türk dünyası bilgeler zirvesi
Transkript
türk dünyası bilgeler zirvesi
TÜRK DÜNYASI BİLGELER ZİRVESİ: GÖNÜL SULTANLARI BULUŞMASI (26-28 Mayıs 2014) BİLDİRİLER CİLT 3 Proje Koordinatörü İbrahim AKGÜN Editör Ejder OKUMUŞ TÜRK DÜNYASI BİLGELER ZİRVESİ: GÖNÜL SULTANLARI BULUŞMASI (26-28 Mayıs 2014) BİLDİRİLER CİLT 3 Takım Numarası: 978-605-149-670-2 (Tk) ISBN: 978-605-149-673-3 (3.c) Proje Yönetimi: Proje Raporu, Planlama, Uygulama, İzleme ve Değerlendirme İbrahim AKGÜN Editör Ejder OKUMUŞ Tashih Zhala BABASHOVA M. Yasir OKUMUŞ İsa ABİDOĞLU Nurşen OKUR Kapak ve Sayfa Tasarım Burcu COŞGUN Baskı GÜLEN OFSET MATBAACILIK Matbaacılar Sitesi No: 20 / Eskişehir Tel: (0222) 227 2020 – Faks: (0222) 227 1010 Eskişehir 2014 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yayınları İÇİNDEKİLER 7. BÖLÜM: ADALET VE SİYASET/13 Sait AŞGIN Yusuf Has Hâcib ve Türklerde İdareci Tasavvuru/15 Özgür Kasım AYDEMİR Kutadgu Bilig’de Dile Gelen İktidar/31 Dilaver DEMİRAĞ Tavusun Kuyruğu: Mevlana ve Dünyevi İktidar/43 Fethi GEDİKLİ Nasreddin Hoca Fıkralarında Kadı İmgesi/49 8. BÖLÜM: FELSEFE, BİLİM, AHLAK VE EĞİTİM/63 Mehmet VURAL Türk-İslâm Düşüncesinde Gazzâlî/65 Süleyman DÖNMEZ Bir Bilge-Filozof Olarak Nasrettin Hoca/75 Fuzuli GURBANOV Fuzuli'nin İlahi Aşk Felsefesi/89 M. Necip YILMAZ Diriliş Düşüncesi ve Ruh İklimimizin Mimarları/95 Tahir AŞİROV Türkmen Şairi Mahtumkulu’nun Düşünce Yapısı ve Etkisi/117 Yusuf KARAKUŞ Mahtumkulu Firâkî ve Düşünce Dünyası/133 Serik YERGALİ İnsanlığın Türk Kökenli Üstadı/141 İbrahim TÜZER Tanzimat Dönemini Aydınlatan Hâce-i Evvel: Ahmet Midhat Efendi ve Modernleşmemiz/149 Ali YILDIRIM Mehmet Akif Ersoy’un Tanrı Anlayışının Felsefi Açıdan Değerlendirilmesi/159 Burhan BALTACI Dinî ve Millî Tefekkürü Bütün Olarak Sunan Bir Bilge Şahsiyet “Mehmet Feyzî Efendi”/177 Gıyasettin AYTAŞ Hacı Bektaş Veli ve Düşünce Sistemi/197 M. Nesim DORU Molla Ahmed El-Cezerî (Melayê Cizîrî)'nin Varlık Düşüncesinde İnsanın Ontik Değeri/207 Sedakat NEMETOVA Türk - İslam Felsefesinde “İdeal İnsan” Tasavvuru/219 Ali Osman GÜNDOĞAN Ahlâk Filozofu Olarak Nurettin Topçu/225 Salih YILMAZ Türk Mitolojisinde Bilgelik Kavramı/233 Hayrani ALTINTAŞ On Sekizinci Yüzyılda Bir Pozitif İlim Öncüsü/253 Gencay ZAVOTÇU Yûnus Emre Dîvânı’nda İlim ve Bilgi/259 Karimov Bahtiyor RAHMANOVİCH Harezmi, Farabi, Biruni ve İbni- Sina’nın Mirası ve Dünya Biliminin Gelişimi/281 Metanet Azizgizi ALIYEVA Din İle İlmin Bütünleştiği Nokta: İmam Cafer-i Sadik’ta, Ondan Aşikar ve Üveysi Yolla Bilgi Alanlarda “Kuantum” Bilgisi/285 Serdar Bedii OMAY Fazilet ve Sanatla Örülen Muazzam Bir Şahsiyet: Şeyh Gâlib/305 M. Halil ÇİÇEK Mevlana Halid El- Bağdadî’yi Evrensel İnsanî Değerler Açısından Farklı Bir Okuma/315 Gürbüz AKSOY Bediüzzaman Said Nursi İle Dördüncü Kuşak Üniversitelere Doğru/325 Ebru DEMİRCİOĞLU İsmail H. DEMİRCİOĞLU Türk Dünyası Bilgeleri ve Değer Eğitim/339 Süleyman DOĞAN Mesnevi’de Eğitim Yöntemi ve Pedagojik Yaklaşımlar/345 Ekrem AYAN Çağdaş Kazak Edebiyatının Kurucusu Abay Kunanbayev'in Kara Sözlerinde Eğitim/371 Hüseyin Vehbi İMAMOĞLU Mevlana ve İslam Tasavvuf Düşüncesinde Birlikte Yaşama Tecrübesi İle Savaş ve Barış Öğretisi/381 Gatibe VAGIFKIZI Etno-Kültürolojı Değerler Kodeksi Olarak: Edip Ahmet Yükneki`nin Atebetü’l-Hakâyık Eseri/399 Kamer ALHANOVA Leyla Erbil`in Romanlarında Psikolojik Tahliller/407 Gülnar Saigy KOKYBASSOVA İsmail Gaspıralı ve Kazak Aydınları/413 Veli Savaş YELOK Feyzullah Hocayev ve Cedit Hareketi/423 Mihrullah TEVEKKÜL Uygurlarda Ceditçilik Hareketi ve Onun Etkisi Üzerinde Genel Bir Değerlendirme/431 9. BÖLÜM: DİL VE EDEBİYAT/441 Ayşe İLKER Birleşik Fiillerin Oluşmasına Yunus Emre’nin Özgün Katkıları/443 Özen YAYLAGÜL Yunus Emre, Kavram Dünyası/449 Ra’no İBRAGİMOVA Alişir Nevai’nin Eserlerinde Bilim Kurgusal Unsurlar/461 Ağaverdi HALIL Mahmut Kaşgarli’nın Türk Halk Edebiyatını Öğrenme Yöntemleri/469 Abdullina Gülfira RİFOVNA Kaşgarlı Mahmut ve Başkurt Dili/479 Husainova Leyla MIDHATOVNA “Türk Lehçeleri Sözlüğü” M. Kaşgarlı ve Başkurt Diyalektolojisi/483 Mehmet TEMİZKAN Mahtumkulu Divanı’nda Geçen Âyetler ve Sûreler Üzerine Bir İnceleme/487 Bokijon TUKHLIYEV Alişir Nevai Gazellerinin Şerhlerinin Yapılması Hakkında/503 Bayan KERİMBEKOVA Hoca Ahmet Yesevî’nin Hikmetlerindeki Münacaat’ın Çağdaş Kazak Şiirine Yansımaları/509 Abdurrahman GÜZEL Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Üzerine Kısa Bir Değerlendirme/517 Can ÖZGÜR Memlûk Kıpçakçasıyla Yazılmış Kitâb-ı Mukaddime-i Ebu’l-Leys EsSemerkandî’nin Söz Varlığı/525 Quliyeva Mehriban ADIGÖZƏL QIZI İsmayil Bəy Qaspiralinin Ana Dili Uğrunda Apardiği Mübarizə/537 Zafer KİBAR Abay’ı Doğru Anlamak/543 Rahman İLMAMMEDOV Zemahşeri’nin Mukaddimetü’l-Edeb Eserinin Türk Dilleri İçin Önemi/549 Yar Muhammad BADİNİ Hoca Ahmet Yesevi’nin Edebi Mîrası ve Türk Dili/559 Feride TURAN Maksut YÜKSEK Gönül Sultanlarının Söylemleriyle Türk Dilinin “Gönül” Yolculuğu/563 Mehmet Mehdi ERGÜZEL Ayşe AYDIN Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Tefviznâme’sinde Bilgece Bakışlar ve Kavramlar/577 Reyhan KELEŞ Gâlib’in Has Bahçesinin Gülleri/595 Gülsine UZUN Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi” ve “Gün Olur Asra Bedel” Romanlarında Nesil Çatışması/615 İlahe NOVRUZOVA Azerbeycan Kültürü ve Edebiyatının Gelişmesinde Hüseyin Cavid’in Rölü/623 Zhala BABASHOVA XX. Yüzyıl Azerbaycan Romantizmi; Hüseyin Cavid ve Türk Edebî Ortamı/631 Derya DATLI Risâletü’n-Nushiyye’deki Arkaik Kelimelerin Tespiti ve Kelime Türlerine Göre Sınıflandırılması/639 Florida KULLA Hayatını Türk İle Arnavut Dil ve Edebiyatına Adamış Şahsiyet Olarak Şemsettin Sami/661 Dildare TAŞEVA Rumî Sanatında Hayvan Karakterlerin İfadesi/677 Nurlana GASIMLI Azerbaycan Yeni Edebiyatinin Gerçekçi Yazari Celil Memmedguluzade/681 Ürün Şen SÖNMEZ Bir Bilgenin Romanı: Od/687 BİLGELER ZİRVESİ PROGRAMI/701 İÇİNDEKİLER/725 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 7. BÖLÜM Adalet ve Siyaset 13 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AŞGIN, Sait (2014). “Yusuf Has Hâcib ve Türklerde İdareci Tasavvuru”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.1528 (http://bilgelerzirvesi.org). Sait AŞGIN* YUSUF HAS HÂCİB VE TÜRKLERDE İDARECİ TASAVVURU Giriş B ilgiye ve bilgeliğe büyük ehemmiyet atfeden ve ayrıca gönüllere hitap edenleri gönül tahtında oturtan Türk Milleti için, “Türk Dünyası, Bilgeler Zirvesi, Gönül Sultanları Buluşması”, fevkalade önemli bir teşebbüs olarak tarihteki yerini alacaktır. Emeği geçenler sağ olsun. Bu büyük buluşmada anılmaya ve anlaşılmaya değer önemli miraslarımızdan birisi de Kutadgu Bilig ve Yusuf Has Hâcib olsa gerektir. Zira “İki türlüg ol kör bu aslı kişi / Biri beg biri bilge yalnguk kişi”(265)1 yani “Bak iki türlü asil insan vardır; biri bey, biri bilge. Bunlar beşeriyetin başıdır” diyen de, “Köngül bolmasa er közi asgı yok”(1991) yani “Gönül olmasa insan gözünün faydası yoktur” diyen de Yusuf Has Hâcib’tir. Sözünü gönüllere ulaştırmayı beceren bu bilge kişinin, beylerde bulunmasını şart gördüğü vasıfları ele almak demek, yalnızca Yusuf Has Hâcib’in şahsî mülahazalarını öğrenmek değildir. Zira Kafesoğlu’nun ifadesiyle bu eser, “yalnız zihinde mevcut nazariyatın bir ifadesi değil, Türk topluluğunda tatbik sahası bulan hak, adalet [ve] devlet kavramlarının [da bir] açıklanmasıdır”.2 Zaten eserde hem Türk siyaset ve medeniyetine ait kavramlar, hem Türk Büyüklerine ait vecizeler ve atasözleri3 hem de bilge kişilerin ve şairlerin sözleri diye ifade edebileceğimiz terkipte ve evsafta deyişler yer almaktadır.4 * Prof. Dr. Karabük Üniversitesi. Parantez içerisinde verilen rakamlar, beyit numaralarıdır. 2 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul 1984, s.334. 3 Ahmet B. Ercilasun, “İlk Müslüman Türk Devletlerinde Dil ve Edebiyat”, Türkler, C. 5. Yeni Türkiye Yayını, Ankara 2003, s.759-783, s.771. 4 Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner, Kutadgu Bilig’ten Seçmeler, İstanbul 2009, s.17. 1 15 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bu bildirinin amacı, Türk Kültüründe halkın idarecisinde bulunmasını beklediği vasıflara ilişkin tarihi bir perspektifi, Yusuf Has Hâcib’in kaleminden ortaya koymaktır. Böylece bir taraftan kadim Türk kültüründe toplumu yönetenlerden beklenen davranışların neler olduğunu ele alırken; öte taraftan günümüze ilişkin temel bazı verileri de elde etmiş olacağız. Yazar ve Eserin Belirgin Vasıfları Yusuf Has Hâcib 11. yüzyılın başlarında bugün Kırgızistan sınırları içerisinde kalan Balasagun'da5 doğmuş, asil bir aileye mensup bir Türk düşünürüdür. Doğduğu yerde yazmaya başladığı Kutadgu Bilig adlı eserini 1069 yılında Kaşgar'da6 tamamlayarak Türk Karahanlı hakanlarından Ebû Ali Hasan ibn Süleyman Arslan Hakan'a sunmuştur. Eserin adı günümüz Türkçesine genellikle “Mutluluk Bilgisi” olarak çevrilmiştir.7 Ancak “kut” kelimesinin “siyasi iktidar ve egemenlik” anlamından8 hareketle, Kutadgu Bilig’in “Devlet” ile ilgili vasfının ihmal edilmemesi daha doğru olacaktır.9 Tür olarak ise, Kutadgu Bilig’in “siyasetname niteliği” barizdir. Nitekim bizzat müellif “Her memleket, şehir ve sarayda bu kitaba ayrı ayrı adlar verilmiştir (26). Her memleketin hâkimleri, o diyarın usulüne göre, buna ayrı ayrı adlar takmışlardır (27). Çinliler ona Edebü’l-mülûk derler, Maçinliler onu Enisü’l-memâlik diye adlandırırlar (28). Bu maşrık ilinin büyükleri buna doğruca Zînetü’l-Ümerâ derler (29). İranlılar buna Şehnâme derler, Turanlılar Kutadgu bilig [sic] diye anarlar (30)”10 dediğine göre eserin vasfı bu çerçevede ele alınmalıdır. Yusuf Has Hâcib, ailesinin gayreti ve kendisinin merakı sayesinde iyi bir eğitim almıştır. Öyle ki Firdevsi’nin Şahname’sini 5 Balasagun, Türgiş, Karhanlı ve Karahitayların başkentliğini yapmış önemli bir yerleşim yeri idi. Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat-it Türk adlı eserinde yer alan haritada, Türk illerinin merkezi olarak gösterilmiştir. Moğol istilasından sonra önemini yitirmeye başlamıştır. 6 Kaşgar o dönemde önemli bir ilim, kültür ve sanat merkezi idi. Şimdi Çin işgalindeki Doğu Türkistan sınırları içerisinde kalmaktadır. 7 Bkz, H. Hüseyin Adalıoğlu, “Bir Siyasetname Olarak Kutadgu Bilig”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.34 Güz 2013, s.245. 8 Kaşgarlı Mahmud, Divânü Lügâti’t-Türk, (Çeviren Besim Atalay), TDK Yayını, C. I, 4. baskı, Ankara, 1998, s.320.; “Kutad” sözü için “kutlu olmak, saadetli olmak, devletli olmak” anlamları verilmektedir. Bkz. İbrahim Taş, Kutadgu Bilig’te Söz Yapımı, Türk Dil Kurumu Yayını Ankara 2009, s.88. 9 Bu yöndeki bir mütalaa için bkz. İbrahim Kafesoğlu, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, Kültür Bakanlığı Yayını, İstanbul 1980, s.32. 10 Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig II (Çeviri, Reşit Rahmeti Arat) Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1994, s.4. 16 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Farsça’dan, çağdaşları diyebileceğimiz Farabi (870-950) ve İbni Sina’nın (980-1037) eserlerini Arapça’dan okudu. Divan-ı Lûgati’t Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut ile tanışıklığı konusuna vakıf değiliz. Şurası açıktır ki Arapça, Farsça ve Soğdakça bildiği halde eserini Türkçe (Uygur Türkçesinin devamı sayabileceğimiz Karahanlı Türkçesi11) kaleme alması, onun bu konudaki bilinçli kararlılığını veya tercihini gösterir. Eserin nitelikleri üzerine fikir beyan eden çalışmalar çoktur. Bu çalışmalar eserin farklı tesirlerin izlerini taşıdığı 12 değerlendirmelerinden, eserde Türk cihan hâkimiyeti mefkûresinin varlığına13 veya eserin temel politik mesajının demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devletini işaret ettiğine14 kadar oldukça geniş bir yelpazeyi işgal eder. Elbette bu türlü eserlerde, çeşitli bakış açıları geliştirmek ve bazı unsurları ön plana çıkartarak yorumlamak her zaman mümkündür. Zaten tercüme yoluyla özellikle Farsça, Hintçe ve Yunancadan çeşitli birikimler İslam dünyasına aktarıldığı kabul edilen bir gerçektir.15 Ayrıca kültür ve medeniyetlerin ortak telakkilerinin bulunması ve bu tür eserlerin de çeşitli kaynaklardan beslenmiş olması kaçınılmazdır. Kutadgu Bilig’in Türk Devlet Felsefesi ve Devlet İdaresi Bakımından Önemi Halil İnalcık, Kutadgu Bilig’te Hint-İran ve elbette Türk devlet geleneğinin izlerini irdeledikten sonra, Kutadgu Bilig’in “Türk devlet 11 İbrahim Taş, a.g.e., s.17. Bu türlü değerlendirmelere şunlar misal verilebilir: “Netice itibariyle, Kutadgu Bilig’de devlet anlayışının ve siyaset ve ahlak kaidelerinin geniş ölçüde Hint-Iran kaynaklarına dayandığına şüphe yoktur.”Halil İnalcık, “Kutadgu Bilig’de Türk ve Iran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri,” Reşid Rahmeti Arat İçin, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1966, s.267; “...vezin ve nazım şekli bakımından İran Şehnamesi’nin bir taklidi karşısında bulunuyoruz” Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1981, s.170; 13 Bkz, Şaban Öz, “Kutadgu Bilig’de Türk Cihan Hâkimiyeti Düşüncesi”Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, C.11, S.201, s.19-35 14 Bunun için bkz. Nejat Doğan, “Kutadgu Bilig’in Devlet Felsefesi-I” Erciyes Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 12 Yıl: 2002 s127–158 ve Bkz. Nejat Doğan, “Kutadgu Bilig’in Devlet Felsefesi-I” Erciyes Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 13 Yıl: 2002, s.77–94. 15 Bu konuda bkz. Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Döneminde Tercümenin Rolü, İstanbul 1935, s.19 12 17 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı geleneğini her şeyin üstündü tuttuğunu” ifade eder.16 Maksudi Arsal’a göre ise XI. Asır aydın Türklerinin ahlak ve devlet idaresi hakkındaki fikirlerini gelecek nesillere ulaştırmak, hükümdarlara ve devlet adamlarına bu gelenekleri aşılamak gayesiyle yazılan Kutadgu Bilig’teki toplumsal hayat, ahlak ve devlet idaresi hakkındaki fikirler tamamıyla İslam’dan önceki Türklerin telakkileridir.17 Her halükarda şurası herkesin ittifak ettiği bir husustur ki Kutadgu Bilig, Türk dili ve edebiyatının, Türk18 ve İslam19 kültür tarihinin olduğu Türk Devlet felsefesinin ve idare tarihinin de asla ihmal edemeyeceği20 bir “siyasetname” niteliğindedir. Ayrıca netice itibariyle “Kutadgu Bilig’deki yönetim anlayışının ve yöneticilerde bulunması gereken niteliklerin çoğunlukla Türk siyaset anlayışını yansıttığı muhakkaktır”.21 Eserin maksat ve mahiyeti ile eserdeki temel karakterler bizzat Kutadgu Bilig’in 350–358. beyitlerinde verilmektedir. Buna göre kitap hem dünya ve hem de ahirete dönük bir kurtuluşa erme reçetesi olma iddiasındadır. Nitekim “Kitabın adını Kutadgu Bilig Koydum; okuyana kutlu olsun ve ona yol göstersin (350) Ben sözümü söyledim ve kitabı yazdım; bu kitap uzanıp her iki dünyayı tutan bir eldir (351) ifadeleri bunu gösterir. Burada dikkati çekmemiz gereken üç husus mevcuttur: Kitabın hangi ana karakterler üzerine inşa edildiği, bu karakterlere atfedilen manalar ve karakterlerle özdeşleştirilen semboller. Kitap dört ana karakter üzerine inşa edilmiştir: Adalet, devlet, akıl ve kanaat.22 Kitaptaki ifadesiyle “Bunların her birine ayrı adlar verilmiş ve [yazar] bundan böyle bunları bu adlar ile zikretmiştir”.23 16 Bu fikrine Kutadgu Bilig’in 276. beyitini (Eğer dikkat edersen görürsün ki, dünya beyleri arasında en iyileri Türk Beyleridir) dayanak yapmaktadır. Bkz. ”Halil İnalcık, “Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri,” Reşid Rahmeti Arat İçin, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1966, s.268. 17 S. Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul, 1947, s. 90 vd. 18 Agop Dilaçar, Kutadgu Bilig Üzerinde Çalışmalar, TDK Yayını, Ankara, 1995, s.28. 19 Alessio Bombaci, “Kutadgu Bilig Hakkında Bazı Mülahazalar”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı, DTCF Yayını, İstanbul 1953, s.66. 20 Bu konuda ayrıca bkz. A. Bican Ercilasun, a.g.m., 772; H. Hüseyin Adalıoğlu, “Bir Siyasetname Olarak Kutadgu Bilig”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.34 Güz 2013, s.241. 21 Ahmet Bican Ercilasun, “İlk Müslüman Türk Devletlerinde Dil ve Edebiyat”, Türkler, C. 5. Yeni Türkiye Yayını, Ankara 2003, s.771. 22 “Yine bu kitabın içindekileri söyler; bunu dört iyi temel üzerine kurar (64) Bunlardan biri adalet olup doğruluk üzerinedir; ikincisi devlet olup saadet ve ikbal demektir (65). Üçüncüsü akıl olup ululuk ifade eder; dördüncüsü ise kanaat ve afiyettir (66).” 23 KB. 67. Beyit. 18 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Adalet hükümdar konumunda Kün-Toğdı adıyla, Devlet vezir statüsünde Ay-Toldı adıyla, Akıl vezirin oğlu sıfatıyla Öğdülmüş adıyla ve kanaat vezirin akrabası olarak Odgurmuş adıyla yer alır.24 Adaleti temsil eden Kün-Toğdı adlı hükümdar kitabın bir başka yerinde (355. Beyit) kanun olarak zikredilir. Bu durum, adalet ve kanun kavramlarının iç içe geçmişliği ile açıklanmalıdır. Devleti temsil eden Ay-Toldı saadet (65;355) ve ikbâl (65) demektir. Vezirin oğlu Öğdülmüş (70), insanı yücelten aklı (356) temsil etmekte olup “ululuk ifade eder” (66). Vezirin akrabası Odgurmuş kanaat (71) ve afiyet (66) ile akıbeti (357) simgeler.25 Burada karakterlere yüklenen sıfatlar kadar, karakterler arasında kurgulanan statü ve akrabalık ilişkileri de dikkat çekicidir. Nitekim adalet en tepede hükümdar iken, devlet vezir, akıl vezirin oğlu, kanaat ise vezirin akrabasıdır. Nihayet sıfatlar, statü ve akrabalık ilişkileri başka bir benzetme ile farklı bir perspektiften pekiştirilmiş; hakan yani adalet güneşle, vezir yani devlet ise ay ile sembolize edilmiştir. Adaletin güneşe benzetilmesi, güneşin vasıfları nedeniyledir. Nitekim eserde Hükümdar şöyle konuşturulur: “Güneşe bak, küçülmez, büyüklüğünü daima muhafaza eder; parlaklığı hep aynı şekilde kuvvetlidir (825). Benim tabiatım da ona benzer, doğruluk ile doludur ve hiçbir vakit eksilmez (826). İkincisi- güneş doğar ve bu dünya aydınlanır; aydınlığını bütün halka eriştirir, kendinden bir şey eksilmez (827). Benim de hükmüm böyledir, ben ortadan kaybolmam; hareketim ve sözüm bütün halk için aynıdır (828). Üçüncüsü- bu güneş doğunca, yere sıcaklık gelir; o zaman binlerce renkli çiçekler açılır (829). Benim bu kanunum hangi memlekete erişirse, o memleket baştan-başa taşlık ve kayalık dahi olsa, hep düzene girer (830). Güneş doğar, temiz veya kirli demeden, her şeye aydınlık verir; kendisinden bir şey eksilmez (831). Benim de hareketim tıpkı böyledir; herkes benden nasibini alır (832). Bir de güneşin burcu sâbittir; bu sâbit dediğim, temeli sağlam olduğu içindir (833). Güneşin burcu Arslan’dır ve bu 24 KB. 68–71. Beyitler. “Önce Kün-Toğdı hükümdardan bahsettim; ey iyi insan bunu izah edeyim. (353) Bu KünToğdı dediğim doğrudan doğruya kanundur; Aytoldı ise saadettir. (355) Bundan sonra Öğdülmüş’i anlattım; o aklın adıdır ve insanı yükseltir. (356) Ondan sonrasıki [sic.] Odgurmuş’tır; onu ben akıbet olarak aldım .(357)” Bkz. R.R. Arat çevirisi Ankara 1994. s.36 vd. 25 19 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı burç yerinden kımıldamaz; yerinden kımıldamadığı için de evi bozulmaz (834). Benim tavır ve hareketime bir bak, benim de parlaklığım katiyen değişmez (835). Kutadgu Bilig adını, “kut kazanma bilgisi” şeklinde mânâlandıran Sait Başer, Adalet’i töre, devleti kut, akıl’ı kutun oğlu, kanaati de irfan olarak ele alır. Bu durumda Hükümdar “töre”yi, vezir “kut”u, Öğdülmüş “akıl”ı ve Odgurmuş “irfan”ı simgeler.26 Başer’e göre töre “İlâhî nizam” tarafı ağır basar, ama bununla birlikte “insanın ruhî melekelerinin bir mahsulü”dür.27 Işığını töreden alan kut’un vasfı böylece hem ilahî, hem de dünyevî yönleriyle ortaya çıkar. Beyliğe Layık Bir Bey Nasıl Olmalıdır? Bildiride, Kutadgu Bilig’te yüksek kademedeki idarecilerin hangi vasıfları haiz bulunması gerektiğine ilişkin hususların yer aldığı “beyliğe layık bir bey nasıl olmalıdır” bölümü üzerinde yoğunlaşılmıştır. Türk toplumunun tarihi hafızasındaki ideal bey/yönetici/lider tipini, yaklaşık bin yıl sonra yeniden "gözden geçirmek" sanıyoruz çok ilginç ve bir o kadar da yararlı olacaktır. Zira şurası bir hakikattir ki toplumların siyasal ve bürokratik örgütlenmeleri, o toplumun maddi ve manevi müktesebâtı ile yakından ilgilidir. 1921 numaralı beyitten itibaren başlayan “Beglikke Sezâ Bolğu Teg Beg Negü Teg Kerekin Ayur”,28 yani “Beyliğe Layık Bir Beyin Nasıl Olması Gerektiğini Söyler” başlıklı bölüm (2180. beyit dâhil), 200 beyitlik bir hacim teşkil eder. Sonra çeşitli kademelerdeki görevlilerin vasıfları üzerinde durulan bölümler gelir. Bunlar da (2955. beyit dâhil) birlikte düşünüldüğünde 1000’den fazla beyit, bu hususa ayrılmış demektir. Yekûnu 6645 beyit olan eserde bey ve emrindekilerin vasıflarına bu hacim ve oranda yer verilmesi, Kutagdu Bilig’in genel karakteristiğini ve yazılış gayesini göstermesi bakımından ilginçtir. Biz burada, bu bölümün 200 beyitlik ilk kısmı üzerinde duracağız. Zira diğer bölümlerde görevlinin konumuyla 26 Bkz. Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre”, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1990, s.5 vd. Burada kavramları daha şümullü düşünmüş oluruz ki bu husus ayrı bir tebliğ veya değerlendirmeye konu edilecektir. 27 Sait Başer, a.g.e., s.8. 28 Yûsuf Hâs Hâcib, Kutadğu Bilig, (Hazırlayan Mustafa S. Karaçalin) TC Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler Genel Müdürlüğü, 3137 Kültür Yayınları 420 İnternet ortamında kitap yayını: file:///C:/Documents%20and%20Settings/drnasgin/Belgelerim/Downloads/kutadgu%20biligg. pdf. s.107. 20 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması mütenasip özellikleri bilhassa vurgulanmış olduğundan, devlet adamlığına ilişkin ortak vasıfları hepsine şümullü düşünmemiz mümkündür. Asalet: İlk dile getirilen özellik ‘asalet’tir. Buna göre "Beylik için insanın ilk önce asil soydan gelmesi gerektir" (1949). "Babası bey ise, oğul bey doğar; o da babaları gibi, bey olur" (1950). Yalnız burada dikkati çeken husus, sözü edilen asaletin kana dayalı olmamasıdır. "Aslında bütün insanoğullarının menşei büyüktür; seçkinler ise, bilgi ile temayüz etmiştir" (1958). Bilgili ve Akıllı Olmak: Böylece "bilgili olmak" ön plana çıkartılmaktadır. Gerçekten, asaletin de temeli olarak ortaya konan "bilgili olmak", en çok vurgulanan özelliktir. Hatta "Bey adı bilig kelimesi ile ilgilidir; bilig'in lamı giderse, beg adı kalır" (1954) denilerek, beylik kelime etimolojik olarak da "bilgi"ye dayandırılır. Öte taraftan bilgi tek başına yeterli görülmez. Bey akıllı da olmalıdır. Çünkü "insan her işe başlarken, bilgi ile başlar ve akıl ile sona erdirir" (1967). Ne akıl, ne de bilgi tek başına yeterlidir. Çünkü "bey halkı bilgi ile elinde tutar; bilgisi olmazsa, aklı işe yaramaz" (1968). Beylerin işlerini yanlış yapmaları, beyliğin "hastalanması" demektir ki, "beylik hastalığının ilacı akıl ve bilgidir" (1970). Bilgili ve akıllı olan bey, "akılsız kimseleri işten uzak tutmalı"(1990); "akıllı insanlara müşavir nazarıyla bakmalı"dır (1995). Cesaret: “Halk için beyin cesur ve kahraman olması iyidir; büyük işleri ancak bu meziyetlerle karşılamak mümkündür” (1961). Cesaret düşmana karşı koymak için (2044) ve ayrıca, asker dâhil herkesin "ondan cesaret alması" için (2045) gereklidir. Çünkü "Arslan köpeklere baş olursa, köpeklerin her biri karşısındakilere aslan kesilir. Eğer aslanlara köpek baş olursa, o aslanların hepsi köpek gibi olur" (2047–48). Cesurluk ayrıca, cömertliğin gerektirdiği mal sahipliğini ve ülkenin refahı için lüzumlu ganimetleri sağlayacağı için de ayrı bir önem arz etmektedir. Çünkü "Cesur, gözü pek olan insan için mal eksik olmaz; akdoğan için de yem eksik olmaz" (2054). 21 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İyi Tabiatlı ve Yumuşak Huylu Olmak: Beyin cesurluğu yanında, hırçın olmaması, yumuşak huylu ve iyi tabiatlı olması ve fazilete önem vermesi çokça vurgulanmıştır. Birçok kez "güzide", "asil" veya "iyi" tabiat olarak vurgulanan bu niteliğe önem verilmiş ve beyin "seçkin olması" (1963), "hayatının sevinç içinde geçmesi" (1977) "il ve şehirleri idare, sulh ve sükûneti temin" (1981) için “iyi tabiatlı” olması gerektiği üzerinde durulmuştur. Eğer "beyin gönüllü, dili ve tabiatı düzgün olmazsa, saadet memlekette dolaşamaz, kaçar" (2082). Ayrıca, "Avam tabiatının beye yakın olması uygun düşmez; bu tabiat yaklaşırsa, bey itibarını derhal kaybeder" (2079). "Bir kimsenin adı bey, fakat tabiatı avamınki gibi olursa, o halk arasında avamdan daha aşağı görülür" (2082). Hayâ ve Takva Sahibi Olmak: İşte bu nedenlerden dolayı, "bey"in tabiatı düzgün, kendisi yumuşak huylu ve ayrıca "hayâ sahibi" olmalıdır. Çünkü "hayâ sahibinin tavır ve hareketi, eksilmeyen bir bütündür. Hayâ sahibi kimse yumuşak tabiatlı olur; kendisine yakışmayan hiç bir işe el sürmez. Bütün uygunsuz işlere mani olan hayâdır; bütün iyi işlere ulaştıran da hayâdır. Hayâ insanı her işte iyiye sevk eden bir vasıtadır" (2005–2009). Öbür taraftan "bey"in takva sahibi de olması gerektiği söylenir. Çünkü takva sahibi olmak, hataya düşmemek için titiz davranmayı gerektirdiğinden "böyle titiz hareket eden beyler doğru iş görürler." (1986) "Eğer Bey takva sahibi ve temiz kalpli olmazsa; hiç bir vakit temiz ve isabetli hareket edemez" (1987). Sabır ve Sükûnet Sahibi Olmak: Beyliğin başta gelen meziyetleri olarak sunulan ve "bey için bir ziynettir" (1988) denilen "sabır ve sükûnet" de önemle vurgulanmaktadır. Aceleciliğin değil beyler, herkes için "fena"; "zevzeklik ve hiddetli mizaç" ile birlikte aceleciliğin "bilgisizlik alametleri" olduğu belirtilmekte, "cimrilik, hiddet, inatçılık ve yalancılık ile aceleciliğin" beyin kendinden uzak tutması gereken hususlar arasında sayılmaktadır (1996, 1997, 2061, 2062). Ayrıca acelecilik, "küstahlık ve zevzeklik" ile beraber "avam tabiatı" olduğu için de, bey bunlardan uzak bulunmalıdır (2078). 22 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Aç Gözlü Olmamak: Bey tok gözlü olmalıdır. Aç gözlülük, "ilacı ve devası bulunmayan bir hastalıktır." Açgözlü adamın açlığı, ancak ölümle nihayete erer (2001-2004). Dolayısıyla bu özellikler, "beyliğe layık bir beyde" istenmeyen özelliklerdir. Doğru Sözlü ve Dürüst Olmak: Beyin sözü ve kalbi doğru olmalıdır. "Bey doğru sözlü olmalı, tavır ve hareketleri itimat telkin etmelidir ki, halk ona inansın ve huzur içinde yaşasın" (2038). Yalancı insanın vefalı olamayacağı ve vefasız kimselerin halkın hayrına uygun olmayan işler yapacağı (2039) görüşünden hareketle "iyi nam ve şöhretle adının yayılmasını isteyen" beylere, "yalancılığı" kendilerinden uzak tutmaları tavsiye edilir (2062). İhtiyatlı Olmak: Memleketin "bağı ve kilidi" olarak sunulan iki şeyden biri "ihtiyatlılık" diğeri "kanun"dur. Doğru kanun koymanın önemini ilerde açıklayacağız. İhtiyatlı olmanın ise, sonuçları açısından önemli olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü diğer pek çok özellikten farklı olarak "beyler ihmalkâr olurlarsa, bunun cezasını başkaları çeker" (2014), yani memleket ve halk zarar görür. Gene beyin iki şey ile "kendi beyliğini bozacağı" ve bunlardan birinin "zulüm", diğerinin "ihmalkârlık" olduğu önemle vurgulanmaktadır. Zulmetmemek: İşte bey, "kendi beyliğini kendisi bozmamak" için zulmetmemelidir. Çünkü "Zâlim adam uzun müddet beyliğe sahip olamaz; zâlimin zulmüne halk uzun müddet dayanamaz." (2030) Zulüm nasıl olur? Zulmün olmaması için çare nedir? Burada çağımızın "hukuk devleti" anlayışı içerisinde vardığı çözümün ta kendisini görmekteyiz: Kanunların varlığı. Ve zulüm ile kanun, sonuçları açısından şöyle özetleniyor: "Zulüm yanar ateştir, yaklaşanı yakar; kanun -sudur; akarsa nimet yetişir." (2032) "Kanun ile ülke genişler ve dünya düzene girer; zulüm ile ülke eksilir ve dünya bozulur" (2034). Burada zulüm ve kanun ilişkisi açıktır. 23 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Örf ve Kanunlara Riayet Etmek: "Hukuk devleti" anlayışının boyutlarını göstermesi açısından hemen belirtmeli ki, kanunlar yalnızca halk memleket için değil, bey için de vardır. Dahası, halkın bunlara itaati, beylerin itaatine bağlanmıştır. "Beyler örf ve kanuna nasıl riayet ederlerse, halk da aynı şekilde örf ve kanuna itaat eder" (2111). "Beyler hangi yoldan giderse, beylerin bu gidişi kulun da yoludur"(2113). Kanunları Doğru Uygulamak ve Refahı Sağlamak: "Memleketin “bağı ve kilidi” olan iki şeyden birinin "kanun" olduğuna yukarıda değinmiştik. Gene "su gibi olduğunu" ve "akarsa nimet yetişeceğini" belirttiğimiz bu "kanun"lar elbette ki "doğru konulmuş kanunlar"dır."Hangi bey memlekette doğru kanun koydu ise, memleketini tanzim etmiş ve gününü aydınlatmıştır" (2017). Kanun doğru konulduğu gibi doğru "yürütülmelidir" de. "...memlekette uzun müddet hüküm sürmek istersen, kanunu doğru yürütmeli ve halkı korumalısın"(2033). Bütün bunlar tek başına yeterli değildir. "Memleketin direği, temeli, sağlamlığı, esası ve kökü iki şeye bağlıdır. Bunlardan biri “halkın hakkı olan kanun”, diğeri de “hizmette bulunanlara dağıtılan gümüş”tür. Kanun himayesinde halk sevinç içinde yaşamalı ve parayı görerek, hizmet edenlerin de yüzleri gülmelidir. Bu iki zümre beyden memnun olursa, memleketi ve idaresi düzene girer; bey huzura kavuşur. Herhangi bir bey halka kanun vermez, halkı korumaz ve halkın serveti kapanın elinde kalırsa, o halkın içerisine ateş atmış olur; memleketi bozulur ve hiç şüphesiz, beyliğin temeli yıkılır." (2132– 2137) Görüldüğü üzere, kanunlar doğru konulmalı, doğru yürütülmeli ve başta beyler bunlara riayet etmelidir. Bu şekliyle kanunlar beyin halka verebileceği en güzel şey, dahası "halkın hakkı" olan şeydir. Öte yandan, beylikte hizmet görenler (memurlar) de yeterli gümüş (maaş) verilerek memnun edilmeli, yüzleri güldürülmelidir. Bey ancak böyle huzura kavuşur ve memleket idaresi düzene girer. Beyliğe hizmet verenler içerisinde askerler özel önem arz ederler. Çünkü "Hangi Bey askerini memnun etmezse, kılıç da kınından çıkmaz. Kılıç kımıldadığı müddetçe düşman kımıldayamaz; kılıç kınına girerse, beyin huzuru kaçar." (2138, 2144) 24 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Cömert ve Alçak Gönüllü Olmak: "Beye cömertlik ve alçak gönüllülük lazımdır; alçak gönüllülük ile birlikte tabiatı da sağlam olmalıdır." (2049) "Cömertlik", iyi adının dünyaya yayılması, etrafına askerlerin toplanması için gerekli görülen bir özelliktir. Cimrilik ise acelecilik, hiddet, inatçılık ve yalancılık ile beraber beyin kendisinden uzak tutması gereken beş şeyden birisidir. Bu konuda tavsiye edilen şudur: "Sağ elin kılıç sallar ve vururken, sol elin ile mal dağıt." (2069) "Bey gönlünü alçak tutmalı, eli açık olmalı, merhameti de bunlarla mütenasip bulunmalıdır. Bey mağrur, kabadayı ve kibirli olmamalı; gurur insanı doğru yoldan çıkarır. Beyler büyüklük taslar ve kibirli olurlarsa, ey oğul onlar şüphesiz itibar görmezler. Gurur ile insan göğe yükselmez; alçak gönüllü olmakla da işi bozulmaz" (2073.2115.2118.2119). Tatlı Sözlü ve Güler Yüzlü Olmak: Bütün bu erdemlerin yanı sıra, beyin "halk tarafından sevilmesi ve itibar görmesi için güler yüzlü, tatlı sözlü, yumuşak huylu olması ve bütün hareketlerinde buna uygun davranması" (2071–2072) da tavsiyeler arasındadır. İnatçı Olmamak: Bey için kötü olan ve beylere bunlardan kendilerini uzak tutmaları salık verilen beş şeyden birisi de inatçılık olduğundan yukarıda söz etmiştik. İşte bunların en kötüsü olarak vurgulanan inatçılık, insana "düşmanın yapamadığı fenalığı onun kendi hareketi ile kendisine" yaptıracağından bir tür "düşman" olarak değerlendirilmektedir (2067 vd). İtidalden Ayrılmamak: Beyin fiziksel özelliklerine de genel hatlarla değinildiğini görüyoruz. Buna göre bey, ne çok uzun boylu ne de bodur olmalıdır. Çünkü "bilgi nazarında boyunun çok uzun olması makbul değildir" (2086) ve "kısa boylu, bodur kimseler hırçın tabiatlı olurlar; hırçın nereye giderse, orada kavga başlar" (2089). Dolayısıyla, boyun orta olması ve "her şeyin bununla mütenasip olması; her işte itidalden ayrılmaması" (2090) tavsiye edilmektedir. Bu arada, yüzünün "güzel olması" saçı sakalı düzgün, yakışıklı olması, yüzünü gören herkesin, bakınca onu seveceği durumda olmasından söz edilmektedir. (20832084). 25 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İçki İçmemek ve Kumar Oynamamak: İçki, "insanlar için fesat kaynağı, yapılmaması gereken şeylerin yapılma sebebi ve fakirlik yolu" olduğu gibi, beyler için de zararlı görülmüştür. Fesat ve fesada sebep olan içki de beyliğe, dolayısıyla halel getirmiş olur (2014). Ancak içki, başka açılardan da, bey için zararlı görülmektedir. Bunlardan birincisi, yukarıda kanunlara uyulmasını açıklarken değindiğimiz "Beyler hangi yoldan giderlerse, beylerin bu gidişi kulun da yoludur"(2113) ilkesi ile ilgilidir. Bu şöyle ifade edilmektedir: "Bey içkiye müptela, müfsit ve kaba olursa, onun bütün halkı da ayyaş olur"(2106). Beylerin içki içmemeleri için ikinci özel sebep, beyin yanlış iş yapmasının olumsuz sonuçlarının kendisiyle sınırlı kalmayıp halkı etkileyecek olmasındandır. "Dünya beyleri şarabın tadına alışırlarsa, memleketin ve halkın bundan çekeceği zahmet çok acı olur. Avam içkiye müptela oldu, malı rüzgâr gibi uçtu; bey içkiye müptela olursa memleketi nasıl durur. Yapılacak nice işler içki yüzünden yapılamaz; yapılmaması gereken nice işler de sarhoşken yapılır" (2092, 2097, 2101). Aynı şekilde kumar da bey için uygun görülmez. Bunun da sebebi, vaktini memleket işlerine vermesi içindir (2093). Himmet ve Mürüvvet Sahibi Olmak: "Halka baş olan beye himmet lazımdır; bu himmet ile birlikte mürüvvet de bulunmalıdır. Bey, himmet ve mürüvvet ile şöhret bulursa, dilediğine erişir ve av ayağına gelir. Himmet sahibi bulunmayan kimse ölüdür; her iki dünyada da mahrum kalır" (2124– 2126). Siyaset Sahibi Olmak: "Himmet ile beraber, bir de siyaset lazımdır; siyaset için de beylik şartlarını haiz bir beyin riyaseti lazımdır. Bey, memleket ve kanunu siyaset ile düzene koyar; halk, hareketini onun siyasetine bakarak tanzim eder... Beylerin kapısını siyaset süsler; bey siyaset ile memleketini düzene koyar" (2127–2130). Sonuç Bildiride, Kutadgu Bilig’te yüksek kademedeki yöneticilerin hangi vasıfları haiz bulunması gerektiğine ilişkin hususların yer aldığı “beyliğe layık bir bey nasıl olmalıdır” bölümü üzerinde yoğunlaşılmış 26 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ve buradan hareketle kadim Türk kültüründeki idareci tasavvuru ortaya konulmaya çalışılmıştır. Türk toplumunun idealleştirdiği, özlediği ve öngördüğü özelliklere sahip ideal bey/yönetici/lider tipini, yaklaşık bin yıl sonra yeniden "hatırlamak", sadece bir tarih incelemesi değil, aynı zamanda devlet, siyaset ve idare felsefesinin temellerinin ortaya konmasıdır. Eski Türklerde günün, siyasal erki elinde bulunduran en üst yöneticileri (hakanları) olan "bey"lerin sahip olmaları gereken/beklenen niteliklerin tahlili, günümüze de ışık tutacak niteliktedir. Zira şurası bir hakikattir ki toplumların siyasal ve bürokratik örgütlenmeleri, o toplumun tarihi, maddi ve manevi kazanımları ile yakından ilgilidir. Görülüyor ki Kutadgu Bilig, tarih ve edebiyat sahalarının yanında devlet idaresi alanında da, daha fazla yararlanmamız gereken bir eserdir. Kaynakça ADALIOĞLU, H. Hüseyin, “Bir Siyasetname Olarak Kutadgu Bilig”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.34 Güz 2013, s.237–253. ARSAL, S. Maksudi, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul, 1947, BAŞER, Sait, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre”, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1990. BOMBACİ, Alessio, “Kutadgu Bilig Hakkında Bazı Mülahazalar”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı, DTCF Yayını, İstanbul 1953. DİLAÇAR, Agop, Kutadgu Bilig Üzerinde Çalışmalar, TDK Yayını, Ankara, 1995. DOĞAN, Nejat, “Kutadgu Bilig’in Devlet Felsefesi-I” Erciyes Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 12 Yıl: 2002 s.127–158. DOĞAN, Nejat, “Kutadgu Bilig’in Devlet Felsefesi-I” Erciyes Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 13 Yıl: 2002, s.77–94. ERCİLASUN, Ahmet B., “İlk Müslüman Türk Devletlerinde Dil ve Edebiyat”, Türkler, C. 5. Yeni Türkiye Yayını, Ankara 2003, s.759-783. İNALCIK, Halil, “Kutadgu Bilig’de Türk ve Iran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri,” Reşid Rahmeti Arat İçin, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1966, s. 259–271, 27 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı KAFESOĞLU, İbrahim, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, Kültür Bakanlığı Yayını, İstanbul 1980. KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, İstanbul 1984. KAŞGARLI Mahmud, Divânü Lügâti’t-Türk, (Çeviren Besim Atalay), TDK Yayını, C. I, 4. baskı, Ankara, 1998. KÖPRÜLÜ, Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi Ötüken Yayınevi, İstanbul 1981. ÖZ, Şaban, “Kutadgu Bilig’de Türk Cihan Hâkimiyeti Düşüncesi” Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, C.11, S.201, s.1935. SEZER, Şennur ve ÖZYALÇINER, Adnan, Kutadgu Bilig’ten Seçmeler, İstanbul 2009. TAŞ, İbrahim, Kutadgu Bilig’te Söz Yapımı, Türk Dil Kurumu Yayını Ankara 2009. ÜLKEN, Hilmi Ziya, Uyanış Döneminde Tercümenin Rolü, İstanbul 1935. YUSUF Has Hâcib, Kutadgu Bilig II (Çeviri, Reşit Rahmeti Arat) Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1994. YÛSUF Hâs Hâcib, Kutadğu Bilig, (Hazırlayan Mustafa S. Karaçalin) TC Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler Genel Müdürlüğü, 3137 Kültür Yayınları 420 (İnternet ortamında kitap yayını: file:///C:/Documents%20and%20Settings/drnasgin/Belgelerim/ Downloads/kutadgu%20biligg.pdf). 28 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AYDEMİR, Özgür Kasım (2014). “Kutadgu Bilig’de Dile Gelen İktidar”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.3140 (http://bilgelerzirvesi.org). Özgür Kasım AYDEMİR* KUTADGU BİLİG’DE DİLE GELEN İKTİDAR “Bak doğan ölür, ondan eser olarak söz kalır; Sözünü iyi söylersen ölümsüz olursun.” Yusuf Has Hacib “Ölümlüler, dilin konuşması içinde yaşarlar. Dil konuşur.” Martin Heidegger Giriş D ilin yaşam evrenini dilbilgisi değil, dilin beslenmekte olduğu kültür atmosferi sağlamaktadır. Bu bağlamda başta dil yadigârlarımız olmak üzere her türlü dilsel veri üzerinde kültürel bağlamı içerisinde öncelikle metnin içeriğe yönelik gerçekleştirilecek olan çalışmalar, kültür evrenin özelliklerini ve işlevsel dil birimlerini ortaya koyabilecektir. Aksi takdirde dil yadigârlarımız ancak dil bilgisel mekanik sistemler evreni olarak algılanabilecektir ki bu durumun, ilgili eserlerin niteliğinin ortaya konulabilmesi ve toplumun kültürel devamlılığının sağlanabilmesi adına engel oluşturabileceği belirtilebilir. Bu bağlamda dilsel üretimler; özelde üretimin gerçekleştirildiği toplumun, genelde ise insanlığın düşünsel gelişimi ve evren algısı için temel veri tabanı özelliği taşımaktadır. Metinlerin içeriklerine yönelik çözümlemelerde sığlıktan ve tekrar girdabından kurtulabilmenin yolunun ise çağdaş felsefi disiplinleri kullanmaktan geçmektedir. Bu disiplinler içerisinde “Kültür felsefesi, insani insan toplumu ve insanlık ile ilgili her şeyi konu edinmesiyle konuları sınırlanmış diğer felsefe disiplinlerinden hem ayrılan hem de bu disiplinlerin tümünü kucaklayan bir özel konuma sahiptir. Çünkü onun konusu olan ‘kültür’, özel felsefe * Doç. Dr. Pamukkale Üniversitesi. 31 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı disiplinlerinin konuları olan dil, din, bilim, teknik, sanat, ahlak, devlet, siyaset, estetik vd. bir dizi fenomenden oluşur (Özlem 2008: 152).”29 Çalışmada, belirtilen gerekçelerden hareketle kültür tarihimizin önemli bir metni olan Kutadgu Bilig’in dilinden hareketle eserin içeriği felsefi bağlamda iktidar kavramına yönelik incelenmiş ve değerlendirilmiştir. “Karahanlılar adı ile araştırmalara konu olan ve hafızalarda bu isimle yer edinen Türk Hakanlığı, İslam’ı kabul eden ilk Türk devleti olmakla, her alanda büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemi yansıtmaktadır (Hunkan 2011: 57).” Gerek böylesi bir geçiş dönemi özelliğini barındırması, gerekse hükümdara önerilerde bulunmak amacıyla yazılmış siyasetname edebi türünün ilk örneği olması, Kutadgu Bilig’in önemini ve değerini güçlendirmektedir. Eserde “Birbirleriyle çok sıkı bağlı olan birey, toplum ve devlet hayatının ideal bir şekilde düzenlenmesi için gereken anlayış, bilgi ve erdemlerin ne olduğu; bunların ne şekilde elde edileceği ve nasıl kullanılacağı üzerine duran şair-düşünür, bununla kendi devrinde gündelik hayatın üstüne yükselenlerin düşüncelerine tercüman olmuştur. O, birçoklarının ısrarla iddia ettiği gibi, iyi olmaları için mevki sahiplerine tatsız mecazlarla ahlak dersi veren kuru bir öğütçü değildir. Yusuf bu eseriyle insan hayatının anlamını çözümleyen ve onun toplumun, dolayısıyla da devletin içindeki görevini saptayan bir felsefe, bir hayat felsefesi sistemi kurmuştur (Arat 2006: 29-30).” Kutadgu Bilig, belirtilmiş olan özelliklerinden dolayı Türkiye’deki ve yurt dışındaki pek çok bilim insanının üzerinde çalıştığı değerli, özgün bir veri tabanı niteliğindedir. Eserin dil bilgisel özelliklerinin yanında içeriğine yönelik de önemli çalışmalar yapılmıştır. Felsefe, sosyoloji, ilahiyat, tarih, dilbilim alanlarında gerçekleştirilmiş olan bu çalışmalar, Türk kültür varlığının bu güzide eserinin ayrı bir yönünün ortaya çıkarılmasına yardımcı olmuştur. Eserde, hükümdara yönelik öneriler, salt devlet yönetimi ile sınırlı değildir. Toplumsal yaşamın her alanına ilişkin olan öneriler, bir anlamda toplumun genelinde belirli düzenlemeler gerçekleştirilmeden devlet yapısında düzenlemelere gidilmesinin uygun olmayacağını, dolayısıyla iktidarın salt devlet ile sınırlı olmadığını ifade etmektedir. Bu nedenle, eser üzerine gerçekleştireceğimiz inceleme ve değerlendirmede, toplumun kültür evreni içerisinde söylemle şekillenen iktidar ilişkileri, iktidarın hayatın her alanında hüküm 32 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sürdüğünü öne süren Fransız düşünür Michel Foucault’nun görüşlerinden yararlanılarak değerlendirilmeye çalışılmıştır. Böylelikle bir dil metni, dilbilimin ve felsefenin kesişim evrenindeki, disiplinler arası bilimsel yöntemlerle çözümlemeye çalışılmıştır. Çözümlemelerde yüzeysel bir ifadeyle “güç mücadelesi” olarak tanımlanabilecek iktidar kavramı aracılığıyla, Kutadgu Bilig’in anlam evreninde güce sahip unsurlar ile bunların sınırları (çatışma ve çakışma alanları vs.) değerlendirilmiş olmaktadır. Belirlenen özellikler ve değerlendirmeleri ise Kutadgu Bilig’in oluşumundaki özgün tarihsel ve kültürel bağlamına dayalı olarak işletilmiştir. Böylelikle dilsel üretimlerin içeriğine yönelik olarak felsefî dayanalar aracılığıyla barındırdıkları özgün değeri, Kutadgu Bilig özelinde örneklendirilmeye çalışılmıştır. Bulgu ve Değerlendirme: “İlk kez vasiyette bulunan ve ilk kez öğüt veren şair (Yavuz 2000: 358).” olan Yusuf Has Hacib, belirtilen öğretici özelliği dolayısıyla eserinde anlaşılır, duru bir Türkçe bırakarak eserinin zamana hükmetmesine ve mutluluk veren bilginin Bengü iktidarına diliyle zemin hazırlamıştır. “Yusuf 3190 kelime içinde 420 Arapça, 86 da Farsça kelimeye yer vermiştir (Yavuz 2009: 145).” Bu durumda, Selçuklu ve Gazne Devletlerinin aksine Türk Hakanlığı (Karahanlılar) döneminde Türkçe’nin resmî dil olmasının da payı vardır. Eserin dilinin, bilginin aktarımına ve yaygınlaşmasına hizmet etmesi yönüyle iktidar kavramı ile doğrudan ilişkisi bulunmaktadır. Anlaşılırlık, bir dil üzerine biyoiktidar niteliği taşıyan sığ özellikteki unsurlara eğilim gösteren halkı da yönlendirilebilecektir. Nitekim Batı siyasetinde önemli bir stratejik değer taşıyan biyoiktidar, siyasallaşan tıbbî söylemden de yararlanarak beden üzerinden insanın temel yaşam olanaklarını bilgiye dayalı olarak düzenlemektedir. Kutadgu Bilig’in, adında da yer alan ve mutluluğa ulaşmanın aracı niteliğindeki bilgi kavramına ilişkin kelimeler (bil-, bilmek, bildeçi, bildi, bildim, bilding, bile, bileyi, bileyin, bilgey, bilgil, bilgü, bilgüçi, bilgüçiler, bilgüke, bilgüsi, biligli, biliglike, biliglisi, biling, bilip, bilir, bilirde, bilirin, biliring, bilirke, bilirler, bilirmü, bilmedi, bilmedim, bilmeding, bilmedükin, bilmegey, bilmegil, bilmegüçi, bilmek, bilmese, bilmesü, bilmesünler, bilmeyü, bilmez, bilmiş, bilmişe, bilmişi, bilmişig, bilmişim, bilmişmni, bilmişin, bilmişing, bilse, bilsü, bilü, bilür, bilürmü, bilümese, bilümez, bildür-, bilge, bilgedin, bilgeke, bilgeler, bilgeleri, bilgem, bilgesi, bilig, bilgi, biligde, bligdin, 33 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı biligi, biligig, biligin, bilging, bilgin, biligni, biligke, biligler, biligleri, biliglerin, biligli, biliglig, biligligke, biligligni, biligsiz, biligsizke, bilin-, biliş) toplam 1071 kez kullanılmıştır. Foucault’nun iktidar felsefesini, özgür özneye dayandırmasının paralelinde, Kutadgu Bilig’de de özgür öznenin kendi rızasıyla, bilgi aracılığıyla iktidara tabi olabileceğini belirtebiliriz. Ancak Yusuf Has Hacib’in söyleminde iktidarın özgür özne üzerindeki hâkimiyetini sağlayan bilgi, biyoiktidar kurgusuna dayalı olarak insanı, beden başta olmak üzere maddi temellere değil, biyoiktidarın hâkimiyet alanı dışına taşımaya yönlendirmektedir. Bu yönüyle, Foucault’un iktidar felsefesinin temel belirleyicisi olan bilgi kavramı, biyoiktidar kavramını da şekillendirirken; bilgi, Kutadgu Bilig’de, biyoiktidarı geçersiz kılma aracı olarak konumlandırılmıştır ki bu durum, batı felsefesi ile Türk felsefesi arasındaki önemli bir ontolojik farklılık belirtisidir. Öyle ki, Kutadgu Bilig’de bedenle imlenen maddî algı önceliğinin ve bedensel hazlara eğilimli kişilerin iktidar tarafından olumlulanması söz konusu değildir. Hatta eserde, Ögdülmiş’in Odgurmuş’a avam ile nasıl ilişki kurulması gerektiğini anlattığı bölümde bir anlamda toplumsal sınıf ayrımının maddî değil manevî unsurlara dayandığı belirtilmektedir. Bu toplumsal algı İslamiyet’in kabulü ile birlikte Türk toplumunda daha da kuvvetlenmiştir. “Daha hayatta iken, ‘heyecanlı peygamber, yerini siyasetçi ve azimle savaşan dini cemaatin başkanına bırakmasına’ rağmen Hz. Muhammed için melik veya emir gibi dünyevi unvanların kullanılmasını ona karşı bir küfür olarak nitelendirmek mümkündür. (Barthold 2006: 41)”. Dünyevî unsurlar gelip geçici ve aldatıcı nitelikte değerlendirilirken, iktidar tarafından bu unsurlara düşkünlük, kaçınılması gereken bir özellik olarak sunulmuştur. Eserde yer alan, “kılıksız bolurlar kara Ǿam budun/törü yok toku yok katılmış ödün (4321)30 ve “kara kadgusı barça karnı üçün/budun tevşigi barça bogzı üçün (4327)31” ifadeleri bir anlamda iktidar sahibi erdemli bireyin temel özelliği; madde öncelikli algısı değil de manevi unsurlara odaklı “töre” sözcüğü ile karşılanan geleneksel dünya nizamnamesine öncelik ve önem vermesi olarak değerlendirilebilir. Bu ifadelerin içeriğine koşut olarak zenginlik de, bedene değil ruha yönelik metafizik kurgu içerisinde konumlanmış ve 30 “Avam halk görgüsüz olur; ilişkilerinde de ne töre ne de usul vardır (Arat 2006:744).” “Kara halkın kaygısı hep karnı içindir; onun çalışıp didinmesi hep boğazı içindir (Arat 2006:744).” 31 34 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “tükel bay bolayın tise belgülüg/köngül baylıkı kol ay ersig külüg(2618)32” ifadesiyle de açıkça belirtilmiştir. Dünyevî unsurlardan birine duyulacak olan bağ(ım)lılık, bir başkasına bağımlılığı koşullayacak ve böylelikle kişinin yönetiminde biyolojik yapısının hâkim olduğu bir yaşam alanı oluşacaktır. Bu yaşam alanından kaçınılmasına, biyoiktidarın reddiyesine yönelik telkin, Yusuf Has Hacib’in dilinde hem bu dünya hem de karşı cins imgeleri ile ifade bulmuştur. Adaletin temsilcisi hükümdar Kün Togdı hakkında, bu dünyanın özellikleri anlatılırken bir anlamda dünyevî, maddî unsurların özellikleri de ifade edilmekte ve biyoiktidar kurgusunun üzerine inşa edilebildiği maddî/geçici dünya “bu irsel yayıg kılkı kurtga ajun/kılınçı ol kız körse yaşı uzun/ ara kılkı kız teg kılınçı silig/sevitür sunup tutsa birmez elig/seviglini sevmez keyik teg kaçar/kaçaglıka yapçur adakın kuçar/ara körse yegrür bezenip udu/ara körmedük teg kılur yir kodu/ara körse evrer yana terk yüzin/avaglar neçe tutsa birmez özin/öküş beg karıttı karımaz özi/telim beg keçürdi kesilmez sözi33 ( 399-404)” söylemi belirtmiş olduğumuz kurguyu örneklendirmektedir. Kutadgu Bilig’in felsefi bağlamda iktidar kavramı içerisinde değerlendirilebilecek temel anlam odağı olan ‘bilgi’, felsefe tarihinde olduğu üzere eserde de teferruatlı bir şekilde değerlendirilmiştir. Bu yönüyle öncelikle evreni algılama aracı olarak görülen bilgi, yorumlayıcılıktan uzaktır. Bir teşbih ile “idi yakşı aymış biliglig sözi/bu bilge sözi ol biligsiz közi34 (1048).” Belirtilen farklılığa vurgu yapan bu ifadenin aynı zamanda doğru bilgiye ulaşabilmenin erdemine gönderme yaptığı belirtilebilir. Nitekim doğru bilginin etkinliği, eserin genel niteliğine bağlı olarak salt bu dünya ile sınırlı değildir. Mutluluk veren doğru/hakiki bilgi zamana hükmetmeli, iki dünya için geçerli olmalı ve hatta geçerliliğin önceliği de baki âleme dayalı olmalıdır. İslamî yaklaşıma uygun olan bu olumlulamaya göre, bu dünya, üzerindeki maddî unsurla birlikte, bireyi ve toplumu 32 “Tam anlamıyla zengin olmak istersen, hiç şüphesiz, gönül zenginliği dile, ey şanlı yiğit (Arat 2006:495).” 33 “Bu kocakarı dünya vefasız ve dönet huyludur; edası kız gibidir, ama bakarsan yaşı büyüktür. Bazen edası kız gibidir, tavırları güzeldir, kendini sevdirir; fakat tutmak istedin mi elini vermez.Seveni sevmez ondan geyik gibi kaçar; kaçana yapışır, onun ayağına sarılır. Bir bakarsın, süslenip süslenip konuşarak arkandan koşar; bir bakarsın, görmezlikten gelir önüne bakar. Bir bakarsın yine yüzünü çabucak çevirir, nazlanır; ne kadar yakalamak istersen, kendine el sürdürmez. O çok beyleri yaşlandırdı, kendisi hiç yaşlanmaz; çok beyleri göçürttü, hiç susmak bilmez (Arat 2006: 151-153).” 34 “Bilgili çok iyi bir söz söylemiş, bilgenin sözü bilgisiz için göz olur (Arat 2006: 261).” 35 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı iktidarca olumlulanan asıl hakikatten koparabilecek çeldiricilerdir ve bu doğrultudaki eylemler Tevfik-i İlahi’den yoksun görülmektedir. Eserde, Odgurmış’ın hükümdara öğüt verişinin anlatıldığı “Yanut birdi ođġurmış aydı ilig/bayat birsü barça tilekke elig/bu ķıvçaķ ķovı dünya kikçi ajun/neçe beg ķarıttı ķarımaz özün/sini teg telim beg keçürdi sevip/sanga ma anundı keçürgey ivip35 (5132-5134).” beyitleri, bilgi kavramının şekillendirdiği, belirlenen hükümlerin dayanağı niteliğindedir. Kutadgu Bilig’de geçen; “sevinçin süzülmiş bu đünya bütün/munı ķođ taķ bir ajunķa köre36 (6642).”, “ögüm yetmişi söz bitidim tükel/oķıġlı uķuġlı özüng ülgi al/ķayu türlüg erse yorıķıng yolung/ayu birdim azraķ bekütgil ulung/bu yol dil yolı hem bu dünya yolı/bu yolça yorı yolda azma ulı37 (6496-6498).” ve “tünek ol bu đünya ay đünya begi/tünek içre bolmaz saķınçta öngi38 (5185).” ifadelerinden de dayanak alarak bu dünyaya yönelik sunulan bilgilerin dahi, aslında, baki âlemdeki mutluluğun aracı olması noktasında bir işleve sahip olduğunu belirtebiliriz. Çünkü geçici olana ilişkin bilgi aldatıcı, doğru olmayan bilgidir. Bu noktada madde ile ilgili tüm kazanımlara yol gösteren bilgi evreni de geçici ve yanıltıcı olmakla nitelenmiştir. Zira eserde, sonluluğa vurgu yapılan bağlamda kullanılan “ne kim işler erse tükelin küder/tükegli tükese inişke yanar39 (1050); ve “ölümke usanma köngül tut tirig/neçe kiç tirilse töşengü yirig40(1383)” ifadeleri, maddi evrenin geçiciliği ve aldatıcılığı yönünde yalın bir uyarı özelliği taşımaktadır. Türklerin İslam medeniyetine dâhil olduktan sonraki algı dünyasının belirginlik kazandığı Kutadgu Bilig’in bu kurgusunu mensup olunan dinî değerlerle ilişkilendirmek gerekmektedir. Zira dinî değerler, eser 35 “Odgurmış cevap verdi, dedi ki; Ey hükümdar, Tanrı her işte sana tevfikini refik etsin. Bu kof ve boş dünya çok eski bir alemdir; o nice beyleri yaşlandırdı, kendisi yaşlanmaz. Senin gibi birçok beyi sevdi ve sonunda onlardan yüz çevirdi; şimdi senin için hazırlandı, fakat seni de çabuk bırakacak (Arat 2006: 867).” 36 “Bu dünyanın her yanı zevkle doludur; onu bırak, öteki dünyaya bak (Arat 2006: 1089).” 37 “Aklımın erdiği sözlerin hepsini yazdım, ey okuyan ve anlayan insan bunlardan hisse al. Nasıl hareket edeceğini; hangi yola gireceğini biraz izah ettim; sen buna göre hareket ederek hayatına esaslı bir temel kur. Bunlardan bir din yolu, biri de dünya yoludur; bu esaslı yoldan şaşma (Arat 2006: 1069).” 38 “Ey dünya beyi, bu dünya bir zindandır; zindanda endişeden başka bir şey bulunmaz (Arat 2006: 875).” 39 “Her şey kendi olgunluğunu bekler, tam olgunluğa erişince tekrar inişe başlar (Arat 2006: 261).” 40 “Ölüme gafil avlanma gönlünü diri tut; ne kadar yaşarsan yaşa bir gün toprağa gireceksin (Arat 2006: 313).” 36 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması içerisinde içselleştirilmiş kültür evrenin temel unsuru olarak konumlandırılmıştır. “İslam düşüncesinde bilginin önemsenmesinin en önemli nedeni, bilgi ile iman arasındaki doğrudan bağlantıdır. İnsan hakikate bilgi aracılığıyla yaklaştığından, bilgisi derinleşen kişilerin imanlarının güçlü olacağı ve diğer insanlardan daha fazla Tanrı’ya yaklaşacaklarına inanılmıştır (Bıçak 2009: 139).” Bu doğrultuda Kutadgu Bilig’de, öncelikle bilgi sahibi (gören göze sahip) olarak bir aşama ilerleyen kişi(ler) ardından doğru bilgiye ulaşmaları ve onu tatbik etmeleri ölüsünde erdemli birer mümin olarak iktidar sahibi olabilmektedir. Felsefî bir imge olarak da kullanıldığı üzere, günlük hayattaki pastoral kurguya ilişkin iktidar alanının önemli uygulayıcılarından biri çobanlardır. “Firavun Mısırlı bir çobandı. Aslında taç giyme töreninde ritüel olarak çobanın değneğini alırdı… Bu pastoral temayı geliştirip genişletenler İbranilerdi. Gene onların inanışlarında oldukça özel bir nitelik vardı: Halkının çobanı Tanrı ve yalnızca Tanrı’dır. Bunun tek bir olumlu istisnası vardı: Monarşinin kurucusu olan Davud, çoban olarak gönderme yapılan tek kişidir. Çoban sürüyü derleyip toplaması gereken, sürüsünün selametini sağlaması gereken onları bir amaç doğrultusunda, elçi konumundaki kendisinin uygun gördüğü yolda yürüten, yol aldıran kişidir. Çoban, iktidarın uygulayıcısı, sürüsünü götürdüğü yol(lar) ise iktidarın amacına yönelik stratejinin somutlanmasıdır (…) Ancak bu metafor kimi düşünürlerce Grek kültürüne, Hristiyanlık’a ya da Yahudilik’e dayandırılsa da biz; bu metaforun, İslamiyet’e ya da İslamiyet öncesi Türk kültürüne dayandığını da değil, insanlık tarihi içerisinde evrensel bir özellik taşıdığını düşünmekteyiz. Nitekim İslam dini peygamberi Hz. Muhammed de bir çoban idi. (Aydemir 2008: 553)”. Dinler tarihindeki peygamberlerin asıl mesleklerinin tüccarlık değil de çobanlık oluşu, iktidarın kavram alanı ile büyük oranda çakışmaktadır. Emanetçi olan, koyunların asıl sahibi ile koyunlar arasında aracı olan ve emanet addettiği koyunların birini diğerinden ayrı tutmayan çoban, sürüyü korumakla yükümlüdür. Çobanlık, Kutadgu Bilig’de geçen “ay ilig ķatıġlan özüng eđgü bol/begi eđgü bolsa buđun eđgü ol/buđun ķoy sanı ol begi ķoyçısı/baġırsaķ kerek ķoyķa ķoy kütçisi41 (1411-1412).” ifadesinde, belirtilen bağlamda kullanılmıştır. Ancak Yusuf Has Hacib, eserinde, pastoral iktidara 41 “Ey hükümdar, gayret et, kendin iyi ol; beyi iyi olursa halk da iyi olur. Halk koyun gibidir, bey de onun çobanıdır; çoban koyunlara karşı merhametli olmalıdır (Arat 2006: 317).” 37 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı dayalı bir metafor daha eklenmiştir: “Koyun sürüsünün koçu”. Bir anlamda çobana tâbi olmakla beraber, çobandan sonra sürüyü yönlendirmekle yetkili olan, adaletli davranma yükümlülüğü bulunmadan sürüyü arkasından sürükleyebilecek yetide olan bu metaforu da “bilgi” kavramı kurgulamakta ve oluşturmaktadır. Bir anlamda -devlet yönetimine yönelik- hükümdarın ardından iktidar sahibi olan veziri de karşılayan bu kişi, Kutadgu Bilig’de bilgiye sahip olan, bilgiyi özümsemiş olan bilge/âlim kişi, çoban ile temsil edilen hükümdardan sonraki ikinci derecedeki erk sahibi olarak değerlendirilmiştir. Eserde, bilgeler/âlimler ile ilişkinin anlatıldığı “bular ol sürüg ķoyķa erkeç sanı/ķoyuġ başlasa sürse yolça köni42 (4353).” beyitinde ifadesini bulan bu söylemle, belirtilen kurgu açıkça vurgulanmaktadır. Sonuç: Günümüzde özellikle yaygın (popüler) kültür tasarımı içerisinde maddî temeller üzerine inşa edilen ideal evren kurgusunun aksine İslamî Dönem Türk Edebiyatı’nın ilk siyasetnamesinde maddi evrenin tüm unsurları geçici ve aldatıcı özellikleri ile sunulmuştur. Maddenin kullanım ölçüsünün manevî ölçütlere dayandırılması gerektiği belirtilen Kutadgu Bilig’de “nerek neng kişike kerek edgü yang/kerek bolsa bolgay çıray birle teng43 (1307).” beyiti, bu bağlamda özellikle iyilik kavramına işaret eder. İyiliğin yanı sıra, adaletli davranma, aşırılıklardan kaçınma, doğruluk, bilgiye ve bilgiliye değer verme, takva sahibi olmanın gerekliliği gibi manevi donanımlarla gerçek mutluluğa ulaşılabileceğinin yine temel araç olan dil ile bildirildiği Kutadgu Bilig’de ancak bu yolla, baki âlemde muktedir olunabileceği belirtilmiştir. Ulaşılan çözümlemelerin Batı felsefesindeki metafizik unsurlar ve post-yapısalcı iktidar kurgusu karşısındaki farklılıkları Kutadgu Bilig’i oluşturan özgün Türk kültür evreninin özelliklerinden kaynaklanmakla birlikte eser, evrensel kapsamlı nihaî yargıları da barındırmaktadır. Mutlak iktidar yolundaki erkin korunabilmesinin koşulları yine fâni dünyadaki iktidar ile ilişkilendirildiğinde Yusuf Has Hacib; yerel unsurlarla beslemekle beraber iktidar elinde bulunduranın sahip olması gerektiği evrensel nitelikleri “Ay ilig bu beglik uzun kolsa sen/kaç iş kıl kaç iş kod kılur erse sen/törü kıl katıglan bolup kılma küç/tapug kıl bayatka anıng kapgı kuç/ikinci usal 42 “Bunları koyun sürüsünün koçu say; onlar başa geçip doğru yola götürsünler (Arat 2006: 749).” 43 “İnsana mal niye gerek, gereken iyi huydur; böyle olan insan gerekirse büyün şeyleri bulur (Arat 2006: 301).” 38 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bolma sak tur odug/sanga tegmesün bir müfaca yodug/iki ödte kılma kayu erse iş/hava övke kelse serip kısgu tiş/bu kaç neng küdezgil küdezildi il/uzun turga beglik sanga bilge il44 (1450-1454).” ifadeleri ile dile getirmiştir. Böylelikle Türk kültür evreninin bu bilge şahsiyeti, bir anlamda, makalenin yapısal sınırları içerisinde temel özellikleri değerlendirilen ülküsel nitelikteki kişiyi maddî ve manevî evrenin erkine ulaştıracak yönetimsel değerlerin özünü vermiş, muktedirlik kapısının anahtarını sunmuştur. Daimi mutluluğa acıkan bu kapıdan geçenlerin, iktidar sahibi kişiler olacağı göz önünde bulundurulduğunda, Yusuf Has Hacib’in günümüzün dil felsefesine dayalı kuramları bağlamında değerlendirilmesi yoluyla bilgeliği, mütefekkirliği makalede bildirilen somut dayanaklarıyla ve temel özellikleriyle birlikte vurgulanmıştır. Kaynaklar: Arat R. R. (çev.), 2006. Kutadgu Bilig, Kabalcı Yayınevi, İstanbul. Aydemir Ö. K., 2008. Hatai’nin Şiirlerinden Hareketle İktidar Çözümlemesi, 2. Uluslararası Türk Kültür Evreninde Alevilik ve Bektaşilik Bilgi Şöleni Bildiri Kitabı, Gazi Üniversitesi, Grafiker Yayınları, Ankara, s. 549-559. Aydemir Ö. K., 2013. Kutadgu Bilig’in Dilinde Bilgi Kavramı ve İşlevi, Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Prof. Dr. Ȃmil Çelebioğlu Armağanı, ISSN: 1308-2140, Volume:8/1, Winter, Türkiye, s.803-810. Bıçak A. 2009. Türk Düşüncesi I Kökenler, Dergâh Yayınları: İstanbul. Esin E. 2001, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalcı Yayınları, İstanbul. Foucault M., 1999. Bilginin Arkeolojisi, Çeviren: Veli Urhan, Birey Yayınları, İstanbul. Hunkan Ö. S., 2011. Türk Hakanlığı (Karahanlılar), IQ Yayınevi, İstanbul. Özlem D., 2008. Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Doğu Batı Yayınları, Ankara. 44 “Ey hükümdar bu saltanatın uzun sürmesini istersen, şu birkaç işi yap şu birkaç işi de bırak. Adaletle iş gör, buna gayret et, asla zulm etme; Tanrı’ya kulluk et ve O’nun kapısına yüz sür. İkincisi gafil olma, dikkatli ol, uyanık dur; sana başkası yüzünden ansızın bir suç yüklenmesin. Heves ve öfke anında hiçbir iş yapma; her iki halde de dişini sık, sabret. Bu birkaç şeye dikkat edersen, memleket gözetilmiş olur; saltanat uzun sürer, sana sulh ve sükun sağlanır (Arat 2006: 321-323).” 39 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Türk H. B., 2012. Çoban ve Kral: Siyasetnamelerde İdeal Yönetici İmgesi, İletişim Yayınları, İstanbul. Yavuz K., 2009, Yusuf Has Hacib ve Kutadgu Bilig, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt: XXXVII, s. 40 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması DEMİRAĞ, Dilaver (2014). “Tavusun Kuyruğu: Mevlana ve Dünyevi İktidar”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.4346 (http://bilgelerzirvesi.org). Dilaver DEMİRAĞ* TAVUSUN KUYRUĞU: MEVLANA VE DÜNYEVİ İKTİDAR İ ktidar kavramının hem metafizik, hem de siyasi bir boyutu vardır. Siyasi Antropoloji alanındaki çalışmaları ile bilinen Marcel Gauchet siyasi iktidarın olmadığı herhangi bir toplum biçimi olmadığını belirtir ve siyasi iktidarları kendi içinde ikiye ayırır: Bölünmüş toplumlar olarak Devlet biçimindeki siyasi iktidar ile kolektif ve manevi boyutu olan, bölünmemiş toplumlara özgü şeflik sistemi. Bu tezler üzerinden hareket eden Cemal Bali Akal ise modern döneme dek iktidarın iki boyutu olduğunu ve bunların asla aynı kişide ya da aynı kurumda bütünleşmediğini belirtir. Bu iki iktidar biçimini manevi otorite ve maddi iktidar olarak tanımlayabiliriz. Manevi otorite bir iktidar gücüne ihtiyaç duymaz; onun gücünün kaynağı, meşruiyet ve bu meşruiyetten doğan itaattir. Bu anlamda otorite zorlamaz, zorladığı anda otorite gücünü kaybetmiş olur. Otorite iknaya da gerek duymaz; bu da onun artık başkalaştığı bir noktadır. Otorite doğrudan yönetmez, otorite daha çok yönetmenin temel ilkelerini belirler. Kadim Çin maneviyatı olarak Taoculuk bu konuda iyi bir örnektir. Tao göğün yolunu takip eder ve siyaseti de buna göre kurgular. Tam da bu nedenle içinde doğallığı içermeyen zorlama ve ikna gibi iki argümana sahip iktidarı reddeder ve iktidarı Tao'ya aykırı olarak görür. Benzer şekilde Hristiyanlıkta da devlet olarak dünyevi iktidar pek de hoş karşılanmaz din adamlarının bu tür işlerden uzak durması istenir. Agustinus devleti insanlar olarak ilk günahtan, cennetten, gökteki babamızdan uzaklaşmanın doğurduğu bir katlanılası kötülük olarak görülür. Buna mukabil iktidar, otoriteden farklı olarak bir şeyleri yaptırabilme gücünü, bir gurubun bir başka grubun üzerinde gerçekleştirdiği bir kuvveti ifade eder. Bu bakımdan iktidar zoru yahut zorlamayı içerir, ancak insanları sadece zorlayarak, zor uygulayarak * Araştırmacı-Yazar. 43 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yönetmekte sürekli isyanla, çatışma ile meşgul olmak gereklidir. Bu yüzden de iktidarın, uygulamış olduğu gücün meşru olduğuna, yönettiği insanları ikna etmesi gerekir. Bu bakımdan İktidar otoriteye ihtiyaç duyar, kendi otoritesini onaylatmak durumundadır. Tam da bu nedenle maddi iktidar her daim ruhani/manevi olana ihtiyaç duyar. Manevi otorite gücünü sahip olduğu seçilmişlikten, manevi kudretten alır. O üstün bir kişidir çünkü metafizik bir güç tarafından ruhani metafizik yeti ve yetenekler ile donanmıştır. İnsanların ona duyduğu derin saygı ve onun bir dediğinin iki yapılmaması tam da bu özelliğinden dolayıdır. İktidar böylesi bir kudretten yoksundur. O yönetebilmek için yeri geldiğinde zora ihtiyaç duyar, zordan kaynaklanan korkutabilme gücü onun iktidarına karşı koyulmasını sağlar, ama dediğimiz gibi bu iktidarı güvenlik altında tutmaz. Bu haldeki bir iktidar paranoyak bir halde durur ve giderek daha zorbalaşır. Böyle bir iktidarın eninde sonunda çökeceğini düşünmek kehanet olmasa gerekir. İşte tam da bu nedenle iktidar kendi meşruiyetini oluşturmak için bir uzlaşmaya ihtiyaç duyacaktır. Bunu ona aradığı meşruiyete fazlası ile sahip olan manevi otorite verir. Bu boyutu ile manevi otorite uzaktan ya da dolaylı yönetme sanatıdır. Hindu kast anlayışında Brahmanlar ile soylu yönetici sınıf olarak Kşatriyalar arasındaki ilişki, ruhani olanla maddi olan arasındaki hiyerarşiyi konumlandırır. Yönetme işi, soylu ve yönetici sınıf yönetim işini bizzat yürütür, ancak yönetimle ilgili esas özne Brahmanlardır. Ona göre; mahiyeti itibariyle Brahmanlar Kşatriyalardan daha üstündür; bunun nedeni de toplum içinde az ya da çok keyfî olarak ilk yeri aldığı için değil, bilginin eylemden, ilmin amelden üstünlüğünden ötürü daha üstündür. Ve elbet, metafizik alan fizik alandan üstündür. Bunun için ruhani otorite, her zaman için maddi iktidarı kontrol edebilir, ama bunun yanında hiçbir şey tarafından ya da en azından hiçbir dış olgu tarafından kontrol edilemez. Maddi iktidar ruhani otoriteyi kontrol edemez. Altta olan simge üstte olan simgeyi asla kuşatamayacağı gibi, maddi olan bir şey de manayı kuşatamaz. Aksine, geleneksel öğretilerde ruhani otoritenin hâkimiyeti söz konusudur. Burada ‘otorite’, istenilen manaya uygun olarak seçilmiş bir kelimedir: çünkü özü itibariyle içsel olan ruhani güç, kendini her türlü destekten bağımsız olarak, yalnızca ve yalnızca kendisiyle ifade eder ve gözlerden uzak bir şekilde faaliyet gösterir. Bu ilke hemen hemen tüm geleneklerde geçerlidir. Osmanlı da Padişah Şeyhülislama, Şeyh Efendilere danışır onların çizdiği ilkeler ile adil bir yönetim oluşturur. Ancak bunun değiştiği durumlar da 44 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olabilir. Kimi zaman maddi iktidar kendi sınırlarının dışına çıkarak manevi otoriteyi kontrolü altına alır ki bu bir tür mutlak iktidar durumudur. İşte bu tür iktidar tutkusu sûfi literatürde her zaman eleştirilir. İktidar Şehveti olarak adlandırılacak bu durum için Kur’anî tabir ile müstekbir ifadesi kullanılır ki en müşahhas örneği de Firavundur. Firavun hem maddi iktidarı, hem de yarı tanrı bir varlık olarak manevi otoriteyi inhisarına alıp tanrılık taslayarak kibrin en büyüğünü yapmış, İslami ifade ile şirk koşmuştur. Mevlana bu iktidar hırsını, makam mevki peşinde koşan iktidar tutkusunu bir hayvan üzerinden sembolize eder; kuyruğunun güzelliği ile övünen, kendine adeta tapan, yani narsisit bir simge olan ve başında da taş olduğu için iktidar kudreti ile sembolize edilen Taçlı Tavus. Dört Kuş Dört Huy ve Nefs-i Emmarenin Halleri Olarak Tavus Tene ait dört huy, Halil’in kuşlarına benzer. Onları kesmek cana yol açar. " Ey Halil, iyiden kötüden kurtulmak için kes onların başlarını da ayaklar setten kurtulsun. Çünkü bu ten dört huyun durağıdır, o huyların adları, dört fitneci kuştur. Halkın ebedi olarak diriliğini istersen bu dört şom ve kötü kuşun başlarını kes. Sonra da onları bir başka çeşit dirilt de artık onlardan bir zarar gelmesin. Dört yol kesen manevi kuş, halkın gönlünü yurt edinmiştir. Bütün gönüllere emir olursan, ey kişi, bu zamanda Allah halifesi sensin. Bu dört diri kuşun kes başlarını da ebedi olmayan halkı ebedileştir! Bu kuşlar, kaz, tavus, kuzgun ve horozdur. Bunların içlerdeki benzerleri de dört huydur. Kaz hırstır, horoz şehvet. Makam tavusa benzer, kuzgun dileğe" Tavus İktidarın sembolü olarak dünyada makam mevki peşinde koşma telaşına kapılmanın sembolüdür ki bu tür çabanın dünyevi hayatta yol açacağı zararlar için Gazali önemli uyarılar yapmıştır. Gazali İhyâu'l-Ulûm' da, "Makam mevki neden tabiî olarak insana sevimli gelir? O derecede ki, çok çetin bir mücâhede ve mücadele olmadan kalp bundan kurtulamaz" der. Mevlana bu yol üzerinde ilerler ve sûfilerin birçoğu gibi makam ve mevki, yani iktidar hırsına kapılmanın ne büyük felaket olduğunu, Mesnevi’de Tavus üzerinden anlatır. Hırs babında Kaz ve Tavusu örnek verirken Tavusu daha öne çıkartır "Mevlânâ hırs bakımından iki kuşu karşılaştırıyor: “Kazın hırsı, tavusun hırsı. Kazın hırsı boğaz ve şehvet hırsı idi... Tavus ise baş olma iddiasındadır ve bu hırs berikinden kat kat büyüktür. Bunlardan biri yılansa, öbürü ejderha gibidir" (Mesnevi, Cilt 5). 45 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Dilaver Gürer, Füsûsu’l- Hikem ve Mesnevî’de, Peygamber Öyküleri kitabında bunu şöyle yorumlar "Tavus, iki renklidir. İki renkli oluşu ikiyüzlülüğünü gösterir. Makam ve şöhret arzusuyla dolu olmasına rağmen münafıklığından kendisini halka müttakî gibi tanıtır. Amaçları halkı avlayıp şöhret kazanmak ve onlardan maddi faydalar sağlamaktır. Fakat riyaset hırsında bundan kat kat fazlası vardır. Mevki sahibi ilahlık iddiasına kalkışır. Hakk’a müşriklik etmeye yeltenir. Bu tıpkı Âdem peygamberle İblis’in durumuna benzer. Hz. Âdem midesine düşkünlük sebebiyle sürçtü. Oysa İblis’in hatası kibirden ve kendini beğenmişliktendi. Hz. Âdem istiğfar ile kurtuldu, ancak İblis kendini beğenmişliğinden kurtulamadı." Görüldüğü gibi Mevlana, Maddi İktidarın sorunlu doğasına değinerek bunun, adil yöneticileri dışarıda tutarsak, iktidar ve makam elde etmek için çabalayan, hak etmediği makamı elde etmek hırsı ile yanıp tutuşan nefs sahiplerini Tavus üzerinden ele alarak eleştirmektedir. Şöhret tutkusu da 'nefs-i emmare'nin bir ürünüdür. Nefs-i emmare, insan nefsinin en aşağı mertebesi ve “Muhakkak nefis kötülüğü emredicidir.” âyetinin haber verdiği büyük düşmandır. Şehvet, hırs ve hasedin emrine girmekle, ruh ve kalbi aşağıların ve bayağıların hizmetine sokmağa çalışır. Kötülüğe âşık, harama düşkün, sefahate hayrandır. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgandır. Şeytanı meleklere secdeden men eden haset ve kibir, bu nefsin önde gelen sıfatları ve en belirgin özellikleridir. Makam hırsı da nefs-i emmarenin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Tam da bu nedenle Hz. Mevlana Dört Kuşta temsil olunan kötü huyları -ki hepsi içinde dünya hırsı kavramı kullanılabilir- başlarını kesmeyi önerir. Bu şekilde nefs sükûn bulacaktır. Nefsi sükûn bulmuş bir yönetici de makam ve mevki hırsı ile tutuşup helak edici olmayacak, dünya adalet ile dolacaktır. Ne yazık ki bugünün dünyasında makam hırsı ile dolmayan tevazu sahibi yöneticiler çok az rastlanan kişilerdir. Zamanımız nefsi azdıran dönem olduğu için iktidar hırsı da özendirilmektedir. Malum iktidar esas olarak dünyada kişilerin elde etmek istediği arzularına kavuşması için birebirdir. Rüşvet vb. su-i istimallerin, İktidar hırsı nedeni ile Ortadoğu'da örneklerine bolca rastladığımız diktatörlerin de kaynağı, elde edilmesi için hırsla yanılan dünya tutkularıdır. Mevlana vb. bilgelerin iktidar ile ilgili bu uyarıları çağımız için daha da önem taşımaktadır. Allah bizleri zulümden ve bu zulme neden olan iktidar hırsından korusun demek en doğrusu olsa gerek. 46 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması GEDİKLİ, Fethi (2014). “Nasreddin Hoca Fıkralarında Kadı İmgesi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.49-60 (http://bilgelerzirvesi.org). Fethi GEDİKLİ* NASREDDİN HOCA FIKRALARINDA KADI İMGESİ E ski edebiyatımızda ve folklorumuzda kadı anlayışı öteden beri beni düşündürmüştür. Eski devirlerde “kadı”nın yetkilerinin bugünkü ‘muadili’ hâkimden çok daha fazla oluşu, onu hayatın merkezine oturtmuştu. Bu sebeple, edebiyatta ve folklorda onun geniş biçimde yer alması anlaşılabilir bir şeydi. Yine adaletin mülkün, yani devletin temeli olarak görülmesi sebebiyle kadının vazifesi son derece önemliydi. İşte bu düşüncelerle, umum Türk halk edebiyatının en büyük yaratılarının başında gelen Nasreddin Hoca’nın fıkralarında ‘kadı’nın görünüşünün araştırılmaya ve üzerinde düşünülmeğe değer olduğu kabulüyle bu tebliği hazırladık. Konu hakkında Nasreddin Hoca fıkraları üzerinde çalışanlar zaman zaman durmuşlardır. Örnek olarak Azerbaycanlı İlimler Akademisi Folklor Enstitüsü müdürü folklor bilgini Hüseyin İsmayılov “Molla Nesreddin Letifeleri”, adlı araştırmasında konu üzerinde değerlendirmelerde bulunmuştur. Aslında konu daha geniştir. Divan edebiyatı dediğimiz eski edebiyatımızda ise kadıya yöneltilen birçok eleştiriler, yapılan imalar, onun adaleti veya adaletsizlikleri incelenmeyi ve çözümlenmeyi beklemektedir. Halk edebiyatı eserlerinde de benzer unsurları bol mikdarda bulmak mümkündür45. Kadı Keloğlan Masallarında da bir kahraman olarak girmiştir46. Hatta atasözlerimiz ve deyimlerimizde de bu bakımdan birçok malzeme vardır. Kadı eski idare teşkilatında o kadar temel bir rol üstlenmiş ve iktidarın odağı olmuştur ki kaba bir atasözünde “Ananı… kadı; kimi * Prof. Dr. İstanbul Üniversitesi. Mesela, Ruhsati’nin eseri böyledir. Bkz. Doğan Kaya, Ruhsatî’nin Uğru ile Kadı Hikâyesi, Sivas 2009, 2 bs., 59 s. Bu hikâye Azerbaycanda da Düzd ve Qazi (Oğru ve qazı) adıyla Aynure Hesenova tarafından Farsçasından çevrilerek ve yazma ve taşbasması nüshaları ile birlikte yayınlanmıştır (AMEA Mehemmed Fuzuli adına Elyazmalar İnstitutu, Bakı 2011, 90 s.) 46 Keloğlan ve Kadı, haz. Bahaettin Coşkun, İstanbul, Şubat 1986, 16 s. 45 49 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kime şikâyet edeceksin!” diye acı bir yakınmaya yol açmıştır. Bu atasözü kadı dışında başvurulacak bir merciin olmadığını, halkın çaresizliğini işaret eder. Kadılık itibarlı, nüfuzlu bir meslek olduğu kadar, sorumluluk isteyen, adaletten ayrılındığı zaman öbür dünyada da bunun hesabının verileceği bir meslektir. Bu sebeple, Ebu Hanife gibi büyük hukukçuların kadılık görevinden kaçtıkları bilinmektedir. Osmanlı Medeni Kanunu mesabesindeki Mecelle, 1792. maddesinde “Hâkim (kadı) hakîm, fehim, müstakim ve emin, mekin, metin olmalıdır.” demiştir. Yine buraya modern edebiyatımızdaki “kadı”nın nasıl göründüğü de dâhil edilebilirdi. Mesela bu bağlamda hemen aklımıza gelen çok ilginç iki örnekten biri, edebiyatımızda modern kısa hikâyenin kurucusu Ömer Seyfeddin’in “Başını Vermeyen Şehit” hikâyesinde çok önemli ve olumlu bir yer işgal eden “Kuru Kadı” figürüdür. Öbürü ise Bahaettin Özkişi’nin “Köse Kadı” isimli tarihi romanında, Osmanlı’nın Avrupa’da tutunmasını sağlayan en temel figür olarak “Köse Kadı”yı tasvir etmesidir. Fakat biz bu tebliğimizde meseleyi Nasreddin Hoca fıkraları temelinde müstakil bir araştırma mevzusu olarak almak istedik. Günümüze kadar Nasreddin Hoca fıkraları defalarca basılmıştır. Bunların tümü taranırsa birinde olmayıp da diğerinde olan farklı fıkralara rastlanacaktır. Bilebildiğim kadarıyla bugüne kadar bütün Nasreddin Hoca Fıkralarını derleyen ve tasnif eden böyle büyük bir işe girişilmiş değildir. Bütün Nasreddin Hoca Fıkraları kitaplarını taramak çok uzun bir çalışmayı gerekli kıldığından büyük halkbilimcimiz Pertev Naili Boratav’ın Nasreddin Hoca kitabını esas aldık. Bu kitap en eski yazmalardan başlayarak fıkralara yer vermiştir. Yapı Kredi Yayınlarından çıkan ve müstehcen fıkra örneklerini de barındıran bu eser Ekim 1995’te İstanbul’da basılmış olup 292 sayfadır. Sansürsüz yayınlandığını söyleyebileceğimiz bu kitap bizi bambaşka bir Nasreddin Hoca ile tanıştırmaktadır. İçinde 594 fıkraya yer verilmiştir. Boratav, kitabına 88 sayfalık bir inceleme de yazmıştır. Bu noktada hemen şunu söyleyebiliriz. Aslında Nasreddin Hoca’nın gerçek kişiliği ne olursa olsun, ona atfedilen fıkralarda bir değil yüzlerce Nasreddin vardır ve bu fıkraların pek azı bu gerçek Nasreddin Hoca’ya aittir. Geri kalanı isimsiz Nasreddin Hocalarca, yani bütün halk tarafından imal edilmiş ve bu hakiki şahsiyetinden başka bir şahsiyete büründürülmüş olan Nasreddin Hoca’ya yakıştırılmıştır. Dolayısıyla bu fıkralara halkımızın iyiliklerini, 50 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kötülüklerini, zaaflarını, meziyetlerini, sapkınlıklarını, istikametini aksettiren aynalar olarak bakabiliriz. Söze giriş babındaki bu girizgâhtan sonra fıkraların yorumlanması meselesine gelebiliriz. Halk, fıkraları anlatırken umumiyetle onların düz anlamlarını kast eder. Bununla birlikte, eskiden beri bazı kimseler Hoca’nın fıkralarının zahiri anlamı ötesinde mecazi bir anlamı olduğunu ileri sürmüşler ve bazı fıkralarını bu yolda yorumlamışlardır. Belirtmek yerinde olur ki, bu anlamda en eski yorum, Hoca’dan en erken söz eden yazılı kaynak olan Saltukname’dedir. Ebulhayr-i Rumi’nin, kaydına göre Nasreddin Hoca, Sarı Saltuk’un, “Ev sizin mülkünüz müdür?” sualine, “Benim dünyada üç nesneden başka mâlım yoktur, biri zekerim ve ikisi hayalarımdır” der. Sarı Saltuk “Bu eri velidür derler. Bu sözün beherhal bir meali ve bir tevili vardur. (…)” dedikten sonra bu sözün anlamını çözmeye çalışır. İkisini bulur, üçüncüsünü Hoca’ya sorar. Cevap biri ilimdir, biri ameldir, biri ihlâstır, şeklindedir. XVII. asır sufilerinden Niyazi-i Mısri’nin de Hoca fıkralarından birini tasavvufi anlamda yorumlama teşebbüsü vardır. Bir sonraki asırda Salahaddin-i Uşşaki (ö. 1196/1782), Kuşadalı İbrahim Halveti (ö. 1260/1845) bazı fıkraların mutasavvıfane yorumlayıcıları arasındadır. Bu yolda en sistemli eseri ise Mevlana’nın torunlarından Seyyid Burhaneddin (d. 1814-ö. 189747) Letaif-i Nasreddin Hoca adlı kitabında yapmıştır. O, Hoca’nın fıkralarına yer vermiş, sonra da onları şerh ve tercüme etmiştir. Buradaki tercüme ifadesi fıkraların düz anlamından tasavvufi anlama aktarılmasını ifade etmiş olmaktadır. Bu kitabında Burhaneddin, kendisini musannıf, muktatıf, hazırlayan değil, mütercim olarak tavsif etmiştir. Şimşek de onun tercüme kelimesini kullanmasını manidar ve dikkat çekici bulmaktadır.48 Eserin yazması Afyon Gedik Ahmed Paşa Kütüphanesindedir ve içinde 121 latife vardır. Cumhuriyet döneminde –yanılmıyorsam- bu işe ilk teşebbüs edenlerden birisi, İsmail Emre’dir.49 Onun neşrettiği İç Kaynak 47 Selami Şimşek, Nasreddin Hoca ve Tasavvuf, Buhara Yayınları, ilaveli 2. bs, İstanbul, s. 115, n. 264. 48 Şimşek, 116. 49 İsmail Emre önemli bir tasavvuf adamı olmasına rağmen bugüne kadar araştırmacıların az ilgisini çekmiş gözükmektedir. H. 1316 / M. 1900 Adana’da doğdu. Aslen Harput’tan Adana’ya göç eden müderris Emir Halil’in oğlu âlim bir zat olan Hakkı Efendi’nin oğludur. Altı yaşında anasız, on yaşında babasız kalmıştır. Amcaoğlu Nalbant Şükrü Efendi tarafından yetiştirilmiş ve on yedi yaşına kadar ondan nalbantlık öğrenmiştir. Herhangi bir eğitim almamış, eski yazıyı sonradan güçlükle okuyacak kadar öğrenmiştir. Yazması zayıftır. İsmail 51 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Dergisi’nde böyle yorumlanmış örnekler vardır50. Son zamanlarda ise bir tasavvuf araştırmacısı olan Selami Şimşek, Hoca’nın fıkralarını tasavvuf boyutuyla ele almıştır51. Şair Şaban Abak da kendine has uslubuyla bu fıkraları yorumlayarak çok hoş ve ilginç bir kitap ortaya koymuştur52. Ayrıca eserlerini İngilizce yazan ve tasavvufi çalışmalarıyla tanınan İdris Shah da Hocamızın fıkralarını tasavvufi zaviyeden yorumlayanlar arasındadır53. Bununla birlikte, bu yorumların bazılarının “zorlama olduğu ve mutlaka mistik bir anlam çıkarmak için konuyu kendi istediği yönde yorumladığı da bir diğer dikkat çekici husustur.54” Bence Şimşek’in bu tespitini, bu vadideki bazı başka yorumlamalar veya açıklamalar için de söyleyebiliriz. Bu yorumların arkasında zaman zaman sanki komiklik, güldürmek, mizah kötü bir şeymiş, hatta dine aykırı imiş, hatta günahmış gibi bir anlayış saklıdır. Şimdi tebliğin asıl konusuna gelebiliriz. Burada yapmak istediğimiz kadı ve hâkim sözünün geçtiği fıkraları tahlil etmeyi tecrübe ederek bu fıkralarda kadı imgesinin ne olduğunu tespite çalışmaktır. Son zamanlarda Nasreddin Hocanın hukukçuluğuna atıflar çoğalmaktadır55. Onun imamlık yaptığı, hafız olduğu, kelam ve fıkıh tahsil ettiği belirtilmektedir. Ziya Şakir onun medresede ders vermekten sıkılıp kadılığa geçtiğini, fakat bu görevde karşılaştığı süfli davalar sebebiyle bundan da vazgeçtiğini ileri sürer.56 Dolayısıyla onun hukukçuluğu daha çok kadılık yapmakla ilgili yorumlanabilir. Fıkralarında medrese eğitimi görmüş olması, müderrislik, naiplik ve Emre 1917-18 yıllarında tanıştığı Tarsuslu mutasavvıf Hafız Halil Develioğlu’na büyük bir aşk ile bağlanmış ve onun vefatı olan 1933 yılına kadar aralıksız ondan feyiz almıştır. Hayatına dair geniş bilgi İsmail Emre, İç Kaynak Aylık Tasavvuf ve Edebiyat Dergisi kKülliyatı 1-15. Sayılar, ts, byy., s. 5. 50 Mesela, age, s. 23-24. 48-49, 70-71, 92-93 51 Bkz. Not 3. Kitabın ilk baskısı 2005’te yapılmıştır. 52 Şaban Abak, Tarifi Bende (Bir İslam Aydını Olarak Nasreddin Hoca), Vadi Yayınları, Ankara 2012. Ayrıca Hamdi Cemil Yılmaz, Denizli’nin Nasreddin Hocası, İstanbul 2010, 128. Bu son yazar da bazı fıkraların mesajlarını yazmıştır. 53 Bu konu hakkında geniş bilgi için bkz. Şimşek, s. 110-122. 54 Şimşek, 116. 55 Bu hususu vurgulayanlardan biri Şinasi Altundağ’dır. Bkz. “Nasreddin Hoca’nın İlim Cephesi Hakkında”, Ilgaz Dergisi, S. 35, Ağustos 1964, s. 10-13. Bu yazı M. Sabri Koz’un hazırladığı Nasreddin Hoca Kitabı’na (Kitabevi, İstanbul 2005’e s. 107-114) da dahil edilmiştir. (Burada bu yeniden yayın kullanılmıştır.) Ayrıca bkz. Orhan Çeker, “Bir Hukukçu Olarak Nasreddin Hoca”, Yedi İklim Dergisi Nasreddin Hoca Özel Sayısı, S. 138-9, EylülEkim 2001, s. 115. Şevket Topal, “Nüktedan Bir Hukuk Bilgesi: Nasreddin Hoca”, Eski Yeni, aylık şehir kültürü dergisi, Yıl. 2, S. 16, Haziran 2010, s. 66-70. 56 Selami Şimşek, s. 55, n. 95. 52 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kadılık görevinde bulunması hasebiyle Hanefi mezhebinin önemli fıkıh kitaplarından Kuduri’nin adı birkaç kere geçmektedir. Selami Şimşek “Bir kadı yani hukukçu olarak onun hak ve adaletten ayrılması düşünülemez. O, sadece mizacı gereği hakikatleri nükteli olarak söylemiş ve bunu yaparken de asla doğruyu söylemekten geri durmamıştır.57” Hocanın yaşadığı dönem (XIII. asır) Anadolu’da Moğol işgali ve bunun yol açtığı düzensizlik ve iktisadi buhran sebebiyle oldukça sıkıntılı bir devirdir. Latifelerde bu sebeple bazı meslek sahiplerinin işlerini tasfiye etmek, çiftçinin köyünü ve toprağın bırakmak zorunda kaldığı, imam, kadı ve müderrisler gibi meslek mensuplarının da vakıf gelirlerinin düşmesi yüzünden geçimlerini temin etmede zorlandıkları tahmin edilebilir.58 Nasreddin Hoca’nın fıkralarını yorumlamak göründüğü kadar kolay değildir. Fıkraları tekrar tekrar okuyarak üzerinde düşünmek icap edebilir. Biz yukarıda belirttiğimiz gibi, burada Boratav’ın kitabındaki 40 adet kadı, kadılık ve hâkim kelimelerinin geçtiği fıkrayı yorumalamayı deneyerek bunlarda kadının nasıl göründüğünü belirlemeğe gayret ettiğimizde şu hususları tespit ettik: 1. Eşeğinin Karahisar’a kadı olması 43. fıkra Bu fıkra, ilk bakışta, bir yandan, Karahisar kadısına yönelik bir eleştiri olarak okunabilir. Belki de o devirde bu yerin kadısı inatçı bir kimseydi. Öte yandan, Hoca’nın elinde bir tutam hasılla (yeni başak tutmaya başlamış yeşil ekin; yeşilken hayvanlara yedirilmek için erken biçilen ekin) Karahisar kadısına varıp çüş çüş diye seslenmesi üzerine, kadı bu adam ne ister diye sorar. Oradaki birkaç ârifin durumu kadıya anlatması üzerine, bunu anlayışla karşılayan kadı, eşeğini yitiren Hoca’ya bir merkep alınmasını ve harçlık verilmesini emreder. Kadı burada çok olumlu çiziliyor. Hoca burada çok saf ve kandırılmış görünüyor! Nasreddin Hoca eşeğinin kadı olduğuna gerçekten inanmış olamayacağına göre, bu fıkra bize başka bir şey söylemek istemektedir. Acaba yitirilen şeyin ne kadar değerli görüldüğüne dair bir anlam taşımış olabilir mi? Çünkü eşek Anadolu köylüsünün en değerli yoldaşıdır. Binek hayvanıdır, yük hayvanıdır, bütün mihnetlerini çeker, mihnetkeşandır. Dolayısıyla burada eşeğin ne kadar değerli bir varlık olduğu da belirtilmiş oluyor. XV. asır şairi 57 58 Şimşek, s. 90. Şimşek, s. 109-110. 53 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Şeyhi de Harnamesinde eşeğin bu yönlerini şairane bir şekilde anlatmıştır. Bu fıkranın başka bir değişkesi 93. fıkrada karşımıza çıkıyor. Daha kısa olan bu ikincisinde Hoca’ya eşeğinin kadı olduğu söylenmiş, Hoca da sevinmiş ve acaba bize naibliğini verir mi diye merak etmiştir. Kalkıp yola düşmüş, bir tekkede (zaviyede) konaklayarak tekke sahibinin karısına beni gece kaldırın, mühim bir işim var demiştir. Meğer orada “ışık”lar59 kalırmış, geceleyin bunun sakalını, bıyığını tamamen tıraş etmişler. Nasreddin Hoca uyandırılıp yola çıkınca bir pınar başında sakalsız bıyıksız halini görüp şaşmıştır: “Bir Seydi Kadı (Kazı) ışığı” idi. Sonra bu kadın, beni diye bir Seydi Kadı ışığını uyandırmış diye düşünmüş. Buradaki Seydi Kazı/Kadı Seyid Gazi dergâhına işaret olmalıdır60. Bunun başka bir değişkesi ise 182. fıkradadır. Birbiriyle ilgisiz birkaç hikâyeye yer veren bu fıkrada hocanın haksız yere el koyduğu eşeği kaybolmakta ve onu sorduğu birisi “Gördüm senin eşeğin filan yerde kadı olmuş” demiştir. Hoca da bu sefer biraz arpa alarak kadı önüne varmış ve arpa arpa demeğe başlamış. Kadı, “Görün! Şu deli midir?” diye emir vermiş. Hoca da “Söylemeyi bırak da semerini ne yaptın?” diye mukabele etmiştir. Burada Hoca, eşeğinin kadı olmasıyla ilgilenmiyor, “mal”ını (semerini) arıyor. 106. fıkrada da bir gün Hoca, evimi soydular ve bir tarağımı çaldılar diye kadıya şikâyet etmiş, kadı da o nedir ki onu ararsın diye mukabele etmiş. Hoca da “ben onu bir parmağımla tutup üfürdüğüm vakit beş kere dönerdi.” demiş. Bu fıkrada da insanın küçük de olsa malının ne kadar değerli olduğuna bir işaret vardır; mal canın yongasıdır. 59 Işıklar için bkz. Ahmet Yaşar Ocak’ın eserlerine bakılabilir. Mühimme Defterlerinde (M.D.? Belge No: 73) Eskişehir'de Seyitgazi Dergâhı mensubu Işıklarının cezalandırılmasına dair bir emir vardır. Eskişehir ve Seyitgazi kazalarında Seydi Gazi Işıklarından suçlu olanların tutuklanmaları hakkındaki tekiden yazılan bu hüküm şöyledir: “[Yev]mü'l-cum'a fî 24 Ramazâni'l-mübârek sene 966 [30.06.1559] yazıldı. Eskişehir kadîsına hüküm ki: Hâliyâ mektûb gönderüp hükm-i şerîf vârid olup mazmûn-ı hümâyûnında Eskişehir ile Seydî Gazî kazâlarında sâkin olan Seydî Gazî Işıkları'nun ba'zı ehl-i fesâdı olup anun gibilerin kayd ü bend ile yarar âdemlere koşup Kütâhya kal'ası'nda habs idesin ve esbâbların defter idüp arz idesin diyü fermân olınmış idi. Emr-i âlî mûcebince teftîş olındukda Eskişehir kadîlığında iki nefer Işık bulınup biri yimi yıldan ve biri on beş yıldan Ehl-i Sünnet Cemâ'ati târîkına sülûk idüp ve ikisi dahı te'ehlül idüp bi'l-fi'l ehl ü iyâlleri olup kendü hâllerinde olduklarından mâ'adâ hîç bir vechile töhmet-i sâbıkaları dahı olmayup eyülüklerine ol kazânun halkı şahâdet eyledüklerin bildürmişsin. İmdi buyurdum ki emr-i sâbık ile amel idüp anun gibi ehl-i fesâda ruhsat virmeyesin.” http://www.uzumbaba.com/alevi/cezalar_1.htm, 18.05.2014’de erişildi. 60 54 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 502. fıkrada da kadılık yapan Hoca, kendisine gelerek kur yaparak davalaşan iki kadına babacanca öğütler vererek uzlaşmaya davet ediyor. Onların karşısında nefsine mağlup olarak haksız bir hüküm vermiyor. 2. 57. Fıkra. Hoca yolda giderken ensesine biri bir tokat atmış. Kadıya gitmişler. Kadı buçuğa hükmetmiş ve davalının hısımı olduğundan güya getirmesi için adamı salıvermiş. Hoca beklemiş beklemiş, gelen olmayınca kadıya bir tokat aşk edip gelen buçuğu sen al demiştir. Burada kadı olumsuz, yakınlarına yan çıkan yargıç olarak gösterilmiştir. Sonunda Hoca’nın kıvrak zekâsıyla kadıya iyi bir ders verdiği görülüyor. Başka bir fıkrada ise hâkim, verdiği sözü yerine getirmeyen bir adam olarak Hoca tarafından eleştirilmiştir (439. Fıkra). Yine bir fıkrada Hoca, kadı ve tacirle yolculuk ederken kadıyı müzevirlik, yani arabozucu, yalancı ve dolandırıcı olmakla, taciri de öküz olmakla suçluyor. 99. fıkrada alacak iddia eden bir adama karşı hasmı borcum yok der. Hoca (kadı) da borcum yok dediğini alacaklıya tekrarlar, alacaklı hiç böyle para tahsil edilir mi diye mukabele edince, Hoca ona ne yapmak gerekir diye sorar. Alacaklı korkut biraz der. Hoca bunun üzerine davalının ağzına ve kulağına iki parmağını sokar, şimdi bunun parasını öde der. Burada kadı, hiçbir şey bilmeyen, kendi aklı ve muhakemesi bulunmayan bir konumdadır. Kadıya bir eleştiri vardır. Vur deyince öldüren bir kadı tipiyle tanışırız. Herhalde bu fıkra kadılara böyle olmayın diye bir öğüttür. Bu fıkra dilimizde Karakuşi hüküm deyiminin sahibi Kadı Karakuş’u tedai ettiriyor61. Buna benzer bir olaya 218. fıkrada tesadüf ederiz. Bu hikâyede Hoca Allah’tan 1000 altın ister, 1 eksik olursa almayacağını söyler. Bunu duyan Yahudi komşusu Hoca’yı denemek için bir keseye 999 altın koyarak göreceği bir yere koyar. Hoca altını alır, sayar, bir eksik olduğunu görür, ama 999’u veren Allah 1’i de verir diyerek koynuna atar. Yahudi parasını ister, alamaz, Hoca’yı kadıya götürmek ister. Hoca gidip evden feracemi alayım der, Yahudi bir an önce kadıya gitmek amacıyla bende ferace var, sana vereyim diyerek feracesini verir. Kadıya gidince de altınlarını ister. Kadı Hoca’ya “ne dersin” diye sorar, Hoca da Allah’tan istedim verdi, bu adam şirrettir, şimdi benim feraceme de sahip çıkacak der. Yahudi atılıp vallahi ferace de 61 Kadı Karakuş için bkz. İsmet Sungurbey, Medeni Hukuk Sorunları, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1984, s. 643-685. Örnek bir Karakuş hükmü için bkz. Nazlı Ilıcak, “Kadı Karakuş ve Adalet”, Sabah Gazetesi, 21 Ocak 2009, Çarşamba. 55 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı benim der. Bunun üzerine kadı herhangi bir araştırma yapmaya gerek duymadan Yahudi’yi kovar ve altın ve feraceyi Hoca’ya hükmeder. 313. fıkra tam bir Karakuşi hükümdür. Hoca kadıdır, bir kadın yabancı bir erkeği kendisini öptüğü için şikâyet etmektedir. Hoca kadı olarak, sen de onu öp diyor. 528. fıkrada da böyle bir durum vardır. Bir tacir bir handa biriki akçalık yemek (1 tavuk, 2 yumurta, yarım ekmek ve ata da bir tutam ot) yedikten sonra hesabı dönüşte görürüz diye gidiyor. Dönüşte de bazı şeyler yedikten sonra hesabı istiyor. Hancı 200 akça gibi çok yüksek bir ücret istediğinden mahkemelik oluyorlar. Gerekçe arada geçen sürede tavuk ve yumurtaların çoğalarak birçok olacağı ve değerlerinin 200 akçadan ziyadeye erişeceğidir. Mahkemede hancı hâkime uygun bir lisanla rüşvet teklif eder. Hâkim de karakuşi bir hükümle taciri 200 akça ödemeye mahkûm ediyor. Adam çaresiz kaldığında, birileri ona Nasreddin Hoca’yı salık veriyor. Hoca gelip muhakemenin iadesine muvaffak oluyor. Sonra da ortağının tarlayı ekeceğini, ona iyi mahsul almak için bulgur kaynatıp verdiğini, o yüzden belirtilen saatte mahkemeye yetişemediğini ifade ediyor. Kadı da pişmiş buğday ile tarla eken bu adamın sözüne itibar edilir mi? diye sorunca, Hoca da taşı gediğine koyuyor. Siz pişmiş tavuk ve yumurtadan bir mandıra türettiniz? O nasıl oldu deyip davayı çürütüyor. 132. fıkra. Yan yana iki evde oturan iki komşu kadıya gelerek köpeğin bir damdan ötekine atlarken yere pislediğini bildirirler. Biri sen temizle, öbürü sen temizle diye kavga edip mahkemeye gelirler. Hoca da o arada oradadır. Kadı, hocaya bu davanın kadılığını bırakır. Hoca da pisleme hadisesinin nerede vuku bulduğunu sorarak havada iken olduğunu öğrenir; bunun üzerine sizin hiçbirinizle ilgili değildir. “O bad-ı havadır. O kadı efendinindir” demiş. Pisliği kim temizleyecektir? Hoca ustaca bu işi kadıya yöneltmiştir. Burada da kadının işin altından kalkamadığını, işi Hoca’ya havale ettiğini söyleyebiliriz62 105. fıkra. Burada kaba bir fiil söz konusudur. Fiil şahitlerin ifadelerine sabit oldu. Hoca kadı olarak ceza kesecekken “Nasıl 62 Fıkrada pislemek fiili yerine uzmak fiili geçiyor, ancak TDK TTAS’nde ozmak III karşılığında bir de indirmek anlamı var. Ş. Altundağ bu fıkrayla ilgili “Ama Hoca çok ciddidir, davayı derhal kesin bir şekilde halleder. Sokak umumundur, kimsenin malı değildir. Şu halde bu, mahalli idarenin bir vazifesidir; bu iş kadılığa ve ona bağlı ihtisap ağası memur ve müstahdemlerine terettüp etmektedir (s. 111). 56 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması başardın? Ben o kadar uğraştım başaramadım.” diyerek takdirlerini ifade etmiştir. Fıkra suçlu ile kadıyı aynı derekeye indirmektedir. 194. fıkra. Hoca, kadının kendisine tabir ettirdiği bir rüya dolayısıyla ona domuz yavrusu diyor. Burada Hoca’nın kadıyı olumsuzladığını görüyoruz. 341. fıkra anlamsız, çirkin bir not mahiyetindedir. 3. 95. fıkra. Burada kulağımı ısırdı diye bir adam, bir başkasını dava ediyor. Davalı ben ısırmadım, kendi ısırdı diyor. Kadı olan Hoca karar veremiyor. Gidin birazdan gelin diyor. Kendi kulağını ısırma tecrübeleri ederken düşüp kafasını yarıyor. Adamlar gelince de bir adam kendi kulağını ısırır, başını da yarar diyor. Herhalde akılsız kimsenin kendi hareketiyle başına birçok belalar getireceğini anlatmak istiyor. 4. 507. fıkrada bir adam rüyasında davalının kendisinden şıkır şıkır 20 akça aldığını iddia ediyor. Hoca da davalıdan 20 akça alıp önündeki çekmeceye şıkır şıkır saydıktan sonra davacıya al bu şıkırtıları der; davalıya da paralarını iade eder. Burada Hocanın gereksiz, incir çekirdeğini doldurmayan davaları zekâsıyla tereyağından kıl çeker gibi çözdüğünü görüyoruz. Davacıya da ne kadar boş bir iş peşinde olduğunu hikmetli bir şekilde söylemiş oluyor. 196. fıkra. Hoca yoğurduna üşüşen sinekleri kadıya şikâyet edince, kadı gördüğün yerde vur öldür diyor. Hoca o sırada başına konan sinekleri öldürmek için kadının başına bir odun vurur. Burada kadıya atfedilecek bir olumsuzluk yoktur, davacıya/davacılara yönelik bir eleştiri vardır. Dava konusu olmayacak şeyleri dava konusu yaptıktan başka, söylenen sözü de anlamamak vardır. 5. 139. fıkra. Avda doğanının bir öküze konması üzerine hocanın öküzü alıp sahiplenmesi. Öküzün sahibi kadıya şikâyet eder, kadı da hocaya hiç doğan öküz alır mı diye sorar. Doğru davranan kadıya hoca sen pahıl mısın diye sorar. Burada insanın ne kadar menfaatine düşkün olduğu, bir bahane ile kendini haklı çıkarmaya çalıştığı gösterilir. Bu hikâyeyle bir arada mütalaa edilebilecek bir başkasında (469. fıkra), Hoca kadı iken biri gelerek yaylımda iken sizin inek benim ineğimi boynuzlayıp öldürdü der. Hoca “bunda sahibinin ne kabahati var, inekten kan davası edilmez a!” demiştir. Bunun üzerine adam yanlış söyledim, benim inek senin ineğini öldürmüş deyince Hoca bu sefer iş çatallaştı, verin bana kara kaplı kitabı demiştir. 57 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Burada kadılık yapan hoca hukuka göre değil de, kendi menfaatine göre karar veren olarak tasvir edilmiştir. 6. Kadıların rüşvetçi olduğuna dair fıkralar. Bunlara en iyi örneklerden biri 158. fıkrada Hoca’nın birbiriyle davalı olan 3 kişiden de rüşvet kabul etmesidir. Sonuçta en fazla rüşveti veren lehine karar vermiştir (Halı, yüz akça, balta). 243. fıkra da kadıların rüşvetle hüküm verdiklerine dairdir (topraklı ballı çömlek ve hüccet). Topraklı ballı çömlek fıkrası Şinasi Altundağ tarafından Hoca’nın, bununla rüşvetçi kadıya bir ders vermek istemesi olarak yorumlanmıştır. Kadı, sonradan, Hoca’nın topraklı ballı çömleğini görünce, verdiği ilamı hatalı olduğu gerekçesiyle geri istemiş, fakat Hoca gelen muhzıra, ilamda yanlışlık olmadığını, yanlışlığın bal çömleğinde olduğunu, kadı efendinin bizzat kendi nefsini tashih ve ıslah etmesi gerektiğini söylemiştir63. Nasreddin Hoca’nın hükmünü verdikten 528. fıkrada da kadının rüşvetçi olduğu belirtiliyor. Bazı fıkralarda da kadının yalancı tanıklarla davayı gördüğü eleştirilir. Mesela, 368. fıkra böyledir (Buğday arpa davası). Bir tambur davasında da (379. fıkra), davalı zilyet, aleyhinde tanıklıkta bulunan şahitlerin gerekli şartları taşımadığını, bu iki şahidin fuhşa aracılık ettiklerini söylemiş, Hoca da tambur davasında bunlardan ala şahit olmaz demiştir. Yine karısının “Aynı meselede hem davacı, hem hasım ikisi birden haklı olur mu?” demesi üzerine Hoca merhum gayet fütursuzca “Sahih, karıcığım! Sen de haklısın.” demiş. Bu meşhur fıkrada bize söylenmek istenen hasımların işi kendi menfaatlerine göre anlatacakları, doğru bir hüküm vermek için yargıcın her ikisini aynı anda dinlemek ve delilleri tartarak bir karar vermesi gerektiğidir64. 7. 198. fıkra. Şekli hukuka uygun verilen bazı kararların adaleti gerçekleştiremeyeceğine dair bir fıkrada deve tohumu ektiğini iddia eden ve bu sebeple o tarlaya uğrayan deve katarına sahiplik iddia eden 63 Şinasi Altundağ, agm, Nasreddin Hoca Kitabı, s. 109. Yazar şunları da ilave eder: “Hocamız bu hareketiyle salahiyet sahipleri aleyhine halkı kışkırtmak istemiş değildir. Onun gayesi bu karakterde bulunan yetkili kimselere şiddetli bir ihtarda bulunmak, onlara ahlakınızı düzeltiniz, yoksa hem şerefinizden, hem de mesleğinizden olursunuz demek istemiştir (s. 109110). 64 Ş. Altundağ’ın bu husustaki yorumu, “Hoca, burada bize muayyen bir meselede bile, telakki, kavrayış ve anlayışların ne kadar farklı olduğunu, bir hakimin, bir amirin verecekleri kararlarda ne derece dikkatli olmaları gerektiğini, bu vasfıyla da Hocamızın, kelimenin tam manasıyla bir halk filozofu, psikoloğu olduğunu açıkça göstermektedir.” (s. 110) biçimindedir. 58 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Hoca’nın şahitlerle davasını kazanması öykülenmiştir. Oysa bu gerçeğe ve adalete aykırıdır. Fıkra bize bunu gösterir. 480. fıkrada da hukuk düzenine bir eleştiri görülür. Burada hocadan köylüsünün şikâyetçi olması üzerine kadı, köylü seni istemiyor, başının çaresine bak” demiştir. Hoca, asıl ben köylüleri istemiyorum, onlar nereye giderlerse gitsinler, toplu olarak başlarının çaresine bakarlar, ben bir başıma ne yapayım” demiştir. 483. fıkrada da Hoca, Timur’un sarhoş olan bir sipahiye hukukun tespit ettiği 80 sopadan fazla şer‘î had vurulmasına karşı çıkmaktadır. Burada hukuku uygulayanlar eleştirilmiştir. Gerçi bu hikâyede kadı ifadesi yoktur, onun yerini devlet başkanı sıfatıyla Timur tutmaktadır. Aynı zamanda Hoca burada Timur gibi çok sert bir hükümdara da karşı çıkarak belki de hukukçuları böyle uygulamalara karşı çıkmaya teşvik etmektedir. 8. 206. fıkra. Bazı fıkralarda kadı ifadesi geçmekle birlikte, kadının herhangi bir hüküm vermediği görülmektedir. Dolayısıyla bunlarda kadıya atfedilebilecek herhangi bir olumlu veya olumsuz davranış yoktur. Kadı sadece yardımcı bir figürdür. Burada emanet malın hilesiz ve taksirsiz surette telef olması söz konusudur. Hoca davalıdır, kadı kendisinden şahit istemektedir, Hoca da pratik zekâsıyla yanımda adam olsa zaten malı telef olmazdı (eşek akıntıya kapılmazdı) diyor. Emanet malın telef olması halinde Mecelle’ye göre, malı izinle elinde bulunduran kimsenin kusuru yoksa tazmin etmesi gerekmez. 304. fıkra da böyle yorumlanabilir. Hoca çapkınlık yapmıştır, şimdi kadı önünde cevap vermek zorundadır. Bir iş ederken sonunu iyice düşünmeli, karşılaşılacak neticeyi hesaplamalıdır. 381. fıkrada ise Hoca boşanmak istediği karısının ve kaynatasının adını bilmez. Burada da kadı yardımcı figür rolündedir; Hoca geçinmeye muradım yoktu ki adını sorayım sözünü iletmek için bu latifeyi üretmiştir. Keza 386. fıkra da bu mahiyette görülebilir. 9. 266. fıkra Hoca ve oğlu bir gün izinsiz bir eve girerler ve evin hanımı ile şehrin kadısını uygunsuz bir vaziyette yakalarlar. Hoca şaşkınlıktan yararlanıp kadının elbisesini ve katırını alır ve gider. Ertesi gün kadı libasını ve katırını arar. Hocayı getirirler. Kadı hocaya sorar, hoca da hanımla kadı arasında geçen diyaloğu ve hadiseyi telmihen anlatır. Kadı sus payı olarak aldıklarını Hoca’ya bağışlar, hatta üste bir mikdar altın da verir (En uzun fıkralardan biridir, 2 sayfadır). 367. fıkrada da kadı bekrî olarak nitelenmiş, bağda içip 59 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sarhoş olmuş ve feracesini çaldırmıştır. Bu fıkralarda kadıların kötü ahlaklı olduklarını görürüz. 10. Kadıların hükmünün geçerli olmadığı, kadıların nüfuzunun zayıf olduğuna dair bazı fıkralar da vardır. 278. fıkra buna örnek olarak alınabilir mi? Hocanın eşeği, eşeklikten çıkmak için kadıdan bir mürasele getirir. Hoca bunu döğe döğe eşeğe yutturur. Eşeğin tersledikten sonra dönüp kokladığı o sebeptendir derler. 11. 319. fıkrada kaybettiği eşeğini arayan Nasreddin Hoca hayvanın kendisine ait olduğunu belirtmek için okuma bildiğini, tecrübe edilmesini istemiş. Tecrübe ile eşeğin kitap okuduğu görülmüş. Bunun üzerine kadı eşeği hocaya hükmetmiş. Sonuç Sonuç olarak Nasreddin Hoca fıkralarında kadı imgesinin daha çok olumsuz olarak karşımıza çıktığına, kadıların rüşvetçi, kötü ahlaklı, menfaatçı, yakınlarını kayıran, yeterli araştırma yapmadan hüküm veren vd. tiplerde karşımıza çıkabildiklerine dair işaretler vardır. Bununla birlikte, kadılar olumlu olarak da görülmektedir. Bazen kadınlara karşı olan zaaflarına yenilmeyen, pratik zekâları ile çetrefil davaları karara bağlayan kadılarla karşılaşıyoruz. Bazen de kadılar dolayısıyla hukuk uygulaması da eleştirilmektedir. Bu bildiri bir deneme niteliği taşımakta olup bu konuda daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır. 60 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 8. BÖLÜM Felsefe, Bilim, Ahlak ve Eğitim 63 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması VURAL, Mehmet (2014). “Türk-İslâm Düşüncesinde Gazzâlî”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.65-73 (http://bilgelerzirvesi.org). Mehmet VURAL* TÜRK-İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE GAZZÂLÎ Giriş F elsefe genel olarak “bilgelik sevgisi” (philosophia) demektir. İnsanlık kültürünün önemli bir parçası olan felsefe, bir etkinlik olarak kuşkucu, eleştirel, sorgulayıcı, refleksif ve öznel bir bilgi edinme etkinliğidir. Felsefenin günümüze kadar yüzlerce tarifi yapılmıştır. Örneğin İslâm filozoflarından İbn Hindu eserinde felsefenin seksen kadar tarifini vermektedir. Bununla birlikte, felsefenin ne olduğu konusunda ilk İslâm filozofu Kindî’nin özlü bir şekilde altı madde halinde yaptığı tarif en tanınmış olanıdır. Buna göre felsefe; “Hikmet sevgisidir.”, “Varlıkları olduğu gibi bilmektir.”, “İlâhî ve insanî işlerin bilgisidir.”, “Ölüme hazırlıktır.”, “Mümkün olduğu kadar Tanrı’ya benzemektir.” ve “Sanatların sanatı ve ilimlerin ilimidir.” İslâm Felsefesinin Doğuşu İslâm felsefesi, “İslâm ve” “felsefe” kavramlarının bir arada kullanılmasından oluşan ve ilk bakışta birbiriyle tamamen zıt gibi görünen iki kavramdan oluşan bir terkiptir. Aslında İslâm felsefesi tabiri birçok tartışmayı da bünyesinde taşımaktadır. Bu yüzden, “İslâm” kavramı ile birlikte Grek orijinli felsefe kavramının bir arada kullanılması yerine, “hikmet” kavramının kullanılmasını önerenler de olmuştur. İslâm felsefesinin felsefe mi yoksa hikmet mi olarak adlandırılması gerektiği konusu tartışmalıdır. Kindî, hikmet kavramını felsefeden daha yüce ve geniş olarak görmektedir. İbn Sînâ ile birlikte giderek felsefe teriminin yaygınlık kazandığı ve IX. yüzyıldan sonra bu terimin yerleştiği gözlenmektedir. Zaten philo-sophia terimindeki sophia Pisagor’dan beri filozof, hekim, hâkim kavramlarını bünyesinde barındırmaktaydı. * Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi. 65 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İslâm felsefesi tabirinin yerine “Hikmet” dışında; “Arap felsefesi”, “İslâm’da felsefe” “Müslüman-Arap felsefesi” ve “Müslüman felsefesi” gibi başka terkipler de önerilmiştir. Bununla birlikte bunlar içerisinde en yaygın kullanımı olan “İslâm felsefesi” tabiridir. Kullanmış olduğu yöntemler ve izlemiş bulunduğu felsefe geleneği itibarıyla tercümeler vasıtasıyla zengin bir terminolojiyi kazanan ve Grek felsefesinden oldukça etkilenmiş olan İslâm felsefesi, Kindî ile birlikte kendinden söz ettirir olmuştur. Alanı, sınırları ve kaynakları itibarıyla İslâm düşüncesinin en zengin alanlarından biri olan İslâm felsefesi, kelâm, tasavvuf başta olmak üzere birçok bilimle iç içedir. İslâm felsefesi aslında “İslâm’ın bir felsefesi” değildir. İslâm felsefesi, İslâm medeniyet ortamının ve İslâm dünya görüşünün bir felsefesidir. Bununla birlikte İslâm felsefesini İslâm inancına sahip filozoflarla sınırlı tutmak, sırf bir inanç temelli felsefe olacağı için bu alanı kelâma dönüştürmeye ve bu disiplini sınırlamaya neden olacaktır. Bu yüzden İslâm felsefenin “Müslüman filozofların ortaya koyduğu felsefî düşüncedir.” şeklindeki bir yaklaşım İslâm felsefenin çerçevesini daraltacaktır. Oysa İbn Meymûn, İbn Cebirol, İbn Kemmûne hatta günümüzde sonradan Hıristiyanlığı seçmiş de olsa Macit Fahri ya da dinî konularda serbest bir tutum izleyen Abdurrahman Bedevî gibi birçok filozof, İslâm felsefesine büyük katkılar sağlamış ve sağlamaktadır. İslâm dünyasında, Antik Yunan’ın bilimsel ve felsefî mirası yoğun bir şekilde tercüme edildikten sonra, kendilerine “felâsife” denilen Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ gibi Meşşâî filozofları, ilk olarak IX. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmışlardır. Bunlar o zamana kadar İslâm dünyasına yabancı mantık, fizik, astronomi, metafizik, ilâhiyat gibi birtakım bilim veya disiplinlerde çalışmalar yapmış, geleneksel yöntemlerden farklı metodolojiler geliştirmişlerdir. Böylece onlar, bir yandan felsefeyi Yeni-Platoncu tezler yönünde izlemeye ve geliştirmeye çalışırlarken; diğer yandan, bu felsefe ile İslâm arasında bir uzlaştırma sağlamaya, yani akılla imanın, felsefe ile dinin uzlaşabileceğini ortaya koymaya çalıştılar. Felâsife’nin kendilerine gelmiş şekliyle Antik Çağ felsefesini, özellikle Platon ve Aristoteles’i büyük bir hayranlıkla izledikleri ileri sürülmüş, bunun bir sonucu olarak da onların özgün ve yaratıcı bir felsefe oluşturamadıkları, felsefeye önemli katkıda bulunmadıkları, yaptıkları şeyin sadece Yunan felsefesinin tezlerini tekrarlamak veya 66 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması onları birbirleriyle yüzeysel bir biçimde birleştirmekten ibaret olduğu söylenmiştir. Tarihsel olarak geçmişte bir kısım İslâm filozofunun Grek felsefesi ve filozoflarına karşı besledikleri aşırı hayranlık ve bağlılık hisleri Gazzâlî gibi düşünürlerin tepkisine ve eleştirisine neden olmuştur. Bu eleştirilerini Tehâfüt ve diğer eserlerinde dile getiren Gazzâlî, kendisinden sonra Tehafüt geleneğini başlatarak İslâm felsefesine büyük katkı sağlamıştır. Bu eleştiri geleneği, tasavvuf düşüncesinin güç kazanmasını sağlamış, akılcılığa karşı muhalefet bazen ciddî boyutlarda hücuma neden olmuş, tek hakikat yolunun vahiy ve sezgi olduğu ileri sürülerek, İslâm felsefesine karşı bir geleneğin oluşması sonucunu da doğurmuştur. İşte Gazzâlî’nin hücum ettiği, yanlış olduğunu düşündüğü felsefî anlayış, bu Aristotelesçi felsefenin İslâm dünyasındaki izdüşümü olan Meşşâîlik’tir. Gazzâlî, Büyük Selçuklular döneminde yaşamış, 30 yıl süreyle Sultan Alparslan ve oğlu Melikşah’ın vezirliğini yapmış olan hemşerisi Nizamülmülk (ö. 1092)’ün yakın çalışma arkadaşı olmuş, 6 yıl onun karargâhında bulunup ilmî çalışmalarda bulunmuş ve onun kurduğu Bağdat Nizamiye Medresesinde (1067) Başmüderris olmuştur. Dolayısıyla Gazzâlî’nin bütün yaşamı Türkler içerisinde geçmiş, bu yüzden içinde yaşadığı toplumun şartlarından etkilendiği gibi, kendisi de yaşadığı toplumun başta dinî hayatı olmak üzere, siyasî ve kültürel yaşamını da etkilemiş, bu etki günümüze kadar da artarak gelmiştir. İslâm Felsefesinde Gazzâlî Gazzâlî, nesiller boyunca sadece Müslümanların değil, her çağda hakikati araştıranların otorite kabul ettikleri önemli bir şahsiyet olmuştur. O, Doğu’da olduğu kadar Batı’da da çok iyi tanınan ve İslâm düşünürleri içerisinde en özgün ve orijinal simalardan birisidir. Montgomery Watt başta olmak üzere birçok Batılı düşünür, Gazzâlî için “Modern Batı düşüncesine en yakın, bizim en iyi anlayabileceğimiz düşünürdür.” demektedir. O, eserlerindeki bilgiler ve ortaya attığı tezler ile büyük tartışmalara ve kendinden sonra büyük bir tartışma geleneğinin başlamasına sebep olmuştur. Öyle ki İslâm felsefesinden “tehâfüt felsefesi” ya da “tehâfüt geleneği” olarak söz edilmesi bunun bir yansımasıdır. Gazzâlî, İslâm felsefesinin en özgün ve orijinal filozoflarından birisidir. İslâm düşüncesini dönemlere ayırmak gerektiğinde, Gazzâlîöncesi (mütekaddimîn) ve Gazzâlî-sonrası (müteahhirîn) şeklinde bir 67 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ayrım yapmak gelenek hâlini almıştır. Gazzâlî, yaşamış olduğu toplumu derinden etkilemiş ve bu etki günümüze kadar da devam etmiştir. Öyle ki onun eserlerini okurken kimi zaman modern düşünürlerden biri ile karşı karşıya olduğumuz hissine kapılabiliriz. Bunun nedeni, onun ilgilendiği konular ve bakış açısından kaynaklanmaktadır. Benzer şekilde Ahmed Emin (1886-1954) de “Bugünkü Müslümanlık, Eş’arî ve Gazzâlî’nin Müslümanlığıdır dersek, hakikatten uzaklaşmış olmayız.” diyerek bu duruma dikkat çekmektedir. Gazzâlî, bilgiyi elde etme ve kullanmada çok değişik yöntemlerin varlığını ileri sürerek, kendi eserlerinde bunları ortaya koymuştur. Bunu yaparken de temel ilke olarak Aristoteles mantığını aynen benimsemiş ve bu mantığı İslâmî ilimlerle uzlaştırmayı denemiştir. Hatta bu mantığı İslâm düşüncesinde bir yöntem olarak belirleyen ilk düşünür olduğu söylenebilir. Aristoteles mantığını, bilginin ortaya konmasında ortak bir kıstas olarak alan Gazzâlî, bu ilmi yeterince kuşatamamış olanların bilgisine güvenilemeyeceğini savunur. Onun anlayışında mantık, felsefenin bir alanı olmadığı gibi, dinle de doğrudan bir ilişkisi yoktur. Mantık sadece doğru bilgi ve ilimler için bir “âlet” işlevi görmektedir. Gazzâlî, klasik mantık terimleri yerine İslâmî ilimlerde meşhur ve bilinen terimleri kullanmakta, yerine göre yeni terimler üretmekte; verdiği örnekleri de dinsel konulardan seçmektedir. O, aynı zamanda mantık ile insanın mutluluğu arasında bir ilişkinin olduğunu düşünmektedir. Çünkü mantık, ilmin bilgisizlikten ayırt edilmesini, bu da nefsin gelişimi ve mutluluğu sonucunu doğurmaktadır. Yine ona göre mantık kuralları ve yöntemleri Kur’an’da bulunmakta olup, mantık ilkelerinin koyucusu Allah (ilk öğretmen), öğreticisi Cebrail (ikinci öğretmen) ve uygulayıcıları da peygamberler (üçüncü öğretmen)’dir. O, böylece mantığa ilâhî bir hüviyet vermekte ve dini anlamak için de mantığı zorunlu görmektedir. Onun bu görüşleri İslâm toplumunda etkili olmuş, Aristoteles mantığı ilimler için bir yöntem olarak benimsenmiş ve bu konulardaki çalışmalar hız kazanmıştır. Gazzâlî felsefesinde en önemli sorunların başında bilgide, özellikle metafizik bilgide “yakîn” problemi gelmektedir. Onun yakîn arayışında en önemli sebep, dinsel inancı ve bilgiyi sağlam bir temele oturtmak çabası gelmektedir. Zira bilgide kesinliğin temel ögesi şüpheden uzak olmaktır. Bunun kriteri akıl, ölçütü ise bütün akıl sahiplerinin düşünce birliğidir. Bu düşünce birliği de insanda a priori olarak bulunan zorunlu ilk aklî bilgileri oluşturmaktadır. Doğal 68 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bilimlerde burhan ve aklî yöntemlerin doğru sonuçlar verebileceğini kabul eden Gazzâlî; metafizik sorunlarda bu tür yöntemlerin başarısız olacağını ileri sürmektedir. Çünkü metafizik sorunlarda akla dayalı bir düşünce birliği mümkün olmayıp, bu tür sorunlar deneyimimizin dışında kalmaktadır. Örneğin akıl, âlemin hâdis (sonradan) olduğunu ileri sürebileceği gibi, aynı şekilde kadîm (ezelî) olduğunu da ileri sürebilir. Bu konudaki düşüncelerin hepsi zan ve spekülasyona dayanmaktadır. Dolayısıyla metafiziğe ve diğer ilimlere ait yöntemler birbirinden kesinlikle ayrılmalıdır. Filozoflar tarafından en yüce ilim olarak görülen metafiziği Gazzâlî, aklın yetersiz ve yetkisiz kaldığı, spekülatif bilgiler alanı olarak görmektedir. Bu alanda akıl birbirinden farklı hatta birbirine zıt birden fazla görüşü kabul edebilir. Bu yüzden bu alanla ilgili bilgiler akılla değil vahiy, ilham, sezgi, keşif gibi dinsel deneyim yolları ile elde edilebilir. Böylece Gazzâlî, -Kant’ın daha sonra yapmış olduğu gibi- inanma ile bilme arasında ilişkiyi araştırıp, iman konusunda kuramsal aklın sınırlarını göstermektedir. Kullanmış olduğu yöntemler içerisinde diyalektiği, kesin bilgi vermeyen bir tartışma sanatı olarak görerek, spekülatif ve zannî bilgi veren bu yönteme güvenilemeyeceğini söyler. Bu yöntemde mantığın objektif kriterlerini kullanmayıp, sofistik bir yaklaşımla tezlerini kanıtlama gayreti bulunmaktadır. Bu yüzden bu yöntemi çok dikkatli kullanmak gerekmektedir. Aynı şekilde bu yöntemle, karşı tezi aşağılamak ve insanları zor durumda bırakmak vb. gibi olumsuz yönlerde kullanmayı da ahlâkî bir tavır olarak görmemektedir. Dolayısıyla sübjektif özelliği olan bu yöntemin metafizik alanda bilgi elde etmede hiç şansı kalmamaktadır. Gazzâlî’nin sıkça kullanmış olduğu bir yöntem ise tevil (hermeneutik)’dir. Buna göre bir metinde gerçek anlam kastedilen yani metin sahibinin niyet ettiği anlamdır. Ona ulaşmak için yapılan yollardan biri de tevil yöntemidir. Tevil, kastedilene yaklaştıkça kesinlik kazanır. Aynı şekilde metindeki anlam, tarihsel değil, evrensel bir mahiyet arz eder. Gazzâlî tevilin sınırsız kullanımına karşı çıkarak; sınırlı, kurallı ve ölçülü bir tevil anlayışını savunmuştur. Tevilde niyet ve eylemin önemine değinmekte, en doğru tevili mutasavvıfların yaptığını iddia etmektedir. Ona göre akıl nakle, zahir bâtına aykırı değildir; ancak temel dinsel esaslarda ve tevatüren bilinen konularda tevil yapılmamalıdır. Bu yüzden onun tevil anlayışını “imancı tevil” olarak nitelemek mümkündür. 69 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Gazzâlî felsefesinin özgün yönlerinden birisi de yöntemsel şüphe anlayışıdır. Ona göre yakîne ulaşmak için şüphenin özel bir önemi vardır. Zira şüphe etmeyen düşünemez, düşünemeyen gerçeği göremez, gerçeği göremeyen de körlük ve dalâlete saplanıp kalır. O, kesin bilginin “iman” ile elde edilebileceği sonucuna yöntemsel şüphe ile ulaşmıştır. Buna göre dinsel düşünceler mutlak doğrudur, fakat felsefî düşünceler kesinlik içermez. Ancak dinsel düşüncelere uyduğu ölçüde doğrudur. O, böylece düşünce ve eylemlerinde dinin sınırları içerisinde kalmaya özen göstermektedir. Ehl-i Sünnet inancını benimseyen Selçuklular, Bâtınîlerle askerî, siyasî ve kültürel alanlarda mücadele etmişler, Gazzâlî’nin de görev yaptığı Nizamiye medreselerinin asıl fonksiyonu bu inanca karşı Sünnîliği savunmak olmuştur. Gazzâlî, tasavvuf ile Ehl-i Sünnet’i uzlaştırarak kendisinden sonraki dönemde sufiliğin meşrulaşmasında ve yazdığı eserlerle Ehl-i Sünnet karşısındaki bâtınî düşüncelerin de zayıflamasına büyük etki yapmıştır. O, bu çabasında Ehl-i Sünnet idealini gerçekleştirmek için sufilerin çokça kullandığı sezgi, ilham, keşif gibi yöntemleri kullanmıştır. Gazzâlî için sufilik, Ehl-i sünnet inancının doğruluğunun hem tespit edilmesini hem de gereği gibi anlaşılmasını mümkün kılan bir yoldur. Gazzâlî, Ehl-i Sünnet düşüncesi ve tasavvuf ile geniş bir “orta yol” anlayışı ortaya koymuş, İslâm’ın bâtınî ve zahirî ögeleri arasında bir uygunluk kurmayı başarmıştır. Gazzâlî yönteminin kendi eserlerindeki pratik yansımasına bakacak olursak; sınırları gayet iyi çizilmiş, planı ve mantıksal örgüsü sağlam birer iç sistematiği olduğunu görürüz. Her seviyedeki insan için farklı eserler kaleme almıştır. Eserlerinde felsefî kavram ve ifadelere sıkça başvurmakta, düşüncelerini daha ziyade dinsel terminoloji ile ifade etmeyi tercih etmektedir. Ayrıca felsefî konuları pratiğe indirmekte oldukça başarılıdır. Yine o, âlimlerin devrin hükümdarlarına nasihatte bulunma geleneğine uyarak Selçuklu Sultanı Sencer (1085-1157) için devlet yönetimine dair Nasihatü’l-mülûk (Devlet Başkanlarına Nasihatler) isimli eseri kaleme almıştır. Bununla birlikte Gazzâlî’nin İslâm düşüncesine olumsuz etkileri de olduğu bir gerçektir. Örneğin ilimleri sınıflamada “dinî ilim” ve “dünyevî ilim” ayrımı doğal bilimlerin ihmal edilmesi sonucunu doğurmuştur. Buna bağlı olarak onun dünya tasavvuru son derece olumsuzdur. Ahiret yaşamının dünya yaşamına tercih edilmesini sıkça teklif etmektedir. 70 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Gazzâlî, hakikati arama yolundaki gayretleriyle kendisinden sonra hem İslâm dünyasında hem de Batı’da yaşamış birçok düşünüre örnek olmuş ve yol göstermiştir. Örneğin yöntemsel şüphesi ile Descartes (1596-1650)’e, kalp gözü düşüncesiyle Pascal (16231662)’a, indeterminist düşünceleriyle Hume (1711-1776)’a ve aklın bilgi edinme gücü ve sınırlarını belirlemede Kant (1724-1804)’a önderlik etmiştir. Adı geçen düşünürlerin vermiş oldukları örneklerin bile Gazzâlî ile benzer olması, onların Gazzâlî’den haberdar oldukları göstermektedir. Onun bu felsefesi ve yöntemi izlenseydi, İslâm dünyasında Descartes, Kant ve hatta Husserl (1859-1938) gibi düşünürlerin ve felsefî akımların ortaya çıkması kaçınılmazdı. Sonuçta, Gazzâlî’nin eserlerinde ve renkli dünyasında mutlak bir iç bütünlük arayışı vardır. Kendinden önceki birikimi çok iyi anlamaya çalışmış, onu eleştirel bir bakış açısıyla çözümlemiş ve kendi düşüncelerini bu çerçevede sistemleştirme arayışına girmiştir. Bu yüzden onun yaşamı, düşünceleri ve yöntemi günümüz insanı ve düşünürleri için çok iyi bir model niteliğindedir. Sonuç İslâm dünyasında Gazzâlî’den sonra felsefenin inkıtaya uğradığı ve bunda onun büyük katkısı olduğu düşüncesi hâlâ yaygın bir anlayıştır. Oryantalistlerden bizlere geçen bu yaklaşım büyük taraftar bulmuş, akademi dışında halk nazarında da kabul görüp, geri kalmanın temel argümanı sayılmıştır. Aslında İslâm dünyasında felsefenin geri kalmasının birçok nedeni bulunmaktadır. Bunların belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz: Moğol istilası, Haçlı seferleri, Bâtınîlik, menfi siyasî olayların selefîliği canlandırması gibi. Ayrıca Mevlânâ gibi bazı mutasavvıfların felsefeye olumsuz yaklaşımı, müspet ilimlerdeki gerilemeye paralel olarak İslâm felsefesinde de gerileme gözlenmiştir. Bunların dışında Gazzâlî’nin yanlış anlaşılması da en önemli nedendir. Gazzâlî’nin Meşşâî felsefeye yönelttiği eleştirilerin genel felsefeye yapılmış olarak algılanmıştır. Şüphesiz Gazzâlî’nin felâsifeye yönelttiği eleştiriler, Meşşâî felsefesinin ilerlemesine engel olmuştur. Onun Meşşâî metafiziğine karşı çıkması, hatta meydan okuması, sanki tüm felsefeye karşıymış gibi anlaşılmış ve İslâm toplumunda düşünsel gelişiminin duraklamasına sebep olduğu iddia edilmiştir. Oysa o ilme ve felsefeye karşı olmayıp, çatışmanın İslâm dinî ile Yunan metafiziği arasında olduğunu sergilemektedir. Gazzâlî’nin eleştirileri Aristotelesçi 71 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı felsefeyi hedeflemiş olmakla beraber, sonuçta İslâmî görüş bakımından hangi türden bir felsefenin uygun olamayacağını göstererek yeni bir felsefî arayışa gidecek yolu açmış bulunmaktadır. Gazzâlî’den önce İslâm düşüncesinde, esasını Yunan felsefesinin teşkil ettiği anlayışa doğrudan doğruya cephe alarak bunu sistemli bir şekilde eleştiren hiç kimse çıkmamıştır. Bununla birlikte felsefî kavram ve yöntemleri kelâma ve özellikle de Eş’arî ekolüne sokmuş, İslâm’la çatışmayan bir felsefenin oluşması için temeller atmıştır. Gazzâlî’nin başlatmış olduğu “tehâfüt” tartışmaları İslâm felsefesinin en fazla yoğunlaştığı alan olmuştur. Gazzâlî’nin felsâsife’ye yönelttiği eleştirilerde dinî boyutu da katması, âlemin ezelîliği, cismanî haşr ve Allah’ın küllî bilip cüz’î bilememesi meselelerinin dinî boyutla ele alıp, filozofları küfürle itham etmesi, eleştirilerine dinî argümanları ve eskatolojiyi de katması, felsefeye karşı bakışın değişmesinde etkili olmuştur. Buna karşın Gazzâlî’nin kusurunun, tenkitlerinin yanlış değerlendirilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Kendisinden sonrada Gazzâlî adına reddiyecilik yapılması bu zihniyeti pekiştirmiştir. Bu yüzden kültürümüzde ve gelenekte felsefe işe yaramaz, lafazanlık gibi görülmeye başlanmıştır. Örneğin Nabi şiirinde geçtiği gibi; Felsefe fülse eder mi? / Ana keyyis değer biçer mi?/ Mantıkîler ölür ise gam değil, / Zira onlar ehli imandan değil! Doğu’daki durağanlığa ters orantılı olarak Batı’da bilim ve felsefenin gelişmesi de, İslâm dünyasında düşüncenin ve felsefenin gelişmesine engel olmuştur. Batı’da pozitivizm, scientisizm, natüralizm, varoluşçuluk, fenomenoloji gibi akımların ortaya çıkmış, felsefî tartışmalarla düşünce zenginleşmiştir. İslâm dünyasında ise fıkhî ve klasik kelâmî tartışmalar devam edegelmiştir. Bu yüzden pratik bir ilgisi ve günümüzle bağlantısı kurulamamış, pratik sorunlarda çözüm arayışına gidilmemiştir. İslâm felsefesine, sanki kuru bir bilgi yığını, bugün gerçekliğini yitirmiş metafizik temelli Orta Çağ düşüncesi, boş ve sözde önermeler olarak bakılmıştır. O halde temel sorun, İslâm felsefesinin tarihsel oluşumundan hareketle, geleneksel mirası bugün nasıl kullanabiliriz; ayrıca küresel ölçekte ve gelecekte gücümüze bu birikim ne katacaktır sorularına cevap bulma olmalıdır. 72 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Başvurulan Kaynaklar: Arslan, Ahmet (1996), İslâm Felsefesi Üzerine, Ankara: Vadi Yayınları. Bayrakdar, Mehmet (1997), İslâm Felsefesine Giriş, Ankara: TDV Yayınları. Gazzâlî (1981), Tehâfütü’l-felâsife (Filozofların Tutarsızlığı), çev. Bekir Karlığa, İstanbul: Çağrı Yayınları. Vural, Mehmet (2011), Gazzâlî Felsefesinde Bilgi ve Yöntem, Ankara: Ankara Okulu Yayınları. 73 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması DÖNMEZ Süleyman (2014). “Bir Bilge Filozof Olarak Nasreddin Hoca”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.75-86 (http://bilgelerzirvesi.org). Süleyman DÖNMEZ* BİR BİLGE-FİLOZOF OLARAK NASRETTİN HOCA Giriş Yerine: N asrettin Hoca’nın tarihsel kişiliği hakkında verilebilecek güvenilir malumat, oldukça yetersizdir. İtiraf etmek gerekirse, bu bağlamda aktarılanlar, bilimsel bir tavırla ilk defa Merhum, Fuad Köprülü tarafından bir araya getirilmiş ve onun verdiği bilgiler üzerine maalesef bugüne kadar bir ilave yapılamamıştır. Esasen biz de Köprülü’nün verdiği bilgileri genişletecek durumda ve konumda değiliz. Bu nedenle “tarihsel bir kişilik olarak Nasrettin Hoca” sorunu bu çalışmada bizi doğrudan ilgilendirmemektedir. Ancak Köprülü ile aynı kanaati paylaşarak Nasrettin Hoca’nın “millî bir şahsiyetimiz” olduğundan hiç kuşku duymuyoruz. Nasrettin Hoca, Türk milletinin mizahî hafızasının sembolik şahsiyeti, gülen yüzü, eğitici pratik zekâsı, eleştiri kabiliyeti, sorun çözme becerisidir… Bu nedenle dilden dile aktarıla gelen latifelerin kaynak itibariyle her birinin Nasrettin Hoca’ya ait olup olmaması veya özünü kaybetmeksizin söyleniş tarzının yüzyıllar içinde meşhur olmuş şahsiyetlerle harmanlanarak değişmesi bizim hedeflerimiz açısından büyük sıkıntılar doğurmamaktadır. Ancak altının çizilmesi gereken husus, bizim Nasrettin’in diğer kültürlerde karşılaşılan “hoca”lardan ciddi anlamda ayrıştırılabildiğidir. Nasrettin Hoca, ne bir meczup ne de bir dalkavuktur. Nakledilen fıkralardaki anlam derinliği fark edildikçe onun bilge bir kişilik olduğu da kolayca görülür. Gönüllere taht kurmuş bir filozof olduğunu iddia etmekte de bir mahsur yoktur. Biz Nasrettin Hoca’nın bir bilge-filozof olduğunu kabul ediyoruz. Düşüncemizi Nasrettin Hoca’dan seçtiğimiz birkaç fıkrayı * Doç.Dr. Çukurova Üniversitesi. 75 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı esas alarak temellendirmeye başlamadan önce, Nasrettin Hoca hakkında üç beş sayfayı geçmeyen tarihi kişiliği ve eserleri hakkında kısa bir bilgilendirme yapmayı metnin bütünlüğü açısından gerekli görüyoruz. Nasrettin Hoca’nın Tarihi Kişiliği Üzerine Küçük Bir Not Nasrettin Hoca’nın tarihi kişiliği hakkında şimdilik iki yoldan bilgi edinilebilmektedir: a) Yüzyıllardan beri dilden dile aktarıla gelen latifelerde rastlanan bilgiler. Ancak bu bilgiler, güvenilir değildir. Çünkü latifelerin verdiği mesaj değişmese de taşıyıcı olan zarf değişmiştir. Nasrettin Hoca ile alaka kurulamayacak mekânlar ve başka tarihsel kişilikler eklenip çıkarılmıştır. Mesela Köprülü’nün tespitiyle; 1191’de yazılmış bir “Letâif” nüshasında Nasrettin Hoca’nın Arabistan’a gönderildiği yazmasına rağmen, dilden dile aktarılan fıkralarda bu görevlendirme Kürdistan’a dönüştürülmüştür. Nasrettin Hoca’nın kadılığı, hatipliği, imamlığı ve müderrisliği de bu kabilden bilgilerle abartılmıştır. b) Tarihi kıymeti haiz güvenilir vesikalardan elde edilen bilgiler. Bu yoldan gelen bilgiler ise, ifade edildiği üzere son derece kısıtlıdır. Kısaca hatırlatmak gerekirse, Nasrettin Hoca, büyük bir ihtimalle Sivrihisar’ın Horto köyünde doğar. Babası imamdır. Seyit Hacı İbrahim ve Seyit Mehmet Hayranî’den ders almıştır. Konya’da eğitimine devam etmiştir. Akşehir’de köy imamlığı ve müderrislik yapmış, 80 yaşlarında da vefat etmiştir. Nasrettin Hoca fıkralarının hem Türkiye ve dünya kütüphanelerinde hem de özel kitaplıklarda bilinen bilinmeyen pek çok yazmaları bulunmaktadır. Bunların bir kısmı çeşitli araştırmacılarca yayınlanmıştır. Nasrettin Hoca ve fıkraları üzerine yapılmış çok az sayıda müstakil çalışmalar da vardır. Nasrettin Hoca’ya atfedilen bütün yazmaların öncelikli olarak neşredilmesi sonrasında da bir tasnife tutulması elzemdir. Hoca’ya ait olmama ihtimali olan yazmalar ayrıştırılmalı. Özsel birliğe sahip olan yazmaların bugün hafızalarımızda yaşayan Nasrettin Hoca’nın bilmediğimiz yönlerini açığa çıkarıp çıkarmadığı tespit edilmelidir. Bu tarz çalışmalar henüz yapılmamış olsa da elimizde olan ve bilinen Hoca Nasrettin’in nükteleri onun gölümüzü şenlendiren felsefesini yazmaya yeterlidir. 76 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bilge ve Filozof İlişkisi Bilge ile filozof arasında ne tür bir ilişki vardır? Kök olarak philo/sevgi ve sophia/bilgelik/hikmet sözcüklerinin kaynaştırılmasıyla oluşturulan felsefe bilgelik/hikmet sevgisi anlamına gelir. Philosophos/filozof ise, bilgeliği/hikmeti seven demektir. Bilgeliği/hikmeti sevmek, elbette bilgeliği/hikmeti bilmeyi gerektirir. Bilgeliği/hikmeti bilmek bilgi kuramsal (epistemolojik) bir belirlemedir. Bir de “bilge olmak” vardır. “Bilge olmak” ise varlık kuramsal (ontolojik) bir durumdur. Meseleyi varlık ile bilgiyi özdeşleştiren Sokratçı bakıştan hareketle incelersek, sahip olduğu bilgi ile bilgelik vasfını kazanan bilge, aynı zamanda bir filozoftur. Filozof hem kendinde hem de kendi dışındakilerde var olabilen bilgeliği seven kimsedir. Ancak “sophia” kavramı bilgelikten daha öte erişilmesi daha zor görünen varlık-bilişsel bir durumu da karşılar. Bu bağlamda felsefe bilgeliği aşan bir hikmet sevgisine dönüşür. Artık ulaşılmak istenen hep ulaşılamayandır; olmak istenilen olunamayandır. Aynı okuma bilgi ve bilgelik üzerinden de yapılabilir. Fakat ilk okumadaki tecrübe edilmiş olan bilgelikle, ikincideki hikmet uğruna bulduğumuz ve içinde olduğumuz aynı değerde değildir. Filozofluk, tecrübesine ve bilgisine bir türlü sahip olunamayanın peşinde yaşadığımız bir sevda mıdır? Yoksa bildiklerimizi yaşama aktarmada daha çok beceri kazanabilmek için bilgiyi sevmek ve bilgiye talip olma mıdır? Elbette bilmenin ve istemenin insanî çerçeveden bakınca sınırları kestirilememektedir. Sonu görünmeyen karanlık bir tünelde hiç gocunmadan her an ışık görünecekmiş gibi sakince yol alma mıdır filozofluk? Bizi kuşatan dinginlik, sonunu görememekten mi gelmekte, yoksa bazı hakikatleri fark etmemizi sağlayan bilgiden mi? Yaşadığımızın kara bir cehalet olmadığı açıktır. Bu durum da varlıkla bilgi arasındaki ilişki ister Sokratçı anlamda özdeşleştirilsin ister Descartes sonrası modern bakışta olduğu gibi ayrıştırılsın filozofluk bilgeliğin lazımıdır. Nasıl bilgelik bilgi olmadan olmazsa, bilge olmadan da filozof olunmaz. Bilgelikle filozofluğun arası ise, hiç de sanıldığı kadar ayrık değildir. Elbet bilgi sahibi olmak bilge olmaya yetmez. Ama bilgelik bilgenin olmazsa olmazıdır. Bilgelik olmadan bilge olunmaz. Her bilgeden filozofluk beklenir. Ancak çok sık olmasa da filozofluğa sıçrayamayan bilgelere de rastlanır. Bilgeyi bilginle de karıştırmamak gerekir. Bilgin, bir bilgiye sahip olan bilgili insandır. Bilge ise bildiğini bilendir. Filozofsa bildiğinden hareketle bilmediğini bilendir. Çok bilen değildir filozof. Neyi bilip neyi bilmediğini bilendir. Öte 77 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yandan bu bilişsel durumun yaşama dönüşmesi filozofluğun erdemindendir. Nasrettin Hoca, bir bilgin değildir. Bildiğini bilendir elbet. Bilmediğini de bilendir. Dahası bildiğini bilmediğinin peşinde yaşayandır da. Nasrettin Hoca’nın latifeleri, tek tek ele alındığında hocanın bir bilgin olduğu iddia edilebilir. Bazen de ona bilge demek daha çok yakışık alabilir. Gerçekten Hoca bilge bir kişiliktir. Ama filozofluğa aşamamış bir bilge değildir. Belki filozofluktan daha çok bilgece tavırlar sergilemektedir. Fakat bu tavır, aslında onun filozofluğunun en açık göstergesidir. Onun sıkça bilgece tavırlarla zahir olması, eğitim anlayışının zorunlu bir sonucudur. Nasrettin Hoca, neyi bilip neyi bilmediğini çok iyi bilen ve bilgisiyle de amel eden bir filozoftur. Öyle ki ameli hem kendi hem de diğerleri içindir. Sürekli insanı ve dünyayı okur. Öğrenir ve öğretir. Yediden yetmişe uzanan bir eğitim faaliyeti içerisindedir. En zor soruları en kolay yoldan yanıtlar. Her bir cevap herkesçe anlaşılabilir açıklıktadır. Zihinlerde kolayca saklanabilir ve başkalarına aktarılabilir. Hocaya sorulmadık soru alınmadık cevap yok gibidir. Aslında her meselenin bir hal yolu vardır Hocada. Belki de çok daha dikkat çeken, getirilen çözüm önerileri, hâlâ karanlık ufkumuzu aydınlatmasıdır. Hem yüzümüzü güldürmekte hem de değerinden hiçbir şey kaybetmeyen bakış açıları ve erdemler kazandırmaktadır. Anadolu- Türk insanının gönlünü kavramamıza, kendimizi bulmaya yardımcı olmaktadır. Bir Bilge Filozof I Nasrettin Hoca ile ilgili ilk yazılı bilginin Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Cem Sultan'ın şehzadeliği esnasında verdiği tâlimat üzerine Ebu’l Hayr Rumi’nin yedi senelik bir çalışma sonucunda Türk sözlü geleneğinden toplayarak kitaplaştırdığı (1480) Saltukname'sinde bulunması dikkate değer bir tevafuktur. Ebu’l Hayr Rumi, Anadolu’nun çeşitli yerlerini dolaşarak Sarı Saltuk’a âit menkıbeleri toplamıştır. Sarı Saltuk, Anadolu ve Rumeli'nin fethi sırasında önemli rol oynayarak efsaneleşen bir halk kahramanıdır. Meşrebi nereye dayandırılırsa dayandırılsın Anadolu’yu mayalayan bir alperendir. Nasrettin Hoca gibi gönüllere taht kurmuş ve efsaneleşmiş, bir kişiliktir. Türk’ün zihin dünyasında unutulmaz bir gönül mayalayıcıdır. Büyük bir ihtimalle Piri Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’nin dervişlerindendir. Belinde Hoca Ahmet Yesevî’nin 78 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kuşadığı tahtadan kılıçla kesip biçmeye değil gönülleri mayalamaya, kırık gönülleri yapmaya gelmiştir. Maya, Hz. Âdem’den beri gönülden gönüle akıp gelen hakikattir. İçten dışa insanı açarak birliğe erdiren mânâdır. İşte Nasrettin Hoca’nın meşhur “göle maya çalması” Sarı Saltukların yaptığı işe telmihtir. Gönle aşina olmayan için, göle maya çalmanın bir anlamı yoktur. Göl maya tutmaz. Ama Hoca, ne yaptığının farkındadır. Anlamazlara cevabı da nettir: “Ya tutarsa?” Zahiri okumalar bizi sadece gülümsetir. Oysa Nasrettin Hoca’nın göle maya çalması, Anadolu-Türk felsefesinin bir daha ölmemezcesine zihinlere ve gönüllere yazılmasıdır. Maya süte çalınır. Maya tutan süt, yoğurt olur. Süt, insandır. Maya ise, hakikattir dedik. Hakikat gönle çalındıktan sonra maya tutan gönül içten dışa dönüşür kimlik kazanır. Artık geri dönüş yoktur. Nasıl yoğurt, tekrar süte döndürülemezse. Elbet her süt maya tutmaz. Hele süt(ü) bozuksa! Lâkin her gönlün mayalanmaya hakkı vardır. Ayrım yapılmaz. Mayanın tutup tutmayacağı da bilinmez. Tutacağından kuşku duymaksızın, sabırla ve umutla elden gelen arda konulmadan uğraşılır. Maya Piri Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’den alınan coşkun ruhla Türkçe olarak gönüllere çalınır. Nasrettin Hoca da nice yıllardır gönülleri mayalar durur. Gâh uyarır, gâh iltifat eder. Her ne yolu seçerse seçsin gönlümüz aydınlanır. Yüzümüz güler. II Fikret Türkmen tarafından incelenerek günümüz Türkçesine de uyarlandıktan sonra okuyucunun hizmetine sunulan Seyyid Burhaneddin’in “Letâif-i Nasreddin Hoca” (Burhaniye Tercümesi) başlıklı inceleme ve şerhin “Dibacesi”nde fıkraların dışından (kışr/kabuk) daha çok içine (lübb/öz) bakılmasının daha yaralı olacağı yazar.65 Gerçekten de Seyyid Burhaneddin’in tavsiyesi dikkate değerdir. Zira Nasrettin Hoca’nın latifeleri, aslında zaman ve mekân açısından zamanda ve mekânda belirlenen değil, zamanı ve mekânı belirleyendir. Başka türlü olsaydı, fıkraların maya olması mümkün olmazdı. Birlik esasında bir mayalamadan söz etme imkânı da kalmazdı. Zira iç olan dışı belirler. Dışın belirlediği ise, gerçek anlamda içi vermez. Mazrufu ne kadar vasfederseniz edin içe inemeyebilirsiniz. Zaten dış, iç içindir. İç, dış üzerinden belirlenmek istenirse indirgenir. Özünden uzaklaşır. Öte yandan dış esasında kurulan içten birlik çıkmaz. Sadece birliktelikler tezahür eder. 65 Fikret Türkmen, Letâif-i Nasreddin Hoca (Burhaniye Tercümesi), Ankara 1989, s. 19. 