türk dünyası bilgeler zirvesi: gönül sultanları buluşması bildiriler
Transkript
türk dünyası bilgeler zirvesi: gönül sultanları buluşması bildiriler
TÜRK DÜNYASI BİLGELER ZİRVESİ: GÖNÜL SULTANLARI BULUŞMASI (26-28 Mayıs 2014) BİLDİRİLER CİLT 2 Genel Koordinatör İbrahim AKGÜN Editör Ejder OKUMUŞ TÜRK DÜNYASI BİLGELER ZİRVESİ: GÖNÜL SULTANLARI BULUŞMASI (26-28 Mayıs 2014) BİLDİRİLER CİLT 2 Takım Numarası: 978-605-149-670-2 (Tk) ISBN: 978-605-149-672-6 (2.c) Proje Yönetimi: Proje Raporu, Planlama, Uygulama, İzleme ve Değerlendirme İbrahim AKGÜN Editör Ejder OKUMUŞ Tashih Zhala BABASHOVA M. Yasir OKUMUŞ İsa ABİDOĞLU Nurşen OKUR Kapak ve Sayfa Tasarım Burcu COŞGUN Baskı GÜLEN OFSET MATBAACILIK Matbaacılar Sitesi No: 20 / Eskişehir Tel: (0222) 227 2020 – Faks: (0222) 227 1010 Eskişehir 2014 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yayınları İÇİNDEKİLER 4. BÖLÜM: TASAVVUF/11 Ahmet Emin SEYHAN Ebu'l-Hasan El-Harakânî’nin Sevgi, Merhamet ve Hoşgörü Anlayışı/13 Osman Nuri KÜÇÜK Bir Gönül Bilgesinin Gönül Tarifi/31 Murat AYAR Mevlânâ’nın Rubâîlerinde Seyr u Sülûk Metaforu Olarak “Gece”/41 Süleyman ATEŞ Yunus’ta İlâhî Aşk/55 Aygun XAVERİ Ehmed Yesevi ve Yunis İmre Şeirinin Tesevvüfi Qarşılaşdırılması/113 Talip TUĞRUL Sarı Saltık’ın Tarihî ve Menkıbevî Hayatı/117 Rabia UÇKUN Saltuknâme’ de Sarı Saltuk Gazi’ye Atfedilen Kerametler/131 Bilal KEMİKLİ Bir İrfan Ocağı: Kütahyalı Gaybî ve Ailesi/147 Mehmet ATALAN Vîranî Baba’nın Fakr-Nâmesinde Tasavvufî Unsurlar/155 Necdet YILMAZ Mehmed Zahid Kotku (K.S.)/175 Güllü YOLOĞLU (MEMMEDLİ) Mucize, Keramet, Firaset Sahipleri, İstidraç, Şamanlık/181 5. BÖLÜM: İRFAN, KÜLTÜR VE MEDENİYET/199 Serxan XAVERİ Seyid Ehmed Yesevinin Türk-İslam Medeniyyetinin Teşekkülünde Rolü/201 Emine YENİTERZİ Mevlâna’nın Mesnevî’sinde Zekâ Değerleri/211 Adnan KARAİSMAİLOĞLU Mevlana ve Anadolu Geleneği -Mevlana’ın Kimliği ve Anadolu Geleneği Olarak İsimlendirilebilecek Kimliğe Katkısı-/233 Gökhan Tarıman CENİKOĞLU Türk Dünyasında Nasreddin Hoca Fıkraları/241 Aziz ALİEKBERLİ Yunis Əmrə Tarixi Şəxsiyyətinin Azərbaycanda İzlər/257 Süleyman ULUDAĞ Câmî/267 Ömer YILMAZ Sufi-Alim, Edip-Devlet Adamı Sinan Paşa’da Tasavvuf ve Ahlak/283 Ayşe Yücel ÇETİN İrfan, İnsan ve Toplumsal Değerler Bağlamında Akşemseddin/309 Ahmet KARTAL Alî Şîr Nevâî’de İrfan/321 Seyfeddin RZASOY Ebülgazi Bahadır Han Oğuz Töresinin Koruyucusu ve Yaşatıcısı Gibi/329 Sami BASKIN Osmanlı Devletinde Kültürel Bütünleşme Süreci ve Bin Muhammed Salih/343 Kaliyeva Şınar SAYATKIZI Farab’lı Bilim Adamlarının Bilimsel Mirası ve Onun İslam Kültürü Tarihindeki Önemi (Ebu İbrahim İshak el-Farabi’nin «Divan el-Аdab» Eserіni Esasa Alarak)/355 Yaşar SARI Gaspıralı İsmail’den Cengiz Aytmatov’a Türkistan Coğrafyasında Medeniyet/367 Éva CSÁKİ Türk Bilgelerine Dair/377 Erdal ADAY Horasan Erenleri’nin Menkıbevi Şahsiyetlerindeki Ortak Özellikler/383 Cezmi BAYRAM Yeni Medeniyet Tasavvuru ve Türk Dünyası/395 Hamit AKTÜRK Alevî Bektaşî Hiyerarşik Yapılanmasında Rol Model Olarak Hacı Bektaş Veli/405 Mehseti İSMAYIL Bahtiyar Vahabzade Yaratıcılığında Milli Değerler –Sözlü Edebiyata Yansımaları/417 Qasimova SEVİNC Türk Halklarını Dünyaya Tanıtan Eğitimci - Düşünür: Doğu ve Batı Biliminde Köprü: Mırza Kazımbeg/427 Abdülkerim ERDOĞAN Erzincanlı Salih Baba/441 6. BÖLÜM: İNSAN, TOPLUM/461 Nevzat TARHAN Travma Çağında Anadolu Bilgeleri/463 A. Faruk SİNANOĞLU Türk Kültüründe Bilgelik Vasfının Tezahürü ve Toplum Hayatına Yansımaları/469 İsmet ÇETİN Osmanlı’nın Kuruluş Dönemi Aydını ve Düşünce Dünyası: Tursun Fakih/477 Muslihiddin MUHİDDİNOV Juliboy ELTAZAROV Ali Şîr Nevâyî’nin Eserlerinde Kâmil İnsan Kavramının Yorumu ve Onun Çağdaş «İnsani Gelişim» Düşüncesiyle Felsefi-Estetik Açıdan Bağlantıları/489 Almaz ÜLVİ (Binnətova) Sultan Hüseyn Bayqara və Azərbaycan/501 Ramazan QAFARLI Bextiyar Vahabzade Türk Dünyasının İstiqlal Şairidir/507 Gerayzade Ellada İsa Kızı Hüseyin Cavid ve Mehmet Akif Ersoy’un Eserlerinde Vatanseverlik Motifleri/533 Kemale GAHRAMANOVA Nizami Gencevi Bakış Açısında Güzel İnsan Toplumu/539 Levent BAYRAKTAR Dünya Sorunlarına Her Dem Taze Bir Cevap: Yunus Emre/549 Mehmet Vefa NALBANT Bir Kültür Mühendisi Kaşgarlı Mahmud ve Eseri Divanü Lugati’tTürk/555 Abulfez SÜLEYMANOV Azerbaycan Milli Kimliğinin Korunmasında Bahtiyar Vahabzade’nin Rolü/567 Zübeyir AKÇE Bediüzzaman Said Nursi’nin Toplumsal Barışı Tesis Etme İle İlgili Görüşleri/577 Nevena GRAMATİKOVA Yunus Emre’nin Görüşleri ve Bu Görüşlerin Bulgaristan’da Yaşayan Alevi-Bektaşi Topluluğun Değer Sistemine ve Yaşamına Yansıması/593 Yıldırım ALKIŞ Anadolunun Fethi ve Şehit Ebu’l-Hasan Harakanî/607 Ayhan İNAK Said Nursî’nin İman Merkezli Hizmet Anlayışının Toplumsal Birlikteliğe Katkısı/613 Hüseyin BUDAK Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi’nin (1813-1894) Türk Dünyasına Etkileri/619 Refik ENGİN Nasliç, Serfice ve Grebene Yöresi Bektaşileri Patriyotlar/639 Bekir TATLI Türk-İslâm Davasının Büyük Mütefekkiri Mehmet Feyzî Efendi (Ö. 1989) ve Türk Dünyasına Birlik Reçetesi: İslâmiyet Ruhumuz, Türklük Bedenimizdir/669 Nimetullah ARVAS Nakşi Geleneğinin Bir Takipçisi Olan Seyyid Abdulhakim Arvasi’nin İstanbul Yansımaları/699 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 4. BÖLÜM Tasavvuf 11 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması SEYHAN, Ahmet Emin (2014). “Ebu'l-Hasan ElHarakânî’nin Sevgi, Merhamet Ve Hoşgörü Anlayışı”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.13-29 (http://bilgelerzirvesi.org). Ahmet Emin SEYHAN* EBU'L-HASAN el-HARAKÂNÎ’NİN SEVGİ, MERHAMET ve HOŞGÖRÜ ANLAYIŞI Ş eyh Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed b. Cafer el-Harakânî (ö. 425/1033), miladî 960 yılında Horasan’ın batısında Esterâbad yolu üzerinde Bistam’a bağlı Harakan köyünde1 çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.2 el-Harakânî, Âmul ve Taberistan’da dinî ve tasavvufî konularda bilgisine başvurulan tanınmış bir İslâm âlimi olan Ebu’lAbbas el-Kassâb el-Âmulî’nin (ö. 409/1018)3 yanında yetişmiş, Kur’ân ve Sünnet’e gönülden bağlı böyle bir şahsa talebe olma fırsatını çok iyi değerlendirmiştir. el-Harakânî, mezkûr âlimin yanında çağdaşı Ebû Abdullah el-Dastânî (ö. 417/1026) ve Ebû Saîd Ebu’lHayr (ö. 440/1048) gibi büyük zatlarla birlikte eğitim görmüş, zâhirî ve batınî ilimleri öğrenmiş ve dinî konuları onlarla müzâkere ve mütalaa etme imkanına sahip olmuştur.4 * Yrd. Doç. Dr. Kafkas Üniversitesi. el-Hamevî, Yâkût b. Abdillah, Mu’cemu’l-Buldân, Beyrut, 1977, II, 360; Minovi, Müctebâ, Ahvâl-i ve Akvâl-i Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî, Kitâbhâne-i Tahûrî, Tahran, 1372 hş, s. 10-185; Karabulut, Ali Rıza, İstanbul ve Anadolu Kütüphanelerinde Mevcut El Yazması Eserler Ansiklopedisi, Akabe Kitabevi, Kayseri, ts., II, 912-913; Uludağ, Süleyman, “Harakânî”, DİA, İstanbul, 1997, XVI, 94. 2 Schimmel, Annemarie, İslâmın Mistik Boyutları, (Çev.: Orhan Kocabıyık), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001, s. 100; Çiftçi, Hasan, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, (Hayatı, Çevresi, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri) Nûru’l-‘Ulûm ve Münâcât’ı (Çeviri-AçıklamaMetin), Şehit Ebu’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004, s. 29, 32-33, 49. 3 Çiftçi, a.g.e., s. 75. 4 Muhammed b. Münevver, el-Esrâru’t-Tevhîd fî Makâmâti’ş-Şeyh Ebi’s-Saîd, Nşr.: Muhammed Rızâ Şefi’i-yi Kedkenî, Müessese-i İntişârât-i Âgâh, Tahran, 1339-1345 hş. I, 4950’den naklen Çiftçi, a.g.e., s. 77-78, 98-99. Kelâmî konuları hocaları ile tartıştıkları diğer örnekler için bkz. Attâr, Ferîdüddîn, Evliya Tezkireleri, Çev.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007, s. 627, 633. 1 13 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı el-Harakânî, manevî şeyhi ve mürşidi kabul ettiği Bâyezîd-i Bistâmî’nin (ö. 234/848) tasavvuf tarzını benimsemiş5 ve Hakk’a ermek için zor riyâzetlere, çetin mücâhede ve çilelere katlanmıştır. O, Bâyezîd’i her konuda kendine örnek almış, sözlerini öğrenmiş ve kendi ifadesine göre “manevî âlemde ondan üç derece önde olmak” için çabalamıştır.6 el-Harakânî’nin böyle bir otoriteyi kendisine model seçmesi7 ve onu geçmeyi planlaması oldukça önemlidir. Zira o, yüksek hedeflere odaklananların gösterecekleri büyük bir azim ve gayretle manevî mertebelere ulaşacaklarını yaşayarak göstermiş ve kendisinden sonra gelenlere bu konuda da örnek olmuştur. el-Harakânî, sadece el-Kassâb ve Bâyezîd-i Bistâmî’yi8 değil, aynı zamanda Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909)9 ve Ebû Bekir eş-Şiblî (ö. 334/946)10 gibi Türk-İslâm âlim ve mutasavvıflarını da kendine örnek almıştır.11 Vefatından sonra yerine geçen Ebû Saîd Ebu’l-Hayr12 5 el-Harakânî’nin Bâyezîd’i her konuda kendisine örnek aldığı ve onu geçmek için uğraştığıyla ilgili değerlendirmeler için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan elHarakânî'nin İlim Anlayışı”, JASSS, International Journal of Social Science, Fransa, May 2013, Volume 6 Issue 5, s. 1056-1060. Her ikisi arasındaki manevî ilişkiden bahseden bir başka çalışma için bkz. Çiftçi, Hasan, “Şeyh Harakânî İle Şeyh Bâyezîd Arasındaki İlginç Manevî İlişki”, Şarkiyât Araştırmaları Dergisi, 2003, C. 3, Sayı: 11, s. 29-35. 6 Attâr, a.g.e., s. 612. 7 el-Harakânî ve Bâyezîd’in bazı ortak fikirleri ile ilgili bilgiler için bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 154169. 8 Bâyezîd hakkında bilgi için bkz. Uludağ, Süleyman, “Bâyezîd-i Bistâmî”, DİA, İstanbul, 1992, V, 240. 9 Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd’i tanıtırken; “Bâyezîd-i Bistâmî’nin sûfîler arasındaki rolü, Cebrâil’in melekler arasındaki rolüne benzerdi” demektedir. Bkz. Uludağ, Süleyman, “Cüneyd-i Bağdâdî”, DİA, İstanbul, 1993, XIII, 120. Max Horten ve Richard Hartman gibi şarkiyatçılar, İbrahim b. Edhem (ö. 161/777), Şakik Belhî (ö. 194/809) ve Bâyezîd gibi sûfîlerin Türk asıllı olduklarını söylemektedir. Ayrıntılar için bkz. Öngören, Reşat, “Tasavvuf”, DİA, İstanbul, 2011, XL, 124. 10 Ebû Bekir eş-Şiblî’nin, Cüneyd-i Bağdâdî’nin yetiştirdiği büyük bir Türk-İslâm âlimi ve mutasavvıfı olduğuyla alakalı bir çalışma için bkz. Okudan, Rifat, “Ebû Bekir Şiblî: Hayatı ve Tasavvuf Tarihindeki Yeri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Dergisi, Yıl, 8 (2007), Sayı: 19, s. 211, 225, 234. Ayrıca Şiblî’nin Türk asıllı olduğu, kendisini çok iyi yetiştirdiği ve tasavvufî eğitimini Cüneyd-i Bağdâdî’nin yanında tamamladığı ile ilgili bkz. Gürer, Dilaver, “Şiblî, Ebû Bekir”, DİA, İstanbul, 2010, XXXIX, 125-126. 11 el-Harakânî’nin şu sözü mezkûr İslâm âlimlerine verdiği değeri göstermektedir. Bir gün kendisine semâ (raks) hakkında sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: “Semâ, yere ayağını vurunca yerin en dibine kadar (uzanan, yeri titreten ve oradan ses getiren) ve kolunu kaldırınca Arş’a kadar gören (Yüce Allah’ı tüm ruhunda hisseden) erin (gerçek Allah dostunun/müttakînin) işidir; bunun dışında olan semâ, Bâyezîd, Cüneyd ve Şiblî’nin şerefini düşürür!” Bkz. Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Şenol Kantarcı, Ankara, 1997, s. 81; Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm ve Münâcât’ı, (Çeviri-Açıklama-Metin), Haz.: Hasan Çiftçi, Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004, s. 226. 12 Ebû Saîd, Bâyezîd ve Hallâc-ı Mansûr tarzı bir tasavvuf anlayışına sahip olup, inancı sağlam bir âlim ve sûfîdir. Ayrıca o Mevlânâ gibi semaı çok sevmektedir. Onun hakkında 14 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ve talebeleri Hâce Abdullah Ensârî el-Herevî (ö. 481/1089),13 Ebu’lKâsım el-Cürcânî (ö. 450/105)14 gibi âlimler de onun bu çizgisini devam ettirmişlerdir.15 Abdullah Ensârî, hocası el-Harakânî’nin tasavvufî merhaleleri kat etme hususunda şeyhi el-Kassâb’ı aştığını ve zamanın efendisi olduğunu söylemiştir.16 Abdullah Ensârî, üstadı el-Harakânî’yi tanıtırken; “Hadis, ilim (Kur’ân) ve Şeriat’ta (fıkıh) şeyhlerim çoktur. Fakat tasavvuf ve hakikatte benim pîrim Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî’dir. Eğer onu görmeseydim hakikati nasıl öğrenirdim?”17 ifadesini kullanmıştır. Ebû Kâsım el-Kuşeyrî de (ö. 465/1073), elHarakânî’yi ziyarete gittiğinde; “Harakan vilâyetine geldiğimde o pîrin haşmetinden fesâhatım son bulmuş ve ifade gücüm kalmamıştı. Hatta velîliğimden azlolunduğumu sanmıştım”18 diyerek yaşadığı hayranlık, şaşkınlık ve mahcubiyeti ifade etmiş ve onun ne denli büyük bir mutasavvıf olduğunu söylemeye çalışmıştır. Görüldüğü üzere dergâhında binlerce talebe yetiştiren elHarakânî, yaşadığı asırda pek çok kişinin dikkatini çekmiş, insanların gönüllerini fethetmesini bilmiş19 ve kendisinden sonra gelenlere tesir etmiştir. Onun etkisi, yaşadığı dönemle sınırlı kalmamış, asırlarca sürmüş ve “Horasan erenleri”nin yetişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Nakşibendiyye20 silsilesinde önemli bir yere sahip olan elHarakânî, Aynülkudât el-Hemedânî (ö. 525/1131),21 Ferîdüddin Attâr (ö. 618/1221),22 Necmeddîn-i Dâye (ö. 654/1256)23 ve Mevlânâ (ö. ayrıntılı bilgi için bkz. Yazıcı, Tahsin, “Ebû Saîd Ebü’l-Hayr”, DİA, İstanbul, 1994, X, 220222. 13 Yazıcı, Tahsin-Uludağ, Süleyman, “Herevî Hâce Abdullah”, DİA, İstanbul, 1998, XVII, 222-226; Çiftçi, a.g.e., s. 100-108. 14 Yılmaz, Hasan Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensâr Neşriyat, İstanbul, 2000, s. 123-124. 15 Çiftçi, a.g.e., s. 75. 16 Çiftçi, a.g.e., s. 76. 17 Hakîkat, Abdurrefî’, Tarîh-i İrfân ve Ârifân-i Îrân, İntişârât-i Kumiş, Tahran, 1372 hş., s. 379’den naklen bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 17, 106. Ayrıca bkz. Yazıcı, T., Uludağ, S., “Herevî, Hâce Abdullah”, XVII, 223. 18 Hücvîrî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu'l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, Haz.: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., İstanbul, 1982, s. 268. Ayrıca bkz. Attâr, a.g.e., s. 597. 19 Çiftçi, a.g.e., s. 27. 20 Bu tarikat hakkında bilgi için bkz. Algar, Hamid, “Nakşibendiyye”, DİA, İstanbul, 2006, XXXII, 335-342. 21 Bu mutasavvıf hakkında bilgi için bkz. Uludağ, Süleyman-Bayburtlugil, Nurettin, “Aynülkudât el-Hemedânî”, DİA, İstanbul, 1991, IV, 280-282. 22 Bu mutasavvıf hakkında bilgi için bkz. Şahinoğlu, M. Nazif, “Ferîdüddin Attâr”, DİA, İstanbul, 1991, IV, 95-98. 15 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 670/1271) gibi pek çok mutasavvıfı da etkilemiştir. Bu nedenledir ki; onun adına birçok tarikat silsilesinde rastlanılmaktadır.24 Mevlânâ (ö. 670/1271), “Mesnevî”sinde ondan saygıyla söz etmiş, menkabelerini anlatmış ve sözlerini yorumlamıştır. Şems-i Tebrîzî de (ö. 645/1247) aynı şekilde “Makâlât”ında ondan övgüyle bahsetmiş ve bazı sözlerini eserine almıştır.25 el-Harakânî, her ne kadar açıkça ifade etmese de, menkibelerde anlatılanlara ve sözlerine bakıldığında, onun muhtemelen fıkhî açıdan Şâfiî ve itikâdî açıdan da Eş’arî mezhebine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.26 el-Harakânî’nin İnsan Sevgisi el-Harakânî, İslâm’ı temsil ve tebliğ hususunda büyük gayret göstermiş bir bilgedir. Onun bu başarısının arkasında yatan şeyin, insanlara duyduğu derin sevgi, şefkat ve merhamet olduğu söylenebilir. Asırlar sonra Yunus Emre (ö. 720/1320) tarafından dile getirilen; “Yaratılanı hoş gör, Yaratandan ötürü”27 özdeyişini o yüzyıllar önce yaşayarak göstermiş bir âriftir.28 Nitekim el-Harakânî; “Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin ve adını/inancını sormayın. Zira Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya layık olan herkes, elbette Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeye de lâyıktır”29 diyerek asırlar öncesinden ötekileştirmenin, ayrımcılığın, asimilasyonun ve yok saymanın yanlışlığına dikkat çekmiştir. O, bu sözüyle dili, dini, ırkı, rengi ve mezhebi ne olursa olsun her insana değer verdiğini göstermiştir. Ondan yaklaşık iki asır sonra dünyaya gelen Mevlânâ’nın; “Gene gel, gene gel, her ne isen gene gel; kâfirsen, ateşe tapıyorsan, puta tapıyorsan bütün bunları bir kenara bırak, gel. Bu bizim dergâhımız, eşiğimiz ümitsizlik eşiği değildir; Yüz kere 23 Bu mutasavvıf hakkında bilgi için bkz. Okuyan, Mehmet, “Necmeddîn-i Dâye”, DİA, İstanbul, 2006, XXXII, 496-497. 24 Uludağ, “Harakânî”, XVI, 94. 25 Bkz. Çiftçi, Hasan, “Mevlânâ İle Şems-i Tebrîzî’ye Göre Ebu’l-Hasan-i Harakânî”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, (Mevlânâ Özel Sayısı), Ankara, 2005, Yıl, 6, Sayı: 14, s. 565-590. 26 Çiftçi, a.g.e., s. 96. 27 Tatçı, Mustafa, Yunus Emre Divanı, MEB Yay., Ankara, 2005, II, 43, 102. 28 Hoşgörü, kendi dışımızdaki kişilerle birlikte onları utandırmadan, rencide etmeden, sabır, anlayış ve sevgi ile yaklaşarak beraberce yaşamaktır. Bkz. Bolay, Süleyman Hayri, “Yetmiş İki Millete Bir Gözle Bakılabilir mi?”, Kur’ân’da Evrensel Hoşgörü, Nesil Basım Yay., İstanbul, 1997, s. 143. 29 Çiftçi, a.g.e., s. 21. 16 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tövbeni bozmuş olsan da gene gel”30 özdeyişi de bundan farklı değildir. Benzer şekilde Yunus Emre’nin, “yetmiş iki millete bir gözle bakma” veya “cümle yaratılmışa bir gözle bakma”31 tavsiyesi de bu açıdan oldukça önemlidir. Zira tüm bu veciz ifadeler, adı geçen gönül sultanlarının aynı kaynaklardan beslendiklerinin en bariz bir göstergesidir. Dolayısıyla İslâm’ı gerçek anlamda öğrenen ve yaşayan müminler, tüm insanlara karşı aynı duygularla hareket ederler. Onların da Yüce Allah’ı tanımaları, O’na kulluk etmeleri, cenneti hak etmeleri ve cehennemden kurtulmaları amacıyla üstün gayret gösterirler. İşte el-Harakânî, insanlığı İslâm ile tanıştırmak ve gönülleri Allah ile buluşturmak için gece gündüz çalışıp çabalamıştır. Anadolu’nun İslâmlaşması için bizzat fetih hareketlerine katılmış, İslâm’ı tebliğ görevinin32 bilincinde bir mütefekkir olarak karanlıklar içinde bocalayan insanları inkâr, isyan, fısk, şirk ve günah bataklığından kurtarmak ve Yüce Allah’a giden aydınlık yolları33 göstermek için mücadele etmiştir. el-Harakânî’nin İnsanlara Şefkati el-Harakânî engin manalarla dolu söylemiştir: bir sözünde şöyle “Hak Teala bana öyle bir fikir (sağlam ve sarsılmaz iman ve teslimiyet sonucu ulaşılan engin bir hoşgörü ve empati yapabilme yeteneği)34 verdi ki, O’nun bütün mahlukatını onda gördüm (bu düşünce sayesinde artık tüm yaratılmışlara şefkat ve merhamet hissi ile baktım); onda kalıp durdum; gece gündüz onun meşguliyeti beni sardı, (bu fikirde iyice derinleştim ve bu) fikir (zamanla) basirete dönüştü; (Daha sonra ise) küstahlık (Yüce Allah’a ve tüm insanlığa karşı aşırı derecede adeta taparcasına bir sevgiye) ve muhabbete dönüştü; (Daha sonra) heybet ve vakara dönüştü; o fikirle O’nun birliğini (çok daha iyi) kavradım ve öyle bir mertebeye ulaştım ki (bu) fikir hikmete (Kur’ân ve Sünnet’ten 30 Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Rubâîler, Trc.: Abdülbâkî Gölpınarlı, Ankara, 1982, s. 23. Bu rubâînin Mevlânâ’ya değil de Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’a ait olduğu iddiasına verilen cevapla ilgili bkz. Önder, Mehmet, “Bir İddiaya Cevap: Yine Gel, Yine Gel… Rubâîsi Mevlânâ’nındır”, I. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi, Konya, 1998, s. 117-120. 31 Yunus Emre, Dîvân, Dersaadet, 1327, s. 66. 32 el-Hac, 22/78; el-Ankebût, 29/6; el-Âl-i İmrân, 3/142, 200; en-Nisâ, 4/84. 33 el-Bakara, 2/257; el-Mâide, 5/16; İbrâhim, 14/1; el-Ahzâb, 33/43; el-Hadîd, 57/9; et-Talâk, 65/11. 34 Bu tebliğde el-Harakânî’ye ait sözleri daha anlaşılır kılmak için yapılan tüm parantez içi açıklamalar tarafımıza aittir. Bu açıklamalar yapılırken bütüncül bir yaklaşımla elHarakânî’nin tüm sözleri ve düşünceleri değerlendirilmiş ve onun daha doğru tanıtılması amacıyla böyle bir yol tercih edilmiştir. 17 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı doğru hükümler çıkarma yönteminde derinleşmeye) dönüştü. (Sonra) dosdoğru yola (istikamet üzere olma) ve halka şefkat (ve merhamet) haline dönüştü. (Bunun üzerine) O’nun halkına (yarattığı tüm varlıklara) karşı kendimden daha şefkatlisini 35 görmedim.” Görüldüğü üzere el-Harakânî, bu sözüyle insanlara gösterdiği şefkat ve merhametin arkasında yatan temel ilkelere ve bu ilkelerin birbirleriyle bağlantısına dikkat çekmektedir. Şurası unutulmamalıdır ki el-Harakânî’nin yaşadığı bu engin manevî tecrübeler her asırda tekrarlanabilir. Son ve mükemmel din olan İslâm’ı gerçek anlamda özümseyen ve yaşayan bütün müminler, bu manevî mertebelere erişebilir ve tüm insanlığı aynı duygularla kucaklayıp sevebilir. Bu nedenledir ki el-Harakânî; “Varlıklara (insanlara ve tüm mahlûkata) karşı merhameti olmayan kişi Allah sevgisini kalbinde taşıyamaz”36 derken yaratılanı Yaratandan ötürü sevmeyi, kâinatta mevcut her varlığın Allah’ı tesbih ettiğini bilmeyi37 ve onlara şefkatle davranmayı dile getirmektedir. Nitekim âyetlerde de ifade edildiği üzere Allah sevgisiyle dolu bir kalp38 mahlûkatı sever ve hiçbir kimseye zulmedemez. Zira Yüce Allah, kendisi için rahmeti ilke edinmiş39 ve rahmetinin her şeyi kuşattığını40 haber vermiştir. Yüce Allah, rahmet sahibi olup41 rahmeti çok geniştir.42 O, muhsinlere yani “kendisini görüyormuşçasına ibadet edenlere ve yaptığı işi mükemmel yapanlara” rahmetinin yakın olacağını43 ve böyle kullarının mükâfatlarını asla zayi etmeyeceğini44 bildirmiştir. Dolayısıyla kâmil bir mümin, “Merhamet etmeyene merhamet olunamayacağı”45 ilkesini bilir ve bu prensibe göre davranışlarını şekillendirir. 35 Attâr, a.g.e., s. 606. Ayrıca bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 21. Harakânî, Nûru’l-Ulûm Haz.: Çiftçi, s. 247. 37 el-İsrâ, 17/44; en-Nûr, 24/41; el-Mü’min, 40/7, 55; eş-Şûrâ, 42/5; el-Hadîd, 57/1; el-Cumâ, 62/1; et-Teğâbun, 64/1. 38 el-Bakara, 2/165; el-Âl-i İmrân, 3/159; en-Nisâ, 4/125; eş-Şûrâ, 42/23. 39 el-Enâm, 6/12, 54. 40 el-A’râf, 7/156. 41 el-Enâm, 6/133; el-Kehf, 18/58. 42 el-Enâm, 6/147. 43 el-A’râf, 7/56. 44 Yûsuf, 12/56. 45 Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, Sahîhu’l-Buhârî, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, 97/Tevhîd, 2 (VIII, 165), 78/Edeb, 27 (VII, 78); Müslim, Müslim, Ebu’l-Hüseyin el-Kuşeyrî, Sahîhu Müslim, Thk.: Muhammed Fuad Abdulbâkî, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, 43/Fedâil, 15 (II, 1809), nr: 65, 66; Tirmizî, Muhammed b. İsâ, el-Câmiu’s-Sahîh, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, 25/Birr, 12, 16 (IV, 318, 323). 36 18 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İşte el-Harakânî, Yüce Allah’ın bu engin rahmetini kavramış biri olarak mahlûkata karşı şefkatle davranmış ve çevresindekilere de bu yönde telkin ve tavsiyelerde bulunmuştur. Nitekim o, bir sözüne bunu şu şekilde ifade etmiştir: “Keşke bütün halkın (insanların) yerine ben ölseydim de halkın ölüm acısını tatması gerekmeseydi. Keşke bütün halkın hesabını (Allah) benden sorsaydı da halkın kıyamette hesap vermesi gerekmeseydi. Keşke bütün halkın cezasını (Allah) bana çektirseydi de insanların cehennemi görmeleri gerekmeseydi.”46 Yine o şöyle demiştir: “Türkistan’dan Şam kapısına kadar birinin parmağına bir diken batarsa, o diken benim parmağıma batmıştır. Aynı şekilde Türkistan’dan Şam’a kadar birinin ayağı bir taşa çarparsa, onun acısı benim acımdır; eğer bir kalpte hüzün olsa, o kalp benim 47 kalbimdir.” el-Harakânî, bu özlü ifadeleri kullanırken ulaştığı aşkın dereceleri ve tamamen içselleştirdiği “kendisini başkasının yerine koyabilme/empati yapabilme” erdemini dışa yansıtmaktadır. O, farklı dilden, dinden, ırktan ve mezhepten insanlar için böyle bir endişe taşıdığını göstermekte, onların acılarını paylaştığını ifade etmekte, engin bir merhamet ve şefkat hissiyle bu sözleri söylemektedir. Nitekim Yüce Allah’ın görevlendirdiği tüm peygamberlerin de aynı şekilde insanlığa derin bir sevgi, şefkat ve merhamet48 besledikleri bilinmektedir. Dolayısıyla peygamberlerle aynı yolu takip eden müttakîlere önder bu gibi mümtaz şahsiyetlerin de benzer duygu ve düşüncede olmaları, beslendikleri kaynağın aynı olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir. el-Harakânî, tüm insanlara ve evrendeki diğer canlılara merhameti olmayanın Allah sevgisini kalbinde taşıyamayacağına inananlardandır. Onun manevî mürşidlerinden Cüneyd-i Bağdâdî de; “Sûfî toprak gibidir; ona her türlü pislik atılır, ondan ise ancak güzellikler çıkar. Bulut gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur damlası gibidir, her şeyi sular”49 derken gerçek bir civanmerdin tüm insanları ve mahlûkâtı sevmesi, şefkat göstermesi ve onları koruma noktasında çok duyarlı olması gerektiğine işaret etmektedir. Bu nedenledir ki, Cüneyd-i Bağdâdî ile aynı yolu takip eden el-Harakânî de, yaratılanı Yaratan’dan ötürü seven bir kimsenin Cenâb-ı Hakk’a daha yakın 46 Attâr, a.g.e., s. 606. Attâr, a.g.e., s. 604; Çiftçi, a.g.e., s. 21. 48 et-Tevbe, 9/128; Hûd, 11/75; el-Fetih, 48/29; el-Beled, 90/17. 49 Sühreverdî, Şihâbuddin, Avârifü’l-Meârif, (Tasavvufun Hakikatleri), Çev.: Abdulvehhâb Öztürk, Saadet Yay., İstanbul, 2010, s. 74. 47 19 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olacağını ve fenâ mertebesine çok daha çabuk ulaşacağını ifade etmiştir. el-Harakânî’nin İnsanlara Merhameti el-Harakânî, talebelerine insanlara karşı merhametli olmalarını tavsiye ederken gerçek Allah dostlarının50 kimseye yük olmayacağını ve kalplerinin daima Allah aşkı ile yanacağını şöyle ifade etmiştir: “Her kim beni dost bilirse Hakk’ı sevmiş olur. Her kim Hakk’ı severse civanmertlerin (eğitim öğretim amaçlı) sohbetine aralıksız devam eder. Her kim civanmertlerin sohbetine devam ederse Hakk’ın sohbetine devam etmiş olur, (zira bu dergâhta bulunanlar Yüce Allah’ı tanırlar, O’nu bütün kalpleriyle severler ve tüm dünyaya O’nun adını duyurma bilincine ulaşırlar. Onların tek 51 amaçları vardır; o da Hakk’ın rızasını kazanmaktır.)” Görüldüğü üzere el-Harakânî, bu sözüyle kendi kalbinin nasıl Allah sevgisi ile dolu olduğunu, insanların Hakkı bulmaları ve hidayete ermeleri için çok uğraştığını ve onlara karşı ne denli büyük bir şefkat ve merhamet beslediğini ortaya koymaktadır. el-Harakânî’ye göre kâmil bir müminin amacı, Allah ve Rasûlü’nü tanımak, onları sevmek ve itaat etmek, İslâm’ı tüm dünyaya duyurma gayreti içinde olmaktır.52 Bunun bilincinde olan elHarakânî, çevresine sürekli bu mesajı vermiş ve bu düşünceyi benimseyen insan-ı kâmil yetiştirmek için uğraşmıştır. Bu nedenledir ki onun insanlık anlayışında egoizm yoktur; herkese merhametle muamele vardır. Zira onun amacı tüm insanlığa hizmet etmektir.53 Nitekim o, bunu şu sözüyle ortaya koymuştur: “Âlim sabah kalkar ve ilmini artırmak için çabalar. Zâhid ise zühdünü artırma derdindedir. Ama Ebu’l-Hasan ise bir (insan) kardeşinin gönlüne yücelik (İslâm’ı) ulaştırma (tebliğ ve temsil) derdindedir.”54 el-Harakânî’nin bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere onun tek gayesi, Hz. Muhammed ve Sahâbe’nin yaptığı gibi İslâm’ı en güzel 50 “Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğûttur (şeytan ve şeytanlaşmış insanlardır). (Tâğût da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır (götürür.) Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” Bakara, 2/257. Yüce Allah’ın inananların ve müttakîlerin dostu ve yardımcısı olduğuyla alakalı bazı âyetler için bkz. el-Âl-i İmrân, 3/68; el-Enâm, 6/127; el-Câsiye, 45/19. 51 Attâr, a.g.e., s. 611. 52 el-Mâide, 5/35, 54; en-Nisâ, 4/94-96; el-Hucurât, 49/15; et-Tevbe, 9/41, 44, 73; es-Saff, 61/4. 53 Seyhan, Ahmet Emin, “Şehit Ebu’l-Hasan el-Harakânî’den Sarıkamış Şehitlerine İslâm’ın Cihat Ruhu”, Yayınlanmamış ilmî makale, s. 4-7. 54 Attâr, a.g.e., s. 611, 632. 20 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması şekilde tüm insanlığa duyurmaktır.55 O, canıyla ve malıyla bu yolda olduğunu göstermiş bir İslâm âlimidir. Nitekim el-Harakânî, bunu şu sözüyle ifade etmiştir: “Müminlerin organlarından (herhangi) birinin aralıksız Yüce Allah (O’nun emir ve tavsiyeleri) ile meşgul olması gerekir. Ya O’nu kalbiyle anmalı ya da diliyle O’nu zikretmelidir. Ya gözle O’nun görmek istediğini görmeli, ya eliyle cömertlik yapmalı ya da ayağıyla insanları ziyaret etmelidir. (Yani, tüm insanların dert ve problemlerini dinlemeli, çözüm önerileri geliştirmeli, her konuda onlara yardım elini uzatmalı, karşılık beklemeden hizmet etmeli, daha sonra da onlara İslâm’ı anlatmalı ve Allah’ı tanıtmalıdır.) Veya başıyla (aklıyla, fikir ve düşünceleriyle) inananlara hizmette bulunmalıdır. Veyahut kesin bir inanç ile (elinden başka bir şey gelmiyorsa kabul olunacağına içten inanarak) Allah’a dua etmelidir. Ya da aklından (zihin ve düşünce dünyasında) marifete ulaşmaya (tefekküre devam edip Allah’a yakın olmaya, fenâ mertebesine vasıl olmaya) çalışmalı veya her işinde ihlaslı olmalıdır. Ya da kıyâmet gününün çetin geçeceği konusunda tüm insanları uyarmalı (en güzel metot ile emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker yapmalı)dır. Böyle bir kimsenin (yeniden diriliş gününde) kabirden başını kaldırır kaldırmaz kefenini sürte sürte cennete gireceğine ben kefilim.”56 el-Harakânî, “çokluk içinde birlik” ilkesini Kur’ân-ı Kerim ve Sahih Sünnet’ten alarak etrafındakilere tavsiye etmiş, Hz. Muhammed’in “Medine Şehir Devleti”ni kurduğunda yaptığı gibi,57 o da yaşadığı dönemde farklı inanç ve görüşten insanların bir arada, barış ve huzur içinde yaşamaları için58 elinden geleni yapmıştır. Bu nedenledir ki, söz konusu ilke üzerinde Selçuklu medeniyeti inşa 55 el-Mâide, 5/67, 92, 99; en-Nahl, 16/35, 82; en-Nûr, 24/54; el-Ankebût, 29/18; el-Yâsin, 36/17; et-Tegâbûn, 64/12. 56 el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Kantarcı, s. 43. Ayrıca bkz. el-Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Çiftçi, s. 240. 57 Medine Sözleşmesi/Medine Anayasası veya Medine Vesikası diye de bilinen antlaşma, farklı din ve ırktan insanları “Medine vatandaşlığı” temelinde bir araya getirmiş, barış ve huzur içinde bir arada yaşamalarını teminat altına almıştır. Konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, Çev.: Salih Tuğ, Yeni Şafak, Ankara, 2003, I, 188-189; 190-213. Ayrıca bkz. Aydın, Mehmet Akif, “Anayasa”, DİA, İstanbul, 1991, III, 153-163; Güneş, Ahmet, “Medine Vesikasının İslâm Hukuku Açısından Kaynak Değeri”, EKEV Akademi Dergisi -Sosyal Bilimler-, 2008, C. 12, Sayı: 34, s. 211-222; Güneş, Ahmet, “Medine Vesikası ve Ehl-i Kitab”, Kur’ân-ı Kerim’de Ehl-i Kitab -Tartışmalı İlmî Toplantı- İstanbul, 2007, s. 243-254. 58 Farklı inanç mensuplarının bir arada, barış ve huzur içinde yaşayabileceklerine ilişkin âyetler için bkz. el-Mümtehine, 60/8; el-Hucurât, 49/13. Ayrıca bkz. el-Mâide, 5/48; Yûnus, 10/99; eş-Şûrâ, 42/8; el-Enâm, 6/107; Hûd, 11/118; er-Râd, 13/31; el-Bakara, 2/253; en-Nahl, 16/9, 93; eş-Şuarâ, 26/4; es-Secde, 32/13. 21 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı edilmiş,59 Osmanlı Devleti de aynı şaşmaz ilke sayesinde asırlarca geniş bir coğrafyada farklı dil, din ve ırktan insanı barış ve huzur içinde yaşatma becerisini göstermiştir. el-Harakânî’nin başkalarının inanç ve düşünce özgürlüğüne saygı gösterilmesi tavsiyesi, onun kendi inanç ve kanaatlerine bağlı olmadığı veya bütün inanç ve düşünceler karşısında kayıtsız kaldığı anlamına gelmemektedir. Zira onun insan sevgisi ve hoşgörü anlayışı, fikrî manada bir başıboşluk olmadığı gibi şahsiyetten de fedakârlık değildir. Kısaca onun hoşgörü anlayışı, “insanları kendi konumlarında oldukları gibi kabul etmek”tir.60 Bu anlayış, sadece bir dinin farklı mezhep ve grupları için değil, farklı dinler için de geçerlidir. Çünkü el-Harakânî, tüm insanlara ulaşmayı ve onların gönüllerini fethetmeyi hedeflemektedir.61 Onun çağrısı, kendi şahsına değil en son gönderilen İslâm’adır.62 O, tüm insanlığın Yüce Allah’ı bilmesini ve tanımasını istemektedir.63 Nitekim el-Harakânî gibi İslâm’ı gerçek anlamda içselleştirmiş hakikî Allah dostlarının gösterdiği yoldan gitmek insanı Hakk’a yaklaştırır; Allah ve Rasûlü’nü tanımayı kolaylaştırır; insanlarda Allah’a karşı sorumluluk bilincini derinleştirir. Tüm bunları başaran bir müminin gönlü ise zaten mahlûkata karşı sevgi ve merhametle dolup taşar. el-Harakânî gibi şahsiyetleri manevî anlamda besleyen Kur’ân ve Sünnet doğru bir şekilde anlaşıldığında, İslâm medeniyetinin yeniden güçlü bir şekilde tarih sahnesindeki yerini alması söz konusu olabilir. Dolayısıyla el-Harakânî’yi değerli ve vazgeçilmez yapan şey, onu yönlendiren ve ona kılavuzluk eden Kur’ân-ı Kerim ve Sahih Sünnet’tir, denilebilir. el-Harakânî’deki engin hoşgörüden bahsedip, onun bu iki temel kaynağa vurgusunu ve onlardan aldığı evrensel ilkeleri göz ardı etmek büyük bir eksiklik olarak değerlendirilebilir. Bu itibarla, her çağda böyle adanmış gönül erlerinin yetiştirilebilmesi için öncelikle bu iki kaynağın doğru anlaşılması, yorumlanması ve hayata 59 Şeker, a.g.e., s. 148, 160. Yazoğlu, Ruhattin, “Ebu’l-Hasan Harakânî’de Hoşgörü ve İnsan Sevgisi”, KAÜİFD, Kars, 2014, Sayı: 1, s. 7-8. 61 Yazoğlu, a.g.m., s. 8-9. 62 el-Âl-i İmrân, 3/19, 85, 102. 63 el-Harakânî, ibâdetin önemini kabul etmekle beraber, muhtaç insanların yardımına koşmayı, tüm insanlığın İslâm’ı tanımaları için Allah yolunda mücadele etmeyi, kalplerin Allah ile buluşmasının önündeki her türlü engeli kaldırmayı, namaz, oruç, hac ve zikir gibi ibâdetlerden çok daha önemli ve öncelikli görmektedir. Ayrıntılar için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Sünnet Anlayışı”, Hikmet Yurdu, Yıl: 7, C: 7, Sayı: 13, Ocak-Haziran 2014/1, s. 112-113. 60 22 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması aktarılması gerektiği ifade edilebilir. Nitekim el-Harakânî, İslâm’ın iki temel kaynağının emir ve yasaklarını iyi bilmesi ve Sahâbe’nin yolundan gitmesi nedeniyle yaşadığı dönemin olaylarını doğru analiz etmiş, kendisiyle görüşmeye gelen devlet adamlarına ve yöneticilere nasihatler etmiş ve hedeflerini çok büyük tutmalarını onlardan istemiştir. Kendisi ise dünyevî herhangi bir beklenti içinde olmaksızın müminlerin gönüllerini Allah sevgisi ile doldurma gayreti içinde olmuştur. el-Harakânî, tefekkürün,64 güzel ahlâkın, erdemin, dürüstlüğün, irfanın, adâletin, şefkatin ve merhametin önemini çok iyi kavrayan civanmertler65 yetiştirmekle meşgul olmuş, gerektiğinde siyâsî otoritenin aldığı karara uyarak gönülleri İslâm ile buluşturma harekâtına katılmış ve bu uğurda savaşırken şehadet rütbesine erişmiştir. Şurası özellikle belirtilmelidir ki el-Harakânî, Kur’ân-ı Kerim66 ve Sünnet’i67 çok iyi bilmekte ve hayatının her anında bu iki kaynağı68 kendisine referans almaktadır. Nitekim o şöyle söylemiştir: “Kur’ân, kulun Allah’ı aradığı her vesileden daha üstündür. Öyleyse Allah’ı sadece Kur’ân’la ara!”69 “Allah kelamındaki zevki (manalarındaki inceliği ve derinliği) tatmadan bu dünyadan giden hiçbir şeyden nasibini almamıştır.”70 Onun bu sözleri, Kur’ân’a verdiği önemi ve değeri göstermektedir. 64 el-Harakânî’nin tefekküre verdiği önemi gösteren bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Tefekkür Anlayışı”, Turkish Studies, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Ankara, Turkey, Volume 8/8 Summer 2013, s. 2053-2071. 65 Türkçe’de “alperen, eren veya erenler”; Arapça’da “ricâlullah, fetâ”; Farsça’da ise, “merd-i Hüdâ, merdân-i Hudâ veya civanmerd” diye isimlendirilen bu kimseler hamâsî ve dini hisleri mükemmel şekilde kaynaştıran gezgin mücâhit/dervişlerdir. Bu itibarla, civanmert kavramının içinde cihat fikrinin mündemiç olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Çiftçi, a.g.e., s. 69. 66 el-Harakânî’nin Kur’ân’a vukûfiyeti konusunda yapılmış bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî’de Kur'an Kültürünün Yansımaları”, Turkish Studies, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Ankara Turkey, Volume 8/6 Spring 2013, s. 641-664. 67 el-Harakânî’nin Sünnet’e bağlılığı ve hadis anlayışıyla ilgili bir çalışma için bkz. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Sünnete Bağlılığı ve Hadis Anlayışı”, JASSS, International Journal of Social Science, Fransa, October 2013, Volume 6 Issue 8, s. 551588. Onun Sünnet anlayışıyla ilgili bkz. Seyhan, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Sünnet Anlayışı”, s. 101-126. 68 Hz. Muhammed’e ittibâ etmeyi emreden âyetler için bkz. el-Âl-i İmran, 3/31-32; el-A’râf, 7/158; el-Enfâl, 8/24; el-Ahzâb, 33/21; el-Yâsin, 36/20-21; ez-Zuhruf, 43/61; el-Ahkâf, 46/31. 69 el-Hânî, Abdulmecîd b. Muhammed, Hadâiku’l-Verdiyye fî Hakâiki Ecillâ’i Nakşbendiyye, (Nşr.: Abdulvekîl ed-Derûnî), Dimeşk, ts., s. 105’den naklen Çiftçi, a.g.e., s. 46. 70 Attâr, a.g.e., s. 630. Rehberinin Kur’ân-ı Kerim olduğuyla alakalı bir diğer sözü için bkz. Attâr, a.g.e., s. 623. 23 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Aynı şekilde el-Harakânî’nin şu sözleri de Hz. Muhammed’e bağlılığının ve Sünnet’i rehber edindiğinin bir delili olarak gösterilebilir: “Allah’ın bana ihsan ettiği şu makama yeryüzündeki halk için de, göklerdeki melekler için de yol yoktur. Eğer bu makamda Muhammed Mustafa’nın Şeriatından başka bir şey görecek olsam derhal gerisin geri dönerim. Çünkü ben başkomutanı (önderi/lideri) Muhammed olmayan bir kervanda bulunmam!”71 “İlâhî! Her koşulda Senin ve Rasûlü’nün bendesi (kulu, kölesi ve esiriyim), halkının (tüm insanların) hizmetçisiyim!”72 Ondan iki asır sonra yaşayan Mevlânâ da tıpkı onun gibi Kur’ân ve Sünnet’i çok iyi bilmekte ve bunu şu sözüyle ortaya koymaktadır: “Ben yaşadıkça Kur’ân’ın bendesiyim. Hz. Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum. Biri benden bundan başkasını naklederse, ondan da o sözden de şikâyetçiyim!”73 Görüldüğü üzere tüm bu gönül dostları, aynı kaynaklardan beslenerek yüksek manevî derecelere ulaşmış, asırlar sonra gelerek kendilerini yanlış tanıtması muhtemel bazı kimseleri bu şekilde uyarmışlardır. el-Harakânî; “Fütüvvet ehli (gerçek civanmertler, müttakî kullar) cennete giden yolda değil, Allah’a giden (O’nun mağfiretini ve rızasını kazanmayı her şeyden önemli ve öncelikli gören kimselerin gittiği) yoldadır”74 diyerek önemli olanın cennet arzusu ya da cehennem korkusu olmadığını, Yüce Allah’ın rızası, bağışlaması ve hoşnutluğu olduğunu75 dile getirmiş ve evrensel ilkeleri içinde barındıran Kur’ân’ı rehber76 edindiğini bir kez daha göstermiştir. Eserlerinden ve kendisinden nakledilen sözlerden anlaşıldığına göre el-Harakânî, içinde yaşadığı toplumu bu tür veciz sözleriyle ve uygulamalarıyla irşad etmiştir. el-Harakânî, Allah’ı gönülden seven bir mürşid-i kâmil olarak insanların alkışına, takdirine, övgüsüne değil sadece Rabbin rızasına bakmıştır. Böylece Kur’ân’ı ne kadar doğru 71 Attâr, a.g.e., s. 605. Attâr, a.g.e., s. 616. Aynı konuyla ilgili benzer sözleri için bkz. Attâr, a.g.e., s. 609, 613, 626, 627, 635. 73 Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, Haz.: Abdülbâkî Gölpınarlı, Ankara, 1992, II, 1387. 74 Attâr, a.g.e., s. 623. 75 Allah’ın rızasının önemli olduğuyla ilgili âyetler için bkz. el-Âl-i İmrân, 3/157; el-Hadid, 57/20. Ayrıca bkz. el-Bakara, 2/207; el-Âl-i İmrân, 3/15; el-Mâide, 5/16; et-Tevbe, 9/72; erRad, 13/22-24; el-Kehf, 18/28; el-İnsân, 76/9-10; el-Leyl, 92/19-21; er-Rûm, 30/39; el-Haşr, 59/8. 76 Kur’ân-ı Kerim’in bir rehber olduğuyla ilgili âyetler için bkz. el-Bakara, 2/97, 185; el-Âl-i İmrân, 3/138; el-Enâm, 6/88-90; Yûnus, 10/57; en-Nahl, 16/89; en-Neml, 27/1-3; Lokmân, 31/2-3; el-Fussilet, 41/44; el-Câsiye, 45/11, 20; el-Ahkâf, 46/12. 72 24 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması anladığını bir kez daha göstermiş ve dünyanın geçici güzelliklerine itibar etmemiştir. Dergâhında yetişen binlerce civanmert de onun gösterdiği yoldan gitmiş ve Kur’ân’da özellikleri anlatılan hakikî birer Allah dostu77 olmaya çalışmışlardır. Sonuç Bu tebliğde ortaya konulan bilgi ve delillerden de anlaşılacağı üzere Ebu’l-Hasan el-Harakânî, büyük bir Türk-İslâm âlim ve mutasavvıfıdır. O, yaşadığı dönemdeki İslâm âlimlerinden dersler almış, İslâmî ilimleri tedris etmiş, hayatı boyunca İslâm’ı anlatmaya ve yaşamaya özen göstermiş bir bilgedir. Onu manevî anlamda besleyen, yönlendiren ve kılavuzluk eden Kur’ân-ı Kerim ve Sahih Sünnet’in şaşmaz ilkeleridir. el-Harakânî’nin sözleri incelendiğinde Kur’ân ve Sünnet’i çok iyi bildiği ve tasavvufî konularda derinleşmiş tahkik ehli bir sûfî olduğu anlaşılmaktadır. el-Harakânî, kendisinden önce yaşamış büyük sûfîlerin fikirlerinin önde gelen varisi ve takipçisi olmuş, varlığın gayesini insana hizmet olarak görmüş ve bunun da “insanın eğitilmesi hizmeti” olduğuna özellikle vurgu yapmıştır. Onun düşüncesine göre bir insan, yaşam boyu öğrenmeden yana olmalı ve öğrendiklerini de hayatında uygulamalıdır. Bu itibarla, el-Harakânî’nin öğretisinde bulunan sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörüye işaret edilip, onun beslendiği kaynaklardan aldığı ilham ve ilkelerin göz ardı edilmesi büyük bir eksiklik olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla her çağda böyle örnek ve önder müminlerin yetiştirilebilmesi için söz konusu kaynakların doğru şekilde anlaşılması, yorumlanması, hayata aktarılması ve model bir İslâm toplumunun inşa edilmesi gerekir. el-Harakânî, öğrencilerini dinî, insanî ve ahlâkî konularda yetiştirirken Hz. Peygamber’in “Ashâb-ı Suffe” ile yaptığının benzerini yapmış, sürekli talebelerinin eğitimiyle ilgilenmiş ve hocalarından öğrendiklerini civanmertlerine aktarmıştır. Bu yüzden de eser yazmaktan ziyade, gönül adamı insan-ı kâmil yetiştirmeye daha fazla zaman ayırmıştır. el-Harakânî, civanmertlerini yetiştirirken onlara daima büyük hedefler göstermiş, ufuk açıcı sözler söylemiş ve yaşantısıyla onlara iyi bir rol model olmuştur. el-Harakânî, toplumdan hiçbir zaman kopmamış, bir köşeye çekilip sırf ibadetle meşgul olmamış, dini, ırkı, rengi ve mezhebi ne 77 Allah dostlarının özellikleri hakkında bkz. el-Bakara, 2/257; el-Âl-i İmrân, 3/68, 146, 199; el-Mâide, 5/55; el-Enâm, 6/14; el-Arâf, 7/196; et-Tevbe, 9/23. 25 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olursa olsun tüm insanların sorunlarıyla ilgilenmeyi kendine bir vazife bilmiştir. el-Harakânî, ömrü boyunca insanların Yüce Allah’ı tanımaları, O’nu bütün kalpleriyle sevmeleri ve O’ndan başkasına kulluk etmemeleri için uğraşmıştır. Onun düşüncesine göre, her mümin Yüce Allah’a büyük bir aşk ve sevdayla bağlanmalı, gönlünde İslâm’a ve tüm insanlığa hizmet ideali bulunmalıdır. el-Harakânî, yaklaşık on asır evvel Hz. Peygamber ve Sahâbe’nin yolunu takip ederek dergâhında yetiştirdiği talebelerinin gönüllerini iman, ilâhî aşk, şefkat, merhamet ve hoşgörü ile doldurmuştur. O ve takipçileri, “Horasan erenleri” diye bilinen kâmil insanların yetişmesinde öncü rol üstlenmişlerdir. Nitekim el-Harakânî, Yusuf Hemedânî (ö. 535/1140), Ahmet Yesevî (ö. 562/1166), Hacı Bektâşi Velî (ö. 670/1271) ve Hacı Bayram-ı Velî (ö. 833/1429) başta olmak üzere pek çok gönül sultanına ilim ve irfan noktasında kaynaklık etmiş ve düşünceleriyle onları etkilemiştir. İslâm’ın tüm dünyaya doğru bir şekilde tanıtılabilmesi için böyle yol ve ufuk gösteren gerçek İslâm düşünürlerine her dönemde ihtiyaç vardır. Bu itibarla, muasır milletlerle yarışmak, her alanda onları geçmek ve tüm dünyaya örnek olacak davranışlar sergilemek isteyen müminlere düşen görev; el-Harakânî gibi şahsiyetlerin Kur’ân ve Sünnet’ten ilham alarak geliştirdikleri evrensel öğretiden dersler almak, bunları tüm dünyaya duyurmak ve model bir İslâm toplumu inşa etme projesinde yer almaktır. Sonuç olarak, İslâm’ı gönülden özümseyen el-Harakânî, sadece Anadolu ve Balkanlar’ın değil, aynı zamanda Hindistan bölgesinin de İslâmlaşma sürecine engin düşünce ve fikirleriyle katkı sağlamış, İslâm’ı temsil, tebliğ ve yeryüzünde adaleti tesis etme görevinin farkında olmuş ve dünyevî makam ve mevkilere itibar etmemiştir. el-Harakânî, asırlar önce yaşamış olmasına rağmen geride bıraktığı hikmet dolu sözleriyle, yetiştirdiği talebeleriyle ve gerçekleştirdiği müspet ve etkileyici faaliyetleriyle hâlâ günümüze ışık tutmaya devam etmektedir. Kaynakça Abdulbâkî, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’l Kur’âni’l-Kerim, Çağrı Yay., İstanbul, 1986. Algar, Hamid, “Nakşibendiyye”, DİA, İstanbul, 2006, XXXII, 335342. Attâr, Ferîdüddîn, Evliya Tezkireleri, Çev.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007. 26 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Aydın, Mehmet Akif, “Anayasa”, DİA, İstanbul, 1991, III, 153-163. Bolay, Süleyman Hayri, “Yetmiş İki Millete Bir Gözle Bakılabilir mi?”, Kur’ân’da Evrensel Hoşgörü, Nesil Basım Yay., İstanbul, 1997. Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, (ö. 256/870), Sahîhu’lBuhârî, (I-VIII), Çağrı Yay., İstanbul, 1992. Çiftçi, Hasan, “Mevlânâ İle Şems-i Tebrîzî’ye Göre Ebu’l-Hasan-i Harakânî”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, (Mevlânâ Özel Sayısı), Ankara, 2005, Yıl, 6, Sayı: 14, (s. 565590). Çiftçi, Hasan, Şeyh Ebü’l-Hasan-i Harakânî, (Hayatı, Çevresi, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri) Nûru’l-‘Ulûm ve Münâcât’ı (Çeviri-Açıklama-Metin), Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004. Çiftçi, Hasan, “Şeyh Harakânî İle Şeyh Bâyezîd Arasındaki İlginç Manevî İlişki”, Şarkiyât Araştırmaları Dergisi, 2003, C. 3, Sayı: 11, (s. 22-40). Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm ve Münâcât’ı, (ÇeviriAçıklama-Metin), Haz.: Hasan Çiftçi, Şehit Ebü’l-Hasan Harakânî Derneği Yay., Ankara, 2004. Ebu’l-Hasan Harakânî, Nûru’l-Ulûm, Haz.: Şenol Kantarcı, Ankara, 1997. Esed, Muhammed, (ö. 1413/1992), Kur’ân Mesajı Meal-Tefsir, Çev.: Cahit Koytak/Ahmet Ertürk, İşaret Yay., İstanbul, 2000. Güneş, Ahmet, “Medine Vesikasının İslâm Hukuku Açısından Kaynak Değeri”, EKEV Akademi Dergisi -Sosyal Bilimler-, 2008, C. 12, Sayı: 34, (s. 211-222). Güneş, Ahmet, “Medine Vesikası ve Ehl-i Kitab”, Kur’ân-ı Kerim’de Ehl-i Kitab -Tartışmalı İlmî Toplantı- İstanbul, 2007, (s. 243-254). Gürer, Dilaver, “Şiblî, Ebû Bekir”, DİA, İstanbul, 2010, XXXIX, 125126. Hakîkat, Abdurrefî’, Tarîh-i İrfân ve Ârifân-i Îrân, İntişârât-i Kumiş, Tahran, 1372 hş. Hamevî, Yâkût b. Abdillah, (ö. 626/1229), Mu’cemu’l-Buldân, (I-II), Beyrut, 1977. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, Çev.: Salih Tuğ, Yeni Şafak, Ankara, 2003. 27 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hücvîrî, Ali b. Osman Cüllâbî, (ö. 465/1072), Keşfu'l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, Haz.: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., İstanbul, 1982. Karabulut, Ali Rıza, İstanbul ve Anadolu Kütüphanelerinde Mevcut El Yazması Eserler Ansiklopedisi, Akabe Kitabevi, Kayseri, ts. Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, Haz.: Abdülbâkî Gölpınarlı, Ankara, 1992, Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Rubâîler, Trc.: Abdülbâkî Gölpınarlı, Ankara, 1982. Minovi, Müctebâ, Ahvâl-i ve Akvâl-i Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî, Kitâbhâne-i Tahûrî, Tahran, 1372 hş. Muhammed b. Münevver, (ö. 574/1178), el-Esrâru’t-Tevhîd fî Makâmâti’ş-Şeyh Ebi’s-Saîd, Nşr.: Muhammed Rızâ Şefi’i-yi Kedkenî, (I-II), Müessese-i İntişârât-i Âgâh, Tahran, 1339-1345 hş. Müslim, Ebu’l-Hüseyin el-Kuşeyrî, (ö. 261/875), Sahîhu Müslim, (IIII), Thk.: Muhammed Fuad Abdulbâkî, Çağrı Yay., İstanbul, 1992. Okudan, Rifat, “Ebû Bekir Şiblî: Hayatı ve Tasavvuf Tarihindeki Yeri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Dergisi, Yıl, 8 (2007), Sayı: 19, (s. 211-234). Okuyan, Mehmet, “Necmeddîn-i Dâye”, DİA, İstanbul, 2006, XXXII, 496-497. Önder, Mehmet, “Bir İddiaya Cevap: Yine Gel, Yine Gel… Rubâîsi Mevlânâ’nındır”, I. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi, Konya, 1998, (s. 117-120). Öngören, Reşat, “Tasavvuf”, DİA, İstanbul, 2011, XL, 124. Schimmel, Annemarie, İslâmın Mistik Boyutları, Çev.: Orhan Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001. Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin İlim Anlayışı”, JASSS, International Journal of Social Science, Fransa, May 2013, Volume 6 Issue 5, (p. 1049-1083). Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'de Kur'an Kültürünün Yansımaları”, Turkish Studies, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Ankara Turkey, Volume 8/6 Spring 2013, (p. 641-664). Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Sünnet Anlayışı”, Hikmet Yurdu, Yıl: 7, C: 7, Sayı: 13, Ocak-Haziran 2014/1, (s. 101-126). 28 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Sünnete Bağlılığı ve Hadis Anlayışı”, JASSS, International Journal of Social Science, Fransa, October 2013, Volume 6 Issue 8, (p. 551-588). Seyhan, Ahmet Emin, “Ebu'l-Hasan el-Harakânî'nin Tefekkür Anlayışı”, Turkish Studies, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Ankara, Turkey, Volume 8/8 Summer 2013, (p. 2053-2071). Seyhan, Ahmet Emin, “Şehit Ebu’l-Hasan el-Harakânî’den Sarıkamış Şehitlerine İslâm’ın Cihat Ruhu”, Yayınlanmamış ilmî makale, (s. 1-25). Sühreverdî, Şihâbuddin, Avârifü’l-Meârif, (Tasavvufun Hakikatleri), Çev.: Abdulvehhâb Öztürk, Saadet Yay., İstanbul, 2010. Şahinoğlu, M. Nazif, “Ferîdüddin Attâr”, DİA, İstanbul, 1991, IV, 9598. Tatçı, Mustafa, Yunus Emre Divanı, MEB Yay., Ankara, 2005. Tirmizî, Muhammed b. İsâ, (ö. 279/892), el-Câmiu’s-Sahîh, (I-IV), Çağrı Yay., İstanbul, 1992. Uludağ, Süleyman, “Bâyezîd-i Bistâmî”, DİA, İstanbul, 1992, V, 240. Uludağ, Süleyman, “Cüneyd-i Bağdâdî”, DİA, İstanbul, 1993, XIII, 120. Uludağ, Süleyman, “Harakânî”, DİA, İstanbul, 1997, XVI, 93. Uludağ, Süleyman-Bayburtlugil, Nurettin, “Aynülkudât elHemedânî”, DİA, İstanbul, 1991, IV, 280-282. Yazıcı, Tahsin-Uludağ, Süleyman, “Herevî Hâce Abdullah”, DİA, İstanbul, 1998, XVII, 222-226. Yazıcı, Tahsin, “Ebû Saîd Ebü’l-Hayr”, DİA, İstanbul, 1994, X, 220222. Yazoğlu, Ruhattin, “Ebu’l-Hasan Harakânî’de Hoşgörü ve İnsan Sevgisi”, KAÜİFD, Kars, 2014, Sayı: 1, (s. 1-10). Yılmaz, Hasan Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensâr Neşriyat, İstanbul, 2000. Yunus Emre, Dîvân, Dersaadet, 1327. 29 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KÜÇÜK, Osman Nuri (2014). “Bir Gönül Bilgesinin Gönül Tarifi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.31-38 (http://bilgelerzirvesi.org). Osman Nuri KÜÇÜK* BİR GÖNÜL BİLGESİNİN GÖNÜL TARİFİ İ nsan varlığını ele alırken Hz. Mevlânâ’nın üzerinde durduğu en önemli yeti gönüldür. Türkçe bir kelime olan gönül kelimesinin Farsça karşılığı dil, Arapça karşılığı ise kalptir. Mevlânâ ve diğer âriflerin üzerinde ısrarla durdukları bu manevi yeti insan göğsünde kan pompalayan et parçasından ibaret olmayıp ruh ve beden arasındaki ilişki gibi bir insanın maddi kalbine keyfiyetsiz ilgisi bulunan ruhani bir latife şeklinde tanımlanır. İnsan varlığının manevi yetisi olma bakımından ruh ve gönül kavramları arasındaki ilişki ve farka dair şunu söyleyebiliriz. Ruhu can, ezeli ben/ene-yi ezeli Can İsa’sı gibi ifadelerle tanımlayan Mevlânâ’nın ruhla ilgili ifadelerinden ruhu insan varlığına hayatiyet kazandıran ilahi nefha; diğer bir ifadeyle Rahmani nefes olarak tanımlayabiliriz. Ruhun gönül ile ilişkisini çekirdek remzi üzerinden anlatacak olursak gönül, insan varlığının çekirdeği iken ruh, bu çekirdeğe hayat veren ve onu canlandıran su misalidir. Rahmani nefes her varlığa o varlığın kendi kabiliyetine göre sirayet etmiş ve onun mertebesine uygun bir canlılıkla onu var kılmıştır. Rahmani nefesin özelliklerini gün yüzüne çıkarma bakımından en yetkin çekirdek ise insan varlığının hakikatini teşkil eden gönüldür. Buna binaen gönül, âriflerin ve Mevlânâ’nın kullanımında semantik bir anlam genişlemesi ile kullanılır. Buna göre gönülden maksat; insandaki toplayıcı hakikat olarak görülmüştür. Bütün kainat bu gönül hakikatinin detaylandırılmasından ibaret kabul edilir. Buna binaen Mevlânâ, görünen varlık âlemini insanî hakikat anlamındaki gönlün bir sureti ve yansıması, gönlü de bu sureti var kılan mana olarak kabul eder.78 * Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi. Mesnevi, c. I, b. 2657-8. 78 31 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Gönül öyle bir varlıktır ki bu yedi gök gibi yedi yüz tanesini oraya koysan kaybolur gider.”79 “Her bir güzel olan şeye güzellik, gönülden gelir. Şu hâlde gönül (güzelliği kendine ait olan) cevherdir, âlem ise (güzelliği kendine ait olmayıp gönül cevheri ile güzellik bulan) bir arazdır. Gönlün gölgesi (olan bu âlem), nasıl olur da gönülün 80 gayesi, hedefi olur?” Bu yönüyle gönül uçsuz bucaksız bir şeydir. Bütünüyle kozmosun kendisidir. Âlemde bulunan her şey, gönülde mevcut olduğu gibi gönülde bulunan her şey de âlemde mevcuttur. Bu anlamıyla gönül-arş ilişkisi üzerinde durulur. Kur’an’daki kullanımı ile arş, âlemdeki en ihatalı mahaldir. Kur’an’da Allah’ın arşa istivasından bahsedilir. Melekût âlemindeki arşın insan varlığındaki mukabili Mevlânâ’ya göre gönüldür. Bu yönüyle gönül, ârifler nazarında “arş-ı ekber” olarak görülür. Kâmil bir gönül arş-ı ekberdir. Zira yere göğe sığmadığı bildirilen ilahi nurun bir kudsi hadiste kâmil bir müminin kalbine sığacağı bildirilmiştir. Her insan gönül potansiyelini barındırmasına rağmen ilahi nurun tecelligâhı olarak bildirilen ve arş-ı ekber olarak nitelenen gönül sıradan insanın gönlü olmayıp Allah’ın dışındaki her şeyden temizlenerek ayna haline gelmiş kâmil insanın gönlüdür. Kainattaki her şey kendi çekirdeği etrafında şekillenir. Her ağaç kendi meyvesinin çekirdeğinde gizlidir. Madde atomlardan, atom kendi çekirdeğinden meydana gelir. Çekirdek, ağacın fiziksel varlığını histe olmasa da aklen kendinde barındırır. İnsan varlığının hakikatini barındıran gönül latifesini insan varlığının çekirdeği mesabesinde görebiliriz. Bu çekirdek, her insanın oluşturulmayı bekleyen potansiyelini ifade eder. Her insan bu potansiyele yaşamı boyunca yaptıkları ile şekil verir. Hz. Peygamber gönlün bu fonksiyonunu “Dikkat ediniz bedende bir et parçası vardır; o iyi olunca insan sâlih olur; o fesâda uğrayıp bozulunca insan da bozulur. Bu et parçası insanın kalbidir.” şeklinde ifade etmektedir.81 Yine burada işaret edilen anlamıyla kalbin akletme ve düşünme fonksiyonundan bahseden ayetler mevcuttur. Sözgelimi: “Onların kalpleri vardır. Ancak onlarla düşünmezler.”82 79 Mesnevî, c. V, b. 870. Mesnevî, c. III, b. 2265-6. 81 Hadis için bkz. Buharî, İman, 39; Müslim, Müsâkat, 107. Kalp hakkında ayrıca bkz. L. Gardet, “Kalb” mad., The Encyclopedia of Islam, Leiden: E. J. Brill, 1978, c. IV, s. 487. 82 A’raf 7/179. 80 32 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kalbin insan varlığındaki merkezi rolünün İslâm düşüncesindeki belirginliğine rağmen bu merkeziyet pozitivizmle ve daha eskilere nispetle söylenecek olursa Hipokrattan itibaren daha ziyade beyne atfedilmiştir. Batı düşüncesindeki bu kabul zamanla İslam dünyasında da hükümranlık kurmuştur. Halbuki özellikle İslâm ârifleri nazarında kalp, zihni de yönlendiren insanın merkez uzvudur. Gönül Mevlânâ’ya göre insan varlığının idare merkezidir. Beyin de dahil insanın zihni melekeleri gönlün kuvve ve yetilerinden biri ve en önemlisidir. Mevlânâ, gönlün hem maddi hem manevi duyuları kontrol altında tutabilmedeki hükümranlığını Hz. Süleyman’ın hükümranlığının sebebi olduğu rivayet edilen sihirli saltanat yüzüğüne benzetir. Rivayet odur ki Hz. Süleyman bu yüzük sayesinde cinlere ve hayvanlara hükmetmiş, yüzüğü çalınınca bu kudretini geçici bir süre yitirmiştir. Gönül, Süleyman’ın gizemli yüzüğü gibi olunca bu yüzük kimin eline geçerse insanın vücud memleketinin idaresi de bu gizemli yüzüğün sahibinin kontrolüne geçer. Bu yüzden insan, gönlünü varlığındaki kötü güçlere teslim etmemelidir. Daha önce Gazzali benzer şekilde gönlü bir kaleye, ruhu da tahtından indirilip kalesinden çıkarılan devrik bir padişaha, aklı bilge bir vezire nefsi de menfaat sahibi toprak sahiplerine benzetir. Mevlânâ da benzer şekilde bu teşbihi kullanarak gönlü Allah’a ait bir kaleye benzetir. Mevlânâ’ya göre insan, âlemlerin şahının kalesini, saltanat karargâhından uzakta koruyup gözetmesi gereken ve Allah’tan başkasını oraya sokmamakla görevli bir sınır muhafızı gibidir. İlahî âlemden uzaklara düşmüş insanın bu gurbet diyarındaki görevi, padişahın kalesini cesaret ve fedakârlıkla savunmak olmalıdır. Bu yüzden Allah’tan başka her şeyden gönlü temizlemeyi, sadık bir savaşçının âlemlerin şahına bağlılığının ispatı olarak değerlendirir. Mevlânâ, insan varlığının ve şahsiyetinin temelini teşkil etmesi bakımından gönlü ağaç köküne benzetir. Yapraklar ve dallar ağacın kökünden feyiz alıp yeşerdiği veya alamayıp kuruduğu gibi insanlar da gönüllerindeki var olana nispetle bir değeri haizdirler. Gönülle ilgili Mevlânâ ve diğer âriflerce kullanılan ayna sembolizmi kâmil gönlün birçok vasfına işaret eder. Önceki devirlerde aynalar, demir levhaların temizlenip pastan arındırıldıktan sonra cilalanıp parlatılması ile yapıldığından Mevlânâ, insanın gönül potansiyelini, iyi işlendiği takdirde aynaya dönüştürülebilecek bir 33 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı demire benzetir.83 Hakk’ın dışındaki her şeyden temizlenen gönül ayna haline gelince ilahi tecellileri yansıtan varlık âlemindeki en mükemmel mazhar ve tecelligâh olur. Zira bir hadiste ifade edildiği üzere işlenen her kötülük kalpte siyah bir leke bırakır. Her bir leke kendisine uygun temizleyici ile temizlenmez -ki bu temizlenmenin din dilindeki karşılığı tövbedir- ve lekeler artmaya devam ederse gönül kararır. Işık alan bütün pencereleri kapatılan bir mahzene ve karanlık bir mağaraya dönüşür. Böyle bir yeri ise ancak bayağı varlıklar mesken edinirler. Kur’an’da bahsedilen kalplerin kirlenmesi84 ve kalplerin taşlardan daha katı bir hale gelmesi85 bu duruma işaret eden nitelemelerdir. Bir kalp asli unsuru deforme olacak boyutta kirletilir ve temizliği artık bu dünyada mümkün görülmez ve temizlenmek için ahireti beklemek zorunda kalırsa onun bu haline Kur’an kalp mühürlenmesi (hatamellahu ala kulubihim) ifadesiyle atıfta bulunur. Buna binaen Mevlânâ, ilahi nurdan yoksun kalplerin gerçekte gönül vasfını hak etmediklerini belirtir. Bir bedende ruh yoksa nasıl o beden cesetten ibaret hale gelirse bir kalpte de gönül nuru olmayınca o gönüle, Mevlânâ’ya göre gönül denmez.86 Gerçekte gönül vasfını hak eden kalp âriflerce sistemleştirilen maneviyat uygulamaları ile arındırılıp temizlenen ve ilahi nura mazhar olabilecek saflığa ulaştırılan gönüldür. Mevlânâ gönül temizleme işini zeminden su çıkarmaya benzetir. Başlangıçta toprağın altında suyun olduğu bir ön kabul halindedir. Ancak görünmez. Bu konuda bilgi ve tecrübesi olan birileri o kişiyi teşvik eder. “Toprağın altında su var ve sen onu çıkarabilirsin. Bizler bu şekilde toprağın altından su çıkardık” derler. O kişi de bu teşvikler üzerine gayretle toprağı kazar, kimi zaman suyun varlığından şüphe duyar, ümitsizliğe düşer. Ancak yine de kazmaya devam ederse şayet uygun zemin kazılmışsa sonunda suya ulaşır. İlk önce çıkarılan su, saatlerce hatta bazen günlerce çamurla karışık akar ve nihayet saf su akmaya başlar. İslam inancına göre her insan yaratılış itibariyle fıtratı bakımından temiz ve saftır. Mevlânâ bu yönüyle insanı, kaynağından tertemiz çıkan bir pınara benzetir. Evet, insan kaynağından çıkan 83 Ayna sembolizmi için ayrıca bkz. Mahmut Erol Kılıç, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1995, ss. 217-20; Tahir Uluç, “İbn Arabî’de Mistik Sembolizm”, Tasavvuf, sayı: 16, Ankara 2006, ss. 151-90. 84 “Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir.” (Mutaffifin 83/14). 85 Bakara 2/74. 86 Mesnevi, c. V, b. 2878-9. 34 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tertemiz bir su misalidir. Ancak bu safiyetini aktığı hayat vadilerinde toplum içinde az ya da çok kaybeder ve kirlenir. İnsan fıtrattaki temizliğini kaybettiği oranda da aslına yabancılaşır. Mevlânâ’ya göre sıradan bir insanın gönlü az ya da çok su barındırmasına rağmen çamura benzer. Çamurda da su bulunmasına rağmen çamura su denilmediği gibi kendisini nefsani hazlardan arındıramamış olan gönül kırıntısına da hakiki anlamda gönül denilemez. Böyle bir yozlaşmaya uğramış ve bünyesi tahrip olmuş bir suyun tekrar asli safiyetine dönmesinin ilk şartı, suyun asli evsafını taşıyan bir su görmesine bağlıdır. Tahribata uğramış su, onu görünce kendi bozulmuşluğunu anlar ve temizlenmek için ondan yardım ister. Bu doğrultuda Mevlânâ der ki: “Ey (henüz kemâle ermemiş) gönül! Sen bir cüzsün, bir parçasın ancak kendi küllün tarafına gidince Hakk’ın nazargahı olabilirsin.’’ Cenâbı Hak buyurur ki: ‘Bizim nazarımız gönledir; su ve topraktan ibaret olan sûrete değil’ Sen ise ‘benim de gönlüm vardır’ dersin. (Hâlbuki bizim gönül dediğimiz) gönül arşın üzerinde, yücelerdeki gönüldür, alçaktaki değil! Kara çamurda da muhakkak su vardır; fakat o suyla abdest alamazsın! Çünkü o da sudur, sudur ama çamur ona gâlip gelmiştir. Böyle olunca (yani senin gönül potansiyelinin saf suyu bu dünyanın nefsânî hazlarına esir ise) kendi gönlüne ‘işte bu da gönüldür’ sakın deme. Gönül; ya Abdâl’ın ya da Peygamberin gönlü gibi göklerden daha yüce bir hâle gelen (bir kâmilin) gönlüdür.”87 “Sen bu bulâşık şeyi gönül sandın da gönlünü gönül sahiplerinden/ehl-i dilden çektin.” Sen ise ‘Ben de gönül sahibiyim, başkasına ihtiyacım yok, Allah’a vâsılım zaten’ diye baş çekiyorsun. Nitekim çamurdaki bulanık su da ‘Ben de suyum, neden başkasından yardım isteyecekmişim ki’ diye serkeşlik etmektedir.88 Dolayısıyla Mevlânâ’ya göre gönül sahibi olma ancak gönül eğitiminden geçmiş bir gönül sahibi ile mümkün olmaktadır. Hz. Mevlânâ yanlış uygulama ve davranışlar sonucu insan gönlünün manen hastalanacağını belirtir. Gönül bir illetle hastalanınca 87 88 Mesnevî, c. III, b. 2243 vd. Mesnevî, c. III, b. 2263-4. 35 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı da kişiye yarar temin etmesi gereken şeyler dahi onun için zarara sebebiyet verir. Mevlânâ, gönül hastalığına müptela olanın sahip olduğu nimetlerin dahi onun hastalığını artırmasını, hasta iken yenen yemeğin insana kuvvet vermemesi örneği ile açıklar.89 Gönlün hasta olup doğru ve yanlışı ayırt edemez hale gelerek temyiz kudretini yitirmesini, nezle olan ve ağzının tadı bozulan birinin acı ile tatlıyı ayıramamasına benzetir.90 Gönlü hasta eden dikenleri bulup çıkarmanın da kolay bir iş olmadığını bunu ancak mahir bir gönül hekiminin yapabileceğini ifade eder.91 Mevlânâ gönlü insan varlığının kıblesi olarak görür. Tüm beden, tüm duyu ve insanî yetilerin secdegahı gönül kıblesidir.92 Gönül için kıble tabirinin kullanılması âriflerin ıstılahında tesadüfi bir teşbih ve niteleme değildir. Bu nitelemenin tasavvufî tecrübenin derinliklerine uzanan kökleri bulunmaktadır. Bu hususu biraz daha ayrıntılı şekilde izah etmeye çalışalım. Kur’an-ı Kerim’de insanlar için inşa edilen ilk evin yani beytin Mekke’deki Kabe olduğu ve bu beytin mübarek kılındığı ve alemler için hidayet vesilesi olduğu belirtilir.93 Kâbe, İslam dininde bütün Müslümanların namazları esnasında yöneldikleri kıble olmuş ve beytullah ifadesi onun hakkında kullanılmıştır. Yeryüzündeki ilk mescit olan Kabe için Kur’an “beyt” kavramını kullanmaktadır. Mescitler arasında da bir derece farkından söz etmek mümkündür. Söz gelimi Hz. Peygamber bir hadisinde üç mescit için yolculuk yapılacağını belirtir: “Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebevî” Dünyanın değişik yerlerindeki mescit ve camiler de beyt denilen Kâbe’ye göre konumlanırlar. Buna ilaveten her bir insanın kendi yaşadığı evi yani kendi beyti bulunmaktadır. Antropologlar ve yer kürenin tarihi ile ilgilenen bilim adamları yeryüzündeki soğumanın Mekke civarından başladığından dünya üzerindeki ilk canlılığın da o bölgede görüldüğünden bahseder. Fosil atıklarından oluşan petrol rezervlerinin Ortadoğu’da yoğunlaşmasının önemli gerekçelerinden biri budur. Dolayısıyla yeryüzü büyük bir 89 Mesnevî, c. III, b. 2677-8. Mesnevî, c. III, b. 2737-8. 91 Mesnevî, c. I, b. 150-6. 92 Mesnevî, c. IV, b. 1383. 93 Ali İmran 3/96. 90 36 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması beden gibi kabul edilecek olursa Kâbe bu bedenin Müslümanlara göre kalbidir. Ancak tasavvufi düşüncede yeryüzünün kalbi olan Kâbe, asıl değerini Muhammedi hakikati itibariyle tüm varlığın çekirdeğini ve kalbini oluşturan Nur-i Muhammedinin tarihsel şahsiyeti olan Hz. Muhammed’in (sav) ahir zaman Peygamberi olarak oradan ortaya çıkmasından alır. Varlık tasavvufi gelenekte bir ağaç gibi düşünülecek olursa Muhammedi hakikat bu ağacı vücuda getiren çekirdek mesabesindedir. Dolayısıyla Kâbe’nin yer kürenin kalbi oluşunun nedeni varlığın kalbi olan Nur-i Muhammedi’nin şahsiyeti itibariyle beşer olarak oradan zuhur etmesine bağlanmıştır. Kâbe için kullanılan “huden lilâlemin (âlemler için hidayet kaynağı)” ifadesi Hz. Peygamberde ise “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” şeklinde karşılığını bulmuştur. Böylece din, varlığın kalbi olan çekirdeğin, yeryüzünün kalbinden zuhuru ile kemale erişmiştir. Yer kürede soğumanın Kâbe civarından başlayıp yaşamın bu bölgeden yayılması gibi insanın var oluşunda da bu süreç kalpten etrafa doğru şekillenir. İnsanın anne karnında ilk teşekkül eden organı kalptir. Hamileliğin başlangıcından itibaren kalp atışları izlenmektedir. Bu ilgi kurmayı şöyle devam ettirebiliriz. İslâm coğrafyasındaki tüm mescit ve camiler Kâbe’ye göre konumlandığı gibi Müslümanların kalpleri, Muhammedi kalbe yönelmelidir. Böylece ilahi nurun en kâmil tecellisine mazhar olan Muhammedî kalp aynasına yansıyan ilahi nurdan akseden nurları inananlar kendi gönüllerine diğer bir ifadeyle kendi beytlerine yansıtabilirler. Şayet bu teveccüh tam anlamıyla gerçekleştirilebilirse Muhammedi kalp o kişinin kalbini yani beytini Kâbe’ye çevirir. Gerçek beytullah da böyle bir kalp sahibinin gönlüdür. “Ben yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” kudsi hadisindeki işaret edilen kalp, beytullah haline gelen kâmil bir insanın gönlüdür. Bu yüzden Hz. Mevlânâ, “Kâbe, Azer oğlu İbrahim’in binasıdır. Gönül ise Celil ve Ekber olan Allah’ın nazargahıdır.’’94 “Hac, beytullahı ziyaret etmektir. Ev sahibini ziyaret ise gerçek hünerdir.”95 Bu nedenle Kur’an’ı Kerim’deki mesacidellah (yani Allah’ın mescitleri) ifadesi âriflerce, mabed anlamının ötesinde Allah’ın kullarının gönülleri anlamına işaret olarak değerlendirilmektedir. Bunu dikkate alarak şu ayetin anlamı üzerinde bir kez daha düşünelim: 94 95 Tahirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. VII, b. 6196. Mesnevî, c. IV, b. 15. 37 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Allah’ın mescitlerini yani gönülleri ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden çekinmeyen müminler bina edip şenlendirir.”96 Mevlânâ Hz. Süleyman’ın Mescid-i Aksa’yı inşasını anlatırken, sözü insanın kendi gönül mescidinin inşasına getirir. Ve mesajını şöyle verir: “Ey kerim olan kimseler, kendi gönül Mescid-i Aksa’nızı inşa edin.”97 Allah’ın mescitlerini imar etmeyi gönülleri imar etme, oraları birer beytullah haline getirme şeklinde yorumlayan Mevlânâ ve diğer ârifler, bunun mukabilindeki mescitleri tahrip etmekle ilgili şu ayeti de benzer şekilde yorumlarlar. Bu doğrultuda Kur’an’daki “Allah’ın mescitlerinde Allah’ın adının anılmasını engelleyenden ve oraları tahribe çalışandan daha zalim kim olabilir?” ayeti şöyle anlamlandırılır: “Allah’ın mescitlerinde yani gönüllerde Allah’ın adının anılmasını engelleyenden ve oraları tahribe çalışandan daha zalim kim olabilir?”98 Bu açıklamalar ışığında Hz. Mevlânâ’nın şu gazelini bir kez daha okuyalım: “Gönüldeki kabeyi tavaf et sen gönülden Gönül mânâ kabesi: Onu çamur sanma sen … Kâbe’yi sen binlerce kez yaya tavaf etsen Bil ki kabul olunmaz tek gönül incitirsen”99 Aynı hususa dönemin diğer bir ârifi Yunus Emre de şu meşhur dizeleriyle işaret etmektedir: “Bir kez gönül yıktın ise Bu kıldığın namaz değil, Yetmiş iki millet dahi Elin Yüzün yumaz değil. Bir gönülü yaptın ise Er eteğin tuttun ise Bir kez hayır ettin ise Binde bir ise az değil.” 96 Tevbe 9/18. Mesnevî, c. I, b. 3665. 98 Bakara 2/114 99 Mevlânâ, Seçme Gazeller Okyanusun Kendi Sesi, çev.: İsa Nurâzer, Şûle Yay., İstanbul 2006, s. 191. 97 38 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AYAR, Murat (2014). “Mevlânâ’nın Rubâîlerinde Seyr u Sülûk Metaforu Olarak ‘Gece’”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.41-53 (http://bilgelerzirvesi.org). Murat AYAR* MEVLÂNÂ’NIN RUBÂÎLERİNDE SEYR U SÜLÛK METAFORU OLARAK “GECE” Giriş M evlidi 13. asra tesâdüf eden büyük mutasavvıf, mütefekkir ve tevhîd şâiri Mevlâna Celâleddîn Muhammed (1207-1273), kadîm emanetleri olan eserleri vasıtasıyla geçici âlemden sadasını ebedî kılmıştır. Asırlarca Doğu’dan Batı’ya pek çok kültür ve anlayışı beslemiş manzum ve mensur birçok eser vücûda getirmiştir. Bunlardan şüphesiz üzerinde en çok düşünülen ve ilgi çekenleri manzum eserleri olan Mesnevî ve Divân-ı Kebîr’idir. 26000 beyitlik mesnevîsi, Mevlâna’nın olgunluk dönemi eseri olmasının yanında; Batı dünyasının en çok dikkatini çeken, içerisinde tasavvufî remiz ve sembollerle oluşturulan küçük hikâyeleri barındıran, lirizmin yoğun olduğu bir aşkınlığa sahip olan didaktik eseridir. Diğer bir manzum eseri olan Divân-ı Kebîr veya Divân-ı Şems (yaklaşık 45000 beyit) daha çok gazellerden kurulu, aruz vezni kalıplarına göre sıralanmış 22 bölümden oluşan bir eserdir. Divân-ı Kebîr’in içerisinde hacmi itibariyle müstakil sayılabilecek Rubâiyyât bölümü vardır. Divân-ı Kebîr’in farklı yazmalarında rubâîlerin sayısı da farklılaşmaktadır. Genel sayının 1.600 civarında olduğu tahmin edilmekle birlikte bu sayının mükerrer ve kendisine ait olmayanların eklenmesi durumunda 2000 civarına ulaştığı görülmektedir (Tanyaş, 2007: 107). Mevlâna’nın rubâîlerinin aslı Farsça metin olduğundan çalışmamızda Türkçe çeviri metinlerinden istifade edilmiştir.100 Mevlâna’nın tüm eserleri form, dil ve işleyiş bakımından farklılık arz etse de konu bakımından bizi; tevhîdi elde etme ve ilâhî aşka erebilme arzusuna götürür. Çoşkun bir lirizmle yazılan Divân-ı * Doktora Öğrencisi, Kırıkkale Üniversitesi. 100 Mevlâna, Rubâîler 1-2, (çev., M. Nuri Gençosman), MEB. Yay., İstanbul, 1974. 41 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kebîr’in ve içindeki rubâîlerin tek emeli, okuyucu ve dinleyiciye ilâhî aşkın fısıltılarını duyurabilmektir. Bu hacim içinde kendisine hatırı sayılır bir yer edinen rubâîler, mutasavvıf şâirin remz ve işârî dilinin de etkisiyle semboller âlemine kapı aralar. İnsanoğlu zamanı kontrol altına alabilmek için parçalara ayırmak ve ona hükmetmek istemiştir. Bu sebeple de ona asır, sene, mevsim, ay, hafta, gün, saat gibi tasnif adları vermiştir. Çeşitli vakit ifade eden kavramlar Klasik Türk şiirinin estetiği ve terminolojisi içerisinde kendine yer bulmuştur. İslam mistisizmi olan tasavvufun zaman telakkisi yakarıda bahsi geçen tasnifin dışında seyreder. Mutasavvıflar sûret âlemi de denilen dünya hayatında geçen zamanın gerçek olmadığını; ancak belli bir uğraş neticesinde tek zaman olan mutlak zamana ulaşılabileceğini ifade etmişlerdir ki bu da “Ân-ı dâim”dir. Ân-ı dâim sürekli ve kesintisiz zamandır. Bu zamanı yaşamak, kişinin geçmiş ve gelecekle ilgisini koparmakla mümkündür. Geçmişin pişmanlığı ve geleceğin kaygıları kişinin bu yöndeki motivasyonunu bozar. Halvetî azîzi Mısrî de, kişinin her vakit an içre olması gerektiğini söyler: Egerçi sûretâ âhirde geldüm âlem-i mülke Ne mâziyüm ne müstakbel her anun ânesiyüm ben Niyâzî-i Mısrî (2008-D) G 144/5 Cumhuriyet devri Türk edebiyatının güçlü münevverlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar, bütün güzel şeylere bir an’la ulaşılabileceğini ifade eder: Bir gül, bu karanlıklarda Sükûta kendini mercan Bir kadeh gibi sunmada Zamanın aralığından (Tanpınar, 1999: 43). Tanpınar, Bursa’da Zaman şiirinde de tek bir an’ın bütün zamanları kapsadığı ve cem ettiğini vurgular: Yekpare bir anda gün, saat, mevsim Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın (Tanpınar, 1999: 72). Hz. Mevlâna, zamanı ve onun alt başlıkları olan gece, gündüz, sabah, akşam gibi vakit birimlerini dünyevî algılandırmalardan farklı 42 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tutar: “Benim aşkımda gece, gündüz başkadır. Ben bu gecelerin, bu gündüzlerin dışında kalmışım.“ (R 917) Bir şiirinde Mustafa Ma‘nevî, buna manadaki aslıyla mukabele eder. Ân-ı dâim olan kişiler sevgiliye/Bir’e kavuşmuş kişilerdir ki bu kişiler, sabah ve akşam gibi dünyevî zaman algılarından kurtulurlar: Cennet-i zâta irerse vâsilûn Anda olmaz hiç mesâ' ile sabâh Mustafa Ma‘nevî (2003-D) G 18/3 İnsanoğlunun, Ân-ı dâime ulaşması ve sürekli/sonsuz olabilmesi aynı zamanda onun zamanın sahibine ulaşmasına bağlıdır. Buna da tasavvufta tevhîde ermek denir. İşte Bir’e ermek için insan etrafında, kendinde ne kadar bölünme, parçalanma, çokluk vb. varsa hepsinden vazgeçmelidir. Çünkü Bir’e/Tevhîde erme çabası pratik ve uygulamaya dönük bir hâl çabasıdır. Bu çaba bizi, insanın seyr u sülûk sürecine götürür. Gece Mevlâna’nın rûbâilerindeki gece temi, tasavvuf geleneğinde vuslata giden meşakkatli ve çetin bir yoldur. Kişinin kendi farkındalığına kavuşması, dolayısıyla tevhide ermesi tasavvufî anlayışta ancak bu yolla mümkündür. Bu konuyla ilgili Niyâzî-i Mısrî, “Sana senden sefer eyle seni sen dû-yı tevhîd it” (Erdoğan, 2008: 29). dizesiyle kişinin kendi farkındalığı sorunsalını çözmesi gerektiğini ifade eder. Hz. Pîr, kendini tanıma ve sevgiliye kavuşabilme sürecini gece vaktiyle ifâde etmeye çalışmıştır. İnsan sûret olarak yaratılmadan önce, lâ-ta’ayyün (yokluk âlemi) denilen âlemde, önce Allâh tarafından akl-ı küllde tasavvûr edilmiştir. Sonra Kur’ân-ı Kerîm’de aşağıların aşağısı (Kur'ân, 95/4-5) diye tasvir olunan ve sûret âlemi de denilen dünyâya gönderilmiştir. İşte bu tevhîdden kopuşta Hak Te’âlâ, kuluna emr-i ilâhî de denilen korunması ve muhafaza edilmesi gereken bir rûh üflemiştir (Kur'ân, 15/29; 32/9). Üflenen bu emanetin mayası aşktır. Kişi yokluk âleminden bu aşk mayasıyla gelir. Bu rubâîde, geceye benzetilen seyr u sülûk sürecinin karanlığı ve bilinmezliği sevgiliden/Allâh’tan gelen ve kavuşma şarabına benzetilen tecellî ve varidâtlarla aydınlanır. Bu aydınlanma için de sabah vakti remzedilmiştir. İlk kopuştaki o ayrılık, dünyâ yaşamında kısmî zamanlı bu buluşma mahiyetindeki tecellî ve irfân parçalarıyla vuslata dönüştürülmeye çalışılır: 43 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Atımız yokluk diyarından aşk ile yola çıktı, gecemiz hep vuslat şarabıyla aydın. Bizim mezhebimizde yasak olmayan o meyden, yokluk sabahına kadar dudaklarımızı kuru bulmayacaksın! (R 31) Elest meclisindeki sevgiliyle olan ilk ve son karşılaşma âşığın gece/seyri boyunca hayalinden çıkmaz. Çünkü bu hayal, âşık için bir rahmettir. Bu rahmetin tekrardan hatırlanması için âşığın seyr u sülûk denilen bu sürece başlaması ve yükselişe geçmesi lazım gelir. Çünkü bu yolculuğun sonunda bir hazine vardır: Ey dün gece hayalini andığım sevgili! O coşkun halinle tekrar hatırıma geldin. O rahmeti nasıl unutabilirim ki, unutulmuş hazineyi bana tekrar hatırlattın. (R 1420) Gece ve Âşığın Hâlleri Bu yol, çetin ve meşakkatli bir yoldur. Yola revân olan âşık her dâim aşk derdinden inler ve bundan da haz alır. Bu vuslat yolunda sevgiliden gelecek safâ ve cefâya râzı olan âşık, âşıklık nişânesi olarak gece-gündüz gözyaşı döker. Ancak bu sefere yeni çıkmış olan toy ve beceriksiz âşıklar, geceyle remzedilen ve vuslat yolu olan seyr u sülûku gafletle/uykuyla geçirirler. Buradaki yastık dünya hevesini, nefsânî bir takım arzû ve istekleri; yani masivâyı karşılar. Rubâîdeki yastık metaforu, rahatlığı ve dünya hevesini düşündürdüğünde, kavuşmanın önündeki perdelerden biri olur. Halen âşığın gönlünden masivâ silinmemiştir. Oysaki sevgiliyle tam bir buluşma için, aradaki masivâ perdelerinin hepsinin kalkması gerekir: Gece nedir ki, bize göre bir inilti zamanı! Âşık olmayana sürünmek yaraşır. Henüz aşk konusunda yeni olan beceriksiz âşığın kulağı, geceleri yastıksız ısınmaz. (R 782) Gece kavramıyla istiâre edilen seyr u sülûk yolculuğunda, âşığın sevgilide fenâya erip ona kavuşması, âşığın sevgiliyle/Allâh’la 44 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması arasındaki perdeleri kaldırmasına bağlıdır. Kavuşmayı engelleyici bu perdelerden âşık her zaman rahatsızlık duyar (Uludağ, 1998:430-431). Bu sebeple sevgiliye kavuşmanın önündeki en büyük engel olan bu perdelerin kalkması için âşık, sürekli sevgiliye sesini duyurmaya çalışarak ona cândan ve bitkin hâle gelinceye kadar tazarru eder. Âşıktaki bu inilti, tazarru ve gözü yaşlı olma hâli, Kur'ân’da; “İnfâk edecekleri bir şeyleri olmadığı için üzüntülerinden gözü yaşlı geri gittiler.” (Kur'ân, 9/90) âyetiyle takdir edilir. Mevlâna, geceyi aşk ateşiyle yanıp tutuşan âşıkların feryat vakti olarak görür (Can, 1995:120): Bu gece bir anda perdeleri kaldır, her iki cihandan da bir tüy bırakma bu gece! Dün candan, gönülden söz ediyordun, bunları (canla, gönlü) bitkin bir hâlde feryâd ve figânla önüne bırakıyorum bu gece... (R 79) Âşığın feryâdı, figânı, iniltisi bu süreç için yeterli değildir. Âşık sevgiliyle vuslat yaşamak istiyorsa, sâdık bir âşık gibi sevgiliden/Hak’tan gelen safâ ve cefâlara “kabulümdür” cümlesini terennüm edip seyr u sülûk yolundaki sağlamlık ve kararlılığını göstermelidir. Mevlâna, Divân-ı Kebîr’in 1. cildinin tercümesinde “Senden gelen her cefayı, her cevri canıma minnet bilirim.” (G 437) der. Bu da âşığın bu zorlu yolda sıdk ve rızâ makâmlarını geçmesi demektir. Mutasavvıflar, sevgilinin cefâsına sabır gösteremeyen; hatta bundan lezzet alamayanın, aşkında samimi olamayacağını söylemişlerdir (Schimmel, 2001:142). Sabır gösterilerek elde edilecek lütûf ve tecellî ihsânları da gülsuyuna benzetilmiştir: Tanrıdan sevecek bir yâr arıyorsan, yâr ile kaynaş! Sevgiden bir fayda bekliyorsan, sevgili ile iyi anlaşmaya bak! Ay ile vuslat istiyorsan geceden kaçma, gülün, gülsuyunun hatırı için dikenlerle uyuşmaya bak! (R 733) Sevgiliden gelen ihsân ve ikrâmlara kavuşmaya başlayan âşık, daha da şevke gelir. Ve sevgilinin mahalli etrafında dolaşmaya devam 45 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı eder. Âşık, bu rûbâîde rüzgâra ve suya teşbih edilir. Çünkü teşbih edilen iki unsurun seyir özelliği vardır. Âşık benzetildiği unsurların bu özelliğinden istifâde ederek sevgilinin/Allâh’ın yokluk şehri etrafında gezinir (Batislam, 2005:3-4). Âşık, sevgiliye kavuşma uğruna çıktığı bu yolculukta, geçtiği mertebelerle sevgiliye biraz daha yaklaşır. Mertebe ve makamca yükselen âşığın uyku ile istiâre edilen nefsânî arzûları körelmeye başlar. Sevgiliye iyice yaklaşmak, aklı ilâhi tecellî ve sırlar karşısında aciz duruma sokar. Çünkü bu yolda âşık öyle şeylerle karşılaşır ki bunlar âşığın fikretme ve muhakeme gücünü ortadan kaldırır (Uludağ, 2007b:123). Mevlâna sevgilinin güzelliği karşısında âşığın hayrete düşüp aklının başından gittiğini ifade eder (Can, 1995:168). Âşık, manevî sarhoşlukla söylediği, şerîata göre edebsiz olarak nitelendirilebilecek fiil ve sözlerinden ötürü kınanmaz (Kuşeyrî, 1999:625). Halvetî azîzi Ünsî Hasan da bir beyitinde meâlen, âşığın sevgilinin aşk şarabından sarhoş olup kendini bilmez bir hâl alabileceğini ve akıl kontrolünün düşebileceğini ifâde eder101 (Tatçı, 2004:306). Aklın kontrol edilemediği durumlarda edebin de, yerince olmayacağı muhakkaktır: Gece rüzgâr gibi, su gibi şehrin çevresini dolaşırım. Şehir çevresinde dolaşanların uykusu gelmez derler. Her şeyi yerinde arıyan ancak (akıl) dır. Sen mest ve harap bir zavallıda akıl ve edep arama! (R 87) Âşık sevgilinin şehri etrafında dolanmaya devam eder; ancak onun sevgiliyle buluşabilmesi için yalnız kalmaya ihtiyacı vardır. Âşığın en büyük şevki ve arzusu, sevgiliyle/Hak Te‘âlâ’yla halvet etmektir. Halvet, sevgiliye yalnız kalmanın ve ona kavuşmanın adıdır. Bu gecede âşık, sevgiliyle baş başa kalarak onunla hem-hâl olacaktır. Bu sebeple hiçbir çokluk unsurunu görmek ve dünyevî meşgalelerle vakit geçirmek istemez (Türer, 2011:115). Âşığın kendi gözbebeği, dünyevî âleme ait bir uzvu olduğundan âşığa rahatsızlık verir. Âşık için bunların hepsi onu sevgiliden uzak edecek birer kesret unsurudur. Tevhîde/sevgiliye kavuşmada en büyük engel kesrete takılmaktır. Tasavvufta âşık, sevgili/Allâh dışındaki her şeyi masivâ olarak 101 Şarâb-ı 'aşkın içel den ben olmuşam anın mesti O sekrin mestiyem yokdur haberim derd-i serimden Ünsî Hasan (2004-D) G 194/2 46 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması adlandırır. Bu sebeple bu kavuşmanın önündeki engellerden her dâim kaçar ve onlardan gizlenir. Bunun için de âşığın sevgiliye/Allâh’a yönelmesi için yalnız kalmaya ihtiyacı vardır (Eraydın, 2011:140). Bu yalnızlık, âşığın Allâh düşüncesi üzerinde yoğunlaşmasını sağlar (Altıntaş, 1991:125). Halvet gecesinden murâd, âşığın kalbini masivâdan el çektirip, sürekli sevgiliyle olmaktır (Türer, 2011:116; Gündoğdu, 2000:170): Halvet gecesinin aşığı hep gizlenme peşindedir. O çok kere yıldızları bile yanlış görür. Çünkü vuslat gecesinde aşığın gözü, gözbebeğinden bile rahatsız olur. (R 47) Âşığın sevgiliye kavuşma yolundaki seyrinde mesâfe alınmaya başlanmış, sevgili vefâsını göstermeye başlamıştır. Kişinin gönlü yere göğe sığamayan sevgilinin/Allâh’ın arşıdır. Âşığın gönlü sevgilinin/Allâh’ın ihsân ve ikrâm tecellîlerini fark eder etmez kuş gibi havalarda uçmaya başlar. Artık gönül kuşu en büyük avcı olan sevgili/Allâh tarafından avlanmıştır (Pala, 1995:205). Gönlün misafir sevinci, âşığın tüm kimyasını değiştirir. Bundan vücûdun zerreleri bile etkilenir ki bu, vücûd denilen varlık dağının parçalanması demektir. Kur'ân’da; “Rabbin cemâli o dağa tecellî edince, onu yerle bir ediverdi ve Musa baygın olarak yere düştü.” (Kur'ân, 7/143) âyeti âşığın Hakk’ın tecellîleri karşısındaki durumuna iyi bir örnektir. Tecellî, âyette doğrudan insan olan Musa’ya değil; dağadır. Ancak bırakın tecellîyi görmeyi; dağın parçalanışını dahi Musa görememiştir. Bu sözden, kavuşma gerçekleşmese de sevgilinin bu dolaşması âşığı perişân etmeye yeter: Bu gece başımızda bir şeyler dolaşıyor. Gönül bir kuş olmuş havalarda uçuyor. Tenimizin her zerresi ayrı ayrı parçalanıyor, yoksa o sevgili vefa etrafında mı dolaşıyor? (R 421) Gece dolunayın çıkması aşkın sahibinin, kemâliyle âşığa görünmesi anlamına gelir. Ancak bu görünme Hakk’ın zâtının 47 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı keyfiyeti yani nasıllığı açısından bir bilinme değildir. Hemen belirtmek gerekir ki, Mevlâna’ya göre âlem, O’nun yaptığı resimlerle dolu olmakla birlikte O, akla fikre sığmaz, tasvir edilemez, sureti tahayyül edilemez bir vücuda sahiptir (Çavuşoğlu, 2007: 29-41). Mevlâna, aşağıdaki rûbâîde geceyi diğer gecelerden ayırarak onu özelleştirmiştir. Çünkü bu gece âşık, sevgiliye kavuşma yolundaki sülûk mertebelerini tamâmlamış ve ilâhî aşka kavuşmuştur. Yolun başından itibaren ayın parça parça ışığından istifâde eden ve bu ikrâmdan faydalanan âşık, artık ilâhî aşka gark olmuştur. Çünkü vakit dolunay zamanıdır. Sevgili güzelliğinin fiil ve sıfatları olan tecellîlerini en çok bu gecede sergiler. Ayrıca bu gece, elest bezmindeki sevgiliyle âşık arasındaki hatıraları ve ünsiyeti yâd etme vaktidir. Çünkü âşık, sevgiliden ilk kopuştan sonra hiç bu kadar ona yakın olmamıştır. Mevlâna’ya göre insan Hakkın haremi olan elest bezminden geçer (Can, 1995:184). ve seyr-i urûcunu/yükselişini tamamlayan âşık sevgilinin cemâliyle tekrar buluşur: Bu gece aşkın ayı tamamdır. Dolunay olmuştur. O sevgili, başını damın köşesinden sarkıtmış bakıyor. Bu gece hatıralar gecesidir. Secdeler, ibâdetler gecesidir. Aşk ve muhabbet bâdesi olan yerde uyku haramdır, haram. (R 863) Nice bu yoldan geçmiş erenler bu yolla/seyr u sülûkla sırra ermişler ve yine bu yolla bu sırrın sarhoşu olmuşlardır. Sır erenleri, Kur'ân-ı Kerîm’de; “Rableri onlara tertemiz bir şarab içirir. Erdemliler kâfur katılmış bir kadehten şarab içerler.” (Kur'ân, 76/5) şeklinde zikredilirler. Sırra eren erenler, sevgiliyi müşâhede eder. Bu müşâhede ihtimalini zayıflatan ve sevgiliyle âşık arasındaki en büyük engel yabancı varlıktır. Mutasavvıflar “Sırrımı düğmem bilse onu koparır atarım.” (Kuşeyrî, 1999:182; Uludağ, 1996:469-470) deyip sırrın sır olarak kalmasının önemini vurgulamışlardır. Gizli ve yalnız yürünen bu yolda kişiye en yakın; aynı zamanda en yabancı varlık, kişinin kendi nefsidir. Bu yüzden kavuşmanın gerçekleşmesi ve perdelerin kalkması için nefsin ıslah edilip (İz, 2000:158) seyirde kemâle erilmesi gerekir: 48 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sırlara ermiş erenler bu gece sarhoşturlar. Sevgili ile beraber halvete çekilmişlerdir bu gece. Ey yabancı varlık, bu yoldan çekil! Yabancıların yanımızda olması bu gece bize sıkıntı verir. (R 92) Gece ve Uyku Tasavvufî metinlerin ekseriyetinde gaflet, uykuya teşbih edilir (Uludağ, 1996: 197). Sufîlikte gaflet; Hak Teâlâdan habersiz olmak, nefsin hevâ ve isteklerine uymak ve zamanı faydasız geçirmek (Üstüner, 2007:239) gibi anlamlara gelir. Kur'ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde dünya hevesine dalıp gitmek olan gafletin (Kur'ân, 7/146; 36/6; 67/20) ve fâili olan gâfilin (Kur'ân, 7/205; 10/92) özelliklerinden bahsedilir. Bir süreç olarak işleyen dünya hayatı içinde; spesfik olarak düşünüldüğünde de seyr u sülûk yolculuğunda kişinin Allâh’ın verdiği nefesi boşa geçirmemesi, Hak’tan ve Allah’ın emirlerinden gâfil olmaması gerekir (Kotku, 2010:40). Dünyâ hayatında kemâlâtını/sülûkunu tamamlayan kişinin kazanacağı sonsuz nimet ve bahtiyarlık, tevhîde erişip sevgiliye/Allâh’a kavuşmaktır. Sevgiliye kavuşan âşık, bekâya erip sevgilide sonsuz olur. Bunun için kişi uykuyla remz edilen masivâya ve nefsânî isteklere meyledip, sevgiliyle kendisi arasına gaflet perdelerini çekmemelidir. Âşığı gaflete/hevâ ve hevese dü-çâr edecek olan uyku; âşığın gözüne yerleşemez. Çünkü âşığın gözünde, feryâd ve inlemelerden ötürü sürekli gözyaşı (Pala, 1995:52) ve ateş vardır. Bu sebeple uyku/nefsânî arzûlar burada kendine yer bulamaz. Mevlâna, Divân-ı Kebîr’in tercümesinde de; “Nice zamandan beri geceleri aşığın utangaç gözünde uyku karar kılmamıstır.” (C.2 1307) diyerek âşık lehine konuşur. Uyku/gaflet, oradan âşığın gönlüne bakar. Âşığın gönlü de civa madeni gibi yerinde durmaz, hareketli ve uyanık hâldedir. Çünkü burası sevgilinin/Hakk’ın misafir edileceği yerdir. Fakat kulun en zayıf yeri, onun ete kemiğe bürünmüş nefsânî tarafı olan ten, vücût ve cismidir: Uyku geldi ama uykunun yeri gözde değil. Çünkü göz senin yüzünden hep ateş ve su ile doludur. Uyku, gönül tarafına geçti, fakat orayı civa gibi gördü; ten tarafına gitti, orayı harap ama nasıl harap buldu. (R 81) 49 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mevlâna seyr u sülûk sürecini “hamdım, piştim, yandım” metaforuyla ifade etmiştir. Sülûkun son safhası yanmaktır. Kişi kendi varlığını sevgilinin varlığında yakıp eritmeli ve sevgilide yok olup tevhîde ermelidir. Kişi tevhîde erdiğinde en büyük bahtiyarlık olan sevgilide/Hak’ta sonsuz olmaya da kavuşacaktır. Mevlâna’ya göre sonsuzluğa kavuşma, Hakk’ın arşı olarak nitelendirilen gönlün uykudan/masivadan temizlenmesiyle mümkün olacaktır (Can, 1995:132): Sonsuzluk ve bahtiyarlık istiyorsan uyuma! Sevgilinin aşk ateşiyle yan da uyuma! Yüz gece uyudun neticesinde ne gördün. Allah için olsunbari bu gece sabaha kadar uyuma! (R 89) Gece ve Sabah Gecenin zamansal bölümlerinden biri de “seher, tanyeri, tanışığı” gibi sözcüklerle de ifade olunan, gecenin en son ve en bereketli vakti olan sabah demidir. Divân şiirinde sabah, sevgilinin güzelliğini apaçık ortaya çıkarır. Şiirde sabahı, Hakk’ın tecellîleri yoluyla kula/âşığa göründüğü, âşık için hasretin giderildiği zaman olarak görebiliriz. Klâsik Türk şiirimizde rüzgâr, seyir edip dolaşma ve haber getirip götürme gibi taşıyıcılık metaforu olarak da kullanılmıştır. Bu özelliği dolayısıyla seher vakti esen rüzgâr, sevgiliden haber getirip âşıktan sevgiliye haber ulaştırır (Batislam, 2005:3; Pala, 1995: 457). Bu yüzden rüzgâr sevgilinin ahvâlini iyi bilir. Sevgili de âşığının kendisine olan meylinden rüzgârla haberdar olur. Seher rüzgârı, sevgilinin/Hakk’ın şehri etrafında dolanıp durduğundan (Onay, 1993:353), âşığa sevgilinin kokusunu/tecellilerini de ulaştırır. O kokuyu/tecellî sırlarını alan sadece âşık değil; tüm cihân mahvolur. Yûnus Emre bir şiirinde; Hakk’ın cemâlinin önündeki perdelerin bir an dahi olmaması iki cihânın helâk olacağı anlamını taşıdığını söyler102 (Tatçı 2012, 115). Bu helâke şâhitlik için bu yolun yolcusu olan âşık ilâhî aşk kervanından geri kalmamalıdır (Kocatürk, 2000:479): 102 Söyledün cümle ‘âleme henüz nikâb içindesin Bir dem perdesüz yürisen iki cihân olur helâk Yûnus Emre (2012-D) G 144/3 50 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ey seher rüzgârı, dizgini o dilberin tarafına çek! Eğer, hoş olursa gönlümün halini anlat ona. Eğer onun için pek gönül çekici olmazsa sakın beni hiç görmemiş ol ses çıkarma! (R 764) Sabah vaktidir, sabâ rüzgârı misk kokuları saçarak esiyor. Anla ki sevgilinin köyünden geçiyor o. Kalk ne yatıyorsun. Cihânın sonu geldi. Bari bir koku al çünkü kervan geçiyor. (R 568) Tan ışığının Hak yolunu göstermesi sülûkta kemâle erme demektir. Âşık varlığını sevgilinin varlığında fenâya erdirmiş ve onda yok olmuştur. Bu zaman dilimini hakkıyla yaşayan kişiler diri/zinde olarak nitelendirilirler. Bu dirilik fiziksel değil; sevgiliye kavuşma neticesindeki rûhî canlanma ve tekâmüldür. Kişinin gönlü artık kuş olup (Pala, 1995:205) uçmaya başlar. Bu durum, kişinin sevgilinin varlığında kendini tekrar ihyâ etmesidir. Sevgilide varlığını fenâya erdiren âşık öyle bir yere ulaşır ki burada sadece dostun cemâlini ve varlığını seyreder: Tan ışığı hak yolunu gösterince, dirilerin tenindeki can uçmaya başlar. İnsan öyle bir yere erişir ki, her nefeste, hiç gözünü yormadan dostun cemâlini görür. (R 478) Sabah, seher, fecr ve tan vakitleri, tasavvufî ıstılahta vuslat yolunda ilâhî aşk tecellîlerinin görülmeye başlandığı talihli zamanlardandır. Âşık, sevgilinin aşk şarabına, Allâh’a olan seyrinin sonunda (sabah) kavuşmuş ve varlığını O’nun varlığında yok etmiştir. Fenâfillâha eren kişi, bu durumda kendi varlığının farkına varamaz; dünya ve ahireti unutup (Canbulat 2006:176), sadece Hakk’ı görür: 51 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bugün ortada ben varım, elimde sabah şarabı, düşe kalka yürüyor, mest dolaşıyorum. Fidan boylu sevgilim ile mest ve bitkin bir haldeyim. Bari ben yok olayım da ondan başka cihanda bir varlık kalmasın. (R 110) Sonuç İslam mistisizmi de diyebileceğimiz tasavvuf ilmi, bu yolda sırra eren Tanrı sırdaşlarının hâlinde, kimi zaman açıktan olmasa da remzî olarak dilinde kendini göstermiştir. Bu hâlin söze dökülmesi, açıktan değil mecazî terminolojiyle olmuştur. Klasik şiirin aşk, sevgili ve âşık terminolojileri, tasavvuf ilminin içinde yeni bir ıstılaha kavuşmuşlardır. Bağlı bulundukları bu ıstılahî anlamların dışında; bir de imge, sembol ve metaforlarla başka varlık ve kavramların anlam hücrelerine girmişlerdir ki konumuz olan “gece” buna örnek teşkil etmiştir. Mevlâna, rubâîlerinde geceyi sadece bir vakit birimi olarak ele almamış onu tasavvufî terminolojinin içindeki “seyr u sülûk” kavramının içine sürüklemiştir. Mevlâna diğer tüm mutasavvıflarda olduğu gibi zamanı, Ân-ı dâim olarak görmüştür. Kişinin ân-ı dâim olabilmesi için Tanrı sırdaşı olması gerekir. Sırdaş olmak için de kişinin gece gibi karanlık ve meşakkatli seyr u sülûk sürecini tamamlaması gerekir. Mevlâna sır için kişinin geceye/seyr u sülûka ihtiyacı olduğunu söyler. Mevlâna, gecede/seyr u sülûkta âşığın hâllerini verirken; onu hep inleyen, tazarru eden, gam çeken, ağlayan, herkesten gizlenen, Tanrının sırdaşı olan, bazen mest bazen beceriksiz, bazen sevinen biri olarak işler. Mutasavvıf şâirin gece kavramı içerisinde değerlendirdiği sembollerden biri de uyku hâlidir. Uykuyu diğer sûfîlerde olduğu gibi Hak’tan gâfil olup, dünya hevâ ve hevesinde gaflete dalma sorunsalı içersine sokar. Onun için uyku, bu yolda ilerleyen kişi için en büyük engellerden biridir. Mevlâna bu süreç için gece metaforunun yanında onu destekleyici metaforlar da kullanır. Gecenin olmazsa olmazları ay ya da dolunay ve gecenin sabaha erdiği zaman olan seher vakti. Dolunay sevgiliyi/Allâh’ı; sabah da seyr u sülûkun tamam edilmesi veya tecellî ikramlarından nasiplenmeyi sembolize eder. Mevlâna’nın gece metaforu, sûfî terminolojinin içerisinde kendisine bambaşka bir yer edinmiştir. Bunda mecâzî, remzî dili kullanmadaki hüner ve ustalığın rolü büyüktür. Kaynakça Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, AÜ. Yay., Ankara, 1991. Batislam, H. Dilek, “Divân Şiirinde Sabâ”, Osmanlı Tarih Araştırmaları Vakfı, C. 26, İstanbul, 2005. 52 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Can, Şefik, Mevlâna Hayatı-Şahsiyeti-Fikirleri, Ötüken Yay., İstanbul, 1995. Canbulat, Mehmet, Dinî Kavramlar Sözlüğü, TDV. Yay., Ankara, 2006. Çavuşoğlu, Ali, “Mevlânâ’nın Varoluş, Tanrı ve Sûreti Konusundaki Görüşleri”, Mevlânâ Araştırma ve Uygulama Merkezi Mevlânâ Araştırmaları Dergisi, S. 2, 2007, s. 29-41. Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatlar, MİFAV Yay., İstanbul, 2011. Erdoğan, Kenan, Niyâzî-i Mısrî Divânı, Akçağ Yay., Ankara, 2008. Gündoğdu, Cengiz, Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecîd Sivâsî, Kültür Bakanlığı Yay., 2000. http://arsiv.mevlana.org.tr/faal/kaynak/divan/divan8.htm. İz, Mahir, Tasavvuf, Kitabevi Yay., İstanbul, 2000. Kocatürk, Saadettin, “Mevlâna Bilgi Şöleni”, Uluslararası Mevlâna Sempozyumu Bildirileri, 2000, s. 477-499. Kotku, M. Zahid, Nefsin Terbiyesi, Server İletişim Yay., İstanbul, 2010. Kur'ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Me'âli, (haz. Hasan Tahsin Feyizli), Server İletişim Yay., İstanbul, 2007. Kuşeyrî, Abdulkerim, Kuşeyrî Risâlesi, (haz. Süleyman Uludağ), Dergâh Yay., İstanbul, 1999. Mevlâna, Divân-ı Kebîr, (çev., Abdulbaki Gölpınarlı), Kültür Bakanlığı Yay., C.1, Ankara, 1992. Mevlâna, Rubâîler I-II (çev. M. Nuri Gençosman), MEB Yay., İstanbul, 11974. Onay, Talât, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, TDV. Yay., Ankara, 2006. Pala, İskender, Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yay., Ankara, 1995. Schimmel, Annemaire, İslâm’ın Mistik Boyutları, (çev. Ergun Kocabıyık), İstanbul, 2001. Tanpınar, Ahmet Hamdi, Şiirler (haz., Oğuz Demiralp), Yapı Kredi Yay., İstanbul, 1999. Tanyaş, Hamza, “Mevlânâ Rubâîlerinin Türkçe Çevirileri Üzerine Bir Değerlendirme”, Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi Mevlânâ Araştırmaları Dergisi, S. 2, 2007, s. 107-121. Tatçı, Mustafa, Ünsî Hasan Şa‘bânî Divân-ı İlâhiyât, Sahaflar Kitap Sarayı Yay., İstanbul, 2004. Tatçı, Mustafa, Üsküdarlı Mustafa Ma'nevî Divânçe-i İlâhiyat, Kaknüs Yay., İstanbul, 2003. Tatçı, Mustafa, Yûnus Emre Dîvân-ı İlâhiyât, Kapı Yay., İstanbul, 2012. Türer, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, Ataç Yay., İstanbul, 2011. Uludağ, Süleyman, “Hicâb”, TDVİA, C. 17, İstanbul, 1998, s. 430431. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay., 1996. Uludağ, Süleyman, Tasavvufun Dili, C. 2, Mavi Yay., İstanbul, 2007. 53 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ATEŞ, Süleyman (2014). “Yunus’ta İlahî Aşk”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.55-111 (http://bilgelerzirvesi.org). Süleyman ATEŞ* YUNUS’TA İLÂHÎ AŞK İ nsan, ‘aşk yoluyla varlığının kaynağı olan Allah’a ulaşır. Hemen bütün İslâm mutasavvıflarınca kabul edildiği ve temeli Cüneyd’in, Risalelerinde açıkladığı Mîsâk tezine dayanan görüşe göre, Allah’ın düşüncesi olarak ezelde var olan insan, şu somut evrende somut bireyler olarak yaratılınca, zerre halindeki varlık (ruh) tanrısal kaynaktan uzak kaldı, ayrılık içine düştü, o tasasız hali özler oldu. Çünkü Hz. Mevlânâ’nın deyişiyle: هر كه دور ماند از أصل خويش باز جويد روزڰار وصب خويش Her ki dûr mând ez asl-i khîş Bâz cûyed rûziGâr-i vasl-ı khîş Aslından uzak kalan her varlık aslına kavuşmanın özlemini çeker. İnsanı Yaratan ile bütünleştirecek olan araç, sevginin son sınırı olan aşktır. Tanrı her varlıkta görünmekle beraber en güzel biçimde insanda görünmüştür. Bundan dolayı “Kendini bilen Rabbini bilmiş olur” Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin ileri düzeyinde insan, varlıkları ayrı ayrı değil, Bir görür. Daha doğrusu yaratıkları kaybeder, sadece Yaratan’ı görür. Sevginin olmadığı yerde; öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından * Prof. Dr.Diyanet İşleri Başkanlarından. 55 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı seven, karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). Dost başka bir anlamda da Tanrı'dır, kişinin gönlünde ışıyan Öz'dür. Yunus'a Göre Eren Yûnus Emre'nin dilinde bilge kişinin adı 'eren'dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevebilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Eren, en güzel ahlâkı yaşayan olgun insan (insan-ı kâmil)dir. Ölüm, ruhun Tanrısal kaynağına dönmesidir. Ölüm ruhun bedenden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm ruhla bedenin ayrılmasıdır. Ruh bedenden ayrılınca beden ölür, kendisini oluşturan elemanlarına (toprak, su, ateş, hava) karışır. Gerçekte ölüm yok olmak değil, ruhun geldiği Tanrısal kaynağa dönmesi demektir. Yûnus Emre ve Varlık Birliği (Vahdet-i Vücûd) Vahdet-i vücûd (varlık birliği) fikrini sistemleştiren mutasavvıf, Muhyi'd-dîn İbnu'l-Arabî'ye göre varlık, bir tek hakîkatten ibarettir. Çeşitlenme ve çoğalma, dış duyuların oluşturduğu bir görüntüdür. Allah kesin varlıktır. O'nun varlığının sebebi yoktur. O, kendi zatiyle vardır. O'nu bilmek, varlığını bilmektir. Zatının hakîkatini bilmek mümkün değildir. Allah, bizi şu belirli biçimlerde yaratacağını ezelden beri biliyordu. Eğer bizi bu şekilde bilmeseydi yaratmazdı. Bu biçimi başka yerden de almadı. Çünkü kendisinden başka bir varlık yoktu ki oradan alsın. Demek ki kendi bilgisinde bizim bu biçimimiz vardı. Bizi ezelî bilgisiyle böyle bilmişti. O halde biz, bilkuvve (potansiyel olarak) O'nda vardık. O'nun bizi bilmesinin aynısı olan bizim misalimiz (düşünce halindeki varlığımız, bir başka deyişle Allah'ın bizim hakkımızdaki bilgisi), kendi kıdemiyle kadim(öncesiz)dir. Çünkü bilgi O'nun sıfatıdır. Sıfatı da ezelîdir. Allah, bizi yaratacağını sonradan bilmiş olamaz103. İbnu'l-Arabî'ye göre a'yân-i sâbite (ideler), yani Allah'ın bilgisi bakımından âlem, kadîmdir. "Yoktan var olmuş değildir. Yoktan var oldu demek, zâtı, kendisinde gizli iradesi ile a'yâne (biçimlere) geldi demektir. Zira ne yok var olur, ne de var yok olur. Zat denizinin 103 İbnu'l-Arabî, al-Futûhâtu’l-Mekkiyye, 1/153-154, Mısır, 1293. 56 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması inkılâbından (çalkanmasından) âlemler oluşmuştur."104 Allah bu dünyâları, isimlerini açığa çıkarmak için yaratmıştır. Çünkü makdursuz kadir, verme olmadan cömertlik, beslenen kimse olmadan rızk vericilik, yardım edilen bir şey olmadan yardım edicilik, rahmet edilen biri olmadan rahmet edicilik etkisiz kavramlardır.105 Sadreddin Konevî de çeşitli karşıt eylemlerin varlığını, Allah'ın gazap, rahmet gibi sıfatlarının görünmesi için zorunlu görmektedir. Allah'ın isimleri ve sıfatları tam anlamıyla meydana çıksın diye hayırşer, gazap-rahmet görüntüsü olan eylemler var olmuştur. Bunlar olmasaydı isimler ve sıfatlar arasındaki karşıtlık ve dengelilik sırrı belli olmaz, halim ve ğafur bilinmez, kötülük iyiliğe değişmezdi.106 İbnu'l-Arabî'ye göre kâinat, Allah'tan çıkmıştır, fakat Allah ile aynı mahiyette değildir. Mümkün varlıklar, önce yok iken sonradan Allah'tan sadir olmuştur, fakat parçanın bütünden ayrılışı gibi bir ayrılışla var olduğu düşünülemez. Zira o takdirde bunlar varlıktan varlığa çıkmış ve böylece ezelde kendi kendisiyle kāim bir varlığa sahibolmuş olurlardı. Tanrı'nın Zat ve mahiyetine aykırı düşmemek için evren, Allah'ın ilk tecellisinden oluşan ilk akla dayandırılmıştır. İlk akıl tektir. Fakat yapısında çokluk yeteneği vardır. Bütün varlıkların suretlerini (idelerini) kendinde taşır. Buna kâinatın ilkesini oluşturan Levh-i Mahfuz da denir. İbnu'l-Arabî'ye göre varlık bir daire oluşturur. Bu daire, Allah'ın bir görüntüsü veya O'nun aynıdır. Dairenin merkezi Allah'tır. Başında ilk akıl vardır. Bu, bütün yaratılanların aslıdır. Her şeyin sureti, tasarısı bunda vardır. Bu suretler, şekillere konulmuştur. Nihayet yaratma devam edip insan türüne gelmiş ve en son insan yaratılmıştır. Varlık dairesinin sonunda insan bulunmaktadır. İnsanla varlık dairesi tamamlanmış ve nasıl dairenin sonu, başıyla birleşirse insan da böylece akılla birleşmiştir. Başında akıl, sonunda (başa birleştiği noktada) insan bulunan bu dairenin, iki ucu arasında kalan kısmında diğer yaratıklar bulunmaktadıdır. Nasıl dairenin merkezinden çıkan hatlar, çevrenin her noktasına aynı uzaklıkta ise bütün yaratıkların da Allah'a münasebeti öyledir. Onda değişiklik olmaz. Dairenin çevresindeki her nokta, nasıl merkeze bakarsa bütün yaratıklar da öyle Allah'a bakar, O'nun verdiğini kabul ederler107 104 İsmail Hakkı, Lubbu’l-Lubb ve Sirru's-Sirr, s. 12, İstanbul, 1328. Fütûhât: 1/155. 106 Konevî, İ'caz, 109 b. Yusuf Ağa Ktph. No. 7. 107 Fütûhât: 1/162. 105 57 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İşte bu akım içinde yetişmiş olan Yûnus Emre’ye göre de tek varlık Allah'dır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen âlemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve karşıtı yoktur. Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve âlemler O’-nun zatından sıfatlarına tecellîsidir. M. İbn Arabî’nin: “Rab Haktır, kul Haktır, ah bilseydim, mükellef kimdir? Kuldur dersen o yoktur, Rabdır dersen o nasıl mükellef olur?" dörtlüğüyle anlattığı Rab kul birliğini Yûnus da şöyle ifade eder: Tanrı kadîm kul kadîm ayrılmadum bir adım Gör kul kim Tanrı kimdür anla ey sâhib-kabul (Tanrı öncesiz, kul da öncesizdir. Ben bu inançtan veya Hak’tan bir adım dahi ayrılmadım. Bunu bilince kul kim, Tanrı kimdir bilirsin.) …. Gel imdi hicâbun aç senden ayrıl sana kaç Sende bulasın mi‘râc sana gelür cümle yol (151/3, 7) (Gel şimdi perdeni kaldır, görünür benliğin olan senden, gerçek benliğin olan Sana kaç ki kendi kendinde mi‘râc edesin Hakk’ın sıfatından zâtına çıkasın. O zaman bütün yollar hep sana gelir. Yani halktan Hakk’a varır.) Âlemin yaratılmasındaki amaç, Hakk’ın, bilinmekliğini istemesidir. Tüm varlıkların yaratılmasındaki asıl amaç da Hakk’ın isim ve sıfatlarının en güzel mazharı olan “Âdem”in yaratılmasıdır. Âdem (insan), tüm evrenin yaratılış sırrı ve özetidir. Galip Dede’nin dediği gibi: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdem’sin sen!” "Huve’l-evvelu va’l-âhiru va'z-zâhiru va’l-bâtın": O, ilktir, sondur, zâhirdir (varlığı gün gibi açıktır,) bâtındır (gizlidir) O, her şeyi bilendir. ” (Hadid 3) (Sonsuz bir öncelik ve sonsuz bir gelecek sahibidir, beş duyu ile tespit edebildiğiniz veya edemediğiniz tüm varlık O'dur) "Ve nahnu ekrabu ileyhi min habli'l-veriyd": Biz ona şah damarından daha yakınız " (Kaf: 16) Allah isminin taşıdığı mânânın en güzel tanımını, İhlas Suresi yapmaktadır; "De ki: O Allâh birdir. Allâh Samed'dir. Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." Yani her şey varlığını ve bekāsını O'na borçludur. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin 58 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur. Doğmamıştır, herhangi bir varlık O'nu doğurmamıştır. O da herhangi bir şeyi doğurmamıştır. Allah'ın benzeri ve eşi yoktur, çünkü O, VÂHİDÜ'LAHAD benzersiz tek Varlıktır. *** Yûnus Tasavvuftaki bu Varlık Birliği düşüncesini çeşitli üsluplarla anlatmaya çalışmıştır: Aşk makamı, Vahdet-i vücud Işk makamı âlîdür ışk kadîm ezelîdür, Işk sözini söyleyen cümle kudret dilidür. (Ezelî ve kadim olan aşkın makamı yücedir, aşk sözünü söyleyen kudret dilidir.) Diyen Ol işiten Ol, gören Ol gösteren Ol, Her sözi söyleyen Ol suret cân menzilidür (Her sözü söyleyen Hak, görünen suret canın konağıdır.) Suret söz kanda buldı kanda sözi iş oldı Surete kendi geldi dil hikmetin yolıdur (Suret nereden söz söyleme imkânını buldu. Nerede söylenen söz işe dönüştü. Hakk’ın kendisi surete büründü. Dil; hikmetin, gerçek bilginin yoludur.) .... Bu bizüm işretümüz Oldır bu lezzetümüz İçip esridigümüz ışk şerbeti gülidür (Bize lezzet veren ve bizi sarhoş eden bu içkimiz aşk şerbetinin gülüdür.) ... Yûnus sözin tak kılan görmedi münkir olan Ömrin zulmete salan ma‘rifet yoksulıdur (Yûnus sözünde kusur bulup inkâr eden, ömrünü karanlığa vermiş ma‘rifet yoksuludur.) *** Tevhîd ve vahdet-i vücud Ben derd ile âh iderdüm derdüm bana derman imiş İsteridüm hasretile dost yanımda pinhân imiş (Ben dertten âh çekerdim, bu hastalıktan kurtulmak isterdim. Meğer derdim benim ilâcım imiş.) Kanda idüm fikr iderdüm göğe bakup şükr iderdüm Dost benüm gönlüm evinde tenim içinde cân imiş (Nerde olduğumu düşünürdüm, göğe bakıp şükreder, sevgiliyi arardım. Meğer sevgili benim gönül evimde, canımın içinde can imiş) 59 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Sanurdum kendüm ayrıyam dost gayrıdur ben gayrıyam Beni bu hayâle salan bu sıfat-ı insan imiş (Ben kendimi sevgiliden ayrı sanır, sevgilimle benim ayrı ayrı varlıklar olduğumu sanırdım. Oysa ayrılık bir hayalmiş. Beni bu ayrılık hayaline salan, insanlık sıfatı imiş. Ben kendimi unuttuğum zaman O gerçek varlık görünecektir.) İnsân sıfatı kendü Hak insanda (dur) Hak doğru bak Bu insânun sıfatına cümle âlem hayran imiş (İnsan sıfatı ayrı olsa da insanın kendisi (zâtı) Hak’tır. Doğru düşünürsen bunu anlarsın. Bu insan sıfatına bütün varlıklar hayrandır.) … Tevhîd imiş cümle âlem tevhîdi bilendür Âdem Bu tevhîdi inkâr iden öz cânına düşmân imiş (Bütün evren tevhîd (yalnız Allah’ın var olduğu, O’ndan başka gerçek varlığın olmadığı, Tanrı’nın bir olduğu) gerçeği imiş. Âdem de bu tevhîd gerçeğini bilen insanmış. Tevhîdi inkâr eden kişi, kendi canına düşmanmış.) İnsan olan buldı Hakk'ı meclis anun oldur sâkî Hemen bu bîçâre Yûnus ‘ışk ile âşinâ imiş (İnsan olan Hakk’ı bulur. O Vahdet meclisinin sâkîsidir. Çâresiz Yûnus aşkla tanışıkmış.) Yûnus’un bu şiirini Niyâzî-i Mısrî hemen aynı üslub ile yazmıştır: Dermân arardım derdime derdim bana derman imiş Burhan arardım aslıma aslım bana burhan imiş Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyu Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrıdır ben gayrıyam Benden görüp işideni bildim ki ol cânân imiş Savm u salât u haccile sanma biter zâhid işin İnsân-ı Kâmil olmağa lazım olan irfân imiş Kandan gelir yolun senin ya kanda varır menzilin Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş Mürşid gerektir bildire Hakkı sana hakkel-yakîn Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş Her mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğratır Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş Anla heman bir söz dürür yokuş değildir düz dürür Âlem kamu bir yüz dürür gören anı hayran imiş İşit Niyazî'nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün 60 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Hak'tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş *** Çünkü gördüm ben Hakk'ımı Hakk ile olmuşam biliş Her kancaru baktum ise hep görinendür cümle Hak (Hakk’ı görerek O’nunla tanıştığımdan beri nereye baktıysam hep O’nun göründüğünü fark ettim.) … Hicâbdasun bugün seni göstermezler belli sana Hicap didügümi anla dünyâlıktur gözden ırak (Sen kendi kendine perde olmuşsun, bugün senin gerçeğini sana göstermezler. Hicâb da varlıktır, dünyaseverliktir.) Sen seni bilmeyince ere nazar kılmayınca Senlügi bu ara yirden gidermezsen oldı tuzak (Sen kendini bilmedikçe, kendi varlık bilincini aradan çıkarmadıkça hep kendi kendine tuzak olursun. Varlığını at ki Hak Dost görünsün. Hak ile bütünleş.) Evliyâdur Hak kapusı Yûnus durur kapucısı Işk ile geldi bu yola ışkı idindi hem durak (Evliyâ Hakk’ın kapısı, Yûnus da o kapının kapıcısıdır. Aşk ile bu kapıya gelen Yûnus, aşkı kendine sürekli mesken edinmiştir.) *** Dervîş Ene'l-Hak derse nola aceb mi Hep varlık Hakk'undur alâ külli hâl MT. neşri, s. 164-165, No. 156 (Dervîş “Ben Hakk’ım derse” bunda şaşılacak ne var? Her halü kârda tüm varlık Hakk’ın varlığı değil mi?) *** İnsanın kendi varlığı, kendisine perdedir. Kendisini aradan çıkarısa Hak görünür. Bu hâle fenâ fîllah (Allah’ta yok olma) denilir. Varluktur hicâb katı kim yıka bu hicâbı Dost yüzinden nikabı götürmege er gerek Sen hicâb oldun sana ne bakarsun dört yana Kaykımaz öne sona kime ki dîdâr gerek (Varlık, insandan gerçeği gizleyen perdedir. Sevgilinin yüzündeki bu perdeyi kaldırmak erkek işidir. Sen kendi kendine perde olmuşsun. Dost yüzünü görmek için nedir dört yana bakıp 61 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı duruyorsun? Dost dışarıda değil, sendedir. Sen aradan çıkarsan, benlik bilincini atarsan Dost görünür. Sevgilinin yüzünü görmek isteyen öne sona eğilmez, sadece Sevgiliyi düşünür ve O’na bakar.) … Sen seni elden bırak dost yüzine sensüz bak Mansûr'layın Ene'1-Hak dahi sebükbar gerek (Kendini aradan çıkar, Sevgiliye sensiz bak. “Ben Hakk’ım” diyen Mansûr gibi benlik yükünü atıp Hakk’a gitmek gerek.) … İşit işit key işit dost katına sensüz git Dosta gidene önden kendüsüz sefer gerek (Hakk’ın katına sensiz git. Dosta ancak kendinsiz gidilebilir. Kendini atmadıkça Dosta eremezsin.) Az bakmağıl sen çoğa çün dost içinden doğa Varluğın saygıl yoğa bunca ne haber gerek (Çoğa bakma, çokluğu hiç görme ki içinden sevgili görünsün. Uzun sözün kısası, varlığını yok say ki gerçeğe eresin.) Unut unut kamusın söylegil sözün hâsın Dilersen dost göresin bundan gayrı ser gerek (Sözün özünü söyle: Hak’tan gayri tüm varlıkları unut. Dost yüzünü görebilmek için ayrı bir baş (gönül gözü) gerektir.) Dünyâ vü âhiretden niçe türlü nimetden Dost yüzüni görmege kamudan geçer gerek (Dost yüzünü görebilmek için dünya ve âhiretten, bütün nimetlerden, her türlü varlık bilincinden geçmek gerek.) Boncuk degül sır sözi gel gidelüm ko sözi Dostu görmez baş gözi ayruksu basar gerek (Bu baş gözüyle Hak görülmez. Onun için ayrı bir göz gerekir.) Yûnus imdi yavı var bulmayasun il ü şar Kim hak disün kim bâtıl dervîş burc u bâr gerek (Yavı varmak: kaybolmak. Yûnus sen kaybol, öyle aradan çekil ki artık il, kent diye bir şey arayıp bulmayasın, böyle bir düşüncen olmaya. Kimi gerçek, kimi batıl desin, dervîşin kale burcu ve duvarı olması gerekir.) *** Fenâ fillah Baştan ayağa degin Hak nuru seni tutmuş Hak’tan ayrı ne vardur kalma güman içinde 62 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Başından ayağına dek Hakk’ın ışığı seni sarmıştır. Âlem Hakk’ın nuru ile doludur. Hak’tan başka bir şey yoktur. Bu konuda asla kuşku içinde kalma!) … Orucuna güvenme namazuna dayanma Cümle tâ‘at tâk olur nâz-ü niyâz içinde (Hz. Peygamber de: ‘Hiçbirinizi ameli (ibadeti) kurtarmaz.’ demiş. ‘Seni de mi amelin kurtarmaz ey Allah’ın Elçisi?’ demişler. ‘Beni de kurtarmaz, meğer Allah acımasıyla beni kucaklasın!!’ buyurmuştur.) *** Hak varlığında kendi varlık bilincini yitirmiş, yani ölmeden önce ölmek sırrına ermiş olan kul, evrende ikilik değil, sadece birlik görür. Sevgililer sevgilisi Tanrı, evrende türlü biçimlerde görünmekle birlikte (73/5) asılda birdir. Çoklukta Birliği gören Yûnus şöyle der: Yetmiş iki milletün ayağın öpmek gerek Yaramağçün ma‘şûka cümle millete bile (Sevgili’nin (Allah’ın) ve tüm ulusların hoşnutluğunu kazanmak ve yararlı olmak için yetmiş iki milletin ayağını öpmek, öylesine alçak gönüllü olmak gerektir.) *** Bu ben ben didügüm eger ben isem Bu benligüm bana niçün verilmez (Eğer ben kendi kendime var isem bu benliğim niçin benim elimde değil?) Yaranlar saladur kapu açıkdur Bu kapuya gelen mahrum sürülmez (Herkes bu kapıya çağrılıdır. Bu kapıya gelen eli boş gönderilmez.) Yûnus bu tevhîde gark oldı gitdi Giru gelmekliğe aklı dirilmez (Yûnus bu tevhîd (birlik) denizinde boğulup gitti. Artık varlık bilincini kaybettiği için bu denizden çıkıp bireysel düşüncesine geri dönemez.) *** İnsanı Hak varlığında eritip gölge varlığı atma noktasına ulaştıran ancak Allah aşkıdır. Yûnus’a göre aşksız adam hayvandan farksızdır. 63 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Işksuzlara virme ögüt ögüdünden alur degül Işksuz âdem hayvan olur hayvan ögüt bilür degül (Aşksız kişilere öğüt verme. Öylesi senin öğüdünü almaz. Çünkü aşksız adam hayvandır. Hayvan öğüt almaz) Tanrı kadîm kul kadîm ayrılmadum bir adım Gör kul kim Tanrı kimdür anla ey sâhib-kabul (Tanrı öncesiz, kul da öncesizdir. Ben bu inançtan veya Hak’tan bir adım dahi ayrılmadım. Bunu bilince kul kim, Tanrı kimdir bilirsin.) *** Ezelî Sevgi Çalap ışkı candayıdı, bu bilişlük andayıdı, Âdem, Havva kandayıdı, biz Anunla yâr iken (Ruhumuzda Allah aşkı vardı, biz orada O’nu biliyor ve tanıyorduk. Biz O’nunla ruhlar âleminde dost iken henüz Âdem ve Havvâ yoktu. Çünkü henüz ruhlar bedenlere konmamıştı.) Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken (Biz ruhlar o Işık dağında serbestçe gezerken ne gök, ne yer, ne alt, ne üst vardı.) Allah’ı çıkar için degil, sadece kendisi için sevmek gerekir. … Âşık mı diyem ben ana Tanrı'nın uçmağın seve Uçmak dahi tuzak imiş mümin cânların tutmağa (Tanrı’nın cennetini seven, bunun için kulluk eden kimseye ben âşık mı derim? Çünkü cennet dahi mü’minlerin canlarını Hakk’ın zâtına gitmekten tutup engelleyen tuzakmış.) Ganî Cebbar ‘ışk erine bin Hamza'ca kuvvet virür Dağları yerinden ırar yol eyler dosta gitmeğe (Yüce Allah, aşk adamına Bin kat Hazma gücü verir. O Hak âşıkı dağları yerinden kaldırıp dosta gitmeğe yol açar.) Âşık kişi miskîn gerek yol içinde teslîm gerek Kim n'iderise boyun bura çâre yok gönül yıkmağa (Âşık yoksul, alçakgönüllü olmalı, girdiği sülûk yolunda mürşidine teslim olmalı. Söyleneni kabul etmeli, hiç kimseyi kırmamalı, incitmemelidir.) Gerçek aşk nedir? Işk da‘vâsı kılan kişi hiç anmaya hırs u hevâ Işk evine girenlere ayruk ne meyl ü ne vefa 64 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Âşık olduğunu söyleyen kişi hiç hırs ve hevâdan söz etmez. Aşk evine girenlerde sevgiliden başka bir eğilim kalmaz, âşık vefa da beklemez.) Gerçek âşık olan kişi anmaya dünyâ-âhiret Âşık degüldür ol kişi yüriye ‘izzeti kova (Gerçek âşık dünya ve âhireti düşünmez. Onur peşinde koşan âşık değildir.) Her kim izzetden geçmedi âşıklık bühtandır ana Hergiz girdügi yokdürür ışk ile izzet bir eve (İzzetten (kibir, gurur, onurdan) vazgeçmeyene âşık demek iftira olur. Çünkü aşk ile gurur asla aynı evde barınmaz.) Diliyile ışk diyenler bilmediler ışk neydügin Benüm cevabum sen eyit ışka izzet midür bahâ (Diliyle aşktan söz edenler aşkın ne olduğunu bilmiyorlar. Söyle bana aşkın pahası onur olabilir mi?) Dünyâ vü izzet ışk ile bunlar sâzkâr olmadı Vallah nükte benüm degül ışk hâzırdır görmez reva (Aşk ile dünya sevgisi ve onur asla bağdaşmaz. Allah’a andolsun ki bu ince söz benim değil. Çünkü aşk sevgiliden başka bir amacın bulunmasını uygun görmez. Aşk ile dolu olan kimsenin kalbine başka herhangi bir amaç sığmaz.) Her kimde kim ışk vâr ise ayruk ne sığar ol yere Dost döşeğine geçemez at u katır yâhûd deve (Âşık olan kişinin gönül evine başka bir şey sığmaz. Zira sevgilinin döşeğine at, katır, deve giremez.) Bir kez Allah’ı gören, başka bir şeyi anımsamaz Bir kez yüzin gören senün ömrünce hiç unutmaya Tesbîhi sensün dilinde ayruk nesne eyitmeye (Bir kez yüzünü gören, ömrünce seni hiç unutmaz. Senden başka hiçbir şey anmaz. Sadece seni anıp durur.) Tâ'atuna duran zâhid nazarına erer ise Tesbîhini unudup ol ayruk secde de etmeye (Sana ibadete duran zahid kişi, şayet seni görme bahtiyarlığına ererse artık secde de edemez. Seni görmekle kendi varlık bilincini kaybeder.) Sensüz iki cihan benüm zindan görünür gözüme Senün ışkunla bilişen gerek hâssü'l-hâsdan ola (Sensiz bana iki cihan zindan geliyor. Senin aşkınla tanışan, seçkinler seçkini olur.) 65 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Işka döyemedi özüm gensüzin açıldı râzum Yûnus senün işbu sözün âlemlere destan ola (Canım aşka dayanamadı, istemeden sırrım açıldı; Yûnus senin bu sözün âlemlere destan olur.) Böylece Yûnus Aşkın etkisiyle dayanamayıp sırrını açıkla-dığını, içindekini tutamadığını, gizemlerinin dışa çıkmasına engel olmadığını anlatmaktadır. Işk eteğin tutmak gerek âkıbet zeval olmaya Işkdan bir elif okuyan kimseden suâl olmaya (Yûnus’a göre aşka sahibolmak, onun elden gitmemesi için eteğine yapışmak gerekir. Aşk elifbasının ilk harfini okuyan kimse sorgu suâlden kurtulur.) Işk didüğün bilür isen ışka gönül virür isen Işk yoluna mâl ne olur cân dahi muhal olmaya (Eğer aşkın ne olduğunu bilip de ona gönül verirsen aşk yolunda mal değil, cân dahi verilir.) Yûnus için aşktan öte bir şey yok. Aşk olunca bütün tasalar, üzüntüler düğün gibi gelir. Çünkü âşıkın gönlü sevgiliden başka bir şeyden ne sevinir, ne de üzülür: Ey âşikan ey âşıkan ‘ışk mezhebi dindür bana Gördi gözüm dost yüzüni yas kamu düğündür bana (Ey âşıklar, aşk yolu benim dinimdir. Gözüm dost yüzünü gördü, artık bundan böyle yas dahi benim için düğündür.) Senden sana varur yolum senden seni söyler dilüm Allah sana irmez elüm bu hikmete kaldum tana (Yolum senden sana varıyor. Dilim de yine senden güç alıp seni söylüyor. Dilimi söyleten sensin. Buna rağmen Allahım sana elim ermiyor. Bu hikmete şaşırıp kaldım.) Ol dost bizi viribidi var dünyâyı bir gör didi Geldüm gördüm bir ârâyiş seni seven kalmaz ana (O sevgili bizi gönderdi, var dünyayı bir gör, dedi. Geldim, dünyanın bir süs ve bezekten ibaret olduğunu anladım. Seni seven; bu süse, debdebeye bağlanıp kalmaz.) Yûnus’un tek varlığı, Allah aşkıdır: Ey pâdişâh ey pâdişâh uş ben beni verdim sana Genc ü hazînem kamusı sensün benüm öndin sona (Ey yüce Pâdişah, ben kendimi sana verdim. Önden sona tüm hazînem, tüm varlığım sensin benim.) Evvel dahi bu akl u cân senün ile asıl mekân Âhirette sensün mekân anda varam senden yana 66 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Önceden de bu akıl ve canın mekânı sende, senin huzurunda idi. Âhirette de yine senin huzuruna geleceğim. Orada da sana gelmek istiyorum.) Bu âh ile bu zâr ile bu hikmeti kim ne bile Bilse dahi gelmez dile tutdum yüzüm senden yana (Bu âh ve inilti ile yanmanın hikmetini kimse bilemez. Bilse de söyleyemez. Ben yüzümü sana doğru tuttum, sana yöneldim.) Yûnus sana tutdu yüzin unutdu cümle kendüzin Cümle sana söyler sözün sensün söz söyleden bana (Yûnus kendisini tamamen unuttu, sadece seni düşünüyor. Her sözünü sana söylüyor. Bana söz söyleten sensin.) *** Yûnus için aşk imam, gönül de cemaattir Işk imamdur bize gönül cemâat Kıblemüz dost yüzi dâimdür salât (Aşk bize imam, gönül cemaatimiz, dost yüzü kıblemiz, namazımız da süreklidir. Çünkü hep Dostu karşımızda görürüz.) Cân dost mihrabına secdeye vardı Yüz yere vuruban eder münâcât (Can, dost mihrabında secdeye vardı, yüzünü yere koyup yalvarmaktadır.) Beş vakt tertibümüz bir vakte geldi Beş bölük oluban kim kıla tâat (Beş bölük olup ibadet yapmak için beş vakit düzenimiz bir vakte geldi.) Şeriat eydür bize, şartı bırakma Şart ol kişiyedür eder hıyanet (Şerîat bize şartı bırakma diyor ama şart, hıyânet eden kişiye mahsustur.) Dost yüzin göricek şirk yağmalandı Anınçün kapıda kaldı şerîat (Dost yüzünü görünce şirk yağmalanıp ortadan kalktı. Bundan dolayı şerî‘at dışarıda kaldı.) Münâcât gibi vakt olmaz arada Kim ola dost ile bu demde halvet (İçten içe Allah’a yalvarma gibi güzel bir vakit olamaz. Çünkü kişi o anda Dost ile yalnız kalır.) Yûnus öyle esîrdür ol kapuda Diler ki olmaya ebedî rahat 67 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (Yûnus o kapıda öyle bir tutsaktır ki ebediyen o esaretten kurtulmak istemez.) Mutluluk aşk iledir. Aşk olmayınca dünyâ saltanatının bir değeri yoktur. Aşk insanı olgunlaştırır. Ogunluk, gösteriş, kıyafet ile değil, gönül temizliği ile olur. Ol kişinün yokdur yâri iş bu cihan zindan ana Demesün kim ben şâdîyem ya şâdîlik kandan ana (Sevgilisi olmayan kişi için bu cihan zindandır. O kendisinin mutlu olduğunu söylemesin. Sevgili olmadıktan sonra mutluluk nereden ona?) Şeddâd yaptı Uçmağını girmeden aldı cânını Bir dem aman virdirmedi yedi iklîm tutan ana (Şeddâd adlı sultan, dünyada eşi görülmemiş Cennet gibi İrem Kentini yaptı ama ecel, yedi iklime hükmeden o hükümdara, yaptığı cennet gibi kente girme fırsatı vermeden canını aldı.) Demesün ki müslümânım Çalap emrine fermanım Tutmaz ise Hak sözünü fâide yok dinden ana (Müslümanım, Allah’ın buyruğu başım üstüne demesin. Çünkü Allah’ın buyruğunu tutmaz ise dinden ona yarar yok.) Hak’ta yok olup O’unla yaşama sonucunda Evren ile bütünleşme, teozofi Benem ol ‘ışk bahrîsi denizler hayran bana Derya benim katremdür zerreler umman bana (Ben aşk denizinin balığıyım. Okyanus benim bir damlamdır. Çünkü ben Aşk denizinin balığıyım. Zerreler benim için okyanustur.) Kaf Dağı zerrem degül ay u güneş bana kul Aslım Hak'dır şekk degül mürşiddir Kur'ân bana (Dünyayı kuşattığı söylenen efsanevi Kaf Dağı benim zerrem etmez. Ay ve güneş benim kulumdur. Benim kökenim Hak’tır, bunda kuşku yok. Rehberim de Kur’ân’dır.) Yok idi bu bârigâh var idi ol pâdişâh Âh bu ışk elinden âh derd oldı derman bana (Bu evren yok iken O Pâdişah vardı. Âh bu aşkın elinden, derdim bana derman oldu!) Âdem yaratılmadan cân kalıba girmeden Şeytân la'net olmadan Arş idi sayvan bana (Âdem yaratılmadan, ruhlar kalıba girmeden, şeytân la‘nete uğramadan ben Arş’ın gölgesi altında bulunuyordum) 68 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Diledi göre yüzün işide kendi sözün Nazar kıldı bir kezin anda cân verdi bana (Allah kendi yüzünü görmek, kendi sözünü işitmek diledi. Bunun için bana bir kez bakıp can verdi.) Yaratıldı Mustafâ yüzü nûr gönlü safa Ol kıldı Hakk'a vefa andandır ihsan bana (Allah’ın bakışıyla o gönlü temiz Mustafa yaratıldı; O Allah’a vefa gösterdi, O’na gereğiyle kul oldu. Benim bulduğum iyilik de o Mustafa’dandır.) Doğdu ol din meta'sı andan oldı kamusı Âdem Halîl ü Mûsâ hüccet ü bürhân bana (Hakk’ın bakışıyla o din ulusu doğdu, tüm diğer ulular, varlıklar: Âdem, İbrahim Halîl hep ondan oldu. Bu peygamberler benim önderimdir.) Nûr-İ Muhammedî ve Hakîkat-i Muhammediyye A) Mûr-i Muhammedî, ilk defa Hz. Muhammed’in nûrunun yaratıldığı, ondan da bütün evren’in yaratıldığı teorisidir. Bu felsefeye göre Hz. Muhammed’in nuru, insanlığın (evrenin) ilk kozmik aslı olarak yaratılmıştır. Bu nûr Allah’tan taşıp da göksel evreni aydınlatınca Allah’ın huzurunda ezelî kulluk biçimini al(ıp secdeye var)mış; kristal bir ışık direği olan Muhammed’in nuru, bütün varlıkların kökeni olmuştur. Evrenin aslı olan ilk ışık durumundaki Hz. Muhammed, âlemlerin Rabbi önünde cisimsiz, biçimsiz olarak milyonca yıl ibâdette kalmıştır (mayasına kulluk katılmıştır). Bu durum, onun ilk doğasının ubûdiyyet (kulluk) olmasını sağlamış ve onu yakîn (kesin) görme noktasına getirmiştir. Zira Allah, henüz Âdem yaratılmadan bir milyon yıl önce Muhammed’e, kendisini gösterme lütfunda bulunmuştur. Bütün peygamberlerin hâtimi (sonuncusu) olan Muhammed, her şeyin hem başlangıcı, hem sonudur. O, mânevî mertebe bakımından peygamberlerin ve velîlerin başındadır; cisimsel varlık olarak peygamberlerin en sonunda gelerek peygamerlik zincirini tamamlamıştır. Peygamberler ve tüm fani varlıklar Muhammed’in nurundan çıktıktan sonra, Muhammed(in nuru), Âdem’in çamurundan gelen yersel cesedinin içine konmuştur. Aslında Âdem’in çamuru da Muhammed’in cisimsel varlık öncesi nur direğinden yapılmıştır (onun için Âdem öyle boylu yaratılmıştır). 69 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı B) Hakîkat-i Muhammediyye Hakîkat-i Muhammediyye, Hz. Muhammed’in hakîkati, gerçeği demektir. Bu terim, bütün yaratıkların, taslağı ilk defa yaratılmış bulunan Hz. Muhammed’in bir açılımı olduğunu ifade eder. Hakîkat-i Muhammediyye görüşü, Muhyi’d-dîn ibn Arabî ve Abdu’l-Kerîm Cîlî tarafından “Vahdet-i Vücûd (Varlık Bir-liği)” düşüncesinin temeli yapılmıştır. İbnu'l-Arabî'ye göre varlık, bir tek hakîkatten ibarettir. Çeşitlenme ve çoğalma, dış duyuların olşturduğu zâhirî (görünsel) bir şeydir. Allah mutlak varlıktır. O'nun varlığının sebebi yoktur. O, kendi zatiyle vardır. O'nu bilmek, varlığını bilmektir. Zatının hakîkatini bilmek mümkün değildir. Allah ezelde vardı ve kendisiyle beraber hiçbir şey yoktu. Âlemi yaratmak isteyince kendinde mevcut ve her şeyin aslı olan; kadimle kadim, muhdesle muhdes sıfatını kazanan Küllî Hakîkat'e, Allah'tan Hebâ denen bir hakîkat tecellî etti (taştı, göründü). Bu, tıpkı yapılacak binanın, kâğıt üzerine plânını çizmeğe benzer. Sonra Yüce Allah, kendi nuriyle o hebâya tecellî etti (filozoflar buna küllî heyûlâ derler). Bütün âlem, bilkuvve bu hebada var idi. Hebada bulunan her şey, gelen bu tecellî nurunu kendi istidadına göre kabul etti. Bu nuru en çok alan da hebâda bulunan Hakîkat-i Muhammediyye idi. Buna akıl da denir. Böylece ilk varlığa çıkan şey, akıl yani Hakîkat-i Muhammediyye oldu. Bu suretle Allah'ın tecellîsinden hebâ ve hebânın tecellîsinden âlem meydana geldi. “Abdu’l-Kerîm el-Cîlî, Allah’ın en mükemmel biçimde yarattığı Hz. Muhammed’i, cemâl ve celâl sıfatlarına mazhar kıldığını, cennetle cehennemin, onun iki yönü olduğunu söyler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de, hakîkat-i Muhammediyye’yi anlattıktan sonra, Hz. Peygamber’in, Cebrâîl’den çok büyük olduğunu belirtmek için: ‘Ahmed, eğer o ulu kanadını açsaydı Cebrâîl ebede kadar dehşet içinde kalırdı’ der.” Bunlar şâirâne, lirik, duygusal ifadeler olmakla beraber ne Kur’ân’dan, ne de sağlam Sünnetten bir delîle dayanır. Tam tersine, Kur’ân, Hz. Muhammed’in, Cebrâîl’in yönetiminde olduğunu vurgular. Necm Sûresi’nin ilk âyetleri bunun tanığıdır. İnanç lirik ifadeler üzerine değil, Kur’ân temeli üzerine binâ edilmelidir. Hadîs materyalinde Nûr-i Muhammedî’ye ayrı bir önem verilmiş; bu nûr, Hz. Muhammed’in atalarından intikal eden sperm cevheriyle de özdeşleştirilmiştir. Bu nûrun, ilk insandan itibaren Hz. Muhammed’in atalarından, birinden diğerine intikal ede ede Hz. 70 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Muhammed’in bedenine ulaştığı ileri sürülür. Aslında bu düşüncenin, değerlerin, şeref ve meziyetlerin atalardan geldiği şeklindeki İslâm öncesi Arap inancıyla ilgisi vardır. İşte bundan ötürü Hz. Muhammed’in Arap dedelerinin gerçek Müslüman, hattâ peygamber oldukları söylenmiştir. İbn İshâk’ın Sîresinde Hz. Muhammed’in babası Abdul-lah’ın alnında nasıl peygamberlik ışığının bulunduğu, ondan gebe kalan Âmine’ye geçtiği anlatılmaktadır. Fakat şî‘î geleneğine göre Hz. Muhammed’le birlikte Hz. Alî de bu nurdan pay almıştır. Bu nûr atalardan geçerken iki eşit parçaya bölünmüş, biri Hz. Muhammed’e, diğeri de Alî’ye ve ondan sonraki imamlara geçmiştir. Buna karşılık Sünnîler de dört Halîfenin bu nurdan yaratıldığı görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ancak Allah’ın nurunun, atalar yoluyla değil, fakat peygamberden peygambere geçerek Hz. Muhammed’e geldiği görüşü de vardır. Her kişinin hayatının sonunda bu nur, onun vasiyyeti ile yerine geçecek kimseye intikal etmiştir. Abdu’l-Muttalib, Zemzem kuyusunu eşerken karşılaştığı muhalefette yalnızlığını hissedince, şayet on oğlu olup bunlar kendisini koruyacak çağa gelirlerse bunlardan birini Allah için Ka‘be’de kurban etmeyi adamış. On oğlu olup da onlar, kendisini koruyacak çağa gelince içlerinden birini kurban etmeğe karar vermiş olan Abdu’l-Muttalib kurbanlık çocuğu belirlemek üzere oğulları arasında kur‘a çekti. Kur’a, Hz. Muhammed’in babası olacak olan Abdullah’a isabet etti. Bunun üzerine Abdu’l-Muttalib, oğlu Abdullah’ı kurban etmek üzere kurban yerine götürdü. Durumu görenler, bunu telâfi edecek tüm çareleri denemeden bu delikanlının kurban edilmesine izin vermediler. Baş-vurdukları bir kâhinin tavsiyesi üzerine, onar deve ile Abdullah arasında kur’a çekme işlemi birkaç kez yinelendi. Deve sayısı yüze vardığında kur’a develere isabet etti ve yüz deve kurban edilip Abdullah kurtarıldı. Denildiğine göre olaydan sonra Abdu’l-Muttalib, Abdullah’ın elinden tutmuş Abdullah’ı gören Nevfel kızı Ümmü Kıtâl Rukayye – ki ünlü Varaka ibn Nevfel’in kız kardeşidir–: – Abdullah nereye gidiyorsun? Sana, senin için kesilen develer kadar deve vereyim, hemen gel, seninle yatalım! demiş. Abdullah, o anda babasından ayrılamayacağını söylemiş. Babası onu Vehb ibn Abdi Menâf’ın evine götürüp Vehb’in kızı Âmine ile evlendirmiş. Anlatanların sanısına göre Abdullah’ın, nikâhın ardından hemen orada birleştiği Âmine, Hz. Muhammed’e hamile kalmış. 