Milli takım, Galatasaray, Fatih Terim üçgeni
Transkript
Milli takım, Galatasaray, Fatih Terim üçgeni
- Say 13 Eylül 2013 ı 96 TERiM’iN SEÇiMi Milli takım, Galatasaray, Fatih Terim üçgeni Pancar fabrikasından Wembley’e Rickie Lambert Aç - Kapa Transfer dönemi Real’in krizi Iker Casillas M I T A Y A H #96 F L O B T U Yayın Koordinatörü İlker Yılmaz Editörler Emre Çelik Rafet Baran Eryılmaz Yazarlar Alper Öcal Emre Özcan Güner Çalış Uğur Karakullukçu Salih Demirci Terim-Galatasaray-milli takım Ülke gündemi 2 haftadır milli takım ve Fatih Terim’i konuştu. Terim kritik Andorra ve Romanya maçlarından galibiyeti getirerek mucize olarak gözüken 2014 Dünya Kupası umutlarımız bir anda yeşerdi. Kalan iki maçla da Türkiye’nin kaderi çizilecek. Fakat sadece milli takımın değil önümüzdeki aylarda TerimGalatasaray-milli takım üçgeni de şekillenecek, her türlü sonuçta üçgenin köşeleri birine sivrilecek. Hayatım Futbol 96. sayısında bu üçgeni kapağına taşıdı. Hayatım Futbol’un 96. sayısında ayrıca; Transfer döneminin tartışmasını, İngiltere Milli Takımı’na seçilen 31 yaşındaki Rickie Lambert’i, Dünya Kupası elemelerinde grubunda ikinci sıraya kadar çıkan İzlanda’yı, Alex Ferguson ve halefi David Moyes’in ilham kaynağı Douglas Smith’i, Casillas’ın Real Madrid kalesini kaptırmasının ardından çıkan krizi ve Brezilya’nın kupa koleksiyoncusu Muricy Ramalho’yu bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz [email protected] [email protected] #96 Bu Sayıda Umutları yakan adam Fatih Terim’in üçüncü dönemi milli takıma yeni bir hava getirdi.Ya devamı? Transferin son anları Kulüpler sezon başladıktan sonra da kadrolarını şekillendirmeli mi? Moyes’in üstündeki gölge Fergie ve Moyes’in halefi Douglas Smith’e bir bakış 30’undan sonra golcü Southampton’ın yıldızı Rickie Lambert’ın öyküsü Yolcudur Iker! Brezilya’nın Daum’u! Çanlar Real Madrid’in efsane kalecisi için çalıyor Brezilyalı teknik adam 3. kez Sao Paulo’da Güneş kuzeyden yükseliyor Final daha başlangıç Altıncı torbanın sürpriz takımı İzlanda, Brezilya yolunda Nike Halı Saha finallerindeydik Emre Özcan TERiM’iN SEÇiMi Türk Milli Takımı, Fatih Terim’in görevi devralmasıyla içinde bulunduğu sportif krizi kısmen atlattı fakat daha işin içine Galatasaray cephesi de dâhil olacak ve ortalık muhtemelen karışacak... Romanya deplasmanında kazanılan maçla birlikte milli takımlar düzeyinde bir hafta içinde oynanan iki grup maçını yaklaşık 3.5 yıl aradan sonra ilk kez galip bitirmemizle birlikte milli takımda bir dönem kapanıp yenisi açılmış gibi görünüyor. Fatih Terim’in motivasyon bazlı taktik aklıyla gelen çabuk sonuçlar, Galatasaray ve TFF üçgeninde bu kapının ne kadar süreli açık olacağını da merak ettiriyor. 15 günlük milli takım arasında kulüp futbolundan uzaklaşmışken ülke gündeminin en önemli maddesi Fatih Terim’in önümüzdeki haftalarda hangi tercihi yapacağı. TFF’nin acil yangın çıkışını kullanarak umutların bittiği noktada takım üzerinde dünya üzerinde en büyük farkı yaratabilecek tek isim olan Fatih Terim’e gitmesi işin normali. Hocanın Galatasaray’la olan kontratının sezon sonu bitmesiyle daha uzun vadeli düşünmeleri de etik yönden yanlış değil. Fakat Fatih Terim seçiminin altını doldurmaya çalışırken her teknik adam tercihinde federasyon tarafından kullanılan “yeniden yapılanma” klişesinin altına saklanılması samimiyet konusunda sorgulamaları da beraberinde getiriyor. Türkiye Çözüm geçici mi kalıcı mı? HF # 96 Milli takımlar ülke futbolunun tepesinde yer alan organizmalardır. Türkiye’deki futbolu bir piramit şeklinde düşünürseniz zirvede bulunan milli takımdan başlayarak çok daha geniş olan alt bölümlere doğru nüfuz etmek bu işin çok daha zor olanı. Gerek ligin en büyük problemlerinden biri olan lisanslı ve yetkin antrenör sayısının azlığı, gerek milli takımlar düzeyinde yaşadığımız problemin temellerinden birini oluşturan lisanslı futbolcu sayısındaki yetersizliğimizi milli takımlar direktörlüğü adı altında Fatih Terim’le çözmeye çalışmak tabandan başlaması gereken yayılmanın yine ıskalanacağını hissettiriyor. Tetikleyici olarak Almanya’da Bundesliga’nın gelişimi öncesinde milli takımın kullanılması iyi bir örnek olabilir fakat şu anda benzer bir genç oyuncu grubuna sahip değiliz ve değişim yapılacaksa bunun tavandan değil de tabandan başlaması daha doğru görünüyor. Fatih Terim, tepede bulunan bir futbol aklı olarak bunun planlayıcısı olarak düşünülüyor olabilir fakat şu anda meşruiyeti bile problemli olan bir federasyon, bu kadar zor durumdayken bu planlamanın içine girer mi sorusuna evet cevabını vermek bu ülkede pek kolay görünmüyor. Milli takım ve ülke futbolunun yaşadığı sıkıntılar yıllardır herkesin malumu. Ligin değerinin fahiş ve şişirilmiş yayın ihalesinden gelen parayla pompalanmasının altı dolu değil fakat Avrupa ölçeğinde ligin gücündeki bu kısmi artış, milli takımın aldığı başarısız sonuçlar ve FIFA dünya sıralamasında yaşanan kayıplarla birlikte nötrlendi. Geçtiğimiz yıl iki kulüp takımından gelen başarı dışında Avrupa’daki gidişat da aslında pek iyiye gitmiyor. Alınan cezaların bu konunun üzerine tuz biber olmasıyla daha Eylül ayında iki takımın eline bakar hale gelmemiz de işleri iyice karmaşıklaştırıyor. Dolayısıyla milli takımın ve ülke futbolunun Fatih Terim’e böyle bir görevde ihtiyaç duyması anormal değil. Fakat işin bir de Galatasaray boyutu var ve işler orada da fazlasıyla problemli görünüyor. Türkiye Bir ipte iki cambaz: Terim ve Aysal HF # 96 Fatih Terim’in Ünal Aysal’ın başkanlığı altında Galatasaray’ın iki sezon önce başına geldiği dönemde Galatasaray da milli takıma benzer bir dönem geçiriyordu. Kulüp, tarihinin en kötü dönemlerinden birini geride bırakmıştı. İdari, teknik, kadro yapısı ve ekonomik anlamda dibin görüldüğü sezondan sonra takımı şampiyonluğa götüren ve ikinci senenin sonunda Galatasaray tarihinin en kaliteli ilk on birini ortaya çıkaran Fatih Terim’in bu yolda paranın gücünü arkasına aldığı net bir veri ama hocanın ekonomi dışındaki maharetleriyle tutulan yol, önemli yapı sıkıntılarına rağmen başarıyı açık bir şekilde getirdi. Ne var ki Fatih Terim’le Ünal Aysal’ın arası ilk günden beri netameli. Kameralar önünde verilen güzler pozlar dışında iki figürün birbirleri hakkında yaptığı açıklamalar sürekli bir politikayı da çağrıştırmadan durmuyor. Kulüp yönetimi kademelerinde iki çok baskın ve güçlü karaktere sahip figürün yaşadığı sıkıntılar bu yönden normal. İdari ve teknik liderlerin koordineli çalışması kulüp başarısı için şart ve karakterlerin seviyesi arttıkça iletişimden doğal bazı problemler de doğallaşıyor. Fakat Ünal Aysal’ın “eleman” atfıyla başlayan ve Fatih Terim’in geçtiğimiz sezon bir Galatasaray maçından sonra “kendi içimizden vuruluyoruz” minvalli açıklamalarıyla yükselen doz, hocanın Wesley Sneijder’i istemediğini düzenlenen bir basın toplantısında açık ve net bir şekilde belirtmesi sonrasında gelen Hollandalı oyuncuyla birlikte oyunun farklı yönünü de bize göstermişti. Ünal Aysal’ın kafasındaki teknik adam profili farklı olabilir ki başkan şu ana kadar bunu net bir şekilde belli etmedi. Fakat bazı memnuniyetsizliklerinin olduğu muhakkak. Aysal’ın yönetim bazlı problemler nedeniyle erken çektiği seçimler sonrasında 3 yıllık olmak üzere bir dönem daha seçilmesiyle birlikte Fatih Terim’e yapmadığı sözleşme