iktibas aralik2012

Transkript

iktibas aralik2012
ISSN: 2147-3862
Sayı:
408 – ARALIK 2012
ALGILAR-GERÇEKLER VE
MÜSLÜMANLARIN
HATALI OKUMALARI
İkili Hayatlar Yaşamaya Devam Edemeyiz
ATASOY MÜFTÜOĞLU
Söylem ve Eylem Tutarlılığı
BÜNYAMİN ZERAN
Bu Zamanlarda ‘Hanif’ Olmak!
MUSTAFA BOZACIOĞLU
Siyaseti Akideden Bağımsızlaştırmak
Aylık Dergi 6 TL
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU
Meal ve Mealcilik
HÜSEYİN BÜLBÜL
Selam İle
Merhaba değerli okuyucularımız...
Dünya Müslümanları olarak
oyun kurucu olamadığımız
için dünyanın her bir yerinde,
sevk ve idare edilenler olmaya
devam etmekteyiz. Bu yüzdendir ki İsrail’in Gazze’de
yaptıklarına, engelleyici hiçbir
harekette bulunamamaktayız.
İslam ümmeti olarak (ekseriyet itibariyle) bu durumdan
memnun olmamakla birlikte,
bu komalık durumdan çıkmak,
yeniden dirilip ayağa kalkabilmek için de ciddi bir aktivitemiz de bulunmamaktadır.
‘bahar’ olarak algılayanların,
sıra Suriye’ye gelince hıyanetten, işbirlikçiliğinden dem
vurmaları oldukça manidardır.
Bizler Suriye’de bir ‘Arap baharı’ yaşandığı gerekçesiyle değil,
orada Müslüman bir toplum
katledildiği, evleri başlarına
uçurulduğu, namuslarına yönelik ciddi tehditler olduğu
için itiraz etmekteyiz. Suriye’deki kanlı saltanat rejimini,
orada ölen masum insanlar kadar bile eleştirmeyen kesimler
de bir başka ibret vesilesidir.
İsrail bir kere daha yapacağını yaptı, Gazze’de bebekleri
katletti, Müslümanlara olan
kinini bombardıman uçaklarıyla kustu. Bir avuç savunmasız insanın üzerine öfke,
nefret, düşmanlık yağdırdı.
Amerika Birleşik Devletleri
İsrail’in haklılığını(!) bir kez
daha deklare etti. Batı dünyası,
kendilerine dahil olmamız için
muhafazakâr bir Parti eliyle
ciddi gayretler sarfedilen Avrupa Birliği ülkeleri, Gazze’de
kurşunlanan bebekleri, kadınları ve erkekleri insan olarak
görmedikleri için olsa gerek,
‘suskunluk’ görüntüsü altında
tasviplerini sundular, Siyonist
saldırganlığı onayladılar. ‘İnsan
hakları’ndan bir kelimeyle olsun bahis açmadılar. Dünyanın
geri kalanı ise, merhum Ahmet
Yasin’in boğazına tıkanan çağrısındaki yakıcı sesleniş gibi,
“orada kimse olmadığını” göstermiş oldu.
Irak adeta patlamaya hazır bir
bomba düzeneğine döndürülmüş durumdadır. Türkiye’de
ise hükümet, PKK terörü ile
Kürt halkını birbirinden bir
türlü ayıramayan, ikisini ayrı
tuttuğu mesajını tam ve açık
olarak veremeyen bir siyasetsizlik girdabında çabalayıp
durmaktadır.
Suriye’de yine benzer şekilde
Müslüman bir halk can vermeye devam etmektedir. Tunus,
Mısır ve Libya’da yaşananları
Bütün bunlar, Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla biz Müslümanları derin derin düşündürmelidir. Düşündürmeli ki, yüzeysel
sorunlarla, kabuklarla değil,
gerçek sorunumuzla yüzleşelim, asıl meselemizi doğru
keşfedelim. Biz Müslümanlar
asırlardır bitkisel hayattayız.
İslam’ın hayatı hayat yapan
olağanüstü sağaltıcı ruhunu
kaybettik, onu, bakkalın günlük hesabı misali, gündelik kazanacağımız sevap ve günahın
hesap defterine dönüştürdük.
Bunun adına ne dersek diyelim, gerçek budur.
Felaketlerimiz sadece Gazze’nin çocukları üzerine yağdırılan bombalardan ibaret
değildir. Kendi ülkemizde de
İslam, muhafazakâr siyasî kadrolar ve çok ortaklı entelektüel
zümreler eliyle sıradan bir
tapınak dinine dönüştürülmek
istenmektedir. Her geçen gün
marufun daha bir yasaklı,
münkerin ise daha bir ‘özgür’
hale getirilişini açıkça izlemekteyiz. Buna karşı Müslümanlardan çıkan ses ise oldukça
cılızdır.
Oysa İslam’ın sesi hiçbir zaman cılız olmamıştır. Şu halde
sorun bizde, kendilerini İslam’a
nisbet eden toplumlarda, ‘İslam ümmeti’ adını verdiğimiz
cansız bedendedir. Bu bedenin
bir şekilde mutlaka dirilmesi,
Nebevî zamanlardaki cevvaliyetine kavuşması gerekmektedir. Allah’ın Kitabı Kur’an işte
bu dirilişin adresidir.
Bu duygu ve düşüncelerle sizi
dergimizin, 2012 yılının bu
son sayısıyla baş başa bırakıyor, Allah’a emanet olmanızı
diliyoruz.
Mehmet Ali Alan
vefat etti
Ercümend Özkan’ın dava
arkadaşlarından, Niğde
Devlet Hastanesi emekli
Başhekimi Op. Dr. Mehmet
Ali Alan 20 Kasım’da tedavi
gördüğü hastanede vefat etti.
Merhuma Rabbimizden
mağfiret diliyor, ailesine ve
dostlarına Sabr-ı Cemil niyaz
ediyoruz.
İktibas
İçindekiler
YIL: 32 SAYI:408aralık 2012
Selam İle .......................................................................................................1
ISSN: 2147-3862
Yorum
KURUCUSU
Ercümend ÖZKAN
SAHİBİ
Anlam Basın Yayın
San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına
Zafer ÇAM
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Hüseyin BÜLBÜL
YAYIN KURULU
Mehmed DURMUŞ
Abdullah PAMUK
Yüksel İSMAİLOĞLU
İSTİŞARE KURULU
Şükrü HÜSEYİNOĞLU
Bünyamin ZERAN
Mustafa ATAV
Mustafa BOZACIOĞLU
SANAT-EDEBİYAT
Elif İSMAİLOĞLU
Algılar-Gerçekler ve Müslümanların Hatalı Okumaları ...................4
Abdullah
Kavram
Davranışlarımız ve Bozukluklar .........................................................13
Düşünce
İkili Hayatlar Yaşamaya Devam Edemeyiz ........................................21
Atasoy
Bünyamin
Mustafa
Osman
İLETİŞİM
Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir/ANKARA
Tel: (0312) 435 37 60 Fax: 435 37 61
Dergimizde yayınlanan yazılardan
yazı sahipleri sorumludur.
web: www.iktibasdergisi.com
e-mail: [email protected]
Coşkun
Sanal Rıza Arayışı Belki de Eksiklik İddiası. .....................................30
Şükrü
POSTA ÇEKİ HESABI
Anlam Basın Yayın Ltd. Şti.
Posta Çeki: 150179
Bozacıoğlu
Siz Allah’a Gereği Gibi Kul Oldunuz da Allah Size Zulüm mü
Etti?... ......................................................................................................28
BASKI
Bizim Repro Ltd. Şti.
Büyük San. 1. Cd.
No: 99/2 İskitler/ANKARA
0312 341 10 20
HAVALE İÇİN
ANLAM Basın Yayın Ltd.
Akbank Ankara Mithatpaşa Şubesi
IBAN: TR97 0004 6003 5488 8000 0158 08
TL için
: 0015808 nolu hesap
Euro için : 0041388 nolu hesap
Yurt Dışı : Koksal Akyildiz
Banka Adı : Sparkasse Essen
Konto Nummer: 8157059
BLZ 36050105
IBAN: DE62360501050008157059
Zeran
Bu Zamanlarda ‘Hanif ’ Olmak! ..........................................................26
Aykut
YILLIK ABONE
2012 Yılı (397 ila 408. Sayılar)
Yıllık: 60 TL, Öğrenci: 40 TL.
Yurtdışı: 45 Euro
E-Dergi (PDF): 30 TL.
Müftüoğlu
Söylem ve Eylem Tutarlılığı .................................................................24
KAPAK – DİZGİ – TASARIM
İktibas
YAYIN TÜRÜ
Yerel Süreli Yayın
Pamuk
Akça
Siyaseti Akideden Bağımsızlaştırmak ................................................32
Hüseyinoğlu
“Ulustan Ümmete” mi Yoksa Şeriattan Laikliğe mi? ........................35
Ahmed
Kalkan
Bir Kitap - Bir Alıntı
Filistin-İsrail (Dünü-Bugünü) ............................................................44
Ercümend
Özkan/Dünden Yarına Dünya
Çeviri
Gazze’nin Sabiteleri ve Değişkenleri...................................................52
Lina
el-Şerif/El Cezire/Çeviren: Abdullah Metin
Sanat – Edebiyat
Sevgili Dostum X ..................................................................................55
Mehmet
Mortaş
Yazacağım ..............................................................................................56
Dilek
Buz
Dudaklarımızdan Süzülen Nehirler ...................................................57
Dr.
Mehmet Akif Şahin
Çocuk ve Yerdeki Resim ......................................................................59
Dilek
Buz
Mektuplara Cevaplar
Meal ve Mealcilik......... .........................................................................60
Hüseyin
Bülbül
Gündem ......................................................................................................65
Fihrist..........................................................................................................72
Çizgibas.......................................................................................................80
Yorum
ALGILAR-GERÇEKLER
VE
MÜSLÜMANLARIN
HATALI OKUMALARI
ABDULLAH PAMUK
Y
aşanılan süreci
tüm boyutlarıyla
doğru okuyabilmek
için öncelikle
günümüzün başat,
yakıcı, sapkın (telifcieklektik) düşünsel
çizginin izini sürmek,
tarihi sürekliliği içinde
söz konusu düşünce
akımının ideolojik
kodlarını çözmek,
ortaya koymak gerekir.
Ki insanımızın kafa
karışıklığının arka
planını anlamak
mümkün olabilsin.
4
Uzun bir süredir insanımızın
kafası bir hayli karışık. Maalesef
çoğunun ölçütleri/referansları net değil; son dönemlerde
giderek yaygınlaşan bir eksen
kayması ile sözde evrensel/Batılı
değerlerle kendi değerlerini telifi
bir çıkış yolu olarak görüyorlar,
ne yazık ki…
Kur’an akletmemizi, düşünmemizi, yaşanan örnekliklerden ibret almamızı ve sorgulamamızı
emrederken bunları kerih gören;
aksine sorgusuz sualsiz tâbi
olmayı ve/veya taklitçi-şerhçi
bir anlayışla Müslümanların
sorunlu tarihinden neşet eden
temel yanlışları tekrarı öneren
bir kesim var. Bunların özellikle
sabitlerimizin ne olduğu, değişkenlerin nasıl yorumlanacağı
konusunda ciddi açmazları
olduğu bilinmektedir. Sabitlerle
değişkenler arasındaki kopmaz
bağlamı ıskalayan bu anlayış
sahiplerinin usuli konularda ve
sorunlara çözüm üretmede başarısız oldukları, aynı zamanda
güç/siyasi iktidar ile uzlaşma
gibi sapkın bir tercih yaptıkları
da bilinmektedir. Bu sorunlu
İslam anlayışına ve yönteme
reaksiyon olarak gündeme gelen
ve Müslümanların değerleriyle
sözde evrensel değerleri uyumlulaştırmaya çalışan ve modern
paradigmalar içinde bir çıkış
arayan bir başka anlayışta reel
şartların cazibesi ve zorlayıcılığı
karşısında demokratik sapkınlığa teslim olmayı insanımıza
çözüm olarak sunmaktalar. Ve
tarihi bir kırılma döneminin
yaşandığı bir süreçte Müslümanların zihinlerinin kuşatılmasına yönelik organize çabalara, uluslar arası boyutta devam
eden “ideolojik savaş”a yardımcı
olan bir pozisyon almaktalar.
Üstelik bunu da baskıcı, otori-
ter ve vesayetçi yöntemlerden
kurtulmak, kendilerine daha
geniş hareket alanı oluşturmak
vb. gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışmaktalar. Oysa, Nebevi
mücadelenin olmazsa olmazı
olan temel inançlarda ve küfür
karşısındaki duruşta netliği
kaybetmenin bir eksen kayması
olduğunu, bu yolun insanımızı
demokratik sistemlerin bir alt
kimliği konumuna sürükleyeceğini görememekteler. İtikadda ve
küfür karşısındaki duruşun belirleyici öneme sahip olduğunu
ıskalayarak konjonktürel gelişmeler karşısında meşru olmayan
bir çıkışı “sistem-içi” mücadelede bulabileceklerini sandılar.
Süreç analizi yapamadıkları için
de kısa vadede bir başarı gibi
görünen gelişmelerin bir zihniyet kuşatması olduğunu, orta
ve uzun vade de bu sapkınlığın
nelere mal olacağını anlayamadılar, anlamak istemediler…
Yaşanılan süreci tüm boyutlarıyla doğru okuyabilmek için
öncelikle günümüzün başat,
yakıcı, sapkın (telifci-eklektik)
düşünsel çizginin izini sürmek,
tarihi sürekliliği içinde söz
konusu düşünce akımının ideolojik kodlarını çözmek, ortaya
koymak gerekir. Ki insanımızın
kafa karışıklığının arka planını
anlamak mümkün olabilsin.
Kur’an merkezli düşünme ve
yaşama çizgisinin kırılma noktalarının ilki ve bizce en tahrip
edicisi; Müslümanların çeşitli
nedenlerle karşı karşıya geldikleri, ilkesel yaklaşımın yerini
konjonktürel kaygıların, cahili
anlayıştaki hortlamaların, küçük
hesapların ve “tavır eksikliği”nin
aldığı ve bunun sonucunda da
güç/saltanat merkezli düşünen
tarafın öne çıktığı süreçtir. Zira
bu süreç sonrasında ciddi bir
Yorum
düşünsel savruluşun ve günümüz sorunlarına da kaynaklık
eden çarpık yöntemlerin, kurumların hızla Müslümanları
kontrolleri altına aldığını görmekteyiz. Ancak, Müslümanların sorunlu tarihine damgasını
vuran gelişmelere, sorunlara, açmazlara ve zamanla ortaya çıkan
mezhepçi eksendeki çatışmalara
rağmen, tarihte, Müslümanlar
uzun bir süre insanlığa öncülük
etmiş, hayatın her alanında olmasa da başat güç olmayı başarmıştır. Ne var ki Müslümanların
bu sorunlu “din” anlayışı onları
içeriden kuşatmış, yeni şartlara
uygun çözüm üretemez hale
getirmiştir. Kur’an merkezli din
anlayışından uzaklaşmanın bu
çarpıcı, yıkıcı sonuçlarına karşı
“öze dönüş” çabaları sağlıklı bir
çıkış için yeterli bir çözüm henüz üretememiştir…
Buna karşın Batı medeniyetinin
yaşadığı aydınlanma dönemi,
her ne kadar reaksiyoner ve fıtrata aykırı özelliklere sahip olsa
da insanlığın yeni bir bakış açısına, bir maceraya doğru hızla
sürüklenmesinin önünü açmıştır. Bu sürecin ortaya çıkardığı
vasatta rönesans ve reform
hareketleri ve 1789 Fransız devrimi ile yeni bir döneme giren
Batı, tüm açmazlarına rağmen
insanlığı peşinde sürükleyen,
başat bir medeniyet olarak algılanmaya başlamıştır. Ancak, söz
konusu düşünce sisteminin geleneksel yapıları çözmesi ve kendi
mantığı içinde dünyaya hakim
olması daha yoğun bir şekilde
Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı ulusculuk-milliyetçilik
dalgasının önce Avrupa’ya, sonrada tüm Dünya’ya yayılmasıyla
mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla bu dalga Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkilemiştir. Bahse
İktibas
konu gelişmeler karşısında
Osmanlı idarecileri, yeni uluslar
arası şartlar ile iç siyasi kültür
arasındaki dengeyi kurarak bir
çıkış yakalayabilmek adına reform hareketlerine girişmişlerdir. Ki bu reform hareketlerine
yön veren siyasi düşünce akımlarından ikisi olan Osmanlıcılık
ve Batıcılık’ın doğru algılanması
ve günümüze etkileri bizce
önemlidir.
Malum, Osmanlıcılık, bir taraftan içeride yeni bir kimlik
ve vatandaşlık tanımıyla etnik
unsurların İmparatorluktan
kopmasını engellemeye çalışırken, diğer taraftan da dışarıda
yükselen değerlerle uyumlu
bir politika geliştirmeye gayret
etmiştir. Daha doğrusu buna
kendini mecbur hissetmiştir.
Burada dikkatimizi çeken en
önemli boyut ise batılı değerlerle
geleneksel değerler arasında
uyumlaştırma çabaları, eklektik
yaklaşımdır. Aynı kaygı, Özal’ın
1980’li yıllardaki yeni Osmanlıcı/ikinci Cumhuriyetçi söylemlerinde de söz konusudur.
Keza AKP/Ak Parti’nin “ılımlı
İslâm” ideolojisi de aynı çizginin
bir versiyonudur. Çünkü her
iki yaklaşım biçimi de eklektik,
pragmatik anlayışla yerleşik
kalıpları açmaya çalışmış, Batı
ile uyumu öncelemiştir…
Aydınlanmacı felsefe ve radikal
batıcılık olarak karşımıza çıkan
ikinci akım ise 19 y.y’ın son çeyreğinde ilk temsilcileriyle gündemdeki yerini almış, II. Meşrutiyet aydınlarının eliyle yükselişe
geçmiştir. Osmanlı bakiyesi üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulmasıyla da devletin resmi
ideolojisi ve modernleşme yöntemi olarak toplumun karşısına
çıkmıştır. Jakoben laiklik eksenli
bu model, özellikle askeri ve
B
urada dikkatimizi
çeken en önemli
boyut, batılı değerlerle
geleneksel değerler
arasında uyumlaştırma
çabaları, eklektik
yaklaşımdır. Aynı kaygı,
Özal’ın 1980’li yıllardaki
yeni Osmanlıcı/
ikinci Cumhuriyetçi
söylemlerinde de
söz konusudur. Keza
AKP/Ak Parti’nin
“ılımlı İslâm” ideolojisi
de aynı çizginin bir
versiyonudur.
5
İktibas
H
ak-batıl
mücadelesi
düzleminde
gündemdeki yerini
hep koruyan klasik
yöntemlerle toplumları
değiştirmeye çalışan
küresel küfrün,
felsefesi, değerleri,
kavramları aynı
olmakla birlikte klasik
iki çizgisini İktibas
olarak hep dikkatinize
sunduk. Bu hatırlatmayı
yapmaya çalışırken,
aynı zamanda
Müslümanlar olarak
bu fasit döngüden
nasıl çıkılabileceğini,
“nefislerdekini
değiştirmeden”
toplumu değiştirmenin
mümkün olmadığının
altını çizdik.
6
Yorum
sivil bürokrasi, Cumhuriyet elitleri ve dış uzantılarıyla bu coğrafyada etkili olmaya çalışmıştır.
Lakin, tarih ve dinden radikal
bir uzaklaşmayı öngören aydınlanma felsefesinin tüm kavramları ve değerlerini başta Türkiye
olmak üzere bölgeye aktarmaya
devam eden bu modernleşmeci
çizgi toplumda ciddi bir taban
bulamamıştır. Bunun nedenlerinden birincisi, uluslar arası
ilişkilerde Batı medeniyeti ile
var olan tarihi çelişkileri ortadan
kaldırmak ve batı ile uyumlu bir
zihniyet ve siyasi kültür oluşumunu sağlamanın ülkenin geleceği için zorunlu gören bu çizginin tepeden inmeci yöntemiydi.
Dolayısıyla radikal batıcılığın
tarihi sürekliliği hiçe sayması
toplumda bir gerilime, çatışmaya yol açmıştır. Ve bu yanlış
yöntemde ısrar etmelerinin ana
nedeni de batı toplumlarındaki
tarihsel tecrübeyi evrensel bir
süreç olarak değerlendirmeleridir. Belirli bir felsefi arka
plana sahip din ve gelenek gibi
kavramları batı tecrübesine göre
anlamlandırıyor, İslâm’ın bu
kavramlara bakışındaki temel
farklılıkları yok varsayıyor ya da
modernist okumalarla üstünü
örtüyor ve bunları batıyla var
olan tarihi ve düşünsel çelişkileri
hatırlattığı için bir tehdit, irticai
unsurların dayandığı kavramlar
olarak değerlendiriyordu, radikal batıcılık. Bu anlayışa göre
ancak gerici-irticai unsurların
tavsiyesiyle batı ile entegrasyonunun önündeki engeller kaldırılabilirdi…
ki bu iki siyasi çizginin özde bir
farkının bulunmadığı, yorum,
yöntem, üslup ve siyasal model
bağlamında karşı karşıya geldikleri hep unutulmaktadır. Tarihteki bu yeni kırılma döneminde
de tarihi süreklilik bağlamında
modernleşme serüvenini incelediğimizde bu iki çizginin
tezahürlerini, söz konusu akımların damgasını taşıyan örgütlenmeleri görmek mümkündür.
Dünyadaki ve bölgedeki değişim
ve dönüşüm sürecinin yaşandığı günümüzde bu gerçekliği
ıskalayan bakış açısı ve değerlendirme sahiplerinin nerelere
sürüklendiği de bilinmektedir.
İktibas Dergisi olarak biz de, söz
konusu hayati konuları gündeme getiriyor, insanımızın ıskaladığını gördüğümüz konularda
hatırlatmalar yapıyor, vusatımız
nisbetince Müslümanca bir
bakış açısıyla gelişmeleri sizin
için yorumlamaya gayret etmeye
çalışıyoruz, 32 yıldır…
Ezcümle Osmanlı bakiyesi Türkiye Cumhuriyeti’nin batılılaşma/modernleşme macerasının
her aşamasında bu iki siyasi
akımın mücadelesinin izlerini
görmek mümkündür. Ne yazık
Bu bağlamda…
2012’de İktibas’ın Gündemi:
Hak-batıl mücadelesi düzleminde gündemdeki yerini hep
koruyan klasik yöntemlerle toplumları değiştirmeye çalışan küresel küfrün, felsefesi, değerleri,
kavramları aynı olmakla birlikte
klasik iki çizgisini İktibas olarak
hep dikkatinize sunduk. Bu hatırlatmayı yapmaya çalışırken,
aynı zamanda Müslümanlar
olarak bu fasit döngüden nasıl
çıkılabileceğini, “nefislerdekini
değiştirmeden” toplumu değiştirmenin mümkün olmadığının
altını çizdik.
*Dünyadaki değişime paralel
olarak bölgemizde yaşanan gelişmelerin ideolojik eksenini, iç
ve dış dinamiklerini, eski yapı-
Yorum
ların yerine ikame edilmek istenen düzenlerin niteliğini ısrarla
gündemimize taşıdık.
Kontrollü değişim-açılımlar ile
her ülkenin toplumsal özelliklerine, küresel güçlerin güvenlik
kaygılarına duyarlı demokratik
rejimlere doğru evrimci bir yöntemle yol alan süreçleri değerlendirdik. “Değişimin güvenliği”
kavramının bu süreçteki önemini ve bu kavram çerçevesinde
değerlendirilebilecek gelişmeleri
tahlil etmeye çalıştık. Güç odaklarının “değişimin güvenliği”ni
sağlayabilecek, en azından bir
regülasyon (düzenleyici) işlevi
görebilecek kurumların/odakların bulunmadığı ülkelerde
yaşadıkları krizlerin arkaplanını
görmeye gayret ettik…
*Rabbimizin iktidarı elden ele
dolaştırdığının çarpıcı tezahürlerini yaşamaktayız. Ama/ne
yazık ki uluslar arası arenada olması gereken pozisyonundan bir
hayli uzak, inancının gerektirdiği misyonu yerine getiremeyen
Müslümanların kafa karışıklığı
içinde oldukları bir dönem yaşamaktayız.
Dolayısıyla dünyadaki ve bölgemizdeki gelişmeler karşısında
sağlıklı, Müslümanca bir duruş,
tespit ve değerlendirmelerden
çok, yorum ve değerlendirmelerde “ideolojik ekseni” net
olmayan konjonktürel kaygıların
öne çıktığına üzülerek şahit
olmaktayız. Oysa denge arayışları içinde olan, yeni dünya
düzeni inşa etmeye çalışan ve bu
paralelde Müslümanların yaşadıkları coğrafyadaki değişim
ve dönüşüm sürecini stratejik
düzeyde önemseyen küresel
aktörler; bir taraftan Müslümanların merkeze doğru hareket
ettikleri analizini yaparlarken
İktibas
diğer taraftan da yeni “düşman
konsepti” olarak İslâm’ı belirlemektedirler. Yaşam biçimleri,
sömürüleri ve gelecek hesapları
açısından potansiyel bir tehdit
olarak gördükleri İslâm’ı ve Allah’ın emirlerine şartsız teslim
olmuş Müslümanları, düşman
olarak algıladıklarının üstünü
örtmek için de kendileriyle
uyumlu çalışması mümkün
olmayan Müslümanları radikal
olarak nitelemekte, bununla da
yetinmeyerek “ilkesiz şiddet”/
terörle özdeşleştirerek mahkum
etmek için her türlü yolu denemektedirler. Telifci, eklektik,
sözde evrensel değerlerle uyumlu kesimi de “ılımlı Müslüman”
olarak tanımlamaktadırlar. Tabii
bu çarpık değerlendirmelerini
kitlelere benimsetmek adına her
türlü manipülasyon araçlarını ve
algı yönetimi tekniklerini devreye sokmaktadırlar…
*Bu çerçevede arap baharı denilen ve bölgenin yeni şartlara
uyumlu hale getirilmesi sürecini
ifade eden gelişmelerin doğru
okunması gerektiğini her fırsatta
dile getirdik. Gücün iktidar olduğu, hak ve adaletin olmadığı,
insanların ve toplumların iradelerine rağmen egemen güçlerin
çıkarlarına aykırı gördükleri
hareketlerin her türlü araçlarla
bastırıldığı, üstünün örtüldüğü
bir dünyada, yaşanan sürecin
Müslümanların ağırlıkta olduğu
örgütlerce kontrol edildiğini
iddia etmek gerçekten zordur.
Ne yazık ki karşımıza malum
güç odaklarının sürecin bir
yerinde bulunduğu, değişimin
güvenliğini sağlayacak yapılara
destek verdiği ve kendileriyle
birlikte çalışabilecek özelliklere
sahip örgüt ve kişilerin (adı ne
olursa olsun) önünün açıldığı
bir manzara durmaktadır. Maa-
A
rap baharı denilen
ve bölgenin
yeni şartlara uyumlu
hale getirilmesi
sürecini ifade eden
gelişmelerin doğru
okunması gerektiğini
her fırsatta dile
getirdik. Gücün iktidar
olduğu, hak ve adaletin
olmadığı, insanların ve
toplumların iradelerine
rağmen egemen
güçlerin çıkarlarına
aykırı gördükleri
hareketlerin her türlü
araçlarla bastırıldığı,
üstünün örtüldüğü
bir dünyada, yaşanan
sürecin Müslümanların
ağırlıkta olduğu
örgütlerce kontrol
edildiğini iddia etmek
gerçekten zordur.
7
İktibas
T
unus ve Mısır’daki
değişim ve
dönüşüm sürecini
“İslâmi uyanış”
olarak niteleyen İran,
otoriter rejimlerin
yıkılarak yerine ikame
edilmeye çalışılan yeni
rejimlerin ideolojik
eksenini ve niteliklerini
doğru okuyamamış,
hatalı bir duruş
sergilemiştir. Libya’da
stratejik gelişmelerle
tereddütler yaşayan
İran yönetiminin sıra
Suriye’ye gelince çok
farklı bir yaklaşım
sergilemeyi çıkarları
için uygun gördüğüne
şahit olduk.
8
Yorum
lesef görüntü bu kadar net iken
tarihin bu kırılma noktasında
gelişmeleri Müslümanca bir zihinle, basiretle değerlendirmek,
yorumlamak yerine, Müslümanca bir duruşun olmasa olmazlığını görmek yerine “sistem-içi”
mücadele yöntemlerinin meşrulaştırılmaya çalışılması gayreti
içinde ve kaygan bir zeminde yol
almakta ısrar edilmekte, hatta
giderek daha agresif bir tutum
sergilemektedir. Geçmişte üzerinde yürüdükleri yolu/yöntemi
bugün konjonktürel gerekçelerle
ve hatalı okumalarla geçersiz
gören söz konusu çevrelerin
uyarılar karşısındaki tavırları da
ibret vericidir. Kafire, müşrike
göstermedikleri sertlikle Müslümanı, geçmişte aynı şeyleri
savundukları insanları itham
etmekten geri durmuyorlar.
Oysa yapmaları gereken, sürecin ideolojik kodlarını dikkate
alan bir okumadan başka bir şey
değildir. Görecekler ki “sistemiçi” çözüm arayışlarıyla sürecin
ideolojik eksenini, kavramlarını,
değerlerini özde değiştirme
imkanı yoktur. Olsa olsa, dünyadaki yeni trende/eğilime paralel
olarak “ılımlı” bir çizgiye çekmek mümkün olabilir…
*Söz konusu sürecin, evrimci,
dengeleri gözeten bir tarzda öncelikle Türkiye Cumhuriyetinde
yaşandığı malumdur. Jakoben/
radikal laik-batıcı Türkiye Cumhuriyetinin değişen dünya ve
bölge dengelerinin taşıdığı yeni
konumu ve misyonu yaşadığı ve
belirli bir aşamaya gelen değişim
ve dönüşüm süreci ekseninde
değerlendirildiğinde bölgedeki
süreçlerin yönünü kestirmek
mümkündür…
“Model ülke’’ yeni Türkiye’nin
çizgisinde Tunus ve Mısır’da
değişimin güvenliğini sağlayan
kurumların etkinliğinde kontrollü bir değişim süreci başlatıldı ve ana çizgisinde yoluna devam etmekte. Libya’daki rejimin
kendine özgü yapısı, değişimi
kontrollü bir şekilde sağlayabilecek kurumların bulunmaması
sancılı bir sürecin yaşanıyor
olması sonucunu doğurdu.
Suriye’de ise Libya’ya benzeyen
özellikleri olsa da bu ülkenin
stratejik konumu nedeniyle ilave
etkenlerin devreye girdiği bir
değişim süreci gündeme geldi.
Uzun süreli, kanlı ve stratejik
çıkarların çatıştığı, bölgesel hesapların uyuşmadığı bir değişim
süreci yaşanmakta. Bu düzlemde
sürecin Suriye’de krize dönüşmesinin de birkaç nedeni daha
söz konusu: Bunlardan birincisi
Suriye’de de değişimin güvenliğini sağlayabilecek yapılarla
rejimin iç içe girmiş olması; bir
başka ifadeyle rejimin esnekliğinin bulunmamasıdır. İkincisi
ABD ve AB ülkelerinin çeşitli
nedenlerle sürecin uzamasında
mahzur görmemeleri, hatta bazı
hesapları için gerekli görmeleri.
Üçüncüsü, Rusya ve Çin’in stratejik çıkar hesapları ve bölgedeki
yeni düzenin inşa sürecinde
kendilerinin de dikkate alınmalarını talep etmeleri, pazarlığa
açık pozisyon almaları. Bunların
dışında Suriye’deki sürecin krize
dönüşmesinin de ötesine geçecek bir mezhep savaşı olarak
algılanmasında İran’ın hatalı
politikalarının belirleyiciliği söz
konusu…
*Tunus ve Mısır’daki değişim ve
dönüşüm sürecini “İslâmi uyanış” olarak niteleyen İran, otoriter rejimlerin yıkılarak yerine
ikame edilmeye çalışılan yeni
rejimlerin ideolojik eksenini ve
niteliklerini doğru okuyamamış,
hatalı bir duruş sergilemiştir.
Yorum
Libya’da stratejik gelişmelerle
tereddütler yaşayan İran yönetiminin sıra Suriye’ye gelince çok
farklı bir yaklaşım sergilemeyi
çıkarları için uygun gördüğüne
şahit olduk.
Her ne kadar Suriye’nin değişim
sürecinin öncelenmesinin arkaplanı ve Suriye-Lübnan eksenindeki stratejik direnç hattının
korumak istemesi İran için haklı
gerekçe gibi gösterilmek istense
de siyasi bilinç seviyesi yüksek,
ilkesel ve ahlaki kaygıları olması
gereken bir ülke olarak İran’ın
Suriye konusundaki yaklaşımı
bizce kabul edilemez… Zaten
İran’ın bu hatalı politikasının
ülke içinden ve Lübnan’daki
Hizbullah kadroları tarafından
da eleştirilmesinin özünde bu
gerekçeler bulunmaktadır. Başlangıçtaki bu hatalı politikaya
rağmen zamanla ortaya çıkan
bazı gerçekler ve küresel küfrün
İran’ın bu stratejik hatasını farklı
düzleme taşımak istemesinin
komplikasyonları ve özellikle
de stratejik direnç hattını korumasının mümkün olmadığının
anlaşılmasıyla bu ülke yöneticilerinin yeni bir değerlendirme
yapması gerekirken hatalar
zinciri devam etti. Kısa vadede
kullanışlı görmeseler de orta ve
uzun vadede mezhep eksenli
duyarlılıkların diri tutulmasını
isteyen odaklar bu durumdan
memnun oldular. Aynı zamanda
İran’ın ve dolayısıyla da Hizbullah’ın Lübnan’da İsrail’e karşı
elde ettiği zaferin oluşturduğu
itibar büyük oranda kaybedildi.
Bunun ise İran’ın çevrelenmesi
politikalarının başarılmasında
önemli bir adım teşkil ettiğini
belirtmemiz gerekir.
*Lakin tüm bu istenmeyen gelişmelere, bu vesileyle mezhep
eksenli duyarlılıkları kaşıyan
İktibas
basiretsiz, bilinçsiz ve bağnaz
çevrelerin küresel küfrün değirmenine su taşıyan yaklaşımlarına karşın ahirete, hesap gününe
inanan tüm Müslümanların
unutmamaları gereken bir husus
var: Müslümanların sorunlu
tarihinden günümüze taşınmış
ve ne yazık ki bazı çevrelerde
itikad haline getirilmiş kavramların, kavgaların peşine düşmek
Müslümanlara yarar sağlamaz.
Mezhepçi çizgide yapılan eleştiriler ve değerlendirmelerden
özellikle kaçınılması gerekir.
Aksi takdirde bunun vebalinin
altından kalkmak mümkün görülmemektedir.
*“Birlik… Ama ne üzere ?”
sorusunu soran ve bu konuda
ciddi kaygılar taşıyan Müslümanların kısır çekişmelerden,
dönemsel krizlerin ortaya
çıkardığı kafa karışıklığından
sıyrılarak asıl meselelerimiz
üzerine yoğunlaşmaları bugün
her zamankinden daha önemli
hale geldiği aşikardır. Ana referansımız konusunda netliğin
tam oluşmadığı; siyasi bilinç
düzeyinin yerlerde süründüğü;
ilkesel yaklaşımların yerini duygusal ve reaksiyoner çıkışların
aldığı bir vasatta iç ve dış tehditlerin, fitnelerin ortaya çıkardığı
tehlikelere karşı her şeye rağmen
birbirimizi uyarmamız bir vecibe olsa gerektir.
*Algılar ve gerçekler arasındaki
farkın kitleler tarafından görülmesini beklemek beyhudedir.
Ancak içimizden bir topluluk,
tarihin bu kırılma döneminin
arkaplanını doğru okuması,
insanımıza doğru hedefler göstermesi ve bu hedeflere götürecek sahih/doğru yöntemleri ve
bu metodun etkin bir şekilde
nasıl uygulanacağı konusunda
rehberlik etmesi kaçınılmaz bir
M
ezhep eksenli
duyarlılıkları
kaşıyan basiretsiz,
bilinçsiz ve bağnaz
çevrelerin küresel
küfrün değirmenine su
taşıyan yaklaşımlarına
karşın ahirete, hesap
gününe inanan
tüm Müslümanların
unutmamaları
gereken bir husus
var: Müslümanların
sorunlu tarihinden
günümüze taşınmış
ve ne yazık ki bazı
çevrelerde itikad haline
getirilmiş kavramların,
kavgaların peşine
düşmek Müslümanlara
yarar sağlamaz.
Mezhepçi çizgide
yapılan eleştiriler ve
değerlendirmelerden
özellikle kaçınılması
gerekir.
9
İktibas
Yorum
ihtiyaç olarak kabul edilmeli ve
gereği yapılmalıdır artık.
Algı yöntemini profesyonelce
kullanan odakların ve yerli
işbirlikçilerinin çok boyutlu
faaliyetlerine karşı Müslümanların koruma mekanizmaları
oluşturulması gerekirken; sağlıklı, güvenilir bilgi kanalları
tesis edilmesine ihtiyaç varken
hala insanımızın büyük bir kısmının duygusal ve reaksiyoner
tepkilerin ötesine geçememesi
ya tavırsızlık gibi insan kişiliğini
zedeleyen bir yaklaşım biçimini
çıkış görmesi kabul edilemez…
Hangi konularda net bir duruş
gerekli olduğu, hangi konuların
tartışılarak netleştirilmesi için
uygun vasatın oluşturulması
gerektiği birbirine karıştırılmamalıdır…
U
nutulmamalıdır
ki algı yönetimi
gerçekleri yansıtma,
operasyon güvenliğini
sağlama maksatlı
kullanılabileceği gibi
gerçeklerin üstünü
örtme, çarpıtma ve
psikolojik yönlendirme
amacıyla da
kullanılabilmektedir.
Bu durumlarda algı
yönetimi de mantık
yerine duygulara,
hassasiyetlere hitap
edildiği bilinmektedir.
10
Unutulmamalıdır ki algı yönetimi gerçekleri yansıtma,
operasyon güvenliğini sağlama
maksatlı kullanılabileceği gibi
gerçeklerin üstünü örtme, çarpıtma ve psikolojik yönlendirme
amacıyla da kullanılabilmektedir. Bu durumlarda algı yönetimi de mantık yerine duygulara,
hassasiyetlere hitap edildiği
bilinmektedir. Hedef kitlenin
değerleri kültürü ve olaylar karşısındaki tutumu da kritik veriler olarak büyük öneme sahiptir,
algı yönetiminde.
İSRAİL TERÖRLE DEVLET
OLDU AMA TERÖRLE
DEVAM EDEMEYECEK
Zihinlerin işgali diğer işgallerin
önünü açan “ideolojik savaş” ile
mümkündür. Postmodern ötesi
dünyada çok boyutlu, sofistike
yöntemlerle Müslümanların
zihinlerinin kuşatılması çok
belirgin olarak öne çıkmaktadır.
Sözde evrensel değerlerle Müs-
lümanların değerlerinin uyumlulaştırılmaya çalışılması ve
Müslümanlara yönelik her türlü
saldırıya, zulme karşı telifci anlayışla cevap vermeye çalışılması
aslında Müslümanlar için çıkış
olmaktan öte bir tuzaktır, hatta
daha öte anlamlar da taşımaktadır…
Bir süredir İsrail’deki radikal,
statükocu kadroların İran’ı
vurma ihtimali, daha doğrusu
spekülasyonları gündemi işgal
ederken ABD seçimlerinin hemen sonrasında terörist devlet
İsrail’in Hamas’ın askeri kanadı
sorumlarından/komutanlarından Ahmed Caberi’yi hedef alan
suikast ve sonrasında terörist
yöntemlerle abluka altında
tuttuğu Gazze’deki sivillerin de
dahil olduğu hedeflere bomba
yağdırması gündeme geldi. Hem
de değişen dünya ve bölge şartlarına rağmen; küresel küfrün
bölgedeki çıkarlarını temsil etmeye devam eden terörist devlet
İsrail’in yeni şartlara uyumunun
hangi formüllerle sağlanacağının tartışılacağı bir zaman
diliminde… Yeniden inşa edilmeye çalışılan Ortadoğu’da eski
yöntemlerle ayakta kalmanın
mümkün olmayacağının net bir
şekilde görülmeye başladığı bir
konjonktürde bu katliamın yapılabilmesi ve İsrail’i destekleyen
malum odakların çeşitli gerekçelerle bu terörist yöntemleri bir
ülkenin “Savunma hakkını kullanması” olarak nitelemesinin
arkaplanını anlayabilmek için
gelişmeleri doğru yorumlamamız gerekmekte…
11 Eylül sonrasında küresel
odakların bir kesiminin Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma,
bölgedeki hakimiyetlerini ve
çıkarlarını korumak için başlattıkları süreçte terör devleti
Yorum
olarak adlandırılan İsrail’in de
eski yöntemlerle yaşayamayacağının, yeni güvenli konsepti
oluşturulması gereğinin farkındaydılar. Değişen dünya
şartları gereği, bölgenin yeniden yapılandırılması sürecinde
“değişimin güvenliği” kavramı
özellikle İsrail’in güvenliğini
de içermekteydi. Ancak başta
ABD’nde olmak üzere küresel
güçlerin, kendi içlerinde farklı
bakışa sahip odaklar bölgedeki
uyum sürecinin zamanı ve yöntemi konusunda mutabık değillerdi. Nitekim bu görüş farkının
en çarpıcı örneği ABD’ndeki
demokratlar ile neo-con’lar arasında yaşanmakta. Ve bunlardan
neo-con’ların desteğine sahip
radikal-statükocu kadroların
yönetimde olduğu İsrail’deki
iktidarın ABD yönetimini de
zorlayan hamleleri bilinmekte.
Buna karşın, eski yöntemlerle;
saldırgan politikalarla, iş birlikçi-otoriter yönetimlerle bölgeyi
kontrol altında tutamayacakları,
bölge insanını karşılarına alarak
hedeflerine ulaşamayacakları
doğrultusundaki görüşler ağırlık
kazanmakta.
Dolayısıyla, önceki dönemde,
malum odakların bir oyalama
aracına dönüşen ve bir türlü sonuçlanmayan Filistin meselesine
“iki devletli” çözüm çabası son
dönemde daha ciddi düzeyde
konuşulmaya başlanıldığı söylenebilir. Ancak bu süreçte iki
hususun kabul edilebilir düzeye
gelmesi istenilmektedir. Birincisi
Filistin’deki grupların “ılımlı
laiklik” ekseninde bir araya
gelmeleri. İkincisi de daha ofansif-savunmacı (?!) yöntemlerle
İsrail’in güvenliğini sağlayacak
dengelerin oluşması. Yani terör
devleti İsrail’in, korku salarak,
işgal ederek, terör estirerek gü-
İktibas
venliğini sağlama dönemi bitiş
sürecine girmiştir. İsrail’in güvenliği artık yine küresel güçler
ve onların yerli işbirlikçilerinin
“derin devletleriyle” ve değişim
sürecinin niteliğine uygun yöntemlerle sağlanacağı bir dengeye
doğru evrilmektedir. Bu çerçevede unutulmamalıdır ki her
ne kadar son saldırıda destek
vermek durumunda kalsa da
Obama’nın İsrail’deki yönetim
ile kavgalı olması anlaşılabilir
bir durumdur. Keza değişen
dünya ve bölgelerin zorladığı
yeni konum ve misyonla ve
buna paralel retoriği ile yeni
Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin
bozuk olması da bu çerçevede
algılanması gerekir. Son planda
İsrail’deki radikal-statükocu
yönetim ile çatışan yeni Türkiye,
bölgenin yeni dengelerinde, en
azından derin ilişkileriyle İsrail
devletiyle iyi ilişkiler geliştirebilecek; İsrail’in güvenliğini bölgesel dengeler açısından önemine
uygun davranacaktır… Görünenlerin ötesinde İsrail’de ve Yahudi diasporasında tartışılan asıl
konunun, her an yok olacakmış
gibi uçurumun kenarında, giderek tedirginliği artan ve terörist
yöntemlerle savaş mahkumu bir
İsrail mi, yoksa yeni dengelerle
güvenliği sağlanmış bir İsrail
mi?’ olması bölgedeki yeni şartların kapsayıcılığını ve zorlayıcılığını ortaya koymaktadır.
ABD seçimlerinin hemen sonrasında kendisi için uygun vasatın
oluştuğunu düşünen İsrail’deki
radikal yönetim, terörist saldırılarıyla Ocak-2013’te yapılacak
İsrail’deki seçimlerde de avantaj elde etmek üzere Gazze’ye
terörist saldırılarını başlattı.