71 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ertesi gün Abdullah, dün kendisiyle birleşme önerisinde bulunan kadının yanına gelmiş: – Neden bugün, dünkü teklifini yapmıyorsun? demiş. Kadın: – Dün senin alnında bulunan parıltı senden gitmiş. Artık sana ihtiyacım yok, demiş. Bu kadın, Hristiyan olup kitaplar okumuş bulunan kardeşi Varaka ibn Nevfel’i dinlemiş ve bu ümmete, İsmâ‘îl Oğullarından bir peygamber geleceğini duymuştu. Abdullah’taki ışığı görünce o peygamberin Abdullah’tan geleceğini anlamış, ondan gelecek çocuğu kendisinin doğurması için onunla yatmak istemişti. Muhammed ibn İshâk’ın, babası İshâk’tan aktarımına göre de Abdullah’ın, Vehb kızı Âmine’den ayrı bir karısı daha vardı. Bir gün çamurla bir iş yaptığı için üstüne çamur bulaşmış olan Abdullah, karısına gidip onunla birleşmek istedi. Fakat Abdullah’ı çamurlu vaziyette gören kadın, ağırdan aldı (onun temizlenmesini bekledi). Abdullah da gidip öteki karısı Âmine ile yattı. Âmine Hz. Muhammed’e gebe kaldı. Sonra Abdullah, beriki karısına geldi, onunla da yatmak istedi. Kadın: “Hayır, dedi, sen gelip benimle birleşmek istediğin zaman iki gözünün arasında bir parıltı vardı. Ben kabul etmeyince sen Âmine’ye gittin, Âmine senden o parıltıyı aldı.” dedi. Anlatanların sanısına göre Abdullah’ın o karısı, olayı anlatır, Abdullah, kendisine geldiği zaman iki gözü arasında, tıpkı atın alnındaki beyazlık gibi bir beyazlık gördüğünü, o beyazlığın kendisine geçmesi için Abdullah ile yatmak istediğini, fakat Abdullah’ın o sırada kabul ekmeyip Âmine’ye varmasıyla Âmine’nin Hz. Muhammed’e hamile kalmış olduğunu anlatırmış. Hz. Muhammed’in, Mânen Bütün Peygamberlerin Atası Olduğu Görüşü Bilindiği üzere nübüvvet, haber vermek, nebî mânâ âle-minden haber taşıyan kişidir. Hakîm-i Tirmizi nübüvveti, per-denin kaldırılması ve gaybın sırlarına vakıf olarak Allah’ı bilme, Allah’ın nuruyla örtülü bulunan eşyanın mahiyetine basîret gözüyle nüfuz etme diye niteler. Bu konuda başlangıçta fazla felsefî izahlar yok iken zamanla açıklamalar felsefî bir nitelik kazanmıştır. Fergânî’ye göre nebî, Allah’ın zâtından, sıfatlarından, isimlerinden, hükümlerinden ve muratlarından haber veren kimsedir. Doğrudan doğruya Allah’ın zâtından alıp haber vermek, Rûh-i A‘zam’a mahsustur. Allah, Ruh-i A‘zam’ı (En Büyük Ruh’u) önce küllî nefse, sonra cüz’î nefislere 72 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması gönderir. Onlar Rûh-i A‘zam’dan Ehadiyyet Zâtına, sıfatlarına, isimlerine, kadim hükümlerine dair bilgiler alırlar. Âdem Aleyhisselâm’dan Hz. Muhammed’e kadar her peygamber, Rûh-i A‘zam’ın nübüvvetinden bir görüntüdür. Görüntülerin peygamberliği geçicidir, zamanla sınırlıdır. Her peygamber, Rûh-i A‘zam’ın bir isim ve sıfatının mazharıdır. Rûh-i A‘zam, bunların her birinde bir isim ve sıfatıyla görünmüştür. Hz. Muhammed’de ise bütün zâtıyla, tüm isimeri ve sıfatlarıyla görünmüştür. Onunla nübüvvet hatmolmuştur. Resul (s.a.v.), surette öteki peygamberlerden sonra ise de gerçekte onlardan öncedir. Nitekim o: “Biz ilk-sonuncularız” ve: "Âdem su ile çamur arasında iken ben peygamberdim” , diğer bir rivâyette “Âdem ruh ile cesed arasında iken ben peygamberdim” demiştir. Yani henüz Âdem, ruh ve cesed olmadan önce o peygamber idi. Çünkü Rûh-i A‘zam’ın nübüvveti, ruhların varlığından öncedir. Surette sonra gelmekle peygamberlik dizisini tamamlamıştır. Bu husus, zihinde varsayılan, noktalardan oluşmuş daire örneğiyle daha iyi anlaşılır. Kâğıt üzerine konulan her nokta, zihinde tasarlanan dairenin hakîkati değil, bir görünümüdür. Dairenin hakîkati, tamamıdır. Her nokta, dairenin bir vasfını taşır. Son noktadır ki dâirenin bütün hakîkatlerini taşır. Son nokta, ilk nokta ile birleştiği zaman daire tamamlanır. Son nokta aynı zamanda diğer noktaları da içerir. Aksi takdirde son nokta olmaz. İşte bunun için son nokta, dairenin hakîkatine mazhardır. Nübüvvet de böyledir. Gaybda (gizlide) mevcut bir daire. Bu, nübüvvetin hakîkati ve mânâsıdır. Bunun şehâdet âlemindeki varlığı, sureti(şekli)dir. Hakîkat, var olma bakımından suretten önce, ortaya çıkıp görünme bakımından suretten sonradır. Birbiri ardınca gelen her peygamber bu nübüvvet dairesinin ayrı bir noktasıdır. Son nokta Hz. Muhammed’dir. Dairenin hakîkatini taşıyan Hz. Muhammed, görünür varlık itibariyle son ise de hakîkatte ön’dür. Rûh-i A‘zam onunla bütün isim ve sıfatlarıyla görünmüştür. Hz. Muhammed bunu: “Zaman döndü dolaştı, Allah’ın, gökleri ve yeri yarattığı andaki haline geldi.” sözüyle açıklamıştır, Yûnus Nûr-i Muhammedî felsefesini şöyle özetliyor: Hak bir gevher yaratdı kendünün kudretinden Nazar kıldı gevhere eridi heybetinden (Allah, kendi kudretiyle bir cevher yarattı. Sonra o cevhere baktı. Hak bakınca cevher O’nun heybetinden eridi.) Yidi kat yir yaratdı ol gevherün nûrından Yidi kat gök yaratdı ol gevherün buğından 73 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (O cevherin nurundan yedi kat yer, dumanından da yedi kat gök yarattı.) Yidi deniz yaratdı ol gevher tamlasundan Tağları muhkem kıldı deniz köpüginden (O cevherin damlasından yedi deniz yarattı. Dağları deniz köpüğünden sağlam yaptı.) Muhammed'i yaratdı mahlûkat şefkatinden Hem Alî'yi yaratdı mü'minlere fazlından (Yaratıklara acıdığından dolayı Muhammed’i, inananlara lütfundan ötürü de Alî’yi yarattı.) Gâyıb işin kim bilür meger Kur'ân ilminden Yûnus içdi esridi ol gevher denizinden (Gayba ait işler ancak Kur’ân bilimiyle öğrenilir. Yûnus, O ilk cevherin denizinden içti de sarhoş oldu.) Aşkın çeşitleri Işksuz âdem dünyâda belli bilün yok durur Her biri bir nesneye sevgisi var âşıkdur (Dünyada aşksız adam yoktur. Herkes bir şeyi sever, bir şeye âşıktır.) Çalabın dünyâsında yüz bin türlü sevgi var Kabul et kendözine gör kangısı layıkdur (Allah’ın dünyasında yüz bin çeşit sevgi var. Sen kendine lâyık olanı al. Tabii lâyık olan Hak aşkıdır.) Biri Rahmâni'r-rahîm biri Şeytani'r-racîm Anun yazuğı müzdi sevgüsine ta'allukdur (Kimi Allah’ın Cemal sıfatı olan Rahmân, Rahîm (çok esirgeyen, koruyan, bağışlayan)i kendine uygun görür. Kimi de Şeytâni’r-recîm (kovulmuş şeytân) sıfatını benimser. Allah’ın sevabı, sevgisine bağlıdır.) Dünyâda Peygamber'in başına geldi bu ışk Tercümanı Cebrail ma'şûkası Hâlikdur (Aşk Peygamber’in başına gelmiştir. Onun tercümanı Cebrail, Sevgilisi de Yaratıcıdır.) Ömer ü Osman Ali Mustafa yârenleri Bu dördünün ulusu Ebü Bekr-i Sıddıkdur (Ömer, Osman, Alî Mustafa’nın dostlarıdır. Bunların büyüğü de Ebûbekir Sıddîktir.) Âlem fahri Muhammed Mi'rac'a ağduğında Çalap'dan diledügi Ümmetine azıkdur 74 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Kâinâtın övüncü olan Muhammed Mi‘râca çıktığı zaman Allah’tan dileği, ümmeti için azık yani nimettir. O Allah’tan ümmetinin bağışlanmasını dilemiştir.) Yûnus senün ayıbunı gözlegil ayruğı ko Kimsenün ayıbuna sen bakmagıl yazukdur (Yûnus sen kendi kusurunu gözetle, başkasının kusuruyla uğraşmayı bırak. Sakın başkasının ayıbına bakma, çünkü günahtır.) Âşık her türlü şekli yitirdiği için şeklî dinin de üstüne çıkar: Din ü millet sorar isen âşıklara din ne hâcet Âşık kişi harâb olur âşık bilmez dîn diyânet (Âşıklara din gerekmez. Âşık harabolup tamamen kendinden geçtiği için din diyanetin farkında olmaz.) Âşıklarun gönli gözi ma'şûkun isteye gider Ayruk surette ne kalur kim kılısar zühd ü tâat (Âşıkın bütün düşüncesi sevdiğini istemektir. Artık görünüşte bir şey kalmaz ki zühd ve ibadet yapsın.) Tâat kılan Uçmak içün dîn tutmayan Tamu içün Ol ikiden fâriğ olur neye benzer bu işaret (Cennete ermek veya cehennemden kurtulmak için ibadet eden çıkarcıdır; sırf Allah’ı düşünen kimse her ikisinden de boşalır onda ne cennet arzusu, ne cehennemden kurtulma sevdası kalır.) Bu sözden Yûnus’un dini emirleri önemsemediği anlamı çıkarılmamalı. Bu söz onun aşk sarhoşluğu halini yansıtıyor. Ama normal durumlarda o, dinin hükümlerinin uygulanmasını vurguluyor: Yûnus’a göre Müslüman insan İslâm’ın gereklerini yerine getirir. Namazını asla ihmal etmez. Önce Allah’ın birliğine inanmak sonra O’na kulluk gerekir. … Dünyâ içün gussalanan mescid görücek tutınan Anda imansuz bulunan Allah'ı bir bilmeyendür (Dünya için tasalanan, mescidden geri duran, âhirete imansız giden Alah’ın birliğine inanmayandır.) Gönlünde ikilik tutan ol meta'ı bunda satan Yarın cehennemde yatan bunda namaz kılmayandur (Burada namaz kılmayan kimse, âhiret sermayesini burada tüketip cehenneme düşecektir.) 75 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hurilerle bile yatan uçmak kokusuna batan Anda bülbül olup öten bunda zina kılmayandur (Burada zina etmeyen, âhirette cennete girip hurilerle yatar; bülbül olup cennette öter.) Hurilerle sırdaş olan Muhammed ile eş olan Ol imânı yoldaş olan bunda yol yanılmayandur (Burada yolu sapıtmayıp doğru yolda giden kimse âhirette Hz. Muhammed’e arkadaş, hurilerle sırdaş olur.) Yûnus miskîn gözler yolu devşür özün bağı dalı Bu gülistanın bülbüli kimse gülün dermeyendür (Yolu gözleyen Miskîn Yûnus, sen gönül bağının meyvesini topla. Başkasının gülünü dermeyen kimse bu gül bahçesinin bülbülü olur.) Müsülmânam diyen kişi şartı nedür bilse gerek Tanrı'nun buyruğun tutup beş vakt namaz kılsa gerek. İbadete özen gösterme Sana direm iy velî tur irte namâzına Eger degülsen öli tur irte namazına (Ey Hak dostu sana diyorum: kalk sabah namazına dur. Eğer ölü değilsen namazına dur!) Ezân okur müezzin çağırur Allah adın Yıkma dinun bünyâdın tur irte namazına (Müezzin ezan okuyup Allah adını duyurur. Sakın dinin binasını yıkma, sabah namazına dur.) Kuşlar ile durgıl bile kıl namazı imamıla Yalvar günahın gel dile tanla seher vaktinde dur (Kuşlar ile kalk, imamla birlikte namaz kıl. Seher vaktinde namaza dur, günahının affı için Allah’a yalvar.) Dört Kapı Kırk Makam Şerîat, tarîkat, hakîkat, ma‘rifet dörtlemesi, birbirini tamamlayan ve bir yükselişi ifâde eden kavramlar bütünüdür. Kulluğun şartlarını bilmeyen kimse, Tanrısal sıfatları ve bunların gereklerini hiç bilemez. Ahmed Yesevî’nin “Fakrnâme” adlı risâlesinde (Türk Dili ve Edebiyâtı Dergisi, İstanbul, 1977, c. XXII, ss. 45-120.) kaydettiğine göre: “Hz. Alî (r.a.) rivâyet kılurlar kim, dervîşlik makâmı kırk turur. Eğer bilip amel kılsa, dervîşliği pâk turur ve eğer bilmese ve ögrenmese, dervîşlik makâmı anga harâm turur ve câhil turur. Ol kırk 76 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması makâmın onı makâm-ı şerîatte turur ve onı makâm-ı tarîkatde ve onı makâm-ı ma‘rifetde turur ve onı makâm-ı hakîkatde turur.” İşte böylece ilk Türk sûfîlerinden Ahmed Yesevî (562 /1166) tarîkat erkânını ve irşad metodunu “kırk makam” esâsına göre düzenlemiş ve bu kırk makam için şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifetten oluşan “dört kapı” tespit etmiştir. Yesevî yolunun tâkipçisi olan Hacı Bektâş-ı Velî (738 /1337) de bu dört kapı, kırk makam esâsının âdetâ şerhi niteliğindeki Makalât’ında ufak tefek farklılıklarla aynı anlayışı devam ettirmiştir (Es’ad Coşan, Hacı Bektâş-ı Velî-Makâlât, İstanbul, s. 19-30). Hacı Bektâş-ı Velî şöyle der: "Kul Çalap Tanrı'ya kırk makamda erer, ulaşur dost olur, ol kırk makamun, onı şeri'at içindedür ve onı tarîkat içindedür ve onı ma'rifet içindedür ve onı hakîkat içindedür. " (s. 15) Bu kırk makam tek tek sayıldıktan sonra, bu makamlardan hiç birisinin eksik olmaması gerektiği, eksik olduğu takdirde hakîkatin tam olmayacağı belirtilir. (s. 31) Ve yine bu mertebelerin ancak şerî‘at tam uygulandığı takdirde tamamlanacağını, şerî‘ata tam bağlı olmayan kimseye bu mertebelerin açılmayacağını; hakîkate ulaşmış kimsenin bile sonradan şerî‘ata bağlılığını bozması hâlinde diğer üç makamın da bozulacağını açıkça ifade etmiştir. Hacı Bektâş-ı Velî, şöyle der: "Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki; (s. 113) şerî‘at bir ağaçtır, tarikat onun dalları, ma'rifet yaprakları, hakîkat de meyvalarıdır. Ağaç mevcud olmazsa dalları, yaprakları ve meyvaları da var olmaz. Bundan da anlaşılır ki şerî‘at asıl, diğerleri teferruat(ayrıntı)dır. Asıl olmayınca teferruat da olmaz. Kul şerî‘atın sırlarından çıktığı hâlde kendisini hâlâ doğru yolda sanırsa ziyana uğrayan mülhidlerden olur. Sapık ve saptırıcı kişi olur. Kazananlardan, Allah'a ulaşanlardan olmaz da Şeytan'ın tebaasından olur ki bu apaçık hüsranın tâ kendisidir." (Bkz. Coşan, a.g.e., s. 112) İşte aynı inanışı Yûnus Emre de Dîvân’ında işlemiştir: Kırk bin kırk dört tabakat meşâyih evliyâlar Dört kapıdur kırk makam dem evliyâ demidür Yûnus, bâzı beytlerde geçilmesi gereken menzillerin isimlerini şöyle zikreder: Şerî‘at tarîkat yoldur varana Hakîkat ma‘rifet andan içeru 77 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma‘rifet makamları, Yûnus’un şathiyye türü bir şiirinde sembolik olarak şöyle dile getirilmektedir: Çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi Bostan ıssı kakıyup dir ne yirsün kozumı Bu beytteki erik, üzüm ve ceviz, şerî‘at, tarîkat ve hakîkati göstermektedir. Yûnus Emre'nin daha pek çok beytinde bu dört kapı ilgili düşünceler yer almaktadır. Yûnus Emre’ye göre şerîat, hakîkate açılan ilk kapıdır. Hakîkatin sınırsız denizinde seyretmek için şerîat gemisine binmek gerekmektedir. Yâni şerîat, hakîkatin bir tür vâsıtasıdır. Hakîkat ordusunda bir koruyucu konumundaki şerîat mumlu bala; tarîkat ise tortusuz yağa benzer. Dosta (vahdete) ermek için bu balı yağa katmak gerekir. Hakîkat yolunun ikinci kapısı olan tarîkat, şerî‘atten içeri bir makamdır. Hakîkate ermek için bir Hak yola/tarîkate intisap edip mürşidden el alınmalıdır. Tarîkatte “yolu doğru izleyen, mürşidini gözleyen ve sırrını gizleyen” kişi hakîkate ulaşır. Mârifet ise Allâh’ı tanımaktır. Kalbin hayat bulması ve diri olması, sırrın Hakk’ın hâricinde kalan şeyden yüz çevirmesidir. Allâhü Taâlâ’yı hakîkatiyle tanıyabilmek için ilâhî isim, fiil ve sıfatlarıyla O’nu bilmek gerekir. Bu da ancak nefs terbiyesiyle mümkündür. Mârifet, erenler sofrasında (sohbette) elde edilir. Şerîat hakîkatin zâhiri, hakîkat ise şerî'atin bâtını olup, şerîatsiz hakîkat makamı bulunmaz. Hakîkate ulaşabilmek için hakîkat denizine dalmak gerekir. Hakîkatte ikilik yoktur; bu makamda kişi, kahrı ve lütfu bir görür: Evvel kapu şerî‘at geçse andan tarîkat Gönül evi ma‘rifet 'ışk hakîkat içinde (Birinci kapı şerî‘at kapısıdır. Ondan tarîkat kapısına girilir. Ma‘rifet gönül evidir, aşk ise hakîkat içindedir. Aşksız hakikate erilmez; hakîkate eren âşıktır.) Şerî‘at şirin olur işidene hoş gelür Ne kim dilerse kılur ol şerî‘at içinde (Şerî‘at şirindir, işitenin hoşuna gider. Şerîat içinde kişi (yasaklar dışında) dilediğini yapar.) Tarîkat cân yoldaşı cân ile olur işi Tarîka giren kişi dün-gün 'ibret içinde (Tarîkat ise can yoldaşıdır, tarîkate girenin işi ruh iledir, o ruhunu arıtmaya çalışır. Tarîkata giren her zaman olaylara ibret ile bakar. Olaylardan ibret alır.) 78 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ma‘rifet gönül ile dün ü gün zâriyile Söylesem gelmez dile sırr-ı sıfat içinde (Ma‘rifet gönül işidir, ma‘rifet sahibi aşk ile dolar, Hak aşkıyla gece gündüz ağlar. Ma‘rifetin sırrını sözle anlatamam.) Hakîkat ışkdur 'iyân görsün ol şebih beyân Hakîkat donın giyen ağır hil'at içinde (Hakîkat ap açık aşktır, hakîkat giysisini giymiş olan ağır bir giysi giymiş olur.) Şerî‘at suret evi tâ'ate girer kavî Âleme çıkdı çavı ubûdiyyet içinde (Zahir evi olan şerî‘at içinde bulunan çok ibadet eder. İbâdetiyle ünlenir.) Ger tâ'at kılmazısa üstâda varmazısa Şer'iden olmazısa adı la'net içinde (İbâdet etmeyen, bir üstada varmayan, şerî‘atin hükümlerini uygulamayan la‘nete uğrar.) Her kim tarîkata gire gerek mal terkin ura Yola toğrı can vire bu tarîkat içinde (Tarîkate giren kişinin malı mülkü bırakması, bu yola canını feda etmesi gerekir.) … Her kim hakîkat süre, kahrı lütfu bir göre İş aça toğrı dura, bu hakîkat içinde (Hakîkatten söz edenin kahrı ve lütfu bir görmesi, hakîkat içinde dosdoğru durması, doğru hareket etmesi gerekir.) Bu dört menzildür utan ledün makamın tutan Oldur menzile yiten tamâm murad içinde (İşte bu dört menzili kazanıp Ledün makamını tutan kişi, hedefine ulaşmış, muradına ermiştir.) Yûnus’u tutsak almış olan onun davranışını belirler. Ey beni ayıplayan gel beni ışktan kurtar Ger elünden gelmezse söyleme fâsid haber (Ey beni kınayan kişi, elinden gelirse gel beni aşkın elinden kurtar, bunu yapamazsan bozguncu sözler söyleme.) Âşıklarun ahvâli ma‘şuk katında biter Sözin var ana söyle benüm elümde ne var? (Âşıkların hali sevgilinin katında belirlenir. Sen beni kınayacağına söyleyeceğini git O’na söyle. Beni böyle yönelten O’dur. Benim elimde ne var?) 79 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Dost yüzünden nikābı her kim giderdiyise Hicâb kalmadı ana ayruk ne hayr u ne şer (Her kim dost yüzünden peçeyi kaldırırsa perde kalkar artık hayır ve şer diye bir şey kalmaz.) Hiç kimesne kendüden hâlden hâle gelmedi Âşıklarun cânına ma‘şuka urur minkār (Hiç kimse kendiliğinden halden hale girmemiştir. Sevgili, âşığın canına gagasını vurarak onu halden hale taşır; renkten renge sokar.) Kim ki ışk kadehinden bir zerre içti ise Ana ne akl u ne us ne esrik ü ne khumâr (Aşk kadehinden bir zerre içen öyle bir hale gelir ki onda ne akıl kalır, ne düşünce; ne de o, sarhoşluğu ve mahmurluğu anlar. Çünkü kendi varlık bilincini tamamen yitirir.) Tek ben degilem âşık ol ma‘şuk nazarında Işk yolunda cân feda benüm gibi sad-hezâr (O sevgiliye göre âşık olan yalnız ben değilim. Benim gibi yüz bin kişi O’nun aşkı yoluna feda olsun!) Âşıklarun hâlini ‘âşık olanlar bilür Işk bir gizlü haznedür gizlü gerektür esrar (Âşıkların halini ancak âşıklar bilir. Aşk gizli bir hazînedir, sırlar gizli tutulmalı, herkese söylenmemelidir.) Korkaram söylemege şerî‘at edebinden Yoksa eydeydüm sana dahi ayruksı haber (Şerî‘ate saygıdan dolayı söylemeğe çekiniyorum. Yoksa sana ayrı şeyler söylerdim.) Kim vere bu dil ile ol ma‘şukadan haber Meger ol kimseler kim cân içinde cânı var (Bu dil ile kim sevgiliden haber verebilir. Ancak can içinde canı olanlar ondan haber verirler.) Yûnus ölürse ne gam ışk içinde kardaşlar Işk yolına uyagan ma‘şuk burcunda biter (Kardeşler Yûnus aşk yolunda ölürse üzülmeğe gerek yok. Çünkü aşk yoluna uyan kişi sevgilinin burcunda görünür.) Ölüm sadece hayvansal ruh taşıyan bedenlere özgüdür. Hak aşkıyla pişip olgunlaşan canlar ölmez. Ko ölmek endîşesin âşık ölmez bâkîdür Ölmek senün nen ola çün cânın İlâhîdür 80 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Ölüm endişesini bir yana bırak. Sen âşıksın, âşık ölmez. Senin canın ilâhîdir, ruh ölmez ki.) Ölümden ne korkarsun korkma ebedî varsun Çünkim işe yararsun bu söz fâsid da‘vâdur (Ölümden niçin korkuyorsun, korkma, sen sürekli varsın. Ebedî var olduktan sonra ölümden korkmak saçma bir savdır.) Hak’tan ayrı tüm varlığını verip kurtulmak gerek. Yoksa bunlar seni Hak’tan ayırır. Hak'tan yıgar ol seni nen var ise ver gider Ne beslersün bu teni sinde kurt kuş yer gider (Bu dünya varlıkları seni Hak’tan uzak düşürür. Nen var ise ver de kurtul. Bu teni nedir besleyip duruyorsun, kabirde bunu kurt kuş yer.) Ölene bak gözün aç dökülür sakal u saç Yılan çıyan gelür aç yiyip içer sir gider (Gözünü aç da ölenlere bak, saç sakal dökülür, aç olan yılan çiyan gelip kabirde tenini yiyip tok giderler.) Bize bizden ulular hulk-ı latîf huylular Ol iyi amelliler haber böyle dir gider (Bizden büyük, iyi huylu, iyi amel sahibi insanlar böyle bildirdiler.) Kesgil harâmdan elün kesgil gaybetten dilün Azrail el ermedin bu dükkânı der gider (Haramdan elini, gaybetten dilini kes. Azrail ele geçirmeden bu dükkânı derleyip toparla, kapat.) Ecel erer kurur baş tez tükenür uzun yaş Düpdüz olur dağ u taş gök dürülür yer gider (Ecel sona erer, baş kurur, uzun yaş çabuk tükenir. Kıyâmette dağ taş dümdüz olur; gök dürülür, yer ortadan kalkar.) Çün cân ağdı Hazret'e yarağ et âhirete Tanla turan tâ‘ate Tanrı evine ir gider (Artık canın son nefese doğru yaklaştı. Âhirete hazırlık yap. Tan vakti ibadete kalkan camie erken gider.) Ey Yûnus sen ölicek sinün nurla dolıcak İmân yoldaş olıcak âhirete şîr gider (Ey Yûnus sen ölüp de kabrin nurla dolunca ve iman da yoldaş olunca ruhun âhirete aslan gibi gider.) Cânını aşk yoluna virmeyen âşık mıdur Cehd eyleyüp ol dosta irmeyen âşık mıdur 81 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (Canını aşk yoluna vermeyen, çabalayıp O Dosta ermeyen âşık mıdır?) Aşk kadehinden içüp nefs dileğinden geçüp Hak yoluna er gibi durmayan âşık mıdur (Aşk bardağından içerek nefis arzularından geçip Allah’ın huzuruna er gibi durmayan âşık mıdır?) Işka tanışık sığmaz değme cân göğe ağmaz Pervane gibi oda yanmayan ‘âşık mıdur (Aşka tanışıklık sığmaz. Çünkü âşık benliğini yakar, varlık bilinci ortadan kalkar, ikilik kalmaz ki tanışıklık olsun. Her ruh mânâ göklerine yükselemez. Pervane gibi ateşe yanmayan âşık mıdır?) Ey Yûnus sen dostunun cefâsına katlangıl Yüreğine aşk okun vurmayan âşık mıdur (Yûnus, sen dostunun cefasına katlan. Çünkü yüreğine aşk okunu vurmayan âşık olamaz.) Meşhur olup geldi yola Mansûr olan derdi bile Mecnûn misâl oldı dile ma‘şûkdan ayrılmadılar (Bu yolda derd ve cefasıyla meşhur olan Mansûr dert çekmeyi bilir. Mecnûn da dillere destan oldu. İşte âşıklar Mansûr ve Mecnûn gibi her cefaya katlanıp Sevgiliden ayrılmazlar.) Hep yanıp yakıldığını anlatıyor: Benüm gönlüm gözüm ışktan doludur Dilüm söyler yâri yüzüm suludur (Benim gözüm gönlüm aşk ile doludur. Dilim yâri anar, sevgilimi andıkça gözlerimden yaş akar.) Öd ağacı gibi yanar vücûdum Tütünüm göklere seher yelidür (Bedenim öd ağacı gibi yanar, yanan bedenimden çıkan tütünüm seher yeli gibi göklere çıkar.) Yûnus, tek sevgilisi Tanrı olmayınca cennette gözü olmadığını vurguluyor: Aşkın olgunlaştırması Eydivirem ne kılduğın benüm ile ol dil-pezîr Her dem yeni şîve ile beni yine kılar esîr (O gönül yapan Tanrı’nın bana ne yaptığını söyleyeyim. Her an yeni bir şîve ile beni tutsak ediyor.) Her kancam bakar isem Oldır gözüme görünen Ol serverin lütfu bizi bu veçhile kıldı basîr (Nereye baksam O’nu görüyorum. O Padişahın lütfu bizi böyle bir göze, vizyona kavşuturdu.) Hak dışarıda degül, can içinde 82 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ey dün ü gün Hak isteyen bilmez misin Hak kandadur Her kandasan anda hazır kanda bakarsan andadur (Ey sürekli Hakk’ı görmek isteyen Hakk’ın nerede oduğunu bilmez misin? Nerede olsan, nereye baksan oradadır.) Kendini kınama Ey bana eyu diyen benem kamudan kemter Şöyle mücrimem yolda mücrim yok benden beter (Ey bana iyi diyen kişi ben herkesten kötüyüm. Yolda öyle suçluyum ki benden beter suçlu yok.) Benüm gibi mücrim kul gel iste bir dahi bul Dilümde ilm ü usûl gönlümde dünyâ sever (Benim gibi suçlu kulu ara da bul, bulabilirsen. Dilimde usul bilimi var ama gönlümde dünya sevgisi) Zâhirim iyi adda gönlüm fâsid tâatda Bulunmaya Bağdad'da bencileyin bir ‘ayyâr (Görünürde iyi diye tanınmışım, iyi isim yapmışım, ama ibadet ve taat hususunda içim bozuk. Bağdat’ta dahi benim gibi bir hîlekâr, kandırıcı yoktur.) Takındum şeyhlik adun kodum ma‘şuk tâatun Verdim nefsin muradun kanı Hakk ile bâzâr (Sevgiliye ibadeti bırakıp şeyhlik adını takındım. Nefsin isteklerini yerine getirdim. Nerede kaldı Hakk’a verdiğim söz?) Yayıldı Yûnus adı suçtur cümle tâatı Çalab’um inayeti suçun geçire meger (Yûnus’un adı yayıldı ama bütün ibadetleri, tâatleri hep suçtur, kusurdur. Meğer Allah’ımın yardımı Yûnus’un suçunu bağışlaya.) Sözün acısı ve tatlısı Keleci bilen kişinün yüzüni ağ ede bir söz Sözi pişirüp diyenün işini sağ ede bir söz (Bir söz, söz söylemesini bilen kişinin yüzünü ak eder. Söz, sözünü pişirerek yerinde söyleyen kişinin işini sağlamlaştırır.) Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı, Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz Kimi avrat-oğlan sever kimi mülk-hânumân sever Kimi sermâye dükkân sever bu dünyâ hâlden hâledür (Kimi kadın, oğul sahibi olmak ister. Kimi mal mülk sever. Kimi sermaye, dükkân ister. Bu dünyada insanların hali başka başkadır.) 83 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Âşık bu dünyâyı n'ider âkibet bir gün terk ider Işk eteğin tutmuş gider her kim gelürse salâdur (Âşık bu dünyayı neylesin? Sonuçta bir gün bırakıp gidecektir. Âşık, aşk eteğine yapışmış gider. Gelen buyursun. ) Her kim ışka erişe ‘ışk anunla barışa Kim ışka müşteriyse cânına od vurmuşlar (Aşk, kendisine erişenlerle barışık olur. Aşka müşteri olanın canına ateş koyarlar.) Her kim ışka sataştı ol dem kaynadı taştı Kim deli der kim uslu dört yanında durmuşlar (Aşka bulaşan kimse derhal kaynayıp taşmaya başlar. Artık her taraftan onu görenlerin kimi âşıka deli der, kimi akıllı.) Işktır Yûnus'un cânı başında serencâmı Işka münkir âdemi bu meydândan sürmüşler (Aşk Yûnus’un canıdır, başında macerasıdır. Aşkı inkâr edeni bu alandan sürmüşler.) Sadece Hakkı düşünmek gerek Başında aklı olan ahrete amel etmez Hurilere aldanmaz göz ile kaştan geçer (Aklı başında olan kişi yaptığını sevgili için yapar, âhiret endişesi, hurîlere sahibolma düşüncesiyle ibâdet etmez, göz kaş güzelliğini düşünmez.) Gerçek âşık ol ola cân vermeğe ol ive Dost ile pazar içün niçe bin baştan geçer (Geçek âşık canını derhal vermeğe hazırdır. Dosta erebilmek için bin kez başından geçer.) Yûnus'un gönlü gözü doludur Hak sevgisi Sohbet ihtiyar eden yâd u bilişten geçer (Yûnus’un gönlü gözü Hak sevgisi ile doludur. Sohbeti seçen kişi, yabancı tanıdık demez, herkese hitabeder.) Ol dost ile benüm işüm bulut ile güneşleyin Bir dem hicabı sürülür bir dem nikab başa gelür (O sevgili ile benim ilişkim, bulut ile güneş ilişkisine benzer. Kâh güneş bulut ile perdelenir. Kâh da yüzünden bulut perdesi kalkar, güneş açılır. İşte benim sevgilim de öyle. Kâh benim varlığım O’na perde olur, kâh da Sevgilinin yüzünden benim benlik perdem kalkar da Sevgilim benden ap açık görünür.) Hak’ta Fenâ (yok olma), Sevgilinin olmadığı yerde gözü yok Sensün benüm cânum cânı sensüz karârum yok durur Uçmakda sen olmaz isen vallah nazarum yok durur 84 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Ben sensiz bir yerde duramam. Sen olmazsan eğer vallahi cennette de gözüm yoktur.) Baksam seni görür gözüm söyler isem sensün sözüm Seni gözetmekten dahi yigrek şikârum yok durur (Neye baksam seni görüyorum. Ne söylesem konu sensin. Gözüm hep seni gözetip duruyor. Başka gözettiğim bir av ve amaç yok.) Söyler isem dilümdesin ger tek dursam gönlümdesin Gönlüm gözüm seni sever ayruk nigârum yok durur (Söylesem dilimde sensin, yalnız kalsam, sussam gönlümdesin. Gönlüm ve gözüm yalnız seni sever, başka bir sevgilim yoktur.) Çün ben beni unutmuşam şöyle ki sana gitmişem Ne kālde ne hâldeyisem bir dem kararım yok durur (Ben kendimden geçtim, sana gittim. Ne söylediğimi, ne yaptığımı bilmiyorum. Hiçbir halde duracak durumda değilim. Sabır ve kararım kalmadı.) Eger beni Cercisleyin yetmiş kez öldürür isen Dönem geri sana varam zira ki ‘ârum yok durur (Beni Cercis gibi yetmiş kez öldürsen yine dönüp sana gelirim. Çünkü hiç utanmam, onurum yoktur, sensiz yapamam.)108 Seni gördüm güneş gibi cennet bana zindan gibi Cennetüne zahidin ko Uçmak'da arzum yok durur (Seni güneş gibi gördüm. Bundan ötürü cennet bana zindan gibidir. Sen cennetine zâhid kulunu koy. Benim cennette gözüm yoktur.) Yûnus dahî âşık sana göster didârunî ana Yârum dahî sensün benüm ayruk dîdârum yok durur (Sana âşık olan Yûnus’a da yüzünü göster. Çünkü onun sevgilisi sensin, başka sevgilisi yoktur.) 108 Hristiyan kaynaklarında St. Georges adıyla anılan Cercis, Filistin'in Remle kasabasında doğdu, Şam civarlarında ve Filistin'de yaşadı. Hz. İsâ’nın son ha-varilerine yetişmiş, Hristiyan olmuştu. Ticaretle uğraşıyor, kazancını fakirlere dağıtıyor, Hristiyanlığı yaymaya çalışıyordu. Bölge, Musul’da oturan Dadıyan isimli putperest bir kralın egemenliğinde idi. Bu putperest kral, halkı Efellon adlı bir puta tapmaya zorluyor, kabul etmeyenleri işkencelerle öldürtüyordu. Önce krala hediye sunmak üzere Musul’a giden Cercis, Kralın Efellon’a tapmayanları ateşe atıp yaktırdığını görünce hediye vermekten vazgeçti. Yaptığının günah olduğunu söyledi. Onu Allah’a kulluğa çağırdı. Kral Dadıyan Cercis’i puta tapması için türlü işkencelere uğrattı, çivili taraklarla vücudunu tarattı, kaynar sulara attı, öldürmek üzere vuruyor, lime lime etlerini koparıyorlardı, öldü sanıyorlardı ama Allah onu yine diriltiyordu. Zindanlara kapattılar ama her defasında Allah onu kurtardı. En sonunda şehid edildi ama ona işkence ettiren Kral da tüm inkârcılar da helâk oldular. (Bkz. Taberî, Târîhu’l-Umemi va’l-Mulûk: 2/24-36) 85 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İbrahim Hakkı Tafvîdnâmesinin aslı Allah diyelüm dâim Allah görelüm neyler109 Yolda duralum kāim Allah görelüm neyler (Her zaman Allah diyelim, O’nun yolunda hizmete hazır duralım. Bakalım Allah neyler.) Allah deyu kıl zârı oldır kamunun vârı Andan umalum yârı Allah görelüm neyler (Allah diyerek ağla, çünkü herkesin nesi varsa O’dur. Muradımızı O’dan bekleyelim. Bakalım Allah neyler.) Çıkarmayalum dilden ayrılmayalum yârdan Irılmayalum yoldan Allah görelüm neyler (Sevgiliyi gönülden çıkarmayalım, sevgiliden ayrılmayalım. Yoldan sapmayalım. Bakalım Allah neyler.) Açlık sonu tokluktur tokluk sonu yokluktur Bu yollar korkuluktur Allah görelüm neyler (Açlığın sonu tokluk, tokluğun sonu da yokluktur. İnsan ne kadar doysa sonunda ölecektir. Bu yollar korkulu yollardır. Bakalım Allah neyler.) Sen sanmaduğun yerde nâgâh açıla perde Derman irişe derde Allah görelüm neyler110 (Senin sanmadığın yerde ansızın O perdeyi açar, yardımı yetişir. Dertlere derman eder. Bakalım Allah neyler.) Gündüz olalum sâim gece olalum kâim Allah diyelüm dâim Allah görelüm neyler (Gündüz oruç tutalım, gece namaz kılalım. Her zaman Allah deyip O’nu analım. Bakalım Allah neyler.) Adı sanı dillerde sevgüsi gönüllerde Şol korkulu yollarda Allah görelüm neyler Adı sanı uşatdum küfrümü suya attum Miskînliğe el kattum Allah görelüm neyler (Adımı sanımı parçalayıp attım, küfrümü suya kattım. Kendimi yoksulluğa (dervîşliğe) verdim. Bakalım Allah neyler.) 109 Bu manzûme’nin, Erzurumlu İbrâhîm Hakkı Hazretlerinin Hak şerleri hayreyler Zannetme ki gayr eyler Ârif anı seyr eyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler şeklinde başlayan Tafvîznâme’sinin modeli olduğu ortaya çıkmaktadır. 110 İbrahim Hakkı Hazretleri, aynı içeriği şöyle dillendirmiş: Nâçâr kalacak yerde Nâgâh açar Ol perde Dermân eder Ol derde Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler 86 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Her dem dalalum bahre aldanmayalum dehre Sabreyleyelüm kahre Allah görelüm neyler (Feleğe aldanmayalım, her zaman Birlik Denizine dalalım. Belâ ve cefalara sabredelim. Bakalım Allah neyler.) Ar-namusu bıraktum külümü suya attum Dervîşliğe el kattum Allah görelüm neyler (Âr ve namusu bıraktım, kendimi yakıp külümü suya savurdum. Dervîşliğe katıldım. Bakalım Allah neyler.) Mecnûn gibi âvâre âşık oluban yâre De Yûnus sen bîçâre Allah görelüm neyler (Sevgiliye âşık olup Mecnun gibi başı boş, avare dolaşmaya başladım. Ey çaresiz Yûnus sen şöyle de: Allah görelim neyler.) Yûnus sen anı sanma bu ışk sana sendendür Cân kamuya Andandur Allah görelüm neyler (Yûnus sen sanma ki bu aşk sana senden geldi. Sen kendini aşka saldın. Herkese can veren O’dur. Bedenin canı durumundaki bu aşk da sana Hakk’ın vergisidir. Allah görelüm neyler.) N'itdi bu Yûnus n’itdi bir doğru yola gitdi Pîrler eteğün tutdı Allah görelüm neyler (Bu Yûnus ne yaptı, ne yaptı, pirlerin eteğini tutup doğru bir yola gitti. Allah görelüm neyler.) Yüreğinin içi aşk ile dopdolu Yâr yüreğim yâr gör ki neler var Bu halk içinde bize güler var Ko gülen gülsün Hak bizüm olsun Gafil ne bilür Hakk'ı sever var Bu yol uzaktur menzili çoktur Geçidi yoktur derin sular var Girdük bu yola ‘ışk ile bile Gurbetlik êle bizi salar var Her kim merdâne gelsün meydâne Kalmasun câne kimde hüner var Gözleri giryân cigeri büryân Olmuşlar hayran dîvâneler var (Gözleri ağlayan, ciğerleri yanan, şaşırıp kalan deliler var.) Yûnus sen bunda meydân isteme Meydân içinde merdâneler var MTn, 79 (Yûnus burada yarış meydanı isteme. Meydan içinde nice yiğitler var!) 87 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Gel gör beni aşk neyledi Gönlüm düşdi bir sevdaya gel gör beni ‘ışk neyledi Başumı virdüm gavgāya gel gör beni ‘ışk neyledi Ben yürürem yane yane ‘ışk boyadı beni kane Ne 'âkilem ne dîvâne gel gör beni ‘ışk neyledi Ben yürürem ilden ile dost soraram dilden dile Gurbetde hâlum kim bile gel gör beni ‘ışk neyledi Benzüm sarı gözlerüm yaş bağrum pare yüregüm baş Hâlum bilen dertlü kardaş gel gör beni ‘ışk neyledi Gurbet ilinde yürürem dostı düşümde görürem Uyanup Mecnûn oluram gel gör beni ‘ışk neyledi Gâh tozaram yirler gibi gâh eserem yeller gibi Gâh çağlaram seller gibi gel gör beni ışk neyledi Akar sulayın çağlaram dertli cigerüm tağlaram Şeyhüm anuban ağlaram gel gör beni ışk neyledi Yâ elüm al kaldur beni yâ vasluna irdür beni Çok ağlatdun güldür beni gel gör beni ‘ışk neyledi (Ya elimden tut beni ayağa kaldır, yahut beni sana kavuştur. Çok ağlattın, güldür beni. Gel gör beni aşk neyledi.) Ben Yûnus-ı bîçâreyem başdan ayağa yâreyem Dost ilinde âvâreyem gel gör beni ışk neyledi (Ben çâresiz Yûnus’um, baştan ayağa bütün vücudum yaralıdır. Sevgilinin yurdunda başıboş, şaşkın vaziyetteyim. Gel gör bana aşk neler yaptı!) Yûnus’a göre Gerçek din aşktır Bir ay gördüm bu gice kamu burçlardan yüce Esritdi gönlüm-cânum bilmezem hâlüm nice (Bu gece bütün burçlardan daha yücede bir ay gördüm. Gönlümü, canımı sarhoş etti. Halimin nice olduğunu bilmiyorum.) Nûr Muhammed nûrıdur Halîlullah sırrıdur Sanasun kim açıldı Uçmak'dan bir deriçe (Bana görünen o nur, Muhammed'in nuru, Allah'ın dostu olan Hz. İbrahim'ín sırrıdır. O nuru görünce sanki bana cennetten küçük bir kapı açıldı.)111 111 Yûnus burada Hz. İbrâhîm makamında görülen nura işaret etmektedir. "Üzerine gece basınca (İbrâhîm) bir yıldız gördü: 'Budur Rabbim' dedi. Yıldız batınca: 'Batanları sevmem' dedi. Ayı doğarken görünce: 'Budur Rabbim' dedi. O da batınca: 'Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi elbette sapan topluluktan olurdum' dedi. Güneşi doğarken görünce: 'Budur Rabbim, bu daha büyük' dedi. (O da) batınca dedi ki: 'Ey kavmim, ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım'.” (En‘âm: 76-79) 88 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Âşıklarun yüzinden bellüdür benizinden Her kim 'âşık olmadı benzer kurı ağaca Bu âyetlerde kastedilen yıldız, şu gökteki ışıklı cisimler değildir. Çünkü İbrhim bunları, zaten küçüklüğünden beri görüyor ve bunların Tanrı olmadığını biliyordu. Yıldızlar çoktur, bir tâne değildir ki ona 'Bu benim Rabbim' desin. Değil İbrâhîm gibi bir peygamber, câhiller dahi yıldızların Tanrı olmadığını bilirler. Hz. İbrâhîm gibi bir peygamber, avâmı dahi aldatamayacak yıldıza aldanmaz. Buradaki yıldızdan maksat, Allah'ın, sâliklerin yolları üzerinde bulunan ışık perdelerinden biridir. Bu perdelere varmadan Allah'a ulaşılamaz. Bu ışık perdeleri birbirinden büyüktür. Işıklı cisimlerin en küçüğü yıldız olduğu için o ışık perdesi, yıldız sözüyle istiâre edilmiştir. Gökteki ışıklı cisimlerin en büyüğü de Güneştir. İkisi arasında Ay mertebesi vardır. İşte: "Böylece biz İbrâhîm'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyoruz ki kesin inananlardan olsun"111 âyetinde ve devamında anlatıldığı üzere Hz. İbrâhîm göklerin melekûtunu görüp bir ışıktan ötekine vardıkça kavuştuğunu sanmış, sonra kendisine daha bunun ötesinde mertebe bulunduğu açılmış, oraya da varınca daha ötede bir mertebe bulunduğu gösterilmiş, tâ en son perdeye ulaşınca: "Bu, en büyüktür" demiş. Sonra onun da büyük olmakla beraber eksik, doruğun altında olduğunu anlayarak: "Batanları sevmem. Ben, yüzümü gökleri ve yeri Yaratan'a çevirdim" (En’âm: 75) demiştir. Bu yolda yürüyen, bu perdelerden birinde aldanabileceği gibi daha ilk perdede de aldanabilir. Allah ile kul arasındaki ilk perde nefistir. Çünkü nefis de Rabbânî emir, Allah'ın nurlarından bir nurdur. Nefis sözüyle, Küllî Hakikat'in göründüğü kalb sırrını kasdediyorum. Bu kalb sırrı bütün âlemi kapsar. Bunda bütün âlemin sûreti görünür. O zaman bunun nûru öyle parlar ki bütün âlem, olduğu gibi yansıyıp onda görünür. Mutasavvıf şâir Niyâzî-i Mısrî (1618-1694) de, İrfan Sofraları adıyla dilimize çevirdiğimiz Arapça Mevâidu'l-irfân adlı eserinde şöyle diyor: "Bu fakîr kula da, Allah'a sülûküm sırasında, sülûkün istikameti bereketiyle Allah'a şükür aynı şey oldu. Ben o günlerde on iki konaktan beşinci konakta idim. Hiç kararım kalmamıştı. Bir yandan öbür yana kaçıyor, mücâhedenin şiddetinden dolayı bir yerde ve bir halde duramadığım için kendimi minâreden, yahut da dağlardan aşağı atacak oluyordum. Sülûk günlerimin çoğunda gıdam, yirmi dirhem arpa ekmeği idi. Nihayet 1060 (İ.S. 1650) senesi Muharrem ayının son on gününde, Ayın dördüncü Cuma gecesinde sülûk esnasında uyanık iken, bir de gördüm ki evin içinde, karşımda bir yıldız. Onu baş gözümle gördüğümü zannettim de gözümü yumdum, baktım ki hayır, yine öyle görünüyor. Gözümü açtım, yine önceki gibi karşımda. O zaman anladım ki bu, kalb gözüyle görülüyor. Birkaç gün o yıldız gözümden kaybolmadı. Sonra büyüdü, büyüdü, Ay kadar oldu. Birkaç gün de böyle devam etti. Sonra git gide büyüyerek Güneş kadar oldu. Birkaç gün de böyle gittikten sonra yine yavaş yavaş büyüdü, yükseldi, altı yönü kapladı. İlk gördüğüm zamanki ıstırabım, kalb çalkantım, nûrun genişleyip altı yönü kaplayıncaya kadar yavaş yavaş tamamen dindi. Artık bundan sonra bedenle mücâhede ve riyâzet yapamadım. Kalb ve rûh ile, bunların durumlarına uygun biçimde mücâhedeye devam ettim. "Bu hali şeyhim, göz bebeğim Elmalılı Ümmi Sinân(kds. sr.y)’a söyledim. Dedi ki: '– İbrâhîm Aleyhisselâm'dan kalan beşinci menzilin hali budur. Bu menzil onun ilk makamı idi. Onun ilk menzili, ittibâ‘ bereketiyle Muhammed Aleyhisselâm'ın ümmeti için beşinci menzil oldu. Fakat Allah’ın Elçisi için bir makam yoktur. Bütün makamlar, onun ayakları altında bir tek adımdan ibârettir.' Sonra buyurdu: '– Seni İbrâhîm Aleyhisselâm'a lütfettiği sırât-ı müstakîme ileten ve seni onun izinde gittiğin için ona vâris kılan Allah'a hamdolsun.' Sonra şu âyeti okudu: “Gece onu örtünce bir yıldız gördü...”(Bkz. İrfan Sofraları, S. Ateş çevirisi, s. 3638) 89 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (Âşıklar benizlerinden anlaşılır. Âşık olmayan kişi, kuru ağaç gibidir.) Allah bize bizden yakındır Sensün bize bizden yakın görünmezsün hicâb nedür Çün aybı yok görklü112 yüzün üzerinde nikâb nedür Sen eyittün ey pâdişah “Yehdîllahu limen yeşâ”113 Şerîkin yok senün iy şâh suçlu kimdür azâb nedür Levh üzere kimdür yazan azdıran kimdür ya azan Bu işleri kimdür düzen bu su'âle cevap nedür Rahîm durur senün adun Rahim'ligün bize dedün Mürşidlerün muştuladı La taknetu114 hitâb nedür Bu işleri sen bilürsün sen virürsün sen alursun Ne kim dilersen kılarsun ya bu soru hisâb nedür Biz umarız mürvetinden cümle iş senün katından Senün o çok rahmetinden bu bir avuç turâb115 nedür Kün'i bir kezin söyledün her nesneyi var eyledün Yine âhir bir söz ile onu kılmak harâb nedür (Bir kez “Ol” diyerek her şeyi yarattın. Yine sonunda bir söz ile her şeyi yıkmak nedir?) Kanı bu mülkün sultânı pes ten isen kanı cânı Bu göz görmek diler anı bu merci‘ ü me'âb nedür (Bu toprağın padişâhı hani, sen eğer tenden ibaret isen canın nerede? Bu göz canı görmek diler. Öyle ise yeniden Hakk’a dönüşgidiş nedir?) Yûnus bu göz anı görmez görenler hod haber vermez Bu menzile akıl ermez bu konduğun serâb nedür (Yûnus bu göz O’nu göremez. Görenler de söylemez. Bu yola akıl ermez. Bu indiğin serap nedir? Metinde koduğun yazılı ama benim kanaatime göre konduğun olmalıdır.) Varlığın sırrı aşktır Hakîkat her vücudun cânı ışkdur Ne cân kim cân içinde cânı ışkdur (Gerçekten her özün canı aşktır. Her cânın cânı, ruhu aşktır.) Bu cân cismimi kayim tutar ancak O cân kim zâhir ü pinhân-ı ışkdur (Bu can bedenimi yaşatır. Ama gerçekte canın dışı içi aşktır.) 112 Görklü: güzel Allah dilediğini doğru yola iletir. 114 Lâ taknetû min rahmetillâh: Allah’ın rahmetinden umut kesmeyiniz (Zümer: 53. âyet) 115 Türâb: toprak 113 90 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bu ışk elünde âciz cümle eşya Ne sır kim kamu sergerdân-ı ışkdur (Her şey aşkın elinden âcizdir. Ne sırdır ki her şey aşkın sarhoşudur.) Bu ışk kandaluğın bilmez kimesne Bilürler haddini payân-ı ışkdur (Hiç kimse bu aşkın nerede olduğunu bilmez. Ancak bilirler ki her şeyin son sınırı, nihayeti aşktır.) Gehi Leylâ olur Mecnun gözinden Geh olur Leylâ'nın hayranı ‘ışkdur (Aşk kimi zaman Mecnûn’un gözünde Leylâ olur, kimi zaman da aşk Leylâ hayranı olur.) Gehi kan yaş akar Ya'kûb gözinden Geh olur Yûsuf-ı Kenân-ı ışkdur (Kimi zaman aşk Ya’kub’un gözünde kanlı yaş olup akar. Kimi zaman da Ken‘ân ilinin Yusuf’udur aşk.) Diriltür ölüyi İsâ deminde Geh olur Mûsâ-yi İmrân-ı ışkdur (Aşk, kâh Îsâ kılığında ölüyü diriltir, kâh da İmrân âilesinin Mûsâsı olur.) Ene'l Hak çağırur Mansûr dilünden Cüneyd'de cübbe vü irfân-ı ışkdur (Aşk Mansûr dilinden “Ben Hakk’ım” diye çağırır. Cüneyd-i Bağdâdî’de ise cüppe ve irfan şeklinde kendisini gösterir.) Bu ışkun türlü türlü rengi çokdur Kimi giryân kimi handân-ı ışkdur (Bu aşkın çeşitli boyası vardır. Aşk kimini ağlatır, kimini güldürür.) Fedâ bu ışka cânum dînüm olsun Bana hem din ü hem imân ışkdur (Bu aşka canım, dinim feda olsun. Benim dinim imanım aşktır.) Ne Yûnus anda yüz bin cân-ı Yûnus Kabul itsün ne kim kurbân-ı ışkdur (Sadece bir Yûnus değil, Yûnus’un yüz bin canı olsa her biri kurban olmayı kabul etsin.) Vücûdun cübbesin ışk ile çâk it Dalā gör āna kim ummân-ı ışkdur (Varlık cüppesini aşk ile yırt da aşk deryasına dal.) 91 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İlim amel nedir? İlim ilim bilmekdür ilim kendün bilmekdür Sen kendüni bilmezsin ya niçe okumakdur (İlim kendini bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nasıl okumaktır?) Okumakdan ma‘na ne kişi Hakk'ı bilmekdür Çün okudun bilmezsin ha bir kuru emekdür (Okumanın amacı Hakk’ı bilmektir. Okuduğun halde Hakk’ı bilmezsen boşa emek harcamışsın.) Okudum bildüm deme çok tâ'at kıldum deme Er Hak bilmez isen abes yere yelmekdür (Okudum, bildim, çok ibadet ettim deme. Hakk’ı bilmezsen boş yere koşup durmuşsun.) Dört kitabun ma‘nâsı bellidür bir elifde Sen elif dersin hoca manâsı ne dimekdür (Dört kitabın mânâsı bir elifte bulunur. Hoca sen ‘Elif’ dersin ama elifin mânâsı nedir, bilmiyorsun.) Yûnus Emre der hoca, gerekse var bin hacca Hepisinden iyice bir gönüle girmekdür (Yûnus Emre der ki: Hoca istersen bin kez hacca git. Bir gönüle girmek bin kez hac yapmaktan iyidir.) Âşıkun gözi yaşı dün-gün dökilür durmaz Âşık kan ağladuğı ma‘şûk sorunca-y-ımış (Âşık her zaman ağlayıp durur ama ağlaması sevgiliyi arayıp sorduğu sırada olur. Sevgiliye ulaştıktan sonra artık ağlaması durur.) Dört kitâbun mânâsın okudum tahsil kıldum Işka gelicek gördüm bir ulu hece-y-imiş (Dört kitabın anlamını okuyup öğrendim ama aşka varınca onun kocaman bir hece olduğunu gördüm. Hâlâ o heceyi sökemedim.) Ben dervîşem diyenler harâmı yemeyenler Harâmın yenmediği ele girince-y-imiş (Dervîş olduğunu, haram yemediğini söyleyenler bilmeli ki haram ele geçtiği zaman yenmezse işte o zaman haram yenmemiş olur, yoksa laf ile değil.) Eydürler filân öldi mülk ile malı kaldı Ol malın irküldigi ıssı ölünce-y-imiş (Derler ki falan öldü, malı mülkü kaldı. O kalan malın biriktirilmesi kişinin ölümüne kadar sürer. Sonra bölüştürülür, şuna buna gider.) 92 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İki kişi söyleşür Yûnus'u görsem diyu Biri eydür ben gördüm bir âşık koca-y-imiş (İki kişi ‘Yûnus’u görsem!’ diye söyleşir. Biri der ki: ‘Ben onu gördüm, ihtiyar bir âşıkmış’.) Her dem Hakk’ı zikir Ne söz keleci dir isem dilüm seni söyleyecek Kanda yürürsem yürürem senden yana kaçar dilek (Ne söz söylesem dilim hep seni söyler. Nereye gitmek istesem gönlüm hep senden yana gitmek ister.) Haktur seni sevmezlere cânsuz surettür dir isem Anun içün cânlulara senün gibi ma‘şûk gerek (Seni sevmeyenlere “cansız suret” dersem yerindedir. Onun için canlılara senin gibi sevgili gerek.) Söyledün cümle âleme henüz nikab içindesün Bir dem perdesüz yürüsen iki cihan olur helâk (Bütün âleme perde içinden söyledin, yüzündeki peçeyi kaldırmadan sözlerini anlattın. Bir an perdeyi kaldırsan iki cihan helâk olur.) Dîv ü peri ins ü melek sever seni her mahlûkāt Hayran olup ileyünde116 durmuş durur hûr u melek (Cin, peri, insan ve melek; bütün yaratıklar hep seni severler. Her yanda hûrîler ve melekler sana hayran olarak durmaktadırlar.) İnsanın yaşam macerası Ata belinden bir zaman anasına düşdi gönül Hak'dan bize destur oldı hazîneye düşdi gönül (Gönül bir zaman ata belinden anasına düştü; Hak’tan bize müsaade geldi de hazîneye (ana rahmine) düştü gönül.) Anda beni cân eyledi et ü sünük kan eyledi Dört on günü diyicegez degirtmege düşdi gönül (Ana rahminde bana can verdi, et, kemik kan eyledi. Ana rahminde dört on günlük olunca hareket etmeğe başladı gönül.) Yürür idüm anda pinhân Hak buyruğu virmez aman Vatanumdan ayırdılar bu dünyâya düşdi gönül (Ana rahminde gizlice yürürdüm, Hakk’ın buyruğu fırsat vermez. Beni ana rahmindeki vatanımdan ayırdılar, gönül bu dünyaya düştü.) Beni beşige urdular elüm ayağum sardılar Öndin acısın virdiler tuz içine düşdi gönül 116 İley: yön, taraf 93 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (Elimi ayağımı sarıp beni beşiğe koydular. Önce acısını verdiler. Tuz içine düştü gönül.) Günde iki kez çözerler başuma akça dizerler Ağzuma emcek virdiler nefs kabzına düşdi gönül (Günde iki kez çözer, başıma altın takarlar. Ağzıma da emzik verirler. Bundan can sıkıntısına düştü gönül.) Bu nesneyi terkeyledüm yürümeğe azmeyledüm On’iki sünüğüm yazarlar elden ele düşdi gönül (Bu beşik kundak işini bıraktım. Yürümeğe karar verdim. On iki kemiğimi yazdılar, elden ele dolaştırdılar.) Oğlan iken sultân kopar kim elün kim yüzün öper Akıl bana yoldaş oldı sultanlığa düşdi gönül (Oğlan çocuk iken padişah gibi davranır; sevenlerden kimi elini, kimi yüzünü öper. Akıl bana arkadaş oldu, gönül baş olma hevesine düştü.) Bu çağ ile sakal biter görenün gülregi tutar Güzeller katında biter sev-sevüye düşdi gönül (Bu çağda sakal biter, görenler gülerler. Güzeller de çevresinde dolaşmaya başlar, gönül sevdaya düşer.) Hayırdan şerri çok sever işlemege becid iver Nefsinün dilegün kovar nefs evine düşdi gönül (Hayırdan çok kötülüğü sever, ivedilikle kötü işleri yapmak ister. Canının çektiğini yapmaya çalışır. Nefsin evine düştü gönül.) Kırkbeşinde suret döner kara sakala ak iner Bakup şeybetin göricek yoldırmağa düşdi gönül (Ak düşmüş sakalına bakıp ihtiyarlığını görünce sakalındaki ak telleri yoldurma sevdasına düştü gönül.) Yola gider başaramaz yigitliğe eli varmaz Bu nesneleri koyuban yuvunmaga117 düşdi gönül (Yola gitmek ister ama yürüyemez, elden çıkmış olan gençliğine ulaşamaz. Artık bunlardan el etek çekmek ister gönül.) Oğl eydür bunadı ölmez kız eydür yirinden durmaz Hiç kendü hâlinden bilmez haldan hâla düşdi gönül (Oğul: ‘Bunadı, bir türlü ölmüyor’ der. Kız ‘yerinde durmuyor’ der. Kendini bilmez duruma gelen gönül halden hale düştü.) Ölicegez şükr ideler sinden yana iledeler Allah adın zikr ideler çok şüküre irdi gönül 117 Yuvunmak: yıkanmak, elini eteğini çekmek. 94 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Ölünce şükrederler, kabristana götürürler. Üstüne Allah adını anarlar. Gönül de kurtulduğuna çok şükretti.) Su getüreler yumağa kefen saralar komağa Ağaç ata bindüreler teneşüre düşdi gönül (Yıkamak için su getirirler, yıkayıp kefene sararlar, tabuta bindirirler: gönül teneşirin üstüne düşer.) Eğer var-ise amelün gin olısar sinün senün Eğer yoğısa amelün oddan şarâb içdi gönül (Güzel amelin, ibadetin varsa kabrin geniş olur. Ama amelin yoksa ateş gibi su içirirler.) Yûnus anlayuvar hâlun şuna uğrayısar yolun Bunda elün ireriken hayr işlere düşdi gönül MTn, 152 (Yûnus halinin böyle olacağını anla da burada elin ererken hayır işler yapmaya çalış.) *** Gel dosta gidelüm gönül Yoldaş olalum ikimüz gel dosta gidelüm gönül Hâldaş olalum ikimüz gel dosta gidelüm gönül (Ey gönül ikimiz yoldaş olup dosta gidelim. Gönüldaş olalım, birlikte dosta gidelim.) Gel gidelüm cân durmadan suret terkini urmadan Araya düşman girmeden gel dosta gidelüm gönül (Can bedeni terk etmeden, araya düşman (şeytan) girmeden ikimiz birlikte dosta gidelim gönül.) Gel gidelüm kalma ırak dost içün kılalum yarag Şeyhim katındadur durak gel dosta gidelüm gönül (Yarak: hazırlanmak, yol hazırlığı yapmak. Uzak kalma, gel Dosta gitmek için hazırlanalım. Durağımız şeyhin yanındadır. Gel dosta gidelim gönül.) Terk idelüm il ü şarı118 dost içün kılalum zarı Ele getürelüm yârı gel dosta gidelüm gönül (Yurdu, kenti terk edelim, dost için ağlayalım. Böylece sevgiliyi ele geçirelim. Gel birlikte dosta gidelim gönül.) Bu dünyâya kalmayalum fânîdür aldanmayalum Bir iken ayrılmayalum gel dosta gidelüm gönül (Bu fâni dünyaya aldanıp kalmayalım, ikimiz bir iken ayrılmayalım, gel birlikte dosta gidelim gönül.) 118 Yurdu, kenti bırakalım. 95 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Biz bu cihandan göçelüm ol dost iline uçalum Arzu hevâdan geçelüm gel dosta gidelüm gönül (Biz bu cihandan göçüp o dost iline uçalım. Nefsin adi arzu ve isteklerinden geçelim. Gel birlikte dosta gidelim gönül.) Kılavuz olgıl sen bana gönilelüm119 dosttan yana Bakmayalum öne-sona gel dosta gidelüm gönül (Sen bana rehber ol, yol göster; dosta doğru yönelelim. Hiç öne sona bakmayalım, gel birlikte dosta gidelim gönül.) Bu dünyâ olmaz payidar aç gözini cânın uyar Olgıl bana yoldaş u yâr gel dosta gidelüm gönül (Bu dünyanın sonu yoktur, gözünü aç da canını uyar. Sen bana arkadaş ve dost ol da gel birlikte dosta gidelim gönül.) Ölüm haberi gelmedin ecel yakamuz almadın Azrail hamle kılmadın gel dosta gidelüm gönül (Ölüm haberi gelip de ecel yakamıza yapışmadan, Azrail bize saldırmadan gel birlikte dosta gidelim gönül.) Gerçek erene varalum Hakk'ın haberin soralum Yûnus Emre'yi alalum gel dosta gidelüm gönül (Gerçek ermişe varıp Hakk’a nasıl varılacağını soralım. Yûnus Erme’yi alıp gel birlikte dosta gidelim gönül.) Kendini bilen Hakk’ı bilir Kaçan kim ben beni bildüm yakîn bil kim Hakk’ı buldum Korkum anı buluncaydı şimdi korkudan kurtuldum (Ne zaman ben beni bilirsem, işte o zaman Hakk’ı bulmuş olduğumu kesin olarak bil.) Cenab-ı Hakk'a naz ü niyazı Ya İlâhî ger suâl itsen bana Bu durur anda cevâbum uş sana (Ya Rabbi âhirette bana sorarsan sana şöyle yanıt veririm:) Ben bana zulm eyledüm itdüm günâh Neyledüm n'itdüm sana iy pâdişâh (Ben kendi kendime haksızlık ettim, günah işledim. Kendi kendime kötülük yaptım. Sana ne kötülük yaptım ey Padişâh?) Gelmedin didun hakuma kem diyu Toğmadun didün 'âsî Âdem diyu (Ben daha dünyâya gelmeden hakkımda “kötü” dedin. Ben doğmadan bana âsî (günâhkâr) dedin) 119 Yönelelim. 96 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sen ezelde beni âsî yazasun Toldurasun 'âleme âvâzesün (Sen tâ ezelde beni günahkâr yazasın, böyle âsî olacağımı da âleme duyurasın) Her ne dilersen hakumda işledün Ne tuşa durdumısa sen tuşladun (Hakkımda dilediğini yaptın, ne yana dönersem sen beni o yana çevirdin, beni döndüren sensin, kendi kendime yapmadım.) Ben mi düzdüm beni sen düzdün beni Bî 'ayib niçün yaratmadun yâ Ganî (Beni düzenleyen ben miyim, sen beni düzenledin. O halde niçin beni kusursuz, günahsız yaratmadın.) Gözüm açup gördügüm zindan içi Nefs ü hevâ pür-tolu şeytân içi (Gözümü açıp ruhumu beden zindanı içinde gördüm. Öyle bir zindan ki içi nefis, keyif, boş heves ve şeytan dolu.) Habs içinde ölmeyeyin diyü aç Mismil ü murdar yidu'm bir iki kaç (Bu beden hapishanesinde aç ölmemek için temiz pis birkaç şey yedim.) Nesne mi eksüldi mülkinden senün Yâ sözüm geçdi mi hükmünden senün (Bir iki lokma yediysem senin mülkünden bir şey mi eksildi, yahut sözüm senin hükmünün dışına mı çıktı?) Rızkun alup seni muhtâc mı kodum Yâ öyünün yiyüben aç mı kodum (Rızkını alıp da seni muhtaç mı bıraktım yahut övününü yiyip seni aç mı bıraktım?) Kıl gibi köpri yaparsun geç diyü Geçüben Kevser şarâbın iç diyü (Kıl gibi köprü yapıyorsun, buradan geç de Kevser şarabını iç diyorsun.) Kıl gibi sıratdan Âdem mi geçer Yâ üzilür yâ tayanur ya uçar (İnsan kıl gibi köprüden geçebilir mi, ya kıl kopar, ya adam bir yere dayanır, ya da uçar (aşağı düşer).) Yine fazlundur kulunı geçüren Geçüben Kevser şarabın içüren 97 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (Kulunu geçirip Kevser şarabından içiren yine senin lütfundur.) Kullarun köpri yaparlar hayr içün Hayrı oldur kim geçerler seyr içün (Kulların hayır için köprü yaparlar. Köprünün yararı şudur ki: insanlar çevreyi gezip görmek için köprüyü geçerler.) Pes gerek kim anda muhkem ola ol Kim görenler diyeler uş doğrı yol (Bunun için köprünün sağlam olması gerekir. Sağlam olmalıdır ki görenler: “İşte bu doğru, geçilecek yoldur” desinler.) Terâzu kurdun günahum tartmağa Kasd idersün beni oda atmağa (Günahımı tartmak için terazi kurdun. Amacın beni ateşe atmaktır.) Terâzu ana gerek bakkal ola Ya bazirgân tacir ü 'attâr ola (Terazi bakkala, tüccara, koku satana gerekli.) Çün günâh murdarlarun murdârıdur Hazretünde yaramazlar kârıdur (Günah pislerin pisi, huzurunda yaramaz kişilerin işidir.) Pes niçün murdârı açup tartasun Sen gerek lutfıla anı örtesün (Öyle ise pis şeyi niçin açıp tartarsın, senin şanına yakışan onu örtmektir.) Şimdi dirsün seni oda urayım Şerri bir denk artuğısa göreyim (Şimdi seni ateşe atayım da nefsinin kötülüğü fazla ise göreyim diyorsun.) Şerri azatmak gerekdür hayrı çok Hayrı olmayanlar oldı anda yok (Kötülüğü azaltmak, iyiliği çoğaltmak gerekir. İyiliği olmayanlar orada mahvolur.) Sen basîrsün hôd bilürsün halümi Pes ne hâcet tartasun a'mâlümi (Sen her şeyi görüyorsun, benim halimi gayet iyi biliyorsun. Öyle ise benim işlerimi tartmaya ne gerek var?) Hâşe li'llah senden iy Rabbü'l-enâm Sen temâşâ kīlasun ben hoş yanam (Allah hakkı için ey Âlemlerin Rabbi, ben güzelce yanarken benim yanmamı seyretmen senin şanına yakışmaz, sen böyle bir şey yapmazsın.) 98 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Geçmedi mi intikamun öldirüp Çüridüp gözüme toprak toldırup (Beni öldürüp çürütmek, gözüme toprak doldurmakla halâ öcünü almadın mı?) Bir avuç toprağa bunca kıyl ü kal Neye gerek iy Kerîm-i Zü'1-Celâl (Bir avuç toprağa bunca dedikodu, bunca söze ne gerek var ey büyük güç ve sonsuz ikram sahibi Rabbim!) Kara kıldan çünki ağardı ak kıl Bu cihân sevdâlarun elden kogıl (Kara olan saçların içinde aklar belirdi, artık dünya sevdasını elden bırak.) Çün Yûnus'dan gelmedi hergiz ziyan Sen bilürsün âşikâre vü nihân (Yûnus'tan asla zarar gelmemiştir, sen açık ve gizli her şeyi bilirsin.) Olmasun bizden sana ayruk cevâb Söz budur va'llahu a'lem bi's-savâb (Bizden Sana başka bir cevap yoktur. Allah bilir ya sözün doğrusu budur.) Zamanındaki insanlardan şikâyet Müsülmânlar zamane yatlu oldı Helâl yinmez harâm kıymetlü oldı (Ey Müslümanlar zaman kötüleşti, helâl yenmez, şimdi haram kıymetli oldu.) Okınan Kur'ân'a kulak tutulmaz Şeytânlar semirdi kuvvetlü oldı Harâm ile hamir tutdı cihanı Fesâd işler iden hürmetlü oldı (Haram ile şarap (içki) cihana yayıldı. Kötü işler saygı görür oldu.) Kime kim Tanrı'dan haber virürsen Kakır başın salar hüccetlü oldı (Kime Allah’tan söz edersen böbürlenir, başını sallar. Kendini haklı çıkarmaya çalışır.) Şakird üstâdıla arbede kılur Oğul atayıla izzetlü oldı 99 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (Çömez usta ile bir oldu. Oğul da babasıyla aynı olmaya, atasıyla övünmeğe kalktı.) Fakirler miskînlükden çekdi elün Gönüller yıkuban heybetlü oldı Peygamber yirine geçen hôacalar Bu halkun başına zahmetlü oldı Dutulmaz oldı peygamber hadîsi Halâyık cümle Hak'dan utlu oldı (Peygamber hadisine uyulmaz odu. Bu kötü durum karşısında insanlar Allah’tan utanır duruma düştü.) Yûnus, gel âşıkısan tevbe eyle Nasûha tevbe ucı kutlu oldı (Bu sözüyle Yûnus, Tahrîm Sûresinde özendirilen Nasûh tevbeye işaret etmektedir. “Ey inananlar, Allah'a Nasûh tevbe ile (yürekten) tevbe edin!....." (Tahrîm: 8) Aşk Yûnus’un benliğini yakıp sevgiliden başka bir şey bırakmamış Işkun aldı benden beni bana seni gerek seni Ben yanaram dün-ü güni bana seni gerek seni (Aşkın beni benden aldı, aklımı başımdan götürdü. Bana sen lâzımsın, sen, başka bir şey istemiyorum. Ben gece gündüz yanarım. Bana sen lâzımsın, sen, başka bir şey istemiyorum.) Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yirinürem Işkun ile avınuram bana seni gerek seni (Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa imrenirim. Aşkın ile avunurum. Bana sen lâzımsın, sen, başka bir şey istemiyorum.) Işkun âşıklar öldürür ışk denizine taldurur Tecellîyile toldurur bana seni gerek seni (Aşkın ana tutulanları öldürüp aşk denizine batırır. Sonra da onların gönlünü senin tecellîlerinle (çeşitli lütuf ve vizyonlarınla) doldurur. Bana sen lâzımsın, sen, başka bir şey istemiyorum.) Işkun şarâbından içem Mecnûn olup tağa düşem Sensün dün ü gün endîşem bana seni gerek seni (Aşkının şarabından içeyim, Kays gibi delirip dağlara düşeyim. Gece gündüz düşüncem sadece sensin. Bana sen lâzımsın, sen, başka bir şey istemiyorum.) Sûfilere sohbet gerek ahîlere ahret gerek Mecnunlara Leylâ gerek bana seni gerek seni 100 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Sofular sohbet isterler, Ahîlik bağlılarının bütün düşünceleri âhirettir. Onlar da âhireti isterler. Mecnunlar da Leylâ’yı isterler. Bana sen lâzımsın, sen, başka bir şey istemiyorum.) Eger beni öldüreler külüm göğe savuralar Toprağum anda çağıra: bana seni gerek seni (Beni öldürüp yaksalar, külümü göğe savursalar, o zaman bile toprağım “Bana sen lâzımsım, sen, başka bir şey istemiyorum.”, diye bağırır.) Cennet cennet didükleri birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver anları bana seni gerek seni (Cennet diye yanıp tutuştukları, birkaç köşkle birkaç güzel kızdan ibarettir. Sen onları isteyenlere ver, bana sen lâzımsın, sen, başka bir şey istemiyorum.) Yûnus'durur benüm adum gün geldükçe artar odum İki cihanda maksûdum bana seni gerek seni (Adım Yûnus’tur, gün geçtikçe aşk ateşim artmaktadır. İki cihanda tek arzum: Bana sen lâzımsın, sen, başka bir şey istemiyorum.) Hümanizmi Bir hastaya vardun ise bir içim su virdün ise Yarın anda karşu gele Hak şarabın içmiş gibi (Bir hastaya varıp ona bir içim su verdinse bu eylemin âhirette cennet nimeti olarak karşına çıkar. Orada Hak şarabını içmene neden olur.) Bir miskîni gördün ise bir eskice virdün ise Yarın anda sana gele Hak libâsun biçmiş gibi (Gördüğün bir yoksula eski bir giysi de vermiş olsan bu, âhirette Hak giysisi giymene neden olur.) Henüz bağnazlığın egemen olmadığı çağda bolca Türkçe terimler Yûnus Emre, henüz dilin Arapça ve Farsça’nın egemenliği altına girmediği o dönemde Allah’ı Çalap, Tanrı gibi Türkçe adlarıyla anar. O zaman kimse ona “Niçin Allah yerine Türkçe Çalap, Tanrı adlarını kullanıyorsun?” diye itiraz etmedi. Bu bağnazlık sonradan kafalara yerleşti. Hak Çalab’um Hak Çalab'um Hak Çalab’um Sencileyin yok Çalab’um Günahlarımız yarlığağıl Ey rahmeti çok Çalab’um 101 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ben eydürem ki ey Ganî nedür bu derdün dermânı Zinhâr esirgeme beni ışk odına yak Çalab’um Ne sultân ne baylardasun ne köşk ü saraylardasun Girdün miskinler gönline idündün durak Çalab’um (Ya Rabbi sen ne sultanlarda, ne beylerdesin. Ne köşklerde, ne de saraylardasın. Yoksulların gönlüne girdin, orayı kendine durak edindin Rabbim!) Gel kogıl beni yanayum baştanbaşa uşanayum Ol sevdügün Muhammed'e olayum çırak Çalab’um (Bırak beni yanıp kül olayım, sevgilin Muhammed’e çırak olayım.) Kullar senün sen kullarun günahları çok bunlarun Uçmağına koy bunları binsünler burak Çalab’um Ne ilmüm var ne tâ‘atum ne gücüm var ne tâkatüm Meger senün inayetün kıla yüzüm ak Çalab’um (Bilgim, ibadetim yok. Gücüm de kalmadı. Meğer sen yardımınla yüzümü ağartasın Rabbim.) Yarlığağıl sen Yûnus'u günahlı kullarunıla Eger yarlığamazısan key katı firak Çalab’um (Eğer Yûnus’u günahkâr kullarınla birlikte bağışlamazsan hali yamandır, büyük hasret ve ıstırap içine düşer Rabbim!) Herkesle dost ve barışık olmak Her kim bana ağyâr ise Hak Tanrı yâr olsun ana Her kancaru varur ise bâğ u bahar olsun ana (Kim bana yabancı, düşman ise yüce Hak ona dost olsun. Vardığı her yer ona bahar, bahçe olsun.) Bana ağu sunan kişi şehd ü şeker olsun aşı Gelsün kolay cümle işi eli erer olsun ana (Bana zehir sunanın aşı şeker bal olsun. Bütün işleri kolay, eli her arzu ettiğine erer olsun) Önümce kuyu kazanı Hak tahtın ağdursun anı Ardımca taşlar atana güller nisâr olsun ana (Önüme kuyu kazan kişiyi Allah yüceltip tahta çıkarsın, padişah yapsın. Ardımdan taşlar atan kimseye güller atılsın.) Acı dirligüm isteyen tatlı dirilsün dünyâda Kim ölümüm ister ise bin yıl ömür virsün ana (Yaşamımın acı mutsuz geçmesini isteyen, dünyada mutlu yaşasın. Benim ölümümü isteyen kişiye Allah bin yıl ömür versin.) Her kim diler ben hâr olam düşman elinde zâr olam Dostları şâd u düşmanı dost u ağyâr olsun ana 102 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Kim benim solup dökülmemi, düşman elinde ağlayıp inlememi isterse onun dostları neş’eli, düşmanı da dost ve yabancı, kendisini tanımaz olup düşmanlıktan vazgeçsin.) Miskîn Yûnus'un dünyâda güldüğünü işitmeyin Ağladuğum isteyene gözüm pınar olsun ana (Zavallı Yûnusu’un dünyada güldüğünü hiç duymayın. Benim ağlamamı isteyen kimseye gözlerim pınar olsun, o kimse benim çeşme gibi gözyaşı akıttığımı görsün de mutlu olsun.) Adumuz miskindür bizüm, düşmanumuz kindür bizüm Biz kimseye kin tutmazuz, kamu âlem yârdur bize (Bizim adımız “miskîn”dir. Kin bizim düşmanımızdır. Biz kimseye kin beslemeyiz, bütün âlem bizim dostumuzdur.) … Dünyâ harâmdur hâslara, helâl olmış nekeslere Biz dünyâyı dost tutmazuz, ol dünyâ murdârdur bize (Dünya seçkinlere haramdır, nekeslere helal. Biz dünyayı sevmeyiz, çünkü dünya bizim için murdardır.) Yûnus eydür Allah derüz, Allah ile kapılmışuz Dergâhına yüz tutuban, hemân bir ikrârdur bize (Biz Allah’a bağlanmışız, Allah diye zikrederiz. O’nun dergâhına yüz tutup aczimizi, O’na muhtacolduğumuzu söyleriz.) Riyâkârıktan uzak durmak gerek Âşıklar ortasında sôfîlik satmayalar İhlâs ile bu ışka riyayı katmayalar (Âşıklar meclisinde sofuluk satmamalı; halis aşka riya katmamalıdırlar.) Ya bildügüni eyit ya bir bilürden işit Teslimlik ucunu tut sözü uzatmayalar (Ya bildiğini söyle, yahut bilenden öğren. Teslim ol ki söz uzamasın.) Kur'ân kelâmum didi gönüle evüm didi Gönül ev ıssın bilmez âdemden tutmayalar (Allah Kur’ân’a “Kelâmım”, gönüle de “evim” dedi. Gönül yapmasını bilmeyen kişiyi adamdan saymazlar.) … Mumlu baldur şerî‘at tortısuz yağdur tarîkat Dost içün balı yağa pes niçün katmayalar (Şerî‘at mumlu bal, tarîkat tortusuz yağdır. Dosta ikram için balı yağa niçin katmasınlar?) 103 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Miskîn Âdem yanıldı Uçmakda buğday yedi İşi Hak'dan bilenler şeytândan tutmayalar (Zavallı Âdem yanılarak cennette buğday yedi. İşin Hak’tan olduğunu bilenler, şeytandan olduğunu söylemezler.) Şîrîn hulklar eylegil tatlı sözler söylegil Sohbetlerde Yûnus'u hergiz unutmayalar (Güzel huylu ol, tatlı söz söyle, sohbetlerde Yûnus’u unutmasınlar.) Dünyâ faniliğinin en güzel anlatımı: Sabahın sinlere vardum Sabahın sinlere vardum gördüm cümle ölmüş yatur Her biri bîçâre olup ömrün yavı kılmış yatur (Sabahleyin kabristana gittim, hepsini ölmüş yatar gördüm. Her biri çaresiz olmuş, hayatını yitirmiş yatıyor.) Vardum bunlarun katına baktum ecel heybetine Niçe yiğit muradına irememiş ölmüş yatur (Bunların katına vardım da ecelin heybetini gördüm. Nice yiğit muradına ermeden ölmüş, yatıyor.) Yemiş kurt kuş bunı keler niçelerin bağrın deler Şol ufacık nâresteler gül gibice solmuş yatur (Kurt, kuş, cesetlerini yemiş. Keler (bukalemun, kertenkele,) nicelerin bağrını deler. Şu küçücük çocuklar gül gibi solmuş yatıyor.) Toprağa düşmüş tenleri Hakk'a ulaşmış cânları Görmez misin sen bunları nevbet bize gelmiş yatur Esilmiş120 ince dişleri dökülmüş sarı saçları Bitmiş kamu teşvişleri121 Hak varlığın almış yatur Gitmiş gözünün karası hiç işi yoktur durası Kefen bezinin parası sünüğe122 sarılmış yatur Yûnus âkil isen bunda mülke suret bezemegil Mülke suret bezeyenler kara toprak olmuş yatur (Yûnus akıllı isen burada dünya malına kapılma. Dünya malına kapılanlar kara toprak olmuş yatıyorlar.) Dünyâya gelen göçer bir bir şerbetün içer Bu bir köprüdür geçer câhiller anı bilmez Gelün tanışık idelüm işi kolay tutalum Sevelüm sevilelüm dünyâ kimseye kalmaz Yûnus sözin anlarsan söz mânasın dinlersen Sana bir amel gerek bunda kimesne kalmaz 120 Esilmiş: dökülmüş Bütün endişeleri, dertleri bitmiş 122 Sünüğe: kemiğe 121 104 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Diğerkâmlık Gözin görürken yi-yidür eylemegil bunca ‘özür Bu dünyâda hâsıl nedür hayreyle bâzârı vir al (Gözün görürken yani hayatta iken ye, başkalarına yedir. Mal harcamamak için bahane arama. Bu dünyada sanan kalacak nedir? Hayır yap da bu pazarda kazançlı çık. Burada hayredersen âhirette karşılığını alırsın. Ancak böylece bu pazarda kazançlı çıkarsın.) Gerçek dervîşlik, suret degül sîrettir Dervîşlik didükleri hırkayile tâc degül Gönlün dervîş eyleyen hırkaya muhtaç degül Hırkanun ne suçu var sen yoluna varmazsan Vargıl yolunca yürü er yolu kalmaç degül (Sen doğru yolunda gitmezsen hırkanın suçu ne? Er yolu kalpazanlık yolu değil, dervîşlik yolunda yürü ki muradına eresin.) Şekil değil, öz gerek Dersin şeyhüm ışk ile yalın ayak baş açuk Er var dirlük dirilmiş yalın ayak- aç degül (Aşk ile yalın ayak baş açık olarak şeyh olduğunu söylüyorsun. Oysa öyle ermişler var ki karnı tok, giyimli. Ama içi aşk ile olgunlaşmış, ermiş.) Durmuş ma‘rifet söyler erene Yûnus Emre'm Yol eriyle yoldadur yolsuza yoldaş degül (Yûnus erenlere ma‘rifetten söz ediyor. Gerçekten yol erlerinin arkadaşıdır, yolsuzların arkadaşı değildir.) Dinin Özü Bir kez gönül yıktun ise bu kılduğun namaz degül Yitmiş iki millet dahî elün yüzin yumaz degül Erenler gelüp geçtiler dünyâyı koyup göçtiler Havaya ağup uçtılar bular hümâdur kaz degül (Dünyâyı terk eden erenler Hüma kuşu gibi yükseklerde uçtular, kazlar gibi yerde kalmadılar.) Cân odur kim Hakk'a ire ayak odur yola gire Er oldur alçakta dura yüksekte bakan göz degül (Cân Hakk’a kavuşandır. İşe yarayan ayak doğru yolda yürüyendir. Olgun insan alçakgönüllü olandır. Herkese yüksekten bakan göz değil. Yani kurumlu insan adam değildir.) Yunus iddia adamı değil, sevgi adamıdır Ben gelmedüm da'vî-y-içün benüm işüm sevi-y-içün Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmağa geldüm 105 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (Ben iddiâ için gelmedim. Benim işim sevmektir. Ben herkesi sevgiye çağırıyorum. Gönüller Sevgilinin evidir (Allah gönüllerde bulunur) onun için gönül yapmaya geldim.) Şekle değil gönüle önem verir. Peygamberimiz de kalbini göstererek üç kez takvâ yani gerçek dindarlığın gönülde olduğunu vurgulamıştır. İşte Yûnus da dinin özünü anlatarak diyor ki: Hırka vü takye yol virmez ferecile âlim olmaz Din diyanet olmayıcak neylersün bunca varakı (Hırka ve takke ile, mânâ yolunda mesafe alınmaz, cüppe ile de âlim olunmaz. Gerçek dindarlık olmayınca bunca kitap okumanın ne yararı var?) Bin kez hacca vardunısa bin kez kaza kıldunısa Bir kez gönül sıdunısa gerekse yüz yıl yol dokı (Bin kez hacca gitsen, bin kez kaza namazı kılsan, bir gönül yıkarsan yararı yoktur. Yüz yıl hac yolunu tepsen faydasızdır.) Gönül mi yig Ka'be mi yig eyit bana 'aklı iren Gönül yigdür zira ki Hak gönülde tutar turagı (Ey aklı eren kişi söyle bana gönül mü üstündür, Ka‘be mi? Gönül üstündür, çünkü Hak gönüldedir. Hadiste mü’minin kalbinin Allah’ın tahtı olduğu buyurulmuştur.) Konşıyıla gönülleri ısmarladı Hak Resûl'e Mi'râc gicesi dostıla bu keleci oldı dakı (Cenabı Hak Mi‘râc gecesinde Elçisine komşuya iyilik etmeyi ve gönül kırmamayı ısmarladı, bu mesajı insanlara iletmesini buyurdu.) Yûnus senün işün budur dutgıl ulular eteğin Dilerisen pâk olasun gönüllerde olgıl bakî (Yûnus sen ulular eteğine sarıl, temiz kalmak istiyorsan gönüllerde yaşa, kimseyi incitme, gönül yıkma!) Nefsini bilen Rabbini bilir 'İlm okımak bilmeklik kendözin bilmekdür Pes kendözin bilmezsen bir hayvandan betersün (İlim öğrenmekten amaç kendini bilmektir. Kendini bilmezsen hayvandan da kötüsün.) 'İlm okımak ma'nîsi 'ibret anlamag içün Çün 'ibretden degülsin görmedin taş atarsun 106 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (İlim öğrenmek ibret almak içindir. İbret almıyorsan görünmeyen hedefe taş atmaktasın.) Kılursın riyâ namaz yazuğun çok hayrun az Dinle neye varur söz cehennemde yanarsun (Gösterişle namaz kılıyorsun, günahın çok hayrın az. Bu durum seni cehenneme götürür.) Yetmiş iki millete birlük ile bakmayan Şer‘ ile evliyâsa hakîkatte âsîdur (Yetmiş iki milleti bir görmeyen, şerîat göre evliyâ sayılsa da hakîkatte günâhkârdır.) Özetle Yûnus'un Felsefesi Yûnus Emre’nin, şiirlerinde ana teması Allah aşkı, Varlık Birliği, bu inancın gereği olarak sen ben duygusundan kurtulup herkesle barışık olmak, ikiliği bırakıp birliğe ermektir. Allah’a öylesine bağlıdır ki âlem kendisine düşman olsa dahi onu Allah’tan ayıramaz: Âlem düşman olur-ise beni Dost’tan ırımaya Dost kanda-y-ise ben anda düşmanlık ayırımaya Aslında yaratıkların varlığı Hakk’ındır. Kulun varlığı da Hakk’ın varlığıdır. Ne var söylenen dilde, varlık Hakk’undur kulda Varluğum hep ol ilde ben bunda garip geldüm. Geçici dünyânın tasasını çekmeğe değmez, dünyânın tasasını çeken imanın sırrına ermemiştir: Dünyâ içün gussalanan mescid göricek tutınan Anda imansuz bulınan Allah’ı bir bilmeyendür. Yûnus'un şiirlerine temel olan Dört Kapının özetle açıklaması şöyledir: Şerî‘at Şerî‘at salt kulluğun gereklerini yerine getirmektir; hakîkat ise ulûhiyeti temâşâ eylemektir. Şerî‘atin destekleyip tasdik etmediği hakîkat makbul değildir; hakîkatten yoksun her şerîat de ruhsuz ve verimsiz kalır Yûnus Emre, şerî‘atın padişahtan havale edilmiş ve 'âşıkın gönlünü dolduran bir nevâle olduğunu söyler. Ona göre şerî‘at, Hakîkat deryasında seyr edebilmek için şerî‘at gibi bir gemiye ihtiyaç vardır. 107 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Şer'ile hakîkatun vasfını eydem sana Şerî‘at bir gemidür hakîkat deryasıdur Nice ki muhkem ise tahtaları geminün Mevc urıcağaz deniz anı uşanasıdur Allah'a giden yolun ilk kapısı şerî‘attır: Evvel kapu şerî‘at emr ü nehyi bildürür Yuya günahlarumu her bir Kur'an hecesi Yine, şerî‘at, mumlu bala, tarikat ise tortusuz yağa ben-zetilir. Hakîkate ulaşmak için bal ile yağı birbirine katmak gerekir: Mumlu baldur şerî‘at, tortusuz yağ tarîkat Dost içün balı yağa pes niçün katmayalar Yûnus’a göre şerî‘at "şart"tan ayrılmamayı emreder. Şerî‘at eylemlerini uygulamayan ve üstâda varmayan kişinin adı lânetlenmiştir. Ger tâ'at kılmazısa üstâde varmazısa Şer'ıdan olmazısa adı lânet içinde Hakîkat makamında Dost yüzünü gören kimseden ikilik, ayrılık gayrılık kalkar, artık orada şerîat dışarıda kalır: Dost yüzin göricek şirk yağmalandı Anunçün kapuda kaldı şerî‘at Hakîkatin içinde yani fenâ fîllah durumunda bulunan kişi şerîat hükümlerini yaşayamaz. Çünkü o artık kendinde değildir. Şerîati yaşayabilmek için Tanrı-kul ikiliği gerekir. Oysa hakîkat makamında ikilik kalmaz, kul kalkar, sadece Hak kalır. İşte şerî-‘ate saygısından dolayı bunu açıkça söylemekten çekinen Yûnus Emre, aşağıdaki beytinde üstü kapalı biçimde bu noktaya işaret ediyor: Korkaram söylemeye şerî‘at edebinden Yokhsa eydeydüm sana dahî ayruksı haber Yûnus Emre; Hakîkatten habersiz olanlardan "şerî‘at oğlanları" diye söz eder. Bunlar evliya ile daima tezada düşerler. Şerî‘at oğlanları, Yûnus'un zahid mânâsında kullandığı bir terkiptir. Tarîkat Yûnus'a göre hakîkat yolunun ikinci kapısı olan tarîkat, şerî‘atten içeri bir makamdır: İkincisi tarîkat kulluğa bél bağlaya Yolı toğrı varanı yarlığaya hâcesi "Şerî‘at, tarîkat yoldur varana" diyen Yûnus, hakîkat yoluna giren sâlikin bir mürşidden el alması gerektiğini de söyler: 108 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Nitdi bu Yûnus nitdi bir toğrı yola gitdi. Pir etegin tutdı Allâh görelüm neyler Gece gündüz ibadet eden tarîkat ehli aynı zamanda "dünyâ malını" terk etmelidir: Her kim tarîka gire gerek mal terkin ura Yola toğrı can vire bu tarikat içinde Tarîkat yolu uzun ve çetin bir yoldur. Bu yol üzerinde "yüz bin riya" askeri vardır. Ancak mürşide teslim olan kişi bu güçlükleri yenip hakîkat denizinde yol alır: Yetmiş bin riyâ çeri vardur bu yolda bilün Nefs öldürmiş er gerek ol çeriyi kırası Ma‘rifet Ma‘rifet Allah'ı tanımaktır. Kalbin Hak ile hayat bulması ve diri olması, sırrın Hakk dışında kalan şeylerden yüz çevirmesidir. Allah'ı tanımak için O’nu isim, fiil ve sıfatlarıyla bilmek gerekir. Bu da nefs eğitimiyle olur. Yûnus, ma‘rifet makamını değeri açısından bir cevhere benzetir. Fakra ulaşan kişilerin gönüllerinin ma‘rifetle dolacağını söyler: Ma‘rifet gönül şehri makamın bulur Fakr'ı Bahrî gerekdür bahrî bu ma‘rifet içinde Ma‘rifet erenler sohbetinde öğrenilir: Erenlerün sohbeti arturur ma‘rifeti Bî-derdleri sohbetden her dem süresüm gelür (Erenlerin sohbeti, bilgeliği artırır. Dertsizleri daima sohbet sofrasından sürmek isterim.) Fakat ma‘rifet lafla olacak şey değildir. Ma‘rifeti yaşa-mayan kimsenin yaldızlı sözleri ma‘rifet değildir: Sofiyem halk içinde tesbih elümden gitmez Dilüm ma‘rifet söyler, gönlüm hiç kabul itmez Söz ‘âriflerinin içinde kibir duyguları vardır. Gerçek ‘ârif (ma‘rifet sahibi) doğrudan Hak’tan haber alandır. Yûnus'un sözleri ma‘rifet makamından söylenmiş sözlerdir: Turmış ma‘rifet söyler erene Yûnus Emre'm Yol eriyle yoldadur yolsuza yoldaş degül Hakîkat Hakîkat Tanrı'nın besleyiciliğini ve her şeye malik oldu-ğunu görmektir. (Kuşeyri, 162) Tasavvuf önderlerine göre sûfî, halkı ve 109 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hakk'ın emrini yerli yerine koyan, gizlemesi gerekeni gizleyen, gösterilmesi gerekeni gösteren, her şeyi yerli yerince akıl ve bilgi ile samimiyyet ve ihlâs ile yapan insandır. Kendilerine melâmetî adını veren fitneye düşmüş bir grup, sûfîler kıyâfetine bürünüp sûfîlerden görünmüştür ama gerçekte o kıyâfette kendilerini gizleyen ibâhecilerdir (her şeyi serbest gören haram tanımayan kimselerdir). İçlerinin Allah'a özgü olduğunu sanırlar: "Maksat, kalb temizliği, kalbi Allâh'a tahsistir. Şerîat kurallarına bağlanmak avâmın, aklı kıt mukallitlerin işidir" derler. Bu düşünce, ilhâd ve zındıklığın tâ kendisidir. Şerîatin kabul etmediği her hakîkat zındıklıktır. Bu mağrurlar bilmezler ki şerîat ubudiyyetin hakkı, hakîkat de ubûdiyyetin hakîkatidir. Hakîkat ehli olan, ubûdiyyetin hakkını yerine getirir. Bu gerçeğe erişmeyenin istemeyeceği işleri, nâfile ibadetleri yapmak ister. Yoksa boynunu teklif boyunduruğundan çözüp içini sapma ve tahriflerle yoğurmaz. Melâmet okulunun yetiştirdiği en büyük tasavvuf imamlarından Ebû Abdi'r-Rahmân es-Sülemî'ye göre şerîatin bütün emirlerini yerine getirmeden hakîkate erişmek mümkün değildir. Şerîat sendendir, hakîkat sanadır. Yani sen şerîatin amellerini yerine getirmek, emirlerini yapmakla yükümlüsün. Hakîkat de Allah'tan sana bir mevhibedir. Üzerinde edâ etmediği şer'î bir görev bulundukça kul, kat'iyyen müşâhede mertebesine eremez. İşte Yûnus'un beytlerinde ortaya koyduğu düşünceler de bu çerçevededir. Yûnus’a göre şerî‘atsız hakîkat bulunamaz. Hakîkat sınırsız bir derya, şerî‘at ise bu denizde seyredebilmeyi sağlayan bir gemidir. Hakîkate ulaşabilmek için, gemiden çıkıp denize dalmak gerekir: Hakîkat bir denizdür şerî‘atdur gemisi Çoklar gemiden çıkup denize talmadılar. Şerî‘at oğlanları nice yol eyde bize Hakîkat denizinde bahrî oldım yüzerem. “Allah size zâhir ve bâtın (dış ve iç; görülen, görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) ni‘metlerini bol bol verdi...” (Lokman: 20) âyetinde işaret edildiği üzere varlığın dış ve iç (görünür ve görünmez) yüzü vardır. Bazen görünmez yüz görünenin tersi olabilir. Hızır Aleyhisselâm gibi işlerin iç yüzünü bilen hakîkat ehli, kötülük emreden nefsi insanın en yaman düşmanı bilir ve onunla mücadeleyi en büyük savaş kabul ederler. Nitekim Peygamber (s.a.v.) insan ile vesveseci şeytan arasında geçen bu sürekli savaşı: "büyük savaş" olarak nitelendirmiş: "Biz, küçük cihâd(savaş)dan, büyük cihâda dönüyoruz'' 110 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Seâlibî, Tefsîr: 3/197; Nesefî, Tefsîr: 2/115; İbn kayyim el-Cevziyye, Medâricu’s-sâlikîn; Keşfu’l-Hafâ, 1/424-425) buyurmuştur. Şerî‘at gözüyle bakan kişi düşmanı dışarıda, hakîkat gözüyle bakan kişi düşmanı içeride görür. Hakîkatde bakarısan nefsün sana düşman yiter Var imdi ol nefsünile vuruş-tokuş savaş yüri Yûnus, bu makamı yedi kapılı bir şehre benzetir. Kentin sultanı Hak'dır. Kentin yedi kapısı, nefis mertebelerinden ibarettir: Hakîkatdur Hak şârı yididür kapuları Dergâhında yüz dürlü gerek kudret göresün. (Hak kenti olan hakîkatin yedi kapısı vardır. Hakîkat sarayında yüz türlü kudret görmen gerekir.) Yine Yûnus, velâyet makamı için "hakîkat donunu giy-mek" gerektiğini belirtir: Hakîkat ışkdur ‘iyân görsün ol şebîh beyân Hakîkat donın geyen ağır hil'at içinde (Kuşkulu konuşan bilsin, görsün ki Hakîkat ap açık aşktır. Hakîkat giysisini giyen ağır bir elbise giymiş olur.) Hakîkat ehli kanaati yâr edinmiş, nefis isteklerinden el çekmiştir: Hakîkate erenler hakîkati bulanlar, Ne bahtludur cânları hep mahabbet içinde (Hakîkati bulup ona kavuşanlar çok mutlu insanlardır, hep sevgi içinde yaşarlar.) O hâlde şerî‘at, tarîkat ve oradan ma‘rifet, hakîkat ahlâkına varabilmek için çok çileli bir irâde eğitimine ihtiyaç vardır. İrâde eğitimiyle olgunlaşıp son kemal noktası olan Hakîkate ulaşanlar, Yaratan’ın hatırı için yaratılmışları hoş görürler. Nefis arzularını bir yana bırakır, Hakk’ın lütuf ve kahrını bir bilir: “Lütfun da hoş kahrın da hoş” derler. Burada Hacı Bektâş-ı Velî’nin, dinin ve tasavvuf ahlâkının özü olan şu altın öğüdünü not edelim: “Oturduğun yeri pâk et, kazandığın lokmayı hak et!” 111 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması XAVERİ, Aygun (2014). “Ehmed Yesevi ve Yunis İmre Şeirinin Tesevvüfi Qarşılaşdırılması”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.113-115 (http://bilgelerzirvesi.org). Aygun XAVERİ* EHMED YESEVİ VE YUNİS İMRE ŞEİRİNİN TESEVVÜFİ QARŞILAŞDIRILMASI X III esrde Yeseviyye ideyaları seyyah dervişler vasitesile Anadolu erazisinde yayılmağa başlayır. Hacı Bektaş Veli ve Sarı Saltuq kimi ünlü mütesevvifler Yeseviyye ideyalarının Anadoluda genişlenib möhkemlenmesinde böyük könül ve ağıl şücaetleri gösterirdiler. Qerb türkleri arasında Ehmed Yesevinin en böyük varisi ise heç şübhesiz, bütün poeziyasının mayası semimiyyetden yoğrulan Yunus İmredir... Ehmed Yesevi ile Yunus İmre arasında irs-varis elaqeleri "Divan"ın o hikmetlerinde eyanileşir ki, hemin hikmetler Ehmed Yesevinin ümumi yaradıcılığı kontekstinde en derin semimiyyet ve bundan dolayı yüksek poetiklik kesb edir. Yesevi bütün tebliği missiyanı bir terefe atıb, poeziyanı qelbinin en munis hisslerini özünde ifade eden duaya çevirdiyi anlarda Feda olsa sene canım, Töker olsan menim qanım, Men qulunam, sen sultanım, Mene sen gereksen, sen [5, s. 321] kimi axıcı, poetik baxımdan mükemmel nümune verir. Yunus İmre de eyni meqamda Eger meni qovuralar, Külüm göye sovuralar, Mezarımdan çağıralar Mene seni gerek, seni [3, s. 28] deyir. Yesevi ile Yunus İmre poeziyası arasındakı irs-varis elaqelerini çox şeyde izlemek olar: ilk növbede, her iki şairin eyni ilahi idealın ifadesine xidmet etmesinde. Lakin bele oxşarlıq daha çox onların mensub olduqları tesevvüfün nezeri-felsefi esaslarından da qaynaqlana * Doç. Dr. Azerbaycan Milli Eğitimler Akademisi. 113 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bilerdi. Türküstan piri ile Anadolu neğmekarını ferdi özünemexsusluq baxımından birleşdiren başlıca xüsusiyyet her iki şairin vüsalın terennümçüsü olmalarıdır. Ehmed Yesevi: Miskin Xace Ehmed canı, Hem cövherdir, hem kanı. Hepsi onun mekanı, O lamekan içinde. (5, s 305) Yunus İmre: Men burda seyre dalmışken Eceb sirre irdim axı! Gelin siz de sizde görün, Dostu mende gördüm axı! Men de baxdım, men de görüm Menim ile men olanı. Varlığıma can verenin Kimliyini bildim axı! [3, s. 99] Yesevide ilahi vüsaldan dolayı sevinc hissinin terennümü yalnız müeyyen ekstatik meqamlarda nezere çarpır ve dinden gelen ehkamın diqtesi yaranmaqda olan coşğunluğun qarşısını alır, çılğın qelb heyecanları soyuq mentiqe tabe etdirilir. Yunus İmrenin ise bütün poeziyası bu hissin terennümünden ibaretdir. Coşğunluq onun yaradıcılığının seciyyevi ceheti kimi faktlaşır. Peyğember heyatına dair ehvalatlar, dörd xelifenin terifi, qiyametin yaxınlaşmasını göstermek meqsedi ile yazılmış zahidane şeirler, dervişlerin ve dervişliyin feziletleri haqqında medhiyyeler, İslam efsaneleri, huri ve qılmanlar, cennet ve cehennem haqqında revayetler bütün bunlar "Divani-hikmet"in esas mövzularını teşkil edib Yesevide dini dünyagörüşün hakim mövqeyinden ireli gelir. Yunus İmre de İslam inancının, şeriet hökmlerinin mütleqliyini qebul edir. O da Mehemmed peyğember, onun meracı haqqında ilahiler söyleyir. Lakin mehz bu meqamlarda da onun yaradıcılığına mexsus ekstaz tonu itmir. O, bu mövzulardan da eyni böyük ilham ve sevincle söz açır. Buna göre de Yunus İmrede din özü poetikleşir. Poeziya Ehmed Yesevi üçün ideyaların tebliği vasitesi, Yunus üçün ise mistik yaşantıların ifade vasitesi idi. "Fateh bir milletin ruh memarı" olan Yunus İmre Anadolu türkcesinin hakim edebi dil kimi formalaşmasında evezsiz xidmet gösterir. Ayrı-ayrı vaxtlarda Ehmed Feqih, Seyyad Hemze, Xoca Dehqani, Gülşehri, Aşıq Paşa kimi şairler Anadolu türkcesinin yüksek edebi dil seviyyesine qaldırmağa cehd etseler de, buna bütün gücü ile 114 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması de nail ola bilmirdiler. "Yunusun dilinde türkce en gözel şeklini almış, ölümsüz bir zefere çatmışdır. Dilimizin milli sesini, milli simasını ve dühasını o dövrde en yaxşı eks etdiren senetkar odur" (F.K. Teymurdaş). Ehmed Yesevinin Türküstanda başladığı işi (İslam inancını, tesevvüf ideyalarını xalqın bütün tebeqelerinin ruhuna, beynine hopdurmaq) Yunus İmre Anadoluda davam etdirir. Bunun üçün Ehmed Yesevi teşkilati qurumun teriqetin, ona daxil olan müridlerin kömeyine arxalanırdısa, Yunus İmre ilahi eşqden bulaq kimi çağlayan könül gücüne, poetik istedadına güvenirdi. Anadolu Orta Asiyadan ferqli olaraq antik yunan, Roma medeniyyet eneneleri, erken xristianlıq görüşleri ile zengin idi. Tesevvüf kimi felsefi temayyüllü fikir cereyanının burada genişlenmesi üçün kifayet qeder münbit zemin mövcud idi. Ele belke de buna göre tesevvüfün asketlik, zahidlik merhelesinden vehdetivücudçuluğa keçidi türkün miqyasında Anadolu mütesevviflerinin fealiyyeti neticesinde baş verir. Türk tesevvüfünde asketlikden felsefi yöne doğru inkişaf bu fikir cereyanının senetle, poeziya ile İslam arasında elaqelerini möhkemlendirir. İstifade Edilmiş Edebiyyat Reyami Sefa. Mistisizm (Tesevvüf), İstanbul, Türkiye Ticaret Rostası metbeesi, 1961, 131 s. Körpülü Fuad. Türk edebiyyatında ilk mütesevvifler, Ankara, Türk Tarix Qurumu Basımevi, 1976, 415 s. Yunus İmre. Güldeste, Bakı, Yazıçı, 1992, 232 s. Füzuli Bayat. Xoca Ehmed Yesevi ve xalq sufizminin bezi problemleri, Bakı, Ağrıdağ, 1997, 102 s. Ehmed Yesevi. Divani-hikmet, Seçmeler (hazırlayan Kemal Eraslan), Ankara, Özkan matbaası, 1991, 498 s. Triminqem Dj.S. Sufiyskie ordenı v İslame, Moskva, Hauka, 1989, 328 s. 115 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması TUĞRUL, Talip (2014). “Sarı Saltık’ın Tarihî Ve Menkıbevî Hayatı”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.117-129 (http://bilgelerzirvesi.org). Talip TUĞRUL* SARI SALTIK’IN TARİHÎ VE MENKIBEVÎ HAYATI123 S arı Saltık,124 XIII. yüzyılın ikinci yarısında İslâm’ın Balkanlar’a girişine ve bunun sosyal tabanını teşkil eden bir Türk iskânına125 adını yazdıran, gerçek kimliği menkıbe ve efsanelerle iç içe geçmiş bir şahsiyettir.126 Sarı Saltık’ın asıl adının ne olduğu konusunda çeşitli rivayetler vardır. Muhammed Buhârî, bunlardan biridir.127 Evliya Çelebi’ye göre Sarı Saltık’ın asıl adı budur.128 Saltuk-nâme’ye göre ise asıl adı Şerif Hızır’dır.129 Şerif Hızır’ın Saltık adını alışı ise onun cihada başladığı dönemlere rastlar. Gazaların birinde, Alyon-ı Rûmî adlı Hristiyan cengâverini yenerek onu Müslüman eder; onunla yakın arkadaşlık kurar ve adını İlyas-ı Rûmî koyar. O da karşılık olarak Şerif Hızır’a kendi dillerinde “çok güçlü erkek” anlamına gelen “Saltık” adını verir.130 Sarı Saltık’taki “Sarı” unvanına gelince; kaynaklar, bunun asıl ad olmayıp bir mahlas olduğu konusunda birleşmektedir. Türklerde her boyun, birtakım sembolik manaları olan bir renge sahiplendiği bilinmektedir. Boylar, daha çok “ak”, “kızıl”, “kara” ve “gök” gibi renk isimleriyle anılırlar. “Sarı” renginin ise Türklerde ve * Öğr. Gör. Muş Alparslan Üniversitesi. Bu metin “Tunceli Alevîliğinde İnanç ve İbadet (Sarı Saltık Ocağı Örneği)” adlı yüksek lisans tezimizin ilgili bölümünün yeniden düzenlenmiş ve geliştirilmiş halidir. 124 Sarı Saltık’ın isminin telaffuzu konusundan ortak bir kullanım yoktur. Sarı Saltık ve Sarı Saltuk şeklinde kaynaklarda geçmesine karşın, biz daha yaygın olanını (Sarı Saltık) kullanmayı tercih ettik. 125 Türk iskanıyla ilgili bkz: Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolonizatör Türk Dervişleri, TÜRKLER c. 9. 126 Ahmet Yaşar Ocak, SARI SALTIK, s.VII. 127 M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 54. 128 Kemal Yüce, Saltuk-nâme’de Tarihi, Dini ve Efsanevî Unsurlar, s. 77. 129 Şükrü Haluk Akalın, Ebü’l-Hayr-ı Rûmî Saltuk-nâmesi, Türk Kültürü Araştırmaları, yılXXXII/ 1-2 s. 64. 130 Kemal Yüce, a.g.e., s. 73; Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 39; Şükrü Haluk Akalın, a.g.mak., s. 64. 123 117 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Çinlilerde hakanlık rengi olduğu belirtilmektedir.131 “Sarı” lakabı böyle bir Türk boyunun ve beyinin unvanını ifade etmektedir. Bu da Sarı Saltık’ın Bir Türk boyunun lideri olduğunu göstermektedir. Tarihte bu şekilde anılan -Akkoyunlular, Karakoyunlular gibi- birçok Türk boyu bulunmaktadır.132 Sarı Saltık’la ilgili elimizde tarihî ve menkibevî kayıtlar olmak üzere iki farklı bilgi kaynağı bulunmaktadır. Bu durum da bizim onun hayatını takdim ederken bu ayrımı yapmamızın zaruretini ortaya koymaktadır. İlk olarak tarihî hayatını ele alıyoruz. Sarı Saltık’ın Tarihî Hayatı Sarı Saltık’ın hayatıyla ilgili tarihî kayıtlar oldukça sınırlıdır. Evliya Çelebi’ye göre Buhârâ’lı olan133 Sarı Saltık’ın soyu Battal Gazi’ye dayanmaktadır.134 M. 1210-1215 yıllarında Batı Karadeniz Bölgesi’nde doğup, XII. yüzyılın sonlarına doğru 1296-1300 yıllarında bugünkü Romanya’nın Dobruca bölgesinde şehit edildiği tahmin edilmektedir.135 Saltuknâme’ye göre ise Sarı Saltık, doksan dokuz yıl yaşamış ve düşmanları tarafından zehirlendikten sonra hançerlenerek şehit edilmiştir.136 Babasının adı Seyyid Hasan olup, Melik Danişmend 137 Gazi’nin gazalarından biri olan Amasya Kalesi Kuşatması’nda şehit düşmüştür.138 Sarı Saltık üç yaşındayken babasız kalmış, yetiştirilmesini Seravil adındaki bir lala üstlenmiştir. Bu şahıs onu devrin ulemâsından Abdülaziz adındaki bir zata teslim etmiş, Sarı Saltık da ondan ilim tahsil etmiştir. Babasının ölümüyle “dirliği” kesilen Sarı Saltık, geçim sıkıntısına düşer. Sebüktekin soyundan gelen Sultan Süleyman Şah’tan ona dirlik bağlaması rica edilir. O da babasının dirliğini o sırada on dört yaşına ulaşmış olan Sarı Saltık’a bağlar.139 Sarı Saltık’ın tarih sahnesinde ilk görünüşü, Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol hâkimiyeti altına girmesinden itibaren baş 131 Kemal Yüce, a.g.e., s. 75. Kemal Yüce, a.g.e., s. 77. 133 Franz Babinger-Fuad Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, s. 37; Kemal Yüce, a.g.e., s. 77. 134 Abülbaki Gölpınarlı, Vilâyetnâme Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, s. VII. 135 Kemal Yüce, a.g.e., s. 100. 136 Şükrü Haluk Akalın, a.g.mk. s. 65. 137 Melik Danişment Gazinin gazalarının merkez üssü olan Harcanevan olup, bugünkü Amasya şehrine tekabül etmektedir. Kemal Yüce, a.g.e., s. 83. 138 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 39 139 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 39 132 118 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması gösteren saltanat mücadeleleri dönemine rastlar. 1240 yılındaki Babaîler İsyanı’nın akabinde zayıflama emareleri gösteren Anadolu Selçuklu Devleti, 1243 Kösedağ savaşı ile fiilen Moğollara yenik düşer. O sırada tahta oturan II. Gıyaseddin Keyhusrev acz içerisindedir. Moğollar, Anadolu topraklarını peyderpey almaya başlarlar. 1246’da ölen II. Gıyaseddin Keyhusrev, arkasında üç şehzade bırakır. II. Gıyaseddin Keyhusrev’in küçük oğlu Alaaddin’i veliaht tayin etmesine rağmen, dönemin dirayetli veziri Celaleddin Karatay’ın önerisiyle üç şehzadenin birlikte tahta oturmasına karar verilir. Vezir Celalettin Karatay da saltanat nâibi olur. Ancak diğer devlet adamlarının bazıları taht konusundaki farklı düşüncelerinden dolayı kargaşa başlar. Bunun akabinde Anadolu Selçuklu Devleti’nde uzun bir müddet devam edecek olan taht kavgaları başgösterir.140 Dönemin bazı devlet adamları Rükneddin’i (II. Kılıçarslan), tek başına tahta çıkarmak için harekete geçerler. Celaleddin Karatay ise ağırlığını İzzeddin’den (II. İzzeddin Keykavus) yana koyar. En küçük şehzade olan II. Alaaddin Keykubat ise Moğolların desteğiyle tahta tek başına oturma planı yaptığı şüphesiyle ağabeyleri tarafından öldürtülür. Böylece Selçuklu tahtı iki sultana kalmış olur. Ne var ki, iki devlet adamının arasının açılması sonrasında taht kavgası devam eder. Uzun mücadeleler ve savaşlara sahne olan -toplam on altı senetaht kavgasından sonra, Moğolların desteğiyle IV. Rükneddin Kılıçaslan galip gelir. Annesi Bizans imparatorluk ailesine yakın bir rahibin kızı olan II. İzzeddin Keykavus, karısı, iki oğlu, annesi ve meşhur iki dayısı Kir Haye ve Kir Kedid ile Antalya’ya geçer. Burada, anne tarafından yakınlığı olan Bizans İmparatoru VIII. Mihail Paleologos’a elçi göndererek kendisini, ailesini ve yakın adamlarını yanına alması için ricada bulunur. Talebi olumlu karşılanınca II. İzzeddin Keykavus, Bizans başkentine ayak basar.141 Bizans İmparatoru’ndan ciddi yakınlık ve iltifat gören II. İzzeddin Keykavus, belirli bir zaman sonra İmparator’un huzuruna çıkıp şehir hayatının kendilerini sıktığını, kendilerine kışın kışlayacak, yazın da yazlayacak bir arazi tahsis edilmesini ve buraya Anadolu’dan kendilerine tabi Türkmenleri getirtip birlikte yerleşmek istediklerini ifade eder. İmparator VIII. Mihail, Türkmen boylarının getirtilme talebinden şüphelense de, bu arzuyu kabul ederek onlara Bizans ile Deşt-i Kıpçak arasındaki -bugün bir kısmı Bulgaristan bir kısmı 140 141 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 18-19. Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 19, 26. 119 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Romanya sınırlarında Karadeniz’e sahili olan- o vakitler gayri meskûn olan Dobruca arazisini tahsis eder. İşte yaşanan bu olaylardan sonra 1263-64 yıllarında Sarı Saltık’ın liderliğindeki “Türkmen İskânı” başlamış olur.142 Yaklaşık on-on iki bin kişilik Çepnilerden oluşan bir Türkmen aşireti bu iskânı gerçekleştirir.143 Bu Çepniler, Balıkesir yöresinde Karasioğulları havalisinde yaşayan Türkmenlerdir.144 İşte Sarı Saltık, bu grubun liderliğini yaparak II. İzzeddin Keykavus’un isteğiyle bu iskânı gerçekleştirmiştir. Ancak II. İzzettin’in neden Sarı Saltık’ı bu konuda tercih ettiği hususunda kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu konuda şöyle bir tahmin yürütülebilir: II. İzzeddin Anadolu’da Moğol hâkimiyetine karşı bir politikadan yana tavır takınmış olduğundan kendisi gibi Moğollardan hoşlanmayan Türkmenlerle yakınlık kurmuştur. II. İzzeddin’in Sarı Saltık’ı seçmesi bu çerçevede gerçekleşen bir ilişkiden kaynaklanmış olabilir.145 Sarı Saltık, yönetimindeki Türkmen aşiretiyle hemen Dobruca’ya gitmemiş, önce Konstantinopolis’e uğramıştır. İskân gerçekleştikten sonra II. İzzeddin, Bizans İmparatoru’na düzenlemeye çalıştığı komplodan dolayı tutuklanmıştır. II. İzzeddin, Altın Ordu Devletinin Han’ı Berke Han tarafından kurtarılmıştır. Akabinde II. İzzeddin ve Dobruca’daki Türkmenler, Deşti Kıpçak’a yerleştirilmiştir. Burası da tıpkı Dobruca gibi steplerle kaplı bir bölgedir. II. İzzeddin Altın Ordu Devleti’nin başkenti Saray’da on beş sene yaşadıktan sonra vefat etmiştir. II. İzzeddin’in vefatından sonra Berke Han’dan müsaade alan Türkmenler Sarı Saltık’ın liderliğinde Dobruca’ya geri dönmüşlerdir. Sarı Saltık, bu Türkmen gurubunun hem dinî hem de siyasî liderliğini yapan biridir.146 Sarı Saltık’ın Dobruca iskânı öncesi ve sonrası dönemde yaptığı faaliyetler hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Sarı Saltık hakkında ilk bilgileri -yaygın kanaate göre- İbn Batuta vermiştir. Onun hakkında daha sonra bilgi verenler, Yazıcıoğlu’nun Tevârih-i Âl-i Selçuk’u, Seyyid Lokman’ın Oğuznâme’si, Evliya Çelebi’nin 142 Grace M. Smith, Some Turbes/Maqams of Sarı Saltuq, An Early Anatolian Turkish GaziSaint, Turcıca, c. 14, s. 216; Ahmet Yaşar Ocak, Sarı Saltuk ve Saltuk-nâme, Türk Kültürü, 1978, sayı: 197 yıl: XVII s. 266; Ahmet Yaşar Ocak, SARI SALTIK, s. 26, 30. 143 Franz Babinger, “Sarı Saltık Dede” İA, X, 220-221; Abülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, s. 28. 144 Michael Kiel, Sarı Saltık ve Erken Bektaşîlik Üzerine Notlar, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1980/2 sayı 9, s. 27; M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 55. 145 Ahmet Yaşar Ocak, SARI SALTIK, s. 71. 146 G. Leiser, “Sarı Saltık Dede”, EI2, IX, 62; Ahmet Yaşar Ocak, SARI SALTIK, s. 67. 120 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Seyahatnâme’si, İbn Kemal’ın Târih-i Âl-i Osmân ve Müneccimbaşı Derviş Ahmed’in Câmiu’d-Düvel’idir.147 Machiel Kiel, İbn Batuta Seyahatnâmesi’nden çok önce 1316 yılında kaleme alınmış bir yazma esere ulaşarak bu konuda eser verenler arasında İbn Batuta’yı ikinci sıraya düşürmüştür.148 Türkiye’de tarihi kaynakların dışında, bilimsel anlamda Sarı Saltık’tan ilk bahseden kişi Şemsettin Sami’dir. Kamûsu’l-Âlam’ında Sarı Saltık’ın Rumeli’de kerametler gösteren ve gazalarda bulunan bir evliya olduğunu söylemektedir.149 Yukarıda belirtildiği üzere Sarı Saltık hakkında ilk bilgi verenlerden biri olan İbn Batuta’nın Seyahatnâme’sinde konuyla ilgili kısa bir bölüm bulunmaktadır: “Nihayet Baba Saltık adıyla tanınan Türklerin yaşadıkları toprakların sonu olan yere geldik. Baba, bütün Barbarlarda olduğu gibi aynı kavramı ifade etmektedir. Yalnız bunlar “ba”yı kalın söylemekte idiler. Kendi inançlarına göre Saltuk insanüstü birtakım güçlere sahip imiş. Ancak anlatılanların dinimizin kaideleri ve 150 umdeleri ile bağdaşmasına imkân yoktur.” Belki İbn Batuta’nın asıl notlarının kaybolması sonucu yazılan bu eserde, Sarı Saltık hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. İbn Batuta’nın yukarıdaki ifadelerinden, Sarı Saltık’ın ölümünden yaklaşık elli yıl sonra Sarı Saltık’ın yaşadığı yerlere gittiği ve Sarı Saltık isminin de bu süreçten sonra bir kült haline geldiği görülmektedir. Sarı Saltık’ın bu bölgede itibar gören biri oluşu, Bizans İmparatoru tarafından rehin alınan ve rahip olarak yetiştirilmeye çalışılan II. İzzettin’in oğlunu rica edip geri almasıyla ortaya çıkmaktadır. Çocuk, Sarı Saltık eliyle yeniden İslâm’a dönmüş ve onun müridi olmuştur. Daha sonradan Barak Baba diye ünlenen İsmailî derviş işte budur.151 Balkanlar’da Sarı Saltık’ın faaliyetleri sonucu oluşan bir İslâmlaşma sürecinden bahsedilebilir. Bu zât iskân reisi olarak 147 Kemal Yüce, a.g.e., s. 20; M. Fuad Köprülü, “Abu’l-Hayr-ı Rumi, Saltuknâme, TTK, c. VIII, sayı: 27 s. 430. 148 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 4. 149 Kemal Yüce, a.g.e., s. 50. 150 İsmet Parmaksızoğlu, İbn Batuta Seyahatnâmesinden Seçmeler, s. 102. 151 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 80; ayrıca bk: Ahmet Yaşar Ocak, “Barak Baba”, DİA, V, 6162. 121 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı maiyetindekilerle birlikte- etrafa birtakım gazalar düzenlemiştir. Ancak Sarı Saltık sistemli bir şekilde İslâm propagandası yapan bir misyoner değildir. Sarı Saltık, hayatının sonuna kadar Dobruca’da diğer Türkmen babaları gibi- İslâmlaştırma gayretinde olan bir Alperen- gazi derviştir.152 Sarı Saltık’ın Menkıbevî Hayatı Sarı Saltık’ın efsanevî-menkıbevî tarafına gelince, onun efsanevî şahsiyetini ortaya koymak, onun tarihî şahsiyetini inşa etmekten daha kolaydır. Zira Sarı Saltık’ın şahsiyeti efsaneleşmiş ve onunla ilgili tarihî kaynaklarda yer bulamayan birçok olay aktarıla gelmiştir. Gerçek hayatı ile menkıbevî hayatı iç içe girmiştir. Bu menkıbelerde Sarı Saltık’a bazı olağanüstü güçler atfedilmiştir. Saltuknâme’de onun on iki dili yazıp okuduğu kayıtlıdır. Bu, Allah tarafından ona verilmiş bir lütuftur. Ayrıca İncil’i okuyup, Hristiyanlara vaaz ettiğinde onları kendinden geçirecek derecede usta birisi olduğu ifade edilmiştir.153 Sarı Saltık’ın menkıbevî şahsiyetinde en fazla ön plana çıkan husus onun, tahta kılıçlı154 bir mücahit evliyâ oluşudur. Yeryüzünde Sarı Saltık’ın gaza etmediği hemen hemen hiçbir yer yoktur. Saltuknâme’ye göre onun gezdiği yerler şunlardır: Batı Anadolu toprakları, Trakya, Bulgaristan, Romanya, Karadeniz’i kuzeyden çevreleyen yerler ve Deşt-i Kıpçak bölgesi, Portekiz, İspanya, Almanya, Lehistan, Bosna Hersek, Çekoslovakya, Yunanistan, Rusya, İran, Türkistan, Afganistan, Çin, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Habeşistan ve Arabistan’ı içine alan hemen hemen bütün eski dünya.155 Sarı Saltık’ın gazalarının bu kadar yaygınlık arzetmesi, Sarı Saltık’ın dinî ve siyasî etkinliğinin bir ifadesi olarak Alevî kültürüne “Sarı Saltık Kültü” olarak yansımıştır. Sarı Saltık bir destan kahramanında bulunması gereken bütün özelliklere sahiptir. Tek başına düşman içerisine girmekte ve düşman kalelerini fethetmektedir. Ancak o, aman dileyene karşı çok merhametlidir. Saltuknâme’de mübalağalı bir şekilde üstün 152 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 127. Ebü’l-Hayr-i Rumî, a.g.e., I, 31. 154 Tahta kılıç öğesi eski Türklerin dinlerinde var olan bir siluettir. Şamanlar, törenler sırasında tahta kılıç kullanır, kötü ruhlarla savaşmak için kullanırdı. Türk destan edebiyatında bu türden özel silah kullanmak bir gelenektir. Bk: Fuat Bozkurt, a.g.e., s.97; Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 43. 155 Ahmet Yaşar Ocak, Sarı Saltuk ve Saltuk-nâme, Türk Kültürü, 1978, sayı: 197, yıl: XVII, s. 271. 153 122 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması güçlerinden bahsedilmektedir. Buna göre o çok uzaklarda olsa bile, aleyhinde söylenenleri işitebilmekte, oturduğu yerde bir kılıç darbesiyle düşmanı öldürebilmekte, bir diyardan bir diyara bir anda gidebilmekte, ancak düşmanları ona hiçbir şekilde tesir edememektedir. Ok atarlar batmaz, kılıç vururlar kesmez, sihir yaparlar tesir etmez, suya atarlar boğulmaz, ateşe atarlar yanmaz. Bütün cinler ve melekler Sarı Saltık’ın yardımcısıdır. Hatta cinlerden birisiyle “âhiret kardeşi” bile olmuştur. Düşmanları ise kâfirler, zâlimler, cadılar, devler, ejderhalar ve kötü cinlerdir.156 Lalasının eğitimiyle kısa sürede ata binmeyi, ok atmayı, kılıç kullanmayı öğrenen Sarı Saltık, bir gece rüyasında Battal Gazi’yi görür. Atası ona, yerini tarif ettiği bir mağarada kendi ünlü atı Aşkar’ın onu beklediğini, silahlarının da orada durduğunu, bu arada Dahhak’ın kılıcının, Güştasb’ın kalkanının ve Hz. Hamza’nın silahlarının orada bulunduğunu, gidip onları almasını söyler. Sarı Saltık tarif edilen mağarayı arar ve kendisini bekleyen emanetleri alır. Artık o genç yaşında kâfirlere karşı gaza ve cihad etmeye hazırdır. Bunun dışında daha detaylı pek çok efsaneyi Saltuk-nâme’den öğreniyoruz.157 Hacı Bektâş-ı Velî’nin Vilâyetnâmesi’ne göre Sarı Saltık, Hacı Bektâş’ın müridi olup İslâm’ı yaymak üzere Rumeli’ye gönderdiği bir Alperen-gazi derviştir. Vilâyetnâme’de Sarı Saltık’ın hikâyesi kısaca şöyledir: Hacı Bektâş bir gün Arafat Dağı’ndaki çilehâneden çıkıp Zemzem Pınarı denilen pınarın yanına geldi ve orada bir çoban gördü. Hünkâr, çobanın yanına gelip arkasını sığadı ve adını sordu. Çoban: “Adım Sarı Saltuk’tur. Ne emredersiniz?” diye cevap verdi. Hünkâr: “Haydi seni Rum’a saldık” dedi. Sarı Saltık’ın gözünden perdeler kalktı, erlik mertebesine erdi. Hünkâr, Sarı Saltık’a bir yay, yedi ok verip beline tahta bir kılıç kuşattı. Yanına da Ulu Abdal ile Kiçi Abdal adlı iki dervişi yoldaş etti. Sinop üzerinden doğruca Karadeniz kıyısına gelen Sarı Saltık, seccadesini denize serip: “Ey erenler seccadesi! Erenler nereye götürürse o yana yürü” dedi. Böylece Gürcistan’a geldiler. Gürcü beyi o sırada sahilde gezintide iken gelenleri karşılar. Gelenlerin gerçek er olduğunu anlayan Gürcü beyi onlara iltifat eder. Sarı Saltık da onları imana çağırır, onları Müslüman eder ve Hüseynî Tac giydirir. Sonrasında seccadesini yine denize sererek aynı şekilde gider. Kaligra Kalesi’ne varır. Kalenin 156 157 Şükrü Haluk Akalın, a.g.mak,. s. 65. Şükrü Haluk Akalın, a.g.mak., s. 64. 123 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı surlarına yükselirken ayağını bastığı her taş hamurlaşır. İçerde yedi başlı bir ejderhanın olduğunu gören Sarı Saltık, ejderhaya saldırır ve yedi başına birer ok atar. Ejderha, Sarı Saltık’ı sıkıştırınca Hızır’ı çağırır. O sırada Hünkâr, Hızır ile sohbet ediyormuş. Hızır’a Sarı Saltık’ın imdadına yetişip ona kılıcını hatırlatmasını ister. Hızır gelip Sarı Saltık’a tahta kılıcını hatırlatınca, Sarı Saltık tahta kılıcıyla ejderhayı öldürür. Bu olay ahali tarafından duyulur ve orayı terk eden beye haber verilir. Kalenin beyi canu gönülden Sarı Saltık’a muhib olup imana gelir.158 Bu menkıbenin en eski versiyonu Ebü’l-Hayr-i Rûmî tarafından kaleme alınan Saltuk-nâme’deki versiyonudur. Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî’den başka Vilâyetnâme-i Otman Baba’da ve Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde de geçer. Son ikisinde diğerlerinden farklı olarak, ateşte kaynayan kazana girme motifi bulunmaktadır. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde menkıbenin devamı özetle şöyledir: Gürcistan’dan sonra Sarı Saltık, Dobruca’daki Kaligra Kalesi’ne gelir. Kendisi de sarı olduğundan fark edilmeden binlerce insanı Müslüman eder. Bir ara Dobruca Kralı ile buluşur. Dobruca kralı ona bir ejderhanın kendilerine musallat olduğunu ve nice insanları yediğini, şimdi de sıranın kendisinin iki kızına geldiğini ve onları Dobruca ovasında bir direğe bağladıklarını söyleyerek onları bu dertten kurtarmasını rica eder. Sarı Saltık, Müslüman olmaları şartıyla bunu kabul eder. Kral, rehberlik etmesi için papazını kılavuz olarak verir. Sarı Saltık, ejderhayı öldürüp kızları kurtarır. Daha sonra Sarı Saltık, kızlarla beraber gelir, olup biteni anlatır. Ancak Kral şüpheye düşer. Çünkü papaz, ejderhayı kendisinin öldürdüğünü iddia etmektedir. Bunun üzerine Sarı Saltık, ejderhayı öldürmenin ancak bir kerametle mümkün olacağını ve kimin keramet sahibi olduğunun ortaya çıkması için bu papazla beraber kaynar bir kazanın içine girmeyi teklif eder. Papaz ile Sarı Saltık’ın ellerini bağlayıp ikisini de kaynar kazana koyarlar. O sırada Hacı Bektâş, Kırşehir’de bulunmaktadır. Bu durum ona malum olur, yanında oturduğu kayadan su çıkar, Hünkâr: “Bu Sarı Saltık’ın teridir” der. Bir müddet sonra kazanın ağzı açılınca Sarı Saltık tere batmış bir halde, Papaz ise yalnızca iskeleti kalmış halde bulunur. Bu kerameti gören Dobruca Kralı yedi bin kişilik tebaasıyla beraber Müslüman olur.159 158 159 Abülbaki Gölpınarlı, Vilâyetnâme Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, s. 44-46. Ahmet Yaşar Ocak, SARI SALTIK, s. 49-51. 124 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sarı Saltık’la ilgili olarak dikkat çeken önemli bir başka konu da, onun gömülmesi ile ilgili düzenlemedir. Rivayete göre Sarı Saltık, ölümünden sonra yedi tane tabut hazırlanmasını, bunları talep eden krallara verilmesini ancak naaşının hangi tabutta olduğunun bilinmemesini vasiyet etmiştir. Vasiyet şöyledir: “Ben giderem, beni siz yuyup kefenlen, alup çerağum katına (Babaeski’deki tekkeye) iletün. Eğer sizden çevre beğleri benim ölüm isteyeler, birer tabut düzün, bir gece tursun, adamlarına virün. Ben ol tabutta görineyim ve dahi benüm tabutumı her yirde kim koyasız, birez cinler götürürler, sizler girü sonra yire koydukları vakit götüresiz… Kâfirlere karşu ağlaman kim beni öldi deyü müselmanlara zahmet virmeyeler. Uş sonra oğlum Umur [Ömer ?] ve Osman gelür bu mülk-i Rûm’ı anlar zabt edüp İslâm birle 160 tolmasına sebep olalar.” Sarı Saltık’ın vefatından sonra Moskova, Polonya, Danimarka, Çekoslovakya ve İsviçre kralları birer tabut istemiş ve aldıkları tabutları kendi topraklarına gömmüşlerdir. Sarı Saltık’ın makamlarının bu kadar yaygın olmasının -ki bunların on beşin üzerinde yer olduğu ifade ediliyor- sebebi bu vasiyet olsa gerektir.161 Rivayet edilen bu menkıbeler Sarı Saltık’ın ölümünden sonra daha da yaygınlaşmış, yazılı risaleler halinde ve şifahî olarak da aktarılmıştır. Bu yoğun menâkıb Alevî-Bektaşî zümresi içinde yükselen “Sarı Saltık Kültü”nün oluşmasına ve birçok yerde -Sarı Saltık ile uzaktan yakından alâkası olmadığı halde- onun makamlarına rastlanmasına sebep teşkil etmiştir.162 Bugün Orta Anadolu’da özellikle, Sivas, Tokat, Divriği ve Tunceli Alevîleri arasında “Sarı Saltık Kültü” oldukça yaygındır.163 Sarı Saltık Kültü o kadar yaygınlaşmıştır ki, Hristiyan dünyasında Sarı Saltık’ın Aya Nikola diye bir Hristiyan azizi olarak tanındığını; Babaeski’de ona ait mezarın Aya Nikola’ya ait kabul edildiğini; Kaligra’daki türbesinin hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar tarafından ziyaret edildiğini; Korfo’da Aya Spyridon’a ait olarak gösterilen mezarın, bazı Bektaşîler tarafından Sarı Saltık mezarı olarak tanındığını; bazı yerlerde de onun, Aya Yorgi ve Aya Naorum 160 Ebü’l-Hayr-i Rumî, a.g.e., III, 298-299. Grace M. Smith, a.g.mk., s. 216. 162 Kemal Yüce, a.g.e., s.47; Ayrıca bk. Talip Tuğrul, Tunceli Alevîliğinde İnanç ve İbadet (Sarı Saltık Ocağı Örneği) Ek I: Tezimizin Mülâkat Metni, s. 16. 163 Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, s. 193. 161 125 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olarak bilindiğini; ünlü müsteşrik Frederik William Hasluck’tan öğreniyoruz.164 Hristiyan dünyada “Sarı Saltık Kültü”nün yaygınlığının bir ifadesi de, onların savaşlarda düşmana saldırırken Hz. Meryem, Hz. İsa ve Saint Nicolas’ın adları yanında Sarı Saltık’ın adını da anıp ondan yardım istemeleridir.165 Sarı Saltık’ın türbeleri/makamları için ise şunları söylemek yerinde olacaktır. Kendisinin vefatından önce yedi tabut hazırlanmasını istediği ve her birinin kendi memleketine götürmesi için yedi krala verilmesini vasiyet ettiği Saltuk-nâme166 ve Vilâyetnâme’de167 aktarılmıştır. Evliya Çelebi’ye göre Sarı Saltık’ın yedi mezarı Moskova, Lehistan, Danzing-Bohemya, İsveç-Litvanya, Edirne-Babaeski, Moldovya-Babadağı ve Dobruca-Kaligra’da bulunmaktadır.168 Ancak daha sonra yaygınlaşan “Sarı Saltık Kültü”nden dolayı, bu türbelerin sayısı yedi rakamını bir hayli aşmıştır. Bu sebeple Balkanlar ve Anadolu’da Sarı Saltık’ın birçok türbe-makamlarına rastlanmaktadır.169 Sarı Saltık’ın şahsiyeti ilgili oluşan efsane yumağı, tarihe mal olmuş şahsiyetlerin etrafında söylenceler türetilmesinin, insanlık tarihinin bir gerçeği olduğunu ifade etmektedir. Yine bu gibi zatlarla ilişkin olmanın cazibesi, onlara nispetle birçok makamın inşası sonucunu doğurmuştur ki bu vakıayı Sarı Saltık ilgili olarak da tespit etmekteyiz. 164 Bektaşîlik Tetkikleri, F. R. Haslok, trc. Ragıp Hulusi, MEB yay. 2000, s. 92- 96. Ahmet Yaşar Ocak, Sarı Saltuk ve Saltuk-nâme, Türk Kültürü, 1978, sayı: 197 yıl: XVII s. 270. 166 Ebü’l-Hayr-i Rumî, a.g.e., III, 298-299. 167 Abülbaki Gölpınarlı, Vilâyetnâme Manâkıb-ı Hünkâr Bektâş-ı Velî, s. 47. 168 Abülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, s. 39. 169 Ayrıntılı bilgi için bkz. Talip Tuğrul, a.g.e., s. 61-63. 165 126 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Fotoğraf 1: Sarı Saltık’ın Tunceli Hozat Türbesi/Makamı Fotoğraf: 2 Sarı Saltık’ın Bosna Türbesi/Makamı Sonuç Sarı Saltık’ın hayatıyla ilgili tarihî kayıtlar oldukça sınırlıdır. Efsanevî-menkıbevî hayatıyla ilgili ise elimizde bir hayli malzeme bulunmaktadır. Tarihî Sarı Saltık, XIII. yüzyılın ikinci yarısında İslâm’ın Balkanlar’a girişinde ve bunun sosyal tabanını teşkil eden öncülüğünü II. İzzeddin Keykavus’un yaptığı- Türk iskânında rol oynayan bir gazi derviş iken; Menkibevî Sarı Saltık, Hacı Bektaş tarafından İslam’ı yaymak için Rumeli’ye gönderilen bir alperen 127 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı derviştir. O, düşman içerisine girip, onların kalelerini tek başına fetheden, tahta kılıcıyla ejderha öldüren ve benzeri birçok olağanüstü özelliğe sahip bir destan kahramandır. Onun tarihî hayatıyla menkibevî hayatının birçok yönden uyuşmadığı söylenebilir. Ancak bu hayat anlatılarının ortak tarafı, onun bir alperen, gazi-derviş olduğudur. Kaynakça AKALIN, Şükrü Halûk, Ebü’l-Hayr-ı Rûmî’nin Saltuk-Nâme’si, Türk Kültürü Araştırmaları, Yıl-XXXII/1-2, Ankara 1994, ss. 63-87, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’a Armağan Sayısı. BABINGER, “Sarı Saltık Dede”, İA, X, 220-221. BARKAN, Ömer Lütfi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolonizatör Türk Dervişleri, TÜRKLER c. 9, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara. BOZKURT, Fuat, Aleviliğin Toplumsal Boyutları, Yön Yay. İstanbul, 1990. Ebü’l-Hayr-ı Rumî, Saltuk-Nâme, Haz. Şükrü Halûk Akalın, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay: 809, Ankara, 1987. GÖLPINARLI, Abdülbaki, Alevî-Bektâşî Nefesleri, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1992, (2. Baskı). GÖLPINARLI, Abdülbaki,Vilayet-Nâme Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli, İnkılap Kitapevi, İstanbul, ts, (2. Baskı). HASLOK, F. R., Bektaşilik Tetkikleri (Sarı Saltık Rivayeti), çev. Râgıp Hulûsî, Sadeleştiren: Kâmil Akarsu, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 2000. KIEL, Michael, “Sarı Saltık ve Erken Bektaşilik Üzerine Notlar”, trc. Fikret Elpe, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul, 1980/2, sy: 9, ss. 25-36. KÖPRÜLÜ, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. Ankara, 1991, (7. Baskı). KÖPRÜLÜ, M. Fuad, Anadolu’da İslâmiyet, çev. Ragıp Hulusî, Yayına haz. Mehmet Kanar, İnsan Yay. İstanbul, 1996. KÖPRÜLÜ, M. Fuad, “Abu’l-Hayr-ı Rumi, Saltuknâme (XV. Asır)”, TTK, Belleten, VII/ 27, s. 430-441, Ankara, 1943. LEİSER, G., “Sarı Saltık Dede”, EI2, IX, 62-63. OCAK, Ahmet Yaşar, Babaîler İsyanı Aleviliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu’da İslam-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, Dergâh Yay. İstanbul, 2000, (3. Baskı). OCAK, Ahmet Yaşar, SARI SALTIK Popüler İslam’ın Balkanlardaki Destanî Öncüsü, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2002. 128 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması OCAK, Ahmet Yaşar, “Barak Baba”, DİA, V, 61-62. OCAK, Ahmet Yaşar, “Sarı Saltuk ve Saltuknâme”, Türk Kültürü, 1978, sy: 197, ss. 266-275, Yıl: XVII. PARMAKSIZOĞLU, İsmet, İbn Batuta Seyahatnâmesinden Seçmeler, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1971. SMITH, Grace M., “Some Turbes/Maqams of Sarı Saltuq, An Early Anatolian Turkish Gazi-Saint”, TURCICA, XIV, 216-222, Paris, 1982. TUĞRUL, Talip, Tunceli Alevîliğinde İnanç ve İbadet (Sarı Saltık Ocağı Örneği), (Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2006. YÜCE, Kemal, Saltuk-Nâme’de Tarihî, Dinî ve Efsânevî Unsurlar, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1987. 129 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması UÇKUN, Rabia (2014). “Saltuknâme’ De Sarı Saltuk Gazi’ye Atfedilen Kerametler”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.131-144 (http://bilgelerzirvesi.org). Rabia UÇKUN* SALTUKNÂME’ DE SARI SALTUK GAZİ’YE ATFEDİLEN KERAMETLER B ugün ilmi irfanla yoğurabilen, aklı da gönül süzgecinden geçirebilenlerden; Türk dünyasının bilge şahsiyetlerinden söz ediyoruz. Türk Dünyasının bilge şahsiyetlerinden biri de Sarı Saltuk’tur. Türk Dünyası eren ve evliyaları içinde, önemli bir yere sahip olan ve hakkında çok şey anlatılan Sarı Saltuk’un, Anadolu ve Balkanlarda birçok yerde makam mezarının bulunduğu bilinmektedir. On üçüncü yüzyılda yaşayan Sarı Saltuk (ö. 1297/1298), Anadolu ve Balkanların fethi, Türkleşmesi ve İslamlaşmasında önemli rol oynayan bir alperen, gazi bir derviştir. Sarı Saltuk gazaları, Türklük ve İslâmiyet’e hizmetleri sebebiyle bir veli olarak kabul görmüş; Anadolu ve Balkanlarda bulunan çok sayıdaki türbe ve makamı ise geçmişten günümüze ziyaretgâh haline gelmiştir. Anadolu’nun ve Balkanların fethinde alperenlerin rolü bugün daha iyi anlaşılmakta ve bu gazi dervişlerin halk üzerinde manevi nüfuzlarının oldukça kuvvetli olduğu görülmektedir. Anadolu’da ve Balkanlarda bulunan birçok makam mezar ve ziyaretgâhta kimin yattığı sorulduğu zaman, “Horasan Ereni” cevabı verilmektedir. Bu dervişlerin dünyadan elini eteğini çekmiş münzeviler olduğunu düşünmek yanlıştır. Tam tersine bu zümreler savaşan, toprak açan, açılan topraklarda zaviyeler kurup tarım yapan ve diğer insanların bu topraklara yerleşmesini sağlayan aktif kişilerdir. Ömer Lütfi Barkan’ın belirttiği gibi, Kolonizatör Türk dervişinin hâkim vasfı üretici olmasıdır.170Kolonizatör Türk dervişlerinin diğer bir deyişle alperenlerin; fethedilen veya edilmek üzere olan bir bölgeye / ülkeye giderek önce orada bir zaviye kurduklarını görüyoruz. Bu zaviyeler, * Yrd. Doç. Dr. Ege Üniversitesi. Bkz.Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, Hamle Yayın Dağıtım, İstanbul, s.32-33 170 131 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Türkleştirme ve İslamlaştırma amacıyla çalışan birer kültür merkezi ve ocağı olmanın yanı sıra tarım, hayvancılık ve zanaatın yapıldığı üretim merkezi olma işlevini de sürdürmüştür. Bu gaziler ve alperenlerin Hz. Peygamber’in müjdelediği Rumeli’nin fethi için, tıpkı İstanbul’un fethinde olduğu gibi, gayret göstermeyi Allah’a hizmet etmek olarak düşündüklerini ve böylesine kutsal bir görevin onlar için bir motivasyon kaynağı olduğunu söylemek mümkündür. Gaza düşüncesiyle hareket eden alperenler, fethedilen yerlerdeki ilk yerleşim yerlerini kurmuş bu sayede askeri başarı kalıcı hale gelmiştir. Bu yönüyle Sarı Saltuk dahil kolonizatör Türk dervişleri, aynı zamanda birer şehir planlamacı olarak karşımıza çıkmaktadır. Sarı Saltuk örneğinde olduğu gibi alperenlerin, hem askeri hem manevi fetih yaptıklarını; yine fiziki mimarlığın yanı sıra manevi mimarlık misyonunu da üstlendiklerini söyleyebiliriz. XIII. yüzyıl erenlerinden Sarı Saltuk’un hayatını, gazalarını ve çeşitli kerametlerini; XIII-XV. yüzyıllardaki tarihi hadiseleri konu alan Saltuknâme; Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın isteği üzerine Ebu’l–Hayr-ı Rumi tarafından yedi senelik bir çalışma sonucunda Türk sözlü geleneğinden toplanarak yazıya geçirilmiş ve 1480 yılında üç ciltlik bir eser olarak tamamlanmıştır. Ebu’l–Hayr-ı Rumi Saltuknâme’yi niçin kaleme aldığını Saltuknâme’de şöyle anlatmaktadır171:“…bana buyurdu kim; bu azizün sahihen kanda kim menakıbın bulam dervişlerden soram bilem ta kim bu azizün kıssaların cem idem. Pes Cem Sultan emriyle memlekette yüridüm, kangıyirde kim bunun menakıbınişittüm, yazdum, birbirine tertibüzre uydurup, bir kitabidüp, yidi yılda tamam eyledüm. Sultan katına getürüp teslim ittüm.” Saltuknâme’ye göre Sarı Saltuk'un asıl adı Şerif Hızır'dır. Babasının adı Seyyid Hasan, annesinin adı Rabia’dır. Saltuknâme'ye göre Sarı Saltuk 99 yıl yaşamış, düşmanları tarafından zehirlendikten sonra hançerlenerek şehit edilmiştir. Son nefesini vermeden önce de, kendisini zehirleyen ve hançerleyen düşmanını öldürmüştür.172Sarı Saltuk'un şeceresi Hz. Muhammed’e ve Hz. Ali’ye dayanmakta ve Şerif, Şerif Hızır, Server, Saltık, Sarı Saltık adlarının yanı sıra Seyyid adını aldığı da görülmektedir. Sarı Saltuk'un Hz. Hasan ve Hüseyin’in soyundan geldiği birkaç yerde belirtilmektedir:173“…Şerif mübarek başına iki alâmet eyledi; bir kızıl kim Hz. Hüseyniler tonıdur ve biri 171 Saltuk-nâme III, s.366 Saltuk-nâme I, s.3 173 Saltuk-nâme I, s. 10 172 132 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yaşıl kim Hz. Hasanîlertonıdur….Şerif atadan Hz. Hüseynî, anadan Hz. Hasanî idi.” Sarı Saltuk hakkında bilgi veren önemli bir kaynak da Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’dir. Evliya Çelebi'ye göre Sarı Saltuk'un asıl adı Muhammed Buharî'dir. Seyahatnamede belirtildiğine göre, Ahmed Yesevî, Diyar-ı Rum’a, yani Anadolu’ya önce Hacı Bektaş-ı Veli’yi, daha sonra ona yardımcı olması için Sarı Saltuk’u gönderir. Yesevî’nin meşhur tahta kılıcını kuşattığı Sarı Saltuk’un asıl görevi bu kılıçla Rumeli’yi fethedip Dobruca’da, “Yedi-krallık yerde nam ve şan sahibi” olmaktır. Hacı Bektaş, yedi yüz Horasan ereniyle birlikte Diyar-ı Rum’a gelen Sarı Saltuk’u şeyhinin emrine uyarak Dobruca’ya gönderir. O da bu bölgede birçok yeri fethedip kerametler göstererek halkını Müslüman eder ve menkıbeleri dilden dile dolaşmaya başlar174: “Bu âsitâne-i bâ-sa‘âdetin sebeb-i inşâsı oldur kim sene (---) târîhinde bizzât Muhammed Hacı Bektâş-ı Velî Yesev şehrinde Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevî'den cihâz-ı fakrı kabul edüp diyâr-ı Rûm'da sâhib-i seccâde olmağa me’zûn olup üç yüz yetmiş fukarâ ve bu Keliğra Sultân cümle fukarâlara ser-çeşme olup Hacı Bektâş-ı Velî ile Rûm'da Orhân Gâzî'ye gelüp Bursa fethinden sonra Hacı Bektâş, Keliğra Sultân'ı yetmiş fukarasıyla Moskov ve Leh ve Çeh ve Dobruca diyârlarına gönderüp Rûm erenleri olmağa izn verüp "Dobruca'da bir böcük vardır, anı katledüp ibâdullahı şerrinden emîn eyle" deyü Hacı Bektâş, Keliğra Sultân'ın destine bir tahta kılıç ve bir seccâde ve tabl ve kudüm ve alem ve sıraf ve def ve nakkâreverüp Keliğra Dedekal‘a-i Sinop'a gelüp alâmele’i'n-nâs yetmiş nefer fukarâsıyla postların deryâ üzre döşeyip "Yâ Hayy [u] yâ Kayyûm" esmâsına müdâvemet edüp def ve kudümlerin çalarak bir günde Rûm cânibinde diyâr-ı Kırım'a andan vilâyet-i Moskov'da Heşdektâ’ifesin ve Leh diyârında Libka tâ’ifesin cümle İslâm ile müşerref edüp……” Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde ve Hacı Bektaş Veli Velayetnâmesi’nde anlatıldığı gibi, erenlerin Anadolu’ya gelişi ve gösterdikleri kerametler ile Sarı Saltuk’un Ahmet Yesevi’nin isteği üzerine Hacı Bektaş Veli tarafından görevlendirilmesi Saltuknâme’de, “Kıssa-i İbtidâ-i-Evliyâ-i Rûm Beyânıdur”175 başlığı altında ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. 174 Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, II Kitap, Haz: Zekeriya Kurşun-Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1998, s.71 175 bkz: Saltuk-nâme II, .s. 43 vd. 133 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Saltuknâme'yi incelediğimizde, Türk-İslam medeniyetinin Anadolu ve Balkanlarda nasıl ilmek ilmek örüldüğüne şahit olurken; Sarı Saltuk'un menkıbevi hayatı hakkında ayrıntılı bilgi edinmemize rağmen tarihi kişiliği hakkında sınırlı bilgiye sahibiz. Sarı Saltuk ile aynı dönemde yaşamış olan yerleşik kültüre sahip şehirli sûfî şahsiyetler hakkında (Mevlâna Celâleddin-i Rûmî gibi) resmi ve özel kaynaklarda, bu şahısların kendi eserlerinde bilgi verilmekte iken; Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Sarı Saltuk gibi şahıslar bundan mahrum olmuştur. Ahmet Yaşar Ocak, yaptığı ayrıntılı çalışmada176 Sarı Saltuk’un Balkanlar'a yapılan Anadolu kökenli Türk iskânının önderi olduğunu; hatta bazı yerel Hristiyan azizleri ile özdeşleştirildiğini özellikle vurgulayarak hayali ve efsanevi bir kişilik değil, tarihi bir kişilik olduğuna dikkati çekmektedir. Saltuknâme üzerine doktora tezi hazırlayan Kemal Yüce177 ve Şükrü Haluk Akalın,178Sarı Saltuk ile ilgili bilgi, belge ve geniş bir bibliyografyayı bilim dünyasının hizmetine sunmuştur. Saltuknâme'de anlatılan menkıbelerin bir kısmı, Türklerin Rumeli’ye geçişi, Anadolu ve Rumeli’nin fethi, tekfurlarla yapılan savaşlar, Beylikler devri olayları, Osmanlı devletinin kuruluşu gibi tarihi olayları konu etmektedir. Bu menkıbelerde Osman Gazi, Umur Bey, Sultan Alaeddin, Gıyasettin Keyhusrev, Cengiz Han, Nasrettin Hoca, Ahmet Fakih, Karaca Ahmet, Mevlana adı geçen tarihî şahsiyetlerdir. Saltuknâme'de yer alan menkıbelerin bir kısmı, Sarı Saltuk’un Hindistan, Habeşistan, Arabistan ve Türkistan’a yaptığı seferleri, gazaları ve kerametlerini konu almaktadır. Menkıbelerin bir kısmı ise, Sarı Saltuk’un Kaf Dağı, Cinnistan, Kuhistan, Cabülsa (Cabülka), Şahmaran gibi olağanüstü ülkelere yaptığı seyahatleri ve bu sırada cin, dev, cadı gibi olağanüstü varlıklarla mücadelesini anlatmaktadır. Sarı Saltuk’un menkıbevi şahsiyetinin oluşmasında, ona atfedilen kerametlerin önemi büyüktür. Sarı Saltuk’un halkın gönlüne taht kurmasında, Saltuknâme’nin son dönemlere kadar okunması ve halk muhayyilesinde korunmasında, Sarı Saltuk’un hayatta iken gösterdiğine inanılan ve Saltuknâme’de anlatılan kerametlerin önemli 176 bkz: Ahmet Yaşar Ocak, Sarı Saltık Popüler İslam’ın Balkanlar’daki Destanî Öncüsü, TTK Yay, Ankara 2002 177 Kemal Yüce, Saltuknâme’de Tarihî, Dinî ve Efsanevî Unsurlar, Kültür ve Turizm Bak. Yay.,Ankara1987 178 Şükrü HalukAkalın, Ebü’l-Hayr-ı Rûmî,Saltuk-name I- II-III, Kültür Bak.Yay., Ankara 1987,1988,1990 134 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bir rolü olduğunu düşünmekteyiz. Saltuknâme’de Sarı Saltuk’a atfedilen kerametleri, beş ana başlık altında değerlendirmeyi uygun bulduk ve bu çalışma için Şükrü Haluk Akalın tarafından hazırlanan ve üç cilt halinde Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan (1987,1988,1990) Saltuknâme neşrini esas aldık. Mukaddes, İnsanüstü ve Gizli Güçler Üzerinde Cereyan Eden Keramet Motifleri Rüyada Peygamber ve İslam Büyüklerini Görme Saltuknâme’de rüya görme, diğer İslami Türk destanlarında olduğu gibi, çok yaygın ve önemli motiflerden biridir. Saltuknâme’de, Battalnâme ve Danişmendnâme’de179 olduğu gibi rüyalar kutsal sayılmakta ve bu rüyalara göre hareket edildiği görülmektedir. Sarı Saltuk rüyasında Seyyid Battal Gazi’yi görür180; onun işaret ettiği mağarada Battal’ın atı Aşkarı, Hz. Hamza’nın silahını ve Dahhak’ın kılıcını, Giv’in mızrağını, Güştasb’ın kalkanını bulduktan sonra yenilmezlik gücünü elde etmektedir. Rüyalar, haber işlevinin yanı sıra olağanüstü güçler ve mekânlarla bağlantı kurma işlevine de sahiptir. Ayrıca rüyaları, rüyayı gören kişiye kutsiyet kazandırması ve rüya sonrası yapılan fetih hareketlerinin Allah tarafından onaylanması açısından da değerlendirmenin gerekli olduğu düşüncesindeyim. Sarı Saltuk’un gösterdiği kerametler, İslam büyükleri özellikle de Hz. Peygamber’in rüyasına girmesi ve meleklerin yardım etmesi ile vuku bulmaktadır. Sarı Saltuk sık sık rüyasında Hz. Muhammed’i görür, ondan emir alır ve onun işareti ile fetih kararı verir. Sarı Saltuk, Edirne şehrini fethetme kararını Hz. Peygamberi rüyasında gördükten sonra vermiştir.181Sarı Saltuk’un başka bir kerameti, rüyasında Hz. Muhammed’i gördükten sonra mezarına giderek onunla konuşmasıdır.182 Saltuk’un Hz. Peygambere mezhebinin ne olduğunu sorması üzerine, Hz. Peygamber’in dört mezhebin imamını sayarak, “Bunlar bizim çar-yarımız gibidir” cevabını vermesi özellikle dikkati çekmektedir. 179 Bkz. Rabia Kocaaslan Uçkun, Danişmendname’deki Epik ve Dini Unsurlar, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). 1992 180 Saltuk-nâme I, s. 5 181 Saltuk-nâme II, s. 53 182 Saltuk-nâme I, s. 55 135 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Saltuknâme’de rüyaların, Sarı Saltuk’a ve Anadolu ile Rumeli’de gerçekleştirdiği fetih faaliyetlerine kutsiyet kazandırdığını, olaylar arasındaki geçişi sağlayarak olay örgüsünü yönlendirdiğini söylemek mümkündür. Hızır ve Diğer Gayb Erenleriyle Görüşme Türk kültüründe Hızır, boz atlı, yeşil elbiseli, ak sakallı bir ihtiyar olarak tasvir edilir ve çeşitli kılıklarda zor durumda olanlara yardım eden, uzun mesafeleri çok kısa sürede aşabilen, bolluk ve bereket getiren, hastalara şifa dağıtan, tabiatın yeşermesini, hayvanların üremesini sağlayan, savaşlara katılarak askerlere yardım eden kutsal bir varlık olarak değerlendirilir.183 Saltuknâme’de Hızır’ın, Sarı Saltuk’a kılavuzluk ve mürşitlik yaptığını, onu velayet mertebesine ulaştırdığını, bazı sırları öğreterek felaket ve zor durumlarda imdadına yetiştiğini görüyoruz. Saltuknâme’de Sarı Saltuk’un, Hızır’ın ağzının yarını vermesi ile nasıl velayet sahibi olduğu şöyle anlatılmaktadır:184 “Şerif dahi ağzın açdı. Ağzına Hz. Hızır ağzı yarın virdi, eytdi: Korkma şimdengirü, yüri, didi. Şerif bir ol kadar dahi kuvvet dutup velayet ve keramete kadem basdı.”Bir şehrin halkı Sarı Saltuk’a bir ölüyü diriltirse Müslüman olacaklarını söyler. Saltuk, ben peygamber değilim ki ölüyü diri kılayım, biz diriyi öldürmeyiz ölüyü de diri görürüz, cevabını verir. Kırk gün kırk gece ibadet eder. Kırkıncı gün duvar yarılır, Hızır gelir ve İsa Peygamberin duasını öğretir. Saltuk mezardaki ölüyü bu dua ile diriltir, buna şahit olan kırk bin can Müslüman olur.185 Saltuknâme’de Sarı Saltuk’un çeşitli kavimlerin dilini öğrenip ilim sahibi olması Hızır’ın, verdiği elmayı yemesi ile gerçekleşmektedir.186. Sarı Saltuk’un birden fazla dil bildiği birçok kez tekrarlanmaktadır. “Şerif dahi dört kitabı tekmil itmişdi, on iki dürlü dil bilürdim birle ehlinden hasıl itmişdi.”187Yine başka bir yerde, “Hızır Şerif yitmiş iki dürlü dili Allah Taala fazlıyla yazardı ve okurdı ve sahaif ve kitabları bilürdi.”188şeklinde belirtilmektedir. Yine Hızır’ın hazırladığı ilaç sayesinde, zehirlenen Sarı Saltuk ölmekten 183 Geniş bilgi için bkz: Ahmet Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızırİlyas Kültü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları,Ankara1990 184 Saltuk-nâme I, s. 33 185 Saltuk-nâme II, s. 56-57 186 Saltuk-nâme I, s. 113-114 187 Saltuk-nâme I, s. 6, 31 188 Saltuk-nâme I, s. 276 136 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kurtulur189. Sarı Saltuk’un olağanüstü özelliklere sahip tahta kılıcı da, Hızır tarafından kendisine verilmiştir. Bu kılıç Hz. Peygambere aittir ve hurma ağacından yapılmıştır. Demir gibi sağlam olduğu belirtilen kılıç, taş ve kayaları parçalayacak özelliğe sahiptir.190Sarı Saltuk’un Hz. Peygamberden kendisine miras kalan bir kılıca sahip olması, Saltuk Gazinin peygamber soyundan geldiği yönündeki kabulleri pekiştirmesi açısından da önemlidir. Battalnâme ve Danişmendnâme’de olduğu gibi, Saltuknâme’de de gazi dervişlerin kullandığı kılıçlar, kutsal ve olağanüstü özelliklere sahiptir, özellikle tahta kılıçların kuvvet ve kudretin sembolü olduğunu söylemek mümkündür. Türk halk kültüründe, Hızır’ın ab-ı hayattan içtiğine, bunun için sonsuza kadar yaşayacağına ve insanlara yardım edeceğine inanılmaktadır. Saltuknâme’ye göre Hızır ab-ı hayatı Nil nehrinin doğduğu yerde bulmuştur ve Hızır’ın makamı da Nil nehrinin kaynağındadır.191 Saltuknâme’de fetih sırasında düşmana mağlup olmak üzere iken Hızır’ın veya iyilik cininin Sarı Saltuk’a yardım etmesi, fetih hareketlerine katılanların ruhani güçler tarafından korunduğu mesajını da içermektedir. Bu yönüyle Sarı Saltuk diğer velilerin menkıbeleri ve benzer kerametleri, alperenleri fetih için cesaretlendirme işlevini üstlenmiştir, diyebiliriz. Cinlerle Temas Kurma, Kötülüklerini Yok Edip Hizmetinde Kullanma Saltuknâme’de Hızır’ın yardımcısı olan Sünni cin Minû-çihr de, Sarı Saltuk’a yardım eder, zor durumda imdadına yetişir. Kâfirlerin eline düşen Sarı Saltuk, ateşte yakılmak üzere iken Minûçihr tarafından kurtarılarak, Hz. Hızır ve İlyas’ın katına gökyüzüne çıkarılır.192 Hızır, iyilik cini Minû-çihr aracılığı ile Sarı Saltuk’a Ankabil adlı atı gönderir. Minû-çihrbu ata Hz. Hamza ile Hz. Abbas’ın bindiği belirtir.193 Sarı Saltuk, halkına zulüm eden Sultan Alâüddin ile görüşmek üzere Konya’ya gelir. Sünni cin ordusu yardıma gelir ve Konya’yı muhasara eder:194“……dua-i Minû-çihr’i 189 Saltuk-nâme II, s. 42 Saltuk-nâme I, s. 170-171;II, s. 29 191 Saltuk-nâme I, s. 239 192 Saltuk-nâme I, s. 33 193 Saltuk-nâme I, s. 53 194 Saltuk-nâme II, s. 60 190 137 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı okudı. Heman dört yüz bin cin leşkeri geldiler. ”Sarı Saltuk, kafirler tarafından derin bir kuyunun içine atılır, Minû-çihr duasını okuyarak kurtulur195. Saltukname’de yine birçok yerde, Sarı Saltuk’un gazalarına Minû-çihr ve ordusunun iştirak ettiğini 196 görmekteyiz. II. Velinin Kendi Vücudunda Cereyan Eden Keramet Motifleri Sarı Saltuk’un, fiziki olarak tasvir edilmemesine rağmen, çok güçlü ve heybetli olduğuna dair ipuçları Saltuknâme’de yer almaktadır. Sarı Saltuk iki yanında iki aslanla öyle bir yürür ki, Zal Oğlu Rüstem görse korkar.197 Düşmanın üzerine bir ev büyüklüğündeki kayayı başının üzerinde taşıyarak saldırır.198 Kalelere büyük taşlar atar, eli ile veya tuttuğu çomak ile kale duvarların ve demir kapıları kırar.199 Düşman gemilerini eli ile çekerek denizden karaya çıkartır.200 Eli o kadar serttir ki, düşman mızrakları değince eğilir, düşmanların attığı oklar geri dönüp atanları helak eder.201Sarı Saltuk’un önemli bir özelliği de, Battal ve Danişmend Gazi gibi iyi bir hatip olmasıdır. Sarı Saltuk hem Müslümanlara hem Hristiyanlara hitap eder, vaaz verir. Zaman zaman gökyüzüne doğru uçar, bulutlar üzerinde gezinir.202 Öldürücü ve Tahrip Edici Şeylerden Etkilenmeme Sarı Saltuk’un ateşten etkilenmediğini görüyoruz. Ateşe dayanıklı olan Simurg203üzerinde yolculuk yaparak, efsanevi Kuh-ı Şua (ateş dağı) dağını uçarak aşmaktadır. Yine ateş ile beslendiğine inanılan Semenderin yağını vücuduna sürdüğü, semender kürkü giyerek dolaştığı Saltuknâme’de kayıtlıdır. Saltuknâme’de bir menkıbede Sarı Saltuk’un ejderi öldürerek kurtardığı bir kavmi nasıl Müslüman ettiği anlatılmaktadır. Sarı Saltuk, ejderi kendisinin öldürdüğünü iddia eden bir papaz ile kimin doğru söylediğini anlamak için ateşte kaynayan kazana girerek ateş 195 Saltuk-nâme II, s. 65 Saltuk-nâme II, s. 69-70 197 Saltuk-nâme I, s. 179 198 Saltuk-nâme III, s. 235 199 Saltuk-nâme III, s. 236 200 Saltuk-nâme II, s. 84 201 Saltuk-nâme II, s. 117 202 Saltuk-nâme I, s. 363 203 Saltuk-nâme I, s. 126 vd. 196 138 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması imtihanından geçer. Papaz ölür, Saltuk kurtulur. Bu kerameti gören kral ve halkı Müslüman olur.204 Hz. Peygamberin saçından üç teli yanında taşıdığı için, Sarı Saltuk’a ok işlemez. Bu kutsal saç tellerinin Battal Gazi aracılığı ile Sarı Saltuk’a miras kaldığı belirtilir.205 Masallarda sihirli nesne olarak sıkça kullanılan saç teline, Saltuknâme’de kutsiyet atfedilerek Sarı Saltuk’a olağanüstü bir güç kazandırılmıştır. Saltuknâme’de Sarı Saltuk’a ait kılıçların da efsanevi ve kutsi bir özelliğe sahip olduğu görülmektedir. Sarı Saltuk’un kılıç kullanmadaki ustalığından ve kılıç darbelerinden etkilenmemesinden sıkça söz edilmektedir. Kâfirlerin namaz kılarken vurdukları kılıç darbeleri Sarı Saltuk’a tesir etmez.206 Sarı Saltuk’a “ok işlemez, kılıç kesmez, od yakmaz.”207; yine aynı şekilde “top, ok, tüfek, taş zarar vermez.”208 Öleceği Yeri ve Zamanı Önceden Bilme Saltuknâme’de belirtildiğine göre, Sarı Saltuk önce suyuna zehir katılarak zehirlenmiş, daha sonra hançerle ağır bir şekilde yaralanmıştır. Sarı Saltuk, artık ölüm vaktinin geldiğini, beylerin ve kralların mezarına sahip çıkmak isteyeceklerini söyleyerek her isteyene verilmek üzere birer tabut hazırlamalarını vasiyet eder. Her tabutta bedeninin görüneceğini, ülkesine dönen kral ve beylerin cenazeyi defnedeceğini bildirir.209 Sarı Saltuk’un söyledikleri gerçekleşir ve vasiyeti yerine getirilir. Böylece Sarı Saltuk’un ölümünden sonra da kerametlerinin devam ettiği görülmektedir. Ölümünden sonra gerçekleşen bazı kerametleri daha vardır. Örnek olarak; Sarı Saltuk’un tabutu kimse dokunmadan hareket eder musallaya doğru gider.210 Saltuknâme’de Sarı Saltuk’un on iki yerde mezarı olduğu, ama Babadağ’a (Romanya) defnedildiği211 belirtilmektedir. 204 Saltuk-nâme II, s. 32,33 Saltuk-nâme II, s. 62-63 206 Saltuk-nâme I, s. 248 207 Saltuk-nâme II, s. 78 208 Saltuk-nâme III, s. 236 209 Saltuk-nâme III, s. 298 210 Saltuk-nâme III, s. 299 211 Saltuk-nâme III, s. 299,302 205 139 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı III. Tabiat Varlıkları ve Eşya Üzerinde Cereyan Eden Keramet Motifleri Akarsuları Durdurma, Tersine Akıtma Saltuknâme’de sahirlerin dört unsura hükmedemedikleri belirtilir ve Sarı Saltuk suya hükmederek yaptıklarının sihir olmadığına dair keramet gösterir. Sarı Saltuk’a Habeş’te dine davet ettiği Şeddad şöyle der:212 “Ben babamdan şöyle işitdüm kim cadular oda, suya, yile, toprağa hükmidemez. İmdi gel akarsuya sen işaret eyle, ersen dura. Biz de sana inanavuz, didi. Server Nil ırmağına işaret idüp Kaf madidi, olsu akarken durdı, akmadı.” Nil nehri üç gün üç gece akmaz, Saltuk’un bu kerametini gören Şeddad Müslüman olur. Maddelerin Mahiyet ve Niteliklerini Değiştirme Sarı Saltuk, ağzının yarını suya bırakarak acı olan pınarın suyunu tatlı hale getirir.213 Saltuknâme’de bu pınarın sonradan Sarı Saltuk’a atfen Baba Pınarı adı ile anıldığı belirtilmektedir. Yine Sarı Saltuk’un benzer bir kerameti, ağız yarını acı bir göle Akşehir gölüne bırakarak gölü tatlı su haline getirmesi ve dua ederek göldeki balıkları çoğaltması ile ilgilidir.214 Kurumuş Ağaç veya Odun Parçasını Ulu Yeşil Ağaç Haline Getirme, Meyve Oldurma Sarı Saltuk’un da gittiği yerde ilk icraatının ağaç dikmek olması üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Sarı Saltuk’un velâyet gösterip kurumuş ağacı yeşertmesi, ağaca meyve verdirmesi kerametleri arasında yer almaktadır. Bir Yahudi dut ağacı yeşerip meyve verirse iman edeceğini söyler. Sarı Saltuk keramet göstererek kuru ağacı yeşertir:215 “Server bir kez mübarek eliyle ol ağacı sığadı, o ağaç yaşarup, yimiş virdi. Ve barmağıyla ağaç dibine urdı, bir su revan olup akdı.” Sarı Saltuk’un ağacı yeşerttikten sonra su çıkartması özellikle dikkati çekicidir. Böylece ağacın kuruması engellenmiş, abdest alınıp, gölgesinde ibadet edilecek bir mekân oluşturulmuştur. 