uzatma teklifiyse var olan problemlerin odağında görünüyor. Başkanın FOX’la yapılan sponsorluk anlaşmasının basın toplantısında yaptığı “Teknik adamlar ve futbolcularla sözleşmeler bitime 4-5 ay kala konuşulmaya başlanır, benim bildiğim doğru budur.” açıklaması futbolcu odaklı Bosman kuralı mevcutken düşünmeden söylenmiş bir cümle olarak değerlendirilmeli fakat Fatih Terim’in yaptıklarıyla kontratı seçimle birlikte beklemesi kendisi yönünden bu işin normali. Fakat milli takım seçeneği çıkmasa muhtemelen çok daha uzun vadeye yayılacak ve kaşınacak bir konunun direkt bir şekilde Galatasaray’ın sözleşme önerisini ortaya çıkarması sarı- kırmızılılar için bu çetrefilli konudaki tek avantaj olabilir. Top kısmen Terim’de Türkiye Üçgenin Fatih Terim yönüyse çok daha karışık olabilir. Zira Galatasaray ve federasyonun isteği belliyken Fatih Terim’in kararı, birden çok faktörü içinde barındırıyor. Profesyonel anlamda yapılması gereken seçim aslında oldukça net. Fatih Terim, şu anda 60 yaşını geride bırakmış çok deneyimli bir teknik adam ve tam olarak olgunluk çağında. UEFA Kupası sonrasında tam olarak tutmayan İtalya aşısıyla birlikte düşüşe geçen kariyeri Euro 2008’le birlikte canlanır gibi olmuş ama hoca tam olarak kamuoyunu ikna edememişti. Fakat üçüncü Galatasaray dönemiyle birlikte artık insanların aklında bu konuyla ilgili en ufak bir şüphe yok. Dipteki Galatasaray’a yaşattığı üst üste iki şampiyonluk sonrasında Şampiyonlar Ligi’nde de kariyerinde ilk kez grup aşamasını geçen Terim’in milli takımı 1 hafta içinde canlandırması ona olan saygıyı da ülke içinde maksimize etti. HF # 96 Fatih Terim, ciddi anlamda “prime” dönemini yaşıyor ve bu seviyedeki elit hocaların kulüp ortamından çıkarak milli takımların ışıltısız ve örseleyici çemberi içine girmesi profesyonel anlamda mantıklı değil. Kulüplerde yapılan teknik adamlık haftada iki maçla birlikte hocaları sürekli keskin tutarken milli takımlarda bulunan hocalar 2 ayda bir maça çıkarak çürüyorlar. Geçtiğimiz yıllarda İngiltere Futbol Federasyonu’nun Jose Mourinho’ya milli takım için yaptığı teklif Portekizli tarafından tam da kendisinin böyle bir göreve uygun olmaması gerekçesiyle reddedilirken Terim’in bunu düşünmesi gerekiyor. Bu yapı içerisinde milli takım teknik direktörlüğü daha çok kulüp temposunu kaldıramayan Guus Hiddink gibi emeklilik dönemine giren hocaların işiyken şu anda kariyerinin zirvesinde bulunan Fatih Terim, Türkiye’yi seçerse ciddi bir potansiyel zayiatına uğrayabilir. Bunun yanında iki senedir kendi ellerinde şekillenen, ekonomisi görece her geçen ay daha iyiye giden ve başındaki vizyoner başkanla Faruk Süren gibi fazlasıyla yukarıyı düşünen kendi kulübünde birçok anlamda istediği ortamı bulmuş olan Fatih Terim’in yapacağı seçim bu yönden aslında zor değil. Ne var ki seçimin unsurları içinde profesyonel yaşamdan ve kariyerden çok daha fazlası barınıyor. Hükümet içinden yapılan açıklamalara eklenen Başbakan odaklı “Fatih Terim’in milli takımda devam etmesini istiyoruz” açıklamasıyla siyasi baskının kamuoyu önüne taşınması hocanın tercihini etkileyebilecek en büyük faktörlerden biri. TFF’nin elinde bulunan maddi güçle birlikte Fatih Terim’e Galatasaray’dan çok daha iyi ekonomik şartlar sunulduğuna dair ortaya çıkan dedikodular da profesyonel yaşamın bir uzantısı olarak elbette bu süreçte fazlasıyla etkili olacaktır. Mehmet Demirkol’un sık sık yaptığı ikisi bir arada rahatlıkla gider söylemiyse sürekli artan kulüp maç sayısıyla birlikte ne var ki çok mantıklı görünmüyor. Şampiyonlar Ligi’nde çok kritik haftalardan öncesine gelen milli maç dönemlerinin bir kulübü negatif anlamda etkilememesi mümkün görünmüyor. Sonuç olarak Fatih Terim de ciddi anlamda yaşını almış bir teknik adam ve bu tempoyu kaldırması ihtimaller dahilinde değil. Hocanın yapacağı seçimin ülke futbolunu ve ligi önümüzdeki birkaç sezon itibarıyla kökten değiştireceği ortadayken lig ve Şampiyonlar Ligi maçları dahi bu konunun su kaldırmasını engellemeyecek. Hal böyleyken Fatih Terim’in karar sürecini kısa tutması özellikle işin Galatasaray kısmında daha hayırlı olacak gibi görünüyor. Salih Demirci AÇ – KAPA TRANSFER DÖNEMi Transfer Futbolun masa başı heyecanı transfer penceresini kim açtı, kim kapattı? HF # 96 Bir transfer dönemi daha geride kaldı. Son gün, son saatler yine heyecanlı bir final maçı gibi takip edildi, paralar ve imzalar havada uçuştu. Bir de yeni rekor kırıldı, dünyanın satın alınabilen en pahalı futbolcusu Gareth Bale oldu. Ama parayı veren öyle hemen düdüğü çalamadı, aylar boyunca yazılıp çizilen bu transfer Ağustos ayının son günlerinde netleşti. Yani transfer döneminin kapanışına günler, hatta saatler kala. Peki ya bu transfer dönemi ya da penceresi niye açılıp kapanıyor? Nitekim önceleri tüm sezon açıktı. Ama elbette bu durum Bosman Kararı’nda sonra bir anlam ifade eder oldu. Kontratlarının sonunda kulüp tarafından belirlenen bonservis bedeli karşılığında transfer yapabilen futbolcular inisiyatifi ele aldı ve her şey karıştı. Önce federasyonlar eliyle bazı kısıtlamalar getirildi, örneğin İngiltere’de geçmişte var olan Mart ayı sınırı sürdürüldü. Sezon boyunca transfer yapılabiliyor ama son düzlükte yapılacak transferlerin rekabeti öldüreceği düşünülerek son iki ay yasak koyuluyordu. İtalya’da ise transfer çok daha erken yıllardan itibaren her iki baharda da kapalıydı. Uluslararası hukuk devrede Sonra FIFA meseleye el attı. Genç futbolcuların transferlerinde aşırı şekilde mağdur olan yetiştirici kulüplerin transferden pay alması için başlayan çalışma, ortaya bir dizi düzenleme çıkardı. Ardından da Avrupa Komisyonu’nun müdahalesi geldi. FIFA tarafı, transfer dönemini olabildiğinde sınırlamaya çalışırken öne sürdüğü sportif sebeplere (rekabeti desteklemeye) karşılık Avrupa Komisyonu, işçilerin serbest dolaşım hakkı çerçevesinde transfer döneminin olabildiğince yayılmasını istiyordu. Orta yol bulundu ve transfer sezonu 2+1 aylık iki parça olarak uygulamaya konuldu. Yaz transferi, UEFA’nın Avrupa Kupaları’na katılacak takımların kadro listelerini son kabul gününe endeksli şekilde uygulanıyor. Son günü belirleme kararı federasyonlarda, zira Türkiye’de transfer sezonu genellikle Avrupa’da pencere kapandıktan sonraki birkaç gün daha devam ediyor. Akabinde gelen milli maç arasında da hesap kitap yapılıyor, kadrolar yeniden kuruluyor. Kış transferi ise bilindiği üzere ‘panik’ ile birlikte anılıyor, sezon ortasında fiyatlar şişerken alternatifler azalıyor. Nitekim iki parçalı transfer sezonuna karşı çıkanların en önemli argümanı bu. Küçükler rahatsız Transfer Önceleri, yani transfer sezonu daha uzunken sezon içerisinde sakatlanan oyuncunun yerine hemen transfer yapılıyordu. Acil ihtiyacı olan kulüp, tok satıcıların istediği ücreti masaya koymak zorundaydı. Sezon sonunda satılacağı bedelin iki-üç katına giden futbolcular vardı ve bilhassa küçük bütçeli kulüpler, bu yolla ayakta duruyordu. Ancak başta naklen yayın gelirlerinin artışı olmak üzere futbola giren paranın büyüklüğü, zirve liglerde mücadele eden kulüplerin oyuncu satışı odaklı bütçe planlamalarını eskide bıraktı. Önceleri transfer sezonunun yıl boyu devam etmesini isteyen ligin orta ve küçük ölçekli kulüpleri, şimdilerde saf değiştirdi. HF # 96 Fitili kimin ateşlediği bilinmemekle birlikte yeni talep, transfer