degilim (66b). Eserde bazı kelimelerin bilinenin dışında harekelendiği de göze çarpmaktadır: birÿnbürÿn (83a), gencÿr- güncÿr, Òalac- Òaluc (83a) rÿşena- rÿşinÀ, çehre-çihre (62a), delÀl-dilÀl (73b), èeşÀyir- èüşÀyir (86b); “se” sayısının kesre ile ëÅ şeklinde verildiği; Türkçe “ıraà” kelimesinin “araà” (87a) olarak, “çekse, oldukça, olmaz” gibi kelimelerin de “çikse, oldakça, olımaz” okunacak şekilde harekelendiği görülmektedir.17 Abdî’nin diğer eserleri (Niyaz-name-i Sa’d u Hüma, Gül ü Nev-ruz, Cemşid ü Hurşid) üzerine yapılan araştırmalarda da böyle alışılmışın dışındaki harekelenmelere işaret edilmektedir. (İnce 1987: 161, 2008: 60; Kuloğlu 1989: I/4-5; ) Heft Peyker’de dil ve üslup bakımından dikkat çekici bir diğer nokta da, Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerle yapılan tamlamalardır. Bu tamlamalar arasında Türkçe kelimelerle yapılan izafet terkipleri de vardır. Çoklu terkiplerin, daha çok eserin giriş kısmını oluşturan dinî manzumeler ile padişaha övgü içeren bölümlerde kullanıldığı görülmektedir. “u/ü/vu/vü” bağlacının Türkçe kelimler arasında kullanıldığı da görülmektedir: bay u yoòsul; yat u yaraà 146b; baş u cÀn (105a); ben ü sen (85a); Türkçe ve Farsça: ben ü yÀr (144a), daà u deşt (145b). Şiirde ahengi arttıran unsurlardan biri de kelime tekrarından oluşan ikilemeler- 176 17 Diğer eserlerde de görülebilen benzer harekelenmeler üzerine yapılan değerlendirmelerde bunların “bir ağız özelliği yansıması olarak” kabul edildiği görülmektedir. (Bkz. F.S. Kutlar, Klâsik Dönem Metinlerinde Değerli Taşlar ve Risâle-i Cevâhir-nâme, Ankara 2005: 71) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. dir. Heft Peyker’de gerek Türkçe gerekse Farsça ve Arapça söz tekrarlarından oluşan ikilemelerin kullanıldığı da görülmektedir: úat úat (34b), dilim dilim (89a), ãaf ãaf (107a),ùas ùas 146b, vaút vaút (125a), fevc fevc (146b), dÀne dÀne (13b), endek endek (52a, 71a, 113b); hezÀr hezÀr; yegÀn yegÀn kelimeleriyle yapılanlardır: Heft Peyker’de beyitlerin çoğu, paralel ve simetrik bir yapıya sahiptir. Aşağıda verilen örnek beyitler için simetrik bir söyleyiş söz konudur: BÀdbÀn-ı laùìf-i fülk-i felek PÀsbÀn-ı şerìf-i mülk-i melek 86 İy èaùÀ-pÀş-ı òÀlıú-ı åaúleyn V’iy óaùÀ-pÿş-ı rÀzıú-ı kevneyn 222 TÀb-ı óaşr içre sÀyedÀr eyle Áb-ı luùfile mÀyedÀr eyle 224 Genc-i bì-mÀr-ı dehr kim gördi Gül-i bì-óÀr-ı èasr kim dirdi 242 Heft Peyker mesnevîsindeki beyitlere cümle yapısı olarak bakıldığında, çoğu beyitlerde, birinci dizede başlayan cümleye ait fiilin (veya fiilimsinin) genelde ikinci dizenin başında yer aldığı görülmektedir: TÀ-ebed mÀh-ı devletüñ tÀbÀn Ola mihrüñ cihÀna ide seyrÀn 461 Çekdi yÀrı kenÀra èöõr-i temÀm Diledi Fitne’den o dem BehrÀm Didi bu òÀne kim saña zindÀn Oldı èöõrüm úabÿl it iy cÀnÀn Abdî eserinde çok sayıda Türkçe deyime de yer vermiştir. Türkçe deyimlerin yanında Farsça ve Arapça kelimelerle kurulan deyimlerin de kullanıldığı görülmektedir. Farsça deyimler, Nizamî’nin Heft Peyker mesnevîsindeki beyitlerde geçen deyimlerden aktarılarak oluşturulmuştur. Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinde geçen deyimlerden bazıları şunlardır: (ãu gibi) ayaàına aúmak, barmaàın ıãırmak, başa çıkmak, başa (Àlem) tar olmak,başına seng dokunmak/düzmek, başına taş vurmak, başına zindÀn olmak, diline geleni söylemek, el ãunmak (=el sür-, el uzat-), eli irmek, elin çikmek, kemer bağlamak, úana girmek, úanın içmek, úaşıyacaú tırnaú bulamamak, (başkasının) kapısına salmak, úulak asmak, ùuş olmak, yaş ãaçmak, yavuz ãanmak (kötülük dile-); Farsça ve Arapça kelimelerle kurulan aktarma deyimler de var: (kìn) davulunu beline urmak, (yoluna) cÀn u baş fedÀ olmak,èaúlını başına dirmek,èaúlını yaàmÀ ittirmek, ÀvÀzı dökülmek, belÀ çekmek, belÀ virmek, ber-bÀd eylemek, bì-cÀn itmek, birine (deşti, arãayı) teng eylemek, cÀn almak, cÀn virmek, cÀnda cÀy itmek, cÀnına yitmek, cÀnuna tÀlÀn virmek, cigeri pür-dÀà úılmak, cigerin dökmek, dÀmen der-miyÀn itmek, derd virmek, dil (veya baàrı) kebab olmak, dili pür-óÿn úılmak, dil-teng olmak, efsÿn 177 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi urmak, farú úomak, àam yimek, àam gitmek, gerdeninde günÀh olmak, gerd(àubÀr )-i zevÀl úonmamak, gÿrını ferah eylemek, gÿş dutmak, gÿşına gÿşvÀr itmek, gÿşını pür itmek, úadem urmak (úurmak), leked yimek, miyÀn baàlamak, naúş baàlamak, nÀz u şìve ãatmak, nerm eylemek, òÿn yudmak, òÿn-ı ciger yimek, òÿn bahÀsıyla virmek, renc cekmek, reng virmek, rÿhını niåÀr itmek, rÿyı siyah (surh) olmak, ser eğmemek, sirke-füruş olmak, yÀbÀna atmak (düşmek), yÀdına gelmek. Eserde Farsça ve Türkçe kelimelerden oluşan deyimlerin çoğunlukta olduğu görülmektedir. Aşağıdaki beytilerde “şaşmak, hayret etmek” anlamında “parmağını ısırmak” ve “aldatmak” manasındaki “reng virmek” deyimleri kullanılmıştır. Komutanından, köle kızı köşkün damına koca bir ineği sırtında taşıyabildiğini duyan Behram, şaşkınlığından parmağını ısırır, buna inanmaz ve bu işi kendi gözleriyle görmek istediğini söyler: Iãırur barmaàın olup óayrÀn Didi bu òaber kÀr olur mı iy òÀn º Eger olursa da olur nìreng Bize óìle ile virmegil gel reng BÀverüm yoú bu kÀrdur nÀdır TÀ meger ben olam oña nÀôir (2023-25) Aynen çevrilen atasözüne örnek: Abdî: Her kimesne bahÀnede hÿş-yÀr Duàunı turş dir kes olmaz iy yÀr (485) Nizamî: X‘ ¬ﺳdÔ s¦ ﻍËœ ë½ b²u~ì f½X «ﺳg£ešÔ ëìUä— ﺑœ v ½ﺳd£ (37) Herkesi der-bahâne tîz-huş est Kesi ne-guyed ki duà-ı men turş est (“Herkes bahanede zeki oldugunu iddia eder. Kimse ayranım eksidir demez.”) B. MESNEVÎ'NİN İÇ YAPISI 1- Olayın Özeti: Heft Peyker mesnevîsinin hikaye kısmında anlatılan olayların özeti şöyledir: 178 İran padişahı Yezdcird’in yirmi yıl çocuğu olmaz. Bir süre sonra bir oğlu dünyaya gelir. Adını Behrâm koyarlar. Çocuğun talihine bakan müneccimler Behrâm’ın Arap diyarında yetişeceğini söylerler. Şah, Yemen padişahı Numan’ı huzuruna çağırarak Behrâm’ı ona teslim eder. Numan, çocuğu kendi çocuğu gibi çok sever ve bütün bildiklerini ona öğreterek yetiştirir. Behrâm’ın Yemen’in sıcak ikliminden zarar görmemesi için havası ve suyu güzel ve latif olan bir yerde Rûm ilinden getirttiği meşhur mimar Simnâr’a Havernak köşkünü yaptırır. Köşk bitince bir eşinin daha yapılmaması için mimar Simnar’ı, yaptığı kasrın tepesinden attırarak öldürtür. Bir gün Numan bir iz bırakmadan bilinmeyen bir şekilde ortadan kaybolur. Oğlu Munzir babasının yerine tahta geçer. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Babası gibi, o da Behrâm’a sonsuz sevgi ve merhamet gösterir. Behrâm Arap diyarında bütün hünerler ve bilgilerle birlikte silah kullanmayı ve avlanmayı öğrenir. Bütün zevki yaban eşeği avlamaktır. Bundan ötürü Gûr sanını alır. Behrâm bir gün avda bir yaban eşeği yakalamış arslana rastlar. Hemen attığı okla arslanı da eşeği de yere saplar. Yine bir gün Eşkar adlı atına binip ava çıkan Behrâm, bir yaban eşeğini kovalar. Bir mağaranın önüne gelince bir ejderin kapıda yatıp uyumakta olduğunu görür. Hemen yayını alıp okla ejderi öldürür. Karnını yarınca eşek yavrularının çıktığını görür. Tanrı’nın inayetiyle eşeği kovalayarak buraya geldiğini anlar. Mağaraya girince orada hazine bulur. Behrâm bir gün Havernak kasrının içini dolaşırken kapısı kapalı bir odayı farkeder. Odayı açtırır. İçeri girince odanın mücevherle dolu olduğunu, duvarda da yedi güzelin resimlerini görür. Bunlar Hint, Çin, Harezm, Saklap, Mağrip padişahları ve Kayser ile Kisrâ’nın kızlarının resimleridir. Bir halka şeklininde oturan bu kızların arasında da, yeni yetişmiş güzel bir gencin resmi (kendi timsali) bulunmaktadır. Behrâm burada kendi talihini görür. İran padişahı Yezdcird ölür. İranlılar, Behram Arap diyarında bir Arap gibi yetişmiştir, İran’ı tanımaz diyerek Hüsrev adında birini tahta geçirirler. Behram bunu haber alınca çok üzülür. Numan’ın topladığı askerle savaşa hazırlanır. Yeni İran şahı Behram’a mektup gönderir. Behram da İranlılara cevap verir. Babasının yaptıklarından kendisinin sorumlu tutulmamasını diler, kendisinin tahta layık olacağını söyler ve bir şartı teklif eder: iki arslan arasına konan tacı alabilen padişah olsun. Sonunda İran tacı iki arslanın arasına konur. Behram arslanları öldürüp tacı alır. Böylece babasının tahtına oturur. Behram adaletle hüküm sürerek halkını sevindirir. İran bir yıl kıtlık içinde kalır. Behram hazineleri açarak ve ambarlardan buğday dağıtarak halkı açlıktan kurtarır. Bir gün Behram ava çıkar. Yanından hiç ayrılmayan Fitne adındaki cariyesi de ona eşlik eder. Behram rastladığı yaban eşeklerini okla birer birer düşürür. Önüne bir yaban eşeği daha çıkınca şah, “Söyle, neresinden vurayım?” diye Fitne’ye sorar. O da, “Başından vur, tırnağından çıksın” diye cevap verir. Behram attığı okla eşeğin kulağını tırnağına mıhlar. Sonra kıza dönerek: “Gördün mü hüneri?”-der. Kız, “İdman sahibi için güç bir iş değildir”-diye cevap verince öfkelenen Behram, komutanına Fitne’yi öldürmesini emreder. Fitne, şahın öfkesi geçince pişman olacağını söyleyerek komutana yalvarır. Komutan da onu şehir dışındaki evine götürüp saklar. Fitne’nin verdiği yedi mücevheri satarak, kıza altmış basamaklı bir köşk yaptırır. Kız, o sırada doğuran bir inek yavrusunu çok sever. Onu kucağında taşır. Her gün altmış basamak merdiveni yavru ile çıkıp iner. Buna o kadar alışır ki, yavru büyüdüğü halde boynunda taşıyarak aynı merdiveni tırmanır. Bir gün Fitne, komutana birçok mücevher vererek ziyafet hazırlığı görmesini; avlanmak üzere buralara gelen şahı köşküne davet etmesini söyler. Behram, ava çıktığı bir gün komutanın davet etmesi üzerine eve gelir. Köşkü beğenir, ziyafetten hoşlanır. Ko- 179 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi mutana: “Yerin çok güzel; ancak altmış yaşını geçtiğin halde bu altmış basamaklı merdivenden nasıl çıkıyorsun?”- diye sorar. O da: “Bu benim için şaşılacak bir şey değil, ben erkeğim. Asıl şaşılacak şey, güzel ve ince bir kızın koca bir ineği bu merdivenden indirip çıkarmasıdır”- der. Şah inanmaz. Fitne, kucağına ineği alıp merdiveni çıkınca herkes şaşırır. Şah “Bu kuvvetle değil, ancak idmanla olabilir” deyince, Fitne şaha eski sözlerini hatırlatarak karşılık verir. Şah bu sözler üzerine geçmişi hatırlar, Fitnesine kavuşur. Behram, bundan sonra içip eğlenmek ve avlamakla vaktini geçirmektedir. Yönetimi veziriyle vezirin oğullarına bırakır. Bunu fırsat bilen Çin hakanı askerini toplayarak İran’a yürür. Horasan’a kadar gelir. Behram telaşa kapılır; adamlarına güveni olmadığı için kaçmaktan başka çare bulamaz. Yüz atlı ile şehirden çıkıp gizlenir. Hakan kolayca şehre hakim olur. Behram bir gece baskın yaparak şehre girer. Hakanın askerlerini kılıçtan geçirir. Sabah olunca tahtına geçip oturur; ordu kumandanlarını toplayıp onları azarlar. Behram, Havernak köşkünde gördüğü resimleri hatırlar. Hint, Çin, Saklap, Mağrip ve Harezm şahlarıyla Kayser ve Kisra’ya birer elçi gönderip kızlarını ister. Yedi köşkün yapılmasını emreder. Köşkler tamamlanır, her biri yedi iklimin rengine göre boyanıp döşenir. Yedi iklim padişah kızları bu köşklere yerleştirilir. Haftanın her günü güzellerden birine ayrılır. Behram haftanın her günü sırasıyla yedi köşkten birini ziyaret eder. Günün ve köşkün rengine uygun olarak giyinen Behram, köşkteki güzel prenses tarafından karşılanır. Akşama kadar içip eğlenilir. Gece olunca köşkteki kız Behram’a bir masal anlatır. Bu masallar, köşkün, dolayısıyla mensup olduğu yıldızın, iklimin ve kızın rengini övmekle biter. Cumartesi günü, Behrâm haftanın birinci günü olan Cumartesi sabahı siyah elbiselerini giyerek siyah köşkü ziyaret eder. Mecliste yiyip içip eğlenildikten sonra gece köşkün kızından bir hikaye anlatmasını ister. Birinci iklim şahının kızı olan Fûrek, siyah köşkte Behram’a şu hikayeyi anlatır: bir zamanlar evlerine misafir gelen siyahlar giyen bir kadının anlattığı bu hikaye, günün birinde ortadan kaybolan ve bir süre sonra siyahlar giyinmiş olarak dönen bir şahın hikâyesidir. Hikayede şah, çok sevdiği cariyesinin ısrarı üzerine, gizlice yolculuk yaptığı siyahlar giyenlerin ülkesinde başından geçenleri anlatmaktadır. Şahtan bu hikayeyi öğrenen kadın da bundan sonra hep siyah giyermiş. Pazar günü Behrâm baştan aşağı sarı renge bürünerek sarı köşkü ziyarete gider. Burada köşkün sahibi olan kızla akşama kadar hoş vakit geçirir, gece olunca bir hikaye dinler. İkinci iklim padişah kızının sarı köşkte Behram’a anlattığı hikaye şudur: Irak şehirlerinden birinin zengin ve akıllı şahı, kadın yüzünden zarar göreceğini müneccimlerden öğrendiği için evlenmezmiş. Aldığı cariyeleri de uzun süre tutmaz satarmış. Şahın sarayındaki bir kocakarı cariyelerin huyunu bozup yoldan çıkarırmış. Bir gün yeni bir tüccardan satın aldığı güzel bir cariye şahın beğenisini toplar. Gönülden bağlanan şah önce aşkının karşılığını bulamaz. Kocakarının tavsiyesiyle, başkasını sever görünerek kızı kıskandırır. Acı öeken kız dayanamayıp ona üzerindeki bir uğursuzluk yüzünden evlenmediği gerçeği anlatır. Sonunda şah ile köle kız aşklarına boyun eğerek evlenirler ve mutlu olurlar. 180 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Pazartesi günü üçüncü iklim padişahının kızı yeşil köşkte padişaha şu masalı anlatır: Rum diyarında güzel, iyi kalpli, hünerli, bilgili, günahtan kaçınır bir kişi olan Bişr bir gün yolda peçeli bir kadına rastlar. Ansızın esen rüzgarla peçesi açılan kadının güzelliğine hayran olan Bişr aşk ateşiyle tutuşur. Çareyi şehirden uzaklaşıp kutsal topraklara- Beytü’l-Mukaddes’e gitmekte görür. Yolda Meliha adında çok konuşan, her şeyi bildiğini söyleyen biriyle tanışır. Bir gün kızgın bir çölü aç ve susuz geçtikten sonra bir yeşilliğe varırlar. Orada toprağa gömülmüş ağzı açık, içi su dolu bir küp görürler. Susuzluklarını giderdikten sonra Meliha suya girip yıkanmak ister. Bişr suyu kirletmemesini söylese de Meliha dinlemez, soyunup küpe girer. Fakat küp derin bir kuyu imiş. Bişr boğulan arkadışını çıkarıp orada gömer, eşyasıyla parasını ailesine vermek üzere alıp memleketine döner. Meliha’nın evini bularak karısına kara haberi verir, eşyaları teslim eder. Kadın, gösterdiği bu doğruluktan dolayı Bişr’i takdir eder. Kadın yüzündeki örtüyü kaldırınca, Bişr hayretle karşısındaki kadının sevdiği o kadın olduğunu görür. Bir nara atıp bayılır. Kendine gelince durumu kadına anlatarak Tanrı’ya şükreder. Bişr ile kadın anlaşıp evlenmeye karar verirler. Kadın da murada erdiği için yeşiller giyer. Salı günü dördüncü iklim padişahının kızı kırmızı renkli köşkte Behram için şu masalı söyler: Rus illerinde bir padişahın güzel bir kızı varmış. Kızın güzelliği dünyaya yayıldığı için onu isteyenler çokmuş. Fakat çok güzel olduğu kadar çok akıllı da olan bu kız, kimseyi kendine eş olarak layık görmez. Babası kendisi için yüksek bir dağın tepesine bir kale yaptırır. Bütün bilimleri öğrenmiş olan bu kız, tılsım bilgilerine de sahipti. Bu bilgilerini kullanarak, taş ve demirden birtakım tılsımlı şekiller yaptırır ve bunları kaleye giden yola yerleştirir. Aynı zamanda usta bir ressam olduğu için kendi resmini de bir kumaşa işler, altına da “Kim beni isterse şu dört şartı yerine getirsin” diye şartlarını yazıp resmi şehre astırır. Bu şartlar: kendini isteyenin iyi soylu ve yakışıklı bir delikanlı olması, kaleye götüren tılsımlı yolu bulup çözmesi ve daha sonra babasının yanında soracağı sorulara cevap vermesidir. Birçok istekli başaramayıp canını verir. Zalim güzel, yolunda ölenlerin başlarını da bu resmin iki yanına sıra sıra dizdirir. Bir genç tesadüfen o yerden geçerken şehrin kapısında asılı kızın resmini görüp aşık olur. Delikanlı mağarada oturan yaşlı bir filozofun yanına gider,ondan tılsımların sırrını öğrenir. Tılsımları çözüp kaleye giden yolu bulmayı başarır. Daha sonra sarayda padişahın huzurunda kızın sorduğu sorulara cevap vererek onunla evlenir. İki sevgili muradına erer. Çarşamba günü beşinci iklim şahının kızı mavi köşkte Behram’a şu masalı anlatır: Mısır’da Mahan adında güzel bir genç varmış, dostlarıyla gezer eğlenirmiş. Bir gün hoş bir bostanda akşama kadar yiyip eğlenirler. Ortalık kararınca Mahan biraz dolaşmak ister. Gezerken bir kişiye rastlar. Rastladığı adam Mahan’a tanışıklık gösterir ve kendisiyle gelmeyi teklif eder. Mahan peşine takılır. Sabaha kadar yorgun argın onu izler. Sabah olunca adam ortadan kaybolur. Ne yapacağını bilemeyen Mahan tenha bir yere çekilip yatar. Gözlerini açınca karşısında biri erkek biri kadın iki insan görür. Bunlar, öteki adamın dev olduğunu söyleyerek Mahan’ı birlikte götürürler. Sabah olunca on- 181 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi lar da ortadan kaybolur. Mahan akşama kadar bir yere gizlenir. Bir ara yedeğinde bir at götüren bir süvariye rastlar. Süvari, kaybolan iki insanın da dev olduklarını söyler. Mahan, yedek ata binip süvari ile yola çıkar. Ansızın bir gürültü kopar. Siyahlar giymiş, fil gibi hortumlu, sığır gibi boynuzlu devler sahrayı kaplar. Her biri, elinde ateş, kuyruklarında zil dolaşır. Mahan, altındaki atın da dört ayaklı, iki kanatlı ve yedi başlı bir ejder olduğunu görür. Bu işkence içinde sabahı eder. Sabah olunca devler dağılır, delikanlı kendini kan gibi kırmızı, cehennem gibi sıcak kum deryası içinde bulur. Akşama kadar yürüdükten sonra sulak bir yere varır. Bin basamaklı bir kuyu görerek merdivenden iner. Işık beliren bir delikten bakınca güzel bir bağ görür. İçeri girip ağaçtaki yemişlerden toplamaya başlar. O sırada görünen bir ihtiyar onu saraya götürür. Delikanlı bahçeyi dolaşırken peri kızlarının geldiğini görür. Beraber yiyip içip eğlenirler. Mahan sarhoş olup peri sultanını öper. Gözlerini açınca karşısında çirkin bir kocakarı görür. O gece ifritler Mahan’a işkence eder. Sabah olunca ifritler dağılır. Mahan kendini çok kötü bir yerde bulur. Ağlayarak Tanrı’ya yalvarır, secdeye kapanıp dua eder. Başını kaldırınca, yeşiller giyinmiş nur yüzlü birini karşısında görünce yalvarır. O: “Ben Hızır’ım, sana el uzatmaya geldim, gel seni evine götüreyim”der. Mahan, Hızır’ın eline yapışır. Gözlerini açınca kendini selamette, ilk devin alıp götürdüğü yerde bulur. Bağda ise arkadaşları maviler giyinmiş sessiz oturmaktadır. 182 Perşembe günü altıncı iklim padişahının kızının sandal ağacı renkli köşkte Behram’a söylediği masal şudur: Hayr ile Şer adındaki iki genç birlikte yola çıkar. Yolları susuz ve sıcak bir çöle düşer. Şer, daha önce su ile doldurduğu kırbasınından arkadaşından gizli su içer. Bir süre sonra Hayr susuzluğa daha fazla dayanamayacağını anlayarak mücevherlerini Şer’e vererek su ister. Şer razı olmaz, suya karşılık Hayrın iki gözünü ister.Hayr, gücü tükenince Şer’in teklifine sonunda razı olur. Şer arkadaşının gözlerini oyar; mücevherlerini alır, bir damla su da vermeden ayrılıp gider. Hayr, çölün ortasında kanlar içinde kalır. Oralara yakın bir yerde yerleşmiş zengin bir göçebe kabile reisinin kızı, Hayrı bulur, su verir, başından geçenleri öğrenerek zavallıyı hizmetçilerinden birine teslim ederek evine gönderir. Akşamüstü kızın babası eve gelip durumu öğrenince iki dallı ağacın yapraklarından merhem yaparak hastanın gözüne koyar. Zamanla Hayr’ın gözleri iyileşir, eskisi gibi görmeye başlar. Hayr Tanrı’ya şükredip bu göçebe reisinin yanında bir süre kalır, kurtarıcısına canla başla hizmet eder. Hayr kıza aşık olur ve çaresiz yurduna dönmeye karar verir. Gitmesine üzülen reis Hayrı oğlu gibi sever ve kızını verir. Hayr kızla evlenir, hepsi mutludur. Bir süre sonra başka bir yere göçmeye karar verirler. Hayr, giderken kendisini iyileştiren ağacın her iki dalının da yapraklarını alır. Vardıkları bir şehrin şahın kızının sarası varmış. Hayr getirdiği yapraklarla kızı iyi eder, şahın vaadi üzerine de onunla evlenir. Vezirin kızı da gözlerinden hasta imiş. Hayr getirdiği ağaç yapraklarıyla bu kızın gözlerini iyi edince vezirin kızını da alır. Hayr bir gün pazarda dolaşırken Şer’i görür; saraya getirmelerini söyler. Hayr’ın kayın pederi- göçebe reisi- de elinde kılıç karşıda durur. Saraya gelen Şer, Hayr’ı tanıyınca ayaklarına kapanarak özür diler, yalvarır. Hayr Şer’i affeder. Şer’in arkasından giden Hayr’ın kayınpederi onun başını F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. keser; çaldığı mücevherleri Hayr’a götürür. Hayr mücevherleri kurtarıcısı olan göçebe reisine verir. Hayr iyilikle ün kazanır. İkide bir kendine mutluluk veren ağacı selamlayarak Tanrı’ya şükreder. Cuma günü yedinci iklim padişahının kızı beyaz köşkte padişaha aşağıdaki masalı söyler: Zengin bir gencin cennet kadar güzel bir bağı ve içinde güzel bir köşkü varmış. Genç her hafta buraya gelip eğlenirmiş. Bir gün bağına gelir ve kapıdan içeri giremez. İçeriden de saz ve eğlence sesleri gelmektedir. Etrafı dolaşır, bir delik görüp içeriye girer. Meğer şehrin güzel kızları toplanıp elenmek için bağa gelmişler. Kızlardan ikisi delikanlıyı görünce hırsız sanarak yakalayıp döver. Genç bağın sahibi olduğunu söylese de bir türlü inandıramaz. Sonunda kızlar durumu anlayarak özür dilerler ve delikanlıyı alıp meclislerine götürürler. İki kız kendilerini affettirmek için beğendiği kızı ona getireceklerini söylerler. Havuz başına toplanan kızları gizlice izleyen genç saz çalan kızı hepsinden çok beğenir. Bu kızı ikna edip getirirler. Delikanlı kızla yalnız kalınca bir süre konuştuktan sonra kızı kucaklayıp öper. O arada bulundukları ahşap kulübe birden sallanır ve dökülür. Delikanlı ve kız ayrılır. Ertesi günü iki kız, çalgıcı kızı tekrar delikanlıya getirir. Delikanlı kıza sarılmak ister, tam bu sırada bir fare, asılı bulunan kabakların ipini dişleriyle keser. Yere düşen kabaklar o kadar gürültü çıkarır ki, iki sevgili korkudan her biri bir tarafa kaçar. Kız tekrar arkadaşlarının yanına döner. İki kız bunun üzerine delikanlıyı arayıp bulurlar, teselli ettikten sonra kızı tekrar yanına getirirler. Delikanlı kızla başbaşa kaldığı sırada yine bir aksilik olur: bulundukları yerin yakınındaki mağarada birkaç tilkinin bulunduğunu sezen bir kurt, ansızın oraya saldırır. Tilkiler kaçışır, kurt da onları kovalar. Neye uğradığını anlayamayan delikanlı, korkudan kızı da sürükleyip kaçmaya başlar. İki kadın bunları karşılayıp durdurur. Delikanlı böylece Tanrının kendisini günahtan koruduğunu anlar, kızı nikahla alır. İki sevgili evlenip muratlarına erer. Behram bir gün divanda iken bir haberci gelir. Çin hakanının askerleriyle İran’a yürüdüğünü, birçok şehri yakıp yıktığını söyler. Behram bu haberi duyunca çok üzülür. Hazine boş, asker dağınıktır. Şah içip eğlenmekle vaktini geçirmiş, yeni vezir ise haksızlık ve hırsızlıkla halkı kırmıştır. Vezir her zaman halkın edepsiz, küstah olduğunu, yoksul kalması ve baskı altında tutulması gerektiğini şaha söylemiştir. Behram derdini dağıtmak için ava çıktığı sırada bir duman görerek atını oraya sürer. Dağları aşıp dumanın çıktığı yere varır. Bir köpeğin ağaçta asılı olduğunu görerek oradaki ihtiyara sebebini sorar. İhtiyar şu cevabı verir: “Bu köpek benim koyunlarımın bekçisi idi. Bir yere gittiğim vakit sürüyü ona emanet ederdim. Bir gün koyunlarımı sayınca, yedisinin eksik olduğunu gördüm. Koyunlar günden güne eksiliyor, bir kısmını da zekât adı altında “âmil-i sadakat” alıp götürüyordu. Bir gün uykuya dalmıştım. Gözlerimi açınca bir kurdun yaklaştığını gördüm. Köpeğin sürüden semiz bir koyun seçerek kurda verdiğini gördüm. Artık durumu anlamıştım. Bir süre sabrettim, sonunda köpeği böyle astım. Emanete hıyanet edenin hali budur.” Bu hikayeyi ihtiyar çobandan dinleyen Behrâm ibret dersi alır. Şehre dönünce durumu inceleyerek kararını verir. Ertesi gün tahta oturup divanı toplar. O sırada gelip yerine 183 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi kurulan vezire şiddetle çıkışıp yaptığı kötülüklerinden dolayı onu kınar ve zindana attırır. “Kimin şikayeti varsa gelsin” diye ilan ederler. Herkese divana koşar, zindandakiler de çıkarılır. Bunlardan yedisi şahın huzurunda gelip şikayetlerini anlatırlar. Bu yedi mazlumdan birinin kardeşi işkence ile öldürülmüş, ikincinin bağına el konulmuş, üçüncünün cevherleri elinden alınmış, saz çalan dördüncünün sevgilisi zorla alınmış, beşincinin malı mülkü gasp edilmiş, sipahi olan altıncının köyü elinden alınmış, bir sofu olan yedincinin de, vezire kötü dua eder korkusuyla elleri bağlanmıştır. Şah, vezir tarafından zindana atılan bu zavallılara kaybettikleri malları ve değerleri geri verir. Vezirin mallarını da mazlumlardan yedincisi olan sofuya bağışlarsa da, o bunu kabul etmeyip gözden kaybolur. Behrâm’ın o gece gözüne uyku girmez. Sabah olunca şah darağacını kurdurur; herkesi toplar, zincire bağlı veziri de getirterek astırır. Adalet dersi aldığı çobanı da çağırtarak ihsanlarda bulunur. Memleket huzura kavuşmuş, hazine dolmuş, asker de düzene girmiştir. Çin hakanı bu olayları duyunca yaptığına pişman olur ve özür diler. Vezirin yazdığı mektupları gönderir. Meğer hakanı şah aleyhine kışkırtan da vezir imiş. Behrâm içki ve eğlenceyi bırakır. Yedi köşkü yedi tapınak haline getirir. Her birine ünlü birer “mûbid” koyar. Behrâm bir gün avlanmak hevesiyle atına binip kıra çıkar. Rastladığı bir yaban eşeğini kovalayarak bir viraneye varır. Yaban eşeği oradaki mağaraya dalınca Behrâm da atını sürer. Arkadan adamları yetişir. Mağaranın kapısında toplanırlar. Ne mağaraya giden yolu ne de şahla avı bulurlar. Şahın askeri de gelir. Mağaranın kapısını yıkıp her yeri ararlar. Şehre birini gönderip Behrâm’ın annesini çağırırlar. Mağaranın içindeki kuyuyu kırk gün kazarlar, fakat şahın izi bulunmaz. Behram hikayesi burada sona erer. 2- Kişiler: Behrâm-ı Gûr’un menkıbevî hayatı, aşk ve maceraları etrafında yazılan Heft Peyker mesnevîsi, konu bakımından “kahramanları tarihten alınmış hikayeler” arasında (Husrev u Şirîn, İskender-nâme gibi) yer almaktadır.18 Yapısı ve kahramanların durumu bakımından ise bu hikaye, (İskender-nâme ile beraber) tek kahramanlı veya “tek kahramanı eksen yapan hikâyeler”dendir. (Levend 1967: 73) Heft Peyker, Bin Bir Gece Masalları gibi, “çerçeve hikaye üslubu”na (Hint hikaye tarzı, yani hikaye içine hikaye yapısına sahiptir. Genel olarak Heft Peyker mesnevîsinde anlatılan olayları ikiye ayırabiliriz: 1-Behram’ın doğuşundan sonraki yetişmesi ve tahta oturması, yedi iklim padişah kızlarıyla evlenmesi ve haftanın belirli gününde belli bir köşkü ziyaret etmesi, Çin Hakanıyla savaşması; yaşlı çobandan dinlediği hikayeden ders çıkarması; vezirinin kötülüklerinden haberdar olması, yedi mazlumun hikayesini dinlemesi, zalim veziri cezalandırması; esrarengiz sonu. 2- Heft Peyker’in ikinci ve önemli bölümünü oluşturan, yedi iklim padişah kızlarının anlattığı yedi hikaye kısmı. 184 18 A.S.Levend, “Divan Edebiyatında Hikayeler”, TDAY-Belleten, Ankara 1967: 72. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Behram hikayesinde, yedi hikayeye kadarki bölümde etkili ve önemli olan kişiler şunlardır: Yezdcür (Behram’ın babası), Numan (Behram’ı yetiştiren Yemen şahı), Münzir, Münzir’in oğlu Numan, Fitne, Serheng (komutan). Behram hikayesindeki diğer karakterler: Çin Hakanı, Husrev (Yezdcürd’den sonra İran tahtına seçilen padişah), Behram’a mektubu getiren haberci, Behramın annesi (hikayenin sonunda Behramın mağarada kaybolması olayında ortaya çıkar). Bunlar, Behram’la ilgili olayların gelişmesi sırasında ortaya çıkan ve genel hikayede küçük rolleri olan üçüncü derece şahıslardır. Yedi hikayenin anlatıldığı kısımdaki şahıs kadrosu: yedi ilkim padişahının kızları: Fûrek, Yaàma-nâz, Nâz-perî, Nesrîn-nûş, Azeryûn, Hümâ (Hümâyûn), Dürsi (Dürset). Eserde bu kızların adları ilk defa, Behram’ın Havernak köşkünde gezerken gizli bir odada duvardaki yedi kızın resmini gördüğü sırada geçer. Hikayenin bu kahramanlarının olayın gelişimindeki rolleri ve karakter özellikleri şöyledir: Behrâm: Hikayede Behram-ı Gûr, Behram Şah adlarıyla da geçer. Heft Peyker’in baş kahramanıdır. İran’ın Sasanî hükümdarlarından Behrâmın hayatı, ölümünden sonra yarı tarihî, yarı destanî, yarı masal unsurlarıyla süslenerek çeşitli şairler tarafından kaleme alınmıştır. Ancak ilk defa Nizamî tarafından ayrı bir eserde konu olarak işenmiştir. Heft Peyker’de Behrâm, İran padişahı Yezdcürd’ün biricik oğludur. Hikaye onun doğumuyla başlar. Tahta geçinceye kadar Yemen şahı Numan’ın yanında büyümesi, oradaki yaşayışı, yetişmesi, bilgiler öğrenmesi, avları, av esnasındaki maceraları, yaptığı kahramanlıklarıyla karşımıza çıkmaktadır. Behram güçlü, cesur, akıllı, ava ve eğlenceye düşkün birisidir. Adaleti ve cömertliği sayesinde halkı tarafından sevilen bir padişahtır. Avlandığı avlarına bile merhametli davranan biridir. Avladığı yaban eşekler (gûrları) arasında dört yaşından küçük olanları öldürmezdi: Ùutsa bisyÀr gÿr u úılsa şitÀb ÇÀr-sÀle olmasa itmez idi kebÀb Demi ol gÿruñ olur idi óarÀm K’olmasaydı çehÀr-sÀle temÀm 1026-1027 Kıtlık zamanında şehirdeki ambarları açtırıp halka yiyecek dağıtmakla cömertliği: Gördi şeh úadr-i dÀnedür vÀlÀ Der-i enbÀr[ı] açdurur óÀlÀ Her diyÀra itdi nÀmeler fermÀn Ki õehÀirle pür müdür enbÀn DÀneye ger olursanız muótÀc Gelüñ aluñ cihÀnda úalmañ ac 1715-1717 mazlumların hakkını vermekle ve zalim vezirini cezalandırmakla adaleti; savaşlardaki kahramanlıkları ve cesareti gibi özellikleri övülmektedir. Hikayede Behram’ın 185 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi ihtiyar çobandan öğrendiği ders, zalim vezirini cezalandırma ve mazlumların hakkını verme bölümlerinde Behram’ın “ideal yönetici tipi”nin19 özellikleri gösterilmeye çalışılmıştır. Şairin düşüncesine göre, yönetici adaletli olmalıdır. Behram’ın bir ara devlet işlerini vezirine bırakıp zevk ve eğlenceye dalması sırasında ülkede yolsuzluk ve adaletsizlik boy göstermiştir. Behram, bu durumdan, ihtiyar bir çobandan dinlediği olay sayesinde haberdar olur ve adaletinin gereğini hemen yerine getirir. Hikayenin sonunda Behram’ın bir av sırasında kovaladığı bir yaban eşeğinin arkasından mağaraya girerek bir daha geri çıkmaması, herkes üzerinde üzüntü yaratır. Yezdcürd: (Yezdgürd, Yezdcird, Yezdecird olarak da geçer): Behram’ın babası ve İran hükümdarıdır. Zalimliliği dolayısıyla ölümünden sonra İran halkı, oğlu Behram’ın İran tahtına oturmasını istememiş. Hikayede ilk olarak, çocuksuz bir padişah olarak bahsedilir. 20 yıl sonra babalık duygusunu tatmış olmasına rağmen, çocuğunun talihini yıldızlardan tayin eden müneccimlerin tavsiyesi üzerine kendinden uzağa göndermeye karar verir. Numan: Yemen şahıdır. Behram’ı Arap ülkesi olan Yemen’de büyüten de odur. Behramı doğduğu sıradan beri kendi çocuğu gibi sevgi ve şefkatle büyütmüştür. Münzir diye bir oğlu vardır. Behram için mimar Simnar’a Havernak köşkünü yaptıran daha sonra bir eşinin daha yapılmaması için mimarı öldürten padişahtır. Baba sevgisi ve şefkati gibi özellikleriyle tanıtıldığı gibi, Simnar olayında “padişah öfkesi”ne de bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Behram’ın yetişmesinde önemli fonksiyonu vardır. Bir gün tahtı bırakıp ortadan kaybolmakla olayın dışında kalır. Simnar: Meşhur Hevernak köşkünün mimarıdır. Numanın isteği üzerine Rum’dan gelip bir köşk yapar ve daha sonra padişahın gazabına uğrayarak yaptığı köşkün damından aşağı attırılarak canından olur. Baş kahramana herhangi bir etkisi gözlenmemektedir. Olayda “dil belasını”in kurbanı olarak görülür. Münzir: Numanın oğlu, Yemen prensidir. Babası Numan’ın ani kaybolmasından sonra onun yerine tahta geçer. Babasının isteği üzere, Behram’ın daha rahat etmesi için yapılacak köşkün yerini arayıp bulur. Behram’a babası gibi şefkatli davranır. Numan: Münzirin oğlu ve Numan’ın torunudur. Behram’ın çocukluk arkadaşı olarak beraber yetişmişlerdi. Daha sonra İran tahtına oturması için Behram’a asker vererek yardım etmiştir. Fitne: Behram’ın gözde cariyesidir. Behram’ın av ve eğlence vakitlerinde hep onun yanındadır. Eserde, anlatılan yedi hikayelerden önceki bölümde yer alan Behram-cariye epizotunun kadın kahramanıdır. Behram’ın tahta oturup yedi renkli köşkü yaptırması olayına kadarki bölümde “İdmanla her iş yapılabilir” cevabını verdiği olayda ve “buzağı” motifiyle karşımıza çıkar. Behram’ın bir av sırasında padişahın öfkesine sebep olan bir cevap vermesi, öldürülmesi için padişahın komutanına teslim edilmesi ve 186 19 S. Yılmaz, “Nizami-i Gencevî’de Adaletli Yönetici İdeası”, Atatürk Üniv. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 18, Erzurum 2001: 201-210. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. kendisini öldürmemesi için komutana yalvarması; daha sonra komutanın köşkünde oturması ve büyümüş bir buzağıyı altmış basamaklı köşkün damına sırtında taşıması olaylarında geçmektedir. Hikayenin ilk kısmında fonksiyonu olan bir kahramandır. Komutan: (eserde serheng olarak geçer). Hikayede “Behram-cariye” olayında ortaya çıkar. Behram bir kızgınlık anında sevdiği Fitne adlı cariyesini öldürmesini ona emreder. Komutan, cariyenin yalvarması ve padişahın kızgınlığı geçince pişman olacağını söylemesi üzerine kızı öldürmez. Daha sonra padişahı köşküne misafirliğe götürmesi, orada kızın dama buzağıyı çıkarması ve padişahın Fitne’sine kavuşması olayında görülür. Rastrûşen: Behram’ın veziri. Zalimliği ve kötülükleriyle tanıımlanmaktadır. Behram eğlence ve zevke daldığı sırada ülkedeki birçok yolsuzluğa ve huzursuzluğa sebep olmuştur. Zindana attığı yedi mazlumun şikayeti üzerine ve padişaha ve ülkesine yaptığı ihanetin farkedilmesi sonucu ölümle cezalandırılmıştır. Çoban: Hikayenin son kısımlarında ortaya çıkar. Sürüsünü emanet ettiği köpeğinin ihanetinden dolayı onu asarak cezalandırmasını padişaha anlatması dolayısıyla “padişah-çoban” olayında görülen şahıstır. Behramın, gerçekleri görmesi ve vezirin ihanetini öğrenmesinde vesile olan da budur. Yedi iklim padişahları: Hint Reyi, Çin Hakanı, Horezm Şahı, Saklab padişahı, Mağrip şahı, Rûm Kayseri, Kisrâ (İran). Yedi İklim Padişahlarının Kızları: Fûrek: birinci iklim padişahı olan Hint padişahının kızı, siyah renkli köşkün sahibi ve birinci hikayeyi anlatan kızdır. Anlattığı hikaye: Cumartesi günü, “Siyah giyen bir şehrin ve padişahın öyküsü”. Yaàma-nâz: İkinci iklim (Çin) padişahının kızıdır. Sarı renkli köşkün sahibi ve ikinci hikayeyi anlatan kızdır. Anlattığı hikaye: Pazar günü “Evlenmek istemeyen şahın hikayesi”. Nâz-perî: üçüncü iklim (Harezm) padişahının kızı ve yeşil renkli köşkün sahibidir. Pazartesi günü şaha üçüncü hikayeyi anlatan kızdır. Anlattığı hikaye:”Bişr ile Meliha’nın hikayesi”. Nesrîn-nûş: dördüncü iklim (Saklab) padişahının kızıdır. Salı günü kızıl renkli köşkte şaha anlattığı hikaye: “Tılsım bilen bir prensesin bilmeceleri”. Azeryûn: beşinci iklim (Maàrib) padişahının kızı. Perşembe günü firûze renkli köşkte “Mahan’ın hikayesi”ni anlatan prensestir. Hümâ :(Hümâyûn): altıncı iklim padişahı Kayser kızıdır. Sandali renkli köşkün sahibi olarak Perşembe günü şahı ağırlar ve ona “Hayr ve Şer” hikayesini anlatır. Dürsi:(Dürset): Yedinci iklim padişahının (Kisra’nın) kızı olarak beyaz renkli köşkte yerini alır. Cuma günü şaha “iki sevenin çilesi”ni anlatan bir hikaye söyler. Yedi prensesin anlattığı çeşitli hikayelerde de ayrı ayrı olaylar ve kişiler yer almaktadır. 187 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi Behram hikayesi çerçevesinde anlatılan yedi hikayenin içinde çok sayıda olağanüstü olaylarla masal motifleri yer almaktadır. Aşağıda Heft Peyker’de anlatılan yedi hikayenin kısaca konusu ve özellikleri ile ilgili değerlendirmeler yer almaktadır. Bu hikayelerin özelliği, anlatıldığı köşkün rengi, haftanın günü ve mensup olduğu seyyârenin özellikleriyle uyum içinde olmasıdır. Heft Peyker’de yer alan, yedi iklim padişah kızlarının anlattığı yedi hikayedeki şahıs kadrosu ise şöyledir: 1. hikaye: siyah giyinen bir padişah, siyah giyinen bir kadın, yolcu, tüccar, Türktaz adlı peri ve onun maiyetindeki kalabalık kızlar grubu. Burada içiçe geçmiş hikayeler (çerçeve hikaye üslubu) söz konusudur. 2. hikaye: melik, köle kız, yaşlı kadın (pîrezen), köle kızlar satıcısı; saraydaki diğer cariyeler. Bu hikaye içinde ayrıca köle kızın anlattığı kısa bir hikayede de: Hz. Süleyman, Belkis ve oğlu. Çerçeve hikaye üslubu burada da görülmektedir. 3. hikaye: Bişr, Bişr’in âşık olduğu güzel kadın, Meliha. 4. hikaye: Rus ülkesinin padişahı, padişahın kızı, soylu delikanlı, ihtiyar bilgin. Çok sayıda dekoratif unsurlar ve şahıslar. 5. hikaye: Mahan; Mahan’ın arkadaşları, insan kılığına giren divler, periler, ihtiyar muhafız, acûze. 6. hikaye: Hayr, Şer, göçebe kabile reisi, reisin kızı, annesi, diğer hizmetçiler; dekoratif karakterler: padişah, padişahın kızı, vezir, vezirin kızı, saraydaki hizmetçiler. 7. hikaye: genç bir melik (bağın sahibi), çalgıcı kız, iki kız (bağa girip eğlenen kızlardan), bağa giren kalabalık kız topluluğu. 3- Tahkiye Özelliği: Yukarıda da belirtildiği gibi, Heft Peyker mesnevîsi, konusunu tarihten alan, tek kahramanı eksen yapan bir orta çağ hikayesidir. Bununla beraber, içinde olağanüstü olaylar ve varlıklara da yer vermesi yönüyle bir masal özelliği de taşımaktadır. Özellikle mesnevîde yer alan yedi ilkim güzelinin anlattıkları hikayeler birer masal niteliğindedir. Olağanüstü olaylar, devler, periler, ejderhalar, sihirli ortamlar bu hikayelere zenginlik ve renklilik katmıştır. 188 1. Mesnevîde baş kahraman olan Behram’ın doğumu, doğumundan sonraki yetişme dönemi, İran tahtına oturuncaya kadarki olayların geliştiği yer, Yemen olarak geçer. Hikayede daha çok Behram’ın gençliğini geçirdiği Havernak köşkü, daha sonra saray ve yedi hikayenin anlatıldığı bölümde yedi renkli köşk (günbed) geçmektedir. Hikayede yedi iklim ülkeleri ve padişahlarından söz edilse de bunlar olayların geliştiği yerler değildir. Yedi iklim padişah kızlarının da sadece adı ve hangi ülkeye ait olduğu belirtiliyor. Mesnevîde anlatılan yedi hikayede de ise mekanlar değişiyor, olaylar farklı yerlerde gelişiyor. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 2. Hikayede zaman olarak, Behrâm’ın doğumundan ölümüne kadarki geçen zaman işlenmektedir. Gece ve gündüz ayırımı vardır. Behram’ın uygun renkte giyinip yedi köşkten birini ziyaret etmesinin sırası haftanın günlerine göredir. Gün sabahla başlar ve o günün bitiminde gece Behram, bir güzelden hikaye dinler. Anlatılan yedi hikayede ise zaman kavramı değişmekte. 3. Masal özelliği taşıması nedeniyle, hikayede Behram’ın özellikle av sırasında gösterdiği kahramanlıklar mübalağalıdır. Olağanüstülükler ve diğer masal unsurlarının yoğun olduğu kısım, yedi iklim padişahının yedi renkli köşkte Behram’a anlattığı hikayelerdir. 4. Heft Peyker mesnevîsi çerçeve hikaye özelliğine sahiptir. Heft Peyker’de Behram’ın hikayesi (çerçeve hikaye) içinde yedi iklim padişahlarının kızları tarafından anlatılan yedi ayrı hikaye yer almaktadır. Hikaye içinde hikaye anlatma özelliği Bin Bir Gece Hikayeleri’nden20 gelmektedir.21 Ancak Heft Peyker’deki hikayeler Bin Bir Gece Hikayeleri kadar fazla girift ve çok sayıda değildir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Heft Peyker mesnevîsinin çerçeve hikayesini Behram-ı Gûr’la ilgili bölümler oluşturmaktadır. Bunlar: Behram’ın doğumu, yetişmesi, İran tahtına oturuncaya kadar geçirdiği dönem; av ve savaşları, eğlence meclisleri; aşkları, hükümranlığı ve esrarengiz sonunu anlatan bölümlerdir. Bu genel hikaye içinde yer alan, Behram’ın yedi iklim padişahlarından isteyip getirttiği yedi kızın yedi renkli köşklerde şaha anlattıkları hikayelerdir. Behram haftanın her günü sırasıyla bu köşklerden birini ziyaret eder ve oradaki güzelden bir hikaye dinler. Böylece Heft Peyker mesnevîsinin merkez çekirdeğini, haftanın yedi gününde yedi renkli köşkte yedi güzel tarafından anlatılan yedi hikaye oluşturmaktadır. Dr. Muhammed Muin, Nizamî’nin Heft Peyker’i üzerine yaptığı tahlilde22 bunu şöyle bir çizimle göstermektedir: 20 Arapça adı Elfü’l-leyleti ve leyle olan Bin Bir Gece Hikayeleri’ndeki hikayelerin Hint menşeli olduğu motiflerden, Hint kültürüne ait izlerden ve anlatım tekniğinden anlaşılmaktadır. (H. Kavruk, Eski Türk Edebiyatında Mensur Hikayeler, İstanbul, 1998: 54-57.) 21 Çerçeve hikaye üslubu, Hint hikayecilik geleneğinden gelmektedir. Bu konuda bkz. Günay Kut, “Hint Edebiyatından Türk Hikayelerine”, Marmara Üniv. Türklük Araştırmaları Dergisi, 8, İstanbul 1997: 357377. (Yazar, Bin Bir Gece masalları’nın kaynağı Hindistan’a dayandığı, oradan Farsça’ya Hezar Efsane adıyla kitaplaştığı ve Abbasi devrinin de birçok özelliğini içine katarak Arapça’ya çevrildiğini belirtir. Çerçeve hikaye tarzında olmasını Hint hikayecilik geleneğine bağlı olduğunu söyler. (Kut 1997: 363364) 22 Tahlîl-i Heft Peyker-i Nizamî, Tahran 1338: 269-270. 189 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi Açıklama: 1- yedi hikaye; 1 2 3 4 2- yedi ülke padişahlarının yedi kızı; 3- yedi köşk (yedi renkli, yedi seyyareye mensup); 4- haftanın yedi günü (yedi seyyareye mensup) Ayrıca bu yedi hikayeden bazıları da kendi içinde girift yapıya sahiptir. Örneğin, ikinci gün (Pazar) anlatılan 2. hikayenin çerçevesini şöyle tespit etmek mümkündür: Sarı köşkün sahibi Kayser kızının hikayesinde “evlenmek istemeyen melikin hikayesi” anlatılmaktadır. Bu genel hikaye içinde bir de melikin, cariyenin kendisine açılması için dürüstlük konusunda anlattığı küçük bir hikaye daha yer almaktadır: Süleyman ve Belkis hikayesi. Buna göre, genel olarak Heft Peyker’deki 2. hikayenin çerçevesini yukarıdaki şemada olduğu gibi şöyle çizebiliriz: Açıklama: 1- Behram hikayesi çerçevesi içinde; 2- evlenmek istemeyen melikin hikayesi; 3 2 1 3- melikin cariyeye anlattığı Süleyman ile Belkis hikayesi. Heft Peyker mesnevîsinde yedi hikayeye bağlı olarak yedi renk önemli bir yer almaktadır. Genel olarak eserde yedi sayısı ile ilgili şu kavramların işlendiği görülmektedir: yedi iklim padişahı, yedi hikaye, yedi prenses, yedi köşk, yedi renk, yedi gün, yedi gezegen, yedi mazlumun hikayesi. Heft Peyker mesnevîsinde yedi iklim padişah kızlarının anlattığı bu yedi hikayenin özellikleri aşağıdaki çizelgede gösterilmiştir. 190 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Heft Peyker Mesnevisindeki Yedi Hikayenin Kuruluşu ile İlgili Bir Cetvel Haftanın Günleri Yedi İklim Ülkelerinin Adları Yedi İklim Şehzadelerinin Adları Köşkün rengi ve Behram’ın Giydiği Renk Yedi Şehzadenin Anlattığı Hikayeler Siyah Giysili Kralın Hikayesi Günlere Uygun Seyyareler Zuhal/ Keyvan (Satürn) 1 Şenbe Cumartesi Hind Fÿrek Siyah 2 Yekşenbe Pazar Çin YaàmÀ-nÀz Sarı 3 Duşenbe Pazartesi Òarezm NÀz-peri Yeşil 4 Seşenbe Salı Saúlab Nesrin-nÿş Kırmızı Rus Prensesinin Bilmeceleri Mirrih (Mars) 5 Çehârşenbe Çarşamba Maàrib Azeryÿn Piruze Mahan’ın Hikayesi Utarid Merkür 6 Pençşenbe Perşembe Úayser HümÀ Sandal ağacı rengi Hayr ile Şer’in Hikayesi Müşteri (Jüpiter) 7 Cuma Cuma KisrÀ Dürsi (Dürset) Beyaz Sevenlerin Çilesi Kamer (Ay) Melik ile Cariyenin Hikayesi Bişr ile Meliha’nın Hikayesi Şems (Güneş) Zühre (Venüs) Behram hikayesi içerisinde yedi iklim padişah kız tarafından anlatılan yedi hikayenin her biri köşkün rengi ve haftanın belirli gününe hakim olan gezegenin rengi ile uyum içerisindedir. Bu yedi köşkten her biri farklı renklerde olup, köşklerin içi o renkte kumaş, değerli taşlar ve dekoratif unsurlarla süslenmiştir. Köşklerde seçilen renkler, kullanılan unsurlar, anlatılan hikayelerin her biri geniş bir sembolizm içermekte ve birbirleriyle ilişki içinde bulunmaktadır. Behram-ı Gûr ziyaretine haftanın ilk günü olan Cumartesi başlar ve sırasıyla siyah renkli köşkü, Pazar günü sarı köşkü, Pazartesi-yeşil renkli köşkü, Salı günü-kırmızı renkli köşkü, Çarşamba günü pirûze renkli köşkü, Perşembe- sandal ağacı renkli köşkü ve son olarak da Cuma günü beyaz köşkü ziyaret eder ve orada bir hikaye dinler. Her hikayenin sonunda anlatılan rengin önemi ve övgüsü yer almaktadır. Yedi prenses tarafından anlatılan bu hikayelerin konuları insanlığın yedi durumu olarak yorumlanabilir. Öyle ki, siyah köşkte anlatılan 1. hikaye siyah renge sahip olup melankoliyi, sarı-kıskançlık, yeşil- yaşam ve ölümü, pirûze- nefse karşı geçirilen süreci, sandal ağacı- iyilik ve kötülüğün arasındaki tezatı, beyaz renk ise saflık ve temizliği temsil etmektedir. Örneğin, Behram’ın pirûze renkli köşkte dinlediği hikayenin kahramanı Mahan’ın başından geçen olağanüstü olaylar vasıtasıyla, nefsine karşı geçirdiği süreç anlatılmaktadır. 191 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi 4- Motifler ve Masal Unsurları: Heft Peyker mesnevîsinde, özellikle de yedi güzelin anlattığı yedi hikayede çok sayıda motif23 ve masal unsurları yer almaktadır. Bunlardan belli başlılarını şöyle sıralamak mümkündür: 1. Çocuğu olmayan padişah: masal, halk hikayeleri ve aşk mesnevîlerinin çoğunda da rastlanan bir motiftir. Heft Peyker msnevîsinde Yezdgird’in yirmi yıl hiç çocuğu olmaz. Gökteki yıldızların ve burçların durumuna bağlı talihli bir vakitte bir oğlu dünyaya gelir. Adını Behram koyarlar. 2. Anahtarı saklı gizli bir oda: Behram’ın Havernak köşkünde tesadüfen farkettiği kapalı bir oda vardır. Behram, daha önce kimsenin ayak basmadığı bu odayı açtırıp içeri girer ve orada yedi padişah kızının resmini görür. Kendisinden başka birinin girmesini yasakladığı bu odaya bundan sonra sık sık gelir ve kendi talihini düşünür. 3. Resimde görüp âşık olma: aşk konulu mesnevîlerde çok sık rastlanan bu motif, Heft Peyker’de de işlenmektedir. Behram’ın Havernak köşkünde farkettiği kapalı bir odayı açtırıp odanın duvarında yedi iklim padişahının kızının resmini görür. Behram, resimde bir daire şeklinde oturan yedi güzelin ortasında kendini de görür. Resmin altındaki yazıdan da bu güzellerin bir gün kendisinin eşleri olacağını öğrenir. Bu motif Heft Peyker’de ayrıca, kızıl renkli köşkte Saklab güzelinin anlattığı hikayede (4. hikayede) de geçmektedir. 4. Mektuplaşma: çift kahramanlı aşk mesnevilerinde iki seven arasındaki bir haberleşme şekli olarak görülen mektuplaşma motifi, Heft Peyker’de de önemli bir yer almaktadır. Burada yer alan iki mektup hikayede ayrı birer bölüm oluşturmaktadır. Birinci mektup, İranlıların Behram’a gönderdiği mektup ve ikinci mektup: Behram’ın İranlılara yazdığı cevaptır. Mektupları getiren haberci (peyk)dir. 5. Padişah seçme: önceki dönem mesnevîlerinde24 de görülen bu motif, Heft Peyker’de biraz değişik bir biçimde görülmektedir. Burada padişahlık şartı olarak “iki arslan arasından tacı alma yarışı” motifi işlenmektedir. Yezdcird ölünce, İran halkı, padişahın uzakta yetişmiş olan Behram’ı tahta layık görmeyip kendi aralarında Hüsrev adlı birini tahta geçirirler. Buna üzülen Behram, padişahlık tacına sahip olmak için zor ve tehlikeli bir yarışı kabul eder. Padişahlık tacı iki arslan arasına konur. Tacı alabilen padişah olur. Sonunda Behram kazanır ve tahtla taca sahip olur. 6. Sevgililerin kavuşması: hikaye tek kahramanlı olması nedeniyle iki sevgilinin kavuşmasından söz edilemez. Genelde masalların sonunda “mutlu son” olarak görülen bu motif, Behram hikayesinde ancak Behram-cariye (Fitne) olayında bir nebze görülebilir. Behram’ın öfkesine uğrayıp ondan ayrı düşen Fitne, sabrı, aklı ve zekası sayesinde bir süre sonra padişahına tekrar kavuşur. Behram’ın Havernak köşkünde resimlerini gördüğü yedi iklim padişahının kızlarını getirtip onlarla evlenmesinde bu motif düşünülebilir. 