212 Saltuk-nâme I, s. 292 Saltuk-nâme II, s. 33-34 214 Saltuk-nâme II, s. 46 215 Saltuk-nâme II, s. 297 213 140 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Yerden, Taş veya Kayadan Su Çıkarma, Suyu Çoğaltma Saltuknâme’de olağanüstü bir şekilde ortaya çıkan ağaç ve sular, Sarı Saltuk’un velilik niteliklerini pekiştirdiği gibi toplumsal bir işlevi de üstlenmiştir. Sarı Saltuk veya diğer erenlerin bir hamlede bitirdikleri bu ağaç ve suların ziyaret yeri hâline gelmesi, yeni fethedilen bölgenin vatan toprağı olarak algılanmasına önemli katkı sağlamıştır. Başka bir ifade ile tabiat unsurlarına bağlı olarak oluşmuş bu tarz menkıbeler, Türk insanının bölgeyle yani yaşadığı coğrafya ile dinî ve kültürel bir bağ kurmasını kolaylaştırmıştır. Sarı Saltuk’un yer altından şifalı su ve tatlı su çıkardığına dair birçok anlatı mevcuttur, su çıkarmak ve suyu bollaştırmakla ilgili pek çok kerameti vardır, hatta kerametlerinin merkezini suyun teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Sarı Saltuk çok az akan bir pınarın suyunu çoğaltarak büyük bir ırmak haline getirir ve şehri susuzluktan kurtarır.216 Sarı Saltuk Hz. Ebubekir’in olduğu belirtilen asa ile birkaç yerden su çıkartır. Bu sulardan biri her derde deva şifalı bir sudur.217 Yine Saltuk susuz kaldığı bir yolculukta, asasını taşa vurarak su çıkartır. Yine elini taşa vurunca yerden su fışkırır:218 “Seyyidün eli değdüği yirden bir ab-ı zülal virdi, revan olup akmağa başladı. Kardan ak, buzdan sovuk ve sükkerden tatlu, südden safi idi.” Kâfirlerin su himmet eylerse iman edeceklerini söylemeleri üzerine, Saltuk asasını yere vurur, su çıkar on yerde vurur on su çıkar. Bu suların beşi acı ve tuzlu beşi tatlıdır. Neden böyle olduğu sorulunca, o kavmin yarısının Müslüman olmak istediğini, yarısının ise istemediğini söyler. Bu keramet sonrası Sarı Saltuk’un dediği gibi halkın yarısı Müslüman olur.219 Olağanüstü bir şekilde ortaya çıkan bu sular, Sarı Saltuk’un veliliğini pekiştirdiği, düşmanları etkileyerek kendi rızaları ile Müslüman olmalarını sağladığı gibi, toplumsal bir işlevi de üstlenmiştir. Sarı Saltuk’un bir hamlede ortaya çıkardığı bu ağaç ve suların zamanla ziyaret yeri hâline gelmesi, kutsallaştırılması, yeni fethedilen bölgenin vatan olarak kabul edilme sürecini kolaylaştırarak, hızlandırmıştır. Tabiat unsurlarına bağlı olarak anlatılan bu tarz menkıbeler ve bu menkıbelerde geçen kerametler aracılığı ile, Türk insanının bölgeyle yani yaşadığı coğrafya ile dinî ve kültürel bir bağ kurmasının sağlandığı, doğayı korumak için bir oto kontrol 216 Saltuk-nâme II, s. 37 Saltuk-nâme II, s. 165-166 218 Saltuk-nâme III, s. 53,54 219 Saltuk-nâme III, s. 90 217 141 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı mekanizması oluşturularak ağaç, su ve hayvanların korunduğu düşüncesindeyim. Irmak, Göl veya Deniz Üstünde Yürüme, Irmak, Göl veya Denizi Yarıp Karşıya Geçme Türk kültürüne denizin artık girdiğini ispatlarcasına, Saltuknâme’de deniz sıkça yer alır, Sarı Saltuk denizlerin dışında okyanuslarda, adalarda ve yarımadalarda gaza yapar. Sirderya Irmağı’nın üzerine seccade serilerek namaz kılınırken artık Karadeniz’in, Çanakkale Boğazı’nın, Tuna Nehri’nin, hatta Akdeniz’in sularına velâyet gücüyle ulaşılmaktadır. Sarı Saltuk, İlyas Peygamberin duasını okuyarak deniz üzerinde yürür batmaz.220 Sarı Saltuk, elindeki Hz. Ebu Bekir’e ait asa ile Çanakkale boğazını ikiye ayırarak geçer.221 Sarı Saltuk’un, Ankabil adlı atı da denizde suya batmadan yürümekte, düşman gemilerini takip etmektedir.222 Sarı Saltuk seccadesini denize sererek yanındaki dervişlerle Karadeniz’i geçer; denizde karşılaştığı kâfir gemilerini bir işareti ile çark gibi döndürür; elini denizden çıkarıp ileriye uzatarak Ata Baba adlı dervişi, yedi gün uzaklıktaki kıyıya velayet gücü ile bırakır.223 Saltuknâme’de Sarı Saltuk’un kumdan bir köprü yaparak denizin ortasından geçmesi şöyle anlatılmaktadır: “Şerif tiz turup mübarek eliyle eteğine kum koydı, bir yirden ol kumı denize saçardı, su içinde köpri gibi kuru olurdı, su gider kara çıkardı.”224 IV. Hayvanlar Üzerinde Cereyan Eden Kerâmet Motifleri Saltuknâme’de Sarı Saltuk’un balıklarla konuştuğunu görüyoruz. Kafirlerin, denizdeki balıkların şehadet getirmeleri şartıyla Müslüman olacaklarını belirtmeleri üzerine Sarı Saltuk, balıkları çağırarak şehadet getirmelerini ister. Balıklar; “…Senün dinin hak dindür” diyerek şehadet getirir, bu keramete şahit olanlar hemen Müslüman olur. Saltuknâme’nin müellifi balıkların cem olduğu taşa Balık Taşı adının verildiğini ve ziyaret edildiğini belirtmektedir.225Sarı Saltuk, İlyas Peygamberin duasını okur balıklarla konuşarak rahibinin kızının denize düşen küpesini bulmalarını ister. Büyük bir balığın 220 Saltuk-nâme II, s. 71 Saltuk-nâme II, s. 121 222 Saltuk-nâme II, s. 84 223 Saltuk-nâme II, s. 30-31 224 Saltuk-nâme II, s. 48 225 Saltuk-nâme II, s. 52 221 142 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması küpeyi getirmesi üzerine rahip ve yanındaki yirmi dört kişi Müslüman olur.226 V. Veliliğini Kabul Etmeyenlere Yönelik Keramet Motifleri Sarı Saltuk’un kendisine inananları ve tâbi olanları, ejderhayı öldürme227 örneğinde olduğu gibi tehlike, kötülük ve felaketten koruduğunu ve kurtardığını; düşmanlarını ise cezalandırdığını görüyoruz. Cezalandırma daha çok taş kesilme şeklinde görülmektedir. Namaz kılarken düşmanlarının ok atması üzerine Sarı Saltuk namazını tamamlayıp “Taş olun” der. Rahip adamları, koyunları ve köpekleriyle birlikte taş olur.228 Saltuknâme’de sözünü tutmayan bir kadının, yine koyunları ve köpeği ile bir çobanın, aynı şekilde taş kesildiğinden söz edilmektedir.229 Görüldüğü gibi, taş kesilenler Allah’ın emirlerine karşı gelen ve Sarı Saltuk’un şahsına saygı duymayan kişilerdir. Yukarıda kısaca temas ettiğimiz kerametler ve Sarı Saltuk ile ilgili anlatılar günümüze kadar varlığını sürdürerek Sarı Saltuk’un şahsında bir veli kültünün oluşmasına zemin hazırlamıştır. Sarı Saltık Alevilik, Bektaşilik tarih ve kültürünün önemli isimlerindendir. Sarı Saltık kültü aynı zamanda inanç-dede ocağı özelliği taşımaktadır. Sarı Saltuk’a ait, Varna, Babadağ, Ohri, Bosna-Hersek, Babaeski, Bor, İznik, Rumeli feneri, Diyarbakır, Tunceli gibi birçok yerde makam mezarı bulunmaktadır. Tunceli, Hozat merkezli Sarı Saltık Ocağı, Anadolu Aleviliğinin önemli dinamiklerinden biridir. Bu makam mezarlarının sosyal gereklilikten kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu mekânların özellikle yayla zamanı besicilikle uğraşan oymak ve boyların toplanma ve dağılma yeri olduğunu söylemek mümkündür. Böylece binlerce koyunla yaylalara çıkan aynı ocağa ve boya bağlı insanlar, her yıl nerede toplanacaklarını kolayca belirleyebilmekte ve toplantılarını bu ziyaretgâhlarda yapabilmektedir. Bu yüzden Yunus Emre de dâhil olmak üzere birçok Anadolu ereninin birden fazla makam mezarı bulunmaktadır.230 Bu mekânlar kutsal kabul edildikleri için halk tarafından özenle korunmakta, çevresindeki hayvanlara, ağaçlara, dere ve kaynak sulara zarar vermekten kaçınılmaktadır. Bu 226 Saltuk-nâme II, s. 72 Saltuk-nâme II, s. 22,66 228 Saltuk-nâme II, s.36 229 Saltuk-nâme II, s.29 230 Alemdar Yalçın– Hacı Yılmaz, “Sarı Saltuk ile İlgili Yeni Belgeler”, Hacı Bektaşi Velî Der./ 2005-36, s.106 227 143 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yönüyle de Sarı Saltuk’a atfedilen makam ve ocakların, toplumda çevreyi ve doğal kaynakları koruma bilincini oluşturarak kapalı bir işleve de sahip olduğunu söylemek mümkündür. On üçüncü yüzyıldan itibaren Türk ve Türklük kavramlarının mahiyeti, neyi ifade ettiği konusunda da Saltuknâme’de çok önemli ipuçları bulabiliyoruz. Saltuknâme’de Türk, bir kavim, millet adı olarak kullanılmakla birlikte, Müslümanlıkla özdeşleşerek bir üst kimliği ifade etmek için de kullanılmaktadır. Örnek olarak bir kâfir sonradan Müslüman olan Alyon-ı Rumi’ye şöyle seslenir:231 “Ya Alyon! Sen ne gördün Mesih dininden döndün, Türk oldun? Gel yine dinine girgil seni Tekur’dan dilek eyleyeyim, didi.” Sarı Saltuk ile bir keşişin konuşmasında da Türk adı Müslümanlığı ifade eden bir üst kimlik olarak geçmektedir:232 “İncil’de yazıyor niye inkâr edersiniz deyince keşiş, ol Muhammeddür, kim Türklere peygamber gelmişdür, bize değüldür, dedi. Saltık eyitdi, İncil’de size Hak Taaladidi kim anın adın okuman ve Türklere peygamberdür, size niçün değüldür? didi.” Saltuknâme’de tespit ettiğimiz başka bir örnekte ise, Tekȗr İstanbul’da üç büyük veliyi ziyaret ederek Sarı Saltuk’un gazabından kurtulmak için dua eder. Saltuknâme’de bahsedilen bu velilerden biri Eyüp Sultan’dır ve Eyüp Sultan için Samadıyya’nın aşağıdaki sözleri oldukça dikkat çekicidir:233 “Bu da Türk’tür amma Arap, adına Arap dilince Ebu Eyyub-i Ensari dirler, Muhammedi bu evine alup konuklamıştur.” Sarı Saltuk, Türk kültürünün dinamik bir yapı taşı ve birleştirici bir unsuru olmaya devam etmektedir. Sarı Saltuk’un şahsında bilge, ideal bir insanın, iyi bir komutan ve liderin nasıl olması gerektiği konusunda da önemli ipuçları verilmektedir. Sarı Saltuk’a atfedilen Türkiye ve Balkanlardaki türbe ve makamlar, günümüzde de ziyaret edilmektedir. Bu ziyaretgâhların aynı zamanda kişisel ve toplumsal travmaları çözmeye yardımcı olduğunu; günlük hayatın zorluk ve sıkıntısından bunalan insanlar için, gizli bir işlev olarak, bir sibop, sigorta olma özelliğini sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Şair ne güzel söylemiş, “Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş.” Geçmişte olduğu gibi bundan sonra da gönül mimarlarımızın, bilge şahsiyetler ve alperenlerin yaktığı çerağ yolumuzu aydınlatmaya, bıraktıkları hoş seda gönül telimizi titretmeye devam edecek. 231 Saltuk-nâme II, s. 146 Saltuk-nâme I, s. 72 233 Saltuk-nâme II, s. 80 232 144 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KEMİKLİ, Bilal (2014). “Bir İrfan Ocağı: Kütahyalı Gaybî ve Ailesi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.147-152 (http://bilgelerzirvesi.org). Bilal KEMİKLİ* BİR İRFAN OCAĞI: KÜTAHYALI GAYBÎ VE AİLESİ “Hakîkat cümle âlem bir nefesdir” Sun’ullâh-ı Gaybî K ütahya’yı “ilim ve irfan” şehri olarak nitelendiriyoruz. Bu nitelemeyi, Selçuklu’nun ilim, sanat ve edebiyat birikimini, bu birikimi tevarüs eden Germiyanlı ve Osmanlıyı dikkate alarak yapıyoruz. Gerçekten de Mevlânâ’nın manevî mirası Ergun Çelebi’yle bu şehirde muhkem bir hale gelirken, Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddin-i Marmaravî’den gelen Halvetî neşveyle adeta bir merkeze dönüşmüştür. Bunlardan başka Buhârâ’dan, Ubeydullah-ı Ahrar’dan tefeyyüz ederek memleketine dönen Simavlı Abdullâh-i İlâhî ile Nakşî gelenek, Karadonlu Can Baba’yla da Bektâşî kültür şehrin irfan hayatına zenginlik katmıştır. Keza medreseleri, Ahmedî, Ahmed-i Dâî ve Şeyhî gibi çağını aşan şairler, Evliya Çelebi gibi müellif ve muharrirleriyle de dikkat çeken bir şehirdir. Bu şehrin yetiştirdiği en önemli değerlerden birisi, sufi, şair ve muhakkik Sun’ullâh-ı Gaybî’dir. Gaybî’nin ahfâdı hakkında pek fazla bilgimiz olmasa da, babası Müfti Derviş, dedesi Şeyh Beşir ve büyük dedesi Pir Ahmed Efendi şehre değer kazandıran tarihi şahsiyetler olarak bilinir. Bu tebliğde, Gaybî merkeze alınarak, âlim ve fazıl insanlar yetiştiren Kütahyalı bir aileye dair temel bazı değerlendirmeler yapılacaktır. Şiir Aynasına Yansıyan Portre Sun’ullâh-ı Gaybî, 17. Yüzyılda yaşamış sufi şairler arasında temayüz eder. Döneminde İbnü’l-Arabî’nin varlık anlayışını şiir diliyle yeniden gündeme getirmiştir. Bu dilin imkânıyla tasavvuf * Prof. Dr. Dumlupınar Üniversitesi. 147 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı düşüncesinin temel kavramlarını ve telakkilerini dönemindeki insanların idrakine sunmuştur. Bu sunuş, günümüze değin etkisini sürdürmüştür. Yahya Kemâl’in tasavvuf ilgisini ortaya koyan şiirlerden birisi olan Mâverâda Söyleniş, Gaybî’yi ve içinde bulunduğu irfan ocağı olan Bayramî Melâmiliğini konu edinir. Burada şair, “biz” zamiriyle Sarı Saltuk’la Asya’dan kopup gelen ve Sakaraya’dan Diyâr-ı Rûm’a dağılan aariflerin izinde inşa edilen muhteşem bir tarihten söz eder. İnşa edilen bu muhteşem tarih, Türk milletinin milli tarihidir. Bu tarihin ve dolayısıyla milli kimliğin aslı kurucu unsurları, “abdal”, “baba”, “derviş”, “eren”, “sufi” gibi sıfatlarla anılan, bugün bizim “bilge” olarak nitelendirdiğimiz âlim ve âriflerdir234. Milli tarihimizin ve karakterimizin kurucu şahsiyetleri, şairin Asya diye işaret ettiği, Horasan’da, Türkistan’da ve Fergana Vadisi’nde tesis edilen ilim ve irfan havzasından feyz alarak Anadolu’da ve Rûmeli’de hizmete memur edilmiş bilgelerdir. Fakat bu bilgeler bazen yöneticiler tarafından yanlış anlaşılmış, Yahya Kemal’in “Atmeydanı'nda ölmüş "ene-l hak" şehîdi” dediği gibi, Oğlan Şeyh İsmail Maşukî gibi Atmeydanı’nda şehit edilmişlerdir.235 Gaybî, Niyâzî-i Mısrî’nin dergâh arkadaşı olan babası Müfti Dervişin, dedesi Çavdar Şeyhi lakabıyla tanınan Şeyh Beşir’in ve Kalburcu Şeyhi olarak bilinen büyük dedesi Pir Ahmed’in izinde giderek Halvetî geleneğe bağlı faaliyetlerde bulunmak yerine, bu gelenekten yararlanmakla birlikte, Hacı Bayrâm-ı Velî’den intikal eden Bayramî Melâmiliği içinde temayüz etmiştir. Bayramî Melamiliği, şairin “ene-l hak şehidi” olarak nitelendirdiği İsmail Maşukî’den sonra Bosnalı Hamza Bâlî’yi de “yol şehidi” olarak vermiş; siyasi iradeye nüfuz eden ulema ve ümeranın marifetiyle “zındık ve mülhid güruh” olarak tarihte yerini almıştır.236 Ötekileştirilen bir gurubun mensubu olarak Gaybî, Yahya Kemal’e 234 Türk kimliğinin inşasında tasavvufun rolüne dair bkz. B. Kemikli, “Tasavvuf Edebiyatı ve Kimliğimiz”, Türk Kimliği Ayvaz Gökdemir’e Armağan-2, İstanbul, 2009, 254-268. 235 At Meydanı’nda şehit edilen İsmail Maşukî, çoğu kere Aksaray’da dergâhı olan Gaybî’nin mürşidi Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendiyle karıştırılmaktadır. Bu karıştırmaya bir örnek olarak bkz. Ali Yıldız, “Tanzimat Sonrası Türk Şiirinde Tasavvuf”, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 5/2 Spring 2010, 556. http://www.turkishstudies.net/Makaleler/75529078_13-Ali%20Y%C4%B1ld%C4%B1z.pdf, 236 Bu konuda şu kitaplar önemlidir: Ali Bolat, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İstanbul 2003; A. Yaşar Ocak, Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul, 2003; Ahmet T. Karamustafa, Tanrı’nın Kuraltanımaz Kulları, İslam Dünyasında Derviş Toplulukları (1200-1550), İstanbul 2008, 148 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması göre, yolun sırlarını gizlice İdris-i Muhtefî’den almıştır. İdris-i Muhtefî, Enfî Hasan Halvetî’nin tâbiriyle “nihân-ender-nihân” bir zâttır. Asıl adı Ali Rûmî olan İdrîs Muhtefî, Hüsâmeddin Ankaravî ‘den aldığı irşad görevini sırlı bir şekilde sürdürmüştür. Yahya Kemal’in çizdiği bu portreyi birlikte dinleyelim: Mâverâda Söyleniş Geldikti bir zaman Sarı Saltık'la Asya'dan, Bir bir Diyâr-ı Rûm'a dağıldık Sakarya'dan. Seyrindeyiz atıldığı sâhilsiz enginin, Atmeydanı'nda ölmüş "enelhak" şehîdinin. Merhûm Edirne Şeyhi Neşâtî diyor ki: "Biz Sâf aynalarda sırroluruz öyle gaaibiz." Zâhid hayâl eder bizi meyhâne zındığı, Bilmez ki sen ve ben hepimizdir tapındığı. Gaaibde bir muhâvere geçmiş de pek hafî, Gaybî'ye söylemiş bunu İdrîs-i Muhtefî.237 Yahya Kemal’in burada, şiir dilinin imkânları dâhilinde, Gaybî’yle yolun büyüklerinden olan İdrîs-i Muhtefî’yi buluşturması, kronolojik tarih perspektifiyle alakalı değildir; yolun sırlarının ve esaslarının Gaybî’nin lisanıyla yeni nesillere ulaştırıldığını ihsas etmek içindir. Yoksa Gaybî, İdris-i Muhtefî’den değil, Aksaray Oğlanlar dergâhı’nın kudretli mürşidi ve devrindeki bazı ariflerce “Muhyiddîn-i Sânî” olarak anılan Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’den tefeyyüz etmiştir.238 Bir İrfan Ocağı Yahya Kemal’in işaret ettiği gibi, Asya’dan kopup gelen ve Sakarya’dan Rumeli’ne yayılan Sarı Saltık gibi erenler, bulundukları bölgelerde birer ilim ve irfan ocağı tesis ettiler. İlim ve irfan, muhit içinde gelişir, neşvünema bulur. Bugün Anadolu’nun hemen her 237 Yahya Kemal, Kendi Gök Kubemiz, İstanbul, 1988, 113-114. Oğlanlar şeyhi için bkz: B. Kemikli, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi Müfid u Muhtasar , İstanbul. 238 149 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı şehrinde, kasabasında ve ya köyünde, bugün çoğu kere unutulmuş olsa da, bir “ocak” olgusuna/kültüne tanık olmaktayız. Gaybî’nin içinde bulunduğu aile ilim ve irfan ocaklarından birsidir.239 Gaybî, Kütahya’nın köklü ve aristokrat bir âilesinden gelmektedir. Büyük dedesi Kalburcu Şeyhi olarak da anılan Pir Ahmet’in, semâ ve devran konusunda Burhânü’l-Erhan fi-Hükmi’tTegannî ve’d-Deverân adıyla bir risale yazdığını biliyoruz. Dedesi Çavdar Şeyhi Şeyh Beşir’den geriye ilmi ve edebi her hangi bir eser intikal etmese de, Halvetî meşayihinden Merkez Muslihiddin Efendinin tasavvufî anlayışının Kütahya’da neşredilmesinde önemli hizmetler ifa ettiği kaydedilmektedir. Babası Müfti Derviş, bir dönem Kütahya müftülüğü görevini ifa etmişken, daha sonra, Elmalılı Ümmî Sinân’ın huzurunda çilesini çıkararak Halvetîlik yolunun rehberlerinden biri olmuştur. Aynı zamanda bir şair olan Ahmet Beşir’in, Müfti Derviş, Çavdaroğlu Ahmet ve Müfti mahlaslarıyla yazdığı tasavvufî neşve içeren şiirlerinden oluşan küçük bir Divân’ı vardır. Kültürlü, eğitimli bir ailenin üyesi olan Sun‘ullâh Gaybî’nin eğitimine ilişkin temel soruları maalesef cevaplandıramıyoruz. Kaynaklarda ve eserlerinde bu hususla ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Muhtemelen tahsilini doğduğu, çocukluk ve gençlik dönemlerini geçirdiği Kütahya’daki medreselerden birinde yapmış olmalıdır. Eserlerinin içerik ve dil özellikleri, onun iyi bir eğitim aldığına işaret eder. Nitekim risalelerinden biri olan Mes’ele-i Sülûk’te, devrân ve semâ‘ gibi tartışmalı bir konuda ortaya koyduğu muhteva, onun fıkıh ve tefsir bilgisinin yerinde olduğunu açıkça göstermektedir. Yine Bi‘at-nâme, Rûhu’l-Hakîka ve Mekârimü’l-Ahlâk gibi risalelerinde temel bilimlerine ait önemli eserleri referans olarak kullanmıştır. Risâle-i Esmâ’da ise, bütün bu disiplinlerin yanında kelam ve felsefeye dair bilgilerinin de önemli bir seviyede olduğu görülür. Tasavvuf felsefesinin en önemli konularından olan Vahdet-i Vücüd, tenasüh, ittihad ve devirle alakalı olarak ileri sürdüğü görüşler ile bu görüşlerini te’yid etmek için müracaat ettiği temel dinî ve felsefî disiplinlere ait eserler, ilmî kişiliğini vermesi bakımından önemlidir. 239 Gaybi ve ailesi hakkında ayrıntılı bilgiler için bkz: B. Kemikli, Sun’ullâh-ı Gaybî, Akçağ Yayınları. 150 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Şair: Hakikatin Tercümanı Sun’ullâh-ı Gaybî’nin bariz yönlerinden birisi, Yahya Kemal’in de dikkatini çeken şairliğidir. Diğer telifatı, onun muhakkik tarafını ele verir. Onun şiiri, bu yönü, yani ilmi tefekkür ve derûnilik tarafını tebellür eder. Bu yüzden Fuat Köprülü, onu “Yunus muâkipleri” arasında anar. Fuat Köprülü’nün “Yunus muâkibi” ve bazı edebiyatçıların “Yunus tarzı” diye nitelendirdikleri şiir, zeminini tasavvuf düşüncesinin varlık, ahlak ve bilgi görüşünden alarak gelişmiştir. Bu bakımdan bu şiir, bir duruş şiiridir… Varlık, ahlak ve bilgi temelinde zaviyesi olan şiir; fakat öyle anlaşılmadık ve zor şiir değil. Aksine, “sehl-i mümteni” denen bir üslup ile yazılan bir şiirden söz ediyoruz. Sehl-i mümteni, en zor, en girift ve en derin bir meseleyi, herkesin anlayacağı bir lisan ile söylemektir. Herkes eğitim durumu, dünya görüşü ve kavrayışı, tecrübesi ve idraki nispetinde bu şiirden bir manaya ve bir zevke ulaşır. Bu şiir her bakımdan bir mana denizidir, okuyucu kabı nispetinde nasibini alır. Bendenizin “irfani şiir” olarak isimlendirdiğim bu şiirin temel referansı, Kur’an ve Hadis-i Şeriflerdir… Öyle ki, şair şâriin muradını şiir diliyle nakşeder. Fakat bu murad ve bu nakışta hemen dikkati çeken husus şudur: ‘Yunus ve Yunus muâkibi şair tasannu’ yapma endişesinde değildir; manayı bizzat tecrübe eder ve o tecrübeyle ulaştığı idraki dile getirir. Bu bakımdan o, dini hakikatlerin gönül diliyle tercümanıdır. Evet, şair tercümandır. Bu tercüman şairlerden birisi de, Yunus ekolünün en önemli temsilcilerinden olan Kütahya’lı Sun’ullâh Gaybî’dir. Fakat Gaybî’yi Yunus’tan ayıran şu husus dikkatimizi çeker: Gaybî Yunus’un izinde gitmekle birlikte, irfan mektebinin diğer mümessillerini, mesela İbnü’l-Arabî’yi iyi tetkik etmiştir. Dolayısıyla Yunus Emre, kendi tecrübesiyle yaşadığı manevi halleri ve makamları şiir diliyle söylerken, Gaybî hem o söyleyişten, hem de diğer eserlerden tetkik ettiği manayı ve idrak ettiği hakikati şiire dönüştürmüştür. Bu bakımdan Gaybî’nin şiirinde ilim dili hemen dikkati çeken bir husustur. Gaybî, tıpkı Yunus Emre gibi, hakikatin tercümanıdır… Onun bu meyanda bir nutk-ı şerîfini dikkatlere sunmak isterim. Sen seni bildinse geç kim sende senden yok eser Hakk ile Hak olasın hem alasın sen de haber 151 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Sen sen olsan ihtiyâri her şey olur âşikâr Çünkü yokdur sende senlik sen sana kıl hoş nazar Sen seni bu neş’ede buldun ise bildin ise Sen seninle sen olup sen sende kıldın hoş makar Kendi kendin bulmayan kendiyle kendin bilmeyen Rûz-ı mahşer olduğunda çağırır eyne'l-mefer Gaybi kendin kendi ile kendide buldu yakîn Anun için arasında Hakk ile yokdur sefer Buraya örnek olarak alınan şiir, nefsi bilmek, insanın kendi farkındalığına ermesi ve bu erişle varlığı idrak etmesi meselesi ele alınmaktadır. Benden, bize ve oradan da Ona ulaşma serüveni… Bu serüven, insanın kendisini tanımasıyla, iç âleminde bu taleple seyre çıkmasıyla mümkün oluyor. İnsan kendi gerçekliğini müdrik olunca, varlık bütün yönleriyle ona açılacak, her şey aşikâr olacaktır. Bu sufi lisanında cem halidir; şair bu hal içindeki dervişin zevk ettiği irfanı dile getirmektedir. Bu dile getiriliş, modern insanın unuttuğu bir iç yolculuğudur; derûna doğru çıkılan seyahat, iç âlemde bir yükseliş, bir uruç hali. Netice-i Kelâm Gaybî’nin tecrübe ettiği iç yolculuğun şerhi, başlı başına bir tebliğ konusudur. Biz burada kısaca, Mevlevîlik, Nakşîlik, Bektâşîlik ve Halvetîlik gibi bu toprağı mayalayan irfan ocaklarının içinde yetişen, ama kendini Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendinin rehberliğiyle Bayramî-Melâmilik içinde bulan bir bilge şaire ve ailesine işaret ettik. Yahya Kemal örneğinde olduğu gibi, hatta burada işaret etmesek de, Rıza Tevfik, Neyzen Tevfik, Tahir Nâdi, Osman Kemâlî, Rindî ve Eşref Ede gibi çağdaş şairlerimiz üzerinde de tesiri olan bir bilge ve şairdir. Tekrar başa dönersek, Sarı Saltık’ın temsil ettiği bilgelerle çıkılan yolculukta inşa edilen dil ve varlık anlayışıyla muazzam bir medeniyet kurulmuştur. Bu medeniyeti, XVII. Asırda İbnü’lÂrâbî’nin perspektifiyle ve Yunus’un neşvesiyle yenileyen mümtaz simalardan birisi de Gaybî’dir. Buna dikkat çekmek istedik. 152 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ATALAN, Mehmet (2014). “Vîranî Baba’nın Fakr-Nâmesinde Tasavvufî Unsurlar”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.155-172 (http://bilgelerzirvesi.org). Mehmet ATALAN* VÎRANÎ BABA’NIN FAKR-NÂMESİNDE TASAVVUFÎ UNSURLAR V îrânî hakkında şimdiye kadar herhangi bir kaynakta fazla bir bilgiye ulaşılamamıştır. Bundan dolayıdır ki, oldukça önemli görülen bu ozanın hayatı ve eserleri üzerinde durmak cesaretini de hiç kimse gösterememiş, ondan bahsetmek zorunda kalanlar gelişigüzel çizilmiş birkaç satırla okuyucuları meşgul etmek yolunu tutmayı tercih etmişlerdir.240 Çünkü onun hayatının yeterince aydınlatılabildiğini söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Vîrânî, Alevî-Bektaşî toplumu içerisinde Yedi Ulu Ozan’dan biri olarak ün yapmış,241 verdiği eserlerle Alevîlik-Bektaşîlik erkânına ışık tutmuştur. Yaşamına dair verilen tarihler, onun Pir Sultan Abdal ve Kul Himmet ile aynı dönemde yaşadığını ortaya koyuyorsa da, bu konuda hiç bir belgeye rastlanmamıştır. Hatta Fuzuli’nin de XVI. Yüzyılın ortasında vefat ettiği var sayılırsa, aynı dönemin ozanları oldukları ama değişik coğrafyalarda yaşadıkları ve o dönemde günümüz iletişim imkânları da gelişmediği için birbirlerinden habersiz yaşamış olabilirler.242 Vîrânî’nin yazdığı deyişlerden Balım Sultan ile çağdaş olduğu anlaşılmaktadır. Bektaşî olan Vîrânî’nin, Hacı Bektaş Veli’nin oğlu Seyyid Ali Sultan ve onun torunu Balım Sultan’dan başka bir kimseyi şiirlerinde anmadığına göre Balım Sultan hayatta iken öldüğü söylenebilir. Bu itibarla bu konuda başka bir belge elde edilmemiş olduğundan, Vîrânî’nin, XV. Yüzyılın ikinci yarısı ile XVI. yüzyılın başlarında yaşamış olduğu varsayılabilir. Vîrânî, hurûfi şairleri * Prof. Dr. Kastamonu Üniversitesi. M.Hâlid Bayrı, Vîrânî Hayatı ve Eserleri, Maarif Kitaphanesi Matb., İstanbul 1957, 5. Ayrıca bkz., Ulusoy, Yedi Ulular, 121. 241 Abdulbaki Gölpınarlı, Pir Sultan Abtal Hayatı Sanatı Eserleri, Varlık Yay., İstanbul 1953, 6. 242 Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi, Kültür Bakanlığı yay., I-V, Ankara 1998, II/429. 240 155 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı arasında sayılırsa da, şiirlerinde hurûfîliğe değinmesi, o çağda hemen her Alevî-Bektaşî ozanında görülen ölçünün üstünde değildir. Bu ozanın en önemli özelliği aruz veznini çok ustaca kullanması ve Divan Edebiyatı tarzında yazdığı halde, şiirlerinde o çağa göre çok sade ve akıcı bir dil kullanmasıdır.243 Vîrânî’nin, kaynaklarda Hacı Bektaş Veli’nin evladı olan Balım Sultan’a intisab ettiği iddia edilmektedir.244 Seyyid Ali Sultan’ın XVI. yüzyılda ozanlar arasında en saygın isimlerden birisi olduğuna dair bir başka kayıt Vîrânî’nin eserinde karşımıza çıkmaktadır. Fakrnâme’de Vîrânî, Hakk’a dair kuşkuların giderilmesi için en başta pirlere teslim olmak gerektiği vurgulanmaktadır. Bizim açımızdan çok önemli kısım ise hemen devamında gelmektedir. Bir pire erişmeden Hakk’a vasıl olunamayacağını vurgulayan Vîrânî, örnek olarak Seyyid Ali Sultan, Kaygusuz Abdal ve Kemâlî’yi göstermektedir: “Eğer kişi kendi başına Hakk’a erişebilseydi, Hz. Muhammed Mustafa Eğer bir öğreticim olmasaydı, Rabbimi bilmezdim buyurmazdı. Seyyid Ali Sultan, Baba Kaygusuz, Kemal-i Ümmi gibi gelmiş olan erenler, pirlere ihtiyaç duymazlardı. Ara ve Hakk’a eriş ki sözün olsun. Yaratılmış olan şeylerde kudret vardır, kuvvet yoktur.’’245 XVI. yüzyıl ikinci yarısına kadar yaşadığını tahmin ettiğimiz Vîrânî bu eserlerini herhâlde yüzyılın ikinci yarısında yazmış olmalıdır. Fakrnâme’de baştan sona taliplere yol gösterici öğütlerle doludur. Fakrnâme’deki bölümlerde mürşidin önemi ve onsuz Hakk’a ulaşılamayacağı anlatılmaktadır. Bu bağlamda örnek olarak Seyyid Ali Sultan’ın verilmesi Vîrânî’nin gözünde şeyhin ne kadar yüksek bir konumu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ozanımızın Seyyid Ali Sultan’ı öven ve onu yücelten şiirleri vardır. Yaşadığı zamanı göstermesi bakımından önemli olan bu şiir şu ifadeleri anlatmaktadır:246 Biz urum abdalıyız serdarımız Seyyid Ali, Çeşmimizde şu’le-i envârımız Seyyid Ali Bülbül-i şeydâ biziz gülzârımız Seyyid Ali Dinimiz imanımız ikrarımız Seyyid Ali 243 Noyan, Bedri, Demir Baba Vilayetnamesi, Can Yay., İstanbul 1976, 147; A. Celâlettin Ulusoy, Yedi Ulu’lar, Ajans-Türk Matbaacılık Sanayii A.Ş. , Ankara trz, 121. 244 M. Halit Bayrı, Vîrânî Hayatı ve Eserleri, Maarif Kitaphanesi Matb., İstanbul 1957, 80; Sadettin Nüzhet Ergun, Bektaşî Şairleri, Maarif Vekaleti Yay., İstanbul 1930, 404 vd. 245 Vîrânî, Fakrnâme, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi Yazma Bağışlar Bölümü, No, 3921, 43b-44a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi, 42 Kon 5393/3, 97b. 246 Ulusoy, Yedi Ulular, 121. 156 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Nûr-i Ahmed Hayder-i Kerrarımız Seyyid Ali Kande baksak dembedem didarımız Seyyid Ali… Burada Vîrânî, Hacı Bektaş Veli’nin oğlu Seyyid Ali Sultan’a çok büyük bir saygı ve bağlılık ifade etmekle beraber çağdaşı olduğuna veya onunla görüştüğüne dair bir işaret yoktur. Mesela Seyyid Ali Sultan’ın çağdaşı olan Sâdık’ın aşağıda bir bölümünü verdiğimiz şiirinde bu durum açıkça anlaşılıyor:247 Dediler ism-i bülendine anın Seyyyid Ali Dahi mahlasına Kızıl Deli denildi Güzin Cedd-i Pâk-i anın Sultan Bektaş Veli Yani evlad-ı Ali aslı şerif ile saîd Çâkeri Sâdık’a ol şâh-ı velî kıldı nazar Ber murâd etti beni kılmadı mahrum-ı ümid Bu anlamda Vîrânî’nin doğum ve ölüm tarihleri bilinmemekle beraber on altıncı yüzyılda yaşamış, hurufi inanç ve felsefesini benimsemiş bir Bektaşî ozanı olduğu söylenebilir. Bektaşîliğin ikinci Piri Balım Sultan’dan el almış, bir süre Necef’te Hz. Ali’nin türbedarlığını yapmıştır. Necef’ten dönüşünde Razgrat’ta dergâh kurmuş olan Demir Babayı ziyaret etmiş ve Demir Baba’dan babalık icazeti istemiştir. Demir Baba, onun şiirlerini beğenmemiş, öğütte bulunarak onu ikaz etmiştir. Fakat Balım Sultan’ın dervişi olması sebebiyle ona icazet vermiştir. Vîrânî, yola çıkarak, Karlıova’da Hafız Zeden tekkesine gelmiş ve orada vefat etmiştir ve avlu kapısı önüne defnedilmiştir.248 Bektaşî geleneğinde Vîrânî’nin ölmediği, sır olduğu şeklinde bir inanç bulunmaktadır. Necef Bektaşî Dergâh’ında üstünde taç olan bir sütun Vîrânî’nin sır olduğu mekân kabul edilerek ziyaret edilmektedir.249 Sadettin Nüzhet, Vîrânî hakkında şunları söylemektedir; “Vîrânî hakkında tarihi bilgimiz yoktur, gerçi Bektaşî geleneğinde onun Necef Bektaşî Dergâhı post-nişini olduğu ve Şah Abbas ile görüştüğü şayi ise de bunu söylemek mümkün değildir.”250 Bütün bunlara göre Vîrânî, XVI. asırda yetişen ve sonraki zamanlarda şöhret kazanan Bektaşî şairlerindendir. Balım Sultan’a intisab ettiği anlaşılan ve yukarıda ifade edildiği gibi Kızıldeli hakkında bir medhiye vücuda getirmiştir:251 247 Ulusoy, Yedi Ulular, 121. Bedri Noyan, Demir Baba Vilayetnamesi, Can Yay., İstanbul 1976, 147. Ayrıca bkz.,İsmail Özmen, Alevî-Bektaşî Siirleri Antolojisi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, II/429. 249 Abdulbaki Gölpınarlı, Alevî Bektaşî Nefesleri, İnkılap Yay., İstanbul 1992, 20. 250 Sadettin Nüzhet, Bektaşî Şairleri, İstanbul 1930, 404. 251 Sadettin Nüzhet, Bektaşî Şairleri, İstanbul 1930, 404; Ulusoy, Yedi Ulular, 121. 248 157 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Zâhidâ bu dünyada bir köhne şalım var benim, Fahr evinde baş açık Sultan Balım var benim… Ömrünün büyük bir kısmını Irak’da Necef Bektaşî dergâhında geçiren Vîrânî, Hz. Ali’nin türbesinin bulunduğu Necef’de yazdığı sanılan bir şiirinde Bektaşî olduğunu açıklıyor:252 Zâhidâ rûz-i ezel Subhân’ını Bektâşiler Gördüler ayne’l yakîn Rahman’ını Bektaşîler Bâi Bismillah ile fahr ettiler kâmil olub Bildiler günden ayan merdânını Bektâşiler Döktüler âh eyleyüp vâh eyleyüp Şâh Huseyn’in aşkına uş kanını Bektaşîler… Demir Baba Velâyetname’sinde, Vîrânî’nin Demir Baba ile görüşmesi şöyle anlatılır. Demir Baba’ya, Arap ve Acem dillerini bilen bir kimse geldiği ve müridleriyle Rumeli’ye geçtiği ve bu kişinin adının da Vîrânî olarak söylendiği bildirilir. Ancak gaflet içinde olduğu Kutupluk Davası güttüğü de ilave edilir. Demir Baba manevi yönden kendisinin daha üstün olduğunu göstermek ister. Demir Baba o tarihlerde 120 yaşına ulaşmış bir ihtiyardır. Vîrânî, onun batın kılıcıyla yenilir ve huzurunda divan durup niyaz eder. Demir Baba’dan icazet ister.253 Ancak Demir baba, ilkin nasihat verir: “Kişi böyle sevdalarda olmasa gerek. Kur’an’a uy Sure-i Fatiha’da ne kadar harf olduğunu bilir misin? Bu kadar suhufla dört kitabı yutsa bile, ondan geçmeyen veli olmaz. Kapıdan girmeyen içeride ne olduğunu bilemez. Bilen âşık da dava kılmaz.’’ Bu nasihattan sonra Demir Baba, Vîrânî’ye icazet verir. Vîrânî, orada yeterince kaldığına kani olunca, ayrılıp Otman Baba Sultan’ı ziyaret etmek için yola çıkar. Vîrânî, Demir Baba Velâyetnamesinde de belirtildiği gibi Arapça ve Farsça bilen, kendini eğitim bakımından iyi yetiştirmiş, üç yüze yakın şiir söylediği bilinen bir şairdir.254 Demir Baba Velâyetnâmesi’nde Vîrânî Baba henüz genç olarak anlatılmaktadır.255 Sadettin Nüzhet, Vîrânî’den bahsederken, Bektaşî Sırrı adlı esere dayanılarak, şairin aslen Nusayrî olduğunu ifade etmektedir.256 İsmail Özmen tarafından hazırlanmış olan Alevî ve Bektaşî Şiiri Antolojisi isimli eserin ikinci cildinde, Vîrânî’nin Nusayrî olduğunu 252 Ulusoy, Yedi Ulular, 121. Noyan, Demir Baba Vilayetnamesi, 147. 254 Noyan, Demir Baba Vilayetnamesi, 147. 255 Noyan, Demir Baba Vilayetnamesi, 137-48. 256 Sadettin Nüzhet, Bektaşî Sırrı, y.y., 1930, 404. 253 158 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması belirten bir cümlelik bir bilgi bulunmaktadır.257 Temizkan, Vîrânî’nin Nusayrî olduğunu ve bunu da uzunca bir şiirinde ifade ettiğini anlatmaktadır.258 Ancak Turgut Koca tarafından hazırlanmış olup Bektaşî-Alevî Şairleri ve Nefesleri adını taşıyan eserde yedi ulu arasında yer alan Virânî’ye geniş yer vermiş, ancak Nusayrî olduğu ile ilgili şiirine yer vermemiştir.259 Sadettin Nüzhet ve İsmail Özmen, Vîrânî’nin Nusayrî olduğunu söylemelerine rağmen, bu ifadeyle ilgili Vîrânî’nin herhangi bir eserine atıfta bulunmamışlardır. Bunun yanında Temizkan da, çalışmasında bu şiire yer vermesine rağmen, şiirin nerede yayınlandığını,260 Vîrânî’nin hangi eserinde olduğuyla ilgili bilgiyi vermemektedir. Yani Temizkan, Vîrânî’nin hiçbir eserine atıfta bulunmamaktadır. Halbuki Fakrnâme’de Vîrânî, tarikatta Bektaşî, meşrebde Ca’feri olmayı öğütlemektedir;261 Kulak tut sözüm ey can beri ol Heva’yı nefs ü şehvetden geri ol Özün pak eyleyüb gir rah-ı aşka Hakikat-i can ü dilden Ca’feri ol Vîrânî’nin şiirlerine baktığınız zaman, başta Hz. Ali olmak üzere, on iki imam, Hadicetü’l-Kibriya, Fatımatü’l-Zehra ve Hacı Bektaşı Veli hakkında övücü ve onları yücelten şiirlerini görürsünüz:262 Gel ey mü’min biri farz-ı Hudâdır Hakk’ı bilmek çün kavl-i Mustafadır Hakk’ı bilmek dilersen bil Ali’yi Oku ilmün kapusı Murtazadır Hasandır hem Hüseyinim Abidinim Gözim nurı İmam Bakır Bakadur Beri gel Ca’fer-i Kazım Rızaya Takiye vir özün latif sahadur Naki Askeri şeha Mehdiyi Hadi 257 İsmail Özmen, Alevî-Bektaşî Siirleri Antolojisi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, 431. 258 Mehmet Temizkan, “Alevî-Bektaşî Edebiyatında Nusayrîlik”, Türk Kültürü Ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, LIV/(2010), 243-251, 243. 259 Turgut Koca, Bektaşî-Alevî Şairleri ve Nefesleri, Maarif Kitaphanesi Yayınları, İstanbul 1990, 192. 260 Temizkan, “Alevî-Bektaşî Edebiyatında Nusayrîlik”, 245-246. 261 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 49a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 102b. 262 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 20a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 79a-79b. Ayrıca bkz., Bayrı, Vîrânî Hayatı ve Eserleri, 7. 159 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Olupdur ey Vîrânî ol sanadur263 İhtiyar-ı âlem oldı Şah Haydar ihtiyar Gün yüzinden ruşen oldı arş ferş-u her diyar Mustafa’nun gözleri nuru Hasan hem Şah Hüseyin Kurretü’l-’aynum didi ana Resul-i Kird-gâr Ábidin ve Bakır hem Ca’fer İmam Kazımun Dün ü gün medhün ider men yok dilimde dahi kar Şah-ı hestimdür Naki hem ba-taki ve Askeri Bunları sevmeze la’net sad-hezar Mehdi-yi sahib-i zemanun kuluyem kurbaniyem İşimle Vîrânî’yem hubb-i Ali’yem aşikâr Ve çarda ma’sumu pak Hadicetü’l-Kibriya ve Fatımatü’lZehra gelmişdür. Vîrânî’nin İslam inancının bütün hususiyetlerini yansıtan bir âşık olduğu açıkça görülmektedir: İki âlemde sultandır Habib-i nûr-i rahman’dır Muhammed. Muhammed’dir şefi-i müminanın, Usuli’d-din imandır Muhammed. Muhammed ilmine tutgıl kulagın, Beyanı cümle Kur’an’dır Muhammed.264 Şehadet vermişem ben Mustafa’ya, Gulamım cân-u dilden Murtaza’ya.265 İfadeleri Vîrânî’nin inanç tercihi konusunda doğrudan bilgi vermektedir. O, Hz. Muhammed’i peygamber, Hz. Ali’yi de veli olarak görmektedir. Vîrânî’nin Fakrnâme’si incelendiğinde, İslâm inancının bütün karakterlerini yansıtan bir âşık-veli tiplemesi ile karşılaşılmaktadır. Vîrânî, Fakrnâme’de Bektaşîlikle ilgili olarak Allah’ın, Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin ve On iki İmamın isimlerini çokça kullanmış; dört kapı-kırk makam, tâlip, pir gibi konulara da yer vermiştir. Bununla beraber peygamberlerden, tarihi ve menkabevî şahsiyetlerden, Hz. Ali ve oğullarından, mutasavvıflardan ve bazı Bektaşî büyüklerinden bahsetmiştir. Vîrânî’nin Fakrnâme’si, Bektaşîlik ile beslenip, dinî ve ahlaki konular üzerinde yoğunlaşmıştır. Burada, mezheplere göre değişmeyen ve hepsinin üzerinde birleştiği, Kur’an’ın emrine ve 263 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 2a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 64a. Bayrı, Vîrânî Hayatı ve Eserleri, 33-34. 265 Bayrı, Vîrânî Hayatı ve Eserleri, 31. 264 160 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Peygamber’in sünnetine dayanan asgari müştereklerden oluşan özgün bir Müslümanlık vardır. Ön planda tutulan dinî motifler, bütün Müslümanların üzerinde ittifak ettiği inanç ve ibadet esaslarıdır. Vîrânî’nin Fakrnâme’sinde ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret inancını kapsayan temel İslâm inançlarının oldukça merkezi ve yerleşik bir konumda olduğunu gözlemlemek mümkündür. UlûhiyetRububiyet inancı, peygamberlik inancı ve Hz. Peygamber’in nübüvvet ve velayet nurunu birlikte taşıması yönüyle, nübüvvet kurumu içerisinde önemli bir yere sahip olan Hz. Ali sevgisi, Bektaşî düşüncesi ve geleneği ile beraber temel renklerini büyük ölçüde İslâm’dan almıştır.266 İslâm’ın asgari müştereklerinin dışında farklı din anlayışlarının yer aldığı bilgilere de bu eserlerde rastlamak mümkündür. Bu anlamda Fakrnâme’de farklı fikri, siyasi, ilmi, edebi açıdan bir renk tonlamasının mevcut olduğunu görebiliriz. Bu da o dönemde Vîrânî’nin etkilendiği grupları, zümreleri, kişileri, fikirleri ve görüşleri tespit etmeyi kolaylaştırmakla kalmayıp, bunun ötesinde Fakrnâme’deki değişimleri gözler önüne sermektedir. İşte Fakrnâme bu anlamda özellikle üzerinde durulması gereken, dahası içerdiği bilgiler itibarıyla güncel durumda oluşan bazı sorulara cevapların bulunabileceği türde zengin bir metindir. Vîrânî tarikat olarak Bektaşîliği benimsemiş ve bu özelliğini eserlerinde açık bir dille yansıtmıştır. Onun Bektaşîliğini gösteren en önemli özelliği, dört kapı-kırk makama olan bağlılığıdır. Şu beyitler onun dört kapı-kırk makam tasavvurunu gözler öne sermektedir;267 Tâlib isen gel ey gönül eyle nazar şeriate, Sırr-ı ilahi anlayıp bas kademin tarikata, Ma’den-i ilm fazl-ı hak ister isen ey gönül, Aşk ile âyine sen ol ir ma’ni-i ma’rifete. Şiirlerine göre Bektaşî ve Bektaşî şairleri arasında sayıldığı kadar hurûfî olduğu da kabul edilen Vîrânî, bazı manzumelerinde Vîrân Abdal, Vîrânî Dede, Vîrân Baba gibi mahlaslar da kullanmıştır.268 Orta Asya kaynaklı Türk tasavvufunun ortaya koyduğu dört kapı-kırk makam anlayışı Alevîliğin anlaşılmasında kilometre taşlarındandır. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat olarak ortaya konan 266 Krş., Temel Yeşilyurt, “Alevî Bektaşîliğin İnanç Boyutu”, İslâmiyat, VI/3 (2003), 2930. 267 Bayrı, Vîrânî Hayatı ve Eserleri, 30. 268 Bayrı, Vîrânî Hayatı ve Eserleri, 5; Özmen, Alevî-Bektaşî Siirleri Antolojisi, 429. 161 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı dört kapı, hamlıktan kemale ya da tasavvuf literatüründeki adıyla çiğlikten insan-ı kâmil olmaya kadar var olan süreçleri ifade eder. Amaç üstün insan olmak, Ahsen-i takvime ulaşmaktır.269 Dört kapı-kırk makam anlayışı, geleneksel Alevîliğin temel ahlak anlayışını ve bu anlayış çerçevesinde ortaya çıkan genel ahlak ilkelerini oluşturmaktadır. Sufiliğin tamamlanması gereken aşamaları olarak görülen dört kapı-kırk makam anlayışı, ilk olarak Ahmed Yesevi’ye nispet edilen Fakrnâme adlı eserde görülmektedir. Yesevi bu anlayışını Hz. Ali’ye dayandırmaktadır.270 Dört kapı-kırk makam şeklinde ilkeleşen ve insanı insanı kâmil olmaya götüren ilkeler aşama aşama, olup insanı olgunluğa götürür. Ahmed Yesevi bunları şöyle özetlemiştir: ‘Kul, Tanrıya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur. Bu makamların onu şeriat içinde, onu tarikat içinde, onu marifet içinde ve onu da hakikat içindedir.’ Sıradan bir insan bu dört kapı ve bu dört kapıya bağlı kırk makamdan geçerek, ruhunu ve benliğini ergin hale getirerek kâmil insan olur. Kâmil insan da ilâhi sırra erişendir.271 Dört kapı-kırk makam anlayışının yer aldığı diğer bir kitapta Hacı Bektaş Veli’nin Makalatı’dır.272 Bu durum Türkistan kaynaklı olan Hacı Bektaş Velî ile Ahmed Yesevî’nin arasındaki ilgiyi ve bağı göstermesi bakımından önemlidir. Ahmet Yesevî ile muasır olmayan Hacı Bektaş Velî, birçok menakıbnâmede Ahmet Yesevî ile muasırmış gibi gösterilmiş, onun müridi olarak anlatılmıştır. Bu benzerlikler ile Bektâşîliğin kaynağının Orta Asya’daki ilk Türk Mutasavvıfı Ahmet Yesevî’ye uzandığını ifade edebiliriz. Hacı Bektaş Velî’nin de Türkistanlı bir mutasavvıf olduğu düşünülürse onun beslenme ve etkilenme kaynaklarının Ahmet Yesevî olması tabiidir.273 Vîrânî, tasavvuf edebiyatının diğer şairleri gibi bir edebiyat ve şiir sanatının adamı olmak iddiasında değildir. Onun amacı inancının yüceliğini anlatmak ve bunu mümkün olduğu kadar çok kişiye güzel ifadelerle ve şiirlerle duyurmaktır. Bu konuda büyük bir başarıya ulaştığı rahatlıkla da söylenebilir.274 269 Eraslan, “Yesevi’nin Fakrnâmesi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXII (1977). 270 Eraslan, “Yesevi’nin Fakrnâmesi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXII (1977), 66. Ayrıca bkz., Hamiye Duran, “Yunus’ta Sülûk Sistemi”, Hacı Bektaş Velî Dergisi, 2, (Ağustos 1997), 12-13. 271 Eraslan, “Yesevi’nin Fakrnâmesi”, 66. 272 Abdurrahman Güzel, Hacı Bektaş Veli ve Makâlât, Ankara 2002, 51. 273 Abdurrahman Güzel, Hacı Bektaş Veli ve Makâlât, Ankara 2002, s. 51. 274 Ulusoy, Yedi Ulular, 122. 162 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Vîrânî Fakrnâme’sinde din ve tasavvuf konularını işlemiştir. Fakrnâme’de kullanıldığı kelimeler çoğunlukla din ve tasavvufla ilgilidir. tevhid, tecelli, vahdet, kesret, gönül gibi tasavvufî kavramlara yer vermiştir. Yine Vîrânî, Fakrnâme’sinde Bektaşîlikle ilgili olarak Allah’ın, Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin ve On iki imamın isimlerini sıkça kullanmış; tâlip, pir gibi tavsavvufî sözcüklere dikkat çekmiştir. Bununla beraber peygamberlerden, tarihî ve efsanevî şahsiyetlerden, Ehl-i beyt’ten, mutasavvıflardan ve bazı Bektaşî büyüklerinden bahsetmiştir. Vîrânî, şeriat kapısında yapılması gereken ibadetlere de, tarikat, marifet ve hakikat kapılarında uygulanması gereken âdâb ve erkâna da manzumelerinde sürekli vurgu yapmıştır. O, dört kapıya gözünü açmayanları, yani onları tatbik etmeyenleri kör olarak nitelemektedir. Bu kişiler, kendi menzil ve mertebelerini seçemeyecekleri için, Hak didarını da göremeyeceklerdir.275 Fakrnâme’de Bektaşî tarikatının adab ve erkânın etkili bir dil ve üslupla anlatan Vîrânî, şeriat kapısında şart olan ibadetlere de dikkat çekmeyi ihmal etmemiştir: “Âlemler Hz. Muhammed’in şanı için yaratılmıştır. Bunlar Allah dostluğu ve makamına ulaşmışlar, Cehennem azabından kurtulmuşlar ve ihtiyaçsızlık içinde olgunluk seviyesine erişmişlerdir. Her kim bunlardan şüphe duysa ve onların yolundan gitmese, ben müminim demesinin, kelime-i şehadet getirip namaz kılmasının, oruç tutmasının, hacca varmasının ve zekât vermesinin ona bir faydası yoktur. Bu dünyada her neye yönelse, haram olur. Ondan uzak durmak gerekir.”276 Bununla birlikte o, tarikat kapısında taliblere tavsiye edilen Allah’ı bilme, tanıma, sevme ve zikretme erkânını da beyitlerine taşımıştır:277 Söyleyelim zikr-i Şâh-ı Lâilahe illallah, Kudreti Hak padişah’ı Lâilahe illallah. Fakrnâme’de ibadet esasları zikredilirken yer yer doğruluk, hayâ etme, edepli ve yiğit olma, emanete hıyanet etmeme, yalan söylememe, ahde vefa, emri bi’l-maruf nehyi ani’l-münker’i, bühtanı ve gıybeti yasaklama, zina etmeme, livata etmeme, cimrilik yapmama, cömert olma, hırsızlık etmeme, helal kazanç yeme, hile, hased, hırs, kanaat etme, kibirden uzak, tevazu sahibi olma, kin, gazab ve öfkeli 275 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 7b; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 68a. Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 26a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 84b-85a. 277 Bayrı, Vîrânî Hayatı ve Eserleri, 82. 276 163 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olmama, affedici, hoşgörülü ve şefkatli olma gibi tabirlerle mükemmel insanın özelliklerini bildirilir. Vîrânî’nin tasavvufî düşüncelerinde dört sayısının ayrı bir önemi vardır. Bir müridin takip edeceği tasavvuf makam ve hallerini dört kapı-kırk makam olarak açıklar. Bunda geleneksel kültürlerde yer alan sayıların anlamlarının da bir rolü bulunmaktadır. Zira dört sayısı, maddî düzenin sayısı ve ideal sayı olarak kabul edilir. Dört ile kırk arasında da bir ilişki kurulur. İslâm geleneğinde de dört sayısının önemli yeri vardır. Nitekim Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’an dört kitabı; Azrail, Mikail, İsrafil ve Cebrail dört büyük meleği; Melekût, Ceberût, Nâsût ve Lâhut dört âlemi teşkil eder. Tasavvufî düşüncede ise Allah’a vâsıl olmak için geçilmesi gereken şeriat, tarikat, marifet ve hakikat mertebeleri de dört kapının adıdır. Vîrânî’ye göre insanın aslı dört unsurdan, yani toprak, su, ateş ve havadan meydana gelmiştir. İnsanlar âbidler, zâhidler, ârifler ve muhibler olmak üzere dört kısımdır. Bunların en üstünü muhiblerdir. Diğerleri, içlerinde benlik taşıdıklarından marifet ehli olamamışlardır. Kulun Allah’a vuslatı dört kapı-kırk makâmda gerçekleşir. Vîrânî, dört-kapı kırk makamı çeşitli benzetmeler ve özdeşleştirmeler yaparak açıklamaktadır. Bektaşî adap ve erkânı ile ilgili konular üzerinde durarak, mürşidlerin, pirlerin ve dervişlerin sahip olmaları gereken nitelikleri saymaktadır. Talibin, kalbini ve gönlünü iman ve sevgi ile zinetlendirmesi neticesinde hangi manevi derecelere ulaşabileceğini söz konusu etmektedir. Fakrnâme’de dervişlikten veliliğe uzanan uhrevi yolculuğun kilometre taşlarını bulmak mümkündür. Vîrânî, çeşitli tasavvufi kavramlar arasında sistematik ilişkiler kurarak, birbirleri ile münasebetlerine de dikkat çekmektedir. Eserlerdeki sistematik kurgu ve kavramlar arasındaki anlam bütünlüğü, muhtevaya açıklanabilirlilik özelliği kazandırmaktadır. Herhangi bir kavram ve konu işlenirken, mantıki çelişkilere rastlanılmamaktadır. Ayrıca eserdeki muhtevanın Kur’an ayetleri ve hadislerle temellendirilmiş olması, etki gücünü artırmaktadır. 278 Vîrânî, pirlerin tâlibi dört kapı-kırk makam formülasyonu ile yetiştirdiklerini ifade etmektedir; “Hz. Muhammed şöyle buyurmaktadır; Benim pirim (Yüce Tanrım) bunu yaptı. Pirler insanı dört unsurla tekrar yoğurur ve ona yeniden şekil verirler. Seni şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarıyla Âdem’in karnından geldiği gibi 278 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 10b vd.; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 71a vd. 164 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yeniden dünyaya getirirler. Nitekim bir kişi annesinden iki defa doğmazsa, âdem sıfatını kazanamaz. Bunlardan birisi anneden dünyaya gelmek, beşeri âleme gelmektir ki bu makam taklid makamıdır. Pirlerden dünyaya gelmek ise araştırma-inceleme yoluyla dünyaya gelmektir.”279 Vîrânî, Hak’tan kaçmamak gerektiğini, Hak’tan kaçan kimselerin kesinlikle kâfir olacağını bildirmektedir: “İmam Ca’fer-i Sâdık Tarikatnamesinde buyurur ki: Gönlünü mal mülk sevgisinden boşaltmanın canı Muhammed-Ali’dir. Diğeri Allah dostudur. O halde Hak’tan kaçmana sebep nedir? Gel buraya! kaçma Hak’tan, çünkü Hak’tan kaçan kimse kâfir olur. Muhammed’e ve Ali’ye inanmayan kimse hakkında Allah şöyle buyurmaktadır: İnkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının.280 Ey Hakk’a kavuşmak isteyen kimse! Bu ayetin hükmüne göre aslını bilmek istersen, inkârcı olma. Çünkü kişi, varlıktan kurtulup, Allah’da fani olma makamını inkâr ederse, can çekişme anında inançsız olarak ruhunu teslim eder. Bundan dolayı Hz. Ali, iki fiilini yerine getirmediklerinden dolayı bazı kimselerin namazını kılmadı. Sen git de bunu düşün. Eğer Hz. Muhammed’e inanıyorsan, bu sözü söyle. Bir kimsenin kılavuzu pirler olmazsa, Hakk’a ulaşamaz. Çünkü pirler varlıktan kurtulmuşlardır. Allah’da fani olma makamına ulaşmışlardır.”281 Eserdeki şu pasajda İslam inançlarına yapılan olumlu göndermenin yanında, inançsızlıkla ilgili göndermeler de vurgulanmaktadır: “Hak yolunun nurundan inançsızlık yoluna düşmek insan olana yakışmaz. Eğer insan değilsen, o zaman başka. Ezeli ve ebedi olarak aşağılık sıfatta kalmışsın demektir. Zira Acem/Horasan erenleri şöyle söylemişlerdir: Her şey aslına döner. Bir Arap atasözünde de her şey aslına dönücüdür, demektedir. Bütün varlıkların dönüşü insanadır. Eğer insan insanlığını kavrayamamışsa, onun dönüşü aşağıların aşağısınadır. Gel şimdi ey Allah’ın yüzünü görmek isteyen kimse! Bu hikmetin hakikati nedir? Varlıktan kurtulmayan, Allah’da fani olmayan ve maddi varlıktan sıyrılarak Hakk’a ulaşmayan kimsede ne kendi dışındaki olayları kavrama yeteneği, ne de kendi iç dünyasındaki manevi olayları anlama yeteneği bulunur. Zira insanın dış görünüşü, iç dünyasının dışa yansımasıdır. Bir kimse varlıktan kurtulup, Allah’da fani olma ve maddi varlıktan sıyrılıp 279 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 10b; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 71a. Bakara, 2/24. 281 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 4a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 65b. 280 165 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hakk’a ulaşma makamını kabul etmediyse, pirlerin gittiği yolu da kabul etmemiş demektir. Pirlerin gittiği yolu kabul eden hem iç hem de dış dünyasına hâkim olur. Pirlerin yolu insana bu gücü verir. Bu nedenle İmam Cafer-i Sadık, Tarikatname adlı eserinde şöyle söylemektedir: ‘Tarikat Akdeniz’e benzer. Hem Okyanusa hem de Karadeniz’e ulaşır. Şeriat hakikatin ta kendisidir. İkisi aynı kapıya çıkar. Bir kimse bir eve ulaşmak isterse, tarikat ile evin kapısını bulamaz ve o evden istediğini alamaz. Yoldan giden yorulmaz. Ayrıca bir kimse pirleri bulsa, fakat pirlerin yolunun gereklerini bütünüyle öğrenmezse, pirler ona Allah’ı tanıtmazlar. Zira Allah bilgisi Okyanus’a benzer. Bir gerçeği anla ve kavra. Bütün varlıklar ve Âdem dünyada tarikat kapısı ile gelir. Bir nokta Havva’nın karnına düşse, şeriat kapısıdır. Atadan gelse, tarikat kapısıdır. Dünyadan kalsa, hakikat kapısıdır. Dünyadan gitse, marifet kapısıdır. Zira marifet okyanustur.’282 Vîrânî, hemen her konuyu bir Kur’an ayetiyle veya bir hadisle temellendirmektedir. Ayet ve hadislere kulak vermeyenleri de ayıplamaktadır. Vîrânî: ‘Ve ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir.’283 ayetini şöyle açıklamaktadır; Lanet yeniden dirilme anına kadar onun üzerinedir. Sonuç olarak ayet, hadis ve Ali’nin sözüne kulak verip, iman etmediğin için yazıklar olsun sana. Bu durumdan ey Allah’a ortak koşan kimse! Rahmeti, şefaati ve ermiş kimsenin tesirini kimden umuyorsun. Hakk’ın yol göstermesi, Muhammed’in şefaati ve İmam Ali’nin veliliğidir ki Kur’an-ı Azim fethedilmiştir284 ifadeleri, onun Kur’an’a, hadise bağlılığını yansıtmaktadır. Dünya karşısında talibin takınması gereken tavrı açıklarken Kur’an’dan bir ayet, Hz. Peygamberden bir hadis nakledilen Fakrnâme’de, “O halde Hakk’ın, Muhammed’in ve Ali’nin sözlerini düşün. Bunlara inanmayan nasıl insan olabilir?”285 Bütün eserlerindeki düşüncelerini âyetlerle temellendirdiğini gördüğümüz Vîrânî’nin Fakrnâme’sinde özellikle Kur’an’dan bolca alıntılar yapılması, Kur’an’a verilen önemin bir göstergesidir. Hatta Kur’an’ın bir rehber ve kılavuz olduğu açıkça dile getirilmektedir. Öte yandan Kur’an, emirde yani hükümler noktasında bir rehber olarak kabul edilirken, Hz. Muhammed ve Peygamberlik vasfı çerçevesinde rehber olarak da görünür. Vîrânî Fakrnâme’de, itikat ve ibadete dair 282 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 6b-7a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 67b. Sâd, 38/78. 284 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye 29a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 87b. 285 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye 29a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 87b. 283 166 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması unsurların yanında, İslâm düşüncesinin temelini Kur’an’ın teşkil etmesinden dolayı, çeşitli münasebetlerle bazı ayetlerin Arapça orijinallerine de yer verir. 286 Vîrânî, Fakrnâme’de tevhit inancının tezahürü gereği kişinin Allah’ın emir ve yasaklarını gözetmesi gerektiğini bildirir. Bu hakları Allah’ın emirlerini yapmak, nehyettiğini yapmamak şeklinde açıklar. İbadet meseleleri yanında, dinin muamelat boyutuyla ilgili olan cihad, helal kazanç ve haramdan uzak durma, nikâh, hayız ve nifaslı kadınla cinsel ilişkinin haramlığı, livatanın haramlığı, temiz ve helal olan yiyeceklerden yiyip içmek ve Alevî-Bektaşî geleneğinde haram olan konuları da ele almıştır. Viranî Fakrnâme’de Şeriat kapısında İslamın inanç ve ibadetlerine geniş yer vermektedir.287 İslam, en genel anlamda, doktriner olarak inanç, ahlak, ibadet ve muamelât gibi temel bazı alanları kapsamaktadır. Buna göre; Allah’a, kitaplarına, meleklerine, resullerine, ve ahiret gününe gibi inanç esaslarından, insanın ahlaklı ve erdemli olmasını sağlayan ahlak ilkelerinden, namaz, oruç, zekât, hac ve diğer ibadetlerden ve insanlarla ilişkilerin bir kısmını düzenleyen dolaylı ve dolaysız hukukî müeyyidelerden oluşur. Peygamberimize gelinceye kadar bunlardan ilk üçü, yani inanç, ibadetin zorunluluğu ve ahlak bütün peygamberlere gönderilmiştir ve dinin evrensel boyutunu temsil eder. Bu sebeple inanç esaslarını belirleme yetkisi sadece Allah’a ait olup, Kur’ân’da kesin ve açık bir şekilde belirtilmiştir.288 Fakrnâme’de bazen doğrudan bazen de dolaylı yollardan inanç öğretimi yapılmaktadır. Allâh’ın bir, Hz. Muhammed’in ve bütün Peygamberlerin, Meleklerin, Kitapların, Ahiret hayatının, kaza ve kaderin hak olduğunu söylemektedir. Bu eserde kesinlikle ahirete yönelmiş olan kimselerde, Allah ile kul arasında senlik-benlik olamayacağı bildirilmektedir: “O halde 286 Geniş bilgi için bkz., Bakara, 2/39; Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 29a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 87b; Âl-i İmrân, 3/94; Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 41a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 5a; Bakara, 2/34; Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 3a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 64b; Bakara, 2/147; Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 5a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 66b; Âl-i İmran, 3/131; Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 4a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 65b; Bakara, 2/264; Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 7a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 67b. 287 Geniş bilgi için bkz. Mehmet Atalan, Viranî Baba’nın Fakrnâmesinde Dinî Unsurlar, TBBD, Yay., İstanbul 2012, 53-74. 288 Kutlu, Sönmez, Alevîlik-Bektaşîlik Yazıları Alevîliğin Yazılı Kaynakları Buyruk, Ankara Okulu yay., Ankara 2008, 29. 167 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ey Hakka kavuşmak isteyen kimse! Gönüllerini mal mülk sevgisinden boşaltanların, Allah dostlarının ve Ahirete yönelmiş olanların istemeyi terk ettikleri bilinen bir şeydir. Onlar, kendilerine yetecek kadarından başka bir şey için, gidip de birine yüzsuyu dökmezler. Bunu ancak Allah’ı tanımak için yaparlar. Çünkü Allah dostları Allah’ı tanımak isterler. Ahirete yönelmiş olan kimsede benlik ve hırs olmaz. Çünkü bu mertebe, içlerini mal mülk sevgisinden boşaltmış kişilerde ortaya çıkar. İçlerini mal mülk sevgisinden boşaltmış âşıklar, dünyayı istemezler. Dünyayı istemeyen kimsede hırs olmaz. Bu kimse kendini beğenmiş ve kibirli de olmaz.”289 İbadetler ve bunların yerine getiriliş şekliyle ilgili olarak Fakrnâme’de ayrıntılı bilgiler mevcut değildir. Fakrnâme’de itikadi mevzular ile ilgili motifler yer aldığı gibi ibadetle ilgili motifler de yer almıştır. Özellikle Kelime-i Şahadet, namaz, oruç, hac ve zekât ibadeti üzerinde çokça durulmuştur. Ayrıca namazın farzlarından biri olan abdest hakkında da ifadeler vardır. Bu ibadet esasları zikredilirken yer yer doğruluk, kendini bilme ve tanıma, riyadan ve kıskançlıktan uzak kalma, kin ve düşmanlığı benliğinden kovma, herkese iyilik edip, nefsini yüceltme gibi ahlaki umdeler üzerinde durulmaktadır. Ayrıca İslam’ın temel esaslarını oluşturan bu ibadetleri, müminleri şükretme, sabretme, paylaşma ve kaynaşma vasıtası olarak da görmektedirler.290 Fakrnâme’de bir topluluğa Allah yardım etmezse, onların doğru yolu bulamayacakları bildirilmektedir; “O halde bir topluluğa Hak yardım etmezse, onlar doğru yolu göremezler. Yolunu görmeyen kördür. Öyleyse bu dünyada kör olan ahirette de kördür. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bu dünyada kalbi kör olan, ahirette de kör ve daha şaşkındır.”291 Sonuç olarak bu dünyada kör olan, öbür dünyada da kördür. O halde kör olan kimse, ne şeriat, ne tarikat, ne marifet, ne de hakikatı görebilir. Öyleyse gözünü dört kapıya açmayan kendi varacağı yeri ve maneviyattaki seviyesini bilmeyen kimse, Hakk’ın yüzünü göremez. Bu dünyada iken Ahirette varacağı yeri göremeyen kimse insan değildir. İnsan olmayan aşağılıktır. Aşağılık kimse Hak sözünü işitmez. Hak sözünü işitmeyen ve Erenlerin yüzünü görmeyenin neye faydası olur ki? O halde Ey Allah’a kavuşmak isteyen kimse, eğer anladınsa, Elhamdülillah 289 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 3b; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 65a. Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye 33b; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 90a-90b. 291 İsra, 17/72. 290 168 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması demek bu anlama gelir. Eğer anlamadınsa yüz bin defa Elhamdülillah desen bir faydası yoktur.”292 Vîrânî’ye göre, Hz. Ali tarikat kapısını öğreten kişidir. On kapıdan oluşan tarikat kapısını öğrenmek için Hz. Ali’ye talib olunması gerektiğini ifade etmektedir: “Tarikat on kapıdan oluşmaktadır. Yani bir kimse, tarikat kapısının gereklerini yerine getirmezse, yani varlıktan kurtulup, Allah’ta fani olmazsa, manevi seviyesi eksik kalmış demektir ve cahildir. Zira Muhammed’i bilmeyen Ali’yi bilmemiş olur. Ali’yi bilmeyen Hakk’ı bilmemiş olur. Zira tarikat kapısıdır. Mal-mülk sevgisinden gönlünü boşaltma ve maddi varlıktan sıyrılarak Hakk’a ulaşma kapısıdır.”293 Vîrânî, Ehl-i Beyt aşığı bir şair ve mürşiddir. Onun en önemli amacı, eserinde de sıkça belirtildiği üzere Ehl-i Beyt sevgisi ile yola çıkıp, Hz. Muhammed’in sevgisine mazhar olmak, onun yolundan giderek de Allah’ın rızasına kavuşmaktır. Didara kavuşmak için Hz. Muhammed’in evladına samimi bir bağlılık gerekmektedir. Vîrânî, Ehl-i Beyt’in kurtuluşa eren fırka olduğunu, onlar hakkında şüphe duyanların onların yolundan gitmeyenlerin, ehl-i imanım demesinin, kelime-i şehadeti telaffuz etmesinin, namaz, oruç, hac ve zekât ibadetlerini yerine getirmesinin faidesiz olduğunu belirtmektedir. Ehli Beyt’i sevip, onların yolundan gitmeyenler teberraya layıktır.294 Fakrnâme’de, Hz. Ali ve diğer imamlar siyasi ve hukuki değil manevi rehberler olarak yüceltilirler ve onların tarihsel kişiliklerinden çok, söylenceler şeklinde aktarılan menkıbevi kişilikleri öne çıkarılır. Aslında Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin’in dışındakiler hakkında, isimleri hariç pek bir şey bilinmez. Bugün Alevîlikte 12 imam ve Ehl-i Beyt, dini ve kültürel bir değerdir. Ancak Fakrnâme’de, Şia’nın anladığı gibi Hz. Ali ve soyunun siyasi, dini ve hukuki yetkiyi Hz. Peygamberden aldığı, bunun için de siyasal iktidarın sahipleri olduğu ve bu uğurda mücadele edilmesi gerektiği dile getirilmez. Hz. Ali ve Oniki imam hakkında tamamen mistik/sufi varlık anlayışı benimsenir. İmamiyye’den farklı bir Ali ve Ehl-i Beyt kültü geliştirmiştir. Fakrnâme’deki farklılık siyasi ve itikadi bir ayrılık olmaktan çok sufi gelenekteki bir farklılaşma olarak görülmektedir.295 292 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 7b; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 68a. Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 8b; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 68b. 294 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 26a; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 84b-85a. 295 Benzer tespitleri Kutlu, Buyruklar bağlamında Alevîlik için yapmaktadır. Bkz., Kutlu, Alevîlik Bektaşîlik yazıları, 58. 293 169 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Vîrânî, çeşitli kavramları açıklarken Hz. Ali’nin bir benzetmesini naklederek dört kapıyı açıklamaktadır; “Şeriat bir sudur. Öncelikle şeriat suyunda yıkanmayan, Müslüman olmaz. Tarikat bir ateştir. Ateşte yanmayan pişmez ve olgunlaşmaz. Marifet bir rüzgârdır. Rüzgâr esmeyince sular akmaz, ateş yanmaz ve çiğlik pişmez. Her şey bağlanır.” Hacı Bektaş Makalat’ında şöyle buyurmaktadır: “Yel esmezse, tohumlar samandan ayrılmaz. Hakikat topraktır ve üç nesnenin yerine geçmektedir. Eğer yerine geçmezse, insan beşeri sıfatlardan arınamaz. Allah’tan gayrı bütün varlıkları terk edip, özünü izafi ruha ulaştıramaz. İzafi ruh ahirette kurtuluşa erenlerdir. Kurtuluşa erenler Allah dostlarıdır.”296 Böylece insanın yaratılıştan gelen manevi yükseliş kabiliyeti net bir şekilde gösterilmek istenmektedir. Vîrânî, değer taşıyan ruh seviyelerini hedef göstererek taliblerin tahammül etmesi zor olan adap ve erkâna katlanmalarını kolaylaştırmak istemektedir. Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in buyurduğu; Fakirlik ki dünyada da yüz karalığıdır297 hadisinin sırrını bilmek gerekmektedir. Bir başka hadisinde ise fakirlik benim övüncümdür, ben onunla övünürüm.298 Öyleyse kişi ihtiyaçsızlık içinde olgunluk makamına kanaat etmelidir. Ayrıca şeriat kapısında Allah’a ortak koşma elbisesini yıkamalı, tarikat kapısında kurutmalı, marifet kapısında elbisenin tozunu silkmeli, hakikat kapısında ise toplayıp bohçalamalıdır. Böylece her şeyden vazgeçerek zengin olma makamında kendisine yer edinmiş olmalıdır. Sırtındaki elbiseye pislik sürülmüş olsa suya sokar sabunlarsın. Sıktıktan sonra ateşe tutarak kurutursun. Ovarak tozunu havaya savurursun. Daha sonra toplayarak bohçalar, sıkı bir şekilde bağlarsın. Daha sonra birlik makamına ulaşırsın. O halde ben mürşidim diyerek talibi kabul eden kimse, talibi eğiterek bu şekilde hareket ederse; nur üzerine nur olur.299 Sonuç olarak Vîrânî, mürşid postuna kişinin dört kapının icaplarını mutlaka yerine getirmesi gerektiği görüşündedir. Vîrânî, dört kapıyı kolay anlaşılmaları amacıyla bazı benzetmeler yaparak açıklamaktadır; Ay velilik makamıdır. Gündüz ise peygamberlik makamıdır. Aydınlık ve gündüzdür. Fakat tarikat görünmeyendir. Bu yüzden gecedir. Şeriata göre geceye ispat gerekmemektedir. Bu yüzden şeriat Peygamberlere, tarikat ise Allah 296 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 14b; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 74b. İsmail b. Muhammed el-Aclunî, Keşfu’l-Hafa, Kahire trz, II/87. 298 Acluni, Keşfu’l-Hafa, II/87. 299 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 18b; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 78a. 297 170 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dostlarına özgüdür. İkisi de birdir. Bu durumda göz şeriat, kulak tarikat, marifet Muhammed ve hakikat Ali’dir. Hakikat burun, marifet ağızdır. Evrendeki düzen dört kapı, kırk makam üzerine kurulmuştur. Bunların onu şeriat, onu tarikat, onu marifet ve onu da hakikattir. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat dört kapıdır. Bu dört kapının üzerine on sekiz bin âlemin düzeni kurulmuştur. On sekiz bin âlemin üzerine yedi kat yerin düzeni kurulmuştur. Şeriat ayağıyla yürüyen, gördüğümüz yel gibi esen Âdem’dir. Tarikat eliyle tutan, gözüyle gören ve ateş gibi yanan Âdem’dir. Marifet dili ile konuşan kulağı ile işiten ve su gibi akan, toprak gibi sakin olan Âdem’dir. Âdem on sekiz bin âlemdir… Burası da dört kapı-kırk makamdır. Dört kapının birincisi şeriat, ikincisi tarikat, üçüncüsü marifet, dördüncüsü hakikattir. Şeriat evren üzerinedir ve bütünüyle konuşmadır. Konuşma ağızdan gelir. Ağız on kapıdır. Tarikat edeb üzerinedir. Edep göz üzerinedir. Göz on kapıdır. Marifet amel üzeredir. Amel kulak üzeredir. Kulak da on kapıdır. Hakikat hayâ üzeredir. Hayâ burun üzeredir. Burun da on kapıdır. O halde azizim, bir kimsede ilim olmazsa, edep olmaz. Edep olmazsa, amel olmaz, Amel olmazsa, hayâ olmaz. Hayâ olmazsa insan olmaz. İnsan olmayan konuşan hayvandır. Çünkü ilim amel üzerine, edep hayâ üzerine kurulmuştur. Hayâ insan üzerine, insan iman üzerinedir.300 Sonuç olarak Vîranî, şerîat kapısında yapılması gereken ibâdetlere de, tarîkat, ma’rifet ve hakîkat kapılarında uygulanması gereken âdâb ve erkâna da Fakrnâmesinde sürekli vurgu yapmıştır. Ona göre bir derviş, kırk makamdan birini yerine getirmeyecek olursa hakikat ehli sayılmaz. Bu yüzden marifetin gönüle girmesi gerekir. Gönülde rahmanî ve şeytanî iki güç hükümranlık kurmak için mücadele etmektedir. Allah sevgisinin gönüle yerleşmesini sağlamak için can bostanını marifet suyu ile sulamalıdır. Fakrnâme’de Dört Kapı-Kırk Makam tarîkât mensubunun geçeceği maddî ve manevi aşamalardır. Dört kapı ile kastedilen dört esas: Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat’tir. Bunların her biri de onar bölümden oluşmakta olup, toplamı kırk makamdır. İnanç esasları ile ibadet anlayışları, dini nitelik taşıyan bir teşekkülün omurgasını oluşturmaktadır. Bu durum, Alevî ve Bektaşî geleneği için de söz konusudur. Bu iki oluşumun sıkça sözlü/kültürel gelenekle ilişkilendirildiği, itikat ve ibadet boyutunun bu çerçevede 300 Vîrânî, Fakrnâme, Süleymaniye, 39b-40b; Vîrânî, Fakrnâme, Konya Yazmalar, 93b94a. 171 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tartışıldığı görülmektedir. Fakrnâme itikadi perspektiften değerlendirildiğinde, İslâmın temel inanç esaslarının belirlendiği dört kapı-kırk makam şeriat, tarikat, marifet ve hakikat gibi anlam kategorilerinin çatı kavramı olarak kullanıldığı görülmektedir. 172 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YILMAZ, Necdet (2014). “Mehmed Zahid Kotku (KS.)”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.175-178 (http://bilgelerzirvesi.org). Necdet YILMAZ * MEHMED ZAHİD KOTKU (KS.) M ehmed Zâhid Kotku 1315 hicrî /1897 milâdî senesinde Bursa’da doğdu. Soyadı ‘mütevazı’ mânasına gelen ‘Kotku’dur. Babası ve annesi Kafkasya’dan göç etmişlerdir. Dedeleri Kafkasya (Dağıstan’da) Şirvan’a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha’dandır. Burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, halen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir. Annesi Sabire Hanım’ı üç yaşında iken kaybeden Mehmed Zahid Efendi’nin babası İbrahim Efendi Hz. Peygamber sülalesinden gelen bir Seyyid’dir. 1929 yılında 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki imamlığını yaptığı İzvat Köyü’nde vefat etmiş ve oraya defnolunmuştur. Mehmed Zahid Efendi ilk mektebi Bursa Oruçbey İbtidaisi’nde okur, Maksem’deki İdâdî’ye devam eder. Sonra Bursa Sanat Mektebi’ne girer. Buraya devam ederken Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 27 Nisan 1916 tarihinde 19 yaşlarında iken askere alınır. İstanbul’da muhabere eğitimi aldıktan sonra Diyarbakır’a gider. 1917 Nisan’ında Yedinci Ordu’nun emrinde önce Şam’a oradan da Der’a’ya ulaşarak askerliğine Suriye cephesinde devam eder. Eylül 1918’de bulundukları bölgenin bombalanmaya başlamasıyla dönüş başlar. Açlık, susuzluk ve binlerce müşkilatla birlikte onbinlerce askerin şehit olmasına şahit olur. Temmuz 1919’da İstanbul’da 25. Kolordu, 30. Şube’de yazıcı olarak görevlendirilir. İstanbul’da bir taraftan askerliğini yaparken diğer taraftan da çeşitli dinî toplantılara, derslere ve vaazlara katılır. 16 Temmuz 1920 tarihinde bir cuma namazını Ayasofya camiinde eda ettikten sonra vilayet binası karşısında bulunan Gümüşhaneli dergâhına giderek Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi’ye intisap eder. İntisabının * Dr. M. Es’ad Coşan Araştırma ve Eğitim Merkezi. 175 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ardından günden güne halini terakki ettirir. 18 Kasım 1921’de şeyhinin vefat etmesi üzerine Gümüşhaneli dergâhı postnişîni olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında mânevî eğitimine devam eder. Belirli aralıklarla halvetlere girer. 27 yaşlarında iken tarikat hilâfetnâmesi ve Râmûzü’l-Ehâdîs, Hizb-i Âzâm, Delâilü’l-Hayrât icâzetnâmelerini alır. Bayezit, Fatih, Ayasofya camii ve medreselerinde derslere devam eder, bu arada hafızlığını da tamamlar. Hocasının emir ve işaretiyle çeşitli kasaba ve köylerde dînî hizmetler îfâ eder. Mehmed Zahid Efendi tekkelerin kapatılmasının ardından doğduğu yer olan Bursa’ya döner. Orada evlenir. 1929’da vefat eden babasının yerine Bursa Ovası’ndaki İzvat Köyü’nde 16 sene kadar imamlık yaptıktan sonra, 1945-1952 yılları arasında yedi yıl da Bursa’nın içinde bulunan Üftâde Camii’nde görev yapar. 2 Kasım 1952 senesinde Gümüşhaneli dergâhı postnişîni ve tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Efendi’nin vefatı üzerine onun mânevî görevini devralarak Aralık 1952’de İstanbul’a gelir. Fatih’te Ümmügülsüm mescidinde imamlık vazifesine devam eder. Daha sonra camiin istimlak meselesi çıkınca 1958 senesinde vefatına kadar vazife yapacağı İskenderpaşa camiine naklolunur. Mehmed Zahid Efendi ömrünün son yıllarında rahatsızlanır. 1979 yazında uzun süre kalmak için gittiği Hicaz’dan ağır hasta olarak 1980 Şubat’ında dönmek zorunda kalır. Bir ay sonra midesinden bir ameliyat geçirir. Ameliyattan sonra kısmen sağlığına kavuşur. O yılın orucunu hiç aksatmadan tutar. Teravih namazını hatimle kılar ve evindeki sohbet de kesintisiz devam eder. Hac mevsimi gelince Hicaz’a gider. Haccı meşakkatler içerisinde edadan sonra ağır hasta olarak İstanbul’a gelir. Dönüşünden bir hafta sonra 13 Kasım 1980’de perşembe günü öğleye yakın dâr-ı bakâya irtihâl eyler. Cenaze namazı 14 Kasım 1980 cuma günü Süleymaniye camiinde “muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafîr” tarafından kılınarak, mübarek vücûdu, Kanunî Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolunur. *** Osmanlı’nın çöküşünü Cumhuriyet’in ise doğuşunu sıcak ve yoğun bir şekilde idrak etmiş olan Mehmed Zahid Efendi’nin yaşamı müddetince gerek dünya çapında gerekse ülke bazında önemli tarihî hadiselere, köklü değişme ve gelişmelere tanık olunmuştur. Birinci 176 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Dünya Savaşı’na katılmış, sıkıntılı, sancılı dönemleri bizzat yaşamıştır. İlimle ya öğrenen ya da öğreten olma vasfı ile devamlı olarak meşgul olmuş olan Mehmed Zahid Efendi, insan eğitimini esas almıştır. Görev yaptığı camilerde pazar günleri ikindi ile akşam namazı arasında Râmûz dersleri yapmıştır. Cuma vaaz ve hutbeleri ile önemli günlerdeki konuşmaları yanında özel sohbetleriyle de insanları eğitmeye çalışmış; kısa, öz, sakin ve telaşsız konuşmuş, herkese söz hakkı tanımıştır. Ülkenin kalkınmasına önayak olmuş pek çok müessese onun tavsiyesi ile vücut bulmuş, eğitim ve yardımlaşma alanında bazı vakıflar onun yönlendirmesi ile kurulmuştur. Mehmed Zahid Efendi’nin tasavvuf anlayışı bütün bir hayatı Allah’ın rızası doğrultusunda yaşamaya dayanır. Vaaz ve sohbetlerinde dinî konuların yanısıra ülkenin ekonomik, politik, ilmî ve sosyal problemleriyle ilgili görüşlerini de ifade ederdi. Yalın, mütevazı, iddiasız… yaşayış ve duruşuna rağmen, ülkemiz irfan, siyaset ve sosyal hayatında derin tesirler, kalıcı izler bırakmıştır. Zahid Efendi müslümanca yemek, müslümanca giyinmek, müslümanca oturmak ve konuşmak, vakti tasarruf etmek, boş şeylerle meşgul olmamak, müslüman bir çevre oluşturmak, halka hizmet için idareye talip olmak gibi İslâm’ın fert ve toplum bazında kuşatıcı olmasını sağlayacak bütün davranışları ısrarla vurgulamıştır. Talebeleri ve sevenleri tarafından ifade edilen en önemli nokta, onun güler yüzlülüğüdür. Mütebessim çehresiyle herkesi dinler, herkese dua eder, tanıdığına tanımadığına selam verir, gönül alır, tevazu göstererek çevresindekilere bir kardeş, bir arkadaş intibaını verirdi. Dostlarına ve akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez, ziyaret eder, arar-sorar, yardımlarını esirgemezdi. Cömertti; verdiği zaman şaşılacak derecede verirdi. Kapısı herkese sonuna kadar açık olur, sofrası misafirsiz kalmazdı. Hafızası çok kuvetliydi. Gördüğü bir kimseyi, duyduğu bir ismi bir daha unutmazdı. Mehmed Zahid Efendi dostlukların Allah (cc.) için kurulabilmesinde karşılıksız hizmetin şart olduğunu düşünür, “Bizim yolumuzda hizmet asıldır. Tarikatimiz hizmet için kurulmuştur. Ne zaman ki hizmete ihtiyaç vardır, orada zikir ve murakabe sonraya bırakılır.” derdi. Her hali Peygamber Efendimiz’e benzerdi. Hutbelerindeki celadetinden, ev halkına karşı latifeciliğine, gözündeki kırmızılıktan, 177 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sırtındaki iri benine kadar her haliyle kendisinde Peygamber Efendimiz’e hüsn-ü ittiba tahakkuk etmişti. Sohbetleri esnasında derin ve ince mânalar bulur, bazen bir âyet, bir hadis üzerinde aylarca konuşurdu. Toplumun her kesiminden insanın devam ettiği sohbetlerinde İslâm’ın esaslarının öğrenilmesinden ve yaşanır hale getirilmesinden söz eder, İslâm’ın hayata geçirilmesi için gerekli tutum ve davranışları basit formüller halinde verirdi. Söylediği her şeyi öncelikle kendisi uygular, yaşantısıyla, haliyle örnek, tebliği temsille birlikte yürütürdü. İki kişiyle de konuşsa, kalabalık bir topluluğa da hitap etse sohbetlerinde aynı samimi ve safiyâne üslubu kullanır, sonunda herkes kendi adına alması gereken dersi alırdı. Hiç kimseye muhtaç olmadan, kendi alın teri, el emeğiyle geçinmeyi şiar edinen; tüketici derviş kitlesi yerine, üretici derviş olmayı öğütlerdi. Kimseye yük olmaya asla rıza göstermezdi. Makam, mevki, şan ve şöhretten hoşlanmaz, insanlara kemaliyle, hâliyle, kâliyle örnek olmaya çalışırdı. Zahid Efendi’nin vurgulanması gereken bir özelliği, camiyi irşad hayatının sürekli merkezinde tutan; şeriate bağlılığı hem tarikatten önce hem de tarikat, mârifet, hakikat basamaklarından sonra varılması gerekli bir hedef olarak, sürekli ön planda tutmuş olmasıdır. Zahid Efendi, gününün insanına onun anlayacağı bir dille ulaşmak için eserler kaleme almıştır. Hiçbir tekellüf ve zorlanma olmaksızın âdetâ konuşur gibi yazılmış olan ve kimi vefatından sonra yayınlanan Tasavvufî Ahlâk, Cennet Yolları, Nefsin Terbiyesi, Ehl-i Sünnet Akâidi, Hadislerle Nasihatlar, Mü’minlere Vaazlar gibi eserleriyle günümüzde hâlâ irşada devam etmektedir. Ruhu şâd, makâmı âlâ, merkadi pür-nûr olsun. 178 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YOLOĞLU, Güllü (2014). “Mucize, Keramet, Firaset Sahipleri, İstidraç, Şamanlik”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.181-196. (http://bilgelerzirvesi.org). Güllü YOLOĞLU (MEMMEDLİ)* MUCİZE, KERAMET, FİRASET SAHİPLERİ, İSTİDRAÇ, ŞAMANLIK D ünya halklarının, demek olar ki, her birinin ilkin inkişaf devrinde özünde tabiat kültünün tüm inam şekillerini eks ettiren, ilmi edebiyatda «şamanizm» adlandırılan dini inam forması yaranmışdır. Ele bu sebeptən de şaman ayin ve inamlarının benzerine dünyanın bir çok halqları arasında da rast gelirik. Lakin şamanizmi araştıran alimlerin büyük ekseriyeti Sibir`ya şamanlarının tecrübesini ayrıca vurğulayırlar. Bunun da esas sebebi odur ki, diger, inkişaf etmiş, hıristyanlığın, İslamın yayıldığı halklardan farklı olarak Sibir`ya türkleri ve, elece de, gayrı-Türk toplulukları gözden, gönülden uzakta kalmış, ilkinliklerini bu güne kadar bacardıkları kadar korumuşlar. Bu işde onlara sert iklim şeraiti, dağlar, tayga ve geçilmez nehirler de yardımçı olmuşdur. Belelikle, bu gün skandinav, slav, german, roman ve diger halkların hayat ve meişetine, folklor örneklerine, halk inanclarına dikkat edende, hazırda Sibir`ya türklerinin yaşadığı ve yaşatdığı şaman ayin, adet-enene, merasim ve inancları ile aynılık ve benzerlik görürük. Mehz bu sebepten de bir çokları hemin halkların sadaladığımız şamanist görüşlerini türklerden iktibas etdiklerini sübut etmeye çalışır ve bunun için de hemin halkların folklorundan, hayat tarzından örnekler getirirler... Biz meseleye bu cür yanaşmanın yanlış olduğunu düşünürük... Özünde üç alemi (Göy, Yer, Yeraltı alemi) birleştiren şamanizmde rus dilində yanlış olarak «bojestva» gibi verilen, aslında ise «yiyeler» gibi tanınan (dağ yiyesi, su yiyesi, orman yiyesi (eye) ve b.) ve onlardan da yüksekde duran Ulu Tanrı`ya, Ülgen`e, Kuday`a inam var. * Prof. Dr. Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi. 181 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İnsanlar tasavvurlarında yarattıkları ilahi kuvvelere, ruhlara muhtelif hayvanlar adak edir (adaklayır, ad edir), kanlı ve kansız kurbanlar verir, çeşitli ayinler zamanı ovsunlardan istifade edirdiler. Tedricen bu ayin ve merasimler zamanı konkret metnlerden istifade olunmağa başlandı. Bunlara fal zamanı okunan ovsunlar, alkışlar, garğışlar, ovçu neğmeleri, emek neğmeleri adı ile tanınan, aslında ise ovun uğurlu, emegin behreli olması için elakadar ruhları yola getirmek, gönüllerini hoş etmek maksadıyla okunan ovsunları misal göstermek olar. Ruhun varlığı inkarolunmazdır (dilimizde olan «ruha gıda vermek», «ruhunu okşamak», «ruhu cuşa getirmek», «ruhdan düşmek», «ruhlanmak» ve bu gibi ifadeler bu barede düşünmege esas verir). O, insanı herekete getirir. Bedeninde ruh olmayan insan cesedi hatırladır. Eger ruh insanı herekete getirirse, demeli, tabiatda baş veren hadiseleri de ayrı-ayrı ruhlar, yiyeler idare edir ve onların da her biri uca Tanrı`ya bağlıdır. İslam dini ruhu inkar etmir. Aksine, onun her yerde varlığını vurğulayır... Sufilik Şamanlıkla İslam arasında bir köprüdür. Tabiat kültü ile temasta olan türklerin yaşam tarzı, tasarrufat hayatı, töreleri, kadınlarının cemiyyetde ve aylede yerinin önemi ve bu gibi bakışlar sert kanunları ile halklara götürülen İslama uygun degildi. Uygun olan tek Tanrı`ya inam idi. Lakin daim otlak sahalar arayışında olan ve esasen hayvandarlıkla meşğul türkler dağdan arana, arandan dağa, gündoğandan günbatana haraketde oldukları için bir cami kurup da orada ibadet yapamazdılar. O yüzden türkler şamanlar (baksı, kam, xam, gözüaçık, oyun ve s.) vasitesiyle icra etdikleri ayinlere İslami unsurlar kata bildikleri kadar kattılar. Lakin zaman geldi, onunla birge yasaklar da geldi. Ceza korkusu keramet, istidraç, firaset... sahibi olan şamanların kılık degiştirmesine yol açtı. Molla, ahund, şeyh adı, Dede, Baba, Ata kelimelerinin altında aslında Tanrı tarafından vergi verilmiş eski şamanlar dururdular. Tıpkı ak ve kara şamanlar gibi, ak ve kara mollalar meydana çıktı. Hristiyanlıkta ve diger dinlerde de bu tür hakim dinlerle perdelenmiş insanlar var. Lakin en önemlisi keramet sahiplerinin kerametlerini göstermek istekleri idi. Hakiki keramet sahipleri ve övliyalar bu kerametlerle ögünmezdi. Ama şamanlar kendi güçlerini nümayiş ettirmekle mövgelerini de möhkemledirdiler. Təvazökarlık, adillik, agillik, Tanrı sevgisi, Muhammed sevgisi bir çok velilerin halk arasından çıkarak gönüllerde taht kurmasına sebep oldu. Bunlar da yesevilik, bektaşilik, nakşibendilik, mövlevilik, bakuviyə, kalenderiye ve diger bu gibi tarikatları yaratanlar idi... 182 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Hazret-i Muhammed`in peyğamberlik aldığı dönemlerdeki halının şamanlarınkına yakınlığı İslamın yayıldığı bölgelerde, özellikle de Mısır`da, Suriya`da, Orta Asya`da, Kazakistan`da, Azerbaycan`da, Irak`da, İran`da, Türkiye`de ve diger yerlerde şaman ayinlerinin bu ve ya diger şekilde ekser adet-enenelerde, merasimlerde korunarak günümüze kadar ulaşmasına imkan verdi. Bu işde,bildirdigimiz gibi, İslam dini ile şamanizm arasında bir köprü olan sufilik büyük rol oynamıştır. XI-XII yüzyıllarda daha çok dikkat çeken sufiler de vecde gelmek, cezv olmak, kendini, yani ruhunu idare etmege nail olmak vasıtasıyla Allah`ın merhemetini kazanmağa, O`nun kendine yaklaşmağa ve onu derk etmege çalışırlar. İlk sufi kardaşlıkları IX yüzyılda meydana gelmiş, XII yüzyılda daha geniş yayılmıştır. Sufi kardaşlıklarının üzvleri olan dervişlerin bir çoğu hal ehli idi. Sufiler İslam dinini evelki din olan şamanizmle yoğurarak halka, Türk halklarına daha yakın dille, mefhumlarla Arap dilinde nazil olan “Kur’an-ı Kerim”i ve Tanrı`ya giden yolları hatta en uckar yerlerde hayvandarlıkla meşğul olan ahaliye de izah edirdiler. Halk arasında kazandıkları hürmet ve ihtirama göre onların mezar ve türbeleri ziyaretgahlara çevrilirdi. Lakin onlara bu kadar perestiş, sevgi yalnız hürmet ve ihtirama bağlı degildi. Bu insanların her birinin sıra dışı, harügülade, insanlarda korku ile yanaşı tabeçilik hissi yaratan gücleri de vardı. Kazakistan`ın güney bölgelerinde bir çok mukaddeslerin pirleri, ocakları bu gün de var. Onlardan bazıları (Iskak Baba türbesi, Kara Buğra kesenesi ve başkaları) Arabistan`dan gelerek İslam dinini halk arasında yayan şahıslara mahsus olsa da, Arstan Baba, Hoca Ahmet Yesevi, Dombalak Ana, Baba Tükdi Şaştı Aziz ve diger mezarları ziyaretgahlara çevrilenler yerli Türk tayfalarına mensup idiler. Onu da deyek ki, Arabistan çöllerinden gelerek İslamı Boz Kırlarda yayanların etnik kimligi ile bağlı esas fikir onların Arap olmasına yönelmiştir. Lakin hayvandarlıkla meşğul olan, üylerde yaşayan, tabiat kültünün üstünlük teşkil etdigi, daim at belinde yarım köçebe hayat tarzı geçiren, Arap dilinden haberi olmayan insanlara araplar İslamı nasıl anlatacaktılar? Tabii ki, bu işde Arabistan taraflarda yaşayan, İslamı kabul eden ve İslam misyonerligi yapan türklerin rolü büyük idi. Yani Arabistan`dan geldikleri için Arap denilen, aslında ise Türk asıllı insanlar türkler arasında İslam dinini yayırdılar. Dil bilmeden İslamın türkler arasında gönüllü yayılması zor olduğundan türklerin yaşadıkları 183 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yerlere türkleri yollayırdılar... Bir çok hallarda yerli halkın psikolojisini bilmeyen müslüman Türk misyonerler yerli türklerin içerisinde sayılıb seçilen adamları, aksakalları, baksıları, şamanları, porhanları kendi taraflarına çekerek onların vasıtasıyla dini yayırdılar. Halkın evelki dinini unutmak istəməməsi, gündelik hayatında ovsunlardan, nazar için alkışlardan, nazar boncuklarından, koç buynuzlarından, gözdeymenin karşısını ala bilecegine inandıkları bitkileri yandırarak tüstületmelerinden ve diger inamlarından el çekmemeleri sonrakı dinin müeyyen kadar formal karakter almasına ve eski dinle hesaplaşmasına sebep olmuştur. Bu gün de İslam perdesi altında eski din yaşayır ve, belelikle de, mistik İslam yaşayır. Halk bu gün de Kitapla, kurşun dökme ile, taşlarla fal açır, korkuluğu almak için Çıldağa gedir, cin kovan, nazar duası, bereket duası, baht duası ve s. yazan mollalara inanır. Abdulaziz İbn Abdulla İbn Bazza göre, “Allah-u Tealadan başka gayrısına – taşlara, ağaçlara, bütlere ve diger varlıklara yalvarmak Aziz ve Calil olan Allah-tealaya ortak koşmak, Allahtealaya ibadetten çıkmaktır. “Kur’an-i Kerim” nazil olduğu VII. yüzyıla kadar dünyada bir çok medeniyetler olmuş, insanlar yaşamış, çeşitli dinlere sitayiş etmiş, totemlere, bütlere, ruhlara tapınmışlar. Dünyanı derk etmek iktidarında oldukları ilk zamanlardan insanlar tabiatın passiv üzvü olmamışlar. Onlar daim bu ve ya diger şekilde tabiat hadiselerine tesir göstermege, onlardan kendi isteklerine uygun olarak istifade etmege çalışmışlar... Mesela, Ay ve ya Güneş tutulan zaman, yağmur yağmayanda, ya yağmur çok yağanda insanlar eveller şamanların, sonralar ise İslam aleminde mollaların, ahundların başçılığı ile çöllere çıkmış, yağmur duasına toplanmış, Ayı, Güneşi tutan şer kuvveleri hay-küy salmakla, bağırmakla, ellerindeki kazanlara vurmakla, tüfengten ateş açmakla kovmağa çalışırlar. Şamanlar üçüncü gözü açık olan, bedenlerine giren ruhlardan çeşitli maksatlar için faydalana bilen insanlardır. Şamanizm tabiat kültü ile sıkı bağlıdır. Onun insanların ilkin inkişaf döneminde yaranması esas verir ki, bu gün kendini oturak, ekincilikle meşğul olan, maldarlıktan uzak sayan halkların her birinde şamanizmin izlerinin olduğunu eminlikle söyleyek. Şamanizmin bir çok özellikleri, ayinleri, atributları, inamları, alkış ve karğışları, ovsunları hazırda budist, musevi, hıristyan, müslüman halklar tarafından yaşatılır. 184 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bir defasında Buda`dan sorurlar: -Sen Allah`sın? - Yok, diye Buda cevap verir. -Belki meleksin? -Yok! -Mukaddessin? -Yok! -Bes onda kimsin? -Ben uyanmış birisiyim, diye Buda cevab verir. Bu yerde Mısır antik ideyalist filosofu, neoplatonizmin banisi Plotin`in şu sözlerini hatırlamak yerine düşer: “Doğulanda her birimize uyanmak hakkı verirlir. Lakin çok az insan bu haktan yararlana bilir.” Azerbaycan halkı şu hikmeti derk ettiginden insanın bu dünyaya kör gelip kör gibi de yaşadığını, görmek iktidarında olduğu bir çok şeyleri göre bilmedigini bazı manevi medeniyyet örneklerinde eks etdirir. Onlardan birinde deyilir: Çay geler, akar, geçer. Bendleri yıkar, geçer. Dünya bir penceredir Her gelen bakar, geçer. Bakar, ama göremez, bakmak görmek demek değil. Çünki görme hakkından her kes yararlana bilmir. Bunun için ruhun beden, iradenin de ruh üzerinde kalebesine nail olmak, tek dünya adlı bir pencereden değil, aynı zamanda kendi dahiline, içine de bakıp göre bilmek vacipdir. Şamanlar, kamlar, baksılar, oyunlar ve b. buna nail ola bilirler. Tesadüfi değil ki, belə adamlara Azərbaycan`da görücü, bakıcı, Kırgızistan`da gözü açık deyirler. Digerler insanlar ise onların göre bilme bacarıklarından faydalanır, yani onların yardımı ile kendilerine ait olan, lakin eşide, göre bilmedikleri bir çok şeyleri eşidir ve görürler. Sufi alimlerden olan Deylemi bir hadis-i şerifde deyir ki, “gözü görmeyen kör değil, basireti kör olan kes görmeyendir.” “Şaman” sözünün bir sıra manaları ile yanaşı tunqus dilindeki “göke kalkan” anlamı dikkat çekicidir. Trans zamanı şamanların ruhları bedenlerini terk ederek yukarı, göke kalkar, dünyanın yeraltı, üst ve orta katlarında dolaşar. Bele seyahatlar zamanı şamanlar gördüklerini, duyduklarını etraftakılara söylerler. Hazrat-i Peyğamber 185 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı de etrafındakıların derk ede bilmediklerini derk etmeğe cehd gösterdiginden ruhla bedenin mübarizesiyle karşılaşır. Güçlü iradeye malik olduğundan ruh kalebe kazanır, bedeni belli bir müddete terk edir. Lakin şamanların, peyğamberlerin kudreti ondadır ki, onlar bedeni terk etmiş ruhu idare ede bilirler. Şamanizmde insanın, sözün hakiki manasında uyanması, ali hakikatı derk etmesi, hakka ulaşması iki yolla mümkündür: nura boyanma, nurlanma, olma, ışıklanma ve ölerek dirilme yoluyla. “Şaman ışıklanması” adlandırılan birinci yolu diger dinlerin yayıldığı yerlerde de muşahide etmek mümkündür. Bele adamlar “ışıklı insanlar” sayılmışlar. Veliler, din alimleri, peyğamber ve keramet sahipleri böyle ışıklı insanlardır. Hazrat-i Muhammed`in de Ramazan ayının 17`de gece yarısı çağırış sesine uyanarken gözlerine parlak bir ışık sataşmıştır. O, bu ışığı gören gibi huşunu itirmişdir... Hazret-i Muhammed gibi mağaraya çekilme, tenhalığa kapanma dünya dinlerinde geniş yayılmış haldır. Şamanlar, yoglar, ağzı kapalı mağaralarda 10-13 yıl yaşaya bilen Tibet monahları, halvetiye dervişleri ve başkaları buna örnekdir. Tenhalığa çekilmede esas maksat etraf mühitin ses-küyünden, hayat problemlerinden ayrılarak bütün dikkatini manevi başlanğıça, derk etmek istediginin derkine yöneltmektir. Yalnız tek kaldıkta ve nazarlarını kendi içine yönelttikte, insan üçüncü gözü ile içini göre bilir, özünü derk edir, Ulu Tanrı`ya yakınlaşa bilir. Tasavvuf ihlas ve ahlak ilmidir. Tasavvufu anlamakla onu hal olarak yaşamağı şekeri anlatmakla tatmak gibi farklı gibi gösterirler. Muhammed Peyğamber zamanında meydana gelen zahitlik sonralar tasavvufun esasını teşkil etdi. Tezlikle Bağdat`da, Kufe`de, Şam`da, Mısır ve Nişapur`da sufi büyükleri çevrelerine çoklu sayda taraftar topladılar. Şamanizmde de yiyeler yiyesi Ulu Tanrıya itaat var. Bu da onu İslam dinine yaklaştırır. Hazreti Muhammed`in 610-cu yılda nazil olan ilk vehyi aldığı zamana kadar 40 yıl içerisinde yaşadığı cemiyetde, o cümleden Mekke`de de bütperestlik ve bütperestlerin allahlarının büyüyü olan “Allah” adında bir mabuda sitayiş vardı. Kahinler de Allah`la adamlar arasında vasiteçi idiler. Göründügü gibi, Muhammed Peyğamber`in o Allah`ı sonradan tek Allah ilan etmesi, daha doğrusu tek Tanrı`nın varlığını derk ettikden sonra ona Allah adı vermesi heç de tesadüf değil. O da tesadüf değil ki, müasirleri ilk evel ayinlerinin, kısmen de olsa, kahinlerin secini hatırlatdığını göz önüne alarak Peyğamber`i bütperest kahinlere benzetmişdiler. Bu kahinler de 186 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Dede Korkut gibi gaibten türlü-türlü haberler verirdiler. Bütperest bir cemiyetde 40 yil yaşamış bir şahsın hayatında, elbet ki, ne kadar yenilik olsa da, evelkilerin izleri kalmalı idi. Bunu biz «Kur’an-i Kerim»de de görürük. Bütperestligin diger obrazları, o cümleden İslam edebiyatında oddan yaranan ruhlar gibi tanınan cinler de buradan götürülmüş diger obrazlar gibi, rollerını, funksiyalarını degişmiş şekilde, tazelenmiş, yeni keyfiyetde karşımızda dururlar. Sade, zahmetkeş tacir olan Muhammed`i diger insanlardan farklandıran cehetlerden biri de onun uyanışa doğru yol açan düşünmege, derk etmege cehd etmesi idi. Bir daha Plotinin sözlerine dönsek: «Hamımıza doğulanda uyanmak hakkı verilir, lakin az adam bu haktan yararlana bilir.» Bu haktan istifade eden o az adamlardan biri de Hazreti Muhammed idi. O, bir tacir gibi çok yerlerde olmuş, çeşitli dinlerin ve halkların nümayendeleri ile sohbet etmiş, eşitdiklerini ağıl süzgecinden geçirerek daha kâmil, daha müterekki bir din baresinde düşünmüşdür. Peyğamberimizin şamanizmde «şaman hastalığı» adlanan ruhi heyacanlarla, sarsıntılarla, göz alacalanması, huşun itirilmesi, kulağa ses gelmesi, insanlardan uzaklaşmak istegi ile müşayiet olunan hastalığa tutulması da derk etmek isteyenin gücünden haber verirdi. Bele hallarında Hazreti Muhammed Hire dağındakı mağaraya çekilerdi. Tesadüfi degil ki, Hazreti Muhammed`i de «hastalığa» tutulduğu ilk anlarda yalnız hayat yoldaşı Hadice başa düşür, ona destek olurdu. Elbet ki, İslam peyğamberinin meracını nazardan kaçıran bir sıra Amerika ve Avrupa bilim adamları bu fikirdedirler ki, şamanlardan başka heç bir dinde din adamala, kahinler, mediumlar, ekstrasensler ve başkaları Tanrı`nın dergahına, Göyün katlarına seyahat ede bilmirler. Bir daha «şaman» sözünün tungus dilində «göyə kalxan» demek olduğunu, trans zamanı onların ruhlarının bedenlerini terk ederek başka yerlere, Göke ve Yeraltı aleme səyahat ede bilmesini yada salak. Rocer Uolşun yazdığına görə, «belə seyahatlar zamanı şamanlar başka dünyaları da ögrenir, orada insanlar ve ruhlarla görüşür, sohbet edir, meslehetleşirlər». Hazreti Muhammed de bedenini terk ederek göklere kalkan ruhunu idare ede bilirdi... Son dövrlerin görkemli bilim adamları (Karlos Kostaneda, Rocer Uolş, Maykl Xarner ve b.) şamanizmin asıl mahiyetinin açılmasına çalışır, bu güne kadarkı fikirleri öyrenerek yeni araştırmalar aparırlar. Meseleye doktorların, psikologların, filosofların, antropologların karışması mevzunun, tedkikat obyektinin kifayet kadar ciddiliginden haber verir. Bir çok bilim adamları 187 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tarafından Freyd ve onun tarafdarlarının şamanlara şezofrenik, epilepsik gibi yanlış bakışları tenkit olunur, yeni, daha doğru yanaşmanın vacibligi vurğulanır. Tesadüfi degil ki, övliyanın büyüklerinden olan Ablullah Siraceddin Ömer bin Ekmelüddin Lahıcı`nın tesevvüfde takip etdigi yol da halvetiye adlanırdı. Bu ad ona göre verilmişdir ki, Abdullah Siraceddin Ömer Lahıcı bir çinar ağacının koğuşunda kırk gün fasilesiz kalmıştır. Halvetilerin tekkelerinde kırk gün halvete çekilmük, zehinlerinden çeşitli dünyevi düşünceleri silmek, yalnız Allahü tealanı düşünmek üçün otaklar vardı. Muhammed Peyğamber`in telimine şamanizmden geçmiş unsurlardan biri de «kıl köprü»dür... Ölünün hemin gün defn olunması, kefene tutulup tabutsuz mezara koyulması ve s. de İslam dini ile şamanizmin ortak özelliklerindendir. Deyilenlerden bir daha bu neticeye gelmek olur ki, Allah`a İslam, teslim bütün devirlerde olmuş ve din icraçıları, vasıtaçılar, peyğamberler, şamanlar malumatı aynı menbeden muhtelif vakitlerde çeşitli yollarla almışlar. Tanrı sevgisinden bahs eden araştırmacı Ebulfez Aliyev (Elçibey) şaman duyğusu ile Sami tefekkürünün çuğlaşmasından sonra sufiliyin yeni bir tekanla öne çıkdığını vurğulayır ve yazırdı: «Orta Asiya, Azerbaycan, İran, İrak, Suriya ve Küçük Asya`da İslam`la şamanlığın yeni çuğlaşması onlarca sufi tarikatlarının yaranması ile sonuçlandı. Doğu felsefesi ile İslam dinine yeni bir ruh – Şaman ruhu geldi.» Tarikat «yol» anlamına gelir. Bu, şamanların geçdigi «ağır yol»u hatırladır. Tesadüfi değil ki, asıl sufi, gelecek şaman gibi, bir çok eziyetli merhelelerden, dört kapıdan (şeriet, marifet, tarikat, hakikat), kırk mertebeden geçir, yani haldan-hala düşür ve sonunda «hal ehli»ne çevrilir. «Çille» (kırk) sözünün el arasında esas manası «ağırlık», «çetinlik», «ağır sınak»dır. Alevi-bektaşi dervişleri yalnız çille çıkarandan sonra ermiş sayılırlar... Tarikatların esasını tasavvuf teşkil edir. İslam`ı elde esas tutanlar dinde cahil olanların özlerine şeyh ve mürşid, ağızlarına od alıb, yanaklarına şiş batırmalara keramet demelerine karşı çıktılar. Bunlara İbn-i Hacer-i Mekki («Fetava-yı Hadisiyye») ve İmam-i Rabbani («Mektubat»ın 266 mektubunda) gibi alimleri misal göstermek olar. Muhammed Peyğamber bu barede deyirdi: «Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yeridigini, yahud ağzına od koyup udduğunu görseniz, feget islamiyete uymayan 188 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bir iş görse, keramet sahibiyem dese de, onu sehrbaz, yalançı, sapık ve insanları doğru yoldan sapdırıcı bilin!» Allah`ın gözegörünmez olması, heç kese ve heç neye benzemedigi malumdur. Her kesin görmedigini görmek, havada uçmak, ruhları ve geyri-adi uykuları görmek, bilmedigini bilmek, su üzerinde gezmek, geybden haber vermek, başkalarının ede bilmediklerini etmek ve s. tesevvüf değil. Çünki bu hallar müselman olmayanlarda da görünür ve buna İslam`da, artık kayd etdigimiz gibi, istidrac denilir. Eger bu hallar övliyada görünürse, buna keramet denilir. Demeli, bu hallar hem müslümanlarda, hem de gayrimüslümanlarda mövcuddur. Sadece dindarlar bunu birinde keramet, firaset, o birinde istidrac, cadu, sehr adlandırırlar. İstidrac fasıkların, yani günahkarların bazı bilinmeyen, gayri-adi şeyler göstermesine denilir. İstidrac derece-derece kıymetini itirmek demekdir. Aslında ele «mücüze» sözü de arapca («möceze») hareket ve amellerile etrafdakıları heyrete salarak kendi gücü karşısında aciz koymak anlamını verir. İnsanları özüne inandırmağın en seçkin yolu möcüzedir. Buna göre de dinlerin başlanğıcında möcüze durur. İslam’da tabiat kuvveleri, fizika, kimya ve biologiya kanunları dışında gizli vasıtalardan istifade ederek garib şeyler etmegi sağlayan işe, müslüman olmayanlardan ortaya çıkan adet dışı şeylere, caduya sehr denilir. «El-Hadikat-ün-Nediyye»deki bir hadis-i şerifde Peyğamber efendimizin dilinden denilir: «Kahinlik eden ve kahine giden ve sehr, cadu eden ve ettiren ve bunlara inanan bizden değildir. O kes «Kur’an-i Kerim»e inanmamışdır». «İhya»dakı diger bir hadis-i şerifde «Müslüman cadu etmez, imanı gittikden sonra cadusu tesir eder.»» denilir. Abdülhakim Arvasi sehrin, cadunun insanları hasta etdigini, sevgi ve ya muhabbetsizlige düçar etdigini, yani cesede ve ruha tesir etdigini, kadın ve uşaklara daha çok tesir etdigini yazır. Muhammed Masum Faruki demişdir: «Hakiki mömin batil inanclara inanmaz, sehr, uğursuzluk, fal, ovsun, «Kur’an-i Kerim»den başka şeyle yazılı muska, mavi boncuğa, kehanet ve buna benzer şeylere, bunların mütlak bir iş görecegine, mezarlara şam koyanlara, tel ve iplik bağlamağa etibar etmez ve keramet sahibi olduğunu söyleyen sahtakarlara inanmaz». Abdullah ibn-i Abbas`ın malumatına göre, Muhammed Peyğamber`den evel şeytanlar göylere çıkır, meleklerden eşittiklerini kahinlere haber verirdiler. Peyğamberden sonra onlara göylere çıkmak yasaklandı. 189 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İslam aleminde istidrac kafir ve fasıklarda, yani açık-açığına günah işleden müselmanlarda görünen adet dışı, harükülade, geyri-adi hallardır. Buna mekr-i ilahi de denilir. Ancak, eger, vurğuladığımız gibi, aynı adet dışı, harükulade, geyri-adi hal, gabiliyet mümin müslümanda, velide görünürse, buna firaset, keramet, hemin şahıslara «Allahü tealanın sevgili kulları» denilir. Aslında luğatta keramet arapça garip, geyri-adi, insanın imkanları dışında olan, insanları heyran koyan, heyrete getiren şey anlamındadır. «Hansı peyğamberin ümmetinden olursa olsun, velilerden adet dışı, yani fizika, kimya ve fiziologiya kanunları dışında meydana gelen şeyler, hadiselr, üstünlükler keramet adlandırılır…». Yani dininden asılı olmayarak her kesin, ister müslümanların, isterse de gayri-müslümanların (İslamda kafirlerin – G.Y.) gösterdigi ve adi insanı heyran koyan, heyrete getiren her şey keramet ve ya istidrac sayıla biler. Bundan başka, gayd etdigimiz gibi, mücize de var. Bu da İslam`da yalnız peyğamberlere aid edilir. Mesela, Musa peyğamberin asası yılan olarak sehirbazların sehir aletlerini yudur, İsa peyğamber ölüleri diriltir, körların gözlerini açır, Muhammed Peyğamber ise «Kur’an-i Kerim»i insanlara behş edir. Harputlu İshak Efendiye göre, Muhammed Peyğamberin minden artık mucizesi vardı. Merac mucizesi, Şakk-ı kamer mucizesi (Ayın ikiye bölünmesi), barmaklarından su fışkırması, Kabe-i muazzam içindeki bütlerin barmağının bir işaresile yüz üste düşmeleri, ölüleri diriltmesi, yaralılara ve hastalara şifa vermesi de bu mucizelerdendir. Peyğamber olacak şahısların adet dışı, yani harükülade, geyriadi hallarına irhas deyilir. İsa peyğamberin beşikte konuşması, kuru ağactan taze hurma istegen gibi eline hurma gelmesi, Muhammed Peyğamber`in çocukken göyüsünün yarılması, ağacların, daşların ona salam vermesi ve s. irhasdır. Övliyanın keramet göstermesi lazım deyildir. Bunlar keramet göstermek istemezler. Allahü tealadan utanırlar. Övliyanın kerametlerini hakk ve doğru sayan İslam mantığı ile aynı şeyleri gösteren gayri-müslümanlarda bunu sehr ve cadu kimi kabul eden din adamları bir tarafdan «evliyanın kerametine inanmak lazımdır» deseler de, onlar bu kerametlerin ikiye bölündügünü, birincinin «keşf» (“kəşf” kapalı şeyin üstünden örtügü kaldırmak, hayal aynasında bir çok şeyleri görmek demekdir. Buna biz basiret gözünün açık olması da deye bilerik. Çünki bele insanlar başkalarının göre bilmediklerini göre bilirler. Buna benzer terminlerden biri de firasetdir. Yukarıda geyd etdiyimiz gibi, firaset peyğamber ümmetinden veli olmayanlarda görünür. Onlar insanın üreyini oxuyur, 190 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması gözle görüle bilinmeyen şeyleri görürler. Tesadüfi deyil ki, İmam-i Tirmizi ve İmam-i Taberaninin kitablarındakı bir hedis-i şerifdə deyilir: «Möminin firasetinden korkun. Çünki o, Allahü tealanın nuru ile bakıyor.») adlanarak Allaha ve onun işlerine aid olduğunu, ikincisinin ise maddi alemdeki harükülade hal olduğunu vurğulayırlar. «Bu keramet seçdiyi kullarına verildiyi gibi, kafirlere de verilir» deyen müellifler istidracla bağlı fikirlere zidd gedir ve kafirlere verilen «vergi»ni de kerametin iki kolundan biri adlandırırlar. Bir tarafdan evliyanın kerametlerine inanmağın lazım olduğunu, onlara inanmayanların ehl-i sünnetden ayrıldığını yazır, diger tarafdan ikinci kola inananları cahil adlandırırlar. Allahü teala özüne yakın olan seçilmiş kullarına «vergi» verir. Allah`ın tüm insanlar için bir olduğunu göz önünə alsak, o zaman gayri-müslümanların da seçilmişlerinin bu gabiliyyet sahibliyi mümkündür. Bir de ki, dakik sayları malum olmayan peyğamberlerin 124 binden çok oldukları söylenilir. Onlardan 313-ü ve ya 315-i resuldur, yani yeni din getiren, kalanları ise nebidir, yani evelki dini tebliğ edenlerdir. Resulların da altısı daha yüksekdir, yani Ülül-azmdir (Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed Mustafa). Peyğemberlerden 33-ü meşhur olsa da, onlardan yalnız 28-nin adı «Kur’an-i Kerim»de verilir. Ademden başlayarak her asırda dünyanın her tarafindakı insanlar arasında en üstün saydığı birine meleklerle haber göndererek onların rahat yaşamaları için ne etmegin, neden çekinmenin lazım olduğunu bildirmek maksadıyla Allah öz temsilçilerini seçir («Peyğamberleri müjde vermek ve korkutmak için gönderdim.» (Nisa surəsi, 164)). Yukarıda eşyanın hakikatını, iç yüzünü gören, anlayan kalp gözüne “basiret” denildigini vurgulamıştık. Kalp gözü ile görme, anlama ve Riraset de basiret adlanır. İmam-i Kuşeyri deyirdi: «Allahü teala müminlere bazı basiretler ve nurlar lütf etmişdir. Onlar bu sayede firaset gösterirler». «Hilyet-ül-Evliya»da zikr edilen bir hedis-i şərifde deyilir: «ümmetimin arasında her zaman kırk adam olur. Bunların kalpleri İbrahim`in kalbi gibidir. Allahü teala onlar vasıtasyla kullarından belaları uzaklaştırır. Bunlara “abdal” deyilir. Onlar bu dereceye namaz ve orucla yetişmediler.» Abdullah ibni Mesudun «Ya Resulullah! Ne ilə bu dereceye yetişdiler?» sualına Peyğamber «Comertlik ve müslümanlara nasihet etmekle yetişdiler.» deye cevap verir. Maddi alemle, dünya işlerile alakalı adamlara “Kutb-ül-aktab” denilir. Alemin nizamı ile alakalı, bolluk-kıtlık, sağlık, hastalık, barış191 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı savaş, yağış ve buna benzer şeylerle meşğul olan, yani heç kimin tanımadığı Allah adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar… deye söylenilen ve bu işlerle alakadar seçilmiş insanlar her zaman oluplar ve hatta Peyğamberin zamanında da vardılar. İmam-i Rebbaniye göre, dertlerin, belaların yok olması, hastaların sağalması ve s. mehz “kutb-i ebdal” da, “kutb-ül-aktab” da deyilen kutb-i medarın feyzlerile olur. Demeli, Muhammed Peyğamber zamanında da bu gün ilimde şaman adlandırdığımız hastaları sağalda, yağış yağdıra, Güneş çıkarda, derdin, belanın karşısını ala bilen insanlar, yani İslami terminle desek, kutb-ül-aktab, kutb-i medar ve ya kutb-i ebdal vardı. «Kutb-i ebdalın (kutb-i medarın) her zaman, her asırda olması lazımdır. Alemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünki alemin nizamı ona bağlı kılınmıştır. Eger bu kutuplardan biri gederse (ölerse), yerine başkası tayin edilir… Muhammed Peyğamberin zamanında ebdal kutbu ise hazret-i Ömer ile Üveys el-Karani idiler». Bir de kutb-i irşad var. Çok az olan kutb-i irşada Muhammed Peyğamberi örnek getirmek olar… İman Muhammed Gazalı esrar (sirler, gizli şeyler) bilgilerinde, Abdülkadir-i Geylani kerametler göstermekde ve feyz vermekde meşhur idiler. Bu seçilenler tayfadaşları ile Yaradan arasında alake yaradırdılar. O zamanlar okumağı, yazmağı bilmeyen peyğamberlere ve etrafdakılara kitab göndermegin hiç bir manası yoktu. Abu Bekr`den gelen silsile İmam-i Cafer-i Sadıkla, onunku Tayfur Bayezid-i Bistami ile (Tayfuriyə), ondan sonra Abül-Hasan Harkani, Abu Ali Farmedi ve Yusif-i Hamadani ile, Hamadani`nin üçüncü halifesi Ahmet Yesevi ile (yeseviyə), sonra Şeyh Loğman-i Horasani`nin halifesi Hacı Bektaş-i Veli (bektaşiyə) devam etmiştir. Hazırda hürufilerin bektaşiliye sahip çıktıkları söylenilir. Abu Mansur Hallac`ın «Enel Hekk», Bayazid-i Bistami`nin «Sübhani» ve s. bir çokları tarafından uyğun sayılmasalar da, tasavvuf büyükleri tarafından uyğun olarak izah edilirler. Lakin bir ilim de var - İlm-i ledün ve ya ledünni ilmi. Bu ilim çalışmakla elde edilemez. Çalışılmadan elde edilen Allahü tealanın vergisine «vehbi», halk arasında ise «fehm» denilir. O, ihsan edilen kimselere verilir. Hamıya verilmez. Her kese de ait değildir. Peyğamberlere verilen ilim ise her kese aittir. Bu bakımdan, Peyğamberin ilmi ledünni ilminden üstündür. Kerametler göstermekde, feyz vermekde meşhur olan, Gavs-i azam lakabı ile tanınan, güzel dini talim gören Abdülkadir Geylani 192 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ders verdigi vakıt birden her şeyi burakır, 25 yıl Irak`ın sehra ve harabalıklarında «şeytanlarla» mücadile edir. Onlara boyun egmir. Ona vergi verilir. O, bir gün uykuda Peyğember efendimizi gördügünü bele hatırlayır: Peyğamber`in «Ey oğlum, niye konuşmursan?» sualına «Ben yabançıyım. Bağdat fasıhlarının yanında nece danışım?» deye cevap verdim. «Ağzını aç!» deye Peyğamber efendimiz buyururdu. Sonra «yedi defa mübarek ağzının suyundan ağzıma saçdı ve «İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve vazlarla Rebbinin yoluna çağır» dedi. Geylani günorta namazını kılırken birden nitki tutulur. Ali bin Abu Talibi görür. O, Geylani`nin nitkinin tutulduğunu bilip onun ağzına altı defa tüpürür («ağzının suyundan ağzına saçır.») Bundan sonra Abdülkadir Geylani güzel ve tesirli bir dille danışmağa başlayır. Şamanlarda ağzına tüpürmekle müalicə etmek, vergini kabul etmegi asanlaştırmak ve s. geniş yayılmışdır. Deyilene göre, Abdülkadir Geylani elinin bir hareketile yazılı kitabı pozup yerine başka şeyler yazdırardı, kızdığında yaslandığı yastığı yere atarken acıklandığı insan ölerdi. O, insanın beynini temizleyip yerini istedigi şeyle doldura, hem de ölecegi günü bilirdi. Geylani`nin çok heybetli olduğunu yazırlar: «Cinler de ondan çekiner, itaet edip sözünü dinlerdiler.» Allahü teala sevdigi kulun emrine bir çok insan ve cin verir. Onun duası kabul olunur, dua ile hastaları sağaldardı. Decle çayının artan suyunu durdura, aynı zamanda bir çok yerde görüne, gelecekten haber vere bilirdi. «Dört mezhebten birini taklit etmek caizdir. Bunun için kabir ziyaret edenlere, övliyanın mezarları ile teberik edenlere, hastası için bunlara nezir deyenlere mane olunmamalıdır. Niyet (adak) ederken evliyaya adak demek mecaiz olup türbeye hizmet edenlere adak demektir… Geçmiş evliyaya dil uzatmak, onlara cahil demek, sözlerinden dinimize uymayan manalar çıkartmak, öldükten sonra da keramet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce veliliklerinin bitdiyini düşünmek ve onların kabirleri ile bereketlenenlere mane olmak, müslümanlara su-i zan, zülm etmek, mallarını kasp etmek gibi, heset, iftira, yalan söylemek ve geybet etmek gibi haramdır. Çünki bu velilerin, insanların İslam dini adına ettikleri bu işler İslamın möhkemlenmesine, yayılmasına, rahatlıkla kabul olunmasına şərait yaradırlar.» Azerbaycan arazisinde doğularak yetişmiş kerametli övliya büyüklerinden biri de Abdülmecid Şirvani`dir. Abdülmecid Şirvani küçük yaşlarından zamanını kitaplar arasında geçirir. Bir gün kitaplardan biri dil açıp onunla konuşur. Korkusundan kitabı kenara 193 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı atan Abdülmecid dağlara gedir, mağarada yaşayır. Bu esnada ona bazı kerametler ihsan edilir. Vahşi hayvanlar ona tokunmur, uçduğunu hiss edir. Abdülmecid Şirvani Şirvanlı Mevlana Şehkubad`ın müridi olur, onun ölümünden sonra yerini tutur, az sonra Tokata giderek orada Kara Şems adlı müridin ve digerlerinin yetişmesinde büyük rol oynayır. 1564 yılında Tokat`da taun hastalığı yayılır. İnsanların istegile Abdülmecid Şirvani bir dua edir ve hastalık çekilerek yok olur. Lakin hemin yıl da onun kendisi vefat edir. Kabri Kelkit nehrinin kenarındadır. Onu da deyek ki, Tokat`ın Çay mahallesi yakınlığında Abdülmecid Şirvani`nin de mezarının yerleşdigi Şeyh-i Şirvan kabristanlığı var. Vefatından evel azerbaycanlı veli vasiyet edir ki, sevenleri kabri üzerinde türbe tikmekle onu diger müslümanlardan ayırmasınlar. Lakin sonralar bir çokları türbe tikmeye cehd gösterirler. Kübbe tamamlanan gece tikinti temelden uçur. Bir neçe defe bu hadise tekrar olduktan sonra türbe tikmek isteyenler bu fikirlerinden daşınır, velinin kabrinin etrafına taşlar yığırlar. Bu gün de Tokat ve çevre halkı Abdülmecid Şirvani`nin kabrini ziyaret edir. Zaman deyişir, elm inkişaf edir. Lakin günümüzde de pirlere, ocaklara, evliyaların mezarlarına, ağaçlara, taşlara (en büyük inam taşı Kebe`dedir), üflemelere, ovsunlara, nazara ve saireye inanmakla, İslama ve Abdulaziz ibn Bazza göre, Allah`a şerik koşanlar yerlerinin “cehennem” olduğunu bilseler de, onların etrafında baş verenlere, gelecekte baş vere bileceklere olan merağını ellerinden almak mümkün değil. Kaç yüzyıl evel olduğu gibi, XXI yüzyılda da şamanizm ünsürleri, ruhlara inam, hadiselere müdahile, şer kuvvelerin olduğuna inam ve onlarla mübarize şekilleri də olacak. Rocer Uolş demişken: “Bu gün de şamanizm bazı ülkelerde hakim dinlerin perdesi altında, bazı yerlerde ise bakireligini koruyarak yaşayır.” Kaynakça Azerbaycan Türkçesinde Beyləqani S. Həzrət Cərcis Peyğəmbər. - Bakı, 1999, 68 s. Əbdüləziz ibn Abdulla ibn Bəəz. Allah-təaladan başqa qeyrisindən yardım diləmənin və ya kahin və sehrbazlara inanmanın hökmünə dair dəlillər. – Bakı, 1994, 32 s. Əliyev Ə. Bizim Tanrı sevgimiz. – Bakı, «Ədəbiyyat qəzeti», 11 yanvar 1991, №2 (2449), s. 2. 194 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Quran-i Kərim /N.Qasımoğlunun tərcüməsi. – Bakı: Azərbaycan nəşriyyatı, 1993, 368 s. Qüdrətov O., Qüdrətov N. Məhəmməd Peyğəmbər: həyatı və kəlamları. - Bakı, 1990, 174 s. Nemət Məşədixanım. Azərbaycan pirləri. - Bakı, 1992, s. 8-13. Yoloğlu G. «Qıpçaq qələndərlərinin şahı» - Şəms-i Təbrizi, Bakı, «Spektr», yanvar, 2003, s. 34-35. Diger Türk Dillerinde Anohin A.V. Altay Şamanlığına Ait Maddeler, bax: İnan A. Makaleler ve İncelemeler, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987, 712 s. Caferoğlu A. Azerbaycan ve Anadolu Folklorunda Saklanan İki Şaman Tanrısı, Bakı, «Folklor və Etnoqrafiya», №2, 2004, s. 521. Evliyalar ansiklopedisi, İstanbul, 1c., 1992, 448 s. Xakas Çonının Nımaxtarı, Abakan: Xızılçar kniqa izdatelstvozının Xakasiyadağı Pöliqi, 1986, 144 s. (Xakas Dilində). İbrayev Ş. Korkut ve Şamanizm, Bax: Kazakistanda Dede Korkut, Hazırl. Prof. Dr. Abdimalik Nisanbayev, Ankara, AKM yayınları, 2000, s. 197-281. İsmail Ali Sarar. Mevlanaya, İstanbul, 1999, 88 s. Yeni Rehber Ansiklopedisi, İstanbul, 1-20 c., 1993-1994. Kur’an-i Kerim Meali, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları /527, Kaynak Eserler/26, 4. Baskı, 2003, s. 604. Monquş Kenin-Lopsan, Tıva Xamnarnın Alqıştarı, Kızıl, 1995, 528 s. (Tıva türkcəsində). Önal Mehmet Naci. Dağ Kültü, Eren Kültü ve Şenliklerinin Muğladaki Yansımaları, Ankara, «Bilig», Bahar 2003 / Sayı: 25, s. 99-124. Yoloğlu G. Tabiat Kültü Ateş, Nevruz ve Şamanizm, bax: Nevruz (üçüncü uluslararası bilgi şöleni (18-20 mart 1999, Elazığ) bildirileri), Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları, 2000, s. 391-399. Yoloğlu G. Cengiz Aytmatovun Yaradıcılığında Şamanizm, Doğumunun 70. Yıl Dönümünde Cengiz Aytmatov (Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri (8-10 aralık 1998)) - Ankara: AKM Yayınları, 1998, s. 227-232. Yoloğlu G. Şamanlar ve Şamanizm Hakkında. – Ankara, «Milli folklor», № 33, 1997, s. 20-21. 195 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Rus Dilinde Abramzon S.M. Kirqizı i İx Etnoqenetiçeskie i İstoriko-İulturnıe Svyazi, Leninqrad: Nauka, 1971, 402 s. Alekseev N.A. Şamanizm Türkoyazıçnıx Narodov Sibiri (Opıt Arealnoqo Sravnitelnoqo İssledovaniya), Novosibirsk: Nauka, 1984, 232 s. Domusulmanskie Verovaniya i Obryadı v Sredney Azii, Moskva: Nauka, 1975, s. 123-137. Yoloqlu Q. Şamanizm, Doroqa, Veduşaya k Probujdeniyu, Bakı, «Folklor və Etnoqrafiya», № 2, 2004, s. 70-78. Knış A.D. Musulmanskiy Mistizım, Moskva-Sankt-Peterburq: Dilə, 2004, 464 s. Ksenofontov Q. V. Şamanizm, İzbrannıe Trudı, Publikatsii 1928-1929 qq. - Yakutsk, 1992, 315 s. Monquş Kenin-Lopsan, Obryadovaya Praktika i Folklor Tuvinskoqo Şamanstva, Novosibirsk: Nauka, 1987, 163 s. Radlov V.V. İz Sibiri, Moskva: Ql. Red. Vostoçn. lit-rı, 1989, 749 s. Tokarev S.A. Rannie formı reliqii, Moskva, 1991, 399 s. Uolş Rodjer. Dux Şamanizma. Per. s anql. S.Kanonenko, Moskva: İzd-vo Transpersonalnoqo inst-ta, 1996, 288 s. Frgzer Dj.Dj. Zolotaya Vetv, Moskva: İzd-vo Politiçeskoy Lit-rı, 1984, 703 s. Şternberq L.Y. Pervobıtnaya Reliqiya v Svete Etnoqrafii (İssledovaniya, Stati, Lektsii), Pod Red. İ s Predisl. Ə.P.Alkora, Leninqrad: İzd-vo İnst-ta narodov Severa TSİK SSSR im. P.Q.Smidoviça, 1936, 571 s. Eliade Mirça. Ot Zalmoksisa do Çinqisxana, Kişinev, «Kodrı», №7, 1991, s.104 - 135. 196 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 5. BÖLÜM İrfan, Kültür ve Medeniyet 199 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması XAVERİ, Serxan (2014). “Seyid Ehmed Yesevinin Türk-İslam Medeniyyetinin Teşekkülünde Rolü”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.201-209 (http://bilgelerzirvesi.org). Serxan XAVERİ* SEYİD EHMED YESEVİ’NİN TÜRK-İSLAM MEDENİYYETİNİN TEŞEKKÜLÜNDE ROLÜ H er bir xalqın, etnosun tarixinde ele şexsiyyetler olur ki, müeyyen tarixi şeraitin hemin xalq, etnos qarşısında heyata keçirilmesi vacib bir missiya kimi qoyduğu neheng proqramı o şexsiyyet öz üzerine götürür, bir xalqın ister ictimai-siyasi, isterse de medeniyyet tarixinde evolyusiyanı böyük bir sıçrayışla ireliye doğru aparır. Türk medeniyyeti tarixinde bele bir missiyanı Ehmed Yesevi yerine yetirmişdir. "Yesevi-vahid türklüyeqe derki dövrün son ve vahid Türk-İslam medeniyyetinin ilk böyük şairideoloqu oldu ve mehz bu menada böyük Türk (İslam!) Renessansının hazırlanmasında "Dante işi" görmek onun qismetine düşdü." [1, s. 139]. Yesevinin yaratdığı teriqet ile İslam meneviyyatı ve exlaqı tesevvüfi çalarda türkün canına-qanına hopub ondan ayrılmaz hala gelir. Eyni zamanda "Divani-hikmet" eseri ile tesevvüfi Türk edebiyyatının temeli qoyulur. Sonralar Yunus İmrenin, Nesiminin ve en nehayet, Füzulinin simasında yüksek poetiklik ve derin irfanilik kesb ederek müselman medeniyyetinin, senetinin aparıcı temayülüne çevrilen tesevvüfi Türk edebiyyatı ilk evvel bu temel üzerinde ucalır. Eger Türküstanda İslamın resmi dövlet dinine çevrilmesi Satuk Buğra xanın adı ile bağlıdırsa, son dinin Türk meneviyyatında resmileşmesi ise Ehmed Yesevinin adı ile bağlıdır. Geniş menada tesevvüf Türküstanda iki böyük missiya yerine yetirmişdi: bir terefden resmi İslam temsilçiliyini öz üzerine götürerek türklerin İslamı qebulunda misilsiz rol oynamış [2, s. 45], diger terefden Türk-İslam medeniyyetinin teşekkülü merhelesinde şeirin, senetin, musiqinin ideya bazasını teşkil etmişdir. Türklerin İslam qebulunda tesevvüfün rolu resmi İslamın * Doç. Dr. Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi. 201 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı dinlere münasibeti ile tesevvüfün münasibeti arasında ferqle bağlı idi. İslam dini tedricen müxtelif xalqlar arasında genişlendikce müselman erebler dini tecrübenin müxtelifliyi faktı ile üz-üze gelir, ister-istemez bu dinle münasibetlerini müeyyenleşdirmek mecburiyyetinde qalırdılar. Heç şübhesiz, bu müeyyenleşdirmede meyar ve prinsip kimi Quran ve Sünne esas götürülürdü. Bu prinsiplere esaslanan ereblerin başqa dinlere münasibeti ise "kitablı ve kitabsız" dinler sxemine sığışdırılırdı. Bu ise yeni dinin müveffeqiyyetle neşrine bezen mane olurdu. Resmi İslam nümayendelerinin (esasen, serkerdelerin) müxtelif xalqların, o cümleden de, türklerin dini-exlaqi dünyagörüşüne qarşı radikal münasibeti yerli ehalinin milli teessüb hissini qabardırdı. Dini tecrübenin müxtelifliyine sufilerin münasibeti ise tamamile başqa idi. Eger resmi İslam nümayendeleri dini tecrübenin müxtelifliyine münasibetde Quran ve Sünneye esaslanırdılarsa, müselman mistikleri bu problemi de öz dünyagörüşlerine uyğun şekilde vehdeti-vücud kontekstinde şerh edirdiler. Hellac Mensur dini tecrübe müxtelifliyine münasibetini aşağıdakı kimi ifade edirdi: Men bütün dinler üzerinde derinden düşünüb anladım ki, Onlar vahid kökün çoxlu sayda budaqlarıdır. İnsandan teleb etme ki, o, müeyyen bir dine etiqad etsin. Çünki bu zaman o möhkem (bağlandığı) kökünden ayrılır. Hellac Mensurun dinlere bu münasibeti sonralar Söhreverdi ve İbn Erebi terefinden daha da derinleşdirilir. İbn Erebiye göre, secdenin istenilen obyektinde ilahi reallığın hansısa bir aspekti mövcuddur. Buna göre de istenilen inam secde obyektinin ilahi mahiyyetine ünvanlanır. İbn Erebinin bu telimi sufiliyin sonrakı inkişafına böyük tesir gösterir ve sufi mütefekkirleri terefinden en müxtelif formalarda inkişaf etdirilir. Artıq ilkin ereb sufilerinde dini tecrübenin vahidliyi konsepsiyası tesevvüfün başqa dinlere münasibetinin esas istiqametini müeyyenleşdirirdi. Sufi dünyagörüşünün bu aspekti müselman mistisizmine ümumdünya menevi prosesleri kontekstinde xüsusi ehemiyyet kesb etdirmiş, eyni zamanda müxtelif xalqlar terefinden reğbetle qarşılanmasına sebeb olmuşdur [3, s. 34]. Ereb mistisizminin, elece de İslamın ümumtürk mekanında genişlenmesinde ve möhkemlenmesinde dini tecrübelerin vahidliyi konsepsiyasının az rolu olmamışdır. Artıq X esrden etibaren qedim İran enenelerini köksünde yaşadan Xorasan tesevvüf cereyanının esas merkezlerinden birine çevrilir [4, s. 18]. Ehmed Yeseviye qeder Buxara, Ferqane kimi 202 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması şeherlere gelen sufi dervişleri öz dünyagörüşlerinde dini tecrübenini vahidliyi konsepsiyasını da özleri ile beraber getirir ve resmi dindarlardan ferqli olaraq yerli ehalinin dini dünyagörüşlerine de hemin konsepsiyadan çıxış ederek yanaşırlar. Bu ise İslamın tesevvüfi çalarda türkler arasında yayılmasında ehemiyyetli rol oynayır. İslamaqederki Türk etnik-medeni sisteminin arasında dayanmış, qedim Türk edebiyyatının yaranmasında tanrıçılıqla beraber mifik-menevi potensiya funksiyasını yerine yetirmiş şamançılıqla erken Türk-İslam medeniyyetinin ideya bazası olan tesevvüf arasında ne kimi yaxınlıq ve yadlıq mövcud idi? Erebinin tebirince desek, ilahi manifestasiyanın şamançılıqdakı tezahürü tesevvüfden ne ile ferqlenirdi? Ehmed Yesevi yaradıcılığı timsalında qedim Türk edebiyyatından Türk-İslam medeniyyetine keçidi bütün aydınlığı ile başa düşmek bu suallara verilen cavablardan asılıdır. Son dövrlerde şamançılıq barede bele bir qenaet daha yeqinlikle hasil olmağa başlayır ki, dünyanın en qedim ve geniş yayılmış bu ibtidai telimi magik tesevvürlerin mecmusu, eyni zamanda magik tesirgöstermenin praktikası olmuşdur [5, s. 161]. Bu o demekdir ki, şamançılıq ibtidai insanın etraf alemle temasının yaratdığı qorxu texeyyülünden deyil, eksine, fövqelade bir alemle (ruhlar alemi) elaqeye girib etraf aleme tesir etmek isteyinden ve haradasa ehtiyacından meydana gelmişdir. Şamançılıq sisteminin magik xarakteri, onun ibtidai monoteist din hesab etmeye daha çox esasımız olan tanrıçılıqla ziddiyyetlerinde de üze çıxır. Esrimizin evvellerinde Yakutiya, Altay, Türküstan şamanlarından toplanmış ehvalatlarda bu ziddiyyetlerin bezi izlerine rast gelmek mümkündür [6, s. 17]. Şamanizmden ferqli olaraq, tesevvüf mistik talimdir. Onun son qayesi varlığın ezeli mahiyyeti ile vasitesiz kontakta girmekdir (fenafillah) [7, s. 89]. Mezmunu etibarile şamançılıq ve tesevvüf arasında yaxınlıq her iki telimin esasında insanın öz şexsi cehdi hesabına fövqelade alemle elaqeye girmesindedir. Her iki sistem arasında zahiri atributlar, rituallar baxımından da yaxınlıq çoxdur. Sema meclisinde süretli temple qeyri-adi hereketler ederek bayılan sufi az qala cübbesini deyişmiş şamanın özüdür. Lakin ritualların zahiri oxşarlığı onların mezmun etibarile tam eyniliyi demek deyil. Şaman ritualları ruhlar alemine tesir ederek onları qamlamağa (tutma) xidmet edir [8, s. 105]. Tesevvüf ritualları ise insanın öz daxili psixikasına tesir etmeye doğru yöneldilir. 203 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Şaman da, sufi de parapsixoloji qabiliyyet ve tezahürler sahibidirler. Sufiler öz menevi saflaşmaları ile ezeli mahiyyetle birbaşa kontakta girdiklerinden onlarda en müxtelif formalarda kerametler zahir olur. Bu kerametler sufinin son meqsede yetişmesinin sönük, zahiri tezahürüdür. Ona göre de, sufi bu qeyri-adi qabiliyyetlerini heyatın heç bir sahesinde gündelik peşeye, verdişe çevirmir. Nece deyerler, bu, ona heç yaraşmazdı da. Şamançılıqda ise parapsixoloji qabiliyyetlerin özü şamanın nail olmağa çalışdığı son meqseddir. Şaman praktiki baxımdan falçılıqla meşğul olur, xalqın menevi müşküllerine elac edir. Buna göre de "şaman - qam soyun, qebilenin, qebile birleşmesinin gören gözüne, düşünen beynine (M. Seyidov) çevrilir" [9, s. 29]. Tesevvüf Türküstanda şamançılıqla ilkin görüşündece bu qedim sistemin ayin ve merasim rituallarından öz meqsedi namine faydalana bileceyini anlayır. Çünki "...tarixi şeraitin ortaya qoyduğu qarşılıqlı güzeşt ve faydagötürme kontekstinde sufiler yaşamaq ve dirçelmek imkanı axtaran qam - şaman kompleksine, o cümleden de, ozan senetine, buna qarşılıq olaraq, şamançılıq sisteminin enene ve tecrübesi de teriqet, ayin ve merasimlerin teşkil vasitesi, elece de ideya yayıcısı ve daşıyıcısı kimi sufiliye tekan vere bilmek imkanında idi" [10, s. 86]. Magik (şamançılıq) ve mistik (tesevvüf) dünyagörüşleri arasında felsefi aspektden diger başlıca bir ümumilik her ikisinin tehtelşüurun fealiyyeti neticesinde yaranmasıdır. Fövqelade qüvvelerle temasa girmek qabiliyyetinde öz tezahürünü tapan tehtelşüurun ixrac etdiyi müxtelif telimlerin xarakterini onun dünyevi şüurla münasibetleri şertlendirir. "İnsan güc alır ve onu hara serf etmek lazım olduğunu bilmir. Şüur ise tehtelşüura öz iradesini dikte edir. Bununla da magiya başlayır" [11, s. 325]. Mistik tehtelşüuri fealiyyetde ise tehtelşüur şüurun üzerinde tam hakim olur, onun heç bir diktesini qebul etmir. Nece deyerler, beden ruha tabe etdirilir. İslama qeder Türk tehtelşüuru ictimai heyatın bütün sahelerine tesir ede bilecek seviyyede açıq idi. Ozanın Türk ictimai heyatındakı yüksek nüfuzunu xatırlamaq kifayetdir. Yeseviliyin - Türk tesevvüfünün şamançılıq görüşleri bazası üzerinde yükselişi mövcud düşünce strukturunun magik tehtelşüurun elinden alınıb dini doqmalara tabe etdirilmesi idi. Haqqında danışdığımız prosesi izlemek üçün "Kitabi-Dede Qorqud" dastanında Dede Qorqud obrazının deformativ xarakteri maraqlı müşahideler üçün evezsiz imkan yaradır. Dastanda "Oğuzun 204 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ol kişi tamam bilicisiydi. Ne derse olardı, qayibden dürlü xeber söylerdi", kimi cümleler magik, "Heq-teala onun könlüne ilham ederdi" [12, s. 36] ifadesi ise sırf irfani mezmun daşıyıb mistik tehtelşüuri fealiyyetin göstericisidir. Bütün dastan boyu Dede Qorqud obrazında ali qam keyfiyyetleri ile dini mistik seciyyenin paralelliyini izlemek mümkündür. Artıq buradaca Türk teriqeti Yeseviliyin özünemexsus xarakterini müeyyenleşdirmek lazımdır. Yesevilik ekser sufi teriqetlerinden dini tendensiyanın üstünlüyü ile ferqlenir. Bu xüsusiyyeti "Divani-hikmet" eserinde de açıqca sezmek olur. Ehmed Yesevi İslam qurucusu Hezreti Mehemmedin şerietine derinden bağlı bir mömindir: Teriqete şerietsiz girenlerin Şeytan gelib imanını alır imiş. [13, s. 217]. Şair adi bir mömin kimi qiyamet qorxusundan titrediyini bildirir: Qiyametin şiddetinden ağlım heyran, Könlüm qorxar, canım esir, evim viran. Sirat adlı körpüsünden könlüm lerzan Ağlım gedib, şaşqın olub qaldım, dostlar. [13, s. 81] Enenevi müselman möminine mexsus hisslerin, düşüncelerin teqdimi "Divani-hikmet"in esas ideya istiqametlerini teşkil edir: Bende neçe yaş yaşasa, ölmesi var, Gören göze bir gün topraq dolması var, Bu dünyaya sefer qılanın gelmesi var, Axirete sefer qılan gelmez imiş. [13, s. 231] Yesevinin yuxarıdakı hikmetleri heyat ve ölüm, bu iki qütb arasındakı insan ve onun meqsedi haqqında en sade, eyni zamanda en böyük ve ebedi heqiqetlerdir. Bütün zamanların fövqünde dayanan ali heqiqeti ise hemişe dini dünyagörüş deyir. Dini ekamların üstünlüyünü Yeseviliyin ana sütunları da sübut edir. Müxtelif menbelere esaslansaq, ("Divani-hikmet", müelifi Ehmed Yesevi olduğu güman edilen "Feqrname", Yesevi dervişi Hazininin "Cevahirül-ebrar min emvacil bihar") Yeseviyye teriqetinin esas sütunları aşağıdakılardı: 1. Tövhidi esas götüren tesevvüf anlayışı. 2. Şeriete ve hez. Peyğemberin sünnetine mütleq bağlılıq. 3. Şeriete esaslanan teriqet. 205 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 4. Riyazet ve mücahide. 5. Xelvet ve zikr. Ehmed Yesevi haradasa ilahi bir fehmle özünün türklük miqyasında böyük tarixi missiyasını derk edirdi: beşer miqyasında peyğemberin gördüyü işi türklük miqyasında davam etdirmek ve heyata keçirmek... Bu böyük missiyanın heyata keçirilmesinde ise en doğru yolu, elbette ki, dinin diqtesi müeyyenleşdirirdi. Lazarevin qeyd etdiyi kimi: "Eger mistik cereyanda dini tendensiya qalib gelirse, bu, ona sonrakı inkişafda da yaşamaq şansı verir. Eger elmilik qalib gelirse, qelbi fiziki mehve qeder tenezzüle aparıb çıxarır" [13, s. 302]. Bu müddea Ehmed Yesevi yaradıcılığı timsalında öz doğruluğunun tesdiqini tapır. Sekkiz yüz ildir ki, Yesevi hikmetleri en sade, ali heqiqetleri ile Türk-İslam menevi mekanının teşekkülünde, inkişafında, möhkemlenmesinde intensiv iştirak etmiş ve bu gün de iştirak etmekdedir. Tesevvüf mistik bir telim kimi dini doqmatizmle elmi praqmatizmi özünde birleşdiren fikir cereyanıdır. Onun çeşid-çeşid qolları dini doqmaları elmi cehetden şerh etmek cehdinden meydana gelmişdir. Yeseviliyi dini doqmatizmden ferqlendiren cehet tövhidi eşq ile derk etmeye çağırış, elmi praqmatizmden ayıran xüsusiyyet ise aşiqliyi şeriet çerçivesinde mehdudlaşdırmaqdır (Aşiqliyin şeriet çerçivesi hüdudlarını aşıb keçmesi tesevvüfün sonrakı inkişafına aiddir). "İdrakın yeseviyye yolu müqeddeslik yoludur ve mistik "yol" olmaqdan daha çox türklerin qedim dinini sıxışdırıb aradan çıxarmış dini praktikadır"- deyen Triminqem de Yeseviyye teriqetinin bu cehetini ayırıb ferqlendirir [14, s. 58]. "Divani-hikmet" eseri eşqin divanıdır. Yesevide mistiktesevvüfi tendensiya divanın ilahi-aşiqane şeirlerinde eyanileşir. Ona göre de, bu şeirlerin şerhi ele şair Yesevini vaiz, teriqet piri Yeseviden ayırmağa xidmet edir. Ehmed Yesevinin şerhinde eşq Allahla vehdet hissidir. Onun "aşiqane" şeirlerinde bele bir fikir süzülüb çıxır ki, insan qelbinde mehebbet ne qeder çoxdursa, o, Allaha bir o qeder yaxındır. Eşq insanın Allaha yaxınlıq derecesinin etalonu ve göstericisidir. Bu hissden tamamile mehrumluq ise insanda insanlığın sonu kimi derk ve teqdim olunur: Derdsiz insan insan deyil, bunu anla, Eşqsiz insan heyvan cinsi, bunu dinle, Könlünüzde eşq olmasa, bana ağla, Ağlayanlara xas eşqimi bağışladım. [13, s. 127] Eşq Yesevide ilahi ekstazın menbeyi, eyni zamanda Allaha 206 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması qovuşmaq namine ekstaza çatmağın vasitesidir: Eşqin qıldı şeyda meni, cümle alem bildi meni, Qayğım sensen dünü günü, bana sen gereksen, sen. [13, s. 321] Şairin ilahi dergaha ünvanlanmış en müqeddes duası da eşq isteyi ile bağlıdır: Eşq yolunda yox olayım, bir ve Varım: Her ne qılsan aşiq qıl sen, perverdigar. El açaraq dua qılayım, rebbim cabbar. Her ne qılsan aşiq qıl sen, perverdigar. [13, s. 155] Mehz alimden, sufiden, cahilden, aqilden, vaizden ferqlenen Yesevi perverdigarın aşiq qıldığı aşiqi-kamildir: Alimlere kitab gerek, sufilere mescid gerek, Mecnunlara Leyla gerek, mene sen gereksen, sen. Qafillere dünya gerek, aqillere üqba gerek, Vaizlere minber gerek, mene sen gereksen, sen. [13, s. 321] Aşiqlik Yesevi şeirinde ilahiye ve dünyeviye bölünmemiş merhelesindedir. Onun menbeyi de, ünvanlandığı, istiqametlendiyi son meqsed de Allahdır. Şair ne mehebbet hissinin onda doğurduğu emosional ovqatı, ne de simvolik meşuq obrazını tesvir edir. Eşqin ilahi bir nemet kimi sufiyane planda tesviri, deyerlendirilmesi, bu yöndece tebliği Ehmed Yesevide daha qabarıqdır. Bu, teriqet pirinin müridlerine verdiyi eşq dersleridir: Zahid olma, abid olma, aşiq ol sen, Möhnet çekib eşq yolunda sadiq ol sen, Nefsi terib dergahına layiq ol sen Eşqsizlerin hem canı yox, imanı yox. [13, s. 115] Belelikle, "Divani-hikmet"de aşiqlik, bir terefden mistik aşiqin daxili yaşantıları, diger terefden teriqet pirinin bu hiss barede şerhi kimi eyanileşir. Lakin birinci istiqamet hemişe teriqetin ümumi prinsipleri ile şertlenerek dini doqmaların diqtesi ile mehdudlaşdırılır: Eşq sirrini her namerde demek olmaz, Nece yaxsan, rüzgarlı yerde çıraq yanmaz. [13, s. 251] Ehmed Yesevi tesevvüfü ecem vasitesile Türküstana getirdi. Ecemde ise Firdovsiden sonrakı bedii fikir tesevvüfün cazibe dairesinde inkişaf etmeye başlayır. Şeyx Ebu Seid ibn Ebu Xeyr ilk tesevvüfi rübailer yazır... XII esrde ise Hakim Senai ve Ferideddin Ettar İran edebiyyatında böyük mütesevvifler dövrünü açır. Professional seviyyede tesevvüfi menzumeler yazmaq enenesi Yesevinin derinden bağlı olduğu ecem edebiyyatında olduğu halda, o, 207 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yeni dini-felsefi ideyaların ifade edilmesi baxımından cilalı, çevik olmayan Türk diline müraciet edir, bilerekden Professional seviyyeden kütlevi zövqe enir. Çünki "rüzgarlı yerde çıraq yandırmaq" missiyasının heyata keçirilmesine yalnız bu yolla nail olmaq olardı. "Belelikle, bir ideoloq, mütefekkir ve şair kimi Seyid Ehmed Yesevinin ağıl ve könül gücü onda oldu ki, o, tesevvüfle tesevvüfeqederki türkün ruhu, dünyagörüşü, meişeti, heyat terzi arasında fitri, tebii ahengi de tuta bildi: ona yalnız milli (qövmi) tefekkür yox, hem milli dil, milli üslub, forma, vezn biçimi verdi" [1, s. 131]. "Divani-hikmet" eseri özünden sonrakı bütün tesevvüfi Türk edebiyyatının genetik proqramıdır. Yesevi en ümumi şekilde bütün türklük miqyasında gelecek edebiyyatın, senetin eskizini cızır. Ve sonrakı bütün Türk tesevvüf edebiyyatı onun proqnozlaşdırdığı istiqametler esasından inkişaf edir. Ehmed Yesevinin dini, edebi tesiri Qıpçaq, Türkmen, Azeri, Qerb türkleri (Anadolu) olmaq etibarile dörd böyük bölgede yayılmışdır. İstifade Edilmiş Edebiyyat Qarayev Yaşar, Tarix: yaxından ve uzaqdan, Bakı, Sabah, 1996, 712 s. Füzuli Bayat, Xoca Ehmed Yesevi ve Xalq Sufizminin Bezi Problemleri, Bakı, Ağrıdağ, 1997, 102 s. Filiştinskiy İ.M. Konserüie Edinstva Reliqioznoqo Orıta u Arabskix Sufiev, Sufizm v Kontekste Musulğmanskoy Kulğturı, Moskva, Hauka, 1989, 341 s. Körpülü Fuad, Türk Edebiyyatında İlk Mütesevvifler, Ankara, Türk Tarix Qurumu Basımevi, 1976, 415 s. Parapsixoloqie, Moskva, 1992 Şaman Efsaneleri ve Söylemeleri, Bakı, Yazıçı, 1993, 144s. Reyami Sefa, Mistisizm (Tesevvüf), İstanbul, Türkiye Ticaret Rostası Metbeesi, 1961, 131 s. Abdulqadir İnan, Tarixde ve Bugün Şamanizm, Ankara, Türk Tarix Kurumu Basımevi, 1954, 222 s. Seyidov M. Qam-Şaman ve Onun Qaynaqlarına Ümumi Baxış, Bakı, Genclik, 1994, 231 s. Qasımlı Meherrem, Aşıq Seneti, Bakı, Ozan, 1996, 260 s. .11. Lazarev S.H. Diaqnostika Karmı, I t., Sankt-Reterburq, 1995, 315 s. Kitabi-Dede Qorqud Ensiklopediyası, I c., Bakı, Yeni Heşrler Evi, 2000, 622 s. 208 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ehmed Yesevi, Divani-Hikmet, Seçmeler (Hazırlayan Kemal Eraslan), Ankara, Özkan Matbaası, 1991, 498 s. Triminqem Dj.S. Sufiyskie Ordenı v İslame, Moskva, Hauka, 1989, 328 s. 209 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YENİTERZİ, Emine (2014). “Mevlâna’nın Mesnevî’sinde Zekâ Değerleri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.211231 (http://bilgelerzirvesi.org). Emine YENİTERZİ MEVLÂNA’NIN MESNEVÎ’SİNDE ZEK DEĞERLERİ Giriş K ur’ân-ı Kerîm’e göre insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır. Kur’ân’da kırk dokuz kez fiil olarak zikredilen akıl; Kur’ân terminolojisinde “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde ifade edilir. (Bolay, 1989: 238) Yine Kur’ân-ı Kerîm’de defalarca yer alan “akletmez misiniz” hitabı aklı kullanmanın önemine işaret eder. “Şüphesiz Allah melekleri yarattı, aklı onlara yükledi; hayvanları yarattı, onlara da nefsi yükledi; âdemoğlunu yarattı, bunlara da aklı ve nefsi yükledi. Âdemoğullarından kimin aklı nefsine galip gelirse, meleklerden daha yüksektir; kimin de nefsi aklına galip gelirse o da hayvanlardan aşağıdır” hadis-i şerifine göre insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli fark aklını kullanmasıdır. İnsan olmanın en önemli şartı da nefse değil akla önem vermek, aklı geliştirmek için çaba sarf etmektir.” Mevlâna, Mesnevî’de insanın diğer canlılardan farklılığını anlatırken bu hadis-i şerifi iktibas eder. (Mesnevî, IV/1497–1526) Diğer yandan peygamberlerde bulunması gereken sıdk, emanet, ismet, tebliğ ve adalet gibi özellikler arasında fetanet (akıllı ve zeki olmak) kavramının da bulunması zekânın, aklı kullanmanın önemine dikkat çeker. Zira ahlak güzelliğinde topluma örnek olan peygamberler akıllı, uyanık, yüksek zekâ sahibi seçkin insanlardır. Akıl ve zekâ birbirinden farklı kavramlardır. Zekâ bir potansiyel/kapasite; akıllılık ise pratikteki durumdur. Benzetme ile zekâ otomobilin motoru, akıl ise direksiyonudur. Motor çok iyi Prof. Dr. İstanbul Medeniyet Üniversitesi. 