79 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Birliktelik, dıştan içe bir dönüşümle elde edilmiş olan bir görüngüdür (fenomen). Misali iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunun birleşerek suyu oluşturmasıdır. Su, ne oksijendir ne de hidrojen. Dıştan içe bir kimyasal dönüşüm yaşanmıştır. Ancak buradaki dönüşüm ve aşma süte çalınan maya ile varlık bulandan farklıdır. Sütü mayalayarak yoğurda dönüşme “göle maya çalma” mecazının fizik bağlamda idrak ettirilmesidir. Süt, yoğurt olduktan sonra, ifade edildiği gibi, tekrar süte dönüştürülememektedir. Ama su, ayrıştırmak suretiyle ya da tabiatta oluşan bir takım değişimlerle yeniden oksijene ve hidrojene dönüşebilir. Birliktelikler, bir şekilde çözülebilir. Ancak birlik olanda çözülme gerçekleşmez. Yoğurt, su ve tuz katılarak ayrana; kaynatılarak peynire ve çökeleğe dönüştürülebilir. Bazen de yanlış uygulamalarla heder edilir. Demek ki, Nasrettin Hoca’nın fıkralarını hem içten dışa hem de dıştan içe bir bakışla yorumlamak mümkündür. Dıştan içe bakanlar genelde, S. Burhanettin’in dediği gibi, “kışra/kabuğa” takılır kalır. Dış içi açamadığından latifeler zamanı ve mekânı belirleyen bir mesajdan daha ziyade zamanın ve mekânın belirlediği çelişkili bir metne dönüşür. Çelişki zihnin rahatsız olduğu bir durumdur. Zihin çelişkilerden kurtulmak ister. Bir takım zahiri gruplamalar ve sınıflamalar yaparak uzlaştırma yolları arar. Artık yapılıp edilen bir birliktelik arayışıdır. Aklı (logos, rasyonel yeti) doğru kullananlar güçlü ve etkili birliktelikler kurabilir. Ayrıca birliktelikler daha çok menfaate dayalı okumalardır. İşte Hoca “kuşa çevirmek” fıkrasıyla birliktelik bağlamında yapılan girişimlerin yanıltıcı olabileceğine işaret eder. Bu gerçek Nasrettin Hoca’nın “leylek” fıkrasında dile getirilir. Rivayet odur ki, Hoca günlerden bir gün bir leylek görür. Uçar konar bu varlığın kuş olduğundan emin olamaz. İçi de rahat etmez. Usulünce yakalar leyleği. Gagasını, ayağını, kısaltır. Kanatlarını, kuyruğunu kırpar. Sonra şöyle bir bakıp “şimdi kuşa benzedin” der. Günlük yaşamda yapılan bir işi beğenmediğimiz durumlarda sıkça kullandığımız Nasrettin Hoca yadigârı “kuşa çevirme” deyimi zamanın ve mekânın kayıtladığı bir bakışla zamanı ve mekânı kayıtlayan davranışın söz olup hafızalara kazınmasıdır. Gerçeğin farkında olmayan bir gerçeklik algısının eleştirilmesidir. Fıkra zihnimizde olandan hareketle gerçekte varolana gitmenin doğurabileceği vahim sonuçlara dikkat çeker. Burada dıştan içe yapılan bir müdahale vardır. Yapılıp edilen içten dışa açılan birliğin aranışı değil, zihnimizin düştüğü çelişkiyi aşabilme uğruna birlikteliği sağlayabilme hamlesidir. 80 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Birliktelik aktif bir zihnin devreye girmesiyle olanı, olduğundan başka görmedir. Yapılan varlıktan uzaklaşan zihnî bir inşadır. Oysa olması gereken önce varlık olanın keşfedilmesi, keşfin inşaya bağlanmasıdır. İnşa zihinde olandan hareketle değil, olandan hareketle zihinde olursa hakikati verir. Aksi takdirde hiçbir şeye benzetilemeyen leylek, uçmasına izafetle sağı solu kırpılarak kuşa çevrilir. Gerçekte olan zihne uyarlanır. Birlik esasında okunan leylek fıkrası, modern çağda Descartes’le başlayan bilgiden varlığa giden süreci eleştirir. Öyle ki, fıkrada birliktelik esasında yapılan okumanın ciddi indirgemelere sebebiyet verebileceği herkesin anlayabileceği bir açıklık ve sadelikte dile getirilmektedir. Birlik içten hareketle dışı, birliktelik ise dıştan hareketle içi kurma uğraşısıdır. Hangisi tercih edilmelidir? AnadoluTürkü’nün gönül felsefesini veren Hoca’nın latifeleri birliğe dönüktür. Bakış açımız bilgiden varlığa doğru değil, varlıktan bilgiye doğru olmalıdır. Zira aslolan birliktir. Ya birlikteliğin tutunduğu dış? Sadece taşıyıcıdır. İçi aktarmada yöntemdir, üsluptur. Yayılmasında etkilidir. Ancak kalıcılık dıştan değil, dışın taşıdığı içten ileri gelir. Bugün kavrayışımız niçin birlikten çok birlikteliği öne çıkarır olmuştur? Zahiri kuran birliktelik, her birimizin farklı bireyler olmamızdan kaynaklanan varoluşsal durumdur. Varoluştan hareket eden bilişe yükselemediğimiz zaman uzlaşmaz çoklukların içinde yalnızlaşacağız. Oysa ortak bir bilişe ve duyuşa yükselmemiz insan olmamızın bir gereğidir. İnsan toplum içerisinde rahat eder. Ancak bugün gittikçe topluma ve kendine yabancılaşan varlıklara dönüşmeye başladık. Kalabalıklar içinde yalnız yaşıyoruz. Yalnızlığımızı ortak olduğumuz varoluşumuzdan hareketle aşamıyoruz. Çünkü zihnimizde olanı referans alarak varolana uzanmak istiyoruz. Bu bize modernizimle bulaşan bir hastalık. Nasrettin Hoca, içine düştüğüz ve bir türlü kurtulamadığımız bu ağın nasıl oluşmuş olabileceğine “bostan” fıkrasında işaret eder. Hoca, hanımının çağrısıyla irkilir. Hanımı, “Hele bir koşu pazara gidiver. Evde pişecek bir şey kalmadı.” der. Hava sıcaktır. Olacak ya Karakaçan da o gün yoktur. Hanımın arzusunu yerine getirmemek ne mümkün! Hoca ister istemez atar heybeyi omzuna. İki ileri bir geri ilerlerken bir bostanın önünde olduğunu fark eder. Çarşı uzak. Bostanda aradığı her şey var. Şeytan dürteler. Dalar bostana. Eline ne geçtiyse doldurur heybesine. Tam çıkıp gidecek, bir de bakar bostancı dikilmiş karşısına. Suçüstü yakalanır Hoca. Bostancı yukardan aşağı şöyle bir süzer Hoca’yı. Hoca, bozuntuya vermez. Bu 81 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı pişkinliğe şaşan bostancı “Hayrola, Hoca!” der. İşin vahameti ortadadır. “Sorma hemşerim” der, biraz şaşkın görünerek Hoca. Lafı uzatmadan ekler: “Bu sabah bizim oralarda öyle bir rüzgâr esti ki, daha ne olduğunu anlayamadan kendimi burada buldum. Rüzgâr öyle şiddetli esiyordu ki, başka bir yere savrulma korkusuyla önüme ne çıktıysa tutundum. Gel gör, neye el attıysam elimde kaldı!” der. Bostancı, bu cevap karşısında Hoca’yı bir kez daha göz ucuyla süzer. Aklı bu hikâyeye yatmamış olmalı ki, şöyle der: “Diyelim bu dediklerin doğru. Ama anlamadığım bir durum var. Nasıl oldu da elinde kalanlar, omzundaki heybeye doldu?” diye sorar. Hoca bu, altta kalacak değil, lafı gediğine kor: “Deminden beri ben de onu düşünüp duruyorum ya!” Nedir şu an yaşadığımız? Birlikten çok, birliktelikler inşa etme uğraşısı. Niçin birliğin değil de, birlikteliğin peşine düşer olduk? Çünkü düşünce yolumuzu belirleyen kavramlarımızın (heybemize koyduklarımız) son birkaç yüzyıldır tutulduğumuz fırtınanın etkisiyle nereden nasıl geldikleri üzerine sağlıklı bir şekilde düşünmez hâle geldik. Bizi savuran rüzgâr, Tanzimat’tan sonra istikameti kesinleştirilen modern epistemik bakıştır. Rüzgâr şiddetliydi. Hâlâ esiyor. Savruluyoruz. Hoşumuza gitmiyor bu durum. Kurtulmak istiyoruz. Şaşkınlık ve telaşla tutunmak istiyoruz elimize ne gelirse, önümüze ne çıkarsa. Tutunduklarımız bize ait değil. Artık sahip olduğumuzu düşündüklerimiz bize yabancı. Kavramlarımız bizi anlatmıyor. Gönlümüze hitap etmiyor. Nasıl oldu da bu hâle düştük? Ciddi bir durumla ve sorunla karşı karşıya kaldığımız çok açıktır. Nasıl kurtulabiliriz bu bilgikuramsal fırtınadan? Varlığı temel almayan bilgi merkezli çözüm önerileri, derdimize derman olmayacaktır. Varolana bakışımızı değiştirerek zihinsel karmaşadan kurtulup varlığı yeniden keşfetmek gerekmektedir. Önce olanı olduğu gibi görmek, ardından da bir inşa faaliyetine girmek elzemdir. Aksi takdirde, eğer aklımızı doğru olarak işletebilirsek, dağılması mukadder görünen bir birliktelikten öteye aşamayacağız. Acilen birlik üzerinden sorunu çözme yolları aramalıyız. Nasrettin Hoca’yı can kulağıyla duymak zorundayız. Nasrettin Hoca’nın eşeğe ters binmek suretiyle kavratmak istediği, gerçekten doğru anlaşırsa gittikçe onmaz hâle gelen yaramıza ilaç olabilir. Hoca geleneksel bakışımızın ne olduğunu ve yapılan yanlışı eşeğe ters binerek zihnimize kazımaktadır. İnsan gözünü hep ileriye diker. Ufukları gözlemek henüz yaşamadığımızın hayalini kurmak, rüyasına yatmaktır. Zihin dünyasında yapılan yolculuktur. 82 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Oysa gerçek, yaşayacağım değil, yaşadığımdır. Yaşadığım önümde değil ardımdadır. Yol yürüyeceğinden daha çok yürüdüğündür. Bir hüküm verilecekse, olup bitecek üzerinden verilemez. Olup biten üzerinden verilebilir. Verilmelidir. Durum çoğu kez bizim gördüğümüz ya da görmek istediğimiz gibi olmayabilir. Bazen eşeğe ters binen Hoca Nasrettin değildir de, eşek Nasrettin Hoca’nın altında ters duruyor olabilir. Meselelere sürekli “eşek gözüyle bakmak” sorunları çözümsüz kılabilir. Gerçekten eşeğe ters binen Hoca mıdır, yoksa ters duran Hoca’nın altındaki eşek midir? Varlığa yaklaşımda düşebileceğimiz muhtemel bilgikuramsal sıkıntılar, ancak bu kadar güzel bir eğretilemeyle anlatılabilir. Heybesinde olanın nerden geldiğini bilmez hâle düşen günümüz Anadolu Türk insanı, artık Nasrettin Hoca’yı göremez ve okuyamaz hâle gelmiştir. III Varlığı kaybeden zihin dünyamız, sürekli yaşanan kesintilerle iyiden iyiye yavanlaşmış görünmektedir. Bir sonraki kuşak bir öncekinden daha büyük sıkıntılarla karşılaşmaktadır. Hal-i pür melâlimiz, Hoca’nın ördek ziyafetinde içkindir. Gün gibi apaçıktır. Gönlü mayalılara aşikârdır. Hatırlatarak hem gülümsetip hem de düşündürmek istersek, günlerden bir gün Hoca, ava gider bir ördek avlar gelir. Hoca bu, tek başına saklı gizli yiyecek değil ya ördeği, bir güzel kızartır, kapı komşularını da davet eder. Ziyafet verir. Afiyetle yerler. Tadı damaklarda kalmış olmalı ki, çabuk yayılır olup biten. Öbür akşam birkaç köylü dikilir Hoca’nın kapısına. “Hoca, duyduk, ördek ziyafeti veriyormuşsun” derler. Akşam vakti gelene git denilecek değil ya. Kanadından ayağından artanlarla bir çorba yapar Hoca, koyar sofraya. Ziyafet umanlar bulduklarıyla yetinmek zorunda kalırlar. Gel gör, öbür gün bir grup köylü daha üşüşür Hoca’nın evine. Hoca bakar, bu işin sonu yok. “Buyurun dostlar” der alır herkesi içeri. Kurar sofrayı. Ortasına da kocaman bir tas tuzlu su koyar. Kaşığı çalan yüzünü buruşturarak “Hoca, bu nasıl ördek?” derler. Hoca, gayet sakin: “Eee komşular bu da ördeğin suyunun suyu!” der. Ördek, varlıktır. Hareket noktamızdır. Varlıktan hareket eden düşünce, kızarmış ördek ziyafetini karşılar. Düşünceden düşünceye gitme uğraşımız, varlığın kırıntılarından faydalanarak yaptığımız çorbadır. Düşünceden düşünceye yol bulma, örtülü varlığın tülünü açma uğraşısıdır. Ancak bir şekilde varlığın kendisine dönülmeden yürüyüşte ısrarcı olursak ulaşacağımız sonuç, yaşadığımız ilmî yavanlıktır. Tanzimat sonrası kesin bir kararlılıkla yapmaya 83 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı çalıştığımız yöntemsel yanlışı ve bugün içinde olduğumuz durumu, ördek fıkrası çok güzel anlatmaktadır. Burada düşüncenin ve düşünmenin kıymeti aşağılanmamaktadır. Düşünce biçimimizin içsizleştiği ve düşüncenin söze kurban edildiği hatırlatılmaktadır. Çünkü varlıktan hareket eden ve birliği sağlayan düşünce elbette sahip çıkmamız gerekendir. Ancak insanlar düşünceye değil, söze ehemmiyet verir olmuşlardır. Bu durumu en güzel açıklayan Hoca’nın “hindi” fıkrasıdır. Bilindiği üzere, bir gün Hoca, pazarda dolaşırken herkesin başına üşüştükleri bir kuş görür. Bu talep nedendir pek kavrayamaz. Hele bir de fiyatını duyunca dudağı uçuklar. Bir koşu bulur evi. Kümeste duran hindiyi kaptığı gibi gelir pazara. Kuşçunun yanına pazar açar. Yanılıp şaşıp da “Hoca, hindiyi kaça veriyorsun?” diye soranlara “on akçe” der. Biçilen fiyatı çok bulup “Hoca, sen ne diyorsun, hiç hindi on akçe eder mi” diyenlere, “şu etrafına toplaştığınız yumruk kadar kuş beş akçe ediyor da, onun bilmem kaç katı olan benim hindi neden on akçe etmesin” diye çıkışır. “Ama Hoca” derler, “senin yumruk kadar dediği kuş, bir tûtî, konuşur.” Hoca, “o da bir şey mi, o konuşuyorsa, bu da düşünüyor.” der. Salt söz içsizdir. İçsiz olan söz varlığı vermez. Hakikate ulaştırmaz. Hakikati açmaz. Söze değil, varlıktan gelen düşünceye itibar edilmelidir. IV Batı felsefesi, Platon’dan kaynaklanan bir yanılsamayı Dekart’tan itibaren kronikleştirmiş görünür. Esasen Platon’un Attikeli Musa olarak, logos (rasyonel yeti/rasyonel akıl) bağlamında kurduğu felsefe içsizdir. Platon, tabiatı gereği sadece dışı veren rasyonel aklı kullandığından gönle geçiş yapamadı. Gönül, elbette rasyonel aklın alternatifi ya da karşısında değildi. Eski Yunanda “nous” olarak adı geçen ancak felsefesine geçilemeyen “gönül” Anadolu Türk insanında en kâmil işleyişe erişti. Nous, genelde “tin, zekâ, akıl, us ve zihin” kavramlarıyla karşılanmıştır. Tinsel yani manevî bir kudret için kullanılır. Mana veya mânâ, gönül, yürek, derun demektir. Derunî anlayış ve kavrayış kabiliyeti anlamına da gelir.66 Nous, rasyonel aklı kuşatan bir duyuş ve kavrayıştır. Rasyonel akıl, hesabî çalışır. Matematik düşünür. Gönül ise hasbîlik ister. Hem hasbilik hem de hesabilik aynı kökten kopup gelen kavramlardır. Ancak kalite açısından çok farklı tavırları içerirler. Hesabilik, fayda esasında çalışır. Hasbilik ise, faydadan daha ziyade 66 Bkz. Francis E. Peter, Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü, Çeviren ve Hazırlayan: Hakkı Hünler, İstanbul 2004, s. 245. 84 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olması gerekeni esas alır. Nihaî noktada fayda kendiliğinden gelir. Hareketin gayesi fayda değildir. Sonunda kendiliğinden gelir. Gelmese de ne gam; çünkü onu harekete geçiren güç, başkadır. Bu davranış tarzına Batı felsefesi, ancak Kant ahlakıyla ulaşmayı dener. Ancak o, aslında ilmi bağlamda Batı’nın kavrayamadığı bir durumdur. Batılı bilimsellik, rasyonel aklın bir tezahürü olduğundan bütünün parçaların toplamından daha fazla bir şey olduğuna akıl erdirememiştir. Dolayısıyla birliğe sıçrayamamış, birlikteliklerle yol almıştır. Bu tavır henüz değişmiş değildir. Nasrettin Hoca’yı unutmaya başlayan bizler de hasbilikten hesabiliğe geçmeyi ilerleme olarak görmeye başladık. Oysa bu, irtifa kaybıdır. Düşüş, bizi bocalatmıştır. İlmimiz, felsefemiz Hoca’nın “dostlar alışverişte görsün” latifesinin hesabi bağlamda okunmasına dönmüş, gülümsememiz Hoca’nın aptal olmasını düşündürür olmuştur. Nükteyi kısaca hatırlatırsak, bir gün Hoca, pazardan dokuzunu bir akçeye aldığı yumurtaları, onunu bir akçeden satar. Görenler bu alış-verişin kârına akıl sır erdiremezler. Sormadan da edemezler tabi. “Hoca, bu nasıl ticarettir?” Hoca, gayet sakin, “Ziyade iyidir. Dostlar alış-verişte görsün” der. Hoca’nın verdiği mesaj, gerçekten muhteşemdir. Hesabî çalışan rasyonel aklın çözemediği bir ticarettir bu. Ancak gönül gözü açık hasbilik, bu ticaretin kârlı olduğunu idrak eder. Oradaki inceliğe vakıf olur. Hoca, evdeki hesabın pazara uymadığını bilir. Tavrımızın hesabî değil, hasbî olması gerektiğine işaret eder. Aksi takdirde birliğe yükselemeyeceğiz. Birliktelik hesapları yapacağız. Ama hesaplar tutmayacaktır. Yaşanmışlığın söylediği, hesabî tavrın hayal kırıklığı yaşatmasının kaçınılmaz olduğudur. Zahiri gören rasyonel aklın ciddi yanılgılara sürükleyeceği, Nasrettin Hoca’nın belki de en çok üzerinde durduğu, zihinlerimize kazımak istediği husustur. Yıldızların nasıl oluştuğu üzerine sorulan bir suale verdiği cevapta da bu duruma dikkat çekilir. Vakıa o dur ki, yeniay çıkınca, eski ayın ne olduğunu merak eden birisine Hoca’nın “eski ayı kırpıp yıldız yaparlar” demesi, sadece dışı gören bakışın içle hiç alakası olamayan bir hükmü gayet makul bulabileceği gerçeğini gözler önüne serer. Yine içi esas almayan bir dış okumanın insanı nasıl da gülünç durumlara düşürebileceği “çömlek hesabı” fıkrasında zahir olur. Üstelik sahne tamamen varlık zeminli bir görünümdedir. Ama gerçek değildir. Bir yanılgı söz konusudur. Çünkü devrede olan gönlün okuduğu, gönlü açan akıl değildir. Mesaj, hayranlık uyandıran bir nüktedanlıkla hedefi kolayca bulmaktadır. Rivayet odur ki, Ramazan ayının başında Hoca, “bana ne lazım halka uyup oruç tutmak” deyip evin köşesine bir çömlek koyar. Her oruçtan sonra da bir küçük taş atar çömleğe. Her gün tekrarlanan bu olayı gören Hoca’nın küçük kızı, birkaç avuç taş toplar atar hepsini çömleğe. 85 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Günler geçer, sorarlar Hoca’ya: “Hoca, bugün Ramazanın kaçı?” Hoca, “hele durun biraz” der koşar eve. Döker çömleği sayar taşları. 124 taş çıkar çömlekten. Hoca bir daha yineler sayma işini. Değişen bir şey yok. Bu hesapta bir yanlışlık olduğu açıktır da, ne yapmalıdır? Döner gelir cevap bekleyenlerin yanına. Çömleğin söylediği açık görünür. Ama gönlü elvermez 124’e. Bozuntuya vermeden “bugün Ramazanın kırkdördü” der. “Olur mu Hoca? Orucun tamamı otuzu geçmez” diye itirazlar gelince “çömleğin hesabına uysam, bu gün Ramazanın 124’ü de, ben yine insaflı davrandım.” der. Hoca’nın insaflı hesabı, hesabilik üzerinden kurulmaya çalışılan hasbiliğin imkânsızlığını anlatır. Sonsöz Yerine Hoca’nın her bir fıkrası, Anadolu Türk insanını öz diliyle mayalamaya devam etmektedir. Anadolu Türk felsefesinin kavranıp yaşanmasında da büyük önemi haizdir. Ancak son birkaç asırdır batıdan esen rüzgâr, bizi Nasrettin Hoca’ya gittikçe yabancılaştırmaktadır. Özümüzü kaybettiğimizden özümüze yabancı olanların önerdiği ya da dayattığı çözüm önerileri sorunlarımızı çözmekten uzaktır. Çözümü uzaklarda ya da başkalarının ağzında değil, içimizde olduğunu bilmek, bulmak ve ortaya koymak durumundayız. Bizi biz yapan iç, sadece taşıyıcılık yapan mecazlarla yüz yıllardan beri gönülden gönüle akıp durmaktadır. Nasrettin Hoca’nın “helva” fıkrasında dediği gibi, “un, var, şeker var, su var…” Öyleyse neden helva yapıp yemiyoruz? Canımız helva mı istemiyor, yoksa?! 86 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması GURBANOV, Fuzuli (2014). “Fuzuli’nin İlahi Aşk Felsefesi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.89-92 (http://bilgelerzirvesi.org). Fuzuli GURBANOV* FUZULİ'NİN İLAHÎ AŞK FELSEFESİ F uzûlî sadece Doğu'nun büyük şairi değildir. XVI. yüzyılın iletişim reallıqlarının verdiği imkânlar çerçevesinde, yeterince popüler olabilmişti. M. Fuzuli’den genellikle şiirsel tefekkür sahibi gibi konuşuyorlar. Burada büyük gerçeklik vardır. Fakat onun şiirinin "bir yüzü" felsefi düşünce "sahillerine bakıyor". Dolayısıyla Fuzuli şiiri dünya şiirsel tefekkürü için orijinal olaydır. Onu mistik olarak adlandırmak yarım gerçektir. Burada Mistika daha çok Doğu şiirsel tefekkürünün evrensel gerçekleri ifade etme biçimi olarak görünür. Açık diyelim: Fuzuli yaratılışın tüm seviyelerine ait kıldığı nesneleri, döneminin daha çok anlaşılır şiirsel dilinde Mecazları geniş kullanarak ifade etmeye çalışmıştır . Bunlar kesinlikle onun yaratıcılığının şairlik "mayası"nın arka plana atılması anlamına gelmemelidir. Aksine Fuzuli'ye felsefe gözü ile bakılırsa, onun şiiri ile dünya çapında yeri olan felsefi düşünme arasında Türk bilinci ve maneviyatına özgü olan uyumu ve tezatları görülebilir. Bu bağlılıkta şairin yaratıcılığında İlahi Aşk kavramı özel bir yer tutmaktadır. Onun felsefi düşüncelerinin merkezinde duran İlahi Aşk sanatsal yaratıcılığının füsunkarlığı ile çekiminin kaynağıdır. Araştırmacılar M. Fuzuli’nin İlahi Aşk kavramını sanatsal açıdan geniş analiz etmişlerdir (bk. örn., 1və 2 ). Felsefi olarak ise bizi ilgilendiren bu anlayışın Fuzuli bakış açısının ontolojsində tutduğu yer ve oynadığı roldür. Sorunun bu tarafı önemlidir. Çünkü bununla M. Fuzuli’nin ve aynı zamanda, XVI. yüzyıl Türk felsefi düşüncesinin bir takım özelliğine ışık düşürmek mümkündür . Aşk , genellikle , Doğu bilinci ve yaşam tarzının özel özniteliği. Onun mitolojik, sanatsal ve felsefi tefekkürde ayrıca karakterleri mevcuttur. Tarihsel bu karakterlerin şekli ve içeriği değişebilir. Ancak hiçbir zaman birey ve toplumun hayatında oynadığı * Prof. Dr. AMEA. 89 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı rol değişmemiştir. Aksine, doğulu şair ve filozoflar aşkın dünyanın temelinde durduğunu ve onun değerini teşkil ettiğini söylemişlerdir. Mesala, Nizami XII yüzyılda yazıyordu: Aşkdır mihrabı yüce göklerin, Aşksız ey dünya nedir deyerin? Aynı fikirlere diğer değerli Türk ve Müslüman düşünürlerin yaratıcılığında rastlayabiliriz. Tarihi açıdan bakdıkda Aşk kavramının Türk bedii ve felsefi bilinci için bir gelenek olduğunu ve K. Yunq anlamında "değişmez kod" haine geldiğini söyleyebiliyoruz. Yani Türk için Aşk, insan hayatının temelidir. Dünyevi faaliyetlerin yönelticisidir. İnsan kimliğinin gelişmesinin (ahlaki değerler, manevi cahillik veya olgunluk ) esas motifi. Ancak burada bir makama vurgu yapmaya gerek görüyoruz. Sorunun mahiyeti "Aşk"ın Türk ve müselman bilincinde hanki içerik kesp etmesinde. Burada ilk olarak Aşkı şehvetten, hayvani algılardan ve cinsel arzulardan qaynaklanan fenomen olarak kabul etmeyin imkânsız olduğunu anlamak gerekir. Onu geniş sakral düzlemde derk etmek zorunluluktur. Aksi halde Aşk kavramının tüm bedii ve felsefi özelliği kayıp olur. Türk hayat tarzında onun gerçek yerini kanıtlamak imkânsız hale gelir. Çağdaş ilmi ve felsefi terminoloji ile ifade etsek, Aşk Türk bilincinde ve hayat tarzında öyle evrensel ve sakral anlayıştır ki, yaratılışın "substansiyasıdır". Bu manada mistik değil. Bir mukayese bu bağlılıkda yerine düşerdi. Çağdaş ilmde autopoyezis denilen bir bilimsel teori vardır. Onun fikir babaları Şilili âlimler U. Maturana ve F. Vareladır (3). Onlar canlı sistemlerin varoluşu ve gelişmesi sürecini incelemişler. Çeşitli sistemler arasında ilişkiler farklı olabiliyor - yakınlaşma, uzaklaşma, düşmanlık, rakabet vs. Gelişme sadece cazibe, yakınlaşma, birbiri ile uzlaşma halinde kullanılabilir. Bunun temelinde ise evrensel birleştirici güç durmalıdır. Şili bilim adamları araştırmanın sonu olarak böyle bir gücün SEVGİ olduğu kanaetine gelmişler. Bu, gerçek olarak Şark bedii ve felsefi düşüncelerinde ontolojik anlamda işlenen AŞK kavramına eş anlamlıdır. Sadece çağdaş bilimsel terminolojide ve mantiki alqoritmada ifade edilmiştir. Diğer interesan fikir Erich Fromm’un "Sevmek Mehareti" adlı meşhur eserinde yer almıştır (4). Orada müellif şunu vurgular: Asıl sevgi aşıkların birbirilerinin varoluşunu sevdiğini görebilmesinden kaynaklanır. Fuzuli bunu bir kaç yüzyıl önce böyle ifade etmişti: 90 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Canı kim cananı için severse, cananın sever, Canan'ın kim canı için severse, canın sever Fuzuli sevgiyi iki kişinin duygu ve fiziksel sınırlarına sığmayan, bütövlükde varoluşun temel şartlarinda mevcut olan bir fenomen olarak görüyor. Aksi halde "can" ve "cananın" birinin öbürlerinde var olması mümkün değildir. Onların her ikisi için ortak olan, varoluşun evrensel tabiata sahip olduğudur. E. Fromm da mehz bu anlamda sevgiyi derk etmeye çalışmıştır. Ne yazik ki, bu konuda Fuzuli'nin ismini çekmemiştir. Batı felsefi -bilimsel fikrinden seçdiğimiz yukarıdaki iki örnek sevgi kavramının zengin anlam çalarlarına sahip olduğunu gösterir. Aynı zamanda, bu açıdan Fuzuli'nin bedii ve felsefi düşüncelerinde bitkin bir fikir var olmasına şüphe yoktur. Onda Fuzuli'nin felsefi görüşlerinde İlahi Aşk meselesinin sadece bedii boyutuna danışmak doğru değildir. Bu anlayış Fuzuli yaratıcılığında ontoloji ve epistemoloji boyutu olan mehfumdur. Şairin "Matlau’l-İtikad" felsefi eserinde bunu açıkça görebiliriz (5). Fuzuli eserde bilimleri iki grupta tesnif ediyor. Birincisi, teorik bilimler (örneğin, matematik), ikincisi, pratik bilimler (örneğin, etik). Bunların her ikisi aynı kaynaktan kaynaklanıyor. Mecazi olarak bu, böyle ifade edilir: "Tanrı demiştir: "Ben gizli bir hazine idim ve istedim ki, beni tanısınlar, bilsinler; buna göre mahlukatı yarattım" (5). Yani tüm bilgiler Tanrı'dan kaynaklanıyor. Dolayısıyla bilimlerin iki gruba bölünmesi kesin deyil. Bu kapsamda sevgi ile ahlak vahdettedirler. Onların biri diğerini tamamlar. İlahi Aşkla insan ahlakı Fuzuli felsefesinde böyle alakada olurlar. İnsan etik değerleri İlahi Aşkın mahiyeti ile sık bağlıdırlar. Bu makam Fuzuli felsefesinde İlahi Aşkın sosyal boyutunu açıkca ortaya koyur. Ahlak segvinin tezahür biçimlerinden biri olarak kabullenebilir. Meselenin bu tarafı çağdaş toplumlar işin oldukça önemlidir. Acaba insan ahlakının zayıflamasının temelinde, birey ve toplumsal düzeylerde sevginin azalması yok mu? Öyleyse, din ve felsefenin vahdeti konusunu gündeme daha güncel şekilde taşımak gerekliliği yok mudur? Bu işte Türk felsefi ve bedii geleneğinden genişçe yararlanmakda büyük fayda görmekdeyiz . Çağdaş dünyanın karşılaştığı sorunlar ışığında Fuzuli'nin İlahi Aşk kavramının sosyal boyutu, hayat tarzı ile sık bağlılığı çok güncel görünüyor. Şimdi insanlar sevgiden kaçıyorlar. Sevgisizlik samimi ilişkilerin coşkulu tezahürü fonunda daha vahim görünüyor. Zahiri 91 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı fiziksel özelliklere ağırlık veren, P. Sorokin’in tebirince desek "abartılı uygarlığın zevkini okşayan" bu tür bakışlar insanlığın geleceğini gölgeye düşürüyor. İnsanlarda umutsuzluk ve güvensizlik artıyor. İlk bakışta bu durumun sevgiyle ne ilgisi olduğu izlenimi yaranabiler. Ancak Fuzuli gibi Türk düşünürlerinin fikirleri açıkça gösteriyor ki, dünya vehdetdedirse ve onun temelinde İlahi Aşk durursa, varoluşun her bir zerresini de yaşatan ve onları birleştiren odur. İnsan kalbinde İlahi Aşkın kasadlığı olursa, ne gelişme olur, ne de birlik. Sevgisizlik hem de həyatsızlıq demektir. Fuzuli'nin İlahi Aşk kavramının bireyin hayatındaki yeri ünuversal varoluşun yaranışındaki rolü ile müeyyenleşir. Öyle ki, sevgili insan hem de dünyanın mövcudluk koşullarına uygun yaşamış olur. Bir insan kalbi bütün dünyanın nabzıdır. Könlündə sevgisi olan insan hem de Bütündür. Bu anlamda küresel mahiyete malikdir. Yani o, diğer insanlarla iletişimi, ilişkilerde uyum yaratması ve bu anlamda kültürler ve dinler arası diyaloga hazırdır. Batı felsefesinde A. Berqson’un buna benzer görüşleri vardır. O, "dinamik moral" anlayışında sevgiye dünya ile Bütünleşmek ve farklı kültürlere açık olmakla bir sırada yer veriyor. Sadece bu kaliteye sahip insanların gerçek anlamda özgür ve dünya ile Bütünleşmek yeteneğine sahip olmasını vurgular. A. Berqson’un tebirince denilen "dinamik moral"ın temelinde insanı dünya ile birleştirebilen kuvvet -Fuzuli anlamındaİlahi Aşk duruyor. O'dur ki, şair tesadüfen yazmıyordu : Aşk sevdasından ey Naseh, beni ben eyledin Yok imiş aklın bana iyi nasihat vermedin. Ədəbiyyat 1.Y.Qarayev. Tarix: Yaxından və uzaqdan. B.: “Sabah”, 1996, 710 səh. 2.S.Zaman. Fuzuli (Yedi Ulum ozanlardan). Yaşamı, Felsefesi ve Eserleri/ http://www.sahkulu.com/Dosyalar/F1AF2C7D4BEEE575DED5 D05EBA1F83B9.pdf 3.Maturana H. R., Varela F. J. The tree of knowledge: The biological roots of human understanding. Boston: Shambhala Publications, 1987. 4.Э.Фромм. Искусство любить. М.: АСТ, 2007, 224 с. 5.Fuzuli. Matlau'l- İtikad Fi Marifati'l- Mabda'i Va'l- Maad. İstanbul, Yeni zamanlar Yayınları, 2003, 82 s. 92 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YILMAZ, M.Necip (2014). “Diriliş Düşüncesi ve Ruh İklimimizin Mimarları”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.95114 (http://bilgelerzirvesi.org). M. Necip YILMAZ* DİRİLİŞ DÜŞÜNCESİ VE RUH İKLİMİMİZİN MİMARLARI S Giriş ezai Karakoç, Cumhuriyet döneminin en önemli şair ve düşünürlerinden biridir. Diriliş Düşünce Sistemi ve İslam medeniyetinin yetiştirdiği önderlerin bu düşünce sistemi içindeki yerini ortaya koymadan önce, Osmanlı Devleti’ndeki batılılaşma çabalarını kısaca ele almak faydalı olacaktır. Zira düşünsel tarihi sürecin günümüzdeki anlayışlara da yansımaları bulunmaktadır. Sezai Karakoç’un Diriliş Düşünce Sistemi bu tarihi arka plan doğrultusunda daha iyi anlaşılabilir. Osmanlı Devleti’nde daha önce ıslahat teşebbüsleri görülmekle birlikte Sultan III. Selim’in tahta çıkmasıyla ıslahat çalışmaları yeni bir boyut kazanarak sistemleşme eğilimi göstermeye başlamıştır. 1699 Karlofça Antlaşması’nın ardından Osmanlı Devleti yeni bir döneme girmiştir. Batı’yla ilişkilerin yoğunlaşması, Batı’ya gönderilen elçilerin intibalarını aktarmaları, askeri alandaki yenileşmeler arayışların ilk adımları olmuştur. Geleneksel Osmanlı siyasî, askerî düzeni ve zihniyetini her alanda karşılaşılan sorunları çözemeyeceği anlayışı yavaş yavaş yerleşmeye başlamıştır. Zaman zaman aksamalar olsa da ıslahat anlayışı sürekli devam etmiş, II. Mahmud’un tahta çıkmasıyla tezahürlerini sosyal alanda da göstermiştir. Batı ile ilişkilerin gelişmesi yeni kurumların hayata geçmesi sonucunu doğurmuştur. Bunlardan biri de basının oluşmasıdır. Bu çerçevede 1839’da devletin çıkardığı ilk Türk gazetesi Takvim-i Vakayi, 1840 yılında William Churchill’in haftalık Cerîde-i Havadis gazetesi yayın hayatına başlamıştır. Bu iki gazete Tanzimat dönemi düşünür ve yönetici kadrolarının oluşmasında okul görevi görmüştür. II. Mahmud’un yaptığı ıslahatların ardından iç ve dış baskıların etkisiyle Tanzimat ilan edilmiştir. Tanzimat’la devlete yeni bir yön * Yrd. Doç. Dr. Trakya Üniversitesi. 95 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı çizilmiş, merkezi yönetime geçilmiştir. Islahat hareketlerinin önemli bir aşaması olan Tanzimat düşünce ve bilim alanında da yenilikler getirmiş, medreselerin dışında mektebler açılmaya başlanmıştır. 1856 Islahat Fermanı’nın gayrimüslimlere yeni haklar getirmesi toplumsal örgütlenmede yeni unsurların hayata geçmesinin yolunu açmıştır. Batı etkisinin giderek artması toplumsal tepkilere yol açmış, bu atmosferde Çapanzâde Agâh Efendi tarafından 1860 yılında Tercümân-i Ahvâl’in gazetesini yayın hayatına sokmuştur. Basın alanındaki gelişmeler düşünce hayatını da canlandırmış ve basın hayatına yeni yayınlar katılmıştır. Tercüman-i Ahvâl’in yazar kadrosunda bulunan Şinasi 1862’de Tasvir-i Efkâr’ı, 1863’de Namık Kemal Mirât’ı, 1867’de Ali Suavi Muhbir’i kurmuştur.67 Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonraki dönemde yetişen aydınlar Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal Tanzimat’ın getirdiği eşitlik ve hürriyet fikirlerini yaymaya gayret ettiler. Tanzimat bir buhran devridir. Yapılan reformların tabii sonuçlarından ilk rahatsız olan devletin kendisi olmuştur. Yeni fikirler, çok farklı unsurları barındıran ülkeyi ayrışma noktasına getirmiştir. 1865’de kurulan Yeni Osmanlılar adlı gizli cemiyet Osmanlı Devleti’nde hürriyet, eşitlik ve meşrutiyet fikirlerini yaymaya çalışmıştır. Cemiyetin ilk toplantısında alınan ilk karar mutlakıyet idaresinin meşrutî idareye çevrilmesiyle ilgili alınacak önlemlere aitti. Fransa’dan gelen meşrutiyet fikri, geniş akisler uyandırmıştır. Bu yeni bir ideoloji idi. Meşrutiyetin getirdiği hürriyet fikri devletin çeşitli unsurlarında ayrı ayrı etki yaptı. Osmanlı meşrutiyetçiliği bir felsefi temeli olmayan, romantik bir arzudur. Ancak Tanzimat hareketi her şeye rağmen idari yapıyı modernleştirmiş, diğer yandan birçok etnik unsuru barındıran Osmanlı Devleti’nde milliyetçilik akımlarının doğmasına da yol açmıştır. Bu dönemde hürriyet ve meşrutiyet ideolojisi yanında bir başka anlayış Tanzimat’ın ruhunu devam ettiren devlet adamları ve onları fikirce besleyen fikir adamlarının savunduğu medeniyet ve terakki fikridir. Hürriyet ve meşrutiyet taraftarları da medeniyet ve terakki fikrini savunuyorlar, ancak onlar meşrutiyet ve hürriyet fikrine öncelik veriyorlardı. Bütün bu fikirlerin kökenine baktığımızda bunların Şinasi, Namık Kemal, Münif Paşa ve Ali Suavi 67 M. Nuri İnuğur, Basın ve Yayın Tarihi, s. 219-227, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1982, Orhan Koloğlu, Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi, s. 75-83, TCTA, I, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985 96 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tarafından ülkemize taşınmış ve onlar vasıtasıyla yaygınlık kazanmıştır. Tanzimat’tan sonraki ilim hayatında her ne kadar yenileşme emareleri görülse de geleneksel ilim anlayışı etkisini yitirmemiştir. Zira hem bir anda yerleşik yapıyı değiştirmek mümkün değildir, hem de böyle bir şey istenmemektedir. Tanzimat aydını Batılı değerlere, Fransız ihtilalini yapan düşünürlere değer verse de, Ernest Renan, Voltaire, Montesqieu, Condorcet, Lumiére v.b filozof ve düşünürlerin fikirlerini doğrudan ya da dolaylı olarak Osmanlı Devleti’ne taşımak istese de, esas amaç devletin içinde bulunduğu durumdan kurtarılmasıdır.68 Islahatların bir amacı da fikrî durgunluğu ortadan kaldırmak, devleti yeniden eski gücüne kavuşturmaktır. İslâm dünyasındaki fikrî durgunluğun aşılabilmesi için her dönemde girişilen çabalar istenen sonucu verememiştir. XII. asırdan beri başlayan fikrî durgunluk, medreselerin yeni şartlara ayak uyduramaması rasyonel düşünceyi ikinci plana itmiş, eğitim-öğretim dini ağırlıklı olarak dini ilimlerle sınırlandırılmış, böylece yeni gelişmelerin sağlıklı takip edilmesi zorlaşmıştır. 1876 yılında meşrutiyetin ilan edilmesi, dönemin düşünce hayatı üzerinde doğrudan etki eden önemli bir olaydır. Ancak bu süreç uzun sürmemiş, ülkenin içine girdiği siyasi buhran meclisin kapanmasıyla sonuçlanmıştır. Siyasi olayları düşünce tarihinin malzemesi yaparak devleti kurtarmak peşinde olan Yeni Osmanlılar’ın geliştirdikleri anlayışlar hiçbir zaman meselelerin kökenine inmeye yetmemiştir. Çünkü Yeni Osmanlılar çok yüzeysel bir bakış açısıyla sonuç almayı hedefliyorlardı. Meşrutiyet’in getirilmesiyle sorunların çözülemeyeceği daha sonraki tecrübelerde açıkça ortaya çıkmıştır. Zaman zaman iktidarla anlaşarak, zaman zamansa iktidarla çekişerek yürütülen faaliyetler; hürriyetçi, medeniyetçi ve eşitlikçi anlayışlar Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecini de hızlandırmıştır. Bir taraftan Osmanlı Devleti’ni savunmak, diğer taraftan İslami değerlere karşı yapılan saldırıları göğüslemeye çalışmak şeklinde beliren davranış tarzı bir sonuç doğurmamıştır. Şinasi, Münif Paşa Batı birikimini aktarma çabalarken, Ahmed Cevdet Paşa geleneksel değerleri ihya etmenin yollarını arıyor, Tanzimat’ın boşluklarını doldurmaya çalışıyordu. Namık Kemal ve Ziya Paşa Osmanlı Devleti’nin şeriat kanunlarıyla idare edilmesini isterken medreseden yetişmiş olan Ali Suavi devlet yönetiminin dine dayandırılmasına karşı çıkıyor ve 68 Şerif Mardin, Tanzimat ve Aydınlar, TCTA, I, s. 50, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985 97 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı laikliği savunuyordu. Dolaysıyla Tanzimat aydınları arasında tam bir fikir birliği yoktur. Zira Eski İslâmî düzende halkın yararlandığı haklar ellerinden alınmış, Avrupa sistemine ait haklardan hiçbiri de ona verilmemiştir.69 Yeni Osmanlılar hareketini başarılı olamamasının ardından onların açtığı çığır yerini bir başka harekete bırakmış, II. Abdülhamid devrinde hürriyet ve meşrutiyet fikirleri memleket dışında gelişme imkânı bulmuştur. Ahmed Mithat ve Münif Paşa devletle uzlaşan grubu temsil ederken karşı tarafta daha etkin ve yaygın olan başza bir grup Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın eserlerini okuyarak genç bir nesil yetişiyordu. Yeni Osmanlılar’ın başlattığı çığır meyvelerini vermeye başlamış ve yeni bir oluşum meydana gelmiştir. İttihad-i Osmanı Cemiyeti 21 Mayıs 1889’da İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükûti, Mehmed Reşid, Hüseyinzâde Ali ve Ubeydullah Efendi tarafından kurulmuş daha sonra cemiyet İttihat ve Terakki adını almıştır. Pozitivizmi benimseyip yaymaya çalışan Ahmet Rıza ve sosyolog Ziya Gökalp de daha sonra cemiyete katılmışlardır. İttihat ve Terakki gerek Türk siyasi tarihi ve gerekse Türk düşünce tarihi açısından son derece önemli değişimlerin gerçekleşmesine öncülük eden bir kuruluştur. II. Abdülhamid’e muhalefet etme dışında aralarında ortak bir yön bulunmayan bir grup gencin kurmuş olduğu teşkilat, Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminden günümüze kadar hala tartışılan birçok önemli kararı alan ve uygulayan bir kuruluş olmuştur. Ahmed Rıza’nın Paris’te kurduğu Meşveret Gazetesi’nin etrafında toplanan ittihatçılar daha önce de belirtildiği gibi bir fikir birliği kuramadılar. Farklı kaynaklardan beslenen bu aydınların Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin durdurulması, yaşadığı iç ve dış bunalımlardan kurtulması konusunda çare olarak ortaya koydukları fikirler arasında bir bütünlükten sözetmek mümkün değildir. Prens Sabahattin, Mizanci Murat, Ahmet Rıza farklı düşünceleri kurtuluş çaresi olarak sunmuşladır. İkinci Meşrutiyet’e gelindiğinde politik buhran baş gösterir. Meşrutiyetin ilan edilmesinin ardından yayın faaliyetleri çoğalır ve bir karmaşa başlar.70 Herkes her fikri hiçbir sınırlama olmadan yazmakta, konuşmaktadır. Bu ortam hem fikrî karmaşa hem de siyasal anlamda zaaf doğurmuştur. Çıkan birçok dergide Avrupacılık, İslâmcılık, 69 70 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 46, V. Baskı, TTKY, Ankara, 1993 İnuğur, a.g.e, s.306; Bülent Varlık, “Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri”, TCTA, I, s. 116 98 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Türkçülük savunularak halk bu konularda bilgilendirilmeye çalışılmıştır. Avrupacılık eski dar çerçeveyi kırarak, bireyciliktoplumculuk, sosyalizm-kapitalizm, hürriyetçilik-devletçilik, evrimcilik-devrimcilik gibi Batı’nın yeni problemleri üzerinde karşıt kutuplar arasında tartışılmalar yoğunlaşmıştır. Fransız ihtilali sonrasında ortaya çıkan akımlardan kollektivizm, anarşizm ve komünizm de tartışma konuları arasında yer almıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesi ve meclisin yeniden açılmasının ardından oluşan hürriyetçi hava çok uzun sürmedi. 27 Nisan 1909’da II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, uzun yıllar sürdürülen mücadelede erişilen bu sonuç yeni gelişmelerin başlangıcı oldu. Jön Türk hareketinin sonucunda kurulan İkinci Meşrutiyet, sadece siyasi bir değişme değil, aynı zamanda sistemli olarak Avrupalılaşma fikrinin başlangıcıdır. Prens Sabahattin’in Le Play ve öğrencilerinin görüşlerini takip ederek bireyciliği savunması, Ziya Gökalp’in Türkçülüğü sistemleştirmesi, Abdullah Cevdet ve arkadaşlarının Batılı değerlerin alınması konusundaki fikirleri düşünce alanındaki gelişmelerin bazılarıdır. İkinci Meşrutiyet dönemi yazarlarının fikirleri üzerinde Yeni Osmanlıların oluşturdukları fikri zemin yanında Servet-i Fünûn Mecmuası’nın da önemli yeri vardır. 1894’te kurulan Servet-i Fünûn dergisi başlangıçta Batı’ya ait ilmi-fenni bilgiler verirken daha sonra bir edebiyat akımı haline gelmiştir. Bu anlamda Servet-i Fünûn hareketi her şeyden önce Batılı bakış açısını yansıtan bir düşünce merkezi olmuştur. Yeni Osmanlılar özellikle Namık Kemal ve Ziya Paşa geleneksel Osmanlı sistemine ve İslam medeniyeti değerlerine bağlı iken Jön Türkler Abdullah Cevdet, Celal Nuri ve son dönem Osmanlı düşünce hayatında etkili olmuş, Hüseyin Cahit, Ahmet Şuayb, Baha Tevfik Cenab Şahabettin gibi yazarlar Batı düşünce sisteminin ülkeye taşınmasına öncü olmuşlardır. Batı’da gelişen materyalist, pozitivist ve evrimci düşünce sistemlerinin ülkeye taşınmak istenmesi bir tepkinin de doğmasına yol açmıştır. Bu çerçevede Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi İttihad-i İslam ve Hikmet gazetelerinde ve kaleme aldığı eserlerde materyalist, pozitivist ve evrimci düşünce sistemlerini eleştirmiş, delillerini çürütmüştür. İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy da çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad mecmualarında körü körüne Batı taraftarı olmayı eleştirmiş ve Batı’nın ilminin alınması gerektiğini şiirleriyle, vaazlarıyla ortaya koymuştur. Mehmet Akif’in fikri mücadelesi Necip Fazıl’ın Büyük Doğu mecmuası ile devam etmiştir. Sezai Karakoç 99 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Büyük Doğu ekolünden yetişen bir düşünürdür. Daha sonra fikirlerini sistemleştirmiş ve bu sisteme de Diriliş adını vermiştir. Sezai Karakoç ve Düşünce Geleneğimiz Tanzimat sonrası düşünce tarihimizin ana başlıklarına yukarda kısaca değindik. Sezai Karakoç’un ruh dünyamıza getirdiği yepyeni, taze soluk bu tarihi arka plan doğrultusunda daha iyi anlaşılacaktır. Sezai Karakoç’un düşünce dünyasına kapı aralayabilmek için onun biyografisini kısaca değinmek yerinde olacaktır. Sezai Karakoç, 22 Ocak 1933’te Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğmuştur. Babası Yasin Efendi, annesi Emine Hanım’dır. Çocukluğu, babasının işi nedeniyle Ergani, Maden ve Piran’da (Dicle) geçti. İlkokulu Ergani’de, İnkılâp İlkokulu’nda, ortaokulu Maraş’ta, Maraş Ortaokulu’nda, Lise öğrenimini ise Gaziantep Lisesi’nde tamamladı. 1950 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydoldu. Ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin maliye bölümünden 1955 yılında mezun oldu. Ardından 1955’te Maliye Bakanlığı’nda göreve başladı. 3 Şubat 1959’da İstanbul’da gelirler kontrolü oldu. Görevi sırasında turneler vasıtasıyla yurdun değişik yerlerini görüp tanıma imkânı elde etti. Annesi Emine Hanım, 1957 yılında 52 yaşındayken, 1963 yılında ise babası Yasin Efendi, 74 yasındayken vefat etti. Askerliğini 1960-1961 yıllarında yedek subay olarak Ağrı Karaköse’de tamamladı. Askerlik sonrası eski memuriyetine devam etti. 1965’te istifa ederek resmi görevinden ayrıldı. 1971 yılında, tekrar bakanlıktaki görevine döndü ve gelirler kontrolü oldu. Daha sonra Gelirler Genel Müdürlüğü İdari Davalar Müşavirliği görevini yürüttü. 1974’te tekrar Maliye Bakanlığı’ndaki görevinden istifa etti ve daha sonra resmi bir görev almadı. Henüz öğrenciyken yazı hayatına başlayan Sezai Karakoç, döneminin önde galen gazete ve dergilerinde şiirleri ve analizleri yayınlandı. İlk yazısı mensur bir şiir olan “Ana Oğul” 1949 yılında Gaziantep’te çıkan Dernek dergisinde yer aldı. Hisar dergisinde 1951’de “Rüzgâr”, 1952’de Mona Rosa’nın I. Bölümü “Aşk ve Çileler”, “Yağmur Duası” şiiri ise Mülkiye Dergisi’nde yayınlandı. 1954’ten günümüze dek gerek çıkardığı dergi ve gazetelerde ve gerekse döneminde yayınlanmakta olan dergi ve gazetelerde çok farklı alanlarla ilgili yazılar kaleme almıştır. Yeni Ay, Şiir Sanatı, Hamle, Büyük Doğu, Hisar, İstanbul Dergisi, Pazar Postası, Türk Yurdu, Diriliş Dergisi, Türk Dili, Son Havadis, Papirüs, Son Posta, Değişim Dergisi, Yeni İstiklal, Dost Dergisi, Hilal Dergisi, Yeni İnsan Dergisi, 100 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Soyut Dergisi, Şiir Sanatı Dergisi, Milli Gazete yazdığı dergi ve gazetelerdir.71 Düşünce sistemini 1960 yılından itibaren çıkarmaya başladığı Diriliş Dergisi’nde sistemleştirmiştir. 1974 yılından sonra ise çok farklı gazete ve dergilerden teklif gelmesine rağmen Diriliş dışında başka bir yayın organında yazı ve şiirlerini yayınlamadı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Ruhun Dirilişi, Kıyamet Aşısı, Çağ ve İlham I-IV, İnsanlığın Dirilişi, Yitik Cennet, Makamda, Gündönümü, Diriliş Muştusu, İslam, Diriliş Neslinin Amentüsü, Düşünceler I-II, Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I-III, Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I-II, Varolma Savaşı, Unutuş ve Hatırlayış, Çağ ve İlham I-IV, Çıkış Yolu I-III. 9 şiir kitabı bulunmaktadır. Bunlar değişik tarihlerde farklı isimler altında yayınlanmıştır. 2000 yılında bütün şiirleri Gün Doğmadan adı altında bir araya getirilerek tek kitap halinde yayınlanmıştır. Sezai Karakoç düşünce hayatımızın çok farklı ve özgün bir sesidir. Batı kültür ve medeniyeti ile etkileşimin başladığı süreçte Osmanlı münevverleri Batı’ya öykünmüşlerdir. Yenilgi psikolojisinin bir sonucu olan bu durum, İslam medeniyetinin tarihsel süreçte ortaya koyduğu eşsiz örneklerin görmezden gelinmesine yol açmıştır. Bir başka açıdan Osmanlı münevverleri Batı’daki gelişmeleri derinlemesine kavrayamamışlardır. Çok pratik amaçlar için başvurulan Batı düşünce sisteminin bir gelişme süreci ve felsefi arka planı analiz edilememiştir. Namık Kemal ve Şinasi’de medeniyet algısı Batı modernleşmesiyle sınırlıydı.72 Abdullah Cevdet bütünüyle Batı düşünce sisteminin, kurumlarının hiç sorgulanmadan alınmasını öneriyordu. Ziya Gökalp bir sentez oluşturma çabası gösterse de onun da ortaya koyduğu anlayış bir belirsizlik içeriyordu: Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim. Batı ile fikri alanda gelişen etkileşimin yönünü ve muhtevasını belirleyemeyen, gerçek anlamda olanın analizini iyi yapamayan fikir adamlarımız, sadece Batı’nın geliştirdiğini almakla problemlerin çözüleceği kolaycılığına kaçmışlardır. Sait Hâlim Paşa Buhranlarımız adlı eserinde bunu çok güzel bir şekilde dile getirmektedir: 71 Mustafa Kirenci, Akıp Giden Zamandan Kalanlar, Sezai Karakoç, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, s.27-52, Ankara, 2010 72 Yusuf Kaplan, Bütün Zamanların Çocuğu ve Medeniyet Fikriyatının Öncüsü Bir Düşünür: Sezai Karakoç, Şair ve Düşünür Sezai Karakoç Sempozyumu, s. 221, Fatih Belediye Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2010 101 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Batı uygarlığının görkemine öyle hayran olmuş, öyle tutulmuşuz ki, onu oluşturan sebepleri kavramaktan aciz kalmışız. Söz konusu sebeplerin sonuçlarını, uygarlığın sebepleri gibi anlamak yanlışlığına düşmüşüz. Olayın dış görünüşüne kapılıp kaldığımız için, Batı milletlerini izlemek istediğimiz halde, onların tersinden yola çıkıyoruz. Çünkü söz konusu milletlerin hiçbiri bizim yaptığımız gibi, komşusunun siyasal ve toplumsal kurumlarını uygulama girişiminde bulunmamıştır. Hiçbiri kendi ruh durumunu diğerine göre oluşturmaya çalışmamış, kendi manevi kişiliğinden vaz geçerek komşusunun duygularını, düşünce ve davranış biçimini tam teslimiyet içinde taklide kalkışmamıştır.” Ahmet Cevdet Paşa, Sait Hâlim Paşa, Filibeli Ahmet Hilmi, Mehmet Akif Ersoy ile kendi medeniyet değerlerimizle hayat mücadelesini sürdürme görüşü Sezai Karakoç ile bir anlayışa, bir senteze, bir sisteme kavuşmuştur. Bu çerçevede “İslamcı düşünürler arasında kendine özgü bir dil geliştirebilen, düşünce sistematiği kurmaya çalışan, ender düşünürlerden bir olan”73 Sezai Karakoç tarihi sosyolojik bir perspektifte hadiseleri analiz etmiştir. “Sezai Karakoç, yaşadığımız çağı ve bu çağı oluşturan kültürel temelleri bilinçle kavramış bir düşünürdür.”74 O ilk insandan başlayarak medeniyetlerin, toplumların varoluşlarını bütüncül bir şekilde açıklamaya çabalamıştır. Ernest Renan’ın 1883 yılında Sorbonne’da “İslam ve İlim” adı altında verdiği konferansta İslam’ın gelişmeye, ilerlemeye, terakkiye engel olduğu konusunda ileri sürdüğü görüş Osmanlı düşünce dünyasını da yakından etkilemiştir. Bu anlayış yazılan eserlerle eleştirilmiştir. Bu anlayışa cevap verenlerden biri de Namık Kemal’dir. O “Renan Müdafaanamesi” isimli eserinde Renan’ın görüşlerinin gerçeklerle bağdaşmadığını ortaya koymuştur. Renan’ın iddiaları her ne kadar temelsiz olsa da oluşturduğu hava İslam düşünürlerini reaksiyoner bir tavra itmiştir. Bu tavır günümüzde de devam etmektedir. Kendini anlatmaktan öte başkalarının ortaya koyduğunu yorumlama anlayışı özgün çözümlerin üretilmesi yolunu tıkamıştır. Bu anlamda Sezai Karakoç’un düşünce sistemi reaksiyoner değil aksiyonerdir. Başkalarını değil kendi fikirlerini ortaya koyar. Bu sebeple özgündür, kendi gerçeklerimizle örtüşür. Kendi gerçeklerimizle ortaya konulan fikirler arasında bir bağ kurmakta 73 Akif Emre, Sezai Karakoç’ta Devlet ve Siyaset Tasarımı, Kahramanmaraş’ta Sezai Karakoç’la Kırk Saat, s. 65, Kahramanmaraş Belediyesi Yayınları, 2006 74 Kirenci, a.g.y, s. 12 102 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması zorlanmayız. Sürekli başkalarının ürettiği şeyler üzerinden fikirler ortaya koymanın sağlıklı bir yol olmadığını belirten Sezai Karakoç bu konuda şöyle demektedir: “Bir değer ortaya koymak, kendini yaşamaktır. Eleştiriden öteye gidememek, başkalarını yaşamaktır. Sürekli olarak sadece başkalarının yaptığını eleştirmek, eleştirilenin hâlesi haline gelmek demektir. Kendi yaşamını bir kum saati gibi boşaltıp başkasının yaşamını onun yerine doldurmuş olur, kendi bırakıp hep başkasına dikkat eden. Başkasının zamanını kendi zamanının yerine yerleştirmek, kendini ölü haline getirmek sonucunu doğurur bu dikkatin yerinden oynaması.”75 İnsanlık tarihi çok farklı deneyimleri barındıran bir süreçtir. Tarih birbirinden kopuk, öylesine meydana gelen olaylar bütünü değildir. Yaşadığımız çağda yüz yüze geldiğimiz olayların bir tarihi arka planı bulunmaktadır. Çoğu kez olaylara bakışta bu tarihi arka plan çok dikkate alınmaz. Tanzimat sonrası Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi aydınları meydana gelen olayların analizini yaparken tarihi süreci göz ardı etmeleri onları, geçici, günü kurtarıcı, anlık çözüm önerileri ortay koymaya itmiştir. Balkan savaşları ve I. Dünya savaşı dönemleri bir buhran dönemiydi. Bir ölüm kalım savaşı verilmekteydi. Bu zor şartlar altında geliştirdikleri düşünceler dönemin şartlarını yansıtmaktadır. Ancak tevarüs edilen miras Türk düşünce sistemini de taklitçi ve bağımlı hale getirmiştir. Arada bir kendi tarihsel gerçeklerimize atıf yaparak itiraz sesleri yükselse de bunlar sistemli bir düşünce haline getirilememiştir. Sistemli bir düşünce olması bakımından Sezai Karakoç’un geliştirdiği Diriliş Düşünce Sistemi bir bütünlük arzeder. “Diriliş öğretisi yeni bir zamanı, sanatla, düşünceyle, metafizikle, estetikle, erdemle, siyasetle ve bilimle oluşturma idealidir, bu idealin çağrısıdır.”76 Cumhuriyet dönemi fikir adamları dar, bölgesel ve sınırlı bir coğrafya üzerinde görüş belirtmişlerdir. Oysa Sezai Karakoç bütün insanlığa hitap etmektedir. Bu anlamda kapsayıcı bir özelliğe ve evrensel bir bakış açısına sahiptir. Hz. Âdem’den günümüze insanlığın yararına, esenliğine kendini adamış her eylem ve düşünceyle barışıktır. Diriliş Düşünce Sistemi olayların tarihi-sosyolojik bir perspektifte yorumlanması ve yeniden üretilmesidir. 75 76 Sezai Karakoç, Diriliş Muştusu, s. 18, 3. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1995 Kirenci, a.g.y, s.13 103 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Diriliş Düşünce Sistemi Diriliş, Sezai Karakoç tarafından ortaya konulmuş fikirler sistemi ve hareketin adıdır. O toplumumuzun problemlerini tarihisosyolojik bakış açısıyla analiz ederek çıkış yolları göstermiştir. Diriliş sözcüğü gerçek anlamda, dirilme işi, canlanma; mecazi anlamda, yeni bir atılımla güç kazanma ve din terminolojide ölümden sonra dirilme, basübadelmevt anlamına gelmektedir. Osmanlı Devleti’ni Hasta Adam tanımıyla parçalamaya ve ortadan kaldırmaya kendini adamış Batılı devletlerin büyük mücadele ve savaşlar sonucunda tarih sahnesinden çekilişi beraberinde yılgınlık, tükenmişlik duygusunu getirmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından girişilen varoluş mücadelesi bu çaresizliği ortadan kaldırmaya yönelikti. Ancak aydınların Batı’ya öykünen yaklaşımları ve Batı’nın sürekli müdahaleci tutumu gelişmelerin tabii seyrini etkilemiş ve yönlendirmiştir. Sezai Karakoç Diriliş düşüncesini bu tarihi gerçekler ışığında sistemleştirmiştir. Altmışlı yıllarda iktidar çekişmeleri içinde kendine yön arayan ülkemizin durumuna “bir çıkış yolu ortaya koymak” için yola çıktığını ve yeni tarzın gerekliliğini dile getiren Karakoç, Diriliş dergisinin çıkış amacını ve neden hareketine diriliş adını verdiğini hatıralarında şöyle dile getirmektedir: “… Bir düşünce ve edebiyat dergisiyle yeni bir hareketin başlatılması gerektiği fikrine vardım. Yeni bir nesil gelmişti. Ortam otuz yıl öncesine göre çok değişmişti. Düşüncede bir tazelenme ve yenilenmeye ihtiyaç vardı. Yeni bir dil ve üslup gerekliydi. Bir süredir daldığım metafizik düşünceler kendini ifade için beni zorluyordu. Bu fevkalade şartlar içinde doğdu Diriliş. İlk anda ismi yadırgandı. Hortlama gibi dehşet duyanlar oluyordu ismi duyunca. Ya da sanki yalnız amentüde bir unsur olarak düşünülebilir gibi geliyordu onlara. Mecazi anlamda, tarihi anlamda dirilişi düşünemiyorlardı. “Basübadelmevt”in karşılığı olarak “diriliş”i bulmuştum, ölümden sonra dirilme anlamına. Tabii ki sadece metafizik anlamda değil, tarihi-sosyolojik anlamda da kullanıyordum.” Dünya tarihinde ve İslam medeniyeti tahindeki yenileşeme çabalarını tahlil ederek sistemini oluşturan Sezai Karakoç, bu denemelerle kendi sistemini ayrıştırır. Islahat teşebbüsleri sürecinde yapılan iyileştirmelere farklı tanımlar getirilmiştir. Bu tanımlamalar bir anlamda bir öykünmeyi de içerdiği için o dış ülkelerden gelen ve kendi medeniyetimize uymayan her türlü sistemi reddedip, aynı zaman da yine onların sistemlerini çağrıştıran “Tanzimat, “ıslahat”, 104 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “reform”, “inkılâp”, “devrim” gibi tanımları da reddeder.77 Ve kendi oluşturduğu yeniden var olma anlayışına Diriliş adını verir. “Diriliş Akımı, bir düşünce sistemi ile hareketin bileşkesinin adıdır. Yalnız teorik veya felsefi bir düşünce sistemi değildir. Hem düşünce hem eylem vardır. Düşünce ile düşünceden beslenen eylem (ilim-amel) birlikteliği söz konusudur.”78 Karakoç, tarihi-sosyolojik bakış açısıyla toplumların gelişim süreçlerini inceleyerek diriliş düşüncesini oluşturmuştur. Bu çerçevede diriliş, uyanış, yeniden doğuş kavramlarını tahlil ederek aralarındaki farkları ortaya koymuştur. İnsanın kurtuluşa varması için içine gireceği değişime diriliş, içinde bulunduğu durumu fark etmeye başlamaya ve kendi halini sezmeye uyanış, bir medeniyetin başka bir etki altına girmeden kendini tazelemesine yeniden doğuş demektedir. Söz konusu kavramlar ve aralarındaki farkları şöyle izah etmektedir: “Uyanış ve yeniden doğuş kelimeleri zaman zaman aynı ve birbirine yakın anlamlarda kullanılmaktadır. İnsanın kurtuluşa varması için içine gireceği değişimi ise “diriliş” kavramıyla ifade ediyoruz. … Tam anlamıyla uyanış, içinde bulunduğu durumu fark etmeye başlayış ve kendi halini seziştir. Zihni bir aydınlanma bu uyanışı sağlayabilir. Fakat uyanış tek başına kurtuluşu tekeffül etmez. Uyanış kurtuluşun gerek şartlarındandır ama yeter şartlarından değil. Bir uyanış olmadan bir diriliş, bir diriliş olmadan bir kurtuluş olamaz. … Yeniden doğuş, örnek Avrupa Rönesans’ı alınırsa, ilkin zihni ve entelektüel anlamda bir uyanışla, bir aydınlanma ile başlıyor. Bu yüzden Rönesans çağının bir adı da “aydınlanma çağıdır”. İlim ve sanatlarda yeni bir gelişmenin doğurduğu bir aydınlanma. Eski bir medeniyetin karanlıkta kalmış çizgilerini yoklaya yoklaya, onu yeni bir yorumla zihinlerde canlandırarak yeni bir oluşa gitme faaliyetinin bütünü olmaktadır Rönesans.”79 “Rönesans ise insanın erdiği yeni şartlarda ve ıstıraplara göre çok sığ ve dar bir zihin kalkınışıdır. İşte bunun için biz insanın adeta ölümden doğruluşunu anlatan “diriliş” kelimesini seçtik insanı kurtuluşa doğru götürecek bir değişim için.”80 İnsanlık tarihinin gelişim evrelerini ele alarak buradaki değişim ve dönüşümleri inceleyen Karakoç, bu dönemlerle ilgili 77 Sezai Karakoç, Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I, 4. Baskı, s. 35, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2012 78 Durmuş Günay, Diriliş Akımı ve Düşünce Sistemi, Sezai Karakoç, s.55, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 2010 79 Sezai Karakoç, Sütun, s.452-453, 4. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1989 80 Sütun, s.456 105 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tespitlerde bulunur. Bu değişim dönemlerinin üç periyotlu bir gelişme çizgisi ile açıklanabileceğini belirtir. Birinci periyot insanlığın ruhu susuzluktan çatlayarak kayalara dönmüş, ruhlara umutsuzluk çökmüş, gelenek çizgileri ölü iskeletler gibi eğilip bükülmez bir kemik özellik kazanmış, manevi ve maddi sefalet, zihni ve ruhi cehalet ve dalalet insanı kapladığı, ruhumuz ışıtan güneşlerin solduğu, sarardığı ve sönmeye yüz tuttuğu ve insanlığının sonunun geldiği anlayışının egemen olduğu bir zaman dilimidir. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in gelişlerinden önce insanlığın genel tablosu bu şekildedir. Bu döneme Katı Dönem, Donma Dönemi adını vermektedir.81 İkinci periyodu Bunâlim Dönemi olarak isimlendirmektedir. Bu dönemde ruhlarda bir bunâlim birikir, kötülükler ruhları şerha şerha yarar. “Bütün ruhlar, kaygan bir kaide üzerinde yüzergezer durumdadır. … İnançlar, düşünceler ve sanat eserleri, filin derisinden kayan keneler gibi, içeri hiç nüfuz edemeden geçip giderler.”82 İnsanlar hep kurtuluş beklemektedir. Ancak bu konuda bir fikirleri olmadığı gibi uzun vadeli çözümleri dinlemezler bile, kısa vadeli, yüzeysel reçetelere sarılırlar. Bu periyotta temelsiz ve geçici iyimserlikler, şifasız kötümserlikler hâkimdir, ruhlar daima bir melankoli ve hülya, gelgit içindedirler. “Ruhlar ay çekimine uğramış gibi med ve cezir içindedirler.” Bu dönemin genel mizaç çizgisi tutarsızlıktır.83 Ve sonunda yüzyıllar içinde oluşmuş kurumlar çökmeye başlarlar. İnsanlığın geçirdiği bunâlim dönemlerini tarihi-sosyolojik bakış açısıyla ortaya koyduktan sonra insanlığın başlangıcı gibi bir oluşla yeniden varoluş başladığını belirterek Diriliş Döneminin özelliklerini ortaya koyar: “İnsanın ilk yaratıldığı an gibi, insanlığın başlangıcı gibi bir oluştur bu. Her soru yeniden ortaya konur ve sakin bir şekilde, peşin hükümsüz gerçeğe erilmeğe çalışılır. İlkin uğraşma metafizik plandadır. Ruhun en temel alanı onarılmakta, yaralarını iyi etmektedir. Faydasız, boş ve sonuçsuz atılım, girişim ve eylemlerden uzak, önce ruh, sonra zihin daha sonra da davranış planı, yerine oturtulmaya, asıl özünü, mayasını yeniden yoğurmaya başlar.”84 Bu değerlendirmelerden sonra insanlık tarihinin geçirdiği evrelerin ardından bugün yeniden diriliş dönemine girdiğini belirtir. 81 Diriliş Muştusu, s.102-103 Diriliş Muştusu, s.104 83 Diriliş Muştusu, s.104-105 84 Diriliş Muştusu, s. 105-106 82 106 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Her diriliş hareketine yöneltilen silahın inkâr, red ve tanımama olduğunu, ancak bunun kabuğunu zorlayan bir tohum gibi engellenemeyeceğini belirterek insanlığın bunâlim döneminin sonunu ve diriliş döneminin başlangıcını yaşadığı tespitini ortaya koyar. Diriliş nasıl gerçekleşecektir. Sezai Karakoç’a göre bu diriliş düşüncesiyle yetişmiş diriliş nesli sayesinde hayata geçecektir. Zorlu bir sınav olan dirilişi gerçekleştirme ideali, diriliş neslinin sabır, sebat sayesinde vücut bulacaktır. Çünkü “diriliş eri bir alpinisttir. İnkâr, red ve kara alışkanlık pürüzlerini kıra kıra bu dik yamaçtan dağın tepesine, temiz havaya ve güneşe yükselecektir.”85 Sezai Karakoç’a göre dirilişi gerçekleştirecek diriliş neslinin çetin bir eğitim sürecinden geçerek, dıştan önce içini özgürleştirerek, kendi varoluşunu sağlayacaktır. Ona göre “diriliş kış ortasında bahara hazırlık çağrısıdır. Sonbahar hastalarının, yaz başakçılarının yalancı çağrılarına kulak tıkayanlar bu çetin hazırlığın erleri olabileceklerdir.”86 “Diriliş, bir özgürlük kültürü ve uygarlığıdır. Doğu ve batı kültürlerine karşı özgürdür diriliş kültürü. Hakikat uygarlığı olan İslam’ın yeniden açan özgürlük çiçeğidir diriliş kültürü.”87 “Diriliş ruhlarda, kapanmış bir kapıyı açmak ülküsüdür. … O kapalı kapının açılışında elbet aklın, estetiğin ve aksiyonun payı olacaktır. Ama kendi başlarına değil, diriliş ruhunun özüyle dolu ve yoğrulu olarak. Diriliş ruhunun aydınlığında çalışarak. Diriliş kanıyla kanlarını, diriliş oksijeniyle soluklarını, diriliş ahlakıyla ahlaklarını arıtarak.”88 O yüksek bir ideal olarak tavsif ettiği diriliş ülküsünü gerçekleştirecek neslin niteliklerine de değinir: Dirilişçi tek kişi olarak da kalsa yılmayan, eren de olsa pir de olsa, kendini ancak bir er olarak gören, hatta er olarak değil belki diriliş erliğine kendini aday olarak kabul eden, gerçek yolda, hiç sarsılmadan dosdoğru giden, dış baskıların etkisine sonuna kadar direnen, tüm zorluklara rağmen davasından vaz geçmeyendir. Onların misal, “ışığa koşan pervanelerin misalidir. Pervane ışık olmak için koşar ışığa. Bilir ki, ışık olmak yanında pervane olmak hiçbir şeydir.”89 “Diriliş eri, bir alınteri adamıdır. O alnının teriyle gelmeyen her nesneden şüphelenir… Geçmişi ve şimdiki zamanı, Doğu’yu ve Batı’yı, kendine ait olanı ve düşman dünyada olup biteni, kişiliğinin 85 Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Amentüsü, s. 10, 19. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2013 Diriliş Muştusu, s. 20 87 Diriliş Muştusu, s. 25 88 Diriliş Muştusu, s. 29 89 Diriliş Muştusu, s. 43 86 107 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bütün gücüyle kuşatmayı, o ancak alınteri caddesinde yürüyerek gerçekleştirir.”90 Diriliş eri yeni bir üslup oluşturur, onun için hayat bir zikirdir… Eserlerinde dirilişi gerçekleştirecek neslin nitelikleri ile ilgili çok farklı açılardan tanımlamalar getirir. Allah’a inanmayı bir müjde olarak tavsif eden Karakoç,91 bu inancın insanın varolşunu sağlayacağını belirtir. Hz. Âdem’den günümüze kadar geçen zaman dilimini analiz ederek toplumların tarihi süreç içerisinde iniş ve çıkışlarının nedenlerine değinir. Ve her insanın hayatında “düşüşler ve kalkışlar” olduğu gibi toplumların hayatında da “yenilgiler” olabilir. Bu yenilgilerin sebebi sabırla araştırılmadığı için suç, bin yıl İslam medeniyetini “zaferden zafere, mutluluktan mutluluğa, erdemden erdeme, yücelikten yüceliğe götürmüş olan vahiy düzenine yüklendiğini dile getirerek suçun bizlerde olduğunu ifade ederek şu tespitte bulunur: “Suç bizdeydi. Karşımızdakinin gücünün neden ileri geldiğini derinlemesine inceleme sabrından kaçınıyorduk.”92 Karakoç’a göre İslam medeniyeti tarihte eşsiz örnekler ortaya koymuştur. Bunları meydana getiren her alandan ilim adamları, sanatkârlar, devlet adamları, şairler, manevi önderler; tarihi tecrübenin yeniden yorumlanarak hayat geçirilmesi için en başta derinden derine incelenmesi, mercek altına alınması gereken kaynaklardır. Manevi önderler ruhî dinginliğin mimarlarıdırlar. Çünkü onlar ruhlara canlılık kazandırırlar, insanın yeniden yaşam kaynaklarına kavuşmasını sağlarlar. Ruh İklimimizin Mimarları Diriliş düşünce sisteminde tarihi tecrübenin önemi çok büyüktür. Çünkü tarihteki tüm düşüşler bu tecrübenin dikkate almamanın sonucunda olmuştur. İslam medeniyetinin asri saadetten başlamak üzere Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı dönemleri benzerine az rastlanır eserlerin ortaya konulduğu, tüm zamanları etkileyen manevi önderlerin yetiştiği dönemlerdir. Sezai Karakoç bu tarihi mirası değerlendirerek geçmişte olduğu gibi yeniden her alanda bir dirilişin müjdesini verir. Tarihte olan, eğer şartları yerine getirilirse bugün de olabilir. Hz. Peygamber İslam dinini tebliğe başladığında 90 Diriliş Muştusu, s. 49 Sezai Karakoç, Ruhun Dirilişi, s.87, 7. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2000 92 Sezai Karakoç, Çağ ve İlham I, s. 37, 8. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2012 91 108 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dünyada iki hâkim güç vardı: Bizans ve İran. Ama Müslümanlar bu büyük güçlere rağmen kendi medeniyetlerini kurdular, onlar tarihin tozlu raflarında yerlerini aldılar. Bu çerçevede her alanda yetişmiş önderleri sıralar: İmam-i Azam, İmam-i Şafii, İmam Malik, Ahmed bin Hanbel, Hasan Basri, Cüneyd Bağdadî, Bayezid-i Bistamî, İbrahim Edhem, Rabiatüladeviyye, Muhyiddin İbn Arabi, Ahmed Rüfai, Bahaddin Nakşibendi, Abdulkadir Geylani ve Mevlana.93 Diğer eserlerinde daha birçok İslam düşünür, şair ve devlet adamlarının tecrübelerine değinir. Biz burada, ruh iklimimizin mimarları, bunâlim döneminde Anadolu’ya hayat veren ve yüzyıllardır diriltici soluğu devam eden ve Sezai Karakoç’un haklarında müstakil birer eser kaleme aldığı Mevlana ve Yunus Emre’yı onun bakış açısıyla ortaya koyacağız. Karakoç’a göre Mevlana, Hacı Bektaş-i Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Yunus Emre ve Serhat Akıncıları Anadolu’nun önder kurucularıdır.94 O Mevlana’nın Anadolu’nun yeniden kuruluşunun metafizik planının mimari olduğunu belirtir. “Haçlıların şüphelere saldığı yaralı ruh, Mevlana’nın şifalı eliyle iyi edilmiş, Moğolların saçtıkları umutsuzluk tohumları yine onun gülümsemesiyle kurumuştur.95 Mevlana, Anadolu Selçuklu Devleti’nin güç kaybetmesi ve Haçlı akınları karşısında belirsizliğe gömülen Anadolu’nun, hatta bütün İslam dünyasının tabib-i manevisi olmuştur. Bu yüzden Muhammet İkbal 20. Asırda bile düşünce sistemini Mevlana’nın bakış açısı üzerine kurmuştur. Karakoç Mevlana ile ilgili kaleme aldığı eserine şu soruyla başlar: “Ölümü düğün gecesi (şeb-i arus) olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır?”96 Mevlana’yı güçlü ve yenilmez bir insan olarak tavsif eden Karakoç, onun etkisinin hala devam ettiğini belirterek onun nasıl Anadolu’nun manevi önderlerinden biri olduğunu şöyle açıklar: “O aklın, idrakini aşan facialar karşısında sustuğu, , ruhun kamaştığı noktada kalbe müracaat etti. Hakikati kalbin saf aynasında buldu ve buldurdu kendisine inananlara ve güvenenlere. Ârif olmayı önerdi bilgin ve bilge olmanın yanında herkese. Kalb, ruhun duygularımıza açıldığı kapıydı.”97 93 Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I, s. 156 Sezai Karakoç, Yunus Emre, s.13, 17. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2013 95 Yunus Emre, s.13 96 Sezai Karakoç, Mevlana, s.7, 8. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2014 97 Mevlana, s.30 94 109 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Karakoç Mevlana’nın şiirle olan bağına da değinerek onun neden şiire yöneldiğinin sebeplerini ortaya koyar. Dersin, medresede, vaaz ve nasihatin camide etkili olduğunu, ancak bunların dışında geceli gündüzlü bir telkin ağı kurup Müslümanları Hristiyanlık ve putperestlik etkilerinden kurtarma çabasının sonucunda o dönemde halkın ilgi gösterdiği edebi alana yöneldiğini dile getirerek halkla ilişkilerin nasıl olması gerektiğine şu sözlerle ortaya koyar: “Halk senin olduğun yere gelmiyorsa, sen onun olduğu yere gideceksin. O senin dilinden anlamıyorsa, sen onun dilinden anlayacak, maksadını onun diliyle anlatacaksın.”98 Bu tespitten sonra Mevlana’nın mücadelesinin nedenlerine değiniyor ve şu görüşlere yer veriyor: Mevlana sadece önceki büyük manevi önderler gibi sadece hakikati ortaya koymuştur. Çağında manevi hastalıkların yaygınlaştığı, kuşku vebasının yayıldığı, umutsuzluk zakkumlarının saçıldığı, haçlı ve Moğol saldırılarının yaralar açtığını, sebep oldukları sefalet için Mevlana bir tabib-i manevi olmuştur. Burada Mevlana’ya atfedilen bir menkıbeyi aktararak Karakoç’un bu menkıbeye getirdiği yoruma değinmek istiyorum. Menkıbeye göre Mevlana bir papazla karşılaşır. Papaz Mevlana’yı görünce önüne eğilip selam vermiş, kendine göre tevazu örneği göstermiştir. Mevlana bunu görünce o da eğilmiş selam vermiş. Bunun karşısında papaz yine ayni şekilde eğilip selam vermiş. Mevlana da yine başını eğerek selam vermiş. Mevlana hiç vaz geçmemiş, papaz eğildiğinde o da eğilmiş, bu durum sürüp gitmiş, sonunda papaz Müslüman olmuştur.99 Sezai Karakoç bu menkıbenin bir sembol olduğunu belirtir. Burada Mevlana papaz karşısında tevazuda üstün gelmiştir. Bunun sonucunda da papaz Müslüman olmuştur. Menkıbe ayni zamanda diyaloğun da sembolüdür. Mevlana bu hareketiyle davranışında samimi olduğunu beyan etmek istemiştir. Bu menkıbenin bir başka açısı da Müslümanların maddi güç açısından, kondisyon olarak da, Müslüman olmayanlara da üstün olması gerektiğidir.100 Mevlana’nın çağrısı sadece Müslümanlara değildir. O dönemindeki tüm insanları Yahudileri, Moğolları, Rumları, Hristiyanları bu dirilişe çağırmıştır. Bir takımlarının “İslam’ın 98 Mevlana, s.32 Mevlana, s.53 100 Mevlana, s.55 99 110 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması battığını sandığı bir dönemde o tam tersine bir gelişme” beklentisi içindedir. Nitekim 100 yıl sonra Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla Mevlana’nın bu öngörüsü gerçekleşmiştir. Karakoç’un Mevlana ile ilgili değerlendirmelerine bir alıntıyla son vermek istiyorum: “Mevlana, bir İslam ereni, bir İslam önderi, bir İslam düşünürü, bir İslam şairidir. … Mevlana, devrinin o fetret döneminde, İslam ruhunun yaşaması için çırpınan bir pir, bir erendi. Yeniden dirilmenin sancıları için kıvrandığımız bu günde, bu en korkunç fetret gününde de, ruhu ve hatırasıyla, bir diriliş piri, ereni olarak bize yol gösteriyor, ışık tutuyor, manevi tasarrufuyla, eseri ve tesiriyle, yardımda bulunmaktan geri durmuyor.”101 Sezai Karakoç’un hakkında müstakil eser kaleme aldığı ruh iklimimizin mimarlarından bir diğeri de Yunus Emre’dir. Anadolu’da diriliş ruhunu yaşatan ve tarihi süreç içerisinde bir umut kaynağı olmuş olan Yunus Emre’nin sesi çağaların ötesine yankılanmıştır. Burada uzun değerlendirmelere yer vermek isabetli olmayacaktır. Bu anlamda Karakoç’un Yunus Emre’ye ilişkin değerlendirmelerinden birkaç noktaya değinerek sözlerimi tamamlamak istiyorum. Karakoç Yunus Emre ile ilgili olarak yaptığı değerlendirme onun tasavvuf anlayışına yöneliktir. Bunun da “yaratılmışı Yaratan’dan ötürü sevmek” olduğunu belirtiyor. Zira Yunus Emre şiirinde şöyle seslenmektedir: Elif okuduk ötürü Pazar eyledik götürü Yaratılmışı severiz Yaratandan ötürü Yunus ile ilgili ilk söz açıldığında anlatılan bir menkıbedir. Karakoç bu menkıbeyi aktararak onu kendi bakış açısı ile özgün bir şekilde yorumlamaktadır. Menkıbeye göre bir kıtlık yılında Yunus, erzak almak için Hacı Bektaş’a gider. Ve giderken eli boş gitmemek için beraberinde hacı Bektaş’a dağ alıcı götürür. Hacı Bektaş bu hediyeden çok hoşlanır. Ve onun ağırlanmasını ister. Ve Yunus üç gün ağırlanır. Üç gün sonunda Yunus’a buğday mı himmet mi istediği sorulur. Ve bu üç kez tekrarlanır. Yunus üçünde de: “Ben himmeti neyleyeyim, bana buğday gerek. Evde çoluk çocuk aç”102, cevabını verir. Yunus buğday alıp geri döner. Ancak 101 102 Mevlana, s. 79 Karakoç, Yunus Emre, s. 29 111 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı köyüne dönerken yolunun üzerindeki dağdan geçtiği sırada olanları düşünür ve yaptığına pişman olur. Geri döner ve himmet ve nasip ister. Ancak iş işten geçmiştir. İsteği Hacı Bektaş-i Veli’ye iletildiğinde onun nasibinin Taptuk Emre’nin elinde olduğu cevabı verilir kendisine. Ve daha sonra Taptuk Emre’nin yoluna girer. Kırk yıl dağdan odun taşır, hiçbir zaman eğri bir odun getirmez. Karakoç bu menkıbedeki sembolleri şöyle yorumlamaktadır. Yunus bilgi almak, ilim tahsili görmek niyetiyle Hacı Bektaş-i Veli’ye gitmiştir. Bu gidişlerde Hacı Bektaş-ı Veli ile değil yanındakilerle görüşmüştür. İstediği buğdaydır. Buğday ise ilmin sembolüdür. “Dağ alıcı hamlığı, işlenmemişliği, fakat orijinalliği ve kuvvetli bir tabiat, sanat ve şairlik kabiliyetini temsil eder.”103 “Dağ, yalnızlığı, düşünceyi, riyazet ve murakabeyi sembolize eder.”104 Yunus’un Taptuk Emre’nın yolunda çalışması ve hiçbir zaman eğri odun getirmemesi ise Taptuk Emre’ye daima elverişli ve sağlam, dört başı mamur müritler bulduğunun sembolüdür. Diğer yandan kırk yıl bunu azimle sürdürmesi Yunus’un hep ideal çizgiler peşinde koştuğunu, ideal dünyanın adamı olduğunu simgeler. 105 Yunus hakkında anlatılan menkıbeye Karakoç’un getirdiği yorum ayni zamanda tarihi sürecin barındığı kültürün değerlendirilme yöntemi hakkında da ipuçları barındırmaktadır. Bu anlamda orijinal bir yorumdur. Karakoç Yunus’un mesajını yorumlarken şu görüşlere yer verir: Yunus Asya kökenli Müslüman Türklerin bir şairidir ve hiçbir dar ekolun adamı değildir. Onun amacı en sade fakat en güçlü deyişler içinde İslam’ı halka yaymaktır. Şiirlerinde çizdiği tablolarla insanda fizik ötesi duygusunu uyandırır. Her şeyin temeline Allah sevgisini yerleştirir.106 Ruh iklimimizin mimarlarından olan Mevlana ve Yunus Emre tarihi süreç içerisinde olduğu gibi bugün de bir bütünlük içinde ele alınır ve genç nesillere kavratılabilirse Karakoç’un ısrarla vurguladığı gibi dirilişi gerçekleştirecektir. Bugün buradaki bu coşku ve tarihi süreçteki manevi önderlerimizi yâd edişimizi, diriliş yolunda atılmış bir adım olarak görüyorum. Sonuç Yerine Sezai Karakoç çağımızda yetişen en önemli şair, düşünür, sanat ve siyaset adamlarından biridir. O manevi önderlerimiz gibi ümidi muştulayan bir mütefekkirdir. O sadece bizim toplumumuzun serüvenlerini kendi kültürümüzde odaklaştırmakla kalmamış, kendi 103 Karakoç, Yunus Emre, s. 30 Karakoç, Yunus Emre, s. 31 105 Karakoç, Yunus Emre, s. 31-32 106 Karakoç, Yunus Emre, s. 20 104 112 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması prizmamızdan geçirerek ona yeni renkler ve sesler katmış, derin bir muhteva ve muhayyile zenginliği içinde sunmayı başarmıştır. “Şiiri insanı heyecanlandırır, şaşırtır, iyilik merhamet ve yumuşaklık duygularını dile getirir. Bir insanın haykırışı ve çığlığı olduğundan keder, facia ve melankoliklik hal önüne bir set çeker.”107 Şiiri olduğu kadar ve belki ondan daha çok önemli olan, onun çağımız problemlerine yönelik ortaya koyduğu görüşleridir. Birçok özelliği kendisinde barındırdığı ve çok farklı pencerelerden bakabildiği, Allah’ın kendisine bahşettiği metafizik duyarlılık her hadisenin esas sebeplerini anlayıp tahlil edebilmesini sağlamıştır. Onun üzerinde durduğu önemli konulardan biri de tarihi tecrübemizin tarihisosyolojik bakış açısıyla yeniden yorumlanmasıdır. Bu çerçevede manevi önderlerimizin ruh dünyamızda yeni uyanışlara kapı aralayacağı şüphesizdir. Ben burada sözlerime Üstad Sezai Karakoç’un İslam Birliği idealini dile getiren “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinden bir bölüm okuyarak son vermek istiyorum: Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır Aşk cellâdından ne çıkar mademki yar vardır Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır Sevgili En sevgili Ey sevgili 107 Şakir Diclehan, Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç, s. 21, Piran Yayınları, İstanbul 1980 113 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür eder, esenlikler dilerim. Kaynakça DİCLEHAN, Şakir, Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç, Piran Yayınları, İstanbul, 1980 EMRE, Akif, Sezai Karakoç’ta Devlet ve Siyaset Tasarımı, Kahramanmaraş’ta Sezai Karakoç’la Kırk Saat, Kahramanmaraş Belediyesi Yayınları, Kahramanmaraş, 2006 GÜNAY, Durmuş, Diriliş Akımı ve Düşünce Sistemi, Sezai Karakoç, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2010 İNUĞUR, M. Nuri, Basın ve Yayın Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1982 KAPLAN, Yusuf, Bütün Zamanların Çocuğu ve Medeniyet Fikriyatının Öncüsü Bir Düşünür: Sezai Karakoç, Şair ve Düşünür Sezai Karakoç Sempozyumu, Fatih Belediye Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2010 KARAKOÇ, Sezai, Çağ ve İlham I, 8. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2012 KARAKOÇ, Sezai, Diriliş Muştusu, 3. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1995 KARAKOÇ, Sezai, Diriliş Neslinin Amentüsü, 19. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2013 KARAKOÇ, Sezai, Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I, 4. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2012 KARAKOÇ, Sezai, Mevlana, 8. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2014 KARAKOÇ, Sezai, Ruhun Dirilişi, 7. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2000 KARAKOÇ, Sezai, Sütun, 4. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1989 KARAKOÇ, Sezai, Yunus Emre, 17. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2013 KİRENCİ, Mustafa, Akıp Giden Zamandan Kalanlar, Sezai Karakoç, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2010 KOLOĞLU, Orhan, Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi, TCT, I, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985 LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, V. Baskı, TTKY, Ankara, 1993 VARLIK, Bülent, “Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri”, TCTA, I, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985 114 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AŞİROV, Tahir (2014). “Türkmen Şairi Mahtumkulu’nun Düşünce Yapısı ve Etkisi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.117-130 (http://bilgelerzirvesi.org). Tahir AŞİROV* TÜRKMEN ŞAİRİ MAHTUMKULU’NUN DÜŞÜNCE YAPISI VE ETKİSİ “Mahtumkulu hakikaten muallim şair olmakla beraber halk mütefekkir” Zeki Velidi Togan Giriş T asavvuf meşrepli Türkmen şairi ve düşünürü Mahtumkulu’yu düşünce yapısını irdelemekle Türkmen düşünce tarihi serüvenine açıklamak ve betimlemek olanaklıdır. Çünkü Şair Türk–İslam kültür birikimini şiirlerinde Türkmen halk dili ile yansıtmıştır. Düşünürü Türkmen kültürünün dönüm noktası olarak kabul edersek, şiirleri geçmişi ve zamanesinin düşünce yapısını aktarıyor ise, onun şiirlerinin yayınlanması ise şiirlerinin etkisini göstermek ile şairden günümüze o kültüre olan yaklaşımlara da ayrıca ışık tutacaktır. Çünkü şairin şiirlerinin içerik yapısının ve dilinin çözümlenmesi, gerçekten Türkmen kültürel birikiminin geçmişine ve onun zamanesine ışık tutacak olduğundan birinci kısımda irdeleyeceğiz. Bu bölümde şairin kelimelere yüklediği anlamlar ele alınacak ve yapıtındaki gerçeğin yansıtılmasını çaba harcanacaktır. İkinci olarak ise, şairin düşüncelerini yansıtan şiirleri toplandığı divanın yayınlanmasıyla ilgili süreç değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Çünkü bu edim genel olarak çok değişik süreç ve dönemden geçtiğiniz tarih beyan etmektedir. Bu ise yayınlama düşünür Zeki Velidi Togan’ın “Şura” dergisindeki ifadesiyle “Mahtumkulu tercüme hali hakkında bar taba [tapıp] aldığımız malumat uşbudur [budur]. Türkmenler arasında bu hakta malumat alıp yazan kişi bolsa elbette edebiyat tarihimize zor hizmet eden bolar idi” * Dr., Aşkabat Üniversitesi. 117 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı diyerek konuya 1913 senesinde değerlendirmiştir108. Bu ikinci bölümde ise, bu “zor hizmeti” gerçekleştirme yoluna girenlerin (Berdi Kerbaba oğlu ve Bekki Emir Berdi oğlu) edimlerini ele alınacaktır. Mahtumkulu’nun Hayatı ve Düşünce Yapısı Türkmenlerin Göklen boyunun Gerkez oymağından olan Mahtumkulu, İran’ın Gülistan Eyaleti’nin Kümmet Kabuz şehrinin Hacı Kavuşan köyünde dünyaya gelmiştir. Bu köy Etrek nehri boyunda olup şimdi İran sınırı içindedir. Şair “Âleme belgilidir” adlı şiirinde şöyle beyan ediyor: Bilmeýen soranlara aýdyň bu garyp adymyz, Asly gerkez, ýurdy Etrek, ady Magtymgulydyr. Doğum ve ölüm tarihleri belli olmamakla beraber 1724-1807 yıllar arasında yaşamış olarak kabul edilmiştir. Ancak günümüzde mezarı, İran’ın Türkmen Sahra bölgesinin Etrek nehrinin kıyısındaki Aktokoy köyünde bulunmaktadır. Türkmen milli şairi Mahtumkulu’nun düşünce yapısının oluşmasında, onun babasının etkisi büyüktür. XVIII. yüzyılda yaşadığını ve onun ahlak ilmine ait mesnevi usulde “Vaazı – Azad”, “Beş Namaz”, “Behiştname”, “Hikayat”, “Murabbag ve Gazallar” ve “Rubailer” kitapların yazarı olan babası Devlet Mehmet Molla lakabı “Azadı” diyen şairdir109. Türkmen kültür hayatında önemli etki eden ve öğüt veren düşünürlerden biridir. Mahtumkulu’nun ilkokulunu da babasından almıştır. Bu konuda şair “Gulagın tutmaz” adlı şiirinde şöyle diyor: Dua kılsam, cebri-cefam ekserdir, İlim öğreten ussat − kıblam pederdir, Şair medrese tahsili görmüştür. İdris Baba (Halaç), Gögeldaş (Buhara), Şirgazı (Hiva) medreselerinde okuduğunu görülebilir. Ayrıca şairin medrese öğretiminin olduğunu da yene kendi şiirinden öğrenebiliriz. Gerçekten öğrenim gördüğü medreseye ithaf ederek “Şirgazı” adlı bir şiir yazıyor. Orada üç yıl öğrenim gördüğünü aşağıdaki setirlerden görebiliriz. Mekân eýläp, üç ýyl iýdim duzuňy, Gider boldum, hoş gal, gözel Şirgazy. Ötürdim gyşyňy, nowruz-ýazyňy, Gider boldum, hoş gal, gözel Şirgazy. 108 Şura, 12/358-359. Geniş bilgi için bakınız: Döwletmamet Azady, Eserler ýygyndysyy, (hz. Rahmenberdi Godarow, red. Hidayet Peker), Uludağ Üniversitesi Basımevi Bursa 2012. 109 118 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bu uzun eğitim ve öğretimden sonra şairin düşünce yapısı yansıtan şiirleri önemli yer almaktadır. Zeki Velidi Togan “Şura” dergisinde “Mahtumklu” ile ilgili yazısında Türkmen edebiyatı konusunda değerlendirmesine yer vermektedir. Orta Asya şairlerinin şiirlerinin kendine özgü olduğunu nitelendirmektedir. Gerçektende Ali Şir Nevai’yi sınıf şairleri Arap vezni, Ahmet Yesevi gibi İran med üzere olmakla 7 ve 11 mısralı bina edildiğini söylemektedir ve örneklemektedir. Ancak Orta Asya halk şairlerinin dört mısralı şiirleri severek yazdıklarını ifade etmektedir110. Gerçekten de Mahtumkulu dört mısralı şiirleri yazan şairdir. Şairiň düşünce yapısı şiirlerine yüklediği anlamların belirlenmesiyle açıklanabilir. Ancak bu konu da yaklaşımlar ve tasvirler görmek mümkündür. Onlardan M. Fuat Köprülü “Türk edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar” adlı eserinde Mahtumkulu’yu “Nakşbendi dervişi”111, Zeki Velidi Togan “” adlı yazısında “Mahtumkulu eş’arı [şiirleri] dini olmakla beraber “Meşrep” veya “Ahmed Yesevi” gibi halis tasavvuf eseri ve derviş eş’arı [şiirleri] değildir. Bu bir halk din ve ahlak muallimi [öğretmeni], halk felsefiyati [hikmet bilgileri] muallimidir [öğretmenidir]”112 diye tasvir ediyorlar. Bu konu da Hocam Hidayet Peker “Türkmen Milli Şairi Mahtumkulu Firaki’nin Felsefesi” adlı eserinde detaylı açıklamaktadır113. Mahtumkulu’nun Şiirleri Türkmenistan’daki İlk Neşri a. Kitabın Önsözünün Değerlendirilmesi Genel olarak Türk kültürünün sözlü geleneği çok zengindir. Bu zenginliğin yaşatılmasının ve ebedileştirmesinin güvencelerinin birisi ise onların toplanıp yayınlanmasıdır. Bu bağlamda Türkmen Şairi Mahtumkulu’nun yapıtında yayınlanması süreci değerlendirmesine geçilecektir. Gerçekten de bazı zamanlarda Türkmen kültür birikimi olan Mahtumkulu’nun şiirlerini yayımlamak özelde Türkmen 110 Şura, 12/358-359. “Onların adeta kudsi bir mahiyet berdikleri Halk şairi Mahdum Kuli’nin şiirkerinde, Ahmed Yesevi te’siri … göze çarpmamak mümkün değildir. Hemen hemen bundan birbuçuk asır önce hayatta olup, elinde sazı ile Maveraü’n-nehr’i ve İran’ın kuzey taraflarını gezen bu Nakşbendi dervişi, bugün bile Türkmenlerin en büyük şair-mutasavvıfı sayılır” M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar, (Yay. Orhan F. Köprülü), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1976, s. 177. 112 Zeki Velidi Togan, “Türkmen Şairi Mahdumkulu’yu Anlamak”, (latinize eden Tahir Aşirov) U.Ü.İ.F.D. 1/2014. Bursa – Türkiye. 113 Peker, Hidayet, Türkmen Milli Şairi Mahtumkulu Firaki’nin Felsefesi, Emin yay. Bursa 2014. 111 119 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı medeniyetine, genelde ise Türk medeniyetine hizmetlerin en büyüğü olmuştur demek, hakkı yadsımak olmayacağını, her bir Türkmen düşünce yapısını inceleyenlerin onaylayacakları bir hakikat olduğu kabul edilebilir. Buna sadece dini içerikli şiirlerinin Bağımsızlığa kadar bekletilmesi bunun en bariz bir örneklerinden biridir114. Özellikle de 1926 yılında meşhur Türkmen yazarı Berdi Kerbabayev’in topladığı şiirler ve onların yerli yazı esaslarına ve Bekki Emir Berdi oğlunun önsözü balgamında yazılan yazıların içeriğinin irdelenmesi ile değerlendirmeye gidilecektir. Bu konunun ortam ve olanakları ödevlenerek nedenlerine ve koşullarına yer verilerek irdelenecektir. İlk olarak Mahtumkulu’nun şiirlerinin neşri Hodzko -Boreyko tarafından 1842 senesinde London’da yayımlanmaya başlamış olduğu söylenebilir.115 Ancak Türkmen ilinde ise birkaç gazete köşeleri116 dışında kapsamlı bir neşrine, yukarıda zikir ettiğimiz seneye kadar beklemek gerekmektedir. Berdi Kerbabayev tarafından Muhtumkulu’nun şiirlerinin yazmalarının toplanması sonucunda 1926 senesinde Bekki Emir Berdi oğlunun önsözü ile yayımlanmıştır. Bu neşir Türkmenistan’da ilk kapsamlı neşir olarak ifade edilebilir. Çünkü bundan önce kitap şeklinde neşir bilinmemektedir veya bilmemekteyim. Gerçekten Mahtumkulu’nun neşri önemli bir edimdir. Bu bakımdan da biz bu yazımızı neşir bağlamında değerlendirmeye çalışılacaktır. İlk olarak ona giriş yazan Bekki Emir Berdi oğlunun “sözbaşı” olarak ifade ettiği önsözü okunduğu zaman durumdan veya sorunlardan haberdar etmektedir. Bir de kitabın son kapağında Rusça olarak “Sbornik izbrannıh proizvedebiy turkmenskogo poeta Mahtum-Kulu (II pol. 114 Magtymguly, Bagyşla Bizni, (Çap edilmedik goşgulary), “Turan-1” neşriyatı, A. 1992. Chodџko A. (Аляксандр Ходзька), Specimens of the Popular Poetry of Persia. London, 1842. 116 İçinde (Goşgı) Aliyev G. Türkmen Dili, Ashabad 1914, 82 s.; Çarlık Rusya döneminde 14 Aralık 1914’te Aşkabat’ta yayınlaya başlayan ve yayını 1917 yılında Çarlık Rusyasının devriminden sonra, 1917’de biten ““ ”روزنامهء ماوراى بحر خزرRuznama-yi Mavera-i Bahr-i Hazar”, Rusça “Zakaspiyskaya Tuzemnaya Gazeta” (“Hazar Ötesi Günlük Gazete”) adlı Türkmen gazetesinde Mahtumkulu şiirleri ve diolog şiirleri yer almaktadır. “ № ”مختم قلى25 (1915), “№ ”مخدوم قلى ييله دوردى شاعرينك قوشوشماغى108 1916, “ مخدوم قلى ييالن دوردى شاعرينك № ”قوشوشماغى110 (1916), “”مخدوم قلى دوردى شاعر ييله مخدوم قلى نينك قوشوشان يرنينك قاالني دوردى №133-134 (1916). Ayrıca hayatı ile ilgili de değişik bir yaklaşım için: “Ruzname-ýi mawera-i bahr-i hazar” gazetiniň 1915-nji ýylyň 3-nji aprelindäki sanynyň mazmunynda, türkmen halkynyň milli şahyry Pyragynyň durmuş ýoly bilen tanyşmaga mümkinçilik berýän ýazgy “Iz biografiý poeta Mahtum-Kulu” (“Şahyr Magtymgulynyň terjimehaly”) ady bilen tanadylypdyr. 115 120 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması XVIII veka)” (“Magtymgulynyň saýlanan eserler ýygyndysy, (XVIII asyryň II ýar.)) diye ifade yer almaktadır. Bu da bir ayrı sorunu dile getirmektedir. Gerçekten de Mahtumkulu’nun şiirlerinin toplanmadığını Bekki Emir Berdi oğlu “sözbaşı”nda (“önsöz”) şu sözler ile açıklamaktadır: “Kendinden sonraki gençlere şairimiz unutulmaz miras bırakıp gitse de, bu güne kadar onun yazan şiirleri, aydan şarkıları halk arasında çok yaygınlaşıp toplanman kalırdı”117 Bekki Emir Berdi oğlu’nun ifade etmeye çalıştığı konu gerçekten önemlidir. Çünkü Türkmen halkının büyük şairinin değerleri şiirleri sözlü veya azda olsa yazma olarak ellerde bulunsa da onun bir neşrinin olmamasından yakınmaktadır. Bu konuda da gerçekten haklıdır. Bir taraftan büyüklük ve değerlilik atfediyorsunuz ancak hala bir geniş kitleye ulaşacak düzeyde olmamasıdır. Bir de yayın olamayınca çıkacak ve çıkmış sorunlara da dikkat çekmiştir. Bunu ise şöyle ifade eder: “Büyük halk içinde orada burada Mahtumkulu yazmaları okumuş insanlar elinde olsa da bular bir birinden farklı olarak çıkıyordu.”118 Emir Berdi oğlu burada Mahtumkulu’nun şiirlerinin yazmalarında değişiklik olduğunu ifade etmeye çalışmaktadır. Bu konu ciddi bir sorunu ortaya çıkarmaktadır. Bu ise şaire aidiyet ve değiştirme konularını uyandırmaktadır. Haklı olarak “Çünkü yerli durumlara göre yazı çoğaldılardı, eksildilerdi; yerli şive göre dili de bir az değişirdi; kem – käs (az) yerde başkalar tarafından yazılan şiirler karışıyordu. Sonra yazılardan göçürenler de bilerek mi ya bilmeyerek mi kendi tarafından islen islemedik yerlerine değiştirmekten sakınmayan olmalılar ki, demek şimdiki halk arasındaki Mahtumkulu yazmaları asıl nüsha doğruluğu güman olup görünmektedir”119 diye geç kalınmışlıktan üzüntü duymaktadır. Emir Berdi oğlu şairin kendi el yazısı konusunda da bir fikir vermeye çalışmaktadır. Gerçekten de “Çünkü ta asıl Muahtumkulu el 117 “Özünden soňky ösdürmelere şahyrymyz unudylmaz ýadygärlik goýup gitsede, bu çaka çenli onuň ýazan goşdulary, aýdan aýdymlary il arasynda gaty ýaýrap toplanman galardy.” Magtymgulynyň saýlanan eserler ýygyndysy, (XVIII asyryň II ýar.) Neşir edilen ýeri Poltorask (Aşgabat), 1926-njy ýyl. Kitap Türkmen dilinde Arap elipbiýinde. T-3 32087. 118 “Uly il içinde onda – munda Magtymguly golýazmalary okamyş adamlar elinde bolsa-da, bular bir-birinden tapawutly bolup çykardy.” 119 “Çünki ýerli ýagdaýlara görä ýazgy artdyrlardy, kemeldilerdi; ýerli şiwe görä dili-de bir az degişerdi; kem –käs ýerde başgalar taýyndan ýazylan goşgylar garyşardy soňra ýazgylardan göçürenler hem bilgeşlimi ýa adanlykdanmy öz taýylaryndan ýaran ýaramadyk ýerlerine üýtgetmekden çekinmeýän bolmaga çemeli ekenler. Diýmek şimdiki il arasyndaky Mahtumkulu golýazmalary asylky nusga dogrulygy gümana bolup görünyär.” 121 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yazması kayıp da bu güne kadar ele geçmiyor” diyerek konu hakkında hikâyeye bağlamaktadır120. Emir Berdi oğlu şairin şiirlerinin Buhara ve Taşkent basmalarına da eleştiri niteliğinde açıklama yapmaktadır. Bu konuda “Şöyle zorluklar olsa da Mahtumkulu[‘nun şiirlerini]’nu toplama yolunda çok tecrübeler edilmektedir. Buhara, Taşkent taş basmahaneleri onu tanınılmaz gibi ederek basmışlardır”121 diye açıklamak yapmaktadır. Ancak bu basmalar hangileri olduğuna dair bilgi vermemektedir. Ancak Buhara’da (1914) Kurbanberdi Gürgani122 ve Taşkent’te (1911) Arifcanov123 tarafından yapılan çalışmalar olabilir. Buna rağmen Astrahanlı İmam Abdurrahman Efendi Niyazi’nin 1911 senesi “Mahtumkulu Divanı”nı neşrine124 ve Şeyh Muhsin Fani’nin “Mahtumkulu divanı ve yedi asırlık Türkçe bir manzume”125 adlı kitabına göndermek yapmaktadır126. Emir Berdi oğlu kitabın önsözünde daha da bir şeye dikkat çekmektedir. Bu ise Türkmen devletinin inşası ile medeni uyanış gerçekleştiğine dair bilgi vermesidir. Bu balgamda şair Mahtumkulu’nun Türkmence ifade ile “Şairi tirsegine kaldırmak” veya şiirlerinin yaygınlaştırılması konusudur. Bu konuda düşünür “Türkmenistan devlet kurulması ile cemaat arasında medeni uyanış orta çıkıp edebiyat, lisaniyat ve başka medeni meseleleri orta atılar” diye açıklama yapmaktadır”.127 Aynı zamanda devlet idaresinden okullara kadar Türkmen dili olmalı görüşü öne sürmektedir ve hazırlıksız durumda ne yapılması gerektiği açıklanmaktadır.128 Bekki 120 “Il arasynda ýüräp gelýän hekaýa görä düýp nusgalar gaýyp bolanlar. Bir gezek şahyrymyzyň obasyny Etrek çaýyň sili alanda, we başga bir gezek-de obany ýagy çapanda.” 121 “Şeýle kynlyklar bolsa-da Mahtumkuluny toplama ýolunda köp synaglar edilendir. Buhara, Taşkent daş basmahanalary ony tanalmaz ýaly edip çykarypdyrlar.” 122 Divan hezreti Mugtımgulı, (Gagüren ve neşir eden Gurbanberdi Gürgeni, Buhara 1914, 164 s. 123 Otuz iki tohum kıssası ve Magtum Kulu. Daşkent G.H. Arifcanovın daş basması 1911. 80 s. 124 Divan Mahtumkulu, Neşir eden Abdurrahman Nıyazi, A. Omarov ortakların tecarethana tip. Astrahan 1912. 48 s. 125 Mahtumkulu divanı ve yedi asırlık Türkçe bir manzume, (Şerh ve tenkit eden: Şeyh Muhsin Fanî), Kâğıtçılık ve matbaacılık anonim şirketi, İstanbul 1340 [1921] 64 s. 126 “Soňra Niýazy arkadaşymyz taýyndan Mahtumkulu basdyrylmaga başlanandyr. Ýakynda Istanbulda - da basylyp çykandyr.”. 127 “Türkmenistan döwleti guralmagy bile jemagat arasynda medeni oýanyş peýda bolup edebiýat, lisaniýat we başga medeni meseleleri orta atylar.” 128 “Ýaňy ýakyndan bäri uly kiçi bolup bir zady ýagşy duýýarys. Bu gün Türkmen jemagatyna uly alada ýetişendir. Öz dilinde döwleti edara etmek mektep magatyf işlerini ýöretmek we mundan bäş beter başga bir zady hem duýýandyrys. O da döwlet edara etmek 122 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Emir Berdi oğlu: “Çünki bu güne kadar biz de hazırlık olmamıştır. Bundan dolayı orta hazırlanmak meselesi duşyar. Bu doğru da ileri sürülmeli zat nedir? İlk olarak kendi medeni zenginliklerimiz toplanıp puhta okumalı. Bundan evvel ne yaradan isek, ona sahiplenmeliyiz… Onlardaki dil zenginliklerin bilinse, tanınsa şu günkü zorlukların çoğu azalardı”129 diye açıklamak yapmaktadır. Ayrıca şairlerin durumunu ve etkisini şu sözler ile açıklamaktadır: “Şunlar bilen birlikte Türkmen halk şairleri şiirleri toplanıp yaş nesiller tarafından okulsa, tiz zamanda birçok eksiklikler ayrılacaktır.”130 Bu süreçte Devlet tarafından Berdi Kerbabaýev’den şairin şiirlerinin değişik yazmalardan toplanmasına islendiğini ve birkaç nüsha da verildiğine dair bilgi vermiştir. Bu konuda Emir Berdi oğlu şöyle diyor: “Devlet bilim şurası yukarıda zikir ettiğine göre arkadaş Berdi Kerbaba oğluna Mahtumkulu şiirlerini türlü yazmaları irdeleyerek toplamayı istedi ve birkaç Mahtumkulu nüshalarını tapıp verdi.”131 Devlet isteği üzerine hazırlandığı söylenen kitapta kullanılan nüshaların kâmil olanların bir kaçını saymaktadır. Onlardan: Seyyid Murat Övezbay’ın Hiva, Garaş Han’ın Çeleken yazması bir de yazarın kendisinin Garrı –Gala elyazmaları.132 Emir Berdi oğlunun bu hazırlanan kitapta kullanılan yazmaların güvenliği tereddüdünün olduğunu metine yansıtmıştır. Nitekim bu konuda şöyle diyor: “Şu nüshalar Türkmenistan’da en dolu diye tanınsa da bulardan irdelenip düzülen Mahtumkulu doludur ýolunda bize berilýän soraglara güýjümiz ýoklugy, gaýtargy ýoklugy. Çünki bu güne çenli biz de hazyrlyk bolmandyr.” 129 “Çünki bu güne çenli biz de hazyrlyk bolmandyr. Oňa görä orta hazyrlyanmak meselesi duşýar. Bu dogruda ileri sürülmeli zat nämedir? Ilki bile öz medeni baýlyklarymyzy toplap puhta okamaly. Mundan ewwel näme ýaradan bolsak, şonuň eýýesi bolmalydyrys. Ertekiler, matallar, atalar sözleri, aýdymlar, agylar, läleler ýygnalsa we olardaky dil baýlyklaryň bilinse, tanalsa şu günki horluklaryň köp esesi egsilerdi.” 130 “Şular barabarynda Türkmen halk şagyrlary toplanyp ýaş özdürmeler tarapyndan okalsa, tiz wagtda bir topar kemçilikler aradan göterilerdi. Çünki magnawy taýdan ýaş ösdürmeler üçin olar bi peýda bolsalarda çeperçilik, ustaçylyk taýyndan şimdilere görelde bolcaklary bi güman bolup görünýär we beýle kyn günlerde şonuň ýaly boş ýatan baýlyklardan onsy ýaramaz munsy ýaramaz diýip ýüz döndürmegimiz bi maslahatyrak tanalsa gerek.” 131 “Döwlet bilim şurasy ýokaryda aýtdygyny görä arkadaş Berdi Kerbaba oglyna Mahtymkulu goşgularyny dürli ýazmalary seljerip toplamany tapşyrdy; we bir niçe Mahtumkulu nusgalaryny tapyp berdi.” 132 “Olaryň içinde belliräkleri: Seýitmyrat Öwezbaýyň Hiwa, Garaş Hanyň Çeleken ýazmasy, meniň Garry –gala golýazmalarym.” 123 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı demekten ve şiirlerin tümü Mahtumkulu’nun kendisin ki demekten kaçınıyoruz.”133 b. Kitapta Bulunan Şiirler Berdi Kerbabayev’in Mahtumkulu’ya ait olduğunu düşündüğü şiirleri topladığı kitabında, şairin şiirlerini 46 başlık altında düzenlemektedir. 1. Şairlik kuvvetini tapış hakkında. Bu bölümde 9 şiirine yer vermektedir: 1. “Turgul” diýdiler”, 2. “Günler heý”, 3. “Ýa Rabbimiz sary”, 4. “Her ýana”, 5. “Diwana geldi”, 6. “Oýan diýdiler”, 7. “Uştum ýaranlar”, 8. “Jan gördüm”, 9. “Eýýamy gördüm”. 2. Adamın dünya gelişi hakkında (2 şiir): 1. “Dördünce ýa bäşinde”, 2. “Joşa geldiň”. 3. Iş bitircek yigide gerek zatlar hakkında (4 şiir): 1. “Don bolsa”, 2. “Ýar gerekdir”, 3. “Aty gerekdir”, 4. “Don gerekdir”. 4. Islenmedik yerde görünmezlik hakkında (2 şiir): 1. “Berilmegin ýerde”, 2. “Söhbet ýagşydyr”. 5. Öylenmek/Evlenmek doğrusunda (1 şiir): “Öýlengin”. 6. Yahşi at ve edermen yiğit hakkında (2 şiir): 1. “Depe nedir düz nedir”, 2. “Başy gerekdir”. 7. Gılık hakkında (2 şiir): 1. “Gara”, 2. “Bir bara ýüz ursaň”. 8. Saz sühbet hakkında (1 şiir): “Gelende bardyr”. 9. Adamlary tanamak hakkındaki sınaglar (2 şiir): 1. “Turşun görün”, 2. “Şal tapsa”. 10. Kem akıllığın neticesi hakkında (1 şiir): “Ham olar”. 11. Gelşiksiz zatlar hakkında (2 şiir): 1. “Ýaraşmaz”, 2. “Ýaraşmaz”. 12. Boldurup bolmayan işler hakkında (1 şiir): “Bolmayar”. 13. Bolcak işlere çare bolmazlık hakkında (1 şiir): “Başy sirdirar”. 14. Oğrı hakkında (1 şiir): “Halyň seniň”. 15. Öz özüne göwün yetmek hakkında (2 şiir): 1. “Dag saýar”, 2. “At ýanynda bellidir”. 16. Töwekkel we sağınmak hakkında (1 şiir): “Behem eder”. 17. Rızık hakkında (3 şiir): 1. “Iş bolmaz”, 2. “Ýelden tut”, 3. “Duz hem bolmasa”. 133 “Şu nusgalar türkmenistanda iň dolyrak diýip tanalsa-da bulardan seljerip düzülen Mahtumkulu doludyr diýmekten we goşgularyň barysy Mahtumkulunyň özüniňki diýmekden çekinýäris.” 124 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 18. Batır – Gorkaklık hakkında (5 şiir): 1. “Baýa seretmez”, 2. “Bolmasa”, 3. “Başda bellidir”, 4. “Maly bolmasa”, 5. “Ulaşdy”. 19. Garıplık hakkında (4 şiir): 1. “Ýad bolar”, 2. “Düýşüne degmez”, 3. “Elde bary bolmasa”, 4. “Ýoly gözlär”. 20. Hosdar hakkında (2 şiir): 1. “Ser biläni”, 2. “Ýat ýagly”. 21. Ayallar hakkında (4 şiir): 1. “Ýöräsiň geler”, 2. “Ata meňzär”, 3. “Islärin”, 4. “Üç aýal bolar”. 22. Nevruz hakkında (1 şiir): “Jahan peýda”. 23. Meydan yolugsa (3 şiir): 1. “Meýdan ýolugsa”, 2. “Göze mygmandyr”, 3. “Ýar eýlär”. 24. Başsızlık ağzı alalık (2 şiir): 1. “Nogsana geler”, 2. “Döner”. 25. Muhtaçlıklara hayır etmek (2 şiir): 1. “Gitmezmiş”, 2. “Keçdir ýaranlar”. 26. Yaramaz adamlar hakkında (11 şiir): 1. “Ykrarsyz ärden”, 2. “Asyl zatça bolmaz”, 3. “Jeňi bellidir”, 4. “Zer bolmaz”, 5. “Ýoldaş bolan”, 6. “Içen ýalydyr”, 7. “Çykmaýan ärden”, 8. “Janyňdan”, 9. “Ýigide”, 10. “Çykypdyr”, 11. “Degmez”. 27. Nas çilim gıybet hakkında (4 şiir): 1. “Çilim”, 2. “Nas atan”, 3. “Çilimkeş”, 4. “Gyýbetkeş”. 28. Nasihat (9 şiir): 1. “Gidiji bolma”, 2. “Gymmat ýagşydyr”, 3. “Bostan tapylmaz”, 4. “Gul bolgyn”, 5. “Gezemek bilen”, 6. “Delalat ýagly”, 7. “Tapmaz sen”, 8. “Ýakynça bolmaz”, 9. “Baş bolmaň”. 29. Adamların biri – birinden tapavutı (12 şiir): 1. “Iýen nanyna degmez”, 2. “Gadryn näbilsin”, 3. “Salarguşyn aňlamaz”, 4. “Joş ýandyrar”, 5. “Dini biläni”, 6. “Baş üstüne”, 7. “Gelende bardyr”, 8. “Azarydyr”, 9. “Öz – özünden”, 10. “Näbilsin”, 11. “Näzine degmez”, 12. “Är ýanynda bellidir”. 30. Bir yarımlarını övüşi (3 şiir): 1. “Öňi ardy bilinmez”, 2. “Ahmetşany öweni”, 3. “Öwgi”. 31. Aydışık soval cevap (7 şiir): 1. “Öwlatdan”, 2. “Sowal jogap”, 3. “Kaýdadygy bilinmez”, 4. “Sorag gaýtardy”, 5. “Bşlmezmiň”, 6. “Oraz meňli şahyra”, 7. “Bir niçe mysal”. 125 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 32. Atası hakkında (1 şiir): “Ajal ýolun tutdy atamyň”. 33. Dünyadan ve dünya adamlarından zeyreniş (24 şiir): 1. “Yhsan kaýsy bilinmez”, 2. “Döküp baradyr”, 3. “Köýdüm ýandym köz bile”, 4. “Geçer halymga”, 5. “Gan çykar”, 6. “Göriner”, 7. “Yagşysy”, 8. “Başymyza”, 9. “Duman galmady”, 10. “Saly dünýä heý”, 11. “Daşymdan”, 12. “Mälemeýän bolarmy”, 13. “Gaça başlady”, 14. “Bela bolar”, 15. “Bu dünýä”, 16. “Geldi ýaranlar”, 17. “Ahyr zamana”, 18. “Gaşar bu dünýä”, 19. “Bolmaz ýaranlar”, 20. “Etmediň dünýä”, 21. “Namys bile ar bile”, 22. “Gelemezmi”, 23. “Hijran kaýsy bilmedim”, 24. “Bilmedim”. 34. Aşık magşuk hakkında (27 şiir): 1. “Hökümli”, 2. “Gezelim”, 3. “Bu derdi”, 4. “Haýrandadyr”, 5. “Turanda tapylmaz”, 6. “Gülzardan aýryldym”, 7. “Gezdiňmi”, 8. “Helalan”, 9. “Gözüm düşdi”, 10. “Gyzmaly boldum”, 11 “Eý dost”, 12. “Geçip baradyr”, 13. “Güýzden seni (Nowruzdan seni)”, 14. “Näme sen”, 15. “Dert oldu”, 16. “Sataşdym”, 17. “Uýalmak”, 18. “Tasa garşy”, 19. “Aşyk bolmuşam”, 20. “Yhtiýarym galmaza”, 21. “Ýandyrdy meni”, 22. “Boldum indi”, 23. “Barmy ýaranlar”, 24. “Yşkdan içmek”, 25. “Magşuk hakynda”, 26. “Ýar senden”, 27. “Gökden ýaranlar”. 35. Öz özüne aydanı (5 şiir): 1. “Göwnüm”, 2. “Neýleýin”, 3. “Görsem”, 4. “Uly bolup galyp men”, 5. “Biwepalardan”. 36. Dünyadan boş gitmek hakkında (9 şiir): 1. “Baka baka gidersen”, 2. “Gelen gide baradyr”, 3. “Ykbal bolmady”, 4. “Batdy ýaranlar”, 5. “Ýetmeýen galmaz”, 6. “Söýgildim”, 7. “Ýagydyr ýagy”, 8. “Diş gitmek”, 9. “Bendäniň”. 37. Dünya hakkında (17 şiir): 1. “Däldir bu dünýä”, 2. “Ser gider”, 3. “Suwuratgyl”, 4. “Ýutybam durupdyr”, 5. “Rowan görse”, 6. “Mazarystana sary”, 7. “Jan içinde”, 8. “Gelendir”, 9. “Megana geldiň”, 10. “Bu laýa (raýa)”, 11. “Sil galmaz”, 12. “Dünýädir”, 13. “Çaldy gitdi”, 14. “Gyzdyr bu dünýä”, 15. “Näler boldu”, 16. “Paýany bolmaz”, 17. “Gaşyndadyr”. 38. Dünya gelen ölmeli (5 şiir): 1. “Aňlarlar”, 2. “Bolmak hakdyr”, 3. “Howasydyr”, 4. “Şaýlamaýanmy”, 5. “Ýatmaz hiç”. 126 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 39. Ölümi yada salip kiyamatdan gorkızışı (24 şiir): 1. “Adamzat”, 2. “Urnyp baradyr”, 3. “Kär bile”, 4. “Soltanydyr”, 5. “Göwün jem bolup”, 6. “Her sagat bile”, 7. “Eýmeneger”, 8. “Galajakdyr”, 9. “Saçar gider”, 10. “Burun”, 11. “Jahan içinde”, 12. “Nazar eýle”, 13. “Bu roza”, 14. “Habardar boluň”, 15 “Bu işi”, 16. “Emirhan geler”, 17. “Alnyňda”, 18. “Jebbar bar”, 19. “Üzülmezden burun”, 20. “Gidejeksen”, 21. “Duş gelse”, 22. “Näge ýanyp sen”, 23. “Çagdyr bu çagdyr”, 24. “Belli”. 40. Dünyanın geçip barmagı hakkında (6 şiir): 1. “Bolup ötdi”, 2. “Aglar men”, 3. “Ýetersen”, 4. “Geçersen”, 5. “Galmazlar”, 6. “Mala meşgul bola – bola geçirseň”. 41. Din tutmak hakkında (4 şiir): 1. “Dälmi”, 2. “Duman görüner”, 3. “Peşepil bile”, 4. “Zamana”. 42. Namazlı binamaz hakkında (3 şiir): 1. “Jebbar biler”, 2. “Huda dälmi”, 3. “Namaz oka”. 43. Dervişlik pir-sopılık hakkında (5 şiir): 1. “Daglar daşlar bile”, 2. “Sopylar”, 3. “Ters çykar”, 4. “Neýlerem”, 5. “Baglar heý”. 44. Dünyadan geçen meşhur erler hakkında (19 şiir): 1. “Saçdy Muhammed”, 2. “Ýerbe-ýer geçdi”, 3. “Edep geçdi”, 4. “Çykyp ötermiş”, 5. “Adly ýaranlar”, 6. “Geçdi diýdiler”, 7. “Aly bile gekçe kepderi”, 8. “Diýe - diýe”, 9. “Rowam boldy”, 10. “Keparat etdi”, 11. “Şalyk bilen”, 12. “Söýdügüm Ýusup pygamber hakda”, 13. “Anbar saçdylar”, 14. “Alydyr”, 15. “Iki dünýänin soltany”, 16. “Kahry fena”, 17. “Hüwüşi ýandyrar”, 18. “Kalandar bile”, 19. “Söýmüşem seni”. 45. Allah ve peygambere yalbarış hakkında (20 şiir): 1. “Haky üçin”, 2. “Senden bihabar”, 3. “Gaşy aý”, 4. “Ýa Mewla”, 5. “Eşýa”, 6. “Adam ýaratdy”, 7. “Etgen gerim”, 8. “Rabbim jelil”, 9. “Rabbim jelil”, 10. “Ýolda seni”, 11. “Ýa Rab”, 12. “Ýetişdi salym”, 13. “Bizni”, 14. “Soltanym”, 15. “Semada belli”, 16. “Ýa Züljelalym”, 17. “Halyma meniň”, 18. “Guluň boldum”, 19. “Dünýäni unutmak gerek”, 20. “Bagyşla bizni”, 21. “Ýalbarmak”. 127 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 46. Kıyamatdan öň bolcak işler hakkında (13 şiir): 1. “Artsa gerekdir”, 2. “Bolar sen”, 3. “Gelse gerekdir”, 4. “Galar ýaranlar”, 5. “Behiştiň”, 6. “Ýaýlary bardyr”, 7. “Aman heý”, 8. “Ahyr zaman geler”, 9. “Ýaranlar (kyýamat)”, 10. “Şundadyr”, 11. “Byragyň”, 12. “Syrat köprüsi”, 13. “Bu jahalatdan neşen”. Genel Değerlendirme Mahtumkulu’nun şiirleri konusu tarih süreç içinde değişik sayılarda ifade edilmektedir. Ancak bu yazıda 1926 senesine kadar olan sayıyı değerlendirmeye gidilecektir. Gerçektende ondan ön üç sene evvel Orenburg’da 1913 senesinde “Şura” mecmuasının 12-17 sayılarında Mahdumklu’nun şiirlerini ilk olarak kapsamlı “gösteriç” (içerik) olarak yayımlan Zeki Velidi Togan şöyle 134 değerlendirmektedir : “Gerek bizin gördüğümüz, gerek Samoyloviç’in gören kasideleri barısı da bir birisi ile tedahül ederler. İşte bu sebepten hazır ki [şimdi ki] malum olan türlü mecmualardaki kasidelerin adedi nice yüzlere yetse de hakikatte barısı 270 – le beden artmay [geçmez]” 135. Bu konuda kendisi bir sayım yapmaktadır. Gerçekten de yazarın kendi dönemindeki şiirler hakkındaki sayımı görmeye değerdir. Bu konuda yazar “Bizim koldaki mecmuada barısı 209 gazal, munda [bunda] başkalar tarafından görülen 80 kadar kaside yok. Ama özünde başka oryantalistler tarafından görülmeyen 68 gazal bar. Samoyloviç barısı 197 gazal (buların 137-si) bizin mecmuada bar. + bizin mecmuada gene olmayan 68 + Vambery mecmuasında gene olmayan 2 + Abdurrahman Efendi mecmuasında gene olmayan 2 = bular barısı bula 269 gazal” diye belirlemektedir136. Bizim şimdiki değerlendirmekte olduğumuz kitapta ise, şairin 289 şiirine yer verilmiştir. Zeki Velidi Togan’ın verdiği sayıdan 20 fayla şiirin olduğunu görüyoruz. Ayrıca bir şeyi de belirtmek 134 Geniş bilgi üçin bakınız: Tahir Aşirov, “Mahdumkulu’yu Anlamak: A. Z. V. Togan Örneği”, Mahdumkulu Ve Dünya Medeniyeti (Uluslararası Sempozyumu), 7-9 Nisan 2014 İstanbul – Türkiye. 135 Şura, 13/394. 136 Şura, 13/394-395. 128 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması gerekmektedir. Nicelik mi veya nitelik mi? Bu konu bağlamında değerlendirmiyoruz. Niteliği belirlemede yardımcı olacak şiirlerin belirlenmesidir. Yoksa nicelik bağlamında ele almıyoruz. Çünkü bu bir düşünürü görüşünü ve düşüncesini belirlemede kendi şiirleri önemlidir. Bir de bu neşrin dil konusuna değinmek istiyorum. Gerçekten Mahtumkulu sadece Türkmenlerin şairi değil, tüm Türkî ulusun şairidir. Bunun birkaç esasını verebiliriz. Ancak biz Mahtumkulu’nun şiirlerinin Özbekler arasında okunduğunu Zeki Velidi Togan’ın “Hive Türkmenlerinde hatta Özbeklerinde de “Mahtumkulu okumak”, “Türkmence hikmetli mev’ize [öğüt] şiirleri okumak” manasında kullanılıyor” ifadesini getirebiliriz. Bununla beraber kamil nüshalarında ve taş basmalarında Buhara ve Taşkent şehirlerinde olduğunu düşündüğümüzde konu daha da netleşiyor. Ayrıca divan olarak neşir eden Astarahanlı Niyazı Astrahanlı İmam Abdurrahman Efendi Niyazi’nin 1911 senesindeki “Mahtumkulu Divanı”nı neşrini137, 1923 senesinde Salman Mumtaz’ın “Azerbayjan” veya “Magarif ve Medeniyet” dergisin 8-9 sayılarında “Türkmen şairleri” adı ile Mahtumkulu ile Durdı şairin 12 beyit’i hatırladığımızda durum kendiliğinden açıklanmaktadır. Türk tarihi ve kültürü konusunda canı gönülden “zor hizmet” eden Zeki Velidi Togan’ın Orenburg’da 1913 senesinde “Şura” mecmuasının 12-17 sayılarında138 yayımlanmasını zieveyi temsil etmektedir. Ayrıca Şeyh Muhsin Fani olarak meşhur olan âlim Hüseyin Kazım Kadri tarafından şerh ve tenkitli “Mahtumkulu divanı ve yedi asırlık Türkçe bir manzume” adlı ile 1921 senesindeki İstanbul neşrini de sayabiliriz.139 137 Divan Mahtumkulu, Neşir eden Abdurrahman Nıyazi, A. Omarov ortakların tecarethana tip. Astrahan 1912. 48 s. 138 Geniş bilgi üçin bakınız: Tahir Aşirov, “Mahdumkulu’yu Anlamak: A. Z. V. Togan Örneği”, Mahdumkulu Ve Dünya Medeniyeti (Uluslararası Sempozyumu), 7-9 Nisan 2014 İstanbul – Türkiye. 139 Geniş bilgi üçin bakınız: Zeki Velidi Togan, “Türkmen Şairi Mahdumkulu’yu Anlamak”, (latinize eden Tahir Aşirov) U.Ü.İ.F.D. 1/2014. Bursa – Türkiye. 129 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bunlar ile beraber olarak şunu da belirtmeliyiz ki, Mahtumkulu’nun şiirleri Türkî dillere örnek teşkil etmektedir. Nitekim Şeyh Süleyman Efendi’nin “Lügat Çağatay ve Türkî Osmanî” adlı eserinde sözlüklere 18 yerinde, Mahtumkulu’nun şiirlerinden Türkî diline örnek olarak getirmektedir.140 Ancak bizim irdelediğimiz bu neşirde yazı bakımından da çok dikkat çekicidir. Bu konuda girişte “Kitabın imlası olsa asıl nüshadan değiştirip şimdiki kullanılan imla kolaylaştırılandır” diye ifade etmektedir.141 Bu bir tür itiraf olabilir. Çünkü yazma bu günkü ifade ile sadeleştirilme yoluna gidilmiş denebilir. Bunun nedenini de şu sözler ile açıklamışlardır “Çünkü bu neşirde “Akademik” bakımdan eksiklik görülse de ili/halkı okumaya teşvik etmek için şu imlayı kullanmalı oluyoruz.”142 Sözlerimi bu yazıya esas olan kitabın önsözünü yazan Bekki Emir Berdi oğlunun sözleri ile bitiriyorum “Bu neşirde zamansız ile yahşi irdeleyiş orta çıkmadığını okuyuculara bildiriyoruz ve onlardan kitabın imla ve dilinde puhta bir yol izlenmediğimize geçirim soruyoruz.”143 140 “Kitabyň imlasy bolsa asylky nusgadan üýtgeşip hazyrky ýüreýen imla ýakynlaşdyrylandyr.” 141 Şairin şiirlerinin olduğunu sayfalar: 3, 13, 15, 20, 34, 39, 63, 108, 158, 168, 198, 204, 211, 259, (259), 278, 294, 295. Şeyh Süleyman Efendi, Lügati Çağatay ve Türkî-i Osmanî, İstanbul 1298/1882.; Aşyrow, Tahyr, Muhammedow, Gurbangeldi, “Magtymgulynyň şygyrlary Türki dilleriň nusgasydyr”, Türkmen Ruhunuň Almaz Täji (Magtymguly Pyrafynyň 290 ýyllygyna bagyşlanan makalalar ýygyndysy –A. Türkmen döwlet neşirýat gullugy, 2014. 142 “Çünki bu çykaryşda “Akademik” taýyndan kemçilik görülse-de ili okamaga höweslendirmek üçin şol imlany ýüretmeli bolandyrys”. 143 “Bu çykaryşda gyssag arasy bile ýagşy seljeriş ýasalmadygyny okaýjylara duýdurýarys we olardan kitabyň imla we dilinde puhta bir ýol tutabilmedigimize geçirim soraýarys.” 130 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KARAKUŞ, Yusuf (2014). “Mahtumkulu Firâkî ve Düşünce Dünyası”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.133-138 (http://bilgelerzirvesi.org). Yusuf KARAKUŞ MAHTUMKULU FİRÂKÎ VE DÜŞÜNCE DÜNYASI M ahtumkulu Firâkî (1724 - 1807) meşhur Türkmen şair Devletmehmet Azadî'nin oğludur. Çocukluğunda babasının ilminden ve şairliğinden istifade etmiştir. Daha sonra Halaç ilçesi Kızılayak köyündeki İdris Baba medresesinde, Buhara'daki Gögeltaş medresesinde en sonunda da Hive'deki Şirgazi Han medresesinde dini, ahlaki ve tasavvufi eğitimini tamamlar. Arapça'yı, Farsça'yı ve edebi Doğu (Çağatay) Türkçesini öğrenmiş, Nizamî, Sadî, Fuzulî, Nevayî gibi Türkçe'nin ve Farsça'nın klasiklerini tanımıştır. Dünyaya geldiği yer Hazar denizinin güneydoğu köşesinden denize dökülen Etrek çayı civarıdır. Şair, Türkmenistan'ı, Özbekistan'ı, Afganistan ve İran'ın bir kısmını dolaşmıştır: ancak hayatının büyük kısmını Türkmenler arasında geçirmiştir. Onun şiirleri üzerinden hayatına ulaşmak gerekirse şöyle bir tablo ortaya çıkarabiliriz: Şiirlerinden Örnekler Yurdum Etrek, ilim Göklen... (''Gördün mü'' şiirinden) Aslı Gerkez... (''Âleme Bellidir'' şiirinden) Yurdum Etrek... ('' Gördün mü'' şiirinden) Aslı Gerkez, yurdu Etrek, adı Mahtumkulu'dur. (''Âleme Bellidir'' şiirinden) Öğrenci, İstanbul Üniversitesi. 133 Kimliği Boyu Göklen Aslı (aşireti) Gerkez Doğduğu yer Etrek Adı Mahtumkulu Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Firaki!,Firaki! deyip... (''Geçtir Yarenler'' şiirinden) Atam Devletmehmet molla hakkı için... (''Hakkı İçin'' şiirinden) Resulullah koymuş adını Azadî... (''Hakkı İçin'' şiirinden) Gider oldum hoş kal güzel Şirgazi... (''Gökçe Kebuteri'' şiirinden) Mahlası Firakî Babasının adı Devletmehmet Babasının mahlası Azadî Son eğitim aldığı yer Şirgazi medresesi Mahtumkulu, şiirlerinden anlaşıldığı üzere hayat görüşünü İslam ve tasavvuf düşüncesi temelinde inşa etmiştir. Şiirlerinde sıkça geçen iyilik, doğruluk, tecrit, namaz, ibadet ve akıbet gibi kavramlar bunu göstermektedir. Şairin elbette siyasi ve sosyal içerikli şiirleri de var olmakla beraber bunlar dini-tasavvufi şiirlerine göre daha azdır. Şair, tıpkı Ahmet Yesevi gibi içi Allah ve peygamber sevgisiyle dolu olan, her fırsatta Allaha münacaatta bulunan ve etrafındaki insanlara bir derviş ve vaiz edasıyla doğru yola gelmeleri için nasihat eden bir İslam şeyhi gibidir. Bu, şairin İslam cihadı ülküsüne de sahip olduğunu göstermektedir. Oku beş vaktini, oluver müftü, Eğer olacaksan resul ümmeti, Zorla gönderirsen koyuna bir iti, Kurt geldiğinde koyuna acıması olmaz. (''Üsttesi Olmaz'' şiirinden) Rûz-ı mahşer şikâyet eder dilinden, Rüsvalığın budur senin, gıybetkeş! Ömrünü yele verme, çıkma yolundan Ağrıtma elini gününü gıybetkeş! (''Gıybetkeş'' şiirinden) Mahtumkulu, şiirlerinde iyi-kötü ve met-namert karşılaştırmasını çok fazla yapar. Ona göre mert insan iyi, namert insan ise kötüdür. Bed asılda akıl olmaz dert olmaz, Bin tilki toplansa bir kurt olmaz, Namert kişi ölene dek mert olmaz, Tarif eyleyip onu övmek ile. 134 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Yahşi yiğidin kadrini kendi halkı bilmez, Başına iş gelse yanına gelmez, O mert yiğit zârlar, derdi eksilmez, Dâd eyleyip ''Ya halkım'' demek ile. ( ''Sevmek İle'' şiirinden) Hiç gönül şadlığı çıkmaz, Bir gönül yıkmayan erden, Yahşiliktamasını etmeyen, Kötülük çıkmayan erden. ( ''Yıkmayan Erden'' şiirinden) Mahtumkulu'ya göre dünyada iki türlü insan vardır. Bunlardan biri sahip olduğu özellikleriyle tamamen negatif ve biri de tamamen pozitiftir. Onun şiirlerine göre o özellikleri şöyle bir tabloyla gösterebiliriz: İnsan + İyi Mert Bilgili Arif Akıllı Cesur Faydalı Dertli Çalışkan Ayıp örten Cennetlik İnsan Kötü Namert Cahil Ahmak Aklı kıt Korkak Zararlı Gamsız Tembel Gıybet eden Cehennemlik Görüldüğü gibi şair birçok özellikten bahsediyor; ancak bunların tamamı bir araya getirildiğinde aslında sadece iki tip insan ortaya çıkmaktadır. Klasik düşüncede ''iki tip insan meselesi'' zaten var olan bir hadise olduğu için Mahtumkulu'nun da dünya üzerinde yaşayan insanlar arasında iki ana tip çıkarması elbette doğaldır. Mütefekkir, nasihat edici şiirlerinde ise bir vaiz edasıyla karşımıza çıkar. 135 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Sağlığın kadrini bil, hasta olmadan önce, Hastalık şükrünü kıl, ta ki ölmeden önce, Düz yerin kadrini bil, derya olmadan önce, Gemide akıllıca otur, girdaba gelmeden önce. (''Ölmeden Önce'' şiirinden) Seherde kalk, Hüdaya yalvar, İslam evin abad kalsın! Kötüyü bırak, iyiye yol ver, Şeytanın işi bi-bad kalsın! İyi söze kulak ver, Seher vakti bi-dar ol, İyilerden alkış al, Ömrün artıp ziyade olsun! ( ''Abad Kalsın'' şiirinden) İslam ve Tasavvufun temel meselelerinden olan bu dünyanın geçiciliği meselesi (vahdet-i vücut) mutasavvıfın şiirlerinde çokça dile getirilir. Bu şiirlerde Allaha '' Bana sen gereksin'' diye haykıran Ahmet Yesevi ve Yunus Emre'nin etkisi açıkça görülür. Bu dünya kavgadır, bir hengâmedir, Kimi ver ha verdir, kimi al ha aldır, Yiğitler, bu dünya şöyle misaldir, Şimşek çakar gökte, yağmur beklemez. Bir menzildir, üç gün yeyip içmek için, Yerleşip, gerinip yer açmak için, Üzengini çekerler dört gün geçmek için, Beş günden fazla misafir beklemez. ( '' Figan Beklemez'' şiirinden) Mahtumkulu, özdeyiş niteliğindeki şiirlerinde ise hakimâne tarzıyla karşımıza çıkar. Bu tarz şiirler, onun filozofluk vasfını ortaya koymaktadır. İyiliği pis bilmez, Er yanında bellidir; Görür gözün kıymeti, Körün yanında bellidir. (''Er Yanında Bellidir'' şiirinden) 136 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İlinden ayrı düşen, Ah eder ili gözler, Yolundan ayrı düşen, Ceht edip yolu gözler. ( ''İli Gözler'' şiirinden) Utanmaz adamdan namert iyidir, Korku neyler, mareke varmaz, Diş, fena, dil, ağız nakşıdır, Dudak ile kulak hiç dişe yaramaz. (''Mareke Varmaz'' şiirinden) Şairin felekten yakındığı ve dünyadan veryansın ettiği şiiirlerinde acı bir hüzün hemen kendini belli eder. Ey dostlar felek zulüm eyleyip, Pazarımdan zerin mallar dağıldı, Felek gazap kılıp, başımı döndürüp, Gönül içindeki hayaller dağıldı. ( ''Mallar Dağıldı'' şirinden) El sözüne inandım, Ben günahkâr biçare, Ne usta idim, kırıldım, Oldum şimdi avare. Geçen ömrüm çağlayıp, Kaldım neyleyim ağlayıp, İbrahim gibi bağlayıp, Atar oldular ateşe. (''Biçare'' şiirinden) Mahtumkulu, sosyal huzursuzluğa yol açan din adamlarından ve idarecilerden de şikâyetçidir. Bundan başka zenginlerin fakir fukaraya ezmesi, zekât vermemesi, kethüdaların doğruyu söylemeyip rüşvet yemesi şairi derinden yaralar. Şair bunları aşağıdaki birkaç dörtlükte gözler önüne sermektedir: Mollar ilmine etmedi amel Şeriat işine eylemez cedel Fiilimiz bozulup köpeldi kesel Bilmenem yakın mı ahir zamane Sofular nefs için mele don giyip Şüpheli taamı helal diypyeyip Şeytan fiili ilen keramet deyip Bilmenem yakın mı ahir zamane. ( Biray 1992: 20) 137 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bugün Mahtumkulu'nun Türkmenler arasında sevilmesinin ve yüceltilmesinin sebeplerinden biri de onun üstün sanatkârlığının yanı sıra, yaşadığı devirde Türkmenlerin moral gücünü yükseltmesi ve birliğe çağırmasıdır. Mahtumkulu'nun bu konudaki tavsiyesi ''birlik''tir. Yani ''Türkmen birliği''. Bu fikir Mahtumkulu'nun şiirinde önemli bir muhteva özelliğidir: Türkmenler bağlasa bir yere beli, Kurutur Gulzum'u Deya-yı Nili Teke, Yomut, Göklen, Yazır, Alili Bir devlete kulluk etsek beşimiz. ( Biray 1992: 26) Kendisine hiçbir imkân sunulmadığı halde kendini halkının okuması, eğitilmesi, birlik olması ve İslam’ı yaşaması için adeta canla başla çalışan büyük bilge ve mütefekkir Mahtumkulu Firakî'nin eserlerinden yola çıkılarak ulaşılan düşünce dünyası ve faaliyetlerine bakıldığında, günümüzde dahi eksikliği hissedilen liderlik, bilgelik, doğruluk, adalet vasıflarının kendisinde ne kadar fazla olduğu kat be kat ortaya çıkıyor. Tüm bunlara bakıldığında Mahtumkulu'nun sadece Türkmen halkı için değil; dünya düşünce tarihi için de ne kadar önemli bir şahsiyet ve figür olduğu aşikâr olmaktadır. Kaynakça BİCE, Hayati (2010): Hoca AhmedYesevi Divan-ı Hikmet, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara. BİRAY, Himmet (1992): Mahtumkulu Divanı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 20-26. KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuat (1984): Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (5. baskı), Ankara. GÜZEL, Abdurrahman vd. (2014): Mahtumkulu Divanı, Akademik Kitaplar, İstanbul. SARIYEV Berdi (2014): DevletmehmetAzadî ve Oğlu Mahtumkulu, Akademik Kitaplar, İstanbul. CANKURT, Hasan (2013): ''MahtumkuluFirâkî'nin Şiirlerinde Muhteva'', TurkishStudies, Volume 8/9, p. 911-951, Ankara. 138 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YERGALİ, Serik (2014). “İnsanlığın Türk Kökenli Üstadı”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.141-146 (http://bilgelerzirvesi.org). Serik YERGALİ* İNSANLIĞIN TÜRK KÖKENLİ ÜSTADI İ nsanlığa üstat olmak birçok kimseye nasip olmamıştır. Ne yazık ki, Türk milletlerinin eğitime, bilime, maneviyata ve sosyal alanlara pek katkısı olmamıştır gibisinden aşağılayıcı görüşlere de rastlanmaktadır. Ama tarihi gerçekler Türklerin de insanlığın gelişmesini etkileyen şahsiyetleri ortaya çıkarmış olduğunu kanıtlamaktadır. İnsani değerlerin tahlilini yapan, bilimsel başarıların devamını sağlayan, kendisinden önceki ilmi düşünce ve görüşlerin analizini yaparak kendisinin vardığı kanı ve sonuçları belirten, Orta Çağdaki büyük düşünürlere üstatlık yapmakla birlikte dehasıyla insanoğlunun gelişimine ışık tutan Türk bilginlerinden biri Abu Nasr Muhammed ibn Tarhan ibn Uzluk El Farabi’dir. O, büyük bilgin, filozof, matematikçi, gökbilimci, müzik teorisyenidir. Araştırmacı, doğu bilimci Absattar Derbisalı’nın araştırmalarına göre Abu Nasr Muhammed El Farabi bugünlerde Kazakistan topraklarında bulunan Otrar şehrinden çıkan ve “Farabi” adını taşıyan otuza yakın âlimlerin arasında en tanınmışıdır. Farabi 870 yılında Otrar şehrinde askeri kumandanın ailesinde dünyaya gelmiştir. İlköğrenimini Ortrar’da Kıpçak dilinde görmüştür. Önce Otrar medresesinde, Şam, Semerkand, Buhara’da, daha sonra Harran, Mısır, Halep, Bağdat’ta eğitim almıştır. Samarra ve Harran’da büyük âlimlerle görüşüp, bilgisini geliştirmiş ve bilinçli şekilde yeni ilim ufuklarına doğru yol almıştır. Farabi’nin yaşadığı tarihler İpek Yolunda bulunan şehirlerin, özellikle Otrar’ın ekonomik potansiyelinin arttığı ve kültürünün geliştiği döneme denk gelmektedir. O, Orta Asya, İran, Irak ve Arap ülkelerine seyahat etmiş, bilgisini geliştirmiş, genç yaşta kendisini araştırmacı olarak yetiştirmiştir. Seyahatleri sırasında birçok âlim, * Araştırmacı Yazar, Türk Akademisi Elektronik Kütüphane Koordinatörü, Astana/ Kazakistan. 141 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı düşünür, şair, fikir ve devlet adamlarıyla tanışıp görüşmüştür. Kendi çabalarıyla çok okuyup, çok araştıran düşünür felsefe, mantık, etik, metafizik, dil bilimi, fen bilimleri, coğrafya, matematik, tıp ve musikiyle ilgili onlarca eseri kaleme almıştır. Farabi Aristo’dan sonra ilim ve kültür alanındaki İkinci Üstat olarak tanınan bilgin, düşünür ve ansiklopedicidir. Türkçeyle birlikte Farsça ve Arapça’yı da çok iyi derecede konuşmuş, bu dillerde eserler yazmıştır. Yunanca, Latince ve Sanskritçe’ye vakıfmış. Tarihi bilgilere göre Farabi 70’e yakın dil bilmiştir. Günümüze Farabi’nin elli kadar eseri ulaşmıştır. Farabi’nin doğumundan önce de büyük bir kültür merkezi olan Otrar’ın sakinleri silah zoruyla değil, kendi rızalarıyla İslamiyeti kabul edip, şehir Farab ismini almıştır. Söz konusu dönemler Otrar’da büyük bir kütüphane mevcut olduğu, şehrin İslam ideolojisi ve ilminin büyük bir merkezi olduğu bilinmektedir. Bu dönemden itibaren Farabi Arap dilli âlim olarak yetişmeye başlamış, bütün İslam âlimleri için şart olunan içtihat ve müçtehit ilimleri yolunda ilerlemiştir. Farabi çağının siyaset ve bilim adamlarıyla yakından tanışmıştır. Hacca gitmeye niyet edip, bu konuda Arap seyitlerine danıştığında o dönemler Mekke yolunun Karmatiler tarafından tehdit edildiğini öğrenmiş, daha sonra Karmatilerin yenilgiye uğradıklarını, yoldaki sorun ve engellerin ortadan kalktığını duyunca sevinmiştir. Bundan sonra İslam birliğini korumak amacıyla mezhepler arasının yakınlaştırılması gerektiğine dair görüşünü yaymış, kendisinin Arap, Fars ve Türklerin arasındaki ihtilafları ortadan kaldırmaya çalıştığını belirtmiştir. Seyitlerin “Atalarımız Türk milletinin adil olduğunu belirtmiştir. Bu sözün gerçek ve doğru bir yakıştırma olduğunu anlamış durumdayız” diyerek Farabi’ye daha çok saygı duymaya başladıklarına dair bilgiler mevcuttur. Bu ise Farabi’nin zamanının devlet ve fikir adamı olduğunu göstermektedir. Farabi’nin bir şahsiyet olarak yetişmesinde göçebe kültür ile yerleşik kültürün, Doğu medeniyeti ile Yunan-Roma medeniyetinin kavşağında, yani iki dünyanın birleştiği bir yerde dünyaya gelmesinin de rolü büyüktür. Türk bilgininin görüş ve tanımını mensup olduğu milletin tüm dünyayı bir biriyle bağlantılı olarak birlikte ele alan bakış açısının, milli kimliğinin ve gelenek göreneklerinin etkilediği kesindir. O, insan aklının ancak faal akılla birleşirse gelişeceğini, aydınlanacağını savunmuştur. Faal akıl ebedidir, insan ise ölümlü, yani fanidir. Buna bağlı olarak canın ebedi olduğu, başka yerlere uçup gittiği yönündeki iddiaları tekzip eden görüşler meydana gelmiştir. Bu 142 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ise, dini kaideler ile felsefe arasındaki mücadeleye sebep olan bir tezdi. Büyük düşünür felsefeye büyük önem vermiştir. Onun felsefi görüşlerinde başlıca üç yön açıkça görülür. O, âlemin ebediliğini kabul edip, tanımın varlığa bağlı olduğunu teyit etmiş, akıl ve ahlak ilmini tahlil etmiştir. Ebediyet ve bağlılığın kaynaklarını Allah’ta, uzaydaki olayların anlamında, akıl ve ahlakta, insanın ruh halinde, şekil ve madde ilişkisinde aramıştır. Farabi insanoğlu için günümüzde de önemini kaybetmeyen akıl, ahlak ve terbiyenin rolünü açıklamıştır. O sadece beşerde bulunan faziletin, “mutlak iyiliğin” akıl ve ahlak vasıtasıyla kazanılacağını savunmuştur. Türk düşünürü akıl ve ahlak görevinin temelini mantık olarak ele almıştır. Ona göre insan mutluluğa erişme yoluna mantıkla başlamalıdır. Böylece Farabi insanların amacına ulaşıp ulaşmayacağının onların kendilerine bağlı olduğunu belirtmiştir. Farabi hep duygu ve düşünce, terbiye ve hareket sistemini geliştirme meselesi üzerine durmuştur. Ona göre, eğitim olmadan iyilik artmaz, cahil insan başkalarının sahip olduğu fazileti kavrayamaz. Nefsi terbiye etmeden büyük başarılara ulaşılamaz. Bilim ve terbiye birleşirse manevi huzur yolu açılır. Ahlakını düzeltemeyen insanın gerçek ilmi elde etmesi mümkün değildir. Farabi Aristo’dan sonraki İkinci Üstattır. Çünkü milattan önceki, yani Antik Çağdaki ilmi eserleri ve filozofların düşüncelerini kavramak, onlardan yararlanmak her şeyden önce onları anlamakla başlar. Ama insanoğlunun çeşitli devletlere ve ideolojilere göre bölünmesi, ırklara dair basmakalıp yargıları, düşünce tarzı ve farklı dillerde konuşması bunlara ulaşma yolundaki en büyük engeldir. Farabi kendinden önceki ilmi tekzip etmeden, yok saymadan söz konusu engelleri olabildiğince tahlil edip, çağı için uygulamayı başarmıştır. Orta Doğu’daki Arap ülkelerinde Aristo’nun bazı ehemmiyetli görüşleri saptırılarak gösterilmiştir. Büyük Yunan filozofunun birçok eseri tercüme edilmediği için onun fikir görüşlerini anlamak zordu. Bundan dolayı birçok dil bilen büyük Türk düşünürü Farabi Aristo’nun eserlerine Arapça yorum yapmayı düşünmüştür. Böylece büyük filozofun eserlerini yanlış fikirlerden arıtarak, olduğu gibi anlatabilmiş, birinci üstada karşı vazifesini yerine getirmekle birlikte yetenekli bir araştırmacı, gerçek bir âlim olduğunu göstermiştir. Orta Çağda insanlığın gelişim tarihini olumlu yönde etkileyen İslam 143 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı medeniyeti ülkelerinde ona bundan dolayı “Muallim-i Sânî” yani İkinci Üstat denilmiştir. Böylece Doğu ilmi Aristo’yu Farabi’nin yorumlarıyla tanıma olanağına kavuşmuştur. O, Aristo’nun Kategoriler, Metafizik, Yorum Üzerine (Hermeneias) ve Sofistik adlı tanınmış eserlerinin anlaşabilmesini sağlayan şerhler yazmıştır. Onun bu çalışmaları günümüzde de önemini kaybetmeden, ilmi araştırmalara ışık tutmaktadır. Dolayısıyla Farabi Doğu ile Batının, Antik Çağdaki ilim ile çağdaş ilmin arasını bağlayan altın köprü gibidir. Farabi’nin Orta Asyalı takipçisi, 11.yüzyılda yaşayan âlim İbn-i Sina’nın (980-1037) onun şerhleri sayesinde Aristo’nun eserlerini anlayıp, sevinçten sadaka dağıttığına dair bilgiler de mevcuttur. Eflatun ve Aristo gerçek filozofun aynı zamanda yöneticinin görevlerini de üstlenmesi gerektiğine dair görüşü savunmuştur. Ama Eflatun’a göre filozof: değişmeyen gerçekleri savunan ve dolayısıyla devlet yönetimini elde etme amacına, yani üst yöneticilik amaca ulaşmayı engelleyen bir mânidir. Farabi ise, tam tersi felsefeyi hayat akışına karşı koymayıp, aksine insanların hakikate ulaşmasını sağlayacak şekilde düzenlemeye çalışmıştır. Bunun için din ve felsefeyi karşılaştırmış. Farabi’ye göre din ve felsefe benzerdir, her ikisi de yaşamdaki üstün ilkeleri, insanlığın yaşam kaynaklarını açıklamaya çalışır. Fakat felsefe kanıtlamayı, din ise inanmayı gerektirir. Dolayısıyla, Farabi’ye göre kanun çıkarıcı kişi çok iyi düşünen bir insan olursa, insanlar için yararlı kanunlar çıkarıp, uygulayabilir. Farabi aynı zamanda cebri matematiğin ayrı bir kolu olarak ele alan, onu ilk geliştiren bilim adamlarından biridir. O, Öklid’in (Euclid) hatasız, kusursuz sayılan Öğeler (Elementler) eserinin eleştirilebileceğini, yeniden ele alınıp, düzeltilebileceğini uygulamalarıyla ispatlamış, matematikçilere yön göstermiştir. Farabi’nin matematikle ilgili fikir görüşlerinden, çalışmalarından Ebu’l Vefa, İbn-i Sina, Ebu Reyhan Biruni, Ömer Hayyam gibi doğu âlimleriyle birlikte Roger Bacon, Leonardo da Vinci gibi Avrupalı bilim adamları da yararlanmıştır. Farabi Antik Çağdaki Yunan matematikçisi ve gökbilimcisi Batlamyus’un (Ptolemaios) Almagest’ine çözümleyici açıklamalarda bulunmuştur. Bu çalışması Almagest İçin Açıklamalar adıyla bilinmektedir. Farabi’nin gökbilimi ve matematik tarihinde büyük önem arz eden bu eseri trigonometrinin gelişmesini sağlamıştır. Işının birikme, kırılma, yayılma ve birleşme yasalarını doğru geometrik yöntemlerle bulan Farabi’nin tayf (spectros) konusundaki görüşleri Avrupa’da ancak 17.yüzyılda bilinmeye başlamıştır. Alman gökbilimcisi J. Kepler bunu Arapçadan tercüme ederek “focus” olarak vermiştir. Oysa Farabi bunu sekiz asır öncesi “yakmak”, “ateşin yeri” 144 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması anlamından hareketle “muharak” olarak adlandırmıştır. Farabi kendi eliyle yassı ayna, parabol, yani mercek yaparak bunları kullanmıştır. Farabi Tıp Kanunu ve diğer eserleriyle Orta Çağ tıbbının, felsefesinin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Ona göre “Tıbbın görevi sadece insan hastalıklarının sebeplerini tespit etmek değil, aynı zamanda insanın sağlığını koruma ve hastalıkları tedavi etme yollarını da araştırmaktır”. Tabi ki, Türkler tarihte sadece askeri gücü ve devlet düzeniyle ün kazanmamış, aynı zamanda ilimdeki, fikir düşünce alanındaki başarılarıyla da örnek olmuştur. Farabi bunun bir kanıtıdır. Farabi çeşitli bilim dalında 150’ye yakın ilmi eseri kaleme alan bir bilgindir. Farabi’nin döneminin siyasi-sosyal görüşlerini, dilini, kültürünü, felsefesini, sosyal bilimler (mantık, etik, estetik, siyaset, sosyoloji, lengüistik, şiir, hitabet, musiki) ve fen bilimleri (gökbilim, astroloji, fizik, kimya, coğrafya, kozmoloji, matematik, tıp) gibi bilim kollarını derinlemesine araştırıp, bu alanlarda değerli ilmi keşifler yapmış olduğu dünyaca bilinmektedir. İnsanoğlunun fikir düşüncesi ve gelişimini etkileyen söz konusu Türk bilgininin kişiliği ve eserleri Türk Dünyasında sistematik genel eğitim ve bilim alanında geniş bir şekilde araştırma objesi olarak ele alınmamaktadır. Onun çalışmaları çok yönlü olduğu için Türk ülkelerinde okutulan ders kitaplarında, müfredatlarda ilgili alanlara göre tam olarak yer almamakta ve layık olduğu şekilde Türklüğün gurur kaynağına dönüşmüş değildir. Aslında insanlığa üstatlık eden Türk kökenli bilgeler yeterince çoktur. Onları şimdiki nesillere ve gelecek nesillere tam olarak tanıtmak için, onların tüm insanlık için üstatlık etmiş olduğunu anlatmak için Türk bilgelerinin çalışmaları sistemli bir şekilde külliyat olarak yayımlanmalıdır. Bu işler önce bilgelerin her biriyle ilgili ayrı ayrı ansiklopedik eserlerin çıkarılmasıyla başlamalı, daha sonra sadece Türk lehçelerine değil, uluslararası dillere de tercüme edilerek dağıtılmalıdır. Kaynakça Әл-Фараби Ә. Н. Әлеуметтік этикалық трактаттар. – Алматы, 1995. – Б.22. Аль-Фараби.Естественно-научные трактаты./Пер.с арабского– Алма-Ата: Наука,1987-496 с. Аль-Фараби о разуме и науке../Пер.с арабского– АлмаАта.Наука,1975. 136 с. Аль-фараби. Трактаты о музыке и поэзии../Пер.с арабского Алматы: Гылым, 1992.- 456 с. 145 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Бурабаев М., Кенисарин А.М., Курмангалива Г.К. Проблемы бытия и познания в философии аль-Фараби. Алматы: Наука. 1988. 224с. Машанов А., «Әл-Фараби» деректі кітап, – Алматы, 1970. Саяси түсіндірме сөздік. – Алматы, 2007. ISBN 9965-32-491-3 Отырар. Энциклопедия. – Алматы. «Арыс» баспасы, 2005 ISBN 9965-17-272-2 Қазақ Совет энциклопедиясы. 2-том.1973 жыл — Алматы. «Қазақстан»: Ұлттық энцклопедия / Бас редактор Ә. Нысанбаев – Алматы «Қазақ энциклопедиясы» Бас редакциясы, 1998.