Ansiklopedik sözlük – K - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Transkript
Ansiklopedik sözlük – K - Prof. Dr. İsmail Ersevim
K <-Telaffuz sırasına göre, gerektiğinde, ‘Qu, Quel, Qui’ ve benzeri LATİNCE başlayan sözcükleri de içerir- > - Yazılıştaki görünümüyle alfabetik sıraya girer.- Ka : (MISIR,MYTH.) : Eski Mısır’da, ölümden sonra ruh’la birlikte yaşayan ikinci kişiliğe verilen ad Ka(a)le al(ın)mak, alınmamak : Gereken önem verilmemek, vermemek “Köşk kadınlarının çoğu gibi çevreye karşı çok sert, yalnızca ‘paşa’ya karşı çok yumuşak ve başı eğikti, ‘paşanın’ dışındakiler önemli insanlar değillerdi; onlara, gerekirse yardım edilir ama onların istekleri, arzuları, duyguları pek kaale alınmazdı.” (A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa.137) “Bu alıştırma sırasında bir başka ilginç saptamada daha bulunuyor: Erotik ataklık bakımından ayrı bir cüretkarlığı olan, fiziksel olarak son derece çekici sevgilileri olmuştu; buna rağmen ruhunda tahrik edici pek az fotoğraf bırakmışlar ya da hiç bırakmamışlar. Şimdi anılarına gömüldüğünde, erotik girişkenliklerinin üzerine bir perde çekilmiş gibi olan mazbut görünümlü kadınlar çekiyor artık onu: yani o dönemde pek de kaale almadığı o kadınlar.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:376) “Günler ona dayanılmaz derecede uzun geliyor, bitmek bilmiyordu. Pencerenin kenarında oturarak, bütün zıtlıkların yavaş yavaş yumuşamaya başlamasıyla birlikte, kendisine biraz olsun huzur veren akşamı bekliyordu...... O zaman, artık bütün düşünce ve hislerinin farklı ve yabancı hale geldiğini, hayat kapısının eşiğinde yeni tecrübe ve duyguların bulunduğunu, bunların yaygarayı basarak içeri alınmayı talep ettiğini de hissediyordu. Fakat bunları kaale almıyordu, çünkü içinde büyüyüp biçimlenen duyguların yalnızca ölen aşkının hayata gözlerini yummadan önceki son çırpınışları olduğuna inanıyordu.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:119) Kaba, kabalık : Yontulmamış, işlenmemiş; kibar olmayan, özen ve estetikten yoksun, albenisi olmayan, yersiz “Özür dileyerek dışarı çıktım. Hatta özür dilemekle de kalmadım da başarılar diye bağırdım çıkarken. Kaba adamlardı anlaşılan, yiyecek gibi baktılar bana ve birbirlerine. Ben çıktıktan sonra içerde bir gürültüdür koptu. Bana ne, diye düşündüm, kozlarını pay etsinler. Asansöre yürüdüm. Apoletli kadın yoktu ortalıkta.” (M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:99) “KATİLİN ŞARABI -----------------------Ve bir köpek gibi uyuyacağım! Uçar gibi üstüme gelen, kaba, Ağır tekerlekli koca araba, Taşla, çamurla dolu tıklım tıklım.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:199) “Daha yakından, evin alt tarafındaki yoldan gelen kaba ayak sesleri vardı. Renkli iş elbisesi giymiş, köye gitmekte olan bir adam esneyerek oradan geçiyordu, ışığa hamdederek, Fonvisin ona seslendi, Rumanedes’in ölüm haberini Christ’e götürmesini söyledi. Konuşurken gülümsediğini ve kollarını öne uzattığını fark etti, soğuk havayı yutuyor, yorgun ve kirli gövdesini temizliyordu. Adam haç çıkardı, elindeki küreği bırakarak yanaklarından süzülen yaşlarla papaz çağırmak ve haberi ulaştırmak için koşmaya başladı.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:290-1) “ ‘Mehmet, Nuriye!’ diye kaba kaba bağırdı bir ses. Beybam, sigarasından bir nefes daha aldı, izmariti yere attı ve ayakkabısıyla çiğnedi. Sonra, her ikimiz de ellerimizden çekerek bir odaya adeta sürükledi. Sol tarafta odundan yapılı bir sıraya iliştik. Tepede, iri yakalı, koca giysili, gözlüklü, saçları aklaşmış biri oturuyordu. Hakim Amca bu olmalıydı herhalde.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:7) “İlk yakınacağınız şey Almanların kabalığıdır. Ama bu yeni bir şey mi? Almanlar da bilirler kaba olduklarını. Üstelik bunu söylemek için İstanbul’un gün batımındaki seslerinden, fasılların inceliğinden geçmek de gerekmez. Avrupa’nın bütün diğer halkları için Almanlar kabadır. Her millete nasip olmayan bir özellik işte...” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:26) “HATIRLARSINIZ -----------------------Çoğu kez hafifçe eğilir ve Dersiniz: Anmak elimde değil. Sade ve kaba güzelliğiyle Başka bir dünyam vardı, bunu bil.” (Nikolay Gumilöv<1886-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.03) “Kendi kendilerinden de utanmıyorlar. Başka bir dil konuşuyormuşum gibi tuhaf tuhaf yüzüme bakıyorlar; sadece, dayak yiyen oğlan gülümsüyor, benimle alay ediyor! ‘Pencereyi kapayın,’ diyorum. ‘Yoksa, içeriye yağmur girecek.’ Pencereyi kapıyorlar. Bunlardan nasıl bir kuşak yetişecek. Sert bir kuşak mı? Yoksa kaba bir kuşak mı?” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:15) “Bu soylu, ince uzun yüzlü, çok zayıf bir çocuk idi. Namuslu bir rahibin oğlu, kendini dine adamış çok vicdanlı bir adamın oğlu idi. Adrien’i uzaktan gören ilkokul arkadaşı, Rahibin oğlunu ona gösterdi: -İşte bak benim şu çocukluk arkadaşım. ‘Büyük Adamların yaşamları’ ile ilgileniyor. Annesi çamaşırcı, kendisi de çırak, en büyük eğlencesi ‘Ünlülerin Yaşamı!’ Şu bizim eski Rumen atasözü ne güzel der: ‘Kel’in eksiği boncuklu bir takkedir.’ Rahibin oğlu, arkadaşının bu kaba yorumundan bayağı rahatsız oldu. Hele kulaklarına kadar kızaran Adrien’i görünce, daha da bozuldu.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:122) “Aynı şekilde, bazen erkeklerin ne kadar büyük bir kısmının kaba ve itici olduğunu düşündüğümde, bu yorumun bir gerçeklikten değil, benim bakışımdan kaynaklandığını kabul etmeliydim. Ya da adamın birini güvenilir ve yakışıklı bulduğumda... Yok canım, birini yakışıklı bulduğumun benim bakışımla ne ilgisi vardı?” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:34-5) “Kral Arthur’un Yuvarlak Masa Şövalyeleri arasında en yüreklilerinden biri, Sir Geraint idi. Bir gün Kraliçe Guinevere ve nedimelerinden biriyle ormanda gezintiye çıkmışlardı. Karşılarına bir Lady, bir şövalye ve bir cüce çıktı. Kraliçe Guinevere nedimesine, cücenin yanına gidip efendisinin kim olduğunu sormasını istedi. Şövalyenin çok gururlu bir yüzü vardı. Nedime cüceye yaklaşıp efendisinin kim olduğunu sordu. ‘Bilmiyorum,’ diye yanıtladı onu cüce kaba bir tavırla.” (Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:27) “Gündelikte, bize geçmişi en kolay hatırlatan şeylerden biri şarkılar değil midir? Neden, nicedir, doya doya ‘Akşam oldu hüzünlendim ben yine’ şarkısını sahici bir içtenlikle söyleyemez olduk. Ya da ‘Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç’i... Her konuda repertuarı sığ olan kaba, kıyıcı ve yağmacı bir kalabalığın, ‘eski’ diye bilebildiği birkaç şarkıdan biri olarak, nostalji modasının gündelik tezgahında içi boşaltılmış birer tüketim nesnesi oldular nicedir.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:273) “Duydum ki AndromedaO kaba köylü kızı kasabada süsüyle od salmış yüreğine” (Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:99) “Bu kaba davranış, doktorda bir şamar yemiş etkisi bıraktı. Karısına, kendisine ne büyük bir kabalıkla davranıldığını dinginlik içinde anlatabilmesi için, birkaç dakika kendine gelmesi gerekti. Sonra, aklına uzun süre önce keşfetmesi gereken bir şey gelmiş gibi, hüzünlü bir sesle mırıldandı.” (J. Saramago, “Körlük”, sa:36) “En öndeki kuzeyli elinde tırpanla buğdaylara yaklaşıyor, en öndeki güneyli onu kolundan yakalıyor, hantal hareketlerle birbirlerine vuruyorlar, kuvvetli, sert ve kaba, açlık açlığa karşı, sefalet sefalete karş; ekmek, bize pahalıya patlıyorsun. Kraliyet taburu gelip kavga edenleri ayırdı, tek bir tarafı tuttu, güneylileri kılıç darbeleriyle dağıttı, sanki hayvanlarmış gibi.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:32) “Yorgun ve Mutsuz, Düşünürsün Evleri -------------------------------------------------Kendini sarsma zamanı! Ve bozmak Bu adi rüyayı ve çevirmek kafanı Yeraltının beslediği yerde, eğri Binaların ağırlığının görüldüğü yerde, Metro kalabalığında yan yana, isimsiz Seyircilerin içinde, iyi giyimli ya da kaba, Çoğu etrafını sarar, kaderini çevreler, Bir makine kadar kesin nefretin içinde sürgün!” (Delmore Schwartz-M.Ş.Ş./Anıl Çifter; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.01.08) “Dünya çoğaltmak için doğmayanlarla dolu, Kaknem, kakavan, kaba; kısırlıktan bitsinler; Yaradan vermiş sana en iyiyi, en bolu, Bu cömert armağana cömertçe karşılık ver.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:11, sa:63) “Suvenir yol boyunca, bir papağan gibi hiç arasız gevezelik etti durdu, kıs kıs güldü. Kardeşinin kendisine de bir şey verip vermeyeceği üzerine konuştu. Aynı zamanda da onu ‘kaba herif, taş yürekli herif’ diye niteliyordu.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:38) Kaba, kabasını açmak : Kıç, özellikle iğne yapmak için donunu sıyırıp kıçını açmak “Hepsi bu kadar mı? Nazilikle kalsaydı iş neyse. Şimdi Almanya’da üçüncü sınıf insan konumundaki Türkiyelileri görmeden gezebilmek olası değil. Kendine uucuz işgücü arayan çok ulusluu, tek uluslu dahil bir sanayinin suçu olarak değil, gündelik yaşantının içinde, çalışma hayatının içinde işlenen kaba, anlayışsız, kendini üstün gören bir tavırla yoksulluk yüzünden göç etmiş insanlara karşı işte Alman’ın işlediği bir suçtur bu, genel ve en kaba boyutuyla. Bir halkın değerlendirilmesinde de ortalama bir insan, kısaca sokaktaki adam ölçü oluyor.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:178) “Tekrar ayıldığında bir hastane odasındaydı ve kara bıyıklı dört erkek başında bekliyorlardı. Odaya elinde kocaman bir enjektörle yaşlıca, iri bir hemşire girdi, kadının kırlaşmış bıyıkları vardı. -Kabanızı açın bakalım Alev hanım, iğne yapacağız! dedi üstten bir sesle.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:73) Kabadayı : Serseri, avam takımından, kavgacı, kahraman geçinen, efelik taslayan (Argo) “Halk Adamı Charlie Chaplin İçin Şarkı I -----------------------kravat takmanın gerekmediği, ama gene de herkesin saygılı davrandığı, baskıdan hoşlanılmasa da kabadayılığa bıyık altından gülünen uzak bir taşra kasabasından yeni gelmiş, dizeleri bozuk düzen inatçı bir halk ozanı olmalıydı bu” (Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.01.04) “Slim’i böylesine kendini beğenmiş, böylesine keyifli ve halinden hoşnut görmemiştim hiç daha önce. O kulübenin içinde dört yıldızlı bir general gibi caka satarak dolaşıyor, çevresine emirler yağdırıyor, kendi şakalarına kendisi gülüyordu, bir kabadayı gibi ortalığı kasıp kavuruyordu.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:127) “ ‘Eyice kafam kızdı, çağırttım. Gözelce dört tokat sallayacaktım suratına, vaz geçtim. Kabadayılığı var dedim. Öğüt verip saydım. Narkını kırmak istemedim komşu içinde.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:155) “BAY BAŞKAN, BIRAK BEBEKLER ÖLSÜN Paralamentodaki şişman adamlar uyuyorlar güpegündüz Yitirdiler karınları zil çalıyor kitleleri özgürleştirme düşlerini Onları ciddiye almıyor artık köylüler Sokak kabadayıları! Boğa güreşçileri!” (Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06) “Jeff barları seviyordu, ben de ona takılıyordum. Jeff’in problemi içtiği zaman kavga çıkarmayı sevmesiydi. Bana bulaşmıyordu neyse ki. İyi dövüşüyor, yumruktan kaçmasını iyi biliyordu, ve güçlüydü, belki de şimdiye kadar tanıdığım en güçlü insandı. Kabadayı değildi ama birkaç tane yuvarladı mı çıldırıyordu.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:57) “Bazı eğitimciler, çocukları güçlendiren ve onların liderlik yeteneklerini ortaya çıkaran programlar da oluşturmuşlardır; bunlar çocukların yaşıtları arasında uzlaştırıcılık, danışmanlık ve kendinden zayıfları ezen kabadayı öğrencilere karşı koruma sağlama rollerini geliştiren programlardır.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:105) “FAUST - Orada ne görüyorum, bu silahlılar nedir? Yoksa sen dağlıları mı ayaklandırdın? MEPHISTOPHELES - Hayır! Fakat tıpkı Bay Peter Squenz gibi, bütün çapulcuların özünü. (ÜÇ KABADAYI görünürler.) İşte benim delikanlılarım geliyorlar! Görüyorsun ki, bunlar birbirlerinden çok farklı oldukları gibi, elbiseleri ve silahları yönünden de aralarında farklar var.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:259-60) “Gavroche, azametle döndü: ‘Sen, benden önce ölecek olursan, seninkini ben alırım!’ Enjolras: ‘Şuna bak hele!’ dedi, ‘küçük kabadayı!’ ‘Sen de büyük acemi çaylak!’ diye yanıtladı Gavroche.” (V. Hugo<1802-1885>, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:454) “Abe efendi ağa! Süyle <söyle> şimcik <şimdi> bana ki, sen mi daha kabadayı imişsin, ben mi? -Sen benden daha kabadayı imişsin köpoğlu!... -Yok, estayaforla <estağfurullah> ille velakin yerine göre sen, yerine göre ben değil mi?... -Anlaşılan sen yılana şerbetli imişsin galiba! -Hay yaşayasın çakır gözlün ile beraber son Idrelleze <Hıdrellez-Kıyamet> kadar! Nasıl da bildin işin iç yanını!” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:111) “ ‘Sen yok musun sen, varyemez seni, arabozucu, aç kurt; Hazret-i İbrahim’in ölümsüz çocuğu -ya sen kabadayı, geveze, doymak bilmez herif- ve sen, yüreksiz sofu seni...” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:15) “KEENEY, bir duruştan sonra. - Ey, kim konuşacak adınıza? JOE, bir kabadayı tavrı takınarak ileriye çıkar. - Ben. KENNEY, onu tepeden tırnağa kadar soğuk bir bakışla süzerek. - Sen ha? Peki. Haydi söyle ne söyleyeceksen, vakit geçirme.” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:23) “Kars çayının üzerindeki beş yüz yıllık taş köprüden her geçene havlayan kabadayı köpeklere, kar altında iyice boş ve terk edilmiş gözüken Kalealtı Mahallesi’nin küçük gecekondularından tüten incecik dumanlara bakıp öylesine kederlendi ki gözlerinde yaşlar birikti.” (O. Pamuk, “Kar”, sa:16) “Balıkçı teknelerinin ve yük indiren gemilerin yarattığı kargaşa can sıkıcı, tayfalar siyah hammallara küfürler yağdırıp kabadayılık taslıyordu, hamallar ikişerli guruplar halinde çalışmaktaydı, sepetlerden yayılıp elleriyle yüzlerini pullarına bulayan sudan sırıl sıklam olmuşlardı.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:39) “-... Hey babam! Nerede beni yağmalayacak yiğitler? Parayı görmeleriyle azıp kuduracak kabadayı nerede? Dizlerinin bağı kesilir korkudan hepsinin...” ..... “-Emret Doktor Bey abi... -Emrim... Bak bakalım şu küçük hanıma... Kime benziyor bizlerden? -Bizlerden mi? -Kaşlarını kabadayı kabadayı çattı- Görmüşlüğümüz var mı hiç?.. Yabancı gelmedi pek... Gözüm ısırıyor. Arif abilerden mi?” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:195;219) “Elimi belime atıp bıçağımı çektim. ‘Kendine güvenen varsa yanıma sokulsun!’ dedim. Heriflerin ödü koptu. Beş on dakika aralarında konuştuktan sonra, ‘Haydi kabadayı, yoluna git! Sana zararımız dokunmaz!’ dediler.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:31) “Lord arthur ona geliş nedenini anlatınca, ‘Demek ciddi olarak siyasetle ilgileniyorsun?’ dedi Kont Rouvalof, ama kabadayılığın her çeşidinden nefret eden Lord Arthur, toplumsal sorunlarla en küçük bir ilgisi olmadığını ve patlayıcı mekanizmasını sadece kendisinden başka kimseyi ilgilendirmeyen bir aile mesele için istediğini ona açıklamayı bir borç bildi.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:49) Kaba etler : Gövdenin alt ve arka tarafı, kıç “Sendeleyerek, alaylı sözler arasında uzaklaştım. Rio-Sao Paulo yolunun öbür yanına vardığımda acıyan kaba etlerimi ancak oğuşturabiliyordum. Orospu çocuğu! Görürdü gününü o! Öcümü alacağıma yemin ettim. Yemin ettim ki…” (J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:99) Kaba fars : İnceliği olmayan, sıradan ögeleri kullanarak güldürme ereğine ulaşan yoksun güldürü “Bu tuhaf ırmağın içinden, erkekler, kadınlar, çocuklar çıkıyor, konuştuğu süre boyunca Istrati’nin çevresini sarıyor, ona eşlik ediyorlardı. Orada bulunuyordu onlar da, aynı biçimde kendisi ve dinleyicileri gibi orada vardılar ve canlıydılar. Söylenceden ve en yalın gerçekliğin içinden gelmişlerdi. Acının, sevincin, yoksulluğun, dramın ya da kaba farsın içinden çıkmışlardı.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:24) Kaba güç : Kas kuvveti, gerekirse dayak ve işkence, baskı Bk.: Kaba kuvvet “Bu koşul, Fischerle’nin verilecek olan bir sahte pasaportu alması ve kullanmasıydı; parası olmadığı için bu pasaportu bedava alabilecekti. Fischerle, kaba güce boyun eğdi. Bununla birlikte daha uzun süre sızlandı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:384) Kabahat etmek : Kusur işlemek; altını ya da yeri kirletmek (Bebek, daha çokcana evcil hayvanlar) “Her gün bu böyledir. Köpek işemek istese, ihtiyar vakit bırakmaz, ipinden çeker; o da ardı sıra bir dizi damlacıklar bırakır dururdu. Kazara, odanın içinde kabahat ediverse, yine dayak yer. Bu, sekiz yıldır hep böyle sürüp gelmektedir.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:33) Kaba kaçmak : Dışardan ilk bakışta kaba gibi görünmek, o izlenimi vermek “Kaptan Delano, kaba görünmek istemeyerek, hatta bu yaptığı kaba kaçsa bile, önemsiz bir özür gösterip uzaklaşırken, zihninde Don Benito Cereno’nun bu gizemli tavrını evirip çeviriyordu.” (H. Melville, “Benito Cereno”, sa:50) Kabak kalmak, Kabak olmak : Saçı dökülmek, tepesi çıplak olmak Bk.: Kabak kafalı “Guéret’de öğretmenlik alırım. Yok, hayır, Guéret’de dğil, orası lise. Castelnaudray’de. Lola’yla evleneceğim: Bir kolej öğretmeni bir kadınla gelişigüzel yaşayamaz; yarından tezi yok, hazırlığa başlayacağım. Elini saçlarına götürdü ve sağlamlığını anlamak ister gibi saçını çekti; sonra karar verdi: Kabak kalacağım ben, mutlaka kabak kalacağım, ben ölmeden bütün saçlarım dökülmüş olacak.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:79) Kabak başın(d)a patlamak : Birincil derecede sorumlu olmadığı halde sorumluluğun omuzunda kalması “Yazık ki Mitya, aslında unutmadığı halde vurduğu adama acıdığı için yere atladığını, ‘Kabak senin başına patladı ihtiyar, ne yapalım, yat aşağı…’ diye içinden gelen sözler söylediğini savcıya tekrarlamayı akıl etmedi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:193) “Sabaha kadar ziyafetin sonlarına doğru, galiz (kaba) ve müstehcen (açık saçık) şarkılara başlar, ilkin kocasına, daha sonra konuklarına küfürler yağdırarak ziyafete son verirdi. En sonunda kabak, laternayı kafasına yiyen laternacının başında patlardı.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:127-8) “Teyzenin sinirleri ayaktaydı, öfkesini kimden alacağını bilemediği için, Carville’de denildiği gibi, kabak Lamiel’in başına patladı.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:59) Kabak çiçeği gibi açılmak : Ne oldum delisi olmak, sonradan görmelik bir davranışla eldeki parayı har vurup harman savurmak “Hacıağanın kızı çevresinde ün salmıştı. Komşular ‘Kabak çiçeği gibi açıldı. Ne malmış meğer!’ diyorlardı.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:180) Kabak kafalı : Tepesi çıplak insan; Görgüsüz, aptal kişilik; Sonradan görme ya da Siyasetçi, Yahudi Tüccar tiplemelerinin (zengin, göbekli, kısa boylu) bir aksesuarı (Argo) “Şarapnellerin sırtında ıslık çalan Azrail’le çok koklaştım; öyleyken nasıl yakamı kaptırmadım ona? Nasıl tek sıyrık almadan bu can pazarından geri döndüm dersiniz? Bunun nedenini düşündünüz mü hiç kabak kafalılar?” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:35) “Korkunç sarsak göbeğine, bronşitli sesine, geniş, solgun, daha çok Sargent’in Henry James portresini andıran, çekingen bir gurur ifadesi takınmış yüzüne, saçları tamamen dökülmüş kabak kafasına, solgun, torbacıklı gözlerine, boşu boşuna yukarı kıvırmaya çabaladığı sarkık bıyığına baktığınızda, zavallı yaşlı amcanın bir zamanlar genç olduğuna asla inanmazdınız.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:70) “Sözünü ettiği kabak kafalı adam garsona homurdanarak birşeyler dedikten sonra, peçeteyi fırlatıp kalktı iri gövdesiyle. Eğilerek bizi selamladı. Ben adamın yüzüne güldüm; duygularını belli etmeyen Morelli elini salladı.” (C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:15) Kabakıyım : İncekıyımın zıddı, yani, büyük parçalar halinde kıyım; parça parça “İnsanın ruhu sırf çamurdur; işlenmiş, hala kabakıyım doğranmış becerilere sahip, yontulmamış bir çamurdur ve temiz, sağlam olan hiçbir şeyi fark edemez; eğer yapabilseydi bunu, bu ayrılış ne kadar başka olurdu.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:17) Kabak kafalı : Saçları erken dökülmüş, kel kafalı -ya da öyle traşlı, bugünlerde model olduğu üzere“Bu dayım ilkokulu bitirmişti, ailenin en okumuş adamı ve annemin kardeşiydi. Ufak tefek, kabak kafalı, korkuyla bakan iri gözlü, sırf kıllarla örtülü kocaman elli bir adamdı. İyi soydan, sarı benizli, kötü huylu, kendisini kıskanan ve ondan nefret eden bir kadınla evlenmişti. Her gece, kalkıp iri göğüslü, tombul hizmetçinin uyuduğu alt kata inmesin diye, adamı iple karyolanın demirine ayağından bağlar, sabah olunca çözerdi. Zavallı dayımın işkencesi beş yıl sürdü, neyse. Allah yardım etti de..... kötü huylu kadın öldü ve dayım bu kez sağlam, kendisini bağlamayan, konuşması kaba, fakat iyi yürekli bir köylü kızıyla evlendi.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:48) Kabak tadı vermek : Can sıkmak, bir konunun devamlı yinelenmesi sonucu oluşan sıkıntı “Size itiraf ederim ki tüm bu şenlikler, bu hava fişekleri kabak tadı vermeye başladı.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:9) “İnsanları da, üç kez yirmi dört saatten sonra, ezberime almıştım. Bütün yüzleri kabak tadı verecek kadar yakından tanımıştım. Kadınların cırlak kahkahalarına da, yakınımdaki Hollandalı iki gemicinin yüksek sesle tartışmasına da kızmaz olmuştum.” (S. Zweig, “Hikayeler” Cilt:I, sa:8) Kaba kuvvet : Her tür nezaket ve uygarlıktan uzak kas ve yumruk gücü, şiddet uygulama; Orantısız kuvvet “Kaba kuvvetle ilişkiye maruz bırakılan her şey alçalır. Darbeyi indiren de darbeyi yiyen de aynı kirlenmeyi yaşar.” - SIMONE WEIL (1909-1943) (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, -giriş) “Ben susunca Şakro daha da coşuyor; vahşi bir güzellikle, ateşle, canlılıkla dolu Kafkas hayatını ballandıra ballandıra anlatmaya koyuluyordu. Bu öyküler bir yandan beni sarıyor, bir yandan da acımasızlıkları, zenginliğe ve kaba kuvvete tapmalarıyla tepemi attırıyorlardı.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:109) “Kaba kuvvete dayanıp tümüyle dışa yönelik böyle bir dönem sonunda ortaya çıkan bu boşluk, yeni bir başlangıca, yeni bir düzene karşı herkeste anlatılmaz ölçüde ivedilik kazanmış, yalvar yakar olmuş bu özlemdir ki, Kastalya’mızın doğmasını ve bizim var olmamızı sağladı.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:355) “Altını çizerek söylüyorum ki, bizim serviste, pek çok kaba kuvvet gösterisi vardı ve çoğu da, sakin bir yer olan ‘en arka’da icra edilirdi. CLD’den ayrı bir yere konmakla, haykırışlarınızı hiç kimse işitemezdi.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:94) “.....başka bir yerde üç gün, daha başka yerlerde dört gün sonra, bazı yerlerde kimin daha çok güç ve dayanıklığa sahip olduğunu belirlemekle geçiyordu haftalar, sonuçta erkekler koşullarının kabul edilip edilmediğini öğrenmek için işe gitmeyi tamamen bıraktılar, evde kaldılar, şimdi gerçekten grev vardı işte; kraliyet taburunun kaba kuvvet kullanması için başka bir şeye gerek yoktu, bütün araziyi savaş makineleri doldurdu, her şeyi tekrarlamaya gerek yok, herkes biliyor zaten.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:292) “...Kolomb kahraman ilan edilir..... Karşılaştığı bütün zorluklar daha da büyütülür: Sözgelimi tayfaları kazan kaldırdığında onları kaba kuvvetle hizaya sokması, aşağılık bir haydut tarafından zincire vurulmuş halde memleketine getirilmesi ya da açlıktan ölmek üzere olan çocuğuyla Rabida Manastırına sığınması...” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:82) Kabala; Kabbala : Musevilikte, gizemci bir akımın adı. Bu mistik akıma mensup kişilerin, Tevrat’ın içerdiği harfleri yorumlayıp değerlendirerek ve bir sayı gizemciliğinden yararlanarak, Tevrat’ın gizemli anlamını ele geçirmeye, özellikle yaratılış öncesi durumu çözmeye çalışan bir felsefe, cincilik Ö z e l N o t : Ben, Prof.Dr. İsmail Ersevim, Amerika’da iken yaptığım çalışmalarda (1957-1990), Musevi Sinagog’ Unu da ziyaret etmiş, notlar almıştım. Türkiye’ye döndükten sonra, diğer bilimsel kitaplarımın ötesinde, AC 2084 diye, battığı sanılan ATLANTİS kıt’asında yeni bir hayat başlatan ütopik bir roman yazdım ve 2006’da İngiltere, Cambridge’de bastırdım.. Ondan aldığım bir parçayı sizlere sunuyorum: “KABBALAH, also written as CABALAH, in Hebrew means “a traditional teaching, a learning that had been transmitting from generations to generations.” It comes from “Kibel - KBL”, meaning “to receive it”. That refers to “receiving the secret doctrine of old Jewish religion, orally!” “The beginnings of Jewish mysticisim, could be found in the ancient times in first establishments in Palestine, and later on Babylonia. The following apocalyptic literature appeared in the writings of the Essenes and in the Talmud. They call this as Gaonic period, lasting between A.C. 7th and 19th centuries. The significant works were done by Otiot de R. Akiva and Sefer Yetzirah. With an eclectic work in the following A.C. 10th to 12th centuries and through the contributions by Sefer Raziel, Sefer Hasidim and Rokeah, and a principal man, a Sefer Ha-Bahir’s philosophical contributions, Kabbalah officially shaped up and spread Spain, Germany and mid-Europe considerably. Then, at the A.C. 17th Century, these teachings and mysticisim reached Palestine; and, there, in the city of Safed, a Rabbi Isaac Luria created a new Jewish system of mysticisim. “The principal teachings of the Kabbalah are, as follows: 1) G o d, did not create the world, directly. God is above all, eternal, and the En sof (‘Endless’). Higher and lower forms of life and conduct, emanate, proceeding God, from the more spiritual to a lesser one. The Ten Spheres (Sefirot) had emanated and sprung, in the following order: Crown, Wisdom, Intelligence, Greatness, Strength, Beauty, Firmness, Splendor (Zohar), Foundation, and Kingdom. The Kingdom, which is the last sphere, created the physical world. Through these spheres, God rules the world, and all His activities are performed this way. 2) Eveything that exists is a part of D e i t y; and only man through the acts of piety and moral conduct can achive union with God. Through the observance of the commandments every Jew can influence the Spheres, and, through which can influence God, in behalf of the mankind. The Jewish people were chosen by God to preserve the world by the strict observance of the Law. 3) Man is judged by his s o u l. This is the most important thing of his being. During Creation, all souls were created at the same time; the soul, is in contract with the body says pure while being alive, whereas after death, it becomes a part of the world, ruled by the Ten Spheres. The contaminated-impure souls, after death, re-inhabit and migrate from body to body, until they are purified. 4) E v i l does not exit in itself but is a the result of the negation of good. It could be overcome through praying, repentance, self-afflicting, and absolute observance of the Law. 5) The text of the B i b l e is full of hidden messages and meanings. In spite of the fact that is written in man’s language, the vords contain plenty of concepts of divine and mysterious nature. Man, by any means, should endeavour to uncover them. This could be achieved through different techniques that are applied by Kabbalists.” “The KABBALAH is both a philosophical and teosophical system to endeavour to be able to find some answers on the subjects like: God - Creation - Universe - Faith and, Mankind. Through it, the significance of human life and its relatedness to the universal laws, is demonstrated and expressed through some numerical correspondence. “If we can review, in K a b b a l a h, the principal thema is understanding, absorbing and reusing mental-psychic or para-psychological powers. Thus, the interpretation and expressing of the outer life in terms of our inner creative powers. “BOOK OF GENESIS opens with, “In the beginning God created the heaven and the earth!”, however this was not in reality, just in potentiality. PLATO, in his book Timaeus, describes the “Creation of the Universe” as, “.... God was the all-perfect ruler of the spiritual world, brought it down and endowed it with life, soul and intelligence. He also created, as lesser gods, Dyonisoen gods: Zeus, Apolllo, Athene; then created birds, animals and the rest..” “God said, “Let there be light, and there was..” That was the first day of creation. On the 2nd day, “water” and the “vegetable world” were established. On the 3rd day, “the firmament of earth was settled!” Then on, everything on did co-exist simultaneously and manifested themself under the Light that was God himself. Thus, the world was completed within six days, and seventh, that falls on Sabbath, the “rest” was ordered. “According to old Kabbalists, the first five chapters of Genesis were written in ‘code’ with Hebrew letters. As we shall see a while later in much more details, each letter has a specific meaning which also corresponds a certain number, however with no mathematical significance. Each letter and the corresponding number are simply an ideogram or symbol of a cosmic force. There is also an ongoing cosmic energy interaction in the universe and the man. “PYTHAGORAS had also talked about “Nature Geometrizeses”, referring to the same kind of interaction. Psychiatrist CARL GUSTAVE JUNG, believing a “mutual-cosmic unconsciousness = collective unconscious” in all human beings, had thought that the material of the collective unconscious is residing at the depth of the subconscious (unconscious), and related numbers to these materials, in the form of “arche-types”, did pre-exist even before the birth. The term of “Law of Synchronicity” was also coined by him, meaning that “two meaningful events connected with each other, also with numbers, did exist in the pre-conscious.” A number is a symbol and conveys an idea. In a way, it is also a language, also conveying to communication. “KABBALAH intends to make the people belive that God created the universe by means of Hebrew Alphabet. In that alphabet, there are twenty-two letters and, they represent twenty-two types of different states of consciousness. “If we divide these letters into three further groups, we find: 1) Three “mothers”, also called “trinity”: “ALEPH is the essence of “air”, also giving birth to “spirit.” In humans, it forms “chest”. In day-to-day living, it is the casue of “temperate weather”. “MEM is the essence of “fire”, and “heavens” are created from it. In humans, it forms the “head”, it causes “hot” season; it interplays with SHIN, to create the opposite forces. “SHIN, is the essence for “water”, “earth” is created from it. In humans, it forms the “belly”, it creates the “cold” season. 2) Seven “doubles”: “BETH, representing “Wisdom” and “Folly”, “GIMEL, representing “Grace” and “Indignation”, “DALETH, representing “Fertility” and “Solitude”, “CAPH, representing “Life” and “Death”, “PE, representing “Power” and “Servitude”, “RESH, representing “Peace” and “War”, “TU, representing “Riches” and “Powerty”. 3) Twelve “simples”: “HE - Sight, “VAU - Hearing, “ZAYIN - Smell, “CHETH - Speech, “TETH - Taste, “YOD - Sexual Love, “LAMED - Work, “NUN - Movement, “SAMEKH - Anger, “AYİN - Mirth, “TZADDİ - Imagination, “QOPH - Sleep. “We also should not forget that, the twelve (simple) letters mentioned here, are also: “12 months of the year, “12 months of Zodiac, “12 organs of man : 2 hands, 2 feet, 2 kidneys, 1 spleen, 1 liver, 1 gall-bladder; sexual organs, stomach, intestines. “Well, this was the opening class. Pretty soon, for the newcomers, I would like to spare sometime during the weekday evenings, some KABBALAH teachings and practices that we have been doing for some time.We will get together, choosing the most available times. For that purpose, I am stopping here and promising what kind of subjects we are going to go into, as follows: “Kavvanah” in meditation; Elements of Kabbalistic ritual (Identification with Nature & Purification with holy oil; Life Tree; Avatar; SIDDUR: The vehicle of Kabbalah; Course of the tides; the cosmic egg, Zahar etc. “Now, before closing off, I would like to give brief answers to two questions were asked to me, before the ceremonies were started: “What is K a d d i s h ? One newcomer from another faith, had asked me. “K a d d i s h is an important portion of the daily liturgy in the synagogue. It had been used for many centuries as a mourning’s prayer. Originally it is a prayer, written in Aramaic, meaning of “Sanctification.” When used as prayer, it is recited by the mourner at the grave-side of parents or close relatives, and during the three daily prayers in the synagogue, for the first eleven months, following the death event. Strange enough, the Kaddish has no direct reference to the dead or to mourning; essentially it is a doxology, praising God and praying for the speedy establishment of God’s Kingdom on the earth. It is only the special burial Kaddish incorporates a prayer for the resurrection of the dead. In the reform liturgy the Kaddish is recited only as a mourning’s prayer.” * “T E N C 0 M M A N D E M E N T S that are also known as “DECALOGUE” is the fundamental law of the Jewish people known in the Hebrew as Aseret ha-Dihrot, which according to the Bible that were revealed to Moses and the people at Mount Sınai. “A shortened form of the “Decalogue” could be summarized as follows: 1) I am the Lord, thy God, who brought thee out of the land of Egypt, out of the house of bondage, 2) Thou shalt have no other God before Me, 3) Thou shalt not take the name of the Lord thy God in vain, 4) Remember the Sabbath day to keep it holy; 5) Honor thy father and thy mother, 6) Thou shall not murder, 7) Thou shall not commit adultery, 8) Thou shall not steal; 9) Thou shall not bear false witness against thy neighbor; 10) Thou shall not covet anything that belongs to thy neighbor. “Those Ten commandements, both by Jews and non-Jews are regarded are basic social ethics to every civilized society. They are commonly represented symbolically in the form of two tablets, called Tablets of the Law, used as a sacred design in the sinagogue, also as ornaments on different objects and articles.” “Thus ended saturday, this very Holy Sabbath Day activities and teachings. Hallelullah!” * “Kimileri benim her şeyi kafadan attığımı ve bunun gerçek öğreti olmadığını, bazıları da herkesçe bilinen şeyleri açıkladığımı ileri sürecektir. İtiraf edeyim ki, üstadım daha yolumun başındayken ölmüş olduğundan ben kabala alanında pek bilgili değilim. Ama az da olsa öğrendiklerim, onun sanatında her şeyin yanılsama, kötüye kullanma ve geçicilik olduğu konusunda beni büyük bir kuşkuya düşürüyor. Zaten büyünün dine aykırı olması, onu bütün gücümle reddetmem için geçerlidir.” (A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:9) “Canına kıymak isteyip de kıyamayan Knauer’in benimle kurduğu ilişki, tuhaf ve bazen de gülünç denecek gibiydi. Benim kendisine gönderildiğim o geceden bu yana sadık bir uşak ya da köpek gibi peşimden ayrılmıyor, aşamını benim yaşamımla bağlamaya çalışıyor, ne dersem körü körüne yerine getiriyordu. En acayip sorular ve isteklerle çıkıp bana geliyor, ruhları görmek, Kabbala öğrenmek istiyor, bu gibi şeylerden hiç anlamadığımı kesinlikle açıkladığım zaman da bana inanmıyordu.” (H. Hesse, “Demian”, sa:156) Kabara kabara : Böbürlene böbürlene, gubarlanaraktan “Bir gün Sa’ineddin-i Mukri, kabara kabara, ‘Bu gece Mevlana’nın aşkı ile Kur’anı hatmettim (ezberledim)’ dedi. Mevlana, ‘Nasıl oldu da çatlamadın?’ buyurdu. Sa’ineddin derhal baş koyup ağladı. Mevlana buyurdu: Şiir: ‘Eğer onun dudağından çıkan sözler kalbine aksetseydi, onun kalıbı tuzla buz olurdu. Çünkü Tanrı “Biz Kur’anı bir dağ üzerine indirmiş olsaydık o dağ, Tanrı’nın korkusundan alçalır ve parçalanıp yokolurdu’ buyurmuştur.’ ” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:442) Kabar kabar kabarmış : Büyümüş, genişlemiş “İlkbaharda, Tipasa’da tanrılar oturur ve tanrılar güneşin ve pelin kokularının, gümüş zırhlı denizin, el değmemiş mavi gökyüzünün, çiçeklerle kaplı yıkıntıların ve taş yığınları arasında kabar kabar kabarmış ışığın içinde konuşur.” (A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:15) Kaba saba : Bayağı, hantal görünüşlü eşya ya da kimse “Ne bir köylüsün sen, ne kaba saba biri ne domuz çobanısın, ne Thessalialısın, Erysikhailı de değilsin, bir sığırtmaç da, Sardeis’densin sen, onun yüce doruklarından.” (Alkman, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:112) “Birden tüm gözler iri yarı, kırmızı yüzlü, soluk soluğa bir adamın, hiç çaba göstermeden, omuzuyla şöyle bir itivermesiyle açılan kapıya çevriliyor, tam tren kalkarken binmiş olacak, üzeri şişkince valizle birlikte, gazeteye sarılı, tostoparlak, kaba saba bağlanmış ve ipleri şurdan burdan kopmuş paketini fileye fırlatıyor ve pardesüsünün düğmelerini çözerek yanıbaşınıza oturuyor...” (M. Butor, “Değişme”, sa:19) “Elleri tabutunun kenarında, başında bekleyen adamlar, onu, yolcu edecek ziyaretçilere sunar gibiydiler. Yolcu etmek lafın gelişi, çünkü kaba saba giysiler giymiş bu becereksiz ve çekingen robotlar ansızın kefene, tabut kağına ve tornavidaya atıldılar.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:145) “Kadın, kağıtları altüst ediyordu. Çoğunu yine yerine koyacak yerde, masanın üstüne öylece bırakıyordu. Kağıtların birçoğu da yere dökülmüştü. Kien, bu kağıtlarda ne yazılı olduğunu iyi biliyordu. Kadın, bazı kağıtları yanlış sıralıyordu. Elyazmalarına sanki paçavralarmış gibi davranıyordu. Bu kaba saba parmaklar, ancak mengenede işkence çekmeye layık olabilirdi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:201) “Melahat Hanım öldüğünde çok söylentiler çıktı. Kimileri tansiyondan, kimileri kalpten dediler. Yakınlarıysa yanlışlıkla uyku ilacını fazla kaçırdığını söylüyorlardı. Herkes çok acıdı Melahat Hanım’a. Eh, acınmayacak gibi de değildi. Yakınıp durduğu huysuz, sarhoş, kaba saba bir adamdan kurtulup tam yaşamını düzene koyduğu bir sırada...” (P. Celal, “Melahat Hanım’ın Düzenli Yaşamı”, sa:24) “Bu adam, böyle kaba saba bir biçimde Chantal’ı baştan çıkarmaya çalışan erkeklerin ne ilkiydi ne de ne yazık ki sonuncusu olacaktı.” (P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:23) “ ‘Kısa bir süre sonra kızınız kıtanın iç taraflarından Bahia’ya sizi aramaya geliyor. Lizbon’a giden uzun boylu İngiliz kadından bahsedildiğini duyuyor ve sizin peşinizden gidiyor. Lizbon ve Oporto rıhtımlarını araştırıyor. Oradaki kaba saba denizciler onu sevimli bir budala gibi görüp ona müşfik davranıyorlar.” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:91) “Kağıdın arkasında geniş alınlı, etli dudaklı bir genç adamı gösteren kurşunkalemle çizilmiş bir resim var, pek net değil. Kaba saba bir çizim, çocuğun gölgelendirme diye bir şeyden haberi yok; bununla birlikte, dudaklarda ve kendinden emin bakışlarda Pavel’i olduğu gibi yansıtabilmiş.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:149) “Ama hiçbir şey durdurmuyor David’i. Melanie’yi yatak odasına taşıyor, o saçma terlikleri çekip alıyor, kızın ayaklarını öpüyor; kızın kendisinde uyandırdığı duygudan şaşkın. Sahnede gördükleriyle ilgisi olmalı bunun: peruka, kıpır kıpır kalçalar, o kaba saba konuşma. Tuhaf aşk. Yine de Afrodit’in, köpüklü dalgaların tanrıçasının sadağından geliyor; bu kesin. (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:32) “Kilerci tıknaz, görünüşte kaba saba ama neşeli, saçları ağarmış ama hala güçlü, ufak tefek ama çevik bir adamdı. Hacılar konukevindeki hücrelerimize götürdü bizi. Ya da daha doğrusu, üstadıma ayrılan hücreye, bir çömez olmakla birlikte.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:51) “Nihayet iş yerinde, bayan Holub’la çocuklarından başka kimsecikler kalmamıştı. Kadın, iri yarı ve güçlü kuvvetli idi. Güneşten kararmış yüzünde, her zamanki güzelliğinin izleri vardı. Kısacık boyunlu ve kaba saba birşey olan oğlan, bakımsız bir çocuk denince göz önüne gelen çocuklardan biriydi.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:4) “Omuzları geniş değildi ama, yeşil çuhadan, siyah düğmeli ceketi onu çok sıkıyor olmalıydı, ayrıca kolkapaklarından, çıplak durmaya alışmış kırmızı bilekleri de görünüyordu. Çorapları maviydi. Bacakları ise askıyla fazlaca çekilmiş sarımtrak renkli bir pantolondan dışarıya çıkıyordu. Kaba saba kunduralar giymişti. Bunlar iyi boyanmamışlardı ve altları çiviliydi.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:5) “Ağır arabalar, eğimlerde çarpılmış, çukurlarda sarsılmış arabalar; kaç kez, ot derleyen kaba-saba oğlanlar arasında, kuru ot yığınlarına yatmış bir durumda kaç kez tarlalardan geri getirdin beni!” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:84) “Konuşma hissedilmez bir şekilde Anthime’den uzaklaşıyor, üzerinde kapanıyordu, iki kardeş en kaba saba heykeli en sayılır heykel haline sokan şu pek dokunaklı halk dindarlığından bahsediyorlardı şimdi.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:19) “ODUN YARICILAR, Kaba saba tavırlarıyla içeri girerler. - Çekilin bakalım! Adamakıllı açılın! Bize geniş alanlar lazım. Bizim devirdiğimiz ağaçlar, çatırdayarak yıkılırlar. Bunları taşırken de, öteye beriye çarparız.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:24) “Moskova’da öğrenciyken, ‘malum kadınlar’dan biriyle, anlarsın ya, komşuluk etmek zorunda kalmıştım. Tereza adında bir Polonyalıydı. İri-yarı, kömür küfesinden çıkmış gibi kara bir kadındı. Birbirine bitişik kaşları, baltayla yontulmuşcasına kaba-saba bir suratı vardı.” (M. Gorki, “Bozkırda”, sa:11) “Çoban Mehmet’e gelini teslim etmeden evvel gülünç bir el öpme töreni yapıldı. Bu kaba saba, utangaç köy delikanlısının gözlerini yumarak öptüğü eller arasında benimki de vardı. Öğretmen demek, bir bakıma ana demek olduğu için bu elzemmiş.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:201) “ ‘Yetişecek zeki gençler hamal camal fikirli kaba saba adamların idareleri altında ezdirilirdi. Bugün, o zaman soygunculuğundan kalma iratlar, paralarla geçinenlerin mallarının haklı ve gerçek sahiplerinin kendileri olmadığını bilmelidirler.’ ” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:359) “ ‘Hatice Nine’nin kızı Sedef’le saatlerce bir odaya kapanıp mırıl mırıl konuşuyorlarmış...’ ‘Yok canım...’ ‘Sen hala yok canım de...’ ‘O kaba saba köylü kızı ile mi?’ ‘Hangi kaba saba köylü kızı bey?...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:50) “-Buna olsa olsa incelik ve nezaketimiz, soydan gelme kültürümüz engel olur, dedi. Pittsburg’lu milyonerler gurursuz, büyüklenmeleri olmayan, sıradan, eli açık insanlardır. Tavir ve davranışlarında kaba ve nezaketsizdirler. Gürültücü, patırdıcı oldukları gibi yontulmamışlardır. Kaba saba davranışlarının arkasında bir hayli nezaketsizlik ve saygısızlık gizlidir.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:96) “... Lekeler, rengarenk yamalar, güneşin soldurduğu yerler ve bir kaç pas lekesi sonucu ortaya alacalı bulacalı bir giysi çıkmıştı. Kaba saba ayakkabıları toz içindeydi.” (O. Henry, “viski soda”, sa:81) “Bu çirkin ve bakımsız doğa köşesinde, bu kaba saba insan kümesinin bana, adeta saygıya yakın bir duygu verişi nedendir? Bu insanlar, her gün hiçe saydığım, hor gördüğüm, hatta bazen de tiksindiğim kimseler değil midir? Fakat, işte, uzaktan nasıl çalıştıklarını seyrederken, bana, her biri büyük olayın kahramanı gibi gözüküyor.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:88) “Sevgili dostum, acımasız öğretmenim, şimdi bu satırları okuyabilseydin nasıl bulurdun acaba? İşte belki de ilk kez senin istediğin gibi biçim denemeleri yapmadan yazıyorum, kimseye özenmiyorum, kaba saba da olsa, hantal da görünse, arada bir saçmalasam da, hiçbir yazın değeri taşımasa da kendim anlatıyorum hikayemi.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:27) “Lamia, güzelliğini bir haçı taşır gibi taşırdı. Başkası olsa, bakışları kaçırmak için, örtünür, kaba saba kumaşlara bürünürdü. Lamia, yapmazdı. Sanki ışığa batıp çıkmış gibiydi.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:23) “Kaskambo: -Pek iyi! Öyle olsun! Bu cehennem yaşamı bitsin artık, diyerek başını çevirdi, askerin istediği oyun havasını bütün gücüyle çalmaya başladı. İvan, Kazak dansını yaşlı adamın özellikle hoşuna giden kaba saba devinimlerle oynamaya başladı; adamın dikkatini çekmek için sıçramalar, atlamalar yapıyor, naralar atıyordu.” (X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:100) “Ezeli ve ebedi gençliğe mahkum edilmiş olsam gerek, diye düşünmüştüm o zaman, çünkü at gibi uzun profilim ne babamın kaba saba Karayipli suratına, ne de annemin soylu Romalı yüzüne benzeyebilirdi.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:14) “Bu akşam biraz eğlenmek, neşelenmek ve kendini bilen insanlar gibi biraz coşmak istiyoruz. Bizler öyle kaba saba askerler değiliz, rahip efendi. Elbette, ne demek istediğimi anlıyorsunuz.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:171) “Dört üstüpü didikleyicinin ara sıra aşağıdaki güruhtan birine seslenmelerine karşın, tüm dikkatlerini yaptıkları işe vermiş olan altı balta parlatıcı..... yan tarafa dönüp kaba saba gürültüler çıkartarak baltalarını tokuşturmanın dışında kendi aralarında bile ne konuşuyor, ne de fısıldaşıyorlardı.” ..... “Yanında, tıpkı bir çoban köpeği gibi, keder ve sevecenliğin birbirine karıştığı kaba saba yüzünü ara sıra sessizce İspanyol’a çeviren, ufak tefek bir siyahi duruyordu.” (H. Melville, “Benito Cereno”, sa:21) “Daha önce Utopia’ya gelen elçiler pek sade, gösterişsiz giyinirlerdi. Çünkü onlar Utopia’lıların süse değer vermediklerini, ipeği altını hor gördüklerini bilirlerdi. Ama çok uzaktan gelen Anemolya’lıların Utopia’lılarla pek alışverişleri olmamıştı. Utopia’lıların kaba saba bir örnek giyindiklerini öğrenince, bunu yoksulluklarına vermişlerdi.” (Th. More, “Utopia”, sa:92) “... İstanbul’un hızla büyümekte olan vahşi ticari ve sanayi sermayesinin bir parçası yapamamalarının nedeni bu eski insanların, acımasız bir kazıklama ve aldatma alışkanlığıyla aynı derecedeki ‘hakiki ve içten’ bir arkadaşlık ve cemaat kültürü paylaşan ‘kaba saba tüccarlar’ ile birlikte, değil üretim ve ticaret yapmak, bir masaya oturup çay bile içemeyeceklerini bilmeleriydi.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:183) “Bir yerlerde, önünde bir sebze arabası süren bir adam görmüştüm. Şöyle bağırıyordu: ‘Chou-fleur, Choufleur’ < Şu-flör); (Karnabahar), ‘fleur’ü de kendine has boğuk bir ö ile söylüyordu. Yanında, onu ara sıra dürten çirkin, kaba saba bir kadın yürümekteydi. Kadın dürtünce, adam bağırıyordu.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:73) “Hükümdar, konuştukça dili peltekleşmişti. ‘Zemine renkli mozaik camlarla desenler döşemeyi bilmeli. Resim yapmayı, yaptığı resmi çerçevelemeyiii ve duvara asmayı öğrenmeli..... kokuları tanımalı. Kulak süsleri yapabilmeli..... elleri hızla ve güvenle hareket etmeli, yemek pişirebilmeli, limonata ve şerbet yapabilmeli, mücevher takmalı ve erkek sarığı bağlayabilmeli. Tabii ki, sihirden anlamalı. Bu birkaç parça şeyi bilen kadın, herhangi kaba saba cahil bir adamın dengidir.’ ” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:174) “Hayatından memnun olan boynuzlu, çifte boynuzludur, diye alaya alamazdı. Koyu renk gözlüklü genç kız doktorun karısının arkasına geçti, daha sonra sırasıyla oda hizmetçisi, doktorun muayenehanesindeki sekreter, birinci körün karısı, kimliği bilinmeyen kadın geliyordu, en sona da hiç uyumayan kadın geçti, böylelikle, kaba-saba, kötü kokan, partallar içindeki kadınlardan oluşan bir kuyruk çıktı ortaya.” (J. Saramago, “Körlük”, sa:160) “İki ile dört-beş yaşlarım arasındayken annemin kucağında bazı yolculuklar yapmış olmalıyım. Eskiden omzunda çapasıyla kaba saba bir ırgat, şimdiyse bir devlet memuru, yani başkentle ilgili anlatılacak bir sürü haberle dolu dağarcığıyla çiçeği burnunda bir polis memuru olan babamın yıllık izinlerini Lizbon’da geçirmesi mantıklı olmazdı...” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:44) “Kaba saba, çıplak bir oğlan, kaba saba, göz yerlerinde enine ve boğum boğum iki yarık bulunan, kayadan yontulmuş gibi bir yüz; oğlan on yedi yaşındaydı, kızların peşinden dolaşmaya başlamıştı bile.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:132) “Bu kurul (pir papazlar kurulu) din duygusunu yaymayı ve güçlendirmeyi biricik iş edinmişti. Kaba saba çobandan, kanıksamış yaşlı nedime kadar her sınıf insanın vicdanı üzerinde etkili olmak için erkler ve kurallar buldu; ilk çocukluk çağının tatlı izlenimlerine kendi anısını katmayı başardı.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:60) “... o vefasız aşığı hala, hem herzamankinden fazla sevmenin verdiği utanma hissi, çektirdiği acı, Matmazel de La Mole’u gamlı, kederli bir sessizliğe düşürmüştü; ağzını bıçaklar açmıyordu. Onu bu halden ne M. de Frilair’in yaltaklanmaları kurtarabiliyodu, ne de Fouqué’nin kaba saba, sert açıkgözlülüğü.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:386) “Fabrice iyiliksever koruyucusunun yanından ayrılalı henüz bir saat bile geçmemişti ki öyle şiddetli bir yağmur başladı ki yeni süvari eri hiç de ayaklarına uymayan kaba saba çizmelerle tökezliyordu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:51) “Kamil Bey, şu kaba saba Osman Ağa’nın, mahpushanede bile, konukseverliği böyle sürdürmesini gittikçe beğeniyordu. Evet, buradakilerin hepsi iyi insanlardı.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51) “Her zaman da uğraşacak birini bulurdu. Yoksulluğundan bir kaçış arayan vurdumduymaz bir Garimpeiro’nun (Bir tür kabile mensubu) güneşten yanmış göğsünü şekilsiz memelerine bastırırdı. Hamağa yatardı. Koltuk altlarının özensiz tıraş edilmiş kıllarını göstererek kaba saba heriflerle barlarda dans ederken de görmüştü onu. Mide bulandırıcı bir yaratıktı bu!” (J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:52) “İki-üç dakika sonra kapı gene tıkladı ve Güney Audley Sokağı’nın ünlü çerçevecisi Bay Hubbard içeri girdi. Yanında da kaba saba görünümlü, genç bir yardımcı vardı. Bay Hubbard kırmızı yüzlü, kırmızı sakallı bir adamdı. Müşterisi olan sanatçıların değişmez yoksulluğu onun sanata duyduğu hayranlığı ılımlandırmaya yarardı.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:140) “Hizmetinde yalnız onu bıraktı; berrak suda yıkandıktan sonra büyük, boyalı bir sandık açtı, dağ eteğinde keçi çobanının tüylü keçilerine bakarken giydiği deri gömlekle kaba saba koyun postu yamçısını çıkardı. Onları giydi, eline de hantal çoban sopasını aldı. (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:93) “Bir sabah, Mertonlar’ın yaşadığı Holland Park’a giderken, iyi dostlarından biri olan Alan Trevor’u görmek için bir uğradı. Trevor ressamdı. Gerçekten de, günümüzde bu meslekten çok kişi vardır. Ama aynı zamanda o bir sanatkardı, sanatkarlara ise nadir rastlanır. Şahsen tuhaf, kaba saba biriydi; çilli bir yüzü, kızıl renkli çalı gibi bir sakalı vardı.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:112) “ ‘Bu yüzden, bu gece yanında oturmak istediğim bir değil elli kişi var. Ama içinizde küstahlaşmadan, burada evimdeymişçesine rahat olan bir tek benim. Kaba saba değilim, züppe değilim. Toplumun baskısına karşı apaçık uzanırsam dilimin akıntıya zor bir şey koymaktaki hüneriyle başarıya ulaşıyorum.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:101) “Flush bu patiler incelip incelip on ayrı parmak haline gelsinler istedi. Miss Barrett’in alçak sesinin sayısız heceler halinde çıktığını duyduğunda, kendi kaba saba havlamasının da gün gelip Miss Barrett’in öyle esrarengiz anlamlar taşıyan küçük, basit heceleri gibi çıkmasını özledi.” (V. Woolf, “Flush”, sa:38) “Ancak çok geçmeden Orlando, yalnız bu tür bir yaşam biçiminin rahatsızlığından ve o dolayların eciş bücüş sokaklarından değil, insanların kaba saba davranışlarından da bıktı. Çünkü, unutmamalıyız ki suç ve yoksulluk Elizabeth dönemi insanına bizlere geldiği gibi çekici gelmiyordu. Onlarda şu bizim çağcıl kitabilik utancımızdan eser yoktu; kasap çocuğu olmanın bir nimet, okuma yazma bilmemenin bir erdem olduğu inancımızdan da...” (V. Woolf, “Orlando”, sa:28) “Gemileri köle, inci ve ışıldayan madenler getirmek üzere en ırak ülkelere yelken açmaktadır, kervanları yolları aşıp sonsuz seyahatlere uzanmaktadır. Hayır, sanıldığı gibi bunlar medeniyetten nasibini almamış kaba saba insanlar değildir, dünyayı ve sırlarını bilen insanlardır.” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:18) “Herhalde Christine’in kaba saba ayakkabıları ilgisini çekti. Teyzesi ‘gel buraya çocuğum,’ diyerek korku içindeki Christine’in elinden tutuyor.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:46) “... çünkü kendisinin <Schiller>, dünyanın alçaklığından öç almak için, büyük bir ruh coşkunluğu içerisinde yaptığı şeyi, ötekiler kaba saba ve kanlı bir meslek haline getirmişlerdir <Venedik Engizisyonu>.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:30) Kabasına (Kıçına) iğne batırılmış gibi : Altına sanki anide bir iğne batmış gibi duyumlamak, sıçramak “Kayık biçimi ayaklı bir kaseyle çorba gelince koruyuculardan Laz Ali: ‘Oğlanı çağıracağız! Kapıda it gibi dolanıyor!’ deyince Paytoncu Osman Ağa, kabasına iğne batırılmış gibi sıçradı: -Hangi oğlanı?.. Pandeli tayıncısını mı? Şunun lafını bana açmayın demedim mi yahu?” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51) Kabat : Kabahat, kusur (Anadolu lehçesi) “ ‘Çakır dayı, “Ben bu mevsimde arı kovanı açmam da açmam” diyor.’ ‘Bak dürzüye! Onu da birinci boydan salmaya dahil etmeli hemem! Martta hatırlat. Bu namussuzu da azdırdık. Sivrilttiğimiz kazık götümüze batar zaten bizim. Kabat bizde.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:140) Kabataslak : Kabaca, ana çizgileriyle “Adem ile Havva cennetlik dili çok iyi kullanmaktadırlar. Akıllarını karıştırdığından olsa gerek bir şeyi, dizilerin yaratılma kuramını anlamamaktadırlar. Kabataslak sezinliyorlar..... Ayrıca yeni doğru diziler yaratabileceklerini de bilmiyorlar, başkaca adlandıracakları bir şeyleri olmadığı için gereksinim de duymuyorlar. Dopdolu, uyumlu, doyurucu bir dünyada yaşıyorlar ve ne krizlere, ne de başka şeylere gereksinimleri yok.” (U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:295) “Her hareketin bir yıpranmaya yol açtığını kaba taslak kabul etmek yetmiyordu ona, hayvanın, sırf kaslarının ya da duyularının işlevleriyle birşeyler harcaması da yetmiyordu.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:7) “Sana bir giz daha söylemek istiyorum. Bitkilerin üreme ve organizasyonunun sırrını çözmek üzereyim….. Esas tohumu oluşturan noktayı katiyetle keşfetmiş bulunuyorum. Üst tarafını da kabataslak olarak kavrayabildim. Urpflanze (Tüm bitki türlerinin niteliklerini taşıyan hayali bitki) dünyanın en olağanüstü yaratığı olacak, öyle ki, bu yüzden Doğa bile bana gıpta edecek.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:220) “Beklentinin olduğu yerde bir ikirciklenme olur, aşırı bir özdenetim meditasyonun asıl amacı olan dinginliğe zarar verebilir. Ama gene de bir yolculuğa çıkacak kimsenin gidip göreceği yerler konusunda kabataslak bir planı olması gerektiğini söyleyebilirsiniz.” (İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:23) “Bu sağlam ve şehvetli beden içerisinde, kabataslak bir ahlaki ‘sistem’ bile kesinlikle yoktur..... Casanovanın yalnız şehvet duygusu vardır ve ruhu yoktur.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:39-40) Kabına sığ(a)mamak : Sevinçten havaya zıplamak, dörtköşe olmak; mutlu, coşkulu olmak; ender olarak: hiddetten, sıkıntıdan yerinde duramamak “O, hocasının manevi kudretine tamamen inanmıştı; şöhretini adeta kendi zaferi sayıyordu. Hele Staretz’in, manastır kapısında onu bekleyen, Rusyanın her köşesinden gelmiş basit halktan ziyaretçilere çıkışını her görüşünde Alyoşa’nın kalbi hızla çarpıyor, kabına sığamıyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:38) “Milano yine aynı Milano’ydu, yardakçılarla birlikte, gitgide daha isyankar oluyordu, eylülde Herbipolis’te, ekimde de Besançon’da bir diyet (dini kurul) toplanacaktı, kısacası, Friedrich kabına sığamıyordu. Buna karşılık Baudolino, Otto’yla Morimondus Manastırı’nda kalmıştı, Rahewin’le eğitimine devam ediyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:60) “Durmadan yağan ince bir yağmur bazen bizi, saatlerce, iki çadırımızın altından dışarı çıkartmıyordu. Böyle zamanlarda neşemiz kaçıyordu. Ama güneş tekrar görünüyordu, sıcak nisan yağmurları paltolarımızı şişiriyordu; hemen neşemiz yerine geliyor ve kabımıza sığamıyorduk. Çoban kılığına girmiş olan Eli, köylerden ekmek ve şarap tedarik etmeye gidiyordu. Tavşan avlıyorduk. Geceleri çalılıklar veya sazlar arasına gizleniyor, sıra ile nöbet bekliyor ve çadırların önünde yanan ateşe göz kulak oluyorduk.” (P. Istrati, “angel dayı”, sa:93) “Beyefendi sımsıkı bir camız ağırlığıyla küvetin ılıktan artı sıcak suyuna girip boylu boyunca uzandı. Nefise sünger, sabunla falan emir bekliyor, herkesin kayranlıkla çılgınlar gibi alkışladığı bu adamın kendisine ait olduğunu düşündükçe kabına sığamıyordu.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:246) “Ona en iyi bisikleti almaya gittiğimde içimden gelen deneme isteğine dayanamadım, mağazanın önündeki rampada şöyle birkaç tur attım. Yaşımı soran satıcıya yaşlılara özgü bir işveyle yanıt verdim: ‘Doksan biri bitiriyorum.’ Görevli, tam istediğim şeyi söyledi: ‘Vallahi yirmi yaş daha küçük gösteriyorsunuz.’ Bu okul alışkanlığımı nasıl hala unutmadığımı ben bile anlayamayıyor, keyfimden kabıma sığamıyordum.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:71) “Ayaspaşa’dan Kabataş’a inen dik ana yokuş, iğne atılsa düşmeyecek derecede kalabalıktı. Bandoların, marşların, şarkılarınakisleri yükseliyor, esmeyen bir rüzgar cereyanı gibi pencereden giriyordu. Bütün İstanbul sevinçten taşıyor, kabına sığamıyordu.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:61) “Seyredip haz duyar ya çökmüş bir baba hani Kabına sığamayan delifişek oğlandan, Ben de, kaderim yaman sakat edeli beni, Huzur duyarım senin erdeminden, vefandan.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:37, sa:115) “Ve düşesin ardından koşturduğu Madame Anselme’e kulak asmadan çekti gitti. Bu denli yüksek bir konumu, çok da güzel boyu bosu olan bu kibar hanıma verdiği acıdan ötürü kabına sığamıyordu sevincinden.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:72) “Sabah güneşi vuruyordu karşı taraftaki evlerin çatılarına, sıcak sıcak Baldini’nin yüzüne..... Grenouille’un gözden kaybolması hiç tadına doyulur bir zevk değildi!-, ardından, kabına sığmayan bir şükran duygusuyla hemen bugün karşıdaki Notre-Dame’ı ziyaret edip bağış sandığına bir altın atmaya, üç mum yakmaya ve diz çöküp Tanrısı’na onu böyle bir mutluluğa boğduğu ve intikamdan koruduğu için teşekkür etmeye karar verdi.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:114) “Hesse, küçüklüğünde hayal gücü zengin bir çocuktu, kabına sığamayan, ateşli bir çocuk...” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:18-9) Kabız : Bir sonuç, semere vermeyen verimsiz düşünce ya da konuşma; belirli bir sonuca varmayan davranış (Argo) “Harvey yeni bir şişe açtı. Kafka’dan söz ettik. Dos, Türgenev, Gogol. Kabız konuşmalar, can sıkıcı. Ortalık mumlardan geçilmiyordu. Zen Üstadı artık başlamak istiyordu.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:12) Kabil : (İBR. MYTH.) : Musevilerin Peygamberi Hz. Musa’nın Tevrat’ında, 1. kitaba göre, ilk dünyevi insanlar olan Havva ile Adem’in ilk oğlu. Habil’in ağabeyi. Kabil, prensip itibariyle çiftçilikle uğraşır; Habil, çobanlık yapar. Kabil, işlediği toprağın ürünlerinden, Habil ise sürüsünün ilk yavrularından ve yağından Tanrı’ya armağanlar sunar. Tanrı, Habil’in armağanını kabul eder ama Kabil’inkini geri çevirir. Çok şiddetli kıskançlık nöbetlerine tutulan Kabil, kardeşi Habil’i öldürür. Tanrı onu lanetler ama, Kabil’in bir de kardeş cinayetine kurban gitmesini önlemek için onu yüzünde bir nişanla işaretler. “ ‘... bu Kabil kıssasına <kendisinden ders çıkarılacak bir fıkra> bambaşka bir açıdan da bakılabilir. Örneğin, bize öğretilen biçimiyle Kabil ve alnındaki nişan kıssası pek de inandırıcı değil... Bir insanın bir kavgada kardeşini öldürmesi olmayacak bir şey değil kuşkusuz. Ayrıca bu katil kardeşin sonradan korkuya kapılıp biraz yola gelir gibi olmasının da akıl almayacak yanı yok. Gelgelelim, kendini koruyacak ve başkalarının yüreğine korku salacak bir nişanla donatılması, yani ödlekliğinin ödüllendirilmesi doğrusu pek tuhaf.’ ......... ‘Ortada bir adam, bu adamın yüzünde bir nişan vardı, başkalarını korkutan bir nişan. Kimse ona el sürmeyi göze alamıyor, adamın kendisi olsun, çocukları olsun, bu nişan başkalarında saygı uyandırıyordu. Belki de, hatta kesinlikle denilebilir ki, adamın alnında gerçek bir nişan, öyle postanelerdeki gibi alna vurulmuş bir damga yoktu..’ .......... ‘Öyle bir adamdı ki bu, otorite sahibiydi, herkes kendisinden çekiniyordu. Alnında bir nişan’ı vardı’ ...... ‘Nişana gerçekte bir üstünlük belirtisi değil, bunun tersi bir gözle bakılıyordu. Söz konusu nişanı taşıyanların korkunç kimseler olduğu söyleniyordu, Gerçekten de öyleydiler hani. Cesaret ve karakter sahibi kimseler, başkalarına her zaman pek korkutucu insanların soyundan gelen kişilerin ortalıkta dolaşması ise pek hoşa gidecek şey değildi, dolayısıyla bu soya bir lakap yakıştırılıp bir kıssa düzüldü.’ .... ‘Kıssa tamamen söylentiydi, insanların sağda solda ettiği boşboğazlılıklardan biriydi. Öte yandan Kabil ile çocuklarının bir çeşit nişan taşıması, başka kişilere benzememeleri bakımından da düpedüz gerçek bir kıssadır.’ ” (H. Hesse, “Demian”, sa:41-3) “Klein, otelini buldu, gereğinden fazla aydınlatılmış, kuru, cansız hol’de, hol’de ve merdivan sahanlığında esrikliği uçup gitti üzerinden, o korkulu çekingnliği, o lanet ve kardeş katili Kabil’in damgası dönüp geldi gerisin geri. Kapıcının, garsonların, asansörcü oğlanın ve otel müşterilerinin süzüp tartan bakışları altında süklüm püklüm yürüyüp restoranın en tenha köşesine gidip oturdu.” (H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:57 Kabilinden : Türünden, cinsinden, o içerikli “Doktor Haydar Bey de bir münasebetsizlik çıkardı. Güya bu yıl bir az zayıf düşmüşüm. Ufaki bir küre’e gereksinim varmış. Dayımın Marmara’daki zeytinliğinde temiz havanın, güzel güneşin içinde birkaç ay yaşamak benim için pek iyi olurmuş. Bunlar, bence hep masal kabilinden sözler.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:8) Kabuğuna çekilmek : Dış dünya ile ilişkisini kesmek, deprese hissetmek “Bilgelikleri mi?.. Ha, bilgelikleri... en iyisi fazla önemsememek. Her şeyden sakınarak, kabuğuna çekilerek, elden geldiğince az yaşamak demektir bu. Öğütlerinde her zaman bir bayatlık, bir durgunluk vardır. Öğütleriyle çocuklarını alıklaştıran kimi annelere benzerler: -Bu kadar fazla sallanma, ip kopacak; bu ağacın dibine oturma, yıldırım düşecek; ıslak yerde yürüme, ayağın kayar.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:186) “Albert adında bir ressam gençliğinde yaptığı resimlerle istediği başarıyı ve etkiyi sağlayamamıştı. Kabuğuna çekilip kendi kendine yeterli olmaya karar verdi ve yıllarca bunu yapmaya çalıştı, ama giderek kendine yeterli olmadığı ortaya çıktı.” (H. Hesse, “Masallar”, sa:166) “ ‘Düşünüyorum da, yirmi yaşındaki Bird böyle kabuğuna çekilivermezdi. Şimdiki Bird ise, bir şeylerde korkmuş kaçıyora benziyor,’ dedi Kikuhiko, hassas gözlem yeteneğini sergileyerek. O artık Bird’ün bildiği, bir zamanlarki saf Kikuhiko değildi. Düşüşü ve yuvarlanışı sırasında çok karmaşık günler yaşamış olduğu açıktı. ‘Haklısın. Süngüm düşmüş, korkuyorum, kaçmaya çalışıyorum,’ dedi Bird.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:225) Kabuğundan çıkmış salyangoza dönmek : Büzülüp kalmak; (figütarif-argo) Türlü nedenlerden dolayı sertleşmeyen penis; Korumasını kaybetmiş, zayıf “Merakla Mathieu’ye bakıyordu: -Korku insanı azdırırmış güya. -Eee? -Bu laf bana uymuyor; benimki kabuğundan çıkmış salyangoza döndü.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:132) Kabul günü : Avrupa’da son iki yüzyılda yüksek sınıfta, genç Türkiye Cumhuriyetinin ilk on yıllarında, orta ekonomik klas halkının haftada, çoklukla ayda bir, sabit bir ziyaret edilme günü seçimi. Kadınların çalışma dünyasına katılımlarıyla, son yıllarda bu adet değerini yitirmiş görünüyor. “Yaptığı hızlı hareketlerden yüzü kıpkırmızı olmuş Levin, Kiti’nin, kendisini merdivenlerde karşılayan annesiyle gitmekte olduğunu görünce durdu, bir an düşündü. Patenlerini çıkarıp ana-kız bahçenin dış kapısında yetişti. Prenses, -Sizi gördüğüme çok sevindim, dedi. Perşembeleri her zamanki gibi kabul günümüzdür.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:62) Kaburgası kaburgasına geçmek; Kaburgası sayılı olmak : Zayıflıktan kaburga kemiklerinin çökmesi, birbirine geçmesi; Kaburgaların dışardan sayılacak derece belirli olması “Dönünce, boyunlarında boyunduruk, arkalarında saban, tam koşum halinde öküzleri gördüler. Öküzün biri mor, biri kırmızıydı. İki öküzün de kaburgası kaburgasına geçmişti.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, sa:34) “Ama tüyleri kaba olan bu atın kaburgaları da sayılıyordu; gözleri, kafatasının çukurunda donuk ve çökmüş bir durumdaydı. Sevgili kocasını karşılamak üzere kapı önüne çıkmış olan Elke,’ Allah Allah, bu yaşlı kır atı ne yapacağız?’ diye bağırdı.” (Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:95) ^ Kabus : Karabasan; Korkulu, felaket doğuran, sıkıntılı rüyalar “HÜZÜNLÜ MADRIGAL ------------------------------Yine de sevgilim, gördüğün her düş Daha Cehennem’i yansıtmadıkça, Ve aklı demire, baruta düşmüş, Yalnız kılıçlar, zehirler üşüşmüş Bitmez bir kabus içinde açıkça.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:279) ^ “Kabustan farksızdı - insanın kapana kısıldığını gördüğü kabuslardan: Ama birdenbire ince bir huzme halindeki güneş ışığına çıkınca Cefalu’nun arkalarına dolandığını fark etti, ölmeye geldiği ev karşısında duruyordu. Kıl payı kurtulmuş olduğunu düşünerek her yeri zangır zangır titremeye başlamıştı.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:182-3) “Konferans vermek üzere Tucuman’a <Arjantin> gitmiştik, yeni döndük, sarı bir toz dumanının içinde 450 kilometre yolculuk ettik, ölü bir tuz gölünün yanından geçtik, manzarası Sodom ve Gomarra’dan <Eski Ahid’in ‘Tekvin’ -yoktan var etme- kitabında, İsrail’in güneybatısında edebe aykırı cinsel ilişkilerin adlandırılmasına neden olan, dolayısıyla ‘Beş günahkar ova kenti’ diye ün kazanan ve daha sonra Tanrı tarafından cezalandırılarak sular altında kalan kent> beterdi, öylesine dümdüz, çıplak ve tozlu dağ parçasından geçtik ki, gerçekten de kabus gibi bir yerdi.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:121) “Dehşete kapılmıştık. Özürlülere ayrılmış bir vagonda bulunduğumuzu düşünerek, bir başka vagona kaçmaya çalıştık, ama bütün trende durum aynıydı: üstü başı paramparça, pislik içinde ve karanlığa mahkum hayvanımsı insanlardan oluşan büyük bir konvoy. Mısır’da sefaletin ancak geceleri dolaşabildiğini anladığımızda, yedi saattir kabus görüyorduk.” (P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:66) “Kapıya doğru sakin sakin yürüdü, tam o sırada sağ ayağı yerde duran gaz lambasına çarptı. Allah’ın cezası kadın, dedi, Çingene Manolo dişlerini sıkarak. Karısıydı, oda karanlık olduğunda kabuslar gördüğünü, ölen yakınlarının rüyalarına girdiğini bahane ederek gaz lambasını brandasının yanında bırakmak istiyordu.” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:11) Kaçacak delik aramak : Ani korku ya da heyecanla saklanacak yer aramak “Eve geldiğinde, gür sesi merdivenlerde yankılanmaya başladığında, köpek uluyarak kaçacak delik aramaya, kuş da dövünmeye başlar, cüce de sabırla dişini sıkıp susmayı yeğlerdi.” (H. Hesse, “Masallar”, sa:17) “YOLCU - Çekil, yoksa... MARTIN KRUMM (Kendi kendine.) - Kör şeytan! Şimdi kaçacak delik ara bakalım... Peki tamam; peki tamam! Görüyorum, bana bela olmaya gelmişsiniz buraya. Ama, şeytan canımı alsın, ben namuslu bir adamım! Göreyim bakayım, kim adıma kara çalabilirmiş. Bunu aklınızdan çıkarmayın.” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:54) Kaçamak : Arasıra yapılan ve başkalarınca hoş görülmeyen, belli etmeden, gizlice yapılan şey; çapkınlık; esas fikri saklamak için üstünkörü verilen yanıt “Kaçamak bir göz atıyor kadına ve o anda aklına geliyor: Bu kadını sevebilirdim. Bedenlerin birbirine sokulmasının ötesinde bir şey hissediyor ona karşı, olsa olsa hısımlık diye adlandırabileceği bir şey.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:74) “İki erkek havadan sudan konuştular, derken Baird tam anlamıyla kafasını dinlemek için uzaklara gitmek istediğini itiraf etti. Bu arada Alice’le bir kez karşılaşmış ve güzel bir kadın olduğunu düşünmüş olan Campion, ‘Karının resimleri nasıl gidiyor?’ diye sordu. Baird kaçamak bir karşılık verdi ve vedalaştılar.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:61) “ ‘ Eskiden beri tanıdığımız, dost bildiğimiz, cana can katan içki! Şey, bu gece iş yapmamaya karar verdim. Haydi üstüne bir şeyler geçir de gidip kafaları çekelim. Biraz fazla içli dışlı olduk ama ne yapalım, arada olur böyle kaçamaklar.’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:18) “ ‘Ben sabah erkenden kalkıp hastaneye, babama bakmaya gideceğim,’ diyen yengesiyle birlikte o da erkenden uyanmıştıı. Yengesi hastaneye gidince hemen eve dönmemiş, bir başına kalmak, tek başına yürümek, şehrin tadını çıkarmak istemişti. Bir zamanlar kaçamak olarak yaptığı şeyler, artık hakkıymış gibi geliyordu ona.” (M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:9) “Daha sonra, dışarı çıkıp Torino sokaklarında gezip dolaşmak merakı, Carlotta ve öbür kızlarla birlikte dar sokaklara yaptığımız ilk kaçamaklar, ilk kez peşimize düşülmesinin yol açtığı yürek çarpıntıları bu saflığı da sona erdirmişti.” (C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:8) “Daniel’e kaçamak bir bakış fırlattıktan sonra, daha da hevesle yumruklamaya devam ettiler. Daniel, onlara yanlış kapı çaldıklarını anlatmak için dik dik baktı ve sırtını döndü.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:134) “Dipteki Taş --------------Babamın soluğu kesilirken, bir sancı canlanıyorboğazıma takılan keskin kenarlı bir taş. Gençlik günlerimdeki o yemekler, yalnızca o porselen tabakların seslerin duyulduğu; ten tutkusunun yüz kızarmalarını gizleyen o kaçamak bakışlar ve yatak odasındaki gizli ouyunlarım” (Manuel Ulacia<d.1955>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.04) “ ‘Ama ben yalnızca muslukçu, at satıcısı ya da her kimse, birisi beni aydınlatacak bir şeyler söylediği zaman var oluyorum. Sonra, hoş sözcüklerimin dumanı nasıl da yükseliyor, alçalıyor, gösterişle dalgalanarak onları bir tek güzellikte çelenk yaparak, kırmızı ıstakozların, sarı meyvelerin üzerlerine iniyor. Ama gözlemle, nasıl da süslü püslü sokak kadını bu sözcükler - ne kaçamaklardan, eski yalanlardan yapılmış.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:100) Kaçamak; Kaçamak bulmak; Kaçamaklı yanıtlar vermek : Gerçeği söylemekten çekinerek konuşulan konu için yan yollardan yürümek, müphem-belirsiz-ikircikli ya da cilalı sözlerle konuşmak “Ufak tefek adam <Dr. Balaguer>, yuvarlak yüzünde iyiliksever ifadeyle, gülümser gibiydi. Bir radyo sunucusu ya da bir fonetik hocası gibi sözcükleri özenle telaffuz ediyordu. Trujillo bütün dikkatini toplayarak adamın yüzündeki ifadede, konuşurken ağzının aldığı şekilde, kaçamak gözlerinde gizli işler karıştırıp karıştırmadığını ele verecek en ufacık bir belirti, herhangi bir işaret olup olmadığını inceledi. Tüm şüpheciliğine karşın hiçbir iz bulamadı.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:266) “Fareyi yakalayamadıktan başka, bir çanak değil, sanırım beş on tane birden kırmıştım… Ev sahiplerine ne cevap vereceğimi, münasebetsizliğimi örtbas etmek için nasıl bir kaçamak bulacağımı düşünmeye vakit kalmadan oda kapısı açıldı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:355) “Ben, fırtınaya karşı göğüs gerebilecek olan, dolunun boğazımı tıkamasına sevinçle kendimi bırakabilecek olan ben, buraya iğnelenmişim, ortada bırakılmışım. Kaplan sıçrıyor. Kamçılı dilleri üzerimde benim. Kıpırtılı, bitip tükenmeden, art arda titreşiyorlar üzerimde. Kaçamaklı yanıtlar vermeliyim, onları yalan çitiyle çevirip dışarıda tutmalıyım.” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:77-8) Kaçamak yapmak : Bulunduğu sınırlı durumdan şu ya da bu nedenlerle durumu manipüle ederek istediğini yapabilmek; Özellikle, evli erkek ya da kadınların, aile dışı cinsel enüendoları “Gwyn on sekiz ay kadar önce hayatına giren ve geçen nisanda, hemen hemen senin Born’la ilk kez tokalaştığın sırada hayatından çıkan otuz yaşındaki doçent Timothy Krale ile yaşadığı aşkı anlatmaya başlıyor. Modern şiir dersinin hocası olan adam onun peşine düşmekle işini tehlikeye atmış, Gwyn de ona fena vurulmuş; özellikle ilk başlarda, gizli buluşmalarla, New York’un kuzeyindeki küçük kasabaların uzak motellerindeki hafta sonu kaçamaklarıyla dolu ilk aylarda onun için deli divane olmuş.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:112) “İnsanlar böyle şeyleri dinlemekten her zaman hoşlanırlardı. Gelgelelim zamanı yoktu komiserin, yoksa bir kaçamak yapardı. Yarın gezmeye çıkacaktı. Yazık ki bugün, yarın değildi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:361) “ARKAS ---------Kralsa bu işte hiç dikkat etmez kendine. Buyruk verir yalnız o ve yapar, konuşmadan. Hoşlanmaz kaçamaktan, gereksiz konuşmadan. Denemez söz yoluyla amaca erişmeyi.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:21) “Cezaevi müdürü kafayı çekse bile, o kafayla Cezaevine kumara gelmiyordu. Genel olarak Cezaevinden kumar, esrar, afyon, sustalı, kama satışları kaldırılmıştı. Hatırlı tutukluların dişçi, ya da hastahane dümeniyle dışarda içip içip, genel evlere kaçamak yapmalarına da son verilmişti.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:145) “Sabah, şafak vakti, bu lanet olası şatodan, oğluyla ayrılmaya karar verdi. Şayet biri onu önleyecek olursa, babasına ve ağabeylerine bir haberci gönderir, onlar da ellerinde silahları, artlarında adamlarıyla gelip onu kurtarırlar ve Şeyh’in şatosunu yerle bir ederlerdi. Bugüne kadar her şeyi sinesine çekmişti. Ama bu sefer iş, köylü kadınlarıyla kaçamak yapmak değildi.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:41) Kaça patlamak : Neye mal olmak “Aklım takılmıştı: Bu danışma bana kaça patlayacaktı? Korkuyordum. Hiç kuşku yok ki baştan sormam gerekirdi. Umarım bir servet ödemek zorunda kalmazdım. Ödemeyecek olursam, büyü yapıp beni doğduğuma pişman eder miydi acaba?” (P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:147) Kaç baharın yoğurdunu yemek : Hayatta görgü sahibi olmak, yaşayarak öğrenmek “Hacı Kalfa, fotoğraf karşısında poz alır gibi sopasına dayandı, gözlerinde tatlı bir gülümseme ile cevap verdi: -Çocuk aldatıyorsun, Hacı Kalfa kaç baharın yoğurdunu yemiştir, bilirsin sen? Onlar ki hattat gibi sülüs yazılar, iki para etmez yazdıkları. Onlar ki böyle karınca ayağı gibi eğri büğrü bir şeyler karalarlar, ne çıkarsa onlardan çıkar.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:118) Kaç-göç : Haremlik-selamlık davası, karısını ya da kızını pek meydanda göstermemek “Sesi dünyaya meydan okur gibi yükseldi: -Kaç göç, zenginler için! Ben fukara bir esnaf parçasıyım, dükkanda, camide, dünyanın erkeğini görüyorum, niçin Hilmi Bey’in dostlarından kaçacak mışım? diyordu.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:142) “Köylerinde halk apaçık, kaç göçsüz yaşadıkları halde, bu kasabada kadınların iki gözünü birden görmek olanaksızdı. Gelin bir evde, kayın babasından kaçar, güvey, baldızının yüzünü tanımazdı. Sazsız, sözsüz; düğünsüz derneksiz bir ölü hayatı geçiriyorlardı.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:13) “-Çok olmadı mı Koska yangını? Nerdeydiniz o zaman bu zamandır? -Başka medresedeydik. Burasını gösterdiler. -Hani çoluk çocuk. Ev külfeti görememekteyim. -Birazı daha gelmedi, birazı kaç-göç olduğundan saklıda...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:77) Kaçık : Aklı başında olmayan, deli, akıl hastası, oynatmış “GÜVERCİNLİ GÜVERCİNLİ ------------------------------------okul kırmış çocuklardan bir fazla uçarı Adem’le Havva’dan bir fazla çıplak gerçi esmeriz ya, Marilyn Monroe’dan bir fazla sarışın bir fazla İstanbul efendisi yaşlanmış çınarlardan İstanbul dedim de aklıma orda olduğun geldi karı muhabbetlerinde mi her allahın günü carıl curul mu yine tatlı kaçık İstanbul ne halt edersen et en çok sedef bakışını arıyorum senden ayrıyken” (Akgün Akova<d.1962>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Beharamoğlu”, Cilt:2, sa:623) “KATİLİN ŞARABI -----------------------Tuttum ondan bir buluşma diledim, Akşam, bir yol üzerinde, karanlık. Geldi de doğrusu! -çılgın yaratık! Biz hepimiz biraz kaçığız derim!” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:197) (Doktorun monoloğu bir borazan sesi ile kesilir. Fetisov’un yüksek sesi uzaktan duyulur. ‘Bir..iki..üç..’ Hepsi bellerine kadar soyunmuş koşarak bahçede belirirler.) “DAVUD (Hacho’ya) - İşte şimdi gerçekten kaçıklara benzedik.” (H. Boytchev, “Albay Kuş”, sa:15) “Bu sırada Kalorama Heights’taki Katherine Solomon, masanın açık çekmecesinin önünde durmuş, sadece bir fetişiste ait olabilecek eski gazete makaleleri ve fotoğraflar koleksiyonuna bakıyordu. Bellamy’ye dönerek, ‘Anlamıyorum,’ dedi. ‘Bu kaçık benim ailemi takıntı yapmış gibiydi ama...’ Bir sandalyeye otururken, derinden sarsılmış gibi görünen Bellamy, ‘Devam et...’ diyerek onu yüreklendirdi.” (Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:465-6) “Ama Langdon telefonu kapatmıştı. İnanamayan bir edayla kafasını sallayan Faukman telefono yerine koydu. ‘Yazarlar,’ diye düşündü. ‘Akılları bile kaçık.’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:320) “ ‘... Yaptığım iş başka türlü giyinmemi engelliyor..... çalışma, endişe ve pusatlarsa, adları bütün dünyaca bilinen ve, önemsiz, pek küçük rütbeli bir üyesi olmama karşın, benim de dahil olduğum gezgin şövalyeler içindir, onlara özgüdür.’ Bu sözleri duyunca onun kaçık olduğuna emin oldular; fakat be düşünceyi pekiştirmek, ne kadar deli olduğunu anlamak için, ‘gezgin şövalyeliğin’ ne olduğunu sordular.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:75) “Kendini kurtarıp göğsüme öyle sert vuruyordu ki nefesim kesiliyor ve geri geri sendeliyorum. ‘Seni orospu çocuğu’ diye bağırıyor. ‘Seni yaşlı kaçık! Defol! Git de bir yerlerde geber!’ Dönüp giderken arkasından ‘Beni ne zaman duruşmaya çıkaracaksınız?’ diye bağırıyorum. Aldırmıyor.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:166) “Yüzümde acı bir gülümseme, düşünüyordum. Adam acaba kaçığın biri mi? Aklına esti, girdi içeri? Birisi kötü bir oyun mu oynuyor? Ben çok ciddi bir adamım, hayatımda kimseye eşek şakası yapmadım, ama kim bilir. Binanın ikinci katındayım ve arkam pencereye dönük. Elimi daha telefona atmadan herif beni iki gözümün arasından vurabilir.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:281) “ ‘Bir şeyler söylemek ister misiniz?’ diye sordu rahip. ‘Çok isterdim,’ dedi Julia gözlerini tabuta dikerek. ‘Ya siz Wallace? Ne de olsa siz en sadık dostuydunuz.’ ‘Ben de yapabileceğimi sanmıyorum,’ diye yanıtladı sekreter, ‘zaten babanız ve ben, konuşmadan anlaşırdık. İzin verirseniz, belki bir kelime söyleyebilirim ama ona değil, size. Ona atfettiğiniz tüm kusurlara rağmen, kimi zaman zor, çoğunlukla tuhaf, hatta kaçık bir adam olmakla beraber, hiç kuşku yok ki iyi bir adamdı ve sizi severdi.’ ” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:24) “-... Onun her gün yaptığı yürüyüşü düşününce, ben durduğum yerde yoruluyorum. Sadece merkezdeki karakolları dolaşmak bile kilometrelerce yol eder. Pabuçlarının halini gördünüz mü? -Pis cimrinin biri işte, dedi Rebagliati tiksintiyle. B. Pablito dostunu savundu: -Para canlısı olduğunu sanmam. Yalnız biraz kaçık o kadar. Bir de, şanssız bir adami, vesselam.” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356-7) “Üst üste yıkımlarla aklını oynatmış kaçık bir komşum vardı. Daha yirmi yaşındayken bir ay içinde babasını, kocasını ve yeni doğan çocuğunu yitirmişti. Ölüm bir eve bir kez girdi mi, kapıyı öğrenmiş gibi, vakitli vakitsiz boyuna gelir.” (G. de Maupassant, “Tombalak-Kaçık”, sa:72) “Scarlett’in sessiz kalışını iyice yorumlayan Gerald, kızının kolunu okşadı ve başarı kazanan bir kişi edasıyla şöyle konuştu : -Haydi Scarlett ! Sen de kabul ediyorsun bütün bunların doğru oduğunu. Ashley gibi bir kocayı ne yapacaktın ? Wilkeslar’ın hepsi kaçıktır.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt :I, sa:55) “SMITHERS - Orada putataparlık ayinleri yapıyorlar… Senin gümüş kurşununa karşı yardımlarını görsünler diye çeşit çeşit şeytan büyüleri, tılsımlar hazırlıyorlar… (Gürültülü bir kahkaha atar.) Gözüm çıksın… herifler adamakıllı kaçık…” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:30) “Ne diyeceğimi bilemedim. Bana kalırsa komiser, yani şimdiki komiser bana aklına estiği gibi soluğu karakolda alan ve bin yıl önce başına gelmiş olaylardan sorumlu tutacağı bir polisi arayan, hafif kaçık bir kadına nasıl davranılırsa öyle davranıyordu.” (R. Rogas, “Dorotea’nın Şarkısı”, sa:215) Kaçın kur(r)ası olmak : ‘Biz dünün çocuğu değiliz, görmüş geçirmiş kimseleriz’ bağlamında; çok görmüş geçirmiş, deneyimli (Askerliğini yapmış gelmiş) (Argo) “Bu gibi alemlerin bizim evde sık sık tekrarlanması için annemin yüzüne öyle gülüyor, ona öyle tatlı diller savuruyorum ki... Fakat annem de kaçın kur’ası? Hiç böyle şeylere yanaşmak istemiyor, boyuna bana çatıyor. Zavallı hatuncağız, bu Nevruz gecesinin ertesi günü bana demesin mi ki: -Haydi artık, bahar geldi, biz yine pılıyı pırtıyı buradan toplayıp eski yerimize, Topçular’a gidelim!’ ” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:180) “-Canım Mıstık, dedi. Bırak şimdi bunu... -Bırakamam bey. Neden dersen arkadaşlar bilsinler senin ne adam olduğunu. Cahil halk yutar amma, Kel Mıstık yutmaz. Ben kaçın kurasıyım?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:13) “İLK KUDAS TÖRENLERİ II Şöyle bir baktı papaz bekleyen kurbanlara; Kimi işçi çocuğu, kimi zengin çocuğu Kaçın kurrası papaz, elbette bula bula Bir bekçinin zavallı, yoksul kızını buldu: ‘Tanrı bu kızı uygun gördü büyük gün için Rahmetini kar gibi yağdıracak alnına.” (A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:109) “HÜR HAMAMLAR DENİZİ <1955> -----------------------------------Kadın kısmı n’apar Güzin onu yapacak Bacağını azıcık yukarı çekti Süleyman yutar mı kaçın kurrası Bu sefer biraz aşağıdan öptü Hadi bakalım” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”,<1957>-50 yaşında-, sa:47) “Padişahlara çatanları gördük, haşa husurdan, Padişahlara... Gazete ağzına geleni söylemeli... O zaman telgraf yağar, ‘Yüz fazla gönder’, ‘Haftaya iki yüz isteriz’. Yetiştiremez olursun! -Bizi de hapse atarlar! -Kulak verme. Ben kaçın kur’asıyım... Ossaat bilirim. Şimdi eskisi kadar sıkı değil. Sen çatmana bak...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:137) “-İste bakalım! İş işten geçerse görürsün! -Geçemez! Biz kaçın kurrasıyız... -Herkes yerini alınca nolursan ol! Böyle işlerde, erken davranan kazanır!” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:93) Kaçınmak : Çekinmek, tereddüt etmek “Adam kızın elini sıkmıyor, sokakta yürümeye başlıyor. Arkasından yarı fısıldayarak söylenmiş bir sözcük duyuyor. Ne acaba? Yahudi mi? Yahuda mı? Yahudi olduğunu tahmin ediyor. Olağanüstü: O sözcüğün oradan doğduğunu mu düşünüyorlar? Peki kıza dokunmaktan neden kaçındı? Kız Pavel’i tanımış, çok yakından, hatta beden bedene tanımış olabilir diye mi?” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:121) Kaçırmak : Bir vasıtayı, şansı, işi, gösteriyi vb kaçırmak; Aklını kaçırmak, çıldırmak; Aşırı içki içmek Bk.: Aklını kaçırmak “Oydu, ama belleğimdeki Kaete’den başka, bambaşkaydı şimdi. Peşinden giderken, sokağa saparken, karım, tüm geceyi beraber geçirdiğim, on beş yıldır nikahlım olan karım, bana hem yabancı, hem de çok tanıdık biri gibi geliyordu hala. ‘Belki de gerçekten kaçırıyorum,’ diye düşündüm.’ ” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:162) “CLAIRE - Hanımefendi bizi asla affetmeyecek. HANIM - (Ayağa kalkarak) Ve bana hiçbir şey söylemediniz. Bir araba, Solange çabuk, çabuk bir araba. Hadi çabuk. ..... Kaçıksınız siz. Ya da ben kaçırmaya başladım.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:55) “Eşikte dikilmiş, sevgili oğullarına sarılmak için sabırsızlanan saz benizli, zayıf bir kadın, evin hanımı, sızlanmaya başladı. -Aa, şu delinin zoruna bak. Sen hepten mi kaçırdın, be adam? Çocuklar eve yeni geldiler. Bir yıl aşkın görmedik birbirimizi. Dövüşmek de nerden esti aklına?” (N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:16) “MARINA - İyi ama nereye? SIMON - Ben nereye götürürsem, oraya. MARINA - Söylememeniz için bir neden var mı? SIMON - Bileceksiniz de ne olacak sanki! Kocanızla birlikte olacaksınız ya, başka şey aramayın! MARINA - Siz galiba kaçırmışsınız! Nereye gideceğimi, nasıl giyineceğimi, ne türlü insanlarla karşılaşacağımı elbet bilmeliyim...” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:37) “Avnussalah derin reveranslarla sahneden çıkarken dinleyenler arasında bulunan gencin biri fazla kaçırmış olduğu birkaç kadehin ateşiyle şöyle diyordu: -Hey gidi utanmaz mübarek adam, felsefen beni uyandırdı. Bütün çalıp çırptıkların da benden yana helal olsun.” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:362) “O vakit hala sallanarak, düşmemek için ellerini uzatarak ve Sam’ı yardıma çağırarak doğruluyordu. Sahibi gibi kaçırmışa benzeyen köpek de kapıya atılıyor, onu pençeleriyle tırmalıyor, uzun ve beyaz dişleriyle kemiriyordu.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:23-4) “Onlar için senin gibi birinin ressam olacağım diye üniversiteyi bırakması anlaşılacak bir şey depildir. Kaçırdığını düşünürler, dedikodu ederler.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:339) “Annem evi satmasında ona yardımcı olmamı istedi. Eşe dosta sora sora aramaya başlamış. Mundo Kitapçısı’na ya da günde iki kez yazar dostlarımla buluşup sohbet etmeye gittiğim kahvelere bakmasını önermişler, bir de tutup uyarmışlar kadıncağızı: ‘Dikkatli ol ha! Hepsi kaçık bunların!’ ” (G G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:9) Kaçmak : Öyle görünmek, izlenimini vermek “Kimbilir neden, benimle İspanyolca konuşmayı seçti ve ‘eşiniz’ sözcüğünü gereken saygıyla dile getiriyor, o bile biraz gülünç kaçıyor, aslında yanıt olarak kahkahayı basmak yerinde olurdu doğrusu. Ne eşi canım, boş versenize!, ve omuzuna şöyle iyi bir şaplak indirmek.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Güç Olmakta”, sa:29) Kaçmıyor ya : Acelesi yok ya bağlamında bir sözcük “-Peki, ama bana lutfen vadettiğiniz üç bin… -Kaçmıyor ya para! diye kesti bayan Hohlakova. Üç bini cebinizde bilin.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:39) Kaç para; Kaç para eder : Değeri ne? değer mi?; Elden ne gelir? “Bir akşam sofrada, ninesinin babasının önünde, bulgur kaşıklamayı bırakıp anasına sokuluverdi. Kadının memlerine saldırıp kafasıyla vura vura emmeye başladı. Haçça, dünyanın en arlı, utangaç kadını. Kıpkırmızı oldu. İteledi filan ama kaç para?..... Irazca, baktı ki kolay kolay aralaşmıyor, tuttu kolundan: ‘Kıran artığı seni!’ dedi, kendi memesini çıkardı: ‘Gel, bunu em...’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:6) “NORA - Helene, ağacı iyi sakla! Sakın onu çocuklar bu akşam süslenmeden görmesin. (Para çantasını çıkararak mağaza görevlisine) Kaç para?” (H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:4) “Palatinus (Eski Macaristan Krallığında yüksek rütbeli devlet memuru, bir tür lokal vali: Nador) düşünceye dalar, öksürür: -Hm! Panayırlarınızı kaldırmak iyi ama, bundan kaldırana bir yarar olmazsa kaç para eder!” (K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:17) Kadavra : Ölü canlı (genellikle insan) vücudu, özellikle Tıp talebelerin eğitiminde kullanılır; (Mec.) Fizikman mevcut ama ruhen ölü sayılabilecek kimse “Bu rehber, biricik kurtuluş yolunuzun, ışık ışık bir Roma’ya varışın, gizli bir yönüyle daha da sihirli görünen bu gençlik kürünün ve şu anda geçmekte olduğunuz bu yolun tılsımı, anahtarı, bir çeşit grantisi gibiydi; bu yol ki bir ucunda Henriette var, birtakım jestleri göz boyarcasına yapmayı sürdüren bir kadın kadavrası, sizi sürekli gözetleyen bir kadavra ve çocuklarınızdan ötürü, her gün yeni bir dalganın sizden koparıp götürdüğü çocuklarınız....yıllardır ayrılmayı göze alamadığınız ve kendisinden boşanamayacağınız Henriette...” (M. Butor, “Değişme”, sa:42) Kadeh dikmek : İçki kadehini kaldırıp içmek “Adamı gönderdikten sonra Clara’yla masanın başına geçip votka içmeye başladık. Arka arkaya dikiyorduk kadehleri. Bir an önce körkütük sarhoş olmaktan başka bir dileğimiz yoktu. Olan biteni hemen unutmak istiyorduk. Bir kez daha aşağılanmıştık çünkü. Öç diye bir şey yoktu bu dünyada, mümkün değildi.” (Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:201) “Sonunda likör kadehini dikti ve bir kahkaha daha attı. Bu seferki kahkaha sinir bozucu bir şeydi.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:226) Kadehin son dönüşü : Eskiden içki meclislerinde tek bir kadeh kullanılır ve herkes sırayla aynı kadehten içerdi. Tabiatıyla son dönüş, yüksek sesle ortaya söylenirdi. “Baalbek <Suriye> Camii’nde vaaz veriyordum. ... ‘Biz, insana şahdamarından daha yakınız!’ <Kur’anı Kerim, Ayet 50:15>.. Sözü bir nokaya getirip şöyle dedim: ‘Şu dost, bana benden yakın, ama bak, İşin garibi şu: Ben ondan uzak! ‘O benim bağrımda, ben ondan ayrı’ Desem bile, bunu kim anlayacak?’ Ben bu sözün şarabından sarhoştım, ama kadehin çoğu bitmemişti hala. O anda, cemaatın yanından bir yolcu geçiyordu. Kadehin son dönüşü ona geldi. Öyle bir haykırdı ki adam, ötekiler de ona uyup aşka geldiler, o donmuş kalpler coştular birden!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:96) Kadeh kaldırmak : Birinin şerefine, mutlu yıldönümleri, nişanlılık ya da evlilikleri, kazanalmış zafer ya da erişilmiş amaçları kutlamak amacıyla bir grup insanın içki hadehlerini elleriyle birlikte havaya kaldırmaları “Her yeni şarap şisesi açılırken, Bing ayağa kalkıp neyin şerefine içtiklerini söylüyor, Miles’ın eve dönüşünü, kendi küçük devrimlerinin dördüncü aydönümünü, bütün dünyada ev işgal edenlerin haklarını kutlamak için kadeh kaldırıyorlar. Bütün bu cümbüşün tek olumsuzluğu Miles’ın içki içmeyişi ve Miles insanların alkolden kaçınan birisini gördükleri zaman otomatik olarak onu tedavi eden bir alkolik gözüyle baktıklarını biliyor.” (P. Auster, “Sunset Park”, sa:120) Kadeh kırmak; Kadehini yere çarpmak : Bir yerlere vardıktan ya da büyük bir başarıdan sonra, ‘sanki şeytanın ayağını kırmış’ gibi kadehi haz ve zafer hissiyle fırlatıp kılmak (gerçek veya mecazi); tamamen farklı bir hayat felsefesiyle yeni bir hayata başlamak “İlahi çocuk, bundan bana ne! Dedim ya sana: otuzumu bulayım bir, ondan sonra kadehimi kırarım.” , “Mesele bitti, söylenecekler söylendi, değil mi? Ben de sana karşılık olarak bir söz vereceğim: yaşım otuza gelip de ‘kadehimi yere çarpmak’ niyetinde olursam, seninle bir daha konuşabilmek için nerede olursan ol, Amerikadan bile gelir, seni bulurum.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:173;175) Kadeh parlatmak : Birlikte içki içmek; Bir iki kadeh içmek “ ‘... Arkadaşım, ya sarhoştur ya da değildir. Sarhoş değilse, ona ‘Gel şu arada bir kadeh parlatalım,’ derim. Onu götürüp sarhoş ederim, çok geçmeden bulut olur. Zaten daha önceden bir iki tek atmıştır.’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:388) “Tüccar içeri girdi.... Uşak ruhlu, pohpohçu ve sızıldanan bir adamdı. ‘Ah, Bay Macintosh, bu ne güzel sürpriz. Viski getir. Teresa; Bay Macintosh bizimle bir kadeh parlatmak ister.’ ” (S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:43-4) Kadeh tazelemek : İçki kadehlerini yinelemek, içmeye devam etmek “Başka bir şarapçıya uğrayarak kadehlerini tazelediler. İkişer kadehte hemen hemen çakırkeyif olmuşlardı.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:61) Kadeh tokuşturmak : İçmek; Şerefine içmek; Bir zaferi ya da sevinci kutlamak “Saçımı biraz daha karıştırarak karşımdakini mavi gözlüklerimin altından soğuk bakışlarla süzdüm: -Pennsylvania eyaletinin Pittsburg kentinde oturan Scudder F. Cornelius siz misiniz? diye sordum. -Evet, benim, buyur. Şöyle birlikte bir kadeh tokuşturalım.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:99) “Gün boyunca, yaşamımızın değişik edimlerini düzenli ve uyumlu olmayan hiçbir şey yapmamak amacını güden, kusursuz beden eğiticiler örneği, birer dans gibi yapmakla eğlenirdik..... Mahzendeki bir şişeyi bulmak, açmak, içindekini içmek için gereken bütün devinimleri bilirdik; bölmüştük onları. Uyumla kadeh tokuştururduk.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:141) “Philippe kadehini kaldırdı. Az önce bir üç kağıtçı herifin odasında, şimdi meyhanede bir işçiyle kadeh tokuşturuyordu. ‘Beni bir görselerdi!’ -Sağlığınıza! dedi. -Zafere! dedi işçi.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:179) Kadem : Ayak, adım “ ‘Hadi, hadi,’ dedi William, ‘Brunellus’u aradığınız açık; Başrahip’in sevgili atını; ahırınızın en iyi dörtnal koşan atı; beş kadem yüksekliğinde, donu kara, gür kuyruklu, küçük, yuvarlak toynaklı, ama dörtnalı oldukça iyi.’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:45) “Verrieres, Franche-Comté’nin en şirin kasabalarından biiridir diye sayılsa yeridir. Sivri damlarıkırmızı kiremirtle örtülü beyaz damları, en hafif dönemeçleri bile gür kestane kümeleriyle belirmiş bir tepeciğin üstünde kat kat yükselir. Vaktiyle İspanyolların kurduğu, şimdi ise harap olan surlarının birkaç yüz kadem aşağısında Daubs çayı akar.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:3) Kaderin cilvesi : Talih, hayat oyununun getirisi, yazgı “Saklambaç Oyunu <sözsüz piyes> ---------------------Konuşma 2 ---------------------Erkek: Böyle işte, size söylemek istediklerimi konuşmuyorum ben size. Bu sözcükler beni kesitlere bölüyor. Kadın: Ben sizi parça parça topluyorum. Erkek: Kaderin cilvesine bak. Söyleyiniz, ne yapalım. Ben bir soru işareti dahi koyamıyorum.” (Sergey Biryukov<d.1950>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.07.07) “Kaldı ki, kaderin cilvesiyle belli sayıda tanıklıkları derleme olanağı bulmasaydı ve anlattığını ileri sürdüğü şeylere ister istemez karışmasaydı, zamanla tanıyacağınız anlatıcı bu tür bir girişim içinde bir değerlendirmed bulunma sıfatını pek kazanamazdı.” (A. Camus, “Veba”, sa:12) “-Bak şu kaderin cilvesine! diye bağırdı, aklı başından giderek sarhoş müjiği uyandırmak için yeniden sarsmaya başladı. Azgın bir halle üstüne saldırdı; itip tartaklıyor, hatta dövüyordu ama beş dakika kadar uğraşıp hiç bir sonuç alamayınca kolu kanadı kırıldı, kerevete döndü.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:24) “Hasan’ın Viyana’daki Türk ailesine uyumu pek kolay olmuştu. Lise ve üniversite tahsilini tamamlamış ve şimdi, bir elektronik mühendisi olmuştu, hem de Heidelberg Üniversitesinden mezun olarak. Kaderin cilvesi yine, üniversitenin son sınıfında iken, aile, Türkiye’yi ziyarete giderken yolda olagelen bir trafik kazasında hayatını yitirmişti.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:174) Kaderine razı olmak : Kaderci bir davranış ve düşünüşle, başına gelenleri tümüyle kabullenmek “Maria nadir sohbetlerinde, arkadaşlarında ne üzüntü, ne suçlıluk duygusu, ne hüzün görmüş, sadece bir anlamda kaderlerine razı olduklarını hissetmişti. Bir de tuhaf, meydan okuyan bir bakış, sanki kendileriyle gururlanırcasına, bağımsız bir ruh ve güvenle dünyaya kafa tutarcasına.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:154) Kaderin sillesini yemek : Yazgının tokatını yemek, hayatta mutlu olmamak, beklenmedik olumsuzluklardan darbe yemek, acı çekmek “Sembollerden hoşlanan yüzyılımız, çağımızın başka bir şairinin başına da aynı şeylerin geldiğini göstermiştir bize; Oscar Wilde da kaderin sillesini yemiştir. Her ikisi de yazardır, her ikisi de soyludur.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Dostoyevski’, Cilt:II, sa:113) Kader kısmet : Alınyazısı, baht, yazgı “Hayır, kader kısmetten doğmamıştır bu çocuk, Onun başına bela değildir ne tantana, Ne de yaşamdan sille yiyendeki mutsuzluk; Bağlı kalmaz zamanın iniş çıkışlarına. (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:124, sa:289) Kader ve Kaza : (DİN, MÜSL.) : Kader ve Kaza’ya iman, İslam’ın temel şartlarındandır. “Kader ve Kaza’ya iman, İslam’ın temel iman şartlarındandır. Kader : Allah’ın ‘zaman’ kavramı ile sınırlı olmaksızın, olacakları bilip takdir etmesi, ‘kader’ halinde tesbit etmesidir. Kaza : Allah’ın kader olarak belirlediği işlerin, zamanı gelince, takdir edildiği şekilde, yine Allah tarafından yaratılmasıdır. K a d e r bir plansa, K a z a, kaderdeki bu planın, Allah tarafından uygulanmasıdır; her şeyin, zamanı gelince yaratılmasıdır.” (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:141) Kadı : (OSM. MYTH.) : Osmanlı İmparatorluğu devrinde, başlangıçtan Tanzimat’a kadar <1839> her türlü davaya; Tanzimat ile Cumhuriyet <1923> Devri arasında yalnızca evlenme, boşanma, nafaka ve miras vak’alarına bakan, astığı astık, kestiği kestik kat’i hüküm sahibi mahkeme reisi; Yargıç “Kadı’nın konağı, Konstantinopolis’teki saraylarla karşılaştırılacak değil gibi ama yeinde de uzaktan bakıldığında İzmir’in en görkemli yapısı. Üç kat üstünde ince sırakemerler, altından baş eğilip geçilen bir taçkapı ve muhafızların atlarının otladığı geniç bir bahçe. Çünkü kadı yalnızca yargıç değil, valilik görevini de yapıyor. Ve nasıl sultan, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiyse, kadı da sultanın kentteki gölgesi. İster Türk, ister Ermeni, Yahudi ya da Rum, isterse yabancı olsun, uyrukları korku içinde tutmak onun görevi. Hafta geçmiyor ki birisi işkence görmesin, asılmasın, kazığa oturtulmasın, kafası kesilmesin; ya da sözü edilen kişi üst düzeyden biriyse ve Bab-ı Ali <Devlet> böyle uygun görmüşse, saygıyla boğdurulmasın. Bu yüzden insanlar pek yakınlarında dolaşmıyor konağın.” (A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” <Baldassare’nin Yolculuğu”, sa:155) Kadın; Kadınlık : İki insan türünden dişi olanı; anne ve genellikle fedakarlığı temsil eden taraf; Cinsel çekiciliği olan; Bazen “İlk kadın: Havva”, bazan “Örnek kadın, gerçek kadın: Hz. Meryem” “(Arşıala’da, Hz. Meryem, Aziz Bernard’ın ricası üzerine aracılık ederek Dante’ye Allah’ı görmesini temin etmesinden sonra.) Kadın, sen o kadar büyük, o kadar kudretlisin ki, bir kimse gufran <Tanrı’dan bağış> isteyip de sana başvurmazsa, arzusunun kanatsız uçmasını isitiyor demektir. Senin iyiliğin, inayetin, yalnız isteyenin yardımına koşmakla kalmaz, çok defa dilek ricadan önce kendiliğinden yerine getirilir.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III, ‘Cennet’, sa:244) “1612 yılının sonlarına doğru....., incecik giysili bir delikanlı.....üstat François Porbus’ün evde olup olmadığını sordu. Alçak tavanlı, avlumsu bir yeri süpüren yaşlı bir kadın, ‘Burada’ deyince, delikanlı saray hizmetine daha yeni girmiş, kralın kendisine nasıl davranacağını bir türlü kestiremeyip üzülen bir insan haliyle, basamakları ağır ağır çıktı.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:11) “Evey öyle bir budalaca bir iş yaparız ki sonradan ömür boyu pişman oluruz yaptığımıza. Kadınlar böyle değildir, çünkü onlar gözyaşlarının sırrına sahiptirler.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:100) “TİRAT -------Oysa yaşlanıyor hızla takvimler! Kendime ‘Nasılsın’ deyip rüyamda, Kendim yanıtlıyorum ‘İdare eder.’ ‘Kadınsın! diyorum rüyada yine, savul git buradan, erkeklik budur.’ ” (Ivan Dinkov<d.1932>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.08) “Eski Ahit, kadınlara ilişkin der ki, kadının konuşması ateş gibidir; atasözleri de kadının, erkeğin değerli ruhuna eğemen olduğunu, en güçlüleri bile yıkıma uğratabileceğini söyler. Eski Ahit, bundan başka der ki: Kadının ölümden daha acı olduğunu anladım; avcıların kırbacı giibidir o; yüreği bir ağ gibidir, elleri bağdır. Başkaları da, kadının Şeytan’ın barınağı olduğunu söylemişlerdir. Bunu böylece doğruladıktan sonra, sevgili Adso, Tanrı’nın böyle kötü bir varlığı ona bazı erdemler bağışlamaksızın yaratmış olabileceğine kendimi inandıramıyorum. Tanrı’nın ona birçok ayrıcalık ve ayrıcalık nedeni bağışladığını düşünüyorum elimde olmaksızın; bunların en azı çok iyi ayrıcalıklar. Gerçekten de, Tanrı, erkeği bu aşağılık dünyada çamurdan yarattı; kadınıysa daha sonra, cennette ve daha soylu bir insan maddesinden yarattı. Onu Adem’in ayağından ya da barsağından değil, kaburga kemiğinden yarattı. Sonra, her şeye gücü yeten Tanrı, bir mucizeyle doğrudan doğruya insan biçimine girebilirdi, ama bunu yapmadı; bir kadının rahmine yerleşti; bu da kadının öyle pek de kötü olmadığının bir belirtisidir. Sonra, Diriliş’in ardından göründüğü zaman bir kadına göründü. Son olarak da, göklerin eğemenliğinde hiçbir erkek o ülkede kral olmayacak, ama hiç günah işlememiş bir kadın kraliçe olacak.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:291) “Dantel dedim de, dantel bugün bile el sanatlarının başında gelir birçok kentlerde, Bruges, Malines, Typres dantelleri dünyaca ünlüdür. İhtiyar kadınlar sokak ortasında, pencerelerinde çiçek saksıları duran evlerin önünde iplik büküp dantel örerler. Neymiş, ne canlıymış bu ortaçağ kentlerinin loncaları ki, bugüne dek sürdürebilmişler sanatlarını!” (A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:85) “THOAS Hiç akla gelmezdi, hazır değildim buna. Fakat hazır bulunup beklemeliydim bunu: Bilmiyor muydum senin bir kadın olduğunu? IPHIGENIE Zavallı cinsimizi böyle horlama, kral. Göz kamaştırmasa da öyle sizinki kadar Soysuz değildir silahları kadının.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:35) “Kadın olarak böyle koşullarda doğmak daha baştan ölümcüldü. Ama rahatlatıcı diye de nitelendirilebilir: en azından gelecek korkusu yoktu. Falcı kadınlar kilise günlerinde ciddi ciddi oğlanların yazgılarını okuyorlardı ellerinden; kadınlar için ise gelecek, bir şakadan başka bir şey değildi.” (P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:15) “Sevgiyle ilgili olarak şu kadar söyliyeyim ki, ömür boyu bir çocuk kaldım bu konuda. Kadınlara karşı duyduğum sevgi benim için arındırıcı bir tapınma niteliğini korudu hep, hüznüm dikine yükselen bir aleve sönüştü, mavi göklere yakarıyla uzanmış bir el oldu. Gerek anneme beslediğim sevginin, gerek kendi içimdeki belirsiz bir duygunun etkisiyle kadınların tümüne yabancı, güzel ve bilmecemsi yaratıklar diye bakıp onları baş tacı ettim. Öyle yaratıklar ki, doğuştan güzellikleriyle varlıklarındaki birlik ve bütünlük sayesinde biz erkeklerden üstündüler ve bizim kendilerine kutsal gözüyle bakmamız gerekiyordu...” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:29) “Dün, çiçek bozuğu suratlı pis bir bankacı bir bankacı lütfedip kendisini yatağa buyur etmiş de, ondan! Kadın dediğin ota da konuyor, boka da, yazık!” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:431-2) “Tanrı’nın çok iyi olduğunu ve insanları sevdiğini ve kadını yaratıp ona, bizi en sağlam, en kestirme yoldan cennete götüren bunca lütfu vediği için, insanlara ne kadar acıdığını anlıyordum. Kadın ibadetten de oruçtan da ve beni bağışla Tanrım, erdemden de daha güçlü ..... Gün ağarınca, kadın aceleyle kalkıp giyindi, yavaşça kapıyı açtı ve dışarı çıktı; ben sırt üstü yatağa uzandım, gözlerimi kapadım ve ağlamaya başladım. Fakat, bu yaşlar hücremde <yirmi bir yıl hapis!> döktüklerime benzemiyordu, onlar zehir gibi acıydı, bunlarda anlatılamayacak bir tat vardı. Çünkü Tanrı’nın odama girdiğini ve yastığıma doğru eğildiğini hissediyordum; emindim, elimi uzatsam Ona dokunacaktım. Ama ben, İmansız Thomas değildim <Hz. İsa’nın on iki havarisinden biri olup, ustasının dirilişine inanmadığı için ‘imansız’ diye lakab takılan havari. Bu nedenle, ‘ancak yüzde yüz emin olduktan sonra bir şeye inanmanların sembolü olarak kalmıştır> , ona dokunmak için parmağımı uzatmaya ihtiyacım yoktu. Bana bu güveni kadın vermişti, tekrar ediyorum, ibadet ve oruç değil, kadın verdi; Tanrı’yı odama o getirdi.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:222-3) “İKİNCİ SAHNE - Tsargo’nun öfkesine ve tehditlereine bir yankı gibi yanıt veren savaş gürlemeleri duyulur. Genç adam, savaş giysileri içinde, elinde bir silahla geri gelir. Adriana’nın kapısını çalar; genç kadın yine eskisi gibi tersler onu; ne elindeki silahı ne de yaklaşan düşmanın hareketlerini izleme bahanesiyle çatıya çıkma isteğini umursamaktadır.” (A. Maalouf, “Adriana Mater”, sa:10) “Albay Laporte: -Vallahi, dedi..... ben yaşlı bir çapkın, eski okuldan yaşlı bir çapkınım. Bir kadın, güzel bir kadın görmek, beni çizmelerime kadar titretir..... onu kimse yüreklerimizden atamaz. O oradadır, orada kalacaktır. Onu severiz, seveceğiz. Ben bir kadının, güzel bir kadının gözleri önünde kendimi her şeyi yapabilecek güçte görürüm.” (G. de Maupassant, “Tombalak-Albayın Görüşleri”, sa:64) “Madame de la Guichardie bunları düşünürken, içeriye on üç yaşlarında bir hizmetçi girdi. Onu Anne de Saviniac’ın dairesine götürdü. Bu taş duvarlı küçük salon vaktiyle Breuilh senyörlerinin dua ettikleri ufak bir mabetti. Salonun ortasında yeşil örtülü bir masa duruyordu. Üstünde iki kitap vardı. İhtiyar kadın yalnız kaldığı zaman içindekilere göz gezdirdi.” (A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:174) “Nedir yaşam, ne zevki var altın Aphrodite olmadan? ------------------------------------- Gelip çatınca acıyla dolu yaşlılık, hem çirkin, hem kötü olunca insan, kapkara kaygılar dolanır durur kafasında, artık tat almaz olur gün ışığına bakmaktan, gençler tiksinir ondan, hor görür kadınlar; böyle zorlu kılmıştır işte yaşlılığı tanrı.” (Mimnermos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:75) “Tavan arasında, Gordon’unkine bitişik odada uzun boylu, vardakosta bir ihtiyar kadın oturmaktaydı; biraz kafadan kontaktı ve yüzü, genellikle kirden bir zenci yüzü gibi simsiyahtı. O kiri nerden bulduğunu asla anlayamıyordu Gordon.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:233) “Gece Hazları ----------------evi vardır hepimizin, bekleyen dönmemizi karanlıkta: bekleyen bir kadın dayanamamış uykuya: oda sıcaktır, kokularla. Habersizdir rüzgardan uyuyan kadın düzgün soluklarla; gövdesinin ılıklığı içimizde mırıldanan karın aynıdır.” (Cesare Pavese<1908-1950>-Egemen Berköz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.10.08) “Soğukta bir süre dolaştı, çünkü ihtiyar kadın ortalıkta görünmüyordu, bu sırada, Amelia’nın hiç kimse için böyle bir şey yapmayacağını düşündü. Eve girdiğinde nefes nefeseydi. Dans eden odanın dibinde Rodrigues’in, bir zamanlar yaptığı gibi Amelia’nın ayaklarının ucuna kıvrıldığını gördü.” (C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:108) “Tam geri dönmek üzere yürüyecekken kendi kendime şöyle dedim: ‘Aptalın tekisin sen. Seni bekleyen iki ihtiyar kadın. Bırak beklesinler.’ ” (C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:11) “YAĞMURLAR VIII ------------------Ama verdik işte kendimizi çırçıplak o humus ve günlük kokusuna, kara kızoğlankız tadında yeryüzünün uyandığı. ... İşte sepserin yeryüzü yüreğinde eğreltilerin, büyük taşıllar ağışı kil akışlı kayalara, Ve bora sonrası içleri parçalanan güllerin teninde, yeryüzü, kadın olmuş kadın tadında yeryüzü.” (Saint-John Perse-Sait Maden, “Şiir Artlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.06.02) “Vaftiz <Evohé-1971> ------sevdanı kalelerden üstün tutarım, dostluk dedi ona, buram buram güzel koku dedi, koyaklarda yankılanan ses diye ünledi, geçitlerin yankısı dedi ona, arkadaşım benim, ama kadın hiçbirini işitmedi, çünkü sağır yaratmıştı onu Tanrı.” (Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap, 01.02.07) “ADAM <1953> Adam şapkasına rasladı sokakta Kimbilir kimin şapkası Adam ne yapıp yapıp hatırladı Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar Bir kadın kimbilir kimin karısı Adam ne yapıp yapıp hatırladı.” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:13) “-Bağışla beni. Biliyorsun, benim için ikiye ayrılır kadınlar... yani daha doğrusu: Kadınlar vardır bir de... Düşmüş fevkalade yaratıklar görmedim ben, görmeyeceğim de. Boya küpüne dalıp çıkmış, büfedeki o bukleli Fransız kız bir yılandır benim, düşmüş bütün kadınlar da öyledir. (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:81) “Böylece Mr. Oscar Browning’in yaşamını kapatıp öbürlerini de bir yana ittikten sonra, ondokuzuncu yüzylda bile bir kadının sanatçı olmaya yüreklendirilmediği sonucuna vardım. Tam tersine, küçük görülüyor, tokatlanıyor, paylanıyor <azarlanıyor> ve kendisine öğüt veriliyordu.” (V. Woolf, “kendine ait bir oda”, sa:66) Kadın avcısı : Hep kadınların ardından koşan çapkın kimse “Bize düşman bir ailenin oğlu olduğu halde evimize girmeyi nasıl becermişti? Amacı neydi? ‘Ablamızı baştan çıkarmak, daha da beteri zorlamak,’ dendi ailelerimiz arasında çıkan sonu gelmez kavga sırasında. Ama çilli ahmağı, bir kadın avcısı, hele ablamızı baştan çıkaran bir kadın avcısı olarak gözümüzün önüne getiremedik.” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:16) “Gece yarısı, hiçbir şey yok, şövalye gelmedi. Kadın avcısı hüzünlü. Gidiyor. ‘Geliniz’ diyor Anna. ‘Yok, aynı gün hem haklı hem mutlu olunamaz...’ ” (A. Camus, “Defterler 3”, sa:19) “Kadın bulmak için aracılık yapan herkes, her genelev koruyucusu, bu ünlü kadın avcısını rahat rahat soyup sovana çevirebilir; mezhebi geniş her koca, kızkardeşini peşkeş çekmeye hazır olan her erkek, onu en kirli işlere bulaştırabilir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:61) Kadın erkek : Herkes, aileler, tüm ahali, her cinsten “Dinlenmeye ve gezintiye ayrılmış olan Cuma ve Pazar günleri Üsküdar, Kadıköyü, Beylerbeyi gibi, Çamlıca’ya çevre sayılan yerlerden başka, İstanbul’un uzak yerlerinden, Boğaziçi’nden ve benzeri yerlerden arabalarla, hayvanlarla ve kimi zaman yaya olarak gelen kadın erkek binlerce seyircinin bahçeye saldırısı, gerçekten görülecek şeydi.” (R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:31) “Tabii komünizm korkusu o yıl başlamıştı, gelgelelim o günlerde Rusya ile dostluk kuran yeni Çin’in daha sağlam dayanakları vardı ve kadın-erkek bir sürü sıradan, namuslu yurttaş, o güne kadar sürdürdükleri çalkantısız yaşamın bir günde alabora edilebileceğinden doğal olarak korkuyorlardı.” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38) Kadının yatağına girmek : Kadınla cinsel ilişkide bulunmak “Evlenmenin ertesi günü kayınpederin beş parası olmadığı meydana çıktı. Küplere binen <taşra doktoru> Doktor Sartre, kırk yıl konuşmadı karısıyla; yemek masasında derdini işaretlerle anlatıyordu; karısı sonunda ‘pansiyonerim’ diye adlandırdı onu. Ama yine de yatağına giriyordu kadının; kimi zaman tek sözcük söylemeden gebe bırakıyordu onu: İki oğlan, bir kız çocukları oldu.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:13) Kadın kısmı; Kadın milleti : Kadın grubu, kadın denen nesne “Bulba: -Süt kuzusu bu oğlan, dedi. Bak, oğlum, dinleme sen ananı! Kadın kısmı anlamaz böyle şeylerden. Erkek dediğin kırda-bayırda, at üstünde dinlenir.” (N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:17) “Beherman, bağırarak: -Sana modellik etmek istemediğimi kim söyledi. İşte kadın kısmı hep böyledir. Yarım saattir, geleceğim diye avaz avaz haykırıyorum. Miss Johnsy kadar iyi bir kızın hastalıktan ölmesine izin veremeyiz.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:126) “Bir gün önce zabıta amiri bayramlarını kutlamaya eve geldiğinde, karısının onu doğru dürüst ağırlayamadığını anımsadı. ‘Kadın milleti işte... Babasının evinde ne görmüş ki!’ ‘Kendi babanın zamanında siz neydiniz?’ diyeceksin. Topu topu bir hanla ufak bir korusu olan zengince bir köylü parçasıydı benim babam. Ama ben on beş yılda çok iş yapıp para kazandım.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56) Kadınların başını döndürmek : Kadınlar tarafından hayran olunmak, artlarından onların başını çevirtmek “Oysa kendine güveni olmayan, kadınların başını döndürmeye her zaman hazır olan üstün erkeklik gücünü kaybetmiş, güzellikten, güçlülükten, paradan yoksun bir Casanova nedir ki?” (S. Zweig, “Dünya fikir mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:88) Kadın yazar : Yüzyıllar boyu, kadın yazarlar, erkeklerşn karşısında mağdur durumda bırakılmışlardır, sanki kadın yaratamaz, düşünemz vb. Birkaç eleştiri sunuyoruz. “Yazarın sözleri ya saldırganlık doludur ya da büyük bir boyun eğmişlik ifade ediyordur. Yazar ya ‘yalnızca bir kadın’ olduğunu kabul etmekte ya da ‘bir erkek kadar iyi’ olduğunu ileri sürerek karşı çıkmaktadır. Eleştirileri, huyuna göre ya yumuşak başlılık ve çekingenlikle ya da öfke ve direnmeyle karşılamaktadır. Ne gibi bir tepki gösterdiği hiç fark etmez; önemli olan asıl konudan başka şeyleri düşünüyor olması. Ve kitabı başınıza iner. Tam orta yerinde bir aksaklık vardır. Ve elden düşme kitap satan dükkanlarda, bir elma bahçesindeki üzerleri kabarcık dolu hastalıklı elmalar gibi etrafa saçılmış yatan kadın yazarların kitaplarını düşündüm. Onları çürüten tam orta yerlerindeki aksaklıktı. Kadın yazar kendi değer ölçütlerini, başkalarına uymak adına değiştirmişti.” (V. Woolf, “kendine ait bir oda”, sa:89) Kadın yüzü görmemiş : Göreceli oalarak uzun süredenberi bir kadınla temasta bulunmamış “Onunla yattıysa da ona aşık olduysa bile dönüşü olmayan bir maceraya atılmadan önce birlikte başardıklarımızı, yaşadıklarımızı hiç düşünmedi mi? İstediği zaman istediği yere gitmekte özgürdü, etrafı her zaman asırlardır kadın yüzü görmemiş askerler ve erkeklerle doluydu, hiç soru sormadım.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:29) Kadid; Kadidi çıkmak : Kemik, iskelet; Çok zayıflamak, kemikleri görünmek “Ben yanıtladım: -Bir vakitler ölümüne ağladığım yüzünü bu kadar bozulmuş görmek bana daha az acıya, daha az gözyaşına mal olmuyor. Allah aşkına söyle, sizin böyle derinizi soyup kadidinizi çıkaran nedir?” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:181) “Sonunda bir meyhanede uyuklamakta olan bir Yahudi’yi uyandırdılar. Adam önce kırk dereden su getirerek elinde avucunda bir şey kalmadığını, onlara verecek hiçbir şeyi olmadığını söyledi. Sonra, birden aklına gelmiş gibi, bizimkileri alıp evinin bahçesine götürdü., bir ayağı çukurda, kadidi çıkmış bir inek gösterdi.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:182-3) Kadim : Eski, Eski zamanlardanberi süregelen “Gün Süphan dağının dibine inerken düzlükte büyük ateşler yaktılar. Ortalık gür yalımlarla <ateş, ışık> gün gibi ışıdı. Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Yezidiler, Asuriler, Museviler, yetmiş iki millet ateş öbeklerinin yöresinde gövende <güven içinde> durdular, ulu yalımların yöresinde hem söyleyerek, hem çalarak kadim oyunlarını oynadılar.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:155) “Edebiyatın bu büyük karakterleriyle buluştuğumuz zaman, en kadim konularla günlük hayatınızda yaşadıklarınız iç içe geçer. Belki çevrenizdeki duyarsızlıkları sorgularsanız, belki de kendinizi.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa: 55) “Özgürlük Zamanın intiharında özgürlüğü denedim Henüz on yedisindeydim. Nesnelerin düzlüğünde uyanıyorum güneş yükselmeden. Korkuyla geçti yaklaşık yirmi yıl. Ve gün, bölünmüşlüğü ve açlığı Dağda gizliyordu, Mutluluğu vuran, mutluluk Kadim dostların Hayatın basitliğiyle öğrettiği özgürlüktü. Senden sonraki özgürlük, boşalan korkunun özgürlüğü oldu.” (Makiz Sultan-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.01.06) Kadir Gecesi : (MÜSL.) Ramazan ayının 27. gecesi. Dinimizin kutsal kitabı Kur’anı Kerim, Kadir gecesinde Peygamberimize inmeye başlamış, peygamberlik görevi de bu gece verilmiştir “ ‘Gerçekten biz onu (Kur’anı) Kadir gecesinde indirdik. Kadır gecesinin ne olduğunu sana bildiren nedir? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır. O gecede melekler ve ruh, Rabb’lerinin izniyle her iş için iner de iner.... O gece, tanyeri ağarıncaya kadar bir selamdır.’ (Kadir: 1-5) Kur’anı Kerim’de Kadir gecesi ile ilgili bir sure vardır. Yukarki Meal’in yanında, Sevgili Peygamberimiz de : ‘Kim faziletine inanarak, mükafatını da Allah’tan bekleyerek Kadir Gecesi’mi ibadetle geçirirse geçmiş gümahları bağışlanır’ buyurmuştur. (Riyazu’s Salihin ter. c.2, s. 464, Hadis: 1194) ............... Kadir gecesi’nin rahmetinden yararlanabilmek için geçmiş günlerimizin bir muhasebesini yapmalı, bizi mutsuz kıan kusurlu davranışlarıız varsa onlar için Yüce Allah’tan af dilemeli, tövbe ederek Rabbimize sığınmalıyız.” (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:233) Kadir gecesi doğmak : Son derece talihli olmak “Bu düğün öyle bir düğün ki böyle bir düğünü yeryüzü yeryüzü oldu olalı görmemiştir. Hoş geldin aşık. Anan seni Kadir Gecesi doğurmuş. İyi bir düğüne geldin.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:65) Kadir-i Mutlak : (DİN) Tanrı, Allah, Yaradan “Siz ki, kilise adamlarına göre Kadir-i Mutlak; Muhabi’lere göre: Yaradan. Efesli’lere’Yeni Ahit’teki Mektup’a göre, Özgürlük; Baruch’a göre: Ululuk; Mezmer’lara göre: Hikmet ve Hakikat. Yohanna’ya göre: Işık, Kral’lara göre: Rab; ‘Hicret Kitabı’na göre: Takdir-i İlahi; Levil’lere göre: Kutsal Varlık; Esdras’a göre: Adalet; ‘Yaratık’lara göre: Tanrı; İnsan’a göre: Baba’dır. Hz. Süleyman Bağışlayan adını veriyor. İşte bütün adlarınız arasında en güzeli.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:43) Kadir kıymet bilmez : Nankör, insan kıymetini takdirden yoksun kimse “Şu Bolu Beyi’nden, şu kadir kıymet bilmez zalimden, şu en değerli adamını bir pula, küçük bir kızgınlığa satan sütsüzden, şu gözlerinin ışığını çalan lanetlemeden öcünü nasıl alacaktı?” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:24) Kadir Mevla(m) : Tanrı(m) “Eski kale, yahutçuğuma, ‘Kabe dıvarı’ diye bilinmektedir. Kabe duvarı dememiz şundandır ki, bu dıvar, Alaeddin-i Keykubat babamızın burada ilk ayak bastığı yere temel alınmıştır. Ayağının tozu temele sıvanmıştır. O gün bugündür buraya ilk gelen kadir mevlamın her kulu, ayağının tozunu dıvarın dibine çalar. Adet olmuştur...... Çalmasıylan, bir gelen bir daha gelir.” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Duvar Öyküsü’, sa:39) Kadiş : (MUSEVİ) Musevilerin, ölüleri için okudukları dua “Acıklı Kadiş ---------------Yabanıl elma bahçesinin Taurus nişanlı hasatçısı, dünya bataklığından sis toplayan haberci, on dokuz yaşının on birinci ayında intihar edenlerin hepsi için oku, kendi acıklı kadişini: Dua et hayatta, Bir tünel gibi üzerlerine çöküp unufak etse de sevdiklerimizi.” (Adrienne Rich <d.1929>-Barış Özkul; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.01.09) Kaditi çıkmak : İskeleti çıkmak, çok zayıf ve cılız “Bir çeşit kaditi çıkmış iskelet çocuk, çıplak ayaklı, açık başlı, sendeleyerek yürüyen, hep çocuklarla dolaşan, onlarla gülen, konuştuklarını, manasını anlamadan dinleyen, kimsenin umursamadığı bir zavallı.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:59) Kafa atmak : Sohbet etmek, şundan bundan konuşmak; Haşarı bir çocuğun kafasının tepesiyle başka birinin yüzüne veya karnına tos yapması “ ‘Söze başla da,’ dedi Jim. ‘Bu bir metrelik kuduz yavruyla ne arıyorsun onu anlat. Kementini atyacak başka hayvan bulamadın mı? Bu köfteyi şişirip büyüten sen misin yoksa?’ ‘Gel birer kafa atalım,’ diye cevap verdi köpeklisi. Eski karagün dostunun sözleri onu yaralamıştı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:47) “Başımla evetledim. Kavga çok hoşuma gidiyordu. Kadının güm diye yere yuvarlandığını işitmek için karnına bir kafa atmak geçiyordu içimden.” (J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:91) Kafa bulmak : Alay Etmek; Kendine gelmek; Sarhoş olmak “DR. VAN HORN - Ben her Amerikalı film sever sanırdım. IZZY - Ben hariç. Eskiden giderdim... çocukken. Ama Gene Kelly emekli olduğundanm bu yana, benim de şevkim kayboldu. O aramızdan ayrıldı biliyorsun. DR. VAN HORN - (İlk kez hafiften bir şaşırma belirtisi gösterir) Benimle kafa bulmuyorsun, değil mi? Sahiden Gene Kelly’yi sever misin?” (P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:128) “ROSA - Tabii ki değil. Oralarında iki tane taktik el bombası taşırdı. KOMİSER - Tanrım, müthiş. Bakın bayan, benimle kafa bulmuyorsunuz, değil mi?” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:77) “ ‘Bize zengileşmemiz için oğul yapmamız söylenmişti bir de!’ dedi Zebedi. ‘Sukabağını getirin bana. Şarap var dah değil mi? Kafamı bulmam gerek!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:143) Kafa çekmek : İçki içmek Bk.: Kafayı çekmek “Güzel, kirli kadınlar beyaz göğüsleriyle pencerelerden sarkıyor, pis meyhanelerde kafa çeken adamların söylediği tuhaf, uyarıcı, tekdüze şarkılar yükseliyordu çevrelerinden...” (H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:6) “Saat vurunca Hogarth iç çekerek, ‘Peki, borcun yirmi bir şilin,’ dedi. ‘Şimdi gidip benim hakkımda düşünüp taşınır mısın? Eğer sana yardım etmek istediğime karar verirsen, yarın saat dokuzda gel. Bu akşam dışarı çıkıp kafa çekmeni istiyorum, mümkünse.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:83) “... Bebek’teki lokantada Boğaz’a bakıp kafa çekip futbol maçlarından, markalardan söz etmek dışında tek eğlence, dönüş yolunda Boğaz’ın en dar yerinde, Aşiyan’da arabayı durdurup karşı yakadaki yeni bir ahşap konak yangınını seyretmek oldu.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:318) “Dönüp baktı. Gözleri hala batıyordu, ağzı leş gibiydi, sakalları kabak çekirdeği kabuklarıyla doluydu. ‘Kahrolasıcılar, kim var orada?’ diye homurdandı kaba kaba. ‘Basın gidin buradan! Sabah sabah kafa çekmeye mi geldiniz buraya? Keyfim yok, defolun!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:322) “Pino’dan bakmıştık ovaya. Oreste, o sivri tepeler denizinin ufkunda, belirsiz ve ormanlık gölgeler arasında bize köyünü göstermişti. ‘Gerçekten geç oldu,’ dedi Oreste. ‘Eskiden oturacak yer doluydu burası.’ ‘Belli bir satte kapıyorlar,’ dedi Pieretto. ‘Ama içerdekiler kafa çekip eğlenmeyi sürdürüyorlar.’ ” (C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:11) “Hala bana bakıyordu; Charvel başını kaldırmış, bakıyor. -Oldu! Oldu! Savaş! Savaş! Hadi kalkın, kafa çekmeye gidiyoruz, içkiler benden!” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:299) “Ayak sesleriyle kendine geldi. Kapının önünde dalmış gitmiş... Marangoz İsmail Usta selam verdi: -Vay sen misin Murat Efendi? Hangi rüzgar attı? Epeydir uğradığın yoktu! Kafa mı çekeceksiniz Hoca’yla?” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:122) “Bahçenin çevresinde yükselen evlerden birinin açık duran penceresinden gramofonla çalınan bir vals müziği geliyor kulaklarına belli belirsiz, yan masalardan yükselen kahkahaları ya da tek başına oturmuş kafa çekenlerin sessizce içkilerini yudumlayışlarını, ayrımsıyorlar.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:198) “Aşçılığın ve şarapçılığın en büyüleyici verileriyle bezenmiş lüks lokantalar vardı; fakat ilk köşe başındaki bir şarapçı dükkanında da hemen o kadar ağız tadıyla karın doyurulabilir, kafalar çekilebilirdi.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:161-2) Kafada akıl bırakmamak, koymamak : İnsanın zihnini bulandırmak “Yeter yeter. Oooof! Hadi bakayım, işinin başına. Pencere önünde görmeyeyim, ayaklarını kırarım. Ha, bana bak, ay ne diyecektim, sabah sabah akıl koymadılar ki kafada. Sürünsün şimdi mahkemelerde de gelin hanım.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:8) Kafadan atmak, çalmak : Uydurmak; Ezberden, doğaçlama yaparak Bk.: Atmak “ ‘Dün gece Mösyö Egor’a gittiğimi nereden biliyorsun sen?’ diye sordu. ‘Kafadan attım!’ Simina gülmeye başladı. Profesör çocuğun karşısında boyundan utanarak, kalakaldı.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:24) “O sözler, günümüzde herkesin pek merak sarmış olduğu falcılık ve büyücülük üstüneydi. Şimdilerde yalnızca Rose-Croix’nın adı ediliyor. Doğrusu bu bilgilerin bana açtığı gizlerle övünmüyorum. Kimileri benim her şeyi kafadan attığımı ve bunun gerçek olmadığını, bazıları da herkesçe bilinen şeyleri açıkladığını ileri sürecektir.” (A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:9) “ ‘Bu arada büyük bir hevesle kemanıma sarıldım. Temel araştırmalara dikkatle çalışıyordum. Ara sıra kafadan çaldığım da oluyordu. Fakat o zaman çaldıklarımın hoşa gitmeyeceğini bildiğim için penceremi kapatıyordum.’ ” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:46-7) “İyi ama, hapisten nasıl kurtarmıştı kuyruğu? ‘Sormak olmaz. Şehre girelim, şunlar insin. Arabacının eline birkaç kuruş sıkıştırıp.. yahut da hayır, forsunu bozmamak lazım. Adamıyım, İstanbul’daki vekilharcı falan diye kafadan atar, arabacıdan durumu ustalıkla öğrenirim.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:213) Kafadan çatlak (olmak) : Deli, zihni karmakarışık, bunalımda (olmak) Bk.: Kafadan kontak, sakat olmak “Jabba içini çekti. ‘Strathmore’un kafadan çatlak olduğunu söylüyorum, tıpkı diğerleri gibi. Ama TRANSLTR’yi kendi kahrolası karısından daha fazla sevdiğini de söylüyorum. Bir sorun olsaydı beni arardı.’ ” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:204) “Çünkü her buluşmamızda babasının Şubat tatilinde kendisini kayak bahanesiyle İsviçre’ye götürüp sonra orada zengin Arap’larla kafadan çatlak Amerikalı’ların çocuklarını yolladığı lüks bir okula yazdıracağını öyle bir telaş ve ısrarla anlatıyordu ki, ona inanıyordum.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:317) “ ‘O adamın adı neymiş peki?’ diye sordu Bayan Healey. ‘Adını söylemedi bayan.’ dedi Kurtz, gülümsemesini gizlemek için başını eğerek. ‘Ama Yargıç Healey’nin ölümü hakkında herhangi bir bilgiye sahip olduğunu gösteren bir kanıt yok. Biraz kafadan çatlaktı zaten.’ ” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:70-1) “ ‘Zezé, onun her söylediğine inanmaktan vazgeç. Edmundo dayı kafadan çatlağın biri; biraz da yalancı.’ ‘Öyleyse, boktan herifin biri.’ ‘Dinle! Sövdüğün için çok tokat yedin. Edmundo dayı öylesi değil. Kafadan çatlak dedim yalnızca. Yani yarı deli.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:16) Kafadan kontak olmak : Aklı başında olmayan, deli Bk.: Kafadan çatlak ‘Sizin sözlerinize inanırım,’ dedi öğrenci. ‘Tavuklarınız öyle iyi ki, öyle besili, öyle terbiyelidir ki kesinlikle yalan söyleyemezler........ Boşuna üzemeyiniz tatlıcanınızı siz; evinize dönün, bana iki lokma bir şey hazırlayın. Giderken de, biliyorsanız eğer, Azize Apolonia duasını okuyun. Ben arkanızdan geliyorum; evde anlatırsınız bana olup bitenleri.’.’Eyvahlar olsun! Azize Apolonia duasını mı okuyacağım şimdi? Bu dua sadece diş ağrısı içindir; oysa bu adamlar k a f a d a n k o n t a k.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:451) “Lucy haklı. Bu çocuğun bir tuhaflığı var, kafadan kontak. Genç bir erkeğin bedeninde vahşi bir çocuk. Daha da ötesi var bu işin, David’in anlamadığı bir başka açısı var. Lucy’nin bu çocuğu korumaktaki amacı ne?” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:239) “-Sana demiştim ahbap, bu kız kafadan (kontak). Gördün değil mi, güç bela kazandığı parayı nasıl harcıyor!” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:54) “İsa derin düşüncelere daldı. Bu kaygı kaç kez sarmıştı benliğini, kaç kez ihtilaçlar içinde, ağzı köpürereek secdeye varmıştı! Halk onu kafadan kontak, ecinni biri sanmış, yanından korku içinde uzaklaşmıştı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:236) “Tavan arasında, Gordon’unkine bitişik odada uzun boylu, vardakosta bir ihtiyar kadın oturmaktaydı; biraz kafadan kontaktı ve yüzü, genellikle kirden bir zenci yüzü gibi simsiyahtı. O kiri nerden bulduğunu asla anlayamıyordu Gordon.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:233) “Hey, n’oluyoruz, dedi gece kuşu kafalı adam. Öteki: - Hadi hadi, dedi, Görmüyor musun, kafadan kontak işte.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:292) Kafadan sakat olmak : Akıl hastası olmak “LAUREL, vekarla. - Ben şimdi çiçek resmi yapıyorum. MAITLAND, masadaki bir yağ lekesini silerek. - Yani işle tedavi mi? LAUREL - Ya seninki neysi? Üstüpü dizmek mi? MAITLAND - Kafadan sakat olduğun kimin aklına gelirdi. Ama çığlığı bırakın artık.” (E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:45) “Onlara ‘siyah kahraman’dan ne anladığımı anlattım. -Bir anarşist, diye özetledi Lemercier. Yavaşça: -Hayır, dedim, anarşistler kendi tarzlarındaki adamları severler -Öyleyse, kafadan sakat biri olmalı. Bu sırada, mürekkep yalamışın biri olan, Messé araya girdi…” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:85) “ ‘... Evvelki yl, ben yurtdışındayken Pavel, Tver’deki teyzesinin yanına kalmaya gitti. Yaz boyunca. Twer’in nerede olduğunu biliyor musun?’ ‘Moskova yakınında.’ ‘Moskova yolu üzerinde. Oldukça büyük bir kasaba. Twer’de emekli bir memur yaşardı, bir yüzbaşı, eviyle kız kardeşi meşgul olurdu. Kız kardeşinin adı Maria Timofeyevna’ydı. Sakat bir kadındı. Ayrıca kafadan da sakattı. İyi biriydi, ama kendine bakmayı beceremezdi.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:83) “Onlara ‘siyah kahraman’dan ne anladığımı anlattım. -Bir anarşist, diye özetledi Lemercier. Yavaşça: -Hayır, dedim, anarşistler kendi tarzlarındaki adamları severler -Öyleyse, kafadan sakat biri olmalı. Bu sırada, mürekkep yalamışın biri olan, Messé araya girdi…” (J.-P. Sartre, “Herostratos”, sa:85) Kafadan söküp atamamak : Kafasında iyice yer etmiş obsesif bir düşünceyi bir türlü silememek “Ama asıl bundan sonrasının izini sürmekte büyük güçlük çekiyorum. Saul nasıl masalcı oldu? Doğal olarak, öykünün beni en çok etkileyen yeri de burası. İşin bu yanını düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi, bir türlü kafamdan söküp atamıyorum.” (M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:232) Kafadar : Huyu, suyu, davranışları, düşünüşleri benzer kişiler Bk.: Kafa dengi “Akşama, arkadaşlarına yen bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.” (S.F. Abasıyanık; “Semaver”, sa:10) “Anarşi hüküm sürdüğü zaman, diyordu Şair, herkes kral olabilir. Bu arada para bulmak gerekiyordu. Bir sürü badireden <olumsuz olaylardan> sağ salim kurtulmuş olan bizim beş kafadar hırpani, pis ve çaresizdi. Cenevizliler onları canıyürekten kabul etmişti, ama dedikleri gibi misafir balık gibiydi, üç gün sonra kokardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:488) Kafa dengi : Aynı düşünce ve fikirlere sahip, anlaşabilen (kimse) “Yılda üç dört kez, kafa dengi bir dostu atıyla çiftliğe gelir, kendisiyle iki çift laf ederdi. Böyle zamanlar ihtiyar Ellison için en önemli günlerdi.” (O. Henry, “viski soda”, sa:261) Kafa dinlemek : Rahat etmek, istirahat etmek, kafasını dinlendirmek “ ‘Kafa dinlemek’ dedimse, buranın tenha bir yer olduğu sanılmasın. Tam tersine, her zaman dolu. Ama herkes, yalnızca kendiyle ya da kiminle gelmişse onunla ilgilendiğinden, gerçek anlamda kafa dinleyip konuşabiliyoruz.” (A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:246) Kafa işçisi : Genellikle akıl ve zihninle çalışan kimse, öğretmen, filozof, yazar vb. “Üstüne, en küçük bir yorgunlukta hemen şişen ve yaşaran ve bu kafa işçisine yalnız ‘günde yarım saat göz nuruna izin veren’, ‘dörtte üç kör gözler!’ Ama Nietzsche, bu vücut bakımını hiçe sayar ve masa başında on saat çalışır.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:81) Kafa kafaya vermek : Özel bir toplulukta birlikte düşünmek, karar vermek Bk.: Başbaşa düşünmek, vermek “Ultima’nın ne bu adamdan ne de kızlarının kötü güçlerinden korkar gibi bir hali vardı. Duraksamaksızın kapıyı açarak içeri girdi. Ben de onun izini takip ettim. Masalardan birinde dört adam kafa kafaya vermiş, konuşuyorlardı.” (R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:117) “Eşeği üstünde düşüne düşüne gidiyordu Irazca: ‘Domuz Muhtar!.. Domuz, yardım edecekstin. İşlerin bir yanından dutacaktın. Deli Haceli’yi golundan dutup atacaktın. Hep lümere! <lümere> diyorum da, ‘Deyil’ diyordun. Hemi de senin yardımın senin olsun! Kim ister senin yardımını? Senden gelecek yardım allahtan gelsin. Domuz herif!.. Haceli’ylen de kafa kafaya verip dolaşıyorsun... Fiskos fiskos...’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:174) “Arkadaşı, Kel Ali’nin oğlu Mustafa’ydı. O da bu yıl on sekizine basmıştı. İkisi bir olup kafa kafaya vermişler, kasabanın nasıl bir yer olacağı üstünde tartışmışlar, en sonunda dayanamamış, gitmeye karear vermişler.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:63) “<Daha iyi bir gelecek için> Bana umut veren üçüncü nedense, çağdaş Avrupa’nın yaşadığı deneyimden kaynaklanıyor. Çünkü bu deneyim, gönülden dilediğim, şu ‘tarihöncesinin sonu’na işaret edebilecek bir başlangıcı somut biçimde simgeliyor: Birbirine eklenen nefretleri, bölgesel çatışmaları, yüzyıllık düşmanlıklaru geride bırakmak; birbirlerini öldüren kişilerin kızları ile oğullarının el ele tutuşmalarını ve gelecek üstüne kafa kafaya verip düşünmelerini sağlamak..... asla kültürleri kaldırmaya çalışmadan onları aşmak; ta ki günün birinde, birçok etnik yurttan hareketle, etik bir yurdun doğması için çalışmak, işte budur benim dileğim.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:211) “... aslında hemen çekip gitmek ve yolculuğumu başım ağrımadan bitirmemi istiyordu; geçerli bir mazaret sürebilseydim, hiçbir şey demeyecekti. Ama böyle bir mazaret bulamıyordum ve aramak da istemiyordum; işte böylece beni kimsenin beklemediğinden emin olduğum Dijon’a kadar kafa kafaya verip konuşacaktık.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:186) Kafakağıdı : Nüfus cüzdanı (Argo) “asmalımescittendir kafakağıdım nil lokantasında yazıldım okula on masalı birinci sınıfın orospulardı ilk karnemi ıslatanlar” “asmalımescittendir kafakağıdım ciğerlerini tüküren babamı elimde ondan kalanlar bir bavul benimle bu sokakların kadınları ağladılar” (A. Cemal<d.1942>, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:280,282) “Hadi senin güzel hatırın için, <Kadının yaşı> on yedi buçuk olsun! Şurası bilinmeli ki, bu hesap kafa kağıdı hesabı değildir. Yaş düzeltilmeleri görmüş kafa kağıtları Deli Celadet’e sökmeeez!” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:40) Kafa karıştırmak : Zihnini bulandırmak, bunalıma sokmaya gayret etmek “Cahillerin kafasını karıştırmak için her zaman bir anatema gereklidir; düz, yalın, bezeksiz bir tema. Kızıldüşmanlığı teması da piyango torbasından böyle kolaylıkla çekildi işte, yalnızca sosyalizmden ürktüğümüzden değil, sanıyorum asıl, Roosevelt’in bir süreden beri geliştirdiği çalışmaların kökünü kurutmak amacıyla.” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38) “Komandör,..... ‘Bundan da şöyle bir sonuca varıyorum ki, sen İbranilerin bekledikleri Mesih değilsen, Şeytan’ın ta kendisisin, benim kafamı karıştırmak için mahsus dönmüşsün bu dünyaya. Nesin yahu?’ ” (Stendhal, “Armance”, sa:16) Kafa kırmak : Birisinin kafasını kırmak, parçalamak kastıyla vahşice saldırmak; Birinin fikirlerine ters düşmek “ ‘Vahşi,’ dedik. Bu sözcüğü açıklayalım. Devrin kaosu içinde dünyanın yeniden yaratıldığı günlerde saçları başlarında diken olmuş, pejmürde bir halde, uluyarak, öfkeyle, kafa kırıcı havada, mızrak yukarda, heyecan ve şaşkınlık içinde Paris’e saldıran bu adamlar ne istiyorlardı?’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:63) Kafa kola almak; Kafa kol yapmak : Kaba kuvvet dövüşte, birinin diğerinin arkasına geçerek, büktüğü kolunu diğerinin boynundan geçirerek onu soluksuz bırakarak alaşağı etmek (Argo) “ ‘Kesin, çocuklar! Oynayacak mıyız, oynamayacak mıyız!’ diye ısrarla sordu Red. Ernie basket topunu parmağının ucunda çevirmeye başladı. Çok yakınımda duruyor ve top döndükçe sırıtıyordu. ‘Hey, Tony, topu yok edebilir misin?’ diye güldü. Diğerleri de ona katıldı. ‘Hadi Tony, birkaç sihir göster!’ dedi Horse ve beni kafakola alarak sıkıştırdı.” (Rudolfo Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:136) “Bu yeni gelenler arasında Edinburgh’lu biri vardı: İri Jimmy. O, empülsif bir karakter idi. O kadar çok dövülmüştü ki, hemen her zaman savunmada idi..... Hemşirelerden biri ona pek de hoş olmayan bir şeyler söylemişti. O hemen yumruklarını sıkarak onlardan birine saldırdı. Saldırdı ama, hemen bir kafa kol yaparak onu alaşağı ve tekmeleri veryansın ettiler.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:102) “Soytarı Şalimar’ın hareketleri telaşsız görünüyordu, Çete Kralı’nı çarçabuk kafakola aldı ve plastik bıçağı adamın gırtlağına dayadı, gardiyanların ateş etmesine fırsat vermeden Çete Kralı’nı itti ve bıçağı bir hamlede avludaki tuvalete attı. Bu olay üzerine bir sene rahat bırakıldı.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:465) Kafa kurcalamak : Kafasını karıştırmak, düşündürmek, ikircikli olmak “Daha sonraki yıllarda kafamı kurcalayacak olan şeyi, ancak başkalarını taklit ederek bir kişiliğe sahip olabileceğimiz gerçeğini, Batılıların ‘paradoks’ dediği bu kendi içinde çelişkili durumu ilk o zamanlarda sezmeye başlamıştım.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:254-5) Kafalamak : Birisini konu ciddiymiş gibi alaya almak “Genç ve güzel kadın aslında.. İstediği her adamı elde eder. Yeni kolej mezunu bir tıfıl olmasına rağmen.. Bir doktor ha.. (DOKTOR’u işaret eder.) Mutlaka bu kez de sizin gibi birine kafalamıştır. Ya da sizin gibi bir polis komiserini..” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:24-5) Kafaları yere atmak : Uykuya yatmak “ ‘... Biri de şaşırıp: ‘Maşallah!’ demez. Bu ‘Maşallah’ lafı da mı parayla reziller? Bu bizim köylümüz, göz hasediyle ordu bozan bir millet...’ ‘Sen ferah ol Ağa, ben gün ışımadan köyü çıkarım.’ ‘Öyleyse hemen kafaları yere atalım. Bakalım toprak anadan ne sesler geliyor.’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:139) Kafalı (adam, avrat, insan) : Zeki, akıllı, kafası çalışan (adam, karı) “Saban oku süründükçe: ‘Irr ırr’ bir ses çıkarıyordu. Demiri de çıkarıp boyunduruktan yana sarmıştı Bayram. ‘Nadas paydos, dur hele...’ diyordu. ‘Demiri götürüp... avrat görmeden hamur teknesine bırakayım! Açıp bakınca şaşırsın. Kafalı bir avratsa, ne demek istediğimi anlasın.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:9) “ ‘... Bir adamın İngilize gumanda edebilmesi için çok kafalı olması gereğir. Eli kalem tutması gereğir. Biraz lögat bilmesi gereğir...’ ” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:7) “ ‘Kaç para vereceksin bana?’ Kien’in yüzü kızardı. Fischerle hemen kadına atıldı. ‘Aptal aptal konuşma! Dostuma hakaret edilmesine izin vermeyeceğim. O kafalı bir adamdır. Saçma sapan konuşmaz. Her bir sözcüğü, yüz kez evirir çevirir, kafasında konuşmadan önce.’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:223) “Hiç şakadan anlamazlar. İçi dümdüz, kupkuru, tıpkı o gün buraya gelirken hapishaneye yaklaşınca gözüme çarpan duvarlar gibi… Fakat akıllı, kafalı bir adam… Eh, gitti şu kellem, Aleksey!..” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:134) “Coulon: ‘Doğrusu ya, böyle kafalı insanlar...’ diye başladı. ‘Yasa sizi kafalı olmaktan kurtarıyor,’ diye yanıtladı Pécuchet. ‘Sulh yargıcı ömür boyu görev yapıyor oysa yüksek mahkeme yargıcının ancak yetmiş beş yaşına kadar görev yapabileceği düşünülüyor, asliye yargıcıysa yetmişinde yeteneğini yitiriyor.’ ” (G. Flaubert, “Bilirbilmezler-Bouvard ile Pécuchet”, sa:290) “Seneler önce, 75. Alay’dan bizim alaya Blüher adında bir binbaşı gelmişti. Bizi her ay kışlanın önüne toplar, ast-üst konusunda nutuk çekerdi. Erik rakısından başka bir şey koymazdı ağzına. ‘Bana bakın,’ derdi. ‘dünyada en kusursuz insan subaydır; bir subay sizin topunuzdan bin kere daha kafalıdır. Bir subayın ne kadar mükemmel olduğunu havsalanız alamaz.’ ” (Y. Haşek; “Aslan Subay Şvayk”, Cilt:1, sa:421) Kafa patlatmak : Çok düşünmek, bir çözüm aramak, kafasını yormak; Birilerinmin başını şişirmek “Yalnız kaldığımda bu öyküler bana epeyce düşünecek malzeme sağlıyordu, ama Sioux Ananın anlattıklarının üzerinde düşündükçe kafamın içi daha da karışıyor, allak bullak oluyordu. Böylesi karmaşık işlerin girdisini çıktısını inceleyeceğim diye kafa patlatıyordum, ama bir noktaya gelnce duruyor, bu kadar düşünürsem beynim zarar görecek diyordum kendi kendime.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:74) “KOMİSER - Selam makinası icat ediyorsun da sonra kendine akıllı mı diyorsun? Sırt kaşıma makinası icat etmek için belki aylarca kafa patlatıp da sonra akıllı mı geçinmek istiyorsun? Allahın günü delilerin bile aklına gelmeyecek münasebetsiz işlerle uğraştığın halde seni zincire vurmayan milleti anlayışsızlıkla suçlandırıyorsun da buna akıllıca hareket mi diyorsun?...” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:108) “ ‘Ey dünyadaki insanların en bahtiyarı! Hiç kimseyi kıskanmayan, hiç kimsenin de kıskanmadığı adam! Ne hoş bir uyku böyle!... Uyu, rahat rahat uyu! Her zaman söylediğim gibi, hiçbir şeyi dert etmeden uyu! Ne kıskançlıktan kaynaklanan acılar, ne ödenmeyen borçlar, ne geçim darlığı içindeki ailen huzurunu bozsun!... Kendi sorumluluğunu benim üzerine yüklediğine göre (şövalyelik törelerinin ve doğanın efendilere yüklediği bir ödevdir bu) sen sadece boz eşeğinden sorumlusun. Şu işe bakın, uşak uyuyor, efendisi başında nöbet tutuyor; seyisini geçindirmek, durumunu düzeltmek, onu mutlu etmek için kafa patlatıyor… Çünkü ister bereket olsun ister kıtlık, seyisin karnını doyurma işi efendinin işi.’ Seyis derin bir uykuda olduğundan, bu sözlere yanıt veremiyordu; şövalye mızrağının ucuyla usulca dokunmasa, uyanacağı yoktu daha uzun süre.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:528) “Öteki kültürlerin de tarihi kaydetmek için daha ilkel yöntemleri vardı, ama bu yöntemler o kadar karmaşıktı ki, kullanıldıkları bölgelerin dışında, bunları öğrenmek için kafa patlatmaya kimse yanaşmamıştı.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:72) “Bu yüzden ‘Aleksey Fedoroviç’imizi ne gibi özelliklerinden ötürü kahraman seçtiniz? Neler yapmış nu adam? nerede, nesiyle meşhur olmuş. Ben, bir okuyucu olarak onun hayatına ait bir sürü vakaya kafa patlatıp ne diye vakit öldüreyim?’ gibi sorularla karşılaşacağım yüzde yüz.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:IX önsöz -yazardan-) “Yine de çalışmayı kesmemiş, aklından geçen olasılık iyice kesinleştikten sonra da uzun süre kazmaya devam etmişti. Cesedi bulması nedense zorunluydu onun için; gelgelelim ortada hiçbir iz görünmüyordu. Sigarasını tüttürüp öfkeyle kafa patlatarak kazdığı tünel boyunca aşağı yukarı volta attı.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:188) “ ‘Bana fedakarlık ve feragat tavsiye buyuruluyor, her yaptığıma dikkat etmeliymişim, iyi ve kötü, adil ile adil olmayan, ‘fas’ ile ‘nefas’ <Eski Roma inancında Tanrıların ‘izin verdiği’ ve ‘vermediği’> üzerine kafa patlatmalıymışım. Niçin?’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:59-60) “ ‘Genç onlar,’ dedi. ‘Kaygılanma sen, gelir geçer...’ ‘Haklısın be hanım! Kafan iyi işliyor. Bense burada oturmuş kafa patlatıyorum. Tabii ya, genç daha, gelir geçer. Gençlik bir hastalıktır, geçer.’ ” ..... “ ‘Yeter! Kes!’ diye bağırdı. ‘Sen de kafa patlatanlardansın. Hep aynı nakarat! Acı bana... acı bana... Cehennem ol! Ben değilim ya günah işleyen.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:153;324) “Chantal, oradan nasıl dışarı çıkacağını keşfetmek için kafa patlatıp duruyordu, ne var ki, evin değişmiş olan havasıyla, beklenmedik biçimde boşalmış olmasıyla, odaların yeri ona değişmiş gibi görünüyordu, öyle ki neredeolduğunu bile çıkaracak durumda değildi. Ağzı tükürüklü sarışın kadının ona askıntı olduğu odanın kapısının ardına kadar açık olduğunu gördü; oraya geçti; oda boştu; durdu ve bir kapı aradı; odanın başka kapısı yoktu.” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:157) “Ama o Arthur’un tanımını yalanlayarak yaban bir adamdan çok kibar bir kuzu olarak belirirken, bir eylem yolu bulmak için kafa patlatıyordu.” (J. London, “Martin Eden”, sa:24) “Evin önüne geldiğim vakit, kafa patlatırcasına bağırarak, Leccacheur anayı hemen çağırdım: ‘Hey patron, gel de şuna bir bak!’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:195) “Ülke nihayet huzura kavuşmuştu, gelgelelim sükunet Hükümdar’ın mizacına tersti. Son seferberlikten yeni dönmüş, Surat’taki ne oldum delisine haddini bildirmiş, bununla beraber uzun yürüyüş ve savaş günleri boyunca askeri meseleler kadar felsefi ve dinsel muammalara da kafa patlatmıştı.” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:42) “O (insanlık) hiçbir yere gitmemekte, hiçbir hedefe varmamakta devam edecektir gene, aynı insanlar aynı sorularla kafa patlatmakta ve aynı hayatları hiçbir hedefe götürmeden yitirmekte devam edeceklerdir.” (J.-P. Sartre, ”Yaşanmayan Zaman”, sa:214) “ROSENCRATZ - Doğrusu her iki taraf da çok söz etti. Halk da onları kavgaya kışkırtmaktan geri kalmıyor. Hatta bir sıra, eğer arada bir yazar ile bir oyuncu döğüşe kalkmazsa, oyuna para verilmez olmuştu. HAMLET - Demeyin? ROSENCRATZ - Ya, bu işte az kafa patlatılmadı.” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:65) “HECTOR - Asıl önemlisi ağabeyiniz kıskanç mıdır? RANDALL - Ne? Hastings mi? Üzmeyin tatlı canınızı. Ağabeyim en can sıkıcı ayrıntılar üzerinde her gün on altı saat kafa patlatır da gık demez.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:109) “Peki, bir insan niçin böyle kötü yola sapar? Eğlenmek için; bense, sıkıntıdan çatlayacak durumdayım. Yaşamımda hoş bir yön bulmak için, uzun uzun kafa patlatmak zorunda kalıyorum.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:74) “Ama bölge yönetim kurulunda görev almak, yılda bir kere uğradığım kentte kanalizasyon borularının nasıl döşenmesi gerektiği, bu iş için kaç altın gerekli olduğu üzerine kafa patlatmak, jüri üyesi olup bir parça et çalan köylüyü yargılamak...” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:474) Kafa sallamak : Konuşmadan ‘evet’ anlamında işaret vermek, genel fikre katılmak;‘hayır’ ya da ‘yahu, bu da nereden çıktı?’ bağlamında tepki vermek “Burada muhakkak gruplardan birine katılmak, onların ihtiraslarını ve entrikaları için mücadele etmek, sanatkarları ve amatörleri övmek, rakipleri hiçe indirmek, büyüklerin ve zenginlerin her türlü isteklerine kafa sallamak lazım. İnsanı dünyasından bile vazgeçirebilecek olan bütün bu hayhuya ben neden katılayım? (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:223) Kafese tıkılmış bir hayvan gibi hissetmek : Sıkılmış, bir kafese sıkışmış, soluk alamaz hissetmek “Langdon kendini kafese tıkılmış bir hayvan gibi hissediyordu. ‘Bana tüm bunları neden anlatıyorsunuz?’ ‘Çünkü Bay Langdon, sizin masum olduğunuza inanıyorum.’ Sophie bir süre uzaklara, daha sonra tekrar onun gözlerine baktı. ‘Hem ayrıca, başınızın belada olması bir bakıma benim suçum.’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi’, sa:82) Kafası atmak : Çok sinirlenmek, neredeyse kendini kaybetmek “ ‘Babam çok az konuşur, gülmez, kavga etmezdi; yalnız ara sıra dişlerini gıcırdatır, yumruğunu sıkar ve o sıra, kazara elinde bir taş bademini tutuyorsa, onu parmaklarıyla toz edip ezerdi. Bir gün, ağanın birini, bir Hıristiyana semer vurup eşek gibi yüklemek isterken, kafası öyle atmış ki, ağanın üstüne yürümüş... fakat dudakları büzülüp kalmış, insanca bir kelime çıkaramayınca at gibi kişnemeye başlamıştı........ Bir öğle üzeri de, eve gelirken... dar bir sokakta, kadınların çığlık attığını, kapıların açılıp kapandığını, bir sarhoşun yatağanını çekip halkı kovaladığını görmüştü..... Babam, belindeki önlüğünü çözmüş, yumruğuna sarmış ve tam sarhoş, yatağanını başının üstüne kaldırırken, yumruğu karnına indirip herifi yere sermiş, eğilmiş, yatağanı avucundan sıyırıp almış ve eve doğru yürümüş...... Ben de o sırada üç yaşlarında vardım. Kanepede oturmuş ona bakıyordum; vücudunun üst kısmı safi kıldı; üzerinden buğu tütüyordu; çamaşırını değiştirip serinleyince yatağanı kanepenin üstüne, benim yanıma attı ve anneme dönerek: -Oğlum büyüyüp okula gittiği zaman, kalemini yontsun diye ona verirsin!, dedi.” (Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:25) Kafası basmamak : Anlamamak “Seyislik, şövalyelik gibi dalgalara kafaları basmayan keçi çobanları sessizce yemeklerini yiyor; bir yandan da, eşsiz bir nezaket ve iştahla, kocaman lokmaları mideye indiren konuklarına bakıyorlardı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:64) Kafası çatlak olmak : Akıl hastası olmak; aklını, iradesini kullanamamak “CATES - Sonra onlar da pay isterler. HORNE - Daha doğrusu topunu çalar, bizi de bıçaklarlar… Gemilerdeki herifleri iyi bilirim. BARTLETT, küçük görerek. - Kafası çatlak mı sandınız beni? Hayır… Onu buraya gömeceğiz…” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:24) Kafasına dank etmek : Birden gerçeği görebilmek “O gün Bayan Witherspoon’u etkilemek için her şeyi yapardım, onun da hayal kırıklığına uğradığını sanmıyorum. Koltuklarımıza kurulduğumuzda gözlerinde bu durumun hoşuna gittiğini gösteren bir ışık yanıp söndüğünü gördüm, Chesterfield sigarasını yakmak için armalı altın çakmağımı çıkarttığımda küçük Walt’ın artık o kadar küçük olmadığı birden kafasına dank etmiş gibi oldu.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:205) Kafasına koymak : Planlamak, ısrarla izlemek “Boş böbürlenmeler değildi bunlar, sık sık sonuçlarını canlı olarak karşımızda görüyorduk. Ona göre, onun baştan çıkaramayacağı bir erkek daha anasından doğmamıştı! Yeter ki kafasına koysun! Sanırım, bu konuda bizim aklımızın pek ermediği, kendine özgü hünerleri, gerçerli taktikleri vardı. ‘Bir kadının iki şeyi zengin olmalıdır,’ derdi. ‘Gardırobu ve repertuarı. Üst yanı kolaydır.’ ” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:91) Kafa şişirmek : Çok konuşarak, çok bahsederek, gürültü ederek, tekrarlayarak, dır dır ederek rahatsız etmek “Ninemin tüm öğleden sonralarını dolduran; Laura Teyzemin, Olga Yengemin, Gaby Yengemin ya da çok sayıdaki kuzinlerimin evlerine gittiğimde (Ailemiz Kitabı Mukaddesteki aileler kadar geniş ve birbirine tutkun olup ‘mutena semtlerden’ Miraflores’te ikamet ederdi.) durmadan kafamı şişirdikleri o dizilerin hangi kalemlerden çıktığını hep merak etmişimdir.” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:9) Kafa tutmak : İnatlaşmak, meydan okumak “BOYUNSUZLARA (1942) Alçak hırsızım, Hainim ve korkağım, Ama belki daha çok cesaret geciktirir Benliğinde saçma masalların aktöresini öldürmek Kamuoyuna kafa tutmaktan.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:135) “1967 savaşı, yeni doğmakta olan Yahudi devletinin, 1948’de güç birliği içindeki komşularına kafa tutarak iki paralık ettiği iibarlarını kurtarmalıydı; Arapların yeniden kendilerine güvenmeye başladıklarını, eski itibarlarına kavuştuklarını, Nasır’ın himayesindeki ulusal yeniden doğuşlarının en sonunda öteki uluslar arasında hak ettikleri yeri kendilerine sağlandığını kanıtlamalıydı. Ama öyle olmadı.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:118) “Bu yaranın da ortaya atılacağından korktu, hemen atıldı: -Böyle anlamsız şeyler için kendini üzüp durma!... Mademki halimizden memnunuz, üst tarafından sana ne? İnsanın parası yetiyorsa, artık başka şey aramaz. Kocasına hiç böyle kafa tutmamıştı. Fouan karısına dik dik baktı.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:185) Kafası dağınık olmak : Düşünceleri pek net olmamak, karar veremeyecek bir durumda olmak “Kıza kız kardeşlerini soruyorum. İki kız kardeşi var, küçük olanı ona göre ‘çok hoş, ama kafası dağınık.’ ‘Kız kardeşlerini tekrar görmek istemez misin?’ diye soruyorum. Bu gaf aramızdaki havada gülünç bir tuhaflıkla asılı duruyor. İkimiz de gülümsüyoruz. ‘İsterim tabiiiiii.’ Diyor.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:72) Kafası dumanlanmak, dumanlı olmak : Hafif sarhoş olmak “Dün biraz kafayı çekmiştim. Çizmeleri başka bir odaya bırakmış olabilirim. Hem de tam söylediğim gibi. Afanisi Yegoriç, ben onları başkasının odasına koydum vallahi. Boyanacak o kadar çok çizme var ki, kafası dumanlanınca şeytan bile çıkamaz işin içinden.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:93-4) “Odadan odaya dolaşıp gülüyor, her şeyi, herkesi, şarkıları, müziği övüp duruyordu. Maksimov da sarhoşluğun verdiği neşeve uyuşukluk içinde ondan ayrılmıyordu. Kafası dumanlanmaya başlayan Gruşenka, Mitya’ya Kalganov’u gösteriyor, ‘Ne sevimli, ne cici çocuk!’ diyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:120) “Derken babamla evin yolunu tuttuk, mehtap vardı; babam, kafası dumanlı, meyhaneden çıktıktan sonra da ellerini kollarını oynatarak sürdürdü konuşmasını, kendimi o zamana kadar hiç bilmediğim 777774bir tuhaf büyülü hava içinde buldum..” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:108) “HJALMAR - Hayır o odasında yemek istiyor. Haydi buyurunuz. (Erkekler kahvaltı masasına oturarak yerler, içerler. Gina ile Hedwik girip çıkarak hizmet ederler.) “ RELLING - Dün Molwik’te kafa adamakıllı dumanlı idi Bay Ekdal.” (H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:98) “Bir mağazada çalışan ve öyle cahil denemeyecek olup politika alanında pek faal olan bir meyhanede, elinde kadeh, yarı içkili durumdayken, ağzından majestelerine karşı hakaret sayılacak bir söz kaçırmıştı; yanı başındaki masada oturup belki ondan da içkili bir başka müşteri de durumu ihbara kalkmış, o kafası dumanlı halinde herhalde pek güzel bir iş yaptığını sanarak hemen çağırdığı bir polise adamı kıvançka tutup teslim etmişti.” (F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:297) “Bu gencin, yirmi iki yaşına kadar, büyük bir servetin altından girip üstünden çıkmış Moskova’lı bir tüccar olduğunu öğrendi. Çıtkırıldım, şımarık halleriyle, zayıf bünyesiyle hiç hoşlanmamıştı ondan Katavasof. Kafası biraz dumanlanınca büyük bir kahramanlık yaptığına inandığı belliydi. Pek çirkin bir biçimde öğünüyordu bununla.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:658) Kafası dümensiz : Ne yaptığını, nereye gittiğini bilmez; delişmen, serseri, ipsiz, sapsız (Argo) “..Te işte bunlardan, kafası dümensiz bir delikanlı ile gene bizim ayıcılardan Beti Sülü adında bir hırpani tutkundur o karıya!... -Beti Sülü ne demek? -Beti demek, çingenecede çirkin demektir; sülü de Süleyman demektir.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:126) Kafası ile aşık olmak : Gerçek bir sevgi ilişkisi kurmadan zihnen aşık olduğuna inanmak “... en ufak bir sevgi duymaksızın, en küçük bir ateşli atılım olmaksızın, kafası ile aşık olan bu genç adam romantik bir metresi baştan çıkarmıştır; genç kız ise her şey olup bittikten hemen sonra, harfi harfine şöyle der içinden: ‘Ona bir şeyler söylemem gerek, bir kadının aşığı ile konuşması uygun olur.’ ” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:198) Kafası kaldır(a)mamak : Artık beyin gücü yetmemek, çok güç gelmek “İşlerimin derdini kafam kaldıramıyor artık; benim kafam sıradan bir adamın kafası, belki sıradanın biraz altı bile sayılır...” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:24) Kafası kalın olmak : Ahmak, anlayışsız, geri zekalı olmak “Kadın, delice aşıktı ona. Gitmesine izin vermeyebilirdi. Hayır dediği zaman, bağırmaya başlar ve kapının önüne dikilirdi. O zaman ne sıyrılıp geçmek, ne de kadını bir yana itmek söz konusu olabilirdi, çünkü kadın, kapıdan daha genişti. Ayrıca kafası da kalındı; bu kafanın içine bir şey yerleştirdi mi, işi unutur, bütün gece evde kalırdı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:400) “TONY - Vallahi anne beni zorla güldürüyorsın, kah kah kah! Ben elmasları kimin aldığını pek iyi biliyorum, hah hah hah! Mrs. HARDCASTLE - Dünyada böyle şakayla gerçeği birbirinden ayıramayan kalın kafa olur mu? Şaka değil, gerçek söylüyorum sana behey hayvan!” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:68) “... derler ki doğruluğa doğruluk olduğu için değil, -çünkü o zordur, zor olduğu için de ondan kaçınmalıdırgelir sağladığı için, insanlar arasında ün kazandırdığı için heves etmeli. -‘Öyle düşündüklerini biliyorum,’ dedim. ‘Zaten öyledir diye Thrasymakhos deminden beri doğruluğu kötüleyip eğriliği övüyor, anlaşılan ben kalın kafalıyım.’ ” (Platon, “Devlet I-II”, sa:74) Kafası karışık olmak, Kafası karışmak, karmakarışık olmak : Kararsız olmak, ne yapacağını bilememek “Fanshawe’un övgüleri kafamı karıştırmıştı. Hem yanıldığını biliyordum, hem de (işte burada işler biraz bulanıklaşıyordu) haklı olduğuna inanmak istiyordum. Kendime çok haksızlık etmiş olabilir miyim acaba, diye düşündüm. Böyle düşünmeye başlayınca da ipin ucunu kaybettim.” (P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlüsü 3-, sa:16) “O gün Haçça çocukları soyup bir çamaşır yıkadı. Çocukları suya soktu. Kafası hala karma karışıktı. ‘Hazırlık göreyim mi, görmeyeyeim mi?’ diye düşünüyor, kaynanasının yüzüne bakamıyordu. Ondan korkuyordu.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:210) “Bayram gene durakladı: ‘Düşünür.’ dedi. ‘Yavu, düşünsen ya madem?’ ‘Yarın düşünürüz. Sabah erken kalkarız...’ ‘Şimdi düşün, şimdi!..’ ‘Şimdi kafam karışık.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:112) “Kafası karışık olduğunda ya da keskin kurallarla belirlenmiş olan işinden sıkıldığında, dışarı çıkıp pirinç levhayı temizlerdi: ‘Dr. Robert Fahmel, statik hesaplar bürosu, öğleden sonra kapalıdır.’ ” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:7-8) “ ‘Daha da kötüydü. Birisi Tankado’yu vurursa ortağı anahtarı yayınlayacak.’ Susan kafası karışmış gibi görünüyordu. ‘Ortağı anahtarı yayınlayacak mı?’ ” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:45) “Çocuklar ego’larının kişiliklerinin olumlu bir yüzü olabileceğini ve onun aslında işlerini etkili bir biçimde yürütmek için gerekli olduğunu sezgizel olarak hissederler. Bizim kültürümüz bu hissi daha da güçlendirir. Ancak bu noktada İndigo Çocuklar’ın kafaları karışır ve onlar işin içinden çıkamazlar.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:119) “Bütün bunlara tanıklık ederken, hiç kafanızın karıştığı oldu mu? Yani hiç şöyle düşündüğünüz...” (A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:67) “On beş dakikada bir birisi geliyordu. Bir Avustralyalı, beş İspanyol ve bir başka Hollandalı vardı. Birbirimize, neler yapılacağı konusunda birkaç soru sorduk, o kadar; bu konuda herkesin kafası karışıktı.” (P. Coelho, “Hac”, sa:189-90) “Polisler dışarı çıkar çıkmaz, Milan iki kıza da bir daha bara adım atmamalarını söyledi. Sonuç olarak Copacabana bir aile işletmesiydi (Maria bu ifadeyi yanlış kavramış olmalıydı) ve Milan’ın da koruması gereken bir adı vardı (Maria’nın kafası iyice karıştı). ” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:153) “ ‘Benim ne yapmamı istiyorsun?’ ‘Yardıma ihtiyacım var: Ve bu bana ‘Git ve istifa dilekçeni ver,’ demen değil; çünkü bu sadece eskisinden daha fazla kafamı karıştıracak. Tüm bunlara bir yol bulmaya, bu saf, katıksız sevginin bedenimizden geçip akıp gitmesine ve sevginin çevremize yayılmasını sağlayan enerjiye ihtiyacımız var.’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:108) “Kafam karışık, yavaşça giyiniyorum, meydana çıktığımda konvoy çoktan kapılardan geçmeye başlamış, adamlardan bazıları at üstünde, bazılarının da atlarının önünde ilerliyor.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:30) “İNGİLİZ EDEBİYATI DOKTORA SINAVI İÇİN, BİR ARKADAŞA ------------------------------Ne curcunalara neden olarak bu sınamalar! Alışılmadık tatlı şarap kafanı karıştırır Ölüler üzerine dedikodularda oyalanırken Tüm sorular alıp götürene dek, Çünkü öğrendin neyin söylenmeyeceğini Ama sözün nasıl söylenmesi gerektiğini.” (J.V. Cunningham<1911-1985>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.02.04) “Redingotlu delikanlı, kürklü adamın gerçekten ruhsal bir bunalım içinde olduğunu ancak o zaman görebildi. Karışık yüzü oldukça solgundu, sesi titriyordu; belki de kafası karmakarışıktı, çünkü sözcükler ağzından pek güçlükle çıkıyordu.” (F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:11) “O karşımdaydı, bir gölge gibi görsem de karşımdaydı. İçkiyi fazla kaçırmış gibi kafam karmakarışıktı. Güçlükle bir şeyler mırıldandığımı sanıyorum, ilk kez o anda konuşmaya başlamıştım sanki.” (U. Eco, “Kraliçe Leona’nın Gizemli Alevi”, sa:11) “ANTONIO -... Ne yapıyorsun Rosa.... neredeydin bunca süre?.. Hangi tarikatta? Karizmatik lideriniz kimdi? Keşiş mi?.. ROSA - Antonio, kafam karıştı!... Oraya gitmeliyiz Antonio... diğer odaya..” (D. Fo, klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:76) “Her şeyi inanılmayacak kadar yavaş kavrıyurum… Tanrım, kafam çok karışık. Bu kamyona nasıl bindim ben? Adamlar iteklerken, birbiri ardınca kendim mi attım adımlarımı?” (D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:19) “ ‘Méline’in başkanlığı sırasında herkes köylü, herkes zengindi. Dupuy başbakan olunca rahatımız kaçtı. Mertlik bozulmuştu. Belki Dupuy bize kötülük etmek istemiyordu ama, gerçek dost değildi. Bizi orada burada gezdiren şişman bir arabacıydı o. İyi kötü, düşe kalka, sağa sola çarpa çarpa yolumuza devam ediyorduk ama araba neredeyse devrilecekti...... Kafası karışıktı. Ne istediğini bilmiyordu.’ ” (A. France, “Bay Bergeret Paris’te”, sa:63) “... bir centilmendir, bir papazdır o. Büyük bir buluş yapmıştır. Onunla anlaşamamız üzücü, öyle sanıyorum ki büyük şeyler yapabilirdik birlikte..... Göreceksiniz: Çok garip şeyler bilir, bir de birdenbire kafası karışmasa... Bakın, yalnız kaldı şimdi, gidin yanına.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:153) “Oh, Kutsal Tatlı Bakire, onu köprüden kurtar, bana geri ver. Her dediğini yapacağım. Çünkü şu anda burada değilim. Ben diye bir şey yok. Onunla birlikteyim. Ona benim adıma göz kulak ol, o zaman ben olacağım ve o zaman senin için her şeyi yaparım. Bu Cumhuriyet’e karşı çıkmak olnaz. Yalvarırım beni bağışla. Kafam çok karışık.” (E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, sa:501) “Kadının ödü patlıyor. ‘Ne oldunuz?’ diye soruyor ve sigarasını söndürüyor. ‘Hayır, hayır, artık Nelly tek söz daha söylemeyecek. Galiba, siz delisiniz! Haydi, güle güle!’ Giderken adeta sendeliyorum, kafamın içi karmakarışık.” (Ö von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:154) “Kalbi delice çarpıyordu, bir an bayılacak gibi oldu... Sonra değerli kutuya doğru eğilerek dokundu, kaldırıp ışığa tutarak inceledi. Lenina’nın yedek viskoz kadife şortunun fermuarları önce kafasını karıştırdı, çözünce de keyiflendi.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:192) “Ateşe bir kütük ve koku versin diye bir kucak defne dalı attım, tekrar Homeros’a eğildim ama, Akhalılardan, Truvalılardan, Olympos’un tanrılarından ötürü kafam karışmış, güneş altında yıkanan manzara gözlerimin önünde pırpırlanıp kaybolmuş ve yine içimin ağlama sesi duyuluyordu.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:231) “Önce bir gezgin oluşum vardı o dil dünyasının tarihinde... Sözcükler, bir metni, giderek bir yaşantıyı yeniden kurmak ya da umarsızca anlamlandırmak gibisinden meseleler hiç durmaksızın kafamı karıştırdı.” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:9) “Onu kucaklamanın eşiğindeydi. O zaman karşısındaki, didinmeyle yıpranmış kadınınn derin çizgili yüüzünü inceledi, onun çorbalarını ve yeni pişmiş somunlarını hatırladı ve en sıcak minnetin ve insan sevgisinin içinde kaynadığını hissetti. “ ‘Maria,’ dedi ansızın. ‘Neyinin olmasını isterdin?’ Maria kafası karışmış olarak baktı. ‘Neyinin olmasını isterdin şimdi, hemen şimdi, eğer elde edebilsen?’ ” (J. London, “Martin Eden”, sa:249) “Yalnızca, öğrenci köyden ayrılma isteğini bildirdiğinde karşı çıkmıştı Tennus orada, Abey’de, İngilizlerle Amerikalılar arasında oğlunun, zorunlu olarak babalarının inancından uzaklaşacağını düşünmüştü. ‘Bize’ kafası karışmış olarak dönecek, anasına, ailesine üzüntü verecek, demişti kendi kendine.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:48) “Şoförün yanında, ilkel bir telsiz telefon aracılığıyla öteki arabayla konuşan bir adam oturuyordu. Maruja’nın kafası iyice karışmıştı, kendisinin hangi arabada götürdüklerini bilemiyordu -kendi arabasının arkasında durduklarını hiç fark etmemişti- ama arabanın yeni ve rahat, belki de zırhlı olduğunu hissediyordu.” (G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:10) “Ödevini inatla yapmayan, yaramazlığıyla hocanın sabrını taşıran bir öğrenci teşhir edilmek için herkesin önüne çıkarılıp, o içler acısı dayak ve aşağılama dakikaları başladığında kalbim hızlanır, kafam karışırdı.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:123) “Cate alnını kırıştırdı. Bu sözlerden bir şey anlamadı ama anlamını çıkarttı. Bir an kafası karıştı, kızarmadı, çünkü yüzü zaten al aldı; ona kaçamak bir bakış fırlattı. ‘Corrado,’, dedi, ‘suçumuz yok ki’ ve onun bileğini tuttu.” (C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:188) “Kendi melodilerinden başka melodi duymasın diye bir tanrı tarafından kulakları kapatılan insanın ifadesi. Bulanık ve geçici görüntüler kafasını karıştırmasın diye.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:104) “ ‘Elbette ki komiser benim, neden sizi bu kadar şaşırttı?’ ‘Yok beni şaşırtmadı, yani... şaşırttı... Yani en azından benim tanıdığım siz değildiniz. Son aylarda bir görev değişimi olmadıysa.’ ‘Hayır, hanımefendi,’ dedi kararlılıkla, ama biraz kafası karışmış, ‘iki yıldır buradayım.’ ” (R. Rogas, “Dorotea’nın Şarkısı”, sa:215) “Pazar günleri bazen kiliseye gitmediğim oluyorsa da, tek medeni inanç eksikliği değil, tembellik, iyi bir Katolik olduğuma ve kilisenin öğretilerine yürekten bağlı olduğuma inanıyorum, yine de kafam karışık su sıralarda...” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:112) “... dünyadan tümüyle kopmuş gibi, dalgın dalgın sigarasının dumanlarına bakışını gözlerinin önüne getirmeye çalışıyordu. Bu kadının yavaş yavaş bir takanak olmaya başlamasına şaşıyor, ‘Cemile hanım yüzünden, o karıştırdı kafamı’ diye söyleniyordu.” (T. Yücel, “Yalan”, sa:371) Kafası kazan gibi olmak : Gürültüden kafası şişmek, başı ağrımak “Garip bir açlıkla parıldayan gözlerinde iyilikten eser kalmamıştı. Bir yabancıyla konuyormuş gibi, sözünü sakınmadan: ‘Vakit geç oldu, Kaptan,’ dedi. ‘Bunlar bütün gece dansedecekler, ama senin burda kalmanı istemiyorlar artık.’ D’Arrast, kafası kazan gibi, ayağa kalktı, duvar boyunca kapıya doğru ilerleyen aşçısının ardına takıldı.” (A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:65) “Gülüyorduk. Eğleniyorduk. Lakin kafamız kazan gibiydi. Bu yeşil cennette ardı kesilmez bir cehennem gürültüsü vardı: Kocaman havuzun içinde belki bir milyon kurbağa.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:117) Kafası kızmak : Sinirlenmek “Bir cıgara molası esnasında sarışın amele, yardımcısı Salih’e: -Bana bak ulan, dedi, numaracı! Beni eşek yerine alma. Namusum hakkı için, bir kafam kızarsa, atarım denize seni.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:13) “ ‘Eyice kafam kızdı, çağırttım. Gözelce dört tokat sallayacaktım suratına, vaz geçtim. Kabadayılığı var dedim. Öğüt verip saydım. Narkını kırmak istemedim komşu içinde.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:155) “Zülfü Beyin kafası kızmıştı. Bütün bunları hep zengin eden kimdi, kim olacak, Zülfü Beydi. O Muallim Rüsteme, o Taşkın Beye, Molla Durana bütün bu toprakları, babalarından, dedelerinden kalmışçasına tapulayan kimdi, kim olacak...” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:352) Kafası kurcalanmak : Zihnini meşgul etmek, bir soru işaret olmak “Genç Baum’un dürüstlüğü kafamı çok kurcalardı. Yalan söylemektense, dilini ısırmayı yeğlerdi. Korkaklık, onun dünyasında belki de en büyük günahtı.” (E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:32) “Özellikle üniversitede tiyatro tarihi, sanat tarihi, temel sanat kavramları ve estetik dersleri vermeye başladığımdan bu yana, sanatçı adayı öğrencilerle doğrudan karşılaşmamdan ötürü, başlıktaki soru (Sanat Eğitiminden Ne Anlıyoruz?) hep kafamı kurcalıyor: Biz bu ülkede sanat eğitiminden ne anlıyoruz?” (A. Cemal, “Aradığımız Tiyatro”, sa:32) “Bu kitap siz adanmıştır, Maurice Gravelines. Size, karınıza, torununuza ve kendime karşı bir görevim var: herkesin duymaktan hoşlanacağı şeyleri değil, kafamı kurcalayan neyse onu anlatmak.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:7) “Bu nedenle de düşünce dünyamız, Alman gerçeğimiz, tarihimiz, politikamız ve kamu yargılarımız hep acınası olmuştur. Bunlar hep kafamı kurcalar benim.” (H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:132) “ ‘Bu kez pek ağır yürüyor çalışma, bazen altı ay, bazen bütün bir yıl süren molalarla. ‘Doğuya Yolculuk’un tamamlanmasından bu yana kafamı kurcalayıp bana rahat yüzü göstermeyen tasarımı besleyecek inceleme ve araştırmalarda bulundum...” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:166) Kafası kurşun gibi ağır olmak : Yorgunluk, çok çalışma, uzun yolculuk, soğuk alma, sinirlilik, çok içki içme vb. nedenlerle bir insanın kafasının çok yüklü olduğunu hissetmesi “Santiago Nasar bile bu olayda iyiyle kötüyü birbirinden ayırdedememişti. Soyunmadan yatmış, çok az uyumuş, kötü bir gece geçirmişti. Sabahleyin uyandığında kafası kurşun gibi ağırdı ve ağzı apacıydı.” Bunun nedenini de gece katıldığı, sabaha kadar çılgınca eğlendiği düğünün doğal olan yorgunluk ve yıkımına bağlamıştı.” (G.G. Marquez, “Kırmızı Pazartesi”, sa:9-10) Kafasına bir şey koymak, sokmak : Fikir vermek, telkinde bulunmak, öğretmek; sabit fikir halinde bir fikre kafasını takmak; inatçı olmak “RIDOLFO - Görüyor musunuz? Ne biçim adam. Yüzü sabunlu olduğu halde... EUGENIO - Evet, bir kere kafasına bir şey koydu mu mutlaka öyle olmasını ister.” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:27) “Daha föytonun altın çağında dört bir yanda birbirinden ayrı ve küçük öyke gruplar vardı ki, usa sadakatten ayrılmamayı ve eli yüzü düzgün gelenekten, disiplin, yöntem ve entelektüel vicdandan oluşan bir özü dişlerini tırnaklarına takıp söz konusu dönümün hışmından kurtarmayı kafalarına koymuşlardı.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:24) “Perrin: ‘Adamların kafasına bir şey sokmaya olanak yok,’ diyor. Brunet gene bir şey demiyor, Tipo renksiz bir sesle: ‘Daha dün,’ diyor, ‘biriyle kavga ettim, Almanların bizi Almanya’ya götüreceklerini söyledim, herif deli oldu.’ ” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:344) Kafasına burgu gibi mıhlanmak : Kafasını bir fikre derinden derine takmak “Gerçekten ben neyim ki, kendim gibi, Tanrının benden farksız olarak yarattığı bir insan bana hizmet etsin? Bu soru ilk olarak kafama burgu gibi mıhlandı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:230) Kafasına dank demek, etmek : En sonunda gerçeği görebilmek, kavrayabilmek “Babamla sizin bir akşam yemekte buluşmayı planladığınızı öğreneli daha bir saat bile olmadı, dedi. Cenazeden bu yana eve gelip babamın eşyalarını toparlıyorum ama bu akşam altıya kadar iptal etmem gereken randevuları var mıydı diye onun ajandasına bakmak kalın kafama dank etmedi.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:124) “ ‘Neyi anlattı?’ Bu saçma bir soruydu, ama Sachs’ın serinkanlılığı karşısında başka bir şey söylemeyecek kadar afallamıştım. ‘Ben yokken olanları. Kafanıza dank edişini, düzüşmeleri, emişmeleri. Bütün rezilliği.’ ‘Anlıyorum. Bilinmedik fazla bir şey kalmamış.’ ‘Hayır, bir bok kalmadı.’ ” (P. Auster, “Leviathan”, sa:92) “Altın, bir çocuğun katilini cezasız bırakan bir dünyayı kabullenmek istemiyor...... Mavi küçük çocuğu düşünüyor bir süre, gerçekte neler olduğunu hayal etmeye çalışıyor, neler hissetmişti acaba, sonra katilin anne ya da babası olması gerektiği kafasına dank ediyor. Öyle olmasa çocuğun kaybolduğu polise bildirilmez miydi?” (P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:15) “Matriyona ile annesinin evden çıkıp gittiklerine emin olana kadar orada gizleniyor. Sonra eve dönüyor, su ısıtıyor, soyunup yıkanıyor. İç çamaşırlarını da yıkayıp çamaşırlığa asıyor. Bu hastalığı çekmediği, benden doğmadığı için Pavel şanslı, diye düşünüyor. Sonra, bu sözlerdeki ironi kafasına denk ediyor, dişlerini sıkıyor.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:81) “Waterstones’dan çıkıp, artık kapkaranlık olan geceye geri döndüğümde, birden kafama dank etti: Onu kaybetmiştim. Paramparçaydım. Sonraki birkaç dakika boyunca sersem gibiydim. Essex Yolu’ndan aşağı inmeye devam ettim, ama artık kafelere, restoran’lara ve pub’lara sormayı bırakmıştım. Bu, her günkü geliş gidiş rotamızdı. Tottenheim’a gitmek üzere olan bir otobüsü görünce, bitkinz ihnimde başka bir düşünce belirdi. Yapamazdı. Yoksa yapabilir miydi?” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:212) “Strathmore’un gösleri kısıldı, ‘Sen ne düşünüyorsun?’ Susan’ın kafasına dank etmesi pek uzun almadı. Gözleri faltaşı gibi açıldı.” (D. Brown, “Dijital Kule”, sa:77) “Yaşlandıkça gövdelerinden tiksinti duyan herkes gibi ihtiyarladıkça temizleşen Cosimo, onlara sabun bile verdi. Suyun serinliği bu üç döküntünün sarhoşluğunu biraz geçirmişti. Keyifleri de kaçmıştı bunun üzerine. İçinde bulundukları acı durum yeniden kafalarına dank etmişti.” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:224) “Matriyona ile annesinin evden çıkıp gittiklerine emin olana kadar orada gizleniyor. Sonra eve dönüyor, su ısıtıyor, soyunup yıkanıyor. İç çamaşırlarını da yıkayıp çamaşırlığa as ıyor. Bu hastalığı çekmediği, benden doğmadığı için Pavel şanslı, diye düşünüyor. Sonra, bu sözlerdeki ironi kafasına denk ediyor, dişlerini sıkıyor.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:81) “Ana binanın yanından geçerken ansızın kafasına dank etti Baird’in. Sahil duvarı beyaz badanalı küçük bir balkonla asma çardağına uzanıyordu. Başpapaz da eski bir şezlong’a uzanmış, saygın sakalı göğsünde, kısacık tırnaklı güneşten kararmış ellerini karnında kavuşturmuş, şekerleme yapıyordu. Soba borusunu andıran şapkası hemen yanı başında, yerdeydi, ayaklarını uzatmıştı, her bir ayağının dibinde kalın pençeli ağır postal duruyordu. Baird usulca sokularak duvarın üstüne oturdu, adama doğru dönüp babacan, masum yüzünü seyre koyuldu.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:192) “Eşim de çoğu zaman -o zamanlar küçük bir çocuk olan- oğluyla sık sık geçerken kendisine para verdiği zaman, ‘Allah oğlunu sana bağışlasın!’ dermiş. Eşimin bir süre sonra kafasına dank etmiş ki, bu adam nasıl oluyor da onun çocuğunun erkek olduğunu bilebiliyor?..... Ama bir gün akşam geç vakit, Beşiktaş’tan kalkan 8.45 Kadıköy vapuruna, vapur sahilden açıldıktan sonra tehlikeli bir atlayış yapan kimsenin aynı dilenci olduğunu fark edince, yardımını tümüyle kesmiş.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:144) “MARTA - Ah evet, neredeyse unutuyordum. Büyük bir olasılıkla bugün isyancıların başı buraya gelecek. ELIZABETH - Robert mi? MARTA - Essex’li Robert. Kafasına dank ettiği için bugün sana saygılarını sunmaya gelecek. Mutlu musun?” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:63) “-Peki o zaman, sen ne diye evlendin? -Çünkü bu bir gelenek. Bu yoldan geçmek gerekiyor. Ancak daha sonraları, iki kişi, dört kişi on kişi için çalışmak gerektiğini anlayan adamın kafasına dank ediyor.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:95) “ADAM - Devam et Ruprecht oğlum! RUPRECHT - Ben her zaman saat onda ayrılır dönerdim. Saat on birde bu çifti görünce kafama dank dedi. Kendi kendime: ‘Daha vaktin var Ruprecht, dedim, henüz geyik boynuzların çıkmadı.’ ” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:45) “ ‘Bna öyle geliyor ki bu para hiç gelmeyecek,’ dedi kadın. ‘Gelecek.’ ‘Ya gelmezse?’ Albay yanıt vermek için sesini bulamadı. Horozun ilk ötüşünde gerçek kafasına dank etti ama sonra bir kez daha deliksiz, rahatsız, amansız bir uykuya daldı.” (G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:72) “Mrs. HUSHABYE - Birden kafama dank dedi. Siz de gerçek bir insansınız. Sizi de bir ana doğurmuş. (Ellerini omuzlarına koyarak onu inceler.)” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:84) “ ‘Orada, birçok başka kişiyle karşılaşıyor,’ diye sürdürdüm. ‘Orada burada aylak aylak dolaşıyor, sonra bir akşam, küçük bir kente varıyor ve orada, her şey kafasına dank ediyor.’ ” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:103) “Belki o güne kadar giydiği şalvar aklını karıştırmıştı; hem Çingene kadınları da bir iki ayrıntı dışında Çingene erkeklerinden pek farklı değildi. Her neyse, ancak bacaklarının çevresinde eteğin kıvrımlarını hissedince ve Kaptan büyük bir nezaketle güverteye onun için bir tente açılmasını önerince durumunun getirdiği kısıtlamalar ve ayrıcalıklar kafasına dank etti ve yüreği hopladı. Ama bu yürek hoplaması sandığımız gibi değildi.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:105) “Amma, hayatta ne çok sırlarla çevrili olduğumuzu ve burnumuzun dibindeki insanlar için pek az bilgimiz bulunduğu günün birinde kafama dank etti.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:256) “Geç teslim olursam belki birkaç hafta tutuklu kalırım ama zaten askerlik de hapis demek değil mi? Sosyalleşme hırsım da yok; evet, bu kölelik dönemimde itaat etmemenin şeref olduğunu düşünüyorum. Artık gitmek niyetinde değilim. Kalıyorum. İlk iş doğanın resmini yapacağım ki nerede mutlu olduğum kafama dank etsin. Ve o resim çerçevesiyle asılana kadar da gitmiyorum.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:175) Kafasına dikmek : Bir şişeyi, genellikle içki, ağzına dikip bir içişte bitirmeye kalkışmak “BİR SES - Bana bak, Nada, sen bilirsin böyle şeyleri. Anlamı ne bunun? NADA - (Sakattır.) Diyeceklerimden hoşlanmazsınız ki. Oturup alay edersiniz. Gidin öğrenciye sorun, yakında doktorasını verecek. Ben şişemle konuşurum (Cebinden çıkardığı şişeyi kafasına diker). (A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:11) “Çelkaş bunu söyleyerek Gavrila’ya bir şişe uzattı. Gavrila şişeyi aldı: -Allah razı olsun deyip kafasına dikti. Lıkır lıkır içmeye başladı.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:75) “On altı yaşında başka bir kız, her akşamüstü yaptığı gibi, televizyonda hangi kanal izlenecek ve kumanda aletini kim tutacak diye iki kardeşiyle saçsaça başbaşa kavga etmiş, onları ayırmaya gelen babasından iki sert tokat yedikten sonra, odasına girip koca bir şişe tarım ilacı Mortalin’i gazoz içer gibi kafasına dikmişti.” (O. Pamuk, “Kar”, sa:19) Kafasına geçirmek : Elindekini karşısındakinin başına çarpmak, vurmak “Nefise boşandı: -Sanki larşısında yarım pabuçlu bir mahalle karısı varmış gibi, başını kaldırıp yüzüme bakmadı be! Masasının önünde dikil dikil dikil. Akıl, önündeki hokka takımını kap, kafasına geçir dedi ama, kör şeytana uymadım gene de..... Pis herif.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:299) Kafasına esmek : Birden tahmin ya da tahayyül etmek, öylesine düşünmek “Araba istasyondan ayrılıp yeniden otoyola çıktı. Postdam’a yalnızca 80 kilometre kalmıştı. ‘Geceleyin varmış oluruz,’ dedi Julia. ‘Tomas’ın izini nasıl bulacağım konusunda en ufak bir fikrim yok. Hala Berlin’de mi yaşıyor onu bile bilmiyorum. Zaten kafama esti diye sürükledin beni buralara, Berlin’de yaşadığını kim söyledi ki?’ ” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:183) Kafasına indirmek : Kafasına birşeyle ya da yumrukla vurmak “Onbaşı, palaskasını, bütün gücüyle bir kere daha İsmail ağanın kafasına indirdi: ‘Sus ulan domuz...’ diye bağıırdı. Katip yerinden fırlamış, ayağa dikilmişti. Görevini gereği gibi yerine getirmenin inancı içinde, gözünü yumdu, ağzını açtı...” (O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:124) Kafasına kakmak : İyilikte bulunduktan sonra sık sık yüzüne vurmak Bk.: Başına kakmak “TONY -... Eğer bana bir iyilik gelecekse bırak kendi kendine gelsin, böyle habire insanın kafasına kakmak da ne oluyor.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:57) Kafasına koymak : Bir planı uygulamaya karar vermek; Yapmakta ısrar etmek “ ‘... çünkü, elindeki büyü kitabının yazdığına göre, bir gün, himayesine aldığı bir şövalyeyle bire bir çarpışacak, kendisinin araya girmesine gerek kalmadan, bu şövalyeyi altedecekmişim. Bu nedenledir ki, elinden geleni ardına komaz bana karşı; fakat şunu kafasına koysun ki, bunu yapmakla hataya düşüyor...’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:45) “New York coğrafya enstitüsüne mumyalanmış bir Kızılderili cesedi götürmeyi kafasına koymuştu, buraya çok yakın bir dağdaki Cheran’da bir ölüyü mezardan çıkarmak için birine para vermeye kalktı, bu iş az daha hayatına mal oluyordu, sonunda katırına atlayıp dört nala kaçacak zamanı zor buldu.” (J.M.G. Le Clezio, “Ourania”, sa:49) “RIDOLFO - Sizsiz de gitmesini bilirim. D. MARZIO - Bu nezaketi göstermek isterim. Gidelim, gidelim. (Çıkar.) RIDOLFO - Bir şeyi kafasına koydu mu artık yapacak bir şey yoktur. Çocuklar, dükkana göz kulak olun. (Onu izleyerek çıkar.) (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:58) “MADAM BORKMAN - Artık gerçeği öğrendi: bizimle görüşmekten utanç duyduğunu… bizi küçümsediğini biliyor. Yoksa, böyle düşünmediğini mi söylemek istiyorsun? Oğlumu büsbütün elimden almayı o zaman kafana koymamış mı idin? Hele bir düşün.” (H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:32) “Ashley buna bir türlü cesaret edemiyordu. Çünkü ona verdiği sözü anımsıyordu. Ona karşı en küçük bir avansta bulunmayacağına yemin etmişti. İlk aşk sözlüğünde, ilk şefkat dolu bakışta bu yeminin değeri bitmiş olacaktı. Ashley kafasına koymuştu, New York’a gidecekti.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:930) “Bir türlü söz sırası bulamayan çamaşırcılar, bu çekilmez Madame Hautemare’ı susturmak için hepsi birden bağrışmaya başladılar. Şu var ki, bu yılmaz kadın, onları hak yoluna getirmeyi koymuştu kafasına; bu nedenle beş dakika boyunca ve kafa patlatırcasına bağıran otuz kızın yaygarası ortasında sürdürdü vaazını.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:50) Kafasına takılmak, takmak : Sürekli düşünmek, illet yapmak; Kafasının tepesine koymak (Çiçek, taç) Bk.: Kafaya, Kafayı takmak “Çevirmen, daha görür görmez kendisinin gelemeyeceğini haber vererek şaşırttı onu: ‘Dil konusunu kafanıza takmayın. Önemli olan onun yanındayken kendini iyi hissetmesi.’ ” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:30) “KOMİSER - Can sıkıyorsunuz ama.. (Doktor’a.) Yine bana Agnelli olduğunu anlatıyor! ROSA - Agnelli mi? DOKTOR - (İkinci iğneyi hazırlar.) Evet, ne yazık ki, bir kaç gündür, FİAT’a gittiğimiz günden beri, Agnelli olduğunu kafasına taktı.” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:63) “Ne ki, kimsenin konuştuğu yoktu. Çavuş, belli ki, aklından bir şeyler geçiriyordu. Sonunda, dayanamadı, onbaşıya dönüp kafasına takılanı dile getirdi: ‘Bana sorarsan, casusların asılması doğru değil. Görevi uğruna kendini feda eden, yurdu uğruna kellesini koltuğuna alan bir insan daha onurlu bir şekilde idam edilmeli; barut ve kurşunla mesela. Ne dersin onbaşı?’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:275) “Bu koskoca piramit yapının karşısında Winston’un cesareti kırıldı. Çok güçlüydü, sarsılmasına olanak yoktu. Bin roket bombası bile yıkamazdı bunu. Yeniden, günlüğü kimin için yazdığı sorusu takıldı kafasına. Gelecek için, geçmiş için, belki de düşsel bir dönem için.” (G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:30) “ ‘Hocam ben Tokat’ta meşhur Pervane Hamamı’nın hemen bitişiğinde Şenler Çayevi’nde ocakçıyım. Ocaklar, demlikler orada benden sorulur. Adım önemli değil. Bütün gün de Bayrak Radyosu’nu dinlerim. Müminlere işlenmiş bir haksızlık bazan kafama takılır ve hocam demokratik bir ülkede yaşadığım için..... kafama takılan kişiye gider, yüzüne karşı bu haksızlığı sorarım.’ ” (O. Pamuk, “Kar”, sa:47) Kafasına üşüşmek : Kafasında birikmek, kalabalıklaşmak, toplanmak, yüklenmek “Ama aradan sekiz yıl geçtiği, bir baltaya sap olamamamın erdemine inanmaya nedense devam ettiğim ve onda çözümsülüğü, duygularımın muhalefetine karşın sineye çekmek zorunda olduğum halde, Gracinda’yı hala hatırlayabiliyor ve kafama üşüşen bin bir çağrışımla birlikte olası bir yazının gündeminde tutabiliyorum.” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:15) Kafasında ampul yanmak : Birden anımsamak, anide hatırlamak, farkına varmak Bk.: Kafasında şimşek çakmak “Dans salonuna geri döndü. Şimdi sanki daha sıcaktı içerisi. Kadınlar iri ipek yelpazelerle serinlemeye çalışıyorlardı. Bir köşeden birinin dikkatle kendisini incelediğini hissetti. Dönüp baktı. Adamı gözü ısırıyordu. Ama adını hatırlamıyordu. Sonra birden kafasında ampul yandı: Radu Prajan. Ne işi var burada?” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:76) Kafasında düğümlenmek : Kafasında çözemediği bir problem, bir soru işareti olmak “TEKİN - Ne diyorsun? Anlat... GÜLTEN - Evet. Döndüğünü işittim. Ama önce kafamda düğümlenen, içimi kemiren nedenlere cevap ver. TEKİN - Anlaşıldı. Bugün elinden kurtulamayacağım.” (S. Engin, “Suçlu”, sa:10) Kafasından geçirmek : Aklından, zihninden geçirmek; düşünmek, tasarlamak Bk.: Aklından geçirmek “Sonra, ceketinin iç cebinden, belediye kitaplığındaki bir dergide bulduğu Maupassant portresini çıkardı. Adı sanı bilinmeyen bir Fransız ressamının karakalem deseniydi. Traşsız sakalı ve boşlukta yitmiş gözleriyle Maupassant’ın umutsuz bir görünüşü vardı. Pereira resmin anlatıya çok uygun düşeceğini kafasından geçirdi.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:39) Kafasından silip atmak, silinip gitmek : Çok da hoş olmayan bir şeyi kafasından silmeye, unutmaya çalışmak; gereksiz takıntıların unutulup gitmesi “Saint-Jean-Pied-de-Port yakınlarında Petrus’la karşılaştığımdan beri çok değişmiştim. Brezilya ve beni çok kaygılandıran o iş anlaşmaları kafamdan silinip gitmişti.” (P. Coelho, “Hac”, sa:104) Kafasında şimşek (gibi) çakmak : Bir şeyin perde arkasını anide sezinlemek; kafaya indirilen bir darbeden sonra duyulan his “Bunu sonradan birdenbire farkettim. Başlangıçta, yani şöyle bir ay kadar önce ziyaretlerini sıklaştırdı, hemen hemen her gün gelmeye başladı. Halbuki tanışıklığımız yeni değildi ki… Bir şeyden haberim yok… Sonra birdenbire, kafamda şimşek çaktı sanki…” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:117) “Bunu söyler söylemez de son kurtuluş zamanının geleceği, cehennem ateşlerinin söneceği ve Kurtuluşu Olmayan Oğul’un, yani şeytanın göğe çıkacağı, Peder’in elini öpeceği ve gözlerinden yaşlar akacağı şeklindeki, belki de suçlu olan üçlü düşüce, kafamda şimşek gibi çaktı. Şeytan: ‘Günahkarım!’ diye bağıracak, Peder de kucağını açıp ona: -Hoşgeldin! diyecek; hoşgeldin oğlum! Sana bu kadar işkence ettiğim için beni bağışla! Fakat düşüncelerimi dile getirmeye cesaret edemedim.” (N. Kazancakis, “El Grego’ya Mektuplar”, sa:215) “Kafasında şimşek çaktı: Kaç vakittir düşündükleri şeyi o zaman rahat rahat gerçekleştirirlerdi işte! ‘Zararlı akımlarla savaş’ diye bir dernek kurarlar, Allah Alaaaaaah...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:227) “Zavallı annesi üzüntü içinde başını sallar dururdu. Bir gün, sanki kafasında bir şimşek çakmış gibi, kızına: ‘Bütün bunların şu uğursuz pabuçlardan geldiğine seninle bahse girerim’ dedi, ‘bu havadan gelme ikram beni başından beri hoşnut etmemişti. Kim bilir hangi sihirbaz onları oraya koymuş!’ ” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:78) Kafasında tilkiler dolaşmak : Zihninde şeytanca şeyler planlamak “ ‘Seni hakikaten yalnız bırakmamak lazım, birkaç gün ortadan kaybolmaya göreyim, hemen kötü arkadaşlıklar kurmaya başlıyorsun.’ ‘Kötü niyetlisin; o kadar da sevimsiz değil sonuçta, biliyorsun...’ ‘Stanley, bana bir şey söylemeye çalışıyor olmayasın sakın?’ ‘Kafanda ne tilkiler dolaşıyor yine?’ ” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:187) Kafasını b ozmak : Sinirlenmek, kızmak “Mrs. Swithin’e kendi aralarında ‘Çıtkırıldım’ dedikleri gibi Miss La Trobe’a da ‘Patroniçe’ adını takmışlardı. Sert hareketleri, kunt gövdesi, kalın ayak bilekleri, hantal pabuçları; gırtlaktan çıkan sesi - hepsinin ‘kafasını b ozuyordu’. Ama işleri düştü mü ona koşuyorlardı. Birinin başı çekmesi gerek.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:60) Kafasını çarpa çarpa ilerlemek, yol almak : Yeterli inisiyatif ve yatırımına karşın, gerekli yöntemi: gidecekleri yolun engebe haritasını tüm ayrıntılarıyla bilmeyen yüksek zihinlerin, her şeye karşın amaçlarına ulaşmak için gösterdikleri olağanüstü cesaret ve çaba “Yalnızca bir kalemim var, tıpkı çağımın bütün yazarları gibi. Hepsi de tutkuyla değil de geçimlerini sağlamak için yazıyorlar. Üstelik onlara bakarak iki eksiğim daha var benim: 1. Onlar kitaplar yaratmanın yolunu bilirler, oysa benim hiçbir şey bildiğim yok bu konuda. 2. Onlar kendi ana dillerinde yazarlar, bense kör gibi, tek sözcüğünü bilmediğim bir gramerin bütün kurallarını kafamı çarpa çarpa yol alıyorum.” (P. Istrati, “Uşak”, sa:6) Kafasını dağıtmak : Kafasını rahatlatmak, içini boşaltmak “Babası, annesi ya da Guasco ve ailesi ona Colandrina’dan ve asla doğmayan oğlundan söz eder korkusuyla bir daha Alessandria’ya dönmemişti. Sık sık imparatorluk için yapabileceği güzel ve iyi işlerden söz ederek kafasını dağıtmaya çalışan baba olarak dikkatli ve anlayışlı Friedrich’in yanına sığınıyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:248) Kafasını dinlemek : Dinlenmek, gürültü patırdıdan kaçmak, sulh sükun içinde bulunmak “Evleri çok canlı, gürültülü, şenlikli bir yerdi; bir cümbüştür gidiyordu. İnsanlar bütün odalardan birbirlerine sesleniyorlardı; kimse saklanamazdı; kafasını dinlemek isteyen kendini dışarı atıyor, evden çok dışarda dinlenebiliyordu.” (E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:89) “İki erkek havadan sudan konuştular, derken Baird tam anlamıyla kafasını dinlemek için uzaklara gitmek istediğini itiraf etti. Bu arada Alice’le bir kez karşılaşmış ve güzel bir kadın olduğunu düşünmüş olan Campion, ‘Karının resimleri nasıl gidiyor?’ diye sordu. Baird kaçamak bir karşılık verdi ve vedalaştılar.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:61) Kafasını gözünü yararak : Yarım yamalak, yalan yanlış, zorlukla becermeye savaşarak “Hem üşüyorlar, hem de utanıyorlar. Arada sırada, anlamını bilmeden, kafasını gözünü yararak, bir tümce söylüyorlar ve konuşurken de, iri Yahudi gözleriyle aval aval bakıyorlar.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:67) Kafasını karıştırmak : Zihnini bulandırmak “<Bayan G.> hemen kocasına dönüp Kont’un peşinden giderek onu uyarmasını istedi. Ancak Komutanın oğlu bu hareketin ters etki yapacağını, onu daha da kamçılayacağını anımsattı. Markiz de, erkek kardeşinin düşüncesini paylaşıyordu. Onu mutsuz da olsa Napoli’ye zorla göndermenin bir yolunu bulmak gerekiyordu. Yoksa başı derde girecekti. Bütün bunlar ailenin kafasını karıştırmıştı.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:27) Kafasını kessen : O kadar inatçıdır ki... “ ‘... Ve de pirelendi mi çerçiliği filan şuraya bırakır da elindeki parayı kuyuların dibine sokuverir. Kafasını kessen iki kuruş hasıl edemezsin. İyisi mi? Biz elimizi çabuk tutalım.’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:126) Kafasını kurcalamak : Zihnini meşgul etmek, düşündürmek; Ne düşündüğünü araştırmak “... bunu yaparken de elini kadının omzuna koydu: ‘Şimdi, sevgili yavrum, onu nerede bulabileceğimi söyleyin artık.’ Kadın da söyleyiverdi, bunun nasıl olduğunu anlayamadı, uzun süredir kafasını kurcalayan bu sır, ruhunun derinliklerinde gizliydi oysa: ‘Prens Heinrich Oteli.’ ” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:14) “1941 yılında, Barrault’nun aklına, bir zamanlar Antonin Artaud’nun da kafasını kurcalamış bulunan, vebayla i lgili bir gösteri düzenleme fikri gelmiş. Sonraki yıllarda, bunun için Daniel de Foe’nun ‘Veba Yılı Günlüğü’nü sahneye uygulamayı daha akla yakın bulmuş. Ve böyle bir uygulamanın taslağını çizmiş.” (A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:5) “Bill Bassett’le başbaşa kalınca şöyle bir kafamı kurcaladım. Sonunda gizli bir oyunu olan bir plan kurdum. Şu hırsıza ‘çalışma’yla ‘ticaret’ arasındaki farkı göstereyim de aklı başına gelsin, dedim.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:115) “Aynı tedirgin ve telaşlı günde Veraguth büyük resmini yapıp bitirdi. Korkarak ve içinde bir huzursuzlukla hasta Pierre’in yanından atelyeye dönmüş, kafasını kurcalayan düşünceleri susturup gücünün gizini oluşturan ve karşılığını çok pahalıya ödediği o katıksız sükuneti ele geçirmekte her zamankinden çok zorlanmıştı.” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:110) “Kimilerine akıl veriyor, kimilerine acıyor, kimilerine bağışta bulunuyordu; kimilerince küçük çapta dolandırılmasına ses çıkarmıyor, bütün bu oyun ve herkesin bu oyunu canla başla oynaması, tıpkı bir zaman tanrılar ve Brahman gibi kurcalayıp duruyordu kafasını.” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:86) “Düşes’in, X. Charles’ın yönetimini kötüye kullanıp büyük paralar kazanan tanıdıklarından söz etmesi, doktorun kafasını kurcaladı, kaygılı düşünceler uyandırdı onda; kendi kendine, ‘Yirmi yıl sonra ne olacak benim durumum?’ diye sormasına yol açtı.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:78) “Oysa en önemli sorunun yanında başka sorunlar da ıstırap veriyordu Levin’e: İçten miydi bu insanlar? Numara yapmıyorlar mıydı acaba? Yoksa onun kafasını kurcalayan sorulara, bilimin verdiği yanıtları onlar herhangi bir biçimde, başka türlü, ondan daha açık seçik mi anlıyorlardı?” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:679) “Annesi! James’in aklında annesine sormak istediği bir şey vardı, aylardır sessiz sedasız kafasını kurcalamakta olan bir şey. Tiyatroda kulağına çalınan birkaç söz, bir gece kulis kapısında beklerken duyduğu birkaç küçümser alay, zihninde korkunç bir düşünceler zinciri başlatmıştı. Delikanlı bunu, yüzüne inmiş bir kırbaç vuruşuymuş gibi hatırlıyordu.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:80) Kafasının dikine gitmek, hareket etmek : İnatla bildiğini okumak, öğüt dinlememek, bağımsız olmak Bk.: Kaf asının doğrultusunda gitmek “Hep kendi kafasının dikine giderdi; profesör hırsız değildi. Başkalarının söylediklerine değil, kendi inandığına inanıırdı. Yakasından tutulup sarsıldı diye kimse kuyruğu titretmemişti. Profesör yeniden canlanır canlanmaz konuşacak, ondan sonra da herkes gününü görecekti.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:339) “Büyük teyzesi, -Size söyledim, diyordu; önlemek istedim sizi… Çok heyecanlısınız… Yapılır iş miydi bu! Bunları bilmezsiniz; hele bu, dediklerine göre hepsinden baskınmış… Doğrusu bu kadar kafasının dikine hareket edilmez.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:236) “Aklıma geçmiş seneler geldi: Çiçeği burnunda bir delikanlıyken baba evimdeki hayatı esirlikten farksız bulur, haince ve bir serüven düşkünü gibi kendi kafamın dikine, geceleri evden sıvışır, gidip geç saatlere kadar açık bir meyhanede bir şişe bira içerdim.” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:55) “Köylü başparmağıyla çubuğundaki külü bastırarak birkaç güçlü duman bulutu savurdu. ‘Görüyor musunuz? İşte akıllı geçinmenin sonu budur,’ derdi. Ben bunu ona her zaman söylerim, ama sizin rahmetli hep kendi kafasının dikine gitti.” (Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:18) Kafasının doğrultusunda : İnandığı gibi, bildiği gibi, inatla, kimseden öğüt almaksızın “Bu konuda bir şeyler bilen ana, postacıya ‘Sorar mısın!’ gibilerden bir göz attı ve: -Bari öğütlerimi dinlese... dedi. Ama her zaman kafasının doğrultusunda gider; sonra yine surat asar.” (P. Istrati, “Mihail”, sa:6) Kafasının içi çorba gibi olmak : Kafasının içi karma karışık, karman çorman, ikilemli ve kararsız olmak “Çorba, çorba! Kafamın içini düzene sokmalıyım. Onlar dilimi keseli beri, neyin nesiyse, bir başka dildir ileyip duruyor kafatasımın içinde, bir şey, ya da biri konuşuyor, sonra her şey yeniden başlıyor, ay! çok fazla şey işitiyorum, oysa kendim söylemiyorum bunları, çorba ki çorba!” (A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:29) Kafasının içi kazan gibi olmak : Yorgunluk ya da gürültüden kafası şişmek, artık bir şey duyumsamamak “-... (Güler.) Öğle yemeğinden sonra da elimde olmaksızın yatıp uyudum yine, ama kafamın içi kazan gibi, vesselam...” (A. Çehov, “Martı”, sa:26-7) Kafasını takmak : Fikri sabit halinde bazı fikirlere takılmak, zihni daima onunla meşgul olmak Bk.: Kafayı takmak “Bizim bölükte Şits diye bir er vardı; Porjiçili iyi bir çocuktu, ama biraz yobazdı, hem de ödleğin tekiydi. Fakir, tatbikatlarda korkunç şeyler olacağına kafayı takmıştı bir kere; yolda susuzluktan sapır sapır döküleceğiz, sıhhiyeler bizi bir bir toplayacaklar diye ödü patlıyordu.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:430) Kafasını taşlara vurmak : Kızgınlık ya da pişmanlıktan dolayı, yaptığı bir olaydan son derece esef duyarak gerçek ya da mecazi olarak bunu yapmak “Maria bu yüzden bir süre Tanrı’ya isyan ettiyse de, sonunda adet görmeye alıştı. Oğlanın yokluğuna ise, alışamıyordu bir türlü; dünyada en çok arzuladığı kişiden kaçmak gibi bir aptallık yaptığı için kafasını taşlara vuruyordu.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:15-6) Kafasını toplamak : Bir kendine gelip düşüncelerini bir hizaya getirmek, sakinleşmek “Karanlıktı. Susan duraklayıp kafasını toplamaya çalıştı. Silahın sesi kafasında susmak bilmeksizin çınlayıp duruyordu. Yerdeki kapaktan yukarı doğru sıcak buhar çıkıyordu, tıpkı patlamak üzere olan bir volkanda gibi.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:332) “Ayin bittiğinde, Petrus beni sırada bir başıma bıraktı, keşişlerin çıktığı kapıdan çıktı gitti. Oturduğum yerden bir sürü kiliseye göz gezdirdim; benim de dua etmem gerektiğini düşündümse de kafayı toplayamadım. Suretler, sanki çok uzaktaydılar, Santiago Yolu’nun Altın Çağı gibi bir daha geri gelmeyecek bir geçmişte kalmış gibiydiler.” (P. Coelho, “Hac”, sa:51) Kafasını uçurmak : Kellesini kesmek, öldürmek “Fischerle bu tür olaylara daha önce tanık olmuştu. Kendisi de, buna benzer işlere kalkışan bir kadın tanıyordu. Kien’in gözterdiği güvene karşılık olmak üzere, onun kulağına gizemli bir öykü fısıldadı, ama gene de güvenine saygı gösterilmesi gerektiğini tekrar tekrar belirtmekten kaçınmadı; bu anlattığı duyulursa kafasını uçururlardı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:293) Kafası şişmek : Gürültüden ya da çok uzun süre -pek de hoşlanmadığı konuları- dinlemekten mankafa olmak “PROMETHEUS Biliyordum bana bu bildiriyi getireceğini, İleri geri konuşup kafamı şişireceğini.” (Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:89) “Herkes bir ağızdan konuşuyordu. Kimse imparatorluğu sevmiyordu. Doktor Juillerat Meksika seferini eleştiriyor. Rahip Mauduit İtalya Krallığının tanınmasına karşı çıkıyordu. İmparatora bir ders vermek gerekiyordu; seçimlerde ona karşı oy kullanılmalıydı. Bir süredir izlemekten yorulmuş olan Trublot söylendi: -Kafam şişti.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:98) Kafasız : Aptal, pek de zeki olmayan “Koca sıska Pedro başparmaklarını çeviriyor, öteki de uyumamak için zaman zaman başını oynatıyordu. -Işık ister misiniz, diye Pedro birden sordu doktora. Beriki, başıyla ‘Evet,’ dedi. Doktorun bir meşe oduna kadar kafasız olduğunu düşünüyordum.” (J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:19) Kafasız katıra yem olmak : İspanya’da popüler bir inanışa göre, yabanıl yerlerde yaşayan, zincirlenmiş ve fakat kafasız, bulduğunu yiyen vahşi bir hayvan. Coelho’nun yorumuna göre, bu hayvan aslında papazın metresidir ve katıra dönüştürülmüştür. Kanımca, suçluluk hissinden dolayı, insanın kendisini cezalandırmasını hedefleyen bir zihin ürünü “Hiç bitmeyecek gibi gelen tatil sırasında, Maria bir sabah bacakları kan içinde uyandı ve öleceğini sandı; oğlana bir mektup bırakmaya karar verdi, hayatının büyük aşkı olduğunu itiraf edecekti ona. Sonra, sertao’ya (Koruluk, ormanlık) dalıp bölgedeki köylüler arasında dehşet saçan yabani hayvanlara, kurt-adama ya da kafasız katıra yem olmayı tasarladı.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:15) Kafa şişirmek : Çok konuşarak başağrıtmak, kafayı kazan yapmak, sürekli dır dır etmek “YEPİHODOV - Sabah ayazı, eksi üç, ama vişnelik baştan aşağı çiçeğe kesmiş. Şu bizim iklimi beğenmiyorum. (İçini çeker.) Beğenmiyorum..... Ha, Yermolay Alekseyeviç, izninizle ekleyeyim, şu çizmeleri alalı üç gün oldu, bir gıcırtı bir gıcırtı, deme gitsin. Neyle yağlamalı dersiniz? LOPAHİN - Yeter. Kafa şişirdin.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:104-5) “Beni hangi ilaçla iyileştirdiği ile kafanı şişirmek istemiyorum. Ne kadar çok tiksindiğini hala çok iyi biliyorum. Korkunçtu. Ama asıl iyileşme süreci, sivri bir kemikle -kutsal bir kemikle- sinekler tarafından derimin altına gömülmüş olan beyazımsı oluklar yardığında başladı.” (M. Krüger, “Tuhaf Bir Öykü”, sa:85) “Ninemin tüm öğleden sonralarını dolduran; Laura Teyzemin, Olga Yengemin, Gaby Yengemin ya da çok sayıdaki kuzinlerimin evlerine gittiğimde (Ailemiz Kitabı Mukaddesteki aileler kadar geniş ve birbirine tutkun olup ‘mutena semtlerden’ Miraflores’te ikamet ederdi.) durmadan kafamı şişirdikleri o dizilerin hangi kalemlerden çıktığını hep merak etmişimdir.” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:9) “O, O’Hara ailesinin kibarlığının, kendisi gibi bir zenci kadının mırıldandığı şeylere kulak vermelerini böyle hareketlerle sağlamak istiyordu. O şunu bliyordu ki, beyazlar kibarlıklarını koruyabilmek için sağır gibi davranırlar. Hatta, o yandaki odada kafa şişirecek kadar yüksek sesle söylese bile...” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:95) “-Sesini keser misin sen, yılan yavrusu; şeytanın dölü! Bu söz üzerine beş kadın, hepsi birden kafa şişirircesine, ‘Şeytanın dölü! Şeytanın dölü! diye haykırmaya başladılar.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:54) “Kadın ona doğru dönmeden yanıtladı: -Gebeyim. Jules ayağa fırladı: -Ah! İkisi de kafamı şişiriyorlar! Onlara dürüst davranıp açıkça söylemek istedim.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:64) Kafa tutmak : Direnmek, isyan etmek, dikleşmek, inat etmek “ ‘Şu dürzünün oğlu, kafa tutmayı bıraksa da, kalkıp bir düğün yapsak, kurtarsak irezillikten. Ali’nin oğlunu, Veli’nin gızını boşverse, kendini sevdirse... Damalı’da döl çoook! Gelenleri okutsa yeter. Hem de kendini harabetmese!..’ dedi. İyice dondurdu ki buraya bir ‘kancık’ ister. Çekip çevirsin adamakıllı.’ ” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:20) “ ‘... Evinin önüne ev yapmaya kalktılar da sen bile kudurdun bak! Kendin pek mi yüreklisin aslında? Yüreğe bakmaz o! Yürek diye bir şey yoktur! Damarına basarsan herkes yüreklenir, herkes Bolu beyine kafa tutan bir Köroğlu kesilir.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:150) “... Kafa tutmak geldi içinden, işten ayrılmayı düşündü; izbe bir avludaki pis bir dükkanda çalışsaydı, elektrik kablosu, baharat, ya da soğan satılan bir yer...” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:8) “Bu işkencenin ötesinde, her güçsüzlük, onun çocuksu, budala yüzünü aşka teslim ediyor, oysa pek buıyurgan olmayan bir yürek bile bu zoraki ve şaşkın saçmalığa kafa tutardı.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:280) “VALİ - Her şey düzelecek. İşin kötüsü, bugün ava gitmek istiyordum. Bu gibi şeyler de, hep insanın önemli bir işi varken olur. Ne yapmalı dersiniz? BİRİNCİ KADI - Sırf önem vermek için de olsa, avı aksatmamalısınız. Bütün kent halkı, kafa tutmakta gösterdiğiniz inadı öğrenmeli.” (A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:31) “Ancak, bir yandan öğretmenleri tekmeleyip, diğer çocuklara kafa tutarken, bir yandan da aynada bu gösterisini büyük bir doyumla seyereden kişi ‘Melek’ten başkası değildi!” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:147) “Tacirlerin yanındaki seyisinden fazla nazik olmayan biri, attan düşmüş bu zavallının kafa tutmalarına tahammül edemedi, böğürlerine bir karşılık yolladı. Kargısını elinden aldı, unufak etti, bu parçalardan biriyle Don Quijote’yi öyle bir ıslattı ki, zırhına rağmen, değirmenden geçmiş buğdaya çevirdi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:32) “Geceleri vadi yolundan geçenler, tanrıların ve tanrıçaların kahkahalarını duyduklarına yemin ediyordu. Böyle olduğuna inandıracak bir kanıt gösteremeseler de, tanrılara kafa tutmaya kimse cesaret edemiyordu.