192 23 Burada, konusu aşk ve macera olan mesnevilerde sık sık karşılaşılan ve küçük farklarla birbirine benzeyen motifler kastedilmiştir. (Ünver 1986: 456). 24 Süheyl ü Nev-bahâr’da (Dilçin 1991: 87); Hümâ vu Hümâyûn mesnevîsinde (Horata 1990: 265-266). F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Mesnevîdeki yedi hikayeden 2., 3., 4., 6. ve 7. hikayelerde de bu motif yer alır. 1. hikayede de aşk konusu işlenmesine rağmen, bu motifin tersi olan “sevgililerin kavuşamaması” motifi vardır. Çünkü, hikaye kahramanı bir şah, güzel Türktaz’ın sevgisine layık olamamıştır. Hikaye bu yüzden mutlu sonla bitmemektedir. 7. Kötülerin cezalandırılması: masallarda olduğu gibi, kötülerin cezalandırıldığı görülmektedir. Heft Peyker’de zalim vezirin cezalandırılmasında bu motif işlenmiştir. Ayrıca eserdeki 3. hikaye (“Bişr ile Melihâ”hikayesi) ve 6. hikaye (“Hayr ve Şer” hikayesi)de de bu motif işlenmiştir. Bu hikayelerin ana konusunu da zaten “iyiler kazanır, kötüler cezalandırılır” teması oluşturmaktadır. Heft Peyker’deki masal unsurları ve motifler bakımından asıl zengin bölüm, yedi iklim padişah kızının anlattığı yedi hikayedir. Burada çok sayıda masal unsurları de yer almaktadır: devler, periler, bazı sıradışı yaratıklar. Bu unsurlar, mesnevide anlatılan yedi hikayede işlenmektedir. Mesela, 5. hikaye (Mahan’ın maceralarını anlatan hikaye)de yaratıklar, devler, acûzeler, insan kılığına giren dîvler gibi masallardan gelen unsurlar daha çok görülür ve engelleyici tipler olarak karşımıza çıkar. Bunun dışında, yukarıda bahsedilen “resimde görüp âşık olma”, “karşılaştıkları ilk insanı padişah seçme” gibi motifler, eserde anlatılan yedi hikayede de rastlanmaktadır. Masalların temel unsurlarından biri olan olağanüstülükler de Heft Peyker mesnevisinde daha çok yedi hikayenin olduğu kısımda yer almaktadır. Behram’ın hikayesinde ise ejderlerle savaşmasında görülür. Yine Behram’ın dinlediği 1. hikayede: bir padişahın, insanları siyah giyinen bir şehrin sırrını çözmek için olağanüstülüklerle ve sırlarla dolu bir yolculuk yapması (bir sepet içinde göğün bilinmez yerine yükselmesi, dev bir kuşun ayağına tutunarak bir ovaya inmesi); burada karşılaştığı olağanüstü varlıklar: başlarında Türktaz adlı güzelin bulunduğu peri kızlarından oluşan büyük bir kalabalık; gözlerini kapayıp tekrar açtığı bir anda da bütün bunların aniden yok olup gitmesi ve kendini tekrar bindiği sepetin içinde bulması da olağanüstülükler çerçevesinde anlatılmaktadır. Hikayelerde rastlanan bir diğer unsur da tılsımdır. 4. hikayede anlatılan Rus ülkesi padişahının kızı, öğrendiği tılsım bilgilerini kullanarak kendisine bir kayanın tepesinde tılsımlı bir köşk yaptırır. Soylu ve iyi yürekli bir genç, tılsımların hepsini çözer, kaleye giden yolu bulmayı başarır. Böylece kızın şartlarını yerine getirerek onunla evlenir. Her milletin, özellikle orta çağa ait edebî eserlerinde görülen masal unsurlarının, mesnevilerde de yer alması, kaçınılmaz bir durumdur. Bununla beraber, mesnevileri masallarla aynı kategoride değerlendirmek mümkün değildir. (Horata 1990: 268) 5-Heft Peyker’de duygu unsurları Bir aşk mesnevisi olması nedeniyle Heft Peyker’de aşk en önemli duygu unsuru olarak yer almaktadır. Eser tek kahramanlı olmasına rağmen, baş kahraman olan 193 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi Behram’ın hikayesi içerisinde anlatılan maceraları, av ve savaşları yanında aşkları da önemli bir yer tutmaktadır. Eserin ilk kısmında Behram’ın cariyesi Fitne ile olan aşkı, daha sonra yedi iklim padişah kızlarına karşı olan aşkı işlenmektedir. Behram hikayesi çerçevesinde yedi iklim padişah kızları tarafından anlatılan yedi hikaye içerisinde de aşk önemli bir unsur olarak işlenmektedir. Mesnevide ye alan bu yedi hikayenin eksenini beşeri aşk oluşturmaktadır. Sadece 5. hikayede (Mahan’ın hikayesi) bu aşk ilahîdir. Burada baş kahramanın yaşadığı olaylar, insanın nefsine karşı geçirdiği süreç, doğru yolda ilerlemesi, Tanrı inancından uzaklaşmaması gibi konulara işaret etmektedir. Heft Peyker mesnevîsinde aşk bahsi geçince şairin bu konudaki düşüncesini belirttiği görülmektedir. Nasihatler ve veciz sözler arasında aşk konusuna da değinmiştir: Gizlüce her kişiye vardur yÀr Dil-rübÀ àam-güsÀr u hem dildÀr 498 Eserin baş kahramanı olan Behrâm-ı Gûr’un aşk konusunda hassas kişiliği ortaya çıkmaktadır. Hikayenin ilk kısmında o, sevdiği cariyesi Fitne’ye karşı duyduğu aşkla görülmektedir. Hikayenin ikinci kısmında, Behram’ın daha önce Havernak köşkünün gizli bir odasında resimlerini görerek aşık olduğu yedi iklim padişah kızları ile geçirdiği günler anlatılmaktadır. Behram’ın ülke işlerini unutup zevke dalması, haftanın altı günü aşk ve eğlenceyle geçirmesi, bir günü de devlet işlerine ayırmasının anlatıldığı aşağıdaki beyitlerde de şair, “aşktan bir eser taşımayan cansız kuru bir kalıp gibidir” derken aşkın önemini vurgulamaktadır: Heftden kÀr-ı òalú olur bir rÿz èAşú [u] bÀz ile şeş olur pìrÿz èAşúdan bir dem olmayup bìrÿn èAşúını eyler idi rÿz-efzÿn Kimdür ol ki èaşúdan nişÀnı yoú Úuru úÀlıb durur ki cÀnı yoú (1692-1694) Heft Peyker’de şehevî duygular da yer almaktadır. Mesnevîde anlatılan yedi hikayelerdeki âşıkların sevişmelerine de yer verilmiştir. Örneğin, 1., 4. ve 7. hikayelerde bu sahneler yer almıştır. Ancak bunlar, üstü kapalı çeşitli benzetmeler ve mecazlar vasıtasıyla anlatılmıştır. 194 Her aşk hikayesinde olduğu gibi, Heft Peyker’de de aşkın yanında ayrılık acısı ve kavuşma sevinci gibi işlenen diğer duygu unsurlarıdır. Aşağıdaki beyitlerde Behram’ın Fitne’den ayrı kaldığı vakit çektiği acı dile getirilmektedir: áamuñ idi enìsüm iy dil-ber Fikrüñ idi celìs-i şÀm u seóer Dìdem oldı òayÀlüñe cÿyÀn Dilüm oldı viãÀlüñe pÿyÀn CÀnumı èaşúuñ eyledi perdÀòt F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Şevúüñe naúd-i èömrüm itdüm bÀòt Sìne büryÀn u dìdeler giryÀn Ser-i mihrüñde iy büt-i devrÀn Behram’ın acı çekmesi ve gönlünden yaralanması “Fitne olayında” da gözlenmektedir. Bir av sırasında Behram’ın gösterdiği kahramanlığa Fitne’nin “bu ustalık değildir” diye verdiği cevap Behram’ı derinden yaraladığı, aynı zamanda da öfkelendirdiği şöyle anlatılmaktadır: Eyledi şÀhı pÀsuò-ı dildÀr Òaste-dil àam-zedÀ vu sìne-figÀr NÀr-ı àayret dilin kebÀb itdi Óasret Àbı gilin yebÀb itdi 1841-1842 Eserde işlenen bir diğer duygu unsuru ise ölümden dolayı duyulan üzüntüdür. Buna örnek olarak, Behram’ın babasının ölüm haberini alınca duyduğu üzüntü, Yemen kralı Numan’ın ani kaybolmasından dolayı oğlu Munzir’in yaşadığı üzüntü ve en son olarak da eserin sonunda Behram’ın avın peşinde bir mağaraya girerek ortadan kaybolmasından dolayı askerleri ve annesi tarafından yaşanan üzüntü gösterilebilir. 6- Ahlakî Unsurlar: Heft Peyker mesnevîsinde yedi güzel tarafından anlatılan yedi hikaye, içerdikleri ahlakî noktalar bakımından manevî değerlerin anlatımı niteliğindedir. Bunlar, Behram’ın manevî uyanışı, kötülüklerden arınması için birer vesile oluşturmaktadır. Her hikayeden çıkarılan sonuç, insanın manevî yönden arınması25 ile ilgilidir. Örneğin, “Hayr ve Şer” hikayesinde çıkarılan sonuçlardan birkaçı şunlardır: 1- İyi insan her zaman iyidir ve her durumda iyilik düşünür. Bunun karşılığında yine iyilik görür; 2- Kötülük cezasız kalmaz; 3- Adalet yerini bulur. Hikmetli sözler ve nasihatler Abdî’nin eserinde giriş kısmındaki “sözün ve hikmetin övüldüğü” bölümde (7. bölüm) ve “oğula nasihatler” bölümünde (8. bölüm) yer almaktadır. Bu bölümler Nizamî’nin eserinde de vardır.26 Heft Peyker mesnevîsindeki “sözün ve hikmetin övüldüğü” bölüm ve “oğula nasihatler” bölümünde söylenen hikmet ve nasihat tarzındaki sözler genellikle şu konulardadır: Tanrı’ya sığınmak, iyilik etmek, dilini tutmak, haramdan kaçınmak, iyilerle dostluklar kurmak, kötülerle arkadaşlık etmemek, iyi ad bırakmak, akıllı olmak, cömert olmak, helal lokma aramak, başkasının derdine gülmemek, düşmanlarını sevindirmemek, bencil olmamak, şefkatli olmak, iyimser olmak, zorluklar karşısında sabırlı ve güçlü olmak, dünyaya çok bağlanmamak, mal biriktirmemek, nimet hakkını bilmek, az yemek, yalnız yemek yememek, bilgili olmak, hüner sahibi olmak. 25 Nizamî’nin eserlerinde katarsis (insanın acı çekerek, manevî yönden arınması) durumu hakkındaki şu çalışma bulunmaktadır: S. Yılmaz, Nizamî’nin Estetik Anlayışı, Erzurum 2002. 26 Bilindiği gibi, Nizamî, İran şiirinde hikemî tarzın ustasıdır. Hikmete çok önem verdiği için eserlerinde de hikmetli sözleri sıkça kullanmış bir sanatkardır. Hikmet, Nizamî’nin diğer mesnevîlerinde de önemli bir unsurdur. 195 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi Hikmetli sözler “sözün ve hikmetin övüldüğü” bölümde de yer almaktadır. Nizami’nin Heft Peykeri’ndeki “SitÀyiş-i suòan u óikmet ü enderz” bölümünün çevirisi olan bu bölümde şair çeşitli hikmetli sözler söylemektedir: en başta sözün öneminden, sözün kainatta var olan her şeyden üstün olduğundan bahsedilmektedir. Sonra atasözü ve hikmet niteliğinde söyleyişler yer almaktadır. Burada da bilginin önemi, hayatta en büyük rehber bilginin olduğu belirtilmekte; herkesin kendinden hoşnut olduğu, kimsenin kendi kusurunu kolay kabul etmediği, iyi yaratılışlı olanların uzak görüşlü olduğu, dünya malına bağlanmamak gerektiği, öbür dünya için hazırlıkların bu dünyada yapmak gerektiği vb. konular dile getirilmektedir. Nizami’nin (“Der-naśìóat-ı ferzend-i òvìş Muóammed” (Oğlu Muhammed’e nasihat) bölümünden çevrilen Nasihat bölümünde şair oğluna şu nasihatleri vermektedir: En başta ilmin ve bilginin önemini vurgulamakta; oğluna gaflet uykusunda olmamasını, aklının uyanık olmasını söylemekte; ölümü, herkesin yolcusu olduğu bir uyku menziline benzetmekte; oğlunun Muhammed gibi kutlu bir ad taşıdığı için mutlu olmasını ve adıyla Gazneli Mahmut’un savaş davulu gibi duyulmasını ve ün salmasını dilemektedir. Oğlunun iyi ad bırakmasından kendi başının da göğe ereceğini belirtmektedir. Tecrübesiz bir avcının ava düşkünlüğü diğer avcıların da tuzağa düşmesine sebep olacağını belirtmekte; yürüdüğü yolda önüne bakmasını, değişken feleğin çeşitli cilveleri karşısında mert ve cesur olmasını, yükünü ağırlaştırmamasını, gönlünü ferah tutmasını; gam okları gönül yakıcı olsa da sabrını siper etmesini; Allah’a olan bağına sadık kalmasını, diğer her şeyi gönlünden uzaklaştırmasını böylece gamsız olmasını, din yolunda beline kemer bağlamasını; kötü yaradılışlı olandan uzak durmasını, bunlardan vefa ummamasını, böyle birisinin yaşamaktansa ölmesinin daha iyi olacağını; hüner ehlinden hüner öğrenmesi, tembel olmamasını, marifetli birisinin taştan lal, sudan inci çıkarabileceğini belirterek hüner sahibi olmasını tembihlemektedir. Heft Peyker’de hikaye kısmında da sırası gelince olaylarla ilgili hikmetli sözlere yer verilmektedir. Mesela, aşağıdaki beyitlerde, Havernak köşkünü yapan mimar Simnar’ın, köşkün damından atılıp öldürülmesi olayı anlatılırken, olaya uygun olarak “dil belasını çekmek”, “dilini tutmak” gibi sözler de yer almaktadır: Yapdı úaãr u revÀú bir nice sÀl Áòiri itdi õebÀn anı pÀ-mÀl İsterise selÀmeti insÀn Oña lÀzımdur añla óıfô-i lisÀn KelimÀtı keåìr olan cÀnÀ Çoú çeker rÿzgÀr içinde belÀ Çeker insÀn dilÀ belÀ-yı lisÀn Turıcaú dil óużÿr ider insÀn (796-799) 196 Ayrıca bir olayı anlatırken devamındaki beyitlerde şair, “sana itdüm pend” sözüyle giriş yapıp diğer öğütlere de yer vermektedir (810-845. beyitler). Bu öğütler, “dünyanın değişkenliği, faniliği ve vefasızlığı”, “kanaatkâr olmanın faydaları” konusundadır. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Abdî’nin Nizamî’den çevirdiği beyitler dışında, kendi eklediği beyitlerde de hikmet ve öğüt niteliğindeki söyleyişler var. Bunlar, çevrilen beyitteki öğüdün anlamını pekiştiren benzerleridir. Nasihat bölümünden alınan birkaç örnek: Kötülerden uzak durmak: Hem-nÀnuñ ki ola èayba medÀr NÀmuñı zişt ider senüñ zinhÀr 597 Yalnız yemek yememek: Òalú içinde yime òvoriş tenhÀ Yiyesin cümlesine di ki biyÀ 517 Cömert olmak, haram yememek: NÀn(ı) nÀnuñdan eyle òalúa fidÀ Kimse òÿniyle tek yime helvÀ Heft Peyker mesnevîsinde yer alan yedi ayrı hikayenin içinde de anlatılan olaylarla ilgili hikmet tarzı sözlere ve “olaydan ders çıkarma” niteliğindeki sözlere sık rastlanmaktadır. Esasen hikayelerin konuları, kahramanların başından geçen olaylardan da vermek istenilen “mesajlar” insanlığın değer yargılarıyla ilgilidir. Örneğin, 1. hikayede işlenen konuyla bağlantılı olarak “sabırlı olmak”; “Hayr ve Şer” hikayesinde: “iyilik yapmak”, “iyiliğin her zaman kötülüğü yeneceğine inanmak; “Bişr ve Meliha” hikayesinde “Allah’a olan inancını yitirmeme”, “kibirlenmeme” vb. ahlakî noktalar vurgulanmaktadır. 7- Toplum Yaşayışıyla İlgili Unsurlar: Heft Peyker mesnevîsindeki folklorik unsurlar (o günkü ortamda halkın günlük yaşayışından kesitler) çeşitli araç-gereçler, gelenekler, inanışlar vb’dan oluşmaktadır. Bilindiği gibi, Nizamî’nin şiirinin beslendiği kaynaklardan biri, sözlü edebiyat ve halk kültürüdür. Nizamî, dönemin bütün ilimlerine vakıf olduğu gibi, halk kültürünü de biliyordu. Eserinde folklordan da yararlanmıştır. (Meisami 1995: 8) Abdî mesnevîsinde Nizamî’nin eserine bağlı kaldığı için eserdeki folklorik unsurları da aynen aktarmıştır. Heft Peyker’de geçen önemli folklorik unsurları ve eserde kullanılış amaçlarını şöyle sıralayabiliriz: 1. Taç için yarış: Hikayede Behram, varisi olduğu İran tahtına tehlikeli bir yarışı kazanarak çıkmıştır. Behram’ın isteğiyle İran tacı iki arslan arasına konur ve tacı alabilen padişah olur. Bir bakıma, “tahta çıkma”motifinin şartlı bir şekli olan bu yarışı Behram kazanır, taht ve taç onun olur. 2. Eğitim: Hikayede Behram’ın eğitiminde de söz edilmektedir. Doğduğundan beri Arap ülkesinde Numan şahın yanında yetişen Behram’ın devrinin bütün ilimlerini öğrendiği söylenmektedir. Okul arkadaşı olan Munzir’in oğlu Numan’la birlikte çeşitli ilimleri öğrendikleri anlatılmaktadır: matematik, kimya, geometri, astroloji vb. 197 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi 3. Yıldızlardan fal bakma: Behram doğduğu zaman, gökteki yıldızlar ve gezegenlerin uğurlu durumundan müneccimler Behram’ın talihli bir vakitte doğduğunu tayin ederler ve babası Yezdcird’e oğlunun uzakta yetişeceğini söylerler. Bu fal üzerine, Yezdcird, oğlunu Numan’a teslim eder. 4. Ad Koyma: İran şahı Yezdcird’in biricik oğlu dünyaya geldiği vakit, gökteki yıldızların talihli durumundan bahsedilir ve çocuğa Behram adı verilir: 5. Okçuluk (Nişancılık): hikayenin baş kahramanı Behram, keskin bir nişancıdır. Attığı okla mutlaka hedefini vurur. Hatta bir okla iki yaban eşeğini birden vuracak kadar keskin bir atış yapar. Hikayede önemli bir yer alan ve ayrı bir başlık altında anlatılan Fitne olayında da bunu görmekteyiz. 6. Saçı saçmak: Behram, zengin- yoksul herkese altın dağıtır, her tarafa altın ve gümüş saçar. 7- Savaş ve savaş araçları: Hikayede Behram’ın Çin hakanının ordusuyla yaptığı iki savaş anlatılır. Savaş araç ve gereçleri olarak şunlar geçer: ok (peykÀn, nÀvek), yay (kemÀn, tìr), kılıç (tìg, şimşìr), hançer, kemend, nÀçeò (eyer baltası), mızrak (nìze), cevşen, der’a, zırh, şest, zere. 8. Avlanma: Heft Peyker’de avlanma çok önemli bir yer tutmaktadır. Behram’ın ava ve eğlenceye düşkünlüğü bilinmektedir. Gençlik çağından beri sürekli ava çıkmaktadır. En çok avlandığı hayvan gûr (yaban eşeği)dur. Hatta kendisine “Behram-ı Gûr” lakabı da bu ava olan düşkünlüğünden dolayı verilmiştir. Behram’ın maceralarının çoğu avlarda geçer. Sonu da, yine bir av sırasında olur. Behram, yanındakilerle birlikte bir gün avlanırken bir gûrun peşine düşerek bir mağaraya girer ve kendisinden bir daha haber alınamaz. 9. Eğlence meclisleri: eserde Behram’ın avları ve maceraları kadar eğlence meclisleri de önemli bir yer almaktadır. Her av sonrası Behram meclis düzenler. Burada yemekler yenir, şarap içilir, çalgıcılar (mutribler, sÀzendeler) dinlenir, rakkaslar seyredilir. Hikayede ayrıntılı olarak Behram’ın bir kış mevsiminde düzenlediği bir meclis tasvir edilir. Bundan başka, yedi köşkü ziyareti sırasında da her köşkte gece kadar süren eğlenceler yer alır. Eğlenceler ya av yerinde yapılır ya da köşklerde. Bu eğlence meclislerine ayrıca yedi hikayede de sık rastlanmaktadır. (Burada daha çok bahçe meclislerinden söz edilmektedir.) 10. Mektuplaşma: Hikayede mektuplaşmanın özel bir anlamı vardır. Burada bu, bir haberleşme şeklidir. Eserde iki mektuptan söz edilmektedir. Her biri eserde birer ayrı bölüm halindedir. Vatanından uzakta yetişen Behram, babasının ölüm haberini ve tahta başka birinin seçildiğini, haberciyle gelen bir mektuptan öğrenmektedir. Aynı haberciyle gönderdiği uzunca bir mektupta ise İranlılara cevap vermektedir. Mektuplar, Allah’ın adıyla başlamakta. Burada belirtilmesi gereken bir nokta, mektuplarda Abdî tarafından eklenen harflerle ilgili benzetmelerdir. 198 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Eserde yer alan yedi hikayelerde de ayrıca bir çok folklorik unsur görmek mümkündür. Örneğin, “kılık değiştirme” unsuru siyah köşkte anlatılan hikayede (1. hikaye) geçer. 8- Diğer Unsurlar: Heft Peyker mesnevîsindeki yedi köşk ve yedi hikayenin özelliği, kozmik alemle ilgili unsurlar (felek, seyyâreler, yıldızlar ve burçlar) ve özellikleriyle bağlantılıdır. Heft Peyker’deki astrolojik unsurlar ve geçtiği yerler şunlardır: 1. Mirâc olayı anlatılırken feleğin katlarında bulunan seyyârelerden bahsedilmektedir; 2. Heft Peyker’de Behramın doğumu sırasında gökyüzünde seyyârelerin ve yıldızların durumundan bahsedilmekte, burçlar sayılmaktadır; 3. Doğduğu sırada, yıldız ve burçların uygunluk durumuna bakarak müneccimler, Behram’ın talihli olacağını babasına söylerler. Hikayede Behram’ın, uzakta büyüyüp yetişeceğini ve babası Yezdcird’in yerine geçerek krallık tahtına oturacağını da müneccimler söylüyorlar. Heft Peyker mesnevìsinde giriş kısmındaki “Mirâc” bölümünde yıldızlardan ve feleğin katlarında bulunan seyyârelerden bahsediliyor. Burada Hz. Peygamber’in, mirâc gecesinde feleğin Mâh, Tîr, Zühre, Sipihr, Mihr, Behrâm, Keyvân katlarını geçtiği anlatılmaktadır. Heft Peyker’de Behram’ın doğumundan bahsedilen bölümde, o sırada gökyüzündeki yıldızların durumundan bahsedilmekte ve burçlar sayılmaktadır. Heft Peyker’de diğer yerlerde seyyâreler, çeşitli özelliklerinden dolayı bahsedilmektedir. Bazen de seyyâreler, Behram’ın eğlence meclisinin birer unsuru olarak tasavvur edilmiştir. Abdî’nin Heft Peyker tercümesinin özellikleri üzerine bazı tespitler: Abdî’nin Heft Peyker’inde, diğer mesnevîlerinde olduğu gibi, İran edebiyatından alınan bir konu işlenmektedir. Abdî’nin diğer mesnevîleri, Cemşîd u Hurşîd ve Nevrûz u Gül mesnevîlerinin konuları da İran edebiyatından alınmıştır. Bu mesnevîlerin yazılışıyla ilgili şair, eserlerinde “Türkçe söylemek” ve “Türkî dil ile yazmak” gibi tabirleri kullanmaktadır. Cemşîd ü Hurşîd mesnevîsinde de Abdî, bu eserin ilk olarak Selmân’ın yazdığını, fakat kendisinin Türkçe söylediğini belirtir. Hacû-yı Kirmânî’den bir tercüme olduğu söylenen27 Nüzhet-nâme (Gül ü Nevruz, H.985/M. 1577) adlı mesnevîsini Abdî, IV. Murat’ın emri üzerine Türkçe (“Türkî dil ile”) yazdığını belirtir. Nitekim, Adnan İnce Abdî’nin Cemşîd ü Hurşîd mesnevîsini Selman-ı Saveci’den “telif niteliğinde tercüme” olarak değerlendirmektedir.28 27 Kocatürk 1970: 362-363. 28 A. İnce, “Cemşîd ü Hurşîd Mesnevîleri”, FÜ dergisi 1989, 3(2): 109-139. 199 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi Heft Peyker mesnevîsinin Hatime bölümünde Abdî, Nizamî-i Gencevî’den söz eder. Bu kitabı onun yazdığını, kendi eserini onun “hazinesinden” derleyip bir “tac” yaptığını söyler. Burada şair alçakgönüllülüğün bir belirtisi olarak kendisinin “şeyh” hazinesinden ancak bir karınca misali gücünün yettiğini alabildiğini ifade etmektedir: Gencevì gencin eyleyüp tÀrÀc Zer ü sìminden eyledüm bir tÀc Òırmen-i şeyòe dÀne-çìn oldum Mÿrveş úÀdir olduàum aldum Abdî, bu eserin Nizamî’nin yazdığını, kendisinin “şeyh”e layık olamayacağını belirterek eserinde onu mümkün oldukça “taúrìr” ettiğini söyler ve bu eseri yazmasında kendisine feyz veren Nizamî’yi rahmetle anar. Şair, bu arada Nizamî’den “şeyh” , “Gencevî” ve “sultan” olarak söz etmektedir: Mürşid-i sÀlikÀn-ı rÀh-ı ÒudÀ HÀdi-i güm-rehÀn-ı arø u semÀ Şeyò-i èÀlì-cenÀb u úuùb-ı cihÀn Úadve-i evliyÀ-yı kevn ü mekÀn İtdi tedvìn bu kitÀb[ı] hemìn Dür-i şehvÀrı èıúd idüp çendìn Cemè idüp bir araya zehr ü nikÀt Eyleyüp virmiş aña çoú óarekÀt Rìze-çìn olup óaúìr u naúìr Mümkün olduúca eyledüm taúrìr Bende sulùÀna olımaz pey-rev29 Mihr olur mı hìc sehÀya girev FÀtióa ola rÿóına bizden Feyødür bu óaúìre nÿr viren Bu beyitlerde de görüldüğü gibi, Abdî, Nizamî’nin eserini “takrir” ettiğini söylüyor.“Takrir” kelimesinin sözlükte “yerleştirme, yerini tayin etme; sağlamlaştırma, sabit ve muhkem etme” gibi manaları yanında “ağızdan beyan ve ifâde etme, anlatma, uzun uzadıya tarif etme; bir işi resmen ve tahriren beyân etme” anlamı da verilmektedir.30 Bazı Osmanlı sözlüklerinde bu kelime, “nakl” kelimesinin tanımlamasında kullanılmaktadır.31 Devamındaki beyitlerde de Abdî kendi eserini bir güzele benzeterek “Fars elbisesini çıkarıp Türk elbisesini” giydirdiğini söyler: 200 29 Olmaz “olımaz” şeklinde harekelenmiş. 30 Ş.Sami, Kâmus-ı Türkî. 31 Eski edebiyatta “terceme” kavramı üzerine yapılan bir doktora çalışmasında, eski edebiyattaki “terceme” olan eserlerinin çeşitleri üzerinde ayrıntılı örnekleriyle durulmakta. Bunlar arasında “nakl” olarak tanımlanan eserlere de yer verilmektedir. (Nakl (convey)= “dönüştürmek” demektir.)(C.Demircioğlu, From Discourse to Practice: Re-thinking “Translation” (Terceme) and Related Practices of Text Production in the Late Ottoman Literary Tradition, Yayımlamamış doktora tezi, Boğaziçi Üniv., İstanbul 2005: 143145.) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Bu dil-ÀrÀ nigÀr-ı şìve-nümÀ NÀz u şìveyle oldı şeker-òÀ Giydi Türkì şièÀr-ı TürkÀne èAcemì cÀmeyi atdı yÀbÀna º “Acemî câme”yi atıp “Şiâr-ı Türkî giymek”, “Türki libas giymek” tabirleri, “çeviri” olan eserlerde karşılaşılan ifadelerdir. (Demircioğlu 2005: ) Yukarıda da belirtildiği gibi, Abdî, Nizamî’den Heft Peyker mesnevîsini genişleterek tercüme etmiştir. Nizamî’nin eseri 5600 beyit, Abdî eserini 1291 beyitlik bir farkla 6891 beyit olarak yazmıstır. Şair bazen bir beyti iki beyitle çevirmiş, bazen de çevirdiği bir beyte kendinden de birkaç beyit eklemiştir. Bu genişletmeye esere şairin şahsiyetini ilave etmek istemesi de etki yaptığı düşünülebilir. Mesela, Behram’ın Havernak köşkündeki kapalı odada resimlerini gördüğü güzellerin anlatıldığı bölümde Nizami’deki her güzelle ilgili beyti, Abdi ayrıca iki beyit daha ekleyerek çevirmektedir. Nizamî’nin güzellerin sadece hangi ülkenin prensesi, hangi kralın kızı olduğu ve adı verilmektedir. Abdi, güzellerin saç, göz, kaş, dudak,diş gibi güzellik unsurlarıyla klasik benzetmeler de yaparak bir- iki beyit daha ekler: Nizamî: ÂUì „—u§ bM£ È«— dוœ ÂULÔ ˆU¦ “ d×u• dJšÄ Abdî: Duòter-i şÀh-ı Hind Fÿrek-nÀm MÀh-peyker durur u òÿb-endÀm Lebi yÀúÿt u dişleri dürdür Gözi şehlÀ vü ãaçı sünbüldür Zülfi Zengì vü òÀlıdur Hindÿ áamzesi tìr ü çeşmidür cÀdÿ 1175 Güzellerin tasvirlerinde yapılan bu benzetmeleri içeren beyitlerde bazen benzer, hatta tekrarlanan dizeler de görülmektedir: NÀm óÀúÀn úızına YaàmÀ-nÀz NÀzla itmişdi èÀleme pervÀz Rÿyınuñ mübtelÀsı mihrle mÀh Rÿz-ı èuşşÀú mÿyıyla siyÀh PÀdişÀh-ı Òvorezm duòtı biri NÀzla nÀmın[ı] itdi NÀz-perì Nazenìn idi ol perì-peyker Lebleri mübtelÀsı şìr ü şeker 201 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi Úaddi bÀlÀ miyÀnıdur bÀrìk Rÿz-ı èuşşÀúı zülf ider tÀrìk 1180 Heft Peyker mesnevîsinin önemli kısmını oluşturan yedi hikaye iki eserde de aynıdır. Eserdeki yedi güzelin adları Nizamî’ninkiyle aynıdır. Abdî, eserdeki bazı şahıs adlarının telaffuzunda Nizamî’den ayrılmıştır: Nizamî’deki “Yezdgird Abdî’de “Yezdecird” olarak harekelenmiştir. Bu küçük ayrılık eserdeki diğer Farsça kelimelerde de görülmektedir: Nizamî’de “künbed” Abdî’de “künbeõ” şeklinde; Farsça gün adlarının “şenbe” kısmı Abdî’de “şenbih” olarak telaffuz edilmektedir. Abdî de, genellikle bu tür tercümelerde oldugu gibi, eserini aynen tercüme etmekle beraber bazı bölümleri almayarak veya Nizamî’de olmayan bölümleri eklemekle eserine farklılık vermekistemistir. Bunun yanında Abdî,Nizamî’nin Heft Peyker mesnevîsinin konusunu Türk diline çevirirken hikayedeki olayları oldugu gibi aktarmıstır.Heft Peyker’de yer alan yedi hikaye de Abdî’de aynıdır. Orijinaldeki manayı korumak, beyitlerin manasını olduğu gibi vermek, Abdi tercümesinin özelliklerinden biridir. Abdî, bazı beyitleri Nizamî’den aynen çevirmiştir; bazı beyitlerde kelimeleri eşanlamlılarıyla değiştirerek çevirmiş; bazen beyitlerdeki bazı Farsça kelimelerin yerine yine Farsçadaki eşanlamlısını kullanarak, bazen de bu kelimelerin Arapça eşanlamlısı olan kelimeleri kullanarak aktarmıştır. Eserinde sekilce yaptıgı degisiklik bölüm baslıklarında ve bazı bölümlerin baslangıc ve bitis kısımlarında görülmektedir. Abdî, Nizamî’den aynen çevirdigi mesnevînin giris kısmında bazı bölümlerin sırasını degistirmis, bazı kısa bölümler ilave etmistir. Hikaye kısmında ise bazı bölümleri tek baslık altında birlestirmistir. Abdî’nin Heft Peyker’inde bölüm baslıkları manzumdur. Abdî tercümesinin en önemli yönlerinden biri, Nizamî’nin eserindeki hikmetli sözlerin, nasihatlerin, didaktik konulardaki söyleyislerin aynen korunmaya calısılmasıdır. Deyim, atasözü aynen çevrilmistir. Tercüme sırasında Farsça deyim ve tabirleri, atasözlerini bazen sadece fiilini Türkçelestirerek Farsça olarak siire aldıgı, bazen de Farsça kelimelerin esanlamlısını kullanarak çevirdigi görülmüstür. Nizamî’nin Heft Peyker’inde geçen Arapça unsurlar (ayet ve hadislerden iktibaslar, atasözü ve veciz sözler) aynen kullanılmıstır. Sonuç olarak, Abdi’nin Heft Peyker mesnevisi, yazıldıgı tarih, sunuldugu kisi, dil ve üslup bakımından Abdî’nin bugün bilinen diğer üç mesnevisi ile (Niyâz-nâme-i Sa’d u Humâ, Cemsîd u Hursîd ve Nüzhet-nâme) bütünlük göstermektedir. Abdî’nin Heft Peyker’i Nizamî’den genisletilerek yapılmıs bir tercümedir. Aynı zamanda eser şairin diğer esereleri arasında en hacimlisidir. Abdî’nin bu Heft Peyker tercümesi, Türk edebiyatında Nizamî’den yapılan Heft Peyker çevirileri halkasını genisletmektedir. Eser bugün bilinen Türkçe Heft Peyker mesnevileri arasında Nizami’den genişletilerek yapılan bir tercüme olarak yerini almaktadır. 202 Abdi, konu ve muhteva, olayların anlatım sırası ve şekil bakımından tümüyle Nizami’nin Heft Peykerine bağlı kalmıştır. Bununla beraber tercüme sırasında kul- F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. landığı farklı kelimelerle, yaptığı eklemelerle esere kendi şairliğini de yansıtmak istemiştir. Abdi’nin bu Heft Peyker mesnevisi, içerdiği çok sayıdaki deyim ve atasözleri bakımından da zengin malzeme sergilemektedir. KAYNAKLAR AKALIN, Nazir (1998), “Nizamî-i Gencevî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri” , Bilig, Sayı: 7, s. 67-91. ALTUNMERAL, Mehmet (2011), “Abdî’nin Gül ü Nevrûzunda Mûsikî Terimleri”, CBÜ Sosyal Bilimler dergisi, C: 9, Sayı: 2, Ekim 2011, Prof. Dr. Mahmut Kaplan Armağan Sayısı. ATEŞ, Ahmet (1944), “Behrâm-ı Gûr”, İA, c. II, İst., s. 453-454. AYAN, Gönül (1994), “Lâmi’î Çelebî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği ve Eserleri”, SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: 1, Kasım, Konya, s. 43-66. BAŞARAN, Orhan (2002), “Osmanlı Tarihçisi İdris-i Bitlisî’nin Ünlü Türk Şairi Nizamî’ye Bir naziresi”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 20, S. 107-125. DEMİREL, Şener (1995), Behiştî Heft Peyker (Metin-İnceleme), yayımlanmamış yük. l. tezi, Elazığ. GÜZELOVA, Hanzade (2006), “Abdî’nin Bilinmeyen Bir Mesnevîsi: Heft Peyker Tercümesi”, bilig, Sayı: 38 yaz, S. 35-49. GÜZELOVA, Hanzade (2008), Abdi’nin Heft Peyker Mesnevisi (İnceleme-Metin-Dizin), Hacettepe Üniv. basılmamış doktora tezi, Ankara (Tez danışmanı: Prof.Dr. Tulga OCAK) ERGÜN, Sadettin Nüzhet (1960) Türk Şairleri, c. 1, s. 189 vd. İLAYDIN, Hikmet T. (1935), “Behrâm-ı Gûr Menkabeleri. Mir Ali Şîr Nevâyî ile Hatifî’nin Eserleri Arasında Müşterek Bazı Hususiyetler Hakkında”, Türkiyat Mecmuası, c.V, s. 275-290. İNCE, Adnan ( 1986), “XVI. yy. Şairlerinden Abdî ve Eserleri”, TD Dergisi, Sayı: 410/Şubat, s. 186-192. İNCE, Adnan (1987), “Abdî’nin Niyâz-nâme-i Sa‘d ü Hümâ’sı”, FÜ Dergisi (Sosyal Bilimler), I (2), s. 155-206. İNCE, Adnan (1989), “Cemşîd ü Hurşîd Mesnevîleri”, FÜ Dergisi (Sosyal Bilimler), 3 (2), s. 109-139. İNCE, Adnan (2008), “Abdî’nin Gül ü Nevrûz Mesnevîsi”, TÜBAR-XXIII, Bahar 2008, S. 51130. KAHRAMAN, Bahaettin (1994-95), “Heft Peyker Çevirileri ve A. Nevayî’nin Seb’a-i Seyyâre’si”, SÜ Fen-Ed. Fak. Derg., Sayı: 9-10, s. 345-366. KARAHAN, Abdülkadir (1972), “Lâmi’î” maddesi, İslam Ansiklopedisi, c.7, İst., s. 12. KOCATÜK, Vasfi Mahir (1970), Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara, s. 362-363. KULOĞLU, Nazan (1989), Abdî Cemşîd ü Hurşîd, İnceleme-Metin, FÜ y.l.t., Elazığ. KUT, Günay (1972 ), “Aşkî ve Heft Peyker Çevirisi”, TDAY-Belleten, s. 127-157. 203 Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi KUT, Günay (1976), “Lâmi’î Chelebi and His Works”, Journal of Near Eastern Studies, 35, Chicago, s. 73-93. LEVEND, A. S.( 1964), Ali Şîr Nevaî, (cilt I) Hayatı-Sanatı-Kişiliği, (cilt III) Hamse (1967), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay. LEVEND, A. S.( 1984), Türk Edebiyatı Tarihi Giriş, Ankara. MİNORSKY, Vladimir (1958), The Chester Beatty Library: A Catalogue of the Turkish Manuscripts and Miniatures, Dublin. MUİN, Muhammed (1338/1919), Tahlil-i Heft Peyker, Neşriyat-ı Tehran, c. I, Tehran. PALA, İskender (1999), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Ankara. TEZCAN, Nuran, “Bursalı Lâmi’i Çelebi”, Türkoloji Dergisi, c. VIII, 1979, s.305-343. TUMAN, Nail (1961), İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Hamseler Katalogu, İstanbul. ÜNVER, İsmail (1986), “Ahmed-i Rıdvân”, Belleten, c. L, Sayı: 196 (Nisan 1986), s. 73-125, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay. YILDIZ, Mesut (1992), Nizamî-i Gencevî Heft Peyker Mesnevîsi ve Türkçe Çevirisi, AÜ y.l.t. 204 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi: Menâzilü’l-Haremeyn Yrd. Doç. Dr. Orhan KURTOĞLU* S eyahatnameler, genel olarak sanatkârların yapmış oldukları seyahatler esnasında uğradıkları yerlerde gözlemledikleri coğrafî, mimarî, etnografik, tarihi vs. hususiyetlerle ilgili olarak kaleme aldıkları eserlerdir. Bu türden eserlerde, konu edilen yerleşim yerlerinin bahsedilen bu hususiyetlerinin dışında, yeme içme, eğlence, ölüm, düğün, giyim kuşam, gelenek görenek gibi maddî veya manevî kültür unsurlarına dair son derece önemli malzemeler bulunmaktadır. Müslümanlığın önemli şartlarından biri olan hac ibadeti için seyahatin düzenlenmesi ve gerçekleştirilmesi, hem hacı adayı hem de devlet için ayrı bir önem taşır. Devrin şartları gereği kafileler hâlinde gerçekleşen bu seyahatlerle ilgili diğer Müslüman toplumların edebiyatlarında olduğu gibi Türk edebiyatında da birçok eser kaleme alınmıştır. “Bu eserler İstanbul’dan Mekke’ye kadar uzanan çok geniş bir coğrafya üzerindeki önemli yerleşim birimlerinin gelişimi hakkında dolaylı fakat mühim bilgiler verirler. Bu eserler aynı zamanda yazarlarının mentaliteleri, inançları, eğitimleri ve dilleri hakkında da dolaylı bilgi içerirler.” (Coşkun, 2002: 3). Hac yolculuğuna çıkacak kimseler, bir yandan manevî olarak kendilerini bu yolculuğa hazırlarken bir yandan da hac ibadetini usulüne uygun şekilde ifa ede- * Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ANKARA [email protected] 205 18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:... bilmek için tecrübelerinden faydalanacağı kişilere başvurur, bu arada ilim adamlarından ve kitaplardan faydalanır (Öğüt, 1996: 394). Başvurulan bu kitaplar da genellikle bu ibadetin nasıl yapılacağına dair kaleme alınmış eserler ve yolculuk sırasında karşılaşabilecekleri meseleler, uğranılacak şehirler, dinlenilecek menziller, ziyaret edilecek mekânlar vs. hakkında yazılmış kitaplardır. Türk edebiyatında Ahmed Fakîh tarafından yazılan Kitâbu evsâfı mesâcidi’şşerîfe’den başlamak üzere bu mukaddes yolculuğa çıkacakların işlerini kolaylaştırmak ve yol göstermek vs. maksatlarla Sulhî, Gubârî (ö. 1566), Bahtî (17. yy), Bahrî, Hacı Seyyid Hasan Rızâî (17. yy), Cûdî (18. yy), Kâmil (19. yy), Abdurrahman Hıbrî (ö 1658), Kadrî (17. yy), Seyyid İbrâhim Hanîf (ö. 1802), Mehmed Edîb (19. yy), Fevrî ve Nâbî (ö. 1712) gibi pek çok sanatçı tarafından hac seyahatnameleri kaleme alınmıştır (Coşkun, 2002: 7-49). Menderes Coşkun, Türk edebiyatında yazılmış hac seyahatnameleriyle ilgili olarak Türkiye’de Süleymaniye, Millet, Köprülü, Topkapı Sarayı Müzesi, İstanbul Üniversitesi ile İngiltere’de British Library, John Rylands ve Cambridge Üniversitesi kütüphanelerinde bulunan hacla ilgili eserlerden hareketle hazırladığı çalışmasında (Coşkun, 2002), Türk edebiyatında yazılmış hacla ilgili eserleri içerik ve yazılış gayelerine göre dört grupta toplamıştır. Bunlar: 1. Hac El Kitapları: a. Menâzil-i Hac Adlı Hac El Kitapları b. Menâsik-i Hac Adlı Hac El Kitapları 2. Rehber Niteliğindeki Hac Seyahatnameleri: a. Rehber Nitelikli Manzum Hac Seyahatnameleri b. Rehber Nitelikli Mensur Hac Seyahatnameleri 3. Hatıra veya Rapor Nitelikli Hac Seyahatnameleri 4. Edebî Hac Seyahatnameleri (Coşkun, 2002: 6-31)’dir. MENÂZİLÜ’L-HAREMEYN: Eserin yazarı ve adına dair seyahatname metninde herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Ancak eserin iki nüshasının bulunduğu Millet Kütüphanesi kayıtlarında eserin müellifinin Üsküdârî Mustafa Dede, adının da -herhâlde benzerlerinin isminden hareketle- Menâzilü’l-Haremeyn; olduğu belirtilmektedir. Biyografik kaynaklarda Üsküdarlı Mustafa Dede adıyla geçen şahısların ise böyle bir eserinden bahsedilmemektedir. Bu sebeple en azından şimdilik eserin müellifinin bilinmediğini söylemek daha doğru olacaktır. 206 Menâzilü’l-Haremeyn’in iki nüshası bulunmaktadır. Millet Kütüphanesi Ali Emiri Tarih 851’de bulunan bu iki nüsha, aynı cilt içerisinde yer almaktadır. Her iki nüsha da 14’er varaktan oluşmaktadır. Seyahatnamenin ikinci nüshasında temmet kaydı olarak 1208/1793 tarihi bulunmaktadır. Nesih bir hatla kaleme alınan eserin cildi meşin kaplı F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. ve zencireklidir. Bu iki nüsha arasında küçük de olsa bazı farklılıklar dikkat çekmektedir1. Menâzilü’l-Haremeyn, Coşkun’un tasnifine göre “rehber nitelikli mensur hac seyahatnameleri” arasında değerlendirilebilir. Eser, aynı düşüncelerle yazılmış diğer rehberlere benzemekle birlikte müellif, sadece menzillerin isimlerini ve bir önceki menzile saat olarak mesafesini belirtmekle yetinmemiş, bahse konu olan yerleşim yerlerinin genellikle nesnel bir üslupla olmak üzere coğrafî, tarihî, mimarî, etnografik ve iktisadî bir takım özelliklerinden bahsederek ziyaret edilmesini tavsiye ettiği mekânları da belirtmiştir. Müellifin seyahatnamesinde belirttiği ve hac yolculuğu sırasında takip ettiği güzergâh ve menzillerle surre alaylarının takip ettiği güzergâh arasında büyük bir paralellik görülmektedir. Benzer örneklerde olduğu gibi bu eserde de yolculuk Üsküdar’dan başlamaktadır. Üsküdar’ın Müslümanlığın en kutsal beldelerinin de içinde bulunduğu kıtanın ilk toprakları olması dolayısıyla burası Müslüman Türkler için farklı bir değer ifade etmektedir. Müellifin Üsküdar’dan başlayıp Arafat’ta sonlanan yolculuğu sırasında uğradığı irili ufaklı yerleşim yerleri sırasıyla şunlardır: Üsküdar, Kartal, Gegbûze (Gebze), Hersek, İznik, Lefke, Vezirhanı, Söğüt, Eskişehir, Seyyid Battalgazi, Husrev Paşa, Bolavidin, İshaklı, Akşehir, Ilgın, Lâdik, Konya, İsmil, Karapınar, Ereğli, Ulukışla, Çiftehan, Ramazanoğlu Yaylası, Çakıt, Adana, Misis, Kurtkulağı, Payas, Belenk, Antakya, Zanbakıyye, Şugûr, Madik, Hama, Hums, İki Kapulu, Nebek Yer, Kuteyfe, Şam, Kubbetü’l-hac, Tarhana Hanı, Sahrâ-yı Üveyk, Muzayrıb, Sahrâ-yı Minâ, Mafrak, Ayn-ı Zerka, Yarka, Kal’a-i katrân, Tâbût Korusu, Vâdî-i Aneze, Ma’ân, Akabebaşı, Cugayman, Eşmeler, Sahrâ-yı Kâ’, Kal’a-i betüs, Sahâ-yı Megâyir, Haydar, Birke-i Mu’azzama, Dâru’l-hamrâ, Medâyîn-i Sâlih, Kal’a-i Ûlâ, Bi’r-i ganem, Sahrâ-yı Matarân, Bi’r-i cedîd, Hediyye Eşmesi, Fuhleteyn, Vâdî’ü’l-Kurâ, Medîne-i Münevvere, Bi’r-i ‘Alî, Kubûr-ı Şühedâ, Cedîde, Bedr-i Huneyn, Kâ’-ı kebîr Meymûn Ovası, Râbi’a Eşmesi, Kadîde, Bi’r-i Isfân, Vâdî-i Fâtıma, Mekke-i Mükerreme, Minâ, Müzdelife, Cebel-i Arafât. Müellif, eserinde bir önceki konağa uzaklığını saat olarak belirterek başladığı ve kimi zaman orada kaç gün kalınacağını söyleyerek bitirdiği yerleşim yerleriyle ilgili anlatımlarında, muhtasar da olsa coğrafya, iklim, nüfus, ziyaret edilmesi gereken yerler ve ekonomik durum ile bu yerleşim yerlerinde yetiştirilen veya imal edilen ürünler hakkında bugün bile önemli kabul edilebilecek bir takım bilgiler de vermektedir. COĞRAFÎ ÖZELLİKLER: Eserde coğrafî durumla ilgili olarak, öncelikle bahsedilen yerin hangi ölçekte bir yerleşim yeri olduğu, varsa başka isimleri, yollarının durumu, havası ve suyunun özellikleri ile bilhassa su kaynaklarının durumu hakkında değerlendirmeler yapılmıştır: ÜsküdÀr: Áb u hevÀsı òoş cümleniñ maèlÿmudur. Úartal: Áb u hevÀsı laùìf sÀóil-i 1 Eserin tenkitli metnindeki A kısaltması Millet Kütüphanesi Ali Emiri Tarih 851’de bulunan eserin 1b-14b; B kısaltması ise aynı eserin 17b-31a varakları arasında yer alan nüshalarını ifade etmektedir. 207 18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:... baórdir. CÀmiè öñünde úuyusı vardır. äuyu òafìfdir. Hersek: Bir küçük úaãabadır. İzniú: Aôìm gölü vardır. TaròÀna: Yolu düz lÀkin àÀyet ùaşlıúdır. (…) Bir ismi daòi äanemeyn dirler. Madìú: Áb-ı hevÀsı óarÀret üzredir äu kenÀrıdır ùaà dibinde úalèası var. äaórÀ-yı MaùarÀn: Ilàınlıú taèbìr olunur. Bir ùarafı orman ve bir ùarafı ùaàdır. Úalèa-i betüs: èÁãì Óurması daòi dirler. Bir küçük úalèadır. Cebel gibi aàaçlar vardır. äaóÀ-yı MeàÀyir: Dere içinde bir úalèadır. CevÀnib-i erbaèası ùaàdır. Úalèa içinde bir ãaórÀ-yı èaôìmedir. (…)KÿhistÀna beñzer baèø aàaçlar vardır. Ve bir birkesi vardır. Ùatlı ãuyu vardır. (…) AmmÀ bir miúdÀr hevÀsı åaúìldir. MİMARÎ YAPILAR: Yolculuk sırasında konaklanılan yerlerdeki başta camiler olmak üzere han, hamam, tekke, medrese, imaret, misafirhane, köprü, su dolabı ve birke gibi mimarî yapılardan bahseden müellif çoğu zaman bu yapıların bânîlerinin ismini de belirtirken kimi yapılarla ilgili canlı tasvirler de yapmaktadır: Gegbÿze: İki cÀmiè vardır. Birin fÀtió-i vilÀyet áÀzì Oròan binÀ itmişdir ve birin Çoban MuãùafÀ Paşa binÀ itmişdir. Tekye ve medrese ve müsÀfüròÀne ve muèaôôam èimÀreti vardır ve yÀúÿt òaùùıyla bir muãóaf-ı şerìf vardır. Hersek: Hersek Meóemmed Paşa’nıñ cumèası úılınır bir cÀmiè[i] vardır. Vezìr Òanı: ÓammÀmı vardır. Meróÿm Köprülü Meóemmed Paşa binÀ itmişdir. İsóÀúlı: SulùÀn èAlÀèu’d-dìn binÀsı bir òan vardır. EånÀé-i ùarìúde dört yüz úırú üç adım bir köprüsü vardır. Bolavidin köprüsü dirler. Úarapıñar: SulùÀn SüleymÀn iki menÀreli laùìf bir cÀmìè-i şerìf binÀ itmişdir. Ulu Úışlaú: Öküz Meóemmed Paşa bir muèaôôam vÀcibü’s-seyr bir òan binÀ itmişdir. Adana: İki úapulu bir muèaôôam küprüsü vardır bir muèaôôam dÿlabla şehre ãu çıúar. Ve RamaøÀnoàlu’nuñ vÀcibü’s-seyr kÀşìyle maãnÿè bir cÀmièi vardır. Úuùeyfe: SinÀn Paşa’nıñ mükellef muèaôôam cÀmiè ve óammÀm ve òanı ve èimÀreti var. Birke-i Muèaôôama: Öñünde birkesi vardır. Yaàmur ãuyundan cemè olur imiş. Üç dört gün kifÀyet miúdÀrı ãu Óaydar’dan getirirler. ZİYARET EDİLEBİLECEK MEKÂNLAR: Kutsal bir maksatla ile çıkılan bu seyahat sürsince güzergâhlarında bulunan din, tasavvuf ve devlet büyüklerinin mezar ve makamlarının bulunduğu yerleri belirterek benzer bir yolculuğa çıkacaklar tarafından ziyaret edilmesini de tavsiye etmektedir: 208 ÜsküdÀr: AãóÀb-ı kirÀm-ı õevi’l-iótirÀmdan Ebu’d-DerdÀ óaøretleri ve Úaraca Aómed SulùÀn ve HüdÀyì Maómÿd Efendi ve SelÀmì èAlì Efendi ve Naãÿóì Efendi ve sÀéir müteèÀref olan maóaller ziyÀret oluna. Gegbÿze: ÒvÀce Faølu’llÀh Paşa ve Òalvetiyye’den Şeyò İlyÀs Efendi anda medfÿndur. ZiyÀret oluna. İzniú: EşrefzÀde Efendi óaøretleri anda medfÿndur. ZiyÀret oluna. Aú şehr: ÒvÀce Naãru’d-dìn meróÿm anda medfÿndur. Úonya: Óaøret-i MevlÀnÀ Kuddise sırruhÿ anda medfÿnlardır. ŞÀm: Cennet-meşÀm cÀmiè-i ümmiyye ve merúÀd-i YaóyÀ èAleyhi’s-selÀm ve Óaøret-i èOåmÀn òaùùıyla iki úıùèa muãóaf-ı şerìf Óaøret-ièAlì kerrema’llÀhu vecheniñ muãóaf-ı şerìfi andadır. Ve Óaøret-i Hÿd èAleyhi’s-selÀm cÀmiè-i şerìfiñ miórÀbı öñünde dìvÀr F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. dibinde medfÿndur deyü rivÀyet iderler. Ve Óanefì MiórÀbı öñünde bir maóal vardır. Óaøret-i Óıør èAleyhi’s-selÀm maúÀmı dirler ol maóalde òaùù-ı yÀúÿù ile bir cüzé-i şerìf vardır. Cebel-i Uhud: Úubÿr-ı şühedÀ ve èamm-i muóterem Óaøret-i Óamza raêıya’llÀhu teèÀlÀ èanhu óaøretlerini ziyÀretleriyle bedé oluna. Cedìde: AãóÀb-ı kirÀmdan Ebÿ èUbeyde İbnü’l-Óarå raêıya’llÀhu teèÀlÀ èanh anda medfÿndur ziyÀret oluna. Eserde ziyaret edilmesi tavsiye edilen tarihî ve tasavvufî kişilere ait mekânlardan Orhan Gazi’nin türbesinin Söğüt’te, Şeyh Edebalı’nın türbesinin ise Eskişehir’de bulunduğunun söylenmesi gibi bazı yanlış bilgiler de bulunmaktadır. Bu yanlışlıklar, müellifin bu eserini hac seyahatini tamamladıktan bir müddet sonra kaleme alması dolayısıyla bu türbelerin yerlerini yanlış hatırlamasından kaynaklanmış olmalıdır. YETİŞTİRİLEN VEYA İMAL EDİLEN ÜRÜNLER: Bu grupta verilen bilgilerde bahse konu olan menzilde yetiştirilen tarım ürünleri ile imal edilen diğer ürünlerinden bahsedilerek bir nevi devrin iktisadi hayatına dair somut veriler de ortaya koymaktadır. Bu husus için şu birkaç menzille ilgili değerlendirme örnek olarak verilebilir: Vezìr Òanı: Óarìr olur. Sögüt: NÀzük üzüm ùurşusu ve laùìf ayva olur. Bilecik úarìb olmaàla úadìfe yasduú getirip ãatarlar. Eski şehr: AhÀlìsi ekåerì lüle yaparlar. Maóalle ãomunu dirler àayet bişkin etmeği olur. Òusrev Paşa: AhÀlìsi kilim işlerler. Bolavidin: AhÀlìsi kilim işler. Der-bend olup ùaà olmaàla odun mübÀódır. Aú şehr: Mükellef òanları laùìf úaymaàı vardır. Ucuzluúdur. Úarapıñar: ÓammÀmı vardır. AhÀlìsi ekåer cevreb işlerler. Çifte Òan: Ve Şeker Pıñarı ol ùarìkdedir ılıcası vardır. BeyÀø aèla gömec balı olur. Anùaúiyye: BÀà bÀàçe mìve taèbìre ãıàmaz. Şuàÿr: Laùìf üzüm ve óarìr olur. Lâdik: Süd yoàurt ve àÀyet laùìf ruàan-ı sÀde bulunur. Úonya: Mìvesi çoúdur, óalvası meşhÿrdur. Her şey bulunur. Úalèa-i úatrÀn: Paşa için otlaú ve ãaman cemè iderler. MaèÀn: Òalìlü’r-RaómÀn karìb olmaàla her şey bulunur. Mìveniñ envÀèı mevcÿd èaôìm ordu bÀzÀr olur. Cuàayman: KerbelÀ çölü dirler ki iki sÀèat yerden deryÀ gibi görünür. äu ôann idersin lÀkin aña şerÀb dirler. MeékÿlÀt [u] meşrÿbÀta müteèallıú úaùèÀ bir şey bulunmaz. äu ve arpa bulunur. Úalèa-i betüs: Cebel gibi aàaçlar vardır. EùrÀfdan úoyun úuzu gelür ve úarbÿz bulunur. DİĞER BİLGİ VE DEĞERLENDİRMELER: Müellif, yukarıda bahsetmiş olduklarımızın dışında, bahse konu olan menzil/konakla ilgili olarak başka değerlendirmeler de yapmıştır. Bu değerlendirmelerde bilhassa Anadolu’nun güneyinden itibaren “su” ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir. Bu konaklarda su bulunup bulunmadığından tutun mevcut suyun niteliğine varıncaya değin çoğu öznel bir takım değerlendirmeler yapmıştır. Òusrev Paşa: Bir òarÀb yerdir. Suyu daòi úalìldir. Ulu Úışlaú: Ve lÀkin ãuyu azdır. İki Úapulu: Bir şey bulunmaz. äuyu daòi àÀyet alçaúdır. Úuùeyfe: áÀyet óafìf ãuyu vardır. Beèalbek’den gelir imiş. ŞÀm yaúın olmaàla her şey mebõÿldür. äaórÀ-yı MinÀ: 209 18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:... ÚaùèÀ bir şey bulunmaz. ÓattÀ ãu daòi yoúdur. Úalèa-i úatrÀn: äuyu yaàmur ãuyudur. Aúabebaşı: ÚatèÀ bir şey bulunmaz ãuyu yoúdur. MaèèÀndan ve Úalèa-i ÚaùrÀn’dan belki èayn-ı Zırka’dan daòi iótiyÀùen ãu getirirler. Cuàayman: MeékÿlÀt [u] meşrÿbÀta müteèallıú úaùèÀ bir şey bulunmaz äu ve arpa bulunur. Eşmeler: äu úalèa içinden gelir. Ve baèø yerleri eşerler ãu çıúar lÀkin óayvÀn daòi ikrÀhen içer. İçilmesi mümkin degildir. äaórÀ-yı ÚÀè: ÚaùèÀ ãu yoúdur. Bir àayri şey daòi aãlÀ bulunmaz. Hediyye Eşmesi: Bir şey bulunmaz ÓuccÀc úonduúda úuyular úazarlar sekizyüz belki biñe yaúın. äular çıúar lÀkin kerìh rÀyióası olmaàla içilmek mümkin degüldür. ÓayvÀn daòi ikrÀhen içer. Fuòleteyn: Yedi úuyu vardır. Ve ãuları Àb-ı zülÀle beñzer hevÀsı laùìfdir. Úubÿr-ı ŞühedÀ: ZiyÀreti müsteóab olan maóallerdir. Bu úonaúda daòi ãu bulunmaz. Su ile ilgili olanların dışında, yapılan bu türden değerlendirmeler arasında buralarda yaşayan insanlar ve onların etnik kimlikleri, kişilikleri gibi özellikleriyle ilgili olanlar da vardır: Ilàın: maøbÿù úaãabadır. İsmil: AhÀlìsi óuccÀcı iki sÀèat maóallinden úarşularlar äuyu úuyu ãuyudur. Úarapıñar: Muúaddimen taót-ı èAlÀèu’d-dìn anda imiş. Eregli: AhÀlìsiniñ ekåeri sÀdÀt-ı kirÀmdır. Belenk: áÀyet nÀzük etmek bişirirler. Zanbaúıyye: AhÀlìsinin ekåeri Türk’dür. TaròÀna: TaròÀna çorbası bişirüpvaranlara iùèÀm iderler. Biér-i èAlì: Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu teèÀlÀ èaleyhi ve sellem anda namÀz úılmışdır. Kısa cümlelerle sade bir anlatımın tercih edildiği eserin metni aşağıdadır: [A1b, B17b] Bİ’SMİ’LLÁHİ’R-RAÓMÁNİ’R-RAÓÍM r¼UF¼« d•¬ v¼« rÒ* Ë ë¾1# Ë ë¼« v* Ë bÒL1¦ ëI*• dš• v* ë*¼« vÒ*# Ë r*F² r¼ U¦ Èc¼« ë*¼ bL1¼«Ë r*I¼U rÒ* Èc¼« ë*¼« r ÜsküdÀr: Áb u hevÀsı òoş cümleniñ maèlÿmudur. AãóÀb-ı kirÀm-ı õevi’l-iótirÀmdan Ebu’d-DerdÀ óaøretleri ve Úaraca Aómed SulùÀn ve HüdÀyì Maómÿd Efendi ve SelÀmì èAlì Efendi ve Naãÿóì