211 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı çalışabilir ama direksiyon hâkimiyeti olmazsa arabayı iyi kullanmak mümkün değildir. Aralarındaki bu farkı izah eden bir diğer husus da bir başkasından akıl alınabilir ama zekâ alınmaz. Çoklu Zekâ Kuramı Çoklu zekâ kuramı, Howard Gardner’ın çocuklar ve beyin tahribatına uğramış yetişkinler üzerinde yaptığı çalışmaların sonuçlarını yayımladığı Frames of Mind: The Theory of Multiple Intelligences (Zihnin Çerçeveleri: Çoklu Zekâ Kuramı-1983) adlı kitabı ile ortaya konulmuştur. Gardner’ın bu kuram ile hedefi; zekânın tek bir yapıdan meydana gelmediğini, insanların biri birinden bağımsız en az yedi ayrı zekâya sahip olduğunu ve bunların zaman içinde geliştirilebileceğini insanlara kanıtlamaktır. Bu zekâ çeşitleri: Sözel, mantıksal, müziksel, görsel, bedensel, kişilerarası ve içsel zekâdır. Gardner, Intelligence Reframed: Multiple Intelligence for the 21st Century (Zihnin Yeni Çerçeveleri: 21. Yüzyıl için Çoklu Zekâ1999) adlı kitabında doğacı ve varoluşçu adlarıyla iki zekâ daha ekleyerek zekâ çeşitlerini dokuza çıkarır. Bu eserinde aynı zamanda yeni yüzyılda en önemli hedeflerden birinin sadece farklı zekâlarımızı bir araya getirerek onları düzgün bir biçimde kullanmak olmadığını; farklı insanların bir arada mutluluk ve barış içinde yaşayabileceği bir dünyayı oluşturmak için zekâyla ahlâkın nasıl bir araya getirilebileceğini de sorgulamamız gerektiğini vurgular. (Altan, 2011: 53-56) Gardner’ı takiben zekâ çeşitleri üzerinde araştırmacıların birçok yayın ve tasnifi görülür. Yurdumuzdaki yayınlardan biri olan Muhammed Bozdağ’ın Ruhsal Zekâ adlı kitabında zihinsel, duygusal ve ruhsal zekâ olmak üzere üç zekâ üzerinde durulur. (Bozdağ, 2003: 17-21) Bildirinin konusu olan zekâ değerlerinin tasnifi ise Mevlâna’nın Mesnevî’sini temel edinen bir zihin eğitimi programı geliştiren Nevzat Tarhan’ın Mesnevi Terapi adlı kitabından alınmıştır. Tarhan, bu zekâ değerlerini Kişiliği Geliştirmenin Temel Taşları başlığı altında; mantıksal, duygusal, bedensel, sosyal ve vicdanî zekâ olmak üzere beş grupta ele almıştır. Tarhan’ın kitabında Mesnevî hikâyeleri olumsuz düşünce kalıbından çıkışla ele alınırken bu bildiride zekâ değerlerinin edinilmesine dair mesajlar içeren Mesnevî hikâyeleri üzerinde durulmaktadır. 212 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Mesnevî’de Zekâ Değerlerine Sahip Olmanın Önemi Şiiri bir eğitim aracı olarak kullanan Hz. Mevlâna öğütlerini hikâyelerin etkili yoluyla vermiş; Mesnevî gibi hacimli ve manzum bir eser telif ederken birbiri içine girmiş 324 hikâye anlatmıştır. Onun hikâyelerle anlatım metodunu tercih etmesi; hikâyelerin çabucak unutulmayıp kolayca hatırlanması ve dolaylı anlatım yoluyla etkili ikna gücünden faydalanması sebebiyledir. Zekâ değerlerine sahip olmanın önemine defalarca işaret eden, zekâ değerlerinden yoksun olanları ahmak, bazen de cahil olarak nitelendiren Mevlâna, aşağıda özetle verilen ilk üç hikâyede ahmaklığın zararına, son hikâyede de zekâ değerlerine sahip olmanın üstünlüğüne dikkat çeker. Bir Adamın Ayı ile Dost Olması (Mesnevî, II/1932–2140) Ormanda bir ayıyı yılan yakalar. Ayı kendisini kurtarmak için boğuşurken yoldan geçen bir adam sesini duyar ve ayıyı yılandan kurtarmak ister. Bir oyunla yılanı öldürür. Ayı, kurtulunca adama duyduğu minnetle peşine takılır, yanından ayrılmaz, birlikte gezmeye başlarlar. Bir gün adam hastalanır. Ayı, başucunda onu beklemektedir. Oradan geçen birisi onları görür. “Hayırdır arkadaş! Bu ayıyla ne işin var?” der. Adam başlarından geçeni anlatır. Diğer adam; “Ayıya güvenme! Ahmağın dostluğu düşmanlıktan beterdir. O senin dengin değildir. Kurtul ondan!” diye nasihat eder. Ama adam; “Sen kıskançlıktan böyle söylüyorsun. Ayıya bir bak da sevgisini gör” der. Yolcu; “Ahmakların sevgisi aldatıcıdır. Benim bu kıskançlığım onun sevgisinden kat kat iyidir. O ayıdan kurtul! İnsanları bırakıp da ayıya güvenme!” dediyse de; adam bu sözlere kulak vermez, onun kötü niyetli olduğuna hükmeder. Bir müddet sonra adamın uykusu gelir. Vefalı dostu ayı da başında bekleyip sinekleri kovalamaktadır. Fakat sinekleri ne kadar kovarsa kovsun, tekrar gelip adamın yüzüne konarlar. Ayı sinirlenir, pençesiyle kocaman bir taş alır, uyuyan adamın yüzündeki sineği öldürmek için fırlatır. Sinekle beraber, adamın yüzü de ezilir, parçalanır. Hikâyenin mesajı; Ahmağın sevgisi ayının sevgisi gibidir. Onun kini sevgidir, sevgisi kin… sözleriyle özetlenir. Yol Arkadaşının Hz. İsa’dan Kemikleri Diriltmesini İstemesi (Mesnevî, II/140-500) Hz. İsa bir ahmakla yoldaş olur. Adam yolda gördüğü kemikleri diriltmek için Hz. İsa’nın okuduğu ism-i azam duasını 213 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kendisine öğretmesini ister. Hz. İsa bunun doğru olmayacağını anlatsa da adam anlamaz, ısrar eder, “Öyleyse kemiklere bu duayı sen oku” der. Hz. İsa; “Ya Rabbi, bu ahmak neden kendi ölü gönlünü diriltmeye çalışmıyor da yoldaki ölüyü diriltmek istiyor” diye şaşırsa da Allah’ın adıyla dua eder, kemikler dirilir, kocaman kapkara bir aslan olur, bir pençeyle ahmak adamın beynini dağıtır. Hz. İsa’nın Ahmaklardan Dağa Kaçması (Mesnevî, III/2569-2598) Hz. İsa, sanki bir aslan onu kovalıyor gibi dağa kaçıyordu. Birisi ona seslenir; “Neden kaçıyorsun?”. Hz. İsa, öyle hızlı koşmaktadır ki acelesinden cevap bile vermez. Adam Hz. İsa’nın peşinden koşup ısrarla “Neden kaçıyorsun, merak ettim” diye sorar. Hz. İsa; “Bir ahmaktan kaçıyorum” der. Adam; “Körün gözlerini, sağırın kulaklarını açan; duasıyla ölüyü dirilten; çamurdan yapılan kuşları uçuran sen değil misin?” deyince Hz. İsa; “Evet, benim. İsm-i azamı köre okudum, gözleri açıldı; sağıra okudum, kulakları duydu; ölüye okudum dirildi. Fakat ahmağın gönlüne yüz binlerce kere okudum, fayda vermedi” der. Adam, “Bunun hikmeti nedir, Allah’ın adı neden ahmağa tesir etmiyor? Bu da bir hastalık değil mi?” diye sorunca Hz. İsa cevap verir: “Ahmaklık, Allah’ın kahrıdır, körlük gibi bir hastalık değildir” der. Ağzına Yılan Kaçan Adam (Mesnevî, II/1878–1925) Bir adam atına binmiş giderken yolun kenarında uyuyan birinin ağzına yılan girdiğini görür. Atlı adamcağızı kurtarmak, yılanı ürkütüp kaçırmak için hızlanır ama yetişemez. Bunun üzerine uyuyan adama vurmaya başlar. Adam uyanır ve nereden geldiğini bilemediği bu saldırıdan kaçmaya başlar. Atlı onu bir elma ağacının altına kadar kovalar, orada yakalar. Ağaçtan yere elmalar dökülmüş ve çürümüştür. Adama bunları yemesini söyler. Adamcağız; “Ben sana ne yaptım, bana kastın nedir? Sana çattığım saat ne uğursuz bir saatmiş! Ne mutlu senin yüzünü görmeyene! Dinsizler bile kimseye suçsuz, günahsız böyle zulmetmezler” diye bağırmaktadır. Böylece bağırırken ağzından kan geliyor, “Ya Rabbi cezasını sen ver!” diye atlıya beddua ediyordu. Atlı ise adamın dediklerine aldırış etmeden, ona koşmasını söyler. Koşsun diye adama vurur. Adam, dayak korkusuyla rüzgâr gibi koşmağa başlar. Bazen yere kapaklanır; eli, yüzü, ayakları yara bere içinde kalır. Atlı adamı epeyce koşturur. Derken adamın safrası kabarır ve kusmağa başlar. 214 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Yediği her şeyi çıkarırken, yılan da ağzından çıkar. Adam yılanı görünce atlıya dua etmeye başlar. “Sen bana bir velinimet imişsin. Ne kutlu saatmiş ki seninle karşılaştım. Âdeta bana yeni bir can bağışladın. Sen bana iyilik etmek isterken, ben sersem gibi senden kaçıyordum. Efendim, o sözleri ben söylemedim, bilgisizliğim söyledi. Ama bir parçacık olsun bu hâli bilseydim, böyle abes sözler söyler miydim? Eğer bana bu hâli azıcık çıtlatsaydın sesimi çıkarmazdım. Sen bana kızdın ve beni dövdün. Hiçbir şey söylemedin” der. Atlı; “Eğer sana yılandan söz etseydim, ödün patlar, korkudan canın çıkardı. Eğer içindeki yılandan haberin olsaydı; ne elma yemeğe gücün kalırdı, ne de koşmaya! Sen bana sövüyordun, ben de seslenmiyor, atımı sürüyor, içimden senin için dua ediyordum” der. Mevlâna; Akıllıdan bir cefa gelse o cefa, cahillerin vefasından daha iyidir. Hz. Peygamber, “Akıllının düşmanlığı, cahilin sevgisinden yeğdir” demiştir (Mesnevî, II/1876-77) veİşte akıllıların düşmanlığı böyledir. Onların zehirleri bile cana neşe verir. Ahmağın dostluğu ise eziyettir (Mesnevî, II/1939-31) sözleriyle hikâyenin özündeki mesajı özetler. Mesnevî’de Mantıksal Zekâ Değerlerine İlişkin Hikâyeler Gözlem yapma, bilimsel düşünme, sembolik düşünme, özgün ve yenilikçi düşünme, soyut düşünce, analiz etme, sentezleme, karmaşık işlemleri çözme, olay ve bilgiler arasında bağlantı kurma, muhakeme etme gibi düşünce düzeyindeki beceriler mantıksal zekânın ürünüdür. Mantıksal zekâ değerleri; idealist olmak, hayal kurabilmek, düşünce üretmek, geleceği tahmin etmek, beklenti oluşturmak, stratejik düşünmek, kalıpların dışında düşünmek, geleceği planlamak, kendisine inanmak ve güvenmektir. (Tarhan, 2012: 31) Mevlâna mantıksal zekâ değerlerine dair bu hususlardan hayal kurmanın önemini açıklarken insanın hayallerle gelişmeye açıldığını, güzel hayaller kurmanın yanında iyimserlik, ümit, inanç ve sabra ihtiyacı olduğunu bildirir: Âdemoğlu, hayalle gelişir. Hayalleri güzelse onunla rahatlar.Yok, eğer gözüne kötü hayaller görünürse ateşten eriyen mum gibi erir gider. Yılanların, akreplerin içinde bile olsan Allah, seni güzel hayallerle avutursa, yılanlar, akrepler sana munis olur. Çünkü hayalin, aşağılık şeyleri altın yapan bir kimyadır. Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntıdan kurtulma hayaline düşersin. O kurtuluş ümidi, içteki 215 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı imandan gelir. İman zayıflığından da ümitsizliğe, iç sıkıntısına uğrarsın. (Mesnevî, II/594–599) Ev Yaptıran Mürit (Mesnevî, II/2227–2230) Mevlâna girişimciliği; büyümeyi, gelişmeyi, iyileşme ve iyileştirmeyi teşvik ederken yüksek ideallere sahip olmayı, hedefleri yüksek tutmayı, idealist olmayı teşvik eder: Büyümeye meyli olan her ot, büyüyüp durur, yaşar, günden güne gelişir! Fakat başını yere eğdi mi de günden güne küçülür, kurur, noksan bulur, mahvolur! Ruhunun meyli, yüceliklere ise yücelir durursun, varacağın yer de orasıdır. Aksine olarak başını yere eğdin mi battın gitti, Hak; “Ben batanları sevmem” demiştir. (Mesnevî, II/1812–1815) Mesnevî’de konuya ilişkin hikâye şöyledir: Şeyhin müritlerinden biri ev yaptırır. Pîri, müridin evine ziyarete gelir veonu denemek için evdeki pencereleri neden açtığını sorar. Mürit de; ışık temin etmek için pencereleri açtığını söyler. Şeyh; asıl sebebin ezan sesini duymak olduğunu, sadece ışık elde etmek niyetinin yeterli olmadığını anlatır. Kuyumcudan Terazi İsteyen Adam(Mesnevî, III/1624–1633) Mevlâna’ya göre akıllı insan işin başından sonunu görendir. Basiret sahipleri geleceği tahmin etme zekâ değerine sahiptir: Acı veya tatlı; bu gözle görülmez. Basiret ehli, yani olayların iç yüzünü görebilen insan, akıbet penceresinden, sonuç penceresinden bakan insandır. En sonu gören göz, doğruyu görebilen gözdür. Birazcık sonrayı gören göze görüyor denmez, o göz kördür. Örneğin nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir. Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, tatlı gibi görünse de acıyı kokusundan anlar. Aklını kullanmayanlar ise ancak dudağına, dişine değince fark eder. (Mesnevî, I/2582–2585) Yaşlı bir adam kuyumcuya giderek: “Altın tartacağım, bana terazini verir misin?” der. Kuyumcu: “Babacığım, bende kalbur yok!” der. Adam: “Alay etme benimle. Teraziyi ver” deyince kuyumcu: “Hem süpürgem de yok” der. Adam: “Bırak alayı! Ben senden terazi istiyorum. Sağırlıktan gelme!” der. Kuyumcu: “Sağır değilim, sözünü duydum, söylediğim sözleri de manasız sanma. Sözünü duydum ama sen gücü kuvveti kalmamış bir ihtiyarsın. Hiç şüphem yok, zayıflıktan elin titreyecek. Tartacağın altın da külçe değil; kırık dökük toz. Elin titreyince yere dökeceksin, sonra bana bir süpürge ver de toza, toprağa 216 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dökülen altınımı süpüreyim diyeceksin. Altını süpürüp bir yere toplayınca kalbur isterim diye tutturacaksın. Ben, işin sonunu önceden gördüm, iyisi mi hadi sen başka bir yere git!”Akıllılar önceden feryat ederler, bilgisizlerse işin sonunda başlarına vururlar! Sen, işin önünde sonunu sor da kıyamet günü pişman olma.(Mesnevî, III/16221623) Gazneli Mahmud’un Kırması için Ayaz’a İnci Vermesi (Mesnevî, V/4035-4119) Hz. Mevlâna, mantıksal zekâ değerlerinden olan stratejik düşünmek, kalıpların dışında fikirler üretmek, taklitçi olmamak gibi hususların önemine ve bu zekâ değerini edinemeyen taklitçilerin hüsranına dair iki hikâye anlatır. Gazneli Mahmud, divandaki devlet adamlarına kocaman bir inci gösterir, vezirine bu incinin değerini sorar. Vezir incinin paha biçilmeyen kıymetini anlatmaya başlayınca: “Kır bu inciyi” der. Vezir özür dileyerek böyle eşsiz bir mücevheri zayi edemeyeceğini söyler. Sultan, veziri takdir eder, ona ihsanlarda bulunur. Sonra inciyi sarayın perdedarına verip kırmasını ister. Perdedar da özür diler, sultanın hazinesine zarar veremeyeceğini arz eder. Gazneli, onu da takdir eder, ödüllendirir. Sırayla divandaki her beyden inciyi kırmasını isterse de hepsi birbirini taklit ederek bu eşsiz inciye kıyamayacağını dile getirir. Sonunda inci elden ele geçerek Ayaz’a gelir. Ona da incinin değerini sorar, Ayaz: “Söyleyebileceğimden daha da değerli” deyince sultan inciyi kırmasını buyurur. Ayaz hiç tereddütsüz cebinden bir taş çıkarır ve inciyi taşla kırar, ezer, un ufak eder. Bunu gören beyler “Ne yaptın!” diye bağırınca Ayaz’ın ağzından şu sözler dökülür: “Ey büyüklerim, sultanın buyruğu mu daha değerli, inci mi? Görmeniz gereken sultanımız mı, inci mi? Ben gözümü sultanımdan ayırmam, müşrik gibi taşa yüz tutmam, taşı tercih edip de hünkârımın buyruğunu geride bırakamam.” Sufilerin Sema için Konuğun Eşeğini Satmaları (Mesnevî, II/514–584) Bir derviş yolculukta iken bir tekkeye gelir, orada konaklamaya karar verir. Eşeğini götürüp ahıra bağlar; eliyle suyunu, yemini verir. Tekkede konaklayan başka dervişler de vardır. Bu dervişler, günlerdir karınlarını doğru dürüst doyuramamış yoksul kişilerdir. Açlıktan hâlsiz kalan dervişler, yeni gelen dervişin eşeğini görünce, onu satıp yiyecek bir şeyler almayı planlarlar. Gizlice eşeği 217 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı götürüp pazarda satarlar, parasıyla yiyecek alırlar. Akşam gelen konuğun şerefine ziyafet var diye hepsi toplanır, dervişi de davet ederler. Karınları doyunca, büyük bir coşkuyla sema etmeye başlarlar. Konuk derviş, bütün bunların kendisine bir ikram olduğunu düşünerek sevinir. Bu mutlulukla o da diğerlerine katılır. Sema bitince hep birden tempo tutarak: “Eşek gitti, eşek gitti” diye el çırparlar. Misafir derviş de onları taklit ederek: “Eşek gitti” diye bağırır, tempo tutar. Gece böylece eğlence ile devam eder. Sabahleyin diğer dervişler vedalaşıp yollarına devam ederler. O gece gelen derviş de eşyalarını toplar, eşeğini almak için ahıra gider. Fakat eşeği bulamaz. Ahırın sorumlusu olan hizmetkârı bulur: “Eşeğim nerede?” diye sorar. Hizmetçi: “Bilmiyor musun?” der. Derviş: “Sen ne demek istiyorsun? Ben eşeği sana emanet etmiştim, çabuk eşeğimi getir. Yoksa seni kadıya şikâyet ederim.” der. Hizmetçi: “Dün dervişlerin hepsi başıma üşüştü. Söz dinletemedim. Eşeğini götürüp pazarda sattılar, parasıyla da akşamki ziyafeti yaptılar.” der. Derviş; “Diyelim ki senden zorla aldılar, niçin bana gelip söylemedin? Eşeğini götürüyorlar demedin? Eğer söyleseydin eşeğimi geri alırdım. En azından parasını ellerinden alırdım. Şimdi her biri bir tarafa gitti! Kimden hesap sorayım? Mademki eşekten sen sorumlusun, bu işi başıma sen açtın, seni kadıya götüreyim de gör! Hem neden gelip de; ‘Ey garip, eşeğini götürüyorlar’ diye bana haber vermedin?” deyince; hizmetçi: “Ben kaç kere geldim, sana olan biteni anlatmak istedim. Fakat sen, ‘Eşek gitti’ deyip duruyordun. Hatta bu nağmeyi hepsinden daha coşkulu söylüyordun. Ben de ‘Sahibi biliyor, haberi var demek ki’ deyip geri döndüm.” der. Zavallı derviş; “Onlar pek hoş söylüyorlardı, ben de onların sözüyle coştum, onları taklit ettim. Bu taklit beni zarara soktu.” der. Mesnevî’de Duygusal Zekâ Değerlerine İlişkin Hikâyeler Duygusal zekâ değerleri yüksek olan kişiler, duygularla ilgili kararları daha sağlıklı verirler. Mantıksal zekâda idealist olmak önemli iken duygusal zekâda aktivist olmak önemlidir. Mantıksal zekâ, doğru düşünceyi görme ve düşünsel alanda ileri olma; duygusal zekâ ise bunu harekete geçirebilme kapasitesidir. Aktivist olmak, ümitli olmak, iyimserlik, olumluyu görmek, özgüven sahibi olmak, kendisine inanmak ve güvenmek, empati/duygudaşlık/eşduyum, kucaklayıcılık, iç ve dış motivasyon, insanlara inanmak ve güvenmek, mizaha yatkın, eğlenceli olmak, estetik değerlere veya tutkulu 218 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması projelere sahip olmak duygusal zekâya bağlı değerlerdir. (Tarhan, 2012: 31-33) Hz. Mevlâna, Mesnevî’de duygusal zekâ değerlerine de yer verir. Bunlardan ümitli olmak konusunda; Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var (Mesnevî, I/724) öğüdü dikkati çeker. İyimserlik ve olumlu bakış konularında ise her sorunun bir fırsat olduğunu, dünyada bakır varlığını altına dönüştürmek isteyen, değersizden değerliye ulaşma konusunda gelişim ve değişim arayışını sürdüren insanın önüne çıkan fırsatları değerlendirmesini, fırsatların her zaman uygun biçimde karşımıza çıkmayacağını, tarafsız ve olumlu bakmayı bilenlerin çevresinde ve hayatındaki her şeyi bir fırsat olarak algılayıp kazançlı çıkacağını anlatır: Her zaman yeni bir suret, her an yeni bir güzellik görmedeyim. Yeni görmekle de elem ve usanç kalmaz, insan daima yeniden yeniye neşelenir durur. Ben cihanı nimetlerle dopdolu görüyorum. Sular kaynaklardan coşup akmada…(Mesnevî, IV/3264–3265) Geçmişte hemhâl olmak ifadesiyle dile getirilen empati konusunda ise karşılıklı iletişimin sağlıklı olması için kendimizi karşımızdakinin yerine koymamız, başlangıç olarak da kendimiz için istediklerimizi karşımızdakine sunmamızı tavsiye eder. Bu öğüdü; Müslüman, kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe kâmil manada iman etmiş olmaz hadis-i şerifinin bir tezahürüdür. Karşılaştığımız her tavır kendi tavrımızın yansımasıdır: Hürmet eden, hürmet görür. Şeker getiren badem şekerlemesi yer. Temiz şeyler, temizler içindir; sevgiliyi hoş tut hoşluk gör; incit, incin!(Mesnevî, I/1494–1495) Duygusal zekâ değerlerinin asıl temeli olan aktivasyon konusuna Mesnevî’de geniş yer verilir. Beyhude yere çalışıp çabalamak uyumaktan iyidir (Mesnevî, I/1819) diyen Mevlâna’ya göre çalışmak, emek vermek, daima hareket hâlinde olmak, bitmeyen bir enerjiyle güçlüklerle mücadele etmek önemlidir. İnsan; asla boş durmamak, işe yaramak, verimli olmak, üretmek ve amacına ulaşmak için gayret etmekle ideallerine ve başarıya ulaşır. Değişimin, gelişimin gerçekleşmesi de hareketin, çabanın sonucudur: İnsanın elde ettiği şey, zararsa çalışmamasından ileri gelmiştir, kârsa çalışıp çabalamasından. Neye çalıştın da zararını, faydasını görmedin? Ne ektin de devşirme vakti onu biçmedin? (Mesnevî, VI/403, 418) Dünyada her başarı, çalışmakla elde edilir. Güçlüklerden yılmayan gayretli insan başarma şansına sahiptir. Zira külfetsiz nimet 219 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olmaz. (Mesnevî, III/1133–1135) Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de; Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul (İnşirâh, 94/7) ayetiyle bildirildiği gibi faal olmak, herhangi bir işle uğraşmak insanın psikolojik sağlığı içinde faydalıdır. Mevlâna: Ey fikri bağlanmış, ayağın çözülmemiştir. Hareketin de sır olduğunu gördün âhir! Hareketle; sıkıntı, feraha döner yakîn; kaynak olsun, ırmak olsun su, akıp arınır! (Avşar, 2007: 77)mısralarıyla bu hakikate işaret eder. Bedevî ile Filozof (Mesnevî, II/3176–3209) Büyük bir din âlimi olan Mevlâna, bilginin değerine inanır. Ona göre bilgi, dünyaya hükmetmenin yegâne yoludur. Dünya cansız bir beden, ilim ise onun canıdır; insanlık ilimle itibar kazanmış, bilgiyle bütün varlıklardan üstün olmuştur. Bilgisiz insan, sevgiden de uzaktır. Çünkü Allah sevgisi de, insan sevgisi de bilgiyle elde edilir. Bilgi insana rehberdir. Ancak bilginin değerli olması için bazı şartlar gerekir. Öncelikle Mevlâna; Hz. Peygamber’in: Allah’ım; sana sığınırım faydasız ilimden, alçalmayan gönülden, doymayan nefisten, kabul edilmeyen duadan hadisi gereğince bilginin faydalı olanına inanır ve insana faydası olmayan bilgiyi zahmet ve yorgunluk olarak niteler. İkinci şart da bilginin insanın hem beyninde hem de gönlünde yer alması, hayatına katkıda bulunması, uygulanması, yaşanmasıdır. İlim; sahibine yâr olandır, bâr (yük) değil düşüncesinde olan Mevlâna, bilginin ancak o zaman sahibine değer kazandırdığını belirtir. Yalnızca ilim sahibi olmak yeterli değildir; ilmi olup ameli olmayanlar ilim muhafızıdır, âlim değildir. Mevlâna, bilip de bilgisini yaşamayan zahirî ilim sahiplerini, Kendilerine Tevrat yükletilen merkeplere (Cuma, 62/5) benzetir. (Mesnevî, I/3448) Bedevî ile filozof hikâyesi bu konuya dikkat çeker. Bir bedevî devesine iki çuval yüklemiş, çölde gidiyordu. Yolda bir filozofla karşılaşır. Filozof ona yükünün ne olduğunu sorunca, bedevî: “Bir çuval buğdayla dolu, diğeri de yükü dengelemek için kumla dolu” der. Filozof: “Eğer buğdayı ikiye bölseydin, kum taşımana hacet kalmaz, yükün hafiflerdi” deyince; bedevî filozofun aklına, bilgisine hayran olur. Ona sormaya başlar: “Bu bilgiyle sen padişah mısın, vezir misin; malın mülkün; öküzün, deven kaç tanedir, ne iş yaparsın?” Filozof bedevînin sorduğu bütün bu sorulara cevap verir: “Bende padişahlık, vezirlik yok, malım, mülküm, öküzüm, devem, evim, dükkânım, param da yok. Bir gecelik yiyeceğe bile sahip olmayan çırılçıplak biriyim.” Bedevî bu sözleri duyunca, hiddetle: “Yanımdan uzaklaş ki uğursuzluğun bana geçmesin. Bunca aklın, bilginin sana bir faydası 220 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olmamış. Ben yine çuvalın birine buğdayı birine kum yükleyeyim. Bu aptallık benim için daha iyidir.” der. Ebu Cehil ve Hz. Ebu Bekir’in Hz. Peygamber’de Gördükleri (Mesnevî, I/2365-2370) Mesnevî’de duygusal zekâ değerlerinden biri olan iyimserlik, pozitif düşünceye yer verilirken olaylara ve insanlara tarafsız gözle bakmak, doğru ve olumlu görüş açısını yakalamanın örneği de verilir: Herkesin hareketi, görüşü, bulunduğu makama göredir. Herkes, âleme kendi görüş dairesinden bakar. Mavi cam, güneşi mavi gösterir; kızıl cam kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olurlar. Beyaz cam, öbür camların hepsinden daha doğru gösterir, hepsinin de başı, imamı odur.(Mesnevî, I/2363-2364) Konu, Hz. Peygamber’e ilişkin bir olayla örneklendirilir. Ebucehil, Hz. Peygamber’i görünce: “Beni Hâşim’den çirkin bir çehre zuhur etti.” der. Hz. Peygamber: “Haddini tecavüz ettinse de doğru söyledin.” diye cevap verir. Bir müddet sonra Hz. Ebu Bekir Resulullah’ın yanına gelir: “Ya Resulallah, güneş gibi dünyayı nurlandırıyorsun.” der. Hz. Peygamber ona da: “Doğru söyledin.” deyince orada bulunanlar: “İkisi birbirine zıt sözler söyledi, sen ikisine de doğru söyledin, dedin... Neden?” diye sorarlar. Hz. Peygamber: “Ben Allah’ın kudret eliyle cilâlanmış bir aynayım. Herkes nasılsa bana bakınca kendini görür.” der. Adam Öldüren Mescitte Konaklayan Genç (Mesnevî, III/3922–4357) Mevlâna, diğer İslâm sufileri gibi insanı; Allah’ın emaneti olan kulluk görevini yüklenen, Cenab-ı Hakkın tecellisine ayna olarak yaratılmış, meleklerden daha üstün bir varlık kabul eder: Zayıfım, arığım, çaresizim ama değil mi ki can kulağıma: “Andolsun ki biz Ademoğullarını üstün kıldık” (İsrâ, 17/70) sesi ulaştı, o sesin inayet eserlerini duydum; ne zayıfım, ne arığım, ne de çaresizim, dünyanın çaresini bulurum ben. Okluğumu senin oklarınla doldurdum mu, Kaf Dağının bile belini çeker, bükerim. (Gölpınarlı, 1965: 12) Bu yüzden Mesnevî’de kendisiyle, yaratıcıyla ve toplumla barışık, huzurlu; başarısızlık veya gelecek endişesinden uzak insan olmanın eğitimini verir. Böyle özgüven sahibi insanlar görev ve sorumluluklarını yerine getirir, riskli durumları bertaraf ederken her türlü korku veya zorlukla mücadele etme güç ve inancına sahiptir. 221 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mesnevî’de insanın kendisine inancının, özgüvenin önemi bir hikâye ile anlatılır: Rey şehrinde bir mescit vardı. Geceleyin o mescitte yatan kişi sabaha sağ çıkmaz, korkusundan ölürdü. Pek çok insan bu şekilde canından olmuştu. Bazıları orada periler var, gece ortaya çıkıp orada kalanları öldürüyor diyor, bazıları da orası tılsımlı bir yerdir, gece orada kalan ölür diyordu. Bir kısmı; kapısına: “Ey konuk, burada kalma. Canına kastın yoksa geceyi burada geçirme. Yoksa ölüm sana pusu kurar” diye yazalım diyorlar; bazıları da: “Geceleri kapısını kilitleyelim de bilmeyen biri girip kalmasın!” diyordu. Bir gün korkusuz bir yiğit gelir. Mescidin şöhretini duymuştur. Tecrübe etmek ister. İnsanlar: “Sakın burada geceleme. Burada kim yattıysa, sabaha çıkamadı.” derlerse de, genç: “Ben hayata doydum. Artık hiçbir şeye aldırış etmiyorum. Gerçekten söylenenler doğru mu kendim görmek istiyorum.” der. İnsanlar: “Babayiğitlik taslama, bu sevdadan vazgeç, canına kıyma.” derse de; genç: “Ben öyle ufak tefek şeylerden korkup kaçmam.” diyerek onlara bir hikâye anlatır. Bir çocuk, tarlada bekçilik yapar, elindeki defi çalarak kuşları kaçırırmış. Bir gün Gazneli Sultan Mahmud’un yolu, o taraflara düşer, ordusuyla orada konaklar. Orduda kösü (deve üzerinde taşınan çok büyük davul) taşıyan deve çocuğun beklediği tarlaya girip, ekinleri yemeye başlar. Çocuk, ekinleri korumak için elindeki küçücük defi çalmaya başlar. Birisi çocuğa: “Boşuna def çalıp durma. O deve kös taşıyor. Senin bu defin sesi ona vız gelir. Onun taşıdığı nöbet davulu, yirmi deften fazla ses çıkarır. Bu deve gürültüden korkmaz.” der. Genç: “Ben de o deve gibi böyle asılsız bir şeyden korkmam.” der ve mescitte uyur. Gece yarısı korkunç bir ses duyar: “Geleyim mi, geleyim mi? ” diye. Bu müthiş sesle uyanır ama yerinden kıpırdamaz. Korkunç ses beş kere tekrarlanır. Bunun üzerine yerinden fırlayıp, “Hadi, ersen gel!” diye bağırır. Onun bağırmasıyla tılsım bozulur, mescidin her yerinden şakır şakır altınlar dökülmeye başlar. Genç, sabaha kadar altınları çuval çuval doldurup dışarıya taşır, gizli bir yere gömer. Sonuçta cesur genç, geriye çekilip korkmadığı için ömrü boyunca kendisini refaha kavuşturacak bir hazineye sahip olur. Bu hikâye aynı zamanda bedensel zekâ değerlerinden olan risk alma konusuna da örnektir. Mesnevî’de Bedensel Zekâ Değerlerine İlişkin Hikâyeler Bu zekâ türünün insan hayatındaki karşılığı disiplindir. Bedensel zekâ değerleri sayesinde insanlar iç disiplin kurabilir, zaman 222 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yönetimi yapabilir, realist oldukları için gerçekleri görebilir, zorlukla karşılaştıkları zaman vazgeçmeyip planlarını gerçekleştirirler. Bedensel zekâ değerleri; iç disiplin, realist olmak, hedefe kilitlenmek, kararlılık, fedakârlık, çeldiricilere ket vurmak, adanmışlık, risk alabilmek ve takipçiliktir. (Tarhan, 2012: 33) Köpeğin Her Kış “Yaz Gelince Kendime Ev Yapayım” Demesi (Mesnevî, III/2885-2894) İnsan dünyevî veya uhrevî her işini başarıyla tamamlamak için iç disiplin olarak ifade edilen irade gücüne sahip olmalıdır. İç disiplini olanlar; keyfîlikten uzak, sorumluluğunun idrakinde insanlardır ve her hâlükârda yapılması gerekeni mazeretsiz yerine getirirler. Mevlâna, iç disiplin konusunu bir hikâyecikle örnekler: Köpek, kışın soğukta üşür, titrer, perişan olur: “Yaz gelince kendime sağlam bir ev yapayım, bir daha üşümeyim” der. Fakat yaz gelip de ısınınca kendini pek büyük görür: “İyi ama ben hangi eve sığarım ki?” der, tembel tembel, karnı tok sırtı pek, kendisine güvenmiş bir halde bir gölgeye çekilir. Dövme Yaptırmak İsteyen Genç (Mesnevî, I/2981–3000) Hedefe kilitlenmek, kararlılık, fedakârlık, çeldiricilere ket vurmak ve adanmışlık da bedensel zekâ değerleri arasında yer alan özelliklerdir. Dünyada her başarı, çalışmakla elde edilir. Çalışan, gayret eden insan başarma şansına sahiptir. İnsan amacına ulaşmak, bir işte başarılı olmak için çalışmalı, güçlüklerden yılmamalı, zahmete sabretmelidir. Külfetsiz nimet, zahmetsiz rahmet veya emeksiz yemek olmaz atasözlerinde belirtildiği gibi; her kazanç emek ister. Bu yüzden çalışmak, güçlüklerle mücadele etmek, asla ümitsizliğe kapılmamak gerekir. İnsan; amacına, mutluluğa veya başarıya ulaşmak için azimle çalışmalı; kararlı, sabırlı ve güçlü olmalıdır. Mevlâna konuya dair şu hikâyeyi anlatır: Kazvinli bir genç omzuna dövme yaptırmak ister. Eskiden hamamlarda tellâklar dövme yaparmış. Tellağa gider: “Omzuma kükreyen bir aslan resmi yap” der. Tellâk dövmeye başlayınca, iğnenin acısına dayanamaz: “Bu yaptığın nedir? Canımı çok acıttı!”; tellâk: “Aslan dövmesi istemiştin” der. “Peki, aslanın hangi uzvundan başladın?” diye sorunca, adam; “Önce kuyruğunu işliyorum” der. Genç: “İki gözüm, kuyruğu hiç de gerekli değil! Aslanın kuyruğu beni ne hâle soktu! Varsın benim aslanım kuyruksuz olsun. İğnenin acısı ta içime işledi.” der. Tellâk, eline iğnesini alır ve aslanın başka bir yerini işlemeye koyulur. Genç, inleyerek: “Bu aslanın neresidir?” der. Tellâk: 223 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Yalnızca kulağı” deyince; “Varsın kulağı olmasın, şart değil; kulağını işleme.” der. Eline iğnesini alan dövmeci, başka bir uzva başlayınca, genç yine feryat etmeye başlar. “Bu üçüncüsü aslanın neresidir?” deyince, tellâk: “Bu karnının resmidir” der. Genç: “Bu aslan karınsız olsun, iğnenin acısı canıma yetti” deyince, dövmeci şaşırır, iğnesini elinden atar; “Dünyada kuyruksuz, kulaksız ve karınsız bir aslan var mı? Allah bile böyle bir aslan yaratmamıştır.” der. Mevlâna konuya dair öğütlerini verir: Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen; cilalanmadan nasıl ayna olacaksın? (Mesnevî, I/2980)Hiç defineyi bilinen yere koyarlar mı? İşte kurtulmanın, başarmanın da zahmet ve meşakkatlerde gizlenmesi buna benzer.(Mesnevî, III/1134) Nohudun Tencerede Kaynaması (Mesnevî, III/4159–4189) Mevlâna, dertlerin insanı olgunlaştıran yönünden faydalanmayı tavsiye eder. İslâm sufilerine göre her sıkıntı, her üzüntü insanın iç dünyasında derinleşmesi, zenginlik kazanması için bir fırsattır. Konu bir hikâyecik ile özetlenir: Evin hanımı nohut pişirmek ister. Nohut tencerede kaynamaya başlayınca, sıçramaya, tencereden kaçmaya başlar. Hanıma: “Neden beni ateşe atıp, kaynatıyorsun… Mademki para verip aldın, şimdi neden beni bu hallere uğratıyorsun” der. Yemeği pişiren hanım da nohuda kaşıkla vurup der ki: “Yok, güzelce kayna, sakın tencereden kaçmaya kalkma. Seni sevmediğimden veya senden hoşlanmadığımdan kaynatmıyorum. Lezzet kazan, tatlan, güzel bir yemek ol, bizim canımıza karış diye kaynatıyorum. Bu ateş sana eziyet etmek için değil. Çünkü ateş görmemiş, ham kalmış, kaynamamış şeyler lezzetsiz olur.” der. Nohut, bu sözleri duyunca, “Mademki böyle hanımcığım, güzel güzel kaynarım, sen artık kepçeyle vursan da kaçmam.” der. Hikâyeciğin sonunda Mevlâna: İnsan da beden tenceresinde, kızgın ateşte kaynayan nohut gibi acılarla, dertlerle, kederle pişer, olgunlaşır. Allah’ın rahmeti, kahrından fazladır. Bu yüzden de insanı belâlara uğratması, dert vermesi onun lutfundandır, rahmetindendir der. Mesnevî’de Sosyal Zekâ / Sosyal Bilinç Değerlerine İlişkin Hikâyeler Sosyal zekâya sahip insanlar; ilişki yönetimini iyi yapar, sosyal ortamlara daha rahat adapte olur, liderlik özellikleri taşırlar. Sosyal zekâ değerleri; şefkatli, kucaklayıcı olmak, işbirliğine açık olmak, 224 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması güven verici olmak, risk değerlendirmesi yapmak, kriz yönetimi yapmak, aktif dinleyici olmak, çözüm odaklı karar verebilmek, başkalarının duygu, ihtiyaç ve haklarını dikkate almak ve aile bağlarını güçlendirmektir. (Tarhan, 2012: 34) Ava Giden Aslan, Kurt ve Tilki (Mesnevî, I/3013-3113) Kriz ve risk yönetimi yapmak; zor veya beklenmeyen zamanlarda doğru kararları vermek, uygun stratejiyi tespit etmek sosyal zekâ değerlerindendir. Mesnevî’deki av hikâyesi konu için güzel bir örnektir. Bir aslan, kurt ve tilki birlikte avlanırlar. Bir yaban öküzü, bir yaban keçisi, bir de tavşan avlarlar. Aslan kurdu imtihan etmek için: “Bu avları paylaştır.” der. Kurt: “Padişahım, yaban öküzü büyüktür, senin payın olsun. Keçi orta boyda, benim olsun; tavşan da tilkiye münasip” der. Aslan: “Ey kurt, ben varken sen nasıl pay istersin, kendini ne sanırsın.” diyerek bir pençe ile kurdu parçalar. Sonra tilkiye dönüp: “Hadi, sen paylaştır.” der. Tilki saygıyla: “Sultanım, yaban öküzü kuşluk yemeğiniz, keçi öğle yemeğiniz, tavşan da akşam yemeğiniz için uygundur.” der. Aslan: “Ey tilki, bu adaletli paylaşımı kimden öğrendin?” deyince tilki: “Kurdun halinden!” der. Bunun üzerine aslan: “Ey tilki, mademki sen bizim aşkımıza kendini rehin ettin; üçü de senin olsun, üçünü de al, git.” der. Kuş ve Üç Öğüdü(Mesnevî, IV/2245–2265) İyi bir iletişimin en önemli adımı aktif dinlemedir. Kuş ve Üç Öğüdü başlıklı hikâye konunun önemini vurgulayan mükemmel bir örnektir. Hikâyede; bir adam kurduğu tuzakla kuş yakalar. Kuş, adamın elinde dile gelir ve der ki: “Sen bugüne kadar ne koyunlar, ne develer yedin ama hâlâ doymadın. Benim küçücük bedenim seni hiç doyurmaz. En iyisi, sen beni serbest bırak, ben de sana birbirinden değerli üç öğüt vereyim. Birinci öğüdü elindeyken, ikincisini duvarın üstünde, üçüncüsünü de ağacın üstünde veririm. Bu üç öğüt senin çok işine yarayacaktır.” Adam kabul eder, kuş ilk öğüdünü verir: “Olmayacak söze, kim söylerse söylesin inanma!” Adam bu öğütten sonra kuşu bırakır. Kuş, duvarın üstüne uçar; ikinci öğüdünü verir: “Kaçırdığın fırsatlar için üzülme! Geçmiş gitmiş şeyler için tasalanma!” Sonra; “Şu küçücük bedenimde yüz gram ağırlığında paha biçilmez değerde bir inci var. O inci senin olsaydı, zengin olurdun. Fakat kısmetin değilmiş, fırsatı kaçırdın.” der. Adam, üzüntüyle dövünmeye başlar. Kuş: “Sana kaçırdığın fırsatlar için üzülme demedim mi? Mademki geçip gitti, neden feryat 225 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ediyorsun? Ya öğüdümü anlamadın yahut da sağırsın! Sonra bir de sana, olmayacak söze inanma demedim mi? Bu ilk öğüdüm değil miydi? Ben kendim ancak yüz gram gelirim. İçimde yüz gramlık inci nasıl bulunsun?” Bu sözü duyan adam kendine gelir. “Haydi” der, “Üçüncü öğüdü de ver!” O zaman kuş:“Evet, Allah için o iki öğüdü iyi tuttun da üçüncüsünü de mi söyleyeyim?” der ve uçar gider. Mevlâna hikâyenin sonunda: Öğüt veren kişi, yüzlerce kere çalışıp çabalasa da, öğüdü duymak ve kabullenmek için dinleyende kabul edici kulak olmalıdır. Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez. Ey öğütçü ona hikmet tohumunu pek saçma! sözleriyle alınması gereken dersi özetler. Fil Yavrularını Yiyen Yolcular(Mesnevî, III/69–171) Mevlâna, aktif dinlemeye dair bir diğer hikâyeyi de yine bilgi ve tecrübenin ürünü olan öğütleri dinlemeyenlerin akıbeti ile anlatır: Bilge bir kişi, Hindistan’da yolculuk eden dostlarına öğüt verir: “Biliyorum, pek açsınız, perişan olmuşsunuz. Fakat dostlarım, sakın yolculukta fil yavrularını avlayıp da yemeyin. Gideceğiniz yolda filler vardır. Ama benim öğüdümü can u gönülden dinleyin. Rastladığınız fil yavrularını avlamak istersiniz. Bu gönlünüze pek hoş gelir. Onlar pek semizdir, pek de kuvvetsizdir, kolayca avlarsınız. Ama anneleri pusudadır, onları gözetir. Yavrusuna bir şey olursa arkasından feryat figan ederek yüz fersah yol yürür, evlâdını arar, bulur. Hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrularına zarar verene acımaz. Sakın ha fil yavrularını avlamayın. Bu öğüdümü tutun da belâlara düşmeyin. Otlarla, yapraklarla karnınızı doyurun. Fil yavrularını avlamayın” der. Sonra “Haydi, hayra karşı” diyerek onları uğurlar. Yolcular, yolda yiyecek bir şeyler bulamazlar. Açlıktan hâlsiz kalırlar. Ansızın yeni doğmuş güzel bir fil yavrusu görürler. Hemen yavruyu avlarlar, pişirip yerler. İçlerinden yalnızca bir tanesi onlara öğüt veren bilgenin sözlerini hatırlar. Filin etinden yemez. Bilgenin tecrübesine güvenir. Diğerleri karınları doyunca yatıp uyurlar. Yemeyip de aç kalan adam sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktır, uyuyamaz. Birdenbire kızgın bir fil çıkagelir. Önce o uyanık adamın ağzını koklar. Fakat ondan hiçbir kötü koku alamaz. Birkaç kere etrafında dolaşır, sonra adama dokunmadan gider. Uyuyanların ağızlarını koklamaya başlar, hepsinden de yavrusunun kokusunu alır ve yavrusunu kebap edip 226 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yiyenlere saldırır. Her birini havaya kaldırıp yere vurarak parçalar, hepsini öldürür. Mevlâna; Erlerin öğüdünü canla, başla dinle de korkudan kurtulup emniyete eriş öğüdüyle hikâyeyi tamamlar. Üç Yolcunun Rüyası (Mesnevî, VI/2376- 2501) Çözüm odaklı karar verebilmek sosyal zekânın en belirgin özelliklerinden biridir. Mesnevî’de bu hususa dikkat çeker mahiyette bir hikâye verilir: Bir Müslüman, bir Hristiyan, bir de Yahudi birlikte yolculuk yapmaktadır. Akşama doğru bir yerde konaklarlar. Kaldıkları yerde cömert biri onlara sıcak ekmekle bir tabak helva getirir. Hristiyan ve Yahudi gün boyunca karınlarını doyurmuşlardır. Müslüman ise oruçtur, iftar etmek için akşamı beklemektedir. İftar vakti gelince “Haydi yemeğimizi yiyelim.” der. Fakat diğer ikisi toktur. “Yok, biz tokuz. Bu gece yemeyelim, sabah yeriz. Gece sabredelim, yemeyelim de helvayı yarına saklayalım.” derler. Müslüman: “Sabrı bırakalım da yiyelim.” deyince de itiraz ederler. Müslüman: “Öyleyse üçe bölelim, herkes kendi hakkını ister yesin, isterse saklasın.” derse de; diğer ikisi: “Bölücülük yapanın yeri cehennemdir.” derler. Müslüman: “Bu sözün manası böyle değildir.” dese de onların niyeti kendisini o gece aç bırakmak olduğundan dinletemez. Çaresiz boyun eğer, hepsi yatar uyur. Sabah kalkarlar. “Haydi” derler, “Herkes gece gördüğü rüyayı anlatsın. Kimin rüyası daha güzelse bu helvayı o yesin.” Bunun üzerine önce Yahudi rüyasını anlatır. Rüyasında Hz. Musa’yı gördüğünü, onunla Tur dağına çıktığını, Cenab-ı Hakk’ın tecellisini gördüğünü uzun uzun anlatır. Ardından Hristiyan; rüyasında Hz. İsa’yı gördüğünü, onunla dördüncü kat göğe çıktığını anlatır. En sonunda rüyasını anlatma sırası Müslüman’a gelir. O da der ki; “Dostlar, rüyamda peygamberim Muhammed SAV’i gördüm. Bana dedi ki: ‘Arkadaşlarından biri Musa ile Tur’a gitti, diğeri de İsa ile göğe yükseldi. Sen burada garip kaldın. Bari kalk da o helvayla ekmeği ye. Arkadaşların yüce devlet buldu, meleklere karıştı. Sen de helva kâsesinin başına otur!’ ” Bu sözü duyunca Hristiyan’la Yahudi: “Yoksa helvayı yedin mi?” diye sorarlar. Müslüman: “Ben kim oluyorum da Peygamberimin buyruğuna uymayayım? Siz hiç Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın emrine karşı durabilir misiniz? Ben de Peygamberimin emrinden nasıl çıkarım dedim ve helvayı yedim.” der. Diğer ikisi bunun üzerine; “Senin rüyan, bizim yüzlerce rüyamızdan üstün. Senin uykun, uyanıklık olmuş! Rüyanın eserini uyanıklıkta görüyorsun.” derler. 227 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mesnevî’de Ruhsal / Vicdanî Zekâ Değerlerine İlişkin Hikâyeler Ruhsal zekâ değerleri; iç sesi dinleyebilmek, iç-dış sorumluluk, hesap verebilirlik, Yaratana karşı sorumluluk, ahlakî/etik değerlere sahip olmak, ahlâkî akıl yürütmeyi kullanmak, bilgelik ve alçakgönüllülüktür. (Tarhan, 2012: 35-36) Ruhsal veya vicdanî zekâ değerlerine sahip olanlar iç sesini dinleyebilir, sorumluluklarının farkına varır, yaptıklarının hesabını verir, ahlaklı, dürüst, ilkeli ve iyi niyetli olmaya önem verirler. Annesini Öldüren Genç(Mesnevî, II/776-785) Ruhsal veya vicdanî zekâ değerlerinin temeli olan iç ve dış sorumluluk, nefis terbiyesi dolayısıyla tasavvufî eserlerde sıkça ele alınan bir konudur. Nefsini bilen Rabbini bilir düsturuna uyarak herkes önce kendi nefsinden sorumludur. Mesnevî’dekiAnnesini Öldüren Genç hikâyesi bu konuyu izah eder: Bir genç annesini öldürür. Herkes delikanlıyı suçlar. Genç de annesinin utanılacak bir iş yaptığını söyler. Etrafındakiler, annesi yerine adamı öldürmesi gerektiğini söyleyince; delikanlı her gün birini öldürmektense, annesini öldürmenin daha doğru olacağını, kötülüğün kaynağını yok etmenin gerektiğini dile getirir. Mevlâna, hikâyenin sonunda; O kötü huylu ana, fesadı her tarafta zahir olan nefsindir sözleriyle kıssadan alınması gereken hisseyi açıklar. Gazneli Mahmud’un Ayaz’ı Çekemeyenlere Verdiği Ders (Mesnevî, VI/385-404) İmanın yedinci şartı haddini bilmektir nüktesi; her ferdin nefsini muhasebe etmesi, her an kendini Allah’ın huzurunda hissetmesi, Kur’ân ahlakı ile ahlaklanmasının gereğini hatırlatır. Bir anlamda ruhsal veya vicdanî zekâ değerlerinin özeti olan bu nükte; iç sesi dinleyebilmek, iç ve dış sorumluluk, hesap verebilirlik, Yaratana karşı sorumluluk, ahlakî/etik değerlere sahip olmak ve ahlâkî akıl yürütmeyi kullanmak gibi değerleri barındırır. Mesnevî’deki liyakate değer vermek mesajının ön plana çıktığı hikâye aynı zamanda bu değerleri de hatırlatır. Gazneli Sultan Mahmud’un Ayaz isimli bir kölesi vardır. Köle parlak zekâsı, çalışkanlığı ve dürüstlüğü ile kısa zamanda padişahın, sevgisini, takdirini kazanmış ve sultanın en yakın arkadaşı olmuştur. Mahmud’un etrafındaki beyler onun Ayaz’a bu kadar değer vermesini çekemezler. Kıskançlıkla Ayaz aleyhinde konuşmaya başlarlar. Vaktiyle bir köle olarak saraya gelmiş sıradan 228 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bir insanın sultan yanında böylesine itibarlı olması, sultanın ona çok yüksek maaş ödemesinin sebeplerini Gazneli Mahmud’a sorarlar. Gazneli Mahmud: “Ben size neden böyle olduğunu göstereyim” der. Bu beyler otuz kişidir. Sultan, hepsini yanına alır, avlanmak üzere dağlara çıkarlar. O sırada uzaktan bir kervanın geçtiğini görürler. GazneliMahmud, beylerden birisine: “Git de, sor bakalım, o kervan hangi şehirden geliyor?” der. Bey gider, sorar gelir. “Kervan Rey şehrinden geliyormuş” der. Padişah: “Peki nereye gidiyormuş?” deyince cevap veremez. Bir başka beye: “Git bakalım sen de nereye gidiyor öğren” der. O da gidip gelir, “Yemen’e gidiyormuş” der. Padişah; “Kervanın yükü neymiş?” deyince o da şaşırıp kalır. Mahmud, bir başka beye “Hadi, sen de yükü neymiş, onu öğren” der. Bey gidip gelir, “Her cins mal var, fakat çoğu Rey kâseleri” deyince, “Kervan Rey’den ne zaman çıkmış?” diye sorar. Bey cevap veremez. Böylece, otuz beyin hepsi de aciz ve noksan çıkar. Bunun üzerine Gazneli Mahmud beylere der ki: “Ben bir gün tek başıma Ayaz’ı sınadım. Şu kervan nereden geliyor? Git anla dedim. Gitti, hepsini sorup öğrenmiş. Benim emrim olmadan kervanın bütün ahvalini, olduğu gibi bir bir anlattı. Sizin otuz defada öğrendiğinizin tümünü o bir seferde öğrenip geldi.” Amîd’in Kulları(Mesnevî, V/3165–3179) Kulun Cenab-ı Hakk’a karşı sorumluluğu, kulluk şuuru konusundaki hikâyede bir yoksul, Herat’ta Horasan Amîdi(maliye bakanı)’nin kölelerini görür. Arap atlarına binmişler, altın sırmalı elbiseler, altınlı külahlar giymişler, süslenmişler, bezenmişlerdir. “Bu efendiler kimlerdir, nerenin beyleridir?” diye sorar. “Bunlar bey değil, Horasan Amîdi’nin köleleridir” cevabını alınca; yoksul başını göğe kaldırıp: “Ya Rabbim, bir bana bak, bir de şu kölelere de; kula bakmayı, efendiliği Amîd’den öğren.” der. Bir gün Horasan emiri, Amîd’i bir suç bahanesiyle hapse attırır. Kölelerine de: “Efendinizin definesi nerede? Gösterin!” diye işkence edilir. Tam bir ay bu acımasız işkence devam eder. Bir tanesi bile ağzını açıp da efendisinin sırrını söylemez. Bu sırada yoksula gaybdan bir ses gelir: “Ey ulu er, gel sen de kul olmayı bunlardan öğren!” Sultan Mahmud ve Ayaz(Mesnevî, V/1835-2145) İlk kibre kapılan şeytandır, ebediyen Allah’ın rahmetinden kovulmuştur. İnsana yakışan, insanı insan yapan değerlerin başında alçakgönüllülük gelir. Mesnevî’de alçakgönüllüğe dair hikâye de 229 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Gazneli Sultan Mahmud ve sadık kölesi Ayaz’la ilgilidir. Ayaz son derece akıllı, vefalı, sağduyu sahibi bir insandır. Bu özellikleriyle sultanın gönlünü kazanmış ve en yakın dostu olmuştur. Ayaz’ın daima kilitli tuttuğu bir odası vardır. Ayaz, arada bir odaya girer, kapıyı kilitler, bir süre kalır, çıkarken de yine kapısını kilitlerdi. Kimse o odaya giremezdi. Ayaz’ı çekemeyenler, onun bu odada herkesten gizli bir hazine biriktirdiğini düşünürler ve Sultan Mahmud’a şikâyet ederler. Sultan, aslında Ayaz’ın dürüstlüğünden ve o odada hazine olmadığından emindir, ama kıskanç ve kötü niyetli adamlarına bir ders vermek ister ve odayı açıp bakmalarına, hazine bulurlarsa paylaşmalarına izin verir. Adamlar odayı açarlar, içeride sadece eski bir çarık ve hırka vardır. Hazinenin gizlenmiş olacağını düşünerek odanın tabanını, duvarlarını kazarlar, deşerler; fakat başka bir şey bulamazlar. Mahcup bir vaziyette Sultan Mahmud’a durumu anlatırlar, hatalarından dolayı af dilerler. Sultan, onların Ayaz’a iftirada bulunduklarını, bu yüzden de affetme veya cezalandırma hakkının da Ayaz’a ait olduğunu söyler. Ayaz, edeple sultanın yanında böyle bir yetkiye sahip olmadığını, hiç kimseyi cezalandırmak istemediğini söyler. Sultan, Ayaz’a, bu çarıkla ve hırkayı neden sakladığını sorar. Ayaz: “Ben saraya bunlarla geldim. Onlardan başka bir şeyim yoktu. Sizin sayenizde büyük bir devlete, yüceliğe kavuştum. Ancak aslımı unutmamak, benliğe ve bencilliğe düşmemek, kibirden korunmak için bunları sakladım. Arada bir odaya girer, kendime: ‘Ayaz bak, sen eskiden buydun, şimdi yine aynı Ayaz’sın, sakın devlete aldanma, kibre kapılma!’ diye nasihat eder, nefsimi terbiye ederim.” der. Hz. Ali’nin Öfkesini Yenmesi(Mesnevî, I/3721-3844) İlkeli olmak konusundaki hikâye İslâm tarihinden alınmıştır. Bir savaşta Hz. Ali hasmını alt etmiş, tam öldürmek üzereyken; düşmanı Allah’ın aslanı Ali’nin yüzüne tükürür. Hz. Ali derhal kılıcını elinden atar, savaştan vazgeçer. Hasmı şaşırır ve kendisini öldürecekken neden bıraktığını sorar. Hz. Ali, tükürmesinin nefsine çok ağır geldiğini, çok öfkelendiğini, ancak Cenab-ı Hak öfkeyi yenmeyi ve insanları affetmeyi emrettiği için öldürmekten vazgeçtiğini söyler. Düşmanı bunu duyunca İslâm dininin güzelliğine inanarak Müslüman olur. Hz. Ali’nin Allah için savaşırken, düşmanın hakaretiyle nefsinin ön plana geçmesini önlememesi, hem her amelin Allah için olursa değerli olacağına hem de inanç ve ilkelere bağlılığın önceliğine dair bir örnektir. 230 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sonuç Hz. Mevlâna’nın Mesnevî’de insân-ı kâmil olma yolunda verdiği öğütler; güzel ahlak sahibi iyi bir kul/insan olmayı öğretir. Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifleri temel kaynağı olarak kabul eden Mevlânahenüz tarım toplumunun hüküm sürdüğü on üçüncü yüzyılda; günümüzinsanlığı için önemli kavramlar olan sevgi, bilgi, eğitim, empati, öfke kontrolü, vizyon, yenilikçilik, iyimserlik, objektiflik gibi konulara dair öğütleriyle yüzyıllar sonra bile geçerli olan evrensel bir düşünce yapısına ve bütünlüğüne sahip olduğunu gösterir. Çoklu zekâ kuramının varlığına dair çalışmaların yirminci yüzyılın sonlarında ortaya çıkmasına rağmen Mesnevî’de bu değerlerin eğitimine yer verilmesi, Mevlâna’nın öğütlerinin günümüze ve geleceğe ışık tutması için eserlerinin yeni bir anlayışla ele alınmasının önemini ortaya koyar. Kaynaklar ALTAN, Mustafa Zülküf (2011), “Çoklu Zekâ Kuramı ve Değerler Eğitimi”,Pegem Eğitim ve Öğretim Dergisi, C. 1, S. 4, s. 53-57. AVŞAR, Ziya (çev.) (2007), Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Sırların DiliBütün Rubailer, Konya. BOLAY, Süleyman Hayri (1989), “Akıl”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.2, 238-242, İstanbul. BOZDAĞ, Muhammed (2003), Ruhsal Zekâ, İstanbul. GÖLPINARLI, Abdülbaki (haz.) (1965), Mevlâna Celâleddin, Mecâlis-i Seb’a-Yedi Meclis, Konya. TARHAN, Nevzat (2012), Mesnevi Terapi, 4. bs. İstanbul. YENİTERZİ, Emine (2013), Sevginin Evrensel Mühendisi MevlânaGüncel Yorumlarla, 12. bs. Ankara. 231 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KARAİSMAİLOĞLU, Adnan (2014). “Mevlana ve Anadolu Geleneği -Mevlana’ın Kimliği ve Anadolu Geleneği Olarak İsimlendirilebilecek Kimliğe Katkısı”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.233-239 (http://bilgelerzirvesi.org). Adnan KARAİSMAİLOĞLU MEVLANA VE ANADOLU GELENEĞİ -MEVLANA’NIN KİMLİĞİ VE ANADOLU GELENEĞİ OLARAK İSİMLENDİRİLEBİLECEK KİMLİĞE KATKISI- M evlana, XIII. asırdan başlayarak Anadolu’da oluşan ortak düşünce ve temayüller için ana kaynaklardan biri olarak görülmelidir. Anadolu’da yetişip eser veren bilgin, arif ve şairlerin kendi ifadeleri, bu tespit ve durumun açık kanıtlarını oluşturmaktadır. Ayrıca onun adıyla eserleri etrafında yoğunlaşan anlayış ve tercihlerin, özellikle Anadolu’da yazılmış çeşitli ilmi, tasavvufi ve edebi eserlere yansıdığı çok açıktır. Önce Mevlana’nın miras aldığı dini, tasavvufi ve kültürel değerler üzerinde durmak gereklidir. Acaba Mevlana, babası Bahaeddin Veled ve şeyhi Seyyid Burhaneddin’le nasıl bir dini ve tasavvufi geleneğe bağlıdır? İlave olarak Selçuklu ve Gazneli devlet adamları çevresinde var olan kültürel gelenekle nedenli yakın veya uzak olduğu tartışılmalıdır.301 Çünkü Mevlana’dan sonraki asırlarda Anadolu’da geleneksel bir özellik kazanan ve “Anadolu Geleneği” adıyla özdeşleşen kimlik için de bütün bu hususlar önemlidir. Mevlana’nın babası Sultânu’l-Ulemâ Bahâ-i Veled (11461231) Büyük Horasan’da dünyaya gelmiştir. Belh (Afganistan), Vahş (Tacikistan), Semerkand (Özbekistan) ve civar yerlerde bulunduktan sonra Hicaz üzerinden Anadolu’ya varmıştır. Hayatının 10 yıl kadarını Larende/Karaman ve Konya’da geçirerek gözlerini dünyaya yummuştur. Onun Anadolu’da sultan ve beyler düzeyinde büyük ilgi gördüğü, halkın ve bilginlerin sevgisini kazandığı bilinmektedir. Onun büyük Horasan’dan getirdiği bilgi ve anlayışın, artık Konyalı sayılan oğlu Mevlana Celaleddin Muhammed (1207-1273) ve torunu Sultan Prof. Dr. Kırıkkale Üniversitesi. Adnan Karaismailoğlu, “İslâm Öncesinden Osmanlıya Doğu Şiiri”, bilig, (Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi), sayı 13, 2000, s. 67-78. 301 233 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Veled’le (1226-1312) gür ve ahenkli bir sese kavuştuğu görülmektedir. Mevlana ve babası Bahaeddin Veled’in kendileri tarafından duyurulan açık bir tarikat silsilesi bilgisi elimizde bulunmamaktadır. Bu duruma karşılık onlar için kayda geçirilen silsilelerde Ahmed-i Gazzâlî, Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ma’rûf-i Kerhî ve Hasan-i Basrî gibi ünlü sufilerin adları öne çıkmaktadır. Bahaeddin Veled’in Necmeddîn-i Kübrâ’nın (öl. 1226) halifesi olduğu, günümüzde tereddütle karşılansa da bazı kaynaklarda yer almaktadır.302 Ayrıca tarikat terbiyesinin dışında sohbet cihetiyle Ahmed-i Gazzâlî, Ebu Bekr-i Nessâc, Ebû Alî-i Fârmedî ile devam eden başka bir silsileye sahip oldukları nakledilmektedir.303 Bunlara ilave olarak Mevlana’nın, eserlerinde birçok ünlü sufiyi andığı ve onlardan hikmetli sözler aktardığı gözden uzak tutulmamalıdır. Aynı isimlerin Anadolu geleneğinde büyük bir yer edindiği herkes tarafından bilinmektedir. Sözü ilk Anadolu ariflerine ulaştırmadan önce Mevlana’nın gönül dünyasının Horasan ve Maveraünnehir irfanıyla alakasına dair bir çerçeve oluşturmak uygun olacaktır. Pîr-i Türkistân diye de anılan Ahmed-i Yesevî’nin şeyhi Yûsuf-i Hemedânî’dir. (öl. 1141) O, ünlü İmâm-ı Gazzâlî’nin (öl. 1111) de şeyhi olan Ebû Alî-i Fârmedî’ye bağlanmış, Bağdat, İsfahan ve Semerkant’taki tahsil döneminden sonra Merv ve Herat şehirlerinde irşad ve terbiye ile meşgul olmuştur. Ahmed-i Yesevî Yûsuf-i Hemedânî’ye Buhara’da bağlanmıştır. Daha sonra şeyhi, onu Türkistan’ı irşad etmekle görevlendirmiştir. Mevlana’nın övdüğü ve nakiller yaptığı Şeyh Feridüddîn-i Attâr (öl. 1221), Ahmed-i Yesevî’yi Pîr-i Türkistân diye anmaktadır. Böylece Anadolu’ya intikal ederek Yunus Emre de Ahmed-i Yesevî ve Mevlana ile fikren ve mesleken irtibatlara sahiptir diyebiliriz. Mevlana’nın Gazneli (351-582/963-1186) ve Büyük Selçuklu (431/1040-552/1157) sultan ve devlet adamlarıyla çevresindekileri ne şekilde andığı, nasıl bir kimlikle ele aldığı, Gazneli ve Selçuklu mirasının Anadolu geleneğindeki izdüşümleri açısından her halde önemlidir. Konu bu çerçevede oldukça geniştir. Sadece, Mevlana’nın eserlerinde çokça göndermede bulunduğu Sultan Mahmud ile Sultan Sencer’e, Alparslan’a işaret ederek, göndermede bulunduğu birkaç örnek beyitle yetinelim: 302 Mevlana, Mesnevi, çev. Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2013 (Akçağ yay.), Giriş: Mevlana’nın Hayatı ve Çevresi, s. 32-33. 303 Sarı Abdullah Efendi, Cevâhir-i bevâhir-i Mesnevî, İstanbul, 1287, cilt 1, s. 26. 234 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Şems-i Tebrîzî, can sultanlarının sultanı sensin; senin gibi bir Mahmud, benim gibi başka bir Ayaz gelmedi.304 Yiğitlerin kaçtığı gün savaşın ortasına Sencer gibi gireriz.305 Biz, iki üç çıplak, güçsüz ve yarı canlı karşısında binlerce aslan gibi adamız, Alparslan’ız.306 Bu beden, canın otağıdır veya Nuh’un gemisi gibidir. Türk varsa bir otağ bulur, özellikle de dergâhın azizi olursa.307 İnat eden ve atı ateş hendeğinden sıçrayan Türk’e ne mutlu! 308 Atı öyle şahlandırır ki gökyüzünün zirvesine yönelir. Sultan Veled de Gazneli Mahmud’u ve Selçuklu sultanı Sencer’e, babası Mevlana gibi eserlerinde yer vermiştir. Aynı geleneğin örneği olmak üzere onun Sultan Mes’ûd için yazdığı 14 Ağustos 1281 günlü medhiyesinden bir beyit şöyledir: Bahadırlıkta, adalet ve cömertlikte benzeri yoktur; yiğitlikte Rüstem Pehlivan kölesi, adalette Nuşirevan kuludur. 309 Osmanlı âlimleri Mevlana’ya yaygın olarak büyük saygı göstermiştir. Osmanlı’nın Bursa’da ilk şeyhülislâmı olarak kabul edilen Molla Fenârî (öl. 834/1431), Mevlana’nın Mesnevî’nin önsözünü Şerhu Dîbaceti’l-Mesnevî adıyla Arapça olarak şerh etmiştir. Burada Mevlana’yı yücelterek, “Muhakkik arif, şeyh, salik velilerin kutbu” diye anmıştır.310 Ünlü Osmanlı şeyhülislamlarından Kemalpaşazâde (öl. 1534), Mevlana’nın düşünce ve yorumlarından yararlanarak, eserlerinde onun şiirlerinden alıntılar yapmıştır.311 Yine ünlü Osmanlı kazasker ve âlimlerden Taşköprüzâde İsâmeddîn Efendi (öl. 1561) veya onun eserinin mütercimi oğlu Kemâleddîn Efendi (öl. 1621) ise Mevlana’yı yücelterek Hanefi Mezhebi’ndeki yerini vurgulu bir şekilde dile getirmektedir: “Ve yine 304 Dîvân-ı Kebîr; Mevlânâ Celâleddîn Muhammed, Külliyât-ı Şems yâ Dîvân-i Kebîr, nşr. B. Furûzânfer, ilk baskı I-VII, Tahran, 1336- l345 hş./1957-1966; VIII. cilt Rubâ’iyât, 1342hş/1963; IX, X. ciltler Fehâris, 1346hş/1967, Gazel nu: 1195, beyit 8. 305 Dîvân-ı Kebîr, Gazel nu: 1554, beyit 10. 306 Mesnevî, Mevlânâ, Mesnevî-i Ma’nevî, nşr. Adnan Karaismailoğlu- Derya Örs, I-III, Ankara, 2007, V, 3165; Çev. Adnan Karaismailoğlu, I-III, Ankara, 2007, 4. Defter, beyit 4480. 307 Mesnevî, 2/453-454. 308 Mesnevî, 3/3612-3613. 309 Dîvân-ı Sultân Veled, Yayınlayan F. Nafız Uzluk, İstanbul, 1941 (Uzluk Basımevi), s. 53, Farsça metin s. 225. Ayrıca mesela Farsça metin s. 111, 146’deki muhtelif beyitler. 310 Mustafa Aşkar, Molla Fenari’nin (öl. 834/1431) ‘Şerhu Dîbaceti’l Mesnevî’ Adlı Risalesi ve Tahlili, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi-Mevlânâ Özel Sayısı, Yıl: 6, S. 14, Ankara, Ocak-Haziran 2005, s. 83-102. 311 Şamil Öçal, Mevlânâ ve Kemalpaşazâde’de Varlık Kavramı ve Işık Sembolü, Mevlânâ Araştırmaları -3- Ankara, 2009, s. 125-136 235 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ulemâ-i kibâr ve meşâyih-i celîlü’l-mikdârdandır ki mezheb-i Hanifîye anınla müşerref ve pür-envâr olmuşdur, Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn el-Konevîdir”.312 Bu örnekleri çoğaltmak tabiki mümkündür, ancak burada yeterli görülmelidir. Horasan ve Maveraünnehir geleneğini kaynak edinen ilk Anadolu ariflerinin Mevlana’ya olan hürmet ve muhabbetlerine örnek olmak üzere yalnızca bazı isimlere yer verelim. Yunus Emre (öl. 1321) Hz. Mevlana ile gençlik yıllarında görüşmüş olmalıdır. Onun düşünce ve mana dünyasındaki Mevlana ile beraberliğini şu beyitleri sözlede teyit etmektedir: Mevlânâ Hudâvendgâr bize nazar kılalı Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır313 Yunus Emre için Mevlana Celaleddin, “Kutb-i Cihân”dır. Kutb-i cihan ise âlemin kalbidir, zahir ve batın âlemlerinin idarecisidir. Bir gönül ele getür ferâgat ol geç otur Konya şehrinde yatur ol iki sultan kanı Fâkih Ahmed Kutbu’d-dîn Sultân Seyyid Necmü’d-dîn Mevlânâ Celâlü’d-dîn ol kutb-i cihân kanı314 Yunus Emre’yle çağdaş Gülşehrî, 717/1317’de tamamladığı Gülşennâme’de (Mantıku’t-tayr) kaynaklarından olan Mevlana’yı hep diri olarak görmektedir: Şeyh Mevlânâ Celâleddîn durur Kim cihanda ber ale’t-ta’yîn durur Görmedik bir er cihândan gitmedi Ol Celâleddîn cihândan gitmedi315 Garîbnâme’sinde Mesnevî’den izler bulunan Âşık Paşa’nın (öl. 1332) oğlu olan Elvan Çelebi 760/1359 tarihli mesnevisinde Mevlana’yı manalar denizinin incisi, varlık vilayetinin burcu ve ruh hazinesi gibi özelliklerle anmaktadır: Ol ma’ânî denizinün dürci Ol vilâyet vücûdınun burcı Ol celâl ol kemâl ibni cemâl İlm envâr içinde bedr-misâl 312 313 Kemâleddîn Efendi, Mevzû‘âtu’l-‘ulûm, I-II, İstanbul, 1313 h. I, 744. Yunus Emre Divanı, Hazırlayan Mustafa Tatçı, Ankara, 1990 (Kültür Bakanlığı Yay.), s. 82. 314 Yunus Emre Divanı, s. 395. 315 Âmil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, 1998 (Milli Eğitim Bakanlığı Yay.) s. 36 (Mantıkuttayr, Tıpkıbasım, TTK, Ankara, 1957, s. 71’den naklen). 236 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Rahmet’ Allah aleyhi Mevlânâ Mahz-ı genc-i revân idi cânâ316 Mesnevî’nin 3. beytini ve belki de nicesini dizelerine aktaran Yazıcıoğlu Mehmed’in (öl. 855/1451) ünlü eseri Muhammediye (telif 853/1449) Anadolu’da asırlarca ellerde ve dillerde dolaşmaktaydı. Mevlana’nın anılan beytinin çevirisi: “İştiyak derdini anlatmak için, ayrılıktan parça parça olmuş sine istiyorum.” Yazıcıoğlu Mehmed’in beyitleri: Gönül bir sîne ister kim firâk odına yanmışdur Ki şerha şerha olmışdur yanup derd-i dilârâdan Ki tâ şerh-i firâk idem beyân-ı iştiyâk idem Ki vasf-ı ihtirâk idem degülse seng-i hârâdan317 Hüdâyî (öl. 1480), samimiyetle Mevlana’nın yolunda olanların Rahman’ın rahmetine ulaşacağını ilan etmektedir: Ey dil istersen eğer kâmil ola noksânun Secdegâh it eşiğin Hazret-i Mevlânâ’nun Sıdk ile sâlik olan silk-i Celâleddîn’e Şübhesiz vâsıl olur rahmetine Rahmân’un318 Bu noktada Anadolu geleneğine işaret etmeye çalıştığımız için Mu’înî’nin (öl. 1465), Mesnevî’nin 1. defterinin 14.404 beyitlik açıklamalı manzum çevirisine dikkat çekilmelidir. O, bu eserini Mesnevî-i Murâdiyye adıyla 1436 yılında tamamlayarak, yazılmasını teklif eden II. Murad’a takdim etmiştir.319 Mevlana ve eserleriyle ilgili Anadolu’da yazılan manzum veya mensur kitaplar, yüzleri bulmaktadır.320 Anadolu’daki Türkçe ve Türkçe şiir Mevlana ve oğlu Sultan Veled’le irtibat kurularak başlatılmaktadır.321 Anadolu’daki şiir ve 316 Âmil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, s. 31. Âmil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, 50. 318 Mustafa Erdoğan, Klasik Türk Şiirinde Mevlânâ Medhiyeleri ve Mecmua-i Medâyih-i Mevlânâ, Mevlânâ Araştırmaları -3-, Ankara (Akçağ Yay.), s. 155-174; s. 161. 319 Mu’înî’nin Mesnevî-i Murâdiyye’si / Mesnevî Tercüme ve Şerhi, I-II, hzl. Kemal Yavuz, Konya: Selçuk Üniversitesi Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi, 2007 320 Ali Temizel, Mevlâna Çevresindekiler, Mevlevîlik ve Eserleriyle İlgili Eski Harfli Türkçe Eserler, Mevlana Araştırma ve Uygulama Merkezi Yay., Konya, 2009. 321 Lars Johanson, Mevlana Celaleddin Rumi ve Türk Şiirinin Doğuşu, Çeviren Mehmet Uzman, Mevlânâ Araştırmaları 1, Ankara, 2007, s. 283-296; M. Şerefeddin Yaltkaya, Mevlana’da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler, Türkiyat Mecmuası, S. 4, İstanbul, 1934, s. 111-168; Adnan Karaismailoğlu, Mesnevî’de Türk Adı ve Kullanım Özellikleri, Mevlânâ Araştırmaları 1, Ankara, 2007, s. 269-282; Fahrettin Coşguner, Mesnevî’de Türkçe Kelimeler, Mevlânâ Araştırmaları 1, Ankara, 207, s. 310-350. 317 237 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı şairin arka planında Selçuklu üslubu ve Mevlana’nın varlığı etkindir. Latîfî (1491-1582) Tezkiretü’ş-şu’arâ’sında Hazret-i Konevî lakabıyla ilk sıraya yerleştirdiği Mevlana’yı Anadolu şairlerinin önderi ve öncüsü gibi sıfatlarla anmaktadır.322 Anadolu’daki edebî gelenekte Mevlana özel bir yere sahiptir. Diyebiliriz ki Anadolu’daki ilk Farsça ve Türkçe şiirler vasıtasıyla Horasan ve Türkistan kaynağına ulaşmada Mevlana’nın varlığı araştırmacılar için büyük bir imkandır. Mevlana yukarıda sadece bazı öncülerine yer verdiğimiz arif şairler gibi, diğer şairlerimizin de şiir dünyasında yer edinmiş önemli bir şahsiyettir. Ahmet Paşa, Bâkî ve Şeyhülislam Yahyâ gibi ünlü şairlerden hiç olmazsa bir iki örnek burada yer bulmalıdır. Sultan Fatih’in hocası ve veziri olan Ahmed Paşa (öl. 1497), Mevlana’nın Mesnevi’sindeki “Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımla kadın erkek/herkes ağladı.” anlamlı, ney ve neyistan mazmunlu ikinci beytiyle yarışmaktadır: İnledürdi gökleri feryâdı gönlüm nâyınun Ne neyistândan kesildügin eger ifşâ kılsam323 Kanuni Sultan Süleyman döneminde ün kazanmış ünlü Bâkî (öl. 1600), Hazret-i Mevlana’yı ve sevenlerini aşk meydanında hayal etmektedir: Arsa-i aşkda gör Hazret-i Mevlânâ’yı Turmayup dahi döner üstine yoldaşları324 Şeyhülislam Yahyâ (öl. 1644), kaynağında Mevlana bulunan edebi geleneğin sözcükleriyle Mesnevi’nin “Ney gibi, dostumun dudağıyla bir araya gelseydim, söylenecekleri söylerdim ben” anlamındaki 27. beytini hatırlatmaktadır: Ney gibi bir âşık-ı demsâz buldum kendüme Sırr-ı aşkı söylerüm hem-râz buldum kendüme325 Anadolu’daki bu iklimi hissedip aktaran yüzlerce, belki de binlerce şairimizden biri olan Yahya Kemal’in (öl. 1958) bir gazelinin ilk beyti, konumuzu bütün yönleriyle ortaya koyacak özelliktedir: Mesnevî şevkini eflâke çıkarmış nâyız Haşredek hemnefes-i Hazret-i Mevlânâ’yız326 322 Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-nuzamâ (İnceleme-Metin), Hazırlayan Rıdvan Canım, Ankara, 2000, s. 110, 81. 323 Ahmed Paşa Divanı, Hazırlayan Ali Nihad Tarlan,İstanbul, 1966, s. 263. 324 Bâkî Dîvânı, Hazırlayan Sabahattin Küçük, Ankara, 1994, s. 399. 325 Şeyhülislâm Yahyâ Divanı, Hazırlayan Hasan Kavruk, Ankara, 2001, s. 346. 326 Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgârıyla, İstanbul, 1974, s. 95-96. 238 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Son olarak Anadolu bilgelerinin öğretilerinden birini öne çıkaralım. Mevlana ve Yunus Emre, insanlara nasıl davranmak gerektiğini ortak bir bakışla açıklamaktadır: Yol arkadaşlarını ziyareti gerekli say, kim olursa; ister yaya, ister atlı. Düşmanın da olsa bu ihsan, yine iyidir; çünkü güzel davranışla nice düşman dost olmuştur. Dost olmazsa kini azalır. Çünkü güzel davranış kine merhem olur. Ey iyi dost! Bunun dışında nice faydaları vardır; fakat uzamasından korkuyorum. Sözün özü şudur: Topluma dost ol; heykeltıraş gibi taştan arkadaş yont. Çünkü kervanın kalabalığı ve çokluğu, yol kesicilerin belini ve mızrağını kırar.327 Türkçe bir beytini de hemen ekleyelim Hz. Mevlana’nın: Ol çicegi kim yazıda buldun Kimseye virme hasmına virgil328 Yunus Emre, aynı tavırda kararlılık göstermektedir. Onun, Mevlana’nın çayırdan derleyip herkese, hatta hasma, düşmana sunduğu çiçek misali duaları vardır: Her kim bana agyarısa Hak Tanrı yar olsun ana Her kancaru varurısa bâg u bahâr olsun ana Bana agu sunan kişi şehd şeker olsun aşı Gelsün kolay cümle işi eli irer olsun ana 329 327 Mesnevî, II, 2130-2144. Dîvân-ı Kebîr, Gazel nu: 1353, beyit 3. 329 Yunus Emre Divanı, s. 30. 328 239 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması CENİKOĞLU , Gökhan Tarıman (2014). “Türk Dünyasında Nasreddin Hoca Fıkraları”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.241-255 (http://bilgelerzirvesi.org). Gökhan Tarıman CENİKOĞLU * TÜRK DÜNYASINDA NASREDDİN HOCA FIKRALARI Giriş T ürk mizah vadisinin engin şahsiyeti Nasreddin Hoca, Türkiye'de hem tarihî kişiliği, hem de fıkra kahramanı olarak bilinirken, Türk dünyasının çeşitli coğrafyalarında sadece fıkra tipi veya kahramanı olarak kabul edilmektedir. Nitekim Orta Asya Türk Dünyası’ndan gelen araştırmacılar, ziyaretçiler Konya/Akşehir'de Nasreddin Hoca'nın türbesini gördükleri zaman bir süre şaşkınlarını gizleyememektedirler. Fıkralarında her dil ve dinden bütün insanlığa hikmet dolu mesajlarını ileten, güldürürken düşündüren aziz Nasreddin Hoca. Türk-İslâm vadisinden yola çıkarak günümüz dünyasının -âdetâkültür, kardeşlik ve barış elçisi olmuştur. Bu sebeple UNESCO, haklı olarak 1996 yılını dünyada "NASREDDİN HOCA YILI" ilân etmiştir. Nasreddin Hoca'nın Hayatı ve Kişiliği a.Türkiye'de Nasreddin Hoca: Türk Dünyasının yetiştirdiği en ünlü nüktedanlardan olan Nasreddin Hoca, Türk mizah vadisinde hazırcevap, ders veren fıkraları ile mazlum ve mağdurların sözcüsü olmuştur. Hayatı hakkında bilgileri Eskişehir/Sivrihisar eski Müftüsü Hasan Efendi'nin Mecmuâ-ı Maarif adlı eserinden öğrenmekleyiz. Buna göre Nasreddin Hoca, Sivrihisar'ın Hortu köyünde M. 1208 yılında dünyaya gelmiş, babasının adı Abdullah Efendi, annesinin adı ise Sıdıka Hanım'dır. Doğduğu köyde babası aynı zamanda köyün imamlığını yapmaktadır. XIII. yüzyılda Anadolu'da Konya ve Akşehir medreselerinin ünü yaygındır. Bunu duyan Molla Nasreddin, * Yrd.Doç.Dr. Dumlupınar Üniversitesi. 241 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı köyünden ayrılarak dinî ve dünyevî eğitim/öğretimini tamamlamak için önce Konya/Akşehir'e gelir. Akşehir medreselerinin meşhur hocalarından Seyyid Mahmud Hayranî ile Şeyh Hacı İbrahim Velî'den dersler alıp ilmî şahsiyetini geliştirir. Daha sonra Konya'ya geçen Molla Nasreddin, buradaki medreselerde Pîr Ebi, Hâce-i Cihân ile Hâce Fâkih gibi âlimlerden feyz alır, bu mürşidlerin zaman zaman sohbetlerinde bulunur, kendisini yetiştirir. Hazreti Mevlânâ'nın sohbetlerinde bulunur. (Cenikoğlu, 1998:34). Akşehir'de oturduğu yıllarda birkaç defa evlenip çolukçocuk sahibi olan Nasreddin Hoca, bu dönemde cami ve mescitlerde cerr hocalığı, imamlık, vaizlik, hatiplik, mahkemelerde kadılık İle medreselerde müderrislik görevlerini yapmıştır. Bu konularda elimizdeki yazılı kaynaklar, -maalesef- yeterli değildir. Türk halk edebiyatının duayenlerinden merhum Fuad Köprülü, Nasreddin Hoca'nın eşinin Akşehir/Kozağaç mahallesi mezarlığında medfun olduğunu belirtir. Folklor araştırmacısı Mehmet Önder de Nasreddin Hoca’nın İkinci bir evlilik yaptığını, fıkralarına dayanarak ifade eder. Yine fıkraları incelenirse oğlu ve kızlarının da olduğu ortaya çıkmaktadır. Kızlarından Falıma Hatun'un Sivrihisar'da bulunan mezar taşı ile diğer kızı Dürrü Melek Hatun'un mezar taşı, Akşehir Arkeoloji müzesinde bulunmaktadır. Oğlu konusunda bu güne kadar herhangi bir bilgi edinilememiştir. (Önder, 1971:63; Sakaoğlu, 2005:20). Ünlü folklor araştırmacısı, merhum Pertev Naili Boratav, Nasreddin Hoca'ya ait bir şecere düzenleyerek Hızır Beyin, Nasreddin Hoca'nın torunu, ünlü Tazarrunâme yazarı Sinan Paşa'nın da Hızır Bey'in oğlu olduğunu belirtmektedir. (Sarar, 1977:181). Nasreddin Hoca fıkralarının komşu kavimler ve Türk boyları arasında yayılması sözlü ve yazılı gelenek vasıtasıyla olmuştur. Tüccarlar, seyyahlar, bilginler, öğrenciler, askerler, savaş esirleri, göçmenler, âşık, bahşı ve cıravlar gibi gezgin saz şairleri, dervişler ve meddahlar fıkraların geniş bir alanda dolaşımına vesile olmuşlardır. Söz konusu kültür taşıyıcıları şifahî geleneğin yanı sıra matbaanın bulunuşundan önce el yazması eserlerden de yararlanarak fıkraları bu muazzam dünyanın bir ucundan diğer ucundaki yerleşim merkezlerine götürmüşlerdir. Türkistan ve İdil-Ural bölgesine de fıkralar ilk önce bu yolla ulaşmış olmalıdır. Nasreddin Hoca fıkralarının Türk dünyasında dolaşımı XIX. yüzyılın ikinci yarısında hızlanmıştır. Bu yüzyılda Kuzey ve Doğu 242 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Türklüğü için eski usulde eğitim veren Buhara ve Semerkant medreselerinin yanı sıra modern eğitim metotlarının tatbik edildiği bir merkez olarak Kazan şehri ortaya çıkmıştır. Kazan’da Arap harfli Türkçe matbaanın kurulması bol miktarda halk kitaplarının, bu arada Nasreddin Hoca fıkralarının da basılmasına imkân sağlamıştır. Matbaa sayısının artması ve yeni çıkan gazeteler, İdil-Ural bölgesi ile Türkistan Türklerinin kültür hayatında önemli değişikliklere yol açmıştır. (Özkan, 1999b: 18-19). XIV-XV. yüzyıldan başlayarak. Osmanlı Devleti döneminde gerek Hristiyan Türkleri arasında yani Gagavuzların halk edebiyatlarında, gerek Müslüman Türklerin arasında Nasreddin Hoca fıkraları ağızdan ağza yayılmıştır. Türkiye dışında Nasreddin Hoca araştırma ve derlemeleri yapanlar arasında bazıları şunlardır: Almanya'da Albert Wesselski, Dieter Glade, A.B. Devletlerinde Warren Walker, Barbara K. Walker, Azerbaycan'da Tahmasib Ferzeliyef, Nebi Muhtarov, Feridun Hüseyinov, Bulgaristan'da Velişko Velçev, Fransa'da Antoine Galland, Edmond Saussey, Jean Paul Garnier, Gagavuz Türklerinde N. İ. Baboğlu, Dionis Tanasoğlu, Kazakistan'da B. Adambayev, Kırgızistan'da K. Eşmambetov, Romanya'da Mihail Guboğlu, Dimitri Kantemiroğlu, Anton Pann, Nermin Yusuf, Nevzat M. Yusuf; dağılan Yugoslavya Cumhuriyeti’nde yaşayan Türklerden Tacide Hafız, Nimetullah Hafız, Olivera Yaşar Nasteva, Fehim Bayraktareviç. Makedonya'da Sevim Piliçova, Çin Uygur Özerk Bölgesi'nde Abdulşükür Turdi, Abdulşükür Yalgun, Tataristan'da Abdulla Ehmet, N. Velitova, Neki İsenbet. Japonya'da Mitsuko Kojima...v.d. sayılabilir. b. Türk Dünyasında Nasreddin Hoca Âzerbaycan’da Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Bu gün Azerî Türklerinin çoğunluğu, başta Azerbaycan Cumhuriyeti olmak üzere İran ve Türkiye'de yaşamaktadırlar. Azerbaycan Cumhuriyeti, doğuda Hazar Denizi, güneyde İran, batıda Ermenistan, kuzey-batıda Gürcistan, kuzeyde Dağıstan ile çevrilmiştir. Azeri Türkleri, Hoca'mıza "Molla Nasreddin''; fıkralarına ise "lâtife" demektedirler. Azeri edebiyatında Nasreddin Hoca ve fıkralarına, Türkiye'de olduğu gibi yer verilmektedir. O coğrafyada anlatılan fıkralar Hoca’mızı folklor kahramanı olarak göstermektedir. Sözlü halk edebiyatında da yeri büyüktür. 243 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Fıkralarında kişiliği; hazırcevap, uzağı gören, idrak sahibi bir tip şeklinde ortaya çıkmaktadır. Gerek Azerbaycan klasik edebiyatında, gerekse XIX-XX. yüzyıl edebiyatında "'Molla Nasreddincilik Geleneği" meydana gelmiştir. Azerbaycan Millî İlimler Akademisi'nin üyelerinden Aziz Mirahmatov, yazılı edebiyatta ve millî basındaki yansımalarını şöyle değerlendirmekledir: "Molla Nasreddincilik; i l k növbede inkılâbı demokratizm ideolojisi demektir. Molla Nasreddincilik; azatlık ve demokrasi uğrunda mübarizenin mefkurevî cihetlerinden biridir. Molla Nasreddincilik edebiyatta realizm ve satirizm, dilde haklılık yolunu tutmuştu." demektedir. (Hebibbeyli, 2005: 482). Âzerbaycan halk edebiyatının önde gelen araştırıcılarından Behlül Abdulla, Rafik İsmailov, Aziz Mirahmctov ile Memmethüseyn Tahmasıb olup özgün çalışmaları ile Molla Nasreddin Latifeleri adlı eserleri bulunmaktadır. (Tahmasıb, 2004: 1-302; Mirahmetov, 1980: 1-256). Âzerbaycan'da halk arasında başka bir anane daha vardır: Molla Nasreddin'in adını söyleyen kişi mutlak surette O'ndan yedi latife (fıkra) anlatmalı; bunu dinleyenlerin her biri de yedi fıkra anlatmak zorundadır. Neyse biz de bu ananeye uyarak yerimizin darlığı sebebiyle -yedi tane değil de- bir tane anlatalım: Bulak Başında Yatmışdım Molla seyahata çıkmış, gelip bir kentte tanışına gonak olur. Hal-ahval, söz-sohbetten sonra ev sahibi soruşur: -Molla, bu gün hava da berk isti idi. Yegin ki yolda çok eziyyet çekibsen. Ne deyirsen, sana serin su verim, yoksa uzanıb yatmag isteyirsen? Molla görür ki, ev sahibi heç yemeyin adını da çemkir. Deyir: -Kendin yahınlığındakı bulağın serin suyundan doyunca içib, hem de bulağın üstünde heyli yatıb yuhumu almışam. (Abdulla, 1993: 74). Ahıska Türklerinde Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Ahıska (Mesket) Türkleri, Gürcistan toprakları içerisinde Ahıska bölgesinde yaşarlarken, II. Dünya Savaşı yıllarında o günkü Sovyetler Birliği Başkanı Stalin tarafından bir gecede hayvan vagonlarına bindirilerek Orta Asya’nın çeşitli yerlerine sürülmüşlerdir. 244 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Nasreddin Hoca ve fıkraları, Ahıska Türkleri arasında da bilinmekte ve tanınmaktadır. Bu soydaşlarımız, nüktedanımıza “Nesreddin”, fıkralarına da “letife” adını vermektedirler. Ahıska Türklerinin henüz yazılı bir edebiyat gelenekleri olmadığından bu fıkralar, kulaktan kulağa, dilden dile, sözlü kültür yoluyla günümüze kadar ulaşmıştır. İşte bu fıkralardan biri: Nesreddinin Telebeliyi Keçmişde bir molla oliyer, özi de çox agilmişdür. Onun bir koçi oliyer. Molla her gün koçi kesib üç defe çorba bişüriyer, telebeleriynen yiyer. Sora gemüklerini yığıb dua oxiyer, koç diriliyer. Bir gün molla nereyese gediyer. Telebelerine de tapşırıyer ki, koçi kesmiyasız. Siz oxuyamasız. Koç nadan olur. Ancak mollanın telebesi, Nesreddin telebelere diyer ki, koçi kesib yiyax, ben oxumay biliyerim. Gemükleri yığıb oxurum, koç dirilur. Molla ne bilacax ki, biz koçi yedux. Koçi kesib yiyerler. Sora gemükleri yığıyerler. Amma düz yığmiyerler. Nesreddin oxuyer, koç ayağa kaxiyer, ancax nadan oliyer. Molla misefirluxdan gelib görüyer ki, koç nadandur. Camahat da baxıb güliyer. Biliyer ki, bu Nesreddinin işidur. Diyer ki, ben dememişdim miki koça böğün değmeyin! Seni görüm bu koç kimi ellere gülünci olasın. Mollanın karğışi Nesreddini tutiyer. O günden Nesreddinin bütün sözleri ellere gülüncidür. Karaçay-Malkar Türklerinde Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Karaçay-Malkar Türkleri, Rusya Federasyonuna bağlı, Özerk Cumhuriyet halinde Kafkaslarda yaşayan soydaşlarımızdandır. Bu bölgede Nasreddin Hoca fıkralarına “Nasra Hocanı Haparları” adı verilmektedir. Nasreddin Hoca, Kafkaslarda yaşayan diğer halklardan Çeçenler arasında “Molla Nesart”, Kumuk Türklerinde ise “Nasridin”, “Molla Nasreddin” olarak bilinmektedir. Karaçaylılara ait Nasreddin Hoca Fıkraları, Sovyetler Birliğinin ilk dönemlerinde araştırmacı Azret Urtenov tarafından derlenerek yayımlanmıştır.1931 yılında “Nasra Hocanı Haparları” adıyla çıkan bu eserde 400 civarında fıkra bulunmaktadır. 245 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Benim Bekleyecek Zamanım Yok, Akçeyi Sen Alırsın Nasra Hoca sokakta yürürken, bir adam arkasından gelerek boynuna bir yumruk atar. Tanımadığı bir adamın kendisine yumruk vurduğunu gören Hoca, O’na niçin vurduğunu sorar. Adam, onu bir arkadaşına benzettiğini söylese de, Nasra Hoca onu Kadı’ya şikâyet eder. Kadı ile Hoca’ya vuran adam arkadaştırlar. Mahkemede Kadı Hoca’ya: “O sana vurduğu için bir akçe al ve hâline razı ol!” der. Parayı alıp getirmesi için adamı serbest bırakır. Hoca, saatlerce mahkemede bekler ama gelmez. Hoca işin aslını anlayıp, Kadı’nın yanına yavaşça yaklaşır ve boynuna şiddetli yumruk atarak: “Benim bekleyecek zamanım yok, o akçeyi sen alırsın!” deyip çıkıp gider. Gagauz Türklerinde Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Gagauz Türkleri, dinî inançları bakımından Ortodoks Hristiyan olup başta Moldova olmak üzere Ukrayna, Rusya Federasyonu’nun Rostov, Orta Asya’nın Kokpekti, Zarma, Carsly ve Urtzor kasabalarında; Kazakistan’ın Pavlador eyaleti, Kırgızistan’ın Bişkek ile Özbekistan’ın Taşkent Başkentlerinde yaşamaktadırlar. Gagauzlar; Peçenek, Uz ve Kumanlarla Anadolu Selçuklu Türklerinden meydana gelmiş, onların sentezi olan bir Türk toplumudur. Türk mizahının bilgesi olan Nasreddin Hoca’nın fıkraları Gagauz toplumu içinde sevilerek anlatılmaktadır. İşte bunlardan birisi: Karannıkta Saa Tarafımı Nasıl Bileim Bir avşam Hoca’ya musafir gelmiş. İçip içtikten sora, biraz lafa durmuşlar da yatmışlar dinnenmêê. Onnarın yatakları yanaşıkmış. Gecê yarısına doru adam Hoca’yı dürtmüş da demiş: -Senin saa tarafındaki skemnedê vardı bir mum. Ver onu bana dışarı çıkayım. Hoca homurdanarak demiş: -Sên deli miysin, canım. Bu zından karannıkta saa tarafımı bên nasıl bulayım. (Tanasoğlu, 1959:156; Güngör-Argunşah, 1991: 312). Türkmenistan’da Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Türkmenler Nasreddin Hoca'ya "Nasreddin Apendi;" fıkraya da "şorta söz1' ve "yomak," demektedirler. Türkmenlerin Nasreddin 246 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Hoca'dan başka nüktedan ve fıkra tipleri arasında "Esenpulat" ile "Kemine" de bulunmaktadır. Türkmenistan’daki Nasreddin Hoca fıkralarının, Tatar, Özbek ve Türkiye’deki aynı fıkralara göre hacimce daha uzun olduğunu görüyoruz. Bunun, dilin işlenmemesinden dolayı ayrıntı ve tasvire fazlaca yer verilmesinden kaynaklandığı kanaatindeyiz. Nasreddin Hoca fıkralarında gördüğümüz kısa, yoğunlaştırılmış anlatım yerine, hikâye etmeye dayalı sıkıcı şekiller Nasreddin Hoca fıkralarını, Türkmenistan’da yayıma hazırlayanların Türkmen yazılı ve sözlü geleneğindeki fıkraları derleyip yayımlamak yerine, diğer Türk lehçelerindeki basılmış kitaplardan aktarmaya gittikleri intibaını uyandırmaktadır. (Özkan, 1999a: 28). Türkmenler. Nasreddin Hoca'yı ince düşünceli, zeki, âdil, insancıl, ön sezgisi olan, hazırcevap bir fıkra tipi olarak bilmektedirler. O'nun adına söylenen fıkralarda güldürürken aynı zamanda düşündüren mesajlar, öğütler, ders alınacak temalar bulunmaktadır. O'nun fıkralarında toplumun eksik ve kusurlu yanları korkmadan ifade edilir. (Koşar, 1996: 26; Apendi, 1981:5). Türkmenistan'da yayımlanan Nasreddin Hoca'ya fıkra kitapları arasında en önemlisi ve hacimlisi Yigriıni Üç Apendi adlı eserdir. Aslı O. Akmaınmedov tarafından Rusça'dan Türkmence'ye tercüme edilen bu kitapta 1087 adet fıkra bulanmaktadır. Bu fıkralardan Türkmenlere ait olanlardan biri şöyledir: Apendinin Gızına Beren Övüdi Bir gün Apendi gızını çıkarıpdır. Atbaşçı ünrap, ayam aranı açan aken. Apendi olardın ızından kovup başlayan Birhayokdan son demi-demine etman, socap olarıñ ızından etipdir. Gelinin daşıñı gapsap duran ayaları aylak-beylek itişdirip, gizinin alkımına süsdürilip barıpdır. Töverek-daşındakılarıñ hemmesi geñ galip seredip duran akenler. Apendi bolsa gızına: -Gızım, tikin tikeninde iññe sapak sapanıñdan soñ ucunı düvmekligi yadıñdan çıkarmagın. Sapagı düvmeseñ, devrev inneden sıpar. Aliñdaki iññe bolsa boş galar, diyipdir. (Akmammetov, 1994:64). Kazakistan’da Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Kazak Türklerinin sözlü ve yazılı halk edebiyatlarında fıkraya "ertegi" ve "anız" denmektedir. Kazakların fıkra tip ve kahramanları arasında ön plana çıkan Koca Nasır ile Aldar Köse 247 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bulunmaktadır. Bu eserlerden biri redaktörlüğünü A. N. Kibayeva'nın yaptığı Kazak Ertegileri Almatı 2003, adlı kitaptır. Bu fıkra kitabında Nasreddin Hoca'ya ait 28 fıkra; Aldar Köse'ye ait ise 5 fıkra yer almaktadır. Bu konuda bir başka eser, Beysembay Kencebayulı'nın Tımpi Türkistan 2004, adlı kitabıdır. Bu eserde Nasreddin Hoca'ya ait, 76 fıkra. Adlar Köse'ye ait 6 fıkra yer almaktadır. Bir başka eser, K. Serikbayeva'nm Nasreddin Hoca 200 Ezil, Almatı 1993 adlı kitaptır. Kazak folkloru ve halk edebiyatı ile ilgili olarak yayımlanan. Asıl Söz (Ölender, Ertekder, Anızdar), Almatı 1987 adlı eserde de Nasreddin Hoca fıkralarına yer verilmiştir. Bazı Kazak araştırmacılar, Aldar Köse tipinin Nasreddin Hoca fıkralarının etkisiyle ortaya çıktığını savunmaktadırlar. Zira Kazaklar Nasreddin Hoca'ya "Koca Nasır" demektedirler. Hoca'nın fıkraları, orta öğretim ders kitaplarına girmiş olup hemen her yaştan insanlar tarafından bilinmektedir. Kazak Tili Almatı 1990 adlı ders kitabında da Nasreddin Hoca fıkraları bulunmaktadır. (Alptekin. 1996: 40-41). Bu coğrafyada Nasreddin Hoca, gerçekten yaşayıp-yaşamadığı konusunda kesin bilgi ve belgelerin bulunmadığı, bir tarihî şahsiyetten ziyade, hayalî, efsanevî bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Kazakça Bir fıkra: İşigim Ce! Kocanı birüv konakka şakıradı. Koca eski kiyimderini kiyip baradı. Bırak oğan konak eken dep ekşim nazar avdarmaydı. Mum sezgen ol caklap şıgıp ketip, cana asıl kiyimderini kiyip. üstine işik camılıp kaytadan keledi. Kocanı curt anadaykan karsı alıp, keşemettep törge aparıp otırgazadı. Üy iyesi dastargandağı tetti demdi tağamdardı nuskap: "Koceke, dem alınız, dem alınız!" dep cik capar boladı. Sonda Koca işiginin canın dastarkanga tipgizip: "Ce, cenini ce!" deydi. "İşigim körselip otır goy. Sondıktan tetti demdi tağamdı da sol işik cesin!" depti. Kırgızistan’da Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Nasreddin Hoca, Kırgız Türkleri arasında "Koco Nasır" ve "Apendi" olarak tanınmaktadır. Bu terimlerin yanında Nasreddin Hoca'ya mal edilen fıkralara "anekdot", "angeme" gibi adlarla da bilinmektedir. 248 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kırgız Sovyet Ansiklopedisi'nde Nasreddin Hoca'nın kişiliği şöyle anlatılır: Akıllı, kurnaz, gerçekçi, âdil bir kişiliğe sahip folklorik kahramandır. Apendiye halk saygı ve ilgi gösterip yeni fıkralar üreterek bu alandaki külliyatı zenginleştirmiştir. Kırgızlar arasında anlatılan Nasreddin Hoca fıkralarının 23 tanesi Türkiye'de anlatılanlarla paralellik göstermektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: "Dünyanın merkezi neresi," , "Allah'tan yüz altın istemek" , "İpe un sermek" , "Doğuran kazan" , "Kıyametin kopması" "Ye kürküm ye," ...vd. gibi. Apendi fıkralarının anlatıldığı mekânlar, geleneksel ev olan yurt, yani keçeden yapılmış çadırlardır. Kırgızistan'da Apendi fıkraları konusunda başlı başına bağımsız bir bilimsel araştırma çalışması yapılmamıştır. Halktan derlenen fıkralar, diğer folklor ürünleri ile birlikte Bilimler Akademisinin El Yazmaları bölümüne konulmuştur. K. Eşmambetov'un 1957 yılında hazırladığı Kırgız El Comoktoru adlı kitapta 20 Apendi fıkrası bulunmaktadır. Ayrıca Beksultan Cakiyev. 1985 yılında Apendinin Coruktarınan 502 Tamaşa adlı Rusça fıkra kitabını Kırgızcaya çevirir. Bu çevrilen fıkralardan biri şöyledir: İki Eşek Yükü Bir gün Han ile oğlu, Apendi'yi de yanlarına alarak ava giderler. Apendi yaya, onlarsa atla giderler. Hava da çok sıcaktır. Han, kaftanını çıkararak taşıması için Apendi'ye verir. Bunu gören oğlu da tıpkı babası gibi yapar. Yol uzundur; Apendi kan ter içinde kalarak yorulur. Han gülerek: -Ey Apendi, her halde yoruldun, baksana neredeyse bir eşek yükü kadar yük taşıyorsun, der. -Evet, görüyorsunuz Han'ım, iki eşek yükünü taşıyorum! (Karadavut, 2005: 250-251,261). Özbekistan’da Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Bağımsızlığına yeni kavuşan Türk Cumhuriyetleri arasında Özbekistan en fazla nüfusa sahip bir ülkedir. Batı ve kuzeyinde Kazakistan, güneyinde Türkmenistan, doğusunda Tacikistan ile Kırgızistan, güney-doğusunda Afganistan ile çevrilidir. Orta Asya Türk dünyasında fıkraları en çok bilinen nüktedan ve mizah adamı hiç şüphesiz ki Nasreddin Hoca'dır. Orada "Afandi" adıyla bilinmektedir. Fıkralara da "Latifa" denilmektedir. 249 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Özbek şairlerinin hemen hemen çoğu şiirlerinde Nasreddin Hoca'ya yer vermişlerdir. Özbekistan'da II. Dünya Savaşı'nda, zor ve sıkıntılı dönemde, 1941-1945 yılları arasında halkın bozulan moralini yükseltmek amacıyla bir dizi önlemler alınmıştır. Bunlardan birisi de Hoca'nın fıkralarının yer aldığı konulu filmler hazırlanmıştır. Hoca rolünü bir Rus artistin yer aldığı filmlerden birinin adı "Nasriddin Buhara'da", diğerleri ise "Nasriddin Hoçant'ta," "Hoca Nasriddin Sergüzeştleri." ve "Nasriddin'in On İki Mezarı" adlı yapımlardır. Nasreddin Hoca fıkraları, Özbek halkı arasında o kadar yaşatılmakta ki, bu ilgi ve sevginin simgesi olarak Buhara'da eşek üzerinde bir de muhteşem anıtı yaptırılmıştır. Honako Nadir Divan Bey Medresesinin karşısında havuzlu park içinde olan bu heykeli 1977 yılında Şapiro bir heykeltıraş yontmuştur. (Kişibekov, 2005: 106; Nasrattinoğlu, 1990: 258). 1962 yılında Taşkent'te Şark Halkları Latifaları serisinden yayımlanan Mingbir Gülgü, adlı eserde Afandi'ye ait fıkralar yer almaktadır. Özbekistan'da 1989 ve 1990 yıllarında B. Sarimsakav ile F. Yoldaşeva tarafından halktan derlenerek yayımlanan en hacimli fıkra kitaplarından biri Taşkent'te yayımlanmıştır. 10 bölüm, 800 fıkradan meydana gelen bu eser, 271 sayfadır. Bu kitapta geçen şu fıkranın çeşitlemeleri Türkiye'de de bilinmektedir: Er Sözi Afandi'dan bir kün surabdiler: -Afandî! Neça yaşga kirdingiz? -Yilim balık, alhamdulillia, kırka kirdim, debdi Afandi. Oradan on yil otgaç, oşa adamlar Afandi'dan yana surabdilar: -Afandi! Neça yaşga kirdingiz? Yilim balık, alhamdulillia, kırka kirdim, deb cavab beribdi Afandi. -İyü-yü! Deyişibdi adamlar. Bundan on yil burun ham, kırka kirdim, deb adingiz. Yana, kırka kirdim deysiz... -Ay nadanlar! Debdi Afandi. Huda bir, gap bir, er sözidan, şer izidan kaytmaz, degan makalni bilmaysızlarmi? (Sarimsakav-Yoldaşova, 1990: 72). Karakalpak Türklerinde Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Karakalpak Türkleri, Kıpçak asıllı olup bu gün Özbekistan’a bağlı Karakalpak Özerk Cumhuriyetinde yaşamaktadırlar. Dilleri 250 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kıpçak grubundan olup Kazakça’ya benzemektedir. Karakalpak Türklerinde arasındaki mizahî tipler: Ömirbek Lakkı, Jiyrenşe Şeşen, Aldar Köse ve Nasreddin Hoja’dır. Karakalpak Türkleri fıkraya, anız /anekdot demekte olup bu soydaşlarımız arasında 31 fıkra tespit edilmiştir. Bunlardan biri şöyledir: Tokuz Aylık Joldı Bes Künde Ötken Bala Hojanasreddin üylengennen keyin, bes künnen soŋ hayal ul tuvıptı. Erteŋine kağaz, kalem satıp äkelip balasınıŋ bas uşına koyıptı. Üyine kutlı bolsınga kelgen adamlar balanıŋ bas uşındağı kağaz kalemdi körip: -Hojeke balanıŋ tuvılganı keşe bunşama nege asıktıŋız? –dep soraptı. Sonda Hojanasreddin: -Tokız aylık joldı bes künde ötken bala, bir neşe künnen keyin mektepke de barmay ma? Akşam barda alıp koyayın degenim, -dep juvap beripti. Uygur Türklerinde Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Uygur Türklerin büyük bir çoğunluğu Çin'in kuzeybatısında Çinlilerin Sincan dedikleri ve bizim Doğu Türkistan olarak bildiğimiz Uygur Özerk Bölgesi'nde yaşamaktadırlar. Nasreddin Hoca, diğer Türk boylarında olduğu gibi Uygur Türkleri arasında da sevilmekte olup fıkraları halk arasında zevkle anlatılmaktadır. Uygur Türkleri, Nasreddin Hoca'ya "Ependi" demektedirler. Bu soydaşlar, Nasreddin Hoca'yı âdil, zeki, hazırcevap bir tip olarak düşünmekledirler. Uygur Türkleri, fıkraya "latifa" adını vermektedirler. Uygurlar, Nasreddin Hoca'nın filmini, çizgi filmini ve bir de on kasetten oluşan özgün müzik eşliğinde fıkralarının bulunduğu Uygurca kaset hazırlamışlardır. (Nasrattinoğlu, 1990: 250-251). Bu konu ile ilgili olarak Uygur Türklerinden Abdulşükür Turdi ile Abdulşükür Yalgun'un bilimsel çalışmaları ve eserleri bulunmakladır. Kiyamet Şeherniñ dañlik bir béyi Ependimni öyige çakirtip uniñdin soraptu: -Ependim! Sizni nahayeti molla, bilimden adem deydu, éytip békiña, kaçan kiyamet bolidu? 251 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı -Siz ölgen künniñ etisila, dep cavap bériptu Ependim. -Nedin bildiñiz? Dep soraptu yene bay. Nedin bilttim, mirashorliriñiz mal-dünya talişip alenini astin-üstün kilivélidu, deptu Ependim. (Yalçın-Emet, 1995: 3). Kazan Tatarlarında Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Bu gün Kazan Tatarlarının çoğunluğu, Rusya Federasyonuna bağlı Tataristan'da yaşamaktadırlar. Kazan Tatarlarının sözlü edebiyatlarında ve XIX. yüzyıla ait fıkra kitaplarında fıkra terimi karşılığı olarak "letipe / latife" ve "hikâye" deyimleri kullanılırken, edebî yazı dili teşekkül ettikten sonra günümüzde "mezek" kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Kazan Tatarlarının yazılı ve sözlü edebiyatlarında başlıca fıkra tipleri, Aldar Köse ile Nasreddin Hoca gelmektedir. Tatar halk edebiyatında Nasreddin Hoca'dan başka fıkra kahramanı olarak on tip daha bulunmaktadır. Bunlar: Eknıeli, Rehmi Tılmaç, Mokıt, Mendi, Gıybedi, Eşti ile Mesti, Möcip Divana, Akıllı Gelin Ülmes Sılu, Tembel Gelin Periha ve Çirençe Çiçen gibi kahramanlardır. (Alkaya. 2005: 355). Kırım Tatarlarının fıkra tipi ise Ahmet Akay'dır. Tataristan'da Nasreddin Hoca konusunda çalışan araştırmacılar arasında Abdulla Ehmet, Neki İsenbel ve N. Velitova gelmektedir. N.Velitova'nın Huca Nasretdin Mezekleri adlı kitaptan bir fıkrayı aşağıda sunuyoruz. Bu kitapta 251 fıkra bulunmaktadır. Bazı fıkralar Anadolu sahasında rastlanılmayan ve sadece Tataristan coğrafyasına aittir. Tataristan'da basılan Nasreddin Hoca fıkralarının en eskisi 1882 yılına aittir. Letaif-i Nasreddin Hoca adıyla yayımlanan bu eser, İstanbul Türkçesi'ne yakın bir Tatarca ile çevrilmiştir. Bu eserden sonra İstanbul ve Bulakla basılan fıkra kitapları resimlenerek 1890, 1893, 1903, 1904, 1910 yıllarında tekrar yayımlanmıştır. Bu belirtilen kitaplarda fıkra sayısı toplam 134'ü geçmemektedir. (Kut, 1986: 221). Huca'nın Ul ı n a Vasıyati Huca, ulına vasıyat itep: -Min ülgeç, mine iski kefinge çornap, iski kabirge kümigiz. digen. Ulı aptırap: -Ni Öçin iski kabirge? Digen, Huca: 252 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması -İski kefen bilen iski kabirge kümgeç, ferişteler, bu kişi küpten ülgen iken indi dip, törli surav bilen mini borçımaslar, dip cavap birgen. (Velitova,1992: 44). Dobruca Tatarlarında Nasreddin Hoca ve Fıkraları: Dobruca Tatarları, Osmanlı döneminin günümüze kadar gelen manevî mirası olup Romanya’nın Dobruca bölgesinde yaşamaktadırlar. Bu bölgede Dobruca Tatarları Nasreddin Hoca fıkralarına "masal" demektedirler. Fıkra araştırmaları, bilimsel çalışmalar ve derlemeler konusunda uğraşı verenler arasında Dimitri Kantemiroğlu, Anton Pann. Nermin Yusuf ile Nevzat M. Yusuf önde gelen bilim insanlarıdır. Nevzat M. Yusuf, Nasreddin Hoca için: "İşte, şo bizim Nasrettin Hoca'miz söznin bütün kuwetimen bir ‘aklak filozofudur’ ke dünya âlemine özin suydirgen. Onın şakaları, mıskılları, bir nevi tawkellikleri anlaganga deren ve bek deren bir tüşüncedir." der. (Yusuf, 1983: 9). Aşlıktan Öler Nasrettin Hoca bir köyge, eski bir dostına musafir bola. Kişiler toplaşalar, awadan-sudan, dereden-tepeden konişalar. Tam kaytacakta Hoca’dan soraylar: -Ey, Hoca Efendi, bek aru etip eğlendik bo akşam ama, soraması ayıp bolsada aytarsın mı? Kim taa balaban. Padşa mı, şipşi mi? -Kim bolacak, elbette şipşi. Şipşi biday, arpa bermese, Padşa, bütin padşalıgıman barabar aşlıktan öler, diy. (Yusuf, 1983: 16). Sonuç Türk Dünyasının çeşitli devlet ve boylarında birbirine yakın adlarla bilenen ve güleç yüzüyle tanınan, şen, şakacı ve hazır cevap Nasreddin Hoca, bu coğrafyalarda tarihî kişiliğinden ziyade efsanevî özellikleriyle ön plana çıkmaktadır. Güldürürken düşündüren, eğlendiren, ders veren, hikmet dolu, öz ve veciz, atalar sözü değerindeki fıkraları. Türkçenin çeşitli şivelerinin konuşulduğu geniş Türk coğrafyasında fıkra teriminden başka lâtife, latifa, letipe, angeme, anız, ertegi, mezek, anekdot, masal, hikâye, şorta söz, yomak. ... gibi adlarla dilden dile zevkle anlatılmaktadır. Hoca, bu arada mazlum ve mağdurların da zaman zaman sözcüsü ve savunucusu olmuştur. Fıkraları; Anadolu, Balkanlardan Uzak Doğu ülkelerine, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden İslâm ülkelerine, farklı dil ve 253 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kültürdeki birçok halk arasında yayılma imkânı bulmuştur. Fıkralarında birlik, milletin edebiyatına girmiş olup kendisi efsanevî kişiliğiyle önce yerel, sonra bölgesel, daha sonra da evrensel bir kimliğe bürünmüş âdetâ milletlerarası barış elçimiz olmuştur. Nasreddin Hoca'nın yüzyıllar önce Akşehir Gölü’ne çaldığı yoğurt mayası, o gün belki tutmamış ama fıkralarındaki dostluk, kardeşlik ve barış mayası günümüz dirlik, dostluk, kardeşlik, hoşgörü, sevgi, saygı, sabır, metanet mesajları veren Nasreddin Hoca, birçok dünyasında tuttuğu görülmektedir. Türk Dünyasının en ünlü ortak edebî ve folklorik şahsiyeti olan Nasreddin Hoca, Türkçenin konuşulduğu bu devlet ve topluluklarda âdetâ fahrî kültür elçisi gibi-halklar arasında her alandaki yakınlaşmaya, işbirliğine, barış ve kardeşliğin tesisine katkıda bulunabilecek yegâne nükte ve mizah adamıdır. Kaynakça ABDULLA, Behlül (1993): Dava Yorgan Davasıymış.../Molla Nasreddin Latifeleri, Bakı, Yazıçı. AKMAMMEDOV, O. (Çev.). (1994): Yigrimi Üç Apendi, Aşgabat, Magarıf Neşiryatı. CENİKOĞLU, Gökhan Tarıman (1998): Nasreddin Hoca Fıkralarında İnsan Kadrosu, Konya, Yayımlanmamış Doktora Tezi. GEMALMAZ, Efrasiyap (1986): Çağdaş Âzerî Türkçesi Metinleri Antolojisi, Erzurum. GÜNGÖR, Harun-ARGUNŞAH, Mustafa (1991): Gagauz Türkleri Tarih-Dil-Folklor ve Edebiyatı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara. HACILI, Asif-POLATOĞLU, Aydın (2001): Ahıska Türk Folkloru, Atatürk Kültür Merkezi Yay. HEBİBBEYLİ, İsa (2005): "Azerbaycan Edebiyatında 'Molla Nasreddin’ Ananeleri", I. Uluslararası Akşehir Nasreddin Hoca Sempozyumu, 6-7 Temmuz 2005-Akşehir, Akşehir Belediyesi Yayını. KENCEBAYULI, Beysembay (2004): Tımpi, Türkistan, Turan Baspahanası. KİBAYEVA, A. N. (Red.). (2003): Kazak Ertegileri, Almatı, Köşpendiler Baspası. KİŞİBEKOV, Dosmuhamet-KİŞİBEKOV, Timur (2005): "Hoca Nasrettin Hikâyelerinin İyimserliği." I. Uluslararası Akşehir Nasreddin Hoca Sempozyumu, 6-7 Temmuz 2005-Akşehir, Akşehir Belediyesi Kültür Yayını. 254 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KOŞAR, Çağatay (1996): "Türkistan Halk Edebiyatında Nasreddin Hoca," Nasreddin Hoca'nın Dünyası / Unesco 1996 Nasreddin Hoca Yılı, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayını. KUT, A. Turgut (1986): "Nasreddin Hoca Fıkralarının Kazan Baskıları," III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, C. II, Halk Edebiyatı, Ankara, s.22l. MİRAHMETOV. Aziz (1980): Azerbaycan Molla Nasreddini, Bakı, Yazıçı. NASRATTİNOĞLU, İrfan Ünver (1990): "Çin ve S.S.CB."nde Nasreddin Hoca İle İlgili Tespitler," 1. Milletlerarası Nasreddin Hoca Sempozyumu Bildirileri, 15-17 Mayıs 1989, Ankara, HAKAD Yayını. ÖZKAN, İsa (1999a): Ependi Şorta Sözler-Yomaklar / Nasreddin Hoca Fıkraları, TİKA Yay. ÖZKAN, İsa (1999b): Huca Nasretdin Mezekleri / Nasreddin Hoca Fıkraları, TİKA Yay. RADLOFF, Wilhelm-KUNOS, Ignaz (1998): Proben, (Çev. Saim SAKAOĞLU-Metin ERGUN), Ankara. TDK. Yayını. SAKAOĞLU, Saim-ALPTEKİN, Ali Berat (2009): Nasreddin Hoca, Ankara, Atatürk Merkezi Yay. SARİMSAKAV, Bahadır - YOLDAŞEVA, Farida (1990): Afandi Latifalari, Taşkent, Adabiyat va San'at Naşriyeti. VELİTOVA. N. (1992): Huca Nasretdin Mezekleri, Kazan, Tatarstan Kitap Naşriyatı. UYGUR, Ceyhun Vedat 2005): “Karakalpak Türkleri Arasındaki Mizahî Tipler ve Nasreddin Hoca”, I. Uluslararası Akşehir Nasreddin Hoca Bilgi Şöleni, 6-7 Temmuz 2005 / AKŞEHİR, ss.443-453. YALÇIN, Soner-EMET, Erkin(1995): Nasrettin Hoca / Uygurca Türkçe, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayını. YUSUF, M. Nevzat-YUSUF Nermin(1983): Nasrettin Hoca'ga Dair Masallar, Bucureşti, Kriterion Kitap Üyü. 255 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ALİEKBERLİ, Aziz (2014). “ Yunis Əmrə Tarixi Şəxsiyyətinin Azərbaycanda İzləri ”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.257265 (http://bilgelerzirvesi.org) Aziz ALİEKBERLİ* YUNİS ƏMRƏ TARİXİ ŞƏXSİYYƏTİNİN AZƏRBAYCANDA İZLƏRİ Y unis Əmrə Türk dünyasının elə böyük şəxsiyyətlərindən, mənəviyyat və ruh sahiblərindəndir ki, yeddi yüz il keçməsinə baxmayaraq, onun həyatı və irsi, düşüncəsi və kəlamları bu gün də Türk insanı üçün örnək, Yaradana və Yaradılana sevgi mənbəyidir. Bu yeddi yüz il ərzində Yunis Əmrə bütün Türk dünyasında, o cümlədən Azərbaycan Türkləri arasında da kifayət qədər tanınıb və müəyyən dini mərasimlərdə, xüsusilə Mövlud mərasimlərində son illərə qədər də onun şeirləri İlahilər kimi oxunmuşdur. (Ali Şamil Hüseyinoğlu, 2009:12) Lakin bizim bu yazıdakı məqsədimiz bu böyük şairin, övliyanın yaradıcılığını izləmək, onun poetik incəliklərini aşkarlamaq yox, Yunis Əmrə tarixi şəxsiyyətinnin Azərbaycandakı izlərini araşdırmaqdır. Oğuz məzarlığında Şeyx Yunis və Hacı Tapdıq ziyarətgahı * Doç.Dr. Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi. 257 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yunis Əmrənin Azərbaycanla bağlılığını təsdiq edən ən tutarlı faktlardan biri onun Azərbaycan Respublikasının Qax rayonunun Torpaqqala adlanan qədim yaşayış məskənində – Oncallı kəndi yaxınlığındakı Oğuz qəbiristanlığında yerləşən məzarıdır. Bu qəbiristanlıq Yevlax-Balakən magistral yolunun, eləcə də Oncallı kəndinin içərisinə doğru gedən kənd yolunun sol tərəfində, meşəlikdə geniş bir ərazini əhatə edir və Hacı Tapdıq Baba və ondan bir qədər yuxarıda yerləşən Şeyx Yunis qəbirləri ilə başlayır. El arasında ən mötəbər ziyarətgahlar hesab edilən hər iki məzar təqribən bir metr hündürlükdə çay daşlarından ibarət hörgüyə alınmışdır. Şeyx Yunis və Hacı Tapdıq məzarlarının yaxından görünüşü Bu qəbirlərin böyük övliya Yunis Əmrəyə və onun mürşidi Tapdıq Əmrəyə aid olması barədə ilkin fikir söyləyənlərdən biri İlisu sultanları nəslindən Sələddin Sultanov olmuş və o, müvafiq məqalə ilə Qax rayonunun “Şəlalə” qəzetində çıxış etmişdir. Daha sonra görkəmli tarixçi alim, epiqrafik yazılı abidələr üzrə tanınmış mütəxəssis, professor Məşədixanım Nemət hər iki məzar üzərindəki ərəbcə kitabələri oxumuş və tərcümə etmişdir. Kitabələrdən məlum olmuşdur ki, məzarlardan biri Şeyx Yunisə, digəri isə Hacı Tapdıqa məxsusdur. 258 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Şeyx Yunisin məzarı üzərindəki kitabədə yazılmışdır: “Biz torpaqdan günahsız yaranmışdıq, torpağa isə günahkar qayıdırıq. Bu qəbri mərhum Şeyx Yunisin xatirəsini əziz tutmaq üçün Mirzə ibn Çələbi Soltan ibn Saleh ibn Məhəmməd ibn Məhəmmədzaman ibn İmam Əli – Allah onları bağışlasın – 821-ci il tarixdə bina etdi.” Şeyx Yunisin məzarı və məzarüstü kitabəsi Hacı Tapdıqın məzarı üzərindəki kitabədə isə yazılmışdır: “Rəhimli və mərhəmətli Allahın adıyla. Hər iki dünyanın Rəbbunə həmd olsun. Onun yaratdığı Məhəmmədə və onun nəslinin hamısına salam və salavat. Bu evi (qəbr evini) Şeyx Mirzə ibn Çələbi və Şeyx Salman ibn Saleh 1207-ci ildə bina etdirmişdir.” (M.Nemət, səh 98) 259 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hacı Tapdığın məzarı Hacı Tapdığın məzarının yaxından görünüşü Beləliklə, birinci kitabədən məlum olur ki, Şeyx Yunisin məzarı üzərindəki kitabə miladi tarixlə təxminən 1417/1418-ci illər, Hacı Tapdıqın məzarı üzərindəki kitabə isə 1791-ci ildə yazılmışdır. Birinci məzarın Mirzə Çələbi, ikinci məzarın isə Mirzə Çələbi və Şeyx Salman adlı başqa bir şəxs tərəfindən götürülməsi isə sübut edir ki, hər 260 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması iki məzar eyni vaxtda – 1417/1418-ci illərdə eyni bir şəxs – Mirzə Çələbi tərəfindən abadlaşdırılmış, Hacı Tapdıqın məzarı isə 1791-ci ildə Şeyx Salman tərəfindən yenidən bərpa edilmiş və bu zaman məzarın kitabəsi yenidən yazılaraq Mirzə Çələbinin adı saxlanmış, məzarın yeni xeyriyyəçisinin adı da ona əlavə edilmişdir. Professor Məşədixanım Nemət də əldə etdiyi məlumatları təhlil edərək abidələrin inşa tarixləri arasındakı fərqin böyüklüyünə baxmayaraq, hər iki şəxsin eyni vaxtda yaşaması fikrini irəli sürmüş, Şeyx Yunusun böyük Türk ozanı və şairi Yunus Əmrə, Hacı Tapdığın isə onun mürşidi Şeyx Tapdıq olması qərarına gəlmişdir. Biz Məşədixanım Nemətin belə bir fikri ilə də tamamilə razıyıq ki, hər iki övliyanın məzarları onların müridləri tərəfindən abadlaşdırılmış və sonrakı yüzillərdə də daim bərpa olunmuşdur. Lakin etiraf edirik ki, bütün bu faktlar həmin məzarların Yunis Əmrəyə və onun mürşidi Tapdıq Əmrəyə aid olması fikrini qəti şəkildə irəli sürmək və qeyd-şərtsiz isbatlamaq üçün hələ yetərli deyil. Buna görə də biz başqa sübutlarımızı irəli sürmək məcburiyyətindəyik. Birincisi: Tarixdən bildiyimiz kimi, Yunus Əmrə xalq ozanı, təkkə şerinin yaradıcılarından, “vəhdəti vücud” fəlsəfəsinin ardıcılı, türkdilli mütəsəvvüflərdən biri, Oğuz şeirinin ilk böyük şairidir. Oğuzların böyük bir hissəsinin İslamı qəbul edib, Türkman subetnosunun tərkibinə daxil olduğu, digər bir hissəsinin isə İslamı qəbul etməyib öz əski inanclarını və Oğuz adlarını saxladığı bir zamanda İslamı qəbul etmiş Oğuz-Türkmanların boynuna böyük bir tarixi missiya düşmüşdü: qeyri-müsəlman Oğuzların və digər Türk boylarının, o cümlədən xristian qıpçaqların İslama dəvət olunması. Bu missiyanın əsas icraçıları isə sufi dərvişlər, xüsusilə də şair-ozanlar idi. Yunis Əmrə də belələrindəndi. Təsadüfi deyil ki, o, Qul Yunis, Aşıq Yunis, Yunis Əmrə, Miskin Yunis, Dərviş Yunis, Yunis təxəllüsü ilə heca vəznli qoşma, gəraylı, ilahilər yazmış, əruz vəznli qəzəl və məsnəvilərdə sufi fəlsəfəsini sadə xalq dilində təbliğ etmiş və çox-çox sonralar da istər Türkiyə, istərsə də Azərbaycan və Türkmən ədəbiyyatına öz əhəmiyyətli təsirini göstərmişdir. Deməli, qədimdən Oğuz və Qıpçaq türklərinin sıx məskunlaşdığı, çiyin-çiyinə yaşadığı Şəki-Qax-Zaqatala-Balakən bölgəsində həmin dövrdə Oğuz-sufidərviş xanəgahının mövcudluğu və Tapdıq Əmrə kimi bir pirimürşidin bu xanəgahda fəaliyyət göstərməsi tamamilə təbii idi. Belə olan surətdə, dərviş libasında Anadolunu, Azərbaycanı və Şamı kənd261 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kənd gəzib dolaşdığı tarixdən bəlli olan (Y.Əmrə, səh 9) Yunis Əmrənin gəlib Tapdıq Əmrə xanəgahında bu böyük övliyanın müridi olması da, burada qərar tutub, vəfat etdikdən sonra isə mürşidi Hacı Tapdığın məzarı yanında dəfn olunması da mümkün idi. O da maraqlıdır ki, bu xanəgah, onun yerləşdiyi meşə və ətrafındakı qəbiristanlıq bu gün də Oğuz adını daşıyır. Qəbiristanlığın yanındakı Oncallı kəndinin öz adını Qıpçaq türklərinin Ancaoğlu soyunun adından götürməsini də nəzərə alsaq, onda belə bir fikirlə razılaşmağa məcburuq ki, bu yerə Oğuz adını aralarındakı soy fərqinə görə məhz qonşuluqdakı qıpçaqlar vermişlər. Çünki bu dövrdə Oğuz etnos adı artıq tarix səhnəsindən çıxır, yerini türkman, Türk, müsəlman adına tərk edirdi. İkincisi: Yunis Əmrə yüzillər boyu Türkiyədə nə qədər çox sevilsə də, əslində, onun harada vəfat edib, harada dəfn olunduğu dəqiq bəlli deyil və görünür, elə buna görə də xalq sevimli övliyasına, şairinə hər bölgədə bir məzar yaratmışdır və bu səbəbdən də Türkiyədə bu gün Yunis Əmrənin adına nişan verilən və hər biri insanlar tərəfindən müqəddəs tutulan 20-dən çox məzar var. Əslində, bir məmləkətdə Yunis Əmrə kimi tanınan və sevilən bir adama bu qədər məzarın olması elə həmin məmləkətdə onun əsl məzarının olmaması deməkdir. Və belə olan surətdə xalqın öz sevimli şairinə, pirinə, övliyasına hər addımda bir məzar tikdirməsi təbiidir. Lakin Azərbaycanda Yunis Əmrənin cəmi bir məzarı var. Üstəlik, nəinki Qax kimi ucqar bir rayonda, heç bütöv Şimali Azərbaycanda son iki yüz il ərzində bölgədə gedən siyasi-mədəni proseslər nəticəsində son zamanlara qədər çox az tanınan, hətta ziyalılarımızın özünə belə yaxşı məlum olmayan, deməli, ucqar, şeirdən-sənətdən bir qədər də uzaq bir rayonun yerli əhalisinə məlum olması mümkün olmayan bir Türk şairinə adamların saxta qəbir yapması, onu ziyarətgaha çevirməsi qəti olaraq imkan xaricindədir. Üçüncüsü: Yunis Əmrə haqqındakı məlum tarixi rəvayətlərlə (Yunis Əmrənin Tapdıq Əmrənin müridi olması, bu müridlik dövründə ona hər gün meşədən çoxlu odun yığıb gətirməsi, bu işdən çiyinlərində və belində yara əmələ gəlməsi, onun bu zəhmətinə və sədaqətinə görə Tapdıq Əmrənin öz müridi Yunisin məzarının onun məzarının baş tərəfində və hündürdə qazılması barədə vəsiyyət etməsi, “mənim qəbrimi ziyarətə gələnlər əvvəl Yunusu ziyarət etsinlər, sonra məni” – deməsi və s.) Oğuz qəbiristanlığındakı müvafiq qəbirlərin 262 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yerləşməsi arasında ciddi şəkildə uyğunluq var. Oğuz qəbiristanlığında, doğrudan da, Yunisin qəbri Tapdıq babanın qəbrindən hündürdədir və ziyarətə gələnlər mütləq əvvəl Yunis babanın məzarını, sonra isə onun mürşidi Tapdıq babanın məzarını ziyarət etməli olurlar. Dördüncüsü: Oğuz qəbiristanlığına Yunis baba və Tapdıq baba məzarlarını ziyarət etməyə gələnlərin, buraya yolu düşənlərin özləri ilə çır-çırpı, yaxud odun parçası gətirməsi də ciddi maraq doğurur. Burada zəvvarların gətirdikləri ağac qırıntıları Yunisin mürşidi Tapdığın evində yandırmaq üçün odun-çırpı daşımasına işarədir. İllərlə yığılmış ağac yığınları bu gün də diqqəti çəkir. Yenə də bütün bunlar Yunis Əmrə ilə bağlı Türkiyədə yayılmış rəvayətlə – Yunisin mürşidi Tapdıq Əmrə üçün meşədən odun daşıması rəvayəti ilə üst-üstə düşür. Daha bir müəmma – Türkiyədə yayılmış rəvayət və Qaxda onun ritual təsdiqi! Beşincisi: Türkiyədə Yunis Əmrəyə aid edilən qəbirlərin heç birinin yanında və ya yaxınlığında onun mürşidi Tapdıq Əmrənin məzarı yoxdur. Bu isə onlar haqqında elə Türkiyənin özündə geniş yayılmış tarixi rəvayətlərə qəti olaraq uyğun gəlmir. Bizcə, bu qədər ehtiram sahibi, müridləri və xanəgahı olan bir övliyanın vəsiyyətinə əməl olunmaya bilməzdi və üstəlik, əgər olunmasaydı, yüzillər boyu bu barədəki rəvayət yeddi yüz il yaşayıb günümüzə qədər gəlib çatmazdı. Oğuz qəbiristanlığı isə həmin rəvayətə uyğun olaraq Şeyx Yunusun mürşidi Hacı Tapdıqla bir yerdə olan yeganə məzardır. Altıncısı: Yunis Əmrənin Azərbaycanla bağlılığını təsdiq edən fakt təkcə onun məzarının burada yerləşməsi ilə məhdudlaşmır. Bildiyimiz kimi, Yunis Əmrə uzun müddət vətənindən ayrı düşmüş, qürbət acısı, iztirabı çəkmişdir. Bunu onun “Rumu, Şamı və bütün yuxarı elləri” dolandığını söyləməsində də görmək olar. Türk alimləri özü də etiraf edir ki, “burada Rum – Anadolu, Şam – Suriya olaraq düşünülə bilər. “Yuxarı ellər” deyəndə isə Azərbaycan və İran (Cənubi Azərbaycan – Ə.Ə.) nəzərdə tutulur” (Yunis Əmrə, səh.9). Lakin bununla da məsələ bitmir. Ortada bir Molla Qasım amili də var. Yunis Əmrə mürşidi Tapdıq Əmrə qarşısında bir mürid məsuliyyəti daşıyırsa, Molla Qasım qarşısında da bir ozan-aşıq məsuliyyəti daşıyır: 263 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Dərviş Yunus, bu sözü əyri-büyrü söyləmə, Səni siygəyə çəkər bir Molla Qasım gəlir. (Salman Mümtaz, səh.354) Yunis Əmrə ilə Molla Qasımın yaxın münasibətləri təkcə bununla bitmir, bunu Yunis Əmrənin Molla Qasımın “Gördüm” rədifli gəraylısına nəzirə yazması da təsdiq edir. Şeirlərdən bəzi bəndləri müqayisə edək. Molla Qasımda: Yumulmuş şol ala gözlər, Qiyamət yolunu gözlər. Hanı şirin-şəkər sözlər, Dəhani bizəban gördüm. Kimi eyş ilə işrətdə, Kimi zövq ilə söhbətdə. Kimi rəng ilə möhnətdə, Qatı halin yaman gördüm. Yunis Əmrədə: Soluxmuş şol ala gözlər, Pozulmuş ay kimi üzlər. Qarışmış qara torpağə Gül dərən əlləri gördüm. Kimi zövqiylə işrətdə, Kimi eyşü bəşarətdə. Kimi əzabü möhnətdə Dün olmuş günləri gördüm. Bu fakt da təsdiq edir ki, Türk dünyasının böyük şəxsiyyətlərindən olan Yunis Əmrənin Azərbaycanla bağlılığı təsadüfi səciyyə daşımır. Bizcə, Yunis Əmrənin və onun mürşidi Tapdıq Əmrənin gerçək məzarlarının Azərbaycanda olması Ortaq Keçmişimizin həm də Ortaq Gələcəyimizə bir körpü olmasının rəmzi kimi qəbul edilməlidir. 264 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ədəbiyyat Y.Əmrə. Güldəstə. Bakı, Yazıçı, 1992, Ali Şamil Hüseyinoğlu, Emin Abid Yunus Emre Hakkında, I Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu Bildiri Kitabı (8-10 Ekim 2008), Aksaray Üniversitesi Yayınları № 1, Aksara, 2009, seh. 12 Əziz Ələkbərli, Qax: Folklor-Etnoqrafik Etüdlər, Bakı, “Ağrıdağ” Nəşriyyatı, 2005. Natiq Abbasov, Qədim Oğuz Yurdu, Qax. Bakı, “Ağrıdağ” Nəşriyyatı, 2000. Məşədixanım Nemət, Azərbaycan Pirləri, Bakı, 2000. Hikmət Əzimov, Piri Məmmədov. Oğuz Meşəsində Düşüncələr, “Kommunist” Qəzeti, 18 Iyun 1991-ci Il. Nadir Ziyadlı. Yunus Əmrənin 11-ci Qəbri. Hikmət Əzimov, Şahmərdan Əhmədov, Qaxın Tarixi və Abidələri, “Qafqaz” Jurnalı, Oktyabr 2006-cı il, № 2. Salman Mümtaz, Azərbaycan Ədəbiyyatının Qaynaqları, Bakı, Yazıçı, 1986, Səh. 354. 265 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ULUDAĞ, Süleyman (2014). “Câmî”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.267-280 (http://bilgelerzirvesi.org). Süleyman ULUDAĞ * CÂMÎ N ureddin Abdurrahman bin Ahmed bin Câmî, 23 Şubat 817/8 Kasım 1414’te, Herat ile Havaf arasındaki Hurdcird (Harcird) kasabasında doğmuş, 898/1492’de Herat’ta vefat etmiş ve üstadı Şeyh Sadeddin Kaşgârî’nin yanına gömülmüştür. Hurdcird kasabası Câm şehrine bağlı olduğu için Câmî mahlası ve nisbesiyle şöhret bulmuştur. Câmî’nin, İmam Azam’ın iki seçkin talebesinden biri olan İmam Muhammed’in soyundan geldiği kaynaklarda kaydedilir. Câmî ulema yetiştiren bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Dedeleri gibi ulemadan olan babası Nizâmeddin Ahmed bin Muhammed 823/1420’de Herat’a gelerek Nizâmiye medreselerinde müderris olmuştu. Oğlu Abdurrahman Câmî bu medresede tahsil görmüş, Seyyid Şerif Cürcânî’nin halefi olan Hâce Ali Semerkandî’nin ve Teftazânî’nin talebelerinden Şihâbüddîn Cacarî’nin derslerine devam etmişti. Bu arada Mevlânâ Cüneyd Usûlî’den de yararlanmıştı. Câmî medrese tahsiliyle yetinmemiş, Uluğ Bey zamanında Semerkant’a gelmiş olan Bursalı Kadızade Rumî’nin matematik derslerine devam etmiş ve daha sonra Herat’a gelmiş olan Ali Kuşçu’yla matematik derslerini müzakere imkânı bulmuştu. Parlak bir zekâya ve dehâya sahip bulunan Câmî erken denilecek bir yaşta Herat bölgesinin beş allamesinden biri olmayı başarabilmiştir. Câmî eleştirici bir ruha sahipti. Derslerine devam ettiği hocalarını rahatlıkla eleştiriyor, itirazlar ve sorular yöneltiyor, tatmin edici cevap alamayınca da dersleri terk ediyordu. Hâce Ali’nin derslerine yalnızca kırk gün devam etmiş, fazla bir şey öğrenemeyeceğini anlayınca derslere devam etmemişti. Şihâbüddin Câcermî’den bahsederken: “Kaç kere dersine gittim. Ondan ancak işe yarar iki söz işittim.” der. Hocalarından bahsederken: “Biz hiçbir * Prof. Dr.Uludağ Üniversitesi emekli öğretim üyesi. 267 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı üstadın önünde ders okumadık ki, o bizden daha üstün olsun. Aksine daima tartışmalarımızda onlara galebe çaldık. Pek seyrek olarak bazılarıyla beraber kalabildik. Üzerimizde hiçbir üstadın hakkı yoktur.” der. Parlak bir zekâya sahip olan Câmî sarf, nahiv, mantık, hikmet-i meşşâî, hikmet-i işrâkî, hikmet-i tabiî, hikmet-i riyazi, fıkıh, usul-i fıkıh, tefsir, hadis, kıraat ve belagat gibi, sonraki programına nazaran bir hayli zengin olan çağındaki medrese ilimlerinin hepsini, en iyi bir şekilde okuduğu halde bu ilimler onu tatmin etmemişti. O zekâsını ve gönlünü tasavvuf sahasında tatmin etmiş, düşünme ve duyma hürriyetini, duyuş ve düşünceleri serbestçe ifade etme imkânını burada bulmuştu. Medreseye devam ederken başından geçen bir aşk macerası, hassas ve şair ruhlu Câmî’yi tasavvufa kazandırmıştı. Câmî’nin Tasavvufa İlgisi Câmî Herat’a gelince Nakşibendi şeyhlerinden olan Sadeddin Kaşgârî’nin ( ö . 8 6 0 / 1 4 5 5 ) sohbetine devam etmiş, ona intisap ederek kızıyla evlenecek kadar Şeyh’le yakınlık peyda etmişti. Bu zatın vefatından sonra Ubeydullah Ahrar’a bağlanmıştı. Câmî’nin hafife aldığı üstatlarından Câcermî bu hadiseye, yani Câmî’nin sûfileşmesi meselesine üzülmüş ve “Beşyüz yıldan beri Horasan’da bir âlim yetişmedi. Câmî büyük bir âlim olacaktı, ama Sadeddin Kaşgârî yolunu kesip kaybettirdi.” diyerek üzüntüsünü ifade etmişti. Sadeddin Kaşgârî, Nizâmeddin Hamuş’un; Nizâmeddin Hamuş, Alâeddin Attâr’ın; o da Bahauddin Nakşibend’in ( ö . 7 9 0 / 1 4 1 1 ) halifesi ve müridiydi. Fakat Câmî şeyhi Kaşgârî’den başka Muhammed Parsa, Ubeydullah Ahrâr, Mevlânâ Fahreddin Loristânî, Ebu Nasr Parsa, Şeyh Bahauddin Ömer, Şemseddin Muhammed Kayserî, Celaleddin Purânî ve Mevlânâ Şemseddin Muhammed Esed gibi çağının önde gelen Nakşi şeyhleriyle de iyi ilişkiler kurmuş, bunlardan özellikle Muhammed Parsa ile Ubeydullah Ahrar’a ayrı bir ilgi duymuştu. Nefahât’ta bu kişiler hakkında bilgi verildiğinden burada meselenin uzatılması aynı şeyleri tekrar etmek olacaktır. Şu kadarını ifade edelim ki, Câmî daha çocukken Nakşi şeyhlerini tanımış, büyüdüğü zaman bu tarikata bağlanmış, fakat hiçbir zaman etrafına mürit toplayan ve onlara şeyhlik yapan birisi olmamıştır. Ayrıca Nakşibendi tarikatına olan bu sıcak ilgisi ve samimi yakınlığı, öbür tarikat mensuplarından faydalanmasına engel olmamış, tam tersine bir taraftan Nakşibendiye tarikatına bağlı kalırken, öbür taraftan İbn Arabî, İbn Fârız gibi vahdet-i vücutçu mutasavvıflara 268 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması neredeyse hayran ve meftun olarak eserlerini şerh ve telhis etmiştir. Mevlânâ’ya da gönülden bağlanmıştır. Bu geniş ufku, Nefahât'ta, sûfilerin hayat hikâyelerini çok rahat ve serbest bir şekilde anlatmasını sağlamış, boş yere kendisini dar kalıplara sıkıştırmasına engel olmuştur. Şark ve Garb Tasavvufunun Bir Araya Getirilmesi Endülüslü İbn Arabî ile Mısırlı İbn Fâriz tarafından işlenen ve vahdet-i vücûdu esas alan tasavvuf anlayışı ile özellikle o çağlarda Şark-İslam dünyasında bir hayli yayılmış olan ve Timurlular tarafından da himaye edilen Nakşibendiye tarikatının tasavvuf anlayışı Câmî aracılığıyla kaynaşmıştır. Muhammed Parsa’yı izleyerek İbn Arabî’nin Fusûs’unu şerh eden, sonra da Nakdu’n-nüsûs diye özetleyen; İbn Fârız’ın meşhur kasidesini şerh eden; Mevlânâ’nın Mesnevi'sindeki ilk iki beyti açıklamak için Ney Risalesi’ni yazdıktan başka bir de Menakıb-ı Hazreti Mevlevî’yi yazan; Fahreddin Irâkî’nin Lemeât’ını Eşî’atu’l-leme’ât adıyla şerh eden Câmî öte taraftan Suhanân-ı Hâce Parsa gibi Nakşi şeyhleriyle ilgili eserler yazarak Batı-Doğu tasavvufunu bir araya getirmişti. Esasen ilk Nakşi şeyhleri vahdet-i vücûda ve İbn Arabî’ye ilgisiz kalmamışlardır. İmam Rabbanî’nin İbn Arabî’yi ve vahdet-i vücûdu eleştirmesinden sonra Nakşiler olumsuz bir tavır alarak içlerine kapanmışlar; vahdet-i vücût karşısındaki tavırlarını ne red ne de kabul diyebileceğimiz bir anlayış içinde ayarlamışlardır. Bu anlayış vahdet-i vücûda karşı köklü ve ciddi eleştiriler yöneltmelerine engel olduğu gibi kabul etmelerine ve ona açılmalarına da engel olmuştur. Oysa Câmî gibi cesur, hareketli, coşkun ve atak ruhlu Nakşiler zamanında Nakşibendiye tasavvuf tarihinin en değerli ve en önemli mahsullerini vermeye uygundu. Herhalde Nakşiliğin böyle bir özellik kazanmasında Câmî birinci derecede etkili olmuştur. Nakşibendiye tarikatı daha sonraki yüzyıllarda kapalı bir sistem haline geldiği zamanlarda bile Câmî ve benzeri anlayıştaki Nakşilerin hoşgörülü tutumları sayesinde bu tarikat mensupları, muhalif tarikatlara karşı aşırı ve katı bir tavır alma imkânına çok da sahip olamamışlardır. Bugünkü Nakşiler İmam Rabbani benzeri Nakşi şeyhleri üzerinde durdukları kadar Molla Câmî ve benzeri Nakşibendi büyükleri üzerinde de dursalar sonuç çok daha hayırlı ve faydalı olur. Gariptir ki, Nakşibendiye denildiği zaman hemen İmam Rabbani akla geldiği halde ondan daha az önemli olmayan Molla Câmî hiç anılmaz ve bilinmez olmuştur. Yalnızca medreselerde okunan dilbilgisi kitabı 269 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sayesinde tanınmaktadır. Câmî veya Molla Câmî denilen ve Kafiye'nin şerhi olan bu eser ise hiçbir şekilde Molla Câmî’nin ilmi ve tasavvufi şahsiyetlerini yansıtmaz. Câmî’nin Eserleri Câmî âlim, edip, şair ve mutasavvıftır, eserlerini bu kimliğiyle yazmıştır. Bu nedenle eserlerinin ilmi, edebi ve tasavvufî bakımdan ayrı ayrı önemleri vardır. Ancak bu üç yönüyle incelendikleri zaman tam ve gerçek şekliyle anlaşılabilirler. Aksi takdirde Câmî hakkında edinilen bilgi eksik ve sonuç itibariyle faydasız olur. Manzum Eserleri Câm Nâmekî’ye (ö. 536/1141) saygısından Câmî mahlasını kullanan Câmî’nin manzum eserleri, içerik bakımından genellikle dini, ahlaki ve tasavvufi bir mahiyette olup sanat ve edebiyat bakımından değeri çok yüksektir. a) Divânları: Câmî divânlarının birini 884/1479’da, diğerini 885/l480’de, üçüncüsünü 886/l481’de ölümünden iki yıl önce tertip etmişti. Gençlik yıllarına ait şiirlerini toplayan birinci divânına Fâtihatü’ş-şebâb [İlk Gençlik], orta yaştaki şiirlerini toplayan divânına Vâsıfatü’l-ıkd [Gerdanlığın Ortasındaki İnci], hayatının son dönemlerindeki şiirlerinden meydana gelen üçüncü divânına Hâtimetü ’l-hayat [ömrün Sonu] ismini vermişti. Divânlarda gayet güzel şiirler, âşıkane manzumeler ve vahdet-i vücûdu terennüm eden şairane tasvirler vardır. b) Mesneviler: Câmî’nin mesnevileri konu ve içerik açısından divânından çok farklı değildir. Yedi mesnevisi Heft Evrenk [Yedi Yıldız, Büyükayı] altında toplanmıştır. Bu yedi mesnevi Nizâmî’nin Penc-genc isimli eserine benzer. b1) Silsiletü’z-zeheb (Altın Halka): 890/1485’te yazılmıştır. 7200 beyit içerir. Üç defterden meydana gelmiştir. Birinci defterde Câmî’nin Sünni akideleri, ikinci defterde mecazi ve hakiki aşk, üçüncü defterde hükümdar ve tabiplere dair fıkralar yer alır. Câmî bu eserlerdeki fikirlerinden dolayı Şiilerin saldırısına maruz kalmıştır. Nefahât’ın Câmî bölümünde bu mesneviden örnekler verilmiştir. Bu eser hakkında Reşehat’ta aynen şöyle denilmektedir: “Câmî diyor ki: Silsiletü’z-zeheb’te ehlibeyti metheylediğimde, Horasan Sünnilerinden şayet ki beni Rafıziliğe nispet edeler deyû korkar idim. Bilmez idim ki, Bağdat’ta Revâfız cefasına müptela olacak.” I. 270 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Câmî evlad-ı Resul’e, Hz. Ali’ye ve ehlibeyte âşıktır. Onları doya doya methüsena etmiş, düşmanlarına çatmış, fakat Horasan Sünnileri ve mutaassıpları onu Rafızilikle itham edecekler diye korkmuş, fakat buna vakit kalmadan Bağdat’taki Şiiler saldırmaya ve baskı yapmaya başlamışlar. Şiiler baskı yapınca Sünniler suçlama imkânını bulamamışlardır. Görülüyor ki, hür düşünceli mütefekkir iki tarafın da taassubundan korkuyor, duygu ve düşüncelerini ifade ederken kaygılanıyor, ama yine hak bildiğini yiğitçe ve cesaretle ortaya koyuyor. Esef edilecek şeydir ki, bugün de Müslüman düşünürler ve aydınlar iki taassubun baskısı altında ve iki kıskaç arasında bulunuyor. b2) Salaman u Absal: Konusu hermetik edebiyattan alınmıştır. İslam edebiyatındaki geçmişi İbn Sina, Fahruddin Râzî, Nasirüddin Tusî’den de öteye giderek Huneyn bin İshak’a kadar çıkar. Salaman ve Absal onun tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir. Abdulvehhâb Tarzî’nin tercümesi Milli Eğitim Bakanlığı klasikleri serisinde yayımlanmıştır. b3) Tuhfetü’l-Ahrâr: Nizamî’nin Mahzenu’l-Esrar’ına ve Emir Hüsrev Dihlevî’nin Matlau’l-Envâr’ına bir naziredir. 20 makaleden son dördü, oğlu Ziyaüddin’e pend, yani öğüt mahiyetindedir. Pir Muhammed Rahmî Çelebi (ö. 1000/1592) tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. b4) Subhatu’l-ebrâr: Ariflerin teşbihi, zikri ve duası anlamına gelen bu eser içerik bakımından Tuhfetü’l-ahrâr’a benzer. b5) Yûsûf u Zelîha: Câmî’nin en güzel mesnevisi budur. b6) Leylâ vü Mecnûn: Şark İslam şairlerinin ve ediplerinin çok işledikleri konuda yazılmış bir mesnevidir. b7) Hirednâme-i İskenderî: Nizâmî’nin İskendernâme-i Bahrî sine benzer. Yarı Nazım, Yarı Nesir Eserler Baharistân: Sadî’nin Gülistan’ına benzer. Türkçeye çevrilerek yayımlanmıştır. Sekiz ravda ve bölümdür. b) Risale-i Terceme-i Kelimât-ı Kudsiyye veya en-Neşrü’lÂlî: Hz. Ali’ye ait bazı sözlerin manzum tercümesidir. c) Münşeat veya Ruk’ât-ı Câmî veya, Dîvân-ı resâil: Câmî’nin mektuplarını içerir. Câmî’nin manzum eserleri üzerinde Osmanlı âlimleri çok durmuşlar, birçok tercüme denemesi yapmışlar, bazen şaşılacak derecede başarı göstererek beyit ve rubaileri aslından daha güzel bir şekilde tercüme etmişlerdir: II. a) 271 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kendi hüsnün hublar şeklinde peyda eyledin, Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temaşa eyledin beyti, hiçbir şekilde bunun aslı olan: Hüsn-i hîş ez-rûy-i hûbân âşkârâ kerdeî Pes be çeşm-i âşıkan ân-râ temaşa kerdeî beytinden daha az hoş ve daha az güzel değildir. Aynı şekilde: Der sîne-i tû nihân büdeî vu men gafil mısrasıyla başlayan meşhur rubai: Ben bilmez idim, gizli açık hep sen imişsin, Tenlerde vü canlarda nihân hep sen imişsin, Senden bu cihan içre nişan ister idim ben, Ahir bunu bildim ki, cihan hep sen imişsin... daha güzel tercüme edilmez ve tercüme aslından aşağı olmayıp üstündür, en azından aslına eşittir. Bu iki tercüme bile Câmî’nin milli ve dini edebiyatımız üzerindeki derin, silinmez ve unutulmaz etkilerini göstermeye yeter. Zira her biri birer mısra-ı bercestedir. Nahve Dair Olan Eseri Fevâidü’z-Ziyâiyye fî Şerhi’l-Kafiye: İbn Hâcib’in (ö. 646/1249) Kafiye isimli eserine oğlu Ziyâedin Yusuf için yazdığı bu şerh mahiyetindeki nahve dair eseri, Câmî veya Molla Câmî diye meşhur olup bütün Türk beldelerinde ve medreselerinde uzun yıllar okunmuş ve vazgeçilmez bir dilbilgisi kitabı olarak kabul edilmiştir. Bu eserin kazandığı şöhret ve nail olduğu rağbet tartışılabilir. III. Edebi İlimlere Dair Olanlar Muamma'ya dair üç risale ve Şerafeddîn Ali Yezdî’nin (ö. 858/1454) Hileli Muhtaraz’a yazdığı şerh b) Risale fi’l-Arûz c) Risâle fî İlm-i Kâfiye d) Tencîsu’l-luğa (veya Tencîsu’l-hat) e) Risale fi’l-Mûsıkî V. Şer’i ve Zahiri ilimlere Dair Olanlar a) Tefsir: Bakara suresinin 22. ayetine kadar bir tefsir. b) Şevâhidu’n-Nübüvve: Bu eser de Lâmi’î Çelebi tarafından Türkçeye çevrilmiş, 1293/1876’da basılmıştır. c) Çihl hadis veya Risale-i Terceme-i Erbeîn Hadis: 40 hadisin manzum bir tercümesidir. d) Risale-i Şerh-i Hadis-i Ebu Zerr: Ebu Zerr hadisi diye IV. a) 272 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması meşhur olan bir hadisin şerhidir. Prof. Dr. Yaşar Kandemir bu hadis üzerinde doktora çalışması yapmıştır. e) Risale der menâsik-i hacc veya Risale-i erkân-ı hacc. f) Risale-i Tahliliye: Lâilâhe illallah cümlesi hakkında bir risale. Tasavvufa Dair Olanlar Câmî’nin manzum ve yarı manzum olarak yazdığı eserlerinin tamamına yakın kısmı tasavvufî, hikemi ve ahlakidir. Onlara ilaveten burada şu eserleri de kaydedelim: a) Suhanan-ı Hâce Muhammed Parsa: Muhammed Parsa’nın (ö. 822/ 1419) eserlerinden alınmış bazı sözlerin açıklanması. b) Risale-i tarik-i teveccüh-i hâcegân veya Risale der şerait-i zikr veya Risale der tarikat-ı Nakşibendiye. c) Menakıb-ı Şeyhülislam Hâce Abdullah Ensari. d) Risalet'ü’d-dürretü’l-Fâhire Veya Risale-i tahkîk-i nıezhebî’s-sûfiyye ve mütekellimîn ve hükema veya Risale fi’t-tasavvuf ve ehlihî ve tahkîk-i mezhebihim. e) Levâih: ibn Arabi’nin Fusûs, Sadreddin Konevî’nin Nusûs isimli eserlerinde ifade edilen vahdet-i vücût anlayışının halk düzeyine göre anlatılmasından meydana gelen bir risale olup İsmail Müfid Efendi (ö. 1217/1802) tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir (İstanbul, 1921). f) Risale fi’l-vücûd veya Risale-i vecize der tahkîk ve isbât-ı vacib ve vücud: İbn Arabi’nin vahdet-i vücûdunu açıklayan bir risaledir. Şerhu Fusûsu’l-hikem: İbn Arabi’nin Fusûsu’l-hikem’nin bir şerhidir ve basılmıştır. g) Nakdu’n-nusûs fî Şerhi Nakşi’l-fusûs: İbn Arabi’nin Fusûsu’l-hikem isimli eserini Nakşu’l-fusûs diye kısaltmıştır. Bu eser İsmail Rusûhî Ankaravî tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. (İstanbul, 1328/1910) h) Eşi’atü’l-lemeât: Fahruddîn Irâkî’nin Lemeât isimli eserinin şerhidir. j) Şerh-i Kaside-i mîmiyye el-Hamriyâ: Vahdet-i vücûtçu İbn Fârız’ın (ö. 632/1235) meşhur tasavvuf kasidesinin şerhidir. Bu eserin başında şarap ile aşk arasındaki ilişki tahlil edilir. (İstanbul, 1309/1891) k) Şerh-i Kaside-i tâiyye: İbn Fârız’ın diğer bir kasidesinin şerhidir. VI. 273 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 1) Risâ der şerh-i Rubâîyyat ki hod fermûdend: Vahdet-i vücûda dair söylediği rubailerin şerhidir (İstanbul, 1309/1891). m) Risale-i şerh-i beyteyn Mesnevi-i Mevlevi: Hz. Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin ilk iki beytinin şerhi: Risale-i nay veya Risaletü’n-nâiyye. Neyin tasavvufi anlamını açıklar. o) Risale-i şerh-i beyt-i Husrev Dihlevî: Hüsrev Dehlevî’nin (ö. 725/1325) bir beytini açıklar. p) Menakıb-ı Hazreti Mevlevi. r) Şerh-i beyt-i çend Mesnevi. Câmî’nin anlatılan risale ve eserlerinden önemli bir bölümü basılmış olup çeşitli batı dillerine tercüme edilmiştir.330 Nefahâtü’l-Üns Câmî Nefahât’a şöyle başlar: Şeyh, imam, arif Ebu Abdurrahman Sülemî, yakîn ehlinin ululularından ve din büyüklerinden olan tarikat şeyhlerinin hallerine ve gidişatlarına dair bir kitap yazmış ve ona Tabakâtu’s-sûfiye adını vermiştir. Sülemî sûfileri 5 tabakaya bölmüş, her tabakayı da aynı zamanda veya birbirine yakın zamanlarda kendilerine velilik nurları ve hidayet eserleri görünmüş mürit ve muhiblerin üstadı olmuş kişilere tahsis etmiştir. Her tabakaya 20’şer şeyh ve bu tâifelerin imam ve âlimini koymuştur. Makam ve vaktin icabına göre onların kutsal sözlerinden ve güzel davranışlarından tarikata, ilme, hale ve gidişatlarına rehberlik yapan sözlerini, eserlerini açıklamıştır. Hazreti Şeyhülislam, Kehfu’l-enâm, Nâsıru’s-sünne ve kâmi’u’l-bid’at Ebu İsmail Abdullah bin Muhammed Ensari Herevî sohbet meclislerinde, vaaz ve nasihat toplantılarında o kelimeleri ve halleri yazdırmış, Sülemî’nin eserinde bulunmayan bazı şeyhlerin sözlerinden, bizzat kendisinin bazı zevk ve vecd hallerinden yaptığı eklerle o kitabı genişleşmişti... Herevî’nin eseri eski Herat diliyle yazıldığı için anlaşılması zordur. Ayrıca Herevî eserinde sadece bazı eski şeyhleri anlatmakla yetinmiştir. Bazı eski şeyhler, Herevî’nin çağdaşları ve Herevî’den sonra gelenler bu eserde yer almamışlardır. Câmî işte bu eksikliği gidermek için Herevî’nin eserini sadeleştiriyor, ona yeni unsurlar ekliyor, Herevî’den sonra yetişmiş olan sûfileri de eserine kaydediyordu. 330 Bu hususta bkz. İslâm, Ansiklopedisi, “Câmî” maddesi; Âsaf Halet Çelebi: Molla Câmî, Ali Asgar Hikmet: Câmî Hayatı ve Eserleri (İstanbul, 1963). Ayrıca bkz. Taşköprîzade, Şekaik-i Nu’mâniyye; Ali Hüseyin Kâşifi: Reşehât; Ömer Okumuş, TDV. İslâm Ansiklopedişi, VII. 94. 274 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Anlaşılıyor ki Nefahât tercümesi dört aşamadan geçmiştir. 1. Aşama: Sülemî’nin Tabakâtu’s-Sûfiye1 sidir. 2. Aşama: Herevî’nin, Sülemî’nin eserini bazı ilavelerle Farsça’nın Herat şivesine ve lehçesine tercüme etmesidir. Herevî’nin bu tercümesinin bazı özellikleri şunlardır: a) Herevî Sülemî’nin hayat hikâyelerini anlattığı sûfilerin (Ebu Abdullah Şaranî hariç) tamamını almıştır. Ancak bu sûfilere ait olmak üzere Sülemî’deki sûfilere ait sözlerin önemli bir kısmım da tercüme etmeden, Arapça şekilleriyle aynen aktarmıştır. Herevî, Sülemî’nin eserinde söz konusu edilen 103 sûfiye 120 kadar zahit ve sûfi daha ekleyerek eserin hacmini iki misline çıkarmıştı. Eserine aldığı bu sûfilerin bir kısmı Hicri I/Miladi VIII. yüzyılda yaşamış olan zahitler, bir kısmı Sülemî’de hayat hikâyeleri anlatılan sûfilerin çağdaşları, önemli bir kısmı da Herevî’nin bizzat görüştüğü veya isimlerini işittiği çağdaşı sûfilerdir ki, bu son kısım oldukça önemlidir. Böylece Herevî (ö. 481/1088) Sülemî’den (ö. 412/1021) kendi zamanına kadar olan süre içinde yaşamış olan sûfileri eserine alarak aradaki mesafeyi kapatmıştır. b) Herevî eserine aldığı sûfileri ve bunların tasavvufi görüşlerini açıklamış, yorumlamış, değerlendirmiş, tahlil etmiş ve yeri gelince de eleştirmiştir. Sülemî’de bulunmayan bu özellik Herevî’nin en önemli özelliğidir. c) Herevî eserine önemli ölçüde kendi tasavvufî görüşlerini, zevklerini, hallerini, münâcâtlarını, dualarım, özellikle tevhit, marifet, tasavvuf, şeriat, hakikat gibi meselelerle ilgili fikirlerini almış, bu gibi konularda faydalı bilgiler vermiştir. Oysa Sülemî eserine, kendisinden hiçbir şey eklemeden sûfilerin sözlerini aktarmakla yetinmişti. d) Herevî, sûfileri anlatırken Sülemî’nin eserindeki sırayı takip etmemiş, çoğu zaman Sülemî’deki sırayı bozarak onda önee anlatılanı sonraya, sonra anlatılanı öne almış, bununla beraber bu sûfilerin hangi tabakadan olduklarına da işaret etmekten geri durmamıştır. e) Sülemî eserini vaaz meselesinde veya tekkesinde mürit ve dostlarına anlatarak yazdırdığından eser yeteri kadar düzenli olmamıştır. Bütün bu özellikleri dikkate alınca Herevî’nin Tabakat’ına bir tercüme değil, yeni bir telif eser nazariyle bakmak da mümkündür. 275 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Câmî’nin Katkıları 3. Aşama: Herevî’nin eserini sadeleştiren Câmî yaptığı eklerle eseri neredeyse yeni baştan telif etmiştir. Eserine yeni bir isim vermesi de bunu göstermektedir. Herevî’nin çağı oldukları halde onun tarafından söz konusu edilmeyen sûfilerin hayat hikâyelerini anlatarak işe başlayan Câmî kendi zamanına kadar yaşamış olan sûfilerin tamamını eserine almaya çalışmış, ancak yine de eserine alamadığı bazı mutasavvıflar kalmıştır. Câmî’nin eserinin özellikleri şöyle gösterilebilir: a) Esere genişçe bir giriş bölümü eklemiştir. b) Câmî esas itibariyle Herevî’nin eserini takip etmekle beraber onun tevhit, marifet, tasavvuf, hakikat gibi konularda yaptığı kendine özgü açıklamaları, dua ve münacaatlarını eserine almamıştır. c) Eserin sonuna zahide, sûfiye ve veliyeler bölümünü eklemiştir. d) Attâr’ın (ö. 618/1221) Evliya Tezkirelerinden faydalanmayan Câmî eklemeler yaparken pek çok kaynaktan yararlanmıştır. e) Sûfileri anlatırken kronolojik bir sıra takip etmemiş, sûfileri daha ziyade mensup oldukları tasavvufi hareketlere ve şeyhlere (tarikatlara, temayüllere ve bölgelere) göre gruplandırarak anlatmıştır. Böylece Nefahâtü’l-Üns bir tür tasavvuf tarihi kimliğine bürünmüştür. Câmî bu gruplandırmayı şöyle yapmıştır: 1) Hucvirî’nin Keşfu’l-Mahcûb’ta söz konusu ettiği kendi dönemindeki sûfiler. 2) Çiştiye tarikatı mensupları. 3) Herevî ve çevresi, yani üstatları, müritleri ve çağdaşları. 4) Nakşibendiye şeyhleri. Kendisi de Nakşibendi olan Câmî bu tarikatın şeyhleri hakkında geniş ve değerli bilgiler vermiştir. 5) Sühreverdî ve çevresi (Sühreverdiye tarikatı). 6) Necmüddin Kübra ve çevresi (Kübreviye tarikatı). 7) Mevlânâ ve çevresi (Mevlevîlik). 8) Zeynüddin Hâfi ve Zeyniye tarikatı. 9) Halvetiye ve Halvetiye şeyhleri. 10) Abdülkadir Geylanî ve Kadiriye tarikatı. 11) İbni Arabî ve çevresi. 12) Ruzbihan Baklî, Sühreverdî 13) Hamevî, Attâr, Senâî, Sadî, Nizâmî, Hafız ve Gazalî gibi bağımsız diyebileceğimiz mutasavvıflar. Lâmiî’nin Katkıları 4. Aşama: Câmî gibi Nakşibendiye tarikatına mensup olan Lâmiî: a) Eserin giriş bölümünü genişletmiş, b) Nakşibendiye şeyhleri hakkında Câmî’yi tamamlayan bilgiler vermiş, c) Bazı tarikatlar, 276 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması özellikle Halvetiler ve Zeyniler hakkında da geniş bilgiler vermiş, d) Önemli Anadolu sûfilerini esere almıştır. Sülemî’nin Tabakât’mda 103 sûfinin hayatı anlatılmışken Lâmiî’nin tercümesinde bu rakam 650’ye yaklaşmıştır. Nefahât’ın metninde 502 erkek, 34 kadın toplam 616 sûfi vardır. Eser dört aşamadan geçerken önemli değişikliklere uğramıştır. Her şeyden önce Sülemî’de geniş olarak anlatılan 103 sûfinin hayatı Nefahât’ta, çok kısaltılmış ve bazen de eklemelerle değiştirilmiştir. Nefahât’in Şerhi Câmî’nin en yakın mürit ve şakirtlerinden olan, vefat edince şeyhinin yanma gömülen Naziyuddîn Abdulgafûr Lâlî (ö. 912/1506) tarafından Nefahât’a bir şerh yazılmıştır. Şerhin gayesi, Câmî’nin oğlu Ziyâeddin Yusuf’un Nefehât’ı kolay anlamasıdır.331 Nefahât’in Zeyli Ziyâeddin Abdulgafûr Lâlî, Nefahât’a, bir zeyl yazmış ve burada Câmî hakkında sıhhatli bilgiler vermiştir. Nefahât’ın Tercümeleri 1. Nefahât ilk defa meşhur Çağatay edip ve şairlerinden, aynı zamanda Câmî’nin dostu olan Ali Şîr Beğ veya Emir Ali Şîr Nevâî (ö. 907/1501) tarafından gözden geçirilip genişletilerek Şark Türkçesine tercüme edilmiştir. Bu tercüme Nakşibendiliğin nazariyat ve ananelerinin belli bir tarikat şekline girmesine ve Sünni Türk münevverleri arasında yayılmasına hizmet etmiştir.332 Nevaî’nin bu tercümeye özellikle Orta Asya Türk sûfileri eklemiş olması son derece önemlidir. Câmî Ali Şîr’den bahsederken: “Emir Nizâmeddin Ali Şîr ... bu fakirden, evvel hatıra hutûr eden suretin mislini istid’a eyledi.” der. Bu tercümenin ismi Nesâimu’l-Mehabbe min şemâimi’l-futuve’dir.333 2. Câmî’nin vefatından 29 yıl sonra Lâmiî Çelebi, Nefahât’ı batı Türkçesine, yani Anadolu Türkçesine tercüme etmiştir. 