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:59) “Maria nadir sohbetlerinde, arkadaşlarında ne üzüntü, ne suçlıluk duygusu, ne hüzün görmüş, sadece bir anlamda kaderlerine razı olduklarını hissetmişti. Bir de tuhaf, meydan okuyan bir bakış, sanki kendileriyle gururlanırcasına, bağımsız bir ruh ve güvenle dünyaya kafa tutarcasına.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:154) “Tanrı yılı 1204’ün ya da Bizans’ta hesaplandığı gibi, dünyanın başlangıcından itibaren geçen altı bin yedi yüz on iki yılın, 14 nisan Çarşamba sabahı, barbarların Konstantinopolis’i tamamen ellerine geçirişinin ikinci günüydü. Geçit töreninde zırhları, kalkan ve miğferleriyle göz kamaştıran Bizans ordusu ve iki ağızlı korkunç baltalarla donanmış İngiliz ve Danimarkalı paralı askerlerden oluşan imparatorluk muhafız alayı, cesurca savaşarak daha Cuma günü düşmana kafa tutmuşken, Pazartesi günü düşman surları aşıp kente girince sonunda teslim olmuştu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:22) “Tartışmacılarla safsatacıları - Dodonos’un en büyük kazanlarından daha fazla gürültü eden ve en az gevezesi yeryüzünde bulabileceğimiz en geveze yirmi kocakarıya kafa tutmaya yeterli şu adamları - aynı sınıfa koyalım.” (D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:97-8) “Ardından Fransızcayı kafa tutarak şarkılaştıran kaldırımların kızı çılgın lumpen unutulmaz Piaf. Mezarına gene kilisenin aforozu yüzünden dini törensiz götürülmüştür. Her şeyi gözüpek, doyumsuz yaşamış bu kadınların erkek olan kilise başlarında afaroz edildiklerini düşünmeniz doğaldır. Üstelik, siz hiç kadın papa gördünüz mü?” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:57) CLAIRE - Beyefendiyi polise yakalattırdım, onu ele verdim diye sana kul köle mi olayım? ..... Ama sen benden yana çıkacağına bana kafa tutuyorsun ha? Dulluktan bahsediyorsun. Beyefendi ölmedi ki, Claire...” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:9) “Olumlu felsefeye kafa tutan bir de olumsuz felsefe vardır. Şirretler, ahlak sistemleri kurmaya çalışan feylesoflara şöyle bağırıyorlar: ‘Her şeyde gerçek aramak zoruyla boşuna yoruluyor, hiçbir şey bulamıyorsunuz. Gerçek... Gerçek... Bu ne kadar gözlere görünmez, duygulara çarpmaz bir şey. Bu işe yaramazı bırakalım, zıtlarını alalım. Yanlış, yalan, dolan... Hayırdan kaçalım, şerre sarılalım...” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:360) “O anda karşısına dikilen memur kadın: ‘Ne oldunuz...?’ dedi, ‘beklemeyecek misiniz?...’ Hızla başını kaldırdı: ‘Hayır...’, dedi. ‘gidiyorum.’ Gözlerini, kafa tutarcasına kadının yüzüne dikmişti. Birden, şaşkınlıkla titredi, ağzından, onu yıllarca önceye götüren bir isim döküldü: ‘Gönül...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Yedinci Gün”, sa:139) “ ‘Sen burada kal, Albert,’ diye sesini yükseltti Bay Veraguth. ‘Yemekteyiz görüyorsun!’ Albert, öfkeyle babasına dikti gözlerini ‘Ben annemle yiyeceğim,’ dedi kafa tutarak.” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:106) “Bakışlarımız karşılaşıyor. Anlaşıyoruz. ‘Seni ele vermeyeceğim.’ ‘Biliyorum.’ ‘Bildiğin ne?’ diye aklımdan geçiriyorum. ‘Artık yürüyüş yapmaktan bıktım. Hem kumanda edilmeye de katlanamıyorum. Senden iki yaş büyük olan herkes sana kafa tutuyor. Sonra da şu tatsız tuzsuz nutuklar, hep aynı şeyler, bir sürü saçma.’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:134) “Bu arada kalkınmak için korkunç çabalar harcayan bir yaralı vardı, bu Alexis idi. Alexis, yine de hasmına kafa tutmayı sürdürüyordu, birden ağlamaklı bir sesle: -Codine imdat... Beni öldürüyorlar! diye bağırdı.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:45) “Hele bir evlenme işinden dolayı kendisine kafa tutan kızına vicdan ve ahlak dersi vermeye kalkışan babanın kız tarafından durmadan sinik kahkahalarla karşılanışı, insan üzerinde adeta Rigoletto operasındaki gülüşler gibi bir dram, bir tragedia etkisi yapıyordu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:199) “ ‘Bana, bir aşık gibi kafa tutuyor!’ diyecekti. Halbuki, Hakkı Celis artık Seniha’yı sevmekten veyahut sevmiş görünmekten tiksiniyordu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:181) “Ay, ay, ay! Etem, son günlerde adeta bana kafa tutmaya başladı: -Sen görürsün, diyor; yarın, öbür gün bahar gelir, bizimkiler dönerler Büyükdere’den, şuradan buradan, Topçular’dan Vidos’a... Bulaşırlar bahar ve idrellez <Hıdrellez> eğlencelerine... O zaman da Nazlı da hangi cehennemde ise çıkar gelir, oradan bu yana... Gülizar da zati bu yaz daha kıyak şarkı, ninni söylemek için içer boyuna şinci <şimdi> yumurta, süt... Zati kafir kız, sevmez de artık eskisi gibi...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:170) “Dağda ufak tefek eşkıya kalmamıştı. Hepsi sinmişti. Çakırcalı’ya bir iki eşkıya kafa tutuyordu. Bunların birisi de Kamalı Zeybek’ti: Kamalı Zeybek ondan çekinmiyordu.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:93) “İster doğru olsun ister yanlış, bu ince alay, sorunu pekala ortaya koyuyordu. Aynı silahlarla, bir halk dünyanın en güçlü ordusuna kafa tutabiliyorken, bir diğerinin küçük bir komşusu karşısında yenilgiye uğraması nasıl açıklanabilirdi ki? Kimileri için yanıt apaçıktı: Geleneksel ulusalcılıktan, ‘burjuva’ ya da ‘küçük burjuva’ ulusalcılığından kurtulup ‘tutarlı’ bir devrimci ideoloji, kazanan halkların ideolojisini benimsemek gerekiyordu.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa: 123-4) “Bu taştan tahtı uzun süre gözledim ama yanaşmaya hiçbir zaman cesaret edemedim. Bu, tehlikeden korktuğum için değildi, köyde, kayalıklar arasında oynardık ve küçük bir çocukken bile, benden büyüklere, kayaların en tehlikeli yerlerinden kafa tutardım.” ..... “Ne var ki, Rukoz, Dağ Emiri’nden bir himaye mektubu edinmişti, bir diğer mektup da Mısır Hidivi’nin imzasını taşıyordu; bir üçüncüsü de Patriğin kendi yazdığı mektuptu. Şeyh bütün bu yüksek kişilerin tümüne birden kafa tutacak çapta değildi.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:11;63) “Upuzun, sert tırnaklara sahip olan, ayrıca iyi bir askeri eğitimden geçmiş bulunan Beatriz, kendisini arabadan çıkarmaya çalışan delikanlıya kafa tutarak, ‘Dokunma bana!’ diye bağırdı. Çocuk irkilmiş, Beatriz, onun da kendisi kadar sinirli olduğunun, her şeyi yapabileceğinin farkına varmıştı.” (G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:10) “Dadı sevdiği yiyecekleri obur gibi yerdi. Scarlett’i çok sever ve ondan gurur duyduğu için bütün zamanını genç kıza nasihat etmekle ve ara sıra paylamakla geçirirdi. -Efendiler gittiler mi? Niçin onları yemeğe davet etmediniz? Ben Pork’a haber vermiştim sofraya iki tabak fazla koyması için. Miss Scarlett niye kafa tutuyorsunuz?” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:38) “Daha söyleyeceğin lakırdıyı söylemeden halka kafa tutmak (...) şişirmek ne demektir? Hem bir yandan alçakgönüllülük kuralını bozmamaya çalış, hem de öte taraftan Nefi’nin övünmeleri gibi fahriyeler yap! Buna en büyük halt denilmez de ne denilebilir?” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:19) “Zavallılar denize hep korka korka çıkarlarmış ve yalnız yazın engine açılmaya yürekleri varmış. Şimdiyse artık, pusula elde, rüzgarlara kafa tutar olmuşlar.” (Th. More, “Utopia”, sa:18) “SAAT DİLİMLERİ -------------------------Belki dışarıda daha büyük bir kuş ötüyor ufacık tapınağımızı yayarak eski Roma giysisini. Bir an için. Bir papaz kuşu. Bir gece kargası. Ya da peguenlerin, katran kovasını fırlatan. Bir göz kırpma. Kafa tutması kirpiklerin. Saniyeden de kısa. Tepeden tırnağa karanlıktan. Tatlı kadın. Oturuyor orada, gündüz düşü görüyor.” (Charl-Pierre Naude<d.1958>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06) “Sanki biri beni alıp yere savurmuştu. Ama bunu tahmin etmeliydim! Ne yapıp edip beni yakalamıştı. Üstelik elinde kanıt da vardı, dava dosyası. Bunun ne olduğunu bilmiyordum, ama benim bir kadınla beraber olduğumun belgesi olduğuna kalıbımı basardım. İpin ucu kaçmıştı. Daha bir dakika önce, bir hiç uğruna Birmingham’dan çağrıldığım için ben ona kafa tutarken, şimdi durum birden tersine dönmüştü.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:265) “ ‘... Ben iyi bir şair olmazsam kendimi öldüreceğim. İyi bir karar bu. Ölümü korkusuyla çırpınarak, takma dişlerim ağzımdan düşmesin diye kıvranarak yaşayacağıma, ölüme ben kafa tutarım. Coştum! Şiir vakti geldi, ama ben hala burada oturuyorum!’ ” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:161) “-Atıştılar, dedi Lulu, belli belirsiz. Küçük de ona katlanmazdı, kafa tuttu, ağız dolusu küfretti. Çünkü Henri kötü yetişmiş diyordu ona. Bunu bilir bunu söyler; buruluyordum. Sonra Henri kalktı, odada kahvaltı ediyorduk ve bir tokat attı; öldürecektim onu.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Hayatlar II”, sa:117) “E. ANTIPHOLUS - Sinyor Angelo, kusura bakmayın. Geç kaldım mı karım pek hırçınlaşır. Ona zincirini yaptırmak için sizin dükkanda kalarak geciktiğimi ve zinciri yarın eve getireceğinizi söylersiniz. İşte bana kafa tutan habis de şu. Sözde Pazar yerinde bana ralamış.. Ben onu dövmüşüm..” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:38) “Kafa tutarak gidip malikanelerine kapanan ve öc almaya susamış bir halde geri dönen bu adamlar arasında del Dongo markisi özellikle aşırı öfkesi ve şiddetiyle dikkati çekiyordu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:25) “Sabah, sen suratıma kapıyı çarpınca, tanrım ne üzülüyordum, nasıl ağlamak istiyordum! Sana kafa tutabilecek gücü nereden bulacağımı bilemiyordum. Sen de seksen yaşına gelirsen, göreceksin ki insan bu yaşta kendini eylül sonunda bir yaprak gibi hissediyor: Günışığı daha kısa sürüyor...” (S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:15) “Herifler adeta bize kafa tutuyorlardı. İki eliyle hala dizini oğuşturan Fridrih’e: -Arkadaş, böyle münasebetsizlere yapılacak şey malum. Haydi bakalım, dedim.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:295) “Chicao’nun <Çiko> güçlü, kaslı kollarına bakarken gençlik günlerini nerdeyse özlemle anımsadı. ‘Önce iyi bir ütüledi beni ama, ardından öyle bir ödedim ki borcumu, onun istediği de buydu zaten.’ ‘Elbette ya! Kadın kısmı sevdiği adama kafa tuttu mu, çok geçmez, dayak yemişten beter olur.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:39) “Hesse’ye başkaldıran, toplum dışına çıkmayı deneyen, gençliğinde anne-babasına ve geleneklere kafa tutan, sonraları ise savaşa ve yaşadığı dönemdeki politik duruma cephe alıp protestolarda bulunan, ‘her insanın kendi bireyselliğini özgürce gerçekleştirmesini’ sağlamak için şaşmazlıkla ve ödün vermeksizin çaba harcayan, bunu bizzat yaşayan, bunun hocalığını yapan bir insan gözüyle bakıldı.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:215) “Okullarda, Rus örneğine uyularak kurulan öğrenci komiteleri, öğretmenleri kontrol altında bulunduruyor, ‘öğrenim planı’nı -çocuklar ancak hoşalrına gideni öğrenir olmuştu- değiştiriyordu. Yürürlükteki her şeye karşı, salt başkaldırmak isteğiyle, kafa tutuluyordu.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:371) Kafa tütsülemek : Kafayı çekmek, içki içmek, sarhoş olmak “Idaho’nun sözlerinden anladığıma göre, Homer Keyem denen köpek herif için yaşam, kuyruğuna bağlı bir teneke kutuydu. Korkudan soluğu kesilinceye kadar koştuktan sonra oturup kuyruğundaki tenekeye bakar: -Mademki çıkarıp atamıyorum, gidip meyhaneciye doldurtayım da birlikte kafaları tütsüleyelim, derdi.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:65) “Yemek üç saat sonra sona erdi. Ev sahibi peçetesini masaya bıraktı. Konuklar kalktılar. Kahve içip iskambil oynayacakları ve yemek salonunda keyifle başladıkları kafa tütsüleme işini sürdürecekleri, konuk salonuna geçtiler.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:68) “HIRSIZ - O bizim takımdan değil Kaptan. Ailenin iki kolu vardır: bir kafa ütüleyenler, bir de kafayı tütsüleyenler. O ütüleyen cinsinden ben tütsüleyen. Ama bu bana silah çekmek hakkını vermez köftehora.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:93-4) Kafa ütülemek : Etki etmek amacıyla sürekli konuşmak, ikna etmeye çalışmak, uzun uzun nutuk çekmek, gevezelik etmek “FİRS - Keyfim yok. Eskiden balolarımızda generaller, baronlar, amiraller dans ederdi.... Rahmetli efendim, büyükbaba, her hastalığı mühür mumu tozuyla tedavi ederdi. Yirmi yıldır, hatta daha fazla, bu tozdan alıyorum, belki de yaşamamın nedeni bu. YAŞA - Kafa ütüledin artık dede. (Esner.) Tez elden nalları diksen iyi olacak.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:153) “Tugaydan gelen habere bakılırsa, yakında yola çıkılacaktı, tümenden emir beklenmekteydi. Tekmil erat hazır beklemeli, komutanlar birliklerini teyakkuza geçirmeliydi. Bir gün önce söylediklerini bir kez daha yineleyip savaşın gidişatı konusunda epey kafa ütüledikten sonra, askerin savaşçı ruhunu köreltecek hiçbir şeye izin verilmemesini istedi.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:426) “ ‘Eğer bir seyahate çıkman ve babanın hayatının izini sürmen teklif edilseydi, kabul eder miydin?’ ‘Ne tehlikesi var? Ben kendi adıma, böyle bir seyahate çıkmam ve dünyanın bir ucuna gitmem gerekse, bunu annemin hayatından izler bulmak için yapardım sadece; ayrıca en iyi arkadaşım olarak seçtiğim bir deliyle zaman kaybetmek yerine, çoktan uçağa binmiş ve hosteslerin kafasını ütülemeye başlamış olurdum.’ ” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:76) “Beşinci sınıf avlusunda durdu. Avluyu geçmeyip nöbetçi kulübesine doğru ilerledi. Çarşamba günüydü, mektup gelmiş olabilirdi. Girişte öğrenciler birikmişti. ‘İzninizle. Nöbetçi subay beni çağırmış.’ Kimse yerinden kıpırdamadı. ‘Kuyruğa gir,’ dedi biri. ‘Mektup için gelmedim,’ dedi Alberto. ‘Subay çağırtmış.’ ‘Kafa ütüledin. Burada herkes kuyruğa girer.’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:164) “Mario: -O kız Sedan’lı, diye anlattı. -Neresi o? diye sordu Daisy. -Kuzeyde bir yer. Daisy, omuz silkti: -Eee, ne halt etmeye gelip kafa ütülüyor öyleyse, dedi. Kuzeyliyse, alışkındır döğüşe.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:169) “Telefonculardan biri: -Yeter ulan, dedi, kesin şu lafları! Zamanı gelince konuşursunuz. Kafa ütülemeyin şimdi!” ((J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:110) “HIRSIZ - O bizim takımdan değil Kaptan. Ailenin iki kolu vardır: bir kafa ütüleyenler, bir de kafayı tütsüleyenler. O ütüleyen cinsinden ben tütsüleyen. Ama bu bana silah çekmek hakkını vermez köftehora.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:93-4) Kafa vurmak : Çocukların havada uçurtmaları baş başa kavga ettirmeleri “Siz hiç parlak bir uçurtma gördünüz mü... baştan başa yaldızlarla süslü, göklerde süzülen, çocukluğun o dev kelebeklerinden birini? Çocuklar, bir ara ipi unuturlar, oradan geçen biri ipi koparır; -okul çocuklarının deyimiyle söyleyelim- ‘kafa vurur’, korkunç bir hızla düşer. Carlos’un söylediklerini dinlerken, Esther de öyle oldu.” (H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:199) Kafaya almak : Konu ciddiymiş gibi yaparak alaya almak Bk.: Kafalamak Kafaya dikmek : Su, şarap vb içecekleri, şişeden bardaktan ya da kadehten, başını kaldırıp, ağzını ardına kadar açarak boğazından aşağı yollamak “BİR BARDAK SU <Musica para sordos-Sağırlar için Müzik’den> Bir bardak suyu dikmek kafaya kusursuz bir eylemdir, şiddet dolu bir eylem. Bir bardak suyu dikmek kafaya saydamlığı öldürmektir katıksız sessizliği içmektir. Sessizliği içmek. İçmek yaşamak gibidir su içmek ölmektir.” (Rafael Courtoisie<1837-1885>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap”, 14.08.08) Kafaya koymak : Bir işi yapmak konusunda kararlı olmak “Oksijenle azotu birbirinde ayırt edemeyen, ancak her şeyi inkar eden bir iki kimya öğrencisiyle birlikte, Stnikov’da Elissievitch’in arkadaşlığında ‘büyük adam’ olmayı kafaya koymuştu.” (I. Turgenyev, “Babalar ve Çocuklar”, sa:268) Kafaya(ı) takmak : Zihnini işgal etmek, bir düşünceyle obsede olmak “ ‘Takma kafana Jack,’ dedi. ‘Bir öneride bulundular diye, bunu ille de kabul etmemiz gerekmez.’ ”...... “ ‘Evet, ama yarın ölmüş de olabilirim. Ne olacağını hiçbir zaman kestiremezsin.’ “ ‘İşte onun için kafayı takmamak gerek ya!’ ” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:104;198) “Kızın arkasından bakarak öfkeyle bir küfür savurdu. ‘Ne istiyor bu kel besleme bizden?’ diye söylendi. ‘Durmadan sırıtıp geçiyor yanımızdan.’ Öbürü eğilmiş, dikkatle suları kolluyordu. ‘Takma kafana,’ dedi. ‘Küçük orospu, güzel olsa neyse...’ ” (P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:85) “...Alan’ın ne demek istediği hakkında en ufak bir fikrim yok. İhtiyara ve onun parasına niçin bu kadar kafayı takıyor? Sanki kendisi çuvalla para kazanıyormuş gibi. Ama bütün bu işlerde onu rahatsız eden bir şey var, sanki ihtiyar, ambarı Batı Hint Adakarı’ndan gelen altınlarla dolu olduğu halde açık denizde batan ve Alan dalıp kurtarmazsa sonsuza kadar yok olacak bir İspanyol kalyonuymuş gibi.” (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:58) “ ‘Onlar artık Latinlerin elinde iki rehineydi, IV. Aleksios onların maskarası olmuştu: bir keresinde, sıradan bir asker gibi onlarla birlikte eğlenirken, altın yaldızlı miğferini çıkarıp kendi kafalarına taktılar. Hiçbir basileus asla bu kadar küçük düşürülmemişti.’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:488) “ROSA - Biliyorum. Ama perşembe günü kitaplarına bile bir göz atmamış..... Gazeteleri bile okuyorum. Her şeyden haber ver artık. (Bir an.) Ama o, bunların hepsini kafasından atmış! Plutark, Suetonius, bütün kitapları ve beni. LUCIA - Takma kafana. Her şey yoluna girer.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:42) “Kont beni meclisten attı. Şeytan görsün! dedim, açık havaya çıkmak benim için daha iyi oldu. -İyi, dedi, bu işe kafayı takmaman.” (J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:98) “Sonra birden Şvayk’a dönerek, ‘Ne o, yoksa kazanacağımıza inanmıyor musunuz?’ diye sordu. Siz de savaşa taktınız kafayı,’ dedi Şvayk. ‘Elbette kazanacağız. Başka yolu yok. Ben artık evin yolunu tutsam iyi olacak.’ Şvayk, hesabını ödeyip meyhaneden çıktı, evinin yolunu tuttu. Kapıyı anahtarla açanın Şvayk olduğunu görünce, yaşlı hizmetçi Bayan Müller’in etekleri tutuştu.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:73) “ ‘Katmerli, yağlı ballı bir kahvaltı yapalım. Taze tereyağı istiyorum, hem de bu sabah yayılmış. Hem de üstünde ayran kabarcıkları olan. İnce Memedi de takma o kadar kafana. Altı üstü zavallı bir köylü.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:363) “Davetiyeleri, kurtulmak istercesine çabuk çabuk çıkarıyorum zarflarından. Bir süredir kafayı taktığım şeylerden biri de, iki soyadlı kadınlar. Allahım ne kadar çoklar! Yakında Çin Halk Cumhuriyeti nüfusu kadar edecekler.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:107) “Hüzün dediğim duygunun dünyaya, maddi çıkar ve zevklere fazla bağlanmanın bir sonucu olduğunu ima eden birinci görüş, ‘eğer bu geçici dünyaya fazla kafayı takmasaydın, yani gerçek, iyi bir Müslüman olsaydın zaten bu dünyadan kaynaklanan kayıplarla fazla ilgilenmezdin’ diyor bize.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:92) “Putnam duraksadı. Sonra sesini alçaltarak devam etti: ‘Dante yüzünden geleceğin kararacak Holmes. Manning’in sana, şiirine yapabileceklerinden korkuyorum.’ ‘Manning küçük kulübümüzün yaptıklarını beğenmese bile bana kafayı takmaya hakkı yok.’ ” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:57) “ ‘Belki o bile yollayamazdı,’ dedi Osman hoca. ‘Bu herif birşeylere içerledi.’ ‘Kafaya takmış bir kez, yer yerinden oynasa da gitmez artık İstanbul’a,’ dedi Berber Ziya, için çekti.” (T. Yücel, “Bıyık Söylencesi”, sa:106) Kafayı bozmak: Kafa karıştırmak, kafaısnı kızdırmak “ ‘Merhaba Elsie.’ ‘Siz gerçekten,’ diye sordu, ‘sarhoş olunca eşyaları ve camları kırıp ellerinizi parçalar mısınız?’ ‘Hı, hıı.’ ‘Bu işler için biraz yaşlısınız.’ ‘Bak Elsie, kafamı bozma benim...’ ” (Ch. Bukowski, Büyük Zen Düğünü”, sa:9) “-Kafamı bozmayın, yoksa tokadı yersiniz! diye dikleniyordu ufak tefek adam. Bachelard sesini daha da yükseltip meydan okudu: -Bakın kötü olur sonra!” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:19) Kafayı bulmak : İçkiden sarhoş olmak “Bir gece Pozzi yemekten sonra beş altı bira içip iyice kafayı buldu. Sinirliydi ve bir süre sonra yerinde duramaz olup treylerin içinde volta atmaya, adamlara ağzına geleni verip veriştirmeye başladı.” “İkisi de şampanyaya alışık olmadıkları için, köpükler hemen etkisini göstermiş, daha şölen başlamadan kafayı bulmuşlardı.” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:129;151) “Yakın masalardaki sarhoş ve uyuşturucuyla kafayı bulmuş tipler artık histerik bir durumdaydılar. İki Ses ayağa kalktı ve Becker’a dudak büktü. ‘Benden ne b.k istiyorsun?’ ” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:212) “Tartışma Biliyor musun dedim Mark’a çok kızgınım sana. Hayır dedi o sen kafayı bulmuşsun. Yatakta yatmış uyuyan Brad’i çiziyordu. Evet dedim, hem de adamakıllı buldum kafayı. Ateşin karşısına oturdum, ısıtmak için ayaklarımı uzattım ateşe.” (Gregory Corso-Nazan Büyüm; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.03) “ ‘Nuh yazı yazmasını biliyor muydu peki?’ diye soruyordu Boron. ‘Nuh yalnızca iyi şarapla kafayı bulmayı biliyordu’ diyordu Boidi, ‘hayvanları gemiye yüklediğinde zil zurna sarhoş olmalıydı, sivrisinekleri abarttı ama tekboynuzları unuttu, işte onun için artık tekboynuzlar yok.’ ‘Var, var...’ diye mırıldandı Baudolino, birden keyfi kaçmıştı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:491) “Yıllar boyunca, insanların bakışlarıyla kendilerini içki bakımından değerlendirmesine alışmışlar: kafayı bulmuş’, ‘çakırkeyif’ gibi. Yortudan birgün önce, okul dönüşünde teyzem M...’e rastladım. Tüm tatil günleri aynı şeyi yapmaya alışıktı, boş şişelerle dolu torbası elinde kente gidiyordu.” (A. Ernaux, “Bir Kadın”, sa:25) “Çaresiz bir kadın, şayet soğukta, karnı aç, mavi lame elbisesiyle, kıçı donmuş bir şekilde kendini sokaklarda bulmuşsa… içtiği içkilerden kafayı bulmuş… bir otelde…” (D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:44) “Mrs. HARDCASTLE - Sen hiç korkma, zaten meyhanedeki sözleri de oldukça bilirim: ‘Bir şey mi emrediyorsunuz, efendim? Aslanlı masaya bakın, melekli pipoya maşa ve tütün. Kuzulu masadaki adam yarım saattir kafayı buldu…’ gibi.. yerine göre sözler.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:71) “Çelkaş delikanlıya baktı, alaycı bir gülümsemeyle: -Kafayı buldun!.. dedi. Seni gidi domuz yavrusu!... Daha beşinci kadehi bile içmeden!.. Nasıl çalışacaksın şimdi?” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:73) “ ‘Ama duyduğuma göre, o kadar korkunç, o kadar iğrenç laflar etmiş ki, idamı seyreden savcılardan biri keçileri kaçırmış. Laf yayılmasın diye, adamcağızı hala hücrede tutuyorlarmış. Hani, milletin kafayı bulduktan sonra İmparator Hazretleri’ne savurduğu beylik küfürlerden değilmiş.’ Bu kez, ‘Peki, millet kafayı bulunca İmparator Hazretleri’ne ne gibi küfürler savuruyormuş?’ diye sordu Bretschneider....” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:35) “Ilımlı bir geveze olan Abner Amca hala konuşuyordu: -‘İhtiyar Mike kafayı buldu mu kendini hep Gezginci Yahudi sanır...’ ” (O. Henry, “viski soda’, sa:95) “Meyhanede içip kafayı bulmalar babam için geçmişe karışmıştı artık. Günde iki kez bir bardak doldurup kendisine verdiğim kaliteli güney şarabını suratnı asarak yudumluyordu...” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:158) “ ‘Hiçbir şeyi unutmamış,’ diye geçirdi içinden bir şükran duygusuyla. ‘Yalan değil, son bir kez biraraya geldiğimizde hemen sadece Mosel şarabı içmiş, hatta bir akşam iyice kafayı bulmuştuk.’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:15) “2. UŞAK - Fıçı fıçı bira. 1. UŞAK - Fıçı fıçı şarap. 2. UŞAK - Fıçı fıçı cin. 1. UŞAK - Ben düşüncesiyle bile kafayı buldum.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:313) “ ‘Bir dakika beyler! Bu ev kimin evi, bana söyler misiniz, senin mi, benim mi? İki kere iki dört eder. Lütfen söyler misiniz?’ ‘Tanrı’nın,’ diye cevap verdi Petrus, birkaç kadeh yuvarlamış, kafayı bulmuştu. ‘Tanrı’nın, Zebedi, haberi duymadın mı? Senin benim diye bir şey yok artık, her şey Tanrı’nın.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:386) “Buraya daha çok kafayı bulmak için gelmişti. ‘Hiç şüphen olmasın, Devlet vatandaşını sınamak için’ falan filan diye anlatıverse önemini yitirecek, şarapçının belki de üst üste dolduracağı şaraplardan olacaktı!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:18) “Gerçekten de bu tür yiğitlikler bana daha çok onur veriyor. Bu konuda kaç Lydia’lı benimle aşık atabilir ki! Bir gece -kafayı bulmuştum- sırf bunu kanıtlamak amacıyla en seçkin Habeş kölem Atlas’ımı konağıma çağırttım.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18) “Bir tek atmayı düşünürken beş şişe devirdik. Her akşam barda buluştuğumuz kız arkadaşlarımız gideceğimizi öğrendiklerinden, veda etmek için kafayı bulmaya ve bağlılıklarını göstermek için de ağlamaya karar vermişler.” (G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:20) “... esrardan ve rakıdan kafaları bulan müşteriler mutsuzluğun ve hüznün bulutlarına çıktıkları bir ara, kafalarının içindeki eski ve mutlu bir dünyayı keşfediyorlar, bu kayıp cennetin esrarını bulmanın çocuksu sevinci içinde, hayallerindeki muammaları (bilmeceleri) gözlerinin önündeki suretlerle (kopyalarla) karıştırıyorlardı.” (O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:178) “Tozunu yedir kente. Paslandır olukları. Kızgın yakut tozlarıyla doldur kadınların süslenme odalarını… Oy! Hanın ayakyolunda kafayı bulmuş, hodana tutkun sinek, erittiği bir güneş ışığının!” (A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:134) “Tartışmalar, kavgalar yeniden alevlenir. Verlaine Brüksel’de kalmak, Rimbaud ille de Paris’e dönmek istiyor. İki ozan Grand Palace’daki bir biraevinde kafayı iyice bulurlar.” (A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:47) “ÇALIŞMA -------------Direnen evimiz Neredeyse erinçli, hiç olmayacak kadar dingin. Kafayı bulmuşuz tütün ve İrlanda çayınla” (Stephen Romer<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.08) “Korney bir şişe açtırarak önce Kuzma’nın bardağını doldurdu. Sabahtan beri ağzına bir lokma koymamış bulunan arabacının başı hemen dumanlandı. Kafayı bulunca da, Korney’e sokulup sesini alçaltarak, köyde duyduklarını tüccara aktarmaya başladı.” (L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:106) “ ‘Şimdi,’ dediysem, ‘Şimdi, burada, şu dakikada,’ demek istemedim. Şimdi durum başka: iyice kafayı bulmuşum, gözüm ne polis görüyor, ne aydın, kimseden korkmuyorum. Korkmuyorum! Benim gibi bir adamın ağzına hiç yakışmayan bir sözcük bu, biliyorum.” (T. Yücel, “Vatandaş”, sa:9) Kafayı çekmek : İçmek, İçip sarhoş olmak Bk.: Kafa çekmek, kafayı bulmak “DEĞİŞİMLER ------------------Şu köşede Nielsen ile kafayı çekmiştim. Şu köşede Nielsen benimle kafayı çekmişti. Şu köşede kafayı çekmiştik Nielsen ile ben. Nielsen yok artık, kafayı çektiğimiz o yer artık yok, bu şiiri yazan da yok olacak bir gün, bütün bu olanların anısıyla birlikte.” (Klavs Bondebjerg<1903-2004>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.06) “ ‘allah kahretsin, her kuruşun önemi var güzelim! pazar günleri koşmuyorlar. Callente’ye gidebilirim ama yüzde yirmi beş kesinti ve yol varken kazanmak imkansız, bu gece iyice kafayı çekip yarın bu boktan şi kıvırabilirim. birkaç kuruş ekstra çok işimize yarayabilir.’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:78) “Tiaret’te, birkaç öğretmen bana ‘çok sıkıldıklarını’ söylediler. -Canınız sıkıldığında ne yapıyorsunuz? -Kafayı çekiyoruz. -Ya sonra? -Geneleve gidiyoruz.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:116) “Semyon, Murkin’in odasına girdi, çizmeleri boyayıp koyduğu yere baktı, ensesini kaşıdı. Yerinde yoktu çizmeler. -Kahrolasılar nereye giderler? diye söylendi. Akşamleyin boyayıp işte buraya koymuştum. Hımm! Durun, bakayım! Dün biraz kafayı çekmiştim. Başka bir odaya bırakmış olabilirim.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:93) “LOPAHİN - Doğru. Niye gizlemeli ki, aptalca yaşıyoruz... (Bir sessizlik.) Babam köylüydü, odunun tekiydi, aklı hiçbir şeye ermezdi, beni okutmadı, kafayı çekip dayak atmayı bilirdi sadece, hem de her zaman sopayla. Aslında ben de ondan farksızım, salağım, odunun tekiyim.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:134) “-Ne oldu yine Pere Gaucher? -Daha ne olsun, hazretim? Bu gidişle öte dünyadan hayır kalmadı, cehennemin yolunu tuttum artık... Daha ne olsun, ayyaş gibi boyuna kafayı çekiyorum...” (A. Daudet, ”Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:84) “Mitya, Alyoşa’dan ayrılınca bir aralık Gruşenka’ya koşmuştu. Görüşüp görüşmediği belli değildi; yalnız gecenin ileri saatlerinde ‘Başkent Lokantası’na gitmiş, iyice kafayı çekmişti.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:190) “Kunoviç’te geçirdikleri üç ay içinde ev eşyası diye birşey almadılar. Kadın ve oğlu Pavel çalışıyordu; admasa ya konyakla kafayı tütsülüyor, yahut da kafayı çekmeye hazırlanıyordu.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:3) “Hani perhiz ayı falan da değildi ki, dinimiz içkiyi yasaklasın. Aylak bir adam oturup can sıkıntısından kafayı çekmişse, böyle yapmakta bence hiç günahı yoktur. Şimdi biz gider, uyurken baskın yapmanın ne demek olduğunu gösteririz onlara.” (N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:12) “Çelkaş onunla ilgilenmiyordu artık. Düşünceli düşünceli ıslık çalıyor; kirli, çıplak topuklarıyla da sekinin üstünde tempo tutuyordu. Köylüoğlu ondan öç almak hevesine kapılarak: -Hey, balıkçı! Diye bağırdı. Kafayı biraz fazla çekiyorsun galiba?” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:69) “ ‘... Yemek yaparken hesabı şaşmışım, birkaç porsiyon eksik geldi. Albay da biraz geç gelince omletle yetinmek zorunda kaldı. Ne matrak, değil mi?’ ‘Filim adamsın vesselam,’ dedi Vanyek. Kafayı çekerken böyle laflar etmeye bayılırdı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:412) “Sonra bana baktı ve bu bomboş gözlerden hiç bir şekilde anımsamadığımı sezdim. Yargıçla birlikte dışarı çıktık ve yolumuza koyulduk. -‘İhiyar Mike yine coşmuş galiba... Ayda bir kafayı iyice çeker. Ama iyi bir kunduracıdır, bu konuda kimse onun eline su dökemez.’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:92) “Yeni arkadaş topluluğunda kendimi sürekli yalnız ve ötekilerden farklı hissettiğim ölçüde, topluluktan yakayı sıyırabilmem de güçleşiyordu. Kafayı çekmeler ve palavra sıkmalar gerçekten bana zevk vermemiş miydi?” (H. Hesse, “Demian”, sa:99) “Tek başıma kaldığım kimi zamanlar kendi geçmişimin mekan ve insanlarıyla karşılaştım yeniden, eski karımla yukarı Ren bölgesinin ormanlık kıyılarında gezip dolaştım, gençlik arkadaşlarımla Tübingen’de, Basel’de ya da Floransa’da meyhanelere girip kafaları çektik.” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:24) “Üçüncü kişiler aracılığıyla kulağıma gelen bütün bu rezaletler içten içe beni sevindirmiş, meyhanede kafayı çekip eve dönerken bazı geceler yolda şöyle düşünmüştüm kendi kendime: Görüyorsun ya, biz iflah olmaz kişiler onlardan daha iyiyiz.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:89) “Ay hep çok güzeldir -------------------------Tutunacak dalı olmalı insanın Nerden bulunacak para İnancı karşılayacak para. Hiç anımsamam gökten Görkemli bir hasadın indiğini Ne de anamın gördüğünü bir gün yüzü. Ne de bir gün Kafayı çekmediğini.” (Victor Jara<d.?-1973>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03) “Bir yandan kabak çiçeği dolması, bir yandan semizotu salatası, bir yandan balık geliyor, bir yandan yemeklerini yiyor, bir yandan da kafayı çekiyorlardı. Herkes şerefe diyor, kafayı çekiyordu.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:218) “Gazetelerin yazdığına göre, İstanbul’da Boğaz’da, yeni açılmış bir otelin lokantasında arkadaşlarıyla kafayı çekip keyif çatarken enselenmişti. Oh olsundu. Şimdi bir de hapse atılır görürdü gününü!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5) “ ‘Gelecek cumartesi ne bahasına olursa olsun çıkacağım,’ dedi Köle. ‘Kaçmak zorunda kalsam bile.’ ‘İyi,’ dedi Alberto. ‘Ama şimdi, Paulino’ya gidelim. Her şeyden bıktım. Kafayı çekmek istiyorum.’ ‘Sen git,’ dedi Köle. ‘Ben koğuşta kalacağım.’ ‘Korkuyor musun?’ ‘Hayır, ama benimle dalga geçmelerinden hoşlanmıyorum.’ ‘Kimse dalga geçmeyecek seninle. Gidip kafalarını çekeceğiz. Biri sana bulaşırsa, suratını dağıtırsın biter. Hadi kalk, gidiyoruz.’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:132) “Clam’ın kavgasında o Clam’ın tarafını tutmuştu. Ayrıca St. Louis meyhanesinde kafayı çekmiş olduğu için aslında onu eski gömleği peşine düşüren John Barleycorn’dan başkası değildi. Birkaç söz, kavganın başlaması için yetti de arttı bile.” (J. London, “İntihar”, sa:90) “Melahat’ı almışım da sonra Alemdar’a gitmişim, öyle mi? Onu sonra anlatırım, fakat Kimin bacağını sıkmışım tramvayda? Güya bir de Galata’ya dadanmışız; Kafaları çekip çekip” (M. Mungan<d.1955>, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:34) “DEĞİŞİMLER Eski gecekondu semtlerinin değiştiğini görmüşüm ben. -----------------Şurdaysa bir postacı dayaktan sakatlanmıştı. Şu köşede Nielsen ile kafayı çekmiştim. Şu köşede Nielsen benimle kafayı çekmişti. Şu köşede kafayı çekmiştik Nielsen ile ben. Nielsen artık yok, kafayı çektiğimiz o yer artık yok, bu şiiri yazan da yok olacak bir gün, bütün bu olanların anısıyla birlikte.” (Peter Poulsen<d.1940>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.04) “Çevresindekilerce şımartılmış olduğu için ateşli doğasının bütün parlayışlarına ve oldukça sınırlı aklına esen bütün düşüncelere tam bir özgürlük tanımaya alışmıştı. Fiziksel yeteneklerinin olağanüstü güçlülüğüne karşın oburluğu yüzünden haftada iki kez sancıdan kıvranır, akşamları da kafayı çekmesin olmazdı.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:11) “Saat sabahın beşi. İnip ekmek alıyor. Yaşam telaşı başlamış, sokaklarda işçiler. Meyhane açık. Kafayı çekip eve dönüyor, bir şeyler atıştırıyor. Saat sabahın yedisi, Rimbaud’nun yatma zamanı.” (A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:43) “Mathieu ısrar etmedi; sınava gitmeden kafayı çekeceğini biliyordu: ‘Ben dünyada bunu yapmazdım, bu kadar sorumsuz davranamazdım’. İçin için Ivich’e sinirlenmiş, kendinden iğrenmişti.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:61) “Guiccioli maşrapasını iki eliyle yakaladı, dikip içti: -Al götür, dedi, sana engel olacak değilim. Burada durmadan birşeyler anlatıp zırlıyor, kafa ütülüyor. Anasını satarım böyle işin; sana söyledim ben, biz burada eğleniyoruz, anladın mı? Kafayı çekip sonra karı gibi zırlayanın işi yok burada.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:136) “KAPTAN - Hayır, hiç bir şeyden nefret etmem, sarhoşluktan nefret ettiğim kadar..... Şimdi ayık kalmak için içiyorum. Ama düşler baskın çıkıyor. Hem, eski rom’lar nerede? Sen geldiğinden beri on bardak yuvarladım. Sudan farksız. Git, bana bir bardak rom getir. Guinness yerini bilir. Yaşlı bir adamın kafayı çekmesi nasıl rezilce bir iş. Gözlerinle görürüsün.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:106) “DALGA <1955> ---------Bir kadının yüzü avucum kadar İki gözümle gördüm vallahi billahi Yıldızlar vardı kafayı çekmiştim Bu kimin meyhanesi ha ha ha.” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:20) “Kızağı koşma işi Nikita’ya kalmıştı, çünkü Vasili Andreyiç’in o gün sarhoş olmayan tek uşağıydı. Onun sarhoş olmayışının nedeniyse, Büyük Perhiz’den bir gün önce gömleğini, çakşırını, meşin çizmesini satarak iyice kafayı çekmesi ve sonra bir daha içki içmeye tövbe etmesiydi. İki aydır ağzına içkinin damlasını koymamıştı zavallıcık.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:12) “-Nereye soktun tornavidayı ulan? - diyerek bir emirber arabanın peşinden koşarak, arka tarafını arıyordu. Bunun arkasından neşeli askerler geldi. Besbelli kafayı çekmişlerdi.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:325) “Hem insanın gücüne de gidiyor; o kadar çalışıp didiniyorsun, atlatıveriyorlar seni. Görürler ama bundan sonra, parasını getirmeyenin kafasındaki şapkayı çıkarıp alacağım. Tanrı biliyor ya, alacağım. Böyle şey mi olur? Yirmişer kapiklerle <Ruble’nin yüzde bir değerindeki para> oyalıyorlar insanı! Yirmi kapiği ben ne yapayım! Ancak kafayı çekebilirim oncacık parayla.’ ” (L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:18-9) “Burada birbirine rastlıyan gemiciler sırıtırlar, donuk bakışları böylesine bol umutlarla parlar ; zira buralarda her şeyi bulurlar: Kadın ve kumar, kafayı çekme ve gösteri, serüven, pis işler, yüce işlere kadar.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:229) Kafayı dinlemek : Kafasını dinlendirmek, istirahat etmek, dinlenmek “Akmerkez’deki büyük marketten yiyecek malzemesi aldığım için,bir süre mutfağa kapanırım diye düşünüyordum. Hem akşam yemeği derdi çıkar aradan, hem de ben biraz kafamı dinlerim. Mutfakta kafa dinlemek?! Ben bu hallere düşecek kadın mıydım?” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, a:62) Kafayı takmak : Zihni obsesif bir şekilde konuyu fikri sabit yapmak <Fr. Idée- fix> “Seyis bunu beğeniyle izliyor, gördüğü her şeyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Önce kazandakiler ağzını sulandırdı; bir başlasa, bunlardan birini rahat rahat boşaltabileceğine aklı kesmişti; sonra şarap tulumlarına vuruldu; ve nihayet tavadaki (bu kocaman şeylere tava denebilirse elbette) yiyeceklere taktı kafayı. Neyse uzatmayalım, daha fazla dayanamadı ve başını kaşıyacak zamanı olmayan aşçılardan birine yaklaştı, ‘tencerelerde pişenlerin tadına bakabilir miyim?’ diye sordu. ‘Kardeşim,’ dedi aşçı. ‘’Tanrı varsıl Camacho’ya sağlık versin. Yiyecekten yana sıkıntımız yok. Git bir kepçe al, iki tavuk çıkar, ye, afiyet olsun!’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:539) “Sonra birden Şvayk’a dönerek, ‘Ne o, yoksa kazanacağımıza inanmıyor musunuz?’ diye sordu. Siz de savaşa taktınız kafayı,’ dedi Şvayk. ‘Elbette kazanacağız. Başka yolu yok. Ben artık evin yolunu tutsam iyi olacak.’ Şvayk, hesabını ödeyip meyhaneden çıktı, evinin yolunu tuttu. Kapıyı anahtarla açanın Şvayk olduğunu görünce, yaşlı hizmetçi Bayan Müller’in etekleri tutuştu.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:73) Kafayı tütsülemek : İçip içip sarhoş olmak “Kunoviç’te geçirdikleri üç ay içinde ev eşyası diye birşey almadılar. Kadın ve oğlu Pavel çalışıyordu; admasa ya konyakla kafayı tütsülüyor, yahut da kafayı çekmeye hazırlanıyordu.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:3) “Sonra o asırlık ihtiyar teknisyen Porsch’u tanımayan var mıydı? Yalınayak yürürken bile koluna koluna kibar koltuklar takmadan duramazdı. Eskilerden sert bir köy öğretmeninin oğluydu, İncilin nerdeyse yarısını, bir yığın atasözünü ve ahlaksal nitelikteki bir sürü özdeyişi ezbere bilirdi; ama bu özelliği, ne ağarmış saç sakalı gördüğü bir kadına kur yapıp iltifatlar yağdırmaktan ve sık sık kafayı tütsülemekten kendisini alıkoyamazdı hiç. Şöyle biraz yükünü almaya görsün, Hans’ların evinin köşesindeki taşın üzerinde oturmaktan hoşlanıri önünden gelip geçen herkese ismiyle seslenir, özdeyişlerini ve hikmetli sözlerini bol keseden kendilerine buyur ederdi.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:146) “O sırada birisi sokaktan pencereye, Hermann’a baktı ve hemen kayboldu. Hermann’ın dikkatini bile çekmedi bu. Bir dakika sonra ön odanın kapısının açıldığını işitti. Hermann, her zamanki gibi kafayı tütsülemiş olan emirerinin gece gezintisinden döndüğünü düşündü. Fakat, yabancı bir ayak sesiydi bu.” (A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:146) “Bir gece, kahvede oturuyorum. Sizden saklamam, kafa tütsülü... Bizi bir efkar basmış, delikanlılık bu, çekmişiz pırnayı... Bir kere ağzınız bulaştı mı, gayrı dur, durak aramayacaksın.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:109) Kafayı üşütmek : Aklını kaybetmek, deli olmak “ROSA -... Hah, işte orada. Otobüsün arkasında saklanıyor. Gitti. Belki de o değildi. (ANTONIO ’nun ceketini alır. Pencere yeniden kenara çekilir.) Umarım kaçmıştır. Eğer o hastanede biraz daha kalırsa kafayı üşütebilir.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:48) “Kfaryabda veletleri yine kilisenin önünde, ağacın altında oynuyorlar. Eskiden, ‘kumbaz’ denilen bir çeşit önlük-entari giyerler, bir de takke takarlardı. Öyle ‘kçeif’ yani başı açık gezmek için kafayı her anlamı ile üşütmüş olmak gerekirdi.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:57) “Öylesine kimsesizim, oy!, hangi ermiş olursa olsun, işte sunuyorum yetkinliğe can atan özlemlerimi ona. Ey özverim, yücelerden yüce iyilikseverliğim, şu ölümlü dünyada! De Profundis Domine, kafayı mı üşüttüm ne! (A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:116) “SHANNON - (Ardından Shannon görünür, sırtında buruş buruş beyaz bir keten vardır. Soluk soluğa, ter içindedir, gözleri yuvalarından fırlamıştır. Shannon, tam bir ‘suratsız İrlandalı’dır. Sinirsel durumu apaçık ortadadır; daha önce kafayı üşütmüş -hem de bir değil bir kaç kez- yakında gene üşütmek üzere olan bir genç adam; yaşı otuz beş dolaylarında.) (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:14) Kafayı vurmak : İçkiden sarhoş olmak Bk.: Kafayı bulmak “Delikanlı gerçekten kafayı vurmuş, oturduğu kanepede birden sızıvermişti. Kendinden geçmesi sadece sarhoşluktan değildi, nedense birdenbire keder basmış; onun söyleyişiyle ‘canı sıkılmıştı’.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:122) Kafayı vurup yatmak : Yorgunluk sonrası yatağa gitmek “Alışamayacağım buralara. Belli bir şey bu. Dün saat onda kafayı vurup yattığımda, ya da bu sabah dokuzda kalktığımda hep aynı duygu vardı içimde: Sanki çok uzun süren bir uyku yüzünden beynim kafa tasıma yapışmış da falan filan...” (A. Çehov, “Martı”, sa:26) “-Haklısınız... Kasabaya ben de gelecek miyim? Kesti attı: -Hayır! -Peki! Canına minnetti. Öyle yorgundu ki, kocasını yolcu ettikten sonra o da bir banyo alır, sonra da akşam yemeğini yer, vurur kafayı yatardı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:248) Kafayı yemek : Aklını kaybetmek, düşüncesizce kararlar vermek “Şef bu masalı yuttu, yine de Nashe’a budala demekten geri durmadı. ‘Bunlar hep o şırfıntı karının yüzünden,’ dedi. ‘Karı si.tirip gidince sen de kafayı yedin Nashe.” “Beni sevmediğini biliyorum, ama bu senin dengin olmadığım anlamına gelmez. Sen kafayı yemişsin Nashe, eğer gitmen gerekiyorsa, pekala, git.” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:12;19) “ ‘Bu kadar aptalca bir fikir hiç duymamıştım,’ dedi Guasco; Trotti de, ihtiyarın artık kafayı yemeye başladığını söylemek ister gibi, bir parmağını alnına değdirerek, Guasco’ya hak verdi. ‘Canlı bir inek kalmış olsaydı onu çoktan yemiştik bile, hem de çiğ çiğ,’ diye ekledi Boidi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:200) “DELİ - Baksana şunlara, hala umutsuzlar... suratları cenazeden çıkmış gibi!. 2. POLİS - (Yargıcın gösterdiği güvenden etkilenmiştir.) Evet, yolu yordamıyla söylemek gerekirse, nasıl söylesem, bana çanağa düşmüşler gibi geliyor... MÜDÜR - Hey, daha kafayı yemedik henüz!” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:38) “LUCIA - Gelemezdim. Polisler attığım her adımda kıçımın dibinde. Eğer onları da peşim sıra getirseydim, sen de boku yiyebilirdin. ANTONIO - Bir daha oraya dönmeyeceğim. Kafayı yemek istemiyorum.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:42-3) “ ‘Hala aç kalmayı sürdürüyorsun öyle mi?’ diye sordu müfettiş, ‘buna ne zaman bir son vermeyi düşünüyorsun?’ ‘Bağışlayın beni,’ diye fısıldadı açlık cambazı. Bir tek, kulağını kafese iyice yaklaştıran müfettiş anlayabildi onun sözlerini. ‘Elbette,’ dedi müfettiş ve açlık cambazının durumunu personele belli etmek için, parmağını alnına vurarak, ‘kafayı yemiş,’ işareti yaptı.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:89-90) “Öğleden sonra toplantı sona erdi ve hepimiz, akşamüstü çardak altında yapılacak genel kurul toplantısına çağrıldık. Ben hemen Yazar’a koştum. Onu öfke içinde bulacağım tahmininde yanılmamıştım. Evde sepetleri, sehpaları tekmeliyor, küfredip duruyordu. Birer bira açıp üzüm salkımlarının altına oturduğumuzda bile Başkan’a sövüp saymayı bırakmamıştı: ‘Kafayı yemiş bu adam!’ diyordu. ‘Kesinlikle kafayı yemiş.. Çatlağın teki!’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:58) “Neyse yarışların birinde de Corsairs Bride isimli, tamamen ilgisiz bir kısrak vardı; işte bu kısrağın giysisi yeşil renkteydi ve bu, o andaki yükselen gezegenlerin durumuna çok uyuyordu. Astrolojiyle kafayı yemiş olan Mellors, tüm parasını bu kısrağa yatırdı ve aynısını yapmam için bana da yalvardı.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:9) Kafa yormak, yormamak : Çalışmak, bir problem üzerinde çok düşünmek, tefekkür etmek; artık fazla üzerinde düşünmemek, kokaya almak “ ‘Ne gam kalırdı Ne kasavet Bir de simit ağacı olaydı Bizim sayılırdı saadet.’ Orhan Arıburnu’nun bir dizesi bu. Yok, öyle bir ağaç yok! Ama düşünen, duyan, algılayan, dünya ve insanlar üstünde kafa yoranlar her zaman yaratıcı düşler kurmakta direnecekler.” (O. Akbal, “Bir de Simit Ağacı Olaydı”, Önsöz gibi, sa:5) “Ankara treniyle gelen kadının o odada yattığı belgelenmeden kaldı. Kaç gündür kafa yorması boşunaydı; aslında her kadın adı onun adı olabilirdi; ama bunu kendinin söylemesi gerekti.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:36) “GÜZELLİK -------------Ozanlar görkemli tavırlarıma baktıkça, Ki en yüce anıtlardan almışım demek, Kafa yorup duracaklar yaşamlarınca.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:53) “Buna kafa yorarken, komutan Strathmore’un daha önce söylediği bir söz geldi aklına: ‘Susan, takipçiyi kendim göndermeyi denedim ama geri getirdiği veriler anlamsızdı.’ ” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:149) “Chancerel’in kitabı, bir yanlışa rağmen ilginç: Cesaretini azaltma tehlikesi. Tiyatronun ahlaki etkisi üstüne kafa yoran birinin, bununla birlikte Elizabeth dönemine ait yapıtların yer aldığı bir repertuvar önermesi de anlamlı.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:182) “Bunları duyan Kien’i bir karamsarlık aldı. Ne yararı vardı bu sözleri ezbere bilmenin? Onları uygulamak, denemek, içerdiklerini güçlendirmekti asıl yapılması gereken. Sonra, sekiz yıldır boşuna yaşamış meğer yanımdaki insan, diye düşündü. Tutumlarının bilincindeydim, ama davranışları üzerinde kafa yormadım.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:66) “Başka deyişle, Türkiye’de sanki artık laiklik ilkesinin ne olduğundan çok, ne olmadığı üzerinde kafa yorulup konuşuluyor ve böylece nerede sözü açılsa, hemen bu ilke adına bir tür özür de dileniyor.” (A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:266) “Okuduklarınız üzerinde kafa yorup, kendi düşüncelerinizi de üretiyor musunuz? Ürettiğinizde, bunları kendi seçimlerinize ne ölçüde temel alıyorsunuz?” (A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:30) “... kendi hali değiştiğine göre, atının da isim değiştirmesi ve yeni haliyle icra edeceği mesleğe uygun, yeterince ünlü ve muhteşem bir isim alması epey isabetli olurdu. Bütün isimler üstünde uzun süre kafa yorduktan, tümünü evirip çevirdikten, birleştirip kısalttıktan, defalarca yapıp bozduktan sonra, nihayet ona Rocinante ismini verdi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:14) “Uzun süren bir tıbbi tedaviden geçmişsen, katladnığın acılar üzerinde kafa yorma, bunun yerine senin iyileşmene yardımcı olan Tanrı’nın lütfunu düşün.” (P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:139) “Kişiye özel ışık. Bak sen şu işe, hiç kimse, yaşı otuzu bulmuş olmasına rağmen hayatı hiç tanımayan şu saf ressam kadar uzak olamazdı gerçeklikten. Herkesin bildiği gibi, kadınlar erkeklerden daha çabuk olgunlaşırlar ve Maria da -sabahlara kadar gözünü kırpmadan felsefi çelişkiler üzerinde kafa yormasa da- en azından bir şeyi biliyordu: ressamın ‘ışık’ dediği, kendisininse ‘özel bir parıltı’ diye yorumladığı şeye sahip olmadığını.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:97) “ ‘Ama kuşkusuz, şunu da kabul etmen gerek, belli bir düzeyden sonra, herkes gibi konuşur, dolayısıyla herkes gibi yazarız. Yoksa her birimiz birbirinden ayrı, kendi öz dilimizi konuşup yazıyor olurduk. Bizi birbirimizden ayıran şeyler üzerine kafa yormaktansa ortak nelerimiz olduğuyla ilgilenmek, hiç de saçma değil, sence saçma mı?’ ” (J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:16) “Burada kıyılar birbirine yaklaşır, zıtlar yanyana yaşar. Ben koyu cahilim kardeşim, ama bunlara epey kafa yordum. Sayısız esrar var.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:163-4) “Ben bunlara kafa yorarken bana Devlet Bakanı’ın ertesi günü Kıbrıs’a gitmeye karar verdiğini, hgemen görevimin başına dönmemi söylediler. Onun özel uçağıyla yolculuk etmem için gerekli hazırlıklar yapılmıştı.” (L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:212) “Ama bu sözünü ettiklerimiz gene de ahlaksal ve duygusal tepkiler niteliği taşıyacaktır..... Buna karşılık, daha kökten bir tutumla, savaşı salt biçimsel açıdan, içten tutarlılık açısından, olasılık koşulları üzerine kafa yorarak düşünmek de mümkündür.” (U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:17) “Deniz kıyısında uzun saatler geçirecek olan tatilcilere, Athanasius Kircher’in ‘Ars magna lucis et umbrae’ adlı kitabını salık veriyorum; kızılötesi güneş ışınları altında yatan, ışık ve aynaların mucizeleri üzerine kafa yormak isteyen herkes için büyüleyici bir kitap.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:34) “O zaman Kartacalılar, uğradıkları bozgunun nedenleri üzerinde kafa yorarak, Tyros’taki Tanrı Melkart’a borçlu oldukları yıllık sunguyu Fenike’ye göndermemiş olduklarını anımsadılar. Hepsi büyük bir korkuya kapıldı. Cumhuriyet’e kızmış olan tanrılar, öç almayı sürdüreceklerdi kuşkusuz.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:319) “Bu hafta çalışmakla ve sessizlikle geçti. Özellikle perspektifte epey yeni şeyler öğrenebildim. Mannheim’lı bir direktörün oğlu olan hocam Verschaffelt, bu konular üzerinde iyice kafa yormuş bir adam.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:57) “Miss HARDCASTLE - Gerçekten garip bir adam! Onu bir türlü kullanamayacağım… Ne etmeli? Adam sen de… artık kafa yormayalım. İşi olayların gidişine bırakalım.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:23) “Bir yadsıma, bir uğurlar olsun deyiş, bir geri çevirme miydi? Yoksa bir öğüt mü, kendisi gibi davranmaya ve kendisiyle birlikte gülmeye buyur ediş mi? Dasa bir türlü kestiremiyordu ne olduğunu. Gece geç vakitlere kadar bu gülüş üzerinde düşündü, kafa yordu.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:530) “Rahip: ‘Aklınızı kurcalayan şeyi biliyorum,’ diyor. ‘Pencerelerde oturup kuklaları boyayan ve bana selam vermeyen çocukları düşünüyorsunuz.’ ‘Öyle, o çocukları da düşünüyorum.’ ‘Anladığıma göre, düşüncelerinizi sezmem sizi şaşırtıyor. Fakat bunu anlamam için o kadar kafa yormaya ihtiyaç yok. Zira bizim köy öğretmeni de gezdiği yerde sadece bu çocukları görür.’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:54) “Örneğin, kötü sanat eserlerimizden duyduğumuz vicdan azabı, kötü davranışlarımızdan dolayı hissettiğimiz vicdan azabı denli istenilmezdir..... Yirmi yıl öncesinin yazınsal kusurlarına uzun uzadıya kafa yorup yanlışları olan bir eseri, ..... gençliğinde yine kendi olan o farklı kişinin istediği, miras bıraktığı sanatsal günahları onarmaya çalışarak harcamak -bütün bunlar kesinlikle boşunadır-, abesle iştigaldir.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:5 -önsöz-) “MADAM BORKMAN, eliyle bu fikre karşıt olduğunu işaret ederek. - Ah, bundan hiç bahsetme! Şimdiye kadar, senin bu kapkara fikirlerinin etrafında gereğinden fazla kafa yordum . BORKMAN - Ben de kafa yordum. Hapiste geçirdiğim, o sonu gelmeyen beş yıl içinde…” (H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:107) “... aradan geçen süre içinde halkın ilgisinde, daha önce değinilen o dönüşüm yaşanmıştı; bir gecede olmuştu bu sanki; bunun derin nedenleri olabilirdi, gelgelelim kim kafa yormaya kalkardı ki bu konuda...” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:84) “Şu Kızılsakal güzel konuşuyor diye düşünüyordu, hem güzel konuşuyor, hem de bir aziz gibi. Biraz övünür ama kime ne! İnsan sözlerine bağlı kaldı mı, her şey tıkırında gider; ama öte yana geçti mi bir kez... Eyleme atıldı mı... Aman dikkat Filipus, koyunlarını düşün. Üstünde kafa yormak gerek bunun. En iyisi işi oluruna bırakmak, bekleyelim biraz, bakalım neler olacak.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:136) “Peki, madem bu konularda kafa yoruyordum, neden doğru dürüst inceleyip ilgili kitaplar okumuyordum? İçinde bulunduğum akademik ortamların neden olduğu bir alışkanlık mıydı acaba benimki? Bir hoca çıkıp merak ettiğim soruları yanıtlasa yetinecektim.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:35) “ ‘Bu konuya uzun süredir mi kafa yoruyorsun?’ ‘ Bu zihinsel engelli durumuma mı? Evet, yıllardır. Ama alışmıştım, onu aşmaya çalışmıyordum. Aklımda, izinli geçireceğim bu yıl kesin projeler vardı. Sonra gençliğimin hayaletleri sökün ettiler, hayatıma girdiler, ansızın!’ ” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:81) “Ve bu kadın ne yapar? Gider kendini ya bir cambazhane devine ya da bir kasaba teslim eder. Bu kasabın koluna girer, başını onun omzuna yaslarve sanki ‘Bu gördüğümüz şeyi anlamak için yorun kafanızı bakalım!’ demek ister gibi kurnaz kurnaz gülümser. Biz de gerçekten kafamızı yorarız.” (Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:27) “Evet, çok saygıdeğer dostu ve velinimeti böyle şeyleri bilemezdi! Gerçek hayatın dalgalarını sırtına yüklemiş ve mutluluğu yüzünden okunan birinin bu tür şeylere kafa yormasına gerek yoktu. Ancak karanlıklarının derinliklerinde tek başına kalmış ve hayallere dalmış biri düşünürdü böyle şeyleri.” (Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522-3) “Bir yetişkin olduğunda ne yapmak istediğini düşünürken bekar mı kalmak yoksa evlenmek mi istediğin üzerinde kafa yorabilirsin.” (Earle P. Martin, Jr., “Sevgili Charlie”, sa:62) “Ölenlerin gizli çekmecelerinde bulunan aşk mektupları üzerinde hiç kafa yordunuz mu siz? Ben uzun uzun düşündüm bunları. Mektuplarımı sizden istememe beni zorlayan, işte bu düşüncelerdir.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:33) “Gene oturup, ne yapmalıyım diye kafa yormaya başladım. Bu tutumu yüzünden kendimi küçük düşmüş duyumsuyordum; büroya geldiğimde onu kovmayı aklıma koymuştum; gene de, yüreğimde kıpırdanan batıl inanç gibi garip bir duygu amacını gerçekleştirmeme engel oluyor ve..... suçluyordu beni.” (H. Melville, “Batleby”, sa:46) “Neresinden bakarsanız bakalım, bu aylak uşak sürülerinin (uşak asker) memlekete bir yarar getirebileceğini sanmıyorum. Savaşta bile işe yaramazlar. Kaldı ki savaşı önlemek de her zaman elinizdedir. Üstelik bu sürüler barış zamanında da baş belasıdır. Oysa insan savaştan önce barışa önem vermeli, barış üstünde kafa yormalı.” (Th. More, “Utopia”, sa:27) “Ertesi günkü ziyaret üzerine uzun süren kafa yordular birlikte.” (A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:167) “Hiç kimse, bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında <1931> Hiç kimse bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında Bu hesapsız dünyanın, hiçbir zaman görmez Kendi bildiği Tanrı’yı. Yalnızca rüzgarın taşıdığı, rüzgarın taşıdığıdır duyulan. Kafa yorduğumuz ne varsa, aşklarımız, tanrılarımız, Geçer giderler, bizim gibi.” (Rıcardo Reıs-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.01.04) “LADY UTTERWORD - Hata edersiniz, Mr. Dunn. Sizi çok rahat ettirdim. Akşam yemeğinde acaba sırma işlemeli mor sabahlığımı mı giysem yoksa allı yeşillisini mi diye kafa yormadınız. Bu gülünç işleri yaparak hayatı sadeleştirecek yerde, büsbütün karman çorman ediyorsunuz.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:134-5) “-Octave’cığım, beni telaşa düşüren, senin tutkularındaki zorluluk, hele yüreğinde bu tutkuların gizliden gizliye yol alması..... Dinsizce kitaplar okuyorsun. Tanrı’nın varlığından bile kuşku eder hale geleceksin çok geçmeden. Ne var bu korkunç konular üzerinde kafa yoracak? Kimyaya olan merakını anımsıyor musun? Tam on sekiz ay kimsenin yüzünü görmek istemedin.” (Stendhal, “Armance”, sa:23) “Pereira da birkaç saniye sessiz kaldı, çünkü ölüm üzerinde bu denli derin düşüncelere imzasını atan birinin, ruh üzerine kafa yormamış olması garibine gitmişti, diye iddia ediyor Pereira. O zaman da bir yanlış anlama olduğunu düşündü ve bedenin yeniden dirilişi fikri geldi hemen aklına, bu da sabit fikirlerinden biriydi.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:7) “Düzen, düzensizlik, yaşam, ölüm, ışık, gölge. Varlığımın bilincine vardığım andan başlayarak bunu düşünmekten başka bir şey gelmemişti elimden, hiç kimsenin yanıtlayamayacağı sorulara yoruyordum kafamı.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:12) “Sana henüz söylemedim ama uzun kararsızlıklardan sonra, sonunda Famiglia Cristiana degrgisine bir köşe yazarı olmayı kabul ettim. Bilirsin, ben inceden inceye düşünmeden adım atanlardan değilimdir. Bir karar almadan önce uzun uzun kafa yorarım, konunun her yönünü gözden geçiririm, iyi ve kötü yanlarını tartarım.” (S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:8) “Oysa İvan İlyiç için asıl sorun, hastalığının tehlikeli olup olmadığıydı. Ama doktor bu yersiz sorunun yanıtından hep kaçıyordu. Ona göre boş bir soruydu bu, üstünde kafa yormaya bile değmezdi.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:55) “Orlando gerdanlığının onuncu incisinin satışından arta kalan paranın bir bölümüyle kendisine o devirde kadınların giydikleri kıyafetlerden bir gardırop düzdü ve şu anda ‘Enamored Lady’nın güvertesinde soylu bir genç İngiliz hanımının kılığında oturuyordu. Garip ama gerçek, o ana kadar cinsiyeti üzerine hiç kafa yormamıştı.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:105) “Ulm’da bir okuma saatine katılır, eşi dostunu ziyaret eder, kentteki kışlaları, istasyonları ve katedrali gezip görür, ‘olduğu haliyle gerçeğe uyum sağlama’ işine geç kalıp kalmadığı üzerinde kafa yorar.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:133) “Ben de neredeyse sürekli Raoul ile birlikteydim. Ve birdenbire bir öğle üzeri sanki beni görmemiş gibi selam vermeden yanımdan geçip gitti, ailesi de selamı kesti, düşünebiliyor musun Clarissa? Orada oturuyorsun, karşında o çocuk, daha dün oynadığın, sohbet ettiğin, şakalaştığın -niye söylemiyorsam, öpüştük de- tabağının içine bakıyorsun ve ne yaptığını bilmiyorsun, boşuna kafa yoruyorsun…” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:29) Kafdağına (Kafdağının ardına) gitmek, Kaf dağını bulmak : Ulaşılmayacak kadar uzakta, efsanevi bir masal diyarı; Bir ütopya gerçekleştirmek “MARLOW - Yetti be adam! Bu evi bulmaktan Kaf dağını bulmak daha kolay! HASTINGS - Şimdi ne yapacağız, Marlow?” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:30) “MASAL ---------Şakağımda annemin sıcak dizi, Kulağımda falcı kadının sözü, Göl başında padişahın üç kızı, Alaylarla Kafdağına hareket.” (O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:360) “-Bu Etem baba nereden gelmiş oraya? -Hızır aleyhisselam’lan birlikte Kafdağından gelmiş... -Hızır aleyhisselam kim? -Ayol, sen ne kadar cahil çocukmuşsun be! Hızır aleyhisselam, hıdrellez’in kendisi... Her sene, nisanın yirmi üçünde gelir dünyaya... Sabahleyin erkenden Kağıthane deresinden aptes alıp Sünnet köprüsünün yanında sabah namazını kılar; sonra kalkar, gider Çırpıcı’ya, orada da avşam <akşam> vakti Çırpıcı deresinden aptes alıp kılar avşam namazını; ondan sonra geçer, gider geldiği yere...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:212) “Değirmenoluk köyünden başka hiçbir yere çıkmamış bir insanın bile geniş bir hayal dünyası mevcuttur. Yıldızların ötelerine kadar uzanabilir. Hiçbir şey bulamazsa Kaf dağının ardına kadar gider.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:93-4) “ ‘Çok kolay teslim oluyorsun,’ dedi kadın. Kendini seyrettiği komodin aynasından kalkıp, Galip’in kulağına cevapları kıkırdayarak fısıldadı. Sonra kollarını Galip’in boynuna doladı. ‘Evlenelim,’ diye mırıldandı. ‘Kaf Dağı’na gidelim. Birbirimizin olalım. Başka birer insan olalım. Al beni, al beni, al beni.’ ” (O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:143) “SENSİN ---------Hem safsın hem Kaf dağı, sensin zümrütüanka Bil ki güzel buluşta kanat çırpan da sensin! Başında ağrı yoksa hiç başını sarma sen Bil ki gürültülerde toz koparan da sensin!” (Mevlana -Celaleddini Rumi<1207-1273>-İsa Nurazer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.05.07) “Yeniçeri zabitlerini, hatta solak’ları bile çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi ‘... Kaf dağına kadar arkandan gelmeğe hazırız, padişahım!’ diye ayaklarına kapanmışlar, gözlerinden sevinç gözyaşları dökmüşlerdi.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:51) “İKİ LAF ---------Hür bir dünyada mes’ut insanlar Onlar için yemiş verir ormanlar İnsan büyür mihnet küçülür Ve pürüzsüz sular gibi akar zamanlar Yıldızlar omuzların hemen tepesinde Keder ve hınç Kafdağı’nın ötesinde Gök bir anneçınar gibi üsütünde onların Ve onlar oynaşırlar bu çınarın gölgesinde” (İlhami Bekir Tez<1906-1984>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:34) Kafes; Kafese girmek, konmak : Beden; Hapishane; Kuş Kafesi; Aldatılmak, tuzağa düşürülmek; Evlenmek; Hapse konulmak “KAFESTE ASLANLAR <Delta kampında yazılmış> Biziz, günümüzün kahramanları. Biziz, onurlu, arslan yeleli gençlik. ------------------------------ Kafeslerimizde mahpusuz, ne gam, Gece yarısı parıldayan yıldızlardan İyi haberler geliyor Mutlaka başaracağız, Dünya bekliyor bizleri, Bedr’in Kervanı’nı bekler gibi.” (Üstad Bedrüzzaman Bedr, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:44) “EVE DÖNÜŞ YOLUNDA -------------------------------Özgürlük bitti, zaman doldu, Gözyaşları kederimin kadehini oydu. Ev kafes, kafes çelikten, Yaşadıklarım uzak gerçekten.” (Moazzam Begg, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:46) “İKİ PARÇA <Mahpuslar Konuşuyor> 2. Kalp bedende nasıl çırpınıyorsa, Bu kafese rağmen, hayatım da öyle çırpınıyor. Onursuzlar, cesaretsizler, Kendilerini özgür sanırlar. Aslında, köle olan onlar. Uçuyorum düşüncenin kanatlarında. Kafesimde bile en yüce özgürlükte.” (Şeyh Abdürrahim Müslim Dost-Gündüz Vassaf; “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:52) “Sahip olmadığı bir saflığı oynayarak, öğrencimin beni alaya aldığından kuşkulanmaya başladım. İçimde hiçbir aşk hissi uyandırmayan on altılık bir çocuk tarafından kafese konmuş olduğumu asla kabul edemezdim: varlığında denediğim adeta zihni bir taddı. Şimdi görüyorum ki, hiç şüphesiz beni gafil avlamak ve gülünç göstermek isteğiyle yaptığı tüm o zeki, girift hareketleri yanlış yorumlamışım.” (M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:59) “BABAMA ------------Tek dostum var, hakikat. İtiraf et dediler, suçum yok; Ne yaptımda onurumla yaptım, özüre gerek yok. Dürüstlük yolundan ayrılmam için kışkırttılar, Bu kafesten kurtaralım seni dediler, rahat bir hayat vaad ettiler. Yarabbim, ne kadar bağlasalar da zincirlerle beni, Arapların topu satılık da olsa, Satamam ben inançlarımı.” (Abdullah Sani Faris el-Enezi, “Guantamano’dan Şiirler”, sa:42) “Aziz Bey, heyecanlı bir kahkahayla: -Ha şöyle, nihayet kafese girdin mi Çalıkuşu? Haydi bakayım, çırpın bakalım, çırpın! Bak, artık para eder mi?” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:427) “Evlatlarımla beraber olmak, hepsi benim birer parçam; Karımla, sevdiklerimle beraber olabilmek; Annemle, babamla, dünyamın en şefkatli yürekleriyle. Rüyamda evimi görüyorum kendimi, bu kafesten kurtuluşumu.” (Usame Ebu Kebir, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:68) Kafese (konmuş) tıkılmış bir hayvan gibi hissetmek : Kendini içi daralmış, sıkıntılı hissetmek “Langdon kendini kafese tıkılmış bir hayvan gibi hissediyordu. ‘Bana tüm bunları neden anlatıyorsunuz?’ ‘Çünkü Bay Langdon, sizin masum olduğunuza inanıyorum.’ Sophie bir süre uzaklara, daha sonra tekrar onun gözlerine baktı. ‘Hem ayrıca, başınızın belada olması bir bakıma benim suçum.’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi’, sa:82) Kafese koymak, kafeslemek : Aldatmak, hile ile tuzağa düşürmek; Evlenmek (Argo) “Ama toklar adamakıllı tıkınıyordu. Zeka diyordum ve aptallaşıp oturuyordum. Eskicizade bana yaptığı bu ikramda tamamen diğerbin kalırdı. O, ya birisini batırmak, yahut da kafese koymak için ziyafet çekerdi. Bana ise, yaptığı kurnazlıkların, zekanın hesabını vermek için yemek yedirirdi.” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:24) “Tohumluk paçoz da kendini bir anda dişarda buluyordu. Cüreti akıl alacak gibi değildi doğrusu! Ne sanıyorlardı bu zamane kadınları kendilerini? Birinin eli biraz para görmesin, hemen en yakışıklı erkeği kafese koyabileceğini düşünüyordu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:161) “Sakalı titrerse, ayrca kendisi de konuşurken hiddetlenirse ala, doğruyu söylüyor, iş yapmak istiyor demektir. Ama sol eliyle sakalını sıvazlayıp sırıtıyorsa, bil ki kafeslemek peşinde…” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:197) “FELICE, kendi kendine. - Adamları pekala kafese koydum! LUNARDO - Ne dersiniz, Sinyor Simon? SIMON - Bana kalırsa, kabul.” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:98) “DOTTORE, kendi kendine - Haline, tavrına bakılırsa kibar bir zata benziyor. LELIO, kendi kendine - Şimdi sıra babasında. Acaba onu nasıl kafeslemeli? (Yüksek sesle) Doktor, sizi hürmetle selamlarım.” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:107) “ ‘... Sana bir şey deyim mi? O Kudret orada boş durmaz. Şerefsizim, ya ceza evi müdürünü, ya mahpus birilerini mutlaka kafese sokmanın yolunu bulmuştur.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:129) “Vosges bölgesindeki Çingenelerden bir kadın, bana şöyle diyordu: -Sizinkiler öyle aptal şeyler ki, kafese koymak işten bile değil. Geçen gün sokakta gidiyordum, bir köylü kadın seslendi. Girdim evden içeri. Sobası tütüyormuş, büyü yapmalıymışım da iyi çeksinmiş. Ben önce kendime şöyle güzel bir parça domuz sucuğu getirtiyorum. Sonra, başlıyorum kendi dilimde mırıldanmaya. ‘Aptalsın sen... Aptal doğmuşsun, aptal öleceksin!’ diyorum.” (P. Mérimée, “Carmen”, sa:131) HORNE - Altın probleminden mi? Öyle adam değil. Gevşek, toy, elinden bayağı işler gelen bir kimse… hanım gemisi subayı… Bırak beni; onu kafese koyayım. Yakayı sıyırmanın vakti gelince iyi kötü bir yol bulurum.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:86) “Mrs. HUSHABYE, kapı aralığında durarak. - Babamın çayından mı içtin kız? Demek eve adımını atar atmaz kafesledin adamı. ELLIE - Ne sandınız ya! Mrs. HUSHABYE - Seni şeytan çekici!” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:45) “Lamiel kulaklarına dek kızardı, kont da gördü bunu, içinden, ‘Bu çok güzel vücut benimdir artık; onu gereği gibi giydirebilsem, ne büyük bir etki yaratır operada! Gözünü aç d’Aubigné, kafese koymak istediğin yavru bir ceylandır; parmaklığın üzerinden atlayıp kaçmaması gerek. Uyanık davranalım!’ dedi. (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:92) “Ertesi gün Fabrice korktu: Saat on bire doğru penceresinin önünde Clélia’yı görebileceği o mutlu anı beklerken aşağıdaki görkemli görünümü seyrediyordu ki ansızın Grillo soluk soluğa odasından içeri daldı. ‘Çabuk, çabuk Monsenyör, hemen yatağınzın üzerine atın kendinizi, hastaymış gibi yapın: Üç yargıç yukarı çıkıyor! Sizi sorguya çekecekler. Konuşmadan önce iyice düşünün; sizi kafeslemeye geliyorlar.