– 720 бет. ISBN 5-89800-123-9 Dhanani, Alnoor (2007). "Fārābī: Abū Naṣr Muḥammad ibn Muḥammad ibn Tarkhān al‐Fārābī". In Thomas Hockey et al. The Biographical Encyclopedia of Astronomers. New York: Springer. pp. 356–7. ISBN 978-0-387-31022-0. (PDF version) Corbin Henry History of Islamic Philosophy — Kegan Paul, 2001. — ISBN 978-0-7103-0416-2. Brague, Rémi; Brague, Remi (1998). "Athens, Jerusâlem, Mecca: Leo Strauss's "Muslim" Understanding of Greek Philosophy". Poetics Today 19 (2): 235– 259. doi:10.2307/1773441. ISSN 0333-5372. JSTOR 1773441. Қазақ əдебиеті. Энциклопедиялық анықтамалық. - Алматы: «Аруна Ltd.» ЖШС, 2010.ISBN 9965-26-096-6 Ислам. Энциклопедиялық анықтамалық. Алматы: “Аруна Ltd.” ЖШС, 2010 ISBN 9965-26-322-1 Биекенов К., Садырова М. Әлеуметтанудың түсіндірме сөздігі. — Алматы: Сөздік-Словарь, 2007. — 344 бет. ISBN 9965822-10-7 Al-Farabi on the Perfect State: AbūNaṣr Al-Fārābī'sMabādi' ĀrāAhl al-Madīna al-Fāḍila. A revised text with introduction, translation and commentary by Richard Walzer. pp. viii, 569, Oxford, Clarendon Press, 1985, ISBN 1871-03-176-1 Биоморфологиятерминдерініңтүсіндірмесөздігі/ Алматы: "Сөздік-Словарь", 2009. ISBN 9965-822-54-9 146 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması TÜZER, İbrahim (2014). “Tanzimat Dönemini Aydınlatan Hâce-i Evvel: Ahmet Midhat Efendi ve Modernleşmemiz”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss. 149-156 (http://bilgelerzirvesi.org). İbrahim TÜZER TANZİMAT DÖNEMİNİ AYDINLATAN HÂCE-İ EVVEL: AHMET MİDHAT EFENDİ VE MODERNLEŞMEMİZ Okur-Yazar Geçişliliği: Merhaba Ey Karî... 1 9 yaşında yazı hayatına başlayıp yarım yüzyıl "yazı makinesi" unvanını hak edecek biçimde durup dinlenmeden her sahada yazan Ahmet Mithat Efendi, malumat sahibi olduğu her şeyden okurlarının da haberdar olması için özellikle çaba sarf etmiştir. Abdülaziz tarafından 1873 yılında Rodos'a sürgüne gönderildiğinde bile, Tanpınar’ın ifadeleriyle söylersek, sanki "menfaya değil, şehrin imarına veya tenvirine" gitmiş gibidir. Şartların olumsuz oluşuna aldırmadan Rodos’ta kısa sürede "Medrese-i Süleymaniye" adını verdiği okulu kurarak alfabeden başlayıp "kozmografya"ya kadar çevresinde toplanan insanları eğitmeye başlar. Yazar, sadece ortaya koymuş olduğu muazzam külliyatıyla değil, genel tarih, dinler tarihi, felsefe, pedagoji gibi dersler verdiği Darülfunun'dan Darülmuallimat'a oradan da 28 Aralık 1912 senesinde öğrencilerinin kolları arasında son nefesini verdiği Darüşşafaka'ya kadar varoluşuna dair kimliğinin tüm unsurlarını içerisinde oluşturduğu Osmanlı toplumunu eğitmeye çalışmıştır. "Osmanlı Toplumu" diyoruz çünkü Ahmet Mithat, herhangi ırkî, dinî ya da başkaca mensubiyetleri gözetmeden Osmanlı coğrafyasında bir araya gelen tüm farklılıkları "Osmanlı" üst kimliği altında değerlendirmeye çalışmıştır. Fakat milliyetçilik hareketleri hız kazanıp farklılıkların iyice koyulaştığı dönemde "Osmanlı"nın ana Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi. 149 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı unsuru olan Müslüman Türklerin, "mefkûresinden, terbiyesinden, ananesinden hiçbir zaman ayrılmama" azmi içerisinde olmuştur. Onun bu eğitmen tavrı bilhassa Batı dünyasıyla yüzleşen ve kimlik bunâlimıyla ne yapacağını bilemeyen dönemin "okur"u için tam da başvurulacak bir kaynak olarak karşılanır. İsmail Habib Sevük'ün belirttiği gibi "iri yarı, güçlü kuvvetli, sağlam bünyeli Ahmet Mithat'ın kafası da sıhhatlidir. Bu sayede hafızası dinç ve hatırası boldur." Bu özelliklerine bir de sınır tanımayan merakını eklersek yazarımız, dönemin arayışta olan insanı için tam bir cazibe merkezi konumuna yükselmiştir. Ahmet Mithat, destanlardan, masallardan, âşık hikâyelerinden ve meddah anlatılarından sonra roman, hikâye, tiyatro gibi anlatma ve gösterme esasına bağlı yeni türlerin henüz örneklenmeye başlandığı bir zamanda, "merhaba ey karî", "karîni kiram efendilerim", "evliyayı nimetim karîlerim efendilerim" diyerek seslendiği okurunun zihinsel seviyesini, her açıdan yükseltmeye çalışmıştır. Kimi zaman kurmaca, kimi zaman da didaktik metinler içerisinden formasyona yönelik olarak yükselen bu samimi ve içten sesleniş, elbette edebî metinleri zaafa uğratmakta; diğer bir ifadeyle, Ahmet Mithat Efendi'nin roman ve hikâyelerinin edebî değerini düşürerek kurguyu zayıflatmaktadır. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, edebî bir eserde olması gereken estetik değer açısından bakıldığında haklı olarak yapmış olduğu "nasıl tulûat tiyatrolarını aktörün devamlı surette seyirci ile konuşması öldürmüşse, Midhat Efendi romanını da muharrirle okuyucunun daima münasebeti öyle bozar" şeklindeki tespitine katılmamak mümkün değildir. James Wood, Kurmaca Nasıl İşler? adıyla dilimize çevrilen kitabında "kurmaca karakter yaratmaktan daha zor bir şey yoktur" der ve özellikle klasik dönemlerde "sanatçılar bizden takdir edemeyeceğimiz karakterleri anlamamızı istememelidirler" diye ekler. Ahmet Mithat, kurmaca âlemi içerisinde hayat bulan kahramanlarının okurun onaylamayacağı tavırlar içerisine girmesine bizzat kendisi müsaade etmez. Wood'un işaret ettiği gibi kabul edilemeyecek yanları olsa bile yazar bu şahısları, okurun takdir edeceği karakterlerin karşısına bilerek çıkarır ve tarafını belli ederek okurdan iyi karakterlerine öykünmesini bekler. İşte tam da bu noktada Ahmet Mithat Efendi'nin anlatılarının edebîlik değeri tartışılabilir. Fakat akılda tutulması gereken yazarın, tarihten gelen anlatı geleneği içerisine Batı'da ortaya çıkan bu yeni türü/romanı zaman, mekân, şahıs kadrosu ve vaka birimleri gibi unsurlarıyla dâhil etmeye 150 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması çalışmış olmasıdır. Nitekim Ahmet Mithat, bir taraftan el yordamıyla da olsa bunu yapmaya çalışırken diğer taraftan da anlatılarında yönlendirmeye çalıştığı çatışma alanlarıyla, henüz her hususta çocukluk çağını yaşayan okuru için, "eğlendirici", "öğretici", "gerçekçi" ve "romantik" olmaya gayret göstermiştir. Kendi kimliğini inşa etmesini arzu ettiği muhatabı için anlatının imkânlarını sonuna kadar kullanarak kendi sesini, eserlerinde elinden geldiğince yüksek perdede tutmaya çalışmıştır. Roman ve hikâyelerinin edebî tarafı hususunda da yeterince bilinçli olan yazar, oğluna söylemiş olduğu şu sözlerle de kendi edebî kıymetini ortaya koymuş olur: "Ben edebî sayılabilecek hiçbir eser yazmadım. Çünkü benim, eserlerimi çoğunu yazdığım sıralarda, memlekette, edebiyattan anlamayanlar, nüfusumuzun bilâ mübalağa yüzde doksan dokuzunu teşkil ediyordu. Benim emelim de ekseriyete hitap etmek onları tenvire, onların dertlerine tercüman olmaya çalışmaktı. Zaten edebiyat yapmaya, ne vaktim, ne de kalemim müsait değildi. Bunun içindir ki, haddimi, hududumu bildim. Çizmeden yukarıya çıkmadım ve edebiyatı Hâmitlere, Ekremlere, yani erbabına bıraktım." Diğer taraftan anlatıların yapısı ve anlam alanı üzerine modern edebiyat kuramları çerçevesinde yapılan okumalarda, Ahmet Mithat Efendi'nin meydana getirmiş olduğu eserleriyle çağının çok ilerisinde olduğu da ortadır. Estetik bütünlüğe aldırmadan, fakat okuru metnin içerisine çekecek her türlü üslup ve kurguyu deneyen yazar, bu yönüyle de Türk Edebiyatı'nda romanın kurucusu kabul edilebilir. Hayatın orta yerinde tüm yaşanmışlıklarıyla duran insanın, her türlü halini anlatısına konu edinmeye çalışırken Ahmet Mithat'ın okuyucuyla adeta yan yana yürümesi, "yeni" ve "yabancı" olan ne varsa hepsinin, kendi değer ve kabulleniş tarzından sıcak ve samimi bir biçimde meşrulaştırılarak muhatabına aktarmak istemesiyle yakından ilgilidir. Bundan dolayı zaman zaman romanlarının kurgusuna şahıs kadrosunun bir ferdi olarak bizatihi dâhil olup sadece bilinmeyenler hakkında değil, sorduğu sorular ve yönlendirmeleri ile vakanın seyrine de müdahale eder. Kendisinin de kahramanları arasında yer aldığı Müşâhedât adlı romanının yanı sıra kimi eserlerinde de bu gün bile çok orijinal ve post modern olarak kabul edilebilecek türden anlatım ve kurgu tekniklerine müracaat ettiği görülür. Böylelikle yazar tüm metin evrenini saran, kendine has bir bakış açısı ve anlatım tekniği meydana getirmiş olur. 151 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Teşhis”ten “Teklif”e Ahmet Mithat Efendi’de Kimlik Algısı Batı medeniyetinin 19. asra gelindiğinde ulaşmış olduğu yer hususunda, okurlarına teferruata varan malumat veren Ahmet Mithat Efendi, onlarda ilimden tekniğe, iktisadî algıdan hayatı kolaylaştıracak şehir ve ev düzenine, eğitim öğretimdeki yeni usullerden beşerî münasebetlerdeki davranışlara varıncaya kadar bir bilincin oluşmasına katkı sağlamış olur. Diğer taraftan anlatıların kurmaca dünyasından hareketle örneklediği fikrî altyapısı olan birçok hususu, gazete köşesinden ve ilmî esaslı kitaplarından da okurlarına ulaştırmaya çalışır. Romancının tüm yazı evrenini dolduran bu gayreti, girilen yeni medeniyet dairesinde Osmanlı toplumunun nasıl yer alması gerektiğine yönelik olarak şekillenmektedir. Nitekim özellikle İmparatorluğunun yapısında barındırdığı farklı ırk, millet ve din mensubiyeti olan halkların kimliklerine dair bilinçlenmeleri, devletin omurgasını oluşturan Müslüman Türklerin de kendilerini fark etmelerine imkân tanımış; fakat modernleşmenin geri dönülemez bir sürece girdiği dönemde kimliğin esas unsurları muhafaza edilerek Batı ile nasıl intibak edileceği tam manasıyla belirlenememiştir. Tanzimat devrinin diğer aydınları gibi Ahmet Mithat da evvela bu bilinmezliğin şaşkınlığını yaşamış ancak sonrasında tüm gayretini, kimlik inşa sürecinin orta yerinde kalan okurlarının Batılılaşma ve modernleşme hususunda bilinçlenmesi için ortaya koymuştur. Dikkat çekmeye çalıştığımız hususu Tanzimat devri bürokrat ve sanatkârları içerisinde Ahmet Mithat özelinde ele aldığımızda ortaya çıkan en önemli nokta ise yazarın Batılılaşma ve modernleşme meselesini, sadece tek bir cephesinden değil bütünlüklü olarak karşılayıp değerlendiriyor olmasıdır. Diğer bir ifadeyle Ahmet Mithat, Batı ve medeniyetinin felsefesinden eğitimine, ekonomisinden sosyal hayatına kadar tüm yönlerini bir sistem dâhilinde ele almaya çalışmaktadır. Bunun için de evvela tutku derecesine varan araştırma iştiyakıyla bu medeniyeti meydana getiren her türlü unsuru öğrenmek ister. Sonrasında bu öğrendiklerini kalemiyle faaliyet gösterebileceği tüm sahalarda halka ulaştırmaya çalışır. Bu gayret, Ahmet Mithat Efendi'nin 'merak' ettiklerinin niteliğiyle derinleşerek halkın anlayabileceği bir tarzda özellikle anlatılarda işlenir. 152 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Daha sonra yazar, içerisinde yaşadığı toplumun tarih ve kültüründen damıtarak medeniyet haline getirdiği değerlerini, yenileşirken kesinlikle göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünür. Bunun için de anlatılarını, "eski" ile "yeni"nin mukayese edildiği bir belirginlik alanı olarak kullanır ve yine halkın yanlış Batılılaşmaması yahut kimlik kargaşasına düşmemesi için "teşhis" ettiği hususlarla tam olarak kimliklerine dair bilinçlenmelerini ister. Nitekim romancının tüm metin evrenini saran bu bakış açısı ve anlatım tekniği, mukayese alanına çekilen iyi - kötü, doğru - yanlış, eski - yeni, üretim - tüketim, alafranga - dengeli batılılaşma gibi daha birçok tema değeri üzerinden hatları kalın çizgilerle belirginleştirilerek teklif ettiği kimlik inşasında birer alt unsur olarak okurlarının dikkatine sunulur. Son olarak ise Ahmet Mithat Efendi, modern dünyanın gerektirdiklerini doğru anlayabilmiş ve Müslüman Türk kimliğine has değerlerin de özüne ilişkin bilinci olan "yeni insan" adını verdiğimiz terkibi, bir "teklif" olarak işaret eder. Dolayısıyla kimlik inşa sürecinde "merak-teşhis-teklif" üçgeninde kurgulanan Ahmet Mithat anlatıları, Tanzimat dönemi okurunun karşı karşıya kaldığı şaşkınlık içerisinden kendini/kendiliğini bulabileceği birer dayanak olarak da kabul edilebilir. Yazarın "yeni insan"ın kimliğinin nasıl şekillenmesi gerektiğine dair anlatılarında ortaya koyduğu vaka kurgusu ve şahıs kadrosunun hususiyetleri bu açıdan değerlendirildiğinde “yeni insan”ın da resmi ortaya çıkmaktadır. Ahmet Mithat, işaret etmeye çalıştığımız bu kimlik teklifinde öylesine samimi ve kararlıdır ki, roman kahramanlarına bile bu gayretini tasdik ettirir. “Yeni insan”ın en önemli temsilcilerinden biri olan Rakım Efendi söz konusu olduğunda, kendisin de şahıs kadrosu arasında yer aldığı Müşahedat romanındaki şu diyalog oldukça ilgi çekicidir. Ahmet Mithat roman kahramanı Agavni'nin, "yoksa siz Felatun Bey ve Rakım Efendi romanının Rakım Efendisi misiniz?" sorusuna "aman efendim nasıl olur, o mükemmel ve muhayyel bir insan, ideal bir roman kahramanıdır; bendeniz ise yalnızca onu hayal etmiş olan yazarım" şeklinde cevap verir. Fakat Agavni'ye, hem fikrî hem de yazı evreninin geri palanına kısmen de olsa hükmeden şu gerçeği söyletmeden de kendini alamaz: "Eğer bir yazar mükemmeliyete sahip olmazsa, onu hayal de edemez, böyle kişiler de yaratamaz. Siz eğer Rakım Efendi gibi bir karakter yaratabildiyseniz, onun sahip olduğu bütün üstün niteliklere de sahipsiniz demektir." 153 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Agavni'nin, yaratıcısına yönelik bu iltifatı, Ahmet Mithat'ın muhayyilesi ile yaşanılan dünyadaki gerçeklikleri karşılarken sözcükleri nasıl kullandığıyla çok yakından ilgilidir. Edward Murray'nin de belirttiği gibi çünkü "muhayyileye dayalı düşünme çabası, aynı zamanda, bir dile dökme çabasıdır." Fakat bu çabasını uygularken insan, "gerçeklikle hemhâl olmak ve hayatı bir araya toplamak" durumundadır. Anlatma esasına bağlı metinleri "dile dökme çabası" olarak kabul ettiğimizde, Ahmet Mithat'ın tahayyül gücünden anlatıya dönüşen hikâye ve romanlarını, baş etmek zorunda kaldığı dış gerçekliklerin dönüştüğü bir alan olarak da okumamız mümkündür. Nitekim yazar, yaşadığı Osmanlı toplumundan Batı medeniyetine 19.yüzyılın tüm dış gerçekliklerini evvela anlatı konusu yapmış, sonrasında da "hayal"inin müsaadesi ölçüsünde, kimliğe dair "teklif" ettiği unsurları temsil eden ve bu gerçeklikleri dönüştüren ideal tipler meydana getirmiştir. Yenileşme mi “Başkalaşım” mı? Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği'ni anlattığı kitabında insanın çalışmasıyla dünyayı bir büyücü gibi dönüştürdüğünü söyler. Ahmet Mithat da olağanüstü çalışması, bitip tükenmeyen gayreti ve merakı ile büyücülerin ellerinde bulundurdukları malzemeleri kullanması gibi anlatının imkânlarını kullanarak, yaşadığı toplumu, çevreyi ve özellikle kendi dünyasını Batılılaşma merkezli "dönüştürme"ye/yenileşmeye çalışır. Fakat bunu yaparken, yukarıda da ifade edildiği gibi aslî unsurların bozulmasına ya da içinin boşaltılarak değersiz kılınmasına müsaade etmez. Jale Parla, 19. yy'daki değişimle kimlik bunâlimı arasındaki ilişkiye temas ettiği Türk Romanında Yazar ve Başkalaşım adlı kitabının birinci bölümünde, Homi Bhabha ve Caroline W. Baynum'dan ödünçleyerek "melezleşme" kuramına değinmektedir. "Kültürel etkileşim güçlünün güçsüz üzerindeki tahakkümüyle oluşsa da güçsüz de güçlüyü neredeyse aynı oranda dönüştürecektir; iki tarafta birbirinin kimliğini dilden örf ve âdeta kadar törpüleyecek bozacak, kendine benzetecek ve ortaya ne o ne öteki, hem o hem öteki hybridler, melezler çıkacaktır" diyen Parla, Türk modernleşmesinin "melezleşme"den daha çok "başkalaşım"a yakın durduğunu ifade eder. Jale Parla bu kanaatini ise "başkalaşıma açık bir dönüşüm fikrinde özcü inanç yoktur; 154 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dolayısıyla her şey her şeye dönüşebilir" şeklinde temellendirmeye çalışmaktadır. Jale Parla'nın yukarıdaki çıkarımları, Tanzimat'ın özellikle Namık Kemâl, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Şinasi, Ziya Paşa gibi sanatkârları dışta tutulduğunda ve Tanzimat sonrası ortaya çıkan Servet-i Funûn Eedebiyatı genelinde düşünüldüğünde doğrudur. Özellikle Halit Ziya Uşaklıgil'in roman ve hikâye, Tevfik Fikret'in ise şiirde ortaya koymuş olduğu "başkalaşım" kurgu ve izleğinde, herhangi bir "özcü inanç"tan yola çıkılmadan temelli bir dönüşüm ve yenileşme esas alınır. Fakat Ahmet Mithat Efendi özelinde, tam da Jale Parla'nın "denetlenen bir dönüşüm fikrinin temelinde değişmeyecek ya da direnerek biraz değişecek bir özü koruma amacı yatar" şeklinde belirginleştirdiği anlam alanının varlığı söz konusudur. Ahmet Mithat'ın değişim ve kimlik meselesinde, hayatının en verimli döneminde Yeni Osmanlılar'dan, hayatının sonuna yaklaştığı dönemde ise Servet-i Funûn taraftarlarından ayrıldığı nokta da burada ortaya çıkmaktadır. Her iki döneminde de yazar, esaslı bir dönüşümün/Batılılaşmanın/yenileşmenin öz'e ya da Parla'nın ifadesiyle "özcü inanç"a bağlı kalınarak mümkün olacağını savunur. Namık Kemâl, Ali Suavi gibi Yeni Osmanlılar'ın siyasi ve rejim değişikliği taleplerine, Halit Ziya, Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin'in edebî metinlerinde yer alan ölçüsüz batılılaşma izleğinden dil'e dair tasarruflarına hep kuşku ve eleştiri ile yaklaşan yazar, "dekadan" kelimesi etrafında 3 yıl boyunca süren tartışmalarda da bu bakış açısından ayrılmaz. Dolayısıyla Ahmet Mithat Efendi'nin Tanzimat dönemindeki Batılılaşma meselesinde takındığı tavır, Jale Parla'nın kitabında öne sürdüğü ve "her şey her şeye dönüşür" şekliyle dikkat çektiği türden ele alabileceğimiz bir "başkalaşım" değildir. Belki de bunun tam aksine Ahmet Mithat, "her şey her şeye" dönüşmesin diye bir irade geliştirmeye çalışmış ve dönüşürken Osmanlı toplumunda yaşayan insanların bütüncül kimliğine ilişkin özellikleri kaybolsun istememiştir. Yazar bu istek ve iradesinde "ne o ne öteki, hem o hem öteki" tarzında "bir melezleşme" tehlikesinin varlığından da haberdardır. Roman ve hikâyelerinde mukayese düzleminden yansıtarak okurlarıyla buluşturduğu şahıslardan hayatı algılama tarzlarına kadar bu tehlikenin varlığını tüm çıplaklığıyla açık eder. 155 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ahmet Mithat Efendi ve Varlık Alanı/mız ya da Sonuç… Ahmet Mithat, üzerinde yaşadığı topraklar için kırılma sayabileceğimiz kendi yüzyılındaki "yenileşme"yi, gelecek adına esaslı bir kimliğin inşası için fırsat olarak görmüştür. Bu kimliğin özünü ise Batı dünyasının özellikle ilim ve teknik sahada insanlığa kazandırdıkları ile asırlar boyu Doğu medeniyetinin temel dinamiği olan adalet, ahlak, insan sevgisi gibi değerler oluşturmaktadır. Tüm bunları bir sentez haline getirerek anlatılarındaki kimi kahramanlarına hayat veren yazar, okurlarının da buradan hareketle şekillenmesini ve "yeni kimlik"e ilişkin insanî değerlerle yüklenmesini istemiştir. Fikrî yazılarından hikâye ve romanlarına, öğretime yönelik kitaplarından tiyatrolarına kadar hemen her yazdığı eserde, girilen yeni medeniyet dairesinde nasıl yer alınması gerektiğine dair modeller ortaya koyan Ahmet Mithat, toplumda yanlış Batılılaşma ya da alafrangalaşmanın yaşanmaması için büyük uğraş vermiştir. Bu yönüyle yazar, "Yenileşme/Batılılaşma/Modernleşme" meselesi üzerine sistemli önermelerde bulunun ilk Tanzimat aydınıdır. Anlatılarında kurguladığı vaka birimleri incelendiğinde bu meseleyi okurlarıyla nitelikli bir biçimde paylaştığı görülmektedir. Böylelikle Tanzimat'ın ilanından 5 yıl sonra dünyaya gelen "hâce-i evvel"in kimliğini inşa etme sürecini yaşayan bir topluma, "yeni insan" adını verdiğimiz "model" ile neleri teklif ettiği de anlaşılmış olur. Her insan hayattaki tüm eylemini kendisi için yapar. Buna kitap okumak ve yazmak da dâhildir. Esas olan kendi insanîliğimizle yüzleşmek ve eksikliklerimizin farkına varabilmek adına ortaya koyduğumuz gayretlerdir. Ahmet Mithat Efendi de sadece üzerinde yaşadığı toprakların değil, asırların birikimine ev sahipliği yapan bir medeniyetin dağılmakta olduğuna şahitlik ederken, tehdit altında gördüğü varlığını/insanîliğini sanatkâr muhayyilesiyle güvenli bir alanda/kimlikte var kılabilmek için çaba sarf etmiştir. Her şeyden evvel kendisi için ortaya konulmuş olan bu gayret, modern dünyanın inşa edildiği bir zaman diliminde öze ilişkin değerleri yitirmeden "yenileşebilmek" adına bütün bir toplumu muhatap alarak dalga dalga yayılmıştır. Bu dalgaların sesi bizlerin bulunduğu sahilden bugün de duyulmaya devam etmektedir. 156 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YILDIRIM, Ali (2014).“Mehmet Akif Ersoy’un Tanrı Anlayışının Felsefi Açıdan Değerlendirilmesi. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.159-175 (http://bilgelerzirvesi.org). Ali YILDIRIM* MEHMET AKİF ERSOY’UN TANRI ANLAYIŞININ FELSEFİ AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Giriş İ slam dini, Allah, vahiy, peygamber, ahiret gibi temel inanç esaslarına dair meselelerde, Kur’an ve sünnet kaynaklı orijinalliğinidoğuşundan günümüze muhafaza etmiştir. İslâm inanç esaslarının, felsefi bakış açısı ile çeşitli dönemlerde bazı İslâm Felsefecileri tarafından, son dönemlerde ise belki de en dikkat çekici şekilde Mehmet Akif Ersoy (1873-1936)’un ifadeleriyle yeniden ele alındığını söyleyebiliriz. Ehl-i Sünnet inancına sahip olduğunu bildiğimizAkif’in hayatında, mensubu olduğu dinin, âdeta onun hayatının bir programı haline geldiğine şahit olmaktayız (İmamoğlu, 1997: 11). Akif, inancından taviz vermeyen bir hayat yaşamış ve yine inançları doğrultusunda eserler kaleme almıştır. Adeta varlık-yokluk mücadelesi veren bir toplumun kurtuluşu için konunun daima pratik yönünü ön planda tutmuştur. O, tespit ettiği aksaklıkların düzeltilmesi için öncelikle toplumun inanç değerlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiği üzerinde durmuştur. Düşünce ve eylem bakımından, büyük ölçüde Muhammed İkbal (1877-1938)'i andıran bir şair-düşünür olan Akif, Tanrı'nın mahiyeti, Tanrı-âlem ve Tanrı-insan ilişkisi gibi konularda özgün fikirler ortaya koymuştur. Aynı Kitap’tan ilham almış şahsiyetler olarak Akif ve İkbal'in, bu konudaki yaklaşımları arasında büyük benzerlikler bulunmakta, her iki düşünürün de Farabi, İbn-i Sina ve Gazali gibi filozofları da okuduğunu düşünmekteyiz. Öte yandan Akif’in, eserlerinde ortaya koyduğu Batı felsefesine dair tenkitlerinden ve onlara verdiği akılcı cevaplardan, Batıda ortaya çıkan akımları da takip ettiğini anlıyoruz. Yine üslubundan hareketle, Akif’in sahip olduğu İslâm idealini Batı realizmi ile birleştirme ustalığını gösterdiğini fark edebiliyoruz. * Yrd. Doç. Dr. Gaziosmanpaşa Üniversitesi. 159 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Zira Akif’in eserlerinde, kaynağını Bergson ve Whitehead gibi düşünürlerde bulan süreç felsefesinin temel dayanaklarından olan dinamik ulûhiyet anlayışına benzer bir Tanrı anlayışının ele alındığını görmekteyiz (Aydın, 2001: 38). Diğer taraftan Muhammed İkbal'in, yine süreç felsefesinin Tanrı anlayışının benzer özelliklerini yansıtır şekilde âlemi, sürekli değişen organik bir yapı şeklinde düşünmesi, bütün varlıklarda belli ölçüde kendini belirleme gücünü görmesi ve âlemi, "Tanrı'nın etkileri" olarak telakki etmesi gibi görüşlerini çağrıştıran ifadelere, Safahatın pek çok yerinde rastlamaktayız. Burada öncelikle İslâm’ın geleneksel Tanrı anlayışı ve Allah’ın isimleri hakkında giriş bilgilerine Akif’in örnekleriyle yer verecek, daha sonra Muhammed İkbal ve Mehmet Akif’in Tanrı tasavvurunun onların düşüncelerinde meydana getirdiği etkileri, Batıda 20. yüzyıl başlarında Alfred North Whitehead (1861-1947) tarafından savunulan süreç felsefesinin Tanrı anlayışı ile karşılaştıracağız. Bu noktada Akif’in düşüncelerine geçmeden önce birkaç konuya temas etmek isterim. Bilindiği üzere günümüzde, Akif hakkında yapılmış çalışmalar arasında genellikle onun sanatçı yönüne, özellikle de şairliğine ağırlık verilmekle birlikte onun tefekkür yönüne ağırlık veren belli bazı kitap ve makalelere de rastlamaktayız.144 Akif’i anma toplantılarında verilen konferanslarda onun daha çok bir vatan ve İslâm şairi olarak ele alındığım görmekteyiz. Biz bu incelememizde, Akif’in tefekkür yönünü merkeze alarak, onun sanatçılığını, iman ve eylem adamı oluşu dahası bir mütefekkir ve belki de felsefe ile ilgisi ölçüsünde gündeme getireceğiz. Nurettin Topçu ve Süleyman Hayri Bolay, Akif’e dair çalışmalarında bizim de tespit edebildiğimiz kadarıyla, Akif’in Tanrı anlayışının, "Dinamik Ulûhiyet Anlayışı" olduğundan bahsetmektedir. Beşir Ayvazoğlu'nun, İkbal ve Akif’in düşünceleri arasındaki benzerliğe dikkat çeken çalışması da bizim için ufuk açıcı olmuştur. 144 Nurettin Topçu; Mehmet Akif, Dergâh Yayınlan, İstanbul, 1998, s. 97, Beşir Ayvazoğlu; "Mehmed Akif ve Muhammed İkbal," Uluslararası Muhammed İkbal Sempozyumu Bildirileri, Muhammed İkbal Kitabı: 1-2 Aralık 1995, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınlan, İstanbul, 1997, S. Hayri Bolay; "Düşünür Olarak Mehmed Akif," H.Ü.E.Fakültesi Dergisi, Mehmet Akif Ersoy Özel Sayısı, Cilt:5, Sayı:l, Aralık, 1987, S. Hayri Bolay; "Mehmed Akif in Düşüncesinde Felsefe Meseleleri," Ölümünün 50. Yılında Mehmed Akif i Anma Kitabı, A.Ü. Rektörlüğü Yayınları, No: 99, 1986, Hüsameddin Erdem; "Mehmed Akif’te Tefekkür," Ölümünün 50. Yılında Mehmed Akif Ersoy'a Armağan, S.Ü. Basımevi, 1986, Erkan Türkmen; "Muhammed İkbal ve Mehmet Akif’te Hürriyet Fikri,"Ölümünün 50. Yılında M. Akif Ersoy'a Armağan, S.Ü. Basımevi, 1986. 160 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Anlaşılan o ki memuriyet hayatında veterinerlik, öğretmenlik ve müderrislik yapmış, kurtuluş mücadelesine moral destek için memleketin her bölgesinde vaizlik yapmış, cumhuriyet ve demokrasi mücadelesine katkı sunmak adına milletvekilliği yapmış, ülkenin iç ve dış istihbarat hizmetleri için teşkilat-ı mahsusa da görev almış, sivil hayatında sebilü’r-reşad ve sırat’ımüstakim dergilerinde memleketin kurtuluşu için çareler üretmiş, Kuran tefsiri kaleme almış, gelecek nesle İstiklal Marşı, Çanakkale şiiri ve Safahat gibi ölümsüz eserleri emanet etmiş, hâsılı, ülkesinin birlik ve bütünlüğü için adeta çırpınmış biri olarak geçtiğimiz bir asra yakın süre içerisinde onun felsefi yönünün fazla ihmal edildiğini düşünmekteyim. Peki, Akif bir filozof mudur? diye soracak olursak buna en doğru yanıtı verebilmenin, filozofun tanımı ile mümkün olacağı açıktır. Filozof hemen hemen bütün dünya meseleleri hakkında sistemli fikir beyan eden kişiye denir, Fransız düşünür Paul Valery ise filozofu şöyle tarif eder: Kültür seviyesi ne olursa olsun bildiklerinin ve bilhassa içsel veya dışsal fakat vasıtasız deneme ile bildiklerinin bütünü üzerinde zaman zaman görüşler ortaya koyan insana filozof denir. Bu açıdan bakıldığında Akif’in, varlık, varoluş, hürriyet, ahlak, bilgi, kötülük, iman-inkâr, tevhit, kozmogoni ve kozmoloji konularında fikir beyan ettiğini, ayrıca mesuliyet, hesap, anarşi, otorite, adalet, ilim, teknik, medeniyet gibi çeşitli konularda da fikirler ortaya koyduğunu görmekteyiz. Yine Nurettin Topçu, Akif’te sanat, ahlak ve din felsefesi olduğundan bahseder (Topçu, 1998: 73 ). Ancak Topçu, Akif ile ilgili olarak daha çok, gerçek âlemi tasavvuruna sığdırma felsefesi olan ve mistik idealizmin en aşırı şekli olarak tarif edilen solipsizm (tekbencilik) ile ilgilenmiştir. Yine Topçu, Akif’in eserlerinde, dini realizm ile psikolojik realizmin çok az bir araya gelişine bir örnek bulunduğundan bahseder. Akif’te bizim için dikkat çekici felsefi boyut ise Allah inancı, dolayısıyla Allah’ın isim ve sıfatları meselesidir. Ve yine elbette Allah’ın Âlem ve insan ile ilişkisi Akif’in ele aldığı ve din felsefesinin de en temel konularıdır. Aşağıda öncelikle Akif’in ifadeleriyle İslam’ın geleneksel Tanrı anlayışına, Tanrı’nın sıfatlarına ve ön plana çıkan fiillerine dikkat çekeceğiz. Mehmet Akif’in Tanrı Anlayışı ve Allah’ın İsimleri Allah'a iman, İslâminanç esaslarının başında gelir ve Allah'ı en iyi şekilde tanıyabilmek için, Kur'an’ı bilmek ve onu iyi anlamak gerekir. Kur'an'ı, Allah'ın cemâlini yansıtan bir aynaya benzeten Akif, 161 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Allah'a dair ifadelerinde Kur'an'ın dilini kullanır. Ona göre, yeryüzünde birbirinden farklı anlayış ve yaşam biçimlerine sahip milletler vardır. Allah, yeryüzünde farklı yaratılışa sahip çeşitli insanlara kendi tabiatlarına ve yönelimlerine göre tecelli etmek istediği içindir ki, kulluk yaptıkları diğer mabutlarda varlığına inanılan çeşitli sıfatları da kendi zatında toplamıştır. İslâm'ın Tanrı'sı, bütün insanlığın tanımak istediği ve işlerini yoluna koymak için bütün yaratıkların kendisinden yardım beklediği tek Allah'tır. İslâm Allah'ın tanımlanmasında ve tanınmasında her biri insan ruhunu düzeltme açısından özel ve anlamlı bir hususu dile getiren ilahî sıfatlarla anlatma yolunu seçmiştir. Bu nedenle her bir isim O’nun kâinatta ne yaptığını göstermesi bakımından önemlidir (Çaviş, 1987: 62, 65). İslâm dininde Tanrı'nın isimleri arasında herhangi bir öncelik sırası gözetilmemekle birlikte bu isimlerin hepsini içerisinde barındıran, Arapça "ilah" kelimesinden türetilmiş olan "Allah" isminin ön planda olduğu malumdur. Bununla birlikte literatürde Tanrı’yı kast etmek için, “Hâk", “Hûdâ” “Mâbud" "Mevlâ" ve "Râb" isimlerininsıklıkla kullanıldığı bilinmektedir. Yine Hz. Peygamberin bir Hadis-i Şerifinde geçen Esmaü’l-Hüsna Allah’ın 99 ismini bize bildirmektedir. Ayrıca İslam âlimlerince bildirilen Allah’ın Zati ve Subuti sıfatları, İslam’da geleneksel Tanrı inancını tasvir etmek bakımından belli bir takım isim ve sıfatlara işaret etmektedir. Kendisini, toplumun dinini ve değerlerini doğru şekliyle öğrenmesine adamış olan Mehmet Akif’in Tanrı anlayışında, elbette deist bir bakış açısıyla, kâinatı yaratıp kenarı çekilen bir Tanrı inancına sahip olması beklenemezdi. Dolayısıyla, o, inandığı dini, bütün boyutlarıyla yaşayan ve yalnızca hissedip yaşadıklarını yazan bir insan olarak İslâm’ın da müminden, silik ve pasif bir kul olmaktan çok, diri ve dinamik bir kul olmayı talep ettiğini bilmekteydi. Bilindiği gibi, Allah'ın, yukarıda değinmediğimiz birçok isim ve sıfatları da vardır ve her biri, insanın Allah'ı tanımasında ayrı bir özellik ihtiva etmektedir. Bahse konu isim ve sıfatların özellikle Akif’in de sıklıkla kullandığı isim ve sıfatlar olduğunu biliyoruz ancak Akif’in, Allah'ın bilhassa, faal yönünü ifade eden, hareket ve eylemi çağrıştıran, kâinata ve içinde yarattıklarına müdahale eden bir Tanrı’ya iman etmiş olması nedeniylebu tarz isimlerini ön plana çıkardığını görmekteyiz. Akif’e göre, Allah’ı tanımlama amacına yönelik girişimlerin sonu başarısızlık olacaktır, hatta bu bilgiler 162 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sonsuza dek karanlıklar içinde kalacaktır.145 Yine de insan, Tanrı'yı, O'nun tecellileri ve fiillerinin etkileri ölçüsünde tanımaya ve tanımlamaya çalışır. Akif de yer yer bu tür tanımlamalara gitmiştir. Akif, Allah’ın bilinen isimleri arasında en başında gördüğü "Hakk" ismini hem Safahatta146 hem de Prens Abbas Hâlim Paşa'dan yaptığı bir tercümede147özellikle vurgular. Diğer taraftan Akif, Safahat'ta yaklaşık elli yerde "Hûda" isminikullanır. Farsça kökenli bu isim sözlükte Allah, sahip ve efendi anlamlarına gelmektedir. Akif’in, bu ismi kullanarak Allah'ın, kâinatın sahibi ve efendisi olduğunu vurgulamaya çalıştığını düşünebiliriz. Yaratma konusu ile ilgili olarak, Akifkullandığı farklı farklı kavramlara, şüphesiz ifadeyi güçlendirme amacından daha anlamlı görevler yüklemiştir. Onun, yaratma anlamı taşıyan kavramları kullandığı her mısrada, Allah'ın hiç durmadan yaratmasına devam ettiğine dikkat çekilmektedir.148 Özellikle, “Hâlik”, "Hallâk" ve "Sâni149" isimleri Allah'ın sürekli ve çokça yaratması anlamlarını taşımaktadır. Yine "Îbdâ150" fiili de yaratma bakımından yalnız Allah'a atfedilebilecek bir ifadedir. Zira "İbdâ"da yoktan var etme, benzersiz yaratma söz konusudur. Allah bu yönüyle eşsiz varlıklar ve dünyalar meydana getirir. Ayrıca Akif, Kâinatın yaratıcısı hakkında "Fâtır-ı Mutlak", "Hâlik-ı Mübdî", "Hâlik-ı Âlem", "Hâlik-ı Hürriyet" gibi isimlere de yer verir. Akif, bir vaazında151 Allah'ın kâinattaki yaratma faaliyetini fiil olarak dile getirmek, Allah'ın yaratmaktan bir an bile boş durmayan bir Tanrı olduğunu ifade etmek, Allah'ın dilediğini yapacağını ve O'nu bundan alıkoyacak bir engelin olamayacağını 145 Safahat, (Fatih Kürsüsünde), s. 221, “Bülend nüsha-i icâdın ilk sahifesine Bu ilk sahife müebbedzalâm içinde yine!” 146 Safahat, (Asım), s. 382, “Hâlik’ınnâmütenâhi adı var en başı Hâk. Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak!” 147 Said Hâlim Paşa; "İslamlaşmak", (Çev.; M. Akif), Sebüü'r-Reşad, 4-1335, c:16, sayı: 404405, s. 132. 148 Safahat, (Fatih Kürsüsünde) s. 220. "Ne dinlenir, ne de âtıl kalır, velev bir an, Şu'ûn-i hilkati teksif edip yaratmaktan." 149 Safahat, (Süleymaniye Kürsüsünde) s. 146. " Vecde gel; vahdete dal, âlem-i kesretten uzak... Yalınız Sâni-i gör; san'atımasnû'u bırak!" 150 Safahat, (Tevhid Yahut Feryad) s. 16. “İbdâ-ı bediin ki cihanlarla bedâyi, Meydana getirmiş – bize ey Hâlik-ı Mübdî.” 151 Mehmet Akif; "Fatih Kürsüsünde," Sebilü'r-Reşad, 7 Rebiulevvel 1331, c. :9-2, s. 391. 163 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı anlatmak için "şe'n"152 ve "Fa'âlün li mâyürîd" ifadelerini kullanır (Şengüler, 1992: 201). Mehmet Akif’in Allah'ı anlama ve varlığını sezme girişimi olarak nitelendirebileceğimiz bir şiiri olan "Tevhid"de Akif, Allah'ı tasvir etme çabalarının başarısız kalışını ve O'nun tanımlanamayışını insanın, ruhani varlıkları tam olarak tasavvur edemeyişine, düşüncenin bedene takılışına bağlar.153Yalnız agnostik bir tavır ortaya koyarak Tanrı’nın bilinemeyeceği gibi bir sonuca da ulaşmaz. O, agnostik bir tavrı asla kabul etmez ve Allah’ın yukarıda bahsi geçen isim ve sıfatlarının hemen hepsine yer verir.154Ona göre, insanın Allah'ın isim ve sıfatlarının tamamını bilmesi mümkün değildir. İnsanın bilgisi Allah'ı, ancak O’nun tecellileriyle vasıflandırmasına yetecek kadardır (Ersoy, 1996: 12). Mehmet Akif’e Göre Tanrı - Âlem İlişkisi ve Hareket İlkesi Mehmet Akif’in bu konudaki düşüncelerinin, İslâm dünyasında Molla Sadra ismiyle tanınan SadreddinŞirazi (1571-1636) ve özellikle de daha önce belirttiğimiz çağdaşları olan Doğuda İkbal'in, Batıda ise Whitehead'in düşünceleri ile benzer fikirler olduğunu düşünmekteyiz. Süreç felsefesi içerisinde yer alan ve Tanrı’nın durum ve eylemlerini konu edinen tartışmaların birçoğunun, İslâm düşünürleri tarafından Allah’ın fiilleri ve sıfatları konusu ile büyük ölçüde ortaya konduğu, bu anlamda Akif’indüşüncesinin temel düsturlarından olan "eylem" ilkesinin de bir süreç felsefesi kavramı olarak ele alınıp değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Değişme ve sürekliliğin birer felsefe problemi olarak ele alınması, Yunan felsefesinin ilk dönemlerinde başlamıştır. Bu problemin ağırlığını en iyi duyan Herakleitos olmuş ve o, her şeyin, sürekli bir değişme ve oluşma süreci içinde olduğunu iddia etmiştir. Bugün, süreç kavramının teolojik uzantılarını en belirgin şekliyle Batıda Whitehead ve takipçisi olan Hartshorne'da görmekteyiz. Whitehead'in Tanrı hakkındaki fikirleri, onun süreç felsefesi ile ilgili görüşlerini anlayabilmemiz için büyük önem taşımaktadır. 152 Rahman / 29: "Külle yevmin hüve fi şe'n." (O, her gün bir iştedir.) Safahat, s. 16, 491, 492: "Itlâka nasıl yol bulabilsin ki tefekkür? Eşbâhı görür eyler iken ruhu tasavvur!" (s. 16). 154 Safahat, (Terkib-i Bend) s.492. Birsin, ezelîsin, ebedîsin samedîsin, Ya Râb sana yoksun demeye var mıdır imkân? 153 164 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Whitehead, öncelikle çift kutuplu bir Tanrı anlayışı öne sürer. Ona göre bu, aynı varlığı iki farklı açıdan görmek ve anlamaya çalışmaktır. Tanrı'nın bir değişmenin ötesinde kalan, mutlak, ezeli veçhesinden; bir de değişme sürecine bağlı olarak değişen, oluşan veçhesinden bahseder. Buna göre, Tanrı'nın aslî tabiatı, âlemin düzenini sağlayan bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Tanrı bu yanı ile bütün ezeli objeleri müşahade eder. Bu objelerin ait olduğu sahanın düzeni ve onların değerlendirilmesi ilâhi hikmet sayesinde olur. Tanrı, "aslî yanı" ile imkânların oluşturduğu engin âlemin kavramsal idrakine sahiptir. O, hareket etmeksizin hareket verir(Whitehead, 1967: 524). Whitehead’e göre; "Tanrı’nın asli değişmeyen tabiatı, zamansal olmayan bil-fiil şey olarak tarif edilebilir.”(Whitehead, 1967: 73). Whitehead'e göre, Tanrı'nın ikinci veçhesi olan "oluşan tabiat," evvel olduğu kadar ahirdir. Evveldir çünkü her türlü yaratıcı faaliyetin ön şartı, O'nun "aslî yanı"dır. Her şey Tanrı'yla ilişki içindedir. Gerçek anlamda bilfiil var olan Tanrı da somutlaşma sürecinin her safhasını duyar, kavrar böylece âlem bütünüyle Tanrı'da objektifleşir. Tanrı, her bilfiil şeyin geçek dünyasını paylaşır. Somutlaşma sürecinin ürünü olan her şey, Tanrı'nın hayatına yeni bir unsur olarak girer. Böylece âlemin yaratıcı ilerleyişi, ifadesini Tanrı'da bulur. Tanrı, bir yönüyle akıp giden sürecin içinde olur ve bu yön süreçle birlikte "değişir," "oluşur" (Whitehead, 1967: 522). Muhammed İkbal'e göre de yine Kur'an 'da, dinamik olan bir ulûhiyet ve âlem anlayışı ile karşılaşıyoruz. Ancak, ona göre, klasik Yunan felsefesi etkisinde kalan Müslüman düşünürler, bu dinamik görüşün, canlılığını yitirmesine neden olmuşlardır. Tecrübeyi madde, hayat ve şuur olmak üzere üç basamakta tahlil etmeye çalışan İkbal, "ruhani pluralizm" adını verdiği bir âlem görüşü ortaya atar ve bunun geliştirilmesini geleceğin Müslüman düşünürlerine bırakır. Bu görüşün temel tezi şudur: Tanrı "Mutlak Ben"dir. Bu ben, benlik vasfına sahip varlıklar yaratır. Maddeden insana kadar uzanan bütün varlık derecelerinde benlik vardır. Varlık mertebesinin en alt düzeyindeki bir atomun bile benliği vardır. Kendisini farklı derecelerde ortaya koyan benlik şuuru dünyada en yüksek noktasına insanda ulaşır. Bir varlık, kendi benliğinin ne kadar farkında ise o ölçüde reeldir (Aydın, 2001: 49, 50). Tanrı-âlem ilişkisi ile ilgili olarak Mehmet Akif’in düşüncesinde, öncelikle kâinat ve içindekilerinin Allah tarafından yaratılmış bir mahlukolarak kabul edildiğini akılda tutmak gerekir. Ona göre, Allah, evrendeki bütün varlıkları yaratmakla birlikte, ezeli 165 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı iradesiyle, onları kendi sonlarına varıncaya kadar sürekli değişikliklere uğratmaktadır. Kısacası, âlemin düzeni aşağıdaki mısralardan anlaşıldığı gibi Allah tarafından sağlanır ve Allah'ın herhangi bir şekilde bir an bile bu faaliyeti bırakması düşünülemez: Mükevvenâtı ezelden halâs edip ebede Sürükleyen; onu hayret-feza hüviyette Tekallübât ile bir müntehâya veren, Hem istikameti dâim o müntehâya doğru süren; İrâde hep ezeli sa'yidir, bakılsa O'nun; Kimin? O kudret-i mahzın, o sırr-ı meknûnun! (Ersoy, 1996: 220). Allah, evren ve içindekileri hiçbir zaman başıboş olmaya terk etmemiş, onlara da bazı sorumluluklar yüklemiştir. Birçok düşünür bu sorumluluklar nedeniyle yaratılışın gayesini açıklamak için çeşitli fikirler ortaya atmıştır. Akif bu konuda öncelikle, yaratılışın bir gaye ile açıklanmaya çalışılmasının insan için zor hatta imkânsızolduğunu düşünür. Akif, önce, yaratılışın gayesinin ne olduğunun asla bulunamayacağını, ancak, “hayatta kalabilmek için durmaksızın çalışmak” gerektiğini vurgular. Çünkü ona göre, insan bir an olsun "hayatın uğraşlarını bırakıp ruhunu yüceltme fırsatı bulsa" belki de bu gayenin ne olduğunu bulabilecektir. Ancak, Allah bu sırrı gizli tutmak istediği içindir ki insanı, yaşamın bitmeyen ihtiyaçları ve uğraşları ile meşgul etmektedir.155İkincisi ise bu âlemin insanlar için bir “imtihan yeri” olarak yaratılmış olmasıdır. Aşağıdaki mısralarda Akif, dünya hayatının gayesiz olmadığını ve ebedi feyzin dünya hayatında kazanıldığını anlatır: Eğer maksudu ancak ahiret olsaydı Yezdan'ın; Ne hikmet vardı ibdâında hiç yoktan bu dünyanın? Ezelden ayrılan ruhun nişimen-gâh-ı bakisi Ebedken yolda eşbâhın niçin olsun mülâkisi? (Ersoy, 1996: 275). Akif, yaratılışın gayesi ile ilgili birkaç noktaya temas ettikten sonra Allah'ın, hem kâinatın yaratıcısı hem de kâinattaki hareketin 155 Safahat, (Geçinme Belası) s. 24 - 26: "Bir anladığım varsa şudur: Hâlik-ı Âlem, Hilkat kalıversin, diye bir ukde-i mübhem Daldırmada insanları hâcât-ı hayâta, Döndürmede ezhânı bütün başka cihâta." 166 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sebebi olduğuna varlıkların hayatiyetini sürdürmesinin ise ilâhi kanun gereği, çalışma ve hareket ilkesine tâbi olduğuna dikkat çeker; Sensin bütün ef’aldefa'âl-i hakiki. Sensin melik-ülarş olan sâhib-i ferman. (Ersoy, 1996: 492). Akif, aşağıdaki mısralarda ise, bir bakıma, maddecilerin görüşüne karşı çıkarak hareketi yaratan Allah'ın, atom dâhil, âlemdeki tüm varlıkların da yaratanı olduğunu, canlılığın sürekliliğini de sağlayanın, yine Allah olduğunu söyler: Tasavvur eyliyelim şimdi başka bir kudret, Ki hep kuvâyı doğurmuş, esâsı madde... Evet! Nedir bu? Başka değil, aynı cilvenin işidir: Bütün ezeldeki sa'yintekâsüf etmişidir. Şu madde yok mu ki almakta birçok eşkâli, Onun da varmadadır sa'yeasl-ı seyyâli. (Ersoy, 1996: 220, 221). Akif’e göre, kâinatta sürekli bir faaliyet vardır ve hiçbir faaliyet asla sebepsiz meydana gelmez. Herhangi bir olayın sebepsiz yere ortaya çıktığını söylemek anlamsızdır. Hiçbir şey gökten iner gibi inmez, her şey belirli sebeplerle harekete geçer veya değişime uğrar. (Ersoy, 1996: 277). Akif’in, bazı şiirlerinde bir “kanun” kavramından bahsettiğini görmekteyiz.156 Akif’in şiirlerinde bahsettiği "kanun" kavramının bugünkü anlamda, bilimsel tabiat yasaları şeklinde anlaşılması isabetli olmayabilir. Akif, “kanun” kavramını, bir yerde “kul hakkına”, bir yerde "Allah korkusuna”ağırlıklı olarak da "çalışma ilkesine" atfen kullanmıştır. Safahatın genelinde bu kanunun, "çalışma ilkesi" olduğunu görmekteyiz.157 Çalışma/eylem ilkesi, Akif’in bütün Safahatında hâkim bir biçimde işlenmiştir. Akif, hareket ilkesi ile ilgili olarak "faaliyet", "sa'y", "sa'y-i dâim", "çalışma", "davranma", "mücahede", "cedel", "mesai", "koşma", "seyir", "tekâsüf, "seyyal", "terakki", 'vazife", "azim", "gayret" vb. birçok yakın ve benzer anlamlı kavram 156 Safahat, s. 150, 179, 219,224, 271,493: "Evet, avâlimi, hiç şüphe yok ki bir kanun İdare etmede... Lâkin nedir meali onun?" (s. 224). 157 Safahat, (Hakkın Sesleri) s. 179: "Cihan kanûn-i sa'yin bak, nasıl bir hisle münkaadı! Ne yaptın? "Leyse li'1-insâni illâ mâ-seâ" vardı!.." 167 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kullanmıştır. Dikkat edilecek olursa bu kavramlardan her biri, bir canlılığı, bir ilerlemeyi, bir gelişmeyi ifade etmektedir. Bu kavramlardan bazılarına özellikle dikkat çekmek istiyoruz. “Sa'y”, Arapçada çalışmak, gayret etmek, koşmak, anlamında kullanılan bir kelimedir. Akif, kullanım amacına göre, “sa'y” kelimesine, ilerlemek, yönelmek anlamlarını yüklemiştir. Yine bu kelimeden türemiş olan "mesai" kavramını ve "sa'y-i daim"158 ifadelerini kullanmıştır. Akif "Fatih Kürsüsünde" farklı yerlerde aşağıdaki mısraı altı kez tekrarlamıştır: Bekayı hak tanıyan sa'yi bir vazife bilir; Çalış, çalış ki beka sa'y olursa hakkedilir. (Ersoy, 1996: 220). Akif, "terakki", "tekâsüf', "gayret", "seyir" gibi kavramlara sıklıkla yer vererek toplumsal ilerleme anlamını da içerecek şekilde sürekli olarak, bir hayat bulma, büyüme ve gelişmeyi düşündüren fikirler vermeye çalışır. Eylem ilkesi, ağırlıklı olarak, "Durmayâlim" adlı şiirde ve Safahat'ın dördüncü kitabı olan "Fatih Kürsüsünde" adlı manzumede işlenmiştir: Şöyle gözden geçse bir hilkat temâşâ-hânesi: Çıkmıyor bir zerre fa'âliyetin bigânesi. Ey, bütün dünya ve mâfîhâ ayaktayken, yatan! Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah'tan utan! Konulsa rahle-i tedkike hangi bir mevcud; Olur tekasüf bir sa'y-i dâiminmeşhûd. (Ersoy, 1996: 220). Safahat dışında Akif’in bazı hutbe ve vaazlarında da Tanrıâlem ilişkisi ve hareket ilkesi ile alakalı sözleri vardır. Akif’in Fatih Camii'ndeki bir vaazında yer alan şu ifadeler yine Akif’in Allah-Âlem ilişkisine dair görüşlerini yansıtması bakımında önemlidir: “Âlem, feza dediğimiz şu ucu bucağı olmayan boşluk içinde dönüp duruyor; Allah'ın ezelde çizmiş olduğu yolu takip edip gidiyor. Hiçbir zerre kendi seyrinden, faaliyetinden geri durmuyor. Yer yürüyor; gök yürüyor; dağ yürüyor, taş yürüyor. Hiç biri boş değil, hepsi çalışıyor, her şey çalışıyor... Biz tutmuş da mahlûkattan bahsediyoruz, Hâlik yok mu Hâlik, işte o da suretini, tasavvur edemeyeceğimiz bir faaliyetle kâinatı idare edip duruyor. "...O, her gün bir iştedir (Rahman/29)," Yüce Yaradan, bizim hayal edemeyeceğimiz kadar kısa bir an için faaliyeti bıraksa bütün mevcudat alt üst olur. Allah her an kâinata 158 Safahat, (Durmayâlim) s. 25. "Âsümâni, hâkdâni cümle mevcudat için Kurtuluş yok sa'y-i dâimden, terakkiden bugün." 168 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması hayat veriyor: Her an bir şe'n, bir hadise vücuda getiriyor. Allah, âlemi yalnız bir kere yoktan var etmedi. Onun halkidâimîdir. Evet, Allah'ın iki muhtelif tecellisi var ki biri mevcudatı yok etmede; diğeri ise var etmede. Ancak bu iki tecelli arasındaki zaman mesafesi bizim aklımızla ölçülemeyecek kadar kısa olduğu için, ne oluyor, ne bitiyor farkında olmuyoruz.”159 Görüldüğü gibi, Akif’in düşüncesinde, kâinatın varlığını sürdürmesi için geçerli olan tek kanun, eylem halinde olmadır. Kâinat, içerisinde barındırdığı tüm varlıklara da bunu yansıtmıştır. Bu nedenle kâinattaki en büyük gök cisimlerinden, en küçük atomlara kadar her şey bu kanuna boyun eğmektedir. Hareket, canlılığı, hayatı, var olmayı ifade etmektedir. Çünkü nereden bu hareketi çekip alırsanız, orada yokluk meydana gelecektir. Her varlık kendi hareketiyle kaimdir. Hareket sonsuzluk için gereklidir ve canlılık, çalışma, fiil halinde olma, ilerleme ölümsüzlüğe götürür. O, bu ilkeyi bir zorunluluk, bir olmazsa olmaz kural olarak ele alır. Akif’e göre, hareketsizlik yok olmaktır. Kaldı ki Allah da faaliyet halindedir. Bir an bile hareketsiz kalmaz, “boş durmaz”. Akif’in buradaki anlayışında "O, her an bir iştedir" (Rahman/29), "Her şeyin yaratıcısı Rabbiniz Allah…" (Mu’min/62), gibi ayetler son derece önemlidir. Ona göre, bu "kanunun" koyucusu Allah'tır. Allah, kâinatı yarattığı gibi, bu "kanunu" yani hareket halinde olmayı da kâinatın vazgeçilmez ilkesi olarak yaratmıştır. Akif, bir hutbesinde şunları söylüyor: "Her yerde, ta ezelde meş'iyyet-i ilâhiye muktezasınca ibda' olunan bu hükümlerin, bu kanunların, bu ahkâmın hiçbir maddesi, hatta hiçbir kelimesi, hiçbir noktası değişmez.”160 İnsan da kâinatın bir parçası olarak bu kanuna tâbidir. Ohayatiyetini yine harekete borçludur.161 İnsan, yaşama gayretini ve ümidini yitirirse yok olacaktır. Bu yüzden bir an bile bu ilkeyi aklından çıkarmaması gerekir. Akif, hareketini, gayret ve ümidini yitiren insanlara, örnek olarak, Tanrı'nın dahi "boş durmadığını," en azından bundan utanarak çalışmayı terk etmemeleri gerektiğini hatırlatır: 159 M. Akif; "Fatih Kürsüsünde," Sebilü 'r-Reşad, c.:2-9, Sayı: 231-49, 7 Rebiulevvel, 1331, s. 390. 160 M.Akif; "Nasrullah Kürsüsünde" Sebilü'r-Reşad, 15 Rebiulevvel 1339, C: 18, S: 464, ss.249-259. 161 Safahat, s. 25, 164, 228. "Evet, mücahedemahsûlüdürhayât-ı beşer, O olmadıkça ne efrâd olur, ne aileler." (s. 228). 169 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mâsiva bir şey midir, boş durmuyor Hâlik bile: Bak tecelli eyliyor bin şe 'n-i günâgûn ile.(Ersoy, 1996: 26) Akif benliğinin derinliklerinden kendisine sürekli olarak "durma yürü, azminde devam et!"(Ersoy, 1996: 147) diye haykıran sesi açığa vurur. Ona göre, insan eğer azim ve gayretle çalışırsa istediği her şeye kolay bir şekilde erişebilir. Çünkü âlemdeki "kanun" gereği başarı çalışmaya, çalışma da başarıya götürür.162Aynı şekilde hayatta kalma mücadelesi de insanı ayakta tutan en önemli duygudur. Akif’e göre, insan, çalışmaya sımsıkı sarılmazsa hayat hakkı ancak çalışanın olacak, pes ederek azmi ve bırakan bu haktan mahrum olacaktır.163 Zira Allah bu hakkı ancak çalışana vermiştir.164 Akif’in düşüncelerinde hâkim bir şekilde hissedilen hareket, akış ve süreçanlayışının Whitehead’insüreç anlayışı ile benzer ve farklı yönleri bulunmaktadır. Whitehead'in düşüncesinde, yukarıda söylediğimiz gibi, Tanrı iki ayrı tabiata sahipti. Değişmeyen, sabit olan aslî tabiat ve oluşan, değişen, gelişen tabiat. Doğrusu, Akif’in düşüncesinde, Tanrı'nın veçheleri, Whitehead'deki Tanrı'nın veçheleri ile aynı özelliklere sahip değildir. Aslında, Akif’te, "Tanrı'nın veçheleri" diye bir kavramdansöz edilmez. O, geleneksel ulûhiyet anlayışını bir yerde olduğu gibi muhafaza ederek, Tanrı'nın isim ve sıfatlarından bahseder. Ancak, bu sıfatlar, insanlar tarafından sayılacak kadar sınırlı sayıda değildir. Bu nedenle ona göre Tanrı'nın her bir faaliyeti O'nun bir sıfatına veya ismine delalet etmektedir. Buradaki benzerlik, her iki düşünürün de Tanrı'nın faal ve sabit yönlerini ön plana çıkararak, Tanrı'ya tek bir bakış açısıyla bakmıyor olmalarıdır. Bunun dışında büyük farklılıklar da vardır. Akif’e göre Tanrı kâinatın yaratıcısı iken Whitehead'in düşüncesinde, Tanrı'nın klasik anlamda bir yaratıcı olmasından söz edilmez. Ona göre, Tanrı, süreç başladığında, süreçle birlikte var olmaktadır. Akif’te ise Tanrı, süreçten önce de vardır ve süreci yaratarak başlatan da O'dur. Akif’e 162 Safahat, (Azim) s. 59: "Tevfîk, taharriye, taharrî ona âşık; Azmin de emel lâzımıdır, gayr-ı müfârık." 163 Safahat, (Fatih Kürsüsünde) s. 229 "Hayır! Adalet-i fıtratta yoktur istisna Hayâta hakkı olan kimdir anlıyor, görüyor; Çalışmayanları bir bir eliyle öldürüyor!" 164 Safahat, (Süleymaniye Kürsüsünde) s. 164. "Bu da gayetle tabii, koşanındır meydan; Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Yaradan." 170 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması göre, oluşu, süreci başlatan Tanrı, koyduğu kanunlarla idare eder. Whitehead'in görüşünde, Tanrı da sistemin içindedir. Özetle, Tanrı'nın, Whitehead'e göre, birinci veçhesi bakımından, Akif’e göre fiilleri bakımından iki düşünürün fikirlerinde de Tanrı süreçle birliktedir. Ancak, O'nun, sürecin tam olarak içinde veya dışında olması durumu ile ilgili düşünceler, farklılık göstermektedir. Tanrı'nın Whitehead'e göre, ikinci veçhesinde, yani sürece dâhil olan veçhesinde, Tanrı'nın sabit yönünü, Akif’te "Sünnetullah" yani, Tanrı tarafından konmuş olan, kâinatın düzenli işleyişi ile karşılamak mümkündür. Akif’in düşüncesinde, Tanrı'nın dinamik ve süreçle birlikte olan sıfatlarının süreç içerisinde iken de birinci yönündeki değişmez özelliklerini devam ettirdiğini görmekteyiz. Whitehead'in düşüncesinde ise süreç Tanrı’yı etkiler. Çünkü Whitehead, Tanrı'nın bu yönüyle şuur kazandığını ve kendi fiziki duygularının harekete geçtiğini söylemektedir (Whitehead, 1967: 528). Tanrı bu yönüyle, tabiatın kendisi üzerindeki kavramsal kavrayışını, artık fiziksel kavrayış olarak algılamaya başlar. Ayrıca, Whitehead, Tanrı'nın oluşan yanının, zaman içinde akıp giden dünyadan kaynaklanan fiziki tecrübeye bağlı olarak doğduğunu ve aslî yönü ile kaynaştığını iddia etmektedir. Whitehead'e göre, Tanrı'nın "oluşan" yönü süreçle birlikte doğar ve önceden var olan "aslî" yanına birleşir, katılır(Whitehead, 1967: 523). Yukarıda söylediğimiz gibi, Akif’in fikirleri, aynı kaynaktan beslenmiş olan Muhammet İkbal'in düşünceleriyle de büyük benzerlikler göstermektedir. Akif’e göre, herhangi bir varlık, dikkatle incelense görülecektir ki, kendi kendini oluşturmak için durmadan çalışmaktadır. (Atomların içerisinde hareket halinde olan proton, nötron ve elektronların hareketleri) Akif’e göre, bu güç, onların var olmalarının da temel koşuludur. Akif, bu kendini belirleme çabasını "eylem, fiil ve hareket halinde olma" durumu ile açıklar. Akif’in de, İkbal gibi, insanın, en üstün kendini belirleme gücüne sahip varlık olduğunu düşündüğünü söyleyebiliriz. İkbal'de tek tek benlerin yani insanın ulaşmak istediği gaye benliğini mükemmelleştirerek Mutlak Bene yaklaşmak arzusudur (İkbal, 1983: 70). Akif’te ise bu gaye "kemal-i mümkin-i idrak"165, yani olgunluğun doruğuna ulaşma arzusudur. İkbal'de, benler ne kadar benlik şuuruna sahipse o kadar çabuk "Mutlak Ben"e ulaşırken, 165 Safahat, (Fatih Kürsüsünde) s. 222: "Kemâl-i mümkiniidrâke doğru hep koşuyor; Fezada fushati gördükçe büsbütün coşuyor!" 171 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Akif’te de aynı şekilde varlık, ne kadar varlık şuuruna sahipse o kadar çabuk "olgunluğun doruğuna ulaşacaktır." Diğer taraftan Muhammet İkbal'in, düşüncelerinde dikkati çekenbir başka hakimfikrin yaratma lezzeti ve faaliyet prensibi olduğunu görmekteyiz. Akif’in yukarıda örneklerini verdiğimiz mısraları ile İkbal'in şu mısralarını karşılaştırdığımızda benzerlikler açıkça görülmektedir: “Ey, ben ve sen, hayat ırmağının dalgalarıyız! Bu kâinat her anda başka türlü oluyor. Yaşamak her anda bir inkılâptır; çünkü o, bir âlem aramaktadır. (Beyt: 1717-1718) Ey necip adam! Var olmak ne demektir biliyor musun? Zat Hakk'ın Cemalinden nasip almak! Yaratmak nedir? Güzellik aramak! Başkalarına kendisini göstermek! (Beyt:1804-1805) Yaşıyor musun? Müştak ol, yaratıcı ol, bizim gibi ufukları tut! Sana uygun olmayanı kır; kendi zamirinden başka bir âlem çıkart! (Beyt:1808-1809) Yaratma kuvveti olmayan herkes, önümüzde kâfir ve zındıktan başka bir şey değildir. (Beyt: 1811) Allah'ın adamı! Kılıç gibi keskin ol! Sen, kendi dünyanın kaderini yarat! (Beyt: 1813)”(İkbal, 1958: 319-338). Muhammet İkbal ile Mehmet Akif’in görüşlerinde "hareket ilkesi" ile ilgili olarak önemli benzerlikler vardır. İkbal, bir şiirinde arzuların yok olmasını hayatın sona ermesi olarak değerlendirmektedir. Ona göre hayat denilen cevhere ancak hareket ile varılabilir. İkbal'in düşüncelerini özetleyen şu mısralar Akif’in de düşüncelerini yansıtır niteliktedir: “Mademki âlemin hayatı benlik kudretindedir; o halde o ne kadar metin ve muhkem olursa hayat da o derece metin olur. Dağ benlikten geçti mi sahra olur. Denizin coşkunluğundan şikâyet eder. Benliğin hayatı, arzular yaratmak ve doğurmaktan gelir. Hayat, arayıp tarama içinde gizlenmiştir, onun aslı arzu içinde gizlenmiştir. Kalbinde arzuyu yaşat. Ta ki bir avuç toprak olan bu varlığın bir mezar haline gelmesin.”(İkbal, 1958: 30, 31) “Hayatın sırrı, iş ve faaliyetin altında gizlenmiştir. Hayatın kanunu yaratma lezzetidir. Kalk, yeni bir âleminhallâkı ol, alevi bağrına basıp Hz. İbrahim gibi şöhret kazan.” (İkbal, ER, 1958: 50) 172 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İkbal'in, hayatın sırrını, iş ve faaliyete bağladığı bu ifadelerin benzerlerini Akif, hareket ve çalışma ilkesi ile dile getirmiştir: Bekayı hak tanıyan sa'yi bir vazife bilir; Çalış, çalış ki beka sa'y olursa hakkedilir.(Ersoy, 1996: 220) Âlemde ziya kalmasa halk etmelisin halk Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam kalk! (Ersoy, 1996: 189) "Ey, yolda kalan yolcusu yeldâ-yıhayâtın! Göklerde değil, yerde değil, sende necatın: Ölmüş dediğin ruhu alevlendiriver de, Bir parça açılsın şu muhîtindeki perde." (Ersoy, 1996: 427, 428). Sonuç Mehmet Akif’in, Whitehead ve İkbal'in başını çektiği dinamik evren ve toplum anlayışını içeren felsefi teizmine, bilhassa hareket/eylem prensibi ile katıldığını görüyoruz. Akif ve İkbal’in savunduğu dinamik ulûhiyet anlayışına göre, Allah'ın âlemdeki düzeni sağlayan bir tasarrufu olarak görebileceğimiz; değişmezliğini koruyan bazı "kanunlar" vardır. Allah bu "kanunlar" vasıtasıyla, oluşu harekete geçirirve devamlılığını da yine kendisi temin eder. Bu süreç, ezelde Tanrı'nın ilk varlıkları, âlemi ve insanı yaratmasıyla başlar ve kıyamete kadar devam eder. Mehmet Akif’in düşüncesindeki, Allah tarafından konmuş olan "kanunlar" ile Whitehead'deki Tanrı'nın aslî yönünün, bir şekilde, birbirine benzediğini söyleyebiliriz. Her ikisine göre de sürecin kontrolünü bu kanunlar temin eder. Aslında Akif ve İkbal, asla Whitehead'deki gibi bir ayrıma gitmez. Onlara göre, Tanrı, koyduğu düzen gereği nasıl âlemi harekete mecbur kıldıysa kendisi de (mecbur olmamakla beraber) bu süreçte faaliyette bulunmaktadır. İki İslâm düşünürüne göre, Tanrı'yı, kendisini anlamak amacıyla da olsa, veçhelere ayıramayız. Böyle bir ayırım olsa olsa şu şekilde ifade edilebilir: Sürecibaşlatan Tanrı'nın bir fiili ise, sürecin devamını sağlayan, Tanrı'nın bir başka fiilidir. Tanrı'nın faaliyet ya da etkinliğinin en büyük belirtileri kâinattaki canlılık yani yaratmadır. Yaratma fiili, deizmdeki gibi, yalnız ezelde ve bir defa olmaz. Tanrı sonsuza dek ve sürekli olarak yaratmasına devam eder. Whitehead’in düşüncesinde ise yoktan var etme fikrine yer verilmez. Ona göre yaratıcı olmayan Tanrı evren ile beraberdir. Diğer taraftan, Whitehead'in Tanrı'sının sürece dâhil olan veçhesiyle, Akif’in etkin Tanrı anlayışı arasında da farklılıklar vardır. 173 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Whitehead'de, Tanrı, süreçten etkilenir, hatta süreç Tanrı'yı "oluşturur." Süreçte meydana gelen her faaliyet Tanrı'ya tesir eder. Akif’te ise Tanrı var olduğu gibidir. Süreç dışında nasıl ise süreçle birlikte de öyledir. Başka bir ifadeyle, sürecin faaliyetleri, süreç içerisinde meydana gelen oluşum ve dönüşümler Tanrı'yı etkilemez ya da değişikliklere uğratmaz. Akif ve İkbal’e göre, Tanrı mutlaktır ve O'nun mutlak özelliği O'nu her türlü etkileşimden ve değişimden tenzih eder. Akif ve İkbal, Tanrı’daki etkinlikten yola çıkarak âlemin, Tanrı tarafından yaratıldığını ve yine Tanrı tarafından, âleme ve içinde barındırdıklarına ilk hareketin verildiğini söyler. Bununla birlikte varlıklar, yine kendilerine Tanrı tarafından verilmiş olan iradelerini kullanmalarına göre yaşamlarını sürdürürler. Onlardaki bu hayatta kalma arzusu onları ayakta tutar. Bu durumda yaşamayı ve sonsuzluğu isteyen her varlık çalışmak, dolayısıyla hareket etmek, eylemde bulunmak zorundadır. Hareketten vazgeçtiği anda ilahi kanun gereği yok olacaktır. Akif, bu konuyu Tanrı’dan ve tabiattan örnekler vererek, insanlara anlatmaya çalışmış ve toplumların hayatta kalma mücadelesi yolunda, nasıl bir tavır almaları gerektiğini açıklamak istemiştir. Sonuç olarak, Akif ile İkbal’in Tanrı hakkındaki düşünceleri, genel hatlarıyla geleneksel İslâmî inancın çizgilerini taşımaktadır ve bu inancın felsefi teizme uyarlanmış bir yorumuna sahiptir. Hayatın bir hareket ilkesi ile temellendirilmesi, yani, sürecin, harekete bağlı olduğu bir tablo çizen Akif ve İkbal, süreç felsefesinde, Tanrı'yı anlama ve tanımlama konularından ayrı olarak insanın süreç içerisindeki rolünü daha fazla ön plana çıkarmışlardır. Hatırlayacak olursak, Whitehead, ağırlıklı olarak Tanrı'nın konum ve rolünü konu edinmiş; dolayısıyla, O'nun süreç içindeki durumlarını tasvir etmeye çalışmıştı. İslâm düşüncesinde, Tanrı ile ilgili tartışmaların, Kur'an ile sonlandırılması ve Kitap'ta yeterli bilgilerin bulunması, İkbal ve Akif’in, doğal olarak, bu konuyu fazla irdelememelerine sebep olmuş olabilir. Bu durumda söz konusu mesele hakkındaki düşünceler, daha çok Tanrı karşısında kâinat ve insan hakkındaki yorumlara yönelmiştir. 174 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kaynaklar Aydın, Mehmet S. (1985), "Süreç Felsefesi Işığında Tanrı-Âlem İlişkisi," A.Ü.İ.F. Dergisi,27: 31-87. Aydın, Mehmet S. (2001), Âlemden Allah 'a, İstanbul: Ufuk Kitapları. Bolay, S. Hayri (1987), "Düşünür Olarak Mehmed Akif," H.Ü.E.F.D.Mehmet Akif Ersoy Özel Sayısı, 5/l: 1-5. Ersoy, Mehmed Akif (H.1331), "Fatih Kürsüsünde," Sebilü'r-Reşad ve Sırat-ı Müstakim Dergileri. Ersoy, Mehmed Akif (1983),Modernleşmek mi İslâmlaşmakmı? İstanbul: İhyaYayınları. Ersoy, Mehmed Akif (1986), "Mehmed Akif in DüşüncesindeFelsefeMeseleleri," Ölümünün 50.Yılında M. Akif’iAnmaKitabı, A.Ü. Rekt. Yayınları, 1986, ss: 29-36. Ersoy, Mehmed Akif (1990),Mehmed Akif Külliyâtı, (Haz.; İsmail Hakkı Şengüler),İstanbul: Hikmet Neşriyat. Ersoy, Mehmed Akif (1996),Safahat, (Haz.; M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul: Gonca Yayınları. İkbal, Muhammed (1958),Cavidname, (Çev.;AnnemarieSchimmel), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. İkbal, Muhammed (1958),Esrar ve Runuz, Rumuz Bi-Hodi(Çev.; Ali Nihat Tarlan), İstanbul: Yenilik Basımevi. İkbal, Muhammed (1964), İslâm 'da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, (Çev.; Sofi Huri), İstanbul: Çeltüt Matbaacılık. İmamoğlu, Abdulvahit (1997),İman ve Aksiyon Adamı Mehmed Akif, İstanbul: Ravza Yayınları. Schimmel, Annemarie (1990),Peygamberane Bir Şair ve Filozof Muhammed İkbal, (Çev.;SenailÖzkan), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Topçu, Nurettin (1998), Mehmet Akif, İstanbul: DergâhYayınları. Whitehead, A. North (1967), Process and Reality, An Essay In Cosmology, New York: The Mac Millian Company. 175 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması BALTACI, Burhan (2014). “Dini ve Millî Tefekkürü Bütün Olarak Sunan Bir Bilge Şahsiyet: Mehmet Feyzi Efendi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.177-195 (http://bilgelerzirvesi.org). Burhan BALTACI* DİNÎ VE MİLLÎ TEFEKKÜRÜ BÜTÜN OLARAK SUNAN BİR BİLGE ŞAHSİYET “MEHMET FEYZÎ EFENDİ“ "M efâhir-i milliyye, mefâhir-i dîniyye ve sadâkat-i vataniyye mefkûresi; bu üçü bir arada imtizâc ettiği zaman onulmayacak hiçbir yara kalmaz.", "Vatan şarttır. Vatanı korumak; ırzını, namusunu ve dinini muhâfaza etmektir." gibi sözleriyle belleklerde yer etmiş, hayatını bu düstur üzere milli ve manevi değerlerin ihyasına adamış olan son dönemin önemli âlim, fazıl ve mütefekkirlerinden Mehmet Feyzî Efendi, bu yönü ile çağının diğer ilim adamları arasında temayüz eden önemli bir ilim ve fikir adamıdır. Hayatı Mehmet Feyzî Efendi 28 Mart 1912’de Kastamonu’nun Hepkebirler mahallesinde doğdu. Babası İzzet Efendi, annesi Hâfize Ayşe Hanım’dır. Mahalle mektebindeki tahsilinden sonra Hâfız Ömer Fâzıl’dan (Aköz) hıfzını tamamladı ve kıraat dersleri aldı. Ayrıca Hâfız Tevfik, Hâfız Abdurrahman ve Reîsülkurrâ Hoca Kâmil efendilerden temel İslâmî ilimlerle ilgili dersler okudu. Muvazzaf ve ihtiyat askerlik görevleri sebebiyle İstanbul’da bulunduğu 1935-1937 yılları arasında Nevşehirli Hacı Hayrullah Efendi, Hüsrev Hoca ve Abdülhakim Arvâsî gibi âlimlerin tefsir ve hadis derslerine katıldı. Askerliği süresince erata Kur’an öğretti, tâlim ve tecvid dersleri verdi. Annesinin vefatından sonra teyzesi tarafından evlât edinilen Mehmet Feyzi’nin Pamukçu olan soyadı Şallıoğlu şeklinde değişmiştir. Askerlik dönüşünde o yıllarda Kastamonu’da ikamet eden Said Nursi’den ders aldı, onun hizmetinde bulundu. Said Nursi ile olan yakınlığı sebebiyle açılan davalarda yargılandı. 1943’te Denizli Cezaevi’nde dokuz ay, 1948’de Afyon Cezaevi’nde on ay süreyle mahpus kaldı. Ancak her iki davadan temyiz yoluyla beraat etti. * Doç. Dr. Kastamonu Üniversitesi. 177 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 1957’de Muallim İbrâhim Efendi’nin kızı Melek Hanım’la yaptığı evlilikten biri erkek olmak üzere beş çocuğu dünyaya geldi. Uzun yıllar yüksek tansiyondan mustarip olan Mehmet Feyzi Efendi 1975’te ciddi bir böbrek rahatsızlığı, 1983’te de kısmî felç geçirdi. Mi‘rac kandiline denk gelen 4 Mart 1989 tarihinde Kastamonu’da vefat etti ve Gümüşlüce Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnedildi. Ömrünü Kur’an öğretimiyle geçiren, çevresindekileri daima millî ve mânevî değerler etrafında birleştirmeye çalışan, kendisini ziyarete gelenleri, tavrı ve sohbetleriyle etkileyen Mehmet Feyzi Efendi gönüllü bir halk eğitimcisi ve yörenin bir kanaat önderi olarak tanınmıştır. Meşrebinin Esasları Feyzî Efendi Hazretleri mana yolunda, ilmî ifadesiyle, tasavvufî hayatı açısından takip ettiği yolu, İslam’ın üç ana temeli üzerine oturtmuştur. O bu manadan olmak üzere, “Bizim meşrebimiz şu üç esasa dayalıdır.” ifadeleri ile başlayarak bu esasları şu şekilde ilan ederdi. 1. Güzel huylar ve makbul davranışlar konusunda Hz. Peygamber'e uymak, yani Sünnet-i Seniyye’yi takip etmek. 2. Yeme ve içmenin, giyim ve kuşamın helâlden olması. 3. Ortaya konulan her türlü işte ihlâs üzere olmak. Feyzî Efendi, çevresindeki ve ziyaretine gelen insanlara -hangi mevkiden, hangi meşrep ve cemaatten olurlarsa olsunlar,- seviyeleri ve akılları ölçüsünde, büyük bir dikkat ve hassasiyetle ilgili esasların izahlarını yaparak, onların dini yaşantılarının son derece sağlam ve sağlıklı bir yapıya kavuşmasına gayret gösterirlerdi. Bu nedenle olanca gücüyle Hz. Peygamber’e (sa.) uymanın gereğine ve O’nun sünnetinin önemine dikkatleri çekerek bu konularda nefesler tüketirlerdi. Hayat Safhaları İşte Feyzî Efendi’nin son derece renkli olan kristal dünyasında ve manevi seyrinde de adı geçen türde mevsimler oluşmuştur. O bu mevsimleri, kendi hususiyetlerine göre Hubbîlik, Cübbîlik, Sükûtîlik ve nihayet Türâbîlik olarak başlıca dört fasıl halinde ifade etmişler ve meşrebinin üç ana aslını bu dört fasılla gönüllere ve kafalara iletmeye ve bu meyanda hâsılatını üretmeye devam edip durmuşlardır. Efendi Hazretleri Hubbîlik mevsiminde insanların ve hatta hayvanların mana âlemlerine bir sevgi köprüsü, bir şefkat bağı kurarak son derece sevecen ve gayet hoşgörülü olmuşlardır. Allah’ın 178 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kullarıyla bir tür ruhanî ilişki kurmada bir vesile ve vasıta olmasından ötürü adı geçen ruhî mevsimlerin, tasavvufî kültürün intikal ettirilmesinde son derece cazip metotlar olduğu görülmektedir. O bu kutlu metodu, bizzat takip ettiği mana yolunun erlerinden ve bu yolun önde gelen pirlerinden İmâm Rabbânî Ahmed-i Farûkî Serhendî Hazretleri’nden almıştı. Muazzam, eşsiz İslam Kültürü içerisinde ikinci bin yılın müceddidi kabul edilen o büyük İmam, Mektûbat adında yayınlanan kitabı içerisindeki bir pasajında şunları söylüyordu. “Şunu iyi bilmelisin ki, bizim irtibatımız Hubbîlik yoluyladır. (Bu yol,) kalbin cilalanmasına ve karşılıklı olarak birbirine yansıması esasına dayalıdır. Kişinin uzakta veya yakında bulunması fark etmez. Şu şartla ki, sevgi ipi kopmayacak ve hasret ateşi sönmeyecek.” Hubbîlik yolu Anadolu’nun ulu erenlerince “Sevelim sevilelim; dünya kimseye kalmaz.” “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü.” ve “Ben gelmedim dâvi için, benim işim sevî için.” gibi kutlu sözlerle formüle edilerek toplumumuzun sosyal ve psikolojik yapısında daima ön planda tutulmuş, bu çok mübarek esasların potasında milletin ruh ve vicdanı tam anlamıyla yoğrulmuştur. Yine Anadolu’nun kutlu hakanı ve âşıklar âleminin yüce sultanı Hz. Mevlana (ks.) Efendimiz “Âşık ol ki, daima diri kalasın” sırlı sözüyle bu yüce milletin gönül yurdunun, sevgi ile mamur kılınarak ancak ve ancak, birliğinin, dirliğinin ve diriliğinin kazandırılabileceğine işaret etmişlerdir. Feyzi Efendi’nin mana ikliminde beliren ikinci fasıl Cübbîliktir. Ne zaman ki, kardeşler arasında haset duyguları ayyuka çıktı, dedikodular ve insan vicdanını rencide eden ve şiddetle sarsan bir takım olumsuzluklar ve su-i tefsirler çevreyi sardı, Feyzi Efendi de Hz. Yusuf misali kuyu dibine indi. “Cübbîlik” kuyu anlamına gelen “cübb” kelimesinden alınmıştır ki, “kuyu dibine mensup olan” demektir. Efendi Hazretleri’nin kendisini “kuyu dibinde” olarak ifade etmesi, özellikle de o günlerde ülkemizde manevi trafiğin yoğunlaştığı; oldukça karmaşık ve çapraşık bir vaziyet aldığı ve bu sahada senlik ve benlik kavgasının ayyuka çıkıp saf ve bir şeyden haberi olmayan müminlerin, gerçek olanla gerçek olmayanı birbirinden ayıramaz hale geldikleri bir fesat ortamını görmesinden dolaydır ki, tamamen kendi elinde olmayan nedenlerle beliren bu karmaşa ortamından uzaklaşmaya ve hadis-i şerifte yerini bulan “Gerçek mümin elinden ve dilinden insanların emniyette olduğu kimsedir” kutlu beyanata uymaya 179 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yöneliktir. Efendi Hazretleri bu aşamada ve bu mevsimdeki pozisyonunu “Biz kuyu dibindeyiz; minare şerefinde olanların işine karışmayız” ve “Biz bilemeyiz; kimseye bir şey diyemeyiz” gibi orijinal ifadeleri ile beyan buyurmuşlardır. Feyzî Efendi’nin mana hayatının ve renklilikler dünyasını üçüncü mevsimi Sükûtîliktir. "Sessiz, suskun ve sakin olmak" anlamlarından alınmış olan bu mübarek terim, Feyzî Efendi'nin, Allah katında olanları, dünyada olanlara tam anlamı ile tercih ettiği bir dönemdir. Feyzî Efendi, bu dönemdeki ziyaretçilerini genelde kısmen kabul etmiş ve ziyaretine aldıklarını da, gayet sesiz ve sakin bir tavırla ağırlamışlardır. Bu durumda gelenlerine, “Siz konuşun; ben sükûtîyim.” buyururlar ve onlarla manevi ağırlıklı bir görüşme yaparlardı. Bir diğer ifadesinde bu yönünü şu şekilde dile getirmişlerdir. “Şimdiye kadar çok konuştuk; çok konuşan çok hata eder. Artık hatalara istiğfar zamanı geldi.” “Her şeyin bir emekliliği var. Ben de emekli oldum! Neden emekli oldun derseniz; Hiçlik’ten!” Onun bu âlemdeki mana yolculuğunda içerisinden geçtiği son durak Türâbîlik idi. Türâbî, toprağa mensup olan demektir. Topraktan gelen toprağa gidecektir. Bu âlemde ne kadar yaşasak, sonunda kara toprağa girmek ve ona karışmak bizler için kesin bir takdirdir. İnsanın bu gerçeği özümseyerek, onu daima gözünün önünden ayırmaması, dünya ve içindeki oyunlara, zevklere ve eğlencelere kapılmadan gayet şuurlu ve uyanık bir hayatın yaşanabilmesini sağlar. İşte Feyzi Efendi de “Ölmeden evvel ölünüz” hikmetli fermanına uyarak kendisini bir kabir misali olan ıssız odası içerisinde kara toprağa karışmış bir vaziyette görmüş ve bilmiştir. “Benim sadık yârim kara topraktır.” diyen âşık da ne güzel söylemiş ve bu hakikati ne hoş terennüm etmiştir! Kendileri şu mübarek sözleri ile de adı geçen sırra ve hakikate işaret ederek bu yöndeki özlemlerini farklı bir üslup ile dile getirmişlerdir. “Ölüyü kabre koymak, ona bir ikramdır. Çünkü mevtanın kabre konulması, kundaktaki çocuğu anasının kucağına teslim etmek gibidir.” Bütün bu anlatımlar ve açıklamalar onu gösteriyor ki, Feyzî Efendi, bilgi ve becerilerini, görgü ve duygularını insanlığa aktarırken asla bir mukallit olmadı. Yani başkaları tarafından ortaya konulan ve piyasaya öylece sürülen fikirleri bir mirasyedi gibi satmaya ve tüketmeye kalkışmadı. Tam aksine atadan ve geçmişten devraldığı bilgi ve marifet hazinelerini, kendi şahsına ait kıldığı usul ve 180 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması metotlarla çalıştırarak, biçim ve oluşumları üzerinde, zaman ve zemin şartlarına uygun görüntüler kaydederek, yepyeni boyutlarda, yepyeni sırlar ve hakikatler keşfetme peşinde olmuşlar ve daima bu meyanda ülküler ve duygularla dopdolu olmuşlardır. Hayatı boyunca yapmış oldukları tavsiyelerden ve veciz sözlerinden bazı örnekler şunlardır: "Kur’ân’ın irşâd ettiği yol en sağlam yoldur. Başka kapı aramaya lüzum yoktur." "Müsbet düşünelim, müsbet söyleyelim, müsbet hareket edelim." "Mefâhir-i milliyye, mefâhir-i dîniyye ve sadâkat-i vataniyye mefkûresi; bu üçü bir arada imtizâc ettiği zaman onulmayacak hiçbir yara kalmaz." "Ben ebû'l-yüsrüm, ebû'l-usr değilim." "Rızk-ı sûrîde kanaat iyidir; fakat rızk-ı mânevîde kanaat güzel değildir." "Askerlikte neferlik, sivil hayatta hiçlik, mesleğimiz gariplik!" "Ne cebre kayâlim, ne itizâle dalâlim; ehl-i sünnet’te kalâlim" "Bu fakir, askerde nefer, sivil hayatta hiç imiş, mesleği ise gariplik ve miskinlik imiş." "Kemal-i iman kesbedip, a’mâl-i sâlihaya muvaffak olmak şartıyla, gençlik de güzel ihtiyarlık da." "Bir zamanlar hubbî idik, sonra cübbî olduk, şimde de sükûtîyiz. ileride türâbî olacağız." "Bir zamanlar hubbî idik; sonra cübbî olduk. Şimdi de sükûtiyiz. İlerde türâbî olacağız. Hubbîlik suûbetli, cübbîlik sühûletli, sükûtîlik selâmetli." "Kur'ân, ölülere hitap etmiyor! Dirilere hitap ediyor! Asrımız Kur'ân asrıdır." "Kur'ân, İlâhî bir sofradır. Ama ondan, mîzâcı tam olanlar hakkıyla istifade edebilir." Rasûlullah'a Karşı Görevlerimiz "1. Rasûlullah Efendimizi kendi nefsimizden evlâ bileceğiz. 2. Sünnetine ittibâ edeceğiz. 3. Âl ve ashâbını seveceğiz. 4. Hadislerine hürmet edeceğiz. 5. Çokça salavât getireceğiz." "İslamiyet ruhumuz, milliyetimiz de bedenimizdir. Beden sağlıklı olursa ruhumuz da sağlıklı olur. Ruh ile beden, et ile tırnak gibidir. Biri diğerinden ayrılmaz." 181 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı "Mefâhir-i Dîniyye'yi (dînî değerleri), mefâhir-i milliyyeyi (millî değerleri) ve vatanı muhafaza için tâlim- taallüm etmek, askerlik yapmak da lâzım." "Vatan şarttır. Vatanı korumak; ırzını, namusunu ve dinini muhâfaza etmektir. Çünkü bunlar, vatanla muhâfaza olunur. Vatana hürmet, şühedâya, ecdâda hürmettir. Her günâh, her suç bağışlanabilir; ama vatana ihânet suçu başka! Vatana ihânet, nesilden nesle, batından batına intikâl eder." "Millî bünye, bu bünyeden daha önemli, daha sağlam daha üstün ve daha câmîdir. Bunun için her fertte millî bir sadâkat lâzımdır." "Dinle millet, etle kemik, sırtla karın gibi birbirleriyle kaynaşmıştır. Kâbil-i tefrîk imkânı yoktur." Yukarıda ifade ettiğimiz sözlere ek olarak “Bu zaman, Ehl-i Sünnet itikâdına, Hanefî Mezhebine ve Türk Milliyetçiliğine nusret etme zamanıdır.” ifadesi onun itikadi, ameli ve fikri açılardan bir bütün olarak anlayışını yansıtmaktadır. Mehmet Feyzi Efendi bu sözleri ile Türk dünyasını kucaklayacak olan güncel ortak paydaları da belirlemiş olmaktadır. Her yıl mart ayının ilk haftasının sonunda Kastamonu’da çeşitli etkinliklerle anılmaktadır. Mehmet Feyzi Efendi hakkında pek çok araştırma ve yayın yapılmıştır. Mehmet Feyzi Efendi'nin Düşünce Sistemi Millî ve Dini Konulara Bakışı Mehmet Feyzi Efendi, milli mefkûre olarak nitelendirdiği milli duyguları, ülküleri ve vatanî sadakati dinî duygulardan ayırmaksızın ele almışlardır. Bu değerleri, bir bütün olarak vatan evlatlarına anlatmayı; onlara, aralarında hiçbir farklılık gözetmeden ve birbirinden ayırmadan sahip çıkma yönünde telkinde bulunmayı kendisine vazgeçilmez bir vazife telâkki etmiş ve ömrünün sonuna kadar da bu minval üzere hareket etmiştir. Zamanın bir takım insan fıtratına uymayan düşünceleri içerisinde, yukarıda birbirinin tamamlayıcısı ve destekleyicisi olarak beyan edilen din-millet-vatan unsurlarını bir kısım kimseler ayrı ayrı ele almıştır. Bunlar, sadece din fikrini çıplak olarak ele alırken ona bir kılıf ve elbise giydirmeyi düşünmemiştir. Dinin kendi kendine yetebileceğini, ona başka bir şeyin hizmet edemeyeceğini, bundan dolayı dinî konularda herhangi bir aracıya ve vasıtaya gerek 182 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması olmayacağını savunmuşlardır. Toplumcu olan bir takım kimseler de yegâne unsur olarak millet bütünlüğünün yeterli olacağını başka düşüncelere başka desteklere ve vasıtalara gerek olmadığını ileri sürerek, çok basit bir maddi fikirle yetinmişlerdir. Diğer üçüncü bir grup da yücelmek ve var olabilmek için din ve millet esaslarını gerekli görmeksizin, sade bir vatandaş olmayı ve bu doğrultuda çalışmayı yeterli görmüştür. Mehmet Feyzi Efendi, bu üç esasın birbiriyle uyum sağlamasını, ayrı ayrı uçlar olarak değil de “bir bütünün tamamlayıcı unsurları” olarak görmeyi uygun görmüş ve kendisinden önceki âlimler tarafından (daha önceden bir prensip ve formül olarak) ortaya konulmayan, yepyeni, enerjik ve aksiyon oluşturabilecek bir fikri ortaya koymuşlardır. Mehmet Feyzi Efendi, din, vatan ve millet esaslarını bir bünyeye benzeterek; bunları et, kemik, ilik ve kan olarak değerlendirmiştir. Yaşayan bir bünyenin canlılığını ve devamını sağlayabilmesi için nasıl ete, kemiğe ve kana ihtiyacı var ise toplumların toparlanıp hareket edebilmeleri ve başkaları üzerine hükmedebilmeleri için deri ve kemik mesabesindeki maddi yapıları anlamında vatan ve millete, kan ve ilik mesabesinde manevi yapıyı oluşturmaları için de dine ihtiyacı vardır. Zira kan, beden için can demektir. Kanı olmayan bir beden nasıl ölmüş demekse, dini olmayan bir can da ölü hükmündedir. Mehmet Feyzi Efendi bu fikrini, birçok diyanet görevlisi ve devlet yönetimine talip, birçok siyaset elemanı takdir ve tebrikle karşılamış, hatta bu üçlü esası, dinî hizmet yapanlara bir usûl olarak benimsetmişlerdir. Siyasîlerin de bu esasları kendi ölçülerinde korumaya ve devam ettirmeye çalıştıkları müşahede edilmektedir. Şu halde sadece ve sadece kan dolusu ve et yığını mesabesindeki fikirlere değil; kanlı canlı, enerjik ve son derece hareketli fikirlere ihtiyacımız vardır. Türk milleti, geçmişinden bu yana anlatılan yönde tespit edilen bu üç esasa uygun hareket ederek varlığını, birliğini ve dirliğini korumuştur. Bundan sonra da varlığını ve bekasını, birliğini ve dirliğini beyan edilen esaslar doğrultusunda muhafaza edecektir ve etmelidir de. Türkler, tarihlerine bakıldığı zaman, sahip oldukları vatanı, damarlarındaki kanları aktıkça korumaya devam etmişlerdir. Milletleri için gece gündüz uyumayıp didinen, soğuğunda sıcağında, varlığında ve yokluğunda onlar için uğraşan hakanlara ve kağanlara daima sahip olmuşlardır. 183 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hakanların, kağanların, başbuğların, padişahların ve sultanların dahi itibar ettiği dinî büyüklere her zaman hürmet etmişler, bununla da kalmayıp onları yanlarına alarak yüksek ve isabetli fikirlerince hareket etmeyi kendilerine bir borç bilmişler, hatta ve hatta böylesine bir davranışı Yüce Tanrı namına iş görmenin vazgeçilmez bir esası kabul etmişlerdir. Eski Türklerdeki Şamanlar, Müslüman dönemlerindeki Dede Korkutlar, Hocalar, Alperenler ve Derviş Erenler hep aynı düşünce ve inanışın, hep aynı töre ve davranışın bir ifadesidir. Mehmet Feyzi Efendi, bu tespitiyle adı geçen üçlü esasın korunması, geliştirilmesi ve daha da öte yüceltilmesi için gereken eğitim ve öğretimin lüzumunu anlatmakta; Türk evlâdını ve Müslüman fertlerini vatan ve milletlerinin muhafazası için çalışmaya sevk ve teşvik etmektedir.166 Mefahir-i Diniye Dinen kutsal sayılan ve saygı duyulması emredilen esaslardır. Emredilen hususların topyekûnu, yasaklanan konuların tamamı ve saygı duyulması gereken değerlerimizin tümüne birden “Mefahir-i Diniye” olarak ifade edilmektedir. Mehmet Feyzi Efendi, kendilerine “Mefahir-i Diniye” ile maksadının ne olduğu yönündeki sorulara, kaynaklarda ifade edildiği üzere, burada açıklanan hususların olduğunu söylemiştir. Mefâhir-i Milliye Milli değerlerin tamamı, yani örf ve törelerimiz, atalarımızın bize emanet ettikleri maddî ve manevî niteliği haiz olan eserler; hepsi millî mefahir dediğimiz, milletçe övündüğümüz değerleri ifade etmektedir. Sadakat-ı Vataniye Vatanımızın korunması ve yücelmesi için canımızı ortaya koyup dişimizi tırnağımıza takarak bütün içtenliğimizle gereken her konuda girişimde bulunmak ve çalışmaktır. Bu üç esasın korunması, devamı ve yüceltilmesi için durmadan ve bıkmadan çalışmak bu vatanda yaşayan herkesin yegâne ülküsü olmalıdır. Aksi takdirde bölünmüşlük ve zafiyetten kendimizi alamaz, 166 Bu üçlü esas sadece biz Türkler için değil; tüm Müslüman ülkeler için geçerlidir. Ama bizim bu vatanda ve bu millet içerisinde yaşamamız; anlatılan doğrultuda kendi yapımıza uygun olarak çalışmamızı gerekli kılmaktadır. 184 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması başımızı bin türlü dertten, belâ ve musibetten kurtaramaz bir halde kalacağımız yadsınamaz bir gerçektir. Peygamber Ocağı ve Askerlik Mehmet Feyzi Efendi'nin yukarıda da ifade edilen bir diğer sözü “Mefahir-i diniyeyi, mefahir-i milliyeyi ve vatanı muhafaza için tâlim teallüm etmek, askerlik yapmak da lazım.” şeklindedir. Hepimizin bildiği gibi askerlik, bir milletin vatanını, dinini, ırz ve namusunu korumak amacıyla yapılan kutsal bir görevdir. Bu görev bir bakıma dinî, bir bakıma millî, bir diğer bakıma da vatanîdir. Dinî bir görevdir; çünkü din ve diyanetimiz hür olmamızla ancak aksiyon hâline dönüşebilir. Hür ve bağımsız olamadığımız takdirde dinî görevlerimizin yerine getirilmesi ya mümkün olmayacak veya hayli zor olacaktır. Böyle bir duruma düşmemek için Allah ve O’nun Resulü vatanın muhafazasını çeşitli ifadeleriyle istemişlerdir. Yahudi milletine vatanlarını korumak amacıyla beldelerini terk etmeyip düşmanlarıyla savaşmayı emrettiği halde bu işe yanaşmayıp, çoğunun savaşmayacaklarını beyan etmeleri167 dolayısıyla Allah onları ayıplamış ve kötülemiştir. Yine Hazreti Musa vasıtasıyla Kıptilerin esaretinden kurtulduktan sonra işgal altında olan vatanlarını savunmaları istenmiştir.168 Yüce Peygamberimiz “sınırlarda bir saat Allah rızası için nöbet beklemenin bin gecelik (nafile) ibadete ve oruca denk olduğunu”169 beyan etmesinden de vatan için vazife yapmanın önemini ve gereğini dinî açıdan kavramakta herhalde bir zorluk çekmiyoruzdur. "اْليما َ ِن ِ ْ َ" "حُبُّ ْال َو َط ِن ِمنVatan sevgisi imandandır." rivayeti de vatan sevgisi ile iman arasındaki bağlantıyı ve ilgiyi göstermesi bakımından gerçekten ilgi çekicidir. Bu rivayet hakkında birtakım “kîl u kâller” olsa da İmâm Aclûnî hadisin manasının yerinde ve dürüst olduğunu söyleyerek, mümin bir kimsede vatan sevgisinin ve tutkusunun imanın gereği olduğunu beyan etmiştir.170 167 Nisa 4/66. Maide 5/20-24. 169 َ سبِي ِل هللاِ ع ََّز َو َج َّل ا َ ْف "ف لَ ْيلَ ٍة يُقَا ُم لَ ْيلُهَا َو يُصَا ُم نَهَارُ هَا ُ “ "ح ََرAziz ve Celil olan Allah ِ ض ُل مِ ْن ا َ ْل َ فى ِ س لَ ْيلَ ٍة rızası için, bir gece nöbet tutmak, gündüzü oruçla, gecesi ibadetle geçirilen bin günden daha üstündür.(Daha çok faziletlidir.)” Taberânî, Hâkim, Beyhakî, Hazreti Osman’dan rivayet etmişlerdir. Benzer lâfızlarla bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 64; İbn Mâce, Cihâd 8; Ebû Ya’lâ, Müsned, VII, 267; Taberânî, Kebîr, I, 91; Dârekutnî, el-İlel, III, 36. 170 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 413-414, no. 1102. 168 185 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Feyzi Efendi’nin Vatan Fikri, Sevgisi ve Milletine Bağlılığı Mehmet Feyzi Efendi’nin bizzat yaşamış olduğu fitne ve fesat dönemlerinde kendisi hakkında yanlış bilgiler ve görüşler serdeden bir dergiye171 cevap olarak yazmış olduğu cevabî mektubundan bazı pasajlar naklederek ondaki vatan anlayışının sırrını, hikmetini ve bu konudaki derin düşüncesini ortaya koymaya çalışalım. “… Cennet gibi vatanımı ben de herkes gibi severim. Vatanıma ve milletime olan en küçük bir hürmetsizliği kabul etmem. Çünkü insan-ı kâmil nefsine ve şahsına karşı yapılan her tahkir ve fenalığı unutabilir, affedebilir; lâkin vatana ihanet edenlere karşı beslenen nefret ve husumet, batından batına (kuşaktan kuşağa) müteselsilen intikal ederek asla unutulmaz. Zira bu mukaddes vatanımızın her kabza-ı türabı, kahraman ecdadımızın bakıyye-i enkazı hayatiyesinin bir mahfazasıdır. Hem ecdadımız gibi biz dahi onun meşime-i nezihesinden sudur ve tulû ettiğimiz misillü ba’delvefat dahi yine onun sîne-i kutsiyyesine rücû edeceğiz. Halikımız bizi, vatanın beşik denilen bir kapısından şu âlem-i fâniye idhâl edip, mezar nâmı verilen diğer kapısından ihrâc edecektir. Evet, insan her halde hayât-ı fâniyyesini bu iki bâb-ı mukadder arasında geçireceği ve yarın haşir gününde kendi vatandaşları ile muhasebe edileceğine inanan insanım. Yoksa geri fikirli değil, ileri fikirli bir ilim adamıyım.” Bu vatanda yaşayan insanların birlik ve dirlik içerisinde olmaları en ziyade arzusu olan Mehmet Feyzi Efendi, yukarıdaki yazısına şöyle devam etmiştir: “İşte bu hakikate binaen ittihâd-ı dinî ve millîmize zıt olan her şeyden (meselâ particilik taassubundan) ziyadesiyle içtinap eden, şu necip ve asil ve Kur’ân’ın methine mazhar olan, tarih boyunca asırlardan beri necabetini muhafaza etmiş olan Türk Milleti’nin bir ferdiyim. Türklüğe aykırı ve anane-i millîmize zıt bir hareketim asla kayıt edilmemiş tertemiz bir vatan evlâdıyım...” Askerlik ve Fazileti Askerlik, vatan, ırz, namus ve mukaddesatın savunulmasına yönelik bir eğitim ve öğretim mesleğidir. Bizatihi ruh ve bedenin aktifliğini, direncini ve aksiyonunu ortaya koymakla yerine getirilir. Bu itibarla mesleklerin en çetini ve en ağırıdır. Bundan ötürü ecirlerin ve sevapların da en değerlisi askerlik görevi yapanlara verilmiştir. Evet, hakkıyla, aşk ve şevkle, iman ve irade gücüyle bu mesleği Allah için seçen vatanın ve milletinin ırz ve namusunu 171 “Kim” adıyla anılan mecmua. 186 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması korumak amacıyla askerlik yapan bir kimsenin alacağı ecrin, nail olacağı sevabın hesabını ancak Allah bilir. Zira askerlik her şeyden önce harp ve cihat usullerinin öğretildiği ve denendiği bir meslektir. Sıcak soğuk demeden, akıl ve mantığı bir kenara iterek, sadece üstünden gelen emirlere boyun eğerek hareket etmek insan nefsine çok ağır gelen bir görevdir. Nefse ağırlık veren, onun enâniyetini kıran ve hiçe sayan bir ocaktır asker ocağı. Hayırlı şeylerde nefse baskı yapmak ve ona zıt gitmekte ise ancak hayır vardır. Bu ocakta karşılaşılan ve yapılan her türlü hareket belli bir kaideye ve kurallara bağlıdır. Sürekli disiplin altında hareket edilir. Hiçbir fert kendine göre bir davranış ortaya koymaz. Herkes eşit olarak, aynı şeyleri, aynı emir ve direktifle yapmaktadır. Yedikleri, içtikleri aynı, giydikleri ve söyledikleri hep aynıdır. İşte böyle bir nizam ve intizam aslında Allah’ın kullarından istediği nizam ve intizamdır. Ama nefse çok ağır gelir. Sabır ve tahammül gerektirdiği için nefsin hiç mi hiç hoşuna gitmez. Bunu açık ve seçik olarak askerlik hayatımızda az da olsa gördük ve yaşadık; Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de ancak ve ancak sabredenlere hesapsız ve kitapsız mükâfat verileceğini beyan ediyor.172 Peygamberimiz (sas) de ata binmeyi ve atıcılık yapmayı dünyevî oyunlardan ve eğlencelerden saymadığı gibi bilakis öğrenmeye ve denemeye bizzat şu buyruklarıyla teşvik etmiştir. " تَعَلَّ ُموا اض ْال َجنَّ ِة ِ َ“ "الرَّ مْ َى فَ ِإ َّن َما بَيْنَ ْال َهدَفَي ِْن َروْ ضَةٌ ِم ْن ِريAtıcılığı öğrenin, çünkü iki hedef arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.”173 Kuvvet Hazırlamak Kur’ân’da düşmanlar için “kuvvet” hazırlamamızı emir buyurulmuştur.174 Hz. Peygamber de “ قُوَّ ٍةkuvvet: güç” kelimesini “ اَلرَّ مْ ُىer-ramy: atmak” olarak tefsir etmişlerdir.175 Şu halde düşmanlarımızla savaşmak icap edince din, vatan ve milletin savunulması, ırz, namus ve törelerin korunması için atıcılığı, atmayı ve nişan alıp hedefe isabet ettirmeyi öğrenmek zorundayız. 172 Zümer 39/10. “Yüzücülük, at bakımı ve atıcılıkla” ilgili başka hadisler de vardır. Deylemî, Firdevs, II, 43; İbn Hacer, Telhîsu’l-habîr, IV, 164; Şevkânî, Neylu’l-evtâr, VIII, 247. 174 ْ “ " َوا َ ِعدُّوا لَ ُه ْم َما اOnlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.” Enfâl "ست َ َط ْعت ُ ْم مِ ْن قُوَّ ٍة 8/60. 175 "مْى ُ َّ“ "اَالَ ا َِّن ْالقُوَّ ةَ الرDikkat edin, kuvvet atmaktır.” Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvûd, Cihâd 24; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 9;İbn Mâce, Cihâd 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 156; Taberî, Câmiu’l-beyân, X, 30, 32; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân, VIII, 35; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 322; İmâm Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl, II, 109. 173 187 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mehmet Feyzi Efendi, harp aletlerinin teknik yönden ne kadar gelişirse gelişsin “atma” keyfiyetinin değişmeyeceğini beyanla, “ok atmak” ile “atom atmak” keyfiyetinin atıcılık yönünden aynı olduğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla Peygamberimizin Kur’ân’daki ““ ”قوةkuvvet” kelimesini, “ الرمىer-ramy: atmak” olarak tefsir etmesinin ne denli isabetli bir yorum olduğunu belirterek, ilgili rivayetin ne kadar yüce bir mucize olduğunu da ayrıca belirtmiştir. Bütün bu esasları göz önüne alarak askerliğin ve askerlik ocağının ne denli önemli ve kutsal olduğunu kavramamak mümkün değildir. Bu cümleden olmak üzere, elimizden gelen her türlü gayreti ve ataklığı göstererek, bu yöndeki müspet olmayan karşı hareketleri, olanca gücümüzle sindirmeye ve yok etmeye çalışmalıyız. Bu konularda mazeret ileri sürenlerin; askeriye içerisinde dine, ırz ve namus gibi yüce değerlere söven sayan ve gayr-i insanî davranışlar sergileyen, bağlı olduğu mukaddesatı tanımayan bedbahtların olduğuna dair beyanları da maalesef bir gerçektir. Ama birkaç kendini bilmezin yaptıkları yanlışlar yüzünden tüm askeriyenin ve bu kutlu ocağın suçlanması ve lekelenmesi de asla doğru değildir. Zira ferdî ve şahsî davranışlar kısmîdir, umuma teşmil edilemez. Türkiye ve Müslümanlık Mehmet Feyzi Efendi, birtakım mazeretler ileri sürerek Türk Vatanı’nın aleyhinde olanlara karşı asla müsamahakâr davranmaz; onların fikir ve düşüncelerine kesinlikle itibar etmezdi. Bununla da kalmaz, ilgili yönde özürleri olan bu adamları içtenlikle uyarırlar ve onları bu konuda müspet harekete davet ederlerdi. Nasihat tutmadan hâlâ dediğim dedik diyenler için de: “Bu vatanı beğenmeyenler beğendikleri yere, omuzlarına abalarını alıp çekip gitsinler; burada durup fitne ve fesada alet olmasınlar.” diyerek yedikleri ve içtikleri sofraya, yatıp kalktıkları yatağa küfredip pisletmelerini istemezdi. Kaynağı dışarıda olan birtakım fikirlerin uzantısı olan ve de bazı kimseler tarafından Feyzi Efendi'nin yaşadığı dönemde gündemde olan "Türkiye dâr-ı harptir" fikrine şiddetle karşı çıkmıştır. Dinen sağlam delillere dayanmaksızın ve cumhur-u ulemanın kaidelerine uymaksızın ülkemize “Dâr-ı Harp: savaş ülkesi” nazarıyla bakanlara karşı amansız bir tavır takınarak, istatistiklere göre % 99’u Müslüman olan bir memleketin dâr-ı harp olamayacağını beyan etmiştir. İnancımız odur ki, böyle kendisine hürmet beslenen ve fikirlerine son derece saygı duyulan bir şahsın, adı geçen tipteki 188 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması insanları “dâr-ı harp” safsataları ile şu aziz vatanı fitne ve fesada boğmalarına karşılık: “… Öyle ise burada ne durup duruyorlar; dar-ı harpte devamlı durulmaz! O halde istedikleri yere ve beğendikleri ülkeye çekip gitsinler.” diyerek kovması cidden çok acı, çok düşündürücüdür. Mehmet Feyzi Efendi, demokrasi fikrinin yerleştirilmesi sırasında, dinî hizmette bulunan bir cemaatin ileri gelenlerine yapmış olduğu şu değerli nasihatleri ve uyarıları da, onun vatanına ve milletine karşı ne denli bağlı ve ne derece içten ve samimi bir hizmetçi olduğunu göstermesi bakımından son derece itimat ve sadakat telkin edicidir. “Bu zamanda yapacağınız hizmetlerinizde milliyetçilerin aleyhinde olmamaya dikkat ediniz.” Bu ve benzeri gruplardan bir diğerine de “Bundan sonra milliyetçilik denilen bir fikir gelişecektir; sakın aleyhinde olmayınız.” diye tembihte bulunmuşlardır.176 M. Feyzi Efendi daha sonraki bir sohbetlerinde bu memlekette hizmet yapmak isteyen fertlerin ve cemaatlerin azamî dikkat etmeleri gereken esasları da şu son derece veciz ve hikmetler yüklü sözleriyle özetlemişlerdir: “Zamanımızda şu üç şeye nusrette bulunmak lazımdır: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e, Hanefi Mezhebi’ne, Samimi Milliyetçilere.” Ehl-i Sünnet Ehl-i Sünnet’e nusret etmek lazımdır. Çünkü Hz. Peygamber’in beyanına göre fırka-ı nâciye ancak ve ancak odur.177 Çünkü Ehl-i Sünnet, insanların maddî ve manevî çalışmalarında ifrat ve tefritten en uzak kalan bir inanç sistemidir. Bu itibarla fert ve toplum olarak ihtilâl, ifsat ve bozgunculuk istenmiyor, tam tersine terakki için mücadele yapılmak isteniyorsa; Ehl-i Sünnet inancının tercihine ve toplumlar arasında yayılmasına gayret edilmeli ve bunun için elden 176 Ama ne hazindir ki bu cemaat, Feyzi Efendi’nin tembihatını tutmadıkları gibi milliyetçilik ve bu davayı yürüten yiğitlerin aleyhinde şiddetle ve hiddetle bir kampanya yürütmüşler ve kampanyalarını yayınladıkları sapık ve saptırıcı, demagoji ve mugalâta türünden birtakım uydurma kitapçıklar ve broşürlerle tescil ve takviyeye çalışarak, çoğu zaman memleket düşmanı şer gruplar safında yerlerini almışlardır. Şunu asla unutmamalıdır ki, bu guruplar tarafından görüş ve düşünceleri benimsenen bir âlimin beyanına göre hakiki Milliyetçilik İslam’ın kalesidir. Bu demektir ki gerçek milliyetçiler de bu vatanın ve dinin, ırz ve namusun gönüllü bekçileridir. Hal böyle olunca, onlarla uğraşmanın ne anlama geleceğini takdirlerinize bırakıyorum. 177 Bir hadis rivayetinde, ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, sadece birisi hariç diğerlerinin ateşe atılacağını; kurtuluşa eren fırkanın “fırka-ı nâciyenin” de kendisinin, ashabının ve arkalarından güzellikle kendilerine uyanların olacağını belirtmiştir. (Bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 446 no.lu rivayet.) 189 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gelenler ortaya koymalıdır. Ehl-i Sünnet'in Türkler arasında benimsenen kolu olan Maturîdîliğin Türklerin fikren gelişmesine olan hizmeti başka çalışmaların konusu olacak kadar geniş olması sebebiyle burada değinilmemiştir. İnanç Sadece Vicdanî Bir Hareket Değildir İnanç her ne kadar iç hareketi ilgilendirse de, kalpte yerleştikten sonra bedendeki diğer organlara da sirayet ederek aksiyon haline dönüşmesi her zaman mümkündür ve olması mukadderdir. Bu itibarla “Efendim, bu bir inançtır; dokunulamaz, bırakın dilediğine inansın.” demek ilerisi için çok tehlikeli olacaktır. Komünizm buna en güzel örnektir. Önce bir fikir akımı olarak ortaya çıkmış, neticede kalplere ve toplum bünyesine yerleştikten sonra aksiyona dönüşmüş ve birçok canların yanmasına sebep olmuştur. Dinî kisvelere bürünerek, nice değişik adlarla anılan inanç sistemleri de vardır ki, insan haysiyetiyle bağdaşmaz. İnsanın öz benliğine ve öz duygularına ters olan bu sistemler, İslâm’ın tertemiz bünyesine nüfuz etmeye, Onu içinden içinden kemirerek mahvetmeye yönelik çalışmalar içinde olabilmektedir. Şu zamana kadar Türk Birliğinin ayakta kalması ve diğer insanlara inanç ve yönetim açısından öncü olması, hep Ehl-i Sünnet inancına sahip olmasıyla mümkün olmuştur. Ama devlet ve millet olarak maddî ve manevî yönden birtakım eksiklerimizin ve zafiyetlerimizin ortaya çıkması, zararlı düşüncelerin hortlamasına sebep olmuştur. İşte bunun içindir ki Mehmet Feyzî Efendi dikkatli olunmasını ve de Ehl-i Sünnet’e sahip çıkılmasını tavsiye etmiştir Hanefi Mezhebi Bu mezhep, Türk soyunun özellikle tercih ettiği, insan fıtratına, mizacına maslahat ve menfaatine toplum açısından en uygun görülen bir din yoludur. Bu mezhebin Feyzi Efendi tarafından dini uygulamalarda tavsiye edilmesinin sebebi uygulamadaki pratik faydalardan ve usulünün yeni problemlerin çözümüne açık olmasından dolayıdır. İmâm-ı Âzam'ın içtihatlarının tespit ve takyidini ihtiva eden bu nizâm ve intizâm, özellikle asırlar ilerledikçe, medeniyet ve teknik geliştikçe daha da önemini ve kutsiyetini göstermekte ve her gün biraz daha mensuplarını çoğaltarak hakkaniyetini ve isabetliliğini ortaya koymaktadır. İmâm-ı Azam’ın özel içtihatlarının bu zamanda uygulanma şansının ve ortamının gittikçe artış kaydetmesi, Malikî, 190 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Şafiî ve Hanbelî gibi diğer mezheplerin uygulamaya konma yönünden zor oluşu veya bazı yerlerde hemen hemen imkânsız oluşu Hanefi Mezhebi’nin ister istemez ön plana alınmasını zorunlu kılmaktadır. M. Feyzi Efendi, Hanefi Mezhebi’nin daha pratik olduğunu, maslahat-ı nâsa daha uygun geldiğini beyandan sonra bazı örnekler de verirdi. Meselâ, hac ibadetinde, tavaf ederken abdestli olmayı şart koşan Şafii mezhebine karşılık, Hanefi mezhebinde abdestli olmanın vacip olduğunu belirterek, hâl-i hazırda tavaf ibadetinin Şafii’ye uygun olarak yapılmasının hemen hemen mümkün olamayacağını bizzat müşahedeleriyle beyan etmiştir. Çünkü tavaf esnasında kadına sürülmeden tavaf yapmanın çok zordur. Kadına bedenin değmesi ile Şafii birinin abdesti bozulacak, dolayısıyla tavaf halindeki kalabalık içerisinden çıkarak yeniden abdest alıp tavafını tamamlaması gerekecektir. Bu da çok zor olan, hatta can tehlikesi bile barındıran bir davranıştır. Ama Hanefi’de abdest, hem kadına dokunmakla bozulmaz, hem herhangi bir şekilde bozulsa da vacibin olmayışı ile kerahetle de olsa tavafı sahih olur.178 Bugünkü büyük şehirlerimizde de durum buna benzemektedir. Abdestli bir kimsenin dolmuş veya otobüste kadına dokunmakla abdesti bozulduğunu kabul edersek (Şafii’ye göre), o zaman durum çok zorlaşacak; bu kimse camide namaz kılmak için veya kıldırmak için yeniden abdest alması gerekecektir. Bu da çoğu zaman ve çoğu yerde ya çok zor veya imkânsız bir durumdur. Şu halde Hanefi Mezhebi’nin, Müslümanların çıkarlarına uygun, dinlerinin gereklerini uygulamada daha pratik ve daha kolay olduğunu görmüş oluyoruz. Feyzi Efendi, birçok büyüklerin Hanefî Mezhebi’nde yer alan bu ilginç özellikleri beyan ettiklerini, bazı keşif ehlinin de,179 en son yok olacak mezhebin, diğer bir deyişle en uzun ömürlü mezhebin Hanefi Mezhebi olacağı yönünde açıklama yaptığını belirtmiştir. 178 Bu konuda Ömer Nasuhî Bilmen Efendi’nin beyanı şu şekildedir: “Haccın vaciplerinden birini terk etmek, haccın sıhhatine engel olmaz. Fakat ceza olarak yalnız kurban kesmek gerekir. Kurbanın eti Mekke fakirlerine dağıtılır. Bununla beraber terk edilen bir vacip yeniden yapılınca, ceza düşer. Abdestsiz yapılan bir tavafı yeniden yapmak gibi…” Büyük İslam İlmihali, s. 384. 179 İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nden rivayete göre, bu kutlu şahsiyet Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin seçkin halifesi ve değerli mürşit Muhammed Parsâ Hazretleridir. Şâ’rânî, Keşfu’l-Ğumme, I, 9. 191 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Halis Milliyetçiler Birçok kimse vatan ve milletinin selâmeti için çalıştığını, uğraştığını beyan etmekle beraber; çoğunun sözleriyle uygulamalarının bir olmadığı, yani birçok yönden tutarsız oldukları görülmüştür. İşte bu nedenle Feyzi Efendi, “halis” tabiri kullanmıştır. Kaynaklarda bazen de “hakiki” tabirini kullandığı ifade edilmektedir ki hemen hemen aynı anlama gelmektedir. Mehmet Feyzi Efendi'nin düşünce sisteminde "milliyetçilik," vatanın ve milletinin bütünlüğünden hareket ederek, onun maddeten ve mânen en yüksek derecelerde, geçmişinden de destek alarak yücelmesini hedef edinen fikir sisteminin adıdır. Bu tür milliyetçilik akımını ırkçılıkla karıştırmamak gerekir. Zira hakiki olmayan milliyetçilikte (gerçek tabiriyle ırkçılıkta) Allah’ın sair kullarını hakir görme, onlara haksızlık ve zulmetme vardır. Bu tür bir hareket ise dinen yasaklanmıştır. Gerçi Türkler, böylesine kalitesiz bir düşünce biçimi olan ırkçılık hastalığına genel anlamda yakalanmamıştır. Bu itibarla vatan ve milletin yüceltilmesi ülküsünden ve felsefesinden ibaret olan bu kutsal düşünceye hiçbir müminin yan bakmaması gerekir. Zira vatan bizim vatanımız, millet de bizim milletimizdir. Vatanın yücelmesi, bizim barınağımızın daha üstün bir kıvama gelmesi demektir. Milletin yükselmesi ise topyekûn kendimizin yükselmesi demektir. Biz Müslümanlar inancımızla zaten bu yüceliği kazanmışız.180 Ama maddi olan bir takım düşünce ve fikirlerin atılımını yaparak ve bizzat çalışarak yüceliğimizi maddeten de göstermek zorundayız. Zira düşmanların gözü mana yüceliğini değil, maddi yüceliği görmektedir. Irkçılık ve Milliyetçilik Vatanın, milletin ve bu ikisine ait olan değerlerin sevilmesi ve korunması doğal yapımızdan kaynaklanan (fıtrî) davranış türlerindendir. İslâm hiçbir zaman fıtrî olan davranışları yasaklamaz. Ama onları dengede tutmak için kaideler ve prensipler koyar. Kişinin diğer kavimlere nazaran kendi milletini daha çok sevme tutkusu da doğal bir hâdisedir. Peygamberimiz'in (sas) bu konu ile ilgili bazı hadisleri şu şekildedir. “Kişi kavmini (milletini) 180 " َ“ " َوا َ ْنت ُ ُم اْالَ ْعلَوْ نَ ا ِْن ُك ْنت ُ ْم م ُْؤمِ نِينEğer inanıyorsanız siz en üstünsünüz.” Al-i İmrân, 3/139. 192 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sever.”181 “Kişi kavmini sevmekten ötürü suçlanamaz.” “Sizin en hayırlınız, günaha kaçmadıkça aşiretini savunandır.”182 Fakat bu sevgi itidali aşar; bir takım haksızlıklara ve olumsuzluklara sebebiyet verirse, bu takdirde “asabiyet” yani “ırkçılık” meselesi ortaya çıkar ki, “haksızlığa, arsızlığa ve yolsuzluğa neden olduğu; başka ırkları sırf kendinden olmadığı gerekçesiyle tahkir ve tezyif manası taşıdığı için menedilmiş ve bunu yapanlar da en ağır ifadelerle kınanmıştır.183 Bu itibarla ırkçılıkla, masum bir fıtrî hissin harekete geçerek anayı-babayı ve kardeşi sevmek kabilinden olan bir düşkünlüğü bir arada değerlendirmek; “Yasaktır; ırkçılıktır.” diye kestirip atmak hiç de insafa yaraşan bir davranış olarak kabul edilemez. Yüce Peygamberimize de böyle bir hâdise aktarılmıştı. Adamın birisi ırkçılıkla suçlanmış olacak ki, Hz. Peygamber’e gelerek “Kişinin kavmini sevmesi (yasak olan) ırkçılıktan mı Yâ Rasûllallah?” diye sormuştu. O da, “Hayır, ama kavmine haksızlık üzere yardımcı olması ırkçılıktandır.” buyurdular.184 Bu hadis açık ve seçik olarak kavmin sevilmesi esasına bina edilen Milliyetçilik fikri ile başkalarına haksızlık anlayışına istinat eden ırkçılık fikri arasındaki sınırı en açık bir şekilde belirlemektedir. Dışımızdaki güçlerin oyununa gelerek, vatan ve milletinin selâmeti için çalışan, vatanına, milletine, bayrağına, ırz ve namusuna düşkün Türk evlâdına ırkçılık belasını nispet etmeye ve onları ırkçılıkla suçlamaya kimsenin hakkı yoktur.185 Değerlendirme Bizler genelde dini konularda hassas olan kimselerden dini meseleleri ve bu konudaki duyarlılıklarımızı öğrenmeye; milli konularda hassasiyeti bulunanlardan da milli meseleler ve sosyal konularla ilgili problemleri ve çözüm yollarını duymaya alışmış bir nesil olarak yetiştik. Dini ve milli hassasiyetleri bir bütün olarak kabul eden bir değer olarak Mehmet Feyzi Efendi anlaşılması gereken bir düşünce insanı olarak karşımızda durmaktadır. 181 Bkz. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, IV, 258. Hadis alanında ihtisas yapmış değerli ilim adamı Merhum Prof. Dr. Müctebâ Uğur bu hadisi "Adam olan kavmini (milletini) sever." şeklinde çevirirdi. 182 Ebû Dâvûd, V, 341, 5120 nu.lı hadis. 183 Bkz. Müslim, Kitâbu’l-İmâra, 57. hadis. 184 Muhtasaru Kütübi’l- Ehâdîs, s. 206, hadis no. 677. (Ahmed ve İbn Mâce rivayet etmiştir.) 185 Bu tebliğin "Mehmet Feyzi Efendi'nin Düşünce Sistemi" bölümü, Özdağ, Musa, Mehmed Feyzi Efendi'den Feyizler, I-VII, Hamle Yay., İstanbul 1992, I, 257-278'den iktibasla hazırlanmıştır. 193 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mehmet Feyzi Efendi, tanıyanlar tarafından Allah ve Peygamber yolunun ciddi bir yolcusu ve dini hassasiyetleri sebebiyle Allah dostu bir veli olarak bilinen, bu sebeple hakkında tezler yapılan, bazı lisansüstü tezlerde kendisine yer verilen, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Allah Dostları Ansiklopedisi ve Kastamonu Velileri gibi eserlerde kendisinden söz edilen, her yıl adına Kastamonu'da geniş katılımlı bir anma haftası düzenlenen bir din âlimi, fikir ve düşünce insanıdır. Onun anlayışında dini düşünce milli fikirlerle imtizac etmiş durumdadır. Ona göre, insanların zihnen ve fikren derinleşmesi, toplumların da gelişip ilerlemeleri sayılan bu unsurların kendi bünyelerinde bir arada bulunmasına bağlıdır. Günümüzde dini konularda hassas olup milli meselelere duyarlı olmayan ya da milli konularda duyarlı olmakla beraber dini değerler hususunda hassasiyet göstermeyenler bulunmaktadır. Kişilerin dini yaşantılarının ne seviyede olduğunu irdelemek konumuz dışındadır. Değerlendirmeye tabi tuttuğumuz, ya da irdelemeye çalıştığımız, kişilerin düşünce ve fikir dünyalarında bu değerlerin karşılığının olmasıdır. Fertler zihin dünyalarında milli ve dini mefkûrelere gerektiği değeri verdikleri ve bunlarla gerektirdiği şekilde düşünce dünyalarını harekete geçirdikleri sürece yapacakları iş ve eylemler ile üretecekleri fikirler daima toplumun ve de insanlığın yararına olacaktır. Sosyal ve psikolojik problemlerin had safhada olduğu günümüzde, değerlerimizi ve değer şahsiyetlerimizi toplumun önüne örnek olarak çıkarmak, insanlarımızı müspet düşünceye, müspet iş ve eylemlere yönlendirmek açısından oldukça önemlidir. Bu çerçevede adı geçen düşünce sisteminin ferdi ve toplumsal problemlerimizin çözümünde rol oynayacağına ve çözümün bu şekilde hareket edilerek sağlanacağına inananlar için Mehmet Feyzi Efendi'nin bu husustaki düşünceleri tebliğimizde ortaya konulmaya çalışılmıştır. Kaynaklar Atasoy, İhsan, Bediüzzaman`ın Sır Katibi Mehmed Feyzi Efendi, Nesil Yay., İstanbul 2009. Baltacı, Burhan, “Şallıoğlu, Mehmet Feyzi”, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi), c. 38, s. 310, İstanbul 2010. Cebecioğlu, Ethem, “Mehmed Feyzi Efendi,” Sahabeden Günümüze Allah Dostları, I-X, Şule Yayınları, X, 291-293, İstanbul 1995. Çifci, Fazıl, Kastamonu Camileri - Türbeleri ve Diğer Tarihî Eserler, Ankara 1995, s. 249-252. 194 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Duysak, Aysun, Mehmed Feyzi Efendi'nin Hayatı Şahsiyeti ve Düşünceleri, AÜİF Basılmamış Lisans Tezi, Danışman: Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu, ss. II+64, Ankara 1995. Güzey, Ahmet Rıfat, "M. Feyzi Efendi'nin Dini ve Sosyal Hayat İçin Ele Aldığı Bazı Konular", Feyiz Pınarı Sempozyumu (M. Feyzi Efendi’yi Anma Haftası Sempozyumu-I), ss. 41-53, İstanbul 1998. Kalaycı, Şaban, Karanlıktan Aydınlığa, İstanbul 1996. Kalaycı, Şaban, Karanlıktan Nur’a, İstanbul ts. Kertiş, Necati, Kastamonu Yatırlarının Sosyal Bütünleşme Açısından Bölge Halkı Üzerindeki Tesirleri (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 137-141, Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Sosyoloji ve Antropoloji Enstitüsü, Danışman: Prof. Dr. Zeki Aslantürk, İstanbul 1999. Küllüoğlu, Rafet, "M. Feyzi Efendi'nin Hayatı ve İlmî Şahsiyeti", Feyiz Pınarı Sempozyumu (M. Feyzi Efendi’yi Anma Haftası Sempozyumu-I), ss. 24-40, İstanbul 1998. Küllüoğlu, Rafet, Feyizli Sözler, Cihan Yayınları, İstanbul 1996. Mert, Hamdi, Türk Dünyasına Açılan Şehir Kastamonu, s. 42-44, Ankara 2001. Özdağ, Musa, Feyizler Sultanı Mehmet Feyzi Efendi, Kastamonu ts. Özdağ, Musa, Feyizlerden Damlalar, İstanbul 1996. Özdağ, Musa, Feyizler Sultanı Mehmet Feyzi Efendi ve Feyizlerden Damlalar, (Yukarıdaki iki eserin bir arada ve ilavelerle tekrar basımı), Kutlu Bilgi Yay., Kastamonu 2010. Özdağ, Musa, Mehmed Feyzi Efendi'den Feyizler, I-VII, İstanbul 1992-1995 (Hamle Yay.), Adapazarı 2002 (Doğuş Yay.). Özdağ, Musa, Tuzaklar ve Uyarılar (Mehmed Feyzi Efendi'den Feyizler-VIII), Kutlu Bilgi Yayınları, Kastamonu 2007. Özdağ, Musa, "Mehmed Feyzi Efendi'nin Manevi Kimliği ve Tasavvufi Yönü", Feyiz Pınarı Sempozyumu (M. Feyzi Efendi’yi Anma Haftası Sempozyumu-I), ss. 55-70, İstanbul 1998. Şahiner, Necmettin, "Mehmed Feyzi Şallıoğlu", Üç Feyizli Nur, ss. 19-92, Şahdamar Yay. Tan, Nail ve Özdemir Tan, "Şallıoğlu, M. Feyzi", Gurur Kaynağımız Kastamonulular, IV, 190, Ankara 2005. Topçu, Kemal, "M. Feyzi Efendi'nin Sosyal İlişkileri", Feyiz Pınarı Sempozyumu (M. Feyzi Efendi’yi Anma Haftası SempozyumuI), ss. 72-82, İstanbul 1998. Zengin, Ahmet Yaşar, Kastamonu Velileri, ss. 143-163, İstanbul 2003. 195 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AYTAŞ, Gıyasettin (2014). “Hacı Bektaş Veli ve Düşünce Sistemi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.197-204 (http://bilgelerzirvesi.org). Gıyasettin AYTAŞ* HACI BEKTAŞ VELİ VE DÜŞÜNCE SİSTEMİ “Ayağa kalkarsan hizmet amacıyla kalk, Eğer konuşacaksan, hikmet ile konuş, Ve oturacağın zaman, saygı ile otur!” S özleri ile Hacı Bektaş Velî, toplumda birlik ve dirliğin sağlanması, gönüllere sevgi yumağının oluşması, insanların kardeşçe yaşaması ile ilgili “Gelin canlar bir olalım.” mesajını verdikten sonra, “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” diyerek birleştirici, yapıcı, hoşgörü sahibi, sevgi dolu bir gönül eri olduğunu ortaya koyar. Hacı Bektaş Velî, ilhamını Kur'an'dan alarak insana bakar, insana hizmeti en büyük ibadet sayar. Onun düşünce sisteminde ayrılıkların ve farklılıkların yeri yoktur. Bütün yaratılmışlara tek nazarla bakar, kimseyi herhangi bir özelliğinden ötürü diğerinden üstün tutmaz. Bu yüzden onda bölücülük değil birleştiricilik duygusu hâkimdir. Anadolu'ya geldiğinde var olan isyanların dışında durması, kardeş kavgasının önüne geçme çabasının altında da bu temel anlayış etkili olur. Hacı Bektaş Velî, sosyal örgütlenme, günümüzdeki tabiriyle iyi bir sivil toplum lideri de olmuştur. Birçok tasavvuf ereninden farklı olarak, üretime, paylaşmaya ve yaşamak için çalışmanın gereğine inanarak etrafındakileri de bu yönde teşvik etmiştir. Hem fikir üretiyor, hem de bu fikri aksiyona çevirerek kitleleri teşkilâtlandırıyor. Bir aydın olarak Hacı Bektaş Velî’yi anlamak, onun düşünce sistemini ve hayata dair prensiplerini ve bunların gerekçelerini bilmek çok özel bir çabayı gerekli kılmaktadır. Bir yandan yaşadığı devrin çıkmazlarına çareler bulan, diğer yandan da gelecek yüzyıllarda yaşanan problemlerin çözümlenmesi için yapılması gerekenlere işaret * Doç. Dr. Gazi Üniversitesi. 197 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı eden Hünkâr, çağımızın en büyük aydınıdır. Çünkü o, hem bu kimliği hak etmekte hem de bu kimliğinin sorumluluğunu en üst düzeyde yerine getirmektedir. Aydın Olmak Sorumluluğunda Hacı Bektaş Velî Aydın kavramı etrafında birbirinden farklı tanımlamalar ve bu tanımlar ekseninde değerlendirmeler yapılmaktadır. Genellikle fikirsel bir faaliyet içinde olan ve bu yönüyle ön plana çıkan kimseler için kullanılan “aydın” tanımlaması, kimileri tarafından da yaratıcı zekâya sahip olan, kültürel birikimini tamamlayarak bunu topluma yansıtan kimseler için de yapılmaktadır. Aydın kimdir, aydını belirleyen temel öğeler ne olmalıdır sorularına alınacak cevaplardan bazılarını şu başlıklar altında toplayabiliriz. Yaşantısını belli bir fikre (düşünceye) adayan kimse, aydın olarak kabul edilir. 1. Aydın sayılabilmek için çok okumuş olmak, çok bilgiye sahip olmak yeterli değildir. 2. Aydın olmak demek, insan aklının sınırsız gelişebildiğine, gerçeklere ulaşabilmek için aklın rehberliğine inanmaktır. Ön yargılardan arınıp insanı merkeze alarak, tüm insanlara karşı sevgi ve hoşgörü ile yaklaşmaktır. İnsanı sömürü ögesi olmaktan çıkararak onu mutsuz eden unsurlardan arındırma çabası içinde olmaktır. İnsan haysiyetine yakışır bir yaşam kalitesi için çaba göstermektir. İnsanlar arasında düşmanlıkları ortadan kaldırarak kardeşlik duygularını geliştirmeyi amaçlayıp bu uğurda hiç yılmadan mücadele etmektir. Aydın olmanın belirleyicilerinden bir diğeri de bildiği doğruları sonuna kadar savunmanın yanında, yanlışından da dönebilme erdemine sahip olan kimse olmasıdır. İçinde yaşadığımız zaman diliminde yeterince anlaşılmayan aydın kavramına Hacı Bektaş Velî penceresinden bakarak değerlendirmek, bazı temel problemlerin çözümünü sağlayacaktır. Hacı Bektaş Velî, aydını tanımlarken onun “ilimden” hareket eden biri olduğuna dikkat çeker, devamında da ilimden gidilmediği takdirde varılacak yolun sonun da karanlık olacağını ifade eder. Yukarıda kısaca niteliklerini belirtmeye çalıştığımız aydın kimliğini Hacı Bektaş Veli, “İlimden gidilen yol” inanan olarak tanımlamıştır. Yaşamadığını yaşamış gibi anlatan, kendisinde olmayanı varmış gibi gösteren, başkalarına tavsiye ettiklerini kendisinde uygulamayan bir kimsenin aydın olma sorumluluğunu taşıması 198 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması mümkün değildir. Hünkâr, sadece yapılması gerekenleri anlatmakla kalmayıp bunları bizzat uygulayarak çevresine de tavsiye etmiştir. Yunus Emre, aydın olmanın önemini şu dizelerle somutlaştırmaya çalışmaktadır: İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsen Ya nice okumaktır Diğer yandan Hataî de bilmenin önemini ve bunun için de aklı kullanmanın gereğini şu dizelerle ortaya koymaktadır: Akil gel beru, gel beru Gir gönüle nazar eyle Görür göz, işitir kulak Söyler dile, nazar eyle Hacı Bektaş Velî ve onun öğrencileri, önce iç dünyanın temizlenmesi, ardından da dış dünyaya açılmanın gereğini ortaya koymuşlardır. Bunu Hacı Bektaş Velî, bir şişe örneği ile şöyle anlatıyor. Deniyor ki, bir şişenin içinde çok az miktarda pislik olursa, o şişe yüzlerce kez suda yıkansa, içindeki pisliğinden arınması mümkün değildir. Bu pislikten şişenin arındırılması için, öncelikle şişenin kapağının açılarak pisliğin dışarı dökülmesi gerekmektedir. Şişedeki pislik dışarı dökülmediği müddetçe arınma ve temizlenmeden söz edilemez. Bu örnek, bize aydın kimliğinin özü yakalamak ve asıl olanı görme yeteneğine sahip olması gerektiğini anlatmaktadır. Hünkâr, bu durumu şu dizelerle farklı bir pencereden ele alır: Hararet nardadır sacda değildir Keramet baştadır taçta değildir Her ne ararsan kendinde ara Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir Yukarıdaki sözlerden de anlayacağımız gibi özü ve gerçeği bulmak gerekmektedir. Öz olan ve gerçek olan ise dış görünüşte değildir. “Dışarıdan baktım yeşil türbe, İçerisine girdim estağfurullah tövbe” Bir ocağın üzerine kapatılmış olan sac değil görünenin arkasındaki gerçeği elde edebilmelidirler. İnsanın kılığı kıyafetinde bir keramet yoktur. Keramet başın içindedir. Yani akıldadır. 199 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Nardan haberdar olmayan saca aldanır, başı fark etmeyen taca aldanır. Bu aldanmanın sonucu kazanılan kimlik de aldanmışların aldatanı olmaktır. Konuyu Hataî’nin şu dizeleri daha da somutlaştırmaktadır: Kendi bilgin ile ehl-i nazarsın İçin arıtmayıp dışın düzersin Elde ayıp görsen küfür yazarsın Sen dahi cümleden betersin kardaş Daha somutlaştıracak olursak aydının en önemli hasletlerinden biri ve bekli de en önemlisi iç dünyasını arı ve duru tutmasıdır. Eğer insanoğlu kalbindeki kötülükleri, kini, kıskançlığı, öfkeyi, cimriliği ve cahilliği ortadan kaldıramazsa onun aydın olması mümkün değildir. İşte Hünkâr Hacı Bektaş Velî de bu hususun önemini ortaya koyarken insanın öncelikle kendini olgunlaştırması için çaba harcanması gerektiğine işaret eder. Bu çaba içerisinde olan biri, kendisi için istediğini bir başkasına da isteme erdemine erişmiş olur. Sen kendüye ne sanırsan Ayruğada anu san Bu düşünce, günümüzde empati kavramı karşılığı olarak kullanılmaktadır. 21. yüzyıl insanı, empatinin önemi ve gerekliliğini yeni keşfettiğini zannederken bunun daha 13. yüzyılda Horasan Erenleri tarafından uygulandığından habersizdir. İşte aydın olmanın en önemli sorumluluğu da çağlar ötesinden bakabilme ve çağlar sonrasına kalıcı çözümler sunabilmektir. Kul Himmet’in dile getirdiği şu sözler, günümüz aydın kimliğini taşıdığını iddia edenler tarafından ne kadar yerine getiriliyor takdiri size bırakıyorum: Sen de varıp el işine karışma Şeytanın atına binip yarışma El sana ilişsin sen ele ilişme Ko desinler sana deli divane Kuyuya düşersin yolundan azma Barış hasmın ile küsülü gezme Sen de varıp elin kuyusun kazma Yüzün kara götürürler divana Hacı Bektaş Veli’nin aydın kimliğini belirleyen bir başka unsurların başında öğretisinin temelini akıl ve bilgiye dayandırmasıdır. 200 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Madde karanlığı akıl nuru ile aydınlanır, Cehalet karanlığı bilgi ışığı ile aydınlanır, Nefs karanlığı erdem ışığı ile aydınlanır, Her işi akılla yapmak gerekir.” Bu ifadeler ve değerlendirmeler, dıştan içe doğru gelişen bir eğitim ve olgunlaşma sistemine işaret etmektedir. Bilimsel düşünme yeterliliğine sahip olan her bireyin ittifakla kabul edeceği bu değerlendirmeler aydın olabilmenin en önemli işaretleridir. Gelişmiş toplumların bugüne nasıl geldiklerini çözümlemeden, bir aydın olarak günümüzdeki gelişmeleri yorumlamak bizi objektiflikten uzaklaştırır. Gelişmişliğin ve medenileşmenin modeli olarak sunulan Avrupa, Orta Çağın karanlığında boğulurken Anadolu en aydınlık dönemlerinden birini yaşamaktaydı. Çünkü Anadolu, Hacı Bektaş Veli gibi aydın ve aydınlatmacıların ışığında sığ ve çaresiz bir daralmanın içine düşmemiş, evreni ve insanı bir düşünerek bilinenin dışında yeni ve geniş bir evreni insanoğluna sunmuşlardır. Anadolu'da gelişen bu yapıyı daha iyi anlayabilmek için öncelikle 12. yüzyıl skolâstiğini iyi bilmek gerekmektedir. Bağdat merkezli geliştirilen bu anlayışta, öz yerine detay, olduğu gibi görünmek ve görmek yerine takiye esas alınmıştır. Bilgi duru ve arı olmaktan çıkıyor, yorumlarla içinden çıkılmaz ve çözülmez hale getirilerek insanı bilenin ve bildiğini iddia edenin kölesi haline getiriyordu. Hacı Bektaş Veli ve onun ardılları, 13. yüzyılda hayatı karmaşıklaştıran ve yorumlamaya çalıştıkça yaratılışın özüne ters düşüren anlayışlar karşısında yeni umut kapıları oldular ve bu yönleriyle çağlar ötesine geçtiler. 13. yüzyılda Horasan'dan yola çıkan Hacı Bektaş Velî, açılan ışık koridorundan yürüyerek Anadolu'ya gelmiş ve bu topraklarda hayatın yeni tohumlarını yeşertmiştir. İnsanı merkeze koyan bu anlayış, etrafında geniş bir sevgi yumağı oluşturmuştur. Hünkâr, detayda boğulan ve bir çıkış yolu arayan insana aslolanı sunmuştur. “İşitin ey yarenler Aşk bir güneşe benzer Aşkı olmayan gönül Bir kara taşa benzer Taş yürekte ne biter Dilinde Ağu tüter Nice yumuşak söylese Sözü savaşa benzer Yunus Emre 201 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Aydın kimliği ve sorumluluğuna sahip olanlar, hem içinden çıktıkları toplumlara hem de tüm insanlığa ışık tutarlar. Bu insanlar çağlar geçse de fikirleriyle yaşamaya devam ederler. Onların ileri sürdükleri fikirler her zaman yenidir, her probleme karşılık verecek niteliktedir. İşte, her millet bu tarz büyük insanlar yetiştirmenin onurunu taşıyarak, bununla övünç duyarlar. Bizim toplumumuz da birçok büyük düşünür yetiştirmiştir ve bunlar arasında hiç kuşkusuz en önemlilerinden biri de Hacı Bektaş Velî olmuştur. Hacı Bektaş Velî'nin yaşadığı çağa baktığımızda, inanç kavgalarının olduğu, masum insanların sırf bazı katı ve bağnaz düşünceler yüzünden yakılarak öldürüldüğü bir çağdır. Orta Çağın bununla simgelenmiş bir kurumu da Engizisyon mahkemeleridir. Engizisyon mahkemelerinin insanları sırf inançlarından dolayı yargıladığını ve verdiği cezaların vahşiliğini anlatmaya süremiz elvermez. Hacı Bektaş Velî, düşüncesinin özüne insanı koymuştur. Ona göre, yaratılmışların tümü güzeldir. Çünkü yaratıcı, yaratış gücünü elinde tutan Tanrı kötü şey yaratmaz. Öyleyse bütün yaratılmışlar yaratandan ötürü sevilmelidir. Hacı Bektaş Velî'ye göre insanlar arasında eşitliğin yanında bir de farklılık vardır. Bu farklılıkların başında insanların dış dünyalarından çok iç dünyaları gelmektedir. Her insanda iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, yalancılık ve dürüstlük, cömertlik ve cimrilik, hoşgörü ve bağnazlık gibi birbirine zıt birçok davranış bulunmaktadır. Bu davranışlardan olumluyu benimseyen insanlar aynı zamanda Tanrı dostudurlar. Her insan bu yolda çaba gösterip eğitim yaptığı zaman kısa veya uzun bir zaman dilimi içinde olgun insan olabilir. İşte yeryüzünde değer vereceğimiz, çoğalmalarını sağlayacağımız insanlar bu olgun insanlardır. Onlar, dini ve milliyeti ne olursa olsun hiçbir yaratılmışa zarar vermezler, dedikodu yapmazlar. Başka insanların arkasından onların kötülüğünü istemezler. Böyle insanları yetiştirmek ise çok kolay değildir. Bunun için uzun ve yorucu bir eğitim, sabır gerekmektedir. Olgun insan olmak için önce bunu gönülden istemek gerekmektedir. Daha sonra aklımızı kullanarak tüm çevremizde gördüğümüz, dokunduğumuz, kokladığımız maddi ulusların hepsini anlamaya çalışmamız gerekmektedir. Daha sonra bilgi eksikliklerimizi hızla ortadan kaldırmalıyız. Daha sonra ise aklımız ve bilgimizi kullanarak irfan (erdem) sahibi olmalıyız. Böylece nefsimizin bize yaptırdığı aşırılıklardan ve kötülüklerden sakınmış oluruz. İrfan sahibi olan bir 202 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması insan artık bütün nesneleri, yaratılmış her şeyi sever ve artık hiç kimseye kötülük yapmaz. İşte böyle bir insan Tanrı dostudur. Onun için sonsuz bir mutluluk vardır. Hacı Beştaş Velî' nin bu düşünceleri hangi çağda olursa olsun geçerliliğini koruyan düşünceleridir. Günümüz insanının da toplumlarının da temel meselelerine çözüm yolu ancak insanları sabırla eğiterek iyi ve olgun düşünceleri barışa ve kardeşliğe doğru giden bir yoldur. Hacı Bektaş Velî' ye göre yaratılanların hepsine bir gözle bakmak gerekir. Yaratılmışlarda eksik ve kusur görenlerin asıl kusuru yaratıcıda değil kendi bakışlarında aramaları gerektir. Çünkü yaratıcıda eksik aramak büyük bir kibirlilik ve yaratıcıyı beğenmemektir. Hacı Bektaş Velî'nin bu düşüncelerini benimseyen ve uygulayan öğrencileri Asya ve Avrupa'da birçok bölgeye giderek bu güzellikleri tüm insanlarla paylaşmışlardır. Bu yüzden paylaştıkları düşünceleri onları hâlen unutulmadan yaşatan güzelliklerdir. Aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen insanların onların türbelerini saygıyla ziyaret etmeleri bunun en önemli kanıtıdır. Bizim de onları anarak değil onları anıp düşüncelerini yaşayarak olgunlaşmamız gerekmektedir. Hacı Bektaş Velî’nin Orta Asya’dan Anadolu’ya geldiği 13. yüzyılda Anadolu, Moğol zulmünün meydana getirdiği karışıklıklar içindeydi. Siyasal kargaşalar sebebiyle Anadolu'nun içinde bulunduğu durum tamamen içler acısı bir hâldeydi. Doğu Roma'nın devamı olan Bizans'ın güç kaybetmesi, kentlerin merkezden bağımsız hareketleri (Tekfurluklar), kentlerin birbirleri ile savaşları, kırsal alanda yağma ve saldırıların artması, inanç kavgalarının gelişmesi, yol güvenliğinin yok olması nedeniyle yoksullaşma artar. Bu arada Selçuklu yöneticilerinin taht kavgaları ve basiretsizlikleri de halkı çaresiz ne yapacağını bilemez bir duruma sokar. Yöneticilerin Arapça ve Farsçaya karşı aşırı yönelimleri, bu dilleri âdeta resmî dil hâline sokmuş, yönetimle halk arasındaki bağ gittikçe kopmuştur. Böyle bir durumda Hacı Bektaş Velî ve onun öğrencileri, halka umut olmuşlar, yol göstermişlerdir. Şimdi bize düşen Anadolu'da hepimizin bağrında yeşermiş olan, hepimizin olan sözlü gelenekle günümüze gelen güzelliklerimizi özenle büyütmek zorundayız. Önce kendi yüreklerimize ve beynimize, sonra bütün insanlarımızın beynine ve yüreklerine ve sonra bütün insanlara yeniden duyurmak zorundayız. Çünkü insanın karanlıklar ve bulanıklıklara değil, aydınlıklara ve güzelliklere ihtiyacı var. Batının hoşgörüsü ile Hacı Bektaş Velî’nin hoşgörü anlayışını karşılaştırdığımızda, aralarında çok önemli farklılıkların olduğu görülmektedir. Batı, kendinden olana hoşgörü ile yaklaşırken 203 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kendinden olmayana acımasız ve reddedicidir. Hâlbuki Hacı Bektaş Velî, bütün yaratılmışları Yaratan’dan ötürü sevmekte, din, dil ve ırk ayrımı yapmadan bütün insanlara aynı nazarla bakmaktadır. Bu da bize ait bu değerin büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Sözümü Nesimi’nin şu deyişiyle bitiriyorum: Ey Nesimi can Nesimi bil ki Hak aynındadır Cümle mahlûkun vebali ulema boynundadır. 204 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması DORU, M. Nesim (2014). “Molla Ahmed El-Cezerî (Melayê Cizîrî)’nin Varlık Düşüncesinde İnsanın Ontik Değeri. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.207-217 (http://bilgelerzirvesi.org). M. Nesim DORU* MOLLA AHMED EL-CEZERÎ (MELAYÊ CİZÎRÎ)'NİN VARLIK DÜŞÜNCESİNDE İNSANIN ONTİK DEĞERİ Giriş E sas adı Molla Ahmed el-Cezerî olan ama daha çok Melayê Cizîrî (Cizreli Molla) veya kısaca "Mela" olarak bilinen meşhur Kürt mutasavvıfı, doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmese de, 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılın ortaları arasında (ağırlıklı görüş 1570-1640 tarihleri arası şeklindedir) yaşamıştır. Mela’nın yaşadığı dönem, Cizre’de Azîzân beyliğinin hüküm sürdüğü bir döneme denk gelmesi açısından önem arz etmektedir. Söz konusu dönemde Azîzân Mirleri tarafından finanse edilen medreseler sayesinde Cizre, bölgede ilim ve irfan merkezi olmuş ve bu sayede birçok önemli âlim, düşünür, edip ve şair yetişmiştir. Cizre’nin entelektüel muhitinde yetişen ilim ve irfan sahibi insanlar arasında Melayê Cizîrî’nin yanı sıra Feqiyê Teyran ve Ehmedê Xanî’nin isimleri özellikle zikredilebilir.186 Melayê Cizîrî’nin bugün elimizde bulunan ve Diwan adını taşıyan eserinin dışında başka eserler yazıp yazmadığı ile ilgili kesin bilgilere sahip değiliz. Diwan adlı eserinde klasik şark divanlarında bulunan kaside, gazel, rubai, methiye, terkipler ve müşara‘a gibi edebi türlerin hepsini işlemiştir. Divanının en önemli özelliği; vahdet, kesret, aşk, marifet ve tecelli gibi tasavvuf edebiyatının ve felsefesinin vazgeçilmez konularını ele almakla beraber çoğunlukla bir edebi türün sınırlarını aşan tematik unsurlara yer vermiş olmasıdır. Mela’nın divanını okuyan bir kimse, karşısında adeta sûfî-filozof bir eda ile varlık, bilgi ve aşk konularında konuşan birini görebilir. Bu sebeple * Doç. Dr. Mardin Artuklu Üniversitesi. Zülküf Ergün, Di Peydabûna Edebîyata Kurdî ya lı Cızîra Botan de Karîgeriya Bajarvaniyê, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Türkiyede Yaşayan Diller Enstitüsü, Mardin, 2012, s.84 186 207 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mela’nın eserinin diğer birçok divandan bu yönüyle ayrılan mümtaz bir yeri olduğu söylenebilir. Mela’nın divanı, edebî kıymet bakımından ise, Kürt dilinin opus magnumu olarak kabul edilebilir. Başka bir ifadeyle divanın ilmî ve edebî düzeyi Hafız-ı Şirazî, İbn Fariz ve Fuzûlî’nin divanları mesabesindedir.187 Mela’nın divanında özellikle tasavvuf felsefesinin tematik unsurları göze çarpmaktadır. Mela’nın hemen hemen bütün ifadelerinin, varlık ve varlığın zuhur ve tecelli etmesi meselesine yoğunlaştığı, aşk ve marifet konularının da bu çerçevede işlendiği görülebilir. İkinci olarak Mela’nın hem ontolojik hem de epistemolojik anlamda aşk konusuna ayrı bir önem verdiği ve bu sahada önemli çabalar sarf ettiği de bir gerçektir. Böylelikle Mela, divanında Aşk Şairi olmayı hak eden bir performans sergilemiştir. Mela, divanında şark edebiyatının öncü isimleri olan Hafız-ı Şirâzî (öl.1390?) ve Sa‘dî (öl.1292?) ile beraber tasavvuf ve felsefenin önemli simalarına göndermelerde bulunmaktadır. Doğrudan isim zikrederek mevzu bahis ettiği sûfîler arasında Ma‘ruf-i Kerhî (öl.815), Hallâc-ı Mansûr (öl.922) ve Mollâ Câmî (öl.1492)’nin isimleri ile bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak bahsettiği İbn Sînâ (öl.1037) veya ismen zikretmemekle beraber görüşlerinden etkilendiği Sühreverdî (öl.1191) ve İbn Arabî (öl.1239)’nin isimleri ön plana çıkmaktadır. Bu isimlerden yola çıkılarak Mela’nın İslam düşünce ekolleri olan felsefe, İşrakîlik ama özellikle tasavvuf felsefesine aşina olduğu söylenebilir.188 Öte yandan Mela hem mutasavvıf olup hem de Kırmızı Medrese (Medresa Sor) diye bilinen Cizre'nin ünlü ilim-irfan merkezinde birçok öğrenci yetiştirmiş bir müderristir.189 Başka bir ifadeyle o, tarikat ve medreseyi ya da akli ve kalbi ilimleri birleştirmiş bir düşünürdür. Bilindiği gibi tasavvuf geleneği, İslam milletlerinin kendine has bir edebiyat dili oluşturmalarına zemin hazırlamıştır.190 Mela’nın divanı da Kürt dilinin en önemli yazılı eserlerinden biridir. Mela’nın Tanrı, âlem ve varlık anlayışının şekillenmesinde İbn Arabî’nin varlık anlayışının ciddi bir etkisinin olduğunu görmekteyiz. Vahdet-i vücûd 187 Mela’nın hayatı, divanı ve ilmi kişiliği için bkz: M. Nesim Doru, Melayê Cizîrî Felsefi ve Tasavvufi Görüşleri, Nübihar Yay, İstanbul 2012, s.13-38 188 M. Nesim Doru, “Tasavvuf Felsefesinin Meseleleri Işığında Melayê Cizîrî’nin Görüşlerinin Değerlendirilmesi”, Bilim Düşünce ve Sanatta Cizre (Uluslararası Bilim Düşünce ve Sanatta Cizre Sempozyumu Bildirileri), İstanbul, 2012, s.342-3 189 Zivingî, “Mukaddime (Nun) ”, (Ahmed İbn Molla Muhammed Zivingî, el-Ikdu’lCevheri fi Şerhi Divani’ş-Şeyhi’l-Cezeri, Kamışli, ts. İçinde) 190 Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergâh Yay., İst., 1994, s.211 208 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması anlayışının önemli bir savunucusu olan Mela, İbn Seb‘in geliştirdiği "Vahdet-i Mutlak" görüşünden haberdar olmakla beraber “Vahdet-i Sırf” gibi özgün kavramsallaştırmalarda bulunmuştur.191 Bilgi kaynağı olarak aklı, kıyası ve burhanı esas alan meşşaî felsefeden ziyade keşf, sezgi gibi işrakî felsefenin bilgi kaynaklarını kabul eden Mela, işrakî felsefeye olan meylini divanında açıkça zikretmiştir.192 Melayê Cizîrî'nin Varlık Görüşü Mela, tasavvuf felsefesinin ve özellikle vahdetü’l-vücûd görüşünün sadık bir takipçisi olarak, tasavvuf metafiziğinin ve buna bağlı olarak sûfî kozmolojinin temel esaslarını divanında işlemiştir. Onun düşüncesinde varlık, mutlak halinden ya da henüz belirlenmemiş ve herhangi bir taayyün göstermemiş durumundan varoluş âlemine çeşitli süreçlerden geçmek suretiyle zuhur ve tecelli etmiştir. Başka bir ifadeyle varlık, birlik halinden çokluk haline geçerek görünür olmuştur. Henüz birlik halindeyken varlık için herhangi bir surette bir nitelik, kayıt ve belirlenim söz konusu değildir. Bilindiği gibi İbn Arabî varlığın bu durumuna a‘ma yani körlük boyutu adını vermişti.193 Mela ise varlığın bu boyutuna sermediyyet, kıdemiyyet ve samediyet gibi isimler vermektedir. Mela’nın varlık görüşünde varlığın bu boyutu gerçek ve hakiki olandır. Hatta varlığın tecelli ettiği ve sûfî literatürde ilk taayyün olan akıl ve ikinci taayyün olan varlığın isimleri olan ehadiyyet ve vâhidiyyet boyutları da194, sermediyet söz konusu olduğunda ontolojik olarak bir gerçekliğe ve otonomiye sahip değildir. Bütün varlıklar, varoluşlarını mutlak olan bu sermediyet boyutundan alırlar. Mela’ya göre sermediyet boyutu söz konusu olduğunda ezel ve ebed, ehad ve vâhid arasında herhangi bir fark olmayıp sadece mutlak varlık vardır. Mela’nın mutlak varlıkla ilgili bu görüşleri şu dizelerde dile gelmiştir: Di qidem da ezel û ‘eyné ebed herdu yek in Sermedîyyet we dixwazit ne ezel bit ne ebed Ferq e wahid ji ehed lê di meqamê semedî Bi heqîqet ku yek in herdu çi wahid û çi ehed Ezel ve ebed aynı şeydir kıdemiyette Çünkü ezel ve ebed farkı yok sermediyette 191 192 193 194 Mela Ahmedê Cizîrî, Dîwan, çev: Osman Tunç, Nubîhar Yay., İst., 2009, s.218–9 Mela Ahmedê Cizîrî, Dîwan, s.110–1 İbn Arabî, el-Fütûhâtu’l-Mekkîyye, el-Mektebetü’l-Arabiye, Kahire, 1985, c.2, s.350 Toshihiko Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, çev: İbrahim Kalın, İnsan Yay., İst., 2003, s.65 209 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Gerçi sözcüklerde farklıdır “vahid” ile “ehad” Lakin gerçekte yoktur farkları birleştirir onları “samed”195 Mela, sermediyet boyutundaki varlığı ayrıca nur, güzellik tuğrası ve cömertlik denizi gibi ifadelerle isimlendirmiştir.196 Ona göre bu boyuttan ilk olarak taayyün eden varlık sermediyet boyutundaki mutlak zatın isim ve sıfatlarını kendinde toplayan ve sufî literatürde hakikat-i muhammediyye olarak ifade edilen akıl boyutu veya Mela’nın isimlendirmesi ile ilmiyye boyutudur.197 Mela, bu boyuta Nur-u Ahmedî198 adını da vermiştir. Bu boyutta tüm varlıkların sabit arketipleri bulunur. Varoluş âlemindeki varlıklar, varoluşlarını bu sabit arketipler olan tanrısal isim ve sıfatlardan alırlar. Böylece ilk taayyünde isim ve sıfatlarla tecelli eden varlık, daha sonra ruh ve misal âlemi ile tecelli etmiş199 ve nihayet son olarak fenomenler dünyasında somut çoklu eşya şeklinde mevcudat âlemini meydana getirmiştir. Mela’ya göre tüm fenomenler âlemi, mutlak varlığın bir görüntüsü ve tecellisi olarak kabul edilmelidir. Somut nesneler dünyası, bu haliyle güzellik ve nur olan mutlak varlığın görünümleri olup, her biri tanrısal hakikati ifade eden birer güzellik ve nur hüzmeleridirler. Bu haliyle mecazlar âlemi denilen somut nesneler dünyası Mela’nın felsefesinde mutlak varlığın işaretleri, remizleri ve sembolleri olarak değerlendirilmiştir. Mela, bu düşüncesini şu veciz beyitlerinde ifade etmiştir: Ew latê husn û ‘eynê nûr sûret bi sûret tên zuhur Îns û perî wîldan û hûr cî cî di wan da cilwe da O güzel ve nurdan sevgili tecelli edip görünür değişik şekillerde İnsan, peri, vildan ve hurilerde görünür türlü cilvelerle200 Her hey’et û her cismekî her ferd û new’ û qismekî Rûh wî di destê ismekî mayî di qebze’w pence da Varlıkların her bir nevi, her bir ferdi, her bir kısım ve heyeti Allah’ın güzel isimlerinden birinin idaresi ve hükmü altındadır201 195 196 197 198 199 200 201 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.278–9 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.26-7, 40-1 Mela Ahmedé Cizîrî, Diwan, s.32–3 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.36–7 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.38–9 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.40–1 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.46–7 210 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Melayê Cizîrî'de İnsan Hazreti Mela’nın düşüncesinde, dikey boyutta yukarıdan aşağıya doğru nuru, ışığı ve yetkinliği gitgide azalarak yokluğa ve karanlığa doğru giden bir varlık tasavvuru söz konusu değildir. Mela’nın varlık tasavvuru yukarıdan aşağıya doğru inen ve aşağıdan yukarıya doğru çıkan bir döngüsellik ile ifade edilebilir. Dolayısıyla, varlığın başlangıcında mutlak varlık olduğu gibi sonunda da yine mutlak varlık vardır. Bu döngüselliğin veya iniş çıkışın tam ortasında insan bulunur. Mela’nın varlık tasavvurunda insan, tanrısal boyutun şehâdet âleminde yani fenomenler dünyasında zuhur etmiş şeklidir. Ona göre insan, lâhût âleminin nâsût âlemindeki temsilidir. Bu sebeple insan, tanrısal nurun tecelli ettiği en önemli varlık konumundadır. Mela’nın düşüncesinde insan hazreti, mutlak varlığın yukarıdan aşağıya olan seyrinde en mükemmel görünümü ve varoluş âleminin mutlak varlık âlemine tekrar yükselme sürecinin başladığı yer olması ile önemli bir konumdadır. Mela, insan hazreti ile ilgili düşüncelerini şu beyitlerde dile getirmiştir: Cewheré ‘alî ye ‘unsur me Mela Bilheqîqet ne ji xwar ustuqus în Çok yüce unsurdandır varlık cevherimiz Mela Doğrusu, süfli ve aşağı bir unsur değiliz biz202 Sultan ji bala hate xwar lahût bi nasûtê veşar Peyweste bû nuqta medar dewra ‘urûcê ger we da Yücelerden indi sultan olan insan, böylece lâhutu gizledi nâsût Âlemin merkezi oldu daima, böyle başladı yükseliş deveranı203 Melayê Cizîrî'nin düşüncesine göre insan salt maddi bir varlık değildir. İnsan, kökü ilahi âlemde olup varoluş âleminde beliren mukaddes bir varlıktır. Bu sebeple insanı salt maddi unsurlar olan hava, su, toprak ve ateş maddeleri ile tanımlamak insan gerçekliğinden uzak bir düşünce olarak telakki edilmelidir. İnsan maddi olan dört unsurun yanında ayrıca manevi bir unsur olan beşinci unsura da sahip bir varlıktır. Beşinci unsur felsefi literatürde (mesela İhvan-ı Safa düşüncesinde)204 meleklerin veya ayüstü varlıkların sahip olduğu bir unsur olup insanın ilahi kökenine işaret etmektedir. Mela da bu hakikatin altını çizerek insanın ontik olarak beşinci unsura sahip 202 203 204 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.98–9 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.46–7 İhvan-ı Safa, Resail, Darü’l-İslamiye, Beyrut, 1992, c.2, s.473 211 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bir varlık olduğunu ve böylece bir yönüyle madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi kevn ve fesada tabi, beslenen, büyüyen, hissedip hareket eden varoluşsal bir varlık, diğer yönüyle ise melekler gibi ölümsüzlük imkânına sahip bir varlık olarak görülmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu sebeple "beşinci unsur" Mela'nın düşüncesinde insanı tanımlamamızda başvurulması gereken mütemmim bir unsur olarak yer almaktadır. Bu düşüncelerini şu beyitte görmek mümkündür: Me cewher ‘unsurik xamis numa îro di tali’ da Di vê teqwîmê insanî li tali’ bûne fal ebrû Beşinci unsur göründü şansımıza bugün yaratılış cevherimizde Taliimize güzel bir fal oldu hilal kaşlar Ahsen-i takvimde205 Mela'nın düşünce dünyasında insan; kadim ve hâdis, lâhût ve nâsût, aşkın ve içkin tüm varlığın hülasasıdır. O, bir yönüyle ilahi olanı temsil etmekle kadim varlığın bir meyvesi ve tecellisi; öte yandan mutlak varlığın en mükemmel bir biçimde taayyün etmiş hali olan varoluş âleminin yani hudûsun bir misal-i ahsenidir. Varlık hakkında külli bir bakış, ince bir düşünüş kıdem ve hudusun insan hazretinde bir araya geldiğini bize tüm açıklığıyla gösterecektir. Mela'ya göre insan, kadim ve hadisi birleştiren ve böylece varlığın birliğini gösteren en canlı numunedir. Başka bir ifadeyle insan, kıdem ve hudûsun, mutlak ve mukayyedin, asıl ve fer'in, asalet ve itibarın ölçüsü ve kıyasıdır. O, bu görüşünü şu şekilde ifade etmiştir: Tu hudûsê we mebîn qenci nezerkî carekê Li esasê qidemê danîye dîwarê hudûs Here eslê wxe we tertibê qîyasê jê ke Ger nizanî çi ye yekcarî berê darê hudûs Gelişigüzel bakma varlık âlemine iyice nazar kıl bir kez ona Çünkü kıdem temelleri üzerine oturmuştur duvarları hudusun Kendi aslına dön de ordan yola çıkarak yap kıyası Eğer bilmiyorsan meyvesi nedir şecere-i hudûsun206 Hülasa; Melayê Cizîrî bu düşünceleri ile tasavvuf felsefesindeki insan-ı kâmil düşüncesini benimsemiştir. Ona göre varlığın merkezinde insan vardır. İnsan, varlık âleminin en üstün varlığıdır. Böylelikle Mela’nın bu konudaki düşünceleri Kur’an-ı 205 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.402–3; Mela’nın bu beyitte beşinci unsurdan kastının aşk olduğu hususunda, onun divanını şerheden şarihler arasında, ittifak vardır. Bkz: M. Nesim Doru, Melayê Cizîrî Felsefi ve Tasavvufi Görüşleri, s.220 206 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.78-9 212 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kerim’deki “ لقدخلقنا اْلنسان في أحسن تقويم/Kuşkusuz, biz insanı en güzel biçimde yarattık”207 ayetinin tefsiri şeklindedir. Ona göre insan, her ne kadar içkin âlemde (nâsut) bulunsa da özünde aşkın âlemi (lâhut) temsil etmektedir. O, insanın âlemdeki yerini ifade etmek için ağaçmeyve metaforunu kullanmaktadır. Ona göre âlem ağaç, insan da onun meyvesidir. Bu metafor tahlil edildiğinde insanın, varlığın ereksel sebebi olduğu görülecektir. Nasıl ki, ağacın gai sebebi meyve ise, âlemin de gai sebebi insandır.208 Mela’nın bu konudaki özet düşüncesi şu beyitlerde yer almıştır: İnsan ber e ‘âlem durext sultan ji xelwet hate text Pê zeyyinîn îqbal û bext dewlet ji bala tale da Sultan ji bala hate xwar lahût bi nasûtê veşar Peyweste bû nuqta medar dewra ‘urûcê ger we da Âlem ağaç, insan onun meyvesi, gelip oturmuş sultan tahtına Onunla süslenmiş ikbal, onunla bulmuş mutluluğu devlet Yücelerden indi sultan olan insan, böylece lâhutu gizledi nasut Âlemin merkezi oldu daima, böyle başladı yükseliş deveranı209 Melayê Cizîrî, insanın ontolojik konumunu bu şekilde ifade ettikten sonra varoluşsal düzlemde insanın aslî ve aşkın boyutuna ayrı bir önem vermektedir. Ona göre insan sahip olduğu aslî tarafına yönelmeli ve itibarî olan unsurlara iltifat etmemelidir. Onun özünde onu mutlaka bağlayan ve ölümsüzlüğe götüren unsur aşk'tır. Nitekim Mela, bu düşüncesini "siyah eşek" ve "öküz" metaforları ile açıklamaktadır. Siyah eşek, dikenli ottan beslenir ve gül, nergiz, sünbül gibi güzel çiçekler ile sıradan otlar arasında bir fark gözetmez. Mela'ya göre insanların çoğu derin bakışa sahip olmayan duyguzusuz insanlar olup, mutlak gerçekliklerini idrak edememektedirler. O, bu önemli düşüncelerini şu dizelerde dile getirmiştir: Camid çi kin bi husnê ku wan nezer li xwar e Xerteb'etên di ebleh çi nêrgiz û çi kerbeş Duygusuz olanlar ne yapsın güzelliği, dûn bakışlıdır zaten onlar 207 208 209 Tin 95/4 M. Nesim Doru, Melayê Cizîrî Felsefi ve Tasavvufi Görüşleri, s.155 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.46–7 213 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Eşek tabiatlı olanlar nergizsle dikenli otun farkını anlamazlar210 Bêzî dikit ji qencan ji remz û naz û xencan Qedrê gulan çi zanit kerbeş divêt kerê reş Duygusuzlar kaçmakta güzellerden, gamzelerle cilvelerden Dikenli ottur siyah eşeğin istediği, ne anlar güllerin kıymetinden211 Xaliba ehlê zemanî ma Mela ademî yin Venemeyin ji kerê me'y reş û gayê te yî beş Zamane insanları beni-adem mi acep Mela Farkları yok çünkü siyah eşeğimizle senin gamsız öküzünden212 Hakikat ve Mecaz Karşısında İnsan Tasavvuf felsefesinde insan denen sujenin yani idrak'in tasavvuf için sözkonusu edildiğinde sûfî idrakin varlık karşısında nasıl bir konumda olduğu meselesi önem arzetmektedir. Mela'ya göre ontolojik boyutta mutlak varlık karşısında otonomik bir statüsü olmayan fenomenler dünyasının sûfî idrak karşısındaki konumu sûfî tecrübenin merhaleleri ile değer kazanır. Buna göre sûfî idrak (salîk), varoluş âlemini mecazlar olarak görür ve bu mecazlar üzerinden hakikat algısına sahip olur. Böylece mutlak karşısında ontolojik bir hiçlik konumunda olan mecazlar dünyası, sûfînin idrakinde epistemolojik bir gerçekliğe sahip olur. Çünkü mecazlar konsepti olan dış dünyadaki varlıklar, mutlak hakikatin tezahürleri ve tecellileridirler. Görüntünün suretten ve gölgenin cisimden ayrı olmaması gibi, tecelliler dünyası da mutlak varlıktan ayrı değildir. Sûfî, mecazlar dünyasının varlıkları üzerinden mutlak hakikatin varlığına ulaşır. Hilasa; mecazlar dünyası, hakikat dünyasının bir tılsımı ve tecellisidir. Bu sebeple gerçektir. Ama mecazlardaki çokluk ise; geçici, arızi ve aldatıcıdır. Bu sebeple, Mela, mecazları gerçeklik ve mutlak gerçekliğe giden bir yol olarak görmüştür. Başka bir ifadeyle, mecaz olmadan hakikat anlaşılmaz. Bu, mecazlar konseptinin ontolojik hiçliği karşısında epistemolojik varlığıdır. Mela, mecazların hakikate götüren bir aşama olduğunu şu beyitlerinde ifade etmiştir: 210 211 212 Mela Ahmedê Cizîrî, Diwan, s.318-9 Mela Ahmedê Cizîrî, Diwan, s.320-1 Mela Ahmedê Cizîrî, Diwan, s.322-3 214 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Lami ‘a husn û cemalê dê ji ‘ilmê bête ‘eyn ‘İşqi da jê hilbitin kî dî heqîqet bê mecaz Hüsn ü cemalin parıltısı ilimle ayan olur ancak Alevlenir aşk ateşi, mecazla anlaşılır hakikatin manası213 Neqşê mecaz tilism e mezher ji reng mir’atê Sûret li bal me ism e me‘na bi tecella tê Bir tılsımdır mecazi nakış, aynanın rengidir mazharı İsimden ibarettir suret, tecelli ile anlaşılır mana214 Sûfî idrak, mecazdan hakikate geçmek için, tasavvufun özel bir tecrübesi olan fena mertebesine erişmelidir. Fena mertebesi, mecazlar dünyasını aşıp, mutlak birliği ve hakikati tecrübe etmektir. Fena, sûfî idrakin mutlak varlık karşısında bir özne olmaktan çıkıp nesne haline gelmesidir. Böylece sûfî, epistemik bir yok oluşla kendisi dâhil tüm fenomenleri mutlak varlığa teslim eder. Burada artık, varlığın mutlak taayyün hali vardır. Mela, buna vahdet-i mutlak veya vahdet-i sırf adlarını verir. 