3. Nakşi şeyhlerinden Taceddin Zekeriya Asmanî (ö. 1001/1592) Nefahât’ı Arapçaya tercüme etmiştir. 4. Silvestre de Sacy, Nefahât’m mukaddimesini Fransızcaya tercüme etmiştir. 331 Bkz. Ali Asgar Hikmet, Câmî, Hayatı ve Eserleri, s. 201. Bkz. Z. Velidi Togan, İslâm Ansiklopedisi, “Câmî” ve “Ali Şîr” maddeleri. 333 İstanbul, 1979, nşr. Kemal Eraslan. 332 277 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 5. Brovvne’m Persian Literatüre under Tatar Dominion’unda (Cambridge, 1920) Nefahât hakkında geniş bilgi vardır. Nefahat’ın Baskıları 1. 1279/1862 Hint baskısı, Kadı İbrahim ve Molla Nureddin neşri, kenarında Silsiletü’z-zeheb var. 2. Kalküta, 1859, W. Nassau Lees baskısı. Not ve açıklamalarla. 3. Leknov, 1323/1204. Kalküta’da Nefahât 8-10 defa basılmıştır. 4. Taşkent, 1332. Nşr. Eylâm Resul Hâce Haşan, Lârî’nin haşiyesiyle. 5. Tahran, 1336/1917. Mehdi Tevhidî Pûr. 6. Tahran, 1379 Nşr. Mahmud Abidî, Lârî haşiyesiyle, Giriş: 60 sayfa, Metin: 1-634, Notlar-Açıklamalar: 637-1212. Notlu baskıdır. İran ve Tahran Şii muhiti olduğu için buralarda Nefahât fazla ilgi ve itibar görmemektedir. Daha ziyade Nakşiliğin çok yaygın olduğu Pakistan, Afganistan, Hindistan, Türkistan ve Anadolu’da geniş bir ilgiye mazhar olmaktadır. Nefahât tasavvufun en önemli kaynaklarından biridir. Türkçede ise tabakâtu’s-sûfiye alanında mevcut olan yegâne eserdir. Eserin söz konusu fevkalade ve müstesna değeri sebebiyle gerek İslam âleminde, gerekse Batı’da tasavvuf sahasında yapılan inceleme ve araştırmalarda güvenilir bir kaynak olarak kullanılmaktadır. Arapça ve Farsça bilmeyen veya bu dilleri bilse bile eserin aslını temin güçlüğüyle karşılaşan Türk araştırıcıları için Nefahâtü’l-Üns tercümesinin bulundurulması bir ihtiyaçtır. Bundan başka tasavvufa ilgi duyanların sayısı her gün biraz daha artmaktadır. Tasavvuf konusunda Türkçeye bir hayli eser tercüme edildiği halde tabakâtu’s-sûfiye alanında bu tür çalışmalar fazla görülmemektedir. Tarikatlar ve Nefahât Câmî Nakşibendiye tarikatına mensup olmakla beraber Nefahât'ta bütün tarikat şeyhlerini ve mensuplarını aynı derecede önemle ve eşit şekilde söz konusu etmiştir. Nefahât yalnızca belli bir tarikata göre bilgi vermediğinden tasavvuf tarihi ihtiyacına da kısmen cevap verecek bir mahiyettedir. Aynı nedenle Nefahât’ın tasavvufta daha geniş ufuklar açacağı kesindir. 278 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Nefahâtü’l-Üns Min Hadarâti’l-Kuds İsmi Üzerine Molla Câmî adlı bir eser yazan Âsaf Hâlet Çelebi yukarıdaki ifadeyi “Mukaddes Kimselerden Gelen Mûnis Nefhalar” diye tercüme etmiştir. Bu ibarenin Türkçe ifadesi “Kuds Hazerâtından Gelen Üns Nefhaları” şeklindedir. Nefha, üns, hadrat ve kuds kelimeleri birer tasavvuf ıstılahı [terim; özel anlam yüklenmiş sözcükler] olduğu için tek kelimeyle tercümesi doğru değildir. Nefha: Râyıha-ı tayyibe, hoş ve güzel koku, meltem, ılık ve serin rüzgâr anlamına gelir. Cem’i nefahâttır. Üns: Heybetin zıttı olup sevinç, neşe ve samimi olmak anlamına gelir. Hadret-Hadarât: Huzur, hazır olma, dergâhta bulunma, Allah’ın sıfat, fiil ve isimlerinin zuhur ve tecelli ettiği yer anlamına gelir. Mahdar, meclâ ve mazhar da [çoğulları: mahâdır, mecâlî ve mezâhir] aynı anlama gelir. Örneğin ilim hazreti dernek, Allah’ın ilim sıfatının mevcut ve hazır olduğu, görüldüğü yer demektir. Kısaca celali ve cemali tecellilerin zuhur etmesine ve görünmesine hazret denir, manevi mertebe anlamına da gelir. Kuds: Mukaddes, münezzeh, mualla, müberra, müteal, yüce ve yüksek demektir. Bu kelimeyle çoğunlukla Allah’ın yüce varlığı ile sıfat, fiil ve isimleri kastedilir. Buna göre eserin Türkçesi “Kutsallık Makamlarından Gelen Hoş Kokular” demektir. Allah’ın isim, fiil ve sıfatlarına en mükemmel şekilde mazhar olan insan, özellikle velilerdir. O halde ilahi âlemden gelen güzel kokularla gönüllere neşe ve sevinç gelmesinin mazharları ve araçları evliyalardır. Evliyalar aracılığıyla insan, kutsallık makamına yol bulur ve orada gönüllere ferahlık ve rahatlık veren güzel kokularla neşelenir, cemali tecellileri seyr ve ilahi güzellikleri temaşa ederek derin bir ruhi haz alır. İşte bu eserde anlatılan her bir veli, insanın öbür âlemi, melekût âlemini, ilahi ve rabbani âlemi seyr ve temaşa etmesi için bir penceredir. Mülk âleminden sıkıldığı için melekût âlemine, maddi âlemden usandığı için manevi dünyaya, şehadet âleminden bıktığı için gayb âlemine, süfli âlemden bezdiği için ulvi âleme, beden kafesinden hapis hayatı yaşamaktan bezdiği için ruhlar âlemine açılmak, o âlemleri seyr ve temaşa etmek isteyenler, bu eserde anlatılan sûfileri o âleme geçiş için bir pencere ve kapı olarak görmelidirler. Sûfilerin bu anlayışla okunmaları halinde zihinler açılır, zekâlar bilenir, muhayyile kudreti kuvvetlenir, düşünme gücü fazlalaşır, idrak kabiliyeti gelişir, araştırma ve yeni şeyler öğrenme merakı çoğalır. Neticede insan kendi sırrını da, âlemin sırrını da kavrar, İlahi ve Rabbani hakikatleri daha iyi anlar. Varlığın, insanlığın, ulûhiyetin ve rububiyetin sırrına kısmen de olsa nüfûz etmenin ve onu çözmenin ruhi ve manevi zevkini duyar. Şekilcilikten 279 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kurtulup hakikate erer, söylenen sözden kurtulur, manaya kavuşur. Bedenden uzaklaşır, ruha yaklaşır. Dış dünyadan ayrılarak iç âlemin enginliklerine dalar. Tekrar dış dünyaya döndüğü zaman artık gerçek anlamıyla insan olmuş bir halde döner. Artık Hak Teâlâ’nın yaratmış olduğu her şeye ve herkese değer ve önem verir. Yaratandan ötürü yaratılanı sever ve hoş görür. Bir daha geri dönmemek üzere katı, sert, hırçın, peşin fikirli, suçlayıcı, taklitçi, mutaassıp, şekilci, merasimci ve müdahaleci olma haline veda eder. Artık şefkatli, merhametli, halim selim, cana yakın ve herkes tarafından sevilen bir insan olur. Kısaca eskiden sureten ve şeklen insanken, bu sefer sireten [siret: hal tercümesi, birisinin hali, tavrı] ve hakikaten insan olur. 280 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YILMAZ, Ömer (2014). “Sufi-Alim, Edip-Devlet Adamı Sinan Paşa’da Tasavvuf Ve Ahlak”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.283-307 (http://bilgelerzirvesi.org). Ömer YILMAZ* SUFİ-ALİM, EDİP-DEVLET ADAMI SİNAN PAŞA’DA TASAVVUF VE AHLAK Giriş S inan Paşa 1441–1486 yılları arasında yaşamış, Eskişehir/Sivrihisar asıllı bir aileden gelme çok yönlü bir Osmanlı mütefekkiridir. Akademik dünyada onun farklı ilim dallarına ait eserleri ve edebi yönü bilinse de, tasavvufi yönü ve ahlak anlayışı üzerinde çok fazla durulmamıştır. Biz bu tebliğimizde Sinan Paşa’nın Türkçe kaleme aldığı üç adet tasavvuf ağırlıklı eserlerinden hareketle tasavvuf ve ahlaka dair görüşlerini, bir bilge ve gönül sultanı zatın bilinmeyen bir yönünü ve beşeriyete yönelik tavsiyelerini dile getirmek istiyoruz. Sinan Paşa’nın hayatı iki kategoride incelenebilir: Bunlardan biri gençlik, diğeri olgunluk çağıdır. Müellifin gençlik çağı daha çok şüphecilik etrafında akılcı ve felsefi ağırlıklı geçerken, olgunluk çağı Maarifnamedeki ifadesiyle çalkantılı geçen ruh dünyasının huzur ve sükûnet bulduğu tasavvuf dönemidir. Müellifin akıcı ve kendine özgü bir üslupla, bazen mensur bazen manzum şekilde ifade ettiği nasihatlerine günümüz insanın büyük ihtiyaç duyduğu kanaatindeyiz. Tebliğde önce onun kimlik ve kişiliği, Türkçe kaleme aldığı eserleri, tasavvuf ve tarikata yaklaşımı, daha sonra da tasavvuf ve ahlaka dair bazı görüşlerine değinilecektir. Tebliğde, Mârifnâme için İsmail Hikmet Ertaylan, Tazarrunâme için Mertol Tulum ve Tezkire için Emine Gürsoy-Naskali tarafından yapılan ilmi tetkikler dikkate alınmıştır. * Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi. 283 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Sinan Paşa’nın Kimlik ve Kişiliği Asıl adı Yusuf b. Hızır b. Celaleddin (Uzunçarşılı, 230-231) olan Sinan Paşa 1440/1 yıllarında doğmuştur. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’in (ö.1459) oğludur. Atalarının Nasredddin Hoca’ya (ö. 1284) (Aşıkpaşazâde, 203, 162; II, 290; İsmail Beliğ, 278;) ya da Mevlâna’ya (ö. 1272) kadar dayandığı iddia edilir. (Sakıp Mustafa Dede, II, 119) Sinan Paşa’nın doğum yılı ve yeri hakkında değişik rivayetler mevcuttur. Eserleri üzerinde detaylı çalışmalarda bulunan Ertaylan müellifin 843/4-1440 yılında, Mertol Tulum ve Emine Gürsoy Naskali ise 845/1441 yılında doğduğunu belirtirler. Doğum yeri hakkında da benzer tartışmalar vardır. Bursalı Mehmed Tahir (ö. 1925) ve Hoca Sadeddin (ö. 1599) doğum yeri olarak Bursa’yı işaret ederken, Faik Reşad (ö. 1914) İstanbul’u, Uzunçarşılı (ö. 1977) Sivrihisar veya Bursa olduğunu söyler. (Koç, 229) Doğum yeri ve yılı hakkında bu tür küçük tartışmaların bulunduğu Sinan Paşa için kesin olan bir husus varsa o da müellifin parlak bir ilmi kariyere sahip olduğudur. Nitekim Uzunçarşılı, XVI. Yüzyılda yetişmiş âlimlerin çoğunun Sinan Paşa talebesi olduğunu vurgular. (Uzunçarşılı, 231) Latifi (ö. 1582) ise bu noktada; “Henüz bâliğ olmadan minbere çıkıp halka iyiliği emir kötülükten nehiy yapacak kadar etkin bir hitabete sahip olduğunu” söyler. (Tezkire, 193) Nitekim devrin padişahı Fatih Sultan Mehmet tarafından yirmili yaşta Edirne müderrisliğine tayin edilmesi de onun ilmi yetkinliğini teyit etmektedir. Hoca Sadeddin de, müellifin üstün zekâlı, anlayış ve kavrayış kabiliyeti oldukça parlak “zihn ü zekâda bî bedel fehm ü firâsette darb-ı mesel idi” ifadesini kullanır. (Hoca Sadeddin, II, 498; Mazıoğlu, 667) Belki de bu özelliği nedeniyle olsa gerek, Fatih ona saygınlık göstermiş, ilm ü irfanına hayran kalmış, zekâ ve ahlakına son derece itimat etmiştir. (Ertaylan, 4) Müellif, iyi bir nâsir ve şâirdir. Hatta edebiyat tarihinde kendine has “Sinan Paşa Üslubu”ndan bahsedilmektedir. (Koç, 229231) On iki adet Arapça kaleme alınmış eseri yanında, üç/dört adet Türkçe yazdığı telifatı vardır. Sinan Paşa kendisini gayet iyi yetiştiren, devrin önemli ilim adamlarının rahle-i tedrisinden geçen bir özelliğe sahiptir. Kendisine “Paşa” denilmesi ise kısa süreli vezir-i azamlık yapmasından kaynaklanır. (Uzunçarşılı, II, 534) Nitekim Fatih, Sinan Paşa’ya 875/1470 yılında otuz yaşında iken vezirlik rütbesi vermiş, Gedik 284 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ahmet Paşa’nın azli üzerine 1477 yılında vezir-i azam olmuş, ancak kısa süre sonra bu görevinden azledilmiştir. (Mecdi, 194) Kısa süren bu vezirlik görevinden kendi isteği ile mi, yoksa mecburen mi ayrıldığı konusunda ise bazı şüpheler vardır. Latifi bir sözünde, “riyâseti siyâset bilip a’raz-ı dünyadan külliyen i’râz edip Şeyh Vefâ (ö. 1491) hazretlerinden el aldığını” söylemek suretiyle onun bu görevden bir anlamda zahidâne tutumu sonucu kendi rızasıyla ayrıldığını ima ederken, (Tezkire, 193) haset yüzünden ayrılmak zorunda bırakıldığını iddia edenler de vardır. (Mazıoğlu, 666; Öngören, XXXI, 269) Kanaatimizce bu ikinci görüş daha doğru olsa gerektir. Çünkü Tezkiratü’l-evliya ve Maarifname’de buna dair bazı işaretler görülmektedir. (Mârifnâme, 254-255) Ertaylan ise konuya daha farklı bir zaviyeden yaklaşarak Fatih’in onu öldürmeye karar verdiğini, ancak ulemanın aşırı karşı koyma ve ısrarı nedeniyle bu fikrinden vazgeçip sürgün ile cezalandırdığını iddia eder. (Mârifnâme, 6) Neticede bu görevden ayrılan müellif beş yıla yakın Sivrihisar’da sürgün hayatı yaşamış, akabinde II. Beyazıt zamanında yeniden ihtirama mazhar olarak vezirlik rütbesi iade edilmiştir. Kimliği hakkındaki bu kısa bilgilerden sonra kişiliğine bakacak olursak; Sinan Paşa’nın şahsiyetinin oluşumunda Allah’ın emirlerine sıkı sıkıya bağlılığın büyük tesiri olduğunu söyleyebiliriz. Müellif, ahlaki kurallara bağlı yaşamış, samimi davranışlar sergilemiş, yalan, iftira, çıkarcılık, insanı zillete düşürecek her tür kötü davranıştan uzak kalmaya çalışmıştır. Yine müellif, akılla birlikte ilâhî aşkı öncelemiş, ilmi ve siyasi gücünü kötüye kullanmamış, tavizsiz bir İslami ahlak etrafında yaşam sürmüştür. Sinan Paşa’nın kişilik itibariyle dünya malına çok önem vermeyen, tok gözlü, derviş tabiatlı biri olduğu vurgulanmaktadır. (Mazıoğlu, 667) Hoca Sadeddin’in şu ifadeleri de bu gerçeğin bir başka yansımasıdır: “Dervişliği gâlib ve dünya hubbi kalbinde sâlib idi. Muhibb-i meşâyih-i kirâm ve kârı anlara ikrâm idi. Hususâ Şeyh Ebü’l- Vefâ Hazretlerine mezîd-i i’tikâd ve irtibâtı var idi.” (Hoca Sadeddin, II, 499; Ertaylan, 7) Ertaylan, şahsiyetinin oluşumu noktasında onun şiirdeki kabiliyetini tasavvufla ilişkilendirerek, şairlik yönünün fıtri olduğunu ve şiirlerini yazarken adeta cezbe halinde bulunduğunu söyler. (Mârifnâme, 9) Kendisi de “Bir söz ki derûni dilde gele gökçek olur ve bir kelâm ki ana garaz ve riyâ karışmaya gerçek olur ve bir suhen ki Hakkı içün ola gönülde tesir eder ve bir makâl ki Allah içün denile cânlar içinde yir ider.” diyerek buna atıf yapar. (Mârifnâme, 24, Tezkire, 257) 285 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Sinan Paşa 47 yaşında iken 891/1486 yılında İstanbul’da Vefât etmiştir. Sinan Paşa’nın Tasavvuf ve Ahlaka Dair Eserleri Sinan Paşa farklı ilim dallarında Arapça ve Türkçe bazı eserler kaleme almıştır. Tasavvuf ve ahlaka dair eserlerini, sürgün hayatı sonrası, II. Beyazıt dönemi ve Şeyh Vefâ’ya intisabından sonra yazmıştır. Onun Mârifnâme adlı eserindeki, “Eflatun’un didüğü sözleri dirüz amma, biz ânı Kur’an ve hadisten alıp söyleriz.” sözü, Ahmed Yesevî’nin (ö. 1166) “Benim hikmetlerim Kur’an hazinesidir.” (Eraslan, 276) beyti ile hemşerisi Yunus’un, (ö.1321), “Yûnus'un sözi şi‘irden ammâ aslı (dur) kitâbdan” (Tatçı, II, 148) beytine çok benzemektedir. Kronolojik sırayla ilk yazdığı eser Tazarrû’nâme’dir. (Hüsrev Paşa Ktp, No: 215) Eser genelde mensur, ancak ara sıra manzum ifadeler mevcuttur. Mezkûr eser Mertol Tulum tarafından edisyon kritikle günümüz Türkçesine aktarılmıştır. (Bkz. MEB Yayınları, İstanbul 1971; Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2011) Eserdeki şiirlerinin hemen hemen tamamı tazarruât/münaacât (yakarış) niteliğindedir. Tasavvufi bir eda ile yazılan bu şiirlerde büyük bir heyecan söz konusudur. Tazarruât-ı Sinan Paşa olarak da bilinen bu eser Mehmet Tahir tarafından, “Aşk-nâme” adıyla müstakil bir eser olarak zikredilmiştir. (Mârifnâme, 16). Müellif bahse konu eserinin yazılış nedenini, “esâs-ı usûl-i meşâyih-i hakîkat üzerine vurulubtur ve binâsı kavâid-i ehl-i tarîkat üzerine konulubtur” demek suretiyle muhtevasının tasavvuf üzere olduğunu beyan eder. Sinan Paşa bu arada, “ağzı kutlu, dili tatlı, aşk erlerinden fatiha ve dua” bekler. (Mârifnâme, 24) Eserde yer yer kısa hikâye ve nasihatler de yer almıştır. Mertol Tulum’un ifadesiyle bu kitap tam bir gönül kitabıdır. (Tazarru’nâme, 7) Tazarru’nâme’nin konuları arasında Tanrı, tevhit, marifet, Hz. Peygamberin âl ve ashabı, dört imam, tarikat erbabı, İlâhî aşk, âlem, insan, zühd, tövbe, rıza, sabır, tevekkül, nefsi bilme, fakr, hoşgörü, tevazu, Vefâ, kanaat gibi tasavvufun temel kavramları arasında bulunan bazı konular yer almaktadır. Müellifin ikinci eseri Mârifnâme’dir. Eser nesir olarak kaleme alınmıştır. Bursalı tarafından “Ahlak-nâme” diye de bilinen (Bursalı, II, 223) kitabın yazılış nedeni hakkında şu bilgiler yer almaktadır: “…Gâh fenânın fenâsından şikâyetler idem ve gâh nefsin mekrlerinden hikâyet idem, gâh ahlakın eyilerinden takrir ve gâh 286 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sıfatın yaramazlarından tahrir idem, gâh hikmet yolundan makâlat idem, gâh tevbih yüzünden kelimât idem, gâh akl-ı meâştan beyân idem, gâh akl-ı meâddan, gâh ahlâk-ı fukarâdan söyliyem, gâh adl ü dâddan, gâh dervişler dilinden bir tûti-yi guyâ olub şekerler yiyem, gâh âşıklar ağzından bir bülbül-i hoş âvaz olub destân-serâlıklar eyleyem, gâh germ olub ârifler makâmından haberler virem, gâh tenezzül gösterüb yine zâhidler makâmına inem…” Bir başka yerde, “Ebnây-ı dünyadan munkatı olub kesilem ve halvet kûşeye varub uzlet kılam. Lakin gördüm taallukatın hayli kesreti var anlardan tamam ınkıta olunmaz… tedricen halvetten lezzet almak gerek gönül kitabından okumak gerek” diyerek halktan bir miktar teferrüt edip tek başına kalmak suretiyle bir tür inzivaya çekildiğini beyan eder. (Mârifnâme, s. 20, 23, 26) Eserin içeriğinde dünyayı zem, güzel ahlak, salihlerle bir olma, hakiki marifet, sükûtu övme, kanaat, tevekkül, tövbe, şeriat ve tarikat ehli, ehlullaha övgü gibi başlıklar dikkat çekmekte, dolaysıyla İslam ahlakının esasları hedeflenmektedir. Eserin yazma nüshaları Laleli, 1789; Topkapı Sarayı Müzesi, 1022; Hekimoğlu, 680 de yer almaktadır. Eser İsmail Hikmet Ertaylan tarafından bir önsöz eşliğinde faksimile baskı yapılarak okuyucu hizmetine sunulmuştur. (Edebiyat Fak. Yayınları, İstanbul 1961) Müellifin üçüncü eseri Tezkiretü’l- Evliya’ adını taşır. Eserin yazılış nedeni hakkında Sinan Paşa şunları söyler: “Meşâhiy-i meşhûrey-i anam, anların menâkıbından biraz takrir kılam. Hak hazretinin eltâf-ı inâyet ve ol ervâh-ı mukaddesünun rûhaniyetlerinden ümidim oldur ki bir vakitte ol menâkıbı dahi itmam edem” (Mârifnâme, 27) Böylece bahse konu eser bazı evliya menkıbelerine yer vermektedir. Bu durumda, Feridüddin Attar’ın (ö. 1221) aynı adla bilinen eserine uymayı, ancak ondan sonra yaşamış birkaç sufinin menakıbından da bahsetmeyi amaçlamıştır. Ne var ki Attar’da yetmişe yakın sufi menakıbı bulunurken, Sinan Paşa’nın yirmi sekiz veli ile yetinmesi eserin tamamlanamadığı izlenimi doğurmaktadır. (N. Osmaniye 2616; Ali Emiri 1066) Naskali ise esere yazdığı önsözünde Tezkire’nin ikmal edildiği kanaatindedir. İçeriğine bakıldığında, daha ziyade Sehl b. Abdullah et- Tüsteri’nin (ö. 896) menakıbının işlendiği son bölümde tasavvuf, şeriat, batın-zahir, ilim-irfan, dünya-ahiret, insan-Allah, nefis terbiyesi ve olgun insanın özelliklerinden bahsetmektedir. 287 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Sinan Paşa’nın Tasavvuf ve Tarikata Yaklaşımı Sinan Paşa aktif anlamda tasavvufla iştigal eden ve belli bir dergâhta şeyhlik görevinde bulunmuş bir zat değildir. Ancak sıkıntılı geçen gençlik dönemi ve fen bilimlerini tahsilden sonra aradığı iç huzuru bulamayınca Zeyniyye334 tarikatının Vefâiyye kolu kurucusu Şeyh Muslihiddin İbnü’l-Vefâ’ya intisap etmiş sufi-alim meşrep bir kişiliğe sahiptir. Gerçi o dönem sadece müellif değil, aralarında Molla Lütfi (ö. 1495), Balıkesirli Zâtî (ö. 1546), Hattat Kasım, Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi (ö. 1526) gibi pek çok ilim erbabının, devlet adamı ve sanatkârın Şeyh Vefâ’ya intisap ettiği bilinen bir husustur. (Öngören, XXXI, 269-271) Müellifin tasavvufa bakışını Tazarru’nâme’nin 147. sayfasından başlayarak hayli detaylı izah etmektedir. Onun burada tasavvufa intisabına zemin hazırlayan, aklı önceleyen düşünceden vazgeçtiğini terennüm eden bazı beyitler görüyoruz. Anlaşılan tasavvuf onun manevi boşluk ve ruhi dinginliğini, iç huzur ve sükûneti sağlamasında adeta bir sığınak olmuştur. Bir başka ifadeyle belli bir zaman sonra müellifin aşkı aklına galip gelmiş, çoğu konularda aklın bir değer taşımadığı kanaatine varmıştır. Ondaki bu değişim ve dönüşüm Gazali’nin (ö. 1111) müspet ilimler akabinde tasavvufta karar kılmasına çok benzemektedir. (Gazali, 1990, 13-14) Nitekim Sinan Paşa bu işin salt ilimle olamayacağına inanmalı ki bu defa şöyle der: İlim eyitmez hemin kuru telbîs Ders iden mantık ile İklîdis Niçe bir cins ü nev ü fasl ola Sa’y id ana ki ilm asl ola Hikmet öğren hakîm-i sâdık ol Var Kelimullaha muvafık ol (Tazarru’nâme, 62) Bir başka ifadeleri de aynı durumu daha bariz bir şekilde ifade eder: Sa’y idüb ilm okudum sanma sakın eyleme ol ilmi bil Hakka yakın -Ömrümün geçti çoğu tedris ile Lîki kâl ü kîl ile telbis ile Umaram Hak bari şimden giresün İşimün hayr ide binde birisin (Tazarru’nâme, 161) 334 Müellif Sinan Paşa’nın da mensup olduğu ve kendisi hakkında bilgilerin de yer aldığı Zeyniyye tarikatı hakkında Reşat Öngören tarafından ilmi bir çalışma yapılmıştır. (Geniş bilgi için bkz. Reşat Öngören, Tarihte Bir Aydın Tarikatı Zeyniler, İnsan Yayınları, İstanbul 2003, 213 s.) 288 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “İlâhî! bizi erbâb-ı kulûb ile enîs it! Bizi gönül erleriyle celîs it, İlâhî! bizüm mücâseletümüzi ihvân-ı din ile it, İlahî! bizüm musâhabetümüzi ashâb-ı yakin ile it!” (Tazarru’nâme,174-5) diye dua eden müellifin aşağıdaki beyitleri bir arayış içinde olduğunu, hakikat evinden bir köşe ve tarikat azığından bir pay istediğini, böylece karanlıkta kaybettiği yolu bulmayı ve günah deryasından kurtulmayı dilediğini göstermektedir: Hakikat hanesinden kûşe virgil Tarikat azugından tûşe virgil Çıırağum yak ki târik oldı râhum Elim tutgıl ki gark itti günahum (Tazarru’nâme, 230) “Hakka talip olan ehline karışmak gerek, anu isteyen anlarun ile alışmak gerek” diyen Sinan Paşa severek intisap ettiği Şeyh Vefâ’ya olan bağlılığını eserlerinde “Şol zât-ı mutahher, ki zamanımıza kutb olmuş”, “Şol Cüneyd-zemân, ki zühd ehline mihter olmuş”, Şol âlim-i âmil, ki şeriat tahtına sultan olmuş”, “Şol şeyh-i mürşid, ki tarikat ehline hân olmuş” diyerek çok üstün vasıflarla methetmiştir. (Tazarru’nâme, 289-295) Yine şeyhini muarız zahir ulemaya karşı savunmuştur. Onun sufileri zahir ulemayı karşı üstün tutmasını şu cümlelerde daha net görmek mümkündür: “…zahirse ulema diridirler, amma manide cühela dururlar… Birkaç ıstılahât bildiklerinden ilimleri var sanırlar ve kuru kîl ü kâl anladıklarından fehimleri var sanırlar. Haberleri yok ki maarif babı demekle olmaz ve tahkik kitabı yazılıp okunmaz.” (Mârifnâme, 80) Sinan Paşa’nın tasavvufla ilgili görüşlerinin teorik boyutunu daha çok İbn Arabî (ö. 1242) tarafından sistemleştirilen “vahdet-i vücut” nazariyesi oluşturmuştur. Zira onun yaşadığı asırda Ekberî gelenek Osmanlı coğrafyasında büyük bir hüsnü kabul görmüştür. (Öngören, 2000, 18-21) Bununla birlikte çoğu görüşleri Zeyniyye ile mutabık iken bazı görüşleri XVI. Asırda bu topraklarda taraftar bulan Nakşibendilik prensiplerine yatkındır. Örneğin Zeyniyye tarikatında cehrî/celî (sesli) zikir esas iken, müellif hafi (sessiz) zikri tasvip eder: Zikr-i zâhir sebze-i külhan olur Mezbele üzre gül ü sûsen olur Zikr-i bâtın pertev-i nûr-ı Hudâ Zikr-i batın sin ider senden cüdâ (Tazarru’nâme,172) ifadeleri Nakşilikteki hafi zikir usulüne gönderme yapmaktadır. Müellifin insana bakışı, varlığa yaklaşımı, Hz. Peygamber’e olan sevgisi daha çok Ekberî gelenek mensupları arasında bulunan Hacı Bektaş-ı Velî (ö. 1271?), Mevlâna (ö.1273), Yunus Emre, 289 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Abdurrahman Camii (ö.1492), Sunullah Gaybî (ö.1661), Niyazi Mısrî (ö.1694), İsmail Hakkı Bursevî (ö.1725), İbrahim Hakkı Erzurumî, (ö.1774), Şeyh Galib (ö.1799), vb. pek çok sufi ile örtüşmektedir. Bu bağlamda onun insan kalbini “Beytullah” gören bir anlayıştan hareketle, “Kalb-i mü'min ki arş- Rahman'dır- Anı yıkmak ziyade tuğyandır.” (Bursalı, II, 346; Taşköprüzade, 196) ifadesi dikkate şayan bir husustur. Aynı durum ondan bir buçuk asır önce yaşayan Yunus tarafından, “Gönül Çalabın tahtı, Çalab gönüle bahtı-İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise” (Tatçı, 243) sözleriyle ifade edilmişti. Bu noktada, “Yidi iklime hükmi derse bir çöpe saymaz olur ve cem’i âlem milki olursa bir habbeye değmez olur… Zahirinde bu halkla yürüsün gülsün amma gine böyle iken Hak ile muamelesi bir karar olsun, kesret içinde halvette olsun ve halk arasında uzlette olsun (Halvet der-encümen) her ne görürse Allah’ı anda bile görsün ve her neye nazar iderse Rabbini anda bulsun.” (Tazaru’nâme, 265) ifadesi hem Ekberî ve Zeynî, hem de Nakşî düşünceden renkler taşır. Yine onun şu ifadeleri varlığın tekliğini savunan bir anlayışın ürünüdür: “Tevhid yirinde kesret yirinde her biri hakdur diyevüz, ne vücudun vahdeti bu mezahirin kesretini bozar ve ne bunun kesreti ânun vahdetine bir zerre halel ider, bu alem-i kesrette, ‘ben benim sen sensin’ ol alem-i vahdette ben didügüm yine sensin” (Tazarru’nâme, 266) Netice itibariyle, Sinan Paşa’nın tasavvufi düşüncesinin teorik boyutu bağlı bulunduğu Zeyniyye ve onun Vefâiyye kolu kurucusu Şeyh Vefâ’nın da çoğu görüşlerine katıldığı İbn Arabî’nin “vahdet-i vücut” görüşüyle şekillenirken, pratik boyutu daha çok Zeyniyye’nin âdâb ve erkânına, kısmen Nakşilik prensiplerine uygun seyretmiştir. Bu noktada Öngören tarafından yapılan çalışmadan anlaşıldığı kadarıyla Sinan Paşa, şeyhin talipten bütün şer’i hükümleri yerine getireceğine, din ve ahlak kurallarına bağlı kalacağına dair söz alması, tövbenin asgari üç şartını yerine getirmesi, dünya nimetlerinden tamamen uzaklaşmayı şart koşması, sürekli şeyhiyle rabıta halinde bulunması ve ondan yardım istemesi (istimdat), müridin şeyhine ölünün gassal elindeki gibi kayıtsız-şartsız teslim olması, dünya malına hiç sahip olmaması, insanlardan uzaklaşıp uzleti tercih etmesi, kötü huylu kişilerle arkadaşlık etmemesi, yalan, riya, kibir, haset, nifak gibi kötü davranış ve duygulardan arınması, rızık endişesi taşımadan Allah’a tevekkül etmesi, halvet ve riyazetle nefsi terbiye etmesi gibi Zeyniyye tarikatının usul ve esaslarına uygun davranmıştır. (Öngören, 2003,169-193) 290 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bir Şeyhe/Mürşide Duyulan İhtiyaç Şüphesiz bir ahlak ve edep ilmi olan tasavvuf yoluna girmek dinen şart değildir. Ancak bu yola kendi ihtiyar ve iradesiyle giren kişinin mükemmel bir rehber eşliğinde seyrü sülukunu tamamlaması zorunludur. Sinan Paşa da kendinden önce yaşamış tüm mutasavvıflar gibi tasavvuf yolunda mutlak bir rehbere/şeyhe ihtiyaç duyulduğunu beyan etmektedir. Nitekim Gazali bu yolda herkesin bir rehbere muhtaç olduğunu belirtirken, (Gazali, 1970, 111) Ahmet Yesevî pir eteğini tutanın ve hizmet edenin yolda kalmayacağını vurgular. (Eraslan, 112) Yunus Emre de rehbersiz girilen tasavvuf yolunun çetin ve zorluğuna değinir. (Tatçı, II, 160.) Sinan Paşa, kitaplarının değişik yerlerinde kâmil bir mürşidin gereğini vurgulamıştır. Nitekim o “İşaret-i vücûb-i şeyh” başlığı altında şöyle der: Sâlike mürşid gerek bilgil anı Mürşid olmayınca azar yolını -Rehber olmadın gidersen râha sen Geh düşersin balçığı geh çâha sen -İhtiyar it var yörü bir şeyhi sen Ana teslim eyle dilden cân- ü sen (Tazarru’nâme, 76-77) ---Gönlüni bir pîre vir kim dâyim ol Sinün-ile bile ola kâyim ol (Tazarru’nâme 164) --Merd-i ma’nî dâmenin tut merd-vâr Ehl-i sûret aldamasun zinhâr (Tazarru’nâme, 214) Müridin terbiyesinde şeyhin olgunluğuna dikkat çeken Sinan Paşa, pek çok sufinin dile getirmediği bir gerçeğe de işaret ederek, şeyhlerin tıptan (psikoloji) bile haberi olması gerektiğini söyler. Ona göre, her müridin kendine özgü bir yapısı vardır. Şeyh herkesi aynı kefeye koyamaz ve herkesin eğitimi bir olamaz. Tasavvufi terbiye mizaca göre yapılmalıdır. Onun için şeyh bundan haberdar olmalıdır. (Tazarru’nâme, 243) Tasavvufta önemli bir yer işgal eden ancak zahir âlimlerince itikadı açıdan tehlikeli bulunan “tevessül” Sinan Paşa’nın istekleri arasındadır. Bu noktada müellif, “Dua ki ayruk dilden ola ve himmet ki gayrı gönülden ola tesirini ziyade bulmuşlar ve icabetini artuk görmişler. İlâhî! Ben kuluna has kullarından bir himmet meded it.” 291 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yakarışıyla Allah dostlarından istimdatta bulunmaktadır. (Tazarru’nâme, 175) Hiç şüphesiz tasavvufta klasik bir sıralamaya Sinan Paşa’da dikkat çekmekte ve bunun önemine inanmaktadır: “Tarikat ehline evvel şerîat gerek ve hakikat isteyene öndin tarikat gerek, yolda giden uz gerek, Hak isteyene kılavuz gerek, sülük irşatsız olmaz ve irşad inkıyatsız olmaz.” ifadesiyle hem sıralamaya, dolaysıyla zahir ilmine, hem de bu yoldaki mürşidin önemine vurgu yapmaktadır. (Tazarru’nâme, 181) Sinan Paşa tarikat yolunun gayet ince ve uzun olduğunu bilerek, bu yola girmek isteyen talip/müritlere de bazı önerilerde bulunur. “Tarikata girene üç şey gerekir: biri sadakat, biri şecaat, biri sehâvettir. Zira sadakati olmayan söz ve davranışında samimi olmaz. Şecaati olmayan nefsiyle cihad edemez, riyazete tahammül gösteremez. Sehaveti olmayan ise paraya, mala mülke kul olur.” ((Tazarru’nâme, 244-5) Sinan Paşa, tasavvuf kelimesinin kökünden de hareketle burada bulunan üç harfi kendinden önceki çoğu sufinin yaptığı gibi yorumlayarak, bu yola girenlerde bulunması gerekli özelliklere dikkat çeker: Sûfinin üç harfle olur nispeti Anı tekmil itmeg ile kurbeti Evveli sıdk u vasat olur vefâ Ahiri elbette olmaktır fenâ (Tazarru’nâme, 77-78) Bu arada müellifimiz tasavvuf yolunda istismarın, çıkarcılığın imkân dâhilinde olabileceği gerçeğinden hareket ederek sahte şeyhlere (müteşeyyih) dikkat çekmiş ve bu hususta müritleri uyanık olmaya davet etmiştir: Gey sakın kurbından ânun kıl hazer K’âteş-i fitne durur cârın yakar Ger dir- isen kanı pîr işe yarar Var sen iste ki hezâr ender- hezâr (Tazarru’nâme, 160) “Nice şeyhler vardır ki şeytan ona müdahil olmuştur. İbadet ettiğini sanır, ancak nefsi için eder. Onlara mürid olanlar da bunların mürşitleri de şeytandır. Bunlara uyanların akıbetleri ise tuğyandır. Halbuki şeyh o kimsedir ki nefsin hilelerini bilip şeytanın yoluna gitmez. Hakk’ın hükümlerini ber-heva eden şeyhler kendi ta’biratlarını karıştırır. Zâhir ehli olmayan bâtın ehli de olamaz.” (Tazarru’nâme, 248) “Pîr-i ki hôd-perest olur, berâber-i put-perest olur. Vâsıl dirilen nâ-kâm olur. Nân gözeten bed-nâm olur. Abid dirilen bî-taat olur. 292 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Zâhid dirilen bî-ibâdet olur.. Kibir sahibini hor ider ve kendüyü görmek kişiyi kûr ider. Ferâgat derûna huzur virür ve beşâşet yüze nûr virür. Tevâzu izzet-i mûcib olur ve devlet mahabbeti müstevcib olur. Vüsûl himmete göre olur ve sa’y gayrete göre olur.” (Tazarru’nâme, 181) diyen müellif sahte şeyhleri değil olgun şeyhleri işaret eder. Tasavvuf ve Ahlakla İlgili Bazı Görüşleri Sinan Paşa tasavvuf ve ahlaka dair varlık, Tanrı, Hz. Peygamber, nefis, akıl, dünya, şükür, rıza, sabır, tevekkül, tövbe, edep gibi bazı konularda görüşlerini detaylıca ve akıcı bir üslupla dile getirmiştir. Bu konularda ondan önce yaşamış pek çok sufi benzer görüşler ifade etmiştir. Ancak Sinan Paşa bütün bu konuları anlaşılır bir dille ifade etmeyi başarmış ender şahıslardan biridir. a) Varlık Hakkındaki Görüşü Sinan Paşa’nın varlığa bakışı ve onları ilâhî tecellinin birer mazharı olarak telakki edişi İbn Arabî görüşleriyle mutabıktır: Şol ki Hak’dan gayrıdur fani görür Her neye bakar ise ânı görür (Tazarru’nâme, 71, 39) Her ne var ise cihanda az u çok Nur-ı Hak katında görür cümle yok (Tazarru’nâme, 39) beyitleri bu kabil yaklaşımın birer ürünüdür. Onun; Kesret içinden bakar ol vahdete Kalmaz ânun itibarı kesrete -Bahr-i vahdette talup fânî olur Ol fenâ içinde Hakkânî olur (Tazarru’nâme, 40) Çün mürid ola ona bulur murâd Gey sakın sanma hulûl-ü ittihâd -Ehli gerek bunı bilüb anlaya Vech yok bizim gibiye söyleye (Tazarru’nâme, 41) Dost yolunda nîstlik gerek, yâr önünde pestlik gerek Ten cübbesi çâk gerek; gönül evi pâk gerek (Tazarru’nâme, 72) Kim yoğ itmezse vücud-ı zıllını Görmeyiserdür Hakk’ın ol nûrunı (Tazarru’nâme, 84) mısraları hep vahdet-i vücutcu bir bakış açısını yansıtır. “İlâhî! her neye bakarsam sen anda hâzır, İlâhî! her neyi görürsem sen ana nâzır, İlâhî! gizlüsin, gayet zuhûrundan, İlâhî! görünmezsin, ziyade nûrundan” 293 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (Tazarru’nâme, 113) diyen Sinan Paşa’nın: “Hak her mevcûd-ile biledür, amma hulûli yok ve gönül Allah’ın hânesidür, amma nuzûli yok. Sana senden yakındur, amma mekânda degül, hem Evvel ü hem Ahırdur, amma zemanda degül” (Tazarru’nâme, 185) sözü de bu bağlamda söylenmiştir. Bu arada İbn Arabî ve Mevlâna335 gibi düşünen Sinan Paşa’ya göre tüm mahlûkat Allah’ın birer görüntüsü olduğundan bütün tapılanlarda tecelli eden Allah’tır. Bir başka ifadeyle aslında insanlar çeşitli surette görünen tek Tanrı’ya ibadet etmektedirler. Nitekim onun; Kimi Tanrı dir, kimi Hudâ; kimi Allah diyü ider nidâ Her dilde maksuûd sensin ve her millette ma’bûd sensin (Tazarru’nâme, 128) şeklindeki yaklaşımı bunu teyit eder. Bu defa bir başka beytinde: “Musevi’nin mihrabı sinagog olsa da; Hindular her zaman puta tapsa da, Hristiyanlarda manastır ve haç bahane olsa da, hakikatte sana yalvarıyorlar.” diyen Sinan Paşa bunu şu beyitleriyle açıklar: Mihrâb-ı cühûd eger künişttür Okuduğı ânun da ser-nübüşttür Hindû ki büte tapar hemîşe Turmaz sana yalvarur hemîşe Nâmun durur cümleye nişâne Bu deyr ü salîb bir bahâne (Tazarru’nâme,154) Şüphesiz vahdet-i vücut nazariyesi hem tasavvufun kendi içinden, hem de tasavvuf dışından hüsnü kabul görmesi yanında, büyük tartışmalara da zemin hazırlamıştır. İbn Arabî savunucuları genelde bu ifadelerin herkes tarafından kolay anlaşılamadığı ve erbabına havale edilmesi gerektiğini söylerler. Paşa’da bu görüştedir: “Dervişlerün başka bir dili olur; anun içün sözlerinin müşkili olur, gerektür ki basiret gözi açıla, Hak nur ile hak seçile. Bizüm gibilere hemin anlarun sözlerini kabul idüp itmemek ve gine muradlarını 335 İbn Arabî, “Zaman zaman Musa’nın şeriatına inanırım da, Yahudi’nin yolunu kabul ederim. Gah kendimi İsa’nın şeriatına inanmış ve Kilisede ibadet eder bulurum. Gah Muhammed’e inanmış bulunurum da, bu Nebi’ye sıkı sıkıya sarılırım.” (Ahmed Mahmud elCezzâr, el-fena ve’l- hubbu’l- ilâhî inde İbn Arabî, Kahire 1990, s. 272) İbn Arabî Tercümânü’l- eşvâk adlı eserinde ise bu defa; “Her sureti kabul edici oldu kalbim: Ceylanların otlak yeridir; rahipler için bir Kilisedir. Putlar için bir evdir; tavaf edenin Kâbesidir.” (İbn Arabî, Tercümânü’l- eşvâk, Beyrut 1996, s. 44-45) Mevlâna ise; “Bazen gizlenen, bazen aşikar olan biziz, Bazen mümin, bazen Musevi, bazen de Hristiyan’ız. Bu gönlümüz örneği olmak için her gönlün, görünür bir başka surette her gün..” (Mevlâna, Hz. Mevlâna’nın Rubaileri, haz. Ş. Can, Ankara 2001, Rubai no: 1527) 294 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması anlara komak gerek.” (Tazarru’nâme, 184) demek suretiyle şatah ifade eden bu sözlerin anlayışla karşılanmasını ister. Yine “Bu hakâık-i ilâhiyyedendir ki ukûlu âdiye bunu bilmez… lisanla takrîr olunmaz derd-i ehli gerek ki birbiriyle hâlleşeler, bin dürlü rumûzu işâratla söyleşeler. Meşâyıh-ı ızâmın ekseri sözleri bu asl kelimâttandır, gine kendü tâifelerine rumûz u işâratladır… anun içün dimişlerdür ki bir ehli olan ânı okuya, her harfinden bin dürlü mâna tuya. Dervişlerün dahi başka bir dili olur. Anun içün kelimâtların müşkili olur” (Tazarru’nâme, 267-8) ifadesiyle tasavvuf dilinin kendine özgü bir anlatım biçimi olduğunu vurgulamak ister. b) İnsana Bakışı Sinan Paşa pek çok sufinin değindiği gibi önce insanın yaratılışının asli mayasını oluşturan dört unsur toprak, hava, su ve ateşe vurgu yapar ve asıl maksadın bu olmadığını belirtir: “İnsan didikleri dildür, bir avuç gil degüldür, Adem didiklerü gönüldür, bunu anlamayan küldür.” cümlesiyle insanın toprakla değil ruh ve gönlüyle değer bulduğunu söyler. Yine onun, “İtibar hükmi diledür, bünye-i gile degüldür.” sözü de aynı manaya gelir. (Tazarru’nâme, 85) Andan öndin kim kıla hânen harâb Çâr unsur hâk ü nâr ü bâd ü âb Ruhun içün var yarakla hâne sen Al çıkar yıkılmadın vîrâneden (Tazarru’nâme, 173) diyen Sinan Paşa bu arada bahse konu dört unsuru “Çün Hak (celle ve alâ) kârgâh-ı takvinde insanı dört unsurdan yarattı..” (Tazarru-name, 205) dedikten sonra bunları tasavvufi bir yoruma tabi tutar: Ona göre; âşık olan toprak gibi ezgin, su gibi gezgin, hava gibi akıcı, ateş gibi yakıcı olmalıdır. (Tazarru-name, 216) “Ey dört unsurun çarmıhına bağlanan insan, dayanak bu değildir. Allah dört unsuru birbirine katarak seni en güzel biçimde yarattı. Sonra katından İlâhî bir ruh bağışladı ve kendi katından ona can verdi” (Tazarru’nâme-148-149) diyen Sinan Paşa bu arada; eşref-i mahluk ve Allah’ın halifesi olarak yaratılan insanın kalbini Allah’ın evine benzetir ve “Kalb-i mü'min ki arş-ı Rahman'dır- Anı yıkmak ziyade tuğyandır.” (Bursalı, II, 346. Mecdi, 196) ifadesini kullanır. Bilindiği gibi burada bahse konu insan kalbi/gönlü ile Allah’ın evi karşılaştırması tasavvuf kültürüne ilk defa Gazali ile girmiş, daha sonra bu husus İbn Arabî ve taraftarlarınca tasavvufun temel 295 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kavramları arasında değerlendirilmiştir. (Uludağ, 299.) Bu anlayışa mensup sufiler insanı, âlem-i asgar (mikro kozmos) yani âlemin ruhu, sebebi ve illeti olarak görürler. Nitekim Hz. Ali’nin; “Sanırsın ki sen küçük bir varlıksın, halbuki sende büyük bir âlem dürülmüştür.” (İ. Hakkı Bursevî, 13) sözü ile Anadolu mutasavvıflarından Şeyh Gâlip’in (ö.1799): Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen, Merdüme-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen! mısrası bunu açıklamak için söylenmiştir. Sinan Paşa’nın da benzer ifadeleri kullanması onun insana verdiği değeri göstermektedir. Arş u kürsi yirde gökte her ne var Cümlesini şöyle bil kim sende var (Tazarru’nâme, 161) diyen Sinan Paşa’nın bu düşüncede olmasının arka planında tasavvuf ehlinin çokça kullandığı bazı haberler bulunmaktadır. Örneğin ilk defa Hucviri’nin (ö. 1073) Keşfu’l-mahcub adlı eserinde yer alan ve daha sonraki tüm tasavvuf eserlerinde yer bulan “men arafe nefsehu fekad arafe rabbehu” (Aclûnî, II, 262) haberine Sinan Paşa’ da yer vermiştir: Şol ki Hakk’ı bildi bilmez kendiyi Bilmez anı gitmeyince bildiyü (Tazarru’nâme, 42, Tezkire. 251) mısrası bunu teyit etmektedir. Yine “Allah’ın Âdemi kendi suretinde yarattığı” (Buhari, “İstizan”, 1; Müslim, “Birr”, 115; Müsned, II, 244.) hadisi de insanın yeryüzünde Allah’ın halifeliğini hak ettiğine dair argümanlardan biridir. İnsanın önemi bağlamında bu hadis de Sinan Paşa tarafından yeri geldikçe zikredilmiştir. Bu çerçevede tasavvuf klasiklerinde çokça yer alan ve hadis-i kutsi olarak görülen “Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” (Acluni, II/99; Gazali, III/14.) Sözü de insanın değeri ve hilafeti bağlamında çok sık kullanılmış, böylece kalp bir anlamda nazargâh-ı İlâhî olarak tasavvur edilmiştir. Nitekim Sinan Paşa da bir şiirinde bunu şöyle ifade etmiştir: Kâinatı gulâm kıldı sana Bunda mahlûkı râm kıldı sana Kalbini arş idindi kendiy çün Gönlünü Kâbe kıldı ânun içün (Tazarru’nâme, 58) Ka’beyi tavaf kadar insan gönlü imar etmenin, yine insan gönlünü yıkmanın Ka’beyi yıkmaktan daha beter olduğunu anımsatan müellif bu defa şöyle der; Gird-i Harem’i tavaf itme Hacc-i abes ü güzâf itme 296 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Pak eyle dilüni koma mühmel Kim şart budur bu yolda evvel (Tazarru’nâme, 98) Niçeye dek tavaf-ı ka’be-i gil Bir nefes it tavafı kabe-i dil (Tazarru’nâme, 59) Yine o, “Vay sana vîrân idersen sen anı” (Tazarru’nâme, 81) diyerek kalp kırmanın ve gönül yıkmanın ne denli günah olduğunu vurgular. Havas ehline göre: “Kalbi mü’min arş-ı Rahmândır” diyen (Tazarru’nâme, 55) Sinan Paşa filozoflar ile sufileri kıyaslayarak, filozofların tefrid-i tecridde kaldıklarını, temsil ve teşbihten haberlerinin olmadığını, halbuki insan-ı kamillerin tüm esmanın mazharı olması hasebiyle ikisine de vakıf olduklarını söyler. (Tazarru’nâme, 56) Sadece Müslümanları değil hangi din ve mezhepten olursa olsun tüm insanları hürmete değer gören müellif; Cümle halkı görür ol sahib-i kemal Eyleme ol kimseye kîl ü kâl (Tazarru’nâme, 79) diyerek hiç kimse hakkında kötü söz söylenmemesi gerektiğini hatırlatır. Bu defa bir başka beytinde insanı yaratılmışların en üstünü gören, seçilmişlerin en seçkini, dış görünüş itibariyle en güzel diye tanımlayan müellifimiz, insandan önce hiçbir varlığın Tanrı’nın resmi olma niteliğini taşımadığını hatırlatır: Bihter-i âferide âdemdür Mihter-i ber-güzîde âdemdür Hem nazarda olup durur eltâf Hem kemâlinde cümleden eşref Nakşınun misli nakş-bende-i ezel Hiç suret yaratmadı evvel (Tazarru’nâme, 57) c) İlâhî Aşk ve Nur-ı Muhammedî Sinan Paşa’nın ilahî aşk ve Nûr-ı Muhammediyye hakkındaki görüşleri kullukta aşk-ı ilahiyi önceleyen Rabiatü’l-Adeviyye (ö. 801?) ve Yunus Emre’yi hatırlatmaktadır. Nitekim onun, “Sûfî olan behişt ü hûrı n’eyler, anda bir göz var ki, her bakdugını behişt eyler.” diyen Sinan Paşa’nın bu sözleri (Tazarru’nâme, 157) Yunus Emre tarafından daha önce benzer kelimelerle ifade edilmiştir: Cennet Cennet didükleri bir ev ile birkaç hûrî İsteyene virgil anı bana seni gerek seni (Tatçı, II, 383–384) İlk dönem kadın zahitlerden Rabia’nın kullukta gayesinin cennet olmadığını belirten, “Allah’a ne cehennem korkusu ne de cennet sevdasıyla ibadet ederim. Zira bu hal ırgatlık sıfatıdır. Ben ona İlâhî aşk ve şevkimden dolayı kulluk yaparım.” (Zihni Efendi, I, 276) 297 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yaklaşımı aynı anlayışın ürünüdür. Sinan Paşa’nın, “İlâhî! cennet didikleri visâlündür, bakisi gurur-ı lezzet” ifadesi ile yine ona ait: Heşt cennet cümle hûr u hem kusûr Çün cemâlün olmaya bile kusûr (Tazarru’nâme, 186) beyti Rabia sözlerinin bir tercümesidir. Tazarru’nâme’de sevgi/aşk üzerine müstakil beyitler (s.187209) yazan ve burada aşk ile aklı karşılaştıran Sinan Paşa; Gönül kim ışk ile ol âşinâdur Ana ol bahşiş ü luf-ı Hudâdır (Tazarru’nâme, 193) demek suretiyle sevgiyle tanışan gönlün Allah’tan bir bağış ve bahşiş aldığına inanır. Sinan Paşa mutasavvıfların âlemin yaratılışını sevgiye bağlamalarını doğru bulmuş, “Yerin göğün kuruluşu, cihanın ayakta kalışı, âlemin zuhur ve tüm mevcudatın nurunun aşk’’ olduğunu ifade etmiş, âlemde aşkı tendeki ruha, insandaki sevgiyi de bedendeki cana benzetmiştir. (Tazarru’nâme, 207) Sinan Paşa’nın ilgi alanına giren ve bu konuyla doğrudan ilintili görülen bir diğer husus “Nûr-ı Muhammediyye” nazariyesidir. Müellif, kozmik varlığı izahta hareket noktası olarak “Nûr-i Muhammediyye” veya “Hakikat-i Muhammediyye” görüşünü benimsemiştir. Bu durumda, Hz. Allah “Kenz-i mahfi” iken “Esma-i Hüsna”ya nazar eden nurdan hakikat-i Muhammediyye’yi yaratmış, bundan da bütün kâinatı var etmiştir. O tüm mevcudatı Allah’ın isimlerin birer mazhar mahalli olarak telakki etmektedir. Hz. Peygamber her ne kadar surette son ise de, manide evvel, vücutta müteahhir ise de, mertebede efdal ve cem’i âlemin yaratılmasına hikmet onun varlığıdır. (Tazarru’nâme, 56) O halde müellifin bu konudaki algı ve anlayışı daha çok Zeyniyye tarikatının kurucusu Zeynüddin Hafi (ö. 1435), dolayısıyla İbn Arabî ile şekillenmişe benzemektedir. Hafi’ye göre de, Allah’ın sıfatlarının mazharları zuhur etmeden önce zatı ile zatı üzerine tecelli etmiş, ilk olarak nurların nuru, mazharların mazharı olan Muhammed Mustafa’nın (as) ruhunu zuhura getirmiş, bütün yaratıklar da Allah’ın sıfatlarının muktezasına uygun ortaya çıkmıştır. (Öngören, 2003,190191) d) Nefis/Akıl Bilindiği gibi tasavvufun ana iştigal konularının başında nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye gelir. Dolaysıyla tasavvufi kaynaklarda ve tarikat adabı kitaplarında nefsin mahiyeti ve özellikleri hakkında çok 298 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sayıda kelam edilmiştir. Böylece nefis tedricen “emmâre”den başlamak suretiyle nasıl “nefs-i mutmainne”ye tahvil edileceğine dair usul ve esaslar anlatılmıştır. Müellif Sinan Paşa da eserlerinde zaman zaman “İtiraf-ı taksirat-ı nefs” (Tazarru’nâme, 55) başlığı altında söz söylemiş, yine nefisle ilintili “tessüfât”, “tenbîhât ve tevbîhât” başlıkları açmıştır. Onun; Nefis kahr eyle kim nefîs olasın Ana uyar isen hasîs olasın (Tazarru’nâme, 58) mısrası nefisle mücadelenin gereğini hatırlatır. Sinan Paşa “İşareti marifet-i nefs” başlığı altında (Tazarru’nâme,156) bu kez de; Nefs-i emmâre aceb gaddâredir Yidi başlu mâr-ı merdüm hâredir diyerek nefsi yedi başlı zehirli ejderhaya benzetmiştir. Müellif nefsin özelliklerinin ucb, buhl, hırs, mal ve mevki sevgisi, buğz, kin, dedi- kodu, bol yeme, uyuma, kibr ve kin olduğuna dikkat çekmiş (Tazarru’nâme, 161) ve nefsin tüm çeşitleri hakkında detaylı bilgiler vermiştir. Bu arada biraz da mütevazılığı gereği kendisinin de nefsin elinden çok çektiğini okuyucuyla paylaşması ve kendini kınayıcı (melametî) ifadeler kullanması dikkatlerimizi çekmektedir: O nefsün ben de bir üftâdesiyem Elinden âciz ü dermândesiyem Hudâ kodı aramuzda bir ülfet Ten ile nefse virdi oldı vahdet -Benüm de buncılayın bil ki î cân Bilemce var hevâ vü nefs ü şeytân Kopar bunlardan ança haslet-i bed Ki her biri aramuzda olur sed Bulursam ger bunlardan ben halâsı Degülven emrüne bir lahza âsî -İdersen ger bunlara merhamet sen Esirgenci olursın akıbet sen Basılup bunlara mağlûb olursın Hakk’a matlûb iken mehrûb olursın (Tazarru’nâme, 91, 95) Nefis hakkında böyle düşünen Sinan Paşa’nın akılla ilgili görüşleri de büyük oranda mutasavvıflarla uyum göstermektedir. Şüphesiz onun bir zahir alimi olarak aklı öncelediği ve methettiği 299 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yerler vardır. Ancak bu genelde sufilerin “akl-ı meâş” dedikleri akılla ilgilidir. Halbuki aklın da izah etmekte zorlandığı ve aciz kaldığı yerler bulunmakta, “akl-ı meâd” adı verilen bir aydınlanmayı övmektedir. Bir diğer ifadeyle pek çok sufi gibi aklı tamamen dışlamayan bir algıya sahip Sinan Paşa’nın bu sözlerinde paradoksal bir durum yoktur. Belki tasavvuf literatürüyle söylemek gerekirse “iki hallilik” söz konusudur. Nitekim Paşa şu beyitlerde aklı övmektedir: Ger sana akl iderse bir telkîn Menzilün kârıgâh-ı illiyyîn (Tazarru’nâme, 58) --Aklı bil kim melek makâmı durur Vehm şeytanun özge dâmı durur (Tazarru’nâme, 65) --Kimde ki akl oldu olur âdem ol Olmaz-ise kimde ol hârdan kem ol Âdemî akl ile olur bil latîf Ol sebepten cümle hayvândan şerîf Akl kıldı bil müşerref âdemi Ademi kıldı Hudâ’nın mahremi (Tazarru’nâme, 134/86) Ancak akla güvenmenin kifayet etmediğine inanan Sinan Paşa bu defa da: “Aklına uyup muttasıl öyle ikdam gerekmez, nakli koyub hemin akıl canibine ihtimam gerekmez. Eğer çi akıl asldur. Amma anda hata eksik olmaz. Şer’de nice nesneler var ki akl ana girmez, kendü dairesinden haricdür anlayamaz, akl anun gibiye karışmaz, samit olur.” sözleriyle aklın acizliğini belirtir. (Tazarru’nâme, 52) Bir başka deyişle metafizik konuda aklı yetersiz gören Sinan Paşa: “İlâhî! bizim aklımız her ne miktar bilürse, bir marifeti hodnümâyîdür, ankebut ne kadar muhkem yaparsa bir hâne-i hevâyidür.” (Tazarru’nâme, 71) diyerek aklı örümcek evinin basitliği ile kıyaslar. Sinan Paşa uzunca bir beyitle akıl ile aşkı karşılaştırmış ve burada akla karşı aşkı övmüştür. (Tazarru’nâme, 197–199) e) Dünya-Mal/Mülk Sinan Paşa mutasavvıfların gereğinden fazla veya hiç önem vermediği dünya, mal ve mülk sevgisine dair görüşleri de dikkate değer noktalar içermektedir. Bilindiği gibi dünya ve mal meşguliyetinin kişiyi Allah’ı zikirden alıkoyması sufilerce kınanmaktadır. Sinan Paşa; 300 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Zâhid oldur kim ola şirane merd İki alemden kıla gönlünü serd (Tazarru’nâme, 100) demek suretiyle bunu söylemek ister. Bir taraftan Tazarru’nâme’de “Mal mâr olur içi pür zehr hâ” derken, diğer taraftan Mârifnâme’de, “Dünya ne fanidir ki sen ânın nakdi içün incinesin ve mal ne cifedir ki eline girmedüğüne gücenesün” diyerek dünyanın gam çekmeye değer olmadığını ifade eder. (Mârifnâme, 37). Paşa “Zemmü’d- dünyâ vemâ fihâ” başlığı altında, “Dünya garrâde ve gaddâredir, huddâme ve mekkâredir. Sen onu mukim sanırsın, o seyyâredir. Dünya menzil-i ibrettir, makâm-ı hasrettir, dâru selâmet değildir ve cây-ı ikâmet değüldür” diyerek dünyanın geçiciliğine ve aldatıcılığına dikkat çeker. (Mârifnâme, 27) Sinan Paşa; “Humûle-i kûşe-i halvet şah biline ve inkıta-ı ihtilât-ı halk padişahlık biline, her işte Allah ile ola ve her demde bükâ vü âh-ile ola” (Tazarru’nâme, 114) sözleriyle Allah’ı daha fazla tefekkür ve tezekkür için tarikatlarda bir eğitim metodu olarak kullanılan halvet, uzlet, çile ile geçici bir süre de olsa halktan ve dünyadan uzaklaşmayı methetmekte, günahlarıyla baş başa kalıp onlara ağlamayı tavsiye etmektedir. Müellif, dünya ve mala değer vermediğini sadece söylemleriyle sınırlı bırakmamış, pratik hayata da yansıtmıştır. Onun, her şeyini Allah yolunda harcadığı hatta Vefâtında yıkamak üzere suyunu ısıtmak için evinde odun dahi bulunmadığı (Mecdi, 125) şeklindeki bir rivayet bu noktada calib-i dikkattir. Her ne var ise nimet-i dünyî Var bırak ola izzet-i ukbî (59) Cihan işi hemîn mekr ü füsundur Buna gönül viren gayette dûndur (Tazarru’nâme, 59) diyen müellif: “Cihan rengine gönül veren, gönül pasını açamaz, dünya kokusuna meyleden, can kokusunu hissedemez.” (Tazarru’nâme, 123) inancına sahiptir. Sinan Paşa’ya göre dünyayı sevmek her kötü işin kaynağıdır: Hubb-i dünyâ mazhar-ı zülm ü fesâd Hubb-i dünyâ ma’den-i cehl- ü inâd Hubb-i dünyadan kopar buhl ü emel Hubb-i dünyâdur viren dürlü halel Menşeidür cümle çirkin hâletün Re’sidür her bir yaramaz hasletün (Tazarru’nâme,160) 301 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Şüphesiz sufilerin dünya ve mal ile olan ilişkileri, bunlara yaklaşımı ve tahkir etmeleri ontolojik anlamda olmayıp, içindeki nimetlerin kişiyi zikirden alıkoyması ve gönle yerleştirilmemesi şeklindedir. f) Tövbe Tasavvuf ve tarikat yoluna girenlerin yapacağı ilk iş önce günahlarından usulüne uygun tövbe etmeleridir. Bu nedenle tövbe tasavvufun temel kavramları arasında yer alır ve tövbenin çeşitli dereceleri vardır. Sinan Paşa da bu konuya eserlerinde genişçe yer vermiştir. “Tövbe şu vakit sahih ve sadık olur.” diyen müellif, eğer günah bedenle olmuşsa tövbe yine bedenle, nefisle olmuşsa nefisle, mal ile olmuşsa yine kendi cinsinden yapılmalı der. (Tezkire, 219) “Günahkâr olan ümitsiz olmamalıdır. Benim günahım çok, ben artık iflah olmam dememelidir. Adem zellesini hatırladı, cennetten kovuldu ama tövbesi sayesinde a’lay-ı illiyyûna çıktı. Kalpte ne kadar günah olursa olsun tövbe onu temizler. Nice tövbe eden fasıkların günah işlemeyenlerden hali daha iyi olur. Bir kişinin can u gönülden günahını itiraf etmesi, samimi bir kalple bir daha günaha dönmeyeceğine inanması ve bu günahı hatırladıkça Allah’tan utanması gerekir. Bundan pişmanlık duyarsa şimdi o taze bir Müslüman’dır.” diyen Sinan Paşa’nın bu yaklaşımı tam bir sufice yaklaşımdır. (Tezkire, 255-6) “Pişmanlık kuru dille yapılırsa yetmez, yine nedamet sadece sözle yapılırsa bu da kifayet etmez. Bir daha yapmamaya niyet etmek, tamamen kötülükten vazgeçmek ve gönülden yönelmek gerek.” (Tazarru’nâme, 104) diyen Sinan Paşa “İşâret-i vücûb-i tövbe” başlığı altında bu defa şöyle der: Tövbe oldur sen peşîmân olasın Hakkı bilüb nev Müsülman olasın Dil getire hazrete acz ü niyaz Kalbi kalb eylemeye bâzâr-ı râz … Derdin andukça yüreğin tağlaya Ömrü zayi geçtüğünce ağlaya (Tazarru’nâme, 104) Bununla birlikte ehl-i tasavvufun tövbesinin farklılığına dikkat çeken müellifimiz: Tövbede evvel gerek böyle ide Vara sonra tövbesine tövbe ede (Tazarru’nâme, 104-105) mısrası ile yine ona ait “Tövbemiz yeni bir tövbeye muhtaçtır” 302 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Tazarru’nâme, 40) cümlesi asırlar önce yaşamış ilk kadın zahidelerden Rabia’nın sözüyle birebir örtüşmektedir. (Gazâlî, 1334, IV, 47.) g) Şükür-Rıza-Sabır Şükür tasavvuf erbabının Hakk’a kullukta önem atfettiği önemli bir kavramdır. Sinan Paşa’nın: “Şükür rızâdan gele, rızâ safâdan gele, teslim incinmeksüz ola ve sabır gücenmeksiz ola, fakirlik devlet biline ve yokluk devlet biline, elem lezzet gele ve gam rahat gele..” (Tazarru’nâme, 113) ifadeleri, Anadolu sufilerinden Hacı Bektaş-ı Veli başta olmak üzere pek çok mutasavvıf ile mutabık gözükmektedir. Bende olan Mevlasına şâkir gerek Hayr ü şerde hayr ile zâkir gerek --Şükr bir nimet durur hüsni bedîd Şükr-i nimet mûcib-i celb-i mezîd (Tazarru’nâme, 44) mısraları şükrün önemini hatırlatmaktadır. Müellif bir diğer önemli kavram rıza ile ilgili de bazı bilgiler verir. “Beyân-ı rızâ” başlığı altında: Ger idersen sen rızay-ı Hak taleb Hükmüne var râzi olgıl rûz u şeb diyerek Allah’tan gelen her şeyi rıza ile karşılamak gerektiğini söyler: (Tazarru’nâme, 155-156) Râzı ol her ne ki vire sana ol Kısmet oldur sana az u gerek bol Müellifin dikkat çektiği bir diğer kavram sabırdır. Sinan Paşa “İşâret-i sabır” başlığı altında: Her kimün kim sabrı vardur genc ânun Her kimün kim genci vardur renc ânun -Sabr gerçi bu yolın bir menzili Lîk sabra sabır gayet müşkili Has kullar sabrı kılurlar makar Hâsı hâs olan kılur anda güzer (Tazarru’nâme, 156) demek suretiyle başlangıçta sabrın zor, ancak başarılırsa sonucun verimli olduğunu beyan eder. h) Tevekkül Sinan Paşa’nın eserlerinde genişçe yer verdiği bir diğer kavram tevekküldür. Tevekkül kavramının İslam toplumunda yeterince 303 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı anlaşılamadığı veya istismar edildiği bilinen bir husustur. Bir zahir ve batın alimi olması hasebiyle onun tevekküle bakış açısı büyük bir önem arz etmektedir: Sinan Paşa: Cehdi de koma belî elünden Hakkı dahi koma hem dilünden Cehd eyle ki bir kimesne bî-renc Bu dünye turalı bulmadı genc Lakin ana kılma itimadun Bel eyle tevekküli imâdun (Tazarru’nâme, 98) mısralarıyla önce çalışmanın ve sebeplere tevessül etmenin gereğine vurgu yapmış, bununla birlikte sebebe güvenip takılmanın da yeterli olmadığını söylemiştir. “Beyân-ı Tevekkül” başlığı altında müellifimiz tevekkül ile ilgili daha sonra şunları söylemiştir: Gözleme dâyim işin tedbir-ile Sen gözet tedbirini takdir ile -Gün bugündür ger bilürsen sen haber İrtey çün yime sen hûn-i ciğer -Vaktini gör sûfi ibnü’l- vakt olur Hale bakgıl yoksa hâlün fevt olur -Her makamda bir tevekkül bulunur Her birinin ona göre ehli olur Az u çok rızkun sana bil yitüşür İr ü geç birgün ecel de irişür Yol uzundur yol ağırdır bilmiş ol Var hisab it bâri yükün görmüş ol (Tazarru’nâme, 171-172) Bu durumda doğru olan kişi önce kendisine düşen görev ve sebepleri bi hakkın yerine getirmeli, sonunda işi Allah’a havale etmelidir. Tembelliği tevekküle yüklemek ne teolog ne de sufilerce kabul gören bir anlayış değildir. i) Edep ve Ahlak Gerek “tasavvuf edepten ibarettir” (Sühreverdi, 38) diyen sufiler gibi, gerekse “tasavvuf ilim değil ahlaktır” diyen Ebu Hüseyin Nuri (ö. 907) gibi benzer düşüncelere sahip Sinan Paşa: Âdemi ümmid kılur bî-edeb 304 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bî-edeb olan varımaz râh-ı Râb diyerek edebin gereğine ve insanın ancak edep ile Hak yolunda mesafe kat edeceğine inanır. (Tazarru’nâme, 82) Yine onun aşağıdaki mısrası Hacı Bektaşı Veli’ye atfedilen: “Eline, diline, beline hakim olmak” düsturu ile birebir örtüşmektedir. Müellifin insanlara “Baş üstüne!” diyerek tam teslimiyetle, itiraz etmeden hizmet etmeyi, edepli olmayı ve karnını boş tutmayı önermesi dikkat çeker. Baş üstine hizmet it kalem ol Beste-kemer ü tehî-şikem ol (Tazarru’nâme, 151) Sinan Paşa: “Kişi niyetini dürüst etmeli, böyle yaparsa işi âsân olur, gönül Allah ile olursa bütün âlem ona yeksân olur.” (Tezkire, 233) diyerek eylemden daha öte giderek niyette dahi temizliğin ve dürüstlüğün şart olduğunu ileri sürmüştür. “Ubûdiyyet nedir?” diye bir soru yönelten Sinan Paşa bu soruyu yine kendisi cevaplar. Ona göre ubûdiyyet: “Sebepleri aradan kaldırmak, hayır ve şer ne varsa hepsini Allah’tan bilmektir. Bunun alameti ise hiç kimseyi kınamamak ve hiç kimseye bu yaramaz dememektir.” (Tezkire, 233) Şüphesiz bir İslam âlimi ve ahlakçısı olarak Sinan Paşa’nın bütün ahlaki kaidelerde referans noktası Kur’an ve hadislerdir. Kitaplarında kullandığı bazı hadisler zayıf veya mevzu olsa bile bunları tasavvuf erbabı gibi amellere teşvik ve kötülüklerden sakındırma bağlamında kullanmıştır. Mârifnâme’de ahlakla ilgili çok kez Eflatundan nakiller yapmış, ancak kendi ifadesiyle, maksat ahlakı güzelleştirmek olunca gerek Eflatun gerek Kur’an olsun hatırına gelen her nasihati yazmıştır. Nitekim onun: “Bizüm muradımız tehizib-i ahlaka müteallık birkaç söz söylemektir. Ammâ ol söz ki dahi şer’den alub dimekdir…” (Mârifnâme, 158) ifadesi bunu vurgular. “Ahlâk-ı Rabbâniye ile marûf olanların mertebesi meleklerden üstün olur.” (Tazarru’nâme, 54) diyen Sinan Paşa: “Ululuk hüsn-ü hulk ile bulunur, hüsn-ü sûret ile olmaz, sîret gerek, Adem’in içi dışı pâk gerek.” (Tazarru’nâme, 181) diyerek güzel ahlaka gönderme yapar. Sinan Paşa: Sen ki bî kibr ü bi riyâ olasın Hâs-ı dergâh-ı Kibriyâ olasın Hûb- rûsin u turş-rû olma Râst-hûsan düruğ-gû olma Ol mecâlista tâze rûy-ı latîf Tâ seni cümle halk tuta şerîf Tâlib-i şehvet-i muhâl olma 305 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Sâkin-i hâne-i hayâl olma -Tama’u hırsa sen mürîd olma Beyâzid ol yörü yezîd olma (Tazarru’nâme, 58-59) mısralarıyla insanı güzel ahlaklı olmaya ve herkese güler yüzlü davranmaya davet eder. Gurur ve kibre karşı çıkan müellif bu noktada, “İlim davası kişiye büyük bir perdedir. Kişinin kemali cehaletini idrak etmektir. Kişi cahilliğini idrak ederse marifet perdeleri ona açılacaktır. Kişi kusurunu ne kadar çok görebilirse o derecede kemali artar. Kişi tevazu sahibi oldukça Allah onun şanını yüceltir. Kişi Allah’a gönülden kul olursa Allah onu iki cihana sultan yapar” (Tezkire, 239-240) diyerek herkese edep ve ahlak dersi verir. Sonuç Sinan Paşa XV. Asırda yaşamış, Osmanlı devletinin yükselme devrinde, üstelik Padişah-sufi; medrese-tekke ilişkilerinin gayet olumlu seyrettiği, tasavvuf adına toplumda dikkate değer herhangi bir tartışmanın yaşanmadığı devirde büyümüştür. Bunda çoğu tarikat şeyhinin şeriat-tarikat dengesine azami itina göstermesi ve pek çok şeyhin medrese mezunu olmalarının büyük payı olsa gerektir. Dolaysıyla Sinan Paşa’nın tasavvufa ve tarikata mesafeli durmasını gerektiren herhangi bir husus yoktur. Müellifin eserlerinden anladığımız kadarıyla o tasavvufa yeni bir şeyler getirmek yerine, bir zahir alimi olarak bu yaşam tarzına olumlu yaklaşmış, aradığı huzuru tasavvufta keşfetmiş, İbn Arabî gibi çok tartışmalı şahsın sözlerine kendi açısından bazı açılım ve açıklamalarda bulunmuştur. Yine ilim dilinin Arapça ve Farsça revaçta olduğu bir dönemde o eser ve nasihatlerini akıcı ve sade bir Türkçe ile yazmıştır. Sinan Paşa ilmi sanat için değil hemşerisi Yunus Emre gibi toplum için yapmış ve halkın anlayacağı bir dilde tavsiyelerini paylaşmıştır. Günümüzden yaklaşık beş asırdan daha önce yaşamış bir sufi-alim, devlet adamı Sinan Paşa gibi zatın insana bakış açısı, dini hayatta kötümserlik yerine iyimserliği tercih edişi herkese ve herkesime önemli mesajlar verecek niteliktedir. Özellikle “hademat-ı hayrat” din görevlilerinin birer din gönüllüsü olarak hizmet sunmalarında, münacat müktesebatlarına katkıda bulunmalarında merhum müelliften istifade etmeleri tavsiye olunur. 306 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kaynakça: Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-hafâ, c. I-II, Beyrut 1933. Aşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman, neşr. Ali Bey, İstanbul 1332. Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, c. I-III, İstanbul 1338. Bursevî, İ. Hakkı, Lübbü’l -lübb, İstanbul 1328. el-Cezzâr, Ahmed Mahmud, el-fena ve’l- hubbu’l- ilâhî inde İbn Arabî, Kahire 1990. Eraslan, Kemal, Divan-ı Hikmetten Seçmeler, KB Yayınları, Ankara 1983. Gazali, Muhammed, el-Munkızu mine’d- dalâl, çev: H. Güngör, MEB Yayınları, İstanbul 1990. Gazali, Muhammed, Ihyâu ulûmi’d-din, Halebi Baskısı, c. I-IV, Kahire 1334. Hoca Sadeddin, Tâcü’t- tevârih, II, İstanbul 1280. İbn Arabî, Tercümânü’l- Eşvâk, Beyrut 1996. İsmail Beliğ, Güldeste-i Riyazı İrfan, Hüdavendigar Matbaası, Bursa 1287. Koç, Aylin, “Sinan Paşa”, DİA, c. XXXVII, ss. 229-231. Latifi, Tezkire, İstanbul 1314. Mazıoğlu, Hasibe, “Sinan Paşa, İA, X, İstanbul 1966, ss. 666-670. Mecdi, M., Şekaik Tercemesi Hadâik, Matba-ı Amira, İstanbul 1269. Mevlâna, Hz. Mevlâna’nın Rubaileri, haz. Ş. Can, Ankara 2001 Öngören, “Muslihiddin Mustafa”, DİA, XXXI, 269-271. Öngören, Reşat, Osmanlılarda Tasavuf, İz Yayıncılık, İstanbul 2000. Reşat Öngören, Tarihte Bir Aydın Tarikatı Zeyniler, İnsan Yayınları, İstanbul 2003. Sakıp Mustafa Dede, Sefine-i Nefise-i Mevleviyan, Sinan Paşa, Mârifnâme, (tıpkıbasım), haz. İ. H. Ertaylan, İstanbul 1961. Sinan Paşa, Tazarru’nâme, haz. M. Tulum, Ankara 2001. Sinan Paşa, Tezkiretü’l- evliyâ, haz. E. G. Naskali, KB Yayınları, Ankara 1987. Sühreverdî, Ebu Hafs Ömer, Avârifü’l-Meârif, Tah. A. Mahmud, c. III, Kahire 1974. Tatçı, Mustafa, Yunus Emre Divanı, İnceleme ve Tenkitli Metin, I-II, KB Yayınları, Ankara 1990. Uzunçarşılı, İ. H., Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, TTK, Ankara 1988. Zihni Efendi, Meşâhiru’n-nisâ, sad. B. Çetiner, Şamil Yayınları, İstanbul 1982. 307 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ÇETİN, Ayşe Yücel (2014). “İrfan, İnsan Ve Toplumsal Değerler Bağlamında Akşemseddin”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.309-318 (http://bilgelerzirvesi.org). Ayşe Yücel ÇETİN* İRFAN, İNSAN VE TOPLUMSAL DEĞERLER BAĞLAMINDA AKŞEMSEDDİN B eylikler döneminden itibaren Türkistan’dan ve İslam dünyasından aktarılan bilim ve ilmî çalışmalar, Osmanlı döneminde özellikle II. Murad döneminde belirgin şekilde ilerleme kaydetmiştir. II. Murad’ın da bilim adamlarını ve sanatçıları himaye etmiş olması adeta bir Osmanlı Rönesansının müjdecisi olmuştur. İbn-i Arap Şâh’ın Sultan’ın hocası olması bunda etkili olmuştur. Bu dönemde daha önceleri Türkiye’den Mısır, Suriye, İran ve Türkistan’ın bilim ve kültür alanındaki üstünlüğü Osmanlı topraklarına geçmeye başlamıştır. Bir taraftan Osmanlı medreselerinde yetişen âlimler, bir taraftan dışarıdan gelenler âlim ve mutasavvıf şahsiyetler yeni bir medeniyetin, yeni bir kuruluşun ve olgunlaşmanın habercisi durumundadırlar. Molla Yegân, Molla Gürânî, Molla Hızır, Kazasker Molla Hüsrev, Ahmet Bican ve Mehmet Bican kardeşler, İbn Melek ibn Mehmet, Fethullah Şirvanî Ahmedî, Devletoğlu Yusuf dönemin önde gelen âlimlerinden bazılarıdır. Sultan Fâtih’in yetişmesinde de etkili olan özellikle Molla Güranî, Hocazâde, Molla İlyas, Siraceddin Halebî, Hasan Samsunî, Molla Abdülkadir, Molla Hayrettin ve Akşemseddin, toplum tarafından kabul gören dönemin önemli âlimlerindedir. (Dosay Gökdoğan, 2002:318) Sultan II. Murad’ın bıraktığı bilim ve sanat alanındaki çalışmalar Fâtih döneminde de yükselerek devam eder. İstanbul’un fethini müteakip Osmanlı Devleti’ne merkez olmaya hazırlanan bu beldede medreseler kurulur, devrin meşhur bilginleri müderris olarak atanır. Mevlâna Alâüddin Tûsî, Bursalı Hocazâde Muslihiddün Mustafa, Mevlâna Abdülkerim gibi isimlerin hizmet verdiği * Prof. Dr. Gazi Üniversitesi. 309 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı medreseler yanında cami, imaret, tabhâne, kütüphane, kervansaray, dârüşşifâ gibi toplum hizmetinde kullanılacak eserler inşa edilir. Akşemseddin, hem yetişmesi, hem hizmet verdiği dönemlerde görev yaptığı medreseler itibariyle dünyanın sayılı kültür merkezlerinden biri olan Osmanlı coğrafyasında yaşamış bir şahsiyettir. Asıl adı Muhammed/Mehmed olup Ahmed olarak anılan Akşemseddin, medreseli bir aileye mensuptur. Şahabeddin-i Sühreverdi (ö. 1234) vasıtasıyla Hz Ebu Bekir’e bağlanan bir soydan gelen Akşemseddin’in babası Şam’dan Türkiye’ye gelip Amasya civarına yerleşen Kurtboğan Evliya adıyla ün salmış Şeyh Hamza-i Şamî’dir. Küçük yaştan itibaren Kur’an başta olmak üzere İslamî ilimleri öğrenen medreselerde tıp eğitimi alır ve müderris olur. Dönemin gereği olarak Arapça ve Farsça da bilen Hoca, Osmancık Medresesi'ne müderris olarak tayin edilir. Bir müddet burada hizmet eden Akşemseddin, tasavvufa yönelir, İran ve Türkistan’a geçer. Yeniden Türkiye’ye, İstanbul’a gelir, oradan Ankara’ya Hacı Bayram Veli’ye intisap eder. Bu intisaptan sonra Muhammed adı unutulur ve şeyhinin verdiği isimle anılır: Ak Şemseddin… Bir müddet Ankara’da kalan Akşemseddin, İskilip’e, oradan Göynük’e geçer. II. Murad’ın daveti üzerine Hacı Bayram Veli ile Edirne’ye de giden Akşemseddin, çocukluğundan itibaren Sultan Mehmed’le de tanışık olur. Tıp alanındaki bilgisiyle sarayda hekimlik yapan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed’in daveti üzerine İstanbul’un fethine katılır, zaman zaman da Padişah’la sohbet eder. Fetihten sonra bir süre müderris olarak İstanbul’da hizmet veren Akşemseddin, kendisine gösterilen teveccühten kurtulmak için Göynük’e yerleşir. Burada eğitim faaliyetlerine devam ederken bir yandan da hekimlik mesleğini sürdürür. Türkistan’dan başlayıp Balkanlara kadar uzanan geniş bir İslam coğrafyasını tanıyan, bu coğrafyadaki gelişmeleri yakından takip eden Akşemseddin, bir tıp müderrisi veya dönemin mutasavvıf şahsiyeti veya tarikat şeyhi olmak yanında içinde yaşadığı toplumun sosyal problemlerini, toplumun çatısı altında yaşadığı devlet ve devlet yöneticilerinin zihniyet dünyalarını da yakından bilen bir şahsiyettir. Karizmatik liderler, bir kimseye tanrı tarafından verildiği kabul edilen bazı özellikler dolayısıyla farklı kılınan, sadece çalışarak kazanılmayan, yaratılıştan gelen olağanüstü özelliklere sahip kişilerdir. Türk kültür alanında ‘Kut’ kavramıyla ifade edilen bu ilahî özelliğe sahip olan liderler, geçmişle geleceği birlikte düşünen, 310 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dönüştürücü, rehberlik yapan ve tarihi dönemlerde süreklilik gösteren, isimleri çevresinde çeşitli anlatmaların olduğu şahsiyetlerdir. Akşemseddin de yetiştiği çevre, yaşadığı zamanda gösterdiği yararlıklar ve hayatının sonuna kadar eğitim ve tıp alanında verdiği hizmetler ile özellikle İstanbul’un fethi sürecinde ismi çevresinde oluşan ve günümüze kadar gelen anlatmalar itibariyle karizmatik lider olma özelliği göstermektedir. Dolayısıyla yaşadığı dönemde, fikirleri, hayat tarzı ve eserleri şahsiyet özelliğine bağlı olarak sağlam bilgi kaynaklarına dayanacaktır. O’nun öğrenim hayatında edindiği bilgiler, tecrübeler hem yaşadığı dönem içinde yaşanılması gereken bir hayatı, hem de idealize edilen bir hayat tarzını teklif ve telkin etmesi gerektirir. Mutasavvıf, şeyh ve dervişler Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında olduğu gibi yeni ülkelerin fethinde de manevi kumandan vazifesi yapmışlardır. Bunun yanı sıra, Türk insanının terbiyesi, ahlâki davranışları ve iman anlayışında büyük rol oynamışlardır. Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Mevlana Celaleddin Rûmî’nin fert-cemiyet ve devlet ilişkilerinin tanziminde de önemli vazifeler üstlendikleri muhakkaktır. Akşemseddin de bu toplum liderlerinden biri, belki de en önemlilerindendir. Zira yeni bir çağın açılması ve yeni bir medeniyetin kurulmasında müessir olmuştur. Tarih boyunca Türk devlet geleneğinde devlet adamlarının yanında bulunan şeşenler, müşavir veya lalalar, İstanbul’un fethi esnasında Fatih’in yanında bulunan Akşemseddin’le bu geleneği devam ettirir. (Yücel, 95:26) Ayverdi’nin ifadesiyle Akşemseddin, yalnız dönemin değil; devirlerin Fatihi olan bir sultanın hocasıdır. Fatih Sultan Mehmed’, “…kendinde gizli olan kudretten kendini haberdâr etti. (1976: 101) Akşemseddin’in şahsında ifadelenmiş ve vücûd bulmuş tasavvuf ahlâkı O’nun nesi var nesi yoksa yıkmış, sonra da aynı malzemeyi kullanmak suretiyle bu harabenin yerine bir eşsiz mâmûre kurmuştur. (Ayverdi, 1976: 119) Akşemseddin’e ait olduğunu bildiğimiz tasavvuf muhtevalı sekiz mensur eser ve kırk şiiri bulunmaktadır. Eserlerinde hem fert hem de toplumun ahlâkî unsurlarla ilgili yönünü vurgulayan Akşemseddin’in, insanın olumlu ve olumsuz davranışlarını değerlendirmesi, mensubu olduğu toplumun genel ahlâk kuralları, dolayısıyla İslâmî çerçevede gelişen tasavvufî temel ve değerler üzerine bina edilmiştir. “İnsanın hakiki dünyasında cemiyet ve fert el ele gider.” (Maclver-Page, 1994: 81). Ferdin kendisiyle, ferdin fertle, ferdin 311 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı cemiyetle uyumu ahlâkın amacını oluşturur. İnsanın kendisini tanıması ile başlayan ve yaşadığı sürece devam eden arayış esasında fert-cemiyet ilişkisini de belirler. İslâmiyet ruhî ve ahlâkî terbiye ile insanın yüceltilmesini hedeflemekte olup insan terbiyesinde şahsiyeti ön plana almakla beraber fert ile cemiyet arasındaki bağı da koparmamıştır. Hatta insan davranışları toplum hayatının düzenine göre belirlenmiştir. “Nitekim Ebu’l-Hasan en Nuri’ye göre tasavvuf ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf yalnızca ahlâktır.” (Çağırıcı, 1989:7). Aldığı terbiye ve eğitim birikimi ile tasavvufun malzemesinin insan olduğunun şuurunda olan Akşemseddin, insanı davranışlarını, yaratılış ve İslâmiyet’in yüklediği sorumluluklar göz önüne alarak değerlendirilmiştir. İnsan Allah’ın halîfesi, vekîli olarak gönderilmiştir.336 Bu hilâfete layık olmak için mükellef olduğu vazifeleri vardır. Bunların ilki yaratıcısını bilmeli ve O’na kulluk etmelidir. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” hadisinde olduğu gibi önce kendini tanımalıdır. Kendinin farkına vararak, kendi benliğinden haberdâr olan kişi iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edecek ölçülerdedir. Akşemseddin’e göre: “İnsan her nesneyi basiretiyle müşâhede ede, bilmesiyle müteallik ola. Kendinin niceliğini bilmez kişi ki söyleye. Pes bilir kim kadîm Cebbar-ı âlem nicedir.” (RN337/2408, v.1116 Vâlih ü hayran olıban kenözümden bî-haber. Şimdiyi bilmez bu ‘aklum ne bile ferdâsını. (Eraslan, 1987:12b, VI-65) Ahlâkı “nefiste yerleşik olan yatkınlıklar” (Gafarov, 2011:119) olarak tanımlayan İslâm filozofları, bunlar iyi olursa nefisten erdemler sâdır olur. Dolayısıyla ahlak ilminin temel vazifesini nefis terbiyesi olarak ifade etmişlerdir. Mutasavvıflar hem dinin hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve çirkin davranışların kaynağının nefis olduğunu ifade etmişlerdir. Nefse karşı verilen savaşın insanın ahlakî mükemmelliğe ulaşması olarak açıklamışlardır (Çağırıcı, 1989: 8). Kötülüğü emreden, şehvet, öfke, kin ve nefretin merkezi kabul edilen nefs Akşemseddin eserlerinde “İnsanı kötülüğe sevk eden güç” olarak gösterilir. Aşılması, geçilmesi gereken zor bir dağdır. 336 337 Bkz. Bakara Sûresi, â.30 Akşemseddin’in “Risâletu'n-Nûr” adlı eseri. 312 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Nefs seni isteklere, lezzetlere davet eder. Muhakkak ki nefs kötülüğü emreder.” (DMS338/4092, v.111a) “Kim ki nefsi hevasıyla olursa derin kuyuya düşer.” (RN/2408, v.103a) Nefs ve can iki ezelî düşmandır. Kötü huyları nef, ilahî yolu gösteren manevî kuvveti de can idare eder. Hakk yolunun tâlibi nefsin isteklerinden vazgeçip O’na yönelir. Sen mürid-i Hakk ısan nefsin murâdın ko ki ta Cân murâdın irüben görmeyesin hiç melâl. (Eraslan, 1987:6b, II-28) Mağrûr olup magbûn olma nefsüne mekkâredür Cümle işi hep hiledür mekr ü küfr ü hem dalâl. (Eraslan, 1987:6b, II-29) Nefsi ile cenk eden, onun arzularını terk eden (Eraslan, 1987:93b, XXXIII-252) sûfi, nefsin perdelerini aşar (Eraslan, 1987:8b, V-54) ve hakiki mâbûdu bulur. (Eraslan, 1987:6a, II-27) Kul eğer nefsine uyarsa Hakk katında hor ve zelil olur, iblis ile kalır. (Eraslan, 1987:6a, II-25,26) Kur’an-ı Kerim; insanı Allah’ın halifesi, yaratılmışların efendisi, dolayısıyla da kâinatın esası olarak kabul eder. Mükemmel yaratılan insanın davranışları, yaşayışı da buna uygun olmalıdır. Esasen İslamiyet bir ahlâk dinidir. Hz. Muhammed’in bir hadisinde, “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”339 Te’yid edilmektedir. Akşemseddin, ahlakın insan ve toplum için önemini her fırsatta dile getirir. O’nun ahlak anlayışı âyet ve hadisler doğrultusundadır. “Sizin en hayırlınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.”340 Hadisinde ifade edildiği gibi, iyi ve güzel ahlâklı olmak hedeflenir. Bu sebeple de söz ve fiiller “iyi”, “hayırlı” ve “mükemmel” insana uygun olmalıdır. Bu ahlâk sistemi beraberinde dünyada huzuru ve Allah rızasını kazanmayı, ahirette de ebedî saadeti getirir. Bergson, insan nefsini derinliğine düşünürse onu idrak eder der. Kişinin ahlâkî olgunluğa erişmesi manevî ve rûh olgunluğuna ulaştığının delilidir. Akşemseddin’in eserlerinde ahlâkî unsurlar; insanı kötü hal, söz ve hareketlerden alıkoyan meleke olan edeb, nefsini terbiye ederek kibir ve gururdan geçmek anlamındaki tevazu, doğruluk ve kalp temizliği olan sıdk, yaşamak için gerekli olan şeylerin dışında kalan bütün şeyleri, nefsanî arzuları yok saymak, bunları reddetmek olan kanaat, nimeti verenin nimetini alçak 338 Akşemseddin’in “Defu'l-Metâini's-Sûfiyye” adlı eseri. Irakî, İhya Kenarı, II, 157 340 Buhari, Edeb, 38,39 339 313 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gönüllülük, zillet yolu ile itiraf ve ikrar etmekten ibaret olan şükür, Akşemseddin’in; "Erenlerin güzel sıfatları belâ içinde olup sabrettiği mikdarca artar. Yani sabır, tevekkül, kanaat ve hilm belâ içinde çok durunca hâsıl olur. Belâya sabretmeleri sebebiyle erenlerin gönülleri gözgüsü sâfi ve pâk olur. Nefisleri yaramaz hulklardan hâlis olur. Eyub Peygamber gibi nice belâya sabrettiği için Allah u Teâla onun hakkında böyle der: "Ne gökçek ve ne iyidir ol Eyub, gönülle Allah'ı anıcıdır." Pes velî oldur ki halkın içindekine tahammül ede." (RN/2408, v. 130a-b) cümleleriyle ifade ettiği sabır, kul ile Allah arasında bulunan ve hakîkatin anlaşılmasına mâni olan sûretler anlamındaki hicab, kulun irâdesini teslim edip Hakk'ın hiç bir tecellisine şikayet etmeden sükût halinde yaşama hali olan rıza, insanların arkasından hoşa gitmeyen şeylerin söylenmesi ve İslamiyet’e göre yasak olan gıybet ile kargaşa ve bozgunculuğa sebep olan söz ve haller olan fitneden uzak durmak, işlenmesi yasak olandan (haram) ve rüşvetten uzak durmak, her mü'min, diğer mü'minlerin can, mal ve namuslarından sorumlu olduğu bilinciyle zinadan uzak durmak, kibirli olmamak, dedikodu, cimrilik, kavga (Cidal), şek ve riyadan kaçınmak, tevbe edebilmek ahlaklı olmanın temelleridir. Aksi takdirde insan ömrü heba olur. Dün ü gün zulmet içinde ha yürürsin turmadın Zâyi’ itdün ömrini gel âb u hayvân iste bul (Eraslan,1984:18a, VIII-80) Tarikat geleneğinden ahi terbiyesine, fütüvvet esaslarından toplumsal davranış tarzına kadar Türk kültür hayatının her alanında görülen bu esaslar, toplumun bir arada yaşamasını sağlayan temel unsurlardır. Akşemseddin eserlerinde bu konuda âyet ve hadislerden örnekler vermek suretiyle söz eder. Ortak yaşama iradesi sergileyen insanlar sosyal bir topluluk olup, kendi içinde organizasyona gider ve bir arada yaşama iradesi sergilerler. Sıradan topluluk olmaktan çıkıp bir devlet çatısı altında yaşayabilen, kader birlikteliği yapmış, ortak vicdan çevresinde toplanan yapıyı oluştururlar. İrfan sahibi insan, içinde yaşadığı toplumun şartlarını, toplum içinde kendi yaratılış hikmetini bilmek zorundadır. Tasavvufta irfân kavramı, keşf ve ilhâm yoluyla kalbe gelen ve umumiyetle aklî bilgiden üstün bir değer taşıdığı düşünülen bilgi çeşidine işaret etmek üzere kullanılmaktadır. Tasavvuf geleneğinde duygu ve tecrübe yahut akıl ve nakil yoluyla değil, bâtınî şuhud ve buluşla elde edilen özel bir bilgiye ma’rifet adı verilmiş, daha 314 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sonraları bu müşâhede ve mükâşefelerden bahseden ilme “irfân” denilmiştir. (Gökçe,2010: 16) Akşemseddin ârifi, iradesini mutlak irâdeye teslim etmiş, dolayısıyla da Hakk’a teslim olmuş O’nun rıza ve sevgisini kazanmış insan olarak nitelendirir. (DMS/4092, v.105a) Ârifin irfanı bilginin aczini kabuldendir. Ârif müşahede ilmine vâkıftır, vahdet ehlidir, kudret diliyle söyler. Ak Şemseddin, bir taraftan toplum sosyolojisini bilen, bir taraftan Türk devlet geleneğine vâkıf, aynı zamanda döneminin dünya siyasî yapısını da gözlem, bilgi ve tespitleriyle kavrayan bir şahsiyettir. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed’in kendisine bir dergah ve medrese yaptırma isteğini, sahip olduğu ahlak anlayışını yıkacağı için kabul etmemiştir. Zira Akşemseddin tevazu konusunda hassastır. O’na göre Tevâzu sahibi insan, nefsini terbiye ederek kibir ve gururdan geçmiştir: “Pes tevâzu alâmetin bilmek gerekli, tekebbürlük tevâzu zıddıdır.” (RN/2408, v.10b) Akşemseddin’in bilgi referansı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’da kibir olumsuz olarak anılmıştır. Kibrin zıddı tevazu sahibi olmak ise olumludur. Lokman Sûresi’nde: “İnsanlardan (büyüklenerek) yüzünü çevirme (vela tusa’ir)! Yeryüzünde şımarıklıkla yürüme! Çünkü Allah(c.c.) büyüklük taslayan ve böbürlenen kimseleri sevmez.”341 Kibir ve tevazu konuları Akşemseddin’in eserlerinde şöyle yer almaktadır: “Mütevâzi olan kişi başkalarının sevgi ve hürmetini kazanır ve faziletli yaşar. Aksi de kibirli ve mağrur olmakdır. Kibir kendini başkalarının üstünde tutmakdır. İslamiyet kibiri kötü huylardan kabul eder. Bu sebeple de kişiyi mütevâzi olmaya, kibirden uzaklaşmaya teşvik eder. Kibirli olan kimse, kalabalık içinde bile olsa devamlı yalnız kalır.” (RŞAHB342/260, v. 39a) Cömertlik, muhtaç olana maddi ve manevî yardımda bulunmaktır. Bunun zıddı da cimriliktir. Cimri, hayırlı ve lüzumlu olana yardım etmek bir yana yalnızca biriktirme taraftarıdır. İslamiyet cimriliği kötü bir huy olarak kabul eder ve ondan uzak olmaya teşvik eder. Kur’an’da: "Mal ve servet insan için bir imtihandır."343 ve “Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir.”344 âyetleri de buna işarettir. "Cimrilerin başına da değişik bir bela vermiştir. Devamlı 341 Lokman Sûresi, â: 18 Akşemseddin’in “Risaletü Şerhi Akvâl-i Hacı Bayram Veli” adlı eseri. 343 Zümer Sûresi, â: 49-52 344 Tegabün Sûresi, â: 615-17. 342 315 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı toplayıp artırmak peşindedirler ve dünya için yerinde harcama yaparlar ne de âhirete yatırım olsun diye nafaka verirler. Bunlar hem dünya hem de âhirette mahrum olur, varlık içinde yokluk görürler." (DMS/4092, v. 128a) Akşemseddin dünyevi olanı, şan, şöhret, mal, mülk gıybet, dedikodu, kıskançlık, fitne, haram, rüşvet, cimrilik, riya vb. vazgeçmesini iyi ahlâk sahibi olmanın bilgi ve fazilet bakımından yenilenme, şuurlanma dolayısıyla muhasebe yaparak yanlıştan vazgeçme olduğunu ifade eder. Kur’an ve sünnette Allah’ı en yüksek derecede sevmek (elBakara 2/165) O’nun hoşnutluğuna ve O’ndan hoşnut olmaya layık olmak (el-Maide 5/119) temel ahlâkî motif olarak gösterilmiştir. (Çağrıcı, 1989:2) “İnsanı cemiyet içinde fert” olarak düşününce sevginin toplumsal düzeni, dengeyi sağlamada fonksiyonu ahlâkî olmaktan ziyade sosyal-cemiyet yönüyle dikkat çekicidir. Zira bir toplumun fertleri arasında sevgi varsa olumsuzluklar, haksızlıklar yoktur. Akşemseddin’e göre kişi, yaratılış gayesine uygun olarak yaşamak, yaşadığı zaman içinde kendisine tevdi edilen görevleri yerine getirmek zorundadır. Kendisi, Sultan tarafından verilmek istenen bütün mansıbı reddederek örnek bir davranış da sergilemiştir. Geçici unvan, verilen mansıp, sahip olunan dünya varlığı kişiyi gaflete sürükler. Akşemseddin insanı, içinde yaşadığı dünyayı değerlendirirken fani ve ebedî olana dikkat çeker. Yaratılışın gayesinden uzak, dünyanın aldatıcı hallerine aldananı gâfil olarak nitelendirir: Gâfil olma genc içinde oturursun ey fakîr Bî nihayetdür bili gör genc-i penhân iste bul (Eraslan,1987: VIII-18b -85) İnsanı hakiki dünyasında fert ve cemiyetle değerlendiren Akşemseddin bütün ile beni mahiyet itibariyle değerlendirir. Dolayısıyla insanı öncelikle kendini tanımak, yaratılışın gayesine uygun yaşamanın sorumluluğu ve şuuru içinde kabul eder. Anadolu’nun İslâmî bir hüviyet kazanmasında önemli roller üstlenen, Türk insanına manevi liderlik yapan dervişler, veliler, geniş halk kitlelerinin hayat felsefelerini de tesis etmişlerdir. Cemiyetin terbiyesi, ahlâkî yapısı, ticarî anlayışı, değerleri, iman anlayışı onların şahsiyetlerinde, hayat tarzlarında ve eserlerinde öne çıkmıştır. Fatih Sultan Mehmed gibi devrine hükmeden bir padişaha hoca ve mürşid olan Akşemseddin hem örnek şahsiyeti hem de eserleri, 316 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması hayatı çevresinde oluşan menkıbe, eğitimciliğiyle birlikte yürüttüğü tabipliği toplumda yol gösterici olmuştur. İnsanı Allah’ın halifesi, yaratılmışların efendisi dolayısıyla da kâinatın efendisi olarak kabul eden Kur’an-ı Kerim, mükemmel yaratılan insanın davranışları ve yaşayışının da buna uygun olmasını ister. İnsan, esasen zâhiri yönüyle âlemin, özüyle Allah’ın yani iki âlemin de temsilcisidir. Dolayısıyla ona göre davranmalı, davranışlarını ona göre tanzim etmelidir. Akşemseddin: “Hak’dan cûda görmen eri erdür dü âlem serveri” Eğer kılurlarsa nazar altuni derler tağları “ (Eraslan,1987: XXIII-60b-190) der. İslâmın ahlâk sistemi söz ve fiillerde “iyi”, “hayırlı” ve “mükemmel” insanı hedeflemektedir. Ruhî ve ahlâki terbiye ile insanı yüceltmektedir. Faziletli yaşamak, iyi ve faydalı olanı almak, kötüden uzaklaşmak, manevi ve ruhî olgunluğa ulaşmak gerekir. Burada şahsiyet ön planda olmakla birlikte fert-cemiyet arasındaki bağ dikkate alınmış hatta insan davranışları cemiyet hayatının düzenine göre belirlenmiştir. Bu anlamda iyi ve güzel ahlaklı olmak, faziletli yaşamak olarak özetlenen İslam, ahlâk sistemi beraberinde dünyada huzuru ve Allah rızasını kazanmayı ahirette de ebedi saadeti sunmuştur. Akşemseddin eserlerinde insana, yaratıldığı üzre söz de, fiilde ve hizmette iyi insan olarak yaşamayı öğütlemiştir. Kaynakça Kur’an-ı Kerim, http://kuran.diyanet.gov.tr/ Akşemseddin ( Muhammed b. Hamza), Risâletu'n-Nûr, Süleymaniye Ktb. No.2408 Akşemseddin (Muhammed b. Hamza), Defu'l-Metâini's-Sûfiyye, Süleymaniye Ktb. No.4092 Akşemseddin (Muhammed b. Hamza), Risaletü Şerhi Akvâl-i Hacı Bayram Veli, Pertev Paşa, No. 260 Akşemseddin (Muhammed b. Hamza), Risâletü'd-Dua, Pertev Paşa, No. 260 AYSEL, Levent, Liderlik ve Duygusal Zeka, Kocaeli 2006, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). CEBECİOGLU, “Ethem, Akşemseddin'de Bazı Tasavvufi KavramlarI”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/756/9636.pdf 317 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı DOSAY GÖKDOĞAN, Melek, “Osman Gazi'den Mehmed Vahideddin'e Osmanlı Bilimi ve Kültürü”, Türkler- 11, Ankara 2002, s. 175-209. ERASLAN, Kemal, “Akşemseddin’in Dini Tasavvufî Şiirleri”, TDAY Belleten 1984, Ankara 1987, s.11-85. GÖKÇE, Ferhat, İslâm İrfân Geleneğinde Hadis Yorumu, Ankara 2010. (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi) KASAPOĞLU, Abdurrahman, Kur’an’da “Gıybet” Olgusu -Bir Davranış Bozukluğu Olarak Dedikodu ve Korunma Yollarıİlahiyat Fakültesi Dergisi 11:2 (2006), 51–70 Kavramlar- I, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/756/9636.pdf KILIÇ, Recep “Ahlâk Kavramının Analizi”, İslam Ahlâkı ve Sevgi, Ank. 2007, s. 37-48. MACLVER, R.M., Page Charles H. (Çev.: Â. Kurtkan), Cemiyet I, Ankara, 1994. YÜCEL Ayşe, “Akşemseddin’in İki Yeni Şiiri” Türk Kültürü Araştırmaları-Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’a Armağan, XXXII/12, Ankara, 1996, s.389-391. YÜCEL ÇETİN, Ayşe, Akşemseddin’in Eserlerinde Sosyal ve Ahlak ve Eleştiri, TÜRKKAD tarafından düzenlenen “Hacı Bayram-ı Veli Uluslar arası Sempozyumu (14-16 Aralık 2012)’nda okunan yayımlanmamış bildiri metni. YÜCEL ÇETİN, Ayşe, Akşemseddin’in Eserlerinin Dinî-Tasavvufî Açıdan Tahlili, Ankara 2009. 318 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KARTAL, Ahmet (2014). “Alî Şîr Nevâî’de İrfan”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.321-326 (http://bilgelerzirvesi.org). Ahmet KARTAL* ALÎ ŞÎR NEVÂÎ’DE İRFAN K adim bir geçmişe sahip olan Türkler, gerek İslâm’dan önce gerekse İslâm’dan sonra bulundukları coğrafyalarda büyük ve özgün bir kültür ve medeniyet oluşturmayı başarmış milletlerdendir. Türk milletinin en büyük sosyal akrabalık bağı ise, hiç şüphesiz kadim dönemlerden beri “Türkçe” olmuştur. Türkçe, kökü büyük Türk tarihinin derinliklerinde, Türk olanların hür ve beraber yaşama istek ve iradelerinden doğmuş, Türk milletinin geleceğine ait millî ve ortak ülkülerini içinde saklayıp yeni Türk kuşaklarına tevarüs yoluyla aktaran, Türk çocuklarını ağızlarında analarından emdikleri saf ve pak süt gibi besleyen, Türk ikliminin lisanı, çekilmediği yerlerin Türk vatanı olarak yaşamaya devam ettiği bir dildir. Aslında Türkçe, Türk gibi konuşup yazan demektir. Türk olma bilincinin ise, Türkçe ile birlikte ortaya çıktığı müşâhede edilmektedir. Nitekim VIII. asırda Göktürk Hakanı Bilge Kağan ve danışmanı, başkomutanı (aygucısı) Bilge Tonyukuk’taki Türklük şuuru Türkçeyle; XI. asırda Kaşgarlı Mahmûd’daki Türklük ve Türkçenin Arapça ile at başı yürüdüğü ve Araplara: “Türk dilini öğreniniz, onların uzun süre saltanatları olacaktır.” bilinci Türkçeyle; XIII. asırda Anadolu’da Âşık Paşa ve çevresindeki Türkçenin üstünlüğü fikri Türkçeyle; yine XV. asırda Batı Türkistan’da Türkçenin Farsçaya karşı üstünlüğü Nevâî Türkçesiyle dile getirilmiştir. (bkz. Karaörs 2011: 40) Türkçecilik şuuruyla hemhâl olan ve yazdığı eserlerle Türkçeye ruh veren Alî Şîr Nevâî hakkında merhum Ali Nihad Tarlan hocamız şunları söylemektedir: (Çelebioğlu 1989: 82) “Her Türk’ün bu ismi hürmet ve minnetle anması lazımdır. Hakîkî ilmin çetin yolunda yürümek zahmetine katlanan her Türk, medeniyetimizin bu büyük mümessilini tanımak mecburiyetindedir. Bu, bir medeniyet borcudur. Şarkın ve Garbın yabancı bilginleri * Prof. Dr. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi 321 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı onun üzerine dikkatle eğilmişlerdir. Gönül isterdi ki bizde de onun namına enstitüler kurulsun ve ciddi bir tetkik sahası açılsın. Bir dehâ ki, Orta Asya Türklerinin arasında yetiştiği hâlde daha hâl-i hayâtında şöhretini Türklerle meskûn sahalara yaymış, asırlar boyunca Anadolu, Rumeli, Azerbaycan, İran, Irak, Kırım ve Volga boyları, hatta Hindistan Türk camiası onun eserini duymuş, sevmiş, onun duygularıyla yaşamıştır.” Nevâî, Fars edebiyatının özellikle Mollâ Câmî ile zirveye ulaştığı bir dönemde, Türkçe ile yüksek bir edebiyatın oluşturulabileceğini ve Türkçe’nin birçok yönden Farsçadan daha üstün olduğunu savunarak (bkz. Barutçu Özönder 1996 ), kemiyet ve keyfiyet yönünden dikkat çeken manzum ve mensur birçok Türkçe eser kaleme almıştır. Alî Şîr Nevâî’nin, millî şuurla Türk dilini ele alması, onu ilim ve edebiyatın her sahasında işlemesinden dolayı dili, “Nevâî Dili” diye şöhret kazanmıştır. (Çelebioğlu 1989: 82) Ali Nihad Tarlan’ın nitelemesiyle “Türk faziletinin erişilmez bir şahikası, Türk edebiyatının muazzam bir âbidesi, Türk milliyet perverliğinin şuurlu bir önderi” (Tarlan 1990: 149) olan Alî Şîr Nevâî’nin “Cihanda Türk edebiyatı bayrağını kaldırmak suretiyle Türkleri tek bir millet haline soktum.” “Hiç ordum olmadığı halde her tarafta yalnız divanımın nüshalarını göndermek ile Çin hududundan Tebriz’e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini fethettim.” sözleri ile Sedd-i İskenderî’de kendisine hatiften gelen bir sesin “Sen kılıçsız, yalnız kalemin ile Türk ülkelerini, Türk milletinin kalbini fethedeceksin, onları bir tek millet yapacaksın, Türk iklimleri sana aittir, sen bu milletin sahipkıranısın” şeklindeki ifadesi Nevâî’deki birlik fikrine delalet etmektedir (Karaörs 2011: 44). Z. Fahri Fındıkoğlu ise bu hususa şöyle dikkat çekmiştir: (Karaörs 2011: 44) “Sultan Fatih, Küçük Türkistan’da yani Türkiye’de çeşitli beylikleri kaldırmak suretiyle bir siyasi vahdet kurmağa çalışırken, Nevâî de Büyük Türkistan’da aynı nazariyeyi hazırlıyor ve şiirlerini görmek istediği realite için seferber hâle getiriyor. Türk Tarih felsefesi, Türk tarihinin iki aynı yerdeki bu aynı anı üzerinde ne kadar dursa azdır.” Faruk K. Timurtaş ise, Nevâî’deki Türkçecilik şuuruna ve Türkçeye yaptığı hizmetine şu şekilde vurgu yapmıştır: (Karaörs 2011: 44) “Türklük şuuru, tarih boyunca kendisini daha çok dil sahasında göstermiştir. Nevâyî, en büyük Türkçecilerimizden biridir. Nevâyî’nin Türkçe sevgisi çok derin ve şuurludur. Ömrü boyunca 322 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Farsça ile boy ölçüşecek derecede bir edebî dil meydana getirmeye çalışan ve edebî eserler vermeğe çalışan Nevâyî, Muhâkemetü’lLugateyn’de bir filolog olarak Farsça ile Türkçeyi mukayese etmiş ve Türkçenin zenginliğini ortaya koymuştur.” Sanata ve edebiyata sempatiyle yaklaşarak sanatkârı ve edebiyatçıyı hem destekleyip himaye eden hem de oluşturduğu meclislere davet edip müzakerelerde bulunan; musiki, hat/yazı ve tezhip sanatlarında üstat olan; hazmedilmiş bir ilmin yetkinliğini ve dürüstlüğünü, bilgeliğin yüceliğini ve kemalini, şiirin zarifliğini ve inceliğini, tasavvufun enginliğini ve ulviyetini ruhunda toplayan Nevâî, ârif ve bilge yönüyle de dikkat çekmektedir. Nitekim onun eserlerinde hâkim olan ruh; samimiyet, sadelik, azim, irade, halis niyetlilik, tam ciddiyet ve vakar gibi ahlak prensipleriyle kendini göstermektedir. Onun dinî, tasavvufî ve felsefî meselelerde derinleşmek için yazdığı şiirlerinde tasannu görülürken, halkı bilgilendirmek ve eğitmek için kaleme aldıkları daha kudretli ve başarılıdır. Her ne kadar Türk asıllı şeyhlere teveccüh etse de, kendisini nakşibendî olarak sayan Nevâî, sufî olmayıp mutasavvıftır. Nevâî’nin çok kuvvetli tevhitleri, gazel şeklinde samimi naatları ve İslâmî esaslara dayanan didaktik manzumeleri vardır. Tevhîdlerin ekseriyetle tasavvufî olduğu görülmektedir. (Çetindağ trhs.: 97) Olgun ve kendinden emin bir üslupla insanları sevgiye ve doğruluğa davet eden, bir Müslüman-Türk olarak insanımızın topluma faydalı fertler olmalarını isteyen (Çetindağ 2011: 147) Nevâî’nin, bu hüviyetini Türkçe divanlarının ilki olan Garâ’ibu’s-sıgar’ın “dîbâce”sinde yer alan şu ifadeler açık olarak göstermektedir: “Dîvân tapılgay kim anda ma’rifet-âmîz gazel tapılmagay ve gazel bolgay kim anda mev’izet-engîz bir beyt bolmagay mundak dîvân bititse hod asru bî-hûde zahmet ve zâyi’i meşakkat tartılgan bolgay.”345 (Üzgör 1990: 78) Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi Nevâî, divan oluşturulduğunda onda hem arifane gazel hem de her gazelde nasihatvari beyit bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Nevâî’nin bu anlayışını yazdığı eserlerde görmek mümkündür. Nitekim şu beyitlerde irfan vardır: (Çetindağ trhs.: 238) Hırka cinsin rehn üçün iy şeyh almas pîr-i deyr Bâde birmes tâ ki özlük cinsi merhûn bolmasa 345 Krş. “Dîvân tertip edildiğinde onda arifane gazel bulunmazsa ve bir gazelde nasihatvari bir beyit olmasa ve dîvân böylece yazılsa ancak beyhude zahmet ve boşa emek sarfedilmiş olur.” (Üzgör 1990: 79). 323 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Ey şeyh, meyhanenin piri hırkayı rehin olarak kabul etmez, eğer benliğini rehin olarak bırakmazsan şarap vermez.” Fânî ol vasl ister olsang bî-vevâlıgdın ni gam Bolmasun hergiz metâ’-ı dünyî-i dûn bolmasa “Vuslat istersen, benliğini yok et, muhtaçlıktan üzülmeye ne gerek var; bu alçak dünyanın varlığı olmazsa olmasın.” Nevâî, şu beyitlerinde, asıl amacının Allah’a kavuşmak olduğunu dile getirmektedir: (Çetindağ trhs.) Yâ Rab olgan çagda cânım cism-i vîrândın cüdâ Ol bolup mundın cüdâ sin bolmagıl andın cüdâ “Ya Rabbi! Canım, bu hasta cismimden ayrıldığında; o bundan ayrı olsa da sen ondan ayrılma.” Barçadın ayru Nevâîga kılıp vaslıng nasîb Kılmagıl yâ Rab anı mundın munı andın cüdâ “Hepsinden ayrı olarak Nevâî’ye vuslatını nasip et; Yâ Rab, onu bundan, bunu ondan ayırma.” Şu kıt’ada ise mecâzî ve hakîkî aşk konusundaki düşüncesini dillendirmiştir: (Çetindağ trhs.: 266) Mecâzdın manga maksûd irür hakîkî ‘ışk Nidin ki ehl-i hakîkatka bu tarîkat irür Mecâzdın çü hakîkatka yol tapar ‘âşık Kılur mecâznı nefy ol ki bî-hakîkat irür “Bana mecazdan murat hakiki aşktır. Hakikat ehline yolun bu olduğu gibi. Mecazdan hakikate yol bulan âşık, mecazı ortadan kaldırır ve bî-hakikat olur.” Nevâî, Hamse’sinin dışında yer alan Lisânü’t-tayr (bkz. Canpolat 1995; Çetindağ 2011: 341-49) isimli mesnevîsinde tasavvufun önemli konularından olan “vahdet-i vücut”u işlemiştir. 3598 beyitten oluşan mesnevînin konusu, Attâr’ın Mantıku’ttayr’ından alınmakla birlikte birçok değişiklik ve ilâve yapılmış ve telifî hüviyet kazandırılmıştır. Eseri, Attâr’ınkiyle karşılaştıran Bertels, Nevâî’nin eserinin Attâr’ınkine nazaran daha derli toplu olduğunu, gereksiz ayrıntılara yer verilmediğini ve ustaca işlendiğini belirtmektedir. Hamse’nin ilk mesnevîsi olan Hayretu’l-ebrar (Sabir 1996), Nizami’nin Mahzenu’lesrar’ı ile Emir Husrev’in Matla’u’l-envar’ı ve Cami’nin Tuhfetu’l-ahrar’ına naziredir. 20 “makale” ve her “makale”ye eklenen 20 “hikaye”den oluşan ve yaklaşık 4000 beyit olan eserde şu konular işlenmiştir: İman, İslam, sultanlar, hırka324 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması puşların ikiyüzlülüğü, kerem, edep, kanaat vefa, aşk ateşi, doğruluk, ilim, kalem sahipleri, halka faydalı olanlar, felekten şikayet, bilgisizlik, kendini beğenmişlik, feleğin cefasına katlanmak…. Bu mesnevîsinde daha çok bir bilge olarak görülen Nevâî, her “makale”ye bir hikâye eklemiştir. Nevâî, ele aldığı konuları işlerken, yaşadığı dönemi göz önünde bulundurmuş, çevresinden aldığı örneklerle eserini zenginleştirmiştir. Özellikle yaşadığı çağın ikiyüzlü sofuları ile bilgiyi hor görüp cahilliği yüceltenleri eleştirmiş, zalimler ile görevini suiistimal edenlere çatarak çağın sosyal hayatını tenkit etmiş, gururuna kapılarak kendinden geçen makam ve mevki sahiplerini uyarmaya çalışmış ve devlet erkânına çeşitli nasihatler vererek yol göstermiştir. (Çetindağ 2011:288-89; Acar 2002:52-55) Nevâî’nin gerek Farsça Dîvânı’nda gerek Türkçe Dîvânları’nda gerekse Türkçe mesnevîlerinde onun irfânî ve bilgelik yönünü gösteren birçok kullanım mevcuttur. Nitekim aşağıda verilen gazel (Kut 2003:111) onun ilk divanı Garâibu’s-Sagar’da yer almakta ve bilgeliğini açıkça göstermektedir: Sin öz hulkungnı tüzgil bolma il ahlākıdın horsend Kişige çün kişi ferzendi hergiz bolmadı ferzend “Sen (önce) kendi ahlakını düzelt, elin ahlakından hoşnut olma; çünkü kişiye (başka) kişinin oğlu hiç bir zaman oğul olmadı.” Zaman ehlidin üz peyvend eger diseng birav birle Kılay peyvend bārį kılmagıl nâ-ehl ile peyvend “Zamane insanından bağı kopar; eğer (ille de) birisiyle bağ kurayım dersen, hiç olmazsa ehil olmayan kimselerle bağ kurma” Köŋül kāmını koy ger hod mining dįvâne köŋlimni Taparsin eyle yüz perkend vü sal her itke bir perkend “Gönül eğlendirmeyi bırak, şayet benim deli gönlümü de bulacak olursan yüz parça et ve her bir ite bir parçasını ver.” Eşitmey halk pendin turfa kim pend ilge hem dirsin Kıla alsang eşitgil pend sin kim ilge birmek pend “Halkın öğütlerine hiç kulak salmadan, ne tuhaftır ki bir de halka öğüt veriyorsun; becerebilirsen sen kendin nasihat işit! Sen kim, ele öğüt vermek kim!” Bu fānį deyr ara ger şāhlık ister iseng bolgıl Gedālık nânıga horsend vü bolma şahga hâcetmend “Bu fani dünyada şahlık dilersen dilencilik ekmeğiyle mutlu ol ve olma şaha muhtaç. Bolup nafsıngga tâbi’ bend itersin tüşse düşmenni 325 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Sana yok nafs dik düşmen kıla alsang kıl anı bend “Eline geçtiği zaman, nefsine uyup, düşmanı tutsak edersin. Sana nefis kadar düşman yoktur. Edebilirsen onu tutsak et. Şeker-lebler tebessüm kılganın körgeç köŋül birme Ki bi-dillerni aççıg yıglatur âhır bu şekker hand “Şeker dudaklıların gülücüklerini görür görmez gönül akıtma, bu şeker gülücükler kalpsizleri bile acı acı ağlatır.” Cihān lezzātını şįrįn körersin lįk bendingdür Giriftār olma vâkıf bol ki kayd u kand irür mānend “Dünya lezzetlerini tatlı bulursun, ancak bağındır. (Sakın) tutulmayasın; bil ki şeker kamışı ve üzerindeki boğumlar misali.” Köŋüldin cehl renci dâfi’i ger isteseng bardur Nevāyį bāg-ı nazmı şekkeristānıda ol gül-kand “Gönül sıkıntısı giderici ararsan var: Nevâî'nin nazım bağının şekerliğindeki gül tatlısı.” Kaynakça Acar, Hayrullah (2002), Nizâmi-yi Gencevî’nin Mahzenü’l-esrâr Mesnevîsine Osmanlı Sahasında Yazılmış Türkçe Nazireler, Yüksek Lisans Tezi, Dicle Üniversitesi. Barutçu Özönder, Sema (1996), Alî Şîr Nevâyî, Muhâkemetü’llugateyn [İki Dilin Mukayesesi], Ankara: Türk Dil Kurumu Yay. Canpolat, Mustafa (1995), Alî Şîr Nevâyî, Lisânü’t-tayr, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.. Çelebioğlu, Âmil (1989), Ali Nihad Tarlan, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. Çetindağ, Yusuf (trhs.), Ali Şîr Nevâî, Hayatı-Sanatı-Eserleri, İstanbul: Fatih Üniversitesi Yay. Çetindağ, Yusuf (2011), Ali Şîr Nevâî, İstanbul: Kaynak Yay. Kut, Günay (2003), Alî Şîr Nevâyî, Garâibü’s-sıgar [İncelemeKarşılaştırmalı Metin], Ankara: Türk Dil Kurumu Yay. Sabir, Muhammed (1961), Mir Ali Şir Nevaî’nin İlk Mesnevisi Hayretü’l-ebrâr Hakkında Araştırmalar –Edisyon Kritik, İmla, Dil Hususiyetleri ve Lugatçe, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi. Tarlan, Ali Nihad (1990), “Ali Şir Nevâyî”, Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay., s. 133-149. Üzgör, Tahir (1990), Türkçe Dîvân Dîbâceleri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. 326 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması RZASOY, Seyfeddin (2014). “Ebülgazi Bahadır Han Oğuz Töresinin Koruyucusu ve Yaşatıcısı Gibi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.329-340 (http://bilgelerzirvesi.org). Seyfeddin RZASOY* EBÜLGAZİ BAHADIR HAN OĞUZ TÖRESİNİN KORUYUCUSU VE YAŞATICISI GİBİ Giriş X VII yüzyıl müellifi Ebülgazi Bahadır Hanın «Şecereyiterakime» («Türkmenlerin şeceresi») eseri eski Oğuz töresinin öyrenilmesi bakımından değerli kaynaklardan biridir. Abidenin başlıca struktur değeri ondadır ki, o, tüm semantigi ile «Oğuz mitinin transformativ paradigmalar sestemi olan» Oğuzname eposunu «tarih» kodu ile gerçekleştirir. XVII. Yüzyıl Tarihi Düşünce Koduna Dışarıdan – XX. Yüzyıldan Bakış Ebülgazi Bahadır Han’ın «Şecereyi-terakime» eserinde sunulan «Oğuzname» destanı burada tarihi-kronolojik statüdedir. Hiç tesadüfi deyildir ki, Oğuz-Türk tarihi üzerine aparılmış tedkikatlarda «Şecereyi-terakime» eserinden möteber tarihi kaynak gibi istifade olunmuştur.346 İster «tarihi-kronolojik», isterse de «edebi» oğuznameler mitik-genealojik informasiya gibi kendi «tarihilik» statüsünü tüm hallerde koruyur. Şu halde «tarihi-kronolojik» ve «edebi» tesnifatı metnin tipine nisbetde kendisini doğruldur. * Prof. Dr. Azebaycan Muallimler Enstitüsü. Бах: Бартольд В.В. Очерк истории туркменского народа // Сочинения, т. II, ч. I, М.: 1963, с. 547-623; Материалы по истории туркмен и Туркмении. т. II, HVI-HIH вв., Иранские, бухарские и хивинские источники. / Под. Ред. ак. В.В.Струве, А.К.Боровкова, А.А.Ромаскевича и П.П.Иванова. М.-Л., 1938; Толстов С.П. Города гузов // «Советская этнография», 1947, № 3, с. 55-102; Каррыев А., Мошкова В.Г., Насонов А.Н., Якубовский А.Ю. Очерки из истории туркменского народа и Туркменистана в VIII-HIH вв. Ашхабад: 1954; Карпов Г.И. Этнографическая работа в Туркмении // СЭ, 1946, № 1, с. 239-240 346 329 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı «Şecereyi-terakime» eserinden Oğuz ritüel-mitolojik dünya modelinin berpası dünya modelini gerçekleştiren mitolojik-epik informasiyaya müellif subjektinin (Ebülgazi Bahadır Hanın) münasebetini aydınlaştırmağı taleb edir. Ebülgazi Bahadır Han orta esrler tarihçisi idi ve bu açıdan onun «Oğuzname» informasiyasına münasibeti Ebülgazi Bahadır Hanın düşüncesinin örneyinde ritüelmifolojik informasiyanın Oğuz tarihi düşünce strukturundakı yerine ve rölüne nazer salmağa imkan verir. «Şecereyi-terakime»nin yeddi nüshesi esasında onu neşre hazırlamış rus bilgini A. N. Kononov Ebülgazi’nin kullandığı menbeler sırasında onun epik informasiyaya münasibetini bele seciyyelendirmiştir: «...Ebülgazi halk efsanelerini, türkmenler arasında geniş yayılmış soy kitablarını ela bilirdi, bu sırada epik dastanları, birinci növbetde bunlara şeksiz etkisi olan, oğuzların efsanevi Atası «Dede Gorgut»un adı ile bağlı olanları da göstermek olar.»347 Şu, elbette, (Ebülgazi Bahadır Hanın intellekti düzeyinde sunulan) XVII yüzyıl tarihi düşünce koduna (sestemiçine) tüm hallerde (A.N.Kononovun intellekti seviyyesinde sunulan) XX yüzyıl tarihi düşünce kodundan (sestemdışından) bakıştır. Ona «içeriden» Ebülgazinin kendi çağından bakış tarihi düşüncenin diakron düzeyleri (Ebülgazi ve Kononov seviyyeleri) arasındakı dialektik gelişmenin manzarasını ortaya koyur: A.N.Kononov için tüm değeri ile «epik-mitolojik» informasiya olan metn vahidi Ebülgazi Bahadır han için tüm değeri ile kutsal ve gerçek tarihdir. XVII. Yüzyıl Tarihi Düşünce Koduna İçeriden – Kendi Çağından Bakış Ebülgazi «Şecereyi-terakime» de bir kaç yerde yazdığı esere «nezeri-metodolojik» münasebet bildirmiştir. Türlü «modallıg» yönlerini kapsayan bu münasebet T a r i h - M i t münasebetlerinin tarihi düşünce kodu seviyyesinde gerçekleşme modelinin öyrenilmesi bakımından elametdardır. Müellif eserin yazılma nedenine münasibetde bildirir: «Bundan çok iller geçenden sonra bu türkmenlerin mollaları, şeyhleri ve beyleri eşitdiler ki, men tarihi yahşı bilirem; budur bir defe onların hamısı [menim yanıma] geldiler ve dediler: 347 Kononov A.N. Giriş // Ebülgazi Bahadır han. Şecereyi-Terakime (Türkmenlerin soy kitabı). Rus dilinden tercüme eden, ön söz ve göstericilerin müellifi ve bibliografiyanın tertibçisi İ.M.Osmanlı. Bakı: Azerbaycan Milli Ensiklopediyası N-PB, 2002, s.29 330 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması «Bizim [halkda] Oğuz [Oğuzname] hakkında söylemelerin çoklu [mühtelif nüsheleri] vardır, ancak [hiç bir] iyisi yoktur; onların hamısı yanlışlarla [doludur] ve bir-biri ile uygun gelmir; onların her biri müeyyen nökteyi-nezerlidir». Ve onlar: «Eger bir tane düzgün, itibar edilesi tarih olsaydı, iyi olardı», deye rica etdikleri vakit men onların isteklerine saygı 348 gösterdim. Bak bu nedenlere göre.» Ebülgazi’nin eserin yazılma nedeni ile ilgili notu «Mit-Tarih» münasebetlerinin etnokozmik strukturunun mühtelif seviyyelerini özünde inikas edir. Odur ki, informasiyanı struktur katları seviyyesinde tahlil (berpa) etmeye çalışak. Onun verdiyi melumatdan belli olur ki: 1. «Şecereyi-terakime»nin yazıldığı dövrde «Oğuzname» eposu mühtelif varyantlar seviyyesinde mövcud imiş. 2. Varyantlarla bağlı işledilmiş: a) «[hiç bir] iyisi yokdur»; b) «onların hamısı yanlışlarla [doludur]»; c) «bir-biri ile uygun gelmir»; ç) «onların her biri müeyyen nökteyi-nezerlidir»; e) «...düzgün, itibar edilesi tarih olsaydı...» ifadelerinin her biri XVII yüzillik Oğuz türkünün (Türkmenin) etnokozmik hafızasında Oğuz ritüel-mitolojik dünya modeli ile ilgili mövcud olmuş struktur vahidlerini (katlarını) aydınlaştırmağa imkan verir. Bu bakımdan: a) Oğuz-Türkmenlerin Oğuz Han hakkındakı oğuznamelerin hiç birini «iyi» saymaması birbaşa invariant-paradigma münasebetlerine dayanır: Oğuz-Türkmenlere göre, mövcud oğuznameler (paradigmalar) Oğuz Hanla ilgili «tarihi gerçeyi» (invariantı kutsal informasiyanı) iyi yansıtan metnler değildir. b) Oğuz-Türkmenlere göre, mövcud oğuznameler Oğuz hanla ilgili «gerçeyi» kendisinde aks etdirmek bakımından yanlışlarla doludur. Başka sözle, şu metnlerde «Oğuz Han» informasiyası tahriflere maruz kalmıştır. Şu, mitolojik hasseli kutsal informasiyanın XVII yüzillik Oğuz-Türk şüurunun strukturunda fonksyonal olmasının göstericisidir. Oğuz-Türkmen etnik düşüncesi gösterilen cağda sakralmitolojik şecereye bağlıdır ve kendi etnokozmik davranış modelinde 348 Ebülgazi Bahadır han. Şecerei-Terakime (Türkmenlerin soy kitabı). Rus dilinden tercüme eden, ön söz ve göstericilerin müellifi ve bibliografiyanın tertibçisi İ.M.Osmanlı. Bakı: «Azerbaycan Milli Ensiklopediyası» N-PB, 2002, s. 46 331 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Oğuz han fonksyonal modeline dayanır. Onlara göre, etnik fonksyonallığın indiki düzeyi sakral davranış modelini kendisinde yansıtmır ve bunun nedeni sakral informasiyanı taşıyan mövcud metnlerin artıg yararsız olmağında, başka sözle, yanlışlarla dolu olmasındadır. Böylelikle, Oğuz-Türkmenın düşünce strukturunu modelleşdirsek, «Şecereyi-terakime»nin yazılmasını aktuallaşdıran sebebin kendisi, aslında, ritüel-mitolojik harakterlidir: etnokozmik fonksyonallık seviyyesinde «konflikt» ortaya çıkmışdır. Bu «konflikt»in strukturunu aşağıdakı elementler taşkil edir: Etnos Etnokozmik hafızanın başlanğıcı (Oğuz Han miti) Etnokozmik hafızanın bugünü (oğuznameler) Aslında, Türkmen molla, şeyh ve beylerinin Ebülgaziye tarih yaratmak isteyi ile muraciet etmeleri «klassik» ritüel durumudur. Ritüel durumunun «klassik» şemasına göre, konfliktin helli uygun ritüel349, o da kendi növbetinde kozmik hafıza ile rabitesi olan mediator (şaman, kahin, rabiteci) teleb edir. Ritüealşünaslıkda bu mediator hem de tipolojik-terminolojik bağlamda şair adlanır. V.N.Toporov yazır: «Kozmoloji çağın başka en ehemiyyetli figurlarından biri kendi teheyyülü ile geçmişle, «yaradılış zamanı» ile temasa girmek vergisine sahip olan şair idi ki, bugünle ve yaradılış günü arasında daha bir ünsiyyet kanalı kurmağa imkan verir... Şair ilahi hafızanın taşıyıcısı olarak tüm hallerde kollektivin anenelerinin koruyucusu rölündedir.»350 «Şair tüm kainatı mekan ve zaman bakımından tanıyır, her şeyi kendi sözleri ile adlandırmağı bacarır (onun adları teyin etmesi buna bağlıdır), dünyanı demiurgun yaratdığı (poetik – S.R.) metndışı dünyaya paralel olarak poetik ve metn bakımından tecessüm etdirerek (yeniden – S.R.) yaradır.»351 «Şair neinki mit koruyucusu ve yaratıcısıdır. O, hem sırf mezmun, hem de sırf pragmatik planda mitlerin şerhcisidir... Şairin şerhinde kollektiv 349 Geniş bilgi üçün bah: Тернер В. Ритуальный процесс. Структура и антиструктура / В.Тернер. Символ и ритуал (сб. трудов). Москва: Наука, 1983, с. 104-269; Топоров В.Н. О ритуале. Введение в проблематику / Архаический ритуал в фольклорных и раннелитературных памятниках (сб. ст.). Москва: Наука, 1988, с. 7-60 350 Топоров В.Н. Первобытные представления о мире (общий взгляд) / Очерки естественно-научных знаний в древности (сб. ст.). Москва: Наука, 1982, с. 20 351 Топоров В.Н. Поэт / Мифы народов мира. В 2-х томах. Том 2. Москва: Изд. «Советская энциклопедия», 1982, с. 327 332 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması terefinden menimsenen mit mövcudluğun esas ziddiyyetlerinin «mediasiya» yolu ile hellinin vasitesine çevrilir.»352 Ebülgazi tarihi şüur çağında kozmoloji çağ şairinin (kamşamanın, yahut Gorgut Atanın) fonksiyonunu yerine yetirir: ona mehz etnik anenelerin goruyucusu ve şerhcisi kimi müraciet olunur. Növbeti ifadelere dikkat edek. c) Oğuzname informasiyasının sakral başlanğıcı ile profan bugünü arasında ziddiyyet yaranmışdır: «onlar... bir-biri ile uyğun gelmir». Başka sözle, «töre universal davranış förmülü» statüsünde olan oğuznamelerin bir-biri ile uyğun gelmemesi etnik kozmos dahilinde konflikt yaradır: kosmik düzeni bozarak onu kaosa sürükleyir. Bele bir kaos Oğuz-türkmen cemiyyetinin nizamına mane olur. ç) Oğuz-türkmen cemiyyetinde «Töreuniversal nizamlanma kodeksi» bakımından doğrudan-doğruya tehlike yaranmıştır ve tehlike toplumun dahili struktur vahidlerinin ümumi esaslardan yayınmasından, törenin inkar olunmasındantayfa ve tayfa birliklerinin onu kendi menafelerine uyğun şerh etmelerinden kaynaklanır. «Şecereyi-terakime» de gösterildiyi kimi: «...onların (oğuznamelerin S.R.) her biri müeyyen nökteyi-nezerlidir.» e) V. N. Toporovdan gördüyümüz gibi, kosmoloji çağın şairi (kam-şamanı) etnokozmik hafızanın yaratıcısı, koruyucusu ve yaşadıcısı olduğu gibi, aynı zamanda hemin hafızanın «şerhcisidir». Kozmoloji çağ şairinin fonksiyasını tarihi çağda yerine yetiren Ebülgaziden T ö r e - G e r ç e k l i k ziddiyyetinin hell edilmesi için etnokosmik hafızanı mehz yeniden «şerh etmek» rica olunur: «Bundan çok iller geçenden sonra bu türkmenlerin mollaları, şeyhleri ve beyleri eşitdiler ki, men tarihi iyi bilirem; budur bir defe onların hamısı [menim yanıma] geldiler ve dediler: «... Eger bir tane düzgün, itibar edilesi tarih olsaydı, iyi olardı...» »353 «Şecereyi-terakime» Oğuz-Türkmen Düşüncesinde «TöreTarih» Konfliktinin Helli Vasitesi Gibi Göründüyü gibi, Ebülgazi Bahadır Hanın «Şecereyi-terakime» eseri Oğuz etnosunun kosmik struktur hadisesi olarak Oğuz-Türkmen 352 Топоров В.Н. Первобытные представления о мире (общий взгляд) / Очерки естественно-научных знаний в древности (сб. ст.). Москва: Наука, 1982, с. 21 353 Ebülgazi Bahadır Han. Şecerei-Terakime (Türkmenlerin soy kitabı). Rus dilinden tercüme eden, ön söz ve göstericilerin müellifi ve bibliografiyanın tertibçisi İ.M.Osmanlı. Bakı: «Azerbaycan Milli Ensiklopediyası» N-PB, 2002, s. 46 333 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı düşüncesinde (dünya modelinde) T ö r e - T a r i h konfliktinin helli vasitesi kimi ortaya çıkmıştır. Burada «töre–sosial-siyasi münasebetlerin deyişmez struktur modeli» gibi dikkat çekir. A.İnan «töre–yasa» hakkında yazır: «Eski türkçede kanun manasına gelen yasa (yasağ) termini Moğol istilasından sonra İslam tarih ve etnografya edebiyatına girmiş ve çok yayılmış terimdir. Gök Türkler, hakanlılar ve selcuklular kanun ve nizam ifade eden törü–türe teriminin yerini tutmuştur. «Yasa» menşei bakımından, şüphesiz ki, Türkçe bir kelimedir...; ...Yasa eski Türk hakanlıklarında yürürlükte olan ve şifahi olarak nesilden nesile intikal eden «törü» ve kaidelerden başka bir şey olmamıştır. Her hakan ve beyin bu kaidelere kendisiden bazı şeyler de ilave etmiş olduğunda şübhe yoktur. Çingiz Han da zaman ve zeminenin icab ettirdiği bazı kaide ve maddeler eklemiştir. Her büyük tarihi olaylardan ve yeni bir sülale tahta geçdikden sonra «törü» ve yasasının kurultaylarda gözden geçirilmiş ve bazı hükümlerinin münakışası yapılmış olduğu kaynaklardakı kayıtlardan anlaşılmaktadır.»354 «Şecereyi-terakime»deki konfliktin semantik taraflarına dikkat edek: «Töre strukturdur, hareket sürecinde deyişmeyen münasebetler modelidir. Tarih şu halde hemin deyişmez modelin gerçeklik zemininde bozulması gibi ortaya çıkır... Töre ve Gerçeklik üz-üze gelir, onların üst-üste düşmemesi konflikt yaradır.»355 Ritüelın ümumtipolojik şemasına göre, «Struktur» (şimdiki halde Töre) ve «Tarihin» (şimdiki halde Oğuz-Türkmen etnosunun ayrı-ayrı tayfalarının maraklarının) uzlaşmaması «Konflikti» yaradır, konfliktin helli ise kendi növbetinde «Ritüeli» taleb edir. Konfliktin helli vasitesi olan ritüel rölünü şu halde Ebülgazinin «Şecereyiterakime» eseri oynayır. Yene de şu halde «Şecereyi-terakime» etnokozmik ritüelin tarih kodu ile proyeksiyonu, kozmografik işareti olur. «Şecereyi-Terakime» Arkaik Ritüelin Tarihi Düşünce Çağındakı Paradigması Gibi «Şecereyi-terakime»nin kendi mezmunu ile, aslında, ritüelmitolojik universumu, kozmik hafıza ritüelini gerçekleştirdiyini, onun tarihi çağda töremesi ve transformasyonu olduğunu nezere alsak, 354 İnan A. Yasa, Töre-Türe ve Şeriat // Abdulkadir İnan. Makaleler ve İncelemeler. 2 Baskı, II cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1998, s. 222 355 Rzasoy S. Oğuz mifinin paradigmaları. Bakı: Seda, 2004, s. 103 334 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması «Şecereyi-terakime» oğuz ritüel-mitolojik dünya modelinin tarihi kod bağlamındakı ekvivalentidir. Şu durumu kozmik universumlar seviyyesinde tezleştirsek, böyle bir manzara alınır: Hem kozmoloji şüur çağının etnokozmik dünya modelini gerçekleşdiren ritüel, hem de tarihi şüur çağının aynı dünya modelini gerçekleşdiren «Şecereyi-terakime»nin her ikisi genetik ve tipolojik kontekstlerde aynı fonksiyanı toplumdahili «Konfliktin» helli vasitesi rölünü oynayır. Fonksiyanın eşitliği kozmoloji «Ritüeli» ve tarihi «Yazını» («Şecereyi-terakime»ni) Oğuz ritüel-mitolojik dünya modelinin farklı kodlarla gerçekleşmiş diakron işareteri saymağa imkan verir. Kozmoloji «Ritüel» ve tarihi «Yazı» işaretlerinin bir-birine münasebeti kozmik aynıgüclülük seviyyesindedir. Hemin aynıgüclülük diakron kontekstde tarihi «Yazı» işaretini kozmoloji «Ritüel» işaretinin transformativ töremesi saymağa imkan verirse, sinkron kontekstde bu işaretler bir-birinin evezedicileri anlamına gelir. § 5. «Şecereyi-terakime» Oğuz-Türkmen Düşüncesinin Lingvomodeli Gibi Ebülgazi’nin kitabdakı etnokozmik informasiyaya münasebetini bildiren başka bir parçaya dikkat edek. O yazır: «Bu kitaba biz «Şecerei-Terakime» adını koyduk. Hamıya melum olsun ki, bize kadar Türk tarihini yazanlar halka kendi meharet ve istedadlarını göstermek için Arap sözleri katmışlar, aynı zamanda Fars sözleri de ilave etmişler, Türk sözlerini ise kafiyeli nesre çevirmişler. Biz bunların hiç birini etmedik, çünki bu kitabı okuyanlar ve [giraetini] dinleyenler, elbette, Türkler olacaklar, Türklere ise Türkce konuşmak gerekdir ki, her kese anlaşılan olsun. Eger bizim söylediyimizi başa düşmeyeceklerse, [onda] ne fayda olacak?! Eger onların [yeni Türklerin] arasında bir ve ya iki savadlı [ve] ağıl yiyesi olarsa ve eger onlar [deyilenlerin manasını] kendileri başa düşerlerse, savadlı olmayan çohlukdan kime onlar izah edecekler?! O halda ele söylemek lazımdır ki, hamı iyiler ve kötüler başa 356 düşsünler ve onların kalbine yol tapsın.» Sitatdan göründüyü gibi, onun içeriyi etnokozmik informasiyanın nasıl adlanması, hemin ad altında hangi nitelikde 356 Ebülgazi Bahadır han. Şecerei-Terakime (Türkmenlerin soy kitabı). Rus dilinden tercüme eden, ön söz ve göstericilerin müellifi ve bibliografiyanın tertibçisi İ.M.Osmanlı. Bakı: «Azerbaycan Milli Ensiklopediyası» N-PB, 2002, s. 47 335 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı informasiyanın sunulması ve onun etnokozmik ortamda hangi usullarla (nasıl) menimsenilmesi ile ilgilidir ve buna göre de bizim için burada tahlil aktüelliği kazanır: Ebülgazi eserdeki etnokozmik informasiyanı «Şecereyiterakime», yeni «Türkmenlerin şeceresi» adlandırır. Şecere genealogiyadır ve «Türkmenlerin şeceresi» şimdiki halde Türkmen «etnosunun» onun ulu ecdatı (esatiri) Oğuz Handan tutmuş müasir çağınacan tarihini bütövlükde işaretleyir. Bu bakımdan, eser etnos hakkında (onunla ilgili) en mühüm struktur vahidlerinin sestem olarak gerçekleştiyi universal etnokozmos işaretidir. «Şecereyi-terakime» öz çağının tarihi düşünce kodunu gerçekleştirmekle uygun olarak «tarih» janrında yazılmıştır. Burada «tarihilik» kodu aydın işaretli kozmogonik-mitolojik tabiata maliktir. Tarihilik kendi çağının yegane hakiki informasiya olmak statüsü mitin esas hassesidir. M.Steblin-Kamenski yazır ki, «mite münasebetde bir şey tartışmasız aydındır: mit ne derecede geyri-hakikat olmasından asılı olmayarak, yarandığı ve yaşadığı yerde hakikat gibi kabul olunan hekayetdir»357. Yahut K.Levi-Strosun yazdığı gibi: « ... mit ne kadar ki mit gibi kavranılır, o, mit olarak kalır.»358 Bu açıdan, mitin mövcudluğu onun hakikat gibi kabul olunmasında, başka sözle, ona inanılmasındadır. Ebülgazinin «Şecereyi-terakime»sinde dini ve mitolojik kozmogoniyalar bir-birine laylansa da, «Türkmenlerin şeceresi»nin etnokozmik başlanğıcında ve esasında «Oğuz Han» kozmogonik miti durur. Başlıcası, şu kosmogonik esas «Türkmenlerin şeceresi»nin tüm tarihilik «okunu nüvesini» oluşturur. Ebülgazi «Şecereyi-terakime»nin Türk dilinde olmasını ve ümumiyyetle, Türklerin tarihine aid eserlerin onların ana dilinde Türk dilinde yazılması zeruretini hüsusi vurgulamıştır. Şu meselede onun «esaslandırması», sadece olarak, kendi dövrünün etnik-milli görüşleri ile müeyyenleşen «milletseverlik» olmayıb, daha geniş mana katlarını kapsamakla «hüsusi» tarihi-metodolojik esaslara malikdir. Ebülgazi’nin eserin yazılması zamanı tatbik etdiyi «tarihi metodologiyaya» göre, her bir halkın tarihi, o cümleden Türkmenlerin tarihi onun ana dilinde yazılmalıdır. O, kendisi buna dayanarak eseri saf, halis Türkcede yazmağa sey etmişdir. A.İnanın yazdığı kimi, «Şecere-i Türk» ve «Şecere-i Terakime» adlı eserlerin yazarı Ebülgazi 357 Стеблин-Каменский М.И. Миф. Ленинград: Наука, 1976, с. 123 Леви-Строс К. Структурная антропология. Москва: Глав. Ред. Вост. Лит., 1985, с. 194 358 336 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bahadır Han bu eserlerini yazdığı dilin en açık Türkce olduğunu kesin olarak söylemektedir... Hiç şüphe yokdur ki, Ebülgazi Han için öz Türkce yazmak, bir kelime bele yabancı, hatta Çağatayca kullanmamak bir ülkü olmuş ve bu ülküsünü gerçekleştirmeye çalışmışdır.359 Ebülgazinin Türk tarihşünaslığı alanındakı müşahidelerine göre, Türk tarihini yazanlar Türk diline Arap ve Fars kelimeleri katırlar ki, bu da Türk hakkında Türke lazım olan etnokozmik tarihi informasiyanın, şarti olarak desek «Türkname»nin kavranmasını çetinleşdirir. Belelikle, Ebülgazinin «tarih metodologiyasında» ünsiyyetin en mühüm amili olan dil başlıca prensep gibi götürülür. Bu prensep semantik strukturuna göre mitolojik-kozmogonik hasselidir. Mit «birinci işareter sestemi olan» dilin360 esasında teşekkül tapıb, hüsusi tipli struktur kazanmış «ikinci işaretler sestemi» gibi dil invariantının paradigmasıdır. K.Levi-Stros yazır: «Mit dildir. Ancak bu dil ele bir yüksek seviyyede işleyir ki, hemin seviyyede mana... onun teşekkül tapdığı dil esasından ayrıla bilir.»361 Evvelki tedkikatlarımızdan birinde gösterildiyi gibi, «...mitin strukturu dilin strukturunu proyeksiyalandırır. Bunlar aynı bir strukturu farklı seviyyelerden aks etdirir. Dil şu halde mitin invaryantı, mit ise kendi növbetinde onun paradigmasıdır»362. Demek, Ebülgazinin Oğuz-Türkmen toplumunun struktur harmoniyasını berpa etmek amacı ile yazdığı eserde uyguladığı «tarih metodologiyası» en ümumi planda «DilTarih» münasebetler modelinin etnokozmik harmoniyasına dayanır. Ebülgazi «Oğuzname»sinde «Dil-Tarih» Modelinin Etnokozmik Strukturu «Dil-Tarih» münasebetler modeli diakron-arketipik ve aynı zamanda sinkron-arkitektonik strukturuna göre «Dil-Epos» ve «DilMit» münasebetlirinin paradigmatik okunu nazerde tutur: Dil – Mit Dil – Epos Dil – Tarih 359 İnan A. Ebülgazi Bahadır Han ve Türkçesi // Abdulkadir İnan. Makaleler ve İncelemeler. 2 Baskı, II cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1998, s.108 360 Труды по знаковым системам. Вып. 2, Тарту: 1965, с. 6 361 Леви-Строс К. Структурная антропология. Москва: Глав. Ред Вост. Лит., 1985, с. 187 362 Rzasoy S. Oğuz mifinin paradigmaları. Bakı: Seda, 2004, s. 121 337 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Göründüyü kibi, Ebülgazinin «Şecereyi-terakime»de uyguladığı «tarih metodologiyası» arkitektonik strukturu bakımdan dil-tarih münasebetlerinin etnokozmik harmoniyasını nazerde tutmakla «Dil – Mit – Epos Tarih» struktur töremesine (zencirine) dayanır. Şu halde dilin mite münasebeti kendi struktur esaslarını dilin eposa363 ve tarihe münasebetlerinde koruyur. Dil mitin strukturunu oluşturmakla onun arkitektonik hafızasına çevrilir. Mit de epos için aynı ile böyle bir struktur esasını ve arkitektonik hafızanı oluşturur. Ebülgazi çağında «Tarih» etnokozmik informasiya strukturu bakımından mehz «Mit-Epos» informasiyasından oluşur. Şu halde Ebülgazinin türkler hakkında tarihi eserlerin mehz Türk dilinde yazılması hakkındakı «tarihi-metodoloji» «tezi» hem de kendi arkitektonik strukturu bakımından Oğuz-Türkmenlerin etnokosmik hafızasının «Dil-Mif» arketipini aks etdirir. XVII Yüzyıl Oğuz-Türkmen Tarihşünaslığında «Tarihçi ve Tarih» Münasebetler Modeli Ebülgazinin bir tarihçi gibi, «Şecereyi-terakime»de kullandığı etnokozmik informasiyanın tarihilik «ayarına» münasebetde onun şecere bilgilerini nece elde etmesi hakkındakı kayıtları saciyyevidir: «Türkmenlerden, ömürlerini döyüşlerde geçirmiş meşhur adamlar ve keçmiş günlerin «bahşileri» bunları söyleyirler.»364 «Türkmenlerin tarih bilen tüm müdrik kocaları Oğuz Hanın on iki çadırlarda (ürge) oturan iyirmi dörd torununun adlarının anlamı hakkında, onların tamgaları nasıldır ve onların ongonları olmuş kuşların adları hakkında bele söyleyirler.»365 Bu kayıtlar esatiri-epik informasiyanın taşınma ve yaşama durumu (pragmatik durum) hakkında bilgiler verir. Onlara dikkat edek: Ebülgazi üçün etnokozmik informasiyanın şifahi kaynaklarını aşağıdakı söyleyici (informator) tipleri oluşturmuştur: 1. (Ömürlerini döyüşlerde geçirmiş) m e ş h u r a d a m l a r 2. (Geçmiş günlerin) b a h ş i l e r i 363 Dil-Epos münasibetlerinin poetikası haggında bah: Veliyev K. Dastan poetikası. Bakı: Yazıçı, 1984 364 Ebülgazi Bahadır han. Şecerei-Terakime (Türkmenlerin soy kitabı). Rus dilinden tercüme eden, ön söz ve göstericilerin müellifi ve bibliografiyanın tertibçisi İ.M.Osmanlı. Bakı: «Azerbaycan Milli Ensiklopediyası» N-PB, 2002, s. 69 365 Ebülgazi Bahadır han. Göst. eseri, s. 70 338 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 3. (Tarih bilen bütün) m ü d r i k k o c a l a r Ebülgazinin söyleyicileri Oğuz-Türkmen toplumunda hafızalarında yaşatdıgları (sakladıkları) informasiyanın «möteberliyine» (düzlüyü ve doğruluğuna) hiç bir şüphe edilmeyen şahıslardır. Söyleyicilerin titulları, sosyal rank ve mövkileri, toplumun strukturunda oynadıkları röl, elece de manevi-ahlaki, dini-merasimi statüs ve fonksyonları onların etnokozmik değerlerin konsentrasiya olunduğu, etnosun struktur değerlerinin taşındığı subjektler olduğunu gösterir. Ebülgazinin söyceyicilerden elde etdiyi melumatlar tüm hallarde toplumun struktur esaslarına aitdir ve en başlıcası, hemin bilgiler etnokosmik değer gibi arketipik mukaddesliyini koruyur. Hemin melumatları tam tesnif etmesek de, onlar, esasen, aşağıdakıları kapsayır: 1. İslami genealogiyaya ait (hem de kontaminasiya) olunmuş «Oğuz Han» şecere informasiyası; 2. Oğuz toplumunun sosyal strukturu, onun esasında duran dünya modeli ve onun elementleri; 3. Etnokozmik strukturun ritüel-mitolojik tesnifat sestemi: etnososyal struktur elementlerinin adları, adların mövcud dünya modelinin fonksyonal katı seviyyesinde manaları; 4. Etnosun dünya modelinin semiotik tesnifat-işaretlenme sestemi (başka sözle toplumun totem tesnifatı seviyyesinde işaretlenmesi): tamgalar, ongonlar; 5. Sosyal sestemin heyatının tenzimleyici mekanizmleri (başka sözle ritüel sestemi): ayin ve merasimler. (Kayıd edek ki, sunduğumuz tesnifat ilkin ümumileşdirme olup, kendisinin tekmilleşme olanakları bakımından diğer tetkikatcılar için açıkdır.) Kaynakça Ebülgazi Bahadır Han. Şecerei-Terakime (Türkmenlerin Soy kitabı). Rus Dilinden Tercüme eden, Ön Söz ve Göstericilerin Müellifi ve Bibliografiyanın tertibçisi İ.M.Osmanlı. Bakı: «Azerbaycan Milli Ensiklopediyası» N-PB, 2002, 146 c. Бартольд В.В. Очерк истории туркменского народа // Сочинения, т. II, ч. I, М.: 1963, с. 547-623 İnan A. Ebülgazi Bahadır Han ve Türkçesi // Abdulkadir İnan. Makaleler ve İncelemeler. 2 Baskı, II cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1998, s.108-116 339 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İnan A. Yasa, Töre-Türe ve Şeriat // Abdulkadir İnan. Makaleler ve İncelemeler. 2 Baskı, II cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1998, s. 222-228 Каррыев А., Мошкова В.Г., Насонов А.Н., Якубовский А.Ю. Очерки из истории туркменского народа и Туркменистана в VIII-HIH вв. Ашхабад: 1954 Карпов Г.И. Этнографическая работа в Туркмении // СЭ, 1946, № 1, с. 239-240 Kononov A.N. Giriş // Ebülgazi Bahadır Han. Şecereyi-Terakime (Türkmenlerin Soy Kitabı). Rus Dilinden Tercüme Eden, Ön Söz ve Göstericilerin Müellifi ve Bibliografiyanın Tertibçisi İ.M.Osmanlı. Bakı: Azerbaycan Milli Ensiklopediyası N-PB, 2002, s. 9-42 Леви-Строс К. Структурная антропология. Москва: Глав. Ред Вост. Лит., 1985, 536 c. Материалы по истории туркмен и Туркмении. т. II, HVI-HIH вв., Иранские, бухарские и хивинские источники. / Под. Ред. ак. В.В.Струве, А.К.Боровкова, А.А.Ромаскевича и П.П.Иванова. М.-Л., 1938; Rzasoy S. Oğuz Mifinin Paradigmaları, Bakı: Seda, 2004, 200 c. Стеблин-Каменский М.И. Миф. Ленинград: Наука, 1976, 121 c. Тернер В. Ритуальный процесс. Структура и антиструктура / В.Тернер. Символ и ритуал (сб. трудов). Москва: Наука, 1983, с. 104-269 Толстов С.П. Города гузов // «Советская этнография», 1947, № 3, с. 55-102 Топоров В.Н. О ритуале. Введение в проблематику / Архаический ритуал в фольклорных и раннелитературных памятниках (сб. ст.). Москва: Наука, 1988, с. 7-60 Топоров В.Н. Первобытные представления о мире (общий взгляд) / Очерки естественно-научных знаний в древности (сб. ст.). Москва: Наука, 1982, c. 8-40 Топоров В.Н. Поэт / Мифы народов мира. В 2-х томах. Том 2. Москва: Изд. «Советская энциклопедия», 1982, с. 327-328 Труды по знаковым системам. Вып. 2, Тарту: 1965 Veliyev K. Dastan poetikası. Bakı: Yazıçı, 1984 340 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması BASKIN, Sami (2014). “Osmanlı Devletinde Kültürel Bütünleşme Süreci ve Bin Muhammed Salih”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.343-353 (http://bilgelerzirvesi.org). Sami BASKIN* OSMANLI DEVLETİNDE KÜLTÜREL BÜTÜNLEŞME SÜRECİ VE BİN MUHAMMED SALİH 1 3. yüzyılın sonunda kurulan Osmanlı devleti 17. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’nın önemli bir bölümünü, Anadolu ve Kafkasları, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı içine alan, üç kıtaya yayılmış koca bir imparatorluğa dönüşmüştü. Namık Kemal, Hürriyet Kasidesinde Osmanlı Devletinin bu genişlemesini “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten”366 sözleri ile anlatır. Bir aşiretten bir cihan devletine dönüşürken Osmanlı Devleti Slavlardan Rumlara, Araplardan Çerkezlere kadar pek çok etnik unsuru ve Hristiyan, Musevi, putperest gibi değişik inançlara sahip insanları bünyesine katmıştı. Bu kadar geniş bir coğrafyada ve bu kadar çok sayıda değişik sosyolojik unsuru bir arada tutmak, yönetmek ve cihan devleti vasfını yüzyıllar boyu taşımak, günümüz gelişmiş teknolojik imkânlarına rağmen neredeyse iki farklı düşünce yapısına ait insanları bir arada tutamayan devletler göz önünde bulundurulduğunda, oldukça önemli bir durum olarak karşımıza çıkmakta ve “Osmanlı Devleti bu birlikteliği nasıl sağlamıştır?” sorusunun sorulmasına neden olmaktadır. Bu çalışmada Osmanlı Devletine “tüm unsurları bir arada tutma gücü”, Osmanlı halkına da “birlikte yaşama bilinci” sağlayan “kültürel bütünleşme süreci” ve buna katkı sağlayan devrin âlimlerinden biri olan Bin Muhammed Salih konu edinilmiştir. Kültürel bütünleşme, sosyal bütünleşmenin bir türüdür. Bu yüzden kültürel bütünleşmeye geçmeden önce sosyal bütünleşmeye ve onun çeşitlerine değinmek gerekir. Sosyal bütünleşme, dar anlamda bir bireyin boy, kabile, aşiret, cemaat, parti gibi gruplara hissettiği aidiyet duygusunu aşarak millî topluma dâhil olduğunu fark etmesi sürecidir. Yani sosyal bütünleşme, cemiyetteki her bir sosyal grubun kendi hakkında vardığı şuurun, kendi birliğine duyduğu sevgi ve * Yrd. Doç. Dr. Gaziosmanpaşa Üniversitesi. http://www.siirparki.com/nkemal.html (Erişim Tarihi: 10.05.2014). 366 343 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bağlılığın toplumdaki bütünlüğü bozmayacak seviyede olmasıdır. (Erkal, 2000: 261) Bu süreç gerçekleştiğinde bireyler ve gruplar arası çatışmalar uyumlulaşıp karşılıklı bir düzen oluşturacak biçimde birleşmiş olurlar. (Ozankaya, 1995: 26) Böylelikle toplum, işleyen bir bütüne ve sosyal sisteme kavuşur. Bir başka tanımla sosyal bütünleşme, toplumsal yapıdaki farklı parçaların düzenlenmesi ve bütünleşmesi, birlikte koordineli bir çalışma düzeni göstermesi, toplumda bir uyum ve denge halinin ortaya çıkması (Aydın, 2006: 6) durumudur. Bu yüzden toplum sosyolojide genellikle; denge, düzen içinde, uyum halinde işleyen parçalardan oluşmuş ve bütünleşmiş aktif bir yapı olarak tanımlanır. (Avcıoğlu, 2013: 155) Toplumu toplum yapan ve insanları grup, cemaat, parti gibi sosyal gruplardan daha kapsamlı bir yapı içinde birleştiren faktörler göz önünde bulundurulduğunda dört çeşit bütünleşmeden söz etmek mümkündür. Bunlar: normatif bütünleşme, fonksiyonel bütünleşme, manevi bütünleşme ve kültürel bütünleşme. Kültürel bütünleşme, “genel olarak bir toplumun sahip olduğu inançlar, değer yargıları, örf ve âdetler gibi manevi değerlerdeki müştereklik olarak ifade edilebilir.” (Keser, 2010: 1) Bu müşterek yapıyı Ziya Gökalp sosyal bütünleşme ile eşdeğer tutar. Ona göre sosyal bütünleşme, harsta birlik, yani kültür birliği sağlamak demektir. Kültür ise toplumun bütün fertlerini birbirine bağlayan din, dil, ahlâk, hukuk, sanat, örf ve âdet gibi maddi ve manevi unsurların bütünüdür. (Keser, 2010: 3) Bu bütünlüğü sağlamak için devletin iyi teşkilatlanması, insanlar arasındaki iletişim ağlarını iyi kurması ve iyi bir eğitim düzeninin olması gerekir. Osmanlı Devleti, kendi çağında, hem teşkilatlanma bakımından hem de bireyler ve gruplar arasındaki iletişim ağlarının kurulması bakımından oldukça ileri seviyededir. Devlet kurumlarının yanında sivil toplum örgütleri diye adlandırabilecek vakıf ve loncalara sahipti. Örneğin bu sivil toplum örgütlerinden biri olan Ahi, sadece esnaf yetiştirmiyor, ayrıca ideal insan tipinin oluşturulmasında da büyük rol oynuyordu. Ahiler, dini bütün, üstün ahlâklı, çalışmayı seven, cömert ve idealist insanlar olarak bilinmektedir. Bu meslek örgütlenmesi üyeleri arasında birlik ruhu ve dayanışmayı da sağlıyordu.367Ayrıca her mahallede bulunan camilerin avlusunda, çevresinde kurulmuş olan külliye adındaki yapılar hem kültürel 367 http://tarihyazilari.blogcu.com/osmanli-devleti-nin-kurulus-sureci-ve-turkmenler-ingazi/4327248 (Erişim Tarihi: 10.05.2014). 