Muhakkak söz konusu fırsatlardan yararlanmayı düşünen
terör devleti İsrail’in bunların
B
u süreçte
iki hususun
kabul edilebilir
düzeye gelmesi
istenilmektedir. Birincisi
Filistin’deki grupların
“ılımlı laiklik” ekseninde
bir araya gelmeleri.
İkincisi de daha
ofansif-savunmacı (?!)
yöntemlerle İsrail’in
güvenliğini sağlayacak
dengelerin oluşması.
Yani terör devleti
İsrail’in, korku salarak,
işgal ederek, terör
estirerek güvenliğini
sağlama dönemi bitiş
sürecine girmiştir.
11
İktibas
ötesinde başka nedenlerinin de
olduğundan bahsedilmektedir.
Bunlardan en önemlisi, bölgedeki değişim sürecinin ortaya çıkardığı yeni durumun Filistin’e,
özellikle de Gazze’ye, Hamas’a
önemli avantajlar sağlamsından
duyulan rahatsızlıktır. Bu da
hızla sisteme entegre edilmeye
çalışılan Hamas’ın güçlenmesinden ve itibarının artmasından
duyulan kaygı ile direniş kapasitesini kırmak üzere böyle bir
saldırıyı gündeme getirmiştir.
İsrail’in Suriye’deki iç savaşın
uzun yıllar sürmesini ve savaş
sonrasında zayıflamış ve bölünmüş bir yapının ortaya çıkmasını istediği bilinmektedir. Dolayısıyla İsrail’in son saldırılarının
Baas yönetimine nefes aldırdığı
da söylenebilir… Değişen dünya
ve bölge dengelerinin ortaya
çıkardığı yeni dinamiklere rağmen İsrail’in terörist yöntemlerle Gazze’ye saldırması, hala eski
parametrelerle hareket ediyor
olması manidardır; ve bunun
Suriye’deki değişim sürecinin
kaosa dönüşmesiyle de ilişkisi
kurulabilir. Ancak tüm bunların ötesinde bölgedeki değişim
sürecinin seyrinden memnun
olmayan güç odakları ve onların
desteğindeki İsrail yönetiminin
Yorum
kaygıları asıl etken gibi gözükmektedir.
katların etkili olduğunu da ıskalamamak gerekir…
Suriye’deki krizin çözümü sürecinde, Türkiye-Mısır ve Katar’ın
birlikte hareket etmeleri, bazı
çekincelerine rağmen Suudi
Arabistan’ın da bu ülkelere katılması önemli bir gelişmedir.
Aynı zamanda AKP/Ak Parti
kongresinde Hamas liderinin
“sen İslam aleminin liderisin”
diye hitap ettiği R.Tayyip Erdoğan’ın “one-minute” benzeri
söylemlerle İsrail’deki radikal
yönetime yüklenmesi şartların
giderek hangi yöne değiştiğinin
bir göstergesi olarak okunabilir.
Ayrıca terör devleti İsrail’in bu
saldırıyla başlayacak süreçte
yeni şartlara uyumu hızlandıracak gelişmelere gebe olması ve
bunu sağlayacak iç ve dış baskılara maruz kalması söz konusu
olabilir…
“Model ülke” Türkiye’nin değişim yanlısı küresel güçlerle
birlikte, en azından onların
temel politikalarıyla çatışmayan bir eksende hareket ettiği
bilinmektedir. Misyonu gereği
Türkiye’nin bölgedeki etkisinin
artması ve bunun doğal olarak Filistin’deki gelişmelere de
yansıması kaçınılmazdır. Ama
R.Tayyip Erdoğan’ın Mısır’da
yaptığı konuşmadaki tepkisinin
dozajında hiç şüphesiz yetiştiği
kültürün ve hassasiyetlerinin
etkisini görmek gerekirse de bu
yaklaşım ancak Erdoğan’ın ve
yeni Türkiye’nin misyonu, hangi
ideolojik eksende hareket ettiği,
hangi kavramları yücelttiği gerçekliğiyle birlikte değerlendirildiğinde doğru yere oturtulabilir.
Aksi takdirde yeni Türkiye’nin
misyonu ve bunun gereğini
yapan birinin söylemleri reel
şartların aldatıcılığında insanımızı yanıltabilir. Zira “bu cadde
çıkmaz sokak”tır. AKP ve yeni
Türkiye’nin ideolojik kodları ve
bu çizginin tüm Müslümanları
nereye sürüklemek istediği doğru okunmalıdır.
Her şeye rağmen, hangi niyetle
ve maksatla yapılırsa yapılsın
Filistin konusuna ilginin artması ve yürekleri ferahlatacak
söylemlerin gündeme gelmesi
önemsenmelidir. Özellikle de
bir açık hava hapishanesinde
yaşayan Gazze’deki mazlumlar
açısından… Ancak bu yapılırken hangi dengelerin, hangi
yönelimlerin ve hangi mutaba-
Ak parti ve benzer organizasyonların “iki yüzlü” (Jonus yüzlü; hem doğuyu hem de batıyı
memnun edebilen) ideolojik
kodlarının hala ıskalandığı bir
vasatta Müslümanlar olarak
ciddi sorunlarımız vardır. Ve
Müslümanların/kendini islâm
ile tanımlayanların, itikadda ve
siyasi duruşta net olmamaları en
önemli sorunlarımızdandır…
$KPHW.HVJLQ6WDU.DVÕP
12
[email protected]
Kavram
DAVRANIŞLARIMIZ
VE BOZUKLUKLAR*
d
avranışlar
kaynağını
düşünceden aldıklarına
göre, düşüncede bir
insicam (tutarlılık)
sağlanmadan
davranışlarda
bu bütünlüğe
ulaşmak mümkün
olamayacaktır.
Düşüncenin esasını
iyi (gereği gibi)
kavramak, ona dayalı
ikinci derecedeki
düşüncelerin de
esas düşünceye
uygunluğunu
sağlamada
vazgeçilmez bir
zorunluluktur.
Davranışlar düşüncenin iş
(amel) haline dönüşmüş şeklidir
bildiğimiz gibi. Davranış haline
gelmeden önce onlar düşünce
olarak insanlarda bulunmaktadır. Düşüncelerin ise kökende
belirli bir dünya görüşünden
üreyen düşünceler olması, düşünceler arasındaki bütünlüğü,
aynı kökten oluşu sağlayan
temel faktördür. Böyle olması halinde düşüncelerin aynı
cinsten, aynı esas düşünceden
kaynaklanan düşünceler olması
sağlanmış ve tabiidir ki bu düşüncelerin birbirleriyle uyumu
da sağlanmış olur.
Hayatın her alanına ait düşünceler esas düşünceye nispetle ikinci derecededir. Bu ikinci derecede oluş önemsizliğe değil, belki
esas düşünceye uygunlukları ya
da ters düşmeleri halinde ortaya
çıkaracakları sonuçlar açısından
birinci derecede önemi haiz
oluşa işaret etmektedir. Tıpkı
uzuvların aslı teşkil eden bedene
uygunluğu gibi bir uygunluktan
söz ediyoruz. Nasıl ki böbrekten
mideye, kalpten ciğerlere ve
diğerlerine kadar bütün uzuvlar
ait oldukları bedenin -örneğin
insan bedeninin- özelliklerine uygun olmaları nispetinde
verimli bir sonuç alınır ve esas
olan(beden)la uyum sağlanırsa
düşüncelerin de esas düşünceye
uygun olması, bütünü tamamlayan ve ona hayat veren bir sonuç
doğuracaktır.
Davranışlar kaynağını düşünceden aldıklarına göre, düşüncede bir insicam (tutarlılık)
sağlanmadan davranışlarda bu
bütünlüğe ulaşmak mümkün
olamayacaktır. Düşüncenin esasını iyi (gereği gibi) kavramak,
ona dayalı ikinci derecedeki
düşüncelerin de esas düşünceye uygunluğunu sağlamada
vazgeçilmez bir zorunluluktur.
Tali görünen düşüncelerin esas
düşünceye aykırılığının ana
sebebini esas düşüncenin gereğince anlaşılmamış bulunması
teşkil eder.
Esas düşünce gereğince kavrandıktan sonradır ki ona aykırı
düşünce doğuşu azalacak ve
her şeye rağmen çıkacaksa da
asıl düşünce ile sağlaması yapıldığında çarpıklık hemen göze
çarpacak ve düzeltilmesi kolaylaşacaktır. Bu ameliyenin kolay
yapılabilmesi ve olumlu sonuçlar verebilmesi yine de esas düşüncenin gereğince kavranmış
olmasıyla mümkündür.
İnsan davranışlarındaki uyumluluk esas düşüncenin gereğince
kavranmasına bağlıdır demiş ve
tersliklerin tespitinin de buna
bağlı olduğunu belirtmiştik.
Şimdi İslâm Dünya Görüşü’nü
esasta kabul etmiş eşyanın
gerçeğine ve insanın fıtratına
uygunluğu konusunda emin
olmuş bulunan bir müslümanın
davranışları üzerinde durmak
ve İslâm akidesi (esas dünya
görüşü)’ne uygunluğu veya
ayrılığını incelemek istiyoruz.
Kabul edilir ki öncelikle yapılacak şey İslâm Akidesinin ortaya
koyduğu temel düşünceleri,
değer yargılarını anlaşılır şekilde
ve tümüyle ortaya koyabilmek
gerekmektedir. Ölçü ne nispette
tanınır ve bilinirse ölçüye uyup
uymama da o nispette kolay
tanınabilir; uyum veya uyumsuzluk o nispette kolay tespit
olunur.
İslâm’ın ortaya koyduğu en büyük ve anlaşılır gerçek odur ki
Yaratan bir (tek) Allah vardır.
Her şeyi O yaratmıştır. Kimseye
ihtiyacı yoktur. Eşi ve yardımcısı
da bulunmamaktadır. Kendine
13
İktibas
M
üslüman içinde
bulunduğu
ortam ne olursa olsun,
hangi şartlar içinde
bulunursa bulunsun
kulluğunun sonucu
olan Allah’ı razı etme
emeline kendisini
götürücü işleri yapmak
zorundadır. İyi halinde,
kötü halinde, neş’eli
veya kederli halinde,
ferah veya sıkıntılı
zamanında insanlarla
ilişkilerinde, komşu
hukukundan, devlet
hukukuna her tür
ilişkisinde mutlaka
bu sonucu gözetmek
zorundadır.
14
Kavram
has vasıf (sıfat)’ları vardır. Kudreti öylesine sonsuzdur, öylesine
kâdirdir ki O’nun dışındakilerin
kudretlerinin toplamını O’nun
kudretine katsanız bir şey katmış olmazsınız O’nun kudretine.
Her şeyi bilen ve yerli yerince
yaratan da O’dur. O’nun yaratıcılığı yoktan var etmedir; O “Ol!
der” ve olur her şey. Yarattıklarına bir takım özellikler vermiş
ve yaratılanlar bu özellikleriyle
işlevlerini sürdürmektedirler.
Buna eşyanın tabiâtı veya sünnetullah diyoruz.
Kendisinden önce bulunmadığı
gibi, sonra da kimse veya hiçbir
şey olmayacak, her şey varlığını
Kendisine borçlu bulunacaktır.
Kimseye hesap vermesi söz konusu bulunmadığından dilediği
gibi tasarrufta bulunmakta, dilediğini yaratmış bulunmaktadır.
İnsanı da yaratan O’dur. Ona
aklı veren ve diğer yarattıklarından üstün ve farklı kılan da
Kendisi’dir. Niçin yarattığını da
açıklayan yine O’dur ve “İnsi
(İnsanı) ve Cinni (Cinleri) bize
kulluk etsinler diye yaratan
Allah’tır” buyuran da yine kendisidir.
emrini dinlediğinin rızasına ve
cennete kavuşacak, dinlemez ve
hevasına uyarsa Rabbi ondan
razı olmayacak ve cehenneme
konulacaktır. Ölümden sonraki
hayat önceki gibi süreli (geçici)
olmayıp ebedidir.
Yukarıda belki pek özet halde
vermeye çalıştığımız İslâm akidesi (Esas düşüncesi)’ne sahip
bulunduğunu bildiğimiz bir
kimsenin davranışları bu açıklanan esaslara dayanacak, ondan
kaynaklanacaktır. Her ne yaparsa Kulluk etmekle mükellef bulunduğunun rızasını kazanmak
için yapacaktır. Men ettiklerinden uzak dururken de, emrettiklerini yaparken de aynı amacın gerçekleştiricisi olacaktır.
İnanırken de, amel ederken de
Kulu bulunduğunu razı etmek
kendisi için belirtilen amaçtır ve
bu amacı gerçekleştirmekle yükümlüdür. Gazabından kaçmak
ile rızasına talip olmak birbirini
tamamlayan tek bir amacın belki
iki yüzüdür: Kulluk gerçeğinin
iki yüzü...
Kendisi’ne nasıl kulluk edilmesi
gerektiğini de taa başından beri
insanların içinden seçerek gönderdiği Peygamberleri vasıtasıyla duyuran da yine O’dur. Adem
(a.s.) ile başlayıp Muhammed
(s.a.) ile son bulduğu bildirilen
peygamberlerin tümü O’na kulluk edilmesi talimatıyla gönderilen İslâm Peygamberleridir.
Müslüman içinde bulunduğu
ortam ne olursa olsun, hangi
şartlar içinde bulunursa bulunsun kulluğunun sonucu olan Allah’ı razı etme emeline kendisini
götürücü işleri yapmak zorundadır. İyi halinde, kötü halinde,
neş’eli veya kederli halinde,
ferah veya sıkıntılı zamanında
insanlarla ilişkilerinde, komşu
hukukundan, devlet hukukuna
her tür ilişkisinde mutlaka bu
sonucu gözetmek zorundadır.
Ezcümle insan Allah’ın kuludur.
O’nun talimâtına teslim olmak
(İslâm olmak)’la yükümlüdür.
Kendisine bu dünyadaki ömrü
kadar süre (mehil) verilen insan gösterilen kulluk yolu’nda
yürürse vasıl olacağı sonuç
Aynı hedeften, hem küfür hükümleri altında yaşıyorken ve
hem de Dâr-ı İslâm’da yaşıyorken şaşmamak zorundadır. Zira
sevap her zaman ve ortamda
kazanılır ve kazanılmasına muhtacızdır. Dâr-ı Harbten Dar-üs-
Kavram
Sulh’a, Dâr-ül Küfr’den Dâr-ül
Ridde’ye kadar her ortamda bir
müslüman Allah’ın kuludur ve
bunu unutmamak durumundadır. Kendisine hangi şartlarda
hangi konularda ne türden izin
verildiği ise yine Şârî tarafından
bildirilmiştir. İzinli olduğu zaman da kendisine izin verenin
verdiği kadar ve izni verilen yerde kullanmak durumundadır..
Örneğin seferiliğin dışında namazları kasredemez. Harbediyor
olsa bile harbetmeyen düşman
tarafın çoluk-çocuğunu öldüremez. Ekinlerini, ağaçlarını yakamaz. Zira düşmana karşı iken de
Allah’ın kuludur ve bunu unutmamak durumundadır.
Fiili mukatele hali ilan edilen
Dâr-ı Harb’te dahi neleri yapabileceği, diğer bir tabirle hangi
işleri yapmaya izin verildiği belirlidir. Dâr-ı İslâm’ın harb haline son vermesi halinde bu izinler kaldırılır ve asıl avdet eder.
Müslümanın bütün hayatını
yaşadığı şartlar ne olursa olsun
şaşmaması gereken bir gerçek,
bir düstur vardır ki o da mutlaka
Rabbini razı etmedir. Bu düşünceden, düşünce planında vazgeçemeyeceği gibi, amel planında
da vazgeçemez. Zira Allah rızası, Allah’ı razı etme düşüncesi ile
bu düşünceyi gerçekleştirecek
davranıştan, bu iki unsurdan
oluşabilmektedir. Yalnız başına
Allah’ı razı etme düşüncesi (niyeti) bu sonucu doğurmaya kâfi
gelmediği gibi, O’nu razı edecek
nitelikli bir davranış da Allah’ı
razı etme niyeti taşımaksızın
yapılması halinde yine bu sonucu hasıl etmeyecektir.
Allah’a şirk koşan Hıristiyanların ‘Anti alkolizm’ (alkol aleyhtarlığı) düşünce ve bu düşünceye
uygun davranışlarının kendilerine hiçbir rıza kazandırmadığı
İktibas
gibi... Zira Allah Kendisine, razı
olacak şekilde inanmayanların
amellerinin boşa gideceğini
söylemektedir. Hıristiyan ve
Yahudilerin ise Kur’an’da, Allah’a
ortak koşanlar olarak tanımlandığını görmekteyiz.
Allah’ın razı olacağı amelleri
Kur’an’da açıklaması, Resulullah’ın da bunları anlaşılır
şekilde sözle veya davranışlarıyla uygulamasını yapması ile
görmekteyiz ki esası itibariyle
ve hatta yer yer füruu bakımından nelerin O’nu razı edeceği
ya da etmeyeceği açıkça belirlenmiştir. Bunları öğrenmek ve
gereğince davranmaktır yapılacak olan. Öylesine açıklıkla
bilmek gerekir ki ‘hevamız’dan
söylemeyenlerden, hareket etmeyenlerden olalım. Allah’ı razı
edecek düşünce ve davranışlarla
kendimizi ne kadar doldurur
isek, o nispette kendimizde bir
boşluk bırakmamış olacağız ve
bırakmadığımız boşluğa da İslâm dışı düşünce ve davranışlar
giremeyecek, davranışlar olarak
bizlerden sâdır olamayacaktır.
Buna meydan bırakmamak gerekmektedir.
İslâm olmaktan amacın kendisinde belirdiği bir kafa, ona ters
düşen şeyler karşısında mutlaka
rahatsız olacaktır. Rahatsızlığını
giderici kontrolden geçirecek
kendini ve nefsindeki yabancılığı değiştirecektir İslâm’dan
olanla. Nefislerindekini değiştirmek Allah’ın razı olduğundan
razı olmak, razı olmadığından
olmamak demektir. Bir nefis
ki herhangi bir konuda taşıdığı
ile Allah’ı razı etmemektedir bu
taktirde bu halini değiştirmek
durumundadır. Tabiidir ki Allah’ı razı etmeyeni razı edenle
değiştirecektir. Kâfir de olsalar
yanımızda yaşlanan anne ve ba-
M
üslümanın
bütün hayatını
yaşadığı şartlar
ne olursa olsun
şaşmaması gereken
bir gerçek, bir düstur
vardır ki o da mutlaka
Rabbini razı etmedir.
Bu düşünceden,
düşünce planında
vazgeçemeyeceği
gibi, amel planında
da vazgeçemez. Zira
Allah rızası, Allah’ı
razı etme düşüncesi
ile bu düşünceyi
gerçekleştirecek
davranıştan, bu
iki unsurdan
oluşabilmektedir.
15
İktibas
M
üslüman Tevhid
akidesinin
gereğince düşünmeli
ve davranmalıdır.
Bütün düşünce ve
davranışlarında
bu bütünlüğü
gerçekleştirmeye, bu
bütünlüğe ulaşmaya
çaba sarfetmelidir.
Bu süreç bir ömür
boyu sürecektir. Ve
her günü geçirdiği,
geride bıraktığı diğer
gününden daha
temizlenmiş, daha
arınmış olmakla
kazançta olabilecektir.
16
Kavram
balarımıza “Öf!..” bile demeden
onları hoş tutmamız gerektiğini
biliyoruz.
ve davranışlar mutlaka üzerine
gidilmesi, değiştirilmesi gereken
düşünce ve davranışlardır.
Yalnızca Allah’a ortak koşma
tekliflerini savsaklama, güzel bir
şekilde kabul etmemenin dışında onları incitmemenin gereğine
işaret eden âyetin talimâtı ile
bizim nefsimizdeki farklı ise ve
yanımızda yaşlananların hemen
her şeyine kafa tutuyor, ukalalık
ediyor ve onları üzüyorsak işte
bu hal bizdeki değişmesi gereken haldir. Zira Allah’ın hoşuna
ebeveyni hoş tutmak, onlara
merhametle hareket etmek gidiyorken bizim hoşumuza onlara
her şeyde karşı koymak gidiyorsa nefsimizde değiştirilmesi
gereken bir şey var demektir. Bu
ve benzeri çarpıklıklar insanın
kendine yabancılaşması demektir. Müslümanın bu yabancılaşmadan kısa zamanda kurtulması
gerekmektedir. Bu kurtuluşu
sağlayan mekanizma ‘tevbe’ müessesesidir; işlenilen günahtan
dolayı Allah’tan af dileme ve
aynı cins günahı bir daha tekrar
etmeme, şeklinde açıklanabilir
bu müessese...
Müslüman yalnızca İslâm’dan
etkilenen, esinlenen insandır.
İslâm ise Allah’ın kanunları olan
Kur’an’dır. Uygulamasını ise Resulullah’ın söz ve hareketlerinde
açıklayıcılık olarak buluyoruz.
Kanunlara nispetle yönetmelikler gibidir Resulullah’ın sünneti... Kanunların hilafsız uygulanmasını sağlayan açıklamalar.
Müslümanın bütün düşünceleri
taşıdığı İslâm akidesinin ürünü
olmak lazım gelirken, bütün
davranışları da kezâ bu akidenin
esprisi (ruhu)ne uygun düşmelidir. Bütün düşüncesi aynı cinsten olmak lazım gelirken, bütün
davranışları da aynı cinsten
olmak gerekir. Bütün düşünce
ve davranışlar İslâm’dan kaynaklandığı nispette, birbirleriyle
de uyum içinde ve birbirlerinin
cinsinden olacaktır tabii olarak...
Hangi konuda bir düşüncesi
veya tavrı varsa bunlar Allah’ı
razı etme hedefine yönelmiş
düşünce ve davranışlar olma
özelliğini taşıyacaklardır. Bu
bütünlüğe aykırı düşen düşünce
Müslüman Tevhid akidesinin
gereğince düşünmeli ve davranmalıdır. Bütün düşünce ve
davranışlarında bu bütünlüğü
gerçekleştirmeye, bu bütünlüğe
ulaşmaya çaba sarfetmelidir. Bu
süreç bir ömür boyu sürecektir.
Ve her günü geçirdiği, geride
bıraktığı diğer gününden daha
temizlenmiş, daha arınmış olmakla kazançta olabilecektir.
Bir havuzdaki suyun, içine akıp
duran temiz su vasıtasıyla devamlı arınmaya tabi bulunduğu
gibi kendi havuzuna devamlı
temiz İslâm suyu akıtıp duranlar
bu arınmaya ulaşacak, her yeni
anı, geçirdiği andan daha arınmış olacaktır.
Arınmış müslüman elbette
Allah’ın rızası istikametinde
düşünen ve hareket eden müslümandır. Resulullah (s .a.) Allah
tarafından bizler (ümmeti) için
‘Usvet’ül Hasene-Güzel bir örnek’ olarak gösterilmiştir. Biz
Peygamberimizin hemen her
konudaki hareketleriyle kendimizinkileri karşılaştırdığımızda
aleyhimize bir durum görmekteyiz. Onun güzel davranışlarının
yerini bizlerde çirkin hareketler
almış durumdadır. O, Allah’ın
kitabını ahlak edinir, böylece
Allah’ı razı edeceğini bilirken,
bizler çoğu kez hevamızdan,
Kavram
karşımızdakinin bozuk davranışına tepkilerden, içinde yaşadığımız topluma hakim olan
İslâm’a esastan karşı hareketlerden etkilenmekte ve kimi zaman
da sosyalist kökenli davranışları
kirlilikler olarak üzerimizde
bulundurmaktayız.
Müslümanız dediğimiz halde
bizlerde görülen bu çarpıklıklar
elbette ki bozukluklar olarak
karşımızda durmaktadır ve kişiliklerimizin değerini büyük
çapta düşüren defolardır. Biz
burada bilhassa radikal-köktenci düşünen ve tavır koymak
isteyen müslümanların davranış
bozukluklarından bahsetmek
istiyoruz. Bunlar akide olarak
‘Tevhid’ üzerindedirler genellikle. Lâkin tevhide gölge düşüren
ahval görülmektedir kendilerinde çoğu kez.
Müslümanın bilmesi ve şaşmaması gerekmektedir ki “Kimsenin malı kimseye rızası hilafına
Mübah olmaz” kaidesi İslâm’ın
koyduğu bir kaidedir. Bu kaide
asıldır. Ve yalnızca bu asıl geçerlidir. Ne var ki bunun bazı
istisnaları vardır. Mesela fiili
mukatele (harb) halinde yani
İslâm Devletinin kendisine harb
ilan ettiği devletin (Dâr-ı Harb)
malı müharib müslümanlara,
bu malların sahiplerinin rızalarına rağmen mübah olur. Bu
mübah oluş yalnızca mukatele
(savaş)’nin devam ettiği sürece
geçerlidir. Devlet teslim olduğu,
şahıs müslüman olduğu veya
sulh anlaşması imzalandığı andan itibaren bu ibâhe sona erer
ve tahrim yine hükmünü sürdürmeye başlar. Bu hükümler
Dâr-ül-Ridde için de geçerlidir
ki Dâr-ül Ridde de zaten İslâm
iken İslâm otoritesine karşı
çıkmaları sebebiyle kendilerine
harb ilân edilen (bilvesile Dâr-
İktibas
ül Harb olan) beldeye verilen
isimdir.
Dâr’ül Küfr, Dâr’üs-Sulh’da ise
yukarıda anlatılan mübâh oluş
yoktur. Nitekim Resulullah (s.a.)
Mekke’de bulunduğu sürece
Mekke Dâr’ül Küfr idi. On üç yıl
civarındaki bu zaman zarfında
orada ne kendisi ne de müslümanlar içinde yaşadıkları toplumun mallarına da, canlarına da
herhangi bir zarar vermediler.
Müşrikler ve yönetimleri müslümanların üzerinde her akıllarına
geleni yaptıkları halde müslümanlar bunlara mukabelede bile
bulunmuyorlardı. Hatta Resulullah’a gelip “Ya Resulallah! Onlar
bize sırf Allah’a inandığımız için
şöyle, şöyle yapıyorlar eziyet
ediyorlar, hakaret ediyorlar..
Müsaade ediniz de biz de onlara
karşı mukabelede bulunalım” diyen Mekkeli müslümanlara Resulullah istekleri istikametinde
bir cevap vermiyor ve “Allah’ın
yardımı yakındır, sabrediniz!”
diyordu.
Daha da ileri giderek gördükleri eziyetten bizâr olan müslümanlar yine Ona başvurarak
“Ya Resulallah! Allah’ın nusreti
yakındır, sabrediniz diyorsunuz.
Biz sıkıntılara tahammül edemiyoruz, o yardım ne zaman
gelecek?” diye sızlanıyorlardı.
Bu durum karşısında Allahu
Teâlâ onlara “Yoksa siz, sözden
önce gelip-geçmiş kavimlerin
başlarına gelenler sizin başınıza
da gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?...” (2 Bakara 214)
buyuruyor ve içinde yaşadıkları
toplumdan, düzenden ve fertlerden gördükleri eziyetlerden
etkilenerek buna tepki mahiyetinde karşılık vermek istemelerinin esastan karşısına çıkılıyor
ve sabr tavsiye ediliyor. Gördüklerinin Sünnetullah gereği ol-
M
üslümanız
dediğimiz
halde bizlerde
görülen çarpıklıklar
elbette ki bozukluklar
olarak karşımızda
durmaktadır ve
kişiliklerimizin değerini
büyük çapta düşüren
defolardır. Biz burada
bilhassa radikalköktenci düşünen ve
tavır koymak isteyen
müslümanların
davranış
bozukluklarından
bahsetmek istiyoruz.
17
İktibas
Kavram
duğu vurgulanıyor ve Allah için
tahammül etmeleri gerektiği
bildiriliyor ve gördükleri zulüm
cinsinden tepki göstermelerine
cevaz verilmiyordu. İslâm Tarihi ve Hukuku konuya açıklık
getiren olaylar ve hükümlerle
doludur.
T
eslimiyet tabiatı
gereği bütünlük
arzeder. İslâm olma,
yani Allah’a, O’nun
hükümlerine teslim
olma da yine Kur’an’da
zikredildiği üzere bu
bütünlüğü içinde
bulunduran bir
mahiyet taşımaktadır.
Namazı O’nun dediği
için kılıp da orucu
başkasının dediği
gibi tutmak elbette
bütünlük taşımayan bir
teslimiyettir.
Evet, gerçekten müslüman yalnızca Allah’ı razı etmeyi düşünmeli ve bunu gerçekleştirmeye
çalışmalıdır. Bu düşünce onun
hayatının tümünü kapsamalı,
en küçük bir işteki davranışından en önemli tavırlarına kadar
bütün hayatını kapsamına almalıdır. Böylece tam bir teslimiyet
(İslâm olma) söz konusu olacaktır ki Allah da kulundan bunu
istemektedir. Zira teslimiyet
tabiatı gereği bütünlük arzeder.
İslâm olma, yani Allah’a, O’nun
hükümlerine teslim olma da
yine Kur’an’da zikredildiği üzere
bu bütünlüğü içinde bulunduran bir mahiyet taşımaktadır.
Namazı O’nun dediği için kılıp
da orucu başkasının dediği gibi
tutmak elbette bütünlük taşımayan bir teslimiyettir. Kısmi,
mevzii teslimiyet İslâm olan
için söz konusu olamaz. Zira
Rabbimiz “Biz insi (insanları)
ve cinni (cinleri) bana kulluk
etsinler için yarattık” (51 Zariyat
56) buyurmaktadır. Kulluk kapsamlı bir deyimdir ve kapsamına
Kulun düşünce-davranışlarının
tümünü alıcı bir özellik taşımaktadır.
Kendi içinde bütünlüğe sahip
olmayan bir fikir (en geniş anlamıyla dünya görüşü) yarımdır.
Bıraktığı boşluk çelişkilerle dolar. Bu itibarla yanlış veya doğru
her ideolojide bir bütünlük
bulunur. İslâm, ikmal edilmiş
(Ekmeltü lekum, dinekum...)
bir din, bir ideoloji olduğuna
göre onda elbette insicamlı bir
18
bütünlüğün bulunması da söz
konusudur. Bütünlükten koptuğunuz, bütüne ait bir cüz’den
ayrıldığınız zaman ister istemez
çelişkiye düşersiniz. Temelde,
esasta kabullendiğiniz ve bütününe teslim olduğunuzu söylediğinizin bilahare bir kısmına
mümanaat etmiş, karşı çıkmış
olursunuz. Bir diğer ve pek açık
bir ifade ile Allah’a karşı “söylediklerinin bir kısmına itibar
ediyor, diğer bir kısmına ise
itibar etmiyorum” demiş olursunuz ki bu durumunuz ister
istemez O’nu eleştirmek, itibar
etmediğiniz hususta O’nda yanlış bulmak, yanıldığını, en azından o konuda kendiniz O’ndan
daha isabetli görüş ve davranış
sahibi bulunduğunuzu iddia etmiş olursunuz ki bu O’na teslim
olmanın esasına ters düşen, kendinizle de teslim olmanızla da
ters düşen bir vakıadır. Ahdinize
ters düşmek, ahdinizi bozmak
durumuna düşersiniz. Böyle bir
durum ise elbette karşınıza bir
problem çıkaracaktır ve teslimiyetinizin esasından şüpheniz
olduğunu düşündürtecektir.
Tecdid-i İman müessesesi
burada hatırlanmalıdır. Ki sahabenin, kendi yanlışları karşısında Resulullah (s.a.)’a giderek
yeniden itaatlarını tazelemek,
biâtlarını pekiştirmek talebinde
bulunmalarına şahit olmaktayız
zaman zaman...
Evet irili ufaklı birçok örnekleriyle örneklendirebileceğimiz
davranışlarımızın bozuklukları
bizleri Allah’ın razı olacağı
kulları eylemekten alıkoyucudur. Herkes kendi nefsini bir
gözden geçirdiğinde rahatlıkla
bu çelişkilere rastlayacaktır irili
ufaklı... Bozuklukların kökenini araştırdığında ise, çoğu kez
bunların kendilerinin gördüğü
Kavram
muameleye karşı bir tepki olarak
doğduğunu ve beğenmediği o
muamelelerin benzerinin kendisinde, karşısındakine karşı
teşekkül etmiş bir tepki olduğunu görecektir. Kaldı ki müslümanda her ne ki teşekkül ederse
cümlesinin Allah’ın Kitabı ve
Resulünün onu en iyi açıklayan
ve uygulayan Sünnetinden esinlenmesi kaynaklanması gerektiği
bir İslâmi gerçektir. Bu gerçeğin
ışığında davranışlarımızı kontrol
etmemiz halinde hem bozukluklar rahatlıkla göz önüne gelecek,
bunların teşhisi kolaylaşacak
hem de onları düzeltmek mümkün hale gelecektir. Bunu yapabilen ise Allah’ı razı edecektir.
Biz burada bozuk davranışların
cinslerinden bazı, belki de pek
az örnekler verdik. Çoğaltmak
elbette mümkündür bunları.
Lakin teker teker bozuk davranışları sıralamak yerine, bozuk
davranışların neden kaynaklandığını gereğince tesbit etmek,
isabetle yapılan teşhisten sonra
da esas itibariyle neden esinlenmemiz, kaynaklanmamız gerektiği hususunu her hal ve kârda
unutmamak, davranışlarımızın
düşünceden fiil haline gelmesinden önce İslâmı’n koyduğu
esaslarla sağlamasını yapmak,
tutuyorsa fiile intikal ettirmek,
tutmuyorsa tutar hâle getirmek
zorundayız. Böyle yapmamız,
yapabilmemiz bu esası gözden
ırak tutmamamız halindedir ki
her geçen günümüz bir öncekinden Allah rızasına daha yakın
bir mesafeye gelmiş olacak,
kendimiz için de, Allah için de
bir uyum içinde hareket etmiş
olacağız.
İslâm’ı kerih (kötü) göstermeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Zira böyle bir hak yoktur. Hele
Allah’ın dinini küçük düşürücü,
İktibas
onu insanların nezdinde kötü
imaj bırakıcı uygulayıcıları olmak müslüman olmakla esasta
çelişen bir haldir. Özellikle
müslümandan sâdır olmaması
gereken bir hâl.. Olsa olsa münafığın tavrıdır böyle tavırlar ki
onun da tesbit ve teşhisi pek az
bir zaman içinde hemen açığa
çıkıverir ve sahibini hem insanların, hem de Allah’ın nezdinde
rezil rüsvay eder. Müslümanım
deyip duranların gerçekten
müslüman olmak zorunlulukları
vardır, bu unutulmamalıdır. Zira
İslâm ya kaynaklarından, ya da
müslüman olduklarını söyleyenlerin söz ve tavırlarına bakılarak
tanınmaktadır. Bilindiği gibi
çoğu kez de (hatta Müslümanım
diyenler bile) kaynaklardan ziyade müslümanım diyen ve öyle
bilinenlerden İslâm’ı tanımaya
başlamaktadırlar. Beğenmesek
de gerçek (vakıa) budur. Böyle
olunca da bilhassa müslümanım
diyenlerin hallerine, hareketlerine çok özen göstermeleri, İslâm
ile uyum içinde bulunmaları,
çelişkiye düşmemeleri, İslâm
olduklarını tekzib (yalanlayıcı)
edici olmamaları, görünmemeleri gerekmektedir. Kasdıniz ne
kadar iyi olursa olsun, niyyetiniz
ne nispette halisâne olursa olsun
hareketleriniz kerih olursa, niyyetinizin iyiliğini yok eder, götürür. Zaten niyyet deruni, gizli
bir şeydir ve mücerret anlamda
iyi veya kötülüğünü tesbit hayli
müşkildir.
B
ozuk davranışların
neden
kaynaklandığını
gereğince tesbit
etmek, isabetle
yapılan teşhisten
sonra da esas itibariyle
neden esinlenmemiz,
kaynaklanmamız
gerektiği hususunu
her hal ve kârda
unutmamak,
davranışlarımızın
düşünceden fiil haline
gelmesinden önce
İslâm’ın koyduğu
esaslarla sağlamasını
yapmak, tutuyorsa
fiile intikal ettirmek,
tutmuyorsa tutar hâle
getirmek zorundayız.
Niyetin iyi veya kötü olduğunu
ister istemez niyetin tezahürü
(eseri) olarak ortaya konulan
davranışın iyi veya kötülüğü
belirleyecektir. Davranışlarınız
Allah’ı razı edici mahiyette ise ve
böyle tezahür ediyorsa niyyet de
iyidir. Zira Allah’ı razı edici davranışların müslümandan sâdır
olanı elbette Allah’ı razı etmek
19
İktibas
Kavram
niyetiyle yapılmış olacağından
ve Allah’ı razı etmek niyetinin
de şaşmaz bir iyilik ölçüsü oluşundan bu böyledir.
H
ülasa olarak
demek istiyoruz
ki müslümanlar
tavırlarını mutlaka
ve her gün gözden
geçirmelidirler.
Bunların İslâm ile uyum
halinde olmalarının
sağlamalarını
yapmalıdırlar. Çelişik
görünenleri kontrol
etmeli ve yanlışlarını
tashih etmelidirler.
Böyle yapanlar felaha
(kurtuluşa) ereceklerdir.
Rabbimiz böyle
buyurmaktadır.
20
Her halde müslüman bütün
davranışlarını Allah’ı razı edici
ölçüyü gerçekleştirici sonuç
alacak şekilde ayarlamak zorundadır. Bu sonucun gerçekleşmesi
iki şeyin varlığına, bulunmasına
gerek duyurur. Birincisi niyyetin
Allah için (Allah’ı razı etmek
için) olması, ikincisi ise davranışın tealluk ettiği konuda Allah’ın
belirlediği ya özel veya genel
ölçülere uygun düşmesidir. Ki
Resulullahda bu davranışların ya
doğrudan veya dolaylı (esası itibariyle) bir örneğine rastlamak
mümkündür. Rastlanılmamış
olması halinde ise genel esasların çizdiği daire içinde kalmak
suretiyle davranışta bulunmakla
sonuç gerçekleştirilmiş olacaktır. Bunun için de Kur’an çokça
okunan, anlaşılmaya çalışılan
bir Kitab olmalı, Resulullah’ın
sünneti de sahihi, sahih olmayanından ayırılabilecek şekilde
incelenmeli ve vakıf olunmaya
çalışılmalıdır. Sünnetin sahihi
derken bize gelen rivayetlerin
sıhhatinden söz ediyoruz. Resulullah’ın yaptıklarının sahih
olmayanları bulunduğundan
değil... Zira Resuller yanlış
yapmamalıdırlar, insan olarak
yaparlarsa da Allah Resullerin
yanlışlarını ibka etmez. Zira
insanlar Allah’ın dinini O’nun
Resulunden öğreneceklerdir. O
da doğrusunu bilmezse, yapmamış olursa kıyamet günü sorgulama ve muhakemede tebliğ
edilememiş veya yanlış tebliğ
edilmiş bir dinden sorgu söz
konusu olacak demektir ki, bu
hal gerçeğe de akla da, İslâma da
aykırıdır. Allah’ın dini ise bütün
bu eksikliklerden müstağnidir.
Öyle de olması gerekir ki Allah’a, Allah olmaya yaraşan
da eksiksizliktir. Hem Zâtı ile
ilgili, hem de kendisinden sâdır
olanlarla ilgili velhasıl O’na izâfe
edilen O’ndan sâdır olan şeylerde bir mükemmeliyet Zâtı ile,
Zâtının sıfatları ile mütenasib
olmalıdır ki öyledir de...
Evet hülasa olarak demek istiyoruz ki müslümanlar tavırlarını
mutlaka ve her gün gözden geçirmelidirler. Bunların İslâm ile
uyum halinde olmalarının sağlamalarını yapmalıdırlar. Çelişik
görünenleri kontrol etmeli ve
yanlışlarını tashih etmelidirler.
Böyle yapanlar felaha (kurtuluşa) ereceklerdir. Rabbimiz böyle
buyurmaktadır.
Diyoruz ki hevanızdan hareket etmeyiniz. Diyoruz ki size
yapılanlardan etkilenmeyiniz.
Muhatabınızdan etkilenmeyiniz.
İçinde bulunduğunuz ortamda
câri fikirlerden etkilenmeyiniz. Allah katındaki faturasını
ödeyemezsiniz. Yalnızca O’nun
Rızasını doğurucu esaslardan
hareket ediniz, kaynaklanınız.
Hem İslâm’ı, bilmeyenlere, sizde
görerek öğreneceklere kötü tanıtmamış olacak, hem de Allah’ı
razı etmiş olacaksınız. Böyle
hareket edenler hem kendileri
razı olacak, hem de Allah onlardan razı olacaktır.
Her gün gözden geçiriniz kendinizi, düşüncelerinizi, tavırlarınızı... Göreceksiniz ilerleyen
zaman içinde sizin de, Allah’ın
da razı olacağınız yere daha da
yaklaşmış olacaksınız.
*İktibas, C. 5, S. 105-106, EylülEkim, 1985.
Düşünce
İKİLİ HAYATLAR
YAŞAMAYA DEVAM
EDEMEYİZ
ATASOY MÜFTÜOĞLU
G
eçmişte yaşananüretilen her şeyi
kutsallaştırdığımız
için, eleştirel
değerlendirmeler
yapamıyor, böylece
geçmişin şimdi
de tutarlı bir
biçimde temsilini
sağlayamıyoruz.
Çöküşün,
yanılgılarımızın tarihini
de anlamak için çaba
harcayabilmeliyiz.
Müslümanlar olarak tarihin akışını etkileyebilecek bir bilince,
bu bilinci hayata geçirecek bir
iradeye ihtiyacımız var. Bu bilinci mitolojik bir geçmiş anlayışı
temelinde oluşturamayız. Mitolojik bir gelecek yaklaşımıyla
da, sağlıklı bir gelecek yürüyüşü
başlatamayız. Bir gelecek yürüyüşü, tayin edici, belirleyici,
özgün İslami referanslarla başlatılabilir. Halen içerisinde bulunduğumuz düşünsel/kültürel
muğlâklıklarla hesaplaşmadığımız takdirde, hiç bir alanda yol
alamayacağımızı bilmek durumundayız. Düşünsel muğlâklıklar içerisinde bulunmak, gereği
kadar bağımsız olmadığımız
anlamı taşır. Demokratik, seküler, liberal söyleme dahil olmak
suretiyle, İslami mücadeleye
sırt çevirmiş, İslam’ı bir folklore
indirgemiş oluruz. Demokrasi
demek sayıların galibiyeti demektir.
yapılandırılıyor. Hastalar da,
öğrenciler de müşteri haline
geliyor.
İslami mücadele sahici bir dil,
sahici bir kişilik, sahici bir
kimlik sahibi olmayı gerektirir.
Nerede olursa olsun büyük bir
sürü’nün parçası olmak çok
kolaydır. Sürü’nün bir parçası
olmak demek, hiç bir şey olmak
demektir.
Yüzeysel bir dil’le, zamandışı
mitolojik bir dille, evrensel
bir dil oluşturulamayacağını
öğrenebilmeliyiz. Yüzeylerle
ilgilenmek, yüzeylerin arkasında
bulunan etkenlere, müessirlere
kayıtsız kalmakla sonuçlanıyor. Geçmişte yaşanan-üretilen
her şeyi kutsallaştırdığımız
için, eleştirel değerlendirmeler
yapamıyor, böylece geçmişin
şimdi de tutarlı bir biçimde
temsilini sağlayamıyoruz. Çöküşün, yanılgılarımızın tarihini
de anlamak için çaba harcayabilmeliyiz. Bugün, zihinsel bir
kayıtsızlık ve aktif bir pasifizm
içerisinde bulunuyoruz. İslami
bütün içerisinde, çok ilkel kutuplaşmalar yaşanıyor. Ümmet
bilinci ve ahlakı adına her tür
kutuplaşmaya meydan okumamız gerekirken bu konuda
sorumsuz davranıyoruz. Etnik
asabiyet, mezhep/hizip asabiyeti,
Teknik-bilimsel tanımlara indirgenen bir dünya, doğayı bir
nesne olarak görüyor, teknoloji
için kaynak olarak değerlendiriyor. Böyle bir dünyada insan
bireylerin de yalnızca verimli
olup olmadıklarıyla ilgileniliyor,
ahlaklı ya da nitelikli olup olmadıklarıyla değil. Bu nedenledir
ki; günümüz toplumlarında
kendileri için yaşayan amaçsız
varoluşlar bir çığ gibi büyüyor.
Hemen her toplumda neoliberal
yaklaşımların bir sonucu olarak
eğitim ve sağlık sistemleri piyasa
mantığına göre düzenleniyor,
Teknik-bilimsel dünyanın öngörülemeyen sonuçları, insanlığı
dehşete düşürüyor. Tarih, askeri
anlamda, askeri yöntemlerle/
baskılarla/tehditlerle şekillendiriliyor. Evangelist fundamentalizm “iyi”nin, “kötü”ye karşı
ölümüne savaşını her durumda
gündemde tutabiliyor. Bizler,
Müslümanlar olarak bugünün
gerçekliğini sorgulamak, bu
gerçekliğe karşı koymak yerine
bu gerçekliğe boyun eğiyoruz.