215 Sûfî idrakin fena makamına ulaşması için gerekli olan şey, tasavvufun önemli kognitif süreçleri olan marifet ve aşk’tır. Sûfî, bu tecrübeyi duyu ve akıl güçleri ile elde edemez. Çünkü duyu ve akıl, hakikate giden yolda bir araç olmak şöyle dursun, bir engel olmaktan başka şeyler değildir. Marifet, hakikatin bir nesne olarak idrak edilmesi değil, hakikati çıplak bir biçimde tecrübe etmek ve o hakikate katılmaktır. Oysa akıl, nesneleri soyutlama yoluyla algılayan ve böylece akledilir olanı nesne yapan bir biliştir. Bu sebeple, yüksek hakikatlerin idraki, akıl yoluyla elde edilemez. Çünkü sûfî epistemolojide söz konusu yüksek hakikatler bir nesne değildirler. Bu çerçevede her şeyi kuşatan mutlak varlık, nesne değil ancak özne olabilir. Bu sebeple Mela, merkezi kalp ve sonucu zevk olan marifeti öne çıkarmış, oysa merkezi akıl ve sonucu ilim olan rasyonel bilişe düşüncesinde önemli bir yer ayırmamıştır. Mela, aklın sınırlılığını ve hakikat karşısındaki aczini şöyle dile getirmiştir: Ser bi ‘iczê didirit quwwetê derrakeê ma Recee’l-‘eqlu kelîlen we meta qame qe‘ed Hîret û ‘icz e serencami di babê nezerê Key bi xaliq nezerê qasirê mexlûqê resed Çekemez sıkletini yüksek idrakimiz tüm bunları anlamada Yorgun düşen akıl aciz kalır kalkış için her çabada 213 214 215 Mela Ahmedê Cizîrî, Diwan, s.302-3 Mela Ahmedê Cizîrî, Diwan, s.490-1 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.218–9 ve 230–1 215 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Şaşkınlık ve çaresizliktir düşüncenin son sınırı Nasıl anlasın kısır fehmiyle mahlûk Halikını Guftûgoyé me‘rîfet çendi Mela peyda bikî Gewhera me‘rîfeté nagiheté kes bi xired Dil döküp durma Mela marifet vadisinde kal u kil ile Çünkü marifet cevherine ulaşmamıştır kimse akıl ile216 Sûfî, yaşadığı bu mistik tecrübe ile mecazlar konseptini ve onların ardındaki birliği takdir etmiş ve mecazların sahici olmadığını idrak etmiştir. Böylece sûfînin gözünde kesret dünyası, madde âlemi ve mecazlar örgüsü bir serap olur. Sûfî, gönlünü bu seraba kaptırmamalı ve dünyayı, kalıcı değil gelip-geçici, aslî değil itibarî ve sabit değil aşılması gereken bir alan olarak görmelidir. Dünyaya ve kesrete gönlünü kaptıran ve maddeye teslim olan kişi, hakikati bulamaz. Sûfî, bu âlemi bir imtihan alanı olarak görmeli, gönlünü ve gözünü her daim mutlak varlığa çevirmelidir. Her şeyde bu mutlak varlığı görerek fenomenlerden sıyrılmalıdır.217 Mela, bu düşüncesini şu beyitlerde oldukça veciz bir biçimde dile getirmiştir: Qesdê serçeşmeê heywanê heqîqet ke Nîşanî Bi cehanê mebe mexrûr ku cehan ‘eynê serabe Ab-ı hayat çeşmesine ulaşmayı gerçekleştir Nişanî Mağrur olma dünyaya ki, dünya tamamiyle seraptır218 Tu ji feslê here eslê ku di vê dêrê xerab Were carek bike seyrê tu di etwarê hudûs Teferruatı bırakıp fer'den asla geç ki bu köhne dünyada Ta ki, olmayasın cehalete merkeb, yükü altında hudûsun219 Mela her wî bibîn her wî eger her wî dinasî tu Huwe’l-me‘bûd huwe’l-meşhûdu bel la xeyre fi’d-dareyn Her daim onu gör Mela, eğer tanıyorsan onu Odur mabud, odur meşhud, dareynde yok ondan gayrı 220 mevcud 216 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.280–1 Mela'da hakikat ve mecaz için bkz: M. Nesim Doru, “Melayê Cizîrî’nin Düşüncesinde Hakikat ve Mecaz’ın Ontolojik ve Epistemolojik Boyutu”, İslâmî İlimler Dergisi, C.8, Sayı:1, 2013, ss.295-310. 218 Mela Ahmedê Cizîrî, Diwan, s.114-5 219 Mela Ahmedê Cizîrî, Diwan, s.80-1 220 Mela Ahmedé Cizîrî, Dîwan, s.378–9 217 216 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kaynakça CIZÎRÎ, Mela Ahmedê, Dîwan, çev: Osman Tunç, Nubîhar Yay., İst., 2009. DORU, M. Nesim, Melayê Cizîrî Felsefi ve Tasavvufi Görüşleri, Nübihar Yay, İstanbul 2012 DORU, M. Nesim, “Melayê Cizîrî’nin Düşüncesinde Hakikat ve Mecaz’ın Ontolojik ve Epistemolojik Boyutu”, İslâmî İlimler Dergisi, C.8, Sayı:1, 2013. DORU, M. Nesim, “Tasavvuf Felsefesinin Meseleleri Işığında Melayê Cizîrî’nin Görüşlerinin Değerlendirilmesi”, Bilim Düşünce ve Sanatta Cizre (Uluslararası Bilim Düşünce ve Sanatta Cizre Sempozyumu Bildirileri), İstanbul, 2012. ERGÜN, Zülküf, Di Peydabûna Edebîyata Kurdî ya lı Cızîra Botan de Karîgeriya Bajarvaniyê, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Türkiyede Yaşayan Diller Enstitüsü, Mardin, 2012. IZUTSU, Toshihiko, İslam’da Varlık Düşüncesi, çev: İbrahim Kalın, İnsan Yay., İst., 2003. İBN ARABÎ, el-Fütûhâtu’l-Mekkîyye, el-Mektebetü’l-Arabiye, Kahire, 1985. İHVAN-I SAFA, Resail, Darü’l-İslamiye, Beyrut, 1992. ULUDAĞ, Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergâh Yay., İst., 1994. ZİVİNGÎ, Ahmed İbn Molla Muhammed, el-Ikdu’l-Cevheri fi Şerhi Divani’ş-Şeyhi’l-Cezeri, Kamışli, ts. 217 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması NEMETOVA, Sedakat (2014). “Türk - İslam Felsefesinde “İdeal İnsan” Tasavvuru”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.219-222 (http://bilgelerzirvesi.org). Sedakat NEMETOVA TÜRK - İSLAM FELSEFESİNDE “İDEAL İNSAN” TASAVVURU “A llah'tan gelip O'na dönmenin yolları, beden ve ruhun vahdeti, can içinde cana, ruhsal-revan dönüştürülmek vahdeti-vücut aşaması, "Nefs- i emmare"den “Nefs-Kamile”liye kalkabilmenin halleri" (4, s.4) tasavvuf düşüncesinin ağırlık noktasıdır. Bu düşünce ile Doğu'da tam bir sistem oluşmuştur. Sufi yolcusunun son amaca yetmekten dolayı geçmeli olduğu aşamaların kendisi çok önemli bir kavramdır. VIII. yüzyılda yaşamış sufi Rebietü’l-Edeviyye diyordu; “Allah'ım, eğer ben seni cehennem korkusundan dolayı seviremse, beni o zaman yak. Eğer seni cennet arzusuyla seviremse, beni ondan mahrum et. Eğer senin cemalini görmek ümidi ile sana ibadet ediyorsam, o görüşü benden esirgeme” (2, s.6). İşte bu düşünce ile de büyük sufi şeyhi Muhyiddin ibn Erbin vahdeti-vücut öğretisini yarattı. Türk yurtlarının ulu düşünce mücahidi Yunus Emre tüm hayatını Allah için yaşadı, Onu terennüm etti, İlahi aşk ile yazdı (7, s. 7). Şems Tebrizi'nin kanaatince, insanoğlunun edepten nasibi yoksa insan değildir. İnsanı hayvandan ayıran edeptir (5, s. 152). Şems Tebrizi'nin edep gibi değerlendirdiği bu kaliteyi Mevlana Rumi akıl adlandırdı. Allah'ın insanın tüm âlemin gerçeklerini kendisinde toplayan bir varlık olarak yarattığı, Tanrının onda tecelli ettiği düşüncesi sufizmde önemli yer tutmaktadır. Araştırmacılara göre, hakka aşiqlik tasavvuf davranışı koddur (3, s. 58). Bu Yönelimden Allah'ı seven hem de Allah tarafından sevilir-düşüncesi çok önemli şarttır. Doç. Dr. Nahçıvan Devlet Üniversitesi. 219 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bilindiği gibi, XI-XII. yüzyıllarda, bilimsel-teorik ve dinifelsefi öğreti olarak, tasavvufun oluşumu sona erdi. Bir yüzyıl sonra bu öğretiye Mevlana Celaleddin Rumi kendi muhteşem katkılarını verdi. İşte o, tasavvuf ve irfanın sanatla kavuşmasına büyük ameli iş gördü. Fakat o, şiiri, müziği ve dansı Hanegah, sufi meclislerine dâhil edip manevi - ahlaki yönden yasallaştırdı (2, s.15 ). Büyük Mevlana diyordu: “Adalet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? Dikene su vermek” (5, s.161). İrfan bahçesinin kurulması kemâlin, hakka aşiqliyin göstergesidir. Şeriat, tarikat, hakikat yolcuları İrfan gülüstanı yarattılar, bu Gülistanda dikenler olamaz”. “Hayatım bu üç kelimeden ibarettir: xamdım, piştim, yandım diyen, “Mesnevi” çırağıyla dünyayı aydınlatan, hikmet damlalarıyla gönül bahçemizde çiçekler açdıran, büyük Türkoğlu, mütefekkir ve mütesevvifi Hz Mövlanamız” (6. s, 2) “neyi arıyorsan, osun sen” diyordu, bununla da insanı yüceltir, kutsal bir yolun yolcusuna çeviriyordu. Hak aşiqliyi, olgunluk soyut kavramlar değil. Yüce Mövlanamız bunun çeşitli yollarını başa düşülən, kabul edilen derecede gösteriyordu: “Ey kardeş! Bir an aklını başına topla! Sende anba an sonbahar ve bahar vardır. Gönül bahçesini yeşil ve taptaze gonca, gül, servi ve yaseminle dolu gör. Yaprak çokluğundan dal gizlenmiş; çiçek fazlalığından ava ve köşk gizli. Fikri- küllden olan bu sözler o bahçenin, servin ve başağın kokusudur” (6, s. 162). Mevlana sanki bu fikirlerle “Neyi arıyorsan, osun sen” mətləbinin açıklamasını veriyor. Güzellik, mükemmellik duygusu batində, içte oluşmuş. Varlıklara bu duygu ile yaklaşmalı, bu duygu ile de tasarruflar elde etmelisin. Mevlana Rumi'nin diğer kanaati şöyledir: “Lokman'ın canı Allah'ın gülüstani. Onun can ayağında diken yarası neden olsun? Bu diken yiyen vücut, devedir. Bir Mustafazadə bu deve üzerinde Binici. Ey deve! Senin sırtında gül yükü var. Onun rüzgârı ile sende yüz gül bahçesi filizlendi. Senin eğilimin deve dikenine ve kuma. Bu miras kalan dikenden ne gül toplayacak? Ey bu istekle mahalleden mahalleye dolaşasan! Ne kadar söyleyeceksin: “Bu gül bahçesi nerede, nerede?” (6, s.166). Kamillik yolcuları fehm ederler, onlara hayat verilmekle gül yükü verildi. Onların hayatı gülüstana hizmette geçmelidir. Asırlarca şekillenen düşünceye göre, insan yaratılmışların en güzelidir. O, işte bu şekilde, kusursuz ve güzel yaratılmıştır. “Hakk'ın en güzel manevi nitelikleri ruh, akıl, düşünce, konuşma vb. işte sadece insana bahşedilen edilmiştir” (2, s. 25). Naxçıvandan toplanmış bir metinde 220 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması denir: “Tanrı yeri, göğü bina etmişti. Konumu yerliyinde, gök göylüyündə idi. Tanrı istiyor ki, bir şeylere ruh versin. Ruh olmasa olmaz ki, ne bir canlı, ne bir falan. Tanrı istiyor önce ruhu dağlara versin. Dağlar her şeyden ucadı ki. Dağlar and-qəsəm ediyor ki, ruh ağırdı, biz onu saklayabilir bilemeyiz. Taşlar da böyle diyor, sular ve ağaçlar... Ama kişi buna razı olur. Yani diyor, ruhu saklayabilir miyim? Tanrı diyor ki, bunu sana emanet ediyorum, devamlı vermiyorum, gerektiğinde ruhu qaytarassan kendime" (1, s. 6). Görüldüğü gibi, bu metinde insanın tüm yaratıklar güçlü ve kudretli olması ortaya çıkıyor. Xilqetin en güzel mahlûku olan insan, Allah'ın kendisine emanet ettiği ruhu temiz şekilde bulundurmalı, kemâlin taşıyıcısı, hakkın aşığı olmalıdır. Təsəvvüf düşüncesinde bu, ciddi bir faktördür. Çalışmalarda gösterilmiştir ki, Allah zatında sonsuz sayıda nurlar ayrılır ki, ona ruh diyoruz ". (2, s. 29). Tasavvufta Hak yolunun yolcusu olan sufinin yolu hiç de kolay değildir. Bu yolda o, ruhun kutsallığını korumalı, hıfz etmelidir. Mevlana Rumi deyrdi: "Sonra bunu Koca boşuna demediler: "Pak erkeklerin vücudu can gibi saftır. "Onların sözleri, nefesleri ve suretleri, işaretsiz mutlaka ruhtur. Onların düşmanlarının canı sırf bədəndir. Nərdtaxtadakı oyundan öte taş gibi sadece isimdir. O, toprağa girdi ve bütünüyle toprak oldu. Bu tuza girdi ve bütünüyle temiz oldu (6, s.168). Demek, Hak yolcusu geçtiği zahiri ve batini yollarla kutsal ruhu saf saxladıqca kemâl bulur, onların bedeni de can gibi saf olur. Büyük düşünce mücahidi Mevlana Rumi şeriat, tarikat, hakikat, marifeti ariflik makamının kutsal yolu olarak değerlendirir. İnsan kendi güzelliğini başlangıçtan sona kadar hıfz etmelidir. Mevlana diyordu: "Yüksek güneş can verir; her an boşalıyor, doldurulur. Ey anlam güneşi! Can saç! Eski dünyaya yenilik göster. Gayb âleminden insanın vücuduna akan su gibi can ve ruh gelir (6, s. 180). Ruh, beden, nefis, akılla ilgili görüşleri Mevlana'nın kâmil insan kavramının özünemahsusluğunu gerekmektedir. Ruhsal - sorunsuz, temiz ruh, manevi cevher gibi idrak edilen can Mevlana'nın məsnəvilərində kendisinin parlak ifadesini tapır. Bütün bunlar məsnəvilərdə özel bir ağırlığa sahiptir. Dünyanın imanla derki, Hazreti Mevlana'nın gelecek nesillere armağan ettiği gönül meyveleri, bedelsiz, muhteşem bir mülkleridir. 221 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kaynaklar Azerbaycan folkloru antoloqiyası. Nahçıvan folkloru. 3 cilt, III c., Nahcivan:b Ecemi, 2012, 560 s . Babayev Y. Tarikat Edebiyatı: sufizm, hürufizm. Bakü: Nurlan, 2007, 128 s. Ceferli M. Azerbaycan muhabbet dastanlarının Poetikası. Ankara: Bilim, 2000, 264 s. Hacı Kadir Kadirzadə. Tanrıcılık ve sonsuz yaşam sorunları, Nahcivan: Acemi, 2013, 168 s. Hüküm ve hikmet (Tertibçi A.Məmmədəli). Ankara: 2002, 351 s. Mevlana Celaleddin Rumi. Mesnevi I c. Nahçıvan: Acemi, 2012, 504 s. Yunus Emre. Divan. “Sabah” gazetesinin armağanı.1990, 385 s. 222 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması GÜNDOĞAN, Ali Osman (2014). “Ahlak Filozofu Olarak Nurettin Topçu”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.225230 (http://bilgelerzirvesi.org). Ali Osman GÜNDOĞAN* AHLÂK FİLOZOFU OLARAK NURETTİN TOPÇU N urettin Topçu bir ahlâk filozofudur. Onun bütün görüşlerinin belli tarzda şekillenmesinde de temel kaygı, ahlâktır denilebilir. Ahlâk sahasında Onun amacı, ahlâk problemini evrensel ölçüler içerisinde halletmektedir. Çünkü evrensel ölçüye uymayan her ahlâk görüşü eksiktir. Nurettin Topçu, ahlâk meselesini hareket felsefesinin metodunu kullanarak ve en sonunda da onu din meselesiyle birleştirmek suretiyle çözmeye çalışır. Ahlâkla ilgili çözümlemelerinin sonunda ulaştığı ahlâk görüşüne İsyan Ahlâkı adını verir. Bu noktada, onun görüşlerine hâkim olan hareket kavramı yerini isyan kavramına bırakır. Çünkü hakikî anlamda hareket, bir isyan hareketi olmak durumundadır. İsyan, genel anlamıyla bir hayır’dır. Bu hayır, bir şeye hayır olduğu için, başka bir şeye de evet anlamanı gelir. Eğer söz konusu hayır, mutlak anlamda değilse, bir başka değeri evetliyor demektir. Acaba Nurettin Topçu’nun içinde hayır’ı barındıran isyanı nelere yöneliktir, itaat ya da evet ise acaba nerede ortaya çıkacaktır? Ahlâk probleminin ortaya konuluşundan bir çözüme kavuşturuluncaya kadar ki her aşamada ya da evet denilecek bir aşamaya gelinceye kadar ki süreçte nelere hayır denildiği görülecektir. Hatta fert, isyan etmek isteyen bir varlık olarak kendini ortaya koymakta ve “isyan, bizi hayat kanunlarının tazyikinden kurtararak ulûhiyete teslim eden hamle” olarak tanımlanmaktadır.221 Böyle bir isyan, Albert Camus’nün felsefî intihar adanı verdiği ve bu dünyanın insan bilinciyle ilişkisinin kopmasıyla ortaya çıkan saçmadan kaçışını ifade ettiği bir tavırdır. Oysa Topçu, ahlâk meselesini, Camus’nün felsefî intihar dediği bir iman hareketiyle çözmeyi deneyecektir. * Prof. Dr. Muğla Sıtkı Koçma Üniversitesi. Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1997, s.42 221 225 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Nurettin Topçu’ya göre hareket kavramı çerçevesinde ahlâk problemi nasıl ortaya konulmaktadır? Hareket felsefesine göre, insana bir cevher aranmak gerekirse, bu hareket olmalıdır ve “iradenin eseri olan her hareket mükemmele, daha mükemmele bir özlemdir.”222 Burada sözü edilen hareket, Blondel’in ifadesiyle, “kendi temelinde, ruhî bir davranmadan ileri gelen ve ruhî bir amaca yönelen ruhî bir realite”223 olduğu için kaba bir güç ya da içgüdü davranışından ayrılmaktadır. Hareketteki daha mükemmele duyulan özlem, iradenin kendi dışına çıkması ve evrensel nizama, sonsuzluğa doğru yol almasını sağlar. Bundan dolayıdır ki, “isteyerek yapılan her harekette ahlâkîliğin damgası vardır. Doğrusu, ahlâklılık, isteyerek yapılan hareketle başlar”224 Sonsuzluğa yönelmeyen harekette eksik kaldığı için, “evrensel nizamın dışında gerçek ahlâklılık yoktur.”225 Çünkü bu nizamın dışında gerçekleşen hareketler aynı ölçüde iyiliğe ya da kötülüğe yol açabilirler. Evrensel nizama giden hareketler, gerek kendi içimizden gerekse kendi dışımızdan bazı engellerle durdurulmaya çalışılır ve bu engeller insanı esaret altında tutabilirler. “O halde, ahlâkî hareket evrensel iradeye yeniden kavuşmak üzere bir çeşit değişim (conversion) ile bu esareti aşmaktan ibaret olmaktadır.”226 İlim, sanat ve ahlâk, kendi sahaları içerisinde, bu esaret şekillerini aşmaya, onlara isyan etmeye yönelik hareketlerin iradelerini oluştururlar. Nitekim hakikat aşkıyla nebatî tabiatımıza isyanı, sanatla hayvanî tabiatımıza isyanı, ahlâk ile de “nefsi için sevmekle öğünen insanî tabiatımızın üstüne bizi yükselterek Allah’la birlikte yapılan isyanı” yaşarız.227 Bu şekilde ortaya konulan ve çözümünü tabiat-üstü bir alanda bulan ahlâk meselesi rasyonalist, amprist ve sosyal dayanışmacı ahlâk doktrinleri tarafından çözülemez. Çünkü rasyonalistler bilginin alanı ile ahlâkın alanını aynı görürler, oysa Topçu’ya göre “ahlâkın alanı bilgi alanının üstündedir.”228 Ampristler ise olgu hakikatleri ile ahlâkî hakikatleri karıştırmaktadırlar, oysa “ahlâkî hakikatler olgu hakikatleri değil, değer hakikatleridirler.”229 Sosyal dayanışmacı ahlâk doktrinleri ise, Durkheim’in conformist ahlâkını savunmaktadırlar. Conformist 222 Nurettin Topçu, İsyan Ahlâkı, çev., Mustafa Kök, Musa Doğan, Dergâh Yayınları, İstanbul., 1995, s.25 223 Maurice Blondel, L’Action, Tome: II, Paris, 1937, s.188 224 Topçu, İsyan Ahlâkı, s.26 225 A.g.e., s.26 226 A.g.e., s.27 227 Topçu, Yarınki Türkiye, s.42–43 228 A.g.e., s.27 229 A.g.e., s.29 226 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ahlâk ise isyan hareketi olarak düşünülen ahlâkî anlayışla bağdaşmamaktadır. Hatta Nurettin Topçu’nun İsyan Ahlâkı, conformist bir ahlâka karşı geliştirilmiş bir ahlâk anlayışı olarak düşünülebilir. Conformist ahlâk, gözlerini kapayıp vazifesini yapan insanın ahlâkıdır. Bu ahlâk, ferdî iradeleri toplumun kölesi haline getiren, bundan dolayı da ferdi ve onun yaratıcılıklarını öldüren bir ahlâktır. Toplumun bir şahsiyeti olmadığı gibi, yaratıcılık yerine taklidi benimseyip uysallığı esas aldığı için conformist ahlâk, bir ahlâk zaafı olarak düşünülmektedir. Oysa fert, isyan etmek istemektedir. Çünkü kendini bulan fert, şahsiyet sahibidir, yaratıcıdır, hakikatler peşinde koşan bir idealisttir. Bundan dolayı Topçu’nun ahlâk anlayışının merkezine sorumluluk kavramı konulmuştur. Topçu tarafından hareketin bizzat sebebi olarak düşünülen sorumluluk, “beni harekete sürükleyen, bende doğan zorlayıcı emirdir.”230 Bu zorlayıcı emir düşünme faaliyetini doğurur ve insan düşündükçe yapacağı hareket karşısında kendini çok daha sorumlu hissetmeye başlar. Sorumluluğa bağlı olarak gelişen hareket esnasında hürriyetimiz ortaya çıkar. Hürriyet, “içten veya dıştan iradeye yabancı hiçbir kuvvet tarafından zorlanmaksızın bizzat kendi seçimi ile kendi kendisini belli bir harekete zorlamak hususunda iradenin sahip olduğu kudrettir.”231 İradeyi dıştan zorlayan kuvvetler cemiyetten gelirler. Bizi içten zorlayan kuvvetler ise alışkanlıklar ve ihtiraslardır. Hür hareket, bütün bunlara isyan etmek suretiyle iradeyi esaretten kurtaran kuvvettir. Bu kuvvet, bir hareketi yapmak olduğu gibi bir hareketi engellemek, yapmamak biçiminde de tezahür edebilir. İrade, insanı esaret altına alıcı kuvvetlere karşı kendini koruyup, ahlâkî ilkelere göre hareket edince, hürriyet, ahlâkîlik vasfını kazanır. Öyle anlaşılmaktadır ki, Topçu’ya göre hürriyet bir ahlâk problemidir ve ahlâk probleminin kendisi gibi hürriyet problemi de hareketle birlikte kendini ortaya koyucudur. Hürriyet, hareketle birlikte ortaya çıktığına göre, “hür olmak bir hareketten sonra yeniden doğmaktır; bir yolun sonunda yeni bir yola girmektir. Eşyayı değiştirmek ve kendi eliyle kendini değiştirmektir.”232 Hür hareketin böyle bir değişme ve değiştirmeyi yapabilmesi demek, “bir çeşit kendinin dışına çıkmak, bizzat kendisine karşı gelmek demektir.”233 Bu ise, insanın kendisinden başka bir şey haline gelebilmek için 230 Topçu, Yarınki Türkiye, , s.42–43 Topçu, Devlet ve Demokrasi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1998, s.144 232 Topçu, İsyan Ahlâkı, s.28 233 A.g.e.,s.64 231 227 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kendisine isyan etmesi anlamına gelir. Bu isyan, insanın kendisine karşı gelmesinden başlayarak basamak basamak ilâhî varlığa itaate kadar yükselir. Çünkü hareket, Blondel’in ifadesiyle “sonsuzun bir daveti ve yansımasıdır. O, sonsuzdan gelir, oraya döner.”234 Bu anlamda olmak üzere, Topçu’ya göre de harekette insana aşkın bir yön vardır. Yani aşkınlık harekette içkindir. İşte iradeyi kendi içinden kaynaklanan esir edici kuvvetlere karşı isyan ettiren ve iradeyi daha yüksek amaçlara bağlayan bu aşkınlık olmaktadır. İrade, kendi içinde bulunduğu şartlara boyun eğmeyip, kendi dışına çıktığında toplumu istemektedir. Toplumu istemek, dayanışma ve hâkimiyeti yani devleti istemektedir. Ferdin bu hareketi, Albert Camus’nün Veba adlı romanda kötülükle mücadele etmek için kendini topluma feda etmesine benzer. Ancak toplumsal dayanışma ve devlet Topçu’ya göre, sonsuzluğa yönelmiş iradenin ayakbağlarıdır. Camus’de ise sonsuzluk yoktur, ötesi kapalı bir kapıdır. Bundan dolayı Camus’nün hareketinin önü kapalıyken, Topçu’nun hareketinin önü sonsuzluğa açıktır. İnsanın kendi iştahalarını reddedip, başka insanların sefaletlerine uzanan ızdırabı, onun toplumu isteyişi, insandaki merhamet ve otoriyeti de doğurucu olduğu için başkalarının da sorumluluğunu yüklenmek, kendisiyle birlikte başka kurtarılacak ruhlar da aramak demektir. Bu hareket, belki de sonsuzluğa kapıyı açacak olan ilk harekettir. Ancak fert toplumda ve toplumdaki otoriteyle istediğini bulmuş mudur? Toplum, taklidin eseridir. Burada taklit edilen şey, inançlardır. Fert, bu durumda, inançların taklidinin eseri olan toplumun esiri olmayacak mıdır? Bu, ferdin inanç ve içsel hayatının bir inkârı değil midir? Zaten, her şeyin kaynağına toplumu koyup, onu yücelten sosyolojizm böyle bir inkârın eseri değil midir? Öyleyse fert, toplumun baskısından kurtulup, kendine dönmek suretiyle kendini tanımak durumundadır. İnsanın kendisini tanıması, kendi hareketlerinin zengin dünyasına girmekle mümkündür. Hareketlerimiz bir iradenin eseridir. İradenin bizdeki en açık şahidi de, ızdıraptır. Yaptıklarımla istediklerim arasındaki nispetsizlik bunu gösteriyor. Çünkü irade, bizde ve dışımızda bulunan organik ve toplumsal düzeni bozuyor. Bu irade, organik ve toplumsal düzene isyan şeklinde kendini gösterip, sonsuzluğa doğru yol alıyor. Sonsuzluğa uzanan irade, insanın kendi varlığının ve diğer varlıkların feda edilmesi gerektiğini anlıyor. Öyleyse, hareketin tahliliyle ortaya konulan ahlâk problemi, evrensel 234 Blondel, a.g.e., s.300 228 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması nizamda çözülmeyi gerektirdiği için dinin alanına girmemize imkân tanıyan imanın araştırılmasını şart koşuyor. Çünkü fani olan her şeyden kaçış olan ve bize sonsuzluğu sevdiren aşk, bizi âlemin hem başlangıcı hem de gayesine götürüyor. Topçu’ya göre iman, “bir inancın ruhumuzda sürekli bulunması ve hayatımıza hükmetmesidir.”235 Başka bir ifadeyle “iman, her şeyden önce insandaki bir inancın devamı ve uzantısıdır.”236 Aklın eşya üzerindeki hareketi demek olan inanç, özümsenip sürekli hale gelir ve hayata hâkim olursa iman adını alır. Ve iman mistikliğe yönelir ama böyle bir imanın fideizmle ilgisi yoktur. İmancılıkta akıl ile iman birbirine zıttır ve akıl imana feda edilmek suretiyle iman bir esrarı gerektirir. Aksine der, Topçu “bizim iman hakkındaki mistik anlayışımız hiçbir esrarı gerektirmez; o, kesinlikle bir ihtiyaç olarak değil, fakat insanın bütün varlığı ile, ruhu ve bedeni ile zekâsı ve hareketi ile ulaştığı bir sonuç olarak ortaya çıkar.”237 Çünkü Topçu’ya göre inançta akıldışı hiçbir şey yoktur; “O, aklın en yüksek hareketidir.”238 Bu hareketin mistiklik kazanması da imandır. Bu imana giden insan somut bir psikolojiden ve kendini tanıyan hareketten yola çıktığı için bu imanda karanlık kalan hiçbir yön yoktur. Bu mistik iman tek olana yönelirse dinî, çokluğa yönelirse estetik iman adını alır. Estetik imandan sanat doğar. Ancak sanatta, hayata bağlanan ve hayattan kaçanlar olmak üzere iki tip sanatçı vardır. Hayattan kaçanlar ya sanatına ya da sonsuzluğa sığınırlar. Öyleyse sanatta, sonsuza atılma özlemi vardır. Bu, sanatın dine taşıyıcı bir vasıta olduğunun da ifadesidir. Ne var ki gayesine sanatta ulaştığını zannetmek bir aldanışa teslim olmaktır. “Sanat, sonlu alanda ebediyen tatmin bulamayacak olan hareket iradesinin, sonsuzluk hülyasında tatmin aramak için hayal gücüne dönüşmesidir... Sanat, diyoruz yine, tabiat-üstünün tabiî âlemde araştırılması, bir olanın çokluk âleminde aranması, genellikle sonuçsuz, iradeyi kendi kendisiyle çeliştiren, hatalı bir arayıştır.”239 Ama sanat, dine geçişi sağlayan bir araçtır. Bundan dolayı mistiklik, sanattan vazgeçip dine iştirak etmektir. Düşünce faaliyetinin taçlandırılması olan dinî iman, bir olana yönelmiştir. Bu imanın kaynağında da mistiklik vardır. Hatta tek Tanrılı bütün dinler mistiklikten kaynaklanmışlardır. İmanda mistiklik 235 Mustafa Kök, Nurettin Topçu’da Din Felsefesi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1995, s.49 Topçu, İsyan Ahlâkı, s.139 237 A.g.e., s 141 238 A.g.e., s.141 239 A.g.e., s.141 236 229 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı esas olduğuna göre “dinin bütünüyle hâkim olduğu ve barındığı âlem, ruhî hayatımızın en derin tabakasıdır.”240 Bu iman, Allah’a imandır ve bu da dinin kendisidir. Peki, Allah Nedir? “Allah, insanın kâinata ve kendi üzerine hâkimiyetini kabul ettiği ve içsel bağlarla kendisini bağlı hissettiği kudretin adıdır.”241 Din, bu kudretin bizim hareketlerimize bir yardımıdır. “Çünkü Allah’ın hareketi bizim hareketimizden ayrılmaz.”242 Öyleyse tabiat-üstü varlığın hareketi bizim hareketimizde içkindir. Bundan dolayı hareket, bizde bize karşı Allah’ın isyanıdır. Ve hareket, insanla Allah’ın bir sentezi olmaktadır. İşte iman, ilâhî iradenin tasdiki, onun dışında kalan her şeyin inkârıdır. Çünkü isyan, her baş kaldırdığı nizamdan daha üstün bir nizama götürücüdür. İnsanın hareketi ile Allah’ın hareketinin birleştiği ve insanın sonsuzun davetine uyduğu noktada ahlâk meselesi din meselesiyle yani Allah’ta çözümüne kavuşmuş demektir. Böyle bir iman, vahdeti vücutçu bir iman olmak zorundadır. Birbiriyle çelişikmiş gibi görünen isyan ve iman kavramları Topçu’nun düşüncesinde birbirine hizmet eden kavramlar biçimine dönüşmekte ve isyan iman haline gelmek suretiyle geride kalan her şeye hayır diyebilmeyi gerektirmektedir. 240 Nurettin Topçu, Mevlana ve Tasavvuf, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1998, s.192 A.ğ.e., s.194 242 Topçu, İsyan Ahlâkı, s.169 241 230 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YILMAZ, Salih (2014). “Türk Mitolojisinde Bilgelik Kavramı”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.233-251 (http://bilgelerzirvesi.org). Salih YILMAZ TÜRK MİTOLOJİSİNDE BİLGELİK KAVRAMI Giriş Mitoloji Nedir ve Türklerde Mitoloji Anlayışı T ürk mitolojisinde bilgelik kavramını anlatmadan önce mitolojinin ne olduğunu bilmek zaruridir. Mitolojinin kelime anlamı Yunanca mit kelimesinden türemiştir. Efsanevi olaylar ve kahramanların gerçeklik payı taşımayacak biçimde anlatılması mitoloji olarak tanımlanmıştır.243 Bir nevi mitoloji düşsel öğelerin öyküleme unsuruyla dile getirilmesiyle oluşmuştur. Mitolojinin birçok tanımı olmasına rağmen tarihsel açıdan incelendiğinde; millî ve geleneksel kültürün kaynağı olarak tarihi en eski kalıntılar olarak tanımlanabilir.244 Belli bir kavme ait efsaneleri inceleyen bilim dalı olarak da açıklanmaktadır. Fakat günümüzde dünyada her mitolojinin toplumların ortak kültürel değerleri sonucu oluştuğuna dair görüşler ağırlık kazanmıştır. Yeni tanıma göre mitoloji, yalnızca bir kavme veya millete ait efsane, masal ve mitik anlatmalar değil, dünyadaki bütün efsane, masal ve inanışları ele alarak inceleyen, araştıran, derleyen ve çözümleyen bir bilim olarak kabul edilmektedir.245 Avrupalı âlimlerin bazı tanımlarına göre tarihte yaşamış kişiler ve hakanlar mitolojinin dışında bırakılmalıdır. Fakat tarihi şahsiyetlerin yer aldığı destanlarda mitolojik efsanelerin konu edinildiğini unutmamak gerekir.246 Bazı âlimler mitolojiyi tabiattaki Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, G. S. Kirk, Myth: Its Meaning and Functions in Ancient and Other Cultures, Cambridge, 1974, s. 8. 244 Şinasi Gündüz, Mitoloji ile İnanç Arasında, Samsun, 1998, s. 26. 245 Rudolf Bultmann, “New Testament and Mythology”, Kerygma and Myth: Teological Debate, (ed. R. Bultmann), New York, 1961, s. 10. 246 Türkçe Sözlükte Destanın tanımına göre kahramanlık şiirleri şeklinde de açıklanmaktadır. Burada da mitoloji ile bağlantısını göz ardı etmemek lazımdır. Bkz. Türkçe Sözlük, Cilt I, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, s. 363. 243 233 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı varlık ve olaylara kişilik verilmesi yolu ile anlatılması olarak açıklamaktadırlar. Mitolojide tarih yoktur. Kahramanlar kutsaldır ve yarı tanrı biçiminde anlatılır. Mitoloji, tarihsel-kültürel geleneğe ait olan mit metinlerinin toplamından ibarettir. Milli edebiyatın ve tarihin içeriği mitolojiyle bağlantılıdır. Ayrıca semavi dinlerin başlangıç noktası da mitoloji ile alakalıdır.247 İnsanlık tarihinde yazının keşfiyle birlikte toplum; yazıyı bilen toplumlar ve bilmeyenler olarak iki kısımda incelenmeye başlanmıştır. Mitolojik öğeler de yazılı kültürün içinde kendine yer edinerek günümüze değin yaşamaya devam etmiştir. Tarihin ve milli kültürün içerisinde başlangıç noktasını teşkil eden mitoloji, halk kültürü ve yaşantısıyla da sistemli bir bağ kurmuştur. Halk kültürü içerisinde yer alan hikâyeler, folklor, bilmeceler, efsaneler vd. türlerin kaynağı mitolojidir. Halk kültürüyle sıkı bağları olan mitoloji, milli karakterin oluşumunda önemli bir rol üstlenmektedir. Milli kültüre etki eden mitolojinin dil ile de bağlarının olması muhakkaktır. Mitolojik anlayışa göre milliliği belirleyen en önemli etkenlerden birisi dildir. Her milletin kendine has milli motiflerinin olduğu düşünüldüğünde dil ve kültürün bu motiflerin en önemli unsurları olduğu söylenebilir. Bu dil ve kültürün içerisinde kendisine önemli bir yer edinen mitolojik öğeler, aynı etnik-kültürel geleneğin taşıyıcısı olan insanların düşünce ve davranış kalıplarında kendini gösterir. Mitolojinin milli kültürün kaynağı olduğunu düşünen bilim insanlarının ortak görüşüne göre bilimsel, dinsel ve felsefi düşüncenin temelinde de mitoloji vardır.248 Zaten kültürel geleneğin olmadığı, efsane ve rivayetlerin halk dilinde yer etmediği bir milletin varlığından da şüphe etmek gerekir. Türk mitolojisi, Türk tarihinde efsaneler ve destanlar aracılığıyla karşımıza çıkmaktadır. Türk mitolojisinde var olan kahramanlara efsanevi ve destansı özellikler yüklenerek olaylar oluşturulmuştur. Türkler çok eski çağlardan itibaren mitolojiyle kaynaşmış ve mitolojik varlıkları hayatlarına adapte etmiş bir millettir. Türk tarihinde pek çok varlık mitolojik öğe olarak kullanılmıştır. Bunların başında kurt, geyik, kartal, dolu tanesi, ağaç vb. gelir. Türk mitolojisinin temelini Gök Tanrı oluşturmaktadır. Buna bağlı olarak da Türk mitolojisinin “Tanrıcılık” anlayışına bağlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Günümüzde bilim insanları bu anlayışı eski Türk 247 248 Bronislaw Malinowski, İlkel Toplum, (çev. H. Portakal), Ankara, 1988, s. 98. Mircae Eliade, The Forge and the Crucible, Chicago, 1956, s. 32-33. 234 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dini sistemi olarak tanımlamaktadırlar. İslamiyet öncesi Türk dini sistemi ile Türk mitolojisini birbirinden ayırmak imkânsızdır. Türk mitolojisi içerisinde sayısız hikâyeler, efsaneler, rivayetler yer edinmiştir. Bu unsurların araştırılmasına dair çalışmalar Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in yaptığı inceleme ve derlemeler dışında yok denecek kadar azdır. Prof. Abdülkadir İnan, Murat Uraz, Prof. Dr. Özkul Çobanoğlu, Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu gibi mitologların çalışmaları da Türk mitolojisine dair bilgiler sunmaktadır. Fakat Türk mitolojisine dair bu çalışmalar böyle büyük, zengin, çeşitli ve eski bir geçmişe sahip millet için yeterli değildir. Türk mitolojisinin kaynakları Çin tarihi kayıtlarında bulunmaktadır. M.S. XIII. yüzyıla kadar gelen Türk efsaneleri için Çin kaynaklarından, bu yüzyıldan sonraki dönem için de İslam kaynaklarından yararlanmak mümkündür. Türk mitolojisi ve İslamiyet öncesi Türk tarihi ve kültürüne dair yapılacak araştırmalar bu milletin hem tarihini hem de kültürünü zenginleştirecektir. Türk mitolojisin en önemli özelliği tarihi kişiliklerin mitolojik anlatılar çerçevesinde ortaya konmasıdır. Oğuz Kağan Destanı, Manas Destanı buna verilebilecek iyi örneklerdir. Türk mitolojisindeki anlatımları sadece edebiyat ve folklor alanları açısında inceleyecek olursak bu milletin tarih ile bağlarını da zayıflatmış oluruz. Her ne kadar mitolojide tarih olmadığı ile ilgili tanımlar yapılıyorsa da, Türk mitolojisindeki kahramanlar, tarihi kişiliklerdir. Türklerde mitler zamanla halk hikâyelerine dönüşmüştür. Halk hikâyelerine dönüşürken de tarihi gerçekliklerden de örnekler sunar. Türk mitolojisinde önemli bir yer edinen “Atalar Kültü” buna en güzel örnek teşkil edebilir. Türklerde Atalar kültü, toplum içinde kudretli kişilerin öldükten sonra da ailelerini ve toplumlarını korumaya devam ettikleri inancına dayanmaktadır. Tarih bilincinin ve milli tarih geleneğinin mitolojik miras üzerine inşa edildiği Türklerde; Oğuz Kağan, Alp Er Tunga, Dede Korkut, Bozkurt vd. önemli kahramanlardır. Bu tarihi bilinç içerisinde kendine yer edinen şecerelerde de mitolojik unsurlar kullanılmıştır. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel Türk mitolojisine dair şunları söylemektedir:“Türk mitolojisi, Türk ailesi, Türk cemiyet düzeni ile Türk ahlâk ve adetlerinin bir aynası gibidir. Türk mitolojisi diğer dünya mitolojilerinde olduğu gibi, ölü fikir ve anlayışlardan meydana gelmemiştir. Türk mitolojisi bir hayat yoludur. Cemiyeti düzenleyen ve güden canlı düşüncelerin bir 235 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı toplamıdır.”249 Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere Türkler arasında var olan ve 10.000 yıllık geçmişe sahip mitolojik öğeler günümüzde “Türk Dünyası” olarak adlandırılan yeni bir dünyanın oluşmasının temelidir. Türk Dünyasının kültürünü, dilini, edebiyatını, tarihini vd. anlayabilmek için Türk mitolojisinin de anlaşılması gerekmektedir. Anadolu coğrafyası Türk mitolojisin aynı zamanda yoğrulduğu ve geliştiği bir coğrafyadır. Anadolu’da olgunlaşan bu mitoloji günümüzde Türk ahlak ve adetlerinin bir aynası gibidir. A. Bilge ve Bilgelik Hakkında Bilge kelimesi günlük dilde dünya ile uyumlu, kendi kendine yeterli, bilinçli yaşayan ve eylemlerini düşünerek yapan insan anlamında kullanılır. Akıllı ve bilgili insan deyimiyle de eşanlamlıdır. Bilge, doğru ve akla uygun karar verebilen bir kimsedir. Bilgelik ise, bilge kişinin özelliğidir. İnsanlar bilgi edinerek bilge olamaz; ancak bilgiyi iyi uygulayabilir ve hayata geçirebilirse bilgelik yoluna girebilirler. Bilge, kendine hâkim, erdemli, bildiğini başkaları için de faydalı biçimde kullanabilen kişiye denir. Bilge insan muhakeme etme ve yargılama gücünü iyi kullanandır. Bu sayede de öğrendiklerini kendi özü ile irtibatlandırarak karşılaşılan sorunları çabucak çözüme ulaştırır ve insanları feraha erdirir. Bu özellikleri ile bilge, bilginden farklıdır. Bilge ile bilgini birbirinden ayırmak için ise kendi dışındaki nesnelerin, insanların ve olayların bilgisine sahip olana bilgin, kendini bilene de bilge denmiştir. Bilge her olaydan ders çıkarıp olayları kendi bilincini artıran araç olarak görürken, bilgin ise olaylara bazen olumsuz anlam yükleyebilmektedir. Bilge kişi faydalı bilgilerin peşinden giden kişidir. Bilge insanlara göre her şey insanın tekâmülü için vardır. Bilge kişi, kötü olaylardan ders alarak olayları kendini geliştirme fırsatına dönüştürür. Kendisine ve diğer insanlara faydalı olan bilgileri taşır. Öncelikle iyi bir insan olmanın yollarını arar. Bilgelik akla uygun davranmak, doğaya uygun davranmak, örnek insan olmaktır. Bilgelik terimi, tarih boyunca birçok anlamlarda kullanılmıştır. Felsefenin ilk adı da bilgelik'tir.250 Törebilim bu terimi tutkulara kapılmama anlamına çekmiştir. Bilgelik, bilgenin niteliği olduğuna göre aynı zamanda ahlâklılığı ve örnek insanlığı da içerir. Tanrıbilimsel anlamda bilgelik, Tanrılık bir niteliktir ve Tanrı'ya 249 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Birinci Cilt, 1000 Temel Eser, MEB Basımevi, İstanbul, 1971, s. VII. 250 Hüseyin Gazi Topdemir, “Felsefe Nedir? Bilgi Nedir?”, Türk Kütüphaneciliği, Sayı:23, 2009, s. 120. 236 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması özgüdür. Bilgelik tarihsel bir olgudur ve çağdaş bilginlik'le karıştırılmamalıdır. Bilge insan bilgiyi iyi, doğru ve güzele yönelik olarak hayat için kullanabilen kişidir. Bir toplumda bilge insanların sayısının artması, o toplumun her alanda gelişmesini sağlar. Türk tarihinde oldukça fazla bilge olarak niteleyebileceğimiz kişi vardır. Bu bilgeler Türk devletlerinin kuruluşunda etkin rol oynamışlardır. Türk medeniyetini eserleriyle çeşitlendirip, zenginleştirip güçlü kılmışlardır. Bu bilgeler fikirleri ve hayat tarzlarıyla birlik bağlarımızı ve sosyal dokumuzu örmüşler, bizi büyük bir coğrafyada millet yapmayı başarmışlardır. Hatta Kutadgu Bilig’te bilge kişiler hakanlarla bir utulmuştur. Bununla ilgili Kutadgu Bilig’te şunlar yazılıdır: 310. “Bilgi, kimya gibi, her şeyi toplar, Akıl konağıdır, her şeyi saklar.” 288. “Akıl bir meş’ale, kara gecede, Aydınlatır seni, ışık bilgide.” 265. “Dünyada iki tip, saygın insan var, Bir bilgin, bir de Bey, sayar insanlar.” 203. “Bilgisiz benim, yok hiçbir sözüm, Ey bilgin, kölenim, senindir özüm.” 251 B. Türk Mitolojisinde Bilgelik Türk mitolojisinin, Türk Dünyasının temelini oluşturduğunu söylemiştik. Bu temele bağlı olarak da mitolojik anlamda konumuzu oluşturan “Bilgelik” kavramının açıklamasını yapma gereğini duymaktayız. Orta Asya’dan Balkanlara kadar uzanan büyük bir milletin hayat bulmasına öncülük eden düşüncenin ne olabileceğine dair birçok araştırma yapılmıştır. Bazı âlimler bu düşünceyi “Cihan Hâkimiyeti” olarak tanımlamış, bir kısmı ise sadece “Bozkır Hayatı” olarak nitelendirmiştir.252 Bilgelik anlayışı bir bakıma liderlik ruhuna sahip, uzmanlaşmış ve yol gösteren manasına denk gelmektedir. Türk mitolojisinde yer alan efsanelerde de bu oldukça yaygın bir anlayış olup, bilgelik kavramı insanlara yansıtılmıştır. Örneğin Ergenekon 251 Yusuf Has Hacip, Günümüz Türkçesi ile Kutadgu Bilig Uyarlaması, (Uyarlayan: Fikri Silahdaroğlu), Kültür Bakanlığı, 1000 Temel Eser Dizisi/163, Ankara, 1996, s. 30-43 252 Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Genişletişmiş 4. Baskı, TDAV Yayınları, İstanbul, 2001, s. 572-573. 237 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Destanında Türklerin demir dağı eritip yol bulmalarını sağlayan “usta demirci” yahut Oğuz Kağan Destanında Oğuz’un akıl hocası Uluğ Türk yol gösterici bilgelerdir.253 Bu insanlar dönemini vermiş oldukları öğütlerle aydınlatmışlardır. Türklerin hayat felsefesinde Tanrı ve onun kut verdiği insanların düşünceleri önemlidir. Türk bilim geçmişinde halkın bu düşünceyi nasıl algıladığına dair sentezler yeterli biçimde yapılmamıştır. Türk düşünce sistemi içerisinde önemli bir yeri olan bilgelik ve bilgelere dair tanımlar yok denecek kadar azdır. Türk mitolojisine göre bilgeliği tanımlayacak olursak en basit anlamıyla bilginin yararlı kullanılmasıdır. Bilgelik (hikmet), bilgi edinme, idrak, görgü, sağduyu ve sezgisel anlayış ile birlikte bu hususiyetleri özümseyebilme ve uygulayabilme kapasitesidir.254 Bilginin, sağgörülü ve muhakemeli mantık ile tatbiki bilgelik seviyesidir. Türk mitolojisinde bilgi büyük bir güçtür. Bilgelik ise bu gücün kullanılması ve aktarılmasıdır. Bilgi, bilgelik için gerekli fakat yeterli bir unsur değildir. Türklerde bilgelik; doğru ve faydalı bilginin hayata dair öğeler için kullanılmasıyla ortaya çıkar. Bilgelikte sözlerden çok uygulamalar önemlidir. Türklerde bilge kavramı; bilgi ve erdemin bir arada bulunduğu kişiyi ifade eder. Bilge olan kişi olayların sonuçlarıyla değil sebepleriyle de ilgilenmelidir. Bilge insan için bilinen yeterli değildir. Bilge insan bilinenden hareket ederek bilinmeyene ulaşmaya çalışır. Bilge kişi düşünme yetisini en çok kullanan ve buna bağlı olarak da sürekli öğrenmeye, farklı düşünceler için kendini şartlandırmaya çalışır. Bilmiş insandan farklı olarak aslında hiçbir şey bilmediği tezini ortaya sunarak bilgiye ne kadar aç, öğrenmeye ne kadar istekli olduğunu öne çıkarır. Türk mitolojisinde bilge, kimsenin bilmediğini bilen ve düşünen kişidir. Mitolojik öğe olarak yer altı ve yerüstü her şeyin bilgisine sahiptir. Türklerde Şamanizm’in de temelini oluşturan Bilgelik kavramı bilgeden türemiştir. Yol gösterici, zengin bilgiye sahip manasına gelen bilgelik, mitolojide kahraman tipi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilge tipi; genellikle vezir veya danışman niteliğinde olup, hakana yol gösteren kişilerdir. Türkler bilgiye ve bilgelere verdikleri değeri atalar sözünde de günümüze kadar taşımayı bilmişlerdir. Buna dair örnek atalar sözü ise şöyledir: 253 254 Bahaeddin Ögel, a.g.e., s. 632-633. Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig I, Metin, 2. Baskı, TDK Yayınları, Ankara, 1979, s. 43. 238 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Bilgi kuvvettir” “Bilen ile bilmeyen bir olmaz” “Bilgili adam güçlü olur” “Bilen söylemez, söyleyen bilmez” “Yol bilen kervana katılmaz” “Arif olan anlar/anlasın” “Arife bir işaret yeter” “Dilsiz de olsa kâmil bellidir” “Bilerek yapan aldanmaz” “At ölür eyeri kalır, insan ölür eseri kalır” “Bilire danış, bildiğini işle” “Kendin bil, başkasın da sor” “İlim sahibini aziz eyler” “İnsanın insanlığı irfanla, hayvanın hayvanlığı samanla beslenir” “Öğren de, duvarın deliğine sok, bir gün gelir lazım olur” Türk Mitolojisine Göre Bilgeler: Tanrı, Kişioğlu-Kağan, Bozkurt Türk mitolojisine göre en büyük bilge “Tanrı”dır. Tanrı ile birlikte halk arasında bilgelik vasfı devletin başına kut alarak gelen “insanoğlu-kağan” ve zaman zaman halka yol gösteren “bozkurt” ile de anılır. Türklere göre Gök Tanrı’nın da üstünde bir yaratıcı vardır. Bu nedenle de göğe renkli bir sıfat vererek Gök Tanrı demişlerdir. Gök Tanrı’nın da üstünde olan tanrı, Kang-Tanrı yani Ulu-Yüce Tanrı olarak anılmıştır. Eski Türkçe’de “Tengri" şeklinde adlandırılan "gözle görünen gök" ve "Allah" anlamları ifade eden bu kavram, ilahî başlangıcı simgelemektedir. Eski Türk düşüncesinde Tanrı'nın ululuğunu anlatan Hunlarda "Çenli" şeklinde rastlanan Tanrı (Tengri) anlayışı, "Allah" anlamında "Dingir" şekliyle Sümerce'de255; “tüm gök ve onun sahibi" anlamında “Tayan" şekliyle Çince’de kullanılmıştır.256 Türk mitolojisinde Tanrı, "Kök Mengi Tengri" (Ebedî Gök Tann), “Tengri Teg Tengri (Göğe benzeyen Tanrı)257, 255 Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi, 1-2. Bölümler, Enderun Kitapevi, İstanbul, 1984, s. 45. 256 Ergun Candan, Türklerin Kültür Kökenleri, Sınır Ötesi Yay., İstanbul, 2004, s. 24. Ethem Ruhi Fığlalı, Geçmişten Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevîlik ve Bektaşîlik, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, 1994, s. 34-36. 257 239 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı "Tengri El (Ebedi El)", “Tengri Han" isimleriyle anılmaktadır.258 Türk mitolojik düşüncesinde sonsuzluk ve ölümsüzlük sadece Tanrı'ya mahsustur. Türklerde Tanrı, yaratılış itibariyle varlıklara asla benzetilemez. İslamiyeti kabul eden Türkler eski Tanrı adını yeni dinlerinin Tanrısı anlamında da çekinmeden kullanmışlardır. Tanrı, Allah demek değildir gibi iddialar doğru değildir. İslamiyetten sonra bile Türkler Allah yerine Tanrı, Acemler de Huda tabirini kullanmışlardır. Eski Türklerde yüce ve tek tanrı İslamiyet’teki Allah anlayışında olduğu gibi mücerret ve şekilsiz bir güçtür. Örneğin Altay Türkleri göğün katlarını çizerken Tanrı’nın şeklini çizememişlerdir. Türk Tanrı anlayışına göre manevî-ruhani gücün tek kaynağını Tanrı’dır. Doğadaki tüm varlıkların, hayvanların ve bitkilerin ruhları vardır. Eski Türklerde Tanrıya adanan törenler, boyun beyi veya lideri tarafından yönetilirdi. Çünkü kut verilen kişi ancak yönetici olabilirdi. Yaratılışın düzenini sağlayan Türk Tanrısı, Türk milletini yükseltmek için hakanlara "kut" göndermiştir.259 Türklerde Tanrı, düşünce ve davranışlarda insanlara bir serbestlik ve irade özgürlüğü vermiştir. Bunun en büyük nedeni ise insanın Tanrı’nın bilgeliğinden bir parça taşıyor olmasıdır. Eski Türkler insanoğluna kişioğlu da demişlerdir. Kişioğlu, kâinatın üç önemli varlığından birisi sayılmıştır. Göktürk Yazıtlarında da belirtildiği gibi; yukarıda gök, aşağıda yer yaratıldığında, ikisi arasında da kişioğlu yaratılmıştır.260 Tanrı’nın yarattığı üç varlık yer, gök ve kişioğludur. İslamiyet’e göre Hz. Âdem, Tanrının yarattığı en değerli varlıktır. Altay yaratılış destanlarında insan ile Tanrı aynı dönemde yaşıyorlardı.261 İnsan, Tanrıyı kıskanmış ve onunla rekabete girişmiştir. Fakat sonunda Tanrının üstünlüğünü kabul etmiş ve ondan af dilemiştir. Tanrı kişioğluna kut vererek onu yeryüzünde görevlendirmiştir.262 Yeryüzünde görevli olan kişi Türkler tarafından han, kağan vb. unvanlarla anılmışlardır. 258 Ahmet Caferoğlu, a.g.e., s. 7-8, 47.; Bkz. İsmet Zeki Eyüpoğlu, Türkçenin Etimolojik Sözlüğü, Sosyal Yay., İstanbul, 1995; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 576, 699-702. 259 Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, 3. Baskı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1997. s. 106 260 Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalcı Yay., İstanbul, 2001, s. 19; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 711. 261 Harun Güngör, Türk Bodun Bilimi Araştırmaları, Kıvılcım Yayınları, Kayseri, 1998, s. 50. 262 Mehmed Yazıcıoğlu, Muhammediyye, (Yayınlayan: Amil Çelebioğlu), Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, (Tarihsiz) s. 102. 240 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Eski Türklerde “kağan” unvanı “imparator” unvanı ile eşdeğer kullanılmıştır. O dönemde Çin’de kullanılan imparator unvanı yeryüzünün sahibi anlamını taşımaktadır. Bu nedenle de Türklerce kullanılan “kağan” kelimesi geniş ve derin bir manaya sahiptir.263 Çin’deki anlayışa göre imparator göğün altındaki ülkeleri göğün bir temsilcisi olarak idare ediyordu. Çinliler, imparatorlarına ayrıca “göğün oğlu” diyorlardı.264 Bu unvanı mitolojik olarak değerlendirdiğimizde Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak görmek yanlış olmayacaktır. Hunlar da aynı şekilde kendi kağanlarına “Tanrının oğlu” demişlerdir.265 Mete Han’ın unvanlarından birisi de Tanrı’nın Oğlu’dur. İki medeniyetin anlayışının her ne kadar birbirine çok benzediğini düşünüyor olsak da Türklerin anlayışına göre Gök, daha çok Türklerin yaşadıkları ve hüküm sürdükleri bir yerdir. Türklerin kağanları Gök’ün yerde kendisi adına tayin ettiği bir temsilcidir. Bir Türk’ün başarılı bir kağan olabilmesi için yarlığı, talihi ve kısmeti kendinde toplaması gerekiyordu. Göktürklerin inanışlarına göre kuruluşta kağanlar Gök’te doğmuş ve yaratılmışlardır. Örneğin Göktürk hâkimi Bilge-Kağan’ın babası İlTeriş ile annesi İl-Bilge Hatun, Tanrı tarafından Gök’e götürülmüş ve tahta çıkarılmışlardır.266 Türk yazıtlarında “Tanrı’ya benzer Gök (tarafından) yaratılmış Türk Bilge Kağan”267 deyimi geçmektedir. Tanrı ile kağan arasında, kağanın Tanrı buyruklarına uymasıyla ilgili, Tanrı ile ulus arasında sürekli bir bağ vardır.268 Türklerde kağanların unvanı olarak geçen “Bilge” ve “Türk” unvanları Türk kağanlarının genel özellikleridir.269 Göktürk yöneticilerinden Tonyukuk için de “Bilge” unvanı kullanılmıştır. Burada kullanılan “Bilge”, Tonyukuk’un adı değil daha çok “Bilgelik” derecesine erişmesi vesilesiyle hak kazandığı unvandır.270 Vezir 263 Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 571. Bahaeddin Ögel, a.g.e., s. 572, 575; Ergun Candan, a.g.e., s. 24. 265 Türk hükümdarlarının unvanları hep “Gök-tanrı” ile başlıyordu. Oğuz‟un oğlu AyKağan‟dan ve Maniheizmin girişinden sonra “Ay tanrı” olarak anılmaya başlanmıştır. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, TTK Yay., Ankara, 1989, s. 129. 266 Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 577. 267 Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Türk Dil Kurumu Yayınları No: 529, Ankara, 1994. s.164; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 577. 268 Dursun Yıldırım, “Köktürk Çağında Tanrı mı Tanrılar mı Vardı?”, Türk Bitiği, Akçağ Yay., Ankara, 1998, s.115. 269 Jean Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, (Çev: Aykut Kazancıgil), İşaret Yayınları, İstanbul, 1994, s.99. 270 İlhan Özkeçeci, Zamanı Aşanlar (IX. Yüzyıla kadar Türk Sanatı), Güzel Sanatlar Matbaası, HMS Grup Yayınları, İstanbul, 2004, s. 171-172. 264 241 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Tonyukuk, Bilge Kağan ile birlikte devletin kuruluş sürecine dair şöyle demektedir: “…Kağanımı teşvik edeyim, akıl vereyim, diye düşündüm.. Tanrı (bana) bilgi verdiği için ben özüm, kendi kağanımı kızıştırdım.”271 Buradan da anlaşılacağı üzere Tanrı Türk kağanlarına milletini yönetebilsin diye şans ve bilgi verirken halktan gelen vezirlere de bilgi ve akıl vermiştir. Vezir Tonyukuk; “İl-Teriş Kağanın bilgide eşi ve şöhrette eşi ben idim.”272 diyerek kendi değerini kağanla eş değer tutmuştur. Buradan anlaşılmaktadır ki Tanrı, hizmetlerini ve yöneticiliğini beğendiği yöneticileri iyi bir kısmetle donatarak Türk milletinin başına getiriyordu. Arapçada kullanılan “devlet” teriminin anlamı da Türklerde “Tanrı tarafından verilen iyi talih ile şans” anlamına gelmektedir. Türk kağanlarının en büyük özelliklerinden birisi “bilgelik” idi. Örneğin Asya Hun Devleti hükümdarı Mete’nin sağında ve solunda Çinlilerin “Hsien-wang” olarak tercüme ettikleri “Bilge-Prensler” yer alıyorlardı. Hunlar Döneminde kullanılan “Bilge” unvanı Göktürkler ve Uygurlar Döneminde de kullanılmıştır. Göktürk Devletinin kurucularından Bilge Kağan, kağanlık tahtına oturmadan önce tıpkı Hunlarda olduğu gibi bir Bilge Prens idi. Bilge Kağan devleti kurup büyük hükümdar olunca yerine kardeşi KülTegin “Bilge-Prens”liğe tayin edilmiştir.273 Burada vurgulanmak istenen “Bilge-Prens” unvanı ile aynı zamanda kağana yardımcı yönetici ve ordu kumandanı olmak kastedilmektedir. Bilge Kağan’ın bu unvanı Bilge Prens olduğu dönemde almış olma ihtimali de yüksektir. Eski Türk Devletlerinde “Bilgelik” tüm iyi ve büyük Türk kağanları için ortak unvan olarak kullanılmıştır. Tanrı’dan kut alarak devleti iyi yönetmiş, halkını açıkta bırakmamış ve doyurmuş tüm kağanlar halk arasında “Bilgelik” ile isimlendirilmiştir. Türk hâkimiyet anlayışına göre Türk kağanlarının sadece “Bilge” olması bir devletin yönetilmesi için yeterli olmayıp, devletin yönetiminde görev alan yönetici memurların, komutanların da bilge olması şarttır. Eski Türk Yazıtlarında geçtiği gibi “bilgi bilmez kişiler…”, “…bilmedikleri için…”274 Devletin çökmesine ve halkın dağılmasına neden olmuşlardır. Türkler geçmişte yaşanan olaylardan ders çıkararak tecrübelere oldukça önem vermişlerdir. Eski Türklerde “erdem” ve “erdemli” terimleri sıkça kullanılmıştır. Onlara göre erdem, bir Tanrı 271 Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 613-614. Bahaeddin Ögel, a.g.e., s. 614. 273 Bahaeddin Ögel, a.g.e., s. 580. 274 Bahaeddin Ögel, a.g.e., s. 580. 272 242 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yolu ve hükümdarların tanrı’dan aldıkları bir özelliktir.275 Türkler, Çin’in de etkisiyle Göktürk Döneminden sonra hükümdarlarda “akıllı” ve “filozof” olması şartını aramıştır. Türkler arasında akıllı ve filozof olan hükümdarlar “Bögi” veya “Bögü-Kağan” unvanıyla anılmışlardır. Günümüzde Türkçe’de kullanılan “büyü” ve “büyücü” kelimelerinin de buradan geldiğine dair birçok rivayet vardır. Kağanlar güçlerini tanrı’dan alırlardı. Tanrının Türk kağanlarına verdiği kutlu güç ve yarlık, komutanlara da geçer ve onlarda elde ettikleri başarıları bu kutlu güce bağlarlardı. İslamiyet öncesinde Türkler varoluş ile yok oluşu bilgiye bağlamışlardır. Devletin güçlü olması veya yıkılması Kağan ile vezirlerin bilgi derecesine bağlıdır. Türk milletinin tüm fertlerinin öncelikle töreyi bilmesi gerekiyordu. Bunu öğrenmek ve öğretmek ise insanların bilgileri ile sağlanabilirdi. Türklerde “Bilgi nazariyeleri” olarak adlandırabileceğimiz bu nitelik halkın görgüsüne dayandırılmıştır. Uygurlar Dönemine ait şu şiir bilgi nazariyelerine iyi bir örnektir: “Bilig biling, ya Begim! Bilig sanga eş bolur! Bilinsizning belinge; kaş kurşansa, taş bolur!” (Bilgisiz bir insan beline değerli bir kaş bile kuşansa, kendiliğinden taş olurmuş)”276 Türklerde -yukarıdaki şiirden de anlaşılacağı üzere- töreyi bilmek aynı zamanda bilge ve bilgili olmanın en temel şartı olarak kabul edilmiştir. Birinci Göktürk Dönemine kadar bilgelik namına tüm güçler kağanlarda toplanırken İkinci Göktürk Devleti Döneminden itibaren kağanlar cesaret ve bahadırlığın temsilcisi; vezirler de bilgi ve bilgeliğin temsilcisi olmuşlardır. Türklerde vezire “ayguçı” denmiştir. Uygurlar döneminde vezirlerin sayısının çoğalması hasebiyle “Ulug Ayguçı (Büyük Vezir)” terimi kullanılmaya başlanmıştır. Eski Türkçe’de ayguçı kelimesi “ayıtmak-söylemek” anlamında kullanılmıştır. Bu kelimenin anlamından da anlaşılacağı üzere vezirler bir nevi müşavir görevi üstleniyorlardı.277 Türk idare sisteminin temeli 275 Harun Güngör, “Uygur Kağan Unvanlarında Kün ve Ay Tenri Kavramlarının Kullanılışı”, XI. Türk Tarih Kongresine Sunulan Bildiriler, Cilt: 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1994, s. 511. 276 Bahaeddin Ögel, a.g.e., s. 341. 277 Abdülkadir Donuk, Eski Türk Devletlerinde İdari-Askeri Unvan ve Terimler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, İstanbul, 1988, s.3-12; Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 611-619. 243 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Alplik”278 ve “Bilgelik” üzerine dayanıyordu.279 Göktürkler Döneminde tarihi bir hadiseye bağlı olarak Oğuzlardan gelen bir casusun vezirle hakkındaki söylemi şöyledir: “…Azıcık Türk milleti yürüyor imiş. Kağanları alp imiş. Vezirleri Bilge imiş. O iki kişi var oldukça, siz Çinlileri öldüreceklerdir diyorum. Biz Oğuzları da öldüreceklerdir diyorum. Ben böyle diyorum.”280 Türk atalar sözüne göre “alp’ler savaş düzeninde, bilgeler de toplantıda görürler.” 281 Türk mitolojisine göre Kağan aynı zamanda ilin ulu din adamı olarak da kabul edilirdi. Kağanlar, kam işlevini yürüten ilk insandır. Eski Türk hakanı, ata ruhlarına adanan törenleri yapmakla da görevliydiler. Göktürk Devletinin kurucusu sayılan Aşina, hem devletin lideri hem de ilk şamanı olarak şaman törenlerini yönetmiştir. Türklerde hakan bir keçe üzerine oturtulup, güneşin doğduğu yönden battığı yöne doğru dokuz kez çevrilerek tahta çıkarılırdı. Bu tören Kağanın göğe çıkmasını, dokuz kat göğü aşıp Tanrı'ya ulaşmasını ve Tanrı'dan kağanlık kutu’nu almasını temsil ediyordu. Kağanların bu töreni, şamanların "göğe çıkma" törenlerine benzemektedir. Kağanların kamlıkla ortak bir isim olan kamgan olarak nitelendirilmeleri hak, adalet ve törenin taşıyıcısı olmasıyla da alakalıdır. Eş Kam unvanı ile anılan kişi ise “devleti yönetmede hakanın arkadaşı, silah arkadaşı" anlamında kullanılmıştır. Türkler, devletin gücünün hakanın sihirli gücünden ileri geldiğine inanmışlardır. Kamgan adı, Türklerde hem dinî hem de dünyevî egemenliği kendi içerisinde taşıyan kağanlar için söylenmiştir. Türk kağanlarına verilen unvanlardan birisi olan “Göğün Oğlu-Gökyüzünün Oğlu” Türk mitolojisinde ulu ecdadın taşıdığı adlardan biridir. Göğün oğlunun görevi kurtarıcılıktır. O, insanları şer ruhlardan koruyarak onlara silah yapmayı, çardak kurmayı öğretir. Ateşin yeryüzüne gönderilmesi, insanlara bağışlanması Göğün Oğlu sayesinde olmuştur.282 Bu anlayış Göktürk ve Uygur hakanlarının, "Tengride Bolmuş" (Gökten Doğmuş) unvanı almasında etkili olmuştur.283 Türk mitolojisine göre Göktürk hakanları Tanrı'dan can almakla beraber Tanrı'nın oğlu olmayıp Tanrı'ya yerdeki gölgesidir. 278 Fuat Köprülü, “Alp”, İslam Ansiklopedisi, C. 1, MEB Devlet Kitapları, Eskişehir, 1997, s. 380. 279 Mehmet Kaplan, “Türk Destanında Alp Tipi”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13-21. 280 Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 615. 281 Bahaeddin Ögel, a.g.e., s. 550. 282 Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara, 1972, s. 66-72. 283 Bahaeddin Ögel, a.g.e., s. 594. 244 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Türklerde "Gök Oğlu" olarak anılan mitolojik kahramanlar, ışık şeklinde yere düşerler ve ilk ata olarak görülürler. Gök Oğlu’nun en büyük özelliği fiziksel güçle, büyü bilgisini kendinde birleştirmesidir. Bu sayede bilge bir varlık olarak dünyayı şeytanî güçlere karşı koruyabilirler. Altay mitolojisinde Ulgen'in kızları, Tanrı kızları olarak isimlendirilmişlerdir. Türk mitolojisinde ve halk kültüründe bilge olarak nitelenebilecek diğer bir görev ise Bey’dir. Türkler tıpkı kağanlık gibi beyliğin de Tanrı vergisi olduğuna inanmışlardır.284 Bey kelimesi mitolojik anlamda Tanrı ile bağlantılı olarak birçok eski metinde geçmektedir. Örneğin Codeks Cumanikus'da "bay" kökünden gelen, "Beyimiz Tengri" ifadesine, Altun Göl metninde, "Umay-beg" ifadesine rastlanmaktadır. "Bey" kelimesi "Big" şekliyle "Koruyan" anlamına da gelmektedir. “Bey" kelimesi Tanrı anlamına gelen Türkçe "Bag"dan türemiştir. Beylik müessesesinin ilk başlangıcında Beyler kâhin rolünde de bulunmuşlardır. Dini törenleri yönetmişlerdir. Tanrı adına toplumu yönetmiş ve onlara yol göstermiştir. Beyaz bir elbise giyerek diğer toplum bireylerinden ayrılırlar. İslamiyet öncesi en eski Türk efsaneleri kurt ile başlamaktadır. Kurt, Türk mitolojisinin başlangıcı ve sembolüdür. Türk mitolojisinde ilk ata olarak görülen “Türk” adının başlangıcı da Bozkurt ile bağlantılıdır.285 Türk, ateşi bularak insanları donmaktan kurtarmıştır. Türk’ün anası bir kurttur. Türk adını bu insanoğluna Tanrı vermiştir. Türk aynı zamanda Nuh’un oğludur. Türk’ün zor günlerinde bozkurt kendisine yol göstermiş ve çoğalmasını sağlamıştır. Kurt’un kılavuzluğuna dair örnek Başkurt efsanesinde şöyle geçmektedir: “…Günlerin birinde bu kabile reisi ava giderken önünde bir kurt peyda oldu. Reis, bu kurdu takip ede ede, cennet gibi ormanları ve nehirleri olan bir azametli dağlara geldi. O vakit Kurt birden kayboldu. Reis anladı ki, bu rehberlik eden Kurt, Tanrı’dan bu kavme tayin edilmiş ‘Kut: talih”tir. Reis geriye, şark diyarına vardı. Kavim ve kabilesini beraber alıp Ural dağlarına getirdi. İşte diğer kardeşlerinden ayrılan bu kabileye ‘Başkurt’ denildi ki, ‘Kurdun baş olup getirdiği kavim’ demektir.”286 Aynı efsanenin İslamiyet birlikte farklılaşmış bir versiyonu da şöyledir: “Peygamber, sahabelerinden 284 “Beg” unvanı ile ilgili bkz. Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1981, s.129 vd. 285 İsmet Çetin, “Türk Mitinde Kut İyesi Kıdır ve Medeniyet Değişikliğinde Kıdır’dan Hızır’a Geçiş”, Milli Folklor, Sayı:54, Yaz 2002, s. 31-34. 286 Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Cilt: I, TTK Yayınları, Ankara, 1998, s. 74. 245 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı üç zatı ‘Ural’ dağlarına İslâm dini öğretmek için yollamıştı. Bu sahabelere, Ural dağlarına kadar bir Bozkurt rehberlik etmiştir. Ural dağlarında bulunan kavim de, İslamiyet’i kabul ettikten sonra “Başkurt” diye adlanmıştır.”287 Bozkurt, Türklerin kurtarıcısı olarak görülmüştür. Türk mitolojisinde Türk’ün kendi kavmine: “Bozkurt, bizim kurtarıcımızdır. Ona her zaman inanmalısınız. Zorluklarla karşılaştığınızda O'nu yardıma çağırabilirsiniz.” dediği rivayet edilmektedir. Türkler arasında kurt’un bu denli önemli olmasının sebebi herhalde bozkırda hem canlarını hem de mallarını tehlikeye atabilecek en güçlü hayvan olmasından kaynaklanmaktadır. Orta Asya’da kurtlar sürü halinde dolaşırlar ve başlarında da ihtiyar ve tecrübeli olarak adlandırılan gök kurtlar bulunurdu. Bu nedenle de sürüyü yöneten Gök Kurt, Türklerce kutsal sayılırdı.288 Gök Kurtlar aynı zamanda Tanrının rengi olan gök mavisi biçimindeydiler. Türklere göre Tanrının yeryüzüne gönderdiği elçiler “Gök-sakallı” idiler. Türkler insanoğlu olan ihtiyarları “ak-sakallı” olarak tanımlayarak Tanrının gönderdiği “Gök-sakallı” elçilerden ayrı tanımlamışlardır. Türk mitolojisine göre türeyişte baba insan, anne ise kurttur. Altay Dağlarında yaşayan Türkler, bir insan gibi gülen ve kızan “Kurt Tanrı” heykelleri yapmışlardır. Bu heykelleri yapan sanatkârlar kurtların yüzlerine ve hallerine insan şekli vermişler ve onları kişiselleştirmişlerdir. Bozkurt, Türk mitolojik düşüncesinde, ulu ata, yol göstericisi ve dürüstlük işlevleriyle karşımıza çıkan, koruyucu, kült kahraman statüsünde mitolojik bir motiftir.289 İlk Türklerin, yaratılış sürecinin karşılığı olan ilk ata ve bir kült kahramanı Bozkurttur. Bozkurt aynı zamanda gökyüzü oğludur. Türk mitolojisinde diğer kurtlara nazaran sadece Bozkurt, Türk düşüncesinin bir parçasıdır. Türk mitolojisinde kült kahraman, ilk ata ve koruyucu ruh gibi işlevler yerine getiren Bozkurt'un; dağ koruyuculuğu ve vatan koruyuculuğu görevleri de vardır. Türk destanı Ergenekon’da, "Borteçino" (Bozkurt), ilk Türk hakanı gibi sunulmuştur. Türk'e kurtuluş yolunu gösteren "Bozkurt", 287 Abdülkadir İnan, a.g.e., s. 74. Bahaeddin Ögel, “Türkler’de Semâvî Kurtlar”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı:13, İstanbul, 1988, s. 2-7. 289 Özkul Çobanoğlu, “Kılavuz Kurt Motifinin Tarihsel Bağlamlarda ve Günümüz AlevîBektaşî Tarikatlarındaki Yapısal ve İşlevsel Sürekliliği Üzerine Tespitler”, Kadri Erdoğan: Hacı Bektaş Veli Armağanı, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1997, s. 165-173. 288 246 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Nuh Peygamber'in oğludur. Türklerde kutsal sayılan "Bozkurt", belâlardan kurtulan bir savaş ruhu, mutluluk getiren bir güç, sosyal düzenin koruyucusudur. Uygur alfabesiyle yazılmış Oğuz Kağan Destanına göre, Türk ulusunun savaş sembolü "Bozkurt"tur. Bozkurt, Türk soyuna yol gösterir ve kılavuzluk yapar.290 Göktürk efsanelerinde de kurtlar, Türklerin ilk ataları sayılmışlardır. Türklere göre kurt aynı zamanda Tanrı’nın insanlara gönderdiği bir habercidir. Türklere göre insanların ruhu gibi Tanrı’nın ruhu da zaman zaman kutsal bir hayvanda tecelli ederek görünür hale gelirdi. Kurt kısacası Tanrı’nın habercisiydi. Kurt aynı zamanda yol gösterici- bilge vasfına da bürünüyordu. Örneğin Oğuz Kağan Destanında Oğuz Kağan, Urım illerine akın yapmadan önce bir yerde konaklamış ve uykusunda gök yeleli bir kurt ile söyleşmiş ve kurt ona yol göstermiştir. Bu rüyasında kurt insan gibi dillenerek şunları söylemiştir: “Ey Ey Oğuz Ey. Bilirim ne dilersin, Urumun illerinde savaş, uğraş istersin, Ey Oğuz, askerini ben kendim güdeceğim. Ordunun en önünde, kendim yön vereceğim.”291 Bu destanda da görüldüğü gibi gök yeleli bir kurt Oğuz Han’a yol göstermiştir. Süryani tarihçilerin rivayetlerine göre Türkler Anadolu’ya köpeğe benzer bir hayvanın peşinden gelmişler ve bu hayvan Anadolu’da kaybolunca da bu bölgelerde yerleşmek zorunda kalmışlardır. Yine Oğuz Kağan’ın Kıpçaklar üzerine yaptığı akın sırasında da gök kurt dile gelmiş ve Oğuz’a şunları söylemiştir: “Ey Oğuz, şimdi ordunu çıkar yola, Halkını, beylerini, çadırını hep topla, Baş çekip göstereyim, doğru yol nerede ola...”292 Gök yeleli kurdun yol göstericiliği ile birçok savaş kazanan Oğuz Han, milletini doyurmuş ve Tanrı’nın verdiği kut ile ona karşı görevlerini yerine getirmiştir. Göktürk Dönemi efsanelerinde Gök Kurt, kılıçtan geçirilmiş Göktürklerden kalan tek çocuğu alarak mağaraya götürmüş, emzirmiş ve büyütmüştür. Gök veya Bozkurt aynı zamanda Göktürkler Döneminden itibaren devletin sembolü 290 Özkul Çobanoğlu, Türk Dünyası Epik Destan Geleneği, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007, s. 132; Tarık Özcan, “Arketipsel Eleştiri ve Edebiyat”, Bizim Külliye, Sayı: 51, 2012, s. 3033. 291 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Cilt I, MEB Basımevi, İstanbul, 1971, s. 22. 292 Ayn. esr., s. 23. 247 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olarak kullanılmaya başlanmıştır.293 Çin tarihçilerine göre Türklerin kurdu sembol olarak kullanmalarının ana nedeni kurttan türediklerine inanmalarıdır. Kurt efsaneleri Atilla ile birlikte Avrupa’ya da gelmiştir. Hatta Cermenler, Atilla’nın yüzünün bir kurda benzediğini iddia etmişlerdir. Büyük hükümdarlara “Gök-Börü” unvanı da verilmiştir. Anadolu’da bazı yerlerde yaşayan bir inanca göre, Bozkurt"un dişini cebinde gezdiren kişiye nazar değmeyeceğine inanılmaktadır. Bozkurt’un gözü kurutulup, toz yapılarak, sürme gibi göze sürülürse, o gözün iyi göreceğine ve bir daha ağrımayacağına inanılmaktadır. Dede Korkut Kitabı'nın Vatikan nüshasında, "Sırtı Yoluk Bozkurt" ibaresi vardır. Türk lehçelerinde "sırt" sözcüğünün "yüz, görünüş", Karaimce "yol" (talih), "yolaylı" (mutlu), Karakalpakça "çollı" (kutsal, mutlu), Yakutça "collak-dyollok" (talihli, kutsal) vb. anlamları vardır. Burada geçen "yoluk" sözcüğünün talihlilik ve saadet anlamlarından yola çıkılarak "sırtı yoluk" terkibi de "yüzü nurlu" "kutsal yüzlü" şeklinde yorumlanmıştır. Türk mitolojisindeki "Bozkurt" ibaresi, Peçenek ve Kıpçaklardan Ruslara geçmiştir. Ulu ata, kurtana ve yol gösterici vasıflarıyla taşlara kazınan "Bozkurt" motifi, daha sonraları Türklüğün sembolü haline gelmiştir. Sonuç Türklerin tabiat düzenine göre kurulmuş bir mitoloji anlayışı vardır. Türk mitolojisinin kaynaklarının içeriğini Sibirya’dan Anadolu’ya doğru toplanmış bir bilgi birikimi ile açıklamak mümkündür. Bu iki coğrafya arasında yaşanacak bir kopukluk Türk Dünyası olarak tanımlanan yenidünyanın anlaşılmamasına da neden olabilir. Türk kültürü içerisinde sayısız yer edinen hikâyeler ve folklor unsurları sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Türk kültürünün temelini oluşturan halk hikâyeleri ve folklorun doğru anlaşılabilmesi için Türk mitolojisine dair bilgilerin de çoğalması gerekmektedir. Zaten Türkler yazılı kültüre geçtiği andan itibaren yazılanların içeriğini, edebiyat ve tarihin temelini mitoloji oluşturmuştur. Orhun Yazıtlarında ortaya çıkan bu örnek, Yenisey Yazıtları ve diğer yazılı kültür ürünlerinde de kendisini göstermiştir. Türk mitolojisine dair araştırmalar çoğaldıkça edebiyat ve tarihte edindiği deneyim ve yer de artacaktır. Çünkü insanoğlu ölümlü olsa 293 Abdülkadir İnan, “Türk Rivayetlerinde Bozkurt”, Makaleler ve İncelemeler, Cilt: I, 2. Baskı, TTK Yayınları, Ankara, 1987, s. 69-75. 248 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması da mitler her zaman yaşar. Buna bağlı olarak da her millet kendi dünya görüşünü mitler aracılığı ile yaşatır. Türk mitolojisine bilgelik kavramı Tanrı ile eş değer tutulmuştur. Buna anlayışa göre en büyük bilge “Tanrı”dır. Tanrı’da sonra bilgelik vasfı ile anılan varlık ise “insanoğlu-kağan” olmuştur. Bunlara ek olarak halka yol gösteren “bozkurt” da en büyük bilge olarak kabul edilmiştir. Eski Türklerde bir bilge olarak kabul edilen Kağan “göğün oğlu” olarak adlandırılmıştır. Göğün oğlunun görevi kurtarıcılıktır. Türklerde kağanlara unvanı olarak “Bilge” ve “Türk” adları verilmiştir. Bilge unvanını vezirlerin de kullandığı görülmüştür. Türk mitolojisinde Bey’in de bilge olarak nitelendirildiği anlaşılmaktadır. Türkler tıpkı kağanlık gibi beyliğin de Tanrı vergisi olduğuna inanmışlardır. Ayrıca Türk mitolojisinde Kurt, mitolojisinin başlangıcı ve sembolüdür. Türk mitolojisinde ilk ata olarak görülen “Türk” adının başlangıcı da Bozkurt ile bağlantılıdır. Bozkurt, Türk mitolojik düşüncesinde, ulu ata, yol göstericisi ve dürüstlük işlevleriyle karşımıza çıkan, koruyucu, kült kahraman statüsünde mitolojik bir bilgedir. Türklerde bilgelerin görüş ve yorumlarına oldukça değer verilmiştir. Gerektiğinde din adamı niteliği de taşıyan bu bilgeler, mitolojinin önemli bir unsuru olmuştur. Türk mitolojisi, kahramanlara yüklediği destansı ve hayali özellikleri ile incelemeye tabi tutulmalıdır. Türk mitolojisinde geçen kahramanlarda Türklerin kendine özgü yapısı ve insana has genel özellikleri birlikte işlenmiştir. Buna bağlı olarak da bu kahramanlar insanlara yol gösterici nitelikte işlenmiştir. Türk mitolojisindeki kahramanların çoğunda aynı karakter tiplemesi vardır. Bu karakterler “alp tipi, alperen tipi, bilge kişi, kadın tipi vb” olarak sıralanabilir. Bu karakterler destan ve efsanelerin çoğunda vardır. Türklere ait destanlar ve efsaneler gelecek yıllarda daha çok incelendikçe yenileri ortaya çıkacak ve şu anda incelemeye tabi tuttuğumuz bilge ve bilgelik kavramına dair daha detaylı bilgiler elde edilecektir. Kaynakça Arat, Reşit Rahmeti, Kutadgu Bilig I, Metin, 2. Baskı, TDK Yayınları, Ankara, 1979. Bultmann, Rudolf, “New Testament and Mythology”, Kerygma and Myth: Teological Debate, (ed. R. Bultmann), New York, 1961. Caferoğlu, Ahmet, Türk Dili Tarihi, 1-2. Bölümler, Enderun Kitapevi, İstanbul, 1984. Candan, Ergun, Türklerin Kültür Kökenleri, Sınır Ötesi Yay., İstanbul, 2004. 249 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Çetin, İsmet, “Türk Mitinde Kut İyesi Kıdır ve Medeniyet Değişikliğinde Kıdır’dan Hızır’a Geçiş”, Milli Folklor, Sayı:54, Yaz 2002, s. 31-34. Çobanoğlu, Özkul, “Kılavuz Kurt Motifinin Tarihsel Bağlamlarda ve Günümüz Alevî-Bektaşî Tarikatlarındaki Yapısal ve İşlevsel Sürekliliği Üzerine Tespitler”, Kadri Erdoğan: Hacı Bektaş Veli Armağanı, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1997, s. 165-173. Çobanoğlu, Özkul, Türk Dünyası Epik Destan Geleneği, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007. Çubukçu, İbrahim Agâh, Türk-İslam Kültürü Üzerinde Araştırmalar ve Görüşler, Ankara Ün. İlahiyat Fak. Yay., Ankara, 1987. Donuk, Abdülkadir, Eski Türk Devletlerinde İdari-Askeri Unvan ve Terimler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, İstanbul, 1988. Eliade, Mircae, The Forge and the Crucible, Chicago, 1956. Eröz, MehmeT, Eski Türk Dini, TDAV Yayınları, İstanbul, 1992. Esin, Emel, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalcı Yay., İstanbul, 2001. Eyüpoğlu, İsmet Zeki, Türkçenin Etimolojik Sözlüğü, Sosyal Yay., İstanbul, 1995. Fığlalı, Ethem Ruhi, Geçmişten Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevîlik ve Bektaşîlik, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, 1994. Genç, Reşat, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1981. Güngör, Harun, “Uygur Kağan Unvanlarında Kün ve Ay Tenri Kavramlarının Kullanılışı”, XI. Türk Tarih Kongresine Sunulan Bildiriler, Cilt: 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1994. Güngör, Harun, Türk Bodun Bilimi Araştırmaları, Kıvılcım Yayınları, Kayseri, 1998. Gündüz, Şinasi, Mitoloji ile İnanç Arasında, Samsun, 1998. İnan, Abdülkadir, Makaleler ve İncelemeler, Cilt: I, TTK Yayınları, Ankara, 1998. İnan, Abdülkadir, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara, 1972. İnan, Abdülkadir, “Türk Rivayetlerinde Bozkurt”, Makaleler ve İncelemeler, Cilt: I, 2. Baskı, TTK, Yayınları, Ankara, 1987, s. 69-75. 250 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kaplan, Mehmet, “Türk Destanında Alp Tipi”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13-21. Kirk, G. S., Myth: Its Meaning and Functions in Ancient and Other Cultures, Cambridge, 1974. Köprülü, Fuat, “Alp”, İslam Ansiklopedisi, C. 1, MEB Devlet Kitapları, Eskişehir, 1997. Malinowski, Bronislaw, İlkel Toplum, (çev. H. Portakal), Ankara, 1988. Orkun, Hüseyin Namık, Eski Türk Yazıtları, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Türk Dil Kurumu Yayınları No: 529, Ankara, 1994. Ögel, Bahaeddin, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Genişletişmiş 4. Baskı, TDAV Yayınları, İstanbul, 2001. Ögel, Bahaeddin, “Türkler’de Semâvî Kurtlar”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı:13, İstanbul, 1988, s. 2-7. Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, Birinci Cilt, 1000 Temel Eser, MEB Basımevi, İstanbul, 1971. Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, Cilt I, MEB Basımevi, İstanbul, 1971. Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi I, TTK Yay., Ankara, 1989. Özcan, Tarık, “Arketipsel Eleştiri ve Edebiyat”, Bizim Külliye, Sayı: 51, 2012, s. 30-33. Özkeçeci, İlhan, Zamanı Aşanlar (IX. Yüzyıla kadar Türk Sanatı), Güzel Sanatlar Matbaası, HMS Grup Yayınları, İstanbul, 2004. Radloff, Wilhelm, Sibirya’dan Seçmeler, (Ter.), Kültür Bakanlığı Yay.,, Ankara, 1976. Roux, Jean Paul, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, (Çev: Aykut Kazancıgil), İşaret Yayınları, İstanbul, 1994. Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği, 3. Baskı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1997. Topdemir, Hüseyin Gazi, “Felsefe Nedir? Bilgi Nedir?”, Türk Kütüphaneciliği, Sayı:23, 2009. Türkçe Sözlük, Cilt I, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1988. Yazıcıoğlu, Mehmed, Muhammediyye, (Yayınlayan: Amil Çelebioğlu), Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, (Tarihsiz). Yıldırım, Dursun, “Köktürk Çağında Tanrı mı Tanrılar mı Vardı?”, Türk Bitiği, Akçağ Yay., Ankara, 1998. Yusuf Has Hacip, Günümüz Türkçesi ile Kutadgu Bilig Uyarlaması, (Uyarlayan: Fikri Silahdaroğlu), Kültür Bakanlığı, 1000 Temel Eser Dizisi/163, Ankara, 1996. 251 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ALTINTAŞ, Hayrani (2014). “On Sekizinci Yüzyılda Bir Pozitif İlim Öncüsü”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.253256 (http://bilgelerzirvesi.org). Hayrani ALTINTAŞ* ON SEKİZİNCİ YÜZYILDA BİR POZİTİF İLİM ÖNCÜSÜ E rzurumlu İbrahim Hakkı, Osmanlı döneminde, yeni bir zihniyetin temsilcisidir. On sekizinci yüz yıl, Osmanlı devletinin Lale Devri denilen bir dönemi yaşadığı yıllardır. Tasavvuf, akla karşılık olarak kalbe önem verir. Çünkü manevi hayatta kat edilen mesafeler, kalpte cereyan eder. Bu yüzden, mutasavvıf, kalbini her türlü maddi unsurların tasallutundan kurtarmak için çalışır. Kalbin temizlenmesi ve saflaştırılması (tezkiye ve tasfiyesi) için gerekli olan psikolojik ve biyolojik uygulamaların (Riyazat ve Mücahedat) hayatın büyük bir bölümünü şekillendirmesi tabii bir seyirdir. Esas itibariyle, tasavvufun konusunu, nefs bilgisi (Psikoloji), ahlak ve kelami bilgiler teşkil eder. Tasavvufi düşünce tarihinin hemen hiçbir devrinde, bir mutasavvıfın fen bilimleriyle doğrudan meşgul olmasına pek rastlanmamıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu sınırların dışına çıkmıştır. Ona göre, Tasavvuf ilminin konusunu teşkil eden yüce Allah’ın tanınması ve bilinmesi (marifetullah) hususu, yaratılışın öncelikli en büyük amacıdır. Bu amacın gerçekleşmesi, kişinin kendini psikolojik yönden bilmesine bağlıdır. Bu husus da, bedenin tıbbi yönden bilinmesine muhtaçtır. Bu ikinci bilgi de, âlemin bilgisine bağlı olduğu için fen bilimlerinin tahsili zaruridir. Erzurumlu İbrahim Hakkı, niçin böyle bir düşünce sistemine sahiptir? Çünkü bu husus, Kur’an’ın bir emridir. Yüce Allah, kendisinin tanınıp bilinmesi için varlığın ve varlıkları bildiren bilimlerin tahsilini şart koşmaktadır. Erzurumlu İbrahim Hakkı, yüce Allah’ı tanıyıp bilmek için gerekli olan varlık bilimi hususunda büyük Türk Filozofu İbn Sina’nın tesiri altındadır. İbn Sina, felsefesinde varlığı esas alır ve inceler. * Prof. Dr. İnsani Değerler Derneği. 253 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Buna göre, İlk varlık, bütün varlıklara varlık veren ve var olması Zorunlu olan varlıktır, yani Allah’tır. Tıpkı bu gün söylenen Big Bang(Büyük Patlama) teorisinde olduğu gibi, oluş, O’nun “Ol” emriyle gerçekleşmiştir. Varlığa varlık veren O olduğuna göre O’nu tanımak gerekir. Ancak O’nu öz itibariyle tanımak veya bilmek mümkün değildir. Belki sadece eserleriyle fiili veya eylemiyle tanıyabiliriz. O zaman O’nun eyleminin eseri olan varlıkları tanımak ve bilmekle, O’nun hakkında bilgi sahibi olmak mümkün olur. Yani varlığı her yönüyle bilmekle imkân dâhiline girer. Varlığı bilmenin ilk basamağı doğru düşünmektir. Doğru düşünceyi öğreten Mantık Bilimidir. Doğru düşüncenin sayısal ifadesi Aritmetik ve Geometridir. Doğru düşünmenin söz itibariyle ifadesi Hitabet, ses ile ifadesi Musiki’dir. Varlıklar, yerde ve gökte bulunmaktadır. O halde, gökteki varlıkları tetkik için, Astronomi bilmek elzemdir. Yerdekiler için de Fizik, Kimya, Mineroloji, Sosyoloji, Psikoloji gibi Tabiat Bilimleri şarttır. Bu tarzdaki bir düşünce düzeni, aynen Erzurumlu İbrahim Hakkı’da da vardır. İbn Sina’nın Felsefe’yi en başta gelen ve en üstün bilim olarak kabul etmesi, Marifetname’de, doğrudan ifade edilmese de, kullanılan metot itibariyle Marifetname’de mevcuttur ve orada aynı yol takip edilir. Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu düşünce sistemi ile kitaplarının büyük bir kısmını, özellikle, en önemli (baş) eseri olan Marifetnâme’yi kaleme almıştır. Bu eserde, Felsefe (Metafizik), Aritmetik, Geometri, Coğrafya, Astronomi, Biyoloji, Anatomi, Biyokimya, gibi fen bilimlerinin yanında, Psikoloji, Karakteroloji, hatta Seksoloji, Dini Bilimler (Tefsir, Hadis, Kelam), Ahlak, Tasavvuf gibi bilimler de mevcuttur. O zamana kadar, mutasavvıflarda pek görülmeyen bu zihniyet, Erzurumlu İbrahim Hakkı’yı on sekizinci yüz yılda, pozitif bilimlerin öncüsü konumuna getirmektedir. Marifetname’nin giriş bölümünde, Tefsir ve Hadis kitaplarından derlenmiş bilgiler mevcuttur. Mesela denizlerle ilgili bilgiler, eski kitaplardan alınmış bilgiler olup çoğu kere rivayet niteliğindedir. Yerle ilgili birbirinin altında yedi katın bilgileri de, Tefsir ve Hadis kitaplarındaki rivayetlerden aktarılmıştır. Bilimsel bilgi niteliğini taşımazlar. Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu bilgilerin dini bilgi olduğunu ifade ile inanılması gerektiğini vurgular. Birinci Fen bölümünde, varlıkla ilgili felsefi bilgiler yer almaktadır. Özellikle İbn Sina’nın Şifâ adlı kitabından derlenmiş 254 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması varlık bilgileri (vacib ve mümkün varlık), aktarma bilgilerdir. Sudur nazariyesiyle alakalı bilgiler buraya toplanmıştır. Bu arada, dört unsurla ilgili çok eski bilgiler de, toplanan bilgiler arasında yer alır. Aritmetik ile ilgili bilgiler de, aritmetikçilere atfen, dört işlem ele alınır. Geometri’de, bu bilimin bilginlerine atfen, nokta, çizgi ve yüzey gibi hususlar yer alır. Astronomi ve Coğrafya biliminde, bu konuyla ilgili âlimlerin eserlerine müracaatla bilgiler verilirken Gazali’nin filozofları tenkit ettiği hususlara atıflarda bulunulur. Astronomi bilginlerinin yazdığı kitaplara müracaatla yer küresinin yuvarlaklığı ispat edilir. O günkü bilgilere dayanarak meridyen ve paraleller anlatılır. Burçlardan söz edilir. Matematik. Astronomi ve Geometri bilginlerine dayanarak Samanyolu galeksisindeki yıldızlar, büyüklükleri ve uzaklıkları anlatılır. Fizikte ise, dört unsurun durumu birbirlerine dönüşümleri ele alınır. Gökyüzü katları yani atmosfer hakkında eskiden yazılmış bilgiler öne serilir. Dört kıta ve yedi iklim anlatılır. Bu iklimlere göre insan karakterleri, ele alınan konular arasındadır. Madenler, bitkiler ve hayvanların oluşumu verilen bilgiler arasındadır. Tıp ve Anatomi, organları, kemikleri, sinirleri, damarları, kanı, balgamı, beyni, karaciğeri ve benzerlerini ihtiva eden bilgileri içerir. Aile hekimliği ve “hıfzı’s-sıha” yani sağlığın korunmasının esaslarıyla ilgili bilgiler, dengeli beslenme, eserde, geniş yer tutar. Basit ilaç ve gıdalar (bitkisel tedavi), organ seğirmeleri, besin maddelerinin faydalarının neler olduğu anlatılan bilgiler arasındadır. Felsefe, eski haliyle yer alır. Felsefenin ahlak bölümü, muaşeret kuralları, aile içi ve sosyal iletişim kuralları, en önemlisi de, kulun Allah’ı karşısındaki tavrını ihtiva eder. Bütün bu bilgilerin temel amacı, bir kişiliği şekillendirmek içindir. Kişi, yaratılırken en güzel şekilde yaratılmıştır. Yani Biyolojik yönden güzel olduğu gibi, etik yönden de, en güzel düşünce ve davranış şeklini alabilecek yetenekte yaratılmıştır. Bir başka ifade ile, olgun insan (kâmil insan) olabilme yetenek ve kabiliyetine sahiptir. Kişi, bütün insanlığa örnek olabilecek bir hüviyeti taşıyacaktır. Bunu, taşıma göreviyle memur ve mecburdur. Bu mecburiyetin veya yükümlülüğün idrakinde olmalıdır. İnsan, bu dünyada, başıboş, gayesiz ve amaçsız değildir. Kâmil veya olgun insan, kendisinde, hiçbir kötü niteliğin bulunmadığı güzel insandır. Bu güzel insanın ilk örnekleri (batı dillerindeki psikolojik tabiriyle arketipleri) peygamberlerdir. Bizim 255 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kültürümüzdeki timsali de Peygamberimiz Hz. Muhammed’dir. Erzurumlu İbrahim Hakkı, işte, bu Müslüman tipini şekillendirmek ister. Bunun için başvurduğu yol, bilim yoludur. Her bilimden bir parça bir şeyler bilen kişi, Rabbini bilir ve O’nun istediği yani yaratılış düzenini ve bu düzeni gerçekleştireni tanır. O halde, kişinin neden fen ve sosyal bilimleri bilmesine muhtaç olduğu buradan açıkça anlaşılır. Bu sebepten dolayı, kişiye ifade edilen şuuru verecek Tasavvufi bilgiler, başta Mesnevi ve İhya olmak üzere her tasavvuf kitabında yer alan şekliyle Marifetname’de izah edilir. Bu bilgileri dört yüz kitap okuyarak topladığını bildiren Erzurumlu İbrahim Hakkı, Kur’anî düşünceyi fikir sahasına koyduğu gibi, pozitif veya fen bilimlerinin tahsil edilmesinin şart olduğunu Türk insanın tefekkür dünyasına getirmiş olmasından dolayı pek önemli bir bilgindir. 256 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ZAVOTÇU, Gencay (2014). “Yunus Emre Dîvânı’nda İlim ve Bilge”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.259-279 (http://bilgelerzirvesi.org). Gencay ZAVOTÇU* YÛNUS EMRE DÎVÂNI’NDA İLİM VE BİLGİ 1 3. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. Yüzyıl başlarında Anadolu’da yaşayan Yûnus Emre, çağdaşı Mevlânâ ile birlikte Türk kültür tarihinde sevgi, hoşgörü, barış ve kardeşlik sembolü olmuş önemli bir şahsiyettir. Dînî-tasavvufî kimliğinden dolayı genellikle eren (velî), miskin, sûfî ve âşık sıfatlarıyla anılan Yûnus Emre’nin, bunların yanısıra âlim (bilgin), hakîm, mu’allim (öğretmen), şâir, kılavuz (rehber), ahlâkçı (veya ahlak adamı) v.b. olumlu sıfatlarla anılması da mümkündür. Şiirlerinde dînî-tasavvufî konuları öğretici/kavratıcı bir tavır içerisinde sunması öğretmen sıfatını öne çıkarırken hüküm içerikli söz, mısra, beyit ve şiirler de onun âlim, hakîm, rehber ve ahlâkçı (veya ahlak adamı) sıfatlarını doğrular mâhiyettedir. Yûnus Emre Dîvânı’na titiz ve dikkatli bir bakış onda farklı konulara değinen geniş bir bilgi yelpazesi ile karşılaşır. Dînî-tasavvufî konular ağırlıklı olmak üzere Dîvân’ın muhtelif konularda okuyucuya bilgi sunan ansiklopedik yapısı Yûnus Emre’nin âlim (bilgin), hakîm, mu’allim (öğretmen), kılavuz (rehber), ahlâkçı (veya ahlak adamı) ve hatta şâir sıfatlarıyla uyum içerisindedir. Şiirlerinde işâret ettiği hususlardan hareketle ona yakıştırılan bu sıfatları Mevlânâ, Âşık Paşa, Gülşehrî ve Ömer Fu’âdî gibi farklı yüzyıllarda yaşamış sûfî ya da velîlerde de görmek mümkündür. Yûnus Emre’nin şiirine ustaca sindirdiği öğretici, eğitici ve kavratıcı kişiliğini fark edebilmek için şiirlerinde temas ettiği bilginin içeriğine ve çeşitliliğine (keyfiyetine ve kemmiyetine) odaklanmak gerekir. Yûnus Emre Dîvânı’na bu düşünce ile yaklaşıldığında inanç sistemleri, ahlâkî konular, gelenek ve görenekler ya da inanışlar, dinler ve peygamberler tarihi, İslâm dini, coğrafya bilgisi, toplum bilimi (sosyoloji), psikoloji, astroloji (kozmografya, felekiyyât), mantık ve hikmet, siyâset, mûsîkî v.d. bir çok konuda bilgi bulmak * Doç. Dr. Bosna-Hersek Tuzla Üniversitesi. 259 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı mümkündür (Yûnus Emre’nin yaşadığı çağda Anadolu’da bilinen bilim dalları için bkz. Ahmet Kartal, 2012;47-60). Bu konuların yanında Yûnus Emre’nin bilgi verdiği ya da atıfta bulunduğu konulardan /hususlardan ikisi de ilim ve bilgidir. Devrinin sorumlu bir aydını olarak başta dîn ve tasavvuf olmak üzere farklı konularda okuyucuyu bilgilendiren Yûnus Emre’nin ilim ve bilgiden söz etmesi, ilim ve bilgiye atıfta bulunup önemini vurgulaması öğreticiliğinin hurâfe ya da rivâyetlere değil ilim ve bilgiye dayandığını düşündürür. Dîvânı’ndan edindiğimiz izlenimlerden hareketle diyebiliriz ki Yûnus Emre’de ilim ve bilgiyle ilgili farklı algılar vardır. Başka bir deyişle, Yûnus Emre için ilim ve bilgi tek bir olgu ya da algı değil karmaşık ve katmanlı bir olgu ya da algıdır. İlim ve bilginin onda uyandırdığı intiba, farklı türlerinin ayrı bir değere sahip olduğu, farklı bir gözle incelenip/irdelenip değerlendirilmesi gerektiğidir. Bu intiba, onu ilim ve bilgiyi belirli ölçütlere göre tasnife tabi tutmaya ve değerlendirmeleri de bu tasnîf ışığında yapmaya götürmüştür demek yanlış olmaz. Yûnus Emre Dîvânı’nda ilim ve bilgi ile ilgili en belirgin ifâdeler, Dîvân’ın başka gazellerinde farklı söylemlerle de beyan olunan şu beyitlerde zikredilir: ‘İlim ‘ilim bilmekdür ‘ilim kendin bilmekdür Sen kendüni bilmezsin yâ niçe okumakdur Okumakdan ma’nî ne kişi Hakk’ı bilmekdür Çün okudun bilmezsin ha bir kurı emekdür (YE Div., G 91/1, 2) Gazelin yukarıda zikredilen beyitleri ilk okuyuşta “Nefsini bilen Rabbini bilir” manasındaki “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” (el-Aclunî, Keşfu'l-Hafâ, 2, 262; Elmalı'lı, Hak Dini Kur'an Dili, 8, 5817, Sadeleştirme, 9, 205) sözünü hatırlatır. (Bu söz, bazı kaynaklarda hadîs olarak zikredilir. Ancak, önemli hadîs kitaplarında zikredilmeyişi onun büyüklerin sözü (kelâm-ı kibâr) olabileceği fikrini verir). Beyit, bu sözün manzum olarak sâde bir Türkçe ile söylenmiş hâli gibidir. Ancak, şâir hadîsi sadece meâlen ikitibâsla yetimmez, başka bir kaç beyitte de lâfzen zikreder: Men ‘arafe nefsehu dirsin illâ degülsin Melâikden yukarı seyrân arzû kılursın(YE Div., G 255/2) Men ‘arefe nefsehu fekad ‘arefe Rabbehu Bildüm bunı buldum anı inkâr iden gelsün berü (YE Div., G 287/5) 260 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Böylece, ilk beyitte söylenenler sözün diğer beyitte zikredilmesi ile de desteklenmiş olur. Her iki beyitte îmâ edilen düşünce ve söylenen sözlerden hareketle şunları söyleyebiliriz: Yûnus Emre’ye göre kişi okuyup tedris ederek önce ilmi öğrenmeli, öğrendiği ilmin yardımıyla nefsini bilmeli, nefsinden hareketle de Rabbini bilmelidir. Şâirin ikinci beytin ikinci mısra’ındaki söylemiyle “bunu (nefsini) bilip bunu (Rabbini) bulmalıdır”. Eğer okuma ve ilim tedrisi ne olduğunu öğretmiyorsa kişinin okuyup ilim öğrenmesi boş ve kuru bir emekle sınırlı kalır. Okuma ve ilim tedrisi kişiye kendini ve Rabbini tanımayı öğretirse o zaman amacına ulaşmış olur. Beyti, bilenler ile bilmeyenler arasındaki farka işaret eden “De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?(Zümer, 39/9)" âyeti ile ilişkilendirmek de mümkündür. Yûnus Emre, ilim okuyan kişinin kendisini bilmesi hususunda ısrarcıdır. Bu düşüncesini farklı gazellerin ‘İlm okımak bilmeklik kendözini bilmekdür Pes kendözün bilmezsen bir hayvândan betersin (YE Div., G 248/5) Bilimedün sen seni sadefde ne gevhersin Mısır'da sultân iken Ken'ân arzû kılursın (YE Div., G 287/5) Beyitleri ile başka beyitlerde de dile getirir. Ancak, Yûnus’un bu hususta neden ısrarcı olduğunu şu beyit çok açık bir şekilde ifade eder: Andan yigrek ne vardur kişi bile kendözin Kendözin bilen kişi kamulardan ol güzin (YE Div., G 247/1) Beyitteki ifadesiyle kişinin kendisini bilmesinden daha iyi ve güzel bir şey yoktur. Kendisini bilen kişi insanlarının seçkini, şâirin söylemiyle güzînidir. İnsan, yaratılış silsilesinin son halkası, Allah (c.c.)’ın yer, gök, bitkiler ve hayvanlardan sonra yarattığı en üstün, en şerefli varlıktır. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” manasındaki “ Lekad halaknel'insane fî ahseni takvîmin” (Tîn/4) âyeti de insanın güzel ve 261 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı özel yaratılışını açıkça belirtir. Allah (c.c.), “eşref-i mahlûkât” olarak nitelenen insanı yarattıktan sonra “Onu şekillendirdiğim ve ruhumdan üflediğim zaman, onun için secde edin!” manasındaki “Feizâ sevveytühû ve nefahtü fîhi min rûhî fekaû lehû sâcidîn. (Hicr, 15/29)” ve “Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî: Sonra (Allah), onu düzenledi ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü(Secde, 32/9)” âyetlerinde buyrulduğu üzere kendi rûhundan üflemiş ve canlı kılmıştır. Ona düşünebileceği bir akıl ve başkalarıyla görüşüp anlaşabileceği konuşma yeteneği bahşetmiştir. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran ve üstün kılan özellikleri konuşma yeteneği ve aklıdır. İnsan, önce aklıyla düşünüp muhâkeme ederse girişeceği işi en yararlı bir şekilde sonuçlandırabilir. Yapacağı işten kendisi ve çevresi için azamî derecede verim alabilir, kârlı çıkabilir, çevresine yararlı olabilir. Ancak, bunlardan önce insan aklı vasıtasıyla kendini tanımaya çalışmalıdır. Evrene ve çevresinde olup bitenlere bakıp düşünmeli, diğer yaratıklarla kendisi arasındaki farkı kavramalı, okuyup bilgi edinmeli, ne olduğunu, sorumluluklarının neler olduğunu öğrenmeli/kavramalı, bu öğrenme ya da kavrama ile hayatına yön vermelidir. Yahut yaşamını bu öğrenme ekseninde kurgulamalıdır. Bu öğrenmeyle nefsini tanıyan ve varoluş sebebinin bilincine varan insan sorumluluklarının gereğini yapmalı, Rabbine, çevresine, yaşadığı topluma ve diğer varlıklara karşı görevlerini yerine getirmelidir. Bu bağlamda, Allah (c.c.)’a karşı kulluk görevlerini aksatmamalı; nefsine, insanlara, hayvanlara ve bitkilere kötü muamele etmemeli; muhtaç durumda olanlara yardım etmeli, çevresini düzenleyip güzelleştirmeli, kendisi ve başkaları için dünyanın daha güzel ve rahat yaşanabilir bir ortama ve huzura kavuşmasına katkıda bulunmalıdır. Bütün bunları yapabilmek için de öncelikle okuyup bilgi edinmeli, ilim sahibi olmalıdır. Yûnus Emre’ye göre insan bilgi edinmeli, ama öğrendiği bilgiyle yetinmemelidir. Dîvânı’nın değişik yerlerinde atıfta bulunduğu his ve sezgiden yoksun bilgi, farklı ad ve sıfatlarla anılsa da okuma ve tedrîs ile öğrenilen kuru, ham bilgidir ve insanın dînîledünnî hususları kavramasında yetersizdir. Yûnus, okuma ve tedris ile öğrenilen bilginin, onu ruhuyla hissetmeyip ömrünü onun gerektirdiği şekilde yaşamayan kişiye bir yarar sağlamayacağı görüşündedir. Böyle davranan bir kişinin Ortağı Olmayan’dan (Lâşerîkden) okuyup ona ortak koşacağını, bire iki diyeceğini, doğru ve gerçeği bilmeyeceğini, Kur’ân’ı bırakıp başka kitapları kaynak 262 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması vereceğini, gönlünde Allah korkusu ve günahlarının bağışlanma ümidi olmayacağını söyler: Lâ-şerîkden okursın sonra şerîk katarsın Bire iki dimegi kimden fetvâ dutarsın Dîn ü îmân bünyâdı toġrulıkla gerçeklik Ol tamâm olmayıcak neyile dîn çatarsın Çün Kur‘ân gökden indi anı Allâh buyurdı Andan haber virsene hâ kitâbdan ötersin Okursın tasnîf kitâb niçe binâ vü i‘râb Havf ü recâ sende yok eyle ki bir Tatar'sın (YE Div., G 248/1-4) Okumak ve ilim tahsil etmek doğruyu yanlışı bilmeyi, yapılan hataları bir daha tekrarlamamayı, tekrar günah işlememeyi, geçmişte yapılan hatalardan ve yanlışlardan ibret almayı öğretmelidir. Kişi okuma ve ilim tahsili sonunda yine aynı hataları tekrarlıyor, benzer yanlışları yapıyor ve günâh işlemeye devam ediyorsa okuduğu kitapların ve öğrendiği ilmin kendisine bir yararı yoktur, ne işe yarayacağını bilmeden boşuna okumuştur (görmeden taş atmıştır): ‘İlm okımak ma‘nîsi ‘ibret anlamaġiçün Çün ‘ibretden degülsin görmedin taş atarsın (YE Div., G 248/6) Yûnus, başkalarına bilgi satmaya kalkışmak, bilgili geçinmek ve bilgiçlik taslamaya da karşıdır. Okuyup tedris etmekle öğrenilen bilgi ve ilmin yalnızca başkalarının hata ve yanlışlarını düzeltmek, onlara farklı konularda bilgi vermek, bazı husus ve konularda kural koymak, ama benzer husus ve konulardan kendini sorumlu tutmamak düşüncesiyle kullanılmasını doğru bulmaz. Kişi öğrendiği, inandığı ve savunduğu bilgi ile ilmin gereğini önce kendi yerine getirmeli, söylemi ile eylemi bir olmalıdır. Eğer bunu yaparsa inandığı bilgi ve ilmin gereğini yapıyor demektir. O zaman bilip inandıklarını başkalarına öğretmeye çalışması ve onlardan öğrettiklerinin gereği gibi davranmalarını beklemesi yadırganmaz. Aksi halde, anlattıklarını kendisi uygulamıyorsa inandırıcı olmaz. Eleştirilere maruz kalır, alaya alınıp gülünç duruma düşebilir. Daha da kötüsü, günaha girer: 263 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Halka fetvâ virürsin yâ sen niçün dutmazsın ‘İlmün var ‘amelün yok hâ günâha batarsın (YE Div., G 248/9) Yûnus “ilmün var amelün yok” derken başka bir hususa da değinmiş olur. Okımagıl ‘ilmün yüzin ilme ‘amel eyle güzin Aç gönülden bâtın gözin ‘âşık-ma'şûk hâline bak (YE Div., G 130/2) Beytinden de anlaşılacağı üzere örtülü biçimde ilm ile amel etme hadîsine atıfta bulunur, öğrendiği bilgiyi ve ilmi hayata uygulayan kişinin gerçek ilim sahibi olduğunu îmâ eder. Zîra hadîs de bu fikri doğrular niteliktedir: “Ali şöyle dedi: “Ey ilim sahipleri! İlminizle amel edin, hakikaten ilim ehli sadece ilmiyle amel edendir.” (İmam Ebu Bekr Ahmed b. Ali b.Sabit el-Hatibu’l-Bağdâdî, 2010: s. 8/ Mevkuf, Munkati). Yûnus Emre’deki ilim ve bilgi ile ilgili algılardan biri de hayat tecrübesiyle edinilen bilgidir. İnsan, hayatı boyunca karşılaştığı ya da yaşadığı olaylar ve bu olayların sonuçlarından çıkardığı verilerle bazı konular/hususlar hakkında bilgi sahibi olabilir. Ya da karşılaştığı bazı durum ya da olaylar hakkında daha öncegörüp tanık olduğu veya öğrendiği şeylerle kıyaslama yaparak bir hükme varabilir. Kışı takiben bahar ve ardından yazın gelişini anlatan beyitler, Yûnus Emre’nin hayat tecrübesi ile edindiği bilgilerle yazılmıştır denilebilir: Yine bu bâd-ı nev-bahâr hoş nev‘ ile esdi yine Yine kışun sovukluġı fuzûllıġın kesdi yine Yine rahmeti bî-kıyâs yine ‘işret oldı dem-sâz Yine geldi bu yini yaz kutlu kadem basdı yine Yine yini hazîneden yini hil‘at giydi cihân Yine virildi yini cân ot u aġaç sesdi yine Ölmiş idi ot u şecer dirilüben girü biter Müşriklere nükte yiter var eyledi nesli yine (YE Div., G 312/1-4) 264 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İnsanların zevk, eğilim ve yönelimlerinden bahseden aşağıdaki beytin de Yûnus’un hayat tecrübesi ile edindiği bilgilerle yazıldığı söylenebilir: Kimi ‘avret oġlan sever kimi mülk-hânumân sever Kim ser-mâye dükkân sever bu dünye hâlden hâledür (YE Div., G 59/3) Dîvânı’ndan edindiğimiz bilgilerle diyebiliriz ki Yûnus Emre nazarında en makbûl bilgi, sezgi yoluyla ulaşılan/erişilen bilgidir. “Sûfîler, sülûk ile ve yaşanarak öğrenilen bu bilgilerin aynı konularda aklî istidlâl ve kıyaslarla yahut belli metinleri okumakla elde edilen bilgilerden daha üstün olduğuna inanırlar.” (Süleyman Uludağ, 2003: s. 55) cümlesinde de belirtildiği üzere sezgi ile erişilen bilgi okuma ve tedris sonucu öğrenilen bilgiyle mukâyese bile edilemez. Bir başka deyişle, sezgi ile erişilen bilginin yanında okuma ve tedrisle öğrenilen bilginin bir önemi yoktur. Sezgiyle erişilen bilgiye ulaşmanın yolu ise aşktan geçer. Öğrenilen hikmet bile olsa, akla istinat ettiği ve aşkla yoğrulmadığı müddetçe makbul sayılmaz. ‘İlm-i hikmet okıyanlar ‘ışkdan fakîr durur bunlar Mansûr oldum asun beni hep dillerde söyleneyin (YE Div., G 268/8) Hikmet, sözlükte “1. İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor) 2. Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gâye. 3. Ahlâka ve hakikata faydalı kısa söz. 4. Sır. 5. Bilinmeyen nokta. İlim, adâlet ve hilimin birleşmesinden doğan değerli sıfat. 6. Kuvve-i akliyenin vasat mertebesidir. Hakkı hak bilip imtisal etmek, batılı batıl bilip içtinab etmektir. 7. Allah'a itaat, fıkıh ve sâlih amel. 8. Akıl, söz ve hareketteki uygunluk. 9. Hak emre uymak. 10. Allah'ın yarattıklarında tefekkür. (Bak: felsefe)” (www.osmanlicaturkce.com) manalarına gelen çok anlamlı ve çok amaçlı bir sözcüktür. Kelimenin geçmişten günümüze süregelen kulanımında hekimlik (tıp), felsefe, mantık, içinde gizli, sırlı ve keşfedilmesi gerekli mana/manalar barındıran söz, çoğunlukla atıf yapılan anlamlarıdır.” Yûnus Emre de yukarıdaki beyitte kelimenin kitâbî bilgilere dayalı hekimlik (tıp), felsefe ve mantık manalarına atıfta bulunmuş olmalıdır. Nitekim, 265 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bir dem cehâletde kalur hîç nesneyi bilmez olur Bir dem talar hikmetlere Câlinûs u Lokmân olur (YE Div., G 49/5) beytinde Eski Yunan hekimi Câlinûs (Galen) ile adı Kur’ân’da da zikredilen Lokmân’ı hikmet ile birlikte anması, hikmetin akla ve fikre dayalı bilgilere istinat eden hekimlik (tıp), felsefe ve mantık bilimine atıfta bulunduğu izlenimi veriyor. Oysa Yûnus nazarında aşkla beslenmeyen ve sezgiyle desteklenmeyen ilmin hikmet bile olsa kitâbî olduğu için fazla ehemmiyeti yoktur. İlim hod göz hicâbıdur dünyâ âhret hisâbıdur Kitâb hod ‘ışk kitâbıdur bu okunan varak nedür (YE Div., G 37/4) beytinde ilmi göz perdesi ya da örtüsü ile dünyâ-âhiret hesâbı olarak nitelemesi de düşüncemizi destekler mâhiyetttedir. Büyük bir olasılıkla hikmeti aklî, fikrî ve zihnî bir ilim olması hasebiyle yetersiz bir ilim olarak gören Yûnus Emre sanki aşk olmadan meşk olmaz der gibidir. Akabinde de “aşkın kendisi kitaptır, (öyleyse) okunan bu yaprağa ne gerek var” diyerek aşkın yaşanan bir hâl olduğunu ve aşk varken kitaptan bilgi öğrenmenin yararsız ve gereksiz olduğunu îmâ ediyor. Yûnus nazarında gerçek ilim ve bilgiye erişme yolunun aşktan geçmesi gibi ibâdet de aşkla yapılmalıdır. İsteksiz yapılan işin hayra vesile olmaması gibi aşktan yoksun ilim, amel, dindarlık ve ibâdet de helâl sayılmaz: Miskîn Yûnus zehr-i kâtil ‘ışk elinden tiryâk olur. İlm ü ‘amel zühd ü tâ'at pes ‘ışksuz helâl olmaya (YE Div., G 5/7) Denilebilir ki Yûnus için makbûl tek ilim yolu aşktan geçen, aşk ve cezbe ile erişilen, ma‘rifet ve irfân olarak adlandırılan bilgi ve ilimdir. Bu bağlamdaaşk ve sezgiyle erişilen bilgi için ma‘rifet, bu bilgilerin tümü, ilmi için de irfân demek yanlış olmaz. Halk arasında kullanılan “ilim rfân sahibi” ifadesi de muhtemelen sezgi ve tecrübe yoluyla erişilmiş bilgilere, ilme sâhip kişileri kasdetmek için söylenmiş olmalıdır. Yûnus’un, hâlini anlatmak için irfân sâhibi kişi 266 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması istemesi de, irfân sâhibi kişiyi hâl ehli görüp ona yüce bir değer verdiğinin, onu kendisiyle hem-hâl bulduğunun bir göstergesidir: Yûnus Emrem kimseler hîç bilmedi hâlüm benüm Hâlümi ‘arz itmege bir merd-i ‘irfân isterem (YE Div., 228/6) Bu bilgiye okuyup tedris etmekle erişilmez. Yûnus’un Medreseler müderrisi okumadılar bu dersi Şöyle kaldılar ‘âciz bilmediler ne bâb durur (YE Div., G 47/4) beytinde belirttiği üzere ilim öğreten medrese müderrisleri bile bu dersi okumayıp zâhirde kalmış, öze inemeyip batına nüfûz edememişlerdir. Aslında, beyitte bir gerçeğe vurgu yapılmıştır: Bu ders medresede okutulmaz. Medreselerde genellikle zâhirî ve tâbiî bilimler okutulur. Medreselerde okutulan genellikle deney ve gözleme dayalı, kitâbî bilimlerdir. Oysa aşk medresede okutulan bir ders değil, kişinin içinde bulunduğu durumu ifade eden rûh hâlidir. Bu hâlin, yani aşkın belirli bir kitâbı yoktur. Sırrı açık olarak bilmek isteyen kişi aşktan bir varak okumalı, zâhirî ilmi bir yana bırakıp güzünü ilm için harcamalıdır. Gönül gözünü açıp âşık ile ma‘şûk hâline bakmalı, hâli kâlden seçmeli ve ikilikten geçip Hak’tan yana uçmalıdır. Sıfatlarını bilip Hakk’a itaat etmeli, ma‘rifet sâhibi olup aşktan bir varak okumalıdır. İyi-kötü nam ve özel-genel ayrımı yapmamalı, nazarında ak ile kara bir olmalıdır: İy çok kitâblar okıyan sen kim dutarsın bana dak Tâ bilesin sırrı ‘ıyân gel ‘ışkdan okı bir varak Okımagıl ‘ilmün yüzin ilme ‘amel eyle güzin Aç gönülden bâtın gözin ‘âşık-ma'şûk hâline bak Gör ma'şûkun ne işdedür ‘âşık dahı ol işdedür İkisi bir sır işdedür iki sanup kalma ırak İkilikden geçemedün hâli kâlden seçemedün Hak'dan yana uçamadun fakîlık oldı sana fak 267 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ger sen sana geldünise sıfat nedür bildünise Hakk'a mutî' oldunısa ne kim dirisen bana hak Bilmeyesin bed-nâm u nâm bir ola sana hâs u ‘âm Bildünise ‘ilmi tamâm gel imdi okı bir varak Yirde vü gökde ‘ışkıla ‘ışkdan gelür her söz dile Bî-çâre Yûnus ne bile ne kara okıdı ne ak (YE Div., G 130/1-9) Âşık aşk kitâbını bazen sevgilinin yanağının ve dudağının gubârî ve reyhânî hattında, bazen sevgilinin selvi boyunun Elif’inde, bazen de çörekotunu çağrıştıran ve süveydâya ilhâm veren beninin sevdâsında görüp okur. Ben bu ‘ışk kitâbını okıdum tahsîl kıldum Hâcet degüldür bana aġa kara yazaram (YE Div., G 171/2) Aşk, geçmiş yüzyılların sivil toplum kuruluşlarından olan ve dînî-tasavvufî eğitim veren tekkelerde öğretilen/öğrenilen bir hâl ya da hâlettir. Yûnus’un deyimiyle aşk bir acayip hâldir. Âlimler bilgiçlik davası güder, ama ilim hikmet ile bu sırra eremezler. Bu sır ilme, kitaba sığmaz; âlem ilmini okuyan bu yolda âciz kalır, aşka el süremez. Değme göz bu hâli göremez, bu aşkı talep edene ola ki Allah nasip ede. Ecelsiz ölen ve candan geçen aşkın sırrını görür. Can derdine düşen bu sırrın sofrasına eremez: Bu bir ‘acâyib hâldür bu hâle kimse irmez ‘Âlimler da'vî kılur velî degme göz görmez ‘İlmile hikmetile kimse irmez bu sırra Bu bir ‘acâyib sırdur ‘ilme kitâba sıġmaz ‘Âlem ‘ilmin okıyan dört mezheb sırrın tuyan ‘Âciz kaldı bu yolda bu ‘ışka el uramaz Bu ‘ışkun sırrı ‘aceb bu ‘ışkı eyle taleb Meger ki vire Çalab anı degme göz görmez 268 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Anı ol kişi görür kim ecelsüzin ölür Bu nasîbi ol alur anlar ki câna kalmaz Her kim kaldı cânına irmeyiser hânına Vardı düşdi haşırda dahı bir câna kalmaz Hadîs'dür Mustafâ'dan ‘ışkıla ikrâr didi Binde bir ‘ârif bunı bakup okıyubilmez Yûnus cânunı berk it bildüklerüni terk it Fenâ olmayan sûret şâhına vâsıl olmaz (YE Div.; 2006: G 110) Aşkta gönül, bir mürşidin rehberliğinde mecâzî bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk meşakkatli, çileli, sıkıntılı ama umutlu ve sonu mutlu bitecek bir yolculuktur. Rûhun Elest Bezm’inde cezbesine kapılıp bir daha etkisinden kurtulamadığı, makamı ulu, merâmı âlî ve eyyâmı ezelî bir hâletdir: ‘Işk makâmı ‘âlîdür ‘ışk kadîm ezelidür ‘Işk sözini söyleyen cümle kudret dilidür (YE Div., G 25/1) Aşkın mekânı gönüldür. Bir başka ifâde ile aşk gönülde tecellî eder, gönül de aşk işini çok iyi bilen aşk ustasıdır: Resm-i ‘aşk-ı ‘âşıkı itmekde mâhirdür göñül Dâ’ima derd ü belâ çekmekde kâdirdür göñül (Tarlan, 1992: 200) Akıl şerât kuralları çerçevesinde dînî vecibeleri yerine getirmeğe çalışır. Anlama ve algılamada ise kıyaslama ve sorgulama yöntemini esas alır. Ancak, akıl âlemi, âlemin görünmeyen yüzünü ve varoluşun/yaratılışın sebebini algılamada yetersiz kalır. Aşkı bilmez ve tanımaz, aşkta devre dışı kalır. Aklın algılamadaki/anlamadaki acizliği ve yetersizliği nedeniyle gönül devreye girip amaca aşkla ulaşmaya çalışır. Bunun bilincinde olan Yûnus Emre de Şerî‘at-Tarîkat yoldur varana Hakîkat-Ma‘rifet andan içerü (YE Div., G 290/8) 269 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı diyerek şerîat ve tarîkatın birer yol olduğunu söyler. İkinci mısrada ise hakîkat ve ma‘rifetin bu ikisinden içeride olduğunu vurgular. Bu söylemiyle amaca ulaşmak isteyenler için şerîatın da tarîkatın da yol olduğunu, ancak hakîkat ve ma‘rifetin her ikisinden de hem mesâfe hem de mertebe bakımından içeride ve ileride olduğunu belirtir. Aşağıdaki beyit, Yûnus’un dilinden şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma’rifet sıralamasını daha açık bir şekilde beyan eder: Evvel kapu şerî‘at geçse andan tarîkat Gönül evi ma‘rifet ‘ışk hakîkat içinde (YE Div., G 295/5) Beyte göre kapı diye nitelenen ilk basamak olan şerî‘at“1. doğru yol. 2. Allah’ın emri. 3. âyet, hadîs ve icmâ-i ümmet esaslarına dayanan dîn kâideleri”(Devellioğlu, 2004: 994)manalarına gelen dînî bir terimdir. Kur’ân, hadîs, dînî kâide ve vecîbelerin okunması ile öğrenilebilcek bir ilim olup Allah’ın emir ve yasaklarını kavratmayı esas alır: Evvel kapu şerî‘at emr ü nehyi bildürür Yuya günâhlarunı her bir Kur'ân hecesi (YE Div., G 351/3) Tasavvufta şerî‘at akıl temsilcisi zâhidin, ondan sonraki basamak tarîkat ise gönül temsilcisi âşıkın yoludur. Kendisine iyi bir gelecek hazırlama vecennete girme arzusunda olan zâhid ve diğer akıl taraftarı tiplerin aksine âşık için eşyanın sırrına vâkıf olma ve Mutlak Varlık’a erme yolu tarîkatten, tarîkat vesilesiyle tanış olacağı aşktan geçer. Yûnus’un, bir önceki beyittegönül evi ma‘rifet ‘ışk hakîkat içinde derken tarîkat eğitimi ve aşk vasıtasıyla kişinin ma‘rifet sâhibi olup hakîkate erişeceğini îmâ ettiği seziliyor. Yûnus’un bu terimleri açıklayışı da sezgimizle örtüşür mahiyettedir. Bu bağlamda, şerî‘at ilmin evvelidir. Yûnus’un deyimiyle sûretidir. Şerî‘at şîrîn olur işidene hoş gelür Ne kim dilerse kılur ol şerî‘at içinde (YE Div., G 295/6) 270 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Şerî'at sûret evi tâ‘ate girer kavî ‘Âleme çıkdı çavı ‘ubûdiyyet içinde (YE Div., G 295/10) Kişi okuyup âyet, hadîs ve dinî kâ’ideleri öğrenmeli, Allah’ın emir ve yasaklarını bilmeli ve kulluk görevlerini aksatmadan yerine getirmelidir. Gece gündüz ibâdetle meşgul olmalıdır: Her kim şerî‘at bile hem okıya hem kıla Ol gerek kim er ola dün-gün tâ‘at içinde (YE Div., G 295/13) Ancak, bununla yetinmemeli, sûrette kalmayıp öze inmeli ve maddenin iç yüzünü de merak ederek eşyanın doğası hakkında bilgi sâhibi olmalıdır. Kişi, ilmin aslı olan bâtın faslına ise tarîkat eğitimi ile erişebilir. İkincisi tarîkat kulluġa bil baġlaya Yolı toġrı varanı yarlıġaya hocası (YE Div., G 351/4) Kaynak eserlerden edindiğimiz bilgiler ışığında bu eğitim câmilerde, yapısal/kurumsal olarak örgütlenen tarîkatlerin tekke, dergâh, hân-kâh ve zâviye adlarıyla anılan birimlerinde, yapısal/kurumsal olarak örgütlenmeyen tarîkatlerde ise illegal olarak düzenlenen meclis ve toplantılarda ders, sohbet, vaaz, zikir, âyîn v.d. farklı yöntemlerle verilirdi. “Selçuklu ülkesinde sade insan, dinî konulardaki bilgilerini, sonradan Osmanlı döneminde de devam edeceği gibi, camilerdeki dersler ve vaazlarla artırıyorlardı. Bu hususta hangah ve tekkeler de sade halk için önemli bir kültür menbaı sayılabilir. Temel bir dinî eğitim almasa bile, böylesine dersler kendisini yetiştirmeye kararlı kimseler için yeterli sayılabilir”(Tuncer Baykara, 2012: 33, 34)cümlelerinde eğitim kurumları ile câmi ve tekkelerde verildiği belirtilen dinî eğitime, kapsamını biraz daha genişleterek tasavvufî eğitimi de eklemenin yanlış olmayacağı kanaatindeyiz. Yûnus Emre’ye göre tarîkat, işi cân ile olan cân yoldaşıdır: Tarîkat cân yoldaşı cân ile olur işi Tarîka giren kişi dün-gün ‘ibret içinde 271 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (...) Tarîkat câna gelür tâ‘atına cân kılur Girmeyen ziyân kılur iş bu devlet içinde (YE Div.,G 295/7, 11) Tarîkata giren kişi dünya malı ve sevdasını terk edip bu yola can vermelidir. Yolun gereğini yerine getirmez, doğru durmayıp yola can vermezse sohbetten nasiplenemez. Tarikat, bıkmış ve bezmiş kişinin yolu değildir, Hak onu kabul etmez. Eğer denize girip dalmaz ve seyrini bilmezse bunun bir değeri yoktur: Her kim tarîka gire gerek mâl terkin ura Yola toġrı cân vire bu tarîkat içinde Ger toġrı turmazısa mâl terkin urmazısa Yola cân virmezise tuymaz sohbet içinde Tarîkat anun degül ol kılmış yolın melûl Hak kılmaz anı kabûl bulmaz rahmet içinde Ger bahrî olmazısa denize dalmazısa Seyrânun bilmezise yokdur kıymet içinde (YE Div., 16-19) Tarîktten sonra üçüncü kapı ma‘rifettir. Ma‘rifet ilmî ve tasavvufî terim olup Klasik Edebiyatta daha ziyâde tasavvufî manalarıyla söz konusu edilir. Gönlün tarîkat eğitimi ve aşk ile eriştiği ilâhî bilgi olarak tanımlanır. Üçüncisi ma‘rifet cân gönül gözin açar Bak ma‘nî sarâyına ‘Arş'a degin yücesi (YE Div., G 351/4) Sözlükte “1. Herkesin yapamadığı ustalık; her şeyde görülmeyen husûsiyet, ustalıkla yapılmış olan şey. (...). 2. bilme, biliş. 3. hoşa gitmeyen hareket. 4. Vasıta aracı, ikinci el.”(Devellioğlu, 2004: 581)manalarına gelen ve tasavvufî manada “Allah ve O’nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında manevî tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi anlamında bir tasavvuf terimi”(Süleyman Uludağ, 2003: s. 55) olarak tanımlanan ma‘rifet, bazan ilim anlamında 272 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kullanılsa da ilim ile arasında ayrıntı sayılabilecek farkları da karşılar. “İlim tümel ve genel nitelikteki bilgileri, mârifet tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. İlmin karşıtı cehil, mârifetin karşıtı inkârdır. Bu sebeple ilim kelimesi her zaman mârifetin yerini tutmaz. İlk dönemlerden itibaren sûfîler, sûfî olmayan âlimlerin ulaştıkları bilgilerden farklı ve kendine has bir bilgiye sahip olduklarına inanmışlar, bu bilgiyi mârifet, irfan, yakîn gibi yine kendilerine has terimlerle ifade edip bunun için bazan ilim kelimesini de kullanmışlardır. Ancak, ilim terimini mârifet anlamında kullandıklarında bunu tasavvufî terminolojiye ait bazı sıfatlarla niteleyerek “ledün ilmi, batın ilmi, esrar ilmi, hâl ilmi, makam ilmi, fenâ-bekâ ilmi, mükâşefe ve müşâhede ilmi”gibi tabirler oluşturmuşlar, bu tabirlerle mârifet dedikleri ilâhî esrar ve hakîkatlere, nefsin niteliklerine, varlıkların durumuna ve gayb niteliğindeki bazı hususlara ilişkin bilgiyi kasdetmişlerdir. Mârifetin mukaddimesinin ilim, ilimsiz mârifetin muhal, mârifetsiz ilmin vebâl olduğuna inanan sûfîler, mârifetin ledünnî bir ilim sayıldığı görüşündedirler.”(Süleyman Uludağ, 2003: s. 55). Bu cümlelerde ma‘rifet karşılığı olarak kullanıldığı belirtilen terimlerden “ledün ilmi (ilm-i ledün)” tabirini şu beyitte görmek mümkündür. Şâir, akabinde seyr ü sülûk ifadesini de zikrederek ledün ilmine okuma ve tedris ile değil tarîkat eğitiminde öğrenilen bilgiler ışığında sezgi yoluyla eriştiğini îmâ eder gibidir: Levh ü kalemde yazılan tertîb-i tevhîd okuram İlm-i ledün seyr ü sülûk güftâr iden gelsün berü (YE Div., G 287/3) Sa'd benem sa'îd benem Yûnus dahı benümledür İlm-i ledündür üstâdum ol esrârı tuyan benem (YE Div., G 187/13) Ma‘rifet gönül ile dün ü gün zârı-y-ıla Söylesem gelmez dile sırr-ı sıfat içinde Ma'rifet gönül şehri makâmun bulur fakrı Bahrî gerekdür bahrî bu ma‘rifet içinde Ma'rifet andan ırak anun degüldür durak İşi olsa da yavlak anun bu ad içinde (YE Div., G 295/8, 20, 21) 273 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Mârifet Allah, insan ve âlemle ilgili kapsamlı bir bilgi olmakla beraber tasavvufta esas olan “mârifetullah” denen özel bilgidir. Âlem ve nefis hakkındaki mârifet ise Allah’ı tanımanın aracı olması bakımından değerlidir. Bu sebeple mârifetullah “Allah’ın zâtı, sıfatları, filleri ve isimleri hakkındaki bilgi” şeklinde tanımlanmıştır. Fakat Allah’ı bu şekilde tanımak da insanın kendini tanımasına (ma‘rifetü’n-nefs)bağlıdır. Nefsini bilen kimsenin rabbini bileceğini belirten hadîs de (Süyûtî, el-Hâvî, II, 451-455; ed-Dürerü’l-münteşire, s. 185) bunu anlatmaktadır. (...) İnsanın nefsini bilmesi rabbini bilmesinin başlangıcı, rabbini bilmesi nefisini bilmesinin neticesidir; yani, insan nefsinin sıflatlarında ârif olmadıkça rabbinin sıfatlarını idrak edemez.”(Süleyman Uludağ, 2003: s. 55). Ma‘rifetullâha eren âşık için artık gören gönül gözü; işiten, gören, gösteren, söyleyen ve söyleten ise O, Allah (c.c.)’tır: Yûnus imdi sen Hakk'a ir dün ü gün gönlün Hakk'a vir Gönül gözi görmeyince bu baş gözi görmeyiser (YE Div., G 24/5) Dinleyen ol işiden ol gören ol gösteren ol Her sözi söyleyen ol sûret cân menzilidür (YE Div., G 25/2) Dördüncü kapı hakîkat olup Yûnus Emre’nin söylemiyle dört kapı içerisinde en yücesidir: Dördüncüsi hakîkat ere eksük bakmaya Bayram ola gündüzi Kadîr ola gicesi Bu şerî‘at güç olur tarîkat yokuş olur Ma‘rifet sarplık durur hakîkatdür yücesi (YE Div., G 351/6, 7) Hakîkat sözlükte “1. bir şeyin aslı ve esâsı, mâhiyeti. 2. Gerçek, doğru, gerçekten, doğrusu. 3. sadâkat, doğruluk, bağlılık, kadirbilirlik. 4. s. mecâz karşılığı, esâs olarak kullanılan [kelime]. 5. ed. bir kelime neyi anlatmak için konulmuşsa, bu kelimenin o mânâda kullanılması...”(Devellioğlu, 2004: 313) manalarına gelen bir sözcüktür. Tasavvufî manada ise hakîkat “zâhirin ardındaki örtülü ve gizli mâna, dinî hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilâhî sırlara 274 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması âşinâ olunması” gibi anlamlar ifade eder. İlk sûfîler hakîkat terimini daha çok “ilâhî gerçeklere ve sırlara âşinâ olmak, Hakk’ın tecellîlerini temaşa etmek” anlamında kullanmışlardır.”(Mehmet Demirci, 1997: 178). Yûnus Emre’ye göre hakîkate eren ve hakîkati bulanların canları mahabbet içindedir. Bir başka deyişle, hakîkati gören Allah sevgisi ile donanmış ve muhabbetullâha ermiştir. Hakîkate eren kişi kahır ve lutfa bir gözle bakmalıdır: Hakîkat ‘ışkdur ‘ıyân görsün ol şebih beyân Hakîkat donın geyen aġır hil'at içinde Hakîkate irenler hakîkati bulanlar Ne bahtludur cânları hep mahabbet içinde Her kim hakîkat süre kahrı lutfı bir göre İş aça togrı dura bu hakîkat içinde Ger togrı turmazısa yolına irmezise Kahrı hoş görmezise adı yok ad içinde Anun degül hakîkat ol devlet ol nasîhat Evvel âhir ‘âkıbet bulınca mât içinde (YE Div., G 295/9, 12, 22-24) Mutlak Varlık’a ulaşma amacına yönelik bu yolculukta gönül sürekli değişim yaşar ve hâlden hâle girer. Aşkta gönlün geçici olan hâlleri ve makâmları vardır. Hâller daha kısa süreli durumlar iken makâmlar hallere göre uzun sayılabilecek bir zaman dilimini kapsar. “Sufiler hâl ile makam arasındaki farkları tespit ederken hâllerin geçici, şimşek gibi parlayıp sönen, makamların ise kısmen sürekli olduğunu söylerler” (Mustafa kara, 2012: 273) cümlesi de makamın hâle göre daha uzun bir zaman dilimini kapsadığını doğrular niteliktedir. Gönül, çıktığı bu mecâzî yolculukta maddenin özünü anlamaya, yaratılışın sırrını ve amacını öğrenmeğe odaklanır. İlâhî cezbeye kapılıp aşka düşmüş gönül yolculuk esnasında bazen gördükle--ri karşısında büyülenip hayran olur, bazen mutlu, bazen de giryan olur (ağlar): Hak bir gönül virdi bana hâ dimedin hayrân olur Bir dem gelür şâdî olur bir dem gelür giryân olur (YE Div., G 49/1) 275 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Başlangıçta çiğ ve yanmamış olan sâlik yolculuğun seyri içerisinde yanar, pişer ve olgunlaşır. Mevlânâ’nın deyimiyle “hamdım, yandım, piştim” demek ister: Tapdug'un tapusında kul olduk kapusında Yûnus miskîn çigidük bişdük el-hamdüli'llâh (YE Div., G 292/8) Bu yolculuğun ileri merhalesinde mürşidin himmeti, âşığın gayreti ve sabrı, Allah (c.c.)’ın inâyeti ile gönül gözü açılır ve âşık ilâhî sırlara vâkıf olmaya başlar. Mürşidin nazarı ve himmeti Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı Anun görklü nazarı gönlümüz aynâsıdur (YE Div., G 64/4) Geyiklü Baba bize bir kez nazar kılaldan Hâsıl oldı Yûnus'a her ne ki vâyesidür (YE Div., G 29/10) Tapduk eydür bu Yûnus'a bu ‘ışk Hakk'a irse gerek Kamulardan ol yücedür ben ana niçe ireyin (YE Div., G 266/6) Beyitlerinde belirtildiği üzere âşığa çıktığı yolculukta teşvîk vesilesi olursa, âşık yılmadan ve yorulmadan azmettiği bu yolculukta başarılı olup amacına ulaşır. Dîvân’ındaki okumak, öğrenmek, bilgi edinmek, bilmek, ilim öğrenmek ve ilim sâhibi olmakla ilgili çok söz eden ve bu konularda bilgil veren Yûnus Emre’nin ümmîliği üzerinde çok düşünülmesi ve görüş alış-verişinde bulunulup muhâkeme edilmesi gereken bir husustur. Şimdiye kadar hayatı, eserleri ve edebî kişiliği üzerine çok yazılması ve konuşulmasına rağmen bu konuda yeterli seviyede fikir beyan edildiği söylenemez. Dîvân’ının Ol dost bana ümmî dimiş hem adumı Yûnus komış Dilüm şeker gevdem kamış bu söyleyen nemdür benüm Ümmî benem Yûnus benem dokuz atam dörtdür anam ‘Işk odına düşüp yanam sûk u bâzâr nemdür benüm (YE Div., G 170/6, 7) 276 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Şeklindeki beyitlerinde ümmî olduğunu söyleyen Yûnus Emre, ilkinde bu sıfatın dost tarafından kendisine verildiğini söyler. İkinci beyitte ise “ümmî benem” diyerek bu sıfatı sahiplenmiş gibi gözükür. Ümmî, sözlükte “anasından nasıl doğmuş ise öyle kalıp okuma yazma öğrenmemiş [kimse] (Devellioğlu, 2004:1128) manasına gelen bir sıfat olarak tanımlanır. Sözcüğü bu anlamıyla algılarsak Yûnus Emre’yi ümmî olarak kabul etmek yanlış, hatta imkânsız olur. Hayat hikâyesinden öğrendiğimiz kadarıyla Önce Hacı Bektâşî Velî’den, onun yönlendirmesi ile de halifesi Tapduk Emre’den irşâd talebinde bulunan ve kendi ifadesiyle Tapduğ’un tapusunda uzun yıllar kul olan Yûnus Emre, okul eğitimi görmese bile Tapduk Emre’nin şeyh olduğu tekkede dînî-tasavvufî eğitim görmüştür. Dîvân’ından anladığımız kadarıyla da tekke eğitimi sonucu dînî-tasavvûfî konularda yeterli, hatta ileri düzeyde bilgili konuma gelmiştir. Üstelik tekke eğitiminde öğrendiği bilgiler kendi görüşüne göre aşkla yğrulmuştur ve bilgilerin hasıdır. Dîvân’ında dînî-tasavvufî konularda okuyucu bilgilendirme endişesi de güden Yûn’us Emre’nin kendini ümmî olarak nitelemesi kanaatimizce dervîş kişiliğinin ve bu kişiliğin kendisine bahşettiği mütevâzi ve hoşgörülü tavrının bir ürünü olmalıdır. Bu sıfatı kendisine yakıştırmasının diğer bir sebebi deol dost nitelemesiyle varlığına îmâ yolllu atıfta bulunduğu rabbi, Yüce Allah (c.c.) karşısında kendini bir kul, bilgisini de hiç ve önemsiz olarak görmesi olabilir. Şâirin bu sıfatı kendisine yakıştırmadan önce ilk beyitte Ol dost bana ümmî dimiş hem adumı Yûnus komış demesi ve akabinde söylediği beyitte, Ümmî benem Yûnus benem dokuz atam dörtdür anam diyerek Dost’un kendisine reva gördüğü sıfat ve adı kabullenmesi düşüncemizi doğrular mahiyettedir. Yine de, bu konunun araştırılmaya muhtaç olduğunu belirtmek gerekir. Dîvân’ındaki ilim, bilgi, okumak, öğrenmek, bilgi edinmek ve bilmekile ilgili beyitlerden edindiğimiz bilgiler ışığında Yûnus Emre’nin ilim ve bilgi hakkındaki görüşlerini bir kaç maddede özetleyebiliriz: Yûnus Emre’de ilim ve bilgi ile ilgili farklı algılar vardır. Benzer biçimde, bilgi ve ilim edinmenin de farklı yol ve yöntemleri vardır. Yûnus Emre’ye göre İlim insana nefsini ve rabbini bilmeyi öğretmelidir. Aksi halde, bilgi edinme ve ilim öğrenmeğe hasredilen zaman ve harcanan emek boşa gitmiş sayılır. Yûnus Emre’nin bilgi ve ilim algısında hikmetin önemi büyüktür. Hikmetin, 277 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı önemli kolu aşkla erişilen ve ilâhî özellik arz eden faslıdır, akla dayalı felsefe, tıp ve mantık gibi dalları aşktan yoksun olduğu için fazla bir önem arz etmez. Hakîkî ilmeulaşma hususunda ise dört kapı vardır: Şerî‘at, tarîkat, ma‘rifet ve hakîkat. İlk kapı şer‘iât, ikincisi tarîkattir. Kişi Allah’ın emir ve yasaklarını öğrenmek için şerî‘at kurallarını öğrenmeli, ancak şerî‘atla yetinmeyip tarîkat kapısından içeri girmelidir. Aşkı tanımanın, aşk vasıtasıyla Allah’ın zât ve sıfatlarını öğrenmenin ve bu hususta bilgi (ma‘rifet) sahibi olmanın yolu tarîkatten geçer. Kişi ma‘rifet vasıtasıyla hakîkate erişir, Allah’ın zât ve sıfatlarını müşâhede eder. Kaynaklar: Baykara, Tuncer; “Sufi ve Çevre: Yunus Emre Anadolu’sunda Siyasal ve Toplumsal Ortam”, Yûnus Emre, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 2012, s. 33, 34. Demirci, Mehmet; “Hakîkat”, DİA, TDV Yay., C 15, İstanbul 1997. Devellioğlu, Ferit, osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Ktb., 21. Bsk., Ankara 2004. el-Aclūní, İsmā‘íl b. Muhammed; Keşfü’l-Hafā ve Muzílu’l-ilbās ‘amme’ş-tehere mine’l-ehādísi ‘alā elsineti’n-nās, II, 3. bs., Beyrut 1351h. Hayâlî Divanı; Haz. Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Akçağ Yay., Ankara 1992. İmam Ebu Bekr Ahmed b. Ali b.Sabit el-Hatibu’l-Bağdadi; İlim Amel Etmeyi Gerektirir, H. 463, Tashih ve Tahric: İmam Muhammed Nasiruddin el-Elbani, Terc.: Ebu Rumeysa, Ankara 2010. Kara, Mustafa; “Yunus Emre’nin Tasavvufî Kavramlar Dünyası”, Yûnus Emre, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 2012, s. 273. Kartal, Ahmet; “13. Yüzyıl Anadolu’sunda Toplumsal Bilimler”, Yûnus Emre, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 2012, s. 58-60. Kartal, Ahmet; “13. Yüzyıl Anadolu’sunda Müspet Bilimler”, Yûnus Emre, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 2012, s. 4758. Uludağ, Süleyman; “Ma‘rifet”, DİA, TDV Yay., C 28, Ankara 2003. (www.osmanlicaturkce.com) 278 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Yazır, Elmalılı M. Hamdi; Hak Dini Kur'an Dili, Sadeleştirenler: Doç. Dr. İsmail Karaçam, Yrd. Doç. Dr. Emin Işık, Dr. Nusrettin Bolelli, Abdullah Yücel, Azim Yay., C. 9, İstanbul 1992. Yûnus Emre Külliyâtı II, Yûnus Emre Divanı-Tenkitli Metin; Haz.: Dr. Mustafa Tatçı, H Yay., Ankara 2006. 279 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması RAHMANOVİCH, Karimov Bahtiyor (2014). “Harezmi, Farabi, Biruni ve İbni- Sina’nın Mirası ve Dünya Biliminin Gelişimi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.281283 (http://bilgelerzirvesi.org). Karimov Bahtiyor RAHMANOVİCH HAREZMİ, FARABİ, BİRUNİ VE İBN-İ SİNA’NIN MİRASI VE DÜNYA BİLİMİNİN GELİŞİMİ O rtaçağın büyük düşünürleri Muhammet İbn-i Musa El Harezmi, Ebu Nasr Farabi, Ebu Reyhan Biruni ve İbn-i Sina’nın mirasının incelenmesi, bunların dünya bilimin gelişimi açısından güncel ve önemli bir problemdir. Muhammet İbn-i Musa El Harezmî, 783 yılında Harzemşah’ta doğmuş ve ilk eğitimini burada almıştır, 803-813 yılları arasında Merv’de, Horasan halifesinin Valisi Mahmut tarafından kurulan yetenekli bilim adamları grubu bünyesinde çalışmıştır, Mahmut daha sonra halife olmuş ve bu bilim adamları grubunu Bağdat’a almıştır. Bu bilim adamları grubu, Bağdat akademisi “Beyt’ül Hikmet”in (Bilgelik Evi) nüvesini teşkil etmiştir. El Harezmî, 813-833 yılları arasında, “Beyt’ül Hikmet” kütüphanesine başkanlık etmiş ve bu Akademinin birçok yöndeki faaliyetini yönetmiştir. Büyük matematikçi El Harezmî, bilimsel kavrama, matematik, cebir formülü, algoritma konsepti ve ondalık hesabı gelişimine büyük katkılar sağlamış, cebir ve algoritma yöntemlerinin evrenselliğini göstermiştir. Bu konseptler, matematiğin, çağdaş bilimin ve enformasyon uygarlığının temel kavramları arasına girmiştir. Büyük düşünürler, filozoflar ve sözlük yazarı bilim adamları Harezmî, Ebu Nasr El-Farabi, Ebu Reyhan Biruni ve İbn-i Sina, Orta Asya, İran, Arabistan, Yunanistan, Hindistan, Mezopotamya, Mısır, Çin’in, vb. bilim ve felsefi başarılarının sentezini yaparak dünya biliminin gelişimine büyük katkılar sağlamışlardır. Ebu Nasr El-Farabi’nin antolojik doktrininde ve bunun temelinde İbn-i Sina’nın antolojik doktrininde, mevcut olması gerekli Prof..Dr. Özbek Milli Üniversitesi. 