sezonunun ligler başlamadan bitmesi. Bu söylemi İngiltere’de en gür sesle dillendiren, geçtiğimiz ay sonunda oyuncusu Yohan Cabaye için Arsenal’in teklif yaptığı Newcastle United’ın menajeri Alan Pardew oldu. Aklı karışan futbolcusunu sezon başında oynatamadı, Arsenal’e ise ‘anca sağ bacağını alırsınız’ mesajı gönderdi. Onu Baines ve Fellaini için uzun süre direnen Everton’ın yeni menajeri Roberto Martinez destekledi. Swansea’nin hocası Michael Laudrup ise sezon içerisinde bundan bahsetmişti. Büyük bütçeli kulüplerin sezon içerisinde teklif yaptıkları oyuncuyu transfer edemeseler bile belirsizlik yaratarak rekabete etki ettikleri dillendiriliyor. Kuşkusuz, Cabaye örneği üzerinden konuşursak bu tez doğru. Yine de evrakları yetiştiremediği için transferi bitiremeyen büyük kulüpler var ve her ne olursa olsun işi son dakikaya bırakanlar olacak. Premier League yönetimi ise geçen yıl resmi sitesinden yayınladığı açıklamada bu fikre karşı olmadığını dillendirmişti. Ama bir şartla: Daha geç açılan liglerin de EPL ile birlikte transfer penceresini kapatması kaydıyla. Türkiye Futbol Federasyonu ise tercihini geçe kalmaktan yana kullanıyor. Rekabet ettiği ligler 31 Ağustos gecesi hesabı kapatırken, Türkiye’de genellikle Eylül’ün ilk hafta sonunu takip eden pazartesiye kadar pencere açık kalıyor. Rafet B. Eryılmaz ALTINCI TORBANIN FATİHİ iZLANDA Dünya Kupası 2014 Dünya Kupası için Avrupa’da oynanan eleme gruplarına son torbadan katılan İzlanda, sekiz maç sonunda grubunda ikinci sıraya yerleşti. 2008’de girdiği ekonomik krizden başarı öyküsü yaratarak çıkan Kuzey ülkesi, futbolda da kendini aşmayı başardı. HF # 96 Son yıllarda İzlanda denince akla ülkede yaşanan ekonomik kriz ve Eyjafjallajökull’deki volkanik patlamanın gelmesi hayli normal. Fakat İsveçli teknik adam Lars Lagerback yönetiminde yeniden yapılan milli takımları, 2014 Dünya Kupası elemelerinde aldığı başarılı sonuçlarla bu soğuk ada ülkesinin ismini farklı şekilde anımsamamızı sağladı. Altıncı torbadan elemelere giren İzlanda, E Grubu’nda oynadığı 8 maç sonunda Slovenya ve Norveç gibi ekipleri geride bırakarak grup ikinciliğini elde etti. Takım, son iki maçında Güney Kıbrıs ve Norveç karşısında alacağı sonuçlarla Brezilya bileti mücadelesini kesinleştirecek. Usta oyun kurucu Elbette İzlanda futbolu, uzun yıllar boyunca Eidur Gudjohnsen dışında önemli bir oyuncu yetiştirmeyi başaramadı. Ancak milli takımın yakaladığı çıkışta 1980’li yılların sonunda doğan oyuncuların gösterdiği performanslar önemli rol oynadı. Bu oyuncuların başında Tottenham’da forma giyen Gylfi Sigurdsson geliyor. 1989 doğumlu oyuncu, 2005’ten bu yana yurtdışında forma giyiyor. Bu sayede kendini geliştirme fırsatı bulan Sigurdsson, 2010 yılında da ilk kez A milli formayı sırtına geçirdi. Premier Lig’in önemli orta saha oyuncuları arasında gösterilen Sigurdsson’un şutları, pasları ve oyunu yönetme becerisi İzlanda’nın en büyük kozu olmasını sağlıyor. Sigurdsson’un yanı sıra Cardiff City’de forma giyen takım kaptanı Aron Gunnarsson ile AZ’li kanat oyuncusu Johan Gudmundsson da orta sahada hücuma dönük destek sağlayan oyuncular oluyorlar. Bilhassa Gudmundsson, 4-4 biten İsviçre maçında yaptığı hat-trick’le göz doldurmuştu. Sigurdsson Forvet bolluğu Tabii Sigurdsson’un paslarını değerlendirebilecek forvet oyuncularının fazla olması da takımın hücum gücünü artırıyor. Özellikle Ajax’ta forma giyen 1990’lı Kolbeinn Sigthorsson, gol yollarındaki başarısıyla dikkat çekiyor. 20 yaşından bu yana A milli formayı giyen Sigthorsson, çıktığı 17 milli maçta 11 gol atarak önemli bir rakama ulaşmayı başardı. Bu formunu sürdürmesi halinde Gudjohnsen’e ait 24 gollük rekoru kırması işten bile olmaz. Gudjohnsen, zaman zaman hücum hattında Sigthorsson’a eşlik etse de Alfred Finnbogason, onun yerini alacakmış gibi görünüyor. 2012 yazında transfer olduğu Heerenveen’de 33 maçta 28 gol atan Finnbogason, yeni sezona da bomba gibi girdi. 4 lig maçında 6 gol atarak takımını sırtlayan 24 yaşındaki oyuncuyu ilerleyen yıllarda büyük ligde forma giyerken izleyebiliriz. Her şeye rağmen savunma… Dünya Kupası Hücumdaki alternatif fazlalığı gol bulma kolaylığını da beraberinde getiriyor. Nitekim 8 maçta 14 gol atan İzlanda, bu alanda grup lideri İsviçre ile aynı sayıyı yakalamayı başardı. Fakat yedikleri 14 golle grup sonuncusu Güney Kıbrıs’ın bile gerisinde kaldılar. HF # 96 Takım, önemli liglerde forma giyen, deneyimli bir savunmacının eksikliğini yaşıyor. Kadroda İngiliz ekibi Rotherham’da oynayan stoper Kari Arnason ile Norveç ekibi Brann’da kariyerini sürdüren bek oyuncusu Birkir Savarsson dikkat çekiyor. Bu iki oyuncu dışında kayda değer kalitede genç veya deneyimli bir savunmacı kadroda yok. Bir dönem Bolton ile Premier Lig deneyimi yaşayıp, Kayserispor formasıyla Türk futboluna giren sağ bek Gretar Steinsson ise herhangi bir kulüpte forma giymediği için kadroya çağrılmıyor. Bu şartlar altında İzlanda’ya yediği golden bir fazlasını atmak dışında bir çare kalmıyor. Kurt İsveçli! İsveç Milli Takımı’nı 2000-09 yılları arasında çalıştıran Lars Lagerback, ülkesinde kazandığı Gudjohnsen milli takım deneyimlerini 2011’den bu yana İzlanda’ya aktarıyor. İzlanda’nın son 20 yıl içindeki ilk yabancı teknik direktörü olan Lagerback, dar oyuncu havuzundan seçtiği oyuncularla başarılı sonuçlar almayı başardı. İsveç’te 1990-99 yılları arasında milli takım altyapısında çalışan Lagerback, İzlanda kadrosundaki genç oyuncular için büyük bir şans. Freddie Ljunberg başta olmak üzere İsveç’in 2000’lerin başında oluşturduğu kadroyu şekillendiren isimlerden olan Lagerback, Sigurdsson, Finnbogason, Gudmundsson gibi yetenekli oyuncuları dünya sahnesine çıkarabilecek kapasitede bir teknik adam. Kariyeri boyunca 3 Dünya Kupası ile 3 Avrupa Şampiyonası’nda milli takım çalıştıran Lagerback, İzlanda’yı da tarihinde ilk defa büyük bir turnuvaya taşımak konusunda kararlı görünüyor. Lagerback Bir acayip lig Dünya Kupası İzlanda Milli Takımı’nın şekillenmesinde yurtdışında forma giyen oyuncuların gösterdikleri performanslar etkili olsa da ülkenin ligini de yabana atmamak lazım. 12 takımlı Urvalsdeid’de maçlar mayıs-eylül aralığında oynanıyor. Son 10 yılda 6 defa şampiyon olan FH, son yıllarda yaptığı yatırımla ön plana çıkmış bir ekip. FH’nin yanı sıra 25 şampiyonlukla ülke tarihinin en başarılı takımı olan KR’yi de unutmamak gerekiyor. 1912’den bu yana oynanan İzlanda Ligi’nde 10 farklı takım şampiyon olma sevinci yaşamış. HF # 96 Ülkenin yaşadığı ekonomik kriz ve ligin kıta Avrupa’sına göre farklı zamanlarda oynanması kulüplerin yabancı oyuncuları transfer etmesini engelliyor. Coğrafi olarak yakında bulunan İngiltere, Danimarka veya İsveç’te alt liglerde forma giyen oyuncular İzlanda’da şampiyonluk kovalayan takımlarda forma giyebiliyorlar. David James de İzlanda’da! Premier Lig’de pek çok farklı takımın formasını giyen ve İngiltere Milli Takımı’nın kalesini uzun yıllar boyunca koruyan David James’in futbol kariyerine hâlâ devam etmesi şaşırtıcı olabilir. James’in, Urvalsdeid ekibi IBV’de forma giymesi ise bu durumu daha da ilginçleştiriyor. 