Fiziksel/askeri şiddete/teröre
maruz kalmak kadar rencide
edici bir durum olamaz. Fiziksel
gücün tahakküm için kullanılması, doğal olarak direnişe yol
açacaktır. Maruz bırakıldığımız
zulümlerin karşılıksız kalması,
cezasız kalması çok daha büyük
bir zulümdür.
21
İktibas
danışma/dayanışma/kardeşlik
ilkelerini imha ediyor. Mezhep
karşıtlıklarının, insanları, insanlıktan çıkaracak kadar İslam’a/
Ümmete yabancılaştırması
utanç verici bir durumdur. Toplumlarımız bünyesinde, iç savaş
kadar yakıcı, yıkıcı, yok edici
başka bir şey olamaz. İç savaşlar
zihnimizi olduğu kadar ruhlarımızı/bedenlerimizi de yakıyor.
Aklımızı, kalbimizi paramparça
eden, bizi dilsiz/çaresiz bırakan
bu dehşet verici gelişmeler karşısında İslami tercihlerimizi/
duruşumuzu radikal bir biçimde
gözden geçirebilmeliyiz.
Kendilerini yeryüzünde Allah’ın
(c.c.) vekili olarak konumlandırmaları gerekenler, sıradan
bir köy primitivizmine dönüştürülen din algısıyla çok yoğun
bir şekilde hesaplaşabilmelidir.
Bilinçdışı önyargılarla farklı yorum ve tercihleri yaftalamak çok
bayağı bir kolaycılık ve düşüncesizliktir. Ümmet bünyesinde yaşadığımız ürküntü verici kopuşlar karşısında zihin ve ufuk açıcı
entelektüel kadrolar seslerini ve
etkinliklerini yükseltebilmelidir.
Mutlak edilgenlik durumu sağlıklı, kabul edilebilir bir durum
değildir. Bu kadroların, karşıt
uçlar arasında etkileşim sağlayarak, yanıltıcı kategorileri etkisiz
hale getirmeleri gerekir. Söylemek istediklerimizi her zaman
açık seçik bir biçimde söylemeli,
hiç bir gerekçeyle muğlaklığa,
kaçamağa ihtiyaç duymamalıyız.
Tayin edici bir düşünce ortamı,
bağımsız/eleştirel bir çerçeve
oluşturabilmeliyiz. Anlaşılmayan şeyler söyleyerek bir otorite
oluşturmaya, bir marka haline
gelmeye çalışmamalıyız. Düşüncelerimizin kamusallaşması,
kamusal alanı etkilemesi konusunda yoğunlaşmalıyız. Aziz
İslam; bizlere, hem Allah’a, hem
22
Düşünce
kendimize, hem diğer insanlara/
varlıklara karşı, hayata ve tabiata
karşı sorumlu olmayı, sorumlu
davranmayı öğretir. Varoluşun,
hayatın, toplumun, kültür ve
medeniyetin maddi/manevi
boyutları bir bütünlüğe sahip
olmalıdır.
Kolonyal düşüncenin zihinlerimiz üzerindeki ağır tahribatını;
İslami kimliğimizi, referansları-
K
endilerini
yeryüzünde
Allah’ın (c.c.)
vekili olarak
konumlandırmaları
gerekenler, sıradan
bir köy primitivizmine
dönüştürülen
din algısıyla çok
yoğun bir şekilde
hesaplaşabilmelidir.
Bilinçdışı önyargılarla
farklı yorum ve
tercihleri yaftalamak
çok bayağı bir kolaycılık
ve düşüncesizliktir.
zorunlu kılar. Bir Müslüman’ın
koşullar tarafından kurgulanması kabul edilemez. İslam toplumlarında yaşanan pek çok sorun
anlaşılabilir, ancak ahlaki geri
kalmışlık, düşünsel geri kalmışlık, kesinlikle mazur görülemez.
Nerede olursak olalım, niteliğin
hakkını vermek zorundayız.
En korkunç diktatörlük “aynı”
olanların, “farklı” olan üzerinde
kurduğu baskıcı egemenliktir.
Bu diktatörlük dünyada her
şeyin kendisine ait olduğunu ve
her şeyi kendisinin belirlemesi
gerektiğine inanır.
mızı, aidiyet ve meşruiyet kaynaklarımızı özgürleştirerek giderebiliriz, alternatif bir varoluşun
mümkün olduğunu kanıtlayabiliriz. Toplumlarımızda askeri,
siyasal, kültürel emperyalizm
biçimlerine bir biçimde tepki
gösterilirken, çok daha derinlerde ilerleyen, kök salan ontolojik
emperyalizm karşısında hiç bir
şey yapamıyoruz.
Modern-seküler zamanlar boyunca “farklı”lar, her durumda,
dünyaya/olaylara “aynı”ların
ufkundan bakmak zorunda bırakılmıştır. Bu süreç, maalesef
bugün de devam ediyor. Aklın
ve bilincin olmadığı yerde herkese kolaylıkla hükmedebiliyor.
Kendi inanç ve düşüncelerine
nihai anlamda bağlı bulunmayanlar, inançları doğrultusunda
bir irade oluşturamıyor. İslami
çevrelerde propagandacı dil her
şeyi yüzeyselleştiriyor, bayağılaştırıyor. Niteliğe dayalı İslami
içeriğin yerini, büyüleyici propaganda aldığı için, dini söylem
çok ucuz gözlemlerden, yorumlardan oluşuyor. Bu gözlem ve
yorumlarla gündelik hayatın
gerçekliğini aşmak mümkün
olamıyor. Kendi gerçekliklerini
kutsallaştıranlar, başka hiç bir
çaba’ya etkinliğe ve ufka dönüp
bakmıyor. Kuşatıcı İslami niteliklere sahip olmayanlar İslami
kimliğe de sahip olamıyor.
Bilinçli bir duruşa, tercihe sahip
olmak, sürekli olarak, yeniden
inşa çabası içerisinde olmayı,
İslami umutlarımız içerisinde
yaşadığımız tarihin, çağın gerçekliğine kayıtsız kalmamıza
Düşünce
neden olmamalı, gerçeklikle
yüzleşmemizi engellememelidir.
Umutlarımızın bir uyuşturucuya
dönüşmemesi gerekir.
Küresel medya düzeni zihinlerimizi, bilincimizi, ahlakımızı
ve vicdanımızı yoksullaştırıyor.
Neoliberal hayat tarzı, insanları,
toplumları birbirlerine yabancılaştırıyor, güçsüzleştiriyor.
Medya’ya maruz kalan, medyalaştırılan, şeyleştirilen topluluklar bilinç/muhalefet/sorgulama
üretemiyor. Medya aracılığıyla
aptallaştırılan topluluklardan
sahici bir tavır sadır olmuyor.
Ağır hasarlı hayatlar yaşıyoruz.
Tüketimcilik, tüketim manyaklığı, haz manyaklığı, hayat tarzına
dönüşüyor.
İlkesizlikler insanları hiçliğe
sürüklüyor.
Neo-liberal akıl-mantık bütün
toplumlarda, hayatın tüm alanlarına nüfuz ederek yapısal bir
çürümeye neden oluyor. Neoliberal akıl-mantık sebebiyle
herkes, her kurum kendisini bir
şirket yönetir gibi yönetmeye
çalışıyor. Nesne haline getirilen
insanlar, kendi düşüncelerine
ve hayatlarına sahip çıkamıyor.
Bilgi ve enformasyon sermaye
tarafından araçsallaştırılıyor.
Hayatın her alanında ahlaki
tutarlılık ve ahlaki bilinç sahibi
olabilmemiz için, ahlaki sorgulamalar yapabilmeliyiz. Yeni
ifade biçimleri, teknikleri, yol
ve yöntemleri üretebilmeliyiz.
Primitif bir geçmiş nostaljisi
yerine, gerçek bir geçmiş algısı
inşa etmeliyiz.
Geçmişin gerçekliği ile, bugünün gerçekliği’nin birbirinden
İktibas
çok farklı olduğunu bilmek gerekir. Geçmiş eleştiriden muaf
olamaz; her hangi bir mezhep,
cemaat, alim, cemaat lideri de
eleştiriden muaf olamazlar.
Kendilerini vazgeçilemez bir
referans kaynağı konumunda
görenler, bu davranışlarıyla görüşlerini başkalarına dayatmış
olurlar.
İ
nsanların
hoşuna gidecek
şeyler yazmaktan
ve konuşmaktan
vazgeçerek,
söylenmeye değer
olanı yazmaya
ve konuşmaya
çalışmalıyız. İslam
toplumlarında yeni
bir politik arayıştan,
hareketlilikten söz
edilebilir, ancak
alternatif politik bir
bilinçten söz edilemez.
İkili hayatlar yaşamaya
devam edemeyiz.
Hayatın her alanında ahlaki
tutarlılık ve ahlaki bilinç sahibi
olabilmemiz için, ahlaki sorgulamalar yapabilmeliyiz. Yeni
ifade biçimleri, teknikleri, yol ve
yöntemleri üretebilmeliyiz. Primitif bir geçmiş nostaljisi yerine,
gerçek bir geçmiş algısı inşa
etmeliyiz. Önemli olan fikirlerin yeniliği değil, gerçekliğidir.
Ütopyacı özlemler konusunda
çok dikkatli olunmalıdır.
Ortadoğu’da yaşanan isyanlar,
ayaklanmalar ve gösterilerin
çok sınırlı etkiler uyandırdığını
kaydetmek gerekir. Bütün bu
ayaklanmaların niceliği üzerinde değil, niteliği üzerinde
durulmalıdır. Ayaklanmalardan,
isyanlardan yeni ve özgün bir
inşa çıkmıyor. Bu ayaklanmalar
sırasında “devrim” fikrinin sorumsuzca bozulduğunu/tahrif
edildiğini gördük. Devrimler
kurucu bir söylem, kurucu fikirler, kadrolar ister. Devrimler
paradigma değişikliklerini gerçekleştirmek üzere yapılır.
Mağlup bir medeniyetin çocukları olduğumuz için, niceliksel
de olsa, her hareketlilik bizlerde umut ürpertilerine neden
oluyor. Ayaklanan, isyan eden,
değişim talebinde bulunan kesimlerin nasıl bir dünya, nasıl
bir düzen, nasıl bir toplum, nasıl
bir siyaset istedikleri konusunda
tutarlı hiç bir analiz yapılmıyor.
İsyancıların, protestocuların,
muhaliflerin alternatif bir sistem önerisi, vizyonu, projesi ve
çalışması yok. Politik liderleri
değiştirmek mümkün oluyorken, temel yapılar/yaklaşımlar
değiştirilemiyor.
İnsanların hoşuna gidecek şeyler yazmaktan ve konuşmaktan
vazgeçerek, söylenmeye değer
olanı yazmaya ve konuşmaya çalışmalıyız. İslam toplumlarında
yeni bir politik arayıştan, hareketlilikten söz edilebilir, ancak
alternatif politik bir bilinçten
söz edilemez.
İkili hayatlar yaşamaya devam
edemeyiz.
Birbirleriyle asla bağdaşmayan
sadakat ve aidiyet biçimleriyle
bütünleşemeyiz.
23
İktibas
SÖYLEM VE EYLEM
TUTARLILIĞI
BÜNYAMİN ZERAN
a
llah bireylerin
yapmayacağı
şeyleri söylememeleri
gerektiğini bundan
dolayı hesaba
çekileceğini söylüyor.
Allah söz ile pratiğin
uyumunu önemsiyor.
Kitabı gereği gibi
taşımayanlara
(yaşamayanlara)
“kitap yüklü eşekler”
derken aynı zamanda
kendilerine gönderilen
vahyi yaşamayanlara
ise hiçbir esas
üzerinde olmadıklarını
hatırlatmaktadır.
24
Düşünce
Tarihi inşa edenler, toplumu
dönüştürenler ne dediklerini
bilenlerdir. “Ağzından çıkanı
kulağı duymak” diye bir tabir
kullanılır Anadolu’da. Eğer bir
kimse ağzından çıkanı kulağı
duymuyorsa o kimse makbul bir
kimse değildir. Söylenilen her
söz sorumluluk getirir. Boş konuşmaya alışmış ya da alıştırılmış bir toplum için ne dediğinin
bir önemi yoktur. Önemli olan
günü kurtaran konuşmalar yapmaktır. Toplumsal olarak nasıl
bu hale geldik sorusunu kendimize sormamız gerekmektedir.
Modern dünya hazların yaşanmasını ön plana çıkarır. Her şey
insanın hazları içindir. Modernite bireyciliği ön plana çıkardığından toplumu ya da ümmeti
merkeze almaz. Modernite Allah’a kulluğu da merkeze almaz.
Çünkü kulluk diye tabiri dogma
olarak tanımlar ve özgürlüğü
kısıtlayan bir öge olarak görür.
Dünyada tek gerçek vardır o da
kendi nefsî tatminidir. Makyavel
hazretleri Rönesans Avrupa’sında hükümdarı tanımlarken; her
türlü yalanı söyleyebileceğini,
sözünde durmayabileceğini,
yaptığı anlaşmalara gerekirse
sadık kalmayabileceğini belirtmişti. O dönemde bu sözler kral
için söylenmiş olsa da modernite her bireyi kral ilan ettiğinden
Makyavel hazretlerinin tanımı
aynısıyla her insanın üzerine
oturtulmuş oldu. Hiçbir sabitesi
olmayan köksüz, ne dediği belli
olmayan ve dayandığı hiçbir
kutsalı olmayan yeni bir yaşam
tarzıyla tanışmış oldu dünya. Bu
öyle bir dünya oldu ki toplumsal
ve ailesel her türlü bağlılık bir
bir çözülmeye başladı.
Vahiy ile moderniteyi birbirinden ayıran unsurlardan biri de
bu noktaydı. Vahiy daha yolun
başında Allah’a kulluk bilinciyle
hareket ettiğinden tevhidi mer-
keze almış ve Allah’ın dışında
kişinin putlaştırdığı ne kadar
ilahı varsa hepsini terk etmesi
gerektiğini ona vazetmiş bir dindir. Allah’tan başka ilahın olmadığını söyleyebilmek ağzından
çıkanı kulağın duyması demektir. Çünkü tevhid sözü İslam’a
girişin sözüdür. İslam’a giriş ise
kişinin bu sözü söylemeden önceki kötü olan tüm bağlılıklarını,
bağımlılıklarını Allah adına terk
etmesi demektir. Bu söz bir ahittir, Allah ile sözleşmedir. Tabii ki
her sözleşmede olduğu gibi bu
sözleşme de verilen söze sadık
olmayı gerektirir ki taraflar sözleşme gereği vadedileni yapsın
ve onun karşılığındaki ücretini
de alabilsin. Allah bireylerin
yapmayacağı şeyleri söylememeleri gerektiğini bundan dolayı
hesaba çekileceğini söylüyor.
Allah söz ile pratiğin uyumunu
önemsiyor. Kitabı gereği gibi
taşımayanlara (yaşamayanlara)
“kitap yüklü eşekler” derken
aynı zamanda kendilerine gönderilen vahyi yaşamayanlara ise
hiçbir esas üzerinde olmadıklarını hatırlatmaktadır. Yalan söylemek büyük günahlar arasında
sayıldığından insanın anını kurtaran sözler gerçeklikten uzak
ve pratikten yoksun ise kınanmıştır. Kur’an’da müminlerin
üzerine savaş yazılı bir surenin
indirilmesini talep etmelerini
dahi Allah’ın henüz müminlerin
hem güç olarak hem de psikolojik olarak hazır olmamasından
dolayı indirmediği hatta bunu
ısrarla isteyen müminleri de
uyardığı görülmektedir. Çünkü
Allah’a verilen her söz sorumluluk gerektirir.
Modernite Allah ile kul arasındaki bağlılıkları çözerek işe
başladı. Eğer böyle yapmamış
olsaydı istediği bir toplumu inşa
etmesi de mümkün olmazdı.
Çünkü burjuva topluluğu bir
şeye bağlı olmayı sevmez. Sü-
Düşünce
rekli geleceği merkeze alırken
geçmişi siler. Hiçbir geleneği
yoktur, köksüzdür, sonradan
görmedir. Eğer geçmiş bağlılıklarına dönecek olursa burjuva
özelliğini kaybeder. Kendini
değerli kılan tek şey edindiği
servetidir. Onun için reform
Avrupa’sında protestanlığı desteklemiş bir kiliseye bağlı olmayı
ve bir cemaate bağlı olmayı reddetmiştir. Reformun sponsoru
burjuvalar olmuştur. Bu sayede
feodalizme galip gelmişlerdir.
Aşiret toplulukları ya da ümmet olma bilinci içinde hareket
edildiği sürece burjuvalar oluşamayacaktı. Ondan dolayıdır
ki bireyci individüalist yaklaşım
sanayi Avrupa’sında değer görmüştür ve yükselen değer haline
gelmiştir. Modernite için insanın eşrefi mahlukat olabilmesi
her türlü duygu ve düşüncenin
önüne kendi benliğini geçirebilmesiyle mümkündür. Kısacası
hazperest olmasıyla mümkündür. Ancak böylesi bir insan
tüketim kölesi haline getirilebilir
ve onun keyfi için üretilmiş malları satın alarak insan olmanın
hazzına ulaşabilir. Böylelikle bir
yandan burjuvanın cebi dolarken diğer yandan kendisinin de
üstün insan olduğu duygusuna
kapılır. Bir taşla iki kuş vurulmuş olur. Her iki kuşun etini
yiyen maalesef burjuva olmuştur. Bireye ise tüketen hayvan
olmaktan öte bir unvan kalmamıştır.
İslam ümmet olma bilinciyle bir
hedef doğrultusunda vahyin çizdiği ölçülerle kardeşler olmayı
salık verir. İslam geniş ve güçlü
bir aile olmayı hedefler. Bu aile
gücünü bugünün dünyasında
belirlenen kriterlere göre oluşturmaz. Bu ailenin maddi imkanları olmayabilir, askeri gücü
olmayabilir, sayısal anlamda
çoğunluğa da sahip olmayabilir.
Ama sahip olduğu tek şey Al-
İktibas
lah’a duyulan sevgi ve Allah için
birbirlerine olan bağlılıklarıdır.
Bu öyle güçlü bir bağdır ki bu
bağı terk etmeleri ancak Allah’ı
terk etmeleriyle mümkündür.
Allah’ı terk eden kimsenin yeri
de ateş olduğundan iman eden
kimseler bu terk etmeyi göze
alamaz. Bu bağlılık içinde ahde
vefa vardır, misak vardır, kendi
kazancından infak vardır, salat
vardır, İsmaillerin kurban edilmesi vardır vs. Kısacası mümin
olmanın vasfını yüklenmeyi
taahhüt etmiş kulların sözüne
sadâkatleri vardır. Allah için
gerçekten ortaya koyacakları bir
mazeretleri olmadan bu yükümlülüklerinden feragat edecek
kimseler bu ailenin bir üyesi
olamayacaklardır. Onun içindir
ki müminin sınırları bellidir.
Neyi reddedeceği neyi kabul
edeceği vahiyle belirlenmiştir.
Sınırları belli olan bir adamdır
mümin. Onun için güvenilirdir
ve ağzından çıkanı kulağı duyan
bir kimsedir. Hazlarının değil
Allah’ın kuludur. Günlük politikalara kurban gitmez. İslami
davayı yüceltirken dahi amaca
giden her yolu kutsal saymaz.
Çünkü Makyavelci değildir. Eşrefi mahlukat olmak demek mümin için Allah’a sadakatle bağlı
olmak, takvalı olmak, günahtan
ve kötü olan her şeyden sakınmak demektir. Doğal olarak
bu tanım Avrupa zihniyetinin
yabancı olduğu bir tanımdır.
Çünkü onun kriterlerine göre
iyi olan her şeyin karşılığında
kâr olmalıdır. İstatistiksel olarak hesaplamalara gelebilecek
maddi ölçütler olmalıdır. Çünkü
o gayba iman etmez. Ne varsa gözlerinin görebildiği şey
ölçüsündedir. Göremedikleri
onun için dogmadır. Müminin
ise inancının başlangıcı gaybda
olana iman etmektir. O’nu birlemek ve O’ndan başkasına kul
olmamaktır. O’na kul olmanın
kriterleri ise hiçbir istatistiğe
konu olmayacak, hiçbir maddi
değerle ölçülemeyecek olan günahtan sakınma ve takvadır.
Modernite yalan üzere kurulu
bir dünyanın resmidir. Bu dünyanın var olmasına hizmet eden
araçların başında demokrasi,
laiklik ve liberalizm gelmektedir. Kapitalizm ancak bu üçlü
sayesinde ayakta kalabilir. Bu
üçlünün ürettiği tüm değerler
Makyavelizm üzerine bina edilmiştir. İnsanı aşağılayan, insanı
bir metanın kulu yapan bu sistem hazlarının peşinde insanı
bataklığa mahkum etmiştir. İnsanı tanrı olduğuna inandırarak
kendi dışındaki herkesi de kendinin kulu olduğu zehabına kaptırmıştır. Hal böyle olunca tanrının kullarına karşı sorumluluğu
değil kulların tanrıya karşı sorumluluğu önde olacaktır. İnsan
kendi uydurduğu yalanın ya da
ona dayatılan yalana inanmanın
kurbanı olacaktır. İşte bu ağzından çıkanı kulağın duymadığı
bir dünyadır. Söylem ve eylemin
tutarsız olduğu bir dünyadır. Bu
dünya mümin olanlara ait bir
dünya değildir.
Mümin olmak öncelikle böylesi
bir dünyayı reddetmek demek
ve doğruladığın dünyaya sahip
çıkmak demektir. Allah’a verilen
söz muhakkak ki sorumluluk
gerektirmektedir. Sözüne sadık
olmayanlar mümin olamaz.
Müminlerin dünyasında güven
en önemli unsurlardan biridir.
Çünkü verilen her sözün bir
karşılığı vardır. Bunu Allah
kullarına öğretmiştir. Mallar ve
canlar karşılığında cennet vardır. Allah’tan daha çok sözünde
duran kimse yoktur. Öyleyse
mümine düşen sorumluluk da
ahde vefa göstermesi ve anlaşmaya uygun yaşamasıdır.
[email protected]
25
İktibas
BU ZAMANLARDA
‘HANİF’ OLMAK!
MUSTAFA BOZACIOĞLU
Düşünce
Konumuz ‘hanif ’ olmanın
avantaj ve dezavantajlarını, bu
kavramın bu zamanlarda neye
tekabül ettiğini analiz ederek bir
sonuca, kendi payımıza düşen
kadarı ile varıp bunu paylaşmak
amaçlıdır. Bu analizin akabinde
bir tez üretip bunun paylaşılması düşünülmektedir.
Hanif kavramı malumunuz,
ilkin, Mekke’de karşımıza çıkmaktadır; sosyal içeriği ve bir
kitlenin ifadesi/vurgulanması
anlamıyla! Daha önemlisi ise bu
kavramı ‘..millete İbrahime hanifa’ terkibi ile Kur’an’da, ‘hanif
olan İbrahim’in yoluna/dinine’
anlamı ile ve de ‘müşriklikten
uzak olmak, tevhid dinine bağlı
olmak/kalmak kastı ve vurgusu
ile ‘muvahhid’lik kapsamında
buluyoruz.
S
adece toplumun
günah
atmosferinden
uzaklaşmak, kendini
tecrid etmek yetmez;
toplumun doğru yönde
değişimi ve günah
yükünden kurtulması
için üzerine düşeni
de en güzel biçimde
ortaya koymalı,
toplumun içinde iyiyi
ve hakikati temsil
etmelisin! Şahitliğini
sergilemeli ve farkını
fark ettirmelisin!
Tercihini açıkça ve
açıktan ilan etmelisin!
Rengini belli etmelisin!
Safını belirlemeli, safa
durmalısın!
26
Mekkeli haniflerin bu manada,
şirkten/putperestlikten uzak ve
fakat ‘tavhid dininin’ farkında,
bilgisinde, kapsamında olmayan
bir duygu, düşünce ve hal ortaya
koymaları ile karşılaşıyoruz.
Mekkeli cahiliyyenin şirk ve
sömürü düzenlerinin içinde ama
ona bulaşmadan, onlardan olabildiğince uzak kalarak, ancak
çözüm üretmekten, çıkış yolu
bulmaktan, doğruyu ortaya koymaktan mahrum bir vaziyette
buluyoruz.
Peygamberimizin ‘Hira’ arayışlarını, İbrahim peygamberden
tevarüs edilen bazı ibadetlerin
içeriği boşal(tıl)mış şeklî görüntüsünü, peygamberimizin
dedesinin ‘Ebrehe/fil ordusu’
karşısında develerini talep edip,
‘Kâbe’nin Rabbi onu korur!’
ifadesi ile resmedilen rivayetlerdeki tavrını bu vakıayı tesbit
anlamında okuyabiliriz. Biraz
farklı da olsa Malcolm X’in namazın bırakın fonksiyonunu,
formel kısmının dahi farkında
olmayışını bu kapsama, belli çekincelerle dahil edebiliriz! Daha
önemlisi Kur’an’da peygamberimize/hepimize hitaben ‘vevecedeke dâllen feheda!’ şeklinde
‘Seni ne yapacağını/yol, yöntem
ve yordam bilmez halde bulup
doğru yola/çareye/çözüme ulaştırmadı mı?’ ifadesi bu ‘vahiyle
uyarılmışlıktan uzak haniflik’
vurgusunu izhar etmektedir.
Vahiy ile muhatap olunduktan
sonra da kavram, aslî anlamına,
‘tevhid’ ve ‘şirkten uzak olmak’
vurgusuna irca edilmiştir! Ve bu
son dinin türedi bir yol olmayıp
Yahudi ve Nasara’nın şirk ile
malul bir halde iken kendilerini
Hz. İbrahim’e atfetmelerinin
reddedilip; ona uygun yolu vahye teslim olan müslümanların
temsil edebileceğinin, inananların buna layık olduğunun ısrarla
vurgulandığını görüyoruz.
Bu son vurgu bizlere ve bu güne
özetle şöyle seslenmektedir:
Sadece toplumun günah atmosferinden uzaklaşmak, kendini
tecrid etmek yetmez; toplumun
doğru yönde değişimi ve günah
yükünden kurtulması için üzerine düşeni de en güzel biçimde
ortaya koymalı, toplumun içinde
iyiyi ve hakikati temsil etmelisin! Şahitliğini sergilemeli ve
farkını fark ettirmelisin! Tercihini açıkça ve açıktan ilan etmelisin! Rengini belli etmelisin! Safını belirlemeli, safa durmalısın!
O zamanki hanifler için vahiyle
uyarılmamak, önemli bir fark
görülebilir! İlla da avantaj anlamına gelmese bile bir mazeret
olarak görülebilir! Burada ‘bilginin’ değeri ve önemi de açığa
çıkıyor! ‘Ne yapacağını bilmek!’,
‘Niçin yapacağını bilmek!’, ‘Nasıl yapacağını bilmek!’ önem
kazanıyor. Bugün artık, ‘bilmemek’ gibi bir lüksümüz yok;
dünyanın global bir köy haline
Düşünce
ge(tiri)ldiği, teknoloji vasıtası ile
iletişim hızının arttığı bir vasatta! Tabi ‘hangi bilgi’ ve ‘doğru
bilgi’, ‘vahyî bilgi’ nitelemelerini
önemsemek gerekiyor.
Bizim asıl dikkat çekmeye çalıştığımız noktaya gelirsek: Bilgi
ve davranış olarak asıldan uzak
bir şekilde, ne yapacağını bilmez
vaziyette, dinlerine şirk bulaştırmışlar ile şirki din edinmişlerin
arasında gel gitler yaşayan bir
sosyal niteleme olarak ‘hanif ’
kavramı, çok olsa ‘nötr’ bir anlam ifade etmekte olup, olumlu,
artı değer kazanmamaktadır!
Bunu belki ‘mücerred bir iman
iddiasına’, ‘imanı, amelden ayrı
bir ikrar ve tasdik mesabesine
indirgemeye’ kıyas edebiliriz! Bu
haliyle ‘hanif ’ olanlar, dışlarında kalan Mekkelilerce içlerine
sindirilmiş ve bir tehdit olarak
algılanmamış olarak, pekâlâ
beraber yaşayıp ilişkiler sürdürülebilmiştir!
Bunlardan ‘bilmediğini bilmeyerek, herhangi bir arayışa da
ihtiyaç hissetmeden, rahatsızlık
da duymadan geçinip gidenlerle
‘bilmediğini bilip, arayışa koyulanlar, rahatsızlık hissedenlerin
arasını ayırmamız gerekiyor!
Hüküm de buna göre tahakkuk
edecektir zira! Bunların birinci
guruba dahil olanlarına, yani
hiçbir şeyin farkında olmayanlarına, vahyin gizli/bireysel
tebliğ ve özümseme devresini
aşamayan ve aşmak istemez bir
hal içinde bulunanları, rengini
belli etmemeyi taktik sananları,
uzlaşmacı, tavizkar ve pazarlıklı
olarak, çıkar/fayda hesabı yapanları, metod ve yöntem olarak
yanlış tercihlerde bulunanları da
ekleyebiliriz.
Bunlar Mekkeliler için bir ‘öteki’ anlamına gelmediği, talep
ettikleri Mekkelileri ve dinlerini
İktibas
kısıtlayıcı bir istekleri ve kendilerini belli eden bir farklılıkları
olmadığı için birlikte yaşamakta
herhangi bir sıkıntı oluşmamaktadır. Tabi o zaman malum ‘hicret’ de gündeme gelmemekte ve
gerek de kalmamaktadır!
Gelelim bize ve bugünümüze;
durduğumuz yerden bakarak,
sosyolojik boyutu ve edilgen, çaresiz, çözümsüzlük, haydi ‘nötrlük’ haliyle ‘hanif ’ olmayı bir
artı değer olarak görebilir miyiz?
Belki genelimiz itibarı ile bunu
dahi hak edecek evsafta mıyız?
Tablonun bütününe baktığımızda durumumuz onlardan daha
aşağı, acıtıcı bir haldedir desek
yanılır mıyız? ‘Hicretin’ vasatı
oluşmuyorsa bu temsiliyyeti açık
ve net olarak izhar etmediğimiz
anlamına gelmez mi? Kur’an
elimizde iken ‘haniflik’ mazereti
bir anlam taşır mı? Bizi kurtarır
mı? ‘Bilmemek’ ve ‘vahiyle uyarılmamak!’ ne yana düşer?
Hele Kur’anî anlamı ve kullanımı ile ‘hanifliğin’, şirkten uzak
olmak, dini yalnız Allah’a ait
kılmak, muvahhidlik, davasını
açıkça ilan etmek, gereklerini
yaşamak ve duyurmak görevini
üstlenmek, cahiliyyeden beri
olmak anlamlarını düşündüğümüzde durumumuz daha mı iyi?
Asla! Nerede Kur’an ve onu dikkate alan? Nerede şirk ve cahiliyyeden arınmak, uzak kalmak,
yerine tevhidi, Allah’ın dinini
ikame etmek isteyen? Nerede
bunların bedelini ödemeye hazır
ve nazır olan? Nerede ‘hicretin’
anlamını idrak ederek buna
göre davranan? Nerede kulluğu
yalnız Allah’a hasredip, şirkin
renginin/renksizliğinin her tonunu ve miktarını reddederek,
doğrunun, hakkın ve hakikatin
ödünsüz savunucusu olan? Nerede dinini doğru kaynağından
öğrenip; tavizsiz, pazarlıksız, er-
telemesiz, indirimsiz ve zamsız
kabul ederek oku’yan, anlayan,
anlatan, yaşayan, teklif ve öğüt
sadedinde sunan?
Bu arada ‘hicreti’, ‘toplumsal değişim ve şartları’ olarak da anlayabilir, böyle düşünebiliriz! Yani
‘aktif iyi’ olarak, üzerimize düşeni, elimizden geldiğince temsil
etmek! Yaşayan şahitliğini yapmak! Mücadelenin doğru yöntemi ile dosdoğru bir kul olmak ve
bu yolda önümüze dikileceklere,
karşımıza çıkacaklara, sabırla ve
mücadelenin/mücahedenin en
güzel biçimi ile en başta Kur’an
ile mücahede ederek, tavsiye ve
teklifte bulunmak!
Mekke’de ilkin ve buradan bakınca ‘hanif ’ olmak bir farklılıktı, mazeretti! Ne zaman ki o
insanlar da vahiyle uyarıldılar;
uyandılar ve artık hiçbir mazeretleri de kalmadı! Daha önemlisi artık ‘hanif ’ kavramı nötr olmaktan çıktı ve vahiy tarafından
aslî anlamı ile vurgulanır oldu;
şirkten uzak, tevhid ehli olmak!
Artık kavramın çekileceği başka
hiçbir taraf yok, olamaz!
Kimse kendini kandırıp ‘şartlar
böyle, imkanlar kısıtlı, ortam
müsait değil, çağın gerekleri
farklı..’ gibi ‘hanif ’ rolüne sığınmasın! Bizi kurtaracak olan
‘tevhid için, şirkin ve küfrün
bertaraf edilmesi için’ Kur’anî
vurgusu ile ‘dosdoğru din’ olarak İslam’a teslim olmak ve onu
şirkin her türünden, tonundan
ve miktarından uzak olarak,
muvahhid bir kimlik ile dini
yalnız Allah’a has kılabilmek
için uğraşan ‘hanifler’ olarak
mücadele ve mücahedeyi elden
bırakmamaktır!
[email protected]
27
İktibas
SİZ ALLAH’A GEREĞİ
GİBİ KUL OLDUNUZ DA
ALLAH SİZE ZULÜM
MÜ ETTİ?
OSMAN COŞKUN
B
izi böyle bir yazı
yazmaya sevk
eden saiklerin başında
bugün Müslüman
aleminin yaşadığı
zulüm ve işkenceler
gelmektedir. Böyle
bir durumu kabul
etmeleri ve bunu da
işin en kötüsü Allah’ın
kendileri hakkında
takdir edilmiş bir kaderi
gibi görmeleridir.
Dinin saltanata
dönüştürüldüğü
Emevilerden itibaren
bu teslimiyetçilik ve
rıza anlayışı halen
günümüzde de devam
etmektedir.
28
Düşünce
Böyle bir soruya Allah’ın bütün
insanlık için bir uyarı, iman
edenler için ise bir öğüt olarak
gönderdiği Kur’an-ı Kerim’e göre
verilecek cevap kesinlikle hayırdır. Zulüm ve zalimlik âlemlerin
rabbi olan Allah ve ona teslim
olup iman edenlerin özelliklerinden olamaz. Zalimlik ve zulüm yeryüzünde Allah’a rağmen
ilahlık iddiasında bulunup kendi
yaşam felsefelerini insanlara
kurtuluş reçetesi olarak sunan
Firavunların Nemrutların ve
kıyamete kadar da varlığını sürdürecek ve onların misyonunu
yerine getirecek, Allah’ın ve
iman edenlerin düşmanlarının
özelliğidir. Allah’ın sıfatlarından
ve güzel isimlerinden birisi de
(el A D L)dir yani adalet sahibi,
hiç kimseye haksızlık etmeyen,
herkesin yaptığının karşılığını
tam olarak ödeyendir. Allah‘ı rab
bilip onun gönderdiklerine teslim olup inanmış bir mü’min ne
kendisine ne de kendi dışında
her hangi bir yaratılmışa zulüm
etmez.
Allah Âdem (A.S)dan başlayarak son elçisi Hz. Muhammed
Mustafa (S.A.V) dahil, göndermiş olduğu dinin adını İslam
koymuş. İslam (S-L-M) kök
harflerinden oluşan ve barış,
esenlik selamet ve emniyet demektir. Böyle bir dinin sahibini
zalim ve zulüm, dinin mensuplarını ise terörist, barbar, cani,
katil gibi sıfatlarla ilintili hale
getirip ilişkilendirmek en hafif
tabir ile densizlik ve abesle iştigal olur. Bugün kendi aklınca
dünyaya düzen getirip özellikle
de Müslüman alemini demokrasi gibi insan heva ve hevesinin
bir ürünü olan, uygulandığı
ülkelerde Allah ve onun dini
adına ne var ise ifsat edip bozan
ve tanrısı insan olan bir sistemi
yerleştirmeye çalışır iken son
yüz yılda uygulamış olduğu zülüm ve katliamları unutturarak
bu gün İslam’ın mensuplarını ve
onların yaşadıkları coğrafyayı
kan gölüne çevirip bu güzelim
beldeleri yaşanmaz hale getiren
vahşi batının hali affedersiniz
“Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” ata sözünün ne kadar da
haklı olduğunu açıklamaktadır.
Tarihin hiçbir döneminde İslam’ın gerçek mensupları hiçbir
yaratılmışa zalimlik ve zulüm
yapmamışlardır. Onlar bu gün
dünyada zulüm yapıp zalimlikte
sınır tanımayan Yahudileri bile
koruma altına alarak hayatta
kalmalarına yardımcı olmuşlardır. Kendileri zulüm görmüş bir
millet olarak bu olaydan ders
almaları gerekir iken Filistinli ve
diğer Müslüman alemi mensuplarına yaptıkları zulümler artık
dünyayı yaşanılmaz bir hale
getirmiştir. Çok net olarak ifade
etmeliyim ki İslam’ın mensuplarının tarihin hiçbir döneminde
onların utanç duyacakları ve
sicili bozuk bir zaman dilimleri
olmamıştır. Bizi böyle bir yazı
yazmaya sevk eden saiklerin başında bugün Müslüman aleminin yaşadığı zulüm ve işkenceler
gelmektedir. Böyle bir durumu
kabul etmeleri ve bunu da işin
en kötüsü Allah’ın kendileri hakkında takdir edilmiş bir kaderi
gibi görmeleridir. Dinin saltanata dönüştürüldüğü Emevilerden
itibaren bu teslimiyetçilik ve rıza
anlayışı halen günümüzde de
devam etmektedir. Kabul edilen
ve Allah’ın Müslüman alemi için
böyle bir yaşantıyı reva gördüğüne inananların sayısı maalesef
azımsanamayacak kadar çoktur.
Oysa Alemlerin rabbi olan Allah
kullarına asla zulüm etmeyeceğini son mesajı olan Kur’an-ı
Kerim’inde şöyle açıklamaktadır:
Düşünce
“Bu kendi ellerinizin yapıp öne
sürdüğünün karşılığıdır. Allah
kullarına asla zulüm etmez.”
(3/182). Başka bir ayetinde ise
şöyle buyurmaktadır:
“Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez.
Ne var ki insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.”
(10/44). Bu ve bu manaya gelecek Kur’an’da on dört tane ayet
vardır. Bu ayetlerin tamamında
Allah’ın kullarına asla zulüm
yapmayacağı yoruma meydan
vermeyecek şekilde açıktır. Aziz
Kur’an’da zulüm ve türevleriyle
birlikte toplam yüz yirmi beş
ayet geçmektedir. Bunların yüz
on birinde zulmün faili insan
olarak gösterilmektedir. Diğer
bir ifade ile zulmün kaynağı
ve faili insandır. Bununla ilgili
olarak yüce rabbimiz olan Allah
şöyle buyuruyor: “Biz halkı zalim olan nice memleketleri kırıp
geçirdik ve onlardan sonra başka
milletler var ettik.” (21/14) Yine
başka bir ayetinde rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ona Bunlar senin
ellerinle kazandığın günahlar
sebebiyledir denir. Şüphesiz Allah kullarına zulmeden değildir.”
(22/10). Ayetlerin vermek istediği mesajların anlaşıldığı kanaatiyle konumuza devam edelim.
Bugün Müslüman âleminin
içerisinde bulunduğu durumu
Allah’ın bir takdiri gibi anlayıp
sonrada kıtalar ötesinden gelip
Müslümanların ülkesini işgal
eden vahşi batının bu cesareti
nereden aldığıdır? Bunun da
cevabı Müslüman aleminden
şeklen onlara benzeyen ancak
fikren işgalciler ile işbirliği içerisinde olan yöneticileri kendi
başlarına idareci olarak seçip
iktidara getirmiş olmalarından
kaynaklanmaktadır. Batı yıllarca
yapmış olduğu zulüm ve zalimliğini hep içeriden bulduğu
İktibas
işbirlikçiler ile yapmaktadırlar.
İşin vahameti adı Müslüman
topluma çıkmış bu insanların
hala bu oyunu fark edememiş
olmalarıdır. Bundan dolayıdır
ki bu gün İslam coğrafyasının
her yerinde kan, irin, gözyaşı ve
henüz adı konmadık bebekler
öldürülmeye devam ediliyor.
Bunu kör bir kader anlayışıyla
izah etmek Allah’ın gönderdiği
son mesajı olan Kur’an’ı mehcur
etmek anlamına gelir ki bunun
da hesabı çok zor olacaktır. Hak
ile batılın fiilen ayrılması gerekir
iken maalesef bu gün hakkı batıl
ile karıştırmaya devam ediyoruz.
Batıl olduğu ayan beyan ortada
olduğu halde halen batılın taraftarlarından bir fayda bekliyoruz.
Oysa batıl bu gün yeryüzünü
kaplamış, hakkın yüzünü perdelemiş. Artık Allah’ın arzında,
Allah’ın kullarının hayatına
dilediği gibi hükmeden zalimler
hüküm sürer hale gelmişlerdir.
Peki, ne yapmalıyız? Elimiz kolumuz bağlı oturup bir kurtarıcının (İsa Mesih’in) gelmesini mi
beklemeliyiz? Böyle bir sorunun
cevabı ebette ki hayır olacaktır.
Çünkü Yüce rabbimiz olan Allah
şöyle buyuruyor: “Ey Muhammed; Biz senden önce hiçbir
insanı ölümsüz ebedi kılmadık.
Şimdi sen ölürsen, onlar ebedi
mi kalacaklar?” (Enbiya-34) Bu
ayetin hükmüne göre bir kurtarıcının gelip İslam âlemini bu
zulümlerden kurtarmasını beklemek beyhudedir. Çünkü beklenen kurtarıcı Mesih asla gelmeyecektir. Allah kıyamete kadar
şerefli, haysiyetli ve izzetli bir
hayat yaşamak isteyen insanlığa
kurtarıcısını göndermiştir. O da
son Mesajı Kur’an’ı Kerim’dir.
Müslüman alemi o kitabın ne
demek istediğini anlarlar ve yaşarlar ise o zaman kurtulmaları
mümkün olacaktır. Kur’an’ın
onlardan inşa edip yaşamalarını
istediği hayat tarzı bir ütopya
veya hiç yaşanılmamış bir hayat
değildir. Allah bütün elçilerine
gönderdiği vahyi onların hayatlarına uygulatarak sonradan
geleceklerin ileri sürecekleri bir
bahaneleri olmasın diye bütün
elçilerini insanlardan seçmiştir.
Müslüman alemi niye sürekli
kaybetmeye mahkum oluyor?
Son elli veya altmış yıl içerisinde yapılan savaşlar da özellikle
Arap toplumu Siyonist İsrail’e
karşı başarılı olamıyor. İsrail
canı istediği zaman Müslümanlara ait toprakları bombalıyor
her yeri yerle yeksan ediyor.
Uluslar arası hukuku hiçe sayarak saldırılarına devam etmektedir. Bu cesareti kendisinden
kaynaklanmıyor. Öncelikle
Müslüman toplumun tek vücut
olarak karşı çıkmayacaklarını
pek ala bildikleri için saldırılarına devam etmektedir. Müslüman aleminin bu durumdan
kurtulmasının çaresi de Yüce
Rabbimizin şu mesajına uymak
ve gereğini yerine getirmekten
geçmektedir.
“Hepiniz Allah’ın ipi olan
Kur’an’a sımsıkı tutunun, birbirinizden ayrılmayın. Allah’ın sizin
üzerinizdeki nimetini düşünün.
Sizler birbirinize düşman iken,
o sizin kalplerinizin arasında bir
yakınlık ve sıcaklık meydana getirip yaklaştırdı da, nimeti sayesinde uyanıp kardeşler oldunuz.
Hem sizler ateşten bir çukurun
kenarında bulunuyordunuz da,
o, tuttu. Sizi ondan kurtardı.
Şimdi size ayetlerini Allah’a
doğru gidebilesiniz diye böyle
açıklıyor” (Al-i İmran-103)
Selam ve Dua ile.
[email protected]
29
İktibas
SANAL RIZA
ARAYIŞI BELKİ DE
EKSİKLİK İDDİASI
AYKUT AKÇA
a
llah her şeyin
olduğu gibi, dinin
de malikidir. O’nun
mülküne O’na rağmen,
niyet ve hedef her ne
olursa olsun bir şey
eklemek pek tabiidir
ki her hak sahibi gibi,
Allah’ın da hoşuna
gitmeyecektir. Ne
gariptir ki bu ekleme
(bidat) yapanların
bir kısmı bunu,
Allah’ın hoşuna gider
diye yapmaktalar.