281 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olan ve muhtemelen mevcut olan karşılıklı ilişkilerin ortaya çıkarılması sırasında tecelli prensibi kullanılmaktadır. Farabi, tecelli konseptini, o zamanlar yazarı olarak Aristoteles’in yazıldığı, ancak daha sonradan, Platon’un “Enneadlar”ının bir bölümü olduğu anlaşılan “Teoloji” adlı kitapta belirtilen antolojik temel üzerinde, kendisinin ontolojik doktrin sistemi için kabul etmiştir. Bu nedenle İbn-i Rüşt, Aristoteles’te tecelli konseptinin olmadığını doğru vurgulamıştır. Farabi’nin, kendi ontolojisine tecelli konseptini kabul etmesi, onun Aristoteles’in doktrinine ilişkin ontolojik doktrinine bir özellik vermiştir. Ve özellikle bu tecelli konsepti, Farabi’nin ontolojik konseptinin, Aristoteles’in ve İbn-i Rüşt’ün ontolojik konseptinden daha yeterli bir çağdaş global evrimcilik konsepti olmasına imkân vermiştir. Ebu Nasr El-Farabi, bunlarla çelişkilerini ortadan kaldırma yoluyla, Platon ve Aristoteles’in felsefi konseptlerine yakınlaşmayı arzu etmiştir. Bu bakımdan, Farabi, tecelli konseptini kullanmak yoluyla, belirli bir ölçüde, ortaya konulan hedefe yakınlaşmayı başarabilmiştir. Bunların yanı sıra Ebu Nasr El-Farabi ve İbn-i Sina, İslam dünya görüşü ve Aristoteles’in görüşleri arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmayı arzulamışlardır. Bu eğilimlere bağlı olarak, Farabi ve İbn-i Sina da, kendi ontolojik doktrinlerine bir dizi spesifik yönler taşımışlardır. Farabi’nin ve İbn-i Sina’nın tecelli konsepti, çağdaş kozmolojide “Bing Bang” (Büyük patlama) teorisi olarak yer alan global evrimleşmenin modern konseptiyle uyumludur. Son doktrinin, Farabi’nin ve İbn-i Sina’nın doktrinlerinden farkı, başlangıcın, biraz özel olarak yorumlanmasındadır, maddenin keşfedilen durumu henüz yetersizdir. Ebu Reyhan Biruni’nin ontolojisinin temelinde, tam anlamıyla Demokrit’in modifiye edilmiş atomistik doktrini yatmaktadır. Biruni, bu doktrini, Demokrit’in ontolojik doktrininde kabul edilen boşlukların varlığını inkâr ederek geliştirmiştir. Demokrit, atomların boşlukta hareket ettiklerini ve birbirlerine bazı kancalar yoluyla bağlandıklarını kabul etmektedir, Biruni, bundan farklı olarak, atomlar arasında çekim kuvvetlerinin mevcut olduğunu kabul etmiştir. Yani, Biruni, bir çekim alanı olduğu ve atomlar ve bunlardan oluşan cisimler arasında bulunan bir güç alanı fikrine yaklaşmıştır. Alanların ve alanlar aracılığıyla karşılıklı etkileşimlerin birliği ve çeşitliliği fikri, dünyanın çağdaş fiziki durumunun kökünde ve dünyanın çağdaş biliminin tamamında yatmaktadır. Biruni, ışınların doğasını incelemesi sırasında, bu ışınların bir cisimolduğu fikrine varmıştır, yani, Biruni, ışık ve diğer ışınların parçacık teorisine yaklaşmıştır. 282 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Çağdaş mikro, makro fizik ve mega evrenler temelinde yatan çağdaş enerji içeren alanlar teorisi, ışınların, etkileşimlerin belirli türlerini sağlayan kuantumlar olduğunu göstermektedir. Bu kuantumlar, çift korpüskül-dalga doğasına sahiptirler. Biruni, Aristoteles’in, bedenler için, uygun cisimlerin arandığı ve geri kalanına ulaşılacak olan “doğal yerlerin” var olduğuna ilişkin teorisini reddetmiştir. Yani, Biruni, Aristoteles’in, ontolojik konseptinin teleolojik bileşenini reddetmeye gayret etmiştir. Biruni, bunun için, Aristoteles’in, dünyanın yalnız ve tek olduğuna ilişkin ontolojik konseptinin çelişkisini, bunun gözlemlenen olgulara uygunsuzluğunu gösteren temel kritik argümanlara varmıştır. Bilim adamı Aristoteles’in doktrininin bu kritiği yoluyla, Biruni, hareketin evrenselliği fikrine ve hatta yerçekimi yoluyla benzer malzeme atomlarından oluşmuş olsalar bile, dünyaların çokluğu fikrine yaklaşmayı başarmıştır. Bu fikirler sadece, yüzyıllar boyunca söylenen Giordano Bruno'nun fikirlerine yakın değil, aynı zamanda, binlerce yıldır ortaya konulmuş olan sinerji fikrine ve çağdaş, kozmik, birden fazla evren teorisine de yakındır. Harezmi’nin, Farabi’nin, Biruni’nin, İbn-i Sina’nın konseptleri, yaradılış ilkesinin reddine ve çağdaş, global, evrimsel sinerji konseptinin, yaşam formunun oluşmasına, hareket, boşluk ve zaman formuna katkıda bulunmuştur. Global evrimleşmenin tecelli konsepti çerçevesinde ortaya çıkan düzenlilikler, evrenlerin ve ontolojilerin çokluğuna ilişkin pozisyon, kişinin post modern dünya görüşü gibi, post modern dünya görüşünün oluşumu olarak da oluşum için önemlidir. 2013 yılında, büyük matematikçi, astronom, bilgin ve sözlük yazarı El-Harezmî’nin 1230. Yıldönümü için, Taşkent’te “ElHarezmî’nin mirası ve çağdaşlık” adı altında bilimsel bir seminer yapılmıştır. Büyük düşünür Ebu Nasr Farabi’nin 1140. Yıldönümü için, Taşkent’te 20 Kasım 2013 tarihinde, “Ebu Nasr Farabi’nin mirası ve çağdaşlık” adı altında bilimsel bir seminer yapılmıştır. 2013 yılında, Biruni’nin 1040. Doğum günü için Taşkent’te, Urgench’te ve Hiva’da, Ebu Reyhan Biruni’ye ve onun çağdaş uygarlığa olan etkisine atfedilen birkaç bilimsel seminer ve konferans düzenlenmiştir. 2013 yılında Buhara’da ve Afshon’da, İbn-i Sina’ya ve e onun çağdaş uygarlığa olan etkisine atfedilen uluslararası bir konferans yapılmıştır. Bu büyük düşünürlerin, dünya biliminin gelişim sorunları kontekstinde incelenmesi, çağdaş uygarlığın bilim ve eğitiminin başarılı gelişimi için önemlidir. 283 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ALİYEVA, Metanet Azizgızı (2014). “Din ile İlmin Bütünleştiği Nokta: İmam Cafer-i Sadık’ta, Ondan Aşikar ve Üveysi Yolla Bilgi Alanlarda Kuantum Bilgisi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.285-302 (http://bilgelerzirvesi.org). Metanet Azizgızı ALİYEVA* DİN İLE İLMİN BÜTÜNLEŞTİĞİ NOKTA: İMAM CAFER-İ SADIK’TA, ONDAN AŞİKAR VE ÜVEYSİ YOLLA BİLGİ ALANLARDA “KUANTUM” BİLGİSİ Giriş 7 . yüz yılda kutsal kitab Kuran-ı Kerim’in son peygamber Muhammed bin Abdullah’a (S.A.V.) vahy ile indirilmesi, tek Tanrı inancına dayalı İbrahimi dinlerden biri olan İslam dininın topluma aktarılması sürecini başlatmıştır. İslamın din ve ilm olarak toplumda teşekkül etmesi son peygamber Muhammed bin Abdullah (S.A.V.) soyuna bağlı, yani onun DNA şifresini taşıyan İmamet’e verilmiştir. Zamanın ayrı ayrı aşamalarında devam eden İmametlik, İslamın dini ve ilmi mücahitleri olmuşlar. Onlar On İki İmam olan bir sistemin on iki üyesidirler: 12 İmamlar; 1. İmam Ali, 599-661 2 İmam. Hasan, 624-670 3. İmam Hüseyin, 625-680 4. İmam Zeynel Abidin (İmam Hüseyin’in oğlu), 659-713/714 5. İmam Muhammed Bakır, (İmam Hüseyin’in ve İmam Hasan’ın torunu) 676-734/735 6. İmam Caferi Sadık, Buyruk, 699-765/766 7. İmam Musa Kazım, 745-799 8. İmam Ali Rıza, 765-818 9. İmam Muhammed Taki, 810-835 10. İmam Ali Naki, 827-868 11. İmam Hasan Askeri, 846-874 12. İmam Muhammed Mehdi, Sahibi Zaman - 869* Azerbaycan Devlet İktisat Universitesi. 285 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İmamların yaşadığı devrin yaşam şartlarına uygun olarak her birinin üstlendiği bir görevi olmuştur. Beşinci Muhammed Bakır ve Altıncı İmam Caferi Sadık’ın görevi, siyasi düzlemde değil, toplum içinde cahiliyye devrini ilm-irfan devrine aktarmak olmuştur. Kur'an-ı Kerîm'de: "Onlar hâlâ Cahiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim var?" (el-Maide, 5/50) İmam Cafer-i Sadık’ın tarihin siyasi sahneleri arkasında gizli kalan ilmi faaliyeti hakkında İslam Müslüman toplumuna çok az bilgi aktarılmaktadır. Genellikle İslam’ın Şia ve Sünni mezheplerinin bağlaşmayan noktaları kabartılarak, Peygamber soyundan gelen On İki İmam hakkında topluma verilen bilgiler yalnız Dini mücadele ile bağlı olmuştur. Bu sabepten de, Muhammed (S.A.V.) Peygamberin soyunun ilmi faaliyyeti siyasi perde arkasında kalmıştır. Hakk’ın koruma hikmeti olan sırr, zamanı gelince kendiliğinden açığa çıktığı için, peygamber soyunun ilme verdiği tehvelerin de topluma aktarılmasının zamanı gelmektedir. Bu bakımdan bu bildiride İmam Cefer Sadık’ın ilmi faaliyeti ve ondan ilim öğrenenler hakkında kısaca bilgi vereceğiz. Hz. İmam Ca’fer es-Sadık’ın Kimliği Soy şeceresi (soy ağacı) Islam dınının son peygamberi Muhammed bin Abdullah (S.A.V.) soyuna bağlanan; Hz Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in oğlu Hz. Zeynel Abidin’ın ve Hz. İmam Hasan-ı Mücteba’nın kızı Fatıma’nın oğlu Hz. Muhammed Bakir’in oğlu Hz. Caʿfer es-Sadık, altıncı Imam olarak İslam dinine ve ilme (bilime) büyük töhveler vermiştir. Silsile-i Aliyye (yüksek silsile) veya Silsilet-üz-zeheb (altın silsile) deyilen Nakşibendiyye yolu âlimlerinin dördüncüsü olan Hz. İmam Câʿfer es-Sadık, Hıcrı 83 (Miladi 702) rebiül-evvel ayının 17’sinde doğmuş ve Hicri 148 (Miladi 765) yılı recep ayının 12 de vefat etmiştir. Altıncı İmamın, dünyaya inişi ve kalkışı Medine’de yaşanmıştır. Künyesi; Ebu Abdullah, Tahir, Fadıl ve Sadık vb. olan İmam, Emevi hakimiyyeti Abdulmelik b. Mervan halifeliği devrinde doğmuş, Abbasi hakimiyyetindeki halife Mansur devrinde, Halife Mansur tarafından zeherlendirilerek öldürülmüşdür. İmam Caʿfer esSadık’in, bu dünyadaki hayatı 67 yıl sürmüştü. Kabri, Cennet-ülBaki'de olup, babasi ve dedesinin mezarlarının yanindadir. Üç kızın ve yedi erkeğin; Musa Kazım, İshak, Muhammed, İsmâil, Abdullah, 286 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Abbâs ve Ali'nin babası olup, on evlatının hepsi âlim ve üstünlerden idiler. Mûsâ Kazım İmamet’in yedincisi seçilmiştir. İmam Ca’fer Es-Sadık’ın Kimlik hologramının ve İmametdeki yerinin Kut-Sür-İteğele“ İnanç Sistemi ile izahı “Kut-Sür-İteğele“ İnanç Sisteminde Dokuz Gök ve On İki Tanrı Hologramı İle İmametin Yeri ve Kimliği arasındaki benzerlik İslam dininin Arabıstan’da ortaya çıkması, bu arazilerde yaşayan toplumların cahilliğinin üst düzeyde olma sebebi idi. İslam ümmetinin oluşumu, bütün cahil toplumların kurtuluşuna Allah tarafından gösterilen yol idi. Bu yol, bu ahlak, bu hukuk, bu yasa, bu siyasi sistem, tümüyle Kureyş (Arapça“gelme, yabancı” demektir. Muhammed peygamber de bu yabancı tayfadandır294) kabilesinin Haşimoğulları sülalesine mensup Muhammed bin Abdullah’a (S.A.V.) vahy edildi. Peygamberlik ve İmamet sistemini 7. asırdan çok çok öncelere ait olan tek Tanrı dinininin kuralları ile karşılaştırma yaparak, bu dinler arasında ortak emr, yasa, ahlak biçiminin varlığının öğrenilmesi, bu sistemin bünyesini ve varolma nedenini çözmeğe yol gösterer. Bu bakımdan eski Türk inancındaki çok Tanrıçılık sistemi hakkındaki bazı iddialar da boşa çıkmış olur ve bilginin vahit kaynağının tek Allah olduğu bir daha ilmi şekilde kabul edilir. “Peygamber ve İmamet” sisteminin bir birinden ayrı olmamasının bir sebebi, İslam’da peygamberliğin sona verilmesi ile peygamber soyunun bu yolun devamçısı seçilmesidir. İkincisi, on iki rakamının seçimidir ki Tanrısal âlemin sırlarından biri olarak önceki peygamberlerle de ortaya çıkıyor. Bu bakımdan on ikilik sisteminin dindeki mahiyetini öğrenmeğe çalışacağık. Eger on ikilik sistem son peygamberimizden önce de var idise, demek ki bütün tek Allahlılık dinlerinde olmuştur. Bu bakımdan “Gök Tanrı” dininde de var idi. Bu sistem, tek Tanrı dini olan Gök Tanrı’ya ait olan ve şimdiye kadar çok Tanrıçılık gibi ayrıca inanç sistemi olarak kabul edilen Saha Türklerinin Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sisteminde Tanrılar sistemi olarak görülmektedir. 294 E.Elçibey (sesli görüntüden alıntı) http://www.babaile.com/#/416/zoomed 287 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Saha Türklerinin Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sisteminde dokuz Gök’te on iki Tanrı’dan söz edilmektedir. Çok Tanrıçılık gibi kabul edilen bu sistem, kuantum fizik 295 kuralları ile araştırılırken, tek Tanrı sistemi olduğu anlaşılır. Şekil 16 Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sistemindeki vazife bölgüsü, Tanrılar’ın dokuz Gök’te evrenin yapılanmasındaki görevini ifade ederek, her Gök katına inişdeki tanrısal işin mahiyetini anlatıyor. KUT-SÜR İTEĞELE TANRI SISTEMIİNDE URUŊ AYII TANRININ HOLOGRAFİK YANSIYARAK HER GÖKTE GÖZÜKMESİ 9 URUŊ AYII TANRI Doğuda oturur 8 ODUN VE CIŊIS/ ÇIŊIS TANRILAR 7 CILĞA, TAŊXA VE BILGE TANRILAR 6 AAN CAAHIN TANRI 5 ULUU SUORUN TANRI XOTOY AYII TANRI 4 3 295 2 COHOGOY TANRI Güneydoğuda oturur. İEYEXSIT TANRI 1 AYIIHIT TANRI M.Aliyeva.(2014) Karanlık Noktadaki Beyaz Evren, Egitim Yayınevi, s. 195-205 288 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bu sistem, metafizik olayları ifade etmesine rağmen, fiziğin ışık yasaları ve kuantum fiziginin holografik yapılanma sistemi ile anlaşıla bilir. Saha Türklerinin Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sisteminde dokuz Gök’te on iki (1+11) Tanrı sıstemının oluşum süreçini anlamaya bize yardımçı oluyor. Kuran İhlâs suresinde Allah böğle anlatılır; ”De ki, O Allah; Ehad"dir: Tektir. Samed"dir: Hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamıştır. Doğrulmamıştır. Hiçbir şey de O"nun dengi değildir.” Bu anlatını Saha Türklerinin Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sisteminde dokuz Gök’te on iki (1+11) Tanrı sıstemıne de ait edersek, Baş Tanrı – bu özelliklere sahiptir, ne doğan, nede doğurandır. O zaman on bir Tanrı, Baş Tanrı’nın “dönüşüm” biçimidir ki, kuantum fiziği bu “dönüşüm”ü bir cins ışığın –lazerin yansıması ile oluşan hologramın aynalar sistemi ile yansımasına benzemektedir. Aslında Tek Tanrı, Baş Tanrı’dan da ötede mevcutdur. Baş Tanrı ilk yansımış ve tüm varlığı ile açığa çıkan hologram olduğu için, o da tekdir ve ne doğan, ne de doğurandır. Dokuz gök katı ve (1+11) Tanrı O’nun tecellisidir. Aslında Saha Türklerinin Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sisteminde Tek Tanrı’nın dokuz Gökte evrenin yapılanmasını sağlayan 12 (1+11) tecelliden söz etmektedir. Bu sistemdeki ilk ve son hologram, tümüyle yansımaktadır. İhlâs suresi de şunu açıklamaktadır: Ehad olan, elbette Samed’dir. Samed olan elbete doğmamış ve doğurmamış olandır. Doğmamış ve doğurulmamış olanın elbette eşi, benzeri, dengi yoktur. Başka bir ifadeyle, yaratılan, yani öncesi ve sonrası olan Yaratan cinsinden olamaz. Fanı olan Ezelî olanla aynı niteliği taşıyamaz. Aciz olan Kadir olanın dengi olamaz. Bu özellikler bir holograma ait özellikler olup, var olan Tek Allah’ın tecellisinden doğan hologramın özelliklerini ifade etmektedir. Hologram, her bir parçasında bütünün bilgilerini saklamaktadır. Bu bakımdan tek Tanrı’nın İhlâs suresindeki özellikleri, holografik olarak her Gök’ten kendini göstermektedir, lakin her sonraki önceki deyildir. Bu tecelliler Tanrı’nın tüm özelliklerini kendinde hologram olarak taşıdıkları için, Saha Türklerinin Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sisteminde dokuz Gök’ten ve 12 (1+11) Tanrı’dan söz edilmektedir. Hologramın on iki 289 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kere yansıması ise devri sürece bağlı olarak, bir tecellinin dört sıfatının (1.Ehad, 2. Samed, 3.doğmamış, doğurmamış, 4.eşi, benzeri, dengi yoktur) 12 görünümden ibaret olduğunu gösteriyor. Bu görünümler, Ay’ın evrelerini hatırlatar. Genellikle Ay’ın bir birine ters yansıyan dört evresinin 28 günde görünümündeki faz farklılığı gibi gözüker. Biçimlenme Nurun paylaşımını sağlayan bir sistem olarak, Saha Türklerinin Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sisteminde dokuz Gök ve 12 (1+11) Tanrı olarak ifade etdikleri ve Tanrısal Takvim’de de kullandıkları sistemin somutlanmış biçimde kendini göstermesi anlamına gelir. Saha Türklerinin Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sisteminde dokuz Gök ve 12 (1+11) Tanrı hologramının insanda şekillenmesi, son din olan İslam’da bütünü ile açığa çıkmıştır, yanı Ay’ın 28 günlük devri sürecinin tamamlandiği gibi sonlanmıştır. Bektaşılıkte Teslım Taşındakı Holografık Yansımanın Kut Sür Kut-Sür İteğele Sıstem Ile Aynılığı Nurlu yüzünün Hazret-i Ali'ye çok benzer olduğu söğlenilmekte olan Ca’fer Es-Sadık’in altıncı İmam makamının, Saha Türklerinin Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sistemindeki dokuz Gök ve 12 (1+11) Tanrı’nın yeri ve vazife sisteminde araştırırsak, bu sistemin Bektaşilik sisteminde var olduğunu görürüz. Bektaşı dergâhında Teslim Taşı olarak değer kazanan, Pir, Yol ve erkâna giren dervişe takilan taştaki hilal biçimi, Imametı ıfade etmektedır. Aslında Teslım Taşı, Ay’ın evreleri gibi devri bir süreci (İmamların yaşadığı devri ve görevlerini) ifade etmektedir. Batini Hz.Ali’ni ve zahiri Hz. Muhammed (S.A.V.) peygamberimizi ifade etmesi ile ve Hakk yoluna bağlılığın simgesi olmakla on iki genli tabanı olan düz ve ters piramitin görünümü olarak düşüncede şekillenir. Bu taşın üzerinde Ca’fer Es-Sadık’in yeri, Hz. Ali’nin makamının yansıması olarak gözükür. Bektaşi tarikatının değer verdiği Teslim Taşı’nın bu buçumde olması tasadüfi seçim olmamakta, içinde büyük mana taşımaktadır. 12 İmamı sembolleştiren Teslim Taşı, Türk düşünce ürünü olarak temel dayanağı vardır. Bu dayanak eski Türk düşüncesinin devamı olarak, tarikat ortamında korunarak kuşaktan kuşağa aktarılmakradır. Gök Tanrıçılıkla bağlı olan Saha Türklerin dokuz Gök’te 12 (1+11) Tanrı sistemindeki baş Tanrı’nın “dönüşüm”leri olan on bir Tanrı sisteminin aynısı olarak görüner. Yedinci Gök katındaki üç Tanrı (Cılğa, Taŋxa ve Bılge Tanrılar) canlılara hükmedebilmektedirler. Bu üç Tanrı 9., 8. ve 7. Gök’leri birleştirerek Pisagor Tetraktisi oluşturuyor. Bu sistemde dokuzuncu Gök’te Uruŋ 290 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ayıı Tanrı (Doğuda Oturur), sekizinci Gök’te ise iki Tanrı (Odun Ve Cıŋıs/ Çıŋıs Tanrı’lar) oturuyor. İmamet sisteminde de, Hz.Ali ile İmamlık makamı başlıyor. Hz. Ali'nin iki oğlu İmam Hasan: İnan Hüseyın’in oğlu İmam Zeynel Abidin ve İnan Hasan ile İmam Hüseyinin torunu İmam Bakır, onun oğlu Imam Ca’fer Es-Sadık’ın İmamet’teki makamı aynılık oluşturuyor. Kuantum fiziğindeki Lazer ışınının yansıyarak yarım aynalardan geçip ve direk yansıması ile girişim olayı yaratmak ve hologram oluşturmak sistemi de aynı ile İmamet’deki doğum ve yaşamları ifade etmektedir. Böğleki Tetraktisin üçinde bulunan ters üçgen (Hasan, Hüseyin, Muhemmed Bakir) olarak, peygamber soyunun her iki Imamın devamçısı olduğunu ifade eder. Bu sistem, peygamberimizin Hadisi –şerifte izah etdiği gibi, “Nurun dört yere bölünüp, üçünden üç nesneyi yaratmış, dördüncüsünü yeniden dört yere bölünmesi” sisteminin her yerde ve her zaman geçerli olduğunu ve İmamet sisteminde de gözüktüğünü gösterir.296 Böğlece bu sistem, bir gül goncasına ve butasına bencer bir yol çizer ki, bu yol Saha Türklerinin inancında da, İslam’ın peygamberlik ve İmamet sisteminde de aynı gözüker. Tanrısal yolun Tanrı’ya ait olmasından dolayı, her zarremizin Tanrı ile alakalı olduğundan başka bir sonuc bulamayız. İmam Ca’fer Es-Sadık’in Teslim Taşı’ndaki altıncı yeri ve Kut-Sür İteğele (Kut-Sür İnancı) sistemindeki yedinci Gök’teki altıncı Bilge Tanrı ile özdeşliği, bu iki dini sistem arasındaki bağlılılığı ortaya koyur. Bu bağlılık aynı hologramın holografik yapılanmayla tekrar oluşumudu anlamına gelir. Dedesi İmam Zeynel Abidin ve İmam Bakir (Cılğa ve Taŋxa Tanrılar) ile bir Gökte oturmaları, aynı 296 Hz. Muhammmed (S.A.V.) insanlık tarihinde din yolunun ilk ve son klavuzu, Resûlu, elçisi gönderildiğini sohbetlerinin birinde şöyle cevaplandırmıştır: ”Her şeyden evvel senin peygamberinin yâni benim Nûrumu kendi Nûrundan yarattı.B O Nur, Allah’ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yer ve gökler, cinler ve insanlar daha yaratılmamıştı. Allah-u Teala alemleri yaratmayı murad edince, o Nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçadan kalemi, ikincisinden Levh-i Mahfuz’u, üçüncüsünden Arş-ı Rahman’ı yarattı. Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü. Birinci parçasından Arşı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsü’yü, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı. Diğer parçayı yine dörde böldü. Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden Cennet ve Cehennemi yarattı. Kalan parçayı da yine dörde böldü. Birinci parçasından müminlerin gözlerinin Nurunu, ikinci parçasından ilâhi marifet yuvası olan kalplerin Nurunu, üçüncüsünden de dillerindeki Nuru yarattı. Bu da “lâ ilâhe illallah Muhammed’ür-resulullah” tevhid Nurudur.” (El-Mevâhib’ül Ledüniyye) (Hadis-i şerifte son kalan parçanın dörde bölündüğü haber verilmekte fakat bu dördüncüsünden bahsedilmemektedir.).” 291 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı hologramın yatay düzeyde iki kere yansıması anlamına gelir. Aynı gökte aynı, aynı görevdedirler. Saha Türkleri Tanrı’ya gidilen dokuz yolun olduğunu, insanın baş beyin ve omuriliğinin de dokuz dallı ağaca benzediyi ve bu nedenle insanın içinin bir ağaç olduğunu düşünmektedirler. Sür bu ağacın dokuz dalına nasıl akmasına bağlı olarak iç organları çalıştırıyor. Dokuz dalli ağacın her dalı bir Tanrının yoluna uyum sağlar. Bu dalların Tanrısal yolları yedinci dal: belin yedinci bölümü:KUT-SÜR İTEĞELE TANRI SISTEMIİNDE URUŊ AYII TANRININ HOLOGRAFİK YANSIYARAK HER GÖKTE GÖZÜKMESİ ILE İSLAMDAKI İMAMET SISTEMININ AYNI OLMASI URUŊ AYII TANRI (Doğuda oturur) --1. IMAM ALI 9 ODUN VE CIŊIS/ ÇIŊIS TANRILAR-2. İMAM HASAN VE 3. İMAM HÜSEYIN 8 CILĞA, TAŊXA VE BILGE TANRILAR- 4. İMAM ZEYNEL ABIDIN, 5. İMAM MUHAMMED BAKIR, 6. İMAM CAFERI SADIK 7 6 AAN CAAHIN TANRI – 7. İMAM MUSA KAZIM 5 ULUU SUORUN TANRI 8.İMAM ALI RIZA 4 COHOGOY TANRI (Güneydoğuda oturur.) -. 10. İMAM ALI NAKI 3 XOTOY AYII TANRI-9. İMAM MUHAMMED TAKI 2 İEYEXSIT TANRI -11. . İMAM HASAN ASKERI AYIIHIT TANRI- 12.İMAM MUHAMMED MEHDI, SAHIBI ZAMAN 1 292 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması gözler, kulaklar Cılga yoludur, yani İmam Ca’fer Es-Sadık’in yolu gözleri ve kulakların Hakk yolunu görmesi ve duymasıdır ki bu da ilm irfan ile olur. Altıncı İmam olarak bilinen Ca’fer Es-Sadık’in Tanrı adı Bilge Tanrı, oturduğu Gök yedinci, insan vücutundaki yeri belin yedinci bölümü, göz ve kulak, vazıfesı; İhlas suresindeki Allah”ın Ahad, Samed özelliklerini öğretmekdir. Tuttuğu makamının holografi görünümü son dörgün biçiminde görünen Ay’ın evresi gibidir. Hz. Ali ile başlanan kapalı bilgi (gizli ilmler) sisteminin tamamlayıcısı, yani ondalık say sistemini ifade eden tetraktistir. Hayatdaki görevi Allah’ın koyduğu ve peygamberin gösterdiği yolda İslam ilminin dünyaya yayılmasını sağlamak ile beraber toplumların yaşamının gelişmesini sağlayan ilmlerin açığa çıkarılması ve geliştirilmesi olmuştur. bu sebeple de, siyasi mefke için mücadile etmemiştir. Altıncı İmam, bu görevini babası beşinci İmam Muhammed Bakır aracılığı ile Ehli Beyt’den almıştır. İmam Bakır (a.s)’ın mübarek ismi “Muhammed”, künyesi “Ebu Cafer”, lakapları ise “Şakir”, “Hadi”, “Emin” ve “Bakır”dır. Hazretin en meşhur lakabı, Resulullah (s.a.a) tarafından kendisine verilen “Bakır” lakabıdır. Cabir b. Cufi, İmam Bakır’a bu lakabın verilmesinin sebebini şöyle açıklamıştır: “İnnehu bekar’el- ilme bakren” yani İmam Bakır (a.s) ilmi tam manasıyla yarıp açıklamıştır.297 Muhammed Bakır (a.s.), bu bilgini aldığı Ehli Beyt hakkında “Ümmü’l Kitap”ta böğle ıfade etmıçtır kı bu ızahta “ledünü” bilgi olduğu için her kes tarafından kavranılıp kabul edilmemektedir: “Başlangıçta, ne gökler ne yer ne de yaratılmış şeyler varken, Beş Ebedi Nur (panj nuri qadim) gökkuşağında(birleşmiş) biraraya gelmiş beş farklı renge benzemekteydi. Onların ışınlarından bir ışık boşluğu (havası), tıpkı güneşten çıkan ışık gibi yayılıyordu (hawai mamandi aftab). Şimdi yer, ve gökleri işgal eden herşey o dönemde bu yoğunluksuz (latif) havayla-boşlukla kaplıydı ve Beş Nur orada durmaktaydı (ba-sar istadand). Onlar arasında kesintisiz son Hudud’un Nur’u (nuri ghayatu’l ghayat), nurdan bir Kişi (shahsi nurani) biçiminde görünüyor(zuhur kard) ve onun bu Beş Nur’u, işitme, görme, tad alma ve konuşma(nutk) organlarını biçimlendiriyordu. Bu Beş Nur, insan biçim görünümündeki 297 http://www.ilahi.org/modules.php?name=Forums&file=viewtopic&t=116467 293 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’di ve onlar başka birşeyden yaratılmadılar (az hich chiz payda na-budand).3” 298 Wlademir İvanow’un 1932’de yazdığı, “ Notes sur l’Ummu’l –Kitab des Ismaeliens de l’Asie Centrale(Orta Asya İsmaililerinin Ummu’l Kitabı Üzerinde Notlar)” (REI-Revue des Etudes Islamiques 6, 1932, s.419-481) makalesinde, tanıtıcı derlemelerinden aldığımız bilgilerin “ledünü” bilgi olmasından dolayı kabul edilmemesi ve diger dinlerle karşılaştırılarak benzerliklerin ortaya koyulması, bir gerçekliğin arayışı anlamına gelmektedir. Çünki hakikat bu benzerliklerde saklı kalmaktadır. Al Kummi’nin sunduğu kişiler bu hazineyi bulanlardan idiler: “Mukhammisa ya da Pendatistler, 8.yüzyılın ikinci yarısında Küfe’de ortaya çıkmış ve Al Kummi’ye göre bir Hattabi gruplardan biriydi. Onların inancında Muhammed, beş farklı kişide, yani Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’de gözüken tanrının kendisiydi. Ayrıca onun Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa olarak ortaya çıkmış olduğuna, Salman’ın da daima Bab (kapı) olarak yanında bulunduğuna inanıyorlardı…” (F.Daftary, agy.s.100101)”299 Mukhammisa ya da Pendatistler, aslında kuantum fiziğinin ürünü olan hologramın tekrar tekrar yansımasından söz açmışlar. Bu yansıma "lahmuke lahmi" olayının da temelinde bir hologramın faz farklı iki yansımasından bahs edilir ki, bu yansımada hologram yerdeyişmeden devri hareketi ile bir gömlekte iki baş olarak görünmüştür. Bu yine Ay’ın evrelerini hatırlatmaktadır. ”Eşrefoğlu, dort halifeyi ovucu ifadelerle anarken Hz. Ali'yi uzunca anlatmış, bu meyanda "Ben ilmin şehrlyim Ali kapısıdır" hadisini zikrettikten sonra Buyruklarla paralel bir şekilde "lahmuke lahmi" olayını anlatmıştır. Buna gore Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi kendine kardeş edinmiş ve ona "etin etimdir, bedenin bedenimdir, kanın karumdır, ruhun ruhumdur," "senin ile benim aramda kimse yoktur" demiştir. Mümin olan ashab bunu işitince "amenna ve saddekna" demişler; munkirler ise gömleği -görmek istemişlerdir. Gömleğe baktıklarında 298 İsmail Kaygusuz, Proto – Aleviliğin İlk Yazılı Kaynağı Ummu’l Kitab’ın Geniş Özeti, Demos Yayınları. s.7 (3. Mufaddal şöyle rivayet eder: Abu Abdullah’a (İmam Cafer) sordum: “Gölgelerde (Ruhlar aleminde?) iken ne durumdaydınız?” Buyurdu ki: “Ey Mufaddal! Biz Rabbimizin yanındaydık ve bizim dışımızda hiç kimse yoktu. Yemyeşil bir gölge içindeydik. Onu tesbih ediyor, Onu kutsuyor. Onun tekliğinini dile getiriyor ve Ona hamdeddiyorduk. O sırada ne kendisine yakınlaştırılmış ne gözde bir melek, ne de bizden başka herhangi bir canlı vardı. ( Usul uKafi s. 666; 7-(1191)İ.K.) http://www.scribd.com/doc/53688292/UMMUL-kitap 299 http://www.babamansurkurhuseyin.com/?orta=detay&id=278&baslik=aleviligin-ilk-yazilikaynagi-ummul.html 294 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması başı iki, govdeyi bir görmüşlerdir. Yani bir gomlekten iki baş göstermişlerdir. Hariciler, bu sözden maksadın akrabalık olduğunu söylemişler; "bedenin bedenimdir" amcaoğlu olduğu içindir, "etin etimndir ve kanın kanımdır" ifadesi Fatıma ve Hasan-Huseyin'den dolayıdır, "ruhun ruhumdur" ise tum ruhlar Hz.Resul'un ruhundan olduğu içindir diye açıklama yapmışlardır. ( Eşrefoğlu, Tarikatname, vr. llb-12a. Eşrefoğlu, burada Muhyiddin İbn Arabi'nin "kadim ruh Muhamıned ile Ali'nindir, evvel Hazret-i Resul'un ruhu yaratıldı, ardınca Ali'nin ki" soüzünü söylediğini ifade eder).”300 Kura’n’ı Tevrat’ın yansıması olarak gören Wolfson301, “Tanrının etkinliğine açık bir atomçuluğu savunmuştur”302 Aslında Wolfson, hakikata yaklaşmıştı. Gerçekten de Kur’an’ın bütün bilgilerin tümü olduğu bilinmektedir. Lakin bilinmeğen tarafın bu yansımanın kaynaktaki (Öz’deki bilginin Kur’an’ın inişine kadar hanki hacmde ve ya nekadar yansıtılması idi. Tanrısal statüsü, Altıncı İmam olarak bilinen Ca’fer EsSadık’in, peygamber Soy ağaçının Nurunun toplum içindeki altıncı makamdaki evresinin hologramını taşımasıdır. Bu Nurun taşıyıcısının görevi Kur'an-ı Kerim’in hükümlerini açma vazîfesidir ki, İmam Ca’fer Es-Sadık’in bu yoldaki yürüşünün 34 sene sürdüğü söğlenilse de, bu makama ait Nur, 67 yıl içinde mevcut olmuştur. Yaşadığı dönemde siyasi faaliyyeti ve halifelik iddiası olmasa da her zaman dedeleri ve babası gibi takip altında yaşayan Ca’fer Es-Sadık, hayatını babası beşinci İmam Muhammed Bakır gibi İslam ilmlerin öğretilmesine, diğer ilimlerin ortaya çıkışına ve gelişmesine adamıştır. Cafer Sadık’ın İlmi Faaliyeti ”İmam Huseyn’in Kerbela’da şahadetinden sonra siyasetten tamamen uzaklaşarak kendilerini ilme veren Ehl-i Beyt İmamları, baskıların az da olsa hafiflemesiyle oğrenci yetiştirme faaliyetlerine hız vermeye başlamışlardır. Daha sonra Emevi-Abbasi çekişmesi sonucu oluşan musait şartlar, ilmi faaliyetlerin son derece hız kazanmasına neden olmuştur. Bu tarihlerde İmam Muhammed elBakır ve İmam Ca’fer es-Sadık, sayıları 4000’e varan oğrenci yetiştirmişlerdir. Bu tarihten itibaren Şii ilim cevrelerinde tek kaynak olarak Ehli Beyt İmamları on plana cıkmaya başlamıştır. İmamlardan 300 Halil İbrahim Bulut.(2010) Anadolu’da .Aleviliğin Dunu ve Bugunu S. 348 http://isamveri.org/pdfdrg/D194488/2010/2010_KAPLAND.pdf 301 Wolfson, H. Austryn, Kelâm Felsefeleri, çev. Kasım Turhan, İstanbul, 2001. s.180 302 Caner Taslaman. (2008) Kuantuum teorisi, felsefe ve Tanrı. İstanbul yayınevi . s.27 295 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı nakledilen rivayetlerden ceşitli alanlarda eserler telif edilmeye başlanmıştır. Hem icerik hem de metot acısından tam anlamıyla ilk Şii tefsirinin bu dönemde ortaya cıktığını soyleyebiliriz. İlk Şii tefsirin Cabir el- Cufi’ye (o. 127/745) ait olduğu soylenir.”303 “Evi okul görevi yaptığı için kelam, hikmet, tefsir ve hadisin büyük âlimleriyle dolardı. Bazen ilim meclisinde ikibin, bazen dörtbin meşhur âlim hazır olurdu. Çevreden hadis ravileri, ilim talebeleri Onun medresesine gelirlerdi. Çoçuklarını kontrol altında tutmak ve tehlikeyi kaldırmak için Kufe, Basra, Vasıt, Hicaz ehli Cafere ilim yapmak üzere gönderilirdi. Buraya gelenlerin bir çoğu Cafer es Sadık’tan rivayet etmiştir. 165 Cafer es Sadık’ın medresesi, bu dönemde fikri hareketlerin öncüllüğünü yapmıştır.”304 Imamın yaşadığı devirde gelişen ilimler arasında Hadis, Tefsir, ilmi Kelam, Cedel, Ensap, Dil, sihir, Edebiyyat, Yazı, Tarih ve Astronomi gibi ilimler bulunmaktadır.305 Ankebût suresi, 69. Ayeti: Vellezîne câhedû fînâ le nehdiyennehum subulenâ ve innallâhe le meal muhsinîn (muhsinîne). Tefsir: Ve Bizim uğrumuzda (nefsleri ile ve Allah'ın düşmanları ile) cihad edenleri, mutlaka Bizim yollarımıza (Sıratı Mustakîmler'e) hidayet ederiz (ulaştırırız). Ve muhakkak ki Allah, mutlaka muhsinlerle beraberdir. Akıl ile kabul edilmeğen bu düşüncelerin içindeki gerçeklik, “Nefsi safiye” ile “ledüni” ilmlerin perdesi kaldırılan ve “Levh-i Mafhuz”un tüm bilgilerini "Ben ilmin şehri, Ali kapısıdır" söyleğen peygamber efendimiz aracşlşüş ıle Hz. Ali’ye “akan” bilginin gelişim tekniğidir. Bu bilgini almanın anahtarından biri “Nefsi safiye” mertebesine ulaşımdır. Bu mertebelere geçitin yolları ve dereceleri vardır ki verilen bilgi bu sistemle verilmektedir. Nefs,306 Ruh ve 303 Dr. Aslan Habibov. İmamiyye Şiası’nın Tefsir Tarihi ve Gunumuze Ulaşan En Eski Şii Tefsirler (15 Ignaz Goldziher, İslam Tefsir Ekolleri, (cev. Mustafa İslamoğlu), İstanbul 1997, s. 304). S.210 http://isamveri.org/pdfdrg/D02498/2008_1/2008_1_HABIBOVA.pdf 304 Mehmet Atalan. Mezhepler Tarihi açısından Cafer es Sadık. Age. S.31 305 Mehmet Atalan. Mezhepler Tarihi açısından Cafer es Sadık. Age. 3.30-31 306 1- Nefs-i Emmâre: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir. 2- Nefs-i Levvâme: Allah`ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir. 3- Nefs-i Mülheme: Mümkün mertebe Allah`ın emir ve yasaklarına uyan nefistir. 4- Nefs-i Mutmainne: İmân esaslarına inanan, İslâm`ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiç bir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile manevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefistir. 296 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Akılın en son noktaya kadar ulaştığı ve bütünleşmesi Ehli Beyt’le bağlıı olan ve Hz. İmam Muhammed Bakır tarafından yazılan “Ümmü’l Kitap”ta beş Nuru,-beş duygu, beç kişi olarak ifade edilmektedir. Erenköylü Muhammed Hikmet Efendi. “Nefsi safiye” mertebesinde verilen ilmin “Ledünü” olduğunu anlatır: “Ey Sâlik! Ehlullah buyurmuşlardır ki: Nefs‐i sâfiye sahibi vehbi olan ilm‐i ledünne mazhar olmuş vâris‐i enbiyâdır. Bu makamda kalpte on lâhutî güneşin doğmasıyla bu yüksek tecellinin nurlu eserleri insanın bütün azalarında zahir olur. O zaman bu makam sahipleri kulluk vazifelerini derin ve derûnî bir zevk ve neş’e içinde seve seve ifâ ederler. Âlim‐i billah olan bu velîler, halkı ivazsız garazsız ve dînar ve dirhemsiz, bir menfaat muka‐bilinde olmayarak livechillah Hak yoluna, şeriat‐ı mutahharanın, sünnet‐i seniyyenin emirlerine davet eder. Cenâb‐ı Hak şöyle buyurmuştur: ﺒﻦﻓﻣﻋ ﺎْﺒﺒ ﻓَ ﻓﻩﺒَﻓﻣﻴَ ﻓﻣ ِْﺎْﺒﺒ ًْْﻓﻣ ًﻓْﺒَﻋ َﻓَﻓَﻓَﻓ ًﻓﱠﺎﻦﺒَﻓﻣﻴَ ﺎْﺒﺒ ِﻓََ ﺎﻣ ًْﱠﺒﻦ ﻓﻋًََْﺒَْ ﻓﻣd“ ﻣerken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan ilmi ledünnî öğretmiştik.” Kehf Sûresi, Âyet 65”307 “Günümüze kadar bu eserler ile ilgili birkac mustakil çalışma yapılmıştır. Cafer es-Sadık'a nisbet edilen eserlerin, sayıları ve adları hakkında kaynaklarda farklı bilgiler mevcuttur. Fuat Sezgin 32 eserini vermesine rağmen Amili ise 24 eserini zikretmektedir.” 308 Göründüğü gibi Cafer es-Sadık'a ait eserlerin sayı farklı rakamlarla gösterilmekte ve bazı eserlerin ona ait olmadığı da araştırmacılar tarafından söylenilmektedir. “Arnili'nin ve Gölpınarlı'nın Cafer es-Sadık'a ait olarak gösterdiği bazı eserler şunlardır: 1. Ehvaz Valisi Necaşi 'ye yazdığı risale, 2. Dini meseleleri ihtiva eden risaleleri, 3. Ashabına yazdıklan risale, 4. Ganimetlere dair risaleleri, 5. Abdullah b. Cendub'e vasiyetleri, 6. Ebu Cafer Numani 5- Nefs-i Radiye: Her yönüyle Hakk`a yönelen, Allah`tan gâfil olmama şuuruna eren ve O`ndan razı olan nefistir. 6- Nefs-i Mardiyye: Bütün benliği ile Hakk`a teslim olan ve böylece Allah`ın kendisinden razı olduğu nefistir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dili, İstanbul 1970, VIII, 5817). 7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp manevi olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibadet sayılır (Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi tercümesi, s. 222, 277, 290). Aslında nefs, bir şeyin kendisi, benliği, zatı ve hakikatıdır. Ona göre nefs-i mutmainne, o dereceye ulaşan insanın kendisi demektir (Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 5814). 307 Erenköylü Muhammed Hikmet Efendi. Marifet‐ı İlahiyye Tarikat‐ı Aliyye . S.305http://www.ihvanim.com/images/upload/marifeti-ilahiye(1).pdf erişim tarihi 17.04.2014 308 Melımet Atalan. Cafer Es-Sadık'ın Eserleri. S.114 http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D01949/2001_11/2001_11_ATALANM.pdf 297 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ahvel'e vasiyyetleri, 7. Şia'dan bazıları tarafından "Nesru'd-Durer" diye anılan risaleleri, 8. Ehli Beyt'e Muhabbet, Tevhid, İman, İslam, Kufur ve Fıska ait sozleri yer alan risaleleri, 9. Gecime, kazanca dair sorulara cevapları, 10. Rızk elde etmek icin çalışmaya dair ve Sufıyye'yi ilzam eden risaleleri, 11. İnsanın yaratılışına dair risaleleri, 12. Kısa ve hikmetli sozleri, 13. Cabir b. Hayyan'dan rivayet edilen risale, 14. Kitabu'l-İhlilice, 15. Neshatu, Muhammed b. Meymun ezZa'farani tercumesinde Necaşi'nin soz ettiği eser, 16. Neshatu, Fazıl b. I yaz ondan rivayet etti. Necaşi ve Fazıl tercume etmiştir, 17. Neshatu (Sufyan b. Uyeyne b. Ebi Umran el-Hilali Necaşi, Cafer b. Muhammed onu neshetti, dedi.), 18. Kitabu Cafer b. Beşiri'1-Becili 'nin rivayet ettiği kitap.”309 Kuran Tefsirini İmamet kadar açıklayabilen yine onlar olabilir. Çünkü nefes ve gizli bilgi aktarımı bu sistemin içinde bütün olarak veriliştir. “Cafer es-Sadık' a nisbet edilen Tefsiru'l-Kur' an ilk tefsirler arasında yer almaktadır. İzafe edilen bu tefsir 'İş ari Sofı' tefsir okulunun ilk temsilcisi olma özelliğine sahiptir. Bu tefsirin, tefsir tarihi içinde önemli bir yeri bulunmaktadır.”310 Gizli ilimlerden bahs eden eserleri yazması, Cafer es-Sadık'ın evren hakkındaki bilgilerinin parça parça açığa çıkarılması görevini üstlenmesinden ileri gelirdi. “ Hemerology, ayın belirli gunlerinin uğurlu veya uğursuz olduğunu araştırmak amacıyla astrolojik hesaplama usulu uzerine bina edilen İslami bir bilimdir.1 İslami hemerology’nin bir Arapca orneği, 148/765’de vefat eden Şii imamlarının altıncısı olan Ca’fer es-Sadık’a nisbet edilen “İhtiyarat Eyyam eş-Şehr” başlığı altında Leiden MS. 7525’de kayıtlı olarak korunmaktadır.”311 Evrenin yapılanma biçimindeki her nesnenin yerini bilmek, onun tilsim, simya ilmi, gelecekten haber vermek gibi bilgi sahibi olduğunu gösterir. Bütün bunlar evren hologramının İmamete görünmesi ile açığa çıkmaktadır. Ca’fer es-Sadık’ın bazı eserlerinin hala açığa çıkarılmadığı ihtimal edilir. “Bununla beraber, Fuat Sezgin’in işaret ettiği gibi, Ca’fer es-Sadık’a isnat edilen, “Ulum al-Ağam”la birleştirilen el yazmaları, hala bir araştırma konusudur.”312 309 Melımet Atalan. Cafer Es-Sadık'ın Eserleri. S.114-115 Melımet Atalan. Cafer Es-Sadık'ın Eserleri. S.119 311 R. Y. Ebıed And M. J. L. Young Cev. Mehmet Atalan . Ca’fer Es-Sadik'a Nisbet Edilen Hemeroloji Uzerine Bir Inceleme s. 278 312 R. Y. Ebıed And M. J. L. Young Cev. Mehmet Atalan . Ca’fer Es-Sadik'a Nisbet Edilen Hemeroloji Uzerine Bir Inceleme s. 277 http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D02364/2003_8/2003_8_ATALANM.pdf 310 298 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Genellikle Cafer es-Sadık'a ait zamanımıza ulaşan eser aşağıdaki gibi bilinmektedir: 1- Misbâhu'ş-Şerî'a ve Miftâhu'l-Hakîka. Ca'fer es-Sâdık'in dinî ve ahlâkî muhtevalı sözlerinin 100 babda ele alındığı bu eserin çeşitli yazma nüshaları British Museum'da, Meşhed ve Haydarâbâd Osmaniye Üniversitesi kütüphanelerinde bulunmaktadır. Kitap Delhi (1856), Tebriz (1278) ve Tahran'da (1314) yayımlanmış, ayrıca Farsça tercüme ve şerhiyle birlikte Hasan el-Mustafavî tarafından neşredilmiştir. 2- Tefsîrü'l-Kurbân. En eski nüshası hicrî X. asra ait olan bu eserin Bankipûr, Bohâr ve Aligarh kütüphanelerinde yazmaları mevcuttur. 3- Kitâbü'l-Cefr. El-Hâfiye Fi'l-Cefr, El-Hafiye Fî 'İlmi'lHurûf veya el-Hâfiye adlarıyla da anılan eserin yazma nüshaları British Museum'da, İskenderiye el-Mektebetü'l- belediyye. Dârü'lkütübi'I - Mısriyye (Tal'at). Süleymaniye (Cârullah) ve Köprülü kütüphanelerinde bulunmaktadır. 4- İhtilâcü'l-A'zâ. İnsan organlarındaki titremeler ve bunların sebep olduğu hastalıklardan bahseden eserin yazma nüshaları Berlin Staatsbibliothek ile Gotha. Topkapı (III. Ahmed) ve Kastamonu kütüphanelerinde mevcuttur. 5- Heyâkilü'n-Nûr (es-Sebca). Tılsımdan bahseden bu eserin iki nüshası Bibliotheque Nationale ve Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi'ndedir. 6- Esrârü'l-Vahy. Hicri X ve XIII. yüzyılda istinsah edilen iki yazması Süleymaniye Kütüphanesi'nde (Hamidiye ve Hasan Hüsnü Paşa) bulunan küçük bir risaledir. 7- Havâssü'l-Kur Âni'l-'azîm. Hicrî IV ve XI. yüzyılda istinsah edilmiş nüshalarının bulunduğu bilinen risalenin bir yazması Dârü'l-Kütübi'z-Zâhiriyye'dedir. 8- Kitâbü't-Tevhîd Ve'l-İhlîlce. Mufaddal b. Ömer'den rivayet edilen bu eser Tevhîdü'l-Mufaddaî diye de anılır. Meşhed, Tebriz ve Kâzımiye kütüphanelerinde çeşitli nüshaları bulunan eser, Kitâbü't-Tevhîd ve'l-Edille ve't-Tedbîr adıyla 1329'da İstanbul'da basılmış, Fahreddin et-Türkistânî tarafından 1065'te (1654) Farsça'ya çevrilmiştir. 9- Risâletü'l-Veşâyâ Ve'l-Fusûl. Kimya ile ilgili olup Risale fî 'İlmi's-Sınâa ve'l-Haceri'l-Mükerrem olarak da bilinir. Nuruosmaniye, Râmpûr ve Halep kütüphanelerinde yazma nüshaları 299 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bulunan risale Almanca tercümesiyle birlikte J. Ruska tarafından neşredilmiştir. 10- Dü'â'ul-Cevşen. Birkaç varak hacmindeki risalenin hicrî XI. yüzyılda istinsah edilmiş bir nüshası Bİbliotheque Nationale'de bulunmaktadır. Bunların dışında Menâfi'u süveri'l-Kur'ân, Kitâb fî işbâti'şşâni', Es'ile 'ani'n-nebî, Münâzaratü's - Sâdık fi't-tafzîl beyne Ebî Bekir ve Ali, el-Ed'i-yetü'l-üsbû'iyye, Du'â, Kitâbü's-Sırât, Hırz, el~Hikemü'l-Ca'feriyye vd. Cafer Sadık’ten Aşikar ve Üveysi Yolla Bilgi Alanlarda Kuantum Bilgisi İmam Ca’fer es-Sadık’a Hz.Ali öğretisi vardır. Cebr ilminin tümünün bilicisi olan Hz. Ali, “Bilinmeyenlerle bilinmeyenleri bulmak” ilkesi ile ilmin öğrenilme yolunu göstermiştir. Evvelâ bilinenlerle bilinmeyenleri bulduk, sonra bilinmeyenlerle bilinenleri bulduk, üçüncü kademesi bilinmeyenlerle bilinmeyenleri bulmak.313 Hz. Ali Cebrin üç kademesinden ikisini vermiş, üçüncüsünü kendinde saklı tutmuştur. Bilginin verilme uslubundaki “bilinmeyenlerle bilinenleri bulmak” uslubundan İmam Ca’fer Es-Sadık’e Simya ilminden Kimya ilmini çıkarmasında da kullanılmıştır. Birinci imam ile altıncı imam arasındaki bu ruhani irtibat da kuantum fiziğine bağlıdır. Lakin Ruhi bağlantı olduğu için bilgi hologramın görünümünden ilave, nefes buludunun da oluşturduğu diger bir hologram da İmama aitdir. Böğle insanların maddi vücudunun “don” gibi giyip – çıkarma yeteneğinin olduğunu da bilmek gerekir. Yaşadığı devrlerin Batı’da ilimlerin keşiflerinden çok çok öncelere dayandığı halde kuantum fiziğine bağlı bilgilere ulaşmaları ve Ebu Musa Cabir bin Hayyan (M.S. 722-808) tarafından kimya ilminin ortaya çıkışı, Peygamber soyunun batini bilgilere sahip olduğunu göstermektedir. İmam Cafer Sadık: “Yol, erkân ile vech (cemal, yüz) üzeredir. Birine vechi kâmil, birine vech-i cahil, (Kamil yüz, cahil yüz) derler” söğlemesi, bir bakışla karşısındakının kimliğini anladığına işaret edir. Horasanlı Cabiri de gören gibi iç ve dış yüzünü ve yoluna sadakatını anlamış, Cebirin sırlarını ona açmış ve onun şerefine de “Cebir” adlandırmıştır. İmam Cafer Sadık’ın ölümünden 40 yıl sonra Beyazit Bistami’nin ondan üveysi yolla bilgi ve terbiye alması da bilgi ile 313 Onk. Dr.Haluk Nurbaki. Hz.Ali. http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=2362 300 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bilim arasındaki bağı bizlere anlatmaktadır. Üveysi yol, kuantum fiziğinde hologramın yansıma olayıdır ki bu yansımada hologram önce ait olduğu şahsiyet bilgisini de içinde barındırmaktadır. İmam Cafer-i Sadık’ten üveysi yolla ruhaniyyet alan, yani onun hologramındaki bilgini öğrenen Beyazid-i Bistami insan üzerindeki farzları, maddi ve manevi âlemini tahrip edeni ve bedenini korumanı on olarak göstererek 10,10,10 gibi 3 onluğa bağlı eşkenar üçgen sistemle vermiştir ki, bu üçgenin de Tanrıya bağlılığı bir cins piramit oluşturmaktadır. Bu piramit ahlakın hologramıdır. Çeşitli aklî ve naklî fenlerde birçok ilmi şahsiyetler eğitti. Bunlar: Zürare, Muhammed b. Müslim, Mümin-i Tak, Hişam b. Hakem, Eban b. Teğlib, Hişam b. Sâlim, Hüreyz, Hişam-i Kelbi Nessabe, Cabir b. Hayyan-i Sufi, Süfyan-ı Sevri, Ebu Hanife Nu'man bin Sâbit, Kadı Sekuni, Gazi Ebu"l Bahteri vb. Bbr çok bilginler idiler. “Şeyh Saduk’un Şii İmamiyye’nin İnanç Esasları adlı eserinden Şia’nın goruşlerini ve Ca’fer es-Sadık’ın fikirlerini yazarken faydalandık. Eser tamamen Şii itikadını anlatmaktadır. Ayrıca Şeyh Saduk’un Kemalu’d-Din ve Temamu’n-Nime adlı eserinde de Ca’fer es-Sadık’ın Beda’ hakkındaki goruşlerine yer verilmektedir. Bu eserde Beda’ fikrini Allah’a isnad edenlerin Allah’a küfrettikleri acıklanmaktadır. Ayrıca Şeyh Saduk’un babası olan Kummi’nin elİmame ve’t-Tebsira adlı eserinde Şia’nın imamet goruşu ele alınıp, imametin Ali b. Ebi Talib’e nass ve tayinle verildiği iddia edilmektedir.”314 Bu tayinlerin fizik yasaları ile izahını bulmak zamanı gelmiştir. Kuantum fiziğindeki holografik yapılanma sistemi, tayinlerin nasıl oluştuğunu ve aktarıldığını, bilgilerin nasıl verildiğini tam olmasa da lazımınca açmak iktidarındadır. Hologramın manevi halleri ve soyut biçimleri kendinde toparlaması ve tekrar tekrar görünümü, bu tayinlerin anahtarıdır. Din bilgi/bilim/ilim bütünleştiği nokta olarak büyük bilginleri cahilliğe son koymak için görevlendirmiştir. Bizim vazifemiz de bu bilginler hakkında detaylı ve doğru bilgiyi topluma aktarmaktır. 314 Mehmet Atalan. Şiiliğin Farklılaşma Sürecinde Ca’fer acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/1644/2283.pdf erişim tarihi 10.95.2014 301 Es-Sadık’ın Yeri Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kaynak E.Elçibey(sesli görüntüden alıntı) http://www.babaile.com/#/416/zoomed M.Aliyeva.(2014) Karanlık Noktadaki Beyaz Evren, Egitim Yayınevi, s. 195-205 http://www.ilahi.org/modules.php?name=Forums&file=viewtopic&t= 116467 İsmail Kaygusuz, Proto – Aleviliğin İlk Yazılı Kaynağı Ummu’l Kitab’ın Geniş Özeti, Demos Yayınları. s.7 http://www.scribd.com/doc/53688292/UMMUL-kitap http://www.babamansurkurhuseyin.com/?orta=detay&id=278&baslik =aleviligin-ilk-yazili-kaynagi-ummul.html Halil İbrahim Bulut.(2010) Anadolu’da Aleviliğin Dunu ve Bugunu S. 348 http://isamveri.org/pdfdrg/D194488/2010/2010_KAPLAND.pdf Wolfson, H. Austryn, Kelâm Felsefeleri, çev. Kasım Turhan, İstanbul, 2001. s.180 Caner Taslaman. (2008) Kuantuum teorisi, felsefe ve Tanrı. İstanbul yayınevi. s.27 Dr. Aslan HABİBOV. İmamiyye Şiası’nın Tefsir Tarihi ve Gunumuze Ulaşan En Eski Şii Tefsirler (15 Ignaz Goldziher, İslam Tefsir Ekolleri, (cev. Mustafa İslamoğlu), İstanbul 1997, s. 304). S.210 http://isamveri.org/pdfdrg/D02498/2008_1/2008_1_HABIBOVA.pdf Mehmet Atalan. Mezhepler Tarihi açısından Cafer es Sadık. Age. 3.30-31 Erenköylü Muhammed Hikmet Efendi. Marifet‐I Ilahiyye Tarikat‐I Aliyye . S.305http://www.ihvanim.com/images/upload/marifeti-ilahiye(1).pdf erişim tarihi 17.04.2014 Melımet Atalan. Cafer Es-Sadık'ın Eserleri. S.114 http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D01949/2001_11/2001_11_ATALANM. pdf R. Y. Ebıed And M. J. L. Young Cev. Mehmet Atalan . Ca’fer EsSadik'a Nisbet Edilen Hemeroloji Uzerine Bir Inceleme s. 277 http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D02364/2003_8/2003_8_ATALANM.pdf Onk. Dr.Haluk Nurbaki. Hz.Ali. .http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=2362 Mehmet Atalan. Şiiliğin Farklilaşma Surecinde Ca’fer Es-Sadik’in Yeri acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/1644/2283.pdf erişim tarihi 10.95.2014 302 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması OMAY, Serdar Bedii (2014). “Fazilet ve Sanatla Örülen Muazzam Bir Şahsiyet: Şeyh Galib”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.305-313 (http://bilgelerzirvesi.org). Serdar Bedii OMAY* FAZİLET VE SANATLA ÖRÜLEN MUAZZAM BİR ŞAHSİYET: ŞEYH GÂLİB315 Eslâf kapıldıkça güzelden güzele Fer vermiş o neşveyle gazelden gazel Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm Bir meş’aledir devredelir elden ele Yahyâ Kemâl Gele bir devr ki bu Gâlib’i yâd eyleyeler Fırsat-ı sohbeti ahbâb ganîmet bilsin Şeyh Gâlib D ivan şiiri diye maruf ve mahbub olan klâsik şiirimiz, muazzam bir medeniyetin hulasası bir şiirdir ve İslam medeniyetinin bayraktarı olan iki büyük devletin zamanında oluşup tekâmül etmiştir. Selçuklu Devleti zamanında ilk nüveleri zuhur eden ve cihanşümul bir devlet olma hassasını asırlarca sürdüren Osmanlı Devleti zamanında asıl karakteri oluşan büyük bir şiirdir sözünü ettiğimiz. Kökü çok sağlam esaslara dayanan ve asıl medeniyet kodlarımızı ele veren bu şiir, son asrın edebiyat tarihlerinde, tenkit kitaplarında yerden yere vurulmuştur. Aslî mahiyeti, tarzı ve usulü, tarihsel, sosyal, kültürel ve estetik bağlamları tam anlaşılmadan abalı olarak görülüp sürekli vurulan bir şiir… Akıl ve izan sahipleri, bu acımasız tenkitlerin ve hatta bir saldırı intibaını veren bu taarruzların altında yatan esas güdünün, siyasi/ideolojik olduğu görür. Bütünüyle farklı bir zihniyetle kurgulanan, kökleriyle bağını koparmak için mütemadiyen bir cidale girişen ve özellikle son asrımızı içine alan bu yeni dönemin oluşturduğu hasar, yüz yıla * Prof. Dr. Mardin Artuklu Üniversitesi. Bu alanın bir mütehassısı değilim. Bu satırlarımı, âzâd kabul etmez bir divan şiiri âşığının sözleri olarak okumanızı/dinlemenizi dilerim. 315 305 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yaklaşan bu devreyi tamamlamak üzere olduğumuz bugünlerde bile, hâlâ tamir edilememiştir. Hayatın bütün alanlarında kendini gösteren bu kopuş harekâtının zihinsel kökleri, Cumhuriyetin kuruluşunun öncesine, İttihatçı oluşumların ilk zamanlarına kadar gittiği, herkesin bildiği bir vakıadır. Cumhuriyet öncesinde oluşan entelijansiyanın önemli bir kısmının aklı, genel olarak, batılı değerleri tamamıyla almayı ve eskiden getirdiğimiz ne varsa çok fazla sorgulamadan atmayı salık veriyordu. Elbette eskinin kurumlarında, zihinsel yapısında, geleneğin deforme olmuş kısımlarında yapılması gereken çok iş vardı. Yeniden ele alınması gereken, kültürel kimliğimize zarar verilmeden yenilenmesi gereken çok unsur vardı. Fakat yapılan birçok reform, zücaciye dükkânına giren fil misali, özensizce, hesapsızca hayata geçirilmeye çalışılıyordu. Belki birçoğu iyi niyete dayanan bu çabaların neticeleri çok ağır oluyordu. Bu zihinsel ortamdan en fazla etkilenen kültür hayatımız ve özellikle edebiyatımız oldu. Mesela divan şiirinin ihtişamlı dönemlerinin olduğunu, fakat artık tekrara düştüğünü ifade eden görüşler benzer şeyler söylenebilir. Bu düşüncelerdeki haklılığa rağmen, bütün divan şiirinin, köhnemiş, yüzüne bakılmaz, önemsenmeyecek bir şiir olduğunu iddia etmek büyük bir haksızlıktı. İşte bu dönemde, böyle gaddar fikirler oluşmaya ve yerleşmeye başladı. Kendisi de divan şiirine çok şey borçlu olan Namık Kemal, yeniliği başlatmak ve hızlandırmak adına, sırtını divan şiirine çevirdi. Aynı edebi mektebin mensubu olan Ziya Paşa’da, divan şiirini terk hususunda görülen kararsızlığa karşın, bu mektebin avant-garde’ı Şinasi, eski tarz edebiyatın terki hususunda, kat’i ve acımasızdır. Tanzimat’ın ve İttihatçı ideolojinin etkisiyle oluşan bu anlayışın yönünü her şeyiyle batıya çeviren, şarka ve bize ait her şeyden içtinap eden Cumhuriyet sonrası aydın fikriyatı, elbette, daha da acımasız olacaktı. Mesela Nurullah Ataç, çok sevmesine rağmen divan şiirinin muhakkak terk edilmesini isteyecekti okurlarından: [Bu şiirin] geçmiş, ölmüş olmasına doğrusu hayıflanmıyorum. Yeni hayata, yeni medeniyete girmemiz için ondan uzaklaşmamız gerektiğine inanıyorum.316 Ancak bu jakoben ve sun’î yaklaşımlara direnen, bir değişimin gerekliliğine inanan, ancak bu değişimi, geleneği dönüştürerek ve onu tümüyle reddetmeden gerçekleştirmek isteyenler de vardı. Şükürler olsun ki, Muallim Nâci, Yahya Kemal, Mehmet Âkif, Ahmet Hamdi 316 Nurullah Ataç, (1958). Okuruma Mektuplar, Varlık Yayınları, İstanbul. 306 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Tanpınar gibi yerliliğe, köklere ve geleneğe önem verenler hep var oldu da, bugün kültür tarihimizi yeniden ele almak ve sözünü ettiğimiz hasarı onarmak için gayret ediliyor. Kültür tarihi yeniden ele alınıp değerlendirilirken, kültür ve medeniyetin en önemli taşıyıcısı olan dili ve o dille oluşturulmuş edebiyatı, şiiri öne çıkarmak vazgeçilemez bir zorunluluktur. Dilin en güzel işlendiği ve sonraki nesillere aktarıldığı bir saha oluşuyla edebiyat, aynı zamanda estetik duyuşumuzun en yaygın ifade biçimidir. Dünya tarihinde, bütün milletler, dilin estetik tezahürleri konusunda hassas olmuş, büyük bir medeniyet kurmakla, işlenmiş bir dil arasında güçlü münasebetler olduğunu görmüş ve kabul etmiştir. Türk Dünyası – Bilgeler Zirvesi’nde “Türk Dünyasının tarih boyunca yetiştirdiği ve ruh dünyamızın mimarları olan bilgeler, şairler, arifler, sȗfȋler, mütefekkirler ve mutasavvıfların birlikte konuşulması ve medeniyetimizin hamurunu yoğuran bu gönül sultanları üzerinden farklı kesimlerimizi temsil eden ve düşünen insanları bir araya getirme, fikir alışverişi yapma ve geleceğe giden yolumuzu aydınlatma hedeflerini taşımaktadır.” şeklinde bir hedef ortaya konmuştur. İşte bu meyanda öne çıkan/çıkarılması gereken isimlerden biri de, Şeyh Gâlib’dir. Klâsik şiirimizin (divan şiirinin) son büyük ismi olarak öne çıkan Şeyh Gâlib, h. 1171’de (1757) İstanbul’da Yenikapı Mevlevîhânesi civarındaki bir evde dünyaya gelir. Dedesi ve babası Mustafa Reşid Efendi gibi Mevlevilik tarikine girecek ve en büyük Mevleviler arasına adını silinmez harflerle yazdıracak olan Şeyh Gâlib’in asıl ismi olan Mehmed Es’ad’ı, daha doğmadan, babasına bir müjde ile, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Kûçek Mehmed Dede verir ve doğacak olan bu çocuğun hatırını hoş tutmasını tenbih eder. Doğumu (h.1171) için düşürülen iki tarih ibaresi de, oldukça manidârdır ve sanki Mevlevi/sûfî kaderini de belirler: eser-i aşk ve cezbetullah. İlk tahsilinde, büyük bir âlim ve ârif olan babasının payı büyüktür. Şeyh Gâlib’in üzerinde hakkı olan diğer isimler ise şunlardır: Şeyh Gâlib’in Gençliğinde Galata Mevlevîhânesi şeyhi olan Hüseyin Efendi, Arapça’yı öğrendiği Hamdi Efendi, ilk mahlası olan Es’ad’ı317 ona veren ve bir Mevlevi için farz-ı ayn olan Farsça’yı öğrendiği Hoca Neş’et. Şeyh Gâlib, Dîvân-ı Hümâyun Kalemi’nde bir 317 Esad isimli şairlerle karıştırılması yüzünden Şeyh Gâlib, bu mahlası uzun bir müddet kullanmaz ve daha sonra şiirlerinde “Gâlib” mahlasını kullanmaya başlar. Divanında “Esad” elli, “Esad Galib” iki ve “Galib” mahlasları 463 defa geçmektedir. 307 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı müddet çalışır. Daha sonra Mevlevilik yolundaki sülûkunda tesiri büyük olacak bir karar alır ve Mevlana’nın, Konya’nın câzibesiyle 1198’de (1784) Konya’ya gidip Mevlânâ Dergâhı’nda çileye girer. Bu dönem, irfanını arttırma ve gönül evini imar adına büyük mesafeler kat ettiği bir devre olur. Ancak ebeveyninin hasreti artık dayanılmaz olunca, Şeyh Gâlib’in sohbetlerinden oldukça nasipdâr olduğu Çelebi Seyyid Ebûbekir Efendi’ye mektup yazılır ve Çelebi’den İstanbul’a dönüşü için yardım istenir. O da “tekmîl-i çilenin Yenikapı Dergâhı’nda ikmalinin muktezâ-yı merdî ve hüner” olduğunu söyleyerek genç dervişi İstanbul’a gönderir. Şeyh Gâlib, çilesini 1201’de (1787) Yenikapı Mevlevîhânesi’nde tamamlayarak “dede” olur. Şeyh Gâlib, bu devrede, Ali Nutkî Efendi ile Aşçıbaşı Şerif Ahmed Dede’nin manevi himmetlerinin gölgesi altındadır. Daha sonra Ali Nutkî Efendi’den hilâfet alır. Yine bu devre Gâlib için bereketli geçer ve Trabzonlu Kûseç Ahmed Dede’nin et-Tuhfetü’l-behiyye fî tarîkati’l-Mevleviyye adlı eserine Ali Nutkî Efendi’nin izniyle es-Sohbetü’s-sâfiye adıyla bir hâşiye yazar. Yûsuf Sîneçâk’in Cezîre-i Mesnevî adlı eserini şerheder. Bu arada Galata Mevlevîhânesi şeyhi Halil Nûman Dede’nin görevinden azledilir. Onun yerine Konya Şems Dergâhı türbedarı Şemsî Dede tayin edilir. Ancak Şemsî Dede’nin İstanbul’a gelirken Kütahya’da vefat etmesi üzerine, Konya Âsitânesi’nden gelen emirnameyle 9 Şevval 1205’te (11 Haziran 1791) Galata Mevlevîhânesi şeyhliği Gâlib Dede’ye verilir. Bu vazifesi döneminde aynı zamanda bestekâr ve İlhâmî mahlasıyla maruf bir şair olan Sultan III. Selim’le olan dostlukları gelişir. Gâlib Dede, hükümdarın desteğini ve yakın ilgisini her zaman yakınında hisseder. Gerçi bu yakınlığın Sultan açısından, siyasî sebepleri de muhtemelen vardır.318 Bu yakın ilgiden Galata Mevlevîhânesi de nasipdâr olur. Mevlevîhâne’nin imarı ve binaya yeni bir müştemilatın eklenmesine vesile olur. Şeyh Gâlib’in bu destekleri için III. Selim’e adadığı/sunduğu şiirler ve tarih manzumeleri vardır. Bu arada, padişahın icra edilen mukabelelerine ekseriyetle iştirak ettiği Yenicami’deki mesnevîhanlık da Şeyh Gâlib’e verilir. Padişahın bu ilgisinin yanında kardeşi Beyhan Sultan da, Şeyh Gâlib’e hayrandır.319 318 Bu ilgide padişahın daha çok Bektaşiyye mensubiyeti olan Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp yerine yeni bir askerî yapı getirmek isterken, alternatif bir tarikat olarak Mevleviyye’yi desteklemesinin, payı olduğu düşünülmektedir. 319 Hatta bu hayranlığın daha da ileriye vardığını ve Beyhan Sultan’da bir aşka dönüştüğünü iddia edenler de olmuştur. Ancak Şeyh Gâlib’in başka biriyle evli bir adam olduğu unutulmamalıdır. Şeyh Gâlib’in Şerife Âişe adında bir şeyh kızıyla evlendiği, bu evlilikten 308 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Beyhan Sultan ve kızkardeşi Hatice Sultan’ın kendi aralarında Şeyh Gâlib’e taktığı isim de tebessüm sebebidir: Pamuk Şeyh. Beyhan Sultan’ın 1793’te kardeşi III. Selim’le birlikte 300 altın sarf ederek Şeyh Gâlib’in divanını ciltletip tezhip ettirmesi de, kayda değer bir başka nokta olarak zikredilmelidir. Beyhan Sultan’ın bu hayranlığının Şeyh Gâlib’te de bir karşılığı vardır. Şeyh Gâlib’in divanında Beyhan Sultan mümtâz bir yere sahiptir ve ona adanmış şiir ve manzumeler epeyce fazladır.320 1209 (1794) yılından sonrası, Gâlib için büyük kayıplar ve sarsıntılar yaşadığı bir devre olur. Hassas bir tabiata sahip Gâlib Dede, 1209’da çok bağlı olduğu annesi Emine Hatun’u kaybeder. Bu üzüntünün ağırlığını daha üzerinden atamamışken, çok sevdiği müridi Esrâr Dede 1211’de (1796) vefat eder. Bu kayıplar, Şeyh Gâlib’i derinden sarsar. Bundan bir yıl sonra hastalanır. Hastalığı zaman içinde artar. Ölümüne yakın yazdığı ve son şiiri kabul edilen “henüz” redifli bir Farsça gazelde ölümünü sezdiğini hissettiren imâlar vardır: cân sefer kerde vü dil vâlih i dîdâr henüz hâne hâli şüd ü âyine bedîdâr henüz Ölümü şeb-i arus olarak gören bir tasavvufî anlayışa merbut olan Şeyh Gâlib’in de, ondan korkması beklenmez elbette. Nitekim kendisi de bu konuda şu mısraları mırıldanmıştır: Korkutmağa düşme bî-mahaldir Vuslat dediğim benim eceldir Salt bende degil bu fikr-i cânân Ölsem de giyâhım eyler efgân En büyük eseri olan ve tasavvufî bir faziletle, aşkla, iyilikle, insanîlikle, İslamîlikle ve elbette sanatla örülen muazzam bir şahsiyetinin dışında, Şeyh Gâlib’ten geriye beş yazılı eser kalır. Bunlar: 1. Divan: Daha yirmi dört yaşına yeni varmışken, o kadar şiiri birikti ki, onları tertip eder (1784). Daha sonraki şiirlerle beyit sayısı 5500’ü aşan bir esere dönüşür. Kırkın üzerinde yazma nüshası olan divanının 1252’de (1836) ta‘lik hattıyla basılan nüshasında; yirmi Zübeyde isminde bir kızı, Ahmed ve Mehmed isimlerinde iki oğlu olduğu, Şer‘î Siciller Arşivi’nde bulunan tereke kayıtlarından anlaşılmaktadır. 320 Bu şiirler 4 kaside, 5 tarih ve 1 terci-i bend yekûnundadır. 309 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı dokuz kaside, bir terciibend, dört terkibibend, yedi müsemmen, sekiz müseddes, on yedi tahmîs, dört muhammes, bir tard ü rekb, altı murabba, altı şarkı, on üç mesnevi, bir bahr-i tavîl, bir tezkire, 372 gazel, 130 kıta, altmış üç rubâî, doksan beş beyit ve beş mısra yer almaktadır. 2. Hüsn ü Aşk: 1783’te kaleme alınan, altı ay gibi kısa bir sürede biten bu mesnevinin ehemmiyetine aşağıda daha fazla değinilecektir. 2041 beyit ve dört tardiyyeden oluşan tasavvufî, fantastik ve sembolik bir mesnevidir. Otuzun üzerinde yazma nüshası ve muhtelif neşirleri bulunan Hüsn ü Aşk (meselâ Bulak 1252; İstanbul 1304, 1341) Tâhirülmevlevî (İstanbul 1339), Vasfi Mahir Kocatürk (İstanbul 1944), Orhan Okay - Hüseyin Ayan (İstanbul 1975) ve Muhammed Nur Doğan (İstanbul 2002) tarafından yayımlanmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı ise Şeyh Gâlib’in el yazısıyla olan nüshanın tıpkıbasımını yapmış, eseri yeni harflere aktararak sadeleştirmiştir (İstanbul 1968). 3. Şerh-i Cezîre-i Mesnevî. Yûsuf Sîneçâk’in eserine 1790’da yazılmış bir şerh olup müellifin Türkçe tek mensur eseri olması bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Yûsuf Sîneçâk, Mevlana’nın Meŝnevî’sinden 366 beyit seçerek bir antoloji meydana getirmiştir. Şerh, genel anlamda bir antolojidir. Bununla birlikte Meŝnevî’den seçilen beyitler kendi aralarında bir konu bütünlüğü oluşturmaktadır. 4. Es-Sohbetü’s-Sâfiye: Trabzonlu Şeyh Kûseç Ahmed Dede’nin et-Tuĥfetü’l-behiyye fî ŧarîķati’l-Mevleviyye adlı Arapça risâlesine yine Arapça yazılan bir ta‘likattır. Şeyh Gâlib, Mevlevî âdâb ve erkânından bahseden bu küçük risâleyi 1789 yılında kaleme almıştır. 5. Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye: Aslında bu eseri Esrâr Dede’ye nispet etmek daha doğrudur. Esrâr Dede’nin Şeyh Gâlib’in teşviki ve gözetiminde hazırladığı bir eserdir. Şeyh Gâlib, bu eserdeki şiirleri derlemiştir. Şeyh Gâlib’in Opus Magnumu: Hüsn ü Aşk Şeyh Gâlib’in ihtişamlı şairlik kabiliyetini bütün şiirlerinde görebiliriz. Bu mümtaz şairlik karakterini, şiirlerini cem ettiği Divan’ında ve özellikle de Hüsn ü Aşk’ında ortaya koymuştur. Hüsn ü Aşk, İslamî Türk edebiyatı devresinde ortaya çıkmış en büyük eserlerdendir. 310 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Hüsn ü Aşk, tasavvufî, fantastik ve sembolik bir mesnevidir. Hüsn ü Aşk’ta, tasavvuf yoluna giren birinin kalbine ve rabbine doğru yaptığı ilahî yolculuk anlatılır. Nitekim Hüsn ü Aşk üzerine önemli bir doktora çalışması yapan Ahmet Doğan, bu çalışmayı Aşk’ın Kalbe Yolculuğu diye isimlendirmiştir.321 Hikâye, Sevgioğulları (Beni Mahabbet) adında bir Arap kabilesi etrafında oluşmaya başlar. Bir gece bu kabilede biri kız, biri de erkek iki çocuk doğar. Erkeği Aşk, kızı da Hüsn diye tesmiye ederler ve bu ikisini birbirlerine nişanlarlar. Biraz daha büyüyüp tahsil devresine eriştiklerinde, ikisi de Edep okuluna giderler, bu okulda Munlâ-yı Cünûn isimli büyük bir hocadan ders almaya başlarlar. Bu esnada Hüsn Aşk'a âşık olur. Zaman zaman beraber Mânâ denilen gezinti yerinde gezinip sohbet ederler. Burada Suhan isminde biri onları korur, kollar, ikramlarda bulunur. Suhan, her şeyi bilen çok büyük bir insandır. Fakat Hayret isminde kudretli biri, Hüsn ile Aşk'ın görüşmesini engeller. Buna bir çözüm olarak, Suhan onların mektuplaşmalarına aracılık eder. Aşk'ın Gayret adında bir lalası vardır ve sonunda ikisi Aşk'ın gidip Hüsn'ü kabile büyüklerinden istemesi konusunda anlaşırlar. Kabile büyükleri ise Aşk'ın bu arzusuyla alay eder ve eğer Hüsn'e kavuşmak istiyorsa Kalb ülkesine gidip Kimyâ`yı alıp gelmesi gerektiğini söylerler. Yolun ne denli zorlu ve korkunç olduğunu da anlatırlar. Aşk yolda dev, cin ve cadılarla karşılaşacak, ateşten bir denizi mumdan kayıklarla geçmek zorunda kalacaktır. Aşk ile Gayret Kalb ülkesine yola koyulurlar ve başlarından birçok bâdire geçer. Her bâdirede onları Suhan kurtarır. Hikâyenin sonunda Aşk'ın Hüsn'ü kendinden ayrı sanmasının onu yanlış yollara düşüren şey olduğunu, aslında Aşk'ın Hüsn, Hüsn'ün de Aşk olduğunu, bu birlikte ikiliğin var olmayacağını kişinin aslının birliğe (tevhid) dayandığını fehmeder. Filhakika bu mesnevi baştan sona kadar alegori ve sembollerle, tasavvufî unsurlarla bezenmiştir. Meselâ Hüsn ile Aşk: seven ve sevileni yani hüsn-ü mutlak (Allah) ile dervişi; Edep, dergâhı; Munlâ-yı Cünun, mürşidi; Kalp şehri, Allah’ın tahtı olan gönlü ve oraya yapılan seferin de, çile dolu sevgi mücadelesini sembolize eder. Lirizmi ve hikemiyyâtı kendi bünyesinde birleştiren, şiirde yeni bir yol açmaya çalışan Şeyh Gâlib’in Divan’ındaki şiirleri kadar, hatta onlardan daha büyük bir öneme ve değere sahip eseri Hüsn ü Aşk, kendi şiirini şöyle tavsif eder: 321 Ahmet Doğan, (2013). Aşk’ın Kalbe Yolculuğu, Değişim Yayınları, İstanbul. 311 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Tarz-ı selefe tekaddüm etdim Bir başka lügat tekellüm etdim … Zann etme ki şöyle böyle bir söz Gel sen dahi söyle böyle bir söz Bu satırlarda sanatı konusunda, meydan okuyuşunu, tevazuu bir yana bırakışını görürüz. Ömrü boyunca, kendini gönülden bağlı hissettiği şair Şevket-i Buhârî’nin tesiriyle ve şiirde bir nev-râh açma endişesiyle Şeyh Gâlib, Sebk-i Hindî üslubunu çok önemsemiş ve Osmanlı’da, Anadolu’da en iyi uygulayan şair olmuştur.322 Klasik şiirin artık tekrara ve taklide düştüğü bir dönemde bir can simidi gibi yetişen Şeyh Gâlib’in, divan şiirinin son büyük şairi olduğunu bütün kaynaklar tekrarlayıp durur. Elbette bu bir hakikattir. Ama bunun yanında modernleşme yoluna giren şiirimiz için, ilk modern değişiklik denemelerini de Şeyh Gâlib’in yaptığını ifade eden önemli görüşler vardır.323 Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar’ın belirttiği gibi, Hüsn ü Aşk’taki tenkitler, şairlere yönelik gözükse de, aslında ilk defa şiir geleneği hedef alınmıştır. Kendinden önceki bazı isimlerin (Hayâlî Bey, Nef‘î, Fehîm-i Kadîm gibi şairler) tesirinde olsa da, alışılmış kalıp ve mazmunları kıran, Sebk-i Hindî’yi bile kendi sanatçı rengine boyayan, yeni şeyler, yeni biçimler deneyen bir öncü olmuştur (Mesela; terciibend, terkibibend, müseddes ve tardiyyelerindeki hayaller, soyut ve somut kavramları birbirine yaklaştıran terkipler). Yaptıkları yeniliklerle, kurduğu muazzam ve şaşaalı şiirle, eserinin özünü oluşturan güçlü ve tesirli fikriyâtıyla, hissiyâtıyla kendinden sonra, Gâlibiyyûn324 diye tabir edilen bir edebiyatçı kitle 322 Hint, Afgan ve Türk edebiyatlarında güçlü taraftarları bulunan sebk-i Hindî mektebine bağlı şairlerin en önemli özellikleri anlamın bilmeceye dönüşecek kadar derin, girift, zarif ve ince olmasına özen göstermeleri, hayal güçlerini son sınırına kadar kullanarak anlamı şaşırtıcı güzellikte imajlarla ve duyulmadık mazmunlarla zenginleştirmeleridir. Gâlib bir rubâîsinde mazmunlarını anlamayanları ayıplamayacağını (Ol şâir-i kem-yâb benem kim Gâlib / Eş’ârımı fehm eylememek ayb olmaz), çünkü bunların her birinin “güher-i gayb-ı hüviyyet” olduğunu ve akıl dalgıcının bu incileri bulup çıkaramayacağını söylerken aslında sebk-i Hindî’yi tarif etmektedir. 323 Bu tespit, Prof. Dr. Talat S. Halman’a aittir. 324 Bu tabir, Beşir Ayvazoğlu’nun muhteşem kitabına çok güzel yakışmış bir bölümün adıdır. (Beşir Ayvazoğlu, (2008). Kuğunun Son Şarkısı. Kapı Yayınları, 6. Bas, İstanbul.) Gâlibiyyûn, ne muhteşem bir sınıf. İçinde kimler yok ki: Yenişehirli Avni, Ziya Paşa, Muallim Naci, Köprülüzâde Fuad, Faruk Nafiz, Mahir İz, Arif Nihat, Fazıl Hüsnü, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç, Hilmi Yavuz, İlhan Berk, Beşir Ayvazoğlu, Tanpınar, Orhan Pamuk ve başkaları... 312 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tarafından takip edilen zıllı memdûd muhteşem bir isimdir Şeyh Gâlib. Bütün inkâr ve tahkir teşebbüslerine rağmen klâsik şiirin, bu şiirin üslûp ve muhayyilesinin, incelikle işlenmiş dilinin, modern şiir ve sair edebî metinlerinde –bulduğu her fırsatta– kendini tekrar göstermesinde, Şeyh Gâlib’in tesiri büyüktür. Her büyük şair ve söz ustası gibi, Şeyh Gâlib de dilin imkânlarını gidebildiği son noktaya kadar zorlamış ve Osmanlı dil ve kültürünü mümkün olduğunca zenginleştirmeye çalışmıştır. İslam medeniyetinin en önemli dillerinden olan Türkçenin, estetik bir dil olma macerasında, Şeyh Gâlib’in, dil bayrağını en yükseğe taşıyanlardan olması çok mühimdir. Son olarak yine Ayvazoğlu’na kulak verelim ve meramımızı tesirli ve hülasa bir şekilde ortaya koyan Ayvazoğlu sözleriyle bitirelim: Hüsn ü Aşk, kuğunun yani medeniyetimizin son güzel şarkısıydı. Gâlib bu şarkıyı Sultan III. Selim, Hattat Mustafa Rakım ve Dede Efendi'yle birlikte söyledi ve sustu. Söz artık 'Nasıl bu taze maarifle eskiler alayım' diyenlerdeydi. Ancak beş yüz yıllık birikimiyle karşılarında heyula gibi duran ve inanılmaz zenginliklere sahip olan divan şiiri, Gâlib'in getirip bıraktığı parıltılı noktada hâlâ gözleri kamaştırıyordu. Bu şiirin asla ölmeyen bir tarafı vardı; şiirimizin damarlarında bir usare gibi, Tanzimat şairlerinin pek farkına varamadıkları bir alışkanlıkla, fırsat bulur bulmaz yepyeni bir hayatiyetle gün ışığına çıkmak üzere dolaşıyordu. Bu saf şiir usaresi Şeyh Gâlib şiirinin imbiğinde damıtılmıştı. Kaynaklar Ahmet Doğan, (2013). Aşk’ın Kalbe Yolculuğu, Değişim Yayınları, İstanbul. Beşir Ayvazoğlu, (2008). Kuğunun Son Şarkısı. Kapı Yayınları, 6. Bas, İstanbul. Muhsin Kalkışım, (1994). Şeyh Gâlib Divanı. Ankara: Akçağ Yay. Şeyh Gâlib Divanı, Hazırlayan: Prof. Dr. Naci OKÇU, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/TR,78404/seyh-galibdivani.html Şeyh Gâlib - Hüsn ü Aşk, Hazırlayan: Muhammet Nur Doğan, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10711,seyhgalibhusnuas kmuhammetnurdoganpdf.pdf?0 313 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ÇİÇEK, M. Halil (2014). “Mevlana Halid ElBağdadi’ye Evrensel İnsani Değerler Açısından Farklı Bir Okuma”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir ss.315-323 (http://bilgelerzirvesi.org). M. Halil ÇİÇEK* MEVLANA HALİD EL- BAĞDADÎ’Yİ EVRENSEL İNSANÎ DEĞERLER AÇISINDAN FARKLI BİR OKUMA Hayatı 1 779-1827/1242 yılları arasında yaşamış olan Mevlana Halid-i Bağdadî, Kuzey Irak’ın Kürt şehri Süleymaniye kentine bağlı olan, olan ve birçok âlim ve arif insanın yetişmesine beşiklik eden Karadağ kasabasında 1779 yılında dünyaya geldi. Baba tarafından soyunun Hz. Osman’a dayandığı rivayet edilmektedir.325 Medrese öğrenimini Süleymaniye ve çevresinde tamamlayan Bağdadî Şeyh Abdulkerim Berzencî’nin 1213/1798-1799 yılında vefat üzerine yedi yıl Berzencî medresesinde müderrislik yaptı.326 1805’te hac için yola koyulan Bağdadî Medine ve Mekke’de yaşadığı olaylar kendisini tasavvufa yöneltti.327 Mevlana Halit eş-Şehrzurî, çağların benzerini zor getirdiği ender şahsiyetlerden biridir. Mevlana Halid’in şahsiyetini çok renkli ve hareketli kılan ve çağının üstüne çıkararak çok ötelere taşıyan, dikkat çekici ilmî, manevî ve diğer kişisel özellikleridir. Mevlana Halid’te bulunan özelliklerin çoğu sıradan olan insanlarda bulunmayan özelliklerdir. Mesela onun dünya mal ve servetine karşı son derece iffetli davranması, bulunduğu yüksek mertebeyi dünyanın fani zevk ve serveti için kullanmaya ve bunu istismar etmeye tenezzül etmemesi bunun en tipik örneğini teşkil eder. Çünkü Mevlana Halit bunca şöhretine rağmen bir halifesine yazmış olduğu 22. mektupta tek bir dirheme ve tek bir kuruşa sahip olmadığını ve insanların kendisine hediye getirdiği eşyayı almamasının daha uygun olduğunu çünkü * Prof. Dr. Yıldırım Beyazıd Üniversitesi. Ateş Süleyman, Tasavvufun Kaynağı, Uluslar Arası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 2012, s. 39. 326 Ateş Süleyman. a. g. e., s. 39-40. 327 A. g. e. , s. 40. 325 315 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı insanların bunu kendisine salahına binaen verdiklerini o ise kendini böyle bilmediğini ifade eder.328 Bu dikkate değer çok önemli bir özelliktir. İşte o bunun gibi özellikleriyle çağını ve coğrafyasını aşmayı başardı ve çağlara nüfuz eden bir etki bıraktı. Harîrîzade Muhammed Kemaleddin Efendi (ö. 1299/1882), Mevlana Halid’i şu vasıflarla takdim etmektedir: “Tarikatin müceddidi, şemsu’l-mearif (Bilgilerin güneşi), es-sairi fi’lllah (Allah için seyreden), el-mücahid.329 Mevlana Halid’in taşıdığı diğer önemli özelliklerinden birisi, onun küçük yaşlarından itibaren Yüce Dost’a kavuşmak için ısrarlı arayışıdır. Hatta öğrencilik yıllarında bile dünya malına karşı uzak durmasını sağlayan züht ve inkıtada (insanlarla ilişkisini asgari düzeyde tutma) derinleştiği görülür.330 O bununla kalmadı bir yandan dünya malına ve siyasî elitlere karşı uzak dururken, öte yandan çeşitli ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya da çalışmaktaydı. Bağdadî’nin kayda değer diğer bir özelliği, onun idarecilere karşı son derece onurlu durmasıdır. Zira o, herhangi bir menfaat düşüncesiyle iktidardakilerin ve idarecilerin kapısına gitmezdi. O, bu meyanda kulluk hayatını sürdürmesinde kınayanların kınamasına da aldırış etmezdi. Bu sayede toplumda çok saygın ve bilge bir kişilik edinmişti, toplumun her kesiminde sözü dinlenen ve saygı gösterilen itibarlı biriydi.331 Onun uhrevî fazilet ve manevî kamalata erişme noktasındaki samimiyetini gösteren en dikkat çekici tavrı, onun ilmî birikimine ve kişisel başarı ve müktesebatına, nefsin gurur ve hevesatına aldanmayıp Yüce Dost’a kavuşmak için her türlü sıkıntıyı göze almasıdır. Bunun en açık ispatı şudur: O Hindistan’a giderken yolda karşılaştığı ve ilmî münazarada bulunduğu bütün Şia âlimlerini mağlup eder. Böylece sınır tanımayan ilmî kişiliğini ve bilgeliğini çok somut bir şekilde ortaya koyar. Ama mürşidi Seyit Abdullah edDihlevî’nin terbiyesine girdiğinde kendisine verdiği ezkar ve evrad vazifeleriyle birlikte onun kısa bir sürede nefsin benlik, kibir, ucb/kendini beğenmişlik ve şan-şöhret sevdalığı gibi manevî hastalıklardan biran evvel arınmasını sağlamak için kendisine, nefse çok ağır gelen ve onur kırıcı olan bir vazifeyi şöyle tevcih eder: 328 Muhammed As’ad Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, fi Mektubati Hazreti Mevlana Halid, Dımaşk Matba’atu Terakki’nin 1334 Ofseti, s.131-132. 329 Çiçek Yakub, Tibyan’a Gre Mevlana Halid Bağdadî, s. 77. 330 A. e. 331 A.e., s.78. 316 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Halid, bizim huzurumuzda ilerlemek istiyorsan sana işini haber veriyorum: Bu günden itibaren tuvalet temizliğinden sen sorumlusun. Senin görevin hizmet ehillerinin tuvaletlerini temizlemek ve tuvalete gittikleri yolları süpürmek.”332 O da verilen vazifeyi layıkıyla yerine getirmeye çok özen gösterdi. Bunun için genellikle yıllar süren tasavvufî eğitimini bir seneden az bir sürede bitirerek sadece Nakşî tarikatından değil; onunla birlikte Kadirî, Kübrevî, Çeştî ve Sühreverdî tarikatlarından da icazet/manevî halifelik payesini almayı hak etti. O böylece 1 seneden az bir sürede seyr-u sulukunu tamamladıktan sonra şeyhinin tâlimatıyla halkı irşat etmek üzere Irak taraflarına geri döner.333 Şeyhi onun tasavvufî bir makam olan “Ferd-i kâmil” mertebesine ulaştığını söyler. Şeyhi onun kısa bir sürede manevî yönden çok yüksek makamlara ulaştığını görür ve onu Delhi’den yolcu ederken yaya olarak yedi kilometrelik bir mesafeye kadar onunla yürüyerek uğurlar. Bir rivayete göre onun arkasında da şu Farsça cümleyle onun haiz olduğu manevî makamı ifade eder: “Halid-i Kürd bird”. Yani Kürt Halid tarikatın özü ve öncülüğünü beraberinde götürdü. Gerçekten de böyle oldu. Zira Tasavvuf tarihinde Mevlana Halid’e kadarki uzun dönemde Nakşî tarikatının birçok öncü şahsiyetleri ya Orta Asya’dan veya Hint alt kıtada yetişmiş olan insanlardandı. Ancak Mevlana Halit, tasavvuf ve tarikatın hizmet havzasını Orta Asya ve uzak Doğudan Batı Asya ve Orta Doğu coğrafyasına kaydırdı. İmam Rabbanî (ö. 1092) dışında Mevlana Halit kadar tarikatı global bir olay haline getiren ve kısa bir süre içerisinde onu dünyanın üç kıtasına yayan hemen hemen hiç olmadı. Mevlana Halit, bütün bunları ileri görüşlülüğü, derin hikmeti, köklü bilgeliği ve toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz eden ferasetiyle yaptı. O İslam Ümmetinin yaralarını sarmak ve tasavvufta bir dinamizm ve yeni bir heyecan oluşturmak için önüne büyük hedefler koymuştu. Şahısların değeri ve büyüklüğü, kendilerine belirlemiş oldukları hedeflerle ölçüldüğüne göre Bağdadînin büyüklüğüne mütenasip büyük hedefleri vardı. Mevlana Halid’in olağanüstü ilmî ve tasavvufî kişiliği, onu Osmanlının siyasî ve ilmîye sınıfı için bir cazibe merkezi haline getirdi. O, çağının büyük âlim ve şahsiyetlerinden büyük müfessir Alusî, büyük fakih İbn Abdin, Şam Müftüsü Hüseyin Muradî Efendi ve II. Mahmud’un Şeyhulislam’ı Mekkîzade Mustafa Asım Efendi 332 Ateş Süleyman, Tasavvufun kaynağı, s. 40. Çiçek Yakup, Tibyan’a Göre Mevlana Halid Bağdadî, s. 79; Ateş Süleyman, Tasavvufun Kaynağı, s. 41. 333 317 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gibi büyük ilmî şahsiyetlerinin yanı sıra birçok eyalet valisini de kendisine bağlamıştı.334 Onun bu olağan üstü tasavvufî şahsiyetinin en büyük kanıtı belki o günkü kıt iletişim imkânlarına rağmen tarikatının temsilcileri olan halife ve müritlerinin çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olmalarıdır. Hicaz ve özellikle Mekke-Medine, Irak, Suriye, Hindistan, Afganistan, Maveraünnehir, Mısır, Amman, Filistin, Mağrip, Türkiye, onun tarikatının yayıldığı coğrafyalardan sadece bazılarıdır.335 Büyük şahsiyetlerin büyüklükleri geriye bıraktıkları eserlerle ölçüldüğüne göre Mevlana Halid’in bu geniş etki alanı onun ne kadar büyük bir şahsiyet ve önder bir ıslahatçı olduğunu ispatlamaya kâfidir. Onun her türlü muhalefete rağmen Osmanlı devletinin hem siyasî elitlerine, hem bürokrasisine, hem ilmiye sınıfına hem de halk tabakalarına kısa bir süre içerisinde nüfuz etmeyi ve adeta onları teslim almayı başarması olağanüstü bir şahsiyete sahip olduğunun en açık bir kanıtıdır. Mevlana Halid’in İlmî Kişiliği Mevlana Halid’in hayatında iki önemli unsur ön plana çıkmaktadır ve bu iki unsur onun hayatında ağırlık merkezini oluşturmaktadır. Manevî karizmasının oluşmasında da bu iki önemli unsur öne çıkmaktadır. Birisi Tasavvufî kişiliği diğeri de ilmî kişiliği. Harirîzade Bağdadî’nin ilmî kişiliğini şu ifadelerle dile getirir: ElÂlim, el-Allame, el-Hibr, el- Fehhame, mantuk ve mefhum ilimlerine malik, ilimlerde yed-i tulâ’ya sahip, el-arif, el- müsellik, müritlerin mürebbisi, saliklerin mürşidi.336 Karadağ’da birçok hocadan ders alan Bağdadî buluğ çağına ermeden nazım ve nesirde parladı, kendisine zahir ilimlerde sorulan her soruya güzel cevaplar veren biri oldu.337 İlmî seviyesini anlamak için 16 ciltlik büyük Ruhu’l-Meanî tefsirinin müellifi Şehabeddin el- Alusî (ö.1270)’nin, “el- Feydu’l-Varid Ala Mersiyeti Mevlana Halid” adlı eserinde Siyalekutî’nin Kelama dair el- 334 İbrahim Fasih Efendi, el- Mecdu’t-Talid fi Menakibi’ş- Şeyh Halid, (Mecamiu’l-Yevakit adlı dört risaleyle birlikte ofset basılmıştır ) el-Matbaatu’l-Amiriyye, Mısır, Mısır 1321, s. 37, Ateş Süleyman, Tasavvufun Kaynağı, s. 41; Çiçek Yakup, Tibyan’a Göre Mevlana Halid Bağdadî, s.82. 335 İbrahim, el- Mecdu’t-Talid, s. 36; Ateş Süleyman, Tasavvufun Kaynağı, s. 41. 336 A. e. 337 Çiçek Yakub, Tibyanu Vesaili’l-Hekaik fi Beyani Selasili’t-Teraik’a Göre Mevlana Halid Bağdadî, Uluslar Arası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 2012, s. 78. 318 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Hayalî üzerindeki haşiyesini Mevlana Halid’in yanında okuduğunu ifade etmesidir.338 Mevlana Halid’in geriye bıraktığı eserlerden onun kendi çağının ilmî yapısı içinde oldukça zor olan ve ciddi birikim gerektiren konularda söz sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla eğer o isteseydi çok daha zengin bir yazılı ilim mirasını bırakabilirdi. Ne var ki, o bir yandan hakikî ve yüce dosta kavuşmayı bir yandan da toplumun irşat ve ıslahını önemsediği için yazılı te’lifatla fazla ilgilenmedi. Ayrıca çok genç yaşta vefat etmesi de onun geriye az eser bırakmasının önemli amillerinden biridir. Mevlana Halid’in geriye bıraktığı eserleri şunlardır. Bir Divan, Rabita ile ilgili ufak bir Risale339, Kelam ilmine dair Ta’likatun ala Haşiyeti’s-Siyalekutî, Şerh-u Makamati’l-Harirî, Şerhu’l-Akaidi’l‘Adudiyye, Ta’likat al Haşiyeti’s-Seyalekuti al Abdulğafur el-Lari, diğer bazı ta’likler Risaletun fi’l-İradeti’l-Cüz’iyye340 ve Şerhu Hadisi’l- Cebr.341 Mevlana Halid’in yazdığı bu eserler az olsalar bile ancak özellikli alanlarda yazıldıkları için Bağdadî’nin derin ilmî kişiliğine ve büyük bir ilmî otoriteye sahip olduğunu göstermektedir. Mevlana Halid’in Tasavvufî Kişiliği Mevlana Halid el-Bağdadî ve eş-Şehrzurî, yazılı eserden ziyade insan yetiştirmeyi ön plana çıkardığı için bütün himmetini toplumun ıslahına hasretti. Zira toplumun kötülüğe doğru geçirmekte olduğu evrilmeyi, ahlakî dejenerasyonunu, nefsanî ve şehvanî arzu ve isteklerin gittikçe toplumda baskın gelmesi, günahların toplumda yaygınlaşması, manevî ve insanî değerlerin azalması noktalarındaki realiteyi Mevlana Halid yakından müşahede etti. Bu durumun acilen manevî bir müdahaleye muhtaç olduğunu gördü ve bunun için topluma bazı müessir reçetelerin sunulmasının gerekliliğini kavradı ve bunun da ancak tasavvuf kanalıyla mümkün olabileceğini gözlemledi. Çok isabetli bir öngörüyle tasavvufa yeni bir dinamizmin, yeni bir yorumun ve yeni bir heyecanın verilmesinin gerekliliğini gördü. Mevlana Halit bunu fevkalade olan karizmatik şahsiyetiyle çok kısa bir süre içinde gerçekleştirdi. Çünkü her şeyden önce o toplumun 338 Muhammed As’ad Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, fi Mektubati Hazreti Mevlana Halid, Dımaşk Matbaatu Terakki’nin 1334 Ofseti, s. 80. 339 Bkz. Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, s. 72-79 340 Bu risale için bkz. Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, s. 88-104. 341 İbrahim, el- Mecdu’t-Talid, s. 37; Çiçek Yakup, Tibyan’a Göre Mevlana Halid Bağdadî, s. 80. 319 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı hastalıklarını iyi teşhis ediyordu. Bu hastalıkların üzerine kararlı, müstakim, dürüst, samimi ve bilge öncü ve önderlerle ve çok ihlaslı davetçilerle varmak gerekiyordu. Bunları yetiştirip Müslüman toplumun farklı kesimlerine yaymak ve İslam ümmetinin değişik coğrafyalarına göndermek icap ediyordu. Bunun farkında olan Mevlana Halit her tarafa ihlâslı, birikimli, yetenekli ve toplumu istismar etmeden aydınlatan ve doğruya yönlendiren samimi halifeler ve müritler gönderiyordu. O bu halifelerinin samimiyetlerini pekiştirici, diri ve canlı tutucu nasihat ve tesviyelerde bulunuyordu. Onlara sıkça mektuplar gönderiyordu. Bu bağlamda kayıt altına alınan ve günümüze kadar gelen mektupları 106 tanedir. Böylesine sıkıntılı bir hengâmede bir yandan yetiştirilen halifelerinin samimiyetlerini ve tarikata bağlılıklarını pekiştirici, bir yandan da genel halkın İslamî heyecan ve aşklarını coşturucu ilke ve tâlimatlara ihtiyaç vardı. Mevlana Halid tam bu noktada toplumu islam2ı yaşamaya yönlendiren çok müessir pratik bazı ilkeler koyuyordu ve mensuplarını bu ilkelere uymaya çokça davet ediyordu. Bu ilkelerin başında sünnet-i seniyyeye uymak geliyordu. O özellikle halife e diğer mensuplarını sünnet-i seniyeye sıkıca uymalarını sıkça tavsiye ediyordu.342 Mevlana Halid’in sünnet-i seniyyeye vurgusu değişiktir ve önemlidir. Zira o bunu birçok mektubunda değişik üsluplarla ve ta’zim dolu ifadelerle tekrar etmektedir. Bağdadî’nin üzerinde durduğu diğer bir ilke de istikametti. O bu dünya hayatında yaşayan insanların genel zaaf ve hastalıklarını, toplumsal yapının sıkıntılarını iyi biliyordu ve ona göre de tedavi etmeye çalışıyordu. Bunun için o halifelerine ve müritlerine şer’i şerifin istikametinden ayrılmamalarını ve bunu gerçekleştirebilmek için de günahlarından gafil olmamalarını tavsiye ediyordu. Aslında Mevlana Halid’in ısrarla vurguladığı istikamet ilkesi insanlığın her zaman ihtiyaç duyduğu bir ilkedir. Örneğin günümüz insanı buna ne kadar muhtaçtır. Bu ilkenin diğer adı ıslahtır. Zira ancak istikamette olan bir insan ıslah olmuş olur. Bunun için Bağdadî birçok mektubunda ısrarla istikamet üzerinde durmaktadır. Üzerinde durduğu diğer bir ilke de tarikat mensubunun günahının, acz ve kusurunun farkında olmasıdır. Zira günahının farkında olan bir insan kolayca onda ısrar etmez ve her fırsatta o 342 Bkz. Muhammed As’ad Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, fi Mektubati Hazreti Mevlana Halid, Dımaşk Matbaatu Terakki’nin 1334 Ofseti, s. 112, 133, 134, 138, 320 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması günahını terk etme yollarına bakar. İşte bunun için Bağdadî bağlılarına yazdığı mektuplara onları sıkça istiğfar ve tövbe etmeye davet eder ve bunu ihmal etmemelerini mükerreren tavsiye eder.343 Mevlana Halid’in üzerinde durduğu diğer önemli bir ilke de dünya mal ve servetine karşı uzak durmak. O tasavvuf ve tarikatın mal toplamaya çok müsait bir kurum olduğunun bilincinde olduğu için halife ve müritlerini mal ve servete karşı tekrar tekrar uyarır. Bu oldukça önemli ve anlamlıdır. O böylelikle bazı tasavvuf çevrelerinde görülen Müslümanları istismar etmelerini sıkı bir şekilde önlemeye çalışmaktadır.344 Bunu birçok mektubunda görmek mümkündür. Bu şekilde Mevlana Halid’in hem tasavvuf için hem de sosyal yapı için önemli bir ıslahatçı olduğu net bir şekilde görülüyor. Tasavvufa yeni ruh ve heyecan kazandırma ve onu yeniden restore etme hususunda Bağdadînin çabaları erbabınca bilinmektedir. Bunun için “el-müceddidi” lakabını almıştır. Mevlana Halid’in (Kuddise sirruhu) bu meyanda Bağdat’taki halifelerine yazdığı 12. mektubu çok önemli tavsiyeler içerir: Onlara tasavvufta aşırı gitmemelerini ve Allah’ın dostlarına karşı gelmekten sakınmak gerektiği gibi onlar hakkında akideye zarar verecek biçimde aşırı gitmekten de sakınmanın gerekliliğini, bunun evliya hakkında aşırı gidenlerde çokça görüldüğünü, Şeytanın plan ve tuzak sahip olduğunu345 ve sufilerin şatahatına aldanmamalarının346 gerektiğini söylemek suretiyle onlara çok önemli dersler ve mesajlar vererek uyarır. Bir mütesavvif için bu mesajlar oldukça önemli ve anlamlıdır. O ayrıca hem bu mektubunda hem de başka mektuplarında halifelerine siyasî nasihatlerde bulunmayı da ihmal etmez. Devlet ricalının kapılarına gitmemelerini ve bu siyasîlerle fazla iç içe olmamalarını ve onlara, kedinizi iyi siyasileri de zâlim görerek, gıybetlerini yapmamalarını söyler ve ancak onlar için dua etmelerini önerir.347 O bu mektupta zâlim idareci ve yardımcılarını, dünya şehvetlerine dalan tüccarları, ilmi şan şeref ve dünya malını toplama 343 Bkz. Muhammed As’ad Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, fi Mektubati Hazreti Mevlana Halid, Dımaşk Matbaatu Terakki’nin 1334 Ofseti, s. 144. 344 A. g. e., s. 119, 129, 139 345 Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, s. 87. 346 Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, 112. 347 Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, s. 112. Bağdadî 28. Mektubunda bir halifesine açık bir şekilde isteseler bile idarecilerin yanına varmamalarını belki Müslümanların imamı için salah ve ıslah ile dua etmelerini ve Allah’ın din düşmanlarına karşı İslam’a yardım etmesi için dua etmelerini tavsiye eder. Bkz. Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, s. 140-141. 321 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı vesilesi kılanları, ıslah ismiyle insanların sırtından geçinmek isteyenleri, kaplanlar gibi dünyevî makam ve mansiplerin üzerine atlayanları, halifeliği para-pul toplamaya vasıta edenleri tarikata almamalarının direktifini verdikten sonra mektubunda şu önemli önerilere de yer verir: Sizin bana en sevimli olanınız tabileri en az olan, dünya ehliyle ilişkisi en az olan, yükü en hafif olan ve hadis ve fıkıhla en çok meşgul olandır.348 Görüldüğü gibi Bağdadî niteliği hiç önemsemediği buna mukabil niceliği ve toplumun ıslahında uzun vadede daha etkili olan ilim ve irfanı önemsediği görülmektedir. Bu çok bilgece bir duruştur. Mevlana Halit, bu ıslah hareketinde fevkalade bir başarı kaydetti. Bunun için hem “Mevlana” hem de “müceddit” lakabını aldı. Kendi başına tarikatın bir simgesi haline geldi. Mevlana Halit genç yaşta vefat etmesine rağmen tasavvufî çevrelerde belki Kıyamete kadar silinmeyecek geniş ve kalıcı bir etki bıraktı. Binin üzerinde halifesi vardı. O tasavvufa taze bir kan, taptaze bir ruh verdi; o Nakşi tarikatında yeni bir coşku, güçlü bir heyecan ve farklı bir özgüven oluşturdu. O tarikatı yeniden disiplinize etti. Onun bu disiplinle ilgili ilkelerine ve prensiplerine uymayan mürit ve halifeleri tarikattan çıkardı. Zaman zaman halifelerine herkesi tarikata almamaları noktasında sıkı uyarılarda bulunduğunu Bağdat’taki halifelerine yazdığı mektupta görmekteyiz.349 Bunun için ondan itibaren olan nakşî tarikatına “el-müceddidî” denildi. Kimseye de eyvellah etmedi. Siyasîlere boyun eğmediği kendi bağlısı olan o gün için Ürdün AKA eyalet valisi olan Abdullah Paşa’ya yazdığı bazı mektuplardan kolayca anlaşılır.350 Mevlana Halid’in çağlar boyunca eskimeyen, deformasyona uğramayan evrensel ilkelerini üç kelimeyle özetlemek mümkündür: İhlâs, edep ve muhabbet351 Bu ilkelerin her biri çağımız insanının çokça muhtaç olduğu birçok ilke ve esası içermektedir. Sonuç Çağının en önemli ilmî şahsiyetlerinden biri olan ve de bulunduğu ortamlarda öncelik ve önderliği kimseye kaptırmayan Bağdadî, değerlerin en büyüğü olan Yüce dosta kavuşmak, ardından da insanlara hem bilgisiyle hem de yaşayışıyla yararlı olmak için 348 A. g. e., s. 112-113. Bkz. Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, s. 112- 113. 350 Bkz. Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, s. 227-229. 351 Ramazan Muslu, Mevlana Halid-i Bağdadiye Göre Mürit – Mürşit İlişkisinin Boyutları, Uluslar Arası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Ankara 2012, s. 113. 349 322 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bugünkü Irak'tan ta Hindistan'â kadar gider ve o uzak diyarlarda çok sıkı bir şekilde bir yıl boyunca çok yoğun manevî bir eğitim aldıktan sonra insanları eğitmek, topluma faydalı olmak için çok yoğun bir hayat temposuna girer. O bu çalışmaları boyunca bazı değerleri ön plana çıkarır: Eğitim, samimiyet, sevgi ve edep. Bu değerleri ön plana çıkarması samimi duruşu ve âlim kişiliği nedeniyle kısa bir süre zarfında etrafında muridan ve talebelerden oluşan ve on binlere varan bir sevdalıları ordusu oluştu. O samimiyetten ödün vermemek için çağının siyasal imkânlarını kullanma şansı olmakla birlikte siyasilerden kimsenin boyunduruğuna girmedi. O saafetini bozmadı. Bu fevkelade performansı nedeniyle belki başkasına nasip olmayan bir teveccühle karşılaştı. Artık "Halidiye" kolundan söz edilir oldu. Şahsında topladığı özelliklerinden ve karizmasından ötürü ona karşı oluşan sevgi seli her geçen gün daha fazla artıyor ve Orta Doğunun hatta Asya kıtasının sınırlarını taşıyordu. O gelecek nesillere de bırakılacak güzel bir miras olarak samimiyetten ödün vermiyordu. Samimiyetsiz davranan mürit ve talebelerini kovuyor ve tarikatıyla ilişkilerini koparıyordu. Bu nedenle onun yeni döneminde samimiyet, dürüstlük, sevgi ve toplum için faydalı olmak çok şey ifade ediyordu. O genç yaşta vefat etmesine rağmen geriye tasavvufta, manevî eğitimde ve ilimde çok önemli bir miras bırakıyordu. Kaynakça Ateş Süleyman, Tasavvufun Kaynağı, Uluslar Arası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 2012. Çiçek Yakub, Tibyanu Vesaili’l-Hekaik fi Beyani Selasili’t-Teraik’a Göre Mevlana Halid Bağdadî, Uluslar Arası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 2012. İbrahim Fasih Efendi, el- Mecdu’t-Talid fi Menakibi’ş- Şeyh Halid, (Mecamiu’l-Yevakit adlı dört risaleyle birlikte ofset basılmıştır ) el-Matbaatu’l-Amiriyye, Mısır 1321. Muhammed As’ad Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, fi Mektubati Hazreti Mevlana Halid, Dımaşk Matbaatu Terakki’nin 1334 Ofseti. Muhammed As’ad Sahipzade, Buğyetu’l-Vahid, fi Mektubati Hazreti Mevlana Halid, Dımaşk Matbaatu Terakki’nin 1334 Ofseti. Ramazan Muslu, Mevlana Halid-i Bağdadiye Göre Mürit – Mürşit İlişkisinin Boyutları, Uluslar Arası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyumu, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Ankara 2012. 323 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AKSOY, Gürbüz (2014). “Bediüzzaman Said Nursi İle Dördüncü Kuşak Üniversitelere Doğru”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.325-336 (http://bilgelerzirvesi.org). Gürbüz AKSOY* BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ İLE DÖRDÜNCÜ KUŞAK ÜNİVERSİTELERE DOĞRU Giriş K ültürel nitelikleri, bilimsel birikimleri ve bin beşyüz yıllık tarihi geçmişiyle Üniversite kurumu insanlığın korunması gereken miraslarından birisi olarak kabul edilmektedir. Zaman içerisinde bu kurumlar gelişen endüstri ve toplumun beklentilerine cevap verebilmek için eğitim programlarını gözden geçirerek kendilerini geliştirme ve yeniden yapılandırma yoluna gitmektedirler. Bu bağlamda, günümüze kadarki tarihsel süreçte üç üniversite kuşağından bahsedebilmekteyiz, bunlar; Birinci Kuşak olan Ortaçağ Üniversiteleri, İkinci Kuşak olan Humbold Tipi Üniversiteler ve son olarak da Üçüncü Kuşak olan Çağdaş Üniversiteler. Çağdaş üniversiteler ileri teknoloji kullanan laboratuarlara, ArGe Birimlerine, think-thank kuruluşlarına sahip olarak, çalışma disiplini içerisinde büyük bir gayretle makroskopik âlemden mikroskopik âleme kadar geniş bir yelpazede araştırmalar ve buluşlar yapmakla birlikte, özellikle günümüz insanlığının yükselen bir değeri olan din ve İslam konusunda çözüm üretemeyen yapıları ile insanlığın ihtiyacına cevap verememekte ve zorlanmaktadırlar. Dinden daha doğrusu İslam’dan soyutlanmış halleriyle din ve ahlak ekseninde insanlığın beklediği ve ihtiyacı olan yeni bir iktisat modeli üretilememekte, insan hayatını anlamlandırmada yetersiz kalınmakta, kalp, akıl ve ilim birlikteliği sağlanamamakta, insanın ve eşyanın hakikatleri gibi konularda cahillik sergilenmekte; model insan, model bilim insanı nasıl olmalıdır sorularına doyurucu cevaplar verilememektedir. * Prof. Dr. Harran Üniversitesi. 325 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bunlar gibi maddi - manevi sorulara tatmin edici cevaplara ihtiyacın en şiddetli olduğu bir zaman diliminde ve belki de dünya üniversiteler tarihinde yeni bir bayrak değişikliğinin arefesinde, üniversitelerin toplum içerisinde erimelerini önlemek ve yeni bilim anlayışları ve yeni ekonomik ilişkiler bağlamı içinde, evrensel iddialar taşıyan özel kültürünü üretmesi ve geliştirmesinde Said Nursi’nin yaklaşımları dördüncü kuşak üniversiteleri doğurarak, tıkanıklıkları açmada bir menfez oluşturabilir. Bilhassa Türkiye’nin bu konuda öncülük etmesi tarihi mirasına da yakışır ve uygun düşer. Nitekim bu konuda Bediüzzaman “Ben Mekke’de de olsam buraya gelirdim. Asıl hizmet buradadır…” demekle Türkiye’nin önemini vurgulamaktadır. 1 Türkiye’nin yapacağı böyle bir girişim, AB sürecindeki Bologna kriterlerine de uygun düşecektir. Bilinmektedir ki, bu kriterler üniversitelerin uymaları gereken benzerlikleri yanında kendi özgünlüklerini, orijinalitelerini korumalarını ya da tek tip olmamalarını da kapsamakta; farklı başarı hikâyelerine büyük önem vermektedir. Bu çalışmamızda, Bediüzzaman Said Nursi’nin, Medresetüzzehra olarak adlandırdığı model üniversite projesindeki yaklaşımlarının günümüz üniversiteleri ile olan ilişkisi ve dördüncü kuşak üniversiteleri doğurabilecek potansiyeli üzerinde durulacaktır. Bir Yükseköğretim Sisteminin Yeniden Düzenlenmesi İki yüzyıldan daha uzun bir süredir iktisat, toplum, siyaset ve kültür alanlarında ve bunların birbirleriyle ilişkilerinde büyük dönüşümler, bunalımlar yaşanmakta, yeni oluşumlar gözlenmektedir. Bu değişimler, hem ulus-devlet ve toplum düzeyinin üstünde ve dünya düzeyinde, ülkeler ve ülke topluluklarında gözlenirken, hem de ulusdevlet düzeyinin altında kurumlar, topluluklar, hane halkları ve bireyler düzeylerinde gözlenebilmektedir. 2 Bu gelişmeler üniversiteleri de etkilemekte, zaman içerisinde gelişen endüstri ve toplumun beklentilerine cevap verebilmek için özellikle eğitim programları üzerinden kendilerini geliştirme ve yeniden yapılandırma yoluna gitmektedirler. Böylesi düzenlemelerde ya da Üniversite-Yükseköğretim sistemi oluşturmada tarihte olduğu gibi günümüzde de esasen dört mantık yaklaşımı vardır: A) Yükseköğretime Bir Kamu Hizmeti Üretme Mantığı İle Yaklaşmak, B) Yükseköğretime Gelişmeci ve Yatırımcı Bir Mantıkla Yaklaşmak, C) Yükseköğretime Yurttaşlık Anlayışını Geliştirme ve Toplumsal Dayanışmayı Sağlamak Mantığıyla Yaklaşmak, D) Yükseköğretime 326 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Üniversitenin Tarihinden Gelen Özel Kültürünü Korumak ve Sürdürebilmek Mantığı ile Yaklaşmak. Bu düzenlemelerde söz konusu mantık anlayışlarından sadece birinin değil hepsinin de değişik ölçülerde hisseleri bulunmaktadır. 3 Tüm bunları göz önüne alarak Batı üniversitelerini baz aldığımızda, günümüze kadarki tarihsel süreçte üç üniversite kuşağından bahsedebilmekteyiz: Birinci Kuşak olan Ortaçağ Üniversiteleri, İkinci Kuşak (Humbold Tipi) Üniversiteler ve son olarak da Üçüncü Kuşak Çağdaş Üniversiteler. 4 Batı’daki ilk kurulan üniversitelerle on dokuzuncu yüzyılın başına kadar mevcut olan üniversiteleri birinci kuşak sayabiliriz. Bologna Üniversitesi (1088), Oxford Üniversitesi (1167), Paris Üniversitesi (1170) gibi. On dokuzuncu yüzyıl başında Alman düşünür ve devlet adamı Wilhelm von Humbold ikinci kuşak üniversitelerin felsefi temelini attı ve mesleki öğretim ile araştırmanın birlikte yürütülmesi prensibine dayanan Humbold tipi üniversiteyi kurdu. Bu üniversiteler bilim eksenli olup, araştırmalar genellikle tek disiplinde gerçekleşiyordu. Devlet bütçesine bağlı, eğitim dili olarak ulusal dil kullanılıyordu. Öğrencilere ise daha bir serbestiyet tanınmıştı. Rektörlük, senato ve dekanlık gibi yönetim organizasyonu açısından bugünküne benzer bir yapı vardı. Bu üniversite tipi diğer Alman üniversiteleri, sonra da Avrupa’nın belli başlı ülkelerindeki üniversiteler için örnek oluşturdu ve yayıldı. İkinci kuşak olan bu üniversiteler dünyadaki hızlı değişmelere paralel olarak henüz daha yüz yıl içinde gelişmiş ülkelerde yapı, fonksiyon ve yönetim açısından ciddi şekilde sorgulandı. Günümüzde de misyonunu tamamlamış durumdadırlar. Ne yazık ki, gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkeler hala böylesi üniversitelerle devam etmektedirler. Son olarak da, üçüncü kuşak üniversitelerin bazı özellikleri ve kendilerini doğuran bazı faktörlere bakâlim: Araştırma maliyetlerinin sürekli artması üniversiteleri devlet dışında başka mali kaynakları (Ör. Teknoloji odaklı profesyonel şirketlerle işbirliği) bulmaya zorlamaktadır. Küreselleşme, rekabet, öğrenci sayısındaki artışlar ve devletlerin krizlerle küçülmesi gibi hususlar yenilenmeye zorlamaktadır. Üçüncü kuşak üniversitelerin mevzuatları daha esnek ve kendilerini bürokrasiye boğdurmamak esaslıdır. 327 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Araştırma ve eğitim çok disiplinli olup, eğitim-öğretim, araştırma-yayın gibi temel görevlerine toplumsal sorun çözme de dâhil edilmiştir. Hatta küresel sorunlarda barış elçiliği yapmaları gibi konular da gündemdedir. Bunalımın Merkez Üssü: Doğru İslamiyet ve İslam’a Layık Doğruluğa İlgisizlik Çağdaş üniversiteler en son teknoloji ile donanımlı laboratuarlara, Ar Ge Birimlerine, think-thank kuruluşlarına sahip olarak, çalışma disiplini içerisinde büyük bir gayretle makro âlemden mikro âleme kadar geniş bir yelpazede araştırmalar ve buluşlar yapmakla birlikte, özellikle günümüz insanlığının yükselen bir değeri olan din ve İslam konusunda çözüm üretemeyen yapıları ile insanlığın ihtiyacına cevap verememekte ve zorlanmaktadırlar. Dinden daha doğrusu İslam’dan soyutlanmış halleriyle din ve ahlak ekseninde insanlığın beklediği ve ihtiyacı olan yeni bir iktisat modeli üretilememekte, insan hayatını anlamlandırmada yetersiz kalınmakta, kalp, akıl ve ilim birlikteliği sağlanamamakta, insanın ve eşyanın hakikatleri gibi konularda cahillik sergilenmekte; model insan, model bilim insanı nasıl olmalıdır sorularına doyurucu cevaplar verilememekte; insanlar arasında hissizlik, düşüncesizlik, hedonistik ve paranoyak tutumlar alabildiğine artmaktadır. Tüm bu menfilikler, içinde Yaratıcı’nın olmadığı bir bilim ve bilim anlayışının sonucu doğmaktadır. Günümüzde bilime hakim olan felsefe ve bu felsefenin rehberliğinde şekillenen algı/ amaç/ bakış açısı/ gözlem ve bilimsel ifadeler baskın şekilde ateist, materyalist ve naturalist, determinist karakterdedir.5 Bugünün gelişmiş denilen dünyasının ve üniversitelerinin, içinde Allah’ın olmadığı bir bilim anlayışına sahip olmaları, dünyada milyarlarca insanı ilgilendiren İslam Dini’nin doğru anlaşılmasına gayretsizlik ve hatta engel olmaları (Ör. İslamofobya) insanlık adına önemli bir sorundur. Bu görmezlikten gelme, günümüz biliminin bir yöntem olarak kullandığı gözlem-ölçme ve deneylerle elde edilen ham veri ve bilgilerde değil; hâkim anlayışın bu bilgi parçalarından kendi felsefi düşüncesine ya da arzularına uygun olarak oluşturduğu, diğer bir deyişle kendi boyasını vurduğu ve bilimsel dediği fikir ya da teorilerinde aranmalıdır. Böylesi bilim anlayışının sonucu olarak daha fazla üretilebilecek teori ve modeller kısıtlanmakta, kâinattan elde 328 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması edilebilecek çok daha geniş, derin ve zengin bilgiler gözden kaçırılmakta; elde edilenler de yanlış ve noksan anlamalara ve kullanmalara yol açmaktadır. 5 Fili görmeyen birisinin karanlıkta rastladığı fili tarif etmesi gibi bir durum. İslam’ın bilim anlayışında ise tüm bu hususlar Yaratıcı’ya atfedilerek izahını bulmakta; mevcut bilim paradigmasının aksine “gözlemlediğimiz tüm olayların faili yani Allah yokmuş, yokmuş” gibi bir iddiayı ispatlamanın peşinde gidilmemektedir. 5 Batı’nın, bilimi Ortaçağ’ın baskıcı kilise taassubundan kurtararak tahrif edilmiş Hıristiyanlık Dini’nden ayırt etmesi elbette anlayışla karşılanmalıdır. Ama bilim-din ayırımına bilime layık olduğu değeri veren İslamiyet’i de sokma girişimi büyük bir haksızlıktır. Bu durumda her kesimin kendi doğrularının peşinde giderken diğerlerini red etmeleri ve yokmuş gibi davranmaları yerine, birbirlerini anlamaya çalışmaları her halde bilim ve insanlık adına daha yararlı bir tutum olur. Tüm bu hususlar birlikte düşünüldüğünde yepyeni bir bilim paradigmasına ve ona layık bir üniversite kurumuna ve onun da doğuracağı bir yeni üniversite kuşağına ihtiyaç olduğu ortaya çıkacaktır. Bediüzzaman’ın aşağıda açıklanmaya çalışılan özellikleri ve bilim anlayışı, idealindeki medeniyet tasavvurunun önemli bir aracı olarak gördüğü ve uygulanmasına hayatının elli yılını verdiği Medresetüzzehra gibi bir Model Üniversite projesi sunması; bu projede dini bilimlerle modern bilimlerin birlikte harmanlanarak okutulması ki günümüzde üniversite öğrenimini ve öğretimini çok geliştirmiş Amerika ve Avrupa’da bile hala böyle bir anlayış ve uygulama bulunmamakta ve bir eğitimci böyle bir teklifte bulunmuş dahi değildir 6, ayrıca beş bin sahifelik ve her sahifesinde tevhid, insan saadeti, eğitimi, gelişmesi kokan ve elliden fazla dünya dillerine çevrilen bir külliyata sahip olması, sadece İslam âlemi için değil küresel ölçekte insanlığın ihtiyacını karşılıyor olması, üniversitelerde kendi zamanında bir çığır açan en az bir Wilhelm von Humbold kadar, onun da böyle bir misyona namzet olabileceğini göstermektedir sanırım. Bediüzzaman Said Nursi ve Bilim Anlayışı 1, 5, 7 Bediüzzaman İslam düşünce ve ilim geleneğini bilen, arif, amel ve hikmet sahibi bir İslam âlimidir. Bilgilerini hayatla ilişkilendirmiş ve hayatın her alanına dokunmuştur. İman 329 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı hakikatlerinin inkişafının önemini açıklayarak, tevhid merkezli bir tefekkür ve derinlik oluşturmuş; akıl ve kalbin beraber olarak kabul edeceği, bilimdeki ispat metodunu da kullanarak problemli konulara mantıki deliller ve misaller sunmuş ve böylece bin yıldan beri İslam aleyhine birikmiş tüm iddialara makul cevaplar vermiştir. Onun tevhid anlayışı hayatın her anını kuşatır. Bu anlayış bütüncül olup (hem-hem metodu diyebiliriz), akıl-kalp, din-bilim, cumhuriyet-demokrasi, şii-sünni, mektep-medrese-tekke gibi her türlü bölünmelere ve parçalanmalara karşıdır. “Medresetü-z Zehra” projesiyle bilim ve din çatışmalarını ortadan kaldırmıştır. Akıl, kalp, duygu ve davranış bütünlüğünü sağlamanın önemini vurgular. Bilim dallarıyla barışıktır, onları parçalamadan bir bütün olarak ele alır; onlara kâinat kitabını tefsir eden birer müfessir gözüyle bakar. Böylece bilim adamlarına kelam, tasavvuf ve pozitif bilimleri terkip ederek orijinal bakış açıları yakalama yollarını açar. Manayı harfi olarak adlandırdığı bir yorumlama metodu geliştirerek kâinata, topluma, insana, varlığa kendileri için değil, Yaratıcısını tanıtan bir kitap, Ona delalet eden bir harf olarak bakılmasını sağlar. Ona göre fenler, Allah’ın varlığını anlama ve Birliğini fark etme dili olduğu gibi kâinattaki her bir varlık Allah’ın kudretinin mucizesidir. Bediüzzaman Said Nursi, iman ilmini bu çağın insanının aklına uyumlu bir şekilde tecdit ederek sunmuş; yenilikçi düşüncelere dayalı gözlemlerle İslam dünyası ve tüm insanlığın ana problemlerine Kur’an eksenli çözümler serisi üretmiş; dünyevileşmede zirveye ulaşmış insanlığın, dünya ahiret dengesini sağlamada kolaylıkla uygulayabileceği metotlar önermiştir. Kur’an’ın bu asra bakan yönünü tefsir eden Bediüzzaman’ın eserleri bilim adamlarından hiç okumamış tüm insanlara yöneliktir. Bu eserlerde, batı biliminin ürettiği ve 17. Yüzyıldan beri hegemonyasını sürdüren materyalizmin anlamsızlığı, sathiliği, temelsizliği, Yaratıcıyı yok sayması ve bilimlerin de buna alet edilmesi net bir şekilde ortaya konulmuş; bu durumun insanlığa mutluluk değil, felaket getirdiği ispatlanmıştır. Bu tür bilimlerle maddi gelişmişlik arasındaki zorunluluk ilişkisi de etkisizleştirilmiştir. Sadece bu husus dahi varlıklarını materyalist bir bilim anlayışına dayandırmış dünya çağdaş üniversitelerinin değişime uğramasının ya da yeni bir üniversite kuşağının doğmasının ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir. 330 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bediüzzaman’a Göre Bazı Model Bilimsel Vasıflar 1, 8 Bilimsel baskı dâhil her türlü baskıya karşı dirençli olunmalıdır. Bilinmelidir ki, bilimsel baskı siyasi baskıdan kaynaklanır ve taklitçiliği doğurur. “Efkar-ı ammeye hocalık edecek, yine efkar-ı amme-i ilmiyedir” sözü gereği, bilim adamlarının birlikte yol göstericiliği ile bazı olay ve olgulardaki toplumsal kabuller bilimsel çalışmalarla teyid edilerek “akademik/bilimsel kabul” aşaması yerine getirilmelidir. Bu aşamadan sonra ancak siyasilerin ya da uygulayıcıların kabul aşamasının başlayacağı unutulmamalıdır. Yaşam boyu öğrencilik, bilim öğrenme şevki ile yapılan iş gönül işi, hizmet aşkı haline getirilmelidir. Bu konularda kabiliyetlere göre alan seçiminin belirleyici özelliğe sahip olduğu unutulmamalıdır. Kararlı ve sabırlı olmalı, aceleci olunmamalıdır. Araştırıcı bir meslek olan akademisyenlikte bir olay karşısında araştırıp dinlemeden hemen bir yargıya varmamalıdır. Özellikle farklı mizaç ve yapıdaki öğrencilerle ya da araştırma ekibi ile ilişkilerde ortaya çıkacak problemlerin çözümü için anahtar kavram sabırdır. Bilimlerin ve fenlerin özü yani zübde ve hülasası alınmalıdır. İcat ve yenilik fikrine sahip olunmalıdır (icad ve teceddüt). Âlemde’ki meylü-l istikmal (tekâmül meyli) ve beşerdeki meyl-ü teceddüt’ten (gelişme ve yenilenme ihtiyacından) haberdar olunmalıdır. Bilim adamlarının işine cahiller karıştırılmamalıdır. Bilim ortamına dışarıdan yapılacak müdahalelere karşı olunmalıdır. Bilim yaparken kıskançlıklarla karşılaşılabileceği hesaplanmalıdır. Delile dayanmalı; esassız bir şey âlemin içinde çabuk yayılmayacağı bilincinde olunmalıdır. “Her zamanın bir hükmü var, biz delil isteriz” sözünden hareketle çağımızın akademik özelliği unutulmamalıdır. Görüşlere değer verilmelidir. Bu aynı zamanda demokrat olmanın da gereğidir. Bilimsel diyaloğa (temas) açık olmakla da bilim daha sağlıklı çözümler üretir. Herkesin kendi sanatında büyük olduğu kabul edilmelidir. Demokrasilerde herkesin padişah olması söz konusudur. Cemiyet böylesi fertlerle güçlenir. 331 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Stratejist olunmalıdır. Bediüzzaman bu konuda, istikbal denilen medrese-i efkâr’dan bahseder. Mazideki müyülat-ı kalbiye yerine temayülat-ı akliye’ye vurgu yapar. “Merak ilmin hocasıdır” ve “ihtiyaç sanata hocalık eder” sözleri bilim ve sanatta merak ve ihtiyaç saiklerinin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Özgürlük ve özerkliği önemsemeli, fakat Allah’a olan sorumluluğu unutmamalıdır. Diğer bir deyişle bilim cübbesini, insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyet simgesi olarak görmelidir. Eleştirel düşünme ve aynı zamanda eleştiriye açık olunmalı; hata yapılabileceği kabullenilmelidir (öz eleştiri, otokritik). Yeni verilerle, yeni öğrenilenlerle eski bilgilerimizin karşılaştırılması açısından kendimizle ve gerçeklerle yüzleşmenin yani özeleştirinin önemi büyüktür. Gerektiğinde vakarlı olunmalı ve bilim onuruna sahip çıkılmalıdır. Kendine has bir öğretim metoduna (usulü tedris) sahip olunmalıdır. Özellikle gerçekleri zamanın anlayışına uygun en yeni izah ve beyan tarzlarıyla ispat etmek gerekir. Günümüzdeki ikna ve ispat metodunun önemi unutulmamalıdır. Toplumdan kopuk olmamalı, görüşlerini ve araştırmalarını yayınlamalı ve kamuoyuna yansıtmalıdır. Bunların araçları Sivil Toplum Kuruluşlarında üyelik, gazete ve dergilere makaleler yazmak, konuşmalarda bulunmak ve eserlerini yayınlamak olabilir. Objektif ve gerçekleri araştırıcı olmalı; doğru ve gerçek olanı (hakikat-i mahz) yansıtmalıdır. Aklı ifrat derecesinde kullanarak demagoji ve cerbezeye yol açmamalıdır. Söylenilenle yapılanlar arasında tutarlılık bulunmalı, ayrıca telkin edilen ilmin seviyeye, şahsa, zamana ve zemine uygun olması gerektiği bilinmelidir. Bilimi topluma indirgemeli ve herkesin anlayabildiği dille kitlelere sunum yolları aranmalıdır. Bilimi maddi istismara, zevk ve eğlenceye alet etmemeli, akademisyenliği zengin olma mesleği olarak görmemelidir. İki kanatlı olmalı; akıl, fikir ve kalp ile gerçeklere ulaşmalıdır (Şimdiki tabirle Mercedes modeli). 332 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ciddi fakat alçakgönüllü, insaflı ve sevgi sahibi olmalı, kibirli olmamalı, ilmi enaniyetten uzak durmalıdır. Bu özellikler genç öğrencilerle iyi bir iletişim ve birlikte öğrenme iklimi sağlar. Cömert fakat iktisatlı olmalı. İlimde bencil olmamalı ve diğergam olunmalıdır. İyi bir planlama, model ve programla içinde yaşanılan zamanın problemlerine çözüm yolları bulmaya gayret edilmelidir. Çok yönlü ve derin düşünmeli, dikkatsiz ve yüzeysel bir bakışla imkânsız bir şeye mümkün nazarıyla bakmamalıdır. Bilim ve bilim adamlığının/akademisyenliğin evrenselliğine inanmalıdır. Ekip çalışması, takım ruhu, iş bölümü (taksimü’l a’mal), iş birliği (teşrik-i mesai) ve mesailerin tanzimi gibi konulara önem vermelidir. Kitap okumayı sevmeli ve bu özelliğini geliştirmelidir. Bir konuda o alanın bilimsel kaynaklarını, literatürünü takip etmekle ancak ilerleme sağlanır, düşünceler gelişir. Batıl şeyleri tasvir etmeden ve fıtratı değiştirmeye zorlamadan, yönlendirici bir şekilde eğitim metodu uygulanmalıdır. “Şeriat mizanlarıyla tartmak” sözü gereği her şeyi ezbere değil, en azından sevap ve günah cihetleriyle tartmak gibi bir reflekse sahip olunmalıdır. “Sırat-ı Müstakim” yani denge halinde olunmalıdır. Yine ”hassasiyet ve muhakeme” dengesi ile kalbi hassasiyetlerimizin muhakeme ile çatışmaması gerektiğine inanılmalıdır. Yoksa radikal şiddet grupları gibi olunur. Diğer bir ifadeyle “dinde hassaslık, muhakemey-i akliyede noksanlık” söz konusu olur. Mantık ve belagata önem verilmelidir. Sonuç olarak daha çok sayıda akademik kavramlar, tespitler Bilge Bediüzzaman’ın eserlerinde bulunmaktadır. Günümüz Yükseköğretimindeki Gelişmeler ve 9 Bediüzzaman Bediüzzaman Said Nursi’nin yüz yıl önce ortaya koyduğu görüşlerin izdüşümlerini günümüz yükseköğretim sistemindeki gelişmelerde ve Üçüncü Kuşak Üniversitelerde görebilmekteyiz. Bunlardan bazılarını şöyle özetleyebiliriz: 333 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Günümüzde bir üniversitenin, yetkili bir kuruluş tarafından gerekli şartları sağlayıp sağlamadığı ve standartlara uygunluğu bakımından değerlendirilmesi, o konuda yetkin kılınarak akredite edilmesi; o üniversitenin hangi özellikleri ile diğerlerinden farklı olduğu, yani özgünlüğü ve kalitesinin ortaya konması büyük önem kazanmıştır. Bediüzzaman benzer şekilde eserlerinde ve sunduğu üniversite modelinde davasının kaynağını bildirmekte, insanlığın hangi alandaki boşluklarını dolduracağını yani orijinalliğini bilim-din, akıl-kalp birlikteliği, Esma-i Hüsna tecellileri, tahkik-i iman, mana-i harfi vs. gibi daha yüzlerce terkiple ortaya koymaktadır. Diğer yandan, dünyanın bilgi ekonomisine dayalı küresel ekonomik yapısı daha fazla ve daha geniş bir yaş grubuna ve yaşam boyu öğretim götürmeyi yani eğitimi yaygınlaştırmayı zorunlu hale getirmiş ve bu husus Bologna sürecinin de önemli bir konusu olmuştur. Bu gelişmelere uygun olarak Bediüzzaman’ın bilfiil üniversite projesi hazırlaması, gençlere, yaşlılara, kadınlara, bilim adamlarına, avama, mahpuslar ve hastalar gibi dezavantajlı gruplara velhasıl tüm insanlık katmanlarına yönelik eserler yazması, bunların gönüllü yaygın eğitim şeklinde günümüzde de sürekliliğinin devam ediyor olması, dünyanın bu pozitif beklentisine daha ileri bir cevap niteliğindedir. Medresetüzzehra projesiyle günümüzdeki “Bölge Üniversiteleri” kavramının daha ilerisinde Asya kıtasına yönelik bir “Kıta Üniversitesi" ve “Yükseköğretim Alanı” oluşturma fikrini öne sürmüş, burada çok dilli bir eğitim önermiş, din ve fen bilimlerinin müfredat olarak birlikte mezc edilmesi gibi çok orijinal yaklaşımlarda bulunmuştur. Taklitçi ve güdümlü akademisyenliğe karşı değişik özgürlük tanımıyla; fırsat eşitliğinin ve üniversite özerkliğinin engellenmesine yol açan finans temini konusunda önerdiği formüllerle ileri görüşler sunmuştur. Diğer yandan toplumla daha güçlü köprüler kurma, özgür, girişimci ve yenilikçi üniversite, ihtisaslaşma ve öğretim kalitesini artırma, öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliği, kurumsal hareketlilik gibi stratejik sorun alanlarında, günümüz yükseköğretim sistemindeki gelişmelerle paralellikler yanında, üniversiteleri daha ileri noktalara taşıyacak yaklaşımlar bulunmaktadır. Tebliğimizin hacmini aşacağından bu konulara değinemeyeceğiz. 334 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sonuç Çağdaş üniversiteler dinden daha doğrusu İslamiyet’ten soyutlanmış halleriyle din, bilim ve ahlak ekseninde insanlığın beklentilerine cevap verememektedir. İnsan hayatını anlamlandırmada yetersiz kalınmakta, kalp, akıl ve bilim birlikteliği sağlanamamakta, insanın ve eşyanın hakikatleri gibi konularda ve model insan, model bilim insanı nasıl olmalıdır soruları karşısında çaresiz kalınmaktadır. Tarihsel süreçte sürekli arayış, değişim ve kendilerini geliştirme gayreti içerisinde olan üniversite kurumları ve yükseköğretim sistemlerindeki günümüz gelişmeleriyle Bediüzzaman’ın yüz yıl önce ortaya koyduğu görüşleri arasında büyük benzerlikler yanında önemli farklılıklar da bulunmaktadır. Farklılık daha çok bilim anlayışında yatmaktadır. Din-Bilim birlikteliğini esas alan Bediüzzaman Said Nursi’nin geliştirdiği yeni bilim paradigmasının dünyanın gündemine en azından zihinlerde değişiklik yaparak yeni yaklaşımlar sunabileceği, küresel dünyada bizlere güçlü bir duruş sağlatabileceği, kendi var oluşumuzu kendi perspektifimizden tanımlayabileceğimiz bir fırsat vereceği, yeni kuşak üniversitelere temel oluşturabilecek güçte ve yeterlilikte olduğu; bilim adamlarımızca yapılacak çalışmalarla bu konunun daha da detaylandırılabileceği kanaatindeyim. Temennimiz bu konuda yetişmiş insan gücü ve alt yapısıyla yeterli olan Ülkemizin başta YÖK olmak üzere ilgili kurumlarıyla otonomisi artırılmış birkaç üniversitede de olsa bir girişim başlatmasıdır. Kaynaklar 1.Nursi, Bediüzzaman Said. (1994), (2000). Risale-i Nur Külliyatı. YAN. İstanbul. 2.Akşit, B. (1998) “Türkiye’de Kent-köy, Sınıf, Din ve Etnisite Farklılaşmaları ve Toplumsal Kültürel Bunâlimdan Demokratik Çıkış” Türkiye’de Bunâlim ve Demokratik Çıkış Yolları, Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları, Ankara, 1998, ss. 193225. 3.http://www.yok.gov.tr/documents/10279/30217/yok_strateji_kitabi/ 27077070-cb13-4870-aba1-6742db37696b 08/05/2014 4.http://www.durmusgunay.com/linkler/12.%C3%9Cniversitenin%20 Neli%C4%9Fi,%20Akademik%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BC kve%C3%9Cniversite%C3%96zerkli%C4%9Fi_.pdf, 13/05/2014 335 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 5.Küflüoğlu, A., http://risaleakademi.org/?page=3&YaziID=302, 20/04/2014 6.Armağan, S., Said Nursi’nin Model Üniversite Teklifi (Medresetüzzehra). Münazarat Sempozyumu 1: Milliyet Fikri ve Kürt Meselesi. Nisan 2012. Mardin. 7.Sıddık, Y., http://www.bediuzzamansaidnursi.org/hakkinda/bedi%C3%BCz zaman-said-nursi%E2%80%99nin-gayesi-ve-hizmet-metodu, 19/04/2014 8.Aksoy, G., Akademisyenin ve/veya Bilim Adamının Kişisel ve Görevsel Bazı Vasıfları Hakkında Bediüzzaman’dan Esintiler. Teoriden Pratiğe Medresetüzzehra Çalıştayı. Nisan 2014. Risale Akademi. Ankara. 9.Aksoy, G.,Yükseköğretimde Yeni Gelişmeler ve Bediüzzaman. Münazarat Sempozyumu 1: Milliyet Fikri ve Kürt Meselesi. Nisan 2012. Mardin 336 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması DEMİRCİOĞLU, Ebru ve DEMİRCİOĞLU, İsmail Hakkı (2014). “Türk Dünyası Bilgeleri ve Değer Eğitimi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.339-343 (http://bilgelerzirvesi.org). Ebru DEMİRCİOĞLU * İsmail Hakkı DEMİRCİOĞLU** TÜRK DÜNYASI BİLGELERİ VE DEĞER EĞİTİMİ Giriş İ nsanın tutum, davranış ve eylemlerini etkileyen faktörlerin başında bireylerin sahip olduğu değerler gelmektedir. Değerler, bireylerin gösterdikleri iyi ve güzel davranışların yanında, onların sergiledikleri olumsuz davranış ve tercihlerinde de belirleyici rol oynamaktadırlar. Başka bir deyişle değerler, davranış ve eylemlerimizin şekillendirir. Şiddetten uzak, daha güzel, barışçıl ve yaşanabilir bir toplum ve dünya için, olumlu değerlerin gerek formal ve gerekse informal eğitim kanalları aracılığıyla yaygınlaştırılması ve içselleştirilmesi gerekmektedir. “[Değer] genel olarak, bir nesneye, varlığa ya da faaliyete, ruhsal, ahlaksal ve toplumsal açıdan ya da estetik yönden tanınan önem ya da üstünlük derecesi” (Öncül, 2000, s. 281) olarak tanımlanmaktadır. Bazı değerler göreceli olup, içerikleri üzerinde henüz tam bir anlaşmaya varılamamıştır (Halstead, 2005). Örneğin, güzellik, sevgi, sadakat, bağlılık ve dürüstlük gibi değerlerin anlamları kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişiklik gösterebilmektedir. Toplumdan topluma ve hatta aynı toplum içindeki insanlar bile sosyal ve kişisel tercihlerinden dolayı bazı değerlere farklı anlamlar yüklemektedirler (Halstead, 2005). Değerler, yapı olarak farklı özelliklere sahiptirler. Bu unsurlar ‘‘şekli olarak olumlu, olumsuz, göreli mutlak, öznel ve nesnel olmak üzere çeşitlere ayrılır. [Değerleri] içerik ve muhteva açısından nesne değerleri (hoş, yararlı, kullanışlı), mantıksal açıdan (doğru), ahlaki yönden (iyi), sanat açısından (güzel) olarak’’ tasniflemek mümkündür (Bolay, 2013, s. 76). Farklı çalışmalarda değerler başlığı altında farklı * Arş. Gör.Karadeniz Teknik Üniversitesi. Prof. Dr.Karadeniz Teknik Üniversitesi. ** 339 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kategorilerin yapıldığı görülmektedir. Örneğin Spranger (1928 aktaran: Ekşi ve Katılmış, 2011) kapsam alanına uygun olarak değerleri aşağıdaki kategorilerde sınıflamaktadır: • Bilimsel Değerler • Ekonomik Değerler • Estetik Değerler • Sosyal Değerler • Politik Değerler • Dini Değerler Yukarıdaki kategorileştirmeye ilaveten Paykoç (1991), maddi, fiziksel, duygusal ve manevi değerlerden bahsetmektedir. Yukarıda sıralanan değerleri attırmamız mümkündür. Yöntem: Bu çalışmanın amacı, değer eğitiminde Türk Dünyası bilgelerinden nasıl yararlanılabileceğini ilgili literatürün ışığında ortaya koymaktır. Bu çerçevede, araştırmayla aşağıdaki sorulara cevap aranmıştır; 1-Değer eğitimi nedir? 2-Değer eğitiminde Türk Dünyası bilgeleriyle özdeşlemiş hangi değerler kullanılabilir? 3-Türk Dünyası bilgelerinin değer eğitiminde kullanımında ne tür öğretim etkinlikleri kullanılabilir? Değer Eğitimi: Değer eğitimi, içinde yaşanılan toplumun kabul ettiği değerleri aktarma, içselleştirme ve benimsetme süreci olarak tanımlanabilir. Eğitim ve öğretim faaliyetleri bilgi, beceri ve tutum olmak üzere üç temel alanda öğrencilere sağladığı kazanımlarla onları gerek yaşam ve gerekse akademik hayata hazırlamalıdır. Bu üçlü saç ayağı içinde değer eğitimi tutumun da içinde olduğu duyuşsal öğrenme alanı içine girmektedir. Toplumların barış, huzur, mutluluk ve gelişmişliğinde önemli rol oynayan değerlerin farklı öğretim şekilleri bulunmaktadır. Değerler yeni nesle gerek kültürel aktarım ve gerekse eğitim kurumlarındaki sistematik öğretim faaliyetleriyle öğretilmelidir. Değer eğitimi aracılığıyla öğrencilere kazandırılabilecek niteliklerin bir kısmı aşağıdaki gibi sıralanabilir; • Demokratik bireyler yetiştirmek için • Sosyal uyumu yüksek bireyler yetiştirmek için 340 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması • Vatansever, duyarlı ve sorumluluk sahibi bireyler yetiştirmek için • Birlikte yaşama kültürüne sahip bireyler yetiştirmek için • Ahlaklı, duyarlı ve hoşgörülü bireyler yetiştirmek için • Adil, vicdanlı, dürüst ve merhametli bireyler yetiştirmek için • Birbirine saygı duyan bireyler yetiştirmek için Bu niteliklere ilaveten Doğanay (2006) değer eğitiminin aşağıdaki nitelikleri öğrencilere kazandırabileceğini ifade etmektedir. • Akıl yürütme ve mantıklılığı teşvik etme • Empati geliştirme • Özsaygı geliştirme • İşbirliğini geliştirme Yukarıdaki sıralanan özellikler iyi bir insan olabilmenin yanında, demokratik bir toplumda demokrasinin sağlıklı bir biçimde yaşatılabilmesi ve geliştirilebilmesi için de bireylerde bulunması gereken temel nitelikler olarak karşımıza çıkmaktadır. Türk Dünyası Bilgeleri Değer Eğitiminde Nasıl Kullanılmalıdır? Değer eğitiminde farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan bir tanesi model alma yoluyla öğrenmedir. Model alma yoluyla öğrenme sürecinde öğrenenler çevrelerindeki insanların davranışlarını gözlemlerler ve bu gözlemleri neticesinde gözledikleri insanların davranışlarını benimseyebilirler. Bu öğrenme yaklaşımına dayalı olarak, geçmişte yaşamış önemli şahsiyetler öğrencilere tanıtılarak değer eğitimine katkı sağlanabilir. Bu çerçevede, Tür Dünyası bilgelerinin kişilik özellikleri, eylemleri ve şahsiyetleri ön plana çıkarılarak okullarımızda değer eğitiminde kullanılmalıdır. Özellikle bilgelerle özdeşleşmiş ve günümüzde kullanılabilecek değerler tespit edilmelidir. Bu süreçte Türk Dünyası bilgeleriyle ilgili geliştirilebilecek değer haritaları öğretmenlerimize yol gösterecektir. Türk tarihi incelendiği zaman, pek çok Türk Dünyası bilgesinin geçmişten bu güne iz bıraktığı görülür. Bu bilgelerden belirli özellikleri ön plana çıkmış olan ve bugün hâlâ itibar görenler değer eğitimi için seçilmelidir. Örneğin, Biruni, Farabi, Yusuf Has Hacib, Ahmet bin Mahmut ve Ahmet Yesevi okullarımızda değer eğitiminde kullanılabilecek bilgelerden sadece birkaç tanesidir. Bu bilgelerin ortak özellikleri incelendiği zaman, bilgelerle ilişkilendirilebilecek aşağıdaki değerlerin ön plana çıktığı görülür; 341 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı • Bilimin değeri, • Özgür düşünme, • Yaratıcılık, • Merhamet, • Cömertlik, • Şefkat, • Halka saygı, • Aceleci olmama • Öfkeye hâkim olma, • Çalışkanlık • Kişisel ahlak, • Cömertlik, • Alçak gönüllük, Yukarıda sıralanan değerler incelendiği zaman, bunların sağlıklı bir toplum oluşturulabilmesi için günümüz insanlarının sahip olması gereken değerler olduğu görülür. Değer Eğitiminde Kullanılabilecek Bazı Yaklaşımlar: Değer eğitimi sürecinde öğrencilere kazandırmayı planladığımız bilgi, beceri ve tutumların kalıcı olabilmesi için bilgi aktarımından ziyade aktif ve öğrenci merkezli öğretim yaklaşımlarının kullanılması gerekmektedir. Kalıcı öğrenmenin sağlanabilmesi için, yaparak ve yaşayarak öğrenme etkinliklerinin yanında, değer eğitiminin de içinde yer aldığı duyuşsal öğrenme alanına hitap edecek etkinliklerde yürütülmelidir. Bu çerçevede derslerde yürütülebilecek olan öğretim faaliyetlerinin bir kısmını aşağıdaki gibi sıralamamız mümkündür; • Bilgelerle ilgili değer haritası hazırlama • Değerlere dayalıempati etkinlikleri • Değerlere dayalı drama ve öykü tahlili • Değerlere dayalı problem çözme, belgesel ve film analizi • Değerlere dayalı çalışma yaprağı etkinlikleri • Değerlere dayalı proje hazırlama • Değerlere dayalı slogan hazırlama Sonuç ve Öneriler: Değer eğitimi, okullarımızda eğitim ve öğretim sürecinin temel unsurları arasında yer almaktadır. Sağlıklı bir toplum yaratabilmek için, toplumun geleceği olan gençlere adalet, hoşgörü, saygı, çalışkanlık, ahlak vb. temel değerleri öğretmeli ve onların bu unsurları 342 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması içselleştirmesini sağlamalıyız. Bu çerçevede, sürdürülebilir ve daha yaşanabilir bir dünya ve Türk Dünyası istiyorsak, toplumun bütün kesimlerinin değer eğitimine gereken ilgiyi göstermesi gerekir. Türk Dünyası olarak fikirleri ve örnek kişilikleriyle insan temelli medeniyetimizi inşa eden Türk Dünyası bilgelerinden değer eğitiminde daha fazla yararlanmalıyız. Bu çalışmanın ışığında aşağıdaki öneriler getirilebilir; • Sosyal bilimler müfredatları ve ders kitaplarına (tarih, coğrafya vb.) değer eğitimine yönelik konular ilave edilmelidir. • Değer eğitiminde Türk Dünyası bilgelerinin özelliklerinden hareketle değer haritaları çıkarılmalı ve bu değer haritaları müfredat programlarımıza yansıtılmalıdır. • Değer eğitimi sadece bilgiye değil, bizzat öğrencilerin etkin katılımının sağlanacağı tartışma, sorgulama, problem çözme, drama, empati, kavram haritası oluşturma yanında, görsel ve işitsel öğrenme etkinliklerine de dayanmalıdır. Kaynakça: Bolay, S. H. (2013). Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü, Ankara, Nobel Yayıncılık. Doğanay, A. (2012). ‘Değerler Eğitimi’. C. Öztürk (Ed.). Sosyal Bilgiler Öğretimi: Demokratik Vatandaşlık Eğitimi. Üçüncü Baskı. (s. 225-256). Ankara: Pegem Akademi. Ekşi, H. ve Katılmış, A. (2011). Karakter Eğitimi El Kitabı, Anakara, Nobel Yayıncılık. Halstead, J. M. (2005). ‘ValuesandValuesEducation in Schools’, J. M. Helstead ve M. J. Taylor (Editörler). Values in EducationandEducation in Values (s.2-11), Honkong, Routledge. Öncül, R. (2000). Eğitim ve Eğitim Bilimleri Sözlüğü, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi. Paykoç. F. (1991). Tarih Öğretimi, Eşkişehir, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınevi Wellington, J. (2006). SecondaryEducation: TheKeyConcepts, London, Routledge. 343 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması DOĞAN, Süleyman (2014). “Mesnevi’de Eğitim Yöntemi ve Pedagojik Yaklaşımlar”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.345-369 (http://bilgelerzirvesi.org). Süleyman DOĞAN* MESNEVİ’DE EĞİTİM YÖNTEMİ VE PEDAGOJİK YAKLAŞIMLAR Giriş M evlana veya Mevlana Celâleddin Rûmî olarak bilinen büyük Türk düşünürü Celâleddin Muhammed, 30 Eylül 1207’de Horasan yöresindeki Belh (bugün Afganistan sınırları içinde) şehrinde doğdu. Babası, kendi çağının büyük mutasavvıflarından ve din bilginlerinden Bahaeddin Veled’dir. Mevlana 17 Aralık 1273 yılında Konya’da vefat etti. Mesnevi, Tasavvuf için büyük önem arz eden edebi eserlerin belki de başında gelmektedir. Yüzyıllardır bu esere dünyaca duyulan ilginin son derece yüksek olduğu bilinmektedir. İlginin bu denli yüksek olması iki temel sebebe bağlanabilir. Bunlardan ilki eserin içerdiği mesajlar olmakla beraber, bunlardan ikincisi eserin bu mesajları iletişindeki pedagojik başarıdır. Eserin okuyucuyla arasında son derece sağlıklı bir iletişim kurabilmesi Mevlana’nın insan doğasını ve nasıl iletişim kurulabileceğini ne kadar iyi kavradığını göstermektedir. Mesnevi’ de insanı eğitmek için anlatılan metotlar kadar, iyi bir eğitimin, öğretmenin ve öğrencinin de sahip olması gereken özelliklere dair mesajlar sürekli olarak verilmektedir. Bu metotların ve mesajların modern psikoloji ve pedagoji bilimlerince de bugün kabul edilen çeşitli doğrularla çok sayıda kesişim içermesi Mevlana’nın insan doğasını ne kadar iyi kavradığını ve eserinin evrenselliğini göstermektedir. Mesnevi’de mükemmel bir anlatım, kıvrak bir zekâ, sağlam bir inanç, sıcak bir sevgi vardır. Uzun yüzyıllar çeşitli kurumlarda binlerce kişiye sevgi yolunu, inanç yolunu, doğru yolu göstermiştir. Günümüzde çeşitli dünya dillerine çevrilen, çeşitli eserlerin * Doç.Dr.Yıldız Teknik Üniversitesi. 345 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yazılmasına vesile olan bu eserin birçok Türkçe çevirileri de bulunmaktadır (Ergün, 1991). Mevlana, Mesnevi’nin I. cildinin önsözünde; “Mesnevi, hakikate ulaşmak ve Allah’ın sırlarına agâh olmak isteyenler için bir yoldur. Mesnevi, temizlenmiş kişiler için gönüllere şifadır. Kur’an’ı açıkça anlamaya yardım eder, huyları güzelleştirir.” diye buyurmaktadır. Mevlana, eserini etkili kılmak, fikirlerini, duyularını daha güzel açıklamak için bazı garip, müstesna hikâyeleri örnek olarak vermekte, irfan sahibi kişileri adeta büyüleyen güzel beyitlerini, bu hikâyeler arasında sıkıştırmaktadır. Birbiri içine giren bu nadir hikâyeler arasında gizlenmiş bulunan Mesnevi cevherlerini, bu ilahi hikmetleri bulup çıkarmak için çok dikkatle uğraşmak, emek sarfetmek ve çok sabırlı olmak gerekmektedir. Nitekim Mevlana’yı çok seven ve altı cilt Mesnevi’yi dikkatle okuyarak, seçtiği beyitleri manzum şeklinde İngilizceye çeviren, Mesnev-i Manevî of Mevlana Celâleddin Muhammed Rûmî adı altında bir kitap neşreden İngiliz müsteşriki Whinfield, eserinin önsüzünde, “Mesnevi’yi baştanbaşa tercüme etmek tahayyül edilemez derece sıkıcı olabilir. Çünkü Mevlana, hikâyeleri anlatırken daima mevzu dışına çıkıyor ve esas hikâyeyi bitirinceye kadar, araya başka hikâyeler katarak onlardan ahlaki neticeler çıkarıyor.” diyor (Can, 1996). Mevlana’nın eserlerinden anlaşılıyor ki kendisi iyi bir pedagog, Mesnevi adlı şaheseri de bir pedagoji kitabı mahiyetindedir. Mevlana, eğitimin insanın yaratılış gerçeği üzerine kurulmasını, kişilerin tabiatlarındaki sanat ve hünerleri geliştirmesini ve onların olgun gönüllerinin hizmetine sunulmasını istemektedir. Mevlana iyi bir cemiyet adamı olması münasebetiyle iletişim, hoşgörü ve diyaloga büyük önem vermektedir. Mevlana yaşadığı dönemin iyi bir eğitimcisidir. Medresede, camide, sohbet meclislerinde hem öğretim faaliyetlerinde bulunmuş hem de manevî eğiticilik vazifesini yürütmüştür. Bütün yaşamı eğitim ve eğitsel etkinliklerle geçen Mevlana, eserlerini de bu amaçla yani insanların eğitimine duyduğu ihtiyaç sebebiyle yazmış veya yazdırmıştır. Mesnevi’nin yazılış aşamasında da bu amaç açıkça görülmektedir. Özellikle öğretmen ve öğrencilerin istifade etmesi gereken bir eser özelliği taşımaktadır. Bu yönüyle de Mesnevi didaktik bir eserdir. İnsanın en uzun yolculuğu, kendi iç yolculuğudur. Mevlana ve Mesnevisi, böyle bir manevî arayışı olan gönüllere sunulmuş ilâhî bir armağandır. Bu dünya gurbetinin bağrı yanmış ve dudağı çatlamış yolcuları, susuzluklarını o irfan çeşmesinde kandırır, gönüllerini o 346 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması cennet esintileriyle serinletirler. Mevlana ve büyük bir insanlık panoraması olan Mesnevi’yi tanımak, kendi kendimizi tanımak, kendi iç portremize ayna tutmaktır. O parlak ayna 8 asırdır 7 kıtada elden ele dolaşıyor ve bizi bu uzun ve mukaddes yolculuğa çağırıyor. O halde sevgili okuyucu, biz de bu çağlar üstü sese kulak verelim. O konuşsun biz dinleyelim (Okuyucu, 2006). Pedagoji ve Mesnevi Pedagoji, çocuklarda “eğitim bilim ve teorisi” anlamına gelmektedir. Çocuklarda öğrenme, öğrenme problemleri, önemli kişiliklerin, diğer kültürlerin nasıl öğrenildiği pedagoji kapsamındadır. Kelimenin aslı, Yunanca “Paidagogeo”dur. (Paid=çocuk, ago=yönetmek), dolayısıyla “çocuk yönetmek” anlamına gelir. Latin kökenli pedagoji sözcüğü Türkçe’de “çocuk eğitimi” olarak karşılık bulur. Pedagojinin ilgi sahası, yeni doğan ile yetişkin arasındaki insanların eğitimidir. Pedagoji bilimi Batı ülkelerinde uzun yıllar psikoloji bilimi altında devam etmiş ve/fakat 19 yy. sonlarında ayrı bir alan haline gelmiştir. Mevlana İslam âleminin yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biridir. Çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. O bir bilgin, mütefekkir, şair, mutasavvıf ve gönül ehlidir. Mevlana kültürlü bir ailenin çocuğu olarak ilk tahsilini büyük âlim ve mutasavvıf olan babası Bahaeddin Veled’den almıştır. Belh’te babasından öğrenim gören Mevlana, Konya’da onun ölümünden sonra, babasının halifesi olan Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizi’nin öğrencisi olmuştur. Seyyid Burhaneddin’in teşvikiyle Halep’e gitmiş, hadis, fıkıh, tefsir, edebiyat ve felsefe tahsili görmüştür. Halep’teki tahsilinden sonra, Şam’a gelmiş, orada 4 yıllık bir öğrenim görmüştür. Olgunluk çağında Şemsi Tebrizî ile bir araya gelmiş, ondan feyz almıştır. Mevlana’nın düşünce yapısının şekillenmesinde Seyyid Burhaneddin ile Şems-i Tebrizi’nin büyük etkisi olmuştur. Şerî ilimleri Seyyid Burhaneddin’den, tasavvuf felsefesini ve bu felsefeye uygun hayat tarzını da Şems-i Tebrizî’den öğrenmiştir. Şems-i Tebrizî için duyduğu tasavvufî aşk, Mevlana’yı şair etmiş ve böylece İslam âleminin en büyük şairlerinden biri olmuştur (Özdemir, 2011). Bir toplumda eğitimin nasıl olması gerektiğine ilişkin cevabı, o toplumun benimsemiş olduğu veya ağırlıklı olarak uyguladığı eğitim felsefesi verir. Bireylerin, psiko-sosyal açıdan sağlıklı bir şekilde gelişmeleri ve yaşadıkları çevreye uyum sağlayabilmeleri için onlarla olan olumlu sosyal etkileşim oldukça önemlidir. Sosyal bir varlık olan 347 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı insanın diğer insanlarla ilişkilerinde iletişim becerileri önemli rol oynar. Etkili bir iletişim becerisine sahip olan birey hem kendisine hem de çevresine kolay bir şekilde uyum sağlayabilir. Bu sayede kendini ayarlayabilmenin yolunu öğrenir ve nerede nasıl davranacağına dikkat eder. Böylece olaylara, durumlara ve geleceğe iyimser bir bakış açısı geliştirir. İnsanın ilişki sahası, merkezden çevreye doğru gittikçe genişleyen daireler şeklinde ortaya çıkar. Bu dairenin odak noktasında aile bulunur. Aile çevresinde dünyaya gelen insan, doğumdan bir süre sonra anlamak, konuşmak, hareketlere tepki vermek gibi ruhi ve fiziki nitelikle davranışlar kazanır. Aile, özellikle yaşamın ilk yıllarında çocuğun gelişimini destekleyen en önemli kurumdur. İnsanın kişiliğini kazanmasına, hayata hazırlanmasına en çok tesir eden çevrelerin başında aile ocağı gelir. İnsanın ömrü boyunca en çok etkisi altında kaldığı bu aile çevresi, insani ilişkilerin başladığı ilk iletişim alanıdır. Aile ocağında ilişkiler uyum içersinde sürdürülüyorsa orada çocuklar huzurlu ve mutludur. Aile, insan ilişkilerinin sergilendiği bir sahne gibidir. Çocuk, bu sahnede insan ilişkilerinin bütün yönleriyle gözlemler ve yaşar. Çocuk dünyaya sadece kendi istekleri açısından bakan bir canlıdır. Eğitimin amaçlarından birisi de çocuğun dünyaya, insanlara ve olaylara sadece kendi istekleri açısından değil de birçok açıdan ve boyuttan bakabilme yeteneğinin geliştirilmesi olmalıdır. Mevlana, eğitimi bir ihtiyaç olarak gören ve eğitimin gücüne inanan biri olarak, eğitimcide bulunması gereken özellikler ve öğretim yöntemleri ile ilgili olarak ortaya koyduğu sürekli uygulama alanı bulabilecek görüşleri ile evrensel bir şahsiyet olma özelliği taşımaktadır. Mevlana modern eğitimde yer alan, “çocuğun benliğini öne çıkarma” düşüncesine ters düşmemektedir. Mevlana modern görüşten biraz daha ileri giderek, çocuğun gerçek benliğini yakalayıp öne çıkmasını istemektedir. Bu benlik, eğitim sayesinde kendini bulacak, eğitimin hür havasında, çocuğun bağımsızlık dünyasında kendini öne sürecektir (Özdemir, 2011). Modern psikolojide “iç gözlem” metodu olarak adlandırılan bu metot Mevlana’da, kendini gözleme, kendini anlama ve kendini tanıma olarak yer alır. Kendine yönelme, nefisle mücadeleyi devreye sokma demektir. Kendi kendini terbiye etmenin en güzel ve geçerli yolu bireyin kendi nefsiyle mücadele etmesi anlamına gelmektedir. Kendi kendini eğitmenin bir yolu da kendi kusurlarını tespit etmektir. 