43 yaşındaki James, Portsmouth’tan takım Sigthorsson arkadaşı Hermann Hreidarsson’un çalıştırdığı IBV’de oyuncu/antrenör olarak görev yapıyor. Hreidarsson’un ricasını kırmayan James, bu teklifi antrenörlük deneyimi kazanmak ve farklı ülkelerin futbol kültürlerini öğrenmek için kabul ettiğini söylüyor. Kariyerinin son yıllarında para için Arap ülkelerine veya Çin’e giden yıldızları düşününce James’in tercihine saygı duymak gerekiyor. Zira James, kadrodaki pek çok İzlandalı oyuncudan daha az maaş alıyor. Emre Çelik BiTMEZ REAL MADRiD’iN SORUNLARI İspanya Iker Casillas’ın geçtiğimiz sezon sakatlanmasının ardından kaleyi bir türlü devralamaması, kriz olma yolunda her geçen gün bir adım daha ilerliyor. HF # 96 Önce Vicente del Bosque vardı. Del Bosque’nin vedaya yaklaştığı ve Real Madrid’in fazlasıyla bocaladığı dönemde Emilio Butragueño, Manolo Sanchis, Martín Vazquez, Michel ve Miguel Pardeza’dan oluşan Akbaba Beşlisi sahneye çıktı. Bu efsanevi neslin son demlerine doğru ise Real Madrid taraftarlarının korkularına son veren isim, altyapıdan çıkıp gelen Raul ve hemen ardından onu takip eden Guti oldu. Raul ve Guti, yaşlarını almaya başlayınca ise 18 yaşında çıkıp ‘gerçek los galacticos’un parçası olmaya başaran Casillas, Real Madrid’in ruhu bayrağını devraldı. Fakat geçtiğimiz sezon oynanan Valencia maçında şanssız bir sakatlık geçiren Casillas’ın henüz dokuz aylık süre zarfında ve hatta Mourinho sonrası Ancelotti döneminde bile, eldivenleri Diego Lopez’den teslim alamaması, başkentte tam da işler yoluna girdi derken ortalığı karıştırmaya fazlasıyla yetiyor. Bundan yaklaşık dört hafta önce İspanyol gazeteleri, Casillas’ın artık oynatılmamaktan son derece rahatsız olduğunu ve bu sebepten dolayı takımdan sezon sonu ayrılabileceğini öne sürdü. Bu haberlerden kısa bir süre sonra ise Barcelona’ya yakınlığı ile tanınan Mundo Deportivo; bu sezonu tamamladıktan sonra takımdan ayrılacağını açıklayan Victor Valdes’in yerine Iker Casillas’ın transfer edileceğini iddia etti. Bu iddia çok fazla itibar görmese de Casillas’ın sorunlarını Del Bosque’ye aktarması, Del Bosque’nin de geçtiğimiz hafta oynanan Şili maçında Casillas’ı kulübeye oturtması krizin -en azından Casillas açısından- gün geçtikçe büyüdüğünü ve ileride ciddi bir probleme dönüşebileceğini şimdiden gösteriyor. Hırsızın hiç mi suçu yok Casillas konusu yaklaşık dokuz aydır gündemi İspanya meşgul etse de konuşulanlar “Casillas’ın yine yedek kaldı” eksenini çok fazla geçemedi. Sınırları aştığı nadir anlarda, yani Casillas’ın performansının dile getirildiğinde, ise genellikle İspanya’da bu tip yorumda bulunanlar “Real Madrid düşmanlığı” ile suçlandı. El Pais’teki köşesinde Casillas eleştirilerinin genel çerçevesini çizmeye çalışan eski bir Real Madrid’li olan Santiago Solari, ne zaman bu konu açılsa Real Madrid düşmanlığı ve isyan gibi kelimelerin anılmasından dolayı sağlıklı düşünemediğini, dolaylı da olsa kimsenin düşünemediğini, söylerken haklıydı. Doğal olarak da başlıca Casillas’ın Real Madrid altyapısından gelip efsaneleşmesinin yol açtığı bu algıdan doğan sebeplerden ötürü, sergilediği performans pek de dikkatle değerlendirilmedi. HF # 96 Elbette istisnalar da bu dönemde çıkmadı değil. Örneğin Marca’nın ağır toplarından Paco Garcia Caridad, geçen sezonun sonlarına doğru Mourinho’nun “Casillas’a karşı hep dürüst oldum” sözünün neredeyse hiç doğruluk payı içerdiğinin düşünülmediğinden dem vurarak Portekizli teknik adama gerçekten üzüldüğünü dile getirmişti. Caridad’a göre taktik sebeplerin, daha doğru bir ifade ile Casillas’ın performansındaki düşüşün, aslında gerçek ve kabul edilmeye yeter bir sebepti. Hakeza Casillas formayı kaptırmadan önce de özellikle 2010 Dünya Kupası’nda İspanya’nın Paraguay ile karşılaştığı maçın ardından Casillas’ın eski günlerinden uzak olduğu zaman zaman gündeme geldi ki tecrübeli file bekçisi için bu değerlendirmelerin haklı olduğunu belirtmek kesinlikle yanlış olmaz. Dünya Kupası’ndan bu yana belki akılda kalır büyüklükte bir hata yapmadı ama hatırlanacak bir performans da sergilemedi. Hatta 2012-11 sezonunda Real Madrid’in Sevilla’yı Ramon Sanchez Pijzuan’da 6-2 mağlup ettiği maçta farkın açılmadığı bölümde yaptığı birkaç kurtarış kenara koyulursa, Casillas’ın maç kurtardığını da söylemek doğru olmaz. Basit bir benzetme ile geçtiğimiz sene McGregor’a için fazlasıyla söylenen “Hatalı gol yemiyor ama bu da çıkmaz denen bir top da kurtarmıyor” eleştirilerine paralel biçimde Casillas’ın da son dönemde ‘bir şekilde idare ettiğini’ söylemek isabetli olacaktır. Top Casillas’ta İşin Real Madrid’i etkilemesi olası kısmı tamamen kulübün sergileyeceği performans ile bağlantılı. Eğer ki Ancelotti, hem La Liga’da hem de Şampiyonlar Ligi’nde iyi bir sezon geçirirse kozu eline geçirecek ve dolaylı yoldan da olsa topu tamamen Casillas’a atmış olacak. İlerleyen haftalar ne gösterir bilinmez ama böyle bir senaryoda Casillas’ın geleceği tamamen kendi sabır sınırıyla bağlantılı olacak. Ayrılık kararı vermesi durumunda ise her ne kadar tribünlerle arasında duygusal bir bağ olsa da herkes tarafından kararın “Real Madrid, Casillas’ı kapıya koydu” olarak algılanmaması olası. Hatta Casillas’ın oynama isteğiyle ayrılma düşüncesi bile birçokları tarafından anlayışla karşılanacaktır. Kısacası Casillas’tan önce altyapıdan gelen son iki kulüp efsanesi Raul ve Guti gibi, kulübe ciddi anlamda zarar vermeyecek bir baş ağrısı ile bu süreç atlatılabilir. İspanya Lâkin işler iyi gitmez ve bir de üstüne Diego Lopez’in birkaç önemli hatası da bunda pay sahibi olursa işte o vakit çarşının karışması kuvvetle muhtemel. Son yılların tartışmasız en dokunulmaz teknik direktörü Jose Mourinho’yu bile görevinden eden oyuncu seçimleri, ortalığı karıştırmakla ve kulüplerin işine fazlasıysa karışmasıyla bilinen İspanyol medyasının da etkisiyle Real Madrid’in henüz yakasını yeni kurtardığı entrikaları bir kez daha tetiklemesi fazlasıyla olası. Casillas, olası bir kötü gidişte muhtemelen erken karar vermekten kaçınacaktır ki zaten Mourinho’nun bile Real Madrid’den ayrılmasını sağlayan meşhur ‘başkent entrikaları’, böyle bir durumda Carlo Ancelotti’yi çiğ çiğ yiyebilir! HF # 96 En önemli faktör 2014 Casillas’ın Barcelona’yı tercih edeceğini söylemek, her ne kadar formadan uzak kalsa da pek gerçekçi görünmüyor. Fakat işin içine Vicente del Bosque ve milli takım faktörü de girince Casillas’ın az da olsa takımdan ayrılma ihtimali yok değil. Del Bosque, her ne kadar futbolcu seçimlerinde oyuncuların kulüp performansını çok da ciddiye almayan bir hoca olsa da - yıllarca Real Madrid’de süre bulamayan Raul Albiol’den vazgeçmemesi bu duruma en güzel örnek olarak sunulabilir - son dönemdeki spekülasyonlar Casillas’ın kaleyi kaptıracağı yönünde. İspanyollar, Vicente del Bosque’nin 2014 Dünya Kupası’nın ardından çok büyük olasılıkla veda edeceğini ve bu sebeple de turnuvada tamamiyle hazır bir takım götürmek istediğini belirtiyor. Hal böyle olunca da kale için hazır olmayan bir Casillas’ın yerine Victor Valdes’in tercih edilebileceği de fazlasıyla tartışılıyor. Zaten Şili ile oynanan hazırlık maçında da Casillas yerine kalede Victor Valdes’in maça başlaması, dahası oyuna da Pepe Reina’nın girmesi bu iddiaları, hatta ve hatta Casillas’ın devre arasında ayrılacağı yönündeki spekülasyonları kuvvetlendiren hamleler olarak öne çıkmakta. Güner Çalış Pancar fabrikasından Wembley’e İngiltere Geçen yıl manşetlere çıkan Southampton’ın 31 yaşındaki forveti Rickie Lambert, İngiltere Milli Takımı’na seçilerek başarı öyküsünü başka bir boyuta taşıdı. HF # 96 Rickie Lambert pek çok yönden sıradışı bir golcü. Kariyerinin tamamını İngiltere’nin alt liglerinde geçiren biri olarak 30 yaşında ilk kez çıktığı Premier Lig’de, 15 golle geçen sezonun en golcü İngiliz oyuncusu oldu. Önce Liverpool’dan kovulmuştu. 