Bu yazının konusu
olmayan eklemeci
diğer kısım ise zaten
art niyetle, dini bozma
adına, Allah’a savaş
açma maksadı ile
yapmaktalar işlerini.
30
Düşünce
Her malik kendi mülkünün kanun koyanıdır. Bu, onun en doğal hakkıdır da. Bu hak, istediği
kuralı koymayı ve gerek gördüğünde kendi koyduğu kuralları
değiştirmeyi de kapsayan bir
genişliktedir. Bir başkası, bahsi
geçen mülk sahibine, mülkünü
nasıl idare edeceğini, o mülkü
hakkında ne gibi tasarruflarda
bulunacağını öğretemez, dayatamaz. Öyle ki mülk, malikinin
uygun görüp tasarladığı-planladığı hiçbir şeyin değiştirilmesi
konusu başkalarının teklif dahi
edemeyeceği bir salahiyet alanıdır.
Bu tespit sonucunda, iyi ya da
kötü, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama her ne sebep
ve niyetle olursa olsun hiç bir
malikin mülkü hakkında, kendi
belirlediği kural ve kaidelerin değiştirilmesinin ya da ek
yapılmasının malike hakaret
olacağı anlaşılmış oldu. Çünkü
bir mülk hakkında, değiştirilme veya tamamlama faaliyeti o
mülkün malikinin yetersizliğine delalet edeceği bir gerçektir.
Niyet isterse halis/hasen olsun
bu böyledir.
Allah her şeyin olduğu gibi,
dinin de malikidir. O’nun mülküne O’na rağmen, niyet ve
hedef her ne olursa olsun bir
şey eklemek pek tabiidir ki her
hak sahibi gibi, Allah’ın da hoşuna gitmeyecektir. Ne gariptir
ki bu ekleme (bidat) yapanların
bir kısmı bunu, Allah’ın hoşuna
gider diye yapmaktalar. Bu yazının konusu olmayan eklemeci
diğer kısım ise zaten art niyetle,
dini bozma adına, Allah’a savaş
açma maksadı ile yapmaktalar
işlerini.
Bize kitabında “…dininizi kemale erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve size din
olarak İslam’ı beğendim…” (Maide–3) diyen Allah’a ne demeye
çalışıyoruz. Hesap günü, kurtuluşumuzun kaynağı olacak
şekilde Dinini kemale erdiren
Allah, lütfedip bize örnek olsun
diye bir de Peygamber göndermiştir. O peygamber ki görevi
dini bizzat yaşayarak öğretmektir. Bize düşen ise dine ve öğreticisine gerekli sahiplenmeyi
gösterip, öğretilerine iman edip
gereğini yapmaktır. Maalesef ki
bu sahiplenme konusu, maksadının dışına çıkıp içeriğine yabancılaşmış bir saygı-sevgi sunumuna dönüştürülmüştür. Bu
anlayışa göre ne kadar çok sayıp-seviyorsak o kadar sahipleniyoruz anlamına gelmektedir.
Lakin doğrusu bu olmasa gerek.
Örneğin peygambere saygı,
O’nun örnekliğine (sünnetine) değer verip öğrettiklerini
sahiplenip yaşamak demektir.
Peygamber’in sünneti denince
O’nun Din’den/Kur’an’dan anlayıp sahiplendiği şeylere sahiplenip yaşamayı anlamalıyız.
Buradan hareketle dönemin ve
coğrafyanın zorunluluğu olan
giyim tarzını dinden sanıp,
sünnet saymak doğru değildir.
Çünkü Allah zulmetmez. Örneğin, kutuplarda yaşayan bir
Eskimo toplumuna gelmiş bir
peygamber olsa ve bu peygambere iman eden bir çöl insanı,
sırf peygamberinin kıyafetini
dinden-sünnetten sayarak
taklit ettiğini düşünebiliyor
musunuz? Muhakkak ki Allah
Düşünce
zulmetmez. Giyim-kuşam, saçsakal sünnet olmaz, olamaz. İlk
bakışta Hz. Peygamber ile Ebu
Cehil’in giyim-kuşam, saç-sakal
olarak aynı görünümde olması
başka türlü nasıl açılanabilirdi
yoksa. Meseleyi getirmek istediğimiz asıl nokta, sakal-ı şerif
ve hırka-ı şerif konusudur. Çok
büyük bir kutsallık atfedilen,
Hz. Peygambere ait olduğu
iddia edilen (velev ki O’na ait
olsun) bu sakal kılları ve kıyafetlere gösterilen muamele
dinen yanlış bir uygulamadır.
Sözde peygambere duyulan saygı-sevgi kaynaklı ortaya çıkan
bu uygulamayı o sakalın ve hırkanın sahibi peygamber görse
idi eğer hemen yasaklardı. Bu
ve benzeri bidatleri ortaya çıkaran şahıslara da sorumluluğu
gereği, hemen gereken cezayı
verirdi.
Eğer din Allah’ın ise ki öyle, o
halde akidesinde ve amelinde
göndericisinin istemediği hiçbir
unsuru barındıramaz. Allah,
kitabında nasıl inanıp-amel
edeceğimizi belirtip, örnek
olsun diye de elçisini göndermiştir. Ne adına olursa olsun
kitabın ve resulün öğretmediği
bir şeyi dindenmiş gibi kabul
edip uygulayamayız. Kitapta ve
Resulün örnekliğinde bulunmayan bir şeyi sonradan dine
ekleme gayreti dinde eksiklik
iddiası anlamına geleceği için
dinin sahibine de hakaret anlamına gelecektir. Allah her işini
eksiksiz ve kusursuz şekilde yapandır. Hiçbir konuda da ortak
kabul etmeyen bizden de böyle
bir kabul bekleyendir. Kuşkusuz kurtuluşa erecek olanlar da
dine Allah’ın istediği şekilde
İktibas
tabi olup, dinine O’na rağmen
(ne niyetle olursa olsun) müdahale etmeyenlerindir. Bidat-ı
hasene tanımı hiç de masum
bir tanım değildir. Ne kadar
hasen/güzel(!) olursa olsun
bidat, bidattir. Bidat çıkaran
dine savaş açmıştır. Cehenneme
girecek kadar cesareti olandan
başka bidate kim yeltenebilir.
Din gününün maliki olan Allah, o gün geldiğinde kim dine
malikinin istediği özeni gösterip, akidesinin koruyup, ameli
ile desteklemişse onu ödüllendirecektir inşallah.
E
ğer din Allah’ın
ise ki öyle, o
halde akidesinde
ve amelinde
göndericisinin
istemediği hiçbir
unsuru barındıramaz.
Allah, kitabında
nasıl inanıp-amel
edeceğimizi belirtip,
örnek olsun diye de
elçisini göndermiştir.
[email protected]
7DUDI.DVÕP
31
İktibas
SİYASETİ AKİDEDEN
BAĞIMSIZLAŞTIRMAK
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU
B
âtılı ortadan
kaldırıp hakkı
ikame etmek, münkerle
her alanda savaşmak,
Allah’ın hükümlerini
hâkim kılıp yeryüzünde
fitneyi ortadan
kaldırmak gibi temel
iddialar nice oldu?
Şimdilerde revaçta
olan, demokratiklaik işleyişler
içerisinde İslam’ın
yaşanabileceği(!)
alanlar dilenmek,
bâtılla ve bâtılın türlü
putlarıyla barışık
olarak, onlarla kavga
etmeden, bâtılın
lütfedeceği alanlarda
Müslümancılık oyunu
oynamak!
32
Düşünce
Müslümanların tarihinde yaşanan en büyük felaketlerden biri,
imanla amelin bağını kopartan
Mürcie anlayışının giderek genel
kabul gören bir yaklaşım haline
gelmiş olmasıdır. Mürcie’nin
“Küfürle birlikte yapılan hiçbir
itaat nasıl fayda vermiyorsa,
imanla birlikte işlenen hiçbir
günahın da imana zarar vermeyeceği” şeklindeki yaklaşımı,
farklı bir tonda da olsa Sünni
paradigma tarafından da benimsenmiştir.
Klasik dönemden bugüne “Ehl-i
Sünnet Akaidi” adıyla kaleme
alınmış eserlere bakıldığında
iman ve amelin iki ayrı cüz
olduğundan hareketle “İman
kalple tasdik ve dille ikrardır”
tanımının yapıldığını ve “Amelsiz imanın makbul olduğu”
yaklaşımının savunulduğunu
görürüz.
Rabbimizin Kitab-ı Keriminde,
imanla ameli birbirinin olmazsa
olmazı olarak beyan etmesine,
iman ve salih ameli hep bir arada zikretmesine rağmen, iman
ve amelin iki ayrı mefhum oluşundan yola çıkılarak, bu mefhumlar arasındaki kopmaz bağ
koparılıp atılmıştır.
Bu yaklaşımın neticesi olarak
da, Rabbimizin, “İnsanlar yalnız
‘İman ettik’ demekle imtihan
edilmeden bırakılacaklarını mı
sandılar?” (Ankebût, 29/2), “O,
hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için ölümü ve
hayatı yaratandır. O üstündür,
bağışlayandır.” (Mülk, 67/2)
gibi apaçık beyanlarına rağmen
amelsiz, itaatsiz, bedelsiz olarak
cennet mükâfatına kavuşma
beklentileri oluşturulmuştur.
Son dönemlerde bu yaklaşımın
bir benzeri olarak akide ile siyaset arasındaki bağın da koparılmak istendiğini, bu yönde yoğun bir propaganda yapılmakta
olduğunu, demagoji ve lafazanlıkla bu iki mefhum arasındaki
kopmaz bağın koparılmaya çalışıldığını görmekteyiz.
Daha önceleri bu konularda tevhidi söyleme taraftar olan kimi
çevrelerce, keskin bir makas
değişimiyle ilk olarak “referandum” tartışmaları çerçevesinde
dillendirilmeye başlanan bir
söylem olarak akide ile siyasetin bağını kopartan yaklaşım,
bizlerin hakkı tavsiye eksenli
ikazlarımıza rağmen ısrarla sürdürülmektedir.
Şirk düzeninin şirk anayasasının
revizyonuna destek verilmesinin
akidevi açıdan mahzurlu olduğunu, zira doğrudan doğruya
egemenlik ilişkilerinin merkezinde bulunan bir yasa koyma
faaliyetinin söz konusu olduğunu kardeşane bir yaklaşımla
ifade etmeye çalışan Müslümanların bu söylemine karşılık, muhalefet ve taraftarlıklarına sistem
içi mücadeleye göre konumlandırmaya yönelen, mevcut siyasi
iktidarla giderek artan oranda
angajman ilişkilerine giren çevreler, konunun siyasi bir konu
olduğunu, dolayısıyla da bu
konuda takınılacak tutumun
akideyle ilgisi bulunmadığını,
ictihadi olduğunu söyleyerek
tutumlarını meşrulaştırmaya
çalışmışlardı.
Biz o dönemde yaptığımız değerlendirmelerde “Hâkimiyet /
hükümranlık ve insanların sevk
Düşünce
ve idaresini konu alan bir yasa
yapım işi bile akide ile bağlantılı
değilse, hangi konu akideyle
bağlantılıdır?” sorusunu sormuştuk.
Akide nedir?
Tabii bu sorunun cevabını doğru vermek için, önce “akide”nin
ne olduğu sorusuna doğru
cevap vermek gerekir. Akide;
insanın, Âlemlerin Rabbi Yüce
Allah ile, O’nun reddedilmesini
emrettiği hususları reddetmek
ve kabul edip teslim olunmasını
emrettiği hususları kabul etmek
üzere yaptığı akitleşmedir. Yüce
Allah’ın, şartlarını insanlara
Kitab-ı Kerim’inde bildirdiği bu
akitleşme, kalple tasdik ve dille
ikrarın ötesinde, red ve kabul,
imha ve inşa olarak hayat alanlarında pratik karşılıkları olan bir
akitleşmedir.
“Kur’an’da Temel Kavramlar”
adlı eserinde Ali Ünal bu durumu şöyle ifade etmektedir:
“Allah’a, meleklere, peygamberlere… inandım; namazı
kılacak, orucu tutacak, zekâtı
vereceğim… Gerektiğinde savaşacak, hırsızlık yapmayacak,
yeryüzünde fesat çıkarmayacağım… Ölü eti, kan, domuz eti…
yemeyeceğim…’ demek akd’dir,
bağlanmadır. Nasıl ahd sorumluluk getiriyorsa, akd de sorumluluk getirir; hatta akd, ahdden
daha güçlüdür. Kur’an ‘Ey iman
edenler! Akdleri yerine getirin’
(Maide: 1) der. İşte, akdlerin yerine getirilmesi, verilen sözlerin
hayata yansıması, akîdenin iman
halinde olduğunu gösterir.”1
Evet, akide; kalple tasdik ve
dille ikrarın ilerisinde insana
bağlayıcı ameli yükümlülükler
getiren ve hayatın tüm alanla-
İktibas
rında pratik karşılığı olan bir
mefhumdur. Öyle ki bir mü’min,
akidesiz, akidenin sınırlarını
gözetmeksizin bir adım bile atamaz. Attığı her adım, yaptığı her
amel akidenin onayını aramak
durumundadır. Dolayısıyla, son
dönemde sıkça tanık olmaya
başladığımız, akideyle siyaseti
birbirinden tamamen bağımsızlaştıran, bu iki mefhum arasındaki bağları koparan yaklaşımlar
çok büyük bir sapmadır. Akidesiz, akideyle bağlarını koparmış,
akidenin sınırlarına riayet kaygısından uzaklaşmış bir siyaset
anlayışının Allahsız, seküler bir
siyaset anlayışı olmaktan başka
bir anlamı kalmaz.
Bu noktada, akid ile siyaset
arasında ayrım yapalım derken
ölçü tutturamayıp bu iki mefhum arasındaki bağları koparan
ve akideden bağımsız bir siyaset
anlayışı önerenlerin yaptığı, klasik dönemde iman ile amelin iki
ayrı cüz olduğundan hareketle
bu iki mefhum arasındaki kopmaz bağı koparmaya yönelenlerin yaptığının aynısıdır.
Terazinin ayarlarına
dokunmayın!
Bir televizyon programında
sorulan “Reel siyaset içinde
rol alan insanlar Anıtkabir’de
tazimde bulunmak zorundadır.
Şimdi kendi değer temelli siyaseti türbe karşısında onu tazime
geçirtmezken reel siyaset Anıtkabir karşısında tazim duruşuna
geçirtiyor. Bunu nasıl çözümleyeceğiz?” sorusuna, yıllardır
Kur’an üzerine sohbetler veren,
kitaplar neşreden bir yazarın
verdiği cevap, akideyle siyasetin
bağını koparma ameliyesinin
geldiği boyutu göstermesi açı-
A
dalet ve Kalkınma
Partisi (AKP) Genel
Başkan Yardımcısı
Mehmet Ali Şahin’in,
medyada “Kurban
Bayramı da bizim,
Cumhuriyet Bayramı
da” başlığıyla yer
alan açıklamaları,
muhafazakâr siyasetin
hakla bâtılı birbirine
bulama ve aynı potada
eriterek sentezleme
misyonuna ışık tutması
açısından ibretlikti!
33
İktibas
sından ibret vericidir. Söz konusu yazar, doğrudan doğruya şirk
düzenin temel tapınağındaki
şirk ritüellerinin söz konusu
edildiği soruya cevabının temelini şu ifadelerle kurabilmiştir:
“Bir kez hakikaten biz siyaseti
akaidi konuşur gibi konuşuyoruz. Bu çok yanlış bir şey. Akaidi
de siyaseti konuşur gibi konuşmak çok yanlış bir şey. Akidede
siyah ve beyaz üzerinden konuşulur, siyasette grinin tonları
üzerinden konuşulur. Siyasette
gelirler ve giderler, fayda ve maliyetler üzerinden konuşulur.”
Tabi bu temele dayandırılan bir
cevabın devamı nasıl gelmesi
bekleniyorsa öyle de gelmiş,
yazarımız Hz. Peygamber’in
Nebevi örnekliğini de ilgisiz
karşılaştırmalara, bâtıl kıyaslara
konu ederek, tam anlamıyla
fecaat olarak nitelenecek bir
cevapla “Amon tapınağı”ndaki
tapınma merasimlerine katılanların durumunu meşrulaştırmayı başarmıştır!
Görüldüğü gibi yazarımız, akide
ile siyasetin iki ayrı mefhum
oluşundan hareketle, ölçüyü
kaçırarak bu iki mefhum arasında asla koparılamayacak olan,
koparıldığında Yüce Allah’ın
hükümranlığından bağımsızlaştırılan alanlar ihdas edilmesi
sonucuna yol açacak olan kopmaz bağı parçalayıp atmakta,
akideden, dolayısıyla Allah’tan
bağımsız bir siyaset anlayışı vehmetmekte ve bunun savunuculuğunu yapmaktadır.
Bu noktada sormak istiyoruz:
Bu nasıl bir akide algısıdır ki,
seküler kesimlerin “Din başka,
siyaset başka” yaklaşımına benzer şekilde “Akide başka, siyaset
34
Düşünce
başka” argümanını üretebiliyor?
Bu nasıl bir akide algısıdır ki,
Kur’an’ın temel öğretileri durumundaki, cahiliyeden ilkesel
kopuş ve ayrışma,2 zulmedenlere asla itaat etmeme3 ve meyletmeme,4 onların sahte ilahlarına
asla tazimde bulunmama, aksine
bu sahte ilahları yerle yeksan
etmek için mücâdele etme5 ve
benzeri Rabbani öğretilerin
(Mesela Kâfirun Sûresi’nin)6 ve
Hz. Peygamber’in, şirke dayalı
toplumsal / siyasal işleyişler ve
müşrik ritüellerle mücâdele ile
geçen hayatının siyasetle bağını
koparıp atabiliyor?
Tevhid, Allah’tan ve dolayısıyla
akideden bağımsız hiçbir alan
tasavvur etmemek demektir.
Herhangi bir alanı akideden
bağımsızlaştırmak, doğrudan
doğruya o alanı sekülerleştirmek
demektir. Muhatabı olduğumuz
şirk düzeninin en temel tapınma
biçimi durumundaki Anıtkabir
ritüellerine katılıp tazimde bulunulması konusunda bile söz
sahibi kılınmayan, “Bu konu
siyasetin alanı!” denilip susturulan bir akide, başka nerede
konuşacak, hangi konuda tavır
alacaktır?
Netice olarak şunu söylemeliyiz
ki, burada yapılan, tam anlamıyla terazinin ayarlarıyla oynamaktır. Teraziye uymayanları
ikaz ederek, teraziye uymaya
dâvet etmek yerine, onların
durumunu meşrulaştırmak için
terazinin ayarlarından çalmaya
kalkışmaktır. Ve bu çok tehlikeli
bir yaklaşımdır.
[email protected]
Dipnotlar
1
Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali
Ünal, Sh. 103, Kırkambar Yayınları
2
“Onların söylediklerine karşı
sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla kopup ayrıl.” (Müzzemmil, 73/10)
3
“O halde, yalanlayanlara itaat
etme! Onlar, senin kendilerine
yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp
uzlaşacaklardı.” (Kalem, 68/8-9);
“Hayır; ona itaat etme, (Rabbine) secde et ve yakınlaş.” (Alak,
96/19)
4
“Sakın zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size ateş dokunur. Sizin
Allah’tan başka velileriniz yoktur,
sonra yardım göremezsiniz.”
(Hûd, 11/113)
5
“De ki: Şahidlik bakımından
hangi şey daha büyüktür? De ki:
Allah benimle aranızda şahiddir.
Sizi ve kime ulaşırsa kendisiyle
uyarmam için bana bu Kur’an
vahyedildi. Gerçekten Allah’la
beraber başka ilahların da bulunduğuna siz mi şahidlik ediyorsunuz?’ De ki: Ben şehadet etmem.
De ki: O, ancak bir tek olan ilahtır
ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.”
(En’am, 6/19); “Yoksa O’ndan
başka ilahlar mı edindiler? De
ki: Delilinizi getirin. İşte benimle
beraber olanların zikri (öğütü)
ve benden öncekilerin de zikri
(öğütü) budur. Ama çokları hakkı
bilmezler, bundan dolayı onlar
yüz çevirirler.” (Enbiyâ, 21/24)
6
“De ki: Ey Kâfirler! Tapmam ben
sizin taptıklarınıza. Siz de tapacak
değilsiniz benim taptığıma. Ben
de tapacak değilim sizin taptıklarınıza. Siz de tapacak değilsiniz
benim taptığıma. O halde sizin
dininiz size, benim dinim bana.”
(Kâfirûn Sûresi)
Düşünce
“ULUSTAN
ÜMMETE” Mİ
YOKSA ŞERİAT’TAN
LAİKLİĞE Mİ?
AHMED KALKAN
A
rpayı metre
ile ölçmeye
kalktığınızda âdil
olamazsınız. Ölçü
âletimiz yanlış. Arpa
metre ile ölçülmez.
Siyaseti ölçeceğimiz
metreyi doğru
seçiyorsak, problem
değil. Önce ölçülerimizi
kısaca belirtelim:
Allah için sevmek,
Allah için buğzetmek;
Her insanın hata
yapabileceği; hata
yapınca mü’minler
tarafından uyarılması
gerektiği; Hakka bâtılı
karıştırmanın büyük
bir vebal olduğu
ve buna seyirci
kalınamayacağı...
İktibas
Laiklik Bu Değilse, Ya Nedir?
Bu yazı, 15 Kasım 2012 Perşembe akşamı, Hilal TV’de yayınlanan Ulustan Ümmete adlı programdaki soru ve cevap üzerine
yazılmıştır. O programda sorulan soruyu ve verilen cevabı,
özetle hatırlatayım:
Soru:
“Eğer vahyî ölçüleri gözetiyorsak, amel-iman ayrımı olmaması
lâzım. Bu boyutuyla baktığımızda bizim siyaset anlayışımızda
meselâ türbeleri Allah’a ulaşmak
için vesile kabul etmek, türbelere tâzimde bulunmak olumsuzlanır. Bu, olumlu bir şey değildir. Ama, bir de Türkiye’de reel
siyaset içinde rol alan insanlar
anıtkabirde tâzimde bulunmak
zorundadır. Şimdi kendi değer
temelli siyasetimiz, türbe karşısında onu tâzime geçirtmezken,
reel siyaset anıtkabir karşısında
tâzim duruşuna geçirtiyor. Ben
bu çelişkiyi ifade ediyorum.
Bunu nasıl çözümleyeceğiz?”
Cevap:
“Hepsi elde edilemeyenin, hepsi
terk edilmez.”
“Biz siyaseti Akaid’i konuşur
gibi konuşuyoruz. Bu, çok yanlış
bir şey. Akidede siyah ve beyaz
üzerinden konuşulur. Siyasette
grinin tonları üzerinden konuşulur. Siyasette gelirler ve giderler, faydalar ve zararlar üzerinden konuşulur.”
Tırnak içinde: “Allah Rasûlü,
reel politiği gözetti.” Kimse buradan bir şey çıkartmasın, tırnak
içinde diyorum.”
“Allah Rasûlünün yüzü Kudüs’e
dönük namaz kılarken gönlü
Kâbe’ye dönük namaz kılıyordu
Medine’de.”
“Bazen insanın yüzü ile gönlü
farklı yerlere döner. Gönlünüz
dönmesin. Yani gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok.”
(Program yöneticisinin sorusu:
Gönül de sağlam bir altın terazisi değil ama.” Cevap: Eyvallah.)
“Vezinû bi’l-kıstâsi’l-müstakîm”
“Müstakîm bir kıstas ile ölçün,
tartın.” Arpayı metre ile ölçmeye
kalktığınızda âdil olamazsınız.
Ölçü âletimiz yanlış. Arpa metre
ile ölçülmez. Siyaseti ölçeceğimiz metreyi doğru seçiyorsak,
problem değil.
Önce ölçülerimizi kısaca belirtelim:
Allah için sevmek, Allah için
buğzetmek,
Her insanın hata yapabileceği,
hata yapınca mü’minler tarafından uyarılması gerektiği,
Hakka bâtılı karıştırmanın büyük bir vebal olduğu ve buna
seyirci kalınamayacağı,
“Te’vilin olduğu yerde tekfir
olmaz” derler. Siyaset te’vil sanatı aslında.
Hiçbir tevilin puthanede putperestliğe ait ritüeller gerçekleştirmeyi ya da bunlara ikrahsız
iştirak etmeyi sakıncasız ve hatta
sünnet gibi gösteremeyeceği,
Allah Rasûlü, Kâbe’ye doğru
namaz kılarken Kâbe’nin içinde
360 tane put vardı, bunu unutmuyoruz.
Hataya, suça düşman olunması,
hatalıya ise hatadan dönmesi
için en az dua ile yardımcı olunması…
35
İktibas
A
nıtkabiri tâzimle
ilgili soruya verilen
uzunca cevapta,
bu uygulamanın
tek cümle ile bile
olsa çirkinliği, şer’î
sakıncası gündeme
getirilmeden, hatta tam
tersi anlaşılacak şekilde
asr-ı saâdetten nice
örnekler verilerek bu
olayın ruhsatı veriliyor,
cevazı anlatılıyor.
Düşünce
Laiklik Bu Değilse, Ya Nedir?
“Vezinû bi’l-kıstâsi’l-müstakîm”
“Müstakîm bir kıstas ile ölçün,
tartın.”1
Eyvallah, buğdayı metre ile
ölçmeyelim, ama putperestliğin
hükmünü reel politikanın hizmetindeki akılla ve baştan sona
yanlış kıyaslarla hiç ölçmeyelim.
Müstakîm terazi vahiy terazisidir, özellikle vahyin ölçülerine
göre put ve putperestlik olan
hususlarda, vahye ters başka
terazi kullanılamaz. İlâhî teraziye göre tümüyle olumsuz olan
bir şey, onun yerine başka terazi
kullanılarak olumlu hükme
ulaşılamaz. Hele Anıtkabirde
tâzim gibi genel ölçü olarak vahyin ölçüp biçtiği ve hükmünü
bildirdiği hususlarda, vahyin
ölçüsüne, hükmüne tümüyle
ters ölçü, doğru ölçü olabilir mi?
Bu şekilde ölçmek midir kıstâs-ı
müstakîm, dosdoğru ölçü?
Anıtkabiri tâzimle ilgili soruya verilen uzunca cevapta, bu
uygulamanın tek cümle ile bile
olsa çirkinliği, şer’î sakıncası
gündeme getirilmeden, hatta
tam tersi anlaşılacak şekilde asrı saâdetten nice örnekler verilerek bu olayın ruhsatı veriliyor,
cevazı anlatılıyor.
Anıtkabirdeki tâzimi savunacak,
onu meşrû gösterecek bir çizgi,
hepimizi derin derin düşündürmesi gereken bir durumdur.
Çünkü bunu yapan, düne kadar tevhidi bayraklaştıran bir
Kur’an müfessiri. O argümanları
dinleyen bir kimsenin varacağı
hüküm, şundan başka olmayacaktır: “Demek ki Anıtkabirde
yapılan putperest âyinlerine
iştirak câizmiş, herhangi bir
sakıncası yokmuş; hatta sünnetmiş. Peygamberimiz de benzer
davranışlarda bulunmuş.” İk-
36
tidarı savunma amacıyla “reel
politik” denilen omurgasızlığı,
sâbitesizliği, kırmızı çizgi tanımamayı savunmak, reel politiği
savunmak için de putperest
âyinleri yapmayı onaylamak…
Bu isnatların, bu suçlamaların
muhatabı olacak şekilde bir
uzlaşmacı çizgiye gelmeden bir
yerde frene basmalıydı. “Devletin imanı olmaz, devletin
imanı adalettir.” söylemi, bu
anlayışa basamakmış demek ki.
Savrulmanın yavaş yavaş, adım
adım getirdiği noktaya bakar
mısınız? Firavunların piramitlerini tapınak edinerek yapılan
reel siyasete onay veren çizgiye
gelindi. Bu çizgi hayırlı yerlere
götürmez, Allah’ın rızasına ulaştırmaz. Peygamber’in tavrı değil
bu tavır. Rasûlullah’ın uygulamaları ile putperestliğe eklemlenerek siyaset yapmaya onay
verilemez. Kendisinin de doğru
olarak ifade ettiği gibi; “Ben
putları yıkmak için gönderildim.”
diyen Rasûl, putlara tâzimde
bulunmamış, bulunmaya hiçbir
şekilde onay vermemiştir; aksi
görüş O’na bir iftiradır, dine bir
iftiradır. Gönlü Allah’tan yana
olduğu halde; zâhiriyle, vücuduyla putların karşısında tapınma kabul edilecek hiçbir ritüeli
yapmamıştır. Tam tersine, o,
çokça putun bulunduğu Mescidi Haram’da sadece Allah’a ibadet
etmiş, namaz kılmıştı. Eğer soru,
“puta tâzimde bulunmaksızın ve
putları da ilkelerini de reddederek Anıtkabir’de namaz kılınır
mı?” olsa idi, verilen cevap kısmen doğru olabilirdi. Soru, namaz değil; Anıtkabir’i ve içindeki putu tâzim. Böyle bir soruya
verilen cevaba bakıyorsunuz ve
şok oluyorsunuz. Muvahhid bir
âlimin tavrı böyle olamaz. Dini
eğip bükmeden anlatması, siyasi
yapılara hakkı tavsiye edip onları şirk ve küfre karşı uyarması
Düşünce
gereken âlimlerin dünyevî hesaplarla pragmatizmin çürütücü
akıntısına kendini kaptırması,
siyasî iktidarın hatırını tevhidî
hakikatlerin önüne geçirmesi
gerçekten “bu gidişiniz nereye?”2
sorusuna âcil cevap aranmasını
gerektiriyor. “Putperestlik” gibi
İslâm’ın en büyük günah ve affedilmeyecek suç gördüğü bir
problemi meşrulaştırmaya kadar
götürmeye hiç kimsenin hakkı
yoktur.
“Eğer vahyî ölçüleri gözetiyorsak, amel-iman ayrımı olmaması
lâzım. (…) Reel siyaset anıtkabir
karşısında tâzim duruşuna geçirtiyor. Ben bu çelişkiyi ifade
ediyorum. Bunu nasıl çözümleyeceğiz?” sorusuna “Hepsi elde
edilemeyenin, hepsi terk edilmez.” şeklindeki meşhur ifadeyle cevap verilmeye başlanması,
gerçekten talihsizliktir. “Neyin
hepsi elde edilemiyorsa?” Soru
anıtkabir tâzimi olduğuna göre,
hüsn-i zannınızı zorlayın zorlayabildiğiniz kadar ve uygun bir
cevap bulun.
Verilen cevabın ikinci delili,
“Biz siyaseti Akaid’i konuşur
gibi konuşuyoruz. Bu, çok
yanlış bir şey. Akidede siyah
ve beyaz üzerinden konuşulur.
Siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur.” Peki, diyelim
ki bu sözü doğru kabul ettik, hiç
olmazsa bunu söyleyen şahsın
buna uymasını beklememiz
gerekmez mi? Bakın siyasi bir
konuda, siyasi bir soruya verdiği
cevap, akaidi de içerecek şekilde
dinle, namazla, Rasulullah’la,
kıble ile ilgili. Siyasetle ilgili
cevap verilir, konuşulurken;
hemen hepsinin Akaid’le büyük
bağı olan, Akaidsiz düşünülemeyecek olan bu kavramlar konuşmanın içinde geçtiğinde, siyaset
Akaid gibi konuşulmuş olmuyor
mu? Hani siyasetin renkleri
İktibas
Akaidin renklerine benzemiyordu, terazisi de ayrı idi. Öyle ise,
niye Akaidin renkleri ve terazisi
ile cevap verilip örnekler hep o
alandan veriliyor? Bu, kişinin
daha bir cümle önce söylediği
ile çelişmesi değil mi? Konuşulan konu, sorulan soru, tümüyle
siyasetle ilgili. Soruyu soranın
ifadelerinden yola çıkalım:
“Bizim siyaset anlayışımızda”,
“Türkiye’de reel siyaset içinde”
“siyaset içinde rol alan insanlar”,
“anıtkabirde tâzimde bulunmak”, “değer temelli siyasetimiz”,
“reel siyaset” terimlerinin geçtiği
tümüyle siyasi bir konu ve siyasi
bir soru. Cevap da Rasulullah’ın
namazı, kıblesi gibi siyah-beyaz
renkleri içeren, Rasulullah’ın
sünnetinin ölçü olarak kullanıldığı, (yanlış çıkarımlarda bulunulsa da) dinin konuşturulduğu
bir terazi kullanılmış. Demek
ki söylediği şey, kendisi tarafından bile uygulanamayacak bir
husus. Zaten putperestlikle ilgili
bir olayı, Akaidi konuşur gibi
konuşmayacak, Akaidle bağını
kurmadan konuşacaksa insan, o
zaman laiklerden ne farkı kalır?
Dini devlete karıştırmayan klasik laiklerle reel siyaset terazisi
kullanan Akaidi siyasete karıştırmayan anlayış, birbirine benziyor ve Anıtkabirdeki tazimi
onaylama gibi nice temel konularda da aynı sonuca varıyor.
B
akın siyasi bir
konuda, siyasi bir
soruya verdiği cevap,
akaidi de içerecek
şekilde dinle, namazla,
Rasulullah’la, kıble
ile ilgili. Siyasetle
ilgili cevap verilir,
konuşulurken;
hemen hepsinin
Akaid’le büyük
bağı olan, Akaidsiz
düşünülemeyecek
olan bu kavramlar
konuşmanın içinde
geçtiğinde, siyaset
Akaid gibi konuşulmuş
olmuyor mu? Hani
siyasetin renkleri
Akaidin renklerine
benzemiyordu, terazisi
de ayrı idi.
“Allah Rasûlünün yüzü Kudüs’e dönük namaz kılarken
gönlü Kâbe’ye dönük namaz
kılıyordu Medine’de.” Anıtkabir
tâzimi konusunda bunların söylendiğini dikkate alarak, burada
(tek cümlede) şu benzetmeler
yapılmış oluyor:
1-Politikacıların yönelişi, Rasulullah’ın yüzünü döndürmesine,
2-Anıtkabir cephesi, İslâm’ın
eski kıblesine,
37
İktibas
3-Politikacıların Anıtkabirde
yatana yönelişi, Rasulullah’ın
Kudüs’e dönmesine,
4-Putlaştırılan kimseye yapılan
âyin, Rasulullah’ın namazına,
5-Bugünkü Ankara, Rasulullah
zamanındaki Medine’ye benzetilmiş oluyor.
Atatürkçü Düşünce Derneği,
hâlâ put, putperest gibi kavramlarla Anıtkabirdeki tazime
şirk, küfür demeye devam eden
radikalleri değiştirip dönüştürmeye çalışan politikacıların
Anıtkabire yönelik kıblelerini
onaylayan ve bunu asr-ı saadetteki güzel uygulamalara
benzeten yaklaşıma üzerinde
anıtkabiri gösteren pusula şeklinde yapılmış “Atatürk Ödülü”
vermesi gerekir.
Ancak, pes denir bu benzetmelere; Akaidi siyasete karıştırmayı büyük yanlış gören bir
anlayışa karşı. Nasıl olsa, siyaseti konuşuyor, biz de kalkıp
hangi hakla Akaidle ilgili bir
hüküm verelim? Gel de “akaid
açısında bu sözün hükmü şudur” demeye kalk; büyük yanlış
yapmış olursun. Dini siyasete
karıştırma suçunu işlediğimiz,
dinle devleti ayırmadığımız,
bugünkü tabirle reel politik ile,
siyaset ile Akaidi benzer şekilde
konuştuğumuz için, mümkün
hoca çarpmaz, ama Atatürk
çarpar. Üstü örtülü de değil,
açık bir laikliktir bu. “Din ayrı,
devlet ayrı” demek olan laiklik,
“Siyaset ayrı, Akaid ayrı” biçiminde yeniden tedavüle sunuluyor. Akaidden kopuk bir siyaset, siyasetten kopuk bir akaid
oluşturulmak, değişik ifade ile
akaidsiz, inançsız bir siyaset
isteniyor. Yine, siyasetsiz, yönetimsiz bir akaid ve inanç oluşturulmaya uğraşılıyor. Devlet
38
Düşünce
talebi olmayan bir dinin, ılımlı
İslam anlayışının hatırı için ve
reel politik terazinin ölçeği olarak, yerseniz! Laikler, anıtkabir
tâzimini Allah’tan ve Akaidden
bağımsız gerçekleştiriyorlardı,
hatta o inanca alternatif olarak.
Siyasetle Akaid arasını ayıranlar ise, anıtkabir tâzimini
sünnetten delillerle(!) sakıncası
olmadığını, hatta sünnette benzeri uygulamalar olduğunu ileri
sürerek, âdeta sünnet olarak
kabul edilebileceğini gündemleştirmiş olmuyorlar mı? Artık
Müslümanlar da Rasulullah’ın
benzeri uygulamalarını dikkate
alarak Anıtkabir tâzimine katılabilir, hatta sevap umabilir.
Ama bu konu siyaseti, reel siyaseti ilgilendirdiği için Akaid’le
ilgili kavramlarla değerlendirmek gibi bir yanlışa zinhar gidilmemelidir. Sözün burasında
gel de şu âyeti hatırla(t)ma:
“Dikkat et, hâlis din Allah’ındır.
O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar (putlar) edinenler,
‘Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar’ diye tapıyoruz’ derler…”3
Bu konuşmadan sonra, gönül
kıblesini doğru bilerek, bedenleriyle farklı kıblelere yönelebilirler, aynen gönlünde farklı
kıble olan ama farklı yönü kıble
olarak kullanan(!) Rasul gibi.
Gönül Allah’a yönelip O’na
tapsın; bedense tam zıddına
putlara yönelip onlara tapsın.
Sadece gri değilmiş anlaşılan,
laikliğin yeşili de oluyormuş
demek ki; laikliğin, siyasetin ve
putperestliğin…
Allah’ın affetmeyeceği tek büyük suç olan puta tapınma âyini, namaza nasıl benzetilebilir?
Allah’ın önceki ümmetlerden
miras kalan Muhammed’e
(s.a.s.) emrettiği meşrû bir kıble olan Mescid-i Aksâ ile Anıtkabir arasında nasıl bir yakınlık
kurulabilir? Allah’ın iki kutsalı
arasında Rasul’ün yaptığı bir
tercih, Allah’ın en büyük yasağı
olan bir davranışa, Kemalist
düzenin kutsalını tercihe ve
tanrısına tapınmaya nasıl dayanak teşkil edebilir? Aman
Allah’ım, bu ne biçim ölçüp
biçmedir?
Kur’an müfessiri bir zata politikacı kardeşlerine hiç olmazsa
ağabeylik yapıp Akaidin kırmızı çizgilerini, siyah ve beyaz
renklerini hatırlatıp dinin şirk
ve putperestlik dediği uygulamalara karşı uyaracağı yerde;
tevil mekânı olan siyasette
Akaid diliyle konuşmayıp “reel
politik” terazi ile tartarak onların yaptıklarının sünnette yeri
olan Peygamber davranışı gibi
bir davranış içinde olduklarını
söylemek hiç yakışmıyor. Siyasetle ilgili putperestliğe “putperestlik” dememek için önce
bir hazırlık gerekiyor: “Siyaseti
Akaid gibi konuşmak çok yanlış.” Bu yanlışı vurguladıktan
sonra Anıtkabirdeki tâzim için
Akaidle ilgili bir değerlendirme
yapılamayacaktır. Akaid, Anıtkabirin kapısından giremeyecektir. Nasılsa Mahmut Kaçar
eline Kur’an alarak Anıtkabir’e
girip âyin yapanlara: “Putlara
tapmayın, Allah’a tapın. Allah’tan başka ilah yoktur” diye
İbrahim’i (a.s.) örnek alarak
haykırdıysa, ne bilsin gariban
siyasetle Akaidin karıştırılmayacağını. Demirel de zaten reel
siyaseti Akaid diliyle konuşan,
böyle büyük bir yanlışlık(!)
yapan Kaçar’ı “meczup” diye
damgalandırıp bu yanlışı ancak
meczupların yapacağını ilan
ediyordu. Atalarının dinine
uyarak, Rasul’e ve Rasullere
kendi dönemlerinin reel politik
hesaplarıyla yaptıkları bu ithamı tekrarlamış oluyordu.
Düşünce
Tırnak içinde: “Allah Rasûlü,
reel politiği gözetti.” Kimse
buradan bir şey çıkartmasın,
tırnak içinde diyorum.” Tırnak
içinde söylenen sözden melekler de bir şey çıkartmazlarsa
gerçekten ustaca bir siyaset. Sadece konuşan anlam çıkaracak,
dinleyen cümlenin ne anlama
geldiğini bilerek anlayacak; ama
eleştirenler buradan bir şey çıkaramayacak, eleştiremeyecek.
Eee, tırnak içinde diyor ya…
Ama bir şey çıkarmayalım da,
ne diyor: Allah Rasûlü, reel
politiği gözetmiş… Demek ki o
zaman da Ak Parti benzeri bir
siyasi yapılanma varmış, Rasul
müfessirimiz gibi reel politiği
gözeterek anıtkabirde tâzim
benzeri putperestliği onaylayan
fetvalar vermiş, vermiş de hoca’dan başka kimsenin haberi
olmamış. Reel politiğe uymayan
bizim gibiler sünnete de uymayan günahkârlar. Anıtkabire
de gitmiyorlar ki, günahlarını
affettirecek vesilelere yapışsınlar.
Tırnak içine daha fazla girip de,
tırnağın içindeki pislikleri daha
fazla deşmeyelim, hoca müsaade
etmiyor zaten.
Siyasi konuları içeren kitaplar şöyle yazar: “Bir politikacı
bir seçim sonrasını, bir devlet
adamı yüzyıl sonrasını düşünür.” Ben de ilâve edeyim: Bir
Müslüman ise ölüm sonrasını,
âhireti…
“Te’vilin olduğu yerde tekfir
olmaz” derler. Siyaset te’vil sanatı aslında.” Bu iki cümleden
çıkan mânâ olarak; “siyasette
tekfir olmaz.” Siyasetle ilgili bir
şahıs tekfir edilemeyeceği ve siyasî bir tavır küfür kategorisine
sokulamayacağı için, “siyasette
her yol meşrûdur” anlamı çıkaranların vebalini kim taşıyacak?
İktibas
“Bazen insanın yüzü ile gönlü
farklı yerlere döner. Gönlünüz dönmesin. Yani gönlünüz
kıblesini biliyorsa mesele yok.”
Tv.de bunları söyleyen zat, daha
önce şunları söylüyordu:
“Bugün bunların izdüşümü ‘sen
kalbe bak, kalbim temiz’ diyen
cahillerdir. İmanın gayesi vicdanda ya da fikirde hapsolmak
değil, hayatı değiştirmek ve
güzelleştirmektir. Çünkü insan
‘hilâfet’ görevini ancak bu sayede yerine getirebilir.”4
“Organların ameli, kalbin amelinden bağımsız değildir.”5
“Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle
doludur.”6
“Amel imandandır.”7
“Sonuç: İman hem marifettir,
hem tasdiktir, hem ikrardır ve
hem de ameldir.”8
“Gönlünüz kıblesini biliyorsa
mesele yok.” Bu cümle, siyasetle
ilgili ve Akaid diliyle söylenmiş,
söyleyeni az önceki yasaklayana
şikâyet ediyorum. Demek ki,
gönlün yani imanın kıblesi esas.
Gönül, yönelinecek kıbleyi bilip bulacak; beden de o kıbleye
yönelecek. Kıble, bulunmakla
yetinilecek bir şey değil. Kıbleyi
bulmak bedenle ibâdet içindir.
İbâdet yapılmayacaksa kıbleyi
bulmanın ne önemi olabilir?
“Gönül doğru kıbleyi bilsin, beden o kıbleye yönelmese de olur,
beden başka kıblelere yönelebilir, putlara tapabilir” denilebilir
mi hiç?
“Biz siyaseti Akaid’i konuşur
gibi konuşuyoruz. Bu, çok
yanlış bir şey. Akidede siyah
ve beyaz üzerinden konuşulur.