Efendi ve sÀéir müteèÀref olan maóaller ziyÀret oluna. Úartal 4 sÀèat: Áb u hevÀsı laùìf sÀóil-i baórdir. CÀmiè öñünde úuyusı vardır. äuyu òafìfdir. Gegbÿze 5 sÀèat: Úaãabadır. Aãlı Geyik Yazı imiş. İki cÀmiè vardır. Birin fÀtió-i vilÀyet áÀzì Oròan [A2a] binÀ itmişdir [B18a] ve birin Çoban MuãùafÀ Paşa binÀ itmişdir. Tekye ve medrese ve müsÀfüròÀne ve muèaôôam èimÀreti vardır ve yÀúÿt òaùùıyla bir muãóaf-ı şerìf vardır. ÒvÀce Faølu’llÀh Paşa ve Òalvetiyye’den Şeyò İlyÀs Efendi anda medfÿndur. ZiyÀret oluna. Hersek 3 sÀèat: Bir küçük úaãabadır. Hersek Meóemmed Paşa’nıñ cumèası úılınır bir cÀmiè[i] vardır. Derbende úonulmayıp ùoàru varılır. İzniú 12 sÀèat: Aôìm gölü vardır. EşrefzÀde Efendi óaøretleri2 anda medfÿndur. ZiyÀret oluna. Lefke 42 sÀèat: Yolu ãarbdır. Aúarãuyu vardır ve óarìr olur. Vezìr Òanı 5 sÀèat: Aúarsuyu3 ve óammÀmı vardır. Meróÿm Köprülü Meóemmed Paşa binÀ itmişdir ve 210 2 3 óaøretleri -A Aúarsuyu: aúarãuyu vardır B F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. óarìr olur. Sögüt 9 sÀèat: NÀzük [B18b] üzüm ùurşusu ve laùìf ayva olur. Bilecik úarìb olmaàla úadìfe yasduú getirip ãatarlar. Eyü òaùb(?) mebõÿldür. [A2b] Ve áÀzì Oròan anda medfÿndur. ZiyÀret oluna. Eski şehr 9 sÀèat: Ál-i èOåmÀn’ıñ cedd-i mÀderleri Şeyò Ede Balı anda medfÿndur. èAzìm mÀé-i cÀrì ve ılıcalar vardır. Çoban MusùafÀ Paşa’nıñ anda mükellef cÀmiè[i] vardır. Maóalle ãomunu dirler àayet bişkin etmegi olur. AhÀlìsi ekåerì lüle yaparlar. İúamet-i yevm: Seyyid BaùùÀl áÀzì 9 sÀèat: Seyyid áÀzì ile ùaş uran úız bir türbe içindedir Miòal Oàulları ùaşrada bir türbededir. Ve çoban (…)4 yanında bir türbededir. SulùÀn èAlÀèu’d-dìn’iñ vÀlidesi yuúaruda zìr ü zemìnde bir türbede ol [B19a] maóalliñ bÀnìsidir. Odun úıymetlidir. Òusrev Paşa 8 sÀèat: Bir òarÀb yerdir. Suyu daòi úalìldir. AhÀlìsi kilim işlerler. Bolavidin 13 sÀèat: Bir úaãabadır. Yolu àayet maòÿfdur. İn öñü taèbìr olunur maóalden geçilir. Ve ahÀlìsi [A3a] kilim işler ve beyne’ù-ùarìú Bayat namında bir úarye vardır. Der-bend olup ùaà olmaàla odun mübÀódır. İsóÀúlı 7 sÀèat: èAzìm bÀàçeleri ve aúarsuyu vardır Mìvesi çoú laùìf yerdir. SulùÀn èAlÀèu’d-dìn binÀsı bir òan vardır. EånÀé-i ùarìúde dört yüz úırú üç adım bir köprüsü vardır5. Bolavidin Köprüsü dirler. Aú şehr 5 sÀèat: Mükellef òanları laùìf úaymaàı vardır. Ucuzluúdur ve ÒvÀce Naãru’d-dìn meróÿm anda medfÿndur. [B19b] ZiyÀret oluna. Ilàın 9 sÀèat: Yaz günleri hevÀsı aàırdır. Ve akarsuyu ve ùaşrasında ılıcaları vardır ve MusùafÀ Paşa’nıñ anda daòi bir nÀzük cÀmièi vardır. Maøbÿù úaãabadır. Lâdik 10 sÀèat: Bir èazìm úaryedir. Aúar suyu ve óammÀmı vardır. Süd yoàurt ve àÀyet laùìf ruàan-ı sÀde bulunur. Úonya 8 sÀèat: Muèaôôam úalèası vardır. [A3b] VÀlide Òanı dirler bir òan vardır. Ve óaøret-i MevlÀnÀ kuddise sırruhÿ anda medfÿnlardır6. Ve türbesi úurbinde SulùÀn Meóemmed CÀmièine müşÀbih bir cÀmiè-i şerìf vardır. Mìvesi çoúdur, óalvası meşhÿrdur. Her şey bulunur. İúamet-i yevm: 1. İsmil 12 sÀèat: Bir èazìm úaryedir. AhÀlìsi óuccÀcı iki sÀèat maóallinden7 úarşularlar. äuyu úuyu ãuyudur. [B23a] Yaz günü hevÀsı åaúìl olur. ŞitÀda odun bulunmaz. Úarapıñar 10 sÀèat: Bir èazìm úaryedir SulùÀn SüleymÀn iki menÀreli laùìf bir cÀmìè-i şerìf binÀ itmişdir. ÓammÀmı vardır. AhÀlìsi ekåer cevreb8 işlerler ve muúaddimen taót-ı èAlÀèu’d-dìn anda imiş. Moñla HünkÀr Úonya’ya gelince. Eregli 12 sÀèat: áÀyet laùìf yerdir. BÀà u bÀàçesi çoúdur. Áb-ı revÀn u hevÀsı laùìf mìvesi mebõÿldür. AhÀlìsiniñ ekåeri sÀdÀt-ı kirÀmdır. İúÀmet-i yevm: 1. Ulu Úışlaú 10 sÀèat: Bir úaryedir. Öküz Meóemmed Paşa bir muèaôôam [A4a] vÀcibü’s-seyr bir òan binÀ itmişdir. Ve lÀkin ãuyu azdır. Çifte Òan’a varınca yol àÀyet sarpdır. Çifte Òan 8 sÀèat: Ùaà içidir. èAzìm ãular var. ÓattÀ bir ãudan úırú defèa geçilir. Ve Şeker Pıñarı ol ùarìkdedir ılıcası [B20b) vardır. BeyÀø aèla gömec balı olur, mìve bulunur úış günü. RamaøÀnoàlu Yaylası 7 sÀèat: Ùaàdır. İki ùarìúiñ yolları àÀyet ãarpdır. Laùìf ãular vardır. Ve hevÀdÀr nÀzük maóaldir. Çaúıd 13 sÀèat: Öñünde èazìm ãular aúar iki defèa geçilir. Ve yolları iniş yoúuşdur. Adana 10 4 5 6 7 8 Okunamadı EånÀé-i ùarìúde dört yüz úırú üç adım bir köprüsü: bir cisri B medfÿnlardır: medfÿndur A maóallinden: maóalden A. cevreb: çorap B. 211 18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:... sÀèat: Laùìf bÀà u bÀàçeleri var Seyóÿn önünden aúar iki úapulu bir muèaôôam küprüsü vardır. BÀc-dÀr oturur ve bir muèaôôam dÿlabla şehre ãu çıúar. Ve RamaøÀnoàlu’nuñ vÀcibü’s-seyr kÀşìyle maãnÿè bir cÀmièi vardır. Yaz günü hevÀsı àÀyet åaúìldir. Úış günü balçıàı çoúdur. Misis 7 sÀèat: Bir karyedir. [A4b] ÓammÀmı ve bir muèaôôam cÀmièi vardır. Ceyóÿn önünden aúar yolu èaúabe gibidir. Yaz günü hevÀsı åaúìldir. Bir cisri var. Cisrin öte başında bir òarÀb [B21a] maóalli vardır. Muúaddimen medrese imiş. Yediler anda óÀøır olur diyü meşhÿrdur. El-uhdetü èale’r-rÀvì. Úurd Kulaàı 7 sÀèat: Bir palanúa gibi maóaldir. İçinde cÀmiè ve òan var ve bir úaç èaded ufaú temur ùopları var, yaz günleri úonulmayıp minúÀrı cisrine úonarlar. Payas 9 sÀèat: SÀóil-i baórdir. Aúar suyu var, hevÀdÀr yerdir. Nazük úaãabadır. Ve sehldir. BÀà bÀàçeleri var. İbrÀhìm Òan’ıñ vaúfı bir muèaôôam òan ve cÀmiè ve óammÀmı vardır. VÀcibü’s-seyrdir. Yaz günü úonulmayıp òayme ile úonarlar hevÀdÀr yerdir. Belenk 7 sÀèat: NÀzük úaãabadır.9 äuları çoú laùìf yerdir. SulùÀn SüleymÀn’ıñ cÀmièi ve óammÀmı [A5a] vardır. áÀyet nÀzük etmek bişirirler. Yolu èaúabedir. Derbend ve deryÀ kenÀrından geçer äaúal Ùutan didikleri maóal vardur. Maòÿfdur. Anùaúiyye [21b] 9 sÀèat: áÀyet büyük úalèadır.10 Şenligi bir ùarafdadur. BÀà bÀàçe mìve taèbìre ãıàmaz èÁãì ãu öñünden aúar. Óaøret-i Şemèÿñ ve Óabìb-i NeccÀr cÀmiè içinde zìr-i zemìnde medfÿndur. ZiyÀret oluna. Yolu èaúabe gibidir. Zanbaúıyye 11 sÀèat: èÁãì ãuyu11 öñünden aúar eùrÀfı zeytunluúdur. Laùìf incir ve sÀéir mìve olur. İki òanı vardır. AhÀlìsinin ekåeri Türk’dür.12 Şuàÿr 7 sÀèat: NÀzük úaãabadır. èÁãì ãuyu13 öñünden aúar bÀà bÀàçeleri büyük14 ve laùìf üzüm ve óarìr olur. Köprülü meróÿmuñ muèaôôam òanı var çorbası çıúar. Yolu èaúabedir.15 Úışlarda çamur olur. Madìú 11 sÀèat: äu kenÀrıdır. Ùaà dibinde úalèası var. [A5b] Áb [u] hevÀsı óarÀret üzredir. Óama 12 sÀèat: èÁãì ãu öñünden aúar ve Mÿóammedì dÿlabı [B22a] andadır. Laùìf bÀà bÀàçeleri var. AèlÀ penbe ipligi olur. Òumã 11 sÀèat: Óama ile beynlerinde bir úarye vardır. Resen úarye dirler. Òanı ve köprüsü vardır. Ebÿ Yezìd-i BistÀmì anda medfÿndur dirler. EnbiyÀ-ı èıôÀm ve aãóÀb-ı kirÀmdan çoú kimseler medfÿndur. SuéÀl olunup ziyÀret oluna ve úalèada Óaøret-i èOåmÀn òaùùıyla bir Muãóaf-ı şerìf vardır. İki Úapulu 7 sÀèat: Bir palanúa gibi maóaldir. İçinde bir òan ve bir mescid ve bir úaç evler vardır. Bir nÀzük yerdir. Bir şey bulunmaz. äuyu daòi àÀyet alçaúdır. Nebek yer 7 sÀèat: Bir nÀzük úalèadır. Laùìf cÀmiè ve muèaôôam òanı vardır. Úuùeyfe 8 sÀèat: áÀyet óafìf ãuyu vardır. Beèalbek’den gelir imiş. Bir úaryedir. SinÀn Paşa’nıñ mükellef muèaôôam cÀmiè ve óammÀm ve òanı [A6a] ve èimÀreti var. èAbdu’l-úÀdir GeylÀnì’niñ maúÀmı var. ŞÀm yaúın olmaàla her şey mebõÿldür. [B22b] Ve ŞÀm’a iki sÀèat maóalde Telli MenìnÀ (?) dirler Vâlâ Köyü 212 9 10 11 12 13 14 15 úaãabadır: úaãaba B. úalèadır: úalèa B. ãuyu: ãu A. Türk’dür: Kürt’dür A. ãuyu: ãu A. Büyük: èazìm B. èaúabedir: èaúabe gibidir B. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. dirler bir yer vardır. áÀyetü’l-àÀye müferrÀó maóaldir. ŞÀm: Cennet-meşÀm cÀmiè-i ümmiyye ve merúÀd-i YaóyÀ èAleyhi’s-selÀm ve Óaøret-i èOåmÀn òaùùıyla iki úıùèa muãóaf-ı şerìf Óaøret-ièAlì kerrema’llÀhu vecheniñ muãóaf-ı şerìfi andadır. Ve Óaøret-i Hÿd èAleyhi’s-selÀm cÀmiè-i şerìfiñ miórÀbı öñünde dìvÀr dibinde medfÿndur deyü rivÀyet iderler. Ve Óanefì MiórÀbı öñünde bir maóal vardır. Óaøret-i Óıør èAleyhi’sselÀm maúÀmı dirler ol maóalde òaùù-ı yÀúÿù ile bir cüzé-i şerìf vardır ve mÀ-i cÀrì geçer ve yine cÀmiè-i şerìf içinde bir úuyu vardır. Yaz günlerinde àÀyet ãavuú ve óafìf ãuyu vardır. Ùaşrada olan ziyÀretler Óaøret-i BilÀl-i Óabeşì [A6b] ve Óaøret-i MuèÀviye ve ezvÀc-ı ùÀhirÀtdan ümmü’l-müéminìn Óaøret-i èAtìke [B23a] ve Zeyneb ve Ruúiyye RıêvÀnu’llÀhi TeèÀlÀ èaleyhim ecmaèìn óaøerÀtı ve ãÀlióiyyede Şeyò Muóyi’d-dìn İbni èArabì ve èAbdu’l-àaniyyü’l-nablÿsì èale’l-óuãÿã óadìå-i şerìf ile åÀbit Kÿh-ı Úayãun taèbìr olunur cebel ki beyne’l-arza ve’l-bürze(?) yetmiş biñ peyàamber-i èıôÀm óaøeratı medfÿn olduàu mütevÀtirdir. Ve maúÀm-ı åülüåe ve maúÀm-ı sebèa ve maúÀm-ı erbaèìn taèbìr olur maóaller ziyÀret oluna. Ve sÀéir emkine-i müteberrike ve óayÀtda olan èulemÀ vü ãuleóÀ vü meşÀyiò-i kibÀr istifsÀr olunup ziyÀretlerine ve celb-i duèÀlarına saèy u ihtimÀm lÀzımdur. áazel-i Rÿóì: Zìr ü bÀlÀsına bu ol òaù-ı èanber-fÀmıñ Cennet altında ya üstünde dimişler ŞÀm’ıñ Úubbetü’l-óac: ŞÀm’ın16 kenÀrında olmaàla ãu bentleri (?) var ve ãuffe şeklinde bir úubbe vardır. Anda ãurre emìnine ve ãaúalara øıyÀfet olunup [A7a] bir gice [B23b] anda meks olunup bir ãaórÀ-yı èaôìmdir. äuyu ve mescidi ve bir maùbaòı vardır. TaròÀna Òanı 42 sÀèat: TaròÀna çorbası bişirüp varanlara iùèÀm iderler. Bir ãaórÀ-yı èaôìmdir17. Yolu düz lÀkin àÀyet ùaşlıúdır. Yolda iki cisri vardır. Meróÿm èAbdu’llÀh Paşa kaldırım yapdırmışdır.18 Bir ismi daòi äanemeyn dirler. äaórÀ-yı Üveyk 13 sÀèat, Muzayrıb 7 sÀèat: Bir küçük úalèası vardır. Áb [u] hevÀsı eyüdür. EùrÀfında bÀà u bÀàçeleri vardır. Mìvesi mebõÿldür. èAôìm ordu bÀzÀr olup her şey bulunur cümle úuãÿr úılan tetimmÀt-ı óac anda temÀm olacaúdır. İúÀmet-i yevm: 3. äaórÀ-yı MinÀ 7 sÀèat: Bir èaôìm ãaórÀdır. úaùèÀ bir şey bulunmaz. ÓattÀ ãu daòi yoúdur. Mafraú 7 sÀèat: Bu maóalde daòi ãu yoúdur. Muzayrıb’dan getirirler. Óıfôa taèbìr olunur merÀtib-i óuccÀca [B24a] göre her ne ki tertìb-i ãufÿf-ı tarìúatde [A7b] anda olur. Emìrü’l-óuccÀc ehemm-i muãÀlióìni anda itmÀm iderler. èAyn-ı Zerúa 12 sÀèat: Laùìf aúar ãuyu vardır. Yolu taşlıúdır. èAúabe taèbìr olunur. İúÀmet-i yevm: 1. Yarúa 15 sÀèat: BalÀù daòi dirler. KeõÀlik bir ãaórÀ-yı èaôìmdir. AmmÀ ãuyu yoúdur. èAyn-ı Zerúa’dan getirirler. Úalèa-i úatrÀn 11 sÀèat: Bir küçük úalèadır. Öñünde iki birke vardır. äuyu yaàmur ãuyudur. Şenligi yoúdur. Paşa için otlaú ve ãaman cemè iderler. áayri bir şey bulunmaz. TÀbÿt Úorusu 13 sÀèat: Berr ü yÀbÀndır. Bir dere içindedir.19 16 17 18 19 ŞÀm’ın: ŞÀm B. ãaórÀ-yı èaôìmdir: èaôìm ãaórÀdır B. yapdırmışdır: yapmışdır B. içindedir: içinde B. 213 18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:... Suyu yoúdur. áazze ùarafından baèøı kerre yaàmur ãuyundan cemè olmuş ãu getirirler. Úuds-i şerìf yaúın olmaàla èurbÀn miúdÀr-ı kifÀye zaòìre getirirler. VÀdì-i Aneze 12 sÀèat: Çöldür.20 Bir şey bulunmaz. Suyu ÚatrÀn [B24b] úalèasından getirirler. Maòÿf maóaldir. MaèÀn 13 sÀèat: Bir küçük [A8a] úalèası vardır. Áb u hevÀsı eyüdür. Òalìlü’rRaómÀn úarìb olmaàla her şey bulunur. Mìveniñ envÀèı mevcÿd21 èaôìm ordu bÀzÀr olur. İúÀmet-i yevm: 1. èAúabebaşı 19 sÀèat: Bir dere içindedir. ÚatèÀ bir şey bulunmaz. MaèÀndan kalkıp beş sÀèat mürÿrunda22 maóall-i meõbÿrda bir Ümm-i áaylan aàacı dirler èArablar ana. äuyu yoúdur. MaèÀndan ve Úalèa-i ÚaùrÀn’dan belki èayn-ı Zerúa’dan daòi iótiyÀùen ãu getirirler. Cuàayman 13 sÀèat: ÇuàÀn daòi dirler. Berr ü yÀbÀndır. Bir ãaórÀ-yı èaôìmedir. MeékÿlÀt [u] meşrÿbÀta müteèallıú úaùèÀ bir şey bulunmaz. KerbelÀ çölü dirler ki iki sÀèat yerden deryÀ gibi görünür. äu ôann idersin lÀkin aña şerÀb dirler. Úumdur. Meróÿm èAbdu’llÀh Paşa bir úalèa [B25a] ve bir birke daòi binÀ itmişdir. äu ve arpa bulunur. Eşmeler 10 sÀèat: Bir küçük úalèadır. Öñünde birkesi vardır. äu úalèa içinden gelir [A8b] ve baèø yerleri eşerler ãu çıúar. LÀkin óayvÀn daòi ikrÀhen içer. İçilmesi mümkin degildir. Otlaúdan àayri bir şey bulunmaz. Baèø yabÀni òurma aàaçları vardır. äaórÀ-yı ÚÀè 12 sÀèat: äaàìr kazıú tutmaz daòi dirler bir ãaórÀ-yı èaôimedir. ÚaùèÀ ãu yoúdur. Bir àayri şey daòi aãlÀ bulunmaz. Úalèa-i betüs 12 sÀèat: èÁãì Óurması daòi dirler. Bir küçük úalèadır. EùrÀfında ùaş aralarında èArab evleri vardır. Cebel gibi aàaçlar vardır. Birkesi vardır. EùrÀfdan úoyun úuzu gelür ve úarbuz bulunur. äaóÀ-yı MeàÀyir 13 sÀèat: Dere içinde bir úalèadır. CevÀnib-i erbaèası ùaàdır. Úalèa içinde bir ãaórÀ-yı èaôìmedir. Bir şey bulunmaz. äu daòi yokdur. KÿhistÀna beñzer baèø aàaçlar vardır. Ve bir birkesi vardır. Ùatlı ãuyu [B25b] vardır. Úoyun úuzu ve úarbuz vardır. AmmÀ bir miúdÀr [A9a] hevÀsı åaúìldir. Óaydar 9 sÀèat: Dere içinde bir úalèadır. CevÀnib-i erbaèası ùaàdır. Úalèa içinde bir úuyu vardır. Ve taşrasında bir birkesi vardır. äuyunuñ leùÀfet ve óıffeti ŞÀm’dan bu maóalle gelince birine úıyÀs olunmaz derÿn-ı úalèada Baba Óaydar-nÀm bir velì medfÿndur. Bir mescid-i şerìf vardır. On altı nefer úalèa úulu vardır. Ve Óaøret-i Eyyÿb èaleyhi’s-selÀm úurdu dirler ùaş gibi bir şey anda olur. Anı teberrüken döşerler ve bir birke dahi èAbdu’llÀh Paşa meróÿm binÀ itmişdir. Birke-i Muèaôôama 20 sÀèat: Bir èaôimü’şşÀn ova içinde bir úalèadır. Öñünde birkesi vardır. Yaàmur ãuyundan cemè olur imiş. Üç dört gün kifÀyet miúdÀrı ãu Óaydar’dan getirirler. Birkeniñ ãuyu olduàu óÀlde daòi yaàmur ãuyu olup üstü açıú olmaàla tìz bozulur. DÀru’l-óamrÀ 17 sÀèat: [B26a] äaórÀdır. Pirinç ovası [A9b] ve berdü’l-èacÿz daòi dirler. Bir şey bulunmaz. äu daòi yoúdur. Köçek Úayası dirler bir maóal vardır taúrìben MedÀyìn-i äÀlió’e üç sÀèatdir. MedÀyìn-i äÀlió 18 sÀèat: Óaøret-i äÀlió èaleyhi’s-selÀm úavmi AllÀh TeèÀlÀ’nıñ àaøabına irip òasf olan şehrler imiş. Pirinç ovasında şaúúu’l-èacÿz-nÀm maóalle gelince yolları úumãal ve ùaşlıú ve èaúabedir ki vaãf olunmaz. BÀúìsi boàazlardır. Yahÿdìler cemel-i maèhÿdı boàazlayıp ahÀlìsi òasf olan yerlerdir. Üç boàazdır. Bir şey 214 20 Çöldür: Çoúdur B. 21 mevcÿd: mevcÿdedir B. 22 mürÿrunda: mürÿrundan B. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. bulunmaz. Maòÿf yerlerdir. Úalèa-i ßlÀ 7 sÀèat: Bir èacÀéib maóaldir. Ùopraúdan úalèası vardır içinde iki cÀmiè ve bir mescid vardır. Ve laùìf suyu var. BÀà ve bÀàçeleri çoú, mÀé-i cÀrì var, lÀkin úalèası maòÿf olmaàla içine girmeyorlar. İúÀmet yevm: 1. Biér-i àanem 15 sÀèat: Úuyular vardır. Meróÿm àÀzì oàlu SüleymÀn Paşa bir úalèa [A10a] binÀ itmişdir. äaórÀ-yı MaùarÀn 18 sÀèat: Bir ãaórÀdır. Yolları [B26b] àÀyet ãarbdır. Ve maòÿfdur. Ekåerì boàazdır. Ve ılàınlıú taèbìr olunur. Bir ùarafı orman ve bir ùarafı ùaàdır. Ol maóalde bir úaç defèa óuccÀc-ı müslimìn zaómet çekmişlerdir. Biér-i cedìd 20 sÀèat: VÀlide sulùÀn binÀ itmişdir. Muèaôôam úuyudur ve yanında mescid gibi bir maóal vardır. Bir ãaórÀ-yı èaôìmedir. Bir şey bulunmaz. äuya øarÿret çekilir.23 Bu maóalde eşmelere bir buçuú sÀèat maóalde zümürrüd úuyusu dirler bir yer vardır. äuyu gelir, laùìfdir. Hediyye Eşmesi 17 sÀèat: èAvdetde cerde mülÀúì olduàu yerde bir maóaldir. Bir ãaórÀ-yı èaôìmdir.24 Bir şey bulunmaz. İsmÀèil Paşa meróÿm bir úalèa yapdırmışdır. ÓuccÀc úonduúda úuyular úazarlar sekizyüz belki biñe yaúın. äular çıúar lÀkin kerìh rÀyióası olmaàla içilmek mümkin degüldür. ÓayvÀn daòi ikrÀhen içer25. [A10b] Ol maóalde sinÀmekì olur ehl-i medìne teéåìrin ol maóalde müşÀhede iderler. Fuòleteyn 21 sÀèat: SelÀm Úayası daòi dirler. CevÀnib-i erbaèası ùaàdır. Yedi úuyu vardır. Ve ãuları Àb-ı zülÀle beñzer, hevÀsı laùìfdir. Olan bu maóalle gelince ãu òuãÿãì emr-i müşkildir. VÀdì’ü’l-úurÀ 10 sÀèat: CevÀnib-i erbaèası eyøen ùagdır. Orta yerde bir ova gibi yerdir. äuyu yoúdur. Bir şey bulunmaz. Duòÿlü yevm-i Cumèa, óareketi yevmü’l-eóaddir. èOåmÀn oàlu meróÿm bir úaç úuyu úazmışdır. áÀyet edebe mürÀèÀt olunacaú yerlerdir. Medìne-i Münevvere 22 sÀèat: äalla’llÀhu teèÀlÀ èaleyhi ve sellem26 óarem-i şerìf-i MuãùafÀ ve ravøa-i muùahhara-i nebevì ziyÀret olunup baèdehÿ itmÀmu’ã-ãalÀtu ve’s-selÀm ziyÀret-i şeyòeyn ve benÀt-ı Resÿlü’å-åaúaleyn ve ezvÀcihi ve aãóÀbihü’l-kirÀm èaleyhi efêali’ã-ãalÀt ve ekmelü’s-selÀm ziyÀret oluna. Medìne-i münevvere’de aãóÀb-ı güzìnden on biñ nüfÿs [A11a] medfÿndur diyü menúÿldür. Òuãÿãan Peyàamberimiz ãalla’llÀhu èaleleyhi ve sellem ve şerref ve kerrem óaøretleri ióyÀnen meúÀbir-i [B27b] baúíèi (?) ziyÀret iderler imiş. Baúíèiñ feøÀéili óaúúında eóÀdìå-i keåìre vardır. Ve lÀyıú olan Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu èaleyhi ve sellem saèÀdetle óayÀtlarında baèø maóallere varıp namÀz úılmışlar ve baèø pıñardan abdest almışlar ve àusl itmişler bunlar cümle emkine-i müteberrikedir. Tefaòòuã olunup ziyÀretleri lÀzımdır ve elzemdir. Cebel-i Uhud ve anda olan úubÿr-ı şühedÀ ve èamm-i muóterem Óaøret-i Óamza raêıya’llÀhu teèÀlÀ èanhu óaøretlerini ziyÀretleriyle bedé oluna ve mescid-i ÚubÀé ziyÀret oluna. Ve mescid-i Fetó vardır. MÀ-beyne’ô-ôuhru ve’l-èaãr varıp namÀz úılmaú sünnet ü vÀcibdir27. Nitekim Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu teèÀlÀ èaleyhi ve sellem óaøretleri úıldı ve beş vaúti óarem-i şerìfde úılmaàa ihtimÀm lÀzımdır. áÀyet edeb üzre óareket [A11b] olunacaú yerlerdir. ZìrÀ zaómetiñ hebÀ olduúdan 23 24 25 26 27 çekilir: çekilen yerlerde A. Bir ãaórÀ-yı èaôìmdir: ãaórÀdır B. ikrÀhen içer: muøırdır B. èaleyhi ve sellem: èalÀ münevverihÀ B. sünnet ü vÀcibdir: müsteóabdır B. 215 18. Yüzyıla Ait Yazarı Bilinmeyen Bir Hac Seyahatnamesi:... ãoñra muhÀn olursun. Ecri ne gÿne ise cürmü daòi öyledir. Ve Óarem-i şerìf’de [B28a] gicelemege saèy u himmet oluna. Eger bir gice daòi olursa aèlÀdur. Biér-i èAlì 27 sÀèat: Bir nÀzük yerdür. Úuyular vardır. Ve bir mescid vardır. Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu teèÀlÀ èaleyhi ve sellem anda namÀz úılmışdır. Ve eùrÀfında bÀà u bÀàçeler bostÀnlar vardır. Laùìf maóaldir. Ve müsteveffÀ maóall-i mìúÀtdır. Úubÿr-ı ŞühedÀ 13 sÀèat: ZiyÀreti müsteóab olan maóallerdir. Bu úonaúlara àÀyet-i òuøÿè u òuşÿè ve ol maóall-i ziyÀretdir diyü niyyet oluna ve keåret-i úırÀéat ve õikr ü ãalÀt u selÀmlar vird oluna ve bu úonaúda daòi ãu bulunmaz. Cedìde 13 sÀèat: Boàaz içinde ãuyu ve cÀmièi vardır. BÀàçeler ve sebzevÀt ve nÀzük òurma olur. AãóÀb-ı kirÀmdan Ebÿ èUbeyde İbnü’l-Óarå raêıya’llÀhu teèÀlÀ èanh anda medfÿndur. [A12a] ZiyÀret oluna ve úurbünde äufre dirler bir úarye vardır. Maòÿf maóaldir. Bedr-i Óuneyn 15 sÀèat: Laùìf şerìf nÀzük maóaldir. DÀòil [B28b] olunduúda aãóÀbdan şühedÀ-yı Bedr’e selÀm virile zìrÀ Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu teèÀlÀ èaleyhi ve sellem ol maóalde èarìş binÀ itdiler ve yanında bir pıñar ve bir mescid vardır. ZiyÀret oluna. äalÀt u selÀm ve õikr u tesbìó ile giceleri ióyÀ lÀzımdır. Mıãr óuccÀcı ŞÀm óuccÀcına bu maóalde mülÀúì olurlar. èAôìm ordu bÀzÀr olur. áÀyet laùìf òurması vardır. Ve mÀé-i cÀrì vardır. ÚÀè-ı kebìr Meymÿn ovası 13 sÀèat: Bir ãaórÀdır. äuyu yoúdur. Ve bir şey bulunmaz. RÀbièa Eşmesi 17 sÀèat: Bir ãaórÀdır. äuyu vardır. èArablar baèø şey getirirler. Úarbuz ve otlaú ve saman gibi. Óucfe dedikleri maóaldir. Ve cevben maóall-i iórÀmdır. Úadìde 17 sÀèat: Güzelce birke daòi dirler. Ber-hevÀdÀr yerdir. Laùìf ãuyu vardır ve yolu ùaşlıúdır. [A12b] Biér-i èIãfÀn 21 sÀèat: Maóall-i èabÿrdur. Laùìf zülÀle beñzer ãuyu vardır. Úarbuz ve baèø [B29a] şey bulunur. Ve şekk-i èaúabesi eånÀ-yı tarìúdedir. Maútÿl-zÀde èAlì Paşa anda medfÿndur. Raómetu’llÀhi èaleyh. VÀdì-i FÀùıma 6 sÀèat: Bir ãaórÀdır. Laùìf ãuyu vardır. Ehl-i Mekke ve şürefÀ-yı èıôÀm gelip èaôìm alay ile óuccÀcı istiúbÀl ider. EùrÀfında baàçeler vardır. Kadì çiçegi anda bulunur. TedÀrük oluna. Mekke-i Mükerreme 9 sÀèat: İbtidÀ gördükde duèÀlar müstecÀbdır. Ve bir ãÀlió kimse delìl olmalıdır. áaflet olunmaya ve lÀyıú olan oldur ki kişi èÀôim-i óacc-ı şerìf olduúda eånÀ-yı seferde leyl ü nehÀr èibÀdÀt u ùÀèÀta iştiàÀl eyleye. Yoòsa yol meşaúúati vardır diyü tenbellik itmeye. EmÀkin-i müteberrikede evúÀt-ı icÀbeti taóarrì lÀzımdır. Vaút-i feyøde dÀéimÀ teraúúub gerek. Gicelerde òÀlì olmamalıdır. Ve gerek Medìne-i münevvere [A13a] ve gerek Mekke-i mükerreme’de evúÀt-ı òamseyi óarem-i şerìfde cemÀèat ile úılmaàa [B29b] muótÀcdır. Gerek ziyÀret gerek tilÀvet gerek saèy u èunre cemÀèata mÀniè olmaz ve onuñ åevÀbı cemÀèat åevÀbına muúÀbil olmaz. Ve derÿnunda bir ferde àaøab u óased ü óıúd var ise çıúarıp istiàfÀr idip ve fìma baèd bir kimseye buàø u èadÀvet itmemege niyyet lÀzımdır. Òaşyetu’llÀhı derÿnundan çıúarmamalıdır. æevÀb ne úadar ise günÀh daòi öylecedir. Saèy u ihtimÀm yeridir. ZìrÀ Àdem èömründe bir kerre vÀúıè olur. İèÀdesi müşkildir. Bütünèömrünüñ taóãìli ancaú bu sekiz dokuz ay içinde óÀãıl olacaúdır. 216 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. «d½ô«Ë v¼ö¼«‹ U² s𦬠Âö¼«Ë …öB¼« ëš* bL1¦ W¦« lšL¼«Ë UM¼ d² rä*¼« ëìU1¾ ë*¼«uIÔ« MinÀ 2 sÀèat: Mescid-i Óanefì dirler bir cÀmiè vardır. MinÀ’da bir óacer dibinde Resÿlu’llÀh ãalla’llÀhu teèÀlÀ èaleyhi ve sellem bir çÀder úurmışlar [A13b] ve óÀlÀ èalÀmet içün ol maóalde bir úubbe vardır. Ol maóalde cÀmiè ùarafına ŞÀm óuccÀcı úonarlar. Ve úarşı ùarafına Mısr óuccÀcı úonarlar. MÀ-beyni tarìú ü çÀrşÿ bÀzÀrdır ve elsine-i nÀsda MinÀ BÀzÀrı meşhÿrdur. Müzdelife 2 sÀèat: Bir mescidi vardır. Faúat ãabÀó onda vaúfeye ùururlar. Andan MinÀ’ya gidilir. Bu vaúfede óuúÿú-ı èibÀdıñ èavfını èulemÀ yazmışdır óadìå ile. áÀyet vaút-i úalìle enìn ü bükÀ ile günÀhlarını taèdÀd iderek teveccüh lÀzımdır. áaflet olunmaya. Cebel-i èArafÀt 2 sÀèat: Mescid-i İbrÀhìm dirler bir mescid vardır. èArefe günü anda öyle namÀzı ile ikindi namÀzın birden edÀ iderler. Ve Kaèbe-i mükerreme úÀêísı veyÀ müftìsi minbere çıkıp èarefe òuùbesini úırÀéat idip baèdehÿ vaúfeye giderler lÀkin èarefe gicesi ol maóalde òÀlì olmaúdan ve uyumaúdan óaõer ideler. Õikr ü tesbìóe meşàÿl [A14a] olup ve ãalÀt [u] [B30b] tesbìó úılalar. Ve úaøÀ-yı fevÀéit ü nÀfile ve her ne dürlü olursa ol giceyi ióyÀ ideler. Saèy u ihtimÀm lÀzımdır. Ol giceye dÀòil olan èömründe bir kerre vÀãıl olur, åÀnìsi yoúdur. Şedd-i raól u itèÀb ve vücÿd u infÀú-ı mÀldan vuúÿè bulan åemere ol gice taóãìl olacaúdır. áaflet maóalli değildir. Ve kitÀb-ı menÀsik dÀéimÀ muùÀlaèa oluna. SÀéir tafãìlÀt anda yazılıdır. Ve ol maóalde óavølar vardır ve aúar ãular vardır. Ve ordu bÀzÀr úurulur. NÀzük yeşil èasel ü zeytÿn ve sÀéir mìve vü laùìf yaà ve eşyÀ-yı sÀéire mevcÿddur. On sekiz sÀèat öte ùarafda ÙÀéif dirler hevÀsı nÀzük müferraó bir úaãaba vardır. Her dürlü mìve ve her dürlü şey anda bulunur. MücÀvir olan õÀtlara ol maóalle varmamaú revÀ değildir. ÂUšI¼«Ë dA1¼« Âu² v¼« «dJ¼« 뼫 Ë Âö¼« ëš* bL1¦ W¦« [A14b] lšL¼«Ë —uJAL¼«vF¼«Ë —Ëd¾L¼« Z1¼« UM¼ d² rä*¼« Ve úaçan èArafat’a teveccüh itse bu duèÀ oúuya: ®œ—« pä2Ë Ë X*½uÔ pš* Ë Xä2uÔ p𼫠rä*¼« Ve güneş batmasına yaúın bunu oúuya p ‹u« U¾zU• pM¦ XF2— Ê« v¼U0 ¡«u³ UL§ p×L0— s¦ sš¾MÔô rä*¼« …dU• „œu2 v¼« vF¦UD¦ Èb²« …dºUì p𼫠v¼U¦« Êuš v伫 p¼‹ s¦ Èbš s¦ Temmet sene 1208 KAYNAKLAR: BUDAK, Mustafa vd., Osmanlı Belgelerinde Surre Alayları, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yay., Ankara 2010. COŞKUN, Menderes, Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nâbî’nin Tuhfetü’lHaremeyn’i, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2002. ÖĞÜT, Salim, “Hacla İlgili Fıkhî Hükümler”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 14, İstanbul 1996, s. 389-397. Menâzilü’l-haremeyn, Millet Kütüphanesi Ali Emiri Tarih 851. 217 Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî Doç. Dr. Cafer MUM* B Bu devr içinde benem pâdişâh-ı mülk-i suhan Bana sunıldı kasîde bana virildi gazel GİRİŞ akî, Türk edebiyatının zirve şahsiyetlerinden biri olup, klâsik üslûbun en verimli dönemini yaşadığı 16. yüzyılda yaşamıştır. Bu dönemde Bakî’nin yanı sıra Fuzulî, Zatî, Hayalî Bey gibi büyük şahsiyetler yetişmiştir. Osmanlı devletinin en güçlü padişahlarından Kanunî de Muhibbî mahlasıyla yazdığı şiirleriyle dönemin önemli şairlerindendir. Başından beri Fars edebiyatını örnek alarak gelişimini sürdüren Divan edebiyatı, 16. yüzyılda yetiştirdiği büyük şahsiyetlerle söz konusu edebiyat ile yarışabilecek bir seviyeyi yakalamıştır. Bu dönemde Türk şiirine hâkim olan dönemsel üslûp klâsik üslûptur. Klâsik üslûp ise Fars şiirindeki Irak üslûbuna karşılık gelmektedir. Fars edebiyatındaki gelişme ve değişmelerin kısa bir süre sonra Türk edebiyatında da gözlemlendiği bilinen bir gerçektir. Irak üslûbu, bir önceki yüzyılın sonunda Molla Camî’nin vefat etmesiyle birlikte gücünü kaybetmeye başlayınca Fars edebiyatı 16. yüzyılda birtakım arayışlar içine girmiştir. Bu yüzyılda İran’da Safevilerin iktidara gelmesiyle birlikte, hem saraya hem de medreselere koyu bir mezhep taassubu hâkim olmuş; bu da Fars edebiyatında dengeleri alt üst etmiştir. Safevi sarayı ve 218 * İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı / MALATYA [email protected] F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. onun hâkimiyeti altındaki medreseler sadece mezhebî şiirlere ilgi göstermiş ve onun dışında kalan şiirleri dışlamaya başlamıştır. O güne kadar klâsik tarzda şiir yazan şairler, sarayın ve medresenin himayesini kaybedince ister istemez başka alanlara yönelmişlerdir. Bu yeni alanlar, Hindistan ve Osmanlı sarayları ile İran’ın İsfahan ve Herat gibi bazı kentlerindeki edebî havzalardır. Söz konusu edebî havzalar, bir yandan eski tarz üzere şiir söylemeyi sürdürürken bir yandan da şiirde yeni arayışlara sahne oluyordu. Onun içindir ki 16. yüzyıl, Fars şiiri için bir arayışlar yüzyılıdır. Sebk-i Hindî olarak adlandırdığımız dönemsel üslûp, işte bu arayışların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır (geniş bilgi için Bkz. Mum, 2007: 373-380). Fars edebiyatı, 16. yüzyılı bir arayışlar dönemi olarak geçirirken, aynı dönemde Türk edebiyatı Fuzulî, Bakî ve Hayalî Bey gibi büyük şahsiyetlerin elinde klâsik üslûbun en başarılı ürünlerini veriyordu. Bu yüzyılın sonlarına doğru Hindistan’da ortaya çıkarak kısa sürede İran’da yayılan Sebk-i Hindî’nin, aynı dönemin Türk edebiyatında herhangi bir etkisi görülmez. Çünkü dönemin Türk edebiyatında Fars edebiyatındakine benzer sorunlara rastlanmamaktadır. Osmanlı sarayı, eskiden olduğu gibi, bu dönemde de klâsik tarzda şiir yazan şairlere verdiği desteği devam ettirmiştir. Osmanlı tahtında, sadece kendi döneminin değil, bütün Osmanlı’nın en muktedir padişahı olan Kanunî Sultan Süleyman bulunuyor ve Muhibbî mahlası ile şiirler yazıyordu. Bu dönemde şiirde de herhangi bir tıkanma yoktur. Çünkü Divan şiirinin en güçlü şahsiyetlerinden birkaçı bu dönemin şairleridir. Onların yaşadığı bir dönemde şiirde bir tıkanmadan bahsedilemez. Sebk-i Hindî’nin Türk edebiyatındaki ilk etkilerini görebilmek için, Nef’î’nin bir sonraki yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmasını beklemek gerekiyordu. Çünkü Türk edebiyatında arayışlar yüzyılı bir sonraki yüzyıldır. 17. yüzyılda Türk şairlerinin de birtakım arayışlar içine girdikleri; Şeyhülislâm Yahya ve Bahayî gibi bazı şairlerin klâsik üsûbu devam ettirdiği; Nef’î’den başlayarak Nailî, Neşatî, Nabî gibi şairlerin Sebk-i Hindî ile bütünleştiği, hatta Nabî’nin bu üslûp içinde Saib-i Tebrizî yolunda giderek âdeta kendi adıyla özdeşleşen hikemî tarzı öne çıkardığı; bazı şairlerin ise bir sonraki yüzyılda ortaya çıkacak olan Nedîm’de en güzel biçimde ifadesini bulan mahallî-folklorik üslûbu hazırladıkları görülecektir (Bkz. Mum, 2011: 41). Türk edebiyatında Sebk-i Hindî’nin ilk defa 17. yüzyıl başlarında görülmesi, kendisini hazırlayan birtakım şartların 16. yüzyılda bulunmadığı anlamına gelmez. Çünkü klâsik edebiyatın doğası gereği dönemsel üslûplar bir anda değil, daima yaşanan belli süreçler sonunda ortaya çıkmaktadır. Her dönemsel üslûp kendini hazırlayan birtakım şartların ürünüdür. Bu nedenle önceki dönemlerde onun belirtileri görülebilmektedir. Aynı şekilde her dönemsel üslûp, bir anda değil, geride birtakım etkiler bırakarak sahneden çekilmektedir. Bu da o üslûbun sonraki dönemlerde birtakım etkilerinin gösterilebilmesine imkân sağlamaktadır. 16. yüzyıl şairlerinden Bakî, birçok bakımdan son klâsik dönemin hazırlayıcılarındandır. Onun Necatî Bey’den devraldığı ve büyük bir ustalıkla işlediği şiir tarzı, bir sonraki yüzyılda Şeyhülislâm Yahya tarafından sürdürülmüş ve nihayet 18. yüzyılda 219 Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî mahallî-folklorik üslûbun büyük temsilcisi Nedîm’de en olgun biçimine kavuşmuştur. Bakî ile Nef’î arasında da büyük benzerlikler vardır. Nef’î denince ilk akla gelen şey kuşkusuz fahriyeci yanıdır. Fahriye, onun için ayırt edici bir üslûp özelliğidir. “Eski şairlerimiz arasında fahriyeye en çok yer ayıran Nef’î’dir. Medihde gösterdiği başarıyı, Örfî etkisiyle, kendini övmekte de gösterir” (Ocak, 1985: 11). Bakî’nin kişisel üslûbunda da fahriyenin öne çıktığı dikkati çekiyor. İki şairin fahriyeciliği elbette aynı düzeyde değildir. Fakat Bakî’nin fahriyeciliği, Nef’î’ninki ile aynı düzeyde olmamakla birlikte, kendi çağdaşlarınınkinden öndedir. Fahriye, kasidenin ana bölümlerinden biri olduğu için, edebiyat tarihinin her döneminde olduğu gibi, klâsik üslûbun hâkim olduğu dönemde de varlığı sürdürmüştür (Divan şiirinde fahriye konusunda geniş bilgi edinmek için Bkz. İsen, 2002) 1. Fakat Sebk-i Hindî şairlerinde fahriye, çok fazla öne çıkması nedeniyle ayırt edici bir üslûp özelliği olmuştur. Bu da Nef’î’deki fahriyeciliğin şairin sadece psikolojisi ile izah edilemeyeceğini göstermektedir. Şairin kendi psikolojisinin bu işte hiç etkili olmadığını söylemek düşüncesinde değiliz. Nef’î’nin sahip olduğu farklı psikolojinin, bunda belli bir düzeyde etkili olduğunu kabul ediyoruz; fakat onun fahriyeciliğini bütünüyle psikolojisine bağlamanın ve dönemin genel özelliklerini hesaba katmamanın doğru olmadığını düşünüyoruz. “Klasik Şiirde ‘Benlik’ Psikolojisi” başlık makalesinde M. Muhsin Kalkışım şu değerlendirmede bulunmuştur: “Fahriyyelerde 14. yüzyılda muhatabından talepte bulunan ve mütevâzı olan şair, 16. yüzyılda kendi san’atını öne çıkarır. Bu ivme 17. yüzyılda Sebk-i Hindî’nin de etkisiyle yükselir ve bilhassa Nef’î ile önemli bir ‘benlik’ psikolojisine bürünür. Bu hal 19. yüzyılda da devam eder” (2010: 149). Şairlerin 17. yüzyıldan itibaren fahriyeye daha fazla yer vermeleri, hem Sebk-i Hindî’nin bazı özellikleriyle hem de dönemin genel özellikleriyle ilişkilendirilebilir. Sebk-i Hindî, yeni teşbihler bulma, yeni istiareler kullanma ve yeni mazmunlar yaratma konusunda şaire doğrudan sorumluluk yükleyen bir üslûptur. Bu da ister istemez şiirde ferdiliği öne çıkarmıştır. 17. yüzyılın bir arayışlar yüzyılı olması da şairlerin omzuna birtakım sorumluluklar yüklemiştir. Şair, bir çıkış yolu bulmak, uygulamak ve başkalarına da göstermek yükümlülüğü altındadır. Bu da şiirde ferdiliği öne çıkarmıştır. Ferdilik öne çıkınca da, şair kendine vurgu yapmak, dikkatleri üzerine çekmek, farklılığının görülmesini sağlamak zorunda kalmıştır. Orta klâsik dönemdeki “biz” vurgusunun yerini son klâsik dönemde “ben” vurgusu almıştır. Çünkü edebî ortam bu dönemde, şairi tekil olarak sorumluluk altına sokmuş ve ona “sen” demeye başlamıştır. Tekil olarak sorumluluk altına sokulan ve “sen” diye muhatap alınan şairin de, “ben” vurgusuyla ortaya çıkarak “ben, ben, ben…” demesi doğal ve kaçınılmaz bir sonuçtur (ayrıca Bkz. Bilkan, 2007: 143-144). 1 220 Kasidelerde fahriye, bu nazım şeklinin bir bölümü olarak her dönemde var olmuştur. Fakat gazel nazım şeklindeki fahriye, şiirde ferdiliğin öne çıkması ve “ben” vurgusunun artmasının bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Sebk-i Hindî’nin Divan şiirinde kendini henüz hissettirmediği bir dönemde Bakî’nin kasidelerin yanı sıra gazellerinde de fahriyeye yer vermesi, söz konusu dönemsel üslûbun şiirimizde görünmeye başladığı 17. yüzyılı hazırlayan bir durum olarak kabul edilebilir. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Bakî’nin aşağıdaki müfredi, onun hem fahriyeci yanını hem de büyük fahriye şairimiz Nef’î’yi hatırlatan ve hazırlayan yanıyla dikkat çekicidir: Bu devr içinde benem pâdişâh-ı mülk-i suhan Bana sunıldı kasîde bana virildi gazel (Küçük 1994: 450). 1. FAHRİYEYE KONU EDİLEN ÜÇ KAVRAM: TAB‘, ED VE TARZ Bakî, şairliği ile övünürken, kendi tab‘ı, edâsı ve tarzı üzerinde durmuş; onların ayırt edici özelliklerini anlatma yoluna gitmiştir. Aşağıdaki başlıklarda şairin kendi tab‘ı (tabiatı), edâsı ve tarzı hakkında neler söylediği, onları hangi özellikleriyle ele aldığı üzerinde durulacaktır: 1.1. Tab‘: Bakî’nin şiir söyleme biçimini adlandırmak için kullandığı kelimelerden tab‘, daha çok yaratılışla irtibatlı olup, Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’te mizaç, huy, tabiat, karakter sözcükleriyle açıklanmıştır (2005: 1878). Bakî, şairlik yeteneğini sonradan kazanmadığını ve ona doğduğu günden beri sahip olduğunu vurgulamak için, yaratılış ve tabiat anlamındaki tab‘ sözcüğünü özellikle kullanmıştır. O, kendi şairlik tabiatını, çeşitli objelere benzeterek anlatmış; böylece okuyucu zihninde somutlaşmasını sağlamıştır. Benzetmelerde kendi tabiatı benzeyen unsur konumundadır. Benzetilen unsurlar ise sırasıyla at, ayna, şahbaz, hümâ, kılıç, hazine, selvi ve denizdir. Benzetmelerdeki vech-i şebehler, şairin kendi tabiatına hangi özellikleri yüklediğini de ortaya koymaktadır. Şiir ve belâgat sahasını bir savaş meydanına benzeten Bakî, şairlik tabiatını bu meydanın atı, kendini de o atın süvarisi olarak göstermektedir (Küçük 1994: 52, 244, 375). Hatta bazen elindeki kalemi Zülfikâr, tabiatını Düldül olarak somutlaştıran şair, kendisini de o kılıç ve atın sahibi olan Hz. Ali’ye benzetmektedir (Küçük 1994: 109, 258). Başka bir yerde ise şair, kalem yerine tabiatını kılıca benzetmiş ve onun Zülfikâr olduğunu söylemiştir (Küçük 1994: 245). Şiir-meydan, kalem-kılıç, tabiat-kılıç, tabiat-at ve şair-süvari teşbihlerinde öne çıkan vech-i şebehler rakiplerini alt etmek, onları ezip geçmek, boyun eğdirmek ve kendilerine karşı üstünlük sağlamaktır: Hayder-i Kerrârıyam meydân-ı nazmun Bâkıyâ Nevk-i hâme Zü’l-fekâr u tab‘ Düldüldür bana (Küçük 1994: 109). Olmaz ey Bâkî-i bî-dil ser-i a‘dâ pâ-mâl Yine sen tab‘ semendine süvâr olmayıcak (Küçük 1994: 244). Bakî, kendi şairlik tabiatını, temiz ve berrak bir aynaya benzetmiş; böylece, hem aynanın hem de kendi tabiatının açık ve net biçimde gösterme ortak özelliğine vurgu yapmıştır (Küçük, 2004: 55). Ayrıca şair, aynı biçimde temiz bir yaratılışa ve neşeyle dolu bir kalbe sahip olduğu için, âdeta âyîne-i âlem-nümâya, yani İskender’in dünyayı gösteren aynasına sahip olduğunu söylemiştir: 221 Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî Biz ki tab‘-ı pâk ü kalb-i pür-safâya mâliküz Gûyiyâ âyîne-i âlem-nümâya mâliküz (Küçük, 2004: 217). Bakî, aşağıdaki beyitte de kendi şairlik tabiatını aynaya, mânâyı ise bir güzele benzetmiştir. Bir güzelin sahip olduğu güzellik ancak temiz ve berrak bir aynada kendini gösterir. Bakî, neşeli tabiatında mânâ güzeli kendini gösterdiğinden beri, aynaların şairlik tabiatını kıskandığını söylemiştir: Cilvegâh-ı şâhid-i ma‘nâ olaldan Bâkıyâ Reşk ider âyîneler tab‘-ı safâ-âyînüne (Küçük, 2004: 364). Şairlik tabiatıyla övünen Bakî, sahip oldukları özellikler nedeniyle hümâ, şâhbâz ve tûtî adlı kuşların adından da yararlanmıştır. Kuşlardan ilki olan hümâ efsanevi bir kuştur. En önemli özelliği yükseklerde uçması ve bu nedenle ulaşılmaz olmasıdır. Şair, şiir sahasında kendisiyle uçacak kimse bulunmadığını ve yüksek yaratılışının belâgatin yüksekliğinde bir hümâ kuşu olduğunu söylemiştir: Bâkî suhanda sana bu gün hem-cenâh yok Tab‘-ı bülendün evc-i belâgat hümâsıdır (Küçük 1994: 150). İkinci kuş olan şâhbâz, akdoğan olarak bilinen avcı kuşudur. Bu da hümâ kuşu gibi yükseklerde uçabilir ve diğer kuşları avlayabilir: Şâh-bâz-ı tab‘umun pervâzın urmaz kimseler Çâre ey Bâkî hemân olur önince varalar (Küçük 1994: 137). Üçüncü kuş ise tûtî, yani papağandır. Papağan adının çağrışımları arasında ilk sırayı konuşma alır. Fakat Bakî, papağanın adını sadece konuşması, tatlı sözler söylemesi yönüyle değil, diğer kuşların birçoğundan farklı olarak kafeste yaşıyor olması yönüyle gündeme getirir. Onu kafese mahkûm eden konuşabilme ve tatlı sözler edebilme özelliğidir. Şairi şair yapan şey de sözdür. Bakî, kendi tabiatını papağana, çektiği sıkıntıları da kafese benzetmiştir. Papağanı kafese mahkûm eden şey her ne ise şairi de gama mahkûm eden aynı şeydir: Kafes-i gamda yatur tûtî-i tab‘-ı Bâkî Çekdügi kahra anun lutf-ı suhandur bâ’is (Küçük 1994: 117). Şairin kendi şairlik tabiatını anlatmak için burada adlarını andığı kuşlardan hümâ yükseklerde yalnız, rakipsiz ve ulaşılmaz olmayı, şahbaz rakiplerini alt etmeyi ve yenilmezliği, tûtî ise şiir söyleme nedeniyle sıkıntı çekmeyi sembolize etmektedir. 222 Kendi şairlik tabiatı için hümâ kuşu ile yükseklik vurgusu yapan Bakî, aynı vurguyu selvi bağlamında da yapmıştır. Şair, aşağıdaki beyitte sevgilisini selvi ağacına benzetmiştir. Bu ağacın en fazla öne çıkan özelliği düzgünlük ve yüksekliğidir. Şairin görevi onu vasfetmektir. Yüksek bir şeyi doğru vasfedebilmek için yüksek bir yerde durmak icap eder. İşte bu bağlamda Bakî, kendi şairlik tabiatının yüksekliğine vurgu yapmıştır: F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Vassâfısın o serv-kadün râstı bu kim Tab‘-ı bülend-tarzuna ahsent Bâkıyâ (Küçük 1994: 108). Bakî’nin kendi şairlik tabiatını övmek için yararlandığı unsurlardan biri de denizden inci çıkarılmasıdır. Şair, şiiri denize, kendini denizcilikle uğraşan reise, tabiatını sedefe, söylediği gazelleri ise inciye benzetmiştir: Re’îs-i bahr-i nazm oldun be gün âlemde ey Bâkî Gazel dimek senün tab‘-ı dür-efşânunda kalmışdur (Küçük 1994: 204). Bakî, tab‘-ı selim sahibi olduğunu (Küçük, 1994: 312), şairlik sanatında herhangi bir kusurunun gösterilemeyeceğini söylemiş ve bu nedenle Allah’a şükretmiştir. Çünkü tabiatı mevzun, yani ölçülü ve dengeli, akıl terazisi ise doğrudur: Bâkıyâ fennünde tutmaz kimse noksânun senün Hamdü li’llâh tab‘ mevzûn akl mîzânı dürüst (Küçük 1994: 115). Şairlik tabiatını şiir mücevherinin hazinesi olarak niteleyen Bakî, “bir iki bengîler” dediği diğer şairlerin kendi hayallerine erişemeyeceğini söylemiştir (Küçük 1994: 443). Bakî’nin şairlik tabiatının sahip olduğu bütün bu özellikler, hem Arap hem de Fars şairlerini susturmuştur: Hâmûşlık senden aceb tab‘un müsellem tutdı hep Sihr-âferînân-ı Arab pâkîze-gûyân-ı Acem (Küçük 1994: 297). Önceki yüzyıllarda Arap ve Fars -özellikle de Fars- şairlerinin Türk şairleri arasında tartışılmaz bir itibarı ve üstünlüğü vardı. 16. yüzyılda Bakî’nin onlardan üstün olduğunu vurgulamış olması, Türk şairlerinin bu dönemde özgüvenlerinin ne kadar artmış olduğunu göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır. Bakî’nin tabiatı büyüleyici olduğu için gönüller ona meyleder. Bu hâliyle onun beğeni gören şiirinin tadı efsunlu gibidir. Başka şairler kendi şiirlerine derme çatma elbiseler giydirirken Bakî’nin dünyaya hükmeden şiirinin elbisesi yaldızlıdır: Tab‘-ı sâhir-pîşene Bâkî gönüller meyl ider Şekker-i şi‘r-i dil-âvîzün meger efsûnludur Derme çatma geydürür iller libâsı şi‘rine Hil‘at-i nazm-ı cihân-gîrün senün altunludur (Küçük 1994: 443). 1.2. Edâ: Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’te edâ sözcüğü için, “1. Davranış, tavır. 2. Naz, işve. 3. Anlatış biçimi, tarzı.” (2005: 599) karşılıkları verilmiştir (ayrıca Bkz. Güzey, 2000: 20-21). Aşağıdaki beyitte edâ sözcüğü iki defa kullanılmıştır. İlk mısrada sözcük, “et-” yardımcı fiiliyle beraber “yapmak, uygulamak, bir görevi yerine getirmek” anlamındaki “edâ et-” birleşik fiilini oluşturmuştur. Şair, sözü herkesten daha iyi söylediğini, bu işi 223 Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî herkesten daha iyi yaptığını iddia etmektedir. İkinci mısrada ise aynı sözcük bu defa tarz anlamında kullanılmıştır. Şairin “edâ budur” dediği, ilk mısrada da ifade edildiği gibi, sözü herkesten daha iyi söylemektir. Bâkî kelâmı cümleden a‘lâ edâ eder Hakk-ı suhanda hâsıl efendi edâ budur (Küçük 1994: 135). Bakî, şiirinin hem edasının hem de mânâsının güzel olduğunu belirtirken, edâ için “hûb”, mânâ için “ra’nâ” sıfatlarını kullanmış; öteki şairleri kıskandıranın da bu mânâ olduğunu söylemiştir: Edâsı hûbdur ma‘nâsı ra‘nâ şi‘r-i Bâkînün Ana reşk itdüren erbâb-ı nazmı hep bu ma‘nâdur (Küçük 1994: 180). Yukarıdaki beyitte edâsının güzelliğine vurgu yapan şair, başka yerlerde “rengîn” ve “girân-mâye” sıfatlarını kullanarak onun çok renkli ve değerli olma vasıflarını gündeme getirmiştir: Ser-firâz olsak bu devr içre aceb mi Bâkıyâ Biz sürâhî-veş bu gün rengîn edâya mâliküz (Küçük 1994: 218). Arûs-ı dehre senânı benem kılâde kılan Güher edâ-yı girân-mâye rişte ince hayâl (Küçük 1994: 54). Yukarıdaki beyitte şair, zamanı bir geline, Ebu Suût Efendi için yazdığı övgüyü de o gelinin boynuna takılan gerdanlığa benzetmiştir. Gerdanlık bir ip ile o ipe dizilen mücevherattan oluşmaktadır. Burada şair, şiirindeki değeri yüksek edâyı mücevher, ince hayali ise ip olarak göstermiştir. Bir önceki beyitte edâ ile mânâ, burada ise edâ ile ince hayal arasındaki ilişkiye dikkatlerimiz çekilmektedir. Aşağıdaki beyitlerde ise, edânın hakkını vermek, edâya boyun eğmek ve gönlün hoşlandığı şiirin edâsı gibi kullanımlar yer almaktadır: Virdi hakk-ı edâyı ma‘nâya Kavl-i Bâkî ki mâ-bihi’l-hakdur (Küçük 1994: 203). Zarûrî ser-fürû kıldı edâna düşmen ey Bâkî Senün şemşîr-i tab‘un Zü’l-fekâr-ı Murtazâ ancak (Küçük 1994: 245). Edâ-yı nazm-ı dil-cûyet sadâî dâred ey Bâkî Ki o râ kuvvet-i cân-ı ehl-i irfân mî-tüvân güften Der-în müddet kesî dil-şâd ne-tüvân yâften hod râ Suhan râ gerçi nâzükter zi-Selmân mî-tüvân güften (Küçük 1994: 467). 224 1.3. Tarz: Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’te tarz sözcüğü için “1. Özel oluş veya davranış biçimi, üslup, stil. 2. Bir kimse için özel anlatım biçimi. 3. Güzel sanatlarda üslup, stil.” (2005: 1910) karşılıkları verilmiştir (ayrıca Bkz. Güzey, 2000: 21-22). Bakî, şairlik tabiatının sahip olduğu tarzın yüksekliğine, dolayısıyla onun erişilmezlik özelliğine vurgu yapmıştır: F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Vassâfısın o serv-kadün râstı bu kim Tab‘-ı bülend-tarzuna ahsent Bâkıyâ (Küçük 1994: 108). Bakî, şiirde sahip olduğu tarzın Allah vergisi olduğunu söyleyerek onun doğuştan gelen ve sonradan kazanılmamış bir özellik olduğunu vurgulamıştır: Dâd-ı Hakdur bu sühan her kişinün Bâkî-vâr Tarz-ı eş‘ârı pesendîde vü makbûl olmaz (Küçük 1994: 444). Yukarıdaki beyitte de ifade edildiği gibi, herkesin şiir tarzı insanlar arasında beğenilmez ve kolay kolay kabul görmez. Bakî’ye göre şiir tarzı hem zarif hem de gösterişli olmalıdır: Bâkıyâ tarz-ı şi‘r böyle gerek Hem zarîfâne hem levendâne (Küçük 1994: 393). Şair, sözün güzel olmasını önceleyen tarzında çok fazla gazel bulunmayacağını söylemiştir. Çünkü güzel söz mücevherdir. Mücevher ise daima az bulunan bir değerdir: Çoğ olmaz bu tarza gazel Bâkıyâ Güzel söz güherdür güher az olur (Küçük 1994: 170). Aşağıdaki beyitte ise şair, Anadolu şairlerinin gazel tarzını kendisinden öğrendiklerini söylemekte; bunu da, sevgilinin ceylan gözlerini methetmesine bağlamaktadır: Meddâh olalı çeşm-i gazâlânene Bâkî Ögrendi gazel tarzını Rûmun şu‘arâsı (Küçük 1994: 416). 2. FAHRİYEYE KIYAS MALZEMESİ YAPILAN ÜSTAT ŞAİRLER Divan şairleri kendi şairlikleriyle övünürken üstat olarak gördükleri bazı şairlerin adlarını “kıyas malzemesi” olarak kullanmış, hatta bezen kendilerini onlardan üstün tutmuşlardır. Menderes Çoşkun, şairlerin bu tutumlarını değerlendirirken, kıyaslamalarda kullanılan özelliklere dikkatlerimizi çekmiştir (Bkz. 2007: 115). Bakî de, övünürken bazı üstat şairlerin adını anmıştır. Bu şairler Selman-ı Savecî, Zahîr-i Faryabî, Hakanî-i Şirvanî, Hazret-i Hassan, Molla Camî, Emir Hüsrev-i Dihlevî ve Kemal-i Hocendî’dir. Bu şairlerden sadece Hazret-i Hassan bir Arap şairidir. Onun dışındakiler Fars edebiyatına mensup şahsiyetlerdir. 2.1. Selman-ı Savecî (ö. 1376): Bakî, şiir sahasında Selman gibi bir şair olma arzusundadır. Çünkü Selman’ın şiiri yüksek bir payeye sahiptir. Onun şiirine bu yüksek payeyi veren özellikler ise akıcılık ve nazikliktir: Husrevâ Bâkî kulun nazm içre Selmân olmaga Hep senün lutfun mu‘în olmışdur ihsânun zâhir (Küçük 1994: 192). Oldı vasf-ı suhan-ârân ile şi‘r-i Bâkî Rif‘at-i pâyede hem-sâye-i nazm-ı Selmân (Küçük 1994: 9). 225 Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî Zuhûr itdi Zahîrün sırrı tab‘-ı nükte-dânumda Akıtdı kendüye şi‘rüm revân-i pâk-i Selmânı (Küçük 1994: 19). Der-în müddet kesî dil-şâd ne-tüvân yâften hod râ Suhan râ gerçi nâzükter zi-Selmân mî-tüvân güften (Küçük 1994: 467). Bakî, şiirini Selman’ın seviyesine çıkarma gayreti içindedir ve bunda başarılı olduğunu düşünmektedir. Şaire göre, artık İran sahasında Selman, Anadolu sahasında ise kendisi vardır: İrdi Selmâna sözi şi‘ri kemâlin buldı Lutfuna kaldı eyâ husrev-i sâhib-dîvân (Küçük 1994: 10). Degülsin medhine kâdir ne denlü tutsalar mâhir Gerekse Rûmda Bâkî Acem mülkinde Selmân ol (Küçük 1994: 30). Bakî, yazdığı methiyeyi okuması durumunda, Selman ile Hazret-i Hassan’ın maneviyatlarının kendisini dinlemeye geleceğini söyleyerek şiirinin üstünlüğüne vurgu yapmış; hatta bir adım daha ileri giderek kendi şiirinin Selman’ın şiirini alt ettiğini bile söylemiştir: Okudukça na‘tunı her gûşeden gûş itmege Cân-ı Selmân rûh-ı pâk-i Hazret-i Hassân gelür (Küçük 1994: 21). Bâkıyâ ser-nahl-bend-i gülşen-i ebyâtsın Eyledi nazm-ı bülendün hâsılı Selmânı pest (Küçük 1994: 116). 2.2. Zahîr-i Faryabî (ö. 1201): Bakî, “Zahir’in sırrı benim nüktedan tabiatımda zuhur etti.” diyerek hem onun hem de kendisinin nüktedan özelliğine vurgu yapmıştır (Zahîr-i Faryâbî hakkında geniş bilgi için Bkz. Ferîver, 1341: 189-191): Zuhûr itdi Zahîrün sırrı tab‘-ı nükte-dânumda Akıtdı kendüye şi‘rüm revân-i pâk-i Selmânı (Küçük, 1994: 19). 2.3. Hakanî-i Şirvanî (ö. 1199): Bakî, şairin adını doğrudan anmak yerine, sözcük anlamından da yararlanarak Hâkânî ismini kinayeli kullanma yoluna gitmiştir: Belâgat kûsın urdum husrevâne heft kişverde Suhan menşûrına çekdüm bu gün tuğrâ-yı Hâkânî (Küçük, 1994: 19). Bir hükümdar gibi bütün dünyada belâgat davulunu çaldığını söyleyen Bakî, “Bu gün şiir fermanına tuğra-i Hâkânî çektim.” diyor. Burada anahtar sözcük Hâkânî’dir. Beyitteki belâgat ve sühan sözcükleri şiirle; kûs, husrevâne, kişver, menşûr ve tuğra sözcükleri ise iktidarla ilgili ayrı ayrı tenasüpler oluşturmaktadır. Her iki tenasüp de Hâkânî sözcüğüne; ilki onun şair, diğeri ise hükümdar anlamına bağlanmaktadır. Böylece şair, hem belâgat ve şiire hâkimiyetini hem de Hakanî-i Şirvanî ile olan benzerliğini anlatmış oluyor. 