348 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Mevlana ve Akıl Mevlana’nın akıl eleştirisine, genel çerçevede göz attığımızda görmekteyiz ki o, aklı üç noktadan ele almaktadır: Birincisi: Mevlana, nefsani arzularını yerine getirmekten başka bir gayesi olmayan dünya için ebedî hayatını tehlikeye atan, kendini gerçekleştirmede ihmalkâr davranan akılları tenkit eder. Yine Mevlana, aşkın alanı, metafizik sahaya akılla ulaşılabileceğini iddia eden kimselerin aklını da şiddetle eleştirir Çünkü ona göre bu sahaya akılla ulaşmak mümkün değildir. Velev ki kişi zekâ ve akılda, dâhî de olsa, aklı aydınlatıp bir üst boyut olan aşka ulaşmadıkça gâibî sırlara vukûfiyet kazanması imkânsızdır. İkincisi: Mevlana, peygamberlere, mürşid-i kâmillere ittibâ eden kimselerin akıllarını hem takdir eder hem de onların daha yüce bir akıl düzeyine ulaşabileceklerini vurgulayarak akıllarını aşkın ve aklı küllinin kollarına bırakmalarını salık verir. Mevlana, uyanık akıl sahiplerini, nefislerine, dünyanın aldatıcı zevklerine ve şeytanın hilelerine karşı dikkatli olmaya çağırırken akıllarını kullanmalarını tavsiye eder. Zira bu sayede keşiflerinin açılıp, aydınlanmış akıl düzeyine çıkabileceklerini hatırlatır. Üçüncüsü: Mevlana, peygamberlerin, velilerin ve Hak aşkıyla yanan âşıkların akıllarını, Allah’ın nuru ile aydınlanmış olarak telakki ettiği için övmekte ve saygı göstermekte tereddüt etmez. Ona göre insanın akılda kemale ulaşması, ancak evrensel aklın temsilcisi olan bu zatların önünde aklı kurban etmekle ve onların buyruklarını yerine getirmekle mümkün olur (Göztepe, 2005). Mevlana’nın akla tenkidi, insanın kendini gerçekleştirmesine engel olan, bütünlüğünü görmezden gelen, sadece bedenin geçici zevklerini tatmine çalışan zekâya ve aşkın âlemi idrak edeceğini zanneden akladır. Mevlana, aklı, insanın maddî ve manevî menfaatlerini de göz önüne alarak hareket etmesinden, kalıcı olanı geçiciye tercih etmesinden ve aşkın âleme sıçrama yapmak için tetikte durmasından dolayı da övmektedir. O, aklın geçici, peşin az bir menfaat için değil, ebedî çok büyük kazançlar için sabırlı ve uyanık olmasını tavsiye etmiştir. Mevlana, bu durumu şöyle ifade eder; “… Aklını başına devşir, bir ambara kanaat etmede harmana kaç, oraya ulaş.” (Bolay, 1987). Mevlana gençlerin iyi bir arkadaş çevresinde olmalarını ister. Dostluk kurmak kolay olmadığından herkesle arkadaş olmak insana zarar verebilir. Bu bakımdan gencin kendisi iyi bir arkadaş olduğu gibi, seçeceği kişi de iyi olmalıdır. Mevlana değer ölçülerinin kaybolduğu, ahlâksızlığın had safhaya ulaştığı bir dönemde 349 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı benliklerinin farkına varıp kendilerini şehvetin pençesinden kurtaran gençleri takdir etmektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse; her varlığın yokluğun kucağına koşarcasına atıldığı bu âlemde sonsuzluk ümidiyle beslenen idealler, ruhu doyuran erdemler ve hayatı değerli yapan hazineler de vardır. İnsan davranışlarını, iç karşı koymaya karşı yönlendiren bir iç çekim gücü ya da iç motivasyondur. Hareket, ibadet ve davranışlarda gerekli olan enerjinin insanın iç dünyasında üretilmesi sonucu insanda herhangi bir zorlanma yaşamadan oluşan içten bir yöneliştir. Aşk ya da cezbe, ilâhî-vehbî bir çekiliş, Hak katına; iş cihetine süzülüştür. Mesleğinin âşığı, işinin muhibbi, ibadet ve hizmetinin tutkunu insanların içindeki ateşin adı aşk ve cezbedir. Aşk ve cezbe sayesinde insanlar işlerini “tav’an”; yani isteyerek ve hazla yaparlar (Yılmaz, 2004). Eğitimle Hamlıktan Kurtulup Olgunlaşmak! Eğitimde gönül faktörü özellikle iradî ve toplumsal alandaki ferdî faaliyetlerde önemli bir motif olarak karşımıza çıkmaktadır. Sevgi ve şefkate dayalı sosyal iletişim eğitimde hem karşılıklı güveni hem de özgüveni sağlamaya etki etmektedir. Aşk ve gönül kavramlarını vurgulu biçimde kullanan Mevlana ve Yunus’un yaşadıkları dönemdeki sosyal kargaşa, bugün de kavrama olan ihtiyacı hatırlatmaktadır. Mevlana, eğitimin temeline ihtiyaç kavramını koymuştur. Ona göre eğitimi zorunlu kılan, insanın ham kabiliyetlerle dünyaya gelmiş olması ve bu kabiliyetlerin gelişebilmesi için bir eğiticiye ihtiyaç duymasıdır. Mevlana bitkinin yağmura olan ihtiyacını, insanın eğitime olan ihtiyacına benzetmiştir. “Ekinlere benziyoruz cancağızım; şu meydanda bitmişiz, dudaklarımız kupkuru, canla gönülle yağmur bulutunu arayıp beklemekteyiz.” Dudakların kuruması, insanın hamlığını ve eksikliğini ifade etmektedir. Bu da onu arayışa ve beklentiye sevk etmektedir. Hamlığın doğurduğu bu arayış ve ihtiyaç, hep insanı sulayacak ve doyuracaktır. Hamlığını ve noksanlığını giderecek olan ise eğitimdir. Mevlana’nın eğitimle ilgili ele aldığı önemli konulardan biri de eğitimin gücü meselesidir. Bu konudaki görüşünü eğitim tanımında açıkça ortaya koymaktadır. Hamlıktan kurtulmak için, insan iç âlemini aşk ve bilgi denen incilerle doldurmalıdır. Kendisine yönelmeli ve daima manevî tatmin için aç hissetmelidir. Açlık, hayvanı nasıl harekete geçirip yiyecek aratırsa, insan da manevî bakımdan kendini aç hissetmelidir. Açlığın 350 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması doğuracağı doyum ihtiyacı, onu eğitim almak için harekete geçirecektir. Mevlana, eğitimi beşerî ve ilahî olmak üzere ikiye ayırmıştır. İlahî terbiyede var olmayan var etmek varken, beşerî eğitimde bu yoktur. İlahî eğitimin var ettiği fıtrat konusunda Mevlana dikkat çekmektedir. Her canlı kendine çizilen çizgisini takip etmek zorundadır. O çizgi içinde gelişmeyi eğitim faaliyeti sağlamaktadır (Usta, 1995: 77). Eğitim, her eksiği tamama doğru çekip götüren faaliyettir. Her bitkiye hayat veren akarsu gibi, eğitim de insana manevî yaşayış veren bir eylemdir. Eğitim, eğitimden yoksun olanlara can kaynağından arklar açma sanatıdır. Gönlü, canı, aşkla, sevgiliye kavuşması için harekete geçiren güç eğitimdir. Zira gönül devreye, gam da ateşe benzer. O aşkın ateşinde yanmak, eğitimden geçmektir. Eğitim öze yönelme, özü görme, kuru olan özleri yağlayıp yumuşatma sanatıdır. Eğitim bir bakıma değişimdir, olgunlaşmaktır. Olgunlaşmak için pişmektir. Eğitim korumaktır, takip etmektir, yüceltmektir. Eğitim bir bahardır, solan gülleri yeşertir, canlandırır.” Böylece Mevlana, eğitimin tanımında merkeze insanı almış, her şeyi ona adamış, tabiattan örnekler getirerek onun bir sanat olduğuna dikkat çekmiştir. Onu bir gelişme, değişme, olgunlaşma ve zenginleşme sanatı olarak görmüştür. İnsana şekil vermek için iç âlemine nüfuz etme sanatı olarak takdim etmiştir. Eğitim faaliyetini bir can verme, tazelendirme, biçime sokma olarak tanımlamıştır (Usta, 1995: 30). Mevlana eğitimin gücüne inanmaktadır. Eğitimin gücüne değinirken, eğitimi sonsuz bir güç olarak kabul etmemektedir. Eğitimde kadere yer vermektedir. Kaderle eğitimi birbirine zıt değil, aksine birbirini tamamlayan iki faaliyet olarak görmektedir. Yaraya şifa veren merhemdir. Mevlana eğitimcide bulunması gerekli vasıfları şu şekilde sıralamaktadır. 1- Eğitimci ilahi aşka sahip olmalıdır. 2- Eğitimci gönül ehli olmalıdır. 3- Eğitimci olgunlaştırıcı olmalıdır. 4- Eğitimci yumuşak kalpli olmalıdır. 5- Eğitimci aydınlatıcı olmalıdır. 6- Eğitimci meslek sevgisine sahip olmalıdır. 7- Eğitimci mesleki bilgiye sahip olmalıdır. 8- Eğitimci rehber olmalıdır. 9- Eğitimci yüceltici olmalıdır. 10- Eğitimci sabırlı olmalıdır. 11- Eğitimci affedici olmalıdır (Özdemir, 2011). 351 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Görüldüğü gibi Mevlana eğitimcinin birçok üstün özelliğe sahip olmasını istemektedir. Günümüz eğitim anlayışında da bu tür özellikler eğitimcilerde bulunması arzu edilen nitelikler olarak öne çıkmaktadır. Bu durum Mevlana’nın eğitime dair görüşlerinin evrensel bir değer taşıdığının en bariz göstergesidir. Mevlana’yı Anlamak ve Düşüncenin Ürünü Olan Davranış! Mevlana, davranışların ve işlerin düşüncelerin ürünü olduğunu, onların yansıttığını savunmaktadır. Ona göre bitkilerin topraktan çıkması gibi, davranışlarda düşünceden çıkar. “Haller sözlerden çıkar, sözlerde hallere işaret eder.” Bu fikriyle Mevlana, davranışın temelini düşüncede görmektedir. Demek ki düşünce eylemlerimizin anası, kaynağı ve çıkış noktasıdır. Düşünceyi en güzel davranış açıklar. Düşüncenin kalitesini, boyutunu ve ağırlığını en güzel davranış belirleyebilir. İnsanların düşüncelerini davranışlarıyla okumamız mümkündür. Düşünceleri en güzel anlatan kitap davranışlarımızdır. Davranışlar, düşüncenin somutlaştığı, harekete dönüştüğü mekânı teşkil etmektedir. Yine Mevlana, düşünceyi kuşa benzedir. Onu hapsetmek için vurulan zincir ve kurulan tuzakları kırıp mekânsızlık âlemine uçmasını istemektedir. Ona göre düşünce bütün bağ ve etkilerden kurtulunca, ilahi aşk şarabı gibi köpürür, tortuları dipte bırakır ve küpün ağzına çıkıverir. Canı, toprak denen bedenden arıtır ve miraca çıkar ve orada yurt edinir. O mekândan hoşluk, tazelik tatlılık ve parlaklık bulur. Düşünce özgürlüğü olmayan, kendini özgür hissetmeyen insan yeni şeyler üretemez ve yeni ufuklar peşine koşamaz (Usta, 1995: 89). Bu yanlış anlamaları ve benzerini en iyi şekilde yine Mevlana’nın kendi eseri Mesnevi’ den ibretlik bir hikâye özetlemektedir. “Zamanın padişahı, körleri bir araya toplamış ve ortaya bir fil getirmiş. Sonra körlerin elleri yoluyla fili muayene etmelerini istemiş. Sonra fili götürmüşler. Padişah, “Fil neye benzer?” diye soru sormuş. Biri demiş ki “bahçe hortumuna benzer”, biri, “yelpazeye benzer”, biri, “aynaya benzer”, bir diğeri, “yelkene benzer”, biri, “cami sütununa benzer” hepsi başka şey söylemiş.” Meğer “yelkene benzer” diyen filin kulağını tutmuş, “cami sütununa benzer” diyen bacağını tutmuş, “bahçe hortumuna benzer” diyen hortumunu tutmuş, “aynaya benzer “ diyen dışını tutmuş. Herkes dokunduğu kadarıyla izah etmiş. Mevlana da günümüzde körlerin izah ettiği gibi yorumlanmaktadır. 352 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Eğitici-Öğrenci İlişkisi ve Öğrencinin Vasıfları Mevlana eğitimle ilgili görüşlerinde eğitici öğrenci ilişkisinin sınırlarını belirlemeye çalışmaktadır. Öğretmenle öğrencinin ilişkisini bal ile sütün ilişkisini örnek vererek açıklamaktadır. Ona göre, bal ile sütün birleşiminde, bal nasıl sütün içinde erirse ve orada kaybolursa, öğrenci de öğretmeni ile böyle bir ilişki içinde olmalıdır. Mevlana öğretmen öğrenci ilişkisini ok ve yay örneği ile açıklamaktadır: “Öğrenci ok gibidir. Yay kötü olunca ok da eğiri gider.” Mevlana her ne kadar Farsçayı kullansa da Türk geleneğinin içinden gelen ok ve yay kavramlarını kullanmış ve bu geleneğin bir sözcüsü olduğunu göstermiştir. Öğretmenin yaya benzetilmesi, Tanrı mesleği olduğunun da bir ifadesidir. Terbiye kelimesi kavram olarak “Rab” kelimesinden türetilmiştir. Terbiye etmekse Rabbin ahlakı ile ahlaklandırmak anlamındadır. Mevlana öğretmen öğrenci ilişkisini alışveriş şeklinde ifade etmektedir: “Sirke verirsin, şeker alırsın; boncuk verirsin inci alırsın; sürme verirsin, görüş elde edersin; pek hoştur bu alışverişte bulunmak.” Buna göre eğitimci öğrencisinin değersiz olan her şeyini değere çeviren, onu tatlılaştıran, incileştiren, görüş kazandıran bir faaliyet içerisinde olmalıdır. O zaman, öğrenciyi halkın kabulleneceği, halka bir şeyler verebilecek seviyeye getirmiş olacaktır. Eğitimcisinde gereği şekilde tatlılık olmayan, boncuğunu inciye çeviremeyen, basiret kazanamayan öğrenci bir değer kazanamamış demektir. Mevlana öğretmen öğrenci ilişkisine yönelik olarak, gönlü tuzak olana kuşun yanaşmayacağını, onun için öğrencinin gönlünü yuva haline getirmesini öğütlemektedir. Böylece o, öğrencisine insanların gönül dilini anlamasını, gönlünü tuzak olmaktan kurtarıp, yuva haline getirmesini tavsiye etmektedir. Mevlana öğrencinin olgunlaşmak için belli aşamalardan geçeceğini ifade etmektedir: “Bir müddet ateş oldun, yel oldun, su kesildin toprak oldun; bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık âleminde yeldin yorttun. Mademki can haline geldin, bari sevgiliye layık bir can ol, sevgiliye layık bir can.” “Bal arısına dön, onun hurma ağacına sarıl ve kendini salkım salkım geliştir. Onun yüce geniş bir ülkesi var, aşka misafir ol. O aşk denizinden iç, balıklar gibi orada yüz.” “Kendi noksanın yüzünden olgunluğa ulaşamıyorsan, Tebrizli Şems bu zamanın olgun eridir, ona ulaş, olgunlaştırsın seni.” Böylece Mevlana, olgunluğun çalışmakla elde edileceğine, ona ulaşamamanın nedeninin insanın kendisi olduğuna, olgunluğa ancak bir eğitici veya eğitim faaliyeti içinde ulaşılabileceğine dikkat çekmektedir. 353 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mevlana’ya göre hoca öğrencisinin can aydınlığı olduğu için, öğrenci onun etrafında gezegenler gibi dönmelidir. Mevlana öğrencinin iyi bir dinleyici olmasını istemektedir. Ona göre “Yücelik söz söylemede değil, dinlemekte aranmalıdır.” Mevlana’ya göre “Öğretmenin heyecanı ve şevki, öğrencisinin azmindendir.” Bu ifadelerden derse kendini veren ve sürekli öğrenme isteği bulunan öğrencinin öğretmenini motive ettiği anlaşılmaktadır. Mevlana, hoşgörü ve sevgiye dayanan bir disiplin anlayışını gündeme getirmektedir. Disiplin dıştan verilen değil, öğrencinin iç âleminde oluşması gerekli olan bir duygudur. Bunu da öğretmenin öğrencisine karşı takınacağı hoşgörü ve göstereceği sevgiyle oluşturması mümkün olabilecektir. Mevlana eğitimi bir süreç olarak görmektedir. “Hiçbir ekmek tekrar harmandaki buğday şekline dönemez” diyerek eğitimin sürekli bir gelişme olduğuna ve eğitimle elde edilen kazanımların zamanla daha da anlam kazandığına dikkat çekmektedir. Bu düşünceleriyle Mevlana, öğrencinin hocasından gülmeyi öğreneceğini, hocanın kendisine gülmeyi öğretmesi gerektiğini ifade etmektedir. Hoca bir anlayış ve duyuş kaynağı olmalıdır. Öğrenci böyle bir şahsiyete sahip olan hocanın eteğine daima yapışık olmalıdır. Hocanın nurundan istifade etmesini bilen öğrenci, sonunda o nurdan binlercesini üretmeli ve insanlığı aydınlatmalıdır. Hoca öğrenciyi benliğinden sıyırmalı ve önüne düşüp ona rehberlik etmelidir. Rehberlik sürecinde, düşünceleri tenkit edebilmeli, bazen de yanlış düşündüğünü ve yanlış hareket ettiğini hissettirerek pişmanlık duyacak şahsiyet seviyesine getirmelidir. Öğretim ve eğitim faaliyeti içinde öğrenci hocasının elinde kıvranan bir balık gibi öteye beriye dönmeli, şekil almalıdır (Özdemir, 2011). Mesnevi’de Mevlana’nın pedagojik yaklaşımı eğitim açısından ne kadar kıymetli olduğunu göstermektedir. Mesnevi’nin Eğitsel Niteliği Eğitim pedagojisinin son yıllardaki çalışmaları sonucunda, her çocuğun kendine özgü öğrenme kabiliyetinin olduğu bilinmektedir. Aynı sınıfta eğitim gören bir grup öğrencinin bir kısmı -örneğinmatematiksel düşünme kabiliyeti ile farklı bir öğrenme yolu güderken, bir başka grup öğrenci -örneğin- sosyal düşünme kabiliyeti ile çok daha farklı bir öğrenme süreci takip edebilmektedir. Bu farklılık eğitmenler tarafından dikkate alınmadığı takdirde, yüksek IQ’lu ve 354 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması farklı kabiliyetlerdeki çocuklar genel sınıf ortalamasının altında kalabilmektedirler. Eğitim pedagojisi, tarihteki birçok önemli şahsın normal eğitim süreci içinde başarısız olmasının önemli özelliklerinden biri olarak bu farklığın fark edilmemesinden kaynaklandığını belirtmektedir. Böylesi bir gerçekten yola çıkan uzmanlar, her çocuğun kendi kabiliyetlerine uygun eğitim sistemlerinin okullarda kullanılmasının etkin öğrenime katkı sağlayacağını belirtmiştir. Böylece, Batılı ülkelerdeki okullar öğrenim metotlarından birini kendi öğrencilerine kullanmak üzere müfredatlar oluşturmaktadırlar. Mevlana, Mesnevî’nin daha başlangıcında insanın eğitime duyduğu ihtiyacı belirtir ve eserini bunun üzerine temellendirir. İnsan dünyaya bu hamlıkla ve noksanlıklarla gelir. Mevlana’nın amacı da bu eksikliklerin giderilmesi ve insanın hak ettiği değeri kazanmasıdır. Mevlana’da eğitimin amacı, insanın eksikliklerini gidermesi ve sahip olduğu yetenekleri mükemmel hâle getirerek Allah’a yakın olmasıdır. Mevlana, eğitimi ve eğitim uygulamalarını insan fıtratı üzerine bina etmiştir. Eğitimin merkezine insanı almış ve her şeyi ona adamıştır. Mevlana, Mesnevi’de eğitsel uygulamaların kişiye göre değişmesi üzerinde durmakta, eğitimin bireyselleştirilmesine şu cümlelerle dikkat çekmektedir. “Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden öldü bil. Sonra dişleri çıkınca, kendi kendine onun içi ekmek ister. Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa bir yırtıcı kedinin lokması olur-gider.” Mevlana, Mesnevî’deki bütün fablları, temsilleri, örnekleri, kıssaları, atasözlerini ve deyimleri eğitsel amaçlarla kullanmıştır. Bunlar konunun anlaşılmasını kolaylaştırmanın yanı sıra konuya renk katmakta ve sıkıcılığı bu yolla gidermektedir. Mevlana’nın Eğitim Yöntemi Dünden bugüne onun ortaya koyduğu düşünce, müstesna bir varlık, ilahi bir ışık, manevî bir güneş gibi tüm insanlığı aydınlatan Sevgili Peygamberimiz Hz.Muhammed’in bendesidir Mevlana. 21. asırda da gönüller tutuşturan ve bundan sonra da insanı etkilemeye devam edecek olan Mevlana, yetiştiği ilmî ve tasavvufî çevrede gelenek olarak sohbet ve nasihatin gerekliğini, kendisinin bütün ilmî ve tasavvufî birikimindeki asıl maksadın da vaaz, nasihat, ders vermek ve kitap telif etmek gibi irşada yönelik olduğunu belirtmektedir. Eğitim insanın iyi davranış kazanması ve sosyalleşmesi için yapılan çabalardır. Bireyin toplum standartlarını, inançlarını ve yaşam 355 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yollarını kazanmasında etkili olan tüm sosyal süreçlerdir. Metot, yol, yordam, usul, yöntem, herhangi bir gayeye ulaşmak için önceden çizilmiş yoldur. Metot bir ilmin temelidir; metotsuz ilim, faydasız bir sermayedir. Bir eğitim düşüncesi, yöntemi ya da uygulaması ele alınırken eğitimin felsefesi, ilkeleri, amaçları, bilgi muhtevası, seçilen yöntem ve politikalar, araç ve gereçler, eğitim ve öğretim organizasyonu ve bunların ana unsurları inceleme objeleri olarak değerlendirilir. Mevlana, insan eğitimi anlayışında kişiler arası etkileşim ve toplumsal bütünleşme önemli bir olaydır. Öğretici çalışmalarında; millî, dinî motif ve değerler, bunlarla ilgili bilgiler, deyim, atasözü ve menkıbeler aracılığı ile toplumsal bilincin canlı tutulmasına katkıda bulunur. Mevlana; karmaşık ifadelerden, özellikle felsefî değerlendirmelerden uzak durmaya çaba göstererek, günümüz pedagojisinde önemli yer tutan; yakından uzağa, bilinenden bilinmeyene ve basitten karmaşığa ilkelerini, o dönemde en güzel şekilde uygulamıştır. Herkesin bildiği basit ve sade bilgilerden yola çıkarak, üst seviyeli kavram ve değerlere ulaşmak istemiştir. Eğitimde iki unsur önemlidir; eğitilen ve eğiten. Mevlana özellikle sohbet yoluyla, güzellikle çağırma, sevdirme, müjdeleme, korkutmama ve nefret ettirmeme yolunu kullanmıştır. Eğitim için öğrencinin de uygun bir tabiat, akıl, yetenek ve öğrenme ihtiyacının olması gerekir. Mevlana’nın kullandığı eğitim metodu bugünkü çağdaş eğitim kuramlarından daimicilik (perennialism) metoduyla örtüşmektedir. Çünkü onun yolu; basitten karmaşığa, yakından uzağa, somuttan soyuta, kolaydan zora metodunu kullanmıştır. Eğitimde daimicilik genel adı ile adlandırılan kuram genel, kapsamlı bir eğitim kuramıdır. Bu kuramı savunanların üzerinde ısrar ettikleri şey eğitimin mutlak, değişmez bazı ilkelere, gerçeklere dayanması ihtiyacıdır. Bunlara göre hayatın, toplumun, insanın değişmeyen bazı gerçekleri vardır ve eğitim de kendisini bu gerçekler üzerinde kurmalıdır. Mevlana’nın eğitim metodu diğer mutasavvıflarda olduğu gibi Hz. Peygamberimizin terbiye metodudur. Mevlana’nın eğitimi metodunu başlıca şu başlıklarda toplanabilir. Eğitim Yöntemi ve Önemi Eğitim alanyazınında (literatürde), yöntem ve teknik kavramları birbirine çok karışmaktadır. Yöntem, genel anlamda, hedefe ulaşmak için izlenen en kısa yol olarak tanımlanmaktadır. Teknik ise bir öğretme yöntemini uygulamaya koyma biçimi, ya da 356 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sınıf içinde yapılan işlemlerin bütünü olarak tanımlanabilir. Yöntemi bir tasarım, tekniği de bir uygulayım olarak görebiliriz. Eğitim ve öğretimle belli başlı şu yöntemler günümüzde kullanılmaktadır: Anlatma, Tartışma, Gösterip Yaptırma, Soru-cevap, Gösteri, Rol Yapma, Drama, Benzetme, İkili ve Grup çalışmaları yöntemleridir. Bu yöntem ve teknikleri seçerken öğretim programlarındaki hedefler dikkate alındığında bilişsel alanın bilgi, kavrama, uygulama, analiz ve sentez düzeyinde farklı yöntemlerin seçilmesi önem kazanmaktadır. Buna göre: Mevlana’nın eğitimle ilgili görüşlerinin satır aralarında eğitim uygulamalarında kullanılmasını arzu ettiği yöntemleri görmekteyiz. Bu yöntemleri şu şekilde sıralayabiliriz: Gözlem Yöntemi Mevlana’ya göre, insana en çok zevk veren metot gözlemdir. Kâinatın sahip olduğu estetik değeri ancak gözlemlerle görebileceğimizi belirten Mevlana, öğrencisine şu tavsiyede bulunur: “Güzelim sanatına bak, gönüllere gelen vahyini seyret. Tümden görüş ışığı kesil; ne gelirse bakış-görüş zevkinden gelir.” Bir şeyin aslı nazarî olarak anlatılamaz. Nazarî olarak anlatılırsa, o bilgiye dönüşmez, teori olarak kalır. Ama onu aslı gözlenirse, tüm şüpheler ortadan kalkar. Öyle ise gözlem, şüpheyi gideren çok önemli bir metot ve yoldur. Sebepler zinciri, ancak gözlemle bizi kaynağa götürür. Eğitimciler, öğrencilerine gözlem yaparak görebilmeyi öğrencilerine öğretmelidirler. Mevlana, öğretmeni Tebrizli Şems’inden bunu istemektedir. Eğitimci öğrencisinin gözü ve görüşü olmalıdır. Mevlana, hakikate ulaşmak için gerçek olmayandan şüphe etmeyi doğru görmektedir. Descartes’ın ifadesiyle “metodik şüphe” diyoruz. Mevlana bunu asırlarca önce fark etmiş, bazen şüphenin insanı gerçeğe ulaştıracak yollardan biri olacağını savunmuştur. (Usta, 1995). Mevlana’nın eğitim anlayışında değişim hayatın bizzat kendisidir. Fert ve toplum olarak hayatı sürdürmenin, hayatta kalmanın canını teşkil etmektedir. Ona göre, değişime uğramayan ve değişime gönül vermeyen bir eğitim, fert ve toplumları yıkılmaya mahkûm eder, zehirler, kirletir ve karanlıklara gömer. Onun içindir ki Mevlana, baharın yeryüzüne getirdiklerinin bir benzerini eğitimin insan hayatında meydana getireceğini ısrarla savunmaktadır. Değişim açısından eğitimin gücüne değinen Mevlana şu misali vermektedir: “Gübre bostanın gönlüne girip yok olur, pislikten kurtulur. Kavun 357 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı veya karpuzun lezzetli olur ve lezzeti artırır. Sen de pislikten kurtulursan yücelir ve mutluluğa erersin.” Burada Mevlana eğitim yoluyla yanlış davranış sergileyen insanların doğru yola gelebileceğini işaret etmektedir. “Mesnevî Kültürü” kültürümüzün temellerindendir. Eğitim, sanat, dinî ve sosyal hayatımızın hemen her safhasında Mesnevî ve Mevlana izlerini bulmak mümkündür. Mevlana’nın hemen her inancını dile getirirken kullandığı argümanlar, onun güçlü ve özlü bir bilgiye, derin bir hikmete, günlük hayattan sade ancak meselenin bamtelini yakalayan hassas bir çağrışım kabiliyetine, kuvvetli bir çözüm gücü ve duyguya, yer yer empatik, psikolojik tahlillere, derin bir sezişe, orijinal görüş ve buluş kudretine ve eleştirel bakış tarzına sahip güçlü bir sima olduğunu göstermektedir. Kendine özgü, orijinal fikirlerinin yanında, genel çizgi itibariyle düşüncelerine İslam tasavvufundan referanslar gösterilebileceği kabul edilebilir. Kâinattaki varoluşu fena haliyle elde edilen birlik şuuruyla izah eder. Kötülük problemi karşısında tavrı ne tam optimist ne de tam bir pesimisttir. O, kötülüğün realitesini inkâr etmemesine rağmen, kötülük ve iyilikle ilgili hükümlerimizin çoğunun izafi olduğuna dikkat çeker. İslam düşüncesindeki insanın sonsuzluk mahiyetini ruh kelimesiyle temsili Mevlana’da da görülmektedir. Mevlana da insanı makro âlemin, mikro bir nüvesi olarak görür ve onun potansiyelini ve hedefini sûfî düşüncesindeki insan-ı kâmil kavramıyla izah eder. Seviyeye Göre Hitap Etme Mevlana eğitim faaliyetlerinde muhatap olunan kitlenin anlayış ve kavrayış düzeyinin dikkate alınmasını istemektedir: “Söz dinleyene söylenir. Zira terzi elbiseyi adamın boyuna göre biçer.” “Hüner bilmez bir cahile bir şey öğretmek istiyorsan, kendi dilini terk edip onun diliyle konuşman gerekir. Ancak bu suretle senden bilgi ve fen öğrenebilir.” “Mademki işim gücüm çocuklardır, o halde çocukların dili ile konuşmam gerekir” diyen Mevlana, eğitimcinin sorumlu olduğu çocukların, zihinsel, bedensel ve yaş olarak bulunduğu olgunluk seviyesini bilip, kendisinin de bu seviyeye uygun bir tutum ve davranış göstermesi gerektiğini belirtmektedir. Mevlana eserlerinde konuların anlaşılmasına son derece önem vermiştir. “Sözü herkesin anlayacağı, kavrayacağı ölçüde söylüyoruz. Çünkü Peygamber, ‘İnsanlarla onların akılları nispetinde konuş’ buyurmuştur” diyerek buna ne derece dikkat gösterdiğini ortaya koymuştur. Anlatımlarında 358 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sürekli olarak temsillere ve somut örneklere yer vermesi seviyeye göre anlatım tarzını bir yöntem olarak benimsediğini göstermektedir (Özdemir, 2011). İlgi ve Yeteneklerin Geliştirilmesi “Tanrı herkesi bir iş için yaratmıştır” diyen Mevlana, insanların farklı özelliklerde yaratıldığını ve bu gerçekten hareketle sahip oldukları yeteneklere göre eğitim almaları gerektiğini ifade etmiştir. Mevlana’ya göre, hekim hastanın idrarından hastalığı nasıl teşhis ediyorsa, eğitimci de dikkatli bir gözlemle sözünden ve hareketlerinden onu tanıyarak sahip olduğu ilgi ve yetenekleri keşfedebilir. Mevlana, eğitimde ilgi ve yeteneklerin dikkate alınmasına yönelik olarak çocuklar aynı okulda olmalarına rağmen, farklı sınıflarda dersler görürler demektedir. Bu farklılık, öğrencilerin farklı gelişim düzeyi ve yeteneklerine sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Eğitim, öğrencilerin ihtiyaç, ilgi ve yetenekleri doğrultusunda verilmeli, sahip olunan yetenekler geliştirilmelidir. Soru-Cevap Yöntemi Soru-cevap yöntemi, eğitim öğretimin verimli hâle gelmesi, öğrencilerin eğitim uygulamalarına daha aktif bir şekilde katılmalarının sağlanması ve eğitimle amaçlanan hususlara en kısa yoldan ulaşılması açısından öğreticilerce sık sık başvurulması gereken bir yöntem olma özelliği taşımaktadır. Mevlana’nın eğitim anlayışında, soru-cevap yöntemi önemli bir yer tutmaktadır. Nitekim eserlerinde konuları soru-cevap şeklinde anlattığını ve bir konuda soru sorup devamında cevabını verdiğini görmekteyiz (bkz. kaynakça bölümü). Anlatım Yöntemi Mevlana’ya göre, ilim öğrenme sözle başlar. Öğretmenin heyecanla işe sarılması öğrencisindendir. Yücelik söylemekte değil, dinlemekte aranmalı. Zira söylenenlerin güzelliği sınırsız da olsa, dinleyici dikkatiyle orada hazır bulunmadıktan sonra bir anlam ifade etmeyecektir. Mevlana’ya ait bu ifadelerden onun eğitimde anlatım yöntemine yer verdiği anlaşılmaktadır. Günümüzde de eğitimde anlatım yöntemi sürekli olarak uygulanabilme özelliğine sahip bulunmaktadır. Görüldüğü gibi Mevlana eğitim uygulamalarında muhatap alınan topluluğun eğitim seviyesini son derece önemsemekte, 359 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bireylerin kabiliyetlerine göre eğitim verilmesini, soru-cevap ve anlatım şeklinde değişik yöntemlere başvurulmasını istemektedir (Özdemir, 2011). Sokratik Yöntem Bu metot antik dönem Yunan filozofu Sokrates’in ( MÖ 470 Alopeke, Attika - MÖ 399 Atina) felsefi düşünüşü ve bilgiyi sınayarak öğretme yöntemidir. İlk olarak Menon diyaloğunda Sokrates’in bir köleye bir geometri teoremini çözdürmesi ile Sokratik yöntem ortaya çıkmıştır. Sokrates aslında karşısındakine yeni bir şey öğretmemektedir. O sadece bilineni anımsatmakta ve hakikati tekrar buldurmaktadır. Bu bir anlamda ebeliktir. Zira Sokrates bunu annesinin mesleği olan ebelikle de bağdaştırmıştır. Sokratik yöntem 3 aşamalı olarak gerçekleşmektedir. İlk aşamada karşıdaki kişiye sorular sorularak onun neyi bilip neyi bilmediği araştırılır. İkinci aşama ironi (ironie) yani alaydır. Son olarak ise fikir doğurtulmaya (maieutique) başlanır. Günümüz eğitim sisteminde Sokratik yöntem, buldurma yöntemi olarak uygulanmaktadır. Modern anlamda soru cevap yöntemi ile başlayan süreç bir anlamda tümevarım yöntemidir. En yayın olan bu metodu Mevlana Mesnevi’de kullanmıştır. Bu yöntem günümüzde aktif öğretim yöntemlerinden birisi olarak da kullanılmaktadır. Temsil Yöntemi Bir nevi anlatımdan çok öze dayanır. Kendileri yapıp, ettikleriyle örnek olmaya çalışırlar. Yaptıklarıyla insanlara çağrıda bulunur. Sözden çok öze bakar. Sohbet Yöntemi İnsanlara güzel öğütlerle eğitmeye çalışır. Onlara gelen insanlara nasihat ederler. Bu nasihatler insanların içinde bulunduğu duruma göre şekillenir. İnsanlar büyük bir aşk-şevk ve heyecan içinde bu sohbetlerden yararlanırlar. Sevgi Yöntemi Mevlana hazretleri, “sevgi ölüleri bile dirildir” sözü tasavvuf terbiye metodunu özetleyen bir sözdür. Sevgili olmayan bir terbiye metodu düşünülemez. Sevgili köprüsüyle gönüller birbirine bağlanır. Bu yolla insanlar iyilik ve faydalı işlerde yapmada birbirleriyle yarışırlar. 360 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Hoşgörü Yöntemi Korkutmadan sevgi yoluyla meseleye yaklaşır. Her meselenin içinden hoşgörü kültürüyle hareket eder. İnsanların hatalarından dolayı sohbet halkalarından kovulmazlar. Onlara daha çok nasihat edilir ve kuşatıcı bir ortam sunulur. Hoşgörü metodu sayesinde insanlar günahkârda olsa mutasavvıflara gelerek dertlerine derman ararlar. Onlarda bu gelen insanları kapılardın kovmadan ve hatta soğutmadan onlara iyi ve doğru yolu göstermeye ve bu yolda devam etmelerini gerektiğini öğütlerler. İtidal Yöntemi Mevlana orta yolu savunur ve der ki; “Toprak, susuz kerpiç olmaz; ama su da çok olursa gene kerpiç olmaz” yani suyun ayarını iyi vermek gerekir. Mükâfat ve Mahrumiyet Modern eğitimde suç ve ceza olarak anılan eğitimde ki bu yöntemi Mevlana sekiz asır önce ortaya koymuştur. Der ki; “Zaten ey oğul, o cefa sana değildir ki sendeki kötü huyadır. Sopayla kilimi halıyı döven adam kilimi halıyı dövmez, tozunu silker. Kirler çıksın diye döverler. Her insanda bir ayrı kulluk yurdu vardır. Kötülerin başına vur da baş koysunlar, yüce kişilere de ihsanda bulun, bulunda meyveler versinler. Senin içinde de varlıktan benlikten tozlar vardır. O toz birdenbire gitmez ki. Her derde düşmede her zahmete katlanmada gâh uyurken, gâh uyanıkken azar azar uçar gider o toz.” (Yakıt, 2000). Taklit ve Tatbik Yöntemi İnsanlar gördüklerini tatbikte gecikmezler. Önlerinde bir örnek görürlerse onu tatbik etmek daha da kolaylaşır. İnsanoğlu doğduğundan itibaren görerek öğrenir. Görmek sözden daha önemli ve etkilidir. Huyları güzelleştirmenin yegâne yolu eğitimden geçer. Eğitim insanda kuvve halinde bulunan güzel vasıfları ve huyları ortaya çıkartıp geliştirir. Eğitimle kötü huylar güzel huyları dönüştürülür. Mevlana şöyle der; “Güzel bir ağaç dalı kötü bir ağaca aşılanınca o güzellik kötü ağacın tabiatını da güzelleştirir.” Yani insan önce görerek taklit eder sonra da taklit eder. Sabır Yöntemi Sevgi, saygı, sorumluluk, sabır, sebat, sadakat sonucunda saadet gelir. O nedenle sabır en önemli eğitim yani terbiye yoludur. 361 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Fedakârlıkta aynı zamanda bir sabır yoludur. Sabır başarmanın aynı zamanda en önemli yollarından biridir. Göz Teması Yöntemi Bugün modern eğitim sisteminde söz göze verilir ağızdan dinlenir. Göz kalbin aynasıdır. Kalbe ışık (nur) gözden gider. Hazreti Mevlana “insan gözden ibarettir” demiştir. Anonim olan şu özlü söz bu metodu doğrulamaktadır; “bir bakış bir bakışa neler neler anlatır. Bir bakış bir aşağı senelerce ağlatır”. Mevlana der ki; “İnsan gözlerinden görünür, sözlerinden anlaşılır. Göz nuru gönül nurundan meydana gelir. Okuma da bir tür göz yoluyla dinleme demektir. Dil tencerenin kapağına benzer. Oynadı açıldı mı içinden ne yemek var anlarsın. Aklı keskin adam tencerenin içindeki tatlı mı var aş mı var dumanından anlar. Ekmek sofradan durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vücudunda neşeli ruh kesilir (Nesterova, 2012). Değişim ve Mizah Yöntemi Mevlana eğitimin öğrencide bir değişim yaratması gerektiğini ve eğitiminde değişebilmesi gerektiğini belirtir. Yapısında değişim içermeyen her şeyin zamanla yok olmaya mahkûm olduğunu düşünür. “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/Her gün bir yere konmak ne güzel Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş/Dünle beraber gitti cancağzım. Ne kadar söz varsa düne ait/Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.'” Mevlana yukarda ki sözlerinde eğitimde değişimi savunmaktadır. Şaka ve latife yapmanın öğrenciler üzerinde etkili yaratabileceğine değinen Mevlana’ya göre mizaha başvuracak kişinin belli bir yetkinliğe sahip olması, bahsi geçen şaka ve latifelerin doğru yönde etki etmesi ve öğrenciyi ilerletmesi için büyük önem arz etmektedir. Musiki ve Sema Yöntemi Musiki ve sema maksat sevgiliye vasıl olmaktır. Musiki de, Sema da İslam ruhuyla ve ilahi ilhamla dolmak vardır. Bu ruhla birlikte İslam ahlakı, İslam merhameti, dünyaya, yaşanır toprak, ahrette hazırlayıcı tarla özelliğini kazandırır. Mevlana, imanla birlikte bu ahlakı da telkin etti çevresine. Bizzat kendisi en mükemmel örnek olarak, İslam ahlakının ne olduğunu somut bir şekilde ortaya koydu. 362 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Mevlana lirizmi, metafizik bir lirizmdir. Duygular düşünceler Eflatunun idealar âlemi gibi hatta ondan da öte arifin dünyası gibi örerler. Ruhun bu aynada kendini seyrederek eksikliklerini görüp yücelmesi yollarını arayacaktır. Mesnevi temelde bir eğitim kitabıdır. Mesnevi bir bilinçlendirme öğretisidir. Metafizik planlı ve konulu bir bilinçlendirme yolu. Fon müziği olarak neyin eşlik ettiği miraç lirizmiyle dolu bir aranış yolculuğu demektir Mesnev-i Manevi’ye kitap kitap yaşamak olarak, Mesnevi Şerif denilmiştir. Mesnevi Anadolu ruhunu doğurdu (Karakoç, 2012). Rol-model Yöntemi İnsanlara sözden ziyade yaşantılarıyla örnek olurlar. Yapmadıklarını adeta söylemezler. Yaptıklarıyla toplumun önünü açmakla kalmazlar gelecek nesiller içinde örnek davranışlar ortaya koyarlar. Bu yaptıkları söz ve fiiller kulaktan kulağa anlatılarak herkesin iyi davranış ortaya koymalarına da örnek olurlar. Hicret-hizmet Yöntemi Mevlana bir göçmen çocuğudur. Afganistan’dan Konya’ya yıllarca süren meşakkatli bir yolculukla menzile ermiştir. Tıpkı Hz. Peygamberimiz gibi hicreti adeta hizmete dönüştürmesini bilmiştir. Gittiği yerlerde basit ve yalın bir hayat yaşayarak gösterişsiz bir şekilde insanları iyi ve doğru davranışlara yönlendirmiştir. Mesnevi’nin eğitimin metodu bugün ihtiyaç duyduğumuz değerler eğitimi için önemli bir yol ve metottur. tasavvufun insan eğitimi anlayışında önemli bir sorun, kişiler arası etkileşim ve toplumsal bütünleşme, uyum (entegrasyon) olayıdır. İnsanlar hem sosyalleşir hem de yardımlaşır. Böylece toplumsal barış ve birlikte yaşam kolaylaşır. Hikâye Anlatımı (Tahkiye Metodu) ve Metaforik Anlatım Yöntemi Mevlana’nın tahkiye metodunun, yani verilmek istenen mesajı hikâye anlatımı ve hikâyecilik yoluyla vermenin önemli bir yeri vardır. Mevlana’nın eserlerinde veya vaaz, nasihat ve irşatlarında sıkça hikâye anlatmaktaki gayesi, insan kavrayışını zorlayan yüce ve soyut gerçekleri muhatapların anlayış ve kavrayışı seviyesine indirgemektir. Onun eserlerinde tasavvufî fikirler, biri diğerine bağlanan hikâyelerle zenginleştirilerek açıklanmıştır. Mevlana’ya göre hikâyeler, “mana” tohumunun içinde dinlendiği ölçekler gibidir. 363 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hikâyeler, tıpkı limana ulaşıncaya kadar ihtiyaç duyulan deniz fenerlerine benzerler. Onlar insana sonsuz bahçeden haberler veren semavî elmanın kokusu mesabesindedirler. Bu itibarla “hikâyeler gerçeğe açılan pencerelerdir” denilse yeridir; ama aynı zamanda ârif olmayanların bu derin sırra ermemeleri için de bu pencerelerden faydalanılmaktadır; çünkü “Övüşleri namahrem olanlardan gizlemek için, Allah bile hikâyeler söylemekte, misaller getirmektedir.” Mevlana; “Bu kitapta birçok hikâyelere başlayıverdik... Fakat onlar noksan kaldı” sözleriyle, Mesnevî’de zikrettiği hikâyelerin anlatımındaki tarza işaret etmektedir. Menkıbe ve Kıssa Anlatım Yöntemi Tasavvufî anlayışta menkıbeyle birlikte ve çoğu zaman karıştırılarak birbiri yerine kullanılan bir diğer dinî anlatım ve irşat malzemesi de kıssadır. Temelde kıssa, hikâyeden farklılık arz etmektedir. Çünkü hikâye, gerçekte vâki’ olmamış durumlar için de kullanılmaktadır. Kıssalar ise fiilen vuku’ bulmuş olan olayların hikâye edilmesidir. Doğu tefekkür tarihinin yazılı ve sözlü edebiyatında en yaygın anlatım yollarından biri kıssa ile anlatımdır. Bu anlatım tarzının yaygınlığı günümüze kadar gelmiştir. Bugün bile birçok konu ve meselenin aktarımında kıssalardan istifade Mesnevi’de yer alan kıssaların çoğu zaten bilinmekte ve halk arasında yaygındır ya da daha önceki kaynaklarda geçmektedir. Mevlana, güzel ve zarif yeteneği ile onlardan çoğunu yeniden canlandırmıştır. Çok kısa bir kıssa veya basit gündelik bir olay güzel ve yeterli bir kaynaktır. Mevlana bunlardan beklenmedik ve hassas sonuçlar çıkarabilen bir şairdir. Mesnevî’deki kıssalar sayesinde; ilahi aşk, dostluk, arkadaşlık, taassup, bilgi, kaza-kader, hayır-şer, Allah’ın iradesi ve kudreti, tevekkül ve gayret, ecel, Hz. Peygamber’in üstün meziyetleri, mucizekeramet, sabır, hatalardan ders alınması gerektiği, kıyamet günü, gurur ve kibir, ihlâs ve riyakârlık, dua, ahmaklık, ihtiyat ve tedbir, cahilliği, taklidi eleştiren, tamah ve hırs, nefis, olayların dış yüzüne aldanmama, insanın dünyadaki hâlini, namaz, günahlara alışmanın tehlikesini, tövbe, hasta ziyareti, birlik ve beraberlik, evlilik, hile, insanın kendi hatalarıyla uğraşması gerektiği, veli kullar, şeytan, vesvese ve vehim, Allah’a gösterilmesi gereken tavır, varlık ve yokluk, ruh ve beden, rızık gibi onlarca konu ele alınmaktadır. Mevlana bir kıssada bir konu işlediği gibi birkaç konuyu birlikte ele almayı başarabilmiştir. Bu konular ayrıca vaazlarda anlatılan konularla paralellik taşımaktadır. 364 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Anlatım yönteminin bir tekniği olan, kıssa ile anlatım Mesnevi’de kullanılan tekniklerden biridir. Mevlana’nın Mesnevî’deki öğretisini bu teknik üzerine bina eder. Mesnevî, ihtiva ettiği kıssalarla yetişkinler için eğitici bir rol üstlenmektedir (Işıkdoğan, 2007). Şiir Yöntemi Vaaz, sohbet ve irşat esnasında şiir ve benzeri edebî vasıtalardan da istifade eden Mevlana, buna müracaat etmesinin sebebini, “Biz insanların tabiatına uygun düşen şiir ve sema yolu ile o manaları onlara layık gördük; çünkü Anadolu halkı, zevk ehli ve şirin sözlüdür” şeklinde izah etmektedir. Farsça yazan sûfî şairler arasında şüphesiz Mevlana, dile iyi hâkim olan ve onu çok iyi kullanan bir şair ve müelliftir. O, klasik şiirin bütün inceliklerini ve hitabetin/retoriğin bütün sanatlarını çok iyi bilir. Bununla beraber o, bunları tabii olarak kullanır ve coşkun mısraları arasına öylesine ustaca yerleştirir ki, neredeyse ilk okumada insanın dikkatini bile çekmezler. Sonuç Mevlana’nın eserlerinden anlaşılıyor ki kendisi iyi bir pedagog, Mesnevi adlı şaheseri de bir pedagoji kitabıdır. Mevlana, eğitimin insanın yaratılış gerçeği üzerine kurulmasını, kişilerin tabiatlarındaki sanat ve hünerleri geliştirmesini ve onların olgun gönüllerinin hizmetine sunulmasını istemektedir. Mevlana iyi bir cemiyet adamı olması münasebetiyle iletişim, hoşgörü ve diyaloga büyük önem vermektedir. Mevlana sekiz asır önce bugünkü çağdaş eğitim yöntemlerini ve pedagojik yaklaşımları ortaya koymuştur. Mevlana, eserlerinde yer verdiği ve yukarda yer verdiğim yöntemlerin yanı sıra anlatımlarında ayetlere sıkça başvurmakta, hadislerden bolca örnekler sunmaktadır. Mecazî anlatımlara yer verdiği gibi, anlatılan konunun rahat anlaşılması için, teşbihlere de çokça başvurmaktadır. Tabiattan, çeşitli hayvanlardan, böceklerden, birçok aletten, günlük hayattan, tarihten somut örnekler vererek konuyu, sade bir anlatımla anlaşılır kılmaya çalışmaktadır. Verdiği örnekler gayet rahat anlaşılacak sadelikte olup ikna edici ve birçoğu öğüt verici niteliktedir. Yine o, aşk hikâyelerine, efsanelere, mesellere, Arapça ve Farsça manzum parçalara, meşhur mutasavvıfların ve büyüklerin sözlerine, ârifane nükte ve hikâyelere, halkın inanç ve törelerine sıkça başvurarak konuyu sadeleştirmekte, ona açıklık ve akıcılık kazandırmaktadır. Mevlana yaşadığı dönemin iyi bir eğitimcisidir. Medresede, camide, sohbet meclislerinde hem öğretim faaliyetlerinde bulunmuş hem de manevî eğiticilik vazifesini yürütmüştür. Bütün yaşamı eğitim 365 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ve eğitsel etkinliklerle geçen Mevlana, bütün eserlerini de bu amaçla yani insanların eğitimine duyduğu ihtiyaç sebebiyle yazmış veya yazdırmıştır. Mesnevi’nin yazılış aşamasında da bu amaç açıkça görülmektedir. Özellikle öğretmen ve öğrencilerin istifade etmesi için yazılmıştır. Bu yönüyle de Mesnevi didaktik bir eserdir. Mevlana, eğitimin insanın yaratılış gerçeği üzerine kurulmasını, kişilerin tabiatlarındaki sanat ve hünerleri geliştirmesini ve onların olgun gönüllerinin hizmetine sunulmasını istemektedir. Mevlana iyi bir cemiyet adamı olması münasebetiyle eğitim ve iletişime olduğu kadar terbiye ve hoşgörüye de ayrı bir önem vermiştir. Bugün Mevlana’nın Mesnevi şaheseri okulların her kademesinde müfredat programı içine alarak okutulmalıdır. Mesnevi’den kısa didaktik filmler çekilmelidir. Böylesine muazzam hazine olan Mesnevi farklı disiplinler arasında araştırma yapılmalıdır. Mesnevi edebi eser olmakla birlikte bir hukuk, bir siyaset ve bir sosyoloji alında da çalışılmalıdır. Bu alanlarda da çalışıldığında ondan çıkartılacak pek çok yöntemler bulunacaktır. Benim bu çalışmam diğer disiplinlere de bir kapı aralamasını temenni ediyorum. Kaynakça: Açıkgenç, A. (2012), The Konya School of Philosophy as a Historical Framework of Ottoman Thought, Al-Shajarah, Vol. 17, Issue 1, pp. 1-23, Malaysial. Alıcı, F. (1986), Mevlana Celâleddin, (Hayatı-Eserleri), Doğuş Ofset, Konya. Ambarcıoğlu, M. (1962), Mevlana ve Muhiti. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı yay. Ankara. Bayraklı, B. (1991), Mevlana’nın Eğitim Anlayışı, 4. Milli Mevlana Kongresi (Tebliğler, 12-13 Aralık 1989), s. 126. Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya. Bayram, A. (2001), Mesnevî’de Mevlana’nın Eğitim ve Eğitim Yöneticisine Dair Görüşleriyle Modern Anlayışı Bir Karşılaştırma Denemesi, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya. Bolay, S. H. (1986), Mevlana ve Diyalektik, 1. Millî Mevlana Kongresi Tebliğler, s.347-351, Selçuk Üniversitesi yay. Konya. Bolay, S. H. (1987), Mevlana’nın Akıl Anlayışı, 2. Millî Mevlana Kongresi Tebliğler, s.165-170, Selçuk Üniversitesi yay. Konya. Can, Ş. (2002), Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, I, II, III, IV, V, VI ciltler, 4.baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul. 366 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Can, Ş. (2002), Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, cilt I, 1996’da yazdığı önsözden, 4.baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul. Can, Ş. (1983), Hazreti Mevlana’ya Göre Aklın Kifâyettsizliği, F, Halıcı (yay) Mevlâna. Yirmi Altı Bilim Adamının Mevlâna Üzerine Araştırmaları, s. 77-84. Ülkü bas, Konya. Celkan, H. (1986), Mevlana’nın Eğitimci Yönü, 1. Millî Mevlana Kongresi Tebliğler, s,299- 306, Selçuk Üniversitesi yay. Konya. Çamdibi, H. M. (2000), Eğitim İlkeleri ve Rehberlik, M.Ü. İlahiyat Fak. Ya., İstanbul. Doğan, S. (2012), Somuncu Babanın Eğitim Metodu, Uluslararası Somuncu Baba ve Kültür Çevresi Sempozyumu Bildiri Kitabı, s.172-188, Aksaray. Emiroğlu, İ. (2007), Mevlana’nın Üslubu, Metodu ve Edebiyatımızdaki Yeri, Yeni Ümit, Yıl:18, Sayı: 76, s. 27, İzmir. Ergün, M. (1991), Mevlana’nın Eğitim Görüşleri, Malatya. Freire, P. (2013), Ezilenlerin Pedagojisi, Çev. Hattatoğlu D., Özbek E., Ayrıntı Ya.,İstanbul. Göçgün, Ö. (1986), Mevlana ve İnsan, . 1. Millî Mevlana Kongresi Tebliğler, ss. 161-173, Selçuk Üniversitesi Yay, Konya. Gölpınarlı, A. (1952), Mevlana Celâleddin Hayatı, Felsefesi, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler. İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul. Gölpınarlı, A. (1953), Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul. Göztepe, Y. (2005). Mevlana Celâleddin Rûmî’nin Akla Eleştirel Bakışı, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Y. 6, S. 14, ss. 417-438, Ankara. Güneş, M.(2008), Heart’s Waterfall The Holy Mevlana, Sahhaflar Kitap Sarayı, İstanbul. Güneş, M.(2008), Gönül Çaglayanı Hz.Mevlana, Sahhaflar Kitap Sarayı, İstanbul. Güngör, E. (1982), İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul. Güngör, E. (2011), İslamın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul. Kabaklı, A. (1972), Mevlana, Toker Yayınları, İstanbul. Karakoç, S.(2012), Mevlana, Diriliş Yayınları, İstanbul. Işıkdoğan, D. (2001), Yetişkin Din Eğitimi Açısından Mevlana Mesnevî Kıssalarında Eğitsel Değer, Uluslararası Mevlana ve Mevlevilik Sempozyumu, Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin 800. 367 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Doğum Yıldönümü Anısına, Şanlıurfa. İnançer, Ö.T.(2012), Dinle Neyden, Sufi Kitap, İstanbul. İnançer, Ö. T. (2012), Hz. Mevlana, Sufi Kitap, İstanbul. Kocatürk, S. (1986), Mevlana’ya Göre Varlığın Mahiyeti, 1. Millî Mevlana Kongresi. Tebliğler, ss. 365-394, Selçuk Üniversitesi Yay. Konya. Koner, M. (1943), Mevlana’nın Tasavvufu ve Avrupa İdealist Filozoflarıyla Bir Mukayesesi, Konya Halkevi Kültür Dergisi, ss. 69 -75, Konya. Koyuncu, Y. (2009), Sema Okulu Sema Rehberi, Milsan, İstanbul. Kuşpınar, B.(2007), Mevlana’da Akıl ve Aşk, (Reason and Love in Mawlānā Jālāl al-Dīn), Journal of the Faculty of Theology, Selcuk University, vol. 23/7, Konya. Kuşpınar, B.(2007), Knowledge and Its Degrees in Mawlānā Jālāl alDīn (Mevlânâ‟da Bilgi ve Dereceleri), The Journal of Islamic History and Art (ISTEM), vol.10 /14, Konya. Kuşpınar, B.(2010),Illuminative Knowledge in Mawlana Rumi, Knowledge, Language, Thought and the Civilization of Islam: Essays in Honor of Syed Muhammad Naquib al-Attas, pp.135, Johor Bahru, Malaysia. Melikoff, İ. (1983), Batı Hümanizmasının Karşısında Mevlana’nın Hümanizması, F. Halıcı (yay) Mevlana. Yirmi Altı Bilim Adamının Mevlana Üzerine Araştırmaları, ss. 64-67, Ülkü Bas. Konya. Mesnevi, (2011), Çeviren: Veled Çelebi, Gözden Geçiren: Abdülbakı Gölpınarlı, I, II, III, IV, V, VI Ciltler, Doğan Kitap, 4. baskı, İstanbul. Mevlana, Mesnevî, (1991), Çev. Velid İzbudak, MEB. Yayınları, İstanbul. Mevlana, Mesnevî, C. 1, b. 334, C. 2, b. 3169, Tahirü’l Mevlevi, Şerhi Mesnevî, C. 10, b. 9588. Mojaddedi, J. (2004), The Masnavi Jalaal Al-Dain Raumai; Jalal AlDin Rûmî, Oxford University, New York. Nicholson, R.(1926), Daru’l Masnavi of the Mevlevi Order, http://www.dar-al-masnavi.org/reedsong.html#4 (22.05.2012). Okuyucu, C. (2004), İçimizdeki Mevlana, Bilge Yayıncılık, İstanbul. Okuyucu, C. (2006), Mevlana Konuşuyor, Bilge Yayıncılık, İstanbul. Önder, M. (1973), Mevlana, Hâyatı-Eserleri. Kervan Kitapçılık, İstanbul. 368 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Özdemir, Ş. (2011), Mevlana’nın Eğitimci Kişiliği, İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.16:1, s.1–13, Elazığ. Ritter, H. (1942), Mevlana Celâleddin Rûmî ve Etrafındakiler, Türkiyat Mecmuası, 7-8, ss. 268-281, Ankara. Sakaoğlu, S. (2011), Mesnevî’deki Hikâyelerin Kaynakları ve Tesirleri, H. Sarı (Ed.). Sayar, K. (2012), Sufi Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul. Schimmel, A. (1964), The Symbolical Language of Maulânâ Jalal alDîn Rûmî, Studies in Islam. 1, ss. 26-40. Schimmel, A. (1963), Mevlana Celâleddin Rûmî’nin Şarkta ve Garpta Tesirleri, (Konferans Metni), Gutenberg Mat. Ankara. Soru-cevap yöntemi ile ilgili olarak bkz., Suat Günden, Genel Öğretim Bilgisi, Ankara, 1978, s. 253, Leyla Küçükahmet, Öğretim İlke ve Yöntemleri, Ankara, 1989, s. 44, Abdullah Özbek, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, Konya, 1991, s. 147, Mustafa Öcal, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metotlar, Ankara, 1991, s. 249, M. Zeki Aydın, Din Öğretiminde Yöntemler, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2004, s. 209. Nesterova, S.(2012), Mesnevi’de Örtülü Anlamlar, İnsan Yayınları, İstanbul. Tarhan, N. (2012), Mesnevî Terapi, Timaş Yayınlar, İstanbul. Topbaş, O.N.(2000), Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su, Erkan Yayınları, İstanbul. Uluslararası Mevlana ve Mevlevilik Sempozyumu. 2007), Mevlana Celâleddin Rûmî’nin 800. Doğum Yıldönümü Anısına, Şanlıurfa. Usta, M. (1995), Divan-ı Kebir’de Mevlana’nın Eğitim Görüşü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul. Yakıt, İ.(2000), Batı Düşüncesi ve Mevlana, Ötüken Yayınlar, İstanbul. Yılmaz, H. K. (2004), Şahsiyet İnşası ve Tasavvuf, Altınoluk Dergisi, Sayı: 219, s. 6, İstanbul. 369 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AYAN, Ekrem (2014). “Çağdaş Kazak Edebiyatının Kurucusu Abay Kunanbayev’in Kara Sözlerinde Eğitim”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.371-378 (http://bilgelerzirvesi.org) Ekrem AYAN ÇAĞDAŞ KAZAK EDEBİYATININ KURUCUSU ABAY KUNANBAYEV'İN KARA SÖZLERİNDE EĞİTİM 1 9. yy’ın ikinci yarısından itibaren Rusya’da yeni eğitim sistemi tartışılmakta ve bu eğitim sistemi Rusya sınırları içerisinde yaşayan Türk halklarının dil, din ve kültürel olarak güya modern bir seviyeye ulaşılabilmesi için yetiştirilmesini hedefliyordu. Eğitimden ziyade dil, din ve kültür bulanıklığı oluşturmaktan ve misyonerlik faaliyetlerinin önünü açmaktan başka bir amacı olmayan bu sisteme karşı Kazak aydın ve yazarları bilinçli bir toplum oluşturmak ve bu tehlikelere karşı farkındalık yaratmak için harekete geçmiştir. Dönem itibariyle çok çetin durumlara maruz kalan halklarının dini ve milli konuları üzerinde hassasiyetle duran bu aydın ve yazarlar eğitimi, temelde kendini, çevresini ve ait olduğu toplumu tanıması yönünde öğüt veren yazılar yazmışlardır. Çarlık Rusya’sı Kazak topraklarında uyguladığı politikanın uzun dönemli ve kalıcı olmasını sağlamak amacıyla eğitime önem vermiştir. Elbette bu doğal ve bilimsel olan bir eğitim değildi. Yanlışın doğru olarak gösterildiği bir eğitimdi. Kazaklar sadece Rusların eğitiminden geçtikleri müddetçe Japonya gibi güçlü olabileceği ve medeni seviyesinin de Ruslar kadar yüksek olacağını basılı yayın yoluyla sürekli vurgulanmıştır. Abay, Çarlık Rusya’nın Kazak topraklarını hâkimiyeti altına almaya başladığı ve Çarlık Rusya’nın yıkılmasının hızlandığı dönemde yaşamıştır. Bu dönem, Kazak Türklerinin yaşam tarzlarının değişmeye başladığı, eski geleneklerin yerini yeni âdetlerin aldığı, yerleşik hayata geçişsürecinin hızlandığı, hayvancılıkla geçimin yerine ticaretin almaya başladığı dönemdir. Yine bu dönem, Rus kültürüne ve onun aracılığıyla Batı kültürüne ait değerlerin Kazak kültürüne sızmaya başladığı, eğitimde eski Müslüman okulları ile medreselerinin yerini Yrd. Doç. Dr. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi. 371 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı devrine göre çağdaşbir eğitim sunan yeni tip okullar (Cedid) ile Rus okullarının almaya başladığı bir zaman dilimidir. Söz konusu dönemde Kazak toprakları, başka bir ifadeyle bugünkü Kazakistan, bölgelere ayrılmış, bir başka deyişle parçalanmıştır. Rus Çarlığının atadığı yöneticiler tarafından yönetilen her bir Kazak bölgesinin yerel yöneticileri sadece görünüşte seçilmekteydiler. Gerçekte olan ise her bir bölgenin, oraya hâkim olan boy beylerinin yönetici olması ve Çarlık hükümetinin ise beyleri onaylamasından ibarettir. Bir başka deyişle Ruslar, Kazakistan’ı Kazak toplumundaki boy tasnifine ve “ata jolı” denilen töreye dayalı geleneksel sosyal yapıçerçevesinde yönetmekteydiler.352 Bu tür etkilerin yanı sıra Kazak Edebiyatında da yenileşme akımı başlamıştır. Bu yenileşme akımının öncülerinden biri Abay Kunanbayev’dir. Doğu Kazakistan vilâyeti Abay ilçesindekiKaska Bulak'ta doğmuş, Şınğıstav'ınBalaşakapak yaylasındaölmüştür. Ciydebay'da defnedilmiştir. Köy mektebindeokumuş, on yaşını geçtikten sonra Semey'dekimedresede üç yıl kalmış, daha sonra köy hayatınadevam etmiştir. Abay'ın bütün hayatı Rusya sömürgecilerininKazak bozkırına yerleştirdiği vilâyet yönetim sistemindegeçer.353 İdealist bir düşünür olan Abay, özgürlükleri elinden alınmışKazak halkınınözgürlüklerinin yeniden kazanılması adına planları vardı. Zamanı gelince bu planlarınıuygulamak istiyordu. Abay şiirleri ve kara sözleri incelendiğinde, Abay’ın öngörüleriyazıya döküldüğü görülmektedir. Kara sözlerde anlatılan olaylar, gelecekteki nesillerinyetiştirilmesi adına önemli bir misyonun temsilciliğini yerine getirdi. Abay, eserlerinde genel görüşlerinin yanında bazı siyasi ve ekonomik konulara değinmiştir. Abay dönemininçalkantılı olayları, Abayla birlikte halkı da etkisi altına aldı.354 Kazak şair ve yazarları içerisinde en çok araştırılmış edebî şahsiyettir. Eserleri genel itibariyle Kazak halkının aydınlanması yönünde öğüt verici niteliktedir. Edebî kişiliği şiirleriyle oluşan Abay, Kara Sözleriyle de Kazak nesrinin en güzel örneklerini vermiştir. 352 AmanzholAkhmetbekov; Dostoyevski’nin Varoluşçuluk Düşüncesive Abay Kunanbayev’e Etkisi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı basılmamış Yüksek Lisans tezi, İzmir 2011, s. 58. 353 Nergis Biray; Abay (İbrahim) Kunanbayulı, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, C. 27, Kazak Edebiyatı I, Haz.; Prof. Dr. MekemtaşMirzahmetulı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2004, s. 469, 354 Mustafa Hopaç; Kazak Aydınlamasında Abay Kunanbayev Düşüncelerinin Etkileri Üzerine Bir Deneme, Akademik Bakış Dergisi, S. 37, Temmuz-Ağustos 2013, s.2. 372 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kazak toplumunda nesir için “Kara Söz” ifadesi kullanması nedeniyle bu ismi almış ve Kazak Edebiyatında “Abay’ın Kara Sözleri” çok müstesna bir şöhrete sahip olmuştur. Kara Sözler, tamamıyla nasihat edici bir niteliktedir ve toplamda 45 sözden oluşmaktadır. Halk içerisinde toplumsal yaralara sebep olan adaletsizlik, medeniyetsizlik, hasetlik, övünme, yalan, dedikodu ve tembellik gibi olumsuz haller eserlerinde eleştirilmiştir. Dönem itibariyle Kazak halkının yoklukla, kötü idareyle ve toplumsal hayattaki eşitsizliklerle sınandığı bir zamanda bilinçli ve iradeli Kazak gençliğinin temelini atmıştır. Abay’ın bilgi ve bilime olan inancı eserlerinin tamamına yayılmıştır. Geçmişine saygı duyan ve geleceğe ümitle bakan Abay, nesiller arasında köprü kurmuştur. Gelecek nesillerin şimdiki hallere göre değil geleceğe yönelik yetiştirilmesini ister. Sosyal hayatın sigortasını ise bu nesillerin yetiştirilmesine bağlamaktadır. Toplum için kaygılanan bir neslin yetiştirilmesi ve bunun sonucunda Kazak halkında dayanışmanın, mutluluğun, gelişmenin ve millet hayatında kardeşlik duygusunun imar edilmesi, geliştirilmesi Abay’ın Kara Sözlerinde işlenen temel konulardandır. İnsanoğlu daima öğrenmeye istekli ve hazır olmalı. Aksine gayesizlik, tembellik, isteksizlik ve bilgiye duyarsız kalmak fert ve toplumsal hayatın fakirliğine sebep olmaktadır. Elbette kendi iradesiyle ve doğal yaşam süreci içerisinde varlığını devam ettiren halklarda toplumsal olarak olumsuz yargılar ne kadar az ise, eğitim seviyesi de o adar yüksek demektir. Abay’ın en çok yakındığı şey, toplumu saran cehalettir. Abay’ın tanımındaki cehalet; imansızlık, eğitimsizlik, gayretsizlik, tembellik, uyuşukluk, düşüncesizlik, dedikoduculuk, rüşvet, yalan, dalkavukluk, hırsızlık, hasetlik, merhametsizlik gibi menfi hasletlerin hepsini kapsamaktadır. Buradan hareketle Abay’a göre, iyi bir eğitim almış merhametsiz kişi de cahildir. Ne kadar bilgili olursa olsun dalkavuk olan, hasetlik eden kişiler de cahildir. XIX. yüzyıl Kazak toplumunun büyük bir kısmınıngöçebelikten şehir medeniyetine akın etmeye, Rus kültürünün etkisiile Batı medeniyeti ile de yakından ilgilenmeye başladığı birdönemdir. O dönemde Kazak bozkırlarında farklı ideolojik tutumlar görülmüştür. Bazı ilim adamları, Rusçanın, Rus kültürünün ve Kiril alfabesinin yaygınlaştığı bu yüzyılı Kazak toplumunun uyanış ve diriliş dönemi olarak değerlendirmişler; her yönden karmaşık olan böyle bir zaman diliminde Abay olmasa da, onun gibi bir düşünürün, rehberin olmasını tarihî ihtiyaç olarakbilmişlerdir. Bu sebeplerden 373 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı dolayı Abay; eskinin sonu, yenininbaşlangıcı olarak algılana gelmiştir. Şiirlerini gençlere örnek olmaamacı ile yazdığını belirten Abay, söylediklerinin ancak gayretli, gönül gözü uyanık olanlara tesir edeceğinin altını çizmiştir.355Bilinen tarih boyunca, hükümdarlara ve devlet adamlarına nasihatler içeren siyasetname kendi çağındaki devamı olan Kara Sözler, vatandaşlarının büyük çoğunluğu Müslüman olan Kazak halkına verilen ve ahlak ile pragmatizmi birleştiren reelpolitik nasihatlerden oluşmaktadır.356 Abay için eğitimde esas gaye çok şey öğrenmek değil kendini tanımaktır, kendini bilmektir. Neticede bilgelik, çok şey bilmek değil, kendini bilmektir. Abay’ın eserlerinde bilimsel gerçeklik, adalet, eşitlik, ruhun kendisiyle mücadelesi, güzellik, tabiat, toplum yaşayışı, Kazak tarihi, dili, gelenekleri gibi konular yer almakla birlikte geleneksel öğelere oldukça fazla yer vermiştir. İçine doğduğu çevresi, halk şairleri, türkücü, falcı sıbızgıcı ve masal anlatıcılarıyla doludur. Kara Sözlerinde okuyucu ile sırlaşırcasına, onlara danışırcasına kaleme almıştır.357 Kara Sözler’de Eğitimle İlgili İfadeler; Kitabın giriş sözü olan Birinci Sözde bilimsel sohbet, bilgilendirici muhabbet üzerine, akıl yoluyla sorunları halledici olmak üzerine şunları söylemiştir: “Bilimle uğraşacak, bilimden bahsedecek adam yok. Bilmediğini kimden soracak ve bildiğini kime anlatacak. Kendi evin yokken yere halı serip eline yayı almanın ne faydası var? Dertleşip dert çözen, şer uzaklaştıran kişi olmazsan eğer bilim insanı ihtiyarlatan bir beladır.”358 Korkaklığın kaynağının eğitimsizlikten kaynaklandığını söyleyen Abay, bunu Üçüncü Sözde şöyle ifade etmiştir: “Dünyaca tanınmış dahi insanların açıkladığına göre: tembel kişi korkak ve gayretsiz olur, gayretsiz kişi övüngen ve korkak olur, övüngen kişi akılsız, çaresiz ve korkak olur, akılsız kişi de çaresiz ve arsız olur. İlimle bilimle uğraşılsa biraz da bu durumlardan kurtulabiliriz.”359 355 Mehmet Kara, Damiraİbragim; “Uyanma Kavramı ve Kazaklar”, TurkishStudies International PeriodicalFortheLanguages, LiteratureandHistory of TurkishorTurkic Volume 3/7 Fall 2008, s. 402-403 356 Zafer Kibar; Abay Kunanbayev-Nasihatler (Kara Sözler), Ankara 2014, s. 9. 357 Ali Abbas Çınar; Kazak Kültürü ve Edebiyatı Araştırmaları, Berke Ofset, Muğla 2006, s. 158. 358 Abay, Ķara Söz, Poemalar, El, Almatı 1993, s.7. 359 Age., s. 11. 374 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Akıl ve gayrete sahip olmayan insanın kendisinde de güç olamayacağını ve onları kader rüzgârında yuvarlanıp giden kuru otlara benzetir.360 Kazak toplumu içerisinde bazı atasözlerinin uydurma olduğunu ve toplumun düzenini bozmak için oluşturulduğunu ve bu sözlerin ancak eğitimden yoksun kişilerin inanabileceğini düşünerek Beşinci Sözde şunları söylemiştir: “Kazakların ‘Ey Allah’ım beni küçük çocuk gibi kaygısız kıl’ diyerek dua ettiğini gördüm. Bu kişiler küçük çocuğa göre kendini akıllı görür ve hatırlamadığı şeyi yok sayıp kaygılıyım diye dert yanar. Kaygısı ne diye soracak olursan atasözlerinden anlarsın: “Öğle vaktine kadar bile ömrün olsa, bir günlük mal yığ”, “Sende (mal-mülk-para) yoksa baban bile seni tanımaz”, “Mal canın yongası”, Zenginin yüzü aydınlık, fakirin yüzü çarık”, “Veren düzen bozar”, “Alacağım elimle vereceğim”, “Mal bulan erkeğin günahı yoktur”, “Zenginden ümidi olamayanın Allah’tan da ümidi yoktur”, “Karnın acıktığında yaslı evine koş”, “Sığlığı olmayan gölden, hayrı olmayan halktan uzaklaş” gibi sözler oldukça fazladır. Bunlardan anlaşıldığı üzere bizim halkımız huzur, bilim, ilim ve adalet için gamlanmaz fakat mal için gamlanır. Malı da nasıl kazanacağını bilmez, bütün bildiği zenginleri aldatmak, överek yağcılık yapıp almaktır, vermezse onunla savaşmaktır. Babasının malı varsa onu yağmalamayı da ayıp saymaz. Bunların küçük çocuk aklından neyi fazla? Çocuk yanan ocaktan korkarken bunlar cehennemden de korkmazlar.361 Akıl danışmak, bir bilene sormak gibi en doğal, en tabii bir davranışı dahi gurur edip kendi aklı ve bilgisi ile sorunları çözme yoluna gitmeyi tercih edenlerin tutumunu Yedinci Sözde Abay şöyle özetler: “Biri bize bir akıl verse ona “senin bildiğin sana, benim bildiğim bana”, başkasının aklıyla zengin olacağına, kendi aklınla fakir ol” diyoruz. Başka bir şey söyleseler de anlamıyoruz.”362 Mal, mülk, para olsun yeter, ilim bilim kime lazım ki. Hiçbir şey maldan kıymetli değildir anlayışının hâkim olduğu toplumda eğitime kim ihtiyaç duyar ki! İşte bu durumun Sekizinci Sözde ifade edilişi: “Ne adalet, ne haram, ne akıl, ne bilim hiçbir şey maldan kıymetli değildir. Mal ise Allah Teala’ya rüşvet verilerek de alınabilir. Orada burada gün görmeden ömür sürerler. Bu haldelerken ilim, 360 GarifollaEsimov; Hakim Abay, Atamura-Ķazaķistan, Almatı 1994, s. 192. Age., s. 17. 362 Age., s. 22. 361 375 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bilim ve aklı ne yapsınlar? Fakirin ilim ve bilime ihtiyacı yok. “bize ne anlatıyorsun sen onu sözünü anlayanlara anlat” derler.”363 Mal kazanman için kuvvet, ilim öğrenmek için akıl sahibi olan insan, bu hazineyi kullanmadıkça ne dünyayı ne de ahireti kazanabilir. Onuncu Sözde bu durum Abay’ın ifadesiyle net bir şekilde yerini bulmuştur. Şöyle ki: “Allah sana emeğinle çalışıp mal kazanabilmen için kuvvet verdi. O kuvvetini helal mal kazanmak için harcıyor musun? Harcamıyorsun. O kuvveti doğru kullanabilmen için akıl ilim verdi. Bilmek için okumuyorsun. Eğer okuyacak olsan anlayacak akıl verdi, sen kim bilir bu aklını ne ile meşgul ediyorsun? Erinmeden çalışsa, inançla, azimle araştırsa, aklını yerinde kullansa kim zengin olmaz ki! Sen ilim öğrenmiyorsan kazancınla evladının öğrenmesini sağla. İlim bilimsiz dünya da yok, ahiret de yok. Bilimsiz kılınan namaz, tutulan oruç, gidilen hac ve hiçbir ibadet yerine ulaşmaz.”364 Gayret, akıl ve yürek hünerlerinden bahsetmek için koşuşturarak ilime gelmişler. Hepsi kendi özelliklerini anlattıktan sonra ilim On Yedinci Sözde hepsine cevaben şöyle der: “…hepinizin iyi ve kötü yanlarınız var. Ama benim işim üçünüzü buluşturmak. Hepsini bir arada yürütmek bilimdir. Bu üçünü bulabilirseniz bir kişide; ayağının tozu yüze sürülecek adamdır.”365 Eğitim çocukluktan başladığı müddetçe en güzel karşılığını alabiliriz.“Ağaç yaş iken eğilir” atasözünün gereğince küçük yaşlardan itibaren eğitime önem vermek gerekir. Ancak dönem itibariyle Kazak toplumun içinde bulunduğu zor şartların, kültürel ve medeni gelişmeleri zora soktuğu bir gerçektir. Bunu da dikkate alan Abay, Yirmi Beşinci Sözde çocukların eğitimi için şu ifadeleri kullanmıştır: “Çocukları okutmak önemli, sadece (Allah’a) kulluğu ve Türk’ü tanımayı düzgün öğrense yeterlidir. Onlar için bu yerler Darü’lHarb’tir. Burada önce mal sahibi olmak gerek, ondan sonra Arap ve Fars gerek. Karnı aç kişinin gönlünde akıl, bedeninde ar ve ilime düşkünlük nasıl var olsun? Ne zaman ki karnı doyar, ancak o zaman da ilim bir tarafa sanata ihtiyaç duyar. Bunu öğreneyim, çocuğumu da öğreteyim diye aklına gelir.”366 363 Abay, Ķara Söz, Poemalar, El, Almatı 1993, s. 23. Age., s. 27. 365 Age., s. 39-40. 366 Abay, Ķara Söz, Poemalar, El, Almatı 1993, s. 51. 364 376 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Abay’ın aydın kişi kimliğinin göstergesi, kendi kültürünün yanı sıra farklı kültürleri ve dilleri de öğrenmeyi tavsiye etmesidir. Elbette kendi vatanını işgal eden devletin dilini öğrenmek bir tezat oluşturmakta, fakat burada aydın kişi olma kimliği kendini göstermiş ve bölgenin bilim dili olan Rusça’nın öğrenilmesini tavsiye etmiştir. Bunun ifadesini de Yirmi Beşinci Sözde Abay’ın kaleminden şu şekilde izahını bulmuştur: “Rusça öğrenmek gerek, hikmet de, zenginlik de sanat da ilim de hepsi Rus’ta var. Zararından kaçınmak için, faydasına ortak olmak için dilini, eğitimini ve ilmini bilmek gerek. Bunun için onlar dünyanın dilini bildi ve böyle gelişti. Onun dilini bilirsen gönül gözü açılır. Herhangi birisinin dilini, sanatını bilen kişi onunla denklik davasına girebilir, yalvarıp yakarmaz. Dil bilmen dinin için de iyidir.”367 Yine Yirmi Beşinci Sözde: “şimdilerde Ruslardan eğitim alan çocuklardan artık iyi çocuklar da çıkmıyor. Bunun sebebi, anne babası, kardeşi, akrabası diğer taraftan bozuyor. Yine de bu okuyan çocuklar diğer okumayan çocuklara göre daha üstün, daha başarılı. Bunlara sözünü istediğin zaman dinletebiliyorsun”368 demektedir. Cahillik başa beladır. Cahilliğin bir başka göstergesi, nerde oturup kalkacağını, hangi durumda nasıl tepki vereceğini bilememektir. Abay, yirmi altıncı sözde bunu şöyle dile getirmiştir: “Cahil olan halk sevinilmeyecek şeye sevinir. Sevindiği zaman da ne söyleyip ne yapacağını kendisi de bilmez. Değişik bir sarhoşluğa kapılıp aklı gider. Ayrıca utanan kişiler utanılmayacak şeyden utanır, utanılacak şeyden de utanmaz olur. Bütün bunlar cahillik ve ahmaklığın eseri. Bunları söylersen bazıları “doğru doğru” diyerek seni tasdik eder. Ona inanma, yarın o da diğerlerinden olur. Gönlü de gözü de bunu görse de hayvan gibi alıştığı âdetinden kendini alamaz, garip bir hal alır ve kimse onu durdurup bir şey izah edemez.”369 Abay’ın Kara Sözlerinin devamında Otuz İkinci, Otuz Sekizinci, Kırk Birinci, Kırk Üçüncü Sözlerin tamamı eğitim, ilim ve bilimle alakalıdır. Otuz Yedinci Sözdeki Abay’ın şu sözü, akılı kullanmanın, onu geliştirme gerekliliğinin en net ifadesidir: “Sokrat’a zehir içirenler, Jan Dark’ı yakanlar, Gaysan’ı asanlar, Peygamberimize deve işkembesi atanlar kim idi. Halk idi bunlar. Demek ki halkta akıl yok, çaresini bul da yola sok.”370 367 Age., s. 51. Age., . 52. 369 Age., s. 55. 370 Abay, Ķara Söz, Poemalar, El, Almatı 1993, s. 78. 368 377 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İnsanoğlu yemeye içmeye ihtiyaç duyduğu gibi eğitime de yani ilim ve bilime ihtiyaç duymalıdır. Nasıl yeme içme ile beden kendini canlı tutar ve gelişirse, medeniyet de ilim ve bilimle varlığını sürdürür ve gelişmeye devam eder. Aksi halde beden de medeniyet de yok olur gider. Abay Kazak halkının önceliğinin eğitim olduğunun farkındadır ve bunu sağlayabilmek için halkın bütün hassasiyetlerini kullanmıştır. Dini yönü hassas olanlara dinde eğitime verilen önemi, mala mülke hassas olanların eğitimle kazandığı bilgi ve beceri sayesinde daha çok mal mülk edinebileceğine dair ifadelerle halkı eğitime çağırmıştır. Kaynakça Abay, Ķara Söz, Poemalar, El, Almatı 1993. Ali Abbas Çınar; Kazak Kültürü ve Edebiyatı Araştırmaları, Berke Ofset, Muğla 2006. AmanzholAkhmetbekov; Dostoyevski’nin Varoluşçuluk Düşüncesive Abay Kunanbayev’e Etkisi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı basılmamış Yüksek Lisans tezi, İzmir 2011. GarifollaEsimov; Hakim Abay, Atamura-Ķazaķistan, Almatı 1994. Mehmet Kara, Damiraİbragim; “Uyanma Kavramı ve Kazaklar”, TurkishStudies International PeriodicalFortheLanguages, LiteratureandHistory of TurkishorTurkicVolume 3/7 Fall 2008. Mustafa Hopaç; Kazak Aydınlamasında Abay Kunanbayev Düşüncelerinin Etkileri Üzerine Bir Deneme, Akademik Bakış Dergisi, S. 37, Temmuz-Ağustos 2013. Nergis Biray; Abay (İbrahim) Kunanbayulı, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi Kazak Edebiyatı 27 ve 28.Cilt Zafer Kibar; Abay Kunanbayev-Nasihatler (Kara Sözler), Ankara 2014. 378 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İMAMOĞLU, Hüseyin Vehbi (2014). “Mevlana ve İslam Tasavvuf Düşüncesinde Birlikte Yaşama Tecrübesi İle Savaş ve Barış Öğretisi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss. 381-397 (http://bilgelerzirvesi.org). Hüseyin Vehbi İMAMOĞLU* MEVLANA VE İSLAM TASAVVUF DÜŞÜNCESİNDE BİRLİKTE YAŞAMA TECRÜBESİ İLE SAVAŞ VE BARIŞ ÖĞRETİSİ Giriş T emelde Allah’ın rızasını kazanmak ve Ona ulaşmak için insanın kendi kendini terbiye etmesini öngören bir düşünce sistemi olan tasavvuf, kaynak olarak Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetini alır. Bu doğrultuda insanın manevi varlığını hedef alan ve aslen insanın iç yaşantısıyla ilgili görülerek, kendine has bir terminoloji geliştirmiş ve bir düşünce ekolü haline gelmiştir. Tasavvuf kavramı her ne kadar insanın iç dünyasıyla ilgili ve sadece kişinin kendisini ilgilendiren bir niteliğe sahip olsa da, gelenek içerisinde inzivaya çekilerek toplumdan uzaklaşmak hoş görülmemiştir. Aksine toplumsal bir varlık olan insanı, diğer insanlarla bir arada yaşamaya sevk eden bir yapıya bürünmüştür. Nitekim Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerif içeriklerinde de toplum hayatından uzaklaşmış bir insan modeli öngörülmez. Örneğin, Kur’anı Kerim’de; “Allah’ın sana verdiği nimetlerle (onun yolunda koymuş olduğu kurallar doğrultusunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana yaptığı iyilik gibi sen de başkalarına iyilikte bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarma; çünkü Allah bozguncuları sevmez.” buyurulmuştur. Böylece tasavvuf düşüncesi, bir arada yaşama tecrübesini en güzel şekilde tavsiye eden bir öğreti sunar. Bu öğretide kişinin sahip olduğu inancı bir başkasına dayatmadan veya onun düşüncesini değiştirmek için baskı veya herhangi başka bir şekilde mücadele etme eğilimine girmeden yaşamak öngörülür. Bu tip bir yaşam tarzı beraberinde diğer insanlara * Yrd. Doç. Dr. Sinop Üniversitesi. 381 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ve düşüncelerine saygı gösterilmesini gerektirir ki, gerek güncel dinsel diyalog veya dinsel çoğulculuk kavramlarını gerekse de toplumsal ve milletler arası barış düşüncesini güçlendiren bir özellik içerir. Nihayetinde tasavvufi düşünce, diyalog ve dinsel çoğulculuk kavramlarında olduğu gibi teoriden çok pratiğe önem veren ve dar kalıplı iddiaları hoş görmez. İslam Dininde ise, tevhid anlayışı çerçevesinde evrenin bir tek Yaratıcısı olduğu ve bu Yaratıcının da her şeyin en iyisini, en güzelini ve en doğrusunu bildiği ve her zaman bileceği anlayışıyla insanların hangi dine inanırsa inansın, ortak olan Allah’ın varlığı ve birliği noktasında toplanmaları ister. Dolayısıyla her şeyden önce insanlar, kul olarak yaratılış açısından ve Yaratıcı karşısında eşit kabul edilir. İslam Dini, insanları yalnızca Allah’a ve Peygamber olarak Hz. Muhammed’e inanan ve inanmayan olarak iki gruba ayırır. Bu ayırım İslam’a olan mensubiyet açısındandır ve herhangi bir şekilde aşağılama içermez. Birlikte yaşama tecrübesi fikri etrafında İslam düşüncesi inceleneceği zaman, ilk ve en önemli olarak Hz. Peygamber’i ve dönemine bakmak gerekir. Hz. Peygamber’i anlamadan İslam’ı tam anlamıyla anlamak mümkün değildir. Bu nedenle önce İslam’da savaş ve barış kavramlarına değinilerek, Hz. Peygamber’in bu kavramlara nasıl baktığı ve hayatı boyunca gayr-i müslimlerle ne gibi ilişkiler kurduğu incelenecektir. İslam’ın ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına baktıktan sonra, kısaca Mevlana’nın hayatı ve İslam tasavvuf düşüncesinde birlikte yaşama tecrübesiyle ilgili olan görüşlerine yer verilecektir. Temel hareket noktası ise, Mevlana’nın farklı dinlere ve din mensuplarına yaklaşımına esas oluşturan kaynakların ne olduğuna cevap vermektir. Bu anlamda Kur’an’dan ve Hz. Peygamberin uygulamalarından ilham alan Mevlana’nın, diğer dinlere yönelik tutum ve yaklaşımı konu edilecektir. Ayrıca Mevlana’nın diğer dinlere yaklaşımının temel alt yapısını oluşturan tasavvuf kavramına değinilecek ve İslam tasavvuf düşüncesinin konuyla ilgili yaklaşımı değerlendirilecektir. Hz.Peygamber ve Kur’an Öğretisinde Savaş ve Barış Hz. Peygamber’in ilk dönemi olan Mekke dönemi, İslam’ın oluşum aşaması ve var olma savaşı verdiği yıllardır. Bu nedenle İslam’ın bu yılları her yeni oluşumun olduğu gibi kendine has özellikleri olan ve nispeten zayıf olduğu dönemdir. Bu dönemden 382 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması hareketle İslam’ın iki farklı yönünün olduğunu söyleyenler olmuştur. Yani İslam’ın zayıf olduğu dönem ve İslam’ın güçlü olduğu dönem… Oysa bir dinin belli bir dönem bir düşünceyi savunup daha sonra bundan vazgeçmesi söz konusu olamaz. Bu bir çelişkidir ve İlahi bir dinin içeriğine dâhil edilemez. Mekke devrinde İslam’ın daha çok Allah’a iman başta olmak üzere, diğer iman esasları üzerinde durduğu görülür. Burada hedef bir inananlar topluluğu oluşturmaktır. Dine hazırlık safhası olarak da nitelendirilebilecek bu dönem, cahiliye düzenine bir başkaldırı ve mevcut anlayışa bir reddiye olarak da değerlendirilebilir. Bu nedenle İslam’ın bu dönemde mücadelesi, fikir ve düşünce planında olmuştur. Hatta İslam taraftarları en çok bu dönemde sıkıntılarla karşılaşmış ve çeşitli tehdit ve baskılara maruz kalmışlardır. Bu dönem içerisinde gerçekleşen önemli olaylardan biri olan Habeşistan’a hicret meselesi ayrıca incelenebilir. Zira sadece bu konunun putperest Arap dünyasındaki yankısını ve karşılığında Arapların tutumlarını görmek, İslam’ın bu dönemde takip ettiği siyasetin ve içeriğinin neden ve niçinliğini ortaya koyabilir. Müslümanlar Habeşistan’a Hz. Peygamber’in izin ve onayıyla hicret ettiklerinde ki, bu zorunlu bir göç olmuştur, hemen putperest Araplar arkalarından bir heyet göndererek onları geri getirtmek istemişlerdir. Çünkü Müslümanların gittikleri yerde güçlenme ve geri dönerek kendi menfaatlerine zarar verme ihtimali ve endişesi vardır. Bu nedenle son derece diplomatik bir üslupla gönderilen heyetin sözcüsü şöyle demiştir: Ey Hükümdar! Bizim içimizden bazı boş kafalı gençler senin ülkene sığınmış bulunuyor. Onlar milletinin dinini terk ettiler ve seninkine de asla girmediler. Aksine bizim için de senin için de meçhul olan yepyeni bir din icad ettiler. Ana-babaları, akrabaları ve amcalarından ileri gelen birçok büyük zevat, bu mültecilerin kusur ve noksanlarını herkesten iyi bilen kimseler olarak onların bu ülkeden çıkarılıp sürülmelerini senden istemek üzere bizi göndermiş bulunuyorlar.371 Görüldüğü üzere Müslümanların Mekke’nin dışına çıkmasına bile izin verilmek istenmemiştir. Bu hareket İslam’ın var olmasını ve yayılmasını engelleme girişimi olarak değerlendirilebilir. İfadelerden anlaşıldığı kadarıyla ustaca şöyle denmektedir: Şayet bu kişiler doğru yoldaysalar onlardan istifade etmeye en layık biziz. Yok eğer yanlış yoldaysalar, onları cezalandırması gereken yine biziz. Dolayısıyla 371 Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Çev.: Salih Tuğ, 5. Baskı, İrfan Yayımcılık, İstanbul, 1993, c. 1, s. 298. 383 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı onları bize geri verin. Bu nedenle bu yıllar açıkça İslam’ın var olma savaşı verdiği yıllar olarak nitelendirilebilir. Öyleyse İslam’ın bu yıllardaki söylemini değerlendirirken bu noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Bu dönemle ilgili olarak İslam’ın inanmayanlara yönelik, inkâr, inat ve düşmanlıklarını da göz önünde bulundurduğu “sizin dininiz size benim dinim bana” mealindeki ayetle biten Kâfirûn Sûresi dikkati çeker. Yine bu dönemle ilgili olarak Hz. Peygamber’in sabırlı, anlayışlı, yumuşak sözlü ve her şeye rağmen inanmadıkları için üzüntülü olduğu ifade edilir. Hz. Peygamber’in üslûbu hakkında Kur’an’da şu ifadelere yer verilir: Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Öyle ise onları affet ve onlar için mağfiret dile. (Yapacağın) iş hakkında onlarla müşaverede bulun. Karar verince de Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah tevekkül edenleri sever.372 Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle373 Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.374 Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Hz. Peygamber açık sözlü ve muhatabını incitmeyecek bir tarza sahiptir. Hz. Peygamber’in Medine dönemi ise, Mekke döneminin sözünü ettiğimiz zorluklarından dolayı zorunlu bir göç olarak kabul edebileceğimiz için anlayışın hangi doğrultuda geliştiğini göstermesi bakımından önemlidir. Hz. Peygamber Medine’ye gelir gelmez burada İslam Devleti’nin temellerini attı. Medine Sözleşmesi olarak tarihe geçen yazılı antlaşma, aynı zamanda Hz. Peygamber’in Müslümanların dışındaki topluluklarla olan ilişkilerinin mahiyetini açıklıyordu. Buna göre antlaşmaya imza koyan Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Medine’nin yerli Arapları ve diğerleri barış esasına dayalı olarak çok uluslu dini konfederasyon diyebileceğimiz bir oluşuma evet demişlerdir.375 Bunun anlamı Hz. Peygamber’in öncülüğünde İslam, insanların din veya ırk farkı gözetmeksizin bir arada barış içinde yaşamalarına imkân tanımaktadır. Bundan sonra İslam dini kendini tanıtma maksadıyla girişimlerine devam etmiştir. İlk olarak çevre kabilelere ve büyük devletlere İslam’a davet mektupları yollanmıştır. Davet mektubunun varlığı, İslam’ın kendini diplomatik 372 Kur’an, Tâhâ, 20/43-44. Kur’an, Hicr, 15/94. 374 Kur’an, Nahl, 16/125. 375 Hamidullah, a.g.e., c. 1, ss. 197-198. 373 384 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yollarla ve yine barış esasına dayalı olarak tanıttığı izlenimini vermektedir. Ki gayr-i müslimler, İslam’ın Medine dönemiyle birlikte yumuşak tutumundan ve hoşgörüye dayalı davetinden vazgeçtiğini ileri sürmektedirler. Oysa Hz. Peygamber, asıl bu dönemde davetini resmi yollarla ve aralıksız olarak sürdürme eğilimindedir. İslam tarihine bakıldığında, civar kabilelerin birçoğuyla bu yollarla antlaşma sağlandığı görülür. Yine dönemin özellikleri incelendiğinde görülecektir ki, Arap Yarımadasında var olmanın en önemli yollarından biri, düşmanın şerrinden bir şekilde emin olmaktır. Bunun için bazen savaş son seçenek halini almıştır ve bu durum hiç de yadırganmamıştır. Çünkü Arap Yarımadasında sözü edilebilecek bir siyasi otorite ve düzen yoktur; dolayısıyla belli bir kanun çerçevesinde hareket edilmemektedir. Ancak bu düzensiz düzen içinde dahi İslam, savaşsız antlaşma yolunu seçmiş ve bugünkü anlamda barışçı bir dış politika izlemeyi tercih etmiştir. Putperest Arapların tutumuna gelince, tıpkı Mekke döneminde Habeşistan’a hicret hadisesi sırasında yaşananlar gibi, düşmanca ve İslam’ın varlığını ortadan kaldırmaya yönelik şiddeti daha da artan bir politika izlemeyi yeğlemişlerdir. Hatta Hz. Peygamber’in hicreti sırasında onu takip ederek öldürmeyi düşünmüşler; ancak başarılı olamayınca geri dönerek topyekün bir saldırı planı hazırlamayı kararlaştırmışlardır. İslam’ın ilk savaşlarının ayrı ayrı incelenmesi de gerekir. Çünkü bu savaşların her birinin nedeni diğerinden farklıdır. Aslen burada birkaç yorum yapılabilir: Bunlardan birincisi, İslam’ın savaşı başlatan taraf olmama isteğidir. Zira Hz. Peygamber, kendisine “savaşâlim” diye gelen Müslümanlara onay vermekte tereddüt etmiş ve hatta vermek istememiştir. Ancak vaziyetin savaşı zorunlu kılmasının ardından, Allah’ın da ancak Kur’an ayetiyle izin vermesinden sonra savaşmaya karar vermiştir. Bu nokta özellikle dikkatten kaçmaktadır; çünkü İslam’ın ilk defa Medine döneminde savaşmaya başlaması, güçlenmesine ve bu güç dolayısıyla zor kullanmayı tercih etmesine kanıt olarak sunulur. Bundan başka diğer savaşlar, kendisinden önceki savaşın intikamını alma düşüncesine paralel olarak, putperest Arapların başlatıcı olduğu savaşlardır. Dolayısıyla bunlarda da İslam’ın zor kullanma ve hatta savaşma arzu ve isteğinde olduğu sonucu çıkartılamaz. Öte yandan Kur’an’da bu doğrultuda yer alan ayetlerde devamlı surette şu vurgulara yer verilir: “Allah yolunda savaşın”, “Haksızlık ortadan kalkıncaya ve Allah’ın dini üstün oluncaya kadar savaşın”. Bu ve benzeri örnekler 385 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı çoğaltılabilir. Burada önemli olan vurgunun iki noktada toplanmasıdır. Bunlardan birincisi, savaşın Allah adına yapılması; ikincisi belli bir noktaya kadar yapılması. Dolayısıyla keyfe mahal bir savaş yoktur; bir çıkar için ise asla yapılmamıştır. İslam’ın ilk savaşları, zorunlu şartlar dâhilinde, oluşum aşamasında olan bir dinin korunmasına yönelik mücadeleler olarak yorumlanmalıdır. İlerleyen yıllarda yapılan savaşlarla ilgili olarak tartışma haliyle devam etmektedir. Ancak tabiatıyla farklılıklar vardır. Çünkü şartlar değişmiştir ve amaç farklıdır. Bu nedenle ilk olarak İslam dünyasında “fetih (Çoğulu: Fütuhat)” olarak isimlendirilen savaşların incelenmesi gerekir. Burada sorulması gereken sorular, adı ne olursa olsun, yapılanlar savaş mıdır? Başlatıcısı Müslümanlar mıdır? Hangi amaçlarla yapılmışlardır? Sonuçları neler olmuştur? Fetih kelime anlamı olarak açmak, göstermek, başlatmak gibi anlamlara gelmektedir. Ancak neden İslam dünyasında savaş için harp yerine fetih kelimesi kullanılmıştır? Oysa silahlı mücadelenin Arapçadaki karşılığı harptir. Ancak özellikle bu kelimenin kullanılmasından kaçınılmıştır. Bu noktada fetihle ne demek istendiği ortaya konulmalıdır. Fetih, en genel anlamda, İslam’ı bütün dünyaya yaymak ve bu meyanda tanıtmak manasına gelir. Ancak burada İslam’ı zorla veya kılıç yoluyla kabul ettirmek anlamı yoktur. Bu konuda İslam’ın ayet ve hadislerine yansıyan ve prensip olarak kabul edilen birçok ilke kanıt olarak sıralanabilir. Dolayısıyla “İslam kılıç zoruyla yayılmıştır” iddiası, kabul edilmez. Diğer taraftan herhangi bir şey zorla kabul ettirilmeye çalışıldığı yerde başarı sağlanamaz. Çünkü baskının olduğu yerde tepki vardır. İslam bir din olarak ilkin inançla alakalıdır. İnanç ise özgür iradeye bağlı bir kabuldür. Eğer bir kişi baskı altında bir şeye inanmaya zorlanıyorsa, bu ancak sözde kalır. Ve baskı ortadan kalktığı anda hemen inkâra dönüşür. İnsan psikolojisinin bir gereği olarak, eğer bir şey yapılmak isteniyorsa, önce o şeyin sevdirilmesi gerekir. Ancak ondan sonra istenen hedef sağlanmış olur. İslam tarihine bakıldığında, İslam’a sonradan girenlerin İslam için çok daha mücadeleci ve fedakâr davrandıkları dikkat çeker. Şayet bir zorlama söz konusu olsaydı, İslam için mücadele etme yerine, İslam aleyhine girişimler söz konusu olurdu. İslam’ın en faal durumda olduğu dönemlerde, İslam’a giriş oranının, İslam nispeten daha zayıf olduğu döneme göre az olduğu gözlemlenmiştir. Buna göre İslam’ın güçlü olduğu dönemde yapılan fetih hareketleriyle İslamlaşma arasında zorunlu bir bağ kurulamaz. Müslüman olanların daha çok 386 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İslam’ın engin hoşgörü ve akla uygunluğu dolayısıyla İslam’ı seçtikleri söylenebilir. Yine İslam’ın konuya yaklaşımını ifade eden şu ayetlerden de anlaşılacağı üzere İslam, zorla veya baskı altında yapılan imanın yeterli ve makbul olamayacağını ortaya koymaktadır. İlgili ayetlerden birkaçı şunlardır: Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.376 Bedeviler inandık derler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, ama İslam olduk deyin’...377 İsrailoğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla ardlarına düştüler. Firavun boğulacağı anda: ‘İsrailoğullarının inandığından başka Tanrı olmadığına inandım, artık ben ona teslim olanlardanım’ dedi. Ona: ‘Şimdi mi inandın? Daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin’ dendi.378 Bu ve benzeri ayetlerde, İslam’ın insanların “inandık”, “iman ettik” tarzındaki söylemlerinin kalben olmadığı takdirde, bir anlam taşımayacağı vurgusu vardır. Dolayısıyla savaş esnasında kişinin iman ettim demesinin bir önemi olmadığı sonucuna rahatlıkla ulaşılabilir. Fetihlerin niçin yapıldığına dair ise şunlar söylenebilir: İslam dini, kendi kabuğuna çekilmiş ya da sadece bir topluluğa/millete gelmiş bir din değildir. Kendini daima evrensel olarak nitelemiş ve dolayısıyla bütün insanlığa hitap eden bir karakterde görmüştür. Bununla ilgili olarak Hz. Peygamberin dindeki fonksiyonlarından birkaçına değinmekte fayda vardır. İslam, Hz. Peygamber’i bütün insanlığın Peygamberi olarak görür. Kur’an’da: De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize gelen Allah’ın elçisiyim.379 Bütün âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah, her şeyden münezzehtir.380 Andolsun ki biz, Peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde Kitab’ı ve nizamı gönderdik.381 Bu ayetlere ek olarak Hz. Peygamber de şunları söylemiştir: Her Peygamber kendi milletine gönderilmiştir. Ben ise bütün insanlığa gönderildim.382 376 Kur’an, Bakara, 2/25. Kur’an, Hucûrat, 49/14. 378 Kur’an, Yusuf, 12/90-91. 379 Kur’an, A’raf, 7/158. 380 Kur’an, Furkan, 25/1. 381 Kur’an, Hadid, 57/25. 382 İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Kahire, 1351-1358, c. 2, s. 117. 377 387 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bu ve benzeri ifadelerde Hz. Peygamberin bütün insanlığın hidayete ermesi için gönderilmiş bir Peygamber olarak takdim edildiği anlamı vardır. Dolayısıyla Hz. Peygamber, bir görev olarak bütün insanları uyarmak ve Kur’an-ı Kerim’i onlara tebliğ etmek zorundadır. Ancak Hz. Peygamber bu görevi yerine getirirken, asla baskı ve şiddet yolunu seçmemiştir ve seçemez de. Zira Kur’an’da Hz. Peygamber’in insanlar üzerinde zorlayıcı ve baskıda bulunucu olamayacağına dair birçok ayet bulunmaktadır. Bunlardan birkaçına yer vermek gerekirse: Sen onların üzerine bir zorba değilsin.383 Sana düşen yalnızca uyarmaktır.384 Sen sadece bir uyarıcısın.385 Bu yeni Kitab’a inanmazlarsa, arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.386 Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.387 Eğer Rabbin dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi iman ederlerdi; o halde sen inanmaları için insanları zorluyor musun?388 Biz dilesek onların üstüne gökten mucize indiririz de, boyun eğmek zorunda kalırlar.389 Şüphesiz bu ayetler çoğaltılabilir. Ancak açıkça ortaya çıkmaktadır ki, Kur’an’ın kendisi, Hz. Peygamberin insanların inançları ve inanmaları konusunda bir tehdit unsuru olamayacağını savunmaktadır. Öyleyse Hz. Peygamberin bu kadar açık bir emre muhalefet edip, sırf insanların İslam’ı seçmelerini sağlamak için savaşmayı tercih etmesi düşünülemez. Öte yandan Hz. Peygamber’in İslam’a davette nasıl bir metot takip edeceğine ilişkin yine Kur’an’da şu bilgilere rastlamaktayız: (Resulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!390 Buna göre Hz. Peygamber, davet ederken insanların karakterlerine uygun olarak üç farklı türde davranmak zorundadır. İslam düşünürlerinin çoğunun kabulüne göre bu üç tür şöyledir: Davetin üç sınıfı vardır. Bunlardan birincisi, âlim ve bilgin kişilere yönelik olarak hikmetli söz söyleme ve davranma; ikincisi, orta sınıf olarak kabul edilebilecek diğer insanlara güzel öğüt ve nasihat etme; 383 Kur’an, Ğaşiye, 88/22. Kur’an, Şûra, 42/18. 385 Kur’an, Fatır, 35/23. 386 Kur’an, Kehf, 18/6. 387 Kur’an, Kehf, 18/29. 388 Kuran, Yunus, 10/99. 389 Kur’an, Şuara, 26/4. 390 Kur’an, Nahl, 16/125. 384 388 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması üçüncüsü ise, inatçı ve düşmanlık yapanlara yumuşak söz söyleme şeklindedir. Dikkat edilirse insan psikolojisine uygun olarak değişik metotlar takip etmesi ön görülmüştür. İnsanlar herhangi bir şeyi duyduklarında hemen kabule yanaşmazlar. Ortaya konulan değerin üstün taraflarını anlatmak ve bu esnada güzel söz söylemek gerekir. Aksi takdirde insanlar kolayca dağılır ve mesaj doğru olsa bile dinlemek istenmez. Bu insanın doğasında var olan bir özelliktir. Hz. Peygamber de bu özelliğe uygun davranmıştır. Bu noktada İslam’ın insanlara bakışı da çok önemlidir. Acaba İslam, insanları birbirlerinden ayırt etmekte ve kimini kimine üstün mü görmektedir? Yoksa insanlar biri diğerine göre ayrıcalıklı mı yaratılmıştır? İşte bu sorulara cevap olacak nitelikte Kur’an’da şu ayetlere rastlanır: Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.391 (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı. Fakat size verdiğinde sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri o haber verecektir.392 Ayetlerin vurguladığı temel noktalar, her şeyden önce insanların yaratılış açısından eşit olduğudur. Kur’an’a göre insanların farklı kabile ve kavimlere ayrılmasının bir sebebi, tanışmak, kaynaşmak ve iyiyi bulmaktır. Dolayısıyla Kur’an’ın bu ayetlerinden ilk defa milletler arası topluluk fikrinin savunulduğu ve ortaya atıldığı sonucu çıkarılabilir. Uygulamaya bakıldığında ise, Hz. Peygamberin, Medine’ye hicret eder etmez, Medine Anayasası olarak bilinen antlaşmaya, Müslümanlar dışında da birçok din mensubunu dâhil etmesi, hem uluslararası hem de dinler arası bir topluluk/konfedarasyon fikrinin ortaya atılıp yürürlüğe sokulduğu anlamında yorumlanabilir. Bu ifadelerle ilgili olarak Peygamber devri başta olmak üzere, İslam’ın fetih olarak isimlendirilen hareketlerinde, bir davet gayesi güdüldüğü ve bunun için de öncelikle diplomatik bir üslûbun kullanıldığı, ancak son çare olarak savaşın alternatif olarak yapıldığı anlaşılır. İslam bir devlet olarak kendisine zarar verebileceği umulan 391 392 Kur’an, Hucûrat, 49/13. Kur’an, Maide, 5/48. 389 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tüm hareket ve girişimlere karşı tedbir almak zorundadır. Öte yandan dönemin şartları bunu her devlet ya da benzeri oluşum için gerektirmiştir. Mevlana ve İslam Tasavvuf Düşüncesinde Birlikte Yaşama Tecrübesi Mevlana Celâleddin-i Rûmi, Türkiye Selçukluları Devleti’nin Anadolu’da hüküm sürdüğü yıllarda yaşamıştır. Türkiye Selçukluları’nın ilk yıllarında haçlı saldırılarına karşı mücadele verilmiştir. Aynı zamanda Bizans İmparatorluğuna karşı fethedilen toprakların korunması için savaşılmıştır. Öte yandan devlet siyasî birlik oluşturma gayretindedir. Bu karmaşık ve mücadele dolu yıllar içerisinde tasavvuf düşüncesi, toplumsal birliği sağlamada oldukça önemli bir işleve sahip olmuştur. Birlikte yaşamak zorunda olan insanların barış temelli yaşam tarzına yönelik beklentilerine cevap veren bir öğreti olan tasavvuf, siyasî birliğini sağlayan devletin, diğer dinlere mensup vatandaşlarına karşı daha adaletli bir yaklaşım sergilemesine de vesile olmuştur. Böylece Türkiye Selçukluları devrinde, Anadolu’da yaşayan gayr-i müslimlerin mutlu huzurlu ve geniş bir din özgürlüğüne sahip oldukları Batılılar tarafından da ifade edilir.393 Süryani bir tarihçi, Türkler hakkında şu tespitlerde bulunur: Hıristiyanlara ait memleketlerin çoğunu alan Türkler, mukaddes sırlar (teslis)a dair bir fikre sahip olmadıkları için dinî akideler hakkında bilgi edinmek lüzumunu duymuyor; şerir ve rafiz Rumların yaptığının aksine kimsenin dinine ve inancına karışmıyor; hiçbir baskı ve zulüm düşünmüyorlardı.394 Selçuklu Sultanı’nın, gayr-i müslim vatandaşlarına yaklaşımını hakkında Urfalı Mateos ise şu şekilde ifadeleri kullanır: ...Sultanın yüreği, Hıristiyanlara karşı şefkatle doluydu. O, geçtiği memleketin halkına bir baba gözüyle bakıyordu.395 İskenderiye Patrikleri Tarihinde, Türkiye Selçuklu Sultanı I. Mesud (1116-1156) hakkında, tebaasının çoğu Rum’dur. Rumlar iyi idare ve adaleti dolayısıyla onun idaresinde yaşamayı tercih eder, denilir ki, bu şekilde Selçukluların diğer din mensuplarına bakışı hakkında ipucu verir. Bu bağlamda Selçuklu Devleti, yönetimi altında olan bütün vatandaşlarına adaletle yaklaşmış ve onları dinlerine 393 Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti ve Mefkûresi Tarihi, Nakış Yay., 5. Baskı, İstanbul: 1982, c. 2, s. 134. 394 Turan, a.g.e., c. 2, ss. 134-135. 395 Turan, a.g.e., c. 2, s. 136. 390 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bakmaksızın adil olarak yönetmeye çalışmıştır. Gayr-i müslim halklara, Müslüman halkın sahip olduğu haklar dışında birtakım özel dini imtiyazlar da sağlanmış ve bürokraside bile gayr-i müslimlere görev verilmiştir. Adaletli yönetim Türkiye Selçukluları döneminde barış kavramını ön plana çıkarmış ve Anadolu’nun içinde birlikte yaşama tecrübesinin en nadide örnekleri sergilenmiştir. Örneğin Yassıçimen savaşından sonra Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykûbat, dönüşünde Müslümanlar ve Hıristiyanlar tarafından birlikte karşılanmıştır.396 Ölümünde de Müslüman halk ile gayr-i müslim halk cenazesinde bir araya gelmişlerdir. Selçuklu döneminde farklı dinlere mensup insanların bir arada yaşaması ve aynı yerleri ziyaret etmeleri, iki toplumu birbirlerine yaklaştırmış ve barış temelli bir ilişki kurmalarına yol açmıştır. Bunun sonucunda da toplumsal hoşgörü ve uyumlu bir yaşam ortaya çıkmıştır. Moğol baskınlarının olduğu zamanlarda, devletin parçalanması sonucu hükümetsiz kalan ülkenin Müslüman ve Hıristiyan halkı, aralarında sadakat yemini yaparak birlikte hareket etme kararı aldıkları ve ortak bir idare kurdukları kayıtlıdır.397 Söz konusu yakınlaşma iki halk arasında evlenme derecesine varan ilişkilerin doğmasına ortam hazırlamış ve hatta din değiştirme olayları dahi görülmüştür. Elbette bu olayların yaşanmasında sevgi ve hoş görü vurgusu yapan tasavvuf düşüncesinin de etkisi büyüktür. Sonuç olarak Türkiye Selçuklu Devleti, tasavvuf öğretisinin yoğun olarak yaşandığı ve bu sayede farklı din mensuplarının bir arada yaşamasına imkân tanıyan hoş görülü idaresiyle halkın itaatini sağlamıştır. Bu dönemde yaşayan Mevlana ve öğretisine gelince, her şeyden önce, insan ve insan sevgisi dikkat çeker. Onun düşüncesinde dinin temel esprisi, insan sevgisi ve saygısının kazanılmasıdır. Ancak bu şekilde, sadece aynı dine inananlar değil, diğer din mensupları da barış içinde yaşayabilecektir. Mevlana’ya göre din, öncelikle Allah’a inanmayı teklif eder ki, bu kabul insanı cehennem azabından kurtarır. Bu nedenle inanan insan kurtulmuş insandır. O halde insanları ayrıştırıp inanmayanlara düşmanlık etmek doğru değildir. Önemli olan inanmayanlara da ilgi gösterip onların da kurtulması için çalışmaktır. 396 397 Turan, a.g.e., c. 2, ss. 150-151. Turan, Selçuklular Tarihi, Dergâh Yay., 3.Baskı, İstanbul: 1980, s. 354. 391 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mevlana’nın “dünyada göklere doğru uzanan gizli merdivenler vardır, bu merdivenler basamak basamak göklere doğru uzanır gider. Her gürûhun merdiveni ayrıdır, herkes kendi çıktığı merdiveni beğenir; hâlbuki hepsi de şu veya bu şekilde sonsuzluğa doğru ilerlemektedir”398 sözü, dinlerin aşkın anlamda bir olduğunu ve bundan dolayı hoş görünün sınırlarının geniş olması gerektiğini vurgular niteliktedir. Aynı zamanda “lambalar farklı ama ışık aynı” sözü, dinlere karşı genel yaklaşımını ortaya koyar. Yine o “Herkes kendi dininin şeklî yapısını koruyabilir. Ama özde beraberliği esas almak suretiyle, diğer din mensuplarıyla dostça sıcak ilgiyle kurabilir”399 düşüncesiyle diğer din mensuplarıyla ilişkilerin nasıl olması gerektiğini vurgular. O, herkesi kendi hali ile hoş görmeyi tavsiye eder, diğer din mensuplarını kınamamamızı ister. Mevlana, aynı zamanda çok kültürlü ve çok dinli bir toplumda barış içinde yaşamanın ve yardımlaşmanın yollarını gerek yaşamıyla gerekse öğütleriyle göstermiştir. Mevlana’nın diğer dinlere bakışında, yaşadığı dönemin Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinsel geleneklerle iç içe olmasının da önemli etkisi vardır. Bu anlamda onun Mesnevi adlı eserinde Yahudilikle ilgili pek çok tespit vardır.400 Eserlerinde yer verdiği bir diğer din, Hıristiyanlıktır. Mevlana Hıristiyanları, Hz. İsa’nın Tanrı olarak kabul etmelerinden dolayı eleştirerek şöyle söyler: (Eğer Hz.İsâ, Tanrı ise) İsâ’dan önce yerin ve göğün yaratıcısı kimdi? Hıristiyanlar: ‘İsâ’nın toprak olan kısmı toprağa; pak olan kısmı ise pak olana gitti’ diyorlar. Eğer İsâ’nın rûhu Tanrı ise, o halde rûhu nereye gitmiş olabilir. Rûh ancak aslına, yaratıcısına gider. Eğer İsâ asıl ve yaratan ise, o halde onun gideceği yer neresidir... Eğer derlerse ki, ‘İsâ’nın Tanrısı onu izaz etti, kendisine yakınlaştırdı. Kim ona hizmet ederse, Tanrıya hizmet; kim ona itaat ederse Tanrıya itaat etmiş sayılır... Bu şekilde peygambere uymak, Tanrıya uymaktır; onun kendisine değil...401 Mevlana genel olarak, Yahudi ve Hıristiyanları kendilerine gönderilen Peygamberlere inanmamaları ve onları öldürmeleri 398 Mesnevi’den naklen, Hülya Küçük, Tasavvuf Tarihine Giriş, Esra Yay., İstanbul: 1997, s. 236. 399 Küçük, a.g.e., s. 237. 400 Diğer dinlerle ilgili olarak Mesnevi’de geçen ifadelerin karşılaştırması için Bkz. Mehmet Aydın, “Hz. Mevlana Gözü ile Mesnevi’de Dinler”, II. Milletlerarası Mevlana Kongresi, (Tebliğler), (3-5 Mayıs 1990), Selçuk Üniversitesi Yay., Konya, 1991, s. 149-154. 401 Mevlana Celaleddin Rumi, Fihi Mafih, Çev. M. Ülker Anbarcıoğlu, MEB Yay., İstanbul, 1990, ss. 194-196. 392 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dolayısıyla eleştirirken, yine bu bağlamda Tanrı anlayışları noktasında da eleştirmektedir.402 Mevlana aynı şekilde Mecûsilerin Tanrı anlayışını da şu şekilde eleştirir: Mecûsiler derler ki: ‘Tanrı iyiliklerin yaratıcısıdır. Ehrimen kötülükleri, hoşa gitmeyen şeyleri yaratır. Mevlana bu konuda şunları ifâde eder. ‘Sevilen hoşa giden şeyler, hoşa gitmeyen şeylerden ayrı değildir. Çünkü sevilenin zıddı olan sevilmeyen, hoşlanılmayan olmadan hoşa gidenin olması imkânsızdır. Sevilen hoşa gitmeyenin zevali demektir. Hoşa gitmeyen bir şey olmadan da onun zevaline imkân yoktur. Sevinç kederin yok olmasıdır. Keder, keder olmadan yok olmaz o halde fail birdir ve bir olur, parçalar ayrılmaz... ...Onlar (Mecûsiler) ‘iki tanrı vardır. Biri iyiyi, öbürü kötüyü yaratır’ diyorlar. Şimdi sen kötülüksüz bir iyilik göster ki, biz de kötülüğü ve iyiliği yaratan iki tanrı olduğunu itiraf edelim. Bu imkânsızdır. Çünkü iyilik kötülükten ayrı değildir.403 Mevlana genel olarak diğer din mensuplarını tevhid bağlamında eleştirir ve Allah’ın birliğini savunur. Bununla birlikte Mevlana, bütün insanların tek bir varlık tarafından yaratıldığına ve bir kul olarak Allah karşısında eşit oldukları vurgusuyla, bu anlamda kaynak birliğine sahip olduklarına dikkat çekmektedir: Hintliler, halka göstermek için karanlık bir ahıra bir fil getirmişlerdi. Fili görmek için o karanlık yere birçok kişi toplanmıştı. Fili, o karanlıkta görmenin imkânı yoktu. Herkes, file el sürmekteydi. Birinin eline filin hortumu geçti; fil dedi, bir oluğa benziyor. Birinin eli kulağına dokundu; fil ona yelpazeye benzer bir şey zannını verdi. Birisi, eliyle ayağına dokundu; filin şeklini dedi, direk gibi gördüm. Birisi elini sırtına koydu; bu fil dedi, bir taht gibiymiş. Böylece herkes, filin bir yerine dokundu. Neresine dokundu ise ona göre anladı. Fili o çeşit anlatmaya başladı. Bu bakımdan sözleri birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi ona; öbürü elif adını taktı. Her birinin elinde bir mum olsaydı, sözlerindeki ayrılık, aykırılık kalkar giderdi.404 Diğer yandan Mevlana, dinlerin nihâi hedeflerinin aynı olduğuna dikkat çeker. Nihayetinde Yaratıcı tektir ve inancı ne olursa olsun bütün insanlar aynı varlığa ibadet etmektedirler. Mesnevi’de bu düşünce şu şekilde ifade edilir: 402 Halil Yanbul, 13. Yüzyıl Anadolu Halk Sufizminde Dinsel Çoğunluk: Mevlana Örneği, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun, 2003, s. 54. 403 Mevlana, a.g.e. ss. 198-199. 404 Mevlana, Mesnevi ve Şerhi, Şerheden. Abdülbaki Gölpınarlı, T.C Kültür Bakanlığı Yay., 3. Baskı, Ankara, 2000, c. III, s. 168. 393 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Övüşlerin hepsi de birbirine karışmıştır. Övülen de bir tek kişiden fazla değil. Bu yüzden de bütün yollar bir tek yol ancak. Bil ki her övüş, Tanrı ışığına varır.405 Bir diğer eseri Fihi Mafih adlı eserinde ise, Görmüyor musun türlü türlü, yüzlerce arzusu vardır: ‘Tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, kızarmış et isterim, meyve isterim, hurma isterim’ der; bu söylediği ve saydığı şeylerin aslı birdir ve o da açlıktır. Açlık bir tek şeydir.406 Yollar her ne kadar çeşitli ise de, gaye birdir. Görmüyor musun ki, Kâbe’ye giden ne çok yol vardır. Bazısının yolu Rum’dan bazısının Şam’dan, bazısının Acem’den, bazısının Çin’den, bazısının deniz yolundan Hint ve Yemen’dendir. Bunun için yollara bakarsan, ayrılık büyük ve sınırsızdır. Fakat gayeye ve maksada bakacak olursan hepsi birleşmiş, hepsinin kalbi Kâbe hakkında anlaşmış ve orada bir olmuştur. Ona olan aşkları çok büyüktür. Çünkü oraya hiçbir anlaşmazlık-aykırılık sığmaz.407 İfadeleriyle dinlerin özünde aynı amaca hizmet ettiklerini vurgulamaktadır. Öte yandan Mevlana, Peygamberleri birbirini tamamlayan bir zincir halkasına benzetir. Yine Kûr’an-ı Kerim’de Peygamberlerin temelde aynı mesajları getirdiği vurgulanarak bütün Peygamberlere iman edilmesi istenir.408 Mevlana’nın eserleri incelendiğinde, dini farklılıkların nedeni olarak, her şeyden önce bunun İlahi bir takdir gereği oluşu olduğunu öne sürdüğü görülür. Hatta bu düşüncesine dayanak olarak Kur’an’dan şu ayeti verir: (Ey insanlar) Her biriniz için bir şeriat ve bir yol kıldık. Hâlbuki Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı; fakat size verdiği şeylerle, sizi imtihan etmek için böyle yaptı. Öyleyse hayırlı işlerde yarışın!409 Mevcut farklılıkların ikinci nedenini, insanın bilgisizliği, anlayışsızlığında görür: Her uzakta kalan kâfirin kâfirliği, Firavunluğu hep akıl azlığından meydana gelmiştir... Düşünceni doğrult da eğri görme, iyi gör... Gözün var ama gördüğünü anlamıyor; donmuş bir kaynak, bir et parçası ancak... Neden aykırılıklar içindeyiz biz. Çünkü biz parça buçuğuz.410 405 Mevlana, Mesnevi, c. III, s. 241. Mevlana, Fihi Mafih, s. 13. 407 Mevlana, Fihi Mafih, s. 152. 408 Kur’an, Bakara, 2/136; Al-i İmrân, 3/84. 409 Kur’an, Mâide, 5/48. 410 Mevlana, Mesnevi, c. II, s. 155. 406 394 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Üçüncü olarak, insanların dini kuralları yüzeysel olarak değerlendirmeleri ve bu nedenle yanlış yorumlarda bulunmalarını ileri sürer. İnsanların dinin gerçek anlamına bakmadan sadece şekli yapısına önem verildiğine işaret eder: Bir adam dört kişiye bir para verdi. Bunların biri: ‘Ben dedi, bu parayı engûra vereceğim. Öbürü Araptı; ‘Hayır dedi; a azgın ben engûr istemem, ineb isterim. Öbürü ise Türktü; ‘Bu para dedi, benim; ineb istemem, ben üzüm isterim. Öbürü de Rumdu; ‘Bırakın şu lafları dedi; istafil istiyoruz biz. Kavgaya giriştiler, savaşa kalktılar: çünkü adların manasından haberleri yoktu.411 Son olarak insanların dar düşünce kalıplarına sahip olduğuna ve bu kalıpların insanların hep bakış açılarını etkilediğine değinerek; “İnananla ateşe tapanın, Yahudinin ayrılığı-aykırılığı, hep bakış görüş yüzündendir”412 der. Bu düşüncelerden sonra Mevlana, insanların kurtuluş için karar yetkilerinin olamayacağını vurgular: Tanrıdan emin olmayın sözünü, işitmedin mi? Peki neden kendini emin görmedesin, hoşsun?... Beden ana gibi can çocuğuna gebedir. Ölümse doğum sancısıdır. Geçip gitmiş canların hepsi de o neşeli can nasıl doğacak diye bekleşir. Zenciler: zaten o bizden derler. Rum ülkesinden olanlarsa o pek güzeldir derler. Fakat varlığın canı dünyaya (Ahiret) doğunca, beyazla karanın arasındaki ayrılıkaykırılık kalmaz artık; zenciyse zenciler alır götürürler, Rum ülkesindense, o ülke halkı alırlar giderler. Ama doğmadıkça onu bilmek zor işlerdendir.413 Bu nedenle insan sevgisine özellikle vurgu yaparak Allah’a şöyle dua eder: Çaresiz kalmış karıncalarız biz, harmandan ayrı düştük; o yana bu yana dönüp dolaşıyoruz... İki âlemde de suçlu olana sen lütfet.414 Değerlendirme Mevlana’nın düşüncelerinden çıkan sonuç, bütün insanlar bir yaratıcıya inanma ve bağlanma ihtiyacı içinde olduğu ve inandıkları Yaratıcının özünde tek bir varlık olduğudur. Bu tek yaratıcı karşısında hangi dine inanılırsa inanılsın ve hangi ibadetler yapılırsa yapılsın, dini bakımdan hedefleri aynıdır. Dolayısıyla bu farklılık görünüşte olup insanların birbirini eleştirmelerini ve tek doğru olarak kendi 411 Mevlana, Mesnevi, c. II, s. 500. Mevlana, Mesnevi, c. III, s. 158. 413 Mevlana, Mesnevi, c. I, s. 582-583. 414 Mevlana, Divân-ı Kebir, Haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2.Baskı, Ankara, 2000, c. I, s. 41. 412 395 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı dinlerini kabul edip diğerlerini yanlış görmelerini gerektirmez. Bu noktada kendi dinlerini tek doğru kabul edenlerin bile, inandıkları dinin gereklerini tam anlamıyla yerine getiremedikleri için başkasını eleştirmelerinin doğru olmadığını dile getirir.415 Bu konuda Mevlana: A kendi şerrini hayrını bilmeyen! Önce kendini sına da, sonra başkalarını; kendini sınadın mı başkalarını sınamaktan vazgeçersin”416diyerek, dinlerin özünde aynı hedeflere sahip olduklarını ısrarla vurgular. Mevlana’nın düşünce sisteminde “Birlik” kavramı oldukça önemli bir yere sahiptir. Ona göre insanların sevgi ve barış içinde yaşayabilmesi için birlik ve beraberlik içinde olması gerekir. Bunun için insanların bencillikten kaçınarak diğer insanlarla birlikte bir değer kazanabileceğini vurgular: İki elinle ‘Ben’e, ‘Biz’e sımsıkı yapışmışsın; bütün bu yıkıntılar ikilikten meydana gelmektedir... Dirilik, zıtların birbirleriyle uzlaşmasıdır. Aralarında savaş belirdi mi, bu da ölümdür... Ayrı ayrı bedenlerde bir canız; ister küçük olâlim, ister ihtiyar, ister genç... Mademki, hem yaratılışta biriz, hem dirilişte; canların bu ayrılığı ne vakte dek sürecek... Gülle dikene tahammül etmek adamlıktır ama insanın asıl, insanlarla uzlaşması gerek.417 Kaynağını Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin söz ve davranışlarından alan Allah’a ulaşmayı, onun rızasını kazanmayı amaçlayan ve bu uğurda insanı her yönden mükemmel bir varlık haline getirmeyi hedefleyen tasavvuf düşüncesinde, hangi dinden, dilden, ırktan olursa olsun, insana Allah’ın yarattığı bir varlı gözüyle bakılmıştır. Dünyada özellikle dinî farklılıkların Allah’ın bir kanunu olarak oluştuğu düşüncesinden hareketle diğer din mensuplarına oldukça hoşgörü ve sevgiyle yaklaşılmıştır. Böyle bir anlayış içinde insanın sahip olduğu merhamet duygusunun da etkisiyle diğer dinlere mensup insanların da Allah’ın adaletine güvenilerek, kurtulması gerektiği temenni edilmiştir. Böyle bir düşünce içinde olan mutasavvıflar, insanlara sevgiyle yaklaşmışlar, ortak yönlerden hareketle, insanların bir arada barış içinde yaşayabilecekleri bir ortam oluşturma gayreti içinde olmuşlar ve sonuçta da bunu başarmışlardır. Diyalog söylemlerinin yaşandığı bu günlerde, tasavvuf düşüncesi bu açıdan oldukça önemli bir yere sahiptir. 415 Yanbul, a.g.t., s. 63. Mevlana, Mesnevi, c. IV, s. 54. 417 Mevlana, Divân-ı Kebir, c. V, s. 121. 416 396 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Gerçekleştirilmeye çalışılan dinler arası diyaloğun böyle bir düşünce doğrultusunda yürütülmesi, ilişkileri daha barışçıl bir noktaya getirebilir. İnsanlar, inanç boyutunda ne kadar farklı görünse de temelde ortak bir noktada buluşabilir. İletişim, bir arada yaşama fikri, saygı, sevgi ve hoşgörü gibi kavramlar, farklı din ve kültürlere sahip insanların bir arada barış içinde yaşamaları için gerekli olan ilişkileri kurmalarında tasavvuf düşüncesini birleştirici bir güç olarak değerlendirme imkânı vermektedir. Çünkü İslam tasavvuf düşüncesinde insanlar, yaradılış açısından birbirlerine eşittirler. Hangi dinden olursa olsun, bütün insanlar mutlu bir hayat sürme ve inandığı dinin gereklerini yaşama hakkına sahiptir. Tasavvuf düşüncesi de bu nihai hedefi amaçlamaktadır. Kaynakça Aydın, Mehmet, “Hz. Mevlana Gözü ile Mesnevi’de Dinler”, II. Milletlerarası Mevlana Kongresi, (Tebliğler), (3-5 Mayıs 1990), Selçuk Üniversitesi Yay., Konya, 1991 Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, Çev.: Salih Tuğ, 5. Baskı, İrfan Yayımcılık, İstanbul, 1993, c. 1. İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Kahire, 1351-1358, c. 2. İz, Mahir, Tasavvuf, Kitabevi Yayınları, 6. Baskı, İstanbul: 1997. Küçük, Hülya, Tasavvuf Tarihine Giriş, Esra Yay., İstanbul: 1997. Rumi, Mevlana Celaleddin, Divan-ı Kebir, Haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2.Baskı, Ankara, 2000. Rumi, Mevlana Celaleddin, Fihi Mafih, Çev. M. Ülker Anbarcıoğlu, MEB Yay., İstanbul, 1990. Rumi, Mevlana Celaleddin, Mesnevi ve Şerhi, Şerheden. Abdülbaki Gölpınarlı, T.C Kültür Bakanlığı Yay., 3. Baskı, Ankara, 2000. Turan, Osman, Selçuklular Tarihi, 3. Baskı, Dergâh Yay., İstanbul: 1980. Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti ve Mefkûresi Tarihi, 5. Baskı, Nakış Yay., İstanbul: 1982. Yanbul, Halil, 13. Yüzyıl Anadolu Halk Sufizminde Dinsel Çoğunluk: Mevlana Örneği, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun, 2003 397 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması VAGIFKIZI, Gatibe (2014). “Etno-Kültüroloji Değerler Kodeksi Olarak: Edip Ahmet Yükneki’nin Atabetü’l Hakayık Eseri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.399-405 (http://bilgelerzirvesi.org). Gatibe VAGIFKIZI* ETNO-KÜLTÜROLOJİ DEĞERLER KODEKSİ OLARAK: EDİP AHMET YÜKNEKİ`NIN ATEBETÜ’L-HAKÂYIK ESERİ T ürk düşünce sisteminin teşekkül ve gelişmesinde, milli manevi değerlerin bir kodeks şeklinde kalıplanmasında Türk mutasavvıfları ve onların kaleme aldıkları eserler büyük onem taşımaktadır. Türk bilginlerinin yazdığı eserlerde Türk maneviyatının, tefekkürünün zenginliği, ideya-estetik düşüncesinin mükemmelliği yansımıştır. Bu yapıtların sadece Türk edebiyatına, Türk düşünce tarzına değil, aynı zamanda Doğu ve Batı halklarının edebî sanatına, tefekkürüne de etkisi olmuştur. Görkemli şahsiyetlerin mânevî dünyasını tecessüm ettiren sanatsal-felsefi eserler medeni hayata etki göstermekle beraber, milli ve dünyevî değerlerin sentezi bağlamında etno-kültürel geleneklerin, mânevî-ahlaki prensiplerin yeni kuşaklara taşınmasında çok önemli mevkiye sahip olmuş, yaklaşık bin yıl boyunca Doğu ile Batı, geçmişle gelecek arasında temel mânevî –kulturoloji verici, köprü rölünü oynamıştır. Bu anlamda Türk edebiyatının ve ideolojik sisteminin gelişmesinde müstesna rolu olan Edip Ahmet Yükneki’nin kaleme aldığı Atabetü’l-Hakâyık eseri dünya söz sanatı hazinesine armağan olan hikmet ve ahlaki değerler mecmuasıdır. Karahanlılar devrine kadarki eski Türk edebiyyatı geleneklerinin ve o dönemden sonra gelişen Türk-İslam medeniyetinin ortaya qoyduğu muhteşem edebiyatının zengin söz sanatı anenenelerini sentez şeklinde eserinde ihtiva eden Edip Ahmed Yükneki`nin irsi henuz tam şekilde ögrenilmiş sayılmaz. XII yüzyıl Türk–İslam kültür coğrafiyasının yetirdiyi bilge şahsiyyetlerden olan Edip Ahmed Yükneki’nin kişiliği ve yaratıcılık faaliyeti, çevresi, yaşadığı mühit hakkında belgelere dayanan kesin bilgi yoktur. Müellif hakkında bilgi ilkin onun kendisi tarafından eserde verilmiştir: * Dr. Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi. 399 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Edip Ahmed atım, edeb pend sözüm Edip Ahmed adım edeb ve nasihat sözüm Sözüm munda kalur barur bu özüm Sözüm burda kalır vücudum gider, Kelür küz keçer yaz barur bu ümür, Gelür güz geçer bahar bu ömür gider, Tüketür ümürni bu yazum küzüm... Bu baharım güzüm ömrü tükedir. Türk edebiyatı tarihine aid eserlerde de kaydedildiği gibi eserine eklenen ilaveler ve yazar hakkında söylenen revayet şeklinde olanlar da bize yazar hakkında tam ilmi bilgileri verememiştir. Esere ek olarak yazılan ve kime ait olduğu bilinmeyen bir dörtlükte yazarın kör olduğu bilinmektedir. Emir Seyfeddin’e ait bir dörtlükte ise Edip Ahmed Yukneki “edipler edibi”, “fazıllar başı” olarak zikredilmiştir (1: 241). Kayd etmek lazım ki, Edip Ahmed ve onun Atebetü’lHakâyık eseri hakkında en kapsamlı araştırmalar ve takdire layık faaliyetler Türkiye türkologları tarafından yapılmıştır. Azerbaycan türkoloji mektebinde Edip Ahmed hakkında kısa bilgiler ve onun Türk–İslam medeniyyetinin ilkin kaynağı olan eserinden örnekler vermekle kiyafetlenilmiştir. Eseri inceleğen tatkikatçılar onun Kutadgu Bilig`le aynı vazn, üslub ve dil özelliklerini paylaştığını kayd ediyorlar. Ümumiyyetle, Atabetü’l-Hakâyık eserini ilim âlemine ilk defa Necip Asım 1906 yılında tanıtmıştır. Türk-İslam coğrafyası sınırlarında intişar eden edebi gelenekler çerçevesinde yazılan Atebetü’l-Hakâyık muhtalif nüshalarda bulunmuştur. Atebetü’lHakâyık’ın yazılışından çok sonra XIV-XV. yüzyılda düzenlenmiş eksik dört nüshası bilinmektedir. Bu nüshalar arasında en iyi ve en eski tarihli olanı Semerkand nüshasıdır (Ayasofya Ktp. nr. 4012). 1444 yılında Semerkand’da hattat Zeynelabidin tarafından kopyalanmış olan bu nüsha çok nefis şekilde uygur yazısı harfleri ile yazılmıştır. Eserin doğru adını ve kime sunulduğunu göstermesi bu nüshanın değerini artdırmaktadır. Ayasofya kütüphanesi nr. 4757’de kayıtlı bir mecmuanın baş kısmında bulunan Ayasofya nüshası ise 1480-de Şeyhzade Abdürrezak Bahşı tarafından İstanbul’da tanzim edilmiştir, bu nüshada semerkand nüshasında bulunmayan ve bazi kısımları farklı olan yerler vardır. Metin, üst satırları siyah mürekkeple uygur yazısı harfleri ve alt satırları kırmızı mürekkeple Arap harfleriyle olmak üzere iki alfabede yazılmıştır. İstanbul Topkapı Sarayı kütüphanesi Hazine kısmı nr. 35552’de kayıtlı bulunan Topkapı Müzesi nüshası Arap harflidir. Nüshada II Bayazıde aıt mühür vardır ve buna göre Sultan Fatih ya da Sultan II. Bayezid döneminde İstanbul’da istinsah edildiği tahmin edilmektedir. 400 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Uzunköprü’de Seyit Ali’nin kitapları arasında bulunan ve Ankara`ya getirilen dördüncü nüshanın yazılış tarihi, müstensihi, yeri hakkında bilgi yoktur. Arap harfleriyle yazılan bu nüshada Oğuz Kağan destanına aid sahifeler de bulunmaktadır. Bu nüsha oldukça eksiktir (5:114-115). Tanrıya hamd ve Tanrının övgüsü için söylenen tahmidle başlayan eserde ümumi olarak dört manzume yer almıştır. Biri peyğamberin medhine yazılmış naat, ikincisi dörd sahabenin tarifi hakkında, sonraki ise on dört beytlik Dad Sipehsalar Mehmed bege ünvanlanan medhiye gazel şeklinde ve değişik kafiye sisteminde kaleme alınmıştır. Bundan sonra eserin yazılma sebebini anlatan altı beyt gazel şeklinde manzume yer almıştır. Manzumelerden sonra gelen bölüm eserin ana konusunu ehate etmektedir. Eski Türk şiir geleneklerine uyğun olan 101 dörtlükden ibaret eserdir. Bu dörtlükler konularına gore muhtalif başlıklar altında gruplaşdırılmıştır. Tamamı 484 misra hacminde olan olan eser ihtiva etdiği dil, üslubi hususlarına göre Türk dili tarihinin öğrenilmesinde kıymetli kaynaktır. Karahanlı devrinin ikinci en büyük dil, kültür ve tarihi yapıtı olan Atebetü’lHakâyık eseri aynı ile Yusuf Has Hacibin “Kutadgu Bilig”i kimi aruz vezninde yazılmıştır. Eserde eski Türk şiirinin geleneklerine sadık kalınmış, Türk poetik sanatı ustadane olmasa bile nefis şekilde tecessüm olunmuştur. Atebetü’l-Hakâyık eserinin mevzusu dini ve ahlaki ölçütler zemininde kurulmuştur. Türk-İslam edebiyatının temsilcisi olarak eserde İslamın ileri sürdüğü prensipler Türk etno-kültürel değerler eşliğinde terennüm edilmiştir. Müellifin maksadı bir nasihat kitabı, kendi tabiriyle “mevaiz” yazmak olmuştur (1: 243). İslami yaşam tarzı, İslam maneviyatı Türk ruhi âleminin kalıblaşan, taşlaşan kanunlarıyla huvuyyet kazanmış, bir birine sentez şekilde sunulmuştur. Örnegin bir tarafta Türk mifik ve felsefi tefekkürünün nurundan süzülerek gelen atasözleri degerinde ifadeler: Eşitgil biliglig negü tip ayur İşit, bilgili neler deyip söyler, Edebler başı til küdezmek tiyür Edebin başı dili gözetmek der. Tiling bekte tutgıl tişing smmasun Dilini sıkı tut, dişin kırılmasın. Kah çıksa bektin tişingni sıyur Eğer çıksa dilin, dişini kırar (5:101-134). Diger tarafta İslam kanun kaidelerinden bahs eden ayet veya hadisler: 401 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yarattı ol ugan tününg kündüzüng Yarattı kadir Tanrı geceni, gündüzünü, Udup biri birke yorır öng songa Uyup birbirine yürür önü, sonu. Bu anlamda Atebetül-Hakayık eseri kendi içerigi ile hem bir ata sözü, öğütname, hem de bir dini-idelojik kaynak, ahlaki-didaktik kodeks niteliğindedir. Bilgi, dil, bilginin faydası, bilgisizliğin zararları, dünyanın ve zamanenin dönekliği, cömertlik ve hasislik, tevâzû ve kibir, harislik, hilim, kerem gibi bir çok terbiyevi konuları elealan eserde sade bir tukce hakimdir. Dindarlığın faziletinden, manevi paklığa götüren yolun üstünlüklerinden bahseden Edip Ahmet düşüncelerini okucuya ulaştırmak için anenevi Türk şiirinin söyleyiş türünden istifade etmiş, bazen ata sözlerinden, bazen ise Kuran-i Kerimden ayet ve hadislerle duygularını ifade etmiştir. Mesela, bilgi hakkında böyle yazmıştır: Biligdin urur men sözümke ula Bilgiden vururum sözüme temel Biligligke ya dost özüngni ula Bilgiliye ey dost, bağla gönül. Bilig birle bulnur sa'adet yolı Bilgiyle bulunur saadet yolu, Bilig bil sa'adet yolmı bula Bilgi bil, saadetin yolunu bul. Veya: Biliglig biringe biligsiz mingin, Bilgili birine biligsiz bin kişi, Tengekli tengedi biligining tengin, Bilgiyi tartana gore (anca) denktir, Baka körgil emdi uka sınayu, Bak, gör şimdi anlayarak ve sınayarak Ne reng bar bilig teg asıglıg öngin. Bilgi kadar faydalı başka ne var (5:101-134). Eser okundukca onun Kutadgu Bilig’den etkilendigini veya ona benzetildigini görmemek mümkün değildir. Atebetü’l-Hakâyık kuruluşu, ideya-estetik fikrin bedii inikası, edebi stilistikası, dil ve tasviri üsuluna gore eski Türk edebiyatı ile yeni, ahlâki-manevi 402 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması prensiblerle, dini-irfani düşüncelerle donatılmış İslami-Türk Edebiyatı arasında bir köprü niteliğindedir. İslamdan önceki eski Türk poetikasını İslamdan sonrakı edebi zevklerin değişimi ile meydana çıkan orta asır İslami- Türk şiir sanatı geleneklerinin bağdaşlaşmış şekli olan Atebetü’l-Hakayık’ın hitab tarzı, terennüm etme usulü, söyleyiş biçimi orjinaldir. İdeyası, leytmotivi milli değerlere dayanarak dini-ahlaki prensiblerin şerh olunarak terbiyevi ehemiyyete malik olan, toplumun terbiyesi için ahlaki-didaktik ideallerle donatılmış, belirli kurallar, manevi temeller esasında öğütname kaleme alınmıştır. Edip Ahmed Yükneki bilginin, ilmin mutluluğa götüren en doğru yol oldugunu, comertliğin, alicenablığın, asaletin, efendiliğin insan için en üstün fazilet olduğunu ve tüm ayıpları, lekeleri örtdüğünü, şahsi keyfiyyetleri, şeref ve manevi güzelliği arttırdığını, tevazünün, alçakgönüllülüğün topluma faydalı olup hoş karşılandığını, kibrin, kendini beğenmişliğin, ihtirasın, hasislik ve cimriliğin sosyal hayatta menfiliklere yol açtığını, hoş karşılanmadığını yazarak doğru dürüst, kamil bir hayat tarzı hakkında manevi güzelliklerin tamin edildiği kapsamlı bir hayat düsturu, formul, ahlaki-didaktik kodeks yaratmıştır. İslamın genişlendiği, tüm Türk boylarında ve Türk yurtlarında intişar etdigi bir vakitde milli özünüderk ve etno-kulturoloji faktlar Kuran-i Kerim ve hadis işığında taktim olunmuştur. Edip Ahmet her konu hakkında yazmağa başlarken hitab ettiği kişiye kuvvetli Kuran ve Hadis bilgisi ile yoğrulmuş bir nasihatamiz ifadelere muracaat etmiştir. Mesela, bir beytte Kuran-i Kerimin Al-i İmran suresinden bir ayet açıklanmıştır: Kusurlu adamın kusurunu affet, Düşmanlık kökünü kazıp, ortadan kaldır; Hiddet ve düşmanlık ateşi tutuşarak, alevlenirse, Yumuşaklık suyunu serp ve o ateşi söndür (4: 97). (Ayet: hiddetlerini yenen, halkın cürümlerini afvedenleri...Allah iyilik edenleri sever) Diğer beytlerde ise Hazreti Peyğamber (s.a.s.)ın buyurduğu hadislerden örnekler şerh olunmuştur: Küdezgil tilingni kel az kılır sözüng, Sıkı tut dilini gel az kıl sözünü, Küdezilse bu til küdezilür özüng, Sıkı tutulura bu dil kendin korunursun Resul erni otka yüzin atğuçı, 403 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Resul: insanı ateşe yüzükoyun atan Til ol tidi yıq til yul ottın yüzüng. Dildir dedi, sıkı tut ateşten kurtar yüzünü (5: 125-126) (Hadis: “Halkı yüz üstü ateşe yıkan, yanız dillerinin mahsulleridir”) Veya: Bu dünyanın da dıştan görüntüsü güzeldir, Fakat içinde binlerce nahoşluk vardır; Bakıp, dış süsünü görerek, senin ona, Gönül bağlaman bil ki, hataların başıdır (4: 95) (Hadis: “Dünya sevgisi her hatânın başıdır”) Edip Ahmed’in Atebetül-Hakayık’ında Türk şiiri eski dönemini başa vurmuş, daha tekamül seviyesine ulaşmış dörtlükler ile zarif bir sekilde, milli zevke uygun olarak ve sanatsal bir dille kullandığı redif ve cinaslı kafiyeler ve alliterasyonlarla orginallik vardır. Türkçe kökformalar ve eklerin Arapça ve Farsça kelimelerle birleştirilerek meydana getirilen bedii cinaslar Yükneki’nin dilinde Türkçe’yi zenginleştiren bir zevk, edebi sanat unsuru, poetik ifade, irfani tefekkürün bedii yorumu seviyesine yükseltmiştir: Edip Ahmet Yukneki’de İnsan zaman, mekân ve ahlâk bağlamında, Türk-İslam kültürü mecrasında şerh edilmiştir: Bu ajun rıbat ol tüşüp köçgülüg, Bu dünya, konup-göçmek için, bir kervansaraydır, Rıbatka tüşügli tüşer keçgülüg… İnsan kervansaraya geçmek için iner… (5: 95) Ve: Köki körklig erning huyı körklig ol, Aslı güzel olan adamın huyu güzel olur, Bu körklig kılıkqa köngül örklüg ol… Güzel huylu adama gönül bağlanır… (5: 128-136) Ve yahut: Bütün kılkı filin öte irtegil, İnsanların bütün tavırları ve hareketlerini iyice incele, Kerem kimde erse anı er tigil… Kerem kimde ise, ona insan de… (5: 101-134) 404 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Yükneki için tüm insanlar “ana-baba bir, kardeştirler, onlar arasında fark yoktur”, edip aslı güzel olan veya harislik hastalığına tutulan var diyor. Görkemli şahsiyetlerin mânevî dünyasını tecessüm ettiren sanatsal-felsefi eserler kültür hayatına etki göstermekle beraber, milli ve dünyevî değerlerin sentezi bağlamında etno-kültürel geleneklerin, mânevî-ahlaki değerlerin yeni kuşaklara taşınmasında çok önemli mevkiye sahip olmuş, yaklaşık bin yıl boyunca Doğu ile Batı, geçmişle gelecek arasında temel mânevî –kültüroloji verici, köprü rölünü oynamıştır. Edip Ahmed’in Atebetü’l-Hakâyık’ında hem resmi İslam kanunları, İslam ahlak ve davranışları, şeriat kaideleri, hem de Türk tefekküründen, Türkün düşünce sisteminin süzgecinden keçerek taşlaşan beşeri duygular mühafizekârlikla poetik tecessümünü bulmuştur. Eserde adı geçen mukaddesler sadece medh için değil, onların simasında yüksek manevi deyerler, humanism, saygı okuyucuya ünvanlanmıştır. Hakk-adalet, doğruluk, dürüstlük, akidede bütövlük, prensiplere sadıklık ve diger örnek ahlaki değerler, keyfiyyetler, toplumu yuksek manevi temizliğe doğru yürüten temel ölçütler Edipin kendi bilge tavsiyelerinin zarif ve sade dille ifade olunmuş boyalarına bürünerek takdim ediliyor. Edip Ahmed Yükneki bir bilge, bir sanatkar olarak, her şeyden once bir İnsan, vatandaş olarak toplumsal hayatın en genel, milli karakterli problemlerine nüfuz etmiş, bilgini, nasihatı yüksek poetik-estetik mükemmellikle ifade etmeğe çalışmamış, aksine halk ruhunda yoğrulan daha sade bir dil ve üsulla bedii söz kalıbında sunarak onun etkisinin ve effektinin güçlü olacağına inanmıştır. Bu anlamda Türk edebiyatının ve ideolojik sisteminin gelişmesinde müstesna rolü olan Edip Ahmet Yuknekinin kaleme aldığı Atabetü’l-Hakâyık eseri dünya söz sanatı hazinesine armağan etdigi hikmet toplusu, her adımımızda bizlere yol gösterecek milli-dini ahlaki değerler kodeksidir. Kaynakça 1.Arat, R.R., Edip Ahmed bin Mahmud Yükneki. Atebetü’l-Hakâyık. Ateş Basımevi, İstanbul: 2006. 2.Banarlı, N.S., Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. 1 c. M.E.B., İstanbul: 2001. 3.Kocatürk V.M., Türk Edebiyatı Tarihi. Ayyıldız Matbaası, Ankara: 1964. 4.Soysal M. Orhan., Eski Türk Edebiyatı Metinleri. M.E.B., İstanbul: 2002. 5.100 Büyük Edip, Büyük Şair. Toker Yayınları, 1972. 405 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ALHANOVA, Kamer (2014). “Leyla Erbil’in Romanlarında Psikolojik Tahliller”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.407-411 (http://bilgelerzirvesi.org). Kamer ALHANOVA LEYLA ERBİL`İN ROMANLARINDA PSİKOLOJİK TAHLİLLER L eyla Erbil, roman ve öykülerinde kendinden önce kullanılmış edebiyat akımlarına bağlı kalmamıştır. Yazar, psikanaliz yöntemlerinden yararlanarak dinin, ailenin, okulun, toplumsallıgın ürettigi tabularla dolu ideolojilere karsı eserler ortaya koymuştur. Roman ve öykülerinde yeni tarz arayışlarına girmistir. Başlıca düşünce kaynaklarını Marx ve Freud olarak belirtmiştir. Leyla Erbil Kendi dönemi içerisindeki yazarlar arasında özgün bir yer edinmiştir. Leyla Erbil ilk öykü kitabı “Hallaç”ın ardından yayınladıgı “Gecede” adlı öykü kitabında sembolik anlatımı ve yeni tekniği ortaya koymustur. “Tuhaf Bir Kadın” romanında Leyla Erbil toplumsal değisim içinde kadının cinsel toplumsalve kadınlık durumları bakımından ele almıştır. “Karanlığın Günü” romanında yaşadığı dönemi, çarpıklıkları ve insan ilişkilerini sorgulamıştır. “Mektup Aşkları” romanında ise aşkı, aşkın değişik anlamlarını, kişilerin aşka ve inançlara bakış açılarını, cinselliğini, aşkın hep aranan, ama ulaşılamayan ulaşılmaz ve hayali yönünü ele almıştır. “Eski Sevgili” adlı öykü kitabındaki klasik anlayışın ağırlıkta olduğu öykülerinde Erbil, yine toplumun olumsuzluklara karşı başkaldırışını ve genellikle bu başkaldırının istenilen amaca ulaşmadan çöküşünü anlatır. Bakü Devlet Universitesi. 407 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Tuhaf Bir Kadın” eserinde psikolojik yaklaşımı, Nermin’in anlatımı ile şöyle anlatmıştır: “İnsanlari sevmek zorundayim ben. Zorundayım diyorum çünkü onlar kurtulmadan ben de kurtulamayacağım! (Leyla Erbil, Tuhaf Bir Kadın, Can Yayınları, İst., 1989, s.155) “Karanlığın Günü” eserinde roman boyunca dışarıya bağlanan bir bomba yüzünden evden dışarıya çıkamayan grubun tüm ikiyüzlü ve bayağı ilişkileri gözler önüne serilir. Yazar nasıl olunur? Yayınevi sahipleri ile iliskiler, çok veya az satmanın nedenleri, devrim, solculuk roman boyunca işlenen konulardır. Neslihan’ın sık sık annesine ziyarete gidişine de romanda yer verilir. Annesinin bitmek bilmeyen paranoyaları Neslihan’ı bıktırmaz. Ayrıca çocukları ve eşi ile olan ilişkileri de romanın başka bir boyutunu oluşturur. Kitapta “Anneme gittim” cümlesiyle başlayan bölümler romanda bir bütünlük oluşturur. Bu bütünlük içerisinde hastane personelinin acımasızlıgı, yetkili kimselerin duyarsızlığı, hastaların bakımsızlığı ve psikolojik çöküntülere yer verilir. “Karanlığın Günü” romanında kalabalık bir şahıs kadrosu vardır. Roman üç ayrı çerçevenin de ortak kahramanı, aynı zamanda anlatıcısı Neslihan’dır. Bunun yanında Neslihan’ın çocukları Bilge ve Serhat, eşi Sadrettin, hizmetçileri Gülgün, anne Nuriye Hanım, Neslihan’ın arkadaş çevresinden Asiye, Vedat, Yıldız, Celil, Faruk, Atıf, İkbal, Hilmi Bey romandaki diğer şahıs kadrosunu oluşturur. Neslihan Leyla Erbil gibi yazardır. Fakat romanları pek de rağbet görmez. Çünkü yazarlığın yayınevi sahipleriyle cinsel birliktelikten geçtigini düşünür, fakat bunu yapmaz. “Ne olursa olsun oğlum; ben romanımı yazmak istiyordum, baban dinlenmek istiyor, kızım sevgilisiyle birlikte Kurtlar’la çarpışmak, annem intikamını almak birinden… Yüksek insanlık amaçlarıyla yetişecekmiş herkes! Öyle söylüyor Bilge… Annem gene mi yazı? diyor. Falcı mısın sen? diyor. Hadi gel yıka beni, bırak saçmalarla uğraşmayı, sen kim oluyorsun da insanlara akıl veriyorsun ha? İşi varmıs, ben de işim! Hadi gel yıka beni? Gel; yıkayayım seni! banyoyu doldurayım, ( sonar yazarım!)” (Leyla Erbil, Karanlığın Günü, Anadolu Yayıncılık, 1985, s.43 ) Neslihan psikolojik açıdan özgüveni düşük bir kadındır. O eserde kendini güzel bulmadığını sık sık hatırlamaktadır. 408 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Leyla Erbil, annesinin bozulmuş psikolojisini bazen onu konusturarak verir. Romandan alınmış şu bölüm, hastalıklı annenin durumunu göz önüne serer: - “Şu babana baksana, bir arayıp sordu mu beni? Daldı yine dünya gailesine, hep böyle yapar, gençliginden beri bekletir beni…. - Babam mı? - Baban ya! Bir karım, nerdedir, ne oldu ona, ne yer, ne içer, dedi mi? aradı sordu mu beni? - Anne! Babam sağ mı? - Tabii sag, Sag olmasaydı ölmüs olurdu?...” ( a.g.e., s.198) Kocasının ölmüş olduğundan habersizdir. Hala yaşadığını zanneder. “(…) Beni görünce: - Sen misin? - Benim - Kimsin sen? - Kızınım, anne?... …..” (a.g.e.,s.230) Artık kızını tanımayacak durumda olan anne, fiziksel bakımdan da romanın sonlarına doğru bitme noktasına gelir: “Yatağın ortasındaki çukurda bir avuç kalmıştı. Yüzü tanınmıyordu; dudakları patlamıştı, gözü morarmıştı; (…)” (a.g.e.,s.249) Romanda son “Anneme gittim” diye baslayan bölümde, Neslihan annesini bulamaz: -“Annem yok dedim Emine’ye? Annem yok?.. Kırmızı Sahinde’nin yerine gelen kız - Valla ben de öyle diyorum! Dedi. Yemekhaneye kostum: - Annem yok? Annem YOK? ANNEM YOK! …” (a.g.e.,s.283) “Mektup Aşkları” romanı mektup tekniğiyle yazıldığından olaylar, roman kişilerinin birbirine yazdıkları mektuplardan oluşturulmuştur. Bu durumda olayları birebir takip etme olanağını ortadan kaldırır. Olayların gerçekleşme zamanı daha önceden olduğundan, olaylar roman kişilerinin kendi bakış açısından yansıtılır. Mektup biçimiyle yazılan Mektup Aşkları romanı aşkın özlenen, aranan ama asla ulaşılamayan yanını anlatır. Romanda kahramanlar gerçek aşkın pesinde; fakat ona hiçbir zaman ulaşamayan, bitkin, yorgun, amaçsız ve ölüm düsüncesiyle iç içe kisilerdir. 