igorta - Süreç Analiz
Transkript
igorta - Süreç Analiz
Ferguson ve “Akılsız” Kitle Üzerine Özgür Sigorta Aracılık Hizmetleri A.Ş. Yatsı Oldu, Mum Sönecek S REÇANAL Z SAYI: 10 . Ağustos-Eylül 2014 . 7tl Hakikat Her Şeyi Kuşatır Zorunlu Trafik Sigortası Kasko Sigortası Sağlık Sigortası Zorunlu Deprem Sigortası - Dask İşyeri Sigortası Konut Sigortası Diğer Hizmetler Adres: Kısıklı Mah. Alemdağ, Cad. Yanyol Sok. No:1/1 ÜSKÜDAR- İSTANBUL Telefon: 0216 335 52 36 Ortadoğu’nun Örgüt Haritası DOSYA: “Yeşil Sermaye” Erol Katırcıoğlu ile Röportaj TEK SORU İKİ CEVAP: Müfid Yüksel ve Ömer Behram Özdemir ile Röportaj EDİTÖR’DEN MURAT SOFUOĞLU [email protected] Süreç Analiz 10. Sayısı ile okuyucusunun huzurlarında… Geçen Ağustos ayını sanırız Türkiye siyasi tarihinde kolay unutulamayacak bir takım hadiseler zincirinin derin ve oldukça güçlü bir şekilde yaşandığı bir ay olarak önümüzdeki yıllarda hep hatırlayacağız. Bu ay Milli Görüş hareketinin kendi içinde yaşadığı derin bir takım hesaplaşma ve uzlaşmaların da sanırız “yeni” bir miladı olarak hatırlanacaktır. Diğer yandan muhafazakar iki başat hareket arasında 17 Aralık’ta topyekun bir çatışmaya dönüşen ve halihazırda da süregelen mücadele bakımından da Ağustos ayı çatışmanın yeni bir evresine girilmesinin işaretlerini vermesi bakımından hatırlanacaktır. 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimini mevcut rejimin geleceği üzerine birbiriyle mücadele eden farklı siyasi-toplumsal fraksiyonların bir düellosu olarak görebiliriz. Erdoğan’a karşı muhalefet tarafından ortaklaşa çıkartılan Cumhurbaşkanlığı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun şahsında bu düellonun kodlarını da bir bakıma görebiliriz. İhsanoğlu muhafazakar kimliği yanında eski bir AK Partili oluşu ile dikkatleri çekmiştir. Ancak bu özellikleri kadar aday seçilmesinde etkili olan üç hususiyeti vardır: (1) AK Parti’nin özellikle Ortadoğu’da Arap Baharı sonrası uyguladığı dış politikaya karşıdır. (2) İç politikada artan kutuplaşmalar karşısında daha uzlaşmacı ve yumuşak bir retoriğe sahiptir. (3) Türkiye’deki Erdoğan ve çevresi tarafından ısrarla gündemde tutulan başkanlık sistemine geçiş tartışmaları karşısında 1982 anayasasının ortaya koyduğu yetkisi az ama istediğinde sistemi de baskı altına alabilecek –bir bakıma Kenan Evren ve askerlere göre biçilmiş bir kaftan olan- Cumhurbaşkanlığı rejimini devam ettirecek bir lider olmak istemektedir. Bu hususiyetleri taşıyan bir aday olan İhsanoğlu büyük ölçüde Kemalist taleplere uygun düşmesine karşın aynı kitlede topyekun bir mobilizasyonu gerçekleştirebilecek bir tesire sahip değildir. MHP’nin temsil ettiği milliyetçi kaygılara ise özellikle “Çözüm Süreci”ne karşı sergilediği muğlak yaklaşımı ile belli bir ölçüde cevap verebilmesine karşın Erdoğan’ın temsil ettiği “Güçlü Lider - Güçlü Türkiye” algısının gölgesinde kalmaktadır. Toplumsal gruplar açısından baktığımızda ise Aleviler için çok fazla bir Sünni muhafazakar izlenimi veren İhsanoğlu’nun Erdoğan’a karşı güçlü bir alternatif olmadığı ve Kürtler içinse “Barış Süreci” ile ilgili karmaşık mesajları bakımından keza Erdoğan karşısında güçlü bir alternatif haline gelemediği görüldü. Ayrıca gelecekte federasyona gidebilecek ve başkanlık rejimine kapı açacak bir siyasi sistemin bir açıdan başlangıcı gibi görülebilecek böylesi bir seçim öncesi Kürtlerin İhsanoğlu’ndan çok Erdoğan’ı desteklemeleri mantıklı görünmektedir. Burada ülkenin kimi çevrelerce “esas unsuru” olarak görülen Sünni Türklerle İhsanoğlu’nun ilişkisinden de bahsetmek gerekecek. Sanki bu ilişkide İhsanoğlu’nun yukarıda sıralanan aday olmasında etkili olan üç hususiyeti kritik bir rol oynamıştır. Burada İhsanoğlu’nun adaylığını kurgulayan siyasi akıl “esas unsur”un en azından bir kısmının bu üç noktadaki rahatsızlığın etkisiyle Erdoğan’dan İhsanoğlu’na akabileceğini hesaplamıştır. Burada yukarıda sıralanan üç hususu soru olarak kurgularsak Sünni Türkler bunlara ne cevap verirdi? (1) Onlar Türkiye’nin dış politikasından memnun mudurlar? (2) Kutuplaşmalardan memnun mudurlar? (3) Başkanlık sistemine bir geçişi arzuluyorlar mı? Ağustos-Eylül 2014 1 EDİTÖR’DEN Erdoğan özellikle Suriye politikası ve Gezi Parkı hadiselerinden beri yaşanan çok yönlü kutuplaşmaların oluşturduğu kendisiyle ilgili algıyı daha ılımlı ve sakinleştirici bir yapıya sahip dava arkadaşı Gül’ün başbakanlığı altında unutturabilirdi. Bu yaklaşık on yıl boyunca muazzam bir disiplinle çalışmış bir liderin kendi mirasını son yaşananlara rağmen tarih ve toplum karşısında korumasına da yardımcı olacak ve mevzubahis edilen karşılıklı iç sigortalamayı hem daha bir üst seviyeye taşıyacak hem da daha güçlü yapacaktı. Kuşkusuz bu sorulara farklı cevaplar geliştirilebilir. Ancak ortalama düşünüldüğünde “esas unsur”un bu üç mesele ile ilgili olarak net olmadığı sanırız söylenebilir. Kanaatimizce bu net olmayış ve belirsizlik Ekmeleddin İhsanoğlu’nun değil ama Recep Tayyip Erdoğan’ın neden seçildiğinin açıklaması olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü bu üç belirsizlik karşısında adamakıllı ve güçlü duruş sergileme noktasında Erdoğan İhsanoğlu’dan çok daha tercih edilebilir bir lider konumundadır ve Erdoğan’ın bunun bilincinde hareket ettiğini gösteren işaretler de fazlasıyla mevcuttur. Bu tespiti daha derinleştirdiğimizde göreceğimiz birkaç önemli nokta olacaktır: (1) Türkiye toplumunun kahir ekseriyeti (%52) “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” anlayışında suya sabuna dokunmayan bir dış politikadansa daha sorunlu ve riskli ama bir bakıma bölgeye geri dönüşün 2 Ağustos-Eylül 2014 işaretlerini veren bir politikayı desteklemektedir. (2) Aynı ekseriyet kutuplaşmalardan rahatsız olsa da kendisinin sözünün daha fazla dinlendiği bir ülkede yaşadığı hissini veren bir lideri seçme temayülüne sahiptir. (3) Keza bu ekseriyet artık eski tas eski hamam bir rejimin devamındansa “yeni” olduğu iddiasına sahip bir yönetimi ve “rejim”i ve “Türkiye”yi tercihe meyillidir. Daha özet konuşmak için bir mesel getirmek gerekirse camii cemaatine gidebiliriz. Birimiz ülkemizin herhangi bir mahallesinin herhangi bir camisine gitse ve uzun uzun yukarıdaki üç meseleden yakınıp hükümetten şikayet etse ve ayrıca 17 Aralık’a atfen türlü yolsuzluklardan yakınsa camii cemaati konuşmanın sonunda ne derdi? Yüksek ihtimal karşımızda bizi dinleyen ve sakallarını tarayan yaşlı takkeli amcalarımız “Ee…Peki evladım; şimdi biz Kürt hareketi bakımından da Ağustos ayının büyük bir şans ayı olduğunu söylemek icap eder. Hareket Selahattin Demirtaş’ın tutarlı söylemi ve ısrarlı mücadelesi ile kendisini Türkiye toplumuna yaftalamalar dünyasının ötesinde Cumhurbaşkanlığı makamının temsil ettiği misyon ve sorumluluk duygusunun da yardımıyla sunma imkanı bulmuş ve fevkalade başarılı olmuştur. Ekmelleddin’e mi verelim?” diyeceklerdir. Böylesi bir atmosferden Erdoğan’ın faydalanacağı açıktır. Bu editoryalın başında vurgu yaptığımız Ağustos ayının Türkiye siyasi tarihinde kolay unutulmayacak bir ay oluşuna dair ilk yargının analizi sanırız yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bu üç belirsizliğe dayanmaktadır. Başta Ağustos’un Milli Görüş bakımından da kolay unutulmayacak bir ay olduğunu da söylemiştik. Ağustos 2014 Milli Görüşün iki önemli lideri arasında son 14 yıla damgasını vuran uzlaşma ve işbirliğinin de tüketildiği ve anlamını büyük ölçüde yitirdiği bir ay oldu. Bir bakıma hem Milli Görüş hem de Türkiye siyasi sistemi için neredeyse birbirinin sigortası işlevini gören bu kritik ikilinin yollarının ayrılması pek çok bakımdan talihsizdir. Normalde dış politikada yaşanan bunca sorun ve içerideki kutuplaşmalar karşısında Türkiye için ideal normalleşme senaryosu Erdoğan’ın kendine bir daha aday olmayarak yol veren Gül’e kendi aralarındaki hukukun gereği de olarak başbakanlık koltuğunu bırakmasıydı. Erdoğan özellikle Suriye politikası ve Gezi Parkı hadiselerinden beri yaşanan çok yönlü kutuplaşmaların oluşturduğu kendisiyle ilgili algıyı daha ılımlı ve sakinleştirici bir yapıya sahip dava arkadaşı Gül’ün başbakanlığı altında unutturabilirdi. Bu yaklaşık on yıl boyunca muazzam bir disiplinle çalışmış bir liderin kendi mirasını son yaşananlara rağmen tarih ve toplum karşısında korumasına da yardımcı olacak ve mevzubahis edilen karşılıklı iç sigortalamayı hem daha bir üst seviyeye taşıyacak hem da daha güçlü yapacaktı. Ancak Ağustos Gül ve ekibinin de bir bakıma siyasi sistem içinde belli bir ölçüde “tasfiye”sine sahne oldu. Gül’ün emeğinin geçtiğini söylediği ekiplerin yakın gelecekte bu son tasfiye ile ilgili alacakları pozisyon kuşkusuz AK Parti’nin ve bir ölçüde Türkiye’nin siyasi geleceğini belirleyecektir. Başta ifade ettiğimiz son nokta AK Parti-Cemaat mücadelesi bakımından da Ağustos’un kritik bir eşik olduğuydu. Kuşkusuz Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçilememesinden Abdullah Gül’ün başbakan olamayışına kadar pek çok hadiseye bu mücadelenin iç diyalektiği damgasını vurmuştur. Bu mücadelenin CHP’de oluşturduğu iç dalgalanmalar ise aşikar olup daha önce yazdığımız “Türkiye’nin Dağılan Koalisyonu II” makalemizde CHP’nin öyle ya da böyle bir yol ayrımına geleceğinden bahsetmiştik. Bu mücadele sistem içi ve dışı Kemalistleri de hızla siyasi pozisyon almaya zorlamaktadır. Son olarak Kürt hareketi bakımından da Ağustos ayının büyük bir şans ayı olduğunu söylemek icap eder. Hareket Selahattin Demirtaş’ın tutarlı söylemi ve ısrarlı mücadelesi ile kendisini Türkiye toplumuna yaftalamalar dünyasının ötesinde Cumhurbaşkanlığı makamının temsil ettiği misyon ve sorumluluk duygusunun da yardımıyla sunma imkanı bulmuş ve fevkalade başarılı olmuştur. Umarız 10 Ağustos seçimleri HDP’nin ve Kürt hareketinin tüm Türkiye toplumuna hitap edebilen bir yapıya dönüşebilme sürecinde önemli bir durak olarak hatırlanacaktır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin herkese ve memleketimize hayır ve uğur getirmesini umut ediyoruz. Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle… Hakikat her şeyi kuşatır. Ağustos-Eylül 2014 3 KÜNYE SÜREÇ ANALİZ “HAKİKAT HER ŞEYİ KUŞATIR” TASARIM VE UYGULAMA: ŞEMALMEDYA [email protected] SOSYAL ÜRETİM VE EĞİTİM ÇALIŞMALARI DERNEĞİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ MURAT SOFUOĞLU YÖNETİM YERİ: Sinanpaşa Mahallesi Şehit Asım Cad. No: 2, Koç Han, Kat: 4 34353/Beşiktaş-İstanbul Tel: 0212 259 20 45 Fax: 0212 259 20 45 SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ALAATTİN AYHAN YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜRELİ YAYIN ISSN 21-47-6945 YAYIN KOORDİNATÖRÜ: Mehmet Yavuz BASKI VE CİLT: Öz Çıpa Fotokopi Merkezi, Aktepe İş Hanı No: 10/B Cağaloğlu-Eminönü/İstanbul Tel: 0212 512 4745 EDİTÖRLER: Ali Beştaş, Arif Öztürk, Cemal Taşpınar, Serdar Yeşiltay, Mine Baysan, Asena Elif Akgül 4 Ağustos-Eylül 2014 15 37 23 58 İÇİNDEKİLER 06 Ferguson ve “Akılsız” Kitle Üzerine 30 Yasemin Acar Kapak: NAKŞİBENDÎ TARİKATI ORDUSU Mehmet Yavuz 10 Milli Görüşün Dört Atlısı 33 Murat Sofuoğlu Kapak: IŞİD Ekopolitiği Rod Nordland ve Alissa Rubin 15 Kapak: ‘’Bahar’’ ile ‘’Kış’’ Arasında Süreç Analiz Araştırma Ekibi 15 Kapak: Bir IŞİD Panaroması Ali Beştaş 19 23 Kapak: 47 ÖZGÜR SURİYE ORDUSU Mine Baysan “Yeşil Sermaye” 55 Japon İşi Kalkınma Arif Öztürk Kapak: dosya: Japon İşi Kalkınma 日本の開発 [email protected] PYD-YPG’nin Yükselişi Ortadoğu’nun Örgüt Haritası SPOT 2: Japonya ilk olarak ve en önemlisi siyasal ve iktisadi alanda demokratikleşme yoluna girdi. Özellikle Zaibatsu kartelleşmesinin tasfiyesi çok kritik bir adımdır. Belirli Röportaj: Mitsui, Erol Katırcıoğlu sayıda büyük şirketlerin (Mitsubishi, Sumitomo, Yasuda) işbirliği yaparak siyaseti ve ekonomiyi doğrudan etkileyebildikleri ve Zaibatsu olarak adlandırılan yapının tasfiyesi kurumsal anlamda ekonominin tabana yayılmasını ve çok sayıda yeni şirketin katma değer üreteceği bir zemin sağlamıştır. Gökhan Övenç Kapak: Kapak: SPOT 1: Kurumsal literatürün en önemli kavramlarının başında devlet yapısı Röportaj: Müfidülkeler Yüksel &olarak Ömerzayıf Behram Özdemir gelmektedir. Kurumsalcılara göre gelişmemiş genel devlet yapısına sahiptir. Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele, birtakım çıkar gruplarının veya elitistlerin devlet organizasyonundan çıkarılması, liyakata dayalı işe alım süreci, etkin bürokrasi gibi faktörler güçlü devletin temel göstergelerindendir. HİZBULLAH Cemal Taşpınar 28 37 Gökhan Övenç Japon ekonomisi 2. Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkım yaşadı. Yaklaşık 2 milyon kişi öldü. Milli gelirinin % 25’ini kaybetti. Toplam sanayi üretimi % 90 azaldı. Savaşın mali yükü aşırı enflasyon ve ürün kıtlığı şeklinde ortaya çıktı (Otsubo, 2007). 58 Yüzyılın Krizi Vali Nasr 61 Yatsı oldu, mum sönecek Gülsünay Uysal 63 A4-ANTRAKT Şükran Beklim Kaynak: Japonya Ulusal Veri Merkezi Ağustos-Eylül 2014 5 Böyle bir yıkıma rağmen Japon ekonomisinin savaş sonrası sergilemiş olduğu iktisadi Yasemin Acar perspektif [email protected] Ferguson ve “Akılsız” Kitle Üzerine Michael Brown’ın ölümü pek çok silahsız genç siyahın ölümlerinden yalnızca biridir. Ben bunu yazarken, 9 Ağustos’tan beri, biri Ferguson’dan yalnızca üç mil uzaklıkta olmak üzere en az üç ölüm daha rapor edildi. , Bir başka siyah adam olan Trayvon Martin’in “mahalle huzur polisi” Martin Zimmerman tarafından öldürülmesinden başlayarak yeni bir medya dalgası “Amerika’da siyah adam olmak nasıl birşeydir?” sorusuna verilen kafa karıştırıcı cevaplara dikkatleri çekti. 9 Ağustos’ta bir polis Missouri eyaletinin Ferguson şehrinde Michael Brown isimli silahsız bir gence ateş etti ve öldürdü. O zamandan beri gencin cinayeti uluslararası bir sansasyon oldu. Gencin ölümü Ferguson ve St. Louis County’de devam edegelen protestoları tetiklerken dünyanın değişik noktalarından dayanışma mesajları kendini gösterdi. Bu protestoların ortaya koyduğu nokta kızgınlık ve öfkenin yalnızca yerel mukimlerin bir tepkisi olmadığını ama barışçıl bir protestoya polis müdahalenin ne kadar orantısız olduğunu da açıkça gösterdi. Polis müdahalesinde çok açık bir biz onlara karşı dinamiği ortaya çıktı. Biber gazı kullanımı ve son olarak da gece sokağa çıkma yasaklarının işleme konması 6 Ağustos-Eylül 2014 kızgınlığı daha da arttırdı. Süregelen protestolar nasıl ve neden sokakta bir kollektif varlığın ortaya çıktığı ve bu varlığı polis baskısının artmasına rağmen daha da güçlenmesini neyin sağladığı ile ilgili soruları gündeme getirdi. Sosyal psikolojideki kollektif hareket literatüründen faydalanarak Ferguson’daki olayları bir ayaklanma olarak görmek yerine hadiselerin özel bir takım psikolojik faktörlerin kendini gösterdiği bilinçli bir siyasi hareket olarak nasıl görülmesi gerektiğini ve neden olayların artan polis baskısına rağmen ya da baskısı yüzünden devam ettiğini açıklamaya çalışacağım. Ne oldu? Michael Brown’ın ölümü pek çok silahsız genç siyahın ölümlerinden yalnızca biridir. Ben bunu yazarken, 9 Ağustos’tan beri, biri Ferguson’dan yalnızca üç mil uzaklıkta olmak üzere en az üç ölüm daha rapor edildi. 3,4 Bir başka siyah adam olan Trayvon Martin’in “mahalle huzur polisi” Martin Zimmerman tarafından öldürülmesinden başlayarak yeni bir medya dalgası “Amerika’da siyah adam olmak nasıl bir şeydir?” sorusuna verilen kafa karıştırıcı cevaplara dikkatleri çekti. Eğer elinde bir ice tea ve omzunda bir Skittles 5 çantası ile evine yürüyen Trayvon Martin bir tehdit olarak düşünülebiliyorsa bu durumda herhangi biri6 bu tanıma uyabilir. Dünyanın Martin Zimmermanları dışında polisin gördüğünü vurmaması gerektiğini bildiğine inanıyoruz. Buna karşın gördüğümüz bu inancın tam karşıtıydı. Esasında yalnızca geçen ay en az dört silahsız siyah adam ülkenin değişik noktalarında polis tarafından vuruldu. 7 Trayvon Martin davasının tersine Michael Brown’ın vurulmasının ayrıntıları hadisenin Ferguson halkının gözleri önünde olduğunu gösteriyor. Michael Brown dikkatsizce yürürken durdurulmasının ardın- dan sokak ortasında vuruldu. O elleri havada teslim olmaya çalışırken en az altı kez vuruldu.8 Akabinde Brown, sokak ortasında saatlerce kaldı ve hemen polis tarafından olay rapor edilmedi. 9 Ölümü görünüşe göre canlı olarak tweet edildi10 ve iki sağlık görevlisi Brown üzerinde hayat kurtarma CPR’nı denemelerine müsaade edilmesi için polise yalvardılar11; ancak olay mahallindeki polisler bu talebi reddettiler. Günler sonra Brown’ı vuran polisin isminin Darren Wilson olduğu açıklanırken açıklamaya Michael Brown’ın vurulmasından az önce 50 dolar değerinde sigara çaldığı suçlaması bilgisi eşlik etti. Bunun anlamı esas saldırganın Brown olduğuydu. Buna karşın polis memuru Wilson Brown’ı durdurduğunda potansiyel hırsızlıktan habersizdi.12 Kitleden siyasi bir güç çıkıyor Ferguson şehrinin nüfusunun çoğunluğunu Afrikan-Amerikalılar oluşturmasına karşın polis gücü ve yerel hükümet ezici bir çoğunlukla Beyazlardan oluşuyor. Irkçılığı anlamak burada ahlaki bir yargının ötesindedir. Irkçılık sistemin içine işlemiş ve onlarca yıldır var olan siyasi ve ekonomik dengesizliğe yansımıştır. Gizli bu ırkçı düşmanlığın temelleri Ağustos-Eylül 2014 7 perspektif Michael Brown’ın ölümüyle kamuoyuna yansıyarak insanların bazı önemli gerçekleri kavramasına imkan vermiştir. Herhangi biri kolayca Michael Brown olabilir. Bu toplumdan herhangi biri olabilir. Bu gerçek hadisenin bütünüyle ve mutlak surette haksız bir hareket olduğu hissiyle birleştiğinde kollektif hareketin başlaması için gerekli olan iki unsur temin edilmiş olmaktadır. Üçüncü unsur olan kimlik hissi yalnızca sistematik adaletsizlik ve St. Louis’deki ırksal güç ayrımcılığı kaynaklı değildir. Ama aynı zamanda kimin vuran (gücün salındığı pozisyonu temsil eden polis yetkilisinin beyaz oluşu) ve kimin vurulan (vurulmak için bir sebep oluşturmayan silahsız genç bir siyah adam) olduğunun çarpıcı mukayesesi kaynaklıdır. Daha önceki pek çok örneği gibi bu protestolar da hisse direnmeleri” mümkün olmaz. Le Bon bireyin rasyonel düşüncesinin “kollektif düşünce” tarafından ele geçirildiğini “topluluktaki bütün şahısların düşünce ve duygularının tekleştiğini ve aynı istikamete yönlendiğini ve kendi bilinçli şahsiyetlerinin ortadan kalktığını” ifade eder. 14 Bu fikirler yüzyılı aşkın önce söylense de pek çok kişi için hala geçerliliğini korumaktadır. Aslında biz hala Ferguson ile ilgili tartışmalarda “kitle” ya da “akılsız kitle” tartışmalarının unsurlarını izleyebiliyoruz.15 Akılsız olmanın ötesinde protesto sahalarından birinde çekilen bir video kalabalığa konuşan protesto liderlerinin siyasi birlik ihtiyacına vurgu yaptığı ve ekonomik eşitsizlikleri ortaya koyduklarını göstermektedir.16 Konuşmacılar tecrübe ettikleri sistematik adaletsizliklerin, güç dengesizliklerinin ve daha fazlası belli bir grubun mevzu bahis gücü elinde tuttuğunun ve kendilerinin acılarının kaynağı olduğunun farkındalığını ortaya koymaktadırlar. Bu mükemmelen kollektif hareketin grup üyelerinin paylaşılan grup üyeliğinin, ortak düşman ya da rakibin ve ayrıca güç mücadelesinin daha geniş bir sosyal çatışma ile ilişkisinin bilincinde olma şartlarını içermesi gerektiğini ifade eden kollektif hareket literatürü ile de uyumludur. Bir grup için güç mücadelesi yapmanın gerekli ilk adımları mağduriyet hissine malik olma, ortak bir acının bilincinde oluş ve dış bir kaynağın işaretidir.17 Polisle çatışma ve artan ajitasyon da irrasyonel düşüncesiz saldırgan aksiyonlar olarak tanımlandı. Kitle kavramının bir tehlike olarak sunumu yeni değildir. Bu düşünme biçimi en azından 1800lü yılların sonlarında yaşayan ve kitle dinamikleri üzerine bugüne kadar yaşamış en etkili araştırmacılardan biri olan Gustave Le Bon’a kadar geri getirilebilir. Le Bon kalabalığı üyelerinin bilinç ve aklını aşan ilkel, basit ve korkunç bir olgu olarak gördü ve bu değerlendirmeyi büyük ölçüde işçi sınıfını ve özellikle sosyalist düşünceyi anlamsızlaştırma amacı ile yaptı. 13 Le Bon’a göre bireyler kalabalığın bir parçası oldukları anda kendi kişilik hislerini bütünüyle kaybediyorlar. Onlar akıllarını kaybettikleri için “dolaşımdaki herhangi bir fikre ya 8 Ağustos-Eylül 2014 Günler geçtikçe grup içi ve grup dışı kimlikleri artan bir şekilde görünür oldu. Polisin kamuflaj ve kasklar içindeki görünümü kadar polisin protestoculara yönelik davranışı da bu durumu açık hale getirmiştir. Kitle dinamiklerini araştırma tekrar tekrar polis ile karşılaşmalar temelinde kitle içinde değişikliklerin olduğunu göstermiştir. Polis bütün protestoculara, ister barışçıl isterse çatışmacı olsunlar, tehlikeli ve karşıt olarak muamele etmektedir. Böyle olunca “ılımlı” protestocular daha güçlü bir şekilde aralarındaki daha “radikal” protestocularla kendilerini özdeşleştirmekte ve grup davranışları bütüncül bir tecrübeye dönüşmekte, dayanışma, güçlülük ve polisle çatışma isteği artmaktadır. Polisin davranışı ayrıca gittikçe daha gayrimeşru görülmekte ve protestocuların davranışı daha önce “radikal” olarak görülüp görülmemesine bakılmaksızın artan bir şekilde meşru olarak görülmektedir. 18 Son araştırmalar ayrıca protestocuların güçlü bir şekilde mevcut meseleyle kendilerini özdeşleştirmeleri ve protesto ederken polisle çatışmaları halinde aynı mesele ile ilgili gelecekteki bir protestoya katılma isteğinin daha fazla olacağını gösteriyor. 19 Görüldüğü gibi bütün protestoculara polisin potansiyel düşman olarak muamele etmesi süregelen medya takibinde dokunaklı bir şekilde ortaya çıkmış ve polis ile protestocular arasındaki hatlar daha da belirginleşmeye devam etmiştir. Polis varlığı kitlenin öfkesini dindirmekten çok daha da yoğunlaştıracaktır. Genel olarak şahit olunan şey mağdur olanların artan ve netleşen bir şekilde sahip oldukları adaletsizlik duygusunun, grup içi ve dışı sınırların belirginleşmesinin ve dünyadaki diğer protesto- cularla artan daha büyük bir bağın varlığıdır. Biz Ferguson’da hem protestocuların birbirleri ile daha büyük bir hisle dayanışma içine girmelerini hem de onların topluluklar arasında daha geniş bir “protestocu” kimliği yaratmaya başladıklarını gördük. Filistinliler Ferguson’daki protestoculara biber gazı ile ilgili tavsiyeleri tweetlerken Ferguson’daki protestocular da Filistin bayrakları ve karşılıklı desteği gösteren işaretleri taşımaktadırlar.20 Diğer protestocularla kendini özdeşleştirme hissi bireyi diğerlerinin kaderi ile ilişkilendirme hissine müsaade etmektedir. Bu inanç güçlendikçe dayanışma hissinin ortaya çıkması daha muhtemel, adaletsizlik duygusunun hissedilmesi daha kolay ve protesto ve değişime dönük teşebbüsler daha imkan dahilinde olmaya devam edecektir. Resimler: www.slate.com, www.baltimoresun, www.suntimes.com , www.vox.com dan alınmıştır. KAYNAKÇA 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 http://www.citylab.com/crime/2014/08/two-more-unarmed-young-black-men-have-been-shot-by-police-since-michael-brownsdeath/376092/ http://www.huffingtonpost.com/2014/08/20/kajieme-powell-shooting_n_5696546.html http://www.citylab.com/crime/2014/08/two-more-unarmed-young-black-men-have-been-shot-by-police-since-michael-brownsdeath/376092/ http://www.huffingtonpost.com/2014/08/20/kajieme-powell-shooting_n_5696546.html http://www.theguardian.com/world/shortcuts/2013/jul/15/skittles-trayvon-martin-zimmerman-acquittal Burada kullandığım “herhangi biri” sözü polis şiddetinin odağının siyah toplum üzerine olduğunu anlamadığımızı belirtmiyor. Tersine, Trayvon Martin’in masumiyetini yansıtmayı amaçlıyorum ve herhangi bir masum siyahın tehdit olarak düşünülmeye dönük bir meylin olduğunu söylemek istiyorum. http://www.motherjones.com/politics/2014/08/police-shootings-michael-brown-ferguson-black-men http://www.nytimes.com/2014/08/18/us/michael-brown-autopsy-shows-he-was-shot-at-least-6-times.html http://www.washingtonpost.com/politics/in-ferguson-three-minutes--and-two-lives-forever-changed/2014/08/16/f28f5bc0-258811e4-8593- da634b334390_story.html http://www.buzzfeed.com/jimdalrympleii/a-witness-to-the-police-shooting-of-michael-brown-live-tweet http://www.nytimes.com/2014/08/16/us/ferguson-mo-michael-brown-and-darren-wilson-2-paths-to-a-fatal-encounter.html http://online.wsj.com/articles/police-name-darren-wilson-as-officer-in-ferguson-missouri-michael-brown-shooting-1408108371 Le Bon, G. (1895, trans. 