226 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 2.4. Hazret-i Hassan (ö. 680): Bakî, Hz. Muhammed’in ashabından olan şair Hassan b. Sabit’in adını Selman-ı Savecî adı ile birlikte aynı bağlamda kullanmıştır. Şiirlerinin bütün dünya tarafından can kulağıyla dinlendiğini belirten şair, Sultan Murat için yazdığı övgüyü okuması durumunda adı geçen şairlerin ruhlarının da kendisini dinlemeye geleceğini söylemiştir. Bu sözleriyle şair, söz konusu şairlerin bile çok beğeneceği bir şiir yazdığını söylemiş olmaktadır: Şimdi gûş-ı cân ile dinler cihân eş‘ârumı Medhün itsem bir yere mecmû‘-i ins ü cân gelür Okudukça na‘tunı her gûşeden gûş itmege Cân-ı Selmân rûh-ı pâk-i Hazret-i Hassân gelür (Küçük, 1994: 21). 2.5. Molla Camî (ö. 1492): Şiiri kadehe benzeten şair, kadehin içki meclisinde devretme özelliğinden yararlanarak kendi şiirinin dünyayı dolaştığını söylemiştir. Cihandan maksat, dünyanın bizzat kendisi değil, onun bir parçası olan şairler meclisidir. Şairlerin meclisinde Molla Camî’nin adının çokça anılması bilinen bir durumdur. Bakî, artık kendi adının da şairler arasında çokça anıldığını, zamanın Molla Camî’si olduğunu söylemek suretiyle anlatmıştır: Cihânı câm-ı nazmum şi‘r-i Bâkî gibi devr eyler Bu bezmün şimdi biz de Câmî-i devrânıyuz cânâ (Küçük, 1994: 109). 2.6. Emir Hüsrev-i Dihlevî (ö. 1325): Bakî, kendi şairliğiyle övünürken, adındaki çağrışımların zenginliği nedeniyle olsa gerek bu şaire çok fazla yer vermiştir. Fahriyelerde, Emir Hüsrev adı hem asıl anlamıyla hem de kinayeli kullanımla karşımıza çıkar. Aşağıdaki beyitte Hüsrev isminin “Dehlû” ile bir arada kullanılmış olması, onun doğrudan şair adı olarak kullanıldığını göstermektedir: Bâkî suhanda nevbet-i şâhî sana degüp Dehlûda gûş-ı Husreve irdi sadâ-yı kûs (Küçük, 1994: 230). Beyitteki “nevbet-i şâhî” ifadesi, hükümdarlık sırası anlamında ele alınabilir. Fakat aynı ifadenin saraylarda veya başka mekânlarda icra edilen bir tür resmî mızıka olarak da anlaşılması mümkündür.2 Her iki durumda da şair, şiirdeki hâkimiyetini anlatmış olmaktadır. Bakî’nin şiir sahasındaki hâkimiyetini sembolize eden davul sesi, Dehli’deki Emir Hüsrev’in kulağına kadar gitmiştir. Bu sözleriyle şair, onun hâkimiyet alanında dahi kendi davulunun sesinin duyulduğunu söylemiş, böylece onun hâkim olduğu alanları ele geçirdiğini ifade etmiştir. Emir Hüsrev isminde hem şairlik hem de güç ve iktidar anlamlarının bulunması, Bakî’nin Hüsrev ismini kinayeli kullanmasına da imkân sağlamıştır. Aşağıdaki beyitlerde bu kinayeli kullanımı görüyoruz: 2 Nevbet kelimesinin başka bir beyitte çal- fiiliyle beraber ve velvele-i kûs-ı iştihâr ile aynı bağlam içinde kullanılmış olması, bu anlamlardan ikincisinin daha doğru olduğunu göstermektedir: “Mülk-i sühanda nevbetümüz çaldı rûzgâr / Âfâkı tutdı velvele-i kûs-ı iştihâr” (Küçük, 1994: 39). 227 Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî Bâkî musahhar oldı bana kişver-i suhan Geçdüm serîr-i nazma bu gün husrevâne ben (Küçük, 1994: 321). Husrev-i mülk-i suhan oldugunı ey Bâkî Fehm ider ehl-i nazar defter ü dîvânundan (Küçük, 1994: 340). Belâgat kûsın urdum husrevâne heft kişverde Suhan menşûrına çekdüm bu gün tuğrâ-yı Hâkânî (Küçük, 1994: 19). 2.7. Kemal-i Hocendî (ö. 1401): Bakî, aşağıdaki beyitte bu şairi “pîr-i Hocend” olarak anmıştır. İlk mısrada geçen “kemâl” sözcüğü de kinayeli kullanılmış olup, şairin “Kemâl” olan adı hatırlatılmak istenmiştir: Sözüm Bâkî kemâlin buldı vasf-ı nev-cevânumla Özüm lutf-ı suhanda hem-ser-i pîr-i Hocend itdüm (Küçük, 1994: 308). Burada Bakî, sevgiliyi vasfetmekle kendi şiirinin kemale erdiğini söylemektedir. Kemâl sözcüğü ilk anlamıyla ele alınırsa onun şiirinin iyice olgunlaştığı, diğer anlamıyla alınırsa Kemâl-i Hocendî seviyesini yakaladığı sonucu ortaya çıkar. Nitekim ikinci mısrada şair, bu anlamı pekiştirecek bir ifade kullanmış ve “Özümü Hocend’in piriyle arkadaş ettim.” demiştir. 3. FAHRİYELERDE KULLANILAN TEŞBİHLER Bakî, önceki başlıklarda da görüldüğü üzere, kendi şairliğiyle övünürken sık sık teşbihlerde bulunmuş, teşbihlerindeki vech-i şebehlerden yararlanarak kendi şairlik kudretini ve ayırt edici özelliklerini ortaya koymuştur. Aşağıdaki tabloda, Bakî’nin bazı teşbihlerinde yer alan müşebbeh (benzeyen) ve müşebbehünbih (kendisine benzetilen) unsurları verilerek onun hangi vech-i şebehlerden yararlanarak kendi şairliği ile övündüğü ortaya konmaya çalışılmıştır: bahr-ı nazm dürr-i mâye-girân âb-ı hayvân kümeyt-i hâme fâris-i meydân mülk-i suhan âb-ı revân puhte piyâz 228 hâm anber micmere-i nazm Müşebbeh Müşebbehünbih Geçtiği Yer şiir (Bakî’nin şiiri) âşıkâne şiir kalem (şair) şiir söz (şiir) başkalarının olgun şiirleri Bakî’nin şiirleri şiir deniz çok değerli inci ölümsüzlük suyu at meydanın süvarisi ülke, devlet akarsu pişmiş soğan (Küçük, 1994: 10). (Küçük, 1994: 10). (Küçük, 1994: 19). (Küçük, 1994: 21). (Küçük, 1994: 21). (Küçük, 1994: 39). (Küçük, 1994: 39). (Küçük, 1994: 43). ham amber buhurdan (Küçük, 1994: 43). (Küçük, 1994: 43). F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. hâtem-i nazm şiir nîze-bâz-ı arsa-i mülk-i ma‘ânî vü beyân kemend-endâz-ı meydân-ı belâgat giyeh-i huşk sünbül rişte = ma’nî-i bârîk güher = lafz-ı güzîn bu bir akar sudur şairin kendisi başkalarının şiiri Bakî’nin şiiri ince anlam seçkin lafız Bakî’nin şiirleri yüzük, mühürlü yüzük meydanın baş binicisi meânî ve beyan meydanının mızraklısı belâgat meydanının kement atanı kuru ot sümbül ip mücevher akarsu hâme = kibrît-i ahmer sütûr-ı defter-i şi‘r = emvâc-ı deryâ dil = çeşme-i belâgat lûle = kalem kalem kırmızı kibrit şiir defterinin satırları gönül deniz dalgaları kalem lüle âb-ı zülâl = şi‘r-i selâset-şi‘âr söz = tûtiyâ akıcı şiir berrak su söz (şiir) sürme şemşîr = zebân dil kılıç sevâd-ı hat = çemenzâr nazm-ı âb-dâr = akar su dürr-i nazm yazı çimenlik yeni şiir akarsu şiir inci san’at-ı şi’r = kalem-kârlık kılıç = şi’r şiir sanatı kalemkârlık, ince kalem işçiliği kılıç şeh-süvâr-ı meydân şairin kendisi şairin kendisi şiir belâgat çeşmesi (Küçük, 1994: 48). (Küçük, 1994: 52). (Küçük, 1994: 58). (Küçük, 1994: 58). (Küçük, 1994: 66). (Küçük, 1994: 66). (Küçük, 1994: 72). (Küçük, 1994: 72). (Küçük, 1994: 129). (Küçük, 1994: 131). (Küçük, 1994: 132). (Küçük, 1994: 156). (Küçük, 1994: 156). (Küçük, 1994: 156). (Küçük, 1994: 195). (Küçük, 1994: 322). (Küçük, 1994: 345). (Küçük, 1994: 345). (Küçük, 1994: 346). (Küçük, 1994: 408). (Küçük, 1994: 449). 229 Nef’î’ye Giden Yolda Fahriye Şairi Olarak Bâkî SONUÇ Fahriye, kasidenin bir bölümü olduğu için, Divan edebiyatının her döneminde varlığını sürdürmüş bir muhteva unsurudur. Fahriye denilince ilk akla gelen, kuşkusuz 17. yüzyıl Divan şairi Nef’î’dir. Ancak 16. yüzyıl şairi olan Bakî’nin de fahriyeleriyle dikkat çektiği ve bu yönüyle Nef’î’yi hatırlattığı, hatta onu hazırladığı görülmektedir. Bu durum, başta Nef’î olmak üzere 17. yüzyılda birçok şairin fahriyeye yönelmesi için, uygun ve teşvik edici özellikte bir edebî ortamın, aslında bir önceki yüzyıldan hazırlanmış olduğunu göstermektedir. Nef’î’nin fahriyeye yönelmesinde, Örfî etkisinin yanı sıra, şairin içinden çıkıp geldiği kendi edebî ortamının ve bu arada Bakî’nin de etkisi hesaba katılmalıdır. KAYNAKLAR BİLKAN, Ali Fuat, Şadi AYDIN (2007). Sebk-i Hindî ve Türk Edebiyatında Hint Tarzı, İstanbul: 3F Yayınları. COŞKUN, Menderes (2007). Klâsik Türk Şiirinde Edebî Tenkit –Şairin Şiire Bakışı-, Ankara: Akçağ Yayınları. FERÎVER, Huseyn (1341). Târîh-i Edebiyât-ı Îrân ve Târîh-i Şu‘arâ, Çâp-ı Dehhum, Tehrân. GÜZEY, Fatma (2000). Bazı Divanlardaki Üslûpla İlgili Kelimelerin Değerlendirilmesi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana. İSEN, Tûbâ Işınsu (2002). Divan Şiirinde Fahriye, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara. KALKIŞIM, M. Muhsin (2010). “Klasik Şâirde ‘Benlik’ psikolojisi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Klâsik Türk Edebiyatının Kaynakları Özel Sayısı -Prof. Dr. Turgut Karabey Armağanı-, C. 3, S. 15, s. 138-150. KÜÇÜK, Sabahattin (1994). Bâkî Dîvânı Tenkitli Basım, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. MUM, Cafer (2007). “Sebk-i Hindî”, Türk Edebiyatı Tarihi, (Editörler: Talat Sait Halman, Osman Horata v.d.), 2. Baskı, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s. 371-394. MUM, Cafer (2011). Divan Şiirinde Bercesteli Beyitler, Malatya: Mengüceli Yayınları. OCAK, Tulga (1985). “Ölümünün 350. Yılında Nef’î”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C. 3, S. 2, s. 1-20. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük (2005). 10. Baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. 230 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev ü Şîrîn Mesnevîsi* Yrd. Doç. Dr. Elif AYAN NİZAM** H I. GİRİŞ usrev ü Şîrîn, Ferhâd u Şîrîn ve Ferhâd-nâme isimleriyle yazılan mesnevilerin tarihî kaynağı, Sâsânî hükümdarlarından Husrev Pervîz’in savaşları ve aşklarıdır. Husrev ü Şîrîn hikâyesi, Şehnâme, Taberî Tarihi gibi tarihî kaynaklarda da yer almaktadır. Kaynaklar, Husrev’in 590-628 tarihleri arasında hükümdarlık yaptığı konusunda hemfikirdirler. Firdevsî’nin Şehnâme’sinde*** ve diğer kaynaklarda Husrev Pervîz ve hayatıyla ilgili anlatılanların birçoğu, mesnevilerde geçen tarihî konularla, birkaç ufak farkın dışında aynıdır. Ferhâd’ın ve Şîrîn’in gerçek kişilikleri hakkında birkaç rivayet bulunmaktadır. Fakat, bu şahsiyetler hakkında kaynaklarda kesin bilgiler bulunmamaktadır****. Husrev Pervîz’in Ermen melikesinin yeğeni Şîrîn ile aralarında geçen aşk macerasının anlatıldığı Husrev ü Şîrîn mesnevisi İslâmî edebiyatın en tanınmış ve en sevil- * Bu çalışma, Sâlim Efendi’nin Òusrev ü Şìrìn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Òusrev ü Şìrìn Mesnevileri adlı yayımlanmamış doktora tezimizden üretilmiştir (Hacettepe Üniversitesi, Ankara 2010). ** Hitit Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ÇORUM [email protected] *** Firdevsî (1370), Şehnâme, Tehran: Celâlî ve İhtirâmî Yay. 4. cilt (6-7. cilt), s. 2025-2225. ****Bu rivayetlere değinmek bu makalenin sınırlarını aşacağı için daha geniş bilgi için Sâlim Efendi’nin Òusrev ü Şìrìn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Òusrev ü Şìrìn Mesnevileri adlı doktora çalışmamıza ve orada yararlanılan kaynaklara bakılabilir. 231 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... miş hikâyelerindendir. Bu hikâyeyi edebî gayeyle ilk ele alan XII. yüzyılın meşhur İran şairlerinden Senâî’dir (Timurtaş 1952: 15). XII. yüzyılda Selçuklu döneminde yaşamış meşhur şair Nizâmî, bu hikâyeyi ilk defa bir mesnevî konusu olarak ele almıştır. Nizâmî’nin bu eserine İran şairlerinde olduğu kadar Türk şairleri tarafından da nazireler yazılmıştır1. Bunların çoğu Nizâmî’nin eserinin çevirisi mahiyetinde olup bir kısmı da te’lif diyebileceğimiz özellikler taşımaktadır. Türk edebiyatına Altın Ordu sahasında yetişen şair Kutb’un Nizâmî’den yaptığı tercüme eserle giren hikâye, Şeyhî ve Nevâî’nin anlatımlarıyla en güzel örneklerini verir (Timurtaş 1952: 15). Türk edebiyatı alanında kütüphanelerde kayıtlı bulunan ve araştırmacılarca incelenen Husrev ü Şîrîn ve Ferhâd u Şîrîn mesnevîleri; Fahrî, Kutb, Şeyhî, Ali Şîr Nevâî, Ahmed Rıdvan, Firâkî2, Âhî, Celîlî ve Lâmi’î’ye aittir. Tezkirelerde ve diğer kaynaklarda adı geçen diğer şairlerin eserlerine rastlanılmamıştır. II. SÂLİM EFENDİ’NİN HAYATI Sâlim Efendi’nin doğum yeri ve tarihi kaynaklarda belirtilmemiştir. Şiirlerinde de bu konuya ışık tutacak herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Ancak şair, Husrev ü Şîrîn mesnevisinin 4602. beyitinde3 bu eseri yazdığında yirmi yaşında olduğunu şöyle belirtmiştir: Bu naômı hem etdiginde inşÀd èİşrìn idi olsa sinni aèdÀd Şairin, eserinde verdiği bu bilgiye göre, onun 1780-81 yıllarında doğmuş olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, Sâlim Efendi’nin 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında yaşadığı anlaşılmaktadır. Sâlim Efendi’den bahseden tek kaynak ise Ârif Hikmet Tezkiresi’dir.4 Bu tezkirede şairin babasının adı, “Rÿmeli eşrÀfından Tevfìú Efendi KetòüdÀsı MuãùafÀ RÀşid Efendi” (Ârif Hikmet, vr. 34a) olarak verilmiştir. Sâlim Efendi’nin, Fuzûlî’nin Farsça olarak yazdığı Rind ü ZÀhid adlı eserini çevirdiği Muhavere-i Rind ü ZÀhid adlı bir eseri daha bulunmaktadır.5 Bu eserinin vr. 53a kısmında şair kendi ismini, Es-Seyyid 232 1 Husrev ü Şîrîn ve Ferhâd u Şîrîn mesnevisi yazan şairler ve bu mesneviler hakkında daha fazla bilgi edinmek için tezimizde verilen kaynakça ve dipnotlara bakılabilir. 2 Firâkî’ye ait mesnevi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalında Asuman Bayram tarafından Doktora tezi olarak çalışılmaktadır. 3 Mesneviden yapılan alıntılarda, Sâlim Efendi’nin Òusrev ü Şìrìn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Òusrev ü Şìrìn Mesnevileri adlı doktora çalışmamızda tenkitli metni hazırlarken vermiş olduğumuz beyit ve bend numaraları esas alınmıştır (Hacettepe Üniversitesi, Ankara 2010). 4 Arif Hikmet Tezkiresi dışında Sâlim hakkında bilgi veren kaynaklar, bu bilgileri Arif Hikmet Tezkiresi’nden almışlardır. Bu kaynaklar; İnehan-zâde Mehmed Nâil Tuman (Haz. Cemal Kurnaz-Mustafa Tatcı), “Sâlim”, Tuhfe-i Nâilî, Bizim Büro Yayınları, Ankara 2001: C.I, 1691/407; Haluk İpekten-Mustafa İsen-Recep Toparlı-Naci Okçu-Turgut Karabey, “Sâlim”, Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, KTB Yay., Ankara 1988: 423. 5 Sâlim’in bu eseri Nurgül Sucu tarafından Yüksek Lisans Tezi olarak hazırlanmıştır (Sâlim, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve “Rind ü Zâhid” Tercümesi (İnceleme-Metin), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı, Danışman: Prof. Dr. Ahmet Sevgi, Konya 2004. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. MustafÀ SÀlim ibnü’s-Seyyid Mehmed RÀşidü’l-Hüseynì olarak belirtmektedir. Kaynaklarda, öz babası hakkında bu bilgi dışında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Sâlim Efendi’nin eserlerinde ve şair hakkında bilgi veren kaynaklarda üvey babası İhyâ Efendi hakkında daha çok bilgi bulunmaktadır. Şairin, üvey babasından çok yardım gördüğü ve onun yardımıyla müderrisin zümresine dahil olduğu Ârif Hikmet Tezkiresi’nde belirtilmektedir.6 Sâlim Efendi, kendisi de Husrev ü Şîrîn mesnevisinde (b. 4613-4621) üvey babası İhyâ Efendi’nin kendisi için öneminden bahsetmektedir. Şairin sözlerinden İhyâ Efendi’nin, Sâlim’in yetişmesinde de büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır.7 Arif Hikmet, Tezkiresi’nde Sâlim Efendi’den bahsederken “èaleyhi’r-raóme” tabirini kullanmaktadır. Arif Hikmet’in, Tezkiresi’ne H.1250/M.1834/35 tarihine dek yetişen şairleri almış (Levend 1998: 336) olması, Sâlim Efendi’nin, bu tarihten önce ölmüş olduğunu düşündürmektedir. Mehmed Süreyyâ’nın Sicill-i Osmânî adlı eserinde belirttiği Sâlim Mehmed Efendi’nin ölüm tarihi olarak verilen H.1233/M.1818 tarihi, Husrev ü Şîrîn şairi Sâlim Efendi’nin ölüm tarihi olabilir (Mehmed Süreyya 1996: 1476). Ârif Hikmet Tezkiresi’nde “Vezìr-i müfettiş ve şerèiyyÀtì olarak Àòir Burÿsada müfettiş vekili olduàu óÀlde (...) vefÀt eylemişdir”8 demektedir. Bursa’da müfettiş yardımcısı iken ölmüş olması Mehmed Süreyyâ’nın Sicill-i Osmânî’de şairi Bursalı olarak göstermesine sebep olmuş olabilir. Sicill-i Osmânî’de ayrıca 1226’da (1811) Haleb mollası olduğu, öldüğünde Davudpaşa’da defnedildiği, oğlunun adının ise Seyyid Mustafâ Efendi (Mehmed Süreyya 1996: 1476) olduğu yazılıdır. Sâlim Efendi hakkında bilgi veren kaynaklarda başka bilgi bulunmamaktadır. III. SÂLİM EFENDİ’NİN ESERLERİ Sâlim Efendi’nin doktora tezi olarak ele aldığımız Husrev ü Şîrîn mesnevisinden başka Fuzûlî’nin Farsça olarak yazdığı Rind ü Zâhid adlı eserini çevirdiği Muhavere-i Rind ü Zâhid adlı bir eseri daha bulunmaktadır.9 Sâlim Efendi’nin bugüne kadar bilinen bu eserlerinden başka bir eserinin olup olmadığı kaynaklarda belirtilmemiş, kütüphanelerde başka bir eserine de rastlanmamıştır. 1. Husrev ü Şîrîn Makalemizin konusu olan bu eser ayrıntılı olarak tanıtılacağı için burada tekrar verilmemiştir. 2. Muhavere-i Rind ü ZÀhid Sâlim Efendi’nin bu eseri, Fuzûlî’nin Rind ü ZÀhid adlı Farsça eserinin tercümesidir. Nurgül Sucu çalışmasında; “Zahid” bir baba ile onun “Rind” oğlu arasında geçen çeşitli konulardaki tartışmaları ihtiva eden Muhavere-i Rind ü ZÀhid adlı eserin 6 7 8 9 Arif Hikmet, vr. 34a. İhyâ Efendi hakkında daha fazla bilgi için Arif Hikmet Tezkiresi’ne bakınız (vr. 3b-4a). Ârif Hikmet, vr. 34a. Salim’in bu eseri Nurgül Sucu tarafından Yüksek Lisans Tezi olarak hazırlanmıştır (Sâlim, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve “Rind ü Zâhid” Tercümesi (İnceleme-Metin), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı, Konya 2004). 233 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... mensur bir risale mahiyetinde olduğunu, karşılıklı konuşmalardan oluşan bu eserde, Zahid’in ve Rind’in hemen her konuşmasından sonra, Farsça bir rubai veya kıt’anın yer aldığını, esere Muhavere-i Rind ü ZÀhid denmesinin sebebinin de baştan sona kadar iki kişinin karşılıklı konuşmasından ibaret olmasından (Sucu 2004: 50) kaynaklandığını söyler. Sâlim Efendi, H.1219/1804 yılında Fuzûlî’nin bu eserini görmüş ve bu güzel eseri Türkçeye çevirmeye karar vermiştir. Hemen bu işe başlayan şair, muhtemelen aynı yıl içerisinde eserini tamamlamıştır (Sucu 2004: 51). Sâlim’in bu eserinde H.1215/M.1800’de Husrev ü Şîrîn adlı manzûmeyi kaleme alıp Sultan Selîm Han’a sunduğunu söyler. (…) Eserde Farsça toplam 61 kıt’a, 66 rubâî, 1 mesnevî, 4 beyit ve 1 mısra; Türkçe 3 beyit ve mısra vardır (Sucu 2004: 52). Muhavere-i Rind ü ZÀhid’in bir matbû, bir de yazma olmak üzere iki nüshası bulunmaktadır. H.1285/M.1869 yılında Tasvîr-i Efkâr Matbaasında basılan matbû nüsha, 135 sayfa ve 3 sayfalık hata-savab cetvelinden ibarettir. Süleymaniye Ktp., Esad Efendi Böl. Nu. 289’da kayıtlı bulunan yazma nüsha ise 53 yapraktan oluşmaktadır. Yazma nüshanın sonunda yer alan (…) Eåer-i òame-i èAbdü’l-óamìd Óaşmet ibn-i Muóammed SÀlim el-ÜsküdÀrì şeklindeki kayda göre bu nüshanın Sâlim’e ait olan müellif hattı nüshadan istinsah edildiğini (Sucu 2004: 200) düşündürmektedir. IV. SÂLİM EFENDİ’NİN HUSREV Ü ŞÎRÎN MESNEVÎSİ 1. Sâlim Efendi’nin Husrev ü Şîrîn Mesnevisinin Konusu Husrev ü Şîrîn mesnevisinin konusu şu şekilde özetlenebilir: 234 Nûşînrevân’ın oğlu Hürmüz’ün çocuğu olmamaktadır. Sonunda Allah yüzünü güldürür ve Husrev Perviz adında güzel yüzlü ve bahtlı bir oğlu olur. Büzrügümmîd adında bir alimden dersler alan Husrev, her alanda çok büyük bir usta olur. Ava çıktığı bir akşam yaptığı eğlencede yanındakiler ve hayvanları halkın malına zarar verince babası tarafından cezalandırılır. Ülkenin ileri gelenlerinin ricaları sonucunda Hürmüz, oğlunu affeder. Dedesi Nûşînrevân’ı rüyasında gören Husrev’e kaybettiği dört şey yerine Şebdîz adında çok hızlı bir at, çok güzel sesli Bârbed adında bir şarkıcı, çok güzel bir taht ve eşi bulunmaz Şîrîn adında bir sevgili geleceği söylenir. Husrev’in Şâvur adında bir arkadaşı vardır. Bu arkadaşı bir eğlence esnasında Husrev’e Şîrîn’den bahseder. Şâvur’un anlatışından Husrev, Şîrîn’e âşık olur. Şâvur’u, bu durumu Şîrîn’e bildirmesi ve onun düşüncelerini öğrenmesi için Şîrîn’in yanına gönderir. Şâvur, Şîrîn’in bulunduğu dağa gelir, Husrev’in resmini çizer ve bir ağaca asar. Şîrîn, ağaca asılı resmi görür ve resimde gördüğü surete âşık olur. Şâvur bu resmi kendisinin yaptığını ve Husrev’in de Şîrîn’e âşık olduğunu açıklar. Husrev’in durumunu Şîrîn’e anlatarak ona bir yüzük verir. Şîrîn av kıyafetlerini giyer ve Husrev’in olduğu yere gitmek için yola çıkar. Şîrîn, bir çeşme başında yıkanmak için durur. Husrev’i babasına kötüleyen gammazlar yüzünden Husrev, Medayin’den Ermen’e kaçar. Çeşme başında Şîrîn’le karşılaşır fakat Husrev tebdil-i kıyafet olduğu için Şîrîn onu gördüğünde tanıyamaz. Husrev, Ermen’e Şîrîn F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. de Medâyin’e gider. Şîrîn buraya geldiğinde Husrev’i bulamaz ve çok üzülür. Şîrîn için taşlık bir alanda Kasr yaptırılır. Husrev, Şîrîn’i getirmesi için Şâvur’u gönderir. Bu arada Husrev’in babası Hürmüz’ün gözüne mil çekerler ve Husrev’i de tahta geçmesi için Medâyin’e çağırırlar. Hürmüz’ün eski vezirlerinden Behrâm Husrev’i kıskanır ve ona savaş açar. Husrev tahtı bırakarak tekrar Ermen’e kaçar. Ermen’de Şîrîn’e kavuşmuş olur. Şîrîn’in teyzesi Mehîn Bânû, Husrev ve Şîrîn arasındaki aşkı fark eder ve Şîrîn’den nikahlanmadan Husrev’e teslim olmaması için söz alır. Birgün Husrev, Şîrîn’e sahip olmak isteyince Şîrîn ona teslim olmaz. Aralarında geçen tartışma sırasında Şîrîn, Husrev’i kaçmakla suçlar. Şîrîn’in sözlerine kızan Husrev, Ermen’den ayrılarak Rum ülkesine Kayser’den yardım istemeye gider. Kayser, Husrev’e kızıyla evlenme şartı koyar. Husrev Meryem’le evlenir. Bir ordu kuran Husrev, Behrâm’ı yenerek tahta geçer. Bu sırada Şîrîn, Husrev’den ayrıldığı için çok üzgündür. Bunun üzerine bir de teyzesi Mehîn Bânû ölür. Şîrîn tahta geçer. Fakat Husrev’in hasretine dayanamayan Şîrîn, Kudüs’e gidiyorum diyerek Medâyin’e gider. Şîrîn, Kasr’ına süt ırmağı yaptırmak için Ferhâd’ı çağırdığında Ferhâd Şîrîn’i görür ve ona âşık olur. Bunu duyan Husrev çok kıskanır. Ferhâd’ı çağırarak ondan Şîrîn’i bırakmasını ister. Ferhâd kabul etmeyince ondan Bîsütun dağından yol açarsa Şîrîn’i kendisine vereceğini söyler. Ferhâd da Şîrîn için bunu kabul eder. Ferhâd, dağları çok hızlı delmeye başlayınca Husrev, Ferhâd’ın işi başaracağını düşünür ve ondan kurtulmak için bir çare arar. Acuze bir kadın bulduran Husrev, Ferhâd’a bu kadın aracılığıyla Şîrîn’in ölüm haberini gönderir. Bunu duyan Ferhâd üzüntüsünden ölür. Şîrîn, Ferhâd’ın ölüm haberine çok üzülür ve yas tutar. Husrev, Şîrîn’in Ferhâd için üzüldüğünü duyunca onu suçlayan bir mektup yazar. Bunun ardından Husrev’in eşi Meryem de ölür. Şîrîn de Husrev’e aynı şekilde bir mektup yazar. Şîrîn’in ona hâlâ teslim olmaması Husrev’i çok sinirlendirir ve Şâvur’u Şîrîn’in yanından alarak onu yalnız bırakır. Fakat yine de dayanamaz ve av bahanesiyle Şîrîn’in kasrına gider. Husrev ve Şîrîn uzun uzun konuşurlar. Husrev hatalı olduğunu söyler fakat Şîrîn’i bir türlü razı edemez. Husrev oradan ayrılınca Şîrîn pişman olur. Husrev’in arkasından gider ve ondan sonra bütün ülke padişahlarının katıldığı muhteşem bir düğünle evlenirler. 2. Eserin Yazılış Tarihi Sâlim Efendi, Husrev ü Şîrîn mesnevisini H. 1215/M. 1801 tarihinde yazmıştır. Mesnevinin sonunda bulunan aşağıdaki tarih kıt’asındaki “ÀåÀr-ı èaşú-ı dil-cÿ” ibaresi de ebced hesabıyla H. 1215 tarihini vermektedir: äad óamd òÀme-i ter dizdi süùÿra gevher Òˇoş görsün ehl-i diller mir’Àt-i èaşúdır bu SÀlim erip òitÀma gül gibi işbu nÀme TÀrìò dedi òÀme ÀåÀr-ı èaşú-ı dil-cÿ Şair, 4631. beyitte de aynı tarihi “lafzen” söylemektedir: Erdikde òitÀma her me’Àli 235 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... Biñ iki yüz on beş oldu sÀli Ayrıca Muhavere-i Rind ü ZÀhid adlı eserinin 3a-3b varaklarında 1215 yılında Husrev ü Şîrîn mesnevisini yazdığını söylemiştir (Sucu 2004: 34). 3. Eserin Kime Sunulduğu Sâlim, Husrev ü Şîrîn mesnevisini, kendi tabiriyle, Sulùanü’l-áÀzì Selìm ÒÀn’a sunmuştur (Sucu 2004: 34). Şair, mesnevisinde der-Medh-i PÀdişÀh-ı CihÀn Selìm ÒÀn EyyedellÀhu Mülkehu başlığıyla verdiği “padişaha övgü” kısmında Selîm Han’dan bahsetmesi eserini ona sunduğunu göstermektedir. III. Selîm’in adı mesnevide şu şekilde geçmektedir: Ser-tÀc-ı şehenşehÀn-ı devrÀn Yaènì ki Selìm ÒÀn-ı devrÀn (b. 61) 4. Nüshaların Tanıtımı Sâlim Efendi’nin Husrev ü Şîrîn mesnevinin bilinen iki nüshası bulunmaktadır. Yazma nüshalarından biri, Vatikan Kütüphanesi Türkçe Yazmalar bölümünde Vat. Turco 284 numarayla kayıtlıdır. Bir diğeri de Tahran’da Kitabhane-i Meclis-i Şura-yı Milli’de 8574 numara ile kayıtlıdır. Tenkitli metnin hazırlanmasında Vatikan nüshası esas alınmış, Tahran nüshası karşılaştırma için kullanılmıştır. a. (V10) Vatikan Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, Vat. Turco 284. Milli Kütüphane Yazmalar bölümü bilgisayar veritabanında Vatikan nüshasının 156 varak ve 17 satırdan meydana geldiği yazılmaktadır. 210x115 mm. ölçülerindeki eserin yazı türü nestalik olarak verilmiştir. Yazmayla ilgili bunlardan başka herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Tenkitli metnin hazırlanmasında kullanılan nüshayla ilgili tespit edilen özellikler ise şunlardır: Vatikan nüshası, 155 varaktan oluşmaktadır. Bu nüshada 166 başlık tespit edilmiş olup bir muhammes başlıklı 16 tardiyye, 1 terci’-i bend ve 1 tarih kıt’ası bulunmaktadır. Husrev ü Şîrîn, Vatikan nüshasında, tardiyyeler, terci’-i bend ve kıt’a haricinde 4632 beyitten oluşmakta ve nüshanın sonunda H.1215 tarihi yer almaktadır. Nüshanın istinsah tarihiyle eserin yazılış tarihinin aynı olması bunun müellif hattı nüsha ya da Tahran nüshasına nazaran yazım hatalarının az olması, birkaç beyit eksiğiyle iyi bir müstensihin elinden çıkmış olduğunu düşündürmektedir. Buna rağmen bu nüshada da vezni bozuk olan yedi mısra bulunmaktadır. Nüshanın başında 1b, 2a ve 2b varaklarında üç adet takriz bulunmaktadır. Bu takrizler; İhyâ Efendi, Bahâr Efendi ve Refî’â Efendi’ye aittir11. Yazmada bundan başka herhangi bir temellük kaydına rastlanılmamıştır. Tenkitli metin hazırlandığında Vatikan nüshasında 552, 681, 1165, 1166, 1189 ve 236 10 Bunlar, nüshaların kısaltılmış şekillerini ifade etmektedir. 11 Bu takrizler ve bu eser için takriz yazan şairlerle ilgili daha geniş bilgi için Sâlim Efendi’nin Òusrev ü Şìrìn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Òusrev ü Şìrìn Mesnevileri adlı doktora tezimize bakılabilir. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 2603. beyitlerin bulunmadığı tespit edilmiştir. b. (T) Tahran, Kitâbhâne-i Meclis-i Şûra-yı Millî, 8574. Milli Kütüphane Yazmalar bölümü bilgisayar veritabanında, Tahran nüshasının 122 varak ve 21 satırdan meydana geldiği yazılmaktadır. Ayrıca eserin istinsah tarihi 1217 (1802) olarak verilmekte, eserle ilgili başka bilgi bulunmamaktadır. Tenkitli metnin hazırlanmasında kullanılan nüshayla ilgili tespit edilen özellikler şunlardır: Tahran nüshası 122 varaktan oluşmakta ve 165 başlık ihtiva etmektedir. Bu nüshada da biri muhammes başlıklı olmak üzere 16 tardiyye, 1 terci’-i bend ve 1 tarih kıt’ası bulunmaktadır. Husrev ü Şîrîn, Tahran nüshasında tardiyyeler, terci’-i bend ve kıt’a haricinde 4549 beyitten oluşmaktadır. Tahran nüshasında, 1576’ncı beyitten 1658’inci beyte kadar olan kısım eksiktir. Tahran nüshasındaki bu 83 beytin eksik olması, nüshanın iki varağının eksik olmasından kaynaklanmaktadır.12 Yazmanın sonundaki ketebede müstensihin ismi ve istinsah tarihi bulunmaktadır: v#u*• qšFL« d²bI¼« ë— uH ‰« dšIH¼« ë¾×½ “Ketebehu’l-Faúìr El-èAfve Rabbehu’l-Úadìr İsmÀèil Òulÿãì-121713” Tahran nüshasında aşağıdaki beyit bulunmamaktadır: Terk etmeyip arada rüsÿmu Birbirine etdiler hücÿmu (b. 1700) Vatikan nüshasıyla karşılaştırdığımızda, Tahran nüshasında birçok beyitin ve mısraın yer değiştirdiği tespit edilmiştir. Aşağıdaki beyit, yazmanın 28a varağının kenarında, bulunması gereken mısralar arasından başlanarak yukarıya doğru 45 derecelik bir açıyla yazılmış bulunmaktadır: Der-óÀl yapıp berÀy-ı Şìrìn Ol mevøièe bir maóall-i rengìn (b. 1045) Bu beyit Vatikan nüshasında normal sırasında bulunmaktadır. Vatikan nüshasının istinsah tarihi daha önce olduğu için bu beytin Tahran nüshası istinsah edilirken unutulduğu ve daha sonra eklendiği düşünülmektedir. Tahran nüshasında müstensihe ait olan pekçok vezin hatası bulunmaktadır. 12 Milli Kütüphane Yazmalar bölümünün bilgisayar veritabanında nüsha hakkında verilen genel bilgilerde ve Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Sevgi’nin yazmış olduğu “Sâlim’in Husrev ü Şîrîn’i Üzerine…” başlıklı tanıtım yazısında da eser 122 varak olarak tespit edilmiştir (Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, S. 17, Konya 2007: 25-31). 13 Bu ifadenin Türkçesi: Fakir İsmail Hulûsî, -Kadîr olan Allah onu affetsin- yazmıştır 1217. 237 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... V. HUSREV Ü ŞÎRÎN MESNEVÎSİ'NİN DIŞ YAPISI 1. Nazım Şekilleri Mesnevi nazım şekliyle yazılan bu eser, toplamda 166 başlıktan oluşmaktadır. Bu başlıklardan 16’sı tardiyye, 1’i terci’-i bend ve 1’i kıt’a nazım şekliyle yazılmıştır. Son başlıkta bulunan tarih kıt’ası hariç eserin tamamında bahr-i hezecin mefèÿlü mefÀèilün feèÿlün kalıbı kullanılmıştır. Tarih kıt’ası bahr-i muzarînin mefèÿlü fÀèilÀtün mefèÿlü fÀèilÀtün kalıbı ile yazılmıştır. 2. Husrev ü Şîrîn’de Üslûp Husrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn gibi konuları ortak olan mesnevilerde konudan çok, şairin söyleyişi önemlidir. Şairler eserlerinde de kendisinden önce bu konuda mesnevilerin yazıldığını, ama kendisi gibi kimsenin yazamadığını iddia ederler. Sâlim de Husrev ü Şîrîn adlı mesnevisinin “yazılış sebebi” kısmında, kendisinden önce Şeyhî Üstad’ın bu eseri kaleme aldığını, fakat sözü çok uzatarak konudan uzaklaştığını söyler ve kendisinin kısa ve öz bir şekilde, lafı uzatmadan yeni bir Husrev ü Şîrîn mesnevisi yazacağını belirtir. Bu mesnevisinin vezninin Şeyhî’ninkinden farklı olacağını söyleyen şair, eserinde kıl başı kadar da kusur olmayacağını iddia eder: Etmişdi meger ki Şeyòì üstÀd Bu nÀme-i pÀki evvel inşÀd LÀkin ederek kelÀmı taùvìl ÌcÀzdan eylemişdi taóvìl (b. 142-143) Söz konusunda bu kadar iddialı olan Sâlim, gerçekten de Şeyhî gibi sözü uzatmamış, Şeyhî’nin önem verdiği konuları, kısaltarak anlatma yoluna gitmiştir. Sâlim, eserini hikmetli sözler söyleme yeri olarak görmemiş, asıl konunun “aşk” hikâyesi olduğunu böyle bölümler yazmayarak göstermiştir. Sâlim’in dile olan hakimiyeti, mesnevinin tamamında aynı orandadır. Sadece “giriş” ve “bitiş” bölümlerinde değil, eserin anlatıldığı bölümlerde de Arapça, Farsça kelimelerle çoklu terkiplerin olduğu görülmektedir. Her dilde belli kavramları anlatmak için birden fazla sözcük bir araya getirilerek tamlamalar, deyimler kurulur. Bunlar şiir dilinde somutlama ve alışılmamış bağdaştırma yoluyla yapılır. Doğan Aksan bağdaştırmayı, söz varlığı içindeki ögeleri, tümce ya da sözceleri anlamlı, kabul edilebilir birimler halinde bir araya getirmek olarak tanımlamaktadır. Alışılmamış bağdaştırma ise anlam ayırıcıları arasında uyum bulunmayan bağdaştırmalardır (Aksan 2006: 83-84). Eski şiir türlerinden yeni türlere kadar pek çok türde alışılmamış bağdaştırmalara rastlanmaktadır. Bu bağdaştırma türü okurun zihninde farklı çağrışımların oluşmasını sağlayarak şiiri hayal bakımından zenginleştirmektedir. 238 Sâlim’in, eserinde alışılmamış bağdaştırmalardan ve somutlamalardan sıkça yararlandığı görülmektedir. Şair, özellikle ikili tamlamalarda somut kavramlarla soyut F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. kavramları bir araya getirip anlam derinliği yaratmaya çalışmıştır: “Ààÿş-ı peder , èarÿs-ı merg, èÀşıú-ı serserì, bÀb-ı şefúat-evb, dest-i eyyÀm, dü-çeşm-i óayret, erre-i àam, gehvÀre-i ıøùırÀb, àırbÀl-ı felek, óamÀme-i saèÀdet, kilk-i mÀh, pÀy-ı nigeh, rişte-i taóammül, ruòsÀr-ı èadem, Àyìne-i ãunè-ı şÀhid-i kÀr, ÀzÀde-i cevr-i bì-girÀn, burúaèkeş-i òaclegÀh-ı vuãlat, àubÀr-ı rÀh-ı bì-reng, kuól-i dìde-i cÀn, tamàa-yı metÀè-ı óüsn-i bì-àayb, zìb-i gÿş-ı idrÀk, zìnet-dih-i nev-úımÀù-ı iúbÀl…” Şair ayrıca atıf vavları ve vasf-ı terkibilerle Farsça kurallara göre kurulmuş birleşik tamlamalar da yapmıştır: “Àfet-i cÀn u bì-ÀmÀn, èaraú-feşÀn-ı dil-cÿ, èÀrıø-ı şuèle-dÀr u dil-keş, cÀme-dÿz-ı devrÀn, deryÿzeger-i èaùÀ vü ümmìd, òÀme-i siyeh-pÿş, nÀme-i dil-siyÀh, zer-lÿle-i mihr…” Şair, “ben” kişi zamiriyle ve “al” renk adıyla Farsça tamlama kurallarına göre tamlama kurmuştur: Yaènì ki eyÀ felek-sitÀre MihmÀn olasın ben-i nizÀra (b. 1576) Òançer ki boyandı òÿn-ı ale äaórÀ-yı èadem bitirdi lÀle (b. 1290) Ayrıca eser içinde Arapça kurallara göre yapılmış tamlamalar da bulunmaktadır: “bi’l-Àòire, bi’ø-øarÿre, el-óÀãıl, el-óaú, el-úıããa, fi’l-óÀl, felekü’l-burÿc, İnşÀ’allÀh, Nÿn ve’l-Úalem, TebÀrekallÀh, billÀhi, neèÿõu billÀh, ve’l-óÀãıl…” Günlük dilde kullanılan “AllÀh bilir, AllÀh içün olsun, İnşÀ’a’l-lÀh òayrdır, kör olsun eger baúarsa dìde, başıñ içün, baú baú baña, baú n’eyledi, n’eyler baúalım, òˇoş geldiñ, òayr ede ãoñun cenÀb-ı AllÀh” gibi birtakım kalıplaşmış ifadelere de şairin yer verdiği görülür: Baş üstüne dedi düşdü rÀha èAzm eylediler úarÀrgÀha (b. 1582) Òˇoş geldiñ eyÀ civÀn-ı òürrem Şevúiñle göñüller oldu bì-àam (b. 1669) Türkçe sözcükleri kullanmaya özen gösteren Sâlim’in şiirlerinde yer verdiği Türkçe deyimlerden ve arkaik kelimelerden bazıları şunlardır: “(Àòiret) anası, baş üstüne, bitik işi, çil aúçe, delik delik, iş kesme, úayırmak, konmak (konaklamak), kör dilenci, (Àòiret) oàlu, özge, süt (birÀder), şenlik, tamàa, tar, telli úurşun, ùonanma, ùatlu (cÀn), ùuracaú (zamÀn), urmak (vurmak), yeñi ùoàmuş, yüz ãuyu, yüz úaralıgı, zülfünü yazmak (saçını taramak, süslemek)…” Eski Anadolu Türkçesinde görülen bazı kelime ve yapıların 18. yy.da da devam ettiği görülmektedir. Sâlim’in mesnevisinde de dil özelliği olarak Eski Anadolu Türkçesinin bu kelime ve yapılarına rastlanmaktadır: “aña, deñlü, budurur, çoàa, çölmek (çömlek), daòı, dek, deyü, esbÀb (giysi), eyü, gerü, imdi, úanàı, úanda, úandan, úanı, 239 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... úanzil, úapuña, úarşu, kendüde, kendüden, kendüsü, kendüye, kesim, ne deñlü, nedurur, niçün, oldur, oldurur, oùaà, úardaş, şimden gerü, şol, şu deñlü, tek, yalıñızca, yarlıà…” Dilde bulunmayan yeni sözcük ve anlatım biçimlerini kullanma denilen sapmaları (Aksan 2005: 166) Sâlim’in de devrinin dil özelliği olarak bazı Arapça ve Farsça kelimelere Türkçe yapım ekleri getirerek yaptığı görülmektedir: “vedÀèlaşdı, ãÀdıúlıàıña, àÀzelendi, ÀşinÀlıàımdan, bed-nÀmlıú, bendelikle, òˇoşca, òastelendi, revişince, şerbetlene, şikestelendi…” Bazen Arapça aslında çekimi bulunmayan kelimeleri de kullanmıştır. Şair, “naúúÀş” kelimesinin yanında “nÀúış” kelimesini de kullanmaktadır: Anda daòı nÀúış-ı dil-ÀrÀ Aãmışdı bir özge naúş-ı zìbÀ ((b. 604) Sâlim’in, bazı bölümlerde ses tekrarlarına düştüğü de görülmektedir. Bu tür kullanımlar şairin edebî yönünü olumsuz etkileyen unsurlardandır: Tedbìrde úılmayıp úuãÿru Saèy eyledi maènevì vü ãÿrì (b. 492) Saèy eyledi maènevì vü ãÿrì İúdÀmda etmeyip úuãÿru (b. 1059) Eserde çok fazla cinas sanatı örneklerine de rastlanmaktadır. Şairin, cinas sanatını sadece sanat yapma kaygısıyla yapmadığı, anlama da önem verdiği görülmektedir. Sâlim, dilin imkanlarından bu kadar çok yararlanırken halkın bilgeliğinin eserleri olan, az sözle çok şey anlatan atasözü ve deyimlerden de uzak kalamazdı. Ancak Sâlim, mesnevisinde bir tane atasözüne yer vermiş, ama mesnevi içinde atasözü mahiyetinde sözler söylemiştir. Buna rağmen birçoğunun bugün de kullanıldığı deyimlere eserinde sık sık yer vermiştir.Aşağıda, mesnevi içinde kullanmış olduğu atasözü verilmiştir: “Kendi düşen ağlamaz.”14 CÀn verme ki bunda muótemeldir Kendi düşen aàlamaz meåeldir (b. 2433) Şairin mesnevisinde atasözü mahiyetinde kullandığı sözlerden bazıları ise şunlardır: Fehm etdi ki olmayınca taúdìr Bì-fÀ’idedir her işde tedbìr (b. 1434) Bir taòtda iki şÀh olmaz Bir burcda mihr ü mÀh olmaz (b. 2640) 240 14 Deyim ve atasözleri konusunda, Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü (1-2, İnkılap Yay., İstanbul 1998)’nden ve Türk Dil Kurumunun internet ortamında yayımlamış olduğu Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’nden (http://tdkterim.gov.tr/atasoz/) yararlanılmıştır. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Şair, atasözlerinden çok fazla yararlanmasa da sadece Türkçe kelimelerden ve Türkçe, Arapça, Farsça kelimelerden oluşan deyimlere oldukça fazla yer vermiştir. Husrev ü Şîrîn mesnevisinde deyimleri içeren beyitlerden örnekler aşağıda verilmiştir: aàzı suyun aúıtmak: Etdikçe şinÀh o şemè-i ümmìd Aàzı ãuyun aúıdırdı òˇurşìd (b. 856) úabına ãıàmamak: Pür-neş’e-i cÀm-ı feyø olup şÀd äıàmazdı úabına àonçe nÀ-şÀd (b. 1764) yeñi ùoàmuşa dönmek: Kesb etdi sürÿr-ı bì-bahÀne Döndü yeñi ùoàmuşa cihÀna (b. 4230) èaceb külÀh etmek (kandırmak): Baúdıúça fiàÀn u Àh ederdi Çarò aña èaceb külÀh ederdi (b. 613) çenber-i felekden geçmek: ReftÀrda raòşı öyle pür-fen Geçse n’ola çenber-i felekden (b. 1703) zülf-i yÀre ùoúunmak15: Defèinde ararlar idi çÀre AmmÀ ùoúunurdu zülf-i yÀre (b. 2296) 2. Âhenk Unsurları Birçok araştırmacı şiir dilini “dil içinde ayrı bir dil” olarak kabul eder. Bunun nedenini ise şiirin amacının iletişim olmadığı, heyecan verme ve etkileme oluşuna bağlar. Şiir dilinin öteki metinlerin dilinden ayrı olması, şiir dilinde kafiye, redif, ses yinelemeleri, ölçü, ritm gibi ögelerden yararlanılarak müzikalite sağlanmaya yönelmesinden kaynaklanmaktadır (Aksan 2005: 18-19). Genel olarak bakıldığında, Sâlim Efendi’nin vezin ve kafiye konusunda, birkaç zorlama vezin ve birkaç kafiyesiz beyit haricinde şiirde vezni ve kafiyeyi kullanmakta oldukça başarılı olduğu görülmüştür. Şair; aliterasyon, asonans, ikilemeler ve ses tekrarlarından yararlanarak şiirinin müzikalitesini arttırmaya çalışmış ve bu konuda da başarılı olduğu görülmüştür. 15 Ömer Asım Aksoy’un Deyimler Sözlüğü’nde (s. 1145) ve TDK İnternet sözlüğünde bu deyim “zülfü yÀre dokunmak” olarak geçmektedir. 241 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... a. Vezin Şiirde ritmin oluşmasında en önemli etkenlerden biri de vezindir. Manzum metinlerde vezin; kelime seçiminde, dilin musikisini ortaya çıkarmada, redif ve kafiyedeki ses düzeninin sağlanmasında çok etkilidir (Macit 2005: 77). Sâlim Efendi, Husrev ü Şîrîn mesnevisinin tamamında son başlıkta bulunan tarih kıt’ası hariç, bahr-i hezecin mefèÿlü mefÀèilün feèÿlün kalıbını; tarih kıt’asında ise bahr-i muzarînin mefèÿlü fÀèilÀtün mefèÿlü fÀèilÀtün kalıbını kullanmıştır. Husrev ü Şîrîn mesnevisinin vezninin mefèÿlü mefÀèilün feèÿlün olması, şairin birçok beyitte sekt-i melih yapmasına olanak sağlamıştır. Bu durumda ölçü mefèÿlün fÀèilün feèÿlün biçimine girmiştir: Şìrìn şìrìn óikÀyetiñ var ÔÀhir bu ki yÀre òidmetiñ var (b. 2896) İnşÀ’allÀh òayrdır fÀl Yüz ùutdu gibi faúìre iúbÀl (b. 4319) Sâlim’in eserinde bazı mısralarda vezinle ilgili hatalar bulunmaktadır. Hatta aşağıdaki beyitin ikinci mısraının vezni bozuktur: Vermekde óayÀtdan peyÀmı Olmuş idi cÿy-ı Aras nÀmı (b. 1921) b. Kafiye Sâlim’in Husrev ü Şîrîn mesnevisinin kafiye açısından çok zengin bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. 4638 beyitten oluşan bu mesnevinin 4617 beyitinde kafiyenin her türlüsüne rastlamak mümkündür. Bunlardan 4433 beyitte tek ses, iki ses, üç ve daha fazla ses benzerliğinden oluşan kafiyeler bulunmaktadır. Husrev ü Şîrîn’in de 196 beyitinde ses ve harf benzerliğine dayanan ve göz kafiyesi ya da kulak kafiyesi denilen bu türlerden örneklere rastlanmaktadır: èAşú oldu tecellì-i İlÀhì YeksÀn úodu gedÀ vü şÀhı (b. 7) Açdıúça ãabÀ anıñ şikencin (sMJ–) Taórìk úılardı fitne gencin (sMJ) (b. 1756) Rüstem gibi ol vezìr-i òÿn-òˇÀr èİãyÀnını úıldı şÀha iôhÀr (b. 1391) Şair, mesnevi içinde çok az miktarda kusurlu kafiye kullanmıştır. 9 beyitte ise hiç kafiye kullanmamış, redifle yetinmiştir: ÁrÀyiş-i taòtgÀh-ı kisrÀ Zìnet-dih-i bÀrgÀh-ı kisrÀ (b. 642/4352) 242 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. ZìrÀ ki bilirdi derd-i èaşúı ZÀr etdi niçe bezir-i èaşúı (b. 1617) Sâlim Efendi’nin, kafiye kusuru bulunan beyitler yazmasına rağmen kafiye kullanmakta ve özellikle cinaslı kafiyeler yapmakta oldukça başarılı olduğu görülmektedir. c. Redif Sâlim, Husrev ü Şîrîn mesnevisinde âhenk ögesi olarak redife de önem vermiştir. Tardiyyelerde ve 1366 beyitte redif kullanmıştır. Bu durumda şair, mesnevisinin yaklaşık % 30’luk bölümünde redif kullanmıştır. Bu oran, mesnevinin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Şairin redif kullanımının azımsanmayacak oranda olduğu görülmektedir. Mesnevide “ek halindeki redifler”in büyük çoğunluğu kapsadığı görülür. 1366 redifin 910 tanesi ek halindeki rediflerdir. “Sözcük redifler” kısmında toplamda 241 redif kullanılmıştır. 173 redif ise “ek+sözcükten oluşan redifler”dir. “İki sözcükten oluşan redifler” kısmında 26 redif bulunmaktadır. “Sözcük grubundan oluşan redifler”de ise 4 redif bulunmaktadır. “Ek+sözcük grubundan oluşan redifler”de ise toplamda 12 redif bulunmaktadır. Mesneviye bakıldığında şairin Türkçe kelimeleri redif olarak kullanmayı tercih ettiği görülmektedir. “Ek halindeki redifler” çıkarıldığında geriye kalan 458 rediften 387’si Türkçe kelimelerden, 56’sı Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerden, sadece 15’i Arapça ve Farsça kelimelerden oluşmaktadır. Divan şiirinin bir özelliği olan redifte Türkçe kullanma durumunu, Ömer Faruk Akün şöyle açıklar: Redif, divan şiirinin yerli olduğu, başka deyişle yerliyi en iyi bulduğu bir cebhesidir (Akün 1994: 402). Sonuç olarak Sâlim’in eserinde redif kullanmayı tercih ettiği, şiirde âhengi oluşturmada rediflere büyük görev yüklediği, mısraın yarısını kaplayan uzun redifleri de ara sıra kullanarak mesneviyi oluşturduğu söylenebilir. Sâlim’in, redifleri bir çağrışım ögesi olarak değil de anlatılan durumu ya da sözü pekiştirmek amacıyla kullandığı görülür. ç. Yinelemeler Şiirde ahengi sağlayan ögelerden biri de ses yinelemeleridir. Yinelemeler yazınsal yapıtların, özellikle şiir türlerinin temel ögelerinin başlıcaları olmuştur. Yazın yapıtlarına bir estetik güzellik getirmek, çağrışımlar yaratmak, anlamları ve kavramları pekiştirmek için kullanılmaktadır (Özünlü 2001: 115). Divan şiirinde genellikle uyak ve rediflerin tekrarı ile sağlanan bu yinelemeler, mısra sonları dışında, dizenin tamamında çeşitli seslerin tekrarıyla da oluşturulmaya çalışılır. “Divan şairleri, şiirlerinde uyumu sağlamak için geleneğin imkanları içerisinde değişik yöntemlere başvururlar” (Macit 2002: 172). Sâlim de mesnevisinde âhengi sağlamak için aliterasyon ve asonanslardan yararlanmıştır. Aşağıdaki beyitlerde d, n, r ve À sesleri mısra ya da beyitte tekrarlanarak müzikalite yaratılmıştır: 243 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... CÀnım ki bedendedir seniñdir Her neş’e ki bendedir seniñdir (b. 866) Baú baú úanı úanda úaldı nÀmÿs èÁrıñ yoà imiş hezÀr efsÿs (b. 3635) Şiir dilinde en çok biçimbirimsel yinelemeler kullanılmıştır. Biçimbirimsel yinelemelerden en çok kullanılanlar ise; bağlaç yinelemesi, önyineleme, ardyineleme, kıvrımlı yineleme, zıt yapılı yineleme, ikizleme, çaprazlama ve ek yinelemesi gibi alt başlıklarda incelenmektedir (Özünlü: 2001: 117-122). Sâlim’in mesnevisinde sık olarak kullandığı yinelemeler şunlardır: -Bağlaç Yinelemesi Sâlim, mesnevisinin birçok yerinde bağlaç yinelemelerinden faydalanarak bir ritim sağlamış ve anlamı pekiştirmiştir. Yaènì ki silÀó u raòş u çevgÀn Tìà ü teber ü kemÀn u meydÀn (b. 206) Gördü ki ne yÀr var ne aàyÀr Ne rÿó u ne cÀndır bedìdÀr (b. 3254) -Önyinelemeler “Bu yineleme, birbiri peşisıra gelen tümcelerin baş tarafındaki sözcük ya da sözcük gruplarının yinelenmesiyle yapılır” (Özünlü 2001: 118). Önyinelemeler, divan şiirinde sözün anlamını güçlendirmek amacıyla yapılan “tekrir” sanatını ifade eder (Öztekin 2001: 27). Sâlim, mesnevinin birçok yerinde bu tür yinelemelerden yararlanmıştır. Aşağıdaki beyitlerde önyineleme örnekleri görülmektedir: Geh fikr ile etdi yem gibi cÿş Geh münfaèil idi oldu òÀmÿş (b. 254) Bir elde ùutardı cÀm-ı zerrìn Bir elde idi şarÀb-ı rengìn (b. 355) Sâlim’in, Husrev ü Şîrîn mesnevisinin başında “aşk” ve “hüsn” kelimelerini yinelemesi, konunun bütünlüğünü sağlamış ve bir aşk mesnevisi olan Husrev ü Şîrîn’in içeriğini pekiştirmiştir: èAşú ile cihÀnı úıldı ióyÀ Bu sözle o lafža verdi maènÀ (b. 2) èAşú olmasa bì-vücÿd olurduú Güm-kerde reh-i şühÿd olurduú (b. 3) èAşú oldu cihÀna mÀye-i kÀr Óüsn oldu o kÀra zìb-i bÀzÀr (b. 4) 244 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. èAşú oldu cihÀna óÀlet-engìz Óüsn oldu o èaşúa şöhret-engìz (b. 5) *** Mesnevi içinde önyinelemelerden en ilgi çekici olanı mesnevinin sonundaki “dua” bölümünde Allah’a seslendiği beyitler ve padişaha övgü kısmında III. Selîm’e “ey”, “v’ey” sözcüklerini yineleyerek seslendiği beyitler önyinelemelere örnek verilebilir. -Ardyinelemeler “Ardyinelemeler, birbiri peşisıra gelen tümcelerin sonundaki sözcüklerin ya da sözcük gruplarının yinelenmesiyle yapılır. Yalnızca ritim için değil, tümce sonundaki sözcüğün anlamını pekiştirmek ve vurgulamak için de kullanılır” (Özünlü 2001: 118). Bu yineleme türü, divan şiirinde, mısra sonlarındaki rediflerle sağlanmaktadır. Mesnevi, nazım şekli olarak iki mısraın kendi aralarında kafiyeli olmasını gerektirmektedir. Bu da şaire her beyitte kafiye ya da redif yapma zorunluluğu doğurur. Sâlim, mesnevide yaklaşık 1370 beyitte redif kullanmıştır. Bu da yaklaşık Husrev ü Şîrîn mesnevisinin %30’udur. Bu oranlar, Sâlim’in, mesnevide ardyinelemelere sıklıkla başvurduğunu göstermektedir. Redif bahsinde değinildiği için burada ardyineleme örnekleri verilmeyecektir. -Kıvrımlı Yineleme “Bu yineleme, bir tümcedeki son sözcüğün, daha sonra gelen tümcenin başında yinelenmesiyle yapılır” (Özünlü 2001: 120). Bu yineleme türü divan şiirinde kullanılan “iade” sanatına benzemektedir: Dedi ki èaceb nedir bu ãÿret äÿret mi yaòˇud òayÀl ü èibret (b. 545) Keşf et baña vaódet içre vaódet Vaódetde vücÿda ver ferÀàat (b. 3845) -İkizleme Deyişbilimde, biçimbirimsel yinelemelerin bir türü olan ikizleme, aynı sözcüğün bağlaçlı ya da bağlaçsız tekrarı olarak tanımlanır (Özünlü 2001: 121). Genel olarak “ikileme” adıyla bilinir. Bu yineleme türü, diğer yineleme türlerindeki gibi şiir ve müzik arasındaki geçişleri sağlamak amacıyla yapılır. Şiirde kullanılan ikilemeler, tekrarın yanı sıra içerdiği seslerin mısradaki diğer seslerle uyumu ile de âhenk arttırıcı bir ögedir (Demir 2008: 128). Sâlim, dilin imkânlarını çok iyi kullanan bir şairdir. Anlatımı zenginleştirip güçlendirmek amacıyla kullanılan “ikilemeler” onun eserinde de yerini almıştır. Şair ikilemeleri kullanırken sadece anlamı pekiştirmeyi düşünmemiş, dizelerdeki ses ve ahengi artırma amacını da gütmüştür. Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerle ve yapı olarak da daha çok aynı sözcüğün tekrarı ile oluşan ikilemeleri kullanan Sâlim’in Husrev ü Şîrîn mesnevisinde yapmış olduğu ikilemeler, mısra başında, mısra ortasında ve mısra sonunda yer alan ikilemeler başlıkları altında toplanabilir: 245 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... ÁåÀr-ı ÒudÀya edip imèÀn Bel bel baúar idi çeşm-i reyóÀn (b. 349) BÀrÀn gibi fevc fevc èÀlem Varırdı o cÀygÀha òürrem (b. 3201/4497) Ey bÀd varırsan ol civÀna ÓÀl-i dili söyle yana yana (b. 776/2875/3256/3898) Şair, “sekt-i melih” yaptığı mısralarda, özellikle ikilemelerden yararlanmış ve vezinde oluşturduğu bu duraklamalar, ikilemelerin uzun söylenişleriyle durumu pekiştirerek bir ahenk sağlamıştır: GiryÀn giryÀn dedi ki ey şÀh Úıldı pederiñ cihÀndan ikrÀh (b. 1201/2518/3419/4068) -Paralel (Koşut) Yineleme Bu yineleme türü, “bir bölükte belli dize sonlarındaki sözcüklerin başka bir bölükte aynı yerlerde yinelenmesiyle yapılır” (Özünlü 2001: 121). Tercî’-i bendin en önemli özelliği de “bendleri birbirine bağlayan vasıta beyitlerinin her bendin sonunda yinelenmesi” (Dilçin 1995: 250)dir. “Bu beyitler, şiirin her bölüğünde hep aynı yerde tekrarlandığı için, bir anlamda biçimbirimsel olarak da koşut (paralel) yineleme yapılmış olur” (Öztekin 2002: 89). Sâlim’in Husrev ü Şîrîn mesnevisinde bulunan tercî’-i bendin vasıta beyitleri, Nizâmî’nin Leylâ vü Mecnûn mesnevisinden tazmin edilmiştir. Nizâmî’den tazmin edilen bu vasıta beyti şöyledir: Zülfeş reh-i bÿse-òˇÀh mì roft MüjgÀneş ÒudÀ dehÀd mì goft (X§— v¦ ˆ«u• ëu ˆ— gH¼“) (XH½ v¦ œU£œ «b• gìU½ó¦)16 -Ek Yinelemesi Ek yinelemeleri, “aynı yapım ya da çekim ekinin başka başka sözcüklerle kullanılması ile yapılır” (Özünlü 2001: 122). Divan şiirinde kafiye ve redif sebebiyle mısra sonlarında sık sık karşılaşılan bir yineleme türüdür. Sâlim, mesnevinin birçok yerinde ek yinelemelerinden yararlanmıştır. Örneklere bakıldığında Sâlim’in ek tekrarlarını iki mısraın aynı yerlerine gelecek şekilde kullanarak paralel bir yapı oluşturduğu görülmektedir: Şìrìn idi evc-i èişvede mÀh Pervìz idi mülk-i şìvede şÀh (b. 1561) EfàÀna verirdi gerçi ruòãat İôhÀra çekerdi lìk òaclet (b. 2441) 246 16 Beytin anlamı: “Onun saçları buse isteyenin yolunu süpürür; kirpikleri (ise) ‘Allah versin!’ derdi.” F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. d. Paralelizm “Paralelizm, şiir dilinde beyti oluşturan mısralar arasındaki benzer dil birliklerinin ve mütevazin kelimelerin anlamla bütünleşen sesin eşliğinde paralel sıralanışını ifade eden bir terimdir” (Macit 2005: 53). Burada söz konusu olan aynı kelimelerin her iki mısrada tekrarlanması değildir. Paralelizmde esas olan ses, anlam ve vezin itibariyle benzer kelimelerin tekrarıdır (Macit 2005: 53). Paralelizm, divan şiirinin anlatım tekniklerinden yalnızca biri olarak genellikle bütün şairlerde belirli oranlarda karşımıza çıkmaktadır (Dilçin 2004: 56). Divan edebiyatında şairlerin sanat göstermek gayesiyle yaptıkları “tarsi” sanatına benzeyen bu söyleyiş biçimine Sâlim’de de rastlanmaktadır. Aşağıdaki beyitlerde, beyitteki tüm ögeler arasında paralellik vardır: Telòìã ederek muùavvelÀtın Tenúìó ederek mufaããalÀtın (b. 147) Tertìb-i åiyÀb-ı rÀh eyle Tebdìl-i maúÀm-ı cÀh eyle (b. 698) Geçdim niçe kÿh u niçe ãaórÀ Gördüm niçe baór u niçe deryÀ (b. 1098) Paralelizmin esasını, uzuv sayısının aynılığı, münasebet-nisbet aynılığı ve kuruluşyapı aynılığı oluşturmaktadır. Bu üç unsurun yer aldığı beyitlerde tam paralelizm söz konusudur (Macit 2005: 57). Yukarıdaki beyitlerde tam paralellik sağlanmıştır. Bu üç unsurdan biri ya da ikisi eksikse yarı paralellikten söz edilir. Aşağıdaki beyitler yarı paralelliği örneklemektedir: Bir elde ùutardı cÀm-ı zerrìn Bir elde idi şarÀb-ı rengìn (b. 355) Ney iñler idi çü şaòã-ı maózÿn Mey aàlar idi edip dilin òÿn (b. 532) Her óarfi rumÿz-ı èaşúa dÀ’ir Her saùrı miåÀl-i mevc-i sÀ’ir (b. 4585) Sâlim, şiir dilinde paralelizmden oldukça çok yararlanmış ve ustalık gerektiren, özellikle tam paralellik taşıyan beyitleri ile paralelizmi bir söyleyiş biçimine dönüştürmüştür. e. Şairin Üslubunda Görülen Kültürel ve Bilimsel Unsurlar17 Sâlim, mesnevisinde tarihi, mitolojik ve dinî şahsiyetler, edebî unsurlar (kitap ve şair isimleri), musiki terimleri gibi “Kültürel Unsurlar”dan; tıp ve hastalık, astronomi, coğrafya (ülke ve yer isimleri) gibi “Bilimsel Unsurlar”dan ve gece ve gündüz, bahar, 17 Makalede verilen başlıklar ve maddeler, tezimizde verdiğimiz başlıklardan alınmıştır. 247 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... bitki adları, hayvan adları ve değerli taşlar gibi “Tabiata ait Unsurlar”dan da bahsederek kelime hazinesinin zenginliğini göstermiştir. VI. HUSREV Ü ŞÎRÎN MESNEVÎSİ'NİN İÇ YAPISI 1. Tahkiye Unsurları18 Tahkiye unsurları denildiği zaman kişiler, bakış açısı, zaman, mekân ve olaylar19 akla gelmektedir. Olayların kimin gözünden anlatıldığı, hangi zaman ve mekânda geçtiği, kimlerin başından geçtiği çok önemlidir. Sâlim Efendi’nin Husrev ü Şîrîn mesnevisinde geçen tahkiye unsurları şunlardır: a. Kişiler “Çift kahramanlı aşk mesnevileri”nden olan Husrev ü Şîrîn mesnevisinde olayların meydana gelmesinde rol alan çok sayıda şahıs bulunmaktadır. Mesnevideki şahısların üstlendikleri görevler çok önemlidir. Mesnevide şahısların üstlendikleri görevlere göre dağılımları; baş kahramanlar (Husrev ve Şîrîn), yardımcı kahramanlar (Ferhâd, Hürmüz, Behrâm, Mehîn Bânû, Şâvur, Meryem, Büzürgümmîd, Rûm Kayseri) ve yardımcı figürler (Nûşinrevân, Şekker, Medâyin’in ileri gelenleri, Bârbed ve Nakîsâ, Şîrîn’in cariyeleri, Husrev’in cariyeleri, acuze kadın, gammazlar, Sâye Hakan, Amr Azrak, Şebdîz ve Gülgûn) şeklindedir. b. Bakış Açısı Husrev ü Şîrîn mesnevisi de kahramana dayalı, olayların anlatıldığı diğer mesneviler gibi “hakim” bakış açısı ve “kahraman” bakış açısıyla yazılmış bir eserdir. Mesneviye bakıldığında ağırlıklı olarak “hakim” bakış açısının kullanıldığı görülmektedir. c. Zaman Eserde kullanılan zamanların çoğu sadece hatırlatılmakla geçilmiş, zaman kavramına çok önem verilmemiştir. Zaman sürekli olarak akşam, sabah ve bahar mevsimi üzerine kurulmuştur. Kış, yaz ve sonbaharın adı verilse de onlar sadece Şîrîn ve Mehîn Bânû’nun o mevsimleri başka yerlerde geçirdiğini belirtmek içindir. Olayların gelişimi açısından hiçbir önemleri yoktur. ç. Mekân Husrev ü Şîrîn mesnevisi mekân olarak Ermen ve İran (Medâyin) arasında geçer. Fakat diğer yerlerin, mekân olarak kullanılmasalar da çeşitli nedenlerle isimleri geçmektedir. Bunlar; ülke isimleri, şehir isimleri ve diğer coğrafi unsurlar olmak üzere üç kısma ayrılmıştır. 248 18 Bu sınıflandırmalar Nesrin Çoruh’un, XV. Yüzyıl Mesnevilerinden Hamdi’nin Yusuf u Züleyha, Cem Sultan’ın Cemşid ü Hurşid ve Şeyhi’nin Husrev ü Şirin’inin Modern Roman Unsurları Açısından Değerlendirilmesi (Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, Trakya Üniv., Edirne: 2003) adlı tezinden yararlanılarak yapılmıştır. 19 Makalemizin sınırlarını aşacağından olaylar hakkında bilgi verilmemiştir. Olaylarla ilgili bilgi için doktora tezimizdeki mesnevinin özetine bakılabilir. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 2. Motifler ve Masal Unsurları20 Aşk ve macera mesnevilerinde sık sık karşılaşılan ve ufak farklarla birbirine benzeyen (Ünver 1986: 456) motifler ve masal unsurlarına Sâlim’in mesnevisinde de rastlanmaktadır. Bu motifler ve masal unsurları; “çocuğu olmayan padişah”, “resimde görüp âşık olma”, “resimde âşık olunan sevgilinin aranması”, “mektuplaşma”, “padişah seçme”, “sevgililerin kavuşması”, “kötülerin cezalandırılması”, “tanınma aracı”, “rüya motifi”, “kılık değiştirme”, “kahramanların olağanüstü işler yapması”, “gurbete çıkma” olarak verilebilir. 3. İnsan Kişiliğine Ait Değerler ve Duygular İçinde insan bulunan, insanî olaylardan bahseden bir eserde insana ait değerlerin ve duyguların bulunmaması imkansızdır. Sâlim’in mesnevisinde geçen ve kahramanların karakterlerinde tespit edilen değerler aşk, sabır, vefâ (sadakat); değersizlikler açgözlülük, gurur, hırs, iftira, ikiyüzlülük, intikam alma, sitem; duygular ise acıma/ acımasızlık, hayal kırıklığı, huzursuzluk (kaygı), kıskançlık, pişmanlık, şüphe, üzüntü, yalnızlık, korku ve heyecandır. 4. Dinî ve Ahlakî Unsurlar İslamî Türk edebiyatı döneminde yazılmış olan bir eserde dinî ve ahlakî unsurların bulunmaması düşünülemez. Divan şairlerinin hepsinin yararlandığı kaynaklardan, çok olmasa da Sâlim de yararlanmış, eserinde dua cümlelerine, ayetlere, hadislere, kaza ve kader inancına yer vermiştir. Bunun yanında mesnevisinde halk inanışlarına da yer veren şair, “ahiret anası”, “ahiret kardeşi” ya da “ahiret oğlu” gibi terimleri kullanmıştır. Eserinde beyitlere yayılmış olarak ahlakî unsurlara da rastlanmaktadır. 5. Toplumsal Yaşayışla İlgili Unsurlar Husrev ü Şîrîn mesnevisinde yeri geldikçe toplumsal yaşayışa ilişkin konulara da değinilmiştir. Bunların çoğu, mesnevilerin genel konularındandır. Bu bölümle ilgili tespit edilen konular ise “yönetim ve siyaset”, “taç için yarış”, “eğitim”, “yıldızlardan fal bakma, fala inanış”, “ad koyma”, “okçuluk (nişancılık)”, “saçı saçmak”, “savaş ve savaş araçları”, “avlanma”, “eğlence meclisleri”, “kadın”, “Tûb u Çevgân oyunu”, “para adları”, “kıyafetler”, “şenlikler, ziyafetler” ve “düğün alayı” olarak sıralanabilir. VII. Sonuç Asırlarca varlığını sürdürmüş olan divan edebiyatı alanında dinî, tasavvufî, ahlakî, aşk, kahramanlık gibi birçok konuda mesnevi yazılmıştır. Çift kahramanlı aşk hikâyelerinden biri olan Husrev ü Şîrîn mesnevisinde Sâsânî hükümdarlarından Husrev Perviz ve Şîrîn’in aşkı anlatılmıştır. Ferhâd u Şîrîn ya da Ferhâd-nâme olarak adlandırılan mesnevilerde Husrev ü Şîrîn mesnevisinin başkahramanı olan Husrev’in 20 “Motifler ve Masal Unsurları” bölümündeki sınıflandırmalar için İsmail Ünver’in “Mesnevi” ( Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı (Divan Şiiri), S. 415-416-417, Temmuz-Ağustos-Eylül 1986, s. 430-463.) adlı makalesinden ve Cem Dilçin’in (1991) Mesèÿd bin Ahmed Süheyl ü Nev-BahÀr (İnceleme-Metin-Dizin) (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay. s. 83-89.) adlı kitabından yararlanılmıştır. 249 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... yerine Ferhâd geçmiştir. Bu mesnevilerde konunun anlatımı masallaştırılmış ve olağanüstü olaylar eklenmiştir. Husrev ve Şîrîn’in hikâyesini bir mesnevisi konusu olarak ilk defa bu hikâyeyi ele alan şair, Nizâmî-i Gencevî’dir. Hem İran edebiyatında hem de Türk edebiyatında çok sevilen Nizâmî’nin bu mesnevilerine İran ve Türk edebiyatı şairlerince nazireler yazılmıştır. Husrev ü Şîrîn mesnevisi yazmış şairlerden biri de 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında yaşamış olan ve Bursa’da müfettiş iken vefat eden Sâlim Efendi’dir. Sâlim Efendi’nin, Husrev ü Şîrîn mesnevisi dışında, Fuzûlî’nin Farsça olarak yazdığı Rind ü Zâhid adlı eserini çevirdiği Muhavere-i Rind ü Zâhid adlı bir eseri daha bulunmaktadır. Şairin Farsça çeviri yapabilmesinden, bu çevirisinde kullandığı Arapça ve Farsça kelimelerden Sâlim’in daha çocukken üvey babası İhyâ Efendi sayesinde çok iyi bir eğitim aldığı düşünülmektedir. Sâlim Efendi’nin H. 1215/ M. 1801 yılında tamamlayarak III. Selîm’e sunduğu bu eserinin çıkarılan tenkitli metni sonucunda, 4638 beyit, 16 tardiyye, 1 tercî’-i bend ve 1 kıt’adan oluşan hacimli bir eser olduğu görülmektedir. Vatikan nüshasının yazım özelliklerine bakıldığında bu nüshanın müellif hattı ya da müellif hattından istinsah edilen bir nüsha olduğu düşünülmektedir. Tahran nüshasındaki müstensih hatalarının çokluğundan dolayı müstensihin dalgın, dikkatsiz, hatta gramere hakim olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. Sâlim’in, Nizâmî ve Şeyhî’nin Husrev ü Şîrîn mesnevilerini gördüğü, onların eserlerindeki bazı konuları aldığı ve bazılarını çıkardığı tespit edilmiştir. Sâlim, bazı yerlerde Şeyhî’nin bir başlık altında verdiği konuları birkaç başlıkla anlatmıştır. Nizâmî ve Şeyhî gibi konunun akışını keserek hikmetli sözler ve öğütler vererek sözü uzatmamıştır. Ama yine de mesnevi nazım şekliyle yazdığı bölümlerde Şeyhî ve Nizâmî etkisinde olan şairin, tardiyyelerde de Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ındaki tardiyyelerden etkilendiği görülmektedir. Husrev ü Şîrîn mesnevisinde, klâsik mesnevilerin giriş bölümlerin bulunması gereken bütün bölümler bulunmamaktadır. Sâlim, mesnevisinde nazım tekniğine, ahengi sağlayan unsurlardan kafiye ve redife, söz sanatlarına, şiirde müzikaliteyi arttıran ses yinelemelerine, biçimbirimsel yinelemelere ve paralelizme çok önem vermiş, eserde iç ahengi sağlamak konusunda oldukça başarılı olmuştur. Şair, söylenişi kolay ve canlı olan hezec bahrinin mefèÿlü mefÀèilün feèÿlün kalıbını kullanmıştır. Hemen hemen bütün şairlerde görülen kusurlar Sâlim’in mesnevisinde de görülmektedir. Birkaç beyitte vezinde zorlandığı da görülmektedir. Bu vezin kusurlarına rağmen eserin tümüne bakıldığında veznin başarılı bir şekilde kullanıldığı söylenebilir. 250 Sâlim, mesnevide sadece dış özelliklere değil, iç özelliklere de büyük önem vermiştir. Husrev ü Şîrîn mesnevisi motifler açısından da zengin bir özellik taşımaktadır. Motifler ve masal unsurları, toplumsal yaşayışla ilgili unsurlar, insana ait unsurlar eserde neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak verilmiş, olaylar ve motifler arasında ko- F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. pukluklar olmamıştır. Kahramanların duygularına da önem veren şair, olayların akışı içinde onların duygularını okuyucuya göstermiştir. Mesnevide her toplumda rastlanabilecek toplum yaşayışıyla ilgili özellikler bulunmakla birlikte, bazı yerlerde XVIII. yüzyıla ait unsurlar da görülebilmektedir. Eserde doğadışı varlıklara yer verilmemesi mesneviye daha gerçekçi bir özellik kazandırmıştır. Ancak eserin diğer Husrev ü Şîrîn mesnevilerden ayrılan yönü, mesnevinin sonunun masallarda olduğu gibi mutlu sonla bitmesidir. Sâlim hakkında bilgi veren tek kaynak olan Arif Hikmet Tezkiresi’nde sanatı hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Şairin, nazım teknikleriyle söz sanatlarını bir arada kullanmaktaki başarısına bakıldığında bu eserini yazmadan önce de şiirler yazdığı düşünülmektedir. Vatikan nüshasının başında bulunan üç takrizde söylenen, şairin ifadesinin güçlü ve başarılı olduğu konusundaki görüşlerin sadece övgü amaçlı olmadığı görülmektedir. Kendisi, eserinde on yaşından beri şiir söylediğini ifade etmektedir. Bu eseri yazdığında yirmi yaşında olduğuna göre on yıllık süre içinde yazdığı şiirlerinin ne olduğu konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Nizâmî’nin 1180 tarihinde bir mesnevi konusu olarak ele aldığı hikâye, Türk edebiyatına Kutb’la girer ve Şeyhî ve Nevâî gibi usta şairlerin elinde başarılı örneklerini verir. H. 1215/ M. 1801 yılında Sâlim Efendi’nin yazdığı Husrev ü Şîrîn mesnevisiyle, Husrev ü Şîrîn mesnevilerine yeni bir halka, belki de son bir halka eklenmiş olur. KAYNAKLAR AKSAN, Doğan (2005). Şiir Dili ve Türk Şiir Dili. Ankara: Engin Yay. AKSAN, Doğan (2006). Anlambilim. Ankara: Engin Yay. AKSOY, Ömer Asım (1998). Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü 1-2. İstanbul: İnkılap Yay. AKÜN, Ömer Faruk (1994). Divan Edebiyatı. TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 9, İstanbul: TDV Yay. s. 389-427. ALPAY TEKİN, Gönül (1994). Alî-Şîr Nevâyî Ferhâd ü Şîrîn (İnceleme-Metin). Ankara: TDK Yay. Arif Hikmet. Tezkire-i Şu’arâ. Millet Ktp. Ali Emîrî Efendi Bölümü, No. 789. AYAN, Elif (2010). Sâlim Efendi’nin Òusrev ü Şìrìn Mesnevisi ve Türk Edebiyatında Òusrev ü Şìrìn Mesnevileri. Yayımlanmamış Doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi: Ankara. ÇINARCI, M. Nuri (2007). Şeyhülislâm Ârif Hikmet Beyin Tezkiretü’ş-Şu’ârâsı ve Transkripsiyonlu Metni. Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, Gaziantep Üniversitesi: Gaziantep. ÇORUH, Nesrin (2003). XV. Yüzyıl Mesnevilerinden Hamdi’nin Yusuf u Züleyha, Cem Sultan’ın Cemşid ü Hurşid ve Şeyhi’nin Husrev ü Şirin’inin Modern Roman Unsurları Açısından Değerlendirilmesi. Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, Trakya Üniversitesi: Edirne. DEMİR, Hiclal (2008). Lâzikî-zâde Feyzullah Nâfiz ve Dîvânı (İnceleme-Metin-Özel Adlar Dizini). Yayımlanmamış Doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi: Ankara. DİLÇİN, Cem (1991). Mesèÿd bin Ahmed Süheyl ü Nev-BahÀr (İnceleme-Metin-Dizin). Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay. DİLÇİN, Cem (1995). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara: TDK Yay. 251 18. Yüzyıl Şairlerinden Sâlim Efendi ve Sâlim Efendi’nin Husrev... DİLÇİN, Cem (2004). Ahmet Paşa’nın Şiirlerinde Paralelizm. İstanbul’un Fethinin 550. Yılı Anı Kitabı, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, s. 55-72. ERKAL, Abdulkadir (1998). Lâmi’î Çelebi Ferhad u Şirin (Ferhadname)(İnceleme-Metin). Basılmamış Yüksek Lisans tezi, Atatürk Üniversitesi: Erzurum. FİRDEVSÎ (1370). Şeh-nâme. Tehran: Celâlî ve İhtirâmî Yay. C. 4 (6-7. cilt), s. 2025-2225. FLEMMİNG, Barbara (1974). Fahris Husrev u Şirin. Ein türkische Dichtung von 1367, Wiesbaden. HACIEMİNOĞLU, Necmettin (1969). Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’inin Dil Hususiyetleri. Türk Kültürü, Ankara, 05.1969, 7(79), s. 75-76. İPEKTEN, Haluk, Mustafa İsen vd. (1988). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü. Ankara: KTB Yay. KAZAN, Şevkiye (1997). Hâmdî-zâde Celîlî ve Husrev ü Şîrîn Mesnevisi. Basılmamış Yüksek Lisans tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi: Isparta. KÖKSAL, Fatih (1998). Âhî’nin Hüsrev ü Şîrîn Mesnevîsi. Türklük Bilimi Araştırmaları, Sivas, (6), s. 209-253. LEVEND, Âgâh Sırrı (1998). Türk Edebiyatı Tarihi I (Giriş). Ankara: TTK Yayınları. MACİT, Muhsin (2002). Ses Yapısı. Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Grafiker Yay., s. 171-198. MACİT, Muhsin (2005). Divan Şiirinde Âhenk Unsurları. İstanbul: Kapı Yay. SÜREYYA Mehmed (1311). Sicill-i Osmânî. 4 C., İstanbul: Matbaa-i Amire. SÜREYYA Mehmed (1996). Sicill-i Osmânî. (Hzl. Nuri Akbayar, Eski Yazıdan Çev. Seyit Ali Kahraman), C. 5, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay. NİZÂMÎ-İ GENCEÎ (1370). Külliyyât-ı Hamse Hakîm Nizâmî Genceî. Tehran: Mü’essese-i İntişârât-ı Emîr-i Kebîr, 5. baskı. ÖZTEKİN, Özge (2001). Divan Şiirinde Deyişbilime Ait Bir Yapı Ölçütü Olarak Biçimbirimsel Yinelemeler. 21. Yüzyıla Girerken Yazında Dil Kullanımları, Denizli, s. 25-36. ÖZTEKİN, Özge (2002). Divan Şiiri ile Deyişbilim Arasında Yapısal Bir Köprü: Fuzûlî ve Bâkî Divanlarında Yer Alan Biçimbirimsel Yinelemeler. Türkbilig, S. 3, s. 83-105. ÖZÜNLÜ, Ünsal (2001). Edebiyatta Dil Kullanımları. İstanbul: Multilingual. SEVGİ, Ahmet (2007). Sâlim’in Husrev ü Şîrîn’i Üzerine. Selçuk Üniv. Fen-Edebiyat Fak. Edebiyat Dergisi, Konya, S. 17, s. 25-31. SUCU, Nurgül (2004). Sâlim, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve “Rind ü Zâhid” Tercümesi (İnceleme-Metin). Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, Selçuk Üniversitesi: Konya. Şeyh Gâlip (2006). Hüsn ü Aşk. (Hzl. Orhan Okay-Hüseyin Ayan), İstanbul: Dergah Yay. TABERÎ (1965). Milletler ve Hükümdarlar Tarihi. (Çev. Zâkir Kadirî Ugan-Ahmet Temir), İstanbul: Millî Eğitim Basımevi. TAHİR, Mehmet (1333). Osmanlı Müellifleri. 4 C., Matbaa-i Amire, İstanbul. TAVUKÇU, Orhan Kemâl (2000). Ahmed Rıdvân Hüsrev ü Şirin (İnceleme-Metin). Basılmamış Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi: Erzurum. TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1952). Husrev ü Şirin” ve “Ferhad u Şirin” Yazan Şairlerimiz. TD, Ankara, 1(10), 07.1952, s. 15-21. TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1961). İran Edebiyatında Husrev ü Şîrîn ve Ferhad ü Şirin Yazan Şairler. Şarkiyat Mecmuası, İstanbul (4), 1961, s. 73-86. 252 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. TUMAN, Mehmet Nâil (2001). Tuhfe-i Nâilî. 2 C., (Tıpkıbasım: Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı), Ankara: Bizim Büro Yay. ÜNVER, İsmail (1986). Mesnevi. Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı (Divan Şiiri), S. 415-416-417, Temmuz-Ağustos-Eylül, s. 430-463. ZAJACZKOWSKİ, Ananıasz (1958-1961). Kutb’un “Husrev ü Şirin”i (Metin, Faksimile, Lûgatçe). 3 cilt, Warszawa. http://tdkterim.gov.tr/atasoz/ fatmaozdirekiran.blogspot.com/2007/05/kermana... 253 Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri Dr.Tuba Onat ÇAKIROĞLU* İ slâmî edebiyat mahsulleri yazıldıkları ilk devirlerden itibaren, anlaşılma zorluğu endişesiyle şerh etmiştir. Türk edebiyatında Arap ve İran edebiyatlarında olduğu gibi daha çok dinî ve tasavvufî eserlerin şerhi yapılmıştır. Açıklanma ve yorumlanma ihtiyacı sadece edebî metinler için söz konusu değildir. Farklı konularda ve sahalarda yazılmış metinler üzerinde de incelemeler yapılmıştır. Bu nedenle şerh kelimesinin yanı sıra hâşiye, hâmiş, tefsîr, tahlîl, tedkik ve buna benzer kelimeler kullanılmıştır. Başta dinî eserler (hadis, fıkıh kitapları, esmâ-ı hüsnâ ve duâ mecmuâları vb.) olmak üzere, dil, gramer ve astronomi sahalarında yazılmış eserlere de şerhler yazılmıştır. Kelimelerin arasına gizlenmiş mânâları bulup çıkarmak her zaman zor olmuştur. Şerhlerin ise bir ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünebiliriz. Metin şerhi önceleri anlaşılamayan noktaların açıklanması şeklinde karşımıza çıkar. Şerh yazma geleneğinin temelinde Kur’ân-ı Kerim mealleri ve tefsirleri vardır. Şerh, şârihin bilgi ve birikimine bağlı olarak bir eserin açık olmayan taraflarını yorumlamasıdır. İsmail Hakkı Bursevî** öncelikle Kur’ân tefsiri yazmıştır. Türk 254 * Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ** İsmail Hakkı Bursevî’nin hayatı ve eserleri hakkında geniş bilgi için bkz. Namlı, A. (2001). İsmail Hakkı Bursevî Hayatı, Eserleri, Tarîkat Anlayışı, İstanbul: İnsan Yayınları; Aynî, M. A.(1944).Türk Azizleri I İsmail Hakkı, İstanbul: Marifet Basımevi; Kara, M. (1993) Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler 2, Bursa: Uludağ Yayınları. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. edebiyatında önemli bir eser olan Mevlânâ’ nın Mesnevî’ sini Ruhü’l- Mesnevî ismiyle şerh etmiştir. Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’sinin şerhinin adı Ferahu’rRûh’tur. Feridüddin Attâr’ ın eserini Şerh-i Pend-i Attâr ismiyle şerh etmiştir. Bu eserler dışında pek çok edebî ve tasavvufî esere şerh yazmıştır. Mutasavvıfların tasavvufî eserleri şerh etmesindeki amaç kuşkusuz tasavvufî düşünce yapısını öğretmektir. Bunun yanı sıra Arapça ve Farsça bilgisini de kullanarak; metinler vasıtasıyla öğrencilerine ve okuyucularına dil bilgisi öğretmek ister. Şârih olarak İsmail Hakkı her şeyden önce bir eğitimci olduğunu bize hissettirir. Şerh sahasında verdiği eserlerin sayısı ve hacmi onun iyi bir şârih olduğunu kanıtlamaktadır. Klâsik Türk edebiyatında yapılan şerhlere baktığımızda metinlerin filolojik olarak çözümlendiğini, metnin anlamına ve yorumlanmasına dayalı olduğunu söyleyebiliriz. Şerhlerde farklı metotlar kullanılmıştır. Bazen parçadan bütüne yani kelimeden başlayarak cümleye bazen de bütünden parçaya cümleden kelimeye sırayla izah edilir. Kelimeler dilbilgisi ve anlam bakımından değerlendirilir. Şerh edilen eserlerin nüsha karşılaştırılmasının yapılması da şerhlerin önemli bir yönüdür. Hatta şârihlerimiz gerekli gördükleri yerlerde metin tamiri de yapmışlardır. İsmail Hakkı Bursevî Şerh-i Pend-i Attâr’ ı yazarken oluşturduğu Pendnâme metninde nüsha karşılaştırması yapmıştır. Bursevî’ nin şerhinde dikkat çeken bir başka özellik ise okuyucu kitlesini göz önünde bulundurarak yorum yapmasıdır. Şerh-i Pend-i Attâr’ı incelediğimizde didaktik bir gaye ile eserin kaleme alındığını söyleyebiliriz. İsmail Hakkı okuyucuya hitap ederken “ey oğul, dinle ki, bil ki v.b.” ifadeleri kullanmıştır. Eserinde öğrencilerine ders anlatan bir hoca, mürşid ve mutasavvıftır. Okuyucuyu ikna etmeyi, bilgilendirmeyi ve düşündürmeyi hedeflediğini söyleyebiliriz. Eserinde yeri geldiğinde alıntılama yapmıştır. Kur’ân-ı Kerim ve hadisler başta olmak üzere kültür dünyamıza ait eserlerden cümlelere ve ibârelere yer vermiştir. Şerhlerde kullanılan metotlardan birisi de “istişhâd/şahit gösterme” metodudur. Klâsik Arap dilciliğinde bir kelimenin veya bir ifadenin lâfız, anlam ve kullanım doğruluğunu ispatlayabilmek için doğruluğu kesin olan eserlerden örnek vermek anlamındadır(Dağlar, 2007, s.294). Türk edebiyatında kaleme alınan şerhlerde de istişhâd metodu kullanılmıştır. Âyet, hadis, atasözleri, dinî ve ilmî konularda yazılmış çeşitli eserlere, manzum ve mensur olarak kaleme alınmış edebî eserlere şahit olarak başvurulmuştur. Şârihler bir eseri şerh ederken çeşitli kaynaklardan yararlanmışlardır. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, tasavvufî eserler, edebî eserler, sözlükler v.d. Şârihin bilgi ve birikimine bağlı olarak eserler derinlik kazanmıştır. İsmail Hakkı Bursevî Pendnâme’ yi şerh ederken söylediği bir şeyi desteklemek için âyet ve hadislerden örnekler vermiştir. Kelimelerin anlamlarını açıklarken değişik sözlükleri kaynak göstermiştir. Günümüzdeki bilimsel çalışmalarda görülen kaynak gösterme ilkesinin XVIII. yüzyılda eserler veren İsmail Hakkı tarafından uygulandığını görmekteyiz. 255 Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri İsmail Hakkı Bursevî, Şerh-i Pend-i Attâr’da kaynak olarak bazı âlimlerden ve eserlerden bahseder. Burada âlimler ve eserler kısaca tanıtıldıktan sonra Şerh-i Pend-i Attâr’ dan örnek cümleler alınmıştır. Attâr: (ö.618/1221) İranlı Şâir ve mutasavvıf. Doğum ve vefat tarihleri kesin olarak bilinmektedir. Devletşah’a göre 513 Hicrî’de Nişabur’da doğmuştur. Attâr’ın Tasavvuf terbiyesini kimden aldığı, irade hırkasını giyip giymediği kesin olarak bilinmemektedir. Eserlerinden, devrindeki birçok mutasavvıf ve şeyhle tanıştığı tasavvuf merhalelerini aşmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Tasavvufu benimseyip, seyr ü sülûk ile uğraşmış, pek çok mutasavvıf ve şaire önderlik etmiştir. Bunlar arasında Mevlânâ, Mahmûd-ı Şebüsterî, Sa’dî, Hâfız ve Molla Câmî sayılabilir. Attâr’ın eserlerini üslûp bakımından üç devreye ayırmak mümkündür. Birinci devrede, bütün şiir ve edebî sanatlara hâkîm, üstad bir hikâyecidir. Tasavvufî düşüncelerini belli bir plâna göre verir. İkinci devrede, plân ve tertif gevşemeğe başlar. Duygularını fazlasıyla ön plâna çıkarır, mısra başlarında kelime tekrarı sık görülür. Üçüncü devrede, ihtiyarlık evresidir. Şairin kuvveti söner, plân ve tertipten artık hiçbir iz görülmez. Yalnız Hz.Ali’ye ve ehl-i beyte karşı sınırsız bir sevgi kendini gösterir. Eserlerinin bazılarının isimlerini şöyle verebiliriz: İlâhînâme, Esrârnâme, Musîbetnâme, Hüsrevnâme, Muhtârnâme, Mantıku’t-Tayr, Dîvân, Tezkiretü’lEvliya, Pendnâme, Haydarnâme, Usturnâme (Vaux, 1979, s.7-12). Eczacılık ve tıp ile meşgul olduğu için “Attâr” lakabını alır. Çocukluk ve gençlik devresi hakkında kaynaklarda verilen bilgiler birbirinden farklı ve yetersizdir. İsmail Hakkı eserinde Attâr’ın özellikle hayatı hakkında bize bilgi verir(Şahinoğlu, 1989, s.95). “èaùùÀr dükkÀnında oturup çoú mÀla vü niçe bendelere mÀlik idi Àòir dervìş üslÿbunda ricÀlullahdan bir kimesnenüñ irşÀd ü işÀretiyle úalbine vecd ü ceõbe vÀkiè olup úulların ÀzÀd ü mÀlın yaàma itdürüp ùarìú-i tecerrüde sÀlik oldı ve yalñız meèÀãìden tevbe degil belki cemìè mÀsivÀya taèalluúdan münúaùıè olup ne devlet bulduysa andan ãoñra buldı ”(Bursevî,1319, 33b) İbn Abbas: (ö.68/687) Tam adı Abdullah bin Abbas bin Abdulmuttalib’dir. Hz.Peygamber’in amcasının oğludur. 30/619 yılında Mekke’de dünyaya gelir, 68/687 yılında Taif’te vefat eder “Bahru’l-İlm, Hibr, tercümânü’l-Kur’ân vasfını kazanmış olan bu zat”, Hz.Peygamber’in “Allahım ona Kitab’ı öğret ve dinde mütehassıs kıl” tarzındaki duasına nâil olur. Bu duanın bereketiyle tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite kabul edilen ve çok hadis rivayet edenler arasında yer alan bir zattır(Çakan, İ.- Eroğlu, M., 1989, s.77). “ve bir kimse ‘ibn ‘abbas radya’l-lahü ‘anhüma gıybet idüp sonra gelüp istihlal itdikde ‘ibn ‘abbas dahi ben hakkun haram itdügi nesneyi helal idemem. velakin senün içün istiğfar ideyim didi.” (Bursevî, 1319, 1b) Câmî: (ö.898/1492) 23 Şaban 817/Kasım 1414 Horasan’ın Câm şehrinde Harcird kasabasında doğar. Daha çok Molla Câmî ünvanıyla tanınır. Ahmed-i Nâmekî’yi Câmî’nin hatırasına saygısının bir ifadesi olarak Câmî mahlasını aldığını söyler. İlk 256 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. tahsiline babasının yanında başlar. Devrinin meşhur âlimlerinden ders alır. Genç yaşta döneminin bütün ilimlerine vâkıf olmasına rağmen bu ilimler onu tatmin etmez. Semerkant’a döndüğünde tasavvufa yönelerek Nakşibendî şeyhlerinden Sa’adeddîn-i Kaşgârî’ye intisab eder. Kaynaklarda Câmî’nin Farsça ve Arapça olmak üzere kırkbeşin üzerinde eseri bulunduğu belirtilmektedir. Ancak bunların bir kısmı günümüze ulaşmamıştır. Eserlerinin konusunu tasavvuf, edebiyat, edebî ve dinî ilimler teşkil eder. Eserlerinden bazılarının isimleri: Dîvan, Heft Evreng, Hadis-i Erba’in, Nefehatü’l-Üns, Şerhu Fusûsü’l-Hikem, Levâ’ih, Bahâristan (Kandemir, 1993, s.95). “mevlânâ câmî’nüñ bu beyiti evvelkiye dâldur beyit (İsmail Hakkı,1319 ,69b) Ebû Hanife: (136/699-208/769) Hanefî mezhebinin kurucusu, Ebû Hanife künyesiyle tanınan Numân bin Sâbit bin Zuta’dır. İmâm-ı A’zâm lâkabıyla anılır. Kûfe’de dünyaya gelir. Küçük yaştan itibaren iyi bir eğitim görür. Kur’ân’ı Kûfe’de ezberler. Arap Dili ve Edebiyatı’nı tahsil eder. Hadis ve fıkıh ilmiyle uğraşır, ayrıca kelâm ilmine de vâkıftır. Ebû Hanife vefat ettiğinde cenazesine pek çok kişi katılır. Günümüze kadar ulaşmış eseri al-Fıkh al-Ekberdir. Bu esere pek çok şerhler yazılmıştır. Eser akaid meselelerinden bahsetmektedir. Bundan başka Ebû Hanife’ye nisbet edilen eserler de mevcuttur (Çubukçu, - Çağatay, 1985, s.157). “allahü te’ala imam ebu hanife şakirdi olan imam muhammedden hoşnÿd ola ve hiçbir vechle gazab yüzini göstermiye ki anun ehl-i cennet ve kurbet olması nişanidür”(İsmail Hakkı, 1319, 30a) Hallâc: (243/857-320/922) Tam adı Hüseyin bin el-Mansûru’l-Hallâc’dır. Tasavvufa dair eserlerin müellifi olup Türklerin İslâm dinini kabulünde tesiri olmuştur. 857 yılına doğru al-Bayzâ civarında al-Tur’da doğmuştur. Pek genç yaşında iken kendini tasavvufa verir, sıkı ve şiddetli riyâzet ve itikaf hayatına kapanır. Va’z ve irşad seyahatleri nedeniyle bu hayat tazı zaman zaman fasılalara uğrar. Üç defa Mekke’ye hacca gider. Üçüncü haccı sırasında Arafat’da Vakfe’de iken; kendisinin tezlil edilmesini ve nefsinin azab olunmasını alenen halktan talep eder. Bağdat sokaklarında “Ene’lHakk” (Hakk benim) diye bağırması bir ihtilâl ve keşif sayhası, Kur’an’daki sayha bi’l-Hakk’ın maâdi bir tecellisi gibi meşhur olur. Sonunda da bu nedenle idam edilir. Hallâc hakkında pek çok menkıbeler mevcuttur(Uludağ, 1996, s.377). “nitekim hüseyin bin el-manşuru’l-hallâc pederi ismiyle müştehir olmuşdur. ba’deza e’immenün ekseri mu’aãırlardur”(İsmail Hakkı,1319 , s. 30a). Hüseyin bin Baykara: (842/1438-913/1507) XV.yy.’ın hükümdür şairidir. Timur’un torunu olan Ebü’l-Gaazî Hüseyin Baykara, XV.yy’ın ikinci yarısından baş şehri Herat olmak üzere, Horasan, Sîstan, Belh ve Harzem bölgelerine hâkim olarak, uzun bir zaman buralarda ileri bir hâkimiyet ve medeniyet kurar. Hüseyin Baykara iyi bir devlet adamı olduğu gibi aynı zamanda ilim ve sanat âşığıdır. Devrinin en üstün âlim ve şairlerini sarayında toplar, bu toplantılar tarihe Baykara meclisleri olarak geçer. Bu meclislerde bilhassa Nevâî’nin şiirleri okunur. Hüseynî mahlâsıyla Farsça ve Türk257 Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri çe şiirler söyler. Mecâlisü’l-Uşşâk adlı eserin müellifi olduğu söylenirse de, bu eserin ona aîdiyeti şüphelidir (Banarlı,1987, s.423). ibrahim azer ve ibrahim edhem ve ebû ‘ali sina ve hüseyin baykara ve seyf ziyezen ve emsali gibi. zira bunların takdirleri ibrahim bin azer ve ibrahim bin edhem ve ebu ‘ali bin sina ve hüseyin bin baykara ve seyf bin ziyezen dimekdür (İsmail Hakkı,1319 ,30a). İbrahim bin Edhem: (ö.161/778) Zâhid sûfilerden Ebû İshâk İbrahim bin Edhem Mansûr (r.a) Belh şehrinde dünyaya gelir. Bir melikin oğlu bir prenstir. Rivâyete göre, bir gün avlanmak için çıktığında, avına nişân alırken kulağına bir ses gelir onu gafletten uyarır. Başka bir rivâyete göre de rüya görür. B,r müddet dağlarda, mağaralarda riyâzetle meşgul olur. Daha sonra Mekke’ye giderek orada imam ve sûfîlerle arkadaşlık yapar. Oradan Şam’a geçerek, ölünceye kadar elinin emeğiyle geçinir. Lazkiye’ de 778 yılında vefat etmiştir (Onay, 2009, 162). “ibrahim azer ve ibrahim edhem ve ebû ‘alisina ve hüseyin baykara ve seyf ziyezen ve emsali gibi. zira bunların takdirleri ibrahim bin azer ve ibrahim bin edhem ve ebû ‘ali bin sine ve hüseyin bin baykara ve seyf bin ziyezen dimekdur” (İsmail Hakkı,1319, 30a). İmam Ahmed bin Muhammed bin Hanbel: (164/780-241/855) Hanbeli mezhebinin kurucusudur. Tam adı Ebû Abdillâh Ahmed b.Muhammed b.Hanbel eş-Şeybâni el-Mervezî’dir, 164/780 yılında Bağdat’ta doğar. Kur’an-ı Kerîm’i ezberledikten sonra bir müddet gramer ve fıkıh okur. Sonra hadis öğrenmeye başlar. İmam Şâfiî’den fıkıh ve usûl-i fıkıh öğrenir. Esasen iyi bir hadisçi olması Selefiyye’nin görüşlerîni iyi tanımasına yol açar. Hatta birçok bilginler onu fakîh değil muhaddis sayarlar. Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned isimli 700 bin hadis arasından seçerek tertip ettiği hacimli bir eseri vardır( Çubukçu -Çağatay, 1985, s.75-87). “imâm ahmet bin muhammed bin hanbel fıkh u imâm olup ictihad rütbesine vaşıl idi. ve anun zühd u takva vü vera’ı şöyle idi ki mevti güni niçe kin nasara vü yehûd u mecus imana geldiler ve imam ahmed hızır ‘aleyhi’s-selam şehadetiyle şıddıklardan ve hazreti ömer radıyallahü anh meşrebi üzerine gelen akkabdan idi” (İsmail Hakkı, 1319, 31a). İmam Malik: (93/712-179/795) Mâlikî mezhebinin kurucusudur. Tam adı Ebû Abdullah Mâlik b.Enes b.Ebî Âmir b.Amr b.al-Hâris b.Gaymân b.Amr b.al-Hâris al-Asbahî’dir. 93/712 yılında doğmuştur. (Doğum yılıyla ilgili çeşitli rivayetler vardır.) İmam Mâlik eğitimini Medine’de tamamlar; tanınmış bir fakîh ve iyi bir muhaddistir. Fetvalarında başka kitap ve sünnete önem verir. İmam Mâlik al-Muvatta adlı eseriyle de şöhret kazanmıştır. 179/795 yılında Medine’de vefat eder (Çubukçu - Çağatay, 1985, s.175-180). 258 “imam malik hulefa-i ümmiye’den süleyman bin abdü’l-melik hilafetinde rahm-i mÀderde üç sene karÀrdan sonra vücuda gelüp yüz yetmiş tokuz tÀrihinde hilÀfet-i reşid de vedÀ’ı Àlem-i fÀni idüp medine’-i münevvere’de baki’de Àsudedir”(İsmail Hakkı,1319, v.30a). F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. İmam Şâfii: (767-820) Ebû Abd Allah Muhammed b.aş-Şâfiî, Şafiî mezhebinin kurucusudur. Tam adı Muhammed b.İdris b. al-Abbas b.Osman b.Şâfiî b. Ubeyd b.Abd Yezî b.Haşim b.al-Muttalib b.Abd Menâf’tır. Şâfiî mezhebi dört büyük Ehl-i Sünnet mezhebinin üçüncüsüdür. Baba tarafından Kureyş kabilesine sahip olduğu bilinen İmam Şâfiî Gazze’de doğmuştur. Yedi yaşında Kur’an’ı on yaşında Malik bin Enes’in Muvatta adlı eserini hıfz eder. Daha sonra İmam Malik’in talebesi olur. İmam Şafiî devrinin en derin ve en fazıl fıkıhçısı durumuna gelir. En tanınmış eseri Kitab alUm’m’dur (Çubukçu - Çağatay, 1985, s.181-186). “şÀfi’iden murÀd muhammed bin idrisü’ş-şÀfi’iyyu’l-imÀm’dur. ki nesebi cedd-i nebevi olan ‘addülmuttÀlib bin hÀşim’in ‘ammı olan muttalib bin ‘abd menÀfih müntehadur. anunçün ÀnÀ imÀm matlabidirler. ve şÀfi’i imÀm mezkurun ecdÀdından birinün ismidür ki ana nisbet olunmuşdur. kendine şÀfi’i denildügi gibi mezhebi üzerine olana dahi şÀfi’i dirler tahfif içün feefhem burada şÀfi’i muhammed yerine vaz’ olunmuşdur”(İsmail Hakkı, 1319, v.30a). İmam Züfer: Züfer bin Huzeyl 110/728 yılında doğar. Ebû Hanife’nin öğrencisi olur. Ne yazık ki hocasının ölümünden sekiz sene sonra 157/774’de vefat eder. Ebû Hanîfe’nin öğrencileri arasında kıyastaki mahareti ile tanınır. Basra’da Ebû Hanife’nin görüşlerinin yayılmasında önemli hizmeti olmuştur (Çubukçu - Çağatay, 1985, s.181-186). “maksud züfer bin huzeylü’l-kufiyyül-imÀm’dır ki pederi hüzeyl vÀli’-i basra idi ve kendi dahi kÀdi-i basra oldı ashÀb-ı ebu hanifenüñ eşbehlerinden idi bu dahì imÀm ebu yusuf ve muhammed gibi fıkıhda fÀ’ik olup Àhir derece’-i ictihÀha irdi nitekim mezheb-i imÀm a’zaim üzerine akvÀliyle fetva virürler”(İsmail Hakkı, 1319, v.64a). “bÀzüfer bÀ muã Àóabet içündür züfer ãured vezni üzerine esed ve şücÀè ve mec maènÀlarına gelür maúãÿd züfer bin hezilü’l-kÿfìyyül-imÀmdur ki pederi hüzeyl vÀli-i baãra idi ve kendi daòi úÀêì-i baãra oldı aãóÀb-ı ebÿ óanìfenüñ eşbehlerinden idi bu daòi imÀm ebÿ yÿsuf ve muóammed gibi fıúıhda fÀéik olub Àòir derece-i ictihÀda irdi nitekim meõheb-i imÀm èaôam üzerine aúvÀliyle fetvÀ virürler ve burada şÀfìè mübtedÀé ve idrìs maóõÿf olan ibnüñ muøÀf-ı ileyhì ve ibn şÀfìèye ãıfatdur ve mÀlik şÀfìè üzerine maèùÿf ve züfer mÀ-úablinden óÀldür ve bu mıãrÀèuñ maènÀsı mÀ-baèdına merhÿndur zìrÀ òaber mıãrÀèı åÀnìdedür nitekim gelür “(İsmail Hakkı, 1319, 30b). “maènÀ-yı beyit budur ki imÀm şÀfìè ve imÀm mÀlik ve imÀm züfer bunlarla bile oldıàı óÀlde bu imÀmlardan dìni aómed ve millet-i muóammed ve şerèi muãùafa èaleyhi’s-ãalÀt ve’s-selÀm ziynet u cemÀl u úuvvet u revnaú u øiyÀ buldı zìr-i ÀsmÀnuñ ziyneti kevÀkıb ile oldıàı gibi arøuñ ziyneti daòi èulemÀé iledür”(İsmail Hakkı, 1319, 30b). 259 Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri Lokman Hekim: Büyük bir hekim, kıymetli sözleri ve hikâyeleriyle ün salmış bir hakîm olan efsanevî şahsın ismi olup dilimizde “hâzık tabip” ve “feylesof” anlamında kullanılır. Kur’an-ı Kerîm’de de adı geçmektedir. Rivâyete göre Lokman her derdin devasını bilen bir doktordu; bütün otlar hangi derdin dermanı olduklarını ona söylerlerdi(Onay,2009, s.311). “maènÀ-yı beyit budur ki ey birÀder eger èaúl-ı tÀmm ùutarsañ yaènì èaúluñ kÀmil ise merdüme yaènì Àdem aàlanına kelÀmı nerm ü şìrìn söyle yaènì kelÀmuñı rıfúla eyle ve sözüñi ùatlu úılup yaàla bal úarışdur tÀki òalúa teåìr eyliye ve óüsn istimÀèla istimÀè iderler zìrÀ mülÀyim sözi her kes úabÿl ider ve ùatlu kelÀma úulÀú ùutar nitekim loúmÀn óekim oàluna vaãiyyet idüb acı olma seni aàzdan atarlar ve pek ùatlu daòi olma ki seni yudarlar dimişdür pes eger kelÀm ü eger àayrì iètidÀl ü tavassuù üzerine gerekdür ki aña istiúÀmet-i iètidÀliyye dirler ki ekÀmil nÀse müyesserdür àayrìye degil”(İsmail Hakkı, 1319, v.59b). Mehmed Muhyiddin Üftâde (895/1490-998/1580): Celvetiyye tarikatinin kurucusu Mehmed Muhyiddin Üftâde Bursa’ da dünyaya gelmiştir. Vâkıât isimli eserinde belirttiği üzere Arapça ve Farsça’nın yanında tefsir, hadis, siyer, kelâm gibi ilimlere hâkimdir. Hızır Dede’nin yanında tahsile devam ederken çok genç yaşta Ulucami’de fahrî müezzinliğe başlamıştır. Hayatı boyunca müezzinlik, imamlık ve irşat hizmetlerinde bulunmuştur. Divan ve Vakıât isimli eserleri vardır (Kara, 1993, s.107). “óarf-i müteóarrik olan yerde mersÿm olur velakin telaffuô olınmaz cÀn ve dil gibi ve ilÀ øamme ile telaffuô olınur zìrÀ øammeye nişÀndür evÀéili türkìde vÀvdan øamme veyÀdan kesre ile iktifÀ iderlerdi nitekim muóammediye kitÀbında naôÀéiri çoúdur àalaù itmek gerekdür ãoñra gelenler vÀv veyÀ imlÀ idilir òaùÀ ve ìhÀmdan maãÿn olmaú içün meåelÀ mülk ü mÀl dirler vÀvla tÀ ki mÀlik maèùÿf oldıàı aøher ola ve geldi ve gitdi dirler yÀ ile ve iètibÀr-ı müteúaddimìn üzerinedür ki burusada Àsÿde olan şeyò üftÀde úuddise sırruh türbesinde göçdi üftÀde bursanuñ úutbı diyü tÀrìò yazılmışdur” (İsmail Hakkı, 1319, v.64a) Şiblî: (ö.334/945) Sûfi zâhidlerden Ebû Bekir Dülef Cahder Şiblî aslen Üşrüşne’den olup Bağdat’ta doğar. Ve orada yetişir. Cüneyd ve çağdaşı olan sûfîlerin sohbetinde bulunur. İlim, zerafet ve hal bakımından zamanın şeyhi idi, mezhebi Mâlikî idi 334/945 senesinde Bağdat’ta vefat etmiştir. Başlangıçta haddinden fazla mücahede ve riyazetle uğraştığı söylenir(İz, t.y., s.126). 260 “maènÀ-yı beyit budur ki óaú teèÀlÀnuñ èafv ü maàfiret ü èaùÀsı úapusına geldi bir èabd-ı Àbıú yaènì nefs ü şeyùÀna uyup efendisi òidmetinden firÀr iden úul ki kendi Àb-ı rÿyını èiãyÀn ü muòÀlefeti sebebiyle dökmüş vü sÿ-i óÀlinden kendine óürmet úomamışdur zìrÀ ibÀú iden bende her ne úadar rücÿè idüb maèfüvv olsa daòi faøÀóat ü òicÀlatdan òÀlì olmaz nitekim şeyò şiblì úuddise sırruh èarafÀtdan èavdetde vÀ sevéetÀh ve F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. inèafevk diyüp giryÀn oldı”(İsmail Hakkı, 1319, 35b). Zeyneb Hatun: (ö. 879/1474) Osmanlı şairelerinin en meşhurlarından birisidir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra ancak on beşinci asırda Türk kadın şairlerinin de eserler meydana getirdiği görülmektedir. Bu şairlerin başında Zeyneb Hatun gelir. Doğum tarihi bilinmemekle beraber ölüm tarihi kaynaklarda 1474 olarak verilmektedir. Âşık Çelebi’ye göre bir kadının kızı, Latifî Tezkiresi’ne göre de Kastamonulu’ dur. Bursalı Mehmed Tahir Osmanlı Müellifleri’nde Amasyalı Karabelâî Mehmed Çelebi’nin kızı ve İshak Fehmi Çelebi’nin de halîfesi olduğunu söyler. Fatih Sultan Mehmed Han devrinde gibidir. Babası, yaratılışında kabiliyet ve zihninde kavrama yeteneği gördüğü için her türlü konuda ve bilim alanında yetişmesini sağlar. Zeyneb Hatun Divân’ını Fatih Sultan Mehmed Han’a sunarak şairliğini isbat ederek mükafat alır. “maènÀ-yı beyit budur ki dünyÀ bir úocaúarı gibi iken kendini gelin gibi ziynetlemiş vü düzüp úuşamışdur tÀ ki ehl-i dünyÀ ve erbÀb-ı şehveti ifsÀd eyliye ve bilÀ nikÀó taèalluú ile fièl-i fÀóiş ile mübtelÀ ide her iki günde àayrì er ùaleb eylemiş ve oynaş idinmişdür yaènì èaciz dünyÀ gerçi bir hìle ile bu gün saña gelin olup saña yÀr olmaú ãÿretin gösterir femmÀ ikinci gün seni terk eyleyüp àayri vü ÀşınÀ peydÀ idüb aña yÀr olur pes anuñ şol muùrib ü çengiye beùrib ü çengiye beñzer ki her gün bir òÀnede çalup çıàırup oynar ve bir òÀnede úarar itmez çünki bì-vefÀdur sen daòi anuñ yüzüne baúma ve ãìt ü ãadÀsına úulÀú ùutup ol cÀnibe aúma ve Àrayişine firìfte olma ve merd olmaàa saèy eyle nitekim zeyneb şaèire dimişdür beyt: Zeyneb ko meyli ziynet-i dünyÀya zen gibi MerdÀne vÀr sÀde dil ol terk-i ziver it” (İsmail Hakkı, 1319, v.64a) Eserler: Bu bölümde Şerh-i Pend-i Attâr’da yer alan eserler kısaca tanıtıldıktan sonra, İsmail Hakkı Bursevî’ nin eserinden örnek cümleler verilmiştir. Ayet ve hadîslere hâdiseleri, davranış biçimlerini izah ederken sıklıkla yer vermiştir. Sözlük isimleri kelimeler izah edilirken sıklıkla eserde geçmektedir. Aşağıda eserde geçen herhangi bir cümle örnek olarak alınmıştır. Dekâiku’l-Hakâik: (Hakikatlerin İncelikleri) Kemalpaşazâde’nin (ö.940/1534) bazı Farsça eş anlamlı ve eş sesli kelimeler arasındaki anlam farklarına dair Türkçe eseri: Vezîr-i âzam Makbul İbrâhim Paşa’ya ithaf ettiği eserde Farsça 411 kelimeyi incelemiştir. Anlam bakımından birbirine benzeyen kelimeleri inceleyerek, bunlar arasındaki anlam ve yapı farklılıklarını ortaya koymaya çalıştı. Ayrıca eserde yer alan Farsça kelimelerin Türkçe ve Arapça karşılıkları verilerek bu dillerdeki kullanış şekilleri üzerinde durulur. Her kelimenin önce telaffuzu daha sonra yapısı ile ilgili açıklamalara yer verilir. Yapılarıyla ilgili açıklamalar sırasında bunların türemiş veya birleşik oluşlarına da temas edilmekte, unsurları ayrı ayrı ele alınmaktadır. Eser bu yönüyle bir kısım gramer bilgilerini de içine alan açıklamalı bir sözlük mahiyetindedir. Yurt içinde ve yurt dışında bir çok yazma nüshası bulunmaktadır (Özkan, 1994, s.111). 261 Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri “meselÀ ko dirler ki aşlı ki odur kezÀ fi-dekÀyık-ı ibnü’l-kemÀl.”(İsmail Hakkı,1319, v.64a) deúÀéiúde gelür ki bìnÀ mürekkebdür bir cüzé-ì bìndür ki ism-i fÀèildür görici maènÀsına dìdenden meéòÿõdur òilÀf-ı úıyÀs üzerine bir cüzéìde elifdür ki lisÀn-ı fÀrsìde vaãf-ı cebellì eyle tavãìfüñ irÀtìdür maènÀ-yı bìn óaúìúatde çeşmüñ içinde ki bir èuøvuñ óÀlidür çeşmle ol èuøvuñ arasında olan èalÀúa-i òılúiyyeye delÀlet içündür çeşmüñ vaãfı olan bìnÀdaki elif gibi intihÀ miftÀóu’l-luàada gelür ki ãıfat-ı müşebbehe muøÀrièinde müştaúdur ùarìú-i iştiúÀúda gÀh fièl-i muøÀrièuñ Àòir óarfini elife ibdÀl idüb meåelÀ kÿyed ü bìned lafôında kÿyÀ vü bìnÀ dirler ve gÀh elife bir nÿn øam idüb meåelÀ kiryed ü nÀledde giryÀn ü nÀlÀn dirler bu ãìga ile mübÀlaàaé-i ism-i fÀèil murÀd olsa cÀéizdür (İsmail Hakkı,1319, v.138b) Hâşiye-i Keşşâf: Hâşiyenin terim anlamı sayfa boşluklarına ilâve edilen açıklayıcı ve tamamlayıcı bilgiler içeren ifadelerdir. Sa’deddin et-Teftâzânî tarafından şerhle ve belâgatla ilgili eserlerin üzerine çok sayıda hâşiye kaleme alınmıştır. İsmail Hakkı Bursevî’ de eserinde onun hâşiyesine işaret etmiştir. “ziyÀé vü øavé ecsÀm-ı neyyireden münteşir olan eczÀ-i nÿriyyedür anuñçün luàaùde øiyÀ vü nÿr birdür ve baèøılar didiler ki øiyÀé bióükmü’l-vaøè vel-istièmÀl nÿrdan aúvÀdur anuñçün øiyÀé şemse ve nÿr úamere nisbet olınur ve èinde’l-óükemÀ-i żiyÀ bi’õ-õÀt olana dirler şemsdeki gibi nÿr bi’l-èarż olana dirler úamerde ki gibi anuñçün dirler 1 ü saèded-dìn óÀşiye-i keşşÀfda dìmişdür ki bu farú luàatda yoúdur belki nÿrü’ş-şems ü nÿrü’l-úamer dimek åÀyièdÿr” (İsmail Hakkı, 1319, v.52a) Kâmûs: (816/1413) Muhammed bin Ya’kûb Fîruzâbâdî’nin telif ettiği Arapça’dan Arapça’ya bir sözlüktür. Bu eser Musliheddin Merkez Efendizade Ahmet Efendi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.