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:403) “Ze Oroco hüzünlendi. Kuşkusuz bir tuzaktı bu, saf delikanlıyı kafeslemek isteyen yaşlı bir Kızılderili kadının dümeniydi. Aşağı Caraja’ların hiçbir şey bilmedikleri ve safın safı oldukları herkesçe bilinir.” (J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:171) “Babasının ve annesinin tarafından geçen bir kalıtımla, komedyen olarak, bütün dünyayı bir sahne, Avrupa’yı ise kulis gibi görüyor; blöf yapmak, aldatmak, başkalarını kafese koymak, Casanova için daha önce Eulenspiegel’de (XIV. y.y.’da yaşamış şakacı ve nükteci bir adam. Almanya’nın Nasreddin Hocası.) olduğu gibi yerine getirilmesi gereken doğal bir fonksiyondur.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:30) Kafese tıkılmış bir hayvan gibi hissetmek : Sıkışmış, bunalmış, hapsedilmiş gibi hissetmek “Langdon kendini kafese tıkılmış bir hayvan gibi hissediyordu. ‘Bana tüm bunları neden anlatıyorsunuz?’ ‘Çünkü Bay Langdon, sizin masum olduğunuza inanıyorum.’ Sophie bir süre uzaklara, daha sonra tekrar onun gözlerine baktı. ‘Hem ayrıca, başınızın belada olması bir bakıma benim suçum.’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi’, sa:82) Kafesteki kuş kadar sıkılmak : Özgürlüğe hayran bir kuşun kafese kapatılınca duyumladığı his “Hele geceleri defterime yazarken sık sık kendimi okulda görmem, artık bir daha göremeyeceğim insanların etrafımda dolaşıyor gibi olmalarını hissetmem, biraz da bu lekelerden (dudaklarımdaki mürekkep lekeleri) gelmiyor mu? Hacı Kalfa’nın bir sözü daha zihnime takılıyor: ‘Kafeste kuş gibi o kadar sıkılıyorsun bu yalnız odada ki...’ ” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:119) Kafir : (ANTHRO.,DİN) <Ka’fir> : Düşman. “Küfr” : Tanımayan, bilmeyen; Tanrı birliğine inanmayan; “Küfran”: Görülen bir iyiliği unutmayan; Küfran-ı nimet: Nankörlük’ den gelir. Bir toplum içinde bu, mecazi olarak, siyasi karşıtlar da olabilir; Bir Müslüman için: Hıristiyan, gavur; Bir Hıristiyan için herhangi bir dine mensup kimse, özellikle Müslüman, Magripli; Afganistan’ın kuzeydoğusunda bulunan, büyük bir olasılıkla İran kökenli olan ve HintAvrupa dillerinden birini konuşan küçük bir kabile grubunun üyesi “Blanca’nın böyle bir duyguya kapılacağını hatırına getirememesi onu sevmeye başlamasında özellikle etkili oldu. Bir kafiri, bir Magrip’liyi, bir yabancıyı sevmek ona öyle garip geliyordu ki, damarlarına karışmaya başlayan bu zehire karşı hiçbir önlem almamıştı.” (F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:35) “Mevlana ‘Bütün dünyada müritlerden daha cömert İnsan yoktur; çünkü onlar hem bu dünyada İslam dinini, temizliği ve türlü ibadetleri bize vermişler, hem de öteki dünyada ebedi cennetten, hurilerden ve temiz cennet şarabından bağışlayıcı Tanrı’nın yüzünden mahrum edilmişlerdir. Çünkü (Tanrı dünya ve ahireti kafirlere haram etmiştir. K.VII, 48). Bu kadar nankörlüğü, karanlıkları ve cehennemin azaplarını onlar yüklenmişler. Tanrının inayet güneşi birdenbire onların üzerinde parladıkta onlar derhal nurlanacak, yüzleri ak olacaktır’ buyurdu. Şiir: ‘Yüz senelik kafir, eğer seni görse secde eder ve çabucak Müslüman olur.’ ” ..... “Kendi önünde secde edenlere kafir de olsa secde ederdi.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:149;164) “Kafir, İslam dininin öğrettiği iman esaslarını kabul etmeyen kimse(ler)dir.” (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:92) “-Ya İshak, ben de merak ettim. Yanında bir delikanlı peyda oldu. Kafir dilber mi dilber..... karınız yalnız değildi yanında yüzleri çıplak, kolları çıplak, göğüsleri çıplak genç genç hanımlar vardı. -Neuzübillah... Neuzübillah... -Canım, dedim, söyle nereye çıktı bu kadınlar? -Ficehenneme zümera.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:360) “KIRK HARAMİLERİN ESİRİ Ahmed Hamit’e ------------------Tam altı yüz yirmi yıl bir nur için dövüşmüş, Fakat günün birinde kafir eline düşmüş... Şimdi ezmek istiyor onu Kırk Haramiler, Bu son akşam kalbinde Rabbi bulmazsa eğer Ormanda renklerini kaybedince her çiçek Bir vuruşta bin kesen kolları kesilecek!” (N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-Ataol Behramoğlu”, Cilt:1, sa:116) “ ‘Kafir, ruhun değişmezliğine itimat eder,’ dedi Bülbül Fakih. ‘Fakat biz can taşıyan her şeyin hakikatin hizmetinde ıslah olabileceğine inanırız. Kafir, insanın kaderine karakterin yön vereceğini söyler; biz, insanın kaderinin karakterini yeniden tava getireceğini söyleriz. Kafir, evrenin resmini çizer ve çizidiği resmi tasvib etmek zorunda olduğuna inanır.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:321) “Güneye doğru ilerlerken, hızla geçtiler boydan boya Samiriye’yi, bir taraftan yolu gözlerken, diğer taraftan da korkuyla süzüyorlardı etraflarını. Bu bölgede yaşayan insanlardan tatsız bir şeyler, bir kötülük gelebilirdi, bu insanlar huysuzlukları ve tanrıtanımazlıkları sebebiyle Nivine hükümdarı Salmanasar’ın on iki kavim dağıldıktan sonra buraya yerleştirdiği Asurlu kolonilerin mirasçısıydı. Yahudi kanı taşırlardı gerçi ama yine de hepsi kafirdi.” (J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:53) Kafiye düşürmek : Eski zamanlarda ozanların söylenen mısralara hemen kafiye yaratabilmeleri “Görüldüğü kadarıyla her şeye karşı yeteneği var: İnceleyen gözlerle aya, bulutlara bakıyor, harmonyumu uzun zaman elinden düşürmüyor, doğaçlamadan ezgiler çalıyor, kurşun kalem ya da mürekkep kalemiyle olağanüstü resimler çiziyor, canı istedi mi bayağı güzel şarkılar söylüyor, kafiye düşürmede hiç sıkıntısı yok.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:19) Kaftan : Sözcüğün aslı Türkçe olup Farsçaya bizden geçmiştir. Osmanlı devrinde, Padişah adına devlet adamlarına giydirilen üstlük, süslü ceket. Bu, bir nevi ‘nişan vermek’ anlamına da gelirdi. “Sultan, altın dolu keseyi pencereden uzatarak: ‘Aç eteğini, ey derviş!’ dedi. Derviş; ‘Elbisem yok ki, eteğim olsun sultanım!’ dedi. Dervişin bu yoksulluğuna daha da çok üzülen padişah, keseye bir de süslü kaftan ekleyerek dervişe gönderdi.” (Sa’di, “Gülistan”, sa:54) Kağıda dökmek : Yazdıklarını kağıtta saptamak; Yazı yazmak sanatı “Kendini amacının kölesi gibi hissettiği anlarda, insana yardımcı olabilecek tek çare vardır: Eğilim ve yeteneklerin çokyönlülüğüne boyun eğip, kafasından geçenleri hiçbir ayıklama yapmaksızın kağıda dökmek.” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:62) “Bir peçete aldım. Kafamdaki bu düşünceleri dışarı çıkarmalı ve kağıda dökmeliyim. Duyguları bir yana bırakıp ne yapmam gerektiğini düşünelim.: Karımın gerçekten laçırıldığını ve şu anda hayatının tehlikede olduğunu varsayalım.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:28) “Çoğu rüyalar gibi, bu da, yaşanan olayların koşullarıyla, onlar gibi üzücü, sıkıntılı olmanın ötesinde ilişkili değildi; ama onu etkiledi. Bu kabus ona öylesine dokundu ki, bir süre sonra bunu kağıda döktü.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:384) “Ailemizle ilgili kaynak kitap ‘Ağaç’ da açıkça doğruluyor bunu: Dedemden söz ederken ‘Zekasıyla ünlü bir zeccal’ diyor. ‘Zeccal’, Dağ lehçesinde ozanlara verilen ad; genellikle uyanık, ama çoğu zaman kendi şiirlerini kağıda dökmekten aciz kişiler bunlar.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:58) “Mümkün mü, diye düşünüyor, henüz gerçek ve önemli olan bir şeyin görülmemiş, anlaşılmamış ve söylenmemiş olması? Bakmak, üzerinde düşünmek ve olanları kağıda dökmek için binlerce yıl zaman olmasına rağmen, bu binlerce yılın tereyağı ekmek ve bir elmanın yendiği öğle teneffüsü gibi geçip gitmesine izin verilmiş olması mümkün mü?” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:51) Kağıt : Lira, frank, dolar vb.(bütün; bozuk olmayan) kağıt para “Baktık olacak gibi değil, o gidişle ya fazla efkarlanıp Mazharosmanı boylayacağım, yahut geliş gidiş aynasızların eline düşeceğiz, kalktık, şoför muavini olduk. Günde iki üç kağıt çıkarıp gül gibi geçiniyoruz.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:51) “Mathieu: -Bana yardım etmen gerekiyor, dedi. İşi halledecek birini buldum, para bulamadım. Bana beş bin kağıt borç ver. Daniel kararsız bir sesle: -Beş bin kağıt... diye tekrarladı.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:98) Kağıt destesi : İskambil kağıtları, 52’lik deste; Bir yığın kağıdı içeren sıradan bir deste “ ‘Dinledim. Karanlık koyulaştı. Bana, doğru desteyi vermiş olduğundan dahi emin değildim. Aslında ölümünden sonra müdürün, ışığın altında incelediğini gördüğüm bir başka kağıt destesine sahip çıkmamı istediğinden şüphelen iyordum.’ ” (J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:172) Kağıt-kalem : Her ne zaman birşeyleri not etmek gerektiğinde, not aldıranın genellikle diğerine sorduğu soru: ‘Kağıt-kalemin var mı? “Çeker mi benim Esin Perim konu kıtlığı Sen şiirime sebil ettikçe soluğunu, Yanında kaba kağıt-kalemin kof kaldığı Hoş varlığın oldukça bana en tatlı konu?” ( W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:38, sa:117) Kağıtlarını (açıkça) masaya koymak, yatırmak : Dolaysız işin doğrusunu, gizemini açıklamak “LADY UTTERWORD - Sorunuz karşılandı Mr. Mangan. Miss Dunn kağıtlarını açıkça masanın üstüne koydu. Şimdi siz elinizdekileri saklayamazsınız. Mrs. HUSHABYE - Haydi Alf, baklayı ağzınızdan çıkarın. Ne kadar?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:121) Kağıt oynamak; Kağıt oyunları : İskambil, kumar oynamak; iskambille oynanan oyunlar “Kadınlar akşama doğru çay saatinde de gelirlerdi otele. Bazen çay içilir, bolca dedikodu yapılır, bazen de kağıt oynanırdı. Yirmi yaşlarının başındaki bir kız için garip bir hayat, biliyorum. Ama öyleydi. Kimse birşey yapmıyor, kimse de buna şaşırmıyordu.” (K. Başar, “Başucumda Müzik”, sa:80) “O BENDİM --------------sınırsız gecenin kadifesi bendim sevdiğim her şey bendim çığ yiyen fırtınada dağılan kağıt oyunu” (Zéno Bianu<d.1950>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.06.05) “Akşam, bürolarından çıktıklarında belli bir saatte kafelerde buluşurlar, aynı bulvarda gezinti yaparlar ya da kendi balkonlarına çıkarlar. Daha genç olanların zevkleri şiddetli ve kısadır, oysa daha yaşlıların kötü huyları işkolik saplantıları, eş dost davetleri ve kağıt oynayan çevrelerle sınırlıdır.” (A. Camus, “Veba”, sa:10) “Konsolosluktan çıktıktan sonra, Maria öğleden sonra tek başına plaja gidip çocuklarla annelerini, voleybol oynayanları, dilencileri, sarhoşları, (Çin yapımı) yerel el ürünleri satanları, turistleri, denize iki adım ötede kağıt oynayan turistleri seyretmeye karar verdi.” (P. Coelho, “On bir Dakika”, sa:35) “Mihayıl Makaroviç’de her akşam, bir masa da olsa kağıt oynardı. Ayrıca kasabanın kalbur üstü aileleri çoluklu çocuklu dansa gelirlerdi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:151) “Justine, başka insanların yanındayken takındığı yapmacık neşesini, sıkıntısını, huysuzluğunu bırakırdı. İkisi de ayaklarından ayakkabılaını çıkarırlar, mum ışığında kağıt oynarlardı. Daha sonra yatmaya giderken Justine birinci sahanlıktaki aynada yakaladığı görüntüsüne şöyle derdi: -Gözü dönmüş, kendini beğenmiş, cansıkıcı yahudi karısı seni!” (L. Durrell, Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1,” sa:37) “Baldi ile Bielkowski iyi geçinirlerdi. Geceleri ıssız bir kulede, bahçeyle ormanın sessizliği içinde, dördümüz de kağıt oynayarak geç vakitlere kadar uyanık kalırdık; ben daha çocuktum -on üç yaşındaydım- ama Baldi bana ‘ölme’ korkususyla ‘vist’ oyununu ve hile yapmasını öğretmişti.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:59) “Böylece, gönüllüyle Televes tutukevinden çıkamadılar. Zwiebelfisch de aralarına katılınca, başladılar sabahtan akşama kadar kağıt oynamaya. İskambilden sıkıldıklarından, ‘Gelin de, şu bizim şiltelerdeki pireleri temizleyin!’ diye gardiyanlarla dalga geçiyorlardı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:427) “Kuşkusuz her bekçi bunu kavrayamıyordu; kimileyin göz kulak olma görevinde çok gevşek davranan, bile bile bir köşeye çekilip açlık cambazına -onların düşüncesine göre herhangi gizli bir erzak arasından- güç tazeleyici küçük bir lokma alma fırsatı vermek niyetiyle kağıt oyununa dalan bekçi grupları bile vardı.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:76) “Can sıkıntısından kurtulmak, içimdeki çığlığı boşandırmak için yazmaya başlamıştım; tehlikeli, büyük, edebi gevezelik yuvasının bulunduğu Deksameni’ye çıkıyor bir köşeye oturuyor, dinliyordum; gevezelik etmiyor, meyhanelere gitmiyor, kağıt oynamıyordum; dayanılmaz biriydim..... İçimde, biçimlenmek için üç büyük cisim çırpınıyordu: Odysseas, Nikeforos Fokas ve İsa; içimden kopmak, hem kendileri kurtulmak, hem de beni kurtarmak istiyorlardı.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:181) “…babam beni Askeri Koleje gönderdi çünkü kötü bir aileden gelen bir kıza aşıktım, fotoğrafını gösterdi, dedi ki Koleji bitirir bitirmez onunla evleneceğim, işte o gün boyanmaktan, mücevher takmaktan, arkadaşlarını görmekten, kağıt oynamaktan vazgeçti, her cumartesi izne çıktığımda biraz daha yaşlanmış diyordum kendi kendime.” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:161) “Ulrich de köyü seyretmek için boyuna Gemmi Geçidi’ne yollanıyordu. Sonra kağıt, domino oynuyorlar, zar atıyorlar, oyunlarına heyecan katmak için de ufak tefek şeyler kazanıp yitiriyorlardı.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:15) “Kumar oynadım. Her şeyimle. Yaşamımla, insanlarla, kaderle... Neniz var? OOOOOV! Kağıt istemez. Hop, hop, hop! Sinirlenmeyin beyler. He heeeey! Blöf yapıyorsunuz! VE, ben kaçıyorum.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:97) “ ‘Karanlık oldu... Karanlık basınca burada yemek yeriz: Gaz lambalarını yakarız. Sana yazmıştım. Bizden dört sınıf küçük iki mühendis var benimle çalışan... Onlar biraz kağıt oynarlar.. Pişti, ya da altmışaltı.’ ” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:264) “Yoksulluk ya da çaresizlik değildi içine bu kadar işleyen; şehrin her yerinde, fotoğrafçı dükkanlarının boş vitrinlerinde, kağıt oynayan işsizlerle tıkış tıkış kalabalık çayhanelerin buzlu camlarında, karla kaplı boş meydanlarda daha sonra göreceği hep tuhaf ve güçlü bir yalnızlık duygusuydu.” (O. Pamuk, “Kar”, sa:16) “Rey kendisine uzatılan uzun puroyu reddetti. ‘Hayrola? Yüzünden düşen bin parça?’ Peaslee tekrar uzattı. ‘Baksana, arkadaşlarla arkaya geçip biraz kağıt oynamayı düşünüyoruz. İki gecede bir oynarız. Aramıza katılmana bir şey demezler herhalde. Ama paran yoksa bilemem tabii.’ ” (M. Pearle, “Dante Kulübü”, sa:463) “Rocky, tesadüfen, geçmişinden hüzünlü ya da acı veren bir deneyimi anımsadığında koltuğun arkalığının dibine yumuluyor, bakışlarını televizyonun ekranına sabitliyordu. Bunu her yaptığında ekranda Ramos ailesi beliriyordu; babalarının yatağında zıplıyor, yemek için toplanıyor ya da kağıt oynuyorlardı.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:175) “İki oyun masasında kağıt oynuyordu. Başkaları da basket potasının altında teke tek top sürüyordu. Barfiks çubuğunun yanına gitti; yüz tane barfiks çektiğinde basketbal oynayanlar durup onu seyretmeye başladı. İki yüz barfiksi tamamladığında poker ekibi dağıldı.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:464) “Derslerine ne zaman çalıştığı, hangi kitapları okuduğu belli değildi. Çünkü, sabahtan akşama, akşamdan da kahveler kapanana kadar kağıt oynuyordu. Bir iki alaturka oyunu, cimdallıyı, pastırayı iyi bildiği halde, hiç bilmediği pikete, pırafaya meraklıydı.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:79) “Akşam yemekten sonra bütün ötekiler bir odaya doluşup televizyon seyrediyor ya da kağıt oynuyorlardı. Müthiş bir gürültü oluyordu, ama gidecek başla bir yer yoktu.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:58) “Evet, korkuyorum… Korkmak binlerce defa ölmek demektir, ölümün kendisinden beterdir… diğerleri… diğerleri gülüp siperlerde kağıt oynuyorlar… ben ise dinliyorum… ben… ben korkuyorum… kendi silahımdan korkuyorum…… ben ona dokunamıyorum… tabancaya… soğuk namlusuyla…… diğerleri, diğerlerinin sinirleri yok… ölümü ensemde hissetmek. Şimdi…” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:136) “... çünkü bütün çekicilikleri yeni oluşlarından ve kim olduklarının bilinmemesinden kaynaklanır; kağıt oyunlarında büyük bir küstahlıkla hile yaparlarsa, ellerini ölçüsüzce başkalarının cebine daldırırlarsa, bir sarayda çok uzun bir süre kalırlarsa, bir gün birdenbire biri çıkıp foyalarını meydana çıkarabilir ve sırtlarındaki kamçı izlerini ya da kürek mahkumu damgasını herkese gösterebilir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:22-3) “Yarı karanlık, inden farksız meyhaneden gelen yoğun bir kötü tütün kokusuyla boğulacak gibi oldum. Arka tarafta kötü içki şişelerinin dizilmiş olduğu bar, önde ise yol işçilerinin kağıt oynadığı dolu bir masa vardı. Bana sırtı dönük bir asker, bara oturmuş, meyhaneci kadınla şakalaşıyordu.” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:403) Kağıt para : Metal-madeni olmayan, yüz kuruşun (bir liranın) üstündeki değerlerle basılmış para birimi “Ve ben, kalbi deli gibi atarak arkasından giden ben, azıcık kuvvetimi kağıt para gibi üst üste koymuştum, ellerine bakarak, gerekirse bendeki kuvveti de almasını ondan rica ediyordum.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:98) Kağıttan bir kule gibi : Eften püften, kolaylıkla yıkılabilecek kale; hayal ürünü, beklenti “ ‘Böylece, Cuma’nın Afrika’ya gideceğine ve benim de nihayet kendi kendimin efendisi olarak Londra’ya döneceğime dair kurduğum hayaller kağıttan bir kule gibi başıma yıkıldı.’ ” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:88) Kağşamak : Yıkılmaya, dağılmaya yüz tutmak, eskimek, güçten düşmek, zayıflamak, köhnemek “Çoğu kez üzüntüyü ya da sevinci hissedemeyecek kadar içinin kağşadığını hissediyordu. Kendi içne kapandıkça, duvarları zaman acısı lekelerle kararmış ara mahallelerin kuytu kahveleri onu her gün bir az daha kendine çekiyordu.” (M. Mungan, “Çador”, sa:74) ^ ^ ^ ^ ^ Kah; Kah ... kah ...; Kah şu kah bu : Bazan, zaman zaman; Bazen bu şekilde, diğer zaman o şekilde “Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgarı gibi uğuldar, taşların kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışlarını tokat gibi şaklayışına karışır.” (S. Ali, “Bütün Öyküleri: I - Değirmen”, sa:13) “Kadınlar, kah üç , kah dört sesli korolar halinde, ağlaşarak o tatlı ‘Deus, venerunt gentes’ (Allahım, insanlar senin tapınağını kirletmeye geliyorlar)i okumaya başladılar. Beatrice, şefkatle hıçkırarak, onları öyle kendinden geçmiş bir halde dinliyordu ki, Meryemin yüzü çarmıhın dibinde onunkinden daha fazla bozulmamıştı.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:254-5) “ZOR KARAKTER Boynumda bir kaya gibi, izi gibi bir bıçağın, bir yeldirme gibi telli, imi gibi varsıl çağın, seni bende taşıdım ben bin bir zorluk yaratsan da, atamadım yüreğimden kah acıtıp kah yaksan da!” (Miryaba Başeva<d.1947>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.09.08) “Bütün komik şeylere kah kaba, kah ince kokularını sindiren ve hep aynı kalan özü hangi imbik verebilir? Aristo’dan beri en büyük fikir adamları ele avuca sığmayan, kaçan, direnen ve bütün felsefe spekülasyonlarına küstahça meydan okuyan bu küçük meseleyi ele almışlardır.” (H. Bergson, “Gülme”, sa:13) “Oğul güler. Anne güler. Proğrama uyacaklardır, bunu söylemeye gerek yoktur. Ama en azından kaçıp gitme düşüncesiyle oynamak zevklidir. Şakalar, sırlar, suç ortaklığı; kah kaçamak bir bakış, kah bir söz: Birlikte olmaktan, bir arada olmaktan anladıkları şey budur.” (J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:15) “İkircim Ürperiyor ömrüm benim Kıla bağlı bir kılıçtan. Aslında ben kimim, neyim, Belki gölge, belki insan? Zikzak eden bir yolum varrrrrrrrrrrrr Kah simsiyah, kah gül rengi... Sözcükler ki neye yara Bazen yalan, bazen sevgi.” (Ahmet Eminov<d.1944>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.12.04) “Oysa o parayı vezneye verenin canına karim olmuştur üç kuruş. Anadolu’dan sürüp bir de şansı payitahtta denemek için İstanbul’un sisli sabahlarında ellerini kah ceketinin cebinde ısıtarak, kah oğuşturarak Sirkeci Garı’nın karşısısında gündelikçi işçiliğe fit olanlar Avrupa veznelerinin önünde durmanın hüznünü iyi bilirler. Öbürleri, kendi ülkelerinin uzak adamlarıysa zaten doları, markı iç piyasanın veznesiz pazarlarından gürbüz, kanlı rahatlıklarıyla edinmişlerdir. İstasyon bankalarında ise onlara hiç rastlanmaz.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:32) “Babamın ressam olma kararı arkasında, böyle Dr. Jekyl-Mr.Hyde tarzı bir dönüşüm bulunmuyor. Elimde babamın evlendikleri yıli 1873 gibi erken bir tarihte yaptığı annemin bir portresi var. Üstelik hayatı boyunca, kah en kaliteli keten masa örtüsünü tuval yerine, kah en güzel iç etekliğini boya silmek için kullanarak annemi kızdırmak pahasına resimle uğraşıp durdu.” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, Önsöz, Emile Gauguin, sa:6) “Kah şurda, kah burda görürüm onu Ama anlayamam ne olduğunu.” “Gezip tozarım ormanda, kırda Bir şarkı tutturup ıslık çalarak Kah şu belde, kah şu yarda.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Christel’,‘Müz’lerin Oğlu’, sa:36;41) “Kemanı çalanın çıkardığı tek tek her sesten zevk aldığı, bu ahenkli geçişlerin haz dolu tadını adeta yudumladığı anlaşılıyordu. Atlaya atlaya tellere dokunuyor, yayını çekiyor, aradaki perdeleri ine çıka birleştirmeye kalkışıyordu. Kah iki, kah bir buçuk tonluk fasılalar yapıyor, tekrarlıyor, araya en ince keman sesini sıkıştırıyor, sessizce ağlayışları andırır titreyişlerle inliyor, yavaşlıyor, susuyordu.” (F. Grillparzer, “Fakir Kemancı”, sa:28-9) “Kadın değildim ben, bana etki edemediğini kendi de görüyordu. Sabırsızlanıyor, sararıyor, kızgın adımlarla etrafımda dolanıyor, kah soluma, kah sağıma geçiyor, zaman zaman durup beni bekliyordu.” (K. Hamsun, “Pan”, sa:183) “Sınır-Orşovası yakınlarında Surbanlar uzaktan sık sık gelen bir at kişnemesine kulak kabarttılar. Kıyıda başı boş bir binek hayvanı dolaşıyordu. Kah Tuna’yı yüzüp geçmek ister gibi ayaklarını suya atıyor; kah yolu tutup nallarından kıvılcımlar saçarak koşuyordu. Sallardaki Peçenek atları kişniyerek ona sesleniyorlardı.” (F. Herczeg, “Paganlar”, sa:303-4) “Andreas ümitlerini kah zarif, yeni ayakkabılara, kah şık bir boyun atkısına bağlıyor; hele gitgide gürleşen, gözbebeği gibi sakındığı bıyıklarından çok şeyler bekliyordu. Derken gezgin bir tacirden büyük bir opak taşlı bir de altın yüzük aldı. Yirmi altı yaşındaydı o sıralarda.” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey-Nişanlanma”, sa:87) “III (Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?) ----------------------------------------Yaşam karmaşık tutkularla gelir, Loş meclislerde nutuk bile atarsın. İstediğin hedef önündedir, Ama kader bir enselerse seni. Görürsün büyük, küçük, fakir mi zengin mi? Fırtınalarda ruh misali, Yığınlarla debelen dur. Her şey gelir geçer, kah bayramlarda güler, Kah matemde solarsın. Bir ileri bir geri çabala. (Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03) “Vagonumuzda inanılmayacak sayıda kör vardı. Trahom <Sonu kötü bir göz enfeksiyonu> gözlerini boşaltarak yüzlerinde iğrenç birer çukur bırakmıştı. Yolcuların öteki yarısı da aynı hastalığı çekiyor ve güçlükle görüyorlardı. Her an gözlerini ellerinin tersiyle ya da pis yenleriyle siliyorlardı. Çocukları yanlarında o lan ve onlara meme veren analar, parmaklarını kah kendi irinli gözlerinden, kah yarı kör yavrunun gözlerinden geçiriyorlardı.” (P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:66) “Gezgin aygıtı pek fazla merak etmiyordu: subay kah derinlemesine toprağa gömülü aygıtın altına girerek, kah üst kısımları gözden geçirmek için merdivene çıkarak son hazırlıkları yaparkenn, gezgin, neredeyse gözle görülür bir ilgisizlikle, mahkumun arkasında bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyordu.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:29-30) “Bu, insana her dakika, fukaralığı, sefaleti, aczi söyleyen; kah bir uyuz deve sırtı insanın üstüne yürür gibi olan; kah, taş kesilmiş bir kabus gibi kafaya, en ağır, en feci, en sıkıntılı rüyaları yığan çamurdan perde...” (Y.K. Karaosmanoğlu,”Ankara”, sa:31-2) “Faik Bey, Seniha’ya yüzme alıştırmaları yaptırıyordu; kah bir eliyle belinin altından, diğeriyle ayaklarının ucundan tutup sırt üstü yatmayı, kah karnı le göğsü arasındaki noktayı avucunun içine dayayarak ve öbürleriyle ensesinden iterek dalıp çıkmayı, kah omuzlarından tutarak yarı oturmuş bir durumda yüzmeyi öğretiyordu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:69) “Sevişmeye başladıklarında, birleşmelerini her zamankinden yırtıcı, bir yangın kadar muazzam hale getirmeye zorladı kendini. Ama sessiz bir sevişmeyle (çünkü soluk soluğa fısıldanmış birkaç coşkulu sözcük dışında daima sessiz sevişirlerdi) nasıl yapılabilir bu? Evet, nasıl yapılmalıydı? Hızlı ve sert devinimlerle mi? İnlemelerin ses perdesini yükselterek mi? Pozisyonları durmadan değiştirerek mi? Başka usulleri bilmediğinden bu üçüne başvurdu. Özellikle ve kendi inisiyatifiyle her an pozisyonunu değiştiriyordu: Kah dört ayak üstüne çömeliyor, kah erkeğin üzerine biniyor, kah hiç denemedikleri, tamamen yeni ve son derece zor yeni pozisyonlar icat ediyordu.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:182) “Tania ile Murad, istisnasız toplandığımız her gece oradaydılar; hatta bizim topluluk daha çok onların çevresinde öbeklenmişti. Semi ile Bilal kah gelir, kah gelmezlerdi; bir gün ağlayarak birbirlerini terk eder, ertesi gün sarmaş dolaş ortaya çıkarlardı.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:179) “...Buna karşılık Nanda’da vücut ana öğe, kafaysa sevimli bir ayrıntıdan ibaretti. Özetle ikisi, çifte kişiliğe girerek, kah sakallı çilekeş kılığında tanrıçanın ayaklarına kapanan, kah taptaze bir delikanlı kılığında önünde dimdik duran Şiva’ya benziyorlardı.” (Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:18) “Her günkü gibi, güvenlik nedenleriyle olduğu kadar trafikteki kördüğümler yüzünden, kah bir yoldan, kah bir başkasından dönüyorlardı eve. Bindikleri Renault 21 yepyeni, rahat bir arabaydı, şoför de onu dikkatli bir ustalıkla kullanıyordu.” (G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:7) “Ateşböceğinin Gelişi -------------------------İşte o an belirir o, aklım almaz ancak harelenir heyecanla bakışımın kuyusu: düşümün esinlerinden çıkagelir uysal şimşeklerden narin bir ateştopu sersemletir kafatasını gerçekdışı bir hava oyunu Yanan ekin demedi gibi başlar oyunları uyanan duyuların taklidi - ağır çekimli rüzgardan savrularak uçup düşerlerkah akkavak yaprağı, kah yabangülü ağaççığı kah derin bir kaynak, ayın irkittiği.” (Mateya Matevsky<d.1929>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.02.09) “Üstümüze alacakaranlığın tatlı hüznü çökmüştü; ruhlar dokunaklı duygularla dalgalanıyor, kah tok bir erkek, kah ince bir kadın sesinde dile gelen aşk sözcüğü, küçük salonu dolduruyor, bir kuş hafifliğiyle havada uçuyor, kanatlarını gererek bir rug gibi boşlukta salınıyordu.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:9) “Bunlar yetmiyormuş gibi kah şurada, kah burada görünen Tatar birlikleri, Kalga Sultanı’nın adamları, sonra kendi keselerine iş gören çeşitli çeteler de eksik değildi. Gelin de siz bunların hepsiyle birlikte dostça geçinin.” (K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:16) “Bu çiftliğin sahibi Mister Pilkington, mevsimin gerektirdiğine göre vaktini kah balık tutmakla, kah avla geçiren çok deryadil bir adamcağız idi.” (G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:41) “Çevresinde konukları, Timoşka ve başköpekçilerin eşliğinde köpekhanesini gezmeye koyuldu derebeyi. Bazı köpek kulübelerinin önünde duruyor, kah hasta köpeklerin sağlığına ilişkin sorular yöneltiyor, kah az çok sert ve haklı azarlamalarda bulunuyor, kah köpekleri yanına çağırarak onlarla tatlı tatlı sohbet ediyordu.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:14) “Okul saatlerinden sonra, havanın çabucak karardığı o uzun güz akşamlarında, oyun oynayamaz olunca, herhangi bir ev merdiveninin basamaklarında toplanırdık; işte böyle anlatmanın sırası o zaman gelirdi. Bunda da ustamız yine Hans’tı. Bizi kah korkudan tir tir titrettiği, kah kahkahalarla güldürdüğü garip öyküler kim bilir aklına nereden gelirdi.” (Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:10) “.... dev adımlarıyla yanıp yıkılmış toprakları dolaşıp, şurada savurganca, ötede daha kıt, kah sonu görünmeyen çiftlikler kurmaya, kah baş başa, küçük tarhlar halinde, tohumu bazen avuç avuç dağıtarak, bazen tek tek özel olarak seçilmiş yerine gömerek, çeşit çeşit kokular ekmeye başlamıştı. Ülkesinin en uzak kuş uçmaz kervan geçmez köşelerine kadar gitti. Büyük Grenouille, yıldırım bahçıvan; çok geçmeden koku tohumu atmadığı bir karış yer kalmamıştı.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:128) “Levin ayakta duruyor, her sese kulak kabartıyor, kah yere, ıslak yosunlu toprağa, kah kulaklarını dikmiş Laska’ya kah önünde dağın yamacına uzanan, ağaçlarının tepeleri çıplak koruya, kah yer yer ak bulutlarla kaplı koyu gökyüzüne bakıyordu.” (L. Tolstoy, “ Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:315) “Havlu atkısıyla örttüğü iri göğüsleri gençliğinin, sağlıklı oluşunun birer belirtisi gibiydi; canlı kara gözleri kah pencerenin ötesinde hızla geçen tarlalarda geziniyor, kah hanımına ürkek ürkek bakıyor, kah arabanın köşelerinde tasayla dolaşıyordu.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:79) “Nöbetleşe ve aklımızı büsbütün karıştırmak için aynı anda şu bahtsız taşkafalarımıza hükmeden iki güçten kısalık ve bitmezlik- kah fil ayaklı olan tanrının etkisindeydi Orlando, kah tül kanatlı sivrisineğin. Hayat ona aşırı uzun geliyordı. Yine de göz açıp kapayana kadar geçiyordu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:71) “Artık sık sık zihnimde Lappin soyunun hikayesini geliştirmekle oyalanır olmuştu, kah herkesin yağmur yağacak diye uyardığı ve yağdığı başbaşa uzun yürüyüşlerde konu sıkıntısı geçince, kah soğuk gecelerde, hizmetçi kızlar ve balıkçı gidip zille çağırabilecekleri bir tek garson kaldığında, şömine başında.” (V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:77) “... çünkü Daponte’nin hevesli suç ortağı gibi bir sevgi yoksunu, kemik çuvalı kız kurusu da efeendisinin serüvenlerinden müthiş keyif alıyordu. Deli gibi nefret ettiği kadının yatağını her sabah kah şu kah bu genç beden tarafından karmakarışık edilmiş, namusu lekelenmiş bulmanın verdiği tatmin duygusu muydu bu yalnızca...” (S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:163) Kahbe, Kahbe avratlı : Orospu, mürai, yalancı, alçak, dönek (Genellikle kadın için kullanılır ama erkek için de) (Argo) “Zehir gibi acı bir rüzgar, bütün gün yüüzünü didiklemiş, durduğu zaman temiz ve kadın, sıcak ve kınalı bir Anadolu orospusu elleriyle, altınlar içinde, şalvarlar içinde, elde örülmüş kırmızı konçlu yün çoraplar, abalar, tezgahta dokunmuş çullar içinde biraz ağırca insan kokulu bir kasaba kahbesi elleriyle her tarafını yoklamıştı.” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:8) “Salih edepsiz insanlara has bir umursamazlıkla denizi seyrediyordu. Abdurrahman’ın içinden, bu kıçı kendisine dönük adama bir tekme savurmak, şahmerdanın inip kalktığı iki direğin arasından şu herifi, denize uçuruvermek geçti. Fakat yalnız: -Ulan kahpe, dedi.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:14) “İçerden hışırtılar, kanat çırpmalar, tavuk gıdaklamaları geliyor. Layev, Kozyavkin’in: -Bu da nesi? dediğini işitiyor. Vera, bu tavuklar da nerden çıktı? Hay, Allah kahretsin, burada bir sürü tavuk var!.. Bir de kuluçkaya yatmış hindi... Gagalıyor kahpe!” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:107) “Ağır ağır Tevfik Beye yaklaşır, bütün gücüyle tokadı suratına aşkeder. Tevfik Bey yere düşer ve neye uğradığını şaşırır. ‘Hacı, gebert kahbe dinliyi. Çakırcalı gibi kaç uşağı varmış, öğrensin kahbe kanlı!’ Hacı Efenin yanına varır, onu elinden tutar, bir yana çeker: ‘Kıymayalım Efem,’ der, ‘Kendi adamımız...’ ” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:101-2) “Yürü bire kahbe felek Sineme sarıldı melek” (Sine: Göğüs, bağır) (Köroğlu-Prof.Dr. K. Mehmet Fuat, “Türk Sazşairlerine Ait Metinler ve Tetkikler <IV>”, sa:55) “PETRUCHIO -... Nerde önden yolladığım aptal kerata! GRUMIO - Burdim efendim; gene eskisi kadar budalayım. PETRUCHIO - Seni yabanın dangalak köylüsü, seni kahbenin piçi, seni hantal değirmen beygiri, sana bu alçak kerataları da alıp beni bahçede bekle demedim mi ben?” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:84) “ ‘... Elini çoktan yıkayıp savuşmuş. Fazladan senin bu Maraz Ali yeğeninden de davacı.’ ‘Vay anasını avradını... Vay kahbe avratlı Çerçi Süleyman... Vay ulan...’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:350) Kahbe (Kahpe) dünya : Acımasız dünya, yazgı; Yalancı, dönek dünya Bk.: Kahbe felek “MÜDÜR - Canına yandığımın. Başımıza gelen buna olaydan sonra, araba kahyalığı için bile iş vermezler artık! S. KOMİSER - Kahbe dünya. DELİ - Hayır, kahbe hükumet!” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:36-7) “-... Allah bin bereket versin, çok parasını aldım. ‘Parasını aldım’ dedimse, havadan değil haaa!... Alınteriyle... Vay gidi kahpe dünya!.. İyicene aklım kesti Halim Efendi kardeşim, bu dünyada iyiler yaşamıyor...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:162) Kahır; Kahır çekmek : (ARAP.): Üzüntü, acı, ıstırap, elem; Istırap çeken kimse “EVLER Evlerde nice nice cinayetler işlendi, Ruhu bile duymadı insanların. Dört duvar arasında aile sırları, Dört duvar arasında dünyanın kahırları. Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın Gözyaşlarıyla beslendi.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:20) “Bir abit <kendi köşesine inzivaya çekilmiş, dua eden kimse> gördüm: Birine sevdalanmış, bu sırrı gizli iken bile dile düşmüştü.. O denli kınandığı, kahır çektiği halde içini dökmekten vazgeçemiyordu. Bir keresinde kınadım onu: ‘O güzelim aklına ne oldu da, şu köle nefsin onu alt etti?’ Düşündü, düşündü, şöyle dedi: ‘Aşk sultanı bir köşeye konar da, Takvaya <günahtan sakınma> bir yer mi kalır orada? Tamamen çamura batmış gibiyim, Nasıl temiz kalabilir eteğim?’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:172-3) Kah-kah! : Kahkaha ile gülmek isterim; Haydi öyle diyelim; Ne günlerdi o günler Bk.: Keh-keh “-Çok güzel! Birlikte yer, içer, sonra kalkar gideriz..... Kah-kah! Eskiden gerçekten kurnaz, açıkgöz bir adamdım. Elini veren kolunu kurtaramazdı. Ama şimdi çoluk çocuğa karıştım, iyice duruldum.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:140) Kahkaha atmak : Bir adet kahkaha koyvermek “Nice sonra kahkaha üstüne kahkaha atarak geldiler. Konuşup konuşup gülüyorlardı. Tam yaklaştıkları zaman Cemal kuşağından iki elma çıkardı. Birini Ömer’e verdi. Birini de kendi dişledi.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:28) “... buruşturup top haline getirdi ve her birini bir yana fırlattı. Merdiveni odanın ortasına, eskiden durduğu yere getirdi. Altıncı basamağa çıktı, ateşi izleyerek bekledi. Sonunda alevler kendisine eriştiğinde, yüksek sesle kahkaha attı; tüm yaşamında böyle gülmemişti.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:518) “Copacabana’dan içeri girer girmez, dostça diyebileceği bir ilişki kurduğu biricik meslektaşı olan Nyah onu çağırdı. Doğulu bir adamla oturuyordu kız, ikisi de kahkahalar atıyorlardı.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:202) “Mansona aşağıdan alan, özür dileyen bir sesle hitap etmiş ve Manson çayını dökmek tehlikesini geçirmişti: -Madam Manson’u ziyaret etmek niyetinde idim doktor! Fakat o kadar meşguldüm ki.. Kocası bir kahkaha atarak: -Evet, dedi, meşgul olduğun kesin! Fakat doğrusunu isterseniz yeni bir giysisi yok.” (A.J. Cronin, “Citadel”, sa:138) “... ‘Deliye bak!’ diye bağırarak bir kahkaha attı, oradan taşlara çarpa çarpa, çıkınını toz içinde sürükleyerek Çelkaş’ın sekisine (arkalıksız, alçak iskemle) yaklaştı. Serserinin paçasını pekiştirerek: -Babalık, keyfin yerinde galiba!.. dedi.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:66) “ ‘Sizden binlerce defa özür dilerim.’ ‘Yakınınızın kaydının silinmesine izin vermeyin.’ ‘Çok üzgünüm!’ Laigle bir kahkaha attı: ‘Bense sevinçten uçuyorum. Avukat olma yolundaydım. Bu olay beni kurtardı.’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt: III, sa:141) “Yok canım! Genç kadın. Otuzunda var yok. İriyarı, kuvvetli, çenebaz. Sabahtan akşama kadar atsın kahkahayı. Bizimkinin baş dostu. Eh, bok boku tabakhanede bulur, ne olacak.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9) “Gelelim delikanlılara... Burada kural tamamen değişiktir. Onlara bakarak belli belirsiz gülebilirsiniz. Delikanlılar neden güldüğünüzü anlamak için yanınıza sokulurlar. Siz bir açıklama yapmak zorunda olmadığınız gibi, bu sefer kahkaha atarak gülmekte de serbestsiniz.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:234) “SMITHERS - Orada putataparlık ayinleri yapıyorlar… Senin gümüş kurşununa karşı yardımlarını görsünler diye çeşit çeşit şeytan büyüleri, tılsımlar hazırlıyorlar… (Gürültülü bir kahkaha atar.) Gözüm çıksın… herifler adamakıllı kaçık…” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:30) “Sergio her akşamüstü, içeri girer girmez neden iyileşmediğini soruyordu büyükanneye; iyileşirse Disney’e gideceklerdi. Sağlığına çabucak kavuşması için yalvarıyordu, n’olur, n’olur. Annesi bunun üzerine öylesi bir kahkaha atıyordu ki, neredeyse pencerelerin camlarını yere indirecekti.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:9) Kahkahadan kırılmak : Gülmekten kendinden geçmek, çok gülmek “Kadınlar kahkahadan kırılıyordu. Kolya, zafer kazanmış biri haliyle epey uzaklaşmıştı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:31) “III (Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?) Yaşarsın, konuşursun, başının üstünde Gök durur, bulutların olur. Yaşlı bilgelerin kitaplarından haz duyarsın, Virgil’i, Dante’yi okur, Hoş yerlerde eş dost, turlarsın. Meyhanede kahkahadan kırılır, Bir kadının bakışından sarsılırsın, Seversin, sevilirsin, keyfin krallarda yoktur! Gülistanda bülbül sesleriyle mest olursun.” (Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03) “Yahuda, keşişlerin atelye olarak kullansın diye verdikleri hücrenin alçak kapısı önünde duruyordu hala. Sallana yuvarlana, bata çıka ilerleyen cenaze alayına bakarak kahkahadan kırılıyordu.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:163) “Winston hala kartonun nemli kokusunu hatırlıyordu. Berbat bir şeydi. Karton yırtıktı. Küçük tahta zarı çok kötü hazırlanmıştı, bir kenarı üstünde güçlükle durabiliyordu. Winston bu şeye ilgisizce bakmıştı. Annesi bir mum yakarak oynamak için yere oturmuştu. Sonra Winston deli gibi bir coşkuya kapıldı, oynadıkça kahkahadan kırılıyordu. Her ikisi de dört kez kazanarak sekiz oyun oynadılar.” (G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:238) Kahkaha koparmak, kopmak, koyvermek : Fırtına gibi bir kahkaha esmek “Jouffroylar’ın dairesi altı katlı bir binanın beşinci katında, yukarıya çıkmak için kuş kafesi gibi daracık asansöre sıkışınca, Walker, Margot’yu kucaklıyor ve yüzünü minik öpücüklere boğuyor. Margot kahkahayı koparıyor; çantasından anahtarı çıkarıp kapıyı açarken hala gülüyor. Ev tantanalı bir yer, Walker’ın hayal edebileceğinden çok daha görkemli döşenmiş...” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:161) “Çivi Esme bir kahkaha kopardı: ‘Şunun em deye verdiği elmaya bakın! Garılar! Leblebi tenesi gadar. Deliganlı adamın susuzluğunu keser mi heç o? Sen Amada şevtali ver şevtali! Şevtali ister o! Çıkar da koynundaki turunçlardan ver hiç olmazsa?..’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:18) “Yine kahkahalar koptu. Bileyci, köşesinde, yine başını kaldırmadan mırıldandı: -Sus be ekmekçi! Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını.” (A. Daudet, “Değirmeninden Mektuplar”, Cilt:I, sa:19) “Johanna bütün vücudu sarsılırcasına sinirli bir kahkaha kopardı. ‘Siz yalnızca gülün. Ben bunu çoktandır biliyorum. Halinden belli. Şans eseri beyimizin o tarakta bezi yok... Zavallı hanımım, benim zavallı hanımcığım.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:77) “Bir gün, araba ile Mecidiyeköy’ünde bir köy düğününe gidilecekti. Araba, kalabalıkçaydı. Boş bulundum: -Arabacının yanına bineyim, dedim. Bir kahkaha koptu. Ben kızararak kös kös arabaya bindim.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:90) “Nigar Hanım bir kahkaha koyverdi. Nermin de güldü. Pazar sabahı yapılan araba gezintisinden dönüyorlardı. Eylülün başıydı, ama hava sıcaktı. Bu yıl adadan erken dönmüşlerdi.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:502) “Ekber gürültülü bir kahkaha koyuverdi. ‘Seni biraz daha bekletseydik dilinin altındaki baklayı çıkaramadığın için boğulup ölecektin,’ diye kıkır kıkır güldü. ‘Son bir saattir patlatılması şart olan bir çıbana benziyordun.’ ” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:101) Kahkahalara boğulmak : Bir seri kahkaha tufanına tutulmak “Bütün grup birden kahkahalara boğuldu. Veronika ironik bir tavır takınarak gülümsedi, arkasını dönüp uzaklaştı, gözlerinin yaşlarla dolmakta olduğunu kimsenin görmesini istemiyordu.” (P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:48) Kahkahalarla, kahkahayla gülmek : Sık sık kahkaha patlamalarıyla bezenmiş gülne “NOEL GÜNÜ KAHKAHALARLA GÜLEN YEDİ ASKER -----------------Gülüyorlardı kahkahalarla kadına. ‘Şeytanlar,’ diye, haykırdı adam, ‘ödeyeceksiniz bunu, ödeyeceksiniz...!’ Zevkten kükreyerek, doldurdu kadını asker Noel Günün’nde, Noel Günü’nde.” (Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08) “Günün yirmi dört saati doğuştan gazeteci olan Vargas, Pardo’nun aceleciliğinden ve içerde gecikmesinden, çok önemli bir şeyin sözkonusu olduğundan kuşkulanmıştı. Beş dakikadan fazla bekleyemedi. Haber vermedene başkanın odasına girdi; Pardo’nun kendisine henüz söylemiş olduğu bir şeye kahkahalarla gülerken buldu onu.” (G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:258-9) “Scarlett istemeyerek onunla göz göze geldi. Butler’ın gözlerinde tıpkı küçük çocukların gözlerinde olduğu gibi parıltılı izler gördü. Birden kahkahayla gülmeye başladı. Bu sorun o kadar önemsizdi ki, incir çekirdeğini bile dolduramazdı. Şimdi Butler da gülüyordu. Hatta öyle gülüyorlardı ki, salondaki kadınlar dönüp onlara baktılar. O ne? Dul Hamilton, bir yabancıyla fıkırdıyordu. Hemen biribirlerine sokuldular ve dedikodu yapmaya başladılar.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:245) “Uşağın bu küstahça çıkışı Kirila Petroviç’i kahkahayla güldürdü. Konuklar ise bu esprinin ucunun kendilerine de dokunabileceğini duyumsamakla birlikte, onlar da kahkahayla güldüler.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:15) “-Yeni bir yol, dedi. Onlar da bu yolu seçtiler. Mercimeği fırına verdiler. Ama yol önemli, fırına verişteki yol. -Evet, ama Kalujski ile arasındaki ilişki nedir? Betsi birden kahkahayı bastı. Pek seyrek olurdu böyle kahkahayla güldüğü. -Prenses Myahkaya’nın ihtisas alanına giriyorsunuz. Çok çocukça bir soru bu.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:566) Kahkaha patlatmak : Yüksek sesle gülmek “Teabing, Langdon’un yanına giderek elini uzattı. ‘Robert, kilo vermişsin.’ Langdon sırıttı. ‘Sen de almışsın.’ Tombul göbeğine hafifçe vuran Teabing, bir kahkaha patlattı. ‘Touché’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:254) “ ‘Tüm Avrupalılar böyle mi davranır?’ Duraksadım. ‘Gerçek Avrupalılar, evet...’ Düşünerek gözlerini bir an kapadı ve sonra kahkahayı patlattı, bir korku hareketi anlamında kollarını yine göğsünde kavuştururken.” (M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:52) “LEOPOLD - Evet. (Cansıkıcı sessizlik..... BİRİNCİ ve İKİNCİ WENZEL yerlerine çivilenmiş gibi otururlar.) Bir şeyler yapmam gerek. LUSI (Kahkahayı patlatır. Gülmesini keser.) - Ne yapmam gerekiyor? (Yeniden gülmeye başlar. LEOPOLD, masanın altında LUCI’nin ayağına basar.) LEOPOLD (Kekeleyerek.) - Şey için bir şeyler.. Birkaç not tutmak istiyordum... Ayrıca akşam yemeği...” (V. Havel, “Largo Desolato” -Buruk Ezgi-, sa:25) “Yorgun bir halde yeniden sütun başlığına gidip oturdu. ‘Ölünce pasta börek var gökte!’ diye seslendi bir ses, arkadından da bir kahkaha koptu.” ..... “Arkalarından, Levililerle Ferisiler kahkahadan patlayacaklardı nerdeyse. Çirkin, yuvarlak omuzlu, gençten bir Levili bir limon kabuğu fırlattı; kabuk gelip Petrus’un yüzüne çarptı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:215;470) “... pupa yelken giden görkemli bir gemiye benzeyen yatağımızda kamışımın Lucrecia ile kazandığı zaferlerden övünç duyduğumu söylediğimde, şaka ediyorum sanıp bir kahkaha patlatmıştı. Oysa şaka etmiyordum.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18) Kahkaha tufanı kopmak; Kahkaha tufanına boğulmak : Bol ve sürekli gülmek Bk.: Makaraları kloyvermek “Evin bu mitik sessizliğinin bozulduğu yegane an, küçük kızları Lucia’nın doğduğu ilk haftalarda etrafın kahkaha tufanına boğulduğu zaman idi. Ondan sonra yine eski tas, eski hamam idi.” ..... “Böyle bir şeyin tadını hatırlamıyordu Hasan, garip de bir kokusu vardı bu sandviçin. Mahçup olmamak için kendini zorlayarak son ısırığını almıştı ki, odada müthiş bir kahkaha tufanı koptu. Elebaşı Erdal, avaneleriyle birlikte, vahşi bir sevinçle haykırıyordu: ‘Ha, ha... Hasso kendi bokunu yedi!’ ” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası; Kürt Hasan”, sa:90;171) Kahkahayı basmak : Anide ve bolca gülmek “Tombul hanım basıyordu kahkahayı! Mavi sabah göğü cam gibi kırıyordu, sisler hızlı hızlı dağ kenarına doğru koşup gidiyorlardı.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:19) “ ‘Dahası var! diye bağırdı, ‘Öğretmeni de gördüm!’ ‘Hayır!’ ‘Evet! Evet!’ Pantolonunun önünü daha da fazla ovuşturmaya başlamıştı. ‘Kimi?’ diye kızlardan biri sordu. ‘Mrs. Harrington’u!’ Herkes kahkahayı bastı. Mrs. Harrington yüz kilo ağırlığındaydı.” (R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:249) “Sinema kalabalık; seyircilerin yarısı bu mucizevi diriliş sahnesini görünce kahkahayı basıyor. Onların bu septik tarzına öfkelenmiyorsun ama senin için mantığı aşan bir an oluyor bu ve gözyaşların yanaklarından aşağı süzülürken, ablanın koluna yapışıp öylece oturuyorsun. Olamayacak olan oluyor ve sen tanık olduğun sahne karşısında şaşkınlıktan donakalıyorsun.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:106-7) “Herkes kahkahayı bastı ve bir gün önceki konferansı tartışmaya koyuldular. Sufi meditasyonu’nun dünyayı gerçekten kurtarıp kurtaramayacağını sorguluyorlardı.” (P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:145) “David’in çevresinde oturan al yanaklı, etli butlu tatilciler, oyundan keyif alıyorlar. Melanie-Gloria’dan hoşlanmışlar. Açık saçık şakalara kıkır kıkır gülüyorlar, oyuncular birbirlerine sövüp saydıkça kahkahayı basıyorlar.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:221) “-Ya senin karı, bileyci?... dedi, seninkinin Meryem Anası, hangisi? Bu tümcede pek gülünç bir cinas olmalı ki, bütün üst kattakiler hep birden bastılar kahkahayı.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:18) “Çocuklar kahkahayı bastılar. -Size, mahsus size nişan aldı!… Karamazov’sunuz; Karamazov’sunuz ya!..” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:28) “Bütün gördükleri dost yüzlü, dilsiz görünüşlü, oldukça garip ve aptal iki yaşlı adamdı. Sonra bu meraklı kişiler böylesi inanılmaz söylentileri çıkaran insanların ne aptal, herşeye ne kolay aldanan kişiler olduğuna şaşıp kahkahayı basıyorlardı.” (H. Hesse, “Siddhartha”, sa:127-8) “-Doğru, dedi Bernard. Belki biraz ileri gittim. Ama berbat keyifsizim... Dün... tanımadığım biri bana geldi..... Parmaklarımın arasına bir karton bir rulo sıkıştırarak, ‘Bu diplomayı size vermekten onur duyarım,’ dedi. Onun önünde de açmam için ısrar etti. Rulonun içinde bir diploma vardı. Renkli. Çok güzel bir yazıyla yazılmış. Yazıda şöyle diyordu: ‘Bernard Bertrand su katılmamış eşekliğe terfi ettirilmiştir.’ -Ne? dedi Paul, kahkahayı basarak ama karşısındakine en küçük bir eğlence izinin sezilmediği, ciddi ve taş kesilmiş yüzü görünce kendini derhal topladı.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:153) “Rosa kahkahayı bastı: ‘Ay benim akıllım, senin tam bir erkek olduğunu, hem de ezelden beri öyle olduğunu hep bilirdim, düşmanların hep silahlarını teslim ederlerken senin hala öyle kalmana sevindim. Tevekkeli değil, seni dillerinden düşürmüyorlar. (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:69) “.... horoza gelince Bayan Marta Maria, bırakalım gönlünce ötüp sevinsin tencereden kurtulduğuna, onu öterken duymak daha da mutluluk verici, dahası, ölmesi tavukların da işine gelmezdi. Joao Francisco bu kısa ama bilgece konuşmanın ardından tüm iyi niyetiyle bastı kahkahayı, ama Marta Maria ufacık bir gülümseyiş bile veremedi midesine saplanmış olan acıyı bastırmaya çabalamakta olduğundan...” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:135) “Kimbilir neden, benimle İspanyolca konuşmayı seçti ve ‘eşiniz’ sözcüğünü gereken saygıyla dile getiriyor, o bile biraz gülünç kaçıyor, aslında yanıt olarak kahkahayı basmak yerinde olurdu doğrusu. Ne eşi canım, boş versenize!, ve omuzuna şöyle iyi bir şaplak indirmek.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Güç Olmakta”, sa:29) “Fridrih: -Alfred, bu nasıl elbiseci? Herif beygir tımarcısına benziyor, diyordu. Biraz sonra adam döndü: -İşte! İstediğinizi alın! dedi. Birdenbire şaşırdık. Fridrih benim, ben Fridrih’in yüzüne bakarak kahkahayı bastık. Adam kızdı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:172) “-Yeni bir yol, dedi. Onlar da bu yolu seçtiler. Mercimeği fırına verdiler. Ama yol önemli, fırına verişteki yol. -Evet, ama Kalujski ile arasındaki ilişki nedir? Betsi birden kahkahayı bastı. Pek seyrek olurdu böyle kahkahayla güldüğü. -Prenses Myahkaya’nın ihtisas alanına giriyorsunuz. Çok çocukça bir soru bu.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:566) “Bunca korkudan, gözyaşından sonra birdenbire kahkahayı basan Gruşka; -Ben de kurt sandıydım, dedi. -Bak sen şu akılsıza! Gruşka çıngırak gibi çınlayan sesiyle gülmesini sürdüyordu. -Aman ne korktum!...” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:112) Kahos : Kaos, büyük kargaşalık Bk.: Kaos “Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü tonlarını taşıyan Berliez kamyonları yanında sırtlarında birer tutam yaş odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, bunların hep birden çıkardıkları sesler de sinirler üstünde bir kakafonik, bir kaba ve manasız kargaşalığın, kahos halinde bir şehrin azap ve ıstırabını saçıyordu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:187) Kahpe : Orospu (Argo) Bk.: Kahbe “-Kadının dayısı dümendeymiş. Sorgu yargıcının dostu, bizimkinin kaçtığı evde... -Tamam! Sidikli’yi sızdırdılar öyleyse... Severim kahpeyi... Sidikli’ye biz de çalıştıydık. Kapı yoldaşı olduğumuzdan seni buraya alıyoruz. Gürültü mürültü edersen, canımı sıkarsan, ufalarım!” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:46) Kahpe dölü : Orospudan doğma, olası piç, soyu sopu belli olmayan kimse (Argo) “MEMUR - Haydi sen de dilini tut! E. DROMIO - Siz efendime söyleseniz de ellerini tutsa daha iyi olur. E. ANTIPHOLUS - Kahpe dölü, duygusuz kerata!” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:72) “... İzime basarak dolaş! Bize danışmadan hiçbir iş tutma! Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayalım. Namazlarımızı kılıp yataklarımızda oturalım. Bak, Fayrap denilen kahpe dölü ne yaptı? Parayı elimizden çekip aldı.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:47-8) Kahpe felek : Kör talih, yazgı “BİR ŞEY ----------Benerci Jokond Varan Üç Bedrettin Hey kahpe felek ne oyunlar ettin En yavuz evladı bu memleketin Nazım ağbey hapislerde çürür.” (C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:117) Kahraman : (MYTH.) Savaşta yiğitlik ya da fedakarlık yoluyla milletine, devletine yararlıkta bulunan kimse; çocuk masallarında cinleri, perileri, korkunç deniz ya da hava canavarlarını yenebilen son derece kudretli kimse, piyeslerin baş oyuncusu <Size burada, birkaç klasik kitaptan ve dünya çapındaki arkeolog ve yazarlardan, K a h r a m a n hakkında yaptığım araştırma özetlerini sunacağım :> Dr.İ.E. K A H R A M A N (Joseph CAMPBELL’in “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu”ndan) KISIM: 1 (Arka kapak’tan): “Mitos üzerine yazan ve en tanınmış yazarlardan biri olan Joseph Campbell, bu klasik yapıtında, dünyanın bütün mitolojilerinde k a h r a m a n’ ın yolculuğu ve dönüşümünün izini sürerek t e k b i r a r k e t i p i k k a h r a m a n ı n v a r l ı ğ ı n ı ortaya koyuyor. Ortadoğu’dan Hindistan’a, Güney Afrika’dan Sibirya’ya yazılmış insan coğrafyası üzerine Gılgamış, Buddha, Odysseus, Thor(*), Cuchullainn(**) hep aynı işlevi yerine getirir: insanı benzerleri arasında kendisi olacağı bir yolculuğa hazırlamak.” (Önsöz’den) “Umudum, karşılaştırılmalı bir aydınlatmanın, şu anki dünyada, bir takım cemaatçi ya da politik imparatorluk adına değil, fakat ortak insan kavrayışı yönünde çalışan güçlerin belki de çok umutsuz olmayan amacına katkıda bulunabileceğidir. V e d a l a r d a da bize söylendiği gibi. ‘Gerçek birdir, bilgeler onu birçok isimle çağırır.’ J.C.” KAHRAMAN KİMDİR VE NASIL ÇIKAR? KRALLIKLAR kurulmaya başladıktan sonra, birinin k r a l oluşunun tüm anlamı artık sadece herhangi biri olmayışı olduğu halde, bir kamu olayı kişisel kazanca dönmeye başladı. Krallar gitgide, ‘Tanrının inayetiyle’ kendilerini tüketene dek “tehlikeli t i r a n – YERİNDE DURAN” oldu. Geleneksel “geçiş ayinlerinin” (initiation ceremonies) bireye geçmişte ‘ölme’yi ve gelecekte ‘yeniden doğma’yı öğretmesi gibi, büyük “atama törenleri” onu özel kişiliğinden yoksun bıraktı ve uğraşısının peleriniyle sardı. (Artık) güç kullanan bir yönetim başlamıştı. (*) THOR : İskandinavya’nın Thetonic üç tanrısından biri: WODEN (Odin), DONAR (Thor)(Tiw), ZIO (Tyr). (**) : İrlanda’nın Tunç Devrinin, Orta Çağ Ulster Divanı’nın baş kahramanı. O; içinde yanan kozmik enerji ile deprem gibi patlayıverir. Daha dört yaşındayken amcası Kral Conchobar’ın ‘çabuk taburları’nı, gümüş topu, mızrağı ve oyuncak kalkanıyla tarümar eder. Yetişkin olduğunda, harika delikanlı olarak, onyedi takım silahla tüm savaş arabalarını imha eder. Gılgamış gibi uzak diyarlarda devlerle, cadılarla savaşır. Tekerlek ve elmanın yuvarlanışla açılan görünmez yayı vardır. ________________________________ T i r a n - c a n a v a r figürü dünya mitolojileri, halk gelenekleri, efsaneleri ve hatta kabuslarınca bilinmektedir. Genel çıkarın toplayıcısıdır o. Tiran’ın şişirilmiş ego’su, işleri ne kadar başarılı giderse gitsin, kendisine ve dünyaya bir lanettir. İyice yılmış, korkuya kapılmış, her an çevresinin, öncelikle kendi içindeki ‘ele geçirme’ye karşı denetimsiz tepkilerin yansımaları olan öngörülmüş saldırılarını karşılamak ve onlarla çatışmak üzere uyanık olan öz kazanımlı bağımsızlık devi, dünyanın felaket habercisidir, zihninde kendini insani eğilimlerle oyalayabilse bile. K a h r a m a n , öz kazanımlı teslimiyetin kişisidir. Fakat neye t e s l i m i y e t (Submission) ? Bugün kendimize sormamız gereken ve her yerde kahramanın asli erdeminin ve tarihsel eyleminin çözeceği bilmece budur. Yalnızca ‘doğum’ -yeniden eski şeyin değil, yeni bir şeylerin doğuşu- ‘ölüm’ü yenebilir. Ruh içinde, sosyal gövde içinde -eğer uzun süreli yaşamda kalacaksak- ölüm’ün uzaklaşmayan yinelenişlerini geçersiz kılacak kesintisiz bir “r u h g ü c ü” (polingenesia) olmalıdır. Ölümün zaferi için günümüz geldiğinde, ölüm yaklaşır; çarmıha gerilmekten ve dirilmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur: tamamen parçalanış, sonra yeniden doğuş. Profesör TOYNBEE, “yaratma” çalışmasının yeniden başlamasını olası kılan, daha yüksek ruhsal boyuta ulaşmayı başaran krizi ‘k o p m a’ ya da ‘ç e k i l m e’ ve ‘t r a n s f i g ü r a s y o n’ (transfiguration) terimleriyle karşılıyor. İlk “kopma” adımı, vurgunun, dış dünyadan iç dünyaya, ‘makro’dan ‘mikro’ kozmoza doğru köktem bir yer değişiminin, çorak ülkenin umutsuzluklarından, içindeki ebedi krallığın barışına doğru bir geri çekilişi içeriyor. Psikanaliz’in bize öğrettiği gibi, bu krallık, kesin olarak, uykuda gittiğimiz bir krallık, çocuksu bir bilinçdışıdır. Yetişkin gerçeklikler haline getiremediğimiz yaşam potansiyelleri, benliklerimizin şu diğer kısımları hep oradadırlar, çünkü bu türden altın tohumlar kaybolmaz. Eğer bu kayıp bütünlüğün yalnız bir kısmı olsun gün ışığına çıkabilseydi, güçlerimizde muhteşem bir artış, yaşamda kuvvetli bir canlanma yaşayacak, başımız göğe erecekti. Dahası, eğer yalnızca bizler tarafından değil, bütün kuşağımız, ya da bütün uygarlık tarafından unutulmuş bir şeyleri çıkarabilseydik, gerçekten de kut-getiren, günün kültür kahramanı, yalnız yerel değil, dünya tarihinin tarihsel anı’nın bir kişisi olabilecektik. Tek kelimeyle: Kahramanın ilk işi, ikincil etkilere ait dünya sahnesinden ruhun, güçlüklerin gerçekten yerleşmiş olduğu şu nedensel bölgelere geri çekilmek ve orada güçlükleri halletmek, kendi özelinde onların kökünü kazımak (yani, kendi yerel kültürünün yardımcı cinleriyle çarpışmak) ve bozulmamış, dolaysız deneyimi ve C.G. JUNG’un “a r k e t i p a l i m g e l e r” dediği şeyin asimilasyonunu aşmaktır. Bu, Hindu ve Budist felsefesinde v i v e k a , “ayırt etme” olarak bilinen süreçtir. Keşfedilecek ve kaynaştırılacak arketipler tam da, insan kültürünün tarihsel kayıtları boyunca ayinin, mitoloji ve görünün temel imgelerini esinlendirilmiş olanlarıdır. “Düşün Ebedi Kişileri”, acı çeken bireye kabus ve delilikte görünen kişisel olarak değiştirilmiş simgesel figürlerle karıştırılmamalıdır. D ü ş , kişleştirilmiş m i t ’tir; m i t , kişisellikten çıkarılmış d ü ş ’tür; hem düş hem de mit, ruhun dinamiğinin genel işleyişi içinde simgeseldir. Öyleyse k a h r a m a n , genel geçerliği olan olağan insani biçimlerin yerel ve kişisel tarihsel sınırlamalarını çatışarak aşabilmiş olan kadın ya da erkektir. Böyle birinin görüleri, fikirleri ve esinleri insan yaşamı ve düşüncesinin başlıca pınarlarından taptaze çıkar. Bu yüzden onlar yeteneklidir; şimdiki, çözülen toplumdan ve renkten değil, toplumun yeniden doğduğu tükenmez kaynaktandırlar. Kahraman, çağdaş bir insan olarak ölmüştür; fakat ebedi insan -mükemmelleşmiş, özgül olmayan- evrensel insan olarak yeniden doğmuştur. Onun ikinci önemli görevi ve amacı öyleyse (TOYNBEE’nin açıkladığı ve insanlığın bütün mitolojilerinin belirttiği gibi) bizlere, dönüşmüş olarak geri dönmek ve yenilenmiş yaşamdan aldığı dersi öğretmektir.” Prof.Dr. İsmail Ersevim Kahrından gebermek, gitmek, ölmek : Çektiği cefa, eza ve üzüntüden ölecek gibi hissetmek; ölmek “İKİZ - Senin Tony’in değilim ben! Bok kafalı bir fabrika işçisi değilim. Şimdi kahrımdan gebereceğim..” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:50) “Çavuş: ‘Yemek falan boğazımdan geçmez Efe. Ben kahrımdan ölüyorum!’ ” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:11) “Sonra annem babam altı ay arayla öldüler. Önce annem kanserden, sonra da babam kahrından gitti. Erkek kardeşlerimin ikisi de Ka44nada’da, Vancouver’deydiler; beni yanlarına çağırıyorlardı. Ama her şeye sıfırdan başlamaya ne isteğim ne de cesaretim vardı, terk edilmiş durumdaki bu mülkü üzerime geçirip otele dönüştürmeyi tercih ettim.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:372) “Bir kez daha nefret ettim ondan. O ise hiç oralı olmayarak kızın izini sürmeye söz verdi. Pek fazla umut yoktu, çünkü onun aradığı komşu kadının telefonu hala kesikti, kızın nerede oturduğu hakkında da hiçbir şey bilmiyordu. ‘Ama kahrından ölmene gerek yok, anasını satayım,’ dedi. ‘ben seni bir saate kadar ararım.’ ” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:98) Kahrolası; kahrolasıcı(lar) : ‘Allah kahretsin’, ‘Olmaz olaydı’ bağlamında bir ilenç “Oysa ben, canımı kaybetmek için değil, bir şeyler kazanmak için evimi barkımı, çoluğumu çocuğumu bırakıp hizmetinize girdim; fakat çok doğru söylemiş atalarımız: az tamah çok ziyan getiriyor. Açgözlülüğüm yüzünden, ikide bir vereceğinizi söylediğiniz şu kahrolası adayı ele geçirme umudunu da kaybettim.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:126) “Köylü hiç istifini bozmadı. -Korkmayın, beyim, gideriz. Kısrağım hem genç, hem de çeviktir...Hızını alsın da görün siz onu. O zaman isteseniz de durduramazsınız. Deh, kahrolası!” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:133) “Dönüp baktı. Gözleri hala batıyordu, ağzı leş gibiydi, sakalları kabak çekirdeği kabuklarıyla doluydu. ‘Kahrolasıcılar, kim var orada?’ diye homurdandı kaba kaba. ‘Basın gidin buradan! Sabah sabah kafa çekmeye mi geldiniz buraya? Keyfim yok, defolun!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:322) Kahvaltı pasaklısı : Sabah sabah daha kendine gelememiş, saçına, başına ve görünüşüne çeki düzen verememiş bir insanın hali Bk.: Pasaklı “Sabahleyin şöyle on ya da on bire doğru yanına varıldı mı, şişko ve tastamam kahvaltı pasaklısı bir kadın izlenimini uyandırırdı, Renée. Kocaman çiçek motifleriyle bezenmiş, bir biçimden yoksun önlüğü, yuvarlak ve iri omuzlarıyla başa çıkamaz, kafasını kaşırken yerlerinden oynayan saçlarını sardığı kağıt parçaları, çamurlu yosunlara asılı kalmış iskandiller gibi gevrek saçlarından sarkardı. Suratı şişmiş olur, kahvaltıda yediği ekmeğin kırıntıları gerdanının orasına burasına yapışmış dururdu.” (H. Böll, “Cüce ile Bebek-İyi Yürekli, Yaşlı Renée’miz”, sa:131) Kainat : Canlı ve cansız varlığıyla tüm evren, acun; (Mec.) Herkes “Hilal bir sigara daha yaktı ‘Niye şimdi çözmemiz gerekiyor bu çatışmaları?’ ‘Çünkü Tanrı’nın kalbi olan Kainat kah büzülüyor, kah genişliyor. Simyacıların temel düsturu, solve et coagula idi: Çöz ve yoğunlaştır. Sebebini sorma, bilmiyorum.” (P. Coelho, “Elif”, sa:159) Kairos - Kronos : YUN. Mitolojisinin “zaman” kavramı; Kairos: Tanrının zamanı, sonsuzlık; Kronos: İnsanlık tarihinin bir parçası, sayılı, kısıtlı; (Rom.: Satürn) “Bir zamanlar dünya da dişiydi, güzel bir enerjisi vardı, insanlar mucizelere inanırdı, ‘şimdiki zaman’, ellerindeki tek şeydi. Yunancada ‘zaman’ anlamına gelen ikikelime vardır: Birincisi: Kairos’tur; Tanrının zamanı, sonsuzluk. Sonra birden bir kırılma oldu: Hayatta kalma mücadelesi, ürün almak için tojhumların atılacağı yeri hesaplama ihtiyacı ver bugün yaşadığımız şekliyle, zaman, tarihimizin bir parçası haline geldi. Yunanlılar buna Kronos - Romalılar ise Satürn- derler ve bu, kendi çocuklarını yutmuş olan bir tanrının adıdır. Hala belleğin esiriyiz.” (P. Coelho, “Elif”, sa:209) Kaka : Dışkı, büyük abdest (Özellikle çocuk ya da ev hayvanları hakkında kullanılır) “Asker azığını aramızda paylaşabilir ya da her gün birimiz yiyebilirdik; kendisi nasıl olsa yemeyecekti. Öyle hanım evladıydı ki; koğuştaki kovaya sıçmamak için ertesi günkü havalandırmayı bekler, avludaki helaya yapardı kakasını. Düdük, tuvalet kağıdını bile getirmişti yanında.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:119) Kaka(o)fonik : Ses uyumluluğu olmayan, disharmonik, karmakarışık “Veronika salonun kapısını iterek açtı, piyanonun başına gitti, kapağını açtı ve bütün gücünü toplayarak tuşlara bangır bangır basmaya koyuldu. Delice, kakafonik, karmakarışık sesler doldurdu odayı..” (P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:74) “Layev uykusu sırasında köpek havlamaları duyuyor. Önce bir köpek, ardından ikincisi, sonra bir sürü köpek havlamaya başlıyorlar. Köpek sesleri tavuk gıdaklamalarına karışınca garip bir kakafoni çıkıyor ortaya.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:109) “O kadın seslerini uzun zamandır tanıyor gibiydim. Kadınlar kulağa çok hoş gelen bir kakofoni izlenimi vererek, üçüncü ve altıncı aralıklarla şarkıyı üçü bir arada söyleyebiliyordu. Bir yandan dünyadaki İtalyan gençlerinden, en büyük onurun İtalyan olmak oldğunuı öğrenirken, diğer yandan Lescano kız kadeşler bana Hollanda lalerrini anlatıyorlardı.” (U. Eco, “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”,sa:168-9) “Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü tonlarını taşıyan Berliez kamyonları yanında sırtlarında birer tutam yaş odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, bunların hep birden çıkardıkları sesler de sinirler üstünde bir kakafonik, bir kaba ve manasız kargaşalığın, kahos halinde bir şehrin azap ve ıstırabını saçıyordu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:187) “Halkın doğru sesle ve doğru ritimle söylemesi için sahne kitleyi yönlendirecek, kural koyacak, çok güçlü ses sistemleriyle şarkının melodisini, tonunu ve ritmini onlara duyuracak. Halk bu kesin kurallara uymak zorunda kalacak. Eğer kural olmaz da herkes kendi başına takılır, ‘Ben istediğim havadan çalarım!’ derse, sonuçta ortaya koskoca bir kakafoni çıkar.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur””, sa:147) Kakalamak : Yutturmak, bozuk ya da işlemeyen bir şeyi düzgün gibi birilerine vermek, zorla yaptırmak; İstemediğin bir şey ya da yükümlülüğü, sanki başkasınuın yararınaymış gibi ona aktarıp sıkıntıdan kurtulmak (Argo) “Bir hafta sonu, Vecihi Hoca, sık sık yaptığı gibi bizleri Yeşilköy Havaalanına davet ediyor, İstanbul üzerinde şöyle bir tur atmak için.Ben başıma geleceği bildiğim için, o sıralarda hala evde olan Nisa’yı da yedeğime alıyorum ve hap kadar küçük, üstü açık, iki kişilik uçakla tur için Vecihi Hoca bana teklifi yaptığında, ben uçağa kadar yanımda gelmiş Nisa’yı onunla hemen tanıştırıp ablamı bu işe kakalıyorum. Hoca kıvançla kabul ediyor ve Nisa, göklerden elini sallıyor. Aferin ona...” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:239-40) “ROSA - Bana zorla kabul ettiremezsiniz siz... BENZER - (İçerden.) Ne oldu yine? ROSA - Zorla bir bulaşık makinesi kakaladılar.” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:84) “Bu bavulun içinde bulunanlar tüm yaşamıydı onun; ve yılına filan bakılamadan öylesine tıkılmışlardı içine, günün birinde bir torununun gelip onları gün ışığına çıkarması, yerli yerine koyması, yorumlaması için; ve ben bu işi yapmaktan kaçınamazdım artık. Bu yığını gelecek kuşağa ‘kakalamak’ söz konusu olamazdı.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:40) Kakavan : Ahmak, anlayışsız, kendini beğenmiş, bencil, düşüncesiz (Argo) “Dünya çoğaltmak için doğmayanlarla dolu, Kaknem, kakavan, kaba; kısırlıktan bitsinler; Yaradan vermiş sana en iyiyi, en bolu, Bu cömert armağana cömertçe karşılık ver.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:11, sa:63) Kakışmak : Bk.: İtiş kakış Kaknem, Kaknem moruk : Zayıf, sıska, çirkin, huysuz (Daha çok yaşlılar için kullanılır) “Egor kadehini burnuna götürüp derin derin kokladı. Bir yudum aldı, sonra başını hafifçe arkaya atıp ağır ağır Fransızca bir şarkıya başladı: ‘Sanma ki bizim yaşlı kadınlar kaknem morukturlar bizim yaşlı kadınlar pembe başlık takarlar...’ ” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:20) “Ergenlik çağına giren bu uzun boylu kız, biz adalıları sonsuz bir küçümsemeyle süzüyor, yüz yüze geldiğimiz zamanlarda bile bu ifadeyi saklama gereği duymuyordu. O gün kapıyı açtığında da böyle oldu. İki kaşı havaya kalkaraak, yapmacık bir tonlamayla, ‘Ne istemiştiniz?’ diye sordu. Tebaasının yüzüne bakma alçakgönüllüğünü gösteren kaknem bir prenses gibiydi.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:98) “Dünya çoğaltmak için doğmayanlarla dolu, Kaknem, kakavan, kaba; kısırlıktan bitsinler; Yaradan vermiş sana en iyiyi, en bolu, Bu cömert armağana cömertçe karşılık ver.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:11, sa:63) “MARİNA TSVETAEVA’NIN ANISINA ------------ Dünyada kaknem insan hemen hiç yok Gezegenin tarihidir insan kaderi, Her birinin her şeyi özgündür çok ve yok bu gezegenin bir benzeri.” (Yevgeniy Yevtuşenko<d.1933>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.10.04) Kalabalık : Bir sürü, yığın halinde gezen, dolaşan, toplanan halk “ ‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam, -kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-, tatlı sözlerle ossaat susturdun onu. Hem sana <Hektor> ağlarım bu yüzden, hem talihsiz başıma ağlarım. Engin Troya’da dostum yok senden başka. herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’ Helene böyle dedi ağlaya ağlaya, inim inim inledi kalabalık halk.” (Homeros, “İlyada”, sa:534) “ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ ----------------------------------------Yine de yine de ah yine de Tükrük hokkalarını kaldırmakla görevli zenciler, Başöğretmenin soluk dehşeti altında tir tir çocuklar, Maden kuyularında gazla zehirlenmiş kadınlar Yaşamalarını çekice, kemana, buluta bağlamış kalabalıklar” (F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:75) Kalabalık içinde bir (nokta) virgül olmak : Toplumda varoluşu hiç kaydedilmemek, varlığı sayılmamak “Ertesi yıl aynı okula başladığımda tıkış tıkış bir sınıfta otuz iki kişiye bir öğretmen düştüğünü görmek evin rahatlığından ve annemden uzak kalmanın hüznüne kalabalık içinde bir virgül olmanın hayal kırıklığını da eklemişti.