344 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bağların kurulması hem de eğitim-öğretim ihtiyacının karşılanması açısından önemli birer mahalli sosyal müessese niteliğindeydi. Bu örgütlenme biçimi devletin genişlerken içine aldığı tüm unsurları, ortak bir kültürde buluşturmayı ve herkesi bir arada yaşatmayı sağlamıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında ise eğitimin payı oldukça büyüktür. Osmanlı devletinde hizmet veren vakıf, lonca ve diğer sosyal imaretlerin yanında yaygın bir medrese ağı ve özel hocaların katkısı eğitimin yaygınlaşmasına ve kültürel bütünleşmenin sağlanmasına aracılık etmiştir. Ülke çapında yaşanan bu kültürlenme faaliyetlerinden aktif olarak görev yapmış ve bir seyyah edasıyla Osmanlı devletinin geniş topraklarında ilim peşinde dolaşmış hocalardan biri, 17. yüzyılda yaşamış, devrinin saygın âlimi ve Molla Salih adı ile ünlenmiş olan, Bin Muhammed Salih’tir. Bin Muhammed Salih’in kimliği hakkında kesin bilgiler bulunmamaktadır. Ancak günümüze kadar ulaşan eserlerinden Bin Muhammed Salih’in yaşantısı aydınlatılabilmektedir. O, Osmanlı devletinin topraklarını (İstanbul, Küfe, Mısır vb.) dolaşmış, gittiği yerlerde dil derlemeleri, müderrislik, yazarlık yapmış, seçkin zümrelerin bulunduğu meclislere katılmış bir Osmanlı ileri gelenidir. Bu bilgiler, Bin Muhammed Salih’in günümüze kadar ulaşmış ve 17. yüzyılın başlarında yazılmış eserlerinde yer almaktadır. Ayrıca bu eserlerden onun bulunduğu kültürel ortamı, ilişki içinde bulunduğu kimseleri, elinde bulunan kitap ve belgeleri, kimlerden etkilendiğini ve eserlerini yazarken hangi bilgileri dikkate aldığını öğrenmek mümkündür. Bin Muhammed Salih Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli yerlerini gezmiş, ilim ve irfan peşinde koşmuş bir âlimdir. Ailesi İstanbul’da olmasına rağmen o, uzun yıllar Mısır’da yaşamış, orada eserler yazmış, müderrislik yapmış bir zattır. Mısır, tıpkı Şam, Bağdat, Maveraünnehir, Horasan vb. yerler gibi ilim, irfan konusunda dünyaca bilinen bir şöhrete sahiptir. Bu bölgede Milattan önceye kadar dayanan sosyal ve kültürel canlılık, 1250 yılında kurulan Memlûk devletinin yöneticilerinin desteği ile birlikte büyük bir ivme kazanmıştır. Bu dönemden başlamak üzere Osmanlı döneminin sonuna kadar Mısır İslam dünyasının eğitim ve sanat merkezidir. Tarihi kaynaklara göre 14. ve 15. yüzyıllarda Mısır ve Suriye’deki ilim müesseseleri Anadolu'daki medreselerden üstündür. Bu yüzden Anadolu Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasındaki âlimler, ilimlerini arttırmak için Suriye ve Mısır’a gitmiştir. Örneğin, o devrin ileri gelen âlimlerinden Osman Gazi'nin kayınpederi Şeyh Edebali Şam'da, Davûd-i Kayseri, Simavnalı Bedreddin ve Molla Fenarî Kahire'de 345 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (Aşkar: 385-386), Kadı Burhaneddin Suriye ve Mısır’da (Dalbulak, 2008: 4) eğitim görmüştür. Bunun yanında Memlukluların ve onlardan sonra Osmanlıların teşvik ve himayelerine mazhar olmak isteyen İslam ve Türk aydınları bu bölgeye akın etmiş, buralarda çeşitli konularda eserler kaleme almışlardır. Bu âlimlerden biri ve KâşgarlıMahmud’dan sonra Türk sözlükçülüğünün ve gramerciliğinin en önemli temsilcisi sayılan İspanya-Gırnata doğumlu (1256-1344) ünlü Arap filolog EbûHayyân (Özyetgin, 2003: 35), bölgede, özellikle Türk dili ile ilgili, pek çok eser yazmıştır. Tüm bu bilgiler göz önünde bulundurulduğunda Bin Muhammed Salih’in ailesi İstanbul’da olduğu halde neden uzun yıllar Mısır ve çevresinde yaşadığı daha rahat anlaşılabilir. O, yaşadığı bölgenin 17. Yüzyıldaki durumunu, EşŞüzurüʾz-Zehebiyyetüveʾl-Kıṭaʿuʾl-Ahmediyyetüfiʾl-Lügatiʾt Türkiyyeti adlı eserinde şöyle anlatır: “Türk diliyle ilgili bir risale yazma fikri, uzun zamandır aklımı meşgul etmekteydi. Bu iş defalarca benden talep edildi. Akrabalarım ve arkadaşlarım, bana, taleplerini çok defa söyledi. Kararsızdım. Bu işe bir yöneliyordum, bir vazgeçiyordum. Ne yapacağımı kestiremiyordum. (Sonra) kaderin cilvesi, beni örnek olan insanların bulunduğu yere getirdi. Bundan, seçilmiş yazı uzmanlarının makamını, karar sahiplerinin dayanağını, sahifelerin satırlarını güzel sözlerle ilmek ilmek işleyeni, kalemlerin kelimelerini yüksek delillerle yazanı, cenab-ı âliyi, ulu cevheri, yargılayıcıyı, arzulanan kimseyi kastediyorum. O, sultan ve hükümdarların yasalarının dayanağı, yazar ve imzacıların ileri gelenlerinin lideridir. Kabul ve ikballe, ulu ve yüksek iktidara has olan, her türlü fazilet, güzel ahlâk ve edep konusunda olgun davranışların tümüne sahip, her çeşit olgunluğun her kısmını kendisinde barındıran, Allah katından desteklenen ve “Allah’ın yardımı geldiğinde” ayetindeki gibi Allahın yardımına mazhar olan biridir. O, zafer, izzet ve şerefin (ʿİz ve Nasr’ın) babası, çağındaki yüzlerin alınlarının aydınlatıcısı, zamanındaki insanların en zor bulunanı, söz minberlerinin hatibi, delil önermelerinin sonucudur. O, hâlâ, ismi gibi muzafferdir (Ahmet’in babası, kadının “Mansur” olan lakabına gönderme yapılmıştır). Düşmanları ve hasetçileri de mağlup ve perişandır. Onun haddi hesabı olmayan, bitmek bilmeyen, sonsuz güzellikleri, geceler ve gündüzler boyunca okunmakta veya anlatılmaktadır (Daima böyle olsun). Âmin!” 346 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bin Muhammed Salih bu ifadelerinde hemen büyük destekçisi ve dayanağı, Mısır şeriat mahkemesinin kadısı Şerif Muhammed elHuseyni’l-Cemmezi’yi övmekte hem de içinde bulunduğu ortamı tasvir etmektedir. O, seçkin insanların bulunduğu, devlet tarafından himaye edilen bir grubun içindedir. Ayrıca Mısır’daki halkın Türkçe öğrenme isteği ve bunun sık bir biçimde dillendirilmesi de söz konusudur. Çünkü yazarın akrabaları ve arkadaşları ondan Türkçe öğretimine yönelik bir kitap yazmasını ısrarla istemektedirler. Bu ısrar, yazarın iyi bir eğitimci olduğunu da göstermesi bakımından önemlidir. Onun bu vasfına işaret eden en önemli husus, Mısır’ın en etkin adamlarından biri olan kadı Şerif Muhammed el-Huseyni’lCemmezi’nin oğlunun dil eğitimi için Bin Muhammed Salih’i görevlendirmesidir. Bu husus, yine aynı metnin devamında şöyle dile getirilir: “O (Şerif Muḥammed el-Huseyni’l-Cemmezi), gönlünün meyvesi, makamının vârisi, göz bebeği olan oğlunun eğitimi için bana başvurdu… Ben de, son derece sağlam biçimde kulak verip itaat ederek verilen emre uydum. Burada gücümü aşacak, yapamayacağım bir durum görmedim. Görevlendirildiğim konuda çalışmaya başladım. Onun (Ahmetʾin) eğitim-öğretimine başladım.” “Burada gücümü aşacak, yapamayacağım bir durum görmedim. Görevlendirildiğim konuda (kadının oğlu Ahmet’e Türkçe dersi vermek) çalışmaya başladım.” Sözlerinde Bin Muhammed Salih’in özgüvenini ve dolaylı olarak kendini övmesini okumak mümkündür. O, Mısır’da bu işi yapmaya muktedir ender kişilerden biridir. Hatta bu işte en iyisidir ki bu iş ona verilmiş sonucu da çıkarılabilir. Bin Muhammed Salih ile Kadı Şerif Muhammed el-Huseyni’lCemmezi arasındaki ilişki uzun yıllara dayanan ve karşılıklı sevgi bağlarıyla güçlendirilmiş bir ilişkidir. Bin Muhammed Salih, kadı ile ilişkisini Kamusu’l-Ervam fi Nizami’l-Kelâm (KE) adlı eserinde şu ifadelerle anlatır: “Bu iki kitabı yazmama sebep (İkinci ve üçüncü eserlerini kastediyor. Bunlar Uknum fi Lügati’r-Rum ve Fütuhatı Salih’tir.) olan efendim, yardım edenim ve kendisine yardım etmemin farz olduğu, babamın yerini tutan, saf bir sevgiyle bağlandığım, zamanının tek, çağının benzersiz kişisi, hayatı (yaşamı, zamanı) güzelleştiren, açık sözlü (güzel konuşan) şeriat mahkemesinin başkanıdır (1b.15-17).” 347 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İkili arasındaki bu ilişki, Bin Muhammed Salih’in kendini güvende ve yazmaya mecbur hissetmesine vesile olacaktır. Onun Mısır’a gitmeden yazdığı bir eseri varken, Mısır’da bulunduğu süre zarfında dört kitabı daha olacaktır. Bu kitaplar Türk dili ile ilgilidir. Çünkü yazar Türk diline ve dil öğrenmeye oldukça meraklı hatta düşkün boyutunda sevdalıdır. O bu durumu KE adlı eserinin girişinde “Ben dile düşkünüm, dille uğraşmanın aşığıyım” sözleri ile ifade eder. Bu düşkünlük ona bilinen beş eser yazdırmıştır. Onun ilk eseri Tercümanfi Lügati Âli Osman’dır. Bu eser, yazarın belirttiğine göre gezginler için hazırlanmış bir cep sözlüğü niteliğindedir. İkinci eseri Uknum fi Lügati’r-Rum’dur. Üçüncüsü ise Fütuhatı Salih’tir. Yazar bu bilgiyi dördüncü kitabı KE adlı eserinin önsözünde vermiştir. Bilinen son eseri ise ŞZ’dir. Bu eserler adın da anlaşılacağı üzere hepsi dil kitabıdır. Ancak bu kitapların hepsinin amacı ve içeriği farklıdır. Örneğinilk kitap bir seyahat sözlüğü iken sonuncusu Türkçe öğretimi için yazılmıştır. Sözlük-gramer biçiminde yazılan bu son kitap, Şerif Muḥammed el-Huseyni’l-Cemezi’nin Ahmet isimli oğluna Türkçe öğretmeyi amaçlar. Yazarın dördüncü kitabı olan KE ise yazarının da belirttiği gibi garip ve ilginç bir dizilime sahiptir. O, dönemi için yeni bir söz dizilişine sahiptir. Günümüz tersine sözlüklere benzemektedir. Yani kelimenin son harfi ve harekesi esas alınarak yazılmıştır. Bu özelliği ile döneminin diğer sözlüklerinden ayrılır. Bin Muhammed Salih’in Türk diline ve kültürüne büyük katkıları sadece yazdığı kitaplar olmamıştır. O, gerek hazırladığı eserler ile gerek yetiştirdiği talebelerle 17. yüzyılın Türk dünyasının ve Türkçenin varlığını, kültürünü günümüze kadar ulaştıran önemli bir şahsiyettir. Onun yazdıkları Türk dili kadar Türk tarihi açısından da önemlidir. Onun yazdıklarının arasında, gezdiği yerlerin demografik yapısı, insanların konuşma biçimleri, yaşam şekilleri, giyim kuşamları, ticari faaliyetleri gibi pek çok bilgi mevcuttur. Örneğin Orta Doğu’daki Türkçe’nin varlığına dair yaptığı tespitler dikkat çekicidir. Tarihi verilere göre bu bölgede 13. Asırda Tarihi Kıpçak Türkçesi konuşulmuştur. Ancak zaman ilerledikçe bölgenin demografik yapısında değişmeler olmuş ve Kıpçak Türkçesinin içine Oğuzca unsurlar karışmıştır. Nihayetinde birkaç asır sonra Oğuz Türkçesi Kıpçak Türkçesinin varlığını ortadan kaldırmıştır. Bin Muhammed Salih’in Mısır’da yaşadığı yıllarda Osmanlılar bölgeyi yüzyıldan fazla süredir yönetiyordu. Bu yüzden yazar eserinde “Bu zamanın devleti, Osmanlı Devleti’dir. Onların dili de Sultaniye Türkçesidir (Osmanlıca).” demiştir. Ancak Kıpçak varlığının tamamen 348 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tükenmediğini, oldukça az miktarda Tatar’ın yaşadığını, bunların da çoğunlukla Küfe yakınlarında bulunduklarını şu sözlerle ifade etmiştir: “Söz ustaları, bu zamana kadar çeşitli dillerde kitaplar yazdılar. Bunlar, eş ve yakın anlamların anlatılması veya diğer anlamların verilmesi biçimindeydi. Ayrıca, bunların yazıldığı dönemin Türkçesi olan Tatarca (bir Kıpçak lehçesi), zamanımızda, Türk devleti olan Osmanlıda kullanılmamaktadır. Ancak, Küfe ve çevresi ile buna benzer Tatar bölgelerinde hâlâ (Kıpçak Türkçesi) kullanılmaktadır. Ben bu bölgelere doğru gittiğimde, belirttiğimiz gibi, onların bu kelimeleri kullandığını gördüm.” Bu sözler, dil tarihi açısından oldukça önemlidir. Türkçenin tarihi seyrini izlemek ve eserlerdeki dil özelliklerini aydınlatmak için kullanılabilecek birincil dereceden bir kaynak niteliğindedir. Bin Muhammed Salih, Mısır ve Küfe’den başka Anadolu’yu da gezmiştir. Tahsili sırasında ve daha sonraları Anadolu’nun pek çok yerinde bulunmuştur. Daha sonra bu Anadolu seyahatlerinden öğrendiklerini, derlediklerini ve Osmanlıya ait bilgilerini KE adlı eserinde anlatmıştır. Bu anlatımlarından bir tanesinde şu sözlerbulunmaktadır: “Ben dil öğrenmeye/bilmeye düşkünüm (aşığım). Alışılmışın dışında (olağanüstü biçimde) olan ibarelerine (dil kurallarına) ve mükemmel biçimdeki güzel sözlerine (belagatine) bakıyorum. Yeterli miktardaki Rumiyye (Anadolu Türkçesi) sözlerinin zırhını kuşanmışım. (Anadolu’nun) denizlerinde yüzdükten ve karalarında (dolaştıktan) sonra, âlimleri ve salih kulları üzerine çok çalışıp onlarla ilgili telifler yaptım. Köylerini ve çöllerini tavaf ettim (dolaştım). Bereketli (yazar burada sulu, içi dolu demiştir) ve serbest (rahat, dolaşması mubah olan yerler) şehirlerinde ve meydanlarında içime çekmeye (iktisap etmeye, öğrenmeye) başladım. İyi, güzel konuşan hatiplerin ağızlarından ve hafızlarından sözlerin incilerini derledim (seçtim, avladım). Sonradan dili öğrenmişler (asıl dili Türkçe olmadığı halde, Türkçeyi sonradan öğrenmiş ve kendini Türk gibi hisseden), ve kullar (sıradan halk) arasına karıştım. Haberi olan küçük-büyük herkesi kucakladım. Arapça kitaplar, edebiyat kuramları, Farsça inşaat, divanlar ve Türkçe mektuplar okudum. Her dilden çevrilmiş tercüme kitaplara baktım. Ve vezirlere çokça mektup ve kitaplar çevirdim.” Bu sözlerde yazarın Türk diline ilgisini açıkça görmenin yanında, onun aldığı tahsili ve yaptığı işleri görmek de mümkündür. 349 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı O, “Arapça kitaplar, edebiyat kuramları, Farsça inşaat, divanlar ve Türkçe mektuplar” okumuş ve “vezirlere mektup ve kitaplar çevirmiştir”. Ayrıca tercüme kitaplara ilgi duymuştur. Bu ilgi, kendi ifadesiyle zamanında çok nadir insanda bulunabilecek bir kitaplığa sahip olmasını sağlamıştır. Bu kitaplardan bir kaçını ŞZ adlı eserinde, yazar şöyle saymıştır: “(Bunlar) Arapça-Türkçe, Arapça-Farsça, Türkçe-Farsça, TürkçeNevaice, Türkçe-Pehlevice dilleriyle yazılmış kitaplardı. Örneğin Ahteri-i Kebir, Mirkat, Niʿmetullah, Halimi Çelebi, SıhahuʾlʿAcem, Sıhahuʾl-Beyan, Cevahiru'l-ʿUkud, İbn Melik, Hamdusena, Tuhfetu'l-Edeb, Silsileti'z-Zeheb, Danistan, Nisabi's-Sibyan ve onun Şerif Cürcani tarafından yazılmış şerhi, Nisabi'l-Fityan, Şahidi'nin nüshası, TuhfetuHusam, LügatiGülistan ve yine Gülistan'ın Arapça beyitleri ile Arapça, Türkçe ve Nevaice yazılmış şerhleri, Molla Hünkâr’ın Mesnevi'nin Arapça nüshası, Ed-Dürretü’l-Mudiyyefi’l-Lügati’t-Türkiyye vb.” Tüm bunlar gösteriyor ki Bin Muhammed Salih emsallerinden geride kalmamak, hatta onlardan bir adım önüne geçmek için çok çalışmış, çok okumuş, çok gezmiş ve kendini ilime adamış bir kişidir. ŞZ’nin A nüshasının kapağında yer alan “ŞZ, imam, âlim, Molla Salih Efendi olarak bilinen kişinindir.” yazısı yazarın hem bilinen hem de bilgin bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. Onun eğitimci ve bilgelik vasfını ŞZ’nin son kısmında yer alan ve Ahmet’in dil öğrenmesi için yazılan cümlelerde görmek mümkündür. Bu cümlelerden birkaçı şöyledir: “Sana bir tavsiyem: oku, oku, oku. Bir de beni Allah rızası için duadan eksik etme. Çok gülmek kalbi öldürür. İlim öğreten, yol gösteren hocaya, baban gibi ikramda bulun. Ömür boyu müçtehit ol. Yoksa oturan, miskin ol, cahillerle ve eşek olarak yaşa. Ey oğul, nasihat kolaydır, zor olan onu kabul etmektir. Ey oğul iyi amellerden müflis, yoksun olma. Ey oğul, bugünden sonra sana zor olan şeyleri bana sor ki sana gönül diliyle anlatayım, o işin inceliklerini göstereyim. Ey oğul, cahiller hastadır, âlimler de onların doktorlarıdır. Benden işit (beni dinle).” Bu güzel sözlerinin yanında İstanbul hayatının Mısır’da öğretilmesi ve Anadolu’daki kültürün oraya taşınması için de emek verdiği, dil öğretirken örneklerini İstanbul ve çevresinden, Anadolu’daki yaşantılardan vererek bir nevi kültür elçisi gibi çalıştığı 350 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması görülmektedir. Örneğin Mısır Kadısının oğlu Ahmet’e cümle alıştırmaları yaparken sarayların, Galata’nın ve İstanbul’daki camilerin yer aldığı örneklerden hareket eder. Kitabında yer alan örneklerden birkaçı şöyledir: Hocam, İstanbul (buradan) gün uzaklıktadır? Uzak mıdır, yakın mıdır? Yoksa denizden mi daha yakındır? İşit ey oğlum! Güzel havada denizden yirmi, karadan da altmış gündür. Hocam, yolda korkulacak bir şey var mıdır? Oğlum, yol güvenlidir. Korkulacak bir şey de yoktur. Belki de şehirlerden daha güvenlidir. Oğlum, istersen sana padişah sarayının, Galata’nın ve camilerin nasıl olduğunu anlatayım. İşit canım! Padişah sarayı kale gibi büyüktür. Bu saray yeni saraydır. Ama eski saray sultanlar içindir. Yeni saray kapısında yüz rub(1 Rub= 0,0857 mt.= 1/8 Arşın, 100 rub = 8,57 mt. ) vardır. Onun eşi, benzeri yoktur. Ama camileri ve medreseleri hep kubbelidir. Süleymaniye dört minarelidir. Minberleri ise, mermerdendir. Ağaç çok azdır. Ama Galata, İstanbul’un önündedir. Ona has bir paşa, beş yüz kadar askeri, kadısı, topları, camileri, hamamları, gemileri ve kadırgaları vardır. Bil ki; Galata ve İstanbul arasında deniz vardır. Gemiler iki yana (hem Galata hem de İstanbul’a karşı) demir atarlar. Ama tersane Galata tarafındadır. İki yüz kadırgadan fazla, daima hazır bekler. Bunlara ayrı bir komutan bakar. Hiçbir şeyleri eksik olmaz, her şeyleri vardır. Padişah katında dururlar (onun emirlerini beklerler). Bunlar ne zaman bir sefere çıksalar elde edilen paydan kimileri tam pay, kimileri yarım pay alırken geriye kalanlar beraberce üleştirilir. İstanbul yaşantısına ait izleri KE’de de bulmak mümkündür. Mesela Tahtakale’nin varlığı ve orada ticaret yapıldığı anlatılır. Sonuç olarak Osmanlı’nın büyüdükçe içine aldığı tüm sosyolojik unsurları bir potada eritip Osmanlı tebaası haline dönüştürürken aydınların rolü oldukça önemli olmuştur. Kimi verdiği vaazlarla, kimi kurdukları dernek ve okullarla kimi de dil öğreterek üstüne düşen vazifeyi yapmaya çalışmıştır. Bu oldukça önemli bir durumdur. Çünkü aydın sınıfı sadece bir şey öğretmez. Onlar öğretirken kaynaştırır, insanlar arasındaki iletişim ağlarını kurarlar. Yani toplumsal örgütlenmeyi ve bütünleşmeyi sağlarlar. Bin Muhammed Salih’in İstanbul’a ait tarihi yapıları, yaşam tarzını veya devletin teşkilatlanmasını Mısır’da anlatması aynı şekilde Küfe’deki halkı okurlarına, öğrencilerine tanıtması, birbirine çok uzakta olan 351 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı insanların birbirinden haberdar olmasını sağlamıştır. Bu haberdar olma, zamanla haberleşmeye ve kaynaşmaya dönüşür. Böylelikle yeni katılan unsurların uyum sorunları aşılmış, birbiriyle kucaklaşmaları ve bir kültürel bütünlüğün kaynaşmış parçaları olurlar. Bunun bilincinde olan Osmanlı idaresi, yazar ve şairleri, hikmet sahibi kimseleri, toplumun saygın kimselerini korumuş, kollamıştır. Hatta devlet erkânı, başta padişahlar olmak üzere eğitim-öğretimle yakından ilgilenmiş, birden çok dil bilmeye, şiir ve musiki ile uğraşmaya büyük önem vermişlerdir. Tüm bunlar Osmanlı’daki kültürel bütünleşmeyi önemli ölçüde pekiştiren etkenler olmuştur. Yazar ve şairler birden çok dilde eserler yazmıştır. Devlet erkânı da güzel olan eserleri ödüllendirilmiş, edebiyat ve sanatla uğraşanları teşvik etmiştir. Böylelikle her kesimden insanlar kucaklanmış ve bir çatı altında toplanarak yüzyıllarca yaşamıştır. Örneğin Fuzuli’nin üç dilde divanının bulunması, Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman gibi padişahların edebiyatla ve özellikle şiirle yakından ilgilenmesi kültürel hareketliliğin, aynı zamanda kültürel bir aradalılığın da önemli birer göstergesidir. Kültürel bir aradalıkgrup içi uyum ve aidiyet duygusunu ön plana çıkarmıştır. Bu hareketli kültürel ortamda aidiyet duygusunun oluşmasına katkı sağlayan 17. yüzyıl dil bilgini, müderris ve molla lakabını almış olan Bin Muhammed Salih, yazdıkları ile, yetiştirdiği öğrenciler ile ülke genelinde ortak bir dil bilincinin oluşmasına, kültürel birlikteliğin sağlanmasına önemli katkılar sunmuştur. O ve ona benzeyen âlim, aydın ve bilgelerin varlığı Osmanlı devletinin yüzyıllar boyu dünyaya hükmedebilmesini sağlamıştır. Kaynakça AŞKAR, Mustafa, “Osmanlı Devletinde Alim-Mutasavvıf. Prototipi Olarak; İlk Şeyhülislam Molla Fenarî ve Tasavvuf Anlayışı”, s. 385-401 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/782/10064.pdf, (Erişim Tarihi: 03.02.2011). AVCIOĞLU, Gürcan Şevket (2013), “Kriz Dönemlerinde Sosyal Bütünleşme: Milli Mücadele Örne”, Tarihin Peşinde, Uluslararası Tarih Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 10, s. 155-170 http://www.tarihinpesinde.com/ekim2013/dergi/M10_07.pdf (Erişim Tarihi: 24.05.2014) AYDIN, Gönül (2006), Sosyal Bütünleşmenin Sağlanması Sürecinde Ziya Gökalp Ve Orhan Türkdoğan’da Dilin Fonksiyonları, 352 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Atatürk Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum. BASKIN, Sami (2012). Eş-Şüzurüʾz-Zehebiyyetüveʾl-KıṭaʿuʾlAhmediyyetüfiʾl-Lügatiʾt-Türkiyyeti (Sözlükbilimsel Bir İnceleme), (Yayınlanmamış Doktora Tezi). Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun. DALBUDAK, Duygu, (2008), “Kadı Burhaneddin İle Şeyhî’nin Gazellerinin Din ve Tasavvuf Açısından Karşılaştırılması”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne. ERKAL, Mustafa (2000). Sosyoloji, İstanbul: DER Yayınları. KESER, Ulvi (2010). “Belçika’ya Türkiye’den Göç Etmiş Olan Türkler İle Belçikalılar Arasındaki Kültürel Uyum Sorununa Kesitsel Bir Bakış; Anvers ve Mol Örneklemesi”, http://e-bulten.library.atilim.edu.tr/sayilar/201006/makale.html (Erişim Tarihi: 24.05.2014) OZANKAYA Özer (1995). Temel Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Cem Yayınları ÖZYETKİN, A. Melek (2003). “14. Yüzyılda Ünlü Arap Filolog Ebu Hayyan’ın Bilgisi Dâhilindeki Türk Dünyası’, Türkoloji Dergisi, C. XVI., S. 2, s. 35-51. Elektronik Belge http://www.siirparki.com/nkemal.html (Erişim Tarihi: 10.05.2014) http://tarihyazilari.blogcu.com/osmanli-devleti-nin-kurulus-sureci-veturkmenler-in-gazi/4327248 (Erişim Tarihi: 10.05.2014) El Yazması Eserler Bin Muhammed Salih, Kamusu’l-Ervam fi Nizami’l-Kelam Bin Muhammed Salih, Eş-Şüzurüʾz-Zehebiyyetüveʾl-KıṭaʿuʾlAhmediyyetüfiʾl-Lügatiʾt-Türkiyyeti 353 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması SAYATKIZI, Kaliyeva Şınar (2014). “Farab’lı Bilim Adamlarının Bilimsel Mirası ve Onun İslam Kültürü Tarihindeki Önemi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.355364 (http://bilgelerzirvesi.org). Kaliyeva Şınar SAYATKIZI* FARAB’LI BİLİM ADAMLARININ BİLİMSEL MİRASI VE ONUN İSLAM KÜLTÜRÜ TARİHİNDEKİ ÖNEMİ (Ebu İbrahim İshak el-Farabi’nin «Divan el-Аdab» eserіni esasa alarak) K azakistan Cumhuriyeti’nin 1991 yılında ulusal egemenliğine kavuşması, ülke şarkiyatçıları ve türkologlarını insani değerler bağlamında kendi ülke tarihini, Türk kökenli halkarın ruhani mirasını çağdaş realiteyi göz önünde bulundurarak derinden incelemeyi gerektiren çok önemli meselelerle karşı karşıya koymuştur. Medeniyet ölçekli yaklaşım açısından bakıldığında İslam kültürünün gelişmesi, dünya kültür gelişmesi gibi komşu halkların, ülkelerin ve bölgelerin karşılıklı etkileşimi ve kaynaşmasıyla karakterize edilir. Bunun en belirgin örneği: Arap Hilafeti kültür ve bilimi gelişmesine çok büyük katkıda bulunan ortaçağ Arap biliminin Türk kökenli temsilcileri, “Doğunun Aristotelleri” olarak tanınan Abu Nasr al-Farabi (870-950), Abu İbrahim İshak b.İbrahim al-Farabi, İsmail el-Cevheri ( yaklaşık 940-1008) ve benzerleridir. Bilindiği gibi, Abu Nasr al-Farabi, filosofi, mantık bilimi, tıp, astronomi, müzik üzerine yaptığı temel araştırmaları ile birlikte aynı zamanda şair olmuştur. Al-Farabi’nin şiiri kendine özgü itinayla incelemiştir ve ardından “Şiir kuralları hakkında yapıt”, “Şiir hakkında kitap”, “Şiir ritmi hakkında kitap” adlı eserlerini bırakmıştır. Orta Çağ bilim adamı İbn Abi Usaybi’a göre, al-Farabi’nin “Kalam fi şiir vel-kavafi” adlı Arap şiir yapısına yönelik ve bilim adamlarınca “şiir tabiatının incelenmesinde bir benzeri olmayan” bir yapıt olarak tanınan eseri mevcuttur. Ancak, maalesef, al-Farabi’nin * Doç. Dr. el-Farabi Kazak Ulusal Üniversitesi, Almatı. 355 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı şiir üzerine olan eserlerinin, çağdaş araştırmacılar tarafından tam olarak bilimsel açıdan incelemesi yapılmamıştır. Farab’lı bilim adamlarının zengin mirası üzerine Kazakistan’da ilk olarak araştırmayı başlatan çağdaş bilim adamı, şarkiyatçı ve Arap bilimcisi, A. B. Derbisali’dir. Kendi monografi çalışmalarında ve bilimsel makalelerinde profesör A. B. Derbisali, Farab nispetini taşıyan otuza yakın tarihi kent temsilcisini saymıştır, onların arasında dilciler, edebiyatçılar, İslam alimleri, filozoflar, astronomlar v.b. vardır. Bu bilim adamlarının bazılarının eserleri günümüze kadar hala incelenmeye hiç ele alınmamıştır, onlar: Abd as-Samad al-Farabi, Abu Ali Hasan al-Farabi, Kauam ad-Din al-Farabi, Mevla Muhammad alFarabi, Abu-l Kasım al-Farabi, Burhan ad-Din Ahmad al-Farabi, Abu Muhammad al-Mukaddasi al-Farabi, Abu-l Fadl Sıddık al-Farabi asSunaki. Bundan on iki asır önce Kazak bozkırlarına yayılmış olan İslam-i ilim ve medeniyetin önemli unsurlarından biri olan Kur’an-ı Kerim dili Arap dilinin bu topraklarda gelişmesine tesir etmiştir. Sovyetler Birliği döneminde yayınlanan Kazakistan tarihi ile ilgili çeşitli ders kitaplarında: “Kazak halkının göçebe hayat sürdüğünü, onların ilimle hiç ilgisi olmadığını, sadece hayvan yetiştirmekle uğraşan halkın cahil olduğunu öne sürüyordu. Böylece yazma çizme bilmeyen Kazak halkını 1917 Ekim ihtilali cehalet uykusundan uyandırdı.” içerikli yazılar yıllarca ders kitaplarından düşmüyor, onu okuyan nesillerimiz onun doğru olduğuna inanarak yetişti. Fakat ХХ. Asrın sonuna doğru bu görüşlerin yanlış olduğu meydana çıkmaya başladı. Ancak tarih sayfalarında yazılan bu kaideleri yok etmek için önemli ilmi araştırmaların gerekli olduğu malumdur. Bu amaçta Kazak tarihçileri, arkeologlar Kazak sahasının ve topraklarının her bir tarafını incelemede ve araştırmada çok emek sarfettiler. Onların buldukları eski tarihi şehirler, çeşitli eşyalar büyük yankı yaratmış oldu. Kazı işleri yapılırken Otırar, Sığnak, Sayram, Jend, Balasağun, Şauğar gibi kentlerin bulunması Kazak halkının göçebe hayatıyla birlikte kendine has şehir hayatının ve medeniyetinin olduğunu gösteren büyük bir kaynak ve delil oluştu. Kazakistan’ın güneyinde şehir medeniyetinin gelişmesine tesir eden unsurlardan biri elbette İslam diniydi. Arap saharasından gelen yeni din İslam, Turan toprağına şeriatin şartlarını getirmekle kalmamış ilim öğrenmeye de kapılarını açmıştı. 356 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İslamı kabul eden yerli halk için namaz okumak/kılmak, Kur’an ezberlemek önemliydi, bu yüzden Arap dilini öğrenmeleri gerekiyordu. Kazak topraklarında ilk önce İslam kültürünün ve mimarisinin en belirgin sembolu olan camilerin yapılışından sonra onların yanında medreseler ve kütüphaneler açılmaya başlamıştı. Bu İslam uygarlığının Turan’daki görünüşüydü. Eski dönemlerde yapılan camiler ve medreseler sadece ibadet yeri olmakla kalmamış, İslam ilmi ve medeniyetinin gelişmesinde önemli rol almıştır. Böyle bir durum islamın sadece Kazak topraklarında değil yayıldığı ve varlığını sürdürdüğü her yerde yaptığı görevidir. Bundan dolayı İslam dini çok hızlı bir şekilde gelişmiştir. İslam diniyle Arap dilini birbirinden ayıramayacağımız için camilerin yanında yapılan medreseler ve kütüphanelerde İslam ilmiyle birlikte Arap dili de öğretilmiştir. Arap dilini bilmek demek ayrı bir milletin dilini bilmek değil dünya uygarlıklarından biri olan Arap-müslüman uygarlığını tanımak demekti. İslam dini sayesinde Turan toprağına yayılan Arap dili ve edebiyatı bugünkü Kazak halkının dili ve edebiyatına hatta medeniyetine, ilmine, geleneklerine de yansımıştır. Sözlük hazinemize giren arapça, farsça kelimeleri Kazak dilinin gramerine uyum sağladığından dolayı hiç ayırtedemeyecek duruma gelmiştir. Arap edebiyatındaki klasik eserler “Bin bir gece masalları” , “Kalila ve Dimna”, Peygamberler Kıssaları, aşk destanları Kazak edebiyatında Doğu motifli eserlerin doğmasına tesir etmişti. İslam Turan topraklarında yeni dinin yayılmasını sağlamışsa Arap dilini ve edebiyatını okuyup öğrenmek isteyenler ise dilini kelime hazineleriyle donatmış, edebiyata çeşitli tarzlar getirmiş oldu. Böyle gelişme ilk önce Kur’an ilimlerini ve Arap gramerini öğrenmekle başlamıştı. Medreselerde ders verme yolu iyice geliştikten sonra cami yanındaki kütüphaneler Arap Hilafetinin gönderdiği gramer, edebi ve dini kitaplarıyla donatılmış oldu. Bu kitapları okuyan ilk müslümanlar ilim almak için İslam medeniyeti ve ilminin tam merkezi olan Bağdat, Basra, Kufa, Nişafur, Damask, Aleppo ve v.s şehirlere gittiler. İlim almak amacıyla başlayan bu yolculuk sadece Arap-müslüman dünyasında değil insan uygarlığının gelişmesine çok büyük katkıda bulunan alimlerin doğmasına vesile olmuştu. “Kazak halkı göçebe hayat sürdüğü için cahil kaldı” diyenlere karşılıklı cevap olarak gösterilen eski şehirlerin yeri, moğol istilasında kaybolan Otırar kütüphanesi, tarihi yansıtan camiler ve Türkistan 357 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı mezarı gibi anıtlar şehir medeniyetinin bu sahada çok eskiden geliştiğini göstermektedir. Hatta Güney Kazakistan’da dünyaya gelen el-Farabi, at-Tarazi, as-Sığınaki, el- İsfidcabi, as-Sayrami gibi yüzlerce alimin eserleri Kazak bozkırlarındaki gelecek nesillere bırakılan büyük miraslarıdır. Kazak toprağında doğup İslam dini sayesinde Arap filolojisinin gelişmesine el atanlar acaba var mıdır? sorusuna cevap olarak Otırarlı (Farablı) ailmlerin en başında Ebu Nasr Muhammad bin Muhammad bin Tarhan bin Uzlağ el-Farabi (870-950), Ebu İbrahim İshah b. İbrahim el-Farabi (?-350/961 vefat etmiş) ve Ebu Nasr İsmail b. Hammad el- Cevhari el-Farabi (yaklaşık 940 doğmuş – 338/1008 vefat etmiş.) gösterebiliriz. Doğulu alim Ebu Nasr el-Farabi’nin zengin hazinesine bakacak olursak onun sadece Arap filolojisine değil, edebiyatta da çok emek verdiği görünmektedir. Şiir sanatı hakkında yazılan (Cavami’uaş-şi’r) ve şiir sanatının kaideleri (Kavaninu sina’ti aş-şiir) adlı eserleri çok mühimdir. [1; 2] Onunla birlikte estetik, melodi ve ritmi ele alan “Büyük müzik kitabı” (Kitab el- musika elkabir),“Alimler sınıflandırması” (İhsa’ıl-ulum) eserleri de önemlidir. Genel yetenek ve gramer, dil ve felsefe ilişkilerini gösterme açısından yazılan “Harfler kitabı” (Kitab-ı el-Huruf) eseri el-Farabi’nin filoloji meseleleriyle birlikte alimler sentezini gösteren yazılı mirasıdır. Otırarlı alimlerin biri İsmail el-Cevhari’yi (yaklaşık 388/1008 y. v.e.) Yakut el-Hamavi “Mu’dcam el-udaba” eserinde İshak elFarabi’nin yeğeni, onun ilimle uğraşıp alim olmasına tesir eden bu kişidir diye yazıyor. [3, 153]. İsmail el-Cevhari “Tadc el-luğa va sihah el-arabiya” (Dil tacı ve arapça kelimelerin doğru yazılışı), “Arud el-urka” (şiir aruzu), “kitab ul-mukaddima (dilbilimine-gramere giriş)” gibi gramerle ilgili eserler verdiği için orta asırdaki alimlerin en yücesi sayılmaktadır ve “gramer imamı” diye lakap almıştır.[4, 22] Otırar’dan çıkıp Arap dilinin gelişmesine kendi payını katan Türk Alimlerinin biri Ebu İbrahim İshak bin İbrahim el-Farabi’dir. Kendi toprağında çok az bilinen ve araştırılan, ilmi mirasına fazla özen gösterilmeyen alimlerimizden biridir. Farab’lı olan bu bilim adamımızın hayatı ve eseri hakkında fazla bilgimiz yoktur. Bu bilim adamımızın doğum tarihi hakkında kesin bilgi elimizde yoktur, ansiklopedide muhafaza edilen bilgiye göre onun Farab’dan çıkan Ebu Nasr el-Farabi’nin çağdaşı olduğunu yazıyor. Onun hayatı ve eserini araştıran Mısır’lı İbrahim Anis ve Ahmad 358 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Muhtar Omar alimin Seyhun nehrinin yanındaki Farab şehrinde, hicra takvimine göre ІІІ asrın sonu ya da yaklaşık IV asrın başında doğduğunu söylüyor. Yani İshak el-Farabi bugünkü takvime göre IX asrın sonunda dünyaya gelmiş. Alimin vefat tarihi hakkında bazı bilgileri kıyaslayan Mısır’lı araştırmacılar onu hicra takvimine göre 350. yıl vefat ettiğini savunuyorlar. [5, 3-4] Böylece İshak elFarabi’nin yüce alim el-Farabi’yle muasır olduğunu, hatta ondan sonra yaklaşık yirmi yıl kadar yaşadığını da tahmin edebiliyoruz. Alimler arasında Arap dilinde Ebu İbrahim İshak el-Farabi’yi “ikinci muallim”den ayırtedebilmek için “el-Farabi el-luğavi” yani “dilci el-Farabi” diye adlandırmışlardır. İslam tarihnamesinde araştırmacılar dilci alimin ilim almak amacıyla Arap topraklarında seyahat ettiğini söylemiş iseler de onların kesin olarak nerelerde olduğunu yazmamışlar. Onunla birlikte İshak el-Farabi’nin yaşamı hakkında az bir bilginin kendisi de ikiye ayrılıyor.Orta asırda ve günümüzde yaşayan araştırmacıların fikirleri birbirine zıt geliyor. Mısır’lı Ahmad Muhtar Omar’ın yazısına bakarak kendi malumatını sunan Yusuf aş-Şaibani el-Kifti ise İshak el-Farabi’nin önemli eserlerinden biri olan “Divan-i el-Adab”ın Yemen topraklarında Zabid şehrinde yazıldığını ve alimin orada vefat ettiğini yazıyor.[5, 4] Bu bilgiyi Alman alimi K.Brokelmen’de “Ebu İbrahim İshak b. İbrahim el-Farabi Türkistan’ın doğusundaki Farab şehrinde doğmuş. Oradan Yemen’e gitmiş ve Zabid şehrinde yaşamış” diyor.[6, 128] Demek biz onun Yemen’e gidip yerleşene kadar bedeviler arasında olup sade edebi dil (el-arabiya el-fusha) bilgilerini toplamış olduğunu düşünüyoruz. Arap toprağı olan Yemen’de bedeviler yaşıyordu ve Arap dili ve medeniyetinin vatanı sayılan bu yerde alimin olması doğru bir seçimdi. Farab’dan ayrıldıktan sonra Yemen’e ulaşıncaya kadar İran, İrak, Necd (şimdiki Suudi Arabistan) yada Şam topraklarından geçeceği malum. Alim aradığı şeyi buralardan da bulmuştur.Çünkü İslam uygarlığı bu şehirlerde de gelişmişti. Halbuki İshak el-Farabi’nin Yemen’de yaşadığı hakkında bilgiyi veren Ahmad Muhtar Omar’ın kendisi de diğer kaynaklardan yararlanarak İshak el-Farabi’nin divanı Yemen’de değil Samani’lerin başkenti olan Buhara’da yada Arap ilim merkezi sayılan Bağdat’ta yazılmış olabiliyor diyor. [5, 5-6]. Bu fikir doğru olduğu halde de, İshak el-Farabi doğduğu yerden ayrıldıktan sonra da az gezmediğini 359 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı göstermektedir. İkinci taraftan bakarsak Buhara gibi şehirde Arap dili yaygın haldeydi, Bağdat ise İslamın “altın asrını” yaşıyordu ve ilim arama açısından tam merkez sayılıyordu. İlmin her dalında çok büyük miras bırakan Ebu Nasr elFarabiyle mukayese ettiğimizde İshah el-Farabinin kendi eserlerini sadece Arap filolojisi alanına adamış olduğunu görebiliyoruz. “Divan el-Adab” (edebi eserler), “Bayan el-‘i’rab” (‘i ‘rab (şahıs veya hal ekleri) kuralları) ( (‘i ‘rab) arab gramerinin ikinci adı-Ş.K), “Şarh adab el- Katib” (yazar, (yazıcı) manasının anlamı) görmek mümkündür. İshak el-Farabi’nin ismini ve Otırar/Farab gibi orta asır tarihi şehirlerinden çıkan alimleri yurt dışındaki kütüphaneler ve çeşitli kaynaklardan bularak Kazak medeniyeti ve tarihinde tanıtmaya çalışan alim E.Derbisalı’dir. [7, 33-38] Anlattığımız gibi İshak el-Farabi’yi “dilci alim” olarak tanıtan eseri Divan el-Adab’dır. Kazak dilindeki manası “edebi mecmua”dir. Bu eser orta asırda önemli yer tutan gramer ve sözlükçülük sahasını geliştiren değerli hazine olduğu bellidir. Yani anlamı ve şekli yönünden Divan el-Adab Arap dilinin açıklamalı sözlüğüdür. Halil el- Farahidi’nin “Kitabul-‘ain” sözlüğünden başlayan günümüzde on iki asırdan aşkın geçmişi olan bu kitap Arap lügatçılığını yıkmaktadır. Sözlükte kullanılan “divan” kelimesi Arapçaya has kelime değildir, bunu Arap dilinin sözlükleri de onaylıyor. İbn Manzur’un “Lisanul-Arab” sözlüğünde “faris-i mua’arrab” yani Arap diline giren farsı kelimesi “sayfalar külliyatı” demiştir. [8, 166]. İbn Manzur onun diğer anlamlarını da açıklıyor: Örneğin İbn el-Asir “askerler ve hediye alacakların listesini yazacak defter” ya da “ilk kalem odasının defterini yazan halif Omar oldu” diyor. [8, 166] «Divan» kelimesi Arap diline farsçadaki asıl manasını koruyarak girmiş. Farsçada birkaç anlamı vardır. Onlar: daire (kalem odası),toplanacak yer,hesap defteri, adalet meydanı, kadı, vezir,meclis, danışma meclisi, vergi, şikayet, hikaye, şiir dizisi [9, 1283]. «Adab» kelimesinin manası Kazak dilinde «edebiyat», «edep» kelimeleriyle bir anlama geliyor. Arab dilinde kullanma özelliğine gelecek olursak ilk önce bu kelime İslamdan önce ve günümüze kadar kullanılan “arab edebiyatı” anlamında ise ikincisi – «terbiye, edep, nezaket» manasına geliyor. Yani kazak diline iki anlamı “edebiyat” 360 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ve “edep” manası da girmiş. «Edebiyat» – «edep» kelimesinin çoğul anlamını taşımaktadır. «Edep» kelimesi tarihi açıdan çok kullanılmış. Orta asırda Arap ve müslüman devrinin gelişme zamanında bilgili insanın Arap şiirini ve Arap kabilesinin tarihi ve çıkışını, belağat ilmini, etiket, felsefe ve fen bilimlerini öğrenmek için verilen ilim kaynağı olmuştur.» [10, 563]. Onunla aynı kökten olan “adib” de birkaç anlama geliyor 1. «çok bilgili, yüce maneviyat sahibi, edep ve terbiye unsurlarını çok iyi bilen, edepli insan»; 2. «edebiyatçı» anlamına geliyor. Bununla birlikte büyük imparatorluk olan Arap Halifatının toprağında yaşayan, kendini bilgili, aydın olarak gören herkes milleti yada mesleğine bakmadan Kur’an ilimlerini, Arap dilinin grameri ve edebiyatı, tarihi hakkında arab dilinde çeşitil ilmi tartışmalara katılıp kendi görüşünü söyleyebilecek durumda olmaları gerekiyordu. Bu hakkında alim E. Derbisali : Şimdi edebiyat manasına gelen “edeb” kelimesinin Emevi Halifeler zamanında (VII-VIII a) estetik edebiyat anlamından daha çok derindi. Böylece nezaket, kibarlık, sadelik, edep, iyimserlik, insanlık gibi vasıfları üstün tutuluyordu”- diye yazıyor. [7, 35] İshak el-Farabi eserinin arapça açıklamalı sözlüğü olmasına rağmen onu “edebi dizi” diye vermiş. Onun sebebini anlamı verilen kelimenin manasını açıklamak için Arap edebiyatının üsülü olan resimleme şeklini kullanmasıyla açıklıyor. Arap dilinde kelime yapma çabasındayken lügatçılar manası açık, çabuk anlaşabilinecek beyitleri sözlü olarak yayan bedeviler arasından derlemiş. Böylece “divan” kelimesinin manası açıklanmış. İshak el-Farabi “Divan el-Adab” adlı eserinin girişinde “ben örnekleri Kur’an, sünnet, hadis, şiir, hikmet, secd, atasözler ve nazireden aldım.” diyor. [5, 73]. Bu yüzden “Divan el-Adab” sözlüğünün maanası ismine layık, Arap edebiyatının çeşitli metinlerine donatılmış zengin eser olduğu malumdur. Arap sözlükçülüğünde ünlü şairlerin eseri ve kıymetli metinleri yararlanarak oradaki tam, saf Arap kelimelerini kullanarak sözlük yapma çok önemli olmuştur. Yazar kendi eserini yayınlamadan önce açıklamalı sözlükte kullanacak olan kelimeler i anlam bakımından açıklamış ve bir külliyat haline getirmiştir. Yani İshak el-Farabi’nin eseri hem sözlük hem klasik Arap söz sanatının seçkin örneklerini içeren edebi eser olarak yazılmıştır. 361 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İshak el-Farabi’nin İslam dinine olan bakışı onun “Divan elAdab”ta yazdığı yazısında görünmektedir. O eserini Allah-u Teala’nın yardımıyla yazdığını,orada Kur’an ayetlerini yazacağını söylemişti. “Kur’an Allah-u Teala’nın kendi elçisine arab dilinde mukaddes ruh sayesinde gönderildi. O Allah’ın kelimesidir. Allah’ın dediğini, Allah’ın verdiği nimetini, onun ilmi ve maanasını sadece bu dili iyice öğrendikten sonra anlayabilecek.” [5, 73] Yani İshak elFarabi Kur’an-ı Kerim ve arab dilini İslam dünyasında hiç ayrılmayacağını onların ikiz kavram olduğunu öne sürerek birini öğrenmek için ikincisini de tanımanın önemli olduğunu yazıyor. “Divan el-Adab”ın sadece Arap filolojisinde değil Türk halkları için de çok önemlidir, çünkü bu sözlük kendi döneminde çok ünlü olmuştur. İshak el-Farabi’nin bu eseri Arap, farsi ve Türk halklarında sözlükçülüğün gelişmesine tesir etmişti.Onun sözlüğünün yapılışına vesile olan “bab”, “fasl” yani kelimeleri kökteki sessiz harflerin yerine göre “kısım” ve “bölüme” ayırıp yerleştirmesini araştırmacılar yıllardır İsmail el-Cevhari’nin buluşu olarak biliyor ve tanıyorlar. Çünkü bu zamana kadar el-Cevhari’nin eseri ulaşmıştır. Yani el-Cevhari’nin “as-Sihah”sözlüğü Farsçaya, Türkçeye çevrilmiş ve diğer dillere de aktarılmıştır.Onun farsçadaki çevrisini “as-Sarah” ХІІІ asır Türk alimi, tarihçi hem dilci Camal ad-Din el-Karşi (yaklaşık 628/1231doğmuş) yapmış. [11, 591] Camal ad-Din el-Karşi Türk’lerin eski şehirleri hakkında araştırmalar yapmış ve önemli yazılar bırakmış. İshak el-Farabi’nin “Divanı” Mahmut Kaşğari’nin “Divan-i luğat at-Türk” sözlüğünü hazırlarken çok önemli olmuş. İki Divanın adlandırılmasından yapılışına kadar, anlamı ve anlatma tarzında bile benzerlikler vardır. Böylece el-Kaşgari sözlüğünü yazarken el-Farabi eserini okuyup incelediğini farkedebiliri ve görebiliriz. Bununla ilgili el-Kaşgari’nin “Divanını” aslından Rusçaya çeviren, araştırma yapan Z.A.Avezova: “Türk-Arap leksikolojisini derlemek için el-Kaşgari örnek olarak Türk sözlükçüsü Ebu İbrahim İshak ibn İbrahim el-Farabi’nin Arap dilindeki sözlüğünden yararlandığını görmekteyiz.” diye söylüyor. [12, 5]. Mahmut Kaşgari’nin yazılı mirasını Arap sözlükçülüğü ile mukayese ederek araştırma yapan R.Muhitdinov: “Tüm Türk halklarının ortak hazinesi sayılan “Divan-i luğat at-Türk” eseri orta asırlarda yaşayan Türk ve Arap halklarını birbirine bağlayan değerli eser oldu”diyor. “O orta asırda tüm dünya medeniyetinin dili sayılan Arap diline çevirilen ilk Türk sözlüğü idi.” diye yazıyor. [13,12 б.] 362 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sonuç olarak: -Kazak toprağına gelen İslam dini, arapça, ilim ve medeniyetin bu ülkelerde yaygınlık kazanmasına vesile oldu; -İslam diniyle birlikte yayılan arab dili yerli halkın orta asırdaki arab-türkü-müslüman uygarlığına birleşmesine tesir etti; -Türk halkları da Arap araştırmacıları tarafından yapılan Arap filolojisinin gelişmesine büyük katkıda bulundu; - İshak el-Farabi’nin “Divan el-Adab” eseri Arap dili ve ilmi için değil, Türk halkları için de çok önemli kaynak sayılıyor; -“Divan el-Adab” İslam dini, medeniyeti ve Arap dilini birlikte okuyup öğrenmeyi öneriyor; -Arab-müslüman sentezin birleştiren “Divan el-Adab” eseri derinden araştırılması gereken ilmi mirastır. Abu İbrahim İshak b.İbrahim al-Farabi’nin “Divan al-Adab” eseri, tüm Türk halkına ortak yazılı anıt olan Mahmut el-Kaşgari’nin “Divan-ı Lugat-it-Türk”ü kavramakta çok önemli kaynak materyalini oluşturmaktadır. Mahmut el-Kaşgari kendi eserini oluştururken, İshak al-Farabi’nin başta olduğu Arap filologlarının sözlükçülük geleneğine dayanmıştır. Mahmut el-Kaşgari ve İshak al-Farabi kendi eserleriyle Müslüman-Arap ve bununla birlikte tüm dünya bilimsel düşüncesi gelişimine çok büyük katkıda bulunmuştur. Onların yazılı mirası Türk kökenli halkların bilim ve kültür tarihi karşısında hiç bir zaman kendi önemini kaybetmez. Onların eserlerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesi, türkoloji için olduğu gibi arapbilimciliği için de yeni imkanlar açacaktır. Türk kökenli Farab’lı bilim adamları, eserlerini Arapça yaratan geleneksel ortaçağ filoloji okullarının seçkin temsilcileridir. Onların bilimsel mirası, hem arapçacılık hemde türkoloji için belirleyici öneme sahip yazılı eserlerin incelenmesi bakımından büyük ilgiye sahiptir. Kazakistan Cumhuriyetinde bu bilim adamlarının hayatı ve bilim yolu hakkında günümüze kadar sadece parça parça bilgiler mevcut, ancak derin ve çok taraflı araştırma yapmak için dünyanın büyük araştırma merkezlerinden karşılıklı alınabilecek tecrübe ve yabancı uzmanlarla yapılabilecek bilgi alışverişi şart. 363 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kaynakça Kaliyeva Ş.S Akikat. - 2010. №7. //el-Farabi Murasının Poetikağa Katıstıb Kırları. - 67-71 s. Kaliyeva Ş.S , KazUU Habarşısı, Şığıstanu seriyası, 2010. №4. //Ebu Nasır el-Farabi’nin Arab Poetikasına Katıstı Közkarastarı, 49-53 s. Yakut el-Hamavi ar- Rumi. Mu’dcam el-Udaba.1 t. Kaliyeva Ş.S Tvorçestvo İsmaila al-Dcevhari i Ego Mesto v Arabskoy Filologi, Almatı: “Kazak Universiteti”, 2006. – 140 s. Ebu İbrahim İshak el-Farabi, “Divan el-Adab”.1t. – Кaır: «Daru-Şa’ab lis-sihafa», 1974.- 482 s. Brockelmann C. Geshichte der Arabishen litteratur, Erster band – Leiden: “E.J.Brill”, 1943. Derbisalı A. Kazak Dalasının Julduzları, Аlmatı: «Rauan», 1995.238 s. İbn Маnzur, Lisan el-Arab. 13 t. – Beyrut: «Daru Sadir». İbrahim ad-Dasuki Şаtа. el-Мudcam el-Farisi el-Kabir. 1t. - elKahira: «Макtabatul-Маdbuli», 2991. 2121 s. Кrаçkovskii İ.Y.,İzbr.coç., t. 2, М.-L., 1956. 563-574. Brokelman К. Таrih el-Аdаb el-Аrаbii. t.1. Кair, 1993. – 622 s. Мahmud Кaşğari, Divan Lugat-it Turk. //Perevod i Predislovie Auezovoy Z-A.M. Almatı: «Daik-press», 2005. – 1284 s. Мuhiddinov R.S. «Divan-ı Lugat-it Turk.» - Turkitanu Temirkazığı, Almatı: «Kazak universiteti», 2011.- 145 s. 364 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması SARI, Yaşar (2014). “Gaspıralı İsmail’den Cengiz Aytmatov’a Türkistan Coğrafyasında Medeniyet”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.367-374 (http://bilgelerzirvesi.org). Yaşar SARI* GASPIRALI İSMAİL’DEN CENGİZ AYTMATOV’A TÜRKİSTAN COĞRAFYASINDA MEDENİYET Giriş S osyal bilim dünyasında kültürel ve medeniyet değerleri üzerine yoğun çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalar genellikle batı merkezli olup, yani Batı sosyo-ekonomik anlayışına göre yapılmaktadır. Bu sebeple medeniyetleri temel olarak birbirine çatışan birliktelikler olarak gören Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması Batı akademik dünyasında büyük rağbet görmüştür. Oysa Türk Dünyası için medeniyet, birbiri ile ortak özellikleri olan toplumları bir araya getiren ve diğer toplumlar ile birlikte insanlığın yararı olan kültürler ve değerlerin paylaşımı yolu ile evrensel değerlerin oluşmasına sağlamaktır. Türk Dünyası düşüncesi, 20. Yüzyılın başında, bir medeniyet ülküsü olarak ortaya çıkışında Gaspıralı İsmail’in Cedid hareketinin önemli bir yeri vardır. Çünkü, Gaspıralı İsmail, ortak değerler, dil, kültür ve eğitim ile insanlığa olumlu katkı sağlayacak “İslami Türk” medeniyetinin canlandırılabileceğine inanıyordu. Her ne kadar, Türkistan coğrafyası 1917 Bolşevik Devriminden olumsuz etkilense de, Cedid Hareketi bir kültürel birikim olarak nesillere aktarılabilmiştir. Örneğin, Sovyetler Birliği içinde 1920 yılların başındaki sol Cedidçiler hariç Türk medeniyeti çalışmalarına izin verilmediği için, daha çok Cengiz Aytmatov’un yaptığı gibi sanat, edebiyat üzerinden medeniyet ve milli kimlik çalışmaları yapılmıştır. Bu çalışmanın tezleri şunlardır: Bu çalışmanın birinci tezi, 20. Yüzyılın başında Gaspıralı İsmail’in düşünceleri ve aksiyonu ile 20. Yüzyılın ikinci yarısında Cengiz Aytmatov yazdığı eserleri ile Batı-Doğu Türkler arasındaki * Doç.Dr. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi. 367 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı medeniyet kodları paylaşılmasına katkıda bulunmuşlardır. İkincitez ise, Batı-Doğu Türkleri arasındaki ilişki Türk medeniyetinin dünyadaki yeni gelişmelere göre yeniden tanımlanması ihtiyacını doğurmuştur. Son tez olarak da, Türk medeniyetinin geleceğini Türkiye’deki gelişmelerden çok Türkistan coğrafyasında meydana gelecek olan siyasi ve sosyal gelişmeler belirleyecektir. Bu çalışmanın amacı, Batı-Doğu Türkleri ve akraba toplulukları arasındaki etkileşim ve bu etkileşimin medeniyet boyutunu incelemektir. Medeniyet boyutunun oluşmasında Gaspıralı İsmail ile Cengiz Aymatov’un katkılarına vurgu yapmaktır. Türk Dünyası için medeniyet, birbiri ile ortak özellikleri olan toplumları biraraya getiren ve diğer toplumlar ile birlikte insanlığın yararı olan kültürler ve değerlerin paylaşımı yolu ile evrensel değerlerin oluşmasını sağlamaya çalışmaktır. Boğaziçi’ndeki kayıkçıdan Kaşgar’daki deveciye ortak dilde okuma yazmayı kayikcidan 40 günde öğretmek için Rusya egemeliği altındaki topraklarda 5000 yakın Cedid okulu kurulmuştur. Gaspıralı İsmail’den Cengiz Aytmatov’a Medeniyet Buhara’dan Almaatı’ya kadar uzanan kadim Türkistan toprakları, dünyanın birçok yerini kıskandıracak zenginliklere sahip tarihî birikim ve kültür merkezidir. Bu sebeple, Orta Asya Türk Dünyasının bağımsız devletler olarak ortaya çıkmasından önce Türkiye’de Türkistan bölgesi erişilmesi uzak ve sadece edebi eserlerde geçmişte kalan bir Kızıl Elma olarak görülmekteydi. Hem coğrafyanın hem de Soğuk Savaşın siyasi ortamı Türk toplumları arasındaki iletişimi kopartmıştı. Aynı zamanda her ne kadar Osmanlı Devleti ile Türkistan’daki Hive ve Hokand Hanlıkları ve Buhara Emirliği arasında sınırlı siyasal, kültürel ve ekonomik ilişki var olsa da Batı Türkleri ile Doğu Türklerinin etkileşimi yüzyıllardan beri sınırlı idi. Yirminci Yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen siyasal ve teknolojik devrimler BatıDoğu Türkleri arasında yeni ilişkilerinin geliştirmesine fırsat verdi. Bu fırsat sadece ilişkilerinin geliştirilmesine değil, aynı zaman da Türk toplumlarının kendilerini tanımlamalarında, sahip oldukları ortak medeniyeti, tarihlerinin, dillerinin, dini anlayışlarının yani ortak noktaları olan toplumları önce millet sonra da medeniyet yapan karakterlerinin bir olduğunu anlamalarına yol açtı. Türk toplulukları arasında tarih, dil, soy ve kültür birliği düşünceden kuvveye dönüşmesini yani 20.yüzyılda çağına uygun 368 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tekrar ortak bir Türk medeniyeti oluşması için Gaspıralı İsmail bey hem fikir hem de eylem adamı olarak mücadele etmiştir. Her ne kadar Gaspıralı ortak medeniyet konusunda beklentileri şimdilik gerçekleşmemiş ise de bugün Türk dünyasından söz edebiliyorsak bunda Gaspıralı İsmail’in katkılarını yad etmemiz gerekir.368 Özellikle de az daha olsa, Sovyetler Birliği egemenliği altında Türkistan’da varlığını devam ettirebilmiş ortak Türk Dünyası anlayışının oluşmasında büyük katkıları olmuştur. Gaspıralı’nın yayınladığı kitaplar, çıkardığı Tercüman gazetesi ve bunlardan daha önemlisi olarak Rus Çarlığı idaresi altındaki Türk Dünyası topraklarında açtığı Cedid okulları ile bu medeniyet bilincini yeşertmeye çalışmıştır. Bu sebeple, Türk Dünyası düşüncesinin, 20. Yüzyılın başında, bir medeniyet ülküsü ve aksiyon olarak ortaya çıkışında Gaspıralı İsmail’in Cedid hareketinin önemli bir yeri vardır. Çünkü, Gaspıralı İsmail, ortak değerler, dil, kültür ve eğitim ile insanlığa olumlu katkı sağlayacak “İslami Türk” medeniyetinin canlandırılabileceğine inanıyordu. Özellikle dilde, fikirde ve işte birlik düsturu dünyanın gerçekliğine de uygun düşmektedir. Gaspıralı İsmail, Türk milletinin, Türk dünyası coğrafyasının medeniyet kodlarının ortak olduğunu ve bu ortak medeniyet kodlarının ‘dilde, fikirde ve işte birlik’ şiarı ile ayağa kalkabileceğine inanmış, Türk halklarının ortak medeniyet değerlerinin gelecek nesillere aktarılması ve yayılması içinde eğitimin şart olduğuna inanmış ve bu yolda çok büyük çabalar sarfetmiştir. Gaspıralı’nın yetiştiği Kırım, Çarlık Rusya’nın işgalinden sonra sadece siyasi anlamda değil sosyal, demografik ve yabancı bir kültür tarafından kuşatılmış ve asimilasyona tabii bir sömürülen toprak ve toplum haline dönüşmüştür. Bu özellik sadece Kırım için değil diğer Batı devletlerinin sömürge imparatorlukları tarafından da dünyanın Batı dışındaki diğer halklarına karşı da yapılmıştır. 19.yüzyıl bu anlamda Batı tesiri ve hegemonyasının dünyaya yayıldığı bir asırdır. Müslüman topluluklar olduğu kadarı ile Türkistan coğrafyası ve Türk halkları da, Osmanlı Devleti hariç, bundan etkilenmiştir. Gaspıralı İsmail Bey, İslam kültürünü özümsemiş ve kendisi İslam medeniyeti dairesinde gören biri olarak Rus ve Batı düşüncesine de uzak değildir. Bu kültürler arasında karşılaştırma yapabilecek ve ‘Müslüman halkların geri kalmışlığı’ sorunun nasıl çözeleceği 368 Yavuz Akpınar, “İsmail Gaspıralı ve Türk Dünyası,”Türk Dünyası Kültürel Değerleri Uluslararası Sempozyumu Bildiriler Kitabı, editör Burhan Sayılır, Eskişehir, Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı, 2014, s. 825. 369 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı üzerinde kafa yormuştur.369 Bunu gerçekleştirmek için en iyi aracında eğitim olduğuna kanaat getirmiştir. Gaspıralı, cehaletin en büyük sosyal sorun olduğunu kabul etmiş ve eğitimin bir toplumdaki değişik sosyal sorunların üstesinden gelem için önemli bir araç olduğunun farkındaydı. Bu sebeple, çocukların temel eğitimlerini kısa zamanda tamamlamalarını sağlayacak metodlar geliştirdi. Böylece ortak bir dilin oluşması için çaba sarfetti. Ortak dil sayesinde, toplumların sorunları çözebilmek için fikir birliğinde daha kolay yapılabileceğine inandı. Fikir birliğine sahip toplumların sorunlarını çözmede el ele vererek yapacakları işleri ile sorunları çözebileceklerine ve çağdaş toplumlar ile bir medeniyet seviyesine gelebileceklerine düşünüyordu. Bu düşüncesini de ‘dilde, fikirde ve işte birlik’ şeklinde özetlemiştir. Rusların hakimiyeti altında yaşayan Müslümanlar çeşitli dönemlerde baskıya maruz kalmışlar, dinlerini değiştirmeye zorlanmışlardır. Bu özellikle, Kazan ve Astarhan Hanlıkların Rus hakimiyeti altına girdiği 16. yüzyılın ortalarından 17. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etmiştir. Rus Çarlığında Aydınlanmanın etkisi görülmesi ile bu baskılar azalmış ve II. Katerina döneminde ise özellikle Tatar müslümanları imparatorluğun genişlemesi için bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum 19. yüzyıl ile birlikte hakim Batı Medeniyeti ve onun getirdiği değerler karşısında Müslümanlar kendi kabuğuna çekilmiş ve eziklik içindeydi. Ne kendilerinin sahip olduğu medeniyeti ve bu medeniyetin meziyetlerini öne çıkarabilmişler ne de Batı medeniyeti dairesi içine girebilmişlerdir. İşte böyle bir durumda, Gaspıralı düşünceleri ile önce toplumu aydınlatmak ve güçlü bir medeniyet duygusuna sahip yeni bir aydın sınıfı oluşturmayı hedeflemiştir. Böylece hem siyasi olarak hakim olan Rusya yönetimi ile hem de Batı medeniyeti ile rekabet edebilecek bir hareket meydana gelecekti. Bunu yaparken de, hakimiyeti altında yaşadığı Rus devletinin kanunları çerçevesinde hareket etmiştir. Cedid Hareketinin siyasi olarak devrimci bir karakteri yoktur. Fakat Cedidcilerin bazıları devrimci Bolşevikler ile de beraber hareket etmiştir. Açıkcası, uzun ve meşakatli bir mücadel öngörmekteydi. Bunu gerçekleştirmek içinde ortak kimlik ve hedefin sıkı bir şekilde korunması gerektiğine inanmaktaydı. Bu özelliği ile Gaspıralı’nın fikir 369 Nazmi Eroğlu, Ütopyalar İşiğinda Gaspıralı’nın Darürrahat Müslümanları, İstanbul, Bilge Kültür Sanat, 2013, s.10. 370 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması babası olduğu Cedidciler farklı rejimler altında (hem Rus Çarlığı hem de Bolşevik rejimleri) çalışmalarına devam etmişlerdir. Yani varolan rejimler ile de işbirliği yapmışlardır. Bu sebeple 1920’lerde ve 1930’ların başında Orta Asya’daki Sovyet yerel yoneticileri arasında Cedidciler ve Cedidcilerden etkilenmiş olan aydınları görürüz. Bu yönetici ve aydınlar Orta Asya’da kurulan birlik cumhuriyetlerin fikir babaları ve kurucuları olmuşlardır. Bu cumhuriyetlerin kimliklerin oluşmasında önemli katkıda bulunmuşlardır. Fakat ne yazık ki, 1930’larda Sovyetler Birliği lideri Josef Stalin’nin baskı ve sindirme politikalarının kurbanı olarak milliyetçilik, Turancılık ve PanTürkçülük ile suçlanarak ortadan kaldırılmışlardır. Bolşevikler ile işbirliği yapan Cedidcilerin, daha doğru bir ifade ile sol Cedidcilere baktığımızda sosyalizmin ana ilkelerini benimsemelerine rağmen kendilerini Türk, Müslüman ve Turani olarak da tanımlamaktadırlar. Bunların Sovyetler Birliğine bağlı adında Türk, Müslüman veya Turan geçen sosyalist birlik cumhuriyetleri kurmak istedikleri ve bu fikirlerini çeşitli platformlarda ifade ettikleri bilinmektedir. Bunun en iyi örneklerinden biri Kazak sosyalisti olan Tırar Rıskulov’dur. Gaspıralı’nın çalışmaları her ne kadar Rus idaresini ürkütmeden ve Rus devleti ile işbirliği içinde Müslümanların eğitilmesini öngörse de başta Tatar asıllı Rus misyoneri olan Nikolay İlminskii ve diğerleri tarafından “Pan-Türkçü” ve “Pan-İslamcı” olarak eleştirilmiş ve Rus hükümetine Gaspıralı’nın çalışmalarının engellenmesi için harekete geçmesini tavsiye etmişlerdir.370 Gaspıralı fikirlerini yaymak için önce Rusya egemenliği altındaki Türk dünyasında gezilere çıkar, gittiği bölgelerdeki aydınlar ile görüşür. Böylece yapacağı çalışmalar için bir zemin oluşturmaya çalışır. Gaspıralı’nın ülküsü ise, Tercüman gazetesi ve okuyucuları ile oluşturduğu “Boğaziçi’ndeki balıkçıdan Kaşgar’daki deveciye kadar” herkesin kullandığı ortak bir dil ve benimsediği ortak medeniyetin tekrar canladırılması düşüncesidir. Gerçekten de Tercüman gazetesi ve Cedid hareketi Türk dünyasında ortak edebi dilin oluşmasında çok önemli bir rol oynamış, bugün Orta Asya Türk devletlerinde siyasi elit ve aydınlar arasında az da olsa görülen Türk dünyası vurgusuna Sovyetler Birliği dönemindeki tüm engellemelere karşın katkıda bulunmuştur. 371 370 Akpınar, ss.828-829. A.g.e., s. 833. 371 371 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Gaspıralı İsmail medeniyet anlayışının temelllerinden biri de, Türk Müslüman toplumlarının çağa ayak uydurabilmeki için birlikte değişmesi ve ortak üretme kapasitesine sahip olmasıdır. Bu anlamda zamanın ruhuna uygun medeniyeti değerlere ve ortak değerler üzerinden inşa etmeye odaklanmıştır. Dil ve bilgi birikimi medeniyet temelini oluşturur. Cedid okulları da hem ortak kendi dilinde eğitim sağlarken hem de Türk Müslüman toplumların iktisadi yeniliklere ayak uydurmasını, Batı tekniklerine kullanabilmesini hedeflemekteydi. Gaspıralı’nın düşüncelerinden etkilenen, Cedidci diyebileceğimiz Türkistan aydınlarına baktığımızda farklı düşüncelere sahip olan aydınları görebiliriz. Tahir Çağatay, İbrahim Yakın, Fıtrat, Çolpan, Abdullah Kadiri, Feyzullah Hocayev, Kasım Tınıstanova, Ahmet Baytursunoğlu, Ali Bukayhan, Magcan Cumabay, Şekerbay Huderbeyoğlu, Tırar Rıskulov akla gelen isimlerdir. Her ne kadar, Türkistan coğrafyası 1917 Bolşevik Devriminden olumsuz etkilense de, Cedid Hareketi bir kültürel birikim olarak nesillere aktarılabilmiştir. Örneğin, Sovyetler Birliği içinde 1920 yılların başındaki sol Cedidçiler hariç Türk medeniyeti çalışmalarına izin verilmediği için, daha çok Cengiz Aytmatov’un yaptığı gibi sanat, edebiyat üzerinden medeniyet ve milli kimlik çalışmaları yapılmıştır. Fakat Törekuloğlu Cengiz’in,12 Aralık 1928’de Kırgızistan’ın Şeker köyünde başlayan “AkGemi”yle “ToprakAna”ya doğru yolculuğu, 80.yaş gününe ulaşamadan, 10 Haziran 2008 günü Almanya’nın Nurnberg kentinde noktalandı. Babası Törekuloğlu, diğer birçok Cedidci gibi Stalin zulmünün kurbanıdır. Cengiz Aytmatov yaşadığı yani 20. yüzyıl ve 21. yüzyılın ilk yıllarını kapsayan dönemde meydana gelen gelişmeleri dikkatle takip ederek, bu gelişmelerini eserlerine yansıtmıştır. Bu anlamda o zeıtgeist yani zamanın ruhunu çok iyi okumuş ve böylece uluslararası bir üne sahip olmuştur. Aytmatov, sadece Kırgızı, Kazağıyla Türk dünyası için değil insanlık içinde önemli bir duraktır. Çünkü Aytmatov, eserleri yüzellinin üzerinde dile çevrilen, pek az yazara nasip olabilecek evrensel bir üne sahip bir dünya yazarı, halklar arasında bir köprü oluşturmuştur. Çünkü, dil fikirleri birbirlerine bağlayan köprüdür. Her ne kadar Aytmatov eselerinin önemli bir kısmını Rusça yazsa da, Türkistan toplumunun sosyal hafızasını, hatırasını ve vicdanını yansıttığı için bir Türk Dünyası yazarı kabul edilebilir. 372 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Eserlerinden sezgiden rasyonel düşünce doğru bir akış vardır. Yerelden evrensele doğru bir açılım vardır. Bu açıdan, Aytmatov, sadece Kırgızistan’ın değil doğusuyla, batısıyla Türk Devlet ve Topluluklarının kültür elçisidir. Onun kurduğu köprüler, binlerce yıllık bir kültürel zenginliğin kapılarını dünyaya aralamıştır. Her ne kadar Aymatov, zamanın ruhuna göre eserlerini verse de, Osman Horata göre,“asrının eseri”ydi fakat “asrının esiri” değildi. O asrının esiri olmamış: “insanı yok etmeye dönük” savaşlara, baskılara, zulümlere karşı, “asrı”nın güdümün egirmeden; insanı hür, erdemli ve “kendi” olarak yaşatabilmenin savaşını vermiş bilge bir yazardır. Savaşlar, felaketler ve hızlı değişim, yetişen kuşakları geçmişle organik ilişkiden yoksun bir zeminde, sürekli “şimdiki zaman” içinde yaşamak zorunda bıraktı. Tarih yani kimlik şuuru büyük bir erozyona uğradı ve “kimlik sorunu” çağın sorunu hâline geldi. Aytmatov’un eserlerinin ana temasını, asrının bu trajik yüzü, çevre felaketleri, ötekileştirme/kendi olma, savaşlar gibi sorunları oluşturdu. Sistemin baskısı veya kendi arzusuyla insanın kendine yabancılaşarak millî hafızasını kaybetmesini, bir Kırgız efsanesinden esinlendiği “Mankurt” metaforuyla insanların belleklerine silinmeyecek şekilde kazıdı. “Halkların tarihî hafızasının körelmesi”ni, “fertlerin ve halkların kendi benliklerini kaybetmesi faciası” olarak gören Aytmatov, millî hafızasını yitiren bir insanı “annesini tanımayan bir ferde” benzetir. Aytmatov, millî olmadan evrenselleştirilemeyeceğini herkese göstermiştir. Aytmatov’un Türk Dünyası hakkındaki temel düşünceleri şunlardır: Ortak Türk Dilini büyük bilimsel çalışmalar temelinde oluşturmalı, diller arasındaki farkları ortadan kaldıracak özel kelimeler üretilmeli ve ortak sözlükler ve Türk Dili Ansiklopedisi oluşturulmalı. Yani bir anlamda Erol Güngör’ün belirttiği gibi bir milleti millet yapan en önemli ögelerin, paylaştıkları kültür ve medeniyet değerleri olduğunu ve siyasal ve ekonomik konjektöründe uygun olması halinde bu milletlerin ortak hareket etmelerinin ve medeniyeti tekrar canladırabilmelerinin mümkün olduğunu göstermektedir. Sonuç Orta Asya Türk Dünyasının bağımsız devletler olarak ortaya çıkmasından önce Türkiye’de Türkistan bölgesi erişilmesi uzak ve sadece edebi eserlerde geçmişte kalan bir Kızıl Elma olarak görülmekteydi. Hem coğrafyanın hem de Soğuk Savaşın siyasi ortamı Türk toplumları arasındaki iletişimi kopartmıştı. Aynı zamanda her ne 373 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kadar Osmanlı devleti ile Türkistan’daki Hive ve Hokand Hanlıkları ve Buhara Emirliği arasında sınırlı siyasal, kültürel ve ekonomik ilişki var olsa da Batı Türkleri ile Doğu Türklerinin etkileşimi yüzyıllardan beri sınırlı idi. Yirminci Yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen siyasal ve teknolojik devrimler Batı-Doğu Türkleri arasında yeni ilişkilerinin geliştirmesine fırsat verdi. Bu fırsat sadece ilişkilerinin geliştirilmesine değil, aynı zaman da Türk toplumlarının kendilerini tanımlamalarında, sahip oldukları ortak medeniyeti, tarihlerinin, dillerinin, dini anlayışlarının yani ortak noktaları olan toplumları önce millet sonra da medeniyet yapan karakterlerinin bir olduğunu anlamalarına yolaçtı. Yani bir anlamda Erol Güngör’ün belirttiği gibi bir milleti millet yapan en önemli ögelerin, paylaştıkları kültür ve medeniyet değerleri olduğunu ve siyasal ve ekonomik konjektöründe uygun olması halinde bu milletlerin ortak hareket etmelerinin ve medeniyeti tekrar canladırabilmelerinin mümkün olduğunu göstermektedir. Bu çalışmanın birinci tezi, 20. Yüzyılın başında Gaspıralı İsmail’in düşünceleri ve aksiyonu ile 20. Yüzyılda Cengiz Aytmatov yazdığı eserleri ile Batı-Doğu Türkler arasındaki medeniyet kodları paylaşılmasına katkıda bulunmuşlardır. İkinci tez ise, Batı-Doğu Türkleri arasındaki ilişki Türk medeniyetinin dünyadaki yeni gelişmelere göre yeniden tanımlanması ihtiyacını doğurmuştur. Son tez olarak da, Türk medeniyetinin geleceğini Türkiye’deki gelişmelerden çok Türkistan coğrafyasında meydana gelecek olan siyasi ve sosyal gelişmeler belirleyecektir. Öneriler 1. Siyasal ve gönül alıcı söylemler yerine birlikte hareket etmeyi engelleyen sorunlar ve bu sorunların varsa çözüm yolları üzerine konuşmak ve eyleme geçmek. 2. Eğer sorunları çözülemeyecek ölçekte ise işbirliği alanını kısa zamanda çözülecek sorunlara yönlendirmek. 3. Türkistan coğrafyasındaki toplumların artık bir millet kimliğine sahip olduğu kabul edilmeli. 4. İşbirliğini de sadece devletlerarasında değil asıl milletler ve sivil toplum kuruluşları arasında geliştirilmeli. Devletlerin kurumları aradan çekilmeli. 374 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması CSÁKİ, Éva (2014). “Türk Bilgelerine Dair”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.377-381 (http://bilgelerzirvesi.org). Éva CSÁKİ* TÜRK BİLGELERİNE DAİR B ir Macar Türkoloğu ve aynı zamanda Türkçe –Macarca ve Macarca – Türkçe sözlüklerin yazarı olarak asırlar öncesinden Mahmud Kašγarï’nın, diğer Türk en ileri gelen alimlerinin hayranı olarak Türk Bilgelerinden konuşabilmem bir ödevdir. Onları ve miras kalan eserlerini sürekli kendi öğrencilerime öğretmem bir borç bilirim. Macar Bilimler Akademisindeki Eski Macar Tarihi araştırma gurubunda çalıştığımda Hristiyanlığa kavuşmamış Macar ve İslamiyetten önceki Türklerin ilişkisi üzerine ve onun neticesi olan Macarca’daki Eski Türk alıntı kelimeleri üzerine uzun ve pek detaylı bir çalışmaya katılmıştım. On beş senedir Eski Türk – Macar İlişkileri konusunda fakültemizde ders vermekte olduğumdan Mahmud Kašγarï onbirinci asırda Türklerin yeni müttefiği olan Bagdad halifesinin kullanabilmesi için Dīvānu Lugāti’t-Turk’u yazmasaydı, bugünkü manevi dünyamız çok daha fakir olacaktı. Çünkü deminki sözlüğünde o dönemin deyim, atasözü, hele türkülerine de yer verip bize bir çok şey miras bırakmıştır. Eski Türkçe atasözlerinden “Alp çerigde, bilge tirigde”, (I, 3388) “Kuş kanatın, er atın” (I, 34) – gibi az ve öz özelliğe sahip cümleler düşünce tarzından başka, cümle yapısından da örnek sağlamaktadır.372 Eski Türkçe şiirlerin çoğu ise dörtlüklerden ibaret olup her mısrada en çok yedi (4+3) hece vardır.373 Konusu alp eren, avcılık, aşk ve tutkulu sevda, savaş ve savaşçı, ve saire, yani hayatın her kesitinden birer resim sergilenmektedir. * Dr. Péter Pázmány Katolik Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü, Budapeşte, Macaristan En eski Macar atasözleri de tam bu tür eksikli cümlelerin özelliklerini taşımaktadır: „Madarat tolláról, embert barátjáról” ’Kuş kanattan, insan dostundan’ [bilinir]. 373 En eski döneme ait olan Macar şiiri de tam bu şekil ile bilinir, kafiyesi bile çok benzemektedir. 372 377 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kašγarï’nın bu büyük eserinin 2007’de tekrar basılmış nüshasında pek çok değerli detaya rastladım. Eski Macarca’ya Eski Türkçe’den giren alıntı kelimeler birçok atasözünde de mevcuttur: ‘alımçı arslan, berimçi sıçgan’ – alacaklı, alacağını isterken aslan gibidir, borçlu ise korkudan sıçana benzer (139) – işte bu atasözündeki hayvanların ismi bugünkü Macar dilinde aynen budur. Alp ‘yiğit, kahraman, bahadır’ (139) kelimesiyle ilgili aşağıdaki örnek de gösterilir: Alp er tonga öldi mü Esiz ajun qaldı mu Ödleg öçin aldı mu Amdı yürek yırtılur Alp er Tonga [Afrasiyab Han]öldü mü Kötü dünya kaldı mı Felek öcün aldı mı Şimdi (ülkesinin kederi ve feleğe duyulan öfkeyle ) yürek yırtılır (139) Yalnız çevirideki ödleg > kelimesinin anlamı felek değil de ‘zaman’dır. (369) Macarlar’ın zaman anlamındaki kelimesi > idő, tam Türkler’den verilmiştir, onda dil tarihimizin gereği çeşitli sesler değiştirilmişse de bunlar hep kurallı farklardır. bilge ’zeki’ (188) sözünün örneği ise: bilge erig edgü tutup sözin eşit erdemini ögreniben ışqa sür-e Bilge kişiyi iyi tut, onun kelamını dinle Erdemini öğren ve bunu uygula (188) Eski Macar atalarımızın da hoşuna gidip hem edgü > Macarca: egy ‘aziz’ hem erdem > Macarca érdem kelimesi kendi dillerine ödünç alıp saklamışlardı. Tablo çok daha zengindir. Aşağı yukarı bu Eski Türkçe’den Macarca’ya alınmış ödünç kelimeler sayısı dörtyüzden fazla, ve hayatın tüm alanlarını içeren her konuyu içermektedir. Macarlar ve Türkler eskiden ortak bir kültür oluşturup ortak değerlere sahip çıkmışlar. Kelimelerin sayesinde anlaşılır ki bir dönem bu iki halk birbiriyle ortaklaşa yükselmişlerdi. En eski zamanlardan beri Orta Asya’da göçebe hayat sürdüren Türkler oluşturdukları kendi eski inanç sistemlerin sayesinde 378 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması heterodoks İslam’a kavuşmuştur. Dışarıdan değil, önceki dinleri vasıtasıyla (Ocak 2012:49) ta Balkanlar’a kadar bu senkretist dini ulaştırıp yaşatmışlardı. Turkestan’daki Ahmet Yesevi’nin türbesine ziyaret ettiğimizde çok etkilendik. 12nci asırdaki Ahmet Yesevi’nin öğretisi (Divan-ı Hikmet) Yesevilik şeklinde, müridi denilen Hacı Bektaş Veli’ninki ise Bektaşilik’te yüceltilmiştir. Hikmetler – tam 153 tanesi şiir şeklinde en son Turkestan’da yayımlanmıştır – taptaze olup beni en çok Trakya’da derlediğimiz nefeslere hatırlatmışlardı.374 İlk hikmetinde Yesevi hemen altmış üç yaşına kadar gördüğü dünyanın faniliğinden, ve özünün cahilliğinden anlatmaktadır. No 52-nin ilk dizesi: On segiz miŋ älemde qayran bolγan γašïqtar…gibi devam etmekte. Zikir eyle, zikr ayt, hürmat qïlγïl” – gibi öğütler vermiştir. Kısa şeklinde Makalat olarak bilinen eser Hacı Bektaş Veli’nin hayatla ilgili 13üncü asırda verdiği öğütlerini içermektedir. Dervişin özellik ve görevlerinden, talibin özellik ve görevlerine kadar, insan çeşitlerinden375, fakirliğin ne olduğundan, evliya ve ariflerden, mucizelerden konuşmaktadır. Benliğin ne kadar fena olduğunu, ve ondan bir an önce kurtulmak gerekliğini anlatmaktadır (HBV 2004:27). HBV’nin Velayetnamesinden376 (Duran – Gümüşoğlu 2010:469) öğrendiğimiz gibi: “Hünkar Hacı Bektaş Veli Sulucakarahöyük’e yerleştiği zaman Ahi Evran henüz Kırşehir’e gelip yerleşmemişti, daha sonra yerleşti.” Her ikisi birçok keramet gösterip bol bol velayetleri varmıştı. Onlar birbirlerine büyük bir sevgiyle bakmıştılar. HBV’nin birçok önemli öğretisinden belki de en önemlisi budur: “Genç öğrenciler yanımıza geliyorlarsa temiz bir kalp ile gelsinler. Böyle gelmeyeceklerse dönüp geri gitsinler. Aksi halde onlara zararımız dokunur.” 374 „Sistematik bir analize tabi tutularak değerlendirilememiş muazzam bir edebiyat” (Ocak 2012:64-5). 375 Beş çeşit insandan konuşur: 1. kerim ’yemeyip yediren’, 2. cömert ’ hem yiyip hem veren’, 3. cimri ’kendisi yer ama kimseye vermez’, 4. kötü, 5. rezil (HBV 2004:30). 376 Onüçüncü yüzyılda yaşamış Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin Türkistan’dan Ahmed Yesevi’nin yönlendirdiği Anadolu’ya gelişiyle başlayan vefatını de anlatan bu eşsiz eseri yakın bir geçmişte yayına hazırladılar (Duran – Gümüşoğlu 2010:469). 379 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hem Yesevi hem Hacı Bektaş-i Veli’nin öğrettiklerinin temelinde insan ve Tanrı varken Kašγarï’nın de sözlüğünde yer alan fani dünya motifinden pek çok şey anlaşılır. 21. yüzyılda geçerliliğini savunan sekiz asırdan önce yayılmış bir düşünce ve davranış sisteminden neler öğrenebiliriz? Var mı bize hala Ahiliğin herhangi bir mesaji? Evet, yeni nesil için yaşlılara sorumluluk düşmez mi? Genç nesillere her türlü maarifetimizden örnek göstermek gerekmez mi? Bizim de tanıklık ettiğimiz hoşgörüden, iyi niyetten öğretebilirsek, netice olarak onlar da yaşlıları daha iyi anlayabilir. Sonuç Macar ve Türk halklarının arasındaki bağ tarih boyunca ortada olmakla beraber, bugünkü milletlerimiz cumhuriyetin şemsiyesi altında, fakat her iki milletin çok eskilere dayanan farklı dinin oluşturduğu kültürü olmuştu. Unutmamak gerekir ki Macarlar Hristiyanlık, Türkler ise İslamiyete kavuşmadan önce ortak bir kültüre sahiplerdi. Bunun tanıklığını eski Türklerden ödünç aldığımız yüzlerce Macarca kelime göstermektedir, Bunlardan şimdi yas (Macarcasi gyász), ädgü (M. egy) ve erdem (M. érdem) kelimelerine dikkatınızı çekmek isterim. Türk kültürünü, Anadolu uygarlıklarını düşünürken akla çok zengin bir tablo gelmektedir. Orta Asya’dan Anadolu’ya yerleşen Türklerin herşeyden önce tabiata, Gök Türke tapmaları, ataerkli, şamanist377 olduklarını kanıtlamaktadır. Ancak onlardan önce de Anadolu’da ne kadar çok, yüksek seviyeye ulaşmış uygarlığın inanç sistemi takip edilebilir inanılır gibi değil. Oysa bu zenginliği yeterince tanımamakta ve bu zenginlik hakkında yeterince konuşmamaktayız. Kaynakça Aytaş, G. (ed.) (2010): Hacı Bektaş Veli Külliyatı, Fevaid, Fatiha Suresi Tefsiri, Besmele Tefsiri, Makalat-ı Gaybiyye ve Kelimatı Ayniyye, Makalat. (Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayınları Araştırma Dizisi) Ankara. 377 Çin kaynaklar Gök Türkler arasında şamanizm bilinmiş olduğunu söyler (Ögel 1984: 165). Türk tarihçilerden (Temren 1997:103), (Ocak 1996:97) başka, birçok araştırma bunu vermişti. 380 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Duran, H. – Gümüşoğlu, D. (2010): Hünkar Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi. (Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayınları Araştırma Dizisi) Ankara. Hacı Bektaş Veli (2004): Makalat-ı Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniyye. Ankara. Iasaui, A. (2010): Divani Hikmet (audarma, transkripcija, mätin, sözdik) Türkistan. Kaşgari, M. (2007): Divanü Lugati’t-Türk. R. Dankoff’un J. Kelly’nin katkılarıyla yaptığı çeviri ve notları temel alarak. Türkçe çeviri ve düzenleme S. T. Yurteser ve S. Erdi. İstanbul, Kabalcı Yayınevi. ISBN 975-997-013-9 Ocak, A.Y. (2012): Türkler, Türkiye ve İslam. Yaklaşım, Yöntem ve Yorum Denemeleri. (İletişim Yayınları 549) İstanbul. Ögel, Bahaeddin (1984): İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi Orta Asya Kaynak ve Buluntularına Göre. 2. Baskı. (Türk Tarih Kurumu Yayınları VII:42a) Ankara. Sipos, János – Csáki, Éva (2009): The Psalms and Folk Songs of a Mystic Turkish Order, The Music of Bektashis in Thrace, 665 p. + DVD, Budapest. Tekin, T. (1989): XI. yüzyıl Türk şiiri. Dīvānu Lugāti’t-Turk’teki manzum parçalar. (Türk Dil Kurumu Yayınları 541.) Ankara. 381 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ADAY, Erdal (2014). “Horasan Erenleri’nin Menkıbevi Şahsiyetlerindeki Ortak Özellikler”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.383393(http://bilgelerzirvesi.org) Erdal ADAY* HORASAN ERENLERİ’NİN MENKIBEVİ ŞAHSİYETLERİNDEKİ ORTAK ÖZELLİKLER Giriş H orasan bölgesi bugün için İran, Afganistan, Türkmenistan devletlerince paylaşılan geniş bir coğrafyanın adıdır. Horasan erenleri,378 genel olarak Horasan bölgesinde yetişmiş veya bu yöreye başka yerden gelmiş şeyh ve dervişleri ifade etse de asıl anlamı Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasına büyük katkı sağlayan üç evliya zümresinden (Türkistan erenleri, Horasan erenleri, Rum erenleri) biri olarak ifade edebiliriz. (Aşan, 1998, 55) Bu zümreler, geldikleri coğrafyaya veya izledikleri güzergâha nispetle Horasan Erenleri olarak adlandırılmaktadır. Evliya menakıpnamelerinde de Anadolu’ya göç ettiğinden söz edilen dervişler, hangi tarikata mensup olursa olsun, mutlaka Horasan’dan göçme, yani Horasan Erenleri’nden sayılmaktadır. (Kozan, 2012, 313) XI. yüzyılın sonlarından itibaren kısa zamanda göçebe Türkmen kafileleri Türkistan ve Horasan yöresinden kalkıp Anadolu’ya gelmiştir. Harezm, Horasan ve Azerbaycan üzerinden batı istikametinde Anadolu’ya kitleler hâlinde göç eden zümreler arasında çok sayıda mutasavvıf, âlim ve sanatkâr da yer almıştır. (Togan,1981,206-222) Genel itibarıyla Orta Asya’dan gelip * Dr. Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk- Kazak Üniversitesi. Horasan Erenleri hakkında geniş bilgi için bakınız: Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar, Ankara 1976. Âşıkpaşazâde Tevârîh-i Âl-i Osman. (haz. Kemal YavuzM. A. Yekta Saraç). Gökkubbe Yayınları, İstanbul 2007, Yaşar Kalafat Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivine Göre Horasan eri Olarak Bilinen Anadolu Yatırları I. Prof. Dr. Necat Öner Armağanı. 1999, 511-514, Doğan Kaya,” Sivas’ta Yatmakta Olan Horasan Merkezli Anadolu Erenleri” Halk Bilim Araştırmaları, Kitabevi Yayınları,İstanbul 2002. Not: Bu çalışma doktora tezinden üretilmiştir. 378 383 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Anadolu’yu mesken tutan Abdal ve Baba ismini taşıyan dervişlere Horasan Ereni denilmektedir. (Barkan, 1942,282) Türkiye’de binlerce dede ve baba adını taşıyan ve mekânı bulunan bu ziyaret yerleri bunun ispatıdır. Horasan bölgesi, İslam dünyası ile Türk dünyası arasında bir geçit olmuş, İslamiyet, Türkler arasına buradan girmiştir. Aynı dönemde Harezm alanları dervişlerle dolmuş, şeyh ve müritler sahip oldukları tasavvufi fikirleri, buradan Türkler arasına yaymışlardır. (Aşan, 1998, 54) Hiç kuşkusuz tasavvuf hareketinin Anadolu’da alt yapısını oluşturan Hoca Ahmet Yesevî ve hikmetleri Horasan Erenleri’nin çıkış noktasını teşkil etmiştir. Horasan Ereni olarak ifade edilen bu zatlar halkın inanç dünyasında Horasan’dan gelen veli insanlar olarak ifade edilmiştir. Anadolu’ya ilk gelen inanç önderlerine “Horasan Ereni” denildiği göz önüne alınırsa bu paralellik daha kolay anlaşılır. Horasan’dan gelen Anadolu erenleri keramet sahibi insanlardır. Aradan geçen 900 seneye rağmen halkın nesilden nesle anlattığı kerametler, hep onlara olan inancı sıcak tutmuş, böylelikle halkın üzerinde biraz daha etkili olmalarını sağlamışlardır. Ahmet Yesevi’nin menkıbevi hayatındaki keramet motifleri Anadolu’da anlatılan menkıbelere kaynaklık teşkil etmiştir. Keramet, tasavvufta belli mertebelere ulaşmış kişilerin gösterdikleri ileri sürülen olağanüstülüklerdir. Velî, sağlığında gösterdiği kerametlerin yanı sıra özellikle öldükten sonra anlatılan kerametlerle insanlar üzerinde koruyucu ve korkutucu özelliğini devam ettirir. Bu etkiyi devam ettirmede hiç kuşkusuz tarihi şahsiyetlerinden çok menkıbevi şahsiyetleri önemlidir. Bu yüzden Gönül Sultanlarının kim olduklarından çok onların kerametleri dilden dile anlatıla gelmiştir. Ruh dünyamızın mimarları, Anadolu’nun fethinde sistematik bir iskânlaştırma fonksiyonu icra etmişlerdir. Her biri bir bölgeye manevi bir görevlendirmeyle gelmişler ve dergâhlarını kurmuşlardır. Horasan Erenleri olarak ifade edilen dedeler, babalar ve analar Anadolu’nun fethinde görev almışlar ve onların buralara gelişleri konusunda farklı menkıbeler anlatılmıştır. Bu menkıbelerde velînin iskânlaştırmada bulunacağı bölge, şeyhinin fırlattığı eğsiyi (ucu yanık ağaç parçası) takip sonucunda gerçekleşmiştir. Bu şahsiyetler fetih politikalarıyla sadece toprağı işlememişler, insanların gönüllerini de işleyerek onların kalplerinde derin izler bırakmışlardır. Anadolu’nun farklı coğrafyalarında bu zümrelere ait tekke, türbe ve mezar gibi 384 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması eserlere rastlamak mümkündür. Bu zümreler halk arasında dede, baba ve evliya gibi isimlerle anılmaktadır. Kütahya ve yöresinde de halk arasında bu isimlerle anılan ve Horasan Ereni olarak bilinen şahsiyetler şunlardır: Karadona Bey, Haydar Gazi, Murat Gazi, Hasan Dede, Hacı Baba, Karadonlu Can Baba, Güzüngülü Dede / Gediz İlçesi, Şehitler Türbesi, Işık Çakır, Türabi Dede, Arap Dede, Ilıca Dede, Kara Kalfa, Haksız Hasan, Işık Ali / Hisarcık İlçesi, Hacı Ahmet Efendi, Tatar Dedesi / Simav İlçesi, Efendi Bula, Sakıp Dede, Ali Baba, Ahi İzettin, Ali Dede, Kızık Tekkesi, Baba Sultan, Öteköy Tekkesi, Karakuzu Tekkesi / Kütahya-Merkez, Şeyh Ali Efendi, Ali Baba / Öteköy Tekkesi, Arap Dede, Seyyid Ömer, Hüseyin Gazi, Tulaslan Tekkesi, Horasan Erenleri / Merkez Köyler, Ahi Arslan, Gaip Dede, Kemal Sultan, Ahmed Dede, Pir Mehmet, Celvet Dede, Sarı İsmail Sultan, Arap Dede, Mülayim Dede, Alâ Sultan / Tavşanlı İlçesi, Murad Dede, Selim Dede, Yak Dede, Bekteş Dede, Yağıbasan Dede / Domaniç İlçesi, Alıncak Tekke, Aziz Dede, Erenler, Perişan Dede, Er Geldi, Resul Baba/ Altıntaş İçesi, Seyyid Dede / Çavdarhisar. (Aday, 2013,151-154) Türk Dünyasının genelinde olduğu gibi, Anadolu’da da benzer adlı Horasan Erenlerine rastlanmaktadır. Örneğin Kütahya’da Horasan ereni olarak verdiğimiz erenlerden Anadolu’nun farklı yerlerinde aynı isimde olanların olması dikkate değerdir. Bunlar: Hacı Baba (Manisa), Karadonlu Can Baba (Sivas, Mersin, Çorum), Ahmed Dede (Ankara, Balıkesir, Çanakkale, Erzurum, Kayseri, Masina, Niğde, Nevşehir, Sinop, Afyonkarahisar, Elazığ vd.) Horasan Dede ( Sinop, Elazığ, Erzurum). Kütahya ve Yöresindeki Horasan Erenlerinin Ortak Özellikleri Kütahya ili Horasan Erenleri birbirleriyle çağdaş ve kardeş gösterilirler. Bu durum hiç kuşkusuz Kütahya’nın kuruluşta oynadığı rol ve tarihi ile ilişkilendirilebilir. Anadolu’nun fethinde yer alan bu şahsiyetlerin birden çok makam mezarlarının varlığı bilinir. Karacaahmet’in mezarı sadece Kütahya’da değil başta İstanbul olmak üzere, Afyonkarahisar, Ahkisar ve havalisinde de vardır. Bu Karacaahmet’in ünü ve etkisiyle açıklanabilir. Bektaşi velâyetnameleri Karaca Ahmed’in Hacı Bektaş Veli’den feyz aldığını anlatmaktadır. Burada Karaca Ahmed’in, hem Yunus Emre’yle, hem de Hacı Bektaşla karşılaştıklarına dair bilgiler vardır. Bu velileri çağdaş olarak 385 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gösterme, birbirleriyle ilişkilendirme Kütahya çevresi menkıbelerine de yansımıştır. Kütahya, Hacı Bektaş Velî düşüncesine bağlı olarak Türkmen dervişlerinin (dede ve babaların) iskân faaliyetleri gerçekleştirdikleri önemli bir bölgedir. Hacı Bektaş Veli’nin halifelerinden Altıntaş yöresi ve çevresinde faaliyet gösteren Cemal Sultan ve Hisarcık yöresinde faaliyet gösteren Resul Baba’nın kerametleri de yazılı kaynaklardan, sözlü kaynaklara aktarılmıştır. Hacı Bektaş Velayetnamesinde bu keramet motiflerini görmek mümkündür: (Duran, 1995, 85) Mülayim Dede’nin Âla Dede ve Karaca Ahmet Dede ile kardeş oldukları rivayet edilmektedir. Bu üç şahsında da mezarları yapılış bakımından birbirine benzemektedir (Mülayim Dede/ Tavşanlı). Aziz Dede, Horasan erenlerindendir. Afyon Karacaahmet’te bulunan Karacaahmet ile kardeş olduğuna inanılır. Karacaahmet, Afyon Karacaahmet’e, Aziz Dede Akçaköy’e, Seydi Sül Dede de Altıntaş Köyüne yerleşir. Horasan Erenleri gösterdikleri keramet ile anılmışlardır. Gediz’in çevresindeki yedi eren, her yıl başka yerde sohbete katılır ve kerametlerini gösterirlermiş. Bu toplantılardan biri de sonbahar aylarında (güzün) bugünkü Güzüngülü Köyünde düzenlenmiş. Sohbet faslı bitip sıra keramet göstermeye gelince, Dede sıkıca yumduğu avucunu açmış o anda avucunun ortasında bir gülfidanı yükselmeye ve her dalında da bir gül açmaya başlamış. Herkes bu keramet karşısında çok şaşırmış köy Dedesinin gösterdiği keramet sonrasında dedeye Güzüngülü Dedesi, köye de Güzüngülü köyü denilmiştir (Güzüngülü/ Gediz). Horasan Erenleri olağanüstü özelliklere sahip velilerdir. Bu yüzden onların mezarları da diğer mezarlardan faklılık arz eder. Türkistan’ın (Yesi) şehrine 1 km uzaklıkta bulunan Ukkaşa Ata’nın mezarı oldukça uzundur. Bu ortaklık diğer evliyalarda görüldüğü gibi Kütahya yöresi Horasan Erenleri’nden Seyyit Ömer’de de görülür. Seyyid Ömer’in mezar boyu 5.5 metredir. Ulu ve bilge kişilerin zor durumda savaşlara katılacağı ve istedikleri zamanda ve mekânda yer alabilecekleri inanıcı menkıbelerdeki diğer ortak özelliktir. Türk milletinin geçmişinde derin izler bırakan ve kahramanlıklarla dolu olan mücadeleler tarihi süreçte, Anadolu’nun fethi ile başlamış, Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Kıbrıs Savaşı ile milletin bilinçaltında kendisine yardım eden “ Yeşil Sarıklılar” olarak tezahür etmiştir. Kütahya yöresindeki 386 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması veliler zor durumlarda, Türk askerinin ihtiyaç duyduğu anda tezahür eder ve onları bu zor durumdan kurtarırlar: Haksız Hasan Dede’nin Çanakkale savaşında, Müslümanlara yardım ettiğine inanılır. (Haksız Hasan Dede Türbesi/ Şeyhler) Çanakkale savaşında Ali Dede’nin zorda kalan insanlara yardım ettiğine inanılır. Askerler, savaşırken “Yetiş Ali Dede!” demesiyle elindeki yabayla Türk askerlerine yardıma koştuğu söylenir. (Işık Ali Dede/ Akçaalan) Karadonlu Can Baba Kıbrıs Barış Harekâtında da düşmana karşı savaşmıştır. Türk askerinin savaş alanında çok zor durumda kaldığı bir anda yine ortaya çıkmış ve Türk askerlerini kurşun işlemeyen abası altına saklayarak korumuştur. (Karadonlu Can Baba/ Gediz) 19 Horasan Eri’nin savaş zamanlarında türbeden ayrılarak, Anadolu’nun Müslüman halkının safında savaştıkları ifade edilmektedir. Halk arasında "Yeşil Sarıklılar" olarak bilinen Ulucanların, savaş döneminde savaşa katıldıkları anlatılır. (Şehitler Türbesi/ Hisarcık) Horasan Erenleri halkın içerisinde yetişir ve ne zaman bir sıkıntıya düşülürse, bu sorunu evliyanın kerameti çözüme kavuşturur. Şefkat, muhabbet, sadakat, batır (kahramanlık) ihlas ve yardımseverlik, gibi yüce vasıflar onların temel vasıflarıdır. Efendi Camisi yapılırken kısa gelen bir ağaç Mehmet Efendi’nin yardımıyla tekrar ölçüldüğü zaman uzamıştır. (Pîr Mehmet Efendi/ Tavşanlı İlçesi) Âlâ Sultan, zorda kalan insan ve hayvanlara suyun üzerinde yürüyerek yardım etmiştir: Köye girişte, Pazar Çamı’nın bulunduğu yerde İnegöl-Kütahya havalisinin pazarı kurulurmuş. Buraya gelen pazar esnafının mal ve tezgâhları su altında kalınca köyden oraya kimsecikler gidip gelemez olmuş. İnsanlar aç, hayvanlar ise yemsiz kalınca, Âlâ Sultan suyun üzerinden yürüyerek köylüye yardım etmiştir. (Âlâ Sultan/ Tavşanlı) Köyün kurucusu olan Kemal Sultan, köyün su ihtiyacını karşılamadaki gösterdiği keramet şu şekildedir: Köyün hemen arkasından çıkan suyu asasıyla yön vererek getirmiştir. (Kemal Sultan/ Tavşanlı İlçesi) Horasan Ereni olarak ifade edilen bu zatların mekanları dilek ve inanç merkezlerine dönüşmüştür. Ziyaretler genellikle dilek, dua, şifa, mutluluk, bereket ve adak adama, ritüellerinden oluşmaktadır. Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin Türkistan’da bulunan ziyaretgahı “İkinci Mekke” olarak görülmekte, halk tarafından buraya 387 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yapılan ziyaretler hacca gitmekle eş tutulmaktadır. Bu yüzden halk arasında Medine’de Muhammed, Türkistan’da Hoca Ahmet deyimi yerleşmiştir. Tarihi kimlikleri, menkıbelere karışmış velilerin etkisini onların gösterdiği kerametler artırmaktadır. Sağlığında çeşitli kerametler gösteren, insanlara iyilikler eden veli, bu hususiyetlerini öldükten sonra da devam ettirir. Kütahya yöresi türbe ve yatırlarında yatan bu zatların en belirgin kerameti, çevresinde buluna kişilere varlığını göstermektir. Veliyi gören kişiler, bunu anlatırlarsa, bir daha bu zatları göremezler. Evliya, kişilerle konuşarak, ses çıkartarak, ışık yakarak, rüya sonucunda da kendisini, çevresindeki kişilere gösterir. Horasan Erenlerine ait yatırların çoğunluğu bugüne kadar bilgi yolu ile gelmiştir. Ne var ki bazıları kaybolmuş bazıları ise makam mezarları ile zihinlerde yer bulmuştur. Bu tip zatlar, kişilerin rüyalarına girerek yerlerini belli ederler. Hatta bazen bu rüya birkaç kez vuku bulur. Rüyada görülen yer eşildiğinde gerçekten de orada bir kişiye ait cesedin olduğu müşahede edilmiştir. (Kaya, 2002, 272) Fatih döneminde Ak Şemsettin’in Eyyub El Ensari’nin İstanbuldaki mezarını, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Abdurraman Gazi mezarını, Tabduk Emre ve Yunus Emre’nin mezarlarının rüyadaki bir keşif ilham yoluyla tespit edilmesi, velilerin gerek sağlığında gerekse öldükten sonra da manevi güçlerini ve otoritelerinin göstergesidir. (Günay–Güngör vd.1996, 84) Rüya, insanın zihnine gelen boş bir hayâl ve görüntüden ibaret değil, gerçektir ve gerçekten yaşanmış kabul edilen bir durumdur. Bu durumdan hareketle rüyada uyarılma motifi oldukça yaygındır. Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin türbesinin inşası da rüya sonrasında gerçekleşir. Hazret, Emir Timur’un rüyasına girerek Buhara’nın fethini müjdeler, fetih sonrasında da bizzat kendisinin belirlediği ölçülerde türbenin inşası iki yılda tamamlanır. Ayrıca türbelerin hizmetlerine bakan kişiler (türbedar, rafık, hizmetçi) bu görevleri kendilerine rüyada verildiğini ifade ederler: Rüyasında bir zat “Üstümü çevir, ben burada yatıyorum.” der. Üç gün aynı rüyayı gören çobanın isteği yerine getirilir. Belirtilen yeri duvarla örerler. “Ördünüz ama göbeğimin üstünü ördünüz” der. Düzeltmek isteseler de artık düzeltememişler öylece kalmıştır. (Seyitömer / Seyitömer Belediyesi) Söylemez Dede’nin mezar yeri de rüya sonucunda bulunmuş ve bugünkü sınırları tespit edilmiştir. (Söylemez Dede / Altıntaş) 388 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Yeryüzünde mevcut her cisim, her madde bir kuvvetin taşıyıcısıdır, ayrı görünseler de neviler arasında esasta yine benzerlikler vardır. Bu benzerlikler aralarında bazı şekil değişikliklerine yol açarlar. O halde her cisim birden fazla görünüşler altında tezahür edebilir. Bir insan, “hayvan veya bitki yahut eşya biçiminde görülebilir” düşüncesinin neticesinde gelişen ve Türkçede Don değiştirme olarak bilinen bu hadise menakıpnamelerde ekseriya hayvan şekline girme olarak görülebilmektedir. (Güzel,1999,104) Ahmet Yesevî turna; Seyyit Battal Gazi, Abdal Musa, Sultan Sücaaddin, Resul Baba, geyik; Hacı Bektaş şahin ve güvercin; Resul Baba güvercin; Hacı Tuğrul ve Sarı İsmail Doğan; Ahmet Yesevî’ye iftira atanlar da köpek donuna girmişlerdir (Güzel,1999,105). Kütahya yöresi Horasan Erenlerinden Sarı İsmail ve Haksız Hasan doğan donuna girmişlerdir. Işık Çakır Sultan’ın güvercin donuna girmesi ile ilgili şu menkıbe anlatılır: Işık Çakır şap ocağı açar ve bunu çekemeyen insanlar kadıya şikâyet ederler. Zaptiyeler Işık Çakır’ı ateşe atarlar, fırının kapısını açtıkları zaman Işık Çakır güvercin olur, fırının kapısından uçar gider ve bugünkü Işıkçakır köyünün bulunduğu yere evine gelir. Işıkçakır köyünün bulunduğu yerdeki koca çama konar ve ütmeye başlar. Eşi de o sırada eşinin zaptiyeler tarafından götürülmesine çok üzüldüğü için: “Tanrının zalimi Işık Çakır’ı yer ile yeksan ettin” der demez hanımı da onun sırrına erer, güvercin donuna girer. (Işık Çakır Sultan / Hisarcık) Gerek halk hekimliğinde gerekse de menkıbelerde geyik kutsal bir hayvan olarak karşımıza çıkar. Bugün sanduka üzerlerinde ve türbe duvarlarında asılı bulunan geyik boynuzlarından kutsalla temasa geçmek için faydalanılmaktadır. Menkıbelerde ise, evliyanın bineği olarak geçen geyiğin avlanması ve etinin yenmesi cezalandırmayı gerektirir. Horasan Erenlerinin gösterdiği keramet motiflerinden birisi de ölümünden uzun zaman geçmesine rağmen bedenlerinde, tahribatın olmadığı rivayet edilir: Ahmet Dede’nin bedeni öldüğü gün gibidir, bozulmamıştır (Ahmet Dede / Tavşanlı İlçesi). Seyit Ömer’in naşının nakli sırasında mezarı açıldığı zaman görülür ki Seyyit Ömer Hazretlerinin bedeni bozulmamıştır (Seyitömer/Seyitömer Belediyesi). Kütahya yöresi Horasan Erenleri ne zaman öleceğini önceden haber verir. Âlâ Sultan ne zaman öleceğini bilir ve ölüm sonrasında bedenine kimsenin dokunmasına izin vermez. Öldüğünde gömüleceği zaman kimseye, elini dahi elletmemiş, mezara kendi girmiş, yatmıştır. (Âlâ Sultan / Tavşanlı İlçesi) 389 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Horasan Erenleriyle ilgili menkıbelerde geçen diğer bir ortak motif de maddenin niteliğinin bozulmadan varlığını devam ettirmesidir. Pamuk ve ateşi bir arada tutma motifi menkıbeye şu şekilde yansımıştır: Sarı İsmail’in haksız yere suçlanması üzerine devrin kadısına gösterdiği keramet buna örnektir: “Kadı, Sarı İsmail’e genç bir kızla evli değilken bir arada bulunduğunu bunun da bir zina suçu olduğunu söyler. Sarı İsmail, beraber kaldığı kızın manevi evladı olduğunu, insanın kendi kızıyla böyle bir suçu işlemeyeceğini, böyle suçlamaların yersiz ve asılsız olduğunu kadıya anlatmak ister. Sarı İsmil’i cezalandırmayı kafasına koymuş olan kadı: - “Sus bire zındık. Hiç ateşle pamuk bir arada bulunur mu?” der. Sarı İsmail bu suçlamaya da hazırlıklı gelmiştir. Koynundan çıkardığı kor ve pamuğu masanın üstüne bırakır. Kor pamuğu sarartmamıştır bile. Pamuğun sararmamış olduğunu gören kadı, bu defa da Sarı İsmail’i sihirbazlıkla suçlar. (Sarı İsmail / Tavşanlı İlçesi) Benzer bir menkıbe de, Kemal Sultan hakkında anlatılır. Kemal Sultan da, Kadı’nın huzurunda avucunun ortasına pamuk ve koru bir arada kor. (Kemal Sultan/ Tavşanlı İlçesi) Kütahya yöresi Horasan erenlerinin en büyük kerametlerinden birisi de hastalıkları iyileştirme ve vücut arızalarını gidermedir. Evliya bulunduğu yere bolluk ve bereket getirir. Tohumlar bereketlenir, yemekler tükenmek bilmez, hayvanlar bol süt verir. Diğer bir motif de az yiyecekle çok kişiyi doyurma şu şekilde yansımıştır: ‘Pîr Ahmet, savaş zamanında askerlere yemek verir. Bir çuvalın içine ekmekleri koyar çuvalın ağzına da bir şey örter. Bu ekmek hiç bitmez, kim ne kadar yerse yesin hiç sonu gelmez. Gece gündüz, gelene geçene yemek yedirir, açları doyururdu. Zaviyesinde sofra hiç eksik olmaz. Bu durum Pîr Ahmet Efendi’nin kerameti olarak anlatılmaktadır.’ Sonuç Kütahya ili menkıbelerinde Horasan Erenleriyle ilgili menkıbelerdeki yaygın keramet motifler şunlardır: Tayy-i zaman ve mekân, don değiştirme (doğan, güvercin, geyik) öldürücü ve tahrip edici şeylerden etkilenmeme, maddenin mahiyet ve niteliğini değiştirme, tabiat kuvvetini istediği gibi yönlendirebilme, yerden, taş veya kayadan su çıkartma, hayvanlara söz geçirme, akıldan geçenleri bilme, gelecekte olacakları bildirme, bereket getirme, felaketlere 390 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması maruz kalanları kurtarma, veliliğine inanmayanlara felaket musallat etmek, hastalık ve vücut arızalarını gidermek. Kütahya ili menkıbelerin motif yapısı, Anadolu’nun genelini yansıtmaktadır. Horasan Erenleri Anadolu’nun genelinde ortak bir motif olmuş ve ülkemizin dünden bugüne ortak mayası olarak süregelmiştir. Horasan Erenleri hakikatleri, kelamlarıyla, menkıbeleriyle halkın anlayabileceği bir dille ifade etmiş bu pınardan akan suyun aktığı kollarda benzer motifleri menkıbelere yansıtmıştır. Horasan Erenlerinin belirleyebildiğimiz temel özelliklerinden bazıları, kahraman olmaları, devlet kapısında gözlerinin olmaması, şefkatli ve merhametli olmaları, cihan devleti mefkuresine sahip olmaları, üretici ve çalışkan olmaları gibi özelliklerdir. Farklı kimlikleri aynı anda üzerinde taşıyan Horasan erenleri bazen irşad faliyetlerini sürdüren bir veli, hastalıkları tedavi eden otacı, vatan savunmasında görev alan bir alperen olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaynakça Aday, Erdal. (2013) Kütahya İli Türbe ve Yatırları Etrafında Oluşan İnanç ve Uygulamalar, Doktora Tezi. Aşan, M.B (1998) Fırat Kenarında Bir Horasan Ereni Şeyh Ahmet Dede. I.Uluslararası Türk Dünyası Eren ve Evliyaları Kongresi Bildirileri 13-16 Ağustos 1998 Ankara: Ervak Yayınları, 53-61. Barkan, Ömer Lütfi (1942). İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler. Vakıflar Dergisi. S.2, 279-304. Duran, Hamiye (2010) Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi ve Velayetname’de Geçen Motifler, Doktora Tezi. Günay, Ünver - Güngör, Harun. Kuzgun, Şaban. Taştan, Vahap (1996). Kayseri ve Çevresinde Ziyaret ve Ziyaret Yerleri. Ankara: Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları. Güzel, Abdurrahman (1999) Abdal Mûsâ Velâyetnâmesi. Ankara: TTK Yayınları. Kaya, Doğan. (2002) Sivas’ta Yatmakta Olan Horasan Merkezli Anadolu Erenleri, Halk Bilim Araştırmaları, İstanbul: Kitabevi Yayınları. Kozan, Ali. (2012) Sözlü Ve Yazılı Tarihe Göre Nevşehir Bölgesinde Horasan Erenleri Olarak Bilinen Şahsiyetler, Türk Kültürü Ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi. S. 61, 313-336. Togan, Zeki Velidi (1981) Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul: Enderun Yayınları. 391 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Fotoğraflar Horasan Erenleri/Sekiören Köyü 392 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Murad Gazi/ Gediz Şehitler Türbesi/ Hisarcık 393 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması BAYRAM, Cezmi (2014). “Yeni Medeniyet Tasavvuru ve Türk Dünyası”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.395402 (http://bilgelerzirvesi.org). Cezmi BAYRAM* YENİ MEDENİYET TASAVVURU VE TÜRK DÜNYASI Y üz yılı aşkın zamandır, medeniyet ve kültür kavramlarını tartışmaktayız. Bu kavramlar, bazen ayrı ayrı, bazen de beraber ve hattâ ayni mânâ kastedilerek kulanılmıştır. Kültür değişmeşi, medeniyet iktisap etme, Batılılaşma, Avrupalılaşma hedef ve gayreti; bunun usul ve şekli, derecesi, önemli tartışma ve ihtilâf alanlarını teşkil etmiştir. Medeniyete ve kültüre verilen anlam, dahil olunmaya çalışılan Batı Medeniyeti hakkındaki kanaatler ve hükümler ancak, son yıllarda berraklaşmaya başlamıştır. Başlangıçta, âdetâ bir zaruret ve hattâ mecburiyet olarak görülen Batı Medeniyetini bütün müktesebatıyla fert ve cemiyet hayatımızın tanzim edici yegâne ölçü ve değerler olarak görme kabulü, artık, biraz da bizzat bu medeniyetin kendisinin modernizm-postmodernizm ve benzeri tartışmalarla kendini sorgulaması, bizde de tereddütlere ve hattâ yeni uyanışlara sebeb olmuştur. Cihan Devletimizin sıkıntılara mâruz kalması, kültürümüzün soğuması, ihtiyaçlara ve şartlara göre yeniden kendini üretememesi neticesinde girilen modernleşme yolunda, bütün değerlerimizi kaybetme endişesi sebebiyle, Gökalp dahil bütün fikir adamları, medeniyet değerlerini maddî ve manevî olarak ikiye ayırarak, ihtiyacımızın ilim ve onun neticesi teknik olduğunu belirtmişler ve millet varlığının devamı için manevî değerlerin, ki bu millî kültürdür, korunması zaruretine dikkat çekmişlerdir. Aslında bu gayret, mâruz kalınan bu Batılılaşma taarruzu karşısında varlığı muhafaza çırpınışı idi. Bir mânada selden kütük kurtarma gayreti idi. İki yüz yılı aşan bu Batılılaşma macerası artık bir neticeye varmış, tahripkâr olacağı kadar olmuştur. Artık hâdiseyi daha sakin ve hattâ daha kendinden emin bir şekilde değerlendirme noktasındayız. Dün sahip olduğu zirveyi terk ederek, vadiye inen ve başka bir zirveye * Dr. Türk Ocakları İstanbul Şubesi. 395 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı başını iyice arkaya atarak bakan ve dolayısiyle başı dönen insan misali halimizi terketme cehdindeyiz. Kafamızı kaldırıp baktığımız zirvenin, kendi canlılığını devam ettirme kastıyla, bizzat Batı Medeniyetine içten yapılan tenkitleri görerek, ayni zamanda kendi medeniyet mirasımıza da utanmadan, hattâ iftihar ederek, bakma noktasına gelmenin verdiği şuurla, hem meseleyi daha soğukkanlı değerlendirme imkânını bulduk, hem de kavramları yeniden tarif etme ve mânalandırma gayretine girdik. Elbette bu gayretlerde işin sonuna gelmedik. Hattâ tam başındayız, bile diyemeyiz. Ama iyi yola girdiğimizi, belli bir mayalanmadan ve ana rahminde muayyen bir şekillenmeden sonra büyük bir varlığın ortaya çıkacağını söylemek kehanet sayılmamalıdır. Ziya Gökalp-Mümtaz Turhan çizgisinin günümüzdeki önemli temsilcisi Yılmaz Özakpınar’ın kavramları yeniden ifade etme çalışmalarına ve yine ayni çizginin diğer bir önemli temsilcisi Nevzat Kösoğlu’nun ısrarlı ifadelerine göre; kültür toplumun kendi iman yapısı çevresinde oluşturduğu hayatın, maddesi ve uslubu ile bütünüdür. İman yahut, iman yapısı derken, o toplumun fertlerinin tutum ve davranışlarını motive eden bütün inançlar kastedilmektedir. Bu inançların doğru-yanlış, yahut hak-bâtıl olması değil, ferdî davranışları berliyecek ölçüde kuvvetli olması önemlidir. Çünkü, medeniyeti kuran güç bu iman yapısıdır ve medeniyetlerin yıkılmalarının da en büyük âmili bu gücün zayıflamasıdır ve neticede hayat uslûbu üzerinde etkisini kaybetmemesidir. Bu imanın muhtevası ise, kültürün yönünü ve uslûbunu belirleyen en temel unsurlardandır. Bir cemiyetin imanı ve bundan doğan toplumsal gerilim, kültürü meydana getiren muharrik güçtür. Cemiyetin sahip olduğu iman, o cemiyetin ahlâkî yapısını şekillendirir. Bu ahlâkî yapı da, ferdî ve ictimaî hayatı tanzim eder, tayin eder. İman yapısının bu ete kemiğe bürünmüş tezahür şekli kültürdür. Bu iman yapısına kültürün iç talepleri denilmektedir. Kültürün iç talepleri nelere yönelmiş ve yoğunlaşmışsa ve imanın muhtevası neler ise, kültür de o istikamette ve talepler doğrultusunda gelişmesini sürdürür ve uslûbunu kurar. Diğer önemli âmil ise, en geniş anlamında, kültürün gerçekleştiği çevre şartlarıdır. Buna toplumun sahip olduğu bilgi birikimi de dahildir. Bu bakış açısına göre, kültür medeniyet şeklinde bir ayırıma gerek yoktur. Ancak kültürler arasında, ileri-geri, üstün veya değil ayırımı yapılamayacağı için, bir değer yargısı belirtmek bakımından, bu bütünün bir bölümünü medeniyet olarak isimlendirmek faydalı 396 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olabilir. Medeniyet, kültürün inanç ve ahlâk cephesi olarak ele alınabilir. Yani, Medeniyet, kültürü doğuran ahlak ve inanç nizâmıdır. Ancak, burada inancı, yukarıda ifade edildiği gibi sadece dinle sınırlı tutmamaya dikkat gösterilmelidir. Ayni şekilde bu inanç ve ahlâk sistemiminin kitabî muhtevasından ziyade, fiilî tezahürünü göz önünde bulundurmak gerekir. Aynı kitaba inandığı, yani ayni dine mensup olduğu halde farklı milletlerin kültürlerinde farklılıklar vardır. Bu da kültürün milliliğini ifade eder. Burada, ikinci kavram Türk Dünyası’dır. Türk Dünyası ile, Bağımsız Türk Devletlerinin ve onlarla geçmişte ayni kaderi paylaşmış, fakat bugün henüz Çin ve Rusya Federasyonu’ndaki Türklerin yaşadığı coğrafya ile, son Batı Türk Devleti, Osmanlı Devletinin, tarih ve kültür coğrafyasını kastediyoruz. Böylece, Batı’da Adriyatik ve Tuna ile sınırlanan, Güneyde Afrika’nın kuzeyi ve Arap Yarımadasını içine alan, Doğuda Çin Denizi’ne kadar uzanan, Kuzey’de Kırım’ı, Kafkasları ihtiva eden bölgeler Türk Dünyası’dır. Bu böylede ağırlıklı olarak Türk soylu milletler yaşasa da, esas itibariyle ayni tarihi tecrübeye sahip ve ayni kültür dairesine dahil olan farklı milliyetler de Büyük Türk Dünyası’na dahildir. Bu coğrafyada yaşayanların ortak bir tarih tecrübesi, medeniyet tecrübesi vardır. Asya’nın en doğusundan, Avrupa ortalarına kadar geniş coğrafyada yaşanan hayat tecrübesi ve bu coğrafyada önceden mevcut olan muhtelif kültür ve medeniyetlerle yapılan alış verişler; bizim insana bakışımızı etkilemiş, daha hoşgörülü olmamızı sağlamıştır. Batı Türklüğü, birçok medeniyete beşiklik eden coğrafyada hayat sürmüş, Osmanlı ile bu medeniyet zirve yapmıştır. Doğu Türklüğü de Altınordu devleti ile Timur Devleti ile Hindistan dahil bütün Asya kıtasında değişik kültürlerle karşılaşmış ve büyük medeniyetler kurmuştur. Son bin yılda farklı seyreden tarihî tecrübeye sahip olan Türk Dünyası, esasen Göktürk Devleti’nde ayni inanç bütünlüğü ve siyasî birliktelikle teşekkül eden ortak kültürün mirasçısıdır. Bilâhare, İslâmiyet’in kabulu ile, o güne kadar kazanılmış bütün maddî ve manevî hayat malzemeleri, zenginlikler bu yeni dinin ve onu sahip kıldığı imanın ölçüleri ile yeniden kavranmış, biçimlenmiştir. Bu yeni zihniyet dünyası hayat önceliklerinin ve tezahürlerinin yeniden sıralanmasını sağlamıştır. İslâmı algılayış ve kavrayış tarzının teşekkülünde Hazreti Pîr-i Türkistan olarak tanınan Hoca Ahmed Yesevî’nin katkısı çok büyüktür. Bu algılayış biçimi hareketli Türk topluluklarının vasıf ve kaabiliyetlerini besler; eski hayatın bazı halleri; gazâ, hicret, fetih gibi 397 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kavramlarla yeniden mânalandırır, böylece, artık bu kavramlar kültürün temel motifleri haline gelir; esasen sürekli hale gelmiş gibi görünen Türk göçleri, bu kavramlarla yeni hız ve heyecanlar kazanır. Bütün Türk dünyasındaki kültürel oluşumlar, bu temel inanç yapısı ile yoğrularak gelişir. Bu temel inanç yapısı sebebiyle 20. yy'la kadar kültürler birbirine paralel gelişmiştir. O yüzden İsmail Gaspıralı’nın koyduğu hedef, bütün Türk Dünyasında heyecan uyandırmış, gazetesi her yerde okunur olmuştur. 19. ve 20. yüzyılda Batı Türklüğü Avrupa Medeniyetini, doğrudan kendisi, Doğu Türklüğü ise Ruslarla birlikte tanımıştır. Bu da aslında milletimize ayrı bir zenginlik kazandırmıştır. Bugün, hâkim medeniyet, Batı veya Avrupa Medeniyetidir. Bu mledeniyetin en cazip ve çarpıcı yanı, ilim ve teknikteki üstünlüğüdür. Özellikle, maddî yaşayışı kolaylaştıran ve hattâ millÎ bağımsızlığı sağlayan teknolojik gelişmelere her cemiyet sahip olmalıdır. Ancak, medeniyetin tezahürü, sadece maddî varlıklardan ibaret değildir. Onun bir de insan tasavvuru olması gerekir. Batı medeniyetinin temellerinden biri eski Yunan Medeniyetidir ve bu medeniyette insanın fizikî görüntüsü önemlidir. Bu ölçülü insan vücudu, geometrinin de gelişmesinin en önemli sebeblerindendir. Hümanist düşünce de, görünüşte insanı merkeze alsa da, bu ferdiyetçi ve pozitivist bir anlayıştır. Sadece teknik gelişmeyi hedef alan, daha doğrusu ferdin refahını gaye edinen insanın, bütün insanlığın mutluluğunu sağlayamayacağı açıktır. Nitekim, bugün dünyaya bakıldığında hem medeniyet kurucusu iddiasında bulunan toplumlara, ve daha fazla dışında kalanlara saadet kavramı açısından bakıldığında, durumun hiç de iç açıcı olmadığı görülecektir. Bunun başta gelen sebebi, Batı Medeniyetinin kurucuları; ilimde, sanatta ve teknolojide elde ettikleri neticeleri, fertlerinin veya milletlerinin daha da zenginleşmesi için kullanmışlardır. İlmî ve teknik gelişme, sömürgeciliği doğurmuştur. Adalet kavramı, bu kurucular için, belki sadece kendi toplumları için geçerlidir. Batı Medeniyetinin kendisini sorgulaması gibi görünen bütün gayretler, felsefî, sosyolojik araştırmalar kendi üstünlerinin devamını sağlamaya mâtuftur. 19. yy’da ortaya atılan üstün ırk teorisi, esasen medenî imkânları sağlayan milletlerin neden diğerlerini sömürmesi veya onları köleleştirmesi gerektiğinin izahı sadedindedir. Takdirle söylemek gerekir ki, Batı bu konuda dürüstür. Nitekim, 1935 yılında sömürgelerine karşı arkerî harekâta kalkışan İtalya’yı, diğer Batılı devletlerin kınaması ve ikâzı üzerine 850 Fransız aydını bir bildiri 398 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yayınlarak, İtalya’ya karşı tavrı protesto etmişler ve İtalya’yı desteklemişlerdir. Batı Medeniyeti’nin ne olduğunun adeta itirafı gibi görünen bu bildiride şu hususlara kuvvetli vurgu yapılmaktadır. “Batının ideallerini, insanî duygularını, şereflerini ortaya koyan bu mefhum üzerine, İngiltere ve Fransa gibi büyük milletler, hayatiyetlerinin en yüksek ve bereketli bir ifadesi olan müstemlekeleştirme faaliyetini tesis etmişlerdir. Şimdi İtalya’nın Afrika’da uzun zamandır münakaşasız hak şeklinde kazanmış olduğu, meşru ve namuslu şekilde formülleştirdiği sömürgecilik hedeflerine ulaşmasına mani oylmaya kalkışmak, eğer bunu gerçekten yapmak istiyorlarsa, kendi öz misyonları olan sömürgeciliklerinden de feragat etmek olmayacak mı? Bir millet ki, dünyanın beşte birini kaplayan bir sömürge imparatorluğu kurmuştur, genç İtalya’nın ayni yönde kabul edilebilir girişimlerine karşı çıkarsa ve kendi girişimini de İtalya’nın iç rejimi ile savaşmakta her türlü güç ile mutlak eşitlikte görür ve böylece Avrupa’da bir hamlede isteye isteye bir karışıklığa yol açarsa, şaşkınlığa düşmeden seyredebilir miyiz? Cenevre'deki bu talihsiz koalisyon, medenî ile barbarı, üstün ile aşağıyı aynı kefeye koyan, belki cihanşumül ve fakat yanlış bir hukukî eşitliği yansıtmaktadır… Dünya’nın en geri, henüz Hristiyanlığı bile harekete geçmemiş bir ülkesindeki medenileştirme zaferinin önüne dikilmek istenen engel, bir eşitlik namına ortaya konmakta ve bütün anarşiler ve nizamsızlıkları on beş senedir yüksek bir insanlık örneği ve teşkilâtı kurmuş ve güçlendirmiş olduğu kabul edilmiş bir milletin üzerine boşandırıverilmekten çekinilmemektedir. Bu kardeş kavgası sadece barışa karşı işlenmiş bir suç değil, ayni zamanda batı medeniyetine, yâni dün olduğu gibi bugün de insanoğlunun önünde açılan tek istikbale karşı girişilmiş, fakat kabul edilemez bir suçtur. ”(1) Bu Batı medeniyetin, öz eleştirisi esas itibariyle bütün insanlık için adaleti esas alan bir istikâmete doğru evrilmesini temin değildir. Medeniyetin bugünkü en etkili temsilcisi Amerika, en geniş haliyle ferdiyetçi ve pragmatisttir. Dışındaki ülkelere karşı tavrı, medeniyetin geçmişinden farklı değildir. Teknolojinin iletişimi kolaylaştırdığı, dünya’yı küçülttüğü açıktır. Ama bu küçülme veya yakınlaşma, herkesin derdiyle dertlmenmemiz sonucunu doğurmuyor. Demokrasiyi, insan haklarını, kadın haklarını hâkil kılmak için girilen Irak’ta hâla istikrar sağlanamamış. En temel insan hakkı olan hayat hakkı tehlikesi devam etmektedir. Bu sözde insanî hareket sırasında 399 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı binlerce kadına tecavüz edilmiştir. Etnik ve mezhep farklılıklarına dayalı getirilen demokrasi ise iç barışı her an tehdit eder durumdadır. Uzun süre de Irak’a istikrar gelmeyecektir. Buna karşılık, Irak’ın yeraltı servetleri Amerikan seryamesinin kontrolüne girmiştir. Bugün insanlık, bu medeniyetin insanı yanlızlaştırdığı, bencilleştirdiği, dolayısiyle dayanışma bağlarını kopardığı, neticede herkeste bir gelecek korkusunun hâkim olduğu noktadır. Buradan çıkış şarttır. Aksi halde, dünyada Cehennem hayatı yaşanacaktır. Batı medeniyetini kuranların, bencilliklerini terketmeden bu çıkışı sağlamaları zordur. Çünkü, yüzyıllar içinde biriktirdiği müktesebat, onun için ayni zamanda bir prangadır. Kendi içindeki arayışları, bütün insanlığı kurtaracak bir tasavvuru ortaya koymaktan çok, kendi üstünlüğünün devam şartlarını arama maksadını taşımaktadır. İnsanlığın sıkıntılarına çare olacak, onun bütün korkularını ve mahkûmiyetlerini ortadan kaldıracak, bütün insanlığı kucaklayacak yeni bir dirilişi Avrupa zihniyet ve kültüründen beklemek, gelinen bu safhada çok zor ve hayaldir. Ama bizim için bütün insanlığı kurtaracak bir tasavvuru ortaya koymak mümkündür. Bu anlamda ihtiyaç duyulan bu dirilişi, sahip olması gereken diğergâmlık duygusunu, manevî yoksunluğuna çare olarak medeniyet hamlesini biz gerçekleştirebiliriz. Tarihî tecrübemiz ve müksetesabatımız bize bu imkânı vermektedir. Bu, bizim için sadece zarunet değil, ayni zamanda bir mecburiyettir. İnsanlığın kurtuluşu buna bağlı olduğu gibi, Türkiye’nin bütünlüğünü koruyarak, daha da büyümesi, 20. Asrın başında ortaya Alibeay Hüseayinzade, Ziya Gökalp gibi fikir adamlarının ortaya koydukları Türk Birliği'nin gerçeklesi, bu gün kan ve gözyaşı deryası haline gelmiş İslâm coğrafyasının huzura kavuşması, kısaca dün barbar ve aşagı görülen bütün milletlerin şerefli yerlerine gelmesi ve nihayet mutsuz ve korku içindeki Batı toplumlarının da sükûna ermesi için üzerimizde böyle bir, sorumluluk ve vazife vardır. Ancak, yaşadığı yüz yıla böyle evrensel bir iddia ve tasvvurla çıkacak Türk Dünyası’nın ilk işi kendi arasındaki manevî setleri yıkıp kültürel birliğini sağlamaktır. Bu da Gaspıralı’nın başlattığı ortak kültür dili emelinin, yani “dilde birlik”in geçekleştirilmesiyle olacaktır. Bu gelişme zor olmayacaktır; ancak Sovyet döneminden kalma kültür kirliliklerinden ve bağımsızlıklarına kavuşmuş olmanın heyecanıyla kabaran mahallî milliyet heyecanlarından, Sovyetlerin yaptığı tasnifi esas alarak, o dar çerçevede milletleşme hastalığından 400 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kurtulmaları gerekmektedir. Türk Dünyası’nın büyük gücüne inanan ve kuvvetin birlikten doğduğunu bilen aydınlar için bu ülkü, hayatlarına anlam kazandırabilecek en ulvi heyecanların kaynağı olacaktır. Elbette Türk Dünya’sında ortaya konan bu medeniyet hamlesi bütün eski kültür coğrafyamızda ve İslâm âleminde de gereken heyecanı uyandıracak, neticede insanlığın ihtiyacı olan medeniyet inanç ve ahlâkı hâkim olacaktır. Türkiye bu hamlenin öncüsü ve muharrik unsuru olmalıdır. Çünkü, Türk Milleti bin yıldan fazla İslâm medeniyetinin yayıcısı ve taşıyıcısı olmuştur. Orada elde ettiği tecrübe ve sahip olduğu kültür önemlidir. Bu kültür tarihinde, Ahmet Yesevî başta olmak üzere; insanlık idealini, insana saygı ve sevgiyi esas alan, Yunus’un ifadesi ile “Yaradılanı Yaratan’dan ötürü seven” ve bu anlayışı top yekûn cemiyete mal etmeye çalışan birçok ulu insan vardır. İnsan’ı “Yaratılan” kabul etmek, bütün insanları eşit kabul etmektir. Çünkü, bütün yaratılanlar, “Yaratan” karşısında eşittir, kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. “Yeni medeniyet tasavvuru” olarak hâkim kılınmaya çalışılan zihniyetin temeli bu manada bir insan sevgisidir. Bu sevginin tabii sonucu, insanlar arasında adaletin tesisidir. Sömürme ve köleleştirme, hiçbir şekilrde meşru ve mâzur gösterilemez. Büyük medeniyet hamleleri, zengin bir insan topluluğuna ihtiyaç duyar. 19. yy’a kadar, benzer tecrübeleri ve modernleşme dönemini farklı tecrübelerle yaşayan, 20. yy’ın başında Gaspıralı’nın Tercüman’ını her bölgede yaşayanların kolayca okuyabilen bir Türk Dünyası, bu hamlenin ihtiyaç duyduğu insan potansiyeline sahiptir. Türkiye’nin ve topyekûn Türk Dünyasının karşı karşıya olduğu bu büyük sorumluluk, ayni zamanda milliyetçiliğimizin “Kızıl Elma”sıdır. Dolayısiyle, bu sorumluluğu yüklenmesi gerekenlerin en başında Türk Milliyetçileri gelmelidir. Çünkü millî olunmadan evrensel olunmayacağını, bu ruh terbiyesini almamış olanların meseleyi kavramakta zorluk çekeceklerini bilinmektedir. Milletinin yararları uğrunda kendi nefsini aşmanın cehdini yaşamamış olanlar böyle bir yola giremezler. Türk Dünyası, yaşadığı sıkıntılar ne olunrsa olsun, bir yeni doğuş halindedir. Türk Dünyası’nın aydınlarına düşen, bu doğuşun gerilimini yükseltmek, kendi kök ve kaynaklarından beslenerek yakacağı insanlık ateşinin tüm dünyayı aydıntatmasını sağlamak 401 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yolunda çaba harcamaktır. Haysiyetli bir gelecek bu yüksek ülküdedir. Unutmayalım ki, büyük heyecanlar büyük ülkülerden doğar. Büyük milletlerin büyük ülküleri olmalıdır. Türk Milletinin büyük tarihi, “Türk Cihan Hakimiyeti tarihidir ve bu hakimiyet millî, islâmî, insanî esaslara istinat eder. Türk Milleti de gelecekte, tarihine yaraşır büyüklüğe ulaşacaksa, büyük ülkülerin peşinde koşmalıdır. Yeni bir medeniyet tasavvuru veya hamlesi milletimizin önünde yeni büyük ülküdür. Kof büyüklük taslama felaketlere veya milletin helâkine sebeb olabilir. Ama, büyüme arzu ve heyecanını kaybetmiş milletlerin de büyük olmaları mümkün değildir. Ancak, büyük olmanın, büyük ülküleri gerçekleştirmenin de bir bedeli vardır. Gayretsiz, çilesiz, çabasız büyük olmak mümkün değildir. “Allah, isteyene, istediğini verir, ama, hiçbir inanç sahibi de, bedelsiz bir büyüklüğün hayalini kurmamıştır.”(2) O halde, yeni bir medeniyet hamlesini başlatacak Milletimizinve onun öncüleri Türk Milliyetçilerinin önündeki yol bellidir. Önce bir iman tazelemesi yapacaklar. Bu hem din mânasında, hem dava mânasındadır. Bu iman tazelemesini topluma da sirayet ettirecekler ve böylece cemiyette bir yüksek gerilim meydana getirecekler. Çünkü, ancak, yüksek gerilime sahip toplumlar bir medeniyet hamlesine girişirler; çevre şartlarının ve gerilimlerinin elverdiği ölçüde başarıyla ulaşırlar, yani kendine özgü bir medeniyet kurarlar. Toplumsal gerilimi yükseltecek olan, inanç yenilenmesidir. Bu yenilenme olmadan, insanlar yeniden inanmanın heyecanını duymadan, bu gerilim meydana getirilmeden yeni bir medeniyet hamlesinin imkânı yoktur. Yenilenme ve inanma, din de dahil kültürün bütün alanlarında olmalıdır. İman ve güven tazelenmelidir. Ancak, önce dini alanda başlayacak olan bir iman tazelemesi ve yenilenmesi hareketi, bütün diğer alanlara da sirayet edecektir. Böylece insanlık bu gerilim ve heyecanın etkisiyle yeni bir medeniyet anlayışının hayat bulduğu danyada yaşayacaktır. Dipnotlar (1)Michel Winock, (Türkçesi: Ergun Göze) Aydınlar Yüzyılı, İstanbul 2007, s.624-625 (2)Nevzat Kösolu, Millî Kültür ve Kimlik, s.227 402 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AKTÜRK, Hamit (2014). “Alevî Bektaşî Hiyerarşik Yapılanmasında Rol Model Olarak Hacı Bektaş Veli”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.405-415 (http://bilgelerzirvesi.org). Hamit AKTÜRK* ALEVÎ BEKTAŞÎ HİYERARŞİK YAPILANMASINDA ROL MODEL OLARAK HACI BEKTAŞ VELİ Giriş A levi toplulukların tarihinin belli başlı birkaç bölüm altında incelenmesinin tarihsel süreci anlama noktasında katkı sağlayacağını düşünmekteyiz. Buna göre Alevi toplulukların tarihi; a) Anadolu’ya Kalenderiliğin, Hurufiliğin etkin olduğu dönem, b) Safeviliğin etkisiyle Kızılbaşlığın ortaya çıkışı ve ilk Şii etkilerin görüldüğü dönem, c) On dokuzuncu yüzyıl ve modernleşme sürecinin başladığı dönem, d) 1960’lı yıllarda şehre göç ve sosyalist ideolojilerle ilk temas edilen dönem, e) 1990 sonrası Alevi yazınının patlama yaptığı ve Alevi uyanışı olarak nitelendirilen dönemlerdir. Modernleşme öncesi Tahtacı, Çepni, Kızılbaş, Bektaşi adları altında yaşayan gruplar modernleşme ile birlikte Alevi kimliği altında anılmaya başlamışlardır. Üst kimliğin oluşum süreci konumuzun dışında olduğu için değinilmeyecektir.379 Bu çalışmamızda bir tarikat olması hasebiyle Bektaşilikten daha çok yukarıdaki dönemsel ayrımda Safevi sonrası kapalı bir toplumluk özelliği gösteren Kızılbaş topluluğunda toplumun kuruluşu, toplulukta hiyerarşik yapılanma ve liderin konumunu incelemeye çalışacağız. Ayrıca günümüz Alevilik tanımlarında Hacı Bektaş’ın öğretilerinin etkilerine de değineceğiz. Alevi Bektaşi kapalı topluluğu, bakıldığında, Tönnies’in sistemleştirdiği dikotomide “cemaate” karşılık geldiği görülmektedir. Tönnies bu tür toplumu bir karizmatik lidere bağlı, sıkı yüz yüze ilişkilerin, sözlü kültürüm hâkim olduğu bir topluluk olarak * Yrd. Doç. Dr. Namık Kemal Üniversitesi. Birbirlerinden mekan ve sürek olarak nispeten farklı grupların Alevi üst kimliği altında toplanması süreci aynı zamanda Aleviliğin modernleşmesinin de tarihidir. Ayrıntılar için bkz. (Subaşı, 2010; Taşğın, 2004; Şahin, 2012 ve 2013) 379 405 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tanımlamıştır. Modern öncesi dönemin genel bir görüntüsü olarak sınırları çizilen bu cemaatsel topluluklarda hiyerarşik yapılanma ve toplumsal kontrol önemli bir yer tutar.380 Bu tür topluluklarda hiyerarşik yapılanmanın başında bulunan kişi; topluluğun lideri olmasının yanında hem kadı hem de dini otorite ve aynı zamanda örnek alınacak bir modeldir. Bu açıdan dinsel meşruiyeti önemli bir durumdur. Safeviler döneminde yazıldığı ve Anadolu’ya gönderildiğine inanılan Buyruklar ve hemen hemen aynı dönemlerde tedvin edilen Erkanname gibi eserler, yukarıda özetlemeye çalıştığımız cemaatsel grupları toplumsal bir bütün haline getirip, karizmatik liderler etrafında birbirlerini denetleyen ve destekleyen ahlaklı bireyler oluşturma gayreti içerisindedir. Bu eserlerde, özellikle hiyerarşik yapının vurgulandığı ve toplumsal denetimin öne çıkarıldığı görülür. Hiyerarşik yapının başında bulunan dedenin karizmasını pekiştirecek olan “pirin seyyidlik zaruretinin” söz konusu topluluklarda bu dönemde görülmeye başlandığına inanılır. Bu amaçla Erdebil tekkesinden seyyidlik şecereleri düzenlenmesi (Yıldız, 2004, 324) ve ocaklar aracılığıyla topluluğun liderinin soy asaletinin öne çıkarılması dikkat çeker. Bunun yanında “sır”381 olgusu ile de dede ve pir epistemik bir otoriteye dönüşmüş ve kademeli olarak bilgi hiyerarşik bir tekele alınmıştır. Safevi etkisi ile başlayan dönemde boy ve aşiretlerin, “ocak kurumu” sayesinde ontik ve epistemik bir kaynağa bağlandıkları görülmektedir. Bu grupların Erdebil tekkesinden gönderilen ve Anadolu’da yaygınlaşan Buyruklar sayesinde ve ocaklara bağlı dedeler eliyle “eline beline diline” sahip olmak şeklinde özetlenecek ahlaki olguları içselleştirmeleri hedeflenmiştir. Bunun yanında “musahiplik, düşkünlük, ikrar” gibi kurumların yaygınlaşması ile talibin sosyalleşmesi, çevresini maddi ve manevi olarak gözetip desteklemesini hedefleyen bir yatay sosyalleşme boyutu devreye sokulmuştur. Soy avantajı kazanıp, “seyyitliğini” şecereler yoluyla kabul ettiren ve topluma örnek olarak sunulan dedelere yönelik olarak “ocak” kurumu yoluyla dikey bir hiyerarşi kurulmuştur. “Sırlı 380 “Cemaat – cemiyet” hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. (Yelken, 1999) Sır olgusunun Alevi Bektaşi geleneğindeki yeri ile ilgili olarak Rıza Tevfik’in şu şiiri örnek verilebilir; “Bana sual sorma cevap müşkildir Her sırrı ben sana açamam hocam Hakkın hazinesi darı değildir. Cami avlusunda saçamam hocam” (Akt. Ali Ağa Varlık, 1997:164) 381 406 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bilginin’’382 korunması383 ve “tevella ve teberra” olgularıyla da Alevi bireyin kimlik bilinci güçlendirilmesi hedeflenmiştir. Saydığımız bu dört boyut sayesinde daha önce boy, aşiret şeklinde varlıklarını devam ettiren Türkmen gruplar, daha önceleri “tabii dini grup” özelliği gösterirlerken artık “sırf dini grup”384 özelliği kazanmışlardır.385 Bu dönemde yine boy ve aşiret halinde yaşamaya devam eden topluluklarda artık kimliksel sınırlar inanç üzerinden çizilmeye başlamıştır. Heterodoks Türkmen grupların Safevi etkisinde kalmasında önemli rol oynayan Şah İsmail, Hatai mahlasıyla yazdığı şiirlerinde ser çeşme olarak Hacı Bektaş’ı kabul ettiğini ve onun yolundan gittiğini belirtir. Kanaatimizce bu tutumunda Anadolu halkı ile ortak bir taban bulma gayreti göze çarpmaktadır. Tarihsel verilerin gösterdiği kadarıyla da bunu başarmıştır. Ayrıca her ikisinin de Türkçeyi etkili ve güzel kullanıyor olması bu birlikteliği güçlendiren unsurlardan biridir. Bu şiirlere örnek vermek gerekirse: “Hatai biçare kuldur şahına Hünkâr Hacı Bektaş namazgâhına Deli gönül Hak ile düş dergâhına Er olayım dersen er ile görüş” Başka bir şiir de ise şöyle der: “Tuttuğumuz bir gerçeğin elidir Gittiğimiz imamların yoludur Ser çeşmemiz Hacı Bektaş-ı Velidir Mihman canlar bize sefa geldiniz.” (akt. Özdemir, 2012: 172) 382 Taşğın, Alevilikte sır kavramının içeriğiyle ilgili olarak, “sır sadece başkaları tarafından bilinmeyen değil grubun kendi üyeleri tarafından da bilinemez ve akıl erdirilemez olandır” der. Ayrıntılar için bkz. Ahmet Taşğın, “Mit ve Gerçeklik Arasında: Alevilikte Ehlibeyt”, Marife, Yıl: 4, 3, 2004a, s. 287-296. 383 Alevilikteki üç sünnet yedi farzdan biri yani farzlardan biri; sırrı korumaktır, diğeri ise; inançdaşları ile birlikte olmaktır, mürebbisine itaat etmek, yol ulusundan taç ve kisve giymektir (Birdoğan, 2006: 254). 384 “Tabii dini grup” ve “Sırf dini grup” için bkz. Günay (1998: 239-285) 385 Bizce, “tabii dini gruptan” “sırf dini gruba geçiş” süreci Alevilerin etnik kökenine ilişkin tartışmalarda da bize yol gösterecektir. Zira bilindiği gibi Alevilerin etnik olarak Türkmenlere dayandığını iddia edenlere karşılık Aleviliğin Kürt kültürü ile bağlarını öne çıkarıp aslen onun Kürt etnisitesi ile ilişkisini ispatlamaya çalışanlar vardır. Ayrıntılı tartışma için bkz. (Aktürk, 2013). Günay’ın sistemleştirdiği bu dikotomik ayrım sayesinde Anadolu’da Alevilerin çoğunluğu Türkmen kökenli iken bazılarının nasıl ve neden Kürt kökenli olduklarını açıklayabiliriz. Açıktır ki, tabii dini grup yani kabile, boy ve aşiret halinde yaşarken çeşitli sebeplerle dini ve inançsal bağlar etnik bağların önüne geçmiştir. 407 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Erdebil tekkesine bağlanan Türkmen gruplar özellikle Buyruklar yoluyla eğitilmeye çalışılmıştır. Buyruklar incelendiğinde yukarıda saydığımız dört boyutlu eğitim yoluyla topluluklarda “biz ve öteki” bilincinin oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu dört boyut içerisinden hiyerarşik bir yapı oluşturan dikey boyut bu çalışmanın konusunu teşkil etmektedir. Buyruk’ta Pir’in özellikleri sıralanırken Hacı Bektaş’ın ve daha öncesinde Hoca Ahmet Yesevi’nin sistemleştirdiği dört kapı kırk makama vurgu yapılması ilgi çekici bir durumdur. Buyruk’ta (2009: 34-35) şöyle der: “Pir olan kimsenin son derece kâmil olması gerekir. Dört kapı, kırk makam, üç sünnet, yedi farzı bilmeleri, taliplere yolun erkânını öğretmeleri gerekir. Bunlar nereden geldi ve neden oluştu, aslı nedir, kuralları nelerdir, hayası nedir, erkânı nedir, tövbesi nedir, farzı nedir, sünneti nedir, nafilesi nedir, işlemesi nedir, bunları bilmesi gerekir.” Buyruklarda, toplumun birliğini ve bütünlüğünü bozacak, otoriteye zarar verecek ve topluluğu diğer topluluklara karşı zor durumda bırakacak kişilere karşı bir ceza sistemi de kurumlaştırılmıştır. Bu ceza sisteminin uygulayıcısı da topluluğun lideri olan dededir. Ayrıca talibe bazı mali yükümlülükler de yüklenmiştir386. Talip gelirlerinin belli bir miktarını “hakkullah” ya da “humus” –bölgelere göre değişmekle birlikte- pirine vermelidir. Bu sayede hem toplumsal bir sahiplenme hem de pirin sıradan işlerde çalışarak karizmasını zedelememesi sağlanmıştır. Mürşit, pir ve rehberden oluşan üçlü bir yapısı olan dedelik kurumu, Alevilik tarihinde çok önemli bir yer işgal etmiştir. Dedelik soydan devam eden bir kurum olduğu için bir dedenin yerine ancak onun oğlu geçebilir. Bu olgu Alevi geleneğinde “ocak sistemi” olarak isimlendirilir. (Aktürk, 2013: 41) Ancak dedelik kurumunun, bugünkü “kutsal aile” ve “evlad-ı resul” olarak Hz. Peygambere bağlanıp, seyyidlik387 yoluyla toplumsal 386 Ayrıntılı bilgi için bkz. Buyruk İmam Cafer Sadık Buyruğu (2009). (Haz. Fuat Bozkurt). 4. Baskı. İstanbul: Kapı Yayınları 387 Alevi Bektaşi geleneğinde Pir’in evlad-ı resul olması zorunluluğu şöyle belirtilir, “O zamandan bugüne değin, şeriat, tarikat, marifet, hakikat gibi, pirlik ve secde de MuhammedAli'den kaldı. Bu nedenle, Resul soyundan başkasının pirlik yapması ve ona talip olması câiz değildir. (Buna karşı davranan kişinin y.n.) yediği içtiği haramdır. Tarikat-ı murtad, hakikatı murtaddır. Ve de irşadı, biati ve tövbesi geçerli değildir. Çünkü Resul soyuna biati yoktur. Sermayesiz kalmıştır. Onun aslı kesinlikle yoktur, o kimse On iki imam dergâhından nasipsizdir (Buyruk, 2009: 31-32)… Devamında şöyle der; “simdi Sah oğlu ve soyu olmayan kimseye pirlik yapmak caiz değildir. Muhammed Ali soyundan olmalı ki. Dirliği caiz ola” (Buyruk, 2009: 32). 408 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması meşruiyet kazanması olgusu genel kanaate göre Safevi etkileriyle gerçekleşmiştir. Şah İsmail Alevilik toplumunu etkilemek amacıyla, kökleri eski Türk geleneklerine kadar uzanan kabile önderleri olan Türkmen beylerine birer tarikat şeyhi yetkileri vererek, onlara “siyadetname” yani seyitlik belgeleri vermiştir. (Yıldız, 2004, 324) Anadolu Aleviliğinde genel olarak dedelik, dört kategoride değerlendirilebilir. Ocakzadeler, Dedeganlar/Çelebiler, Babaganlar ve vekâleten dedelik görevlerinin yapıldığı “Dikme Dedeler Kolu” ve “Geçici İcazetli Dedeler Kolu” ya da “Bedreddini Babalar” gibi yapılar söz konusudur. (Subaşı, 2010, 112; Yıldız, 2004, 327) Geleneksel Aleviliğin temelini oluşturan dede- talip ilişkisi, aynı zamanda bir model alan ve model alınan ilişkisidir. Kapalı bir toplum olan geleneksek Kızılbaş Alevi gruplarda talip için dört boyutlu bir eğitim ve sosyalleşme süreci öngörülmüştür. Bunlar içsel ahlaki ilkelerin içselleştirilmesini hedefleyen içsel eğitim boyutu, toplumsal dayanışma ve kontrolü hedefleyen yatay eğitim ve sosyalleşme boyutu, lidere tam itaati önceleyen dikey eğitim boyut ve “sır”ı koruma ve “ötekine” karşı savunmayı hedefleyen kimlik boyutu olarak bir ayırıma tabi tutulabilir. Erkanname’de (2007: 34) sırrın korunması konusunda şöyle tavsiyelerde bulunulur;: “Tövbesinden dönen veya evliyanın sırrını halka açıklayan kişi yol düşmanıdır. Böyle kişilerden uzak durmak gerekir. Çünkü evliya düşmanıdırlar.” Bu süreç sonunda Kızılbaş adını alacak söz konusu gruplar, talip-dede- mürşit-pir388 şeklinde tüm toplumu kapsayacak bir hiyerarşik yapılanma yoluyla kurumsal bir yapıya evrilmiştir. Dede ve pirler ise ocak sistemi ile kendi aralarında bir hiyerarşi oluşturmuşlardır. Söz konusu ocaklar manevi olarak Hacı Bektaş’a, fiili olarak da Erdebil’e bağlanmışlardır. Her Kızılbaş bireyin bir pire bağlanması Buyruk’ta (2009: 24) tavsiye edilmiştir: “O zaman Hz. Peygamber bunlara şöyle karalık verdi: "Hakikat, dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmektir, inanıp iman getirmektir. Önce özünü, sonra toplumu sev. Dilini cesedini sev. Kendini severek, gönüllü olarak bir pir e teslim et. Onun buyurduklarına uy." ” Yola ikrar verilerek yani yemin edilerek girilir ve çıkış olayı yoktur. Ancak ya lider seni ceza olarak atar veya ölümle ayrılınır. “Bu 388 Bazı yörelerde “talip-dede-pir ve mürşit” şeklinde bir hiyerarşik yapılanma da görülmektedir. 409 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yol güçtür, ateşten gömlektir, giyilmez. Demirden leblebidir, çiğnenmez. Kıldan ince köprüdür geçilmez. Kılıçdan keskindir, dayanılmaz. Demirden yaydır, çekilmez. Gelme gelme! Dönme dönme! Gelenin malı dönenin canı…” Birdoğan, 2006: 254-255). Alevi Bektaşi klasikleri olarak isimlendirilen ve Kızılbaş toplulukların toplumsal kuruluşunu organize eden Buyruk’larda Hacı Bektaş figürünün oldukça zayıf olduğu görülmektedir. Hatai’ye ait birkaç şiir dışında Buyruklarda hemen hemen hiç Hacı Bektaş’tan bahsedilmezken Şeyh Safi’den, İmam Cafer’den oldukca sık bahsedilmesi incelemeye değer bir durumdur. Klasik dönem Kızılbaş toplulukların değilse bile günümüz Alevi Bektaşi anlayışının başat öğesidir. Alevilik hakkında konuşan, yazan herkesin öne sürdüğü fikirlerin dayandığı temel kaynak Hacı Bektaş Veli, ona atfedilen eserler, şiirler, özlü sözlerdir. Örneğin günümüzde Aleviliği anlatan herhangi bir kitapta Aleviliğin ilerici, özgürlükçü, laik, kadın erkek eşitliğini savunan, hümanist, barışçı bir inanç olduğunu öne süreceklerdir. Bunların doğruluğu ya da yanlışlığı konumuz dışındadır. Ancak bu argümanların hemen hemen hepsinin yaslandığı temel dayanaklar, Hacı Bektaş Veliye atfedilen sözler veya şiirleridir. Aşağıdaki fotoğraf Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğuna inanılan sözler sıralanmıştır. Bu cümleler teker teker incelendiğinde Hacı Bektaş’ın Alevilikte ne derece önemli bir yere sahip olduğu görülebilir. 410 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kırşehir Hacıbektaş ilçesinde bulunan Hacı Bektaş Dergâhından bir resim389 Hacı Bektaş Veli’nin model olarak sunulduğu konuları genel olarak aşağıda maddeler halinde şöyle sıralanabilir: 1. Hoşgörü ve Hümanizm 2. Aklın ve bilimin önderliği 3. Körü körüne bağlanma yerine sorgulama 4. Katı Şeriat kuralları yerine esnek ve genel ahlaki ilkelere vurgu 5. Kadın hakları Bu konuda en çok kullanılan şiirlerden birisi, aslında Kaygusuz Abdal’a ait olan ancak halk arasında Hacı Bektaş’ın şiir olarak anılan aşağıdaki şiirdir: “Hararet nardadır sacda değildir. Keramet baştadır taçta değildir Her ne arasan kendinde ara Mekke’de Kudüs’te hac’da değildir.” Yukarıdaki Hacı Bektaş’a atfedilen şiir genellikle Alevi Bektaşi geleneğinin hümanist ve hoş görülü geleneğini vurgulamak için delil olarak getirilir. Ayrıca Hacı Bektaş Veli’nin taliplerin bireysel ve toplumsal eğitimlerini hedefleyen dört kapı kırk makamından dördüncü ve zirve kapı olan hakikat kapısının ikinci makamı yine “yetmiş iki milleti ayıplamamadır” (Hacı Bektaş, 2007: 78) daha sonra yazılan pek çok şiir ve yazı temelde Hacı Bektaş’ın bu makamına gönderme yapar. Alevi Bektaşi geleneğinin akla ve bilime diğer İslam yorumlarından daha çok önem verdiğini savunan ozan ve yazarlar yine Hacı Bektaş’a dayanırlar. O Makalat adlı eserinde, aklı gönül ülkesinin sultanı olarak simgeleştirir. (Hacı Bektaş, 2007: 68) Ayrıca Ona göre, “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır”. Alevi Bektaşi kimliğinin önemli bir parçası olarak sunulan “körü körüne bağlanma yerine sorgulama” geleneğinin de dayanağı Hacı Bektaş ve eserleridir. O yine Makalat’ta (2007) dört grup insanın portresini çıkarır. Bunlar abitler, zahitler, arifler ve muhiplerdir. Hünkar, eserinde zahitlerle arifleri karşılaştırır ve ariflerin zahitlerden farkının yaptıkları işleri sorgulayarak farkında olmalarıdır. 389 Bu fotoğraf; Dil ve Edebiyat Dergisinin Hacı Bektaş Veli dosyası, Hikmet Özdemir’e ait yazıdan alınmıştır. Bkz. Özdemir Hikmet (2010). “Horasandan Anadolu’ya Hacı Bektaş-ı Veli”. Dil ve Edebiyat Dergisi. Sayı: 20. İstanbul. 14-28 411 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hacı Bektaş Veli’nin menkıbelerini anlatan Vilayetname adlı eser, onun katı şeriat kuralları ve “kabuk- öz” metafor örnekleri ile doludur. Hacı Bektaş Veli burada insanların görüntüde şeriat kurallarına bağlı kalıp, bu öğretiyi içselleştirmemelerini eleştirir. Vilayetname’de özellikle “Saru390” örneği önemlidir. Ayrıca Hacı Bektaş’ın camiye gitmek yerine namazını kendi başına veya müritleri ile birlikte kılması durumunun da sıkça vurgulanması bizce dikkat çekici bir durumdur. Alevi Bektaşi geleneği hakkında en sık tekrar edilenlerden özelliklerden biri de, diğer İslam yorumlarında farklı olarak, Alevilikte kadın erkek eşitliğinin savunulmasıdır. Bu iddiayı dile getiren birinin yine ilk müracaat edeceği cümle Hacı Bektaş’a ait olan “Kadınları okutunuz” cümlesidir. Yukarıda verdiğimiz örneklere dayanarak Aleviliğin “ilerici, hümanist, barışçı, özgürlükçü, akıl ve bilimden yana, demokrat ve laik, kadın erkek eşitliğini savunan” bir anlayış olarak sunmak bizce problemlidir. Bu iddiayı dile getiren gerek yerli gerekse yabancı pek çok araştırmacı vardır. Ancak bu iddiayı dile getirenlerin eserleri, Alevi Bektaşi klasikleri ve ozanları şiirleri göz önünde bulundurularak incelendiğinde partikülarist ve seçmeci davranıldığı görülecektir. Bunun örnekleri başka bir çalışmanın konusudur. Kısaca değinmek gerekirse sayılan tüm kavramlar modern dünyanın moda kavramlarıdır. Bunları alıp bu kavramlara Alevi tarihinden örnekler aramak metodolojik olarak da problemlidir. Hacı Bektaş’ın yaşamı gizlerle sırlarla doludur. (Öz, 1997: 5) Onun hakkında bilinenler bilinmeyenlerden daha azdır. On atfedilen eserler ve menkıbeleri ondan çok daha sonraları yazıya geçirilmiştir. Bu durumda birçok Hacı Bektaş tiplemesinden bahsedilebilir. Öz (1997: 395-402) belli başlı Hacı Bektaş tiplemelerini “Vilayetname’ye göre Hacı Bektaş, Makalat’a göre Hacı Bektaş, halkın gönlündeki Hacı Bektaş, Halk şiirlerindeki Hacı Bektaş, köy devrimcisi olarak Hacı Bektaş” gibi bir ayırıma tabi tutar. Hacı Bektaş Veli, on üçüncü yüzyılın başında Horasan’da doğmuş, aynı yüzyılın ortalarında Anadolu’ya gelmiş ve yüzyılın 390 Eserde, Saru, Hacı Bektaş’ı evinde misafir eden İdris ve Kadıncık Ana’nın aksine kötülüğün, art niyetin ve zahire göre hüküm vermenin sembolüdür. Hatta Saru, öylesine art niyetlidir ki; zahiren kerametleri görse bile onu göz ardı eder. Hacı Bektaş’ı kardeşi olan İdris’in evinden ve Sulucakarahüyük’ten kovmak için çaba gösterir. Sonunda Hacı Bektaş’a inanır ama iş işten geçmiştir ve Hacı Bektaş’ın bedduası ile çok şiddetli bir hastalığa yakalanır (Vilayetnâme, 2006, s. 63-64). 