1947) The Crowd: A Study of the Popular Mind. London: Ernest Benn Le Bon, G. (1907, trans. 1908) L’évolution des forces. University of Michigan Library. Yağmalamaya çoğu zaman kalabalığın “dizginlerinden boşandığında” gerçekleştirdiği “akılsız” davranışlardan biri olarak dikkat çekilmektedir. Ayrıca bu davranış çoğu zaman özel nedenselliklerde temellendirilmekte olup bazen kalabalığın normatif davranışı ile bile ilişkilendirilebilir. Her durumda geçici yıkıcı davranış çoğunlukla kollektif hareketin oluşturduğu muazzam yapıcı davranışın odaklanmasından kaçınılma ile ilişkilendirilmektedir. https://www.facebook.com/photo.php?v=10152175787231568 ; ayrıca burada da atıf yapılmıştır: https://www.jacobinmag.com/2014/08/ in-defense-of-the-ferguson-riots/ Simon, B. & Klandermans, B. (2001). Towards a social psychological analysis of politicized collective identity: Conceptualization, antecedents, and consequences. American Psychologist 56(4): 319-331. Reicher, S. (1984). The St Paul’s ‘riot’: An explanation of the limits of crowd action in terms of a social identity model. European Journal of Social Psychology, 14,1-21. Acar, Y. G. (2014). “Ben protesto etme hakkıma getirilen kısıtlamayı reddetmek için protesto ediyorum”: Understanding the impact of police conflict and identity on collective action (Polisle çatışmanın etkisi ve kollektif hareketin kimliğinin anlaşılması). Hazırlık halindeki manuscript. http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/northamerica/usa/11036190/Palestinians-tweet-tear-gas-advice-to-protesters-in-Ferguson. html Ağustos-Eylül 2014 9 Murat Sofuoğlu DAHİLİYE [email protected] Milli Görüşün Dört Atlısı Rahmetli Necmettin Erbakan kendi şahsiyetinde Özal gibi üç önemli özelliği taşıyan liderlerimizden biriydi. Akademik kimlik, bürokratik tecrübe ve ticari zeka. Belki de bu liderlerin Türkiye tarihinde çığır açan karizmatik siyasi liderler olabilmeleri bu hususiyetleri kendi şahsiyetlerinde bir araya getiren imkan ve kabiliyetlere sahip olmalarıydı. Bu iki liderin bir başka önemli özelliği ise muhafazakar oluşlarıydı. Erbakan Türkiye tarihine damgasını vurmuş olan Milli Görüş hareketinin kurucusuydu ve Korkut Özal kardeşi Turgut Özal gibi bu hareketin içinde kendi siyasi kariyerini başlatmış ve geliştir- 10 Ağustos-Eylül 2014 miş bir politikacıydı. Özal ailesi Erbakan gibi aynı zamanda Nakşibendi kökenlere ve etkilere sahipti. Türkiye siyaseti, 1980 darbesi sonrası yıllarda, hem Milli Görüş hem Nakşi köklere sahip Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi (ANAP)’nin iktidara gelmesi, keza Milli Görüş kökenli RP’nin ve Risale-i Nur bağlantılı Nurcu hareketin yükselişi ile yeni bir evreye girdi. Kendi hareketlerinin içinde olan bir ailenin çocuğu olarak büyümüş olan ve zamanında MSP’den milletvekili adayı olmuş olan ve her şeyin ötesinde Korkut Özal’ın kardeşi olan Turgut Özal’ın kurduğu partinin kitleselleşebilmesi ve başarılı bir şekilde iktidara gelebilmesi ve uzun zaman hükümet edebilmesi Nakşi hareket ve Milli Görüş için büyük bir moral ve motivasyon sağlamıştır. Bütün bunların darbeci askerlerin gölgesinde gerçekleşebilmesi de Milli Görüşçülere ilm-i siyasetin önemini bir kez daha ortaya koyuyordu. dan sonra aldığı her darbe ile daha da siyasileşti ve daha önemlisi toplumsallaştı. Esasında Turgut Özal’ın kurduğu parti liberaller, Nakşiler, Milli Görüşçüler ve diğerlerinin bir koalisyonu görünümündeydi ve Anti-Kemalist İttihatçı bir yapılanma görünümündeki Fethullah Hoca hareketinin desteğine sahipti. Bu haliyle değerlendirildiğinde ANAP, tuhaf gözükse de, II. Abdülhamit’ten bu yana en az İttihatçı etkiye sahip iktidar partisi olma hüviyetini taşıyordu. Kemalist İttihatçılık ise Mesut Yılmaz genel başkan olana dek partide çok daha zayıftı. Bu durum esasında bir bakıma Türkiye’de gayri İttihatçılığın yükselişine de kapı açıyordu. Nakşibendiliğin muazzam networkundan faydalanan Milli Görüş üstelik Erbakan Hoca ve Turgut Özal’dan başka liderler çıkartabilecek bir potansiyeli de bünyesinde taşıyordu. Bu yeni dalga eski İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında karakterize oldu. Erdoğan 2000’lerin başında hem ANAP’ın hitap ettiği kitleye açılım yapabilecek genişliğe, hem Erbakan Hoca’nın etkisini minimize edebilecek karizmaya ve hem de Kemalist İttihatçı hegemonya ile mücadele edebilecek siyasal sabra, dayanıklılığa, azme ve zekaya sahipti. Ancak her şeyin ötesinde Erbakan Hoca’ya karşı bayrak açmanın sonucu olarak kurduğu partide Milli Görüş hareketinin kritik isimlerini bir araya getirebilen birleştirici özelliklere sahipti. Daha sonraki süreçte ANAP Kemalist İttihatçılığa yaklaştıkça bu Milli Görüş’ün ana partisi olan RP’yi hem güçlendirdi hem halka açtı. Bu menzilden sonra Milli Görüş (ve Nakşi) hareketi için kitleselleşme yolu açıldı. Gayri İttihatçı “Mücadele Birliği” hareketinin siyasi ürünü olan IDP (Islahatçı Demokrasi Partisi)’nin büyük çabalarıyla gerçekleşen “Kutsal İttifak” (1991) ile aradığı ivmeyi bulan RP iktidar yürüyüşünü başlattı. Ancak Kemalist İttihatçılığın bu yürüyüşe bigane kalması mümkün değildi ve RP’nin güçlü koalisyon ortağı olduğu hükümet 1997 yılında tarihe 28 Şubat post-modern darbesi olarak geçen darbe ile yıkıldı. Kemalist İttihatçı bir koalisyon hükümeti devraldı. Fakat bu süreç çok uzun sürmeyecekti. Milli Görüş (ve Nakşi) hareket bun- Erdoğan bütün bunlar kadar önemli bir başka şeye daha sahipti: Abdullah Gül. Gül, Erbakan Hoca ve Özal gibi üç özelliği şahsında birleştiriyordu. Akademik kimlik, bürokratik tecrübe ve ticari zeka. Ancak bu özelliklerinin ötesinde Gül başka nevi şahsına münhasır bir hususiyete sahipti. Birinci adam olduğunda ikinci adamlık yapabilme ve birinci adamın yokluğunda da birinci adamı arattırmadan onun yerine geçip birinci adamlık yapabilme. Bu özellikler her iki liderin içinde yetiştiği ve büyüdüğü Milli Görüş hareketinin şefine karşı yapılacak bir huruç harekatında ve başka siyasi rakipler, krizler ve komplolar karşısında her iki lidere manevralar yapmak ve yeni kanallar açmak bakımından –birbirlerine güvendikleri sürece- büyük imkanlar veriyor- Ağustos-Eylül 2014 11 SİYASET du. Nitekim iki lider bu özellikleri oldukça ustaca, yerinde, zamanında ve birlikte kullanmasını bildiler. Tabiri caizse oldukça iyi bir takım oyunu oynadılar. Önce parti içi mücadelede birlikte hareket ettiler. Erbakan Hoca’ya karşı RP sonrası kurulan Fazilet Partisi’nde Abdullah Gül “yasaklı” Erdoğan’ın yoğun desteği altında Hoca’nın aksakallılarından Recai Kutan’a karşı bayrak açtı. Seçim göğüs göğüse geçti. Sonuçlar (633-521) “yenilikçi” kanat olarak bilinen Erdoğan-Gül kliğinin partiyi olmasa da Milli Görüş tabanını ele geçirebileceğini gösterdi. Ve öyle de oldu. 14 Ağustos 2001’de ikilinin başını çektiği Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) kuruldu. Parti tek başına Kasım 2002 seçimlerini müteakip iktidara geldi. Gene Erdoğan AK Parti genel başkanı olmasına karşın yasaklı olduğu için hükümeti kurma görevi Gül’e verildi ve Gül 58. hükümetin başbakanı oldu. Ancak Erdoğan’ın yasağı kalkar kalkmaz yapılan Siirt seçimlerini müteakip 11 Mart 2003’te Gül hükümetinin istifasını verdi ve Erdoğan’a başbakanlık yolunu açtı. Kritik bir anda ikili tam bir takım oyunu oynayarak kilitli kapıları açmasını ve siyasi krizi aşmasını bilmişti. İşbirliği devam etti. Erdoğan’ın başkanlığındaki yeni hükümette Gül dışişleri bakanı oldu. Ancak Fethullah Hoca Hareketi tarafından güçlü bir şekilde desteklenen bu düzen 2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi 27 Nisan’da Kemalist İttihatçılığın yeni bir taarruzuna uğradı. Kendisini Ergenekon diye tanımladığı iddia edilen bu Kemalist İttihatçı kanat 28 Şubat post-modern darbesinden sonra bu sefer de yayınladıkları e-muhtıra ile darbe kültürü- 12 Ağustos-Eylül 2014 ne yeni bir katkı yaptılar. Ancak bu defa hem gayri İttihatçı Milli Görüş hareketi hem de müttefiki konumundaki anti-Kemalist İttihatçılık olarak nitelendirilebilecek Fethullah Hoca Hareketi bu duruma daha hazırlıklıydılar. Ortaklaşa yürütülen mücadele sonunda 27 Nisan taarruzu püskürtüldüğü gibi muhtıracı olduğu iddia edilen yapıya karşı daha sonra bir bakıma yılan hikayesine dönecek olan Ergenekon operasyonları başlatıldı. Bu süreçte yaşanan tüm kafa karıştırıcı hadiselere karşın Erdoğan-Gül ittifakının istikametinde bir şaşma olmadığına bir kez daha şahit olundu. Bu sefer Erdoğan Gül’e Cumhurbaşkanlığı makamının kapılarını açtı. İki sene önce kaleme alınan “27 Nisan ve Başkanlık Sistemi” başlıklı yazımızda bu ittifakın girdiği yeni dönemi şöyle açıklamaya çalışmıştık: “Atatürkçü bir karargah olarak düşünülen Cumhurbaşkanlığı makamına Atatürkçülüğü şüpheli Milli Görüşçü birinin geçmesi Kemalistler için hayali kabil olmayan bir durumdu. 27 Nisan muhtırası sanki “gerici” II. Abdülhamit’in gölgesini taşıyan bir zihniyetin temsilcisi bir vekile Cumhurbaşkanlığı yolunu kapatmak için yapıldı. Nihayet bir ölçüde bu teşebbüs başarıya ulaştı. Anayasa Mahkemesi CHP’nin yaptığı itiraz başvurusunu ünlü 367 kararını vererek kabul etti. Ancak e-muhtıraya olduğu gibi bu karara da zamanın Erdoğan hükümeti pabuç bırakmadı. Başbakan Erdoğan seçimlere gitmeye karar verdi ve muazzam bir başarıyla da Meclis’e üstelik Cumhurbaşkanı’nı seçebilecek meşruiyete ve kuvvete sahip bir AK Parti grubu ile geri döndü. Erdoğan’ın bu Meclisteki ilk icraatlarından biri, Cumhurbaşkanlığı e-muhtıra ve bilumum yollarla engellenmeye çalışılan Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı yapmaktı. Temmuz 2007 seçimlerinden AK Parti’nin zaferle çıkmasının önemli nedenlerinden birinin Gül’ün engellenmeye çalışılmasına halkın verdiği tepki olduğu da çok konuşuldu. Ancak iş bu noktada AK Parti yönetimi Cumhurbaşkanlığı makamının gelecek misyonu bakımından daha önemli bir adım attı. Cumhurbaşkanını 5 yılda bir halkın seçmesi esasını getiren bir anayasa değişikliğini Meclis’te gerçekleştirdi. Bu değişiklik gene e-muhtıra sürecinden kalan direnişi sürdüren Kemalist Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülecektir ki bu noktada Temmuz 2007 seçimleri kararı gibi, AK Parti etkili bir strateji ile referanduma başvuracak ve %68 gibi güçlü bir destekle bu değişiklik için de yeterli onayı alacaktır. 27 Nisan e-muhtırası ile başlayan ve 21 Ekim anayasa değişikliği referandumuna kadar geçen süreç Türkiye tarihinin esasında askeri vesayet düzeninden sivil yönetime geçişini belli bir ölçüde temsil ettiği önemli bir devresine işaret ettiği kadar ve belki en az bunun kadar önemli olan Cumhurbaşkanlığı makamının halk tarafından seçilmesi esasının da bu süreç sonunda benimsenmesidir. Bu gelişme günümüz ‘Başkanlık Sistemi’ tartışmaları için de rehberlik yapabilecek özellikler taşımaktadır.” Gerçekten 27 Nisan sonrası süreçten de yara almadan çıkan Erdoğan-Gül hattı AK Parti’nin 2011 Haziran seçimleri zaferi sonrası volümü artan ‘Başkanlık Sistemi’ tartışmaları ile ciddi bir testten geçmeye başladı. Türkiye bu süreçte “yeni” bir anayasada anlaşamadığı gibi ‘Başkanlık Sistemi’ne de geçebilecek koşullara sahip değildi. Halk tarafından seçilecek daha güçlendirilmiş bir cumhurbaşkanlığı makamının eşlik edeceği bir bakıma “yarı-başkanlık” rejimine ise son 10 Ağustos seçimleri ile fiilen geçmiş olduk. Burada Erdoğan-Gül işbirliğinin yaşadığımız sü- reç içindeki son evresine girdik. Gül 12 yıl önce başbakanlık makamı için yaptığı gibi Erdoğan’a bu sefer cumhurbaşkanlığı makamı yolunu açtı. Ancak bunun karşılığı olarak bu defa Erdoğan Gül’e kendi aralarındaki hukukun ve işbirliği sürecinin hak ettirdiğini düşündürdüğü başbakanlık makamı yolunu açmadı. 14 yıllık işbirliği fiilen sona ermişti. AK Parti kurulduğundan beri birbirlerinin sigortası konumunda olan bu Milli Görüş’ün iki atlısının yolları ayrılmış gibi gözüküyordu. Benzer problemi Milli Görüş’ün diğer iki atlısı Erbakan Hoca ile Özal’da zamanında yaşamıştı. Bu ayrılığın ANAP’ın oluşmasına ne kadar katkı yaptığını bilmemiz mümkün değil. Kendi şeyhi Kotku ve dava arkadaşı Özal ile yollarını ayıran Erbakan’ın böyle yaparak parti ve hareket içindeki sigortasını da yitirmiş olup olmadığını ve arkadan gelen yeni genç atlılara karşı kendini savunmasız duruma düşürüp düşürmediğini de keza bilmiyoruz. Şimdi de rahmetli Erbakan Hoca’nın tedrisatından geçen tecrübeli öğrencisi usta Erdoğan’ın testi başlıyor. Parti ve hareket içindeki yegane sigortasını kendi yerine geçirmeme kararı vererek iptal etmiş durumda. Soru şu: Erdoğan’ın bundan sonra sigortası ne olacak? Ağustos-Eylül 2014 13 14 Ağustos-Eylül 2014 ‘’Bahar’’ ile ‘’Kış’’ Arasında İnsanlık tarihi ‘’ilerleme’’nin tarihi olduğu kadar savaşların da tarihidir. İnsanlık tarihi boyunca birçok savaş yaşanmış bazıları küçük etkiler yaratmışken bazıları küresel boyutta etkiler yaratmıştır. I. Dünya Savaşı isminden de anlaşılabileceği gibi küresel boyutta nitelendirilebilecek bir savaş olup; dönemin güçlü ülkeleri olan İngiltere, Fransa, Rusya (İtilaf Devletleri) gibi ülkelerin, diğer hakim kuvvetler olan Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’yla (İttifak Devletleri) savaşmıştır. Sonuçta İttifak Devletleri mağlup olmuş ve yeni bir dünya haritası oluşmuştur. I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’nın bilim ve teknikteki ilerleyişini yakalayamayan Osmanlı Devleti giderek zayıflamış, modernizasyon çabaları bürokrasiyle sınırlı kalıp taklitçiliğin ötesine gidememiş ve çöküşü durduramamıştır. Avrupa’nın ‘’Hasta Adam’’ olarak nitelendirdiği Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde bulundurduğu topraklar -özellikle Ortadoğu’da yer alanlar- konumu ve sahip olduğu zenginlikler dolayısıyla güç sahibi ülkelerin dikkatini çekmiştir. I. Dünya Savaşı öncesi gizli anlaşmalarla kendi aralarında Osmanlı’nın elinde bulunan toprakları paylaşmaya başlayan devletler, savaşı kazanmalarının ardından bu planlarını devreye sokmuşlardır. Bu gizli anlaşmalardan en bilineni Sykes-Picot anlaşması olup, Irak, Suriye, Lübnan, Arabistan, Filistin ve Ürdün’ün bulunduğu coğrafya bu plana göre Fransa ile İngiltere arasında paylaştırılmıştı. Bu KAPAK: ORTADOĞU Süreç Analiz Araştırma Ekibi devletler bölgeyi manda rejimleri ile yönetmiş ve ülkelerin geleceklerini çok düşünmeden, muhtemel çatışma alanları yaratacak koşulları (sınırlar, azınlıklar, aşiretler, vs) oluşturduktan sonra bölgenin aktif siyasetinden çekilmişlerdir. Bu devletlerin bıraktığı ‘’çatışma’’ mirası Suriye’de ve Irak’ta kurulan devletlerin istikrarlı ve görece demokratik ülkeler olmasının önünde engel teşkil etmiştir. Emperyal yönetimlerin ardından gelen ve bir bakıma onların kurduğu statükoyu sürdürmeye çalışan Baasçılık olarak adlandırılan yönetimlerin diktatörlüklere dönüşmesi ve demokratik yapılar kurmaktaki başarısızlığı bölgede küresel konjoktörün güçlendirdiği devlet-dışı siyasi-militarist aktörlerin ve ayrılıkçı grupların Arap Baharı süreciyle birlikte faaliyetlerine hız vermiş ve ülkelerindeki liderlere karşı ayaklanmalara yol açmıştır. Süreçle birlikte her örgüt kendilerini belirli bir grubun kimlik savunucusu/koruyucusu (IŞİD-Sünnilik, YPG-Kürtlük, Hizbullah-Şiilik gibi) ilan etmiş ve olayın boyutu örgütler, dolayısıyla da tarihi kimlikler arası mücadeleye dönmüştür. Bölgede hâl böyleyken, komşu ülke Türkiye’nin vatandaşları olarak olayları yakinen takip etmek ve derinlemesine inceleyebilmek için buralarda aktif olan örgütleri, kökenlerini ve amaçlarını anlamanın ve anlatmanın yararlı olacağını düşünerek bu dosyayı hazırlamış bulunuyoruz. Ağustos-Eylül 2014 15 Ali Beştaş KAPAK: ORTADOĞU [email protected] Bir IŞİD Panaroması Örgütün bugünkü yapısı 2013 yılında kesinleşen gurup bünyesinde birçok ülkeden militanı barındırıyor. Hatta örgütün açıklamasına göre Avrupa’nın birçok büyük ülkesinden katılım olduğu iddia ediliyor. Örgütün diğer örgütlerden farkı gerilla savaş taktiği ile değil genel itibari ile intihar bombası eylemleri ve alan savunması ile savaşmasıdır. Bir diğer önemli nokta ise örgütün ele geçirdiği yerleri devlet mantığıyla yönetmesidir. Emirlikler kuruyor, vergi topluyor, denetim ve ticaret yapıyor… Irak Şam İslam Devleti örgütü kuruluşundan beri pek çok kez isim değiştiren, ilhamlarını 622’de Medine’de kurulan İslam Devleti’nden aldıklarını söyleyen ve tamamen İslami referanslar ile hareket ettiğini iddia eden İslami bir cihad gurubudur. İlk kurulduğu yıllarda “Cemaat el-Tevhid vel-Cihad” ismini kullanan IŞİD daha sonra 2004 yılından itibaren Tanzim Kāidāt el-Cihād fî Bilâd el-Rafidayn ismini kullandılar. 2006 Ocak ayında Mücahidîn Şûrâ Konseyi, Ekim 2006’da da “Irak İslâm Devleti” ismini kullanan örgüt son olarak Irak Şam İslam Devleti örgütü ismini kullandılar. Ancak Temmuz ayından itibaren Ebu Bekir el-Bağdadi’nin Halife ilan edilmesi ile “İslam Devleti” ismi kullanılmaya başlandı. 17 Ekim 2004’te El-Kaide’ye bağlılığını ilan etti. Irak’ın dışından gelen yabancı savaşçılar örgüt ağının genişlemesinde büyük rol oynadı. Örgütün bilinen ilk lideri Bin Ladin’le birlikte Afganistan’da bulunmuş Ürdün uyruklu Ebu Musab Zerkavi’dir. Zerkavi’nin 2006 yılında tasfiyesi sonrasında sırasıyla Ebu Eyüp Masri, Ömer el- Rashid Bağdadi liderlik yaptı. Bu isimler de öldürüldü. 2010 yılından günümüze Iraklı Ebu Bekir Bağdadi örgütün liderliğini sürdürüyor. 16 Ağustos-Eylül 2014 İlk olarak Cema’at el-Tevhid vel-Cihad adını kullanan örgüt Ebu Musab Zerkāvî tarafından kuruldu. Örgüt tabanında birçok farklı kimlikten ve devletten insan barındırıyor. Zerkavi aslen Ürdünlü ve bir selefidir. Sovyetlerin Irak’ı işgali ile Afganistan’a giden Zerkavi daha sonra Sovyetlerin çekilmesi ile ülkesine geri döndü. Başlangıçta temel amacı Ürdün Krallığı’nın Müslüman olmadığı gerekçesiyle yıkmak olan Zerkavi daha sonra ABD’nin Afganistan’ı işgale başlaması üzerine Irak’a gitti. Irak’ta ayağından yaralandığı için tıbbi bir destek gören ve tedavi olan Zerkavi burada çeşitli örgütlerle ilişki ağını genişletti. Cema’at el-Tevhid vel-Cihad Gurubunun temel amacı Irak’ta bir İslam devleti kurmaktı. Bu gurubu diğer guruplardan ayıran en önemli özellik klasik gerilla savaşı yerine intihar bombası gibi eylemler yapmak idi. Taktik yöntem ve amaçlarının tamamen Sünnet ve Kur’an kaynaklı olduğunu söyleyen gurup bunları temel prensip haline getirdiklerini iddia etmişlerdir. Ocak 2006’da Irak El-Kaidesi Irak’ta savaşmakta olan Sünnî grupları bir çatı altında toplamak için Mücahidîn Şûrâ Konseyi adı altında şemsiye bir organizasyon kurdu. Sivillere karşı acımasız şiddet uygu- lamalarından ve radikal İslâmî doktrinlerinden dolayı Iraklı Sünnî milliyetçilerin ve seküler grupların bu şemsiye organizasyona katılımı zayıf kaldı. Bu sebeplerden ötürü bu çaba başarısızlıkla sonuçlandı. Irak El-Kaidesi saldırılarını ve eylemlerini Ekim 2006’ya kadar Mücahidîn Şûrâ Konseyi adı altında yaptı. Ancak Ebu Eyüp el Masrî’nin Irak İslâm Devleti’ni ilan etmesiyle bu son bulmuş oldu. Bu tarihten itibaren örgüt eylemlerini Irak İslâm Devleti adı altında yapmaya başladı. IŞİD, Selefi tekfiri çizgiye tabi olmayan herkesi ortadan kaldırmaya temellenmiş İslami fanatizmin bir örneğidir. Örgüt varlığını Şii-Alevi-Hıristiyan düşmanlığına indirgeyerek ilerliyor. Bağdadi örgütü Zevahiri’nin emir komuta zincirinden çıkarmak suretiyle kendisini El-Kaide yapısından öte bir devlet olarak tanımlıyor. El Kaide Emiri Şeyh Eymen Ez Zevahiri açık bir şekilde Nusra Cephesi’nin El-Kaide’nin Suriye’deki kolu olduğunu ilan etmiş ve IŞİD’in Irak’ta kalması gerektiğini yazılı ve sözlü bir şekilde duyurmuştur. Şeyh Ebubekir El Bağdadi ise buna çok sert bir şekilde cevap vererek hiçbir gücün kendilerini Suriye’ye gitmekten alıkoyamayacağını söylemiş; hatta Zevahiri’yi Sykes-Picot’nun ürettiği kolonyal sınırlara riayet etmekle suçlamıştır. Zevahiri’nin bu açıklamalrına rağmen Suriye’ye giren IŞİD ülkede ciddi bir taban oluşturmuştur ve Nusra Cephesi’nden birçok kişi El-Bağdadi’nin çağrısına yanıt verip IŞİD saflarına geçmiştir. Böylece Nusra Cephesi ve IŞİD arasında ciddi manada bir gerginlik ortaya çıkmıştır. Zaten ismi önce Irak İslam Devleti olan örgüt, El Nusra’yı arka plana itip tabanını oluşturunca adını Irak Şam İslam Devleti olarak değiştirmiştir. Örgütün bugünkü yapısı 2013 yılında kesinleşen gurup bünyesinde birçok ülkeden militanı barındırıyor. Hatta örgütün açıklamasına göre Avrupa’nın birçok büyük ülkesinden katılım olduğu iddia ediliyor. Örgütün diğer örgütlerden farkı gerilla savaş taktiği ile değil genel itibari ile intihar bombası eylemleri ve alan savunması ile savaşmasıdır. Bir diğer önemli nokta ise örgütün ele geçirdiği yerleri devlet mantığıyla yönetmesidir. Emirlikler kuruyor, vergi topluyor, denetim ve ticaret yapıyor… Örgüt başta Irak, Suriye ve Ürdün olmak üzere Ortadoğu’daki bir çok ülkede şeriat yönetimi ile devlet kurmak istiyor. ABD 2010 yılında Ebu Ömer el Bağdadi ve Ebu Hamza el Muhacir’e operasyon düzenledi ve operasyonda her iki lider de öldürüldü. Daha sonra örgütün başına Ebubekir el Bağdadi geçti. Tarihler Şubat 2013’ü gösterince El Kaide Suriye’deki IŞID örgütünü tanımadığını ilan etti. Ve El Kaide Suriye’deki temsilcisinin El Nusra olduğunu açıkladı. Ve böylece Nusra Cephesi ve IŞİD arasında bir çok bölgede çatışmalar yaşandı. Ve IŞID Nusra kontrolündeki bir kenti ele geçirerek üstünlük sağladı. IŞID Suriye’de başta petrol zengini Rakka kenti başta olmak üzere birçok kentin kontrolünü sağlıyor. Irak’ta ise Musul kentini ele geçiren örgüt Felluce’yi de kontrol altına alarak ilerleyişini sürdürüyor. Bir önemli iddia da IŞID ‘in Esad rejimi ile işbirliği yaptığı iddiasıdır. 10 Haziran 2014’te IŞİD, Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’da ve Musul’un başkenti olduğu Ninova vilayetinde kontrolü tamamen ele geçirerek Türkiye’nin Musul başkonsolosluğunu basarak 49 personel ve ailelerini rehin aldı. Ayrıca 28 Türk kökenli tır şoförünü de rehin alan örgüt Türkiye ve dünyanın gündemine oturdu. Kaynaklar Musul’un işgalinden sonra örgütün eline tahmini olarak dört yüz milyon dolar kadar mühimmat geçtiğini söylüyorlar. Bu tarihten sadece bir gün sonra IŞİD 11 Haziran günü Musul’un güneybatısındaki eski “Kayara Havva Üssünü” ele geçirdi. Yine 11 Haziran günü Tikrit’in kuzeyindeki Beyci bölgesinde bir polis merkezini ateşe veren örgüt ülkenin en büyük petrol rafinerisini ele geçirdi ve daha sonra Tikrit’in kontrolünü de sağladı. IŞİD Şurkat ve Ed Dur kentlerini de ele geçirdikten sonra böylece Selahad- Ağustos-Eylül 2014 17 din eyaletinin büyük bir kısmını ele geçirmiş oldu. İrili ufaklı birçok köy, belde ve bölgeyi kısa sürede ele geçiren örgüt hızla Kerkük’e yöneldi. IŞİD’in Kerkük’e yöneldiğini anlayan Peşmerge Kerkük’ün kontrolünü ele geçirdi. Çatışmalarda yaklaşık 10 peşmerge öldü. 16 Haziran’da ise IŞİD, Musul’a bağlı Telafer ilçesini ele geçirdi. Ve bu saldırıdan sonra Türkmen cephesinden çok sayıda kişi bölgeyi terk etti. IŞİD’in bu hızlı ilerleyişinden sonra yeni operasyonlar düzenleyen Irak Ordusu Irak’ın en büyük petrol rafinerisi olan Beyci’deki petrol rafinerisini tekrar ele geçirdiler. 