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:37) Kalafat; Kalafatlanma : Gemilerin ve ahşap binaların döşeme tahtalarının aralarına üstüpü <didilmiş kendir>yerleiştirdikten sonra, su geçirmemesi için ziftlemek; onarmak; Osmanlı devrinde verzirlerin ve devlet büyüklerinin giydikleri, aşağısı dar, yukarsı geniş başlık “Bahçenin yanı başında bahçeden de küçük bir yer vardı, bir uzu gidip göle dayanırdı. Kırık dökük iki fıçı, birkaç tahta ve birkaç kazık dururdu burada. Aşağıdaki gölde ise bizim bizim küçük sandalımız yatar, birkaç yılda bir kalafatlanıp ziftlenirdi. Bu işin yapıldığı günler bir daha çıkmayacak gibi kazındı belleğime: İlkyazda sıcak öğle sonralarıydı, kükürt sarısı limon kelebekleri güneşin altında sersem sepet dolanır, yağ gibi kaygan, mavi ve durgun göl hafifçe ışıldar, incecik bir pus dağların koruklarını kuşatır, fazla geniş olmayan taşlı alan zift ve yağlıboya kokusundan geçilmezdi.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:14) Kala kala : Herşey elden gittikten sonra elde son kalan “Rıhtıma sıra sıra dizildiklerini görürdüm. Bazı dalgalı gecelerin sabahları, medle yükselmiş ve şimdi sakinleşmiş suyun kenarında kedi leşleri buldum. Karınları büyümüş, çevikliklerini deniz dalgaları içinde eritmiş beyazlı siyahlılar, tekirler, mor ve hala vahşi, tırmanamadıkları rıhtıma hafif hafif kafalarını ve sırtlarını vururlardı. Bu vakalar gece yarısından sonra olduğu için çok üzülürdüm. Belki onları kurtarmak mümkün olurdu. Adada kala kala miskin kasap kedileri ve pamuklar kaldı.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-Bir Kıyının Dört Hikayesi”, sa:30) “Av olarak kala kala yaşlı bir tavşan kalmıştır. Nerdeyse bir mucize sonucunda büyük kırımdan kurtulmuş ve Tarascon’da yaşamakta inadetmiş bir kurnaz tavşan...” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:12) “ÖYLE ÇOK DÜŞLEDİM Kİ SENİ ------------------------------------------Öyle çok düşledim ki seni, hayalinle öyle çok yürüdüm, konuştum, yattım ki bundan böyle belki de ve gene de kala kala hayaller arasında hayal, gölgeden yüz kez daha gölge, yaşamının güneş saatinde sevinçle dolaşan ve dolaşacak bir gölge olmaktan başka bir şey kalmadı bana.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:33) “ ‘... Cılız çocukları, çeşitli kuruluşların bulunduğu kırsal alanlara gönderiyor. Kör çocukların oyalanması için, hasır sandalye yapan bir atölye kurdu. Kala kala bir pazar günleri kalıyor ki, o gün de ava çıkıyor. Ya siz! Siz, neler yapıyorsunuz bakalım.’ ” (A. Gide, “Batak”, sa:23) “Turgut Reis, kendisine denizde yoldaşlık etmiş on dört korsanın adlarını iyice bellemiş bulunuyordu. Herhalde uçkur içinde yapyalnız ve cascavlak Turgut Reis’in sökmeyeceğini anlamış olacak ki, Turgut Reis’likten başka bir de dört reis oldu. Kala kala on reis kalıyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:102) “... falanca veya filanca, arasıra ringa avından köye eli dolu döner; parasına, gördüğü itibara böbürlenir böbürlenmesine; ama uzun sürmez bu. Zavallıcıklar, Sirilund’daki tüccar Mack’a öylesine borçludurlar ki, bu borçları ödedikten sonra ellerinde kala kala, servetlerinin sevinciyle yollarda ıslık çaldıkları günlerin bir kuru anısı kalır.” (K. Hamsun, “Benoni”, sa:3) “DAMAT - Saçma. ANNE - Saçmadan da beter. Ama o zaman yapayalnız kalacağım diye düşünüyorum da.kala kala elimde bir sen kaldın.” (F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:6) “Scarlett: -Ah zavallı Fontaine’ler, kala kala bir Alex kaldı! dedi. Üstelik geride kalan çocuk ve kadınların hayatlarını sürdürebilmeleri için Mimosa’da yapılacak o kadar çok işleri var ki...” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:837) “ÖLÜMDEN SONRA -------------------------Evet, gürültü koparanlar oldu! Ya o, o ne yapabilirdi? Çekip aldılar giysilerini, iç çamaşırlarını, paraladılar kemerini. Kala kala sıradan, çıplak, ölümlü biri kaldı ortada.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:149) “Dağlıdan kala kala kocaman, oyuk, ak bir göz kalmış. Bu göz de acep gerçekten onun gözü mü? Bakü’deki çocuk düşürmenin ilkelerini anlatan doktorun da tek gözü kördü, yüzünü hatırlamaya, bulup çıkarmaya kalktığımda o ak oyuktan başka bir şey göremiyorum.” (J.P. Sartre, “Bulantı”, sa:47) “Elbiselerimizi kendi askerlerine vermek için almışlardı ve kala kala bize gömleklerimiz kalmıştı; bir de hastanede yatan hastaların yaz ortasında giydikleri bu keten pantolonlar. Bir süre sonra Tom kalktı, oflaya puflaya gelip yanıma çöktü. -Isındın mı? -Ne gezer, soluğum kesildi.” (J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:16) “Korney güçlü yumruklarını sıktı: -Söyle, doğru mu anlatılanlar? -Bırak şimdi saçmalamayı!... Çizmelerini çıkartmamı istiyor musun? -Haydi, yanıt ver! diye üsteledi Korney. Şuna bakın, kala kala Yestigney’e mi kaldım!... Kim söyledi sana bu kuyruklu yalanı?” (L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:110) “Derken, gece iniverdi. Pedro Azevedo evine girdi. Çiftlikte kala kala yalnızca Donana kalmıştı. Çocuklar, Natal’deki evindeydiler. Onlardan yoksun kaldı mı, kendini yalnız hissediyordu. Ama hiç değilse çocuklar çile çekmemeliydiler. Yıkanabilecekleri suları olmalı, Sertao’nun büyük çaresizliğini görmemeliydiler.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:101-2) Kala kalmak : Hareketsiz, donup kalmak; terkedilmek, yalnız başına kalmak “MEDEİA ----------Gevşetti yavaştan tokasını kutunun; geçti içinden mutsuz kızın ölümcül ilacı içmek. Ama birden, durdurdu onu duyduğu müthiş korku Hades’ten. Ve sessizlikte öylece kalakaldı uzun süre” (Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:21) “Bana gelince, nasıl tepki göstereceğimi bilemedim. Bu teklif karşısında hazırlıksız yakalanmıştım. Üstüme yüklenen bu kocaman sorumlulukla güreşirken bir iki dakika öylece kalakalmıştım. Fanshawe’un bu iş için beni seçmiş olmasının akla yatkın hiçbir nedeni yoktu bana kalırsa.” (P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:14) “ÇANLAR V -----------Evim benim, paltom benim, Hepsi gitti, bırakıp beni Eşsiz dostsuz, arkadaşım bile. Kalakaldım baş başa Evlerin ışıklarıyla Dalıp gittim imrenerek.” (Rosalia de Castro<1837-1885>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.09.04) “Birden bütün o sınavlar, dövüşler, dersler ve hac yolculuğundan bitkin düşmüş olduğumu fark ettim. Midemde korkunç bir ağrı hissettim, ağrı boğazıma kadar yükseldi, kupkuru hıçkırıklara dönüştü. Kuzuyla haçın görüntüsü karşısında sarsılmış, orada kalakalmıştım. Bu haçı yerinden kaldırıp dikmem gerekmiyordu; karşımda, bir başına ve olanca görkemiyle, zamana ve hava koşullarının etkilerine direnerek öyle duruyordu.” (P. Coelho, “Hac”, sa:209-10) “David, Ettinger’i kapıya kadar geçiriyor. ‘Zavallı Lucy,’ diyor Ettinger. ‘Çok kötü bir şey onun için. Neyse, daha da kötü olabilirdi.’ ‘Öyle mi? Nasıl?’ ‘Giderken onu da alıp götürebilirlerdi.’ Bunu duyunca kalakalıyor David. Ettinger budala değil.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:128) “ ‘... Kertenkele kuyruğuyla çevredeki her şeyi gümüşten yapılmış gibi görebilirsin; bir karayılanın yağı ve bir kefen parçasıyla oda yılanlarla doluşmuş gibi görünür. Biliyorum bunu. Kitaplıkta çok zeki biri var...’ ‘Ama, bu büyüleri yapan, göçmüş kütüphanecilerin ruhu olamaz mı?’ Nicola şaşkın ve tedirgin kalakaldı. ‘Bunu hiç düşünmemiştim. Belki de öyledir. Tanrı korusun.’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:139) “ ‘O (Salambo) görünür görünmez bütün meşaleler sönükleşti. Gerdanlığının elmasları arasında çıplak göğsü yer yer ışıldıyordu. Ardı sıra bir tapınağın kokusu duyuluyordu sanki; bütün benliğinden şaraptan daha tatlı, ölümden daha korkunç bir şeyler yükseliyordu. Bu arada o yürüyordu, sonra durdu.’ Matho, ağzı açık, başı eğik, gözleri dikili kalakaldı.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:46) “SONRALARI ----------------kendimden ürker kalakalırım benden geriye kalan her şey yok olur ruhum bir teknenin yelkeni gibi uzaklaşır ufukta, görünmez olur” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-isyan”, sa:49) “Hep biliriz, bir başka ülke, bir başka dil içinde kendinizi kısmi koşullarda daha özgür duyarsınız. Üstelik inandığınız şeyleri ülkenizin iki ayrı sistemle yönetilen iki yanında da yaşayıp gözlemleyip, hataları dile getirdinizse, aldığınız karşılıklar duyarsızlık, aldırmazlık, suçlama olmuşsa ağır bir kırgınlıkla kalakalır, yurtsuzluğun belki de çağımızda en büyük özgürlük olduğunu düşünmeye başlarsınız.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:15) “... çok ağır giysileri, paltoları omuzlarımızın üzerinden fırlatıp atarken de yaptım aynı hareketi. Defalarca, soluğum kesilmiş bir durumdayken, biraz hava almak için pencereleri açarken yaptım bu hareketi, sonra, umutsuz, öyle kalakaldım.” (A. Gide, “Batak”, sa :116) “Olası Güzellik Kapıyı özenle kapatıp pencereleri alabildiğine açıyorum. İçten. Buna karşın yine de birileri bir ayağı eşiğimde kalakalmış oluyor. Yeni mi geliyor, yoksa gitmekte mi? Gel demezsem, öylece kalacak belki. Hiçbir şey sabit değil ve bu dinlendiriyor beni.” (Mila Haugova<d.1942>- Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.03.05) “AKHİLLEUS’UN ÖLÜMSÜZ ATLARI Ve başladı çarpışma, ulaştı demir sesleri tunç göklere çıplak havanın içinden. -------------------------------------------------Dönmediler, ama geniş Hellespontos’un kıyısında bekleyen gemilere, ne de savaşa girdiler Akhalılar arasında, bir erkeğin ya da bir kadının mezarında duran bir taş gibi öylece kalakaldılar tutarak görkemli arabayı, başları yere eğik.” (Homeros <İlyada’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:95) “Hafızam gitgide zayıflıyor; bende derin izler bırakmış, hayatımı sonradan adamakıllı etkilemiş o yaz’ı nedense yavaş yavaş unutmaya başladım. Renkler, kokular, şekiller ve hayaller, kelimelerin yan yana gelişi, yüksek perdeden alçak perdeden insan sesleri, sevinç ve ıstırap usul usul geri çekiliyor. Siyah bir tülün önünde kalakalıyorum.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:11) “Hayret edilecek bir şey ama ertesi gün hiçbir şey olmadı. Sabaha karşı endişe içinde bir martı hücumu bekleyen bizler, pencere başında öyle kalakaldık. Bir sessizlik vardı. Adaya yeni gelen biri, o güzelim ağaçları, yeşillikler arasında kaybolup gitmiş evleri ve zümrüt koylarıyla adayı yinne bir yeryüzü cenneti, bir barış limanı sanabilirdi.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:120) “Dante’nin müzeye döndürülmüş evini, küçük San Martino de Véscovo Kilisesini gezmiş, Dante’nin Beatrice’yi ilk kez gördüğü söylenen ara sokağa uğramış, geri dönüyordum; birden, daracık Santa Margherita Sokağındaki bir sanat galerisinin önünde kalakaldım.” (M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:7) “ ‘Albert N. Kithar Dün bizi tamamen kendi isteğiyle terk etti. Arkadaşları onu affetsin Ve yaşayan halini hatırlasınlar’ Yirmi yıl önce yazılmış ve bastırılmış bu kelimeleri defterine kopya ederken, Adam onları aynı şekilde yerleştirmeye özen gösterdi. Bir daha okudu, bir daha okudu. Sonra gerindi, ama artık kanatlarını çırpamayan donmuş bir kuş gibi, hareketinin ortasında kalakaldı.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:73) “ ‘Ne komik!’ dedi o günlerin birinde. ‘Sanki kızı benden istiyormuşsun gibi hissediyorum kendimi.’ ‘Yeri gelmişken,’ diye aklına esti sonra, ‘neden onunla evlenmiyorsun?’ Öylece kalakaldım. ‘Ciddi söylüyorum,’ diye üsteledi.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:69) “Kapı açılıp da salona girdikleri anda, başıma gelecek olan felaketi anlamıştım. Aynı erkeği çılgınca seven iki gözükara rakibenin, en kanlı zamanlarında yüz yüze gelmesi gibiydi ilk karşılaşmamız. Sanki benimle hesaplaşmaya gelmişti. Bana günümü gösterecekti. Kana kandı. Ya o, ya bendi. Salonun ortasında çaresiz kalakalmıştım.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15) “KIZ KARDEŞİMİN TÜRKÜSÜ --------------------------------------Çaresiz kalakalıyorum önünde kıpırdamadan. Göklerde dolaşan ben Tek adım atamıyorum bir karış toprakta. Karın altından duyuyorum beni toprağa bağlayan eski bahçemizin köklerini ve unutuyorum yürümeyi.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kız kardeşimin türküsü”, sa:27) “Anlatmaya, farklı bir yerden başlaması gerekiyordu. ‘Majesteleri,’ dedi, ‘izzetli, letafetli şehriyarım, Dünyanın Sığınağı. Zat-ı alinize bildirmekten onur duyarım ki, ben...’ Sözcükler dudaklarından çıkarken duyulmaz oldu ve tanrıların lanetiyle sağır ve dilsiz kalıvermiş bir adam gibi hükümdarın önünde kalakaldı.” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:115) “Bize tercümanlık yapan adam, ‘bu garip adresle koca Napoli’de adam bulunmaz!’ diyerek yanımızdan uzaklaştı. Arabacı da yerine çıkarak homurdana homurdana atları sürdü. Ben orada kalakaldım.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:481) “Kapıda üç-dört araba bekliyor, hanımlar kocalarıyla birlikte arabalara biniyorlar. Beyle yalnız başına ve bezgin bir halde kala kalıyor orada. Kimse onu arabasına alıp götürmüyor, kimse onu davet etmiyor.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:155) “Elimde olmadan ürktüm, geriledim ve kala kaldım. Hemen dönecektim. Tam bu sırada, karşıda, karanlıkta bir kımıldama oldu ve bir gölge yerinden doğrulup iki adım attı.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:12) Kalaklamak : Büyük bir arzu ve coşkuyla ivmelenmek “Memedin içine bir ateş düştü. Yerinde duramaz oldu. Bir an önce köye varmak için, içi kalaklıyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:228) Kalamar : Bir tür mürekkepbalığı “Maurizio saniyeler içinde Santa Lucia İstasyonu’nun izdihamından <kalabalığından> kurtulmuş, Büyük Kanal’a doğru ilerliyordu. Ponte degli Scalzi’nin zarif genişliğinin altında hızlanırken, Langdon kıyıdaki tenteli restoranlardan yayılan yerel sepie al nero’nun: kendi mürekkebiyle pişen kalamarın nefis kokusunu aldı. Kanalda bir virajı döndüklerinde muazzam kubbeli San Geremia Kilisesi’ni gördüler.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:373) Kalantor (kalontor) : Yaşlı, fakat iyi giyimli, varlıklı, gösterişli yaşamayı seven kimse; Zengin çiftlik sahibi, armatör “D. MARZIO -... Dansöz, Kont Leandro denilen o kalantorun koruması altında imiş ve kont da dansözün kazançlarından hamileliğinin ücretini fazlasıyla alıyormuş. Kont kendisi dansöz için sarfedecek yerde zavallının nesi var nesi yoksa sömürüyormuş. O zavallı da, belki de bu yüzden, yapmayacağı şeyleri yapmak zorunda kalıyormuş. Ne dolandırıcı herif!” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:16) “Biz baştaki çadıra doğru yürürken, Çeribaşı uzaktan sökün etti. O zaman bu civardaki göçebe çingenelerin çeribaşısı Maruf ağa, posbıyıklı, orta boylu, tıknaz, kırçıl bir adamdı..... Kalın ve kalantor herif, arabacı Akman ağa ile beni görünce hemen işi çaktı ve daha onbeş, yirmi adım uzaktan elini uzatarak: -Hoş gelmişsiniz beyim’i bastırdı! ‘Buyurun da içeri, malum a, dışarısı çamur, buyurun içeri!...’ ” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:55-6) “ ‘Memleketi mantara bastıran kalontor’u, candarmalar arasında, kelepçeli elleriyle görmek istiyordu. Yalnız görmek mi? Yanlarında getirdikleri çürük domates, yumurta, patates, çakıl taşlarıyla bir güzel donatacaklardı. ‘Deyyus, kendine müfettişler müfettişi süsü verir miydi?’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5) “Bütün saban kalantorları orada, hatırı sayılır bir altın babası olan hancı ve cambaz Jourdain ustanın dükkanında yemek yiyordu.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:72) “... Gerisi faso fiso... Benim gördüğüm, bu parti dalgası aynalı dalga! Paytoncunun işi iş.. Bu seçimi kazandık mı, İstanbul’un haracını biz yiyecekmişiz... Kahveye, beyden, paşadan adamlar geliyor ki, dayının kalantoru, kalantorun finosu... Her biri ipten adam alır kodamanlar...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:119) Kalas gibi : Kaba, odun gibi, kibar olmayan “Ayaklarına bakarak yürüyordu, kendisini bir vitrine doğru savuran, gri flanel giysili, kızıl saçlı, iri bir adamla çarpıştı. Joseph Mercier gözlerini kaldırdı ve ‘ Kalas gibi herif!’ diye düşündü. Bu bir kalastı, bir duvardı, o duygusuz ve acımasız heriflerden biriydi.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:23) “Ne kadar iyi, ne kadar rahat hareket edebiliyorum, dans öğretmenim bana çok yeteneksiz ve hatta kalas gibi biri olduğumu söylememiş miydi? Halbuki şimdi kavalyem beni değil, ben onu yönetiyorum.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:70) Kalaşnikov : Adını Sovyet tasarımcısı Mihail Timofeyerviç Kalaşnikov’dan (d. 1919) alan; AK-47 olarak da bilinen (AK: Otomatik Kalaşnikof=Automat Kalaşnikov-RUS) sözcüklerini, 1947’de sanayiye çıkışı olan 1947 yılından alınmadır. Yarı- ya da tüm otomatik olarak kullanılabilir. Orta güçte 7,62 mm.lik mermileri dakikada 600 atabilir. Kısa bir silah olup, namlusunun üzerinde yer alan ayrı bir gaz dönüş borusu ve 30 mermilik kutu biçiminde uzun bir mermi haznesi vardır. Acil Not: Kanal D Televizyonu, “İLKE Haber Ajansı”nın bildirdiğine göre, mutad akşam saat 19.00 ‘Haber’Servisinde, saat tam 20.00 P.M. de , 94 yaşında olan ünlü tasarımcı Mihail T. Kalaşnikov’un, kasım 2013’te, Ural Dağları civarındaki İZHEVSK kenti hastanesinde tedavi görmekteyken, 23 aralık 2013, pazartesi, saat: 21.28 PM’de öldüğü haberi yayımlandı. (24 aralık 2013, Salı.) Müteveffa, Altaylar civarındaki K u r i y a’da, 1919’da doğmuştu. Orta tahsilini bitirdikten sonra, demiryollarında sekreter olarak çalıştı. Yüksek tahsil ve ihtisasını resmen yapamadı, ama süper yeteneklerinin farkındaydı ve bir tüfek taslağının ardındaydı. 1941 yılının eylül’ünde, tabii II. Dünya Savaşı’nda, Alman’lara karş, bir tank uzmanı olarakı girişilen B r y a n k savaşından ağır yaralı olarak kurtuldu. Sonra, 1944’ten öte, yıllarca hayali makinalı tüfek taslağı üzerinde sürekli çalışarak nihayet taslağını 1948’de Kızıl Ordu’ya kabul ettirebildi. Bu bir zaferdi tabii. Önemli idari hizmetlerde de bulunduktan sonra, 90. doğum yıldönümünde, zamanının Rusya Devlet başkanı Dimitri MEDYEVEV tarafından Rusya’nın en büyük nişanlarından biri olan “RUSYA FEDERASYON KAHRAMANLIĞI” ödülüne layık görülmüştü. (Dr.İ.E.) “Derken şişman şarkıcı sahneden ayrıldı. Orkestra çalmaya devam ederken bütün salon ayağa kalkmış, ça lınan şarkının nakaratını tekrar ediyordu: ‘Kalaşnikov! Kalaşnikov!’ Goran Bregoviç’in parçası bu kadar meşhur olmasa, duyanlar bir grup teröristin bir anma töreni yaptığını sanabilirdi; ne de olsa Kalaşnikov, yaratıcısı Mihail Kalaşnikov’un onuruna AK-47 tüfeğine verilen addı.” (P. Coelho, “Elif”, sa:178) Kalayı basmak; Kalaylamak : Küfür etmek, küfrü basmak (Argo) Bk.: Küfürü basmak “Şvayk, gerçekten de, ahizeyi yerine asmadan derin bir uykuya daldı, o yüzden, tatlı uykusunu kimse bölemedi; ama alay karargahının telefon görevlisi 11. Bölük’le bir türlü bağlantı kuramadığı için kalayı bastı durdu. Aktarması gereken yeni bir emir gelmişti: Tifüs aşısı olmamış erlerin sayısının ertesi gün saat on ikiye kadar karargaha bildirilmesi gerekiyordu.” .......................... “Şvayk, umulmadık bir ciddilikle, ‘Savaş yokken ordunun nabzı mutfakta atardı, sadece yemekten konuşulurdu,’ dedi. ‘Budyeyovitse’de Zakreys adından bir teğmenimiz vardı, sürekli subay mutfağının orada dolaşır, askerlerden biri yanlış bir şey yapmayagörsün, admcağızı hemen hazırola geçirir, basardı kalayı: ‘Ulan şerefsiz, bir daha böyle halt karıştırırsan dilim dilim keser biftek yaparım senden. Ayağımın altına alır öyle bir ezerim ki, patates püresinden beter olursun. Tokadı patlattım mı, ağzından burnundan ciğerler, pirinçler saçılır, yahnilik tavşana dönersin inan olsun. Aklını başına topla, yoksa ince ince kıyar köfte yaparım seni, yanına da biraz lahanayla patates, kimse anlamaz valla!’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:417; Cilt:II, sa:273-4)) “Murtaza Ağaysa içinden alıp veriyor, Arif Sami Beyi, oradakileri baştan aşağı kalaylıyor, öfkesinden patlayacak gibi oluyor, sonra birden Ali Safa Bey, İnce Memed sözünü biri açacak diye umutlara düşüyor, bekliyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:39) “Zangoç: -Ah, yegorovna, dedi. Fakat Grigori’nin dili nasıl döndü de söyledi bunu. Ben Kirila Petroviç’e yan gözle bakmaktansa, başpapazı kalaylamaya dünden razıyım. Onu görür görmez bir korku, bir telaş alıyor insanı... Alnından terler damlamaya başlıyor, belin kendiliğinden büküldükçe bükülüyor artık...” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:39) “Baktım, elden gidiyoruz, ‘Ulan imansızlar... Ulan siz Kuvayi Milliye misiniz? Tahsin Beybabamdan beriye cümlenizin...’ diye bastım kalayı... Meğer Tahsin Bey kapıdan gözetlermiş.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110) Kalbi ağzına gelmek : Çok heyecanlanmak, kalbi çarpmak “Baktım, Dr. Loweg’in arabasıydı. Kalbim ağzıma geldi sandım, beni tekrar geri alacak diye. Clem, ‘Ona boş verelim,’ dedi. ‘Sana güle güle diyecek ama bir kez senden, onun sana yaptıklarından dolayı, defalarca söylediğin teşekkürü işitmek isteyecek. Cehenneme kadar yolu var...’ Gaza bastık ve uzaklaştık.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:136) Kalbi burkulmak : Kalbi kırılmak, içi sızlamak “Adamın yüzü sakaldan ve pislikten görünmüyordu. Sanki bir adım daha atmaya gücü kalmamış gibi durup kendisine doğru kuş gibe gelen Melanie’ye baktı. O an Scarlett’in kalbi burkuldu. Melanie, sevinç feryatları arasında kendini askerin kucağına atıverdi; onun da başı kadının göğsüne düştü.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:668) Kalbi buz kesmek : Kalbi heyecandan donup kalmak, kendi heyecanlarını bile tanıyamamak “ ‘(Elena veda mektubunda yazıyor)... Çevremi kuşatan her şeyin yalan ve yalancı olduğunu biliyordum. Önce, senden, otuz kadar mektup aldım; ilk mektuplarını ne kadar büyük bir sevinçle açtığımı düşün! Fakat okurken, kalbim buz kesiyordu. Yazıyı inceliyor, senin yazını tanıyor, fakat kalbini tanıyamıyordum. Düşün ki bu ilk yalan, senin yazını taşıyan bir mektubunu açarken zevk duymayacak kadar, yaşamımın değerini alt üst etti!’ ” (Stendhal, “İtalya Mektupları”, Cilt:II, sa:139) Kalbi deli gibi atmak : Heyecanlı, küt küt duyulan, sık kalp atımı “Ve ben, kalbi deli gibi atarak arkasından giden ben, azıcık kuvvetimi kağıt para gibi üst üste koymuştum, ellerine bakarak, gerekirse bendeki kuvveti de almasını ondan rica ediyordum.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:98) Kalbi dışarı uğramak : Kalbi sanki dışarı fırlayacakmış gibi çok kuvvetli güm güm atmak “Ne berbat hava, diye yakındı on dört numaralı oy verme bürosunun, kalbi dışarı uğrayacakmış gibi atan sandık kurulu başkanı, üzerinden zırıl zırıl sular akan şemsiyesini sertçe kapatıp arabasını bıraktığı yerden adımını içeri attığı kapıya kadar kırk metre soluk almadan koşmasına karşılık pek işe yaramamış olan gabardin yağmurluğunu sırtından çıkarırken.” (J. Saramago, “Görmek”, sa:11) Kalbi duracak gibi olmak : Aşırı heyecan ya da korkudan kalp atışının yavaşlaması ve o kişinin öznel olarak onun sanki duracağını duyumsaması “... evet, gözlerini o donuk karanlığın içine gömdü, adamların yüzlerini tanıyabilmek için karanlığı zorluyor gibiydi, zira Germat’ın da orada olup olmadığını bilmek istiyordu. Germat! Kalbi duracak gibi oldu! İşte o zaman vay başına geleceklere. Germat o bölgenin en kurnaz iz sürücüsü, eli kanlı en büyük canavarıydı! Neredeyse olağanüstü içgüdüsel bir yeteneği vardı.” (H. Böll, “Solgun Köpek-Kaçak”, sa:37) Kalbi iri iri atmak : Korku ya da heyecandan kalbin güm güm atması Bk.: Kalbi küt küt atmak “-Dikkat! Duvarın dibinde, elinde bir el bombasıyla biri sürünüyordu. Mathieu bu tuhaf ve şehvet verici yaratığı seyretti; kalbi iri iri atıyordu. -Allah kahretsin. Vuramamıştı.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:243) Kalbi (yüreği) küt küt atmak : Heyecan ya da korkudan kalbin çarpması Bk.: Yüreği pır pır etmek “Parlak farlarıyla şoseden hızla yaklaşmakta olan bir arabayı, gizlendiği yerden gördü, kalbi küt küt atıyordu, birden irkildi, suratına bir şamar indirilmişti sanki, çünkü araba patinaj yaparak durup ustaca dönerek, farların oluşturduğu huni şeklindeki acımasız ışık demetiyle yavaşça ve özenli bir biçimde çevredeki tarlaları taradı.” (H. Böll, “Solgun Köpek-Kaçak”, sa:36) “Bildoner Alanını hızla geçerek Grün Sokağına saptı; adımlarının ahengine uyarak çiçekler sağa sola hafifçe sallanıyordu. Avuçlarımın terlediğini hissediyor, hafiften yalpalıyordum; kalbim bağrımda yaralı gibi küt küt atıyordu.” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:164) “Becker gülüyordu. Otuz beş yaşındaydı ve kalbi küt küt atıyordu. Yaşamı boyunca bir kadına bu kadar çekildiğini hissetmemişti hiç. Narin Avrupai hatları ve açık kahverengi gözleri ile Suzan, bir Estée Lauder reklamından fırlamış gibi geliyordu David’e.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:18) “Ben onları seyre dalmışken kalabalık ayaklanır gibi oldu. İçeri beyaz saçlı, küçük, şirin bir adam girdi. Hepimizi selamladı başıyla. Kadınların yüzleri, gözleri parladı. Valla benim bile kalbim küt küt atmaya başladı.” (P. Celal, “Melahat Hanım’ın Düzenli Yaşamı”, sa:39) “Marie, Mikhail’in koluna girip kapıya yöneliyor. Kitapçıda hala imza gününe gelemeyen okurlar için imzalanmayı bekleyen bir yığın kitap var, ama ben ertesi gün de uğramaya söz veriyorum. Bacaklarım titriyor, kalbim küt küt atıyor; buna rağmen her şey yolundaymış gibi, imza gününün harika geçmesi nedeniyle memnun...” (P. Coelho, “Zahir”, sa:82) “Hayvanların tükünü indirip kazmaya başlıyoruz. Altmış santimde kalın mavi kil tabakasına ulaşıyoruz. Bunun altında tekrar kum var, onun altında da bir başka kil tabakası, bu kez farkedilir ölçüde soğuk ve nemli. İki metrelik derinlikte kalbim küt küt attığından ve kulaklarım çınladığından bana gelen kürek sırasını geri çevirmek zorunda kalıyorum.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:85) “Cici, tatlı elini öptüm; mutluluktan titreyerek, yan yana, sıramıza oturmaya gittik. Yüreğim sızılar içinde, sanki göğsüm yarılıp dışarı fırlayacakmışçasına küt küt atıyordu.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:28-9) “... şöyle gözlerimi kapadım; boyuna ‘ayıp olur mu olmaz mı?’ diye düşünüyor, bir türlü karar veremiyordum. Azap içindeydim, kalbim küt-küt atıyor, ‘bağırayım mı bağırmayayım mı?’ diye düşünüyordum.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:113) “Arnost, sisli bir Ocak günü, öğleden evvel, büyük bir heyecan içinde Pavel’e uğradı..... heyecandan alnında ter damlaları birikmişti ve kalbi küt küt atıyordu. ‘Artık daha fazla dayanamayacağım,’ dedi, ‘bugün ya sen söylersin, yahut da ben.’ ” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:250) “Sonsuz bir tedbirlilikle kapıyı bir santim kadar araladı; aralıktan içeriyi gözetledi; odanın boşluğundan cesaret alıp biraz daha araladı ve kafasının tamamını uzattı. Sonunda parmaklarının ucuna basarak ilerledi. Kalbi küt küt atarak birkaç saniye bekledi, kulak kesilerek dinledi, ön kapıya fırladı, açtı, çıktı ve kapıyı vurarak koşmaya başladı.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:258) “Yanan evlerden birinin sıcak külleri içine atlıyoruz ve kerpiçinin samanları henüz tütmekte olan bir duvar artığını kendimize siper yapıyoruz. Tamamiyle bana yaslanmış duran Emine’nin kalbi küt küt atıyor.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:195) “..... orada, elli metre kadar önünde, lokanta-kahvenin masalarını kaldırımın üzerine çıkarmışlar ve ona mektuplar yazan genç adam masalardan birinde yalnız başına oturmuş, elinde kitap ya da gazete yok, hiçbir şey yapmıyor, önünde, balon kadehin içinde kırmızı şarap duruyor ve mutlu bir tembellik içinde -ki bu tembellik, Chantal’ın içinde bulunduğu tembelliğe denk düşüyor- boşluğa bakıyor. Chamtal’ın kalbi küt küt atmaya başlıyor.” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:81) “Saat beşe çeyrek kala hep beraber, ayaklarımın ucuna basarak yatak odamın kapısında toplandık. Fazladan tanık olarak kapıcıyı da çağırmıştım. Kalbim küt küt atıyordu.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:105) “Ses çıkarmamaya dikkat ederek yavaş yavaş yatağa doğru ilerledi. Korkudan ve çektiği acıdan kalbi bazen duracak gibi oluyor, bazen de göğsünden dışarı fırlayacakmış gibi küt küt atıyordu.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1285) “Hadi çabuk ol, beğeni sarhoşluğuna kapılma, acele et, aynanın karşısına çıkmaya hazır ol artık! Ve şimdi, bakışları aynaya yönelirken kalbi küt küt atmaya başlıyor.” ..... “Yalnızca dudakları ve ciğerleri değil, küt küt atan derisi de bu güzel havayı, bu tatlı serinliği solumalı.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:59;77) “Küt küt atan kalbim, şu anda budayan ve korkunç yaralarını bakışlarından henüz saklayan savaşı hissederken, geçmiş savaşı da her yanıyla duymaktaydı.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:539) “Kalbim küt küt atıyordu. Elimde olmadan adımlarımı ağırlaştırdım ve yenemediğim bir merakla arkama dönünce, durmuş bana baktığını gördüm.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:199) “Ve ansızın çılgınca bir düşünceye kapıldım: Kitabı çal! Belki becerirsin bunu, onu hücrene gizleyebilir ve sonra okuyabilirsin, en sonunda yeniden bir şey okuyabilirsin! Bu düşünce aklıma gelir gelmez, güçlü bir zehir etkisi yaptı; bir anda kulaklarım uğuldamaya ve kalbim küt küt atmaya başladı, ellerim buz kesti, titremelerini engelleyemiyordum.” (S. Zweig, “Satranç”, sa:52-3) Kalbine dokunmak : Duygulanmak, acıma hissi duyumsamak “Görümcelerinin daha ilk günde böyle büyük bir emniyetle açılıp saçılmaları yaşlı gözlerle adeta kendisinden imdat istemeleri, Ferhunde’nin kalbine dokunmuştu. Genç kadın, Leyla ile Necla’nın saçlarını okşuyordu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:63) Kalbini açmak : İçini dökmek, sırrını söylemek “LEANDRO - Bana karşı gösterdiğiniz bu iyi niyetinize ve güveninize karşılık ben de size kalbimi açıyorum; fakat Allah aşkına, aramızda kalsın. D. MARZIO - Merak etmeyin; haydi söyleyin bakalım.” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:95) “Genç kadın, onu teskin etmeye çalışırken kendi telaşlanıyor, gözlerinde, sesinde yaşlar titriyordu. -Kamran, biraz evvel Feride benim odama geldi. Halinde bir fevkaladelik vardı: ‘Müjgan’, dedi, ‘bugüne kadar dünyada yalnız sana kalbimi açabildim. Senden daha yakın kimsem yok. Sana tevdi edilecek bir sırrım var, onu yarın, ben gidinceye kadar saklayacaksın, sonra söyleyebilirsin.’ ” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:415) Kalbini çalmak : Göynüne girmek, kalbini kazanmak “Bir süre Binbaşı, kendi deyimiyle ‘oyuncu’nun yaklaşma çabalarına pek yüz vermedi. Fakat genç adamın efendiliği ve anlattıklarına karşı gösterdiği büyük ilgi ihtiyar beyefendinin kalbini çalmaya yetti.” (O. Henry, “viski soda”, sa:99) Kalbini kırmak : Gönlünü, ruhunu incitmek, sinirlendirmek “Ne biçim gözümün içine bakmak değil mi? Evet, tutmuş, moda renkte bir ruj getirmiş bugün. Ama çiçeklerim solmuştu. Çiçek de getirebilirdi. Dolu parası var. Ben parayı sevemem. Öyle paraya fazla düşkün olanlara kızarım. Geçenlerde şoförün biri, otuz lira için kalbimi kırdı. Beni sinirlendirdi.” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:35-6) “... o benim kalbimi çok kırdı ama oğlum tabii, ne yaparsa hoş göreceğim ne yaparsa bağışlayacağım, onu gene eskisi gibi seveceğim, hiç yapmasa işlemese daha iyi olur tabii, ama hangi oğul anasının kalbini kırmaz...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:80) Kalbi sızlamak : Bk.: Yüreği sızlamak Kalbi taş kesilmek : Acı çekmemek için duyarlılığını yadsımak, kalpsiz gibi davranmak “Kalbi taş kesmiş, başı ensesine yıkılmış Knecht pır pır eden gözlerle oracıkta dikiliyordu, dehşete kapılmış, ama doyumsuz bakışlarla değişip çığrından çıkmış gökyüzüne bakarak, gözlerine inanamayarak, ama yine de korkunç bir şeylerin gerçekleştiğinden kesinlikle emin.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:466) “BRAND - Tüm bunları siz yaptınız..... Bir kimsenin bütün insanları kucaklayan bir sevgi duyabilmesi için, evvela bir tekini çok sevmesi gerektir. Her şeyden mahrum, yalnızlık içinde kalbim taş kesilmişti.” (H. Ibsen, “Brand”, sa:80) Kalbi teklemek : Heyecandan kalbi duracak gibi olmak “Rémy’nin silahı kendisine doğrulttuğunu gören Sir Leigh Teabing’in kalbi teklemişti. ‘Ne yapıyor!’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:394) Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi : Aşırı korku ya da heyecandan duyulan kalp çarpıntısı “Ve birden dehşet içinde kalıyorum. O ne?.. Her halde ağaç falan değildi. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi hızlı hızlı çarpıyor. Bağırmak, avaz avaz bağırmak istiyorum. Fakat kendimi tutuyorum.” (Ö. von Hovarth, “Allahsız Gençlik”, sa:86) Kalbura çevirmek, dönmek : Delik deşik olmak -özellikle ateşli silahlarla- (Argo) “ ‘Emir Selahattin beni gördü. O yüzünü gördüğü insanı bir an görse bile bir daha unutmazmış. Beni sonradan, isterse her zaman öldürebilirdi, niçin öldürtmedi, geçitte de isteseydi beni öldürtebilirdi, muhafızlarına öldürmeyin diye niçin emir verdi, emir vermeseydi o anda adamları beni kalbura çevirirlerdi.’ ” (Y. Kemal, “Bir Adanın Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, sa:28) “Kapının üzerindeki çatı gözle görünür şekilde sarkıyordu; Kilise Masrafları kutusunun yanındaki iki kalbura dönmüş kiriş parçası sessizce, bunun sebebinin Hıristiyanlığın ölümcül düşmanı olan ölüm-nöbeti böceği olduğunu ilan ediyordu.” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:12-3) “... bakkalın demir kepengine yaslanmış duran sıska, upuzun adamın elleri birden titremeye başlamıştı. Birkaç dakika sonra Guiccioli aynı gevşek, isteksiz adımlarla geri geldi. -Ne oldu? diye bağırdı Mathieu. Guiccioli omuz silkti; oturanlar ellerine dayanarak doğrulmuş, tutuşmuş gözleriyle ona bakıyorlardı. -Kalbura dönmüşler, dedi Guiccioli.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:111) Kalburla su taşımak : Olmayacak duaya amin demek, gerçekleşmeyecek bir işe yatırım yapmak “Dinibütün olan ve yeminini tutan insan, arkasında çocuklarının çocuklarını ve soyunu bırakır. Doğruluğu bu gibi ve buna benzer nedenlerden dolayı överler. Dinibütün olmayanlara ve eğrilere gelince, onları Hades (Cehennem)’te çamura gömer, kalburla su taşımaya zorlar, daha hayattayken onları şerefsizliğe mahkum ederler.” (Platon, “Devlet I-II”, sa:82) Kalburüstü : Olağanüstü; sivrilmiş, çok sevilen ve beğenilen, sıradışı “Hücreye girenlerin hemen hemen hepsi oraya kabul edilmenin kendileri için lütuf olduğunu bilirlerdi. Çokları içeri girer girmez diz çökerek ziyaret boyunca o durumda kalırlardı. Gelenler arasında kalburüstü kimseler, hatta bilginler, ..... hücreye girerken büyük ve saygı ve nezaketle davranmayı borç bilirlerdi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:57) “Kıyafet değiştirip varlıklı kişilerin arasına karışmak kadar insanı oyalayan bir eğlence düşünülemez. Yoksul çevreleri bağlayan geleneklerin hüküm sürmediği bu kalbur üstü insanlar arasında yaşamı ilkel ve çıplak haliyle görmek mümkündür.” (O. Henry, “viski soda”, sa:185) “Halkın büyük bir bölümü, orduya olan inancını yitirmedi. Ama kentin kalbur üstü kişilerinde General Joe’ya olan güven kalmamıştı. New Hope Church, Atlanta’dan ancak otuz beş mil mesafedeydi. Üç hafta içinde Güney ordusu altmış beş mil geri çekilmişti.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:395) “LADY UTTERWORD - Randall neden bu kadar nafile, bu kadar rezil bir adamdır? İyi yetiştirilmiş, üniversite mezunu, Dışişlerinde görev almış bir adam. Kalburüstü insanlarla düşer kalkar.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:120) “Octave hiç böylesine mutlu olmamıştı. Ancre Düşesi bu mutluluğu çok olağan buluyor: ‘Octave kendini Andilly’deki bütün bu hareketin bir bakıma merkezi sayabilir,’ diyordu. ‘Sabahları herkes adam gönderip sağlık durumunun nasıl olduğunu sorduruyor. Bundan daha övünülecek şey olur mu onun yaşında?’ Düşes sonra da şunları ekliyordu: ‘Bu ufacık adam çok mutlu. Paris’in bütün kalbur üstü insanları kendisini tanıyacak, bu yüzden de küstahlığı da yarı yarıya artacak.’ ” (Stendhal, “Armance”, sa:206) “Kahveye sadece Le Constitutionnel <Fr.: Lö Konstitüsyonel =Anayasa, Kuruluş’a Dair> gazetesini okumak amacıyla gittiğini, Bolonya’nın bütün kalburüstü sosyetesinin kendisini tanımadığı için, o andaki mutluluğunda kendini gösterme, övüngenlik hazlarının hiçbir rolü olmadığını unutuyordu. Küçük Marietta’yla birlikte olmadığı zamanlar Fabrice’i gözlemevinde <rasathane> görüyorlardı, orada gökbilim derslerini izliyordu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:249) Kaldı ki : İşin esasında, gerçeğinde “... Gaz saldırısı mı? Her şeyin bir şakadan ibaret olması gerektiğini söylemek Belluomo’nun canını sıkıyordu, otoritesini yitirdiği izlenimini uyandıracakmış gibi geliyordu ona; kaldı ki, ne olduğunu tam anlamıyla anlıyor değildi, kılı kırk yaran, espriden pek anlamayan bir adamdı.” (I. Calvino, “Savaşa Giriş-UNPA Geceleri”, sa:78) “Kaldı ki, kaderin cilvesiyle belli sayıda tanıklıkları derleme olanağı bulmasaydı ve anlattığını ileri sürdüğü şeylere ister istemez karışmasaydı, zamanla tanıyacağınız anlatıcı bu tür bir girişim içinde bir değerlendirmed bulunma sıfatını pek kazanamazdı.” (A. Camus, “Veba”, sa:12) “Fakat gerçeğe bağlı olma kaygısı merhametten üstündür. Kaldı ki, burada söz konusu olan ben değil, Rus halkının içinde yaşadığı ve hala yaşamaya devam ettiği o dar ve boğucu çenberdir.” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:16) “Kaldı ki bizim kültürün müzikle ilişkisi, alabildiğine eski ve saygın bir örneği temel alıyor kendine. Boncuk Oyunu da bu örneği baş tacı ediyor. Anımsadığımız kadarıyla ‘eski imparatorluk’ döneminin efsanevi Çin’inde devlet ve saray yaşamında müziğe öncü bir rol verilmiştir.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:27) “Taşın üzerine oyduğu ilk küçük çizgi, K. için bir kurtuluş oldu; ama adamın alabildiğine kendini zorlayarak bunun üstesinden gelebildiği anlaşılıyordu. Kaldı ki yazı da eskisi kadar güzel değildi; en başta altın yaldızdan yoksun görünüyor, soluk ve sarsak uzanıyordu.” (F. Kafka, “Hikayeler-Bir Düş”, sa:104) “Neresinden bakarsanız bakalım, bu aylak uşak sürülerinin (uşak asker) memlekete bir yarar getirebileceğini sanmıyorum. Savaşta bile işe yaramazlar. Kaldı ki savaşı önlemek de her zaman elinizdedir.” (Th. More, “Utopia”, sa:27) “Benim de aklıma başka bir yer gelmiyordu doğrusu. Çocuk gezdirmek için çok fazla yer bilmiyordum. Filmlerde, böyle durumlarda, yanında mısır gevreyen sarışın, geniş omuzlu ve yakışıklı bir adamla gidilen sirkler vardır. Kaldı ki, sirklerden de, konusu sirkte geçen filmlerden de hiç hoşlanmam.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:30) “Tarihi merkez diye de anılan ve düzenleme olanaklarının çoktandır incelemede olduğu kentin bu eski mahallesinde, hastaneden geriye yalnızca kayıt odası ve morg kaldı. Buna karşın yıllar da, belediye meclisleri gibi gelip geçiyor, çıkarlar dalgalanıyor ve mahalle her gün daha çok batıyor. Kaldı ki, kentin tehdit edici homurtuları başka yerlerde de yükseliyor ve uzmanların dikkatlerini ‘üretken’ nüfusun yoğunlaştığı, dev gibi yatakhanelerin dikildiği başka semtlere çekiyor.” (A. Tabucchi, “Ufuk Çizigisi”, sa:12-3) “Ticaret adamından çok amatör ruhlu biri olan bir adamın yanında, modası geçmiş, hantal bir iş yerinde çalışmaktan hiç rahatsızlık hissetmez. Kaldı ki, amiri durumunda olan Julius Baur’a sadece kendi alanının alabildiğine bilgili ve değerli temsilcisi değil, aynı zamanda hayatında tanıdığı en temiz, iyi kalpli, dürüst ve sevimli insan gözüyle bakar.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:60) “Thérese birkaç kez konuklara yüzündeki çürüklerin neden ileri geldiğini anlatmak için düştüğünü söylemişti. Hiçbiri, bu yüzde Laurent’ın yumruklarının izinin olabileceğini düşünemezdi. Kaldı ki, evine konuk oldukları ailenin, aşk ve huzur içinde yaşayan, örnek bir aile olduğuna inanmışlardı.” (E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:298) Kaldırım bilgeliği; Kaldırım mühendisliği : Eğitim ve kültür düzeylerinin çok aşağılarda olmasına karşın, sırf sokak yaşamının öğrettiği sözüm ona hazır cevaplılık, iş görme ve problem çözme yeteneğinin (?) verdiği cesaretle bilgiç geçinenlere verilen ad; Ing.: ‘Street smart’ “Şimdi dönüp bu konuşmaya baktığımda, sözlerimin büyük ölçüde safsatadan ibaret olduğunu görüyorum. Ama o anda karşı konulmaz ve derin oldukları duygusunu vermişlerdi. Bir tür kaldırım bilgeliğiyle her zaman her şey için bir yanıtı olan Penny, yine öylece suskun, sanki şoktaymış gibi oturuyordu.” (I.D. Yalom, “Aşkın Celladı””, sa:145) Kaldırım çiğnemek : O kadar yaş yaşamak, hayat deneyimi olmak “... Öyleyken, benim Kamil Bey’in kızı olduğumu ilk görüşte neden bilmesi lazım geliyor bu adamın? -Yuf olsun, yuf... Bakar bakmaz bilmeyince kaç para eder. Tıpatıp yahu!.. Baktıkça aklım eriyor. Yazıklar olsun çiğnediğim bunca kaldırıma...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:220) Kaldırım yosması : Sokak kadını, orospu “Daha rahatça düşünebilmek için de gidip tam karşıda bulunan Grand Café de Grece <Fr.: Yunanistan’ın Büyük Kafeteryası>’in bir masasına çöktük. Burası ikinci sınıf bir kahveydi. Açık kısımda, çoğu Rum olan bir sürü işsiz vardı. Pardösüler omuza atılmış, bıyıklar burulmuş, kaldırım yosmaları’na yaranmak için hazırlanmış tavırları vardı. Onlardan fena halde tiksindik. Ama kahve pek hoştu ve güzel nargilelerin çekiciliği dayanılır gibi değildi.” (P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:67) Kaldırmak : Aşırmak, çalmak (Argo) “-Yaptım ama, oyuna geldik. Çaldığımız otomobili başka soygunculara çaldırdık. Bir tütüncüden kaldırdığımız paralar da içindeydi. Üstelik benzin deposunu doldurmuş, yağı da değiştirmiştik.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:69) Kalebent olmak : Bir kaleye hapse mahkum edilmek “YENSEN - Peki, iflas mı etmiş? PETERSEN - Hayır ama, daha berbat bir şey; kalebent olmuş.” (H. İbsen, “Yaban Ördeği”, sa:10) Kale kapısı gibi kadın : Geçilmesi (cinsel ilişkide bulunulması) zor, hemen hemen imkansız görünen kadın (Argo) “Karı-koca Kien’ler, iki durak sonra indiler. Therese önden yürüyordu. Kien birden arkasından birisinin bir şeyler söylediğini duydu: ‘Kolalı eteğinden başka işe yarar yanı yok.’ ‘Kadın değil, kale kapısı mübarek.’ ‘Zavallı kocası.’ ‘Böyle kart bir karının nasıl olmasını beklerdin ki?’ Hepsi güldüler.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:74) Kalem : Çeşit “Dükkanların önlerine gelişigüzel çıkarılmış öteberi birbirine karışarak, aralıkları büsbütün daraltıyor, burasına, eskici torbalarından hiçbir ayrım yapmadan, üst üste boşaltılmış Bitpazarı derbederliği veriyordu. Dikkat edilirse, birkaç belli başlı kalemden başka hiçbir mal, halılar, eski gümüş takımlar, birkaç antika parça, bazı büyük hattatların eserleri sayılmazsa burada, hiçbir şey, artık gerçekten değerli, daha doğrusu pahalı değildi.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:228) Kalem : Osmanlı döneminde resmi dairelerin yazı işlerinin görüldüğü kısım “Akşam üzeri, geç vakit, jandarma teğmeni kalemden çıkarken çavuş odaya girdi, selam verip bir kağıt uzattı: ‘İl merkezinde ard arda olaylar çıkmasına sebep olan...” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:11) Kaleme alınmak, almak : Yazılmak, Yazmak Bk.: Kaleme sarılmak “Babasıyla aynı duygu ve düşünceleri paylaşmaktaydı Marks, paradan yana sıkıntısı yoktu; öğrenci yaşamının zevkini çıkarıyor, şiirler kaleme alıyordu. Ondokuz yaşındaydı ki, Trier’in en güzel kızıyla, kentte görevli hükümet danışmanı Ludwig von Westfalen’ın kızı Jenny von Westfalen’le nişanlandı.” (H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:43) “İfade etmek istediğim şeyin beni daha iyi düşünmeye zorlayacağını, ve bitirirken, ifade etmek istediğim şeyi kaleme almamış olduğumu eklemeli. Bu, temelsiz, ışıltılı bir gerçektir.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:50) “ ‘Notlar’, insanın içinden geldiği gibi kaleme alınan, birbiriyle çelişen yazılardır. Kimi zaman dayanılmaz bir gerilimden, ama çoğu kez de aşırı bir hafif almadan kaynaklanan esintileri içerir.” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:63) “Brecht, değişik tarihlerde kaleme aldığı bu metinleri birbirinden ayıran çok önemli farkları çoğu kez ayrıntılarda gizlemişti ve bu ayrıntıları bulup vurgulayabilmek, birbirinden tümüyle farklı birkaç metni çevirmekten daha zordu.” (A. Cemal, “Aradığımız Tiyatro”, sa:210) “Bu görüşe itiraz etmek isteyenler, önce şu sorunun yanıtını açıkyüreklilikle vermelidirler: Son yıllarda, diyelim son on yılda kaleme alınmış, kaç Türk tiyatro oyunu sahnelenebilmiştir?” (A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:201) “Dönüşüm’ü, bir insanın, bir böceğin ezilmişliğine asla yakışmayacağını kanıtlamak için kaleme aldı; insan, öteki insanlarla ilişkileri içersinde ufalmasın, böceklenmesin diye...” (A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:108-9) “Bütün bunlara karşın, bu romanı kaleme alanın, yapıtını o arkası gelmek bilmez maceralara devam edeceğim diyerek noktalamış olmasını esrimeyle karışık bir saygı duygusuyla kabulleniyordu; bu işe kendisi sıvanmayı sıvanmayı bir, iki kez denedi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:12) “İletişim dersi öğrencilerinin karşısında dururken aklından hızla cümleler geçiyor, notalar, henüz kaleme almamış olduğu çalışmasındaki şarkılardan parçalar geçiyor. Hiçbir zaman iyi bir öğretmen olmamıştı; bu biçim değiştirmiş ve, ona kalırsa iğdiş edilmiş öğretim kurumunda, şimdi kendisini eskisinden de uyumsuz hissediyor.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:11) “Anlayacağınız yargıç bir ‘intihar kararı’ kaleme almıştı. Eskiden, ‘intihar kararı’ sözünü şom ağızlı avukatların ya da kötü niyetli gazetecilerin uydurdukları bir kavram sanırdım.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:79) “Fortuné Trubert, sakin, önündeki yazıyı yazıyordu. Komün, Vendée’ye on iki bin kişilik bir kuvvet gönderilmesini kararlaştırmıştı. Bölgeler bu kararı yerine getirmekle yükümlüydüler. Fortuné Trubert, Pont-Neuf kesiminin, eski adıyla ‘Dördüncü Henri’ bölgesinin silahlandırılmasını ve silah altına alınması konusundaki önerileri kaleme alıyordu.” (A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:12) “Yeni bir alfabe, yeni entelektüel yaşantıların kayda geçirilip birbiriyle değiş tokuş edilebileceği yeni bir simge dili düşlenmekteydi. O yıllarda Paris’te bir bilginin kaleme aldığı ‘Çın Uyarısı’ isimli bir deneme, bunun apaçık bir kanıtını oluşturuyor.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:35) “ ‘Cemiyetin bir tarihi değilse bile (çok iyi hazırlanmış bütün bir bilginler ordusu bile bunun içinden pek çıkamaz), bizim kafilenin Doğu yolculuğunu sade bir şekilde kaleme almak yürekten arzuladığım şeydir.’ ” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:44) “Tek öyküler içeren kitaplar karşılığında bir fincan kahveyle ekmek istiyordum yalnız. Anımsadığım kadarıyla, çokluk yeni moda üslupla adeta ıkınıp sıkınarak kaleme alınmış fazla değer taşımayan ıvır zıvır kitaplardı...” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:56) “Karl ilanı ikinci bir kez okumayı gerekli görmedi, ama ‘Herkese kapımız açıktır’ cümlesini bir kez daha arayıp buldu..... ilana bakılırsa işe alınacakların sayısı sınırlandırılmamıştı; ama bu çeşit iş ilanlarının tümü böyle kaleme alınırdı.” (F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:300) “Su fıskiyesi, yaşlı ceviz, kemanı ve uzaktaki deniz, dinlencede yaz düşlerini gözlediği Baltık Denizi; bütün bunlar onun sevdiği, varlığını çevreleyen ve iç dünyasının akışını oluşturan şeylerdi... Adları şiirlerde hoş bir etki bırakan ve Tonio Kröger’in kimi zaman kaleme aldığı şiirlerde her zaman çınlayan şeyler.. ” (Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:66-7) “Bu hikayeyi kaleme almadan önce uzun bir süre tereddüt ettim. Yazacağım şeylerin en çok sevdiğim kimseleri şaşırtacağını, içlerinden birçoğunda hoşnut(suz)luk uyandıracağını biliyordum. Kimi benim inancımdan, kimi sağduyumdan şüphe edecek.” (A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:7) “Dona Lucrecia, kırkına bastığı gün, yastığının üzerinde, çocuk elinden çıkmış, her harfi özene bezene büyük bir coşkuyla kaleme alınmış bir pusula buldu: Doğum gününüz kutlu olsun, üveyanneciğim. Alfonso.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:9) “SAGAMORE - Nasıl isterseniz.... Vasiyetnameyi kaleme almadan önce kocanızın kim olduğunu bilmem gerek. BAYAN - Kocam ahmağın biridir. Vasiyetnamede bu niteliği belirteceksiniz. Onun davranışları yüzünden kendimi öldürdüğümü de ekleyeceksiniz. SAGAMORE - Ama intihar etmiş değilsiniz. BAYAN - Vasiyetnameyi imzaladıktan sonra edeceğim.” (G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:5) “Yasama Meclisi döneminde, Jakoben Derneği, (Robespierre’in) tek kürsüsü haline gelir; bir toplantıyı kaçırdığı pek enderdir. 8 Ağustos 1792’ye değin, bir yüze yakın konuşması olmuştur orada. Yığınla ortak dilekçeye esin verir ya da kaleme alır onları; yazışmalara göz-kulak olur; milletvekillerine öğüt verir, önler ya da yüreklendirir.” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:30) “... -yaşı-henüz on yedisinde bile değildi- ve on altıncı yüzyılın sona ermesine daha bir hayli yıl olduğu göz önüne alındığında, dikkate değer bir akıcılık ve tatlılıkla kaleme alınıyordu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:19) “Birbirlerini selamlıyorlardı yolda. ‘Bence,’ diyordu biri. ‘Şu Bayan Adıneyse, sahneye kendi çıkmalıydı, papaza bırakmamalıydı bu görevi... Ne de olsa yazar kendisi... Bence çok zekice kaleme alınmış... Yok şekerim, bence zırvalık.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:171) “O yıllarda kaleme alınmış üç ayrı incelemeden oluşan bir yapıt ‘Kaosa Bakış’ ismini taşır. ‘Zerdüşt’ün Dönüşü’, ‘Sinclair’in Not Defteri’, ‘Sinclair Dönemi’ diye nitelenen bir dönemde yapılmış daha başka çalışmaları içerir.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:102-3) Kaleme sarılmak : Önemli bir olay ya da duyumsamadan sonra oturup yazmak “Efendim? Bir oyun okuyordum. Bu, sanat yönetmeni olarak görevimdi. Getto’daki yaşantıyla ilgili bir oyun için yarışma düzenlemiştik. Ha? Tabii, tabii. Pek çok oyun almıştık. Herkes kaleme sarılmıştı.” (J. Sobol, “Getto”, sa:15) Kaleminden kan damlamak : Çok usta, hünerli yazı yazmak; Döktürmek “-Bir dilekçe yazsın, ipten adam alsın!’ -Doğru. Kaleminden kan damlıyor. Ağırlığınca altın eder!” ..... “Dilediğince tevatür çıksın, kasabalı, ne kasabalısı, kasabaya bağlı yığınla köyün köylüsü onu değil istidacı (dilekçeci) İdris, Kaymakam dahil, kasabanın bütün mürekkep yalamışlarından daha bilgili, kaleminden kan damlar sayarsa saysın, o kendisinin derecesini herkesten iyi biliyordu.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:38) Kalemi olmak : Yazı yeteneği olmak “Yalnızca bir kalemim var, tıpkı çağımın bütün yazarları gibi. Hepsi de tutkuyla değil de geçimlerini sağlamak için yazıyorlar. Üstelik onlara bakarak iki eksiğim daha var benim: 1. Onlar kitaplar yaratmanın yolunu bilirler, oysa benim hiçbir şey bildiğim yok bu konuda. 2. Onlar kendi ana dillerinde yazarlar, bense kör gibi, tek sözcüğünü bilmediğim bir gramerin bütün kurallarını kafamı çarpa çarpa yol alıyorum.” (P. Istrati, “Uşak”, sa:6) Kalem oynatmak : Yazı yazmak; başkasının orijinal yazısını gizlice değiştirmek “Piyesi bizim sanatkarlara okurken bazı yerlerini işaretledim, sonradan bunların bir kısmını kendi kanaatimce tashih ettim, bazılarını da olduğu gibi bıraktım. Herder (Goethe’nin yayımcısı) isterse bunların üzerinde kalem oynatsın. Ben bu eser üzerinde canımı çıkarırcasına çalıştım.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:229) “... <Bertrand Russell> ‘Çok yoğun bir konsantrasyon süreci sonucunda, bir kez bilinçaltına yerleşmiş olan sorun, orada filizleniyor ve çözüm birdenbire, öylesine göz kamaştırıcı bir açıklıkla beliriyordu ki, sanki bir vahiy inmiş gibi, açıklığa kavuşanları oturup kalame almak kalıyordu bana.’ ” (A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:62) Kalender : Sade yaşamayı seven, aşağıdan alan, gösterişsiz, genellikle her şeye ‘boş veren’ (kimse) “Bir gün Mevlana Şemseddin, İrak-ı Acem’de sema ediyordu. Bir kalender de o mecliste dönüyor, hırkası daima Şems’e dokunuyor ve bundan hiç çekinmiyordu.Bir iki defa kendisine ‘Ey derviş biraz öteye git’ diye söyledilerse de kalender: ‘Meydan geniştir’ diye yanıtlayarak hiç aldırmadı. Mevlana Şemseddin hemen semaı bırakıp gitti. Kalender de o anda yere düşüp öldü. Orada bulunan gönül sahibi dervişlerin yüreklerine bir ateş düştü: ‘Eyvah! Şems-i Perende = Uçan Şems yine bir dervişin canına okudu’ diye bağırdılar. Yakalamak için peşine düştülerse de o uçup gitmişti.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:51) “Reha Bey, yine dün gece bana orada Neyzen Tevfik’i tanıttı. Aman yarabbim, o ne garip adam o!... Tam manasıyla kalender, derbederin biri... Yalnız o kadar mı ya? Ağzı, insanla konuşurken gözleri başka alemlerde, başka şeylerde meşgul gibi... Bakıyorsunuz, bazen ağzından lakırdı dirhemle değil de miskalle <Osmanlılarda, değerli madenleri tartmada kullanılan bir buçuk gramlık dirhem ölçüsü> çıkıyor, bazen de bir şeye kızıp yumruğunu masaya vurarak, -Bana lüzumu <gereği> yok gülün de, gülşenin <gül bahçesi> de... hepsinin yuh ervahına!’ <Arapça: Ruhlar> diye bar bar bağırıyor.” (O. C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:158) “Hesse daha sonra onun <Christian Wagner> şiirlerini yayınlayarak şöyle yazar: ‘Derinden gelen seslere kulak verenler için bu yalnız yaşayan kalender kişi sadece zaman zaman küçük, şahane bir şiirin kaleminden çeıktığı bir şair değil, günümüzde fazla dikkate alınmayan, ama etkilerini gelecekte açığa vuracak bir ruhun, Alman varoluş ve düşünüşünün özel bir biçiminin tanığı ve temsilcisidir aynı zamanda.’ ” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:74) Kalıbı dinlendirmek : Ölmek “HIRSIZ - Çok yaşlıyım. Döverseniz kalıbı dinlendiririm, Alimallah! En iyisi, çağırın polisi, olsun bitsin. Yerden göğe kadar hakkınız var, efendim.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:90) Kalıbına kıyafetine bakmak : Dış görünüş: Giyim, kuşam ve davranışı değerlendirmek “-Güneşe karşı işediğimi nerden anladın hemşerim? Adam da güldü: -Kalıbına kıyafetine baktım da herhalde dedim kendimce, adam vurmaktan içeri düşmemiştir. Sonra... Hırsızlık, yankesicilik, uğursuzluk sürsen bulaşmaz. E? Başka ne kalıyor?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:52) Kalıbına uydurmak : Biçim, durum ya da örneğe uyabilmek “Zekasının inanılmaz gücünü yüzünün ağır ve kıpırtısız anlamsızlığıyla maskelemeye çalışıyor sanki. Brunet’nin onu böyle yakaladığı çok olmuştur: Schneider, örneğin köylülere ya da askerlere ait bir düşünceyi inatçı ve sabırlı bir fikri kendinde yerleştirmek, kendi fikir yapısının kalıbına uydurmak için zekasını yavaşlatmaya, ağırlaştırmaya zorluyor gibidir kendini.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:334) Kalıbını basmak : Bir kimseye ya da mülke kefil olmak, inançla bağlanmak, imzasını atmak “-Ne biçim bir adamdı?’ diye sordu Kien..... Hırsızlık olayı onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. ‘Nasıl anlatayım? Benim gibi bir kötürümdü. İyi bir satranç oyuncusu olduğuna da kalıbımı basarım. Zavallı!’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:244) “Seyis kendisini görür görmez, Trifaldi’yle yüz yüze geldiğini sandı, hemen şövalyeye döndü ve: ‘Efendim, dükün kahyasının yüzü Dolorida’nınkinin aynısı değilse, kalıbımı basarım, ne dersiniz?’ Şövalye, adamı ilgiyle inceledikten sonra: ‘İlahi Sancho! İki yüzün aynı olması demek, bunların aynı insan olduğu demek değildir ki!’ dedi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:666) “Orada bir süre oturup sigaralarını tellendirdiler. Truman yerinden kalkıp dar yarıktan aşağı, bir gelip bir giden sulara bakmadan edemedi, bir yandan da oraya nasıl inebileceklerine kafa patlatıyor gibiydi. Karısı da çektiği dumanı burun deliklerinden üflerken gözlerini kocasından ayırmıyordu. ‘Kalıbımı basarım’, dedi, ‘ötekiler aşağıya giden yolu bulmuşlardır.’ Truman ses çıkarmadan baktı ona, ‘Denize giden yolu mu?’ deyiverdi, kibarca alay ederek. ’Neden olmasın?’ diye üsteledi kadın.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:237) “ ‘Öyle demeyin, Bayan Müller. Öyle çakaralmazlar vardır ki, kıçını yırtsan ateş almaz! Ama Ekselansları’nı vurmak için, kalıbımı basarım, altıpatların hasını bulmuşlardır. Bahse varım, bu haltı yiyen herif en kıyak elbiselerini giyip gitmiştir oraya. Ekselansları’na kurşun sıkmak öyle her babayiğidin harcı değil.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:28) “Artık ben de mesele değilimdir onun için. Ama gene de bir şey var bu radyonun düğmelerinde. Neyi çözemedi acaba? (bu gece gene bana sırtını dönecek gene konuşmayacak gene düşünecek gene cıgara içecek kaşları gene çatılacak benimle uğraşmadığına kalıbımı basabilecek durumda olduğum halde sanki kızdığı benmişim gibi sanki bunca şey olup bitmemişmiş gibi davranacak biliyorum bekliyorum.) (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:114) “Sanki biri beni alıp yere savurmuştu. Ama bunu tahmin etmeliydim! Ne yapıp edip beni yakalamıştı. Üstelik elinde kanıt da vardı, dava dosyası. Bunun ne olduğunu bilmiyordum, ama benim bir kadınla beraber olduğumun belgesi olduğuna kalıbımı basardım. İpin ucu kaçmıştı. Daha bir dakika önce, bir hiç uğruna Birmingham’dan çağrıldığım için ben ona kafa tutarken, şimdi durum birden tersine dönmüştü.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:265) “HIDOUX - Bak, senin o Kanada’daki tarım şirketini sen ne kadar tanıyorsan ben de o kadar tanıyorum, ama seni oraya sımsıkı bağlayacaklarına, bir takım toprak sahipleri için çalıştıracaklarına kalıbımı basarım. Parasını ödeyip alamayacağın bir tarlayı kazıp ekeceksin; merak etme, sana istediğin kadar kredi açacaklar ama elde edeceğin ürünü, yetiştireceğin hayvan sürülerini, kime satacağını, kime satmak zorunda kalacağını göreceksin!” (Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:41) “Şu, senin adını söylemediğim ama resmi gerçekten büyüleyen gizemli genç arkadaşınsa bence hiç düşünmüyor. Buna kalıbımı basabilirim.” (O. Wilde, “ Dorian Gray’in Portresi”, sa:11) Kalın : Kaba, kalas gibi, düpedüz, yontulmamış “Bir saat geçmeden asansör kendisini bizim kata çıkardı. Naftalin kokulu, ince sesli, kalın bir herifti. -Merhaba profesörcüğüm, keyfin ne alemde? diye bağırdı. Saçımı biraz daha karıştırarak karşımdakini mavi gözlüklerimin altından soğuk bakışlarla süzdüm.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:99) Kalın kafalı (olmak) : Anlamakta güçlük çekmek, zekası kıt (olmak) Bk.: Kafası kalın olmak “Bizim kalın kafalı hiçbir şeyin farkında değil; oysa ben bu hükmeden, akıllı genç kadının dualarımın karşılığı olup olmadığını düşünmeye başlıyorum. Hayali G.K.A. yerine bir erkek tavlamaya can atan bekar bir kadın. Ezip geçen bir silindir.” (P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:159) “Aesop’un yardımıyla harfleri ve sayıları öğrendim, bir kez başlayınca gerisi o kadar kolay geldi ki, bu işi neden bu kadar büyüttüklerimi merak ettim. Uçmayacaksam, Ustayı kalın kafalı olmadığıma inandırabilirdim hiç değilse; ne var ki bu öğrenme işi o kadar kolaylıkla yürüyordu ki sonunda yengimin tadını almaz oldum.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:51) “Bana bir gelecekten ve güneşten sözediyordu, katoliklik güneştir, diyordu, kitap okutuyordu bana, kalın kafama latinceyi soktu: ‘Akıllı çocuk, ama bir katır’, ayrıca kafam öyle kalındır ki, yaşamım boyunca, kaç kez düşmeme karşın, hiç kanamadı: ‘İnek kafası,’ derdi babam olacak domuz.’ ” (A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:30) “Belki Alyoşa’nın zekası kıt, gelişmemiş, okulu yarım bırakmış v.s. bir genç olduğunu söyleyenler çıkacak. Okulu bitirmediği doğrudur. Ama ondan kalın kafalı yahut aptalın biri diye söz etmek büyük haksızlık olur.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:31-2) “... ben senyürün bir alaman oldunu ve Mon Feratolu olmadını söyledim o daha beter dedi ama sonra ona Parayı söyledim sakinleşti çünki Marengoluların kafası öküz kafası gibi kalındır...” . “‘Benden daha genç erkek görmedi hiç.’ ‘Ama o yerlere dönmek ve daha ileriye gitmek için yıllar gerek!’ ‘Biz Franschetalılar çok kalın kafalıyızdır.’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:13;534) “Hiç unutmam, bir kış akşamı mütalaahanede derse çalışıyorduk. Mişel isminde çalışkan bir kız, kalın kafalı bir arkadaşına Roma tarihini müzakere ettirmek için sörden müsaade almış, en arka sıraya çekilmişti.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:31) “Buna mukabil dağlılar da ovalıları sevmez ve on tane ovalının bir dağlı etmeyeceğini iddia ederlerdi. Dağlılar cesur fakat cahil, temiz kalpli fakat kalın kafalı idiler.” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:30) “Bir yandan yazışmaları yürütüyor, bir yandan kalın kafalı köylülere, belediye meclisinin çalışmalarıyla ilgili olarak laf anlatmaya çalışıyordum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:161) “ ‘Dinliyoruz, Kutsal Başrahip,’ dedi peder Habakkuk elini yüreği üzerine koyarak; Başrahipten sonra gelen en yaşlı keşişti. ‘Bunlar son sözlerim, keşişler. Hepiniz de kalın kafalısınızdır, onun için meselle konuşacağım sizinle.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:123) “Bayan G..., kızını hemen eski odasına yerleştirdi. Rahatına bakmasını ve kısa bir süre sonra yanına tekrar geleceğini söyleyerek odadan çıktı. Bir saat sonra heyecan içinde kızının odasına girdi. ‘Sonunda kalın kafasına gerçeği soktum. Ne büyük hata yaptığını anladı. Şimdi oturmuş çocuk gibi ağlıyor,’ dedi zafer dolu bir sesle.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:48) “Adam hemen kırdığı potun farkına vardı, özür diledi. Ama babam, biraz kalın kafalı olduğu için suratını astı. Annem söze karıştı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:350) “Benimsenmeye başlanan bir tek makine vardı, o da harman makinesiydi. Görenek, memleketi öldürücü, muhakkak bir uyuşukluğa götürüyordu; kendisi ilerleme taraftarı, zeki bir adam olduğu halde böyle kapılıp giderse, kalın kafalı, yeniliklere düşman küçük mülk sahiplerini bir düşünmeliydi.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:200-1) “Julıen adlı kahramanına ‘Başkaları umurumda değil!’ dedirtecektir gururla. Aslında, bu küçümseme haykırışı kendi kalbinden kopup gelmektedir. Hayır, bu derece bayağı, bu derece aşağılık bir toplum içerisinde, bu uyuşuk, kalın kafalı yaratıkların arasında başarı kazanamadığı için utanmamalı..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:173) Kalıp gibi uzanmak : Yorgunluk, bitkinlikten hiç kımıldamadan uzanıp yatmak “Pek yorgundum. Gündüzden unutulmuş hasır bir koltuğa kendimi attım. Vücudumun her parçası ayrılıp uzaklaşıyordu. Kalıp gibi uzandım. Koltuğun yumuşacaıklığına kendimi bırakınca, bunalımdan eşsiz bir haz duydum, birden.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:87-8) Kalıp kıyafet : Kalıbı, kılığı kıyafeti yerinde, kalantor “-İster misin herif yeni partiye girsin? -Girmeyecek olsa ne diye il başkanıyla aynı arabaya binsin? -Zorlu mebus olur ha! -Herifteki kalıbı kıyafeti görmüyor musun? Mebus da olur, bakan da...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:187) Kalıplı : Yerine oturmuş, sözü sohbeti yerinde, çizgisi belli, bakımlı, biçimli “Bizim yeni il başkanını dinleseniz... O da zatınız gibi kalıplı... Lakin siz başkasınız tabi. Sizin başka olduğunuz şundan belli, benim baldız öyle her önüne gelen erkeğe metelik vermez.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:59) Kalıptan çıkmış gibi : Üstüne tam oturmuş, uymuş (genellikle giysi) “ ‘Mükemmel, çok yakışmış. Kalıptan çıkmış gibi,’ diyor teyzesi. ‘Evet, insan genç olunca, sihirbazlığa gerek yok!’ Ancak gösterme yerine gizlemesi gerektiği yerde teyzenin işi zor.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:61) Kalite kokmak : Üzerinden nitelik damlamak “Adamın ilk kabalığının nedeni olan kırmızı kartı masada bıraktı. Saat ona doğru büroya gelen ve Fahmel’le acilen, acilen, çok acilen görüşmek istiyen beyin adı neydi? Uzun boylu, kır saçlıydı, yüzü hafifçe kızarmıştı, seçkin yemeklere para akıtan birine benziyordu, takım elbisesi de buram buram kalite kokuyordu.” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:13) Kali-YUGA : (HİNT MYTH.,TAR.;DİN) <Kali-Yuga> : Sözcük anlamı : K a l i Ç a ğ ı. “HİNT inancında, her yıl,Tanrı SİVA’nın karısı olan ‘Ölüm ve Yıkım Tanrıçası KALİ’nin adına insanlar kurban edilirdi. Bunlar, zenciler olarak tasarlanıyorlardı. Bazı incelemeler, onun, Siva’nın çeşitli görünümlerinden biri olduğunu öne sürmüştür. Bu görünüşlerin niteliğine göre, K a l i , SAKTİ, DARVATİ, DURGA adlarını almıştır. Krita-Yuga, Treta-Yuga ve Duapara-Yuga çağlarının ardından gelecek K a l i - Y u g a, 1200 yıl sürecek; onu, Kozmik dönmelerin yenileneceği k u r t u l u ş d ö n e m i izleyecektir.” (U. Ego, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 614) Kalkan; Kalkan olmak : Siper, koruma; zararlı dış etkenlerden korumak “Görevim, hiçbir bedel istemeden, hiçbir karşılık beklemeden, onun adımlarına uymak, varlığını benimkiyle sarmalamak, tehlikeler karşısında ona kalkan olmak, başımı ona basamak olarak sunmak...” (V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:22) Kalkansız kalmak : Korumasız kalmak, savaşta kalkanını düşürmek “LADY MACBETH -... iki oda uşağını öylesine içkiye boğarım ki, zihnin bekçisi olan bellek duman haline gelir, aklın kılıfı da bir imbik olur. Onlar körkütük sarhoş, domuzlar gibi ölü bir halde uyurken, kalkansız kalan Duncan’a seninle biz ne isteyip de yapamayız ki?” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa.23-4) Kalkıp (gitmek, söylemek, yapmak) : Bir eylemden evvel, o eylemin kat’iliğini ve ivediliğini kuvvetlendirircesine harekete geçildiğini bildiren sözcük; Bir eylem için harekete geçmek “Karnaval olduğu için birkaç kez dansa da kalktım. Ancak Törges’in gelmediğini görünce çok sinirlendim, çünkü onunla hazırlıksız bulunmak istemiyordum. Saat on ikide kalkıp eve gittim. Kir pas içindeki evimde kendimi çok kötü hissettim.” (H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:124) “Bir saat kadar sonra bürosuna bir telefon geliyor. ‘Profesör Lurie? Sizinle bir dakika konuşabilir miyim? Adım Isaacs, George’dan arıyorum. Kızım sizin öğrenciniz, biliyorsunuz, Melanie. ‘Evet.’ ‘Profesör, bize yardımcı olabilir misiniz? Melanie şimdiye kadar çok iyi bir öğrenciydi. Şimdi de kalkmış okulu bırakacağını söylüyor. Bunu duyunca şok geçirdik.’ ” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:45) “Kalkıp Tostes’e geldiler. Yüz yüze konuştular. Kavgalar, gürültüler oldu. Heloise ağlayarak kocasının kucağına atıldı: ‘Kurtar beni ananla babandan,’ diye yalvardı. Bu kez, Charles karısını savunarak konuşmaya kalkıştı. Bunun üzerine anasıyla babası öfkelendiler, çekip gittiler.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa.23) “Rösi için pek çok şey de yaptım gerçekten. Kısa bir tatilden yararlanarak kalkıp eve gitmiştim. Kasabada her Allahın günü olmadık güç ve kuvvet gösterilerine başvuruyor, hepsini de Rösi’yi düşünerek yapıyordum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:31) “‘Bu da güzel,’ diyorum ondan daha öfkeli. ‘Onun katilin biri olduğunu ve Grangia’yı onun yaktığını o zaman söylemeliydiniz bana, suçu ağustosböceklerine atacak ve benden ona göz kulak olmamı isteyecek yerde.’ ‘Bir şeyler olacaktı,’ diyor o ise, inatla, ‘kaçınılmazdı. Buğdayın da dövülmesi gerekiyordu.’ Bunun üzerine kalkıp yukarıya çıkıyorum, merdivenden de daha yüksek sesle homurdandığını duyuyordum.” (C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:110) “SEZAR - Yanılıyorsunuz, Pothinus, subaylarım sabahtan beri Kral’ın vergisini topluyorlar. RUFIO (Dobra dobra.) - Ödeyin gitsin, Pothinus. Boşuna nefes tüketmeyin. Zaten canınızı ucuza kurtarıyorsunuz. POTHINUS (Acı acı.) - Koskoca dünyayı fetheden Sezar kalksın da bizim vergilerle uğraşsın.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:59) “Hiç duymamazlığa gelerek, su neredeyse göbeğime gelinceye kadar ilerledim, şu aptala bak, uyur gibi yapıyormuş, diye düşündüm, şimdi de kalkmış benimle dalga geçiyor.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:26) “İmparator, Terör sırasındaki cesaretine hayran kaldığı bu ‘demir başlı’ insan için büyük saygı duymaktadır; ancak, bu kararlı muhalifin kendisiyle uzlaşmasını hiçbir zaman sağlayamayacaktır. O kadar ki, Grégoire, birgün kalkıp, Bonaparte’a, ‘nerede ulusal eğemenlik?’ diye de soracaktır ki, yürek ister!” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:190) “... askerken bir mahmuz darbesiyle birdenbire düşman tarafına geçip kendini tutuklatmıştır; herhangi bir iş bulmadan, hiç kimseden bir tavsiye almadan, bu ülkeler hakkında hiçbir bilgisi olmadan, hatta kendisine niçinini ve nasılını sormadan, kalkıp Rusya’da ya da İspanya’da almıştır soluğu.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:51) Kallavi : Kocaman, büyük, çok iri “Çevik hareketlerinden, çok güçlü okduğunu anlıyordunuz. Sıkıydı yani. O incecik kolları ve zayıf gövdesinde inanılmaz bir güç saklıydı, iki erkeğin zor taşıyacağı koca koca bavulları, eşyaları kapıverirdi. Erkeklerin elinden ağır eşyaları kapıp taşıyan bu ince kız kadar şaşırtıcı bir şey görmek zordur. Evdeki ağır divanın yeri mi değişecek, daha herkes yaklaşırken o tek başına kallavi divanı itip köşesine götürüverirdi.” (Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölü”, sa:45 Kalleş : Birini arkadan vuran, sözünde durmayan, vefasız, ihanette bulunan kötü kişi, üç kağıtçı, düzenbaz “O andaki ruh durumuma bağlı olarak, Esther, ya çok daha iyisini hak eden bir azize ya da beni, bir suçlu olarak düşünülmeme neden olan, böylesine karışık bir durumun içine düşüren kalleş, vefasız bir kadın oluyordu.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:65) “Baudolino, tüm bu ayrıntıları atlayarak, öğretmenlerini ve öğrendiği güzel şeyleri yazmıştı..... Ama Baudolino gittikçe kendini bir kalleş gibi hissediyordu, çünkü yüreğini sıkıştıran şeylerin yanı sıra diğer yaptıklarını, ne bir anneye, ne bir kız kardeşe, ne bir imparatoriçeye, üstelik sevilen kadına söylenemeyecek şeyleri ona anlatmıyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:73) “ ‘Onu öldürtemeyince onurunu beş paralık etmeye çalıştılar. Bir yığın iftira attılar. Kalleşçe vaatlerde bulundular ve Zola Davası’nda konuşmasına engel olma uğraşısına girdiler. Başaramadılar. Haklı, kişisel çıkar gözetmeyen, korkusuz bir insan nasıl konuşursa öyle konuştu.. Sözlerinde ne en ufak bir güçsüzlük belirtisi ne de en ufak bir aşırılık vardı. Orada konuşmanın nasıl bir cesaret gerektirdiğini umursamadan, gündelik yaşamında nasıl konuşuyorsa öyle konuştu. Ne tehdit, ne zulüm onu geriletti.’ ” (A. France, “Bay Bergeret Paris’te”, sa:79) “NEFRET BİLDİRGESİ -----------------------------Çünkü nasıl da kirli ve olağanüstü o açık deniz! Ölü ağaç gibi dalgaları, ender dinginliği ve tatlı meltemi, külrengi, beyaz ve sarı saatleriyle. Ve denizin üzerinde yükselen o hayat dolu gök kanımıza girip bu karanlık kentin kalleş sokaklarında ve havasız odalarında ışığıyla, desteğiyle bizi diri tutan.” (Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04) “Adrian yüzünü buruşturdu: -Hadi Pamfil neyse ne ama, Kosta… kalleş. Azılı kumarbaz. Yalancı. Sonra da ilk sosyalist hareketine katılmış diye kurumundan geçilmez. ‘Sosyal demokrasinin ya da Erfurt Programı’nın esaslarını bilir misin?’ -Kendisi gibi bu esaslardan ya da bu programdan habersiz olanların yanında yerli yersiz hep aynı şeyi sorar. - Hayır hoşlanmıyorum o heriften.” (P. Istrati, “uşak”, sa:70-1) “ARISTOVULOS ---------------------Anası, büyük Prenses, bu en yüce İbrani kadın, ağlayıp dövünüyor: Aleksandra ağlayıp dövünüyor bu felakete. Ama yalnız kalınca değişiyor, ağlayıp sızlaması. İnliyor, kuduruyor, küfredip lanetler yağdırıyor. Nasıl aldattılar, nasıl tuzağa düşürdüler onu, Nasıl da muratlarına erdiler sonunda Ocağını yıkıp Asamoneonların! Nasıl başardı bunu o kalleş kral” (Konstantinos Kavafis<1863-1933>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.07.03) “EVLERLE SAVAŞ -----------------------Geri mi kalır kumaş, deri Onlar da zalim, kalleş. Alalı kaç gün oldu Eskir üst baş.” (Behçet Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:34) “Acıkan kösnü, ruhu yıkıp geçer boşuna Utanç mezbelesinde, zevk alıncaya kadar Yalancıdır, kalleştir, susar kana ve cana, Azgın ve korkusuzdur; haindir, sert ve gaddar.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:129, sa:299) “Kralın Paris’e dönmesine yardım ettiği doğru. Fransa’nın en değerli kişilerini suçlamak için o kalleş elini uzattığı da bir gerçek. Ama şimdi onu defetmenin zamanı geldi artık.” (S. Zweig, “Fouché”, sa:210) Kalmak : Bir yerde ikamet etmek; Belirli bir zaman ve mekan içinde yaşamak, mevcut olmak “Durum ve zamanın gereği değer, yargılarımızın bir parametresi değil bir seçimin ayırt ediciliği haline gelir. Brecht’in tutkuyla anlattığı durumdur bu: Ne günlere kaldık tahta parmaklıklarda sessizlik hakim diye ağaçlar hakkında konuşmak suç!” (U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:38) Kalontor : Bk.: Kalantor Kalpatan : Kerpeten (Anadolu lehçesi) “Okuldaki derslerim galiba fena gitmiyor. Müdür Efendi benden çok memnun. Yalnız, gülmeyi fazla sevdiğim için ara sıra darılıyor: ‘Kalpatan’ı sana da getiririm ha!’ diyor. Ben, yalandan surat ediyorum. ‘Ne yapayım, Hoca Efendi? Üst dudağım bir parça kısa da ciddi durduğum vakit bile gülüyorum sanıyorsunuz’ diyorum.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:255-6) Kalpazan : Kalp para basan, düzenbaz, hileci (Argo); Araç-gereç yapan zanaat erbabı “ ‘Her vicdanı sızlatan hileyi insan kendisine güvenenlerle güvenmeyenlere yapılabilir. Hilenin bu ikinci şekli, doğanın verdiği sevgi bağlarını sadece koparmakla kalır. Bu nedenle mürailer, dalkavuklar, büyücüler, kalpazanlar, hırsızlar, haram yiyiciler, sefahat düşkünleri, devleti soyanlar ve daha buna benzer bir sürü aşağılık yaratıklar inlerini ikinci dairede kurarlar.’ ” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:160) “Bir tarafta sepetçiler, bir tarafta kalpazan dedikleri demirciler, tarakçılar, değirmenciler, bir tarafta ayıcılar, şebekçiler, iskemle kuklacıları... Vakit iş zamanı olduğu için bunların birtakımı dişili erkekeli harman sürüyor, birtakımı çamaşır sepeti örüyor, birtakımı sacayak, maşa, ateş küreği yapıyor, birtakımı küçük ayı yavrularını oyuna alıştırıyordu...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:89) “-Meliko gavuruna seslenin gelsin!... Beni bilirse gelmez haaa! ‘Konuşmacın var’ deyin. Meydancılardan biri: ‘Kalpazan Melikoooo!... Meliko çorbacııı! Konuşma yerine...’ diye bağırmaya başladı.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:101) Kalp kalbe karşı : Halk arasında, insanlar birbirlerini anımsadıklarında ya telefon ettiklerinde ya da yolda tesadüfen karşılaştıklarında, eğer bir an önce, karşılaşacakları kimseyi akıllarından geçirdi iseler, içtenlikle birbirlerine söyledikleri sözler. Bilimsel olarak, bir gün gelecek, insanların beyin dalgaları saptandığında, ‘düşünce’ ve ‘duygular’ın da bir tür dalga boylarının saptanacağı ve, alıcı-verici telefonlarda olduğu gibi, -karşı tarafın düşünüldüğünde-, aynı düşünceyi, dolayısıyla aynı dalga boyunu haiz beynin o kimse ile irtibata geçmesi, görme ya da çağrıda bulunması, çok natürel olacağına inanılıyor. Bugünlük, bu tür’önceden algılamalara’: <telepati>, ya da, eski tabiriyle <hissi kablel vuku> deniyor. “Walker ertesi sabah Margot’yu arıyor, -tabii Margot’nun keyfi yerindeyse ve başka işi yoksa- onunla biraz zaman geçirerek bu belirsizlik karmaşasından biraz uzaklaşmayı umuyor. Margo: -Ne tuhaf, diyor. Ben de şimd senin otele telefon etmek üzereydim. Walker. -Buna sevindim, diye karşılık veriyor. Demek kalp kalbe karşı, aynı anda biribirimizi düşünüyoruz. Telepati, insanlar arasında güçlü bir bağ olduğunun belirtisidir. (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:172) Kalp kazanmak : Karşıt cinsten biri tarafından sevilmek; Yapılan iyilikten dolayı birinin hayır duasını almak “Dostoyevski’nin trajedileri, öteki trajedilerin bittiği yerde başlar; onun için sevgi, cinslerin ölçülü bir şekilde birbiriyle uzlaşması ne hayatın zaferidir, ne de anlamı. Bu kaderin anlamının ve büyüklüğünün bir kadının kalbini kazanmaktan ibaret olmadığı, bütün dünya ile ve tanrılarla savaşmayı gerektirdiği Eski Çağ geleneğini yeniden canlandırmıştır o.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Dostoyevski’, sa:191) Kalpten gitmek : Kalp hastalığından heyecan, ağır iş ya da natürel nedenlerle ölmek “ ‘Seni bir başına bırakacağımı mı sandın moruk? O işi tek başına yapmaya kalkarsan, kalpten gidersin.’ ” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:109) Kaltaban : Şarlatan, hileci, namussuz (Argo) “FORD - Ne nimet benim için sizinle tanışmış olmak. Ford’u bilir misiniz efendim. FALSTAFF - Bırakın şu kaltabanı. Tanımam zavallıyı. Zavallı demek de hata ya. Söylediklerine göre kıskanç boynuzlu para babası imiş. Karısı bu yüzden pek hoşuma gidiyor. Karıyı deyusun kasasına anahtar olarak kullanacağım. Ondan sonra başlayacağım sömürmeye.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:59) Kaltak : Orospu, güvenilmez, sözünde durmayan kadın (Argo) “ELIZABETH, sözünü kesmeye çalışır. - Madam Zozik... koca kaltak... imza... MAMA - Attım bile. Saygılarımla, koca kaltak. (Mektubu Egerton’a verir.)” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:52) “-Kaltak... Ahlaksız kaltak... Nişanlımı sen baştan çıkardın... diye Necla’ya saldırıyor, o korkup çekinmeye lüzum görmeden, “Pekala yaptım, gözünü açaydın da sıkı tutaydın...” diye cevap veriyordu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:112) “Aniden istedikleri oldu. ‘Kaltak!’ Vahşi gözü dönmüş bir şekilde genç kadına saldırdı. ‘Sürtük!’ Delirmişçesine kısa iplerden oluşan kırbacını savurarak vuruyordu. Korkudan ödü kopan kadın kaçmaya kalkmış, ancak tökezleyip fundalığa düşmüştü. ‘Henry, Henry!’ diye bağırdı. Fakat kızıl suratlı arkadaşı sıvışıp helikopterin arkasına saklanmıştı.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:330) “O iki kadın, iki kaltak birbirleriyle hiç konuşmazlardı. Onlar yüz elli yıldır birbirlerinin soylarını kırmışlardı. O çocuklar, birbirlerinden hiç ayrılmıyorlar. Bir gün çocuklar öğrenirlerse birbirlerine düşman olduklarını, hemen birbirlerini öldürürler. O orospular, doktorların yanında kuyruk sallıyorlar diye ak sakallı Azizin yüzüne bakmıyorlar, görürler onlar. Bir gün çocuklar kim olduklarını öğrenirlerse o zaman millet görür kızılca kıyameti.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:328) “RUPRECHT - Bırak baba! Buraya gel! Ah cadı ah! Onu böyle küplere bindiren kırık testi değil. Bizim düğünün dibi delindi de burada onu zorla yamatmak istiyor. Ama ben bir defa ayak bastım. Eğer bu kaltağı alırsam Allah belamı versin.” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:24) “... a kaltak, benim adımı ne karıştırırsın. Ne sokarsın beni kavgaya. Ben şurada ekmek param için... Allah, yaktı beni bu Hayriye karısı yaktııı. Bu yaşımda mapusanelerde mi sürüneyim a orospu!” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26) “Hiçbir şey, uğrunda ölmeye değecek kadar vazgeçilmez değildir. Maud gelmiyordu, nereye gitmiş olabilirdi? Eğilerek bomboş merdivenlere baktı. Kaltak, beni böyle bekletmeyi göstereceğim sana!” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:182) “-Çabuk ol kaltak! Bu kadar uzun sürer mi bulaşık yıkamak? Adamın gözlerinden nefret fışkırıyordu. Kıyıda çömelmiş, kapları yıkamakta olan kadına kalın çizmeleriyle bir tekme atmak geliyordu içinden. Ama kadının korktuğu yoktu. Tam tersine… İşi bırakarak sıska, renksiz baldırlarını açıkta bırakan etekliğine ellerini sildi; sakin, boş veren bir tavırla yüzüne düşen sarı, altın saçlarını geriye attı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:50) Kalu beladan beri, kalma : Çok eski devirlerden kalma, antika <Arapça: ‘evet dediler’ demektir> “Ağrı Dağı’ndan İniş * O ilk ışığı gören bile nereye yöneleceğini bilemiyor şimdi Çünkü kalübeladan beri geleceksizlikti bir araya getiren o birbirinin akranı kötülüğü ve kötülük çağı” (Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.04.05) “Büyükçe, alçak, başucu kırık bir yatakla, küçük kumaş parçalarının eklenmesiyle oluşmuş, yırtık pırtık, yamalı bohça denilen bir yorganı vardı, çarşaflar on beşte bir değiştiriliyordu; kalu beladan kalma çaydanlıklarla çevrili bir küçük masa, kırık dökük bir sandalye, yıkanmak için bir teneke leğen, bir de gaz alevi veren önü kafesli bir ısıtaç bulunuyordu.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:233) Kam : (TÜRK MYTH.) <kam> : Şaman, bilge adam; Roman dilinde: Güneş (Argo) “MEZARDAN ÇIKMIŞ DON KİŞOT <Öteki Şiirler, 1951-1983> ----------------------------------------------Aynı yaradan kanıyor gün batımı. Rahip -kam- yakıyor kitaplığımı. Bugün evler olmeca taşından. Dün kireçtendi, düzensiz rüzgardan” (José Hierro<1922-2002>-Yıldız Ersoy Canpolat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.03) “-Söylediğin maninin başında gece ‘çon’ çıktı mı, dedin; ‘çon’ ne demek bakayım? -‘Çon’ demek ‘ay’ demek. -‘Ya, ‘güneş’ ne demek? -‘Güneş’ de ‘kam’ demek!...” (O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:100) Kama : İki yüzü keskin, kabzeli hançer; Kütüğü yakmak için kullanılan, enli, sivri uçlu, yassı ahşap takoz “Bu adaklı kızların en güzeli, bir ordu Kadar çok yürek yakmış olan kızgın kamayı: İşte bir bakirenin eli, silahsız kodu Uykuda, isteklerle yanıp duran paşayı (generali) Kız, kamayı ordaki bir kuyuda söndürdü; Sonsuz ateşe verip aşk kendi aleviyle Pınarı şifalı bir kaplıcaya döndürdü.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:154, sa:349) Kam almak : Muradına ermek; Zevk almak “LEANDROS’UN ÖLÜMÜ <Hero ile Leandros’tan> --------------------------------Hero sevdiğini tanyeri ağardığında. Gezdirip duruyordu bakışlarını geniş denizin üstünde. Olur da görür diye, lamba sönünce yolunu yitiren sevgilisini. Birden görünce ölüsünü Leandros’un kulenin dibinde, görünce paramparça cesedini onun, fırlatıp üstünden incecik işlemeli harmaniyesini, koşarak attı kendini baş aşağı kulenin tepesinden, ölmek için dalgalar arasında ölü sevgilisiyle birlikte; felaketin sonunda bile kam aldı iki sevgili birbirinden.” (Trakyalı Musaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:159-60) Kamanço (komanço) etmek : Verme, aktarma, devretme (İtalyanca: caveza’dan) (Argo) “Güzel miyop gözlerini Charlot’nun gözlerine indirdi: -Amma boktan iş be.” -Nedir bu boktan iş? -Bir paçoz ayarladı, dedi Mathieu. -Canın çekmiyorsa bize kamanço et kardeşim. -Olmaz, dedi Pinette. Kız bana kesildi bir kez.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:131) Kamburu çıkmak : Yaşlanmak, beli eğrilmek, sırtı eğrilmmek, yaşlı kocakarı olmak “Kadın kalkmıştı bile, ibriği ateşe koymuş, sabah sütünü hazırlıyordu. Şimdi günün az buçuk ışığında ona abkıyordum: Pinponun biri; kurumuş, kamburu çıkmış, ayakları şiş. Her adımda duraklayıp solumaktaydı. Yalnız simsiyah iri gözleri ihtiyarlamamış parlıyordu. Gençliğinde kim bilir ne kadar güzeldi, diye düşünüyor ve insanın çöküşüyle kaderine lanet ediyordum.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:173) “İnsanlar, kamburları çıkmış, iki büklüm olmuş, pis ve hatta çoğunun giysisi lime lime, yerden kalkmayan adımlarla karın içinde sürükleniyor, seğirtiyorlardı.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:98) Kamerçin : Osmanlılarda Yangın tulumbacılarının giydikleri ayakkabı. ‘Çin’ Farsçada ‘kabarık, buruşuk’ anlamına gelir; ‘Kamer’ de ay demek olduğuna göre, bu kunduralar ‘buruşmuş aya’ benzetilirdi. “Ayaklara tulumbacılara mahsus Kamerçin denilen bir kundura giyilirdi. Bu kundurayı en son tulumbacıların ayaklarında görülen şıpıdık <arkalığı ve ökçesi olmayan> pabuçlardan ayırmak lazımdır. Bunların ökçesi yüksek olup, ön yüzüne de beyaz yahut sarı sahtiyandan <sepilendikten –temizlendikten sonra cilalanan deri> veya siyah parlak glase deriden bir yürek şekli kesilip dikilirdi.” (R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacılaı”, sa:73) Kamet, Kametini artırmak; Kameti getirmek, kametinini kaldırmak : Boy <insan>; Cami’de cemaatın ayağa kalkması için okunan ezan; Camide imamın cemaatı namaza davet etmesi Boy göstermek; Etkisini, sesini, şiddetini artırmak; (Fig.) Patıırdı gürültü çıkararak tüm cemaatı rahatsız edecek şekilde etkilemek “Ne zaman daldığını hatırlamıyordu ve yine büyük bir gürültüyle yağan yağmurun bir an için kametini artırması sonucu, tufanı andıran müthiş bir tarraka ile irkilerek uyandı.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:96) “Onlar hiç olmazsa böyle cümbür cemaat eve dolmazlar; sabahlara kadar curcuna ile alemi rahatsız etmezlerdi. Onlardan nihayet gelse gelse sana arasıra o gavur Etem midir nedir o gelir, belki de yılda bir defa Nazlı uğrar. Burada ise, işte görüyorsun, sürüsüne bereket... Misafir çalgıcısı, çengisi falan filan iki, üç düzine birden geliyor, sabahlara kadar kameti kaldırıyorlar. Hem buna ne can dayanır, ne para...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:180) Kamış; Kamışı sertleşmek : Penis; Penisi kalkmak (Argo); Antik devirlerde hanımlar birbirlerine, penisi andıran, sert ve süslü kumaştan yapılı hediyeler verirlermiş “Eğilerek yana doğru uzanıyorum ve kahrolası mereti yakalıyorum. Sonra üzerindeki örtüyü açıp milim milim kımıldayarak kendimi oturma pozisyonuna getiriyorum -sakat bacağımın ağrısı tutmasın diye dikkatli, çok dikkatli hareket ediyorum, şişenin kapağını açıyorum, kamışımı şişenin deliğine sokuyorum ve şarıl şarıl işiyorum.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:46) “ ‘Ah!’ dedim, konuşmanın nereye doğru gittiğini ansızın anlayıvermiştim. ‘Evet, o işte, Bay Birdman, ondan söz ediyorum.’ ‘Onun durumu kötü Bayan, bunu biliyorsunuz, ruhunun bir an önce onmasını dilemekten başka bir şey gelmez elimizden.’ ‘Salak, onun ruhundan söz eden kim? Ben onun kamışından söz ediyorum. Herhalde yerinde duruyordur, öyle değil mi?’ ‘Sanırın duruyordur. Bunu ona sorup öğreneceğimi düşünmüyorsunuzdur herhalde.’ ” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:96) “Hayat daha iyi görünmeye başlamıştı. Bardağımı bitirip bir daha doldururken, kamışım bir daha sertleşir mi acaba diye geçirdim aklımdan. Etrafıma bakındım: kadın yok. En iyi ikici çeyi yaptım: Bardağımı kaldırıp dipledim.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:74) “Salvatore’nin yüzü karardı, öfkeyle döndü: ‘Minorit fraticello’su değilim ben! Kutsal Benedikten rahibiyim!’ ‘Bogomil, senin geceleri sapkın kamışınla, düzdüğün orospudur!’ diye bağırdı aşçı. Salvatore çobanları ite kaka dışarı çıkardı.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:179) “ALTINCI MİMOS ----------------------METRO Yalvarırım sana, doğruyu söyle bana, canım Korittocuğum, kim dikti sana o kırmızı kamışı? KORİTTO Nerde gördün onu ayol? METRO Eritto’nun kızı Nossis’de, iki gün önce. Ay, ne hoş bir armağan!..... --------------------KORİTTO Ama işçiliği işçilik!..... Bana iki kamış gösterdi, görünce gözlerim yuvalarından fırladı, Metro, burda biz bizeyiz, hiçbir erkeğinki öyle dik olmaz, öyle dümdüz. bir uyku gibi. Kayışları yünden, meşinden değil. Hiçbir kunduracı kadınları onun gibi anlayamaz.” (Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:33;35) “ ‘Ne var, kim o?’ ‘Albay. Kağıt oynama izniniz var mı? Ölmedikçe nöbet yeri terk edilmez.’ Alberto tuvalete girdi. On iki yorgun yüz kendisine baktı, sigara dumanı imaginaria’ların <Kazanmayı uman İ.E.> başlarının üzerinde tente gibi duruyordu. Tanıdık kimse yoktu; esmer, sert yüzlerin hepsi birbirine benziyordu. ‘Jaguar’ı gördünüz mü?’ ‘Gelmedi.’ ‘Ne oynuyorsunuz?’ ‘Poker. Oynar mısın? Ama önce bir çeyrek saat gözcülük etmen gerek.’ ‘Serranolarla oynamam ben.’ Alberto bunları söylerken elini kamışına götürüp oyuculara nişan aldı: ‘Yere sererim onları.’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:23) “Urubamba’nın iki kolu, Timpia ve Tikompinia’nın suladığı yörede odaklanan Kogapakori’ler, kamışlarına bambudan kılıf takan bazı erkekler dışında anadan doğma dolaşıyor ve bölgelerine giren herkese, kendileriyle budunsal (kavimsel) bağları olanlara bile saldırıyorlardı.” (M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:79) “Zavallı Ramfis! Ramfis’in kadınlardan hoşlandığından bile kuşkusu vardı. O sadece gösterişten hoşlanıyordu; bütün istediği ona bu ülkenin en iyi binicisi desinler; kamışının büyüklüğü, tokmakçılığıyla dünyaca tanınan Dominikli Porfirio Rubirosa’dan bile daha iyisin desinler. Bu büyük Irz Düşmanı, Bagatelle’de, oğullarıyla polo da oynuyor muydu, acaba?”..... Trujillo’nun kızgınlığının nedeni o değildi, bunu şimdi biliyordu. Kızlığının bozulmasına onunda yardım edip etmemesi Ekselansları’nın umurunda bile olmazdı. Tatmin olması için, kızlığın, her şeyin tam olması, kızı acıdan inleterek -bağırtmak, haykırmak- kızlık zarını onun yırtması, hayalarıyla ezerek kamışının içerde, bu yeni oyulmuş mahremiyete sıkıştığını hissetmesi yeterliydi.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:32;480) “... pupa yelken giden görkemli bir gemiye benzeyen yatağımızda kamışımın Lucrecia ile kazandığı zaferlerden övünç duyduğumu söylediğimde, şaka ediyorum sanıp bir kahkaha patlatmıştı. Oysa şaka etmiyordum.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18) “İSMENE ----------bedeninin yumuşaklığı, daha doğrusu, kendini koyverişi, bana bahçedeki o geceyi, gökteki o koca ayı, ve beni sırsıklam ıslatan suyu hatırlatıyordu. Yeniden giysilerimi ona giydirebilme isteği geçti içimden. Ama göze alamadım bunu. Sonra kara benekli turuncu bir kelebek girdi pencereden ve kamışının üzerine kondu. Bunun üzerine kadınlar hemen ağıtlarına başladılar ve onu hızla kefenine sardılar.” (Y. Ritsos<1990-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:181) “Joseph, Will’i ensesinden kavradı. Çocuk güçlü olmasına karşın, Joseph, Yeni Zelanda’daki zor çalışmnaları sonucu daha güçlü ve kaslıydı. Will’in kolunu arkasına büktü, çocuk bir çığlık attı, Joseph aldırmıyordu. Will’i, göğüs kemiği kendi göğsüne yapışacak, oğlanın sert leğen kemiği ile kamışını da kendininkine bastıracak kadar önüne çekti; onu Rebecca Millward’ı anımsatan güzel, pembe ağzından öpmeyi denedi.” (R. Tremain, “Renk”, sa:230) Kamış atmak (koymak) : Zihnini çelmek, kazık atmak, işi olumsuz yöne çevirmek (Argo) “Gök Hüseyin’in oğlu, Karaca Ali’nin evinde : -Ağa, diyor, ben de ona bir kamış koydum ki, bu gece onun gözüne uyku girmez.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:207) Kamış somurmak : Emmek, emerek şekerini hissetmek “Eskiden Kalekapısı ırgattan taşardı... Kalekapısında iğne atsan yere düşmezdi. Şimdi azaldı. Eskiden Adana sokaklarında ayağı çıplak çocuklar, her köşe başında kamış somururdu. Şimdi gene öyle.” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:88) Kamikaze : İkinci Dünya Savaşı esnasında, Japon gönüllü pilotlarının düşman filoları üzerine düşüp can vererek onları batırma gayretleri “Batılılar İkinci Dünya Savaşı’ndaki Japon kamikaze pilotlarına karşı hala ikircikli duygular besliyorlar. Yaygın görüş, o gençlerin yürekli olduklarıdır; ama canlarını feda etmiş, hatta buna gönüllü olmuş olsalar bile onlar gerçek kahramanlar olarak nitelenemezler, çünkü onlara aşılanan askeri ve ulusal psikolojide, birey hayatının bir değeri yoktu.” (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:35) “<Sözgelimi> Japon kamikazeleri o dönemde, düzenli bir ordunun içinde doğmuşlar ve sadece Pasifik Harekatı’nın son yılında ortalığı kasıp kavurarak hükümetlerinin teslim olmasıyla saldırılarına kesin olarak son vermişlerdi.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:118) Kampanya; Kampanya açmak : Bilimsel, ekonomik, siyasi vb alanlarda, belirli bir süre için (örneğin seçim, yeni bir araba modeli, yeni çıkan bir malı tanıtmak ya da eskileri çok daha ucuza satmak) topluma ilan vererek katılım sağlamaya çalışmak “Geçeceğim Kayda ----------------------Siz, altı çocuklu işsiz baba Gelecek seçimlerin yapılmasını istemiyorken, Durduramayacağım kampanyaları, Yırtamayacağım posterleri Ufacık parçalar halinde, Ama, geçeceğim kayda. (Mpho Ramaano <d.1981>- İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.02.09) Kamu; Kamuoyu; Kamuoyu yoklamaları : Millet, toplum, resmi devlet oluşumları; halkoyu; arada bir milletin bir yasa tasarısı ya da değişikliği veya yeni bir toplumsal sounu hakkında oya davet edilmesi “K., işe gitmek için her gün kenti baştan başa katederken son yıllarda kent merkezini bile istila eden evsiz barksız ayaktakımı ordusuyla hep omuz omuzaydı. Bu insanlar dileniyor, çalıyor, yardım ocaklarının önünde kuyruk oluyor, ısınmak için kamu binalarının koridorlarında öylece oturuyorlardı.” (J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:22) “‘Onunla anlaşabileceğimizi sanmıyorum.’ ‘Onunla anlaşmamız gerekmez. Sadece yardım et yeter. Ama para bekleme. Bunu yaparsan, iyilik olsun diye yapacaksın.’ ‘Pek aklım yatmadı Lucy. Bu iş, kamu yararına çalışarak ceza çekmeye benziyor. Geçmişteki kötülüklerini telafi etmek isteyen biriymişim gibi.’ ” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:91) “BOYUNSUZLARA -----------------------Alçak hırsızım, Hainim ve korkağım, Ama belki daha çok cesaret gerektirir Benliğinde saçma masalların aktöresini öldürmek Kamuoyuna kafa tutmaktan.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:135) “Kamuoyu yoklamaları, halkla mükemmel bir uyum içinde yaşamasını sağladıkları imagolojik gücün <imaj yapımcısı insanların, sulh zamanında, sosyo-ekonomik sistemler, örneğin fikirler ve üretimler yapım gücü> karar verme aygıtıdır. İmaj yapımcısı insanları soru bombardımanına tutar: Fransız ekonomisi nasıl gidiyor? Fransa’da ırkçılık var mı? Irkçılık iyi bir şey midir, yoksa kötü bir şey mi?..... Kamuoyu yoklamaları, görevi gerçeklik, hatta gelmiş geçmiş en demokratik gerçekliği üretmek olan, daimi oturum halinde bir parlamentodur.... İdeolojiyle imagoloji arasındaki ilişki konusunda şunu da ekliyorum: İdeolojiler, gizlice dönerek savaşlara, devrimlere, reformlara meydan veren dev çarklar gibiydi. İmagolojik çarklar da dönüyor ama, rotasyonlarının tarih üzerindeki hiçbir etkisi yok.... İmaj yapımcısı, inandığı şeyler ve ilkeleri olan adamdır.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:142-3) Kamufle etmek : Saklamak, başka bir görünüş vermek için üstünü örtmek “Kaçabilseydim eğer. Ah! Nasıl da koşardım kırlarda! Hayır, koşmamalıyım. Dikkat çeker, insanları şüphelendirebilir. Tam aksine, ağır adımlarla yürümem gerek. Kafanız dimdik olacak ve şarkı mırıldanacaksınız. Üstünüze kırmızı desenli ya da mavi renkli eskimiş gömlek türünde şeyler giyeceksiniz. Bunlar insanı iyi kamufle eder. Ne de olsa civardaki manavların tümü böyle giyinir.” (V. Hugo, “Bir İdam Mahkümunun Son Günü”, sa:72) Kanaat : (ARAP.): Azla yetinmek, kısmete razı olmak; kanma, kanım “Mağrip’li bir dilenci Halep’te kumaşçılar çarşısında şöyle diyordu: ‘Ey zengin kişiler, sizde insaf, bizde kanaat olsaydı, dünyada dilenme adeti kalmazdı!’ Ey kanaat, beni tek sen zengin et, Çünkü senden öte yoktur bir nimet! Lokman’ın seçtiği, sabır haznesi; Bilge isen gerçekte, bunu bil, sabret!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:129) Kana boyamak, boyanmak : Kan dökmek, savaşta kan dökülmek “ ‘Anlıyorum. Ey zaman, ey zafer! Size inanıyorum yurttaş ve bana getirdiğini sandığım haberleri heyecanla bekliyorum.’ ‘Bir Avusturya keşif kolu hatlarınız arasına girmekte!’ ‘Ne diyorsunuz? Savaş bu! Saat çaldı! Ey ırmak, tatlı ırmak, işte bir an sonra kana boyanacaksın! Hadi! Silah omuza!’ ” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:212) Kana bulamak : Öldürmek, kan revan içinde bırakmak “Anneme Dair Birkaç Söz <Azer Yaran’a Saygı> -------------------------------Sayrı anneminse çevresinde insanların koşuyor hışırtıları karyoladan boş köşeye kadar. Annem biliyorbir çılgınca düşünce yığınıdır bu Şuştov’un fabrikasının çanları ardından aşıp gelen. Ve benim bir fötr şapkayla taçlanmış alnımı sönmekteki çerçeve kana buladığı zaman” (Vladimir Vladimiroviç Mayakovski-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.10.05) “Tolstoy savaşa lanetler savuruyor ve yeryüzünde sevginin egemen olmasını isitiyor, oysa tabutunun üzerindeki toprak daha dört kere bile yeşermeden kardeş katlinin en korkuncu dünyayı kana buluyor.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Tolstoy’, sa:341) Kana bulanmak : Ağır yaralı olmak, nerdeyse ölmek ya da ölmek “İki meydan savaşı arasında oluşmuş binlerce çocuk, cılız pazılarını deneyerek soğuk bir gözle bakışıyorlardı. Zaman zaman kana bulanmış babaları çıkageliyor, onları sırmalar içindeki göğüslerine bastırıyor, sonra yere bırakıyor ve tekrar atlarına biniyorlardı.” (A. de Musset, “Bir Zamane Çocuğunun İtirafları”, sa:3) Kanadı kırılmış bir kuş : Kalbi, gönlü parçalanmış, özelliğini yitirmiş, artık uçamayan: eski fonksiyonlarını göremeyen kimse “ ‘Yaşını başını almış bir bey’ diye yanıtlıyor bu soruyu kendi kendine ve hüzünle, ‘mutluluk artaık onun yanından bile geçmiyor, kadınlarsa hiç ilgilenmiyor,’ kanadı kırık bir kuş, erkeklik gücünü tüketmiş bir erkek, mutsuz bir aşık, parası olmayan bir oyuncu, kuvvetini ve yakışıklığını kaybetmiş bir beden...” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:88) Kan ağlamak : Çok acı çekmek, gece gündüz gözyaşı dökmek “GERARDO - Oysa konuşmamız gerekir değil mi? Sen ve ben? Önümüzdeki birkaç ay boyunca akrabalar, tanıklar ve kurtulanlarla konuşacağım -ve eve her gelişimde- ben... duyduklarımı senden gizlememi isteyeceksin ve... ya sen... sen... (Paulina’yı kollarına alır.) Sen benim seni ne kadar sevdiğimi bilseydin. Sen yüreğimin hala nasıl kan ağladığını bilseydin.’ (Kısa sessizlik.)” (A. Dorfman, “Ölüm ver Kız”, sa:17) “KORO -... Kim bunu başarabilir ki?... Böyle en korkunç bir günde tüm millet kan ağlarken, kaderinin belirsiz bir giysiye büründüğünü gösteren bir soru ne denli acıklı!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:240) “SİZİ -----Kan ağlıyor içim, adam çığlık çığlığa, şiddet gerçekleşiyor içeride, burada Zorluyor camları duman ve kül ulaşmak için bana-” (Karen Press<1956-1999>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.09.05) “-Çocuklarımız olduğu için seviniyoruz, dedi; çocuklarımız olduğu için seviniyoruz; bu çocuklar kız olunca, sevinmek değil, kan ağlamalıyız. Aman Yarabbi! Olur şey mi bu? Altmış yıldan beri hakkında en ufak bir söz söylenmemiş bir adamın onurunu, hoppalıkları yüzünden yok edebiliyorlar.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:40) Kana kan : Akıtılan kan karşılığında kan istemek “Kapı açılıp da salona girdikleri anda, başıma gelecek olan felaketi anlamıştım. Aynı erkeği çılgınca seven iki gözükara rakibenin, en kanlı zamanlarında yüz yüze gelmesi gibiydi ilk karşılaşmamız. Sanki benimle hesaplaşmaya gelmişti. Bana günümü gösterecekti. Kana kandı. Ya o, ya bendi. Salonun ortasında çaresiz kalakalmıştım.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15) Kana kana (Ağlamak, içine çekmek, içmek) : Doyasıya (Ağlamak, İçmek) “Derken bir kavga... Başı örtülü bir kadın yakalamış esmer, çirkin mi çirkin bir delikanlığının su güğümünü... ‘Ya sen ölürsün ya beni öldürürsün, o güğüm bizim!’ diyor. Delikanlı tutmuş bırakmıyor güğümü, kadın bir yandan, halk de bir yandan bakıyor şaşkın, ilgisiz, kayıtsız, bezgin. Teneke bir güğüm bu. İçi terkos suyu dolu. On kuruşa bir bardağı. İç bu sıcakta kana kana.” (O. Akbal, “İstinye Suları-Ağustos Pazarı”, sa:42) “VE KARLI DAĞLARDA ------------------------------Hep içtim ondan Taptaze kana kana, Hiç yaşlanmadan, Hep genç kala kala” <Anonim, Orta Çağlar, Almanya, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.03.04> “Bunca saygıya layık yapıda insan yetiştiren ve yedi istiladan sonra bile hala barışçı yartılışları yadsınamayan o saf ve soylu Cermen çocuklarının bir örneğiydi. Bu yabancı, saf saf gülüyor, dikkatli dikkatli dinliyor ve Champagne şarabını, Johannisberg’in açık renk şarapları denli severmişçesine kana kana içiyordu.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:55) “O kupkuru kalmış tarlaları hatırladığımda, o gece bol bol sulandıklarını düşünerek mutluluk duydum. Leon’daki kayalıkların, Navarra’nın buğday tarlalarının, Kastilya’nın kavruk topraklarının, Rioja’nın bağlarının yağmuru kana kana içtiklerini düşündüm.” (P. Coelho, “Hac”, sa:214) “Biri bir kova su ve bir kepçe getiriyor. Kana kana su içerlerken çevrelerindeki kalabalık öyle artıyor ki artık onları göreniyorum. Şimdi kalabalığı yararak geçip kışla avlusunda ilerlemekte olan muhafızı sabırsızlıkla bekliyorum.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:25) “Tüm bu seremonilerin arasında şaşkın şaşkın etrafına bakınıp, bir iki kez kuşatmayı delmeye yeltenen fakat başaramayan yavrucak, nihayet bitkin bir halde su birikintisinin başına çömeldi; belki, belki değil gerçek, o anda onun için de yaş döken gökle beraber, hıçkıra hıçkıra, kana kana ağlamaya başladı.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Çeşmebaşı”, sa:21) “Mutluluk, kendimi mutlu olmaya gereksinim olmadığına inandırmayı başardığım günden sonra yerleşti içime; evet, mutlu olmak için hiçbir şeye gereksinim olmadığına inandığım günden sonra. Bencilliğin sırtına kazmayı indirdikten sonra, herkesin kana kana içebileceğince sevinç fışkırtmıştım sanki yüreğimden.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:142) “O kış yearning diye bir dans, bir fokstrot türü dünyayı yerinden oynatmıştı. Dinlerken bitmesini istemiyorduk. Onunla büyülenmiş, onu kana kana içmiştik.” (H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:167) “Doğal olarak, söylenen bu şarkılar, ‘Derde uğrayanlara yardım elini uzatmak sevaptır,’, ‘Yürekler kuraklıktan sonra düşen ilk yağmur gibi bu yardımı kana kana içer’, ‘Sana minnet çiçekleriyle yanıt verirler,’ ya da ‘Beraber çalışanları Tanrı ödüllendirir,’ gibi yüce sözleri de dile getiriyordu.” (H. Hesse, “Masallar”, sa:101) “İşte bu nedenle, pazar günlerimi annemle birlikte geçirirdim çoklukla... Yalnız perşembe günleri, göğsümü şu dinsel solukla doldurabilir, tam bir özgürlüğü kana kana içime çekerdim. Annemin sevgisinden bile özgür olduğum o tek gün...” (P. Istrati, “Kodin”, sa:24) “Baktı, Ekrem oradaydı. Bıraktığı yerde. Elinde uçurması Fotini’yi bekliyordu. Bir solukta evin arka tarafında kalan tepeye tırmandılar. Dedesi, ‘durun,’ dedi onlara yetişmeye çalışırken. ‘Durun, bu kadar hızlı koşmayın, düşeceksiniz!’ Tüm coşkuları uçurtmanın bulutlara vereceği selam uğrunaydı. Hava rüzgarlıydı ama sıcaktı. Geri döndüklerinde kuyudan su çektiler, kana kana içtiler.” (Ümran Kartal, “Mübadele Öyküleri-Taş Basamak”, sa:127) “Pınarın kıyısında diz çökerek başımla ellerimi suya daldırdım. Sonra, Kutsal Kitap’ta sözü geçen, Kral Gedeon’un kötü askerleri gibi, yüzükoyun yatarak kana kana su içtim. Beri yandan da, kılavuzumla kimliği belirsiz adamı gözlüyordum.” (P. Mérimée, “Carmen”, sa:42) “Şapkasının kenarlarından mavi ceketinin üzütüne sular damlıyor, sırtından aşağı akıp gidiyordu. -İyi imiş be, dedi ve ilave etti: -Sen de bir az iç George. Sen de şöyle kana kana bir iç.” (J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:10) “İnsanın yalnızca Wimpole Sokağına gitmesi ve otoritenin buraya üfürdüğü o huzuru kana kana içmesi yeter; Korent düşmüş, Messina yerle bir edilmiş, taçlar rüzgarın önüne kapılıp gitmiş, eski İmparatorluklar alevler içinde yok olmuşken Wimpole Sokağının kılını kıpırdatmaması karşısında içi minnet duygularıyla dolarak derin bir soluk alır..” (V. Woolf, “Flush”, sa:21) Kana kesmek : Kan akıtmak, kan gölüne çevirmek Bk.: Kan akıtmak “ ‘Kan gölüne batmış çıkmış. Amanım ne kadar da çok kanı varmış. Bütün oda, yer gök kana kesmiş.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:37) Kan akıtmak, akmak : Savaş, adam öldürmek; Kanamak “Tüm bu saydığım tepeler, şu veya bu zaman, ..... kanlarını bu yaban topraklarına akıtmış binlerce ve binlerce insanoğlunun hunharca savaşmalarına sahne olmuştur. Sonuç? Niye tarih yazımını; sıcak, şömineli, koloniyel tip evlerinde pipo içen veya şımarık çocuklarıyla yad ellerde tatil yapan entellere bırakmıyoruz?” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Chop Hill Savaşı”, sa:123) “Kan, huzur, mutluluk getirmez bize, Gözetler zihninde şom saatleri O bahtsız, dileksiz kan akıtanın Çıkmaz yüreğinden korkular, asla.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler - Bulutların Var”, sa:28) “Onun payına düşen buydu ; birinden öbürüne gidip gelecek, susturmaya, yatıştırmaya çalışacaktı. Bonihne Ana, kadife kadar yumuşak sesiyle, idealist ellerini ovuşturarak bakacak, ona ‘kan akıtmasının dehşetinden’ bahsedecekti.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:22) Kan alınacak damarı bilmek : Nereden ne yarar gelebileceğini bilmek, kurnazlık, her zorun bir çaresini bulmak “ ‘... Fıçılara peyniri bastırdığın gibi, iki karın da yağ yaptırırsın. ‘Sen yaptırırsın emme biz gemimizi geveriz yaz kış, o da başka.’ Sen heç gamlanma abla. Benim ağam kan alınacak damarı bilir. Bulur. Tilki gibi bir adamdır benim ağam...’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:145) Kana susamak, Kana susamış : İnsan kanı akıtmaya-öldürmeye karar vermek; İnsan öldürmeye azmetmiş, kaatil “Bir dalın çatırdısı, ayın bir an için geçen bir bulutun ardında kalması Cuma’nın bemim üzerime hamle ettiğini sanmama neden oluyordu. Bir yanımla onun o her zamanki uyuşuk adam olduğundan eminken, engel olamadığım öbür yanım onun kana susamış bir vahşi olduğunda diretiyordu. O yüzden sabaha kadar gözümü kırpmadım.” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:85) “Ben özellikle bir harita çavuşu olarak yetiştirilmiştim. Kana susamış bir ön mevzi savaşçısı olmak istediğimden, harita subaylığı işi biraz canımı sıkmıştı. Her ne hal ise, işte aktif savaş alanına gidiyordum.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:121) “Ölümden korktukları yoktu. İlk doğan erkek çocuklarının kanını içen, kana susamış bir tanrıları vardı; kendi yasaları; on boynuzlu, insan yiyen bir hayvanları vardı. Nasıl yakalayabilirlerdi ki onları? Nasıl boyunduruk altına alabilirdi?” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:57) “... Şayet böyle bir karşılaşma olursa ona diyeceğin şudur: Sen benim babam değilsin, sen bir canavarsın, dünyanın en kana susamış, en bayağı canavarı. Bunu diyeceksin ona kızım, bunu demelisin.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:56) “Acıkan kösnü, ruhu yıkıp geçer boşuna Utanç mezbelesinde, zevk alıncaya kadar Yalancıdır, kalleştir, susar kana ve cana, Azgın ve korkusuzdur; haindir, sert ve gaddar.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:129, sa:299) “(‘Müthiş’, bir Yarı-ölü dev’in başını koparmış) Argalia, tarihi geçmiş bilgilerle yola çıktığını, Altın Alay’ın Fransızları çoktan püskürttüğünü bir süre önce öğrenmiş, sonrasında, Doria’nın Türk’le savaşmak için elinden geleni ardına koymamaya karar vermişti….. denizci kamaları, piştovlar, adam boğmak için kullanılan, garotte denen çelik teller, hançerler denizlere açılmak üzere olduğunu öğrenince, onun askerlerine katılmak için, , kamçılar ve pis laflarla tepeden tırnağa silahlanmış, azgın, paralı askerlerle dolu sekiz Genova kadırgası beş gündür denizlerde yol almaktaydı…. Andrea Doria’ya gelince; iyi huylu bir adam olduğunu söylemek mümkün değildi. Hiçbir ahlak ilkesini tanımaz, fil gibi kin güder ve intikamını mutlak alırdı. Zalim ve kibirliydi. Kana susamış askerleri ellerinden gelse uzun zaman önce ona isyan ederlerdi, ama Andrea Doria müthiş bir kumandan, büyük bir strateji ustasıydı ve korku nedir bilmezdi.” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:188-9) “Rassi büyük bir güvenle: ‘Beni dava edemeyeceğinize bahse girerim,’ diye yanıt verdi. Bunun prensi yatıştırmanın en güvenilir yolu olduğunu biliyordu; Yasa benden yana, ustalıkla onun içinden çıkmak için de elinizde ikinci bir Rassi yok. Beni azletmeyeceksiniz, çünkü çok sert huylu olduğunuz anlar var. Böyle zamanlarda kana susuyorsunuz ama, aynı zamanda da aklı başında İtalyanların saygısını korumak istiyorsunuz, bu saygı sizin hırsınız için bir sine qua non’dur <LAT.: olmazsa olmaz!>.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:407-8) Kanat germek : Korumak, kanatlarının altına almak “Véronique ev ve din işlerine, Anthime de bilimsel araştırmalara vermişti kendini..... Bu sayede aralarında bir tür barış hüküm sürüyor, bir çeşit yarı mutluluk kanat geriyordu üzerlerine...” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:4) Kanatlarının altına almak : Korumasına, himayesine almak “Onların dokunaklı söylevleri, sağlam yapılı, sporcu oğullarında, kolay kazanılmış başarılarına daha şimdiden hayran olduğu bu kimsesiz çocuğu kanatları altına alma isteği uyandırdı. Hayranlıkla alçakgönüllülük bir araya gelince, Jonas’ın, bütün her şey gibi, insanı kışkırtan bir alçakgönüllülük benimsediği dostluk ortaya çıktı.” (A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:6) “Sanırım o güne kadar Bob ile şansım yaver gitmişti. Onu kanatlarımın altına aldığımdan beri sağlıklıydı, turp gibiydi. Önceden pireleri vardı, ama bu, bir sokak kedisi için şaşılacak bir durum değildi. Pire tedavisi uyguladığımdam beri hiçbir sağlık problemi yaşamıyordu.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:149) “Hacı Eşkıya küçücük, kara kuru, avurdu avurduna geçmiş, yaşlı bir adamdı. Ahmet Efenin en yakın dostuydu. Yatağıydı. Bir elin beş parmağı gibiydiler. Ahmet efe kancıkçasına Hasan Çavuşun kurşunu ile gittikten sonra, Memedi kanatlarının altına almış, ona babasızlığını unutturmuştu.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:13) “Halil, Butros’u kanatları altına almış. Ona öğretebileceği her şeyi, sabırla öğretmiş. Sonra da, bu çiçeği burnunda köy okulunun verebileceği eğitim aşamalarını başarıyla tamamladığında, öğrencisine, böylesine iyi bir yolda durmaması gerektiğini söylemiş.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:47) Kanatlı aslan heykeli : Venedik’te, San Marco meydanındaki sütunlardan birinin üzerindeki, Aziz Marcos ‘un anısına dikilmiş , şehri temsil eden heykel “Girişteki sütunlardan birinin tepesinde, San theodore’nin tuhaf heykeli, öldürdüğü ejdarhasıyla gururla poz veriyordu. Langdon bu ejderhayı daha çok timsaha benzetirdi. İkinci sütunun tepesinde Venedik’in her tepesinde görülen sembol vardı: Kanatlı aslan. Üzerinde Latince ‘Paz tibi marcia evangelista meus: Huzur içinde yat, sevgili vaiz Marcos’ yazan açık bir kitabın üstüne tek pençesini koymuştu. Efsaneye göre bu sözler, Aziz Markos’un Venedik’e gelmesi üzerine bir melek tarafından söylenmişti ve naaşının burada yatacağını varsayıyordu. Markos’un kemiklerini İskenderiye’den San Marco Bazilikası’na getiren Venedikliler, bu efsaneyi kendilerini haklı çıkarmak için kullanmıştı. Kanatlı aslan günümüze kadar Venedik’in sembolü olarak kalmış ve her köşe başında kendini göstermişti.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:390-1) Kan (başına) beynine çıkmak (sıçramak, vurmak) : Son derece sinirlenmek, kızıp köpürmek, hiddetlenmek “Kan beynine sıçramış bir halde kapıya yöneldi ve anahtarı kilide soktu. Kapıyı açarak, ‘Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu. Vittoria, onu duymazdan geldi. Telefona, ‘Evet,’ diyordu. ‘Ve uyarmalıyım ki...’ ” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:158) “Therese hırsından kanın beynine sıçradığını, yüzünün kıpkırmızı kesildiğini hissetmişti. Kendisi gibi bir kadın dururken Grob’un başka sevgiliye ne gereksinimi vardı? O da bir insan değil miydi eninde sonunda?” ...... “Fischerle irkildi. ‘Ölmeyi hak etmişti. Bugün bile doğru dürüst okuyup yazdığını kesinlikle biliyor değilim.’ Fischerle anlamıştı. ‘Benim karım da satranç bilmez. Bu işe ne dersiniz? Kanınızı beyninize çıkarıyor, değil mi?’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:127;302) “Başçavuş hırıltılı sesiyle anlatmasını sürdürdü: -‘... Polis benim dediklerimi hem dinliyor, hem gülüyor.’ Köylüler de öyle. Hepsi güldüler sayın yargıç. Kitaba el basarım ki güldüler. Bakın şu da, polis Jigin de... ‘Ne diye sırıtıp duruyorsunuz?’ dedim. Polis, ‘Bu gibi işlere mahkeme karışmaz.’ demez mi? Bunu işitince kan beynime sıçradı.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:120) “... yok fifremle uğraşmalıymışım, yok oğlumu hemen evlendirmek istiyorsam, un fabrikasından kız almalıymışım... Elbette, bu kötü sözleri duyunca kan beynime sıçradı, ama yine kendimi tuttum.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:26) “İvan Andreyiç utancından kızardı. Yabancı, ciddi ve kızgındı. Belki bu adam birkaç kez feleğin çemberinden geçmiş, böyle durumlara alışık bir adamdı. İvan Andreyiç’inse deneyimi yoktu; bu dar ve karanlık yerde bunalıyor, kan başına sıçrıyordu.” (F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:42) “İçinde sönmeye yüztutmuş ateş yeniden alevleniverdi. -Yoo, buna dayanamam artık!.. diye bağırdı. Dünyada yapamam… asla yapamam… Kan beynine sıçradı. Dili dolaşıyordu, ama üslubuna özenecek halde değildi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:129) “Crampas’ın söylemek istediği daha fazla, çok daha fazla bir şeydi; Crampas bir tür hesaplanmış korku aracından söz etmek istiyordu. Böylesi bir tavır, her türlü iyi niyetten yoksundu ve bu da hemen hemen gaddarlığa yakın bir şeydi. Effi’nin kanı başına çıktı; genç kadın küçük yumruğunu sıktı; kafasında planlar kurmak istiyordu.” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:58) “Kan beynine sıçrıyor Anthime’in; bunalıyor; bir felaket çanı çalıyor şakaklarında. Sonsuz bir çabayla, bir iskemle devirerek doğruluyor; bir bardak su boşaltıyor peçetesinin üzerine, alını siliyor.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:19) “MARLOW - Kesin şaka ediyorsunuz. Gecenin bu saatinde, hem de böyle bir gecede gitmek! Yok yok, alay ediyorsunuz. HARDCASTLE - Ciddi söylüyorum, efendi; kanım beynime çıktı artık; size söylüyorum; bu ev benimdir.. benim olduğu için de şu anda çıkıp gitmenizi istiyorum.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:81) “Bir davanın tutanağını daha ilk kez tuttuğum zaman, yazılış biçiminde bazı yanlışlar bulmaya kalkıştı. Birdenbire kanım beynime sıçradı, sert bir yanıt vereceğim sırada, büyük amcam söze karışarak, her şeyi kendi görüş noktasına göre hazırlamış olduğumu ve bu düşüncesinde de ancak hukuk yöntemlerinin egemen olduğunu söyledi.” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:36) “Zebedi’nin beyni atmıştı. ‘Bas git buradan Filipus, cehennem ol!’ diye uludu, kan beynine çıkmıştı. ‘Görmüyor musun işimiz var. Biz balıkçıyız, sen de çobansın. Bırak çiftçiler yakınsın dursun, ne halleri varsa görsünler, bize ne?.. Haydi çocuklar iş başına!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:129) “ADAM - Susacak mısın diyorum sana! Sus, yoks başına bela gelir ha!... Münasebetsiz geveze. Bekle, daha sana söz vermedim! WALTER - Vallah pek tuhaf! RUPRECHT - O zaman Bay Yargıç, bütün kanım beynime çıktı. Hava... Yeleğimi açtım: hava istiyorum diye bağırdım!” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:46) “Markiz doktorun garip davranışı karşısında çok tedirgin olmuştu; adam odadan çıkar çıkmaz doğru babasının yanına gitmek istedi. Öfkeden kan beynine sıçramıştı.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:32) “JAUFRE (Pişman olmuştur.) Hayır, dur, bağışla beni! Başıma gelenler yüzünden kan beynime sıçradı. Bağışla beni dostum, kırgın göndermek istemem seni.” (A. Maalouf, “Uzaktan Aşk”, sa:45) “Bir süreliğine göremeden baktım. Sonra aklıma babam geldi ve ihtiyarın onu hala kolundan tutmakta olduğunu gördüm. Babamın yüzü şimdi öfkeliydi, kan beynine sıçramıştı, ama parmakları beyaz bir pençe gibi babamın kolunu kavramış olan büyükbabam, o maskeli gülüşüyle gülüyordu.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:63) “Lola yanıt vermedi. Müzik durmuştu, alkışladılar, yeniden başladı. Sarı saçlı kızla dans eden homoseksüelin yanlarına geldiğini gören Boris sevindi, ama ta yakına gelince kan beynine çıktı.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:35) “Pitteaux ani bir hareketle generale doğru döndü, üniformaya baktı -yüzüne değil üniformasına- ve kan beynine çıktı. -Mösyö, dedi, Philippe haftada en az iki-üç kez bana bu çeşit mektuplar yolluyordu. Öyle ki sonunda okumaz, okusam da önem vermez oldum.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:148) “... ama <Korney> burada da fazla tutunamadı. Hesap yanlışı yaptığı için işine son verdiler. Evine dönmekten hem utanıyor, hem de düşündükçe kanı beynine sıçrıyordu. ‘Yaşasınlar ben olmadan. Belki oğlan da benden değildir,’ diye düşünüyordu.” (L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:116) “-... bu ne biçim bağırma böyle? Çubuğumu elimden düşürdüm... Ne oluyorsun? -Onun adını duydukça, sinirlenmemek elimde değil; işitince kan beynime çıkıyor.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:46) Kanca(yı) takmak : Musallat olmak, ardından gitmek, garez tutmak; aşık olmak “DELİ - Eğer sizin celladınız değilsem ben kimim? S. KOMİSER - Lanet olası meslek. MÜDÜR - Bana kancayı takmış biliyorum... Ama bunu ona ödeteceğim.” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:36) “Halil’in kıza kancayı taktığını oba’da herkes biliyordu. Bey bilmiyordu.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:144) Kancık; Kancık oğlu kancık : Kadın; Dönek, alçak, güvenilmez (kimse); dişi köpek (Argo) “Salih, amelebaşı konumunda olan Karahisarlı’nın komşusu idi. Zor işlerden kendini ancak bu sayede ve kancıklıkla kurtarabiliyordu. Karahisarlı ise Salih’in bu hallerini görmemezliğe gelir: -Çalışıyor, derdi, fena çalışmaz bizim Salih. İyi ameledir.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:13) “Komşudan bir kadın, çocuğuna: ‘Git İhtiyar teyzene söyle, bir baş sarımsak versin.’ diyordu. Çocuk gelip: ‘İhtiyar teyzee!’ diye sesleniyordu. Çok gücüne gidiyordu. Ama ar ediyor, kimseye bir şey diyemiyordu. İçine ata ata, incelip gidiyordu. Gök Sultan’la aynı kaptan yedikleri halde, onun gibi tavlanamıyordu. Üstelik kısır bir ‘kancık’tı.” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:9) “ ‘Nefsi olan bir kancık, Bayram’ı sever. Bayram’ı ister. Onlar komşu momşu olmasınlardı. ‘Fatma’nın yüzü çok yuvarlak. Dudakları iri. Memeleri...’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:137) “ ‘Bruno, denedim! Yemin ederim Bruno, elimden geleni yaptım!’ ‘Seni pis kancık!’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:26) “Ağlama Grigori; anında kül ederiz onu… Sen bir kere şunu söyle bana kancık.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:199) “Karaoğlan şaştı. Bir böğürüşte, kasırgaya tutulmuş kuru yaprak gibi savrulacak şu ufacık-tefecik kancığın sözünden çıkamayan ayının malı olmaktansa, varsın da Sinek Salih’in malı kalsındı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir çiçek”, sa:58) “Çerçi Halil işin farkında idi; ikide bir karısına dert yanıyordu: -Hele şu kancığa bak! Ayağına mıh batasıca! Öz babasına garaz bağlamış. Ben nideyim? Yeldim yeldim yol verdim, emeklerimi sele verdim. Dünyadır bu. Başımıza geldi işte bir kelli. Malımı it yediği yetmiyormuş gibi şimdi de bağrımı bit yiyor.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:183) “Hacı Eşkıya küçücük, kara kuru, avurdu avurduna geçmiş, yaşlı bir adamdı. Ahmet Efenin en yakın dostuydu. Yatağıydı. Bir elin beş parmağı gibiydiler. Ahmet efe kancıkçasına Hasan Çavuşun kurşunu ile gittikten sonra, Memedi kanatlarının altına almış, ona babasızlığını unutturmuştu.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:13) “Kıvırcık anlatırken gözlerini kocaman açıyor, ‘Yaklaşacağını bile düşünemedim, Boa, aklım o kadar başka yerlerde ki. Jaguar’ın cesetlerle, Şair’le ilgili söylediklerini düşünüyordum, sonra baktım doğrudan bize yaklaşıyor Boa, dimdik de bakıyor,’ diyordu. Bana baksana kancık, senin dilin niçin hep böyle sıcak? Çocukken annemin sırtıma yapıştırdığı hacamat şişelerini hatırlatıyor bana.’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:318) “ ‘Ophuls, Max’ diye tanıttı kendini. ‘Ben de seni tanıyorum elbette, Finkenberger: Kim unutabilir ki seni?’ Adamın ikram ettiği sigarayı geri çevirdi. ‘Her şey boka battı,’ diye anlatmaya başladı at terbiyecisi. ‘Naziler fabrikayı silah üretmek için kullanmak istiyorlar, besbelli. Kancıklar. Ama atları ve köpekleri kullanmak istiyorlar tabii.’ ” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:191) “KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin.....bir çıkından başka bir şeyi olmayan bir kölesin. Göze gireyim diye pezevenklik edecek yaratılışta olan sen, alçaklığı da, namussuzluğu da, hayasızlığı, düzenbazlığı da kişiliğinde toplamış bir fırlamasın, kancık oğlu kancıksın.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57-8) “MACDUFF - Korkunç cehennemin sürülerinden bile fenalıkta Macbeth’i aşacak bir iblis çıkamaz. MALCOLM - Kabul ediyorum; kan döken, zevk ve para düşkünü, kancık, sahtekar, öfkeli, fenalıksever, adı olan her günahtan biraz kapan bir adam.” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:72) “Evlampiya, son kez, ‘Beybaba!’ diye yalvardı. -Sus! Suvenir, kekeleyerek: -Martin Petroviç! Kardeş... beni bağışlayın! dedi. -Beybaba, canım babacığım. Harlov: -Sus kancık köpek, diye bağırdı. Suvenir’e bakmadı bile. Yalnızca onun olduğu yana tükürdü.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:95) “Yaradan, kadın yüzü çizmiş sana eliyle, İstek dolu sevgimin efendisi dilberi; İnce kadın yüreğin öğrenmemiştir hile, Bilmez kadınlardaki kancık döneklikleri;” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:20, sa:81) Kan çıkmak : Kan dökülmek “ ‘Bizim sığırlar onların merasına geçiyormuş. Çobanlar kavga etmişler. Sığırları önleyin, yoksa kan çıkacak diyor.’ ‘Ne kanı çıkacakmış?’ ‘Vallahi bilmem, aklı sıra bizi korkutacak...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:21) “Yolcu döndüğünde köyde bir kızılca kıyamet koptu. İkisi de çevrelerine akrabalarını, dostlarını topladılar; oymağın yaşlıları, onları yatıştırmak için boşuna uğraştıktan sonra davayı tutsağın kararına bırakmaya razı etmeselerdi, kavgadan kan çıkacaktı.” (X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:88) Kandilin yağı tükenmek : Gücü, enerjisi bitmek, parası tükenmek, ölmek üzere olmak “Sonra aldığı hızla, araba devrildiği halde hala dönen tekerleklere dönmüştü. Sonra bu dönme azalmıştı, azalmıştı, sonra durmuştu, genee döndürülmüş, gene durmuş, gene döndürülmüştü, sonra, daha sonra Kandilin yağı tükenmişti. Tekerlek artık takılmıştı. Gıcırdamıştı daha sonra gıcırdadıktan sonra da Durmuştu. Düpedüz.” (B. Karasu, “Uzunca Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:112) “Sen bana karşı her zaman sert davranıyordun ve haklıydın; ama şimdi, artık her şey bittikten sonra, artık sertliğe gerek kalmadı... Kandilin yağı tükendi, kandilin kendisi de kırıldı; işte fitili de neredeyse yanıp bitecek...” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:99) Kandil kandil : Parıldıya parıldıya, ışıldıya ışıldıya, hare hare “Düşünün ki o kız bana olan aşk ve isteği gereği ağlayacak olsa içinden alevler fırlayan gözlerden akıttığı yaşlar da gece gökyüzünden indiği görülen fosforlu ışıklar gibi allı yeşilli kandil kandil düşer.” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:81) Kandilli bir temenna çakmak, etmek : Eski İstanbul yaşamında, bir hürmet gösterisi olarak, abartılı bir hareketle, yarı eğilerek, sağ eli göbekten ta çene ve alına kadar yükselterek selamlama “Arabacılar hamamının önünden geçen caddenin iki tarafındaki evlerin pencerelerinden, alayın üzerine çiçekler, lavantalar, kolonyalar serpiliyor, eller çırpılıyor. Biz, Reha Beyle birlikte, oranın en kibar kahvesinin önündeki peykelerin <kahve binasına bitişik ahşap sedir> üstüne çıkmış, bu hamam alayını seyrederken, yarın gece güvey girecek olan çok yakışıklı ve esmer güzel delikanlı yanımıza gelip, -Öpeyim bey baba, diye Reha Beyin ellerini öpüyor ve bana yerden kandilli bir temenna ederek elimi sıkıyor.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:201-2) “Paşa içinden: ‘Ah fırsat düşkünleri, ah!’ diyordu. ‘Bak, bak, her gün bir omuz silkmekle geçen aşinalar şimdi kandilli temennalarla yerlere kadar eğiliyorlardı.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:159) <tanıdıklar> Kan dökmek; Kanı dökülmek : Adam öldürmek; Bir inanç ya da gaye uğruna insanların birbirlerini kıymaları “ ‘Sen kim oluyorsun da böyle konuşuyorsun?’ ‘Bu ülkenin tarihini biliyorum. Halkın, özgürlüğü uğrunda verdiği savaşı biliyorum. Franco güçlerinin İspanya İç Savaşı sırasında işlediği suçlar hakkında çok şey okudum.’ ‘Evet, o savaşa ben de katıldım. Yakınlarımın kanı döküldüğünde oradaydım. Senin okuduklarıun umurumda değil; beni sadece kendi ailemin başına gelenler ilgilendirir.’ ” (P. Coelho, “Hac”, sa:95) “ ‘Daha iyi bir dünya istiyorduk; herkes için barış, sevgi ve mutluluk dünyası. Sizin açgözlülükle yürüttüğünüz savaşı öldürmek istiyorduk; adaleti ve mutluluğu sağlamak için biraz kan dökmek zorunda kaldık diye bizi niçin kınıyorsunuz?..... bizim kanımız da döküldü, kendimizi de sakınmadık; hem bizim kanımız, hem sizin kanınız, çok kan döküldü...’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:538) “Şiir: ‘Ey aşk! Bir aslan gibi sen de döktüğün kanlardan dolayı ayıplanamazsın. Kim aslana, sen nasıl bu kanları döktün diyebilir? Canlar her an sana, bizim kanımız helal olsun derler. Çünkü sen kimin kanını döktünse ona hoş bir ebedi hayat verdin.’ ” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:285) “Her kent, başındaki derebeyi ile bağımsız bir bütün, komşu kentlerle olumlu ya da olumsuz ilişkiler kurmuş, ticaret ya da savaş yapmakta. Ama kentlik bilinci, yurttaşlık onuru, hak ve hukuk anlayışı çok erken çağlardan beri yerleşmiş buralara. Kent halkı bu kavramlar uğruna tekvücut çarpışmakta, kan dökmektedir kimi zaman. Sonra bir karanlık çağ başlıyor alçak ülkelerde (Belçika, Hollanda), birdenbire daha büyük ülkelerin eline geçiyor bu güzelim topraklar.” (A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:85) “Kartaca Cumhuriyeti’ne boyun eğdirdikleri için gururlanan askerler, döktükleri kanın parasını harmanilerinin kukuletasına yerleştirip yurtlarına döneceklerini sanıyorlardı. Ne var ki, sarhoşluğun dumanları içinde yeniden gözlerinin önüne gelen yorgunlukları kendilerine çok ağır, bunun ödülü ise pek az görünüyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:16) “Ulus geleneklerini, ulusiçi uzlaşmaları, ulusal içgüdüleri, tabuları hesaba katmaksızın savaşa karşı çıkmayı, ilkede ve temelde savaşı kınamayı görev bilmişti. Fransa ile bunu yapmak olanaksızdı. İsviçre’ye yerleşmiş, bu tarafsız topraklarda durmadan, yorulmadan sağduğu çağrısını, kan dökme çılgınlığına, kan dökmedeki korkunçluğa karşı sesini duyurmaya çalışmıştı. ” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:19-20) “İş yeni ülkeler kazanmaya geldi mi, bütün yollar iyidir onlar için: Din iman akıl erdiremezler, ne günaha girmekten çekinirler ne kan dökmekten. Buna karşılık kazandıkları memleketlerin halkını iyi yönetmekle pek uğraşmazlar.” (Th. More, “Utopia”, sa:21) “HAVVAS AĞA- Ağalığın itibarı ayağa düşmeden bir şeyler yapmak gerekir. Köylünün minnetini korumak gerektir. Köylünün minnetini korumak gerektir. İtaati sağlamak gerektir. Bunun için gerekirse kan dökülür. Kan dökmek, bir işin sünnetidir.” (M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:41) “POLYDEUKES - Helena öldürmez ve öldürtmez. KASTOR - Emin misin bundan kardeşim? Onu Theseus’tan koparıp aldığımız zamanı anımsa. Ormanda dörtnala giden üç at. Birbirimizi öldürmeseydik, neredeyse çocuklar gibi oyun oynadığımızı saydığımızdandır. Ve şimdi, sen soruyorsun ne kadar kan dökeceğini Atreusoğullarının.” (C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:152) “Buna karşın kan dökülmüştü, hem de azımsanamayacak miktarda. Şaşkın, kafaları karışık, dehşet içinde, kalkan midelerini zorla bastıran itfaiyeciler, paramparça araba enkazı içinden acınacak hale gelmiş insan vücutları çıkartıyorlardı ki, bu insanlar, matematiksel bir mantıkla incelendiğinde ölmüş, hem de iyice ölmüş olmalıydılar, buna karşın yaralıların ağırlığına ve aldıkları şiddetli darbelere rağmen yaşanmakta direniyor ve ambulansların iç parçalayıcı siren sesleri içinde hastanelere naklediliyorlardı.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:11) “MACBETH - Bundan önce de kan dökülmüştür; eski zamanlarda insanoğlunun yasaları memleketleri düzene koymadan önce. Evet, hatta ondan sonra da, anlaşılmaz korkunçlukta cinayetler işlenmiştir.” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:53) “Kralın Paris’e dönmesine yardım ettiği doğru. Fransa’nın en değerli kişilerini suçlamak için o kalleş elini uzattığı da bir gerçek. Ama şimdi onu defetmenin zamanı geldi artık. Paris’e girebilmek için sabırsızlıkla beklediği günlerde Kralı sıkıştıran, kan dökülmeden kente girebilmesi için Otranto Dükünün, bakan yapılmasında direnen aynı soylu kişiler, şimdi Fouché’nin adını bile duymak istemiyorlar.” (S. Zweig, “Fouché”, sa:210) Kan gövdeyi götürmek : Kıyasıya dövüşmek, çok kan dökülmesi “Thebai’nin kutsal taburu Khaeronea savaşına kadar yenilmedi. Savaştan sonra Philippos kanın gövdeyi götürdüğü savaş alanında dolaşırken bu üç yüz ölünün bulunduğu yerde durakladı, hepsinin göğsü mızrakla delinmişti; bir silah ve ceset yığınıydı bu.” (A. Gide, “Sapık Sevgi”-Corydon-, sa:91) “Papaz, konuşmasına izin vermesi için Tubiyya’ya işaret etti. Sonra şeyhin kulağına eğilerek, önceki akşam şatoda konuşulanları, Tanios’un aldığı kararı ve Kehtane Bey’in araya girişini birkaç sözcükle aktardı. Bouna Butros, Lamia’nın oğlunu eleştirmekten kaçındı ama çevresindekiler ateş püskürüyorlardı. -Tanios şeyhimizin yerinde yalnızca bir gün oturdu ve daha şimdiden köyde kan gövdeyi götürüyor.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:211) “Scarlett, Rett Butler’ın kül yutmayan bakışları önünde Yüzbaşı Randall’ın başını eğdiğini gördü ve Rhett’in az önce anlattıklarını anımsayınca tekrar korkudan titredi. Butler, ‘Yankeeler onları buraya kadar sürdüğü zaman, ovada kan gövdeyi götürecek’ demişti.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:405) “Bu paraya hayır, diyor güneyliler. Biz bu paraya çalışırız, diyor kuzeyliler. Yeter, diyor kahya, yeteri kadar konuştunuz, şimdi bırakın da insanlar işlerini yapsın. Onu dinlemeyin, diyor güneyliler. Dinleyin, diyor kahya, çünkü burada enirleri ben veririm. Kraliyet taburu gelene dek burada kan gövdeyi götürür, diyor güneyliler. Eğer kraliyet taburu gelirse daha çok kan akar, diyor kahya, sonra sızlanmayın. Kardeşler, bizi dinleyin, diyor güneyliler, eğer yüreğiniz varsa bize katılın. Daha önce söyledik, diyor kuzeyliler, çalışmak istiyoruz.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:32) “Boris komik bir ifadeyle bakıyordu: -Ne o? dedi. Kan gövdeyi götürmüş burada. Ivich gülerek: -Senin pis bıçağın yüzünden, dedi.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:210) “Mösyö Hannequin sertçe: -Sanmam, dedi. Politikada, bilirsiniz ya, çok zaman işler şaka diye başlar, sonra kan gövdeyi götürür.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:140) Kan (davası) gütmek : Dökülen bir kan için başkasının kanını dökmek “Bu, kasabanın ortasında, hem de candarma komutanlığının bitişiğinde vuku bulan ikinci cinayetti. Bu İnce Memed bunu mahsus yapıyordu. Meydan okuyordu ona. Karısının ölümünü unutamıyor, kan güdüyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:43) Kanı ateşlenmek : Canlanmak “Rudin’in konuşması önceleri neşesizdi, ama birkaç bardak şarap içince, kanı ateşleniverdi.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:86) Kanı başına çıkmak : Çok kızmak, tepesi atmak “Bu sırada Binbaşı Crampas, Effi’nin yanına gelerek sağlığı konusunda bilgi rica etti. Genç kadının kanı başına çıkmış, yüzü kıpkırmızı olmuştu; ama o daha yanıt vermeden Crampas: ‘Beni hanımlarla tanıştırmanızı rica edebilir miyim?’ diye sordu.” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:105) “Birden delikanlı için ürktüm. -Codine diye kendisine yalvardım, söz ver bana, ona sataşmayacaksın değil mi? O içini çekti ve bana: -Oldu küçük kardeş diye fısladı. Ama korkarım ki, ben bir kadın yüzünden öleceğim. Daha şimdiden kan başıma çıktı.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:66) “-İkiniz de çingene misiniz? Bu soru arkadaşımın da benim de kanımızı başımıza çıkardı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:148) Kanı başına hücum etmek, sıçramak : Anide kızmak, hiddetlenmek Bk.: Kan beynine - Tepesine çıkmak “‘Krali bir düğün kafilesi,’ diye cevap verdi melek gülümseyerek. ‘Düğüne gidiyorlar.’ ‘Kim evleniyor?’ ‘Sen!’ diye cevap verdi. ‘Sana vereceğim ilk zevk bu.’ İsa’nın kanı başına hücum etmişti. Birden gelinin kim olacağını kestirdi ve bedeni kıvanç duydu.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:511) “Kanı başına sıçrayan düşes : -Kabalığın bu derecesi, kibarlık kurallarının böylesine unutulması görülmüş şey değildir! diye haykırdı. Sanki bu kaba herife küçüğe vereceği ikinci bir yarım saatın parası verilmiyormuş gibi!” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:72) “İlk zamanlar böyle bir korumadan şüphelenmemiştim. Bir de baktım, bizi kolluyor, arkadaşlar, diye öfkeyle anlatmıştı bir kere... kan başıma sıçradı... Doğruca başvurulacak yere başvurdum. Güldüler. ‘Sen bize lazımsın’ dediler.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:174) Kanı başına vurmak : Heyecanlanmak, damarlarında akan kanı sıcak bir darbe gibi başında hissetmek “Mutluluktan Christine’in kanı başına vuruyor. Çok kibar, gezmiş görmüş bir adam kendini başkasının sırtından geçinen bir asalak olarak görmemiş ve kendisinden nefret etmemişti; hayır, onu kendi sınıfından saymış ve bir soylunun önünde eğilir gibi eğilmişti önünde.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:62) Kanı beynine çıkmak : Bk.: Kan beynine çıkmak; Kan tepesine çıkmak Kanı beynine vurmak : Çok sinirlenmek, kanı beynine sıçramak “Öteberi satan, alan, pazarlık eden, münakaşa eden, mallarını ilan eden binlerce insan vardı: Tüccarlar, sarraflar, meyhaneciler, fahişeler. İsa’nın kanı beynine vurdu, kutsal bir öfkeye kapıldı. Üğendireyi kaldırdı, şarap içilen peykeler, meşrubat satan yerler, dükkanlar, ne varsa hepsine indirmeye başladı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:468) Kanı bozuk : Tutarsız, güvenilmez, soğuk nevale, bir kusuru var ama.... “Biz ordugahın bulunduğu tepeye tırmanırken arkamızdan yetişti, ‘Macar karıları ateşli olur diye bilirdim,’ dedi, ‘ne gezer! Avrat soğuk nevanın teki, kardeşim; soğuk neva ne kelime buzdağından farksız! Bir degeveze ki, sorma! Düzüşürken car car konuşuyor habire! Senin anlayacağın, bu Macarların tekmilinin kanı bozuk, arkadaşım!’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:362) Kanı çekilmek : Korkudan ya da heyecandan buz gibi soğuk, halsiz, yitik hissetmek “Deniz, kumsal, çadırlar, parmaklık: soğuk, buz gibi, bütün kanı çekilmişçesine cansız.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:90) Kanı çekmek : İstemi, iradesi dışında, sanki bir macera arar gibi, yabancı yerlere göçetmek ya da ‘vakitsiz’ anayurda dönmek “... her neyse her neyse beni çekemeyenler nasıl olsa söyleyeceklerimi söyleyecekler... Gitmek istiyorum belki de kanım çekiyor beni başka yerlere, bilmediğim görmediğim nasıl olduğunu bile düşünemediğim anamın ninemin bile görmedikleri garip yerlere çağırıyor beni...