409 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “(…) ölüm düsüncesinin varolus açılımlarının en çok öne çıktıgı yapıt Mektup Aşkları’dır. Bu romanda mektuplarla süren ilişkilerle birlikte, bireylerin kişilikleri benzersiz bir ustalıkla sunulur. Daha önemlisi kitap boyunca aynı yaşamımızda olduğu gibi arka planda çalan ölüm müziği gibidir. Müzik ise her birey için başka biçimde bestelenmiştir.” Tüm kahramanların mektuplarında ölüm müziğine rastlanır. Mektup Aşkları romanı, romanın merkezindeki kişi olan Jale karakteri etrafında gelisir. Son iki mektup dısında, tüm mektuplar Jale’ye yazılmıştır. Eserde bunâlimlar, buhranlar aksedilmiştir. Eserdeki Jale karakteri detaycı kişilik olarak aksedilmiştir. Jale’yi en iyi Ferhunde tanımlar: “Sen sevgili adeta duygularını saklıyor, aklını duygularının önüne agdan bir duvar gibi geriyorsun, sen sanki gururunu duygularının önüne bir dag gibi yıgıyorsun, sen sanki üzülmemek için sevmiyorsun yahut da içinden sevdigin halde göstermiyorsun. (…) . Yok dostum, ben seni çok iyi tanıyorum ve yanılmıyorum; senin müthis bir gururun var! Yanlıs anlama, kötü bir gurur degil bu, daha çok insanlık gururuyla oynamasına engel olamaya kalkan himaye edici bir gurur.” (Leyla Erbil, Mektup Aşkları, İş Bankası Kültür Yayınları, İst. 2004,s.57) Eser boyu çelişkilerde olan Jale Sacide`ye yazdığı mektupta belirtmiştir: “Nedir asıl sorun diye düsünmüyorum. Asıl sorun? Asıl sorun? Asıl sorun tek başına ayakta durabilmekte, yalnızlığı ögrenebilmekte mi? Sorun sevgisiz yaşayabilmekte mi? Sevgisiz kalıp direnmeyi, sevgisiz kalıp gene de boyun eğmemeyi, dilenmemeyi ögrenmekte mi? Asıl ögrenmemiz gereken sey, sevgisiz bir yaşam düzeni mi? (a.g.e.,s.180) Leyla Erbil’in eserlerinde alışılmadık dil ve üslup anlayısı vardır. Bu da Erbil’i kendi dönemi içinde özgün bir yere koyar. Bu dil ve üslup farklılıklarını yaratmada sadece kendi sanat anlayışını yansıttığını söyleyen Erbil, “Zihin Kuşları” adlı eserini sonundaki söyleşide su ifadelere yer verir: “Yazarken asla okuyucuyu düşünmedim. Kendi dilimi, metni yaratmaktan başka, okuru eğlendirmeyi, kaç satacağımı eğenilip beğenilmeyecegimi, elestirmenlerin hoslanacağı gibi yazmayı falan hiç düsünmedim. Evet bu yüzden de okurum az olabilir. Ama bir kitabın okur sayısının ne kadar oldugunu, ancak baska yazarlarla eşit koşullarda yayınlandığında anlayabiliriz. Bu da mümkün degil.” 410 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Alıntıda Leyla Erbil’in çok satmak gibi bir kaygısının olmadıgı da açıkça ortadadır.O kendi sanatının tasasındadır.Leyla Erbil okurunun kendisi gibi düşünmesini degil onun sanatını kavramış olmasını yeğler. Leyla Erbil eserlerinde toplumun kurulu düzen karşısındaki suskun tavrını eleştirirken kişilerin ruhsal dünyalarını psikanaliz yöntemiyle sunmuş ve onların mutsuz, boşlukta sallanan bireyler olmalarını vurgulamıştır.Bunu yaparken de kendine has bir üslup olusturmuş ve Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Kaynakça Hülya Dündar Leyla Erbil`in Roman larında Cinsellik Sorunları, Bilkent Üniversitesi, Ankara 2004, 107 s. Leyla Erbil, Tuhaf Bir Kadın, Can Yayınları, İst. 1989, 158 s. Leyla Erbil, Karanlığın Günü, Anadolu Yayıncılık, 1985, 304 s. Leyla Erbil, Mektup Aşkları, İş Bankası Kültür Yayınları, İst. 2004, 204 s. 411 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KOKYBASSOVA, Gülnar Saigy (2014). “İsmail Gaspıralı ve Kazak Aydınları”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.413420 (http://bilgelerzirvesi.org). Gülnar Saigy KOKYBASSOVA* İSMAİL GASPIRALI VE KAZAK AYDINLARI İ smail Gaspıralı bütün Türk âleminde özellikle Kuzey ve Doğu Türklüğünde Batılılaşmanın en faal propagandacısı olmuştur. İlk Türk aydınlanma hareketi olan Ceditçilik, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının başlarında dil, eğitim-öğretim ve dinle ilgili alanlarda bir yenileşme hareketi olarak başlamıştır. Bu hareketin önde gelenlerinden Abdülnasır Kursavi (1770-1814), Şihabeddin Mercani (1815-1889), Abdulkayyum Nasır (1824-1907) ve Hüseyin Feyizhani (1826-1866) sayılabilir.418 Bu hareket genelde Rusya’daki Türk halklarında meydana gelen iktisadi değişikliklerin sonucunda ve bunların etkisi ile canlanan bir uyanış, yenilik hareketidir. Daha sonra Usul-i cedit hareketi Türk dünyasının tümüne yayılma yolları aramıştır. Türk halkları arasında Cedit hareketi büyük yankı uyandırmış ve ilk olarak Kazaklar arasında cedit sistemini eğitimde uygulayan Ahmet Baytursınoğlu olmuştur. Gaspıralı’nın teklif ettiği yeni eğitim metodu usul-i cedit’in kısa sürede destek bulması kolay olmadı. Bir taraftan yeni muhalifler, özellikle Rus devletine hizmet eden mollalar, öbür taraftan da N. İ. İlminski, N. P. Ostrovmov ve M. A. Miropiyev’in başını çektiği “Ruslaştırma” siyasetinin savunucusu misyonerler çok sert bir şekilde karşı çıktılar. Usûl –i Cedit’e karşı çıkan gerici mollalar halkı korkutarak “usul –i cedit haramdır, çocuklarınızı bu okullara vermeyin” diyorlardı.419 Gaspıralı 1896 yılında yazdığı “Medrese Meselesi” adlı makalesinde, Abbasi dönemine kadar medreselerde dini bilgilerin yanı sıra: fen bilimleri, matematik, tarih, felsefe hatta tıp bilimlerinin de öğretildiğini ve bunun sonucu olarak bu medreselerden Gazali, İbn * Dr. Korkut Ata Kızılordu Devlet Üniversitesi. www.ismailgaspıralı.org // Turgay Uzun, İlk Türk Aydınlanma Hareketi: Ceditcilik ve İsmail Gaspıralı, 419 Amankos Mektep, “Türk Birliğinin Bayraktarı İsmail Bey Gaspıralı ve Kazaklar”, İsmail Bey Gaspıralı ve Ziya Gökalp Sempozyumları, Bildiriler, Ankara, 2003, s. 243. 418 413 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Sina ve Farabi gibi âlimlerin yetiştiğini dile getirmiştir. Bu derslerin okutulmasının Moğol istilalarından kısa bir süre önce terk edildiğini ve İslam ülkelerinde ilmi geriliğin de bundan kaynaklandığını belirtmiştir. Bu sebepten dolayı Tercüman gazetesinin ilk günlerindeki en önemli konusu, millete kendi dilinde eğitim vermek, Avrupa ilimlerini ve eğitimini, sanat ve sanayisini kazandırmaktır. Buradan bütün Kuzey Türklüğüne yayılan “Usul-i Cedit” mektepleri doğmuştur. Usul-i Cedit basta yalnız eğitim ve öğretime mahsus gibi görülürse de gittikçe genelleşerek bütün hayat tarzını kapsamıştır. Tercüman gazetesi bütün engellemelere rağmen Kazak halkının medeniyeti ve tarihi ile de ilgilenmiştir. 1888 yılında yayınlanan “Turgay ve Ural vilayetlerindeki Kazakların durumu”, 1896 yılındaki “Rus yerleşimcileri ve yerli Kazakların hakları”, 1899’daki “Kazaklar ve sömürme siyaseti”, 1908’deki “Bütün halkın yok olması” adlı makaleler bunlara örnek olarak gösterilebilir. Tercüman gazetesi Türk dilinde çıkan kardeş yayınlar hakkında “Milli Matbuat” başlığı ile okurlarını haberdar ediyordu. Kazak yayıncılığı da bu dikkatlerden mahrum kalmadı. Gaspıralı “Kazak” gazetesiyle “Aykap” dergisinin çıktığını müjdeleyerek önemli bir mücadelenin devam etmesine sevindiğini dile getirmiştir. Kazak aydınlarının ilk siyasi mücadeleye başladıkları Birinci Rus İhtilalı yıllarında Kazakça yayın yapan gazete ve dergileri olmadığı için makalelerini Rus ve Tatar dilindeki gazetelerde yayınlıyordu. Kazakistan’ın ulusal basınyayınının ilk basılımları 1911 yılında doğdu. Örneğin: 11 Ocak 1911’de Troitsk şehrinde Muhamedjan Seralin’in redaktörlüğünü yaptığı “Aykap” dergisi ile aynı yılın 16 Mart’ında yayına çıkan “Kazakistan” gazeteleridir. Bunlardan başka 1912 yılında Ombı, Taşkent ve Petropavl şehirlerinde gazeteler halkın çoğunluğunu ilgilendirecek konularda süreli basılımlar ile halka söz söyleyebilecek bir aydın grubu oluşmuştu. Bunların en önde gelenleri Ahmet Baytusınoğlu, Alihan Bokeyhan ve Mirjakıp Dulatoğlu olmuştur. Bu aydınlar 1913 yılından başlayarak Orenburg’da “Kazak” gazetesini çıkarmaya başladı. Gaspıralı tarafından kaleme alınan Tercüman gazetesinin, Türkistan Türklerinin meseleleri ile ilgilendiğine bir örnek de Gaspıralı’nın bu gazetede Kazak, Kırgız ve Başkurtlar’a hitaben yazdığı makalesinde toprak meselesine dikkat çekerek, onların topraklarına sahip çıkmaları yönünde uyarması gösterilebilir. Kazak aydınlarından Sultanmahmut Toraygıroğlu, aynı yıl Aykap gazetesinde yazdığı yazısında Gaspıralı’nın haklılığını dile getirmiştir. 414 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ceditçilik Rusya Türklerinin tamamında olduğu gibi Tatarlar yoluyla Kazakistan’da da etkisini göstermiştir. Bu düşünce ilk olarak Kazakistan’da XIX. yüzyılın sonlarına doğru muhafazakâr Kazak şairleri ve ozanları tarafından ifade edilmiştir. Ceditçilik düşüncesi ile birlikte gelişen yeni usul eğitimden etkilenen ozanlar yazmış oldukları şiirlerle Usul-i Cedit eğitimini övmüşler. Diğer yandan XX. yüzyılın başında İdil-Ural bölgesinde Ceditçi medreselerde Kazak öğrencilerin eğitim almasıyla birlikte Kazakistan’da Ceditçiliği benimsemiş bir aydın sınıfı da oluşmaya başladı. Magjan Cumabayev İşengali Arabayev, Mustafa Orazayev, Bekmuhammet Serkebayev, Beyimbet Maylin, Ciyengali Tilevbergenov ve Muhametcan Seralin gibi aydınlar daha öğrencilik yıllarında tesiri altında kaldıkları Ceditçilik düşüncesini yaymak için fikri çalışmalara başladılar. Gaspıralı’nın “dilde, fikirde, işte birlik” sloganıyla ortaya attığı Türk Dünyasının kültürel birliğinin sağlanması projesi ile şekillenen Türkçülük düşüncesi etkisini Kazak ceditçileri üzerinde de göstermiştir.420 XX. yüzyılın başında Ceditçilik ile birlikte gelişen Türkçülük düşüncesinin sembol ismi Magjan Cumabayev’dır. Döneminde Türkçülük ve ceditçilik düşüncelerinin temsil edildiği Aliye Medresesinde aldığı eğitim Magjan’ın fikir dünyası üzerinde etkili olmuştur. Kazaklar arasında az da olsa İslam’ı ceditçiler gibi yorumlayan Kazak aydınlar da yetişti. Özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Kazak din adamlarının İslam’ı Kazakça anlatmak ve Kur’an’ı Kazak dilinde okuma isteklerinden dolayı Kazakça’nın edebi dil haline gelmesiyle birlikte Kazakça dini kitaplar yazılmaya başlandı. Bu alanda Türk dünyasında gelişen dini yenileşme hareketinden etkilenen Şakarim Kudayberdioğlu “Musılmandık Şartı” isimli çalışmasında İslam’ı Ceditçiler gibi yorumladı. Bu dönemde yetişmiş birçok Kazak aydını gibi Şakarim’in de fikir dünyasının gelişmesinde de Gaspıralı’nın etkisi olmuştu. Kazak aydınları Alihan Bökeyhan, Ahmet Baytursınoğlu, Mirjakıp Dulatoğlu’nun önderliğinde 1905 yılında Karkaralı Çar Hükümeti’ne karşı Kazak halkının adına dilekçe yazmıştı. Bu dilekçede öncelik din ve dil konusu olmuştur. Yukarıda adı geçen aydınlar yanı sıra daha önceleri zaman gereği dindar, burjuva, milliyetçi olarak tanıtılan edebiyat alanında şiirler ve eserler yazan 420 Emin Özdemir, Kazak Kültürel Hayatında Tatarların Etkisi ve Kazak Ceditçiliğinin Gelişimi. Bilig, Kış/2009 sayı 48:159 415 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı önemli şahıslar da cedit hareketine katkıda bulunmuştur. Örneğin: Dulat, Murat, Şortanbay, Abubekir, Maşhur Jüsip, Nurjan Gumır, Şangırbay, Narmambet gibi şahıslar. Bu yazarlar da eserlerinde usul –i cedit’i savunmuştur. Örneğin: M. Kaşimov “Adep”, “Ügit”, “Nasihat”, “Akıl” adlı eserlerinde öğrenciler ve öğretmenlere eğitimdeki yeni yöntemleri anlatmış ve nasihatler etmiştir.421 XX. yüzyıl başlarında Rusya imparatorluğu siyasetine karşı çıkan Alaş aydınları eğitim sistemini bir düzene getirmek için çalışmalarını sürdürmüştür. Onlar yeni okullar açıp, okul programlarını yeniden düzenlemek, ders kitaplarının içeriğini yenilemek gibi değişiklikleri ele almıştır. Çünkü XX. yüzyıl başlarındaki okullar ve medreselerin durumu ve verilen eğitim sistemi farklıydı. 1905’de olan demokratik devrimin etkisiyle eğitim sistemine değişiklikler yapılmıştı. Böylece Kazak toprağındaki okul ve medreselerin çoğu yeni usul-i cedit’le okumaya başlamıştır. Yeni yöntemle açılan okullarda öğrenci sayısı gittikçe artmıştır. Çünkü eski yöntemli okullarda eğitim alan öğrenciler yeni okullara geçiş yapmıştı. Bu yüzden çaresizce eski yöntemle okutulan okullar kapanmaya mecbur olmuştur. Yeni okullara sekiz ve on iki yaş aralığındaki öğrenciler alınmıştır. İlk önceleri cedit okulları Kazakistan’ın büyük şehirlerinde açılmış daha sonra köylerde açılmaya devam etmiş. Öncelikle okullar Sırdariya vilayetine bağlı Şımkent, Kazalı, Perovsk, Avliyeata ve Türkistan422 şehirlerinde hizmet etmiştir. Cedit hareketini savunan şiirlere XX. yüzyıl başlarındaki Kazak edebiyatında sık karşılaşmak mümkündür. Örneğin Kazak edebiyatında kendi tarzı ve stilini belirleyen, önemli şahıs Sultanmahmut Toraygırov’un kadim ve cedit’i karşılaştıran “Anau mınav” şiiri423: Mınau jerde kadim tur Burada kadim var Karkarada janı tur Karkara’da canı var İlinip salınıp ali tur Sallanarak duruyor 421 Serik Bermaganbetov, Dinu agartuvşılık jane Kerderi Abubakirdin adebi murası. Basılmamış Doktora tezi. Almatı,1995. S. 28 422 Mırzaliyeva Elmira, Kazakıstandagı Musılman Agartuvşılıgının maseleleri, Basılmamış Doktora tezi. Almatı 2001, s 91 423 Kabışev Talgat, XX Gasır Basındagı Agartuvşılık Agım Jane Tayır Jomartbayev Şıgarmaşılıgı. Basılmamış Doktora Tezi, Semey, 2005. S 15 416 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Birer kündik ali tur Birer günlük hali var Anay jerde caditter Orada ceditler Odan bizder ümitker Ondan biz umut ediyoruz Olardan tâlim almasan Onlardan tâlim almazsan Korgen kunın bolar tar Geleceğin olur dar Kazak cedit hareketinin oluşması ve gelişmesinde önemli katkıları olan Alihan Bökeyhan, Ahmet Baytursınoğlu ve Mirjakıp Dulatoğlu Gaspıralı’nın yenilikçi düşüncesini her zaman desteklemiştir. Bu şahısların “Uyan Kazak”, “Kırk Misal” ve “Masa” adlı eserleri ve bu konuda yazılan çeşitli makaleleri vardır. Baytursınoğlu cedit yöntemiyle ilgili eğitimi edebi eserlerinde, makalelerinde ve dil bilimi çalışmalarında uygulamıştır. Örneğin: “‘Masa’ adlı eserindeki şiirleri topluma hitap edilmiştir. Baytursınoğlu bu eserini “diğer eserlerimden ayrı tutarım” demişti. Demek “Masa”nın yazınsal anlamdan öte toplumsal anlamda daha önemli bir eser olduğu anlaşılır. Eserdeki “Jigan tergen” adlı şiirinde “Moldalarda ne gamal?” diye bir soru satırı vardır. Sorunun bu şekilde sorulması ve ona verilen cevap Baytursınoğlu’nun dini eğitime Gaspıralı gibi baktığını ve Kazak ceditçiliğini oluşturmaya başladığını anlamak mümkündür. Böylece Baytursınoğlu halkını derin bir uykudan uyandırmak için kendisi “sivrisinek” rolünü üstlenmiş ve uyuyanların kulaklarına şiirleriyle durmadan vızıldamıştır. Çocuklar için yazdığı alfabe kitabında uyguladığı cedit yöntemi başarılı olmuştu. 1926’da yayınladığı “Älip- bi” (Jaña ķural) isimli eserinde usul-i tehecci424 (harfleri heceleyerek sökme ve okuma) yolu terk edilmiş ve usul-i savtiye denen, yani harf ve kelimeleri hecelemeden kendi sesleri ile okuma yöntemi benimsenmiştir. Sadece eğitimde değil siyası açıdan da cedit konusunu ele alan Baytursınoğlu XX. yüzyıl başlarında halkın maneviyatını sömüren ve sömürtenlerin siyasi olayları da incelemiştir. Baytursınoğlu şu görüşü beyan etmiştir: “Hükümet halkların bir dil bir din, bir alfabe kullanmasını istiyor. Oysa her halk kendi dilini, kendi dinini ve kendi 424 Yahya Akyüz, “Resimli İlk Türkçe Alfabe ve Okuma Kitabımız ve Türk Eğitim Tarihindeki Önemi” www.yayimmeb.gov.tr. 05.05.2008. 417 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yazısını korumak ister” Ayrıca Baytursınoğlu “dinle ilişkili olan yazı, din kaybolmadan yok olmaz” demiştir. Bizim edebiyatımız, dilimiz İslam diniyle beraber kaynaşmıştır. Dinden uzaklaşmak demek her şeyi kaybetmek demektir. “Kazak halkı İslam dinini zor şartlar altında kabul etmiştir. Şimdi kalkıp başka bir dini kabul ettirmek boşuna çabalamak demektir.” Yukarıda örneklerini verdiğimiz görüşlerinden dolayı Baytursınoğlu’nu dindar biri olarak algılamamak lazım. Bu görüşü sadece Baytursınoğlu değil Kazak aydınları savunmuştur. Kuvvetli bir devlet olabilmek için devletin maneviyatı ve inancı her şeyden üstün olmalıdır. Bökeyhan Kazak aydınlarını iki gruba ayırmıştır. Birincisi: “batıyı savunanlar” Bu gruba Rus edebiyatıyla büyüyenler, batı kültürüyle halkını aydınlatmak isteyenler. Bu grup savunucuları dini ikinci sıraya koymuşlardır. İkinci gruba ait aydınlar aksine dini ilk sıraya koymuş aydınlar olmuştur. Bu grup bilim ve dini ayırt etmeyenler, din birliği ve bilim birliğini aynı çatı altında tutanlardır. Bökeyhan bu ikinci grubun gittikçe sayısının arttığını da belirtmiştir. Ek olarak: “Kazak toprağındaki Ruslaştırma siyasetinin günümüze kadar devam etmesi nedeniyle batı kültürü ve eğitimine halk sıcak bakmamaktadır” demiştir. Dulatoğlu’nun ise“büyüklerimiz kadimci olmuştu, biz gençler ceditçi olduk” sözünden cedit hareketine nasıl destek verdiğini görmek mümkündür. Günümüzde Kazakistan Bilimler Akademisi’nin merkez kütüphanesi ve Milli kütüphane’de Gaspıralı’nın değerli eserleri korunmaktadır. Gaspıralı önemli “Türkistan bilgileri” adlı eserinin (Bahçesaray: Tercüman 1900) önsözünde “Biz Türkistan’da doğup büyümüş bilgeler hakkında ne biliyoruz. Bazıları “bunların ne lüzumu var” diye düşünür. Fakat eğitimli biri bu soruyu sormaz. Bu yüzden Türkistan ve Maverennahr’da doğup büyümüş aydınlar hakkında malumat vermeyi uygun bulduk. Avrupa’da eğitim gittikçe gelişiyor. Bizde maalesef ilerleme yok. Bu yüzden eksik olan yerleri doldurmak amacıyla bu kaynakları veriyoruz”425 diye yazmıştır. Böylece Türkistan’ın tarihi şahıslarının isimlerini dizmiştir. İsimleri sadece yazmakla yetinmeyip uzmanlık alanlarına göre belirtmiş ve çalışmalarından bahsetmiştir: Türkistan’ın önemli bilginleri ve bu bilginlerin öğrencilerinin isimleri, önemli hadisçileri, ideoloji sahipleri, hatipler, edebiyatçılar, şairler, tıp uzmanları, uzay bilim araştırıcıları, tarihçiler v.b. Gaspıralı’nın bu araştırma esnasında ne 425 Dihan Kamzabekulı, Alaş Kozgalısı jane İslam Kundılıktarı www.qasım.kz 418 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması kadar emek sarf ettiğini görmek mümkündür. Gaspıralı böylece eğitimi geliştirmemize neden olduğunu, temelimizin kuvvetli olduğunu vurgulamıştır. Kazak tarihinde Abay’a kadar ve Abay’dan sonra da Kazak aydınları doğuya çok önem vermiştir. Çünkü bilim iki dünya için de gereklidir. Abay: “Bilimsiz ahret de yok, dünya da. Bilimsiz okuduğun namaz, tuttuğun oruç, ettiğin ibadet yerini bulmaz” demiştir. Gaspıralı 11 Eylül 1914’te uzun bir hastalıktan Bahçesaray’da vefat edince o dönemin belli başlı Türk basın organları da anma yazılarına yer vermiştir. Gaspıralı’nın ölümü Kazakistan’da yayınlanan dergi ve gazetelerde büyük yankı uyandırmıştı. Gaspıralı öncülüğünde gelişen ceditçiliğin Kazaklar üzerinde ne denli etkili olduğunu M. Seralin’in Gaspıralı’nın ölümü ile alakalı yazdığı başyazıda görmek mümkündür. Seralin, Gaspıralı’nın yaptığı faaliyetleri takip ettiğini ve onun eserlerini okuduğunu, onun ölümünün Türk dünyası için büyük kayıp olduğunu “Yeri Dolmayacak Ölüm” adlı yazısında anlatmıştır. Büyük şairi ve düşünür Şakarim Kudayberdioğlu, Gaspıralı’nın “Tercüman”ını okuyup, ondan çok faydalandığını dile getirirken, Gaspıralı için de kendisinin Abay’dan sonraki ikinci üstadı olduğunu yazmıştır. 16 Eylül 1914’de “Kazak” gazetesinin №78 sayısında Mırjakıp Dulatoğlu’nun da “Gasprınski vefatı” adlı yazısı çıkmıştır. Makalede Gaspıralı’nın vefatıyla ilgili acılı haberi halka duyurmuştur”. Diğer bir yazı ise Alaş aydınlarından olan Hayrettin Bolganbay’dan gelmiştir. Yazıda şu satırlar yazılmıştır: “Yıllar değil yüzyıllar geçse de halkın yüreğinde ebedi iz bırakan kayıp yaşamaktayız. Bu günlerde milletimizin, halkımızın önemli şahıslardan biri İsmail bey Gaspıralı aramızdan ayrılmıştır. Başımız sağolsun!”. Ahmet Baytursınoğlu için Gaspıralı “ulu üstat” mertebesindeydi 1914 yılında Kazak gazetesindeki makalesinde şunları yazmıştı: “Rusya Müslümanları arasında hızla çoğalıp sayıları beş-altı bini bulan mekteplerin hepsi Gaspıralı mektebi temelinde kurulmuştu. O zamanlarda ne kadar eski yazı alfabe varsa hepsi Gaspıralı’nın alfabesinden örnek almıştı. On bine yakın öğretmen bas üstatları Gaspıralı’nın yolundan gidiyorlardı”. Diğer bir makalesinde ise “İ. Gaspıralı tükenmeyen, sönmeyen ebedi iz bırakmıştı. O bize geleceğe nasıl bakmamız gerektiğini öğretmişti426” demiştir. 426 Abat Kıdıraşayev, A. Baytursınulınıñ Ädistemelik Murası, Basılmamış Doktora Tezi, Almatı, 1995, s.37 419 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı İsmail Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İş’te birlik” amacını taşıyan çalışmaları ve usul-i cedit hareketi Türk halklarının milli bilinçlerinin kazanmasında, Türkcülük, milliyetçilik kavramının gelişmesinde, hak arama mücadelesinde önemli görevleri yerine getirmiştir. Kaynaklar Abat Kıdıraşayev, A. Baytursınulınıñ Ädistemelik Murası, Basılmamış Doktora Tezi, Almatı, 1995. Amankos Mektep, “Türk Birliğinin Bayraktarı İsmail Bey Gaspıralı ve Kazaklar”, İsmail Bey Gaspıralı ve Ziya Gökalp Sempozyumları, Bildiriler, Ankara, 2003, s. 243. Emin Özdemir, Kazak Kültürel Hayatında Tatarların Etkisi ve Kazak Ceditçiliğinin Gelişimi. Bilig, Kış/2009 sayı 48 Kabışev Talgat, XX Gasır Basındagı Agartuvşılık Agım Jane Tayır Jomartbayev Şıgarmaşılıgı. Basılmamış Doktora Tezi, Semey, 2005. Mırzaliyeva Elmira, Kazakıstandagı Musılman Agartuvşılıgının maseleleri, Basılmamış Doktora tezi. Almatı 2001 Serik Bermaganbetov, Dinu agartuvşılık jane Kerderi Abubakirdin adebi murası. Basılmamış Doktora tezi. Almatı,1995 İnternet Kaynakları Dihan Kamzabekulı, Alaş Kozgalısı jane İslam Kundılıktarı, www.qasım.kz Turgay Uzun, İlk Türk Aydınlanma Hareketi: Ceditcilik ve İsmail Gaspıralı, www.ismailgaspıralı.org Yahya Akyüz, “Resimli İlk Türkçe Alfabe ve Okuma Kitabımız ve Türk Eğitim Tarihindeki Önemi” www.yayimmeb.gov.tr 420 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YELOK, Veli Savaş (2014). “Feyzullah Hocayev ve Cedit Hareketi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.423-428 (http://bilgelerzirvesi.org). Veli Savaş YELOK* FEYZULLAH HOCAYEV VE CEDİT HAREKETİ T ürkistan tarihinin 20. yüzyılbaşındaki en mühim hadiselerinden biri sayılan Ceditçilik hareketi yeni veya yenilik taraftarı olmak değil, bilâkis “yeni tefekkür”, “yeni insan”, “yeni nesil” gibi geniş manaları ifade etmektedir.427Ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra Cedidizm, Çarlık Rusyası içerisinde yaşayan Müslüman Türk gruplarda, toplumsal reform ve değişim taleplerini yansıtan bir deyim olarak kullanılmaya başlanmış, İsmailbeyGaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İş’te Birlik” sloganı ile birlikte bu terim, Panslavizm karşıtı ve Türk dünyasını asgarî müştereklerde birleştirmeyi amaçlayan siyasî bir akım hâline dönüşmüştür.428 Cedit hareketine sahip çıkan, yönlendiren pek çok Türkistanlı aydın gibi Özbekistan ve Merkezî Asyanın meşhur devlet adamı Feyzullah Hocayev de bu hareketi sadece bir cephesiyle değil neredeyse bütün esasları çerçevesinde benimseyen ve bu esasların hâkim olduğu bir yönetim şeklinin tesisi için samimi bir şekilde mücadele eden güzide insanlardandır.429O, kırk yıldan biraz fazla süren ömründe sadece Özbeklerin değil Merkezî Asya’nın diğer mukimlerinin de hayatlarında derin izler bırakmıştır. Hayatı kimi zaman karmaşıklıklarla, kimi zaman zıtlıklarla çepeçevre kuşatılan Feyzullah Hocayev, Buhara Emirliği’nin en varlıklı insanlarından birinin oğludur. O, Buhara Cumhuriyeti Hükûmetini, kuruluşundan ortadan kaldırılmasına kadar olan süreçte yönetmiş, daha sonra bu topraklarda teşkil edilen Özbekistan hükûmetinde de 12 yıldan fazla bir süre üst düzeyde çeşitli görevler * Yrd. Doç. Dr. Gazi Üniversitesi. БегалиҚосимўв,МилийУйғониш, Ташкент2002,s. 2. 428 Ahat Andican,Cedidizmden Bağımsızlığa-Hariçte Türkistan Mücadelesi, İstanbul 2003, s. 25. 429 Р. А. Нуруллин, “ФайзуллаХужаевВаВатанТарихинингбаъзиМасалалари”, ФайзуллаХужаевХаётиВаФаолиятиҲақидаЯнгиМулоҳазалар, Ташкент 1997, s. 23 427 423 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yapmıştır. Onun milletine hizmet arzusuyla geçen mücadelelerle dolu hayatı 1938 yılında Stalin usulündeki işkencehanelerde elim bir şekilde son bulmuştur. 1896 yılı Temmuzunda Buhara’da dünyaya gelen FeyzullahHocayev’inbabası, Rusya ve başka ülkelerle deri ticareti yapan tüccar Ubeydullahhoca Kâsımhocayev’dir. Buhara Medresesinde iki yıl başlangıç eğitimi alan Feyzullah’ı babası 1907’de Moskova’ya götürür. O, burada kaldığı beş yıl boyunca eve özel olarak getirilen Rus öğretmenlerden dersler alır.430 Feyzullah Hocayev,1912 yılında Buhara’ya döndükten sonra toplumun yenilenmesi amacıyla yapılan mücadele sürecine dâhil olur. O, kendisine, ülkesinde sosyal, siyasi ve iktisadi yeniliklerin tesis edilmesini, ülkesinin gelişmesini engelleyen durgunluk ve geri kalmışlıktan kurtularak demokrasi ve terakki yoluna yönelmesini esas amaç olarak belirler. Hocayev, Buhara’da hüküm sürenbu geri kalmışlık ve durgunluğun sebebini o dönemin yöneticisi Buhara Emiri’nin müstebitliğinde görür; ona karşı mücadeleye Buharalı Ceditçilerin arasında başlar. Kısa zamanda da çalışmaları ve mücadele azmiyle Buhara’daki Cedit hareketinin yönünü tayin edenlerden birisi hâline gelir, bu şekilde tanınır. 1912 yılında Yaş Buharalılar Partisinin, 1913 yılında da Merkez Komite Partisinin üyesi olan Feyzullah, 1913 yılından başlayarak milletini geri kalmışlıktan kurtarmak için mücadele yoluna girer. Ülkesinin sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmedeki durgunluktan, demokrasi ve terakki vasıtasıyla çıkabileceğini düşünen ve bunun gerçekleştirilmesinikendisine asli amaç olarak belirleyen Hocayev, bu münasebetle babasından kalan mirasın büyük bir kısmını yeni usul mekteplerin açılmasına ve Yaş Buharalıların431siyasi faaliyetlerine harcar.432 Feyzullah Hocayev’in de içerisinde yer aldığı Buhara Cedit hareketi, sosyal, siyasi ve iktisadi şartları dikkate almak suretiyle başlangıçta, ülkesindeki monarşi sistemini ortadan kaldırmak yerine; öncelikle ıslahatlar vasıtasıyla Buhara Emirliği’ni kapitalizmin yoluna yönlendirmeye çalışır.433Ceditler ve Feyzullah Hocayev’inyapmak istediği ıslahatlar, dinî mekteplerin yerine modern usulde eğitim veren Avrupai sistemde mektepler açmak, modern matbuatı oluşturmak, 430 R.A.Nurillin, age.,s. 24 Genç Buharalılar 432 R.A.Nurillin, age.,s. 24. 433Файзулла Хўжаев, Танланган асарлар, 1-том, Тошкент 1976, s. 314. 431 424 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ekonomide müteşebbisliği ülkeye geniş bir şekilde yaymaktı. Onların nazarında bu ıslahatların yapılabilmesi ve sürekliliğinin sağlanabilmesi için yapılması gereken, bunları doğrudan doğruya hukukun teminatı altına almaktı. Bunun için o, Buhara’da Yaş Türkçilerin434 yol göstericiliğinde anayasayı yürürlüğe koydurtmayı amaçladı. Bu çerçevede Buhara Ceditlerinin 1917 yılına kadarki faaliyetleri, esas olarak eğitim öğretim çerçevesinde yeni usuldeki mektepler teşkil etmeye ve cedit matbuatını oluşturmaya yönelmiştir.435 Ceditçilik hareketi Buhara Emirliği’ndekihalkın menfaatlerini dile getirir. Feyzullah Hocayev, o dönemde hâkim olan yönetime karşı tek siyasi güç olarak Buhara toplumunun istikbalinin yolunu arar ve bu sebeple buradaki demokratik, terakkiperver mahiyetteki grupları bir araya getirme mücadelesi verir. Yirmili yaşlardaki Feyzullah, Buharalı diğer Ceditçiler gibi Rusya’daki Şubat Devriminin zaferini büyük bir sevinçle karşılar. Çar hükûmetinin yıkılmasıyla yönetime gelen iktidar, Yaş Buharalılarda, Buhara Emiri’den talep ettikleri demokratik ıslahatlara erişme ümidini uyandırır.436Bu maksatla onlar Geçici Rus Hükûmetinden faydalanmak amacıyla Petrograd’a Buhara Emiri’ni ıslahatlara davet edilmesini talep eden bir telgraf çekerler.437 Bunun neticesinde 7 Nisan 1917’de Buhara Emiri’nin sarayında toplumun farklı temsilcileriyle yapılan büyük katılımlı toplantıda “Said ÂlimhanManifestosu” ilan edilir. Her ne kadar bu manifestodayapılması istenilen ıslahatlar çerçevesindemonarşi sisteminin esaslarına dokunulmamış olsa da onun ilan edilmiş olması dahi Buhara toplumunu hareketlendirir. Yaş Buharalılar bu manifestoyu alkışlayarak desteklerler. Feyzullah Hocayev’in liderliğindeki “Yaş Buharalılar Guruhi”438 8 Nisanda Buhara Emiri’nin ilan ettiği ıslahatları desteklemek ve diğer taleplerini dile getirmek amacıyla gösteri yaparlar. Ancak bu gösteriEmir tarafından kana bulanır. Ülkedeki tepki sert bir şekilde yükselir. Bu süreçten sağ kurtulan Feyzullah 434 Genç Türkçüler 435Файзулла Хўжаев, age., s. 93-101. 436Файзулла Хўжаев, age., s. 93-101. 437R.A.Nurillin, age., s. 25. 438 Genç Buharalılar Grubu 425 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Hocayev de dâhil olmak üzere Yaş Buharalılar, bu olaylar sebebiyle Taşkent ve Semerkant’a hicrete mecbur kalırlar.439 Islahat taleplerine Buhara Emiri’nin cevabının oldukça sert olması, Yaş Buharalıların Hocayev başkanlığındaki “sol” kısmınıEmir’in sistemiyle mücadelede Sovyet Türkistanının yardımını talep etmeyeyönlendirir. Bu maksatlarla Yaş Buharalılar Partisi, 1917 yılının Aralık ayının başında Bolşevik M. A. Preobrajenski’nin “tavsiyesi”yle Türkistan Halk Komiserleri Konseyibaşkanı Bolşevik F. İ. Kolesov’a, Buhara Emiri’ne karşı yürüttükleri mücadelede kendilerine askeri yardım yapması talebiyle müracaat ederler.440 Yaş Buharalılar delegasyonunu temsilen Feyzullah Hocayev ve Mirza Muhittin Mansurov,6 Aralıkta 1917’deTaşkent’e gelirve burada F. İ. Kolesov’la görüşürler. Bunun neticesinde 1918 yılının martında F. İ. Kolesov, Kızıl Gvardiyave az sayıdaki silahlı Yaş Buharalıyla“Kolesov yürüyüşü”nü yapar. Bu yürüyüş Buhara’da mevcut yönetimi devirmek teşebbüsünden öteye gidemez. 441 “Kolesov yürüyüşü”nden sonra Buhara’daki reaksiyonun daha da arttığı görülür. Emir yönetiminin asıl darbesi, Yaş Buharalılar ve demokrasi arzusundakilere yönelir. Feyzullah Hocayev’in bildirdiğine göre bu süreçte 1500’e yakın insan Emir’in adamlarınca öldürülür. Tutuklanma ve cezadan kurtulan Yaş Buharalılar Türkistan’ın değişik bölgelerine muhacir olurlar. Mart ayındaki bu olaylarından sonra Feyzullah Hocayev, 1918 yılı yazında Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti hükûmetinin desteğini almak için Moskova’ya gider. 1918 yılı Ekiminde Hocayev, bu hükûmetle paralel çalışan Turkrespublika442 temsilciliğindeki Yaş Buharalılar Merkez Komitesi’nin Moskova temsilciliğinin başkanı olur. Moskova’da bulunduğu dönemde FeyzullahHocayev’de, Buhara halkının, Emir’in yönetiminden kurtulmasının sadece silahlı mücadele vasıtasıyla değil Bolşevik Rusya’nında desteğini almak suretiyle olabileceğine inancı artar. Bu münasebetle Moskova’da kaldığı iki yıl boyunca söz konusu iktidarın desteğini almak için gerekli çalışmaları yapar. 1920 yılının Ocak ayında Taşkent’e dönen Feyzullah Hocayev, Yaş Buharalıların sol kısmından Yaş Buharalı İnkılâpçılar Partisini teşkil eder. Onun hazırladığı parti programında 439 R.A.Nurillin, age.,s. 25. R.A.Nurillin, age.,s. 25. 441 R.A.Nurillin, age.,s. 26. 442Türkistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Социалистическая Советская Республика) 440 426 (Туркестанская Автономная Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması demokrasi vurgulanmış, ülkenin kendine mahsus tarihî ve millîdurumuna dikkat çekilmiştir. Bu parti ülkede demokratik cumhuriyetin olmasının, bütün emekçileri içine alan halk hâkimiyeti esasındaki “yeni adil sistem”in kurulmasının taraftarı olur. Yapılan mücadeleler neticesinde 29 Ağustos 1920’de Said Âlimhan Buhara’yı terk etmek zorunda kalır. 1920 yılının 6 Ekiminde yapılan 1. Genel Buhara Halk Vekilleri Kurultayında Feyzullah Hocayev BHSR Halk Nazırları Sovyeti’nin başkanlığına seçilir. O, yeni görevine oldukça zor ve karmaşık şartlar altında başlar. Bu tarihten başlayarak ülkesindeki geri kalmışlığı ortadan kaldırmak arzusuyla ekonomik, sosyal ve siyasi çalışmalarında Moskova’daki merkez yönetimin tâlimatlarına, kendi idaresindeki topraklarda mevcut olan muhaliflerin oluşturduğu sıkıntılara rağmen o, 1938 yılına kadar mücadelesine devam eder. Komünist sistemin hükümran olduğu zor şartlarda, emir ve tâlimatlar esasında çalışan sistemde, Stalin’in şahsını yüceltme döneminde FeyzullahHocayev veonun gibi düşünen diğer yöneticiler, kendi milletlerine samimi bir şekilde hizmet ederler. Yönetimde yer alan bu düşüncedeki insanların iktisadi ve sosyal hayatta yaptıkları pekçok çalışmanın yanı sıra 1925’li yıllardan itibaren ülkedeki genel mekteplerin, teknik okulların veyüksek tahsil kurumlarının sayısında büyük bir artış görülür; halk için geleneksel olan dinî tahsil merkezi mahiyetindeki mektep ve medreseler kapatılır. O dönemde millî aydınlar, teknolojik, bilimsel ve yaratıcı saha temsilcileri hızlı bir şekilde yetiştirilir. Millîlik ve müstakillik mahiyetindeki “başkaca düşünce”yi ifade eden, merkezin Özbekistan’daki müstemlekeci siyasetinden memnun olunmadığınıdile getiren, “SSCB”yi “kızıl imparatorluk” olarak adlandıran, ülkelerinin müstakilliği ve kendine mahsus yolu için mücadele eden; manevi miras, millî değerler, kendi halkının örf ve âdetlerini muhafaza etmeye ve geliştirmeye çalışan Özbek aydınları,1930’lu yılların başlarından itibaren geniş mahiyette sürgün edilir yahut katledilir. Bu mahiyetteki bir yönetimin ve düşüncenin ilham kaynağı ve yönlendiricisi FeyzullahHocayev’e de diğer yol arkadaşlarına yapıldığı gibi yönetim tarafından “burjuva milliyetçisi”, “Panislamist”, Pantürkist”, “halk düşmanı” yaftaları vurulur. Bu isnatlar çerçevesinde Hocayev, 9 Temmuz 1937’de Moskova’da tutuklanır. Yargılanma sürecinde ona “Sovyetlere karşı faaliyetlerin içerisinde olduğu, “Millî İttihat” teşkilatının çalışmalarını yönlendirdiği, “Basmacılık” hareketine ve Korbaşılara sahip çıktığı, 427 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bu hareket içerisinde bulunanları ve bu hareketi desteklediği; Fıtrat, Çolpan, Abdullah Kadirî gibi Özbek aydınlarına sahip çıktığı yönünde suçlar isnat edilir ve kurşuna dizilmesine hükmedilir. Hüküm Moskova yakınlarındaki Butovo’da infaz edilir. Hocayev devlet adamı, tarihçi ve iktisatçı âlim, gazeteci yazar olarak önemli bir miras bırakmıştır. O, “Buxora Inqilobining Tarixiga Materiallar” (1926) ve Buxorodagi Revolyutsiyava O‘rtaOsiyoning Milliy Chegaralanishi Tarixiga Doir (1932) adlı kitaplarında, “Buxora Xalq Sovyet Respublikasidagi Iqtisodiy Ahvol” (1924), Yosh Buxoroliklar To‘g‘risida” (1926), “Jadidlar” (1926), “Bosmochilik” (1930) başlıklı makalelerinde Özbekistan tarihinin 20. asrın ilk çeyreğindeki ciddi muammalar üzerinde durmuştur. Kaynaklar Ahat Andican, Cedidizmden Bağımsızlığa-Hariçte Türkistan Mücadelesi, İstanbul 2003. Бегали Қосимўв, Милий Уйғониш, Ташкент 2002. Р. А. Нуруллин, “Файзулла Хужаев Ba Ватан Тарихининг баъзи Масалалари” Файзулла Хужаев Хаёти Ва Фаолияти Ҳақида Янги Мулоҳазалар, Ташкент 1997. Файзулла Хўжаев, Танланган асарлар, 1-том, Тошкент 1976. 428 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması TEVEKKÜL, Mihrullah (2014). “Uygurlarda Ceditçilik Hareketi ve Onun Etkisi Üzerinde Genel Bir Değerlendirme”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.431-439 (http://bilgelerzirvesi.org). Mihrullah TEVEKKÜL UYGURLARDA CEDİTÇİLİK HAREKETİ VE ONUN ETKİSİ ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME G ünümüzde Uygurların mutlak çoğunluğu ÇHC’de yaşamaktadırlar. Uygurlar Genel Türklük içinde en erken yerleşik hayata geçen ve şehir medeniyetini yaratanlar olarak zengin tarih geleneğine sahiptirler. 19.yüzyılın sonrasında meydana gelen Cedidizim Uygur Bölgesi’ni de çok etkilemiştir. Bu yüzden 91.yüzyıldaki Uygurlar arasında Cedidizim Hareketinin araştırılması günümüz Türk dünyası araştırmalarında önem verilmesi gereken alanlardan biridir. Cedidizim Orta Asya’da 19.yüzyılın son yarısında ortaya çıkmasının ardından günümüzde Çin Xinjiang Uygur Özerk bölgesinde yaşayan Uygurlar arasıdada kendi etkisini göstermiştir. 19.yüzyılın 80’li yıllarında Tanrı Dağı’nın kuzeyi ve güneyinde ağır bir cehalet hükmetmektedir. Uygur halkının ana beşiği sayılan Kaşgar Şehri’nde de ilim marifet karanlık içinde kalmıştır. Bu dönemde bazı ilim adamları ufuğunu Orta Asya, Mısır ve İstanbul gibi aynı kültüre sahip olan gelişmiş yöne çevirmiştir. Onlar oralarda öğrendikleri yenikleri, modern maarif şekilleri Kaşgara getirmişlerdir. Bu tür usulle Cedit, Uygur Toplumunu geliştirmek için çok büyük katkıda bulunmuştur. Sovyetler Birliğinin asimilasyaon politikalarına karşı koyan ve Türk birliğini savunan, ıslahatçı, cesaretli, yeniliğin temsilcisi olan İstanbul, Kazan, Kahire, Dehli gibi merkezlerdeki gelişmelerden etkilenerek muhafazakâr geleneği koruyan ve Türk İslam çizgisinden giden yenilikçi Ceditçilerden; kardeş Musabayuflar, Abduqadir Damollam, Qutluq Haci Şewqiy, Memetili Ependi’leri sayımak mümkündür. Y. Lisans öğrencisi, Niğde Üniversitesi. 431 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bunlardan bazıları yeniden gelişmeye başlayan milli sanayinin vekili ve modern maarifin destekçilerinden olup, Türk dünyası ve Arap dünyasını, hatta sanayi devriminden sonra hızlıca gelişmiş olan Avrupa devletlerinden Almanya, Fransalara kadar gidip ziyarette olmuşlar ve zamanındaki dünyanın gelişmesini iyice gözlemledikten sonra, başka memleketlerdeki rahat, feragatli yaşam hayatını bırakıp memleketine dönerek halkı cihaletten kurtarmak için, manevi güç olan ilim öğrenmekten başka, maddi güç olan iktisadın da ne kadar önemli olduğunun anlıyarak bir yandan milli sanayini geliştirmek için çaba göstermiş, bir yandan tüm gücüyle uygur yeni maarifi ve gazeteciliğine destek olmuştur. Bunlardan en önemli örnek Musabayuf kardeşler 1870 yılından başlıyarak Uygurlarda ilk Usul-i Cedit eğitimini uygulayarak Uygur modern maarifinin temelini kurmuştur. Uygur yenileşmesi ve yakın zaman tarihinin en önemli aktörlerinden olan Hüseyin Bay (1844-1926) ve Bahavudun Bay (1851-1928) kardeşler, babası Musa Hacımdan devralan ticari işletmeleri sürekli geliştirmiş ve etki alanını Uygur sahasının içi ve dışına taşımıştır. Musabayuf kardeşlerin uygur eğitim kurumunun usul-i kadim’den Usul-i Cedit’e geçiş sürecinde yaptığı hizmetlerin, geleneksel medreselerin onarımı ve mektebe dönüştürülmesi, yeni tarz mekteblerin inşası; kendi çocukları dâhil toplumdaki istekli gençlerin istanbul ve kazan gibi merkezlere eğitim için gönderilmesi; özellikle İstanbuldan sürekli muallimlerin getirilmesi şeklinde sıralanabilir.443 Musabayuf kardeşler içinde, Bahavudun Bay Kazan’da okuduğu sıralarda Ruslarda ortaya çıkan sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmeleri ile Avrupayı yakından izlemiş biri olarak 1870’lı yıllarda Kazandaki öğrenimini tamamlayarak memlekete dönşünde beraberinde üç kazanlı muallimi getirerek Gulca’daki Beytulla Medresesinde istihdam ettirir. Onların din dersleri dışında edebiyat, hesap, coğrafya, tarih gibi dersleri verdiği bilinmektedir. Bahavudun Bay 1875 yılında medrese yakınında bağımsız okul yaptırır ve kazandan davet ettiği muallimlerin ve okulun tüm masraflarını üstlenir. Daha sonraları ise, Gulca’da “Hüseyniye” (1889), “HünerKesip Mektebi” (1905), “Turaniye Mektebi” (1911), “Sayramiye Mektebi” (1913), “Mekteb-i Nur” (1916), “Dernek Okulları” (1924), 443 QARLUQ, Abdureşitjelil, (2009) “Uygur Yenileşme Sürecindeki İstanbul Ekolü’nün etkisi üzerine”, Türk Kültürü2010/1, S.78, Ankara,2010 432 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “Keşfiye Mektebi” (1925) ve “Murat Mektebi” (1928) gibi okulları bizzat kurmuş ve buradaki Cedit eğitiminin yaygınlaşması için çaba serf etmiştir.444 Uygur Cedit hareketindeki önemli şahislerden biri Memetili Ependi (Mehmet Ali Tohtacı Tevfik) dir. Uygur modern edebiyatı ve eğitiminin öncülerinden biri olan Şair Muhammed Ali Tevfik, 1914 yılında Kaşgar Artuş Kasabasında açılan modern okulda Türkiye'den gelen Ahmet Kemal İlkul' in önderliğinde tahsil görmüştür. Şair 1923 yılında Batı Türkistan'a geçerek oradan Moskova' ya gitmiş, Moskova'daki Doğu Üniversitesinde bir sene okuduktan sonra 1926 yıllarında önce Şemey, Taşkent’e sonra te Türkiye' ye gelmiş ve zor koşullara rağmen İstanbul Öğretmenler Yetiştirme Okulunda tahsiline devam etmiştir. 1929-1932 yıllarında okulu tammalıyarak öğretmenlik sertifikasını almıştır. 1933 senesinde Türkistan'da Çin zulmüne karşı ayaklanmaları duyduktan sonra hemen memliketine dönmüş ve Kaşgar' da 12 Kasım' da kurulan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşuna iştirak etmiştir. Memetili Ependi’nin Uygur Cedit hariketindeki en büyük katkısı Usul-i Cedit’i eğitimi de mektep açma ve öğretmen yetiştirmede görülmektedir. Memetili Ependi Cedit okullarını açmak için ilk elden hazırlığa başlamış bir taraftan, kısa süreli öğretmen yetiştirme kursu düzenlemeye acele etse, diğer yandan uzun süreli mektepler açmanın telaşına girmiştir. Önce maddi karşılıkları karşılamak için çevredeki zenginler ve mahalle büyüklerinden oluşan Mektep Heyetini teşkil eder. Artuşun 24 köyünde bulunacak 24 uzun süreli mektebin alt yapı hizmetlerini yapmaya çalışmiştır. Böylece, beş ay içinde hazırlıklar tamamlanan köylerdeki modern sınıflara, kursunu tamamlayan öğretmen adayları Memetili Ependi öncülüğünde öğretmen olarak dağılır. Özellikle, altı aya varmayan zaman zarfında 60 öğretmen adayını, hazır hale getirmek ve 24 köyde 24 mektebi öğretime öğrencileri ile birlikte hazırlamak, o zamanda düşünülmesi imkânsız bir iş idi. Fakat Memetili Ependi kendi pratiği ile genç öğretmen adaylarına şunu ispat etmişti: kati irade, coşkulu milli ruh ve halkını cehaletten kurtarmak için herşeyi unutabilme gayesi olan kimse, ancak böyle işleri başırabilir.445 Memetili Ependi 1935 yılında uygur 444 Abdulla TALİP, Uygur Maarip Tarihinden Oçerikler, Xinjinag Helq Neşiriyati, Sf:88-90, Ürümçi, 1987. 445 QARLUQ, Abdureşitjelil, (2009) “Uygur Yenileşme Sürecindeki İstanbul Ekolü’nün etkisi üzerine”, Türk Kültürü2010/1, Sf.82-89, Ankara,2010 . 433 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tarihinde ilk olarak bir kız lises. kurup kadın öğretmen yetiştirmeye başlamıştır, böylece yüzyıllardır cehaletin pençesinde inleyen kadın, kızların gözleri açılmış olacaktı. Onlar da insan gibi yaşayabilecek, haklarını arayabilecek ve koruyabileceklerdi. Bütün bunlar o dönem koşullarında mücize sayılması icab edilen işlerdi.446 Memetili Ependi okul açma, halkı aydınlatma işlerinden başka, Uygur Cedit edebiyatinda da önemli katkılarda bulunmuştur. O yazdığı şiirleri ile halkı uyanmaya, cehaletten kurtulmaya, ilim öğrenmeye, zâlimleri yok etmeye Bütün gayretiyle özgürlüğü ve hakkını kazanmaya çağırmıştır. Şair, modern okullar açmak, kültürlü yeni nesiller yetiştirmek için son nefesine kadar mücadele vermiştir, 1937 senesinde Çin Genel valisi Şing Şi Sey tarafından tutuklanarak idam edilmiştir. Uygurlar arasında yapılan yeni eğitim haraketinde meşhur islam âlimi, Uygur modern eğitiminin temel kurucularından biri olan halksever, bilimsever, şair, natik ustaz, Uygur Cedit hareketinin bayrakdari Abdukadir Damollam (Abdukadir binni Abdulvaris Kaşgari) dir. Zamanının ilim merkezleri olan Koken, Semerkent, Ufa, İstanbul ve Kahire şehirlerini gezmiş okumuş ve zamanının büyük Cedit âlimi olup yetişmiştir. Halkını cehalet ve zülmetten kurtarmayı yüksek sorumluluk olarak tanıyan Abdulkadir Damollam yurt dışındaki okuş ve tahsilini bitirdikten sonra Kaşgar’a dönmüş ve cehalete karşı olarak halkı uyandıramak için dana yolbaşçı olarak eğitim, okul açma gibi birçok önemli eğilimlerde bulunmştur. Yabancı ellerdeki islahat ve Türk dünyasında hizla gelişmeye başlayan Cedit hareketinden etkilenen Abdulkadir Damollam kendi baş olarak yeni bir okul açmış. Bu okulda ve kendisi eğitim verdiği Okullarda Usul-i Cedit kullanmış ve cedid eğitimi için kitap hazırlamıştır. Uygur geleneksel eğitime varislık yapmakla birlikte Uygur yeni- cedid eğitimin kapsını açmış, Arap ve Fars dilinden kurtulup, Türklük zihniyeti ve bilinci altında Uygur dilinde eğitimin önderilerinden olmuştur. Abdulkadir Damollam, Usul-i Cedit’te eğitim vermekle birlikte öğrencileri yurt dışında, Türk İslam kültür merkezi olan İstanbul, kazan gibi şehirlere göndermeye çalışmiş böylece birçok uyanık, halksever, milliyetperver Türklük zihniyeti ve milli 446 Âlimcan İNAYET, Ünlü Eğitimci Mehmet Ali Tevfik'in Edebî Kişiliği Üzerine , Çukorova Üniversitesi Türkoloji-Makale Bilgi Sistemi, Sf.143-158, 2012 434 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması şuurundaki mücadeleci gençleri yetiştirmiştir. Zâlim hükümdarlar ve yerli gerici güçlerin sürekli karşılık yapması ve hayatı tehdit göstermeleri sonucunda halk Usul-i Cedit’te eğitim almada engellenmiş durumdayken, Abdulkadir Damollam herhangi bir zorluklara bakmadan eğitim faaliyetlerini durmadan devam etmiş öğrenci kalmadığı durumda Kaşgar sokaklarındaki yetim çocukları toplayıp onlara sahip çıkmış ve onları Yeniçe eğitimde terbiye altına almıştır. Abdulkadir Damollam çeşitli konularda bilgil âlim olmasına rağmen, Açtiği Cedit okullarında okutacak olan ders kitaplarını hazırlamakla birlikte, İlimseverlikle öğrendiği bilimi, Türk dünyasındaki ilim merkezlerinden Buhara, Kokent, Taşkent ve Kahirelerde ziyarette olduğu anlarda topladığı bilgileri, gördüğü yenilikler temelinde ölmez eserleri yazmıştır. Onundan başka, Arap, Fars, Urdu ve Türk dillerini iyi öğrenmiş, zamanında yetişken natik, Şair olmasına rağmen, kendi yurdunun durumunu, halkın yaşamını başka ülkelerdekilerin durmuyla karşılaştırıp makaler yazmış ve gittiği yerlerde halkının durumunu anlatmış, çözüm bulmaya çalışmıştır. Abdulkadir Damollam’ın öğretmek ve eğitim için hazırladığı kitapları: Sarf ve Nehvi, Ekaid-i Zerüriye, Ekaid-i Cevheriye, tâlimul Sebiyan, Mutalieyi Hidayet, Tecvid Türkí, Miftah-ul Adab, Teshih-ul Hesab, İlm-i Coğrafya, Fesayih-ul Etfal gibi ders kitaplardır. Bu kitaplar sadece Cedit okullarında değil zamanının medreselerinde de kullanılmıştır. Ayrıca, Bidayet-ul Sarf, Bidayet-un Nevhi, Şerhi Amali, Cevahir-ul Hikan gibi ilmi eserleri yazmış. Medreselerdeki geleneksel dini eğitimi ıslahat ederek, İlmi Tecvid, İbadet-I İslmaiye, İrşadül Muslim gibi önemli ders kitaplarında bırakmıştır. Yukarında söyleyen bazi kitaplar Kazandaki Millet, Taşkentteki Ğulamiye Matabaalarında yayınlanmış. Bazi eserleri aynı devrin önemli dergisi olan Şurada yayınlanmıştır. Başka eserlerinde onun ölümünden sonraki yıllarda Kaşgar Kazançi Yarbaşıda kurulan Muhemmadiye matbaasında ve Demeşik, Ciddelerde neşredilmiştir. Onun Cevahirul Hikan, İrşadül Muslim, Şerhi Amali gibi eserleri XUAR (Xinjiang: Xinjiang Uyghur Aptonom Rayoni/Xinjiang Uygur Özerk bölgesi) kütüphanesinde bulunduktan başka, Azher Üniversitesi kütüphanesinde bulunmaktadır. Âlim’in yine 600 misralı Muhammesi bulunmaktadır. Onun emiyet, itikad, ahlak, eğitim hakkındaki 435 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı teşebbüslerini dili güzel, tenkidi rohuna sahip bu eser 1910 yıllardaki Türk dünyası edebiyatında önemli yer almaktadır.447 Halkının milli şuuru, bilincinin dirilmesi, cahillikten kurtulup, özgür, insani hayatta yaşıması için her şeyini feda eden, Vatansever, ıslahatçi, Cedidçi âlim Abdukadir Damollam 14 Ağostus, 1924 tarihinde Kaşgarda, gericiler tarafından kışkırtılarak suikastla öldürülmüştür. Uygurlarda Cedit hareketlerinde yapılmış olan en önemli faaliyetlerden biri gazetecilik ve nesiriyat işleridir. Onun bayrakdari ise Ceditçi âlim, ülema, Bu dönemin öncülerinden biri, meşhur pedagog, ünlü yazar, din âlimi ve tarihçi Qutluq Haci Şewqiy (Kutluk Hacı Şevki)dir. 1908 yılı babasıyla Hac seferine çıkan Qutluq Haci Şewqiy, Hac’dan sonra Kahire, Kazan, İstanbul, Buhara şehirlerinde ziyarette olmuş ve ilim tahsilini yapmıştır. Yurt dışında, yaklaşık on senelik, gezme ve tahsilden sonra Qutluq Şewqiy her yönden kendini yetiştirmiştir. En önemlisi zamanında Türkiye’de yürütülmüş, genişlemiş olan cehalet, kalaklık, aşırı gericiliğe karşı yenileşme hareketinden ve Türk dünyasında coşkuyla gelişmeye başlayan cedit hareketinden çoktan etkilenmiştir. Bu cereyanlar onu Uygur cedit hareketinde epey bir İstanbul ekolü olarak yetişmiştir.448 Kaşgara döndükten sonra Cedit hareketiyle ilgili faaliyetleri öncelikle Usul-i Cedit’te eğitim vermekten başlanmaktadır, okul, medreselerde, edebiyat, tarih ve coğrafya dersleri vererek öğrencileri dünyadaki gelişmelerden, gelişmiş teknolojiler ve milli özgürlük mücadelelerinden haberdar etmiştir. Qutluq Haci Şewqiy, İstanbul ve Buhara’da okuduğu zamanlarda çok etkilendiği, Kazanda neşir edilmiş olan “Wakit” gazetesi ve “Şûra” dergilerini düşünerek matbu neşriyatın zamanında kişinin düşüncesini en uzaklara yetiştirebilecek vasıta olduğunu; halkı, 447 Maysigül HÜSİYİN, Kadimle Cedid Arasında Abdukadı̇ r Bı̇ nnı̇ Abdulvarı̇ s Kaşgari, Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi, Sf:1-4, 2011 448 İstanbul ekolü: “İstanbul’da eğitim gören veya çeşitli nedenlerle bu şehiri ziyaret edenlerle istanbuldan gönderilen aydınların, İstanbul’daki gelişmeleri Uygurlar arasında yaymaya, dolaysıyla Uygurların kalkınması, modern manada milletleşmesi için canı pahasında çalışmış olup Uygur sosyo-kültürel yapısına ve sosyo-politik gelişimine önemli etkileri yapmış olan” aydınları gösteriyor. Kuramın gelişmesini anlamak için bakın: Qarluq, Abdureşit jelil, (2009) “Uygur Yenileşme Sürecindeki İstanbul Ekolü ve Onun Bazı Temsilcileri üzerinde”, Türk Kültürü2009/2, Ankara 436 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması dünyada olup biten olaylar, yenilik ve gelişmelerden matbaa araçlığıyla haberdar etmesi gerekliğini his etmeye başlamıştır. Dolaysıyla, 1918 yılından başlayarak Taş Matbaa’dan bir az gelişmiş olan Ağaç Matbaa ile “Añ” (Şû’ur) gazetesini yayınlamaya başlamıştır449. 1933-1937 arasındaki dört yıllık gazetecilik dönemi, onun mücadele hayatındaki en önemli dönemdir. 21 Temmuz 1933 tarihinde Qutluq Şewqiy muharrirliğinde “Şarki Türkistan Hayatı” (Doğu Türkistan Hayatı) gazetesi neşe başlamıştır. 12 Kasım 1933’te Kaşgar’da Doğu Türkistan İslam Cumhuriyetinin kurulmasıyla gazete adı “Erkin Türkistan” olarak değiştirilmiş ve 15 Kasımda 13. sayıdan başlayarak gazete işbu namda neşir edilmeye başlanmıştır. Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin 1933 de sona ermesiyle “Erkin Türkistan” gazetesi yayını zorla durdurulmuştur. Çevresindeki aydın güçlerin yardımeyle, Qutluq Haci Şewqiy, 23 Ağustostan 1934 tarihinden başlayarak gazetecilik işlerini yeniden devam ettirmiş, Gazete şartlara rağmen çıkmaya devam etmiş fakat adını “Yeni Hayat” olarak değiştirmiştir. Gazetenin ilk on sayısı haftada bir sayı çıkarılırken, 25 Ekim 1934 ten başlayarak haftada iki sayı çıkartılmaya başlanmış, hükümet eline geçinceye kadar (1936) 162 sayı, hükümetin eline geçtikten sonra ise 128 sayı çıkarılmıştır. İlk neşirlerinde 950 adet basılırken, ihtiyacın aşmasıyla daha çok insanları aydınlatmak, mevcut durumdan haberdar etmek için adım adım çoğaltılarak baskı sayısı 2500 adete yükselmiştir. Önce, 46x36cm ebadında iki sayfa, sonra geliştirilerek 37x27cm ebadında dört sayfa olarak yayımlanmıştır. Böylece, Qutluq Haci Şewqiy’nin Uygur aydınlanma ve Cedit hareketine en büyük katkısı olan gazetecilik faaliyetleri, halkı cehaletten ve geri kalmışlıktan kurtarmak, dünyadaki gelişmelerden ve yeniliklerden haberdan etmek için çok büyük ödem gösterdi. 449 Kaşgar’da 1899 yılı Bahavudun Baynıng yardımıyla “Matbaa-i Nur, Matbaa-i Hurşit” adında taş matbaalar kurulmuş, ama bu taş matbaanın ağaç matbaadan kullanılışı zor ve iş ünümü az, yavaş oluyordu. Matbaada geliştirme yapmayı düşünen Qutluq Haci Şewqiy kısa zamanda kaliteli iş yapma amacına yetmek için Kaşgar Bulaq Başı mahallesindeki Segezçilerin (Segez adında geleneksel kumaş dokumacılığı yapanlar) ürün üstüne gül basmasını örnek alarak onların kumaş üstüne gül yapma üslubunda Ağaç Matbaa yaptırmıştır. Bu matbaa ile 32 harf alfabesi ve bazı din derslikleri saman kâğıda basıp dağıtılarak, eskiden müderrislerde Taliplerin yazmayı tahtaya yazıp sonra tahtayı silip tekrar kullanıp öğrenmesi gibi zor ve çok geride kalmış öğrenme usulünü değiştirmesine ve kolaylaştırmasına yardımcı olmuştur. O yüzden helpet ve talebeler bu matbaanın ortaya çıktığından çok sevinmişlerdir. 437 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Qutluq Haci Şewqiy yakın zaman Uygur matbaacılık ve neşriyat hizmetinin başlatıcısı, yakın zaman Uygur fen eğitiminin kurucularından biri olmakla birlikte büyük tarihçi ve yazardır. Onun yazdığı şiirleri hep zâlimlerin zulmüne, esaretine ve cehalete, gericiliğe nefret; milli birlik ve yurt severlik, halkçılık, milliyetperverlik, vatanperverlik duygularını övgüyü yansıtır. Onundan başka, muellf olduğu “Tarihi Eser Waqiat-i Kaşiğer” (toplam üç cilt, yaklaşık 680 sayfalık bir tarih kitabı) de, türklerin genel tarihinden başlıyarak bugünkü uygurlara kadar bilgi vermektedir, işbu kitap ÇHC’nin XUAR müzesinde saklanmaktadır. Bunlardan başka, Qutluq Haci Şewqiy, Kaşgarlı Mahmut ve “Divani Lügati Türk” hakkında Uygurlara ilk bilgi veren kişidir. O’nun Türk dünyasına olan büyük bir katkısı, oğlu İmir Hüsseyin Kazi Haci’ma bıraktığı, 1936 yılı Kaşgar Şer-i mahkemesinin kadısı, ulema Molla Sadik Elem Ahun tarafından yazılan Kaşgarlı Mahmut mezarı ile ilgili vakıf senedinin korumuş olmasıdır.450 İşbu hüccetler, 1980’li yıllara gelindiğinde tüm Türk Dünyasının ilgi merkezi olan büyük Türk âlimi Kaşgarlı Mahmut’un vatanı, mezarı, yurt kimliği, nesebi hakkında bize en güvenli bilgi kaynağı olmuştur. Kısacası, Türklül bilincini yakından yansıtan Cedidçilik hareketinin, uyanık bilim kişiliri, açık ve temiz zihniyetli aydınlar tarafından Uygurlar arasında geniş ve hızla geliştirilmesi sonucunda halkın cehalet ve zülümden kurtulması için yeni kapı açılmış, Türklük zihniyetinin güçlendirilmesi, milli şuurun geliştirilmesi ve uyandırılması, Uygur modern ideolojısinin şekillenmesi için önemli koşullar hazırlanmıştır. Bir taraftan gericilik ve kadimle mucadele etmek, öbür taraftan yeniçe eğitim ve modern bilgileri halka yetiştirmek ve öğretmekle Uygurlar arasında Cedit hareketi çok büyük neticeleri kazanmış, birçok milli şuur ve kimlik bilincinden olan aydınları terbileyip yetiştirerek, bugünkü milli duygu ve kimlik algısının, modern ve gelişmiş eğitimin temelini kurmuştur. 450 Muhammet Tursun Sidiq, (2001-1.San) “Qutluq Haci Şewqiy ve Türkiy Tillar Divani” Bulaq dergisi, S.80-85. Ürümçi. 438 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kısaltmalar: XUAR/ Xinjiang: Xinjiang Uyghur Aptonom Rayoni/Xinjiang Uygur Özerk bölgesi ÇKP: Çin Halk Cumhuriyeti Kaynakçalar: İNAYET Âlimcan, Ünlü Eğitimci Mehmet Ali Tevfik'in Edebî Kişiliği Üzerine, Çukorova Üniversitesi Türkoloji-Makale Bilgi Sistemi, Sf.143-158, 2012 HÜSİYİN Maysigül, Kadimle Cedid Arasında Abdukadı̇ r Bı̇ nnı̇ Abdulvarı̇ s Kaşgari, Uluslararası Sosyal ve Ekonomik Bilimler Dergisi, Sf:1-4, 2011 MUHAMMET TURSUN Sidiq, (2001-1.San) “Qutluq Haci Şewqiy Ve Türkiy Tillar Divani” Bulaq dergisi, S.80-85. Ürümçi. QARLUQ, Abdureşit jelil, (2009) “Uygur Yenileşme Sürecindeki İstanbul Ekolü’nün etkisi üzerine”, Türk Kültürü2010/1, S.78, Ankara,2010 TALİP Abdulla, Uygur Maarip Tarihinden Oçerikler, Xinjinag Helq Neşiriyati, Sf:88-90, Ürümçi, 1987. 439 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 9. BÖLÜM Dil ve Edebiyat 441 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İLKER, Ayşe (2014). “Birleşik Fiillerin Oluşmasına Yunus Emre’nin Özgün Katkıları”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.443-447 (http://bilgelerzirvesi.org). Ayşe İLKER* BİRLEŞİK FİİLLERİN OLUŞMASINA YUNUS EMRE’NİN ÖZGÜN KATKILARI H em Risaletü’n-Nushiyye’de hem de Divan’da, Yunus Emre’nin Türkçeyi pek çok bakımlardan özgün biçimde kullandığı kelime grupları görülmektedir. Gerek öğreticilik ve ders verme yönü ağır basan Risaletü’nNushiyye’de gerek çok derin duyuşların ifade edildiği Divan’da olsun, Yunus Emre’nin Türkçeye çok hâkim bir üslûp kullandığı ve anadilini derin bir vukufla işlettiği gayet rahatlıkla söylenebilecek bir bilgidir. Yunus’daki kelime dağarcığı incelendiğinde, fiillerin ve fiil gruplarının çok işlek olarak kullanıldığı ve şiirlerde akan/hareket eden bir çizgi olduğu fark edilmektedir. Yunus Emre’nin, hayatı ve doğum ile ölüm arasındaki çizgiyi, geçmiş ile gelecek arasında bir yolculuk/seyahat olarak gördüğünü ve algıladığını düşünürsek, hareketin ve gitmek/yürümek/varmak ile ilgili kavramların, şiirlerinde sıkça tercih edilme sebebi de ortaya çıkar. Bu bağlamda, özellikle birleşik fiil gruplarında Yunus’un inşa etmiş olabileceği örnekler de vardır. Bu bildiride, Yunus Emre Divanı ve Risaletü’n-Nushiyye çerçevesinde, Yunus’un hem alınma hem Türkçe adlarla oluşturduğu birleşik fiillere, yukarıda belirtilen noktalardan bir bakış geliştirilmiş ve Mustafa Tatçı’nın yayımlamış olduğu Yunus Emre Divanı taranmış, ayrıca gerektiği yerlerde de Risaletü’n-Nushiyye’ye müracaat edilerek birleşik fiillerin oluşmasında nasıl özgün bir katkı sergilendiği gösterilmeye çalışılmıştır. Bu noktada, anadilini kullanan her bireyin, doğal olarak bu yapıya özgün katkılarının olabileceğini dilbilimsel bir belirleme olarak söylemek gerekir. Ancak özellikle edebî bir yaratma içinde olan * Prof.Dr. Celal Bayar Üniversitesi. 443 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı sanatkârların çok yüksek bir çaba ve çok derin bir duygu- düşünce sarmalından geçerek sözlerini seçmeleri ve dile getirmeleri, onların katkılarının da bu denli özgün olmasını sağlamaktadır. Birleşik fiiller, bir dilin ifade imkânlarının somut ölçütü olduğu kadar, o dildeki coğrafî genişlemelere, kültürel, edebî ve sosyolojik gelişmelere de ışık tutan gramatikal bir araçtır. Her an dönüşen ve yenilenen dil, sahip olduğu sistemin özelliklerine bağlı olarak birleşik fiilleri de sanatkârların elinde kuvvetli bir aygıta dönüştürür. Türkçe’de birleşik fiiller, değişik etkiler ve yollarla oluşmuştur. Yayıldığı geniş coğrafya ve hem komşuluk yaptığı hem savaştığı uluslar göz önünde bulundurulduğunda Türkçenin ve karşısındaki/yanındaki dillerin karşılıklı etkileşim sonunda geniş bir alıntı-verintivarlığına sahip oldukları görülmektedir. Birleşik fiillerin özellikle bu karmaşık dil ilişkileri çerçevesinde oluştuğu düşünülürse, yazılı olarak takip edebildiğimiz Bengütaş muhitinden Uygur muhiti ve sonrasında İslam muhitine kadar pek çok çeşitlendiği ve böylece söz varlığının bu koşutlukta arttığı bilinmektedir. Türkçenin anlam bakımından, olmak, yapmak, bulunmak ifade eden fiilleri, dile yeni giren adlarla bağlanarak; bu adların hayatın ve dilin içinde yaşamalarını sağlayacak gramatikal ve semantik dönüşümler geçirmiş ve bu yolla çok sayıda birleşik fiil türemiştir. Türkçe’de birleşik fiillerin üç yolla oluştuğu bilinmektedir: Türkçe ve alınma adların yardımcı fiil haline gelmiş fiillerle birleşmesi; zarf-fiil ekleriyle genişlemiş bir fiilin yardımcı fiile bağlanmasıyla oluşması (tasvir anlatımı) ve sıfat-fiil ve isim-fiil ekleriyle kalıplaşmış adların yardımcı bir fiille bağlanması. Birleşik fiillerle ilgili olarak gramer kitaplarında pek çok bilgi yer almaktadır. Burada bu bilgiler tekrar edilmemiştir. Ancak dilin doğal akışında hem tarihî /art zamanlı, hem güncel/eş zamanlı süreçte her an olmaya devam eden bir eğilime işaret etmekle yetinilmiştir. Daha İslamiyet’in ilk yıllarında Türkçeye geçmiş Arapça ve Farsça adlarla oluşan birleşik fiillerle, her iki ögesi de Türkçe olan birleşik fiillerin kullanılışları ve bunların Yunus’un kendisini ve meramını anlatmasındaki gücü, gramatikal ve leksik açıdan oldukça kuvvetlidir. Yunus, cevlanurmak, bahr u ummana dalmak, faş itmek, nazar eylemek gibi birleşik fiillerde alınma adları Türkçenin kendi sistemi içinde yürütmüş ve bu adların anlamlarına bağlı yeni hareket ve eylem biçimleri oluşturmuştur. Bazı alınma adlarla ise son derece 444 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması özgün yapılar oluşturmuştur.” Pervaz ur- birleşik fiilinde alınma bir adın, Türkçe ur- fiiliyle ne kadar güçlü bir anlatım kazandığı “Pervaz ururlar dem-be-dem uçuban dosta gitmeğe”; “canı geç-“örneğiyle bir ruh halinin ne kadar isabetli anlatıldığı “Tutulmadı Yunus canı geçdi tamudan uçmakdan”; “ ibrete kal-“ birleşik fiiliyle bir iç eğitimin ne kadar etkili sağlandığı “İbrete kalmaz mısın ya hod anlamaz mısın”; “va’z gel-“ birleşik fiiliyle gel- fiilinin anlamının nasıl dönüştürüldüğü “ Her kim bu hali bilürken dözinden vaz gelür ” görülmektedir. Yunus, ” ur-“ fiilini yardımcı fiil olarak kullandığı birleşiklerde de hem alınma adları hem de Türkçe adları yepyeni bir hareket alanına çekmiştir.”Terkin ur-“ fiili, tam bir kararlılığın ifadesi olmaktadır Yunus’un dizelerinde: Aşık la-mekân olur dünya terkini urur/Dünya terkin uranlar didārgöregen olur. Yine ”kulak ur-“ örneğinde dinlemek fiilinin nasıl gerçekleşmesi gerektiğini belirten bilgece bir söyleyiş hâkimdir: Okına Kur’an u Ya-sin kulak urup dinleyesin/Tağca günahunyuyasın tanla seher vaktinde tur. O kendi çağında, bir taraftan kendisine ve o günün toplumuna intikal etmiş gramatikal yapıları kullanırken bir taraftan da özünün derin iç duyuşlarına ve muamma içinde kaldığı zihinsel ve düşünsel dalışlarına uygun sözleri bulmak için çabalamış, harcadığı bu çaba onu özgün hale getirmiştir. Çağdaşlarının ve kendisinden öncekilerin kullandığı et-, eyle-, kıl-, ol- fiillerini o da yardımcı fiil olarak kullanmıştır:” Şükür kıl- “Her dem yüzüm yireuramAllahuma şükür kılam;“Yol eyle-“ Kayalar kesüp yol eyler ab-ı hayat akıtmağa; ”Yas eyle-/pas eyle-“Ayruk bize yas eylemez gönlümüzü pas eylemez; “Va’deyle“Kullarına va’deylediyarınkı gün görmem didi; “Gark ol“Müşahedeye gark olan düşmeyiserdir ol eve. Yunus ayrıca, “yüz tut-“Bilse dahi gelmez dile tutdum yüzüm senden yana/Yunus sana tutdıyüzinunıtdı cümle kendözin; “gönül yık“ Kim n’iderise boyun bura çare yok gönül yıkmağa; “turu gel-“ İsrafil surınurıcak mahlûkat turıgelicek örneklerinde gündelik hayatın sıradan oluşlarını nitelikli bir hale getirmiştir kurduğu birleşik fiillerle. Bu noktada günümüzle bir eşleştirme yapılabilir: Tarihî dönemlerde asıl fiil iken dilin imkânları içinde ve ihtiyaç çerçevesinde nasıl yardımcı fiil haline gelmiş yapılar var olduysa, günümüzde de asıl fiil oldukları halde yardımcı fiil olarak kullanılmaya başlanmış yapılar vardır. Tarihî dönemlerde nasıl en yakınımızdaki dillerden aldığımız adlar ve kavramlarla yepyeni fiiller oluşturduysak, günümüzde de Batı dillerinden geçen adlar ve kavramlarla yepyeni fiiller oluşturulmaktadır. Yunus Emre’nin özgünlüğü işte bu noktada 445 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı yatmaktadır. Sözi bişürmek ve söziusıla düşürmek birleşik fiilleri, bu noktaya kadar anlatılanları en somut biçimde pekiştiren örneklerdir. Yunus, sözün pişirilerek söylenmesini istemektedir; yani olgunlaştırılarak, bekletilerek ve sabır gösterilerek. Söz ve pişkelimelerinin bu kadar kuvvetli manayı ifade edebilmeleri Yunus’un dilince mümkün olmuştur: Keleci bilen kişinün yüzini ağ ide bir söz /Sözibişirüp diyenin işini sağ ede bir söz. Sözi usıla düşürmek yapısı ise aynı anda düşünme fiiline de bir atıf yapmaktadır: Kelecilerün bişürgil yaramazun ışeşürgil/Sözün usıla düşür gildimegil çağ ide bir söz. Burada, inananlara ve kendini Tanrı yoluna adayanlara tarihî bir çağrı vardır. Dile dökülecek kelimelerin akıl süzgecinden geçmesini istemektedir Yunus ve bunun için hem” düş- “fiilini hem de ”us” adını büyük bir ustalıkla bir araya getirerek belki de yüzyıllara uzanan bir formu oluşturmuş olmaktadır. Bunlardan başka Yunus, tasvirî fiillerden farklı olarak bir zarffiille henüz bir yardımcı fiil haline gelmemiş asıl bir fiille bağlanarak oluşmuş birleşik fiilleri, kâinatı ve insanı müşahede ettiğinde, onlardaki hal, hareketi ve oluşları tavsif ederken çok ustaca kullanmıştır: aşa gel-, taşa gel-, tala gör-, olı gör- , süre tur- , ide gör-, alı gör- gibi birleşik fiillerde çok yüksek bir hareket resmi vardır. “Yunus Emre’nin Şiirlerinde Hareket İmajları ve Üslup” başlıklı bir makale yazmış olan Rıza Filizok, ondaki bu hareketi, oluşları ve fiil kullanımındaki işlekliği son derece yerinde tespit ederek şu görüşleri belirtmiştir: Yunus Emre’nin şiirlerinde bazen redif, bazen kafiye kelimesi “musammat” yahut “dörtlük” özelliğinden dolayı üç veya dört defa tekrarlanan bir yapıyı zarurî kılar. Bunun sonucu olarak redif yahut kafiye kelimesi fiil olduğunda beyit yahut dörtlüğe zarurî olarak dört yahut üç fiil girer. Bu hâlin her beyitte tekrarlanması fiil yoğunluğunun artması sonucunu doğurur. Diğer taraftan Yunus, şiirlerinde varlıkları kesret oldukları için, yani Tanrı’nın birliğine ulaşmada birer engel oldukları için uzun uzun tasvir ve tavsif etmez. Varlıkları nadir olarak sıfatlar vasıtasıyla ifade eder. İşaret sıfatları bir kıyıya bırakılırsa birçok şiirinde sıfat bulmak mümkün değildir. Yunus, varlıkları vasıflandırmaktan çok, onları hareketleriyle, harekete ait hususiyetleriyle gözlerimizin önüne serer(Filizok, Edebiyatokyanus genelağ) Bütün bu anlatılanlardan sonra şu bilgiyi aktarmak da gereklidir: Yunus Emre, yeni söyleyişler ve yeni haller içinde olduğunu bilmektedir. Ediverme nekıldugınbenümileol dil-pezir /Her dem 446 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yinişiveyilebeni yinikılur esir. Evet, Yunus her dem yeni söyleme biçimlerine kendini mahkûm etmiş gibidir. Yunus’u her bakımdan özgün kılan söyleyişleri, kendi ifadesiyle “Ne elif okudum ne cim varlığındadır kelecim mısraından da anlaşılacağı üzere, Hak’tandır. Bu yüksek ilham ve duyuş sayesinde Türkçe adları ve fiilleri çok sağlam gramatikal yapılarla örmüştür. Sonuç olarak, şunları söylemek mümkündür: Medeniyet çevresinin değişmesi, yeni medeniyete ait kelime ve kavramların dile ve kültüre girmesi çok mühim bir sosyal ve psikolojik olgudur. Dâhil olunan medeniyetin esaslarının anlaşılması, bunların fertler ve sosyal birliklere nüfuzu çok uzun zaman istemektedir. Yunus, bu medeniyetin kelime ve kavramlarını neredeyse yepyeni bir Türk duyuş ve düşüncesine dönüştürmüştür. Aynı zamanda kendi dilinin öz varlığını da yepyeni söyleyişlerle canlı hale getirmiş ve önündeki yüzyıllara taşımıştır. Kaynaklar Filizok, Rıza; Yunus Emre’nin Şiirlerinde Hareket İmajları ve Üslup, Edebiyatokyanus Genel Ağ Sayfası Gölpınarlı, Abdülbaki(2011);Yunus Emre Divan ve Risaletü’nNushiyye, Derin Yayınları, İstanbul Korkmaz, Zeynep (2007) Türkiye Türkçesi Grameri-Şekil Bilgisi, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara Tatçı, Mustafa (1990); Yunus Emre Divanı-I, İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara Tatçı, Mustafa (1990);Yunus Emre Divanı- II, Tenkitli Metin, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu Bildirileri (1995); Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara Yunus Emre Sempozyumu- Bildiriler (1991); Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 447 . Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması YAYLAGÜL, Özen (2014). “Yunus Emre’nin Kavram Dünyası”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.449-459 (http://bilgelerzirvesi.org). Özen YAYLAGÜL* YUNUS EMRE’NİN KAVRAM DÜNYASI 1 240/1241-1320/1321 yılları arasında yaşayan Yunus Emre’nin Anadolu sahasında ilk Türkçe Divan’ı tertip etmiş olduğu kabul edilir. İslâmi bir sahada yazan Yunus’un şiirlerinde tasavvufun güçlü bir etkisi vardır. Bununla birlikte İslâmiyet öncesi eski Türk inanç sisteminin izleri de göz ardı edilemez. Bu çalışmada, Yunus’un şiirleri temel alınarak Türk dilinde aynı kavram alanı içinde yer alan gönül, can, öz, kalp, yürek, ruh ve ömür kelimeleriyle karşılanan kavramlar üzerinde durulmuş ve bunlar arasındaki anlam benzerlikleri ve farklılıkları belirlenmeye çalışılmıştır. Yunus Emre’nin şiirlerinde metinsel bütünlük çoğu kez aynı kavram alanına giren kelimelerin kullanılmasıyla sağlanır. Bu kelimeler içinde özellikle ikisi ilgi çekicidir: can ve gönül. Bu iki kelimenin Yunus’un şiirlerindeki sıklık oranı oldukça yüksektir. Bunlardan can kelimesi Türk diline Farsçadan geçmiş; fakat Türkçede yeni anlamlar kazanmış bir kelimedir. Gönül kelimesi Yunus’un şiirlerinde can kelimesi ile bazı bağlamlarda örtüşmektedir. Can kelimesinin Yunus Emre’deki yaygın kullanımına karşılık XIII. yüzyıldan önceki metinlerde, söz gelimi Dîvânu Lûgati’t-Türk’te, Uygur sahası metinlerinde ve Türk Runik harfli metinlerde kullanımına rastlanmamıştır. Bu metinlerde can kelimesi yerine kullanılan asıl kelime öz’dür: Özi ança kärgäk bolmış (KT D3-4) ‘Kendisi öylece ölmüş (Özü kergek denilen bir kuşa dönüşmüş)’. Bu ilk Türk dilli metinlerde bedenin içinde var olduğuna ve ölümle bedenden ayrıldığına inanılan kavram öz kelimesiyle adlandırılmıştır. Yunus Emre’de gönül kelimesi öz kelimesinden daha sık olarak ve can kelimesine yakın bir anlamda kullanılmıştır. Can ve gönül bazı bağlamlarda birbiri yerine geçebilmektedir. Yunus Emre’de sadece can değil, gönül, akıl gibi diğer soyut kavramlar da * Doç. Dr. Ondokuz Mayıs Üniversitesi. 449 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı uçan yaratıklar olarak cisimlenir. Bunların hiç durmaksızın kanat çırpışları uçarak Allah’a ulaşmak içindir, cennete ulaşmak için değil. Cennet, müminin kuş biçiminde betimlenen canlarını yakalamak için tuzak olarak görülür.451 Can, gönül evindeki ten içinde yer alan dosttur (yaratıcıdır).452 Âşığın canı İlâhi olduğu için âşık ölüm korkusu taşımaz (YD 33: 1). Nurdan453 olan can, bedenin/tenin içindeki bir yerdedir;454 yürekle aynı bölgede yer alır. Cana düşen ateş yürek yağını eritebilir.455 Gönül de can da asıl vatanından ayrılarak yukarıdan aşağıya doğru düşer.456 Can bir kuştur.457 Can, gövdeye konuktur. Bir gün bir kuşun kafesten uçup gitmesi gibi gövdeden çıkıp gidecektir.458 Hem can hem de gönül bedende tutsaktır.459 Batı toplumunun tarihinde belki en etkili ikilik iki farklı ontolojik varlık olan zihin ve bedendir. Bu ayrım, dış veya gerçek dünyanın iç veya mental dünyadan ayrılmasını dayatır. Başka bir ifadeyle maddî ve maddî olmayanı birbirinden ayırır. Bu ayrım nesnellik ve öznellik kutuplarını yaratmış ve bir yanılsamayı büyütmüştür: ‘Ben’, ‘benim bedenim’den ayrılabilirim. René Descartes’in (1596-1650) çok bilinen ‘Düşünüyorum, o halde varım’ 451 “Gönlüm canım aklım bilim senin ile karâr eder Pervâz vururlar dembedem uçuban dosta gitmeğe ...... Uçmak dahi tuzak imiş mümin canların tutmağa.” (YD 1:2, 4) 452 Dost benim gönlüm evinde tenim içinde can imiş (YD 125: 2) 453 “Can nûrdandır nûra karışır isen Ayb eyleme sûret olursa fâni” (YD 379: 5) 454 “Tenim içinde canım ondan yana süründü” (YD 383: 1) 455 “Aşkın odu düştü cana eritti yürek yağını Kesti hevasetin kökün oda yandırdı bağını Kazdı kahır kazmasıla canda cefâ ocağını Çaldı nefsimin (boynuna) himmet eri bıçağını Rahmet suyu ile yudu gönlüm evin ap-arıca Hizmet kapısından ona sundu şükür ayağını” (YD 376: 1-3) “Ata belinden bir zaman anasına düştü gönül Hak’dan bize destûr oldu hazîneye düştü gönül Onda beni can eyledi et ü sünük kan eyledi Dört on günü diyiceğez değirtmeğe düştü gönül Yürür idim onda pinhân Hak buyruğu vermez aman Vatanımdan ayırdılar bu dünyaya düştü gönül” (YD 152: 1-3) 456 ‘Vatanımdan ayırdılar bu dünyaya düştü gönül” (YD 152: 1-3) 457 “Katreden deryâlar düzen can kuşu pâbendin üzen” (YD 365: 2) Ben emâneti ıssına vereyim ondan varayım (YD 210: 3) Uçmak dahi tuzak imiş mümin canların tutmağa.” (YD 1:2, 4) 458 İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur Bir gün (ola) çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi” (YD 388: 1, 2) 459 “Derneği dağıtan gelmiş can u gönül mahbûs olmuş” (YD 414: 5) 450 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması sözü beden üzerine zihnin ayrıcalığını teşvik eder. Ona göre, özerk bir varlıktır. Yapısalcılık sonrası felsefeci Jacques Derrida, varlık ve düşünce veya madde ve ruhun geleneksel karşıtlığının bir devamı olarak gösterileni de gösterene göre daha imtiyazlı görür. Maddî biçim, daha az maddî olana göre daima ikincil konumdadır. Yunus Emre’de ise ikilik gönül/can ve gövde üzerine kurulmuştur. gönül kelimesi yalnız insanlar için kullanılabilir. İnsanın bedeninin tamamına değil, yalnız bir parçasına verilen addır ve bu parça görülebilen bir parça değildir. Ruh da böyledir. Ruh ve beden bir ikilik yaratır. Beden görülebilen, ruh ise görülemeyen insana has unsurlardır. Ruh bedenin bir parçası mıdır? Aslında ruh bu dünyaya ait bir unsur, bu dünyanın bir parçası olarak bile görünmez. Beden gerçek, ruhsa varsayımsal bir varlıktır. Çünkü onlar öteki dünyaya aittir. Ruh insanoğlunda var olan değerlerin kaynağıdır. İkili ayrım, beden-zihin mi, beden-ruh mudur? Birinci ayrım materyal dünyayla, ikincisi materyal olmayan dünya kültürüyle ilgilidir. Yunus’un şiirlerindeki beden-can ikiliği materyal olmayan dünya kültürüyle ilgilidir ve can çoğu zaman cisimlenmiş ve kişileştirilmiştir. Ona ok batabilir460. Yunus bu anlamda metaforlara sıkça başvurur.461 Beden yalnızca canın aletidir462. Ten geçici, can ise ölümsüzdür.463 Can bir durum içine girdiğinde gönül de bundan etkilenmektedir464 Gerek canın gerekse gönlün gözü vardır. Nefsine hâkim olamayan kişinin de canı vardır; fakat bu canın gözü yoktur.465 Mutasavvıfın canı, konuşma ve dinleme becerisi olmayan bir kişiyi anlama becerisine sahiptir.466 Hak’tan yana yürümek için canda cevherin olması,467 Hakk’ı bulabilmek için can gözünü açmak468 460 “Derviş oku ırak atar hey dimeden cana batar” (YD 374: 6) “Can gözü onu gördü dil ondan haber verdi Can içinde oturmuş gönlümü Arş eyledi Bir kadeh sundu cana can içti kana kana Dolu geldi peymâne canım sarhoş eyledi Esrük oldu canımız dür döker lisânımız Ol Çalab’ımın aşkı beni derviş eyledi” (YD 362: 3-5) 462 “Can bir ulu kimsedir beden onun âletidir Her ne lokma yer isen bedenin kuvvetidir.” (YD 34: 1) 463 “Ten fânîdir can ölmez çün gitdi geri gelmez Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil” (YD 158: 2) 464 “Ey yârenler aydımazam canım neye daldığını 465 “Canım bir gözsüz can idi içi dolu sen ben idi” (YD 399: 2) 466 “Dilsizler haberin kulaksız dinleyesi Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası” (YD 382: 1) 467 “Canda gevher var ise Hak’dan yana yüründü” (YD 383: 5) 468 “Can gözünü açtın ise hakîkat bulasın Hak’ı” (YD 410: 1) 461 451 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gereklidir. Kuran’da da kalp gözü geçer. Kalp kelimesi “sadece bir vücut organı olarak değil, aynı zamanda bu cismânî merkezin ruhun merkezine geçit vermesi ve ruhun da Ruh isimli daha yüksek bir “kalbe” açılması anlamında kullanılmaktadır” (Lings 1986: 55). Türk dilinde gönül ve yürek kelimeleri de kalp yerine kullanılabilen kelimelerdir. Gönül kelimesi yerine Yakutçada yürek (>sürex) kelimesinin kullanılması kalp ve yürek kelimelerinin de can ve gönül kelimeleriyle aynı kavram alanında yer aldıklarını göstermektedir. Can yenilenebilir. Bunun şartı gönülle Allah’ın birleşmesidir. Ölümsüzlük yalnız bunlar için geçerlidir.469 Herkesin canı sonsuza kadar diri kalmayacaktır. Canın diri kalması yaratıcıyı sevme koşuluna bağlanmıştır.470 Yaratıcıyı seven kişinin canı parlaktır. Buna karşılık aşkı olmayan gönüller vîrânedir.471 Can, mutlu olabilir veya onun içinde, mecazî anlamda, ateş yanabilir.472 Hem can hem de gönül hayran kalabilir.473 Can da gönül de verilir ve yeniden alınır.474 Gönül büyük bir denizdir. Oraya Allah aşkının ateşi düştüğünde kaynar ve buradan marifetler biter.475 Allah aşkı uğruna can, saçu olarak dağıtılabilir. Can, Allah yoluna terk edilebilir476. Bu can verilerek bin can alınabilir.477 Can birden fazladır478 ve artabilir.479 Yunus’a göre 469 Ol can kaçan öliser sen ona can olasın Ölmüş gönül dirile onda ki sen olasın Ölmeklik dirlik ola ölümsüz dirlik bula Başlı gönül onula merhemi sen olasın Sen olduğun gönüller her dem canın yeniler Bunlardır ölmeyenler hâkimi sen olasın Sen olduğun makâmda ehl-i dâd olur onda Güç olmaz ol divânda sultânı sen olasın Can bedenden uçucak menzilinden göçücek Ol cihâna geçicek göze ayân olasın (Yunus Emre Divanı 261: 5) 470 “Her kim sever ise seni ebed diri kalır canı” (YD 359: 8) 471 “Aşk bir ulu nazar durur âşık canı dîdâr durur Aşkı olmayan gönüller vîrânedir şâr olmadı” (YD 386: 5) 472 “Aşk odu cûş eyledi canımı hoş eyledi Kimse söyündüremez canımda yanan odu” (YD 371: 8) 473 Can gönül hayrân kalıpdır maşûka” (YD 389: 2) 474 “Yunus kim öldürür seni veren alır yine canı” (YD 370: 13) Dil ile vasf edemezem gönlümü kim aldığını” (YD 390: 1) 475 Şâhım senin aşkın odu düştü gönül deryâsına Aceblemen kaynayuban marifetler bittiğini (YD 401: 2) 476 “Aşık mıdır ol maşûk için vermeye canı” (YD 357: 1) “Ol dost bizi verip idi var dünyayı bir gör dedi Geldim gördüm bir ârâyiş seni seven kalmaz ana.” (YD 7: 6) 477 “Her ki bu dünyadan geçer aşk kadehin dolu içer Aşka canın saçu saçar dost gülünü deren kişi Can ne imiş dost yoluna âşık onu terketmeye 452 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması can yaratıcıdan bir parçadır. İnsanın varlığı doğumla başlamaz, can ezelden beri vardır. İnsanın aslı candır. O da bu dünyadan bir gün uçup dost iline gidecektir. Gidilecek olan bu yer yukarıda yer alır. Can yaratıcıya iade edilebilir. XIII. yüzyıl öncesi Türk dilli metinlerde can kelimesi yer almazken can kelimesiyle birçok bağlamda örtüşen ve Türkçenin kendi malı olan gönül kelimesi Türk Runik harfli metinlerden beri tespit edilebilmektedir: közdä y(a)ş k(ä)ls(ä)r tida köŋ(ü)ltä sıg(ı)t k(ä)ls(ä)r y(a)nt(u)ru s(a)k(ı)nt(ı)m. (KT K 11) ‘Gözlerimden yaş gelse (geldiğinde, gelince) engel olarak, gönülden feryat gelse (geldiğinde, gelince) geri çevirerek yas tuttum.’ Buradan GÖNÜL İÇİNDEN FERYAT GELEN YERDİR metaforuna ulaşılabilir. Köŋültäki sabimin (KT K12, BK K 14) ‘Gönüldeki sözümü’ örneğinde de yine gönül, sözün bulunduğu yer olarak ortaya çıkmaktadır. Her iki kullanımda da köŋül somutlaştırılmıştır; insanın bedeninin içinde bulunan bir yeri ifade etmektedir. Köŋül kelimesinin geçtiği köŋlünçä otuz ‘gönlünce sevket’ (Tonyukuk 1. taş G15) ve könlünçe ay ‘gönlüne göre söyle’ (Tonyukuk 1. taş K32) ifadelerinde köŋül ‘insanın arzusu’ olarak açıklanabilir ki burada Arapça nefs kelimesine yaklaşır. Nefs ‘ruh, can, hayat’ anlamlarına da gelen bir kelimedir (Devellioğlu 1988: 979). XIV. yüzyılda Harezm Türkçesiyle yazılmış satır altı Kur’an çevirisinde de öz kelimesi nefs kelimesiyle karşılanabilecek biçimde kullanılmıştır. Musa hata yapan kavmine şu şekilde seslenir: Qaytıng yaratġanıngız tapa, öldürüng özleringizni (Sağol 1995: 7, 8a: 3-4) “Yaratıcınıza doğru dönün, nefsinizi öldürün.” Köŋül kelimesi, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü’nde ‘gönül, kalp, fikir, istek, tefekkür, arzu, ülkü’ (Caferoğlu 1968: 115) anlamlarıyla yer almaktadır. Hıristiyan Uygur metinlerinde ‘zihin, düşünce’ olarak karşılanmıştır: keê köŋül tegürüp ‘iyi gönül değdirip’ (U I 6, ı). Budist Uygur metinlerinden İyi ve Kötü Prens Öyküsü’nde de Tonyukuk’taki gibi insanın arzusu olarak karşılanabilir: köŋülçä Bu can ile bin can alır canın Hak’a veren kişi Canını şükrâne vere yüzün ayaklara süre” (YD 373: 1-3) 478 “Feda eyle yüz bin canı ondan bulasın Sübhân’ı” (YD 402: 7) 479 “Sabr ile benim işim nice varısar başa Şol dostumun nüvahtı canıma can bıraktı ... Yunus sever dostunu canından onun için Kişi neyi severse canın ona uyaktı” (YD 363: 4, 6) 453 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı bėrdi ‘gönlüne göre verdi’ (PP VII: 1). köŋülüg berzün köŋlin bertmäŋlär (PP VIII: 4-5) ‘(Oğlunun) arzusunu yerine getirsin. Onun gönlünü kırmayın!’ Bazı örneklerde ise, arzudan ziyade arzunun yerleştiği, çeşitli duygu ve düşüncelerle dolu bir yer anlamı vardır: köŋültäki küsüşin qanturġalı (PP XIV: 5-6) “Gönlündeki arzularını doyurmayı”, ulug ögrünçülüg köŋlin poşı bermäk asgı nomladı (PP XLVI: 5-6) “Büyük sevinçlerle dolu bir gönülle/kalple sadaka vermenin yararlarını vaaz etti.”, köŋliŋä yäk saqınçı kirdi (PP LVI: 45) “Gönlüne/kalbine şeytani bir düşünce girdi.” Son iki örnekte gönül kelimesi kalp kelimesiyle örtüşmektedir. köŋli yerinti (PP LXVIII: 5) “Gönlü/yüreği burkuldu.” örneğinde ise, yürek kelimesiyle örtüşür. Gerek Türk Runik harfli metinlerde gerekse Budist Uygur metinlerinde gönül kelimesi yer metaforu olarak karşımıza çıkmaktadır: yavlak sakınç köŋülintä yaşuru “Gönlünde kötü düşünce saklayarak” (U II 23, 12-13). GÖNÜL KÖTÜ DÜŞÜNCENIN SAKLANDIĞI YERDIR. Sivil Uygur metinlerinde köŋülüŋtä nägü iş kılayın tėsär “Gönlünde ne iş yapayım dese” (TT VII 28, 3) cümleciğinde “zihin” anlamı geçerlidir. Köŋül kelimesine DLT’de (I, 69, 89, 152, 194...) “gönül, kalp, yürek; anlayış” anlamlarıyla yer verilmiştir. DLT’de köŋüllänmäk kelimesinin anlamlarından biri de ‘çocuğun düşünmesi ve anlaması’dır (III, 408). Kuman Lehçesi Sözlüğü’nde köŋgül ‘1. gönül, kalp; 2. akıl, bilinç, ruh; 3. mizaç, huy, düşünce, niyet; 4. eğilim, zevk’ anlamlarıyla yer almıştır (Grönbech 1992: 118-119). Geç dönem Budist Uygur metinlerinden Üç İtigsizler’de köŋül kelimesi, genellikle köŋgülte veya köŋgülteki örneklerindeki gibi GÖNÜL BİR YERDİR metaforuyla yer alır. Yine bir yerde geçen köŋgül biliginde ibaresi başkalarının gönlünü bilen, başkalarının gönlünü kavrayabilen, gönül şuuru anlamlarında karşımıza çıkar.480 Kuran’ın Rylands nüshasında gönül kelimesi Arapça kalb kelimesi yerine kullanılmıştır. Fakat, kalp kelimesinin bugünkü 480 “Gönül ve gönüldeki dharmalar kesin olarak dört yardımcı –sebep vasıtası ile doğar. Yardımcı-sebebi eksik ise, doğmaz. Objesi, eğer görünen vakitte olursa, düz-arasız yardımcısebebi eksik olur. Objesi, eğer geçmiş zamanda olursa, duyu objesi adlı yardımcı-sebebi eksik olur. Bu düz-arasız yardımcı-sebep eksik olmak ile, böylece bilmeden sönme bulunur....Burada abhiprāya’sını söyleyelim: “Şöyle ki, bir anda göz organı ve şuur bir gök rengi münhasıran algıladığı vakitte, bu andaki gönül şuurunda başkalarının gönlünü bilen idrâki hâsıl ederek, bu andaki başkalarının gönlünü uygun bir şekilde kavramağa değimli ise, gönül şuuru göz ile o gök rengi hırslanmış-kavramış olduğu için, karşılığı bulunmadığından bu andaki başkalarının gönlünü bilen drâki doğurup....” (Barutcu 1998: 87). 454 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ‘Göğüs boşluğunda yer alan organ’ temel ve ‘sevgi, duygu, his’ mecazî anlamlarına karşılık gönül insanın anlaması için bir araç olarak sunulmuştur: olarqa köŋüllär, uqmazlar anıng birlä (28/52a: 3). Yine, gönül bir yer metaforu olarak görülmektedir: ol Tangrı bilür ol kim köŋgülläringiz içindä (33: 51). Clauson köŋül kelimesini ‘zihin’ ve zihnin üretimi olan ‘düşünce’ ile karşılamış; bu soyut anlamlar yanı sıra fiziksel bir ‘kalp’ anlamını da eklemiştir (1972: 731). köŋül kelimesi Radloff sözlüğünde (1960 II: 1235-1238) Hudāni köŋnidä yekin tutup! (Tar.) örneğinde görüldüğü gibi yine bir yer metaforu olarak ortaya çıkar. Yeni Uygur Türkçesi gibi bazı çağdaş Türk lehçeleri dışında can kelimesine (Kurban 1995: 57) pek rastlanmaz. Gönül kelimesi ise, çağdaş Türk lehçelerinin hemen hemen tamamında kullanılmaktadır. Altay Türkçesi Sözlüğü’nde köŋül ismi yer almazken köŋül- fiili ‘duygulanmak’ anlamıyla yer alır: cüregi köŋildi ‘kalbi yumuşadı’; köŋülip uk- ‘duygulanarak dinlemek’ (Gürsoy-Naskali ve Duranlı 1999: 122). Teleüt Ağzı Sözlüğü’nde de köŋül- ‘duygulanmak’ anlamıyla yer almıştır (Ryumina-Sırkaşeva ve Kuçigaşeva 2000: 64). Kırgız Sözlüğü’nde köŋül ‘gönül, kalp, arzu, muhabbet, dikkat, ruhî halet, keyif, maneviyat’ (Yudahin 1998: 503) anlamlarıyla yer alır. Saha Türkçesi Sözlüğü’nde Türkiye Türkçesindeki gönül kelimesi ‘duuha ve sürex’ kelimeleriyle karşılanmıştır (Vasiliev 1995: 99). Bunlardan sürex Türkiye Türkçesindeki yürek kelimesinin #y > # s ve k > h ses değişimleri sonucu almış olduğu biçimden başka bir şey değildir. Yeni Uygur Türkçesi Sözlüğü’nde köŋül ‘gönül, niyet, kalp, arzu, istek, akıl’ anlamlarıyla yer alır (Kurban 1995: 205-206). Görüldüğü gibi çağdaş Türk lehçelerinde gönül, duygu ve düşüncelerle yakından ilişkili bir kelime olarak karşımıza çıkmaktadır. Etimolojik sözlüklerde gönül (<köŋül) kelimesinin izahı yapılmamıştır. Kelime, bedenin içinde bir yer tutan; fakat bedenden ayrılıp yukarıya doğru hareket edebilen bir kavramı karşıladığından kö- ‘yükselmek’ fiilinden türemiş olabilir. Gönül kelimesi, Yunus’un şiirlerinde de sık sık yer metaforu olarak görülür; gönül evi (YD 125: 2), gönül yıkmak (YD 1: 8), vîrâne gönül (YD) gibi; can kelimesinin bu tarz kullanımı seyrektir.481 Gönül kimi zaman maddeleştirilir. Gönül paslanabilir (YD 24: 2, 5; 29: 2). Bu pası gidermek için kişinin kin ve kibri bırakması gerekir. 481 Degmeler dostu sevemez dostun sevgisi candadır (YD 65: 2). 455 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yunus Emre’de can kelimesiyle sıkı sıkıya ilişkili olan bir diğer kelime olan ömür Osmanlıca Sözlük’te (< Arapça ömr) ‘yaşama, yaşayış, hayat’ anlamlarıyla yer almıştır (Develioğlu 1988: 1018). Ömür zaman süreci içerisinde devam edip sonra geçirilir. Arkasından can denilen kuş geldiği Hazrete uçarak geri döner.482 Ömür gelip geçicidir.483 Ömür, canın içindeki candır. Ömür de can gibi cisimlenebilir; kapıdan kaçabilir, göçgüncü gibi göçebilir, ölüm şarabını içebilir.484 Sonuç olarak; gönül, can, öz, kalp, yürek, ruh ve ömür aynı kavram alanı içinde yer alan kelimelerdir. İslâm dininin Türkler arasında yayılmasından sonra dilimize girmiş olan ruh, can, kalp, ömür kelimeleri eski Türkçe’deki sırasıyla öz, gönül, yürek, yaşam kelimelerinin muadili gibi görülmekle birlikte bu kelimeler küçük anlam farklılıkları taşırlar. Yunus Emre’de ruh ve kalp kelimeleri yerine can ve gönül kelimelerinin kullanım sıklıkları göze çarpar. Her iki kelimenin de ruh ve kalp yerine kullanımları olmakla ve birçok bağlamda birbiri yerine geçebilmekle birlikte bu kelimelerin tam eş anmalı kelimeler olduğu söylenemez. Aynı kavram alanı içinde yer alan bu kelimelerden gönül sıklıkla gövde içinde ve gövdeden ayrılabilen bir yer olarak karşımıza çıkar. Can da gövdenin içindedir; fakat yer metaforu olarak kullanımı daha seyrektir. Gövdeyle bağı daha gevşektir; gövdeden daha çabuk ayrılabilir. Ömür ise, canın gövdede kalış sürecini anlatan bir kelimedir. İslâm çevresinde yazan Yunus’un kavram dünyası üzerinde eski Türk inanç sisteminin etkisi olduğu söylenebilir. 482 Sürdüm ömrümü geçirdim canım hazrete uçurdum (YD 413: 2) Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi Hele bana şöyle (gele) şol göz açıp yummuş gibi ... “Çün beni koyup gidesin varıp sinleye giresin Onda gelip söyleyesin âh nideyim ömrüm seni ... Miskîn Yunus gidisersin acep sefer edisersin Hasret ile kalısarsın âh nideyim ömrüm seni (YD 405: 6, 8) 484 Benim varım hep sen idin canım içinde can idin Hem sen bana sultân idin âh nideyim ömrüm seni ... Bari kapıdan kaçmasın göçgüncü gibi göçmesen Ölüm şarâbın içmesen âh nideyim ömrüm seni Birgün ola sensiz kalam kurda kuşa öğün olam Çürüyüben toprak olam âh nideyim ömrüm seni (YD 384: 2, 5, 6) 483 456 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kaynakça Anadol, Cemal (1993), Gönüller Sultanı Yûnus Emre, İstanbul: Kamer Yayınları. Barutcu-Özönder, F. Sema(1998), Üç İtigsizler (Giriş-MetinTercüme-Notlar-İndeks-XXX Levha), TDKY, Ankara. Caferoğlu, A., (1968), Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, TDKY, Edb. Fak. Matbaası, İstanbul. Clauson, S.G., (1972), An Etymological Dictionary of Pre-ThirteenthCentury Turkish, Oxford at The Clarendon Press. Chittick, William (2006), Tasavvuf, (çeviren: Turan Koç), İstanbul: İz Yayıncılık. Cumbur, Müjgân (1959), Yûnus Emre’nin Gönlü, Ankara. Çalık, Etem (1991), “Yûnus Emre ve Gönül”, Milli Kültür, Sayı 80, Ocak 1991, s. 80-82. Çelik, Ü., (1997), “Altay Türkçesi ile üç metin (Tuba-ÇalkanduuAltay), TDAY-Belleten, 1995, Ankara, s. 37-98. Devellioğlu, Ferit, (1988). Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara: Aydın Kitabevi. Eckmann, J. (1976), Middle Turkic Glosses of the Rylands Interlinear Koran Translation, Akadémiai Kiadó, Budapest. Espéronnier, Maryta (2007) “Makrizî ve İbn İyâs’ın Tanıklıkları Aracılığıyla Memluk Tarafına Bir Bakış”, Osmanlılar ve Ölüm Süreklilikler ve Değişimler içinde (Yayına Hazırlayan: Gilles Veinstein, çeviren: Elâ Güntekin), İstanbul: İletişim Yayınları, s. 93-118. Grönbech, K. (1992), Kuman Lehçesi Sözlüğü codex cumanicus’un Türkçe Sözlük Dizini (çeviren: Kemal Aytaç), Ankara: TDKY. Gürsoy-Naskali, Emine ve Muvaffak Duranlı (1999), Altayca-Türkçe Sözlük, Ankara: TDKY. Hamilton, J.R., (1998), İyi ve Kötü Prens Öyküsü, (Türkçe çeviri: Vedat Köken), TDKY, Ankara. Kaplan, Mehmet (1991), “Yûnus Emre’ye göre zaman-hayat ve varoluşun mânası”, Yûnus Emre ile İlgili Makalelerden 457 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Seçmeler (hazırlayanlar: Hüseyin Özbay, Mustafa Tatçı), Ankara: KBY, s. 245-266. Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lûgat-it-Türk Cilt I-II:1998, Cilt IIIIV:1989 (Çeviren: Besim Atalay), TDKY, Ankara. Kaya, Korhan (2006), Sanskrit-Türkçe Sözlük, Ankara: İmge Kitabevi. Kurban, İklil (1995), Yeni Uygur Türkçesi Sözlüğü, Ankara: TDKY. Lings, Martin (1986), Tasavvuf Nedir, İstanbul: Akabe Yayınları. Orkun, Hüseyin Namık, (1994), Eski Türk Yazıtları, TDKY, Ankara. Ögel, Baheddin (2001), Türk Mitolojisi I, İstanbul: MEBY. Radloff, W., (1987), (1960), Versuch Eines Wörterbuches der TürkDialecte (Opıt Slovarya Tyurkskix’ Nar’çıy), IV Cilt, Mouton and Co ’s- Gravenhage. Roux, Jean-Paul (1984), Türklerin ve Moğolların Eski Dini (çeviren: Aykut Kazancıgil), İstanbul: İşaret Yayınları. Röhrborn, K., (1996), Die Alttürkische Xuanzang-Biographie, Kapitel VIII, Harrassowitz Verlag-Wiesbaden. Ryumina-Sırkaşeva, L.T. ve N.A. Kuçigaşeva (2000) Teleüt Ağzı Sözlüğü çevirenler: Şükrü Halûk Akalın, Caştegin Turgunbayev), Ankara: TDKY. Sağol, Gülden, (1993-1995), An Inter-Linear Translation of the Qur'an into Khwarazm Turkish, İntroduction, Text, Glossary and Facsimile, Published at The Department of Near Eastern Languages and Civilizations, Harvard University, Part I 1993, Part II 1995. Tatçı, Mustafa, (1991), Yunus Emre Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara. Tekin, Talât (1988), Orhon Yazıtları, TDKY, Ankara. ---, (1994), Tunyukuk Yazıtı, Türk Dili Araştırmaları Dizisi-5, Simurg, Ankara. Türkçe Sözlük (1988), Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. Vasiliev, Yuriy (1995), Türkçe-Sahaca (Yakutça) Sözlük, Ankara: TDKY. Vatin, Nicolas ve Gilles Veinstein (2007a) “II. Mehmed’in Ölümü (1481)” Osmanlılar ve Ölüm - Süreklilikler ve Değişimler içinde (Yayına Hazırlayan: Gilles Veinstein, çeviren: Elâ Güntekin), İstanbul: İletişim Yayınları, s. 227-251. --- (2007b) “II. Mehmed’den I. Ahmed’e Osmanlı Padişahlarının Cenaze Törenleri (1481-1616), Osmanlılar ve Ölüm 458 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Süreklilikler ve Değişimler içinde (Yayına Hazırlayan: Gilles Veinstein, çeviren: Elâ Güntekin), İstanbul: İletişim Yayınları, s. 253-298. Wright, Leoline L (1998), Reincarnation: A Lost Chord in Modern Thought, Theosophical University Press Online Edition. Yılmaz, Muammer (1991), “Yûnus Emre’de gönül”, Milli Kültür, Sayı 80, Ocak 1991, s. 104-105. Yudahin, K.K. (1998). Kırgız Sözlüğü Cilt: I (A-J), Cilt II (K-Z), Türkçeye çeviren: Abdullah Taymas, Ankara: TDKY. Zarcone, Thierry (2007) “Tasavvufta Ölüm Deneyimi ve Ölüme Hazırlanma - Türkiye Nakşibendîleri Örneği”, Osmanlılar ve Ölüm - Süreklilikler ve Değişimler içinde (Yayına Hazırlayan: Gilles Veinstein, çeviren: Elâ Güntekin), İstanbul: İletişim Yayınları, s. 163-185 459 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İBRAGİMOVA, Ra’no (2014). “Alişir Nevai’nin Eserlerinde Bilim Kurgusal Unsurlar”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.461-467 (http://bilgelerzirvesi.org). Ra’no İBRAGİMOVA* ALİŞİR NEVAİ’NİN ESERLERİNDE BİLİM KURGUSAL UNSURLAR A lişir Nevai’nin yaşadığı dönemde robot televizyon, tablet bilgisayar, skayplar yoktu, uzaya gidilmemişti. Ama halk arzu bunları arzu etmişti, yalnızca halkın arzusu kurgu dairesinde kalmıştı. A. Nevai halk arzusunu, kendi gayelerini ifade ederken kurgusal: “düş görmek”, “aynada görmek”, “suda görmek” gibi sihirli masallara has kurgusal unsurların yanı sıra bilimsel kurgusal unsurlardan de geniş şekilde faydalanmaktadır. Bunlar: “ömrü uzatan sıvı”, su altında, 100 gün boyu içinde durulması mümkün olan “cam kutu”, “yüzen şehir”, “İskender’in aynası”, içi parlatıcı madde ile doldurulmuş “balon”, “demir adam”dır. A. Nevai’nin eserlerindeki kurgusal unsurlara has nokta: a) gerçek hayat tasviri kurgu ile bağlantılı şekilde kendini göstermektedir. b) O halk arzusunun gerçekleşmesi yolunda basamak vazifesi görmesi mümkün kurgusal hipotezleri ileri sürer. c) A. Nevai’nin eserlerindeki kurgusal unsurlar, günümüzde robot, batiskaf, su altı gemisi, yürüyen merdiven şeklinde hayata geçmiştir ve sanatsal kurgu şeklini, özellikle de Özbek kurgusunu oluşturmada temel vazifesi görmektedir. Fikrimizi A. Nevai’nin “Ferhad ve Şirin”, “Seb’a-i seyyar”, “Sedd-i İskenderî”485 destanlarında kullandığı kurgusal örnekleri tahlil etmek suretiyle tedkik ettik. A. Nevai’nin destanlarındaki a) kurgu ile gerçekliğin kendi aralarında bağlantılandığı noktada meydana gelen kurgusal örnekler: * Prof. Dr. Özbekistan İlimler Akademisi. A. Nevai’nin “Hamse”sinde yer alan destanların genel istikameti, A.Hayitmetov’un «Nevai eserlerinin metodu meselelerii», S.Erkinov’un Nevai’nin “Ferhad ve Şirin”i ve onun tahlili, A.Qayumov, S.G‘aniyeva, I.Xaqqulov ve pek çok Nevai uzmanı bilimadamının eserlerinde geniş ve ayrıntılı şekilde incelenmiştir. Nevai’nin eserlerinde kurgu mevzusu ise ilk defa Prof. Dr. A.Hayitmetov’un «Alişir Nevai ve kurgu» makalesinde ele alınmıştır. 485 461 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı kurgusal mahluklar Ye’cüc me’cüc’lere karşı İskender seddinin inşa edilmesi. Bu sedde kurgusal renklerin yanı sıra orta çağ inşaatlarına özgü karakter taşıyan özellikler mevcuttur; b) sihirli masallar, bilimsel kurguya has çizgilerin yer aldığı durumlar. c) destanda toplumsal meselelerin ele alındığı yerlerde romantik ve kurgusal renklerdan faydalanmaktadır; ç) tarihi şahıs olan karakterler muhafaza edilmek suretiyle, bunlara kurgusal özellik vermektedir; d) devleti şahsız tasavvur edememe durumu Nevai’nin görüşlerindeki ütopik tarafı teşkil etmektedir. Bu elbette, dönemin şartlarıyla izah edilebilir. Bu kapsamda gerçekliğe riayet edilmiş, ayrıca adil şah hakkındaki Nevai’nin düşünceleri romantik renklerle verilmiştir. Abartıyla verilen yerlerde masallara özgü çizgileri teşkil etmiştir. e) Ferhad’ın yetişmesine ilişkin bölümlerde kurgunun epik yönlerini kullanmaktadır. Yani, Ferhad her saat büyür, üç yaşında on yaşındaki çocuk gibi olur, yayı ikiye katlayıp, halka haline getirir v.s. Ferhad karakterinin tasviri gerçeklik zeminine sahiptir. O, bir yıl içinde Kur’an’ı ezbere bilir hale gelir, herhangi birinin bir saatte yapabileceği bir işi bir dakikada gerçekleştirir. Destanın ana kısmına gelindiğinde, masallara has kurgusal unsur peyda olur. Bu sihirli “ayna”dır. Onun sırrı arka tarafında beyan edilmiştir. Bu sırra göre, aynaya sahip olan kişi ondan kendi kısmetinde bulunan şeyleri görebilmektedir. A. Nevai “Sedd-i İskenderî” destanında da sihirli aynaya müracaat eder. İskender’e sunulan ayna insanlar arasındaki anlaşmazlıkları bertaraf eder ve hak ile haksızlığı ayırmaya yardımcı olur. A. Nevai aynanın kâşifin İskender olduğunu söylemektedir. Kitabı okuyanlar aynanın mevcut olduğuna inanç kesp ederler. Bu inancı kesinleştirmek için şair aynayı 400 âlimin birlikte yaptıklarını belirtir. A. Nevai destanlarında kurgusal unsurlar olarak “semender yağı”nı, “mühre sıvısı”nı kullanmaktadır. Bu sıvı Ferkad’ın babasına Sokrat tarafından sunulmuş olup, bunun özelliği insan ömrünü uzatabilmesidir. Destanda kurgusal sıfatla yoğrulan “kılıç” ve “yay”dan başka, tasvir edilmekte olan olayları daha da inandırıcı hale getirebilmek için “kara renk”ten de çokça faydalanmaktadır. İlginç olanı şudur ki, aynı kara rengin birkaç muhtelif çeşidi verilmektedir. A. Nevai eserlerindeki kurgusal unsurların ikinci türü bilimsel temele sahiptir. Bunların altında bilinen teknik gaye yatmaktadır ki, bu gayelerin bazıları bizim dönemimize gelindiğinde artık gerçekliğe dönüşmüş durumdadır. 462 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İşte böyle gayelerden biri “Sedd-i İskenderî” destanındaki ayna detayı ile bağlantılıdır. Nevai halkın arzu ve dileklerini tasvirlemekle kalmaz, bunlarla aktif olarak ilgilenir de. Çin hükümdarı tarafından sunulan ayna İskender’de yeni bir fikir uyandırır. O âlim ve fazılları toplayarak, “Âine-i İskenderî”yi yapar. İskender tarafından icat edilen bu ayna XX. yüzyıla gelindiğinde patenti alınan televizyonun prototipidir486. Nevai hayati ihtiyaçlar düşüncesiyle “su çıkarma”, “denizin dibindeki sırları öğrenme” gibi meseleleri kurgusal yollarla halletmiştir. Kurgu bu tür meseleleri çözümlemek yolundaki ilk adımdır. Bu konunun bir yönü. Bunun dışında, rivayetlere bakıldığında, İskender denizler konusundaki veziri Nearh ile cam pencereleri olan bir kutuda denizin dibine iner. Bu “yüzücü” aparat Aristo’nun projesine göre hazırlanmıştı.487 İskender’in camdan yapılmış bir kutu içinde suyun altına inmesiyle ilgili kurgusal unsurun Nevai’nin eserinde yer almasında yukarıda belirtilen rivayetin kaynak vazifesi görmesi mümkündür. Nevai’nin desteklediği kurgusal unsurların temelinde onun dünya biliminden haberdar olmasının yanı sıra, halkın hayalinde yer edinen kahramanlar, yani deniz altı “akılları”: su şahı, su perileri ile iletişimde olmanın ezelden beri insanların ilgisini çekmekte olması da yatmaktadır. Bunun dışında, bugünden yüz yıl önce taşlara oyulan basrölyef de korunmuş durumdadır. Bu bas-rölyefte suyun altında yatıp, suyun dibindeki havadan nefes almakta olan Suriyeli bir savaşçı tasvir edilmiştir. XIV. yüzyıl Fransız minyatüründe ise cam kutunun içine giren İskender’i görmekteyiz. Alişir Nevai’nin bu tür tarihi olgulardan haberdar olmuş olması ihtimalden uzak değildir. A. Nevai’nin “demir adam”ı kurgunun en iptidai şekli idi. Demir adam hususunda fikir yürütürken, şair onu ayrıntılı şekilde tasvir etmeye gayret etmektedir. A. Nevai kurgusal durumları tasvir ederken, sonsuz bir netliğe ulaşır. Bu durum şundan anlaşılmaktadır ki, öncelikle şairin bizzat kendisi bu durumun şahidi olmuş olan kişi nokta-i nazarından resmedilmektedir. Mesela A. Nevai Ehrimen’in yaşadığı vadiyi tasvir ederken, onun çok dehşetli olmasından dolayı kendisinin bile aklının yerinden çıkmak üzere olduğunu 486 487 Bertels, E.E. Seçme eserler: Nevai ve Cami. -М.: 1965. -С. 169. Diomidov M.N., Dimitriyev A.N., Derinliklerin fethi // Etnografya. -1972. -№ 6. -С. 6. 463 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı söylemektedir. Yahut İskender’in çölde karşılaştığı köpek sıfatlı vahşi hayvanların sayısının binlerce olduğu bizzat işittiğini yazmaktadır. Sonuç itibariyle, o kurgusal bir manzara veya kurgusal bir kahraman yaratırken, okuyucuyu bu manzara veya kahramana inandırmak amacıyla bizzat kendisi bu kasidenin hakikat olduğuna garanti verir. Neticede edebi usul A. Nevai’nin eserlerinde tasvir edilen kurgusal durum konusunda okuyucuda inanç hissini uyandırmaya hizmet eder. İkinci olarak, A. Nevai kendisinin yarattığı kurgusal duruma okuyucuyu daha da inandırmak, ona bir şekilde belgelilik rengi vermek amacıyla tasvir poetikasına muhtelif rakamları dâhil etmektedir. Mesela, Eflatun büyücülük yapmaz, söz konusu durumdan kurtuluş yolunu bilimde, kitapta arar. Bu kitapta bir kalenin kapısının hangi yolla açılacağı ayrıntılı olarak tasvir edilmiştir. Bu betimlemeye göre, yapılması gerekli olan işlerden biri yer altındaki yolu bulunca, tam on yedi adım yürüyüp durulması gerektiğidir. On yedinci adımın atıldığı yerdeki duvarın üzerinde iki adet kapatıcı plaka vardır. Bunlardan biri rüzgârı, ikincisi ise alevi engeller. İşte bu kapatıcıların açılması ile rüzgâr eser ve kızgın güneşten kavrulan ülkeye hayat geri döner. Ferkad da demir adama ulaşmak için çok ince ve dar bir patikadan geçmek zorundadır. Bu patikanın iki tarafı kayalık olup, azıcık olsun kenara yalpalanacak olsa, aşağıya düşülmesi mümkündür. Ancak sapmadan, on bir bin adım sayılarak ileriye doğru yürünecek olursa, kaleye gelinir. Kaleden 100 adım beride bir kaya olup, bu yerinden oynatılırsa, kalenin kapısı açılır. Kalenin içinde ise demir adam bulunmaktadır. Demir adamı yenmek için 100 adım ötede durup, göğsünün tam ortasına yayla ok atmak gerekmektedir. Görüyoruz ki, A. Nevai bu manzarayı tasvir ederken rakamlara çok müracaat etmektedir. Bu rakamlarda herhangi bir sır var mıdır? Yahut öylesine, tesadüfî karaktere mi sahiptir? Bu rakamlarda belli bir sır olma ihtimali bulunmakla birlikte, şairin amacı yaratılan kurgusal vaziyete okuyucuyu inandırmak olmuştur. “Titanic” gemisi A. Nevai’nin arzuladığı su altındaki şehrin çağdaş örneği olarak kabul edilir. A. Nevai tarafından sözü edilen İskender aynası malum manada uzak şehirleri, kâinattaki hadiseleri görmenin mümkün olduğu televizyona işaret etmektedir. Su çıkarma problemi de kurgusal yollarla halledilmektedir. Bu fantastik sıfata sahip olan Ferhad çapasıdır. Nevai Ferhad’ın maksadı yolundaki mücadelede onu Süheyl, Hızır ile karşılaştırıp, onun için kurgusal şartlar sağlarken, ikinci bir 464 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yönden, hiçbir işe emeksiz, toplumsal gelişme, bilim ve fennin gelişmesi olmadan ulaşmanın mümkün olmadığı fikrini vermeye gayret göstermektedir. A. Nevai destanlarında kurgudan yalnızca ilgi çekici ve okunur olması amacıyla faydalanmamaktadır. Kurgusal kahramanlar, karakterin psikolojik, olağan üstü çizgilerini belirginleştirmek, onları meşakkatli sınavlar silsilesinden geçirmek yahut müşkül durumlardan kurtarmak için zaruri olduğu hallerde ona yardıma gelmektedir. “Ferhad ve Şirin” destanındaki kurgusal motiflerin biri daha hilekâr kocakarı Yasumen karakteridir. O tam anlamıyla kurgusal bir karakter değildir. Ancak A. Nevai ona kurgusal özellikler yükler. Kocakarının hilesi o kadar büyüktür ki babanın kızını, oğulun annesini sevmesi, onun bir tek sözüyle insanın bütünüyle yok olması mümkündür. O büyücülükte Bukrat’ı bile geride bırakır. A. Nevai kocakarıyı gayri tabii sıfatların sahibi tarzında tasvir ederken, onun insani mahiyetini ve en önemlisi, Hüsrev’in çirkin dünyasını belirginleştirmeye muvaffak olur. A. Nevai işte bu tarzda ve bu sebeple destanının bedii yapısına bilimsel olmayan kurgusal unsurları da dâhil eder. Bu itibarla, kurgusal motifleri realist yolla ispatlamak A. Nevai’nin edebi üslubunun kendine özgü yönlerinden birini teşkil etmektedir. Kurgusal motifleri tasvir etmekteki A. Nevai’nin edebi üslubuna özgü başka bir özellik daha şudur ki, onun eserlerinde yer alan kurgusal unsurların temelinde objektif gerçekliğin birtakım çizgileri yatmaktadır. Bu nelerde görünmektedir? İskender Mağrib’i zapt edince, kendi Vatanı olan Rum’a Kirvan ülkesi yoluyla döner. Kirvan ahalisinin durumunun oldukça kötü vaziyette olduğunu görür. Bunun sebebi, Kirvanlıların dağda ikamet eden Ye’cüc me’cüclerin baskısına maruz kalmasıydı. Ye’cüc me’cücler yılda iki defa bu ülkeye hücum düzenler, ahaliye katliam uygular, onların evlerini barklarının tarumar eder, kendilerini de yerlermiş. Bilindiği üzere, tarihte Ye’cüc me’cüc veya buna yakın herhangi bir mevcudat olmuş değildir. Her ne kadar “Ye’cüc me’cüc” tabiri mevcut olmuş ise de, bu aslında A. Nevai’nin kalemine ait kurgusal bir karakterdir. Burada şunu da vurgulamak lazımdır ki, A. Nevai’nin yarattığı söz konusu timsal Özbek edebiyatında bilim kurgu karakter yaratma konusundaki ilk girişimlerden biriydi. A. Nevai felaket getiren kişileri Ye’cüc me’cücle kıyaslar. Destandaki karınca şeklindeki mahlûkların kurgusal karakteri de dikkate değerdir. Pek çok deniz ve şehirleri zapt eden İskender 465 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mağrib’e doğru yol alırken bir çölden geçer. Çölde ite benzer, ancak karınca şekilli dehşet verici hayvanlar görür. İskender oralı insanlara buranın ikliminin durumunu sorar. Bunun üzerine bir kişi ona çölün öbür tarafında vahşi insanların yaşadığını, onların arada sırada gelip, hücum ederek ahaliye eziyet ettiğini; bu vahşi insanların on gün boyu aralıksız olarak uyuduklarını, on gün boyu ise uyanık kaldıklarını, onları karınca şekilli hayvanların koruduğunu anlatır. Vahşiler memleketinin öte sınırında iki büyük dağ olup, bunlardan biri kızıl altından, ikincisi ise gümüştenmiş. Ama o tarafa vahşi insanlar yüzünden geçilmesi mümkün değilmiş, onlar hiç kimseyi buraya yaklaştırmazlarmış. A. Nevai bu mahlukların kurgusal karakterini yaratırken, onlarda muhtelif vahşi hayvanlara ait yönler görür ve ayrıca işte bu hayvanlara özgü alametleri bir noktada toplayarak, karıncaya benzer mahlukların kurgusal portresini çizer. “Sedd-i İskenderî” destanında kullanılan kurgusal motiflerden biri de Keşmir olayı ile bağlantılıdır. Keşmir şahı Mallu İskender’e boyun eğmekten kaçınmış, kendisinin demir kapılı, gayet korunaklı kalesine kapanır. O kalenin etrafındaki havayı sihir yardımıyla “çalıp”, onu cezireme vilayetine dönüştürür. Nefes almanın zorlaşması sebebiyle İskender’in orduları kaleye yaklaşma imkânından da mahrum kalırlar. İskender Keşmir şahını yenme yollarını arayıp, âlimlerle istişare eder. Onlar ilim ve hikmetin bu konuda yardıma geleceğinin mukadder olduğunu söylerler. Onların teklifi ile içine patlayıcı ve yanıcı maddeler konulmuş bir balon yapılır. Balona yerleştirilen fitillerin yakılması ve ardından bunların düşmanın kalesine atılması ile engeller bozulur ve Keşmir şahının sihri berbat olur. A. Nevai eserlerinde dev, ejderha gibi halk masalları için geleneksel özellik taşıyan kurgusal unsurlarla bir arada günümüzün bilim kurgu edebiyatının önemli motifleri ve görüntüler de geniş yer almaktadır. Bu destanların bedii yapısındaki yukarıda sözü edilen cihetler, kuşkusuz ki, kurgu ile doğrudan bağlantılıdır. A. Nevai’nin “Seb’a-i seyyar” destanındaki kurgusal bir tasvir olan hünerli usta Zeyd Zehhab’ın padişah için yaptığı muhteşem altın tahtın tasviri A. Nevai eserlerindeki kurgusal yönlerin köklü örneklerinden biridir. - …Taht yapısı itibariyle 8 kenarlı olup, şahın oturacağı yer, yeryüzü kadar genişti. Tahtın köşelerinde sekiz adet minaresi olup, bunların dört tanesi yüksekte ve dört tanesi alçakta idi. Alçaktaki minarelerinde konuşma öğretilmiş dört tane papağan ve yüksekteki minarelerinde dört adet tavus kuşu dururdu. Tahtın etrafı mücevherler 466 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ile bezenmiş olup, altın merdiveni de sekiz basamaklıydı. Kuyumcu tahtı öylesine bir sanatla yapmıştı ki, eğer Cemşid mertebeli şah bu tahta çıkacak olursa, basamakları onun adımını koyması için alçalır, birbirinin üzerine yatardı. Şah bu sekiz basamağın hepsine basıp geçerek, kendi tahtına oturduğunda, basamaklar yine yükseğe kalkardı. Şah oturduğunda dört tane papağan birden dile gelirdi. Tahtın ayakları sekiz adet sütundan ibaret olup, adeta taht sekiz kat gökyüzünün üzerinde durur gibiydi. Şah hangi tarafa bakarak oturmak isterse, küçük bir işaretle taht o tarafa doğru dönerdi. Tahtın dönmesi için hiç kimsenin zahmet etmesi şart değildi. Görüyoruz ki, bugünün yürüyen merdivenleri, yerinizden kımıldamadan yönettiğiniz uzaktan kumandalar gibi reel olguların kurgusal varyantını A. Nevai oldukça eskiden hayata geçirmişti. A. Nevai’nin destanlarına doğrudan doğruya halk masalları ve rivayetlerden giren unsurlardan dev, ejderha, Ehrimen gibi şeyler masal türünün ölçütlerine sadık kalır ve kendisinde masal poetikası için karakterli hususiyetleri barındırır. Bilimsel altyapıya sahip olan kurgusal motifler, bunlar her ne kadar masalsı bedii kıyafette şekillenseler bile, fen ve teknolojinin bugünkü başarıları ile belli oranda uyum sağlamaktadır. Demek ki, kurgusal motifler, yukarıda kaydedildiği üzere, Özbek kurgusu, özellikle de bilim kurgu edebiyatının meydana gelmesi ve gelişmesi için önemli kaynaklardan biri olarak belli bir ehemmiyete sahiptir. 467 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması AĞAVERDİ, Halil (2014). “Mahmut Kaşgarlı’nın Türk Halk Edebiyatını Öğrenme Yönetmleri”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.469-476 (http://bilgelerzirvesi.org). Ağaverdi HALİL* MAHMUT KAŞGARLI’NIN TÜRK HALK EDEBIYATINI ÖĞRENME YÖNTEMLERİ T ürkoloji dilçiliğin temel eseri sayılan “Kitab-ı Divan-ıLügat-ıt-Türk”, kendinde 8 gramer kitabını, ikidilli (Türkçe Arapça) açıklamalı lügat, tarihi etnografik, coğrafi kulturuloji enformasiyaların en zengin arsenalını birleştirmekle birlikte, hem de eski Türk edebiyatının sözlü ve yazılı örneklerinin toplandığı fundamental bir antolojidir. Türk etnik medeni sisteminin tüm katlarına nüfus edebilen eski dünyanın büyük tefekkür sahibi M. Kaşgarlı yükselmekte ve kendi geçmiş superetnos statusunu restore etmekte olan, bahusus, İslam dünyasında harbi siyasi hâkimiyetin gerçek sahibi gibi bu halkı layık olduğu seviyede takdim etmek için aslında kaydettiklerimizle birlikte Türk’ün milli ideolojisinin program belgelerini hazırlamıştı. M. Kaşgarlı lügati struktur alfabe prensipi esasında leksikoloji vahitlerin nutuk hisselerine göre bölgüsünü (isimler ve fiiller), kelimelerin hece ölçüsünü de öngörmekle düzenlemiş. V. V. Bartold lügatta toplanmış çok saylı tarihi ve coğrafi bilgilerin Kaşgarlı`nın kendi seleflerinin eserlerinden götürdüğünü ihtimal etmiştir. Lügatin düzenlenmesi zamanı M. Kaşgarlı Arap dilçilik ekolunun geleneğinden imtina ettiğini ve Halil gibi kelimeleri işlek (muste’mel) ve işlek olmayan ( muhmel) kısımlara bölmeğin işi ağırlaştırdığını kaydederek, orijinal bir sistem takdim ediyor.Bununla o hem de türkçenin hiç bir şeyde arapçadan geri kalmadığını da aydınlaştırıyor. 1) boy mensubiyeti gösterilmekle leksika ( dil ve dialekt meseleleri); 2) Türk boylarının yerleşmesi hakkında bilgiler (demografik durum, etnik areal ve regional lokalizasiya meseleleri); 3) Türk dillerinin tasnifi ( mukayeseli yöntem); 4) Türk tarihi grameri hakkında bilgiler (tarihi mukayeseli yöntem); * Doç.Dr. Bakü, Azerbaycan. 469 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 5) Türklerin tarihi,coğrafyası,etnografyası hakkında bilgiler; 6) en eski Türk haritası; 7) Türk halk tababeti hakkında bilgiler; 8) Türk edebiyatından örnekler (folklor ve yazılı edebiyat numuneleri,lirik ve epik metinler). Abidede eski Türkçe 764 mısra şiir (ikilikler ve dörtlükler), 300 deyim (ata sözleri, darb-ı mesel, mesel, temsilcik, hikmet (aforizm), o sıradan 10 alkış ve kargış metni) M. Kaşgarlı tarafından yazıya geçmiş, lugatta kelimelere illüstrasyon olarak verilmiştir. K. Mahmut`un ilmi faaliyeti üzerinde izlenimlerden belli oluyor ki, onun halk edebiyatı örnekleri üzerinde yaptığı çalışmalar ilmi prensiplere uyğundur. Bunları aşağıdakı şekilde belirliye biliriz: 1. Folklor materyalının derlenmesi. 2. Informatorun işaretlenmesi. 3. Metinlerin janr nominasiyonu. 4. Diyalekt özelliklerinin korunması. 5. Variyantların korunması. 6. Metinlerin kıyaslaması. 7. Metinlerin tahlili. 1) Nominatif tahlil. 2) Fonksiyonel tahlil. 3) Situatif tahlil. Halk Edebiyatı Örneklerinin Derlenmesi. M. Kaşgarlı kendinin kaydettiği gibi, folklor materyalını toplayıp ve yazıya almıştır. Yalnızca bu hizmeti ile o, Türk folklorşinaslığının banisi sayıla bilir. Enformatorun İşaretlenmesi. M. Kaşgarlı bazı zaruri makamlarda (enformasyon stratejik önem taşıdıkta) enformatoru devrin tarihi ananevi prensiplerine uygun olarak dakik kaydetmiş. Örneğin, o, Uygur ülkesinde Mkedonya`lı İsgender`in (metinde Zülgerneyin, e.ö. IV asır) emri ile şehirler salınması ile bağlı efsanenin enformatorunu böyle taktim edip “Nizamettin İsrafil Tugan Tekin ibn Muhammed Çagır Tunga han kendi babasından duyduklarını bana söyledi” ( 1, c.I, 111-112; ). “Kur’an-ı Kerim”den, Buhara imamlarından vb. alınan enformasyonların da kaynakçası katdediliyor. M. Kaşgarlı devrin ilmi prensiplerine cidden riayet etmiştir. Diğer taraftan M. Kaşgarlı`nın kendi bir söyleyici gibi araştırıla biler. Kuşkusuz ki kelimeleri açıklarken M. Kaşgarlı hafızasında olan halk deyimlerinden de kullanmış. Ama bu zaman ananevinin kendidir ve aynı zamanda 470 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ferttir, müelliftir” (3). Başka deyimle malum söyleyicilerden biri de M. Kaşgarlı`dır. O kendini”Ben Mahmut Hüseyin oğlu, Hüseyin Muhammed oğlu” yazarak takdim ediyor. Mahmut Kaşgarlı`nın yazıya aldığı ve “söylediği” metinler çiğunluk itibarı ile Türk halklarının sözlü hafızasında günümüze kadar korunup kalmıştır. Yani bu metinlerin folklor olup olmaması problemi yoktur. Metinlerin bazılarının iki ve daha fazla seçenek olması ve farklı Türk dillerinde kayda alınması onların bazılarının toplama materyalı olduğunu onaylıyor. Metinlerin Türünün Belirlenmesi. M. Kaşgarlı leksik vahitlerin sentaksis konstruksiyada gramer ve fonksiyonel semantik imkânlarını aydınlaştırmak için illustrasyon olarak getirdiği örnekleri isimsiz bırakmıştır. O, muvafık dörtlük,parça, beyit, söz, sav, hikmet, ata sözleri, efsane, rivayet, hikâye, ofsun, deneme vb. terminleri kullanmıştır. Aslında, M. Kaşgarlı folklor metinlerini janr spesifikasına göre farklandırılmıştır: a)Türk hikmeti: Kiming bile kaş bolsa yaşın yagmas ( 1, c. III, 22). (Kimin parmağında kaşlı yüzük olsa, onu yıldırım vurmaz). b)ata sözleri: Taz keliki börçige (1, c. I, 26). (Kelin geleceği yer şapkaçı dükkanıdır). c)söz: Keyik keliki bolsa, okta (1, c. I, 26) (Geyik gelse, okla), ç)sav: Erdem başı til ( 1, c. I, 107). (Edebin başı dildir). d)Ofsun. Isrık ısrıkı. Çocukların perilerin göz değmesine karşı ofsunlamak için çare edildiği zaman söylenir. Çocuğun üzerine duman üfleyerek “ısrık ısrık” deniliyor. “Ey peri, ısırılmış olasın” demektir (1, c. I, 99) vb. “Divan”da kullanılan bu tupli numunelerden bazılarını M. Kaşgarlı “sav” kullanacağını önceden birdirdiği bir kaç makamda ise, genellikle, hiç bir numune getirilmeyip. Örneğin, “komşuy” kelimesine verilecek illustrasyon yerinde yoktur. Bazı numunelerin yerinin boş bırakılması A.N.Kononov`un bize ulaşan nüshanın M. Kaşgarlı`nın “ müsvedde” nushası olduğu mulahazasını kanıtlıyor. M. 471 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kaşgarlı önce eserin ilmi hissesini yazmış ve gerektikce bazı yaprakları değişip onları düzeltmiş, örnekler vermiş vb. M. Kaşgarlı yır, koşuk, sagu, ötkü, söz,sav,ata sözleri,öğüt vb. gibi eski Türk folklor terminleri ile yanaşı, Arapça edebi terminlerinden hikmet, nasihat, recez, seci, nesir, hikâye, rivayet, beyit, kıssa vb.kullanmıştır. M. Kaşgarlı`nın yazıya geçirdiği Türk halk deyimleri içerisinde metin materyalının kemiyetine göre savlar üstünlük teşkil ediyor. “Sav” terimini M. Kaşgarlı geniş biçimde açıklıyor: 1) sav-ata sözleri, darb-ı mesel; 2) sav- kıssa, tarihi şeyler; 3) sav- hikâye; 4) sav-mektup, risale; 5)sav- söz; 6) sav- haberler, bilgiler; Elçiye savcı deniliyor.Savcı onun sözünü buna, bunun sözünü ona götürüyor. Bilge eren savların alğıl öğüt. (Bilge yiğit nasihatlarından öğüt al), Ezgü savıg ezlese özge siner. (Güzel söz etkilerse kalbe uyar). ( 1, c. III, 154-155). “Divan”da takdim edilmiş savlar üzerinde gözlemde anlaşılıyor ki, aslında bu termin altında ata sözleri janrını ata sözleri, darb-ı mesel, mesel, temsilcilik, kelam (vecize) gibi şekilleri birleşmiştir. “Söz”-“kalıplaşmamış” deyimlerdir. “Hikmet” ise daha çok “deneme`ğe uygun geliyor. Savlar kalıplaşmış deyim vahitleridir. Onlar dilin semiotik sisteminde özel avtonom statusları ile mikrosemiotik sistem teşkil ediyorlar. Kommunikativ sferaya-aktif nutuğa koşulma prosesinde onların bazı spesifik alametleri gözlemleniyor. Gramer yönden bitgin, motivlenme tipine göre karakterli poetik (sentaksiz) strukturuna göre kononik kalıplarda yapılan ata sözleri ekspressifnutuk aktına “özel köprü” talep etmeden birleşiyor. Ama meseller ise hükmen “mesel var, diyorlar”, “böyle bir mesel var” vb. buna uygun alaka elementin (communication unit) talep ediyor. Eski türkçede böyle bir vahit “savda mundağ gelir”dir ( ata sözünde böyle gelir) (1, c. III, 154). Burada ata sözleri resim yok, janr manasındadır. “Uzağı bilge ança aymış”-“geçmiş zaman bilgini böyle söylemiştir” (1, c. I, 88) elementi ise özdeyişi ( kelamı ) işaretliyor. 472 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Diyalekt Özelliklerinin Korunması. Kaşgarlı bu prensipi ciddi biçimde beklemiştir. Onun için çeşitli boylardan topladığı materyalı XI. yüzyıl edebi dilinde (Türküde) veyahut kendinin kaydettiği gibi “Hakaniyye Türkçe’sinde” vermek hiçbir zorluklar türetmiyordu.Ama o, bu yolla gitmemiş, her boydan veyahut yöresel folklor arealından aldığı materyalı aynı arazinin dil spesifikası ve folklor variativliğini saklamakla dilin ve folklorun öğrenilmesi için daha vacip bir hizmet göstermiştir. Aynı devrin diyalekt hususiyetleri hakkında bizim filolojide ilmi tasavvur yarata bilecek bir eser yoktur. Arap alfabesine ulaşan metinler Türk dilinin fonetik sistemini tam ihtiva edemediğinden ciddi argument ola bilmek fonksiyonunu taşıyamıyorlar. Kaşgarlı Mahmut`un “Divan”ı yegane ilmi eserdir ki, aynı devrin Türk dili ve diyalektleri fonetik,leksik ve morfoloji seviyelerde tüm spesifik yönleri ile karakterize olunmuştur. Aslında, DLT`nin “Türkçenin grameri” kitabı DLT`nin – “Eski Türk edebiyatı” kitabının anahtarıdır. XI yüzyılın türkçesinde ve diyalektlerinde onun linguistik şifreleri ile şifrelenmiş metinlerin deşifrelenmesi M. Kaşgarlı`nın “Gramer`inden ve “Diyalektoloji”sinden geçiyor. M. Kaşgarlı diyalektin fonetik spesifikasından konuşurken “yumuşak gaf” harfini özellikle kaydediyor.Bu metinlerde net okunuşunun belirlenmesi zor olan “g” sesidir. Bu hakta E.Demirçizade (“Azerbeycan edebi dili tarihi”) ve A.Ahundov (“Azerbeycan dilinin fonetiği”) kısmen bahsetmişler. “G” fonemi esasen oğuz ekibi dillerinde kullanılıyor. M. Kaşgarlı`nın takdim ettiği diyalekt spesifikasının bir kısmı Türkiye yayımlarında kaybedilmiştir. Folklor örneklerinin leksikolojik seviyede diyalekt alameti, muvafık olarak folklorun yöresel ve lokal üyelenmesi veyahut folklor versiyon DLT metinlerinde zengin metryal veriyor. Örneğin, “Awçı kaç al bilse, azıg ança yol bilir” deyiminde kullanılan “al” diğer bir deyimde “tef” ile karşılanmıştır vb. Variativliğin Korunması. M. Kaşgarlı aynı invariant formulda, aynı kalıpta ve benzer semantik strukturda ifade olunmuş metinleri de yazıya geçirmiştir. Bu tipli metinlerde fark yanlız formal poetik strukturda, yöresel terminolojide, linguistik metin seviyesindedir. Bu tipli vahitler zıt çiftlikler modelinde semantik struktur spesifikasını daha kabarık biçimde gösteriyor. Örneğin: 473 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Alın arslan tutar Küçin sıçgan tutmas (1, c.III, 412; ) Bu deyim “büyük küçük” paremioloji çiftliğinde ifade olunuyor. Burada deskriptivin önceki tarafı sabit kalmakla ikinci tarafı “köskük”e, “oyuğ”a varyasyon olunuyor veyahut semantik paradigma vahitlerine uzuvlanıyor ( 1, c. II, 289). Veyahut: a)Ewek evqe teqmes (1,c.II,19;). b)Ersek erqe teqmes (1,c.I, 104;). c)Ewek sinqek sütqe tüşür (1,c.II,13;). a)Acele eden eve yetişmez. b)Fahişe kocaya varmaz. c)Acele eden sinek süde düşer. Bu metinlerde “acele etmek yetişmek” zıt ciftlerinde işaretlenmiş (3) mantıki semantik enformasyon bir invariant formulunda birleşiyor. Metinlerin Kıyaslaması. M. Kaşgarlı aynı enformasyon değişik örnek-işaretlerde kıyaslıyor. O, ya iki deyim, ya bir deyim, bir şiir örneği, yada Türkçe metinlerle Arap folklorundan ve daha çok “Kur’an-ı Kerim”den getirdiği ayetleri pararelleştiriyor. Örneğin: 1.Türkçe’de: Tilin teqriqi teqir (1,c.I,429). (Dil ile sofraya yetişirler). 2.Arapçada: “Erkek dilinin altından gizlidir” demektir (1,c.I,429). M. Kaşgarlı bu tipli çoksaylı kıyaslamalar yapmıştır (1,c.I,97,107,410,439,457,438, vb.). Bu metinlerin Arapça’ya aktarması da farklı şekilde yapılmıştır. Adeta M. Kaşgarlı böyle makamda yazıyor: “Bu arapların bu kelimesi gibidir”. Veyahut “Emgek ekinde qalmas” deyiminde olduğu gibi “bu sav yüce Tanrının bu kelimesine benzer”-şeklinde takdim ediyor. Bu parçada da gelmiştir. Aydı anınq uzu, Emgek telim ızu. Yumşar qatığ özü, Könqlüm sanqa yükrük. (Söyledi onun hayali, 474 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Zahmete çok katlandım. Yumşalar sert dağlar, Gönlüm sana taraf koşar) (1,c.I,110). Kurandan metinlere uygun olarak fazla sitatlar getirilmiştir (1,c.I,63,104,110 vb. ve i.). Besim Atalay Arapça’dan getirilen sitatların, örneklerin, kelamların çoğunluğunu aktarmayıp. Metinlerin Tahlili. M. Kaşgarlı Türkçe metinleri arapçaya aktarmış,orijinal metni ise türkçede saklamış. Aktarmadan ekleyerek o metinleri açıklamış.Bu açıklamalar çok halde somut ve portatif tahlil numunesi sayıla bilir. M. Kaşgarlı`nın açıklaması kendinde bir kaç tahlil yönünü birleştiriyor: 1) Nominatif Tahlil. Kaşgarlı`nın metinlerin janr nominasiyası belirlenmesi buna uygundur. 2) Fonksiyonel Tahlil. Kaşgarlı`nın örnekleri fonksiyonel bakımdan takdim etmesi buna ait ola bilir.Örneğin: “Sögüt sülünge Qazınc qasınqa” deyiminin anlamı geçtiğini, arkaikleştiğini, başka kelimeyle fonksiyonel değerini kaybettiğini kaydediyor. 3) Situatif Tahlil. M. Kaşgarlı edebi metinlerin gerçekliğin belirli bir situasiyasını “insan insan”, “insan gerçeklik” davranışları kontekstinde işaretlendiğini bilmiştir. Örneğin, o, zookontekstinde verilmiş enformasyonu etnokontekste geçirerek açıklıyor: “Yılan kendü egrisin bilmes, Tevi boynın egri ter. (Yılan kendi eğrisini bilmez, Deve boynuna eğri değer). Bu sav kendinde olan bir şeyle başkasını kınayan kimse için söyleniyor” (1,c.aI,127). M. Kaşgarlı`da tahlil numuneleri (açıklamalar) çok zengindir ve bir çok hallerde o metnin kendinden gelen enformasyonu üsteliyor. Onun için de gelecek yayımlarda metinler 4 sütunlu ölçekte verilmelidir; öncekinde eski Türkçe metni, ikincide M. Kaşgarlı`nın aktarması, üçüncüde M. Kaşgarlı`nın açıklaması, dördüncüde ise eski metnin çağdaş dile uygunlaştırılmış şekli. Bazen M. Kaşgarlı semantik paradigma sırasının sonuncu basamağa enmiş uzak ve aktif olmayan bu kontekste aydınlaştırmış, bazen ise örneği çok dar ve somut çevreye getirmiştir. Örneğin: 475 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “Qız birle küreşme Qısraq birle yarışma” Örneğini böyle açıklıyor. “Bu hakanlardan (Garahaniler nazarda tutuluyor-A.X.) bir kızın gerdek gecesi Sultan Mesud`u ayağıyla dokunarak topladığı için hakanlıların Sultan Mesut hakkında söyledikleri savdır” (1, c.I, 474). M. Kaşgarlı çok guman ki,bu örneği Kaşgar`dan toplamış ve söylenenlerin açıklamasını da olduğu gibi saklamış. Ama doğaldır ki,bu tipli deyimler yalnızca kalıplaşmış semantik strukturuna, diskriptiv karakterine göre değil, hem de pragmatik metin fonksiyonuna ve komunikatif sferasına göre evrensel tiplidir;onun işlenme arealı etnolinguistik ve folklor arealına beraberdir. Deyimler üzerinde bu tipli yorumlar halk etimolojisinden kaynaklanıyor ve ondan o yana geçmiyor. M. Kaşgarlı`nın metni situasiyaya göre açıklaması oldukca enteresan meseledir. Çünkü bu tipli açıklamalarmetnin işarevi tabiatının doğru kıymetlendirilmesi ile mümkündür. Görünüyor ki, M. Kaşgarlı adekvatlık problemi ile yüzleştiyinden Türkçe metni Arapça tam aydınlığı ile vermek için optimal yollar aramıştır. M. Kaşgarlı`nın metne yanaşma usulü oldukca müterakkidir. Çünkü bu tipli tahlillerde önce şeyler arasındaki davranışların biçimleri belirleniyor. Kaşgarlı sadece örnekleri davranışlar zemininde aydınlaştırmıştır. Bunun için o, metni işaret enformasyon gibi almıştır. Kaynakça 1.Kaşkarlı Mahmut. Divanü Lugat it Türk (Besim Atalayın tercümesi) İstanbul, 1992. 2.Halil A. Mahmud Kaşqarlının Türk Dillerinin Divanı Kitabında Edebi Metinler. Bakı, 2001. 3.Halil A. Eski Türk Savlarının Semiotikası. Bakı, 2006. 476 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması RİFOVNA, Abdullina Gulfira (2014). “Kaşgarlı Mahmut ve Başkurt Dili”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.479-481 (http://bilgelerzirvesi.org). Abdullina Gulfira RİFOVNA KAŞGARLI MAHMUT VE BAŞKURT DİLİ B üyük sözlük yazarı ve bilim adamı Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügat-ül Türk” (1072-1074) aslı sözlüğünü, bir ölçüde, Türk dillerinin ve bunun yanı sıra Başkurt dilinin ilk konuşma-çeviri sözlüğü olarak düşünmek mümkündür. Arapça olarak ayrıntılı bir sözlüğün oluşturulma gerekliliği, şüphesiz ki, X-XI. Yüzyıllarda İslam dünyasında Türk halklarının artan etkisiyle ilişkilidir. Mahmut’un sözlükbilimsel yayını, “Türk Dilleri Sözlüğü” anlamına gelen “Divan-ı Lügat-ül Türk” adlı eseri, Türk boylarında kullanılan yaklaşık 9 bin kelime ve deyimi içeren XI. Yüzyılın eşsiz bir ansiklopedisidir. Sözlükte, akrabalık, askerlik, hayvancılık, astronomi terimleri ve bunun yanı sıra etnik grupların isimleri, somatikler, bitki isimleri, yer isimleri, metallerin, minerallerin, mutfak işlerinin, çeşitli oyunların, yarışmaların, ev eşyalarının, mutfak eşyalarının, yemeklerin, aletlerin, uzunluk, ağrılık ölçülerinin, para birimlerinin, milli takvim, giysi ve diğerlerinin isimleri verilmiştir. Bu eser, Arapça sözlükbiliminin en iyi gelenekleri içinde yazılmıştır. İçeriğinin mükemmelliği, genişliği ve içeriği ile zamanının eşsiz bir Türk hazinesidir. Ve yazarın kendi sözleriyle, “bu kitabın dünyada bir eşi daha yoktur”. Sözlüğün ilk olarak Türkçeye, daha sonra da birkaç Türkçe’ye ve Rusça’ya tercüme edilmiş olması ilgi çekicidir. Bu durum, eserin popülerliğinin ve değerinin sadece Türk dünyası ile sınırlı olmadığını, bunun sınırlarını aştığını göstermektedir. Kaşgarlı Mahmut’un sözlüğündeki birçok bilgi, bilinen Eski Türk Sözlüğündekinden (Leningrad, 1969) daha azını yansıtmamaktadır. “Divan-ı Lügat-üt Türk” sözlüğünde, doğrudan Başkurtlara, onların yaşadıkları yerlere, dillerine ilişkin önemli bilgiler Prof.Dr. Başkurtistan Cumhuriyeti, Rusya. 479 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı vermektedir. K. Mahmut’un teyidine göre, Başkurtlar, yirmi Türk boyundan biridir. Başkurtların yaşadıkları yer, Güney Ural ve Trans Uraldır. Türk dillerini sınıflandırma sırasında, araştırmacı, onların genel çizgilerinden yola çıkmaktadır. K. Mahmut, Başkurt diline ilişkin bilgileri, diğer Türk dilleriyle bağlantılı olarak vermiştir. Yazar, “Kırgızlar, Kıpçaklar, Oğuzlar, Tuhsiler, Yağma, Siğiller, Uğrak, Saruk da Türkçe ve kendi dillerinde konuşurlar. Yamakların ve Başkurtların dili birbirine benzemektedir” demektedir (yukarıdaki sözlüğün 66. Sayfası). K. Mahmut daha sonra, sözlük için seçilen temel kelimenin, tüm Türk boyları için genel olduğunu; farkın sadece fonetik şekilde olduğunu belirtmektedir. Farklılıkların, bazı dönem değişikliklerinin ayrıntılı bir analizi verilmiştir. Belirtilen sözlükte, Başkurt dilinin kelime birimlerinin münferiden ele alınmadığını belirtmek gereklidir. Yine de, o zaman mevcut olan Türk dilleri ve çağdaş Başkurt dili arasında paralellikler olabilir. Kaşgarlı Mahmut’un Sözlüğünde Kat (Yamak, Kıpçak, Oğuz) – Yemeş Yabagulak (Yamak) Talak (Kıpçak) İlik (Oğuz) Bal (Kıpçak, Oğuz, Suvar) Balçik (Oğuz) Bayram (Oğuz) Aksakal (Oğuz) Çağdaş Başkurt Dilinde Oskat, karagat Yabalak Talak Yelek Bal Balsık Bayram Akhakal Görüldüğü gibi, Başkurt dilindeki veri belirteçleri, şu anda da değerlerini yitirmemiştir ve aktif olarak kullanılmaktadır. Kaşgarlı Mahmut’un sözlüğünde belirtilen sözcükler ve çağdaş Başkurt dilinin kelime fonundan alınan birçok kelime ve ibare arasındaki paralelliklerin verilmesi sırasında, bir ölçüde, Başkurt dilinin sözcük yapısının istikrarını, semantik nüansların ve fonetik varyantların çeşitliliğini belirlemek mümkündür. 480 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Analiz, sözlükte verilen kelimelerin semantiğinin, maddi kültür, akrabalık terimleri, vb. alandaki çağdaş Başkurt kelimelerinin değerleriyle denk düştüğünü göstermektedir: Kaşgarlı Mahmut’un Sözlüğünde Yilki Tay Kemeç Kenek İyezde Karındaş Aça Aşlik Tari Çağdaş Başkurt Dilinde Yilki Tay Kumeç Kunek Yezde Karındaş Ese Aşlık Tarı Biz de, çağdaş Başkurt dilinde de kullanılan, sözlükten alınan giyim ve süslenme kelimelerinden 100’den fazla birim bulduk: belezek (braslet), bez (byaz), sarık (çarıki), itek (elbise, giyim), itek (deriden yumuşak ayakkabı), yaga (vorot, vorotnik (kapı)), munsak (busy, ozherelya (boncuk, kolye)), kaftan (kaftan), vb. Yukarıda verilen, Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügat-ül Türk” Sözlüğünden alınan materyaller temelinde, eski Başkurt sözlüğü hakkında zengin bilgilerin bulunabileceğini düşünüyoruz. Hatta ilk bakışta, bu önemsiz bu gerçeklere dayanarak, ünlü bilim adamının, Başkurt dili sözlüğünün gelecekteki gelişimi ile doğrudan ilişkili olduğunu güvenle belirtmek mümkündür. 481 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması MIDHATOVNA, Husainova Leyla (2014). “’Türk Lehçeleri Sözlüğü’ M. Kaşgarlı Ve Başkurt Diyalektolojisi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı. Eskişehir, ss.483-485 (http://bilgelerzirvesi.org). Husainova Leyla MIDHATOVNA “TÜRK LEHÇELERİ SÖZLÜĞÜ” M. KAŞGARLI VE BAŞKURT DİYALEKTOLOJİSİ 1 072-1074 yılları arasında Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan “Türk Lehçeleri Sözlüğü” (Divan-ı Lügat-ül Türk), fonetik ve morfolojik fenomenler ve diyalektik formların özelliği hakkında bir fikir veren, erken dönem Türk diyalektolojisinin yegâne eseridir. Türkçe ve Arapça olmak üzere iki dilde yazılan, Arapça konuşan memurlar için amaçlanmış olan ansiklopedik sözlük, boy (diyalektik) mensubiyetini göstererek Türk sözlüğünün temel gövdesini içermektedir, sözlükte, Türk boylarının yerleşimi hakkındaki bilgiler (ve dünyadaki en eski Türk haritası), Türk diyalektlerinin sınıflandırmaları, Türk dillerinin tarihsel fonetiği ve grameri hakkındaki bilgiler ve bunun yanı sıra Türk halklarının tarihi, etnografyası, şiiri, folkloruna ilişkin bilgiler de verilmiştir. Kaşgarlı Mahmut’un, Arap filolojisinin bilimsel yöntemleriyle yazılmış olan eseri, bugün de dilbilimciler, diyalektikçiler, halkbilimciler ve edebiyatçılar için istisnai bir değer taşımaktadır. Kaşgarlı Mahmut, “Türk dillerinin özellikleri hakkındaki” başlıkta, Başkurtları, yirmi “temel” Türk boyları arasında saymıştır. “Kırgız, Uygur, Kıpçaklar, Yağma, Çigil, Oğuz, Tuhsi, Uğrak ve Çaruklarda, temiz bir Türkçe vardır, Kimak ve Başkurt lehçeleri buna yakındır”. Yukarıda da söylendiği gibi, “Sözlük”, Türk dillerinin diyalektik özelliklerinin öğrenilmesi sırasında muazzam bir değer taşımaktadır. Başkurt dilinde şu anda, 3 diyalektik görülmektedir: doğu, güney ve kuzeybatı diyalektleri. Başkurt dilinin kuzeybatı diyalektinin, Bulgarca konuşan halklara etkisinin olduğunun tarihsel olarak teyit edildiği bilinmektedir. Bu, 1940 yılına kadar, Başkurt dilinin güzey diyalekti kapsamında, kuzeybatı lehçesi olarak kabul Doç.Dr. Başkurt Devlet Üniversitesi Sterlitamak Şubesi, Rusya, Başkurdistan, Sterlitamak. 483 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ediliyordu. Türkolog, Başkurtistan’da ilk diyalektik gezilerinin yöneticisi olan Profesör N. K. Dmitriev’in katılımıyla 1940 yılında yapılan II. Başkurt Lengüistik Konferansında, Başkurt dilinde 3 diyalektiğin mevcut olduğuna ilişkin tez söylenmiştir: doğu, güney ve batı. 1949 yılında, Başkurt Diyalektolog T. G. Baishev, yukarıda belirtilen üç diyalektiğin Başkurt dilindeki mevcudiyetini tespit etmiş ve esaslandırmıştır. 