19 yaşındayken de Blackpool onu beğenmedi. 4 aylığına pancar fabrikasında çalışmak zorunda kaldı. Döndüğündeyse haftalık 50 pound’a Macclesfield’da oynuyordu. Geçen hafta 31 yaşındayken çıktığı ilk milli maçı yeni bir rekora tanık oldu. Topla ilk dokunuşunda, oyuna girdikten 2 dakika sonra attığı gol şu ana kadarki en hızlısı. Dahası, Rickie Lambert bir İngiliz forvetten beklenmeyecek ölçüde oyun zekasına ve Hodgson’ın aradığı hedef santrafor özelliğine sahip. Bu da onu Brezilya’ya götürülecek kadronun muhtemel değerli elemanlara arasına sokuyor. Poster çocuk Rickie Lambert’ın bir İngiliz olması neticesinde, 30’undan sonra yaptığı çıkış ülke içinde çok daha farklı bir boyutta algılanabiliyor. İtalya’da Luca Toni’nin yaptığına benzemiyor bu. İngilizler kendi değerlerini yetiştirmekten o kadar uzaklar ki, her hikayeye sıkı sıkıya sarılma peşindeler. Lambert da Premier Lig’deki yabancı istilasından şans bulamadığını söyleyen genç İngilizler için bir rol model olarak sunuluyor. Hatta daha öte giderek, milli takım için bir kurtuluş reçetesi konumunda. Kulüp takımından hocası Pochettino’ya göre, Lambert milli takımda çığır açabilecek yetenekte. Çünkü Rickie Lambert, ülkesi için oynamayı umursuyor, bundan gerçek bir keyif alıyor. “İngiltere Milli Takımı’nın imajını değiştirme, oyuncularını daha ulaşılabilir hâle getirme noktasında bir şeyleri değiştirebilir.” diyor Pochettino ‘Beklenen adam’ olması yanında, Rickie Lambert gerçekten değerli bir futbolcu ve profesyonel. Yolu Singapur’a kadar düşen, iki sene önceki peri masalı hikayesinin kahramanı Grant Holt’a göre artıları epey fazla olan bir forvet. Yine de bu iki alışılmadık futbolcunun ortak yanlarını aramaya çalıştığımız vakit, bir kez daha İngiliz futbolunun kanayan yarası karşımıza çıkıyor. Alt liglerdeki İngiliz oyuncuları Avrupa standardına kavuşturan Paul Lambert’ın parlattığı Holt ve ülkenin en iyi yönetilen kulüplerinden Southampton’da büyüyen Rickie Lambert’ın ortak paydası kendilerine kıymet veren teknik adamlarla çalışmaları. Fakat İngiltere’de her oyuncunun potansiyeline ulaşmasını sağlayacak sayıda teknik adam yok. ‘‘Kendimi asla değişmeyeceğime inandırmıştım’’ İngiltere Rickie Lambert, hâlâ koruduğu Liverpool aksanıyla nereden geldiği konusunda şüpheye yer bırakmıyor. Zaten kariyerinin ilk hayal kırıklığını da Liverpool’da yaşamış. 15 yaşında Liverpool’dan atılmasına dair, “Dünyanın sonu gelmiş gibiydi. O yaşlarda reddedilmeyi kabullenmek kolay değildi.” diyor Lambert. Bu hayal kırıklıkları hayatının ilerleyen döneminde de devam etmiş. Liverpool’un ardından 3 senesini geçirdiği Blackpool’da da yeterli bulunmayınca ve futbolu bırakma noktasına kadar gelmiş. HF # 96 göre, ancak 27 yaşına geldiğinde gerçek bir profesyonel futbolcu olmuş. “Takımda en fit olmayan oyuncu her zaman bendim. Kendimi de her zaman böyle biri olduğuma ve asla değişmeyeceğime inandırmıştım. Sıradan biri nasıl yaşıyorsa öyle yaşıyor, dışarı çıkma, eğlenme fırsatları varken bunları kaçırmak istemiyordum.” diye durumu izah ediyor. Kendine biraz dikkat ettiği takdirde çok daha iyi yerlere gelebileceğini ilk fısıldayan Bristol Rovers’taki hocasıymış, fakat gerçek bir adım attığı kulüp Southampton olmuş. Southampton yılları Öyle ki, şansını son kez Macclesfield’da denemek isteyen Lambert, evine 1 saat uzaklıktaki bu kulübe gidebilmek için bir pancar fabrikasında eş zamanlı çalışmak zorunda kalmış. Macclesfield’da gösterdiği performansla takımın vazgeçilmezlerinden olan Lambert, ilk sezonunun sonunda kulüp rekoruyla 300 bin pound karşılığında Stockport’a transfer olmuş. Kulübü başarıyla Premier Lig’e taşıyan yöneticiler Nicola Cortese ile Markus Liebherr’in ilk milyonluk transferi Rickie Lambert oldu. Daha evvel adanın en iyi altyapı kulüplerinden biri olarak bilinen Southampton, an itibariyle en hızlı büyüyenler arasında da gösteriliyor. İkilinin başa geldiği 2009’dan bu yana iki kademe atlayıp Premier Lig’e geri döndüler ve şu anda ligin kıymetli orta sıra takımları arasında görülüyorlar. İngiltere’deki en Avrupai altyapı eğitimine sahip olan kulüp; Walcott, Bale, Oxlade-Chamberlain’den sonra WardProws ve Shaw gibi oyuncularla yeni bir altın nesle hazırlanıyor. O günlere geri giden Lambert, milli takıma yükseleceğinin hayalini dahi kurmadığını açıklıkla itiraf ederken niçin bu kadar geç kaldığını da anlayabildiğini söylüyor. Ona Yeni sahiplerin ilk yılında çalıştığı Alan Pardew’in transferi olan Rickie Lambert, durdurulamaz yükselişini Pardew’ın yerine gelen Nigel Adkins’le yaptı. Adkins, Pardew’den beklenen takımı modernize etme işini layıkıyla üstlenirken, Southampton 2 yılda 2 lig atlayarak Premier Lig’e yükseliyor ve Lambert üç sezona 79 lig golü sığdırarak kulübün kült oyuncuları arasına adını yazdırmaya başlıyordu. Takımın Premier Lig’e çıkmasıyla Gaston Ramirez, Mayuka ve Jay Rodriguez ofansif özellikleri yüksek oyunculara yönelen Adkins’in 4-2-3-1 dizilişinde Lambert’ı nereye yerleştireceği merakla bekleniyordu. Hırslı Cortese takımın savrukça ofansif hâlinden memnun olmayınca, işler o kadar da kötü gitmiyorken sezon ortasında radikal bir kararla Adkins’in görevine son verildi. Lambert’sa gerek Adkins, gerek onun yerine gelen Pochettino döneminde gollerini atmayı sürdürdü. İşine duyduğu büyük saygı, onun durmak bilmeyen ilerleyişinin en büyük yardımcısı oldu. Pochettino ve sonrası İngiltere Kulübedeki esrarengiz ve somurtkan görüntüsüyle Cortese’nin sahadaki eli olduğu izlenimi veren Pochettino, Lambert’ın kariyerinde yepyeni bir sayfa açtı. Marcelo Bielsa okulunun kuvvetli takipçilerinden olan Arjantinli hoca, geldiği günden itibaren farkını belli etmişti. Ferguson’ın ‘bizden daha iyiydiler’ diyerek üstünlüklerini kabul ettiği bir maçta Old Trafford’da sinyali verdiler; ertesi haftada Manchester City’yi 3-1 ile darmaduman ettiler. Pochettino’nun göreve gelmesinden yalnızca iki hafta sonra, agresifçe önde baskı yapan ve rakipten kazandığı toplarla gol arayan bir Southampton yarattı. Aylar sonra taraftarlar da soğuk ama haklı Cortese’nin bir kez daha doğru kararı aldığına ikna oldular. HF # 96 Gelişmiş kulüp yapısı ve Adkins’in bıraktığı miras Pochettino’nun çalışması için çok uygundu. Ama devraldığı bu hazır ortamda onu en çok şaşırtan Lambert oldu. Manchester City maçından sonra “Kariyerini öğrendiğimde Premier Lig’de daha fazla oynamamış olmasına hayret etmiştim. Birbirinden aşağı kalmayan pek çok özelliği var; uzaktan çok iyi şut çekebiliyor, iyi bir bitirici, iyi bir tekniği var fakat beni en çok şaşırtanı onun düşünce yapısı oldu.” diyerek oyuncusunun en önemli özelliğini vurguladı. Pochettino bu yıl projesini bir adım öteye taşımaya kararlı görünüyor. Transfere yüksek bedeller harcayarak Lovren, Wanyama ve Osvaldo gibi çok değerli üç yeni oyuncu getirdiler. Bu isimlerin kadroya katılışıyla, oynanmak istenen çizgi savunmalı, ön alanda presli futbol için çok daha uygun bir ortam oluşmuş durumda. Açıkçası, başka şansları da yok. Cork, Wanyama, Schneiderlin’den oluşan