(Çakan, 1989, s. 45) “‘arabide fetha ile key vezni üzerine diÀ’-i karib içün oldığı KÀmusda muãarrahdur.” (İsmail Hakkı,1319, v.64a) Kitâb-ı Gülistân: Sa’di mahlası ile tanınan büyük şair Ebû Abdullah Musarrif b.Muslih-i Şirâzî (ö.691/1292)’nin eseridir. Gülistân makame tarzında yazılarak, mensur bölümlerin arasına manzumeler yerleştirilmiştir. Bir mukaddime ve sekiz bâbdan meydana gelir: I.bâb hükümdarların hâl ve hareketleri, II.bâb dervişlerin ahlâkı, III. bâb kanaâtin fazlası, IV.bâb susmanın faydası, V.bâb aşk ve gençlik, VI.bâb tâkatsizlik ve ihtiyarlık, VII.bâb terbiyenin tesiri, VIII.bâb sohbet âdâbı. Ahlâkî ve terbiyevî bir eserdir. Gülistân defalarca tercüme ve şerh edilmiştir (Yazıcı, 1978, s.38) 262 1 “Ayın ışığı güneştendir.” F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. “nitekim kitÀb-ı gülistan da gelür: meger in penç ruz deryÀ bi”(İsmail Hakkı,1319, v.64a). KitÀb-ı Muvatta: İmam Mâlik’in meşhur hadis kitabıdır. Muvatta kendisinden önceki hadis edebiyâtının tertib muhtevâsını bize yansıtan kitap olma özelliğini taşır. İmam Mâlik, Muvatta’ı önceleri on bin hadisten meydana getirir. Fakat eseri her sene gözden geçirip bazı hadisleri çıkarır. Sonunda elimizdeki 1720 rivâyeti ihtiva eder Muvatta kalır. Muvatta, Buhârî ve Müslimi’n sahihleri ile birlikte hadis kitaplarının birinci tabakasını meydana getirir(Çakan, 1988, s.45). “ve hadisde kitÀb-ı muvattÀ yı imÀm mÀlik te’lif eylemişlerdür ki hadisde ibtidÀ te’lif budur”(İsmail Hakkı, 1319, v.64a). Lugat-ı Halimî: Halimî önce Bahru’l-GarÀ’ib adlı Farsça ’dan Türkçe’ye lugat yazmış, sonra onu izah için de Lugat-ı Halimî adlı eseri yazmıştır. Eser 882/1477’de Fatih’e takdim edilmiştir(Karatay, 1961, s.202). “bÀyed giriften dimekdür tutmak gerek ma’nÀsına. nitekim halimîde gelür ki girift şiga’-i mÀzidür ve maşdar ma’nÀsına dahi isti’mÀl olunur”(İsmail Hakkı, 1319, v.64a). Lugat-ı Ni’metullah: Farsça ’dan Türkçe’ye bir lugat olan bu kitabın müellifi Ni’metullah bin Ahmet bin KÀzi Mubarek er-Rumi (ol.969/1561-62) Eser üç kısma ayrılmıştır: 1.Fiilleri 2.Fars gramerinin Farsça izah edilmiş kaidelerini, 3.Alfabe sırası ile cins isimleri ihtiva eder (Karatay, 1961, s.385). “iy ni’metu’llahda fethada ve kesrede yazılmışdur ki harf-i nidÀdur.” (İsmail Hakkı,1319, v.65a) es-Sıhâh: Ebu Nasr İsmail bin Hammâd el Cevheri (400/1009) tarafından kaleme alınan sözlüğün adıdır. Bu sözlüğün asıl ismi “Tâcu’l-Luga”dır. Ancak Sıhahu’l-luga, es-Sıhah fi’l-Luga veya kısaca es-Sıhah diye bilinir. Arap sözcükçülüğü tarihinde tertip itibariyle yeni bir çığır açtığı sadece sahih kelimeleri ihtiva etmesi açısından da ayrı bir özellik arz etmektedir (Karatay, 1961, s. 382) . “arus äıhÀhda lugat-ı müşterekedür dimişdür.” (İsmail Hakkı, 1319, v.64a). Şerh-i Pend-i Attâr edebî ve tasavvufî yönü olan bir eserdir. Pendnâme bir ahlâk kitabı olduğu için günlük hayatta sıklıkla karşılaştığımız sosyal hayata dair problemleri çözümleyebilecek bir eserdir. İsmail Hakkı Pendnâme’ yi şerh ederken okuyucuya zaman zaman uyarılarda bulunur, dilbilgisi kurallarını anlatırken tasavvufî bir öğretiden bahsedebilir. Şark İslâm geleneğinde sıklıkla karşılaştığımız nasihat etme ve tecrübelerin dile getirilerek okuyucunun uyarılması Şerh-i Pend-i Attâr’da görülen bir husustur. Klâsik Türk edebiyatının şerh sahasında önemli isimlerinden birisi olan İsmail Hakkı eserini kaleme alırken derin bilgi ve birikimini kullanmıştır. Gerekli gördüğü yerde kendi görüşünü bazen desteklemek bazen de örneklendirmek düşüncesiyle kaynak eserlerden bahsetmiştir. 263 Şerh-i Pend-i Attâr’da Yer Alan Özel İsimler ve Eser İsimleri KAYNAKLAR ATTÂR, F. (1993). Pendnâme, (Çev. M. Nuri Gençosman), İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı. ATTÂR, F. (1387). Pendnâme, (Haz.Abbas Ali Sarrâfî) , Tahran: İntişârât Revvâz AYNÎ, M. A. (1944).Türk Azizleri I İsmail Hakkı, İstanbul: Marifet Basımevi AYVERDİ, İ. (2010).Kubbealtı Lugati Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul: Kubbealtı Yayınları. BURSEVÎ, İ. H. (2000).Üç Tuhfe Seyr-i Sülûk (M.Ali Akidil-Şeyda Öztürk, Haz.), İstanbul: İnsan Yayınları. BURSEVÎ, İ. H. (2002). Kitabü’l-Envâr, (Naim Avan, Çev.) İstanbul: İnsan Yayınları. BURSEVÎ, İ. H. (2005). Kırk Hadis Şerhi (Hikmet Gültekin, Araştırma-Sami Erdem, Haz.) İstanbul: İnsan Yayınları. BURSEVÎ, İ. H. (2008). Tuhfe-i Atâiyye (Kâbe ve İnsan) (Veysel Akkaya, Haz.) İstanbul: İnsan Yayınları. BURSEVÎ, İ. H. (2008). İlahi İsimler (Tuhfe-i Recebiyye) (Selim Çakıroğlu, Haz.) İstanbul: İnsxan Yayınları. CANIM, R. (1986). “Pend-nâmeler ve Türk Edebiyatında Benzer Nitelikli Nasihat Kitapları” Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, S. 1. CEYLAN, Ö. (2000). Tasavvufî Şiir Şerhleri, İstanbul: Kitabevi. CUNBUR, M. (1990). Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları. ÇAKAN, İ. L. (1989). Hadis Edebiyatı, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. ÇELEBIOĞLU, Â. (1998). Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. ÇUBUKÇU, İ.-Çağatay, N. (1985). İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi. DAĞLAR, A. (2007). “Vassâf Tarihi Şerhinden Hareketle Şerh Kaynakları Meselesi”, Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic (Volume 2/4). DEVELLİOĞLU, F. (1992). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara: Aydın Kitabevi. DİLÇİN, C. (1983). Yeni Tarama Sözlüğü, Ankara: TDK Yayınları. DURU, R. (2007). Modern Metin Çözümleme Teknikleri Bakımından Şerh Geleneği ve İsmail Hakkı Bursevî, Doktora Tezi, Ege Üniversitesi, İzmir. HOLBROOK, V. R. (1998). Aşkın Okunmaz Kıyıları, İstanbul: İletişim Yayıncılık. HORATA, O. (2002). “Zihniyet Çözülüşünden Edebî Çözülüşe: Lâle Devri’nden Tanzimat’a Türk Edebiyatı”, Türkler (c.11 s.573-592), Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. İz, M. (1990). Tasavvuf, İstanbul: Kitabevi . KANDEMİR, Y. (1996). “Câmî”, İslam Ansiklopedisi (c.8 s.94-101) İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. 264 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. KAPLAN, M. (2002).“Türk Edebiyatında Manzum Nasihat-nâmeler”, Türkler, c.XI, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. KARA, M. (1993). Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler 2, Bursa: Uludağ Yayınları. KARTAL, A. (1999). Osmanlı Medeniyetini Besleyen Kültür Merkezleri, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara. KARTAL, A. (2007). Eski Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Dergâh Yayınları. KOÇİN, A. (1999). “Feridüddin Attâr’ın Pendnâmesinin Türk Edebiyatına Etkisi ve Zaifî’nin Bustân-ı Nasâyıhı ile Karşılaştırılması”, bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, (10/99, 93100) KORTANTAMER, T. (1994). “Teori Zemininde Metin Şerhi Meselesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, (8,1-10). LEVEND, A. S. (1982).“Divan Edebiyatı”, Türk Ansiklopedisi,c.13, Ankara:Milli Eğitim Bakanlığı. LEVEND, A. S. (1984). Divan Edebiyatı, İstanbul:Enderun Kitabevi. LEVEND, A. S. (1988). Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara:Türk Tarih Kurumu Yayınları. MAZIOĞLU, H. (1982). “Türk Edebiyatı, Eski”, Türk Ansiklopedisi (c.32 s.80-135) Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı. MAZIOĞLU, H. (1997). “Fuzûlî’de Hâfız-ı Şîrâzî’nin Etkisi”, Fuzûlî Üzerine Makaleler, Ankara: Türk Dil Kurumu. NAMLI, A. (2001). İsmail Hakkı Bursevî Hayatı, Eserleri, Tarîkat Anlayışı, İstanbul: İnsan Yayınları. ONAY, T. (2009). Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü Eski Türk Edebiyatı’nda Mazmunlar ve İzahı, (Cemâl Kurnaz Haz.) İstanbul: H Yayınları. ÖZKAN, M. (1994). “Dekâiku’l-Hakâik”, İslam Ansiklopedisi (c.19 s.111-112) İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. PALA, İ. (2006). “Nasihatnâme”, İslam Ansiklopedisi (c.21 s.409-410) İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. PEKOLCAY, N.-Sevim, E. (1991). Yunus Emre Şerhleri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. STEİNGASS, F. Ph. D. (1975). Persian-English Dictionary, Beyrut. TARLAN, A. N. (1937). Metinler Şerhine Dâir, İstanbul: Sühulet Basımevi. ULUDAĞ, S. (1991). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Marifet Yayınları. ULUDAĞ, S. (1996). “Hallâc-ı Mansur”, İslam Ansiklopedisi (c.15 s.377-381) İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. YILDIZ, S. (1976). “Türk Müfessiri İsmail Hakkı Burûsevî’nin Hayatı”, İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, I, 103-126. 265 Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri Dr. Hiclâl DEMİR* K GİRİŞ lasik Türk şiirinde XVIII. yüzyıl, edebî anlayış olarak bir önceki yüzyılın devamı olmakla birlikte dış dünyanın şiirlerde daha çok yer bulduğu bir dönem olmuştur. XVII. yüzyılda Sâbit ile belirgin bir hâl alan mahallileşme, bu yüzyılda günlük hayattan alınan konulara daha fazla yer verilmesini ve böylece edebiyatın yerlileşmesini sağlamıştır. Osmanlı Devletinin “Lale Devri” ile sosyal ve kültürel alanda yaşadığı değişim de bu durumda etkili olmuş, İstanbul şehri; semtleri, mimari özellikleri ve şenlikleriyle canlı bir şekilde tasvir edilerek günlük yaşama ait pek çok ayrıntı edebî eserlere girmiştir. XVIII. yüzyılın ilk yarısında yaşayan Lâzikî-zâde Feyzullah Nâfiz’in (öl. H. 1181/ M.1767) şiirlerinde de yaşadığı devrin izlerini bulmak mümkündür. Müderris olduktan sonra kadı ve molla olarak çeşitli yerlerde görev yapan Nâfiz, H. 1177’de (M.1763) Anadolu Kazaskeri, H. 1181’de ise (M. 1767) Rumeli Kazaskeri olmuş- 266 * Hitit Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / ÇORUM [email protected] F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. tur. Edebiyatla da yakından ilgilenen Nâfiz’in Dîvân’ında dönemin sosyal yaşamına ışık tutan pek çok unsur yer almaktadır. Lâziki-zâde Feyzullah Nâfiz’in Dîvân’ında yer alan sosyal yaşama dair unsurlar; İstanbul ve semtleri, şenlikler, mevlid alayı, kıyafetler, para adları ve yiyecekler başlıkları altında toplanabilir. 1. İSTANBUL VE SEMTLERİ XVIII. yüzyılda özellikle Nedîm’de görülen İstanbul’un semtlerine ve eğlence yerlerine Nâfiz’in şiirlerinde de rastlamak mümkündür. Çoğunlukla âşıkâne gazeller yazan şair için İstanbul sadece bir mekân değildir. Onun semtleri, Boğaz’ı ve denizi sevgilinin güzelliğinin etkili bir şekilde anlatılması için vasıtadır aynı zamanda. Aşağıdaki beyitte, sevgilinin gece renkli saçlarının gerdana dökülmesi ile Boğaz’a dalga dalga gelen Karadeniz arasında ilgi kurulmuştur: Mevc mevc oldu gelir ãan Boàaza Baór-i SiyÀh Gerden-i yÀre döküldükce o zülf-i şeb-gÿn K13/ 281 Sevgilinin dişleri ise Boğaz’daki Akdeniz incisine benzetilir: Boàazda Aúdeñiz dürrüne dönse ol çıúan dürler Yüzüne gelse incÿlar dile siór-i vefÀ olsa K15/ 16 Nâfiz’in şiirlerinde “Boğaz” dışında İstanbul’un “Hisar”, “Kirazlı”, “Vefa” “Aksaray” ve “Bebek” semtlerinden de söz edilmiştir. Bu yerler, kimi zaman, semt anlamlarının yanında gerçek anlamları çağrıştırılacak şekilde kullanılır. Örneğin aşağıdaki beyitte, sevgilinin Aksaraylı olması ile gümüş sineli olması arasında ilişki kurulmuştur: Ol sìm-sìneye naôar et Aúsaraylıdır GÿyÀ vücÿdu òÀm gümüşden úalaylıdır G226/ 1 Şair, sevgilinin dudağının gül çiçeği aklına düşerse bulunduğu yerden değil Kirazlı’ya Hisar’a bile gitmeyi göze alacağını söyler. Burada Kirazlı ile sevgilinin dudağı arasında da bir ilişki kurulduğu düşünülebilir: Düşünce òÀùıra gül-nÀr-ı laèli cÀnÀnıñ Degil Úiraslıya semt-i ÓiãÀra dek gideriz G311/ 4 Aşağıdaki beyitte de İstanbul’un semtlerinden biri olan “Vefa” tevriyeli kullanılmıştır: Ey meh sipihr-i bezm-i ãafÀya gelir misin Devr-i felekde semt-i VefÀya gelir misin G515/ 1 1 Şiirlerden yapılan alıntılarda “Lâzikî-zâde Feyzullah Nâfiz ve Dîvânı (İnceleme-Metin-Özel Adlar Dizini)” adlı doktora tezimizdeki şiir numaraları esas alınmıştır (Hacettepe Üniversitesi, Ankara 2008). Gazel için G, kaside için K, Musammat için Mus, nazm için N kısaltmaları kullanılmıştır. Kısaltmanın yanındaki ilk rakam şiir numarasını, ikinci rakam ise beyit numarasını göstermektedir. 267 Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri Sevgilinin gerdanının seyrinde dudağıyla söz birliği eden şair, onun Boğaz zevkini yalnız yapmasını ister: Ben seyr-i gerdeniñde lebiñle aàız birim Sen de Boàaz õevúine tenhÀ gider misin G516/ 2 Aşağıdaki nazmda, sevgilinin Bebek’te oturduğu anlaşılmaktadır: Bebekde şimdi bir nev-reste meh-pÀre ôuhÿr etdi HemÀn mehd-i ãadefde dürr-i şehvÀre ôuhÿr etdi Görüp endÀm-ı mevc-Àmìzini ol baór-i pür-nÀzıñ O dem fülk-i dile lerzende hem-vÀre ôuhÿr etdi N34 Lale Devrinin gözde eğlence yerlerinden Sadabad’e Nâfiz’in bir beytinde rastlanmıştır. Beyitte şair, burada yaptıkları safayı sevgilisine hatırlatmaktadır: Unutduñ mu ãafÀ-yı seyr-i Saèd-ÀbÀdı ÀyÀ kim Neler olmuşdu ey mÀh-ı zamÀnım ol zamÀnlarla G555/ 2 Lale Devrinin bir diğer eğlence yeri olan Göksu’ya Nâfiz, Sadabad’e göre daha fazla yer vermiştir. Aşağıdaki beyitte, sevgilinin mavi elbisesini görünce Göksu’nun sümbülünün kıskançlıktan gömgök kesileceği belirtilmektedir: Gökãunuñ gömgök kesilsin sünbül[ü] mÀèì ile NÀfizÀ olduúca úaddi zìb [ü] zìver mÀèili G672/ 5 Dîvân’da yer alan iki murabbaın nakarat bölümlerinde de “Göksu”dan söz edilmektedir: Göster revişiñ naòl-i güle serv-i bülendim Gel Gökãuya al ãÿflu siyeh-çerde efendim Gül-nÀr ola reng-i çemen ey òÿnì levendim Gel Gökãuya al ãÿflu siyeh-çerde efendim Mus28/ I èÁlemi ùutdu amÀn ü nÀle vü Àh ü enìn Geldi Gökãu seyrine bir mÀè-i cÀrì nÀzenìn Gökãuyu gömgök tere batırdı ol çìn-i cebìn Geldi Gökãu seyrine bir mÀè-i cÀrì nÀzenìn Mus32/ I Dîvân’da yer adı olarak “Yeni Saray” ve “Sultan Ahmed Camii” de geçmektedir. Yeni Saray, bugünkü Topkapı Sarayı’dır. Hibetullah Sultan’ın doğumu için yapılan şenlikler tasvir edilirken değinilmiştir. Sultan Ahmed Camii ise her yıl burada okutulan mevlid dolayısıyla anılmıştır: 268 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Yeñi serÀy döndü bir maóbÿb-ı zümrüd-cÀmeye Sebze-gÿn oldu miåÀl-i serv-i dil-keş ser-be-pÀ K1/ 32 CÀmiè-i SulùÀn Aómed oldu zìnet-baòş-ı nÿr Úıldılar taèôìm içün daèvet kibÀrı ser-be-pÀ K7/ 3 2. ŞENLİKLER Çağatay Uluçay, İstanbul’da XVIII. ve XIX. Asırlarda Sultanların Doğumlarında Yapılan Törenler ve Şenliklere Dair adlı eserinde, XVII. asra kadar hanedana mensup sultanların doğumlarına dair çok az vesika olduğunu; ancak XVIII ve XIX. yüzyıllarda doğan sultanların doğum tarihleri ve yapılan törenler hakkında daha fazla belge bulunduğunu belirtir. Bu doğum listelerden biri de III. Mustafa’nın kızlarına aittir. Topkapı Sarayı arşivinde bulunan bu listede Hibetullah Sultan’ın H. 1172’de doğduğu belirtilmektedir (Uluçay 1958: 199). Hibetullah Sultan’ın şehrayin ve donanma yapılarak kutlanan doğumunu Nâfiz, Dîvân’ın ilk kasidesinin nesip bölümünde uzun uzun tasvir etmiştir. Reşat Ekrem Koçu, Vilâdetname’ye yazdığı önsözde bu donanmanın sebebini şöyle açıklar: “Birinci Mahmud ve Üçüncü Osman kız ve oğlan hiç evlâd bırakmadan ölmüşlerdi. Hanedanın ilerisini düşünenler endişeye düşüyorlardı. Nihayet Hicrî 1172 yılı recebinin on beşinci günü, Mustafa’nın bir kızı dünyaya geldi. Hibetullah adı verilen bu Sultanın şerefine de on gün on gece süren bir donanma yapıldı” (Haşmet 1940?: 6). Sadrazam Ragıp Paşa’nın donanmayı yazması için görevlendirdiği şair Haşmet, Vilâdetname-i Hümayun adlı eserinde donanma hazırlıklarını şöyle anlatır: Babı hümayunun içi ve dışı nice kıymetli avizelerle ve nice eşsiz kandiller ve aynalarla süslendi ve aydınlatıldı. Babı hümayunun sağında, dış hazineden hâs fırın kapısına varıncaya, Hastalar kapısı ve Düzme kapı denilen yerlere; solunda da Enderun Cebehanesi ve Darbhane ve Şehremini ambarlarının kapı ve duvarlarına, altın ve gümüşten yapılmış güneş gibi şekiller ve nice kıymetli nakışlı, işlemeli kumaşlardan flândre şeklinde bayraklar asıldı; saray avlusu sayısız kandillerle donatıldı. Ortakapı’nın iki tarafına gayet büyük aynalar kondu, onlara uygun gayet büyük nâdide ve güzide avizeler asıldı. (Haşmet 1940?: 9-10) Haşim’in tasvir ettiği bu ortamı, Nâfiz’in beyitlerinde de görmek mümkündür: Görünen zerrìn-nümÀ Àvìzeler ùop ùop degil Rişte-i nÿr-ı baãar yÀ èayn-ı şems üzre rişÀ Buldu zìver pertev-i neôôÀre-i seyyÀreden Nÿrdan úandìllerle ser-be-ser revnÀú-nümÀ K1/ 24-34 269 Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri Şair, betimleme yaparken “Genellikle ince bezden yapılmış, uçkurluk bölümü dar, kurdele biçiminde bayrak”2 olarak tanımlanan ve şenlikte süsleme malzemesi olarak kullanıldığı anlaşılan İtalyanca “flandra” sözcüğüne de bir beytinde yer vermiştir: Bir hilÀl idi du-rÿze görünen Àyìneden Õü’l-cenÀó olan hevÀda per-zenÀn filandera K1/ 26 Sadrazamın evinin süslendiği de Nâfiz’in şu beytinden anlaşılmaktadır: Keåret-i ÀrÀyiş-i beyt-i vezìr-i aèôamıñ Óüsn-i taèbìr ile ùaèdÀdında èÀcizdir edÀ K1/ 35 Haşim’in, “Köşe köşe gönül kandırıcı köçekler ve yer yer hokkabazlar binlerce görülmemiş şeyler tertip ettiler” (Haşim 1940?: 15) diyerek anlattığı şehrayin eğlencelerini Nâfiz şöyle tasvir eder: Def-zenÀn-ı şevú raúúÀãÀn-ı devrÀn her ùaraf Şuèbe-kÀrÀn-ı ãafÀ cÀn-bÀziyÀn-ı cilve-zÀ Her ãuver oldu temÀåìl-i ùılısmÀt-ı feraó Her bir eşkÀl-i raãad bir àıbùa-fermÀy-ı ãafÀ K1/ 9-10 Şehrayinin sonunda bir de fişek şenliği yapılmıştır: “Tersanede, Tophanede ve Cebehanede büyük sallar yapıldı. Bunların üzerinden Yalıköşkü önünde deniz ve hava fişekleri atıldı. Deniz fişekleri suyun içinden fıskiye gibi fırlıyordu” (Haşmet 1940?: 29). Bu gösteri Nâfiz’in beyitlerine şöyle yansır: Áteş-endÀz-ı ãafÀyìdir hevÀyì ãanmañız Sünbül-i surò oldu nÀrencì perìşÀn her yaña Şuèle-i tÀb-ı fişeng ile çıúan meh-tÀblar Şemè-i mıãbÀó-ı çerÀàÀndır felekde cÀ-be-cÀ K1/ 17-18 Nâfiz, Dîvân’ındaki 3. kasidenin nesip bölümünde de bir şehrayin tasviri yapmış, bu defa III. Mustafa’nın oğlu Selim’in doğumunda yapılan şenlikleri anlatmıştır. İ. Hami Danişmend’in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi’nde verdiği bilgiye göre, Şehzade Selim’in doğumu (H. 1175/ M. 1761) büyük şenliklerle kutlanmış, yedi gün yedi gece “Şehrâyîn” ve üç gece de “Deniz donanması” yapılmıştır (Danişmend 1961: 41). Nâfiz’in bu eğlenceleri anlattığı birkaç beyit aşağıya alınmıştır: Rÿz u şeb kevkeblenip bu şevú-i şehr-Àyìn ile Devr-i saèdın mihr ü meh eyler medÀr-ı müstaúìm Cilve-i raúúÀãiyÀn-ı naàme-sÀzı seyr edip ÇÀr-bÀà-ı IãfahÀn oldu óased ile du-nìm Seyr-i timåÀl-i ãafÀ naúş-ı cedìd-i cilve-zÀ Şekl-i nev-peydÀ temÀşÀlar merÀsìm-i úadìm K3/ 5-9-10 270 2 http://tdkterim.gov.tr/bts/ F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 3. MEVLİD ALAYI Sultan Ahmed Camii’nde her yıl yapılan mevlid törenini Nâfiz, Dîvân’ın 7. kasidesinde tasvir etmiştir. O. Zeki Pakalın, Hazret-i Muhammed’in doğum gününe rastlayan Rebiyülevvelin 12. günü Sultan Ahmed Camii’nde yapılan mevlid alayını, Atâ Tarihi’nden şöyle aktarır: Sultan Ahmed camiinde sadreyn, mevali, müderrisler mertebelerine göre minberin soluna ve sofa kenarına mahfil-i hümayuna doğru, vezirler de mihrabın sol tarafına konulan seccadelere otururlar. (…) Yeniçeri ağası selamlıktan sonra Sadrazama temenna edip oturur. (…) Sadrazam, kalâi ve mevsime göre erkân kürk veya ferace giymiş olduğu ve kendisini sarayından alan divan-ı hümayun çavuşları arkasından takip ettiği halde gelir ve etrafına selâm vererek mihrabın önüne konulan seccadeye otururdu. (Pakalın 1983: 521) Mevlid töreni için devlet erkânının Sultan Ahmed Camii’ne gelişini Nâfiz şöyle anlatır: CÀmiè-i SulùÀn Aómed oldu zìnet-baòş-ı nÿr Úıldılar taèôìm içün daèvet kibÀrı ser-be-pÀ ÚÀøì-èaskerler mevÀlì vü müderrisler ricÀl Her biri bir zìnet ile oldular çehre-nümÀ Geldi defterdÀr ile defter emìni vü reèìs Defter-i èiãyÀnı maóva úıldılar ez-dil recÀ äadr-ı aèôam daòı teşrìf edicek iclÀl ile ÓÀøırÿn taèôìm içün ùurdu ayaàa ser-be-pÀ K7/ 3-7-8-11K Padişahın gelişi ile yaşanan hareketlilik de ayrıntılarıyla tasvir edilmiştir: Şevket-i şÀn ile teşrìf etdi sulùÀn-ı cihÀn Úıldı bu yüzden şehenşÀh-ı zamÀn èarø-ı liúÀ Yeñiçeri aàası ser-mÿzesin bÿs eyleyip Naòl-i gül gibi baàalde òidmetin etdi edÀ Geldi şevket-òÀneye verdi úafes içre selÀm Cümlesi úıldı úıyÀm ile duèÀya iútidÀ K7/ 26-27-29 Ayasofya kürsü şeyhi ve Sultan Ahmed Camii vaizi, kısa bir vaaz verdikten sonra şerbetler dağıtılır ve mevlid okunmaya başlar (Pakalın 1983: 521): Ùabla ùabla geldi bÀdÀm ü èaúìdeyle nebÀt Oldu aàız misk ile şìrìn-dehen sükker-edÀ èAndelìbÀn-ı ãafÀya şerbet-i gül verdiler TeşnegÀna úıldılar rìbÀs ile tÀze devÀ 271 Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri Vaèô edip bir bir meşÀyiò oldu semmÿr-pÿş-ı cÿd Úıldılar cümle devÀm-ı devlete òayr-ı duèÀ Naàme-senc oldu úırÀèat ile mevlÿd-ı nebì ÓÀlet-efzÀy-ı derÿnumdur bu eõkÀr-ı nevÀ K7/ 33-34-36-37 Mevlidden sonra, müjdecibaşının getirdiği name okunur ve hacıların selamet müjdesi padişaha verilir. Dualar edildikten sonra sadrazam, şeyhülislâm ve diğer devlet ricali, camiden çıkıp padişahı selamlarlar ve padişah sarayına döner. Törenin bu bölümü Nâfiz’in beyitlerine şöyle yansır: Müjdecibaşı o sÀèat geldi ãadr-ı aèôama İôn alıp vardı óuøÿr-ı óaøret-i şehden yaña PÀdişÀh-ı èÀlemi buldu ayaà üzre hemÀn NÀmesin verdi şerìfiñ eyledi òayr-ı duèÀ ŞehriyÀra verdi óüccÀcıñ selÀmet müjdesin ÒÀùır-ı sulùÀnı úıldı gül gibi revnaú-güşÀ K7/ 46-47-48 äadr-ı aèôam ãÀóibü’l-fetvÀ ricÀl-i devleti Reh-güõÀrında úudÿme oldular dìde-güşÀ Ol şehenşÀh-ı cihÀn taòtına èavdet eyledi Kevkeb-i şevketle evreng-i şeref buldu øiyÀ K7/ 50-51 Görüldüğü gibi şair, mevlid töreninin tüm aşamalarını ayrıntılarıyla anlatmış ve okurun zihninde törenin canlanmasını sağlamıştır. 4. KIYAFETLER Nâfiz, dönemin Osmanlı giyim geleneğinin yansıtan kıyafet adlarına da şiirlerinde zaman zaman yer vermiştir. Dîvân’da adları anılan giyim-kuşama ait unsurlar şunlardır: “arak-çîn”, “çakşır”, “çizme”, “fes”, “çözmeli şelvâr”, “destâr”, “dülbend”, “kar saçağı şekli destâr”, “kaşbastı”, “kullevî destâr”, “mest”, “şâl”, “şelvâr”, “terlik”, “tutuk”. Bu kıyafetler çoğunlukla, sevgilinin güzelliği anlatılırken betimleme amacıyla kullanılmıştır: èİõÀr-ı alını dülbend ile setr etdi ol mümtÀz äanasın lÀle üzre tente çekdi bÀàbÀn-ı nÀz G317/ 1 NÀfiõÀ surò [ü] sefìdi àonçeden verdi nişÀn GÀh al olur gehì destÀr-ı cÀnÀne beyÀø G412/ 5 Bu úullevì destÀr ile bu cübbe-i zer-tÀr ile Bu çözmeli şelvÀr ile èÀlemde kim sevmez seni G667/ 4 272 Kıyafet adları genellikle gazel ve diğer nazım şekillerinde dağınık olarak yer almaktadır; ancak Nâfiz, “fes” redifli bir gazel yazmış ve tüm beyitlerinde “fes”i anlatmıştır. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. İlginç olması bakımından bu gazelin tamamı aşağıya alınmıştır: Kec-nümÀ ser-germ olur bezm içre gör merdÀne fes CÀm-ı gül-gÿn-veş getirmezken seri mestÀne fes Kevkeb-i òÀlin hilÀl ile suèÀl eyler döner Hep düşer ùÀs-ı felek gibi kef-i iósÀna fes Pür-çemen eyler duòÀn-ı Àh ile gül-pÿş-ı nÀz Naòl-i verde èarø eder gÿyÀ ãabÀ şeyòÀne fes Ser-bürehne èandelìbi èaşúa feryÀd etdirir Gül gibi ÀrÀyiş-i reès oldu [ol] rindÀna fes Áteşìn-verdi ser-i naòl üzre gördükce bu şeb NÀfiõ ister şuèle-i şemèi ede pervÀne fes G354 Şiirlerde, kıyafetle bağlantılı olarak kumaş çeşitlerine de rastlanır. En sık rastlanan kumaş adı “germ-sûd”dur. İpekli bir kumaş türü olan “germ-sûd” ile Nâfiz, tamlamalar yapmış “cûd, vefâ, vasl” gibi soyut kavramları onunla somutlaştırmıştır: KÀlÀ-yı luùf ile işimiz mìnÀkÀrìdir Dil germ-sÿd-ı cÿdu ile iótişÀm eder K8/ 11 Òod-fürÿş-ı nÀz sÿú-ı èişveden ùafra ãatar Germ-sÿd-ı vaãl-ı èuşşÀúa bu istiànÀ ãatar G237/ 1 ÚumÀş-ı zülfünü sÿú-ı vaãıldan ey NÀfiõ O germ-sÿd-ı vefÀ ile iótişÀm alırız G292/ 5 5. PARA ADLARI Nâfiz yaşadığı dönemde kullanılan “akçe”, “dinar”, “dirhem”, “Firengî altun”, “kızıl akçe”, “kuruş”, “pâre”, “zer-i mahbûb”, “zer-i magşûş” gibi para adlarına şiirlerinde yer vermiştir. Para adları, çoğunlukla parasız âşığın yalvarmalarına yüz vermeyen sevgilinin yüzünü güldüren unsur olarak kullanılmıştır: Geçer mi bir pÿla biñ pÀre de olsa èuşşÀú Nuúÿd-ı zerdir o maóbÿb-ı bì-vefÀya feraó G71/ 3 Yalvarıp yatma yapılmaz úaãr-ı vuãlat pÀresiz Bir Firengì altun èarø et iş o kÀfirden geçer G121/ 2 Naúd-i niyÀz geçmedi bir pÿla gördüler Bir pÀre yalvarıp zer-i maàşÿşa çekdiler G205/ 2 Yüzü sìmìn-bedenÀnıñ zer-i maóbÿba güler YÀre biñ naúd-i niyÀz ile beşÀşet gelmez G320/ 6 273 Nâfiz’in Şiirlerinde Sosyal Hayatın İzleri 6. YİYECEKLER Dîvân’da, âşığın yanan gönlünü anlatmak için kullanılan “kebâb” ve “biryân” dışında yemek adına rastlanmaz: Yaúdı yandırdı kebÀb etdi yine laóm-ı dili NÀfiõ ol mest-i nigeh biryÀna hìç baúmaz geçer G146/ 5 Mest [ü] ser-keş yÀre èarø-ı cÀme-òˇÀb etmek de güç CÀnı sìò-i nÀr-ı fürúatde kebÀb etmek de güç G58/1 Nâfiz, tatlı ve şeker adlarına daha çok yer vermiştir. Şiirlerde, “gül-şeker”, “helvâ”, “pâlûde-i şeker”, “râhatü’l-hulkûm”, “senbûse”, “sükkerî” gibi tatlı adlarına, “akîde”, “bâdem”, “nebât” gibi şeker adlarına ve “şerbet-i gül” gibi içecek adlarına rastlanır. Tatlı adları çoğunlukla sevgili için benzetmelik olarak kullanılır. Sevgilinin baldırı, palûde-i şekere benzer, boğazı lokumdan daha tazedir: PÀlÿde-i şeker gibi ditrerken ayaàı Baldır demek o sÀú-ı laùìfe vebÀldir G189/ 2 RÀóatü’l-òulúÿmdan terdir gelÿsu ãorma hìç Ol leb-i şìrìnden el sükkerì óelvÀ ãatar G237/ 4 SONUÇ Edebî eserler, yazıldıkları dönemin siyasi, toplumsal ve kültürel yaşamına dair doğrudan veya dolaylı bilgiler içerirler. Klasik bir edebiyat olan Divan edebiyatının günlük yaşamdan uzak durduğu söylense de her yüzyılda sosyal yaşamın ve yerli konuların yer aldığı şiirler yazılmıştır. XVIII. yüzyılda bu durum daha da artmış; konular yerlileşmiş, dış dünya canlı bir şekilde şiirlerde tasvir edilmiştir. Bu yüzyıl Divan şairlerinden Lâziki-zâde Feyzullah Nâfiz de yaşadığı dönemin sosyal yaşamına uzak kalmamış, Dîvan’ında doğum şenliklerine ve törenlere yer vermiştir. Hibetullah Sultan ve III. Selim’in doğumu için yapılan “şehrayin”i ayrıntılarıyla betimlemiş, Sultan Ahmed Camii’inde her yıl yapılan Mevlid törenini anlatmıştır. Aksaray, Hisar, Boğaz, Bebek gibi semtleri, Göksu, Sadabad gibi eğlence yerleriyle İstanbul, Nâfiz’in şiirlerinde mekân olmanın yanı sıra sevgilinin güzelliğini ifade etmek için bir vasıta olmuştur. Para, kıyafet ve yemek adları gündelik hayata dair ipuçları vermektedir. Sonuç olarak Nâfiz, sosyal yaşama dair verdiği bu bilgilerle devrinin tarihî olaylarına ve kültürel yaşamına ışık tutmuştur. 274 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. KAYNAKLAR DANİŞMEND, İsmail Hâmi (1961), İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 4, İstanbul: Türkiye Yay. DEMİR, Hiclâl (2008), “Lâzikî-zâde Feyzullah Nâfiz ve Dîvânı (İnceleme-Metin-Özel Adlar Dizini)”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara. HAŞMET (1940?), Vilâdetname, (hzl. Reşad Ekrem Koçu), İstanbul: Çığır Kitabevi. PAKALIN, M. Zeki (1983), Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yay. ULUÇAY, Çağatay (1958), İstanbul’da XVIII. ve XIX. Asırlarda Sultanların Doğumlarında Yapılan Törenler ve Şenliklere Dair, İstanbul (İstanbul Enstitüsü Mecmuası Sayı 4’ten Ayrı Basım). 275 Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi Arş. Gör. Fazile EREN KAYA* D ÖZET ivan şairlerinin ikinci kişiyle ya da kendileriyle konuşup felekle ya da yaşadıklarıyla ilgili şikâyetlerini, beklentilerini anlattıkları, gönül maceralarından bahsettikleri eserlere hasbıhâl denir. Hasbıhâller müstakil eserler olabildikleri gibi, bir mesnevinin veya kasidenin içerisinde de karşımıza çıkabilirler. Çalışmamızda 16. yy. şairlerinden Bâkî’nin kasidelerinde tespit edebildiğimiz hasbıhâl beyitlerinden yola çıkarak şairin hayatındaki dönüm noktaları ve bu beyitlerin kasidenin genellikle hangi bölümünde bulunduğu tespit edilmeye çalışılmıştır. I. Hasbıhâl, kelime olarak “konuşup dertleşme, halleşme, sohbet” (Ayverdi 2005: 1192) anlamlarına gelir. Ayrıca divan şiirinde, şairin herhangi bir eserinde ikinci kişiyle konuştuğu bölümlere ya da dönemiyle ilgili şikâyetlerini, özlemlerini, beklentilerini, manevi serüvenlerini ve gönül maceralarını anlattığı eserin bütününe de bu ad verilir. Temelinde karşılıklı konuşmanın bulunduğu hasbıhâllerde, şairin ön plana geçerek kendisiyle ilgili konuları ya somut bir muhatapla ya kişileştirilmiş rüzgâr, felek, kalem gibi unsurlarla ya 276 * Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ANKARA F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. da kendi kendisiyle konuştuğu görülür. Ancak her durumda öne çıkan, şairin kendi durumudur (Mengi 2000: 123). Hasbıhâlleri sergüzeşt-nâmeler ile birlikte hikâyelerin bir kolu olarak kabul eden Âgâh Sırrı Levend, Türk edebiyatında tespit edebildiği hasbıhâller ve sergüzeştnâmelerin listesini birlikte verir. Bu listede hasbihâl başlığı taşıyan tek eserin Edirneli Güftî Ali’ye ait olması dikkat çekicidir. Ancak Mûyî’nin de Nâlân u Handân başlıklı hasbıhâl niteliğinde bir eseri vardır (Levend 1988: 141-142). Bunların dışında Nev’î, Vasfî ve Sâfî’nin hasbıhâl başlıklı eserlerinin olduğu da tespit edilmiş ve bu tür müstakil eserler ya da mesneviler değerlendirildiğinde hasbıhâl sözcüğünün bir tür adından ziyade genel bir adlandırma olduğu görülmüştür (Gökalp 2009: 27). Mine Mengi, kaside nesiplerindeki hasbıhâller üzerine yaptığı çalışmasında hasbıhâllerin müstakil eserler olabildiği gibi yalnızca bir bölümünde hasbıhâle yer verilen kaside örneklerinin bulunduğundan da bahseder: “Eski şairlerimizin divanlarında başlığı hasbıhal olan ve şairin kendi halini anlattığı, şikayetlerini dile getirdiği, dert yandığı manzum örneklerin bulunduğunu da söyleyelim. Bunlar da ya doğrudan ya da başka başlıklar altında verilmiş, müstakil manzumelerdir. Fuzuli’nin kasideleri arasında yer alan “Manzûme-i Hasb-i Hâl ve Sitâyiş-i Seyyid Mehmed Gazi”, Bağdatlı Rûhî Divanı’ndaki “Kasîde Der Hasb-i Hâl-i Zamâne Gofte Şud” başlıklı kasideyle, adı hasbıhâl olmamakla birlikte, anlattıkları ve üslupları itibariyle hasbıhâl diyebileceğimiz yine Rûhî’nin “Kasîde Berây-ı Letâif Gofte Şud” başlıklı iki kasidesini, Cem Sultan Dîvânı’ndaki müstakil hasbıhal diyebileceğimiz […] kasideyi ve Nâbî’nin ünlü Azliyye Kasidesi’ni bu tür manzumelere örnek olarak verebiliriz. Söz konusu bu kasidelerden ikisi hariç diğerlerinde şair kendi kendisiyle konuşmakta; dönemden, zamandan yakınmakta, başına gelenleri anlatmaktadır. […] Ayrıca söz konusu manzumeler gibi müstakil hasbıhallerin yanı sıra, yalnızca bir bölümünde –özellikle nesip bölümünde – hasbıhale yer verilmiş olan kaside örnekleri de vardır. Kısacası eski şiirimizde, ister başlı başına ister bir bölüm halinde olsun, konusu dertleşme yollu sohbet, konuşma olan kasidelerin varlığından söz etmek mümkündür. Bu dertleşme yollu sohbet, bazen beyitlerin akışı içerisinde –özellikle Nedim’in bazı kasidelerinde olduğu gibi – manzum küçük hikâye kurgusuna da dönüşebilmektedir” (Mengi 2000: 123-125). Bâkî’nin, Kânûnî’nin Nahcıvan Seferi’nden dönüşü için söylediği kasidesinde Mengi’nin yukarıda belirttiği “dertleşme yollu sohbet” beyitlerine rastladık. “Der-tehniye-i kudûm-i Sultân Süleymân Hân ez sefer-i huceste-eser” (Küçük 1994: 7) başlıklı bu kasidenin fahriye bölümünün hemen ardından gelen 19 beyitlik hasbıhâl kısmı, bizi Bâkî’nin kasidelerini farklı bir gözle okumaya sevk etti. Kasidenin söz konusu bölümünde Bâkî, Hocası Kadızâde’ye 277 Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi Süleymaniye Medreseleri’nden birinin müderrisliğinin verildiğinden, kendisinin de üç yıldır bu medresenin hücrelerinde kaldığından, bir yıldır da medresenin diğer binalarının yapımında nezaretçi olarak görev yaptığından şu sözlerle bahsederek padişahtan yardım ister: Serverâ devr-i felekden yine şekvâmuz var Tapuñâ ‘arz idelüm ruhsat olursa el-ân Muktedâ-yı ‘ulemâ Hazret-i Kâdî-zâde Ma’din-i fazl u hüner menba’-ı ‘ilm ü ‘irfân Ol zamân kim birisin medrese-i ‘âliyenüñ Eyledüñ aña kemâl-i keremüñden ihsân Bu tarîkuñ nice yıl künc-i medârisde yatup Elemin çekmiş iken her birümüz nice zamân Şeref-i hidmetine yüz süre geldük gûyâ Cûylar kim olalar tâlib-i bahr-i ‘ummân ‘Arsa-i bahse girüp cevherümüz ‘arz itdük Tîgveş her birümüz şimdi kalupdur ‘uryân Zillet ü mihnet ile şimdi tamâm üç yıldur Yaturuz zâviye-i hücrede bî-nâm u nişân İrdiler pâye-i a’lâya ser-â-ser emsâl Buldılar mertebe-i ‘âliye cümle akrân Ne revâdur fuzalâ kala kıbâb altında Kim görüpdür k’ola deryâyı habâb içre nihân Mihnet-i fakr belâ gayret-i akrân müşkil Fukarâ bendelerüñ arada deng ü hayrân Bir yıl emrüñle binâ hidmetine nâzır olup Gördük ol maslahat-ı hayrı bi-kadri’1-imkân Bu fakîr anda turup hidmete meşgûl oldum İtmeyüp zerrece sa’yinde kusûr u noksân Hâsılı cûd u kerem vakti irişdi şimdi Lutfuña nâzıruz ey Pâdişeh-i ‘âli-şân Sûz-ı dilden bu kadar yanmaz idüm hidmetüñe Câna kâr eylemese âteş-i dâg-ı hirmân Merhamet mevsimi ihsân demidür sultânum Lutf kıl her ne ise devletüñe lâyık olan 278 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Bezl ile az ola mı ni’met-i cûd u keremüñ Yimeden eksile mi h˘ân-ı Halîlü’r-Rahmân Serverâ tevsen-i eyyâm katı ser-keşdür Aña lutf eyle iñen eyleme irhâ-yı ‘inân Emr-i ‘âlî yine dergâh-ı mu’allâñuñdur Hele biz eyleyelüm vâki’-i ahvâli beyân Zehre-i çûn u çirâ kimsede yokdur hâşâ Südde-i devletüñüñdür yine bâkî fermân1 (Küçük 2011: 8-9) Bâkî’nin hayatının ilk dönemlerine ilişkin bilgilere ulaşabildiğimiz bu beyitlerden başka divanındaki sekiz kasidenin içerisinde de buna benzer hasbıhâl beyitlerine rastlanmaktadır. Bu kasidelerin kimlere yazıldığı belirlenip kronolojik olarak sıralandığında Bâkî’nin hayatının önemli noktalarına ışık tuttuğu görülmektedir. Bu nedenle çalışmamızda tespit ettiğimiz hasbıhâl konulu beyitleri dört padişah dönemini yaşayan, bir cihan devletinin en üst kademelerinde inişli çıkışlı bir hayat süren Bâkî’nin hayatıyla2 birlikte vermeyi uygun gördük. II. 933 yılında İstanbul’da doğan Bâkî, fakir bir ailenin çocuğu olmasına rağmen zekâsı, yeteneği ve okuma isteğiyle medrese öğreniminde ilerler, devrin tanınmış müderrisleri Karamanlı Ahmed ve Mehmed Efendilerden ders okur. Genç yaşta şiir yazmaya başlar. Yukarıda hasbıhâl beyitlerini verdiğimiz kaside şairin kendisini Kanuni’ye tanıttığı, padişahın ikram ve ihsanını gördüğü ilk kasidedir. Bâkî bu kasideyi sunduğu dönemlerde Halep kadılığına gönderilen hocası Kadızâde’yle birlikte Halep’e gider ve orada dört yıl kalır. Bu dönemde yazarak Halep Beylerbeyi Kubad Paşa’ya sunduğu kasidenin medhiye bölümünün ardından gelen on iki beyit de hasbıhâl özellikleri taşımaktadır. Bu beyitlerde Bâkî, felekten ve kaderinden 1 Ey padişahım feleğin dönüşünden şikâyetimiz vardır. İzin verirseniz bunu sizin katınıza arz edelim. Büyük medreselerden (Süleymaniye Medreseleri) birini cömertliğinden âlimlerin kendisine uyduğu, fazilet ve hünerin kaynağı, ilim ve irfanın pınarı Hazret-i Kadızâde’ye ihsan ettin. Bu yolda uzun zaman medrese köşelerinde yatıp sıkıntı çektik. Şimdi de engin denizleri arayan ırmaklar gibi hizmetinin şerefine yüz sürerek geldik. Söz meydanına girip cevherlerimizi sunduk. Şimdi hepimiz kılıç gibi çıplak kaldık. Üç yıldır çeşitli eziyet ve sıkıntılar çekerek adımız sanımız kalmadan hücre köşesinde yatıyoruz. Emsallerimiz yüksek rütbelere ulaştılar, akranlarımız yüce mertebelere çıktılar. Oysa deryanın su kabarcığı içinde saklandığının görülmediği gibi faziletlilerin kubbeler altında kalması da uygun değildir. Fakirlik sıkıntısı bela ve akranların çekemezliği müşkil ve bunların arasında kalan kulların sersemlemiş durumdadır. Bir yıl emrinde bina hizmetine bakıp o hayırlı işi mümkün olduğunca yaptık. Ben fakir de orada eksiksiz, kusursuz çalışarak hizmet ettim. Artık cömertlik ve kerem vakti geldi. Ey şanlı padişah lutfunu bekliyoruz. Mahrumluk yarasının ateşi canımı etkilemeseydi gönül ateşinden hizmetine bu kadar yanmazdım. Ey sultanım merhamet mevsimi, ihsan zamanıdır. Devletine lâyık şekilde lutfet. Yemekle Halil İbrahim sofrasının eksilmediği gibi saçmakla da cömertlik ve kerem nimetin azalmaz. Ey şahım, günlerin atı çok itaatsizdir, ona lütfet ve bu atın dizginlerini çok gevşetme. Biz sadece durumumuzu anlattık, yüce emir senin dergâhındandır. Neden niçin soruları sorma cesareti kimsede yoktur. Ferman senin yüce katındandır. 2 Bâkî’nin hayatı hakkındaki bilgilerin yazımında şu kaynaklar kullanılmıştır: Ergun 1935, İpekten 2004, Pala 2001. 279 Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi şikâyet eder ve Kubad Paşa gibi halkın derdine derman olabilecek imkânları elinde bulunduran, cömert bir insanın kendisine yardım etmesini ister: Şu câmı sundı baña serverâ bu sâkî-i dehr Şarâbı zehr ile âlûde dârû-yı kattâl Şarâb-ı hayret ile şöyle mest ü medhûşam Ne dest-i ‘akla tasarruf ne pây-ı fikre mecâl Hemîşe san’at u pîşem dem-â-dem endîşem Özümle bahs u cedel yılduzumla ceng ü cidâl Kemend-i ‘acz ile olmazdı dest ü pâ beste Bu bendi geçmese baña zamâne-i muhtâl Elüñdedür çü bu gün hall-i müşkilât-ı enâm Enâmil-i keremüñ kıl bu ‘ukdeye hallâl Sehâb-ı mekremet ü menba’-ı mürüvvetsin Nem-i sehâñ ile ser-sebz gülşen-i âmâl Bu gülşen içre seni serv-i ser-firâz görüp Su gibi ayaguna akdı hâtır-ı meyyâl Sezâ-yı merhamet ü müstahakk-ı ‘âtıfetem Nevâl-i fazluñ idersen mahallidür ifzâl Boyandı kanlu yaşum silmedin elüm ale Ayakda kaldum eyâ ma’din-i kerem elüm al Tapuña yüz süre geldüm safâ-yı hâtır ile Zülâl gibi beni gülsitân-ı lutfuña sal Dilümde şekker-i şükr-i fevâzıl-ı keremüñ Tapuña arz ide geldüm ne ise mâ-fi’1-bâl3 (Küçük 2011: 38-39) Bu beyitler, henüz 28-29 yaşlarında olan ve cemiyette tutunmaya çalışan bir şairin hâmî arayışını da göstermektedir. Nitekim dört yılın sonunda İstanbul’a dönerken Konya’da tanıştığı dönemin şeyhülislamı Ebussuûd Efendi’nin oğlundan babasına hitaben tavsiye mektubu alması ve bu mektubu bir kasideyle şeyhülislama sunması da 3 280 Ey Paşa, bu dünya sakisi bana şarabı zehre bulaşmış çok öldürücü bir ilaç olan şu kadehi sundu. Hayret şarabı ile o kadar sarhoşum ki ne aklımın elini kullanabiliyorum, ne de fikrimin ayağında mecal var. Her zaman tek düşüncem, sanatım, mesleğim, kendimle iddialaşma, çekişme ve yıldızımla savaştır. [.?.] bugün insanların müşküllerini çözmek senin elindedir. Cömert parmaklarını bu düğümün çözücüsü eyle. Cömertlik bulutu ve iyilikseverlik kaynağısın. Cömertliğinin nemiyle dilekler bahçesi baştan başa yeşerir. Hatırım, bu bahçe içerisinde senin uzun bir servi olduğunu görüp su gibi ayağına aktı. Merhamete ve iyiliğe lâyığım, lutfunu bahşedersen tam yeridir. Kanlı gözyaşımla elim ala boyandı ama silmedin. Ey cömertlik madeni, ayakta kaldım elimi tut. Gönlümün saflığıyla huzuruna yüz sürmeye geldim, tatlı su gibi beni ihsanının gül bahçesine sal. Yüce faziletlerinin şükrünün şekeri dilimde/ gönlümde olduğu halde yüreğimde ne varsa katına böylece arz ettim F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. bu arayışın bir sonucudur. Dîvânında yirmi birinci sırada olan bu kasidenin mehdiye bölümünün sonunda şair, şeyhülislamın kendisini ihmal etmemesini ister ve onun övgüsünü en iyi kendisinin yaptığını söyleyerek sanatlı bir şekilde fahriyeye geçer. Kemîne-bende-i dîrînenem hudâvendâ Bu bende cânibini lutfuñ itmesün ihmâl (Küçük 2011: 41) Bâkî, fahriyeden sonra gelen aşağıdaki beyitlerde ise talihinden şikâyet ederek içinde bulunduğu durumu anlatır. Ardından isteğinin ne olduğunun anlaşıldığını söyleyerek duaya başlaması gerektiğini işaret eder: Velîkin âyine-i tab’-ı safvet-âyînüñ Bu rûzgârda var sûretinde gerd-i melâl Fezâ-yı fakr u felâketde savlecân-ı kazâ Getürdi gûy-sıfat döne döne başuma hâl Hemîşe nergis-i ikbâl u baht hvâb-âlûd Hemîşe turra-i tâli’ müşevveşü’l-ahvâl Nigîn-i baht u sivâr-ı sa’âdet elde degül Ayakda kodı zamâne niteki zer halhâl Hezâr-bâr belâ pûtesinde kâl oldum Henûz âteş-i mihnetde yok halâsa mecâl Du’â-yı devletine kıl ‘azîmet ey Bâkî Murâd neydügi ma’lûm zâhir oldı me’âl4 (Küçük 2011: 41) Bâkî, bu ve benzeri kasidelerle devrin büyükleriyle dostluk kurmaya başlar. Sadrazam Semiz Ali Paşa’ya sunduğu” Bahâriyesi” ve “Hâtem” redifli kasidesiyle sadrazamın beğenisini kazanır ve danişment olur. Şiirleri padişaha kadar ulaşır ve padişah tarafından önce Silivri Medresesinde ardından da Mahmud Paşa Medresesinde müderris olarak görevlendirilir. Bu ani yükseliş rakiplerinin tepkisini çekse de Bâkî, sarayda şiir sohbetlerinde bulunduğu, hükümdarla karşılıklı olarak nazireleştiği rahat ve mutlu bir devir yaşar. Kânûnî’nin ölümüyle hem korumasız hem de düşmanlarıyla karşı karşıya kalan şair, ünlü mersiyesinde yeni padişaha da bir bend ayırmayı ihmal etmez. Ancak bunlar yeterli olmaz ve düşmanlarının kötülüğüne uğrayıp görevinden alınır. Üç yıl görevinden uzak kalan Bâkî’nin bu dönemde yaşadığı sıkıntının izlerine Sultan Selim’in hocası Birgili Atâullah Efendi’ye sunduğu kasidelerdeki hasbıhâl beyitlerinde rastlanır. Bâkî Divanı’nda yirmi iki numaralı ve 4 “Bu zamanda temiz yaratılışımın aynasının yüzünde üzüntü tozları var. Fakirlik ve felaket göğünde kaza sopası sıkıntıyı başıma top gibi attı. Baht ve ikbal nergisi devamlı uyumakta, talihin ise saçı başı dağınık. Baht yüzüğü ve saadet bileziği elde yok. Zaman beni halhal gibi ayakta bıraktı. Binlerce kez bela potasında eritilmiş olsam da hâlâ sıkıntı ateşinden kurtulmaya gücüm yok. Ey Bâkî, isteğinin ne olduğu anlaşıldı, şimdi Şeyhülislam’ın devleti için duaya başla.” 281 Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi Gülşene altun varaklar zeyn idüp bâd-ı hazân Gûyiyâ zer-kûblar dükkânı oldı gülsitân (Küçük 2011: 42) matlalı kasidenin medhiye bölümünün son dört beytinde şair durumunu anlatmaktadır: Sarsar-ı gam fikrüm evrâkın perîşân eyledi Çihre-i zerdüm belâdan buldı reng-i za’ferân Cür’a-i câm-ı belâ-encâm-ı gam bî-hûş idüp ‘Âkıbet kıldı humâr-ı derd ü mihnet ser-girân Cür’aveş ayakda kodı sâkî-i devrân beni Dest-gîr ol ey emîr-i meclis-i devr-i zamân Himmetüñ şimşâdınuñ şâh-ı bülendi var iken Kanda yapsun şâh-bâz-ı tab’-ı Bâkî âşiyân5 (Küçük 2011: 43) Bu kasideden hemen sonra gelen ve yine Birgili Atâullah Efendi’ye yazılmış olan kasidenin mehdiye bölümündeki 28-31. beyitlerde de şair memdûhundan yardım dilemektedir: Ey Hˇâce-i yegâne senüñ âsitânuña Bâkî kemîne bende geçer kemterîn gulâm Hâk-i derüñ sücûdın ider bir fütâdedür Lutf eyle dest-gîri ol itsün biraz kıyâm Ser-rişte-i murâdı n’ola elde bulsa ol Habl-i metîn-i ‘ahdüñe kılmışdur i’tisâm Gerdûn-ı dûna eylemez ol ‘arz-ı ihtiyâc Tapuñ tururken eyleye mi minnet-i li’âm6 (Küçük 2011: 45-46) Bütün bu çabalarının sonunda ve Feridun Beğ’in desteğiyle üç yıllık aranın ardından önce Murad Paşa Medresesine sonra Eyüp Sultan Medresesine atanır. Bâkî, müderrislikte adım adım yükselerek 1573’te Sahn-ı Seman Medresesine müderris olur. Bu yıllar, Bâkî’nin padişahın sevgisini ve takdirini tekrar kazandığı, dönemin büyük şairlerinden sayıldığı ve saray toplantılarına katıldığı yıllardır. III. Murad döneminde de sarayla yakın ilişkisi devam eder. Padişahın cülusundan hemen sonra Süleymaniye Medresesi müderrisliğine getirilir. Ancak düşmanları yine boş durmaz ve 5 282 “Gam rüzgârı fikrimin yapraklarını dağıttı, sarı yüzüm sıkıntıyla zaferan rengini aldı. Gamın bela getiren kadehinin bir yudumu sersemleştirip sonunda dert ve sıkıntı baş ağrısıyla sarhoş etmiştir. Ey zamanın devreden meclisinin emiri, feleğin devranın sakisi beni son yudum gibi kadehte/ayakta bıraktı, sen benim elimden tut. Senin şimşir ağacı gibi olan himmetinin yüce dalı varken Bâkî’nin tabiatının doğanı nerede yuva yapsın?” 6 “Ey eşsiz Hoca, Bâkî senin eşiğine göre aciz bir kul, hakir bir köledir. Kapının toprağına yüz sürmek isteyen bir düşkündür. Lutfedip elinden tut da biraz olsun doğrulsun. Senin sözünün sağlamlığına güvendiğime göre murat ipinin ucunu elimde olmasına şaşılmaz. Alçak dünyadan bir şey istemem, senin kapın dururken cimri insanlara minnet etmem.” F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. şairin bir gazelini yalan yanlış yorumlayarak padişahın gözünden düşmesini sağlarlar. İstanbul’dan uzaklaştırılan Bâkî, önce Edirne Selimiye Medresesine müderris olarak gönderilir. Ardından Mekke Kadılığı, bir yıl sonra da Medine kadılığı verilir. Ancak bu vazifeleri sırasında görevini ihmal etmesi üzerine ve halkın şikâyetleri nedeniyle görevden alınıp İstanbul’a çağrılır. Ancak İstanbul’da kendisine görev verilmemesi sıkıntılı günler geçirmesine neden olur. Bâkî Divanı’ndaki III. Murad’a sunulan kasidenin bu sıkıntılı dönemlerde kaleme alındığını düşünmekteyiz. Kasidenin ilk sekiz beyti tegazzül özellikleri gösterir ve aşk derdinden acı çeken bir aşığın duygularını yansıtır. Dokuzuncu beyitte ise şair: Bâkıyâ çarh-ı sitemkâruñ ne cevr itdüklerin Yek-be-yek ‘arz it ki şâh-ı maèdelet-güster bile (Küçük 2011: 22) diyerek felekten çektiklerini adalet yayan padişaha tek tek anlatmak istediğini söyler. Ardından kendisi gibi büyük bir yeteneğin desteksiz bırakıldığında köreleceğini şu sözlerle anlatır: Hayli demdür hırka rehn-i hâne-i hammârdur Havfum oldur ki ola dîvân ile defter bile Korkaram çâpük-süvâr-ı ‘arsa-i ‘irfân iken Esb nâ-geh bir gice bî-cev kala ester bile7 (Küçük 2011: 22) Bâkî, sıkıntılı günlerden kurtulmak ve padişaha tekrar yaklaşabilmek için Mekke kadılığı sırasında Türkçeye çevirdiği Mekke Tarihi’ni birkaç manzumesiyle birlikte padişaha sunar. Eski dostları Ferhad Paşa, Siyâvuş Paşa ve Hoca Sadeddin Efendi’nin de vasıtasıyla İstanbul kadılığına getirilse de bir yıl olmadan görevden alınır. Bir yıl kadar açıkta bekledikten sonra yeniden İstanbul kadılığına, birkaç ay sonra da Anadolu Kazaskerliğine getirilir. İki yıl süren bu görevden sonra üç yıllık bir sıkıntı dönemi daha yaşar. 1591’de yeniden Anadolu kazaskeri, bir yıl sonra da Rumeli kazaskeri olur. Bâkî, bundan sonra tüm çabasını yükselebileceği son makam olan şeyhülislamlık için sarf eder. Ancak bir süre sonra Rumeli Kazaskerliği görevinden de alınır. Bâkî Divanı’nda on üçüncü sırada olan “‘Arz-ı hâl be-südde-i bî-misâl-i Sultân Mehemmed Hân” başlıklı kasideyi şair bu inişli çıkışlı dönemde söylemiştir. Kasidenin ilk sekiz beytinde padişaha yaşadığı hayal kırıklıklarını, içinde bulunduğu kötü durumu ve bunun suçlusu olan feleği şikâyet eder: Aldanurdum gül-bün-i ‘ömrüñ yüze güldügine ‘Ahdine tursa zamâne dönmese devrân eger Hˇâr u zâr olmazdı bülbül hâre yâr olmazdı gül ‘Aksine devr itmeyeydi günbed-i gerdân eger8 (Küçük 2011: 24) 7 “Uzun zamandır hırkam meyhanede rehin kaldı, şiirlerimi yazdığı defterimin ve divanımın da orada kalmasından ve irfan sahasında hızlı koşan atın bir gece arpasız kalacağından korkuyorum.” 