Siyasette grinin tonları üze-
rinden konuşulur. Siyasette
gelirler ve giderler, faydalar ve
zararlar üzerinden konuşulur.”
buyruluyor. Bu ifadeler, “konuşma” kavramı üzerinden gündeme gelse ve söyleyenin kasdı
bilinmese bile, Anıtkabirdeki
tâzime katılanların iman ve amel
konusunda çelişkiye düşmeleri
ile ilgili soruya cevap sadedinde
olması, bu sözden muhatapların
ne çıkaracakları dikkate alınmayınca ne feci neticelere sebep
olunacağı tahmin edilmek zorundadır. Akide, hayatın her alanına hükmeder. Gönül, bedenin
yöneticisidir. Selim bir kalbin,
sâlih amel üretmesi şarttır. Sâlih
amel işlemeyen bir kimsede Allah’ın istediği gibi bir gönül bulmak mümkün değildir. “Vücutta
bir et parçası vardır; o düzgün
olursa bedenin tamamı düzgün
olur, bozuk olursa bedenin tamamı bozuk olur. Dikkat edin, o,
kalptir.”9 İmanın kalple, kalbin
de organların amelleriyle ilişkisi,
bir hadis rivayetinde şöyle ifade
edilir: “Kulun imanı istikamet
bulmaz, ta ki kalbi doğrulmadıkça; Kalbi istikamet bulmaz, ta ki
dili doğrulmadıkça.”10
Allah ilişki kuruyor siyasetle
ibâdet arasında. Ve sadece Allah’a ibâdet etmek; tevhidin en
temel yansıması; Anıtkabirde
tâzim ise putperestliğin en ilkel
tezâhürüdür. Rabbimiz siyasetle
ibâdet arasındaki irtibatı şöyle
kuruyor: “Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek
namazı kılarlar, zekâtı verirler,
iyiliği emreder ve kötülükten
nehyederler. İşlerin sonu Allah’a
varır.”11 Yani, iktidarın gerekçesinin; namaz, zekât gibi ibâdetleri hakkıyla îfâ etmek, insanları
sadece Allah’a kulluk yapmaya
yöneltmek ve emr-i bi’l-ma’ruf
ve nehy-i ani’l-münker gibi
faâliyetlerle sosyal hayatı İslâm-
39
İktibas
M
ü’minler, kendi
aralarındaki
anlaşmazlıkları
Allah’ın ve Rasûlünün
hükmüne başvurarak
çözüme ulaştırmak
yükümlülüğünde
oldukları gibi; onların
hükmüne de tam bir
teslimiyetle boyun
eğmek zorundadırlar.
Allah’ın hükmünü
kabul etmemek,
O’nun hükmü ile
hükmetmemek ise,
insanı iman dairesinin
dışına çıkarır; kâfir,
zâlim ve fâsık yapar.
Düşünce
laştırmak olduğu belirtiliyor. Bu
durum da, yönetme hakkının
sadece Allah’a ait olduğu, insanın ancak O’nun hükümleriyle
hükmetmesi gerektiğini ortaya
koyar: “...Onların (göklerde ve
yerde olanların) O’ndan başka
bir yöneticisi yoktur. O, kendi
hükmüne/hükümranlığına kimseyi ortak etmez.”12 Firavun’un
“ben sizin en yüce rabbinizim”13
dediğini haber verir Kur’an.
Siyasetçilerin rablik iddiasının,
bazen dille bazen de halle olacağı mâlumdur. Halleriyle nasıl
rablik iddia ettikleri ve edecekleri de Kur’an ve Sünnette açıklanmıştır: Tevbe sûresi 31. âyetin
izahı olarak Rasûlullah (s.a.s.),
Allah’ın helâl kıldığını yasaklayıp haram kıldığını da serbest
kılmayı rablik taslamak; onların
bu hükümlerini kabul etmeyi de
onları rab kabul etmek olarak
açıklar.14
Mü’minler, kendi aralarındaki
anlaşmazlıkları Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne başvurarak
çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların
hükmüne de tam bir teslimiyetle
boyun eğmek zorundadırlar.15
Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve
fâsık yapar.16
“Yoksa onlar (İslâm öncesi)
câhiliyye hükmünü (idaresini)
mü istiyorlar? İyi anlayan bir
topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim
vardır?”17
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O,
kendisinden başkasına ibâdet
etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”18
Kur’an’da siyasetle ilgili, bu âyetlerden başka nice âyet vardır
40
ki, Kur’an bunları Akaid diliyle
anlatır: Rab kabul etme, teşrî
hakkını verme, velî kabul etme,
tâğutu reddetme, itaat-isyan,
ulu’l-emr,19 “yu’minûne bi’l-cibti
ve’t-tâğut/cibt’e ve tâğuta iman
edenler”,20 “abede’t-tâğut/tâğuta
kulluk yapanlar”,21 “Vellezine’ctenebu’t-tâğute en ya’budûhâ/tâğuta kulluk yapmaktan kaçınanlar”,22 “Femen yekfur bittâğuti/
Kim tâğuta küfreder, onu inkâr
ederse”23… bu kavramlar ve
benzeri onlarca ifade, siyasi değil midir ve akaid dili ile hüküm
verilmemiş midir?
Bizim Siyasetimiz İbâdet,
İbâdetimiz de Siyasettir
Kur’an’da iki çeşit yönetici
vardır. Biri, hoşlanmadığımız
durumlarda bile itaat etmek
zorunda olduğumuz, Allah’ın
indirdiğiyle hükmeden bizden
olan yönetici, yani ‘ülü’l-emr’.24
İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz
kötülük odağı, şeytanın siyasal
versiyonu ‘tâğut’. İşte bu ikinci
yöneticiyi aynı zamanda inkâr
etmemiz, iyiliklerini örtmemiz
iman için şart koşuluyor.25 Güne
kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti:
Her sabah ilk işimiz namaz
kılmak. İlk olarak kıldığımız
sabah namazının sünnetinin ilk
rekâtında Fâtiha’dan sonra ‘Kâfirûn’ sûresi okumak sünnettir.
Bu sûrede ‘De ki: ‘Ey kâfirler!
Tapmam sizin taptıklarınıza’
Sizin dininiz size, benim dinim
bana!’26 diyerek kâfirlere ve
tâğutlara tavrımızı, Allah’ı şâhit
tutarak namazımızda ilân ediyoruz. Günümüzü de benzer
bilinçle kapatıyoruz: Gece, en
son kıldığımız namaz yatsıdan
sonra vitir namazı. Onun da en
son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada ‘ve nahlau
Düşünce
ve netrukü men yefcuruk’ diye
Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: ‘(Ey Allah’ım!) Biz Sana
isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu
kendi haline terk ederiz.’ Nahlau
(hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, ‘ehl-i hal’ ve’lakd’ denilen yöneticiyi azletme
ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. ‘Yöneticiyi makamından
indirmeye, alaşağı etmeye’ hal’
etme denir. Ve netrukü: Terk
ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz,
ona destek olmayız, onu inkâr
ederiz. İşte, bizim namazımız
bile tâğutlara bir ültimatom ve
onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz
verme, bir siyasi bilinçtir.
İki Hoca: Dünkü Hoca, Bugünkü Hoca. Bugün reel politik
takılır ve iktidara şirin gözükmeye özen gösterirken, dün
Akaidle siyaset arasında kendisi
de ciddi bağlar kuruyor, siyaseti Akaid diliyle konuşuyordu.
Dün “İmamlar”dan yana idi,
bugün “Sultanlar”dan yana. Dün
“Yahûdileşme Temâyülü”nü
eleştiriyordu; bugün reelpolitik
gereği ve siyasetin tevil sanatı
olup Akaidle karıştırılmaması
gerektiğinden bahsederek, artık
bu temâyülü reelpolitik olarak
görüyor. Dünkü konuşup yazdıklarından bir-iki örnek vereyim:
“Küfre Hayran Olmak Akide
Sorunudur”
“İman şereftir. Bugün müslümanın en önemli sorunlarından
biri, kimlik bunalımıdır. Bunun
farklı tezahürleri olan kişilik
erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet
ve meskenettir. Müslümanın
kimlik bunalımı imanını ikti-
İktibas
dar edemeyişinden, Müslüman
oluşuyla iftihar edemeyişinden,
daha doğrusu iftihar edebilecek
bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi
ve onlara gıpta etmeyi getirecektir. Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun
küfrüne lâkayıtlıkla başlayan
süreç küfre rıza ve küfre gıpta
etmenin ardından, küfre sevgi
ve hayranlığa kadar varacaktır.
Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya
küfre hayran olmak nedir? Evet,
bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir.27
“İnsanları etrafına toplamak
için dinin emir ve yasaklarından Allah adına taviz veren bu
şarlatanlar geçmişte olduğu gibi
bu gün de Şeriat düşmanı yönetimler tarafından teşvikkâr bir
müsamahayla karşılanmakta,
toplumun dinî duygularını dışarıdan yıkamayanlar, içeriden
tahrip etmektedirler.”28
“Nifakın uluslararası ilişkilerdeki adı “diplomasi”, bireylerarası ilişkilerdeki adı “kibarlık/
nezaket”, siyasal alandaki adı da
“politika” olmuştur.” “Özgürlük imanın gıdasıdır. İman girdiği bir kalpte tutsak ise, onun
orada yaşama şansı azalır. İmanın özgür olduğunun göstergesi
de, eyleme yansıması, kendini
“amel” diliyle ifade edebilmesidir.”29
D
ünkü Hoca,
Bugünkü Hoca.
Bugün reel politik
takılır ve iktidara
şirin gözükmeye
özen gösterirken,
dün Akaidle siyaset
arasında kendisi de
ciddi bağlar kuruyor,
siyaseti Akaid diliyle
konuşuyordu. Dün
“İmamlar”dan
yana idi, bugün
“Sultanlar”dan yana.
Dün “Yahûdileşme
Temâyülü”nü
eleştiriyordu; bugün
reelpolitik gereği
ve siyasetin tevil
sanatı olup Akaidle
karıştırılmaması
gerektiğinden
bahsederek, artık bu
temâyülü reelpolitik
olarak görüyor.
“Tevhid İslâm akidesinin mihveridir. Muvahhid bir mü’minin
görevi; tevhidi, bir dünya görüşü, bir hayat felsefesi, bir yaşam
biçimi, bir bakış açısı, özetle bir
varoluş amacı olarak algılayıp,
bunu hayatın tüm alanlarına
hâkim kılmaktır. Bireysel, toplumsal, sosyal, siyasal, kültürel,
ekonomik, eğitim ve öğretime
ilişkin tüm alanlarda tevhidin
gerçekleşmesinin ilk şartı “sa-
41
İktibas
B
akın nasıl
bir rasulün
ümmetiyiz? Rasulullah,
günümüzdeki
ile mukayese
edilemeyecek
derecede büyük
baskıların olduğu
Mekke döneminin son
zamanlarında illegal bir
eylem yaparak Kâbe’de
asılı birçok putu yerle
bir etmiştir. Anıtkabirle
ilgisiz şeyleri anlatmak
yerine, bu olayı anlatsa
ve ona göre hüküm
çıkartsa ne doğru iş
yapmış olurdu.
Düşünce
hih bir akide”dir.” “Allah’ım!
İktidarsız imandan, imansız
iktidardan sana sığınırız.”30
“İmanlarımıza vurulmaya çalışılan… siyasal zincirleri kıracak
bir basiret ve feraset lutfet.”31
“İmanın vicdanlara hapsedildiği
bir çağda, bundan zarar gören
yalnızca mü’minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar
görecektir. Çünkü imanın hâkim
olduğu toplumda ahlak, adalet,
fazilet, muhabbet, muâvenet,
sadakat ve iffet baş tacı edilen
değerler olarak yerini alacak;
imanın hakim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet,
sefahat, atalet, ihanet, bencillik
ve her türlü dalavere ortalığı
kaplayacaktır.32
Rasulullah’a İftira
Peygamberler ve Peygamberimiz… Gönderiliş gayeleri
insanları putperest âyinlerine
yönlendirme değildir. Ya nedir?
Tam tersi: “Allah’a kulluk edin ve
tâğuttan (ona kulluktan) sakının’ diye (emretmeleri için) her
ümmete/topluma, bir peygamber
gönderdik.”33
Güya Rasulullah da benzer davrandığı için Anıtkabirde tâzim
yapabilirmiş particiler rahat rahat. Ve anlatıyor da anlatıyor hiç
alâkası olmayan olayları Rasulle
ilgili. Meselâ, Kâbe’ye ait bazı
alanın Kâbe binasının dışında
bırakılması ile Anıtkabir konusunun ne alâkası vardır? Ama
kendisi nasılsa bir alâka kuruyor
ve “Rasulullah da, Anıtkabirde
tâzime benzer uygulamalar
yapmıştı” şeklinde çıkarım yapılacak sözlerle peygamberimizi
bühtan altına koyuyor. Bu da
“Dördüncü Muhammed” demek
ki. Anıtkabirdeki tapınmaya
benzer tavırlar içindeki Muham-
42
med; Dört Muhammed’in dördüncüsü. Kitabın yeni baskıları
artık Üç Muhammed’den değil,
Dört Muhammed’den bahsedebilir. Hayır, öyle değil!
Bakın nasıl bir rasulün ümmetiyiz? Rasulullah, günümüzdeki
ile mukayese edilemeyecek derecede büyük baskıların olduğu
Mekke döneminin son zamanlarında illegal bir eylem yaparak
Kâbe’de asılı birçok putu yerle
bir etmiştir. Anıtkabirle ilgisiz
şeyleri anlatmak yerine, bu olayı anlatsa ve ona göre hüküm
çıkartsa ne doğru iş yapmış
olurdu. Anlatılanları bilmediğini
sanmıyorum. Ama ah şu reel
politik terazisi…
Rasûlullah (s.a.s.), put kıran bir
peygamber babanın, put kıran
bir peygamber torunudur. Tek
başına bir ümmet olan İbrâhim
(a.s.), put kıran bir peygamber
idi. O zâtın torunlarından biri
olan Rasûlullah da, put kıran bir
Peygamberdir. Rasûlullah, hem
kalplerdeki, hem beyinlerdeki
putları ve putlaşmış fikirleri,
akîdeleri kırıp parçalamış, hem
de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara
diktikten sonra tapınılan put
heykelleri paramparça edip kırmıştır. Rasûlullah, hem putçu
ideolojileri ortadan kaldırmış,
hem de tapınılan ve putlaştırılan
şeyleri yok etmişti.
Gerek içteki, gerekse dıştaki
putları kırmak ile vazifeli olan
Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların
egemen olduğu tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması
şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceğine yakın
bir sırada gündeme gelmiştir.)
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor:
“Ben ve Peygamber (s.a.s.) (karanlık bir gecede, geceyarısı) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık.
Düşünce
Bana: “otur!” dedi. Oturdum,
omzuma çıktı, yukarıya kaldırmak istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen,
benim omzuma çık!” dedi. Omzuna çıktım, beni kaldırdı, bana
öyle bir hal geldi ki, istersem
göğe kadar yükselebileceğimi
sandım. Nihâyet Beyt’in üstüne
çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan,
önünden ve arkasından onları
toplayıp bir araya getirdim.
Hepsini topladığımda bana,
şöyle buyurdu: “Şimdi onları bir
bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp
attım, cam bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra
indim. İnsanlardan birinin bizi
görmesinden korktuğumuz için
koşarak evlerin ötesine kaçtık,
kaybolduk.”34
Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put
kırma olayını gerçekleştiren
önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl
sonra fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde,
gerekse Kâbe’nin etrafında, yani
Harem-i Şerif ’teki bütün putları
kıracaktı.
Soru soran zâtın, bu programın
yöneticisi kimliğiyle, Kur’an
bilincine tümüyle ters cevapları,
hayranlığını gösterecek tarzda
gülerek ve tasdikleyerek dinlediği ve kibarca da olsa hiç itiraz etmediği için benzer vebale ortak
olduğunu sanıyorum. Çağın en
büyük tâğutuna tapınanları kınamak yerine, onları teşvik edecek tarzda tevhid dininden kılıf
bulmaya kalkan anlayışa gelinceye kadar ve en azından böyle
bir fâcia karşısında uyarmayan;
bir müridin, Kur’an’a ters tavırlarında bile hikmet arayıp şeyhine
tâbi olmayı sürdürmesi gibi, bu
savrulmaları sessizce geçiştiren
çevresindeki şahısların da ve-
İktibas
balleri olduğunu düşünüyorum.
Allah için sevgi besleyen, sevdiğinin kendisini de sevenlerini
de helâke götürmesine seyirci
kalamaz. Çevresinden kimse
eleştirmeyince, bunlar ne yaparlarsa doğru yaptıklarını, ne
söylerlerse en doğruyu söylediklerini vehmediyorlar. Anayasa
referandumuna evet çağrısı
yaptıklarından beri çizgi giderek
düzene doğru kayıyor. Bunları
düzeltmeye çalışmayan çevrelerindeki muvahhid kimseleri
Kur’an’ın kendilerine yüklediği
göreve davet ediyorum.
O televizyon, babanızın malı
değil, ümmetin malı, Allah’ın
emaneti. Orada kuruluş ilkelerinize de ters programlar
yapamazsınız. Biz, muvahhid
mü’minlerden toplanan paralarla kurulan bir televizyon kanalında “Ulustan Ümmete” soru
soran ve cevap veren beyleri, 15
Kasım 2012 tarihindeki sözleriyle hatırlamak istemiyoruz. Bu
görüşlerinden vazgeçmelerini
bekliyoruz; âhirette bu sözleriyle
yargılanmalarını değil; tevbe
etmiş, kendilerini ıslah etmiş
ve tekrar tevhidî hakikatleri
topluma tebliğ etmiş bir şekilde
yaşamalarını istiyor ve bu istikamette Rabbimize dua ediyoruz.
İbrâhim’in (a.s.) ve Muhammed’in (s.a.s.) gerçek izinden
giden tüm put düşmanlarına
selâm olsun!
Hz. İbrâhim’in putperestlerin
yüzüne haykırdığını, çağdaş
putçulara biz de tekrarlıyoruz:
“Yuh olsun size ve Allah’tan
başka taptıklarınıza! Siz aklınızı
kullanmaz mısınız?”35
[email protected]
Dipnotlar
1
17/İsrâ, 35; 26/Şuarâ, 182
81/Tekvîr, 26
3 39/Zümer, 3
4 M. İslâmoğlu, İman Risalesi,
Denge Yay., Ocak 1993, İst., s. 329
5 M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 311
6 a.g.e., s. 311
7 a.g.e., s. 315
8 a.g.e., s. 332, yine bk. S. 341
9 Buhâri, İman 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107; Ebû Dâvud,
Büyû’ 3; Tirmizî, Büyû’ 1; Nesâi,
Büyû’ 2; C. Sağir, hadis no: 3856
10 Ahmed bin Hanbel, Müsned c.
3, s. 198
11 22/Hacc, 41
12 18/Kehf, 26
13 79/Nâziât, 24
14 Tirmizi, Tefsir (9. Sûre), 10
15 4/Nisâ, 59, 65
16 5/Mâide, 44, 45, 47
17 5/Mâide, 50
18 12/Yûsuf, 40
19 4/Nisâ, 59
20 4/Nisâ, 51
21 5/Mâide, 60
22 39/Zümer, 17
23 2/Bakara, 256
24 4/Nisâ, 59
25 2/Bakara, 256
26 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
27 M. İslâmoğlu, İman Risalesi,
Denge Yay., Ocak 1993, İst., s.
301-302
28 A.g.e., s. 347
29 A.g.e., s. 350
30 A.g.e., s. 351-352
31 A.g.e., s. 353
32 A.g.e., s. 348
33 16/Nahl, 36
34 Ahmed bin Hanbel, 1/84;
Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük
Hadis Külliyatı, c. 3, s. 259, hadis
no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal, c. 6,
s. 149
35 21/Enbiyâ, 67
2
43
Bir Kitap - Bir Alıntı
FİLİSTİN-İSRAİL
(DÜNÜ-BUGÜNÜ)
ERCÜMEND ÖZKAN
Dünden Yarına Dünya, s.123-132
(Şubat-Mart 1981).
Filistin, Ken’an ili… Filistin bu
isimle bilinirdi dini literatürde.
Resullerine tabi olan kullarına
vaad ettiği topraklar. Bu topraklarda oturanlar kendilerine
gönderilen Peygamberlere tabi
olmamışlar, onlara karşı gelmişler ve hep yalnız bırakmışlardır.
Allah’ın Resullerine tabi olmadıkları gibi, onların getirdikleri
emirleri de tağyir -değiştirmeetmişlerdir. Üst üste gönderilen
Peygamberlerin hemen hepsi
Dâvud (a.s.)’dan Süleyman
(a.s.)’a, Musa (a.s.)’dan İsa (a.s.)’a
kadar Yahudilerin, Allah’ın azarına muhatab olacakları işleriyle
karşılaştılar.
Yahudiler Allah elçilerinin sözlerine tabi olmaz ve onların kendileri için getirdiklerini değiştirip bozarlarken, diğer yandan
“Arz-ı Mev’ûd” -Vaad Edilen
Topraklar-a sahip çıkmayı ihmal
etmediler. Hep onun hayali ile
yaşadılar.
T
arihleri boyunca
belki yalnız Hz.
Süleyman (a.s.)’ın
zamanında gün
gördüler denilebilir.
Bunun dışında
bulundukları yerde
“Fitne-Karışıklık”
çıkarmayı meslek
edindiklerinden
Nabukednazar
tarafından yurtlarından
çıkarılıp (M.Ö. 593-586)
Babil’e sürüldüler ve
Babil kulesi ile Asma
Bahçelerinin inşasında
çalıştırıldılar.
44
Tarihleri boyunca belki yalnız
Hz. Süleyman (a.s.)’ın zamanında gün gördüler denilebilir.
Bunun dışında bulundukları
yerde “Fitne-Karışıklık” çıkarmayı meslek edindiklerinden
Nabukednazar (NABUKODONOSOR) tarafından yurtlarından çıkarılıp (M.Ö. 593-586)
Babil’e sürüldüler ve Babil kulesi
ile Asma Bahçelerinin inşasında
çalıştırıldılar. Büyük bir kısmı
telef oldu ve yurduna dönebileni
olmadı. Daha sonra Romalılarca aynı işler başlarına getirildi.
Zira hiçbir zaman oturdukları
yerde “fitne” çıkarmadan oturamadılar. Romanlar da yurtlarını
başlarına yıktılar, bir kısmını
alıp Roma’ya götürerek orada
köle olarak çalıştırdılar. Fir’avn
zamanı Mısır’da da aynı cinsten
muamelelere maruz bırakıldılar.
Dünyanın çeşitli ülkelerine yayılan Yahudiler, ortaçağ öncesi İspanya’da kurulan Endülüs İslâm
Devleti’nin İslâmi kurallarının
kendilerine bahşettiği rahatlığı yaşadılar. Zira İslâm, gayr-i
müslim tebeasına da hukuk açısından kendi dininden olanlar
gibi “insan” muamelesi yapıyordu. Yahudilerin “Endülüs İslam
Devleti”nde yaşadıkları birkaç
yüzyıl onların tarihleri boyunca
geçirdikleri en iyi ve rahat yıllar
olarak bilinir. Daha sonra Endülüs İslam Devleti’nin İspanya’da
son bulması Yahudilerin (müslümanlar gibi) de rahatlarının
son bulmasıdır. Zira Hıristiyan
taassubu ve engizisyonu kendi
dinlerinden olmayanları diri diri
ateşlerde yakarak yok etme yolunu tutmuştur.
Yahudilerden canını kurtarabilenler o günlerde ayağı yer
tutmaya ve kökleşmeye başlayan
(M.S. 1300’ler ve sonrası yıllar)
Osmanlı Devleti’nin İslami müsamahasına sığındılar ve kitleler
halinde Osmanlı topraklarına
göçtüler. Uzun asırlar Osmanlı
ülkesinde “insan” gibi yaşadılar.
Devletin tebeasına sağladığı
tüm haklardan yararlandılar. Ta
ki Osmanlı Devleti’nde İslami
anlayışın zayıflaması sonucu
çöküşünün hızlandığı yıllara
kadar. Artık Yahudiler, zaafa
düşen vücuttaki bakterilerin harekete geçişi gibi kıpırdanmaya
ve “fitne” çıkarmaya başladılar.
Osmanlı Devletini yıkmak için
uğraşan başta İngilizler olmak
üzere diğer devletlerin de yardımları ile fitnelerini büyütmeye
ve yaymaya başladılar. Öyle gün
geldi ki teneke teneke altınlarla
Bir Kitap - Bir Alıntı
“Arz-ı Mev’ûd”u satın almaya
bile cür’et ettiler. Devrin Halifesi
Abdülhamid ise onlara “Filistin’i
ancak atalarının aldığı bedelle
-para ile değil-verebileceği cevabını verdi. Bu cevabın verildiği
yıllarda Devlet artık elinde bulundurduğu yerleri atalarının
oraları aldığı bedelle de koruyamayacak kadar zaafa ve hıyanete
maruz bulunuyordu.
Odesa’da, Viyana’da kurulan
“Arz-ı Mev’ûd”a yeniden kavuşma emeliyle tutuşan Yahudilerin
gizli dernekleri Selânik’lerde de
(Devletin toprakları içinde de)
bu gizli cemiyetlerinin şubelerini açmışlar, Devletin aydınları(!)
nı da etkilemeye başlamışlardı.
Avrupa’dan gelen ilerici(!) fikirler Osmanlı aydınının Yahudilerle anlaşmasını, kendi devletine hizmet etmesinden çok
alakadar eder olmuştu. Siyonist
emelli masonik teşkilatlar bir
takım sapık tarikatlara bile hulul
eder hale gelmişti.
Devletin kurtulmasını, onun
yıkılmasında ve küçülerek
“Batılılaşması”nda arayan aydınların 1908’de iktidara gelmesiyle
işler daha da kolaylaştı. Hindistan yolu ve Petrol yataklarında
gözü dikili İngiltere’ye karşı Almanları tutan “İttihat Terakki”ci
üç paşanın -Enver, Tal’at ve Cemal- eliyle Devlet parçalanmaya
itildi. Yıl 1914. Birinci cihan
harbi adıyla anılan yıllar.
İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar
ve cüce Yunanlılar İngilizlerin
yüksek himayelerinde gizli
ihanet planları ve haince tertiplerle içten ve dıştan uğraşarak
bu Devleti yıktılar, parça parça
ettiler, nifak tohumları ektiler,
nifakın devamını sağlayacak
İktibas
tedbirleri de aldılar ve böylece
dünyayı bir ayrı dünya haline
getirdiler. Bu parçalanma ve yok
olmada müslüman ismi taşıyan
nice “Şerifler, Müftüler, Şeyhler, Komutanlar ve kandırılmış
halklar” İngilizlerden daha çok
rol oynadı denildiğinde mübalağa edildi sanılmamalıdır.
Bilmeyenler, yakın tarihi yeniden gözden geçirsinler, mutlaka
göreceklerdir.
Ve sonuçta İngilizlerin işgal ettiği toprakların bir parçası olan
“Filistin”de bir İngiliz Yüksek
Komiserinin görev yaptığını
görüyoruz. Her zaman başkalarınca ve işlerine geldiğince
kullanılan Yahudiler bu defa da
iki bin beş yüz yıldan beri gerçekleşmesini umdukları ve bir
türlü vazgeçemedikleri rüyaları
“Arz-ı Mev’ûd”a kavuşacakları
umudu belirince -ki bunu İngilizler yahudilerden fazla istiyorlardı- İngilizlerin kendilerine
gösterdikleri yolu tuttular ve
dünyanın çeşitli ülkelerinden
peyderpey Filistin’de toplanmaya başladılar. İngiliz Yüksek
Komiserliği bu konuda kendilerinin baş teşvikçisi ve yardımcısı
idiler. Bir rü’yayı gerçekleştirme
heyecanı ile geldiler, geldiler.
1918’lere kadar Filistindeki nüfusları oranı çok düşük idi, bunu
artırdılar, zira ileride bu kendilerine lüzumlu idi. İngilizler böyle
öğütlediler.
Gelenlere İngiliz yönetimi
kolaylıklar gösterdi. Bölgede
mukim müslümanlarla çıkan
ihtilaflarda hep Yahudilere
kolaylıklar gösterilerek müslümanlar bezdirilmek, yıldırılmak
yolu tutuldu. Ve sonunda 194748’lere gelindi. Bu tarihe kadar
bir milyona yakın Yahudi’nin
D
evletin
kurtulmasını,
onun yıkılmasında
ve küçülerek
“Batılılaşması”nda
arayan aydınların
1908’de iktidara
gelmesiyle işler
daha da kolaylaştı.
Hindistan yolu ve
Petrol yataklarında
gözü dikili İngiltere’ye
karşı Almanları tutan
“İttihat Terakki”ci üç
paşanın -Enver, Tal’at
ve Cemal- eliyle Devlet
parçalanmaya itildi.
45
İktibas
1
947-48’lerdeki
olaylardan sonra
Yahudileri Birleşmiş
Milletler bir devlet
olarak tanıdı. Artık
Ortadoğu’da bir
çıbanbaşı daha
meydana getirilmişti,
İsrail. Bu oyuncak
devlet ve yöneticileri
zaman zaman İngiliz
ve Amerikan yanlıları
olarak içte mücadeleler
verdiler. Sonunda
Amerika’nın ağır
basması ve İngilizlerin
güçsüzlüğü onları
isteseler de istemeseler
de ABD’nin politikası
istikametinde harekete
zorladı.
46
Bir Kitap - Bir Alıntı
Filistin’e her vasıta meşru kabul
edilerek yerleştirildiğini görüyoruz.
sabına çalışmaya başladı. Halen
de devam ediyor, eski parlaklığı
kaybolduysa da.
İngilizler, dünya çapında menfaatlerine meşruiyet kazandırmak
için kurduğu ve çalışmasını
bu yönde gerçekleştirdiği “Cemiyet-i Akvâm”ı Yahudilerin
Filistin’de yurt edinmesini sağlamak için de kullandı. Ve Filistin Yahudilerin vatanıdır dedi.
Halbuki aynı İngilizler Filistin’de
Yahudilere devlet kurmayı o
kadar mümkün görmüyordu ki
onlara “Uganda”yı vatan olarak
teklif ediyordu. Demek oluyor
ki İngilizler Osmanlı Devleti’nin
yıkılmasını herşeye rağmen bu
kadar mümkün görmüyordu.
Araplardan, Türklerden ve daha
başkalarından bulduğu yardımcılar İngilizler için mümkün olmayanı mümkün hâle getirdiler.
Filistin’de Yahudilere bir başka
“dayı” daha çıkmıştı. Bu defa
Yahudiler ABD’nin emelleri
için kullanılacaklardı, bölgedeki
ABD çıkarlarının aleti olarak...
Lakin İngilizlerin bölgedeki
nüfuz itibariyle köklü oluşları
durumu hemen ABD’nin lehine
çeviremedi. İngiliz planları ile
Amerikan planları çatışmaya
başladı. Bölge devletlerinin İngiliz ve Amerikan çıkarları uğrunda vuruşturuldukları dönem
başladı ve İngilizlerin aleyhine
olaylar her geçen gün ilerledi,
ilerledi. Amerika bölgede İngiliz
nüfuzunu kırmak ve kendi nüfuzunu tesis için elinden gelen
hiçbir şeyi ardına bırakmadı.
Hala bölgede güçsüz de olsa
İngiliz yanlıları bulunmaktadır
fakat sesleri İngilizler adına eskisi gibi çıkamamaktadır.
1947-48’li yıllara gelindiğinde
dünya siyasetine güçlü bir başka
kuvvet de dahil oldu, ABD. Artık Filistin’de işler ABD’nin istediği istikamette gelişmeler gösterecek demekti. Kolay olmasa
da bu yavaş yavaş böyle olmaya
başladı, İngilizIerin “Cemiyet-i
Akvâm”ının yerini ABD, “Birleşmiş Milletler” ile doldurdu ve
İngilizlerin çıkarlarını meşrulaştırmaktan başka görevi olmayan
Cemiyet-i Akvâm’ın pabucunu
dama attı. Şimdi yaldızlı hedeflerle dünya milletlerine aynı
hizmetleri Amerika adına götürecek “Birleşmiş Millet Teşkilatı”
göreve başlayabilirdi ve başladı.
Çiğneyenlerince daha çok savunulan ve ne idüğünü yalnız
güçlü ve sömürücülerin her
zaman değiştirerek belirlediği
“İnsan Hakları”, insanlar yalnız
“Güçlü ve sömürücüler”den ibaret bulunduğu için onların he-
1947-48’lerdeki olaylardan sonra Yahudileri Birleşmiş Milletler
bir devlet olarak tanıdı. Artık
Ortadoğu’da bir çıbanbaşı daha
meydana getirilmişti, İsrail.
Bu oyuncak devlet ve yöneticileri zaman zaman İngiliz ve
Amerikan yanlıları olarak içte
mücadeleler verdiler. Sonunda
Amerika’nın ağır basması ve İngilizlerin güçsüzlüğü onları isteseler de istemeseler de ABD’nin
politikası istikametinde harekete
zorladı.
Şerif Hüseyin’in oğlu, İngilizlerin Osmanlı mirasından kalma
malları -toprakları- paylaştıklarından Haşimi Kral Abdullah’ın,
Filistin Müslümanları yahudilerle halk olarak savaş verirken
onları kandırarak, “kendilerinin
Bir Kitap - Bir Alıntı
düzenli ordularının yahudileri
topraklarından çıkarıp bir hafta
sonra evlerinize dönersiniz”
deyip savaşmaktan alıkoyarak
Filistin’i yahudilere teslim ettiğini görüyoruz. Bu Kral Abdullah
şu Türkiye’ye geldiğinde İsmet
Paşa’nın caminin kapısında
beklerken Hacıbayram’da namaz
kılan Abdullah’tır ve kendisinden hiçte aşağı kalmayan Ürdün
Kralı Hüseyin’in dedesidir.
Kendilerinden (!) olanların vaadleri ile topraklarını terkeden
1 milyondan -1947-48’lerde
bu kadardılar- fazla Filistinli
müslüman çıkarıldıkları ve bir
hafta sonra hemen dönüverecekleri topraklarına 33 seneden
beri hala döneceklerdir. Golda
Meir’in, o yıllarda gizlice Kral
Abdullah’Ia buluşarak yakasından yapışıp “Hani biz Filistin’i
ele geçirirken size karşı bir tek
Arab’a silah çektirtmem demiştiniz, sözünüzü tutunuz!”* dediğini artık herkes biliyor.
İsrail müslümanların kan ve
kemikleri üzerinde kurulurken
İngiliz adamı Kral Faruk da
üzerine düşeni Mısır olarak
yapmıştı. O günlerin Suriye yöneticileri ve Suudiler de İsrail’in
kurulmasında Kral Abdullah’dan
geri kalmadılar.
1956’da İngilizler Mısır’ı ABD
lehine kaybettiklerinin acısını
Nasır’dan çıkarmak için İsrail’i
Mısır’ın üzerine yürüttüler.
Fransız ve İngiliz donanmaları
da ancak Amerika’nın isteği
üzerine araya girerek Londra ve
Paris’e nota veren Sovyetlerin
müdahalesi ile Akdeniz’de tornistan ettiler.
İngilizler de, Amerikalılar da
İsrail’in bölge halklarınca kabul
İktibas
edilmesini hep istediler. Bölgedeki Devletlerin yöneticileri de
bunu istedikleri halde müslüman halklara bunu kabul ettirmek bir türlü mümkün olmadı.
İsrail’e komşu devletlerin yöneticilerinin de yardımı ile bir plan
dahilinde 5 Haziran 1967 harbi
başlatıldı. O zamanın İsrailli
yöneticileri İngiliz yanlısı kişiler
idi. Suriye ve Ürdün de İngiliz yanlılarınca yönetiliyordu.
Bunlar Amerikancı Nasır’ı da
aldatarak İsrail’in bölgede kabul
edilmesini sağlamak için Suriye’den El-Hûlâ vadisi ile stratejik
önemi büyük Golan Tepelerini,
Ürdün’den Şeria Nehrinin batı
yakasını, Mısır’dan da Koca
Sina Yarımadasını almasında
yardımcı oldular. Nasır’ın, İngilizlerin Kıbrıs’taki üslerinden
yaptığı istihbaratı değerlendirerek ve İsrail arması taşıyan
İngiliz uçaklarının da yardımı
ile alçaktan uçarak henüz havalanmadan bütün uçaklarının
meydanlarda telef olması ile işi
bitirildi. 5 Haziran’ın hemen
birkaç gün öncesinde zaten
olanı o kadar olan 50 pilotunu
ABD‘ye eğitime gönderen Kral
Hüseyin, açıkta bulundurduğu
tanklarının da İsrail tarafından
telef edilmesini sağladı. Suriyeliler de İsrail Sina’da ilerlerken
ve İsrail’deki bir sürü yerleşim
merkezi ve stratejik önemi bulunan Akka, Safad gibi şehirleri
dururken birkaç Kibutz’dan
başka hiçbir şeyin bulunmadığı
El Hûlâ vadisinde zafer marşları
söyleyerek ilerliyorlardı. İsrail
Mısır’ın işini bitirdi, dönüp Suriye ve Ürdün’ün üzerine çullandı,
Batı Şeria’yı tümüyle aldığı gibi
Şam’a 60 km. yaklaştı. Böylece
bir plan gerçekleştirilmiş oldu.
Artık Arap yöneticiler halklarına “Görüyorsunuz üçümüz bir
İ
srail müslümanların
kan ve kemikleri
üzerinde kurulurken
İngiliz adamı Kral
Faruk da üzerine
düşeni Mısır olarak
yapmıştı. O günlerin
Suriye yöneticileri ve
Suudiler de İsrail’in
kurulmasında Kral
Abdullah’dan geri
kalmadılar.
47
İktibas
H
içbir ülkenin
sağlayamadığı
imkanları generallerine
ve subaylarına, hatta
erIerine sağlayan
İran Şahı, 500 bin
mevcutlu ordusu ile
ve arkasını dayadığı
Amerika ile gelişmelere
mani olamadılar ve
eşya tabiatını icra
etti. Şah gitti. Hem
de koca dünyada
başını sokacak bir yer
bulamamacasına gitti.
Bir Kitap - Bir Alıntı
olduk yine İsrail’in hakkından
gelemedik, varlıklarını kabulden
başka çare var mı?” diyebilecek
duruma gelmiş oldular.
Nitekim o gün bugündür
mes’ele, İsrail’in 67 harbi öncesi
hudutlarına çekilmesi ile ilgilidir. Birleşmiş Milletler de, bölge
devletleri de bundan başka bir
şey istememektedir. Yani bu
demektir ki 1967 Haziran Harbi
öncesi İsrail meşru bir devlettir.
Hudutlarıyla da... Bunun kabul
edilmesine direnmeler İsrail’i
yakın zamanımızda Kudüs’ü
başşehir yapmaya kadar tırmandırmıştır. Bütün bunlar İsrail’in
varlığının kabul edilmesi içindir.
Bölge devletleri onun varlığını
tanısınlar, karşılıklı diplomatik
ilişki kursunlar ve ticaret de
yapsınlar, böylece İsrail bölgenin
tabii bir devleti olsun. Bu olmayacak şeyi gerçekleştirmek için
çok şeyler yapıldı. Yapılmaya
devam da ediliyor.
Bu amacı gerçekleştirmek için
Amerika, Mısır’ı Camp David
anlaşmasıyla satın aldı ve aradan
çıkardı, ki kendini zayıf hissedecek, diğerleri -birinci planda
Ürdün ve Suriye- de ister istemez hallerine razı olsunlar ve
İsrail’i tanısınlar. ABD’nin aldığı
bu tedbir, işi halletmek yerine büsbütün büyüttü ve Arap
aleminin en çok nüfuslu ülkesi
Mısır’ı tecrit sonucunu doğurdu.
Mısır yalnızlığa itilmiş durumundadır. Velhasıl Mısır’ın işin
içinden çıkarılması da hiçbir
şeyi halletmedi ve bilakis daha
da problemli hale getirdi.
Olaylar böyle gelişirken diğer
yandan bir başka olay da gelişiyordu, İran olayı. İran, sömürgecilerin kendilerine en itaatli
48
bulageldikleri İran karışmaya
başlamıştı. Fakat bu karışıklıktan başlangıçta Batı, pek o kadar
tedirgin değildi. Zira buna benzer nicelerini görmüş, bastırmıştı Batı. Fakat bu böyle olmadı.
Olaylar birdenbire bastırılamaz
boyutlara ulaştı; doğunun da
batının da boyunu aştı. Allah,
hükmeylediğinin gerçekleşmesini diledi mi böyle olur. Gözler
görmez, kulaklar işitmez, basiretler bağlanır ve O’nun dilediği
olur. Nitekim öyle oldu.
Hiçbir ülkenin sağlayamadığı
imkanları generallerine ve subaylarına, hatta erIerine sağlayan İran Şahı, 500 bin mevcutlu
ordusu ile ve arkasını dayadığı
Amerika ile gelişmelere mani
olamadılar ve eşya tabiatını icra
etti. Şah gitti. Hem de koca dünyada başını sokacak bir yer bulamamacasına gitti. Koca dünyayı
Allah isterse insanın başına nasıl
dar getirirmiş bütün insanlar
gördü, ders alanlar aldı, almayanlar daha çokta kaldı.
İran İslam’a döndü. İlk icraatlarından biri de Tahran’daki İsrail
elçiliğini bütün personeli ile
hudut dışına çıkardı, siyasi ve
ticari tüm ilişkilerini kesti. Elçilik binasını da Filistin Kurtuluş
Örgütü’ne verdi.
İsrail’in bölgede en büyük ve fiili
destekçisi, Şah’ın İran’ı idi. Petrolünü o sağlar, Savak’ı ile Mossad’ına yardımcı olur ve İsrail’i
korurdu Pehleviler. Bu hal son
buldu. Ve İsrail kurulduğundan
beri ilk defa bu derecede varlığından endişeye düştü. Ayrıca
İran’daki Yahudilerin de kaynatageldikleri “fitne” kazanının altındaki ateş söndürüldü İran’da.
Kesif olarak İran’da çalışan bir
Bir Kitap - Bir Alıntı
başka fesat ocağı “Bahailik”le
birlikte, yahudilerin fesat ocakları da söndürüldü.
İran İslam Devrimini takib eden
günlerde İsrail ile savaşmak
üzere Lübnan’a gitmek isteyen
ve bir kısmı da giden İranlı
müslüman genç-ihtiyar gönüllüler İsrail için korkulu rüyalar
oldu. Zaten İslami bir yönetimin
İran’da kuruluşu bütün Batı’ya
başta olmak üzere, Sovyetleri ve
bölgedeki ajan ve uydu devletleri hele hele İsrail’i çok endişelendirdi. Kurulduğundan bu
yana da İran’daki yeni Rejimin
yıkılması için bin türlü planlar
yapılmakta ve dünya İran İslam
Yönetiminin başına yıkılmak
istenmektedir.
Yeryüzünde Allah ile güç yarışına girenlerin -ABD ve Sovyetler
başta olmak üzere- Allah’ın
mı, kendilerinin mi daha güçlü olduklarına şahit olmaya
başladığımız günler, yıllar
yaşamaya başladık. Rehineleri
kurtarma(!) operasyonundan,
Irak’ı saldırtmaya kadar bütün
oyunlarının ayaklarına dolaştığına şahit oluyor ve Allah’ın
gücüne olan inancımız daha da
güçleniyor. Elbette Allah güçlü
ve Kahredici’dir. O’nunla güç
yarışına girenler, yeryüzünde
rezil ve perişan olacaklardır. Bu
her zaman böyle tecelli etmiştir.
Sünnetullah böyledir. Eşyanın
tabiatı böyledir.
İran’ın yeni rejiminden sonra
İsrail’in varlığı gerçekten tehlikeye düşmüştür. Bunu en çok
hisseden de bizzat Yahudilerdir.
Bu sebeble huzurları büsbütün
kaçmıştır. 1979 yılının başlarında -İran İslam Yönetimi’nin ilk
günlerinde- İsrail meclisi Knes-
İktibas
set’in bir gizli oturumundan
sonra Dışişleri yetkililerinden
birinin açıklaması, Yahudilerin
neler hissettiklerinin açık bir delilidir. Bu yetkili şöyle diyordu:
“Çok değil en geç iki yıl sonra
İran İslam orduları İsrail’in hudutlarına gelip dayanacaklar, ne
yapacağız, halimiz ne olacak?”
Evet bu beyanat üzerinden iki
yıl geçmiştir ve henüz İran islam
askerleri İsrail’in hudutlarına
dayanmamıştır ama Yahudilerdeki bu endişe devam etmektedir ve edecektir. Kurulduğundan
bu yana yardakçıları ile birlikte
Batı İran’ın ne yapıp yapıp hesabını görmeye, defterini dürmeye
niyetlidir.
İ
srail, bir avuç
toprak üzerinde,
dünyanın dört
bucağından gönüllügönülsüz toplanmış
bir avuç insan ile
kurulduğundan beri
huzursuzdur. Bölgenin
müslüman halkları
kendilerini hazmedici
değillerdir. Besleme bir
devletçiktir.
Elinden geleni ardına koymamakta, lakin bir türlü bunu becerememektedir. Bütün oyunları
ayaklarına dolaşmakta, arzuları
kursaklarında kalmaktadır. Allah elbette kendine inanan ve
hakimiyeti kendine tanıyanları
mahcub edici değildir, yardımı
onların üzerindedir. Ne mutlu
Allah (c.c.)’ı vekil edinenlere ve
yalnız O’na güvenenlere.