412 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sonlarına doğru Kırşehir (Sulucakarahöyük)’de vefat etmiştir. Anadolu evliyasının meşhurlarındandır. Hacı Bektaşi Veli hakkındaki ilk ciddi araştırmaları Fuad Köprülü (1976) başlatmıştır. Onun Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Bektaşiliğin Menşe’leri, Mısır’da Bektaşilik ve benzeri eserleri bu alanda yapılmış bilimsel öncü çalışmalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Melikoff (2009: 114) Hacı Bektaş’ın soy ağacını şöyle gösterir: “Yedinci imam Musa Kazımdan başlayan soy ağacı Musa Kazım I İbrahim Mükerrem el-Mücab I Musa-i Sani I İbrahim-i Sani I Hacı Bektaş-ı Veli” Melikoff’a göre (2010: 5), aslında kendisi münzevi bir yaşam süren ancak daha sonra Orhan Gazi’nin yoldaşları arasında yer alan ve kendisini Hacı Bektaş391’a atfeden Abdal Musa tarafından meşhur edilmiştir. Abdal Musa sayesinde Bektaşilik Osmanlı elitleri tarafından benimsenmiş ve hatta Yeniçeri Ocağının resmi tarikatı haline gelmiştir. Sonuç Anadolu’da yaşayan Türkmen topluluklar, on beşinci yüzyılın başından itibaren Safevi etkisine maruz kalmışlardır. Bu zorla bir etkilemeden daha çok ortak dil, söylem ve köken üzerinden kurulan ilişki biçimindedir. Daha önceleri tabii dini grup olarak yani boy aşiret şeklinde yapılanan söz konusu gruplar, Erdebil Tekkesinin etkisi ile sırf dini gruba evrilmişlerdir. Bu süreçte toplum içsel, yatay, dikey ve sır olmak üzere dört boyutlu bir yapılanmaya gitmiştir. İçsel boyutla temel ahlaki ilkelerin talip tarafından benimsenmesi, yatay boyutla talibin çevresine, komşusuna, ailesine topluluğuna maddi ve manevi 391 Melikoff’a göre (2009: 92) muhtemelen hiçbir çağrı iletmemiş olan Hacı Bektaş Velinin başına diğer pek çok insanın başına da gelen şey gelmiştir. Ölümünden sonra ona mitolojik bir yaşam atfedilmiştir. Melikoff, Hasluck’un da Hacı Bektaş’ın tarihsel bir gerçekliğinin olmayabileceğine inandığını belirtir (2009: 93-94). Ayrıca Hacı Bektaş Veli’nin Aşıkpaşazade tarafından “meczup” olarak nitelendirilmesine bir eleştiri için bkz. Yıldırım (2009). 413 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı deste vermesi, dikey boyutla ise talibin hiyerarşik bir yapıda pirine bağlanması onu örnek alması, sır boyutu ile de “ötekine” karşı biz bilinci kazanması hedeflenmiştir. Ancak bu süreçte toplumsal yapıyı düzenleyen dini metinler olarak Erdebil Tekkesinden Anadolu’ya gönderilen ve Anadolu’da ilgili kesimlerce hüsnü kabul gören Buyruklar’da Hacı Bektaş figürünün oldukça zayıf olmasına rağmen günümüz Alevi Bektaşi topluluklarında Hacı Bektaş başat figürdür. Geçen beş yüzyılda Hacı Bektaş’ı böylesine öne çıkaran faktörlerin neler olduğu ayrı bir çalışmanın konusudur. Talipler için aynı zamanda birer model olarak sunulan pirlerin eğitimleri konusunda da onlara Hz. Ali ve Hacı Bektaş birer örnek olarak sunulmuştur. Alevi Bektaşi geleneğinde “don değiştirme” inancının yansıması olarak vurgulanan örnekler, bizce aslında Alevi Bektaşi geleneğinde pirlerin ulaşmaları gereken zirveyi anlatmak için oluşturulmuş felsefi derinliği olan tasavvufi bir gelenektir. Ancak bu felsefi sembolleştirme durumu popülerleştikçe ve kitlelere yayıldıkça felsefi derinliğini kaybetmiş ve materyalist bir mantığın elinde kendi ideolojilerini desteklemek ve Aleviliğin İslam’dan ayrı bir din olduğunu savunmak için bir nesneye dönüşmüştür. Aynı durum sufi gelenekte önemli bir yere sahip olan “vahdet-i vücud” anlayışı için de geçerlidir. Melikoff”a göre (2009: 340), din ulularının etkilerinin azalması, dinsel edimlerin zayıflaması “vahdet-i vücud” anlayışını materyalist bir zemine kaydırmıştır. Kaynakça Aktürk Hamit (2013), “Toplumsal Değişme ve Alevi Dernekleri”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Birdoğan Nejat (2006), Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik, 5. Baskı, İstanbul: Kaynak Yayınları. Buyruk İmam Cafer Sadık Buyruğu (2009), (Haz. Fuat Bozkurt), 4. Baskı, İstanbul: Kapı Yayınları Erkanname (2007), (Haz. Doğan Kaplan), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Günay Ünver (1998), Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yayınları Hacı Bektaş Veli (2006), Vilayetnâme Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli. 3. Baskı. (Haz. Esat Korkmaz), İstanbul: Can Yayınları, Hacı Bektaş Veli (2007). – Makalât. (Haz. Ali Yılmaz- Mehmet Akkuş- Ali Öztürk), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 414 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Köprülü Fuad (1976), Türk Edebiyatõnda İlk Mutasavvıflar, Ankara. Melikoff İrene (2009), Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, (Çev. Turan Alptekin), 6. Baskı. İstanbul: Cumhuriyet Kitapları Öz Baki (1997), Bektaşilik Nedir Bektaşilik Tarihi. İstanbul: Der Yayınları. Özdemir Hikmet (2010), “Horasandan Anadolu’ya Hacı Bektaş-ı Veli”, Dil ve Edebiyat Dergisi, Sayı: 20. İstanbul, 14-28 Özdemir İskender (2012). Aleviliğin Yazılmayan Tarihi Kavramlar Kaynaklar On İki İmamlar Tarih Sürek İnanç İbadet Edebiyat, 4. Baskı. Ankara: Kripto Yayınları. Subaşı Necdet (2010), Alevi Modernleşmesi Sırrı Faş Eylemek, 3. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları Şahin İlkay (2012), ““Metodolojik Bir Analiz: Kızılbaş Alevilik Yazınının Teolojik Orijin Arayışı”, Toplum Bilimleri Dergisi, 7 (13). Ankara 25-44 Şahin İlkay (2013), Şahin İlkay (2013), Online Alevi Topluluklar Ritüel Desenli Bir Gruptan Mit Desenli Bir İnanç Topluluğuna, Konya: Çizgi Kitabevi. Taşğın Ahmet (2004), Taşğın, Ahmet (2004a), “1980 Sonrası Alevilerin Farklı Bir Görüntüsü: Alevi Caferiler ve Aşura Dergisi”, Dini Araştırmalar, 18 (6), 141-148 Taşğın Ahmet (2004a) “Mit ve Gerçeklik Arasında: Alevilikte Ehlibeyt”, Marife, Yıl: 4. 3. 287-296. Yelken Ramazan (1999), Cemaatin Dönüşümü Geç Modern Dönemde Cemaat Sosyolojisi, Ankara: Vadi Yayınları. Yıldırım Rıza (2009). “Hacı Bektaş Veli ve İlk Osmanlılar Aşıkpaşazade’ye Eleştirel Bir Bakış”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi. Sayı: 51. Ankara s. 107-146 Yıldız Harun (2004), “Alevilerde Dedelik Kurumu”, Alevilik, (Haz. İsmail Engin-Havva Engin), İstanbul: Kitapyayınevi, 321-338 Varlık Ali Ağa (1997), Alevi Bektaşiliğin Dayanakları, İstanbul: Can Yayınları. 415 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İSMAYIL, Mehseti (2014). “Bahtiyar Vahabzade Yaraticiliğinda Milli Değerler –Sözlü Edebiyata Yansimalari”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.417-424 (http://bilgelerzirvesi.org). Mehseti İSMAYIL* BAHTİYAR VAHABZADE YARATICILIĞINDA MİLLİ DEĞERLER –SÖZLÜ EDEBİYATA YANSIMALARI Vahabzadə və Milli Şair Anlayışı B əxtiyar Vahabzadənin istər şeir yaradıcılığı, istərsə də şəxsiyyəti haqqında ümumiləşdirici fikir məhz MİLLİ ŞAİR sözüdür. Sovetlər İttifaqının ən amansız illərində şair milli ruhunu gizlətmədi. Hətta insanların ruhuna çəkilən sərhədləri şeiriyyəti ilə yerlə bir etdi. Xalqın içində xalqın öz sözünü deməkdən çəkinmədi. Bəxtiyar Vahabzadə milli ruhla dolu olan bir şair idi. Onu xalqa sevdirən və şeirlərini yaşadan da məhz bu səbəb oldu. Bəxtiyar Vahabzadənin şəxsi keyfiyyəti olaraq adlandıra biləcəyimiz duyğu dolu hisslərinin sərrast sözləri ilə cilovlayan, milli şeiri milli ruhu ilə çatdıran şair sözləri ilə bütövlük təşkil edir. Hələ sovet siyasi idarəçiliyinin ən güclü olduğu dönəmlərdə Bəxtiyar Vahabzadə Azərbaycan türklərinin qəlb yanğısını, milli dərdini ifadə edəcək “Gülüstan” poemasını yazdı. O zamankı şərtlər səbəbi ilə poema əlyazma nüsxəsində yayılmağa başladı. Uzun müddət sonra da bizim orta məktəb illərində poemanı əlyazma nüsxədən çoxaldıb həmyaşıdlarımız arasında paylaşırdıq. Xalq poemanı sadəcə bir ədəbi nümunə örnəyi olaraq qarşılamadı. “Gülüstan” doğma Vətənə həsrətin simvoluna çevrildi. Oxucu onu bağrına basdı, milli ruha kökləndi. Şair xalqın ruhunu oxşarcasına dərdini poetik bir dildə ifadə edir. Bu poema heç şeirlə, şairlə əlaqəsi olmayan insanlar tərəfindən də maraqlı hadisə kimi qarşılandı. Şairi hər təbəqədən və hətta siyasi düşüncədən olan insanlar da tanıyaraq dəstəklədi. Tarixin keşməkeşli dövrünü milli düşüncə aspektində səsləndirən poema vasitəsilə şair xalqın azadlıq ruhunu, milli hislərini, * Doç. Dr. Azerbaycan Milli İlimler Akademisi. 417 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı birlik və bütövlük əzmini gücləndirmiş oldu. 1959-cu il sovetlər ittifaqının istər siyasi, istərsə ideoloji təbliğatı çox güclü idi. Belə bir dönəmdə milli mövzuda söz demək və “sovet insanı” meyarını ədəbi yaradıcılıqla dəyişdirmək cəhdi hər kəsin hünəri deyildi. Məhz bu səbəblərdən Bəxtiyar Vahabzadə xalqın milli şairinə çevrildi. O, “Gülüstan” poemasının ikinci hissəsində deyir: Yazmışdım men onu düz qırx il qabaq. O vaxtdan bu yana çox sular axdı... Üsullar dəyişdi, gedən bıçaqla, Gələn pambıq ilə kəsdi başları. (Vahabzadə, II cild, 2004: 82) “Pambıqla baş kəsir” ifadəsi xalq arasında qəddar, fırıldaqçı adamlar üçün işlənən ifadədir. Şair zəmanənin, siyasi rejimin amansızlığını qısa şəkildə xalq deyimi ilə izah edir. Vahabzadə Yaradıcılğında Folklorlaşma Prosesi Şairin şeir yaradıcılığının bir üslubu da xalq nümunələrindən yerli-yerində, ustalıqla istifadə etməsidir. İstər sözün orijinal ifadəsi, istərsə də sözün təsvir qarşılaşdırmalarında üslub aydın nəzərə çarpır. Şifahi nümunələri- deyimləri, atalar sözlərini, inamları şeirin poetik dilinə uydurmaq və ya fikrin ifadəsində bənzər söz seçimi ilə tarazlamaq şairin ustalığından, şeiriyyətin bütün imkanlarınıdan istifadə bacarığından xəbər verir: Dünyaya gəlmədik biz əbəs yerə, İnsanıq, insan da bizə gərəkdir. Bağatək qınına çəkilənlərə Ürək nə gərəkdir, dil nə gərəkdir. (Vahabzadə, 2013: 10) Üçüncü misrada “Bağa çanağından çıxdı, çanağını bəyənmədi” atalar sözünün qısa təsviri verilmişdir. (Atalar sözü, 1985: 98) B.Vahabzadə şeirlərində oxucu yaradıcı şairlə yanaşı şəxsiyyətini ifadə edən şairlə də qarşı qarşıya dayanır: Bəli, əsəbiyəm, çünki insanam, Mənim nifrətim var, məhəbbətim var. Quzuya da bəli, Qurda da bəli? Deyirsən olmasın baxışım mənim? Nöqsanım budursa əgər... Deməli, Ancaq naxışımdır yanlışım mənim (Atalar sözü, 1985: 117). Bəxtiyar Vahabzadə yaradıcılığında sınamalardan istifadə olunması da olduqca maraqlıdır. Şair “Soğan” şeirində təbiət 418 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması hadisəsini, xalq yaradıcılığı nümunəsi sınamanı poetik dillə sosiallaşdırır: Soğan qabığına baxdı, düşündü. Başını buladı, O, mənə döndü. Dedi: - Sərt olacaq qış, bu il yaman Dedim: - Nədən bildin? Dedi: - Qabıqdan. Qalındır, Deməli, Sərt keçəcək qış (Vahabzadə, II cild, 2004: 266) Bu dialoq folklorik inancın ictimai məzmun qazanmasını ifadə edir. Şairin söz boğçasında “Nəsənsə, özün ol” şeiri zamanla nəsilləri dəyişən və haçalanan fikirləri müzakirə xarakteri ilə təqdim edir. Biz öz atamıza deyərdik bir vaxt: “Unutma, hər günün öz hökmü var ha!..” İndi oğlumuza deyirik ancaq, “Gəl təzə nırx qoyma köhnə bazara” (Vahabzadə, I cild 2004:36). “Köhnə kəndə təzə nırx qoyma” atalar sözü xarakter etibarilə mühafizəkarlığı xatırladıcı ifadədir. (Atalar sözü, 1985: 445) Buradakı işlənmə yeri özündən sonranı inkar və ya özündən əvvəli görüb formalaşdırmaqdır. Şair sözü şeirdə tərbiyyəvi hissləri aşılamaqdadır. Hətta bu şeirdə Bəxtiyar Vahabzadə aşıq Abbas Tufarqanlıdan nümunəni köklü-köməcli xalq yaddaşı kimi təqdim edir: Əzəldən belədir, övladlarından Atalar həmişə gileylənibdi. (Vahabzadə, I cild, 2004: 36) Sonrakı Aşıq Abbas Tufarqanlının “Bəyənməz” rədifli qoşmasından bir bəndi təqdim edir. “Ay həzarat, bir zəmanə gəlibdir, Ala qarğa şux tərlanı bəyənməz. Oğullar atanı, qızlar ananı, Gəlinlər də qaynananı bəyənməz...”(Vahabzadə, I cild, 2004: 36) Sair: Atamız deyərdi bunu bir zaman, İndi biz deyirik övladımıza (Vahabzadə, I cild, 2004: 36). Ənənəçilikdən filoloji məzmun qazanan və aşıq şeirinin mövzusu olan adətlər şairin yaradıcılığında bir daha tarixi dəyər statusu ilə qabardılır. Diqqətçəkici məqam odur ki, şair minillik 419 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yaddaş dayanağı olan atalar sözünü şeirlərində “sözünə qüvvət” möhürü olaraq yerli yerində sərrast ifadələrlə işlədir: Gülmə öz kökünə, ayıbdır sənə! “Ot kökü üstündə bitər, unutma, Köhnə damğasını vurub atana, Özgədən özünə sən ata tutma! (Vahabzadə, I cild, 2004: 37) Şeirin ikinci bəndi “Ot kökü üstə bitər” atalar sözü, dördüncü bəndin təsirli və vurğulu möhürü olaraq işlənmişdir. “Nəsənsə özün ol” şeirinin sonuncu misraları göstərir ki, şairin öz kəlamları deyim və atalar sözü xarakteri ilə folklorlaşır. (Atalar sözü, 1985: 525) Nəsənsə, özün ol, Kökündən yapış! Dünənə arxalan, Bu gündən yapış! (Vahabzadə, I cild, 2004: 37) Bəxtiyar Vahabzadə yaradıcılığında dünya, zaman, vaxt anlayışı fəlsəfi notlar üzərində köklənmişdir. Əzab adlı dəyirmandan narın çıx, Keçəcəksən ələyindən dünyanın... (Vahabzadə, I cild, 2004: 283) Deyən şair realist və müdrik düşüncə ilə sonluğu da göstərir. Arxasınca palaz kimi sürüdər Bərk yapışsan ətəyindən dünyanın. (Vahabzadə, I cild, 2004: 283). Xalq şairi, milli şair, söz ustadı Bəxtiyar Vahabzadənin şəxsiyyəti yaradıcı ruhu ilə vəhdətdə görünür. Şeir dünyası xalqın söz xəzinəsinə dayanan şairin öz misralarını elə ona xitabən ifadə etmək gərəkir: “Varlıq səsidir, qopmuş o, türkün qopuzundan.’’ (Vahabzadə, 1986: 17) B.Vahabzadə şeirlərinə söz yaradıcılığı -xalq dilindən başladığını “Layiqəmmi mən?” şeirində açıq şəkildə bəyan edir: Atalar sözləri öyüddür bizə Yüz illər, min illəri deyiləcəkdir. “Elə yaxşılığı, sən at dənizə” Balıq bilməsə də, xalq biləcəkdir”. Mən xaliq demədim, Xalq dedim... Nədən? Xalqımdır, elimdir xaliqim mənim. (Vahabzadə, 1987: 14) 420 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bir çox şeirlərdə toplumdakı sosial-ictimai çatışmamazlıqlar sərt dillə oxucuya çatdırılır. Usta şair bir bənddə iki atalar sözündən məharətlə istifadə etmişdir: Kor-kora kor desə-bu, gəlib gedər, Gözlüyə kor deyən kor, daha dəhşət! Gözündə dağ boyda tiri görməyən, Özgənin gözündə qıl seçər əlbət. (Vahabzadə, 1987: 47) Azərbaycan atalar sözü: “Kor kora kor deməsə, bağrı çatlar”, “Öz gözündə tiri görmür, özgə gözündə qılı seçir.”(Atalar sözü, 1985: 440-530) Şairin yaradıcılığı xalq sözündən bəhrələnmişdir. Bütöv bədii yaradıcılığında çox sayda nümunələr göstərmək olar. B.Vahabzadə yaradıcılığındakı bu folklorlaşma prosesi bir çox hallarda qarşılıqlı xarakter almışdır. Obrazlı danışıq dilində şairin şeirləri nümunə kimi səslənməkdədir: Yaşamaq yanmaqdır, yanasan gərək, Həyatın mənası yalnız ondadır. Şam əgər yanmırsa, yaşamır demək, Onun yaşamağı yanmağındadır! (Vahabzadə, 1987: 6) Yaxud da “Ey doğma dilində danışmağı ar bilən. fasonlu ədəbazlar”, müraciət, ittihamı danışıq dilinə, Qəlbinizi oxşamır qoşmalar, telli sazlar. Bunlar qoy mənim olsun, Ancaq vətən çörəyi sizlərə qənim olsun! (Müasir Azerbaycan Edebiyatı, 2007: 165) Sözlü edebiyattan qarğış “çörək sənə qənim olsun” misraları ile bend tamamlanır. Şair hər zaman fikrin dəqiq və yığcam ifadəsi üçün xalqın danışıq dilinin əsasa alınması gərəkdiyinə diqqət çəkir. (Vahabzadə, 1976: 179) Araştırmacı E. Memmedov B.Vahabzade mısralarının aforizmleşdiyi hüsusuna dikkat çekmişdir. Çox əyilən görmüşəm əyilməyən başları, Sular duruldu gördük dibindəki daşları. Yaxud Əsl sənətkarın, əsl şairin, Özü qocalsa da, sözü qocalmır. (Məmmədov, 2012: 124-128) 1977- ci ildə qələmə aldığı “Dünyanın” şeirindəki bu misralarda 52 yaşlı müdrik insan tablosu görünməkdədir. Xalq arasında kəskin ifadə olaraq işlədilən “dünya fani, ömür fani”, “dünyaya çox da bel bağlama və ya ətəyindən yapışma, arxasınca iynə 421 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ipliyi olma, palaz kimi sürünmə” şairin poetik dilində ayrıca bir anlam qazanır. Bəxtiyar Vahabzadə yaradıcılığının bir qolunu da onun publisist və elmi-nəzəri məqalələri təşkil edir. Şair “Dərin qatlara işıq” məqaləsində dilçiliyimizin problem məsələlərinə toxunur və söz yaradıcılığındakı üslubun, ədəbi məktəbin əsasının məhz xalq dilindən qaynaq alınmasına diqqəti çəkir. Müəllif yazır: “Ədəbi dil, xalq dili əsasında yaranır. Lakin bəzən biz qələm sahibləri sözləri darayıb, cümlələri elə ütüləyirik ki, bu “darama” və “ütüləmə” bizi xalqın ətlicanlı, dadlı-duzlu, səsli-nəfəsli dilindən uzaqlaşdırır. Nəticədə dilimizi candan-qandan, rəngdən –nəfəsdən, daddan-duzdan məhrum edilir, soyuq, quru dəftərxana dilinə çevrilir. Məsələn, aciz, bacarıqsız bir adamı quru dəftərxana dili ilə belə xarakterizə etmək olar: “Filankəs çox aciz adamdır. Sözü tutarsız və təsirsizdir. Sözü heç kəsin yanında keçməz, nüfuzu və hörməti yoxdur. Bacarıqsızdır” və s. bu uzun sicilləmələrin əvəzinə, bircə cümlə “Ağzı qatıq kəsmir” xalq ifadəsini işlətsək, həmin adamı daha dəqiq və daha gözəl xarakterizə etmiş olarıq. Belə xalq ifadələrinin gücü bir də orasındadır ki, bunlar tərcüməyə gəlmir. Tərcüməsi mümkün olmayan söz və ifadələr onu yaradan xalqın ruhundan, zövqündən, düşüncə tərzindən, adət və vərdişindən, həyat və məişətindən doğmuş ifadələrdir. Ruh və zövq, adət və vərdişlər isə heç vaxt tərcümə oluna bilməz (Vahabzadə, 1986: 84). Şair ”Vətən haqqında düşüncələr” məqaləsində Vətən sevgisini maraqlı bir qarşılaşdırma ilə ifadə etmişdir. “Sevgilini sevməyin müddəti ömür qədərdir. Yəni burda sevginin müddəti ömrə bərabərdir...Vətən sevgisinin müddəti isə ömürdən keçir... Vətəni xalqımız üçün, bu xalqın gələcəyi üçün, nəvə, nəticə, kötücələrimiz üçün sevirik...Milli mənəvi dəyərlərini, Vətən sevgisini zamana sığdırmayan şairin fikri ifadələri publisistk meqalələrinə də yansımışdır (Vahabzadə, 1989: 72). Məlumdur ki, B.Vahabzadə 1950ci ildən Bakı Dövlət Universitetinin müəllimi idi. Sənətini yüksək dəyərləndirən şair müəllimliyin ilkin şərti kimi insanlarda gözəl duyğular aşılamaq, onları böyük fikir və ideyalar arxasınca aparmaqdır. “Qiyamət” poemasında şair hayatını, sənətini belə təsvir edir: Yarıya bölünür günüm, saatım, Vaxt mənim sərvətim, mənim varımdır. Müəllimlik-mənim günüm, həyatım, Şairlik ən uca duyğularımdır. (Vahabzadə, 1991: 261) 422 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Prof. Y. Axundlu B.Vahabzadə yaradıcılığını Azərbaycan milli poetik fikrinin ən böyük nailiyyəti adlandırmışdır. (Ahundlu, 2013: 60) Şair söz sənətini, şeiri poetik dillə nəzmə çəkmişdir: Şair cəmiyyətin üsyan səsidir. Şair-zəmanənin, əsrin vicdanı, Şair-tarixlərin şərəfi, şanı. Şair-bu dünyada zamanın sözü, Şair- həqiqətin, haqqın güzgüsü. (Vahabzadə, I cild, 2004: 42) Nəticə Bəxtiyar Vahabzadə milli dəyərlərə bağlı qoruyucu bir ziyalı idi. O, yaxşı dərk edirdi ki, əsarətdə olan Azərbaycan türkləri üçün azadlığın yolu məhz milli dəyərlərinə, keçmişinə bağlılıqdan keçəcəkdir. Bu baxımdan şair C. Məmmədquluzadənin yaradıcılığındakı milli qoruyuculuq meyillərini elmi təhlillə izah edərək öz fikirlərini də əlavə edirdi. O, yazır: “İnsan öz kökünü, öz əslini, yəni öz-özünü inkar edəndə yaşaya bilər, lakin özünü yaşamaz, özgəni yaşayar, bir sözlə, öz sifəti, öz varlığı olmaz. Beləsindən nə insanlıq ummaq olar, nə mədəniyyət, nə fərli bir fikir, nə fərli bir söz. “Əslini danan haramzadadır”, “ördək qaz yerişi yeridi, paçaları aralı qaldı”, “ot kökü üstə bitər” və s. atalar sözləri özünüdanma xəstəliyinə atəş açan atalarımızın müdrikliyinin ifadəsidir. Özünü sevməyən, özünü bəyənməyən, özgəsini necə sevə bilər, necə bəyənə bilər? Bu, elə böyük bir həqiqətdir ki, bunun heç bir izaha, heç bir təhlilə ehtiyacı yoxdur. (Vahabzadə, 1986: 33) Göründüyü kimi, şair milli dəyər statusu qazanmış keçmiş ənənəçiliyə sadiqdir. Ədəbiyyat Axundlu, Y. 2013: Seçilmiş əsərləri, 3 ciliddə, III cild, Naxçıvan, Əcəmi. Axundlu, Y. 2013: İstiqlalın Əzablı Yolu, Bakı, Adiloğlu. Atalar sözü 1985: Bakı, Yazıçı. Vahabzadə, B. 2004: Seçilmiş Əsərləri, İki Cilddə, I Cild, Bakı,Öndər. Vahabzadə, B. 2004: Seçilmiş Əsərləri, İki Cilddə, II Cild, Bakı, Öndər. Vahabzadə, B. 1986: Dərin Qatlara Işıq, Bakı, Yazıçı. Vahabzadə, B. 1987: Axı Dünya Fırlanır, Şeirlər, Poemalar ve Tərcümələr, Bakı, Yazıçı. 423 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Müasir Azərbaycan Ədəbiyyatı 2007: 2 Cilddə, II Cild, Bakı, BDU Nəşriyyatı. Vahabzadə, B. 1976: Sənətkar və Zaman, Bakı, Gənclik. Vahabzadə, B. 1989: Gəlin Açıq Danışaq, Bakı, Azərnəşr. Vahabzadə, B. 1991: Şənbə Gecəsinə Gedən Yol, Bakı, Azərnəşr. Məmmədov, E. 2012: “B.Vahabzadə Yaradıcılığında Aforizmləşmiş Misralar Üzərinə İncələmələr”, I B.Vahabzadə Sempozyumu Bildiriləri. Bakı, 124-128. 424 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması SEVİNC, Qasimova (2014). “Türk Halklarını Dünyaya Tanıtan Eğitimci - Düşünür : Doğu Ve Batı Biliminde Köprü : Mirza Kazımbeg”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.427-438 (http://bilgelerzirvesi.org). Qasimova SEVİNC* TÜRK HALKLARINI DÜNYAYA TANITAN EĞİTİMCİ DÜŞÜNÜR: DOĞU VE BATI BİLİMİNDE KÖPRÜ: MIRZA KAZIMBEG T arihte zaman zaman öyle şahsiyetler olmuştur ki, onların isimleri bir tür moda karakteri taşımış, yıllar, yüzyıllar geçtikçe unutulmuş, halkın hafızasından silinip gitmiştir. Fakat öyle şahsiyetler de var ki, onlar hem yaşadıkları dönemde, hem de sonralar halkın hafızasına kazınmış, ebedileşmiştir. İşte, Türk halkının düşünürü Mirza Kazımbeyin ikincilerden olduğunu söylersek yanılmarız. Kalbinde iki kültürü, iki ideolojiyi taşımak kolay bir şey değildir. Mirza Kazımbey bunları hangi zorunluluktan nasıl ve ne için yaptı? Yaşadığı onurlu bir ömür payında meslek ve inancına sadık kala, millet ve vatan uğruna üstlendiği onurlu misyonunu sona erdirebilecek mi? Şu veya bu gibi sorulara cevap bulmak, tarihçiligin karanlık sayfalarına ışık düşürerek, onu olduğu gibi haleflerine iletmek isteği böyle bir makaleyi yazmaya sefk etdi.Türkçülüyə dair yazılmış eserlerden bize miras kalan ve bugün de milli kimligimizle bağlı belirli tartışmalar yaratan eserlerden bellidir ki, “Azerbaycancılık” vatandaşlık hakkı kazanana kadar çok zor bir tarihi süreç geçmiştir. Böyle fikirler yaratmanın vakti ulaştığını gerekli eden öncü fikir adamları bunu halkı maariflendirmekle hayata geçirmenin gerekliliğini düşünüyorlardı. Bu alanda büyük hizmeti olan Türk eğitimci Mirza Kazımbeyin özel hizmetleri vardır. Öyle ki, XIX yüzyılda Azerbaycan'da maarifçiliyin gelişiminde Mirza Kazımbeyin bilimsel eserlerinin büyük etkisi olmuştur. İşte Mirza Kazımbey “Azerbaycan dili” (azerbidjanskiy) istilahını bilimsel dayandırmış ve uygulamıştır. Sözlü halk yaratıcılığına ve folklöra dikkat çekerek o, gösteriyordu ki, halk yaratıcılığının - efsane, rivayet ve esatirlerin * Doç.Dr. Bakü Devlet Üniversitesi. 427 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kökleri çeşitli uluslarda genel vasıflara sahiptir, fakat bir halkın, manevi dünyası onu başka halkın manevi âleminden ayıran özelliklere de sahiptir. O, esatirlerin oluşması meselesini düzgün anlatarak, esatiri gerçek objektif âlemin muharref biçimi sayırdı. Mirza Kazımbey eski Doğu kültürüne derin vakıf olduğundan, bu kültürün Avrupa'da yayılmasında eşsiz hizmetlerde bulunmuş, Doğu ile Batı ve Rusya ile Azerbaycan arasında karşılıklı ilişkiler kurmuştur. Hem Kazan, hem de Petersburg'da bilimsel faaliyeti sonucunda kendi meslektaşı M.C. Topçubaşovla birlikte Azerbaycan'da modern tipi milli bilimsel fikir teşekkül bulmuştur. O, Azerbaycancılık fikrini, milli dil sorununu inceleyen, onu pratikte gerçekleştiren maarifçilerimizden olmuştur. Tarihi hafızamız bunu söylemeye esas veriyor ki, herhangi bir halkın tarihten silinmesi için onun dilini yok etmek yeterlidir. Asırlarca arazimiz yabancı talanlarına maruz kalmışsa da dilini tutmuştur ve bu da esas verir ki, dili mövcutluğumuzun ve kimliyimizin en önemli unsuru gibi düşünelim. Keçmişimizden bugünümüze ve böylece geleceğe köprü düşüren dildir ve bu misyonu gerçekleştiren, bunu halkın maariflendirilmesinde en önemli araç olarak kabul eden Mirza Kazımbey Rusya'nın Türk-Tatar nüfusunun kendi tarihi geçmişine kültürüne, felsefesine, dini - mitolojik bakış açısınagöz düşürmeyi ve bu gelenekleri yaşatmayı önemli saymıştır. B. Dorn M.Kazımbeyin “Türk-Tatar dilinin grameri” eserine yazdığı kanaatda diyor ki, bu zamana kadar hiç bilinmeyen, ilk defa Mirza Kazımbey tarafından çözülen “Azerbidjan lehçesi” çok büyük öneme sahiptir. Ona göre, “Azerbidjan lehçesi” Kafkasya okulları için de oldukça önemlidir. İlginçtir ki, Dorn bu ləhcəni Rusya için çoktan duyulan ihtiyaç gibi değerlendirmiş ve bunun bir doğulu tarafından keşfedildiğini kaydetmiştir. Bu, bir kez daha teyit ediyor ki, Rusya Kafkasya Müslümanlarının, Türk dilinin ve Türk milletinin adının sahtalaşdırılmasında son derece ilginç olmuştur. XIX yüzyılın Türk dünyasının ünlü düşünürü Mirza Kazımbey yaratıcılık ve bilimsel mirasının araşıdırlmasının güncelliği günümüzde birkaç faktörle izah edilebilir. Avrupa ve Rusya bilim dünyasında kendi sözünü demiş ve kesin olarak yetenekli araştırmacı olarak kabul edilen Mirza Kazımbeyin faaliyetinin incelenmesi öncelikle XIX yüzyılda Azerbaycan alimlerinin bilimsel düzeyi, bilimsel bakış açısı, onların bakış açısının oluşumunu etkileyen faktörlerin belirlenmesi açısından zorunludur. Diğer yandan ise, alimin gençlik döneminde haksızlıkla yüzleşmesi, onun dini bakışlarındaki değişiklikler, uzun süre tartışma konusu olmuş ve çeşitli tartışmaya yol açmıştır. Bu yüzden de bu 428 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması konulara açıklık getirilmesi önemli bilimtaşıyor. Bilindiği gibi, Azerbaycan tarihine bilimsel bakış işte XIX yüzyılda A. Bakıhanof'un “Gülüstani-İrem’’ eseri ile şekillenmiştir. Mirza Kazımbey de Türk bilim adamı gibi Azerbaycan tarihine duyarsız kalamamış, tarihciliyimize katkıda bulunacak çok sayıda ve değerli eserler yazmıştır. Aynı zamanda Mirza Kazımbeyin bilimsel mirasının araştırılması Türk tarihinin çeşitli sorunlarına dair orijinal düşüncelerin ortaya çıkarılmasına da yardımcı olur. Bu bakımdan alimin tarihe dair araştırmalarının incelenmesi öncelikle vatan tarihciliyinin çeşitli sorunlarının öğrenilmesi açısından zorunludur. Rusya İmparatorluğu'nun Kafkasya'da gerçekleştirdiği katı sümürgecilik politikasına protesto olan müridizm bayrağı altında yaşanan Kafkasya dağlılarının ulusal özgürlük mücadelesi alanında Mirza Kazımbeyin yaptığı araştırmalar ve elde ettiği bilimsel sonuçların öğrenilmesi, modern tarihciligle karşılaştırılması bilimsel açıdan oldukça önemlidir. Mirza Kazımbeyin dağlıların özgürlük mücadelesine dahil kafkazlıların kahraman oğlu Şeyh Şamil'in kimliğine yaklaşımını netleştirmek önem arz etmektedir. Mirza Kazımbeyin mirasının Sovyet döneminde daha fazla incelendiğinden, bazı yazarların fikirlerinin Sovyet ideolojisi açısından eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştirilerin objektif veya önyargılı olmasının belirlenmesi anki günümüzde büyük önem taşımaktadır. Belirtmek gerekir ki, henüz XIX. yüzyılda dünyada ün kazanmış Mirza Kazımbeyin kimliği, bilimsel yaratıcılık hakkında dönemin bazı alimleri değerli önermeler söylemişlerdir. Sovyet döneminde ister vatan, gerekse yabancı araştırmacıların dikkatini akademisyenin bilimsel mirası, hayat ve faaliyeti çekmiştir. M. Kazımbeyin Türk tarihciliginde yerini belirlemek için geçtiği hayat yoluna bakalım. Seçkin Türk dünyasının düşünürü, Rus şark şunaslığının temelini koymuş sadece Rusya İmparatorluğu sınırları içinde degil, hem de tüm Avrupa çapında tanınan ve aynı zamanda kabul edilen oriantalist tarihçi alim Muhammed Ali Hacı Kasım oğlu Mirza Kazımbey derin, anlamlı ve aynı zamanda çelişkili hayat yolu geçmiştir. Mirza Kazımbeyin yaşadığı tarihi dönem dünyada yaşanan karmaşık sosyopolitik süreçlerle aynı zamana rastlar. Bu olaylarDağıstan'da yaşanan feodal çekişmeleri, Rusya'da dekabristler hareketi, müridizm adı altında dağlıların özgürlük hareketi, XIX. yüzyılın 40'lı yıllarında Avrupa'da yaşanan devrimci hareketler, İran'da meydana gelen sosiosiyasi olay olan Babiler hareketi Mirza Kazımbeyin bakış açısına önemli etki göstermiş, onun yaratıcılığı için önemli konu ve kaynak 429 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı rolü oynamıştır. Mirza Kazımbeyin bilimsel faaliyetinin Derbent döneminde onun ev eğitimini alarak Fars, Arap, Türk dillerini öğrenmesi onun çok kolay mantık, söylem ve sxolostika gibi ilimlere yiyelenmesi babası tarafından Derbend'e davet edilen Müslüman Doğusu'nun ünlü alimi ve filozofların Arap alimi Abdul Aziz Hisgəncinin, Şeyh Muhammed Bəhreyninin mühazirelerinden yararlanması, Müslüman kanununa dair zengin bilgi edindiler etmesinin onun gelecek bilimsel bilgilere yiyelenmesine hangi yönde etkilediğini vurgulamak gerekir. Küçüklüğünden Doğu edebiyatına özel ilgi gösteren Mirza Kazımbey Firdevsi'nin “Şehname” sini, Sedinin “Gülistan”ın, Nizami'nin “Sırlar hazinesi”ni, Xaqaninin “Medain harabeleri“ni, Fuzuli'nin "Leyla ve Mecnun " unu derinden öğrenmiştir. Derbent'te mevcut olan sosyal ortam M. Kazımbey’in hem intellektine, hem de ileri görüşlü olmasına tekan vermiştir. 1820 yılına kadar tüm ömrü boyunca Çar Rusyası'na hizmet göstermiş babası Hacı Kasıma karsı haksızlıkları, onun casuslukla suçlanarak Astrahana sürgün edilmesi Mirza Kazımbey’in hayatında tebeddüllatların baş vermesine yol açtı. Babasının ardından Astrahana gelen M. Kazımbey’in burada İskoç misyonerleri Glen ve Makfersonla yakından tanışması, böylece onun dini bakışlarında değişiklik yaratmıştır. Bence M. Kazımbey’in böyle bir adım atması hiç de Sovyet tarihçileri tarafından belirtildiği gibi siyası ve bilimsel kariyeri degil, işte bilim adına attığı adımdı. Sadece alimin dünyagörüşündeki mehduduyyet onun dinle siyasetin hiçbir ilgisi olmadığını netleştirilmesini olanak vermiyordu. M. Kazımbey’in bu adımı İran ve ayrıca Rusya hakim çevrelerinde de aynı zamanda gözden düşmesine neden oldu. Öyle ki, düşünürün Hristiyanlığın Katolik məzhebini kabul etmesi hakimiyet çevrelerinde onun İngiltere'ye kaçacağı konusunda endişe yapıyorlardı. İran teolokları bu gibi makamlardan ustalıkla kullanarak M. Kazımbey’i çarmemurları önünde gözden düşürmeye çalıştılar. Bununla ilgili M. Kazımbey kendi hatırasında yazıyordu: “Ben Hristiyanların kutsal kitaplarını Müslüman ve Hristiyan gibi değil, gerçeğin arayıcısı gibi okudum “. M. Kazımbey bu dinin etkisi altında “Hristiyan dininin gerçekçiliği hakkında- risale” yazarak onu Arap, Fars ve Türk dillerinde yayınladı. M .Kazımbey’in bu eserine Müslüman aleminden kısa sürede cevap geldi ve ilahiyatçı Hacı Molla Rizaniye M. Kazımbey’in cevap risalesi de gönderildi. Bu olayları Rus yetkilileri de tepkiyle karşılayarak M.Kazımbey’in üzerine denetimi daha da güçlendirdi. 1824 yılının Ekim ayında Kafkasya'nın baş hakimi Rusya Dışişleri Bakanlığı üst 430 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması düzey memurlarına uyarıda bulunarak yazıyordu: “Ali - Bey'in Petersburg'a gelişi sırasında üzerinde kontrol koymak ve onun İngilizlerle ilişkisine imkan vermemek gerekir, özellikle, onun İngiltere'ye katılmak için tüm imkanların önü alınmalıdır.” Makamlar tüm araçlarla M. Kazımbey’in missionerlerle ilişkisini kesip onu Astrahandan uzaklaştırmaya çalıştı. Bu nedenle 1825 yılı 25 Ağustos de general Yermolovun emriyle M. Kazımbey Omsk Asya okuluna öğretmen atandı. Misyonerler bu değişiklikten rahatsız olarak M.Kazımbey’in Astrahanda bakım için girişimlerde bulundular. J.Mitchell 1824 yılında İçişleri Bakanlığı'na M. Kazımbey’i Astrahan veya Petersburg'a geri talebi başvurmuştu. Sürgünle ilgili onun Omsk okulunda toplam bir yıl faaliyet göstermesi, M. Kazımbey’in hastalığı ile ilgili sonraki hayatının değişmesi ve Kazan Üniversitesi rektörü Fuksun ve eşi Aleksandra Fuksla tanışmasının hayatının dönüm noktası olmuşdu. İşte A. Fuksun talebi üzerine M. Kazımbey Kazan Üniversitesi'ne mühazireçi atandı ve onun bilim dünyasında parlamasında Kazan mühüti önemli rol oynadı. Belirtmek gerekir ki, Rusya hükümetinin M. Kazımbey’in Sibirya'da tutarak el çekmesi ve Rusya'nın merkezi bölgesinde iadesine onay vermesi imparatorluğun Doğu, onun halklarını, kültürünü, dillerini, dinini, edebiyatını, tarihini bilen kişilere ihtiyacının olması ile ilgiliydi. Öyle ki, bu dönemde artık İngilizler Doğu ülkelerinin çoğunu işgal etmiş ve Doğu'nun öğrenilmesi yönünde hayli çalışmalar gerçekleştirmiştir. Örneğin, 1784 yılında kurulan Asya toplumunun amacının Doğu ülkelerinin coğrafyası, kültürü ve tarihinin öğrenilmesi ilan edilse de, aslında toplum imparatorluğun Doğu'daki sömürgeci politikalarının temel araçlarından biri idi. Bazı Doğu ülkelerini işgal etmiş ve diğerlerini işgal etmeyi planlayan Rusya da Doğunu öğrenmekle onun halklarını esaret altında tutmaya çalışıyordu. M. Kazımbey’in bilimsel yaratıcılığının 1822-1828 yılları kapsayan verimli dönemi Kazan Üniversitesi'ndeki faaliyetidir. Bu dönemde o, Rusya'ya toplanmış fars müntexabatını okudu, doğu edebiyatı ve felsefesinden Rusçaya çeviriler yaptı, Karamzinin “Tarih” eserini Fars diline çevirdi. M. Kazımbeyin yaratıcılığının Kazan döneminde onun Kırım Hanlığı'nın tarihine adadığı “Yedi seyyare” eserinin oluşması ona şöhret kazandırdı. Eğitim ve bilimsel faaliyetlerde bulunan M. Kazımbey karşısına halkın savadlanması gibi yüksek amaç almış ve bu doğrultuda pratik adımlar atmıştır. Bilginin kendi kayıtlarından da görüldüğü gibi, Doğu, onun halklarını ve özellikle Azerbaycan'ı tüm insanlığa tanıtmak onun faaliyetinin esas gayesini teşkil etmiştir. 431 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bununla ilgili görkemli alim yazıyordu: “Ben insanlığa Nizami'yi, Xaqanini, Füzulini tanıtmak, dilimizin qrammatikasını, Dərbəndin tarihini yazmak arzusundayam Amacım odur ki, kendi emeyimle Vatanımın adını yaşadım .” M. Kazımbey’in İmge faaliyetinin Kazan döneminde gergin emeğininsonucunda bilimin zirvelerini fetih etmesini ve onun başarılarının sadece Rusya ile sınırlı degil, hüdudlardan kenara modern bilimin merkezi sayılan Batı Avrupa'ya da yayıldığını görüyoruz. Ünlü Sovyet şerqşünası İ.Y. Kraçkovski Rusya'da erebşünaslığıntarihine adadığı eserinde M. Kazımbey’in yeteneğine ve dünya şöhretine yüksek deger vererek gösteriyordu ki: ‘Kendi nüfuzu ve geniş profili ile birinci yerde kökeni Azerbaycanlı olan, Doğu biliminin tabanlı sxolastika okulunu geçmiş birinci dekan M.Kazımbey durur, o, her üç Doğu dilinde (Arap , Fars ve Türk dilleri öngörülüyor) malzemelerden serbest şekilde kullanıyordu. Aynı başarıyla Batı Avrupa dillerini de benimseyerek o, bu dillerde birçok eserler yazmış, Batı'da kendisine ün yapmıştı.’ Tüm bunların sonucu olarak o , bir takım bilimsel toplumlara gerçek üye seçilmiş, bilimsel eserleri dış ülkelerde yayımlanmıştır. “Türk -Tatar dilinin genel grameri” 1839'da Kazan'da yayın yapıldıktan sonra, yeniden 1846 yılında yayın yapılarak 3 kez Demidov ödülüne layık görülmüştür. “Dilbilgisi” eşsiz ve vazgeçilmez ders malzeme gibi XX yüzyılın başlarına gibi tüm Avrupa'da temel ders malzemesi sayılırdı. “Dilbilgisi”nın ikinci baskısı 1848 yılında alman bilim adamı Cenker tarafından almancaya çevrilerek Leyptsikdə yayınlanmış ve Avrupa'da fahri yerlerden birini tutmuştur. Mirza Kazımbey bir maarif görevlisi gibi büyük bir okul yaratmıştır. Sayısız öğrencileri sırasında gelecekte orientalizm biliminin gelişmesinde özel hizmet veren bilim adamları vardı. M.Kazımbey çeşitli bilimsel toplumlar tarafından da değerlendirilmiştir. O, 1850 yılında Paris'teki Asya toplumunun sıradışı üyesi, 1866 yılında Berlin'de Alman şərqşünaslar toplumuna üye seçilmişti. M. Kazımbey’in bilimsel şöhreti kısa zamanda Avrupa sınırlarını aşarak Amerika kıtasına da yayılmıştı. Azerbaycanlı bilim adamı 1851 yılının Mayıs ayında Boston'da Amerikan şərqşünaslar toplumunun muxbir üyesi, 1862 yılında ise Amerika filozoflar toplumuna üye seçilmişti. Ünlü Amerikalı akademisyen Benjamin Franklin tarafından yaratılmış bu toplum uzun süre ABD Bilimler Akademisi gibi tanınmıştı. Belirtmek gerekir ki, Mirza Kazımbey ve akdemik O. Betlinnqin 1862 yılında bu topluluğa üye seçilmelerine kadar topluma hala insani bilimlerin temsilcileri kabul 432 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması edilmemişlerdiri. Göründüğü gibi, Mirza Kazımbey’in yorulmaz bilimsel faaliyeti ona dünya şöhreti getirmiş, onu tüm sivil dünyanın bilim dünyasında değerli alim gibi tanıtmıştır. Aynı zamanda, M. Kazımbey Avrupalı akademisyen meslektaşlarının eserlerini derinden öğreniyordu. Bilginin reylerinden anlaşılmaktadır ki, o, büyük Alman hümanist alimi Humboldt'un başarıları ile gurur duyuyordu. Büyük Alman bilim adamı A. Humboldt 1829'da Rusya'ya ziyareti sırasında Kazan Üniversitesinin profesörü Mirza Kazımbeyle görüşmesi, Alman aliminin Doğu hakkında, Doğu dillerinde yazılmış kaynaklarla daha yakından temasda olmasına etki gösremiştir. O kaynaklarla ilgilenirken Mirza Kazımbey bu kaynakların birkaçını A. Humboldt için tercüme etmiş ve “Alagöl gölü hakkında” makale yazan zaman bu makaleyi Rusya'dan döndükten sonra Paris'te 1840-1843 yıllarında yayınlamıştır. M. Kazımbey’in Almanca yazdığı bu makaleye A. Humboldt yüksek deger bildirdi. O, Qarsen-de Sassi, Joberi, Silvester de Sassinin yaratıcılığını yüksek değerlendirerek, sonuncunu “Avrupa şarkşünaslarının iyi Patriği” adlandırıyordu. M. Kazımbey aynı içerikli fikirleri İngiliz bilgini Morrison Alman bilim adamları, dünya tarihi üzerinde uzman Şletser, Doğu ve Kuzey Asya halklarının dillini, kültürünü, mifologisini, poeziyasını ve tarihinin bilenleri olan Ş.Vilhelm, A.Jozef, P.Levek, A.Remyuz hakkında da söylemiştir. M. Kazımbey ünlü Fransız bilim adamı, Avestanın ilk çevirmeni olan Anketil Düpperonun, Alman Filoloğu Qrotofendin, tarihçi Niburun ve diğer seçkin bilim adamlarının eserleri ile yakından tanıdık olmuş ve araştırmalarında onlardan geniş şekilde kullanıyordu M. Kazımbey Avrupa araştırmacılarına ve Rusya alimlerinin öncü takımına seslenerek, onları Doğu halklarının tarihini, dilini ve edebiyatını tam, objektif aydınlatmaya çağırıyordu. M. Kazımbey’in bilimsel faaliyetinin Petersburg dönemi onun hayatında dönüm noktası oldu. Onun 1849 yılında Petersburg Üniversitesi Fars Dili Bilimi bölümü hedef alması ve İran Edebiyatı bölümünde M.Topçubaşovu evez etmesi, yaratıcı faaliyetinin daha da verimli yılı olarak kabul edilir. Bu döneminde o, temel eseri olan “Derbentname”(1851), Müridizm ve Şamil “(1859), “Müslüman kanunları” (1862), “Bab ve babiler”(1865) eserlerini yayınlamıştı. Sürekli Doğu öğrenmeyi ve tebliğ etmeyi amaçlayan M. Kazımbey Petersburg'da Asya Enstitüsünü düzenlemek projesini de ileri sürmüş ve projede diğer doğu dilleri ile birlikte Azerbaycan dilinin de öğretilmesi meselesini yukarı dairelerden rica etmiştir. Fakat gerici çevreler bu projeyi kabul etmemişlerdi. INikolay'ın ölümünden sonra Rusya'da irticanın zayıflaması 433 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sonucunda kendi arzusunu kısmen gerçekleştirmek imkanının elde etti. O, Senatorun emriyle oluşturulan Komisyonda Petersburg Üniversitesi'nde 14 doğu dili üzere oriantalizm fakültesi kurulması konusunu ele alması bu alanda onun en büyük başarısı oldu. 1868 yılında Rusya bilim dairlerinde Türkistan'ın etnoqrafiyası, linqvistikası, nümismatik ve epiqrafikasının öğrenilmesine yönelik akademik hareket başladı. Fakat dahi alimin ölümü ona en büyük arzusu olan mensup olduğu ve hep sadık kaldığı Türk milletinin hayati birim bilimsel kültürel değerler projesini hayata geçirmesine izin veremedi. Ünlü bilim adamı M.Kazımbeyin 1870 Kasım 27 - de 68 yaşında vefat etmesi ve birçok projelerinin yarım kalmasına neden oldu. XIX yüzyılın bilim dünyasında M. Kazımbey’in İslam tarihi, müridizm, müslüman hukuku, Bab və babiler gibi Avrupalılar tarafından zor qavranılan konularda yaptığı araştırmaları, zengin bilgisi, poliqlotluğ yetenegine göre bu kadar derin bilgiye ve yetenege sahip ikinci bir alim Avrupa'da olmamıştır. İşte bunun sonucu idi ki, sekiz dilde serbest konuşan (kızı Olgababasının 12 dilde konuşmasından da bahsediyor) ve yazan alimin ölümünden sonra on sekiz yıl süresince dekanlıq görevi boş kalmış, bu görevi M. Kazımbey’dən sonra yürütmeye hiçbir kimse cüret etmemiştir. Ünlü düşünürün Rusyada oriantalizmin bilimsel karşısında hizmeti oldukça büyüktü. İlk kez Doğu ve Batı kültürü tipologiyasının sınıflandırmasını işte M. Kazımbey bildirdi. Doğu klassikasını iyi bilen alim Nizami'nin, Xaqaninin, Firdevsi'nin, Sedinin, A. Bakıxanovun, M.F. Axundzadenin yaratıcılığını yüksek vasıflandırmıştır. O ”Derbentname” ni ingiliz , “Gülistan” eserini rus dillerine çevirmişti. L.Tolstoya, A.Çernışevskiye Doğu dillerini o öğretmişti. Ünlü düşünürün dünya bilimsel hazinesine verdiği en önemli katkılardan biri de onun tarih ilmi alanında yaptığı araştırmalardır. Mirza Kazımbey’in bilimsel tarihi bakış açısının oluşumunda Doğu Edebiyatı ve felsefesinin gelenekleri, antik klasik alman felsefesinin ve döneminin öncü sosyal - siyasi fikrin etkisi önemli rol oynamıştır. Bilginin Doğu'nun çalışma alanında hizmeti inkar edilemez. Onun vefatı ile ilgili yayınlanmış nekroloqda yazılmış sözler bunu bir daha kanıtlıyor: “Ne kadar ki, Doğu hakkında bilgiler işlenecek - bu ise asla durmayacak – Kazımbey’in adı da saygıyla çekilecektir.” Mirza Kazımbey Doğu edebiyatı ve tarihinin vazgeçilmez bilicisi olmakla beraber, hem de onun coşkun tebliğatçısı idi. Onun yayınladığı tüm eserlerde neredeyse, tarihi konulara 434 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması rastlanır. Bu nedenle cesaretle belirtebiliriz ki, Mirza Kazımbeyin bilimsel bakış açısında başlıca yeri onun tarihi görüşleri oluşturuyordu. Bir tarihçi gibi Mirza Kazımbey’in karizmatik özelliğini onun kaynaklara yaygın olarak başvurması, tarihi olayı yorumlarken kaynakların bilgilerinin derin bilimsel analizi oluşturmaktadır. Kısacası, Mirza Kazımbey tarihi eser yaratırken kaynakların ve gerçek malzemelerin toplanmasına odaklanır, asılsız ihtimaller ileri sürmürdü. Mesela, “Bab ve Babiler” eserini yazmaya hazırlanırken büyük miktarda gerçek materyaller toplamış, hatta bu amaçla İran'a giderek Tebriz ve Mazandaran olmuş, Babizm hareketinin katılımcıları ile bizzat görüşüp onu düşündüren konular hakkında sohbet etmiştir. Bununla yetinmeyerek o, İran'da olan öğrencisi Sevryuqinin kayıtlarından eleştirel şekilde kullanmış ve ünlü oriantalist N.V. Xanıkov, A.N. Moşninin materyallerinden derlenmiştir. Alim ayrıca akademik B.A. Dornun bu hareket hakkında ona verdiği elyazmanı da temel kaynak olarak kabul etmiştir. İran'da Rus diplomatik temsilcilerinin Babiler hareketi ile ilgili elçiliğe verdikleri bilgi ve belgeyi da dikkatden kenar koymamıştır. Maarifperver alim Mirza Kazımbey özellikle kaynaklarla çalışırken menbeşünaslıh ilminin taleplerine ciddi riayet ediyor, kaynaklarınorijinali, yazarları hakkında sahih bilgi toplamaya çalışıyordu. O, “Yedi seyyare” eserini yazdığı zaman eserin yazarı Muhammed Rize hakkında bilgi toplamaya çalışmış, bu amaçla Kazan ve Astrahan ahuntları, Ufa ve Tavriya müftüleri ile yazışmışdır. İşte bunun sonucu idi ki, Rusya tarihinin önemli meselelerine açıklık getiren bu eser 1829 ile - Mirza Kazımbey’in eline düşmeyene kadar Avrupa'da pek yaygın değildi. Aynı sözleri akademisyenin “Müridizm ve Şamil” eseri hakkında da söyleyebiliriz. Bu eseri yazarken bir kaç gündeliklerden, Şamil'in kendi tarixçisinin eserinden eleştirel şekilde kullanmıştır. Temel eseri olan “Derbentname” üzerinde o, 12 yıldan fazla bir sürede işlemiş ve sonuçta bir takım karanlık konulara açıklık getirebilmiştir . Menbeşünaslığ alanında alimin en büyük hizmeti onun kaynakların bilgisine körü körüne değil, eleştirel şekilde yaklaşımı olmuştur. Kaynaklardan kullanırken Mirza Kazımbey halk rivayetleri, efsanelerin tarihi bilginin taşıyıcısı olarak rolünü takdir etmiştir. Alim 1841 yılında yazdığı “Uygurlar hakkında araştırmalar” eserinde rivayet ve efsanelerin halkın tarihinde oynadığı önemli rolden konuşarak yazıyordu: “... rivayetler geride kalmış halkların tarihini oluşturuyor, kuşaktan kuşağa, kabileden kabileye geçerek halkın 435 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı anıtına dönüşüyor. Gittikçe onun biçimi değişikliğe maruz kalsa da, esas karakteri neredeyse hiçbir zaman değişmez ve bundan da eleştirmen hayli yararlanır ve bu bilgileri elde edebilir.’’ Mirza Kazımbeyin tarihi sorunlara profesyonel tarihçi gibi yaklaşımı onun eserlerinden ve müasirlerine verdiği meslehetlerden de anlaşılıyor. Alim tarihi sorunlara, olaylara ve olgulara bilimsel kritik pozisyondan etmeyi öneriyor, bu zaman acele ve başdansovma sonuçlar üretmekten uzak olmaya çağırıyordu. Halen kendi eserlerinde ortaçağ stereotiplerindən ayrılamayan Çin tarihçilerinin eserleri Mirza Kazımbey tarafından eleştiri ateşine tutuluyordu. Yazar Çinli tarihçilerden Vey-Şu ve Vey-Sini eleştirerek bu iki tarihçinin eserlerinde kullandıkları olguların çelişkili, tarihçi Yun-Suyun eserinin ise noksan olmasını göstermişti. Tarih ilmine yüksek önem veren Mirza Kazımbey bu bilimin karmaşık şekilde öğrenilmesini önemli hesap ediyordu. O, eski tarihin öğrenilmesini özellikle önemli olduğunu şöyle anlatıyordu: “Hangi filozof eski dönemi tetkik ediyorsa, o kendi felsefi aramalarında başarı elde edebilir.” İşte bu idealleri esas tutan Mirza Kazımbey eski dönem tarihine dair kaynakların toplanması, yayınlanması konularına özel dikkat ediyordu. Mirza Kazımbey’in tarihi eserlere koyduğu temel teleplerden biri de tarihi eserlerin biblioqrafisinin verlmesi idi. Yazılı kaynaklara yüksek deger veren M. Kazımbey tarihi eserlerin yazılmasında diğer kaynakların da rolüne önem veriyordu. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, Mirza Kazımbey bütün tarihe, aynı zamanda Türk halklarının tarihine özel hassasiyetle yanaşırdı. Onu belirtmekte fayda vardır ki, Mirza Kazımbey ünlü Rus şairi A.S. Puşkin'in “Bahçesaray çeşmesi” eserini Azerbaycan diline tercüme ederken bu özellikleri dikkate almıştır. Eserin orijinallığını koruyup saklamaya çalışan Mirza Kazımbey şairin kullandığı “Tavri” sözünü “Kırım”sözü ile değiştirir. M. Kazımbey’in bu hareketini 1783 yılında tavrı adı altında Kırım'ı ilhak eden Rusya İmparatorluğu'na karşı bir itiraz ve tarihi gerçekliğin restore edilmesine cesur çağrı olarak değerlendirmek mümkündür. Mirza Kazımbey’in Azerbaycan tarihinin araştırması alanında gördüğü en büyük iş hiç şüphesiz, “Derbentname” adlı temel araştırma eseridir. O, hayatının uzun bir dönemini bu eserin öğrenilmesine, onun hakkında bilgilerin toplanmasına serf etmiştir. Mirza Kazımbey eser hakkında elde ettiği tüm versiyonları qruplaştıraraq onları karşılıklı şekilde analiz etmiştir. O, eserin aşağıdaki versiyonlarını dikkate çekmekle tarihciliye bu yenilikleri getiriyor.Altı listeden oluşan Türk versiyonu : 1. Berlin'de 436 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Y. Klaprotun kullandığı Kayzer kütüphanesi listesi; 2. Stevenin kullandığı Fransa Kral kütüphanesi listesi; 3-4. Petersburg kütüphanesinin iki listesi (Bu liste ile Mirza Kazımbeyi dostu akademik Dorn tanıştırdığına göre onu “Dorn Listesi” adlandırmak olar); 5. Moskova Rumyantsev müzesi nüshası; 6. Derbent'ten İbrahim Bey'in Mirza Kazımbəyə gönderdiği siyahı. Mirze Kazımbey bu listeler üzerinde yaptığı tehlilden sonra ilk bakışta farklı görünmelerine rağmen onların tam benzer olması, hepsinin de Azerbaycan dilinde yazılması tasarrufuna gelmiştir. Mirza Kazımbey Rusya'nın, özellikle imparatorluk topraklarında yaşayan halkların tarihinin daha derinden ögrenilmesine de dikkat çekmiştir. O, bu yönde yaptığı araştırmalarında temel dikkatini müridizmin, özellikle Şeyh Şamil'in önderliğinde Dağıstan ve Çeçenistan dağlılarının özgürlük hareketinin araştırılmasına yöneltmiştir. Şamil'in liderliğindeki dağlıların özgürlük hareketinin kızgın döneminde bir takım araştırmacılar hareketin öğrenilmesine dikkat etmişler. XIX yüzyılın 60'lı yıllarını M. Kazımbey’in bilimsel tarihi bakış açısında tarihi gerçekliğe ilişki açısından teşekkül döneminin zirve noktası olarak düşünülebilir. Öyle ki, alimin Şamil'in liderliğindeki dağlıların özgürlük hareketine adadığı eserlerinde bu eğilimi belirgin şekilde gösteriyor. Şeyh Şamil hareketi şahsında Kafkasya dağlılarının özgürlük mücadelesi Mirza Kazımbey’in bir araştırmacı gibi dikkatini çekmiş, alim bu sorunla uğraşarak sonuçta değerli eserler yaratmıştır. Mirza Kazımbey’in Kafkasya'nın yeni tarihinin öğrenilmesinde gösterdiği en önemli hizmet hiç şüphesiz onun müridizm hareketinin köklerini araşıdrması, Kafkasya'da yayılma tarihini belirlemeleri ve müridizmin XIX yüzyılda alovlanmasının nedenleri hakkında nispeten objektif düşünebilmesidir. Mirza Kazımbey’in Kafkas halkları karşısında gösterdiği en büyük hizmetlerden biri, Şeyh Şamil'in kimliğine doğru deger vererek, Rusya sosyal fikrinde yayılan olumsuz görüşleri yalanladığı, Kafkas halklarının bu kahraman oğlunun düzgün ve gerçek tarihi portresini yaratması gibi kabul edilebilir. Mirza Kazımbey müridizm hareketine değinirken onun diğer ünlü temsilcisi Muhammed Emin hakkında da değerli ve net olgulara dayanan, sonraki dönem tarihçiliği tarafından da kabul edilen makale yazmıştır. Bilimsel yaratıcılığının tüm olumlu yönleri ile birlikte, Mirza Kazımbey’in eserlerinde belli kusurlara da rastlanır. Bilginin sınırlı yönleri gibi onun tarihte kimliğin rolünü aşırı şişirtməsi, dini perde altında mücadele eden insanlara fanatik gibi yaklaşımı, sosyal 437 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı hareketlerin temel itici güçlerine dikkat getirmemesi olmuştur. Tüm bunlar, akademisyenin bakış açısından - idealizmdən ileri gelmiştir Böylece Rusya'da oriantalizmin temelini atan dünya orientalizminin gelişmesinde büyük hizmeti olan Mirza Kazımbey hem bir eğitimci, hem de geniş profilli tarihçi olmakla Doğu ile Batı arasında bir köprü oluşturmuş ve bunu geliştirmiştir. Türk dünyasının ünlü alimi Mirza Kazımbey’in Türk halklarının tarihi alanında yaptığı bilimsel çalışmalar, onun geldiği değerli bilimsel sonuçlar bugün de önemini korur ve modern araştırmacıların bir takım meseleleri aydınlaştırmasında yardımçı oluyor. Kaynakça: Mirze Kazımbeg, Seçilmiş Eserleri, (Rusça) B, 1985 Рзаев А.К. Мухаммед Али Мирза Казем –Бек. М,1989 Руковский А.Записки о Шамиле. СПб., 1860 Минорский В. Ф. История Ширвана и Дербенда Х-ХI веков. М., 1963 Мазитова Н. А.Кафедра турецко- татарского языка Казанского университета ( перв .Половина XIX В.) Вопросы историографии всеобщей истории. Вып. 1. Казань, 1964 Вопросы исторографии всеобщей истории. Вып. 1. Казань, 1964 Абдуллаев М. А. Из истории философской и обшественнополитической мыслинародов Дагестана в XIX в. М, 1968 Абдуллаев М. А.Казим –Бек ученый и мыслитель . Махачкала, 1963 Аварского Л. Алиханов.“Дербенднаме”. Тифлис, 1898 Hüseynov H. Azerbaycanda XIX esr ictimai ve felsefi fikir tarihinden. B, 2007 Quliyev V. Mirze Kazımbeg.B, 1987 Qasımova S. Mirze Kazımbeg: Şark ve Qarp arasında köprü. B, 2014 438 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ERDOĞAN, Abdülkerim (2014). “Erzincanlı Salih Baba”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: GönülSultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.441-459 (http://bilgelerzirvesi.org). Abdülkerim ERDOĞAN* ERZİNCANLI SALİH BABA S alih Baba, 19. asrın ikinci yarısı ile 20. asrın başları arasında yaşamış tekke şairlerindendir. “Salih Usta” adıyla da anılan şairimiz Erzincanlıdır. “Tüfekçizâdeler” namıyla meşhur bir aileye mensup imam Mustafa Efendi’nin oğludur. Annesi Atike Hanım’dır. “Rabıtâ-i Nakşî Hayalî” (Salih Baba Divânı) isimli manzum eserinde hayatı hakkında bazı bilgiler verir. Söylediği bir beyitinde H. 1263/Miladî 1846-47 yılında doğduğunu dile getirir: Bin iki yüz altmış üçte me’vâdan Bir beşer sûretli Hân’e gelmişem Erzincan şehrinde yaşadığını ve Şeyh Muhammed Sâmî (k.s.) Hazretlerinin müridi oduğunu söyler: Muhammed Şeyh-i Sâmî’dir Pîrimiz Bilâdı şehr-i Erzincân yerimiz Salih Baba’nın hayatı ve kişiliği hakkındaki bazı bilgilere Fehmi Kuyumcu’nun yayına hazırladığı “Salih Baba Divânı”nın önsözünde; Nakşi-Halidî meşâyihinden eş-Şeyh Mûsâ Dede Bayburdî (v. 4 Eylül 1973) ve es-Seyyid eş-Şeyh Abdurrahim Reyhan (19301998) Hazretlerinin sohbetlerinden yaptığı nakiller ile şairin amcazâdesi Abdurrahman Tüfekçi’nin Fehmi Kuyumcu’ya yazdığı mektubundan ulaşıyoruz.392 Bir kolu çolak ve bir ayağı da kısa olarak dünyaya gelen Salih Baba’nın eğitimi konusundaki rivayetler ümmi olduğudur. Medrese tahsili aldığı ve okur-yazar olduğu da rivayet edilir.393 Bir beytinde de kendisi ümmi olduğunu söyler. * Araştırmacı-Yazar. 392 Fehmi Kuyumcu, Salih Baba Divânı, Ankara 1979, s. 23,30-40. Abdurrahman Güzel, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 462’de: “Salih Baba’nın şiirlerinde her ne kadar ümmî olduğunu söylerse de bu Dini Tasavvufi Türk Edebiyatı’nda Yunus’tan beri süre gelen bir geleneğin neticesinde söylenmiş bir ifadedir. Zira 393 441 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ümmiyem ben zerre denli ilme yoktur tâkatim Gâh olur ilm ile bî-pâyân oluram kime ne Salih Baba aynı zamanda imam ve tüfek ustası olan babası Mustafa Efendi ve amcası Halim Efendi’nin yanında çalışmaya başlar. Çilingir ve tüfek ustası olarak yetişir. Erzincan’da da “Salih Usta” olarak anılır. Beyitlerinde illet(hastalık), kıllet(fakirlik) ve zillet üzre bir hayat yaşadığını dile getiren Salih Baba, yaşadığı bu hayattan da zerre kadar şikayetçi olmaz ve kendisine bahşedilmiş bir “devlet” olarak kabullenir: İlletle ma’zûr olmuşam Kıllet ile hor olmuşam Halk içre menfûr olmuşam Gör neyledi bu derd bana Oldu bu derd devlet bana Şairimiz iki defa evlenir. Birinci evliliğinden iki oğlu dünyaya gelir. Büyük oğlu Osman hem dilsiz, hem de sağır olarak dünyaya gelir ve babasının atölyesinde çalışarak usta olur. İkinci oğlu Fehmi ise İstanbul’a yerleşir. İkinci evliliğinden Dursun adında bir oğlu dünyaya gelir ve o da yanında çalışmaya başlar. Salih Baba’nın vefatından kısa bir süre sonra oğlu Osman’da vefat eder. Diğer oğlu Dursun ise kardeşi Fehmi Efendi’nin yanına İstanbul'a gider ve denizde yüzerken boğularak vefat eder. Günümüzde Salih Baba’nın soyundan yaşayan kimse bulunmamaktadır. Takriben 90 yaşında ve 1906 yılında vefat eden Salih Baba, Erzincan şehir merkezinde ve Kırtıloğlu Dergâhı’nın yakınında bulunan Ak Mezarlığa defnedilir. Cumhuriyet döneminde yapılan imar uygulamalarında Ak Mezarlık kaldırılır ve Salih Baba’nın kabri de kaybolur. Salih Baba’nın dünya hayatı hakkında bilinenler şimdilik bu bilgilerden ibarettir. şiirlerindeki ifadeler onun tahsil gördüğünü ispatlayacak vesika niteliğindedir. Salih Baba, bir mutasavvıftır. Dini-Tasavvufi Edebiyatımızın tabii bir neticesi olarak bir yanıyla Klasik Edebiyatı diğer taraftan Halk Edebiyatına dayanan çift kanatlı bir edebî zevke sahiptir. Bu sebeple şiirlerinde hem hece, hem de aruzu görmek mümkündür. Her iki edebi zevki de şiirlerine başarıyla yansıtmıştır. Şiirlerinde sanat endişesi olmamakla birlikte edebî sanatları başarıyla kullanmıştır.” 442 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Müezzin Salih: Fehmi Kuyumcu eserinin önsözünde Salih Baba’yı Şeyh Muhammed Sâmî (k.s) hazretlerinin dergâhına götüren ve mahalle arkadaşı olan müezzin Salih Efendi hakkında Musa Dede Paşa hazretlerinin halifesi es-Seyyid eş-Şeyh Abdurrahim Reyhan Hazretlerinin "Paşamdan (Musa Dede Paşa) böyle işittik" diyerek anlattığı şu sohbeti nakleder: Piri Sami Hazretlerinin tebliğe çıkışlarında ve ekseri sohbetlerinde huzurundan eksik etmediği, zaman ve zemine münasip düşen, sohbet tazelenmesine vesile olan beyitleri o anda ve yerli yerinde söylemede büyük maharet gösteren Müezzin Salih veya bir gözü arızalı olduğundan halkın Kör Salih dediği bir müridi vardı. Bu zat ara sıra demkeşlik yapar, Ermeni meyhanelerinde içki içer, dergâha dönüşünde de, şeyhine görünmemek için köşe bucağa gizlenirdi. Böyle bir içki âlemi sonunda, geldiği dergâhın sohbethânesine girmeyip mahcub ve ezik bir halde sofadan: Kuleden, kuleden, sesin aldım kuleden, O senin kaşın gözün beni sana kul eden beyitlerini okuyunca Piri Sami Hazretleri: - “Gel Salih, senin aybın hünerdir.” Buyurmuş ve bu hitap üzerine iç âleminde bir değişiklik olmuş ve bundan sonra asla içki içmemiştir.394 Rus işgalinde Erzincan’dan ayrılan Müezzin Salih, Yozgat ve Konya’da bir müddet durduktan sonra Çorum’a gelerek yerleşir ve burada vefat eder. Mezarı Çorum il merkezinde ve Hıdırlık’ta bulunan Kerebi Gazi Camii’ne bitişik türbenin güneybatı cephesinde iken daha sonra duvar kaldırılarak türbeye dâhil edilmiştir. Mezar taşında “Tarikât-ı Nakşibendiyye Meşayihinden Hacı Salih Efendi” yazılıdır. Tasavvufî Hayatı Çilingir ustası olan Salih Baba, rivayetlere göre şeriatsız hallere sapmış ve battal olmuş bir tarikata müntesiptir. Manen gıdalanamadığı için de bir arayış içinde çok sayıda meşâyihin sohbetine katılır. Çok meşâyih devr edip hergiz nazîrin görmedim Hazret-i şeyhim Muhammed Sâmî Sultân’dan lezîz 394 Fehmi Kuyumcu, age, s. 31-32. 443 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Salih Baba’nın Erzincan şehir merkezinde bulunan “Kırtıloğlu Nakşi Dergâhı”nda irşâd faaliyetlerini yürüten Şeyh Muhammed Sâmi el-Erzincanî (k.s.) hazretlerine intisabı şöyle nakledilir: Şeyh Muhammed Sâmi el-Erzincanî hazretlerinin müridi olan, nota ve musiki usullerine vakıf olarak acaip bir tesirli sesle sohbet zeminine göre beyit söyleyen Müezzin Salih ile çekingen, ümmi, içine kapalı bir çilingir ustası olan Salih, aynı mahalle sakini olarak birbirlerine hâl hatır sorar, arkadaşlık ederlermiş. Bir gün aralarında konuşurlarken Müezzin Salih: - “Bir gün sen bizim şeyhin sohbetine gel, bir gün de ben senin şeyhinin sohbetine geleyim, hangisinin sohbetinden lezzet alır, içimizde ısınma olursa ikimiz de o şeyhin tarikatına girelim” der. Salih Usta arkadaşının bu teklifi üzerine ertesi günü Kırtıloğlu Dergâhı’na gelerek Şeyh Muhammed Sâmi el-Erzincanî (k.s.) hazretlerinin sohbet dinler. Salih Usta, ikinci günü arkadaşı Müezzin Salih ile kendi şeyhinin sohbetine gitmeleri gerekirken yine Piri Sami (Şeyh Muhammed Sâmi el-Erzincanî) hazretlerinin sohbetine gelirler. Asil maya ve cevheri şeriata bağlılık olan hâlis tarikatın yüksek nimet ve tasarrufunu taşıyan Şeyh Muhammed Sâmi el-Erzincanî’nin tuzağına gönüllü olarak yakalanan Salih Usta bir daha eski tarikatına dönmemiş, zahirde bağ gibi görünen çürük alâkasından ayrılıp kopmaz ve eskimez bağlarla yeni şeyhi Muhammed Sâmi el-Erzincanî hazretlerine bağlanmıştır. Bir Leylânın Mecnûnuyam cânân ilinin cânıdır Bir dilberin meftûnuyam bu can anın kurbânıdır “Sebul-Mesânî”dir yüzü nutk-u Mesîhâ’dır sözü Nûr-u Muhammed’dir özü ol nefha-i Rahmânî’dir Arş-ı muazzam başıdır hem “Gâbe Gavseyn” kaşıdır Ol akl-ı evvel cûşudur “kün” emrinin fermânıdır Âşıkların sevdâsıdır âriflerin mevâsıdır Salihlerin Leylâsıdır kâmillerin seyrânıdır Bahrül-hayât peymânesi hem gevher-i dürdânesi Şems-i Hudâ pervânesi cümle maâdin kânıdır Aşk u muhabbet hânesi âlem anın dîvânesi Hep cümle hüsnün anesi bir Yûsuf-u Kenân’ıdır 444 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol Gâhî beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır Cevlân eder bu arada bir pertev-i nûr-u Hudâ Şeyhim Muhammed Sâmî de ol dilber-i rûhânidir Her kim ki tuttu destini soyundu varlık postunu Buldu hakîkat dostunu bildi bu dünya fânidir Budur recâsı âsînin göster yüzün Leylâsının Salih dâim Mevlâ’sının hem kulu hem kurbânıdır Şeyh Muhammed Sâmi el-Erzincanî (1847-1912): “Pîri Sâmî” adıyla anılan Şeyh Muhammed Sâmi (k.s.) Hazretleri H. 1264/1847-48 yılında Erzincan'ın Selüke (Yeşilçay) Köyü’nde dünyaya teşrif buyurmuştur. İsmi şerifi Muhammed, lâtif mahlası Sâmî’dir. “Kırtılzâde” sülalesine mensup imam İbrahim Efendi’nin oğludur. İlk derslerini Erzincan Müftüsü Kiremitçizâde Salih Efendi'den alır. Daha sonra Erzincan âlimlerinden Hacı Sâdık Efendi’nin tedris halkasından ilim tahsil ederek icazet alır. Erzincanlı alimlerden Hacı Hafız Mustafa Rüştü Efendi’nin özel derslerine katılır. Daha sonra İstanbul'a giderek Fatih Medresesi'nde tahsilini tamamlar ve memleketi Erzincan'a döner. Erzincan'ın Keleriç (Karakaya) Köyü’nde bulunan Piri Mehmed Efendi (Pîr Muhammed Bahaeddîn Erzincanî) Camii’nde imamlığa başlar ve taliplerine Arapça ders verir. Gerekçesini bilmediğimiz bir sebepten dolayı Keleriç Köyü’nden ayrılır. Erzincan’da bulunduğu dönemlerde de Kadiri meşâyihinden Süleymaniyeli Şeyh Abdurrahman Efendi, Nakşi şeyhi Hace Mustafa Fehmi Efendi’nin sohbetlerine katılır. Sohbet meclislerine katılmasına rağmen bir mürşide bağlılığı yoktur. Takriben 1882-83 yılında Erzurum-Hınıs Rüştiye Mektebi’nde muallim olarak göreve başlar. Erzurum’da görevde iken Nakşi-Halidi meşâyihinden Pîr-i Tağî (Abdurrahman Tagî) hazretlerinin halifesi Taşkesenli Ahmed Efendi ile tanışır. Pîr-i Sâmî (k.s.)’nin birinci hanımı vefat etmiş ve ikinci defa evlenmiştir. Birinci hanımından Hacı Nusreddin Efendi ikinci hanımından Eşref, Selahaddin, Şeyhaddin, Fahreddin, Muhlise, Halise dünyaya gelmiştir. 445 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Şeyh Abdurrahim Reyhan (k.s) hazretleri sohbetlerinde Şeyh Muhammed Sâmi (k.s.)’nin tasavvufî hayatının başlangıcı hakkında iki rivayet nakleder. Birinci rivayete göre Erzurum’a giderek Erzurum Müftüsü’nden görev talep eder. Müftü efendi bu talebi kabul eder ve görev yerinin tespiti için mühlet ister. Bunun üzerine Şeyh Muhammed Sami şehir merkezinde bulunan Habib Baba Türbesi’ni ziyarete gelir. Ziyareti yaptıktan sonra türbeden “Nurşin! Nurşin!” diye bir ses duyar. Bu nida üzerine müftünün yanına geri gelir ve “Bu Nurşin neresi?” diye sorar. Müftü efendi “Nurşin Bitlis’in kasabasıdır. Hocam orada boş yer var. Gel seni gönderelim oraya” der. Şeyh Muhammed Sami bu görevi hemen kabul eder. İkinci rivayet ise Erzurum’a gittiğinde Nakşî-Halidî meşayihinden Pîri Tagî (Abdurrahman Tağî) hazretlerinin halifelerinden olan Taşkesenli Hacı Ahmed Efendi ile tanışır ve ondan ders almak ister. Hacı Ahmed Efendi, Muhammed Sâmî hazretlerindeki manevi arzuyu keşfettiği için ders vermez ve şeyhi Pîri Tagî Hazretlerinin Nurşin’de bulunan dergâhına götürür. Muhammed Sami hazretleri aşk, ihlâs ve teslimiyetle bir yıla yakın şeyhine hizmet eder. Dergâhta “Erzincanlı Hoca” lakabıyla anılmaya başlar. Bir yılı doldurmadan Piri Tagî hazretlerinden hilâfet alır. Pîri Tagî Hazretleri irşadının kısa sürede tamamlanmasını şu sözleriyle ifade buyurur: “Hoca bize tam geldi. Fenerini almış. Gazını koymuş. Bizde bir ateş çaktık.”395 Pîr-i Samî hazretleri, 1883-84 yılında irşâd halifesi olarak şeyhi tarafından memleketi Erzincan’a gönderilir. Nakşî-Halidî kolunun Erzincan şubesi kurucu pîri olarak Karaağaç (Mecidiye-i Kebir) Mahallesi’nde tekke, cami, fırın ve çeşme yaptırır. “Kırtıloğlu Nakşî Dergâhı” olarak anılmaya başlar. Hazret-i Pîr sahip olduğu mülklerini de dergâh ve camiin giderleri için vakfeder. 1330/1911-12 yılında vuslât-ı Rahmân’a kavuşur. Türbe-i şerifleri Terzi Baba Mezarlığı yolu üzerindedir. Pîr-i Sami hazretlerinin beş halifesi vardır. Şeyh Muhammed Beşir (k.s.), Hahlı Abdurrahman Efendi, Kelkitli Hacı Ali Efendi, Hacı Hasan Efendi, ve “Hacı Hoca” denilen Mehmed Efendi’dir. Halidi kolunun Erzincan şubesinin ikinci irşâd şeyhi Muhammed Beşir Erzincanî hazretleridir. Üçüncü irşad şeyhi Musa Dede Bayburdî (k.s) ve dördüncüsü Şeyh Abdurrahim Reyhan (k.s.) hazretleridir.396 395 Es-Seyyid eş-Şeyh Abdurrahim Reyhan, Gül’den Bülbüllere Tasavvuf Sohbetleri, Reyhan Kültür Vakfı Yayınları, Ankara 2013, C. 3, s. 21-22. 396 Fehmi Kuyumcu, age, s. 32-40; Daha geniş bilgi için bak: Ünal Tuygun, Piri Sami Hazretleri –Hayatı ve Sohbetleri-, Kervan Yayınları, 2003. 446 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Salih Baba’nın, şeyhi Muhammed Pîr-i Sâmî hazretleri hakkında söylediği beyitlerden bazıları: Salihem şeyhim Muhammed Pîr-i Sâmî’dir benim Ol durur dünyâ ve mâfihâ bana cândan lezîz * Salihem şeyhim Muhammed [Pîr-i] Sâmi’dir [benim] İstemem bundan ziyâde devlet ile rif ’ati * Salihem şeyhim güneştir ben anın bir zerresi Zerre hiç eyler mi aslâ şems-i tâbân ile bahs * Hamdulillah bize irsâl etti Hak bir kâmili Mürşidimiz Hazret-i Şeyhim Muhammed Sâmîyâ * Benim yârim şeyhim Muhammed Sâmî Andan gayrı saran yoktur yaremi Rahm eyle sultânım eyle keremi Vücudumda sağ yerim yok yaredir * Tutup destim kabul etti beni Ol Hazret-i Şeyhim Bi-hamdillah Pîr-i Sâmî gibi sultânımız vardır * Biz tarîkat rütbesin şeyhim Muhammed Sâmî’den Giyeli mest olmuşuz abdâl-ı uryân bekleriz Medhe lâyık pîrimiz var zemme lâyık nefsimiz Bâb-ı Sâmî’de sezâ olmağa kurbân bekleriz * Pîr-i Sâmî şeyhimizdir ben bir ednâ Salihem Sâyesinde vâsıl-ı cânân oluram kime ne * Cânım fedâ olsun Resûlullâh’a Bizi kabûl etti âli dergâha Emr eyledi şeyhim Muhammed Şâh’a Çıkardı zulmetten bedrâya bizi * Şeyhim benim sultân imiş Hak’tan bize ihsân imiş Cân derdine dermân imiş Görün beni aşk n’eyledi Âhiri dervîş eyledi 447 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Rabıtâ-i Nakşî Hayalî (Salih Baba Divânı): Salih Baba, Şeyh Muhammed Sâmi hazretlerinin sohbetlerini kaçırmamaya gayret eder. Yunus Emre, Niyazi Mısrî ve Kuddusî Baba gibi büyüklerin hikmetli şiirlerinden beyit ve kıtaların okunmakta olduğu sohbethânede Aktar Hacı İbrahim Ağa: -“Efendim, bizim kolun büyüklerinde de şâirler olsaydı da onların şiirlerini okuyup kendi usul ve adabımızın safası ile feyziyâb olsaydık... Sizde bir şeyler yazsaydınız...” deyince Pîr-i Sami (Şeyh Muhammed Sâmi) Hazretleri: -“Oğlum, bu bir himmet ve zuhurat işidir. Şiiri bizim Salih bile söyler...” buyurarak eli ile de arka taraflarda gizlenecek yer arayan Salih Usta'ya işaret edince, Salih'in derûnu, bilip duymadığı acaip bir varidat ile dolarak hemen o anda irticalen şiir söylemeye başlar ve yine o anda "fena"ya kavuşur. Bu varidatı, vehbî hâl ve ilimle söylediği şiirleri, Pîr-i Sami Hazretlerinin: - “Yeter Salih…” demesine kadar devam edip tamamlanmış ve bu emirden sonra da -başladığı gibi- kesilmiştir.397 Salih Baba’nın zuhurattan söylediği şiirleri 4. Ordu Levazım Dairesi’nde görev yapan ve 1307 yılının Ramazan ayında Mevlana Şeyh Muhammed Sami hazretlerine intisap eden Adnan Efendi tarafından “Rabıtâ-i Nakşî Hayalî” adıyla bir araya toplanır. Salih Baba’nın şiirleri 1979 yılında Fehmi Kuyumcu tarafından “Salih Baba Divanı”, 2002 yılında da Prof. Dr. Ahmet Doğan tarafından “Salih Baba (Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Şiirleri)” adıyla mevcut üç adet divan nüshasının tenkitli metni yayınlanır.398 * Salih Baba Divanı’nın tamamı sadece "Fenafişşeyh" hâlinin akislerinden ibarettir. Söylediği her kelamı zuhurattan ve şeyhi Pîr-i Sâmi hazretlerinin himmetine bağlar: Pîrimden gönlüme doğdu muhabbet Hakîkat hâlin izhâr eylerem ben Zuhûra geldi bir esrâr-ı hikmet Dilimden bunu eş’âr eylerem ben Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben 397 Fehmi Kuyumcu, age, s. 32-33. Fehmi Kuyumcu, Salih Baba Divânı, Ankara 1979; Ahmet Doğan, Salih Baba (Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Şiirleri), Akçağ Yayınları, Ankara 2002. 398 448 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ahad’den hem zuhûra geldi Ahmed Muhabbetten yaratıldı Muhammed Terinden cümle âlem giydi hilât Kimi süflâ kimisi ehl-i iffet Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben Ki “er-Rahmân alel-arşistevâ”dır O ismin mazharı hem Mustafâ’dır Bunu bilen kamu ehl-i safâdır Bu remzim ehl-i nâdâna hafâdır Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben Sıfât-ı Çâr-(ı) Yârı kıldı mahrem Birinci Hazret-i Sıddîk-ı A’zam İkinci Âdil-i Fârûk-ı Ekrem Üçüncü zî-hayâ Zin-nûreyn efham Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben Dahi dördüncüsü sâhib-sehâdır Velâyet Haydarı şîr-i Hudâ’dır Ki dâmâd-ı Muhammed Mustafâ’dır Dahi Âl-i şehîd-i Kerbelâ’dır Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben Tarîkımız Tarîk-i Nakşibendî Kamu ehl-i tarîkin serbülendi Kolumuz Hâlidî’dir dil-pesendi Girenler hâb-ı gafletten uyandı Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben Erişti Şeyh-i Abdullahı nûru Seyid Tâhâ’da ol kıldı zuhûru Ana bîat eden buldu huzûru Terakkî eyleyip buldu sürûru 449 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben Emânet Sıbgatullah’a dayandı Cemâli Hak boyasıyla boyandı Kabâil cümle gafletten uyandı Füyûzâtı Semerkand’e dayandı Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben Erişti Şeyh-i Azam Pîr-i Tâgî Velâyet şehrine kurdı otağı Müzeyyen eyledi sahrâ yu bâğı Gönül şehrinde yandırdı çerâğı Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben Erişti Sâmî-yi devr-i zamâne Safâ bahş etti kalb-i ârifâne Nice bin mürde kalbler geldi câne Kılan bîat girer dârül-emâne Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben Muhammed Şeyh-i Sâmî’dir Pîrimiz Bilâdı şehr-i Erzincân yerimiz Bir ednâ Salihem Ol’dur şîrimiz Der’inde kemterinin kemteriyiz Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben * Söyleyen Salih’dir amma söyleten Sâmi durur Bulmak istersen birâder böyle bir sultân ara * Bulup Sâmî gibi şâhı görürsün ulu dergâhı Olup her ilme âgâhı kamu ağ u karadan geç * İlm ü hikmet sözlerinden dem urursun Salihâ Bilmezem senden midir yâ bahr-i irfândan mıdır 450 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması * Hâlidî Kolundan açılmış bizim meydânımız Sıbgatullah’tan alınmış rengimiz elvânımız Pîr-i Tâgî himmetidir cezbe-i Rahmânımız Keşf olur sırr-ı hakîkat ilm i irfân bizdedir * Bilmeyen sırr-ı leben ilm-i ledünden bî-haber Ol sebebden mekteb-i aşk içre irfân bekleriz Biz tarîkat rütbesin şeyhim Muhammed Sâmî’den Giyeli mest olmuşuz abdâl-ı uryân bekleriz Medhe lâyık pîrimiz var zemme lâyık nefsimiz Bâb-ı Sâmî’de sezâ olmağa kurbân bekleriz * Salih Baba, Nakşî-Halidi kolu büyüklerinin şanını zikrederek, tasavvufun dört şart olan ihlas, teslimiyet, muhabbet ve edebi beyitlerinde sıkca dile getirir. Almıştır pîrinden âlî himmeti İlm-i ledünnîdir her bir sohbeti Günbegün artmakta şân u şöhreti Bildim Mevlâsını Pîr-i Sâmî’nin Âşık Sâmî’nin sâdık Sâmî’nin cânân Sâmî’nin * İşbu nefsim merd-i şâbımdır benim Bu nefis bir asiyâbımdır benim Hem tarîkat kâmıyâbımdır benim Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz Pîr-i Sâmî’nin çırâğı olmuşuz * Tarîkat cümle haktır olma zâği Ki dört misbâhı var birdir çerağı O misbâhın on ikidir budagı Tarîk-i Nakşiben’de cân-fedâyem Der-i Sâmî’de bir kemter gedâyem * Ebû Bekr ü Ömer Osmân Alîyy-i zî-sehâ merdân Hilâfet tahtına sultân olan hünkâr-ı dervîşân 451 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Nebî Sıddîkı Selmânî Bahâeddîn ü Geylânî Şarâb-ı aşk-ı Sübhânî içer huşyâr-ı dervîşân Ki Hâlidi Seyyid Tâhâ fedâ cân Sıbgatullah’a Pîri Tâgî gibi şâha kemer-bes vâri dervîşân Elâ ey Hazret-i Sâmî keselim kebşi sun câmı Soyunsun cümle ihrâmı kamu züvvâr-ı dervîşân * Bize deryâ-yı vahdetten haberler söyleyen gelsin Hakîkat güllerin görüp bizi mest eyleyen gelsin Ne bilsin hâl-i aşkı mekteb-i irfâna girmezse Bu meydân-ı muhabbettir başın top eyleyen gelsin * Salihâ bir kimseye yol aldıran ihlâsıdır Çektiğim bunca sitem bir dilberin sevdâsıdır Hazret-i şeyhim efendim ehl-i hâsın hâsıdır “Akl-ı küll” sensin gönül “levlâk” senin şânındadır Her ne var âlâ vü esfel cümle dîvânındadır * Sıdk ile teveccüh olalım Hazret-i Pîre Bu asırda Sâmî gibi sultân ele girmez İhlâs ile Salih tutagör dâmen-i Hızrı Şeyhin gibi bir himmet-i merdân ele girmez * Salih bulmuştur Mevlâ’sın Kazanmıştır çok ihlâsın Râzıyam bir kerre desin Bana pîrim “Deli Dervîş” * Pîr-i Sâmî Hazretine var yürü ihlâs ile Kul olup dur kapısında hizmet-i merdâna bak * Bir acâib bahre düştüm âbı yok tufanı çok Gelmişim ihlas ile sen keştibâne çâre ne * Pîr-i Sâmî Hazret’ine hâdim ol ihlâs ile Cân u dilden eyle hizmet bozmayıp ikrârını * 452 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Pîr-i Sâmî Hazretine eylemezsin bîatı Bî-edeb etmek dilersin öyle sultân ile bahs Salihem şeyhim güneştir ben anın bir zerresi Zerre hiç eyler mi aslâ şems-i tâbân ile bahs * Doğru olursa muhabbet şart-edeb sâkıt olur Zâyi etme senden ister belki bir vakit olur Cahil ile sohbet etme işleri sakat olur “Akl-ı küll” sensin gönül “levlâk” senin şânındadır Her ne var âlâ vü esfel cümle dîvânındadır * Hem ehl-i edeb ol ki mukarreb olasın Kâfileden ayrılma bu kervân ele girmez * Tedbîr ile takdîri düşün sen seni yorma Gel Âdem’e secde idegör sıdk ile durma Sâmî gibi sultâna yürü gayrıyı sorma Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin * Bu denli arz-ı hâl etmek sana ben bî-edebdendir Bilirken her bir ahvalim ederim yine şekvâyı * Gâh ahdine vefâsını gösterir Gâh Salih’e safâsını gösterir Gâh şiddetle cefâsını gösterir Yaklaştıkça yârin köyü muhabbet * Menem Salih şecî’âne Girip aşk ile meydâne Getirdim koçu kurbâne Bu meydân-ı muhabbettir Şarâb-ı aşk-ı Hazrettir * Çü gönlü hikmete sanduka olmuş Açıldıkça çıkar her türlü gevher Anın ile muhabbet eyleyenler Olur irşâd misâl-i “Pend-i Attâr” * 453 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Muhabbetden yarattı Ol Habîb’i Hazret-i Mennân Değil kim Ol Muhammed Hazret-i Mevlâ’da yangın var * Bil emânettir muhabbet sana Mevlâ’dan gelir Doğru Mecnûn oldun ise bil ki Leylâ’dan gelir “Küntü kenz”in mebdeidir arş-ı âlâdan gelir “Akl-ı küll” sensin gönül “levlâk” senin şânındadır Her ne var âlâ vü esfel cümle dîvânındadır * Cân-nisâr olunmayınca bu muhabbet râhına Her söz ile sanma kul vâsıl olur Allah’ına Sikke hâlis olmayınca verilir mi şâhına “Akl-ı küll” sensin gönül “levlâk” senin şânındadır Her ne var âlâ vü esfel cümle dîvânındadır * Biz muhabbet erleriyiz sohbet-i cân bizdedir Bâğ-ı vahdet gülleriyiz la’l ü mercân bizdedir Gelmişiz mülk-ü bekâdan aslımız “Hû”dur bizim Biz hakîkat erleriyiz kâmil insân bizdedir * Muhabbetten murâd ancak Muhammed hâsıl olmaktır Muhammed’den murâd şâhım visâle vâsıl olmaktır * Nûr-u Ahmed’den alınmış zerremiz Başımız üzre muhabbet erremiz Kerbelâ’dan eksik olmaz nâremiz Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz Pîr-i Sâmî’nin çırâğı olmuşuz * Kalbini eyle musaffâ Hâlik’in manzûru ol Yan muhabbet âteşine cevher-i yektâya gel Giy melâmet hırkasını kimseden âr eyleme Keştîbânsız bin vücûdun fülküne deryâya gel * Hümâ-veş terk edip bu âşiyânı Muhabbet illerin seyrâna gel gel * Salihem ben kurmuşam berdârımı Yandırıp aşk u muhabbet nârımı Dosta vermişem ezelden varımı 454 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ben hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşam Pîr-i Sâmî’nin çırağı olmuşam * Ref edip kesret hicâbın gir muhabbet şehrine Gir veliler gönlüne seyr eyle gülşeni adem * Bular deryâ-yı vahdettir Ahadden Vâhidiyyettir Zuhûratı muhabbettir Muhammed’den olur ayân * Bu mahlûkun kamu aslı muhabbetten yaratıldı Muhabbet olmasa bil kim büyütmez yavrusun hayvân * Karışma hikmete ey cân deme bu yahşi bu yaman Muhabbet âteşine yan doyulmaz hiç safâsı * Varıp dergâh-ı Sâmî’de karâr et Ne söylerse sözüne itibâr et Bu yolda vücûdunu ihtiyâr et Muhabbet güllerin görmek dilersen Hakîkat meyvesin dermek dilersen * Ne bilsin hâl-i aşkı mekteb-i irfâna girmezse Bu meydân-ı muhabbettir başın top eyleyen gelsin * Ahad’den hem zuhûra geldi Ahmed Muhabbetten yaratıldı Muhammed Terinden cümle âlem giydi hilât Kimi süflâ kimisi ehl-i iffet Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben Bu yolda cânı kurbân eylerem ben * Gir muhabbet âlemine giy melâmet hırkasın Halkı koy desin sana olmuş dîvâne çâre ne * Bir kimseye kim yâr ola tevfîk-i hidâyet İrfân ile deryâ oluben kalbi coşar da Gönlünde tulû’ eyler anın aşk u muhabbet Görün nice mahbûb-u Hudâ var bu beşerde Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde * 455 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kuru davâ eylemez ey müddeî ârif olan Şehr-i dilde yandırır dâim muhabbet nârını Bülbülün ol nâlânu feryâdına âşık demem Yüz çevirir goncadan gül gösterince hârını Ehl-i aşkın sözlerin alıp satan âşık mıdır İçini görmez sarâyın vasf eder dîvârını * Anın nûru Muhammed’den değil mi Zuhûrâtı muhabbetten değil mi * Hem büyük put benliğindir kesemezsin başını Pîre teslîm et özün bir mürşidi bürhân ara * Evvelâ bir pîre teslîm olmayan dervîş midir Eşiğinde baş koyup cân vermeyen dervîş midir * Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır * Var yürü bir pîre teslîm et özün Hane-i dilde bırakma hâr ü hes Cân u dilden durmayıp kıl hizmeti Kâmetin kaşın gibi olsun kaves Ol müdâvim zikr-i Hakk’a dâima Boş bırakma kalbini hiç bir nefes * Sıdk ile bir pîre teslîm et özün çık aradan Bundan artık devlet olmaz sana bu cây-ı menâs * Ol Zebîhullah gibi verip bıçağa inkıyâd Hazret-i Hak’tan gelen kurbâna oldun mu vukûf Pîr-i Sâmî Hazretine sıdk ile teslim olup Gizli câna hükm eden sultâna oldun mu vukûf * Eğer Salih varam dersen huzûra Umûrun cümle teslîm eyle pîre 456 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Tenini nâra ver rûhunu nûra Bu berzah âlemin geçmek dilersen Bekâ gülşanına göçmek dilersen * Her kim ki tenezzülden kurtarmadı kendini Ayılmadı gafletten çözemedi bendini Teslîm oluben pîre dinlemedi pendini Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile Var etti özün anlar ol nûr-u İlâh ile * Hazret-i Pîrim delîlimdir halîlimdir benim Dil sarâyı ravza-i beyt-i celîlimdir benim Ana teslim ettiğim nefs-i zelîlimdir benim İnkıyâd ettim bıçağa uymuşam İsmâîl’e * Gönülden bây olup dilenci olma Sıdk ile teslim ol yalancı olma Nezâfet ehli ol külhâncı olma Edîbâne ol dîvâne var yüri * Türâba ver tenini cânını cânâna teslîm et Muhammed Pîr-i Sâmî’den dile derdine dermânı Ne zühdüm var ne irfânım hemân bir benliğim vardır Pîrimin Salihiyem gözlerem bâbında ihsânı * Bulup bir mürşid-i kâmil özün ol şeyhe teslîm et Gulâm olup kapısında bırak bu şöhreti şânı * Aşka ermek ister isen ey birâder gel beri Sıdk ile bir pîre teslîm ol bırak efkârını * İsmâîl’em bağlı elim Kemendlidir pâyım belim Ben iverim kurban olîm Gör neyledi bu derd bana Oldu bu derd devlet bana * Tarîk-i Nakşî’den açmış meydânı Beline bağlamış seyf-i Rahmân’ı 457 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İsmâîl mânendi çoktur kurbânı Gezer ser-keşleri Pîr-i Tâgî’nin * Lokmânım ol gel derdime dermân et Cellâdım ol ya katlime fermân et İsmâîl’in olam götür kurbân et Şeyhim şeyhim sultân şeyhim Sensin derdlerime dermân şeyhim * Resimler 1.Şeyh Muhammed Sâmî (k.s.) türbesi giriş kapısı, Erzincan,2012. 458 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 2.Şeyh Muhammed Sâmî (k.s.) türbesi, Erzincan, 2012. 3.Şeyh Muhammed Sâmî (k.s.) kabr-i şerifi,2012. 459 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 6. BÖLÜM İnsan, Toplum 461 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması TARHAN, Nevzat (2014). “Travma Çağında Anadolu Bilgeleri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.463-467 (http://bilgelerzirvesi.org). Nevzat TARHAN* TRAVMA ÇAĞINDA ANADOLU BİLGELERİ Y unus Emre örneğinden başlarsak, Yunus kitleler üzerindeki etkisine baktığımızda bundan tam 700 yıl önce travma tedavisinin ilkelerini uyguladığını görüyoruz. Yunus Emre şiirleriyle insanlara duygu ifadelerini tekrar yaşantılayarak tedavi edici bir etki sunmuştur. Yunus Emre’nin şiirlerini hissederek ve derin bir tefekkürle okuyanların kendilerini öncekinden çok daha iyi hissetmelerine şaşırmamak gerekir. Aynı yaklaşımı Mevlana’nın aşk vurgusu ile diğer Allah dostlarının gönül sazını titreştirmeleri ile gerçekleşmiş diyebiliriz. Travma Nedir? İnsanın bedensel bütünlüğü gibi psikolojik bütünlüğü de darbe ve yaralanmalara maruz kalır. Psikolojik yaralanmanın en büyük zorluğu, dışarıdan anlaşılamaması, görünmeyen ve içe kanayan bir yara olmasıdır. Kazalar, korkular, tecavüz, şiddet ve felaket gibi travmatik olaylar kişinin yaşamı üzerinde yıkıcı etkilere neden olabilir. Bu olaylar bizim kendimiz hakkındaki görüşümüzü değiştirmemize ve hayatımızı üzerine kurduğumuz temelin sarsılmasına neden olabilir. Örnek vermek gerekirse, önceden özgüven sorunu olmayan ve kendini emniyet içinde hisseden bir adam, iflastan, hırsızlıktan sonra korkak, bağımlı ve kimseye güvenmeyen birine dönüşebilir. Önceden sempatik ve girişken bir insan olduğu halde, bu olaydan sonra içine kapanık ve gittikçe yalnızlaşan birine dönüşebilir. Kendisine uğradığı kaybı hatırlatan her şeyden kaçınabilir. İflası, kazayı, hırsızlığı önleyecek bir şey yapamamış olmaktan dolayı utanç duyabilir, özsaygısı düşebilir. Ayrıca tekrarlayan kâbuslar görebilir ve o günü * Prof. Dr.Üsküdar Üniversitesi. 463 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bugün olmuş gibi yeniden yaşantılama biçiminde (flashback) yaşayabilir. Travmatik olaylar doğrudan ona maruz kalan bireylerden daha fazla kişiyi etkiler. Çoğunlukla kurbanın arkadaşları ve sevdikleri de olayın dalga dalga yayılan etkisinden zarar görürler. Yukarıdaki örneğe dönersek, soyulan adam bunun acısını eşinden çıkarabilir. Rahatsız edici düşünceleri ve hisleri nedeniyle onunla yakınlaşmaktan kaçınabilir. Utanç ve korku hisleri nedeniyle arkadaşlarıyla görüşmek istemeyebilir. Konsantre olmakta zorlanabilir, motivasyon eksikliği yaşayabilir. Travma İnançlarımızı Etkiler mi? Travma, kendimiz veya dünya hakkında hatalı inançlar geliştirmemize neden olan bir deneyimdir. Tacize uğramış bir çocuk kendisinin kötü olduğuna ve dünyanın güvensiz bir yer olduğuna inanabilir. Travmatik deneyimler hem bedende hem de zihinde sabitlenir, çünkü iki sistem birbiriyle bağlantılı olarak çalışır. Beden ve zihin üzerindeki bu etkiler, düşük özsaygı veya depresyon, düşük motivasyon veya tembellik biçiminde enerjinin bloke olmasına, akla uygun olmayan duygulara ve sindirim problemlerinden olay esnasında deneyimlenene benzer ağrıya kadar değişen belirtiler gösterebilir. Yakın tarihte Vietnam, Irak, Afganistan gibi savaşlardan sonra ABD’de yapılan araştırmalar, Amerikalı savaş gazileri arasında intihara rastlanma sıklığının savaşta ölenlerden fazla olduğunu gösterdi. Terapistler, yirmi yıldan fazla bir süredir kâbus gibi savaş sahnelerinin içinden geçen bu insanlara yardım etmekte zorlandıklarını söylüyorlar. Uyku bozukluğu, korku, panik, depresyon, geçmeyen ağrılar ve psikofizyolojik sindirim sistemi bozuklularının geçmiş travmalarla ilişkili olabildiğini biliyoruz. Araştırmalar çocukluk çağı travmalarının ileri yaşta birçok hastalık için önemli bir sebep teşkil ettiğini ortaya koyuyor. Travma Çözümsüz Bir Sorun mu? Yerleşik inanca göre, bir travma yaşanmışsa hayat boyunca hasarı kalır. Kişi bunun sonuçlarıyla yaşamaya mecburdur. Sanki kolumuz veya ayağımız olmadan hayatla başa çıkmayı öğrenmek gibi algılanır travma. Bu bilgi artık değişti. İnsan beyninin bilgiyi nasıl işlediği ve eski bilgileri nasıl kullandığı artık nörogörüntüleme yöntemleri ile ölçülebiliyor. Bunun sonucunda insan beyninin bilgiyi 464 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yeniden işlemesi sağlanabiliyor. Teknik ayrıntıya fazla girmeden bazı örnekler vermek istiyorum. Bir Örnek Yunus Reçetesi Sosyal Yaraların Tedavisini Duygu Yönetimi ile Yapmak: Yukarıda travma ve tedavisi hakkında okuduklarınızdan sonra Yunus Emre’nin hayatı ve şiirleri ile tek tek kişiler ve toplum üzerinde yaptığı çalışmanın aslında sistematize edilmemiş bir travma tedavisi olduğunu göreceksiniz. Hacı Bektaş, Yunus ve Mevlana’nın yaşadığı 13. yüzyıl Anadolu’da kaosun hüküm sürdüğü bir dönemdi. Devlet otoritesi ortadan kalkmış, Haçlılar, Anadolu’ya yerleşmiş, Tapınak Şövalyeleri’nin ve Moğol-Mançur çetelerinin baskınlarıyla hemen her ailede kayıplar yaşanmıştı. Maddi ve manevi zarara uğramayan köylü yoktu diyebiliriz. Korku ve güvensizliğin kol gezdiği o dönemde adeta sosyal psikologluk görevini icra eden dervişler, ahlak hocalığı yapan mürşitler sığınak işlevi görüyorlardı. Onların rehberliğinin; Şeyh Edebalilerin, Şıh Abdurrahmanların, Piri Babaların, Akşemseddinlerin, Yesevi alperenlerinin yol açmasıyla Osmanlı çınarı kök salabildi. Bugünden o çağlara baktığımız Yunus’un şiirlerinin o günün insanlarında duygu enerjisini nasıl etkilediğini, tıpkı Psikoterapi gibi nasıl onarıcı etkide bulunduğunu görüyoruz. Yunus’un şiir ve anlatıları ile kin, öfke, nefret, düşmanlık, kıskançlık gibi olumsuz duyguların yerine şefkat, merhamet, bağışlayıcılık, yardımseverlik, iyilik yaparak mutlu olma, insanları sevme, iç huzura ve esenliğe kavuşma gibi duyguların yerleştiğine şahit oluyoruz. Sarı çiçeği konuşturarak bugünün insanını da heyecana getirebilen ve sosyal yaraları hissettirmeden tedavi edebilen Yunus Emre’ye binlerce teşekkür etmeliyiz. Sosyal Psikolog Olarak Yunus Emre 1240’ta doğup 1321’de vefat eden Yunus Emre’nin yaşadığı döneme baktığımızda onun sadece bir derviş, bir halk şairi, bir mutasavvıf değil, aynı zamanda halk hekimi ve sosyal psikolog olduğunu da görürüz. Yunus yalnızca insandaki sanat zevkini tatmin ettiği için “Yunus” olmamıştır. Nefesinin bugün hâlâ bu kadar canlı olmasında en büyük etken insanların psikolojik ihtiyaçlarını gidermesidir. Çocukluk travmalarının çözümü konusunda Yunus’tan öğreneceğimiz çok şey var. Çünkü o şiirlerinde duygu ifadelerine 465 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı çokça yer vererek bize hissettiğimiz olumsuz duyguların yerine sağlıklı tutumları koyabilme yollarını gösteriyor. Yunus Emre’nin yaşadığı dönemde sürekli Orta Anadolu bozkırlarında dolaştığı rivayet edilir. Bu bölgede Yunus’a atfedilen yirminin üzerinde makam vardır. Konya, Karaman, Erzurum, Kayseri, Amasya, Sivas, Isparta, Afyon, Eskişehir Yunus’un havzası olmuş şehirlerdir. Buralara bir bakıma “Yunus iklim kuşağı” denebilir. Bu iklimin sahibi olan Yunus Emre, anlatılanlara göre önceleri sufiliğe fazla değer vermiyormuş. Tam bir cengâvermiş. Daha sonra hakikat yoluna intisap ederek cengâverlikle dervişliği birleştirmiş. Onun risk almayı sevmesini, statik bir yaşamı tercih etmemesini Orta Asya’dan gelen genlerine bağlamak mümkündür. Yunus bu bozkırlarda kendi iç yolculuğuna çıkmış, insan olmanın hallerini önce kendi teninde ve yüreğinde hissetmiştir. Kendi içine doğru yaptığı keşif yolculuğunda duygular dile gelmiş ve o ölümsüz şiirler ortaya çıkmıştır. Anadolu’nun Travma Yılları ve Dervişler Yunus Emre’nin ruhsal yolculuğa çıktığı dönemde Anadolu’da kaos hakimdir. Bir taraftan Moğol istilaları, diğer taraftan Tapınak Şövalyeleri’nin saldırıları devam etmektedir. Alamut Fedaileri denen ve “soğuk nefes” olarak bilinen yağmacı çeteler de iş başındadır. Devlet otoritesinin olmadığı bu dönemde basılmayan, talan edilmeyen köy kalmamıştı diyebiliriz. Çeteler köylülerin ellerinden türlü çilelerle büyüttükleri ürünlerini, hayvanlarını almakla yetinmiyor, çocuklarını ve kadınlarını da esir ediyorlardı. İnsanlar canlarına ve mallarına zarar gelmesinden korkarak yaşıyorlardı. Bu olumsuzlukların üzerine, bir de Anadolu insanı arasında mezhep kavgaları tırmanmıştı. 1200-1300 yıllarını İslam tarihi açısından “travma yılları” olarak isimlendirebiliriz. Kaderin neticesi ki bu derece karışık bir dönemde Anadolu’dan Hazreti Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran, Yunus Emre gibi isimler çıkıyor. Maneviyat doktoru diyebileceğimiz bu isimler toplumun psikolojik yaralarını onarma faaliyetlerinde bulunuyorlar. Toplumun travmalarını çözen, toplumsal huzuru sağlayan ve yeni bir kültür ikliminin doğmasına zemin hazırlayan Yunus Emre, Hz. Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran gibi isimler Osmanlı Devleti’nin manevi kurucularıdır. Onların manevi ıslah ve rehabilitasyon çalışmaları Osmanlı’nın güçlü toplum ve devlet geleneğini oluşturmuştur. 466 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bu manevi büyükler, toplumun yaşadığı krizleri fırsata dönüştürmüş, Anadolu insanına travmaların öğretici yanlarını göstermişlerdir. Halka, kaybedilen değerleri yeniden keşfettiren bu manevi güç Osmanlı çınarının tohumunu da çatlatmıştır. Osmanlı Devleti kurulmadan önce yaşanan çöküntüler, toplumsal çalkantılar çağımızda, 21. yüzyılda da yaşandı, yaşanıyor. O halde, şimdi Yunus Emre şiirlerinin tedavi edici, yeniden yapılandırıcı değerini görmenin tam zamanı. Yunus Emre Anadolu’da bir bakıma halk hekimi gibi dolaşarak halkın yaşadığı sorunlara çözümler getirmeye çalışmış, toplumun psikolojik hafızasını onarmıştır. Bir anlamda “onarıcı ruh sağlığı” hizmetini yerine getiren Yunus Emre’nin şiirleri sadece kendi döneminin insanlarını değil, bugünün insanlarını da ilgilendiriyor. Bu açıdan bakıldığında çağın insanı Yunus Emre’nin şiirleri vesilesiyle kendi travmasını tanıma, kendi içsel yolculuğuna çıkma fırsatı yakalayacaktır. Böylece daha huzurlu bir topluma doğru yol alınacaktır. 467 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması SİNANOĞLU, A. Faruk (2014). “Türk Kültüründe Bilgelik Vasfının Tezahürü ve Toplum Hayatına Yansımaları”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.469-475 (http://bilgelerzirvesi.org). A. Faruk SİNANOĞLU* TÜRK KÜLTÜRÜNDE BİLGELİK VASFININ TEZAHÜRÜ VE TOPLUM HAYATINA YANSIMALARI T arihsel birer varlık olan “bilge kişilikler”, toplumun kültürel kodları ile donatılmış, mevcut bilgi birikimleri ve düşünceleri ile toplumların yapılandırılması ve milli tarihin oluşumunda birinci derecede rol oynayan önemli şahsiyetlerdir. Toplumu bir bütün olarak değerlendiren, toplumsal sorunları düşünsel yaklaşımla çözümlemeye çalışan, anlama ve kavrama yeteneklerine sahip “bilge kişiliklerin” pek çok bilimsel disiplin açısından incelenmesi gerekir. Nitekim ünlü sosyolog Durkheim, Anne’e Socioloqiue’da yayımlanan bir yazısında, bilge insanların sosyolojisinin yapılmadığından söz ettiği görülür.399 Gerçekte de “bilgeliğin” bireysel yönüyle psikolojinin, toplum içerisinde gördüğü işlev nedeniyle de sosyolojinin incelemesini gerektirir. Bilinebileceği gibi yer küremizde yaşamış ya da yaşamakta olan bütün toplumlar, çeşitli etkenlerle kendilerine özgü, onları diğer toplumlardan ayıran kültür ve uygarlık geliştirirler. Yani hiçbir toplum ya da toplumu oluşturan gruplar yoktur ki, bir kültüre sahip olmasınlar. Uzun zaman dilimlerinde kültürünü oluşturma çabası içerisinde olan toplumlar, çok çeşitli etkenlerle kültürlerini varlık alanına taşırlar. Bu etkenler arasında toplumun içinden çıkan bilge kişilikler, söz konusu kültürün oluşumunda önemli yere sahiptirler. Bu katkıları nedeniyle toplumların ortak zihniyetine silinemeyecek derin iz bırakırlar. Nitekim Türk kültürüne katkı sağlayan, bilimsel eylemlere değer yükleyen kişiliklere “bilge” unvanı verilmiştir. Bu çerçevede Türk kültür tarihi incelendiğinde, bilgiye “pozitif yaklaşım” açısından, Türk kültürü ve uygarlığına önemli katkılar sağlamış olan pek çok bilge kişiliğe rastlanmaktadır. Türk kültürü ve uygarlığına * Prof. Dr. İnönü Üniversitesi. Nkl: İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Atatürk Yetişmesi, Kişiliği, Devrimleri, Atatürk Üniversitesi Yay. Erzurum 1973, s. 4. 399 469 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı önemli katkılar sağlamış olan bilge kişiliklerden söz etmeden önce, “bilge” sözcüğüne dilbilim ve Orhun Yazıtları’nda konu edildiği biçimleri ile bakmak uygun olacaktır. Türk kültüründe özel anlam kazanmış olan “bilge” kelimesi, sözlüklerde çok ve sağlam bilen, bildiğini kendisi ve başkaları için en faydalı biçimde kullanan kimse olarak geçerken, Orhun Yazıtlarında, “bilge kişinin” toplumu siyasi, ekonomik ve eğitim açılarından aydınlatan, toplumu iç ve dış tehditlere karşı uyaran, bütünleştiren insan tipi olarak resmedildiği görülmektedir.400 Bilge kavramının anlamsal ve işlevsel yönlerinin en açık olarak çıktığı dönem, Göktürkler zamanına rastlıyor gibi görünse de, kavramın toplumsal kültürel bir kod olarak kullanılmasının Türk tarihinin çok daha derinliklerine doğru gittiği ve en eski Türk kültüründe mevcut olan “kut”, “eşitlik” ve “gönül” gibi kavramlarla birlikte kullanıldığı anlaşılmaktadır. Hunlardan Göktürklere, Göktürklerden Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular, Osmanlılar ve Cumhuriyet Türkiye’sine uzanmış olan söz konusu kavram, Türk kültür ve uygarlığının unsurlarını bünyesinde barındırarak geçmişle gelecek arasında köprü oluşturmuştur. Gerçekte de eski Türk geleneklerine göre iyi bir yöneticinin başlıca iki özelliğinden birisinin bilge, yani bilgi ile donanımlı olmasıdır. Önceden de ifade edilmiş olduğu gibi, “bilge” sözcüğünün eski Türk toplumları arasında tarihin derinliklerine doğru uzandığı anlaşılmakla birlikte, Göktürklerde yönetim açısından “sağ ve sol bilge” kavramları geliştirilmiş; Bilge Kağan hakan olmadan önce devlet içerisinde “sol bilgelik” yönetiminde bulunmuş, hakan olduktan sonra “bilgelik” unvanını hakanlık tahtına taşımıştır.401 Anlaşılacağı gibi “bilge” sözcüğü, Bilge Kağan’ın adı olmayıp, unvanı olmaktadır. Söz konusu tespit, Türk toplumlarında bilgiye verilen değeri göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim Bilge Kağan adına yazılan kitabede de “Tanrı Türk milleti yok olmasın diye babam İl-Teriş Kağan ile Anam İl-Bilge Hatunu yükseltti” ifadesi,402 Türk kültür ve uygarlığında bilgeliğe ve kadına verilen önemi ve statüsünü gösterirken, annesinin adının İl-Bilge olması ayrıca dikkatleri çekmektedir. Öte yandan Göktürk yazıtlarından anlaşılacağı üzere, 400 Türkçe Sözlük, T.D.K. Yay. İstanbul 1992, s. 186; Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yay. İstanbul 2005, s. 43. 401 Bahaaddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, M.E.B. Yay. İstanbul 2001, s. 35. 402 Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yay. İstanbul 1978, s. 202. 470 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bilge Kağan’ın yazıtlarda geçen sözleri, yalnızca siyasi yaklaşım olmayıp, eğitim ve edebiyatımıza katkılarının yanı sıra, zamanla Türk toplumları arasında “örf hukukunun” gelişmesine katkılar sağlamıştır.403 Bütün bu tespitlerden toplumların varlık ve devamlarının sağlanmasında bireyler arasındaki duygu bağları ve bireysel kimlikleri ne kadar önemli ise, toplumların yapılandırılması ve güvenliğinin sağlanmasında, topluma düşünceleriyle önderlik yapan bilge kişiliklerin de bir o kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır. Türklerin İslam dinini benimsemesiyle beraber, yeniden biçimlenmekte olan Türk kültürü ve uygarlığı bünyesinde “bilgelik anlayışının” varlığını koruduğu görülmektedir. Bu durum ise, Türk toplumlarının hayat anlayışının ve sosyo-kültürel yapılarının toplumsal değişim ve gelişmelere potansiyel olarak hazır bulunduklarını, bilgiyi pratiğe çevirmede, hayatın yorumlanması ve değerlendirilmesinde etkin olduklarını göstermesinin yanı sıra toplumsal değişim açısından Türk kültürü ve uygarlığının sosyokültürel yapı açısından dikey ve yatay hareketliliğe uygun bir yapı sergilediğini göstermektedir. Uygurların “bilgi ve bilge kişiliğe” ilişkin ilgilerini Turfan kasabasında bir mecmuada bulunan şu şiir anlatmaktadır: “Bilgi bilin ey beyim Bilgi sana eş olur, Bilgi bilen insana Bir gün devlet yar olur” “Bilgili insan beline Taş kuşansa kaş olur Bilgisizin yanına Altın konsa taş olur”404 840’ta Uygur devletinin siyasi hâkimiyeti sona erdiğinde, Uygurlar ve diğer Türk toplulukları Karahanlı devletini kurmuşlardır. (840-1042) Karahanlıların yerleşik düzene geçen Türk boylarının oluşturduğu büyük bir kültür devleti olduğu anlaşılmaktadır. Karahanlı devleti hükümdarlarından Buğra Karahan, Semerkant’ta bir vakıf medresesi (üniversite) kurmuş, bu medresenin vakıf belgesi 403 404 Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 36. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Kültür Koleji Yay. İstanbul 1994, s. 12. 471 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı günümüze kadar ulaşmıştır.405 Karahanlı devletine bağlı Semerkant, Beykent ve Buhara gibi şehirlerde çeşitli bilimsel faaliyetlerin yapıldığı bilinirken, Karahanlı toplumunda yeni bir mimari tarzı doğmuş, o dönemlerden kalan medreseler, kervansaraylar ve ribatların izlerine günümüzde de rastlanılmaktadır. Karahanlı toplumundan pek çok ünlü bilge kişilikler yetişmiştir. Bunlardan birisi “Kutadgu Bilig” (mutluluk veren bilgi) yazarı Balasagunlu Yusuf Has Haciptir. (d.t. 1018) Yusuf Has Hacip’in eserinde konuşturduğu dört kişiden birisinin “bilge kişiyi” temsil etmesi, bütün eserinde milli ve evrensel değerleri konu edinmesi, “ahlaki davranışın ve mutluluğun temel şartı olarak bilgili olmayı” göstermesi,406 Karahanlı toplumunda Türklerin bilgiye, bilge kişiliğe verdiği önemi ortaya koymaktadır. Yusuf Has Hacip’e göre bilgi ile anlayış birlikte düşünülmelidir. Bilgiyi büyük, anlayışı ulu bilmeli, seçkin insan bu iki şeyi yüceltmelidir.407 Yusuf Has Hacip’in bu sözleri, anlayış, bilgi ve düşünceyi birlikte temsil eden bir toplumu işaret etmektedir ki, bu yaklaşım, Batılı toplumlarda çok sonraları ortaya çıkan anlayıcı sosyolojiye öncülük etmiş görünmektedir. Kutadgu Bilig’te geçen şu mısra da Türklerde derin düşünce gelişimini açıklamaktadır: “Bilgi ile göğe yol bulunur”408 Buradaki tüm tespitler, bir taraftan müspet bilimleri çağrıştırırken, diğer taraftan bilimin yalnızca olguları ele alıp kuru bir bilim anlayışı ile uğraşmaması gerektiğini, ahlaki bir yüceliğe doğru yönelişini işaret etmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında, bilge kişiliklerin, bilge yöneticilerin, toplum içerisinde var olan her türlü imkânın (mülk, servet, eğitim v.s.) eşit bir biçimde dağılımına katkı sağlayan kişilikler olduğu ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle, bilgeler, toplumun geleceğini kurgulayabilme yeteneklerine sahip olmalarının yanı sıra toplum içerisinde çıkabilecek çatışmaları da çözümleyebilecek, ortak semboller ve değerler silsilesini üretebilme çabası içerisinde olan kimseler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Yine Karahanlılar döneminde bilgiye ve bilgeliğe ilişkin pek çok bilge kişilikten söz edilebilir. Örneğin astronomi ve matematiğe bilimsel çalışmaları ile katkı sağlayan Muhammed el-Fergani ve Vasi et-Türki, musikide Tarhanlar soyundan gelen İbn Tarhan, hukuk alanında Ahmet İbn Tayyib, Bilgi ve bilgeliğe dair eylemleri ile Doğu ve Batılı toplumları derinden etkilemiş Uzlukoğlu Farabi, İbn Sina 405 Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s. 20. Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig, T.D.K. Yay. Ankara 1999, s. 437. 407 Agop Dilaçar, Kutadgu Bilig İncelemesi, T.D.K. Yay. Ankara 1972, s.25-28. 408 Arat, Kutadgu Bilig, s. 362. 406 472 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Divan-ü Lügat-it Türk” eserinin sahibi Kaşgarlı Mahmut önemli isimlerdir. Ülkemizde adları bilinen ancak bilimsel faaliyetleri hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığımız bilge kişiliklerden Farabi ve İbn Sina’nın fizik, yöntem, felsefe, kimya astronomi, din, dil, toplum, tıp konularında yazdıkları eserler günümüze kadar ulaşmışlardır. Nitekim yüzden fazla eser bırakmış olan, ayrıca şöhrete, paraya önem vermeyip ahlaklı bir hayat yaşadığı anlaşılan Farabi, “Medinetü’l Fazıla” (Erdemli Şehir) adlı eserinde bilge yöneticilerin özelliklerini sıralarken, bilge kişiliğin ilim öğrenmeyi sevmesini, ilim yolundaki güçlüklere katlanması gerektiğini belirtir.409 Bu eserler yüzyıllarca Avrupa üniversitelerinde okutulmuşlar, geliştirdikleri kuramların temelinde yer almışlardır. Barthold, XVII. Yüzyılda Avrupa kütüphanelerinin şark el yazmaları ile dolduğunu, Fransız bilgin D’Herbolot’un şarkta bulunmadığı halde İslam coğrafyasına ait bir ansiklopedi hazırlamayı başardığını belirtir.410 Avusturya İmparatorluğunun XVI. Yüzyılda İstanbul elçiliğini yapmış olan Busbecq’de hatıratında, Türklerin sanat geliştirmede dinamik bir yapıya sahip olduklarını, Türkler arasında edindiği yeni bilgileri kendi toplumuna aktarmak ve uyandırmak arzusu ile bilimsel değeri olan 240 adet el yazması eseri gizlice Viyana’ya yolladığını yazmıştır.411 Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ü Lügat-it Türk” adlı eserinde, Türklerin bilime “bilig”, kitaba “bitig” adını verdiklerinden söz ettikten sonra, Türk kültürü ve uygarlığında bilgi edinme ve bilgelik geleneğinden söz eden örnekler verir: “Bilge eriğ edhgü tutup sözin işit, erdemini öğreniben ışka sura” (Bilgin kimseyi hoş tutup sözünü dinle, erdem kazan, öğrendiğini işte kullan.)412 Bu sözler, Türk toplumları arasında “Bilgeliğin” bir geçmişi olduğunu gösterdiği gibi, “öğrendiğini kullanmasını” ifade etmesi, yöntemsel bir yaklaşımı çağrıştırmakta, işlevsel ve eylemsel boyuttan yoksun bilginin yetersiz olacağını belirtmektedir. Yine Kutadgu Bilig’de “yalnguk” (yanılan) sözcüğünün insan için kullanıldığını, insanın yanılabilen bir varlık olduğunu, insanı bu yanılgıdan kurtarabilecek olanın da bilgi olduğu açıklanır.413 Selçukluların son dönemleri Osmanlıların ilk dönemlerinde düşünce ve görüşleri ile insanlığı aydınlatan Hacı 409 Uzlukoğlu Farabi, İlimlerin Sayımı, çev: Ahmet Ateş, M.E.B. Yay. İstanbul 1990, s.126132. 410 W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, çev: F. Köprülü, D.İ.B. Yay. Ankara 1977, s. 75. 411 O. Chıselin Busbecq, Türk Mektupları, çev: H. Cahit Yalçın, Sertel Matbaası, İstanbul 1939, s. 301. 412 Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s. 34,35. 413 Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, çev: R.R. Arat, T.D.K. Yay. Ankara 1995, s. 25. 473 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Şeyh Edep Aliler ve Mevlanalar yetişmiş, adı geçen bilge kişiliklerin görüş ve düşünceleri ile Türk toplumunda insanı yüceltme, insanı öne alma anlayışı açık olarak gelişmiştir. Y. Emre’nin şu ifadeleri bu tespitler için güzel bir örnek teşkil eder: “Bir kez gönül kırdın ise kıldığın namaz değil, yetmiş iki millet dahi elin yüzün yıkamaz değil.” H. Bektaşi Veli’de, Makalat’ında on makamın birinci sırasına Allah’a imanı, ikinci sırasına bilim yapmayı koymuştur.414 Yukarıda geçen tespitler, Türk toplumları arasında bilgiye, bilgine ve insana olan özel ilgiyi gösterdiği gibi, toplum içerisinde bilginlerin ayrıcalıklı bir statüye sahip olduklarını göstermektedir. Gerçekte de bilgi, birey ve toplum hayatında önemli işlevleri olan bir kavramdır. Bilgi ve varlık arasındaki ilişkilere yaklaşımda farklı görüşler olsa da, bilgi insanın varlıkla bütünleşmesini sağlamakta, insanın iç yaşantısını düzenleyerek toplumsal boyutlara ulaşabilmektedir. Bunun gerçekleşmesinde, özellikle bilginin ahlaki bir boyut kazanmasında bilge kişiliklerin önemli rol oynadıkları anlaşılmaktadır. Bunun içindir ki, tarihsel boyutları ile Türk kültürünün ulaştığı tüm yerleşim yerleri birer bilim yuvaları haline dönüşmüş, bu topluluklar arasından, Nasıreddin Tusi, Ali Kuşcu, Biruni ve Uluğ Beyler gibi pek çok bilge kişilikler yetişmiştir. Bilge kişiliklerin ortaya çıktığı dönemlerde eğitim, siyaset, sanat alanlarında önemli gelişmeler görülmüş, ayrıca toplumsal yapıda ortaya çıkan bir takım problemler, bilge kişiliklerin bilgi, ahlak ve bilime ilişkin görüş ve düşünceleri ile giderilmeye çalışılmıştır. Kaynakça Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Kültür Koleji Yay. İstanbul 1994. Arat, Reşit Rahmeti, Kutadgu Bilig, T.D.K. Yay. Ankara 1999. Baltacıoğlu, İsmail Hakkı, Atatürk Yetişmesi, Kişiliği, Devrimleri, Atatürk Üniversitesi Yay. Erzurum 1973. Barthold, W., İslam Medeniyeti Tarihi, çev: F. Köprülü, D.İ.B. Yay. Ankara 1977. Busbecq, O. Chıselin, Türk Mektupları, çev: H. Cahit Yalçın, Sertel Matbaası, İstanbul 1939. Dilaçar, Agop, Kutadgu Bilig İncelemesi, T.D.K. Yay. Ankara 1972. Ergin, Muharrem, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yay. İstanbul 2005. H. Bektaşi Veli, Makalat, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Ankara 2007. 414 H. Bektaşi Veli, Makalat, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Ankara 2007, s. 29. 474 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ögel, Bahaaddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, M.E.B. Yay. İstanbul 2001. Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yay. İstanbul 1978. Türkçe Sözlük, T.D.K. Yay. İstanbul 1992. Uzlukoğlu Farabi, İlimlerin Sayımı, çev: Ahmet Ateş, M.E.B. Yay. İstanbul 1990. Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, çev: R. R. Arat, T.D.K. Yay. Ankara 1995. 475 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ÇETİN, İsmet (2014). “Osmanlı’nın Kuruluş Dönemi Aydını ve Düşünce Dünyası: Tursun Fakih”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.477-486 (http://bilgelerzirvesi.org). İsmet ÇETİN* OSMANLI’NIN KURULUŞ DÖNEMİ AYDINI VE DÜŞÜNCE DÜNYASI: TURSUN FAKİH O smanlı Uç Beyliğinin içinde bulunduğu toplum yapısı ve kültür özelliklerini izah eden Halil İnalcık, bu münasebetle Tursun Fakih’in yaşadığı çevre hakkında da tespitlerini aktarmış olur: “Savaş, şeyhlerin desteklediği gazi liderler etrafında, çoğu zaman bu liderlerin adını taşıyan grupların teşekkülünü sağlar. Gaziler, başarı gösteren ünlü liderler, beyler, etraflarına toplanırlar, onun bayrağı altına koşarla... Uç hayatı büyük tehlikelerle dolu olup şahsi teşebbüsü ister. Zira serhaddın öte tarafında aynı ruhla hareket eden Hristiyan serhad teşkilatı, batı ucunda Bizanslı akritai vardır. Etnik bakımdan uç cemiyeti çok karışıktır. Buraya hareket kabiliyeti büyük göçebelerle merkezden kaçan siyasi muhalifler, rafızîler, maceracılar kaçıp sığınmışlardır. Hinterlandda hakim muhafazakâr yüksek medeniyet şekilleri (teoloji, saray edebiyatı, şer‘i hukuk) karşısında uçta mistik ve eklektik henüz kalıplaşmamış bir haklı kültürü (rafızi tarikatlar, mistik ve epik bir edebiyat, örfi ve milli hukuk) hakimdir. (İnalcık, 2002: 129) Türk toplumunun İslamiyet’i kabul etmesi, yeni bir medeniyetin kapısını da aralamaktadır. İslam dünyasından gelen bilgiler, özellikle Samanîler döneminde Türkistan içlerine kadar yayılıyor, şehir merkezlerinde Türk medreseleri kuruluyor, Türk sufiliği teşekkül ediyordu. Türkistan sahasında Farabî (870-950), İbn-i Sinâ (980-1038) Şahabeddin Sühreverdî (1158-1191), Nizamü’lMülk (1018-1092), Yusuf Has Hacib (1017-1077) ve Ahmed Yesevî (1093-1166) ile bunların düşünce dünyası, bilgi alanı, fikirleri Türk akınlarıyla yüz yıllarca Türkiye topraklarına akıyordu. Türkistan’dan Türkiye’ye sürekli akınların, göçlerin olduğu bir dönemde nüfus hareketliliği, aynı zamanda bilgi ve kültürel * Prof. Dr. Gazi Üniversitesi. 477 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı hareketliliği ile fikrî hareketliliği de getirir. Karahanlılar’dan itibaren, başta medreseler olmak üzere çeşitli eğitim kurumlarının Türkiye’ye taşınması, her beyliğin kendi hâkimiyet alanını merkezî birleşme alanı olarak görmesi ve görülmesine çalışılması; sağlık ve eğitim kurumları başta olmak üzere imar çalışmalarına önem verilmesini sağlar. Özellikle medreselerin yaygınlaşması dikkate değer bir faaliyet alanıdır. Zira İslâm medeniyetinin temel eğitim müesseseleri medreselerdir (Güngör, 1987:186). Bu dönem eğitim kurumlarının, özellikle medrese, tekke ve zaviyelerin Türkistan’dan başlayıp Bağdat, Mısır ve Türkiye’ye kadar olan coğrafyalarda bulunan benzer eğitim kurumlarıyla koordineli çalışması da dikkate alınmalıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki eğitim kurumları, döneminde çok üst düzey sayılabilecek beynelmilel bilgi alanına sahiptir. Türkiye’nin manevî besin kaynağı sayılabilecek bu kurumlar, hem ilmî alanda, hem tarikat, hem eğitim kurumları olarak teşkilatlanıyorlardı. Kur’an tercümeleri, tefsir ve fıkıh çalışmaları, ahi zaviyelerinden çeşitli tarikat merkezlerine kadar her yerde toplumun aydınlanması sağlanıyordu. Tapduk Emre, Mahmud Hayranî (Ö. 1269), Sarı Saltuk (?), Barak Baba (13.YY), Tapduk Emre (13. YY), Hacı Bektaşı Veli (1281 - 1338) ve Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207 - 1273) gibi mutasavvıf, âlim ve fikir adamları Türkiye’nin muhtelif yerlerinde dergâhlarını kurmuşlar, toplumu eğitmektedirler. Türkiye’de 13. Yüzyıl kültür ikliminde yetişen Türkistan’dan gelen bilgi ve fikir ışığıyla donanacaktır. Larende’de (Karaman) bulunan tekkesini Söğüt’e taşıyan ve kendini orada hizmete adayan Şeyh Edebalı, Konya’da Mevlana Celaleddin Rumi’nin, Suluca Kara Höyük’te Hacı Bektaş Veli’nin üstlendiği hizmeti üstlenecektir. Bir yandan mensubu bulunduğu vefailiğin gereklerini yerine getirip Türk sufiliğinin yaşamasını sağlarken, bir yandan uçtaki ahi zaviyelerinin kuruluşunu temin edecektir. Şeyh Edebalı’nın dergâhında sadece Vefaî dervişleri yoktur. Orada ahiler ve fakihler de bulunmaktadır. Tursun Fakih, Türkistan’dan akıp gelen, İslamî umdeler üzerine bina edilmiş Arabî bilgiler, Fars ikliminden alınan bilgi ve tecrübelerin içinde bulunduğu eğitim kurumları ve yaşadığı çevre vasıtasıyla alarak yetişen bir şahsiyet olarak Türk kültür tarihi içindeki yerini alır. Özellikle hem kayın babası, hem şeyhi olan Şeyh Edebalı’nın terbiyesinden geçmiş olması, verdiği eserlerden ve Osmanlı’nın kuruluşundaki fonksiyonundan anlaşılmaktadır ki, döneminin bilgilerine vakıf önemli şahsiyetlerinden biridir. 478 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kendi döneminin yüksek bilgi ve tecrübesine sahip Türkiye, Sahip olduğu aydınlanma hareketini batı yönüne kaydırmaktadır. Dönemin aydınları, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde yurt tutuyor, buna bağlı olarak batı bölgelerine de yerleşiyorlardı. Bu yeni gelen derviş muhacirlerin bir kısmı gazilerle birlikte, yurt edinmek ve fütuhat yapmakla, bir kısmı tenha yerlere yerleşip ziraatla ve hayvan yetiştirmekle meşgul oluyorlardı. Hem fetih, hem yurt edinme, hem de o bölgede yaşamanın örnek ve önderliğini yapıyorlardı. Dolayısıyla “Bir kent grubu olan, yani şehirlerde, kasabalarda/ köylerde yaşayan, "çarşı-pazar töresini temsilinin önde gelenlerinden Şeyh Edebalı'nın neden bu uç bölgeye, Söğüt’e yerleştiği daha iyi anlaşılmaktadır. (Sakallı, 1999-2000:50-56) Halil İnalcık da Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde fakihlerin önemine ve devlet yönetimindeki fonksiyonlarına dikkat çeker: “Osman bir bölgeyi ele geçirdikten sonra bu ülkeyi nasıl örgütleyeceğini, dini kuralları fakılardan sormaktadır… İleri gelen fakılar, Sünnî İslâm hukukunu bilen insanlar olarak idarede önemli rol oynamışlardır… Osman Gazi zamanında İslâm hukukunu bilen kişilerle devlet kuran bey arasında sıkı ilişkiler, vakfiyeleri yazan bir çeşit bürokrat vardı. Beyliği teşkilâtlandırma, sosyal hayatı düzenleme bakımından bu fakılar ve ahiler son derece önemli bir rol oynamışlardır. Din adamlarının ilk dönemlerde devletin örgütlenmesi ve beylere danışmanlık yapmış olmaları, ilk vezirlerin de onlar arasından seçilmiş olması olayını açıklar Osman'ın son zamanlarında Alâed-dîn Paşa vezîr durumunda idi (Aspurca Hâtûn Vakfiyesi). Orhan ve Murad dönemlerinde Çandarlı Kara Halil (Hayreddîn Paşa), ulema menşeinden vezirlerin en ünlüsüdür.” (İnalcık, 2010:133-134) Âşıkpaşazâde’nin ulaştırdığı Baciyân-ı Rûm, Abdâlân-ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm ve Gaziyân-ı Rûm dışında, beylikler döneminden itibaren var olan Fakih grubu, hem Osmanlı’nın kuruluş döneminde, hem de daha önceki dönemlerden itibaren toprağın siyasallaşması, yani Anadolu’nun vatanlaşması sürecinde fonksiyoneldirler. Toplum içinde örnek davranışları, bilgi birikim ve tecrübeleri hayat tarzıyla baştan aşağıya, yeni bir insan tipolojisini temsil etmektedirler. Bundan dolayı başta İbn-i Batuta olmak üzere birçok kaynakta beylikler döneminden Osmanlı’nın ilk dönemlerine kadar çok sayıda fakih adı sayılmaktadır. Bunlar; Fakih Muslihiddin, Süle Fakı, Mevlânâ Selahaddin Fakih, Hâce Fakih Ahmed, Mevlânâ İhtiyareddin Fakih, Fakih Alaeddin-i Kastamunî, Fakih Harezmî, Fakih Muhuyiddin, Fakih Musâ, Fakih Şemseddin Dımişkî, Seydi 479 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Fakih Candaroğlu, Yusuf Fakih, İshak Fakı, Mevlana Ali Fakih, Hâce Fakih Karamanî (Gel, 2004:24-32) gibi dönemin önemli şahsiyetleri arasında adları geçenlerdir. Bir uç beyliği olarak bulunan Osmanlı’nın devlet olma temayül ve kararlılığı, Türkiye’nin diğer alanlarında bulunan ilmiye ve sufiyye taifesine mensup şahsiyetler, kuruluş döneminde Osmanlı’nın merkezi konumunda bulunan Söğüt-Domaniç, İnönü, Karacahisar mevkiine gelmeye başlarlar. (Âşıkaşazade, 1977:18; Gel, 2004:53-54) Kaynaklar, Tursun Fakih’in Söğüt ve civarında yaşadığına dair bilgiler vermekle beraber, biyografisi hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. 15. Yüzyıl tarihî kaynakları Tursun Fakih’in görevleri hakkında bilgi vermekteler. Onun, Osman Gazi adına Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde, kuruluşunun ifadesi olan hutbeyi okuduğu, bayram ve cuma namazını kıldırdığı, kadılık ve imamlık yaptığı ifade edilmektedir. Âşıkpaşazâde’nin; “Halk razı oldu Kadılığı ve hatipliği Dursun Fakı’ya verdi. Cuma hutbesi ilk önce Karaca Hisar’da okundu. Bayram namazını da orada kıldılar. Bunu tarihi hicretin 699’nda (Miladî: 28 Eylül 1299-15 Eylül 1300) vâki oldu.” İfadelerinden de O’nun imam, hatip, kadılık görevini yaptığı, Osman Bey adına da hutbe okuduğu anlaşılmaktadır. (Âşıkaşazade, 1977:27-28) Yukarıdaki ifadelerden Tursun Fakih’in henüz Osmanlı Devleti kurulmadan önceki bir dönemde Eskişehir-Söğüt-Karacahisar civarında mukim olduğu anlaşılmaktadır. Şeyh Edebalı’nın kızı ile evli olması, Onun şeyhiyle birlikte hareket ettiğini, Osman Bey’in Şeyh Edebalı’nın kızı ile evlenmesi üzerine Eskişehir Beyi ile arasının açılması üzerine oradan ayrılıp Söğüt civarına yerleşmesiyle de Osman Bey’le birlikte hareket ettiğine de işaret etmektedir. Çeşitli kaynaklarda Karamanlı olduğu ifade edilen Tursun Fakih, (Buluç, 1963:11-12) muhtemeldir ki, Şeyh Edebalı ile birlikte Eskişehir-Söğüt civarına gelmiş, burada Osman Bey’in çevresinde bulunmuş, onunla akraba olmuş bir şahsiyettir. Osman Bey ile Tursun Fakih arasında kurulan bu akrabalık, dönemin şartları gereği aynı zamanda birlikte hareket etme mecburiyetini de getirmiştir. Tursun Fakih’in yaşadığı 13.-14. Yüzyılda, Dede Karkın ve Geyikli Baba gibi Rum abdallarının Vefaîyye Tarikatına mensup olmaları, özellikle Şeyh Edebalı’nın Vefaîyye tarikatına mensubiyeti ve Osman Gazi’nin yanında olması, bu tarikatın Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda gösterdiği fonksiyon açısından önemlidir. (Ocak, 1994:347-348) Zira kaynaklar, Şeyh Edebalı başta olmak üzere 480 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Osman Gazi’nin çevresinde bulunan ilim adamı ve mutasavvıflardan bahsetmektedirler. “O zaman Gazi zamanında-Ulemâdan Tursun Fakih vardı ve fukaradan Baba Muhlis ve Osman Gazi’nin kayın atası Edebâli vardı, bunlar duaları makbul azizlerdi.” (Barkan,1942:31). Uzunçarşılı, Şeyh Edebalı'nın müridi/öğrencilerinden Şeyh Edebalı’nin oğlu Şeyh Mahmud, Tursun Fakih ve Ahi Şemsiddün ile oğlu Hasan gibi ahiler, Osmanlı Devleti’nin kurulmasında önemli hizmetler gördüklerini ifade etmektedir. (Uzunçarşılı, 1988:561) Yeni bir medeniyet dairesine girmiş olan Türk toplumunun fikrî temelleri şüphesiz dönemin gereği olarak İslâm ideolojisi üzerine bina edilecektir. Dolayısıyla burada işaret ettiğimiz gibi Vefaiyye tarikatına mensup olan bu zümre, başta Şeyh Edebalı olmak üzere Tursun Fakih ve başka şahıslar devletin kuruluşunda katkıları olan, istişare heyetinin de birer üyesidirler. Hatta devlet ilanında tereddütleri vardır. Töre‘den kaynaklanan bu tereddütlerini Osman Gazi’ye söyleyebilecek kadar yakınlığa ve cesarete sahiptir. Tursun Fakih ile ilgili Âşıkpaşazâde’de şu ifadeleri: “Karaca Hisar’ı alınca evler boş kaldı. Germiyan İli’nden ve başka yerden hayli adamlar geldi. Osman Gazi’den ev istediler. Osman Gazi de verdi. Az zamanda mamur oldu. Birçok kiliseleri mescit yaptılar. Pazar da kurdular. Halk toplanıp: ‘Cuma namazı kılalım ve bir kadı isteyelim’ dediler. Dursun Fakı derler bir aziz kişi vardı. O halka imamlık ederdi. Hallerini ona söylediler. O da gelip Osman Gazi’ni kayınatası Ede Balı’ya söyledi. Daha söz bitmeden Osma Gazi geldi. Sorup isteklerini bildi. ‘Size ne lazımsa onu yapın’ dedi, Dursun Fakı: ‘Hanım! Sultan’dan izin gerektir.’ dedi. Osman Gazi dedi ki: ‘Bu şehri ben kendi kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp kâfirlerle uğraştım. Eğer o, ben Selçuk hanedanındanım derse ben de Gök Alp oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben onlardan önce geldim derse dedem Süleyman Şah dedem de ondan evvel geldi.’ Halk razı oldu Kadılığı ve hatipliği Dursun Fakı’ya verdi. Cuma hutbesi ilk önce Karaca Hisar’da okundu. Bayram namazını da orada kıldılar. Bunu tarihi hicretin 699’nda (Miladî: 28 Eylül 1299-15 Eylül 1300) vâki oldu.” (Âşıkaşazade, 1977, 1985:27-28) İfadeleri dönemin meşveret geleneği ve Tursun Fakih hakkında bir fikir vermektedir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ilanı anlamına gelen Osman Gazi adına hutbe okunması görevi de Tursun Fakih’e verilecektir: “Tursun Fakih, Karacahisar’ın fethinden sonra (1288/1289) fetihle 481 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı birlikte kiliseden çevrilen camide Osman Gazi adına ilk cuma hutbesini okur. Burada hem kadı, hem hatip olarak bulunur; “Osman anı işidüp el-hükmü lillâh il-aliyy il kebir diyüb hemandem buyurdu: “Karaca Hisar’a Tursun Fakih’i hem kadı ve hem hatib itdiler. Zira bu Tursun Fakih bir aziz kişiydi. Halka imamet iderdi. Edebali’ye dahi âşinâ idi. Ve Karaca-Hisar’a dahi Germiyan’dan ve gayriden hayli Müslümanlar gelüp şenlenmişdi. Evvel hutbe Osman Gazi adına ki okundu...” (Mehmed Neşrî,110:111) Bir müddet Karacahisar’da kadılık yapan Tursun Fakih, aynı yıl Eskişehir’de Osman Gazi adına bayram hutbesi okur. (Mehmed Neşrî,1949:109-111; Solakzâde,1989:18) Osman Gazi Bilecik’i kayın babası Edebalı’nın idaresine bıraktı. Tursun Fakih de şeyhi ve kayın babası ile burada kaldı. Tursun Fakih, şeyhi ve kayın babası olan Şeyh Edebalı’nın ölümünden sonra onun makamına geçerek Osmanlı Devleti’nin ikinci müftüsü ve kadısı olmuştur. Şemseddin Sami, Tursun Fakih’in, Şeyh Edebalı'nın ölümünden sonra Onun üstlendiği görevi üstlendiğini: “(Tursun Fakih), Osman Gazi devr-i meşahiri-i ulemasından olup, Edebali’nin damadı ve şakirdi idi. Tefsir, hadis ve fıkıh müşarunileyhden tedris edip, O’nun vefatında umur-ı fetva ve tedris kendisine ihale olunmuşdu. Alim, zahid bir zat idi.” (Ecer,1995) Şeyhinden kısa bir zaman sonra ölen Tursun Fakih, (1326 yılından sonraki bir tarih olmalı) yaşadığı dönemin ihtiyaçları gereği, iyi bir tahsil görmüş, döneminin bilgilerini vâkıf, devlet ve siyaset adamı. Sadece imam, kadı, asker, müşavir veya devletin kuruluşundan itibaren sıradan bir bürokrat olmayıp, edebî eser verebilecek kadar aydın bir şahsiyettir. Özellikle Arap edebiyat geleneğinden Türk edebiyatına gelen mesnevî tarzı, arûz’un böyle uzun soluklu bir türde kullanılmış olması Batı sahası Oğuz grubu Türkçesinin edebî alanda işlenmesine önemli örnek teşkil eder. Bir yanan örnek insan tipini sunmak için başta Hz. Muhammed olmak üzere İslam ulularının maceralarının anlatıldığı edebî bir metin, edebî metinlerde kullanılan işlek bir Türkçe ve bunların “mevzun ve mukaffa” bir biçimde ifade edilmesi Türkiye sahası Türk edebiyatının temellendirilmesinde önemlidir. Bunun yanında Anadolu’nun vat anlaştırılması ve vat anlaştırma sürecinde gaza ruhunun canlandırılması, canlı tutulması ve bu ruhun gazi tipiyle cenk namelerinde işlenmesi büyük önem taşımaktadır. Kuruluş döneminde yazılan dinî-kahramanlık konulu edebî ürünlerin gayesi, yüzyıllar boyunca halkın ruhunda din ve kahramanlık yolunda etkiler yaratmak, insanın kendine ve başkalarına 482 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmek, güzel huylar edindirmek, maddî güç ile manevî gücün birleşmesini sağlamak, tarih bilgisi ve şuuru kazandırmak olarak belirlenebilir. Tursun Fakih eserlerini bu gaye ile vücuda getirmiştir. Tursun Fakih tarafından kaleme alınan eserlerin ideolojisinin, dinî-ahlaki bilgi, tarih bilgisi ve şuuru ile topluma moral vermek olduğu söylenebilir. İnsanın kendine ve başkalarına karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmek, güzel huylar edinip kötülüklerden kaçınmak gerektiği fikirlerinin işlendiği cenk nameler, birinci derecede topluma İslâmî bir ahlâk sistemi öğütlemektedir. Cenk nameler, doğrudan doğruya ahlaki bilgilerin verilmesinden başka, dolaylı olarak çeşitli örnekler ve insanî davranış biçimleri ile öğüt tarzı ifadeler taşımaktadır. İdeal örnek insan tipi ile bunların anlayış, düşünüş ve davranışları, toplum hayatına örnek olarak sunulmak suretiyle, dönemin fikrî yapısına uygun, fikrî yapıyı güçlendirici ideal insanı yakalanmaya çalışılmaktadır. Cenk namelerde başta Hz. Muhammed olmak üzere Hz. Ali ve diğer Müslüman gaziler, kendilerini çepe çevre kuşatan İslâm imânı ile dolu, onun verdiği kudret ve kuvvetle yaşayan, bu kıymet hükümleri için savaşan ideal insan örnekleridir. Kuruluş döneminin eserleri olan Cenk nameler, ideal insanı işlerken, toplumun örnek insan arayışına cevap vermesi yanında toplumun moral kaynağı olarak da önemli bir fonksiyonu da yerine getirir. Tursun Fakih’ in eserlerinin de içinde bulunduğu ödünçleme türlerden olan mesneviler, yeni evrensel Türk medeniyetinde, eski kahramanlık/alplık ürünlerini yeni ideoloji ve yeni din ile uyumlu bir çizgiye taşımışlardır. Bu tür eserlerde olduğu gibi Tursun Fakih ’in mesnevilerinde de dini yayma yolunda yapılan mücadele ve gösterilen kahramanlıkları anlatan dinî/hamasî hikâyelerdir. (Yıldırım, 1998) Tursun Fakih adına kayıtlı üç mesnevi bulunmaktadır. Bunlar; Gazavât-ı Hazret-i Ali Kıssa-ı Mukaffa’, Gazavât-ı Hazret-i Ali Kıssaı Ummân, Gazavât-ı Muhammed Hanefî.415 415 Gazâvât-ı Hazret-i Ali Kıssa-ı Ummân adlı mesnevi, “Cumhurnâme” adıyla da anılmaktadır. Bkz. Tursun Fakih; (Haz. Mehmet Gümüşkılıç), Gazavat-ı Bahr-ı Umman ve Sanduk (Cumhur-name) (Giriş - Gramer İncelemesi - Metin - Sözlük - Tıpkı Basım), Ankara, 2007. 483 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 1. Gazâvât-ı Hazret-ı Ali Kıssa-ı Mukaffa416 Tursun Fakih tarafından tercüme yoluyla Türk edebiyatına kazandırılan Cenknâme, kaynağını İslâm târihinden alan bir hikâyedir. Cenknâme, Yemen’de olan bir savaşı konu edinmektedir. 2. Gazâvât-ı Hazret-i Ali Kıssa-ı Ummân Olağanüstü özellikleri itibariyle Arap masal/ efsâne geleneğine bağlanabilir. Zira Tursun Fakih’in kaleme aldığı bu cenknâmenin dışında incelediğimiz başka cenknâmelerde de aynı yapıyı tesbit ettiğimizi belirtmek gerek. (Çetin, 1997) 3. Gazavât-ı Muhammed Hanefî Tursun Fakih tarafından tercüme yoluyla Türk edebiyatına kazandırılmıştır. Muhammed Hanefi Mesnevisi, Hz. Ali’nin oğlu Muhammed Hanefi’nin gençlik dönemindeki kahramanlıkları ile Hz. Ali’nin kahramanlıklarını anlatan bir mesnevidir. Tursun Fakih, Anadolu’nun Türkiye olarak adlandırılması dönemlerinde yaşamış, Türkiye’de yeni bir inanç çatısı altında içinde bulunduğu tarikat geleneğine bağlı olarak yetişmiş; dönemin bilgilerine vâkıf olan bir aydın tipidir. O, adındaki “Fakih/Fakı” unvanından da anlaşılacağı gibi dönemin fıkıh âlimlerinden biri olup, dinî ve şer’i bilgilerin yanında dönemin edebiyat bilgilerine de vâkıf bir şahsiyettir. Türkiye sahası Türk edebiyatının ilk örneklerinden olan mesnevî tarzında eser vermiş olması da edebiyat târihi için önemlidir. O mesnevîlerinde kullandığı Türkçe ile kendi döneminde dilin sanat alanında kullanılmasına örnek teşkil etmektedir. Onun, Türk şiir sanatına yakınlığı ve yatkınlığı yanında yazdığı mesnevîleriyle de Arapça ve Arap edebiyatını bildiği anlaşılmaktadır. Tursun Fakih’in eserlerini Türk edebiyatına tercüme ve adapte yoluyla kazandırması Batı sahası Türk edebiyatının kuruluşunda önemlidir. Beylikler ve Osmanlı’nın kuruluş dönemini yaşayan aydınlar gibi Tursun Fakih de Edebî şahsiyeti yanında sahip olduğu bilgi alanı, bilgiyi kullanması itibariyle daha sonraki dönemlerde yaşanacak Türk aydınlanmasına öncülük etmiştir. 416 Tursun Fakih’in eserleriyle ilgili geniş bilgi için bkz.; İsmet ÇETİN, Türk Edebiyatında Hz. Ali Cenknâmeleri, Ankara 1997. 484 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Tursun Fakih’in Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ilk kadı ve müftü olarak görevlendirilmesi, daha sonraki dönemlerin hukuk ve özellikle adalet anlayışının belirlenmesinde etkili olmuştur. Kaynakça AKSOY, Hasan, Tursun Fakih, İslam Ansiklopedisi (TDV), C:10, İstanbul 1994. Âşıkpaşa-Zâde, Âşıkpaşa-Zâde Târihi (Haz. Nihal ATSIZ), İstanbul 1977. BARKAN, Ö. Lütfi, İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler, Vakıflar Dergisi, II, (Ankara, 1942), 279-304. B. ULUÇ, Saadettin, Tursun Fakih’in Gazavatnâmesi, X. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler 1963, Ankara 1963, s.11-12. ÇETİN, İsmet (Haz.)Tursun Fakih, Gazavât-ı Muhammed Hanefi, Ankara 2008. ÇETİN, İsmet (Haz.)Tursun Fakih, Gazavât-ı Mukaffa, Ankara 2008. ÇETİN, İsmet (Haz.)Tursun Fakih, Gazavât-ı Umman, Ankara 2008. ÇETİN, İsmet, Tursun Fakih- Hayatı, Edebî Şahsiyeti, Mesnevileri, Tursun Fakih, Ankara 2008. ÇETİN, İsmet, Türk Edebiyatında Hz.Ali Cenknâmeleri, Ankara 1997. Ebu’l-Hayr-i Rumi,Saltuk-Nâme C:I, (Haz. Ş.Haluk AKALIN), Ankara 1987. ECER, Ahmet Vehbi, Osmanlı Devleti’nin İstiklâl Hutbesini Okuyan Devlet Adamı Dursun Fakih, Osmanlı, (Editör: Güler EREN), Ankara 1999, 181-189. GALOTTA, Aldo, Gazvât-ı Hayreddin Paşa, (Çev. Salih AKDEMİR), TTK Belleten, C:XLV/2” (Ekim 1981), 473-500. GÜMÜŞKILIÇ, Mehmet, Gazavat-ı Bahr-ı Umman ve Sanduk (Cumhur-name) (Giriş - Gramer İncelemesi - Metin - Sözlük - Tıpkı Basım), Ankara, 2007. GEL, Mehmet, Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Fakihler ve Tursun Fakih, Ankara 2004 (G.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi). GÜNGÖR, Erol, İslam Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul 1987. GÜZEL, Abdurrahman, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Ankara 1999. 485 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İNALCIK, Halil, Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak-Kuruluş, İstanbul 2010. İNALCIK, Halil, Osmanlı Devleti'nin Kuruluş, Türkler, C:9Osmanlı, (Ed.:H.C.Güzel, K Çiçek, S.Koca), Ankara 2002, 6688. KARAGÖZ, Mehmet, Osmanlı Fikir Hayatında Kadızâdeliler, Türkler, 11, (Ed.:H.C.Güzel, K. Çiçek, S.Koca), Ankara 2002 , 141-152. KÖPRÜLÜ, Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 198. LEVEND, Ümmet Çağında Ahlak Kitaplarımız, TDAY Belleten 1963, Ankara 1964, s.89-115. OCAK, A.Yaşar, Din ve Düşünce, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi C:II, İstanbul 1998. OCAK, Ahmet Yaşar, Klasik Dönem Osmanlı Düşünce Hayatı, Türkler, C:11-Osmanlı, (Ed.:H.C. Güzel, K. Çiçek, S. Koca), Ankara 2002, 15-26. OCAK, Kalenderiler, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sufilik: Kalenderiler, Ankara 1992. Oruç Beğ Tarihi, (Haz. Atsız), İstanbul 1972. ÖCAL, Safa, Dursun Fakih, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S:34 (Ekim 1989). ÖZTELLİ, Cahit, İslam’dan Sonra İlk Halk Edebiyatı ve Anadolu’da Meydana Gelen Eserler, Uluslararası Folklor ve Halk Edebiyatı Semineri Bildirileri, Ankara 1976, 346-347. SAKALLI, Bayram, Osmanlı Devletinin Kuruluş Yıllarında Şeyh Edebalı, Türk Yurdu, 19-20, 148-149, (Aralık 1999-Ocak 2000), 50-56. ŞAHİN, Kamil, Edebalı, İslam Ansiklopedisi (TDV), C:10, s.393394. TEKİNDAĞ, Şahabettin, Tursun Fakı, İA, C:XII, s.123. UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Tarihi-I, Ankara 1988. ÜLKEN, Hilmi Ziya, Türk Tefekkür Tarih, İstanbul 2007. ÜNVER, Süheyl, Osmanlıların İlk İstiklâl Hutbesini Okuyan Dursun Fakih, Tarih Dünyası Dergisi, 12 (1950), 495-497. YILDIRIM, Dursun, Türk Bitiği, Ankara 1998. 486 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması MUHİDDİNOV, Muslihiddin ve ELTAZAROV, Juliboy (2014). “Ali Şîr Nevâyî’nin Eserlerinde Kâmil İnsan Kavramının Yorumu ve Onun Çağdaş «İnsani Gelişim» Düşüncesiyle Felsefi-Estetik Açıdan Bağlantıları”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.489-499 (http://bilgelerzirvesi.org). Muslihiddin MUHİDDİNOV* Juliboy ELTAZAROV** ALİ ŞÎR NEVÂYÎ’NİN ESERLERİNDE KÂMİL İNSAN KAVRAMININ YORUMU VE ONUN ÇAĞDAŞ «İNSANİ GELİŞİM» DÜŞÜNCESİYLE FELSEFİ-ESTETİK AÇIDAN BAĞLANTILARI Giriş Y azdığı ölümsüz eserleriyle ancak Özbek veya Türk Dünyası edebiyatında değil, belki tüm insanlığın manevi kültürü ve edebiyatında silinmez iz bırakan büyük şair, mutasavvıf düşünür Ali Şir Nevâyî ortaçağlarda Orta Asya vadileri, dağları ve bozkırlarında ortaya çıkan muhteşem bir uygarlığı temsil etmektedir. Timurlular uygarlığı olarak bilinen ve dünya ve Türkî halklar tarihinde önemli yer tutan bu uygarlık Türkistan’ı yakıp yıkan Moğol istilasından sonra büyük cihangir Emir Timur’un gayretleriyle kurulmuş, Orta Asya'daki tüm Türk ve İran soylu kavimleri bir çatı altında toplayan son büyük imparatorlukta ortaya çıkan yüce manevi ve maddi kültürü içermektedir. Malum ki, Emir Timur’un 35 senelik, (1369-1405) onun oğlu Şahruh Mirzanın 40 senelik (1407-1447) ve torunlarından biri Hüseyin Baykara’nın 35 senelik (1469-1506) padişahlık döneminde, yani bazı aralarla 110 sene süregelen barış, istikrar ve refah zamanlarında Türkistan’daki cennet manendi Semerkant olmak üzere İslam’ın kubbesi Buhara’da, güzel Andican’da; Horasan’daki Herat, Meşhet, Tebriz, Merv, Kabil gibi şehirlerde ortaçağlardaki Türk ve İslam kültürünün şaheserleri yaratılmıştır. Timur tarafından onun çok geniş coğrafyaya yayılan saltanatından Semerkant ve başka Türkistan * Prof. Dr. Semerkant Devlet Ali Şir Nevâyî Üniversitesi. Prof. Dr. Semerkant Devlet Ali Şir Nevâyî Üniversitesi. ** 489 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı şehirlerine getirilmiş bilginler, ustalar, ressamlar, mimarlar aslında 14. yüzyıl İslam kültürünün "kaymakları" durumundaydı. (Valihocayev, B. 2004: 14) Yerli bilginler, ustalar, sanatçılar ile birlikte onlar gerçek bir kültür harikasını yarattılar. Bu çerçevede hem Timurlular dönemine ait büyük hümanistik edebiyatın hem de bu eserlerin yaratıldığı güzel ve işlenmiş Eski Özbek edebi dilinin (Çağatayca’nın) yeri çok mühimdir. Çünkü Timurlular uygarlığından bize kadar ulaşan en nadir kültür ürünleri o edebi eserlerdir. Bu eserleri veren şahsiyetler listesi ise mutlaka büyük şair, düşünür ve hümanist Ali Şir Nevâyî’nin teberrük adıyla başlar. Ali Şir Nevâyî müşterek Orta Asya Türkçesiyle (Türkî) yazılan, Hayretü’l-Ebrâr, Ferhat ve Şirin, Leyla ve Mecnun, Seb’a-i Seyyâre, Sedd-i İskender destanlarını içeren yegâne Türkçe Hamsenin yazarı olmakla beraber büyük hümanist, tasavvuf felsefesinin büyük üstadı ve zamanından bayağı ileri giden düşünürdür. Bu anlamda o kendisini tarih sahnesine iten uygarlığın tipik vekilidir. Onun eserlerinde de kendisini yetiştiren o büyük uygarlığın muhteşem özellikleri aksetmektedir. Kısacası, kâmil insan ve hümanizm hakkındaki en ileri fikirler Timurlular döneminin edebiyatı ve kültüründe birikmiştir. Ali Şir Nevâyî eserleri bunun açık bir örneğidir. Kâmil İnsan Kavramının Menşeleri Kâmil insan konusu, tasavvufi düşünce geleneğinin önemle üzerinde durduğu esaslı konulardan biridir. Yetkin insan kavramını ilk kullananlar arasında İbn Sînâ ve İbn Tufeyl gelmektedir. Bu düşünürler kâmil insan’a dair görüşlerini meşhur Hayy b. Yakzân ortak alegorileriyle ortaya koymuşlardır. Bu kavramı kendi sisteminde farklı bir forma dönüştüren ilk düşünür ise İbnü’l-Arabî’dir. Ona göre insanın atası Hz. Âdem, ilk günahkâr insan olmaktan çok, insan-ı kâmilin ilk örneğidir. Bu çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla Âdem’e mahsus özellikleri birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olan üç temel kavram içerisinde ele alır: 1. Allah’ın tüm isim ve sıfatlarını toplaması ve yansıtmasını ifade eden cemiyyet.. İnsanın varlık yapısındaki zıtlıklar, âlemdeki konumu ve bilgisini ifade eden berzahiyyet. İnsanın bu varlık ve bilgi durumunun gerektirdiği doğrultuda yeryüzünde ahlâkî ilkelere göre tasarruf etmesi esasına işaret eden hilafet. İbnü’l-Arabî’de sistemli bir yapıya kavuşan vahdet-i vücûd düşüncesinde “insan-ı kâmil” nazariyesi, insanın âlemdeki yeri ve 490 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması mahiyeti açısından en önemli konulardan biri olmuştur. Tasavvuf tarihinin mühim meselelerinden olan kâmil insan anlayışı, varlık ve bilgi problemleriyle ilgisi yanında dinî ve ahlâkî boyutları da bulunan derin bir fikrî çaba ve ruhî tecrübenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Vahdet-i vücûd düşüncesinin özellikle sûfî düşünürler tarafından, çok geniş bir kabul gördüğü dikkate alındığında ve aralarındaki bazı farklar bir tarafa bırakıldığında, “insan” meselesinin tasavvufî açıdan Hak, âlem ve insan üçleminde ele alındığını görmekteyiz. (ÇELİK, İsa, 2011) "Kâmil İnsanın" Özellikleri Aşağıdaki Gibi Sıralanabilir: 1. Kendisine bir mana verir ve dünyaya gönderilmesinin gayesi üzerinde tefekkür etmesini bilir. 2. Maddi ve manevi bakımdan ne’şü ü nema bulmayı (filizlenip sümbüllenmeyi) ister, bu sebeple neyse o olmayı reddeder. 3. İbadet, itaat, hayır ve hasenat, ahlak ve fazilet bakımlarından mesafe almaya çalışır. 4. Toprağında zengin altın damarları bulunduğundan habersiz seviyedeki toprak sahibi gibi değildir, zayıf ve kuvvetli taraflarını iyi bilir. 5. Sadece kendisinden üstün olanlarla değil, kendisinden aşağı kimselerle münasebetlerinde çok başarılıdır. 6. Şahsına, insanlara, hadiselere ve hayata "öğrenmek" ve "keşfetmek" için bakar. 7. Göründüğünden daha değerlidir. 8. İnsan olarak yaratılmanın verdiği asaleti her zaman korur. 9. Söylediğini yapar ve yapabileceklerini söyler. 