8 “Eğer zamane sözünde dursaydı, devran dönmeseydi, ömrün gül dalının yüzüme güldüğüne inanır- 283 Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi Şair felekten şikâyet ettiği beyitlerinden sonra medhiyeye girizgâh yapar ve ardından gelen beyitlerde övdüğü yüce vasıflara sahip padişahın kendisine yardım etmesini bekler: Lâ-cerem bir gün zemîn-i huşk olur deryâ-yı Nîl Menba’ından yagmasa bir nice dem bârân eger Derd ü mihnet çekme dergâhında ey Bâkî yüri ‘Arz kıl bilmezse hâlüñ hazret-i sultân eger9 (Küçük 2011: 24-25) Bâkî Divanı’nda içerisinde hasbıhâl beyitleri tespit edebildiğimiz son manzume on beşinci sıradaki “Bahâriyye be-nâm-ı Sultân Mehemmed Hân-ı Gâzî” başlıklı on bir beyitlik kısa kasidedir. Kasidenin ilk altı beytinde şair tasvirî bir üslupla baharın gelişini, çiçeklerin açmasını, taze kokuların etrafa yayılmasını, kuşların ötüşünü anlatır. Ancak yedinci beyitte birden içinde bulunduğu kötü durumdan bahsetmeye başlar: Ne mümkin dest-res dâmân-ı vasl-ı yâre ey Bâkî Felek nâ-mihrbân düşmen kavî dildâr her-câyî Talup gavvâs-ı dil kaldı derûn-ı bahr-i hayretde Sanur arayı arayı bulam ol dürr-i yek-tâyı10 (Küçük 2011: 28) Ardından gelen beyitte ise şair kendisinin değerinin bilinmemesinden yakınır: Sözin lü’lû-yı lâlâdan zamâne tutdı zî-kıymet Neden şâh-ı cihân bî-kıymet eyler böyle lâlâyı11 (Küçük 2011: 28) Kaside bir medhiye ve bir dua beytiyle son bulur. Bâkî bu kasidesinde nesipteki renkli, canlı, mutluluk veren bahar tasviriyle içinde bulunduğu kasvetli durumu çarpıcı bir tezat oluşturacak şekilde bir araya getirmiş ve yardım beklentisiyle padişaha sunmuştur. Ancak bu çabaları şeyhülislam olmasına yetmemiş ve amacına ulaşamadan vefat etmiştir. III. Bâki’nin tevhid, münacat ya da na’t bulunmayan divanının kasideleri bütün olarak incelendiğinde şairin her kasidesini, yükselmek istediği makamlara ulaşmak için sunduğu görülür. İçinde hasbıhâl beyti bulunmayan kasidelerin kimlere sunulduğuna dikkat edilirse, şairin hayatının dönüm noktalarında etkili olan isimlerle karşılaşılacaktır. Bunlar konumuzun dışında olduğu için onlara ayrıca değinmedik. dım. Bu dönen kubbe eğer tersine dönmeseydi, bülbül alçalmış ve düşkün, gül de dikene yar olmazdı.” “Şüphesiz kaynağına bir süre yağmur yağmazsa Nil nehri kuru bir zemine döner. Ey Bâkî, evinde sıkıntı çekip durma, eğer sultan hazretleri senin halini bilmiyorsa git ve halini arz et.” 10 “Ey Bâkî sevgiliye kavuşma eteğine ulaşmak mümkün değil, feleğin acımasız, düşmanın güçlü, sevgilinin ise kararsız. Dalgıç gönlüm hayret denizine dalıp kalmıştır. O, tek olan, kıymetli inciyi arayarak bulacağını sanıyor.” 11 “Zamane bu şairin sözünü parlak inciden daha değersiz gördü. Cihan padişahı neden böyle bir lalaya, büyüğe değer vermez” 9 284 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Bâkî’nin içerisinde hasbıhâl beyitleri olduğunu tespit ettiğimiz sekiz kasidesi vardır. Kasideler içerisindeki hasbıhâl beyitlerinin sayı olarak dağılımı ve kasidenin içerisinde yer aldıklarını bölümler şöyledir: Kasidenin Sunulduğu Kişi Hasbıhâl Beyitlerinin Sayısı Kaside İçerisinde Bulunduğu Yer Kanuni Sultan Süleyman 19 Fahriyeden sonra Kubad Paşa 11 Medhiye ile fahriyenin arasında Ebussuûd Efendi 7 Medhiye ile fahriyenin arasında Birgili Atâullah Efendi 4 Medhiye ile fahriyenin arasında Birgili Atâullah Efendi 4 Medhiyenin içinde III. Murad 3 Tegazzül ile medhiyenin arasında III. Mehmed 4 Kasidenin başından medhiyeye kadar III. Mehmed 3 Nesipten sonra Prof. Dr. Mine Mengi “Kaside Nesiplerindeki Hasbıhâller Üzerine” (Mengi 2000: 122138) yaptığı çalışmasında karşılıklı konuşma ya da iç monolog şeklinde söylenen ve şairin kendi duygu düşünce dünyasını öne çıkaran beyitlerin çoğunlukla nesip bölümünde yer aldığını; “Söz konusu ettiğimiz kaside nesiplerindeki hasbıhaller, şair (ben) merkezli oluşları dikkate alındığında, eski şiirimizin kaside geleneğinde Nef’î’yle birlikte önem kazanmış olan fahriye bölümünün ön plana çıkarılışının başka bir tezahürü olarak değerlendirilebilir. Bu durumda verdiğimiz örneklerin bazılarında da görüldüğü gibi, şair fahriyeyi nesibe taşımış; nesip bölümünün yerini fahriye almıştır. Böylece şair, öveceği kişiden önce kendini övmüş, yani kendini övmeyi ön plana koymuştur. Tefahhur nedeni ise övülen devlet büyüğünün sıradan bir şair tarafından övülmediğini yani övgünün övülenin şanına yaraşır olarak usta, ünlü bir şair tarafından yapıldığını vurgulamak biçiminde gösterilir” (Mengi 2000: 137). bu sözlerle belirtmişse de Bâkî’nin kasidelerindeki hasbıhâl beyitlerinin hiçbiri nesipte yer almaz. Hasbıhâl nitelikli ifadeler, on bir beyitlik kısa kasidede nesipten, üç kasidede medhiyeden sonra, iki kasidede ise medhiyeden önce gelmektedir. Beyitlerin bu şekilde yerleşmesi muhtemelen kasidelerin sunulma nedenlerinden kaynaklanmaktadır. Şair memduhunu övdükten sonra dileğini söylemeyi uygun görmüş ve ardından memduhunun lütfuna layık olduğunu göstermek ister şekilde kendisini 285 Bâkî’nin Hayatını Kasidelerindeki Hasbıhâl Beyitlerinden Okuma Denemesi övmüştür. İçerisinde hasbıhâl beyitlerinin bulunduğu bu kasideleri de bir makam elde etmek ve kaybettiği bir makamı kazanmak için kendisine yardımcı olabilecek kişilere sunmuştur. Sonuç olarak, incelediğimiz sekiz kasidede karşımıza, içinde yükselme hırsı taşıyan ve istediğine ulaşabilmek için sanatını da kullanan bir Bâkî çıkmaktadır. KAYNAKLAR Ayverdi, İlhan (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük. İstanbul: Kubbealtı Yay. Batislam, Hanife Dilek (2003). Hasbıhâl-i Sâfî İnceleme-Metin-Tıpkıbasım. İstanbul: Kitabevi Yay. Çavuşoğlu, Mehmed (1986). Kaside. Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri). 415-416417, 17-77. Ergun, Sadedin Nüzhet (1935). Bakî Hayatı ve Şiirleri. C.1. İstanbul: Sûhulet Kitab Yurdu. Gökalp, Halûk (2009). Divan Şiirinde Hasb-i Hâller ve Mûyî’nin Nâlân u Handân’ı. Adana: Karahan Kitabevi. İpekten, Halûk (2004). Bâki -Hayatı Sanatı Eserleri-. Ankara: Akçağ Yay. Küçük, Sabahattin (1994). Bâkî Dîvânı Tenkitli Basım. Ankara: TDK Yay. Küçük, Sabahattin. Bâkî Dîvânı. http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-75644/baki-divani. html (Son erişim tarihi: 30.01.2011) Levend, Agâh Sırrı (1988). Türk Edebiyatı Tarihi. C.1. Ankara: TTK Yay. Mengi, Mine (2000). Kaside Nesiplerindeki Hasbıhâller Üzerine. Divan Şiiri Yazıları (s. 122138). Ankara: Akçağ Yay. Pala, İskender (2001). Bâki. İstanbul: Timaş Yay. Tanpınar, Ahmed Hamdi (2005). Fuzulî ve Bâkî. Edebiyat Üzerine Makaleler (s. 151-154). İstanbul: Dergah Yay. 286 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye Arş. Gör. Aslı GÜRSOY N * ÖZET ev’î-zâde Atâyî XVII. mesnevi şairlerindendir. Hamse sahibidir. Şairin 1626 yılında, Nizamî-i Gencevî’nin “Heft Peyker” mesnevisine nazire olarak meydana getirdiği “Heft Hân”, hamsesindeki mesnevilerden bir tanesidir. Mesnevi içerisinde yedi hikâye bulunmaktadır. Biz çalışmamızda, bu hikâyelerden biri olan “Der Efsâne Güften-i La’lî-i Suhandân” başlıklı hikâyeyi çeşitli yönlerden ele almaya çalışacağız. Anahtar Kelimeler: hamse, Heft Hân… Nev’î-zâde Atâyî, mesnevi, A Story From The Masnavi Heft Hân Of Nev’î-Zâde Atâyî ABSTRACT Nev’î-zâde Atâyî is a masnavi poet from 17th century. He has a khamsa. “Heft Hân” written by poet on 1626 which is a comparison to Nizâmî-i Gencevî’s masnavi “Heft Peyker” is one of his masnavis in khamsa.. There are seven stories in “Heft Hân”. In our study, we will * Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü / ANKARA [email protected] 287 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye handle one of the stories which is named as “Der Efsâne Güften-i La’lî-i Sühandân” from several aspects. Key words: Nev’î-zâde Atâyî, masnavi, khamsa, Heft Hân… GİRİŞ Ölümü 1635 yılına rastlayan ve XVII. yüzyılın mesnevi şairi olarak bilinen Nev›îzâde Atâyî İstanbul doğumlu bir Osmanlı bilginidir.1 Değişik konularda yazdığı manzum ve mensur pek çok eseri bulunmaktadır. Bunlardan; divân ve hamse manzum, “Hadâiku’l-hakâik fî tekmiletü’ş- Şekâik” adlı eseri de mensur olarak en tanınmış eserleridir. Çalışma konumuz olan hikâye Atâyî’nin hamsesindeki mesnevilerden biri olan “Heft Hân”ın içinde yer alan yedi hikâyeden (bölümden) beşincisi olup “Der Efsâne Güften-i La’lî-i Suhandân”2 başlığını taşımaktadır. “Heft Hân” şairin, Nizâmî-i Gencevî’ nin “Heft Peyker” isimli eserine yaptığı bir nazire olarak vücuda getirilmiştir. Vezni, mesnevî yazmaya çok elverişli olan, hafîf bahrinin “fâ’ilâtün mefâ’ilün fâ’ilün” kalıbıdır. 1626 yılında yazılmıştır. Mesnevi içerisindeki hikâyeler klasik mesnevî tertibine uymaktadır. Hikâyelerin her biri farklı birer meclistir ve farklı bir anlatıcı eşliğinde sunulur. Ele alacağımız hikâye, La‘lî adlı anlatıcı tarafından, kırmızı renkli şafak vaktinde anlatılmakta ve 256 beyitten oluşmaktadır. Çalışmamız sırasında Prof. Dr. Turgut Karacan’ın doktora tezinde hazırlayıp bastırdığı metinden yararlanacağız.3 I. İÇERİK I.a. Özet: Rey şehrinde, Mecnûn ve Vâmık’a halife sayılabilecek Abdullah isimli bir âşık vardır. Lakabı Şûh’tur. Şarabı asla terk edemeyen, rind yaradılışlı biridir. Bir gün pazar yerinde, gönlünü vermek istediği bir dilber ararken, birden şah kafilesiyle birlikte gelir. Şûh gönlünü, şahın yanındaki dilber Şâtır’a kaptırır. O günden sonra başını taştan taşa vurarak çöllerde gezer. Şâtır’ın lakabı Gonca’dır. Güzelliği Kur’an sayfaları gibidir. Şûh, içindeki aşk acısına dayanamayarak saraya gider. Şâtır’ı göremese de onun bulunduğu yerde olmak ister. Şâtır, sevgilinin âhıyla hastalanmıştır. Çare yalnız, aşığın doğrulukta ettiği duadadır. Şûh, cama geldiğinde Şâtır da oradadır. Şâtır, camdan yüzünü gösterir. Şûh’un meyli rakipler tarafından anlaşılınca, Şûh darbelerle oradan sürülür. Sonunda durum şahın kulağına da ulaşır. Şah bunu işittikten sonra onun Rey’den uzak tutulmasını emreder. Haluk İpekten , “Atâî, Nevèîzâde”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1991, C. 4, s. 41. Turgut Karacan, Nev’î-zâde Atâyî, Heft Hvân Mesnevisi (İnceleme-Metin), Sevinç Matbaası, Ankara, 1974, s. 269-291. 3 Bknz. Turgut Karacan, Nev’î-zâde Atâyî, Heft Hvân Mesnevisi (İnceleme-Metin), Sevinç Matbaası, Ankara, 1974. 1 2 288 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Bu sıralarda Isfahan’da adaletli bir padişahın olduğu bilinir. Şûh, bu padişahın namını duyar ve derdine ancak onun çare olacağını düşünür. Şahın huzuruna varır ve halini arz eder. Şah ile birlikte Rey şahına mektup yazarlar. Mektupta, Şâtır’ın Isfahan’a gönderilmesini istediklerini yazarlar. Eğer reddedilirse sonucun savaş olacağını bildirirler. Kısa bir zaman sonra haberci Rey şehrine ulaşır. Şah mektubu okuyunca sinirden köpürür. Savaş haberinin Isfahan şahına iletilmesini tembihler. İki ordu kıran kırana savaşırlar. Savaş esnasında cefakâr Şûh, dua etmeye başlar. Âşığın duası hemen tesir eder ve Rey şahı düşmanlığı bozar. Şâtır onun durmadan dua ettiğine şahit olur ve kendisine olan sadakatini anlar. Atlasını çıkarıp, hırkasını giyer. Sonunda Şûh ve Şâtır gönül mutluluğu ile Ka‘be yolunu tutarlar. Dünya nimetlerinden arınırlar ve en sonunda toprak olurlar. I.b. Muhteva: Hikâyede asıl konu, realist bir aşk hikâyesidir. Olay basit bir şekilde kurgulanmıştır. Karmaşık durum ve kişilere yer verilmez. Hikâyede, âşıkların aralarına saldırgan kişi sebebiyle önce ayrılık girer, sonra bir yardımcı kahraman yardımıyla kavuşup sonunda da ölürler. Atâyî’nin bu hikâyesinin içeriği, yalnızca bir halk hikâyesi özelliği göstermemekle birlikte, mahallî özellikler taşımasından da kaynaklı olarak, halk hikâyelerine ait unsurlar barındırmaktadır. Halk hikâyelerini meydana getiren temel unsurlar olan doğaüstü olaylar, cinler, periler, devler, pirler bu hikâyede yer almaz ancak onun yerine doğaüstü özellik taşımayan karakterlerde ve hikâyenin ilerleyişinde biz, onlara ait davranışlar, yerler ve özellikler buluruz. Hikâyenin başlangıcı ve sonu tam olarak bir halk hikâyesi mahiyetindedir. Başlangıç cümleleri kısadır. Hemen konuya girilir. Bir iki beyti geçmez. Bu durum, Atâyî’nin hamsesini oluşturan “Heft Hân” mesnevisinin diğer hikâyelerinde de bu şekildedir.4 Eserin sonunda kahramanların yola girerek, dünyanın nimetlerinden temizlenerek, duyulmamış sırları duymaları ve adeta tek bir vücut olmaları dinî-tasavvufî unsurlardır. Atâyî, mesnevilerinin sonunda genellikle bu sonu tercih etmiştir.5 Ancak bu onun eserlerinin tasavvufî mahiyette olduğu anlamına gelmez. Bu öğeler kullanılarak, olay tek bir vücuda, birliğe erdirilip, sonu hakikî aşka bağlanır. I.c. Zaman: Hikâyede nesnel zaman belli değildir. Daha çok “olay zamanı” kullanılarak anlatım yapılmıştır. Yani belli bir tarih söz konusu olamaz. Masalsı bir eda ile “Var idi şehr-i Reyde bir âşık…” şeklinde hikâyeye başlanır. Olaylar zaman sırasında anlatılırken “özetleme” yolu tercih edilmiştir. Yani anlatılacaklar, zaman sırasına göre tüm geçen dakikaları aktarmayla ya da zamanda bir ileri bir geri giderek anlatmayla değil, oluş sırası göz önüne alınarak, önemli olan olayları anlatma ve önemli olanda ayrıntıya girme şeklinde verilmiştir. 4 5 Turgut Karacan , a.g.e., s. 42-43. Turgut Karacan, a.g.e., , s. 48. 289 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye I.d. Mekân: Tanzimat öncesi türlerde mekâna önem verilmemesine rağmen, bizce bu tür realist hikâyelerde mekân önemli bir unsurdur. Örneğin, Şûh’un Şâtır’ı pazarda görüp âşık olmasında pazar yeri önemli bir unsurdur. Çünkü birbirlerini görebilmeleri için yaratılabilecek sayılı ortamlardan birisidir. Veya yine aynı işlevle; cam ve pencere görüş sağlaması açısından önemlidir. I.d.a. Somut Mekânlar: Şehr-i Rey, kûy-ı bâzâr, yol, semt-i sahrâ, pîş-i sarây, kasr, şeh-nişîn, tâk, kafes, câm, bâğ, deşt, kuhsâr, Isfahân, pîş-i der-gâh, püşte, semt-i mahbûb, mülk-i ‘âlem-i cân, Ka‘ be. I.d.b. Soyut Mekânlar: Hikâye realist bir hikâye olduğundan, soyut mekânları görememekteyiz. Olayların hepsi somut ve gerçekte var olan yer ve diyarlarda geçer. Bu mekânlar, daha çok doğaüstü kişiler ve olayların olduğu masalsı hikâyelerde ve destanlarda görülür. I.e. Bakış Açısı ve Anlatıcı: Anlatıcı, anlatıma bağlı olan türlerde sıklıkla yer alır. Yazılı olmayıp, sözel yolla aktarılan hikâyeler, destanlar, masallar döneminde, olayı üçüncü bir kişinin anlatması durumu vardı. Anlatıma dayalı olan bu türlerdeki anlatıcı, toplumdaki değişimlere paralel olarak değişiklikler gösterir, yavaş yavaş üçüncü şahıslıktan, birinciliğe doğru geçiş yapar. Şairin veya yazarın, toplumu ve insanı anlatma konusundaki tercihleri, “anlatıcı”nın işlevini de tayin eder.6 Bizim hikâyemizde, anlatıcı “ilâhî” anlatıcıdır. Bu, destandan gelen bir kök olmasına rağmen, diğer türlere de aktarılmıştır. Destan türünde anlatıcı, hiçbir şekilde kendisini gizlemez ve düşüncelerini kendi üslubuyla aktarır.7 Hep ön plandadır. Anlatıcının bu yapısı, “ilâhî”likten (o anlatıcı), “beşerî”liğe (ben anlatıcı) doğru kayacağı roman türüne kadar devam etmektedir.8 Hikâyenin bir anlatıcısı vardır ve anlatıcının ismi başlıkta verilir. Hikâye, La‘lî tarafından anlatılmaktadır. Şair kendi anlatısını, La‘lî’nin diline verir ve onun kimliğinde anlatır. La‘lî’ nin ismi başka bir yerde tekrar geçmez. Asıl anlatıcı şairin kendisidir. O tanrısal bir kudretle, hikâyedeki tüm kişilere hâkimdir. Olayları yönlendirir ve biçimlendirir. Hikâye çok az istisnası olmakla beraber hâkim bakış açısı kullanılarak anlatılmıştır. “Tanrısal konumlu gözlemci anlatıcı” da diyebileceğimiz, hâkim bakış açısı kullanılarak anlatılan hikâye, bu anlatıcı türünün özelliği olarak III. tekil kişi ile anlatılır. Anlatıcı, hikâyedeki her şeyi görür, her şeyi bilir ve herkesi tanır. Olaylara hâkimdir ve objektiftir. Anlatıcı, iyi ve kötüsüyle birlikte her şeyi gördüğü gibi aktarır:9 290 6 7 8 9 Mehmet Tekin, Roman Sanatı, Ötüken yay., İstanbul, 2001, s.18. Rene Wellek-Austin Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, KTB yay., Ankara, 1983, s.307. Mehmet Tekin, Roman Sanatı, Ötüken yay., İstanbul, 2001, s.20.x Ayrıntılı bilgi için bknz. Nurullah Çetin, Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara, 2004. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Var idi şehr-i Reyde bir ‘âşık Nakd-i Mecnûn halîfe-i Vâmık (Karacan, 1974: 269) I.f. Şahıs Kadrosu: Destansı mahiyet taşıyan eserlerde ve Tanzimat’a kadar bu kurguda yazılan eserlerde, şahıs kadrosu tiplerden oluşur. Onların belli özellikleri vardır. Eğer eser bir destansa alp tip- velî tipi ve eğer bizde olduğu gibi eser aşk odaklı halk hikâyesi veyahut mesnevî ise o zaman da “âşık tipi” vazgeçilmez tiptir. Bu tipin sınırları bellidir. Bu sınırları çoğunlukla aşmaz. Onu diğer âşık tiplerinden ayıran belki çok ufak farklar vardır. İslamiyet’ ten sonraki Türk edebiyatında sosyal yönleri ağır basan gazi ve veli tipi yanında, âşık tipi de önemli yer tutar. 10 Âşık tipi dünyevi bir hayatla ilişkide olduğu gibi, dini görüşten etkilenerek, dini bir yönde kazanmıştır. Hikâyenin şahıs kadrosu çok geniş değildir. İki kahramanlı aşk hikâyelerinin genelinde olduğu gibi, bu hikâyede de asıl olay iki kişi üzerinden verilmektedir. Yer verilen diğer karakterler, hikâyedeki kurguyu uygulamaya olanak verir. I.f.a. Birinci Dereceden Şahıslar: 1. Şûh (Abdullah): Hikâyedeki başkahramandır. Şair onu bize Mecnûn ve Vâmık’ ın varisi olarak tanıtır. Rind bir âşıktır. Rindlik dîvân şiirinde önemli bir unsurdur. Âşığın mazmunudur. Kahramanımızın sahip olduğu bu tip, eski şiirimizin vazgeçilmez tiplerindendir.11 Her daim sarhoştur ve hep acı çekmektedir. En büyük dileği gönlünü bir güzele vermektir ve bir gün Şâtır’ı görüp gönlünü ona kaptırır. Doğru ve dürüst bir karakteri vardır. Sadık bir âşıktır. Tıpkı Mecnûn gibi iyileşmekten çok acı çekmek ve derbeder olmak isteyen bir aşk hastasıdır.12 Ancak yalnız aşkı yaşama yönünden benzerlik arz ederler Mecnun ile Şûh. Şûh’un aşkı Mecnun kadar beşeriyeti aşmış bir aşk değil, daha dünyevî nitelikte bir aşktır. Diğer bir aşk hikâyesi kahramanı olan kerem, sevgilisinin peşine düşme ve ona ulaşmaya çalışmaya gayret etmesi yönünden Şûh ile örtüşür ve Mecnun’dan ayrılır. Evet, Şûh da âşık olduktan sonra çöllere düşer ancak bu Mecnun kadar uzun soluklu değildir. Şûh sonra tekrar hemen işe koyulur, çare aramaya başlar. Şâtır’ ı tekrar görmek ister, elde etmek ister. Bunun için çabalar. Teknik olarak, Şûh’un en önemli özelliği bir “ilkörnek”’i temsil etmesidir. Bir arketipi vardır: Mecnûn. Sevgisi ve sevgilisi uğruna çöllere düşen ve beşerî aşktan ilâhî aşka geçen Mecnûn, bizim tipimizin ilk modelini teşkil eder. Yalnız bizim tipimiz, Mecnun kadar eski Türk kültürüne aykırı bir tip teşkil etmez. O daha sıyrılmış ve törpülenmiş özellikleri taşıyan bir tiptir. 10 Ayrıntılı bilgi için bknz. Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 3: Tip Tahlilleri, Ankara, 1985. 11 Hasan Aktaş, Çağdaş Türk Şiirinde Tip ve Karakterler, Yort Savul yayınları, Edirne, 2006. 12 Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 3: Tip Tahlilleri, Dergah yay., 1985, s. 144. 291 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye 2. Şâtır (Gonca): Hikâyenin kadın kahramanıdır. Şûh’ un gönlünü kaptırdığı dilberdir. Fidan boyludur ve eşsiz bir güzelliktedir. Nazlıdır ve bu nazıyla Şûh’a acı çektirir. Şâtır’ ın en önemli özelliği naz yapmasıdır. Bu eski Türk şiirinde sevgilinin vazgeçilmez unsurudur. Diğer bir tanesi de aşığa acı ve ızdırap vermesidir. Önce gamzesiyle aşığın gönlünü gasp eder, sonra da nazıyla aşığı yaralar. O da Şûh’u görüp ilgi duyar ama naz araya girer. Aslında divan şiirinin vazgeçilmez sevgili tipi ile Şâtır’ ın sergilediği tip farklılıklar gösterir. Şöyle ki Şâtır, divan şiirinde tanık olduklarımız kadar fazla cefa çektirmez aşığına. O da acı çeker, hastalanır. Rakibin çektirdiği acı bazen daha fazladır sevgilinin cevrinden ve cefasından. Âşık çekmek istediği cefayı kendisi çeker, kendi kendine eziyet eder. Cevreder, acı çektirir ancak bunlar aynı zamanda feleğin de bir oyunudur. Şâtır, Şûh’ un sevgisini fark ettikten sonra ona yüzünü gösterir ve adeta “kafeste inleyen bir bülbül” edasıyla arz-ı didar eder. Sonra da güzelliğinin gereği olarak, Şûh’ unda meylini fark eder ve naz yapmaya başlar. Tüm olayların sonunda da Şûh’ u esir alır, dağlarda sürükleyerek tenhaya götürür. Aşığın doğruluğu ve dürüstlüğünü öne sürerek kendi meylini de gösterir. Elini öper ve bir daha hiç ayrılmak istemediğini söyler. Böylece kavuşmuş olurlar. Görüldüğü gibi, burada kavuşmanın temelini atan Şûh ise de, kavuşma işini tam anlamıyla gerçekleştiren bizzat Şâtır’ ın kendisi olmuştur. 3. Rey Şahı: Hikâyede şahın kişiliği çok belirgin çizgilerle çizilmemiştir. Yalnız, Şûh’ un ağzından onun adaletli bir şâh olduğunu da öğreniriz: Didi baña niçün ola bî-dâd Dâd ey pâdişâh-ı ‘âlem-dâd (Karacan, 1974: 275 ) Onun hikâyedeki asıl rolü, düğümü sağlamaktır. Teknik bir görev üstlenmiştir. Aşkın önüne çıkan engel pozisyonundadır. Fakat hikâyenin sonunda düğüm çözülürken, bu aşka şah da destek olur. 4. Isfahan Şahı: Yardımına ihtiyaç duyulan şahıs olarak karşımıza çıkar. Şûh, kendi şahından darbe yiyince, çareyi Isfahan şâhında arar: Didi şefkat bu zâra andan olur Eger olursa çâre andan olur (Karacan, 1974: 277) Isfahan şahı adaletli, eli bol, mazlumun her zaman yanında, fakir olana yardım eden ve bütün zorlukları hemen giderebilen bir kişiliktir: ‘Azmine yok idi anuñ hâ’il Sehl olurdı öñünde her müşkil (Karacan, 1974: 276) 292 *** F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Müflîse itdi ol kadar ihsân Hasret oldı gedâya halk-ı cihân (Karacan, 1974: 277) I.f.b. İkinci Dereceden Şahıslar: Hikâyede ana kişiler dışında, yardımcı şahıslara rastlayamıyoruz. Destansı mesnevilerde olduğu gibi; cin, peri, büyücü, cadı, dev, hayvan görünümlü insanlar, daha farklı doğaüstü varlıkları bu hikâyede ve yazarın diğer hikâyelerinde fazlaca görememekteyiz. Bu da mesnevinin realist bir çerçevede yazılmasından kaynaklı olmalıdır. Buna bağlı olarak da, şahıs kadrosu ve olay örgüsüsün daraldığını düşünmekteyiz. Hikâyede yukarıda saydığımız isimlerin dışında, isim olarak farklı bir kişi bulunmamakla birlikte, sadece işinin sıfatıyla adı geçmiş birkaç şahıs bulunmaktadır. Bunlar; hâcib, kâtibü’s-sırr ve peyk (kâsıd)’ dir. Hâcib, Şûh’un Şâtır’ı izlediği anlaşılınca, Şûh’u yaka paça dövüp kovan kapıcıdır. Özel bir isim verilmeden sadece hâcib olarak bahsedilmiştir. Kâtibü’s-sırr, Isfahan şahının, Rey şahına yazdırdığı mektubu kaleme alan kâtiptir. Peyk ya da diğer bir ifadeyle kâsıd ise, Isfahan şahının yazdırmış olduğu bu mektubu, rey şahına iletmekle görevli habercidir. Görüldüğü gibi, adı geçen tiplerin hepsi gerçek hayatta karşılaşabileceğimiz türden kişilerdir. Gerçekliğe uygun olarak tasarlanıp seçilmişlerdir. Hikâyenin oluşumunda hepsinin bir görevi vardır. Atâyî’nin mesnevileri eğer bu kadar gerçekliğe yatkın olmasalardı, elbette içerisinde masalsı birçok unsur barındıran kişilikler de artacaktı. II. HİKÂYEDE KULLANILAN ANLATIM TEKNİKLERİ VE METİNLER ARASI İLİŞKİLER II.a. Anlatım Teknikleri: 1. Anlatma Tekniği (Diegesis): Hikâyede en fazla kullanılan anlatım tekniğidir. Bu tekniğe, bir “anlatıcı”nın olduğu eserlerde rastlanır. Yukarıda da söylediğimiz gibi, anlatıcı mesnevilerin vazgeçilmez bir unsurudur ve kuşbakışıyla olaya hâkim olur. İşte bu kadar olayın ana konumunda yer alabilmesi için, anlatma-gösterme tekniğine ihtiyacı vardır. Anlatıcıyı, mutlak anlamda öne çıkaran “anlatma (telling)”dır.13 Anlatma bir sunma, ortaya koyma biçimidir. Bu tekniği uygularken yaptığı açıklama ve yorumlarla, anlatıcı dikkati kendi üzerine çeker: Her güzel şevkine olub medhûş Bir belâ yok idi ki olmaya dûş Meyl-i bâlâ hevâ-yı kâmet ile ‘Ömri dâ’im geçerdi mihnet ile (Karacan, 1974: 269) 13 Mehmet Tekin, Roman Sanatı, Ötüken yay., İstanbul, 2001, s.190. 293 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye 2. Tasvir Tekniği: Temel manasıyla “anlatma, somutlaştırma” anlamına gelen bu teknik, anlatımlarda sıkça başvurulan bir tekniktir. Bu tekniğe, okuyucuyu metne daha fazla inandırmak ve daha çok yaklaştırmak için başvurulur. Tasvir, anlatılanı daha gerçek kılar. Hikâyede realist bir konuda işlendiğinden bu teknik ister istemez devreye girmiş olmalıdır. Tasvir öznel ve nesnel olmak üzere iki türlü yapılır.14 Buradaki tasvirler daha çok öznel konumdadır: Kaddi râ’yet-misâl ber-ter idi Tal‘atı mushaf-ı müdevver idi Peyk-i zer-tâc-ı şâh-ı ‘âlem idi Ahter-i bahtı gibi hem-dem idi (Karacan, 1974: 271) 3. Otobiyografik Teknik: Otobiyografik yöntemin bakış açısı çok dar olduğundan, bu yöntemden yalnızca, anlatıcının yükünü hafifletmek adına bir miktar yararlanmak gerekir.15 Hikâyede otobiyografik yöntemden, yani anlatıcının biraz aradan çıkıp, sözü kahramana bıraktığı durumdan, Şûh Isfahan şahına gidip, ona arz-ı halde bulunduğu zaman yararlanılır: Dil-i zârum yanında ben mehcûr Oldı bu vaz‘-ı bed hıredden dûr (Karacan, 1974: 278) Dil ucından bu hâle koydı beni Şehrden sürdi togrı söyleyeni (Karacan, 1974: 278) ‘Âşıkam n’eyleyüm karârum yok Cürmüm ıkrâra ihtiyârum yok (Karacan, 1974: 279) 4. Leitmotiv Tekniği: “Leitmotive” kelimesi; ana motif, tüm eser boyunca tekrarlanan düşünce, duygu veya kişi hatırlatmaya yarayan ayırt edici nitelikteki motif manasına gelmektedir. Bu yöntem edebiyata müziğin armağanıdır.16 Edebiyatta bazı eserlerde, sık sık tekrarlanan ve kahramanın bir parçası olan (yaradılış özelliği, jest-mimik, onunla bütünleşmiş bir sıfat) söz, kelime, davranış olarak karşımıza çıkar. Bu tekrarlama, kahramanın gerek iç gerek dış dünyasını okuyucuya daha iyi yansıtmak anlamında işlevli bir tekrarlamadır. Hikâyede, Şûh’ un aşka ve içkiye düşkünlüğünü okuyucuya verebilmek adına baştan sonra “âşık, bâde, mey, mest, sarhoş…” gibi içkiyi ve aşkı hatırlatacak kelimeler sıkça kullanılmıştır. Onun dertlerle dolu olup sürekli sıkıntı çektiğini gösteren “mihnet, gedâ, dert, belâ, şeydâ, âvâre…” kelimeleri art arda sürekli tekrarlanarak kullanılmıştır. Şûh, Şâtır’a âşık olduktan sonra da, değişen ruh halini yansıtan “âşık-ı zâr, bülbül-i zâr” terkipleri çok fazla tekrarlanmıştır. 294 14 Mehmet Tekin, a.g.e., s. 208. 15 Mehmet Tekin, a.g.e., s.249. 16 Mehmet Tekin, a.g.e., s.51. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Hikâyede; “âşık” kelimesi 26, “zâr” kelimesi de 13 kere kullanılmıştır. Öyle ki bu kelimelerle kurulmuş sıfat tamlamaları, kahramanın adından daha fazla yer almaktadır. 5. İç Çözümleme Tekniği (Interior Analysis): Şairin, anlatıcıyı araya koyarak kahramanın ruh halini okuyucuya aktarmak adına seçtiği bir yöntemdir. Bu bir başka şahıs aracılığıyla da anlatıcı aracılığıyla da yapılabilir. Hikâyede bu teknik anlatıcı aracılığıyla yapılmıştır. Toplam on bir beyitte iç çözümleme örneği görülebilmektedir. Şair özellikle hikâyenin başında, Şûh’un iç dünyasını anlatabilmek için, anlatıcı vasıtasıyla bu yöntemi kullanmıştır: Olmış idi o zâr-ı dil-rîşe ‘Işk-pîşe visâl-endîşe *** Bilmeyüb kendü kendünüñ kâmın ‘Âşıkam dirdi sorsalar nâmın (Karacan, 1974: 269) Gördi kim ‘ışk tâkatin almış Ten-i zârında bir nefes kalmış (Karacan, 1974: 279) 6. İç Monolog Tekniği: Kahramanın kendi kendine yaptığı konuşmalar bu teknikten yararlanıldığını gösterir. Hikâyede toplam dört beyitte iç monolog bulunmaktadır: Didi kim görmek olmasa yârı Görürin bârı bâm u dîvârı (Karacan, 1974: 272) Didi baña niçün ola bî-dâd Dâd ey pâdişâh-ı ‘âlem-dâd *** Baña mı kaldı şâhuñ âzârı Şimdi mi çıkdı bu cefâ-karî (Karacan, 1974: 275) Didi şefkat bu zâra andan olur Eger olursa çâre andan olur (Karacan, 1974: 277) II.b. Metinler Arası İlişkiler (Intertextuality): II.b.a. Montaj Tekniği: Hikâyeye farklı alandan bir metin eklenmek istendiğinde başvurulan bir tekniktir. Mehmet Tekin bu yöntemi şöyle tanımlar: “Bir romancının, genel kültür bağlamında bir değer ifade eden anonim, bireysel ve hatta ilahî nitelikli bir metni, bir söz veya yazıyı, ‘kalıp halinde’ eserin terkibine belirli bir amaçla katması, kullanması demektir”.17 Bu da bize, “şairlerin söylediklerine inandırıcı bir hava kazandırmak için”18 başvur17 Mehmet Tekin, a.g.e., s.243. 18 Abdülkadir Karahan, Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İ. Ü. Edebiyat Fak. Yay., İstanbul, 1980, s.43. 295 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye dukları “iktibas” yani alıntı yapma, aktarma sanatını hatırlatmaktadır. Bu sanatla, tanınmış kişilerden cümle, mısra, beyit, kıt’a ya da parça alınabildiği gibi ayet ve hadisler de alıntılanabilir. Elbette ikisinin uygulama düzeyinde farklar bulunmaktadır. Hikâyede bu tekniğe başvurulan birbirine bağlı iki beyit aşağıdaki gibidir: Tâlib-i ‘ışkı itmege irşâd Bu iki beyti hoş dimiş ustâd Gelmelü olsa o meh-i devlet Yedilür bir kıl ile bî-zahmet Gitmelü olsa eylemeñ tedbîr Tutamaz anı nice biñ zencîr (Karacan, 1974: 288) Şair, cevr etmenin maşuğun özelliği olduğunu anlatırken de montaj tekniğiyle bir ehl-i kemâlin sözüne yer vermiştir: Cevr-i ‘âşıkda eylemez ihmâl Bu sözi hoş dimiş bir ehl-i kemâl ‘Âşıka dil-rübâ mı eksük olur Ehl-i derde belâ mı eksük olur (Karacan, 1974: 270) II.b.b. Metin Dönüştürme Yöntemi: Bu teknikten yararlanılan eser, başka bir eserden izler taşır. Bizim hikâye ya da daha geniş boyutta düşünecek olursak, Atâyî’nin “Heft Hân” mesnevisi, genel itibarıyla zaten metin dönüştürme yöntemi uygulanarak oluşturulmuş bir eserdir. Çalışmamızın giriş kısmında da belirttiğimiz gibi, şairin bu eseri, Nizâmî’nin “Heft Peyker” adlı eserine yapılmış bir nazire konumundadır. Yani Heft Peyker’in tercümesi değil, onu belli ölçülerde takip ederek, belli özellikleri benzer tutularak oluşturulmuştur. Bu yapılırken, metin dönüştürmenin çeşitli yolarından olan, “kurgu-teknik taklidi” yöntemi kullanılmıştır. Yani, içerikten ziyade, eserin biçim özelliklerine yansıyan kurgu ve teknik temelli benzetmeler yapılmıştır. Örneğin, Nizâmî’nin eseri gibi eser yedi bölüme ayrılmıştır, yedi küçük hikâyeden oluşmuştur. İsmi de Farsça olan “Heft Peyker” yerine, benzer bir şekilde “Heft Hân” koyulmuştur. Nazire olduğundan dolayı da iki eserin vezinleri aynıdır. Bu söylediklerimizden sonra, modern romandaki “metin dönüştürme yöntemi” ile klasik edebiyatımızın hemen her devresinde karşılaştığımız “nazirecilik geleneği”nin benzer özellikler taşıdığını görebilmekteyiz. Özel olarak, çalışmamızda incelemeye çalıştığımız Şûh ve Şâtır’ın hikâyesinde yine metin dönüştürme yönteminden yararlanıldığını görmekteyiz. Bu sefer bu yöntemin alt bir dalı olan “çağrışımsal göndermeler” tekniği kullanılmıştır. 296 Eserin ilk beyti olan beyitte bu gönderme açık bir şekilde görülmektedir. Şair ünlü iki aşk kahramanı olan “Mecnûn” ve “Vâmık”ın ismini zikrederek, kendi kahramanını bu iki isme denk tuttuğunu gösterir ve hemen bizlere “Leylâ vü Mecnûn” ve “Vâmık u Âzra” hikâyelerini çağrıştırır: F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Var idi şehr-i Reyde bir ‘âşık Nakd-i Mecnûn halîfe-i Vâmık(Karacan, 1974: 269) III. HİKÂYEDE GEÇEN MOTİFLER Çalışmamızın bu bölümünde, Vladimir Proop’un “Masalın Biçimbilimi”19 isimli çalışmasında ortaya koyduğu verilerden yola çıkarak hikâyede yer alan motifleri göstermeye çalışacağız. Bilindiği üzere Proop’un masal çözümleme yönteminde, masalların ortak öğeleri olarak verilen unsurlar, muayyen bir tasnifle sıralanmıştır. Öğeler, masalın başından sonuna kadar olan olaylardan sırayla seçilerek dizilmiş, buna göre de numaralandırılmıştır. Amacımız yalnızca elde edilen verileri sıralamak olduğundan numaralandırma yapmaksızın motif başlıklarıyla birlikte simgeleri vermekle yetineceğiz. Başlangıç Durumu (α) : Proop’a göre bu kısım, masalın başlangıcını oluşturur.20 Ailenin üyeleri sayılır ya da kahramanın adı ve/veya durumu zikredilir. Hikâyede bu tanıtma kısmı olan başlangıç durumu 12 beyit sürmektedir. Menzili kûçe-gâh u san’atı âh Lakabı Şûh nâmı ‘Abdullâh (Karacan, 1974: 275) Yukarıdaki beyitle yazar, hikâyenin asıl kahramanın adını verir. Sonraki beyitlerde de kahramanın uğraşlarını sıralar ve onu dış görünüşüyle ruh halini bizlere bildirir. Aileden Biri Evden Uzaklaşır (β): Konu edilen bu uzaklaşma, çalışma, gezme, mal alıp satma, savaşma, işle ilgilenme, ana ya da babanın ölümü sonucu zorlamayla uzaklaşma, balık tutma, çilek toplama, birini görme… gibi çeşitli sebeplerle olabilir.21 Hikâyede kahraman, hayatında hiç âşık olmadığı için, gönlünü verecek bir güzel bulmak için gezmeye pazara gitmektedir: (β3) Bir gün ol derd-cûy-ı âvâre Gezerek vardı kûy-ı bâzâre Nakd-i dil elde kendi sûda-ger Virmege arar idi bir dil-ber (Karacan, 1974: 270) Aileden Biri Bir Şeyi Elde Etmek İster (a): Bu motifte söz konusu eksiklik ya da elde edilmesi gereken nesne çok çeşitli olabilir.22 Hikâyede elde edilmek istenen ve eksikliği düşünülen şey, yukarıda da söylediğimiz gibi aşktır. Kahramanımız bekârdır ve gönlünü verecek bir dilber aramaktadır. Sevgisiz olduğu için gezmeye çıkar ve git19 20 21 22 Vladimir Proop, Masalın Biçimbilimi, çev. Mehmet Rifat – Sema Rifat, Kültür yay, 2008. Vladimir Proop, a.g.e., s. 29. Vladimir Proop, a.g.e., s. 29. Vladimir Proop, a.g.e., s. 37. 297 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye tiği pazar yerinde gönlünü verecek bir güzel ararken, hikâyenin diğer bir kahramanı Şâtır’ı görür ve âşık olur: (a1) Bir nice vakt idi kim ol şeydâ Olmadı mübtelâ-yı ‘ışk u hevâ Degmeyüb derd-mende nevbet-i ‘ışk Aralık virmiş idi dârbet-i ‘ışk Bir gün ol derd-cûy-ı âvâre Gezerek vardı kûy-ı bâzâre (Karacan, 1974: 270) Saldırgan Aileden Birine Zarar Verir (A): Bu işlev masallarda çok önemli bir işlevdir çünkü olaya düğüm burada atılır, her kötülük kurgu için atılmış birer düğüm görevinde yer alır.23 Hikâyede bu durum bizlere, Şûh’ un Şâtır’ı görebilmek için pencereye geldiğinin, kapıcının kulağına erişmesiyle verilir. Sonrasında da Şûh darbelerle yaralanarak kovulur: (A6) Darb u müşt ü lekedle bi-takrîb Oldı mehcûr ol gedâ-yı garîb Hâr-ı hâtır-hırâşun âzârı Bâgdan sürdi bülbül-i zârı (Karacan, 1974: 275) Aynı maddenin içerisinde yer alan “kovulma” motifi de hikâyede yer almaktadır. Hırpalanma olayından sonra, kahramanımız aşkından hala vazgeçmez ve gelip gitmeye devam eder. Neticesinde olayı şah öğrenir ve onun şehirden kovulması için ferman buyurur: (A9) Etdi fermân ki nâ-bedîd ideler Şehrden şöhretin bâ’id ideler (Karacan, 1974: 276) Kötülüğün ya da Eksikliğin Haberi Yayılır, Bir Dilek ya da Bir Buyrukla Kahramana Başvurulur, Kahraman Gönderilir ya da Gitmesine İzin Verilir (B): Şûh uğradığı gazap sonucunda şehri terk etmek durumunda kalınca, Isfahan isimli diyarda adaletli bir padişah olduğunu duyar ve onun yanına gidip derdine derman olmasını ister. Bu sebeple de terk-i diyar eyler: (B3) Gûş idüp nâmını o bî-çâre Tutdı yüz ol şeh-i kerem-kâra *** Isfahâna varup o zâr u garîb Kurb-ı sultâna buldı bir takrîb (Karacan, 1974: 277) Bu noktada kahraman olarak belirlediğimiz isimde bir kayma meydana gelmelidir. 298 23 Vladimir Proop, a.g.e., s. 33. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Çünkü artık, bozulan bir durumu düzeltmek ve ümitsizliğe çare olabilmek için, zuhura yeni bir kahraman getirilmiştir: Isfahan şahı. Yalnız hikâyenin sonuna doğru bu kahraman saldırgan biçiminde değerlendirilmek durumuna geçecektir. Önce yardım dilenen kişidir, sonra ise rakip pozisyonunda karşımıza gelecektir. Kahraman Büyülü Bir Nesneyi ya da Yardımcıyı Edinmesini Sağlayan Bir Sınama, Sorgulama, Saldırı, vb. İle Karşılaşır (D): Proop tarafından bu sınıfa birçok öğe dâhil edilmiştir.24 Aslında başlıkta, hikâyede yer alan motifi görememekte, ancak alt sınıflara inince asıl işlevi bulabilmekteyiz. Söz konusu motif, kahramana başvurularak aman dilenmesidir. Daha önce hikâyede atılan düğümün çaresi olarak başvurulur bu zata ve yardım dilenir: (D5) ‘Arz-ı hâl idicek o bî-devlet Isfahân şâhı eyledi şefekat *** Meded irmezse hâl bed-terdür Derd ile ölmesi mukarrerdür (Karacan, 1974: 279) Kahraman Ve Saldırgan Bir Çatışmada Karşı Karşıya Gelir (H): Hikâyede yer alan saldırgan (Rey şahı) ve kahraman (Isfahan şahı)’dır. Şûh Isfahan şahına halini arz edip, yardım talebinde bulunduktan sonra şah, Rey şahına bir mektup yazıp Şâtır’ı yanına istemeyi uygun görür. Şah bu talebe sinirlenince de sonuç savaş olur. İki taraf bir savaşta karşı karşıya gelirler: (H2) Şâh-ı rey destine irüp nâme Açılınca büyüdi hengâme (Karacan, 1974: 280) *** Varıruz biz cedel mukarrer ise Hazır olsun o da hemân er ise *** İşidüp anı ol şeh-i hun-rîz Çekdi nâr-ı gazâb şerâre-i tîz *** Reyde çün şâh-ı âsumân-mesned Isfahânî kelâmın eyledi redd (Karacan, 1974: 282) Başlangıçtaki Kötülük Giderilir ya da Eksiklik Karşılanır (K): Bu işlev, masalın en üst aşamasını oluşturmaktadır.25 Biz bunun, çatışma ve çözülme olaylarının ikisinin 24 Vladimir Proop, a.g.e., s. 52. 25 Vladimir Proop, a.g.e., s. 53. 299 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye de tam o anda yaşanmasıyla ilgili olabileceğini düşünmekteyiz. Hikâyede, bu işlevin alt başlığında yer alan “aranan nesnenin çekicilik sayesinde elde edilmesi” motifi yer almaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz savaş sonunda Şâtır, Şûh’ un kendisine olan sadakatini anlayarak ve bu yönünden etkilenerek onun elini öper: (K3) Bildi kim sıdk ile olup ‘âşık Oldı bezm-i visâline lâyık (Karacan, 1974: 286) Düzmece Kahraman ya da Saldırgan Cezalandırılır (U): Bu noktada, önceden kahraman olarak belirlediğimiz Isfahan şahının akıbeti yer alır. Zaten hikâyeye, uzaktan bir kahraman olarak sokulduğu için, rolü çok fazla olmayacaktı. Düğümün çözülme noktasında artık onun da işlevi biter. Şûh’un tepeye çıkıp sevdiğinin efendisinin zarar görmesini istemediği için Allah’a dua eder. Hemen sonrasında duası kabul olur ve savaş biter. Isfahan şahı yenilir: İtdi mânend-i tîr-i tîz eser ‘Âşık-ı sâdıkuñ du’âsı meger *** Bozdı fi’l-hâl hâsımı hâkim-i Rey Sanki hayl-i bahârı Hüsrev-i Dey *** Kimi maktûl olup kimisi esîr Güc ile kaçdı şâh-ı mâh-mesîr (Karacan, 1974: 285) Saydığımız motiflerin hikâyede karşılık ve yer bulmasının sebebini, Tunca Kortantamer konuyla ilgili yaptığı çalışmasında şöyle dile getiriyor: “Halk hikâye ve masallarından alınan unsurların Heft Hân’daki bu yoğun kullanılışında, herhalde, halk zevkinin yaygınlaşmasından, hatta sarayı bile etkilemeye başlamasından dolayı, Halk edebiyatı ürünlerinin seçkinlerin de ilgisini çekerek, Divan edebiyatında bazı esinlenmelere yol açmasının rolü büyüktür.”26 IV. DİL VE ÜSLÛP Dil ve üslup inceleme çalışmalarının ikisinin de çok geniş ve kendilerine has yöntemleri olduğunu biliyoruz. İncelediğimiz hikâye çok uzun ve karmaşık bir hikâye olmadığı için, tespit ettiğimiz unsurlar elbette çok sınırlı sayıda olacaktır. Biz bu çalışma kapsamında ayrıntılı bir dil incelemesi ve üslûpbilim açısından derin bir çözümlemeye yer veremeyeceğimiz için yalnızca, şairin dil ve üslup açısından göze çarpan özelliklerini vermekle yetineceğiz. 300 26 Tunca Kortantamer, Nev‘î-zâde ‘Atâyî ve Hamse’si, Ege Üni., Edebiyat Fakültesi Yayınları, İzmir, 1997, s. 323. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. IV.a. Deyimler: Hikâyede deyimlere de çok yer verilmiştir. Deyimlerin çok olması, şairin yerli unsurlara yer verdiğini önemi de göstermektedir. Hikâyede kullanılan deyimler; kendini bilme- (1832) yâda gel- (1835) belâya dûş ol- (1837) dil ver- (1849) belâsını bul- (1860) gâfil avla- (1861) başını taşdan taşa vur- (1866) yüz ur- (1867) yüz tut- (1927) gönlünü kap- (1939) cân fedâ et- (1952) iclâl sat- (1980) üstine yürü- (1982) kıyâmet kop- (2001) düçâr ol- (2007) cân çekiş- (2012) birbirine gir- (2015) üstine yürü- (2033) el vir- (2061) IV.b. Tamlamalar: Mesnevideki tamlamalar genellikle kısa ve anlaşılır tamlamalardır. En uzun tamlama, üç kelimeden oluşur. Ancak buna karşılık, Türkçe tamlamaların yanında daha çok Farsça tamlamalar tercih edilmiştir. İki unsurdan oluşan tamlamalar çok fazladır: şehr-i Rey, nakd-i Mecnûn, câm-ı leb, meyl-i bâlâ, kalb-i hâzır... Farsça sıfat tamlamaları da azımsanamayacak kadar çoktur: dil-rîşe, pür-âteş, derdmend, çarh-ı dü-tâ, dil-rübâ, şifte-dil, zerrîn-külâh, çâre-sâz, kelle-kûb, ‘akl-ber-bâddâde, dil-sitân, mahabbet-kîş, âhen-dilân, cefâ-kâr ... Hikâyede az olmakla birlikte dört unsurlu tamlamalar da bulunmaktadır: merdüm-i dîde-i ulü’l-ebsâr, kâtibü’s-sırr-ı kilk-i nükte-ver, hubbetü’l-kalb-i migfer-i hûnîn, cezb-i kullâb-ı ‘ışk-ı kûh-efgen, seyr-i mülk-i ‘âlem-i cân, peyk-i zer-tâc-ı şâh-ı ‘âlem. Görüldüğü gibi, bu dört kelimeden oluşan tamlamaların ilk üç tanesinde Arapça tamlama da bulunmaktadır. Yukarıda geçen “ulü’l-ebsâr”, “kâtibü’s-sırr”, “hubbetü’l-kalb” tamlamaları ile birlikte “fi’lhâl” ve “Tevâliü’l-envâr” tamlamaları da hikâyedeki Arapça tamlamaları oluşturmaktadır. IV.c. Cümle Çeşitleri: 1. Devrik Cümleler: Devrik cümleler anlatımdaki tekdüzeliği kırmaya olanak sağlarlar. Hikâyede devrik cümleler, tabii olarak çok fazla kullanılmıştır: 301 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye İtdi sahrâya sâye gibi güzer Komadı secde itmedik bir yir (Karacan, 1974: 272) Tâli’i gör ki Şûh-ı dil-dâde Gelicek buldı yârı âmâde (Karacan, 1974: 273) Dolaylı anlatım yapılırken de devrik cümlelerden faydalanılmıştır: Didi baña niçün ola bî-dâd Dâd ey pâdişâh-ı ‘âlem-dâd (Karacan, 1974: 275) 2. Birleşik cümleler: 1. “ki” Bağlacıyla Oluşturulmuş Birleşik Cümleler: “ki” bağlacıyla kurulmuş birleşik cümleler hikâyede fazlaca yer almaktadır. Toplam yirmi altı beyit, içerisinde ki’li birleşik cümle bulundurmaktadır. Bunların bir kısmı “kim”, bir kısmı “ki” şekliyle kurulmuştur. Tâli’i gör ki Şûh-ı dil-dâde Gelicek buldı yârı âmâde (Karacan, 1974: 273) Bildi kim sıdk ile olup ‘âşık Oldı bezm-i visâline lâyık (Karacan, 1974: 286) İtdi fermân ki nâ-bedîd ideler Şehrden şöhretin ba’îd ideler (Karacan, 1974: 276) 2. Şartlı Birleşik Cümleler: Hikâyede toplam on yedi beyitte şartlı birleşik cümle tespit edilmiştir: Mahv olurdı hırâma gelse eger Cilve-i âb ü sür’at-i sarsar (Karacan, 1974: 271) Dili bend-i kemend-i kâkül idi Kande bir gül işitse bülbül idi (Karacan, 1974: 269) Katl-i kâsıd eger olaydı revâ Senden alurdı ‘ibret ehl-i şekâ (Karacan, 1974: 281) IV.d. İkilemeler: İkilemeler de dil kullanımında önemli bir unsurdur. Atâyî bu hikâyede altı adet ikilemeye yer vermiştir. Bunlardan birkaçı şöyledir: Çıkarur kât kat anı çarh-ı dü-tâ Bir bir eyler geçen belâyı kazâ (Karacan, 1974: 270) Zahm-ber-zahm hecr ü cevr-i rakîb Oldı feryâda gül gibi takrîb (Karacan, 1974: 275) 302 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. IV.e. Hikâyede “zaman” ile ilgili unsurlar: Atâyî’nin yedi küçük hikâyeden oluşan Heft Hân mesnevisinde, her hikâyenin bir anlatılış zamanı vardır. Bu zamanlar gökyüzünün rengine isimlendirilmişlerdir. Bizim konumuz olan V. hikâyenin anlatılış zamanı kırmızı renkli şafak vaktidir. Bu zaman, hikâye anlatılmaya başlanmadan önce verilen ve geçiş mahiyetinde olan beyitlerde belirtilir. Hikâyede belli bir zaman dilimi verilmemekle birlikte, az çok hangi devirlerde geçmiş olabileceğini sezebilmekteyiz. Örneğin hikâyede padişah, şah gibi unvanlar kullanılmıştır ve gerçek dışı hiçbir unsur bulunmamaktadır. Bu izlerle az çok, hikâyenin tarihin yakın bir çağında yaşanmış olduğunu anlayabiliyoruz. Şairin realiteye yatkınlığı ve dönemin anlayışının da genel olarak mahalliliğe ve realiteye düşkünlüğü ile de kanımızı kuvvetlendirebiliriz. Olay anlatılırken zamanla ilgili olarak kullanılan sıfatlar kullanılmıştır. Bunları örneklerle göstermenin daha uygun olduğunu düşünmekteyiz: Bir nice vakt idi kim ol şeydâ Olmadı mübtelâ-yı ‘ışk u hevâ (Karacan, 1974: 270) Burada “bir nice vakt” ifadesi, belirsiz bir zamanı anlatmaktadır. Zaman zarfı olmakla birlikte belirsizliği de gösterir. “öyle bir vakitti ki” manasında kullanılmıştır: Bir gün ol derd-cûy-ı âvâre Gezerek vardı kûy-ı bâzâra (Karacan, 1974: 270) Aynı şekilde, “bir gün” ifadesi yine belirsiz bir gün olduğunu gösterir. “günlerden bir gün” anlamındadır: Var idi Isfahânda ol demler Bir şehin-şâh-ı ma‘adilet-güster (Karacan, 1974: 276) Burada da şair, hikâyenin yaşandığı zamanı “ol demler” diyerek anlatır ve bu ifadeyle hikâyenin anlatılış zamanı ile yaşanış zamanının farklı zamanlar olduğunu belirtir. Geçmiş zaman tahkiyeli eserlerde ortak olarak kullanılan zamandır. Anlatım yapılırken, haber kiplerinden olan görülen geçmiş zaman ekini (–dI), duyulan geçmiş zaman ekine (–mIş) nazaran çok daha fazla görmekteyiz. –mIş ekine, yalnızca duyulmuş olay ve kişilerden bahsedilirken başvurulmuştur. Bu da yine hikâyenin realist yapısını gözler önüne serer nitelikte bir göstergedir. Çünkü bilindiği gibi görülen geçmiş zaman, gerçekliğe yakınlığı ifade eder, şahitlik bildirir. Ancak duyulan geçmiş zaman, daha çok rivayet bağlamında kullanılmaktadır. Masallar genellikle, kurmaca olduğunu belirtircesine duyulan geçmiş zaman kullanılarak anlatılır: Derd ile yâra keşf-i râz itdi Beni öldür diyü niyâz itdi (Karacan, 1974: 286) 303 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye Lutfına halk mazhar olmış idi Merd-i ‘âciz tuvân-ger olmuş idi (Karacan, 1974: 277) Gördi kim ‘ışk tâkatin almış Ten-i zârında bir nefes kalmış (Karacan, 1974: 279) IV.f. Redif ve Kâfiye: Hikâyede kafiye olarak genellikle tam ve zengin kafiye kullanılmıştır. Atâyî’nin tüm mesnevilerinde de genel itibar ile tercih edilen kafiyeler tam ve zengin kafiyelerdir.27 Bu kafiyeler kurulurken sadece Arapça, Farsça ve Türkçe kelimeler kullanıldığı gibi beyit bazında karışık olarak kullanıldığı da görülmektedir. Redifler ise daha çok –imek fiilinden oluşturulan “idi” yüklemiyle kurulmuştur. Arapça kafiye ile redifin birlikte bulunduğu bir örnek olarak: Lakabı Gonca kendi Şâtır idi Gül-’ızâr ü güşâde hâtır idi (Karacan, 1974: 271) Farsça ve Arapça kelimeler kullanarak oluşturulan bir kâfiye olarak: Virdi bergin hevâya gonce-i dil Şâh-veş oldı Şûh aña mâ’il (Karacan, 1974: 271) Türkçe kök ve ek kullanılarak oluşturulmuş kâfiye ve redif olarak: Gördi kim ‘ışk tâkatin almış Ten-i zârında bir nefes kalmış (Karacan, 1974: 279) Hikayenin başından sonuna rediflere baktığımızda; idi, ise, ile, olur, itdi, oldı, dâd, olunur, ideler, gibi, degül, ider, olanı yok, ‘ışk, aña, bu kelimelerini görüyoruz. Bu da redif kullanımında Türkçe kelimelerin ne kadar fazla tercih edildiğini görmemize olanak verir. Bazı beyitlerde, yalnız ses benzerliği bulunan kelimelerle oluşturulmuş kafiyeler (pinhânî/ añı, tâmi’ / tâli’ kelimeleri gibi), bize Atâyî’ nin göze önem vermediğini göstermez. O tam ve zengin kafiyelerle birlikte redifleri çok daha fazla kullanmıştır eserlerinde. 28 Redifler ses örgüsünde önemli bir role sahiptirler. Atâyî’ bunu olabildiğince iyi değerlendirmiş ve redif ve kafiyeye ne kadar önem verdiğini bizlere göstermiştir. IV.g. Edebî Sanatlar: Atâyî iyi bir eğitim almış ve şiir kültür seviyesini yükseltmiştir. Bu sayede edebi sanatlara sık yer verebilmektedir. Konuyu dağıtmadan yeni ve etkileyici bir şekilde söylemek ister sözünü.29 Ancak konu bir tahkiyeli eser olunca, 304 27 Tunca Kortantamer, “Nev‘î-zâde ‘Atâyî ve Hamse’si, İzmir, 1997, s. 255. 28 Tunca Kortantamer, a.g.e., s. 259. 29 Tunca Kortantamer, a.g.e., s. 293. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. farklı hayal ve imajları fazlaca görememekte, sanat kullanımının da buna bağlı olarak fazla çeşitlenemediğini görmekteyiz. Sanatlar daha çok tasvir yapılırken kullanılmış ve dolayısıyla bunların çoğunluğunu teşbih ve istiareler oluşturmuştur. Şairin hikâyede en çok yer verdiği sanatlardan örnekler göstererek, onun sanatları eserine uygulayışını göstermek istiyoruz; Teşbîh ve İstiâre: Nâ-gehân oldı bir sehî-bâlâ Şeh yanında ‘alem gibi peydâ (Karacan, 1974: 271) Oldı çün kim güsiste târ-ı nazar Dîdesinden dökildi gevherler (Karacan, 1974: 274) Teşhis: Bilmez anı ki çarh fettândur O kadar ruhsata peşîmândur (Karacan, 1974: 270) Mübâlağa: Müflise itdi ol kadar ihsân Hasret oldı gedâya halk-ı cihân (Karacan, 1974: 277) Leff ü Neşr: Âh-ı ‘âşıkla haste olsa habîb Ne mu’azzim ‘illâc ider ne tabîb (Karacan, 1974: 273) IV.h. Tasvirler: IV.h.a. Âşık İle İlgili Tasvirler: Âşığın Bulunduğu Yer ve İşi: Aşığın bulunduğu yerler, Şâtır’ı görmeden önce ve sonra olarak ikiye ayrılmalıdır. Yaşadığı yer ise hikâyenin başında söylenir. Rind bir âşık olan Şûh, Şâtır’dan önce hep viraneler ve kûçe-gâhlardır. Sürekli içer ve sarhoş olmadığı bir dakika bile yoktur. Mey onun tek arkadaşıdır: Var idi şehr-i Reyde bir ‘âşık Nakd-i Mecnûn halîfe-i Vâmık Menzili kûçe-gâh u san’atı âh Lakabı Şûh nâmı ‘Abdullah Bade-peymâ idi gedâ-veş idi Şîşe-i mey gibi pür-âteş idi (Karacan, 1974: 269) Şâtır’ı görüp sevdikten sonra ise, aşkının yangınıyla âşık çöllere düşer. Sürekli çöllerde ve dağlardadır, avare avare dolaşır: 305 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye İtdi sahrâya sâye gibi güzer Komadı secde itmedik bir yir (Karacan, 1974: 272) IV.h.b. Sevgili İle İlgili Tasvirler: 1. Sevgilinin Güzelliği: Sevgili uzun boylu bir kadındır ve güzelliği Kur’an’a benzetilmiştir: Nâ-gehân oldı bir sehî-bâlâ Şeh yanında ‘alem gibi peydâ Kaddi râ’yet-misâl ber-ter idi Tal’atı mushaf-ı müdevver idi *** Mihr ammâ ki seyri mâh-şitâb Mâh ammâ ki sür’at itse şıhâb Çâpük ü cüst dil-ber-i ra’nâ Mülk-i hüsn içre fitne-i ber-pâ (Karacan, 1974: 271) 2. Sevgilinin Cefası: Sevgili aşığa cefa çektirir, yan bakışıyla aşığı yaralar ve acılar çektirir: GÀfil avladı bülbül-i zârı Tîz tutup kapdı kalb-i hûn-bârı (Karacan, 1974: 271) İşledi câna nâvek-i müjgân Göñlini kapdı gamze-i fettân *** ‘Ömri geçdi belâ ile ammâ Görmedi ‘ömr içre böyle belâ (K1aracan, 1974: 272) 3. Sevgilinin İltifatı: Sevgili aşığın doğrulukla ettiği duayı duyunca visaline layık olur ve ona cefa suretinde iltifat etmeye başlar: Ey hoş ol iltifât-ı pinhânî Ki görenler cefâ saña anı *** Lütf-ı mahsûsdur bilür zürefâ ‘Ârife sûret-i cefâda vefâ (Karacan, 1974: 286) *** Hâtırın sordı şefkat itdi aña Cân u dilden mahabbet itdi aña (Karacan, 1974: 287) IV.h.c. Şahlarla İlgili Tasvirler: 1. Rey Şahı: Şahlar adaletleriyle bilinirler. En büyük özellikleri adaletli olmalarıdır. Rey şahının tasviri Şûh’ un ağzından şu şekilde yapılır: 306 Didi baña niçün ola bî-dâd Dâd ey pâdişâh-ı ‘âlem-dâd F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Şeh kapusında ‘adl ü dâd olunur Zâr ü nâ-kâm ber-murâd olunur (Karacan, 1974: 275) 2. Isfahan Şahı: Isfahan şahı hikâyede, tasvirine en çok yer ayrılan tiptir. Ne Şâtır’ ın güzelliğine ne de Rey şahının sıfatlarına bu kadar yer ayrılmıştır. 13 beyit sadece medh ile onun sıfatları sıralanır. Isfahan şahının yardım dilenen kişi olup, kurtarıcı vasfı olduğunu çalışmamızın başında belirtmiş ve onun sahip olduğu özellikleri sıralamıştık. Burada ise onunla ilgili yapılmış tasviri vermek istiyoruz: Var idi Isfahânda ol demler Bir şehin-şâh-ı ma’adilet-güster Vâdi-i lutf u himmetüñ ferdi Husrev-i ‘âlem ü cevân-merdi Lutfı mebzûl idi sehâb gibi Feyz-i ‘amm idi âfitâb gibi Kadr ile olmış idi ‘âlem-gîr Lutf ile eylemişdi halkı esîr (Karacan, 1974: 276) *** Lutfına halk mazhar olmış idi Merd-i ‘âciz tuvân-ger olmuş idi Teng-destâna açık idi eli İltizâm itmiş idi ol ‘ameli Müflise itdi ol kadar ihsân Hasret oldı gedâya halk-ı cihân (Karacan, 1974: 277) Şair onun adaletini, eski adaletiyle ünlü hükümdar Behram’ın adaletiyle karşılaştırıp, adaletinin Behram’ın şöhretini unutturduğunu söyletiyor yarattığı kahraman Şûh’a; ‘Âleme velvele salub nâmuñ Sıyt-ı ‘adlin güm itdi Behrâmuñ (Karacan, 1974: 277) IV.h.d. Savaş Tasviri: Rey şahı ve Isfahan şahının karşı karşıya geldikleri savaş manzarası, 11 beyitle anlatılmış ve ilginç benzetmeler kullanılmıştır: Merd-i âhen-dilân giyüb cevşen Döndi âyîneci dükânına ten *** Kobdı nâ-geh kıyâmet-i zed ü bürd Sîne çâk oldı üstühvânlar hurd 307 Nev’î-Zâde Atâyî’nin Heft Hân Mesnevisinden Bir Hikâye Möhre-i tob kıldı hasmı tebâh Gârdan çıkdı sanki dîv-i siyâh (Karacan, 1974: 283) Kılıcın ucunun ikiye bölünmüş hali, Hz. Ali’ nin kılıcı Zülfikar’ a benzetiliyor: Tîga gaddâre kim düçâr oldı Çâk olup şekl-i zülfikâr oldı (Karacan, 1974: 284) Savaş saflarının birbirine girmiş hali, şaire pençe pençeye savaşan iki merdi anımsatıyor: Birbirine girüb sufûf-ı neberd Pençe-gîr oldı gûyiyâ iki merd (Karacan, 1974: 284) SONUÇ Çalışmamızda, XVII. yüzyıl şairlerinden Nev’î-zâde Atâyî’ nin hamsesindeki mesnevilerden biri olan “Heft Hân” mesnevisinin içerisindeki yedi hikâyeden “Der Efsâne Güften-i La’lî-i Suhandân” başlıklı hikâyesi ele alındı. Hikâye, anlatım teknikleri, metinler arası ilişkiler, motifler, dil ve üslup açısından değerlendirildi. Anlatım tekniklerinden; anlatma tekniği (diegesis), tasvir tekniği, otobiyografik teknik, leitmotiv teknik, iç çözümleme tekniği (interior analysis), iç monolog tekniği ile metinler arası ilişkileri tespitte kullanılan montaj tekniği ve metin dönüştürme tekniğinden yararlanılmıştır. Hikâyeden elde edilen motifler ise; aileden biri evden uzaklaşması, aileden birinin bir eksiği olması, saldırganın aileden birine zarar vermesi, kötülüğün ya da eksikliğin haberinin yayılması, bir dilek ya da bir buyrukla kahramana başvurulması, kahramanın gönderilmesi, kahramanın büyülü bir nesneyi ya da yardımcıyı edinmesini sağlayan bir sınama, sorgulama ya da saldırı ile karşılaşması, düzmece kahramanın ya da saldırganın cezalandırılması, başlangıçtaki kötülüğün giderilmesi ve kahraman ile saldırganın bir çatışmada karşı karşıya gelmesi motifleridir. Dil ve üslup açısından değerlendirdiğimizde dikkat çeken hususlar şunlardır; hikâyede on dokuz adet deyim kullanıldığını görürüz. Bu deyimlerin çoğu sık karşılaştığımız basit deyimlerdir. Teşbîh, istiâre, teşhis, mübâlağa ve mürettep leff ü neşr en sık yer verilen edebi sanatlardır. Tamlama olarak en fazla “çâre-sâz, kelle-kûb” gibi iki unsurlu Farsça tamlamalara yer verilmiştir. Sayısı çok az olmakla birlikte dört unsurlu tamlamalar da hikâyede yer almıştır. KAYNAKLAR AKTAŞ, Hasan (2006), Çağdaş Türk Şiirinde Tip Ve Karakterler, Yort Savul yayınları. AKTAŞ, Şerif (1991), Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara. 308 AYAN, Gönül (1992), “Bazı Mesnevilerde Rastlanan Masal Unsurları”, Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, s. 6, Konya. F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. BORATAV, Pertev Naili (1982), “Roman ve Destan”, Folklor ve Edebiyat 2, İstanbul. ÇELEBİOĞLU, Amil (1999), Türk Edebiyatında Mesnevî, Kitabevi yayınları. ÇETİN, Nurullah (2004), Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara. DUNKOFF, Robert (1984), “Lyric of The Romance: The Use of Ghazals in Persian and Turkish Masnavis”, Journal of Near Eastern Studies 43.1, s. 9-25. ECE, Selami (2004), “Mesnevilerde Öyküleme Özellikleri ve Üslûp”, Atatürk Üni., Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S. 24. HORATA, Osman (1997), “Esrar Dede’nin Şiirlerinde Tahkiye I”, Türk Dili, Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 544, s. 423-433. HORATA, Osman (1997), “Esrar Dede’nin Şiirlerinde Tahkiye II”, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 546, s. 593-599. İPEKTEN, Haluk (1991), “Atâî, Nev’îzâde”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, C. 4, s. 40. KAPLAN, Mehmet (1975), “Destan, Mesnevî, Roman”, Hisar Dergisi, Sayı: 139, c. 15, Temmuz, Ankara. KAPLAN, Mehmet (1985), Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 3: Tip Tahlilleri, Dergah yay., Ankara. KARAAĞAÇ, Günay (2009), Türkçenin Söz Dizimi, Kesit Yay., İstanbul. KARACAN, Turgut (1974), Nev’î-zâde Atâyî, Heft Hvân Mesnevisi (İnceleme-Metin), Sevinç Matbaası, Ankara. KARAHAN, Abdülkadir (1980), Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İ. Ü. Edebiyat fak. Yay., İstanbul. KORTANTAMER, Tunca (1997), Nev‘î-zâde ‘Atâyî ve Hamse’si, Ege Üni., Edebiyat Fakültesi Yayınları, İzmir. KUTLAR, Fatma Sabiha. (2010). “Seher Abdal’ın Helva vu Nan’ı”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 56: 269-298. KUTLAR, Fatma Sabiha. (2011). “Menkabet-i Penc Keştî”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 58: 21-48. LEVEND, Agah Sırrı (1959), Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leyla vü Mecnun Mesnevileri, TTK, Ankara. LEVEND, Agah Sırrı (1969), “Dîvân Edebiyatında Hikâye I”, Türk Dilleri Araştırmaları Yıllığı, Ankara. ÖZTEKİN, Özge (2009), “Türk Şiirinde Metinler Arası İlişkiler-I: Çağdaş Türk Şiirinde Art Zamanlı Üretim Bağlantıları”, JOTS, 33/II. PROOP, Vladimir (2008), Masalın Biçimbilimi, çev. Mehmet Rifat-Sema Rifat, Kültür yay. SIRRI, Nahid (1928), “Roman ve Hikâyelere Dair Bazı Mülahazalar”, Hayat Mecmuası 4, Ankara. ŞENTÜRK, Ahmet Atilla (1996), Klasik Osmanlı Edebiyatı Tiplerinden Sûfî Yahut Zâhid, Enderun Kitabevi, İstanbul. TEKİN, Mehmet (2001), Roman Sanatı, Ötüken yay., İstanbul. Türk Edebiyatı Tarihi (2006), C. 2, Kültür Bakanlığı, İstanbul. WELLEK, Rene -Austin Warren (1983), Edebiyat Biliminin Temelleri, KTB yay., Ankara. YAŞAROĞLU, Macit (1940-41), Heft-Hvân Mesnevisi, İstinsah ve Tahlili, Türkoloji 1. Disiplin tezi, İstanbul. 309 Güftî ve Gam-Nâme’si Asuman BAYRAM* G GENEL BİLGİLER üftî ömrünü yoksulluk ve sıkıntı içinde geçirmiş bir şairdir. Yaşadığı bu zorluklar ve hak ettiği takdiri görmediğine olan inancı şairin bütün eserlerinde hayata karşı bedbin ve öfkeli bir tavır takınmasına sebep olmuştur. Şairin bu tutumuna bütün eserlerinde rastlanmakla birlikte Gam-nâme başlı başına şairin devrinden ve talihinden şikayetini dile getirmek maksadıyla yazdığı bir eserdir. 781 beyitlik eser mukaddime, konunun işlendiği asıl bölüm ve hatimeden oluşur. Mukaddimede sırasıyla başlık, Allah’ın varlığının ve kudretinin anlatıldığı tahmid, Hz. Peygamber’in övüldüğü bir na‘t, eserin yazılma sebebinin anlatıldığı ve zamandan şikayet edilen sebeb-i te’lif bölümü ve padişah IV. Mehmed’in övüldüğü medhiyye bölümü yer alır. Asıl konunun işlendiği bölümde beş hikâye yer almaktadır. Bu beş hikâyede de işlenen konu, zamanın makam sahiplerinin cimriliği ve marifet ve ilim sahiplerinin hak ettikleri değer ve itibarı görmeyişleridir. Sonuç bölümünde zamanın kötülüğünün anlatıldığı 310 * Hacettepe Üniversitesi Türkçe ve Yabancı Dil Öğretimi ve Araştırma Merkezi (HÜ TÖMER) / ANKARA F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. ve felekten şikayet edilen kısımlar ve hatime bölümleri yer alır. Eserin düzenleniş biçimini şöyle ifade edebiliriz: Mukaddime 1. Tahmid 2. Na’t 3. Sebeb-i Te’lif 4. IV. Mehmet’e ithafen bir kasíde Asıl konunun anlatıldığı bölüm 5. Şâirin hikâyesi ve seyahati 6. Yaşlı kadın, iyi ahlaklı hakim ve pazardaki adamın hikâyesi 7. Cömertliğin yokluğu ve HÀtem’in hikâyesi 8. Şâirin hikâyesi ve zamanın ekabir ve eşrafının cimriliği 9. Şâirin zamanın müftüsünden mutluluk talep etmesi ve mutsuzluk güzelinin yüzünü göstermesi ve ye’se düşmüşlük neticesi Hatime 10.Kötü gidişli zamanın bahtsızlığı 11.Felekten şikÀyet 12.Gam-nâme’nin hatimesi 1. a. Gam-nâme’nin Konusu Gam-nâme şâirin yaşadığı yoksulluğu, bütün çabalarına karşın bir türlü kavuşamadığı lutuf ve ihsan beklentisini, kadrinin bilinmeyişine olan isyanını ve kendisine değer vermeyen devrinin ekabir ve eşrafına duyduğu öfkeyi konu ettiği bir eserdir. 1. b. Gam-nâme’nin Tahkiye Unsurları Açısından Değerlendirilmesi 1. b. a. Özet 1. hikâye: Akıllı, anlayışlı, yazdığında manaya hayat bağışlayacak kadar marifet sahibi şair, bu özelliklerine karşılık bahtsızdır ve kötü talihi onu adeta arzu çölünde bir gezgine benzetmiştir. Hiç hak etmediğini düşündüğü bir hayatı yaşayan rind bu kötü talihinin eziyetinden kurtulmak için sabırsızlanmaktadır. Talihinin bahtsızlığını yeneceğine dair sürekli içinde bir ümit barındıran rind, bunun için yollara düşer. Cennet görünüşlü gönle ferahlık veren bir yere ulaşır. Önce bu yeri uzun uzun seyreder, merakla ve istekle şehrin pazarını ve koruluğunu gezer. Bu sırada akıllı bir rindle karşılaşır. Ona şehir ve halkıyla ilgili sorular sorar. Nükte sahibi rind, şairin bu sorularına karşılık ona şehrin o gönül açıcı görüntüsüne aldanmaması gerektiğini, halkının şiire ve şaire kıymet verir gibi görünmesine rağmen adeta şairliğin can düşmanı gibi davrandıklarını, iyi şair ve kötü şairi birbirinden ayı311 Güftî ve Gam-Nâme’si ramadıkları gibi iyi ve kötü şiiri de fark edemediklerini belirtir. Ancak bilgili rind, bir efendiyi diğerlerinden ayrı tutar. Şairi himaye edebilecek sadece o’dur. O diğer devlet sahiplerinden başkadır, onun eli adeta Hâtem’in elidir. Şairin ondan başkasından ihsan beklemesi anlamsızdır. Tek yapması gereken bu cömert kimsenin dergahına alın sürmek ve isteğini dile getirmek olacaktır. Bilgili rindin bu ümit verici konuşmaları şairi bu kişinin meclisine yakın olmak için çabalamaya sevk eder ve şâir sonunda zahmet ve mihnetle o meclise ulaşmayı başarır. Güzel bir kıt’ayı mecliste okur ve karşılığında bahşiş ümit ederken zengin efendiden duyduğu sayısız iltifat ile meclis uzar ve ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan vaatler ile de son bulur. Hikâye şairin bahşiş ümidine lanet etmesi ve himmet görme arzusundan vazgeçmesiyle sona erer. Hikâyeyi anlatıcı/Güftî’nin hikâye ile ilgili yorumları takip eder. 2. Hikâye: İlim ve irfan sahibi şair uzlet köşesinde yaşarken bir gün şehrin pazarını mekân tutar. Keramet sahibi olduğu için kimse kendisini görmediği halde o, herkesi ve her şeyi görebilmektedir. Bir dükkanda oturup âlemin halkını seyre dalar. Dükkanın sahibi zengin bir efendidir. Dükkanını ipek kumaşlarla, altın eşyalarla donatmıştır. O dükkana önce zavallı bir yaşlı kadın gelir. Paraya ihtiyacı vardır. Bunun için rehin olarak bir parça kumaş getirmiştir. Durumunu arz eder. Uyanık mal sahibi, kadının yaşadığı çaresizliği fırsat bilip rehini en düşük fiyatla satın almak niyetindedir. Bunun için de kumaşa pek çok kusur bulur. Kadın, durumun farkına varır ve dükkan sahibine acil paraya ihtiyacı olduğunu söyleyip getirdiği malın karşılığında ne verirse kabul edeceğini söyler. Fırsatçı dükkan sahibi yok denecek bir kıymet karşılığı kumaşı alır. Zavallı kadın, dükkan sahibinin verdiği parayı çaresiz kabul eder. Bundan sonra dükkana bir müşteri gelir ve gömlek için uygun kumaş aradığını söyleyince yalancı dükkan sahibi türlü kusur bulup hiç karşılığı bir paraya satın aldığı kumaşı binbir övgü ile oldukça yüksek bir fiyata müşteriye satar. Olanları seyreden şair, zengin dükkan sahibinin karşısına çıkar ve kendisinin uzun zamandır himmet talebinde bulunmasına karşın kimsenin kıymet vermediğini değerinin bilinmesi için herhalde kocakarıdan alınan kumaş gibi dükkan sahibinin sandığına girmesi lazım geldiğini söyler. Hikâye, şairin bu sözleri ile sona erer. Hikâyeyi yine anlatıcı/ Güftî’nin yorumları takip eder. 3. Hikâye: Baht yıldızı bir türlü parlamayan şair, cömertliğiyle meşhur Hâtem’in hikâyesini duyar ve bunun bir masal mı yoksa gerçekten yaşanmış mı olduğunu merak eder. Bunu ve cömertliğin yokluğunun sadece kendisinin yaşadığı zamana mahsus olup olmadığını sorar. O da cömertlik ve bahşiş semtinin dünyanın hiçbir döneminde cimrilerin uğrağı olmadığını anlatır. Hâtem’in hikâyesinin ise sadece esersiz bir ses olduğu ve zamanın halkının uydurması, laftan ibaret manasız bir rivayet olduğu cevabını verir. Zaten şair rindin de felek hakkında kendisinin bildiklerini bilse boş cömertlik arayışından vazgeçeceğini söyler ve insanoğlunun yeryüzüne gelişinden itibaren hep bolluk ve refah içinde yaşama arzusu duymasına karşın bu emeline asla ulaşamadığını tarihten ve efsanelerden verdiği örneklerle açıklar. Cem’in, İskender’in, Hızır’ın ve en 312 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. son olarak da Hâtem’in döneminde insanlığın ihsan ve bolluktan hep uzak olduğunu vurgular. Öyle ki bilgili rinde göre insanların her dileğini yerine getirdiğine inanılan Hızır bile aslında cimridir, öyle olmasaydı “abıhayat”ı bütün insanlara selsebil ederdi. Hâtem’in gösterdiği de esersiz bir el açıklığıdır, adeta temeli olmayan bir binadır. Bilgili rind, şaire cimriliği ortadan kaldırmak için uğraşanların da az olmadığını ama bunu başaramadıklarını anlatır. Bu durumda akıllı insanın yapacağı tek şey bu boş cömertlik, ferahlık ve bolluk hayallerinden vazgeçmek olmalıdır ve şair de derhal bu hayalden bu dedikodu malzemesinden vazgeçmelidir. Şair de ihsan harfinin dünya levhasına yazılmamış olduğunu, arzu etmenin tek başına faydasızlığını anlar ve ihsan talebinden vazgeçer. Hikâye anlatıcı/şairin yorumuyla devam eder. 4.Hikâye: Hüner sahibi şair rind tüm zamanını ilim ve şiire vakfetmektedir ve şairlikte de kadrini ispat etmiştir. Ancak sahip olduğu şairlik gücü onu dünyada zavallı, aşağılık bir kişi yapmıştır. Zamanın halkı, hüner sahiplerine hak ettikleri değer ve itibarı göstermemektedir. Halkın iyi ile kötüyü ayırmadaki bu vurdumduymazlığı şairin kederini iyice arttırmakta ve şair kendisini vatanında gurbette gibi hissetmektedir. Yaşadıklarının zaman geçmesine rağmen değişmemesi ve vatanın kendisi için gurbetten farksız hâle geldiği düşüncesi şairde bulunduğu yeri terk edip kadrinin bilineceği başka bir diyara yolculuk etme düşüncesini uyandırır ve bu düşüncelerle vatanından ayrılır. Dünya üzerinde mutluluğun varolduğu yeri arayan şair, tuhaf bir şehirde yer tutar. Binbir güzellikle dolu bu şehirde ilimle uğraşanlar da hep rütbe sahibidir. Bu duruma oldukça şaşıran ve sevinen şair, gamlı gönlünün arzu atını bu yola doğru koşturur. Birkaç kaside düzenler. Bu kasidelerinde şehirde şöhret sahibi olan bütün büyük âlimleri tek tek anlatır. Kasidesini tamamlayınca nükteden anlayan bir efendiye sunar. Kasideyi dinleyen efendi övgü dolu sözlerle şairi yüceltir. Şairin gönlünü övgüsüyle mutlu eder ama kasidenin bahşişini dile getirmez. Şair bu durumu : “Pür – zînet egerçi bezm-i rağbet Bî - nûr velik şem’-i himmet” dizeleriyle dile getirir. Şair sonunda bu meclisten himmete dair bir nişan alamayacağını anlar ve görünüşteki gösterişe ve mevki sahiplerine lanet okuyarak meclise veda eder. Talihinin tersliğine sövüp sayar. Şairin mutluluk arayışı bu kez de ümitsizlikle sona erer. Hikâye anlatıcı/Güftî’nin yorumlarıyla sona erer. 5.Hikâye: Zamanın birinde cömertliğinin ünü bütün ülkeye yayılmış her zaman cömertlik davası süren bir efendi vardır. Bu kişi, meclisinde Hâtem’in adı anılsa ona bin türlü kusur bulacak kadar cömertliğine güvenir. Bu cömert efendi adeta halkın sığınağı gibidir. Aynı zamanda yaşayan bir de umutsuz, gamlı, ümitsiz bir şair rind vardır. Bir gün cömertliği dilden dile gezen bu efendinin adını işitir ve hâlini arz ettiği 313 Güftî ve Gam-Nâme’si bir kaside efendi için bir küçük kaside de efendinin oğlu için yazar. Bin türlü eziyetin ardından bu cömert kişinin meclisine girmeyi başarır ve kasidesini sunar. Kasideyi çok beğenen efendi, şaire sadece sözle ihsan vaadinde bulunur. Şair bu cömert olarak tanınan efendiye oğlu için yazdığı kasideyi de sunar. Efendi bu kasideyi de çok beğenir ve oğluna iletmesini ister. Şaire de bir makam vaadinde bulunur. Cömert efendinin meclisine yapılan ziyaret bu şekilde son bulur. Aradan bir süre geçer eline hiçbir bağış geçmeyen şair, adı cömertlikle meşhur efendinin meclisini tekrar ziyaret eder. Efendi, şairi görür ama evvelce söz verdiği vaatleri dile getirmez, hâl- hatır sorar, şairden meclisini ziyaret sebebini açıklamasını, başından geçenleri nakletmesini ister. Şair de macerasını özetler ve efendiye vaatlerini hatırlatır. Bunun üzerine efendi, aynı vaatleri yineler. Şair, çaresiz ve umutsuz meclisten ayrılır. Efendinin oğluna ait meclisi son bir umutla ziyaret eder. Oğlu da kendisine sunulan kasideyi çok beğenir ve türlü övgünün ardından babasına şairden söz edeceğini söyler. Oğlunun meclisi de bu şekilde sona erer. Gama alışkın şair bundan sonra ümit binasını yıkar, ümide ve himmet isteğine lanet eder. Hikâye, anlatıcı/Güftî’nin yorumuyla sona erer. 1.b. b. Olay örgüsü Olayların zaman sırasına gore düzenlenerek anlatılmasıdır. Geleneksel mesnevi anlayışımız içinde mesnevideki olaylar genel olarak bir bütününün birbirinden ayrı parçalarına benzerler. Halbuki olay örgüsü olay halkalarının başarılı bir biçimde birbirine bağlanmasıdır ki burada asıl olan olay halkaları arasındaki sebep sonuç ilişkisinin gözetilmesidir; çünkü olay örgüsü küçük hikaye ya da olay parçalarından oluşur; ama bir bütünlük arz eder. Gam-nâme’deki 5(beş) hikâyeyi bu açıdan değerlendirdiğimizde hikâyelerdeki her olayın sebep ve sonuç ilişkisinin kurularak metin içine yerleştirildiğini görmekteyiz. Olay örgüsü aynı zamanda olayların bir zaman sırasına göre düzenlenerek anlatılması olduğundan hikâyelerdeki olayların zaman açısından nasıl bir sıra takip ettiklerine de değinilmelidir: Hikâyelerde olay örgüsü kronolojik bir sırayı takip etmekte yani düz bir çizgi halinde ilerlemektedir. Bu tür olay örgüsünde anlatılan her şey eserde söz konusu olan şahısla ilgilidir. Gam-nâme’deki hikâyelerde de şair/rind hikâyelerin merkez kişisi durumundadır ve her olay onun etrafında, merkezinde gelişir. Birbirine zincirleme bağlanmış metin halkaları tek bir vak’anın parçaları durumundadır. 1. b. c. Bakış Açısı ve Anlatıcı “Bakış açısı, anlatma esasına dayalı metinlerde vak’a zincirinin ve bu zincirin meydana gelmesinde kullanılan mekân, zaman, şahıs kadrosu gibi unsurların kim tarafından görüldüğü, idrak edildiği ve kim tarafından kime nakledilmekte olduğu sorularına verilen cevaptan başka bir şey değildir” (Aktaş 1983: 73-74). Gam-nâme’deki hikâyeleri anlatan şairdir ve bu da anlatım formu içinde üçüncü tekil şahıs ağzından gerçekleştirilen anlatım biçiminin varlığını ortaya koyar. Üçüncü tekil 314 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. kişi olarak belirtilen anlatıcı aynı zamanda hakim bakış açısına sahiptir ; yani eserde her şeyi bilen ve gören konumundadır. Anlatıcı eser aracılığıyla vak’a, şahıslar, zaman ve mekânı kendine özgü bakış açısından nakleder. Hakim bakış açısında anlatıcının en önemli ve belirgin özelliği ilahî kudrete sahip oluşudur. Anlatıcı eserin her yerinde varlığını hissettirir, hazırdır. Hakim bakış açısına ait bu özellikler beş hikâyede de kendisini göstermektedir. Hikâye zemini baştan sona kadar anlatıcının hakimiyetindedir. Varlığını daima hissettirir, unutturmaz. Beş hikâyenin de baş kahramanı olan şairi elinden tutar, onu çeşitli olaylara dahil eder ve kahramanını kendi tasarladığı sona doğru yürütür. 1 . c. Anlatım Tekniği Mesnevi türünün sahip olduğu tahkiyeli yapı şairine farklı anlatım tekniklerini kullanma imkanı verir. Gam-nâme’de kullanılan anlatım teknikleri şöyle sıralanabilir: 1. c. a. Anlatma Tekniği Mesnevi edebiyatımız içinde şairlerin en çok kullandıkları teknik hiç şüphesiz anlatma tekniğidir. Gam-nâme’de de bu özelliğin değişmediği görülür. Zaten hakim bakış açısına sahip olduğu belirtilen hikâyede şairin bu tekniği kullanması kaçınılmazdır. Anlatma, bu bakış açısının gereğidir; çünkü hakim bakış açısında anlatıcı kendini ortaya çıkarma eğilimindedir, aradan çekilip kaybolmaz, açıklama ve yorumlar yaparak yargılarda bulunarak adeta “Ben buradayım.” der. Söz konusu bakış açısının tezahürü Gam-nâme’deki beş hikâyede de açıkça gözlemlenebilmektedir. Okur olarak dikkatimiz tamamen anlatan üzerindedir, anlatıcı hep ön pladadır. Her zaman hikâyeyle aramıza giren kişidir. Beş hikâyede de anlatıcı olarak tek duyduğumuz ses Güftî’nin sesidir. Kahramanların yaşadıklarını bize nakleden Güftî’dir ve biz onun anlattığı kadarıyla olup bitenden haberdar oluruz. Anlatma tekniği tezli romanlarda çok kullanılan bir tekniktir. Yazarın doğruluğuna inandığı bir tezi vardır ve kahramanın yaşadıkları sonunda ulaştığı nokta tezli roman yazarının tezinin doğruluğunu kanıtlayan mukarrer son’dur. Gam-nâme’nin de tezli bir eser olduğu açıktır. Yaşadıkları, Gam-nâme şairinin hayat ve insanlar karşısında kesin bir yargıya varmasına yol açmıştır. Bu hüküm “Hüner sahiplerinin, gerçek sanatçıların hayat ve insanlar tarafından asla ödüllendirilmeyeceği gerçeğidir.” Şair bunun kendisi için değiştirilemez bir yazgı olduğuna inanır ve hikâyelerinin baş kahramanlarını kendisiyle aynı yazgının ortağı olarak görür; kahramanların bir umutla çıktıkları ihsan arayışından bu arayıştan yorulmuş ve bezgin bir şekilde dönmeleri her hikâyenin sonunda şairin tezini doğrulayan mukarrer son’dur. 1. c. b. İç Monolog İç monolog, kahramanların akıllarından geçeni, içlerinden geçirdiklerini kendi kendileriyle konuşmaları tarzında yansıtma tekniğine verilen addır. Aşağıdaki beyitlerde vatanında kendisine kıymet verilmediğine inanan kahramanın gurbete çıkıp kötü talihinden kurtulmaya niyetlendiği aşamada kesin bir karara varmadan önce kahramanın düşünce dünyasındaki “gurbet”le ilgili çağrışımlara yer verilmiştir: 315 Güftî ve Gam-Nâme’si 537) Çekmezse bulur mı şem‘-i dil-sûz Pervâne eger ki àurbet-i rûz 538) Mey-hâra olur mı neşve-güster Çekmezse humâr àurbetin ger 539) Olmazsa olur mı nahl-i mümtâz Ger àurbet-i kûdekîye dem-sâz 540) Çeşm ola mı Rûşenâ-delîli Ger görmese àurbet-i ‘alîli 1. c. c. Anlatıcının Bir Kahramanın Arkasına Gizlenerek Anlatması Bilindiği gibi anlatma tekniğinin kullanım yollarından biri de anlatıcının bir kahramanın arkasına saklanarak yani kendisini gizleyerek; kahramanlardan birini kullanarak fikir ve düşüncelerini aktarmasıdır. Kanımızca Gam-nâme şairi hikâyelerinde bu anlatım tekniğini de kullanmıştır: Hikâyelerin baş kahramanı olan arayış içindeki şair/rind’in farklı hikâyelerde akıl danıştığı akıllı ve bilge kişi sanki söylemiyle Gam-nâme şairinin sözcüsü durumundadır. Bu bilge kişi, sözleriyle bir gün ümit ettiği ihsan ve iltifatı göreceğine dair ümit taşıyan başkahraman şairi sürekli olarak bu boş ümitten vazgeçirmeye çalışır; özellikle Hâtem’in hikâyesinin anlatıldığı bölümde “Hâtem’in hikâyesi”ni merak eden onun gerçekten yaşayıp yaşamadığını sorgulayan başkahramanla diyaloğunda konuşan bilge kişi olsa da okura ulaşan sesin aslında Güftî’ye ait olduğu son derece açıktır; bilge kişinin sözleri tamamen Gam-nâme şairinin eserin odak noktasını oluşturan tezini doğrular niteliktedir. 418) Olmış mı sadâ-yı cûd bilmem Bir kerre tanîn-i gûş-ı ‘âlem 419) Tutmışdı meger ki anda me’vâ Bir çeşm- güşûde pîr-i dânâ 435) Lutf eyle bu müşkili ‘ayân it Bu sırr-ı ‘adîmi hem beyân it 436) Bu nükte-i sırr-ı mübhemi hem Âvâze-i cûd-ı Hâtemi hem 474) Bu bezme soñra geldi Hâtem302 Gösterdi o da sâhâ-yı mübhem [14b] 475) Bir gûne sâhâ ki bî-nişândur Bir úavl-i mücerred-i zamândur 316 30 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. 476) Minnet-keş-i iltifâtı yoúdur Bir gûne binâ sebâtı yoúdur 1. c. d. Tasvir Gam-nâme’de tasvir şair tarafından olaylara uygun bir şekilde yerleştirilmiştir. Bunlar edebî açıdan çok zengin tasvirler olmasa da olayla doğrudan ilgisinin bulunuşu sebebiyle bir tahkiyeli eserde tasvirin asıl işlevi olan olayın göz önünde canlandırılmasına büyük katkı sağlamaktadır. 318) İtmişdi o hâce-i felek-sân Kâlâ-yı nefîsi zîb-i dükkân 319) İtmişdi dükânı cümle tezyîn Dîbâ-yı haten metâ‘-ı zerrîn 320) Bir turfe ‘acûze-i zamâne Nâ-gâh irişdi ol dükâna 321) Ammâ ne ‘acûz dâye-i çarh Yârâ-yı hamîr-i mâye-i çarh 322) Hemzâd-ı sipihr-i sifle-peymân Hemşîre-i rûzgâr-ı gerdân 1. c. e. Sahneleme HİKÂYET-İ ÂN ZEN ‘ACÛZÎ VE HAKÎM-İ NÎK-SÎRET VE MERD-İ BEZZAZİSTÂNÎ, DER-TA‘RÎF-İ TALEB-İ KÂM-KERDEN-İ ŞÂ‘İR EZ MÜFTÎ-İ ‘ASR; ŞÂHİD-İ NÂ-KÂMÎ RÛY-NÜMÛDEN ve ME’YÛS-ŞODEN başlıklı öykülerde sahneleme en az anlatma kadar belirgin bir anlatım tekniği olarak öne çıkmaktadır. Şair bu üç hikâyede şahıs kadrosunu zenginleştirerek ve diyalogları metnin diline hakim kılarak anlatımı akıcılaştırıp olay akışını hızlandırmış; bu sayede olay örgüsü adeta bir tiyatro metni kurgusuna büründürülmüştür. Bu bölümler aynı zamanda eserin geneline yayılmış olan hakim bakış açısının varlığını daha az sezdiğimiz, anlatıcının sesini en alçak perdeden duyurduğu bölümler olması sebebiyle okurun metinle ve kahramanlarla başbaşa kalabildiği, tekdüzeliğin kırıldığı bölümler olarak ayrıca dikkati çekmektedir. 1. c. f. İroni İnce bir zekanın da göstergesi olan ironi Gam-nâme şairinin başvurduğu anlatım tekniklerinden biridir. HİKÂYET-İ ÂN ZEN ‘ACÛZÎ VE HAKÎM-İ NÎK-SÎRET VE MERD-İ BEZZAZİSTÂNÎ isimli hikâyede dükkan sahibinin yaşlı kadından çok ucuza satın aldığı kumaşı bir başka müşteriye fahiş bir fiyatla sattığına şahit olan bahtsız hikâye kahramanı şairin, kurnaz satıcıya söylediği sözler, kahramanın çaresizliğini ortaya koyması kadar çaresizliği ile artık acı bir biçimde alay edebildiğini de göstermektedir. Şairin dükkan sahibine söylediği “Benim de kıymet bulmam için herhalde senin kumaş sandığına girmekten başka çarem yok, zira üç kuruşa zavallı yaşlı kadından 317 Güftî ve Gam-Nâme’si satın aldığın kumaşı çok yüksek bir fiyatla sattın.” Yolundaki sözleri mizahî yönü ile olduğu kadar Gam-nâme şairinin talihine ve devrin ileri gelenlerine duyduğu öfkeyi en etkili bir biçimde ortaya koyduğu bölümlerden birini oluşturmaktadır. Yine DER TA‘RÎF-İ MA‘DÛMÎ-İ KEREM VE HİKÂYET-İ HÂTEM başlıklı hikâyede kendisine akıl danışan bahtsız şaire Hâtem’in hikâyesini anlatan bilge kişinin Hâtem ve Hızır gibi cömertliğin simgesi kabul edilen kişiler için söylediği sözler belki de klasik edebiyatımız içinde eşine sık rastlanmayacak cinsten, orjinal söyleyişler olarak dikkati çekmektedir. Bilge kişi bu beyitlerde insanlık tarihinde ve halkın zihninde cömertlik simgesi olarak tanınan kim varsa hepsini topa tutar, hepsiyle alay eder. İroninin güçlü biçimde hissedildiği bu beyitlerden birkaçı: 470) Hızr oldı bu bezme soñra zîver Virdi o da dehre revnak u fer 471) Resm-i hisset dilinde yek-ser311 Ger olmasa rû-nümâ vü mazhar 472) Feyzân-ı âb-ı hayât-ı ma‘nâ Olmazdı nasîb-i kâmî tenhâ 473) Belki ânı bezl-i ‘âm iderdi Heb ‘âleme feyz-i kâm iderdi 2.4.4. Gam-nâme’de Şahıs Kadrosu Gam-nâme’deki beş hikâyede de başkahraman şiirle, ilimle uğraşan, nüktedan, akıl ve anlayış sahibi bu özelliklerine karşın bir türlü talihin kendisine gülmediği, sıkıntı ve yoksulluk içinde yaşayan ümitsiz, mutsuz ve sürekli kadrinin bilineceği ve takdir göreceği anın hayaliyle yaşayan bir rind olarak düşünülmüştür. Her hikâyedeki şahıs kadrosu farklılık arz etmekle birlikte iki yardımcı kahraman figürünün bütün hikâyelerde ortak olarak kullanıldığı görülür. Bunlardan biri her hikâyede aşağı yukarı aynı sıfatlar kullanılarak tanıtılan ve başkahramana nasihat ederek onu içinde yaşadığı dünyanın gerçekleriyle yüzleştiren akıllı ve anlayışlı rind, diğeri ise başkahramanın himmet ve ihsan görme umuduyla kapısını çaldığı devrin ileri gelenlerini temsil eden zengin ama cimri şahıs figürüdür. Başkahraman Gam-nâme şairini temsil etmektedir.. Taşıdığı üstün vasıflara karşılık bahtsızdır, adeta gamın esiridir, o da Gam-nâme şairi gibi uğursuz talihlidir. “Vârûn-tâli’çü baht-ı şa’ir”. Sürekli hak ettiğini düşündüğü mutluluğu elde etme peşindedir. Hikâyenin sonunda şairin bu çabalarının sonuç vermediği görülür ve hikâyenin başındaki ümitsiz rind karşımıza tekrar çıkar. Öyle ki yaşadıklarından sonra artık himmet ve ihsan ümidine lanet etmektedir ve dünyadaki nasibinin sadece üzüntü bulmak olduğunu kabullenen rind yaşadığı ızdırap ve sıkıntıdan kurtulma 318 31 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. adına yaptığı çalışmaları beyhude ızdırap ve telaş olarak niteler ve bundan vazgeçer, gam dolu dünyasına geri döner. 1. hikâyedeki yardımcı kahramanlar Rind: Başkahramanla yolculuğundan sonra vardığı şehirde karşılaşırlar. Akıllıdır, nükte sahibidir. Başkahramanın ulaştığı şehrin yerlisidir ve yaşadığı yeri çok iyi tanımaktadır. Kendisine sorduğu bütün soruları cevaplar. Bahtsız şairin şehirdeki rehberi olur. Şehir halkını tanıtırken son derece iyi bir gözlemci olduğu anlaşılır. Bu esnada duyulan ses aslında anlatıcının sesidir. Güftî devrin halkının tenkidini ilk hikâyede önce bu rindin ağzından yapar. Kahramanı bilgilendirdikten ve arzu ettiği refahı bulabileceği kişiye yönlendirdikten sonra sahneden çekilir, hikâyenin sonuna kadar başka bir yerde de karşımıza çıkmaz. DÀver-i Dil-nüvÀz: Bilgili rinde göre şehirde cömertliğine güvenilecek tek kişidir. O himmette Hâtem-i zamandır. Başkahraman taltif göreceği umuduyla bu kişinin huzuruna çıkar. Ancak cömert sandığı bu kişiden vaat dışında somut hiçbir yardım göremez. Bu kişi zengin ama cimri kişileri temsil etmektedir. 2. hikâyede başkahramana ait sıfatların tasavvufí unsurlarla zenginleştirildiği görülür. Gayb ilmine vakıf olmasının yanı sıra felsefe ilmiyle de uğraştığından, tasavvuf terbiyesi aldığından, taríkatta belli bir noktaya ulaştığından bahsedilir. Bu hikâyede başkahramanın şehrin çarşısına uğradığı sırada bir dükkanda zengin dükkan sahibinin elindeki kumaşı satarak para kazanmaya çalışan zavallı bir yaşlı kadın ve sonradan dükkana gelen bir müşteri ile olan konuşmalarını dinleyerek hikâyenin sonunda zengin dükkan sahibinin yüzüne karşı gördükleri ile ilgili yaptığı yorum başkahramanın ilk hikâyeye göre daha gerçekçi ve yapılan haksızlığa karşı isyanını yüksek sesle dile getirebilen bir kimliğe sahip olduğunu gösterir. Denilebilir ki bu hikâyede başkahraman ilk hikâyedeki akıllı rindin vasıflarını da üzerine almıştır. Zengin dükkan sahibi; cimri zenginleri temsil eder. Para hırsı merhamet duygusunu da yok etmiştir. Fırsatçıdır, zor durumdaki kadının elinden çok az bir para karşılığı aldığı malı çok yüksek fiyata satar. Yalancıdır, malını methederken mübalağayı elinden bırakmaz, mala adeta kutsal bir nitelik kazandırır. Yaşlı Kadın; paraya sıkışmıştır, iki yaşında bir torunu vardır. Çok yaşlıdır anlatıcı bunu “hemzâd-ı sipihr” sözüyle anlatır. Gözleri neredeyse ışığını tamamen kaybetmiştir, iki büklümdür. Beş hikâyenin içinde anlatıcı/Güftî tarafından fiziksel özelliklerine değinilen tek kahramandır. 319 Güftî ve Gam-Nâme’si 3. hikâyede; başkahramanın hemen hemen 1. hikâyedekiyle aynı kişi olduğu görülür. Anlatıcı, bu kişi için 1. hikâyede kullandığı sıfatları burada da hemen hemen aynen tekrar eder: Anlatıcı/Güftî bu hikâyede başkahramana yardımcı olmak üzere 1.hikâyedeki bilgili rindi tekrar sahneye çıkarır. Hikâyedeki işlevi bahtsız rindin müşkülünü çözmektedir. Nitekim ye’sle hem-dem olmuş rinde Hâtem’in hikâyesinin iç yüzünü anlatarak onu dünyanın hiçbir devrinde lutuf ve ihsanın hak edenlere nasip olmadığı sonucuna ulaştırarak Hâtem’in hikâyesinin düzmece, asılsız bir hikâye olduğu fikrine inandırır ve bahtsız rinde dünyada atâ ve ihsana ulaşmaya dair boş yere umutlanmamasını nasihat eder. Başkahraman önceki hikâyelerdeki özelliklerini bu hikâyede de taşımakla beraber anlatıcı/şâir 4. hikâyede başkahramanın özellikle şâirlik vasfını vurgular. “Rind-i hünerver-i sütÿde” olarak tanıtılan kahramanın işi ilimle iştigaldir. Ve tüm zamanını bu işe sarf etmektedir. Yaradılışı baştan ayağa hünerdir. Ama bu üstün vasıflar onu sefil bir yaşamdan kurtaramamıştır. Taşıdığı bütün kıymetlere, söz söylemedeki maharetine karşılık anlatıcı/şâirle aynı kaderi paylaşmakta, bir türlü hünerine lutufla karşılık görememektedir, o da anlatıcı/şâir gibi zamanın halkının iyi ile kötüyü ayıramamasından şikayetçidir. Bu durum onu öylesine bunaltmıştır ki çareyi bulunduğu yerden uzaklaşıp gurbete çıkmakta arar. Fakat burada da aradığını bulamayan şâirin hikâyenin başındaki vasıfları hikâyenin sonunda da değişmez. Bu hikâyede de anlatıcı/Güftî başkahramanı zamanın gerçekleri ile yüzleştirecek rind tipini sahneye çıkarır. Özelliklerini evvelce sıraladığımız bu yol gösterici rind, başkahramanı yine ihsan talebinden vazgeçmesi, bu yolda boş yere vakit harcamaması konusunda uyarır, dünyanın neresine giderse gitsin durumun değişmeyeceğine kahramanı inandırmaya çalışır. Devrin ileri gelenlerini temsil eden zengin ama cimri şahıs tipi yine bu hikâyede de kahramanlar arasında yerini almıştır. Bu kişinin hikâyedeki özellikleri 2. hikâyedekiyle aynıdır. Bu defa bir vezir olarak gördüğümüz zengin/cimrinin başkahramanın sanatına gösterdiği kayıtsızlık yine aynıdır. 5. hikâyedeki başkahraman yine bir gün cömertliğiyle meşhur bir efendinin methini duyar ve bundan evvelki hikâyelerde olduğu gibi hep özlem duyduğu himayeyi görebilme umuduyla harekete geçer. Neticede başkahramanın durumunun bu hikâyede de değişmediği görülür. Yine mihnet ve gamın esiridir ve artık ümit binasını da kendi elleriyle yıkmış ve ümide lanet etmiştir. Hikâyenin sonunda hep arzusuyla yanıp tutuştuğu lutuf ve himmet görme davasından tamamen vazgeçmiş olarak karşımıza çıkar. 320 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Gam-nâme’de zaman Gam-nâme’de zaman, eserin yazıldığı zaman, hikâyelerdeki olayların geçtiği zaman yani kurmaca zamanı ve Güftî’nin bu hikâyelerdeki olayları öyküleme zamanı olmak üzere üç boyutlu olarak ele alınacaktır. Eserin yazıldığı zaman 1066 yılıdır. Gam-nâme beş hikâyeden oluşmaktadır ve hikâyelerde anlatılan olayların geçtiği zaman ile ilgili hiçbir tarih ifadesine rastlanmamaktadır. Buradan hareketle olayların geçtiği zaman kapalı ve belirsizdir sonucuna ulaşılabilir. Hikâyelerdeki olayları anlatma sırası olarak açıklanabilecek öyküleme zamanı ise kronolojik bir seyir takip etmekte bir başka deyişle anlatıcı/Güftî olayları başından başlayarak olaylarla aynı sırada anlatmaktadır (Kıran 2003:164). Örneğin birinci hikâyede talihin kendisine hiçbir şekilde yardımcı olmadığını düşünen bahtsız şair bir yolculuğun ardından ferah-feza bir yere ulaşır. Bu yolculuğa ne zaman çıkılmıştır? Yolculuk ne kadar sürmüştür? Ulaştığı yere ne zaman varmıştır? Olay zamanı ile ilgili olan bu soruların hiçbirine cevap verilememektedir. Anlatıcı bu yolculuğun ardından kahramanı şairin vardığı gönül açıcı yeri tanımak için yaptığı gezintiyi anlatır burada da zaman ile ilgili bir ifadeye rastlanmaz. Sonra anlatıcı kahramanını oranın yerlisi bir zatla karşılaştırır, bu karşılaşmanın zamanı da yine belirsizdir. Kahramanın sorularına bilgili zatın verdiği uzunca bir cevap bölümünü takibeden nasihat kısmının ardından kahraman şairin o yerin ileri gelenlerinden birine olan yakınlaşma çabaları ve bu çabanın sonuçsuz kalışı anlatılır. Anlatıcı/şâir, kahramanı şâirin bu yakınlaşma çabalarının ne zaman başladığı, ne kadar sürdüğü ve ne zaman sona erdiği hakkında da hiçbir zaman ifadesine yer vermez. Görüldüğü gibi öyküleme zamanı “süredizimsel bir sıra” (Kıran 2003:164) bir başka deyişle kronolojik bir seyir takip ederken öyküde yer alan olayların oluş zamanları ile ilgili hiçbir açık ifadeye yer verilmemektedir. İkinci hikâyede de anlatıcı şâirin zaman ile ilgili olarak ilk hikâye ile aynı anlatım yolunu tercih ettiği görülmektedir. Üçüncü hikâyede ilk iki hikâyeden farklı olarak olayların sırasını belirtmek için “sonradan, devr-i pesin, sonra” kelimelerinin kullanıldığı görülmekle beraber olayların oluş zamanı ile ilgili açık ifadeler kullanılmamıştır. Dördüncü hikâyede anlatıcı/şâirin öykü zamanını anlatmak için “ahir, ol dem, gehi, geh” gibi ifadelerin yanında eser içinde zaman ile ilgili olarak kullanılmış en net belirteçler olarak nitelenebilecek “niçe yıl, seherî, kıyâm-ı mahşer” ifadelerine yer verdiği görülür. Beşinci yani son hikâyede de anlatıcının öykü zamanını aktarırken ilk hikâyeden itibaren ortaya koyduğu tavrı sürdürmekle birlikte “bir gün, ol demde, bir niçe zaman, min ba’d, ahir” gibi belirteçleri kullandığı gözlenmektedir. Anlatıcı öyküde geçen olayların sıklığını anlatırken de diğer hikâyelerde kullandığı “hiç, hep, tekrar, hemişe” belirteçlerini kullanmıştır. 321 Güftî ve Gam-Nâme’si 2.4.3. Gam-nâme’de Mekân “Gam-nâme’de mekân ifade eden sözcüklerden sadece ikisi doğrudan doğruya coğrafyaya ilişkin bir yer ifadesi” (Kıran 2003:194) taşır. ŞirÀz ve hıtta-ı milket-i Acem. (Bk.307. ve 308.beyit) Bunun dışında kullanılan yer adları hep cins isimlerdir. Bu durum bize “gerçek mekândan”dan çok “kurmaca mekân” anlayışının hakim olduğunu gösterir. Gam-nâme’de eserin yazıldığı yer ile ilgili olarak da bir açıklamaya rastlanmamaktadır. Mekân kavramı, zaman olgusunun incelenmesinde olduğu gibi her hikâye için ayrı ele alınacaktır. Hikâyelerde mekânı belirtmek için kullanılan isimler metinde tasvir edilen özellikleri açısından incelendiğinde şu neticelere ulaşılabilir: 1. hikâyede betimlenen tek mekân vardır. Diğer mekân sözcükleri bu yeri tasvir için kullanılmıştır. Bu yerin yapılan tasvirden “açık bir mekân” (Kıran 2003:194) olduğu anlaşılıyor. Burası ayrıca özel bir mekân değil “herkese açık bir mekân”dır. (Kıran 2003:196) Metinde 224. ve 233. beyitler arasında bu yerin tasviri yapılmaktadır. Anlatıcı burayı acayip, cennet görünümlü, baştan başa yüksek kale duvarlarıyla çevrilmiş, gönül açan, yeşilliğin bol olduğu adeta yeşilliklerin gökyüzü ile karıştığı, cennettekilerin bile gördüklerinde cennete dönmek istemeyecekleri bir yer olarak betimliyor. Bu yeri belirten herhangi bir özel isim kullanılmamıştır. 2. hikâyede mekânı ifade eden iki özel isim kullanılmıştır. Bunlardan ilki hıtta-ı milket-i Acem (307) ikincisi ŞirÀz’dır. (308) Bu hikâyede betimlenen bir diğer mekân ise “herkese açık ve kapalı mekân” (2003:194) özelliği gösteren bir dükkandır. 317., 318., 319. beyitler bu dükkanın betimlendiği beyitlerdir. Anlaşıldığına göre dükkan sahibi varlıklı bir efendidir. Dükkanını baştan başa altın eşyalar ile ipekli kumaşlar ile süslemiştir. 4. hikâyede betimlenen ise bir şehirdir. Bu şehir için de özel bir isim kullanılmamıştır. Betimlemesi ise 545. ve 553. beyitler arasında yapılmıştır. Anlatıldığına göre burası “şehr-i ‘acîb” “işret-engiz” dir. Son hikâyede tasvir edilen, “özel ve kapalı bir mekân”(2003:195) olan müftü’nün has meclisidir. Şair burayı 668. ve 674. beyitler arasında tasvir etmiştir. Son derece canlı bir tablo hâlindeki bu tasvir o dönemin şiir meclislerine dair izler de taşır. Metnin tamamında mekân ifadesi taşıyan isimlerden sadece ikisinin (Şiraz ve hıtta-i Milket-i Acem) coğrafyada bir yer işaret eden özel isimler olduğu açıklamasına metnin girişinde yer verilmişti. “Gerçek mekân” (2003:196) anlamı taşıyan isimlerin azlığı şairin metinde “kurmaca mekân”a (2003:196) ağırlık verdiğini göstermektedir. 322 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. SONUÇ Felekten, talihinden, yaşadığı zamandan şikayet klasik şiirimizde tür farkı gözetilmeksizin hemen hemen her eserde var olduğunu gördüğümüz ortak bir konudur. Güftî, Gam-nâme’de şikayet temini eserinin merkezine oturtmuş ve bu konuyu son derece canlı ve renkli sahnelerle, canlandırmalarla realist bir anlayışla işlemiştir. Şair, hikâyelerin hiçbirinde başkahraman değildir, o daima anlatıcıdır; ama anlatılanların tamamının Gam-nâme şairinin yaşadığı olaylar olduğu açıktır. Şair hiçbir zaman “ben” dilini kullanmamıştır; kendisini anlattıklarının dışında tutmaya çalışmıştır. Sürekli vurguladığı başkahramanın kendisi gibi talihsiz bir şair oluşudur; en önemli benzerlikleri budur; ama bu yaşananlar kendisine ait değildir mesajını veren şair, eserin sonuna kadar bu tavrını sürdürmüştür. Böylelikle okur için anlatılanlar daha ilgi çekici hale getirilmiştir. Eğer açık bir “ben” dili kullanılsaydı bu belki de eserin kurgu yönünü zayıflatacak, okuru sürekli bir gerçeklik avı peşinde koşmaya sürükleyecekti; ama Güftî yaşadığı gerçekten yola çıkarak inşa ettiği eserinin kurmaca boyutunu da sağlam bir biçimde kurmuş, okura bir taraftan eserin macera ve hayal ürünü olduğu düşüncesini sezdirirken diğer taraftan her hikâyenin sonunda yaptığı yorumlarla da “Yalnızca anlatıcı değilim, kahraman da benim ve anlattıklarım yaşadıklarımdır.” düşüncesini uyandırabilmiştir. “Şikayet” gibi okur için pek de cazip olmayan bir konuyu tahkiye unsurlarını başarılı sayılabilecek bir biçimde kullanarak işleyebilen ve okuru uyanık tutabilen şairin bu yönüyle ayrıca takdir edilmesi gerektiği düşüncesindeyiz. İroni ve tezat gibi esere damgasını vuran, şairinin orjinal söyleyişleri yakalamasına imkan veren iki tekniğin metnin dokusuna son derece başarılı bir biçimde yayılmış olması da eserin en özgün taraflarından birini oluşturmuştur. Bütün bu özellikleriyle Gam-nâme’nin realist anlayışla yazılmış mesneviler içinde sıradışı bir örnek teşkil ettiği kanaatindeyiz. KAYNAKLAR AKTAŞ, Şerif (1984) Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara, Birlik Yayınları. (2002). Edebiyatta Üslup ve Problemleri, Ankara, Akçağ Yayınları. BAYRAM, Asuman (2006). “Güftí ve Gam-nÀme’si (İnceleme-Metin), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara. KIRAN, Ayşe ve Zeynel (2003) Yazınsal Okuma Süreçleri, Ankara, Seçkin Yayıncılık. KÖKSAL, Fatih, 1997, “Tahkiyeli Bir Eser Olarak Taşlıcalı Yahya’nın Şah u Geda’sı”, Türklük Bilimi Araştırmaları (Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil Armağanı), (5): 245-282. YILMAZ, Kâşif (2001) Güftî ve Teşrifâtü’ş-Şu‘arâsı, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları. 323 A Prof. Dr. F. Tulga Ocak'ın Fotografları 23 Nisan 1952 324 Ankara Koleji Mezuniyet (1964, Ankara) F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. A H. Cengiz Erdoğan ve Prof. Dr. Talat Tekin ile Türkoloji Kongresi (1975), Tuğrul Günay, Prof. Dr. Umay Günay ve Dr. Nevin Önberk ile 325 A Prof. Dr. F. Tulga Ocak'ın Fotografları Prof. Dr. Süleyman Sağlam, Prof. Dr. Gönül Uçele, Prof. Dr. Oya Batum Menteşe ile (1981, Beytepe) 2. Türkoloji Kongresi (1975), Prof. Dr. Şükrü Elçin, Prof. Dr. Umay Günay ve Dr. Nevin Önberk ile 326 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Mezuniyet Töreni (1981, Beytepe) Türkiye Üniversiteleri ve Balkan Üniversiteleri Fars Edebiyatı Öğretim Üyeleri Toplantısı 327 A Prof. Dr. F. Tulga Ocak'ın Fotografları Hıdrellez şenlikleri: Prof. Dr. Dursun Yıldırım, Prof. Dr. Bilge Ercilasun, Prof. Dr. Abide Doğan ve Prof. Dr. Osman Horata ile (1995, Beytepe) Nevin Önberk ile 328 F. Tulga Ocak’a ARMAĞAN Prof.Dr. Prof. Dr. Emel Doğramacı ile (2008, Beytepe) Mezuniyet töreni (2007, Beytepe) 329 A Prof. Dr. F. Tulga Ocak'ın Fotografları Dr. Binnur Erdağı Doğuer, Arş. Gör. Aslı Aytaç ve Doç. Dr. Özge Öztekin ile, 2009 15 Mayıs 2011 330