20 Haziran’da ABD dışişleri sözcüsü Jen Psaki başkent Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Mussena bölgesindeki bir kimyasal silah fabrikasının IŞİD’in eline geçtiğini açıkladı. Ancak bakanlık sözcüsü bu fabrikanın kullanışsız olduğunu ve tehlike yaratmayacağını açıklamalarını yaptı. Ve Ürdün veri ve enformasyon bakanı Muhammed Mevmeni Irak ve Ürdün sınırında IŞİD tarafında sıkıntılar çıktığı açıklamalarında bulundu. Türkiye dahil olmak üzere bir çok ülkenin terör örgütü listesinde bulunan IŞİD küresel bir iddia ile yola çıkıyor. ABD başkanı Obama’nın operasyon talimatıyla IŞİD’e hava saldırılarından sonra IŞİD lideri El Bağdadi ABD’ye tehdit unsuru içerecek açıklamalar yaparak iddialarını genişletti. Suriye’nin sınır kenti Rabia’dan Şengal’e ve Kerkük’ten Celawla’ya bir çok yerde IŞİD ve Kürtler arasında kadar birçok cephede şiddetli çatışmalar yaşanması ile Peşmergeler bazı önemli cephelerden geri çekildi. Bu durum IŞİD’in ilerlemesini sağladı. Hatta Mahmur bölgesi Peşmergelerin geri çekilmesi ile IŞİD’in eline geçti ve bölge insanı bölgeyi terk etti. Bu saldırılardan sonra panik yaşayan Erbil halkı her ihtimali göz önünde bulundurmak adına, benzin istasyonlarında kuyruk oluşturdular. Bu durumu gören Barzani halka sukünet çağrısında bulundu. Musul Barajını da ele geçiren IŞİD Şengal’daki halkı nasıl katledildiklerini gösteren görüntülerin basına sızması ile uluslar arası arenda büyük bir yankı uyandı. Bu gelişmeler üzerine başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa gibi birçok devlet Kürtlere destek vereceklerini açıklamaları üzerine, özellikle ABD’nin hava saldırılarının etkisi ile Kürtler bu bölgeleri geri almayı başardı. Ve son gelen açıklamalara göre de Musul barajı tekrar peşmergelerin eline geçmiş oldu. PKK ve YPG’nin desteği ve ABD’nin hava desteği ile peşmerge kaybettiği birçok bölgeyi yeniden kontrol altına almaya başladı. IŞİD’in bu faaliyetlerinden sonra Irak ve Suriye sınırlarına daha fazla askeri güç yığan Türkiye ise bu konuda uluslararası görüşmeler yapmaktadır. Bir örgütten çok, devlet mantığıyla hareket eden IŞİD açıklamalarını farklı dillerde yapıyor, kontrolünü ele geçirdiği yerlere emirler(bakan) atıyor ve bu doğrultuda uygulamalarda bulunuyor. Kendi doğrultusunda bulunmayan bütün kimlikleri, dinleri ret eden örgüt, diğer bütün faktörleri yok etme üzerine kurgulanmıştır. Son olarak örgütün bu hızlı ilerleyişi Orta Doğu’da birçok dengeyi alt üst edecekmiş gibi görünüyor. Her gün yeni gelişmelerin, yeni çatışmaların duyulduğu bölgede uluslararası arenadan ciddi manada bir kınama gelse de bu ilerleyişin birçok olaya gebe olduğu da açıktır. KAYNAKÇA http://theweek.com/speedreads/index/263125/speedreads-after-stealing-425-million-isis-is-being-called-the-worlds-richest-terrorist-group http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/middleeast/iraq/10899995/ISIS-half-a-billion-dollar-bank-heist-makes-it-worlds-richest-terrorgroup.html http://www.ctvnews.ca/world/how-isis-became-the-richest-terrorist-group-in-the-world-1.1872634 kaynak: http://www.amerikaninsesi.com/content/turk-rehinelerin-durumu-hala-belirsizligini-koruyor/2422620.html http://news.yahoo.com/iraqi-kidnappers-set-release-turkish-hostages-112203521.html http://www.ankarahaber.com/haber/D%C4%B1sisleri-Musul-daki-rehinelerin-son-durumunu-ac%C4%B1klad%C4%B1/161410 18 Ağustos-Eylül 2014 Arif Öztürk HİZBULLAH Örgüt resmi olarak 1985 yılında Şii inanışlı siyasi bir parti olarak ortaya çıkmıştır. Hem siyasi hem de silahlı kanadı olan örgütün temel amacı İsrail’i dolayısı ile Batı emperyalizmini Lübnan topraklarından uzak tutmak ve Lübnan da bir İslam devleti kurmaktır. Hizbullah, Mücadele suresinde Eshab-ı kiram için kullanılmış çok önemli bir tabirdir. Maide suresindeyse, Allah’ı, Resulünü ve müminleri dost edinenler için kullanılmıştır. İkisi de aynı anlamdadır. Allah dostu, Allah taraftarı, Allah’ın fırkası, Allah’ın dinine yardım edenler, Allah için çalışanlar gibi anlamlara gelir. Etimolojik olarak Hizbullah, “Hizb” ve “Allah” kelimelerinden türetilmiştir ve Kuran’da hizbuşşeytan (şeytanın taraftarları) kelimesinin zıddı olarak geçer. Suriye ve İran ile bölgesel ve düşünsel ortaklıkları olan Hizbullah 22 ayrı mezhebin bulunduğu Lübnan’da 1982 yılında yapılanmaya başlamıştır. Ancak; örgüt resmi olarak 1985 yılında Şii inanışlı KAPAK: ORTADOĞU [email protected] siyasi bir parti olarak ortaya çıkmıştır. Hem siyasi hem de silahlı kanadı olan örgütün temel amacı İsrail’i dolayısı ile Batı emperyalizmini Lübnan topraklarından uzak tutmak ve Lübnan da bir İslam devleti kurmaktır. Hizbullah bu sebeple İsrail’e ve batılı ülkelere ait hedeflere saldırılarda bulunmuş ve bu saldırılar sonucu pek çok asker ve sivil hayatını kaybetmiştir. Hizbullah, her ne kadar Lübnanlı bir parti ve çalışmalarını Lübnan’da gerçekleştiriyor olsa da, ismi İran’dan çıkmıştır. Hizbullah isminin fikir babası Molla Muhammed Gaffari’dir. Molla Gaffari, Şah rejimine karşı çıkmış ve hapishanede işkence edilerek öldürülmüştür. Hapishanede yazdığı mektuplarda “tek parti vardır, o da Allah’ın partisidir” ifadesi üzerinde devamlı durmuş ve bu çerçevede batı tipi rejimleri reddetmiştir. İşkence ile öldürüldüğü duyulunca adı efsaneye dönüşen Gaffari’nin sarf ettiği “tek parti vardır, o da Allah’ın partisidir” sözü, Şah rejimine karşı yürütülen propagandanın ortak sloganı haline gelmiştir. Gaffari’ye göre Hizbullah, alışılagelmiş partilerden değildir; aslında o bir parti bile değildir. O’na göre Hizbullah bir halk hareketi; cihat yolunda yürüyenlerin gönül birliğidir. Gaffari, Allah’ın Partisi’nde hiyerarşik bir yapı öngörmemiş; kararların, İslamiyet’in ilk yıllarında olduğu gibi, “şura” sistemi ile alınması gerektiğine işaret etmişAğustos-Eylül 2014 19 tir. Gaffari’ye göre Hizbullah, hiyerarşik bir yapı ve resmi bir parti olmadığı için ruh gibidir. Kimin Hizbullahçı olduğu asla bilinememektedir.* Hizbullah’ı ortaya çıkaran çeşitli etkenler var olmakla beraber, örgüte gerek fikri gerekse olgusal alt yapıyı İran sağlamıştır. İran’daki Şah rejimine karşı harekete geçen devrimci guruplar bu oluşumun ana etkenlerinden biri olmuştur. İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırıları ise örgütün cihadi bir misyon yüklenmesine sebep olmuştur. İran gibi Şii karaktere sahip olan Hizbullah, 1979 İran devrimi sonrasında İran tarafından desteklenmiş ve Irak ve Suriye gibi Şii nüfusunun fazla olduğu bölgelerde etkin bir rol oynamaya başlamıştır. Bu durumun ana sebeplerinden biri ise İran’ın İslam dünyası üzerinde etkin bir rol oynama arzusudur. Yukarıda bahsedilen bölgesel dinamiklerin öneminin yanı sıra, 1946’da bağımsızlığını kazanan Lübnan’da Fransa’nın sömürge döneminden kalan etkinliğinin değişmemiş olması ve ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Şii nüfusun ülkede refah seviyesi en düşük topluluk oluşu Hizbullah gibi bir örgütün oluşmasını ve kısa sürede geniş kitlelerce benimsenmesini kaçınılmaz kılmıştır. 1978’de Libya gezisi sırasında ortadan kaybolan Musa Sadr’ın 1974’te kurduğu “Şii Emel Örgütü” 20 Ağustos-Eylül 2014 daha önceleri sosyal ve ekonomik durumlarından ötürü sosyalist-komünist guruplara ilgi gösteren Şiilerde örgütlenmenin ilk adımını oluşturmuştur ve Şiileri İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarıyla beraber daha radikal bir çizgiye itmiştir. Bütün bunlara olarak Hıristiyan ahalisinin sosyal ve politik ayrıcalıklarının oluşu bölgedeki hedef sayısını birden ikiye yükseltmiştir. Hizbullah’ın ruhani lideri olmadığını her fırsatta belirtse de, Ayetullah Muhammed Hüseyin Fadallah her zaman Hizbullah tarafından çizgisi takip edilen bir kişi olmuş ve kendisine derin saygı duyulmuştur. Fadallah Hz. Muhammed dönemindeki yapıya işaret etmiş, karar alma mekanizması içerisine herkesin davet edilmesi gerektiğini belirtmiş ve böylece halkın alınan kararlara riayet edeceğinin altını çizmiştir. Fadallah; camilerin önceden olduğu gibi ibadet merkezleri olmalarının yanında siyasi ve cihadi faaliyetlerin yürütüldüğü merkezler haline getirilmeleri üzerinde durmuştur. Hiç kuşkusuz Hizbullah’ın kısa sürede halk tabanına inebilmesinin temelinde Fadallah’ın bu modelini nispeten uygulamayı başarmış olması yatmaktadır. Kuruluş yıllarında daha çok cemaat şeklinde örgütlenen Hizbullah, 1989’dan sonra lider kadrosunun belirginleşmesiyle beraber genel sekreterlik sevi- Hizbullah’ın başta Lübnan olmak üzere bölge ülkelerinde gördüğü desteğin önemli bir bölümünü Filistin davasını sahiplenmesi oluşturur. Öte yandan Hizbullah özellikle Lübnan’da çok önemli sosyal yardımların ana yürütücüsü olmuştur. yesinde temsil edilmiştir. Örgütün üçüncü ve hala görevde olan lideri Şeyh Seyyid Hasan Nasrallah Hizbullah’ın en etkili ismi olmayı başarmıştır. Aristokrat bir ailenin aksine fakir bir aileden gelen Nasrallah halk tarafından kabul görmüş ve oğlu Hadi Nasrallah’ın İsrail tarafından öldürülmesi geniş yankı bulmuştur. Kısa süre içinde Lübnan’da yaşayan Hıristiyan-Müslüman halkın gözünde saygınlığı artan Nasrallah 2000 yılında İsrail’in Lübnan’dan tamamen çekilmesiyle liderliğini pekiştirmiştir. Hizbullah’ın başta Lübnan olmak üzere bölge ülkelerinde gördüğü desteğin önemli bir bölümünü Filistin davasını sahiplenmesi oluşturur. Öte yan- dan Hizbullah özellikle Lübnan’da çok önemli sosyal yardımların ana yürütücüsü olmuştur. Devletin yeterli olmadığı bölgelerde -özellikle Şii nüfusun yoğunlaştığı bölgelerde- açtığı hastanelerde binlerce insana ücretsiz sağlık hizmeti verip ücretsiz ilaç sağlamıştır. “Gaziler Kurumu” ile İsrail saldırılarında yaralanan kişilere ekonomik ve psikolojik destekte bulunmuştur. Gazilerin yanı sıra şehit aileleri için de benzer hizmetler verilmektedir. Bunlara ek olarak alkol ve uyuşturucu bağımlılığının önüne geçmek için çeşitli kurslar vermekte ve birçok öğrencinin eğitim masraflarını üstlenmektedir. Bütün bunlara karşın Hizbullah’ın bölgede artan mezhep gerilimine doğrudan taraf olması, hem bölgede hem de Lübnan’da örgütün popülaritesini düşürmüştür. Özellikle Arap Baharı kapsamında Tunus, Mısır ve Libya’da başlayan ayaklanmalara destek veren örgüt aynı hassasiyeti Suriye’de gösterememiştir. Suriye rejimine açık destek veren Hizbullah ayaklanmaların batılı güçlerin komplosu olduğunu vurgulayarak rejimin savunuculuğunu yapmıştır. Bu kapsamda Beşşar Esed hükümetinin işlediği suçların üstünü örtmeye çalışmış ve ayaklanmaların halk Ağustos-Eylül 2014 21 İşkence ile öldürüldüğü duyulunca adı efsaneye dönüşen Gaffari’nin sarf ettiği “tek parti vardır, o da Allah’ın partisidir” sözü, Şah rejimine karşı yürütülen propagandanın ortak sloganı haline gelmiştir. Gaffari’ye göre Hizbullah, alışılagelmiş partilerden değildir; aslında o bir parti bile değildir. O’na göre Hizbullah bir halk hareketi; cihat yolunda yürüyenlerin gönül birliğidir. dır. Belirtmek gerekir ki Esed esasında Nusayridir; ancak Nusayrilik İran’daki Şii inanış ile dünya görüşü açısından birbirlerinden oldukça farklıdır. Buna rağmen Hizbullah’ın açıkça mevcut Suriye rejimini desteklemesi ancak ki Esed rejiminin yerine gelebilecek olası Sünni karakterli bir rejime duyduğu korkudan dolayıdır. Türkiye’de ise 1980’li yıllarda İran devriminin de etkisiyle ivme kazanan Hizbullah hareketi özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde etkinlik kazanmıştır. Lider kadrosu İran ve Humeyni devrimini stratejide model almasına karşın fikri temelde Mısır’daki Müslüman Kardeşler’i örnek almıştır. Bölge, aynı tabana hitap etmeye çalışan Hizbullah ile PKK arasında çıkan kanlı çatışmalara tanıklık etmiştir. 1995 yılıyla beraber batı illerinde faaliyet göstermek isteyen Hizbullah daha çok örgüt içindeki ajan suçlamaları ile meydana gelen işkencelerle, domuz bağı ve mezar evlerle gündeme gelmiştir. Ayrıca örgüt bu dönemde dini cemaat ve tarikatlara yönelik eylemler de yapmıştır. Özetle 1979 İran İslam Devrimin gerek ideolojik gerekse olgusal olarak desteklediği Hizbullah ilk olarak Lübnan’da etkinlik göstermeye başlamış ve batılı ülkelerce en tehlikeli terör örgütleri listesinde yer almasına rağmen Arap Dünyasında büyük kitlelerce kurtarıcı, koruyucu ve insanlara yardım eden ve Ortadoğu’daki diğer radikal guruplar gibi anti-emperyalist görünüme sahip bir örgüt olarak tanınmıştır. Hizbullah; modern zamanların ilk Şii tabanlı örgütü, Ortadoğu’da intihar saldırısı düzenleyen ilk örgüt ve en çok ABD vatandaşı öldüren bir örgüt olması açılarından birçok ilki içerisinde barındıran bir örgüttür. tabanına dayandığını inkar ederek elindeki bütün medya gücünü bu yönde seferber etmiştir. Öte yandan Hizbullah’ın Suriye ile stratejik çıkarlarının olmasının yanında Hizbullah’ın da Şii mezhebinden olması Suriye ile inanç bağı oluşturmakta- Adil ve özgür bir toplum kurmak konusunda medeniyetler arası diyalog çağrıları yaparak, Hıristiyan liderleriyle görüşmeler düzenleyerek ve ulusalcı akımlarla uzlaşma kurmaya çalışarak meşruiyet sağlamaya çalışan örgüt şimdilerde Suriye örneğinde olduğu gibi daha mezhepçi ve radikal çizgiye kaymış görünmektedir. KAYNAKÇA http://www.usak.org.tr/images_upload/files/USAK%20Hizbullah%20Analizi.pdf http://utsam.org/images/upload/attachment/utsas_2009_secilmis/Ter%C3%B6r%20%C3%96rg%C3%BCtlerinde%20Militan%20Kimlik%20Profili%20-%20T%C3%BCrkiye%E2%80%99de%20Hizbullah%20%C3%96rne%C4%9Fi.pdf http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2013214_%C3%A7a%C4%9Flar-hizbullah.pdf *http://dergipark.ulakbim.gov.tr/usakjhs/article/view/5000039556/5000038442 22 Ağustos-Eylül 2014 CEMAL TAŞPINAR PYD-YPG’nin Yükselişi Ortadoğu coğrafyasında Şii-Sünni mücadelesinin gölgesinde kalan ve daha önemsiz görünen ancak yakın zamanda ana çatışma alanlarından birisi olması muhtemel olan çatışma ise Araplar ve Kürtler arasındadır. Her ne kadar Şii-Sünni çatışması kadar korkutucu gözükmese de dengelerin bu denli çabuk değiştiği bir ortamda kimin kiminle hangi eksende çatıştığını-iş birliği yaptığını anlayana kadar eksen değişebilmektedir. Rojava ve Suriye Kürtleri’nin Mücadelesi 2010 Yılının sonuna gelindiğinde Ortadoğu’da alışılagelmişin dışındaki olaylar Tunus’ta Muhammed Buazizi isimli bir gencin kendini yakmasıyla başladı ve kısa sürede tüm bir bölgeyi sararak geri döndürülmesi güç bir noktaya geldi. Kimilerince ‘’Arap Baharı’’ kimilerince ‘’Arap Ayaklanması’’ olarak isimlendirilen isyanlar Tunus, Mısır, Ürdün, Kuveyt, Lib- KAPAK: ORTADOĞU [email protected] ya, Cezayir gibi ülkelere yayılarak Tunus’ta Zeynel Abidin’in; Mısır’da ise Hüsnü El-Mübarek’in uzun yıllar süren iktidarlarını sonlandırdı. Bölgede uzun yıllardır hüküm süren liderlerin otoriter kişilikleriyle halkın karşılanamayan ekonomik, sosyal beklentilerinden kaynaklanan memnuniyetsizlikleri birleşti ve isyanlar çok kısa sürede çığ gibi büyüdü. Ortadoğu daha önce tanık olmadığı büyüklükte sokak gösterilerine ev sahipliği yaptı ve bu gösteriler Mısır ve Tunus’ta liderleri değiştirirken diğer ülkelerde hükümet yanlılarıyla karşıtları arasında büyük çatışmalara neden oldu. Bugün hala çatışmaların yaşandığı yerler var. Günümüz için korkutucu olan ise çatışmaların ekseninin daha demokratik ve sorgulanabilir devlet yapıları istemekten saparak gittikçe mezhep çizgisine kaymış olmasıdır. 2011 yılında bu ayaklanmalardan nasibini alan bir diğer ülke ise Suriye oldu. Ülkenin büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünni nüfus, Nusayri ve Baasçı lider Beşer Esad’ın yönetimine karşı ayaklandı. Suriye’de başlayan çatışmalar gün geçtikçe daha da şiddetlendi ve Esad kontrolündeki bazı bölgeleri kaybetti. Ana muhalefet odağıysa kendilerini Özgür Suriye Ordusu olarak adlandıran ve çoğunlukla Sünni milislerden oluşan örgüttü. Uluslararası alanda tanınan Suriye Ulusal Konseyi’nin en büyük bileşeni olan ve birçok ülke tarafından desteklenen ÖSO, Esad’a oldukça zorluk çıkarmasına rağmen beklenen öldürücü darbeyi yapamadı, Esad görevi başında kalmayı sürdürdü. Ağustos-Eylül 2014 23 Kapitalist modernite baskıcı, imhacı, asimilasyoncu ve tekçi anlayış üzerinde şekillenen; etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak üzerine kurulan insanlık dışı bir imalat olarak tanımlanırken demokratik modernite ise demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplum olarak tanımlanmaktadır. Suriye’de var olan rejime ayaklananlar elbette sadece Sünni gruplar değildiler. Diğer grup ise Kürtlerdi. Ancak Kürtler kendilerini ÖSO gibi tam olarak muhalif grup olarak tanımlamıyorlardı. Yani ‘’Ne Esad ne muhalifler’’ diyorlardı. Esad rejiminin anti demokratik yapısını değiştirecek hareketin muhalifler olduğuna inanmıyorlardı. Hatta daha sonra çatışma muhalif gruplarla Kürtler arasında mücadele halini aldı. Bugün ÖSO etkinliğini kaybetmiş olup yerini büyük ölçüde İslam Devleti örgütü doldurmaktadır ve İslam Devleti Rojava ve civarında bulunan Kürtlerle kanlı çatışmalara girmektedir. Suriye’de ‘’Arap Baharı’’ süreciyle başlayan isyanlarla birlikte, Suriye’nin kuzeyinde yer alan ve Türkiye ile Suriye sınırını belirleyen bölgede, 19 Temmuz 24 Ağustos-Eylül 2014 günü Suriyeli Kürtlerin kendi özyönetimlerini kurma istençleri, Kürtlerin Rojava(Batı anlamına geliyor) diye adlandırdığı güneybatı Kürdistan’ın yani Suriye Kürdistanı’nın özerkliğini ilan etmelerine yol açtı. 19 Temmuz gecesi, örgütlenmiş olan Kürt güçleri Esad güçlerini çok küçük çatışmalarla pasifize ederek özyönetimlerini ilan ettiler. Kürtlerin buradaki ana silahlı yapılanması YPG (Yekîneyên Parastina Gel) yani Halk Savunma Birlikleri olarak biliniyor. Her ne kadar başka silahlı birlikler yer alsa da YPG birlikleri gerek Rojava Devrimi sırasında gösterdiği başarı gerekse bugün İslam Devleti militanlarına karşı verdiği mücadeleyle hem bilinirliğini arttırdı hem bölgede meşruiyetini kazandı. Siyasi alandaki aktif yapılanmaları ise PYD (Partiya Yekîtiya Demokrat) yani Demokratik Birlik Partisi’dir. PYD Rojava Devrimi’nden en kazançlı çıkan Kürt siyasi yapılanmasıdır. PYD’nin dışında kalan örgütlerin(yaklaşık 15 partinin) oluşturduğu ENKS (Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi), Suriye Kürt Demokratik Partisi(PDKS) ve Suriye Kürt Demokratik İlerici Partisi (PDPKS) ise diğer siyasi yapılanmalardır. Bu yapılanmaları ve geldiğimiz noktayı anlamak için Kürtlerin Suriye’deki tarihine bakmak yararlı olacaktır. I. Dünya Savaşı ertesinde yenilen devletlerle yenen devletler arasında anlaşmalar yapıldı bunların bazıları yürürlüğe konulurken bazıları kabul edilemez bulundu ve yeni bölgesel savaşlara yol açtı. Savaş öncesi yapılan gizli anlaşmalar da(Sykes Picot gibi) emperyalist devletler arasında paylaşımları düzenlemişti. En önemli paylaşım ise Osmanlı Devleti’nin dağılmasının ardından yapılacak olandı. İngiltere ve Fransa kendi arasında Irak-Suriye bölgesini paylaştı ve sınırlar belli oldu. Sınırlar belli olduktan sonra Kürt nüfusu yoğunluklu olarak Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi devletlerin sınırları içerisinde kaldı. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’ye yayılan Kürtler uzun yıllar boyu bu devletlerin egemenliği altında yaşadılar ve baskılar arttıkça ve küresel siyasetin konjonktürü ile bağlantılı olarak bu dört ülkedeki Kürt nüfusu tek bir çatı altında yaşama, Kürdistan Devleti, hayalleriyle bugüne kadar geldiler. Nihayet Irak’ta 2003 Amerikan işgali sonrası oluşan koşullarda Kuzey Irak denilen bölgede Irak Kürdistanı’nı kuracak olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Kürtler yarı özerk bir statüye ulaşabildiler. I. Dünya Savaş’ı sonrası Suriye’de Fransız mandası hakim oldu ve Fransız mandası ağırlıklı olarak azınlık gruplarıyla arasını iyi tuttu; ancak çoğunlukta olan Sünnilerle çok iyi ilişkiler geliştiremedi. Fransız mandasının Suriye’nin o dönemde %7’sine yakınını oluşturan Kürtlerle çok iyi ilişkiler kurduğunu söylemek de oldukça güç olacaktır. 1930lu yıllara gelindiğinde Kürtler ana dilde eğitim, bölgelerinde Kürt yöneticiler ve yaşadıkları bölgede Kürtçenin anadil olması gibi isteklerde bulunarak isyan ettiler; ancak Fransızlar bu istekleri ilkesel olarak reddetmeseler de yeterli Kürtçe kaynak bulunmadığı gerekçesiyle reddettiler. Fransızlar Kürtlerin artan milliyetçiliği karşısında sert bir tutum takınmadan belirli ölçülerde taleplerine karşılık vermeye çalıştılar (askeri okul, burs, Kürtçe dil kursu gibi). Daha sonraları artan Suriye milliyetçiliği Cezire gibi bölgelerde Kürtlerle Hıristiyanlar arasında gelişen iyi ilişkileri sarstı ve yapılan seçimlerde bazı Kürt aşiretlerinin Arapları desteklemesi, Kürtler arasında da çatlaklar yarattı. Suriye Kürdistanı aynı zamanda Türkiye’de izlenen Kemalist projenin Türkleştirme çalışmasına direnen Kürtlerin sıkça kaçtığı, sığındığı bölge olmuştur. Gerek Irak Kürdistanı gerek ise Türkiye Kürdistanı ile yakın ilişkiler geliştirmişler; ancak bölgedeki devletlerin izledikleri tek tip, makbul vatandaş yaratma çabaları nedeniyle oldukça zorlu süreçler geçirmişlerdir. Irak’ta 1945 yılında Molla Mustafa Barzani’nin KDP’yi kurmasının akabinde 1957 yılında Nurettin Zaza tarafından Suriye KDP’si (SKDP) kurulmuştur. Bu tarz oluşumlar bölgede Kürtlerin milliyetçiliğini arttırırken bu durum devletleri rahatsız etmiştir. Hatta 1962 yılında Cezire bölgesinde yapılan seçimlerde 200 bine yakın Kürt bölgeye 1954 öncesi geldiğini kanıtlayamadıkları gerekçesiyle ‘’maktumin’’ ilan edildiler yani ‘’kimliksizlerdi’’ ve vatandaşlık haklarından yararlanamıyorlardı. Fransız mandasının Nusayrilerle geliştirdiği iyi ilişkiler ilerleyen yıllarda Suriye’de etkin olan siyasi yapıyı da etkilemiştir. 1963 yılında Suriye’de Baas rejimi yönetime el koymuştu. Baas rejimi ise artan Kürt milliyetçiliğinden rahatsız oldu ve politikalarını bu yönde geliştirdi. Kürtlere yönelik baskı ve Araplaştırma politikaları artarak devam etti. Hatta ‘’Cezire’yi ikinci bir Ağustos-Eylül 2014 25 İsrail olmaktan kurtarın’’ gibi sloganlar kullandılar. Baasçılar artan Kürt milliyetçiliği ‘’sorununun’’ çözümünde baskı ve şiddeti kullanmayı tercih ettiler. Kürtler üzerindeki baskı ve şiddet bugüne kadar geldi ve hala kimliksiz Suriyeli Kürtlerden bahsediliyor. Bugün geldiğimiz noktada 20 milyonluk Suriye nüfusunun %8-10 arasını oluşturan Kürtlerin sayısının 1,6-2 milyon arasında olduğu düşünülmektedir. Nüfusun bu denli büyük bir kısmını oluşturan ve siyasi olarak bir amacı olan Kürtlerin elbette Suriye’de yaşanan ortamda sessiz kalmasını beklemek pek mümkün görünmemektedir. Türkiye-Irak gibi Kürtlerin hareketli olduğu coğrafyalardaki dinamizm ile Suriye’nin içinde bulunduğu durum birleşince Kürtler kazanımlar elde etmeye başladılar. Daha önce yukarıda bahsedildiği gibi kendilerini ‘’ne Esadçı ne muhalif’’’ olarak tanımlayan demokratik üçüncü bir yolun varlığına inanan Kürtler çoğunlukla, 2003 yılında kurulmuş olan YPG önderliğinde harekete geçtiler ve Kobanî’yi ele geçirdiler. Buradan hareketle daha çok İslamcı muhaliflere karşı verilen mücadeleyle Rojava denilen bölgenin kontrolünü ele geçirdiler. Parti sözcüsü Refik Xelil verdiği bir röportajda 45,000 civarında silahlı güce sahip olduklarını ve 26 Ağustos-Eylül 2014 PKK-PJAK gibi örgütlerin yardımına ihtiyaç duymadıklarını ifade etti. Ancak bugün tekrardan ortaya çıkan İslam Devleti militanlarının gücü karşısında Kürtlerin sadece Suriye özelinde değil bölge genelinde birlikte hareket etmeleri bir zorunluluk olarak görünmektedir. Aksi takdirde İslam Devleti’nin elindeki silahlarla ve insani güçle savaşarak Rojava’yı ve Irak’ta Kerkük gibi stratejik noktaları Kürtlerin korumasının zorlukları ortadadır. Unutulmaması gereken asıl noktalardan biri Rojava bölgesinde süren güç savaşıdır. Barzani’nin KDP’si Rojava bölgesinde etkinliğini arttırmaya yönelik faaliyetlerde bulunsa da devrimin öncü birliği sayılan YPG-PYD’nin bölgede en önemli güç olarak faaliyetlerine devam ettiğini görüyoruz. İslam Devleti saldırılarının Kürtleri birleştirmesinden önce Kürt grupları arasında Rojava üzerine hakimiyet mücadelesi hakimdi ve karşılıklı restleşmeler yaşandı. Peşmerge hendekler kazarak YPG’nin işini zorlaştırırken YPG Suriye Kürdistanı’nda yaptığı baskınlarda KDPli kişileri gözaltına almıştı. Son durumda bölgede mücadele eden YPG’nin etkinliği ve hakim konumunun genel bir kabul haline geldiği söylenebilir. YPG üzerinde ise PKK ve lideri Abdullah Öcalan etkisi oldukça fazladır. PYD açıkladığı parti programında kendilerini kapitalist moderniteden demokratik moderniteye geçiş için çalışan bir örgüt olarak tanımlıyor. Yani kuracağı toplumun temel değerlerinin kapitalist-ulus devlet ilkesine dayanan ve cinsiyetçi-doğa düşmanı değerleri değil demokratik-eşitlikçi-cinsiyetçi olmayan-ekolojik değerler olacağını ifade ediyorlar. YPG diğer amaç olarak yaşadıkları yerleri, vatandaşlarını ve değerlerini korumayı benimsemiştir. Bu korumanın temelinde etnik-dini bir fark gözetmeden Kürt bölgesinde yaşayan vatandaşların güvenliği ve birliğinin sağlanmasının esas alındığı ifade edilmektedir. Buna ek olarak YPG, gelir kaynağı olarak bölgede kontrolü altında olan yerlerden topladığı vergileri kullanmaktadır. Bugün YPG kontrolündeki Rojava bölgesinde Efrin, Cezire ve Kobanê adında üç kanton ilan edilmiş durumdadır. Bu kantonlarda ilan edilen toplum sözleşmesine bakarsak YPG’nin bölgede yapmak istedikleri hakkında daha net bilgi sahibi olabiliriz. Rojava Toplumsal Sözleşmesi; “Din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi için. Demokratik toplum bileşenlerinin siyasi-ahlaki yapısıyla birlikte çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine kavuşması için. Kadın haklarına saygı ve çocuk ile kadınların haklarının kökleşmesi için. Savunma, özsavunma, inançlara özgürlük ve saygı için. Bizler demokratik özerk bölgelerin halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri ve Arami), Türkmenler ve Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul ediyoruz. Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulus-devleti, askeri ve dini devlet anlayışını, aynı zamanda merkezi yönetimi ve iktidarı kabul etmez. Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; bütün etnik, toplumsal, kültürel ve ulusal oluşumların kendilerini kurumları aracılığıyla ifade etmeleri için toplumsal mutabakata, demokrasiye ve çoğulculuğa açıktır. Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulusal ve uluslararası barışa, Suriye’nin sınırlarına ve insan haklarına saygılıdır. Toplumsal Sözleşme’nin oluşması, demokratik toplumun inşasının aracı ve toplumsal adaletin güvencesi olan Demokratik Özerkliğin tesisi ve bilimsel bir toplumun inşası için; Demokratik Özerk Yönetimler’deki Kürtlerin, Arapların, Süryanilerin, Ermenilerin ve Çeçenlerin istemleri ile Suriye’nin diğer halklarının istemleri demokratik bir Suriye ve Demokratik Özerk Yönetimler’in siyasi-toplumsal bir sistem olmasında birleşti. Bu amaçlar ve böyle bir yönetim için bu sözleşme kabul edilmiştir.” diye başlar. Bugün Suriye’de Esad’a karşı başlatılan isyandan bu yana geldiğimiz noktada Kürtler kendi özerk yönetimlerini kurarak yukarıda atıf yapılan ilkeleri gerçekleştirmenin mücadelesini verdiklerini söylüyorlar. Yolları her ne kadar uzun olsa da bölgede yaptıklarıyla birçok müttefik kazanmış durumdalar ve bölgede hakimiyeti bulunan devletlerin çıkarlarını doğrudan tehdit etmedikleri sürece bu iyi ilişkiler onların yollarını kolaylaştıracak gibi görünmektedir. Suriye Kürdistanı Rojava’da Kürtler PYD-YPG öncülüğünde elde ettiği çıkarımları korumak ve kendi “öz yönetim”lerini kurmak için İslam Devleti başta olmak üzere özellikle İslamcı örgütlerle mücadele etmeye muhtemelen devam edecekler. Ortadoğu’da ortaya çıkan kaos ortamında otoriteleri zayıflayan devletlerin eski hakimiyet alanlarında kendini gösteren ve devletleşme temayülü olan örgütlerden biri olarak PYD-YPG yeni Ortadoğu denkleminde kimsenin azımsayamayacağı bir güç olarak yerini almış vaziyette olduğu ise rahatlıkla söylenebilir. KAYNAKÇA http://www.kovarabir.com/nelida-fuccaro-somurge-yonetimi-altindaki-suriye%E2%80%99de-kurtler-ve-kurt-milliyetciligi/ http://www.evrensel.net/haber/71828/ypg-45-bin-militanimiz-var.html#.U-51yPl_tv4 http://www.ajansafirat.net/news/guncel/nedir-bu-demokratik-modernite-berxwedan-yaruk.htm http://www.kurdistan24.org/2014/04/kdp-hendekleri-protesto-eden-halka-saldirdi/#.U_J3B_l_tv4 http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/suriye-kurtlerinin-hali-nicedir/16617/ http://rojpress.com/?p=8686 http://www.kovarabir.com/nelida-fuccaro-somurge-yonetimi-altindaki-suriye%E2%80%99de-kurtler-ve-kurt-milliyetciligi/ bianet.org/bianet/toplum/48942-sıriyenin-kimliksiz-kürtleri http://bianet.org/bianet/siyaset/149785-abbas-vali-ile-suriye-kurtler-ve-turkiye-uzerine Ağustos-Eylül 2014 27 Mine Baysan KAPAK: ORTADOĞU [email protected] ÖZGÜR SURİYE ORDUSU Özgür Suriye Ordusu Tevhid Sancağı komutanı Abdülkadir es-Salah hiçbir ülkeden silah yardımı almadıklarını belirtse de örgütün ABD, Türkiye, Ürdün, İngiltere ve Fransa’dan silah ve askeri personel yardımı aldığı iddia edilmektedir. Özgür Suriye Ordusu, 29 Temmuz 2011’de Beşşar Esad’ı devirmek için Suriye’de kurulan silahlı bir örgüttür. Örgütün üyeleri çoğunlukla Esad rejiminin halka uyguladığı sistematik şiddete karşı çıkan ve bu şiddetin bir parçası haline gelmek istemeyen eski Suriye Ordusu askerleridir. Sivillerin bir kısmı da silahlanarak örgüte katılmışlardır. ÖSO savaşçılarının yüzde 75-80’ini Sünni Arapların oluşturduğu tahmin edilirken, yüzde 25-30’unun Sünni Kürt olduğu düşünülmektedir. Özgür Suriye Ordusu Tevhid Sancağı komutanı Abdülkadir es-Salah hiçbir ülkeden silah yardımı almadıklarını belirtse de örgütün ABD, Türkiye, Ürdün, İngiltere ve Fransa’dan silah ve askeri personel yardımı aldığı iddia edilmektedir. Örgütün kullandığı ağır silahların ve tanksavar roketlerin ABD yardımının delili olduğu düşünülmektedir. Örgüt, kul- 28 Ağustos-Eylül 2014 landığı silahları, asker kaçaklarından ve girdikleri çatışmalardan elde ettiklerini iddia etmektedir. Özgür Suriye Ordusu, kendisine bağlı 40,000 savaşçının mevcut olduğunu bildirse de Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nün bir araştırmasına göre bu sayı 4,000 ile 7,000 arasında. Buna karşı Suriye Ordusu askeri personel sayısı 500,000 civarında. Suriye Ordusu, silah ve teçhizat bakımından da ÖSO’dan hayli üstün durumda. ÖSO’nun siyasi danışmanı Bessam el Dade, kimyasal silah üretebilecek kapasitede olduklarını belirtmiş ve “Esad bizi kimyasal silahla tehdit ederse, bizde de bu silahtan olduğunu bilmeli. Ancak rejim güçleri bu silahı kullanmazsa, biz de kullanmayız. Kullanırsak da sadece rejimin üs ve merkezlerini vururuz” demiştir. BM insan hakları araştırmacılarının Suriye’de sarin gazı kullanıldığına dair raporu, ÖSO’nun kimyasal silah kullandığına dair olan iddiaları kuvvetlendirmiştir. Komisyon üyesi Carla Del Ponte gazın hükümet tarafından değil muhalifler tarafından kullanıldığı belirtmiştir. Kimyasal silah kullanımında muhalifler ve rejim, birbirlerini suçlamaktadır. ÖSO-Türkiye İlişkileri ve İddialar ÖSO savaşçılarından Thwaiba Kanafani BBC’ye verdiği röportajda ÖSO savaşçılarını eğitmek için Türkiye’de gizli kampların bulunduğunu, Türklerin kendilerine yardımcı olduklarını ve onlara ka- tıldıklarını söylemiştir. Yaralanan savaşçıların da Türkiye’deki hastanelerde tedavi edildiği gündeme gelmiştir. Bununla birlikte 2013’te Gaziantep’te bir bağ evindeki patlamanın ÖSO militanları tarafından bomba yapılırken meydana geldiği iddia edilmiştir. ÖSO’nun resmi internet sitesinde iletişim bilgilerinde merkez üssünün Hatay olduğu belirtilirken iletişim numarası olarak Türkiye numarası yer almıştır. Aynı zamanda ÖSO mensuplarına Türkçe kimlik kartı düzenlendiği, maaş bağlandığı da iddialar arasındadır. CHP İstanbul milletvekili Umut Oran bu konuyu TBMM’ye taşımıştır. Türkiye ise tüm bu iddiaları yalanlamaktadır. sızlıkla suçlamakta, ÖSO ise taban tabana zıt ideolojide olduğu İD’in, kendi hayal ettikleri seküler bir devrime çok büyük bir engel teşkil ettiğini düşünmektedir. İD, son zamanlarda yükselen gücünün yanında Suriye rejimiyle işbirliği içinde olmasıyla ÖSO’yu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Suriye rejiminin, İD’e müdahale etmeyerek batı dünyasını kendileri ve radikal İslamcılar arasında bir seçim yapmak zorunda bırakmak istediği düşünülmektedir. Hesaplara göre, yükselen bir radikal islamcı terör örgütü karşısında batı, rejimin devamlılığını seçecektir. Ayrıca İD’in ÖSO ile çatışması, ÖSO’nun tüm gücünü Suriye rejimine karşı kullanmasını engellemektedir. ÖSO- İD (İslam Devleti) Çatışması İşbirliği ve koordinasyonun zayıf olmasının yanında silah, teçhizat ve asker sayısı bakımından Suriye Ordusu’ndan çok daha zayıf olması, İD ile şiddetli çatışmalar, ÖSO’nun tek başına Esad rejiminin sonu olamayacağını göstermektedir. Seküler bir grup olarak ÖSO, rejim güçleriyle olan mücadelesinin yanında İslam Devleti(İD), eski adıyla Irak Şam İslam Devleti(IŞİD) ile mücadele etmeye çalışmaktadır. İD, ÖSO militanlarını inançKAYNAKÇA http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/the-free-syrian-army-bleeds-the-assad-regime http://www.bianet.org/bianet/dunya/143241-oso-dan-kimyasal-silah-itirafi http://www.reuters.com/article/2013/05/05/us-syria-crisis-un-idUSBRE94409Z20130505 http://www.bbc.com/news/world-middle-east-19124810 http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/gaziantepte-patlayan-o-evde-bomba-yapiliyordu-haberi-67639 http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/the-free-syrian-army-bleeds-the-assad-regime http://www.understandingwar.org/report/free-syrian-army http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/ozgur-suriye-ordusu http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96zg%C3%BCr_Suriye_Ordusu http://online.wsj.com/articles/assad-policies-aided-rise-of-islamic-state-militant-group-1408739733 Ağustos-Eylül 2014 29 Mehmet Yavuz KAPAK: ORTADOĞU [email protected] NAKŞİBENDÎ TARİKATI ORDUSU 2003 öncesine kadar ötekileştirilen Şiiler iktidara geçince, -İran’ın da etkisiyledevlet Sünni yapısından sıyrılıp Şiilik ideolojisi etrafında şekillenmeye ve Sünni yapılar tasfiye edilmeye başlandı. 2003 yılında gerçekleşen Amerika’nın Irak işgali, etnik-mezhepsel fay hattının yoğun olduğu ülkeyi adeta felakete sürüklemiş ve bölgede hedeflenen demokrasi, özgürlük ve güvenlik ortamı sağlanamamıştır. İşgalle birlikte Baas rejimi yıkılmasına rağmen yeni kurulan hükümetler özlenen ortamı yaratmakta yetersiz kalmıştır. Bölgede yaşanan sancılar, kurulan rejimlerin, halkların umutlarını karşılayamamasından kaynaklanmaktadır. 2003 öncesine kadar ötekileştirilen Şiiler iktidara geçince, -İran’ın da etkisiyle- devlet Sünni yapısından sıyrılıp Şiilik ideolojisi etrafında şekillenmeye ve Sünni yapılar tasfiye edilmeye başlandı. Baas rejimine son verilmesiyle birlikte, rejimin önde gelen isimleri yakalanmaya çalışıldı. Bunlardan en önemlisi de Saddam Hüseyin’in 1968 darbesinin mimarlarından biri olan ve rejimin iki numa- 30 Ağustos-Eylül 2014 ralı ismi olan İzzet İbrahim El Duri’dir. Irak Devrim Komuta Konseyi ve Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak Saddam Hüseyin’e en yakın isimlerden biri olmuştur. Rejim devrildikten sonra Beşar Esed’in de lojistik yardımıyla Suriye’ye geçip bir müddet orada kalmıştır. Hayatına 10 milyon dolarlık bir ödül konulan Duri hala yakalanamamıştır ve şu an Irak’ta bulunan Nakşibendi Tarikatı Ordusu’na liderlik ettiği varsayılmaktadır. Saddam zamanında Baas rejimiyle Irak’taki Nakşibendi Tarikatı mensupları arasındaki sıcak ilişkilerin korunmasını sağlayan isim İzzet İbrahim El Duri olmuştur. Amerikan işgaline karşı 2006 yılında kurulan Nakşibendi Tarikatı Ordusu şu an Irak’taki en etkili silahlı gruplardan biridir. Amerikan işgaline karşı direnen grup zamanla Nuri El Maliki yönetiminin Irak’ta yaşayan Sünnileri ötekileştirmesi ve Sünni protestoları kanlı bir şekilde bastırmasıyla birlikte Maliki hükümetine karşı bir duruş sergilemiştir. Baasçı ve Sufi İslam dinamiklerinde kurulan grup, Baas rejiminin Irak halkında bıraktığı kötü ününden dolayı son yıllara kadar etkili olamamıştır. Basçılık ve Sünnicilik ideolojilerinin bir arada bulunması da bir hayli zor durum olmasına karşın Maliki yönetiminin bu her iki gruba da yönelik saldırıları bu grupları ortak düşmanı yok etme noktasında birleşmeye sevketmiştir. Aralık 2012 sonlarından itibaren Nuri El Maliki hükümetine karşı Anbar, Ninova, Selahaddin, Diyala, Bağdat ve Havice’de Sünniler protesto gösterileri yapmıştır. Yerelde çok güçlü Arap aşiretlerinin desteğine sahip olan Nakşibendi Tarikatı Ordusu, Kerkük ve Havice konusunda Kürtlerle ilişkileri devamlı sorun içerisindedir. Bunun nedeni ise Sünni Arapların çoğunlukta olduğu verimli tarım arazisine sahip Havice’nin yoğun Kürt nüfusunun olduğu Kerkük’ten ayrılmasını istemeleridir. Hala Baas Partisi’nin etkili olduğu Havice’de Sünniler tarafından sık sık protesto gösterileri düzenlenmektedir. 23 Nisan 2013’te Sünni göstericiler ile Irak ordusu 12. Tümeni arasında meydana gelen çatışmalar sonucunda 50 kişi hayatını kaybetmiştir. Birbirleri arasında Baasçı-Sünnici olarak çatışan veya kendi aralarında çatışan aşiretler Havice Katliamı’ndan sonra birbirleri arasındaki mücadeleyi bırakıp ortak düşman olan Maliki’ye karşı birleşmişlerdir. İzzet İbrahim El Duri’de yayınladığı ses kaydında Pers-Safevi iktidarını yıkmak için halkı silahlanmaya çağırmıştır. El Duri, Irak’ta Baasçıları ve İslamcıları bir arada tutacak hayatta kalan ender isimlerden biridir. El Duri yayınladığı ses kayıtlarına göre Maliki hükümetinin İran ile işbirliği yaptığını öne sürerek ve 16.-18. yüzyıllardaki Irak’ın Safeviler tarafından yönetilmesine atıf yaparak Sünnileri Bağdat yönetimine karşı savaşmaya davet etmektedir. Bu politikasından dolayı zaten yerelde aşiretler tarafından fonlanan Nakşibendi Tarikatı Ordusu ayrıca çeşitli körfez ülkeleri tarafından da Irak’taki İran etkisinin azaltılması için mali olarak desteklenmektedir. Nakşibendi Tarikatı Ordusu, bir yandan Bağdat yönetimine karşı savaşırken diğer yandan da Kürtlere karşı yürüttüğü sert retoriğini artırarak devam ettirmektedir. Bunun nedeni ise eski Irak ordusu içerisindeki Arap milliyetçilerinin etkisi olduğu düşünülmektedir. Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD)’nin Haziran ayında Musul’u işgal etmesiyle birlikte Irak’taki siyasi ve insani kriz ciddiyetini arttırmıştır. Irak’ta meydana gelen ve çeşitli grupların da katılımıyla Sünni bir isyana dönüşen hareket Musul dışında Sünni Arap nüfusunun çoğunlukta olduğu Ninova, Anbar, Diyala ve Selehaddin eyaletlerinin önemli bir kısmında da IŞİD’in liderliğinde hakimiyeti sağlamış ve merkezi Irak Ordusu’nu bu bölgelerden çıkarmıştır. Her ne kadar bu isyan IŞİD önderliğinde gerçekleşmiş olsa da farklı grupların da IŞİD’e destek verdiği bilinmektedir. Nakşibendi Tarikatı Ağustos-Eylül 2014 31 Amerikan işgaline karşı 2006 yılında kurulan Nakşibendi Tarikatı Ordusu şu an Irak’taki en etkili silahlı gruplardan biridir. Amerikan işgaline karşı direnen grup zamanla Nuri El Maliki yönetiminin Irak’ta yaşayan Sünnileri ötekileştirmesi ve Sünni protestoları kanlı bir şekilde bastırmasıyla birlikte Maliki hükümetine karşı bir duruş sergilemiştir. Ordusu’nun da bu gruplardan biri olduğu tahmin ediliyor. Grup ülkenin batısındaki Anbar eyaleti dışında Irak’ın kuzey ve orta bölgelerinde faaliyet göstermektedir. Musul ve Anbar’ın yanı sıra Süleyman Beg, Havice, Ramadi ve Felluce’de grubun etkili olduğu bölgelerdir. Nakşibendi Tarikatı Ordusu her ne kadar başta IŞİD olmak üzere farklı farklı gruplarla işbirliği yapsa da bunun kalıcı olacağı öngörülmemektedir. BaasçıSufi karışımı ve aynı zamanda Arap ve Irak milliyetçiliğini ön plana çıkaran grup IŞİD gibi örgütlerle ideolojik olarak çatışması kaçınılmaz gözüküyor. Özellikle küresel cihad politikası izleyen IŞİD ile Arap ve Irak milliyetçiliğinin baskın olduğu Nakşibendi Tarikatı Ordusu arasında uzun soluklu bir işbirliğinin olması pek olası gözükmüyor. Yer yer bu iki grup arasında çatışma haberleri ise daha şimdiden gelmeye başlamıştır. Bu farklı ideolojik grupları bir arada tutan ön önemli şey ise Bağdat Hükümeti’nin uygulamış olduğu politikalardır ve bu farklı ideolojiye sahip grupların ilk önceliği Şii İran’a yakın olan Bağdat Hükümetini devirmektir. Yaklaşık beş bin civarında kişiden oluştuğu varsayılan Nakşibendi Tarikatı Ordusu IŞİD kadar olmasa da bölgenin önemli gruplarından biridir. Liderleri İzzet İbrahim El Duri faktörü de Nakşibendi Tarikatı Ordusu’nun önemini artıran faktörlerdendir. IŞİD içerisindeki üst düzey eski Baasçı kadrolarla da irtibatı bulunan El Duri, yerel aşiretlerden de çok ciddi bir destek almaktadır. Baas Partisi’nin lideri olarak partiyi eski gücüne kavuşturmayı amaçlayan El Duri IŞİD’in küresel cihad projesine sıcak bakmayan Sünni aşiretler ve gruplarla da iyi ilişkiye sahiptir. Nakşibendi Tarikatı Ordusu mensupları ve diğer yerel örgütler IŞİD’in gelip geçici bir şey olduğunu düşünüyorlar, böyle bir düşünceye kapılmalarındaki en önemli faktör de IŞİD’e Irak dışından bir çok militanın katılıyor olmasıdır. Irak’ın gerçek sahiplerinin IŞİD değil de kendileri olduğunu düşünüyorlar. Böyle bir varsayım Nakşibendi Tarikatı Ordusu ve diğer yerel grupları ilerleyen süreçte başarısızlığa uğratabilir ve bu grupları marjinalleştirebilir. IŞİD’e Irak dışından bir çok militan katıldığı doğrudur ancak IŞİD bölgede olduğu her an giderek nüfuzunu artırdığını unutmamaları gerekiyor. Bağdat rejimini devirme konusunda IŞİD ile anlaşan Nakşibendi Tarikatı Ordusu ve diğer yerel gruplar, Bağdat’ın düşmesiyle birlikte Irak’ı kendilerinin yöneteceği algısına kapılmamaları gerekiyor. KAYNAKÇA 1 http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=4484 2 http://www.nytimes.com/2013/01/06/world/middleeast/baath-party-leader-encourages-sunni-protests-in-iraq.html?_r=0 3 http://www.reuters.com/article/2014/01/18/us-iraq-falluja-idUSBREA0H08G20140118 4 http://en.wikipedia.org/wiki/Army_of_the_Men_of_the_Naqshbandi_Order 5 http://en.wikipedia.org/wiki/Izzat_Ibrahim_al-Douri 32 Ağustos-Eylül 2014 Rod Nordland ve Alissa Rubin IŞİD Ekopolitiği KAPAK: ORTADOĞU Çeviren: Cemal Taşpınar [email protected] Ninova valisi Atheel Nujaifi, isyancıların Musul merkez bankasındaki 400 milyon dolar kadar parayı ele geçirdiğini söylüyor ve söylenenlere göre, milyondan fazla yerleşimcinin yaşadığı bu kentte, geri kalan bankaların da kasası İslam Devleti Örgütü tarafından boşaltıldı. BAĞDAT- El-Kaide tarzı isyancılar kuzey şehri olan Musul’u işgal ettiklerinde, elde geçirilen savaş ganimetleri arasında 5 Amerikan yapımı helikopterin de olduğunu iddia etti. Ele geçirilen helikopterlerin neredeyse yeni olduğunu belirterek, Twitter adreslerinden, ‘’Amerikalıları, bizlere olan yardımları ve hizmetlerini onurlandırmaları için bekliyoruz’’ iletisini yazdılar. Bu konuyla ilgili olarak, London School of Economics’in Orta Doğu merkezi direktörü Toby Dodge ‘’Sadece etkili cihadçılar değiller aynı zamanda mizah yetisine de sahipler’’ diyor. Çaresiz insanları öldüren ve rakip cihadçıların bile kafasını kesen sıradan cellatlar olarak Irak ve Suriye’de savaşan İslam Devleti’nin vahşi imajının arkasında sosyal medyayı etkin kullanan ve ele geçirdikleri topraklarda karmaşık finansal stratejiler ve yönetimler kurabilen disiplinli bir organizasyon var. Ninova valisi Atheel Nujaifi, isyancıların Musul merkez bankasındaki 400 milyon dolar kadar parayı ele geçirdiğini söylüyor ve söylenenlere göre, milyondan fazla yerleşimcinin yaşadığı bu kentte, geri kalan bankaların da kasası İslam Devleti Örgütü tarafından boşaltıldı. Diğer yetkililer merkez ban- Ağustos-Eylül 2014 33 Twitter’ine takipçi kazandırarak IŞİD’in cihadçı örgütler listesinde en üstte yer almasına yardım eden bir cep telefonu uygulaması bile programa gömülü reklamlara sahip. Bunların hepsi, Suudi Arabistan’daki ve Basra Körfezi ülkelerindeki para babalarının IŞİD operasyonlarına bağış yapmasına yönelik akıllı sosyal medya kampanyalarıdır. kasından çalınan miktar hakkında tartışıyorlar ve daha düşük bir rakamdan söz ediyorlar. Bağdat ve Musul arasında yer alan ve Irak’ın en büyük petrol rafinerisi olan Baiji’yi kontrol etmek için devam eden gitgelli çatışmada, İslam Devleti militanları ateşkese aracılık etmeleri için işçilerin güvenli şekilde tahliye edilebilmelerini sağlama noktasında orada görevli işçilerin aileleriyle çalıştılar. Bu insani bir jest değildi. IŞİD tarafından öldürülme korkusu nedeniyle ismini vermek istemeyen ve durum hakkında konuşan bir yerel yönetici ‘’Çatışma bittiğinde rafinerinin kontrolünü eline almış olmayı istiyorlardı’’ diyor. Yakın zamana kadar Ninova kentinin polis müdürü olan General Mehdi Garavi’nin Arapça haber sitesi olan Nikaş’a verdiği röportaja göre ‘’Musul’da kurdukları ağ ile IŞİD aylık yaklaşık 8 milyon dolarlık bir miktarı gasp ediyor.’’ Üstelik bu miktar Musul’u IŞİD militanları devralmasından önceydi. Bir kere yönetimi ele geçirince de kazançlı olan zorunlu vergileri onlar topluyorlar. Irak’ın kuzeyinde kamyonlardan güvenli geçiş için sözde yol vergisi olarak 34 Ağustos-Eylül 2014 200 dolar topluyorlar. Irak hükümeti, isyancıların şimdi Musul’da önemli sayıda bulunan ve çarmıha gerilmek istemeyen Hıristiyanlardan zorla vergi topladığını söylüyor. Twitter’ine takipçi kazandırarak IŞİD’in cihadçı örgütler listesinde en üstte yer almasına yardım eden bir cep telefonu uygulaması bile programa gömülü reklamlara sahip. Bunların hepsi, Suudi Arabistan’daki ve Basra Körfezi ülkelerindeki para babalarının IŞİD operasyonlarına bağış yapmasına yönelik akıllı sosyal medya kampanyalarıdır. Son Irak Parlamentosu ekonomi komitesi üyesi Amin Hadi ‘’Onların Musul’dan çaldığı paranın tam olarak ne kadar olduğunu bilmiyoruz; ancak IŞİD’in diğer ülkeleri işgal etmesine yetecek kadar fazladır’’ diyor. Irak Merkez Bankası yönetim kurulu üyesi bir yetkili IŞİD’in Musul’dan ne kadar para elde ettiğini özel olarak söylemekte isteksiz davransa da, en az 85 milyon dolar, hatta muhtemelen daha üstünde olduğunu tahmin ediyor. Durum hakkında ismini vermeden konuşuyor; çünkü bu konuda halkı bilgilendirme konusunda yetkilendirilmemiş. Şimdiye kadar radikallerin operasyonlarının Irak’ın petrol üreten alanlarına kadar genişletmesi engellendi. Ancak geçen hafta günlük 310.000 varil petrol üretme kapasitesiyle ülkenin en büyük rafinerisi olan Baiji petrol rafinerisi kuşatıldı ve rafinerinin kontrolü Çarşamba günü kısa bir süreliğine tamamen IŞİD’ın eline geçti. Bir Amerikalı terörle mücadele yetkilisinin söylediğine göre ‘’IŞİD dışarıdaki bağışçılardan bir miktar para elde ediyor, ancak bu miktar IŞİD’in kendi kendini fonlamasıyla karşılaştırıldığında sönük kalıyor. Paralarının ezici bir kısmı gasp, kaçırma, hırsızlık ve kaçakçılık gibi suç oluşturan olaylardan kazanılıyor. IŞİD Musul’dan muhtemelen haftada birkaç milyon doları gasp yoluyla elde ediyor. Şehri ele geçirmesi grubu finansal açıdan daha iyi bir durum sağlıyor; ancak bu iyi durum muhtemelen milyonlarca - yüzlerce milyona değil – dolara tekabül ediyor.” Aynı yetkiliye göre ‘’IŞİD yeryüzündeki en varlıklı terörist gruplardan biri; ancak aynı ölçüde önemli masrafları var. Grupta kasasına akan parayı hızlı ve adil şekilde dağıtma yönelimi hakim. Parayı çok daha akıllı şekilde kullanmadıkları sürece, muhtemelen onlarca milyon dolarlık değerde bir varlığın üzerinde bulunuyorlar.’’ Milis grup sahip olduğu parayı saklamak için Felluce’de, Anbar kentinde yer alan yağmalanmış bazı bankaları tekrar açtı. Ocak’tan beri milis grubun kontrolünde bulunan şehirde taksi şoförü olarak çalışan 35 yaşındaki Yasim Ahmed, bankayı koruyan silahlı korumalardan birine milislerin paralarını nereden aldığını sormuş. Silahlı adam ‘’Tekrar sorma, sadece bizim sadece Anbar’ı değil tüm Irak’ı yönetecek kadar paramız olduğunu bil’’ demiş. Grubun kendini finanse etmesini ve toprak kontrol şeklini takip eden Lübnan-Beyrut kökenli Kamel Wazne ‘’Artık terörist bir devlet hayal etmiyoruz. Çünkü bir terörist devlete sahibiz’’ diyor. IŞİD geçen yıl Rakka’nın yakınında yer alan doğu Suriye petrol topraklarını ele geçirdiğinden beri nakit para topluyor. IŞİD ilkel rafineleri kendi milislerinin yerel kullanımına sunacağı ürünler için kullanıyor; ancak ham petrolün birçoğunu düşmanı olan Suriye hükümetine satıyor. Münbiç’te yerel bir çimento fabrikası işletiyorlar ve Rakka’da tüccarlar bile çöp toplama ücreti ödüyorlar. Irak’ın işgali örgütün gelir tabanını daha da genişletti. Londra’da yer alan King’s College’de güvenlik çalışmaları profesörü olan Peter Neumann, ‘’Daha fazla toprağı ellerinde tutmaları onları daha çok kendine yetebilen örgüt haline getirecek’’ diyor. Ona göre ‘’Bu onları neden durdurmamız gerektiğini gösteren tehlikelerden biri. Eğer kendilerine yetecek seviyeye gelirlerse ve insanların ücretlerini ödeyebilirlerse, kurdukları düzeni sarsmak oldukça güç olacak.’’ İsyancılar sürekli yeni kaynak arayışı içerisindeler. Radikal ideolojileri Sünni olmayan Müslümanların öldürülmesi için çağrı yapıyor olsa da inanmayanlardan para elde ettikleri sürece görünüşte bu duruma göz yumuyorlar. Geçen hafta boyunca, IŞİD’in hakim olduğu alanda önce birkaç Türk işçi grubu, 40 kişilik Hintli işçi grubu ve bir Çinli yetkili gözden kayboldular ve daha sonra da zarar verilmemiş halde salıverildiler. Fidyelerin ödendiği teyit edilemese de fidye için kaçırmanın milislerin planları arasında yer aldığı biliniyor. IŞİD’in ayrılmış görünen ve Twitter’de @Wikibaghdady ismiyle grup hakkında bilgiler veren bir köstebeğin varlığı onların kurumsal başarılarının boyutlarını ortaya koyuyor. Rakip cihadçı hesaplar, geçen yıl, IŞİD’in Irak’ta ilerleyerek Şiilere, Hıristiyanlara ve diğer azınlıklara acımasız şekilde vergiler uygulayarak kaynak yaratmasıyla ve enerji kaynaklarını ve petrol yataklarını kontrol etme planlarıyla ilgili belgeler yayınladılar. Belgelere göre Irak hükümetiyle ilişkili herhangi bir şirket IŞİD tarafından kontrol edilmeliydi. ‘’Eğer şirket sahibi bu durumu kabul etmezse, o öldürülmekle ya da şirketine zarar verilmekle tehdit edilmeliydi.’’ Ağustos-Eylül 2014 35 Barclay’in araştırmasına göre, Baiji rafinerisi Irak’ın yurtiçi yakıtının üçte birini ve yaklaşık 600 megavatlik elektrik santrali ile ülkenin elektriğinin %10’unu karşılıyor. Baiji rafinerisinin kapanmasının ardından IŞİD’in aktif olduğu tüm kentlere elektrik verilemiyor. Yakıt kıtlığı korkusu birçok Iraklının kişi başına 8 galondan fazla satılmama kararı alınan Kürdistan özerk bölgesine giderek uzun kuyruklar oluşturmasına neden oldu. Eski Kürdistan Bölgesel Yönetimi başbakanı Berham Salih ‘’Eğer Baiji düşerse, yakıt krizi çok büyük olur’’ diyor. İsyancıların Twitter kullanımının bile para kazanma potansiyeli yaratan bir tarafı var. Cihadçıların sosyal medya kullanımı üzerine çalışan Intelwire. com’dan J.M. Berger’e göre, IŞİD takipçilerine ‘’Müjdeleyici Şafak’’ isimli bir cep telefonu uygulaması sunuyor. Berger Google Android uygulamalarının bile onun reklamını yaptığını ve gelişmiş bir spam üreticisi aracılığıyla IŞİD tweetlerinin Twitter spam savunmasını aşarak binlerce tweet haline geldiğini söylüyor. Berger, uygulama hakkında Atlantic’e bir yazı yazmasının ardından, Twitter’ın uygulamayı devre dışı bıraktığını ve neredeyse hemen yeni bir hesap açılmasına rağmen grubun birçok Twitter hesabını kapattığını söyledi. Berger “onlar sosyal medyada fon elde etme gözü ile çalışıyorlar” diyor. Şimdiye kadar radikallerin operasyonlarının Irak’ın petrol üreten alanlarına kadar genişletmesi engellendi. Ancak geçen hafta günlük 310.000 varil petrol üretme kapasitesiyle ülkenin en büyük rafinerisi olan Baiji petrol rafinerisi kuşatıldı ve rafinerinin kontrolü Çarşamba günü kısa bir süreliğine tamamen IŞİD’ın eline geçti. (Rafineri daha sonra Amerikan hava saldırılarına kadar olmak üzere IŞİD’ın eline geçti, Süreç Analiz) Birçok uzman isyancıların bu gelişmiş tesisi yönetip yönetemeyeceğini sorgularken, onlar Iraklı işçileri geri getirerek, en azından, sayısız depolama tankına ulaşım imkanı buldular. 36 Ağustos-Eylül 2014 Irak hükümeti çalışanları milislerin kontrolüne geçen alanlarda bile maaşlarını almaya devam ediyorlar ve hükümet işçilerin maaşlarını almak için güvenli bölgelere gitmelerine izin verildiğini ifade etti. Bu akıl ve gönül çalan hareketler, isyancılar için merkezi hükümetin hala temel işveren olduğu yerlerde mücadele etmesini daha zorlaştıracak ve bu işçilerin birçoğu sonuç olarak bu paraların bir kısmını IŞİD’e vergi olarak ödeyecekler. Eğer IŞİD fiili bir hükümet haline gelirse, IŞİD’in kontrolündeki bölgelerde neredeyse yaz aylarının başından beri devam eden kronik elektrik kesintileri nedeniyle örgüt suçlanmaya başlanacak. London School of Economics’den Dodge’nin dediğine göre ‘’Onlar etkili bir organizasyon, ancak abartılma tehlikesi de mevcut. Eğer uzun süredir ellerinde tuttukları Rakka’da yaptıkları vahşeti, kafa kesmeleri görüyorsan, onların haşin İslamının sonunda gündeme geleceği anlaşılır. Onlar şimdi Musul’da ve bir ölçüde Tikrit’te gönülleri ve kafaları kazanma kampanyası yürütüyorlar. Fakat bir kez toprağı tamamen ele geçirdiklerinde düşmanları öldürme ve topluma arzuladıkları sert hayatı empoze etme hissine direnemeyecekler.” * Rod Nordland ve Alissa Rubin’in bu çalışması New York Times’ta 20 Temmuz 2014 tarihinde yayınlandı. *Linki: http://www.nytimes.com/2014/06/21/world/middleeast/isis-iraq-insurgents-reaping-wealth-as-they-advance. html?hpw&rref=world&_r=1 Ömer Behram Özdemir ve Müfid Yüksel ile Röportaj Ortadoğu’nun Örgüt Haritası KAPAK: TEK SORU İKİ CEVAP Röportaj: Mehmet Yavuz Süreç Analiz olarak bu sayımızda Ortadoğu’da meydana gelen siyasi karışıklıklar neticesinde bölgede meydana gelen olayları analiz etmek ve meydana gelecek olası değişikliklerin Türkiye için getireceği avantajları veya dezavantajları inceleyip anlamak üzere Sakarya Üniversitesi ORMER Araştırma Görevlisi Ömer Behram Özdemir ve araştırmacı/yazar Müfid Yüksel ile röportajımızı gerçekleştirdik. Suriye’de Esad’ın çok çabuk şekilde düşeceği öngörülüyordu. Son geldiğimiz noktada Esad’ın hala yönetimi elinde tuttuğunu görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ömer Behram Özdemir: Suriye’de sokak çatışmalarının savaşa döndüğü ilk devrede Suriye ordusundan çok sayıda askerin firar etmesi ve bunların büyük kısmının ÖSO’nun askeri gücünü oluşturması muhalifleri güçlendiren Esad yönetimini ise zorlayan bir denklemdi. Lakin ÖSO tam manada merkezi ve düzenli bir ordu değildi. ÖSO adı altında birbirinden genelde bağımsız gruplara karşı rejim ilk etapta cidden darbe yemiş olsa da İran’ın askeri danışmanları ve gönüllüleriyle katılımı, Rusya’nın maddi yardımı ve tabii ki Hizbullah’ın askeri katılımı ile ibreyi kendine çevirdi. Lakin bugün Esad yönetimi çökmese de Suriye’nin yönetimini elinde tuttuğunu söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Nusayri nüfusun yoğun olarak bulunduğu Tartus, Lazkiye ve Hama kırsalında güçlü bir şekilde var olan rejim Ağustos-Eylül 2014 37 ülkenin kuzey ve doğusunu ise neredeyse tamamen kaybetti. Rakka, Deirezzor, İdlib ve Dera’da kemikleşen devlet dışı güçleri rejimin mevcut askeri kapasitesi ile alt edip söz konusu bölgeleri ele geçirmesi kısa vadede pek mümkün gözükmemektedir. Halep, Kalamun, Kuneytra ve Şam kırsalı da muhaliflerin son aylarda rejim ile çatışmalarda ilerleme yaşadıkları cephelerdir. Bu açıdan bakıldığında rejimin kendisi için kırmızı çizgi olarak gördüğü merkezleri ciddi biçimde savunabildiğini lakin ülkenin yarısından fazla bir alanda hakim olmadığını görmekteyiz. Müfid Yüksel: İki tane faktör var burda. Beşar Esad iktidara geldiğinde yani babasının dönemini kapatıp,o kanlı dönemi kapatıp yeni bir sayfa açma mesajıyla geldi adeta. Gerek batı dünyasında gerek Türkiye de bir şekilde böyle algılandı. Bu konuda Beşar başarılı oldu mu? Hayır olmadı ama en azından bu yönde adımlarda söz konusu değil. Tamamen babasının dönemi gibi Hama Katliamı gibi olayların cereyan ettiği bir Suriye değildi artık. Artı şöyle bir şeyde söz konusuydu yani artık insanlar olur olmaz sokaklardan camilerden toplanıp götürülmüyordu. Nispi bir düzelme nispi bir rahatlama söz konusuydu. Türkiye ile ilişkilere gelecek olursak Türkiye ile ilişkileri eskiye nazaran artış vardı, istenilen düzeyde olmasa bile. En azından hükümet düzeyinde diyaloglar artmıştı, ortak bakanlar kurulu toplantısına kadar giden ve en son vizelerin kalkması, buraya kadar giden bir süreç vardı. Arap Baharı olduğu zaman, Arap Baharı Arap yarımadasında diktatörlerin yıkılacağı tamamen bunun yerine bir ön açılacağı, bir zemin oluşacağı ve bu zeminden yararlanarak İhvan’dan başka alternatifin olmayacağı, İhvan’ın serbest seçimlerde iktidara geleceği, İhvan’ın büyük halk kitlelerine sahip olduğu varsayıldı. Bu varsayımdan hareketle Arap Baharı’nın bir şekilde peşine takıldı. Ilk önce Mısır ve Libya’da çekinik davranıldı. Mısır’da Türkiye’nin yapacağı hiçbir şey yoktu o ayrı mesele. Ama Libya konusundaki çekingenliğinin bedeli Suriye’de bir maceraya girişmek oldu. Bunun bedeli oldu, çok çekingen davranıldı. Oysa ki Libya’da otuz bin Türkiye vatandaşı vardı. Ve Kaddafi’nin bir şansı yoktu artık çünkü Kaddafi’nin güçlü bir ordusu yoktu ve Kaddafi’yi devirmeye kararlı bir Avrupa vardı, en azından İtalya ve Fransa öyleydi. Türkiye çok çekingen davrandı o konuda, o çekingenliğinden dolayı Su- 38 Ağustos-Eylül 2014 riye konusunda biraz daha pervasız davrandı. Suriye’de bazı şeyler öngörülmedi, kolayca Beşar Esad’ın devrileceği vehmedildi, İhvan’ın çok güçlü olduğu zannedildi oysa ki İhvan biraz elitist hareket, bir ideolojik siyasal hareket olduğu için dindar halkın damarlarına nufüs edemeyen bir hareket, camiye nuüfuz edememiş bir hareketti. Bir çok bakımdan İhvan’ın bu konularda eksiği mevcuttu ve bu eksiklikler görülemedi. O da Türkiye’de dindar çevrelerin İhvanla olan diyaloğunda burada bir yanılsama oldu. Mısır’da İhvan çok güçlü değil eğer çok güçlü olsaydı 30 Haziran’da insanlar İhvan aleyhinde sokağa çıkmazdı. Evet İhvan seçimi kazandı ama orda da farklı şeyler söz konusu. Halk içinde öyle çok büyük milyonları peşinden sürükleyebilecek kitlesel bir güce sahip değil. Çünkü siyasal ideolojik islami hareketler halktan kopuk. İhvan’daki selefi damar halkı biraz daha tepeden gören kendini tevhidi gören, halkın dindarlığını hurafe ve cahiliye ile özdeşleştiren bir gelenekten geliyor. En azından Seyyit Kutup’un üslubu ve metodu bu yöndeydi. O anlamda camideki halkla, dindar halkla barışık bir yapısı yok zaten. Dolayısıyla Mısır gibi dindarlığın çok yüksek olduğu namaz kılma oranının %85 lerde olduğu bir ülkede halkla bu anlamda bütünleşememenin verdiği sıkıntılar var. Halkla oradaki geleneksel dini yapılarla, buna tarikatları da dahil edebiliriz. Bu tür yapılarla da bağdaşıklıkları söz konusu değildi. Belki bir düşmanlıkları diğer selefi gruplar gibi yani Nur Partisi gibi değerlendirmiyorum İhvan’ı. O anlamda bir selefilik değil ama o damar özellikle Seyyit Kutup’un nispeten böyle hariciliği ve tekfirciliği çağrıştıran Soğuk Savaş Dönemi’nin ideolojik katılığıyla örtüşen o anlayışı ve metodu ister istemez halkla arasına mesafe koyuyor. Bu da böyle bir desteğin oluşmasına engel oluyor. Şimdi bütün bu faktörler göz önüne alındığında bunlar görülemedi. Artı İran, Rusya ve Çin mihverinin oluşacağı faktörü de göz önüne alınamadı. İran faktörü ve bununla birlikte Suriye olayları üzerinde oluşan bir İran, Rusya ve Çin mihveri var. Adeta bir mihver devletler grubu oluştu böyle ve bu da gerek Türkiye’de gerek başka çevrelerde öngörülemedi. Bu öngörülememesi Suriye’de böyle bir yapıya ulaştı artı bir muhalefet örgütlenmesi de oluşturulamadı. Yani Baasın sadece oradaki Nusayri gruplardan oluştuğu, Baasta Nusayrilerden başka kimsenin yer almadığı varsayımı da geliştirildi. Baas bir koalisyondu kendi içerisinde Arap milliyetçiliği anlayışı ön planda olduğu için seküler sünni elitler tarafından da Baas çok ciddi olarak desteklendi. Bütün bunlar baz alındığında Suriye’de böyle bir çıkmaza girildi. Artı Suriye muhalefeti İhvan üzerinden örgütlenmeye çalışıldı. Oysa İhvan, Suriye içerisinde bir hayli zayıf durumda. (Her ne kadar Suriye diasporası içerisinde güçlü görüntülense de Suriye içerisinde İhvan gayet zayıftır.) Bir şey daha: Suriye diasporası gerek Türkiye’yi gerek başka kimseleri yanılttı bu konuda. Suriye disaporası Suriye konusunda Türkiye’deki bazı çevreleri yanılttı ve bütün bu yanılsamalar bir araya geldi. Ciddi bir muhalefet birliği oluşturulamadığı gibi ÖSO gibi kurulan grup da parçalandı zamanla ve şuan 1200’ü aşkın savaşan grup var ve artı içine çok katı radikal selefi grupların girmesi. Harici zihniyetli grupların, şiddeti tamamen ön plana çıkaran gruplarında ön almasıyla birlikte tamamen karmakarışık bir hal aldı Suriye’deki grup. Yani bunun çok daha uzun sürmesi çünkü İran’ın gerek Afganistan işgali 2001 yılında olan gerek 2003 teki Irak işgali İran’ın doğuda ve batıda önünü açtı. İran’ın emperyal emellerinin önündeki iki ana engel Amerika tarafından ortadan kaldırıldı. Dolayısıyla İran hem ortaasyaya yönelik bir açılım yapabilme imkanı buldu hem de zaten Lübnan üzerinde Şii gettları oluşturuldu. Irak’ta önemli oranda hükümette söz sahibi olması hatta Bağdat üzerinde söz sahibi olması. Necef, Basra, Kerbela o bölgeler bir şekilde adeta İran denetimine girdi, İran Akdeniz’e kadar açıldı. Nüfuz alanı çok ciddi olarak genişledi. Böyle bir ortamda Arap Baharı’nın ite kaka yapılması böyle bir sonuca yol açtı. Bir taraftan şu yapıldı, İran’ın elleri, kolları serbest bırakılıp nüfuz alanları genişletildi bir taraftanda Suriye üzerinden bir mezhep çatşmasına gidilmeye çalışıldı. Ağustos-Eylül 2014 39 Suriye’de Suriye Ulusal Konseyi altında toplanan ve daha başat olarak ÖSO önderliğindeki muhalefet neden başarılı olamadı ve neden sırasıyla El Nusra ve IŞİD’ın öne çıktığını gördük? Rojava’daki Kürt realitesini bu noktada nereye koymak gerekiyor? Ö.B.Ö: Öncelikle ufak bir düzeltme yapalım. SUK ve SMDK gibi siyasi muhalefeti temsil eden yapılar ÖSO’dan sonra kurulan yapılardır. Yani Suriye’deki halk ayaklanmasında öncülük Suriye Ulusal Konseyi’nde değil Özgür Suriye Ordusu’ndadır. Askeri ilerleme açısından bakıldığın savaşın ilk safhasında bilhassa da 2012 içerisinde Suriye muhalefeti rejime karşı oldukça önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Ama bir önceki soruda da bahsettiğim gibi ÖSO’nun dağınık yapısı söz konusu savaşa rejim yanında katılan dış aktörlerin etkisine cevap verebilecek düzeyde değildi. Nusra’nın büyümesi ve alanda görünür olması da bu döneme rastlar. ÖSO’nun askeri geri çekilmelerinin yanı sıra ÖSO’nun kimi bölgelerdeki unsurlarının hırsızlık ve yozlaşma eleştirilerine çokça uğradığı bir dönemde ÖSO’nun kaybettiği desteği kazanmak için yeni gruplar yarışmaktaydı ki Nusra bunların en önemlilerinden biriydi. Selefi-cihadi çizgide bir yapı olan Nusra önce Suriye rejiminin askeri ve bürokratik hedeflerine gerçekleştirdiği bombalı saldırılarla ardından da sahada elde ettiği başarılarla adını duyurdu. Suriyeli savaşçıların yanında çok sayıda yabancı savaşçı da Nusra’nın adını duyurduğu 2013’te grubun saflarında yer almaktaydı. Örgütün lideri ve kurucu kadroları ABD işgali yıllarında Irak İslam Devleti (IİD) örgütü ile birlikte hareket etmiş figürlerdir. Fakat Nusra’nın Suriye’deki ilerlemesi zaten bölgede yayılmak arzusundaki IİD için yeni bir hamlenin kapısını açtı. Örgütün lideri Ebubekir el-Bağdadi Nusra’nın IİD’in bir kolu olduğuna dair bir açıklama yaparak Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) kurulduğunu ve artık tüm savaşçıların bu isim altında savaşacaklarını ilan etti. Bu ilan Nusra tarafından reddedildiği gibi El Kaide merkezi tarafından da onaylanmamıştır. Bu sürecin devamında ise 2014 yılı itibariyle IŞİD ve El Kaide’nin arasındaki tüm bağlar kopmuştur. Bugün itibariyle Nusra Suriye’de IŞİD ile hasım durumundadır. Bu iki hareketin öne çıkmalarında ise farklı nedenler bulunmaktadır. IŞİD Irak ordusundan ele geçirdiği önemli miktarda ağır silahı Suriye’de kullanırken di- 40 Ağustos-Eylül 2014 ğer muhaliflere karşı savaşında Esad’dan da örtülü bir destek görmüştür. Örneğin İslami Cephe, Nusra ve ÖSO gibi gruplar sürekli hava saldırılarına maruz kalırken IŞİD unsurları ise son 2 aya kadar rejim hava gücü ile pek muhatap olmamışlardır. Irak’tan gelen silah akışı ve Esad’ın politikaları IŞİD’e alan sağlamıştır. Nusra ise dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmış El Kaide unsurlarına bakıldığında tez konusu olabilecek farklı bir yapı. Savaşçılarının büyük kısmı Suriyelilerden oluşan Nusra ele geçirdiği bölgelerde IŞİD’in aksine hakim bir otorite kurmayıp bölgeleri diğer muhalif unsurlarla birlikte yönetmeyi tercih etmektedir. Nusra’nın IŞİD’in aksine yerli unsurlardan oluşması ve halkla iletişiminin pozitif olması örgüte başka el Kaide unsurlarında pek göremediğimiz sivil halk desteğini kazandırmıştır. Lakin el-Kaide’nin Suriye kolu olarak kaldıkları sürece dış aktörlerin örgüte bakışı ve dolayısıyla örgütün fon bulması her zaman zor olacaktır. Son olarak ülkedeki İslamci hareketlerin güçlenip ÖSO unsurlarının geri planda kalması sürecini etkileyen en önemli gelişmelerden biri ise rejimin Şam’da sivillere karşı kimyasal silah kullanımına ABD başta olmak üzere Batı’nın sessiz kalmasıdır. Bu gelişmeler nispeten Batı destekli ÖSO’nun halk nezdinde sempati kaybı yaşamasına yol açmıştır. M.Y: Şimdi şöyle bir durum söz konusu, Suriye de laik diyebileceğimiz kesimler sadece elit kesimi oluşturuyor. Halk tabanı yok aslında. ÖSO’da biraz daha seküler çünkü Batı’nın desteğini almak için en azından öyle yapılandı. Halk desteği yok, halk dindar olduğu için kendi dindarlığına bir karşılık aradı, bu karşılığı kimden buluyor? Nusra’dan buluyor, diğerlerinden buluyor. Her ne kadar halkın dindarlığı bu selefi ve harici gruplarla da uzlaşmasa bile (çünkü alternatifi yok). Alternatif Sünni bir damar yani selefi-harici olmayan Sünni damara ilişkin olarak böyle alternatif bir sunum yok. Bu alternatif sunumu yapacak zemin de yok.çünkü Sünniliğin temel kurumları tasfiye edilmiş, Sünniliğin ana merkezi Osmanlıydı. Osmanlı tasfiye edildi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de 1920’li yıllarda bütün Sünni kurumlar tümüyle tasfiye edildi, yok edildi. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti Sünniliği yok etti. Ulema geleneğini yok etti, bir kurum kalmadı, sunabileceği bir Sünnilik yok. Türkiye’nin böyle bir şansı yok çünkü Türkiye’de böyle bir kurum yok. İmam Hatip bu konuda böyle bir örnek teşkil edemez çünkü İmam Hatip’te din eğitimi yok, yani dini ilimler öğretilmiyor, din alimi yetiştiren bir kurum değil. İmam Hatipler işte bir kaç cenaze imamı yetiştirmek üzere kırklı yılların sonunda İmam Hatip kursları daha sonra İmam Hatip okulları darken medreselerin yasak olması Tevhid-i Tedrisat Kanunu bir teyemmüm gibi düşünün. O mesabede açılıp yaygınlaştığı. Devletin koyduğu yasakları delmeye yönelik bir ara formül gibi oldu. Dolayısıyla bunu bir ideal olarak başka yerlere ihraç etmek son derece garip ve mümkün değil çünkü Suriye’de medreseler açık. Suriye gibi yerlerde ise Baas rejimlerinin yani ilk once Mısır’da 1952’de general Necip iktidara geldi iki sene sonar Nasır iktidara geldi. Nasır’ın kişiliğinde şekillenen, onun kişiliğiyle adeta özdeşleşen militer bir Arap milliyetçiliği dalgası bütün Arap dünyasını sardı. Kaddafi’de böyledir, Baas partileri de böyledir. Kaddafi de Nasırcılığın getirdiği bir zemin üzerinden Arap milliyetçiliğine dayalı bir devrim yaptı, yoksa Kaddafi’nin kendisi Arap da değildi. Berberi’ydi. Şimdi dolayısıyla Suriye’de de Baas rejimi geldi Irak’ta da Baas rejimi geldi. Bu rejimler orada manda yönetiminde de olsa zamanında dini kurumlara karışılmadı. İngilizler şöyle bir yapı getirdi. Türkiye’ye Lozan dayatıldı, işgal edilmedi. Lozan’dan sonra bir işgale girişilmedi. Ama Türkiye’deki bütün dini kurumların radikal bir şekilde tasfiyesi dayatıldı. Karşılığında bu oldu. Oralarda ise işgal ve manda yönetimi oldu ama toplumdaki dini kurumlara dokunulmadı. Dini kurumlara, şer-i mahkemeler dahil olmak üzere hatta anayasadaki dini maddeler başta olmak üzere dokunulmadı. Ve bunlar devam etti bir şekilde. Baas rejimleri bunları baskıyla zayıflattı, zayıflatınca da oradaki Sünni yapıyı toparlayacak şey kalmadı. Toplumsal dindarlığın muhafazasında Türkiye’den daha iyiler. Dolayısıyla onları toparlayacak dini bir otorite kalmadı. Son otorite Said Ramazan El Buti’di. O da kargaşa ortamında zemin oluşturamadı ve bir de hayatını kaybetti. Son otorite oydu. İran 40 yıldır Suriye’ye yatırım yapıyor. Bu yatırım ilişkilerini siyasal, toplumsal ve ekonomik alanda yapıyor. Mesela Sıtti Zeynep türbesi vardı, bu türAğustos-Eylül 2014 41 benin anahtarlarını aldı İran, aldıktan sonar onun etrafında Irak’tan, Afganistan’dan, Lübnan’dan taşıdığı Şii bir nüfüsla çok büyük bir mahalle oluşturdu. Zeynebiye diye kocaman bir Şii mallesi, gettosu oluşturdu. Bir de artı Nusayrileri Şii yapmak üzere Hüseyniyeler yani medreseler açtı, Şii mektep ve medreseler. Fakat orada normal olarak Nusayriler hakim olsa bile dini kurumların hepsi Sünni-Şafii ulemanın elindeydi, özellikle Kürt ulemanın elindeydi. Ve bu gelenek devam ediyordu. 2000’li yıllarda şöyle bir olay oldu. Bu okullar Beşar Esad tarafından tek tek kapatılıp Şafii-Kürt müftüye teslim edildi. Böyle bir işlevi vardı ŞafiiKürt ulemanın. Müslüman Kardeşler hareketinin böyle bir Sünni-ulema geleneğinden gelen hiç uleması yok. Dini bir hareket ama din alimi yok. Dolayısıyla bu anlamda Müslüman Kardeşler hareketi dini bir zeminde hareket oluşturabilecek kabiliyeti yok. Şimdi dolayısıyla Suriye’de noldu bu Sünni yapılanmayı sahiplenecek kimse kalmadı. Ne oldu karşısına Nusra gibi IŞİD gibi selefi hareketler çıktı. Bu hareketler Sünnileri koruma adına hareket ettiği için Sünniliği adeta rehin aldı. Rojava’da PKK’nın Suriye kolu olan PYD-YPG’nin tam olarak yapmak istediği nedir? Kürtlerin ilan ettikleri ‘kantonlar’ın bütünleşik bir yapıda olmaması ve arada kalan bazı bölgelerde Arap Sünnilerin çoğunlukta olması Rojava’daki durumu nasıl etkiler? Ö.B.Ö: YPG bugün ne tam olarak muhalif gruplara ne de rejime karşı keskin bir konum almaktan kaçınmaktadır. Bu pragmatik yaklaşım Afrin, Kobani ve Kamışlı gibi YPG hakimiyetindeki bölgelerin Halep gibi Dera gibi yıkımlara maruz kalmasını engellemiştir. YPG dış aktörler tarafından muhatap alınmak için çokça uğraşsa da bu pragmatik yaklaşımın sonucunda ne rejim yanlısı ne de rejim karşıtı dış aktörler YPG’yi ciddi bir muhatap olarak görmemişlerdi. Lakin IŞİD’in ilerleyişi ve Irak’ta PKK’nın Peşmerge ile birlikte IŞİD’e karşı savaşması YPG açısından yeni bir dönemin sinyalini de vermiş olabilir. Lakin YPG’nin Afrin, Kobani ve Kamışlı arasında bulunan Tel Abyad ve Carabulus gibi Arap çoğunluğun yaşadığı bölgeleri de hakimiyet altına alıp homojen bir şerit oluşturabilmesi şu an pek 42 Ağustos-Eylül 2014 mümkün gözükmemektedir. Zira Haseke kırsalında Arap yoğun bazı köylerde dahi YPG ile Sünni Arap aşiretleri arasında dönem dönem çatışmalar çıkmıştır. IŞİD’in Tel Abyad ile Carabulus’tan çekilmesi söz konusu olursa bu bölgeleri İslami Cephe, ÖSO veya Nusra gibi grupların doldurma ihtimalleri yüksektir. Zira Arap yoğun bölge halkı da YPG’den ziyade bu gruplara destek verebilirler. Orta vadede Afrin ve Kobani’de herhangi bir sorun yaşanacağını düşünmüyorum. Lakin YPG’nin elindeki en önemli şehir olan Kamışlı’da YPG’nin askeri olarak en güçlü Kürt grup olsa da siyasi olarak çokça rakibi bulunmaktadır. Afrin ve Kobani’nin aksine YPG çizgisi için Kamışlı “sağlam bir kale” sayılamaz diyebiliriz. IŞİD tehdidi sona ererse YPG Kamışlı’da kendisine muhalif siyasi grupların olası silahlanması derdiyle uğraşabilir. Bir diğer olası tehdit ise Esad rejimi. Kamışlı’da sınır kapısını elinde tutan Esad rejiminin şehirde zırhlı bir tugayı ve askeri hava araçlarının kullandığı askeri bir pisti bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Kamışlı’daki mevcut durum üzerine hazırlanan raporlarda bir güç paylaşımını görmekteyiz. Yani şehir merkezindeki bazı devlet binaları ve askeri noktalara giden yollarda Şam yönetimine bağlı unsurlar halen görünür ve etkinler. Şehrin yönetimi ise daha ziyade YPG’ye bırakılmış durumda. Bu verileri göz önünde bulundurduğumuzda Kamışlı’da YPG’nin çokça vurguladığı bir “devrimin” gerçekte var olmadığını görmekteyiz. Lakin bir devrim hareketinden çok daha az yıkıma yol açtığı için YPG’nin bu tutumunun işe yarayan akıllıca bir siyaset olduğunu söylemeliyim. M.Y: Şimdi Rojava diye bir kavram geçen sene çıktı. 