10. İlim ve amel seviyesi arttıkça tevazuu da artar. 11. Haddini bilir. 12. Elde edilecek menfaati olduğu halde adaleti düşünür. 13. Yemek için yaşamaz, yaşamak için yer. 14. İyimserdir, hüsn-i zan mümkün olduğu halde su-i zan etmez. 15. Kötülüğe iyilikle mukabelede bulunur. Ali Şir Nevâyî Hamsesinin birinci destani Hayret-ül-Ebrar İslam ahlakı, tasavvuf, iman, adalet, doğruluk, ilim, cehalet, yiğitlik, edeb gibi konular üzerine yazılmış, manzum makale ve hikayelerden 491 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı müteşekkil bir mesnevidir. Nevâyî 'nin bu birinci mesnevisi, 7976 mısralı felsefî bir eseridir. Bu eserde en merkez konulardan biri kâmil insan konusudur, yani Nevâyî’nin bir hümanist ve düşünür sıfatında arzuladığı kâmil insan görüntüsünün yorumları Hayret-ül-Ebrar destanında çok geniş şekilde yer almaktadır. Sebebi kâmil insan yüzyıllar boyunca halkımızın, onun yetiştirdiği büyük düşünürlerin ve edebiyatın ideali ve armanı olarak yaşaya geldi. Şimdilik de öyledir. Malum ki geçmişte Hamse yazarlarının insanın yaradılışı ve onun sosyal-ahlaki görüşleri İslami akideler temelinde şekillenmiştir. Tabii, insan hakkındaki fikir ve düşünceler dünyadaki tüm halkların folkloru ve yazılı edebiyatında mevcuttur. Genellikle insan hakkındaki fikir ve düşüncelerin ayrıca bir tarihi da vardır, çünkü her bir devirin kendi mefkûresine göre yorumlamalar da değişmiştir. İnsanlardaki ahlak hakkındaki düşünceler de zamanların değişmesiyle değişmiştir. Tabii ki, İslam uygarlığının ve dininin da insan hakkındaki ayrıntılı kavramlar sistemi oluşmuştur. Bu kavramlar sisteminin kaynakları ise Kur’anı kerim ve Hadislerdedir. Bilindiği gibi Orta Çağlardaki Müslüman Doğu halklarının edebiyatının yapısı ve gelişimini dinden ayrı tasavvur etmek zor, dolayısıyla ancak İslami veya tasavvuf edebiyatı değil belki, tüm edebi-badi hayat, estetik görüşler, düşünce ve tasavvurlar, mitler ve semboller İslam gayeleri esasında şekillenmiştir. Kâmil İnsan’ın Görüntüsü İslami düşüncelere göre kâmil insan şeraitin ahkâmlarına uyan, sünnet yolundan kaymayan, tevfikli, doğru ve insaflı adamdır. Ancak tasavvuf ehlinin görüşünce insan şeriat ile beraber tarikat ve hakikati da kendisinde mücessem etmelidir. Yani, sufi bilginler riyazet çekmeyen, tarikat makamatlarını tek tek aşmayan, fani dünyanın malmülkünden gönül üzmeyen, kendi nefsi ve vücudunun taleplerinden kurtulmayan, aşkı ilahi ile yanıp, ilahi sırlar âlemine kavuşmayan adamı kâmil insan saymamışlardır. Tanınmış tasavvuf edebiyatı uzmanı, Özbek bilim adamı Necmiddin Kamilov’a göre: «Kamilliğin yüce işareti Hak yolundan yürümek ve halk için faydalı olmaktır. İnsan öz sözü, ameli işleri, gönlündeki niyeti ile adamlara ne kadar yararlı olursa, kötü insanları doğru yolu bulmasında vesile olursa, Hak yolunda feda olursa o şu kadar kâmilliğe yaklaşmış olur.» (Kâmilov, Necmiddin, 2009: 136) Elbette, insan noksansız değildir, genellikle dünya hırsı ve şeytani nefs onun ruhuna kelepçedir ve onu hak yolundan azdırmaya 492 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması çalışır. Şu sebepli kâmillik yolu nefsi yenmek ve marifeti kucaklamaktır. İnsanda ilahi marifet ne kadar çok ise, o şu kadar arif ve kâmildir. Çünkü Allah Teâlâ insan ruhunu kendi marifetinin hazinesi olarak yaratmıştır. Hazret Ali Şir Nevâyînin anlattığı gibi: Afarnişindin kılıb insangaraz, Oni eyleb halk içinde beivaz. Könglin aning mahzani irfan kılıb, Ul tilsim içre özni pinhan kılıb, Raziy mahfiy ganc olub bu turfa cism, Sun’idin ganc hifiziga tilism, Ham tilism ul mahzan uzra, ham amin, Aferin sun’inga, ey can aferin! (Navoiy, A. 1960:19) Yukarıdaki mısralardan şu anlaşılmaktaki, Nevâyî’ye göre Tanrı Teâlâ kâinat ve dünyayı insandan dolayı yaratmıştır, dünyanı yaratmaktan amaç insani yaratmak olmuştur. Çünkü insan Tanrının dünyadaki halifesidir. Ondan insan gönlüne ilahi bilimler hazinesi tılsım edilmiştir. İnsan ise şu hazinenin korucusudur. Eğer insan şu tılsımı açabilse, kendini tanısa, anlasa, o zaman o büyüklüğe karşı adım atacaktır. Böylece kâmillik kendisini ve kendi Rabbini tanımak ve anlamaktır. Bundan dolayı insan ruhu her zaman Yaradan Rabbi huzuruna şaşar ve ona kavuşması ancak ilahi aşk üzerinden gerçekleşir. Aşk kâmil insanın sıfatlarından biridir. İnsan aşk üzerinden kemale erişir ve marifete yol bulur. Nevâyî insanın kemale erişmesi için akıl, bilim, yetenek de gerek olduğunu vurgulamıştır. Akıl ve bilim insana çok gerekli unsurlar, ama ilahi sırlara kavuşmak aşk vasıtasıyla olur. Bu tasavvufun irfani ilkesinden gelen bir hulasadır. Nevâyînin fikrice, aşk ezelden insanoğlunun hilkatinde mevcuttur. O «ruh meyi» ile insan cismine girecektir ve onu sarhoş edecektir. Ruh âleminin güzelliği hadsizdir. İnsanin cismine sinen aşk işbu güzellik âleminden yağmış nurdur. Bülbül güle âşık olup öttüğü gibi insan da bu güzellikten sarhoş olarak kendini kaybeder ve Mecnun gibi aşık olur. İnsan dünya güzelliğinin aşüftesi, dünya ve hayat onu büyüler. Bu büyü ona güzel kadın veya yar kıyafetinde gözükür: İşk çu tugyanı kamal eyledi, Aşık özin şefta hai eyledi, Husn dagı cilve kılıb dilpisand Zulfga topşurdı baladin kamand, Tüşti cahan mülkiga gavgai isk, 493 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Boldı zaman ahlıga yagmai işk … (Navoiy, A. 1960: 85) Böylece, aşk tüm varlığı saran «cihan mülküdür», yani tüm canlı ve cansız cisimler, hareketteki veya ölü eşyalar, yer ve gök cisimleri şairin nezdinde aşk kanunlarına uyarak yaşıyorlar. Kamil insanin gönlü aşkın özüdür. İnsan muhabbet ile insanlığını korur, o aşkla diridir. Bu yüce faziletin ilk işareti ise vefadır. Vefa aşkın ilk şartı, onun temelidir. Bundan dolayı «Hayretü’l-Ebrâr»da aşk bölümünden önce Vefa babi gelmekte. Ancak vefa düşüncesi aşk düşüncesine göre daha dardır. Vefa, tabir caiz ise, bir kadar dünyevi, emeli düşüncedir, onda aşk konusunda olduğu gibi geniş kavramı göremeyiz. Ama buna rağmen bu iki düşünce birbirine alakalıdır. Çünkü vefa önce muhabbette görülecek ve sınanacaktır. Vefasız dostluk dostluk olmadığı gibi vefasız yar yar değildir. Nevâyî aşk vefa kavramlarını geniş ölçüde tutuyor ve bu düşüncenin iki cins arasındaki ilişkilerden daha geniş alanları kapsayacağını belirtiyor. Kamil insanin aşkı vefaya kurulan, vefası ise aşka dayanandır. Kamil insan tarikat, hakikat ve şeraiti kendinde mücessem eden bir zat ise, o zaman hakikatin ne olduğunu belirlemek önemlidir. Hakikat sofilerin görüşünce Tanrı Teâlâ’nın zatıdır, biz onu sıfatları, yani dünyadaki mazharında öğreneceğiz. Bundan dolayı Hak denildiğinde hem Yaradan, hem de ebedi değişmez varlık, cevher anlaşılacaktır. Nizami, Amir Hüsrev, Cami ve Nevâyî Hak’ı böyle anlamış ve açıklamışlardır. Bu nedenle destanlardaki Tanrı’nın zat ve sıfatına bağışlanan münacat ve hamdları öğrenmek çok önemlidir. Destanlardaki bu bölümler temellerin temelidir, insan hakkındaki görüşlerin esasları da bu bölümlerde ifade edilecektir. Ali Şir Nevâyî tarikat yolunda kâmillik için çırpınanların ahlak ve evsafı, iman ve itikadını gözde tutarak bu destana Hayret-ül-Ebrar (Abrarların hayreti) adını vermiştir. Abrar tasavvufun valilik silsilesinin ikinci basamaktaki temiz insandır. Bu Hakkın aşığı insanın marifet âleminden hayretlenişi hususundaki gözlenimler destanın esasına alınmıştır. Buna göre eserdeki «hayret» bölümünü inceleyerek şairin asıl maksadı ve onun dünyayı görüşü özelliklerini anlamak mümkündür. Destandaki hikâyelerde gönül’ü Nevâyî ihtiram ile «Hoca» olarak adlandırıyor. Hoca sahip demektir. Hoca ne zaman kendiliğinden geçerse, âlemin yegâne ve bütünlüğünden kendini çekerse o yeni bir duruma faniliğe kavuşacaktır. Neticede gönül dünya ve gayıp (gizli) âleminin sır-esrarlarına aşina olacaktır: 494 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Fath olub mülk ile kişver anga Balki cahan mülki musahhar anga Mülk öziyu taht öziyu şah özi Borça özi borçadin agah özi… (Navoiy, A. 1960: 48) Gönül kendisini ve Rabbini tanımakla marifete kavuşacaktır. Gönül ilahi mekân iken, Allahın tüm mucizeleri burada gerçekleşecek, gönül’ün paklığı insani insan yapacaktır, gönül ne kadar temizlenirse insan Allaha o kadar yakın olur. Nevâyîye göre peygamber ve valiler gönül paklığının yüce örnekleridir. Ali Şir Nevâyînin Hayret-ül-Ebrar destanında kâmil insanın sıfatlarından biri olmuş kanaat hakkında özel bir makale vardır. Şairin nezdinde kanaatli kişinin rütbesi o kadar yüksek ki, o Tanrı Teâlâ önünde en aziz ve muteberdir. Nevâyîye göre kanaat cennete götüren kanatlardır, kanaat insanı güçlü ve kudretli yapar, kanatlı kişinin her zaman morali yüksek ve yüreği bütündür. Kanatlı geda padişah, kanatsız padişah ise sonunda geda olur: Şah ul emeskim, başıga koydı tac, Şah ani bilkim, yok anga ihtiyac… Şah başınıng şerefi tac emes, Angla ani şahki, muhtac emes Kimki kanaatdin erür hücceti, Yahşi-yamanga yok aning haceti… (Navoiy, A. 1960:76) Kanatlı insan kendi alın teriyle bulduğu bir parça ekmeği şah’ın inamlarından üstün koyar. Demek ki, kanaat en yüce himmettir. Ali Şir Nevâyînin Hayret-ül-Ebrar destanında getirilen Hatem ve oduncu ihtiyar hikâyesi bu açıdan çok ibretlidir. Hatem efsanevi sahavetli insan, onun eli açıklığı hakkındaki rivayetler meşhurdur. Ama Nevâyî sahradan odun toplayıp, onu satıp geçinen ihtiyarı Hatemden üstün koyuyor, çünkü yapabildiği ve mümkün olduğu halde ihtiyar Hatemin kapısına gidip ondan inam ve yardım almıyor, birisinin sadakasına kendisini bağlamıyor. Aksine kendi emeğiyle elde ettiği imkânlarla yaşamağı tercih eder. Nevâyîye göre kanaate davet helalliğe davet, emeğe davettir – insan toplumunda yaşamağın esas ölçütlerinden biri de budur. Kanaatli insan şahlık teşvişinden de gedalık azapların da kurtulur. (Ul kim, kanoatga mu’tad boldı – şahu geda taraddudidin azad boldi – Kim ki kanaate alışırsa, o şahlığın da gedalığın da teşvişlerinden kurtulur.) (Navoiy, A. 1960: 36) 495 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ali Şir Nevâyî’nin Hayret-ül-Ebrar destanından kâmil insan görüntüsünü açıklayacak başka onlarca ibretli hikâyeler yer almaktadır. Örneğin İbrahim Athem, Rabiye Adviye, Abdullah Ensari, Şeyh İraki, Beyazıt Bistami, İmam Fahrettin Razi, Hoca Muhammet Parsa gibi tasavvuf üstatları hakkındaki hikâyeler kâmil insanın kimliği ve huyunda yer alması gereken tarafları açıklamak için getirilmiş. Zaten, sufilerin ahlakı kâmil insanın ahlakıdır. Alçak gönüllülük, sabır, cömertlik, merhametli, kibar ve saygılı olmak gibi yüce özelliklerdir. Gerçek sufiler yalan, riyakârlık, kibir, sarhoşluk, hırs ve başka düşkünlükleri aşağı ve hayvanlara has özellikler sıfatında reddetmişlerdir. Kamil İnsan Kavramı’nın Çağdaş «İnsani Gelişim» Düşüncesiyle Bağlantıları İnsanlık tarihinin geçmiş devirlerinden bugüne kadar uzanan medeniyetler varlıklarını sürdürmeleri ve kollarını günümüze kadar uzatabilmelerini belli bir "insan modeli" inşa etmiş olmalarına borçludurlar. Bir insan modelinin inşa edilmesinde gerekli en temel faktör ise, içinde yaşanılan medeniyet havzasının, insanların kendilerini ve içinde barındıkları kainatı anlayıp açıklamalarını sağlayacak, hayatın temel sorularına cevap bulmalarına yardımcı olacak, kültür ve teknik üretmelerine yol açacak, kendi şahsi ve kurumsal gelişimini gerçekleştirmeye yarayacak bir alem tasavvuru (ya da dünya görüşü) sunmasına matuftur. (Özburun, Y. Ö., 2004) Bugünlerde Batı uygarlığı ürünü olarak kabul edilen üstinsan, üstün insan, süper insan, yüksek insan (İng. superman, Fr.surhomme, Al. übermensch) Alman düşünürü Friedrich Nietzsche (18441900)’nin ideal insan hakkındaki tasavvurlarından üretilmiştir. Nietzsche’ye göre (19. yy sonundaki) insanın çevresindeki kültür bir çöküş içerisindedir. Hristiyanlık ilk zamanlarından beri köleler arasında yayılmış, yoksul ve ezik insanların saplantısı olmuştur. Hristiyanlıkla şekillenen Batı kültürü dekadens (çöküş) içindedir ve yapılması gereken, ona ait her şeyi yenilemektir. Her şeyi yeniden değerlendirecek, apayrı ahlaki ölçütlerle donanmış ve güçlü olma isteğini yaşayan insan da üstinsan (übermensch)’dir Nietzsche'ye göre, "güçlü insan" güçlü iradesi olan insandır. Nietzsche'ye göre, yalnız irade gücü, güçlü olmanın göstergesidir. O, irade gücünü her şeyin üstüne koymakla bütün geleneksel değerleri dışlayarak bireysel özgürlüğe giden yolun açılacağını savunuyordu. 496 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sadece irade gücüne sahip olan insanı adeta yeniden oluşturmak ister. Ona göre, iyi insan, politik anlamda güçlü olan insan değil, metafizik ve ahlak (dindışı ahlak) anlamında güçlü olan insandır. Fakat bu noktada irade gücünün yönünün çok kolay bir şekilde politik güce çevrilebileceğini unutmuş gibidir. Üstün insan, hiç bir zaman kendini küçük ve zayıf hissetmez. (Dikkat edecek olursak, burada, insanın en temel iki varoluşsal yarası/yasası olan acziyet ve fakrıyetin de inkarı söz konusudur. Yönünü bulamamış acz ve fakrı, reddetmekten başka çare kalmamış gibidir.) Yani ona göre ahlakın işareti, iradenin gücüdür. Ahlaklı olmak, kendinin efendisi olmaktır. Kendinin efendisi olmaya giden yolun ilk adımı ise Tanrı'yı öldürmekten geçmektedir. Yani insanın kendi kendisinin efendisi olması gerekmektedir; bunun için iradesini eksen alarak Tanrı'yı öldürmelidir. Bir diğer adımda ise, sürü ahlakının temeli olarak varsaydığı geleneksel ahlak yıkılmalıdır. (Doğuhan, M.Y., 2014) Bu görüş günümüz insanına insana evde, sokakta, iş yerinde bir yaşama stili sunmaktadır. Bu stil genelde seküler bir yaşam tarzı olduğu da bellidir. Bu yaşam tarzı ve düşüncenin ortalama Batı/Hristiyan vatandaşına sunduğu ‘nimetler’ de günümüzde çok farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Batı uygarlığının bilim ve teknolojide, sosyal hayat düzenlerinin geliştirilmesinde elde ettiği ve ediyor olduğu kazanımları red edilemezdir. Ancak toplumsal değerlerin temelindeki maddi menfaat hırsı toplumda kendini geliştiren insanın da nihai amacını yine de maddi kazanımlara bağlamaktadır. Toplumsal açıdan süper güç olma hırsı ile bireysel açıdan Süpermen olma hırsı bir araya gelip vahim sonuçlar doğurmaktadır. Araştırmacı Halil Akgün’ün yazdiği gibi: ‘Olaya hangi açıdan bakarsak bakalım, üzerinde ısrarla durmamız gereken bir konu var: şiddet kültürü. Modern hayatın her alanını tanımlayan şiddetin boyutları, aslında düşündüğümüzden daha derin ve kapsamlı. Şiddet ile genellikle fizikî saldırı, silahlı eylem ve benzeri hareketleri anlıyoruz. Oysa şiddetin çok çeşitli biçimleri var. Modern ve müreffeh bir dünya kurmak adına tabiata karşı giriştiğimiz sistematik şiddet eylemi, bugün yeryüzündeki varlığımızı tehdit eder noktaya geldi. Kapitalizmin doyumsuz kazanç hırsından kaynaklanan şiddet güdüsü, dünyada mutlu bir azınlığın refahını temin ederken, insanlığın önemli bir kısmının fakirlik sınırında yaşamasına neden oluyor. Bir takım ideolojik sloganlar adına insanlara yönelik baskı politikaları devlet eliyle meşrulaştırılıyor. Hollywood merkezli eğlence kültürünün ürettiği sapık tipler ve senaryolar, şiddeti estetize 497 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ediyor ve bunun neticesinde insanlar şiddeti, kanı, vahşeti kanıksar hale geliyorlar.’ (Akgün, H. 2001) Maddi ve teknolojik gelişmeyi insanlığın yeryüzündeki tek gayesi olarak gören ilerleme düşüncesi, insanın İlahi olandan kopuşunun en acı sonuçlarından biridir. İlahi dinler, tarihi, insanın yaratılış serüveninin ve imtihan sürecinin yaşandığı bir sahne olarak tanımlamışlar ve böylece gelişme / ilerleme kavramına manevi ve fizik ötesi bir anlam yüklemişlerdir. Buna mukabil modern ilerleme düşüncesi, evrim teorisinden aldığı ilham ve destek ile, tarihi yatay bir çizgiye indirgemiş; böylece tarih ve zaman kavramından, İlahi ve kutsal olanı kovmuştur. Bu bakış açısının bir sonucu olarak, bugün dünyadaki maddi ilerleme mutlak bir değer olarak kabul edilmekte, insanların ruh ve kalp dünyasındaki bozulma ve çürüme ise maddi ilerlemenin bir bedeli olarak meşrulaştırılmaktadır. Oysa belli bir mana ve hedeften yoksun gelişme, ancak bozulma ve çöküşe götürür. İnsani açıdan baktığımızda da karşımıza benzer bir tablo çıkıyor. Manevi ve ahlaki tekâmülden yoksun gelişme, ancak insanın hayvani, zevk ve fücur (Şems, 91/8) yönünün kutsanmasına yol açabilir. İnsanın maddi yönü, en kesif tarafını teşkil ettiği için insanı semadan arza doğru çeker (hubut). Ruh yönü itibarıyla da kemal âlemlerinde seyreder. (Akgün, H. 2001) Bugünden geriye bakarak, söz konusu medeniyetlerin (çok genel bir biçimde Doğu ve Batı) alem tasavvuru / dünya görüşü ve sundukları insan modeline ilişkin temel kırılmalar bakımından bir netleşmeye varmamız gerekirse eğer: - Mitolojinin karşısında Esmaü'l-Hüsna'nın, - Teslis'in karşısında Tevhid'in, - Tanrı'ya benzeme çabasının (Teşebbüh-ü bi'l vacip) karşısında ise Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak (Tahallik-i bi ahlakillah) anlayışının, - Dünya eksenli yaşayıştan çok ahiret odaklı yaşamanın, - 'Yaratıcı düşünmek'ten ziyade 'keşfe dönük düşünmenin, - Vahşi rekabet yerine hayırda yarışmanın, - Her şeyi pratiğe indirgeyip (techne) kainata egemen olma çabasının yerine, kainatın ahengine katılmaya dayalı bir temaşa (nazar, theory) anlayışının yer aldığını genel olarak söylememiz mümkündür (Özburun, Y. Ö., 2004). İslam’ın ortaya çıkardığı büyük uygarlıklar, örneğin, Timurlular Devleti ve Osmanlı'da billurlaşan 'insan-ı kâmil' idealinin yeniden üretilmesi gereken bir ihtiyaç olduğunu bugünlerde besbellidir. Bu yol, belki bugünlerde Türkiyede medyada tartışılmakta 498 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olan 'İnsani Gelişim' estetik-felsefi akımı yöntemleriyle izlenebilir. İnsani Gelişim öncelikle dikey bir boyutta insanı bütün kainata, ruhuna, ahirete, nefsini ıslaha, bir ahlak-ı a'la'ya nisbet etmeyi öngörmektedir. Bu görüş İslam düşünürleri, filcümle Ali Şir Nevâyînin kâmil insan hususundaki görüşlerine uymaktadır. Hulasa Hulasa olarak Ali Şir Nevâyînin Hayret-ül-Ebrar destanında birçok insani faziletler ve sıfatlar hakkında bilgiler ve şairin görüşleri verilmiştir. Bu destanda kâmil insanın özellikleri mükemmel insan kavramı şeklinde yorumlanmıştır. Kamil insan gayesi ortaçağlardaki hümanistlerin görüşlerini ifade etse de bu konu günümüzle doğrudan alakalıdır. Çünkü insanlığın bugünlerde karşı karşıya geldiği sorunların çözümleri yine de bugünkü ve gelecek nesilleri nasıl yetiştirmek ve eğitmek ile bağlıdır. Bunda tabii ki büyük ceddilerimizin, fil cümle Ali Şir Nevâyînin kâmil insan hakkındaki tasavvurları ve yorumları bize yardımcı olacaktır. Kaynakça AKGÜN, Halil (2001), Amerika’dan Taşan Şiddet // Semerkand dergisi , Aralık, 2013. Sayı 180 > http://semerkanddergisi.com/amerikadan-tasansiddet/ (Nisan, 2014) AKGÜN, Halil (2000), Yükselme ve Alçalma Ekseninde İnsan // Semerkand dergisi, Aralık, 2013, Sayı 180 > http://semerkanddergisi.com/amerikadantasan-siddet/ (Nisan, 2014) DOĞUHAN, Murat Yücel, Üstinsan Nedir Nietzsche Übermensch // DMY Felsefe > (Şubat 5, 2014) KAMİLOV, Necmiddin, (2009), Tasavvuf, Taşkent: Maveraunnahr. NAVOİY, Alişer (1970). Lisan-üt Tayr, Tenkidi Metin. Tayyarlavçi Ş. Eşanhocaev, Taşkent: Fan. NAVOİY, Alişer (1960), Hamsa, Tenkidi Metin, Neşrge tayyarlavçi P.Şemsiyev, Taşkent: Fan. ÇELİK, İsa, Tasavvufî Bir Kavram Olarak İnsan-ı Kâmil, http://keskul.com.tr/tasavvufi-bir-kavram-olarak-insan-ikamil.html (Mayıs, 2014) ÖZBURUN, Yusuf Özkan (2004). Medeniyetlerin Kırılma Noktasında "Üstün İnsan" "Kamil İnsan"a Karşı // Köprü dergisi Yaz 2004, Sayı, 87. >http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum= EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=618 (Nisan, 2014) VALİHOCAYEV, Baturhan (2004), Uluğ Bey Devri Medreseleri; Çeviren: Kishimjan Eshenkulova, İsar Vakfı Yayınları. XIV+60 P. 499 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ÜLVİ, Almaz (2014). “Sultan Hüseyn Bayqara və Azərbaycan”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.501-504 (http://bilgelerzirvesi.org). Almaz ÜLVİ (Binnətova)* SULTAN HÜSEYN BAYQARA VƏ AZƏRBAYCAN 1 926-cı il 26 fevral – 6 mart tarixlərdə Azərbaycanın paytaxtı Bakı şəhərində keçiriləcək I Bakı Türkoloji qurultayla əlaqədar olaraq dahi Nəvainin 500 illiyi ilə bağlı bir sıra işlərin görülməsi də planlaşdırılır: Nəvainin xatirəsinə üç kitab dərc olunur: “Nəvai” (məqalələr toplusu), Əlişir Nəvai. “Vəqfiyyə” və Əlişir Nəvai. “Münşəat” əsəri. o cümlədən “Bayqara və onun Divanı” (Nəvai Teymurilər nəslindən olan Hüseyn Bayqaranın, yəni onun sarayında baş vəzir olmuşdu, bü səbəbdən türkçülüyün inkişafındakı əvəzsiz xidmətləri nəzərə alınmışdır). Nəvai adı anılan kimi Sultan Hüseyn Bayqara adının xatırlanmasının tutarlı səbəblərindən biri də XV əsr Azərbaycan ədəbiyyatının ən görkəmli nümayəndələrindən olan Nemətullah Kişvərinin məşhur: Kişvəri şeiri Nəvai şeirindən əskik iməs Bəxtinə düşsəydi Sultan Hüseyn Bayqara - sətirləri də tutarlı ip ucudur. Böyük xaqan eyni zamanda "Hüseyni" təxəllüsü ilə, həm də zamandaşları olan görkəmli şairlərdən fərqlənərək türkcə şeirlər yazmışdır: Gər xəyalın olsa mehman könlüm evində müdam, Ağlayan üz sona hər dəm gözlərim gövhər fəşan. Dedim ey can, dərdimə vəslin ilə bir çarə qıl, Gülüb dedi: ey Hüseyn, tutma məndən bu güman. Bu gün özbək ədəbiyyatının klassiki kimi tanıdığımız, əslində böyük Türk ədəbi dünyasının dahilərindən biri Əlişir Nəvainin ədəbi şəxsiyyəti, irsi haqqında XX əsrin ilk başlanğıcından Azərbaycan mətbuatında irihəcmli məqalələr dərc olunsa da, onun uşaqlıq dostu, Teymurilər sarayının son nümayəndəsi sayılan Herat hökmdarı (14871506cı illər arasında) Hüseyn Bayqaranın (1438-1506) ədəbi * Prof. Dr. Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyası. 501 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı şəxsiyyəti və irsi haqqında əsrin əvvəllərində, xüsusən də I Bakı Türkoloji Qurultayı ərəfəsində əl altında tapılası heç bir yazı, tədqiqat materialı, yaradıcılıq nümunələri yox idi. Bu mənada Bəkir Çobanzadənin təqdim etdiyi “Hüseyn Bayqara. “Divan” (Bakı, 1926) kitabını və həmin kitaba yazdığı “Bayqara və divanı haqqında” ön sözü o dövr üçün qənimət kimi dəyərləndirmək olar. 2007-ci ildə B. Çobanzadənin 5 cildlik “Seçilmiş əsərləri” latın qrafikası ilə nəşr olundu. Bu həm də onun əsərlərinin ilk mükəmməl nəşri sayıla bilər. “Bayqara və divan haqqında” adlı məqaləsi həmin kitablara daxil edilməmişdir. Bu təbiidir. Çünki onun qısa ömründə yazdığı onlarla əsərləri yığıb-yığışdırmaq, tədqiq etmək, təhlil etmək, araşdırmaq ayrıca bir institutun işidir. Bəkir Çobanzadə Sultan Hüseyn Bayqaranın “Divan” kitabının nəşri üzərində çalışarkən özbək ədəbiyyatının tanınmış simalarından biri Əbdürrauf Fitrətdən əldə etdiyi mənbədən yararlanmışdır. Bu haqda “Ön söz”də qeyd edərək yazır: “Bu nüsxə özbək şair və ədiblərindən olan Əbdürrauf Fitrətin kitabxanasındakı nüsxədən – bizim xahişimiz üzərinə kopiya edilmişdir. “Bizim Fitrət arkadaşımızdan gördüyümüz əlyazma nüsxə - yazı cəhətdən – çox açıq, gözəl olduğu halda ondan yapılan nüsxə çox ibtidai bir yazı meydana gətirmişdir. Buna səbəb bizim əcələ etdiyimiz olsa gərəkdir. Hər halda olduğca böyük zəhmət sərf edərək bizim üçün bir nüsxə kopya etdirmiş olan Fitrət arkadaşa biz - “Təşəkkür. Sağ ol!” - demək borcumuzdur.” B.Çobanzadə H. Bayqaranı ədəbiyyatşünas kimi tədqiq, şair kimi təqdim edir. Klassik şairin, böyük sərkərdənin şəxsiyyəti haqda məlumatla yanaşı, ədəbiyyatşünas olaraq onun ədəbi irsinin məziyyətlərini açıqlayır. B.Çobanzadə H.Bayqara əsərlərini təhlil edərkən, həm onun yaşadığı dövrün ədəbi-tarixi mənzərəsini açır, yaradıcılığndakı mövzulara toxunur, həm də ədəbi dilindən söz açır: Maraqlı fikrini diqqətinizə çatdırmaq istərdim: “İştə bizim fikrimizcə, bunun üçündür ki, bütün İslam klassikləri tövşyan balası (qoyun balası-A.Ü.) kibi şəkl və mövzuca, bir-birinə bənzərlər, bu şairləri tədqiq edərkən ayrı meyarlar və az-çox xüsusi üsullar lazımdır. Əgər işdə bu nöqtələri göz önündə tutaraq oxuduğumuz zaman Bayqaranın şeir qüvvəticə, (Nəvaidən) heç aşağıda qalmadığı görünməkdədir.” Tədqiqatlarının qənaəti və H.Bayqaranın təqdim edilən kitabındakı “ön söz”də B.Çobanzadənin yazdığı kimi, bu dil və bu mövzular az dəyişmə ilə XIX əsrin sonlarına qədər Orta Asiyada yaşayıb qalmışdır. “Cığatay” şairləri ilə “özbək” şairləri arasında 502 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması lisançı və tarixçinin bulacağı fərqləri ədəbiyyatçı bulamaz. Ancaq XIX əsrin sonlarında qeyri özbək ədəbiyyatı, gərək mövzu və gərək şəkilcə klassik ədəbiyyatdan öyrənilmişdir. Bayqara şəxsiyyəti və onun divanı haqqında XX əsr oxucusu, ədəbiyyat dünyası üçün bu kitabın əhəmiyyəti misilsizdir. Təqdim olunan “Ön söz”də B.Çobanzadənin özbək ədəbiyyatı, klassikləri haqqında mükəmməl bilgisi diqqətdən qaçmır. Bu da təsadüfi deyildir. O, Özbəkistan torpağında çalışması özbək ədəbi-mədəni mühiti, klassik irsi ilə birbaşa, - arxivlərdə işləmək imkanı mənasında, - tanış olmaq şansı əldə etmişdir. Sultan Hüseyn Bayqara haqqında sonralar elmi mənbələrə söykənikli bir sıra məqalələr yazılsa da onun “Divan”ı 2011-ci ildə (Bakı, MBM, 248 s.) yenidən nəşr olundu. Kitabda Sultan Hüseyn Bayqaranıın divanına daxil olan qəzəl, təxmis, müxəmməs, rübai və qitələri toplanmış, “Risalə” adlı əsəri verilmişdır. Kitab 31 mart - 4 aprel 2009-cu ildə İstanbulda TürkSOY tərəfindən təşkil olunan «Türk Ləhcələri Arasında Uyğunlaşdırma Çalışmalarının Bugünkü Durumu və Qarşılaşılan Problemlər» mövzusunda Beynəlxalq simpoziumun tövsiyələrinə və yekun bəyannaməsinə uyğun olaraq nəşr edilmişdir. Əsəri Azərbaycan türkcəsinə uyğunlaşdıran türkoloq alim Ramiz Əsgər bu kitabı - “Sultan Hüseyn Bayqara. Divan”ını (TürkSOY kitabxanası seriyasında) AMEA Folklor İnstitutu Elmi Şurasının qərarı ilə nəşr etdirmişdir. Kitaba R.Əsgər “Qılınc və qələm Sultanı Hüseyn Bayqara” adlı ön söz yazmış, Sultanı Hüseyn Bayqaranın ədəbi şəxsiyyəti və irsi haqqında əhatəli tədqiqatçı fikrini bildirmişdir. Sonda Sultanı Hüseyn Bayqaranın bir qəzəlini təqdim edirik: Gül vaxtı oldu və mən dərd qəminə mübtəla oldum. Bağrımda eşq atəşindən lale kimi yüzlərlə dərd yarası oldu. Sənin kimi sultandan ayrı düşəli, pərişan halını Gül yaprağıyla deyil, yüz dil ilə izah edər. Eşqimdə heç son yoxdur deyə bilirdim Qovuşmanın gülüylə əvvəl məhəbbət kıldığımdan bəri Lale kimi içki qədəhini qənimət tut gül zamanında Haşa ki ürəksiz bülbülün səsi içirdi. Hərçənd Hüseyn camalının bağçasında yarpağı tapmadı Ey təzə gül, sənə bu çəməndə ömür olsun. 503 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ədəbiyyat Sultan Hüseyn Bayqara, Divan, ( azərbaycancaya uyğunlaşdıran və ön sözün müəllifi: B.Çobanzadə) // Bakı, 1926. Sultan Hüseyn Bayqara, Divan, Azərbaycancaya Uyğunlaşdıran və Ön sözün Müəllifi: Ramiz ƏSKƏR // Bakı, MBM, 2011, 248 s. Professor B.Çobanzadə ilə Müsahibə: / Birinci Türkoloji Qurultayı/ //Yeni fikir, 1926, 7 mart (№ 1034), S. 3. (Ərəb qrafikasında). Latin Əsasli Yeni Türk Əlifbasi və I Baki Türkoloji Qurultayi Biblioqrafiya: Tərtibçilər: Prof.: Kamil Vəli Nərimanoğlu Ə.Ağakişiyev S.Abdullayeva // Bakı-2006 Almaz Ülvi (Binnətova), Azərbaycan - Özbək (Cığatay) Ədəbi Əlaqələri (Dövrlər, Simalar, Janrlar, Təmayüllər) // Bakı: “Qartal”, 2008. 328 səh. 504 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması QAFARLI, Ramazann (2014). “Bextiyar Vahabzade Türk Dünyasının İstiqlal Şairidir”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.507-531 (http://bilgelerzirvesi.org). Ramazan QAFARLI* BEXTİYAR VAHABZADE TÜRK DÜNYASININ İSTİQLAL ŞAİRİDİR T ürk dünyasının ikinci minillikde yetirdiyi böyük şexsiyyetlerden biri, Azerbaycan edebiyyatının, bütövlükde XX esr poetik fikrinin görkemli nümayendesi Bextiyar Vahabzade çoxsaheli fealiyyeti ile Azerbaycanın serhedlerinden çox-çox uzaqlarda tanınır. O, her şeyden evvel mütefekkir şair, lirik dramaturq olaraq hemişe xalqının sözünü demişdir. Son dövr tariximizin yaddaşına hem de istedadlı alim, publisist, qeyretli, cesaretli ictimai xadim, yeni mübariz nesil yetişdiren müdrik pedaqoq, sade ve semimi insan kimi hekk olunan Bextiyar Vahabzadenin irsi - şeirleri, dramları, elmi-publisist yazıları dünyanın çox dillerine (ingilis, rus, fransız, alman, fars, Türk, polyak, ispan, macar, özbek, qazax, tacik, türkmen, eston, latış, litva, ukrayna, moldova, gürcü ve b.) tercüme edilmiş ve böyük sevgi ile qarşılanmışdır. Bextiyar Vahabzadenin uşaqlığı represiya çağlarına, gencliyini en qızğın dövrü ise İkinci dünya müharibesi illerine düşmüşdür. O, * Prof. Dr. Azerbaycan. 507 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı qarşılaşdığı dehşetli hadiseleri daxilinden keçirdikce narahat üreyinin döyüntülerini şeire çevirib etiraz sesini ucaltmışdı. Onun ilk qelem tecürbesi mehz dünyanı faşizm kabusu bürüdüyü illerde sınaqdan çıxmışdır. Birinci metbu şeirleri ile Semed Vurğunun diqqetini özüne celb etmiş, onun xeyir-duasını alandan sonra bütün ömrünü poeziyaya hesr etmişdir. B. Vahabzade 70-den artıq şeir kitabının, 2 monoqrafiyanın, 11 elmi-publisist kitabın ve yüzlerle meqalenin müellifidir. Bakı Akademik Dövlet Dram Tetrının sehnesinde onun “Vicdan”, “İkinci ses”, “Yağışdan sonra”, “Yollara iz düşür”, “Feryad”, “Hara gedir bu dünya?”, “Özümüzü kesen qılınc”, “Cezasız günah”, “Dar ağacı” pyesleri, paytaxtın diger teatrlarında «Atamın kitabı» eseri tamaşaya qoyulmuşdur. O, tarixi ve müasir mövzuda 20-den artıq iri hecmli poemanın müellifidir. O, 1974-cü ilde emekdar incesenet xadimi, 1975-ci ilde respublika, 1984-cü ilde ise SSRİ Dövlet Mükafatı laureatı adlarına layiq görülmüşdür. 1995-ci ilde ise Azerbaycan xalqının milli azadlıq uğrunda mübarizesinde xüsusi xidmetlerine göre “İstiqlal” ordeni ile teltif edilmişdir. Son 50 ilde Azerbaycan edebiyyatında B.Vahabzade qeder ümumxalq mehebbeti qazanmış ikinci bir şairin adını çekmek çetindir. O, hele 60-cı illerde başlanan milli azadlıq herekatının öncüllerinden biri olmuşdur. 1950-ci ilde yazdığı “Gülüstan” poeması ile iki yere parçalanmış Azerbaycanın tarixi faciesini dile getirmiş, rus ve fars imperiyasının pencesi altında inleyen Azerbaycan xalqının azadlıq ve istiqlal uğrundakı edaletli mübarizesine qoşulmuşdur. Bu poemaya göre 1962-ci ilde şair “milletçi” damğası ile Universitetden çıxarılmış, yalnız 2 ilden sonra yerine qaytarılmışdır. Sovet rejiminde milli varlığı tapdanan, her cür mehrumiyyetlere me’ruz qalan milletinin derdlerini remzler ve müxtelif edebi üsullarla ifade etmiş, iri hecmli poemaları ve pyeslerinde hadiseleri ya tarixe, ya da başqa ölkelere keçirerek öz milletinin derdlerini dile getirmişdir. Birbaşa Sovet diktaturasını ifşa eden eserlerini ise şair, Sovetler İttifaqı dağılandan sonra “Sandıqdan sesler” başlığı altında neşr etdirmişdir. Bextiyar Vahabzade sözün heqiqi menasında narahat insan idi. Oxuculardan şikayet dolu mektublar alanda da, ünvanına yönelen qerezli yazılar qezetlerde işıq üzü görende de, mitinqler baş verende de, qonşunun - düşmenin xalqımıza qarşı iftiralarını eşidende de, qanlı yanvar hadiselerinde sovet imperiyasının generalıyla Azerbaycan 508 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması televiziyasında üz-üze gelende de... Ne qeder ki, dünyamızda haqsızlıq var, Bextiyarın da narahatlığı bitib-qurtaran deyildi... Gözümün önünde haqqı döyürler, Qışqırır, sesine bir ses veren yox. Zorun arxasında ele gizlenib, Onu ne eşiden, ne de gören yox... Şair hamını ayıq olmağa sesleyir, çünki “nahaq haqq olanda haqq da haqq deyil”. Sözün hikmetine baxan yoxdur. Böyükle kiçiyin yeri sehv düşüb. Elin en müdrikinin bele feryadına ehemiyyet vermirler. Haqqın haqqı elinden alınan yerde “Haqın haqqı yoxdur “men haqqam” desin”. Bextiyar Vahabzade isteyir ki, “haqqın deyirmanında” ancaq zülmü üyütsünler. Lakin her ikisinden “yene zülüm doğulur”. En dehşetlisi ise odur ki: Hem haqqın, hem de zülmün Teze deyirmanında Üyüdülen haqq olur. Sözü gülleye çeviren Bextiyar bezen belanın böyüklüyünden doğan sorğularının cavabsız qaldığını görür, lakin acizleşib eyilmir, dünyanın özüne qarşı üsyan qoparır: “Men bele dünyaya ne deyim indi?” O, bütün titullarına baxmayaraq, ilk növbede şair idi. Şair Bextiyarın meydanında döyüş sözle aparılırdı. O, sözünü her vaxt deyirdi - özü de serrast, açıq, özünü oda-köze vuraraq deyirdi. Ellinci illerde de, son çağlarında da. Üzündeki kederin bir sirri onda idi ki, bezen sözü kesereden salırdılar. Nizamiden, Yunus Emreden, Nesimiden, Dede Qorquddan miras qalan sözün qeribçiliyini, yazıqlığını görmek şair üçün böyük derddir. Kimlerse qesden Sözün meydanını daraldır. Bu halda da Bextiyar kelamının deyeri evezsiz idi, müdrikliyi hamımıza derman idi. Bextiyar Vahadzade poeziyası insanlığın heyat dersliyidir desek yanılmarıq. Onun içerisinde zaman, eşq, vetendaşlıq, mübarizlik, üsyankarlıq, merdlik, erenlik, qeyret, ar, namus, düzlük, 509 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı saflıq ve daha nelere çağırış var. Bu poeziyada inamsızlıq, tereddüd, meğlubluq, üzüdönüklük yoxdur. İnsan oxuduqca düşünür, düşündükce metinleşir, dözümlülük, eyilmezlik tapır, Bextiyarın “men”ini - qehremanlarını tanıdıqca özünü derk edir, ümidsizlikden yaxa qurtarır, vuruşmaq, qelebe çalmaq isteyir. Bextiyarın felsefesi kitablardan gelmirdi, heyatın, yaşantıların içerisinden doğurdu. Onun müdrikliyi dünyamıza tapınırdı. Şair fikirlerini poetik strukturlarda ele qelibleşdirirdi ki, sade olduğu qeder bitkin idi, insanla, cemiyyetle sıx bağlantıda idi. Bextiyarın zahiri görünüşü, davranışı, danışığı, hadiselere baxışı da özünemexsus idi. Ve şairin senetini bu amillerden ayrı tesevvüre getirmek mümkün deyil. Bextiyara bextiyar şair kimi baxanlar yanılırlar. Çünki o bextiyar olmağa can atmaq üçün dünyaya gelmemişdi. Narahatlığının, üsyankarlığının bir sebebi de bunda idi. Başqa sözle, onun bextiyarlığı sözlerinin serrastlığında, hedefe deymesindedir. Eger şehidlere hesr etdiyi eserleriyle hemvetenlerinin qelbinde qesbkarlara nifret oyatdığını, xalqının bir yumruq kimi birleşdiyini görürse, demeli, bextiyardır. Şair insanların duyğu ve düşüncelerine güzgü tutmaqla senetini yaşadır ve bununla öz ömrünü uzadır, daha doğrusu, ebedileşdirir. Bextiyar poeziyası bir şexsin narahatlığını deyil, başı müsibetler çekmiş böyük bir xalqın ümuleşmiş duyğularını ifade edir. Mehz bu menada onun eserleri heyat dersliyi rolundadır. O derslikden neleri öyrenirik? - sualını cavablamaq üçün böyük bir kitab azlıq eder. Bezi meqamlarını qısaca açıqlamağa çalışacağam. Bextiyar Vahabzade poeziyası sevib sevilmeyi, seçib seçilmeyi, tanıyıb tanınmağı, yuxudan ayılmağı öyredir. Dostu, düşmeni, merdi, namerdi, özümüze özümüzü tanıdır. O derslikde esil insan kimi yaşamağın yolları gösterilir. Bextiyar Vahadzedenin poeziya dünyasına giren oradan Vetenperver, üsyankar bir insan kimi çıxır. Şair hele 50-60-cı illerde meqam eline düşen kimi sesini ucaldırdı. O dövrleri yaşayanlar bilir ki, milli qürurdan behs açan bir kelme söz üste adamın dilini bağlayırdılar. Herden Bextiyarın sebir kasası ele dolurdu ki, dözmeyib açıq-aşkar imperiyaya meydan oxuyurdu, “Gülüstan” feryadını qoparırdı: Hanı bu ellerin merd oğulları, Açın bereleri, açın yolları. Bes hanı bu esrin öz Koroğlusu – Qılınc Koroğlusu, söz Koroğlusu? 510 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Söz Koroğlusu”na çevrilib “dırnağı etden”, “üreyi bedenden”, “canı cesedden” - Azerbaycanı Azerbaycandan ayıranlara heykel qoyanlara, şenlerine tenteneli toplantılar keçirenlere qılınc çalmaqla şair Nizaminin zahidi kimi eynine kefen keçirmişdi. Bu, Stalin zindanlarının qapılarının tezece açıldığı 1959-cu ilde deyilirdi. Çoxları tarı, kamanı, nağaranı utandırıb “Azerbaycan-Rusiya birliyi”ne neğmeler qoşurdu, orden payı umurdu. Bextiyar Vahabzede ise Arazın timsalında Veten övladlarını bizleyib ayıltmağa, üsyan qaldırmağa sesleyirdi: Ey Araz, sepirsen, göz yaşı sen de, Keçdikce üstünden çölün, çemenin, Seni arzulara sedd eyleyende, Niye qurumadı suların senin? Ve Azerbaycanın 90-cı il xalq herakatı dalğasının mayasında bu poemanın durması şübhesizdi. Azerbaycan gencleri “Gülüstan”dan keçib “Azadlıq” meydanına toplaşmışdılar... Zaman Bextiyar Vahabzedenin üsyanına hele o çağlarda teslim olmuş, onu susdurub yox etmekde aciz qalmışdı. “Meqamı ele keçirmesi” hemin qarşılaşmadan sonra ortaya çıxıb. Zaman Bextiyar sözünün keseri qarşısında susmağa üstünlük verdiyi kimi, şair de öz yuvasına çekilen, quyruğu tapdalanmış “efi ilanın” qefil çalmasına beled idi. Bu sebeden daha sözü üze demir, “küleye buraxır”, qananın qanması da kifayet edir. Bextiyar Vahabzadeye göre “meqem tapmaq” ne idi? Başqa ölkelere seyahete çıxanda guya yadların, imperiyadan kenardakıların derdinden behs açırdı. Ancaq yadellilerin diliyle Azerbaycan türkünün derdlerini dile getirirdi. “Öz ana yurdundan özüne tekce Torpağı qazdığın xış qaldı, qardaş!..” - deyende ispanı nezerde tutmurudu, hemin şeraitde yaşayan hemvetenini dümsükleyib oyadırdı. Bilirdi ki, gec-tez yatmış milletin gözünden yuxunu qovsa, zamanın özünü diz çökdürecek: Ayağa qalxmışdır artıq vetenin, 511 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Qoy onun önünde diz çöksün zaman. Şair görürdü ki, xalqı yuxuya verenler “öz doğma dilinde danışmağı ar bilen fasonlu edabazlardı”, eleleri ile ne o çağlarda, ne de indi barışıb: Qelbinizi oxşamır qoşmalar, telli sazlar. Bunlar qoy menim olsun, Ancaq veten çöreyi, Bir de ana üreyi. Sizlere qenim olsun. (1954) Dil meselesinde heç kese güzeşte getmir. Çüki dil insan “üreyinin açarıdır”. O açarı başqasına verenden ne gözlemek olar? Diline xor baxan torpağına kor baxar. Ana südünü emende eşitdiyi laylanı qulaqlarında sırğa etmeyenler üçün müqeddes şey yoxdur. Şair yeri gelende heç ustad Şehriyarı da bağışlamır, acısa da günahını üzüne deyir: Meni bağışlasın Şehriyarım da, Otuz il özgeye “berader” dedi. Öz doğma yurdunda, öz Diyarında Doğma anasına o “mader” dedi. Ele ki, yumruğu yere direndi, Derhal yada düşdü doğmaca kendi. Şehriyar gec de olsa ana qucağına - Heyder Babaya sığındı, rahatlığını tapdı. “Ermeniye dayı” deyib servet ele keçirenlerin ise yeni qurulan milli dövletde elacsızlıqdan Azerbaycanca danışanda dilleri topuq çalır. Şair sözü qılınca dönderir: Dilimi dansaydım men de senin tek 512 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sen kime ders deyib pul qazanardın? Heyatın tezadlarını bedii dille ifade edende Bextiyar senetinin özünemexsusluğu daha qabarıq nezere çarpır: Siyasetin aynasında Eyriler düz görünse de Aynanın ki, üzü birdir! Şairin narahatlığına sebeb olan ümde meselelerden biri de Vetenin ikiye bölünmesidir. Azerbaycan adlı yurdun bu ağır derdine çoxları eser hesr edib. Lakin Bextiyar Vahabzade qeder kökünden baltalayan olmayıb. Belke de sovet mekanında yaşadığımız çağlarda onun en böyük arzusu Araz üstünde çoxlu “el keçen körpülerin salınması” idi. Hele 1962-ci ilde yazırdı ki: Arazın Bu tayı Vetenim, O tayı Vetenim. Veteni görmeye amanım yox menim... Ve qibtde edirdi ki, Füzuli hesretle qürbetden Vetene baxırdı, o ise “Vetenden - Vetene baxır”. Elinde silah eqidesi yolunda vuruşmalarda ölmeye bele hazır olan şair ömrünün boranda, qarda ötüşmesiyle de razıdır, teki xalqının “sirdaşı olmasın ne feryad, ne ah...” Sonra “şehidler yarası” bunun üstüne geldi: Kime deyim derdimi? Qesbkar namerdemi? Yetmiş ilin derd-qemi Gözden axdı o gece. O dövrde Sovetler İttifaqında dövletin yüksek mükafatlarını almış şairin dilinden ittihamname eşidende partiya “funksioner”leri belke de bir şeye heyfslenirdiler. “Gülüstan” deyen dilini o vaxt kesseydiler, bu gün cınqırını çıxardan tapılmazdı”. Eşitdiyime göre, 513 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı şair o çağlarda imperiya nökerelerinin teltiflerini “itin ağzına atılan sümüye” benzedirdi. Bextiyar Vahabzade bir sözü kombinasiyalara uğradaraq ele poetik strukturlar, modeller yaradır ki, orada eyni hal müxtelif funksiyalarda çıxış edir: Eyri eyriliyi yeridir daşa, Keçib eyrilikle hamıdan başa. İki misrada “eyri” sözü üç defe işlenir. Lakin heresi bir yükün daşıyıcısıdır: birinci “eyri” icraçıdır - “eyrilikleri daşa yeritmek”den başqa elinden heç ne gelmir, ikinci vasitedir - eyriliyi ile daşlara da te’sir gösterir, üçüncü ise mütleq-hakimdir - eyri işlerle keçib oturub hamıdan başda. Yalnız Bextiyar qüdretiyle eyni söz kiçik poetik füqurun (hemin şe’rde iki misranın) içerisinde ferqli me’na tutumlarına malik ola bilir. Klassik felsefi şe’rde forma, struktur ikinci derecelidir. Üstünlük mezmunun elinde cemlenir. Onun eserlerinde ise her ikisinin vehdeti esas götürülür: Rehber cahildirse, millet de qafil, Demek, bu memleket üz üste batmış. Millet de, rehber de oyanan deyil, Oyada bilermi yatmışı yatmış? 1990-cı ilde xalqının başına açılan müsibetlerin sebebkarına üzünü tutub dediyi bu misralarda nifretinin heddi-hüdudu yoxdur. Lakin hemin nifretin mayasında da insanları qeflet yuxusundan oyatmaq durur. Bir il sonra ise Qerbi Azerbaycan ellerini, Qarabağı köklü insanlarından tecrid etmekden ötrü “siyaset oyunları”nda uduzanlara deyirdi ki: 514 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Köksümüzde sine dağı, Biz yaşadıq qul sayağı. Gelen satdı bu torpağı Dedesini malı kimi. Xalqın üreyi geniş olduğu qeder sadelövhdür, bağışlayandır. Belke de üstüne yağan derdlerin çoxluğundan yaddaşları tez don vurur. Şair buna göre de berk narahatdır. Azerbaycanın taleyinde çox hadiseler baş verib ki, onları heç vaxt yaddan çıxartmaq olmaz. Müsibetleri unutduqca düşmen de qüvvetlenir. Bu me’nada Bextiyar Vahabzede poeziyası ana laylasını evezlemelidir: Dedim, silinmesin bu qan, bu qada, Bir de gülle izi dağ-daşımızdan. Yalnız bu güne yox, biz sabaha da Güzgü tutmalıyıq yaddaşımızdan. Yoxsa ne gelecek nesiller, ne de ölenleri ruhu günahlarımızdan keçer. Şair bir heqiqeti ise “özüm” sözünü tekrarlamaqla üze çıxardır: Özümün özüme xeyanetimi Bu gün men özüme bağışlayımmı? Her şeyden el üzülende gözümüzü ümide dikirik. Ümidle yeyir, ümidle nefes alırıq. Sonsuz ümidlerimiz de kesilse, dünya gözümüzde qaralar. Lakin tekce ümidle “silahlansaq” düşmenden torpaqları almaq mümkünsüzleşer. Ümidi ancaq bir neçe anın tesellisine, özümüze gelme vasitesine çevirmeliyik. Belke de bu me’nada şair deyir ki: Heykel qoyun ümide, Terk etmez bir an bizi. Arzuya qanad verib, Odur yaşadan bizi. 515 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bextiyar Vahabzadenin poeziya dünyasının mövzu dairesinde neler yoxdur: qem de var, sevinc de; mehebbet de var, mekr de; sedaqet de var, xeyanet de; razılıq da var, e’tiraz da; keçmiş de var, bu gün de; merdlik de var, namerdlik de; inam da var, tereddüd de; heyat da var, ölüm de; cennet de var, cehennem de; gülüş de var, ağlamaq da; ayrılıq da var, vüsal da; xeyir de var, şer de; müdriklik de var, nadanlıq da, ucalıq da var, alçaqlıq da... Amma ikinciler hemişe teslim veziyyetdedir, zirveni feth etmek cehdleri boşa çıxır, be’zen hökm, servet ellerinde cemlense de me’nen cılızdır, yoxluğa, puçluğa mehkumdur. Bextiyar senetinin bir amalı ve ümumileşmiş bir baş qehremanı var - o da İstiqlaldır. Sevgiden yazanda da şair istiqlal barede düşünmüş ve ömrü boyu xalqının esil istiqlala çatması uğrunda vuruşmuşdur. Onu zaman ve tale şairi de adlandırmaq olar. Ne ağrılı, ne de şirinli, ne soyuqlu, ne de istili anını deyişmek, başqa axara salmaq mümkündü Zamanın. Şair öz işinde olan Zamanla kelleleşir, çünki: Nöqsanını üze deyen namerd deyil, Kirayede yaşadığın ev yurd deyil. Anan sene ögey olsa, bir derd deyil, Zaman sene ögey olsa vay halına! “Zamanın diri-diri bizi defn etdiyi” dünyadan türkün tarixi taleyini qaytarmağı umur, çox hallarda meseleni teleb şeklinde qoyur. Hemişe merdliye arxalanan, haqqa tapınan, qılıncdan çox elme, medeniyyete, incesenete, Muğama köklenen xalqının namerd dünyada yersiz, yurdsuz qalması, öz evinde kirayeçi sayılması, torpağından qovulub çadırlarda ömür-gün çürütmesi, zülm, sitem görse de üstüne “vehşi” damğasının vurulması onun üsyankarlığını şiddetlendirir. Şairin narahatlığının bir esas sebebi de odur ki, “Bereket tumu tek dörd ilden beri Ekirik torpağa biz şehidleri.” Be’zen camaat arasında bele kelamları eşidirik: “Ne yaxşı ki, Bextiyar Vahabzade var, yoxsa derdimizi deyen, 516 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması günümüzü, güzaranımızı başbilenlere çatdıran olmazdı...” Beli, ne yaxşı ki, Bextiyar sözü, Bextiyar üsyankarlığı tükenmezdir. Yoxsa dünyada her şey bir rengde görünerdi. Haqqın yolunu o qeder ot, alaq basardı ki, tapılması mümküzleşerdi. Bextiyar Vahabzade tekce Azerbaycan türklerinin deyil, bütün Türk dünyasının bütövlüyü, tamlığıdır. Onun senetinde qırqızın da, özbeyin de, türkmenin de, qaqauzun da duyğuları, düşünceleri, istekleri eks olunub. Bextiyar poeziyası türkün üz ağlığıdır, qılıncdan iti söz çelengidir. Tesadüfi deyil ki, müasir dünya nesrinin görkemli nümayendesi Çingiz Aytmatov şairin yaradıcılığını iyirminci yüzilliyin zirvesi sayır. Çox vaxt biz öz dahilerimizi başqalarının gözüyle keşf edirik. Lakin bu gün xalqın ekser hissesinin Bextiyar Vahabzadeye hem şair-senetkar kimi, hem de ictimai xadim kimi inamı varsa, demeli, geleceye ümidini itirmeyib, bir dizini yere qoymağa mecbur edilse de, yıxılmayıb, gücünü, ezmini toplayıb azğın düşmene qalib gelecek, torpaqlarımızı geri alacaq, birliyimizi te’min edecek... Bextiyar Vahabzade sevilir, sevilecek de. Evezsiz seneti özünün ve müasirlerinin heyatına, yaşantılarına güzgü tutub. O güzgüde her şey olduğu kimi görünür. Heç kes hemin gerçekliyi eymeye, söze mermerden, qranitden heykel qoyan böyük senetkara çamuru kelmeye dönderib cızmaqaralarla leke yaxmağa qadir deyil. Qorxsunlar ki, özleri çamura batıb itmesinler. Çünki artıq Bextiyar zirvesi iyirminci yüzilden iyirmi birinci yüz ile boylanır. Yeni esrin poeziyası da onun ilhamıyla start götürecek. Bextiyar Vahabzadenin poeziyası ele neheg çıraqdır ki, nurunu menevi alemin en derin guşesine çatdırmağa qadirdir, dinleyicilerine haqqın yolunu gösterir, ruhları saflaşdırır. Bu poeziyanın sadeliyinin içerisinde derin felsefi fikirler gizlenir. Şeirlerinin poetik strukturuna nezer salanda görürük ki, o, xalqın universallaşıb ümumbeşeri anlam kimi işlenen remzlerine daha çox üz tutur. Müasir elmi edebiyyatda «arxetipik simvol» termini adı ile şerh olunan kateqoriya bedii metnlerin strukturlarında esas detallardan biri olsa da, nedense, Azerbaycanda indiyedek araşdırılmamışdır. Ona göre de nezeri aspektde izahlar vermekle meseleni Bextiyar Vahabzadenin yaradıcılığında izlemeye çalışacağıq. Sovet ideologiyasının en mühafizekar çağında bir çox şeirlerinde onlarla arxetipik simvoldan - isti-soyuq, axşam-seher, tepedağ, derya, göy, ul-duz, deniz, güneş, şaxta, qar, boran ve s. istifade 517 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ederek insanın hansı misiya ile dünyada yaşamasını cesaretle ireli sürlür. Sair kommunist partiyasının artıq mübarizeye ehtiyac qalmadığını ireli sürdüyü meqamda dağda şelale kimi çağlamaq isteyini açıq-aydın beyan edirdi. Çünki xalqının haqqı tapdalanmış, Yer üzünde Azerbaycan türklerine mexsus mekana şer gözler dikilmiş, düneni şübhe dumanına bürünmüş, ecdadları danılmış, millet adı bele zorla elinden alınmışdı. Bütün bunlar ele meharetle yerine yetirilmişdi ki, üzde fitne-fesad şeklinde görünmür, milli ruhun öldürülmesi üçün saxta "dostluq", "qardaşlıq" şüarları ireli sürülürdü. B.Vahabzade anlayırdı ki, Azerbaycanı parçalayanların neve-neticeleri babalarının mekrli emellerini "papış tikmekle" davam etdirir, pambıqla baş kesirler. Ona göre de soydaşlarını gücünü tükenmez şekle salmağa, döyüşken ruhunu oyatmağa sesleyirdi: Yaşamaq istemirem sürünüb dizin-dizin, İsteyirem en uca zirvelere men qonam. Xefif sakitliyini neyleyirem denizin, Onun qasırğasına, dalğasına vurğunam. Çağlamaq isteyirem dağda şelale kimi, Sepilmek isteyirem çöllere lale kimi. Derya olub, nehr olub, çalxanmaq isteyirem, Göylerde ulduz kimi men yanmaq isteyirem... B.Vahabzadenin insanlardan en böyük isteyi odur ki: Çıraq ol! Nurunu artır günbegün, Her yerde heyatın boğ zülmetini. Mence, çıraq olub başqalarıyçün Yananlar tapıbdır seadetini! Şairin yaradıcılığının ilk merhelesi 1949-59-cu illeri ehate edir. Onun “Menim dostlarım” (1949) adlanan ilk kitabında şairin görübgötürdükleri mekteble ve genclik illerinde rastlaşdığı müharibe ile bağlıdır. İlk qelem tecrübelerinin esas qehremanları ve mövzusu da mekteb, müellim ve müharibedir. Eslinde tehsil, bilik elde edilen ocaqla qanlı döyüş meydanları, cebhe bir-birine ziddiyyet teşkil edir. Lakin davanın, savaşın, nahaq qan tökmenin mayasında insanların nadanlığı, dünyagörüşünün mehdudluğu, kemsavadlığı durur. Dünya hemişe müdriklerin, bilicilerin elinde olsa, qarşıdurma yaranmaz, 518 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması silahların yerine ağıl, kamal iş görer. “Yaşıl çemen, ağac altı, bir de ki, tünd çay…” Şairin işıq üzü gören ilk şeirinin adı da qeribedir, Semeb Vurğunun beyenib o zaman çapa hazırlanan genc şair ve yazıçılar üçün hazırlanan topluya teqdim etdiyi bu eserden iddialı qelem sahibinin meydana atıldığı duyulurdu. Dövr üçün o qeder de xarakterik olmayan süjetli şeir formasında yazılmış bu şeirin adında zaman ve insan bağlılığının ziddiyyeti, daha doğrusu, qoca zamanın insanığa qarşı böyük haqsızlığı özüne yer alır. Şair qardaşı ile yaşıl çemende, ağac altda eyleşib tünd çay içerken müharibede keçirdiyi bir günü xatırlamaya bilmir. Ona göre ki: Arxadakı elli illik dostluqdansa bil, Cebhedeki birce günlük möhkemdir daha. Çünki orda gün, ay vardır, yoxdur uzun il. Bu sabahdan umid olmur gelen sabaha… Döyüşden qabaq esger dostu en böyük arzusunu bildirir: çiçekli bağçalarından bir de keçmek, çemenlikde, otlar üste oturub veteninin tünd çayını içmek… Topların gurultusu bir-birine qarışır. Zaman böyük haqsızlıq edir. Axı, bu gengin isteyinde fövqalade bir şey yox idi? O günkü savaşdan sağ çıxmaması dostunu ona göre yandırır ki, minlere kama çatmamış insanlar müharibede torpağa qarıçdılar. Eslinde zamanı çıxılmaz veziyyete salan ele insanın özü idi. “Xatireler” şeirinde de müharibenin ağrılarının sızıltısına yer verilir: Ömrün tacı gencliyimi cebhelerde men qoymuşam, İndi ise o günlere qanad açan quşam, quşam. Şair dünyanın geleceyini bilikde, zekada, aqillikde görür ve hamı yeniyetmeler o yoldan uğurla keçseler dava-qalaşa ehtiyac qalmaz: A mekteb yolları, sizsiniz yalnız Yaradan işiqla istiqbalları. Meni xoşbextliye siz apardınız, A mekteb yolları, mekteb yolları. 519 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Bahar” (1950) kitabinda da B.Vahabzade hele axtarışdadır. Doğrudur, zaman ve insan elaqesinin bir bağlılığının da tebiet olduğunu anlayır. Senet dühalarına – A.S.Puşkine, Ü.Hacıbeyova, Azerbaycan Dövlet Dram teatrının yaradıcı heyetine, senet mektebinden istehsalata geden genclere hesr etdiyi şeirlerden hiss olunur ki, Bextiyar Vahabzade özü de hemin şağlarda öyrenir, mütalie edir, Azerbaycan ve dünya medeniyyetinin inkişafında öz yerini, destxettini tapmağa çalışır. Şairin daxili narahatlığı ilk qelem tezrübelerinde de nezere çarpır. Xalqı daşlı-kesekli cığırlarla addımladığı halda yolların hamarlığınım göze soxulduğu ile barışmır. Tekce yurdunun füsunkar tebieti qarşısında olayları unudub eline ressam fırçası alıb tablolar yaratmaq isteyir: Çay daşları yene xal-xal, Gözel olur çölde bu hal. Etirlenir çemen, çayır, Göy üzünü qucaqlayır Kemer kimi qövsi-qüzeh. Yavaş-yavaş esdikce meh, Yayılır xoş torpaq iyi. Bu menalı gözelliyi Biz sevirik ezel günden, Gözel veten, gözel veten! Ümumilikde, şairin onilliyin sonunadek (“Gülüstan” poemasını qeleme alanadek) bir-birinin ardenca yeddi kitabı çap olunub: “Menim dostlarım” (1949), “Bahar” (1950), “Dostluq neğmesi” (1953), “Ebedi heykel” (1954), “Ceyran” (1957), “Aylı geceler” (1958) ve “Seçilmiş eserleri” (Şairin kitabxanası” seriyasından, 1959). Bu, sovet dövründe böyük uğur ve qelem sahibine gösterilen sonsuz etimaq idi. Artıq Azerbaycan ictimaiyyetine “Bextiyar Vahabzade” imzası yaxşı tanış idi. Bu imzanın yaratdıqları evvelki onilliklerde yaranan sablon movzulardan, pafoslu, ritorik, hay-küylü, şüarabenzer fikirlerden uzaq idi. İnsanı düşündüren en semimi duyğularla, genclik etirasından doğan qetiyyetli misralarla zengin idi. Bextiyar Vahabzade “Anni Dobi” (1951) seiri ile ilk defe öz vetenine aid qarşısıalınmaz gizli problemleri başqa ölkeye şamil edib setiraltı menalarda düşüncelerini oxucularına çatdırmağın mümkünlüyünü anladı. Bu günün prizmasından yanaşanda az yaşlı uşağın pul elde etmek üçün 520 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması işlemesinde facievi heç ne yoxdur. Balaca oğlanların eline eski parçası alıb yoldan öten mağınların şüşelerini silmekle sürücülerden qepikquruş alması ile her gün rastlaşırıq ve adi hal kimi qarşılayırıq. Bes uzaq Hindistanda Dehli tütün fabrikinin fehlelerinin uşaqlardan ibaret olmasına şairin sarsılmasının sebebi ne idi? Onun vur-tut on yaşı var, Tütün eşir... ömrü boyu, Yanağında göz yaşı var. Yazıq bala, körpe quzu, Oynamalı bu çağında Yadlar senin gülüşünü Qurutdular dodağında. Dağlar delen bir ah qopdu Menim derdsiz üreyimden... Bu, “derdsiz şair üreyi”nin yadlara ilk etirazı idi. Diqqet yetirin, eslinde derdsiz ürekden daşlar delen ah qopa bilmez. Bir neçe il sonra göreceyik ki, Bextiyar Vahabzade ve soydaşları dünyanın en derdli ve mızlum insanlarıdırlar, yadlar terefinden vetenlerinin parçaparça edilmesini şeref işi sayaraq bayram edirler, övladlarının ana dilini yadırğamaları üçün deriden-qabırğadan çıxırlar. O, milletinin qesden tenbelliye alışdırıldığını da derk edirdi. İnsanlar tepe aşağı sürüşüb lezet almaq üçün xizeyi yuxarı qaldırmalıdırlar. Bezileri isteyir ki, hansı qüvvese bu işin yerine yetirilmesinde onlara yardımçı olsun: Meyveni yemek üçün Ağac ekesen gerek, Lezzet çekmek istesen, Zehmet çekesen gerek. (“Xizek” seiri,1951) Beli, kölelikden yaxa qurtarmaq üçün de mübarize aparmaq, vuruşmaq lazım gelirdi. Şairin Cenub mövzusuna üz tutmasında da xeyli keyfiyyet deyişikliyi hiss olunurdu. Müharibeden sonrakı illerde Süleyman Rüstem de İran Azerbaycanına,Tebrize silsile eserler hesr etmişdi. Bu eserlerde yanğıdan çox tentene, quzeyin füsunkar tebietine heyranlıq 521 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı var. Bextiyar Vahabzadenin ise 1951-ci ilde qeleme aldığı “Cenublu bacıma” şeirini bu günün özünde heyecansız oxumaq mümkün deyil: İçir suyunu da göz yaşlarından Toxuduğun güller hey narın-narın. Neçin göz yaşların dönüb tikana Delmir ayağını müftexorların?! Heyat senin üçün ne çetin oldu? Qelemin yumaqdır, defterin xana. Nemli zirzemiler mektebin oldu, Ömrünün sonuna çıxdı karxana! Bu misralar şairin 20 yanvar faciesinden sonra yasdığı üsyankar eserleri qeder tesirli deyilmi? Tebriz gözelinin toxuduğu xalçaları göz yaşları ile islatmağının sebebi nedir? Çünki ata-babasının yadigarı olan senet incisi gelinlik gehizi olmaq evezine yadların ayaqlarının tapdağına çevrilecekdi: Ay kamı qelbinde qıvrılan bacım, Derdli neğmelerin tanışdır mene. Dumanlı Tebrizin dumanlarından Şehmi çilenmişdir kirpiklerine? Xarakterinin çılğınlıq sair püxteleşdikce şeirlerinin ruhuna qarışırdı. O, ana dilinin ve Veten torpaqlarının qorunmasını müsteqilliye beraber tuturdu. Meqsed ve amalı uğrunda yorulmadan daim çarpışmağa hazır idi. Tebietindeki üsyankarlıq bezen zahiri hereketleri ile üze çıxırdı. Hele 1956-cı ilde yazdığı “Ürek” adlı şeirinde veten sevgisinden doğan etiraslarını cilovlaya bilmemesini poetik dille terennüm ederek beyan edirdi: Mene deyirler ki, danışan zaman Yaman qışqırırsan, el-qol atırsan. Asta danışsana, asta dinsene, Ucadan danışmaq zererdir sene. Hele onda çekinmeden elan edirdi ki, sonsuz nifretim de, mehebbetim de derindir. Maraqlıdır, represiya dalğası hele keçmemişdi, hebsxanalarda, sürgünlerde günahsız çürüyenlerin 522 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması psixasından kölelik bitirilmişdi. Ctalinin ölümünden sonra 1953-cü ilde türmelerin qapısının açılıb mehbeslerin kütlevi şekilde azadlığa buraxılması ölkede xaos yaratsa da, bu, heç de nahaq tutulanların üsyan qaldırması deyildi. Eksine bir çox qatı cinayetkar ünsürlerin de şere düşmüşlerle birce serbestliye çıxarılması idi. Hele haqqı nahaqdan ayırmağın vaxtı çatmamışdı ve hamı ancaq partiyaya böyük reğbetinden danışırdı. B.Vahabzadenin seirlerinden açıq-aydın duyulurdu ki, ana diline, Vetenine, xalqına sonsuz mehebbeti onu sel kimi daşdırır. Ele ise derinden derin olan nifretinin obyekti ne idi? Hansı sebeb onun nifretini coşdurur, üreyini tir-tir titredirdi? Bu sualların cavabını “Gülüstan” poemasında ve “Latın dili” şeirinde verecekdi. Helelik tebietinin deyişmezliyini etirafla kifayetlenirdi: Men bunu bilirem, ancaq neyleyim, Ayrıla bilmirem tebietimden. Esir nifretimden tir-tir üreyim, Daşıram sel kimi mehebbetimden. Deşer üreyimi gizli sirr menim, Üreyim seslener her söhbetimde. Orta yolum yoxdur, derindir menim Sonsuz nifretim de, mehebbetim de. B. Vahabzade’nin yaradıcılığının ilk merhelesini yetkinleşme çağı adlandırmaq olar. Bir-iki kövrek addımdan sonra metinleşen şair özünü söz senetkarı kimi tesdiqleyen, ölkeye ve dünyaya (xüsusile İrana ve Türkiyeye) tanıdan “İztirabın sonu” (1956) “Şebi-hicran” (1958), “Gülüstan” (1959) kimi dahi eserler meydana getirmiş ve edebi-ictimai alemde fırtına, tufan qoparmışdır. Ve şair zamanın qorxu xofuna qalib geldi. DTK-ya çağırılıb dindirildi. Ölümle hedelendi, universitetden qovuldu, evden kenara çıxmasına qadağa qoyuldu. Susdurulması, “başına ağıl qoyulması üçün cemiyyetden kenarlaşdırıldı. Lakin bir xoş tesadüf – dövlet tehlükesizlik orqanında Heyder Eliyevle görüşü taleyini imperiyanın mengenesinden qurtardı. Nuh peyğenber tufandan çıxan kimi dünyanın xilası yollarını düşünüb. Bextiyar Vahabzade ise fırtına ötüşer-ötüşmez zamanla haqq-hesab çekmeye başladı. Aldığı zerbelerden daha da metinleşmiş, meqsed ve meramını deqiq müeyyenleşdirib bişmiş qelemi, iti zekası ve sevgi dolu qelbi ile yaradıcılığının en mehsuldar çağına qedem 523 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı qoymuşdur. Onun poetik irsinin ikinci merhelesi 1960-cı ilden başlayaraq 1989-cu iledek davam edir. Bu 30 illik böyük merhelede yazdığı eserler forma ve mezmunca rengaregdir. Heyatı heyat kimi yaşamaq ve çıxmağa tepe yox, uca dağ isteyen şair 1960-cı ilde qeleme aldığı “Dağda şelale kimi” şeirinde özünün ve soydaşlarının heyat kredosunu ireli sürür: Heyat – bir cıdır düzü, bir döyüş meydanıdır. Her kesi öz cüreti, öz qüdreti tanıdır. ...İsteyirem döyüşem qayaların başında düşmenle qartal kimi. Bağçadakı arx kimi ötüb hezin neğmeler, axmağı istemirem. Seyyah olub heyata seyirçi bir nezerle baxmağı istemirem. Çağlamaq isteyirem dağda şelale kimi, Sepilmek isteyirem çöllere lale kimi. Derya olub, nehr olub, çalxanmaq isteyirem, Göylerde ulduz kimi men yanmaq isteyirem. Şığımaq isteyirem başsız külekler kimi, Beslenmek isteyirem bütün üreklerde men arzu, dilekler kimi. Beli, sair bu illerde zirvelere qalxıb divlerle kelleleşdi. Amma göresen 1960-cı ilde niye ondan soruşmayıblar: axı, senin düşmenin kimdir? Kimleri qartal kimi döyüşmek üçün qaya başına çağırırsan? Sosializmin iri addımlarla irelilemeye başladığı vaxt derya kimi çalxalanmaq çağırışının setiraltı menası nedir? Bu suallara onda cavab tapılmamışdı. Yalnız 1990-cı ilin qanlı yanvarından sonra II minilliyin son 10 ilinde yazdığı üsyankar eserlrinde açıq-aşkar bilindi ki, şair hele 1960-cı ilde niye soydaşlarını mübarizeye hazır olmağa sesleyirmiş. Göründüyü kimi, XX esrin ten yarısını gergin yaradıcılıq axtarışlarında keçirib böyük senet eserleri yaradan B.Vahabzadeni hemin çağın en neheng şairi kimi xarakterize etmeye tam esas var. Lakin şairin ömrü XXI yüzile de adladı. Azerbaycan zamanın bir çox çetin sınağından çıxdı, qardaş qırğınının qarşısı alınsa da, torpaqlar esir düşdü ve III minilliyin ilk en çılğın carçısı da Bextiyar Vahabzade oldu. Azerbaycan türklerinin işini düyüne salanlarla tekce 524 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması poeziyanın dili ile danışmaq kiyayet etmir. İndi haqqın libasında zoru görüb göstermek hüner sayılmır: Yazıram, pozuram, açılmır düyün, Böhtan da atıram bezen dövrana. Özümden soruram: – Sen kimsen bu gün? Yalnız gördüyünü gösteren ayna. Dünyanı teeccüblendirmık üçün baş verenlerin sebebini öyrenmek vaxtı çoxdan çatıb: Hünerin var ise sen bize göster Yaxşının, ya pisin sebebi neymiş? (“Açılmır düyün” seirinden) Şairi en çox narahat eden mesele vetenin dar günlerinde varadövlete, servete uyub menliyini satanların sayının artması tehlükesidir. Herislerın kökünün kesilmesi üçün elin qarşısında haqlı teleb qoyur: Oğul isteyirem, şerafet bile Xalqın şerefini, leyaqetini. Özüne en böyük seadet bile Bu müdrik milletin seadetini. Oğul isteyirem, «meqsedim» deye Kürsünü özüne amal bilmeye. (“Oğul isteyirem” seirinden) Tarixi teftiş eden hoqqabazların sayı günü-günden artır, birinin ağlına yerleşir ki, guya “Babek soyköküyle bizden deyilmiş». Xetai islamı parçalamaqda, Fetelini allahsızlıqda, Vaqifi «baz» olmaqda, Hadini geceli-gündüzlü dem gızib-dolaşmaqda günahkar bilenler de tapılır. Dahilere, ulu babalara leke yaxmaq en böyük nadanlıq deyilmi? En böyük belamız ondadır ki: Dünya gözgöresi şer atır bize, Biz de şer atırıq öz dedemize. Harda ayrılsaq da, burda biz birik, Ulu dedemize yol gösteririk. 525 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Haqqı tapdayanıq biz haqq adına, Dil uzun, el qısa, fikir derbeder. Gören, bu dünyada öz ecdadına Çirkab atan varmı özümüz qeder? (“Qaç, at basdı, millet gelir” şeirinden) Şairin zaman-insan bağlılığına hesr etdiyi silsile şeirlerin son akordunda vaxtın azlığından şikayetlenir, dünyanın bütün gerdişlerinde meydan sulasa da, ahıl yaşında zamana teslim olduğunu etiraf edir: Vaxt tapmadıq Tanrıdan Doğru yolu sormağa. Zamanın ellerile Baş da keçdi qarmağa. Nehayet, arxanı, önü yadırğayan, gecıni gündüzden ayırmayan insan özünü zamanın töhmıtindın qurtarmaq üçün “ölümmü, qalımmı?” – sualı qarşısında acizliyini nümayiş etdirir: Bu, arxamı, ya önmü, Bu, rüzgarmı, bu, günmü? Özümü öldürümmü «Özümü qurtarmağa?» («Özümü qurtarmağa» şeirinden) İnsanın ömrünü başa vursa da, dünyanı tam derk etmemeyi en böyük belasıdır. Ve qoca zamanın qarşısın da diz qatlayıb yalvarması onun acizliyidirmi? Bextiyar Vahabzade Sovet Generalın Üzüne Tüpürdü Gerçekliyi mifleşdirib uydyrma qehrmanlar yaratmaq heç kime baş ucalığı getirmir. Çünki çox meselelerde yaddaşımızı don vursa da, 1990-cı ilin qanlı yanvarında yaşadığımız dehşetli hadiseleri hele unutmamışıq. Azerbaycanı müsteqilliye aparan fövqalede sessiyanın çağırılması ideyası Teleradio Verilişleri Komitesinin heyetinde rus generalının üzüne düşen tüpürcekle başlanıb, Mirze Xezerin gün erzinde defelerle seslendirdiyi müracietle heyata kçirilib. Bunları hamı yaxşı bilir. Ve heqiqetin bir üzü var, necedirse, elece de görünür, başqa biçime ehtiyacı yoxdur. 526 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Her xalqın taleyine bir ve yaxud bir neçe qara gün düşür. Ele qara gün ki, böyükden kiçiye hamının ruhundan keçir, içerisine nüfuz edib silkeleye-silkeleye bütöv milleti ayıldır, ayağa qaldırır, ölümle qalım arasında çıxış yolu aranır. Azerbaycanın qara günleri çoxdur. Lakin 1990-cı ilin 20 yanvar gecesi yaşadığımız tarixin en dehşetli belasıdır, arxadan qefil vurulan sağalmaz yara, milleti millet kimi yetişdirib metinleşdiren, bütövleşdiren derddir. O müsibetlerin unudulduğu yerde ayrılma, parçalanma başlanır. Heyat çoxları üçün yurdun sabahı namine sona çatsa da, ağrılar-acılar bitib-tükenmese de, zamanla olub-keçenlerle az-çox “barışsaq” da, her an xatırlamalıyıq ki, Azerbaycan adlı dövlet mövcudluğunu, müsteqilliyini ancaq şehidlere borcludur. Bu borca şerik çıxmağa ne “Azadlıq” meydanındakı söz pehlevanlarının, ne yaxında, uzaqda yaşayan siyasetçilerin haqqı var. Onda hamı yaxasını geri çekib müsibetin menbeyini tekce yadların, özgeleşenlerin üstüne atırdı. İndi derk edende ki, o qara gün işıqlı çağlara doğru uzanan yolun başlanğıcı, tarixin dönüş yaradan mühüm anlarından biridi, qırğına fitva verenler de, eliyalın camaatı tankların üstüne yollayanlar da olaylardan sağ-salamat çıxmalarına “şükür” etmek evezine, o qara günün özünde qazanc axtarışına çıxırlar. Lakin hamı bir şeyi anlamalıdır ki, başı salamat qalanların en böyük qazancı mehz Allahın ömür payının o gün zorla ellerinden alınmaması, düşmenin qefil güllesine tuş getmemesidi. Başqa qazanclar ancaq ve ancaq şehidlerindi. Ve biz yalnız heyatımız üçün onların ruhu qarşısında baş eymeliyik. “Avropa” qezetinin 20-26 yanvar 2001-ci il tarixli sayında bu mövzuya böyük yer ayrılması xoş meramdan xeber verir. “Yanvar sessiyası. Onun çağırılması ideyası harda, nece yarandı. Ve sessiyada neler oldu.” başlıqlı yazı yaralarımızın üstüne melhem kimi başa düşüle bilerdi. Lakin müsahibe verenin hadiseleri ancaq öz prizmasından keçirib bir meqsede nail olmaq cehdi açıq-aydın göze çarpır ve teessüf doğurur. Onun özünü on bir il evvelki hadiselerin merkezi qehremanlarından biri kimi göstermesi bir yana qalsın, oxuculara açdığı me’lum “sirlerle” ele labirinte, dolaşığa düşür ki, oradan neinki millet fedaisi kimi çıxır, eksine bezi siyasetçilerin hadiselerden sonra az-çox qeyrete gelib doğru addım atmalarını şişirtmekle tamam şübhe toruna bürüyür. Meqalede açıq-aydın hemin dövrün aparıcı adamlarına qerezli münasibet hiss olunur. Müellif sessiya ideyasını ireli atıb gerçekleşdirenlerin ölümle üz-üze gelmelerinin üstünden xett çekmeseydi, heqiqetlere yamaq vurmaqla, 527 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yeni personajlar sisilesi meydana getirib orbitinde dolandırmaqla özünü az qala Azerbaycana müsteqillik getiren sima kimi teqdim etmeseydi, yazıda mentiqsiz görünen meqamlar olmasaydı, söylenenlere inanmaq mümkün idi. Çoxları yaxşı xatırlayırlar ki, 16 yanvarda, qanlı geceye bir neçe gün qalmış möhterem şeyx hezretleri Allahşükür Paşazade xalq şairi Böxtiyar Vahabzade (her ikisi millet vekili idi) ve başqaları Primakovla görüş zamanı hiss etmişdiler ki, xalqın başının üstünde böyük tehlüke var, merkez qan tökmeden keçinmeyecek, yerli nökerler de buna qol qoyurlar. Merkez «İslam fundamentalizmi» damğası vurmaqla da olsa, Azerbaycan xalqının iradesini qırmağa çalışırdı, «ermeni qırğınları» töredirdi. Aramızda emosiyalara qapılıb bu oyunun esas oyunçularına çevrilenler de tapılırdı. Mehz hemin çağlarda meqalede xatırlanmayan şeyxin Bextiyar Vahabzade ile görüşlerinde veziyyetden çıxış yolları axtarılarken sessiya çağırmaq ideyası meydana gelmişdi. Bu işi gerçekleşdirmek meqsedi ile deputatlara, xalqa müraciet etmek missiyasını son elli ilde xalqımızın tale yuklu problemlerini dissidentcesine qabardıb çiyinlerinde daşıyan B.Vahabzade öz üzerine götürmüşdü. Qırğın başlananadek adları çekilen ağsaqqalların müxalifet liderleri ile görüşüb heqiqeti anlatmaq, qırğının qarşısını almaq teşebbüsleri boşa çıxır. Sonra onların şeherin müxtelif istiqametlerini gezib işğalçı qoşunun qarşısında barikadalar quran eliyalın ehali ile söhbetleri de heç bir netice vermir. Ve xalq qanlı gecenin dehşetlerini yaşamaq mecburiyyetinde qalır. Ancaq dizleri yere qoyulsa da, eyilimir, sınmır. Şeyx hezretleri facienin eleyhine beyanatla çıxış eden, beynelxalq ictimaiyyetin diqqetini Azerbaycana yönelden ilk resmi şexs idi. Nedense, meqalede bu meselenin de üstünden sükutla keçilir. Sessiya çağırılmasının labüdlüyünü anlayıb furseti elden vermemeyi qerara alan şair respublikanın esas informasiya vasitesinden istifade etmek isteyir. Azerbaycan Tele Radio Verilişleri Komitesinin heyetinde İ.Şıxlı ve başqa ziyalılarla rastlaşıb studiyaya qalxanda ondan soruşurlar ki, hara gedirsen? -Deputatlara müraciet etmeye. Fövqalede sessiya çağırmaq lazımdır. -Hansı televiziya ile çıxış edeceksen? Ötürücü quruğunu partladıblar. -Kimler? 528 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Heyetde esgerleri ve onların arasında dayanan generalı şaire gösterib deyirler: -Onlar. Bextiyar Vahabzade hamının gözünün qabağında yaşına uyğun gelmeyen celdlikle rus generalına yaxınlaşıb: -Sen menim milletimi qırmış faşistsen, qan içensen - deye onun üzüne tüpürür. General alnına düşen qefil tüpürcekden qezeblenib elini taprancasına aparır. Lakin televiziyinın rejissoru onu arxadan qucaqlayıb qulağına nese pıçıldayır. Bir andaca esgerler avtomatla şairin sinesini nişana alıb, barmaqları tetikde emr gözleyirler. General bilende ki, qarşısındakı xalq şairi, millet vekili, SSRİ Dövlet mükafatı laureatı, güllelenmesi hamının ayağa qalxmasına sebeb olan Bextiyar Vahabzadedir, onda esgerlere silahı aşağı salmaq işaresi verir. Bextiyar Vahabzadeni hadise yerinden uzaqlaşdırırlar. O, radionun binasına gedir. Orada onu Mirze Xezerle calaşdırırlar. Şair deputatlara ve Azerbaycan xalqına müracietini lente yazdırır. Mirze Xezer gün erzinde bir neçe defe şairin çıxışını efire buraxır. Bu çağırış ölüme mehkum edilen milletin teçlimçiliyi deyildi (Teessüfler olsun ki, onda metinliyini qoruyan milleti sonralar öz siyasetbazlarımız düşmen qarşısında teslim veziyyetine saldı, torpaqlarımızı ermeni tapdağına çevirdi). 70 il sedaqetle qulluğunda durduğu imperiyaya tüpürmesi, ondan hemişelik üz döndemesi idi. Me’lum meseledir ki, bu çağırışdan sonra meqale müelliflerinin yazdıqları kimi xalq cebhesinin fealları da, başqa deputatlar da sessiyanın baş tutması üçün çalışıblar. Lakin sessiyanı çağırmaq ideyasının E.Qafarova ile qabaqcadan müzakire edilmesi ve razılaşdırılması heqiqete uyğun deyil. Eger eledirse, bes ne sebebe sessiyanı Ali Sovetin sedri E.Qafarova özü aparmadı? Belke Bextiyar Vahabzade zorla onun vezifesini “ele keçirmişdi”? Müsahibe veren bunu bele izah edir: «Deputatların sovet hakimiyyeti eleyhine yönelmiş qerara ses verenlerini te’min elemek üçün işi ele qurmuşduq ki, hamının sevdiyi şair Bextiyar Vahabzade meclise sedr seçilmişdi. Tebii ki, onun teşkilatçılıq bacarığının olmadığını bilirdik. Ancaq başa düşürdük ki, sovet hakimiyyetine qarşı olan bir şexs kimi Bextiyar Vahabzade qorxaq deputatların milli hisslerini oyatmağa qadirdir.» Burada heqiqetden uzaq, qeyri deqiq fikirler çoxdur. Tecrübeli huquqşünasın bele yanlışlığa yol vermesi teeccüb doğurur. Birincisi, şair o vaxtadek sovet hakimiyyetine qarşı olmayıb. Her şeyi öz adı ile demek lazımdır. Sovet hakimiyyetine qarşı çıxana SSRİ Dövlet mükafatı vermezdiler. 529 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Onün mübarizesi rus çarizminin Azerbaycanı istila edib İranla bölüşmesi, dilimizin siyasetle elimizden alınmasına qarşı idi. Mehz keçen esrin 50-ci illerinde «Gülüstan» eseri meydana gelende B.Vahabzade bütün ziyalılar terefinden desteklenseydi, 90-cı illerin felaketleri baş vermezdi. Şairin hemişe bir arzusu olub: sahillere ayrılmayan vahid, bütöv Azerbaycan yaradılsın. Bunun sovet quruluşu, yaxud kapitalist ölkesi olması barede ise düşünmeyib. Sovet hakimiyyetine nifreti mence onda qeti şekilde yanvar gecesinden sonra baş qaldırmışdı. İkincisi, sessiyanın resmi şekilde seçilmiş Ali sovetin sedrinin aparması hem hüquqi, hem de qorxaq deputatların milli hisslerini oyatmaq baxımından daha ehemiyyetli idi. Hemişe sovet hökumetine qulluq gösteren parlament sedrinin sessiyada ittifaqdan çıxmaq meselesini qaldırması bütün dünyada haqq işi uğrunda qerar çıxartdığımızı tesdiqlemezdimi? Elece de bununla 8890-cı illerde xalqımızın başına açılan oyunlara hüquqi qiymet vermiş olardıq. Bax, hemin cesaretli addımı atmağa E. Qafarovanın hüneri çatmadığı üçün yene de B. Vahabzade özünü qabağa atmışdı. İndi her şey adama adi görünür. Amma onda bunun ne ile neticeleceyi müemmalı idi. B. Vahabzade yaxşı anlayırdı ki, sessiyanın teşkilatçısı ve rehberi kimi onu qandalda Lefertovaya apara bilerler. Axı, Sovet imperiyası Xelil Rzanın timsalında bunu da xalqımızın başında sınaqdan çıxarmışdı. E. Qafarovanın beyanatına gelince, çoxları tesdiqleyerler ki, onu buna mehz A. Paşazade, B. Vahabzade, H. Hesenov, İ. Şıxlı kimi deputatlar mecbur etmişdiler. O, behaneler getirmiş, hetta ana dilinde yaxşı danışa bilmemesine sığınmaq istemişdi. Lakin beyanatı Ali sovetin qeyretli emekdaşlarından biri hazırlayıb qabağına qoyanda Elmira xanımın metni üzünden oxumaqdan başqa elacı qalmamışdı. Belelikle, Bextiyar Vahabzade poeziyası XX yüzilliyin II yarısında, totalitar socialist rejiminin Böyük veten müharıbesinden sonra ikinci nefesle dirçelib güclendiyi, ac pelenge döndüyü, azadlıq, müsteqillik ideyasına düşmen kesildiyi çağlarda heyecan tebili kimi meydana atilıb öten minillikde Türk dünyasının son en keserli bedii fikirlerinin daşıyıcısına çevrildi. Bu odlu-alovlu poetik söz ve düşünce yaranışları yarım esrlik dövrün hadiselerine güzgü tutmaqla yanaşı insanlığın narahatlığına sebeb olan bütün ağrılı, acılı meseleleri de içerisine aldı. Şair daim rus-sovet imperiyasının buxovlarını boynunda, yumruqlarını başının üstünde hiss etse de, ölümcül zerbelere meruz qalsa da, mengeneye salınıb sıxılsa da, susmağı köleliyin esas elameti bilib qeleminin mürekkebini qurumağa 530 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması qoymadı. O, tereddüdsüz anlayırdı ki, dünyanı öz nezaretine götürmeye can atan mühüm qüvvelerden birinin – SSRİ-nin dövlet siyasetinin esasında müxtelif xalqları ruslaşdermaq xetti durur. Bayağı qardaşlıq, dostluq, beraberlik şüarlarının ireli sürülmesi eslinde mekrli meqsedlerin heyata keçirilmesine geniş imkanlar açır. Ümumi yad dille birlikde elin mentalitetine zidd adet-eneneler de insanlara Merkezden sırıdılırdı. Qafqaz, Sibir, Orta Asiya, Krım, Pribaltika xalqlarının eski medeniyyetinin üstüne kölge salınır, milletçilik damğası basılıb yandırılır, ya da arxivlere atılırdı. 531 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ELLADE, Gerayzade (2014). “Hüseyin Cavid ve Mehmet Akif Ersoy’un Eserlerinde Vatanseverlik Motifleri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: GönülSultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.533-537 (http://bilgelerzirvesi.org). Gerayzade Ellada İSA KIZI* HÜSEYİN CAVİD VE MEHMET AKİF ERSOY’UN ESERLERİNDE VATANSEVERLİK MOTİFLERİ H üseyin Cavid’in ve Mehmet Akif Ersoy’un şiir mirasları, Türk halklarının dünya kültürüne yaptıkları eşsiz bir katkıdır. Bu miras, sadece Azeri ve Türk halklarının ulusal gururu değil, aynı zamanda, tüm dünya halklarının sanatsal bir varlığını da oluşturmaktadır. Hüseyin Cavid’in ve Mehmet Akif Ersoy’un sanatındaki vatan için, vatanın bağımsızlığı için mücadele önemli bir yer tutmaktadır. Bu şairlerin eserleri, ulusal tarihe derin bir ilgiyi, kendi ülkesinin kahraman geçmişine ilişkin vatansever bir gururu karakterize etmektedir. Vatanın kaderi, geçmişi, şu andaki ve gelecekteki durumu, Cavid ve Mehmet Akif’i derinden heyecanlandıran, onların vatandaşlık durumlarını belirleyen olgulardır. Hüseyin Cavid ve Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerinin en önemli tematik çizgisi, büyük tarihi olayların ve Türk ve Azerbaycan halklarının, özgürlük ve ulusal bağımsızlık mücadeleleri içindeki özgürlük aşığı ruhu ifade eden geçmişteki kahramanların örneklerinin tasviridir. Şiirsel formda ifade edilen derin insani duygular, şairlerin yaşantıları ve ruhsal durumları, insanların canlı, parlak görüntülerini, geçmiş dönemin olaylarını oluşturmakta, çağdaşların, halkın, kendi yaşam hakkı ve mutlu geleceği için mücadelesi hakkındaki doğru temsillerini şekillendirmektedir. Hem Cavid hem de Mehmet Akif, savaş trajedisini gerçekçi bir şekilde tasvir etmektedirler, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar, insanlar arasında düşmanlık yaratan güçleri açığa çıkarmaya gayret eden düşünür-şairler olarak hareket etmişlerdir. Aynı zamanda, insanlık tarihinin, mevcut farklı ahlak, inanç, gelenek ve görenek, * Doç.Dr. Kafkas Üniversitesi. 533 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı anlamsız çatışmalar ve çelişkilerle ilişkili olan çeşitli haksızlıklarla dolu olduğunu göstererek kendilerinin, insanın geçmişte, şu anda ve gelecekte toplumdaki rolü hakkındaki düşüncelerini okuyucuya iletmektedirler. Şairlerin düşüncesine göre, insanlık tarihi, milyonların, halkları düşmanlık ve nefrete yönelten bencil, kurnaz politikacıların zoraki iradesine tabidir. İnsanlığı, para ve güç yoluyla daha yeni belalara çeken emperyalist çevrelerin arzularını ortaya koyan Azerbaycanlı Şair Hüseyin Cavid’in piyeslerinde, Belirli bir hedefe yönelmiş olan, kararlı kahramanlar, tarihi-romantik kahramanlara rastlanmaktadır. Şairin fikrine göre, yeryüzündeki mutsuzluğun kaynağı şeytan değil, kötü ruh değil, zorbalar, özgürlük zalimleridir. Cavid, kendi kahramanlarının ağzından şöyle sormaktadır: (“Magsud ve Şafig”) … ve neden yoksullar katanlıkta çürümeli? Nerede adalet, nerede? Ve kendisi cevap vermektedir: Canım benim, senin sorunlarını Ben çözemem; Bizim zamanımızda onların cevabı yok. Sadece gelecek bunlara cevap verecek. H. Cavid’in Birinci Dünya Savaşı öncesinde yarattığı eserlerinde, dramaturgun geniş bir özgürlük dizisine dikkat yönelttiği ortaya çıkmaktadır. Örnek olarak, ilerici ideallere olan özlemine rağmen, duygusal-romantik ruh halleriyle, radikal eylemler için yetersizliği ile farklı olan Camil (“Maral” draması) verilebilir. Sosyal adaletsizliğe karşı, yaratıcılık özgürlüğü, için savaşmayı görev bilen sanatçının trajedisi, kırsal İdildeki yaşamı da tam olarak aydınlatmaktadır. (“Propast” (Uçurum) piyesi) “Şeyda” piyesinde, özgürlük için mücadeleye açık bir çağrı vardır: Yoldaş, gözlerini aç! Ölüm uykusundan kalk! Uzun zaman oldu boyunduruk karşısında eğildin! Yeter, kalk, uyan! Hüseyin Cavid, eserlerinde, düşünür-şair, ahlakçı olarak hareket etmektedir, kendisinin çeşitli öğretilere, felsefi, estetik, dini eğilimlere, vb. bakışını ifade etmeye gayret etmekte, insanlar arasında düşmanlık yaratan güçleri ortaya çıkarmaktadır. Bu, şairi kaygılandıran sorunlardan biridir ve H. Cavid bu nedenle eserlerinde, bu sorunu çözmek için muhtemelen yolları aramaktadır. Şair, tarihsel534 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması efsanevi temalara, tarihsel kişilere sıklıkla başvurarak, bunları sık sık idealize ederek temel sorunları gündeme getirmektedir. Şair, aynı zamanda, insanlık tarihinin, mevcut farklı ahlak, inanç, gelenek ve görenek, anlamsız çatışmalar ve çelişkilerle ilişkili olan çeşitli haksızlıklarla dolu olduğunu göstererek kendisinin, insanın geçmişte, şu anda ve gelecekte toplumdaki rolü hakkındaki düşüncelerini okuyucuya iletmektedir. Cavid’in düşüncesine göre, insanlık tarihi, milyonların, halkları düşmanlık ve nefrete yönelten bencil, kurnaz politikacıların zoraki iradesine tabidir. Burjuva-demokratik devrimler döneminde, sömürgeci baskıya karşı milliyetçi-özgürlükçü hareket gelişmeye başladığında, H. Cavid, kendisinin, ideolojik ve sanatsal görüşünü şekillendiren demokrasiyi yansıtan felsefi ve estetik sistemlerin yeni formlarını aramaktadır. Şair tarafından yaratılan örneklerde, cömertlik ve bencillik, cesaret ve ihanet, sadelik ve kibir, vb. birbirleriyle karşı karşıya gelmektedir. Mehmet Akif de eserlerinde, aynı şekilde, kendisinin savaşa karşı oluşunu defalarca ifade etmiştir. Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı, vb., tüm bunlar Mehmet Akif’i çok rahatsız etmiştir, şair, konuşmalarında, her zaman, kendisinin bunlara olumsuz yaklaşımını ifade etmiş ve bunları eleştirmiştir. Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” isimli şiiri, Türkiye tarihinde silinmeyecek bir iz bırakmış olan, insanlık tarihindeki en büyük ve ağır mücadelelerden birine adanmıştır: Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, - Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya – Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya, Ne hayâsızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!.. 1915 yılında, İtilaf Devletleri tarafından Karadeniz Boğazları Çanakkale ve İstanbul Boğazının ve bunun yanı sıra İstanbul’un zapt edilmesi amacıyla Çanakkale’de başlayan savaş, Türk halkının zaferiyle sona ermiştir. Vatanseverlik duygusu, şiirlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Mehmet Akif, savaş trajedisini gerçekçi bir şekilde tasvir etmiştir ve savaş sırasındaki kanlı olayların tasvirinden kaçınmamıştır. Şair, kalbinde bir acıyla, birçok kahramanın bu savaşta kurban olduğunu ve Çanakkale’deki savaşın sadece, inanç, irade gücü, vatan sevgisi, askerlerin azim ve kararlığı sayesinde zaferle sonuçlandığını yazmaktadır. Korkusuz Türk askerleri, güçlü ve iyi şekilde silahlandırılmış olan düşmanlar karşısında korkmamışlardır. Şair, onların vatan için şehitliklerinin büyük bir 535 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı onur olduğuna inanmaktadır: Tüllenen mağribi, akşamları, sarsam yarana... Yine birşey yapabildim diyemem hâtırana. Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini; Şarkın en sevgili sultânı Selâhâddîn'i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayrân... Sen ki, İslâmı kuşatmış, boğuyorken husran; O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki rûhunla berâber gezer ecrâmı adın; Sen ki a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât! Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehîd oğlu, şehîd isteme benden makber, Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber. Vatanseverlik motifleri Mehmet Akif’in başka şiirlerinde de vardır: “Ordunun Duası”, “Cenk Şarkısı”, vb., şair bu şiirlerinde, Türk askerini direnmeye çağırmaktadır. Savaşçının kahramanlığını söylemektedir: Durma git evladım, açıktır yolun… Cenke sıvansın o bükülmez kolun. Süngünü tak ön safa geçmiş bulun. Uğrun açık olsun uğurlar ola... Bu durumda, Burjuva-demokratik devrimler döneminde, sömürgeci baskıya karşı milliyetçi-özgürlükçü hareket gelişmeye başladığında, Hüseyin Cavid ve Mehmet Akif, demokrasiyi yansıtan felsefi ve estetik sistemlerin yeni formlarını aramışlardır. Bu şairler tarafından yaratılan örneklerde, cömertlik ve bencillik, cesaret ve ihanet, sadelik ve kibir, vb. birbirleriyle karşı karşıya gelmektedir. Hüseyin Cavid ve Mehmet Akif’in eserleri, Türk şairlerinin birçok nesli için, form olarak olduğu gibi, içerik, vatanseverlik ruhu olarak da örnek teşkil etmektedir. Şairlerin şiirlerinde anlatılan tarihsel sürecin kapsamı ve dinamiği, hayat hakkında son sözün söylenmesinin imkansız olduğu 536 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması fikrine çıkmaktadır. İnsanın ve insanın içinde yaşadığı toplumun zihnindeki ebedi mücadele dışında her şey değişir, her şey geçicidir. Ancak, maalesef, güçler dengesi şimdilik iyi insanların yararına değildir. Cavid’in ve Mehmet Akif’in şiiri, geleceğe yöneliktir. Şiirin de, tarih gibi sonu yoktur. Literatür H. Cavid, Piyesler (iki kitap), Birinci Kitap, Bakü, Yazychy, 1982. H.Cavid, Seçilmiş eserleri, 3. Cilt, Bakü, Azerneşr, 1972. 537 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması GAHRAMANOVA, Kemale (2014). “Nizami Gencevi Bakış Açısında Güzel İnsan Toplumu”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.539-546 (http://bilgelerzirvesi.org). Kemale GAHRAMANOVA* NİZAMİ GENCEVİ BAKIŞ AÇISINDA GÜZEL İNSAN TOPLUMU ədim mədəniyyətə və tarixə malik olan türklərin mənəviyyat xəzinəsinin zənginləşməsində mütəfəkkirlərin böyük rolu olmuşdur. Bunlardan biri də ensklopedik biliyə malik olan Nizami Gəncəvidir. Nizami Gəncəvi hümanizm, cəmiyyət, şəxsiyyət və azadlığa aid düşüncələri ilə seçilir. Yaradıcılıqlarında öz dövrünü, xalq kutlələrinə olan zülmü əks etdirərək yaratdığı əsərlərlə insan şəxsiyyətin azadlığını və qürurunu, ağıl və iradəsini ön plana çəkib ədalətli cəmiyyət qurmağa, humanizmə və yaxşı əməllərə səsləmişdir. 1141-ci ildə Azərbaycanın qədim Gəncə şəhərində anadan olmuş, ömrü boyu orada yaşayıb yaratmış və 1209-cu ildə Gəncədə də vəfat etmişdir. Əsl adı İlyas idi, Nizami təxəllüsü idi, mənası “sözləri nizamlayan” deməkdir. O təhsilini Gəncə mədrəsələrində almış, sonra şəxsi mütaliyə yolu ilə orta əsrin elmlərini mükəmməl öyrənmiş, xüsusən də Yaxın Şərq xalqlarının şifahi və yazılı ədəbiyyatına yaxından bələd olmuşdur. Türk dilindən başqa ərəb və fars dillərini də mükəmməl bilən şairin Yunan dili ilə də tanış olduğu, həmçinin qədim yunan tarix və fəlsəfəsini, astronomiya, tibb və həndəsə elmlərini yaxşı mənimsəmişdi. Ömrü boyu Gəncədə yaşamış, saray şairi olmaqdan qətiyyətlə imtina etmiş, halal zəhməti ilə dolanmışdır. Təqribən 1170ci ildə Dərbənd hökmdarı Seyfəddin Müzəffərin kəniz kimi hədiyyə göndərdiyi qıpçaq qızı Afaq ilə evlənmişdir. Nizami Gəncəvi beş poeması (“Sirlər xəzinəsi”, “Xosrov və Şirin”, “Leyli və Məcnun”, “Yeddi gözəl”, “İsgəndərnamə”) ədəbiyyata, həm də düşüncəyə yeni səs gətirmişdir. Nizaminin beş poeması sonralar “Xəmsə” (“Beşlik”) adı altında birləşdirilmişdir. Q * Doç. Dr. Bakü Devlet Üniversitesi. 539 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Şeyx Nizami bir müsəlman olaraq İslam dinini böyük bir məhəbbətlə insanlara öyrətmişdir.”Xəmsə”yə daxil olan hər bir məsnəvisi Allahın və Peyğəmbərin mədhi ilə başlayır. Hikməti gizlindir, hökmü aşikar, Onun tərifinə dil aciz qalar..... Varlıqlar hamısı onun möhtacı, Onunsa heç kəsə yox ehtiyacı...... Ona qovuşmağa yol yoxdur fəqət, Əqlə, düşüncəyə sığmaz bu hikmət. Desək ki, göydədir o pərvərdigar, Ona təzim edən yer tənha qalar. Yox, əgər yerdədir, söyləsək, Allah, Şənini alçaltmaq olmazmı günah?!2 Məbudun zatından danışan zaman Axtarma nə göydə, nə yerdə məkan….(İq) Hər zaman köməyə çağırram səni Qapından ümüdsüz qaytarma məni Ey Tanrı dərdimə sən eylə əlac Bu möhtac kəslərə olmayım möhtac.("İskəndərnamə") Heç kəs: «Köməksizəm» deməsin gərək Köməksiz olana Allahdır kömək! İlahi, nə qədər dünyada sağam, Sənin xatirinlə yaşayacağam! Azadlıq və ictimai bərabərlik motivlərindən çıxış edən Nizami Gəncəvi ədalətin bərqərar olmasının yollarını, bəxtiyar insan cəmiyyəti və onun həlli haqqında düşünmüş, insanlara həqiqi xoşbəxtlik bəxş etməyə qadir olan utopik cəmiyyəti tərənnüm etmişdir. Burada da İslam əxlaqını əsas götürmüşdü. Nizaminin "İskəndəmamə" əsərində İskəndəri gözəl təbiətli qorumasız bağları, sürüləri, dükanları ilə hakimsiz bərabərlik və dostluq olan yerə gətirir, şəhərin əhalisi də qonaqpərvərdir. İskəndərin təəcübünə onlar belə cavab verirlər: Biz zəifik, ancaq dindarıq, doğruçuyuq, əyriliklə işimiz yoxdur. Nizami din və etiqad haqqında təliminin mahiyyətini oradakı insanların düşüncələri ilə verir: Bizdə bərabərdir hamının varı, Bərabər bölərik bütün malları. Bizdə artıq deyil heç kəsdən heç kəs, Bizdə ağlayana heç kimsə gülməz... 540 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Birini qəzəbli, acıqlı görsək, Ona məsləhətlə eylərik kömək. Qızıla, gümüşə aldanmaz heç kəs, Onlar bizim yerdə bir şeyə dəyməz. Güzel insan toplum arzusunda olan Nizami bilirdi ki insanın yaşadığı ortamda dostluk ve sevginin, huzur, mutluluk, barış, kardeşlik, hak ve adalet vacibdir, bunun üçün diger insanları, sevmesi, saygılı olması lazımdır. Yaradıcılığı ilə tanış olduqda arzuladığı cəmiyyətin bərqərar olması üçün üç hüsus görünür : • İnsan ağlının və elmin vacibliyi; • əxlaqi keyfiyyətlərinin vacibliyi; • qadının cəmiyyətin bərabər hüquqlu, tam ləyaqətli bir üzv olması. Nizami Gəncəvi bunu gerçəkləşdirmək üçün şəxsiyyətin əxlaqının, tərbiyəsinin vacib olduğunu, tələb və yollarını göstərirdi. • Əxlaqlı olmaqƏxlaq məsələləri Nizamınin yaradıcılıq leytmotivini təşkil edir. Gözəl əxlaqın əsasının sevgi və ədalət hissidir. Ədalət əsas kimi insanda digər əxlaqi keyfiyyətlərin yaranmasını şərtləndirir.. Ədalət olan yerdə cəhl və nadanlıq, zülm, özbaşnalıq, qəzəb, intiqam və kin-kudurət olmayacaq. Vurub yıxmаqlа dеyil аğıllılıq, unutmа, Gücünü ədаlətdən hеç zаmаn ucа tutmа!(İq) O dövrdə iqtidar sahibləri məsuliyyətə cəlb olunmurdular. Nizami təxəyyülü ilə zalım, əyləncə düşgünü olan hökmranları ədalətli dövlət xadiminə çevirmişdi “Xosrov və Şirin”əsərində Nizami Hürmüz şahın qanunları pozan doğma övladını cəzalandırır. Bu cəzanı göstərməklə qanun qarşısında hamının bərabər olması kimi dövrü üçün qabaqcıl bir ideya irəli sürür və dövrünün ədalətsizliklərindən şikayətlənir: Hanı o ədalət, o insaf hanı? Verə öz oğluna belə cəzanı. İndi yüz yoxsulun tökülsə qanı, Durub tərəf çıxan bir adam hanı? Dünyаyа fаtеh оlmаz zülmkаrlıq, rəzаlət, Yеr üzünün fаtеhi ədаlətdir, ədаlət. İnsanda yüksək əxlaqı keyfiyyətlərin formalaşmasının zəruri şərt kimi qəbul edir. Müsbət əxlaqı keyfiyyətlərdən: yaxşı rəftar, doğruluq,mərdlik,mərhəmətlı olmaq, cəsarət, şükr etmək,ədabli olmaqla tərbiyələndirir: Əgər istər isən haqdan inayət, 541 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Pislik eyləməyi kökündən tərk et. (İ) Yamanlıq etməkdn uzaq ol, uzaq, Pisliyin əvəzi pislik olacaq. (X) Pis fikrə düşərsə yaxşı bir insan, Özqünə yamanlıq edər hər zaman. (İ)4 Nizami səbirli olmaq haqda öz dəyərli tövsiyyələrini vermişdir: Səbr etməklə insan yetər kamına, Yavaş-yavaş çatar dilaramına. Iş düyün düşərsə, bunu bil ki, sən Səbr etmək yaxşıdır boş əlləşməkdən. Açılar bir zaman düyünlər bütün, Ancaq ki, tədriclə açılar düyün. Həyatın məna və qayəsini xeyirxah işlərdə, yaxşılıq etməkdə görən arif yazır: Həmişə dünyada yaxşılıq axtar, Yaxşı ad almaqda əbədiyyat var. (İ) Yaxşılıq etməsən əgər insana, Böyüklük şərəfi verilməz sana. (L) Quyuya salsan da yaxşılığı bil, Yenə qayıdacaq, o itən deyil. (L) Biri pislik etmiş olarsa sənə, Sən yaxşılıq etsən bir özgəsinəYaxşılıqla pisdən qorunmaq mümkün, Dünyada yaxşılıq hər şeyə üstün. (Ş) • Bununla bərabər, Öz mənliyini dərk etməyə,özünə hörmət etməyə,ləyaqətini başa düşərək, zorakılığın yox, insanlar arasında xeyirin, dostluğun, məhəbbətin hökm sürməsi uğrunda mübarizə aparmağa çağırır: Otlara yaraşır başını əymək, İnsanın başıysa ucada gərək. (Ş) Kölə olmadığını söylərək insanın xasiyyətində, əxlaqi rəftar və davranışında bir sıra mənfi əxlaqı keyfiyyətlərə, həmçinin mənliyini alçaldan hadisələrə qarşı mübarizə etməyi də vacib bilib: Neçin alçaqlara boyun əyirsən? Oyuncaq olursan namərdlərə sən?5 Nə üçün boynuna min yük alırsan? Zalımın zülmündən razı qalırsan? (L) Mənfur adamlara qarşı da amansız olmağı doğru hesab edirdi. Həyasız adama qarşı sərt rəftar 542 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Yumşaq dolanmaqdan faydalı olar.(İ) Zülm və zalıma qarşı mübarizə ideyası Nizami humanizminin çıxış nöqtəsi idi: Zəlillik ürəyə ağrılar salar, Zülmə dözənlərin sonu olar xar Bununla yanaşı digər insanların ləyaqətinə xələl gətirə bilən hərəkətlərdən çəkinməyı, hörmətlə yanaşmağı öyrədir.Düşüncəsinin əsas amili humanizm olan Nizami Gəncəvi üçün ən yüksək meyar insanlıq idi.Nizami irqə və xalqa mənsubluğundan asılı olmayaraq bütün insanları sevmiş və təbliğ etmişdir. Leyli və Məcnun əsərində deyir: Əgər insansansa insanlığı sev. İrqi, milli və dini ayrı-seçkiliyi qətiyyətlə rədd edən bu şairin qəhrəmanları içərisində Türk, fars, ərəb, çinli, hindli, zənci, yunan, gürcü və s. xalqların nümayəndələrinə rast gəlirik. Hümanist şair müxtəlif dinlərə mənsub bu qəhrəmanların heç birinin milliyətinə, dini görüşlərinə qarşı çıxmır, fərqli fikir və mədəniyyətlərə göstərilən hörmətlə yanaşır. Nizami vahid din ideyasını irəli sürməklə xalqlar, millətlər, milli etnik qruplar, tayfalar arasında mövcud olan münaqişələrə son qoymaq istəyir. Nizami xalqların adını çəkərək də onların mənsubiyyətinə hörmətlə yanaşır. O qara dərili zəncinii açıq qəlbə və möhkəm xüsusiyyətə malik olduğunu qeyd edərək irqi mənsubiyyəti əsasında insana qiymət verməkdən çəkindirir: Zənci dəmir kimi qara, parlaqdır, Üzü qarasa da ürəyi ağdır. • Əmək Öz şərəfini, ləyaqətini, namusunu lazımınca qoruya bilməyən, şəxsiyyətin və heysiyyatının tapdalanmasına dözən adamı əxlaqlı adam hesab etmir.Şərəf və ləyaqəti əməklə qazanmaq olduğunu ifadə edir: Bacarsan hamının yükünü sən çək, İnsana ən böyük şərəfdir əmək. Sən də əldən düşüb yorulsan əgər, Sənin də yükünü bütün el çəkər. (L) Nizaminin əxlaqi görüşlərində əməksevərlik, çalışqanlıq böyük yer tutur,əməkçı adamların üstünlüyünü göstərmişdi. Əməklə məşğul olmağı müstəqillik kəsb etmək üçün əsas vasitə hesab edir. İnsan şəxsiyyətinə, insan əməyinə ehtiram şairin yaradıcılığının aparıcı mövzularındandır. 543 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kərpickəsən kişi dastanında yaşılı insan onu lağa qoyan cavana cavabında qürurla yaşamağın yolunu əməklə bağlı olduğunu ifadə edir: Qocalar kərpic kəsər, halallıqla yaşayar, Kölələr, əsir qullar ağır yüklər daşıyar. Qarşında boyun büküb əl açmayım deyə mən, Əzəldən əl atmışam belə bir peşəyə mən. Sokrat İskəndərə deyir: Kim qane olarsa bir ovuc dənə Dönməz dəyirmantək sənin dövrənə? Arpa çörəyinə edib qənaət, Buğda çörəyinə çəkmərəm minnət. Yəni insana zülm hökm sürən dünyada öz mənliyini, insani ləyaqətini qorumaq üçün azımdır. insan qürurunu itirməmək naminə meyl edir, aza qane olurlar. • Elm. Nizami Gəncəvi elmin insan cəmiyyətində aparıcı qüvvə olduğunu, bəşəriyyətin bunsuz keçinmədiyini dəfələrlə qeyd edərək elmin qüdrətini vurgulayırdı: Qüvvət elmdədir – başqa cür heç kəs heç kəsə üstünlük eləyə bilməz Nizamiyə görə insanı başqalandıran fərqləndirən, fəaliyyətə təhrik edən ağıl vı elm kamillik məktəbidir: Dünyada nə qədər kitab var belə, Çalışıb, əlləşib gətirdim ələ, Ərəbcə, dəricə, yeri düşərkən, Buxari, Təbəri əsərlərindən. Oxudum, oxudum, sonra da vardım, Hər gizli xəznədən bir dürr çıxardım. Ən böyük neməti var-dövlətdə deyil agıl olduğunu vurğulayaraq bütün insanları oxunmağa, təhsil almağa, elmi mənimsəməyə çağırırdı: İnsana arxadır onun kamalı, Ağıldır hər kəsin dövləti, malı.( Yeddi gözəl",) Kamalına görədir şan-şöhrətin dünyada, Onsuz adın, hünərin olar çətin dünyada. (S)7 Baxmayaraq ki o zaman məktəb və mədrəsələr məcscidlərin yanında təşkil edilib ruhanilərin rəhbərliyi altında idi, Nizami öz əsərlərində 2 məktəbi (Leyli və Məcnunun öxuduğu və İskəndərnamədə Aristotelin məktəbini) dini təşkilatlarla əlaqəsi 544 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olmayan məktəblər kimi təsvir edirdi. Elmi, fəlsəfəni və məntiqin vacibliliyi fikrini irəli sürməsi, təbliğ etdiyi rasionalizmin əhəmiyyətini vurgulamaq orta əsr şəraitində böyük iradə tələb edirdi. Elmi-intellektual səviyyəsi, təfəkkürü, ağılı ilə seçilən qəhrəmanları dini biliklərlə bərabər dünyəvi biliklərin də öyrədilməsinin, riyaziyyat, həndəsə, astronomiya, kosmologiya, təbabət və s. vacibliyini “İsgəndərnamə”də Isgəndərin təlim alması ilə göstərmişdir. Isgəndərin hərtərəfli inkişafını təmin etmək üçün atası onu Niqumaş adlı alimə tapşırır. O, Isgəndərin bütün elmlərin sirlərinə yiyələnməsini təmin edir. Nizami Gəncəvi yaşadığı dövrü qabaqlayaraq təhsilin dünyəviliyi, qadınların kişilərlə bərabər təhsil almaq hüququ və s. kimi ideyaları irəli sürmüşdür. XII əsrdə qadın təhsilinə qarşı cəmiyyətdə özünü göstərən mənfi münasibətin hökm sürdüyü vaxt oğlan və qızların məktəbdə birgə təhsil aldıqlarına inanmaq çətindir. Nizami birgə təhsil keçən məktəbi təsvir etməklə öz arzusunu göstərirdi. Kadınları da cəmiyyətin tam ləyaqətli bir üzvu kimi görməyi arzulayırdı, onları heç bir sahədə kişilərdən əksik olmadığını qeyd edirdi: İgidsənsə, kişilik adından utan barı, Ərsiz hünər göstərən qadından utan barı. Qadın qıhrəmanlar yetişdirir, tərbiyə edir.Lazım gələndə də bir döyüşçü ola bilir: Ceyran çətin vaxtda şir olur bəzən. (X) Nizami qadının da haqsızlığıa qarşı səsinin ucaltmasını gösərir. Sirlər xəzinəsi poemasında dul bir qadının hünəri, mənəviyyatını şeytana satmış hökmdarın nadanlığına qarşı qoyulmuşdur. Heysiyyatiın tapdanan qadın təhqirlərə dözmür, ölümü gözünə alaraq şahın qarşısını kəsərək onu ittiham edir: Sən dadıma çatmasan, şah demərəm adına, Qiyamətin günündə çatmasınlar dadına. Dad, aman”, deyə-deyə qalan görüm səni mən, Zülmünün cəzasını alan görüm səni mən. Hər elin hökmdarı el dərdinə qalandı, Zülmün hara çatıb ki, var-yoxumuz talandı. Qarıların nəyi var, quldurluqdan sən utan! Utan, utan, onların ağ birçəyindən utan!” “Xosrov və Şirin”əsərində bir qadın olaraq Şirinin hakimiyyətə gələndə kişilərdən daha ədalətli və ağıllı olduğunu təsvir edir: Şirinin əlinə çatanda şahliq Ölkədən həryana yayıldı işıq. 545 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ədalətlə etdi rəiyyəti şad, Məhbuslar olunda həbsdən azad.8 Xosrovu tükənməz bir məhəbbətlə sevən şahzadə Şirini saf mənəviyyata malik, ismətli qadınlıq qürurunu yüksək tutan biri kimi yüksəldir. Xosrovun gizlicə saraya gəlmək təklifinə belə cavab verir: Mən gövhərəm, neçin gərək əksiləm: Çağrılmamış gedəm, məgər mən yeləm? Şirin yalnız kəbin kəsildikdən sonra evlənir və Xosrov ölən zaman intihar edir. Şair qadını ülvi bir varlıq kimi tərifləmişdir: Alqış bu ölümə, əhsən Şirinə: Öldürən Şirinə, ölən Şirinə. Məhəbbət yolunda ölüm budur, bax, Canana belədir canı tapşırmaq… Çox gözəl arvad var mərdlikdə bir şir, Çox ipək içində şirlər gizlənir. “Sirlər xəzinəsi” əsərində öz fərasəti ilə Bəhram şahı məğlub edən Fitnə adlı qadın əzm və iradə ilə seçilir.” Adam vərdiş ilə hər bir işi edə bilər.” –deyərək Şahı güc və məharətinə görə tərifləmir. Nizami Gəncəvi güclü qadın qəhrəmanları yaradaraq bərabər hüquqlu vətəndaş kimi yanaşırdı. O insanın mənəvi kamilləşməsi cəmiyyətin mənəvi kamilləşməsinin gətirəcəyini idrak edərək arzuladığı insan portretlərini yaratmışdı. Bunlar şəxsiyyətin mənəviəxlaqi keyfiyyətləri, onun özünə və başqalarına münasibətinin xarakteri barədə Nizami ideyalarının məntiqi yekunlaşdırılması idi. 546 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması BAYRAKTAR, Levent (2014). “Dünya Sorunlarına Her Dem Taze Bir Cevap: Yunus Emre”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.549-553 (http://bilgelerzirvesi.org). Levent BAYRAKTAR* DÜNYA SORUNLARINA HER DEM TAZE BİR CEVAP: YUNUS EMRE B u bildirinin başlığı ilk bakışta bir çelişki barındırıyor gibi görünebilir. Zira 13.yy Anadolu’sunda yaşamış bir ozanın dünya sorunlarına her dem taze bir cevap verebilmesi izaha muhtaç bir iddia gibi durmaktadır. Bu nedenle, Yunus’un neden dünya sorunları karşısında her dem taze bir cevap olacağını düşündüğümüzü açıklığa kavuşturmalıyız. Bunun için de öncelikle insan-dünya ilişkisi, dünya sorunları ve bunlara nasıl çözüm yolları bulunabilir gibi problemleri irdelemeye gayret edeceğiz. Ardından, Yunus Emre’nin düşünce ve değer dünyasından hareketle günümüz dünyasının entelektüel ve etik meselelerini ele almaya çalışacağız. Zira Türk-İslâm düşüncesinin, dünya durdukça en parlak örneklerinden biri olacak olan Yunus Emre, insanımıza ve bütün bir insanlığa, barış ve selamet içerisinde nasıl yaşanabileceğinin anahtarını sunmaktadır. İnsanoğlunun yeryüzündeki macerası yapıcı ve yıkıcı kuvvetlerin mücadelesi çerçevesinde şekillenmiştir. Yapıcı kuvvetler aynı zamanda medeniyet kurucu değerler ve unsurlardır. Bilim, felsefe, din, sanat, ahlâk, hukuk gibi kurumlar ve insanlık başarıları medeniyetlerin dayanakları ve itici güçleri olmuştur. Yıkıcı güç ve süreçler ise kabaca barbarlık ve değer tanımamak şeklinde toparlanabilir. Bugün insanlık çok çetin bir imtihandan geçmektedir. İnsanoğlunun “insan, insanın kurdudur” diye tanımlanması ve betimlenmesi dünyayı daha tekinsiz bir yere dönüştürmüştür. Çağımızda artan savaşlar, yoksulluk, açlık, mültecilik, tabii afetler vb. sorunlar, hızla insanlığın kendi sonunu hazırladığının işaretleri gibidir. Bu durum eğer bir uyanış, bilinçlenme ve tutum değişikliği ile * Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi. 549 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı aşılamazsa insanoğlu soyunu devam ettirebilmek için (eskiden bilimkurgu filmlerde işlenen fakat giderek gerçekleşme riski bulunan bir ihtimal olarak) yeni bir gezegen bulmak zorunda kalabilecektir. Acaba sorunu bu raddeye getirmeden halletmek mümkün değil midir? İşte Yunus Emre, bütün bir insanlığa çağlar öncesinden nasıl birarada, birlikte ve hiçbir varlığa zarar vermeden yaşanılabileceğini gösteren, gökte parlayan kutup yıldızı gibi yol göstermiş ve göstermektedir. Yunus’un sırrı ve meziyeti ne idi? İlhamını ve ilmini nereden almaktaydı? Nasıl bu kadar sade fakat sahih ve sahici olabiliyordu? Bütün bir dünyayı gezip görmediği halde dünya durdukça geçerli olacak hikmet ve hakikati nasıl kavramıştı? İşte bunlar ve benzerleri çoğaltılabilecek diğer sorular çağımızı anlamak ve sorunları ile başa çıkabilmek için irdelenmeyi beklemektedir. İlkin insan-dünya ilişkisini ele alarak, bütün bu meselelere kısaca değinmeye çalışalım. İnsanoğlunun bütün anlamlı faaliyetleri bir tarz bilgi ile mümkündür. İnsanın kendisini, evreni, evrendeki düzeni ve işleyişi tanıması hep bilgi sayesindedir. Bu bakımdan insan bilmeye ve öğrenmeye mecbur bırakılmış bir varlıktır. Diğer varlıklar hayatlarını idame ettirmeye yarayan bilgileri doğuştan getirdikleri halde insanoğlu bunun için emek harcamak ve gayret sarf etmek durumundadır. Fakat insanoğlu öyle bir varlıktır ki diğer canlılar gibi hayatta kalmak veya neslini devam ettirebilmeyi başarmak onun için yetinilebilecek bir durum değildir. Zira insan olmak bir süreç ve tekâmül işidir. Yunus bu hususu anlatmak için ten ve can ayrımını dile getirir. Ten insanın diğer canlılarla ortak olduğu biyolojik düzlemi, can ise beden içerisinde insanı insan yapan asıl özdür. Can dünyevi bir varlık değildir. Bu dünyada konuktur ve ten kafesi içerisinde esir gibidir. Fakat gelişimini tamamlamak için bu beden içerisinde ve bedenli varoluş formu dâhilinde kendisini kemale eriştirmek gibi de bir imtihana tabi tutulmuştur. İşte insanın trajedisi de buradadır. Beden olmak bakımından çamurdan yaratılmıştır ve tabiatında bu hususiyet bulunmaktadır. Öte yandan can olarak nurdan yaratılmıştır ve bu bakımdan da eşref-i mahlûkattır. O yüzden Yunus dünyayı da dünya hayatını da mutlaklaştırmamanın gayretindedir. Zira ona göre bu dünya bir gölgedir ve varlığı kendinden değildir. Bunun gibi insanoğlu da ten kafesi içerisinde dünya hayatında bir imtihan vermekte ve ayrıca vatan hasreti çekmektedir. Yunus için ne bu maddi dünya ne de beden asıl gerçekliktir. O, dünyanın gelip geçiciliği ile 550 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması insan hayatının sonlu ve sınırlı oluşunu beraber ele alıp insanoğlu için bir aydınlanma ve çıkış yolu göstermeye çalışır. İnsan için en büyük uyanış faniliğini idrak etmekle başlar. Zira “fanilik bilinci” insanın gelip geçiciliğini kavrayarak dünya hırslarına kapılmaması için bir kalkan olur. Nitekim insanın insana en büyük eziyeti haddini bilmediği zaman ortaya çıkmaktadır. Haddini bilmemek insanı firavunlaştırmakta ve onu zalimleştirmektedir. Yunus, benlik hırsıyla dünyaya ve diğer insanlara hâkim olmaya çalışanlara “hani mülke benim diyen, köşk ü saray beğenmeyen; şimdi bir evde yatarlar, taşlar olmuş üstünleri” diyerek ölümün öğreticiliğine işaret eder ve bu durumun insanın haddini bilmesi için ibret teşkil etmesini ister: Bunda hep gelenler gider hergiz gelmez yola gider Bizüm hâlümüzden haber soranlara selâm olsun İnsanoğlunun dünyaya bağlanması bilincini örtmekte ve karartmaktadır. Çünkü yukarıda da değinildiği gibi dünya ontolojik olarak asıl varlık değil bir gölge varlıktır. O yüzden dünyaya bağlanmak da, dünya ile eşanlamlı olan bedene bağlanmak da insanın asıl vatanını unutturmakta ve kendisinden beklenen tekâmülü gerçekleştirmesine mani olmaktadır. İnsana lazım olan şey; asıl bilgi ve asıl şuurlanma; nereden gelip nereye gittiği hakkındaki uyanışı ve farkındalığı ile olanaklıdır. Öyleyse insanoğlu, mutlak olmayan bir dünya düzeninde gelip geçici, sonlu ve sınırlı olan bir beden hayatı sürecine tabi tutulduğunu ve bunun bir imtihan olduğunu bilmek ve fark etmek durumundadır. Bu yüzden Yunus bütün Peygamberlerin aynı hakikati tebliğ etmek için gönderildiklerini hatırlatır: Tevrât'ıla İncîl'i Zebûr'ıla Furkân'ı Bunlardagı beyânı cümle vücûdda bulduk Yunus böylece insan-dünya ilişkisi bağlamında ele alınabilecek en temel ve metafizik meseleleri en sade ve açık biçimde dile getirir. Bu söyleyişteki hikmet ve samimiyet ilahî sır ve hakikatin bir kez daha insanlığa tebliğ edilmesi gibidir. Böylece Yunus hem Türkçenin tefekkür imkânlarını zorlayarak metafizik ve manevi bir dil yaratmış, hem de bir anlamda Kur’an-ı Kerîm’i tefsir etmiştir. Bu sebeple denilebilir ki Yunus, İslâm’ı yeniden, Türkçe söylemiş ve gönüllere yerleştirmiştir. Sevgi, aşk, irfan ve muhabbete dayalı tasavvufî İslâm telakkisi Yunus’un hikmet ve ilahileri ile dilden dile, gönülden gönüle akıp gelmektedir. 551 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yunus’u daha yakından tanımak ve anlamak için onun varlık görüşü ve insan anlayışı irdelenmelidir. Varlığı tanımak bir çeşit bilgi meselesidir. Bilmek ise akıl ve duyuların birlikte çalışması ile başlar fakat orada bitmez. Çünkü Yunus’un da dâhil olduğu mistik ve manevi telakkide; görünüş ve gerçeklik ayrımı esastır. Buna göre “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim/aşk ettim” hadis-i kutsi’sinin de işaret ettiği gibi varlık sebepsiz veya tesadüfî olarak zuhur etmiş değildir. Varlık, Allah’tandır. Allah, vacib’ül vücud bizatihidir, kadir-i mutlak’tır. O’nun dışındaki her şey varlığını ona borçludur ve zorunlu değil mümkün varlıklardır. Dolayısıyla zorunlu varlık ile mümkün varlıkların bilinmesi de birbirinden farklı olacaktır. Allah kâinata Adetullah ve Sünnetullah denilen birtakım yasalar koymuştur. İnsan da bu yasalara tabidir. İşte insanın dünya ve kâinata ilişkin bilgi sahibi olabilmesinin de temelinde insan ve kâinatın aynı kudret ve iradenin eseri olması hususiyeti bulunur. İnsanoğlu, kendisine verilmiş olan bilme melekeleri yardımıyla haddi nispetinde evreni anlayıp kavrayabilir. Bu kavrayışla bir bilinçlenme ve arınma süreci geçirir. Ancak böylelikle çokluktan birliğe ve görünüşten gerçekliğe doğru bir yükseliş yaşayabilir. Bu yol varlığın birliğinin kavranılabileceği yollardan sadece biridir. Öte yandan: “Muhabbetten hâsıl oldu Muhammed; Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl” ifadesinde belirtildiği gibi evreni/varlığı aşk ve muhabbet olarak da okumak mümkündür. Birinci yol ilim yolu iken ikincisi aşk ve irfan yoludur. İşte Yunus, varlığın birliği öğretisini aşk ve irfan ile terennüm etmiş, çokluk ve görünüşe takılmadan insanlığa Hakk ve hakikat yolunda rehberlik etmiştir. Yunus’un tefekkürü böylece bir yandan asıl varlığın mahiyetinin araştırılması ve bilinmesi esasına dayanıyorken, bir yandan da hakikat endişesi ve şuuru ile insanoğlunun nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini belirginleştirmektedir. Bu bakış açısı temelde insan gerçeğini, onun varlıkla olan ilişkisini, varlığı tanımak için bilmeye mecbur bırakılmış olduğunu, bütün bilmelerin sonucunun da kendini bilerek, yaratanı bilmek olduğunu kavrama sürecinden ibarettir. Artık Yunus’un bakış açısından dünya sorunlarını irdelemeyi deneyebiliriz. Hemen belirtmek gerekir ki bunu mümkün kılan husus; Yunus’un zamandan ve mekândan bağımsız olarak insan doğasını irdelemiş ve tanımaya çalışmış olmasıdır. Zira onun ele aldığı insan, sadece Anadolu coğrafyasında yaşayan Müslüman Türk insanı değildir. Bakışı ve tavır alışı bütün zamanlar, bütün dinler ve bütün 552 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması milletler için anlamlı ve değerlidir. Çünkü insanı yeryüzünde Tanrı’nın halifesi olarak görmekte ve “bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil; yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” demektedir. Yunus’un nazarında yeryüzünde sınırlar ve sınıflar yoktur. “Kimseye hor bakmagıl hergiz gönül yıkmagıl” der. Dolayısıyla günümüzün moda kavramları ve sorunlarından olan öteki ve ötekileştirme de yoktur ve olmamalıdır. “Sen sana ne sanırsan, ayruğa da anı san” diyerek insana en yüksek ve en yüce anlamı atfetmektedir. Yunus’un bu tutumu; İslamî olanla insanî olanın bir ve aynı şey olduğunun teyidi hükmündedir. İşte bugün dünya üzerinde yaşanan ve şahit olunan hak ihlallerinin, açlık, sürgün, işgal ve tecavüzlerin temelinde insanoğlunun kendi manevi ve metafizik anlamını yitirmiş ya da unutmuş olması gerçeği yatmaktadır. Çağımızda insan, özgür ve özerk konumunu kaybetmiş; araçsallaştırılmış ve köleleştirilmiştir. Bütün bu olumsuzluklar bir çeşit nisyan ve metafizik kopuşun eseridir. Artık insan kendisini halifetullah ve eşref-i mahlûkat olarak idrak ve inşa edememekte, küresel kapitalizm ve tüketim sektörünün piyonu olarak işlev görmektedir. Bu durum çoğu zaman insanoğlunun kendisini bir özne ve şahsiyet olarak yetiştirmesine ya da şuurlu bir varoluş sergilemesine imkân tanımamakta bunun yerine sahte gerçeklikler içinde uyuşturulmuş bir beden olarak yaşamayı seçebilmektedir. Veya bu uyuşukluk durumunun karşı kutbunda aşırı uyarılmış biçimde yine ucunda dünya çıkarı ve batıl iştiyakların teşvik ettiği bağnazlıklar, yobazlıklar ve cehalet karışımı cinayetler! Dünyanın geldiği bu durum bir korku filminin sahnelerini andırmakla beraber maalesef yaşananlar figüranların başından geçen kurgusal sahneler değil, insanlığın sınıfta kaldığı utanç tabloları olmaktadır. Din adına girişilen katliamlar bir yanda, öte yanda gelişmişlik ve medeniyet adına bütün bu cinnet ve cinayetlere seyirci kalan silah tüccarı ülkeler ve şirketler! Ne pahasına olursa olsun kâr etmenin ve maddi menfaat peşinde koşup rant elde etmenin başarı olarak değerlendirildiği yeni dünya düzeni! Yenidünya düzeninin insanlık adına bir çıkış umudu getirmesi bir yana, yangına benzinle gittiği ortadadır. Çözüm; eskimeyen dünya görüşünü hâkim kılmakla yani her dem taze olan “ben gelmedim dava için, benim işim sevi için” diyen ölümsüz hikmetin ve hakikatin sesine kulak vermekle elde edilebilecektir. 553 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması NALBANT, Mehmet Vefa (2014). “Bir Kültür Mühendisi Kaşgarlı Mahmud ve Eseri Divanü Lugati’t- Türk”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.555-564 (http://bilgelerzirvesi.org). Mehmet Vefa NALBANT* BİR KÜLTÜR MÜHENDİSİ KAŞGARLI MAHMUD VE ESERİ DİVANÜ LUGATİ’T- TÜRK Giriş İ slami Türk edebi yazı dilinin başlangıç dönemi olan Karahanlı Türkçesinin en değerli eserlerinden biri Divanü Lugati’t-Türk’tür. 11. yüzyıl Türk medeniyetinin nakışlarını, renklerini kokularını bu eserde bulmak mümükündür. Bu eserin yazarı ve büyük Türkçe alimi Kaşgarlı Mahmud içinden geldiği temiz soyun ve yetiştiği nezih ortamın da kendisine kattıkları ve bir ressamın hassasiyetiyle bu medeniyetin bir tasvirini eserine yerleştirmeye çalışırken, asıl işi olan Türkçenin bütün inceliklerini de anlatmak yoluna gitmiştir. Kaşgarlı aslında dönemin süper gücü olan Türklerin bu duruma gelmelerinde sadece askeri yeteneklerinin değil, kurdukları medeniyetin ve bu medeniyetin aktarılmasında büyük rol oynayan Türkçenin etkisini de ortaya koymayı başarmıştır. O günkü sınırlarla doğudan batıya kuzeyden güneye yaklaşık 4 milyon kilometre kare alana yayılmış bu medeniyet; dilinden inancına, gelenek göreneğine, dağına taşına varana kadar bazen ayrıntılarıyla bazen de kabaca eserde anlatılmıştır. Kaşgarlı Mahmud eserinde 11. yüzyıl Türk kültür havzasının bütün öğelerine yer verirken sırayla olmasa bile, bir değerler silsilesi içinde anlatacaklarını dile getirme yoluna gitmiştir. Genelden özele olacak şekilde dile getirilen bu değerler Kaşgarlı Mahmud’un da bir parçası olduğu büyük Türk medeniyetinin nasıl inşa edildiğini ve bu medeniyetin yapıcılarından olan Mahmud’un nasıl bir kültür mühendisi olduğunu ortaya koymaktadır. * Doç. Dr. Pamukkale Üniversitesi. 555 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bizim eserden anlayabildiğimiz kadarıyla Kaşgarlı Mahmud’un içinde bulunduğu ve inşa edilmesine katkıda bulunduğu medeniyetin esere aksedişi şöyle gerçekleşmiştir: Türk Kavramı ve Türkler Kaşgarlı eserinin başlangıç bölümünde Tanrıya ve peygambere övgüden sonra Türk kavramına ve bu kelime ile kimlerin anlaşılması gerektiğine yer verir. Kaşgarlı hadislere ve bulunduğu tarihsel şartların gerçekliğine de uygun düşecek bir biçimde Türk kavramını açıklamış ve bundan hareket ederek Türklerin Tanrı katındaki seçkinliğine önemle dikkat çekmiştir: “Bekr il-Müidü’l-Cürcani’nin ahir zaman üzerine yazılmış olduğu kitabında Ulu Yalavaca tanıkla varan bir hadis yazmıştı, hadis şöyledir: Yüce Tanrı ‘’Benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim, onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam Türkleri bu ulus üzerine musallat kılarım» diyor. İşte bu, Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır; onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerine yerleştirmiş ve onlara kendi ordum demiştir. Bununla birlikte güzellik, sevimlilik, tatlılık, edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik gibi övülmeye değer sayısız iyilikler görülmektedir.’’ (DLT, I, 351) Kaşgarlı Mahmud Türk adının bütün özel ve genel anlamlarına da eserinde yer vererek bu adın özelde bir boy adı genelde bütün Türk boylarını birleştiren, ortak soy ve ortak kültürden kaynaklanan bir üst ad olduğuna değinir: “Türk Nuh’un oğlunun adıdır. Bu Tanrının Nuh oğlu Türkün oğullarına verdiği bir addır. Nitekim Tanrının ‘İnsanın üzerinden uzun bir süre geçmedi mi?’ sözündeki insan kelimesi Adem anlamına gelmiştir. Burada yalnız bir kişiyi gösterir, ‘Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Yalnız iyi işler yapan hariç.’ Ayetinde insan kelimesi, çokluğu, yığını bildiren bir isimdir. Çünkü müfretten bir şey çıkarmak doğru olmaz, burada da böyledir. Türk sözü Nuh’un oğlunun adı olduğunda bir tek kişiyi bildirir, oğullarının adı olduğunda ‘insan’ kelimesi gibi çokluk ve yığını bildirir. Bu kelime müfret ve cemi yerinde kullanılır…” (DLT, I, 351-352) Türk kavramının teklik ve çokluğunu anlam bilgisinin özel ad ve topluluk adı olma prensipleri içinde ve Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerden örnekleyerek açıklayan Kaşgarlı, Türk adının kaynağını 556 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması belirledikten sonra daha özelde bu adı alan boylara ve bu boyların kim olduğuna değinmiştir: “Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi Yalavaç Nuh oğlu Yafes, Yafes oğlu Türk’e değ ulanır. Bunlar Yalavaç İbrahim oğlu İshak, İshak oğlu Esav, Esav oğlu Rum’un adıdır. Bunlardan her bir boyun birçok oymakları vardır ki sayısını ancak Ulu Tanrı bilir.Ben bunlardan asıl ve ana boyları saydım. Oymakları bıraktım. Yalnız herkesin bilmesi için gerekli olanı, Oğuz kollarını ve hayvanlarına vurulan belgeleri yazdım Bundan başka her boyun bulunduğu yeri de bildirdim .” (DLT, I, 28) X-XI. Yüzyıllar Türk Kültür Havzası ve Etki Alanı Eseri için gerekli dillik verileri ağızlardan tanıklayarak derlemiş olan Kaşgarlı Mahmud bu derlemeleri yaparken gezdiği veya bu lehçeleri konuşan farklı boylardan olan kişilerden edindiği bilgiye dayanarak XI. yüzyıl Türk dünyasının kültür havzasını ve bu havzanın etki alanını belirleme yoluna gitmiştir. Kaşgarlı açısından bu coğrafyanın son halkası Bağdat’tır. Aşağı yukarı 4 milyon kilometrekarelik bu kültür havzasının sınırlarını Batı-Doğu, GüneyKuzey ekseninde şöyle belirlemiş ve harita üzerinde de gösterilmiştir: “Ben doğudaki kabilelerin her birinin coğrafi bölgelerini de bildirdim. Onlar batıdan doğuya doğru listelendi, Rum’a en yakın olandan başladım: İlki Bäçänäk, sonra Basmil sonra Qay sonra Yabaqu, sonra Tatar sonra Qırqız. En sonuncusu Çin’e en yakın olan (Dankoff, Kelly 1982: I, 27). Bu boyların ülkesi Rum’a doğru söyle sıralanır: Sonra Çigil, sonra Tuxsi, sonra Yağma, sonra Oğraq sonra Çaruq, Çömül, sonra Uyğur, sonra Tankut, sonra Ħıtay, Çin, sonra: Tawğaç, Maçin. Bu boylar güney ile kuzey arasında bulunurlar.(Dankoff, Kelly 1982: I, 28) Kâşgarlı Türklerin yaşadığı coğrafyanın boyutunu da ölçü birimi cinsinden belirterek iyice somutlaştırma yoluna gitmiştir: “Türklerin yaşadığı toprakların büyük bir kısmı, Rum bölgesinin yanından Maçin’e kadar, 5 bin fersah uzunluğunda, üç bin fersah genişliğindendir. Bu da toplamda 8 bin fersah yapar. Ben bütün bunları, bilinsin diye dünya şeklindeki haritada gösterdim.” (Dankoff, Kelly 1982: I, 30) Türk Boyları Türk boylarını bir harita üzerinde dikey ve yatay eksenler üzerinde yerleştiren Kaşgarlı bütün boylardan ve oymaklardan söz 557 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı etmediğini belirtmiş, en çok bilinen Türk boylarına eserinde yer verdiğini ifade etmiştir. Eserinde yer verdiği boylar içinde ikisi diğerlerinden farklı bir yere sahiptir ve Kaşgarlı tarafından bunlara ayrı bir değer atfedilmiştir. Bu iki boy zamanın süper gücü olan Oğuzlar ile Kaşgarlı’nın da mensubu olduğu ve soyca Afrasyab’a bağlanan Karahanlılardır. Süper Güç Oğuzlar Kaşgarlı Mahmud’un yaşadığı dönemde Karahanlı devleti başta olmak üzere Uygur, Gazneli, Büyük Selçuklu ve İdil Bulgar Devleti olmak üzere beş Türk devletinin hüküm sürdüğünü görmekteyiz. Bu devletler içinde dönemin süper gücü Büyük Selçuklu devletidir. Kaşgarlı’nın eserini tamamladığı Bağdat’ın o sıralar Selçuklu hâkimiyeti altında bulunduğu dikkate alındığında, onun Oğuzlara eserinde bu kadar yer vermesinin nedeni daha iyi anlaşılabilmektedir. Kaşgarlı Oğuzların atası Selçuk’tan başlamak üzere bu Türk boyuyla ilgili birçok bilgi nakletmektedir. Zamanının hanlarını tanıyan Kaşgarlı, Selçük maddesinde “Zamanımızdaki Selçuk hanlarının dedelerinin adıdır. Ona Selçük sü başı derler.” ifadesini kullanmıştır. (DLT, I, 478) Bir kimlik tanımlamasıyla Oğuzların nesebine açıklık getiren Kaşgarlı, Türk dillinin öğrenilmesi gerektiğine ilişkin naklettiği “Türk dilini öğreniniz, çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır” şeklindeki hadiste, andan geleceğe ilişkin bir değerlendirme yaparak hadisin gerçekleştiğini zamanın süper gücü olan Oğuzlardan hareket ederek ve hâkimiyetlerine vurgu yaparak değerlendirmiştir. Bu durum Türk dilinin öğrenilmesinin gerekliliği konusunda şartların oluştuğuna da bir başka belge olarak ortaya konmuştur. Hiçbir Türk boy ile ilgili ayrıntıya girmeyen Kaşgarlı, Oğuzları, Oğuzların yerleşim yerlerini, lehçelerini, boy adlarını ve damgalarını vererek açıklamak yoluna gitmiştir. Bu durum Oğuzların Türk-İslam dünyasının o günkü süper gücü olmalarıyla ilgili ortaya çıkan ve Kaşgarlı’nın da farkında olduğu siyasi ortamla ilgilidir. Kaşgarlı’nın çizdiği haritada Oğuz yurtları iki farklı yerde; Karaçuk dağının batısında ve Karaçuk dağının kuzey-doğusunda gösterilmektedir. Sitkün, Sabran, Karnak, Sugnak ve Karaçuk ise Kaşgarlı’nın adını zikrettiği Oğuz şehirleridir. (Karahan, 2013: 52) Asil Güç Hakaniyeliler Karahanlı han sülalesinden olduğu yolunda kayda değer bilgilere sahip olduğumuz Kaşgarlı Mahmud, eseri boyunca ne 558 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kendisinden ne de mensubu bulunduğu Karahanlı sülalesinden ayrıntılı bir şekilde söz etmemiştir. Kaşgarlı’nın kendisini ve Karahanlı sülalesini ilgilendiren bilgilere dağınık bir biçimde yer verdiği görülür. Bu az bilgiye rağmen, Kaşgarlı’nın bu bilgileri naklederken sesinin yükseldiği, kanının coştuğu hissedilir. Kendinden bahsederken kullandığı “Ben onların en uz dillisi, en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğum halde…” ifadesi onun asaletinin ve bu asalete verdiği önemin bir göstergesidir. Kaşgarlı kendi ifadesiyle bütün bu niteliklere sahipken ve eser yazmak gibi bir yükümlülüğü yokken DLT gibi bir eseri ortaya koymakla da ayrıca övünmektedir. Kaşgarlı ataları olan beylerin Türk illerini Samanoğulları’ndan aldıklarını ve atalarına “hamir tiğin” dendiğini de belirtir. Karahanlı hanlarına verilen bir diğer unvan da kadır’dır. Bu unvan hanlığın mensubu olan Kaşgarlı için açıklanması gerekli bir sözcük olarak görülmüştür. Bu unvan Hakanların sert ve çetin olanına verilir ki bundan dolayı Hakanlı ulusunun hanlarına ‘kadır han’ derler. (DLT, I, 364) Kaşgarlı’nın hem kendisi hem de mensubu olduğu Karahanlılarla ilgili verdiği kırıntı şeklindeki bilgilerde yaratmaya çalıştığı algı, bunların dönemin süper gücü olmasa da asil gücü oldukları yönündedir. Türk Dili ve Lehçeleri Kaşgarlı doğudan batıya doğru Türk boylarını sıralamış ve bunların konuştukları lehçelerin özelliklerini olabildiğince açıklamaya çalışmıştır. Kaşgarlı dönemin müşterek Orta Asya edebi yazı dili olan Hakaniye lehçesini ve bu lehçenin kaynaklandığı diğer Türk lehçelerini merkeze almış, geriye kalan lehçeleri de bu merkez lehçeye olan yakınlık ve uzaklıkları bağlamında değerlendirmiştir. Ona göre en doğru Türkçe, tek dil bilen boyların dilidir. Farslarla karışan veya yabancı ülkelere gidip gelenlerin dilleri bozuktur. Soğdak, Kençek, Argu boyları iki dillidir. Yabancılarla karışanlar Hotan, Tübüt ve Tangutlar’ın bir kısmıdır. Çin ve Maçin halklarının Türkçe dışında başka dilleri vardır. Yecüc ve Mecüc kavminin dilleri bilinmemektedir. Uygurlar öz Türkçe konuşur fakat kendi aralarında konuştuklarında ayrı bir ağızları da vardır. Çomul, Kay, Yabaku, Tatar, Basmıl boyları Türkçeyi iyi bilirler. Kırgız, Kıfçak, Oğuz, Tohsı, Yagma, Çiğil, Oğrak ve Çaruk boylarının öz Türkçe sadece bir dilleri vardır. Yemeklerle Başkurtların buna yakın dilleri vardır. Rum 559 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı diyarından Beçenekler’e kadar Suvar, Bulgar dilleri kelimelerin sonunu kesip atan kısaltılmış Türkçedir. Dilerin en yegnisi Oğuzların en doğrusu da Tohsı ile Yağmaları dilidir. Uygur şehirlerine varıncaya dek İrtiş, Ila Yamar, İtil ırmakları boyunca oturan halkın dili doğru Türkçedir. Bunların en açık ve en tatlısı Hakaniye ülkesinin halkının dilidir… (DLT, I, 29-30) Kaşgarlı’nın bu söylediklerinin ışığında Türk topluluklarının dil özelliklerine göre şöyle ayrıldıklarını görmekteyiz: Çiğil, Kıpçak, Yemek, Oğrak, Oğuz, Tohsı, Uygur, Yağma gibi Ortak Türkçe çevresi içinde bulunan tek dilli Türk toplulukları. Bulgar ve Suvarlar gibi tek dilli olup Ortak Türkçe çevresi dışında kalan Türk toplulukları. Argular ve Kençekler gibi Karahanlı ülkesindeki iki dilli Türkler. Basmıl, Çomul, Kay, Tatar, Yabaku gibi kuzey bozkırlarında bulunan iki dilli Türkler. Hotan, Soğd, ve Tibetliler gibi Türkçeyi ikinci dil olarak öğrenen yabancı topluluklar (Karahan, 2013: 38-84) Gelenek-Görenek, İnanış, Sosyal Hayat Divanü Lugati’t-Türk tanıklı bir sözlük ve kısa bir dil bilgisi kitabı olmasına rağmen, XI. yüzyıl Türk dünyasının bütün kültür kodlarına ilişkin bilgileri içermektedir. Yer yer farklı dini inanışların birbirinin içine girmesiyle karmaşıklaşan bu kodlar Kaşgarlı’nın açıklamalarıyla aydınlanmakta ve karmaşadan kurtularak sosyal hayattan çıkıp gözler önüne serilmektedir. Zaman kavramı ve zamanı anlayabilme insanın çevresini tanımasının en temel şartlarından biridir. Kaşgarlı Türklerin 12 hayvanlı takviminden bahsedip, evren bağlamında Türklerin zaman algısına yer verirken, diğer taraftan bu soyut zaman algısının doğaya ne kadar bağlı olduğunu zaman-mekan-insan ilişkisini gösteren bir efsane ile somutlaştırır. Türk inanç sistemi Türk kültür hayatının en önemli parçalarından birini oluşturur. Samimi inanırlar olan Türkler bir taraftan yeni tanıştıkları dinin gereklerini yerine getirmeye çalışırken, diğer yandan eski dinlerinin alışkanlıklarından ve inanışlarından tam olarak kurtulamamışlardır. Yada taşı doğa olaylarına yön veren ve kamlığa işaret eden bir taştır. Eski Türk inancının işaretlerini taşır. Yine geceleri duyulan ve duyanı öldüren Tiki adı verilen ses kutsal 560 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ruhlar bağlamında Eski Türk geleneğinde yer alan başka bir inanca işaret eder. Ölülerin ardından ruhlarına ithafen yemek düzenlemek de yine Eski Türk inancının izlerini taşımaktadır. Yogla- adı verilen bu eylem bugünde Anadolu’nun tamamında söz konusu Eski Türk geleneğine bağlı olarak yaşamaya devam etmektedir. DLT’de Türklerin inanç dışında kalan bir takım adetlerine de yer yer değinmeler olmuştur. Türkler tanışırken birbirine adlarından önce boylarını sorarlar. Bu durum, birey olarak var olmaktan çok, toplumsal bir varlık olarak tanınmanın daha büyük öneme sahip olduğunu ve toplumsal yapının fertlerden çok boylar üzerinde kurulduğunu göstermesi açısından önemli bir veridir. İlk kez karşılaşan iki kişi kendi adlarından önce boylarının adlarını sorar ve tanışma boylar üzerinden gerçekleşir. Türk giyim kuşamı da DLT’de yer verilen öğelerden biridir. Türklerin giydikleri elbiseleri boyadıkları, ütüledikleri, ipek mendil ve eldiven kullanmış olduğu Kaşgarlı’nın bize verdiği bilgiler arasındadır. Fakat kadın giyim kuşamı ve buna kadınlar tarafından verilen önem eserde açıkça anlatılmıştır. XI. yüzyılın Türk kadını değişik süs eşyalarıyla süslenen, takılar takan, giyiminde renklere ve bunların süs olarak kullanımına dikkat eden bir kadındır. Kadını ruhuna, vücudunun ve yüzünün güzelliğine göre altun özük ve erdini özük olarak niteleyen Kaşgarlı, giyim kuşamın insan üzerinde yarattığı psikolojik etkilere de atıfta bulunarak eşini etkilemek isteyen kadınlara şu atasözü ile seslenir: Kılnu bilse kızıl keder, yaranu bilse yaşıl keder Türk Kültür Havzası Dışında Kalanlar: Başkaları Kaşgarlı Mahmud sadece Türkleri değil, Türklerle ilişki içinde olan ya da aynı çevrede yaşayan başka milletleri de eserine konu etmiştir. Fakat bu milletler Türklerle ilişkileri bağlamında esere konu olmuşlarsa da Türklere göre başkaları olarak değerlendirilmişlerdir. Türk kültür havzasıyla etkileşimde bulunan fakat onun bu parçası olamayan kavimlerle Tat, Tawgaç, Sogd, Tejik, Sart, Sukaklar kastedilmiştir. Bu kelimelerden Tat, Türk kelimesinin karşısında yer alır. Bu sözcük Kaşgarlı tarafından yabancı anlamında bir genel ad olarak kullanılmışsa da, genellikle Fars veya Müslüman olmayan kimseyi (Uygurlar ve diğerleri) tanımlamaktadır. (Bayat 2008:89-90) Bu kelime bazen Tat Tawgaç şeklinde kullanılır ki, bu şekilde 561 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kullanıldığında Uygurlar kastedilmiştir. Kaşgarlı Tat Tawgaç kelimesini açıklarken kelimenin hem dar hem de geniş anlamına hem de sosyolojik olarak bu kelimeye Müslüman Türkler arasına yüklenen anlama değinmiştir: Tat: Bütün Türklere göre Farsça konuşan kimse. Tatıg közre tikenig tüpre. Uygur gâvurlarının adıdır. Bunu kendi ülkelerinde işittim. Tat Tawgaç derler ki ‘Çinli ve Uygur’ demektir. Bu sav Farslar hakkında olduğu gibi, Çinliler ve Uygurlar hakkında da söylenir…(DLT, II, 281) Tat Tawgaç: Bu sözdeki Tat kelimesinden Farslılar, Tawgaç kelimesinden de Türkler murad edilir…(DLT, I, 454). Kaşgarlı’nın Türklerle bir arada yaşadığını belirttiği fakat Türk kültür çevresine sonradan girdiklerini belirttiği başka bir ulus Sogdlardır. Kaşgarlı bunların Balasagun’da yerleşik olduklarını fakat asıl ülkelerinin Buhara ile Semerkant arasında bulunduğunu ifade eder. Kaşgarlı Mahmud bu ulusun Türk kültürüyle intibakının derecesini “Türk kılığını almışlar, Türk huyu ile huylanmışlardır.” cümlesiyle açıkça ortaya koymuştur. DLT’de adı geçen diğer iki ulus Tacikler ve Sartlardır. Tacik kelimesini Tejik şeklinde eserine madde başı yapan Kaşgarlı bu sözcükle Türkler arasında Farsların anlaşıldığını belirtir (DLT, I, 387). Sartlar ise Türk kültür çevresiyle ticaret yoluyla ilişkiye girmiş kimselerdir. Bu kimselerin kimliği çok açık değilse de Kaşgarlı’nın başkalaştırmasından hareket ederek bunların şehirli ve Müslüman olmayan Uygurlar olabileceğini düşünmekteyiz. Sonuç XI. yüzyılda dönemin süper gücü olan Türklerin kültür ve medeniyetini dil aracılığıyla aktarma ve dönemin itibarlı Arap-İslam kültürüyle yarışacak seviyede güçlü olduğunu ortaya koymaya çalışan Kaşgarlı Mahmud, bunu Türk merkezli ve Türk’ün bakış açısından vermeye çalışmıştır. Bunu eserinde bir sıra içinde nakleden Kaşgarlı, bu sıranın en üstüne Türkleri, Türk dilini ve Türk kültürünü koyar. Bu kültür bütün unsurlarıyla Kaşgarlı’nın eserinde kendine yer bulmuş ve bu unsurlar onun usta ellerinde büyük Türk resminin nadide renkleri olarak yerlerini almışlardır. 562 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kaynakça (DLT) ATALAY Besim (1992), Divanü Lûgati’t- Türk Tercümesi, IIV Cilt, Ankara:TDK Yayınları. BAYAT Fuzuli (2008), Kaşgarlı Mahmut, Büyük Türk Bilgini ve Ansiklopedisti, İstanbul:Ötüken Yayınevi. BROCKELMANN K. (1928), Mitteltürkicher Wortschatz Nach Mahmud al Kaşgaris Divân Lugat at-Türk, Bibliotheca Orientalis Hungarica I, Leipzig. BROCKELMANN K. (1954), Osttürkısche Grammatik Der İslamischen Litteratur Sprachen MittelAsiens, Leiden. DANKOFF R., KELLY, J. (1982-85), Compendium Of The Turkıc Dialect, C I-III, Harvard University Publication. ERMERS Robert (1999), Arabic Grammars Of Turkic, LeidenBoston, Köln:Brill. GENÇ Reşat (1997), Kâşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, Ankara: TKAE Yayınları. HAZAI György (1972), “Genel Leksikografya Açısından Kâşgarlı Mahmut Hakkında Düşünceler”, Bilimsel Bildiriler, ss. 419424, Ankara: TDK Yay. HUNKAN, Ömer Soner (2008), “Kaşgarlı Mahmud ve XI. Yüzyılda Türkler”, Kaşgarlı Mahmud Kitabı, ss. 3-37, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. KARAHAN, Akartürk (2013), Divanü Lugati’t-Türk’e Göre XI. Yüzyıl Türk Lehçe Bilgisi, Ankara: TDK Yayınları. (EY) KÂŞGARLI Mahmud (1990), Dîvânü Lûgati’t-Türk, Tıpkıbasım, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. (EY) KÂŞGARLI Mahmud (2005), Dîvânü Lugâti’t-Türk, Çeviri, Uyarlama, Düzenleme: Seçkin Erdi, Serap Tuğba Yurtsever, İstanbul: Kabalcı Yayınevi. KELLY James (1972), “Remarks on Kaşgari’s Phonology, 1. Linguistic Terminology”, Ural-Altaische Jahrbücher, Band 44, p. 179-193. KELLY James (1973), “Remarks on Kaşgari’s Phonology, II. Orthography”, Ural-Altaische Jahrbücher, Band 45, p. 144162. KELLY James (1976), “Remarks on Kaşgari’s Phonology, III. Structure of the Diwan”, Ural-Altaische Jahrbücher, Band 48, p. 151-158. 563 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı KOŞAY Hamit Z. (1975), “Divanü Lûgati’t-Türk’deki Terimlerden Örnekler”, Bilimsel Bildiriler 1972, ss. 478-496, Ankara:TDK Yay. MUTTALLİBOV, Süleyman (1960-1967), Türkiy Süzler Devanı (Devanu Lugatit Turk), C I-IV, Taşkent. NALBANT, Mehmet Vefa (2008a), Divanü Lugati’t Türk Grameri I : İsim, İstanbul: BilgeOğuz Yayınevi. NALBANT, Mehmet Vefa (2008b), “Divanü Lugati’t Türk’ün Sözlükçülük Geleneği Bakımından Yeri Ve Tertibi”, Kaşgarlı Mahmud Kitabı, ss. 149-161, : Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. NALBANT, Mehmet Vefa (2008c), “Sözcüklere Türkçe Bakan Bir Sözlük Bilimci Kaşgarlı Mahmud ve Ödünçleme Sözcükler Üzerine Yaptığı Köken Bilgisi Çalışmaları ” Kaşgarlı Mahmud ve Dönemi Sempozyumu, Hacettepe Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 28-30 Mayıs 2008, Ankara. NALBANT, Mehmet Vefa (2012) “Türk Lehçeleri Sözlüğü Olarak Divanü Lugati’t-Türk Üzerine Temel Sözcükler Bakımından Bir Değerlendirme”, 20-21.04.2012 “Türk Kültürünün Gelişme Çağları: X-XIII Yüzyıllarda Merkezi Avrasya’dan Ön Asya’ya Yeni Açılımlar” Sempozyumu, Türkistan/Kazakistan. 564 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması SÜLEYMANOV, Abulfez (2014). “Azerbaycan Milli Kimliğinin Korunmasında Bahtiyar Vahabzade’nin Rolü”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.567-574 (http://bilgelerzirvesi.org). Abulfez SÜLEYMANOV* AZERBAYCAN MİLLİ KİMLİĞİNİN KORUNMASINDA BAHTİYAR VAHABZADE’NİN ROLÜ Giriş E debiyat, bir toplumun/halkın kimlik edinme sürecinin en önemli yapı taşlarından biridir. Judanis’e göre (Jusdanis 1998: 68), bir “ulusun günlüğü” olan edebiyatın kimlik ve kültürün oluşumunda kurucu öğe olarak varlığı dikkatleri çeker. Bir milletin yaşantısının tüm boyutları edebiyatta yer alır. Geçmişiyle kurduğu iletişimden geleceğe ilişkin beklentilerine ve bugün nasıl bir hayat tecrübesi ortaya koyduğuna kadar bir millet, edebiyatta kendini görür, edebiyatta kendini izler. Çünkü edebiyat, bir günlük olması yönüyle milletin yaşantısını an an izleyen bir projektör olur. Bu yönüyle edebiyat ulusun kimliğinin aynası olarak hizmet verir ve onun hikâyesini anlatır. (Alver 2006 : 34) Bu bağlamda edebiyatın temsilcileri olan şairler, yazarlar başka kültürlerin açtığı örtülü ve açık savaşta kendi kültür
Benzer belgeler
türk dünyası bilgeler zirvesi: gönül sultanları buluşması bildiriler
Proje Yönetimi:
Proje Raporu, Planlama, Uygulama, İzleme ve Değerlendirme
İbrahim AKGÜN
Editör
Ejder OKUMUŞ
Tashih
Zhala BABASHOVA
M. Yasir OKUMUŞ
İsa ABİDOĞLU
Nurşen OKUR
Kapak ve Sayfa Tasarım
Bu...