bir orta sahayla oynayan bir takımdan başka ne bekleyebilirsiniz? Osvaldo transferiyle Lambert’ın geçirmesi muhtemel evrim daha da netlik kazanıyor. Hâlihazırda kanatlara açılma, geriden gelenlere duvar olma gibi takımı yukarı taşıyıcı özellikleri barındıran Lambert, yeni hoca sonrası özellikle Jay Rodriguez’le başarılı oyunlar kurgulamıştı. Aslen bir forvet oyuncusu olan Rodriguez’in sol kanattan başlayarak savunma arkasına koşuları veya tek paslarla karşı karşıya bırakılışları çoğunlukla Lambert’ın varlığı ve pozisyon alışıyla mümkün oluyordu. Lambert’ın kanatta başlamasının çok düşük bir ihtimal olduğunu hesaba katarsak Osvaldo’nun benzer bir rolü daha iyi şekilde üstlenmesi yüksek ihtimal gözüküyor. Pochettino, Lambert’ın bu görevin altından da başarıyla kalkacağından emin: “Rickie rekabeti ne sevdiğini bize tekrar tekrar hatırlatıyor. Osvaldo’yla birlikte çalışarak kendini daha iyi yerlere taşıyacağına eminim.” Hodgson’ın elinde Rooney, Sturridge, Welbeck gibi çok değerli forvetler olduğu kesin. Ama onun vazgeçemediği, arkadaşlarına pozisyon hazırlayan bir hedef forvet lazım olursa artık Zamora gibi figürlerden çok daha değerli Rickie Lambert’ı var. Üstelik gol de atıyor ve daha da iyiye gidecek gibi gözüküyor. Salih Demirci Old Trafford’da aile bağları Profil Emekli efsane Alex Ferguson şimdilerde başarısının sırlarını yazıyor, kaçınılmaz halefi David Moyes ise girdiği ağır yükün altında terliyor. Geçmişin izleri ise daima bugünü kovalıyor… HF # 96 İskoçya’nın futbolunun yıldızları Matt Busby, Bill Shankly, Jock Stein... Hoca olarak başarının kitabını yazanlar, hala yanına yaklaşılamayanlar ve futbolcular… Hollandalı Bergkamp’ın adının sebebi olacak kadar iyi golcü olan Denis Law, 78’de Hollanda ağlarını nefis bir golle havalandıran Archie Gemmill ve Kenny Dalglish ile tabii ki tüm bu isimlere göre artık bambaşka bir yerde duran Alex Ferguson. Yakın zamanda emekli olduğunu açıklayan efsane hocaya kendi kahramanın kim olduğu sorulduğunda verdiği yanıt, İskoç futboluna dair bilinen genel yargıları kökünden sarsacak kadar çarpıcı ve merak uyandırıcıdır: “Douglas Smith beni çok etkileyen, harika bir insandı. Bizi yalnızca futbol konusunda eğitmiyordu, aynı zamanda disiplin, tertip, düzen, zamanın doğru kullanımı, sportmenlik ve nasıl rekabetçi olunur... gibi hayat derslerini de zihnimize işliyordu.” Alex Ferguson’a göre Douglas Smith, kendisinin bugün geldiği noktaya ulaşmasında en çok payı olan insanlardan biri. Birlikte geçirdikleri zamanlardan sonra Old Trafford’un daimi ziyaretçilerinden olan Smith, sonraları Everton maçlarını izlemek üzere neredeyse her maç haftası Goodison Park’a gider olmuştu. Çünkü bir başka talebesi David Moyes da orada çalışıyordu. Drumchapel Amateur Her şey, ailesi koskoca bir tersane sahibi olan, Cambridge mezunu mühendis Douglas Smith’in askerde ayağını kırmasıyla başlar. Yıl 1950 iken yirmi üç yaşındadır ve yaşadığı kaza nedeniyle amatör futbol kariyeri sonlanmıştır. Futbol hevesini törpüleyecek başka bir yol arar, kilisenin yönlendirmesiyle kurulduğu günden bu yana hiç maç kazanamamış olan bir kasaba takımına maddi katkı vermeye başlar. Geleceği inşa etmeye uzanan yoldaki ilk hamlesi, takım kadrosunu belirleme yetkisine sahip olan yaşça büyük futbolcuları diğerleriyle eşitlemek olur. Artık kontrol Smith’in elindedir ve yetenekli genç futbolcular, kısa zamanda palazlanarak tozu dumana katarlar. Elde yetenekli bir genç oyuncu grubu vardır, takım kısa zamanda yerel ligin en iyisi olmuştur. Öyle ki, 10 yıl boyunca yarıştıkları şampiyonalarda kazanabilecekleri 20 kupanın 13’ünü almışlardır ve o dönemde Britanya sınırları dâhilinde benzer bir dominasyon yaratabilen başka bir takım yoktur. Bu durum, ülke futbolunun kodamanlarının dikkatini çeker. Artık onların maçlarını büyük takım yöneticileri ve yetenek avcıları takip ediyordur. Bu yeni durum, yetenekli oğul sahibi babaların Douglas Smith’in himayesini seçmeye başlamasına sebep olur. Çünkü biliyorlardır ki, Drumchapel Amateur’de oynayan futbolcular, daima profesyonel kulüplerin radarındadır. Smith’in imzası Herhangi bir antrenörlük eğitimi almamış olan Smith, futbolcuların oyununa asla karışmıyordu. Onlardan kendilerini en doğru şekilde ifade ederek oynamalarını istiyor, asla futbol konusunda telkinde bulunmuyordu. Öğrencilerinin aktardığına göre, yıllar boyunca bir kez dahi bağırmamıştı. Eğer hoşuna gitmeyen bir şey varsa, yalnızca ‘hayal kırıklığına uğradım’ diyordu ve onu tanıyanlar, eğer söz konusu Douglas Smith’se bu sözü duymanın zaten olabilecek en utanç verici şey olduğunu biliyorlardı. Profil Alex Ferguson’dan referansla farkı yaratan, yaptığı en özel iş ise hayatında Glasgow’dan başka şehir görmemiş olan 14-16 yaş aralığındaki çocukları Milano’ya, Moskova’ya, Barcelona’ya götürerek, bu şehirlerdeki kulüplerin genç takımlarıyla hazırlık maçı oynatmaktı. Üstelik tüm bunlar 50’li ve 60’lı yıllarda oluyordu, Douglas Smith çoktan zamanın ötesine geçmişti. HF # 96 Ferguson’dan Moyes’a Smith hakkında, “Çok zengin olması sayesinde bize yardımcı oluyordu, ama mesele sadece para değildi. Bize çok ama çok fazla zaman ayırıyordu.” cümlesini kuran Alex Ferguson, bu seyahatlerin ufuk açısı olduğunu söyler. Onun Douglas Smith’le buluşması da bugünkü değerine yaraşır farklılıkta olmuştur. Herkesin girmeye çalıştığı takıma davet almış, ama okul arkadaşlarından ayrılmak istemediği için reddetmiştir. Bir gün evlerinin kapısı çalar, gelen yaşadıkları kasaba Govan’ın en büyük tersanesinin varislerinden biri olan Douglas Smith’tir. Babası, şehirdeki tersanelerden birinde çalışan genç Alex, ayağına kadar gelen Smith’i kıramaz ve o gün belki de dünya futbolunun tarihi değişir. Şimdilerde ise onun bıraktığı yerden, söz konusu okulun birkaç alt dönem talebesi devam ediyor. Onun gibi mavi gözlü, beyaz tenli bir İskoç. Tıpkı Ferguson gibi Glasgow’un banliyölerinde doğmuş, futbolculuğu fazla talep görmeyen biri David Moyes. Onları birbirine sıkı sıkıya bağlayan ise Douglas Smith’in Drumchapel Amateur’ünde geçirdikleri günler ve soyunma odasının duvarına Smith’in el yazısı ile yazdığı bir cümle: “Mükemmel olabilecek yeteneklere sahipsen, en iyisi olmak yetmez.” Douglas Smith’in Drumchapel Amateur’ü, bugüne dek asla profesyonel düzeye çıkmadı. Geçen 50 yılda yetiştirdiği futbolculardan en az 300’ü profesyonel oldu, bunların 29’u İskoçya ulusal takımına kadar yükseldi. Ferguson, Moyes, Gemmill, Gray... hepsi onun öğrencisiydi. Hepsi, hayata dair öğrendikleri pek çok şeyin kaynağının bu küçük amatör kulüp olduğunu söyler. İskoçya futbolunun adını duyurmayan ‘büyük’ kahramanı Douglas Smith, 2004 yılında 76 yaşındayken hayatını kaybetti. Alper Öcal Biraz Lucescu, biraz Daum ve biraz Parreira RAMALHO Brezilya’da teknik direktörlük yapan, dört şampiyonluk kazanarak ülkenin en iyileri arasına ismini yazdıran Muricy Ramalho’nun geçtiği yollar aslında bize çok yakın. Biraz Lucescu, biraz Daum ve biraz Parreira ile döşenmiş. Profil Sao Paulo, nam-ı diğer Tricolor yani Üç Renkliler, Brezilya’nın uluslararası saygınlığı en fazla olan kulüplerinden biri. Çocukluğumuz işleyen Tsubasa karakterinin Sao Paulo forması giymesi bir tarafa, kıtada en fazla uluslararası şampiyonluk kazanan Brezilya takımı olması sebebiyle de bunu fazlasıyla hak ediyor. HF # 96 Öte