İsrail, bir avuç toprak üzerinde,
dünyanın dört bucağından gönüllü-gönülsüz toplanmış bir
avuç insan ile kurulduğundan
beri huzursuzdur. Bölgenin
müslüman halkları kendilerini
hazmedici değillerdir. Besleme
bir devletçiktir. Her yıl savunma
bütçesinin tamamına yakınını
ABD karşılamakta olmasına
rağmen ekonomisi alt-üst olmuş
durumdadır. Parasının değeri
her geçen gün önüne geçilmez
bir biçimde değer kaybetmekte,
enflasyon olanca hızıyla yükselmektedir. Hiçbir tedbir bu
gelişmelere mani olamamaktadır. Rüşvet, hırsızlık, iltimas
49
İktibas
E
vet, Yahudilerin
hal-i perişanı
böyledir. Onları,
geldikleri yerlere
göçmekten
başka bir akibet
beklememektedir. Batı,
yahudilerin eline atom
bombası da vermiş
olsa -ki vermiştirsonuç bundan
başka olmayacaktır.
Onları hiçbir kuvvet
müslümanların
bağrında tutmaya kadir
olamayacaktır.
Bir Kitap - Bir Alıntı
yaygındır. Bilhassa gençler,
daha rahat yaşayacak bir vatan
istemektedirler. Bunun da İsrail
olamayacağının bilinci gelişmektedir. Sosyal çalkantılar yıkımı hazırlamaktadır. Yönetim,
durumu düzeltmek için, halkın
kullanmadık değerini bırakmamıştır. Fakat bir türlü başarılamamaktadır.
İsrail hükümetinin 1975 yılında
yayınladığı istatistiklere göre adı
geçen yıla kadar dış ülkelerden
İsrail’e yılda vasati 60 bin göçmen gelmekte ve yine vasati 20
bin kişi de İsrail’i terk etmekte
iken 1975’te İsrail’e gelenlerin
sayısı 20 bine düşmüş, gidenler
ise 17 bin kişidir. Bu da göstermektedir ki Yahudiler artık İsrail’de istikbal görmemektedirler.
Aynı istatistikin verdiği rakamlara göre adı geçen yıla kadar
Türkiye’den de İsrail’e toplam
20 bin Yahudi göç etmiş ve 17
bini geri Türkiye’ye dönmüştür.
Bütün bunlar göstermektedir ki
“Rüya” ile yaşanmamaktadır. Yahudiler de bunu anlamışlardır.
İsrail’i terk etmek, büsbütün boşaltmak ve geldikleri, daha rahat
yaşadıkları ülkelere tümüyle geri
dönmek istemektedirler. Lakin
batı, onları bırakmamaktadır. Ve
zorla Yahudileri İsrail’de tutmaktadırlar.
Düşünülsün ki Adalarda, Modalarda, Suadiyelerde, Sarıyerlerde
rahat rahat yaşamak var iken,
dünyayı sevmekten ve ondan
başka bir şeye değer vermekten
başka bir şey bilmeyen yahudiler, bir rü’ya uğruna kızgın
çölde, vatanları zorla ellerinden
alınmış Müslümanların elinde
makinalı tüfekli fedailerinin,
hangi gün nereyi basacakları ve
kaç kişiyi öldürecekleri, nereye
50
sabotaj yapacakları korkusu ile
bir hayat geçirsinler, mümkün
müdür? Başlangıçta kendi heveslerinin yeniliği ve o günlerde
müslümanların bilinçten yoksun
oluşları, rüyalarını yaşayabilecekleri zehabını onlara onlara
vermişti ama artık zaman içinde
müslümanlar değişti ve kendilerine gelmeye başladılar. Bütün
oyunları farkeder oldular, kendi
dizginlerini hainlerin ellerinden
almaya başladılar ve devam edecekler.
Evet, Yahudilerin hal-i perişanı böyledir. Onları, geldikleri
yerlere göçmekten başka bir
akibet beklememektedir. Batı,
yahudilerin eline atom bombası
da vermiş olsa -ki vermiştir- sonuç bundan başka olmayacaktır.
Onları hiçbir kuvvet müslümanların bağrında tutmaya kadir
olamayacaktır. Ya adam gibi
“fitne” çıkarmadan zimmet ehli
olarak müslümanların arasında
otururlar veya çeker giderler.
İslam hiçbir zaman onlar için bir
jenosit -soykırımı- düşünmemiştir, yapmamıştır da. Onlar
fitneleri sayesinde yukarıda da
anlatmaya çalıştığımız gibi birçok kere jenosite uğramışlardır.
En sonuncusu da Hitler Almanya’sında başlarına gelmiştir. Başkalarının -İngiltere ve şimdilerde ABD- emellerinin aleti olarak
Filistin’de yurt edindirildiler.
Bunun bir tek sebebi de onların
rüyalarının semeliğinin etkisinden yararlanan Batı’nın, “Müslümanların bağrında bir atlama
tahtası edinme” düşüncesidir.
Buna alet olmuşlar ve Batı’nın
oyuncağıdırlar. Akıllarını başlarına toplayıp, kendilerini oyuncak olmaktan çıkarmalı ve uslu
uslu durmalıdırlar. Geldikleri
yerlere herşeye rağmen geçip
Bir Kitap - Bir Alıntı
gitmelidirler ve müslümanlara
vatanlarını iade etmelidirler.
Bunu yapmamaları kendilerine
bugün değilse yarın mutlaka çok
pahalıya mal olacaktır. Onları
Amerika da kurtaramayacaktır.
İran düştükten sonra sonra sacayağının bir ayağı kırılmış, denge
bozulmuştur. CIA, sacayağına
üçüncü ayak olamamaktadır.
Zira bölgeden değildir. Amerika şimdilerde Ortadoğu için
bir başka Yalta düşünmektedir
Sovyetlerle... Bu da gerçekleşmeyecektir. Çünkü dünya uykudaki
ve Batı’nın çekip çevirdiği otuz
beş yıl önceki dünya değildir.
Böyle bir şeyin gerçekleşmesi
tüm Ortadoğu’yu değil dünyayı
ateşe verecektir. En çok zararı
da buna neden olanlar görecektir. Bu nedenle göze alamazlar.
Müslümanlar için zaten değersiz
olan dünyadan vazgeçmek mutlaka kolaydır. Ama müslüman
olmayanlar için var olan herşey
ancak dünyadan ibaret bulunduğu içindir ki onlar bundan
vazgeçemezler. Ne için vazgeçebileceklerdir, mahvedilmiş
bir dünyaya ayakta duracak hali
olmadan sahip olmak için mi?
Herhalde hayır, Müslümanlar
artık oyunlara kolay gelmedikleri gibi tehditlere de kulak asmamaktadırlar.
Burada zikretmeyi zorunlu
gördüğümüz birşey var: Batı-Sovyetler de dahil, Allah’a
dayanmak ve yalnız O’na güvenmenin insanları ne denli güçlü
yaptığının bir türlü farkına varamamaktadır. Aklı herşeye erenlerin bu temel konuda basiretleri
bağlıdır. İşte bu nedenle de onlar
umduklarını bulamayacaklardır.
Ne eski kuvvetlerini korumaktan aciz kalmış emirlikler, kral-
İktibas
lıklar, sultanlıklar, ne de ırkçısosyalist uygulamalı partilerin
diktaları ayakta kalamayacaktır.
Ortadoğu ve dünyanın mazlum
milletlerinin yaşadığı ülkeler
sarsılmaktadır. Bir yeni –Kapitalist, faşist ve marksist olmayan- dünya isteği ile… Kimileri
aradığının ne olduğunu henüz
bilmiyor iken kimileri de -ki
büyük bir kitle- bunun farkındadır. Bütün mes’ele hakimiyetin
Allah’a tanınması mes’elesidir,
bunun dışındaki yollar mutlaka
yanlış yollardır.
Evet, bütün dünya sarsılmaktadır ve bu sarsıntıda İsrail’de
iki taş bile üst üste kalabilecek
kadar dayanıklılık gösteremeyecektir. Zira sarsıntının boyutları
onların ve arkalarındakilerin
düşünemedikleri kadar büyüktür. Bugünler, sarsıntının henüz
belirtilerinin açığa çıktığı günlerdir. Yarınlar, bütün dehşetiyle
sarsıntının yaşanacağı günler
olacaktır. Allah’ın kudreti yeryüzünde “bir fetret devrini daha”
geride bırakacaktır.
B
urada zikretmeyi
zorunlu
gördüğümüz birşey
var: Batı-Sovyetler
de dahil, Allah’a
dayanmak ve yalnız
O’na güvenmenin
insanları ne denli
güçlü yaptığının
bir türlü farkına
varamamaktadır. Aklı
herşeye erenlerin
bu temel konuda
basiretleri bağlıdır.
İşte bu nedenle de
onlar umduklarını
bulamayacaklardır.
Gelecek aydın günlerini, yalnız
Allah’a teslim ve üstünlüğü O’na
tanıyanlara gösterecektir. Kendisine inanmayanlar için de en
iyi dünya hayatı yine O’nun düzenindedir. Zira fıtrat düzenidir
İslam.
Dipnot:
*Kudüs Ey Kudüs, Larry Collins/
Dominique Lapierre, çev. Aydın
Emeç, E yayınları, Birinci Baskı,
1973, İstanbul (sayfa 120).
51
Çeviri
GAZZE’NİN
SABİTELERİ VE
DEĞİŞKENLERİ
Lina el-Şerif/El Cezire*
ĞǀŝƌĞŶ͗ďĚƵůůĂŚDd7E
S
abite: İsrail, bu
yoğun saldırılarıyla;
Gazze’de yaşayan
Filistinlileri terörize
etmeyi, bu insanların
Hamas’ı suçlamasını
ve sadece kendilerine
değil Direniş’e de sırt
dönmelerini sağlamayı
hedefledi. Ama bu
hedef başarılamadı.
Değişken: Geçen süre
zarfında Filistin direnişi
daha organize ve etkili
bir hale geldi. Roketler
Tel Aviv’e, Kudüs’e ve
Be’er Şeva’ya ulaştı.
52
Gazze taze umutlarla kutsanmış yeni bir şafağa, yeni bir
güne uyanıyor. Ölenlerin çoğunu kadınların, çocukların ve
yaşlı insanların oluşturduğu İsrail’in 8 günlük vahşi katliamlarının ardından Gazze ayağa
kalkıyor. 21 Kasım’da Direniş
ile İsrail arasında, İsrail’in yoğun bombardımanına ve karadan müdahale tehdidine son
veren bir ateşkes imzalandı. Bu
ateşkesle birlikte İsrail, hedef
alarak öldürmelerin durdurulması, sınır ötesi saldırıların
sona erdirilmesi ve insan ve
mal akışının kolaylaştırılması
gibi yükümlülüklerle mükellef
kılındı.
Bundan 4 yıl önce, Dökme
Kurşun operasyonunun ardından da Gazze enkazlarla, matemlerle ve umutlarla benzer
bir güne uyanmıştı. Dökme
Kurşun operasyonu İsrail’in eş
zamanlı olarak Gazze’de birkaç
yerleşim yerini hedef almasıyla
başlamıştı ve bir günde ölen
sayısı 200’dü. Bir haftalık yoğun bombardımanın ardından
sivil nüfusu öldürmekten başka hiçbir şey ortaya koyamayan kara operasyonu başladı.
Gazzeliler 23 gün boyunca
elektriksiz ve susuz sabrettiler.
Ama bu kez İsrail “Savunma
Sütunları” operasyonuyla daha
geniş bir bombardıman başlattı ve tabiki yine altyapı, sivil
evler, boş araziler ve güvenlik
mevkileri hedef alındı.
Fakat bu dört yılda sadece
Gazze’deki Filistinliler ile İsrail
arasında değil, bütün Filistin’de
yaşanan olayların gösterdiği
bazı sabiteler ve değişkenler
var.
Direniş ve Caydırma
Sabite: İsrail, bu yoğun saldırılarıyla; Gazze’de yaşayan
Filistinlileri terörize etmeyi, bu
insanların Hamas’ı suçlamasını
ve sadece kendilerine değil Direniş’e de sırt dönmelerini sağlamayı hedefledi. Ama bu hedef
başarılamadı.
Değişken: Geçen süre zarfında
Filistin direnişi daha organize ve
etkili bir hale geldi. Roketler Tel
Aviv’e, Kudüs’e ve Be’er Şeva’ya
ulaştı. Tabi ki İsrail’in kitlesel
imha yerine hedefleri kesin
olarak vurabilen füzeler geliştirmesi karşısında hiç kimse bir
güç dengesinden bahsedemez.
Ayrıca İsrail’in roketleri durdurabilen Demir Küre’si var, Filistinliler ise buna sahip değiller.
Ama Filistin direnişinin karşı
savunması İsrail’in karar alma
sürecini büyük oranda etkiliyor.
Diğer faktörlerle birlikte, gösterilen bu direniş İsrail saldırısının niyetlenilenden daha kısa
sürmesini sağladı, Filistinlileri
kanlı bir kara saldırısından korumuş oldu ve İsrail ödemeye
hazır olmadığı ağır bir faturayla
karşılaştı. Sonuç olarak, sonraki
suikastlarını eyleme geçirmeden
önce Filistinlilerin ve Filistin
direnişinin sahip oldukları basit
araçlarla kendilerini savunacağını bilen İsrail iki kez düşünmek
zorunda kalacak.
Hükümetler ve Halklar
Sabite: İsrail’in işlediği suçlara
dünyanın tepkisi değişmedi. Bir
yanda, İngiltere, Amerika ve
bunların müttefikleri İsrail’in
savunma hakkını kullandığını
belirterek İsrail’i destekledi,
Çeviri
kurbanları ise suçluları teslim
etmemekle suçladı.
Diğer yanda, dünyanın birçok
yerinde insanların sokaklara dökülerek İsrail’i ve onu destekleyen hükümetleri protesto ettiğini gördük. 4 yıl boyunca, artan
boykot ve yaptırımlarla birlikte
dayanışma daha da güçlendi.
Değişken: Bu kez İsrail, bölgede
işlediği suçlarını örten en iyi
arkadaşından yoksun durumda.
2008 savaşında Gazze sınırını
23 gün boyunca kapalı tutan
Hüsnü Mübarek’in yerini, Gazze’nin dostu olan Müslüman
Kardeşler aldı. Yeni seçilen Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed
Mursi, sınırın kapatılmayacağını
garanti etti. Ayrıca sembolik bir
jest yaptı ve İsrail elçisini geri
çağırdı.
Ateşkesin sağlanmasındaki
arabuluculuğuna rağmen, Mısır’ın bölgedeki gücü tam olarak
analaşılamadı ve muhtemelen
anlaşılabilmesi biraz daha zaman alacak. Saldırılar süresince
Tunus, Katar ve Msıırlı yetkililer
Gazze’yi ziyaret etti ama neredeyse hiçbir etkileri olmadı.
Ama ilk kez, Mısır’dan bir gençlik delegasyonu saldırı sırasında
Gazze’ye girdi.
İçeride ise Filistin Yönetimi’nin
tepkisi aynıydı: boş kınamalar
ve Filistin’in statüsünün yenilenmesi için Birleşmiş Milletler’e
gitmek gerektiğinin tekrardan
dillendirilmesi.
Batı Şeria’da ise Filistinliler
hem İsrail saldırılarını hem de
Filistin Yönetimi’nin işbirliğini
protesto ettiler. Protestocular
ile işgalci İsrail güçleri arasında patlak veren çatışmalarda
İktibas
iki kişi hayatını kaybetti. İşgal
altındaki Batı Şeria’daki bu protesto dalgası, İsrail’in coğrafi ve
siyasi olarak böldüğü bu iki işgal
altındaki topraklar arasındaki
bağın kopmadığını kesin olarak
göstermiş oldu.
Medya
Sabite: İsrail kendi propagandasını yapmak ve saldırısına destek
bulabilmek için geniş bir halkla
ilişkiler kampanyası uygulamaya koydu. Avichai Adraee, Ofir
Gendelman ve Avital Leibovich
gibi İsrail sözcüleri yalanlarla
çeşitli platformları işgal ettiler ve
Gazze’de başlatılan saldırıyı haklılaştırmaya çalıştılar (aynı şeyi
2008’de de yapmışlardı).
Dökme Kurşun operasyonunda İsrail yabancı gazetecilerin
Gazze’ye girmesini engellemişti,
bu kez izin verdi. Fakat her iki
saldırıda da medya ajanslarını
hedef aldı ve gazetecileri öldürdü (bu saldırıda üç kişi öldü).
Çoğunluğu Amerikan ve İngiliz
olan ana akım medya çarpıtılmış bir içerik sunarak, İsrail’in
palavralarını anlatmaya devam
etti.
Değişken: Hikaye çatışmalarının
en çarpıcı yanı Filistinlilerin
online platformlardaki üstünlükleriydi. Filistinlilerin Dökme
Kurşun operasyonu’ndan aldıkları derslerden birisi, ana akım
medyanın dinleyip çarpıttığı
veya tamamını dinlemedikleri hikayelerine sahip çıkıp bu
hikayelerin yegane temsilcileri
olmaları gerektiğiydi. İşte burada alternatif medya (ya da sosyal medya) Filistinlilere kendi
hikayelerini aktarma özgürlüğü
verme noktasında önemli bir
hale geldi.
A
teşkesin
sağlanmasındaki
arabuluculuğuna
rağmen, Mısır’ın
bölgedeki gücü tam
olarak analaşılamadı
ve muhtemelen
anlaşılabilmesi biraz
daha zaman alacak.
Saldırılar süresince
Tunus, Katar ve Msıırlı
yetkililer Gazze’yi
ziyaret etti ama
neredeyse hiçbir
etkileri olmadı. Ama
ilk kez, Mısırdan bir
gençlik delegasyonu
saldırı sırasında
Gazze’ye girdi.
53
İktibas
Oysa Facebook, Twitter gibi sosyal medya platformları 2008’de
mevcut olmalarına rağmen
Gazzeliler bundan mahrum
bırakılmıştı ve sadece birkaç ses
duyulabilmişti.
Ama 2012’de durumun tamamen farklı olduğunu gördük.
Dünyaya ulaşabilme adına internet ve sosyal medya önemli
araçlar haline geldi. Bu saldırı
boyunca sadece Gazzeliler değil, tüm Filistinliler tarafından
dakika dakika bilgilendirildik.
Fotoğraflar, videolar, ses klipleri ve canlı yayınlar İsrail’in
yalanlarını ortaya çıkarmakla
kalmadı, yapılan zulmü de gözler önüne serdi. Ve tüm bunlar
İsrail’in uydurma hikayelerini
köşeye sıkıştırdı ve İsrail’in çok
fazla farkedilemeyen suçlarının
gözlerden kaçmasını engelledi.
İsrail halkla ilişkiler biriminden
fazlaca yararlansa da, Filistinliler
54
Çeviri
kendi hikayelerini şekillendirip
anlatabilme imkanı buldular.
Gelecek
Değişmeyen şeylerden birisi,
İsrail hala Gazze’yi işgal ediyor
ve sıkı bir kuşatma altında bulunduruyor. Ateşkes Filistinlileri
kanlı bir yüzleşmeden korudu
ama tamamen değil (İsrail ateşkesten sonra halihazırda iki Filistinliyi öldürdü).
Bu sessizlik oldukça uzun sürebilir, İsrail bir cezayla karşı karşıya kalmadan Filistinlileri baskı
altında tutabildiği müddetçe
saldırılar ve şiddet kesilmeyecek
ve suikastler hala ihtimal dahilinde.
4 yıl önce olduğu gibi, Gazze
yine İsrail’in yıktığı yerleri tekrar inşa etmeye odaklanacak.
Filistinlilerin 4 yılda inşa ettiğini
yıkmak İsrail’in 8 gününü aldı.
Tekrar inşa etmek sade altyapı
ve evlerle sınırlı değil, sevdiklerinin kaybedilmesi ve travmalarla parçalanan hayatlar da tekrar
inşa ediliyor. Saldırı, ölen 163
Filistinli’nin aileleriyle birlikte
(42’si çocuk, toplum 450 çocuk
yaralı) yaralılar da bıraktı.
Asla değişmeyecek olan son
sabite Gazze’nin hala ayakta
olmasıdır.
Direnç ve sabır Dökme Kurşun
operasyonu ile kırılamadı, Savunma Sütunları ile de kırılamayacak. Tarih bize öğretti ki, sömürgeci ve sömürülen arasında
ikincisi jokerdir.
*Yazar: Lina El Şerif, Katar’da
meskun Filistinli bir blog yazarı
Kaynak: El Cezire
Çeviren: Abdullah Metin
[email protected]
Sanat - Edebiyat
SEVGİLİ DOSTUM X
MEHMET MORTAŞ
g
itmek ve
sonbaharı
peşinden sürüklemek,
gitmek ve bebelerin
kahırlarını geride
bırakmak bu kadar
kolay mı sevgili
dostum. Fanatizmin
savurduğu çılgın
benliklerin çılgınlığı,
sosyal konumlarının
esiri olmak, şuurlarının
ekâbiri veya
düşüncelerin zulmü ne
hazin bir yoldur.
Yazılamayan bir düşünce içerisindeyim, sonu görünmeyen
aşüfte bir yoldu gittiğim, güneşte titreyen gölgeler altında saçlarımın kuruluğu yazdan kalma,
etrafımı çeviren ve yanımda bir
anda bitiveren cımbız ile çekilen
bulutlar, çekilir zaman parmak
uçlarıma kadar aheste aheste. Öykünsem dünyaya yaralı
serçe gibi, ıraksayarak koysam
benliğimi ortaya beynimin gün
görmemiş hücrelerine kadar.
Korkak ve ürkek bir acı hatıra
kalacak kalbimde, yer olmayacak yaşadıklarımı toplasan hayat
denilen yalan dünyada, zaman
duygusuz ve hoyrat bakacak
gözyaşlarıma. Acıdan baygın
düşmüş düşlerimi satamayacağım gecenin hengâmesine,
suskun sokaklar çağın kelimeleri
ile sulandırılmış, tükettiklerimiz kendini yok edercesine
yaşadıklarımızdır. Rüzgâr ağaç
yapraklarına randevu vermiyor
artık, kalbimizi mesh edecek kelimeler ise hiç uğramıyor sevgili
dostum. Biliyorum canlı cansız
bütün maddeler hiç yerinde
durmadan hareket etmekte, bizler cüzi yeteneklerimiz ve algılarımız ile hepsini görememekteyiz. Belki de madde âleminde
her an değişimleri algılamamız
delirmemizin en kolay ve kestirme yoludur. Belki de dahi olmak
için delirmek gerek, belki de
her çocuk doğuştan dahi olarak
doğar sonradan hayat boğar.
Gökyüzündeki mavilikler gözlerinde birikse siyah bir gökyüzü
ile baş başa kalsak, çiçeklerin
renklerini teninde toplasan,
renksiz tatsız bir dünya bıraksan
hiç kimse bilmeyecek renklerin
cümbüşünü. Ey dost sanma ki
bir çiçeğin katledilişini insanların yüreklerindeki acı kuyuları
hissedecek. Sonbaharda çırpınan sarıya çalmış bir yaprağın
ölümü reklâm arası kadar dahi
vicdanlarda yer etmeyecek. Bir
tiyatro seyircisi gibi alkış tutacağız dünya sahnesinde olup bitenlere. Batıdan gelen alkışlarla
talan edilecek ruhumuz, elimizde avucumuzda kalmış birkaç
anlamını yitirmemiş kelimeler
ile dımdızlak ortada kalacağız.
Delirmenin dehşetengiz ve esrarengiz ilk kitabını yazmaya
başladım sevgili dostum bilesin.
Gökyüzüne çocukça bakmalarım olmayacak, öykünmelerim
kuytu yerlerde nemalanacak
hayata karşı, bulutlar darağaçlarında sallanacak yağmursuz,
nefret ettiklerimiz selam verecek
kuşluk vakti sabaha. Delirmeyi
özlemek, dünyada olup biten
vahşet tamtamları kulağımızda
yankılanırken adı sanı bilinmeyen katledilen emzikli bebeler
midir? Biliyorum zamansız bir
zamanın içinde şu dünyada
kaybolup, hiçbir şey olmamış ve
yaşanmamış bir zaman olarak
zihinlerde unutulup gideceğiz.
Gitmek ve sonbaharı peşinden
sürüklemek, gitmek ve bebelerin
kahırlarını geride bırakmak bu
kadar kolay mı sevgili dostum.
Fanatizmin savurduğu çılgın
benliklerin çılgınlığı, sosyal
konumlarının esiri olmak,
şuurlarının ekâbiri veya düşüncelerin zulmü ne hazin bir
yoldur. Bu yollara karşı göğsünü
siper etmek, rüzgârın savurduğu yağmura karşı siper etmek
gibi değil, soğuktan büzüşmüş
ellerini ateşin nedametli yüzüne
koy vermek hiç değil, her çocuk
peygamber doğar duruşudur asıl
olan. Suskun bir efsane olarak
hayatımızı ikame etmekteyiz şu
günlerde sevgili dostum. Suskun
55
İktibas
ve bitap düşmüş bir mecnun
profili çizemeden, sıradanlığın
sıradanlaştığı tekdüze bir hayatlar ordusu görürsün kafanı
kaldırıp biraz baksan etrafına
dostum. Sıradan olmayan sıra
dışı deliler dolaşabilir etrafında,
deli zannettiklerin mazlumların
gözyaşlarını bahar rüzgârında
denizden esen meltem şiirleri
ile yıkayanlar olabilir yanılma.
Şiirler ile hemhal değilsen hiçbir
yerde ne bir şiir görebilirsin ne
de bulabilirsin. Belki de delirmenin en kestirme yolu şiir yazmaktır hayatın hengâmelerine
karşı. Ama suskun ve de biçareyiz şehrin ışıkları altında sevgili
dostum. Suskun ve metruk kelimeler ülkesinde bir çocuğun
gökyüzü mavidir söyleminden
korkuyoruz. Korkuyoruz gaybı
hatırlatacak içimizdeki devasa
reaksiyonların ortaya çıkmasından. Belki de modern dram
yaşamak içimizde gaybın hayat
sahnesinden uzaklaştırılması
demek değil midir?
Sevgili dostum x, son sözü söyleyen sözden uzak kaldık, bitap
ve harap bir şekilde ruhumuzu
tehcir ettiler yağmaladılar. Delirmek hakkını dahi çok gördüler şiirin limanlarında. İnsanlık
ve şiiri bir kadavra gibi kullandılar atomun dahi parçalandığı
şu çağda.
Ah dostum acılar içindeyim
ruhumu sükûnete erdirecek bir
kelime bekliyorum.
[email protected]
56
Sanat - Edebiyat
YAZACAĞIM
DİLEK BUZ
Karanlık gündüzleri kovarken çatık kaşlarımla
Hayalde miyim gerçekte miyim bilemiyorum.
Yılanlara takarken salça tenekesi
Çorbama kattığım ağıya
Salça rengini veren
Kanayan dişlerim mi?
Kimse söylemiyor.
Gençliğimi harcadım
Yavan ekmeğe,
Yağlı hayallere,
Kandırıldığımı haber veren ağarmış saçlarım
Hiç diklenmediler berber tarağına.
Adım adım tükenirken ömrüm,
Herkes gibi insan olmaya çalışmanın ve
Kendim olamamanın sancısı,
Doğum yapan dilsiz kadın gibi bastırırken çığlıklarımı
Okşanırken ensem uslu çocuk diye
Fünyesi cebimdeki el bombasını
Asker ocağına bıraktım,
Kayda geçsin.
Kalem aldım elime
Varamadığım kutsal eve
Yol haritası çizsin diye
Nehirleri sildim
Dağları ufaladım
Sınırları kaldırdım
Yinede varamadım Kabeye
Vardığım ev
Tom amcanın kulübesiydi
Ayağıma takılan pranga
Kalemi hatırlattı bana
İhanet eden kalem miydi?
Kâğıt mıydı?
Ben miydim?
Bilemedim.
Kölelik işlemişti kanıma sanki
Zamanın firavunları
İnce belli piramitlerde
Türkülerle çalıştırırken beni
Sanat - Edebiyat
Ellerime tutuştururlarken özgürlük fermanımı
Mekânımı mezar olarak tayin ettiler.
Firavunda kürek yoktu ama
Mezarı kazan ben miydim hatırlamıyorum.
Tok karın ve serin mekân,
Evlat ve toprak beklerken
Kafamda kurarken ütopya
Yaklaşırken yevmil kıyamet
Kaybederken tövbe durağını
Dost edinirken iblisi
İnandığım kahve falını yorumlayan kadın
Kırmızı kurdeleye layık gören öğretmenim
Her gün ezan okuyan müezzin
Cırcır böceği
Mektup yerine fatura taşıyan postacı
Bir gün çalmadıysa kapımı
Duymadıysa kulaklarım
Görmediyse gözlerim
Anlamadıysa aklım
Düşmanlığım nemruta değil
Ateşten korkan bana olur.
Taşladığım kara göl
Söndürmez gayrı öfkemi.
Kabul görmeyen para kesem
Cellâdıma sunamadığım ücret
Verilmişse düşman elinden
Kılıç kuşanma vakti gelmiştir.
Bir kendime sallarım
Bir kadere
Sağlam kalan yanım,
Tövbeye kapanır
İmana şart koşmayan yaratan
Kapısına gelen sağlam yanıma
Rahmet ederse Kevser suyuyla
Kana kana içersem kulluk çeşmesinden
Uyanmadığım hayallerden ve
Saklandığım gerçeklerden
Sığınırsam güvenli bir limana
Bir kalem alacağım
Usanmadan
Yazacağım
Yazacağım
Yazacağım.
İktibas
DUDAKLARIMIZDAN
SÜZÜLEN
NEHİRLER
DR. MEHMET AKİF ŞAHİN
Her gün güneş doğarken yepyeni bir düşüncenin kollarında
uyanan zamanın bekçileriyiz.
Dünya bizim dışımızda değil,
tutkularımızın sayfalarına gömülmüştür. Biz dünyayı alıp
satan çocuklar gibi hayatı nefeslerimizin ritmine uydurmuşuz.
Her daim umut bekleyen değil,
beklenen umutları taşırız. Gürültülü zamanlarda akşamlara
düşen zılgıtların eşliğinde, o gün
meşhur olan bir şarkının nakaratına alkış çalarak karanlığı
ıslıklarız. Neşemizi gün ağarmadan yastıklarımızın altına gizleyip umudu güneşin ışığıyla emeriz. Her gün yükselen bir günün
nemli gölgesinde sessizliğimizi
besleriz. Oyunlarımız gölgesi
büyüyen bir yalnızlığın eşiğine
tünemiştir. Kimse dokunmasa
hayatımız bir su damlası gibi
akışkandır. Aşktan başka kimseyi yüreğinize dokundurmayın.
Serbest bir ruhun muştusu her
daim yıldızlara tutunur. Berrak
bir gökyüzünde bir kelebek
kanadı gibi usulca dolaşır. Bir
ömre yetecek mutluluğu bir
gecede rüyalarımızla anlatacak
kadar hayallerimiz vardır. İlkelerimizi çekingen bir ruhun
tutsak edilmemiş dudaklarından
süzülen bir nehrin içinden çıkarabiliriz. O ilkeler arkası gelmeyen rüzgârın bir fısıltısı gibi
yeryüzüne dağılan bir muştuya
dönüşür. Bazen bulutlanan bir
57
İktibas
havanın ağırlaşan soluğuyla içimize bir tutam sıkıntı düşer.
Gökyüzüne dağılan umutlarımız
rüzgâra karışır. Rüzgâr yalçın
kayalıkların ellerinde esir düşen
isyanın köleleşen kalın yüzüne çarpar. Tabiatın uykusuna
dadanmış esrarengiz ayrılıklar
denizle karanın ayrıştığı yerlerde geceyle gündüzü buluşturur.
Med-cezir gibi ruhlarımıza
yapışan tedirgin bir kıvılcımın
kollarına düşeriz. Elbiselerimizin arasına sızan bu belirsizlik
tutkularımıza bir karmaşa bağışlar. O zaman bulanıklaşan
gökyüzü gibi ruhlarımız alacalı
bir serüvene dönüşür. Biz içimizden kardeş görüp ekmeğimizi paylaştığımız kişileri hasım
zannederiz. Yıllarca beraber
yaşamış olmak aynı tutkulara
sahip olmamız bizi bir arada
tutmaya yetmez. Bazen rengimiz
değişik diye kavgaya gireriz.
Bazı zamanlar dilimiz farklı diye
aramıza nifak girer. İnançlarımız aynı olsa bile ibadetlerimiz
değişik diye aynı rab için savaşan farklı mevzilerin askerleri
oluruz. Aramızda okumuş tahsil
gören kişilerimiz bile bu kavgayı
körükler. Kendi saflarımızda
çıkardığımız bireylerle savaşırız.
Bazen farklı partilerin üyesi
olmamız ellerimize tutunan
bir şamatanın ortasına düşeriz.
Farklı cemaatlere gitmek bile
bizim için bir kargaşa nedenidir.
Onlar bizimle, biz diğerleriyle
savaşırız. Bu savaş önce biriken
bir hınca benzer, daha sonra
engellenemez öfkeye dönüşür,
içimize doldurduğumuz ihtiraslarımız sessiz bir iklimin fırtına
öncesi homurtusu gibi yavaşça
dalgalanır. Bu öfkeyle kabaran
dalganın korkusu yüreğimize
tutunur.
58
Sanat - Edebiyat
Sonra kutsallarımıza sığınırız.
İşimize yaradığını düşündüğümüz geleneklerimize yaklaşırız.
Sorunlarımız büyümeden çözülsün kaygısıyla her gün yeni bir
nehrin sularından içeriz. Evreni
yaratanın kuralları bizi dizginler.
Kovulanın şerrinden yaratana
sığınan nesillerin ellerine yapışır. Yürüdüğümüz tarihin sayfalarına dönüp bir daha bakarız.
Her kavim gibi içimizden seçilen önderler gelir. Bizi yönetmek
için birilerini seçeriz, ya da
seçtiğimizi sanırız, onlar döner
bize ihanet eder. Bizim en önde
gidenlerimiz en son acılarımıza
yetişenimizdir. İçimizden çıkan
birileri bizi yönetmeye çalışır,
biz neden hiçbir zaman onlara
ulaşamayız. Zamanın son dilimine yaklaştığımızda yaşlı dünyanın kanatları saman yolunda
çırpınır. Kıyamete ramak kala
dünyamızda ve hayatımızda ne
acı savaşlar olur, anlatılamayan
öyküler yazılır, daha bilmediğimiz neler yaşanır?
[email protected]
(UFDQ$N\RO0LOOL\HW.DVÕP
Sanat - Edebiyat
ÇOCUK VE
YERDEKİ RESİM
DİLEK BUZ
Çocuk parkını çevreleyen duvarın üzerinde tuhaf bir adam
oturuyordu. Çevreden gören
birisi onun sivil polis olduğuna
iddiaya bile girebilirdi. Saatlerdir
oturduğu yerden kalkmamıştı.
Şüpheli bakışlarla etrafı seyrediyordu. Az ileride bulunan Japon
pazarından gelen kampanya
anonslarını dinliyordu. Yoldan
hızla geçmekte olan araçlardan
fışkıran müzik seslerini takip
ediyordu. Karşı binalardan açılan pencereler de dikkatinden
kaçmıyordu. Ara sıra cebinden
çıkardığı küçük not kâğıtlarına
bir şeyler karalıyordu. Bazen
durup gökyüzünü izliyordu.
Parktan gelen çocuk seslerini de
dinliyordu. Kafasını iki eli arasına alması da bir şeyler planladığının işaretiydi. Kimdi bu
adam? Ne yapmaya çalışıyordu?
Acaba bir sapık mıydı? Belki de
adi bir hırsızdı sadece.
Aslında hiçbiri değildi. O bir
zavallıydı.
Bugün onun izin günüydü, işe
gitmemişti. Sabahın ilk ışıklarından beri, tek başına yaşadığı
kasvetli evinden kendini dışarı
atmış, sokak sokak gezerek
rahatlamaya çalışmaktaydı. Sonunda yorulmuş, bir duvarın
üstüne oturmuştu. Durgundu,
mutsuzdu, ümitsizdi. Kafası karışık, yalnız ve efkârlıydı. Duygularını kontrol edemiyordu. Bir
yetişkindi ama çocukların bile
neşesini kıskanıyordu. O yeryüzünün en mutsuz ve talihsiz
kişisiydi.
İktibas
İş stresi, geçim darlığı, toplumsal
çözümsüzlükler, kitaplarda okuduğu ütopya ile gerçek hayatın
zıtlığı iç dünyasını karartıyordu.
“Bir yerden başlamalı” diye düşünüyordu. Katmerli acılarından
kurtulmalıydı artık. Ama nasıl?
Çıkış yolu ne olabilirdi?
Bir şey olmalıydı, bir şey...
Belki de bilinçli bir şekilde yaşamını sonlandırmalıydı. Basit ve
kesin çözümdü aslında intihar.
Zindanı andıran yatak odasının
duvarlarından, mesainin bittiğini duyuran zil sesinden, otobüs
biletine gelen zamlardan ve
idealist yazarların yalanlarından
böylece kurtulmuş olurdu. Kredi
borçlarını ve ödemediği apartman aidatlarını da kendisinden
talep eden de olmazdı böylece.
Ardından ağlayanı da olmayacaktı zaten. “Yetimhanede büyümenin böyle avantajları var”
diye düşündü. “Kimseniz yok,
ardınızdan ağlayacak”. “Sorumlu
olduğunuz kimseler yok, cevap
vereceğiniz.” Koca dünya bile
fark etmezdi yokluğunuzu, sessizce çekip gitmiş olursunuz.
Kendine karşı sürdürdüğü tartışmayı sonlandıran, kaldırımın
önünde, yolun hemen kenarında
elinde tebeşirle asfalt üzerine
resim çizen çocuk oldu. Parkın
duvarlarını şiddetle aşan, müthiş
yoğunluktaki çocuk seslerinin
cazip çağrısından uzaklaşmış
bu çocuk, tek başına resim çiziyordu. Sonunda, hassas elleriyle
kendinden bile büyük bir resmi
başarıyla çizip bitirmişti. Bir
kadın resmiydi yerdeki. Başörtüsünü ve uzun eteğini bile çizmeyi ihmal etmemişti. Belli ki
tanıdığı birisini çiziyordu. Sonra
daha da tuhaf bir şey yaptı.
Ayakkabılarını çıkardı ve resmin
tam ortasına gelip yere uzandı.
Resmin içine kıvrılmış yatıyordu. Bu çok tuhaftı.
Duvarın üzerinde olan biteni
şaşkınlıkla izleyen yarı ölü adam
dayanamadı. Yerinden kalktı
ve şimdi de, usul usul ağlamaya
başlayan çocuğa yaklaştı.
-küçük, küçük, ne yapıyorsun?
-…
-neden ağlıyorsun? Söyle bana
hadi.
-…
Asfalt yola uzanmış çocuktan
cevap alamıyordu. Çocuk için
için ağlıyordu. Karnına doğru
çektiği dizlerini daha da sıkılaştırıp küçücük kaldı. Çok acı
çektiği belliydi. Tuhaf adam da
etkilenmişti. Ağlayan birine hiç
dayanamazdı. Yetimhanede en
çok duyduğu ses ağlamaktı. Dayanamadı;
-lütfen be çocuk, bu resimdeki
kadın kim?
Çocuk bu soruya cevap verecekti. Çünkü cevaplar ancak
doğru sorularla ortaya çıkardı.
Ağlamasının önemi yoktu,
önemli olan yerde yatanın kim
olduğuydu.
-“güzel çocuk, bu kadın kim?”
-“o benim annem” dedi.
-“annene ne oldu?”
-“o öldü”
-“ne zaman, nasıl?”
-“geçen sene…… intihar etti”
Çocuk ağlamayı hızlandırmıştı.
Tuhaf adam, çocuğu kollarından
tutup kaldırdı. Duvarın yanına
getirip yanına oturttu. Kendine
yavaşça yasladı ve ağlamaya başladı. Artık beraber ağlıyorlardı.
…
...
[email protected]
59
Mektuplara Cevaplar
MEAL VE
MEALCİLİK
HÜSEYİN BÜLBÜL
MUHTEREM YOLCU/KONYA
SORU:
İktibas dergisi ile yeni tanıştım. Daha önce tanıdığım
bir takım mealciler olmuştu
ve ben onların anlayışlarını
ve Kur’an’a yaklaşımlarını
kabul edemedim. Sizlerin de
insanların meal okumaları
konusunda teşvik edici yazılarınızı görüyorum. Sorum
şu: Kur’an’ın mealini okumak
ile mealcilik arasındaki farkı
kısaca açıklayabilir misiniz?
CEVAP: Mealcilik sözü, İslam
Literatürü’ne son dönemlerde
giren bir kavramdır. Meal: Bir
metnin yazıldığı dilden başka
bir dile veya dillere yapılmış
çevirisine denilmektedir. Şöyle
de söylemek mümkündür: Bir
dilde telif edilmiş olan bir eserin, o dili bilmeyen anlamayan
kimselerin okuyup anlaması için
diğer dillere çevrilmiş haline
meal denmektedir.
K
onumuz Allah’ın
kitabı Kur’an
olduğuna göre,
Kur’an’ın gönderildiği
dil olan Arapçadan
Arapçada ifade ettiği
manayı başka bir dilde
de ifade edecek şekilde
yapılan tercümesidir.
Bu ise, insanların
duyduğu ihtiyaçtan
doğan tabii bir
durumdur.
60
Konumuz Allah’ın kitabı Kur’an
olduğuna göre, Kur’an’ın gönderildiği dil olan Arapçadan
Arapçada ifade ettiği manayı
başka bir dilde de ifade edecek
şekilde yapılan tercümesidir. Bu
ise, insanların duyduğu ihtiyaçtan doğan tabii bir durumdur.
Bu sadece Allah’ın kitabı için söz
konusu değil tüm kitaplar için
gerekli olan bir zorunluluktur.
İnsanların bildiği ve anladığı
ana dilinden başka bir dille yazılmış olan bir eserden okuyup
istifade etmesinin yolu, ya o dili
öğrenmek, ya da o dili bilen aynı
zamanda çeviriyi yapacağı dili
de bilen bir insanın tüm dildaşlarının anlaması için, kendi ana
diline tercüme etmesiyle mümkün olacaktır.
Bu konuda ilahi mesajı gönderen Allah Teâlâ’nın maksadı da
kitabının tüm insanlık tarafından okunup anlaşılması olduğundan, ilk gönderdiği kavmin
diliyle göndermiştir. Çünkü bu
ilk kavim, kendi dilinden olmayan bir mesajı anlamadan, kabul
veya reddetmesi söz konusu
olamayacağı için gereklidir. Bu
gerekliliği Allah şöyle ifade etmektedir:
“Eğer biz onu, yabancı dilden bir
Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki:
Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Araba yabancı
dilden (kitap) olur mu?
De ki: O, inananlar için doğru
yolu gösteren bir kılavuzdur ve
şifadır. İnanmayanlara gelince,
onların kulaklarında bir ağırlık
vardır ve Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir
yerden bağırılıyor (da Kur’an’da
ne söylendiğini anlamıyorlar.)”
(Fussilet 41/44)
Bu konuda kitabın o kavmin
diliyle gönderilmesinin yanında
kitabı onlara okuyacak olan elçilerin de o kavmin içinden seçilmiş olmasının gerekçesi aynıdır:
“Biz, her peygamberi, ancak
bulunduğu kavminin diliyle
gönderdik ki, onlara apaçık
anlatsın. Bu itibarla Allah
dilediğini sapıklıkta bırakır,
dilediğini de hidayete erdirir.
O azizdir, hükmünde hikmet
sahibidir.”(İbrahim 14/4)
Hem elçinin hem de elçinin
getirmiş olduğu mesajın ilk
gönderildiği kavmin diliyle gönderilmesinin maksadı çok açık
olarak bildirildiğini görüyoruz:
“Biz onu, anlayasınız diye,
Arapça bir Kuran olarak
indirdik.”(Yusuf 12/2) ifadeleri
bunu göstermektedir.
Mektuplara Cevaplar
Buna rağmen yapılan itirazlar,
peygamberin de içlerinden
aynen kendileri gibi bir insan
olmasına da yapılmıştır. Halbuki
insanlar ancak kendileri gibi bir
insanı ancak örnek alma imkanına sahiptirler. Fıtratları gereği
bir meleği veya cini veya kendilerinden daha farklı bir varlığı
taklit etmeleri, örnek almaları
mümkün değildir. Böyle olduğu
halde:
“Onlara hidayet geldiği zaman;
insanları inanmaktan alıkoyan
şey, sadece,” Allah peygamber
olarak bir insanı mı elçi olarak
göndermiştir” demeleridir?
İktibas
manasının olduğuna varana
kadar bahaneler üretmektedir.