1953 yılında, SSCB Bilimler Akademisi Başkurt Şubesinin Dil, Tarih ve Edebiyat Enstitüsünde N. K. Dmirtiyev’in inisiyatifinde yapılan bilim seminerinde, Başkurtların kuzeybatı dili, Başkurt dilinin üçüncü münferit diyalektiği olarak kabul edilmiştir. 1954 yılında, T. G. Baishev başkanlığında, ülkenin Askin, Baltachev, Burayev ve Yanaul bölgelerine diyalektik gezileri yapıldı ve “batı diyalektiğinin, Başkurt ulusal-konuşma dilinin ayrılmaz bir parçası olduğu” sonucuna varıldı. XX. Yüzyılın 70-80’li yıllarında, S. F. Mirzhanova, kuzeybatı lehçelerinin fonetik, gramer ve kelime özelliklerinin analizini yapmış ve “kuzeybatı Başkurtlarının dilinin temelde Başkurt diliyle ve onun ilişkili lehçeleriyle tamamen birlik içinde olduğu ve özel kuzeybatı diyalektiği olarak, Başkurt ulusalkonuşma dilinin ayrılmaz bir parçası olduğu” sonucuna varmıştır. S. F. Mirzhanova, araştırmalarında, Kaşgarlı mahmut’un “Sözlüğündeki” materyallere dayanmıştır. Kuzeybatı diyalektiği, Başkurt edebiyat dilinden çok farklıdır, örneğin: - “s”, “ç” seslerinin, genel Türkçe durumunda paralel kullanımı: *ç “siber”, “çiber”, (Shciber olarak telaffuz edilir “krasivıy (güzel)); “iy”, “j”: “İyauın”, “jauın” (“dozhd” (yağmur); genel Türkçe durumunda “z”, “ҙ”. *z (“ҙ”baskınlığı ile): “kızıl”, “kızıl” (krasniy” (kırmızı)), “zur”, “zur” (“bolshoy” (büyük)); - genel Türkçe durumunda geleneksel belirteçlerde -smuhafazası (ve dolayısıyla “h” yokluğu). *s “sureu” (“volochit” (sürüklemek)), “suleu” (güney hoyleu, doğu hoyzeu); (“govorit” (konuşmak); Çoğul takıları –lar, -nar kullanımı: atlar (“koni” (atlar)), bolonnar (“luga” (çayırlar); Başkurt formlarında kerek, kegen, kem, son iki kelime Tatarca kiben, kim yerine kullanılır, kirek/kerek kelimeleri ise paralel olarak kullanılır; Vokal (ses) ve gramer alanında, Başkurt dilinin ay/ey tek seslileri, Tatarca dar –ıy, i yerine işlev görür (jingay, jingi, almayalmıy, soylemey-soylemi); 484 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Ünsüzler alanında – münferit lehçelerde sesli fonemlerinin mevcudiyeti /ҙ/ (örneğin Karaidel bölgesinde). Bu telaffuza Yanaul bölgesinde de rastlanır (zavut, kaz); Interdental sesler /ҙ/ ve /ҫ/, /з/ ve /s/ sesleri ile değişmiştir: bezbez (biz), hez-sez (siz), kazıu-kazıu (kazmak), zur-zur (büyük), eçleesle (kokulu), uç-us (duygu, bilinç), uçke-uske (eski), uçen-usen (sağlıklı); /ҙ/ sesi /d/ sesi ile değişir: ezen-eden, ezenle-edenle (kibar, nazik) vb. Örneklerden görüldüğü gibi, Başkurt dili kuzeybatı diyalekti, Başkurt dilinin gelişiminin erken en erken dönemlerine uzanan bir dizi özellikler içermektedir ve bunun tarihsel irtibatlarını ve diğer dillerle ve bunun yanı sıra Türk dilleriyle karşılıklı etkileşimlerini yansıtmaktadır. Bu diyalekt, hemen hemen tüm çağdaş Türk dillerinde yitirilmiş olan bir olguyu daha muhafaza etmiştir: VII-VIII yüzyılların eski Türk yazılı anıtlarında geçen özümleme kombinasyonları (rt), (lt), (mt), (nt), (mk), (mk), (nk), (nk) ([рт], [лт], [мт], [нт], [мк], [мҡ], [нҡ], [ңк]) Bu durumda, Başkurt diyalektiği alanında, münferit lehçelerde muhafaza edilmiş olan dil özelliklerinin yorumlanması için araştırmaların yapılması sırasında, Kaşgarlı Mahmut’un “Türk Lehçeleri Sözlüğü”, erken dönem Türk diyalektiğinin ilk ve tek anıtı olarak büyük önem taşımaktadır. Literatür Kaşgarlı Mahmut “Divan-ı Lügat-ül Türk” / tercüme, önsöz ve yorumlar: Z.-A. M. Auezova. Endeksler R. Ermers tarafından tanzim edilmiştir – Almatı: Dayk-Press, 2005. – 1288 s + 2 s. dahil. S. Mirzhanova S. F. Başkurt dilinin kuzeybatı diyalektiği. – Ufa: Başkurtistan. KN. Yayınları, 1991. – s. 296. 485 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması TEMİZKAN, Mehmet (2014). “Mahtumkulu Divanı’nda Geçen Ayetler ve Sürelerin Üzerine Bir İnceleme”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.487-501 (http://bilgelerzirvesi.org). Mehmet TEMİZKAN* MAHTUMKULU DİVANI’NDA GEÇEN ÂYETLER ve SÛRELER ÜZERİNE BİR İNCELEME Edebiyatımızda Sûre ve Âyet Kullanma Geleneği B ilindiği gibi, Türk edebiyatının ikinci dönemi “İslamiyetin Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı” ya da daha kısa olarak “İslamî Türk Edebiyatı” olarak adlandırılmıştır. Bu dönemin bu şekilde adlandırılması, İslam dinini kabul etmemizle başlayan ve ağırlıklı olarak Tanzimat’a -fiilî olarak da günümüze- kadar devam eden bu dönemde kaleme alınmış olan edebiyat eserlerinde “İslamî unsurların” ağırlıkta olmasıyla yakından ilgilidir. Edebî eserlerde yer alan “İslamî unsurlar” arasında da, bazı sûreler ve bazı âyetler önemli bir yer tutmaktadır. İlk İslamî eserlerde sınırlı sayıda kullanılmış olan âyetler, ilk Müslüman Türk mutasavvıfı Ahmed Yesevî adına kayıtlı “Hikmet”lerde daha fazla yer bulmuştur. Dinî – tasavvufi edebiyatımızın kurucusu olarak kabul edilen Yunus Emre de, eserlerinde fazla sayıda sûre adını zikretmiş ve yine çok sayıda âyeti iktibas etmiştir. Bu iki şahsiyet, dinî – tasavvufi edebiyatımızın her zaman beslendiği ana kaynak olduğu için de, özellikle manzum eserlerde sûre ve âyetleri kullanmak bu edebiyatın bir geleneği haline gelmiştir. Gerek divan gerekse halk edebiyatı dairesine mensup olan şairlerin bu geleneğe bağlı oldukları, konuyla ilgilenen herkesçe bilinen bir konudur. Ancak, “mutasavvıf kimliği” bulunan şairlerin söz konusu geleneğe olan bağlılığının diğer şairlere göre daha ileri bir seviyede olduğunu, rahatlıkla söyleyebiliriz. * Doç. Dr. Ege Üniversitesi. 487 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mahtumkulu, Kullandığı Sûreler ve Âyetler Türkmenistan Türk edebiyatının en büyük ismi olan Mahtumkulu da, mutasavvıf olmamakla birlikte “mutasavvıf kimliği” bulunan bir şairdir. Mahtumkulu, her şeyden önce “badeli” bir âşıktır. Hz. Muhammed’in halifelere ve Selim Hoca ile Baba Selman’a hitaben “Bu kulun maksadın bergil” demesi üzerine, sunulan badeyi içmiştir. Başka bir şiirinde ise, badeyi “kırklar”ın elinden içtiğini ve içtikten sonraki hali ile şairliği arasındaki ilişkiyi şöyle ifade etmektedir: Hemme âvâz eylep “Aleyk” aldılar, İşaret eyleyip “ötgül” dediler, Devre kurap “câma şarap koydular, Bana yetgeç, kolum maçtım, yârenler. Bilmedim köpmü ya bana az berdi, Özge âlem, başka bir avaz berdi, Aşk aldı gönlümü, dile söz berdi, Ayaktan ayağa düştüm, yârenler.488 Türkmen edebiyatında dinî unsurlarla dolu olan şiirler bir hayli fazladır; ancak baştan sona tasavvufî ögelerle kaleme alınmış şiirler, oldukça azdır. Az sayıdaki bu şiirlerden bir kısmı da, Mahtumkulu’na aittir. Söz konusu şiirlerden biri, tarafımızca tahlil edilip incelenen (Temizkan: 2012) “Büryâne Boldum İmdi” başlığını taşımaktadır. Bunların, din dışı konuları da işlemekle birlikte dinî cephesi ağır basan şairin “mutasavvıf kimliği”ne de sahip olduğunu göstermeye yeterli olduğu kanaatindeyiz. Bu tespitten sonra, Mahtumkulu’nun kullandığı sûre ve âyetleri incelemeye geçebiliriz. Öncelikle, şairin Kur’ân hakkındaki bir tespitini sizlerle paylaşmak istiyorum. Mahtumkulu, “yüce kelam” olarak nitelendirdiği Kur’ân’ın unutulmasından ve saraya benzeyen evlerde bulunmamasından şikâyet etmektedir. Bu husustaki mısralarından bazıları şöyledir: Kulaklar işitti, hep sağır oldu, Dağ eriyip aktı, taşlar yer oldu, Mollalar Kur’ansız, pîrler kör oldu, Kur’an sahiplenen Âzâdî’m hani?489 488 Himmet Biray, Mahtumkulu Divanı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1992, s. 33, 37. 488 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Geçirmişsin gün ayları, Ne muhteşem sarayları, Görmüşsün bütün evleri, Bu evlerde Kur’an var mı?490 a.Sûreler Fâtiha Mahtumkulu’nun ismini andığı sûre sayısı fazla değildir. Bunların başında “Fâtiha” gelmektedir. Bazen de “Elham” veya “Elhamd” adını kullanmaktadır. Şairin Fâtiha’yı zikretme vesilelerinden biri, bu sûrenin ölülerin arkasından okunması geleneğidir. Ölen kardeşi ve babası için yazdığı şiirlerde şöyle demektedir: Bulgar şahı yollamıştır mektubu Tanrım bahş eylemiş size rahmeti, Fatiha okur Muhammed ümmeti Hayat çeşmesinin canı, Abdullah. Dizgindârı olam Yazır Han pîrin, Gönül kuşu pervaz vurur fakirin, Bu gün yedi gündür “Elhamd” okurum, Şâd eyle gönlümü, bırak, Âzâdî’m! Fâtiha’yı anma sebeplerinden biri de, sûrenin kazadan ve beladan koruduğu inancıdır: İller, bize deyin: “Yollar revana!”. Nuh desteği ile girsek sallara, “El-Fatiha”, nazar tutup ummana. 491 489 Mahtumkulu, (Haz: Annagurban Aşırov; Türkiye Türkçesine aktaran A. Güzel …), Türkmenistan Bilimler Akademisi Milli Elyazmaları Enstitüsü Yayınları, Ankara 2014, C. I, s. 45. 490 Mahtumkulu, C. I, s. 186. 491 Mahtumkulu C. I, s. 27, 40, 197. 489 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kulhüvallah Mahtumkulu’nun bu ifadeyi “İhlâs” sûresinin ilk âyeti olarak kullandığı da düşünülebilir; ancak, söz konusu sûrenin adı olarak kullandığı kanaatindeyiz. Zaten, İhlâs sûresi halk arasında da bu adla bilinir. Şair, bir nimete kavuşması halinde “Elhamdülillah…” âyetini; bir gazaba uğraması durumunda da “Kulhüvallah”ı okumaktadır. Bu, Allah’a sığınma duygusunun bir ifadesidir: Yüzüm yâr yüzüne düşse, dilim elhamdülillahtır, Eğer gazaba uğrasam, okuduğum kulhüvallah’tır.492 Tâhâ Mahtumkulu, bir şiirinde, bazı peygamberin adlarını anmakta ve onların hakkı için Allah’tan imdadına yetişmesini istemektedir. Bu arada dört halifeyi de zikretmektedir. Onların Kur’ân’ı ezbere okuduklarını söylerken, üç sûrenin adını birlikte anmaktadır: Ezber edip okudular Kur’an’ı, Ebu Bekr Sıdık Resul yâranı, Ömer, Osman, Esedullah hakkı çün. Şair, başka bir şiirinde Hz. Muhammed’i methederken, onun Tâhâ ve Yâsin surelerinde de övüldüğünü söylemektedir. Bu arada, bu sûrelerin cennette Huriler ve Rıdvanlar tarafından okunduğunu da ifade etmektedir: Muhabbetin tende, yürekte, canda, Sadece canda mı, cümle cihanda, Huri-rıdvan okur cennet mekânda, “Tâhâ”, “Yâsin”, bütün surede belli.493 Yâsîn Mahtumkulu, “Tâhâ” ile birlikte kullandığı yukarıdaki örnekler dışında, Yâsin’i besmele çekip okuduğunu da ilave etmektedir. Dörtlükte, bu sûre Kur’ân ile birlikte geçmektedir. Bu kullanım, Yâsin’in en çok okunan sûre -lerden biri- olmasıyla alakalıdır: 492 493 Mahtumkulu, C. I, s. 153. Mahtumkulu, C. II, s. 134, 142. 490 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Bismillah der okur Kur’an u Yasin, Gönlünden çıkarma Hakk’ın senasın, Mahtumkulu, Hakk affetse günahın, Cennette altın sarayları vardır.494 İkrâ İkrâ, bir sûre adı değil Alak sûresinin ilk kelimesidir. Ancak, Mahtumkulu tarafından sûrenin adı olarak kullanılmıştır. “Ya Resul” başlıklı muhammeste, İkrâ Cebrail tarafından Hz. Muhammed’e getirilen bir müjde olarak nitelendirilmiştir: Vedduhâdır yüzlerin her birine mâh-ı leyl, Sure-yi “İkrâ” sana müjde getirdi Cebrâil, O Hatice tereddütsüz iman getirdi meyl, Fahr-ı Âlem, sensin ve özge nebiler bir zeyl, Hatmedip ervâhına kıldımduâyı, ya Resûl.495 b.Âyetler Mahtumkulu, şiirlerinde az sayıda sûre ismine yer vermesine karşılık çok sayıda âyeti iktibas etmiştir. Hatırlanacağı gibi, şiirde âyet veya hadis kullanmak bir edebî sanattır ve sanatın adı da “iktibas”tır. İktibas, önce “lafız” ve “mana” olmak üzere iki; “lafız iktibası” da “tam” ve “kısmî” olmak üzere iki çeşittir. Mahtumkulu, bir âyeti tam metin halinde almamış, âyette geçen bir veya birkaç kelimeyi kullanarak o âyete işarette bulunmuş; yani “kısmî” iktibas yapmayı tercih etmiştir. Şairin iktibas ettiği âyetler, -tespit edebildiğimiz kadarıyla- şunlardır: Besmele Bilindiği gibi, Besmele, “rahîm ve rahmân olan Allah’ın adıyla” manasına gelen “Bismillâhirrahmânirrahîm” âyetinin kısaltılmış şeklidir. Fâtiha’nın ilk âyeti olduğu gibi, her sûrenin başında da bulunur. İslamî hayat tarzında, her işe Allah’ın adını anarak başlamak esastır. Edebiyatımızda da, esere Allah’ın adı ile başlamak bir gelenek haline gelmiştir. Mahtumkulu’nun babası ve ilk 494 495 Mahtumkulu, C. II, s. 236. Mahtumkulu, C. II, s. 151. 491 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı hocası Azadı, eserlerinin başında ve müstakil olarak Besmele’ye yer vermiştir. Mahtumkulu da, Muhammed ümmetinin önce Besmele çektiğini söyler ve -dolaylı olarak- cenneti göreceklerini belirtir. Hz. Alî de, “Bismillah” der ve Zülfikâr’ı çeker. Şair, didaktik bir şiirinde de, insanı aldatan ve onun dinini bozan şeytanın “Besmele” diyen kişiden ümidini kestiğini de ifade eder: Tanrı seven Muhammed’in ümmeti, “Besmele” der, evvel Hakkı yâr çeker. İmansızlar göremezler Cenneti, Dûzah içre çok azab-ı nâr çeker. Bundan önce şeytan açık gezermiş, İnsanı kandırıp, dinin bozarmış, “Besmele” deyince, ümit kesermiş, Yazıktır canına, sen tütün çekme! 496 Lâ ilahe illallah Lâ ilâhe illallâh ifadesi, geçtiği yerlerden biri, Sâffât sûresinin 35. âyetidir. Âyetin tam metni şöyledir: “İnnehum kânû izâ kîlelehum lâ ilâhe illallâhu yestekbirûne” Bu âyetin Türkçe karşılığı ise şu şekildedir: Çünkü onlara “Allah’tan başka ilah yoktur!” denildiği zaman, kafa tutuyorlardı.”497 Edebiyatımızda, “Lâ ilâhe illallâh” ifadesini nakarat mısra olarak kullanmış olan çok sayıda şair vardır. Mahtumkulu’nun bu özellikte bir şiiri yoktur. Ancak, şair birkaç şiirinde hem “Lâ-ilâhe illallâh” hem de “Lâ-ilâhe” ifadesini kullanmıştır. Şairin konuyla ilgili dörtlüklerinden bazıları şunlardır: - Tanrının cihanda, bil, dağı nice, Cennette Tuba’nın budağı nice, Yüzünün, maşkının yaprağı nice, Cennetin kilidi kime verildi? 496 Mahtumkulu, C. II, s. 5, 106. Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’ân-ı Kerîm Meâli (Sadeleştiren: M. Özel), Batın Yayıncılık, İstanbul 2011, s. 194. 497 492 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması - Yedi iklim vardır, yedidir dağı, Yetmiş bindir, o Tuba’nun budağı, “La ilahe” olur maşkın varağı, Cennet kilidi Resul’e verildi.498 Zebanidir bu melek, Elindeki gürz değil mi? Sekiz arşı götüren “Lâ-ilâhe!” verz değil mi? Hepsini yaratan şu güzel Allah, Deyivereyim “lâ-ilâhe illallâh”, Günahkâr ümmetin Hakk Resulallah, Sırattan başlayıp gitse gerektir. La ilâhe illallâh, Muhammet resulullâh, Üç deyip bunu halk u şâh, Müslüman oldu küffâr.499 Sırat Sırât, “yol” demektir ve “müstakîm” kelimesiyle birlikte, Kur’ân’da pek çok yerde geçmektedir. Ancak, “Sırât”, cehennemin üzerine yapılmış bir yol veya “kıldan ince, kılıçtan keskin” bir köprü olarak da düşünülmüştür… Türk halk şiirinde, daha çok bu anlamıyla kullanıldığını söyleyebiliriz. Bunun dayanağı da, kanaatimizce, Sâffât sûresinin 23. âyetidir: “Min dûnillâhi fâhdûhum ilâ sırâti’l-cahîmi” Bu âyetin manası şöyledir: “…Onları cehennem köprüsüne doğru götürün.”500 Mahtumkulu, Sırat’ı bir yol olarak tasavvur eder ve “esfele sâfilîn” kılınanların kardeşlerini ve illerini göremeyeceğini ve Sırat yolunu da geçemeyeceklerini söyler: Göremez o kardeşini, ilini, Geçemez ki onda Sırat yolunu, Şapırta şapırta çiğner dilini, Yarın kıyamette vayları vardır.501 498 Mahtumkulu, C. I, s. 125. Mahtumkulu, C. II, s. 176, 222, 354. 500 Kur’ân-ı Kerîm Meâli, s. 194. 501 Mahtumkulu, C. II, s. 236. 499 493 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mahtumkulu’nun şiirlerinde, sosyal konular önemli bir yere sahiptir. Memleketin imarı da, bunlar arasındadır. Şaire göre, cehennemin üstündeki Sırat, yanlış yere yapılan çürük köprüden daha iyidir: Kadir Tanrı cismimizi var eden, Akılsızdır Hakk işine ar eden, Yersiz kurulan bozuk köprüden, Cehennem üstünde Sırat iyidir.502 Mahtumkulu, yine sosyal temalı şiirlerinden birinde, “tütünkeş”in Sırat köprüsünden aşağı atılacağını söylerken, bu âyete işaret etmektedir: Sırat Köprüsünden atarlar seni, Zulmete salarlar, beklerler seni, Zincir, kelepçeyle bağlarlar seni, Azap, hasret ve hepsinde tütünkeş. Şiirlerinde dinî konulara ağırlık veren ve “ümmet” olanların Sırat’tan geçeceklerini söyleyen Mahtumkulu, az sayıdaki tasavvufî söyleyişlerinden birinde, aşk kadehinden içenlerin Sırat köprüsünden sağ sâlim geçeceklerini ifade eder: Mahtumkulu, mestan aşk camın içer, Kim hesap elinden kurtulur, kaçar, Sırat köprüsünden selamet geçer, Hakk’a kulluk edenler canı ile. 503 Şeraben Tahur, Vesakahum Şerâben Bu ifadeyle işaret edilen, İnsan sûresinin 21. âyetidir: “‘Âliyehüm siyâbu sündüsin hudrun ve istebrakun ve hullû esâvire min fıddatin ve sekâhum Rabbuhüm şarâben tahûra” Bu âyetin Türkçe karşılığı da şöyledir: “Üzerlerinde gayet ince, zarif ipek ve kalın sırmalı ipekli kumaşlardan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten 502 503 Mahtumkulu, C. I, s. 398.. Mahtumkulu, C. II, s. 108, 140. 494 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir içecek sunmaktadır.”504 Mahtumkulu, bu âyete iki yerde işaret etmektedir. Bunlardan birinde, “Vesakahum şerâben”in müminlere hoş bir vaad olduğunu söylemektedir. Diğerinde ise, “şeraben tahur”dan içen kişilerin gönüllerinin ayna gibi saf ve temiz olacağını ifade etmektedir: Tutsalar kıl köprüde, durmasa orda taban, Sorulduğunda hayr u şer, “Yessirlenâ hesâben”, Mümine hoş vadedir “Vesakahum şerâben”, Dese o an kâfirler “Ya, leyteni turâben”, Ya, Rab, o gün lutf edip, atma sen oda bizi. Şeraban-tahurdan kime tas olur, Gönül ayna gibi nur enver olur, Dünya yedi başlı ejderha olur, Kaçanlar kurtulmaz bu belalardan.505 Tayran Ebabil “Tayran ebabil”, Fîl sûresinin üçüncü âyetinde geçmektedir. Bu âyet “ Ve ersele ‘aleyhim tayran ebâbîle” ve âyetin Türkçe karşılığı da “Üzerlerine sürü sürü ebabil kuşlarını saldı.”506 şeklindedir. Magrupı ile Mahtumkulu arasındaki bir atışmada, bu ifade ve geçtiği âyet şöyle kullanılmaktadır: Ne kimsedir boylamadı günahtan, Ne kimsedir ümit kesmiş senadan, Ne sebepten indirildi asmândan, Kâfir için inen şeyden haber ver. Şeytan lanet, boylamadı günahtan, Niyet bozan elin çekmiş senadan, “Tayran ebabil” nazil oldu gökten, Kâfir için inen âyet böyledir.507 504 Kur’ân-ı Kerîm Meâli, s. 261. Mahtumkulu, C. II, s. 292-293; C. I, s. 400. 506 Kur’ân-ı Kerîm Meâli, s. 275. 507 Mahtumkulu, C. I, s. 117-118. 505 495 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Bu âyet, Durdu Şair ile Mahtumkulu arasında geçen bir atışmada da geçmektedir: Bil, nerde yarattı sekiz cenneti, Nice binası var, nice kubbesi, Nice azığı var, nedir adları, “Tayran ebâbiller” kime ulaştı? Gökyüzünde yarattı sekiz Cenneti, Altı bin binadır, birdir kubbesi, İçinde dört arık, Musavvar adı, Ebâbil, eshâbü’l-fîle ulaştı.508 Deccal’ın çıkıp ilahlık iddiasında bulunacağı ve halkı kırıp geçireceği zamanı tasvir eden başka bir şiirde, “Tayran ebâbîl”in kâfirleri kıracağı ifade edilmektedir: Deccal halkı vurur, Kâbe çekilir, Bulutlar üşüşür, tufan çoğalır, Tayran Ebabilden kâfir kırılır, Heyhat günden, zulmet günden aman hey.509 Eshâbül- fil “Eshabül-fil”, Fîl sûresinin birinci âyetinden alınmıştır. Âyet, “Elemtera keyfe fe’ala rabbuke bi eshâbu’l-fîli” şeklindedir ve “Rabbinin fil ashabına nasıl ettiğini görmedin mi?”510 anlamına gelmektedir. Bu ifade, Durdu Şair ile Mahtumkulu arasında geçen bir atışmada ve metni yukarıda 18 nolu dipnotla verilen dörtlükte geçmektedir. Kevser Bilindiği gibi Kevser, en kısa sûrenin adıdır ve sûredeki ilk âyette geçmektedir. Bu kelimeyle, bazen sûre ve bazen de geçtiği âyet kastedilmektedir. Bu âyet, “İnnâ e’taynâke’l-kevsere” şeklindedir ve “Gerçekten Biz sana kevseri verdik.” anlamına gelmektedir. Kevser’in 26 anlamının bulunduğu ifade edilmektedir.511 Bu anlamlar arasında 508 Mahtumkulu, C. I, s. 125-126. Mahtumkulu, C. II, s. 212. 510 Kur’ân-ı Kerîm Meâli, s. 275. 511 Kur’ân-ı Kerîm Meâli, s. 275. 509 496 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması “cennette bir nehir ismi” olması, ön plandadır. Edebiyatımızda, sadece bu anlamıyla kullanıldığını söyleyebiliriz. Kevser kelimesi, mutasavvıf olan ve olmayan pek çok şair tarafından “su” ve “şarap” benzetmeleriyle birlikte kullanılmıştır. Türkmenlerin büyük şairi Mahtumkulu da, Kevser’i sık anan isimlerden biridir. O da, Kevser için “su” ve “şarap” benzetmesini daha fazla tercih etmektedir: Gezip güzel, niyetinden, İnmeden devlet atından, Ab-ı Kevser şarabından, Kırk kadeh içmişim, beyler.512 Ümmet olan bil sen Sırat’tan geçer, Cennet içre Kevser şarabın içer, Aldanman sufîler pirlerniz kaçar, Feryad o Resûle varsa gerekdir513 Mahtumkulu, teması namaz olan bir şiirinde de, beş vakit namazı terk etmeyenin Kevser adlı suları göreceğini söylemektedir: Terk etmeyiver beş vakt namazın, Kabr içinde eksik olmaz avazın, Kışın edâ olup, tükenmez yazın, Âb-ı Kevser adlı sular görürsün514 Kün, Kaf u Nûn Kün “ol”, fekân da “oldu” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de “kün feyekûn” şeklinde farklı sûrelerde geçmektedir. Bu sûrelerden biri de, Yâsîn’dir. İfadenin geçtiği 82. âyetin tam metni şöyledir: Fe innemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehû kün feyekûn. Söz konusu âyetin Türkçe karşılığı da şu şekildedir: Onun işi, bir şeyi (yaratmak) isteyince, ona sadece “Ol!” demektir, o da hemen oluverir. Mahtumkulu’na göre, bu dünya Allah’ın “kün” emriyle yaratılmıştır. Kâf ve nûn harflerini “ay yüzlü” iki insana benzeten şair, dünyanın onların çocuklarıyla dolduğunu ifade etmektedir. Metinde geçen “iki mâh-ı likâ”nın Hz. Âdem ile Hz. Havva’ya işaret ettiği de 512 Mahtumkulu, C. I, s. 93. Mahtumkulu, C. II, s. 223. 514 Mahtumkulu, C. II, s. 234. 513 497 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı düşünülebilir; fakat şahsî kanaatimiz, iki harfe işaret ettiği yönündedir: “Kün!” lafzından âlemi, Mevcut eden Allah’sın. Cebrail’in elinde, Kevni tutan Allah’sın. Kadir Allah kudretinden yârenler, Kaf u nûndan berpâ oldu bu dünyâ. Halk eyledi iki mâh-ı likânı, Onun evladıyla doldu bu dünya. 515 Mecme’ü’l-Bahreyn, Mecmuü’l-Bahreyn “Mecma’e’l-bahreyn”, Kehf sûresi 60. âyette geçmektedir. Söz konusu âyet şöyledir: “Ve iz kâle Mûsâli-fetâhû lâ ebrahu hattâ ebluğa mecma’e’l-bahreyni ev emdıya hukuben” Manası ise şöyledir: “Bir zamanlar Musa, genç arkadaşlarına ‘İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım veya (oraya ulaşmak için) yıllarca yürüyeceğim’ demişti.”516 “İki denizin birleştiği yer” demek olan “mecma’e’l-bahreyn”, Hz. Musa ile Hızır’ın buluştukları yerin adıdır. Mahtumkulu, bu âyeti iki yerde kısmen iktibas etmiştir. Konusu “büyüklenmemek, büyüklüğüne güvenmemek” olan iki şiirinde, güç ve kuvvet sembolü olan timsahı vesilesiyle bir yer adı olarak geçmektedir. Özellikle ikinci örnekte, şairin, kendisini salını farelerin yiyip viran ettiği bir kişi olarak tanımlaması dikkate değer bir örnektir. Kendisi, tabiî ki, sadece bir semboldür: Dağların arslanı, Babür kaplanı Fareyle denk olur fil, sinek cengi, Mecme’ü-l Bahreynin, Nil’in timsahı, Kulağına vurulan har gibi olursun. Karşımdadır sofra, humus kalmışım, Yüzse diye gemim Ceyhun’a salmışım, Mecmuü’l-Bahreyn’e hâsıl olmuşum, Fare yemiş, sâlim viran, yârenler. 517 515 Mahtumkulu, C. II, s. 115, 252. Kur’ân-ı Kerîm Meâli, s. 128. 517 Mahtumkulu, C. I, s. 420; C.II, s. 85. 516 498 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kâbe Kavseyn, Kâbe Kavseyn Ev-Ednâ Bu ifadelerle işaret edilen âyet, Fecr sûresinin dokuzuncu âyetidir. Âyetin tam hali şudur: Fekâne kâbe kavseyni ev ednâ. Türkçe karşılığı ise şöyledir: Derken iki yay kadar veya daha yakın oldu.518 Farklı yorumları olmakla birlikte, burada, -Mirac esnasında- Hz. Muhammed ile Allah arasındaki yakınlığın ifade edildiği kanaati hâkimdir. Edebiyatımızda, söz konusu yakınlığın delili olarak görülmüş ve kullanılmıştır. Sık kullanılan âyetlerden biridir. Mahtumkulu, Hz. Peygamber’in Allah’a olan yakınlığını ve diğer peygamberlerden farkını veya onlara olan üstünlüğünü ifade etmek üzere, bu âyetten kısmî iktibas yapmıştır: Yedi kat gerdûn zeminin oldu mi’rac akşamın, “Kâbe Kavseyni ev Edna” yetti senin makdamın, Cebrail, Allah idi o gece yâr-ı hemdemin, Hâk-i nâlin ziyâ-yı çeşm-i arş-ı a’zâmın, Asi ümmete şefâat, ya Muhammed Mustafa. Şair, hayatın geçici olduğunu anlatırken, bu âyete işaret ederek Allah’a bu kadar yaklaşma imkânına erişen Hz. Muhammed’in bile dünyadan geçtiğini söyler: O hazret Hak Resûl Mirac’ı aştı, Asmanlar derbeder kapısın açtı, “Kâbe Kavseyn” gidip, Hakk’a ulaştı, O server-i iki cihan geçmiştir.519 Yecüc, Mecüc Ye’cüc ve Me’cüc, Kur’ân-ı Kerîm’de, Kehf sûresi 94. âyet ile Enbiyâ sûresi 96. âyette geçmektedir. Birinci âyetin tam metni, “Kâlû yâ Zâlkarneyni inne Ye’cûce ve Me’cûce müfsidûne fî’l-ardi fehel nec’eluleke harcen ‘alâ en tec’ele beyninâ ve beynehum sedden”ve Türkçe meali ise, “Ey Zülkarneyn! Haberin olsun, yecüc ve mecüc yeryüzünde bozgunculuk yapıp duruyorlar. Bizimle onlar arasına bir set yapmana karşılık sana bir harç versek olur mu? Dediler.”520 şeklindedir. 518 Elmalılı Hamdi Yazır, age, s. 233. Mahtumkulu, C. II, s. 144, 10. 520 Kur’ân-ı Kerîm Meâli, s. 129. 519 499 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Edebiyatımızda, fitne ve fesat çıkaran ve çıkaracak olan iki kavmin adı olarak geçen bu kelimeler, halk şiirimizde pek kullanılmamıştır. Tespitimize göre, Mahtumkulu bu isimlere yer veren az sayıdaki şairden biridir. Mahtumkulu, önce Kaf dağından Deccal’ın çıkacağını, onu Mehdi’nin kıracağını, Hz. İsa’nın Medine’de gökyüzünden inip Mehdi ile birlikte kırk yıl devran sürdükten sonra sefer kılacaklarını, bundan sonra deryalardaki suların tükenip bitkilerin kuruyacağını ve Yecüc ile Mecüc’ün ortaya çıkıp doğudan batıya gideceklerini, dünyada kimseyi veya hiçbir şeyi bırakmayacaklarını söylemektedir. Mahtumkulu’ndaki Ye’cüc Me’cüc tasavvuru, Kur’ân’daki ifadeye uygundur: Kırk yıl sonra onlar kılarlar sefer, Bitkiler kurur da deryalar biter, Yecüc Mecüc derler, mucize kopar, Mağripten maşrığa gitse gerektir. O sesi işitip Yecüc kırk yıldan, Kaf dağını deşip gelir bir yerden, Yutar ki zat koymaz fâni dünyadan, Heyhat günden, zulmet günden aman hey. 521 Yecüc ve Mecüc hakkında pek çok rivayet vardır. Bunların çoğunun kaynağı da, İsrailiyattır. Mesnetsiz iddialardan biri de, Yecüc ve Mecüc kavimlerinin Türkler olduğudur. Bir yazar “Yecüc halkı Anadolu Türkleridir. Mecüc halkı da Orta Asya Türkleridir.”522 demekte; bunu da Türkçülük ve milliyetçilik duygularının ifadesi olarak, milletini yüceltme endişesiyle yapmaktadır. Bunlar konumuzla doğrudan ilgili değildir; ancak, Mahtumkulu Divanı’nın Azerbaycan Türkçesine seçmeler yapılarak aktarıldığı bir çalışmada, dolaylı olarak buna yakın bir açıklamanın yapılmış olması sebebiyle, bu konuya dikkat çekmek istedik. Çalışmada, Zülkarneyn tarafından çekilen seddin Çin Seddi ve Yecüc Mecüc kavminin de bu seddin yapılmasını gerektiren topluluk olduğu söylenmektedir: “Yecuc-Mecuc-revayete göre, yafesin neslinden olan iki tayfanın adı. Bu tayfaların adamları beste boy ve döyüşken olmuşlar. Ehtimala göre, Çin Seddi onların 521 522 Mahtumkulu, C. II, s. 221; 212. www. tarihtennotlar.com (21 Mayıs 2014) 500 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması hücumunun garşısını almag üçün çekilmişdir…”523 Hatırlanacağı gibi, Çin Seddi, Çinliler tarafından Türklerin saldırılarından korunmak amacıyla yapılmıştır. Bu bakımdan, açıkça söylenmese bile, söz konusu kavimlerin Türkler olduğu -işaret yoluyla da olsa- söylenmiş olmaktadır. Bu değerlendirme, hem Kur’ân’a, hem Türklere ve hem de Mahtumkulu’na yapılmış -en hafif ifadeyle- bir saygısızlıktır. Zaten, Mahtumkulu Divanı’nın 2013 yılında yapılan Türkmenistan baskısında, böyle bir ifade bulunmamaktadır. Onların “azmış” oldukları ifade edilmektedir. Bununla birlikte, dikkat çekmek istediğimiz hatanın kasten yapıldığı kanaatinde elbette değiliz. Fakat, böyle bir hatanın, çalışmalarımızda biraz daha dikkatli olmamız gerektiğini açıkça ortaya koyduğunu bir tespit olarak sizlerle paylaşmanın ve özellikle genç arkadaşlarımızın dikkatine sunmanın faydalı olacağını düşündük. Sonuç Mahtumkulu, bir “İslamî Türk Edebiyatı” şairi olarak, eserlerinde pek çok İslamî unsura yer vermiştir. Bu unsurlar arasında, bazı sûre isimleri ve bazı âyetler de bulunmaktadır. Kullandığı âyetlerin bir kısmı, Allah’ın sıfatları ve Hz. Peygamber’in yüceliği hakkındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan bazı kıssalar da, ilgili âyetler vasıtasıyla hatırlatılmıştır. Eshabu’l-Fîl, Habil ve Kabil, Harut ve Marut, Yecüc Mecüc… kıssaları gibi. Şair, cennet ve cehennemle ilgili âyetlerden bazılarını da kullanmıştır. Kevser ve Şerâben tahûr ile Sakar, Veyil, Siccin… ifadelerinin geçtiği âyetler gibi. Mahtumkulu’nun bazı sûre ve âyetleri zikretmekteki temel maksadı, insanlara sorumluluklarını ve Elest meclisindeki ikrarlarını hatırlatmaktır. Hatırlanacağı gibi, Mahtumkulu’nun ideal insan tipinin adı “merd”dir. Mahtumkulu’ndaki “merd”, tasavvuftaki “kâmil insan”ın karşılığıdır. Şairin her tavsiyesi, âyetler ve sûreler vasıtasıyla vermek istediği her mesajı, insanı “merd” yapma endişesiyle ilgilidir. Son olarak, Mahtumkulu’nun kullandığı sûre ve âyetlerin Osmanlı sahası şairlerinin kullandığı sûre ve âyetlerle büyük ölçüde ortak olduğunu da, bir tespit olarak belirtmekte fayda vardır. Yani şair, farklı bir sahanın temsilcisi olmakla birlikte, ortak geleneğe bu yönüyle de bağlı kalmıştır. 523 Mehtimgulu Feragi Seçilmiş Eserleri (Haz: İsmihan Osmanlı), Elm ve Tehsil, Bakı 2014, s. 532. 501 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması TUKHLIYEV, Bokijon (2014). “Alişir Nevai Gazellerinin Şerhlerinin Yapılması Hakkında”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.503-507 (http://bilgelerzirvesi.org). Bokijon TUKHLIYEV ALİŞİR NEVAİ GAZELLERİNİN ŞERHLERİNİN YAPILMASI HAKKINDA A lişir Nevai’nin eserlerini okuyup anlamak her zaman kolay değildir. Özellikle, tasavvufi şiirlerini idrak etmede günümüzün insanlarının zorluklarla karşılaşması tabiidir. Bunun için de onları bilimsel cihetten izah etmek, şerh etmek zarureti mevcut. Bunun için: – Metin içeriğini tamamıyla anlamak; – Bundaki bazı eskimiş veya anlaşılması güç olan sözcüklerin lügatini ve izahını vermek; – Bazı remizlerin manasını belirlemek; – Metindeki tasavvufi ıstılahların mahiyetini şerh etmek gerekli olacaktır. Bu konuda oldukça önemli çalışmalar yapılmaktadır. Özellikle, profesörler Necmiddin Kamilov, İbrahim Hakkul, Nursetulla Cumahoca, doçentler Yakubcan İshakov, Keramet Mullahocayeva ve diğerleri oldukça ciddi çalışmalar yapmışlardır. Bu istikametteki çalışmaların devam etmesi gerekmektedir. Ancak o zaman biz Nevai’nin bedii âlemindeki kendine özgülüklerin mahiyetini derinlemesine anlama, hissetmek imkânına sahip olabiliriz. Biz de bu konuda birtakım tahliller yapmaya gayret gösteriyoruz. Tebliğimizde bu hususta kısa bilgiler vermeye çalışacağız. Alişir Nevai gazellerinden biri şöyle başlar: Köngül can birle bardi hemrahing, men derd ile turdum, Senge can birle könglümni, seni Tengrige tapşurdum. Nevai’nin aşk gazellerinden biri olan söz konusu şiir insani duyguların samimi ifadesi sıfatında özel bir öneme sahiptir. Şiirde âşık kalbin tabii ve samimi itirafları aksini bulmuştur. Burada da Türkâne Prof.Dr.Özbekistan Devlet Pedagoji Üniversitesi. 503 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tasvirin cazibedar yönleri insana zevk ve huzur vermektedir. Poetik fikrin cilvesi burada da eşsizdir. Birinci mısrada şair kendi hayallerinin yarda olduğunu vurgulayarek göstermektedir. Bu fikir “benim gönlüm canım ile birlikte sana yoldaş olup gitti” tarzında ifade edilmiştir. Gönül ve canını “gönderen” âşık gönül sahibinin “derd ile duruşu (durup kalışı)” anlaşılırdır ve izaha muhtaç değildir. Gönlünün can ile birlikte gitmesini “can” diyerek birlikte gitmek” tarzında dahi anlama imkânı mevcuttur. Aynı zamanda onlar yâre emanettir. Emanete sahip çıkacak insanın kendisinin de sağ sâlim olması gerekmektedir. Bunun için de lirik kahraman “can ile gönül”ü yâre, yarin kendisini ise Allah’a emanet etmektedir. Bunların ifadesi tenasüp (gönül, can, sen, ben, Tanrı), ta’did (gönül, can; unlar gitti, men kaldım, sana gönül ve canımı, kendini Tanrı’ya emanet ettim), tefrik (gönül can ile birlikte gitti, ben derd ile durdum), tezat (gitti, kaldım), teşhis (gönül ile cana insani vasıflar yüklenmektedir), tard-ı akis (gönül, can, can gönül), tekrir (Gönül – gönlüm, can can, Sen, seni, birlikte – birlikte), iştikak (Gönül – gönlümü, Sana – seni), aliterasyon (birlikte gitti; durdum, Tanrı’ya emanet ettim) gibi tasvir vasıtaları aracılığıyla yapılmıştır. Sonraki beyitte gönül ile alakadar olan bir imgeye vurgu yapılmaktadır. Bu ondaki dağlardır (gönül yarası). Nişandur tîre bolgan ahter-i bahtım sevadıdın. Tügenlerkim, firaknıng otını gam şamı küydürdüm. Bu yalnızca gönüldeki yaraların izlerine değil, aynı zamanda bahtsızlık (eğer sevad sözcüğünün “kara” anlamının da mevcut olduğunu dikkate alacak olursak, bunu “kara baht” veya “bahtımın karalığı” tarzında da anlamak mümkündür) nişanelerdir. Onun peyda olma sebebi de açıktır: lirik kahraman onu gam şamında firak odu ile yakmıştır, neticede böyle bir dağ, iz peyda olmuştur. Lirik kahraman kendi ruh halini tavsif etmeye devam eder. Elbette, onun bu hali de doğrudan doğruya ayrılık ile alakadardır. Yığaç birle başak kim, tende kalmış oldurur merhem. Cünundın kim, firaknıng okların cismimde sındurdım. Beytin manasını izah ederken onun sentaks yapısındaki mürekkeplik oldukça güçlük çıkarmaktadır. Söz ayrılık (“firak”) ıstıraplarının üstünde geçmektedir. Aşığın vücudu firak oklarından (yay oklarının ağaç kısmı ve ucundaki demiri (“başağı”nı hatırlayın) kalan esaret yüzünden eziyet çekmektedir. Ama bunun bir faydalı ciheti de vardır: o aşıklık sebebiyle peyda olan cünun (cezbe, şiddetli ihtiras) için münasip bir merhemdir de (belki de, burada cünun 504 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması uyandığı zaman onu cismani güç ile (vurup) tedavi etmek öngörülüyor olması mümkün müdür?! Her durumda da okun kırılmasının aşığın vücudu ile doğrudan doğruya bağlantılı olduğu açıktır) Hicran ıstırabının tasviri daha da güçlendirilmektedir. Eğer önceki beyitlerde hicran alevi hakkında konuşuluyorken, şimdi burada bu alevin zirveye çıkmakta olduğu, yanıp tutuştuğu (“hicran kıvılcımı”) kaydedilmektedir: Tutaştı şamde her barmağım hicran şerarıdın, Ilık merhem koyay deb çün köngül çagıga yetkürdüm. Genelde çak (sütür) yırtılan, derzleri açılmış şeylerde olur. “Özbek dilinin izahlı lügati”nde buna “delik, deşik; kumaş, deri v.b.’dan dikilen eşyalarda dikerek birleştirilen yeri” diye izah verilmiştir. Gönül “dikildikten” sonra, elbette onda ağrı peyda olacaktır. İnsan şuursuz, içgüdüsel şekilde de ağrıyan yere elini vurur. Hicran alevinin tutuşarak yandığı yerde merhem koymak için uzatılan elin durumunu tasavvur etmek zor değildir. Bu tam da şamdan ateş tutuşmuş gibi bir durumun tasavvur etmemizi sağlıyor: parmaklar da alev içinde kalmaktadır. Müteakip beyitte aşığın mevcut durumu yeni bir telkinle izah edilmektedir. Burada her şey “göz” kavramıyla ayrıntılı olarak birleştirilmektedir. Çü ol kâfir çıkar köz salmağaysız, ey Müsülmanlar, Ki men biçare könglümni bakıb turğunça aldurdum. Beyitlerde kullanılan ibareler de (“köz salmağaysız”, “könglümni bakıb turğunça aldurdum”) bu mana ile doğrudan doğruya bağlantılı. “Ol kâfir” burada yalnızca yârin – maşukluğun istiari ifadesi değildir. O aynı zamanda gözün tavsifini de anlatmaktadır. Lirik kahraman kendi etrafındaki gönüldaşları (“Müslümanlar”)a müracaat ederken, onları beklenmedik bir “kısmet”ten haberdar etmek istemektedir: sizler için en doğru yol bu kâfire nazar etmemektir, diye tembihlemektedir o. bunun delili de hazır: “ben öylesine bir bakarken bile gönlümü aldırdım”. Onun günahsız ve hatasız olduğuna da güzel bir işaret var (“ben biçare”). Önceki mısralardaki mantıksal kapsam daha da genişlemektedir. Artık aşığın yârin yüzüne muntazam tarzda gözlerini dikerek – “çakılarak” bakmasının “sebepleri” izah edilmektedir: Katıbdur közlering kim, ne yapılmak, ne teharrük bar, Kiya bakkay mu bir deb azm eterde bes ki telmürdüm. Burada netice ve onun sebeplerini şerh etmeye maillik çok önemlidir. Öncelikle, gözler donup kalmıştır (yukarıdaki beyitte 505 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı “cünun” hakkında bir mülahaza da vardı). Bu bir gözlerini bir noktaya dikip bakmak demektir. Bunu “ne yapılmak, ne teharrük bar”lığı ispat etmektedir. Hakiki âşık hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmaz. Onun kalbinde her daim muntazam bir inanç olur. Bu yârin iltifatına gözünün düşmesinden ibarettir. “Kiya bakkay mu bir deb” ifadesinde işte bu mana mücessemdir. Tasvirdeki derinlik devam etmektedir. Beklenen durum meydana gelir de: Yüzin körgeç başımga tüşti müşkin zülf-i sevdası, Figan kim, bir bakışda yüz bela başımga keltürdüm. Ama yârin didarını görmek gönül ıstıraplarını azaltmamakta, aksine, bunların daha da şiddetli şekilde yaşanmasına bahane olmaktadır. Artık aşığın başına yârin “müşkin zülf-i sevdası” eklenmektedir. Beyitte kullanılan “yüz bela başımga keltürdüm” ibaresinin gerçek ve mecazi anlamlara sahip olması da tasavvufi değildir. Buradaki “yüz bela”nın yalnızca eziyete, külfete değil, aynı zamanda “müşkin zülf”e de dahli bulunduğu hissedilmektedir. Tasvir süreci tekrar “gönül”e geçer. Yine Nevai tarafından keşfedilen yeni ibareler göze çarpar. Bunlar “Köngül tinmes” ve “könglümni tindürdüm” ifadeleri aracılığıyla verilmiştir. Bunun şu anki edebi dilimizdeki bir varyantı “gönlü dolmak”tır. Bu ibare “memnun olmak, kanaat hâsıl etmek, huzur bulmak” manalarına sahiptir524. Köngül tinmesge kalmış erdi, her nev arzu birle, Rıza koyıda ta köydüm kadem könglümni tindürdüm. Gönlün istek ve arzuları sınırsız, sonsuzdur. Nevai bunu “Köngül tinmesge kalmış erdi” şeklinde ifade etmektedir. Buna rağmen, lirik kahraman bunun çaresini bulur. O “rıza koyıda kadem” koymak ile bu meseleyi halleder. Tasavvufta rıza özel bir ruhani makama sahiptir. Onun mahiyeti kaza ve kadere, yani kendi yazgısına teslim olmak, onu hakikat sıfatında kabul etmeye hazırlık halinden ibarettir. Son beytin telkinleri oldukça ince ve muammalıdır. Onu birkaç şekilde izah etmek mümkündür. Söz insan gönlünün temizlenmesi üzerinde devam ederken, onun âlem ve âlemlere bağlı hadiselerde aramak caiz görünmektedir: 524 Bakınız: Özbek dilinin izahlı lügati. Beş ciltli, İkinci cilt. – Taşkent, “Özbekistan milli ansiklopedisi”, 2006, 459-sayfa. 506 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Mekân gülhan külin kıldım Nevai, telbedek, yani Cünün teracidin ahir kara tufrakka olturdum. Gülhan küli – insani eksiklerden, dünya heva ve heveslerinden el çekmeyi ifade etmektedir. Cünün teracı – sıradan aklın sınırlarını aşmak demektir. Tufrak ise dört unsurdan biri sıfatında alev (gülhan küli) ile uygunluğu teşkil etmektedir. Bu beyhude işlerden tamamen vazgeçip, tefekkür dünyasına gark olmayı da ifade etmektedir. Bu makamdaki âşık Allah’tan başka şeylerle meşgul bile olmaz, bunu kabul de etmez. O ilahi aşkla sarhoş ve mesttir. Gazelin kafiyeleri uzun sözlere değil, ancak eklere dayanmaktadır. Aslında, Nevai’nin kendisi bu tür kafiyelere çokça rağbet etmiş değildir. Hatta Ataî gibi bir şairi işte tam da bu tür bir hareketi sebebiyle “kafiyesinde küçük ayıpları var” diye tenkit bile etmişti. Buna rağmen gazeldeki bu durum mukabilinde onun ahengini arttırmaya hizmet eden başka imkânlardan verimli faydalandığı da hissedilmektedir. Bu, bize göre, bazı sert ve ahenkli ünsüzlerin miktarının çoğaltılmış olmasıyla da alakadardır. Bunların hepsi Nevai gazellerinin nesirle beyan edilmesi ve bunların ilmi-irfanî şerhlerine pek çok zaruret olduğunu göstermektedir. Yeri gelmişken söylemek gerekmektedir ki, Özbekistan’da şu anda bu konuda oldukça aktif işler yapılmaktadır. Bu tür olumlu teşebbüsler ise Nevai’nin manevi âlemini daha derin hissetmek, onlardan daha geniş ve büyük çapta faydalanmak için münasip imkânlar hazırlamaktadır. 507 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KERİMBEKOVA, Bayan (2014). “Hoca Ahmet Yesevî’nin Hikmetlerindeki Münacaat’ın Çağdaş Kazak Şiirine Yansımaları”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.509515 (http://bilgelerzirvesi.org). Bayan KERİMBEKOVA* HOCA AHMET YESEVÎ’NİN HİKMETLERİNDEKİ MÜNACAAT’IN ÇAĞDAŞ KAZAK ŞİİRİNE YANSIMALARI T ürk Dünyası edebiyatında Orhun Yenisey yazıtları, Yusuf Has Hacip’in yazdığı Kutadgu Bilig, Kitab-ı Dede Korkut gibi eserlerde Allah’ı ululama, Allah’a yakarış, dilek gibi epizotlar yer almaktadır. Âlimler Kazak şiirinde münacatın edebî tür olarak ilk kez edebiyatımızda Hoca Ahmet Yesevî’nin eserlerinde yer aldığını söylemektedirler. İnsanın toplumun içerisinde yaşayan sosyal bir varlık olarak yaratıcıya, gizemli güce yalvarması, ondan yardım dilemesi yaratılışının gereğidir. Bu durum münacat olarak adlandırılmaktadır. Münacat kelimesi Arapça kökenli bir kelimedir. Gece yakarış duası, açık sohbet etme, yalvarmadır. Allah’a kendi kaderine, istirhamla, dilekle yalvarma anlamları vermektedir.525 İslam dininin insanlığa gelmesiyle birlikte Kazak edebiyatındaki münacat içeren şiirler Allah’a münacat edebî türünde toplandı. Münacaatlar şairlerin lirik tefekkürün örnekleriyle İslam dininin temel unsurlarını kabul eden bakış açısının yansımasıdır. Münacaat, Kazaklarda “arnav” (ithaf), “nasihat ölen” (nasihat şiiri), didaktik ve felsefî temalı şiirlerin özellikleriyle ortaklıklar bulunduran edebî türdür. Münacaatın temasının özü Allah’a, peygamberlere medhiye, dilek dileme, fanî dünyadaki insanların günahları için af dileme, yalvarma olarak görülmektedir. Yaratıcıya münacat söylenmesi, şairin ruh dünyasındaki sırrı doğrudan aşikâr etmesine imkân vermektedir. Yazılı edebiyattaki münacaatın ortaya çıkması, İslamî Arap şiirinde başlayan bu akımı Fars edebiyatı vasıtasıyla olmuştur. Dünya edebiyatının kadim nüshalarında oldukça sık * Doç.Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi, Almaty/Kazakistan. 525 Rustеmоv L. 3. Arab-iran kіrmе sözdеrіnіŋ kazakşa-оrısşa tüsіndіrmе sözdіgі. – Almatı: Mеktеp, 1989, s.200. 509 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı rastlanan marşlarda medhiye ile münacaatın bir araya gelmesinden başlamıştır. Yesevî hikmetlerindeki münacatı araştıranlardan biri, Tatar ilim adamı A.Şaripov: “Ahmet Yesevî’ye Türkî dilindeki yazılı münacaatın temelini oluşturanlardan biri diyebiliriz,” demektedir.526 Kazak âlim İ.Jemeney ise eserinde: “Türk edebiyatına527 münacat Hoca Ahmet Yesevî ile geldi,”528 demektededir. Bеs jаsımdа şаriyğаtkа bеlim burdım, Din jоlındа оrаzа tutıp, ädеt kıldım. Kündi-tüni zikir аytıp, rаhаt kıldım, Sоl sеbеptеn аlpıs üştе kirdim jеrgе. (Orijinalinden Kazakçaya çeviren M. İbatov529 manevî dânâlığı özümsemiş büyük şair, filozof, sûfî edebiyatının kurucusu Hoca Ahmet Yesevî böyle söylemektedir. Menkıbelerin birinde Hz. Muhammet (sav.) ilmin sembolü olan emanet hurmayı Hoca Ahmet Yesevî’ye ulaştırması için Arslan Baba’ya vermesiyle ilgili şöyle rivayet edilmektedir: “Oğlum adın Ahmet imiş, işlerin hikmetle dolsun, aç ağzını!” dediğinde yedi yaşındaki çocuk bakıp ağzını açtığında hurma uçarak varıp çocuğun ağzına düştü. Çocuk bülbül gibi şakıyarak hikmet söylemeye başladı.530 Dîvân-ı Hikmet’te bu vakıayı Hoca Ahmet Yesevî şöyle anlatmaktadır: Jеti jаstа Аrıstаn bаbаm izdеp tаptı, Är sırımdı körgеn sаyın bürkеp jаptı. “Bilhаmdillаһ kördim” dеp izimdi öpti, Sоl sеbеptеn аlpıs üştе kirdim jеrgе. ...Sеgizimdе sеgiz jаnnаn jоl аşıldı, “Hikmеt аyt!” dеp bаsımа nur şаşıldı. Bihаmdillаһ Pirmuğаn şаrаp işirdi, 526 Şaripоv A.M. Zarоjdеniе sistеmı stihоtvоrnıh janrоv. – Kazan: İzdatеlstvо Kazanskоgо univеrsitеta, 2001, s. 6. 527 Burda Türk edebiyatından kasıt Türkiye’deki edebiyat değildir. Bütün Türklerin ortak edebiyatıdır. 528 Jеmеnеy İ. Mіnajat – “Tarihiy Raşidi” еŋbеgіndе // Akikat, № 4, s.177. 529 Kоja Ahmеt Yassaviy. Hikmеttеr. Şağatay tіlіnеn avdarma. -Almatı: Dauk-Prеss, 2000, s.11. 530 Yassaviy tağılımı. Ğılımiy makalalar mеn jaŋa dеrеktеr jıynağı. –Türkіstan: Mura, 1996, s. 125. 510 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Sоl sеbеptеn аlpıs üştе kirdim jеrgе531 Ahmet Yesevî’nin manevî üstad olarak Türk Dünyası tarafından geniş şekilde tanınmasına ve kabul edilmesine onun “Dîvân-ı Hikmet” adlı eseri vesile olmuştur. Hikmet, Allah tarafından verilen ilim, insanın kendini tanıması vasıtasıyla Allah’ı tanımasıdır. Bu da sufizmin temelini oluşturmaktadır. Şeriatın kurallarını tam olarak anlayıp, sıkı sıkıya yapışan, sadece ömrünü onunla birlikte geçiren insan hikmet ilmine, tarikata adım atabilir. Yesevî dağıttığı manevî ilmi, hâl ilmi olarak isimlendirmektedir. Kazakça “kal” (konuşma) Arapça kökenli bir kelimedir. Sufizmde “kal” söylenebilen, dille aktarılabilecek ilimdir yani insana öğretilebilecek bir ilimdir. Hâl ise dil ile söylenemeyecek, yaratıcının kendinin tâlim ettiği ilimdir. “Kal” ilminin amacı “Hâl”e ulaştırmaktır. Hâlin amacı ise Allah’a vasıl etmektir. Allah’ın bir an bile olsa aklından çıkarmama, zikir, nefsi dizginleyip ölmeden önce ölmek, dünyevî isteklerle kararan kalbi zikirle temizleme, ruhu terbiye, varlığın maksadını idrak hakikat olan Allah’a ulaşma sufîlik yolunun geçitleri, hikmet ilminin önemi olarak görülmektedir. Türk sufî edebiyatının, şiirinin başlangıcı Hoca Ahmet Yesevî’nin Divanında oldukça fazla önemli hikmetlerle doludur. Yesevî hikmetlerinin temeli, özü, münacat şiirleri dersek yanılmayız. Yesevî münacatlarının temeli Allah’a yalvarma, ondan dileme, bazı zamanlarda Allah ile sırlaşma melodisiyle yazılmıştır. Hoca Ahmet Yesevî araştırmacılarından A. Abdirasılkızı “Bu münacat örnekleri, geleneksel vezinle yazılıp Türkistan Türkçesinin tabiî özelliklerine sahiptir,”532 demektedir. Hoca Ahmet Yesevî Dîvân-ı Hikmet’te “Allağa jakınday tüsüv üşin” (Alah’a yaklaşmak için) her insanın kendi hayatında, ömür yolunda dört basamağı geçmesi gerektiğini söylemektedir. Birinci şeriat. Şeriat İslam dini kaide ve kurallarını takvayla tam olarak yerine getirme ve Allah’a kul olmaktır. İkinci tarikat, din âlimlerinin öğrencisi olarak, yalan dünyanın çeşitli arzularından kurtulma, Allah’a karşı muhabbeti güçlendirmedir. Üçüncüsü marifet, din yolunu bilme tanımadır. Bu aşamanın önemli talebi dünyadaki bütün varlığın sebebinin bir Allah olduğunu anlamaktır. Dördüncüsü hakikattir. Allah’a yaklaşmak, onu tanımak bu en üst mertebedir. Sufizmde şeriatsız tarikat, tarikatsız marifet, marifetsiz hakikat olması imkânsızdır. Bunlardan birinci mertebe diğerine geçmek için vasıtadır. Hoca Ahmet Yesevî Allah’a vuslat yolunda mutlaka bu dört 531 Kоja Ahmеt Yasavi. Hikmеt jiynak. (Dayın. M.Jarmuhamеdulı, M.Şafiği, S.Davіtulı). – Almatı: Jalın, 1998., s.11. 532 Abdіrasіlkızı A. Kazak adеbiеtіndеgі mіnajat janrı: еjеlgі pоeziya mеn kazіrgі adеbiеttеgі körіnіsі // Ürkеr jurnalı. № 1.(16). 2010, s.6. 511 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı mertebeden geçmek gerektiğini söylemektedir. Buna kendi şiirinde şöyle örnek vermektedir: ... Ötiy ğümırım şаrğаtkа nеtаlmаdım, Şаriyğаtsız tаrihаtkа ötаlmаdım, Hаkikаtsız mаğrifаtkа bаtаlmаdım, Kаtig yillar pırsız niçük ötаr dоstlаr. Yesevî hikmetleri vasıtasıyla şekillenen münacat türü Kazak edebiyatındaki münacat şiirlerinin gelişmesine vesile oldu. Münacat kelimesinin dilek kelimesiyle aynı kökten olduğunu hatırlayacak olursak ozanların, âşıkların şiirlerindeki münacaat örneklerini Kazakların Bukar adlı ozanının “Tilek” (Dilek) adlı eserini söyleyebiliriz: Birinşi tilеk tilеŋiz, Bir Аllаğа jаzbаskа. Еkinşi tilеk tilеŋiz, Еr şuğıl pаsık zаlımnıŋ Tilinе еrip аzbаskа. Üşinşi tilеk tilеŋiz, Üşkilsiz köylеk kiymеskе, Törtinşi tilеk tilеŋiz, Tördе tösеk tаrtıp jаtpаskа. Bеsinşi tilеk tilеŋiz, Bеs uwаkıttа bеs nаmаz, Birеwi kаzа bоlmаskа…533 –diye Allah adıyla başlanıp, geleneksel münacatlara has bir kısım ezgileri kuşatan bu söyleyiş de Kazakların anlamını, önemini daha da artırmakta, Kazakların karakterinin bozulmamasını, muhafaza olmasını Allah’tan dilemeyi nasihat etmektedir. Uzun yıllar yasaklanmış edebî türlerden biri olan münacat hakkında ilk kez ilmî, edebî tahlili büyük dilcimiz Ahmet Baytursınulı’nın eserlerinde görmekteyiz. “Adebiyet tanıtkış” (Edebiyat Tanıtma) adlı eserinde Baytursınulı: “Dinî dönem kederli, ıstırap dolu şiirlere münacat olarak adlandırılmaktadır. Önceleri münacatı ulemanın Allah’a yakarışı, dileği, feryad u figanıdır. Git gide figan, ıstırap anlamına dönüşmüş, feryad u figan dolu mısralarla kurulu eser de münacat olarak adlandırılmıştır,”534 demektedir. Edebiyat araştırmacısı, eleştirmen İ. Jemeney, Fars edebiyatında münacat kelimesinin bir kimseyle sırlaşma, fısıldaşma; 533 Оn ğasır jırlaydı. – Almatı: Dauir, 2006, 128. s. Baytursınulı A. Adеbiеt tanıtkış. Zеrttеulеr mеn ölеŋdеr. – Almatı: Atamura, 2003, s. 150. 534 512 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Allah ile sırlaşma; bir kimsenin iç düşüncesini anlamak; sırlaşma; Allah’tan dileme olarak beş anlama geldiğini söylemektedir.535 Şiirimizde Yesevî hikmetleriyle başlayan münacatlar “Allah’ın özü de hakikat, sözü de hakikat; Hakikat söz hiçbir zaman yalan olmaz,” diyen Kazakların baş şairi Abay Kunanbayulı’nın şiirlerinde devam etmiştir. Abay’ın Abdirahman’a ithaf ettiği şiirleri, ağıtları, münacat şiirlerinin derlemesi gibidir. Abay’ın münacat şiirleri babalık duygusu, özge kederle kurulmuştur, Allah’tan dilediği de bu duygulardır. Ya, Аllа, bеrе gör, Tilеgеn tilеkti. Kоrkıtpаy оrnıktır, Şоşığаn jürеkti. Şın jürеk еljirеp, Аllаdаn tilеymin. Şın kаlkаm оsı kün Bоlıp tur kеrеkti. Jürеgim suwıldаp, Süyеgim şımırlаp, Аllаdаn tilеymin Kupiya sıbırlаp. Zаr еtsе bеndеsi, Bеrmеy mе Аllаsı Tän sауlık kаlkаmа, Kаbıl bоp köz jаsı?536 Yaratıcının hikmetini, yaradılışın ibretini akılla tanıyan, hisle duyan dâhî şair ıstırapla feryat figan etmektedir. Münacat için insanın kendi kendiyle konuşmasından oluşan, bir Allah’a bağışlanan monolog, diyen H.Y. Minnegulov’un bu tahlili Abay’ın münacatı önemli şiirlerinin tabiatını derin olarak ortaya koymaktadır. 20. asrın başında Kazak edebiyatının önemli, mümtaz şairi Mağcan Cumabayev’in yaratıcıya karşı yazdığı münacatlar kendine has unsurlar içermektedir: Оypırım-аy, Аllа-аy, jаsаğаn, Kısıldı ğоy şıbın jаn! 535 Jеmеnеy İ. Mіnajat – «Tarihiy Raşidi» еŋbеgіndе // Akikat, № 4, s.57. Abay. Şığarmalarınıŋ yеkі tоmdık jıynağı: Ölеŋdеr mеn audarmalar.- Almatı: Jazuşı, 2002, s.96. 536 513 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Kuwаt kеmip bаrаdı, Köp bоldı mınаw аkkаn kаn. Täŋiri, öziŋе jılаyın, Häl jоk, kаlаy turаyın? Jürеkti jаrа jеp bаrаd, Jаsаğаn-ау, kаlаy şıdаyın?! …Tüsti kısım jаnımа, Tunşıktım ğоy kаnımа! İyеm bоlsаŋ, jаrаtkаn, Sаlsаyşı kulаk zаrımа!537 Diyen şairin “Jaralı jan” başlıklı şiirinde lirik kahraman tarafından söylenen sözler hakikî münacatın tabiatını tanıtmaktadır. Bu sadece Mağcan’ın münacatı değildir, aynı zamanda bütün Kazak halkının Allah’a karşı münacatıdır. 1990’lı yıllarda ve 2000’li yıllarda başındaki Kazak şiiri de millî söz sanatındaki dinî, İslamî dünya görüşünü geliştiren, geniş şekilde dile getiren özelliğidir. Çağdaş Kazak şiirinin meşhur temsilcileri, şairler: Serik Kaliyev’in, Devletbek Baytursınulı’nın, Aynur Abdirasılkızı’nın münacat muhtevalı şiirlerinde Allah’ın kudreti dile getirilmiştir. Bağımsız Kazakistan’ın genç neslinin yazdığı şiirler ve bu şiirlerdeki münacatlar milletimizin tefekkür dünyasını uyandırmıştır. Münacat şiirleri çağdaş şairlerimizin eserlerinde temizlenme, meditasyon dolu özellikler taşımaktadır. Aşağıdaki münacatın yazarı D. Kıdırali şöyle söylemektedir: … İye, Аllа! Jаn bеrеmin аkiykаt şındık üşin, Til bеrе gör аlmаstаy jаrkıldаğаn. Tuwılğаm jоk ömirgе kuldık üşin, Jürеk bеrgin kürеstе tаrtınbаğаn. İye, Аllа! Jürеgimе jıluw bеr jаlındаğаn, Kаzаğımdı аrıltаm kаyğı-muŋnаn. Аlа körmе şаbıttı аrındаğаn, Kаldırsаŋ dа bаr bаkıt bаylığıŋnаn, 537 Jumabaеv M. Şığarmalar. 3 t. – Almatı: Bіlіm, 1995. – 1 t., s.79. 514 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Araştırmacı İ. Jemeney “Münacat insan vicdanının uyanması, ruhî canlanma, tefekkürün silkinmesi, insanın nefsini dizginlemenin basamağı,” demektedir. İ. Jemeney bu görüşüyle D. Kıdırali’nin şiirindeki münacatın iç âlemini tam olarak anladığı aşikârdır. Uzun asırlar içinde, zor devirlerde de münacat önemli şiirlerde hayat sevgisini muhafaza ederek bütün nesiller tarafından örnek alındı. Kazak edebiyatının altın hazinesini zenginleştiren ruh zenginliğimizin biri olan münacat şiirleri eskimez, kaybolmaz. Edebiyat var oldukça var olacak, yaşayacak türlerden biridir. Kaynakça Rustеmоv L. 3. Arab-iran kirmе sözdеriniŋ kazakşa-оrısşa tüsindirmе sözdigi. – Almatı: Mеktеp, 1989. – 320b. Şaripоv A.M. Zarоjdеniе sistеmı stihоtvоrnıh janrоv. – Kazan: İzdatеlstvо Kazanskоgо univеrsitеta, 2001. 307s. Jеmеnеy İ. Minajat – “Tarihiy Raşidi” еŋbеgindе // Akikat, № 4, 165177b. Kоja Ahmеt Yassaviy. Hikmеttеr. Şağatay tilinеn avdarma. -Almatı: Dauk-Prеss, 2000. – 208 b. Yassaviy tağılımı. Ğılımiy makalalar mеn jaŋa dеrеktеr jıynağı. – Türkistan: Mura, 1996. 125b. Kоja Ahmеt Yasavi. Hikmеt jiynak. (Dayın. M.Jarmuhamеdulı, M.Şafiği, S.Davitulı). –Almatı: Jalın, 1998. 183-185 bb. Abdirasilkızı A. Kazak adеbiеtindеgi minajat janrı: еjеlgi pоeziya mеn kazirgi adеbiеttеgi körinisi // Ürkеr jurnalı. № 1.(16). 2010 j. Оn ğasır jırlaydı. – Almatı: Dauir, 2006. – 408 b. Baytursınulı A. Adеbiеt tanıtkış. Zеrttеulеr mеn ölеŋdеr. – Almatı: Atamura, 2003j. -208 b. Abay. Şığarmalarınıŋ еki tоmdık jıynağı: Ölеŋdеr mеn audarmalar.Almatı: Jazuşı, 2002. - 296 b. Jumabaеv M. Şığarmalar. 3 t. – Almatı: Bilim, 1995. – 1 t. – 256 b. Sеytkulоva A.T. Kazak pоeziyasındağı dini-islamdık düniyеtanım şığarmalarınıŋ tarihiy-adеbiy sipatı (19-20 ğğ. janе 21. ğ. bası) Filоlоgiya ğılımdarınıŋ kandidatı ğılımiy darеjеsin alu üşin dayındalğan dissеrtatsiyanıŋ avtоrеfеratı. Almatı, 2010. Jaksılıkоv A. Оbrazı, mоtivı i idеi s rеligiоznоy sоdеrjatеlnоstyu v prоizvеdеniyah kazahskоy litеraturı. – Almatı: Kazak univеrsitеti, 1999. – 422 s. Ahmеtbеk A. Kоja Ahmеt İassavi. -Almatı: Sanat, 1998. Sızdıkоva R. Yasaviy hikmеttеriniŋ tili. – Almatı: Sözdik-Slоvar, 2004.-552b. 515 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması GÜZEL, Abdurrahman (2014). “Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı Üzerine Kısa Bir Değerlendirme”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss. 517-522 (http://bilgelerzirvesi.org). Abdurrahman GÜZEL* DİNÎ-TASAVVUFÎ TÜRK EDEBİYATI ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME M uhterem Efendiler, Dini Tasavvufi Türk Edebiyatı hakkında benden istenilen bu konuyu nasıl değerlendirmem gerekeceğini bilmeden işe soyunduk. Bildiğiniz gibi bu ismin geçmişi çok yakın zamanlara aittir. Bu isim ilk defa tarafımızdan 1992 yılında Türk Dünyası El Kitabı’nda ‘Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı’ olarak adlandırıldı. Fakat meslekdaşlarımızdan gereğince bir ilgi göremedik. Herkes ters baktı. Olur mu böyle isim diye? Ama bu ders, bir yandan üniversitelerimizde, diğer yandan da orta öğretim kurumlarımızda aynı adla kullanılamadı. Ancak Üniversitelerimizde sığıntı halinde katma değer vergisi gibi, ya ‘Anonim Türk Halk Edebiyatı’ içinde, ya kısmen, Eski Türk Edebiyatı içinde, ya da Âşık Edebiyatı içinde verildiğini -Allah kabul etsin(!)kabilinden- gördüm. Öylesine geniş bir birikime ve kültürel değerlere sahip olan bu Dini-tasavvufi Türk Edebiyatı, genelde de Türk Edebiyatının kültürel temelini teşkil eden bir önemli bilim dalı idi. Maalesef meslekdaşlarımız bu ismi kullanmaktan âdeta korktular veya utandılar, kullanamadılar. Hep 1914’de yapılan Türk Edebiyatının tasnifi içinde Türk Halk Edebiyatının bir alt başlığı olan ‘Tekke Edebiyatı’nı tekkeciler tabiriyle müstehzi bir şekilde adlandırmaya çalıştılar. Bu duruma ise gönlümüz asla razı olmadı ve olmaz da. Ve bu konuda bize yakıştırılmaya çalışılan bâzı hoş olmayan isimleri ve aşağılayıcı tutumları da zaman zaman göğüsledik. Ve dedik ki, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı; ‘Toplumun kültürel değerlerine sahip çıkan, üreten, gelişen, dünya ve âhiretini tamamlayıcı bir eğitim veren ve bu insanları gerçek anlamda her iki * Prof. Dr. Başkent Üniversitesi. 517 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması âlem için de mutlu kılan, milli birlik ve beraberliği sağlayan, dinî yaşayışını belli bir vecd ve zühd içinde iki günü birbirine eşit olmayacak şekilde deva ettiren ve üreten, bazen nesir, bazen millî vezinle, bazen de Divan şiiri nazım şeklini kullanarak, kendisine mahsus dinî tasavvufî nazım tür’leriyle verebilen ve toplumun tümünü, dağdaki çobanla, saraydaki Sultanı kucaklayan, bir ‘EkolKöprü Edebiyatı” olduğunu tarif etmeye çalıştık. Daha sonra da, bu edebiyatın ‘Fikir kaynağı, Hedef kitlesi, Asli teması ve Kadrosu’nu tespit etmeye çalıştık. Onlar da; Fikir kaynağı: Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed ve Türk milletinin birliği ve beraberliğidir. Hedef Kitlesi: Bütün bir Toplum,- Cumhurdur. Gelin tanış olâlim, İşi kolay kılâlim, Sevelim, sevilelim bu dünya kimseye kalmaz Aslî Temaları: İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır. Kadrosu: vecde, akideye ve milli mefkureye dayalı eserleri ortaya koyan şahsiyetlerdir. Bilindiği gibi bu edebiyatın Orta Asya sahasında kurucusu, ilk ve önemli şahsiyeti XII. yüzyılda Türkistan’da yaşamış olan Hoca Ahmet Yesevî’dir. Yesevî’nin Hikmetleri günümüze kadar gelmiş ve dervişleri vasıtasıyla bütün Türk coğrafyalarında çok etkili olmuştur. Onun Hikmetleri didaktik ve lirik mahiyette manzumelerdir. Bu şiirler, daha sonraki devirlerde Yesevî’nin müritleri tarafından yazıya geçirilerek Divan-ı Hikmet adıyla kitaplaştırılmıştır. Ayrıca Fakrnâme538adlı bir eseri daha vardır ki, o da didaktik, yani öğretici özelliklere sahip bulunmaktadır. Yine bu edebiyatın Anadolu sahasında da ilk temsilcilerinden biri olanYunus Emre,539 XIII. yüzyılda Anadolu’da yaşamış ve “Dinî538 Güzel, A. AhmedYesevi’ninFakr-nâme’si Üzerine Bir İnceleme, Ankara 2008. Güzel, A., Mutasavvıf Yunus Emre, Ankara 1993. “Bilindiği gibi Yunus Emre, sadece bu asrın mutasavvıf şâiri değil, aynı zamanda o, bütün Türk edebiyatının en büyük şâirlerindendir. Nerede doğduğu, nerede, nasıl yaşadığı, nerede öldüğü kesin olarak belli değildir. Onun gerçek hayatı hakkında çok az bilgi olduğu hâlde, menkıbevî hayatı hakkında pek çok bilgi bulunmaktadır. Yunus Emre; tasavvufu açık, sade, samimî, ve heyecanlı bir şekilde dile getirmiş son derece coşkulu şiirler söylemiştir. Hayat, ölüm, varlık, yokluk meseleleri üzerinde durmuştur. İnsana çok fazla değer veren, bütün insanlara bir gözle bakan 539 518 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması tasavvufî Türk Edebiyatı’nın ilk kurucu ve temsilcilerinden biri olmuştur. Bu yüz yıldan sonra artık Anadolu’da pek çok mutasavvıf şâir ve nâsir yetişmiş ve bunlar, sahaları itibariyle de pek çok eserler vermişlerdir.540 Divân-ı Hikmet, Kitâb-ı Bakırgan, Nehcü’l-Ferâdis, Atabetü’lhakayik, Kutadgu Bilig, Divan-ı Lügati’t-Türkde yine aynı duygularla yazılan eserlerimizdir.541 Şunu da açıkça ifade etmek isterim ki, bu edebiyat bir asırdan buyana bu ad altında maalesef verilememiştir. Özellikle de İlk-orta ve yükseköğretim kurumlarımız müfredat programlarında aynı adla okutma yürekliliğini gösterememişizdir. Hep kıyıdan, bucaktan yaklaşmaya çalıştık. Hâlbuki bu edebiyat Türk edebiyatının asıl temelini teşkil ediyordu. Zaman zaman bu ismi bile anmaya korkmuşuzdur. Çok şükür şimdi gerçeği yeni yeni görmeye başlayan gençlerimiz yetişmiş durumdadır. Müsadenizle bu edebiyatın muhtevasından birkaç örneği sizlerle paylaşmak isterim. Onlar da: Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı, Türk Edebiyatı’nın bütünü içinde bir disiplindir. Bu edebiyat, daha önceleri ‘Halk Edebiyatı içinde katma değer vergisi gibi sığıntı halinde ‘Tekke edebiyatı’ adı ile korku ile kısmen yer almıştır. Şimdi ise, onun gerçek anlamda ‘efradını câmi ağyarını mani’ bir isimle hem didaktik/öğretici, hem de lirik/aşk cephesi ele alınarak, sadece İslami dönemle sınırlanmayıp, İslam’dan önceki dönemleri de kapsamak kaydıyla ‘dini-tasavvufi Türk edebiyatı’ adıyla ele aldık. Ama bu kararı verebilmek için de 25 yıl araştırdık. Fakat hâlâ Üniversitelerimizde, meslekdaşlarımız dini-tasavvufi Türk edebiyatı’ adını kullanamadılar. Yunus Emre, Türkçemizin millî sesini en güzel şekilde aksettirmiştir. Onun görüş ve düşünceleri asırları aşarak günümüze ulaşmıştır”. 540 XIV. yüzyılın dinî-tasavvufı şiirleriyle tanınmış olan en önemli şâiri, Yunus Emre’nin yolunu takip eden Kaygusuz Abdal’dır. Onun hayatı hakkında da pek çok menkıbeler teşekkül etmiştir. Hem hece hem de aruz vezni ile şiirler yazmış olan Kaygusuz Abdal’ın mensur, manzum ve manzum+mensur karışık eserleri de bulunmaktadır. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, XV. yüzyılda Hacı Bayram Veli, Eşrefoğlu Rumî, Âşık Yunus’dur. Ayrıca bu yüzyılda dinî konulu en önemli eserlerden birisi de Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’dir. Mevlid yüzyıllar boyunca çeşitli törenlerde zevkle okunmuş ve günümüzde de okunmaya devam edilmektedir. XVI. yüzyılda Ümmî Sinan ve Pir Sultan Abdal’ı; XVII. yüzyılda ise Niyazî-i Mısrî, Aziz Mahmud Hüdayî ve Sinan-ı Ümmî gibi şahsiyetleri yetiştirmiştir. Bu edebiyattaki şiirlerin genel adı olan ilâhîler, tarikatlere göre şu isimleri almaktadır: Bektaşi şâirlerinin şiirleri nefes, nutuk, devriye; Mevlevî şâirlerinin şiirleri âyin, Gülşenilerin şiirleri ise tapuğdur. İlahiler hem aruz hem de hece vezinleriyle yazılmışlardır. Hece vezni ile yazılanlar koşma, aruz vezni ile yazılanlar gazel şeklindedir. Bunlar tasavvufî görüş ve anlayışları, sır ve hikmetleri dile getiren şiirlerdir. 541 Bu hususta da ilgili bölümlere bakınız. 519 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Fakat hâlâ Üniversitelerimizde Dini-tasavvufi Türk Edebiyatı’ adı altında böyle bir ders koyma cesaretini gösteremedik. Ama Batı kültürüne dayalı, çürümüş, fosilleşmiş bazı isimleri bir araya getirip ders diye koyduk ve öğrencilerimize bir buçuk asırdan buyana okutmaya devam ettik. Fakat Türk Edebiyatının temelini teşkil eden ama kendi kültürümüzden olan bu ismi koymaktan utandık, korktuk. Hâlbuki Türk edebiyatının bütünü içinden siz ‘dini muhtevayı’ çıkarırsanız, o edebiyat, içi boş bir kovana benzer, bunu hepimiz çok iyi biliyoruz, ama gereğini yapamadık. Daha önce kıyıdan bucaktan bakılan bu edebiyat şimdi bir disiplin olunca aşağıdaki şahıs ve konuları derinlemesine ‘DiniTasavvufi Türk Edebiyatı’ içinde öğrenmeye çalıştık. Bu edebiyat; dünle bugünü birleştiren, doğruyu ve yanlışı gösteren, toplumu birlik ve beraberlik potasında buluşturan, dağdaki çobanla, saraydaki Sultanı aynı koltukta kucaklayabilen bir disiplin olduğunu görmeye çalıştık. Yani AhmedYesevi, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Süleyman Çelebi’leri toplumun bütünü ile buluşturmaya çalıştık. Biz 25 yıldan buya yaptığımız çalışmalar ile, dün bazılarından habersiz olduğumuz konuları bugün Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı ile öğrenmeye çalıştık. Şöyle ki: 1. Bugüne kadar öksüz çocuk gibi kenara itilen bu edebiyatın, tarihini, önemini, bilimsel değerini ortaya koyarken onun hem nazım, hem de nesir alanındaki üstün seviyedeki eserlerini, yüzleri aşan nazım türlerini ortaya koymaya çalıştık. 2. Dün hiç kimse; Alevilik-Bektaşilik ve Hacı Bektaş Veli’yi ağzına almaktan korkarken, biz bu korkuyu bir tarafa atıp, her tehlikeyi göğüsleyip, Hacı Bektaş Veli’yi lokal bölgelerden de çıkarıp, Onun gerçek anlamda bir Hz. Muhammed dostu, hatta ashaptan biri mesabesinde olduğunu akademik sahada da ilk defa ortaya koymaya çalıştık. Henüz hiçbir akademik çalışma ve kurum yok iken, biz onunla ilgili olarak ‘Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi’ni 1987’de kurarak, hem de en mükemmel akademik çalışmaları ortaya koyduk, fakat asla onun ne ticaretini, ne de istismarını yapmadık. 3. Dün Yunus Emre ümmi olarak bilinirken, onun da gerçek bir mutasavvıf şair ve âlim biri olduğunu olduğunu ortaya koymaya çalıştık.’ 520 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 4. Biz bu edebiyat vasıtasıyla; Hz. Muhammed’in Türk kavmi ve Türk dili hakkındaki, “Türk dilini öğreniniz, çünkü onların uzun sürecek bir saltanatı vardır.” hadisini öğrendik. Ve var gücümüzle dilimize sarıldık. 5. İslam’dan önce Türklerin dini olan Gök Tanrı Dini’nin umdeleri ile İslam Dini’nin umdeleri arasındaki pek çok tıpa tıp itikat, ibadet ve ahlaki benzerlikleri ufak tefek değişikliklerle de olsa bu edebiyat içinde öğrenmeye çalıştık. 6. 8. asırda yaşayan ve o günün en büyük müfessir ve muhaddisi olan Abdullah b. Mübarek et-Türki’yi, 9. Asırda yaşayan Muhammed Musa el Harezmi’yi de bu edebiyatla tanıdık. 7. Türklerin Müslümanlığı X. asırda kabul ettiğini, batılılara göre biz de söyledik, fakat Türklerin Müslüman oluşlarını Hz. Muhammed zamanı ile aynı dönemlerde olduğunu söyleyemedik. Ama şimdi bu edebiyat ile gördük ki; İlk Türk-İslam devletlerinin 7-8.asırdan itibaren Afrika’da Tolunoğulları, Balkanlar ve Kafkaslar’da İdil Volga Bulgar Türkleri, Orta Asya’da da Karahanlılarla kurulduğunu öğrendik. 8. Dünyanın dönüşünü XVII. Asırda yaşayan Galile ile bize öğrettiler, fakat 7. Asırda Kur’anın, 13. Asırda Caca Beyin, XV. Asırda Uluğ Beyin Dünyanın dönüşünü görmedik, ama şimdi bunları da bu edebiyatla öğrendik. 9. Bu edebiyatın asıl bel kemiğini teşkil eden‘Dört kapı kırk makam’ın, bir İlk-orta-Lise ve Üniversite Eğitim sistemi oluşunu da bu edebiyatla öğrendik. 10. AhmedYesevi’yi ve onun geçek müridlerinin Anadolu temsilcilerini, Anadolu’ya gelen Alp-Eren dervişleri ve onların ‘Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır, Vatanın hem üstü aziz, hem de altı, Çünkü üstünde can, altında ise iman var’ 521 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Hubbu’l vatan mine’l-iman dedi Câna can dedi Mustafa’yı yine biz bu edebiyat ile öğrendik. 11. Asırladır kütüphanelerde okuyucusunu bekleyen milyonlarca yazmaların zamanla bütün dünya kütüphanelerinden alınarak ilim âlemine sunulması da yine bu bilim dalı sayesinde haberdar olmaya çalıştık. 12. Bu edebiyatın varlığını da zamanla batı bilim adamlarının eser ve çalışmalarından öğrenmeye çalıştık. Örneğin, 1850’lerde Avrupa dillerine çevrilen El-Milel ve l Nihal’i biz daha son 4-5 sene evvel Türkiye’de Türkçeye çevirebildik. 13. Bu edebiyata sahip çıkabilmek için mutlaka bilgi birikimi ve yürek lazım. Biz bunları göğüsledik. Bütün öğrencilerim ve meslektaşlarıma teşekkürler ederim ki, 12 yılda 6. Baskısını yaptığımız ‘Dini- Tasavvufi Türk Edebiyatı kitabımız ile bu yolda ilerlemelerimize devam ediyoruz. 14. Netice olarak ifade etmek isteriz ki, Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı, diğer edebiyatlardan konu, tür, muhteva, kaynak ve eser bakımından daha da kapsamlı bir edebiyattır. Çünkü bu edebiyat; bir yandan ‘Anonim Halk Edebiyatı ile avam arasında buluşmuş ve onlardan yana eserler vermiştir. Âşık Edebiyatı mensupları ile de Âşık edebiyatı bünyesinde kendisini hissetmiştir. Divan Edebiyatı ile ise okumuş-havas’lar arasında bulunmuş onlara göre de eserler verebilmiştir. Tekke Edebiyatı ile de Tekkeler ve Tekkeler çevresinde yer almış, onlarla beraber olmuştur. 15. Böylece Dini- Tasavvufi Türk Edebiyatı; herkesi kucaklamış, hem Âşık edebiyatı, hem Anonim Türk Halk Edebiyatı, hem tekkeler çevresinde oluşan dini-tasavvufi Türk Edebiyatı mensupları ile buluşmuş ve hatta Klasik edebiyatı da kapsayan geniş şumüllü bir edebiyat olmuştur. Artık bu Disiplin’e sahip çıkma zamanı gelmiş ve geçmişte. Şimdi ise, bu edebiyatı kendi adıyla Üniversitelerimizde bütün yönleriyle ele alıp okutmalıyız. Bu bizim için milli ve dini bir görevdir, der. Hepinizi saygıyla selamlarım. 522 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ÖZGÜR, Can (2014). “Memlül Kıpçakçasıyla Yazılmış Kitab-ı Mukaddime-i Ebu’l-Leys esSemerkandî’nin Söz Varlığı”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 2628 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.525534 (http://bilgelerzirvesi.org). Can ÖZGÜR * MEMLÛK KIPÇAKÇASIYLA YAZILMIŞ KİTÂB-I MUKADDİME-İ EBU’L-LEYS ES-SEMERKANDÎ’NİN SÖZ VARLIĞI Giriş E bu’l Leys Semerkandî 10. Yüzyılda yaşamış meşhur İslâm din bilginidir. Özellikle fıkıh ve kelam alanında birçok eser yazmıştır. Bu bildiride Semerkandî’nin ElMukaddime Fi’s-Salat kısaca Mukaddime olarak bilinen fıkıh kitabının Memlûk Kıpçakçasına yapılan tercümelerin söz varlığı üzerinde durulmaktadır. Söz varlığında dikkat çeken ve bugüne göre farklılık gösteren sözcükler ele alınmaktadır.542 Eserin Memlûk Kıpçakçasıyla yazılmış iki tercümesi üzerine (Zajaczkowski 1959, 1962 Toparlı 1987, Özkan 1994) çalışmalar yapmıştır. Birinci yazma İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi Ayasofya Bölümü 1451 numarada bulunmaktadır. Satıraltı tercümedir. Harekeli nesihle yazılmış olup 47 varaktan ibarettir. Yazmanın her sayfasında altısı Arapça altısı Türkçe olmak üzere 12 satır vardır. Arapçalar siyah, Türkçeler kırmızı mürekkeple yazılmıştır. Müstensihi Esenbay b. Sûdûn’dur. Tercümanı belli değildir. İkinciyazma Konya İl HalkKütüphanesi Prof.Dr. Nafiz Uzluk Bölümü 6993 numarada kayıtlıdır. Bu yazmanın da tercümanı belli değildir. Eserin isminden sonar geometrik birşekil içinde Memlûk sultanı Kansu Gavrî (hükümdarlığı 1510-1517) için kopyalandığı belirtilmiştir. Harekeli nesihle yazılmıştır, 53 varaktır. Mukaddime’de şu konular yer almaktadır: *Doç.Dr. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi. 542 Sözcüklerle ilgili karşılaştırmalarda: Recep Toparlı vd. Kıpçak Türkçesi Sözlüğü, TDK Yay. Ankara, 2003;Mehmet Kanar, Eski Anadolu Türkçesi Sözlüğü, Say Yay. Ankara 2011; Cem Dilçin, Yeni Tarama Sözlüğü, TDK Yay, Ankara, 1983; Emek Üşenmez, Eski Anadolu Türkçesinde Arkaik (Eski) Ögeler, Akademik Kitaplar, İstanbul, 2014. Kullanılmıştır. 525 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 1.İslam dininin şartları ve namaz 2.Farzın çeşitleri 3.Namazın önemi 4.Abdestsizliğin çeşitleri 5.Temizlik 6.Suyun çeşitleri 7.Namazın şartları 8.Namazın vacipleri 9.Namazın sünnetleri 10. Abdestin farzları 11.Abdestin sünnetleri 12.İstinca 13.Abdestin alınış biçimi ve abdest alınırken okunacak dualar. 14.Fıkıhla ilgili çeşitli konular. Mukaddime’nin Memlûk Kıpçakçasıyla yazılmış tercümeleri dil bakımından Oğuz-Kıpçak karışık diyalektine bağlı Oğuz (Türkmen) ögelerinin yoğun olarak görüldüğü alt gruba girmektedir. (Eckmann 1996:53-54) Eserin Söz Varlığı Burada bugüne göre farklılık gösteren veya karşılıklı olarak (Oğuzca-Kıpçakça) kelime kadrosuna göre değişen kelimeler incelenmektedir. 1. açıl-: Aydınlanmak. (Özkan: 196, 230) Kelime temel anlamının dışında kullanılmıştır. EATS ve YTS’de kelimenin bu anlamı geçmemektedir. KTS’de de yoktur. 2. ara-:Aralanmak, parmakların arasını aralamak. (Özkan: 233) Kelimenin verilen anlamları yanlıştır. Kıpçak Türkçesinde bu eylemin arav “arı, pak, temiz, günahsız” olarak isim şekli vardır. Buna göre anlamı “arılamak, yani temizlemek şeklinde olmalıdır. Kelimenin aslî şekli arı-ǿdır. Türkiye Türkçesi kaynaklarında bu kelime yoktur. Kıpçak Türkçesinde kullanılmıştır. (KTS:11) 3. arķun: Yavaş, gizli, sessiz. (Özkan: 235) Türkiye Türkçesinde olmayan bu kelime Tarihî Türkçesi kaynaklarında ve Kıpçak Türkçesinde bulunmaktadır. 4. avdaz: Abdest, Farsça abdest kelimesinin bozulmuş şeklidir. (Özkan: 235) 526 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Kıpçak Türkçesinde vardır. (KTS: 16) Tarihî Türkçesi sözlüklerinden Tarama sözlüğünde bulunmaktadır. (YTS: 16) EATSǿde yoktur. 5. ayaġ (2 tane) ayaķ (diğer tüm örnekler) (Özkan: 236, 237) Karşılıklı olarak tonlu-tonsuz şekillerin geçtiği örneklere rastlanmaktadır. 6. ayt- (ayd-) (17 tane) ~ de- (4 tane) ~ di- (diğer tüm örnekler) ~ söyle- (5 tane) (Özkan: 237, 248, 300) Bu kelimelerde tipik bir Memlûk Kıpçakçası özelliği görülmektedir. Aynı anlama gelen 3 kelimenin kullanılması yani ikili ve çoklu şekiller söz konusudur. Bunlardan ayt- Kıpçak Türkçesi söz varlığında yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Eski Anadolu Türkçesi söz varlığında daha az geçmektedir. EATAÖ adlı çalışmada eski bir öge olarak gösterilmektedir. (137). de- ~ di- eylemlerinde iǿli örneklerin çoğunlukla görülmesi Kıpçak Türkçesi özelliğidir. 7. barça:Hep, hepsi, bütün. (Özkan: 238) Türkiye Türkçesi kaynaklarında kullanılmamıştır. Kıpçak Türkçesinde ise birçok örneği vardır. 8. başġa (2 tane) ~ başķa (3 tane) 9. başġa (2 tane) ~ başķa (3 tane) ~ özge (8 tane):Aynı anlamdaki iki farklı kelime ve tonlu tonsuz örnekleri olan şekiller metinde kullanılmıştır. Eski Anadolu Türkçesi ve Kıpçak Türkçesinde ikili kelimelere rastlanmaktadır (Özkan: 239a, 293). 10. baŧman:6 okka (7. 375 kg) 1 batman. Ağırlıkölçüsü. (Özkan: 240) Türkiye Türkçesi kaynaklarında daha az Kıpçak Türkçesinde ise bol miktarda kullanılmıştır. (KTS: 25) 11. baŧŧallıķsuz: Kudret sahibi, her şeye gücü yeten. (Özkan: 225, 240) Bu kelime aldığı eklere gore olumsuz anlamda olması gerekirken olumlu anlamdadır. 12. ben: (3 tane) men (14 tane) (Özkan: 240, 281) 13. beñmezetlemeksüz~ beñzetmeksüz: Benzersiz, eşsiz. (Özkan: 241) İkili şekil, birinci kelime sehven kural dışı yazılmış! Kelimenin geçtiği arka arkaya iki satırda farklı imla görülmektedir. 14. beñze- (6 tane): oħşa (2 tane)(Özkan: 241, 288) Aynı anlama gelen kelimenin 2 şekli de bulunmaktadır. 527 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 15. bincilik: (Metne göre) Allahǿın çokluğuna inanmama şeklinde kelime soyut bir anlam kazanmıştır. (Özkan: 223) Yapılan çalışmaların indeksinde yoktur. Anuñ-içün bincilik yokdur. 16. birlik~ birlici: Bir olan, başka benzeri olmayan. (Özkan: 242) Türkiye Türkçesi kaynaklarıyla Kıpçak Türkçesiyle yazılmış metinlerde görülmeyen, bu eserde geçen tek örneklilik (hapax) bir kelime. 17. bisleyici: Rızk veren, eğitici (Özkan: 242). Bugüne göre kelimenin farklı anlamını görüyoruz. İlk hecede iǿnin olması Kıpçak Türkçesi özelliğidir. 18. bol- (1 tane) ~ ol- (diğer tüm örnekler): (Özkan: 184). Metinde bol- yardımcı fiil olarak arı bolġay şeklinde bir defa kullanılmıştır. 19. bulġaş-:Bulaşmak. (Özkan: 244) Kelimedeki –ġ- ünsüzünün düşmediği örnekler geçmektedir. Eski Anadolu Türkçesinde bu ses düşmüştür. Kıpçak Türkçesinde düşen veya düşmeyen örnekler bir arada kullanılmıştır. (KTS: 37). 20. burun (3 tane) ~evvel, (diğerbütünörnekler) (Özkan: 244245) Aynı anlama gelen iki kelimenin örnekleri kullanılmıştır. Burun kelimesi Kıpçak Türkçesi söz varlığında geçmektedir (KTS: 38). 21. çāyiz< a. cāǿiz:Yapılmasına izin verilen uygun anlamındaki Arapça kelimenin Türkçeleştiği örnek kullanılmıştır. (Özkan: 246) 22. çikiş-:İhtilafadüşmek, tartışmak. (Özkan: 246) Bu kelime Türkiye Türkçesi kaynaklarında yoktur. Buna karşılık Kıpçak Türkçesinde vardır. Aynı zamanda çekiş- , şekişşekilleri de geçmektedir. (KTS: 51) 23. çokrak: Daha çok, daha fazla (Özkan: 246) -raķ-rek karşılaştırma (komparatif) eki Kıpçak Türkçesinde yoğun olarak kullanılmıştır. 24. çüprek: Bez parçası, (Özkan: 246) Kıpçak Türkçesi söz varlığında görülmektedir (KTS:54). 25. daşķarı: dışarı (Özkan: 247) yön ekindeki ġünsüzüzüntonsuz şekli geçmektedir. Bu sesin düşmeyen örnekleri Kıpçak Türkçesinde görülmektedir. 528 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 26. de: (edat), dahi, de (Özkan: 248) dahi edatının de ile geçen örnekleri az rastlanan bir durumdur. Kıpçak Türkçesinde bunun örnekleri vardır (KTS: 57). 27. dek ~ dik: -e kadar (Özkan: 248, 249). 28. doġrı~ doġru:doğru(Özkan: 250). 29. durguz-: Durdurmak, yerine getirmek (Özkan: 251). Bu fiil şekli Kıpçak Türkçesinde görülmektedir. 30. ebçi: Kadın (Özkan 252) Kıpçak Türkçesinde örneklerine rastlanmaktadır. 31. el (8 tane) ~ il (9 tane): (Özkan: 254, 264). Kıpçakça ve Oğuzca iki şekil karşılıklı olarak eşit oranda kullanılmıştır. 32. eydil- (13 tane): söylemek, denilmek (Özkan: 255). 33. eylen-:dönmek, döndürmek(Özkan: 256). Burada verilen anlam yanlış, doğrusu “yapılmak meydana getirilmek” olmalı. 34. fariyża(1 tane) ~ fariyżāt(1 tane) ~ farż (diğer tüm örnekler): (Özkan: 256). Arapça farz kelimesinin farklı imlayla yazılışı söz konusu. Aşağıda kelime başında ince sıradaki kef ile geçen kelimelerin eserin dil özelliklerine göre k ile değil g ile okunması gerekirdi. Biz buna göre bunları g ile gösteriyoruz. 35. geç-:Güneşinbatması (Özkan: 271, 195). Küneşgeçgende sözlüklerde rastlanmayan bir kullanılışı söz konusudur. 36. gesek (1 tane)~ gisek (4 tane): Sabanla çıkan tezek (Özkan: 271, 275). 37. giçi: Küçük. Eserinin deksinde kelime kici okunmuş! Kıpçak Türkçesi ve Türkiye Türkçesi kaynaklarında bu kelime geçmektedir. 38. göleğe: Gölge (Özkan: 277). Kelimenin bu şekli Kıpçak Türkçesinde vardır (KTS: 157). 39. göz: Pınar, çeşme, su kaynağı. Kaynak (Özkan: 277) Batı Türkçesi kaynaklarında kelimenin bu anlamı yoktur. Kıpçak Türkçesinde ise vardır. (KTS:161) 40. gözün-: Kıpçak Türkçe’sinde vardır. (KTS:161) gözükmek. (Özkan: 277) Batı Türkçesine ait sözlüklerde geçmemektir. 41. ilig: elli (Özkan: 264). Kıpçak Türkçesinde örneklerine rastlanmaktadır (KTS: 109). 42. irte: Sabah, sabah vakti (Özkan: 265) Bugün ölçünlü dilde bir sonraki gün şeklinde anlam değişmesine uğramıştır. 43. iste (3 tane) ~ izde (2 tane):İstemek (Özkan: 266). Bu kelimede de karşılıklı Kıçakça ve Oğuzca iki şekil vardır. 529 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 44. it- (16 tane)~ ķıl- (30 tane):(Özkan: 267, 272). Karşılıklı aynı anlamdaki iki eylemden dikkat çeken eski şeklin daha çok kullanılmasıdır. 45. ķanda: Nerede(Özkan: 269). Bugün Türkiye Türkçesinde yoktur. Fakat Eski Anadolu Türkçesi ve Kıpçak Türkçesinde örnekleri vardır. 46. ķatı: Kelimenin verilen ikinci anlamında deyimleşme görülmektedir (Özkan: 270). Katı gülmek (kahkaha atmak). 47. ķavl ~ söz ~ lafz: Arapça ve Türkçe aynı anlama gelen kelimeler aynı oranda kullanılmıştır. Ayrıca söz kesilmek (ara vermek, fasıla) deyimleşmiştir. Lafz ise bir defa geçmektedir (Özkan: 270, 280, 300). 48. ķavuķ: Sidiktorbası, mesane (Özkan: 270). Eski Anadolu ve Kıpçak Türkçesi söz varlığında geçen bir kelimedir. 49. ķayķır-: kaygılanmak, tasalanmak (Özkan: 270). EATS ve YTSǿde yoktur. KTS’de bu kelime vardır (KTS: 134). 50. ķaysı: Hangi (Özkan: 270). Batı Türkçesi söz varlığında az rastlanan bir kelimedir. EATS ve EATAÖǿde bu kelime geçmektedir. Tarama Sözlüğü’ndevardır. (YTS: 132) 51. ķaytar-: Geri vermekiade etmek (Özkan: 270). Metinde yukarıdaki anlamının yanında “istiğfaretmek, tevbe etmek” şeklinde soyut bir anlam kazanmıştır. Kıpçak Türkçesi ve Eski Anadolu Türkçesinde ilk anlamında kullanılmıştır (KTS: 134). 52. ķaytarcı: İnkarcı reddeden (Özkan: 270). Burada dini bir terim olan bu kelime sözlüklerde yoktur. 53. ķaytur-: Geri vermek ânlamının dışında selam almak anlamında ikinci bir anlam kazanmıştır. (Özkan: 271). Birinci anlamında Kıpçak Türkçesinde vardır (KTS: 134). 54. ķıraķ:Ufuk (Özkan: 273). Tarama sözlüğünde aynı anlamda ķırañ şekli geçmektedir (YTS: 137). Kıpçak Türkçesinde ķıraķ “acı” ķıraġşekliise “kenar, kıyı, yan” anlamlarında kullanılmıştır. (KTS:144) 55. ķoşmaķ: (ad) koşmak “ad vermek, eklemek” anlamında deyim olarak kullanılmıştır (Özkan: 277). Batı Türkçesi ve Kıpçak Türkçesinde örnekleri geçmektedir. 56. kulaġ ~ kulak: Kelimenin hem tonlu hem tonsuz şekilli örnekleri geçmektedir. (Özkan: 278) 57. ķulluķ ~ ķullıķ:ķulluķ kelimesindeki yapım eki –luķ, lık şeklinde metinde bulunmaktadır. ķullıķ eyle (ķul olmak), ķullıķķıl 530 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (kula yakışır şeklinde davranmak), ķulluķ it- (kulluk görevini yapmak) (Özkan: 278) 58. melāyike ~ melek: Arapça melek kelimesinin tekil ve çoğul şekli karışık şekilde kullanılmaktadır. Melāyike kelimesi ve melek kelimesinin çoğul eki almış şekilleri görülmektedir. (Özkan: 281). 59. niçük: Niçin, nasıl. (Özkan: 287) YTS’deyoktur. EATS’de (517) niçükki şekline yer verilmiştir. Bir diğer anlamı ‘çünkü’ gösterilmiştir. Kıpçak Türkçesinde bu kelimenin birçok örneği geçmektedir. (KTS:201) 60. O (oñabirtane ): ol (añatümörnekler)(Özkan: 288, 289) 61. oġurla-: Çalmak hırsızlık etmek (Özkan: 288) Bugün bu kelime Türkçe’de yoktur. YTS’deu’lu şekilde uğrula- şeklinde geçmektedir. (Özkan: 217) 62. śaķla-:Muhafaetmek, korumak, (Özkan: 296). 63. śanu: Sayılan, değerli (Özkan: 296) Bu kelimeye YTS’de “fikir, istek zan, tasavvur” “sır, giz” anlamları verilmiş. 64. śaru:-e doğru, tarafına (Özkan: 297). Eski Anadolu Türkçesi için arkaik (eski) bir kelimedir. Kıpçak Türkçesinde daha çok örnekleri görülmektedir. 65. seket-: koklatmak (Özkan: 297). Türkiye Türkçesi kaynaklarında yoktur. Kıpçak Türkçesinde vardır. (KTS: 230) 66. sıkıl-: Sıkmak işi yapılmak (Özkan: 298)YTS’de bu kelime yoktur, EATS’de yok, Kıpçak Türkçesinde vardır (234). 67. śor-: (metinde) hasta ziyaretetmek, (Özkan: 300). Deyimleşmiş olarak kullanılmıştır. 68. sözkesil-: Aravermek, fasıla (Özkan: 300). Deyimleşmiş olarak kullanılmıştır. 69. süñük: kemik (Özkan: 302). Bu kelime EATAÖ’de (363) arkaik olarak gösterilmiş Kıpçak Türkçesinde birçok örneği vardır. 70. sürüt-: Sürtmek, oğuşturmak. (Özkan: 302) iki örnekte geçen kelimede yardımcı ünlünün düşmediği görülmektedir. 71. şefaķat: Arapça kelime yardımcı eylemle şefakat eyle (esirgeyerek sevmek) anlamında geçmektedir. Bu kelimenin imlasında a ünlüsü türemiştir. (Özkan: 303) 72. ŧabrıl-: Sıçramak, kaymak, (Özkan: 304) Kelimenin edilgen olmayan biçimi YTS’de vardır. (200) KTS’de de bu kelime vardır. (263) 73. tam-: Damlamalı, damla damla akmak. (EATS: 642), (YTS: 201), (KTS:260) 531 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 74. tap-: Bulmak. KT sözvarlığında yoğun olarak kullanılan bir kelimedir ( YTS: 203) Eserde bul- eylemi kullanılmamıştır (KTS: 262), (Özkan: 306) 75.tapıl-: Bulmak. Tarihi sözcüklerde yalnız Kıpçak Türkçesinde geçmektedir (KTS: 262) 76.taşla-:Taş ile temizlemek (Özkan: 306). YTS’deyok, EATS’de bu anlamda geçmemektedir. “İtiraz etmek” anlamındadır (653) KTS’de vardır (268). 77. tipre-: Sıçramak (Özkan: 308). YTS’de yoktur. EATS’detepren- “kımıldamak” şekli geçmektedir (660). Kıpçak Türkçesinde kelimenin örnekleri vardır (276). “Kaymak” anlamıda geçmektedir. 78. uçmak: Cennet (Soğutça). Bu kelime EATAO adlı çalışmada Anadolu Türkçesi için eski bir öğe olarak gösterilmiş (623). EATS (688) ve KTS (291) aynı sözcük bulunmaktadır. 79. uss: Us, akıl. Türkçe us kelimesi şeddeli olarak uss şeklinde geçmektedir (Özkan: 309). 80. uyatlık: Avret yeri edep yeri (Özkan: 309). YTS’de yoktur, EATS’de kelimeye “utangaçlık, mahçupluk” anlamı verilmiş fakat eserlerde geçtiği yer gösterilmemiştir (704). Kıpçak Türkçesinde ise kelimenin birçok örneği görülmektedir (295). 81. üdük: Edik, mesh, ayakkabı (Özkan: 310). YTS’deedük şeklinde geçmektedir (78). EATS’de aynı şekildedir (252). Yalnız Kıpçak Türkçesinde kelimenin aynı şekli geçmektedir (297). Kelimenin bir diğer anlamı “sidik deliği” olarak gösterilmiştir. 82. yalañuz:Yalnız (Özkan: 314). Her ikilehçede de kelimeninbuşekildegeçenörneklerivardır. 83. yap-: Örtmek, saklamak, (Özkan: 314). Kelimenin bugünkü yapmak anlamının dışında diğer iki anlamı kullanılmıştır. 84. yarlıġ: Yardım (Özkan: 315). Kelime yarlıġeyle“emretmek, izinvermek” birleşik fiil olarak deyimleşmiştir. O kelimenin tek olarak bir digger anlamı buyruk da verilmeliydi. Türkiye Türkçesi kaynaklarında ve Kıpçak Türkçesi söz varlığında bu kelimenin örneklerini görüyoruz. 85. yaşur-: Saklamak, gizlemek (Özkan: 315).Bugün Türkiye Türkçesinde olmayan eski birkelime (KTS: 314), (YTS: 238). 86. yıġlın-:Sakınmak, kaçınmak (KTS: 320), (YTS: 243), (EATS: 765). 87. yıġlış-: Toplanmak, çoğalmak (Özkan:316)YTS’de yok. EATS’de yok. Buna karşılık Kıpçak Türkçesinde var (KTS:320) 532 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 88. yırışdur-: Düzenlemek, yerli yerine koymak(Özkan:316) EATS’de yok. Kıpçak Türkçesi Sözlüğünde var,(321) “Namazı düzenine uygun biçimde kılma” anlamı verilmiş. 89. yu-, yun:Yıkamak,yıkanmak (Özkan:318). Bu iki kelime standart Türkçe’de kullanılmayan fakat ağızlarda bulunan kelimelerdir. SONUÇ Netice olarak Semerkandî’nin bu eserinin Memlûk Kıpçakçasına yapılan tercümesinin söz varlığıyla ilgili şunları ifade edebiliriz: 1. Eserde 100 civarında bugünkü Türkçeye göre farklılık gösteren veya (OğuzcaKıpcakça) kelime kadrosuna değişen kelimeler tespit edilmiştir. 2. Bu kelimelerden ara-, barça, bulġaş-, burun, çikiş-, çüprek, durguz-, gözün-ebçi, ķayķır-,ķaytur-, bol-, tapıl- seket-, sıķılyıġlış – üdükyalnız Kıpçak Türkçesi söz varlığında bulunmaktadır. 3. Bazı kelimelerin karşılıklı olarak tonlu tonsuz şekilleri kullanılmıştır. Başġa~ başķa, ayaġ (2 tane) ~ ayaķ (diğertümörnekler), iste-~ izde-ķulaġ~ kulak gibi. 4. Bazı alıntı kelimelerin aslına göre değişen şekilleri geçmektedir. Avdaz<f.abdest, çāyiz< a. cāǿiz, fariyża ~ fariyżāt< a. farż, şefaķat< a. şefkat. 5. Bazı kelimelerin deyimleştiği görülmektedir. 6. śor- (hasta ziyaretetmek), sözkesil- (aravermek, fasıla), ķatıgül- (kahkahaatmak) adķoş- (ad vermek, eklemek), ķaytur (selamalmak) ķullıķeyle- (kulolmak), ķulluķ it- (kullukgöreviniyapmak) güneşgeç- (güneşbatmak) yarlıġeyle (izinvermek, emretmek) 533 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 7. Bazı kelimeler tek kullanımlık (hapax) örneklerdir: baŧŧallıķsuz, beñmezetmeksüz, birlik~ birlici, bincilik, ķıraķ ‘Ufuk’, śanu“sayılan, değerli” 8. Eser Oğuzcalaşmış (Türkmenceleşmiş) Kıpçakça ile yazılmıştır. Bu bağlamda Memlûk Kıpçakçasının karekteristik özelliği olan ikili ve çoklu kelimelerin bir çok örneği görülmektedir. ayt- ~ de- ~ di- ~ söyle ~ , ayaġ ~ ayaķ, birlik ~ birlici, dek ~ dik, doġrı ~ doġru, başġa ~ başķa ~ özge, el ~ il, iste- ~izde- , ķavl ~ söz ~ lafz, it- ~ ķıl-, gesek ~ gisek, ķulaķ ~ ķulaġ ~ ķulluķ ~ ķullıķ ~ beñze- ~ ohşa, başġa ~ başķabol- (birtane) ~ ol- (diğertümörnekler) Kısaltmalar EATAÖ: Üşenmez, Emek (2014). Esk Anadolu Türkçesinde Arkaik (Eski) Ögeler, İstanbul: Akademik Kitaplar EATS: Kanar, Mehmet (2011) Eski Anadolu Türkçesi Sözlüğü, İstanbul: Say Yay. Eckmann, J. (1996). Harezm, Kıpçak, Çağatay Türkçesi Üzerine Araştırmalar (Haz. O. FikriSertkaya), Ankara: TDK Yay. KTS: Toparlı Recepvd. (2003). Kıpçak Türkçesi Sözlüğü, Ankara: TDK Yay. Kaynakça Özkan, Abdurrahman (1994). Kitâb-ı Mukaddime-i Ebuǿl-Leysiǿs Semerkandî, (İmlâ-Gramer-TenkitliMetin-İndeks), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Toparlı, Recep (1987). Kitâb-ıMukaddime-iEbuǿl-Leysiǿs Semerkandî, Erzurum: Atatürk Üniversitesi FenEdebiyatYayını. YTS: Dilçin, Cem (1983). Yeni Tarama Sözlüğü, Ankara: TDK Yay. Zajackowski, Ananiasz (1959). “Mamelucko-Kipzacki Przeklaol Arabskiego Traktatu Mukaddima Abouǿl as Samarkandi” Rocznik Orientalistyczny, 23/1, 73-99. Zajackowski, Ananiasz (1962). Le TraiteArabe MukaddimadǿabouǿlLait as Samarkandi en version Mamelouk-Kiptchak, Warszawa. 534 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması ADIĞÖZӘL QIZI, Quliyeva Mehriban (2014). “İsmayil Bəy Qaspiralinin Anadili Uğrunda Apardiği Mübarizə”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.537-541 (http://bilgelerzirvesi.org). Quliyeva Mehriban ADIGÖZӘL QIZI* İSMAYIL BƏY QASPIRALININ ANA DİLİ UĞRUNDA APARDIĞI MÜBARIZƏ Ә gər xalqımızın Firudin bəy Köçərli, Әlimərdan bəy Topçubaşov, Nəriman Nərimanov, Məmməd Әmin Rəsulzadə, Ceyhun bəy Hacıbəyli, Haşım bəy Vəzirov, Әhməd bəy Ağaoğlu, Әli bəy Hüseynzadə, Әliabbas Müznib, Məhəmməd Hadi, Soltan Məcid Qənizadə, Xəlil Xasməmmədov, Cəlil Məmmədquluzadə, Әhməd Cavad… kimi yetişdirdiyi parlaq simaların, eləcə də digər Türk xalqlarının Ziya Göyalp, Mehmət Әmin Yurdaqul, Yusif Akçuraoğlu, Çələbi Cahan, Cəfər Seydəhməd Krımər, Fuad Körpülüzadə, Məhəmməd Fatih Kərimi, Ayaz bəy İshaqi, Abdullah Battal kimi görkəmli xadimlərinin, mücahidlərinin, qələm, kəlam sahiblərinin dediklərinə istinad etsək, o zaman bu qənaətə gəlmək olar ki, ideyalarının, əməllərinin təsir gücü, əhatə dairəsi və yaşarlılığına görə Türk xalqlarının çar Rusiyası sərhədləri daxilində yetişdirdiyi ən qüdrətli nümayəndəsi İsmayıl Qaspiralıdır. Onun «Dildə, fikirdə, işdə birlik» şüarı həmişəyaşarlılıq statusu almışdır. Fikrimcə, Türk xalqlarının birliyi reallaşdıqdan sonra da bir daha parçalanmamaq, bölünməmək, pərən-pərən düşməmək, daha güclü və yenilməz olmaq üçün bu ideya öz gücünü, qüdrətini itirməyəcəkdir. Yeni təhsil üsulu, məktəb islahatı, ortaq dil uğrunda mübarizəsi, xeyriyyə cəmiyyətlərinin yaradılması, mətbuat və nəşriyyat sahəsindəki fədakar fəaliyyəti ilə Türk-müsəlman həyat və təfəkkür tərzində, ümumiyyətlə, türkçülük tarixində yeni mərhələ açan naşir, redaktor, mühərrir, yazıçı-publisist, tərcüməçi, filosof, dinşünas, politoloq, maarifçi-reformator İsmayıl Qaspiralı yaradıcılığı və şəxsi həyatı ilə Azərbaycanla sıx bağlı olmuşdur. Təəssüf ki, XX əsrin 30cu illərində İ.Qaspiralı ideyalarından təşvişə düşən sovet rejim və * Doç.Dr. Naxçıvan Dövlət Universiteti. 537 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ideologiyası onu «pantürkist», «panislamist» damğaları ilə düşmən elan etmiş, məzarını da dağıtmışdı. Sovet təbliğat maşını İ.Qaspiralı irsini gözdən salmaq üçün canfəşanlıq edəndə, yuxarıda adlarını çəkdiyimiz XX əsrin əvvəllərindəki xalq xadimlərindən fərqli olaraq, sovet dövrü bəzi Azərbaycan ziyalılarının «söyən» ansamblda səsi daha gur gəlirdi. İ.Qaspiralını «mürtəce», «millətçi», «pantürkist», «panislamist» adı ilə insanların hafizəsindən, tarixin səhifələrindən silib atmaq istəyirdilər. Lakin Sovet imperiyasının süqutundan sonra İ.Qaspiralı ideyaları öz gücünü, qüdrətini bir daha nümayiş etdirdi, ədalətsizliyin, haqsızlığın üzərində qələbə çaldı və məğlubedilməzliyini, həmişəyaşarlığını bir daha təsdiq etdi. Türk xalqlarının maariflənməsində mədəni inqilab edən böyük mütəfəkkir İsmayıl bəy Qaspiralı xalqa xidməti əsas tutub ömrünün otuz ilini onların savadlanmasına və biliklərə yiyələnməsinə həsr etmişdir. Dil problemi İ.Qaspiralı yaradıcılığının qida mənbəyidir, onun təməlini təşkil edir. Publisistika, ədəbi mətbu fəaliyyətinin bütün mərhələlərində dil məsələsini gündəlikdə diqqətlə saxlayan İ. Qaspiralı bu problemə müxtəlif aspektlərdən yanaşmış, onu kompleks halda dəyərləndirmiş və dili millətin "ən böyük və ən birinci sərmayəsi" kimi qiymətləndirmişdir. Hələ "Tərcüman" nəşrə başlamazdan bir müddət əvvəl 1880-1881-ci illərdə qələmə aldığı "Bağçasaray məktubları" və "Rusiya müsəlmanları" adlı əsərində İ.Qaspiralı Rusiya müsəlmanlarının həyat tərzi, təhsili, məşğuliyyəti, rus xalqı və iqtidarı ilə münasibətləri haqqında fikir və düşüncələrini qələmə alır, yeri gəldikcə həmin məsələləri kitab, mütaliə, məktəb, təhsil və dil problemləri ilə məharətlə əlaqələndirirdi. Savadsızlıq və cahilliyin müsəlmanları tez-tez nöqsanlara sürüklədiyi fikirində olan müəllif bacarıqlı müəllimin uşaqlara anladığı dildən danışaraq tədriclə səviyyələrinin yüksəldikləri kimi, idarə edənlər və idarə olunanlar arasındakı əlaqənin təməlində də bu sistemin tətbiqini lazımlı hesab edir və bunu Qafqazı idarə edənlərin yaxşı başa düşdüyünü və Tiflisdə tatar dilində "Ziyayi-Qafqaziyyə" adlı qəzetin nəşrini anlayışla qarşıladıqların yazır. ("Bağçasaray məktubları") Dinin, dilin və elmin əziz və müqəddəs olduğunu söyləyən İ.Qaspiralı bunlar barədə "nə qədər yazılsa, nə qədər danışılsa yenə azdır" - deyə və bu problemin ciddi və hərtərəfli müzakirəyə möhtac olduğunu vurğulayır və yazır: "Din birliyi necə müqəddəs bir işdirsə, ədəbi dili birləşdirmək də tərəqqi üçün bir o qədər mühümdür". İndiyədək bu yolda bu məqsəd üçün çalışdığını, mübrizə apardığını 538 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması yazan İ.Qapiralı bundan sonra sözü keçsə də, keçmsə də, ömrü yetsə də, yetmsə də bu ideya uğrunda mücadilə edəcəyini gizlətmir. Hər dəfə dil probleminə müxtəlif aspektlərdən, üslub -forma baxımından da fərqli toxunan İ.Qapiralı eyni mövzu ilə həm oxucusunun, həm də problemi gündəlikdə saxlamağa, həm də onun həllinin vacibliyini vurğulamağa nail olur. "Dilsiz adam nədrisə, ədəbi və ümumi dili olmayan millət də tamamilə odur" - "Can, ya da dil məsələsi" (22 yanvar 1908, №5; 25 yanvar,№6 ) adlı məqaləsini bu mülahizə ilə başlayan müəllif millətin gələcəyinin təminatçısının da mal-pul yox, məhz ədəbi dilin olduğunu qənaətindədir. İsmayıl Qaspiralı dil və ortaq dil uğrunda bir neçə cəbhədə mücadilə aparırdı. - Ortaq dil ideyasını qısqanclıqla qarşılayan ziyalılarla; - Ortaq dilin car hökumətinə qarşı ehtiyat edən məmurlar, milyonerlər, mühərrirlər, qəzetlər rus şovinistləri ilə; - Dildə əlifbada hər cür islahatlara qarşı çıxan yalançı din xadimləri, cəhalət aşiqləri ilə; - Özünün təbirincə desək, din duyğusunu, dili heç nə dərəcəsində görən “moda qurbanları” ilə; “Dil məsələsi yalnız bir ədəbi məsələ deyildir. Bəlkə daha çox ictimai, siyasi məsələdir” – fikrində olan (Bizim mətbuat) İ.Qaspiralı Dumadakı müsəlman millət vəkillərinin bir-biri ilə rusca danışdıqlarına görə “Tərcüman” qəzetinin narahat olduğunu “Rossiya” qəzetinin öz oxucularına həyəcanla çatdırıldığını və bununla da hələ köhnə fikirlərlə, keçmişlə yaşadıqlarını tənqid edir. Yazır ki, Türk şivələri “Rossiya”nın zənn etdiyi kimi bir-birinə uzaq dillər deyillər, digər tərəfdən millət vəkillərinin bir-biri ilə nəinki rus, hətta fransız, yaxud ingilis dilində danışması yox, hamısının Türk oğlu Türk olduğu halda, ana dillərində yaxşı danışa bilmədiklərinə təəssüflənirik. İstedadlı publisist özünəməxsus cəsarətlə üzünü “Rossiya”ya tutur: “Türk şivələrini bir-birindən başqa dil, Türk tayfalarını bir-birinə başqa millət kimi göstərmək, təfir qəçilərin, bölücülərin məsləyidir. “Tərcüman”ın nəzəri və məsləyi başqa idi, başqadır və başqa olacaqdır. Gülünc “Tərcüman” qəzeti yox, “Rossiya” qəzetidir, çünki keçmişlə yaşayır”. (“Rossiya” qəzetinə cavab) İsmayıl Qaspiralı dil məsələsinə biganə yanaşanlara, ona inanmayanlara, doğma dilə biganə münasibət bəsləyən yazıçılara, millət vəkillərinə də qarşı amansızdır: “Heç kim bilməsə də, sevgili mühərrir dostlarım bilməmiş deyildir ki, adı olmayanın özü də 539 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı olmaz” – söyləyən İsmayıl Qaspiralı slavyanlar, rus, kazak, xaxol olduğu kimi, türklər də “Kazan türkləri”, “Krım və Qafqaz türkləri”, “Anadolu türkləri”, “Sibir türkləri”, “Kaşqar türkləri”...dir, elə beləcə də deyilsə, yazılsa olmazmı? – deyə sual edir. Sonra Türk dilində danışan xalqların lüğətlərindən sitatlar gətirərək onların əslində eyni kökdən olduğunu açıq-aydın göstərir və məqaləsini millətlərin tərəqqisinin, ad-san çıxarmasının əsas səbəbinin - ədəbiyyatın, ədəbi dilin sayəsində mümkün olduğu fikri ilə tamamlayır (Rəfiqlərimə açıq məktub). “Can alıb can verəcək məsələ” adlı məqalə həm məzmun, həm idey, həm də kompozisiya baxımından diqqəti çəkir. Müəllif “Yıldız” qəzetində dərc edilmiş “Dumadan millət vəkillərinin dili” adlı məqalədən sitat gətirir. Kazanlı, daşkəndli, qafqazlı, urfalı, krımlı... – hər kəs öz şivəsinə üstünlük verir və bu dildə danışmağı təklif edir. Rusdillilər kəkələyir, sosialistlər dilin, ədəbiyyatın burjuaziyaya aid olduğunu, onlara torpaq, aş və hürriyyət lazım olduğunu bildirir. “Tərcüman”ın mövqeyi, inancı dəyişməzdir: Gələcəyimizə sədd çəkmiş və şəxsən bir şey varsa, o da dilsizlikdir! Qaspiralının başladığı və İlminskinin təhlükəli bir proses kimi qələmə verdiyi «ortaq dil» ideyası Kazanda olduğu kimi Azərbaycanda da böyük əks-səda doğurmuşdur. 20-ci əsrin əvvəllərində Azərbaycan əbədi dili ilə bağlı mübahisələrin olduğu məlumdur: Osmanlı Türk ədəbi dilindən istifadə edənlərlə xalq danışıq dilindən yararlanaraq yeni bir ədəbi dil yaratmaq istəyənlər arasında şiddətli münaqişələr olmuşdur.Hələ 1876-cı ildə H.Zərdabi «Әkinçi» qəzetində (№ 14) türkcənin ümumiləşdirilməsi təklifini irəli sürmüşdür. Osmanlı Türk ədəbi dilini müdafiə edənlər Әli bəy Hüseynzadənin «Füyuzat», «Şəlalə» və «Dirilik» məcmuələrində fəaliyyət göstərdilər. 1920-ci illərdə Türkiyə ədəbi dili Azərbaycanda artıq təhsil dili kimi qəbul edilmişdi. Hər millətin öz dili, öz duyğusu, öz diləyi, öz diriliyi olmadan yaşamayacağını hər kəsdən əvvəl İsmayıl bəy dərk etmişdir. Mərhum hər milləti milli dinə, milli ədəbiyyata və maarifə, milli həyata malik olmalarını bütün ömrü boyu təlqin etmişdir. Özü irqən Türk olduğundan təbii olaraq Türk millətpərvərliyini meydana sürmüş və türklərə «bir dil, bir fikir, bir iş» gərəkliyini bir qayə olaraq qəbul etmişdir. Dahi İsmayıl bəy Qaspiralının zamanın. İ.Qaspiralı müsəlmanların tərəqqisi üçün öz dillərində yazılı sözün olmasını bu problemin həlli üçün yararlı, zəruri vasitə hesab edirdi. O, təəccüb və təəssüflə sual edirdi ki, hansı səbəbə görə müsəlman əhalisinin məskunlaşdığı quberniya və vilayətlərində yerli və mərkəzi hökumətin qərar, qanunları yerli xalqın dilinə tərcümə edilməsin,nəşr olunmasın? Müxtəlif fərman və sənədlərin, eləcə də elan və reklamların yerli məmurlarda saxlanılmasının nə faydası? Uşaqlarla öz dilində danışmaqla onların səviyyəsini qaldırmaq mümkündür. İdarə edənlərlə idarə olunanlar arasında da eyni sistem tətbiq olunmalıdır. İ.Qaspiralı 540 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması bunun vacibliyini yaxşı anlayan Qafqaz idarəçilərinin təcrübəsini təqdir edir və göstərir ki, onlar «Tiflisdə tatarca «Ziyayi-Qafqaziyyə» qəzetinin nəşrini anlayışla qarşılamışlar».Yeri gəlmişkən qeyd edək ki, hələ Moskvada ikən öz üzərində qatı rus şovinizminin ilk zərbələrini hiss edən İ.Qaspiralı istər publisistik, istərsə bədii əsərlərində düşüncələrini bir qədər ehtiyatla, belə demək mümkünsə, rus təbəəsi mövqeyindən qələmə alsa da, rus şovinizminə kəskin nifrət yazıların ruhundan duyulur,bəzən isə ayrı-ayrı məmurların timsalında olsa da, açıq-aşkar rus təzyiqinə, müstəmləkəçilik siyasətinə, işğalına qarşı çıxır, mənsub olduğu millətin nə öz tarixinə, nə də gələcəyə layiq həyat və düşüncə tərzinə uyğun yaşamadığını kədərlə yazırdı. Tarixi şərait İ.Qaspiralıya bir yolu diqtə edirdi: xalqı maarifləndirmək yolu ilə ayıltmaq, sonrakı mərhələdə yeni vəzifələr ortaya çıxacaq sınağından çıxmış «Dildə, fikirdə və işdə birlik» çağırışının dərin və ölməz mənasını bu gün biz türklər daha yaxından anlamağa başlamışıq… İsmayıl bəy sanki millətinə səslənmişdir: ey Türk, ayıl,tərpən, özünə gəl və bil ki, dildə birliyin olmasa, fikirdə birliyin olmayacaq, fikirdə birliyin olmasa, işdə birliyin olmayacaq və məhv olacaqsan. Ədəbiyyat Siyahısı Azərbaycan mühacirəti (Bakı, «Tural-Ә» nəşriyyatı, 2001,344 səh.). Sözlə yarananlar, sözü yaşadanlar (Bakı, «Әbilov Zeynalov və qardaşları» nəşriyyatı, 2001, 308 səh.). Azərbaycan mühacirət mətbuatı, I hissə (Bakı, «QAPP Poliqraf» nəşriyyatı, 2002, 158 səh.). Deyilən söz yadigârdır (Bakı, «Azərbaycan» nəşriyyatı, 2003, 78 səh.). Azərbaycan mühacirət mətbuatı, II hissə (Bakı, «Ozan» nəşriyyatı, 2003, 258 səh.). İlyas Әfəndiyevin publisistikası (Bakı, «Elm» nəşriyyatı, 2005, 68 səh.). «Azərbaycan mühacirət mətbuatında publisistika (1921- 1991) (Bakı, «CBS» nəşriyyatı, 2005, 528 səh. Abid Tahirli “Bütün türklərin tərcümanı” (Bakı, 2011, 239 səh) . 541 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması KİBAR, Zafer (2014). “Abay’ı Doğru Anlamak”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.543-546 (http://bilgelerzirvesi.org). Zafer KİBAR* ABAY’I DOĞRU ANLAMAK Hayatı A bay Kunanbayev’in asıl adı İbrahim’dir. Semey Bölgesi’ndeki Şınğıs (Cengiz) Dağı’nın eteklerinde, 1845 yılında dünyaya gelmiştir. İbrahim’in babası Kunanbay, atası Öskenbay, önceki atası Irğızbay’dır. Atalarının hepsi kadılık yapmış kişilerdir. Temel eğitimini veren babası, İbrahim on yaşına geldiğinde, onu Semey şehrindeki Ahmet Rıza Medresesi’ne göndermiştir. O dönemdeki bütün medreseler gibi, bu medrese de sadece dini eğitim veriyordu. Eğitim dili Arapça ve Farsça idi. İbrahim, medresedeki eğitimi yanı sıra, kendi kendine Arapça, Farsça ve Çağatay dillerinde yazılmış masal, destan ve hikâyeleri de okudu. Bu medresedeki eğitimini üç yıl gibi kısa bir sürede tamamladı. İbrahim, on üç yaşında, medrese mezunu bir kişi olarak Semey şehrindeki Mahalle Mektebi’ne kaydoldu ve Rusça öğrenmeye başladı. Fakat buradaki eğitimi uzun sürmedi. Bu dâhi insan, yaşı on üçe geldiğinde; hem Arapçayı, hem Farsçayı ve hem de Rusçayı çok iyi derecede öğrenmiş, eğitim-öğretimini tamamlamıştı. Mahalle Mektebi’nde öğrenmesi gereken konuları daha önceden öğrendiği de düşünülebilir. Babası Kunanbay, İbrahim’in akranlarından üstün olduğunu erkenden sezmişti. Onu kendi yanına aldı ve kadılık işlerinde çalıştırmaya başladı. Başlangıçta babasının getir-götür işlerini yaptı. Yavaş yavaş büyük toplantılara, davalara katıldı. Böyle bir ortamda yaşayan İbrahim, kendisinin yaşına başına uygun olmayan, çok ağır yükümlülükler üstlendiğinden, çabuk olgunlaştı. Şehirdeki eğitim yıllarında Doğulu ozanları ve şairliği sevmeyi öğrenen İbrahim, bu dönemlerinde, halkın tavır ve davranışlarını * Kazakistan Cumhuriyet Büyükelçiliği. 543 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı gözlemleyerek kendini yetiştirdi. Bu genç öğrenci, halkı tanımak ve onu erkenden çözümleyebilmek suretiyle düşüncelerini geliştirdi. İbrahim, büyüdükçe, dava ve çekişmeleri şiirle anlatmayı alışkanlık haline getirdi. O, gittiği her yerde, kimi zaman uzun, kimi zaman kısa, pek çok konuda şiirler söyledi. İbrahim, genç yaşta “akıllı ve değerli” bir kişi olarak tanındı, sözleri her dinleyene kıymetli geldi. Halk, bir süre sonra ona “dikkatli, ihtiyatlı, ihlâslı, iyi niyetli ve samimi” anlamında “Abay” diye hitap etmeye başladı. Yaşı geldiğinde kendisi de yönetici ve kadı atanan Abay, eski yöneticilerin rüşvetçilik, taraf tutuculuk ve adaletsizlik gibi alışkanlıklarından uzak durup, olabildiğince adil ve dürüst olmaya, özellikle uysal halka dost, zorbalara düşman olmaya çalıştı. Abay, kırk yaşından itibaren, içtenlikle ozanlığa yöneldi. Pek çok şiir yazmakla birlikte, kendisinin yazmış olduğu pek çok şiiri de besteledi. Tercüme işlerine de vakit ayırdı. Bu yıllarda, Puşkin ve Lermontov’un bazı eserlerini Kazakçaya tercüme etti. Hayatının son döneminde üstatlık, nasihatçilik yoluna düştüğünden, nasihat ile söylediği vasiyetlerini yazmaya başladı. 1904 yılında hastalandı. Çok geçmeden, 60 yaşında iken Hakk’ın rahmetine kavuştu ve Jidebay’a defnedildi. Abay, bu altmış yıllık ömründe, sadece Kazak halkı için değil, bütün insanlık için sönmez miras bıraktı. Abay’sız bir Kazak edebiyatı düşünmek mümkün değil. Çünkü Abay, Kazak edebiyatının gelişmesine olağanüstü büyük hizmetleri olmuş, çok değerli bir bilge ozandır. Dili ve Eserleri Hazar’ın doğusunda çok iyi tanınan Abay’ın edebi mirası, ilk kez, 2002 yılının Mart ayında, Murat Muhtarulı Avezov’un Ankara’da yapacağı bir konuşma için hazırladığı metnin Türkçe yazımını kontrol ederken dikkatimi çekti. “Sen de bir kirpiş osı düniyege, ketigin tapda bar kalan” diyordu, Abay. Bu veciz sözden aldığım esinle, o günlerde yazdığım şiiri, bugünkü “Zirve”nin arayışı ile de örtüştüğü için sizlerle paylaşmak istiyorum. Abay’ın Sesi Sesi yankılanıyor tarihin derinliklerinde, Bak ne diyor, Abay Kunanbay milletime; “Sen de bir kerpiçsin, bu dünyada, Gediğini bul da, git yerleş oraya.” 544 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Çağ kapandı, çağ açılıyor, Fikrimde muammalar çırpınıyor, Hangi yol hakikate gidiyor(?), Hangi hakikat milletimi yüceltiyor? Aklımız, kanatlı bir kerpiç gibi esrimekte, Aydınların her biri, başka bir yöne çekmekte, Gediğim nerede, Şanzelize yollarında bir taş mı, Yoksa, altın renkli bir kaya mıyım, Han Tengri’de? Abay’ın “Kara Sözler (Nasihatler)” adlı eserini elime aldığım 2006 yılından itibaren eser üzerinde çalıştım. Abay’ın, Kara Sözler'inde ve şiirlerinin önemli bir bölümünde; “yergi edebiyatı” diyebileceğimiz kendine has sarsıcı bir üslup vardır. Bunu bir şiirinde şöyle açıklar: “Kaygı çıkar bilimden, Öfke çıkar bilgiden… Kaygı ve öfke daraltınca, Acı çıkar dilimden…” Abay’ın, gençlik döneminde yazdığı şiirler bir tarafa bırakılacak olursa, yazdığı şiirlerde ve Kara Sözler’inde, bu sarsıcı üslup ile yüce dinimizin kutsal kitabı Kuran-ı Kerim'i bildirmekten ve Sünnet-i Seniyye'yi anlatmaktan başka bir şey yapmadığını gördüm. En öfke dolu, en kızgın sözleri söyleten hissiyatının arkasında bile bu var. Allah Teâlâ'nın "bana erişemezsiniz", "Cennet’e giremezsiniz"; "Şeytana esir olursunuz", "kahrolursunuz" dediği hal ve hareketler için; Abay, "ahmaklık", "yalancılık"; "açgözlülük", "hilekârlık" vesaire diyerek kızgınlığını bildirmiş, halkımızın iyiliği için… Kara Sözler, bilinen tarih boyunca, hükümdarlara ve devlet adamlarına nasihatleri içeren siyasetnamelerin kendi çağındaki devamı olarak da tanımlanabilir. Ne yazık ki, yaşadığı dönemde Çarlık Rusya’sının egemenliği altında olan Kazak yurdunda bağımsız bir devlet ve hakan olmadığından, hitabı herkesedir. Eserleri, yurttaşlarının çoğunluğu Müslüman olan Kazak halkına verilen ve ahlak ile pragmatizmi birleştiren reelpolitik nasihatlerden oluşmaktadır. 545 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Ülkemizin şair, yazar ve bilge insanlarına esin vermesi; okuyan herkesi Allah aşkı-insan sevgisi, merhamet ve adalet içinde aklıselim ile yaşamaya sevk etmesi dileklerimle hazırladığım eserleri, Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Sayın Canseyit Tüymebayev’in tavsiyesi üzerine, Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Valisi Sayın Güngör Azim Tuna’nın himmeti ile bastırılmıştır. Abay, şiirlerini ve nasihatlerini, “bizimkilerin şeyhi” dediği ve “Ayet, Hadis Türkçe olsa anlarlar / Manasını anlayanlar, başın eğip uyarlar” diyen Ahmet Yesevi Hazretleri gibi anadilinde, Kazak Türkçesiyle yazmıştır. Ancak yazış üslubunda esrarlılık ve bilgelik vardır. Seçtiği kelimelerin önemli bir kısmını, yazılı edebiyatta olduğu gibi bilinen ilk anlamlarıyla değil de, “sözlü edebiyat”ta kullanıldığı gibi bambaşka veya zıt anlamlarıyla kullanmıştır. Eserlerinin anlaşılması için üzerinde düşünülmesi gerektiğini kendisi ifade eder: “Baksam, herkes varır, pazara, Aradığı ne ise, bulur burada. Biri hububat alır, biri mercan, Herkese aynı şeyi vermez ya. Herkesin, kendi aradığı şeyi var, Yekûn varlıklarıyla ondan alırlar. Biri anlamaz bu sözü, biri anlar, Değerini kavramaz, cahil-şaşar… 546 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması İLMAMMEDOV, Rahman (2014). “Zemahşeri’nin Mukaddimetü’l-Edeb Eserinin Türk Dilleri İçin Önemi”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.549-556 (http://bilgelerzirvesi.org). Rahman İLMAMMEDOV* ZEMAHŞERİ’NİN MUKADDİMETÜ’L-EDEB ESERİNİN TÜRK DİLLERİ İÇİN ÖNEMİ T ürk dillerinin öğrenilmesinde Orta çağlarda yazılmış Türk dilli eserlerin kaynak hizmeti çok büyüktür. Eskilerden itibaren ilim ve medeniyet merkezi olarak sayılan Harizm bölgesi Türk dilinin son derece gelişmiş merkezlerinden birisi sayılmıştır. XI. yüzyılda Gazneli sultanı Mahmud Gazneli’nin Harizm bölgesini işgal etmesiyle burada Gazneliler hâkimiyeti başlamıştır. 1127-1156 yıllar arası hükümdar olan Harizmşah Atsız döneminde ise Harizm bağımsız devlet olarak en gelişmiş dönemini yaşamıştır. Bu kalkınma XIV. yüzyılın başlarında Moğol istilası sonucu bölgeyi hâkimiyet altına almalarıyla durdurulmuştur. Harizm Türk devleti hâkimiyeti döneminde Türk dili sadece bir halk dili olmakla kalmayıp, aynı zamanda eserler yazılmış dil olma derecesine ulaşmıştır. Harizm’de eski harizm, Arap, Fars, Moğol ve diğer diller Türk dili gibi büyük iz bırakamamıştır. Türk dili burada diğer dilleri de etkilemiştir. Aynı zamanda kendisi de diğer dillerden etkilenmiştir. Yani eski harizm dili gibi, bir zamanlar buralarda yaygın ve konuşma dili olan, ama zamanla unutulmuş dillerden bazı kelimeler buralarda yazılmış Türkçe eserlerde kendi varlığını muhafaza etmiştir. Bu meseleyi aydınlatmakta bize en büyük itibarlı kaynakların biri de, 1075-1144 yıllarda Harizm’de yaşamış büyük Türk müfessiri ve dilcisi Mahmud Zemahşeri’nin Mükaddimetü’lEdeb sözlüğüdür. Zemahşeri bu eserın önsözünde: “Harizmşah Atsız bana mübarek emriyle, ki daha da yücelsin, kendisinin zengin saray kütüphanesi için dil öğrenimiğle ilgili bir nüsha yazmamı emretti. Ben de onun bu emrine uyarak bu kitabı ona ithaf ettim. Ben bu kitabın bütün kalplerde büyük hevesle kabul görmesini ve tüm memleketlerde * Türkmenistan İlimler Akademisi, Aşkabat. 549 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı ve taraflarda yayılarak Atsız’ın yüce adının her zaman, her yerde ve tüm dillerde zikir edilmesini maksat edindim” diye kaydetmektedir. Harizm devleti kurucusu Muhammed bin Anuşteğin’in oğlu Atsız’a ithaf edilmiş bu eser arapçayı öğrenmek isteyenler için pratik bir sözlüktür. Eser beş kısımdır: atlar, fiiller, fil çekimi, isim çekimi ve harfler. Bazi araştırmacılara göre, Atsız bu eseri kendisi Arapça öğrenmek amacıyla hazırlatmıştır. Atlar ve fiiller bölümü sözlük, diğer üç kısım ise gramerle ilgilidir. Dünyanın çeşitli ülkelerinin kütüphanelerinde bu eserin yazmaları mevcuttur. Onların çoğu da Arapça-Farsça-Türkçe olan nüshalardır. Ama maalesef, Zemahşeri’nin kendi el yazısı bize ulaşmamıştır. Bundan dolayı onun Arapça metinle birlikte herhangi bir dile tercümesini yazmışmıdır, eger yazdıysa hangi dille yazdıgı belirsizdir. Zemahşeri’nin bu eserini hakkında büyük çalışmaları olan Türkiyeli âlim Prof. Dr. Nuri Yüce’ye göre, Mukaddimetul-Edeb eseri Mahmud Kaşgarlı’nın Divanü Lügati’t-Türk eserinden sonra bünyseinde en çok eski Türkçe sözcükleri bulunduran ikinci dil hazinesi olarak gösteriliyor. Zemahşeri’nin Hayatı Ebu’l-Kâsım Cârullah Mahmûd bin Omar bin Muhammed bin Ahmed ez-Zemahşeri el-Hârizmi, 27 Recep 467 (18 Mart 1075) Çarşamba günü Hârizm ilçelerinden Zemahşer köyünde543 doğdu.544 Zemahşeri ilk tahsilini babası Omar bin Ahmet’ten öğrendi. Gençken soğuk havada kalarak, bir ayağını üşütmüş ve bundan dolayı dizinden kesilmiş ve hayatı boyunca takma ayakla, topal olarak yürümek zorunda kalmıştır. Mahalle imamı olan babası artık sakat evladından umut keserek, onun terzi olmasını uygun görmüş. Fakat Zemahşeri okumak için israr etmiş ve babası da onu Hârizm’e getirip bir medreseye teslim etmiştir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş olan Zemahşeri, ilk önce, Hârizm âlimlerinden şeyh Ebû Ali ed-Darir el-Edib’den edebî ilimleri öğrendi. Daha sonra ilmini geliştirmek 543 Bu köy halen de mevcut olup, bu günkı Türkmenistan’ın Daşoğuz ili Köroğlu ilçesinde bulunmaktadır. Köy artık terkedilmiş bir kale halindedir. Kale ismi Izmıkşir olarak anılmaktadır. 544 Kıfti, Ali b. Yusuf, «İnbahu’r-ruvat», Nşr.: Muhammed Ebu’l-Fazl İbrahim, Kahire, 195055, IVI, 268 s.; İbn Hallikan, Ahmed b. Muhammed «Vefeyatu’l-a’yan», I-IV, Kahire, 1948, IV, 257 s. 550 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması amacıyla Buharaya geldi. Burada İmâm Rükneddin Mahmûd el-Usûli ve İmâm Mansûr’dan ilm-i usûl ve şeyh Sedid el-Hayyati’den fıkıh öğrendi. Birkaç defa Bağdad’a gitti ve orada edebi ilimler okutan Ali b. Muzaffer en-Nişâbûrî ve Ebü Nasr İsfahâni’nin derslerini dinledi. Ayrıca Ebû Sa‘id Şankâni ve şeyhulislâm Ebu Nasr el-Cevâliki’nin meclislerine devam etti. Kendi memleketinde Harizmşahlardan ve Selçuklulardan yeterince hürmet ve saygı görmemiş olan Zemahşeri, adeta memleketine küsercesine, çeşitli ülkelere seyahat etti. Bağdada geldi, burada bir cok âlimlerle buluştu, sonra Mekke’ye gidip orada 5 yıl kadar kaldı. Bundan dolayı Cârullah (Allan’ın komşusu) lakabını aldı. 60’dan da fazla yazdığı eserlerinin kendisine kazandırdığı büyük şöhretten dolayı da Fahr-i Hârizm (Hârizm’in fahrı) lakabı ile de anıldı. Daha sonra memleketi Hârizm’e döndü. Devrin hükümdarı Atsız’dan iltifat gördü ve Mukaddimetü’l-Edeb adlı eserinin bir nüshasını ona ithaf etti. 538 de Arefe gecesi (14 Haziran 1144)’de Ürgenç’de Hakkın rahmetine kavuştu.545 Zemahşeri’nin Eserleri Zemahşeri’nin başlıca eserleri şunlardır: 1. El-Keşşaf’ an Hakâ’iki’t-tenzil (Kur’an tefsiri). 1134’de bitirdi. 2. Kitabü’l-Mufassal. 1119-1121’de yazdı. Arap dili gramerine ait, klasik bir eserdir. 3. Mukaddimetü’l-edeb (Arapça öğrenmek için pratik bir sözlük olup, Arapça-Türkçe veya Arapça-Farsça-türkçedir). 4. Esâsü’l-belâga (Arapça’nın klâsik kelimelerin mecazi sanat ve lafızları ile ilgilidir). 5. Kitâbu’l-fâik (Garibü’l-Hadis ilmine ait bir eserdir). Zemahşeri’nin bu ilmi başarılarından dolayı bir gün Ebu Kubeys Dağına çıkarak Arap Kabilelerine hitaben: “Babalarınızın, dedelerinizin dilini gelin benden öğrenin” dediği de rivayet edilir.546 Zemahşeri’nin dilcileri en fazla ilgilendiren eseri hiç şüphe yoktur ki, Mukaddimetü’l-Edeb isimli sözlüğüdür. Ki, o da türkce yazılmış tek eseridir. 545 Kıfti, a.g.e., IVI, 268 s.; İbn Hallikan, a.g.e., IV, 259 s.; İbn Kesir, İsmail b. Ömer, «ElBidaye ve’n-nihaye», I-XIV, Kahire 1932, XIVI, 219 s. 546 Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir tarihi, İstanbul 1947, Bilmen Yayınevi, IV. Cilt, 464 s. 551 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Mukaddimetü’l-Edeb’in İçeriği ve Yazmaları Arapça pratik bir sözlük niteliğinde olan Mukaddimetü’lEdeb’in Zemahşeri tarafından yazılmış nüshası şu ana kadar bulunamamıştır. İstinsah edilmiş nüshalar çoktur ve dünyanın çeşitli kütüphanelerine bulunmaktadır. Mukaddimetü’l-Edeb’in Arapça-Farsça-Türkçe yazma 547 548 nüshaları çoktur. J. Vetzstein ve C. Brokelmann gibi müsteşrikler eseri Arapça-Farsça sözlüğü olarak saymışlardır. Ama Z.V.Toğan549 ve N.Yüce550 gibi Türk bilginleri ise eserin Arapça-Türkçe olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca eserin bir adet Moğolcaya, bir de eski İran dili olan Harizmceye tercümeli nüshaları da mevcuttur. Sözlükte Arapça kelimeler sayıca Fars veya Türkçe kelimelerden çoktur. Bunun asıl sebebi ise, bazen Arapça bir kelimenin tam manasını ifade eden sözlerin bulunmamasıdır. Eserin tüm yazma nüshalarında Arapça kelimeler aynıdır, ama onların Farsça veya türkçeye tercümesi ise, istiktab edenlerce zaman aşımına ugraması veya manasını ifade eden başka bir kelime ile değiştirilmesi açısından değişik şekildedir. Bu oluşum esasen Türkçe tercümeli yazma nüshalarda daha net göze çarpmaktadır. Mukaddimetü’l-Edeb’in yazmalarının çoğunda Arapça olan metnin satır altlarında tercümeler bulunmakta ki bu tercümeler arasında şu nüshalar mevcuttur: 1. Oğuzça-türkmence 2. Farsça 3. Harizm Türkçesi 4. Harizmce (İran dili) 5. Moğolca 6. Altınordu 7. Çağatayca 8. Osmanlıca 9. Kıpçakça 547 Johannes G. Vetzsteın, «Zamachsrharii lexicion arabikum persicum», I, IV, Leipsig 1844, 1850. 548 Carl Brockelmann, GAL, Suppl (Geshchihte der Literatur Supplementband), I-IV, Leiden, 1937-1939, I, 292 s. 549 Zeki Velidi Toğan, Zimahşeri’nin Doğu Türkçesi ile Mukaddimetü’l-edebi, TM 14, İstanbul 1965, 81-92 s. 550 Nuri Yüce, Zemahşeri (Hayatı ve Eserleri), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul, 1993, 289-316 s. 552 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 10. Eski Anadolu Türkçesi.551 Zemahşeri Mukaddimetü’l-edeb’in önsözünde bu kitabın bir nüshasını Harizmşah Atsız’ın kendisine verdiği bir emirle yazdığını, Atsız’ın yüce adının her zaman, her yerde ve bütün dillerde anılmasını istediğini kaydetmektedir. Burada “bütün diller” ifadesiyle o devirde ilim dili olan Arapça yanında Hârizm bölgesinde bilinen Türkçe, Farsça ve Hârizmce’yi de kastetmiş olmalıdır.552 Bütün bunlar dikkate alındığında Zemahşeri, eğer Mukaddimetü’l-edeb’e Arapça’nın dışında bir dille satır altı tercüme yazmışsa bunun öncelikle Atsız’ın da ana dili olan Türkçe, özellikle de Hârizm Türkçesi ile olması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ancak o zamanlarda Hârizm bölgesinde yaygın bir dil olan Farsça ile de tercüme vermiş olması muhtemeldir. Çünkü amaç sadece Türkler değil o coğrafyada yaşayan bütün insanlara hizmetin ulaşmasıdır. Mukaddimetü’l-Edeb başlıca 5 bölüme ayrılmıştır: 1. İsimler: Konularına göre sıralanmış, tekil ve çokluk şekilleri gösterilmiştir. 2. Filler: Arapça fiil kalıpları olan bablara göre, her bab kendi içinde fiilin yapısına göre ve filler yine kendi içinde Arapça’da uygulanan alfabetik sıraya göre dizilmiş ve ayrıca mastarları da verilmiştir. 3. Harfler: (İsim ve fiil dışında kalan gramer unsurları). 4. İsim çekimi. 5. Fiil çekimi. Zemahşerinin bu eserinin moğol diline terçümeli tek nüshası vardır, ki o’da dört, yani arab-Fars-Türk-moğol dilleriyle tercümeli nüshadır. N.Poppe tarafından üzerinde çalışması yapılan bu eser 1938’de Rusyanın Sankt-Petersburg şehrinde sadece moğol ve Türk sözlerini elifbaya göre vererek, Mongolskiy slovar Mukaddimat aladab adıyla yayımlamıştır. Mukaddimetü'l-Edeb’in nadir bir nüshası da İran, Şuşter kasabası, Şeyh Muhammed Taki’nin özel kütüphanesinde bulunmaktadır. Bu yazmanın fotokopisi şu an İstanbul Süleymaniye Kütüphanesindedir. Bu nüsha hakkında geniş bilgi için bkz: Nuri 551 Selami Sönmez, Ebû’l-Kâsım Mahmûd Zemahşerî ve eseri Mukaddimetü’l-edeb’in Didaktik Değeri, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 40, Erzurum 2009, 157 s. 552 Nuri Yüce, a.g.e., 305 s. 553 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yüce, Zemahşeri, Mukaddimetül-edeb. Harizm türkçesi ile tercümeli Şuşter nüshası. Giriş, dil özellikleri, tekst, indeks. Ankara 1988, 1993. Mukaddimetü’l-Edebin yazma nüshaları Türkiye, Mısır, BAE, İran, Hindistan, Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda ve Özbekistan kütüphanelerinde muhafaza edılmektedir. Bir’de Türkmenistan İlimler Akademisine bağlı Milli elyazmalar enstitüsünde 1300, 1870, 3132 sayılı zarflarda Mukaddimetü’l-edebiň son üç bölümleri vardır. Bunlar ise eserin sadece arapca dil bilgisiyle ilgili olan ve küçük çapta olan gramer kısımlardır. Mukaddimetü’l-edeb çeşitli konularda olan, isimler ve fiillerin arapçadan türkçeye tercümesini içermektedir. Bundan dolayı, Mukadimetü’l-edeb binlerce Arab, Fars, Türk, Türkmen, Moğol kelimeler hazinesidir. Eserde modern Türk dilleriyle birlikte, Türk dillerinde kullanılıştan kalmış veya manası belirsiz olan çok sayıda nadir kelimelere rastlamak mümkin. Bu ise eserin Türk dili tarihi ve leksikolojisi açısından ehemmiyetini daha da artırmaktadır. Mukaddimetü’l-edeb türlü konularda içerdiği Arapça, Farsça ve orta Türkçe söz varlığı bakımından her üç dil için zengin bir hazine niteliğindedir. Özellikle Harizm ve çevresindeki Türk lehçelerinin, başka eserlerde pek nadir görülen veya hiç görülmeyen bazı kelimeleri bu eserde sıkça bulunmaktadır. Şimdi aşağıda sunulacak olan sözcüklerin bazıları yabancı asıllı, bazıları da Türkçe kökenli olan sözcüklerdir: 1. ağramla- (ağram+la) “bir şeyin ağırlığını anlamak için eliyle kaldırarak yoklamak”. Örnek: ağramladı nerseni eliği birle [bir şeyin ağırlığını bilmek için eliyle kaldırdı]. 2. awurda “ebe”, awurdalık “ebelik”. Örnek: awurdalık kıldı awurda oğlanğa; avurdalık kıldı avurta oğlanga [Ebe (doğumda) çocuğa ebelik yaptı]. 3. aplak “horoz”. Örnek: ötti aplak takı baykuş [Horoz ve baykuş öttü]; urışta sınsıktı aplak, kaçtı aplak urıştın, [Horoz döğüşte yenildi ve kaçtı]. 4. ardav “yaban devi, gulyabani”. Örnek: azdurdı takı yokattı anı ardav [gulyabani onu kaçırdı ve yok etti]. 554 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 5. aybang = yılba “kel, saçsız, dazlak”, Örnek: başı aybang boldı, yılba boldı [başı kel oldu, alnı dazlak oldu]. 6. ızğar = öylüme “nem, yaş”. Örnek: çüridi ızğardın nerse; çüridi ızğardın yani öylümedin [nesne nemden, yaştan çürüdü]. 7. cirimsimük “mendil, avlu”. Örnek: eliğin sildi iş destarhanğa, cirimsimük sarındı ya el sürtti [elini iş avlusuna sildi, mendil (avlu) ile sarındı, elini sildi]. 8. çerik = bükür “kambur, sırtı bükük”. Örnek: çerik boldı, bükür ardalığ boldı [kambur oldu, sırtı bükük oldu]. 9. çındar = tösük “gerdanlık, kolye”. Örnek: çındar urdı anga, tösik kemişi berdi anga [ona gerdanlık taktı]. 10. çökür “dişi dökülmüş”. Örnek: tişi çökür boldı [dişi döküldü]. 11. ık- “su yüzüne çıkmak, yüzeye gelmek”. Örnek: ıktı balık suw üze [balık su yüzüne çıktı]. 12. indist “tirit, ufalanmış ekmek”. Örnek: toğradı indistni, etmekni [ekmegi ufak doğradı]. 13. koymat “koyun çobanı”. Örnek: koymat koyga çakırdı [çoban koyunlara seslendi]. 14. körüş = yaşğuç “kadın örtüsü, peçe”. Örnek: körüş etdi tişi, yaşğuç bağladı hatun [kadın yüzünü peçe ile örttü]. 15. kurul– “ayak uyuşmak”. Örnek: kuruldı adakı, kurulğan adak [ayağı uyuştu, uyuşmuş adak]. 16. onhar “geviş, lokma”. Örnek: onhar kıldı [geviş getirdi]. 17. öldürük “katran, pise”. Örnek: tewege öldürük türtti [deveye katran sürdü]. 18. tiş sağnagu, sağnaguç “kürdan”. Örnek: sığnadı tişlerin tiş sağnaguç birle, tişin sağnadu tiş sağnagu birle [dişlerini kürdan ile temizledi]. 19. sübse “süpürge”. Örnek: bu sübse [bu süpürge]. 555 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı 20. tığ “yumuşak”. Örnek: tığ boldı [yumuşak oldu]. 21. yarguç, yarguçak “el değirmeni”. Örnek: yarguç bile yardı daneni, yardı buğdaynı yarguçak birle [taneyı, buğdayı el değirmeni ile yardı]. Bu ve bu gibi sözcüklerle ilgil birkaç örnek vardır. Ama burada 1-2 örnekle iktifa edilmiştir. Bu sözcüklerin aslı, türevleri, hangi dilden geçtiği hakkında Prof. Dr. Nuri Yüce detaylı bilgi vermektedir.553 Ayrıca Zemahşeri’nin bu sözlüğünde geçen ıktı, ızğar, koymat, kurul, sübse, yaşguç (yaşmak) gibi sözcüklerin sadece günümüz Türkmen türkçesinde halen de kullanılması, Mukaddimetü’l-edebin dilinin Türkmen türkçesine daha da yakın bir dille yazılmış olduğunu ortaya koymaktadır. Çeşitli mevzularla ilgili kelimeleri bünyesinde bulunduran Mukaddimetü’l-edeb sözlüğünde bunun gibi daha nice konular hakkında makaleler yazılabileceği bu yazımızdan sonra daha net anlaşılmıştır. Büyüklerimizin çeşitli konularda, özellikle de dilimizle ilgili bıraktıkları miras ise bizim için ne denli bir nimet ve zenginliktir. 553 Burada 2007’de Aşkabat’ta düzenlenmiş olan Mahmud Zemahşeri ve Doğunun ilmi edebi yükselişi sempozyumunun açılış oturumunda konuşan Türkiye’den Prof. Dr. Nuri Yüce’nin konuyla ilgili çok güzel bir tebliğ yaptığını ve ondan da istifade ettiğimi de ayrıca belirtmek isterim. 556 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması BADİNİ, Yar Muhammad (2014). “Hoca Ahmet Yesevi’nin Edebi Mîrası ve Türk Dili”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.559-561 (http://bilgelerzirvesi.org). Yar Muhammad BADİNİ* HOCA AHMET YESEVİ’NİN EDEBİ MÎRASI VE TÜRK DİLİ T ürk ulusu dilini, tarihini, kültürünü, edebiyatını ve müziğini korumak için büyük gayretler göstermiştir. Bu Türk dilinin ve çok kolay ve anlaşılır olan Türk edebiyatının eşsizliğidir. Bu ünlü yazarlar, bilginler, entelektüeller, filozoflar, düşünürler, sufiler ve şairler yaratan Türk dilinin zenginlidir. Bunlardan biri büyük şair Sufi Hoca Ahmed Yesevi’dir. Hoca Ahmet Yesevi 1103 yılında Sairam’ın Ispidjab şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Sheikh Ibragim öldüğünde henüz yedi yaşındaydı. İlköğrenimini kendi şehrinde gördü. Babasının ölümünden sonra Hoca Ahmet Yesevi başka bir Manevi Baba, Arslan Baba tarafından büyütüldü. Sufi eşsiz bir kelimedir. Sufizm eşsiz bir güçtür. Belli başlı bir dine ait değildir. Tüm insanlığa aittir. Ünlü manevi düşünür Hoca Ahmet Yesevi’nin yazılı eseri çok basit ve anlaşılırdır. Sufizm dünya edebiyatında orta çağ boyunca çok ün kazanmıştır. Hoca Ahmet Yesevi’nin yıllar önce yazılmış olan şiirlerinin kolaylık okunabildiği bir gerçektir. Çok basit ve anlaşabilir saf Türk dilinde yazılmışlardır. Hoca Ahmet Yesevi’nin şiirlerinin her bir satırı yeni bir fikir barındırır. Zamanının en ünlü şairidir. Türk ulusunun gururu olarak 11.-12. Yüzyıllarda Büyük Selçuklu Türkmenlerinin zamanı boyunca yaşamıştır. Orta Asya’da Sufizm 9-10. Yüzyıllarda yayılmıştır. Nakşimendi Sufi, İdris Şah, Hoca Ahmet Yesevi’nin nesebini “Kitapların Kitabı”nda dile getirmektedir. * Araştırmacı-Gazeteci, Pakistan. 559 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yesevi Sufileri Kaşmir’de de mevcuttur. Kaşmir’e Türkiye’den Hazreti Amir-e-Kabir Mir Syed Ali Hamadani ile birlikte gelmişlerdir. Yesevi düzeninin tarihi arka planı, Yesevi’nin Kaşmir’de bulunan ailenin büyük üyesi Peerzada Mohammad Shafi Yasawi tarafından yazılan SILSLAY YASAWI kitabında bulunabilir. Kitap Urdu dilinde yazılmıştır. Hoca Ahmet Yesevi tüm yaşamını ve manevi gücünü soydaş ulusları birleştirmeye adamıştır. Birçok dini trendin varlığında manevi bir birlik oluşumuna. Hoşgörü, bireyin veya toplumun inançlara veya kendi düşüncesinin dışındaki düşüncelere olan saygısını ifade etmektedir. Hoşgörü ve sevgi kapsamında “hiçbir şeyi zorlaştırma, onları kolay kıl, korkutma, iyi haberler ver” diyen dinleri tarafından kaçınılmaz biçimde etkilenen olaylara doğru insanlarının davranışlarını düzene sokmuştur. Horasan’dan Anadolu’ya toplumları aydınlatmak için giden dervişler, özellikle sevgili Peygamberimiz Muhammed (s.a.v), hem yaşamları hem de söylemleri, mısraları ve yazıları ile hoşgörü mesajını vermişlerdir. Sufizmin kurucusu olarak inanılan ve tüm Türk Müslümanlar tarafından saygı duyulan Hoca Ahmet Yesevi Divan-ı Hikmet’inde hoşgörü ve sevginin en güzel örneklerini şöyle vermektedir: “Allah kalpsizleri ve başkalarını incitenleri sevmez.” Bu çalışmada, Türk dünyası ile Türkler arasındaki bağın devamı ve gelişiminde çok önemli bir rol oynayan Hoca Ahmet Yesevi’nin başyapıtı Divan-ı Hikmet’te “hoşgörü ve sevgi” temaları araştırılacak ve bu konseptler günümüzün çağdaş uygulamaları ile karşılaştırılacaktır. Sufi, kendini gerçekleştirme yolunda ilerleyen yolları öğretir. 6. Yüzyıl civarında geniş anlamda popüler bir hâl almıştır. Yesevi sufizmi aynı zamanda Hazreti Türkistan olarak da bilinen Hoca Ahmet Yesevi tarafından kurulmuş ve ardından dünyanın birçok yerine yayılmıştır. Bir başka büyük Sufi, çeşitli Yesevi soyu ve Sufizmin diğer takipçilerini organize eden Seyed Quazi Daulat Shah Bukhari’dir. Yesevi Sufileri öğretilerini Hindistan’a yayarak güçlü bir kültür bağ inşa etmişlerdir. Açıkça Türk Sufilerinin Hint kitleleri ile karışımının bir sonucu olan Urdu ve Türkmen dillerinde birçok ortak kelime mevcuttur. 560 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması Orta Asya, Horasan ve Hindistan sadece politik etkileşime girmemiş, kültür ve politik bağlar da edinmişlerdir. Nakşibendî silsilesinin Hindistan’daki menşei Orta Asya’ya dayanmaktadır. Yesevi geleneği Nakşibendî’den daha köklüdür. Hoca Ahmet Yesevi (1093-1166) Merkez Asyada öne çıkan figürlerden birisidir, özellikle Türkmenistan’da: öyle ki ünlü Sufi şair Fariduddin Attar ona “Pir e Turkistan” unvanını vermiştir. Sufilerin İslam’ın Hindistan alt kıtasında sanki Orta Asya’daki gibi barış içinde yayılımındaki rolü iyi bilinmektedir. Hoca Ahmet Yesevi, kendisinin yeteneğinin sonucu olarak oluşmuş kıyas götürür hikmetleri sayesinde dünyanın kültürel ve manevi değerlerine büyük katkılar yapan büyük bilim adamlarından biridir, didaktik şiirlerinin edebiyatta özel bir yeri vardır. Hoca Ahmet Yesevi’nin sufi şiirlerini içeren ünlü eseri “Divan-ı Hikmet” olarak adlandırılır. Çünkü her bir şiir belirgin bir hikmettir. Divan-ı Hikmet, Türkler tarafından birçok açıdan ortaya konmuş edebi çalışmalar arasında büyük bir öneme sahiptir. Ahmet Yesevi’nin kendi güçlü kişiliği ile Orta Asya Türk edebiyatını yüzyıllar boyunca etkileyen ve kendi şiir şeklini yarattığını söyleyebiliriz. Hoca Ahmet Yesevi’nin öğretilerinin yayılmasında büyük ipek yolunun rolü bu çalışmada ele alınmıştır. Hoca Ahmet Yesevi’nin çalışmaları kervan yollarıyla yayılmıştır. Hoca Ahmet Yesevi’nin yaratıcı faaliyeti hem insanların ufukları hem de Sufilerin, şairlerin, filozofların, Şark teologlarının müteakip nesillerinin eğitimi üzerinde muazzam etki göstermiştir. Tarihi ve mistik bir kişilik olarak Hoca Ahmet Yesevi zamanının en önemli fikir öncülerindendi. Kendisi tarafından kurulan Yesevi Düzeninin yüz bin civarında takipçisinin olduğu, bu bilgelikler sayesinde bilgeliğinin Ahmet Yesevi eğitim paragidmasında özel bir yerinin olduğu, araştırmacılar tarafından ispatlanmıştır. Disiplinini geniş bir coğrafi alanda bulunan büyük insan kitlelerine kabullendirmiştir. Hoca Ahmet Yesevi yalnızca dini bir kişilik değil, aynı zamanda seçkin bir şair ve filozoftu. Hoca Ahmet Yesevi’nin edebi çalışması, şiirleri ve divanları insanlar arasında büyük ölçüde popülerdi. İnsanlar şiirlerine büyük sevgi duyuyorlardı. Yaşamı boyunca insanoğlunun maveni değerleri için çalıştı. Hoca Ahmet Yesevi’nin felsefesi barış, refah, huzur, insanlık, kardeşlik, hoşgörü ve mutluluktu. 561 Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması TURAN, Feride., YÜKSEK, Maksut (2014). “Gönül Sultanlarının Söylermleriyle Türk Dilinin Gönül Yolculuğu”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. 26-28 Mayıs 2014. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB). Eskişehir, ss.563-575 (http://bilgelerzirvesi.org). Feride TURAN* Maksut YÜKSEK** GÖNÜL SULTANLARININ SÖYLEMLERİYLE TÜRK DİLİNİN “GÖNÜL” YOLCULUĞU B u çalışmanın amacı Türk kültürüne şekil ve yön veren şahsiyetlerin “gönül” kavramı eksenindeki söylemlerini karşılaştırmalı olarak analiz etmek, ortak kültür mirasımızla ve manevi değerlerimizle “gönül”ün kazandığı mana boyutlarını ele almaktır. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde gönül “sevgi, istek, düşünüş, anma, hatır vb. kalpte oluşan duyguların kaynağı ve istek, arzu”554 olarak tanımlanmaktadır. Farsça dil, derûn; Arapça kalb, hatır; Türkçe yürek kelimeleriyle de karşılanan gönül özbeöz Türkçe bir kelimedir. Eski Türkçe’de “köñgül” olarak geçmekle birlikte kökü hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Etimolojik olarak ele alındığında cilt, deri anlamına gelen “gön”den türeyerek “gönle bağlantılı olan, gönün altında saklı kalan” demektir. Anlam genişlemesiyle sezgi gücü, kavrayış yeri, kişinin soyut evrenini oluşturan duygu varlıklarının bütünü anlamlarına gelmektedir.555 Türkiye Türkçesine “gönül” sesiyle ulaşan bu kelimeye yazılı metinlerde ilk olarak VII. asırda rastlıyoruz. Orhun Yazıtları’nı hükümdarın ağzından kaleme alan Yollug Tigin:“Taşto kıtdım, köngül tegisabımın... bitidim”, yani “Taş yontturdum, gönüldeki sözümü yazdırdım”556 demektedir. Gönül sözü, Türk dili var olduğundan beri Türkçeyle birlikte yaşayan kelimelerdendir. Dede Korkut Hikâyelerinde sevgiyi * Eskişehir Valiliği Özel Kalem Müdürlüğü. Emniyet Genel Müdürlüğü. 554 http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5354d b5ecbec58.07806261 (04.04.2014). 555 Eyuboğlu, İ. Z. (2004). Türk Dilin Etimoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınlar, İstanbul, s. 288,289. 556 Banarlı, N. S. (1978). Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı, 4.Baskı, İstanbul, s.78. ** 563 Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı dillendiren “göz açuban gördüğüm, gönül verip sevdiğim”557 ifadesindeki gibi Türk milleti de “gönül” sözünü göz açıp görmüş, gönül verip sevmiştir. Gönül kavramının “istek, arzu” mana boyutu ile ilgili olarak 11. yy.da gönle saadet veren kitabıyla Yusuf Has Hacip, “Gözün gördüğü şeyi gönül arzular, gönül arzu edince ona kim karşı koyabilir”558diyerek âdeta “Göz görmeyince gönül katlanır.” atasözünü hatırlatır bize. O hâlde bundan 700 yıl sonra bir şairin şu sözlerine hak vermemek olmaz. Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım Kurbanın olam var mı benim bunda günahım559 Şair Nahifi, ay yüzlü sevgilisini sevmesinde benim bunda günahım yok diyerek; sorumluluğu göz ve gönüle yüklerken 15. yy.da Fatih Sultan Mehmed’in iltifatlarına mazhar olmuşAhmed Paşa “vay gönül” feryadıyla aynı şekilde ve aynı dertten mustariptir. Hatta Ahmed Paşa, daha ileri giderek “hây gönül” şeklinde gönlünü azarlamıştır. Çünkü gönül, sevgilinin yasemin saçını onun gül yüzünde gördüğü zaman başsız ve ayaksız bir hâlde kuru, sonu boşbir sevdada koşmuştur. “Gönül arzu edince ona kim karşı koyabilir” diyen Yusuf Has Hacip’in sözlerinin doğruluğunu bir kez daha ortaya çıkaran Ahmet Paşa’nın, Fatih Sultan Mehmed’i bile hayran bırakan dizeleri şöyledir: Gül yüzünde göreli zülf-i
Benzer belgeler
türk dünyası bilgeler zirvesi: gönül sultanları buluşması bildiriler
Editör
Ejder OKUMUŞ
Tashih
Zhala BABASHOVA
M. Yasir OKUMUŞ
İsa ABİDOĞLU
Nurşen OKUR
Kapak ve Sayfa Tasarım
Burcu COŞGUN
Baskı
GÜLEN OFSET MATBAACILIK
Matbaacılar Sitesi No: 20 / Eskişehir
Tel: (022...