2013 Mayıs’ından once Rojava diye bir adlandırma yoktu. Bir anda çıktı iki üç ay içinde sanki yüzyıllardır orası Rojava’ymış gibi davranılıyor. Kürtler hiç bir zaman batıya Rojava demediler. Kürtçe de böyle bir kullanım yok. Genelde ‘Garp’ kelimesini kullanırlar. Yani en fazla 40 yıllık ömrü olan bir kelime. Böyle bir adlandırma 2013 Mayıs’ından önce yok. Bir kere buradan yola çıkalım. Suriye’de Kürt bölgesi var, Kürtler var. Suriye’deki Kürtlerin şöyle bir konumu var. Türkiye’den biraz farklı. Osmanlı zamanında Halep ve Şam’ın elitlerini önemli oranda Kürtler oluşturuyordu. Eskiden beri şehrin ticaretini, entellektüel yapısını elinde bulunduruyorlardı. Bu Selehaddin Eyyübi döneminden beri böyle. Eyyübilerle birlikte ciddi oranda Kürt nüfusu yerleşti. Hem Halep’e hem de Şam’a. Şimdi o çerçeveden baktığımızda Kürtlerin Suriye’de böyle imtiyazlı bir durumu var. İkinci husus 1946’da Suriye bağımsız olduktan sonraki süreçte, yani Baas iktidara gelene kadar üst üste dört cumhurbaşkanı Kürt. Ve ağırlıklı olarak Suriye’yi Kürtler yönetiyordu. Biliyorsunuz Naasırcı Arap milliyetçiliği bütün ortadoğuyu etkiledi, Suriye’de de Baas iktidara geldi.Baas iktidara gelince yaptığı ilk şey Kürtlerden intikam almaktı. Kuzeyde bulunan Kürt nüfusunun büyük bölümünün kimliklerini toplayarak iade etmedi. Kimliksiz Kürtler dediğimiz topluluk oluştu. Fakat onun dışında Halep’te Kürtler yine hakimiyetini korudu, ticaretle birlikte. Kürtlerin belli bir dindarlığı söz konusu zaten. Rojava nasıl oluştu bunun bir kaç sebebi var? Bir Türkiye ile İmralı arasında olan çözüm süreci görüşmelerinin bir bonusu. Ikinci husus neden PYD gibi bir örgüt orada oluştu. PYD bölgede Kürtlerin desteğini büyük oranda alamadı. Yaklaşık 800 bin civarında Kürt, toplam da 2 milyon civarında mülteci var. 300 bine Kürt mültecide Irak’ta. Dolayısıyla baktığımız zaman PYD kimi temsil ediyor. Bu tartışılır. Çünkü bunların büyük bir bölümü PYD’ye itaat etmeyenlerdir. Özellikle Irak Kürdistanı’na geçenler. Bir de tabi IŞİD çıktı. IŞİD’in şöyle bir yanı var, çok acımasızlar ve hiçbir ilke ve kural tanımıyorlar. Çok sayıda Kürt var, 5 bin civarında Kürt savaşcı var IŞİD saflarında. Bir kısım Kürt gençleri gidiyor, Kürdistan’ın hemen her yerinden gençler gidiyor. Artı PYD ile kavgalı olan Kürt aşiretlerinden baya bir katılım var. Bu kadar Kürt’ün olması çok ciddi bir sorun. Kürtler toplumsal taban olarak dindar ama Kürt örgütlerinin tamamına yakını ateist. Bu çelişki var, bu çelişki ister istemez IŞİD’in elini güçlendiriyor. IŞİD’e katkı sağlıyor, Kürt örgütlerinin dinsizliği, Kürt halkının dindarlığı. Batılı güç dengeleri böyle bir şeye neden müsade etti ? Neden göz yumdu ? Kolay kolay böye bir şeye göz yummazlar çünkü petrol ve doğalgaz hatlarının geçtiği en hassas bölge. Burada böyle bir sopa göstermek gibi oldu. Amerika’nın kendi iç dengeleri içindeki çelişkiler de var. Obama bir taraftan, Neoconlar diğer taraftan; böyle bir rekabet artmış durumda ama son dönemlerde neoconlar, yahudi lobisinin ciddi desteğiyle ön almış durumdalar. Şimdi neoconlar IŞİD üzerinden sopa gösteriyorlar. Demokratlar biraz daha enerji hatlarının güvenliği açısından daha büyük siyasi parçaların korunmasınAğustos-Eylül 2014 43 M.Y: Osmanlı zamanında Halep ve Şam’ın elitlerini önemli oranda Kürtler oluşturuyordu. Eskiden beri şehrin ticaretini, entellektüel yapısını elinde bulunduruyorlardı. Bu Selehaddin Eyyübi döneminden beri böyle. Eyyübilerle birlikte ciddi oranda Kürt nüfusu yerleşti. Hem Halep’e hem de Şam’a. dan yana. Neoconlar ise parçalanmadan şirketler üzerinden tek tek muhatap olalım diyorlar, büyük siyasal oluşumlar zaman zaman Kaddafi gibi, Saddam gibi problem oluyor ama daha küçük yapılar daha az sıkıntı yaratır. Bütün bunlar IŞİD’in önünü açan faktörlerdir. Körfez ülkelerinin desteği de var. Dolayısıyla burada IŞİD’in yol alması ve Sünni aşiretlerin destek vermesi, Bağdat ve Erbil’e tepki olarak ön aldı. Ama IŞİD’i de durdurma uyarısında bulunuyor, Kürdistan’a saldırırsan seni durdururuz. Kürdistan’a da şu mesajı veriyor: Bak kendi başına Türkiye veya başka bir ülkeye petrol satamazsın. Erbil’i bile kaybedebilirsin gibi bir mesaj veriyor IŞİD üzerinden bir terbiye etme söz konusu. Bir taraftan harici, selefi geleneğin getirdiği şiddet anlayışı artı bir de 60’lı, 70’li yıllarda özellikle üst noktada olan marksist geriila hareketlerinin ve o sosyalist devrimciliğin 80’li yıllardan itibaren islami hareketler üzerindeki etkisi. O ideolojik şiddet anlayışının getirdiği etki de var. Çünkü 70’li yılların sonlarına doğru islami hareketlerde bir kompleks oluşturdu. Baskı altında hissetttiler kendilerini. Çünkü Marksist şiddet anlayışı o dönemde kutsanıyordu adeta terör olarak görülmüyordu. Gerilla hareketi olmak yüce bir şey olarak görülüyordu. Gerilla eylemleri Orta ve Güney Amerika’da Che Guvera’dan tutalım Çakal Carlos’a kadar bu hareketler hatta Enver Hoca Arnavutluğu denen Enver Hocacılar denen grup Türkiye’de böyle bir grup vardı. Ne kadar şiddet içeren, baskıcı bir yönetim içeren yönetim ortaya koyduğunu biliyoruz. Dolayısıyla o dönemde böyle bir atmosfer vardı. Bu atmosferde siyasi olarak teşkilatlanan siyasi gruplar adeta bir ezilmişlik duygusuna kapıldılar. Ve süreklide suçlandılar. Devrim kutsal, yüce bir şeydir; devrim sadece Marksist ve sosyalist 44 Ağustos-Eylül 2014 zemin üzerinden yapılacak bir şeydir; Müslümanlık devrici değildir, Müslümanlık emperyalizm ile uzlaşmacılıktır diye o çevrelerden ciddi bir suçlama geliyordu. Hatta 30’lu, 40’lı yıllarda sömürgeciliğe karşı mücadele eden İslami hareketlerde de 50’li 60’lı yıllardan itibaren sosyalizme doğru bir evrilme söz konusu oldu. Naasırcılığın etkisi de var. Filistin Kırtuluş Hareketi bunun en önemli örneğidir. Daha önce Müslüman Kardeşler hereketinde siyasal hayatına başlayan Yaser Arafat, 60’lı yılların sonlarına doğru FKÖ sosyalist söylemlere sahip marksist gerilla eylemcilik anlayışını beniseyen bir örgüt olarak ortaya çıktı ve hatta bir çok marksist şahsiyet gittiler orada savaştılar. Bu bir kompleks oluşturdu 80’li yıllarda özellikle İran Devrimi yapılırken bak biz Müslümanlar da devrim yapabiliyoruz, devrimi sadece marksistler yapmıyor tarzında böyle bir nispetleşme durumu da oluştu. Ve zaman içerisinde biz de devrimciyiz söylemler yer aldı ama 90’lı yıllarda Soğuk Savaş bitti ideolojiler tükendi ve iki kutuplu dünyadan çıkıldı. Ondan sonra kutsanan anti-emperyalist gerilla hareketleri dünya kamuoyunda terörist oldu. Müslümanlar geç kalmış devrimciliğe soyundukları için her hareketleri terrorist olarak da damgalanmaya başlamış. El Kaide gibi örgütler çıktı sonra. Önce Suriye’de sonra da Suriye’yi aşarak Irak’ta IŞİD (son adı İslam Devleti) adıyla bir örgüt belirdi. Örgütün yeni olmadığını biliyoruz ancak bir anda böylesine etkili saldırılar yapabilmesi ve şehirleri “fethedebilmeleri”ni neye bağlıyorsunuz? Ö.B.Ö: Aslında örgüt bir anda da parladı diyemeyiz. Irak’ta en başta Musul kırsalında örgütün ciddi bir yığınağı ve her gün yaşanan saldırıları vardı. Bununla birlikte Suriye’de hava saldırılarına uğramayan örgüt için Rakka ve Deirezzor gibi bölgeler korunaklı bir cennete dönüştü. Suriye’de böylesine korunaklı tabiri caiz ise bir cennete sahip olan örgüt Irak’ta bu kez daha şiddetli bir harekât başlattı. Fakat başta Musul’un düşüşü olmak üzere Irak’ta son 4 ayda IŞİD’in eline geçti diye okuduğumuz çok sayıda önemli yerleşim yeri ve mevziler sadece bu örgüt tarafından ele geçirilmedi. Bölge siyasi dengelerinde önemli yer tutan çok sayıda Sünni aşiret mensubunun yanında Nakşibendi Ordusu ve Ö.B.Ö: Başta Musul’un düşüşü olmak üzere Irak’ta son 4 ayda IŞİD’in eline geçti diye okuduğumuz çok sayıda önemli yerleşim yeri ve mevziler sadece bu örgüt tarafından ele geçirilmedi. Bölge siyasi dengelerinde önemli yer tutan çok sayıda Sünni aşiret mensubunun yanında Nakşibendi Ordusu ve Ensar el-İslam gibi önemli başka silahlı örgütler de Irak ordusuyla çatışmalara girdi. Ensar el-İslam gibi önemli başka silahlı örgütler de Irak ordusuyla çatışmalara girdi. Irak ordusunun yetersizliği ve Sünni bölgeler için savaşmaya gönülsüzlüğü bugünkü sonucu ortaya çıkarmıştır. Hali hazırda Irak ordusunun hakimiyetinden çıkmış olan ve IŞİD hakimiyeti altında gösterilen bölgelerde çokça farklı gruplar bulunmaktadır. Bu yüzden Irak ordusunun bölgeye yapacağı karşı bir saldırı sadece IŞİD’e değil diğer Sünni gruplara da karşı yapılmış olacaktır ki bu maalesef zaten var olan mezhepsel gerilime biraz daha fazla katkı olmuş olacaktır. M.Y: Taliban’ın çıkması gibi bir şey oldu. Dediğim gibi orada bir boşluk görüldü. Irak ordusu birden geri çekildi. Silahları teslim etti. Sanki danışıklı bir dövüş var, bir anlaşma söz konusu. Bir kaç yönden bir anlaşma var; Kürtler arasında şöyle konuşuluyor, IŞİD’in çıkışı Kürtlerin birleşmesine yardımcı oldu, PKK, PYD, Peşmerge biraraya geldi nasıl geldi bu anlamda IŞİD’in çıkışı bir proje diyorlar. Yani Kürtlere yön veren bir proje gibi konuşuluyor. Ama bunun nerede duracağı belli değil. Mesela Yezidi katliamına ve Şebek topluluğuna yönelik katliamlara dönüştü. Sünni gruplar diyolar ki IŞİD bizim içimizde %1-2’yi teşkil ediyor. Bugün böyle ama yarın IŞİD’i tasfiye edebiliriz. O Sünni bölgelerde hakimiyet kuracaz gibi bir yanılsamanın içindeler. Bugün örgüt iyice hakimiyeti tesis ettikten sonra iş zorlaşır. Çünkü aşiretler çok parçalı, onları birleştiren IŞİD oldu. Dolayısıyla öncü yine IŞİD olacak. IŞİD tepeden gitmeyecek. İster istemez tabana doğru IŞİD’laşma oluyor. IŞİD’i diğer radikal örgütlerden ayıran noktalar var mı? IŞİD de diğer benzer radikal örgütler gibi hızlı bir çözülme içine girebilir mi yakın zamanda? Ö.B.Ö: IŞİD’i diğer örgütlerden ayıran 2 önemli özellik var. Öncelikle muadillerine göre propaganda hususunda çok ilerideler. Avrupa dilleri başta olmak üzere örgüt sesli ve görüntülü her mesajını farklı dillerde yayınlayarak yabancı savaşçı devşirmek peşinde uğraş veriyor ve bu açıdan oldukça başarılılar da. Örgütü yayınladıkları videolardan tanıyan örneğin İngiliz bir genç bu videolardan etkilenerek örgüte dair merak ve sempati besleyebilir. Zira şiddet ve aksiyon örgütün propagandasında önemli yer teşkil ediyor ki bu da genç savaşçıları kazanabilmek açısından önemli. IŞİD’i diğer örgütlerden ayıran bir başka özelliği ise örgütün devlet olma iddiası. Hakimiyet altına aldıkları bölgelerde belediye hizmetleri, yargı, vergi toplama, sosyal faaliyetler gibi devlet olma iddiasını destekleyecek politikalar uygulayan örgüt sınır ötesinde yaşayan sempatizanlarını kendilerine katılmaya çağırırken de “hicret” kavramını kullanarak çağrısını İslam’ın ilk muhacirlerini örnek göstererek yaymaya çalışmaktadır. Bu da etkin propagandasına bir başka örnektir. Örgütün çözülmesi ve zayıflaması için askeri önlemler geçici sonuçlar verecektir. Örgüt IİD adıyla faaliyet gösterdiği yıllarda ABD destekli Sünni aşiret üyelerinden müteşekkil Sahva güçleri tarafından ciddi yenilgilere uğratılmış ve oldukça büyük bir güç kaybı yaşamıştır. Lakin ABD’nin bölgeden çekilmesinin ardından Maliki yönetiminin Sünnileri Irak siyasetinden dışlayıcı tavırları ile Şii milis grupların Sünni sivillere yönelik saldırıları Irak hükümetini Sünnilerin gözünde tekrar IİD’den daha kötü bir yere getirmiştir. Bugün IŞİD’in güçlenmesi ve taban bulması Suriye’de Esad’ın Irak’ta ise İran destekli merkezi hükümetin yanlış politikalarının bir sonucudur. Esad Suriye’de iktidarda kaldıkça ve Irak’ta Sünnilere Kürtlerin sahip olduğunun benzeri bir özerklik verilmedikçe IŞİD çözülse de bu kez başka bir örgütün bu boşluğu dolduracağını düşünüyorum. IŞİD radikal bir yapı olarak bugün yaşananların Ağustos-Eylül 2014 45 sebebi değil daha ziyade sonucudur. Bu istenmeyen sonucun bir daha yaşanmaması temenni ediliyorsa sebepler üzerine biraz daha fazla kafa yorulmalıdır. M.Y: Çözülme içine girmez diye bir şey yok. Bir kaç şey çözebilir. Aşiretlerin desteğini çekmesi lazım, Batı desteğinin çekilmesi, Neocon desteğinin çekilmesi, Suudi Arabistan desteğinin, körfez ülkelerinin desteğinin azaltılması bu önemli. Artı Bağdat’ın Sünnileri sürece adil bir şekilde ikna etmesi, yani İran’ın burada ikna edilmesi gerek. Bu söz konusu olabilir mi, bunu yapabilecek irade var mı? Bunlar olduğu takdirde IŞİD çözülür ve zayıflar. Çünkü IŞİD toplama, dünyanın belirli yerlerinden maceracı, tatmin olmamış gençlerin toplandığı bir yapı aslında. Fakat bu belli söylemlerle, sloganlarla bir de harici, vahhabi şiddetin getirdiği gençliğin o kanı kaynayan yapısıyla da uyuşan bir durum söz konusu. O şekilde motive ediyor. Tabi şöyle bir durum da var. İran 1600’lü yıllardan sonra ilk defa Bağdat üzerinde hakimiyet kurdu. 1600’lü yıllardaki statüye geri dönmesi söz konusu Bağdat’ın. Tabi bu da o bölgedeki dengeleri değiştiren bir durum. Tabi İran’da da 400 yıllık bir Bağdat rüyası var. Burada İran’ın bu rüyası üzerinden siyaset yürütmemesi noktasında ikna edilmesi gerekiyor. Böyle bir statüye geri dönüşün bölgede nasıl pahalıya mal olacağını İran’ın anlaması gerekiyor. Bu sağlandığı takdirde IŞİD kolay bir şekilde çözülür. Türkiye’nin IŞİD ile münasebetlerine yönelik yoğun spekülasyonlar yapılıyor. Türkiye-IŞİD ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ö.B.Ö: IŞİD’in yabancı savaşçılarının Türkiye sınırlarını Suriye’ye geçiş için kullandıkları tezi pek yanlış bir tez değil. Lakin benzer bir önermeyi Türkiye’den önemli sayılarda savaşçının saflarında bulunduğu YPG için de söyleyebiliriz. Kabul etmek gerekir ki 900 km’yi aşan bir sınırı tamamen denetim altına almak fiilen oldukça zor bir durum ve Türkiye uzunca bir dönem de sınır güvenliği ve denetimi açısından pek de başarılı değildi. Fakat 2013’ün son çeyreğinden itibaren Türkiye sınır denetimi hususunda daha etkin diyebiliriz. Başta İngiliz ve Fransız hükümetleri olmak üzere Türkiye Avrupalı yönetimlerle iletişime geçerek 5000 civarında olası şüpheliyi sınır dışı ederek ülkelerine 46 Ağustos-Eylül 2014 gönderdi. Lakin bu hususta daha verimli çalışma için bu savaşçıların kaynağı olan ülkelerin istihbaratlarının daha verimli bir çalışma çıkarması şart. Zira Fransa’dan Türkiye’ye gelmiş bir kişiyi sadece dış görünüşü veya Arap kökeni yüzünden sorgulamak elbette mümkün değildir. Türkiye bugün IŞİD ile Karkamış ve Akçakale’de sınır paylaşmaktadır. Sınırlarında sonraki hamlesi pek tahmin edilemeyen ve uluslararası hukukun denetiminde olmayan bir yapıyı Ankara elbette arzu etmemektedir. Keza IŞİD’in Suriye’de ele geçirdiği alanların büyük kısmını Türkiye’nin de desteklediği Suriyeli muhaliflerin elinden alması ve Suriye muhalefetine büyük kayıplar verdirmesi de Türkiye açısından bakıldığında Suriye politikasında istenmeyen sonuçlardır. IŞİD açısından bakıldığında ise Türkiye bölgedeki diğer yönetimler gibi İslam dışı bir devlettir ve teorik olarak düşmandır. Fakat Türkiye toprakları IŞİD’in hedeflediği öncelikli alanlar değildir. Ve IŞİD gibi kanlı yöntemleri bir yana koyulduğunda stratejik aklı ön planda olan bir örgüt TSK gibi askeri olarak Irak ve Suriye orduları ile kıyaslanmayacak bir güç ile olası bir savaşı başlatan taraf olmak istemeyecektir. Bu yüzden Türkiye-IŞİD ilişkilerinin bir süre daha doğrudan çatışmadan uzak kalacağını tahmin ediyorum. Bunda rehine krizinin can kaybı ve çatışma olmadan aşılmasının da etkisi olacaktır. M.Y: Devlet düzeyinde bir ilişki olduğunu sanmıyorum ama Türkiye’deki islami bazı grupların verdiği destek var. Sosyal medyada belli ediyorlar. Avrupa’dan, Balkanlardan binlerce kişi gidiyor. Arnavutluk’tan bin beş yüz tane genç katılmış. Bu da önemli bir faktör. Arnavutlar dine yöneliyor ama neden böyle? Çünkü bu da Türkiye’nin Balkanlarda olmamasından kaynaklanıyor. Türkiye’nin Balkanlar’da dişe dokunur toplumsal faaliyetleri yok. Özellikle Türkiye’deki Balkan kökenlilerin kendi ana vatanları ile olan ilişkileri halen çok zayıf. Yani 20 küsür yıldan beri böyle bir alan olmasına rağmen Türkiye’deki Balkan kökenlilerin kendi anavatanları ile olan ilişkileri halen çok zayıf. Bu bakımdan baktığımız zaman da boşluk kabul etmiyor bazı şeyler. O boşluğu da selefi, vahhabi gruplar dolduruyor. Arnavutluk’ta bunu camilerde görmek mümkün gençlerin hepsi camiye gidiyor ama çoğunun selefi olduğunu görüyorsunuz. EKONOMİ Röportaj: Mehmet Yavuz & Ali Beştaş Dosya: Erol Katırcıoğlu ile Röportaj “Yeşil Sermaye” Türkiye’de muhafazakar sermayenin yükselişini ve diğer sermaye grupları ile arasındaki ilişkileri analiz etmek için Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu ile röportajımızı gerçekleştirdik. Ekonomi ve siyaset arasında nasıl bir ilişki var? İdeolojiler ekonomiyi nasıl etkiler? Güzel ve kapsamlı bir soru. Biraz toparlayalım ve tersten başlayayım. Aşağı yukarı II. Dünya savaşından sonra ekonomi-iktisat tamamen bağımsız bir bilim olmak için yola girdi. Bağımsız bir bilim olmaktan kastım: Bütün bilimlerde olduğu gibi kanunlar, kurallar üretmek, vs böyle bir perspektiften yola çıktı. Ben bunu daha çok Anglosakson etkisi olarak yorumluyorum, yani Amerika’nın ve İngiltere’nin etkisi. O zamanlar, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle ekonomimin temel sorunu olan kıt kaynakların nasıl dağılacağıyla ilgili olarak temel soruyu piyasa mekanizması olarak cevap vermiş olan yani liberal iktisat anlayışının yaygınlaşmasına tekabül eder. Fakat o güne kadar iktisat politikadan tamamen kopuk bir dal değildi. Yani geriye dönüp baktığımızda iktisadın temel kurucu babaları diyelim. Adam Smith’ten Marx’a özellikle Ricardo gibi Alfred Marshall gibi insanların yazdıklarına baktığımız zaman, hatta Keynes’e, görürüz ki ekonomiyle siyaset arasındaki ilişki birebire yakındı. Zaten ‘’political economy’’ adı verilirdi. Fakat işte dediğim gibi II. Dünya Savaşı sonrasında Anglosakson etkisiyle bu iktisat bilimi ‘’matematiksel’’ bir bilim olmaya doğru yöneldi. Matematiğin imkanlarını kullanmaya çalışarak önermelerde bulunduğu, işte onları test ettiği, ispat ettiği vs ... Buradan bir anlamda kurucu babaların politik misyonundan koparak daha çok kendi başına bilim olma iddiasıyla ve daha çok matematiğin mantığından ve imkanlarından faydalanarak bir dal oluştu. Fakat son yıllarda, son yıllar dediğim benim öğrenci olduğum yıllarda da bu tartışma yeniden başlamıştı bence devam da ediyor. Bu mudur iktisat? Hele hele yaşanan krizleri öngöremeyen bir iktisadın bir bilim dalı olma ihtimalinden bahsetmek zor olmaya başladı ve o sebeple de Amerika’da birçok iktisat bölümü Ağustos-Eylül 2014 47 Adam Smith’ten Marx’a özellikle Ricardo gibi Alfred Marshall gibi insanların yazdıklarına baktığımız zaman, hatta Keynes’e, görürüz ki ekonomiyle siyaset arasındaki ilişki birebire yakındı. Zaten ‘’political economy’’ adı verilirdi. yeniden siyaseti içine alacak biçimde iktisadı kurgulama ihtiyacı hissettiler. Yani, tabi burada aynı zamanda bizim vatandaş olan Daron Acemoğlu’ndan bahsetmek belki ilginç olabilir. Daron mesela ikisiyle de çok ilgili bir insan aynı zamanda iyi bir tarihçi ve iyi bir sosyolog bence. Dolayısıyla onu önemli kılan ve önümüzdeki yıllarda muhtemelen nobel almasını sağlayacak olan birikim böyle bir birikim. Yani aslında kastettiğim şey şu: Bilimlerin iktisadı sadece böyle bir takım datalar üzerinden, matematiksel ilişkiler üzerinden konuşan bir dal değil aksine toplumun siyasi dinamiklerini dikkate alan bir biçimde yeniden oluşacak diye düşünüyorum. Çünkü 2008 krizinin neden olduğuna baktığımızda bir sürü şey söyleyebiliyoruz, emlak piyasası falan, ama şunu konuşmuyoruz: o tarihe kadar temsili demokrasi dediğimiz mekanizmanın artık tıkanmakta olduğunu, insanların kendi geleceklerine piyasanın değil kendilerinin dahil olacağı süreçlerde karar vermek istediği bu yeni duyguyu 2008 krizinin tahlilini yapanların birçoğu dikkate almadı. Ama 2008 krizinin arka planında kaynak dağıtımını piyasaya terkeden; bunu yaparken de bütün regülasyonları kaldıran siyaseti unutamayız diye düşünüyorum. Dolayısıyla o siyasi perspektiften baktığımızda finansal sektörlerdeki regülasyonların kaldırılması veya yumuşatılması diye 2008 öncesinde hatta 1980’lerden başlayan neo-liberal politikalar denen politikalar 48 Ağustos-Eylül 2014 çerçevesinde oluşmuş olan da bir siyasetti esasında. Siyaseten, başta finansal piyasalar olmak üzere oradaki aktörlerin davranışlarını kamusal çıkarları dikkate alarak regüle etmeyi düşünen bir iktisat politikası anlayışını terketti Amerika Birleşik Devletleri. Dolayısıyla da nitekim 2008 krizi olduğunda, eski FED başkanı Greenspan, daha sonra Bernanke gelmişti her ikisi de aslında farklı toplantılarda ve tarihlerde olmak üzere bunu teslim ettiler. Yani bütün bu olayın günahı 1980den beri yaptığımız finansal deregülasyonlar buna sebep oldu demek zorunda kaldılar. Siyasetle iktisat arasındaki ilişki hani birebir demeyeceğim ama çok yakın olduğunu söylemek lazım. Çünkü iktisat, insanların iktisadi faaliyetlerini koordine eden bir bilim dalı diyelim ama insanlar iktisadi faaliyetlerini siyasi ilişkileri içerisinde gerçekleştirirler aynı zamanda. Dolayısıyla da bunları birbirinden kopardığınız vakit gerçeği anlamakta zorlanırsınız. Bugünün dünyasında iktisatçılar neden bu krizleri görmüyor diye sorduğumda, bunun en önemli cevabının siyaseti unutmuş olmaları olduğunu düşünüyorum. İkinci soruya gelelim. Şimdi şöyle söyleyeyim. Bence Marx’ın fikirleri tartışılabilir; ama bize gösterdiği şu gerçek tartışılamaz gibi geliyor bana. Yani çok teyit olmuş bir şey: yani bu ülkede bir serveti olan insanlar var. Bu servet babadan gelmiş olabilir aileden gelmiş olabilir ya da bir şekilde elde edilmiş olabilir ama bir bu tür insanlar var. Bir de ücretli emekle yaşayan insanlar var. Ve bu insanları çok temel olarak ayıralım. Çünkü ücretlilik emekçilik insan olarak emeğini satarak geçinmeyi ima eden bir şey. Şimdi bu emek, sahibini aslında üretimin bir parçası haline getirir. O zaman gitgide ne yaşadığı çok önemli olmayan bir birey haline gelir dışarıdan baktığımızda. Ben buna razı olunmaması gerektiğine inanan bir insanım. Yani bu insanın doğada dünyada varlığına aykırı bir şey gibi. İnsan sadece çalışmak ve çalıştığı ile ailesini geçindirmek durumunda olmamalı ve bu da üstelik bunu da sağlayamamakta dünyada bugün birçok insan. Bunu ahlaki olarak kabul etmek mümkün değil. Yani benim belki solculuğum biraz ahlak üzerinden bir solculuk. Ahlak demeyeyim ama vicdan demek belki doğru olur. Ben mesela böyle baktığımda bunun çağdaş insanın vicdanına yedirmemesi gereken bir olay olarak görüyorum ve böyle baktığımda da, tüket tüket diyen bir liberal iktisat politikasını ideolojisini benimsemem mümkün değil. Çünkü ancak tüketerek üretimin yapılabildiği bir ortam yarattı liberalizm. Eskiden şöyle bir şey vardı insanlar tükettikleri kadar üretim yaparlardı. Bu aslında kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin temeliydi. Ne kadar tüketildiğine bakıyorlardı, ona göre üretim yapıyorlardı. Fakat kapitalizmle bu tersine döndü. Üretmek için üretmek ve üretmek için tüketmek haline dönüştü. O zaman da bu ilişkinin insani içeriği kayboldu. O zaman ne yapıyorsunuz? Biriktiriyorsunuz. İşte bu yüzden Marx diyor ki ‘’ Biriktiriyorsunuz, “Biriktir! Biriktir! Biriktir! İsa da bu Musa da bu!” ‘’ Belki din üzerinden bir şey söylüyor ama biriktir biriktir üzerinden bir dünyanın anlamlı olmayacağına dair bir şey. Ben de doğrusu böyle bakan bir insanım ve dolayısıyla iki temel iktisat ideolojisinin olduğunu düşünüyorum. Biri çalışanlardan yana, biri de servet sahibi olanlardan yana desem çok da yanlış bir şey söylüyor olmam gibi geliyor bana. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş siyasetinde ekonomi nasıl ön görülüyordu ve kurucu elit sınıfın ekonomi ve siyaseti nasıl ilişkilendirdiğini düşünüyorsunuz? Osmanlı’dan söz edecek olursak Osmanlı değişik bir toplumdu, daha doğrusu değişik bir organizasyondu, farklı bir devlet anlayışı olan bir yerdi. Osmanlı’nın en temel iddialarından, Osmanlı toplumunun en temel meselelerinden bir tanesi toprakta mülkiyete izin vermeyen bir anlayışa sahip olmasıdır. Bu da İslam dininden gelir veya biraz göçebe geçmişinden gelir. Osmanlı’nın en temel iddialarından, Osmanlı toplumunun en temel meselelerinden bir tanesi toprakta mülkiyete izin vermeyen bir anlayışa sahip olmasıdır. Bu da İslam dininden gelir veya biraz göçebe geçmişinden gelir. Beyt ül mal ül Müslimin derler yani bütün topraklar Müslümanların derler. Dolayısıyla kolektif bir mülkiyet anlayışı vardı toprakta en azından. Ve bu öyle olmuştur ki Abdülhamid neden mesela bazıları kızıl padişah der rahatsız olur bazıları çok sever? Toplumun çok seviyor olmasının ardında yatan sebeplerden birinin Abdülhamid zamanında bile, 1900leri kastederek söylüyorum, hala Türkiye topraklarının çok önemli bir kısmı devlete aitti. Daha da ileri giderek söyleyeyim. Bugün bile dünyada toprağın devlete bu denli ait olduğu bir ülke bulmak çok zordur. Bu da şunu söylüyor - tabi bu iyi bir şey miydi bu normatif olarak tartışılması zor bir hikaye ama- Türkiye’de neden batı tipi bir kapitalizm gelişmediğini anlatmaya çalıştığımızda toprakta özel mülkiyetin oluşamamasının kapitalizmin gelişmesinde de problem yarattığını görüyoruz. Yani toprakta mülkiyet olmayınca bir şekilde de facto olarak mülkiyeti ele geçirmiş olanlar ayanlar, eşraflar, vs bu güçlerini padişahın gücü karşısında hep zayıf bulmuşlardır. Bir anlamda Türkiye’de merkez çevre tartışmasının temeli burada. Yani bir sürü yere sahip fakat toprağın sahibi değil. Toprağın sahibi padişah. Kanunen o toprağa sahip. Dolayısıyla Sened-i İttifak bu anlamda merkez ile anlaşma yapmaya çalışan yerellerin eşraf ve ayanların çabası olarak yaşandı bu ülkede. Sonuçta Sened-i İttifak’ı imzalatanların, ayanların, kellesi padişah tarafından kesildi. Genelde Magna Carta’yla ilişkilendirirler ama mesela Magna Carta’da imzalatanların gücü devam etmiştir. Biz de öyle olmamıştır. Ağustos-Eylül 2014 49 Türkiye’de demokrasi bireysel çıkarlar üzerinden yürüyen bir sistem değildir, Türkiye’de demokrasi aidiyetler üzerinden yürür. Kim nereye ait ise o aidiyet içinden oy verir. Sermaye de böyle, sermaye de kimlikleşme içinde farklılaşma yaşamıştır, bugün bu kimliklerin yani laik kimliğin arkasında laik bir sermayeden bahsetmek mümkün. Gelelim Cumhuriyetin kuruluş yıllarına. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, tabi Osmanlı bir sürü sıkıntı yaşadı Kırım Savaşı gibi. Dış borç almak zorunda kaldı. Dış borç almak durumunda kalan padişah elini verdi kolunu alamadı bankerlerden ve bir takım imtiyazlar vermek durumunda kaldı. Zaten geçmişte de bir takım imtiyazlar verilmişti. Yani ticaretle ilişkili, vs. Osmanlı’nın son zamanlarında benim gördüğüm, bütün bunlara rağmen Batı dünyasından büyük bir ilgi var. Şirketlerin ilgisi var yatırım yapmaya yönelik. Ve yapıyorlardı da. Mesela denizcilik Avrupalı şirketlerin elindeydi neredeyse. Keza bankacılık aynı şekilde neredeyse Avrupa’nın elindeydi. Temel üretim araçları zaten öyleydi. Çok uzatmadan söyleyeyim 1929 yılında M. Kemal’in trenle bir doğu ziyareti vardır. Doğuyu gezmiştir. Ankara’ya döndüğünde adam perişan dönmüş anlatılanlara göre ve böyle olmaz demiş. Aradan 6 sene geçtiği halde ‘’Bu insanların ölülerini gömecek kefen bezleri yok. Hala çarık giyiyorlar, ayakkabı yok... Toplu iğne yok, çivi yok... Bu böyle olmaz!’’ diyerek İnönü’yü ve Bayar’ı çağırıyor. ‘’Derhal buna bir çözüm bulunsun’’ diyor. Çözüm olarak da ‘’devletçilik’’ bulunuyor esasında. 1929 yılından sonra Türkiye’nin iktisat politikası devletçilik olarak belirlenmiştir. Ancak öncesiyle ilgili şöyle 2-3 cümle söyleyeyim. Bir tartışma vardı eskiden daha yoğun yapılırdı artık anlamı kalmadığı için pek yapılmıyor. Acaba Türkiye’nin ilk yıllarında Türkiye’de yabancı sermaye var mıydı gibi bir tartışma. Vardı. Çok açık olarak benim de o tarihleri kapsayan çalışmalarım var. Yani benim görebildiğim kadarıyla bir sürü şirket var. Ve bir sürü şirkette yabancı payları vardı. Yabancılar iştirak etmişlerdi. 50 Ağustos-Eylül 2014 Hisse senedi almışlar, yönetime girmişler... Levantenler var mesela. Özellikle İzmir kökenli. Bunlar bir sürü iş yapıyorlardı. Çoğu ticari. Bir şey daha ekleyeyim. Bu pek bilinen bir tarih bilgisi değildir. 1913-15 yılında Osmanlı sanayi sayımı yapmıştır. Daha cumhuriyet kurulmamış, İttihat ve Terakki iktidarda. Aslında İttihat ve Terakki’nin nasıl düşündüğünü de bize anlatan bir şey bu. Bu sanayi sayımı için Almanya’dan uzmanlar getirtilmiştir. Fakat sanayi sayımı coğrafyası daha sonra Misak-ı Milli dediğimiz sınırlara tekabül ediyor. Yani şunu kastediyorum. Daha 1913-15’te anlaşılan o ki yönetici elit bu işin eninde sonunda Osmanlı’nın parçalanmasıyla sona ereceğini biliyor ve sonunda bu Anadolu coğrafyasında kalınacağını hissediyor. Sanki onun için bir ön çalışma yapıyor. Neyimiz var neyimiz yok diye. Mesela o tarihte Suriye, Irak, Lübnan bizim topraklarımız ama hiç oralarda ne var ne yok diye sayım yapmıyorlar. Ve o sayımda da gözüken o ki: çok sınırlı bir sanayi yatırımı vardı o da böyle tekstil türünden şeyler. Velhasıl ciddi bir şey yok ortada. Fakat, benim gördüğüm kadarıyla 23’ten sonra büyük bir yabancı ilgisi tekrar ortaya çıkıyor, yeni şirketler kuruluyor vs. Fakat bu çok uzun sürmüyor. Çünkü kurulan Cumhuriyet şunun farkına varıyor: Kendisi de en az batılılar kadar örgütlenmeli ve bunun da öncelikli olarak bankalardan başlanması gerektiğini görüyorlar. Osmanlı’nın son zamanlarında Anadolu’da bir sürü banka kuruluyor ama Cumhuriyet döneminde İş Bankasını kuruyorlar ve daha sonra İş Bankası etrafında büyük bir şirketler grubu oluşuyor. Bunlara o dönem aferistler diyorlar. Aferist İş anlamına geliyor. İşçiler- İş bankacılar anlamında. 1930lu yıllardan sonra - ben o dönemi çok iyi bilmiyorum ama 30lardan sonra - olduğunu iyi biliyorum. Özellikle 36’ya doğru Avrupa’da milliyetçilik artmaya başlıyor. Bizde de milliyetçilik arttı esasında. Savaşa girmek gibi bir noktaya gelmiyoruz ama Nazizmin bir benzeri bizde de uygulanmaya başlıyor ve o sırada benim görebildiğim kadarıyla yabancı şirketler, yabancı paylarının olduğu şirketleri bir şekilde yok ediyorlar. Ya satın alıyorlar ya da devleştirerek onları bir şekilde sistemden çıkarıyorlar. Ve hızla millileşen bir ekonomi ortaya çıkıyor. Zaten bu Osmanlı’da da çok konuşulan bir konuydu. Türkiye’nin en büyük eksiğinin yerli milli burjuvazi olduğu kanaati vardı. Yerli bir burjuvazi yoksa bunu yaratmak gerekti. Bunu kim yaratacaktı? Yoksa tabi ki devlet yaratacaktı. Ve 29’dan itibaren devlet yaratmaya başlamıştır ve 80lere kadar gelmiştir bu şekilde. Türkiye’nin bence sermaye yapısının temel özelliği devletin yarattığı ve dolayısıyla devletten kopamayan ve devletle kendini anlamlı bulan bir sermaye yapısıdır. 1923’den sonra CHP’nin ekonomi politikası ve ekonomik güçler arasındaki ilişkisi nasıl ortaya çıkmıştır ve bu süreklilik nasıl devam etmiştir? Yani şöyle söyleyeyim.. İlk İş Bankası yönetim kuruluna bakın neredeyse hepsi milletvekilidir. Küçük bir millet meclisidir. Tabi CHP milletvekili bunlar. 1946’da çok partili yaşama geçmek gibi bir muhabbet oluyor. Bu da esasında Amerika’nın güdümüne girdiğimiz yıllar. II. Dünya Savaşı bitiyor, Amerika muzaffer ve bütün dünyayı biçimleyeceğe benziyor. Bizim zaten Sovyetler Birliği ile kuruluş yıllarında bir dansımız oluyor. Mustafa Kemal’e destek veriyor Sovyetler silah, para, vs … Ama içeride sosyalizme karşı büyük bir antipati var. Mustafa Suphileri yok ediyorlar. Komünizmin yeşermemesi için bir anlayış var. Dolayısıyla o günün koşullarında anti-komünist ve Amerikancı bir yaklaşım gelişiyor. Bu durum CHP içinde bölünmeyi de teşvik ediyor. Çok partili yaşam İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu döneme denk geliyor. Menderes büyük oranda Amerikan politikalar uygulamaya kalkıyor. Belli oranda başarılı da oluyor ancak arkası olmadığı için devamı gelmiyor. Arkasından kasıt Amerika’nın taşıdığı suyla değirmen döndürmeye çalıştığı için, duvara tosluyor ve 50’de iktidara gelen ve 10 yıl kadar fena gitmeyen iktidarları 60’a gelince tıkanma evresine çoktan girmiş oluyor. Menderes Cumhuriyet’in kuruluşundaki kırılmada (I. Meclis-II. Meclis) daha dinci görüşe yakın vekillerin olduğu gruptaydı. Daha liberal çizgiydi Menderes’in olduğu. Başarılı oldu ancak bir sürü dış sebeplerin devreye girmesiyle, işin içine girmesiyle oldu. Görece olarak özellikle bürokrasinin, askerlerin ücretlerinin düşmesi, enflasyonun artması büyük bir sıkıntıya sebep oluyordu. Ve orada devlet iktidar arasında bir parçalanma oldu. Darbe oldu. CHP devleti kuran parti olduğu için işveren sınıfı diye tabir ettiğimiz sermayedar gruplarla her zaman ilişkisi olmuştur. Fakat sermaye gruplarının CHP’nin her zaman güdümünde olduğunu söylemek doğru değil. Laik sermaye dediğimiz grup her seçimde farklı grupları desteklemiştir. Yani sermaye ben laikim onun için yaşıyorum gibi bir söylemi olmadı. Açık konuşmak gerekirse sermayenin vatan millet diye bir derdi olmadı. 1789 aslında bir burjuva devrimiydi. Robespierreler burjuva temsilcileriydi ve devrim sonunda öldüler. Orada insanlar devrim için kendilerini verdiler. Ama Türkiye’ye dönüp baktığımız zaman burjuvazi böyle vatanı milleti göze alarak böyle bir şey yapmadı. Dolayısıyla işlerin askere bırakılması, vesayet rejimi gibi şeyler kolayına olmuyor. Ben mesela hep şeyi beklemişimdir bu işlerle uğraştığımdan beri. TÜSİAD’ı çok yakından izlemeye çalışmışımdır. Devlete karşı bir tavırları olmamıştır. Sadece 1974’te Ecevit’e karşı tavır almışlardı. Ecevit güya ‘’sosyalist’’ olduğu için bazı musluklar kesilecek korkusuyla yaptılar. TÜSİAD ancak oralarda devlete karşı tavır almış ve gayet kambura yatan pehlivan gibi kambura yatmıştır. Siyasette rolü böyle olmuştur. Türkiye’de laik sermaye-yeşil sermaye-Anadolu sermayesi tartışmalarına ideolojik olarak baktığımızda, bugünün laik sermayesine baktığımız zaman onların ideolojik bir tutumu olduğunu düşünmüyorum. Ağustos-Eylül 2014 51 1789 aslında bir burjuva devrimiydi. Robespierreler burjuva temsilcileriydi ve devrim sonunda öldüler. Orada insanlar devrim için kendilerini verdiler. Ama Türkiye’ye dönüp baktığımız zaman burjuvazi böyle vatanı milleti göze alarak böyle bir şey yapmadı. Tabi ki ideolojik kutuplaşma arttıkça onların hareket alanları sınırlanmaya başladı. Mesela Tayyip Bey’in cumhurbaşkanlığı konuşması var bakıyorum orada Mehmet Ali Yalçındağ, Doğan Grubu CEOsu, Doğuş Grubu’ndan Ferit Şahenk, Adnan Polat, vs vs. Yani yeşil sermaye olarak tanımlayacağımız sermayenin de başka bir ezilmişliği vardı. Katmerli ezilmişlik diyorum ben. Devlet katından yardım alamıyordu. Cumhuriyet’in üzerinden 90 yıl geçmişken günümüzde nasıl bir ekopolitik tanımlaması yapabiliriz? Şimdi baktığımızda çeşitli sebeplerle, bu sebeplerden bir tanesi 1996’da Gümrük Birliği’nin imzalanması bir diğeri AK Parti’nin iktidara gelmesi sonucunda kaynakların daha küçük sanayicilere yöneltilmesi sonucunda genişleyen bir sermaye kesimi var. Ve bu sermaye kesimi genişlerken devlete dayalı olarak genişleyen sermaye grupları da bu ülke içi sıkılmışlıktan kurtulup küresel ortaklar bularak dışarıya doğru açılma hamlesi yapmaya çalışmışlardır. Ben farklı kesimlerin ortak bir arayış içinde olduklarını görüyorum. Yani İslami kesim sermayesinin de bir kavga etmek gibi derdi yok laik kesimle ya da büyük sermayeyle ama büyük ölçüde yerel pazarı bunlara yedirmemek için mücadele ettiğini görüyoruz. Bu iç pazarda bir dinamizm yaratıyor. Türkiye‘nin iç dinamiği çok güçlü ve büyümeyi de büyük ölçüde bu sağlıyor. Bu görece krizlere ‘’dayanıklı’’ bir yapıyı sağlıyor. Bir anlamda dünyaya entegre olmaya başlıyor gerek politikalar itibariyle gerekse şirketler dünyası aracılığıyla. 52 Ağustos-Eylül 2014 Benim kanaatimce Türkiye hala ekonomik sorunlarını çözememiş görünüyor. Temel sorunlardan kastettiğim şu: Makro dengelerin yönetimiyle ilgili belli kurumsallaşmalar oluştu Merkez Bankası gibi; ancak mikro dediğimiz reformlar yapılamadı ve benim görebildiğim kadarıyla AKP’de iki farklı görüşün çakışma içine girmesi muhtemel görünüyor. Bunlardan biri Ali Babacan’ın da için de olduğu Neo-liberal kanat. Merkez Bankası’nın daha tarafsızlığı, faizlere müdahale edilmeme gibi ilkeleri savunuyor. Diğer tarafta ise Numan Kurtulmuş ve Yiğit Bulut’un olduğu daha iradi kararlarla yönetilmesi gerekilen bir Türkiye ekonomisi gören bir grup var. Onun için de Cumhurbaşkanlığı yarışı sonrasında kimin başbakan olacağı bu iktisat politikalarının nasıl tartışılacağını göreceğiz. Numan Kurtulmuş’un 1- 2 hafta önce yaptığı konuşmalarda, vesayet sadece askeri değil Merkez Bankası gibi bağımsız kuruluşlardan da kaynaklanabilir gibi söylemlerde bulundu. Benim o konuşmadan anladığım bu. Zaten kanun hükmünde kararnameyle bakanlıklara bağlanmış (2011’de) ve özerkliklerini kaybetmiş bu kurumları daha da kontrolüne alacak gibi görünüyor. AK Parti hangi ekonomik güçlerin talebinde ortaya çıkmıştır? AK Parti’nin bu güçlerle ilişkisi nasıl olmuştur veya AK Parti iktidarının 12 yıldır iktidarda olmasının en büyük nedeni bu ekonomik güçlerle olan ilişkisi midir? AK Parti nasıl bir program izledi bu süreçte? Şöyle söyleyeyim. Bir kere Tayyip Erdoğan’ın ve AK Parti’nin, bir siyasi partinin topluma değmesi ve buradan güç alması aslında 1980lerden beri Türkiye’de uygulanan politikaların ürettiği iş dünyasına temas etmekten geçiyor. Yani 1980 sonrasında 24 Ocak kararları aslında devletle büyümüş, devletle bütünleşmiş olan sermaye gruplarının dengesini bozdu. Yani onların ekonomideki egemenliklerini büyük ölçüde bozdu. Ortaya çıkan aralıktan yeni iktisadi aktörlerin ekonomide palazlanması için yeni imkanlar verdi. Bunlardan en önemlisi ithalat rejim kararının değişmesi oldu. İthalatta alınan gümrük vergilerini ve kotayı kaldırdı. Yabancı firmalar Türkiye’ye mal getirmek imkanına sahip oldu. Eskiden gümrükten ötürü cazip değildi. Gümrük engeli ortadan kalkınca yabancılar gelerek rekabet ortamı yarattı. İkincisi ihracatı destekleme politikalarıdır. Her ne kadar bu süreçte hayali ihracat olsa da küçük-orta boy Türk iş adamları ürettiklerini satabilme imkanı buldular. Yurtdışına gittikçe yeni şeyler öğrendiler, yeni kulvar açtılar. 1980 sonrası iktisadi yapıda kobi gelişmesi yaşandı. Ve bu kobi gelişmesi yayılmış olduğu için ve Türkiye’de Müslüman olduğu için bunların çoğu dindar insanlardı. Bunların palazlanması ile dindar iş adamları palazlanmış oldu. Bu laik sermayeyi zaten rahatsız ediyorlardı. Aynı şeyleri üretip daha ucuza satıyorlardı. Bu nedenle iki grup arasında ayrışma başladı. Yeşil sermayelaik sermaye diye ayrım ortaya çıktı. Laik sermayenin gücü sahip olduğu üretim gücünden çok her birinin bankasının olmasından kaynaklıydı. Çünkü Türkiye gibi sermayenin bol olmadığı ülkelerde sermaye kaynağı genellikle tasarruflardır. Tasarruflar da bankalarda yapılır. Dolayısıyla bankası olan firmalar daha kolay fon elde ederler ve bu yolla kendi firmalarını finanse ederler. Bu yöntemi laik sermaye çok kullandı. Koç, Sabancı gibi büyük grupların kendi bankaları kuruldu ve dolayısıyla bankalardan kaynaklanan büyük bir avantajları vardı. O özelliklerini de üstünlükleri için kullanıyorlar zaten. Öte yandan bu büyümeye başlayan Anadolu sermayesi bankaya sahip değildi. Hatta küçük yatırımlar için gereken küçük finansman imkanları için olsa bile Ankara’nın, İstanbul’un büyük bankalarının kapısında kredi görüşmeleri için koşuşturmak bir tür mağduriyet duygusu yarattı. O sebeple de kobiler daha çok devlet kaynakları kullanmaya çalıştılar. Fakat devlet kaynakları da daha çok devleti etkileyen laik burjuvazinin olduğu için bunun da imkanı yoktu. Halk bankası diyoruz. Güya esnafa, tüccara kredi verecek diyorsun ama büyük sermayedara kredi veriyor. Dolayısıyla da bu çok temelde kobilerle büyük sermayenin sıkışmışlığına yani farklılaşmalarına neden oldu. Diyebilirim ki bu nedenle kobi konusu büyük bir siyaset konusu haline gelmeye başladı. Hatırladığım kadarıyla Refah Partisi çok kullanıyordu ve doğru bir hamleydi de. Yatırılabilir fonlar içinden kobiler dediğimiz ve yeşil sermaye diye nitelendirebileceğimiz fonların oranı %3-4 civarıydı. Bu aslında fon kullanamıyorlar demek. Şimdi görebildiğim kadarıyla Adalet ve Kalkınma Partisi bunun üzerine oturdu. Ve merkez - çevre diye bakarsak Anadolu sermayesi dediğimiz sermayenin palazlanmasına neden olarak ön açıcısı oldu. AK Parti onların önünü açtığı için onlar da AK Parti’nin önünü açtı. Zamanla merkez ve çevrenin katma değer içindeki yeri zamanla değişiyor ve merkezin çevreye olan üstünlüğü gitgide azalıyor ve bu AK Parti dönemine denk geliyor. İstihdam oranında merkezin istihdam kapasitesi düşerken çevrenin artıyor. İhracat konusunda dengeli bir durum söz konusu ancak hep merkez lehine olduğu söylenebilir. AK Partinin ekonomik arka planında 80ler sonrasında değişen neo-liberal politikaların yarattığı bir kobi olgusu yatmaktadır. Bu kobi olgusu Türkiye’de merkezdeki kesimlerden farklı grupları içeren grupları ifade etmektedir. Bu gruplar da merkeze göre dini hassasiyeti daha çok olan bir gruptu. Zaten ben bunların farklılaştıklarını daha eski yıllardan görüyordum. SİAD’lar diye bir yapı kurulmaya başlandı Sanayi ve İş Adamları Dernekleri. Anadolu’nun her yerinde kuruluyordu. Şimdi TÜSİAD varken neden bunlar kuruluyor Ağustos-Eylül 2014 53 için bugün itibariyle AK Parti’yi destekleyen, çıkar ilişkisi olan bir iş dünyası var; bir grup sermaye de aslında iktidarla kavga etmek istemiyor ama işlerin de yürümesini istiyor, dışarıda bir şeyler yapmak istiyor. Bir de cemaat sermayesi var. Bu yapı siyasete de Türkiye’nin sosyolojisine de oturuyor bence, bunlar birbirlerini ürettiler ve biz şimdi bunlarla beraberiz. diye baktığımız da bu SİAD’ların TÜSİAD’a karşı kurulduğunu görüyordum. Fakat daha sonra TÜSİAD bir takım manevralardan sonra onları TÜRKONFED diye bir federasyonun altında birleşti. Aralarında fark olmasına rağmen siyaseten bu grupları bünyesine aldı. Bu sürecin yanı sıra cemaatin TUSKON diye bir yapılanması oldu, Tayyip Erdoğan’a yakın olan kesimler MÜSİAD etrafında toplandı. Türkiye’de böyle bir şey çıktı ortaya, yani MÜSİAD Ak Parti’nin, TÜSİAD büyük burjuvazinin TUSKON’da cemaatin içinde bir yapı oldu. Dolayısıyla ilk baştaki soruna cevaben söyleyeyim ekonomi, siyasetle bu anlamda çok iç içe. Bugünün ekonomisini anlamak için ekonominin aktörleri olarak şirketler dünyasının bağlantısını görmek lazım. Böyle baktığımızda da bu tabloyu görmek mümkün. Yeşil sermaye sizce nedir, nasıl tarif edilebilir? Yeşil Sermaye ile AK Parti arasında nasıl bir ilişki vardır? Türkiye siyasetinin kutuplaşmış veya kimlikleşmiş karakteri burada önemli. Türkiye’de demokrasi bireysel çıkarlar üzerinden yürüyen bir sistem değildir, Türkiye’de demokrasi aidiyetler üzerinden yürür. Kim nereye ait ise o aidiyet içinden oy verir. Sermaye de böyle, sermaye de kimlikleşme içinde farklılaşma yaşamıştır, bugün bu kimliklerin yani laik kimliğin arkasında laik bir sermayeden bahsetmek mümkün, AK Parti’nin arkasında büyük bir kimlikleşmiş MÜSİAD görmek mümkün, cemaatin arkasında da TUSKON görmek mümkün. Milliyetçi yapılarda var ama oraya girmek istemedim. Ulusalcı İş Adamları diye kuruluşlar da var zayıf olmakla birlikte. Dolayısıyla Türkiye zaten kimlikleşmiş bir toplumsal doku üzerinden üretiyor bunları. Yani partileri de kimlikleşme üzerinden oluşuyor, sermaye de. Onun 54 Ağustos-Eylül 2014 Geçmişte de söylerdim, bu kimlikçi yapılanma kaçınılmaz olarak çatışmacı bir yapılanmadır. Bunun en önemli sebebi demokrasi ve iş dünyası bir takım uzlaşma ve anlaşmalarla yürüyor ama konu kimliğe gelince hiçbir kimlik sahibi ne uzlaşmaya yanaşır ne de taviz vermeye yanaşır. Bu konularda kimlikleşmiş olmak toplumu sertleştiren ve doğal olarak da kırılganlaştıran yapının oluşması anlamına geliyor. Maalesef Türkiye bunu yaşıyor önümüzdeki dönem de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bu kötücül ilişki zincirini kırmasını mümkün görmüyorum. Bugün “KoçÜlker Kardeşliği”nin ekopolitik anlamı nedir? Ülker artık sadece milli bir şirket değil uluslar arası şirket oldu. Koç’da güçlü bir grup. Kavga ederek birbirlerini yıpratmak yerine birlikte daha büyük işler yapmayı amaç edinmeleri iş dünyasının mantığına çok uygundur. Koç’un Ülker’le birleşmesi Ülker’in kapitalistleşmesi yolunda olabilecek olan olursa da ekonomiye katkısı olacak bir iş diye bakabiliriz. Ben barıştan yana birisi olarak bu tür kırılmalar yerine kırılma olasılıkları olsun diyorum ama başka konularda olsun; ama kırılma olasılıkları da olsun. Böylesi bir durumun Türkiye’nin ekonomik gelişmesi açısında daha iyi olacağını düşünüyorum. Küresel sermaye ile Türkiye’nin “içeridekiler”i ve özellikle Yeşil Sermaye arasındaki ilişki nasıl seyretmektedir? Böyle bir ilişkiden bahsedebilir miyiz tam bilmiyorum, ya da bahsedersek bile Yeşil Sermaye dediğimiz grupların çok küçük bir bölümü ile ilgili söyleyebilirim. Küresel öncü olmak bakımından çok örneğimiz yok, Ülker bunlardan bir tanesi. Kaybolma ve yutulma korkusu yaşadıklarını düşünüyorum. Avrupalı şirketler birleşmek istiyorlar ama çok istekli değil Yeşil Sermaye grupları. EKONOMİ SPOT 2: Japonya ilk olarak ve en önemlisi siyasal ve yoluna girdi. Özellikle Zaibatsu kartelleşmesinin tasfi Gökhan Övenç [email protected] sayıda büyük şirketlerin (Mitsubishi, Mitsui, Sumi siyaseti ve ekonomiyi doğrudan etkileyebildikleri yapının tasfiyesi kurumsal anlamda ekonominin taba şirketin katma değer üreteceği bir zemin sağlamıştır. Japon İşi Japon İşi Kalkınma 日本の開発 Kalkınma Gökhan Övenç Japon ekonomisi 2. Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkım yaşadı. Yaklaşık 2 milyon kişi öldü. Milli gelirinin % 25’ini kaybetti. Toplam sanayi üretimi % 90 azaldı. Savaşın mali yükü aşırı enflasyon ve ürün kıtlığı şeklinde ortaya çıktı (Otsubo, 2007). [email protected] Kurumsal literatürün en önemli kavramlarının başında devlet yapısı gelmektedir. Kurumsalcılara göre gelişmemiş ülkeler genel olarak zayıf devlet yapısına sahiptir. Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele, birtakım çıkar gruplarının veya elitistlerin devlet organizasyonundan çıkarılması, liyakata dayalı işe alım süreci, etkin bürokrasi gibi faktörler güçlü devletin temel göstergelerindendir. Japon ekonomisi 2. Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkım y Milli gelirinin % 25’ini kaybetti. Toplam sanayi üretimi % enflasyon ve ürün kıtlığı şeklinde ortaya çıktı (Otsubo, 20 Kaynak: Japonya Ulusal Veri Merkezi Böyle bir yıkıma rağmen Japon ekonomisinin savaş sonrası sergilemiş olduğu iktisadi performans göz kamaştırıcı bir yapıya sahiptir. 1955-1970 dönemleri arasında Japon ekonomisi her yıl ortalama % 10 büyüyebilmeyi başarmıştır. Peki Japon ekonomisinin bu başarısının temel dinamikleri nelerdir? Japonya’nın o zamanlar izlemiş olduğu strateji günümüz Türkiye’sinin iktisadi gelişmesine ilham verebilir mi? Bence verir, ya sizce? Bu yazıda özet ve genel hatlarıyla Japon ekonomisinin 1945-1960 arası dönemde gerçekleştirmeye çalıştığı yapısal ve kurumsal reformlarına yer vereceğiz. Kalkınma literatüründe kurumsalcılar ve yapısalcılar dışında önemli farklı yaklaşımlar da mevcut olup, bu yazıda sadece bu ikisi perspektifinden bir tablo çıkarmaya çalışacağız. Kurumsal iktisatçılara göre kurumlar ülkelerin ekonomik performansını belirleme açısından çok önemlidir. Mülkiyet haklarından, demokrasiye, bü- Ağustos-Eylül 2014 55 adımdır. Belirli sayıda büyük şirketlerin (Mitsubishi, Mitsui, Sumitomo, Yasuda) işbirliği yaparak siyaseti ve ekonomiyi doğrudan etkileyebildikleri ve Zaibatsu olarak adlandırılan yapının tasfiyesi kurumsal anlamda ekonominin tabana yayılmasını ve çok sayıda yeni şirketin katma değer üreteceği bir zemin sağlamıştır. Ekonomi ve siyaset üzerinde tekel kuran yapıların tasfiyesiyle beraber adil ticaret ve rekabet kanunu, tekelleşmeyi engelleyici ve şeffaflığa önem veren düzenlemelerin yürürlülüğe girmesi yukarıda bahsettiğimiz ekonominin kurumsal dönüşümü sağlama noktasında önemli ve hayati adımlar olmuştur. Bu adımları takip eden süreçte eğitim alanıyla birlikte tarım ve emek piyasasında reformlar yapılmış, iktisadi anlamda bağımsız kalabilecek ve büyük ölçekte üretim yapabilecek çiftçiler sınıfı oluşmasına olanak sağlanmıştır. rokrasinin işleyişinden, kültüre, teknolojiden, üretim ilişkilerine çok kapsamlı bir kavram olan kurum, toplumun temel belirleyicisi, ekonomi de bu toplumun üretim ilişkilerinin bir sonucudur. Kurumsal literatürün en önemli kavramlarının başında devlet yapısı gelmektedir. Kurumsalcılara göre gelişmemiş ülkeler genel olarak zayıf devlet yapısına sahiptir. Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele, birtakım çıkar gruplarının veya elitistlerin devlet organizasyonundan çıkarılması, liyakata dayalı işe alım süreci, etkin bürokrasi gibi faktörler güçlü devletin temel göstergelerindendir. Japonya’nın 2. Dünya savaşından sonra yakaladığı ivme ve bu ivmenin günümüze yansıması olan ekonomik gelişmişlik seviyesi işte bu kurumsal ve yapısal reform ayaklarına dayanmaktadır. Çok ayaklı kurumsal reform, Japon ekonomisinin arzu edilen gelişmişliği yakalaması için yeterli değildi ve bu reformları tamamlayıcı yapısal değişimler gerekliydi. Japon hükümeti 1947 yılında ekonomideki öncelikli sektörleri belirleyerek kaynakları bu alanlara aktarmaya karar verdi. O dönemki şartlarda çelik, elektrik ve elektronik eşyalar, gemi, yat ve marina yapımı, tren, otomobil ve kimyasal gübre öncelik verilecek sektörler olarak belirlendi. Japon ekonomisi sahip olduğu kırsal ve genç nüfusu rasyonel bir göç politikasıyla öncelik verdiği sektörlere yönlendirmeyi başardı. Belirli bir dönem uzmanlaşmadan sonra Japon ekonomisi bu sektörlerin ülkeye kazandırdığı dinamizmle yetinmeyip, bu alanlarda dünyanın en büyük ihracatçısı oldu. Eş zamanlı olarak, Japon ekonomisi ithalatta ise öncelik verdiği sektörlerde verimliliği arttıracak yüksek teknolojiye sahip girdilere yoğunlaştı. Japonya ilk olarak ve en önemlisi siyasal ve iktisadi alanda demokratikleşme yoluna girdi. Özellikle Zaibatsu kartelleşmesinin tasfiyesi çok kritik bir Diğer bir yapısal reform ise yeni bir bütçe ve vergi sisteminin yürürlüğü girmesi oldu. Yeni ve adil bir vergi düzeniyle gelir dağılımının iyileştirilmesi, Yapısalcılar ise hangi ürünün üretildiği, piyasa yapısı, ödemeler dengesi, bankacılık sistemi, emek piyasası, tarım sektörü, teknoloji gibi ekonominin temel işleyişini belirleyen faktörleri analiz etmektedir. Bu düşünceye göre herhangi bir ülke yapısal sorunlarını çözmeden iktisadi gelişmişlik düzeyini istenilen şekilde dönüştüremez. 56 Görüldüğü gibi ekonominin ivme kazanmasını ve dünya ile rekabet edecek katma değer üretmesini sağlamak için gerçekleştirilmesi planlanan kurumsal reform tek bir ayak üzerinden değil eş zamanlı olarak hukuk, siyaset, eğitim, tarım, emek vs alanları üzerinden hayat bulmuştur. Ağustos-Eylül 2014 Japonya ilk olarak ve en önemlisi siyasal ve iktisadi alanda demokratikleşme yoluna girdi. Özellikle Zaibatsu kartelleşmesinin tasfiyesi çok kritik bir adımdır. Belirli sayıda büyük şirketlerin (Mitsubishi, Mitsui, Sumitomo, Yasuda) işbirliği yaparak siyaseti ve ekonomiyi doğrudan etkileyebildikleri ve Zaibatsu olarak adlandırılan yapının tasfiyesi kurumsal anlamda ekonominin tabana yayılmasını ve çok sayıda yeni şirketin katma değer üreteceği bir zemin sağlamıştır. bütçe yapısıyla da harcama ve gelir kalemleri arasında daha sağlıklı bir kontrol sisteminin geliştirilmesi arzu edilmekteydi. Japon ekonomisi düşük olan tasarruf oranları problemini aşmak için yeni bir bankacılık sistemi geliştirdi. Özellikle ABD ile yapılan ikili bankacılık anlaşmaları ve kurulan yeni bankalar vasıtasıyla öncelik verilen sektörlerdeki küçük ve orta boy şirketlere çok uzun vadeli kredi imkanı sağladı. İşte tüm bu, özet şekilde bahsettiğimiz birbirini tamamlayan kurumsal ve yapısal reform süreçleri Japon ekonomisinin 2. Dünya Savaşı külleri arasından alevlenerek dünyada söz sahibi olan bir ekonomiye dönüşmesine neden oldu. Japonya’nın büyük bir yıkımın ardından izlediği birbirini tamamlayıcı kurumsal ve yapısal reformlar günümüz Türkiye’sinin ulaşmak istediği iktisadi gelişmişlik seviyesi açısından çok değerli bir yol haritası ve ev ödevi vermektedir. Türkiye ekonomisindeki problemleri sadece cari açık, faiz, enflasyon şeklinde ekonominin tek bir yönüne odaklanan kısır döngüler üzerinden restore etme çabalarının kısa vadede iki ileri, bir geri/iki geri, bir ileri; uzun vadede ise elde var sıfır şeklinde sonuçlanması kaçınılmazdır. KAYNAKÇA Shigeru Otsubo, Post-War Development of the Japanese Economy, Nagoya University, 2007. Japonya Ulusal Veri Merkezi. Ağustos-Eylül 2014 57 VALİ NASR Çeviren: Cemal Taşpınar Çeviri/Analiz [email protected] Yüzyılın Krizi Arap dünyası Britanyalı diplomat Mark Sykes ve onun Fransız meslektaşı François GeorgesPicot’un çizdiği haritanın ürünüdür ve 1919 yılında yapılan Versay Anlaşması ile takdis edilmiştir(kutsanmış). Arap devletleri üzerindeki Avrupa hakimiyeti sona erdiğinden beri bu devletler meşruiyet mücadelesi veriyorlar. Avrupalılar terkettikten sonra, onların hakimiyetini milliyetçi söylemlere sahip diktatörler takip etti; ancak bu diktatörler vatandaşları ulusun önemli unsurlarından olduğuna inandırmakta başarısız oldular. WASHİNGTON- Amerikan’ın Irak’taki savaş alanına, oradaki işinin bitmediğini anımsatan şekilde kararsız bir edayla tekrar dönüşü, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün üzerinden bir yüzyıl geçmesine rağmen, onun bitmemiş işlerini çözmeye çalışan Arap dünyası için öldürücü bir hatırlatma niteliği taşıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası, bölgenin Araplarına istikrarlı ve kendi kendini idare edebilen ülkeler olmalarına imkan sağlayacak sağlam bir temel 58 Ağustos-Eylül 2014 oluşturmalarına izin verilmedi. Ve daha yakın on yıllarda, kendileri de bunu yapmakta büyük oranda başarısız oldular. Bu acı gerçekler; uzun süreli güvensizlikler, eşitsizlikler, aşiret kimlikleri ve şiddetle kuraklaşan bu topraklarda Amerika’nın zorla bir çoğulcu demokrasi yeşertmeye dönük geçmiş çabalarının şimdi mezhepçiliğin hakimiyeti altında boşa çıkışı ile Irak’ta en belirgin şekilde ortadadır. Arap dünyası Britanyalı diplomat Mark Sykes ve onun Fransız meslektaşı François Georges-Picot’un çizdiği haritanın ürünüdür ve 1919 yılında yapılan Versay Anlaşması ile takdis edilmiştir(kutsanmış). Arap devletleri üzerindeki Avrupa hakimiyeti sona erdiğinden beri bu devletler meşruiyet mücadelesi veriyorlar. Avrupalılar terkettikten sonra, onların hakimiyetini milliyetçi söylemlere sahip diktatörler takip etti; ancak bu diktatörler vatandaşları ulusun önemli unsurlarından olduğuna inandırmakta başarısız oldular. Bunun nedeni, Araplara bırakılan keyfi çizilmiş sınırların yeni Arap devletleri arasında aşiretciliğe ve mezhepçiliğe dayanan yeni çekişmeler yaratarak daimi çatışmalara neden olmasıdır. Onların liderleri modern milliyetçilik dilini kullansa da devletlerini asla tam olarak birleştiremediler. Böylece yönetim bir aşiretin ya da mezhebin diğerlerini domine ettiği bir hal aldı. Bu durumun tam aksine Osmanlıların farklılıkları nasıl yönettiğini biliyoruz. Osmanlının ademi mer- keziyetçi modeli siyaseti farklı aşiretler ve dini toplulular arasında işleyen bir denge kuracak basit bir çoğulculuk içeriyordu. Bu topluluklar farklılıklarına rağmen, şimdi yaptıklarından daha sık olarak, birbirlerini hoşgörüp; birlikte yaşayabiliyorlardı. Arap Baharı’nın başarısızlığında ve İslamcı militanlığın yükselişinde aşiret ve mezhep farklılarında yaşanan yeni patlamaları görüyoruz. Buradaki temel mesele, devlet dışı hareketlerin yönetilemeyen bölgelerde gölge yönetimler kurma arayışıdır. Tıpkı daha önce Lübnan, Libya ve Filistin topraklarında gördüğümüz gibi. Yabancılara karşı daha sert ve diğerlerinden korkutucu şekilde farklı olan Irak Şam İslam Devleti bu hareketlerin son örneğidir. Ve tamamıyla orijinal de değiller. Aşiretler ve İslamcı fanatiklerin son kez işbirliği yaptıkları 1925 yılında, Abdul Aziz İbn Suud’un püriten (dindar) İhvan savaşçıları Arap Yarımadası’nda kendi adını taşıyan İslamcı bir devlet kurmak için önüne geleni ezip geçerek Arap dünyasının haritasını değiştirmişti. İmparatorluk dönemi sonunda, Arap dünyasında hakim görüş Arap milliyetçiliği altında birleşmekti. Bu görüş popülerlik kazansa da Mısır, Irak ve Suriye bu düşünceye ancak retoriksel olarak yaklaştı ve ulusal kimlikleri kendi mezheplerine ve aşiretlerine göre şekillendirme mücadelesi vererek Arap milliyetçiliği fikrinin arkasını getiremedi. Arap milliyetçiliği popülaritesini(parıltısını) kaybedince diğer hayali Şimdi tüm 1. Dünya Savaşı sonrası bölgesel düzen, İslam ile popülizmi, milliyetçilik ve anti-emperyalizmi harmanlayan radikaller tarafından sorgulanır hale geldi. Batı ve onun Arap müttefikleri sadece duruma yetişmeye çalışıyorlar ve bu konuda bile çok iyi değiller. bir görüş olan İslamcılık onun yerini aldı. Bu şimdiye kadar görülmemiş büyüklükte bir Arap devleti demekti. Sünniler ve Şiiler İslam birliğinde anlaştılar; ancak kimin tarihinin, teolojisinin, yasalarının onu tanımlayacağı konusunda ve hangi mezhebin önderlik edeceği konusunda anlaşamadılar. Bugün Arap politikasını, İslamcılığın ve milliyetçiliğin karışımı tanımlıyor. Bu durum Sünni-Şii ayrımının neden olduğu vahşeti açıklıyor. Yeniden ortaya çıkan dini kimlikler, seküler milliyetçiliğin dominant olduğu ulus devletlerin sınırlarını zorluyorlar. Geçen yüzyılın büyük çoğunluğu için, bu tansiyon diktatörler tarafından korundu ve bölgesel düzen yakın zamana kadar Birleşik Devletlere dayanıyordu. Ancak şimdi, hem Arap diktatörlükleri hem de bu zamana kadar sürdürülen düzen hakim konumunu kaybetti. Bu durum ilk olarak Amerika’nın Irak’taki devlet yıkıcı etkisinden ve daha sonra da Ağustos-Eylül 2014 59 popüler isyanlardan dolayıdır. Şimdi tüm 1. Dünya Savaşı sonrası bölgesel düzen, İslam ile popülizmi, milliyetçilik ve anti-emperyalizmi harmanlayan radikaller tarafından sorgulanır hale geldi. Batı ve onun Arap müttefikleri sadece duruma yetişmeye çalışıyorlar ve bu konuda bile çok iyi değiller. 60 Bugün, Obama yönetimi Ortadoğu’nun anlaşılmaz Buradaki ders, Amerika’nın askeri gücünü şimdiki gibi şiddet içeren krizleri çözmek için değil sınırlamak için kullanabileceğidir. Çözüm için, adil bir güç paylaşımı sağlayan, Osmanlı’nın işleyen denge sistemini her ulus ölçeğinde yineleyen anayasal düzenlemeler gerekiyor. Arap dünyasının I. Dünya Savaşı’nın sonunda ulaşamadığı barışa kavuşmasının tek yolu bu. siyasetini ve çözülmez sorunlarının çözümünü Ortadoğu’nun yerel unsurlarına bırakmayı tercih edecektir. Bu askerlerimizden çok diplomatlarımızın işidir. İlk olarak Irak’ta başarılı olacağımızı ve bu başarının tüm bölgeye yardım edeceğini umarak başlayabiliriz. Ancak bugün ortaya çıkan durum ne tarih bilgilerimize yabancı ne de tam olarak Arap tarihinin ve kültürünün bir eseri. Bu Avrupa’nın yüzyıl önce harekete geçirdiği bir süreçtir. 1. Dünya Savaşı’nı takip eden süreçte yeni milliyetçilikler ancak Avrupa gibi doğal etnik ve dil bölünmelerinin ulus devlet sınırlarıyla daha iyi örtüştüğü yerlerde sıkı kökler bulabildi. Vali R. Nasr, John Hopkins Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar bölümü dekanı, ‘’The Dispensable Nation: American Foreign Policy in Retreat’’ kitabının yazarıdır. Ağustos-Eylül 2014 Bu yazı 10 Ağustos tarihinde New York Times Gazetesinde yayınlandı. *http://www.nytimes.com/2014/08/11/opinion/acrisis-a-century-in-the-making.html?mabReward=RI%3A10&actio n=click&pgtype=Homepage®ion=CColumn&module=Recommen dation&src=rechp&WT.nav=RecEngine&_r=2 Gülsünay Uysal SIĞ [email protected] Yatsı oldu, mum sönecek Yeni medya, sosyal ağlar derken aramızda milyonlarca hayalet dolaşıyor gibi hissetmiyor musunuz siz de? Sosyal ağlar işin içine karıştı mertlik bozuldu diyenlerden misiniz? Yanılıyorsunuz. Yeni medyanın aşındırdığı tüm karakter özellikleri bir şekilde hep bozulmaya mahkumdu çünkü toplum dahası toplumsallaşma kaygısı hep vardı. Yalanlar yalanlar… Diyerek başlıyorum bu yazıya. Son zamanlarda yalan üzerine bir hayli düşünüyorum, sebebi açık: Televizyon gösterimleri sürecinde yakalayamadığım ancak son 1 hafta içinde her gün en az birkaç bölümünü internetten izlediğim “Lie to me”1 isimli dizi. Etkilendiğimi belirtmeliyim, bu etkide Tim Roth’un katkısı kuşkusuz. Mimikler, jestler, beden dili, duygu analizleri, heyecan testleri derken irtibat kurduğum herkesi sorgulamaya başladım. Acaba yalan mı söylüyor? 2 Lisede öğrenciyken bir öğretmenimiz vardı.3 Henüz kendisinden eğitim almamışken şanını duymuştuk. Sonra dersimize gelmeye başladı. Bu öğretmenin derste anlattığı her şey gerçek üstüydü: - Bize askerde bir bot vermişlerdi, 150 kiloya dayanıyodu. - 22 sene judo yaptım, 5 kişiyi aynı anda öldürebilirim. 1.60 boylarındaki hocamız bir zamanlar 1.90 civarlarında oldugunu iddia ediyordu. Ama neden? O yıllarda psikoloji dersiyle tanıştık. Aradığımızı da psikoloji de kolayca bulduk aslında. İdeal benlik ve gerçek benlik arasında bir tutarsızlık vardı ve ilginç olan bunlara onun inanmış olmasıydı. Benlik algısında ve yapısında bir bozulma olduğu söylenebilirdi. Ancak bizim bu yazıda varacağımız nokta toplumsallaşma kaygısı. Yeni medya, sosyal ağlar derken aramızda milyonlarca hayalet dolaşıyor gibi hissetmiyor musunuz siz de? Sosyal ağlar işin içine karıştı mertlik bozuldu diyenlerden misiniz? Yanılıyorsunuz. Yeni medyanın aşındırdığı tüm karakter özellikleri bir şekilde hep bozulmaya mahkumdu çünkü toplum dahası toplumsallaşma kaygısı hep vardı. Popüler olma merakı, saygınlık, itibar kaygısı bugün daha fazla takipçi toplama arzusundan çok farklı değil bunlar. En büyük fark şu; o gerçek benlikti bugünkü ise bireylerin ideal benlik üzerine kurdukları sahte hesaplar ve buna ilişkin temas talepleri. Uzun vadede ürkütücü sonuçlar doğurabilir. Gerçek benlik tam gelişirken başladık ailelerimiz akıllı kızları ve kahraman evlatları olmaya. Gerçek Ağustos-Eylül 2014 61 dünyada bununla eşleşemediğimizde panikledik. Derslerde daha akıllı olan öğrenci biz olamadığımız için; bilgi çaldık. Daha erdemli olamayandık; yalan söyledik. Her şeyin birbirine girdiği noktada, 18 yaşında 80 kilo bir genç kız olmuşken, en iyi üniversitenin bilgisayar mühendisliğinde öğrenciyken sabaha kadar yurdun internet kafesinde “age of”4 atarken 3 yıl okula hiç gitmediğimizi fark ettiğimizde ve bu durumdan bizi orada okutmak için çabalayan ailemizin hiç haberi yokken, aslında erkekliğimiz/kadınlığımız sadece biyolojikken ve ailemize meseleyi toplumsal cinsiyetten alarak anlatmaya hiç niyetimiz yokken... Sosyalleşmeli ve tutunmalıydık. İnsan buna ihtiyaç duyar. Yemek yemek, tuvalete gitmek ve sevişmek kadar doğal bir ihtiyaçtır hem de. Temas etmezsek yaşayamayız.5 İlkokulda matematik sorularını en hızlı çözen, tüm merasimlerde başrolleri kapan öğrenci neden herhangi bir üniversitede herhangi biri olsun ki? Alkışlanmak derinleşen bir haz. Alışıp yoksun kalmak bizi fantezik bir dünyanın ortasına bırakabilir. 18 yaşında 80 kilo olan genç kız olmak değil de, ortamın yıldızı olmak istiyorsak? İlkokuldaki popülerliğimiz devam etsin, kahramanlığımız sürsün, kabul görsün diliyorsak, gerçek benliğimizi sevmiyorsak ve hayal ettiğimiz olsun diyorsak bunu dolduracak bir şeye sahiptik. Sosyal medya imdadımıza yetişmişti. Sonu büyük tahribatlar yaratan yardımlardandı elbette. Kapitalizm ürettiği her araca dibine kadar sinmişken aksi mümkün değildi. Sonra biz Twitter’da açtığımız sahte bir hesap ile 90-60-90 kız oluverdik. Üstelik cesur ve güzedik. Ortamın yıldızı, ilgi odağıydık. Beğenildik, tekrar tekrar paylaşıldık, favori aldı paylaşımlarımız. Temas “yeniden” başladı ve içine “yeniden” aldı bizi toplum. Hani şu acımasız olan. “Öteki”yle hemhal edemediğimiz. Şişkoyduk zayıf olduk, tembeldik akıllı olduk, korkaktık cesur olduk, eziktik kahraman olduk, ayaktık baş olduk. Güldük, eğlendik, mutlu olduk. Sabah- larımız gece, gecelerimiz sabah oldu. Zaman algısı yok oldu. Normal düzenle uyuşamadık. Herkes uyurken uyanıktık, uyanıkken herkes uyuduk. Orada kendimize yarattığımız toplumsallık mı gerçekti, içinde yaşadığımız 4 duvarı paylaştıklarımız mı? Kaybettik. Baskıyla dini pratiklere zorlanan kızdık, yalan bir karakterle kamusal alanda karşı cinslerle seks konuştuk. Elde var 2 benlik. Çoğunda daha çok. Benliklerce ve benliksiz… Günlük hayattaki benlik sunumlarımız ara sıra karışmaya başladı. Bulanık ve hatta belirsizlikler... İtibarlı cesur adamla, karanlıkta arkasını kollamadan yürüyemeyen adam farklıydı. Peki hangisiydik? Daha başarısız, daha tembel, daha çirkin, daha şişko… Kahraman olmayın, hükmetmeyin ama ideal benlik ile gerçek benliğinizi bir benlikte toplayın. Gerçek ve olumlu benlik kendinize güvenmenin tek yolu. Gerçek benliği kabul etmeniz ise ideal benliğe ulaşmanın anahtarı. Kendinizi kabullenin ve ona yalan söylemeyin. Zihninizin ürettiği farklı benlik, başka başka karakterlerle harcayacak kadar acımasız olmayın bedeninize. KAYNAKÇA http://www.imdb.com/title/tt1235099/ Yalan söylememek burada ahlaki yüceltilmeyle yazıldı. Yani erdemli davranış olan yalan söylememek biçimiyle ele alındı. Farklı akışlar içerisinde farklı değerlendirmeler yapılabilir. Yalan büyük bir sanatsal yetenektir ve bence entelektüelizmin başlangıcına işarettir. https://eksisozluk.com/entry/15133986 http://tr.wikipedia.org/wiki/Age_of_Empires_(video_oyunu) http://www.stroke.org/site/PageServer?pagename=effects 62 Ağustos-Eylül 2014 Şükran Beklim A4-ANTRAKT [email protected] Çatışma Çözümleri ve Barış Murat AKTAŞ 2013 ilkbaharında başlayan Barış Süreci, Türkiye’de Kürt sorunu ve politikasında nasıl bir dönüm noktasını ifade ediyor? Onlarca yıllık sorunun bir çözüme kavuşmasında bir aşama mı bu, yoksa sürüncemenin yeni bir merhalesi mi? Çatışmasızlık ortamından veya uzunca bir ateşkesten öte bir barış ufku görünüyor mu? Murat Aktaş’ın birçok uzmanın katkısını bir araya getiren derlemesinde, bu sorulara cevap aranıyor. Kürt sorununda Barış Süreci’ni uluslararası politikadaki ve Ortadoğu’daki güncel gelişmeleri hesaba katmadan yorumlamak mümkün olmadığı gibi, güncelliğin gündemine sıkışarak kavramak da mümkün değil. Kitap, her iki boyutun da hakkını veriyor. Barışın siyasi ve teorik bağlamını tartışırken, dünyada çatışmalı süreçlerden çıkış deneyimleri hakkında verimli bir mukayese çerçevesi sunuyor. Barış algılarını ve tasavvurlarını, barış sürecinin olmazsa olmaz verileri ve özneleri olarak inceleyerek… Sınıfsal boyutu, feminist yaklaşımın imkânlarını da analizin alet çantasına katarak…Ve barışın daima çok değerli ve çok zor olduğunu hep bilerek…Cengiz Aktar, Murat Aktaş, Hamit Bozarslan, Sabri Ciğerli, Ayşe Betül Çelik, Erol Katırcıoğlu, E. Fuat Keyman, Abdullah Kıran, Nazan Üstündağ, Ömer Tekdemir, Güneş Murat Tezcür ve Kerim Yıldız’ın yazılarıyla. Ortadoğu: Direniş, Devrim, Emperyalizm Y. Doğan ÇETİNKAYA 17 Aralık 2010’da, dünyanın en meşhur işportacısı Muhammad Bouazizi, yüzde otuzluk işsizlik oranına sahip bir Tunus kasabası olan Sidi Bouzid’te, belediye önünde kendini ateşe verdi. Günün daha erken saatlerinde mallarına el konmuş olan Muhammad, şikâyet etmeye gittiğinde aşağılanmaya maruz kalmıştı. Onun kendini yakışı, on gün sonra Tunus’un başkentine ulaşacak olan protestoların fitilini ateşledi. Son yıllarda Ortadoğu’da yaşanan hareketlenme, isyan, direniş dalgası bu olayla başladı. Bouazizi’den önce de insanlar haysiyetlerini rencide eden davranışlar karşısında Ortadoğu’nun kaderine isyan edercesine kendilerini ateşe vermişti. Ancak Tunus’ta 2010’da başlayan isyan ve direniş dalgası tüm Ortadoğu’ya yayıldığında Bouazizi bir bayrak haline geldi. Y. Doğan Çetinkaya’nın derlediği bu kitap, Ortadoğu’da son dönemde yaşananları etraflı bir tarihsel-politik değerlendirmenin ekseninde ele alıyor. Bir yanda 18. yüzyılın sonundan bugüne Ortadoğu’da yaşanan isyan, direniş, devrim ve toplumsal/siyasal hareketler tartışmanın bir hattını kuruyor. Diğer hatta İran Devrimi, devrim ve ertesinde yaşanan gelişmelerin ışığında tartışılıyor. Bu iki hattın ortasında ise son dönemin en uzun süren deneyim örneği olarak Mısır, merkeze yerleşerek ayrıntılı bir şekilde inceleniyor; toplum, ekonomi, siyaset, ordu ve muhalefet kapsamlı bir analize tâbi tutuluyor. Ağustos-Eylül 2014 63 A4-ANTRAKT İktidar İmgeleri (Sinop İçkalesindeki 1215 Tarihli Selçuklu Yazıtları) Scott REDFORD Elinizdeki kitap, Sinop İçkalesindeki Selçuklu yazıtlarını yeniden gündeme getiriyor ve inceliyor. İlk defa geçen yüzyılın başında yayımlanan bu yazıtlar, Selçuklu Sultanlığı’nın on üçüncü yüzyıldaki önemli biçimlenme dönemine ait kâtibi, idari ve mimari pratiklere bir pencere açıyor. Sinop içkalesindeki tümü de 1215’in yazında beş aylık bir dönemde yapılan on altı yazıt, Selçuklu elitinin iş başında olduğu; devlet ve makam özlem ve idealleriyle birleşen, çatışan bireysel ve hizbi rekabetler ile idari değişikliklere bir bakış imkânı sağlıyor bize. Kitap, daha önce yayımlanan versiyonları düzeltiyor ve kazınmış ana sultan yazıtının ilk defa bir okumasını sunuyor. Katkıda bulunanlar, Selçuklu Anadolusu’nda türünün ilk örneği olan Farsça nazım yazıtı ve bilinen tek Selçuklu Arapça-Yunanca ikidilli yazıtı tahlil ediyorlar. Yazıtların derinlemesine yeniden okunmasına ve analizine ek olarak bu kitap, mimari bağlamı da inceliyor. Selçuklu devletine hizmet eden, sonradan Alanya’daki ünlü Kızıl Kule’yi inşa eden Suriyeli askeri mimar Ebû Alî el-Halebî’nin ilk imzalı işi de bu incelemeye dahil ediliyor. Kitap, sadece Selçuklu mimari pratiğine yeni bir analiz katmakla kalmıyor, ayrıca içkalenin mimarisini yeniden değerlendiriyor. Ortaçağ Anadolusu’nun en görkemli örneklerinden biri olan Sinop içkalesi, Bizans dönemine tarihlendiriliyor. 64 Ağustos-Eylül 2014 Kapitalizm Hasta Eder Toplumcu Tıp Deniz AKGÜN Sanayi devrimi sonrası dönemde yazılan Kapital, Alman İdeolojisi ve İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu gibi Marksçı eserlerde kapitalist üretim biçiminin toplum sağlığını bozucu etkilere sahip olduğuna değinilmekteydi. 20. Yüzyılda toplumun sağlığının korunmasına yönelik kamusal hizmetler yeni kurulan sosyalist ülkelerin öncelikleri arasındaydı. Sınıfsal eşitsizliklerin etkisini azaltma işlevini üstlenen ve hasta olanların kamu kaynakları kullanılarak iyileştirilmesine yönelik ulusal sağlık hizmetleri ise sosyal yönelimli kapitalist ülkelerin öncelikleri arasında yer aldı. Her iki yaklaşım da bireylerin sağlıklarının toplumun sorumluluğunda olduğu ön kabulüne dayanıyordu. 1970’li yıllardan sonra ortaya çıkan neo-liberal dönemde ise toplum sağlığının kamusal önlemlerle korunması yaklaşımı giderek terk edildi. Sağlığı korumanın kamusal sorumluluk yerine kişilerin kendi sorumluluğunda olduğu görüşü sıkça dile getirilir oldu. Kitapta bilimsel veriler kullanılarak ve eleştirel yaklaşımla, günümüzde giderek denetim dışı kalan kapitalist üretim ilişkilerinin sağlığı bozucu etkilerinin tartışılması amaçlanıyor. Yaygınlaşan sağlık sorunlarının toplumsal nedenlerinin irdelenmesi gerektiği vurgulanıyor. Hedef kitlesi sağlıklı olma arayışında olan/olabilecek bireylerin oluşturduğu kitapta sağlığın sosyal belirleyicilerinin göz ardı edilmesine neden olan biyo-medikal sağlık yaklaşımı eleştiriliyor. Kapitalist üretim biçiminin sağlığı bozucu etkileri işyeri, çevre, ekonomik ve ekolojik bunalım, beslenme ve yaşam tarzı başlıkları altında irdeleniyor.
Benzer belgeler
“Tevhid ve Cihad Örgütü”nden “İslam Devleti”ne
ay olarak önümüzdeki yıllarda hep hatırlayacağız.
Bu ay Milli Görüş hareketinin kendi içinde yaşadığı derin bir takım hesaplaşma ve uzlaşmaların da
sanırız “yeni” bir miladı olarak hatırlanacaktır....