Burada şunun net olarak bilinmesi gerekir ki meal, bir metnin
bire bir tercümesi değildir. Asıl
metnin yazıldığı dilde ifade
ettiği mananın o dilde vermek
istediği mesajı, çevirinin yapıldığı dilde, uygun kelime ve
cümlelerle ifade edilmesidir. Bu
nedenle bir metnin bu yöntemle
tüm dünya dillerine çevrilmesi
mümkündür. Nitekim yaşanan
hayatta bunun onlarcasının yüzlercesinin yapıldığını da görüp
duruyoruz.
Bu kitabın Arapça oluşu ilahi
sünnetin bir tecellisidir. Gerekçesini gerekçeleriyle birlikte
yukarıdaki ilgili ayetlerde açıklamakla birlikte bilinmelidir
ki, Arapçanın Allah indinde
imtiyazlı bir yeri olduğundan
değildir. Gönderilen kavmin
konuşmuş olduğu dilin Arapça olmasındandır. Daha önce
göndermiş olduğu kitapları da
Allah, gönderdiği kavmin o
anda konuşup anlaştıkları dil ile
gönderdiği malumdur. Tevrat’ın
İbranice, İncilin de Aramice
oluşunun hikmeti budur.
Mesele Kur’an’ın Allah kelamı
olduğundan kaynaklanıyorsa,
onu da konuşalım. Allah kendine özel “Rabça” bir dil ile
gönderdiğini söylemiyor. Bilakis
indiği dönemin Arabı’nın konuştuğu Arapça ile indirdiğini
(Yusuf 12/2) tüm gerekçeleriyle
birlikte zikrediyor. Araplar da
aynen bizim gibi bir insan ve
Arapça denilen dünya dillerinden bir dili konuşuyorlardı.
Herhangi bir dilden dil olarak
bir ayrıcalığa, imtiyaza da sahip
değildi. Elbette her dilin kendine özgü özellikleri vardır. Fakat
böyle oluşu onun anlaşılmasına,
tercüme edilmesine, başka insanların da o dili öğrenmesine
asla mani değildir. Nihayet tüm
diller insan ürünü değil midir?
Ayrıca Allah bu farklılığı onaylayarak:
Bu konuda şunun da konuşulmasını gerekli görüyoruz. İnsanlar, Allah’ın kitabının başka
dillere çevrilmesinin imkânsız
olduğunu, çünkü bu kitabın
Allah kelamı olduğundan onun
ifade ettiği manayı başka bir dile
çevrilmiş olan mealinin veremeyeceğini, daha da ileri giderek,
onun bir kelimesinin binlerce
“Sizin dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu Allah’ın
ayetlerindendir “ (Rum 30/22)
buyuruyor. Bu nedenle Allah
kelamı oluşu onun anlaşılmasına
tercüme edilmesine mani olarak görülmesinin geçerli hiçbir
sebebi yoktur. Aksi halde tüm
insanlığın bu mesajdan istifade etmesinin, İslam olmasının
“De ki: Eğer yeryüzünde yerleşmiş dolaşan melekler olsaydı;
Biz, ancak onlara peygamber
olarak gökten bir melek indirirdik.” (İsra 17/94-95)
A
llah kendine
özel “Rabça” bir
dil ile gönderdiğini
söylemiyor. Bilakis
indiği dönemin
Arabı’nın konuştuğu
Arapça ile indirdiğini
(Yusuf 12/2) tüm
gerekçeleriyle
birlikte zikrediyor.
Araplar da aynen
bizim gibi bir insan
ve Arapça denilen
dünya dillerinden bir
dili konuşuyorlardı.
Herhangi bir dilden dil
olarak bir ayrıcalığa,
imtiyaza da sahip
değildi.
61
İktibas
Mektuplara Cevaplar
önüne büyük bir engel konulmuş olurdu. Allah’ın koymadığı
engeli kimsenin koyma hakkı
yoktur.
N
amazın nasıl
kılınacağına,
haccın nasıl
yapılacağına, orucun
nasıl tutulacağına,
zekâtın nelerden nasıl
verileceğine, İslam’ın
hangi yöntemle tebliğ
edileceğine, fert ve
toplum olarak Allah’ın
hükümlerinin nasıl
uygulanıp hayatın
düzenleneceğine,
savaşta ve barışta nasıl
bir yol izleneceğine,
inanan ve inanmayan
fert ve devletlere karşı
izlenecek siyasetin
nasıl olacağına,
hâsılı Allah’ın nasıl
razı edileceğine
örneklik etmek için
de peygambere
ihtiyacımız vardır.
Elbette insanlar anladıkları
dilden yazılmış olan kitapları
okuyup istifade ettikleri gibi,
Allah’ın insanlara göndermiş
olduğu hidayet rehberi olan
Kur’anı da kendi dillerine çevrilmiş olan meallerden okuyarak
dinini öğrenecek, Rabbine nasıl
kulluk edeceğinin bilincine erecektir. Hal böyle ise “Kitabı Mealinden okumak” niçin Kur’an’ı
anlamanın önünde engel olarak
görülsün veya meal okuyanlar
tasvip edilmesin?
Bu konuda kimsenin haklı bir
itirazı olamaz. Yapılan itirazlar, “mealcilik” tabelası altında
meal okurken bu kitabı getiren
Allah’ın elçisinin sünnetini,
Kur’anı hayata aktarmadaki örnekliğini, devre dışı bırakılarak,
görmezlikten gelinmesinedir.
Bu anlayış, ne anlayışla karşılanmayı, ne de anlaşılır bir anlayış
olmayı hak etmiyor.
Allah, bu kitabı ve gönderdiği
her kitabı bir elçi aracılığı ile
göndermiştir. Bu bir tesadüfün
esri değildir. İnsanlara vermiş
olduğu fıtratın gereğidir. İnsan
bir sözü gereği gibi doğru anlayabiliyor mu? Anladığının uygulamasını doğru yapabiliyor mu?
İnsanoğlu hep hat ile mualleldir.
Bu mahzuru ortadan kaldırmak
için Allah, insanların içinden bir
insanı seçerek ona vahyetmiş;
(Şura 42/53) O’na doğru anlayıp
doğru uygulamayı öğretmiş;
onun eliyle ve diliyle de diğer
insanları haberdar edip onlara
örnek göstermiştir.
“Andolsun ki; sizden, Allah’a ve
ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler
62
için, Allah’ın Resulünde güzel
bir örnek vardır.” (Ahzab 33/21)
buyurmuştur.
Bu örneğe itibar etmemek onu
örnek olarak gönderene itibar
etmemek olacağından, bir Müslümanın böyle bir şey yapması
asla düşünülemez. Mazur sayılamaz. Peygamber ile gönderilen
Kitap, adrese teslim edilecek
kapalı bir zarf olmadığı gibi, onu
getiren Peygamber de postacı
değildir. Onun getirdiği hayatın
tümünü kuşatan bir yaşam biçimidir. Elçi öncelikle bu dine
inananların ilki olmakla onu
yaşamakla emrolunan bir kimse
olduğu gibi, (Enam 6/163) kendisine geleni insanlara tebliğ etmek, o kitabı insanlara okumak,
onlara öğretmek, onları tezkiye
edip günahlardan arınmanın
yollarını göstermek, kitabı ve
hikmeti öğretmeye de memur
edilmiştir. (Bakara 2/151)
Bu nedenle namazın nasıl kılınacağına, haccın nasıl yapılacağına, orucun nasıl tutulacağına,
zekâtın nelerden nasıl verileceğine, İslam’ın hangi yöntemle
tebliğ edileceğine, fert ve toplum
olarak Allah’ın hükümlerinin
nasıl uygulanıp hayatın düzenleneceğine, savaşta ve barışta
nasıl bir yol izleneceğine, inanan
ve inanmayan fert ve devletlere
karşı izlenecek siyasetin nasıl
olacağına, hâsılı Allah’ın nasıl
razı edileceğine örneklik etmek
için de peygambere ihtiyacımız
vardır.
Çünkü onun ortaya koymuş
olduğu örnekliğin vahyin onayından geçerek onaylanmış
olmak gibi bir garantisi vardır.
Gelen vahiyleri doğru anlamasında hiçbir sorun olmamasına
rağmen (ki bu konuda şu ayeti
yanlış anladın diye Kur’an’da
Mektuplara Cevaplar
yapılmış bir ikaz yoktur.) henüz
bir hüküm olmayan konularda
yapmış olduğu içtihatlarından,
ilahi iradeye uygun olmayanlar
dahi vahiyle düzeltilmiştir.(Enfal
8/67) böylece kusursuz örnek
bir kulluğun prototipi olarak
insanlığa rahmet kılınmıştır.
Onun dindeki yeri “şekil A”dır.
(Şekil A anlatılanın uygun bir
resimle cisimleştirilmiş halidir.
Örneğin, bir geometri kitabında ikiz kenar üçgenin tanımı
yapılıp resmi çizilerek verildiği
zaman bütün farklı anlaşılmaların önü alınmış olur. Dinde
peygamberin örnekliği ile de
yapılmak istenen budur. Yoksa
insanlar kadar din anlayışı ortaya çıkardı ki hangisinin Allah’ın
dini olduğu anlaşılamazdı.)
Bu nedenle itikadda, ibadette,
Kur’an’a ve hayata bakış ve anlayışta ona uymayan anlayış ve
davranışın Allah indinde bir
değeri yoktur. En açık ifadesiyle
kıldığımız namaz peygamberin
kıldığı namaza benzemiyorsa,
kıldığımız namazın namaz olması mümkün değildir. Çünkü
Peygamberimiz bizzat , “Namazı
benden gördüğünüz gibi kılın”
buyurmuştur. Bu nedenle peygamberi uygulamaya uymayan
ibadetlerin, sadece hevamızı
tatmin etmenin ötesinde bir
anlamı yoktur.
“De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah
da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Çünkü Allah çok
esirgeyici ve çok bağışlayıcıdır.”
(Ali İmran 3/31)
Mealcilikle temayüz etmiş insanların Kur’an’a, Peygambere
ve onun hadislerine yaklaşımlarında büyük bir sakatlık
vardır. Kur’an okumaları Kur’an
bütünlüğünden uzak, ayetler
İktibas
bağlamından kopartılarak lâfzî
bir okuma biçimiyle okuyorlar.
Bunun içinde İslam’ın gerçeğiyle
bağdaşmayan bir anlayışla karşı
karşıya kalıyorlar. Örneğin insanı sarhoş edip aklı gideren içkiler konusunda sadece Kur’an’da
ismi zikredilen şarabın yasaklandığını, aynı özelliğe sahip adı
anılmayan diğer içkilerin haram
olmadığını söyleyecek kadar
ileri gidiyorlar.
İbadetler konusunda örneğin
Namaz kılmada peygamber gibi
kılmaya ihtiyaç yoktur. Namaz
duadır. İnsan bir miktar ayakta,
oturarak veya yolda giderken de
dua eder ve böylece namazını
kılmış olur” şeklinde bir anlayışa sahipler.
Peygamberimizin hadislerine
yaklaşımda ise, süpürüp atıcı
bir yöntem kullanmaktadırlar.
Uygulamada hadislere ve Kur’an
dışında hiçbir şeye bakmadan
düz bir mantıkla hareket etmektedirler. Peygamberi (as)
uygulamada örnek olarak almamanın tabii bir sonucu olarak
namazlarda rekât sayısı diye bir
uygulamaları da yoktur. Bu anlayışta en az tarih boyunca altında hadis yazan sözleri Kur’an’ın
eleğinden geçirmeden toplayıp
alanların yapmış olduğu yanlış
kadar büyük bir yanlıştır. Özellikle Kur’an’ın uygulaması olan
fiili sünnetleri göz ardı etmek,
kabul edilebilir bir şey değildir.
Çünkü Peygamber (as), bu dinin
tebliğinden mesul olduğu kadar
tebliğ ettiği ayetlerin hayata nasıl uyarlanacağını kusursuz olarak göstermekten de mesuldür.
Çünkü O’nda olan bir özellik,
Allah tarafından hiç kimseye
verilmemiştir. Hayatta iken
vahyin devam sürecinde yapmış
olduğu şeyler Allah’ın iradesine
uygun değilse hataları vahiyle
İ
tikadda, ibadette,
Kur’an’a ve hayata
bakış ve anlayışta
ona uymayan anlayış
ve davranışın Allah
indinde bir değeri
yoktur. En açık
ifadesiyle kıldığımız
namaz peygamberin
kıldığı namaza
benzemiyorsa,
kıldığımız namazın
namaz olması mümkün
değildir. Çünkü
Peygamberimiz bizzat,
“Namazı benden
gördüğünüz gibi
kılın” buyurmuştur. Bu
nedenle peygamberi
uygulamaya uymayan
ibadetlerin, sadece
hevamızı tatmin
etmenin ötesinde bir
anlamı yoktur.
63
İktibas
düzeltilmiştir. Bu imkân sadece
peygamberlere verilmiş bir imkân olduğundan o’nun örnekliği,
yapıp ettiklerinin doğru olduğundan ve Allah tarafından kabul edildiğinden eminiz. Bizim
veya peygamber (as) dışındaki
ona uygun olmayan yapıp etmelerin ise akıbeti meçhuldür.
En kestirme olarak şunu kesin
olarak biliyoruz ki, Peygamberler asla dinine ihanet etmez.
Keyfi olarak bir şey yapmaz.
İnsanları zora sokmak için
uğraşmaz. “İki şey arasında
Rabbim tarafından muhayyer
bırakılsam, kolay olanını tercih
ederim” sözü onun bu konudaki
yaklaşımını ortaya koymaktadır.
Allah’tan olmayan bir şeyi dindenmiş gibi bildirmez. Böyle bir
durumun olması halinde onu
elçi olarak gönderenin nasıl bir
tehditle tehdit ettiğini görüyoruz:
“Eğer o, bize karşı bazı sözleri
uydurup-söylemiş olsaydı, elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. Sonra da onun
şah damarını keser atardık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.
Doğrusu Kur’an Allah’a karşı
gelmekten sakınanlara bir öğüttür.” (Hakka 69/44-47)
Peygamberden olduğundan
emin olduğumuz konularda
peygambere uymak, İslam’a uymak, Kur’an’a uymak ve dolayısı
ile Allah’ın hükmüne uymaktır.
Uymamak ise bu saydığımız
şeylere uymamak ve Allah’ın
hükmünden uzak kalmak anlamına geleceği gayet açıktır.
İslam’ın şiarı olan “emri bil mağruf nehyi anil münker” olarak
ifade edilen, iyiliği emretmek
kötülüğü nehyetmek sadedinden olarak Müslümana yakışan
bu insanlara doğruları hatır-
64
Mektuplara Cevaplar
latarak yanlıştan dönmelerini
sağlamaktır. Kimsenin ayıp ve
kusurlarını araştırmak, sayıp
dökerek muhasebesini tutmak
bizim işimiz değildir. İnanıyoruz
ki Allah hiç kimsenin gayretine ihtiyaç duymayacak şekilde
herkesin yapıp ettiklerinin muhasebesini tutuyor. Zira yapılan
hiçbir şeyi ihmal etmeyip İmhâl
ettiğini açıkça bildiriyor.(Yasin
36/12) Gizli ve açık tüm işlerin
sonunun Allah’a varacağına inanıyoruz. Onun için kendimizi o
güne hazırlamanın gayretinden
başka kederimiz yoktur.
Şunu çok net olarak bilmeliyiz
ki kimsenin meal okumasından rahatsız değiliz çünkü kırk
yılı aşkın bir zamandan beri
ulaşabildiğimiz insanlara anadillerine çevrilmiş, anladıkları
dilden Kur’an okumalarını tavsiye ediyoruz. Dünyanın hiçbir
yerinde anlamadıkları bir dilde
yazılmış bir kitabın harflerini
seslendirmek için kitap okuma biçimi yoktur. Bu sadece
Müslümanlara özgü bir okuma
biçimidir. Merhum Iraklı âlim
Gazali (çağdaşımız) bu gerçeğe
parmak basarak, Müslümanların
bu gün, bu halde olmalarının
yegâne sebebinin bu olduğunu
teslim ediyor. Müslümanlar olarak(!) Allah’ın, insanlar okuyup
anlasınlar da hallerini düzeltip
Allah’ın istediği gibi Allah’a kulluk etsinler diye, açık anlaşılır
(Yusuf 12/2)ve öğüt alınması
için kolaylaştırdığı (Kamer
54/17-22-32-40) kitabını, örtüp
kapatmak için elimizden geleni
ardımıza koymuyoruz. Bu işin
hesabını vermek herhalde kolay
olmayacaktır.
Bu nedenle bizim anlaşılmasını
istediğimiz, mealcilik yapanların
okuma biçiminin yanlışlığını
anlatmaktır. Böyle bir okuma ne
Allah’ın, ne peygamberin ve ne
de Müslümanların razı olacağı
bir okuma biçimidir. Elbette
dinin kaynağı Kur’an, Şarî ise
Allah Teâlâ’dır. Ancak peygamberi de bu dinin birinci elden
uygulayıcısıdır. Onu hesaba katmamak, razı olunan uygulamayı
hesaba katmamak olacağından,
yapılan amellerin kendini tatminden öte bir anlamı olmayacaktır. Akıllı insan akıbetinden
emin olmadığı bir işi yapmaktan
imtina eder. Zira akıllı olmak
bunu gerektirir. Dibini görmediği suya girmenin, yüzmede
bilmiyorsa sonucu bellidir.
Koruyup kurtaracak bir tedbir
almadan insan suya girmez iken;
ebediyen kazanıp kaybetmekten
emin olmadığı bir yola girer
mi? Bu iş ben yaptım olduyla
olacak şey değildir. Dünyadaki
yanlış hesaplarımız Bağdat’tan
dönüyor. Ama dinde yaptığımız
yanlışlar ahiretten dönmüyor.
Onun için bu işteki yanlış tercihlerimizin düzeltilmesi ise din
gününe kalmaktadır. Orada ise
düzeltme imkânı yoktur. İnsan
ancak yapıp ettiklerinin sonuçlarını kucağında bulacaktır. Ve
Rabbimizin şu hitabı her şeyin
sonunu getirecektir:
“Kitabını oku, bugün, hesap
görücü olarak sen kendine yetersin.”
“Kim doğru yola gelirse ancak
kendi lehine yola gelmiş ve kim
de saparsa ancak kendi aleyhine
sapmıştır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz peygamber
göndermedikçe kimseye azap
etmeyiz.” (İsra 17/14-15)
[email protected]
Gündem
FİLİSTİN’E NASIL
BAKMALI?
AKİF EMRE
:FOŔɮBGBLt,BT‘N
Filistinlilerin yaşamak zorunda
kaldıkları acı ve zorluklar
karşısında tarafsızlıktan
bahsetmek insan vicdanını iptal
etmek demektir. Vicdanı iptal
edilmemiş bir insan için Siyonist
sömürgeciliğin çektirdikleri
karşısında isyan etmemesi
düşünülemez. Filistin, bir bakıma
insanlığın vicdan testinden geçtiği
sınav alanı.
İsrail’in, Filistin’in Gazze
bölgesine yaptığı saldırının
nedenleri, muhtemel sonuçları,
tarafların pozisyonu gibi stratejik
analizler bolca yapıldı ve bundan
sonra da yapılacak. Ne var
ki bu saldırı, stratejik boyuta
indirgenemeyecek kadar kapsamlı
bir insanlık durumuna işaret
ediyor. Hem Siyonist saldırının
karşısında olanların hem de bunu
meşrulaştırmaya çalışanların
“Filistin Davası”nı, Filistinlilere
katkısı olmayacak hatta onu
baltalayıcı bir dil, yaklaşım
sergilenmekte.
Filistin’e nasıl bakılması
konusunda ayrıntı gibi duran
esasa ait birkaç not.
-Her şeyden önce, saldırı Hamas’a
değil Filistin’e yapılmıştır. Gazze,
Filistin’in bir parçasıdır. Hamas
da buranın meşru seçilmiş
hükümetidir. Sanılanın aksine
Arap dünyası, Arap baharı
sonucunda serbest seçimle
tanışırken Filistinliler bunu çok
daha önceden uygulamaktaydı.
Saldırıyı Filistin’den bağımsız
Gazze’ye indirgemek, hedefi
Hamas’a yönelik görmek, İsrail’in
propaganda savaşına alet olmak
demektir.
Saldırının şiddeti ne kadar
büyük olursa olsun, bütüncül bir
işgal edilmiş Filistin fikrinden
uzaklaşmak İsrail’in stratejik
hesaplarına uygun düşer ve bunu
da çok başarılı PR çalışmasıyla
yürütmektedir.
-Özellikle Gazze’ye yoğunlaşan
askeri saldırı ve propaganda
savaşının gizlediği gerçek:
Filistin meselesi temelde Kudüs
meselesidir... Saldırıların hedef
bölgesinin seçiminde stratejik
gerekçeleri kadar Kudüs’ün
statüsü meselesini gündemden
düşürmek, bu konuda karartma
uygulamak için de kampanya
yürütülmektedir. Sadece İslam
âlemini değil, tüm renkleriyle
Hıristiyan dünyayı da ilgilendiren
Kudüs’ün işgal edilmişliği
gerçeğinden uzaklaştıkça bu tür
saldırılar daha da işlevsel hale
gelmektedir.
-İsrail, Batı dünyasında
özellikle Amerikan yönetimi
ve kamuoyunda işgalci
konumunu gündeme getirmeden
batılıların bilinçaltına hitap
edecek ortak tehdit algıları
oluşturarak savaş stratejisini
özenle kurgulamaktadır. Bu
strateji büyük ölçüde tarih
boyunca Yahudilere yapılan
baskı ile Nazi soykırımının
günahıyla yüzleşmekten kaçınan
batılıların bilinçaltını rehin
almaya dayanmaktadır. Kendi
tarihsel hatalarının faturasını
Filistin’e ödetenlerin vicdanlarını
rahatlatacak “İslam terörü”
korkusunu sürekli gündeme
getirmektedir. Filistin’e yapılan
saldırıların Hamas öne sürülerek
meşrulaştırmaya çalışması bu
amaca hizmet eder.
-İsrail, batılılara karşı mağduriyet
söylemini en sefil şekilde işlerken,
topraklarını gasp ettiği, savaştığı
bölge ülkelerine de mağrur,
buyurgan ve oyunun kuralını
belirleyen olmak konumunu
asla terk etmek istemeyecektir.
Bunun için de gerektiğinde
her türlü askeri yöntemi
kullanmaktan çekinmeyeceği
mesajını vermektedir. Bu zamana
kadar izlediği yöntem de genelde
başarılı oldu.
-Bu nedenle Gazze bölgesine
yapılan son saldırılar
Netanyahu’nun seçim öncesi iç
politika malzemesi olmaktan
öte anlam taşımaktadır. Elbette
bu olayın iç politikaya yönelik
bir boyutu vardır ve olacaktır.
Ancak büyük resme baktığımızda
tartışılmaya başlanan Camp
David denklemi başta olmak
üzere statükoyu sorgulayan yeni
denkleme karşı bir meydan
okumadır. Hem Camp David
denklemini sorgulanmasını
engellemek hem de bunu
sorgulama niyetindeki yeni
oluşumlara göz dağı vermeyi
hedeflemektedir.
-İsrail’in bölgedeki en büyük kozu,
bölge ülkelerin parçalanmışlığı
olduğu kadar bir tehdit olarak
İsrail’in varlığı çoğu yönetimlerin
meşruiyetini sağlıyor oluşudur.
Birbiriyle en küçük stratejik
işbirliği yapamayan yönetimlerin
İsrail tehdidi ortak paydası
altında iktidarlarını korumakta,
iktidarları da İsrail’i güvence
altına almaktadır. Son saldırı bu
65
İktibas
durumu sorgulama niyetinde ki
alttan gelen taleplerin tavizsiz ve
acımasız bir güçle kesme yönünde
kararlılık gösterisidir.
-Sanılanın aksine İsrail askeri
anlamda da yenilmez değildir.
İsrail’le gerçekten savaşmayı göze
alan, direniş ruhuna sahip küçük
güçlerin bile nasıl sonuç aldığını
geçmiş bize göstermiştir. Onlarca
Arap ülkesinin acziyetine rağmen
FKÖ’nün verdiği mücadele
hepsinden daha etkindi. Defalarca
İsrail’den dayak yiyen, topraklarını
kaybeden devletlere nazaran
örgütlü mücadele umut kaynağı
olmuştu. FKÖ nün kurumlaşması,
ideolojik olarak yabancılaşması
direnişin ideolojik yapısını da,
yöntemini de değiştirdi. Başta
İntifada olmak üzere son Lübnan
savaşı yüzbinlerce asker besleyen,
milyarlarca dolarlık silaha para
yatıran ülkelerin yapamadığını
gerçekleştirdi. İsrail açısından
buna karşı vereceği cevap, bu
örgütlerin terörist olduğuna
dünyayı inandırmak olmuştur.
-Bölgedeki her parçalanmışlık
ortamı İsrail açısından önemli
hamlelerin yapılması için
kaçırılmayacak bir fırsattır.
Şu anda yaşanan çok eksenli
kırılmanın sonuçlarını bu açıdan
dikkatle izlemekte yarar var.
-En başta ve en sonda bir kez
daha altı çizilmesi gereken husus:
Söz konusu olan, güvenliği
tehdit edilen bir devletin
teröre karşı meşruu müdafaası
değil, toprakları işgal edilen,
yurtlarından sürülen halkın
sömürgeci bir gücün saldırısına
karşı direnişidir.
66
Gündem
ARAP BAHARI,
DEMOKRATİKLEŞME, BOP VS.
EBUBEKİR SİFİL
.ŔMMŔ(B[FUFt,BT‘N
Şu an itibariyle dünyanın en
hareketli bölgesini Ortadoğu
coğrafyası oluşturuyor. Bu hareketlilik sadece kitlelerin zalim
iktidarlara karşı sokaklara dökülmesi ile başlayıp iktidarların
değişmesiyle neticelenen “siyasî
karakterli” bir mahiyet taşıyor
değil. Aynı zamanda adı konulmamış bir zihnî değişim ve dönüşüm de söz konusu.
Daha önce birkaç defa dile getirmiştim: Arap Baharı diye ifade
edilen süreçte kitleleri sokağa
döken ve iktidarları değiştiren,
Batılı anlamda “demokrasi”
talebi ise, bunun kısa vadede
olmasa bile orta ve uzun vadede
başka çatışmalar doğuracağını
öngörmek kehanet olmayacaktır.
Bu defaki, zalim iktidarlara karşı
birlikte sokağa dökülen insanlar
arasında yaşanacak bir “iç çatışma” olacaktır.
Şurası açık: Zalim yöneticilerin
halk hareketleri sonucu iktidardan uzaklaştırılması, meselenin
en fazla görünen yanı. Oysa
mesele bundan ibaret değil. Kim
ne derse desin, Arap Baharı diye
ifade edilen sürecin ana unsuru, baş aktörü Müslümanlardır.
Dolayısıyla sürecin merkezinde
“İslamî” talep ve beklentilerin
bulunması normaldir.
Her ne kadar sürece şurasından
burasından sızmaya, süreci manipüle etmeye çalışan bir “Batı”
unsuru söz konusu ise de, şu
anda sahnedekiler, İslamî hassa-
siyet taşıyan ya da İslamî hassasiyeti önemseyen kadrolardı.
Hal böyle olunca, yönetimi devralan kadroların İslamî hassasiyetleri dikkate alan, daha doğrusu İslamî beklentileri karşılayan
politikalar izlemesi eşyanın tabsiatı gereğidir.
Oysa bu coğrafyada Müslümanların gerçek anlamda kendi
dinamiklerinden kaynaklanan
ve bugünün dünyasında özgüvenle savunulabilecek bir siyasî
tecrübesi mevcut değil. Batı’nın
güçlü biçimde dayattığı ve İslam
coğrafyasında hatırı sayılır ölçüde kabul görmüş bulunan “demokrasi/insan hakları” merkezli
siyaset ve yönetim anlayışı, kabul
edelim ki İslamî referanslara
yaslanmıyor. Bu, mezkûr kavramların gerek doğuşu, gerekse
pratiğe aktarılışı bakımından
Batı’ya ait oluşundan kaynaklanan bir hakikat.
Batı bu ve benzeri kavramların
“evrensel” olduğunu söylediği
zaman, münhasıran “Batı’ya ait”
bir durumun, anlayışın ve pratiğin evrenselliğini vurgularken,
İslam coğrafyasında bu kavramlara yapılan vurgunun psikolojik arka planında İslam’ın bu
kavramları reddetmediği, ihtiva
ettiği, hatta “emrettiği” anlayışı
yatıyor. Yani modern Batı’nın
karakter yapısı gereği “kendisine
ait” olanı evrenselleştirmesine/
dayatmasına karşılık, -durumu
içselleştirmenin başka bir yolu
olmadığı için- biz onun Batı’ya
ait olmadığı varsayımından hareket ediyoruz.
Ala külli hal şu anda yaşanan,
“bize ait” olmadığında şüphe
bulunmayan bir teorinin ve
pratiğin “bize aitmiş” gibi algılanmasından ve öyle takdim
edilmesinden ibaret bir psikoloji.
Müslümanlar modern zamanlarda -bilhassa ekonomi ve siyaset
Gündem
alanında- bir “tarihten kopuş”
süreci yaşadı. Kendi tarihsel
tecrübelerini modern değerleri
merkeze alarak mahkûm ve reddettikleri, buna karşılık kendilerine ait alternatif bir ekonomi
ve siyaset pratiği de geliştiremedikleri için modern Batı patenti
taşıyan teori ve pratiklere kendilerini mahkûm ettiler.
Yaşadığımız aktüel durum
şimdilik bu alanda yaşadığımız
yabancılaşmayı derinden hissetmemize engel olan sıcak gelişmelerin gölgesinde şekilleniyor.
Ancak bir süre sonra sular durulduğunda -şayet böyle bir şey
mümkün olursa tabii-, bu alanda
yaşadığımız yabancılaşma, bastırılamayacak şekilde kendisini
hissettirecektir. O aşamada derin
bir çatışmaya ve onun getireceği
yeni kırılmalara maruz kalmamak için bugünden bu meseleyi
çalışmakta çok büyük faydalar
var...
İktibas
ANITKABİR KÜLTÜ
“Anıtkabir kültü”nde
“VAKİT”ler var.
FARUK KÖSE
“Belirlenen saatler” dışında gösteri yapılmaz. “24 saat
önce”sinden bildirilen “çelenk
koyma” ve “törenler”, “saat 09.00
ile günbatımı arası”nda yapılır.
Çelenk koyma ve törenler için,
“saatinden 5 dakika önce”, 10
Kasım’da ise 08.40’ta “tören
alanı”nda hazır bulunulur. “Saygı duruşu” süresi 10 Kasım’da
“2 dakika”, diğerlerinde “1
dakika”dır. “Tören sorumluları”
ve “saygı nöbetçileri”, “tören
saatinden 15 dakika önce” yerlerini alır.
:FOŔ"LŔUt,BT‘N
Önceki yazıda (31.10.2012) devlet erkanının çalışmalarını âdetâ
“rapor verircesine Anıtkabir’e
arzetme”sine, “protokol gereği”
belirli “ritüeller”e uyarak “Anıtkabir’e saygı, bağlılık, minnet,
şükran... duyguları”nı sunup
“ta’zim”de bulunmasına dikkat
çekmiştim. Şimdi “kült” haline
getirilen bu ritüellerin niteliklerine değinmek istiyorum.
“Anıtkabir Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin Yönetmelik”e
göre, Anıtkabir’de ancak “M.
Kemal’e saygı için” tören yapılabilir ve çelenk konulabilir. “Anıtkabir’in manevi varlığı”na yakışmayan her türlü tavır, hareket,
söz, yazı ve davranış yasaktır.
“Anıtkabir kültü”nde
“YASAK”lar ve “İZİN”ler var.
“İstiklal Marşı”ndan başka marş
ve müzik çalınmaz. Gösteriler
“protokol esasları”na uygun yapılır. “Çelenk koyma” ve “törenler”, Devlet Başkanı’ndan Garnizon Komutanı’na uzanan “izin
2VPDQ7XUKDQ=DPDQ.DVÕP
67
İktibas
silsilesi”ne bağlıdır. 10 Kasım
hariç, törenlere “Tören Bölüğü”
ve “Bando” katılmaz. “Mozole”ye
törensiz çelenk konulmaz. Kabrin üzerine çıkılmaz. Basın platformu haricinde fotoğraf çekilmez. Tören saatlerinde “protokol
dışı ziyaretler” sınırlandırılabilir.
Tören olmaksızın toplu ve temsili “saygı ziyaretleri” yapılabilir.
“Anıtkabir kültü”nün
“RÜKÛN”ları var.
Tören için “yetkili kurumdan
istek”te bulunulur. Gerçek
kişilerle tüzel kişi temsilcilerinin katıldığı törenler “Mozole
önü”nden, Protokol üyelerinin
katıldığı törenler “Aslanlı Yol’un
başı”ndan başlar. Gelen çelenklerin sadece protokolde en büyük kişi ya da kuruluşa ait olanı
törenle yerine konur; diğerleri,
törenden önce, törensiz olarak
yerleştirilir. Törenler, “1, 2 ve 3
Numaralı Törenler” olarak sınıflandırılmıştır. “Hangi haller”de,
“hangi tip törenler”in “ne şekilde” yapılacağına dair “tarife”;
“tören ve kortej düzeni”ne ilişkin ayrıntılı “yönerge” hazırlanmıştır. Her tören tipi veya toplu
ve temsili “saygı ziyaretleri” için
ayrı bir “defter” tutulur. “Tören
subayı”nın komutasındaki törenler “başlama noktasından”
başlar; “ilgili defter” imzalanır;
“çelenk”i subaylar taşır; “İstiklal
Marşı” dinlenir. 10 Kasım’da 10
Subay tören süresince “saygı
nöbeti” tutar.
“Anıtkabir kültü”nde
“GÖZETMEN”ler var.
Bunlar “tören sorumluları” ve
“saygı nöbetçileri”dir. Koordinasyonu “Anıtkabir Komutanlığı” sağlar.
Herhangi bir “kişi”nin ya da
“sosyal grup”un ölülerini kutsaması, ululalaması; büyükleriyle
veya önderleriyle onlar öldükten
68
Gündem
sonra da irtibatı sürdürmesi,
onların dünyada tasarruf sahibi
olduklarına inanması, bağlılığını
devam ettirip hayatını onların
bakışıyla yaşaması, gidip kabir
başında yaptıklarına veya yapacaklarına dair ölülerine rapor
sunup ta’zimde bulunması, bağlılık yemini etmesi vb. “inanç
özgürlüğü”nün gereğidir. “İslam
inancı” bakımından mahiyeti ne
olursa olsun, bunu yapmak isteyenler bakımından bu bir “inanç
hakkı”dır. Benim inancıma ters,
ama yanlış, onların yanlışı ve kabul etmesek bile, kimseyi inançlarından dolayı tahkir etmeyiz.
Ancak...
Hiç kimsenin de, kendi inançlarını başkalarına “dayatma” hakkı
yoktur.
Hiç kimsenin de başkalarını,
kendi “kabir kültünün ritüellerine iştirake icbar” etme hakkı
yoktur.
Hiç kimsenin de, bunu “devlet
düzeni”nin esaslarına koyma,
“devlet protokolü” haline getirip
siyasi-idari-hukuki bir forma
kavuşturarak sürdürme, bütün
sosyal kümeleri, toplumsal bütünlüğü, “devletli hayat”a dair
bütün unsurları bunu “icraya
mecbur” kılma hakkı yoktur.
Hiç kimsenin de, bağlılığı
“Kur’an”a olan müslümanları,
“kendi kutsallarına bağlılık
ritüelleri”ne “zorlama” hakkı
yoktur.
Hiç kimsenin de, hem “müslüman” olduğunu söyleyip, hem
de “İslam inancı”na uygun olup
olmadığına bakmaksızın, kendilerine dayatılan “atalar ve kabir
kültü”ne iştirak ederek “müslümanların kanaatlerini saptırmayanıltma” hakkı yoktur.
Gelelim meselenin İslami yönüne... Geçen yazıda
“hocaefendiler”e sorduğum sualleri yineliyorum.
Sözleriyle, yazılarıyla, sohbetleriyle, fetvalarıyla kanaatleri
yönlendiren, ya da çalışmalarıyla ardından şahısları, grupları,
kitleleri sürükleyen Muhterem
Hocaefendiler!
Sosyal hayata, inançlara, ibadetlere, kulluğa ve insanların akıbetine dair görülen aksaklıklara
karşı, re’sen harekete geçerek
insanları aydınlatmak vazifeniz
değil mi? Sizden fetva istiyorum.
Ta ki Mahşer gününde “bize
sorulmadı” demeyesiniz.
Anıtkabir’de icra edilen ritüeller, bu ritüellere iştirak etmek,
Anıtkabir Özel Defteri’ne yazı
yazmak ve yazılanların içeriği
“İslam itikadı”na göre ne anlama gelir? Bunun “Tevhid” veya
“Şirk”le, “İman” veya “Küfür”le,
“İslam” veya “İsyan”la, “İlim”
veya “Cehalet”le olan ilişkisi, bu
terimler bakımından mahiyeti
nedir? Bunu açıklamak sizin için
vebal değil mi?
Bir devletin, “işleyişini kabre bağlama”sı, “kabir kültü
ritüelleri”ni işleyişine dair protokol kurallarının başına koyması
“makul” mü?
BİZİM “SANDY
KASIRGAMIZ”
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU
ɗLUŔCBT%FSHŔTŔDPNt,BT‘N
Ercümend abinin (Rabbimin
rahmeti üzerine olsun), akidevi
ve fikri köksüzlüğe dair verdiği
bir örnek vardı. Avrupa’da ağaç-
Gündem
ların fırtınalarda, kasırgalarda
kolayca devrildiklerine dair
tanıklığını hatırlatır ve Avrupa’da yağmurun bol yağmasından ötürü ağaçların suya kolay
ulaştıklarını ve dolayısıyla kök
salmaya ihtiyaç duymadıkları
bilgisinden hareketle, akidevi ve
fikri köksüzlüğün de benzer bir
yüzeysel beslenmeden kaynaklandığını ifade ederdi.
Geçtiğimiz ay içerisinde ABD’de
yaşanan Sandy kasırgası ile ilgili
haberlerde koskoca ağaçların
kökleriyle beraber yerle yeksan
oluşlarını izlerken, militarist
cumhuriyetten demokratik
cumhuriyete geçiş sürecindeki
liberal-demokratik değişim rüzgârlarının cazibesine kapılarak,
yıllarca savundukları hak-bâtıl
ayrışması eksenli tevhidi söylemleri terk eden ve o ağaçlar
gibi kökünden kopup devrilen
kişi ve çevreleri düşündüm.
Tevhid eksenli hak-bâtıl mücâdelesinde olmaları gereken
yerde sebat eden dâvetçilerin
tüm ikazlarına ve “Durun! Bu
cadde çıkmaz sokak!” nidalarına rağmen, savrulmaların fren
tutmaz bir hızda devam ettiğini
ise, her geçen gün tanık olduğumuz yeni çıkışlarla, mevcut
cahili toplumsal/siyasal işleyişle
bütünleşme yolunda atılan yeni
cesur adımlar ve bu adımları
meşrulaştıran nevzuhur fetvalarla anlamış oluyoruz.
Düne kadar aklımıza-hayalimize
gelmeyecek çıkışların, bugünlerde sıradanlaştığını üzülerek müşahede ediyoruz. Nice çınarların yerle yeksan oluşları, akidevi
ve fikri ölüm yatağına düşmeleri
karşısında hakkı ve sabrı tavsiye
yükümlülüğümüz gereğince bir
şeyler söylemeye gayret etsek de,
kasırganın gürültüsü karşısında
İktibas
seslerimizi duyurmakta zorluk
çekiyoruz.
Hak-bâtıl ayrışmasını esas alan
tevhid akidesine sahip olduklarını deklare etmelerine rağmen,
son yıllarda, sahip oldukları
muhafazakâr akide gereği
mevcut olanı (bâtılı) muhafaza
ederek hakla bâtılı telif etmeye
dayalı bir siyaset takip eden
muhafazakâr çevrelerin ardı sıra
sürüklenmekte olan refiklerimiz, bu durumu fark etmeleri
için yapılan tavsiyeleşmeler karşısında ise kulak tıkama tavrını
tercih etmektedirler. Bu tutum
da, maruz kalınan kasırganın
tahribatının artarak sürmesine
sebep olmaktadır.
Hakla bâtılı tefrik etmek esasına dayalı bir din, bu din adına
konuşan kimilerince hak-bâtıl
uzlaşmasına dayalı muhafazakâr
siyaset anlayışının ihtiyacına
paralel olarak eğilip bükülmekte,
bâtıla, şirke, şirk mabedlerine ve
ritüellerine karşı olan kesin ve
keskin tutumu yumuşatılmaya,
Yüce Rabbimizin net olarak çizdiği ve Rasulü’nün (s) net olarak
örnekliğini yaptığı çizgiler flulaştırılmaya, bulanıklaştırılmaya
çalışılmaktadır.
Sahip olduklarını deklare ettikleri tevhid akidesinde sebat
ederek, muhafazakâr akide sahiplerine merhametle yaklaşıp
onları tevhid akidesine çağırmaları, “Dünya ve ahiret kurtuluşu
burada” diyecek bir konumda
olmaları gerekenler, ne yazık
ki liberal-demokratik değişim
kasırgalarına yenik düşmüş,
dâvetçilik konumundan dâvetin
muhatabı olma noktasına gelmişlerdir.
Düne kadar hiçbir şeyin tevhidden ve dolayısıyla akideden
bağımsız olamayacağını ifade
eden, bunun kitaplarını, makalelerini yazan kimileri, bugünlerde “Akide ayrı, siyaset ayrı”
noktasına kadar gelebilmişse
kasırganın etkisi gerçekten büyük olmuş demektir.
Bu nasıl bir akide algısıdır ki,
siyaset ve siyaset bağlamında
şirk tapınaklarında icra olunan
şirk ritüelleri konusunda bile bir
sözü olmuyor? Bu nasıl bir akide
algısıdır ki, seküler kesimlerin
“Din başka, siyaset başka” yaklaşımına benzer şekilde “Akide
başka, siyaset başka” argümanına izin veriyor?
Bu nasıl bir akide algısıdır ki,
Kur’an’ın temel öğretileri durumundaki, cahiliyeden ilkesel
kopuş ve ayrışma, zulmedenlere
asla itaat etmeme ve meyletmeme, onların sahte ilahlarına asla
tazimde bulunmama, aksine
bu sahte ilahları yerle yeksan
etmek için mücâdele etme ve
benzeri Rabbani öğretilerin
(Mesela Kâfirun Sûresi’nin) ve
Hz. Peygamber’in, şirke dayalı
toplumsal / siyasal işleyişler ve
müşrik ritüellerle mücâdele ile
geçen hayatının siyasetle bağını
koparıp atabiliyor?
Şirk mabedlerinde icra olunan
müşrik ritüellere dâhil olmaya
dair net bir sözü olmayan bir
akide algısı, akideyi etkisizleştirmek, akidenin hayatla bağını
koparmak, hayatı ve siyaseti
akideden bağımsızlaştırarak
sekülerleştirmek değil midir?
Her şeye rağmen, maruz kalınan
kasırgaların şiddetine rağmen,
izzetin ancak Allah’ın, Rasulü’nün ve mü’minlerin yanında
olduğu bilinciyle tevhidi duruşlarında sebat edenlere selam
olsun!
69
İktibas
DÜZEN KURUCU
OLAMADI GİTTİ!
5BSBGt,BT‘N
ODTÜ Uluslararası İlişkiler
Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hüseyin Bağcı: Boşluğu Mısır’ın
doldurması, Davutoğlu’nun
düzen kurucu olma iddiasının
sonu anlamına geliyor.
İsrail’in Gazze harekâtının sekizinci gününde sağlanan ateşkeste arabulucu olarak Mısır’ın
ön plana çıkmasının ardından
Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü
tartışma konusu oldu. Taraf ’a
konuşan ODTÜ Uluslararası
İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr.
Hüseyin Bağcı, “Türkiye artık
Ortadoğu’da arabulucu değil,
taktik sağlayan bir ülke olacaktır” dedi.
Bölgede Mısır’ın ön plana çıktığını söyleyen Bağcı, “Öyle görülüyor ki ABD, bundan sonra
Arap - İsrail ilişkilerinde Mısır’la hareket edecek. Filistin-İsrail çatışması aslında Arap-İsrail
çatışmasıdır. Türkiye’nin ikinci
plana düştüğü gidişatı var ama
Ortadoğu’da çatışma söz konusu
olduğunda bir unsur olarak kalmaya devam edecek” diye konuştu. Daha önce ortaya çıkan
boşluğu Başbakan Erdoğan’ın
doldurmaya çalıştığını hatırlatan Bağcı, şu ifadeleri kullandı:
“Bu boşluk artık Mısır’la doldu. Bundan sonra Amerika ve
AB’nin daha çok Mısır ve Müslüman Kardeşler’le işbirliği yapacağını söylemek mümkün. Bu
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun
Ortadoğu’da düzen kurucu olma
iddiasının da sonu anlamına
geliyor.” Bağcı, Türkiye’nin ikinci
plana düşmesinin nedenlerini
şöyle anlattı: “Türkiye’nin söylemi son dönemlerde çatışmacı
bir retoriğe dönüşmeye başladı.