yandan Sao Paulo’nun 1991 yılından sonra ligde 15 sene şampiyonluğa hasret kaldığı ve yavaş yavaş büyüklüğünü kaybettiğine dair spekülasyonların had safhaya ulaştığı bir dönem de var. Bu kaderi değiştiren isim, kulübün alt yapısından yetişen Muricy Ramalho olmuştu. Futbolculuğunda sadece bir kez lig şampiyonluğu yaşayabilen Ramalho, 27 yıl aradan sonra yuvasına döndüğünde üst üste 3 lig şampiyonluğu zaferi tatmayı başardı. Brezilya’dan bunu başaran başka bir kulüp ve teknik direktörün olmaması sebebiyle mesleğin zirvesine çıktı.Velakin, kimilerine göre savunmayı öncelik edinmesiyle ve taktik bilinci yüksek takımlar yaratmasıyla birlikte de ülkenin hücuma ve tekniğe kodlanmış futbol ekolünü kökünden dinamitliyor. Öyle ki; Dunga’nın görevine son veren Brezilya Futbol Federasyonu tarafından ulusal göreve davet edildiğinde, hücum toleransı Dunga’dan bile düşük olduğu gerekçesiyle kimi otoriteler tarafından anti propagandaya maruz kalmıştı. Muricy Ramalho, yaklaşık dört sezon sonra, ligin ilk devresinin bitimiyle ilk göz ağrısı Sao Paulo ile yeniden buluştu. Bu kez farklı bir misyonla. Zira Sao Paulo tarihinin en kötü lig başlangıcını yaptı ve kulüp varoluşundan bu yana ilk kez küme düşmeme mücadelesi vermekte. Taraftar da bu gelişmeye öyle sevindi ki, tribün doluluk oranının % 25 olduğu ve bu sezon ortalama 18 bin seyirciyi ağırlamış Morumbi Stadı’nda eski hocalarının ilk maçına inanılmaz bir ilgi oluştu. Ponte Preta maçı için satılan bilet sayısı en son 50 bin barajını aşmıştı. Kupa koleksiyoneri Ramalho Peki kim haklı? Onun Sao Paulo’yu tekrar parlak günlerine döndüreceğini düşünen taraftar mı yoksa Brezilya futbolunu dinamitlediğini hatta öldürdüğünü söyleyen, etkisi azımsanmayacak futbol otoriteleri mi ? Bu sorunun cevabına yaklaşmak için Muricy Ramalho’yu biraz daha büyüteç altına almak gerekir. Muricy Ramalho’nun zirve takımları olan ve sezonu tamamladığı – ki Brezilya’da büyük başarıdır -, Sao Paulo, Fluminense ve Santos kariyerlerine bakıldığı zaman ülke şartları içinde olağanüstü sayılabilecek, % 65’in üzerinde bir başarı oranı göze çarpıyor. 3 kulüpte de en az bir kupa kazandı. Dördü üst üste olmak üzere 5 kere Brezilya’da yılın teknik direktörü seçildi. Çalıştırdığı diğer düşük profilli takımlarda da yerel şampiyonlukları var. Örneğin, 2001 yılında Nautico’yu 11 yıl aradan sonra eyalet şampiyonu yaptı, hem de kulübün 100’üncü yılında. O şampiyonluğu anlatırken şöyle demişti: “Kaybetmeye alışmış bir takım vardı. Her şey karmakarışıktı. Taraftarın baskısı büyüktü, herkes çok gergindi. İki aylık bir kontrat yaparak başarısızlığın bana ait olacağını söyleyerek, futbolcuların tansiyonunu düşürdüm.Tek yaptığım bakış açılarını değiştirmekti.” Profil Hazırcı mı yaratıcı mı ? HF # 96 Ramalho’nun teknik ve tarzının yanı sıra bu demeçte olduğu gibi, benci yaklaşımının da onu eleştirenler tarafından sevilmemesinde büyük bir payı var. Öyle ki Sao Paulo’yu üç sene üst üste şampiyon yaptığında asıl başarının o takımı kuran Cuca’ya ait olduğunu belirten ve Ramalho’nun ona hiç kredi vermemesini ağır bir dille eleştirenler mevcut. İşin Cuca tarafında haklı sayılırlar. Zira Hernanes, Lugano, Josue, Aloisio, Richarlyson, Danilo, Junior, Jean gibi pek çok futbolcuyu takıma Cuca kazandırmıştı. Ve Ramalho gerçekten de Cuca’ya fazla kredi vermedi ama devraldığı Sao Paulo ile yarattığı, tam manasıyla zıt kutuplardı denebilir. Fazlasıyla ofansif olan, çokça atıp yiyen Cuca’nın takımından sonra 38 maçlık ligi 19 golle kapayan, savunmasıyla destan yazan ve güzel futboldan çok maç kaybetmeme üzerine bir takım ortaya çıkarmıştı. Sao Paulo eyaletinin Sarıyer’i denebilecek ve büyüklerin yanında hayli mütevazı kalan Sao Caetano’ya, 2004 sezonunda kulüp tarihinin ilk ve tek eyalet şampiyonluğunu kazandırdığında ise durum bundan farklıydı. Corinthians’ı şu anda başarıdan başarıya koşturan, alınabilecek her türlü kupayı kazandıran ve kendisiyle teknik açıdan benzer stilde yoğurt yiyen Tite’den takımı devralmış ve sezon sonunda kendisine verilen paye ve övgüye karşın yaptığı açıklamayla şaşırtmıştı. “Takımı bir araya getiren ve futbolcuları seçen ben değilim. Tite’nin bu şampiyonlukta çok daha fazla katkısı var. Başkalarının eserinde ön plana çıkan bazılarıyla beni karıştırmayın. “ demişti. Bir tutam Lucescu Muricy Ramalho, karakterine ya da mesleki yetkinliğine dair sorgulamalar bu açıdan hayli boş denebilir. Fakat tarzıyla ilgili eleştiriler meselenin odağı. Brezilya’lı gazeteci Jon Cotterill onun oynattığı futbol için uyuyamama sorunu çeken insomnia hastalarına verilebilecek en iyi ilaç olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Haksız da sayılmaz. Ramalho tüm takımın topun arkasına geçmesini isteyen, özellikle deplasmanlarda 0-0’a razı, 1-0’ı yakaladığında farkı artırmayı değil skoru korumayı düşünen, ve hatta süreye oynayan, bunu değişiklikleriyle de yansıtan bir duruş sergiledi. Profil Sao Paulo ile başarılı olduğu dönemde Dagoberto ile kazanılan Jorge Wagner, Carlos Alberto ya da Ceni’nin kullandığı duran toplarla, ve Adriano ile Aloisio gibi havadan çok dominant iki santrforuna uzun oynayarak sonuç alan bir yapı oturtmuştu. Hücumda son derece kısır, şampiyon olunan üç sezonda gol krallığı listesine kimseyi sokmayı başaramamış, sezonda 15 gol barajını aşamamış bir takımlardı ama savunmada da kale gibilerdi. 2007 sezonunda sadece 19 gol yemişlerdi. Eyalet liginde ise sadece yedi gol yediler. Altı maçları 0-0 bitmişti. Maç başına yedikleri gol birin üstüne hiçbir sezonda çıkmadı. HF # 96 Ramalho aynı düzeni sadece isimleri değiştirerek Fluminense’de de kurdu. 2010’da şampiyon olan takımda faulü alan bu kez Emerson, duran topları kullanan Dario Conca, Deco; bitiren ise Washington ve Fred oluyordu. Yine kalesinde gördüğü ortalama gol sayısı birin altında, hücumda en golcü ismi 10 golle Washington olan bir takım yarattı. Santos’ta ise Neymar, Ganso, Elano gibi duran top ustalarının yanına havadan iyi bir bitirici koyamadı. Alan Kardec’i denediyse de başarılı olamadı ve şampiyonluk gelmedi. Kariyerini hücum üzerine bina eden Fatih Terim’den sonra Galatasaray’ın başına gelen Mircea Lucescu’nun yaşadıklarının aslında bir benzeri. Üstelik Lucescu da Ramalho da futbolculuklarında hücum oyuncusuydu. Tanıdık bir hikâye. Bir tutam Daum Ramalho, elindeki potansiyeli iyi kullanamama, duran topları ana hücum silahı haline getirmesi eleştirileriyle bir tutam Daum izleri de taşımıyor değil. Bunun yanı sıra genç oyunculara mecbur olmadıkça oynatmaması, yıldız oyunculara sarılması, oyuncuları orijinal mevkilerinde oynatmayıp farklı pozisyonlarda denemesi de Alman teknik adamı hedef haline getiren uygulamalarıyla benzeşiyor. Öyle ki sadece Santos kariyerinde Libertadores şampiyonu olan ama Neymar, Ganso, Elano, Adriano, Danilo, Alex Sandro, Ze Eduardo, Alan Kardec gibi yıldız aslarını çok kısa sürede kaybetmesinin ardından Copinha olarak bilinen ülkenin en iyi 18 yaş altı turnuvasında şampiyon olan takımdan gençleri A takıma çıkararak mecburen oynatmıştı. Bu sezona çok kötü başlayan Santos, oynamaya başlayan Neilton, Gabigol, Victor Andrade, Leandrinho, Giva gibi gençleriyle toparlasa da daha önce yeterince maç deneyimi kazandırılmadıkları için Santos zirveden uzak kaldı ve Ramalho da telefonuna atılan bir mesajla işinden oldu. Telê Santana & Ramalho Oyuncuları farklı pozisyonlarda oynatması konusunda en çok konuşulan örnek ise Hernanes. Yeni Kaka denilen Hernanes gibi bir yeteneği defansif orta saha olarak kullanmıştı. Ofansif becerilerini özgürce sergilediği dönemde Barcelona ve Kaka’yı satması gündemde olan Milan ile çok ciddi anılan Hernanes, Real Madrid ve Inter için de plaseydi. Menajeri bizzat açıklamıştı ama savunmaya evrildikten sonra gidebildiği kulüp Lazio oldu. Asla elit sınıfa yükselemedi. Milli takım havuzundan uzak kaldı. Oyun değil kupa büyüklüğü Profil Futbolculuk kariyerinde forvet arkası oynayan Ramalho’nun teknik direktörlüğünde hücuma bu kadar mesafeli olması ilginç. Üstelik futbolu bırakmasının ardından yardımcı antrenör olarak döndüğü yuvası Sao Paulo’da Tele Santana’nın eğitiminden geçmişti. Tele Santana ismini, hafızasını biraz zorlayanlar 1982’nin Brezilya milli takımını çalıştırmasından ötürü hatırlayacaktır. Santana aynı zamanda ülkenin en sevilen efsanesi Zico’nun da idolüydü. Bu ikilinin ortak yanı izlemesi çok keyifli, babalarımızın mest olarak anlattığı, kimi uluslararası otoritelere göre hem 1970’te şampiyon olan Brezilya’dan hem de günümüzdeki İspanya’dan daha klas ve Brezilya usulü futbol denince akla gelen takımın yaratıcıları olmasıdır. Ne var ki, o takım diğerleri gibi taçlanamadı sadece gönüllerin şampiyonu olmakla yetindi. Brezilya’nın tam manasıyla antitezi olan Rossi’nin kekrek İtalya’sına yenik düştü. Tele Santana’nın Sao Paulo’yu çalıştırdığı altı sezonda da sadece tek şampiyonluğu da bir köşeye not edilmedi. HF # 96 Futbolculuğunda bir hücum oyuncusu olan Ramalho, hele de Tele Santana’nın tedrisatından geçmesinin ardından ikinci çıraklığını 1994’te ülkeye 24 yıl aradan sonra Dünya Kupası şampiyonluğunu yaşatan Carlos Alberto Parreira’nın yanıydı. Parreira’nın hem milli takımda hem de Fenerbahçe’de verdiği imaj Ramalho’nun oyuna şu an baktığı noktayla fazlasıyla uyuşuyor. Parreira & Ramalho Güzel oyun ile alkışlanmaktansa, izleyene hitap etmeyen ama kazanan bir teknik direktör olmayı tercih ettiği aşikâr. Palmeiras ve Santos döneminde lig şampiyonluğuna hasret kalan ve tahtını Tite ve Abel Braga’ya kaptıran Ramalho yeniden yükseliş peşinde. Sao Paulo’da duran top kazandıracak Osvaldo, Aloisio, Ademilson gibi çabuk forvetler, onları kullanacak Ceni, Jadson ve Ganso gibi üç usta ve bitirecek Luis Fabiano’ya sahip olması taraftarın şimdiden iştahını kabarttı. Üstelik batıl olarak da her şey istedikleri gibi. Sao Paulo her ne kadar şampiyonluğa değil küme düşmekten kurtulmaya oynayacaksa da, Muricy Ramalho koltuğu Paulo Autori’den devraldı. Tıpkı 2006 yılında olduğu gibi. Uğur Karakullukçu FiNAL DAHA BAŞLANGIÇ… Nike Halı Saha Ligi finalleri 3-5 Eylül arasında İstanbul’da yapılırken, 1200 genç için organizasyon çok değerli bir deneyim oldu. Nike Halı Saha Ligi senelerdir düzenlenen, geniş çaplı bir organizasyon. Bir şekilde ucundan kıyısından duymuş, hatta sahaya çıkıp oynamış dahi olabilirsiniz ancak federasyonla paralel olarak yürütülen bu organizasyon artık daha farklı bir seviyeye gelmiş durumda ve bir eğlencelik olmaktan öte bir görev üstleniyor. HF # 96 İlk yıllarında herkesin takımını kurabildiği ve sahaya çıktığı organizasyon bu sezon Türk futboluna farklı bir açıdan hizmet eden ve önemli bir boşluğu dolduran konuma geldi. Türk futbolunun en büyük problemlerinden biri futbolun okullara inmekte güçlük çekmesi... Okulları bir arada tutan ve spor yapmaya teşvik eden organizasyonlar çok kısıtlı. İşte tam bu noktada Nike Halı Saha Ligi farklı konseptiyle devreye girdi ve serbest formatını bırakıp okul futbolunu teşvik eden formatıyla ülke futbolu adına önemli bir hizmet gerçekleştirmiş oldu. 36 bin genç boy gösterdi Lise (15-18 yaş) ve üniversite (18-35 yaş) kategorilerinde tam 4 bin 300 takımın sahaya çıktığı bu sezonki organizasyonda mücadele veren genç sayısı 36 bin 250. Milli Eğitim Bakanlığı ve Spor Bakanlığının da aynı anda desteğini alan Nike Halı Saha Ligi’nin ulaştığı kişi sayısı gerçekten takdir edilesi. Üstelik bu katılım sayısının daha da artması, daha çok okulun önümüzdeki yıllarda organizasyonda boy göstermesi bekleniyor. 36 bin 250 kişi arasından toplam 1200 şanslı genç sadece kendi illerinde değil, İstanbul’daki final organizasyonunda da boy göstermeyi bildi. Bu ekiplerden 59’u lise, 35’i üniversite takımıydı. Bu 1200 genci 3 Eylül’deki kura çekiminde bir arada görmek de heyecan vericiydi. Belki buradan bakınca hepi topu bir futbol turnuvası diyebiliyorsunuz ama o gençleri görünce onlar için kesinlikle bundan çok daha ötede bir deneyimdi. Belki de bu gençlerin bir kısmı hayatları boyunca İstanbul’a ayak basmayacak ancak profesyonel bir futbolcuymuşçasına muamele gördükleri bu 3 günlük macera onların belleklerinde hep canlı kalacak. Kura çekimi günü sadece onlara bakarak dahi bunu hissedebiliyordunuz ki bir genç arkadaşımıza dahi böyle hissettirebiliyorsa bu organizasyonun görevini yerine getirdiğini söylemek kesinlikle yanlış olmaz. Arda etkisi Kura çekiminde 1200 gencin ilgisini tek bir noktaya toplamak elbette zor, tecrübeli sunucu Melih Gümüşbıçak dahi tam 94 takımın katıldığı final kurasının çekiminde bir süre sonra topu çocukların hayallerindeki isimlere, iki milli futbolcuya attı: Nuri Şahin ve Arda Turan. HF # 96 Nuri Şahin gerçekten çok sevimli bir insan, yakından görüp de kanı ısınmayacak birisi olduğunu sanmıyorum ancak Arda Turan’ın insanlar üstündeki etkisi gerçekten bambaşka… O konuşurken çocukların sahnenin dibinde toplanıp gözlerinin içine bakması bile bunu gözlemlemek için yeterli. Kendini ifade etmek Arda için zaten hiçbir zaman bir problem olmamıştır, yaptığı konuşmada organizasyona verdiği önemin yanı sıra milli takım üzerine yaptığı samimi açıklamalar da gençlerin takdirini topladı. “Halkımızı üzdüğümüzün farkındayız. Milli maç milli maçtır. Az da olsa bir şansımız var. Bunu da başarırsak Dünya Kupası’nda olacağız ve çok iyi olacağız. Elimizden geleni yapacağız ama boş yere umut dağıtmak istemiyoruz” diyordu Arda. Bunları dedikten sonra aldıkları iki galibiyet de aslında konuşmanın değil, icraatın geçerli akçe olduğunu gösteriyordu. Finallerin son gününün yıldızı ise daha önce de Nike Halı Saha Ligi vesilesiyle uzun uzun sohbet ettiğimiz isimlerden Salih Uçan’dı. Yaz döneminde o milli takımdan bu milli takıma, sonra Fenerbahçe’ye derken nefes dahi almakta güçlük çeken Salih soluğu finallerin son gününde Alibeyköy’de almış ve Alibeyköy Spor Tesisleri’nde yaşıtı sayılacak genç arkadaşlarının final karşılaşmalarını yerinde takip etmişti. Aslına bakılırsa kimin kazandığının çok bir önemi yok, önemli olan organizasyonun kendisi ve ilk etapta 36 bin 250, final etabındaysa 1200 gence yaşatılan o değerli deneyimdi. Tokat Mehmet Akif Ersoy Lisesi ve Bilecik Üniversitesi’nden arkadaşlarımızı da tebrik edelim, finali de Salih’le çektirdikleri güzel fotoğrafla yapalım. Bu final hem onlar için hem de Nike Halı Saha Ligi organizasyonu için sadece bir başlangıç, önümüzdeki yıllarda çok daha iyilerine şahit olmak dileğiyle…
Benzer belgeler
BiR SAVAŞ KAHRAMANI HALILHODZIC
mucize olarak gözüken 2014 Dünya Kupası umutlarımız bir
anda yeşerdi. Kalan iki maçla da Türkiye’nin kaderi çizilecek.
Fakat sadece milli takımın değil önümüzdeki aylarda TerimGalatasaray-milli tak...