Filistin konusunda Türkiye çok
70
Gündem
fazla taraf oldu. Bu ahlaki bir
duruş biçimi ama reel bir politik duruş biçimi değil. Türkiye,
Filistin sorununu çözen bir ülke
değil. İsrail’in varlığına yönelik
her hareketi ABD ve AB önleyecektir. Türkiye’nin çok fazla
sertleşen, ön plana çıkan yaklaşımları Amerikan yönetimini
rahatsız etmeye başladı ve Türkiye’ye bir ayar yapıldı.”
Taraf ’a konuşan CHP Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan
Yardımcısı Faruk Loğoğlu da,
bölgede Türkiye’nin safdışı
kalmasının “İsrail’le bozulan
ilişkilerin son maliyeti” olduğunu söyledi. Türkiye’nin olaylara
hamasi yaklaştığını kaydeden
Loğoğlu, “Bir tarafta İsrail’le ve
Hamas’la konuşan, barış için
çalışan Mısır, öte tarafta konuya
tek taraflı dahil olan, izlemekle
yetinen Türkiye var. Bu yükseliş,
Mısır’ın bölgede oynadığı rolün
daha başlangıcı” dedi. Loğoğlu,
CHP’nin bölgeye heyet gönderme konusunda “Geniş bir girişim düşünüyoruz. Uluslararası
bağlantılarımızı kullanıp taraflarla görüşeceğiz” ifadelerini
kullandı.
OECD ve UNESCO’daki daimi
temsilcilikleri ile Mavi Marmara
saldırısı için kurulan Uluslararası Komisyon’da Türkiye’yi temsil
eden USAK Başkanı Özdem
Sanberk, Türkiye’nin bölgedeki
politikalarının doğru olduğunu
dile getirdi. Ankara’nın arabuluculuk rolünü kaptırdığı ve
soruna mezhepsel yaklaştığı
iddiasına katılmadığını söyleyen Sanberk, şöyle devam etti:
“Ankara, Arap Baharı’nda Müslüman Kardeşleri önemli bir
aktör olarak görüyor. Müslüman
Kardeşlere yaklaşımı, hareketin
dönüşümünde önemli rol oynaması açısından faydalı.”
MEŞAL VE
ŞALLAH’TAN ZAFER
KONUŞMASI
5ŔNFUVSLt,BT‘N
Halid Meşal ve Abdullah Şallah’ın zafer konuşmasında silahın önemine dikkat çekilirken,
Mısır istihbaratı ile birlikte çalıştıkları da vurgulandı.
Mısır’da ateşkes anlaşmasından
sonra basın toplantısı düzenleyen
Hamas Siyasi Büro şefi Halid
Meşal ve İslami Cihat Lideri Ramazan Abdullah Şallah, Zaferin
Filistin’in olduğunu ifade ettiler
ve ‘İsrail anlaşmaya uyarsa biz de
uyarız uymazsa biz de uymayız’
dediler. işte, Timeturk’ün çevirisi
ile her iki liderin konuşmaları:
Halid Meşal’in konuşmasından
satırbaşları
-Anlaşmanın maddeleri uygulamaya geçecek. Gazze Filistin’in
bir toprağıdır. Ben ve kardeşim
Abdullah bu işi başarıdır. Mısır
istihbaratı ile beraber ortaklaşa
çalıştık.
-25 Şubatın ruhu bu anlaşmanın
üzerindedir. Filistin halkının
taleplerini Mısır göz önünde bulundurdu.
Mısır
-Mısır ilk günlerde başbakanını
gönderdi. İkinci ve üçüncü gün
ulusal ve uluslararası telefon görüşmelerini devreye soktu Mısır.
-Biz Mısır istihbaratı ile gece
gündüz çalıştık. Bir çok ülke katkı
sağladı. Mısır işin başında yer
alan ülkelerden biridir.
Türkiye ve Katar
-Türkiye’nin de yoğun temasları
oldu. Erdoğan’a teşekkür ediyoruz. Katar’a aynı şekilde teşekkür
ediyoruz. Bir çok İslami kurum ve
ülke çabaları esirgemediler.
Gündem
İran
-Elimizdeki silah bize çok büyük
katkı sağladı. İran’a teşekkür
ediyoruz onlar bu silahları bize
verdi. Onlarla biraz ayrı düştük.
Onlar halkların taleplerini dikkate
alırlar.
-İslam ülkeleri Gazze’de silahın
önemini bir yerlere not etsinler.
-Gazze halkına sabrettiniz ve
kazandınız. Sizler Allah’a güvendiniz. Silah tutan mücahitlerden
Allah yardımını esirgemedi.
İslami Cihat ve Hamas Allah’ın
ayeti gereğince görevlerini yerine
getirdiler.
-Bu mücadeleden başımız dik
çıktık. Siyonist liderlerin yüzleri
yerlerde süründü. İkimizin yüzlerini karşılaştırın bu zaferi kimin
kazandığını anlarsınız.
-Ayrılıklarımızı ayaklarımızın
altına alacağız ve daha fazla
zaferler kazanacağız. Bir lider
etrafında tek programla bir araya
gelmeliyiz. Bu da direnişe yaslanmalı. Filistin öncelikleri üstünde
anlaşsın.
Zafer ümmetindir
-Gazze’nin bu yaptığını Filistin
bazında çok büyük zafer olduğunu kabul ediyoruz. Tüm İslam
ümmetinin zaferidir.
-Ambargonun kalkması ve sınırların açılmasıyla Özgür Filistin’e
kadar beraber ittifak edeceğiz.
-İsrail ateşkese bağlı kalırsa biz de
bağlı kalırız. Kalmazsa bizde silaha sarılırız.
-Elimizdeki maddelere güveniyoruz. Amerikan Devletinin anlaşmada imzası var. Bu önemli. Biz
Siyonistlere güvenmiyoruz.
Mısır güvencemizdir
-Mısır da bu konuda bizim güvencemizdir. Siyonistler ambargonun
kaldırılmadığını söylediler. Refah
ve Gazze sınır kapılarının açılması
ile ilgili madde var, bu da ambargonun kırılmasını sağlayacaktır.
İktibas
-Hamas bundan sonra da silahlanacak. Bu aşamadan sonra silahlanmaya devam edeceğiz.
-Direnen Mücahitlere teşekkür
ediyorum, onların ellerinden öpüyoruz.
-Bir dahakine esirleri kurtarmak
için dosyayı da kapatacağız.
ABD yeşil ışık yaktı
-İstediklerimizi bu ateşkes maddelerine yerleştirdik.
ABD ateşkes için baskı kurdu
-ABD, Mısır ve bazı ülkelere baskı kurarak bu ateşkesi istedi. Bu
anlaşma bizim İsrail ile ilk defa
dolaylı olarak yapılan bir anlaşmadır.
-Ateşkes anlaşmasındaki maddelerin takipçisi Mısırlı kardeşlerimiz olacak.
İsrail fitne çıkarmak istedi
-Siyonist İsrail Gazze’yi ayırarak
Filistinliler arasında fitne çıkarmak istemiştir. Gazze mücadeleden ve savaştan hiçbir zaman
ayrılmadı. Gazze Filistin toprağıdır ve bütün Filistin toprağı
özgürleşinceye kadar mücadeleye
devam edeceğiz.
-Bu savaşta şundan emin olun,
savaş uçakları hedef alınmıştır bu
savaşta ve direnişçilerin sınırda
hazır bekleyişleri İsrailliler için
cehennem kapılarını açacaktı.
Biz birkaç saniye içerisinde savaş
uçağının uçuşundan sonra onu
hedef aldık dedi.
Füzeler tam zamanında geldi
-Allah’a hamdolsun ki Tel Aviv’e
fırlattığımız füzeler tam zamanında geldi.
İslami Cihat liderinin konuşmasından satır başları
-Halid Meşal kardeşimin söylediklerini onaylıyorum. Bu olaydan sonra birkaç mesaj vermek
istiyorum.
-Burada Filistin halkına teşekkür
ediyorum. Şehitlerimize ve yaralılarımıza ve bu konuda çaba sarf
eden Filistinlilere ve katkısı olan
bütün ellere teşekkür ediyorum.
Şehitlere Allah’tan rahmet diliyorum.
-Amerika’nın Siyonist İsrail’e desteği sınırsız destek verdiler. Eğer
Amerika’dan yeşil ışık olmasaydı
İsrail bunu gerçekleştiremezdi.
-Daha önce yapılan ateşkesi ihlal
etmesi Amerika’nın yeşil ışığıyla
oldu.
-Siyonist İsrail Gazze’nin denizde
boğulmayacağını öğrenmiştir.
Mücahitlerin yağdırdığı füze ve
kararlılık karşısında Gazze’nin
yenilemeyeceğini öğrenmiştir.
Ümmet destek oldu
-Ümmetin bütün halkları Gazze’ye destek olmuştur. Filistin
halkının yiğitlerinden, duygularından oluşmuştur.
-Biz diyoruz ki elimize bir direniş
gücüne de büyük bir halka da
sahibiz. Eğer bu direniş olmasaydı
bu sonucu elde edemezdik.
Mısır istihbaratı
-Burada isimleri bilinmeyen bir
çok insan destek oldular. Biz diyoruz ki bundan sonra biz yeni bir
durumla karşı karşıyayız. Mısır
istihbaratı bize destek ve katkı
sağlamıştır. Mursi’nin liderliğindeki bir duruşla gerçekleşmiştir.
-Herkes şunu soruyor, bu ateşkes
devam eder mi? Biz diyoruz ki
Siyonistler bu ateşkese bağlı kalmayacak.
-Biz Mısır’a bütün güvenceleri
verdik. Filistin’deki bu kanın durması için bir takım güvenceler
verdik. Sahada yiğit direnişçilerimizin cihadından sonra diyoruz
ki biz ateşkese bağlıyız. Siyonistler
bağlı kalmazsa kendimizi savunacağız.
-Hamas ve diğer direniş gruplarıyla birlikte sürdüreceğiz.
-Direnişe katkı sağlayan özellikle
silah noktasında katkı sağlayan
herkese teşekkür ediyorum.
71
Fihrist
ɗ,5ɗ#"4:*-'ɗ)3ɗ45ɗ
2012 Yılı
[397-408. sayılar]
A-YORUM
SAYI/SAYFA
Suriye İle Sürüklenmenin dayanılmaz Hafifliği / Abdullah Pamuk
397/4
Suriye’deki Gelişmeler ve Yansımaları / Abdullah Pamuk
397/8
Konjonktürel Gelişmelerin Irak’taki Yansımaları / Abdullah Pamuk
398/4
Sistemiçi Mücadele Sürecinde Pozisyon Kaymaları ve Krizler / Abdullah Pamuk
399/4
Suriye’de Yaşanan Katliamlar ve İran’ın Iskaladığı Bölgesel Planlar / Abdullah Pamuk
400/4
Sapkın İdeolojiler Ekseniyle Değişim Süreci ve İran / Abdullah Pamuk
400/6
28 Şubat Süreci ve Netleşen Kırılmalar / Abdullah Pamuk
401/4
Bölgemizde Dönemsel Gelişmelerin Tetiklediği Tehlikeli Yönelimler / Abdullah pamuk
402/4
Yolun sonunu Görenlerin Arayışları / Abdullah Pamuk
403/4
CHP’nin Hamlesi Bir Çözüm Arayışı mı Yoksa Çıkış Arayışı mı? / Abdullah Pamuk
403/8
Değişimin Güvenliği Kavramının Mısır’daki Yakıcı Tezahürleri / Abdullah Pamuk
404/4
Suriye’de Yaşanan Kanlı Değişim Süreci ve Müslümanlar / Abdullah Pamuk
405/4
Düşünce Kuruluşları ve Manipülasyon / Abdullah Pamuk
406/4
AKP ve Yeni Türkiye’nin İdeolojik Kodları mı? Sistemiçi Eleştiri mi?/Abdullah Pamuk
407/4
Algılar - Gerçekler ve Müslümanların Hatalı Okumaları / Abdullah Pamuk
408/4
B-KAVRAMLAR
Bu sayıda kavram yazısı bulunmamaktadır
Secde / Mehmed Durmuş
Şerh-i Sadr / Hüseyin Bülbül
Kutlu Doğum / Ahmet Rana
Kul (Tekrar 2006/325)
Sahabe (Tekrar 2004/311)
Anarşizm / Bünyamin Zeran
Cemaat / Mehmed Durmuş
Eğlence / Tarık Özkan
Kıyamet / Mehmed Durmuş
İctihad (Tekrar, 1992/158)
Davranışlarımız ve Bozukluklar (Tekrar, 1985/105-106)
397/
398/8
399/9
400/8
401/12
402/9
403/11
404/9
405/12
406/10
407/10
408/13
C-DÜŞÜNCE YAZILARI
İhtiraslar ve Muhterisler Çağında Yaşamak / Atasoy Müftüoğlu
İçselleştirilmiş Bilgi, Atıf ve İktibas / Cihan Aktaş
İslamı Tebliğde Engel Tanımayan Adam / Hüseyin Bülbül
Türkiye’de Müslümanca Düşünmede İktibas Dergisinin Misyonu / Nedim Mescioğlu
Dergi Değil Mekteb: İktibas / Şükrü Hüseyinoğlu
Yeniden Yenilenerek Bilenerek / Mustafa Bozacıoğlu
Necip Fazıl Kısakürek ve Ercümend Özkan / Prof. Dr. Mikail Bayram
İktibas Dergisi Denilince Bende Anımsattıkları / Bünyamin Zeran
Dostlarımız Bize Gül Göndermişler / Elif İsmailoğlu
İktibas Dergisinin 32. Yılı / Hikmet Ertürk
Anılar Diyarında Gezinti / Memduh Kars
397/11
397/17
397/19
397/23
397/26
397/28
397/31
397/33
397/35
397/37
397/40
72
Fihrist
Kavurgalaştırılamamış İnsan: Ercümend Özkan / Zafer Çam
İstikrar mı Kalite mi? / Mustafa Atav
İktibas / Kübra Kurt
Hikmetle Güzel Öğütle Çağrı: İktibas / Mehmed Durmuş
Romantik Beklentiler Nostaljik Umutlar / Atasoy Müftüoğlu
İddialarımız Vardı Bizim / Şükrü Hüseyinoğlu
Modern Dünyanın İslam’la Yeniden Tanımlanmasına Duyulan İhtiyaç/Bünyamin Zeran
Mü’minlerin Özellikleri / Nurefşan Erden
Kalk ve Yola Koyul İçe ve Dışa Doğru / Aykut Akça
Toplumsal Değişim / Mustafa Bozacıoğlu
Sınava Dahil Olmak / Hikmet Ertürk
Biat kültürü / Selami Saygın
İslam Garip Dindir Müşriklerin Gözünde / Oğuz Bakar
Tarihsel Zamanları Etkilemek / Atasoy Müftüoğlu
Dindar Gençlik / Mehmed Durmuş
Küreselleşmenin Geleceğinde Dinin Etkisi / Abdullah Metin
Değişim Algısının Değişimi / Mustafa Bozacıoğlu
Çağın İlerisinde Ve Gerisinde Olmak ya da Hakka Yakın Durmak / Bünyamin Zeran
Dışarıda Kalarak İçinde yaşamak / Talat Özhan
Müslüman Olarak Yaşlanmak / Hikmet Ertürk
Ahlaksız Müslümanlık mı? / Elmas Şahin
Çıkarcı Çılgınlıkların Dünyasında Romantik Sıradanlıklar Yaşıyoruz/Atasoy Müftüoğlu
Hakikat-ı Muhammediye: Tanrılaştırılan İnsan / Mehmed Durmuş
Allah’ın Elçisi Muhammed / Bünyamin Zeran
Peygamber Bizlere Neyi Emretti? / Hikmet Ertürk
Artık Fark Etsek / Muhammed Celil
Velid b. Muğire / Nurefşan Erden
Fikirsel Temizlik Her Şeyden Önce Gelir / Talat Özhan
İnananlar kendilerinin Üstün Olduğuna Gerçekten İnanıyor mu? / Osman Coşkun
Nebî’ye Veraset / Mustafa Bozacıoğlu
Fiziksel Özgürlükler / Atasoy Müftüoğlu
Alim Olmak mı, Entelektüel Olmak mı? / Bünyamin zeran
Elimizdeki Parça Övünmeye Değer mi? / Osman Coşkun
İnadına Özgürlük İnadına Demokrasi / Celal Ceren
Mış Miş Gibi Düşünmek Mış Miş Gibi Yaşamak / Mustafa Atav
Din’in İktidarla İmtihanı / Erdal Bayraktar
Yahudi ve Hristiyanlar da Cennete Gidecekler mi? / Hikmet Ertürk
Okudun mu? / Mustafa Bozacıoğlu
İnsan-ı Kâmil / Mehmed Durmuş
Yeni Dil Üzerine Mülahazalar / Murat Kirişçi
Zihinsel Bir Çölde Yürümek / Atasoy Müftüoğlu
Bir Düşünce Meşruiyetini Nasıl Kazanır? / Talat Özhan
Oruç Gıybeti Yok Etmeli / Hikmet Ertürk
Hoş Geldi de Hoş Buldu mu? / Mustafa Bozacıoğlu
Batıla Adanmış Hayatlar / Murat Kirişçi
Ramazan ve Bir Farkındalığın Şahitliğe Dönüştürülmesi / Şükrü Hüseyinoğlu
Peygamberlerin Çağrısına Muhatap Olan İnsanların Sıra Dışı İstekleri / Osman Coşkun
İktibas
397/43
397/45
397/48
397/50
398/13
398/16
398/18
398/20
398/23
398/25
398/29
398/33
398/36
399/13
399/17
399/22
399/39
399/45
399/48
399/52
399/58
400/12
400/19
400/30
400/32
400/37
400/40
400/42
400/47
400/49
401/13
401/15
401/19
401/21
401/24
401/27
401/31
401/39
401/42
402/45
403/18
403/23
403/28
403/33
403/38
403/40
403/43
73
İktibas
Fihrist
Endoktrinasyon Yeni Toplum Mühendisliği Üzerine / Mustafa Atav
Alışkanlıkla mı Bilinçle mi? / Muhammed Celil
Tehlikeli Yanılsamalar / Atasoy Müftüoğlu
Tüketim Toplumundan Tüketilen Topluma / Bünyamin Zeran
Hz. Musa’nın Asası / Hikmet Ertürk
Sahi Siz İnandığınız Allah’tan Gerçekten Korkuyor musunuz? / Osman Coşkun
Evlerimizin İstikameti / Mustafa Bozacıoğlu
Ramazan Ayı: Bir İnfak Mektebi / Mehmed Durmuş
Zihinsel perişanlıklar ve Mezhep Holiganlıkları / Atasoy Müftüoğlu
Hakikate Karşı Duranlar / Murat Kirişçi
Dağların Bile Kabul Etmediği Sorumluluğu Siz Kabul Ettiniz / Osman Coşkun
Bunları Yazmak Bunları Söylemek Zorunda mıydın? / Mustafa Atav
Müslüman Olmam Neyi Gerektirir? / Dilek Buz
Eğitimden Öğütüme / Mustafa Bozacıoğlu
Şam’ın Faziletleri Rivayetleri ve Tashih Edilmeyi Bekleyen Hadis / Şükrü Hüseyinoğlu
Modern Hayatlar İçinde Kendi Mağaramıza Çekilebilme Gerekliliği / Bünyamin Zeran
Manipülasyon Nesnesi Haline Getirilen Toplumlarımız / Atasoy Müftüoğlu
Kıyamet: Sorumluluk Bilincini Hatırlatan Gerçek / Murat Kirişçi
Kıyamet Alametlerinden Müslümanlık Alametlerine / Mustafa Bozacıoğlu
Dünya Ekininin Harman Yeri Kıyamet / Bünyamin Zeran
Kur’an’ın Kıyamet İnancı İle Genel Kabul Gören Anlayışta Kıyamet / Ahmet Kalkan
Sana Saatten Soruyorlar / Mehmed Durmuş
Kur’an’a Karşı Bir Postmodern Gürültü: Görecelilik İddiası / Şükrü Hüseyinoğlu
Eski İç Sorunlarla Yeni Dış Sorunlar Arasında Sıkışıp Kalmak / Atasoy Müftüoğlu
Belam / Mukaddes Özkan
Asgari Müşterek / Mustafa Bozacıoğlu
Dağların Bile Kabul Etmediği Sorumluluğu Siz Kabul Ettiniz-II / Osman Coşkun
Hakla Batıl Birbirine Karılırken Müslümanlar ne Yapıyor? / Şükrü Hüseyinoğlu
Çağın Dinamiklerine Karşı Bir Duruş / Bünyamin Zeran
İkili Hayatlar Yaşamaya Devam Edemeyiz / Atasoy Müftüoğlu
Söylem ve Eylem Tutarlılığı / Bünyamin Zeran
Bu Zamanlarda ‘Hanif ’ Olmak! / Mustafa Bozacıoğlu
Siz Allah’a Gereği Gibi Kul Oldunuz da… / Osman Coşkun
Sanal Rıza Arayışı Belki de Eksiklik İddiası / Aykut Akça
Siyaseti Akideden Bağımsızlaştırmak / Şükrü Hüseyinoğlu
“Ulustan Ümmete” mi Yoksa Şeriattan Laikliğe mi? / Ahmet Kalkan
403/45
403/50
404/17
404/23
404/35
404/39
404/41
404/45
405/16
405/23
405/26
405/29
405/35
405/40
405/44
405/47
406/15
406/18
406/20
406/23
406/25
406/33
406/41
407/15
407/18
407/20
407/24
407/28
407/31
408/21
408/24
408/26
408/28
408/30
408/32
408/35
D-RÖPORTAJ
Müslümanlar Kur’an Okumuyorlar mı? / Akif Emre-Şükrü Hüseyinoğlu
Gidenin Yerine Neyin Geldiğiyle de İlgilenmeliyiz / B. Can-Şükrü Hüseyinoğlu
399/26
404/25
E-DOSYA
Günlük hayatlarıyla Müslümanlar
Dosya hakkında / İktibas
Gündelik hayatımız ve Hal-i Pür-Melalimiz / Atasoy Müftüoğlu
Günlük Hayatlarıyla Müslümanlar / Metin Önal Mengüşoğlu
Günlük Hayatlarıyla Müslümanlar / Mehmet Azimli
402/18
402/20
402/23
402/27
74
Fihrist
İktibas
Kur’anî Talepleri Hayata Geçirebiliriz / Zülfikar Durmuş
Günlük Hayatlarıyla Müslümanlar / Semra Kürün Çekmegil
Kitabı Duvardan İndirip Sorunlarımızı Onunla Çözmeliyiz / Mukaddes Özkan
İddia Gerçeğe Dönüşmelidir / Ömer Aydın
Söylem-Eylem Bağlamı Üzerine Düşünceler / Halil Rahmân Açar
Din’i Hayat, Hayatı Da Din Kılmak / Ramazan Yazçiçek
402/29
402/31
402/34
402/37
402/40
402/42
F-DERGİ/KİTAP ALINTI
Van Depremi, İlahi İradeden Bağımsız Telakkiler / Ramazan Yazçiçek-Nida
Yıl: 2012 Kıyamet Öncesi Son Çağa Girdik mi? / Mehmed Durmuş-Özgün Yürüyüş
Atasoy Müftüoğlu İle Söyleşi / Diriliş Saati
Hudeybiye Seferi ve Fetih Suresi / Hikmet Zeyveli-Nida
Kur’an’ı Okuma Yöntemi Tertil Üzere Okumak / Celaleddin Vatandaş-Esenlik Yurdu
İslamcılık Modern Dünyayı Nasıl Anlamlandırıyor? Abdurrahman Aslan-Umran
İslamcılık Modern Dünyayı Nasıl Anlamlandırıyor?-II / Abdurrahman Aslan-Umran
Kur’an’da Ahiret Alemi / Seyyid Kutub
İslamcılık Sözüne Bir Lügat Aranıyor / M. Önal Mengüşoğlu-Umran
Filistin-İsrail (Dünü-Bugünü) / Ercümend Özkan-Dünden Yarına Dünya
398/38
400/51
401/51
402/52
403/52
404/47
405/50
406/45
407/35
408/44
G-ÇEVİRİ YAZILAR
Medeni İnsan ve Vahşi Arasındaki Savaş / Hamid Dabaşi-Abdullah Metin
İsrail, Amerika ve İran Dengeleri / Sholomo Ben Ami-Abdullah Metin
Gazze’nin Sabiteleri ve Değişkenleri / Lina el Şerif/El Cezire-Abdullah Metin
406/53
407/45
408/52
H-SANAT-EDEBİYAT
Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev / Dilek Buz
Şairin Gündönümü / Mehmet Mortaş
İnsanın Modern Kaosu / Dr. M. Akif Şahin
Zamanın Günlüğü / Mehmet Mortaş
Yirmi Sekiz Şubatlar / Mustafa Bozacıoğlu
Farklı Hayatlar / Dilek Buz
Sır Vermeyen Şehirler / Dr. M. Akif Şahin
Şairin Gündönümü III / Mehmet Mortaş
Konuşan Kalem / Dilek Buz
Güneşin Gözyaşları / Dr. M. Akif Şahin
Allah’ın Hikmeti / Dilek Buz
Kelimelerin Gölgeleri / Mehmet Mortaş
Ses Ver Sesime / Mustafa İnan
İki Dünyam Bir Arada / Zarife yasak
Cemrenin İçinde Saklanan Bahar / Mehmet Mortaş
Geçmişin İntikamı / Dilek Buz
Kuşak Çatışması / Dr. M. Akif Şahin
Huzur Arayan Kabil’ler / Murat Kirişçi
Kudüs: Masum Belde / Murat Kirişçi
İçimdeki Zulüm / Mehmet Mortaş
Kiralık Hayatlar / Dr. M. Akif Şahin
Denge / Mustafa Bozacıoğlu
397/53
397/58
397/59
398/50
398/52
398/53
398/55
399/60
399/61
400/62
400/63
400/65
400/66
401/61
401/64
401/65
401/67
401/68
402/59
402/60
402/61
402/62
75
İktibas
Fihrist
Kardeşim / Seyyid Kutub-Sümeyye Hamarat
Gölbaşı Metem 7. Şiir Şöleni / Mehmet Mortaş
İnsanlığın Önemli Bir Erdemi: Direniş / Dr. M. Akif Şahin
Ramazan-ı Şerif / Mustafa Bozacıoğlu
Okulsuz Toplum İktibas Piknikleri / Mehmet Mortaş
Hastanede Bir Gece / Dilek Buz
İnşirah Akışında / Murat Kirişçi
Taşınıp Düşünürken / Cihan Aktaş
El-Bedari Dramı / Seyyid Kutub-Sümeyye Hamarat
Bu Gidiş Nereye? / Murat Kirişçi
Şair, Şiir, Şiir Şölenleri / Mehmet Mortaş
Ayı Oynatmak Yasak Ama Çocuk Oynatmak Değil / Sevda Türküsev
Sonbahar’a Serenat / Mehmet Mortaş
Sonsuzluğun Çağrısı / Seyyid Kutub-Sümeyye Hamarat
Kalk Hatun Kalk Sensiz Çayın da Çorbanın da Tadı Olmuyor / Sevcan Atav
Uçsuz Bucaksız Yalnızlık / Dr. M. Akif Şahin
Kulluk / Mustafa Bozacıoğlu
Kral ve Çizmesi / Dilek Buz
Onurun Sesi / Seyyid Kutub-Sümeyye Hamarat
Duygusal Kaos / Mehmet Mortaş
Güneşin Gözyaşları Hayatın Gri Zonuna Düşer / Dr. M. Akif Şahin
Sevgili Dostum X / Mehmet Mortaş
Yazacağım / Dilek Buz
Dudaklarımızdan Süzülen Nehirler / Dr. M. Akif Şahin
Çocuk ve Yerdeki Resim / Dilek Buz
403/59
403/60
403/61
403/63
404/57
404/58
404/60
404/61
404/62
405/60
405/61
405/62
406/57
406/58
406/59
406/61
406/62
407/47
407/50
407/51
407/52
408/55
408/56
408/57
408/59
I-KARİKATÜR
Ercan Akyol-Milliyet
Latif Demircan-Hürriyet
Haslet Soyöz-Milliyet
Latif Demirci-Hürriyet
Latif Demirci-Hürriyet
Ercan Akyol-Milliyet
Servet Gürbüz-Sabah
Latif Demirci-Hürriyet
Haslet Soyöz-Milliyet
Van Minat / Habertürk
Latif Demirci-Hürriyet
Öze Dönüş / M. Akif Şahin
Hubel Hubel / Seyyid Kutup-Sümeyye Hamarat
Gaye / Mustafa Bozacıoğlu
Bizimcity/Salih Memecan-Sabah
Açılım-Taraf
Dünya Değişebilir-Taraf
Van Minüt-Habertürk
Sağlam Kafa-Taraf
Haslet Soyöz-Milliyet
397/32
397/36
397/49
397/70
398/24
398/37
398/49
398/55
398/71
399/44
399/63
399/64
399/65
399/66
400/41
400/65
401/18
401/22
402/50
402/58
76
Fihrist
İktibas
Bizimcity-Salih Memecan-Sabah
Dağıstan Çetinkaya-Zaman
Siyasî Dealog-Taraf
Bizimcity-Salih Memecan-Sabah
Vedat-Akşam
Hayal Alemi-Akşam
Bizimcity/Salih Memecan-Sabah
Bizimcity/Salih Memecan-Sabah
Dağıstan Çetinkaya-Zaman
Çok Çalışmak Gerek-Taraf
Dağıstan Çetinkaya-Zaman
Haslet Soyöz-Milliyet
Hayata Dair/Servet Gürbüz-Sabah
Organize Siyaset-taraf
İnsanlar İstatistiksel Veri Değil-Taraf
Duyarlı Vatandaş / Bizimcity-Salih Memecan-Sabah
Sayın Başbakan-Taraf
Osman Turhan-Zaman
Dağıstan Çetinkaya-Zaman
Sırdır Söylemem-Taraf
Laik Kutlama/Salih Memecan/Bizimcity-Sabah
Bayram Şekeri / Haslet Soyöz-Milliyet
Savun Kurt / Ahmet Kesgin-Star
Siyaset / Taraf
Ercan Akyol / Milliyet
Osman Turhan / Zaman
402/70
402/72
403/25
403/36
403/49
403/60
403/79
404/16
404/40
404/44
405/24
405/34
405/49
405/59
406/22
406/32
406/56
406/62
407/30
407/44
407/76
407/78
408/12
408/31
408/58
408/67
J-MEKTUPLARA CEVAPLAR
Şeref Bülbül-Viyana: İrade; 33/36 / Hüseyin Bülbül
Ebu Zehra-Belçika: Ecel; Ömrün Uzaması; Muhlis-Hollanda: Allah’ın Takdiri
Suat Özlük-Siirt: Muhammed’e Vaat Edilen Makam / Hüseyin Bülbül
Gülşen Taş-Elazığ: Hz. İbrahim’in Ateşe Atılması / Hüseyin Bülbül
Peygamberimizin Her Yaptığı Bizim İçin Bağlayıcı mıdır? / Hüseyin Bülbül
İnsanlara Verilen Ömrün Eşit Olmaması Adil midir?-Bahaattin Aks /Hüseyin Bülbül
Darul Harpte Faiz Almak Caiz midir? / Mecnun Doğru Söyler-Kıbrıs /Hüseyin Bülbül
Ayakkabı İle Namaz Kılınır mı? / İsmail Demir-Van / Hüseyin Bülbül
İslamcılıktan Ne Anlamalıyız? / Ahmet Ünverdi-Urfa / Hüseyin Bülbül
Ouç Nefse Ceza mıdır? / Muharrem Şener/İzmir / Hüseyin Bülbül
Her Taş Bir Değildir / İsmail Buzkan/Kütahya / Hüseyin Bülbül
Meal ve Mealcilik / Muhterem Yolcu-Konya / Hüseyin Bülbül
397/61
398/57
399/67
400/67
401/69
402/63
403/64
404/63
405/63
406/63
407/53
408/62
K-GÜNDEM
Tarihin Sonu Yahut Apolitik Devrim / Akif Emre-Yeni Şafak
Amacımız İslamî Grupları Dağıtmaktı / Yeni Şafak
Libya Diken Üstünde / Yeni Şafak
PKK’daki Çatlak Tasfiyeye Dönüşüyor / Emre Uslu-Taraf
Anayasa Kimin Rengini Taşımalı / Mehmed Durmuş-İslamî Yorum
397/67
397/68
397/69
397/70
397/72
77
İktibas
Cesede Şapka Giydirmek / Asım Yenihaber-Yeni Akit
Hurafe-Bidat’in Vahiy ve Akılla Mücadelesi / Mehmet Maksut-İslam ve Hayat
Din, Gelenek ve Modernlik / Ali Bulaç-Zaman
Arslan: İslamcılık Nefsi Müdafaa / Serdar Arslan-dunyabizim.com
Müslümanların Köylülüğüne Dair / Akif Emre-Yeni Şafak
JİTEM Uygarlığından 4 Kafatası Daha Çıktı / Yeni Şafak
Hadis Kabulünde Algıda Seçicilik / Serdar Demirel-Yeni Akit
İstiklal Mahkemeleri / Ebubekir Sifil / Ebubekir Sifil-Milli Gazete
Öğrenciler Umre’ye Gidiyor / Habertürk
Maliki Neye Malik? / Nasuhi Güngör-Star
24 Iraklı Öldür Serbest Kal / Star
Devleti Savunmak / İhsan Dağı-Zaman
Devlet Yardakçılığı ve Ahlak / Ahmet Altan-Taraf
New York Polisinden İslam Karşıtı Eğitim / Sabah
Başbuğ Tutuklandı Askeri Vesayet Dönemi Bitti mi? / Ergun Babahan-Star
Doç. Dr. Mehmet Şahin: Suriye ve Irak’ta Türkiyesiz ve İran’sız Bir Çözüm / Ü. Boz
Neyin Kavgasını Verdiğimizin Farkında mıyız Acaba? / Yusuf kaplan-Yeni Şafak
Dinin Geleceği / Prof. Dr. Ali Köse-Zaman
Kemalist Sureler: Andımız ve Gençliğe Hitabe / Ayşe Hür-Taraf
Afganistan’da Ne İşimiz var? / Ali Bulaç
Yeni Türk Dizisi: Arap Baharı / Akif Emre-Yeni Şafak
Esed Sırpların İzinde / Yeni Şafak
Bekir Ağırdır: Halk Eski Egemenlerle İlişkiyi Kesti / Neşe Düzel-Taraf
Yaşar Yakış: İsrail Esad’ın Gitmesini İstemiyor / Neşe Düzel-Taraf
Figüranları Öldüren Senaryo / Elif Çakır-Star
Ümmeti Birleştirmek Farz Bölmek Haramdır / Hayrettin Karaman-Yeni Şafak
Üniter-Sekter Kıskacında / Akif Emre-Yeni Şafak
Üniter Devlet İslam’ın Şartı mıdır? / Hilal Kaplan-Yeni Şafak
Dindarlar ve Kürtler / Ahmet Altan-Taraf
Müslüman Olmak Müslümanca Düşünmek İçin Yeter Şart Değildir / A.Tantik-Timetürk
Dindar Sanatçı Niye Olmasın? / Cihan Aktaş-Dunyabulteni
Obama’dan Rusya’ya Suriye Teklifi / Star
Humus’ta Katliam / BBC
Herşey Caizdir! / Serdar Demirel-Yeni Akit
Arap Baharından Sonra Filistin / Yasir El Zeatire-Dunyabulteni
Arap Baharı mı Hazan Mevsimi mi? / Akif Emre-Yeni Şafak
Mursi’nin Yaptığı Balkon Konuşmasının Tam Metni / Dunyabulteni
İnanıyorum Bu işi Erdoğan Çözer / Hürriyet
Cenin Hakları / Ali Bulaç-Zaman
Provokatif Örtü / Cihan Aktaş-Taraf
Kurmayları Firara Hazır / Taraf
Türkiye Kürt Öcüsü İle Korkutulmak mı İsteniyor? / Mehmet Yeğin-USAK
Olimpiyat Ateşinde İftar / Akif Emre-Yeni Şafak
Bağdat-Erbil Arasında Petrol Krizi ve Türkiye / Ali Semin-Bilgesam
Camileri Kapattılar İmamları Astılar / Yeni Şafak
Arakan’ı Anlıyor muyuz? Mehmet Özay-Dunyabülteni
Numan Kurtulmuş: Ak Parti’ye Yüz Nakli / Emre Uslu-Taraf
78
Fihrist
397/75
397/76
397/78
398/63
398/64
398/65
398/66
398/67
398/68
398/68
398/69
398/70
398/71
398/72
398/73
398/73
399/73
399/74
399/76
400/73
400/74
400/74
400/75
401/75
402/67
402/68
402/68
402/69
402/71
402/73
402/74
402/76
402/76
402/77
402/78
403/69
403/70
403/73
403/77
403/78
403/79
404/69
404/70
404/71
404/75
404/77
404/78
Fihrist
İktibas
Kağıttan Kaplan Ali Bulaç’tan İslamcı / Mehmed Durmuş
Düşünce Kuruluşlarının Etkileri ve Önemi / Murat kirişçi
Suriye: Kim Nereyi Kontrol Ediyor? / BBC Türkçe
İslamcılık Nedir? / Ali Bulaç-Zaman
Kime İslamcı Denir? / Mehmed Durmuş-iktibasdergisi.com
İslamı Kapitalizme Biat Ettirmek / Akif Emre-Yeni Şafak
Terör Konusunda Bazı Sorular / Deniz Ülke Arıboğan-Akşam
Suriye’de Risk Alma Zamanı-Hürriyet
İslamcılık ve Bediüzzaman / Ali Ünal-Zaman
Özgürlük Sırası Mali’de! / Milli Gazete
Hınç Değil Teyakkuz / Cihan Aktaş-Dunyabulteni
Tevhid Söylemimiz Neden Kimseyi Rahatsız Etmiyor? / B. Zeran-iktibasdergisi.com
Steril Muhafazakarlığın Kurbanları / Akif Emre-Yeni Şafak
Birkaç Amerikanvari Palavra / Akif Beki-Radikal
Twıtter’da Psikolojik Harp Operasyonu / Yeni Şafak
Kanayan Yara Arakan’a Çözüm Önerileri / Serdar Demirel-Yeni Akit
Bangsamoro Çerçeve Anlaşması Tamam / M. Osmanoğlu-Dunyabulteni
Tevhid İle Teslis Birleşir mi? / Faruk Köse-Yeni Akit
İsrail’in Küçük Medeniyet Değeri Yok / Milliyet
Dört Soruda Beyrut Patlaması ve Visam el-Hassan Suikastı / Ceren Kenar-Taraf
Müslümanlar Artık Mazlum Değil Aktör / Nilüfer Göle-Murat Aksoy-Yeni Şafak
Halk İsyanları / İbrahim Kahveci-Star
Türkiye’nin Yeni Dünyası / Deniz Ülke Arıboğan-Akşam
Peygamber’in Gözyaşları / Gültekin Avcı-Bugün
ABD’nin Tunus’a Artan İlgisi: Görünenler ve Nedenler / Fuad Ferhavi-Usak
Suriye Hava Kuvvetleri Generali Öldürüldü / Dunyabulteni
Türkiye’de Koyunlar Kesilirken Suriye’de İnsanlar / Anberin Zaman-Habertürk
Filistin’e Nasıl Bakmalı? / Akif Emre-Yeni Şafak
Arap Baharı, Demokratikleşme, BOP v.s. / Ebubekir Sifil-Milli Gazete
Anıtkabir Kültü / Faruk Köse-Yeni Akit
Bizim ‘Sandy Kasırgamız’ / Şükrü Hüseyinoğlu-iktibasdergisi.com
Düzen Kurucu Olamadı Gitti / Hüseyin Bağcı-Taraf
Meş’al ve Şallah’tan Zafer Konuşması / Timeturk
405/69
405/74
405/78
405/79
406/71
406/72
406/73
406/74
406/75
406/76
406/78
407/60
407/61
407/63
407/63
407/64
407/65
407/67
407/68
407/69
407/70
407/73
407/74
407/75
407/77
407/78
407/79
408/65
408/66
408/67
408/68
408/70
408/70
L-ÇİZGİBAS
Allah’tan Başka İlah Yoktur-Ali Durmuş
Erdoğan’ın Gücü(!) Başına Bela Olur-Ali Durmuş
Başbakan Modern Dindar Gençliği Anlattı-Ali Durmuş
‘Üç İp’in Hikayesi-Ali Durmuş
Ve Rejim Yine Bakıma Girer-Ali Durmuş
Türk Lirası Büyük(!) Değişime Uğrar-Ali Durmuş
Filler ve Çimenler’i Bilir misiniz?-Ali Durmuş
Has Parti Öze(!) Döner… / Ali Durmuş
Kur’an Merkezli Bir Eğitim Modeli-Ali Durmuş
Demokrasi Atına Şefkatle Binenler-Ali Durmuş
The Guardıan: Yeni Atatürk Erdoğan Dönüm Noktasında-Ali Durmuş
Fe Eyne Tezhebûn
397/80
398/80
399/80
400/80
401/80
402/80
403/80
404/80
405/80
406/80
407/80
408/80
79
Çizgibas
80
Ayın Başlıkları
İSRAİL “SAVUNMA SÜTUNU” ADI
ALTINDA 8 GÜN BOYUNCA GAZZE’Yİ
BOMBALADI. 175 FİLİSTİNLİ ŞEHİD
OLDU, 1399 FİLİSTİNLİ YARALANDI
AJANSLAR 27 KASIM
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER FİLİSTİN
YÖNETİMİNE ‘ÜYE OLMAYAN GÖZLEMCİ
STATÜSÜ VERDİ. ABD, İSRAİL, KANADA,
ÇEK CUMHURİYETİ VE 4 PASİFİK ÜLKESİ
‘HAYIR’ DEDİ
AJANSLAR 30 KASIM
LONDRA MERKEZLİ İNSAN HAKLARI
İZLEME ÖRGÜTÜ’NÜN BİLDİRDİĞİNE
GÖRE SURİYE’DE ÖLENLERİN SAYISI 40
BİNİ AŞTI
AJANSLAR 24 KASIM
ERDOĞAN NATO VALİSİ GİBİ KONUŞTU:
“ŞU ANDA BİZİM TOPRAKLARIMIZ
DÖRDÜNCÜ MADDEYE GÖRE NATO’NUN
DA TOPRAKLARIDIR”
MİLLİ GAZETE 23 KASIM
‘MİT İLE MOSSAD ARASINDA İLETİŞİM
KANALLARI YENİDEN AÇILDI’
BBC TÜRKÇE 28 KASIM
AÇLIK GREVLERİ 67. GÜNÜNDE SONA
ERDİ
POSTA 18 KASIM
ANA DİLDE SAVUNMA YASA TASARISI
KABUL EDİLDİ
RADİKAL 28 KASIM
MURSİ’NİN KARARLARI SONRASINDA
MISIR KARIŞTI
TRT 23 KASIM
GAZZE’DE ATEŞKES SAĞLANDI. CLINTON
‘BÖLGESEL LİDERLİĞİNDEN’ DOLAYI
MISIR’I KUTLADI
CUMHURİYET 22 KASIM
MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI YENİ
KIYAFET YÖNETMELİĞİNİ YAYINLADI.
ÖĞRENCİLERİN BAŞI SADECE KUR’AN
DERSLERİNDE VE İHL’LERDE KAPALI
OLACAK
AJANSLAR 27 KASIM
MİLLİ EĞİTİM BAKANI ÖMER DİNÇER:
İSTESEYDİK TÜMÜYLE SERBEST
BIRAKIRDIK
YENİ ASYA 29 KASIM
BAŞBAKAN ERDOĞAN: TOPLUM İDAMI
İSTİYOR
CUMHURİYET 4 KASIM
SURİYE ULUSAL KOALİSYONU
BAŞKANLIĞINA ŞEYH AHMET MUAZ ELHATİB SEÇİLDİ
HABERTÜRK 12 KASIM
ERDOĞAN BAŞKANLIĞA YENİDEN
SEÇİLEN OBAMA’YI KUTLADI, YENİLEN
ROMNEY’E TELGRAF ÇEKTİ
HABERTÜRK 8 KASIM
ANLAM BASIN YAYIN
Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir–ANKARA
5FM
t'BLT