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:123-4) Kanı donmak : Heyecandan donup kalmak “Gözlerim artık karanlığa alışmıştı. Birkaç metre ötede akan nehrin kenarına kümelenmiş sazların arasından yansıyan bir ışık dönüp oraya bakmama neden oldu. Gördüğüm şey kanımı dondurdu.” (R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:34) “Langdon önlerindeki uzun caddeyi gösteriyordu. Gördüğünde Sophie’nin kanı dondu. Yüz metre kadar ilerdeki kavşak, DCPJ polis arabalarıyla kapatılmıştı.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:161) “Mösyö Nazarie durdu. Bütün duyduklarını, adamların tavernada, sonra yolda yürürken kulağına fısıldadıkları her şeyi anlatmak ağrına gidiyordu. Özellikle bir ayrıntıyı, genç kızın canlı canlı boyunlarını kopardığı civcivler ayrıntısını anlatamayacaktı. Anlatılan her şeye inanamasa da, kanını donduran korkunç ayrıntılardı.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:43) Kanı dönmek : Nerdeyse aklını kaybetmek, beyni dönmek, tüm kontrolünü kaybetmek “On dört yaşıma bastığımda ben de bana karşı gelenleri kendi yöntemlerime göre, kimi zaman yumruklarımla kimi zaman sopayla okşamaya koyuldum. İşte o zaman kanıma tüm dünyanın yılanlarının zehiri karıştı. Kanım döndü. Bana çirkin diyenlerin kemiklerini kırıyordum.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:60) Kanı kaynamak, Kanını kaynatmak : İlk karşılaşıldığı andan itibaren biri hakkında aniden yakın, empatik hisetmek; Eylem yapmak ya da kargaşalık çıkarmak için fırsat kollamak, bu arada da için için tansiyonun yüklselmesi “Kendime çok haksızlık etmiş olabilir miyim acaba, diye düşündüm. Böyle düşünmeye başlayınca da ipin ucunu kaybettim..... Kim böylesi bir umut olasılığına sırt çevirecek denli güçlüdür? Bir gün kendi gözümde de yeniden dirileceğim düşüncesi içimi kıpır kıpır ettirdi ve birdenbire, bizi birbirimizden ayıran onca yıllık sessizlikten sonra, Fanshawe’a kanım kaynadı.” (P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlüsü 3-, sa:16) “O gece oldukça geç döndüm, saat neredeyse on olmuştu. Hemen koridorda bizim sarmanı gördüğüm yere doğru yöneldim ama ondan eser yoktu. Hafif bir hayal kırıklığına uğradım. Ona bir parça kanım kaynamıştı. Fakat ekseriyetle rahatladım. Sahiplerinin, her nereye gittilerse dönüp, onu içeri aldıklarını düşündüm.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:10) “Yaşlı Nur hem bıyıklarını oynatıyor, hem de omuzlarını titretiyordu. Loyko’nun yiğit koçaklaması hepimizin kanını kaynatmıştı.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:32) “Herhalde bu Recep Efendi, pek hoş bir insan olacaktı. Çarçabuk kanım kaynamıştı.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:249) “Küçükken fön rüzgarından korkar, hatta nefret ederdim. Biraz büyüyüp de oğlan çocuklarındaki ele avuca sığmazlık sesini içimde duyurmaya başlayınca kanım kaynadı kendisine, o asi, o hiç kocamayan, o arsız ve kavgacı varlığı, o ilkbaharın müjdecisini sevdim.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:12) “... saydam bir burnu vardı, güzel dişlerinin üstündeki gergin dudakları iki aç sülük gibi duruyordu. Elinde şapkası gülüyordu, içten gülüşüne bir anda kanım kaynadı.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:113) “‘Kaptan?’ dedi yine Lukas. ‘Sana söylüyorum, her yeri ateşe verecek. Onu böyle başıboş bırakamazsın!’ Sonra sırıtarak ekledi: ‘Tabii içinde acıma duygusu uyandırmıyorsa.’ Kaptan’ın kanı kaynamaya başladı. Bütün yoldaşlar, gözleri üzerinde dikili, bekliyorlardı.” (N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:254) “-Ne cevap <yanıt> verdin? -Bilmiyorum, dedim. Bizim partiden değilse söyle yazılsın dedi. Öyle beri benzer kimseleri beğenmez. Sana şuracıkta kanı mı kaynadı nedir?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:54) “Buraya geldiğim günden bu yana en çok kanım Tatar Ali’ye kaynadı. İçersem, onun olmadığı masada içmek hoşuma gitmez. Akıllı, çalışkan adamdır. Cin gibi zekidir.” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:238) “Annesi, ablası, kız kardeşi ve erkek kardeşi yer yarılıp içine girmişlerdi sanki. Ablasının kocasının çalıştığı kubbeli çarşı bile insanın kanını kaynatan, adımlarını hızlandıran cıvıltısından, birbirleriyle konuşur gibi inip kalkan neşeli çekiç, tokmak sesinden yoksundu..” (M. Mungan, “Çador”, sa:37) “Şimdi efendim, deneyim görüp uslanmamış, kanı kaynayan genç Fortinbras, Norveç sınırlarında şurada burada, atak işi olsun da boğaz tokluğuna her türlüsünü yapmaya hazır bir sürü kayıt-tanımaz kabadayı toplamış.” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:11) “Canı sıkkın gibiydi. Alt dudağını dargın dargın sarkıtmıştı. Kamil Bey: ‘Tiryakiyse, cıgarasızlıktan somurtuyordur,’ diye düşündü. Osman Ağa’ya kanı kaynamamıştı. ‘Kasılmaları biraz zorlama... Kaba bir adam.’ ” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:43) “Hayır, utanç, kızıp köpürmek, kendimden iğrenmek değildi; aşırı güvenin aydınlık ve sivri kıvılcımlarıydı kanımı kaynatan ve içimde alevler tutuşturan.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:138) Kanıksamak : Artık etkilenmemek, etkisini kaybetmek “ ‘Biliyorsun, gazeteler son yirmi yıldır okunmak için değil, bakılmak için yayımlanıyorlar. Gönülcüğüm, gözüme çarpmamıştır ya da üzerinde durmamışım demek ki... Hem o kadar çok cinayet işleniyor ki, kanıksadık herhalde.’ ” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:355) Kanı kurumak : Donup kalmak “Kadın Memed’e bir ekmek uzattı. Ekmek Memed’in elinde kalakaldı. Başından kaynar sular dökülmüşe döndü. Bütün kanı kurudu. Yüzü kapkara kesildi.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:16) “Duran sapsarı kesildi. Dondu kaldı. Hüseyin bunun farkına vardı. -Ne o Duran? Ne o? Arkadaşlık dediğin böyle yerde belli olur. Ne o? Kanın kuruyuverdi.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:129) Kanım size helal olsun : ‘Eğer verdiğim bu sözü tutmazsam, isterseniz beni öldürebilirsiniz, size o konuda helalimi <müsaademi> veriyorum’ mealinde çok ciddi bir vaat “Hıfzı Reis, onu meyhanenin bahçesine çekip kulağına bir şeyler söyledikten sonra, geldi, ağlayarak ayaklarına kapandı: -Beni affet, yarından tezi yok, Topkapı’dan pılımı pırtımı toplayıp Büyükdere’ye kaçıyorum. Gülizar’ı filan de beraber götürüyorum. Eğer bir daha beni buralarda görürsen, kanım size helal olsun! deyip savuştu gitti.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:178) Kanına dokunmak : Gururuna dokunmak, şeref meselesi saymak “Erkek akrabalar ve konu komşu tarafından ikide birde ballandırılan yetileri fena halde kanıma dokunuyordu.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:28) “Çakırcalı yanına varır okşar onu: ‘Yoksa evine geldik diye mi yapıyorsun bu suratı? Gidelim, gidelim de bitsin. Misafir böyle mi karşılanır?’ Bu sözler ihtiyarın kanına dokunur.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:141) Kanına girmek : Ölümüne neden olmak; Genç kızlığının kaybıyla sonuçlandırmak; Adet-rutin haline gelmek, yaşamın bir parçası haline gelmek, kontrol etmek “O sıralar pek çalışmıyordum ve kirayı dert ettiğim için olmuştu belki de. O zamanlar biraz şarap ve bira içiyordum sadece, seks ve kumar da tüm güçleri ile girmemişlerdi kanıma.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:39) “Hem İtalyanların kendi işlerini kendilerinin temizlemeleri bir yana, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni gerçekçilik akımıyla sinemada faşizm olayını onlardan daha iyi kimse anlatıp eleştiremedi. Eh faşizmi bu kadar yakından tanıdıktan sonra yaparlar tabii diyeceksiniz. Evet, işte Almanlar hakkındaki bu kötü yargılarım konusunda da benim amansızca kanıma giren bu düşünce olmuştur. Hemen kendime sorup çevreyi araştırmaya başladım, ‘Peki Almanların nesi var?’ Sonuç benim açımdan son derece büyük bir düşkırıklığı ile bitti.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:35) “NEFRET BİLDİRGESİ ----------------------------Çünkü nasıl da kirli ve olağanüstü o açık deniz! Ölü ağaç gibi dalgaları, ender dinginliği ve tatlı meltemi, külrengi, beyaz ve sarı saatleriyle. Ve denizin üzerinde yükselen o hayat dolu gök kanımıza girip bu karanlık kentin kalleş sokaklarında ve havasız odalarında ışığıyla, desteğiyle bizi diri tutan.” (Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04) “EMPERYAL OTELİ ben hiç böylesini görmemiştim vurdun kanıma girdin itirazım var sımsıcak bir merhaba diyecektim başımı usulca dizine koyacaktım -------------------------kalbim kendiliğinden duracaktı ben hiç böylesini görmemiştim vurdun kanıma girdin itirazım var Emperyal Oteli’nde bu sonbahar” (Attila İlhan<1925-2005>, “seçme şiirler”, sa:17) “Yoksul bir dervişin karısı gebeydi. Gebelik süresi bitince, ömrü olmayan çocuğu olmayan derviş şöyle dedi: ‘Eğer, yüce Tanrı bana bir oğul verirse, giydiğim şu hırkadan başka neyim varsa dervişlere dağıtacağım.’ .............................. Yıllar sonra Şam seferinden dönerken, o dervişin mahallesinden geçtim. Durumunu sordum. ‘Karakolda hapis.. Oğlu şarap içmiş, kavga etmiş, birinin kanına girip şehirden kaçmış. Bu yüzden babasını yakaldılar; boynuna zincir, ayağına bukağı vurdular.’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:213) “Pierre’in yüzündeki ifadeyi gören ölüler, gülmeye başladılar. Landrieu kapıya varınca, Naib son bir defa bağırdı: -Bu iş sizin mevkinize malolacak, Landrieu! Polis müdürü döndü ve eğildi. Pierre, gülüşmeye devam eden ölülere bağırdı: -Ne var gülecek? Bütün arkadaşlarımın kanına girecekler.” (J.-P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:48) “-... Mahpus damının çocuk koğuşunda büyümüş... Gelip yetişince toyculuğa başlamış... -Toyculuk nedir? -Mahalle aralarında kimsesiz kızları kandırır, kötü evlere satar. Kaç kızoğlan kızın kanına girdiğini Allah bilir. Bu sefer kız buna soyulmak istememiş besbelli, verdiği evden kaçmış...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:46-7) Kanına işlemek; Kanına işlemiş : Ruhuna oturmak, o fikrin esiri olmak; Adet haline gelmiş; fikri sabit olmuş aklında; kanına, genlerine geçmiş Bk.: Kanında olmak “Bu yüzden, sizlere çocukken fark edilmek için söylediğim şarkılardan, kanıma işleyen müzik ateşinden, kurduğum şarkıcılık düşlerinden, harçlıklarımı biriktirip aldığım ilk müzik aletinden, arkadaşlarımla kurduğumuz ilk müzik topluluğundan, şarkıcı olmak için yana tutuşa geçtiğim tutkunun dikenli yollarından ne yazık ki söz edemeyeceğim.” (M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:22) “Okulda bir arkadaşım vardı, beş yaşındayken evdeki elektrikli aletleri söker, sonra bütün parçaları tastamam yerlerine takardı. Fizikçi olmak istiyordu. Kanına işlemişti, anlıyor musunuz? Artık kanında mı, alnında mı, neresindeyse bir yerde yazılıydı.” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:8) “<Casanova’nın ilişkide buklunduğu kadınların> her biri onu yalnızca aşık olarak, bir gecelik bir ilah olarak, kanına işlemiş biri olarak hatırlayacaktır. Hepsini terk edip gittiği halde, hiçbiri Casanova’nın olduğundan başka türlü br insan olmasını istemeyecektir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:67-8) Kanına su katılmış olmak : Cesur olmamak, korkak ve çekingen mizaçlı olmak “... evet, şu erkeklerin kadınların hepsi de onu görünce ‘Mabel ne giymiş? Ne çirkin görünüyor! Ne iğrenç bir elbise!’ diye düşünüyorlardı gözkapaklarını önce kırpıştırarak sonra sımsıkı kapayarak. Hep kendi korkunç acizliği, korkaklığı, sinirini bozan o bayağı, su katılmış kanı yüzündendi. Bir anda ufak tefek terzi ile saatler, saatler boyu nasıl olacağını planladıkları oda tümüyle adi, itici gelmeye başlamıştı.” (V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:53) Kanına susamak : Öldürmeye ahdetmek, o niyetle birinin ardından gitmek “İnce Memedin Ali Safayla ne ilgisi olabilirdi ki, durup dururken niçin öldürmüştü adamcağızı? Demek, demek bütün Ağalara düşmandı o. Demek Çukurovadaki her iyi insanın kanına susamıştı.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:31) Kanına şeytan girmek : Orta Çağlarda kötülük yapan kimselerin yaptıklarına neden olan inanç “ ‘Bugün bile çocuklar adını duyduklarında korkuyorlar. Ayrıca ölümü de düşündürücü. Onu köylüler öldürmemiş, birkaç yıldır birlikte yaşadığı kahya öldürmüş. (Acaba hangi şeytan girmiş kanına da, daha on yedi yaşındayken sefahat ve gaddarlık yoluna sapmış?)’ ” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:44) Kanında olmak : Elinde olmaksızın bazı (kötü) huylara sahip olmak. Eskidenberi alışılagelmiş bir adet ya da davranış için söylenir. “Albay Laporte: -Vallahi, dedi, yaşlıyım, damlalıyım <Gut hastalığı> ve bacaklarım kazık gibi kaskatıdır ama bir kadın, güzel bir kadın bana iğne deliğinden geçmemi buyursa, tıpkı bir cambaz çemberden geçer gibi atılıvereceğimi umarım. Ben öyle öleceğim işte. Kanımda var, ne yapayım? Ben yaşlı bir çapkın, eski okuldan yaşlı bir çapkınım. Bir kadın, güzel bir kadın görmek, beni çizmelerime kadar titretir.” (G. de Maupassant, “Tombalak-Albayın Görüşleri”, sa:64) Kanını akıtmak : Yaralamak, yaralanmak, öldürmek, ölmek “Küçük evlerin birinden çıkan üsteğmen artık yanlarından geçmedi. Tam önlerinde ortada durdu; yalnızca bir tek nişanı olduğunu gördüler, aslında nişan sayılamayacak küçük, kara bir nişan, anavatan için kan akıttığını gösteren, kara tenekeden yapılmış hiçbir şey söylemeyen bir madalya...” (H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:9-10) “Tüm bu saydığım tepeler, şu veya bu zaman; annemin sessiz sedasız öldüğü gibi, sessiz sessiz -sarı ya da kırmızı- kanlarını bu yabanıl topraklara akıtmış binlerce ve binlerce insanoğlunun hunharca savaşmalarına sahne olmuştur.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:122-3) “-Bunu işittiğime memnun oldum, dedi, ama çok geç kaldın, Dimi. -Evet, o bana haksızlık etti. Papaz: -Evet, sana haksızlık etti, diye doğruladı, ama sen ona karşı küfür işledin, onu vurdun ve ağabeyinin kanını akıttın.” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:20) Kanını (buz gibi) dondurmak : Soğukluk ve olumsuzluk yaratma sonucu buz gibi soğuk hissetmek “Benim sorunum, çifte yaşam sürmek istemeyeşimden kaynaklanıyordu. Çalışmaktan kaçındığımdan değil; ama beşten dokuza bir işte kart basmak fikri kanımı donduruyor, içimdeki bütün coşkuyu öldürüyordu.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:8) “Hızlı ara çekimlerle kayıtta, üyenin vahşice öldürülüşü kurbanın bakış açısından yansıtılıyordu. Başına aldığı darbelerden birinin de mason çekiciyle indirildiği canlandırılıyordu. Bu sırada bir diyakoz <papaz yardımcısı> kederle, ‘dul kadının oğlu’ hikayesini okuyordu. Kral Süleyman Tapınağı’nın Üstat Mimar’ı Hiram Abiff, sahip olduğu gizli bilgeliği açıklamak yerine ölmeyi tercih etmişti. Elbette saldırılar canlandırmaydı ama kameradaki etkisi insanın kanını donduruyordu. Öldürücü darbenin ardından üye -artık ‘eski hali ölmüştü’- sembolik tabutuna yerleştirilip gözleri kapatılıyor ve kolları, cesetlere yapıldığı gibi, çaprazlamasına kavuşturuluyordu. Kilise orgu ölüm marşını çalarken, mason kardeşler ölünün etrafında yas tutarak çember çiziyorlardı.” (Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:452) “HARDCASTLE - Beni görünce de gümbür gümbür bağırdı; öyle kurum tasladı, öyle senlibenli davrandı ki, kanımı buz gibi dondurdu.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:62) “Tam zamanında gelmişim! Sarmaş dolaş öpüşüyorlardı. Ama erkek Montana değildi. General de Fleş’ti. Altmış altı yaşındaki General de Fleş. Ben ötekini, Montana’yı beklerken bu karşılaşma kanımı dondurdu.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:121) Kanını kurutmak : Pek çok eziyet vermek, hakkından gelmek “Denetmen bana yavaşça: -Burası pek kötü bir yerdir, dedi. Her iki yılda bir buraya yeni bir memur göndeririz. Sıtma hepsinin kanını kurutur.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:80) “SOLANGE - Hanımefendinin dinlenmesi gerekiyor. HANIM - Yorgun değilim. Bana aciz muamelesi yapmayı da bırakın artık..... Kibarlığınız sinirime dokunuyor. Kanımı kurutuyor. Evet kibarlığınız, yıllardanberi bir sevgiye dönüşemeyen kibarlığınız artık ruhumu sıkıyor.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:47) Kanının son damlasına (dek) kadar : Olanca gücüyle, tüm varlığıyla; savaşta: ölünceye kadar “LEANDRO, elinde kılıç, Eugenio’ya karşı. - Yol verin. Misafirhaneye gireceğim. EUGENIO - Hayır, buna izin vermeyeceğim. Karınıza karşı canavarca hareket ediyorsunuz; onu kanımın son damlasına kadar savunacağım. LEANDRO - Yemin ederim ki pişman olacaksınız. (Kılıcı ile Eugenio’nun üzerine yürür.)” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:89) “ ‘Bunca acıya dayanmak için, insanın sinirleri çelikten olmalı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Allahın ayyaşları sövüp sayıyorlar adamcağıza. Bugün savaş patlak verdi, gönüllü yazılıp İmparator Hazretleri uğruna kanımın son damlasına kadar savaşmazsam ne olayım!’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:35) “Doktor Urbino, onun beyaz taşlarla oynadığını biliyordu, ama bu kez, dört hamlede kesinlikle yenileceği açıktı. ‘Bir cinayet olsaydı, iyi bir ipucu olurdu bu,’ dedi kendi kendine. ‘Bu ustaca tuzağı düzenleyecek tek adam tanıyorum.’ Kanının son damlasına dek çarpışmaya alışkın olan bu boyun eğmez askerin yaşamının son savaşımını yarıda bırakmasının nedenini ortaya çıkarmadan yaşayamayacaktı Doktor Urbino.” (G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:13) “Kanının son damlasına kadar döğüşeceğine and içen İmparator Wilhelm’in sınır dışına kaçtığı ve ‘Siegfried’ uğrunda milyonlarca insanı kurban eden Ludendorff da, mavi gözlükle İsviçre’ye kapağı attığı gün, birçok bakımdan avunduk.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:347) Kanını oynatmak : Kızdırmak, sinirlendirmek “MARGARETE - Onun varlığı kanımı oynatıyor. Halbuki ben herkese karşı iyi hisler beslerim..... Bence o sinsinin biridir! Eğer ona karşı haksızlık ediyorsam, Allah beni affetsin!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:184) Kanını yere koymak; Kanı yerde kalmak : Bir cinayete veya oyuna kurban gittikten sonra, in tikamı alınmadan gömülen ceset için kullanılan deyim “O kendi kendini öldürmeyince, ben kıyamete kadar böyle hortlak gezeceğim, ben hortlak gezince de benim kanımı yerde koyan oğlum da onursuz insanlar gibi insan içine çıkamayacak..... Bir insanın kanının yerde kalması çok zor.” “Ya anası babasını öldürmüşse... Öldürüp de babasının kanı yerde kalmışsa, kalıp da babasını hortlatmışsa, o hortlak da kıyamete kadar, kanı yerde kaldığından, yeryüzünü her gece hortlayarak Cehennem acısında çığrışarak, binbir kılığa girerek dolaşıyorsa... Onun için ölmeli, ölmeli.” (Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:59;78) Kanırmak : Eğip bükerek, zorlayarak yerinden çıkarma “Irazca, Bayram’a günlük emrini verdi: ‘Bahşıştaki ahlatlar eyice çöyürlendi, varıp onları buda. Eyice iki sefer yaptın mı yeter bizim harıma. Keserken dalları kanırma. Dikkat et, ağacın kabuğu baştan aşşa yarılmasın.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:56-7) “Sessiz sakin durdum, en sevgili anılarımın barınağını, anlatılamayacak kadar harap, bir enkaz yığını halinde gördüm. Gölgelerinde bayram günlerimizi yaşadığımız, gövdelerini el ele tutuşarak ancak kucaklayabildiğimiz çok yaşlı kestane ağaçları, kırılmış yarılmış yere seriliydiler; kanırılmış, koparılmış köklerinden, toprakta koca koca oyuklar, yarıklar ortaya çıkmıştı.” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey-Kasırga”, sa:27) Kanı sirkeye dönmek : Damarlarında bir acılık hissetmek, kalbi sızlamak, kendini suçlu hissetmek “Yüzünü yıkarken oğulları aklına gelince kanı sirkeye dönüştü. Aman Tanrım, yoksa suç onda mıydı? Soyu sağlıklıydı; hepsi uzun boylu, üretken, domuzluk atlardı. Kanıtları ortadaydı, ersuyunun başka karınlarda yaşam verdiği çocuklar...” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:31-2) Kanı tepesine çıkmak : Anide çok sinirlenmek, hiddetlenmek Bk.: Kan beynine çıkmak, sıçramak “Evet, Marino ok gibi fırlar, parkın içinde bir tur atıp, yeniden Simca’nın sürücüsünün önünden geçerken yine o ayıp işareti yapar. HEYYYYYY! Simca’nın sürücüsü Musicco’nun kanı tepesine çıkmıştır.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!, sa:32) “HELMER -… Seni gidi taze, pırıl pırıl parlayan güzel seni! Bütün gece yalnız sana hasret çektim! Tarantella’yı oynarken coştuğunu görünce, kan tepeme çıktı.” (H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:148) “İndi, aygırı geminden tutarak, bir süre arabayı öyle yürüttü. Ama birden o mutsuz hayvan, efendisinin eli altında iki kez daha kişnedi. Adam, başlığının altında saçlarının kafasında dikildiğini hissetti. Birden kan tepesine çıktı, ilkin yumruk ve tekmeyle hayvana vurmaya başladı,, daha sonra arabadan kaptığı bir kamçı ile ata öylesine vurdu ki, darbelerin şiddetinden kamçı ikiye bölündü.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:101-2) “Tercüman bu garip soruları Türkçeye çevirdikçe benim kanım dalga dalga tepeme çıkıyor. Ortaya atılıp her sorguya çekilen köylü yerine cevap vermekten kendimi güç zaptediyorum. Hele köylünün açıkça, dobra dobra söylemeye başlarken tercümanın, yavaş sesle büsbütün başka şekilde anlatması beni çileden çıkardı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:185-6) “İhtiyarın kanı tepesine çıktı. Gözleri aysız bir gecedeki közler gibi parladı. Bacağını hayvanın üzerinden aşırdı. Yaşlı kısrağından yere atladı, sesin geldiği yöne doğru topallayarak yürüdü; hayvan simsarları gibi. Tabancasını çekti, beklenmedik bir ustalıkla parmağında döndürdü, çevresine halka olmuş adamların yüzlerine baktı ve sordu: ‘Arkamdan bağıran orospu çocuğu hanginiz?’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:30) Kanı yüzüne çıkmak : Çok sinirlenmek, kanı tepesine çıkmak, sinirden yüzü kıpkırmızı olmak “Yaşlı amcam bu son sözlerini söylerken alaylı alaylı gülmüştü, bütün kanım yüzüme çıktı. Bu sözler üzerine o garip nefret tohumunun..... en gözalıcısı gibi görünen bir varlığa karşı duyduğum sevginin, daha doğrusu sevdanın sonucu olduğu hakkında içimde gizlenen duyguları yine kendime açıklamış olmuyor, onları kesinlikle duyumsamak zorunda kalmıyor muydum?” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:36-7) Kan istemek : Dökülen başka bir kan, ya da rencide olan kişisel veya ailesel namus ve şerefin yeniden itibar kazanması için birini öldürmek istemek “OTHELLO - Ah, kan istiyorum, kan, kan? IAGO - Sabırlı olun diyorum: Belki fikriniz değişir. OTHELLO - Asla Iago..... asla kuvvetten kesilip alçalarak aşka doğru gelmeyecek: Ta büyük ve kudretli, büyük bir intikam, ne var ne yok hepsini birden yutuncaya kadar. Nur içinde parlayan şu gök hakkı için.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:75) Kan kardeşi : Genellikle ayni cins, okul yaşı çocuğun, parmak ya da bileklerini, anlaşmalı olarak, yüzeysel kesip çıkan kanlarını karşılıklı yalayarak “hayat boyu kankardeşi” ilan etme ritüeli; Aynı ana ya da babadan gelme iki kardeş; Benzer, tıpkı “Bak, göreceksin bende alaca karanlığı, Nasıl güneş batıdan solgun solgun gidince Kefen örten eliyle ezerse her ışığı Ölümün kan kardeşi kapkara çirkin gece.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:73, sa:187) Kan kaybı : Yaralanan bir insanın damarından boşanan kan; (Mec.) Bir bölgede yaşayan insanların zamanla çeşitli nedenlerden sonra (göçler, savaşlar) nüfusunun eksilmesi “İlk giden, tüm ailesiyle -babası, annesi, iki kız kardeşi, büyükannesi- birlikte Naim oldu. Ülkenin son Yahudileri onlar değildi gerçi, ama o zamana dek kalmak istemiş o çok küçük azınlığın parçasıydılar. Ellili ve altmışlı <1950, 1960> yıllarda sürekli kan kaybına uğramışlardı. Yahudi cemaati patırdısız gürültüsüz, damla damla erimişti.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta” sa:32-3) Kan kırmızı : Saf kan gibi kıpkırmızı, al al; Sağlıklı çocukları tarif etmek için de kullanılır: ‘En küçüğü kan kırmızı!’ “Büyük karanlık gözleri sert bakıyordu, kalın çenesi bir heykelin çenesi gibiydi ve konuşurken dudaklarını belli belirsiz kıpırdatıyordu: ‘Yalnız karne karşılığında ekmek verebilirim, pazar akşamları karne de geçmez.’ Kapıyı çarparak yüzümüze kapattı. Bugün semtteki caz kulübünün konserler verdiği bir kahvehaneye açılan aynı kapıyı... Kan kırmızı plakayı görmüştüm: Dudaklarını trompetlerin altın ağızlıklarına bastırmış sırıtkan zenciler.” (H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:13) Kan kıyamet olmak : Kan gövdeyi götürmek; Kıyametler kopmak, kavga gürültü olmak “HAMZA <1953> Büyük bir ihtimalle ölmüştük Şehir kan kıyametti ayaklarımızda Gökyüzünü katlayıp bir köşeye koymuştuk Yıldızlar kaldırımlara dökülmüştü bütün Hamza bütün parmaklarını ortaya dökmüştü Yirmi yıldır cebinde biriktirdiği parmaklarını” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:36) Kan kusmak : Çok ıstırap, eziyet çekmek; verem ya da mide ülceri rahatsızlıklarından dolayı kan kusmak “Bu gidişin sonunda yakın bir gelecekte ya öleceğim ya da yaşamak için bütünüyle uygunsuz olacağım -bu büyük bir olasılık, çünkü son iki gece içinde epeyce kan kustum- kendi kendimi lime lime ayırdığımı söylememe izin verin.” (F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:89) Kan kusturmak : Başkalarına eziyet etmek, sürekli eza, cefa çektirtmek “Şvayk, oradan uzaklaşırken, Teğmen Dub’un çın çın öten sesini duyuyordu: ‘Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?... Besbelli tanımıyorsunuz beni!.. Yakında aklınız başınıza gelir!.. Benim iyi tarafıma rastgelmişsiniz şimdiye kadar!... Ne zalim olduğumu görmemişsinizdir herhalde!.. Benim kıyıcılığımı bilmeyen yoktur’... Ben adama kan kustururum!......... Asker olduğunuzu bir an bile aklınızdan çıkarmayın.... Çek misiniz siz?. Palatski’nin ‘Avusturya olmasaydı onu yaratmamız gerekecekti,’ dediğini biliyor musunuz siz?.. Rahat!..’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:77-8) “Kudret Yanardağ’ın kuyruğu hemen doksan derece dikilmişti: -Neden? -Hepimize kan kusturuyor! -Öyle mi? -Farkında değil misiniz? -Yoo...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:306) “ ‘Kan kusturacağım onlara, kan kusturacağım,’ diyordu. ‘Kan, kan, kan kusturacağım, kan kan, kan kan... Fitil fitil burunlarından getireceğim o Vayvaylıların.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:284) Kanlı; Kanlı bıçaklı olmak : Kavgalı, küs olmak; öldüresiye düşman olmak “Haçça: ‘Bu Fatma’nın kalbi çok saf Bayram!’ dedi. ‘Ne bildin?’ dedi Bayram. ‘Ne bilmesi var mı? Saf olmasa seninle böyle dalga mı geçer? Daha dün kanlı bıçaklı olduk. Evimize çıkıp gelmesi yetmiyormuş gibi bir de kalkmış seni maytaba alıyor.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:227) “Kapı açılıp da salona girdikleri anda, başıma gelecek olan felaketi anlamıştım. Aynı erkeği çılgınca seven iki gözükara rakibenin, en kanlı zamanlarında yüz yüze gelmesi gibiydi ilk karşılaşmamız. Sanki benimle hesaplaşmaya gelmişti. Bana günümü gösterecekti. Kana kandı. Ya o, ya bendi. Salonun ortasında çaresiz kalakalmıştım.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15) “Kanlı bıçaklı iki düşman değiller sanki Elele verip bana başlarlar işkenceye.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:28, sa:97) “LADY UTTERWORD, belirli bir ilgiyle. - Bahçede Miss Dunn’la gezinen adam da kim? Mrs. HUSHABYE - Bilmem. Az önce kocamla kanlı bıçaklıydılar. Yeni bir misafir mi geldi acaba? (Pencereden bakar.) Oo, kocam! Barışmışlar.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:41) “Söylentiye göre Düşes sıkı bir denetim altında bulunmakla birlikte, Dük’ün zorla aldığı Palliano dükalığından dolayı onun kanlı bıçaklı düşmanı olan Marco Antonio Colonna’ya haber göndermeye, eğer kendisini ve canını kurtarmak yolunu bulursa, kendisinin de sadık bir adamın komutası altında bulunan Palliano kalesini ona kazandıracağını bildirmeye olanak bulmuştu.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:130) “... ablası bir koşul ileri sürüyor, kırk yaşından önce evlenmesini istiyordu ondan. Birkaç gün sonra, genç kardeşinin sanı hesabına duyduğu acınma, bu canlı imgelemi kemirdiğinden, Baron de Nerwinde iki yıldır kanlı bıçaklı olduğu kardeşine altı bin franklık bir borç mektubu yolladı.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:101-2) Kanlı-canlı olmak : Enerji dolu, hareketli olmak; hayat saçmak “Bouvard’ın sevşmli görünüşü Pécuchet’yi hemen büyüleyiverdi. Hep yarı kapalı, mavimsi gözleri kanlı canlı yüzünde gülümsüyordu. Kunduz pabuçlar üzerinde geniş kıvrımlı bir pantolon göbeğine sımsıkı oturuyor, gömleğini kemer üzerinden kabartıyordu; hafif bukleli, kendiliklerinden kıvırcık, sarı saçları yüzüne çocuksu bir hava veriyordu.” (G. Flaubert, “Bilirbilmezler” <Bouvard ile Pécuchet>, sa:18) “Kanlı-canlı ve az kaslı idi; Mirabeau ya da Danton gibi, birden ve sert parlayışları yoktu. Kadın arkasından koşan biri değildi belki, ama kadın düşmanı da değildi. Kadında beğendiği edep ve ağırbaşlılıktı; zinayı, para uğruna yapılmış evlenmeleri kınıyor, açıksaçık resimleri yasaklatıyordu.” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:23) Kanlı gözyaşı dökmek : Uzun süre ıstırap ve acıyla gözyaşı dökmek, ağlamak (Ortaasya Türkleri, ölülerinin ardından ağlarlarken, yanaklarını bıçakla çizerlermiş, böylece gözyaşları kanlı akarmış.) “Kocasını bağışlayıp kendini suçlayacak denli aşıktı. Kanlı göz yaşları döktü, konumu ve yaşayış uyumsuzlukları olduğu gibi, düşünce uyumsuzlukları olduğuna da aklı yattı, ama neden sonra...” (H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:80) “AGNES - Evet, Brand, fakat sen bu mutluluğa hak kazandın. Ne kadar ıstırap çektin, ne kadar savaştın! Çektiğin sıkıntılara, yorgunluklara, sessizce döktüğün kanlı göz yaşlarına tanık oldum.” (H. Ibsen, “Brand”, sa:79) Kanlı kavgalı olmak : Sürekli birbiriyle kıyasıya kavga etmek, dövmek “Annem, diğer yandan, babamla ben kanlı kavgalı olduktan sonra, çoğu kere şapkasını başına, mantosunu da sırtına alır, bizlerin odasına gelir, hepimizi teker teker öper ve artık duruma tahammül edemeyeceğini, ayrılacağını söylerdi.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:10) Kanlısı olmak : Kanının akıtılmasına, öldürülmesine neden olmak “ ‘Oğlumun kanlısı Abbas kafiri değil, oğlumun kanlısı Esme’dir,’ dedi... Oğlum Halil’in kanını yerde koyarsanız bu dünyada da öteki dünyada da ak südüm size haram olsun. Oğlumun kanlısı Esme’dir.” (Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:15) “Karaca Oğlan Döğülürsem döğüleyim Söğülürsem söğüleyim Gelin sana kul olayım Ölürüm kanlım olursun” (Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:314) Kan olsun, irin olsun : Benden aldığın sana haram olsun babında çok ağır bir beddua “Sen hükumet kapısında yetim hakkı yemeğe alışmışsın.. Galiba şimdi de mahalle bakkallığını mı yiyim yeri yaptın? Hiçbir şeycik demem, benim gibi ağızsız, dul kadınların, saçı bitmedik yetimlerin beş, on dirhem şekeri sana kan olsun, irin olsun.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:156) Kan revan içinde (kalmak) : Uzuvları <revan=akan> yara bere ve kan içinde (olmak) “ELEJİ <1870> --------O mu? Hadi söyle! Hiç tınmıyor halk. Pranga seslerinden korkunç ve derin ne mümkün özgürlük sesini duymak: öfkeli halk gösteriyor gizlice, kaputlu safını seçkin türlerin, güdülen cüppeli bakar körlerce. Halk gösteriyor, kan revan içinde kızıl ter suluyor mezar taşını;” (Hristo Botev<1848-1876>-Ahmen Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.02.06) “Gerçek sporseverlerin yorgunluklarını atmaları için yedinci raunda ulaşmak gerek. Fransız yere düştü ve puanları almak için rakibinin üzerine saldırdı. Arkadaşım ‘Şimdi burası kan revan içinde kalacak’ dedi. Dediği gibi oluyordu.” (A. Camus, “Yaz”, sa:18) “Sırp kız iki saat sonra geri geldiğinde gidip yanına oturdu, çantasından usturasunu çıkardığı gibi kulak hizasından yüzünü çiziverdi: Derin değildi, tehlikeli de değildi, sadece ona bu geceyi asla unuttturmayacak küçük bir yaraydı. İki kız saç saça baş başa girdiler, etraf kan revan içinde kaldı, müşteriler korkuya kapılarak kulübü terk ettiler.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:153) “ ‘Blau nerede? Burda adını göremiyorum.’ ‘Ha, onu Kapalı Koğuş’a, ‘Saldırganlar Koğuşu’na götürdüler. Cates bu sabah onu uyandırmak için odasına girdiğinde, onu kan revan içinde bulmuş – yüzü ve çarşafı kan içindeymiş ve kolunun bir tanesi kir kapakla parça parça edilmiş haldeymiş. Ihh! Bir tetanos iğnesi ve hemen asansörle yukarıya!’ ” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:56) “Karanlık içinden, sevinçle hoplaya zıplaya babam çıkageldi. Üstü başı parça parçaydı. Yüzü gözü kan revan içindeydi. Bize: ‘Size söylemedim mi? Akdeniz’de bu kayık gibi yoktur. Gördünüz mü, bastonunu rüzgara nasıl dikti? Kasırganın suratına kahkahalarıyle suları nasıl püskürtüp tükürdü? Yaşasın kayık. Yolumuz artık düzdür...’ ” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:163) “Bir gün kentlerinden geçip giden Samanalar gördü Sidarta, yayan yapıldak ordan oraya dolaşan çilekeşler, kara kuru üç adam, ne yaşlı, ne genç, omuzları toz toprak ve kan revan içinde, neredeyse çıplak, güneşte yanıp kavrulmuş, çevreleri yalnızlıkla sarılmış, dünyaya yabancı ve düşman, insanların diyarında gurbetzedeler ve sıska çakallar.” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:14) “Bizim veletlerin de desteğiyle hızla atılan taşlar hedefi bulunca daha bir dakika olmadan üç düşmanın kafası yarıldı! Ama kan revan içinde kalmalarına karşın, bizimle göğüs göğüse gelmek amacıyla bu taş yağmuru altında geçecek bir boşluk yaratmakta direndiler.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:62-3) “ ‘Bir muayene, bir de ameliyat masası. İkisini de bu kasabada, yakın şehirlerde bulamayız.’ ‘İkisini de getirdik,’ dedi Salman Sami. ‘Biz bu adada doktorluk yaptık Doktor Bey, gece gündüz, kan revan içinde. Yarın ilaçları, kitapları, aletleri taşıyacak, öbür gün de işe girişeceğiz.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:494) “Küçük köpek, önüne gelene hırladı, ardına geleni tepti. Kendi üstüne gelen kocaman köpeklere öylesine yumulup dalıyordu ki, köpek neye uğradığını bilemiyor, kan revan içinde arkasına bile bakmadan başını alıp gidiyordu.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:26) “-İran’la Irak arasındaki savaş bir eğlence mi, diye sordu Grizzly ve Paul’e duyduğu merhamete birazcık hınç da karıştı: Bugünkü tren kazası, bütün o kan revan, sen bunları eğlenceli mi buluyorsun yani? -Ölümde bir trajedi görerek yaygın bir hataya düşüyorsun sen de, dedi Paul, gerçekten de tam formundaydı. -İtiraf edeyim ki, dedi Grizzly bu gibi bir sesle, ben ölümde her zaman bir trajedi görmüşümdür.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:146) “Dediğine göre kız o cuma günü iğne iplikle ve yüksükle iki yüz tane düğme dikmekten perişan bir haldeymiş. Kan revan içindeki tecavüzlerden gerçekten ödü kopuyormuş, ama bir fedakarlık yapma konusunda artık dersini öğrenmiş. Benimle birlikte olduğu o gece tuvalete gitmek için kalkmış, ben o kadar derin uyuyormuşum ki, uyandırmaya yüreği elvermemiş, ama sabahleyin yeniden uyandığında ben artık gitmişmişim.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:49) “... selin kıyısı boyunca, çimenlerin üzerinden yürüyerek çıktı; sonra geçtikleri yolda hiçbir iz bırakmamaya dikkat ederek kıyıların en yalçın olduğu bir yerden, dikenli çalılıklar arasından aşağı indiler; Binbaşı öyle yorulmuştu ki, ırmağa dek götürmek için onu destekle yürütmek gerekti. Ayakları kan revan içinde kalmıştı; geri kalan yolu yürüyebilmesi için, çizmelerini vermeye razı oldular.” (X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:83) “Rey uyuyan Bayan Healey’in soluklarını dinlerken bir fısıltı duymuştu. Aynı sesi kendi soğuk ve çıplak odasındayken de duymaya başladı..... Bazen araba sürerken, bazen aynaya bakarken duymaya başlıyordu o fısıltıyı. Cam kırıklarıyla kaplı, pis kokulu cesedi götürülürken, faltaşı gibi açık gözleriyle ona baktığını görüyordu. Rey de onu yere atmıştı. Ama adamın avluıya düşüşünü, yaprakların arasında kan revan içinde yatışını unutamıyordu bir türlü.” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:74) “Günlerden bir gün köyden fakir bir dilenci kadın geçti. Esvapları yırtık pırtık, üstü başı paramparçaydı. Ayakları, üzerinde yürüdüğü yamrı yumru yollardan kan revan içinde kalmıştı, bitkin bir haldeydi.” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:96) Kansız : Kanı bozuk, karaktersiz, ırasız (Argo) “ ‘... yani kolumun kanadımın en kırık olduğu sıra, beni bir gurbet hapishanesinde yapayalnız bırakıp, aleyhime dava ikame ederek, talak <dinsel boşanma> istedi! -Vay kansız vay! -Vay cibilliyeti bozuk karı vay! -Böylelerini ben olsam, ah ben olsam...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:274) Kansızlıktan kurumuş asma kabağına dönmek : Kansızlıktan ileri derecede zayıflamak “Halbuki, ne adamın, ne de karısının yüzünde bir dirhem kan vardı. Kansızlıktan kurumuş asma kabağına dönen kadınla kocasının et yüzü görmedikleri meydandaydı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:376) KANT, Immanuel : (FELS.,AL.,MATH.) <İmmanuel Kant> : (1724-1804) Alman metafizikçi ve filozof. Kant’a göre, bilgilerimizin temelini insan zihni oluşturur: Duyusal dünyanın kusurlu bir biçimde yansıttığı düşünülen ve bu bilgilerimizin ideal bir modelini kapsadığı ileri sürülen ‘anlaşılabilir’ ya da ‘kavranabilir’ bir alem yoktur. HUME’un ‘Emprizm’den yararlanmış: Onu d o g m a t i k uykusundan uyandırmış, spekülatif felsefe yolundaki araştırmalarından faydalanmıştır. DESCARTES’den de, onun ‘Rasyonalizm’ ve ‘Akılcılık’ felsefelerinden, onun gibi matematisyen olduğu için, zihnimizin matematikle uğraştığı zamanda işleyişi üzerine çalışmalarını kaleme almıştır.. “KANT’a göre, RASYONALİZM matematiği örnek alır, ama ‘şey’lere bizzatihi yönelmez, temas kurmaz; halbuki FİZİK, matematiği de kullanarak ‘şey’lere bizzatihi yönelir, temas, başarılı bir şekilde biter. Fizik, zaten ‘nedensellik’ ilkesine dayanmaktadır. Dolayısıyla, “Rasyonalizm” ve “Emprimizm” tarafından açıklanıp temellendirilemeyen b i l i m, FİZİK’i temellendirerek insan zihninin ‘nasıl işlediğini’ açıklamakta daha faydalı olabilir. Onun için KANT’ın, Felsefe’deki ilk misyonu: a) BİLİM’i temellendirmek; 2) AHLAK ve DİN’in rasyonelliğini savunmak olmuştur. Bu ikisini birleştirmek, bağdaştırmak çok güç, hatta imkansız olduğu için, hem HUME’un, Hem DESCARTES’ın ana prensiplerinden yararlanarak : t r a n s e n d a n t a l e p i s t e m o l o j i k i d e a l i z m adını verdiği kendi b i l g i k u r a m ı’nı geliştirerek, yükselen b i l i m’in felsefi temellerini gösterdikten sonra, ö z g ü r l ü k ve ö d e v düşüncesine dayanarak, Hıristiyan Ahlakını Savunma çabası vermiştir. HUME’un, “Matematiksel bilimlerin tümüyle analitik bir yapıda olduğu görüşüne karşın, matematiğin mekan ve sayıyla ilgili yagılarının ‘sentetik doğası’nı ortaya koymuştur. B i l g i’de hem d e n e y i m ve hem de a k l ı n katkılarının kaçınılmaz olduğunu söylemiştir. En basit bir deneyim’in bile, a p r i o r i bir öge’yi, deneyden türemeyen, fakat deneyi yaratan ve mümkün kılan bir öge’yi içerdiğini göstermiştir. Kant, sentez’i, herşeyden önce, çeşitli deneyimlerimizi, s e z g i’nin belirli kalıpları içine yerleştirerek gerçekleştirir. Sezgi’nin söz konusu kalıpları, ‘z a m a n’ ve ‘m e k a n’dır. Bu iki öge ile, aracısız olarak, doğrudan s e z g i ile, karşılatırır. Yani bunlar, duyu deneyindeki nesnelerin her zaman kendileri aracılığıyla algılamakta olduğumuz gözlüklerdir. Z a m a n ve m e k a n ile ilgili bu öğretisine t r a n s e n d a n t a l e s t e t i k adını verdikten sonra, t r a n s e n d a n t a l a n a l i t i ğ e , kategoriler ötesine geçmiş ve toplu duyarlık ya da deneyimin, a priori algı formları içermesi gibi, doğaya ilişkin araştırma ve b i l g i’nin de bu bağlantı, töz ve nedensellik türünden a priori ilkeleri içerdiğini göstermiştir. Z i h i n, söz konusu ‘sentez’ ya da ‘birleştirme’ faaliyetini çeşitli yargılar ortaya koymak suretiyle Gerçekleştirir; öyle ki, bu yargılar, bizim, dünyaya iişkin yorumumuzun temel bileşenlerini meydana getirir. D e n e y i m’de söz konusu olan çokluk, KANT’a göre, bizim tarafımızdan ‘nicelik’, ‘nitelik’, ‘bağıntı’, ‘töz’ gibi belirli değişmez form’lar ya da kavramlar aracılığıylla değerlendirilir ya da yargılanır. M e t a f i z i ğ i : Biz, algılamadığımız şeyleri bilemeyiz. Bizim bildiğimiz şeyler, ‘ş e y’lerin kendileri değil de f e n o m e n l e r i, onlarım ‘görünüş’leridir. Bildiğimiz nesneler, d u y u’lar aracılığıyla algılanan nesne’lerdir. Z i h i n : Bu dünyayı yaratmak yerine, ‘şey’lerden kendilerinden olan ‘ide’leri ona yüklemektedir. E t i ğ i : İnnsanın bir ‘fenomen = numen <görünüş>’ tarafı vardır, yani biri ‘duuyusal’, diğeri de ‘akılla’ anlaşılabilir arfı vardır. D u y g u s a l yönü ele alındığında, insan, Doğa’daki mekanizmanın bir parçasıdır; A k l ı sayessinde ise, n e d e n s e l l i ğ i n, doğal z o r u n l u l u ğ u n hüküm sürdüğü dünyanın ötesine geçip özgür olur. İyi i r a d e’nin tanınması, insan’ın yüceliğinin, gerçek kişiliğin ve insan varlıklarının k i ş i l e r olarak birbirlerine bağlayan halkayı oluşturur.” (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:534-8) Kantara vurmak : Ölçmek, tartmak; (Fig.) : Düşünmek, ölçüp biçmek “Akrabaları, soylu bir hanımı terk ettiği için ona sövüp sayacaklardı; dostları, dünyanın en parlak mesleki geleceğini bir Kazak kızı ve bir kar çölü uğruna mahvettiği için onunla alay edeceklerdi -Saşa’nın kendisiyle kantara vurulduğunda bir saman çöpü kadar ağırlığı yoktu bütün bunların-. İlk karanlık gecede kaçacaklardı. Rusya’ya gemiyle gideceklerdi. İşte bunları kuruyordu; güvertede bir aşağı bir yukarı yürürken bunları planlıyordu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:40) Kantarın topu(zu)nu kaçırmak : Gereğinden fazla tepki vermek, ipin ucunu kaçırmak, aşırılık “CLAIRE - Arsız dedim..... Entarimin etekleri kimi günler gözyaşlarıyla bezenir ama, bunlar değerli gözyaşlarıdır. Eteğim yerlerde sürünüyor, düzeltin şu sürünenleri, sürtük! SOLANGE - Hanımefendi kantarın topuzunu kaçırıyor.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:12) “Sıkıntı sevgilim değil artık. Coşkularıyla birlikte yıkımlarını da bildiğim kudurganlıklar, sefillikler, çılgınlık, - omzumdaki bütün yükü indirdim. Kantarın topunu kaçırmadan tartalım, suçlu muyum, suçsuz mu.” (A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:119) “Zweig eserinde Goethe’yi asla gözden kaçırmaz: Onun tarzı, onun yargıları hep önemlidir. O, dengenin ta kendisiyken Kleist, Nietzsche ve Hölderlin’de kantarın topu kaçırılmıştır.” (S. Zweig, Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:1, Önsöz, G.A.,VII) Kantarlıya gitmek; Kantarlıyı çekmek : Büyük küfür etmek, Sunturlu küfür etmek Bk.: Silme kantar gitmek “-Ne kıyak dalga!.. Yoksa bu kayarto araya gebe zar mı karıştırdı? Ben bu yaşa geldim, bu kadar düşeş görmedim. -Mıhlama ulan!.. ‘Mıhlama’ dedim, savur şu cenabetleri. -Şimdi kantarlıyı çekerim haaa! ‘Mıhlama’ diyoruz, bu sefer de sürtüyor. Oğlum Zarzar, sen böyle numaralar yapmazdın.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:123) Kan tere batmak : Yorgunluktan, sarfedilen emekten ter içinde kalmak Bk.: Kan ter içinde kalmak “Orgazm! Haz! Sanki gökyüzüne kadar çıkmış, şimdi de bir paraşütle, ağır ağır tekrar yeryüzüne iniyor gibiydi. Bedeni kan terlere batmıştı, ama kendini dolu dolu, ışıl ışıl, dipdiri hissediyordu. Demek seks buydu.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:21) “Memed kan tere batmıştı. İlkin hem sevinmiş hem korkmuştu. Şimdi korku filan gelmiyordu aklına. Süründüler. Biri ileri gidiyor, öbürü onu koruyordu. Dizleri yırtılmış acıyordu.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:16) “Umutsuzcasına arkasına gene baktı. Kan tere batmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü. Yere oturuverdi.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:13) “Babamızın hali hal değil... Bir deri bir kemik kalır. İkinci yıl gene koşulur sabana. Gücü yetmez fıkaranın. Kan tere batar. Arkasında, sabanın kulpunda da Havva Anamız. Ardından ah vah eder. Gene sürerler ekerler... Ekerler ama, Babamız bu sefer yarı ölü, bitmiş, kendine zor gelir.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:115) Kan ter içinde kalmak, olmak : Tüm vücudu ileri derecede terlemek. Terden sırsıklam olmak. “Altı yıl sonra Batı 107. Cadde’deki ablanla paylaştığın dairenin mutfağında oturuyorsunuz. 1967 Temmuz’unun başları, az önce hafta sonu New York’ta kalmak istediğini, otobüste kan ter içinde kalarak annenlere gitmek istemediğini söyledin ona.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:95) “Céleste’lere kan ter içinde vardık. Céleste, koca göbeği, önlüğü, beyaz sakalıyla her zamanki gibi oradaydı. Bana ‘İyisinizdir inşallah?’ diye sordu.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:32) “Kırmızı entarili kız, kan ter içinde, soluk soluğa oğlanların yanından sürtünür gibi geçti bir kez daha. Oğlanlar farkına varmadılar.” (P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:87) “İlyas, kendini kurtarmak için umutsuzca çırpınıyordu. Muhafızlar onu alıp götürdü. Akbar sokaklarından cehennem ateşi içinde geçtiler - askerler kan ter içindeydi. bazıları, gördüğü manzara karşısında şoka girmişti.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:159) “Yine biliyorum ki, geceleri bir başka yanım, şimdi önümde duran sigara paketi ve cin kadehi kadar gerçek şeylerle bağlantı halinde boşlukta geziniyor olacak. Ruhum, Athena’nın ruhuyla dans edecek; uyurken onunla olacağım; kan ter içinde uyanarak mutfağa gidip bir bardak su içeceğim.” (P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:18) “Andrey, bitkin atları dörtnala kaldırdı ve kan ter içinde, soluksuz kalmış hayvanları yüksek bir peronun önünde gerçekten patırdılı bir girişle sert bir dizgin hareketiyle durdurdu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:85) “Deniz sandalın altında hışırdıyor, şimdi daha geniş bir yakaamozz akıntısı bırakıyordu geride. Gvrila kan ter içinde kalmıştı. Ama yine de olanca gücüyle küreklere sarılıyordu.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:82) “ ‘Daha beter şeylerin olması alnımıza yazılıymış. Evimizin yıldızı sönüverdi. Başına buyruk ve atak insan olan küçük kardeşim hafif süvari subayı idi. Çılgınca bir bahse tutuşmuş. Macaristan’da oluyor bu iş. Bahis gereğince at sürmekten kan ter içindeyken, tam teçhizat atıyla Tuna’yı geçiyor ve tabii bunu hayatıyla ödüyor.’ ” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:51) “Aziz Bey’le Kamran, onları ikinci katın sofasında karşıladılar. Aziz Bey, eliyle odayı göstererek: -İki uygunsuz misafir geldi, gürültü etmeyin, dedi. Sonra, Feride’yi süzerek: -Bu ne hal küçükhanım, kan ter içinde kalmışsın? dedi.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:427) “İnce bir rafın karşısındaki tabure gibi şeye çöktüm ve beklemeye başladım. Buranın ‘özel yemek odası’ olduğunu düşünüyordum. Ama garson marson gelmedi. Beklemekten kan ter içinde kalmıştım. Dayanamayıp soluğu dışarda aldım.” (O. Henry, “viski soda”, sa:207) “Tüm gece boyunca karşılaşmadığım denli büyülü bir görüntüydü bu. Gecenin o saatinde herkes kan ter içinde, buruşmuş giysiler ve farbalarla boğulmuş, yaka bir yanda paça bir yandayken siyahlı palyaço orada öylece, maskesinin altındaki yüzü bembeyaz, pırıl pırıl ve tertemiz duruyordu.” (H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:168-9) “... bunları okuyan garson kız kim bilir çağdaş Alman edebiyatı konusunda ne tuhaf bir izlenim edinmiştir. Kan ter içinde kalarak içlerinden birini bir solukta okuyup üzerinde birkaç satırlık eleştiri çiziktirdiğim, karşılığında yiyecek bir şeye kavuşmak için öğleye kadar bu işi bitirmeye çalıştığım o günleri şimdi anımsamak bir haz duygusuyla dolduruyor içimi.” ..... “Göle iniyordum böyle zamanlar, bir kayık kiralıyor, kan ter içinde kalıp yorgun düşene kadar kürek çekiyordum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:56;68) “Alexis kan ter içinde kalmıştı, birden yüzü güler gibi oldu. Şarkılarının Codine tarafından nasıl beğenildiğini bilirdi. Belki onu sesiyle yumuşatabileceğini düşündü.” ..... “Sonunda, elindeki orakla sağ ve sol savurmalar yapan Dayı göründü. Ama bu ilk seferden bile yorulmuş görünüyordu. Ta göğsüne kadar ıslanmıştı, soluk soluğa kalmıştı ve kan ter içindeydi.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:83-4;98-9) “Kan ter içindeydi. Düşten hiçbir şey kalmamıştı aklında. Bütün hatırladığı, birinin arkasına takılmış olduğuydu. Kimdi bu?” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:17) “Binbaşı kan ter içinde kalmış, boyun damarları şişmiş, iri mavi gözleri pörtlemişti. Sol ayağını onların önüne uzattı, pantolonunu yukarı sıvadı: ‘Şu bacağıma bakın, ne bacağımda ne de başka bir yerimde kurşun yarası yok. Dağa çıkıyorduk, bir bora fırtına başladı ki, dörtte üçü donmuş taburumuz geriye döndü, düzlüğe indik, göbeğimize kadar kara gömüldük, yerimizden kıpırdayamadık. Gerisini hatırlamıyorum….. Gözlerimi bir açtım ki,…. Benim iki bacağım yok…. Köyün cerrahı kurtardı bir bacağımı. Bu bacakla Kurtuluş Harbine gönüllü katıldım. İstiklal Madalyası daha bana gelmedi. Beni derhal unuttular.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:127) “Bunu biliyor Hasan...Bunu biliyor, dehşet bir korkuda kuyuluğun keskininde yürüyor. Yürüyüşü uzun sürüyor... Kan ter içinde kalmış, bıçağın ağzındaki yürüyüşünü bitiriyor.” (Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:102) “Kuyruksuz it hınçla titredi, atıldı sarı kafalının boğazına. Yarıda kesildi, boğuldu çığlık. ‘Evinde mı sakladın? Babana mı? Babana mı?’ Sokaklarda bitkin, kan ter içinde. Kapıyı çaldı. ‘Ne diyorsun?’ diye sordu kapıdaki. Hiç kimsenin anlamadığı sözcükler döküldü ağzından.’ ‘Defol gök gözlü uğursuz gavur. Ne işin var köyümüzde?’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk, sa:30) “Ömrünün son iki yılını geçirdiği uçsuz bucaksız mor dağlar, Cemal ile arkadaşlarının sonsuz cesaretinin ve sonsuz korkaklığının ölçüsüydü sanki. Uzun tırmanışlar sonunda, kan ter içinde bir dağın zirvesine ulaştıklarında yazın yemyeşil olan vadiler, gümüş nehirler, kışın da donmuş uçsuz bucaksız bir beyazlık ayaklarının altında uzanıyor ve kendilerini Tanrı gibi hissetmelerine yol açıyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:40) “DOĞUM GÜNLERİ O öldü. Bugün onun ölüm günü o gün kendisi bu üçgenden annesinin bacakları arasından çıkarılmıştı kan ter içinde o beni de çıkardı kan ter içinde bacaklarının arasından kendisi artık kül olmuştur” (Hilde Löwenstein<1909-2006>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.07) “Semiramis Oteli’ne geldiğinde, ‘şato sahibesi’ veya Naim ile buluşmayı düşünmedi. Kan ter içinde ve bitkindi; doğrudan odasına çıktı, kapıdan girer giymez tüm giysilerini çıkardı, uzun bir duş aldı, sonra da bornozuyla uyudu.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:436) “Kucaklaşmalar ve fotoğraf çekmeler arasında sonunda kan ter içinde kendime yol açmayı başarabildiğimde, yüz yaşında bir tanrıça gibi tekerlekli sandalyesinde oturan Ximena Ortiz’le burun burun geldim. Onun yalnızca oradaki varlığı bile büyük bir günah işlemişim gibi kendimi hissettiriyordu bana.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:102) “Dut kökünün dizanteri ve benzeri hastalıklara iyi geldiğini Ellen’dan duymuş olan Dadı, ocağın başına geçip kan ter içinde büyük bir kazanda dut kökü kaynatıyordu. -Konfederasyon ordusundaki askerlerin bağırsakları sağlam değil galiba! diyen Dadıya göre savaşın kaybedilmesinin nedeni de belliydi:boş mideler!” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:651) “... bir yandan beceriksiz yalanlar kıvırıp bir yandan da ‘Bir daha yalan söylemeyeceğim öğretmenim’ diye içtenlikle yeminler edenler, dayak ve aşağılanmadan kan ter içinde kalmışken işkencelerini daha da artıran...” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:123) “ ‘Ben böyle düşünürken zırhlar içindeki iki cengaver döğüşe tutuşur ve saatlerce boğuştuktan sonra, birbirlerini yenemeden kanter içinde geri çekilirler. Bu birinci günün gecesinde aklım Suhrab kadar babasına da takılır artık ve hikayenin devamını okurken, sanki ilk defa okuyormuşum gibi heyecanlanıp yenişemeyen babayla oğulun bir şekilde bu işin içinden çıkacaklarını iyimserlikle hayal ederim.’ ” (O. Pamuk, “Kar”, sa:80-1) “Evin önünden geçerken açık pencereme baktım. Babam öğleyin gelene kadar dönerim. Mahalleye girer girmez kamyondan indim. Halil’ler beni işsiz güçsüz aylağın teki sanmasınlar diye hızlı hızlı yürüdüm. Taa mendireğe kadar gittim, sıcaktan kan-ter içinde kaldığım için biraz oturdum, denize baktım. Bir motor hızla geldi, bir rıhtıma bir kız bıraktı, gitti.” (O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:77) “Büyümüş de küçülmüş gibi, bütün gün, kan ter İçinde, buyruklara başeğse de çizgiler, Ah o kara çizgiler, çocuğun ikiyüzlü, Küflü, loş odaların karanlığında gizli Davranışını ele veriyordu bakınca.” (A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:94) “Neyse ki bu sıkıntılı uykuda sayıklama fasılaları insaflı denebilecek kadar kısa sürüyordu ve bittiği zaman kan ter içinde, nefes nefese bir süreliğine yatışır, rüyasız bir halsizliğe gömülürdü. Sonra ansızın yeniden uyanır, allak bullak haliyle, odasına gizlice bir yabancının girmiş olduğunu düşünürdü.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:13) “Tereddüt ediyordu : ‘Yol epeyi, sıcaktan pişeceğim,’ diye söylendi. Flanel ceketini giymek isterdi, ama zararı yok, zaten her istediğini yapmaya alışık değildi, üstelik bu sıcakta, elinde koca bir sepet ve o kalın ceketle kan ter içinde yürümek gülünç olurdu.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:87) “Şimdi Eve’in itiraflarını kocasına tekrarlamak ve bu koca bedenin kızgınlıktan titrediğini görmek düşüncesi Madam Darbédat’yı kan ter içinde bırakmıştı. Tabaktan bir lokum daha aldı, birkaç dakika tereddütle düşündü, sonra kederli kederli gerisin geri koydu; kocasının onu lokum yerken görmesini istemiyordu.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:42) “MARCELLUS - Ne olur, oturun; sonra kim biliyorsa söylesin bana: niçin ger gece memleket halkına bu kadar sıkı, bu kadar dikkat isteyen bir nöbet işi yükleniyor?..... Bir şey mi olacak ki, gündüzleri olduğu kadar geceleri de de kan ter içinde bırakan bir telaş var?” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:9) “MAZZINI -... Bazan düşümde görürüm, çok seçkin kişilerin yanına gitmişim, sırtımda pijamalarım var. Bazan de çırçıplak. Kan ter içinde uyanırım. Ama burada vız geliyor. LADY UTTERWORD - Bu da çok seçkin kişiler arasında olmadığınızı gösteriyor, Mr. Dunn. Benim evimde olsanız, utancınızdan yerin dibine geçerdiniz.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:134) “Bir saat sonra kapıyı açtım. Annem kan ter içinde kalmıştı. Ben ona lakırdı söyletmeden ‘Anne, yaptığın işi beğendin mi? O adama beni nasıl verecektin? Bana hiç acımıyor musunuz?’ dedim.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:347) “Kendini yeniden orada hayal etti. Bay Abraham, kocaman bir mango ağacının gölgesinde çok hoş bir çevre oluşturmuş, çocukları çevresine toplamıştı. Onlara ‘Serçelerim’ derdi. Büyük bir şamata içinde gelirler, her yanı çocukça bir sevince boğarlardı. Bahçenin her yanına kafesler kurarlardı. Kan ter içinde geri dönerler, inanılmaz bir susuzlukla musluktan su içmek için izin bile istemeden içeri girerlerdi.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:135) “Candide, ilahi söylenirken müzikle pataklandı. Biscaya’lı ile yağ yemek istemeyen iki adam yakıldılar. Pangloss, adet olmadığı halde asıldı. Aynı gün toprak korkunç bir gürültüyle yeniden sarsıldı. Korkmuş, şaşırmış, çılgına dönmüş olan Candide; kan ter içinde titreyerek, kendi kendine, ‘Mümkün olan dünyaların en iyisi burası ise ötekiler kimbilir nasıldır’ diye soruyordu.” (Voltaire, “Candide”, sa:32) “Şafak vakti, üzerlerine yer yer çiy damlacıkları serpilmiş, sabah güneşinin renk renk ışıkları altında ışıl ışıl parlayan tarlalar ve çayırlar, onun için birtakım şapşal hayvanların dolaştığı, prenslerin cepleri altınla dolsun diye köylülerin kan ter içinde, ölesiye çalıştıkları herhangi bir yeşil alandan başka bir şey değildir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casaanova’, Cilt:III, sa:47) “İstasyona vardığımda her yerimden terler boşanıyordu... İlk sorum, ‘otomobil nerede?’ oldu... Az önce gitmişti. Şaşkın bana bakıyorlardı. Kan ter içinde delice koşan ve daha uzaktan bağırarak soru soran beyaz adama pek şaşmışlardı.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:37) Kanto : Tuluat <Doğaçlama> tiyatrolarında, başlangıç olarak,özellikle kadın sanatçının erkeğe tahrik edici, külhanvari, ser ve kısa cümlelerle atıf yaparak vücut ve ayaklarını -göbek atmaktan kolayca farklı- birlikte zeminde kaydırarak, yan yan bakarak oynadığı solo oyunda söylediği şarkı. Halk da ağzıyla, eliyle eşlik eder. Bu, kanto’nın Osmanlı versiyonudur. BATI Müziğine gelince; Cantus: (LAT.) Song, melody <Şarkı, melodiRönesans->, İSP. ve İTA: Canto: Şarkı, melodi, ezgi, ötüş; Canzone: Şarkı; Canzoniere: Şiir antolojisi; şarkı besteleyen kimse; Cantare: Şarkı söylemek, ötmek; Cantore: Şarkı, ilahi okuyan); Canti carnascialeski <kanti karnaşialeski>: Karnaval şarkıları; Canti populary: Folk-popüler halk şarkıları; Canto Gregoriani: Gregorian chant, plainchant <pleynkant>: Solo singer, baş şarkıcı; Canto del figurato-Canto del organo: Ölçülü müzik, polifoni, yüksek tondaki parlak ses); Fr: Le chant, chanson <Lö şan, şanson>: Şarkı; kişisel ses eğitimi “Bunlar da el şakırtıları, kahkahalar, ahlar, oflar, hoydalar, haydalar arasında çalınıp söylendi. Bunlardan şu kanto çalınırken, oraya yazlık hava tebdiline <değişimine> gelmiş olan maşlahlı, yeldirmeli kadınlar, gülmeden katılıyorlardı: Maşacıyım maşacı, Ah kokozluk pek acı! Kocam değirmen yapar, Kaynatam da sıpacı! Maşa yapar, satarım Çayırlarda yatarım, Öğer <eğer> alan olursa Bir de göbek atarım! Nakarat Haydi haydi keriz edelim, Ebegümeci ile perhiz edelim!” -----------------------------------“Salapurya ağır ağır ve sessiz yanımızdan açılırken bizim saz takımı da oradaki sazlı adanın bir kenarında yeni doğmakta olan aya aya karşı şu kıvrak ‘kanto’yu tutturdu: Hani benim elli dirhem konyağım İçer, içer, artar benim merağım Konyalım yürü Yürü yavrum yürü! Dümenini <fistanını> sürü!” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:27;194) Kan tutmak : Beyin damarlarına kan oturmak, beyin hemorajisi: beyinde damarların çatlaması ile oluşan felç “Nihayet, Françoise bir mum yaktı. Tam o sırada kır bekçisinin karısı Bécu kadın içeri girdi. Problemi, seziş yeteneğiyle anlamış, bir haberi, kasabanın bir ucundan öbür ucuna bir dakika içinde taşıyan o gizli kuvvetle kavramıştı. -Ne o? Nesi var zavallı adamcağızın?... Ha! Anladım, kan tutmuş, çabuk, bir iskemleye oturtun.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:144) Kan yolundan gitmek gerek : Kanın akması lazım, kan damarda durmaz “III. ODUNCU - Kan! I. ODUNCU - Kan yolundan gitmek gerek! II. İKİNCİ ODUNCU - Ama akan kanı toprak içer. I. ODUNCU - Olsun. Kokmuş bir kanla yaşamaktansa, kanlar içinde ölmek yeğdir.” (F.Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:55) Kaos; Kaos içinde olmak, kaotik : Karmaşa ve kargaşalık; Kargaşalık içinde olmak “Yolculuk” O günler Kaos günleriydi Şiirin sözcükleri plamiye yaprakları gibi fışkırmıyordu. Bu yüzden şehri terketti - doğduğu yeri Her gün görünüşü değişen ülkesini.” (Sophia de Mello Breyner<d.1919>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.07.00) “ ‘Uyuşturucu kartellerinin sevkiyat(lar)ı artık izlenemez hale gelecek, büyük şirketler arkalarında hiç iz bırakmadan para transferleri yapıp IRS’in ellerini boş bırakacak, teröristler tam bir gizlilik içinde çene çalabilecekler; senin anlayacağın tam bir kaos olacak.’ ” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:40) “Sonunda birçok yüzyılın katkısına ve kendi çıkarı için yeniden kaos yaratan bir anlayışın (bu o anlayışın son gelişimidir) inkar edilemez kazanımına bir çizgi çekmek gerekirdi.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:25) “Kaos Ovidius yanılıyordu. Aslında kaos düzensiz bir karmaşa değildi onun ağına takılmayanlar için. Eğer deseni oluşturan bir parçaysan zor olur bütünü görebilmek. Uçurum, örneğin, bu odadakinden daha yüksek sesli olamaz. Sandalyeye yapışmış duruyorum kaosun tam ortasında şimdi, perdeler çekilmeden önce.” (Sarah Day-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.07.05) “SAATÇİ <Petır Petkov’a> ----------Hangi yolu tutmalı şimdi, Hatta sokak bile unutmuşken nereye gittiğini! Ölene mi, öldürene mi sormalı? Vurguncuya ya da dilenciye? Hırsıza mı? Fahişeye mi? Bağnaza mı? Kaosun umurunda değil Tamamen körelmiş törel sağgörü.” (Blagoy Dimitrov-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumburiyet Kitap, 05.05.05) “Yani (psikotik düşünce ve davranış), olmayan gerçekleri ve duyuları hissedebilmesi bir savunma mekanizmasıdır ancak. O, dizorganize ve kaotik bir hava içindedir. Gerçek ve gerçekdışı çoğu kez birbirinden ayrılamaz.” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:11) “ ‘Vahşi,’ dedik. Bu sözcüğü açıklayalım. Devrin kaosu içinde dünyanın yeniden yaratıldığı günlerde saçları başlarında diken olmuş, pejmürde bir halde, uluyarak, öfkeyle, kafa kırıcı havada, mızrak yukarda, heyecan ve şaşkınlık içinde Paris’e saldıran bu adamlar ne istiyorlardı?’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:63) “Şüphesiz, Sadizm ile gerçekten devrimci devrim arasında zorunlu ya da kaçınılmaz bir ilişki yoktur. Sade zır deliydi ve devriminin az çok bilinçli amacı, evrensel kaos ve yıkımdı.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:11) “MUTFAK(LAR) --------------------Fasanen Strase’deki mutfak yazgımızın kaosunda umutsuzluktan gerilmiş biz, bağımlı bağımsızlar solgun, suskun dolunaya göz dikmiş, (Mirela İvanova-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.03) “Bütün gün dolaşıyor (İhtilal sonrası Rus Cumhuriyeti-Moskova) ve bu çok renkli, çok tohumlu kaos’a bakıyorum. Bütün Doğu karların altına dökülmüş, Sarıkları ağır, doğulu seyyar satıcılar, maynunlar gibi yağlı Çinliler, deri kemerler, tahta ve kağıt oyuncaklar satıyorlar. Bütün kaldırımları kadınlarla erkekler tutmuş. Bağırarak meyvalar, türlü balıklar, bebekler için önlükler, tüyleri yolunmuş tavuklar satıyorlar. Kız çocukları, ağızlarında sigarayla gazete satıyor. Başlarında kırmızı mendilleriyle kadın işçiler geçiyor. Şişman, buruk suratlı, elmacık kemikleri ve gözleri Mongollarinkine benzer kadınlar, başları sivri astragan külahlı yarı çıplak çocukları, eller açık, her geçenden dilenen ve yerlerde sürünen sakatlar... Portakal rengi inekleri andıran derileriyle, mısır gibi sık sakallı Mujik’ler geçiyor ve bütün hava bir inek sürüsü geçmiş gibi kokuyor...... Kaos: Moskova’nın insan üzerinde bıraktığı ilk izlenim bu.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya mektuplar”, sa:383) “... ne yaptığını bilen bir şefin iki dudağı arasından çıkacak bir emir onları rahatlatacaktı. Onları, içinde bulundukları bu ciddi durumda, üzerinde iyi düşünülmesi gereken nedenlerle Trujillo’nun kaçırılmış ya da ölmüş olmasının Cumhuriyet’in yenilenmesi için bulunmaz bir fırsat olduğunu söylemesi yeterliydi. Her şeyden önce kaos’u, anarşiyi, komünizmin gelişini ya da onun karşıtı ama benzer sonuçlar doğuracak Amerikan istilasını önlemek gerekti. Eğilimleri ve meslekleri icabı birer vatansever olan onların harekete geçmeleri gerekti. Ülke dibe vurmuştu.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:385) “Bunun yerine, çatışmalar başlar başlamaz yerel ihtilaf <anlaşmazlık>, deyim yerindeyse, daha geniş çaplı ihtilaflarla iç içe geçti. Muradın hasımları < düşman, karşıt, muhalif> silahlandılar, hızla gelişen bir siyasal harekete katıldılar ve bir gün, ülkeye hakim olan kaos ortamından faydalanıp, eski evi işgal ettiler.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:157) “Yüzünü güneşe çevirip gözlerini yumdu, kör gibi (içerde kırılan aynanın aynanın gürültüsü sürüp gidiyordu), düşünmeden koştu, gözleri bağlı bir at gibi, on beş yıllık tutsaklığın anılarından silip, içgüdülerinden silemediği ahır kapısını içgüdüyle bulmaya çalıştı, tıpkı lamba dolu bir odaya dalmış bir boğa gibi ardında bir perişanlık, bir felaket, bir kaos bırakmıştı.” (G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:151) “Gençliğe İthaf Çevreni kuşatsın da birleşen ellerimiz İhtiyar dünya! Senin sarsalım temelini Bu eskimiş boşluktanaa koparalım alalım seni Vargücümüzle yeni imkanlara itelim. Çürümüş kabuğundan kurtulmanın vaktidir; Donan, tazeden, bize bahar çiçeklerini getir. Kımıldansın bir parça o küflenmiş hafızan; O uzak yaratılış-oluş günlerini an; Bir kaostun, meçhuldü hem maksadın hem derdin Karanlığa gömülü ceset gibi beklerdin, Bilmezdin ne gün gelip neler olacağını” (Adam B. Mickiewicz<1796-1855>-Behçet Kemal Çağlar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.11.05) “Bu yüzden de onların hakikate karşı bağlarında biraz evcil, biraz idareli bir şey vardır hep ve gerçekten onlardan her biri ev ocak sahibi olmuştur. Kesin bir sistem yani. Ve bu kendi bögelerini, kaosun dünya kadar eski balta girmemiş ormanından insanlık için elde ettikleri düşüncenin fethedilmiş tarlasını tırmık ve sabanla ustaca işlemişlerdir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Nietzsche’, sa:91) “Gençliğimizde ‘tarih’ bizler için bir eğitmendi. Dünya kültürünü bize öğreten o olmuştu. Fakat bütün eğitmenler ve öğretmenler çoğu kez asık yüzlüdür. O da yüzünün tek kılı bile kıpırdamayan acımasız, sevgisiz ve kinsiz, hükümsüz ve önyargısız bir yargıçtı; dünyada bütün olup bitenleri, yaşanmış olan tüm kaosu düzene sokup güzel bir şeymiş gibi önümüze koymuştu.” (S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:146) “ ‘Lotte’nin erkek kardeşi Manfred’in Londra’daki evi de yıkılmış, içinde oturulacak durumda değilmiş. Şimdi başka eve sığınmışlar. Kızları Eva’yı Amerika’ya yollayabildiler. Kim bilir, belki çocuk günün birinde anasız babasız kalır. Yakıp yıkmalar müthiş, giderek de artıyor! Almanya’daki kitaplarım konusunda şu anda bir şey yapmak istemiyorum, kaos sona erene kadar bekleyeceğim.’ ” (Zweig, S.-Zweig, F.; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:219) Kapağı atmak : Bir yere ‘kurtulmak umuduyla’ vasıl olmak; İletişim kurmak, vasıl olmak “Fahişelerin yaşları ilerledikçe tarife düşer, çalışma saatleri de azalırdı. Hemen hepsi sonunda ‘Tropical Ecstasy’ye düşerdi, otuz yaşın üzerindeki kadınları kabul ederdi orası. Ama kapağı oraya attıktan sonra, tek yapabildikleri, günde bir ya da iki öğrenciyle yatıp öğlen yemeklerini ve kiralarını çıkarmaktı.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:78) “Bu zavallılar, kara kışta, bütün günlerini, bütün gecelerini, ıslak sıraların üzerine büzülerek, bu insanı hasta eden rutubet içinde titreşmekle geçirirlerdi. Çünkü gemide ateş yakılmazdı ve kıyıya kapağı atmak da, çoğu kez pek güç olurdu...” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:77) “Paris’te sanatı ile geçinemeyince (Gauguin) bir dünya turuna çıktı. Rouenne’de beş frank için duvarlara ilan yapıştırdı; bu da onu tatmin etmedi. Britanny, Martinique ve en sonunda Tahiti’ye kapağı attı.” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:12) “O, ağzını açmadan beni soyduktan sonra, tekrar kısa etekli pembe elbisemi giydim, üstüne siyah okul önlüğümü geçirdim, sonra Müjgan’ın bile yüzüne bakmadan odadan kaçtım ve gözlerimdeki kırmızılık geçinceye kadar soğuk su ile yüzümü yıkadım. Bahçeye indiğim zaman ortalık kararıyordu. Şimdi asıl problem, kendimi kimseye göstermeden onun yanına kapağı atmaktı.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:108-9) “... bahar gelir gelmez pılımı pırtyı toplayıp yola çıkmaya hazırlandım. Önce Assisi’ye gidecek, burada beni bekleyen manav Bayan Nardini’yi ziyaret edecektim. Daha sonra da mümkün olduğu kadar sessiz bir dağ köyüne kapağı atacak, burada dört elle işe sarılacaktım.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:156) “Adam sen de, daha gencim, dincim, elim ayağım tutuyor: sonra bileğimde keman gibi altın bilezik var. Bir eyyam daha şöyle yuvarlanıp gidelim; elbet günün birinde, çingenelerden alacağım ilhamlarımı, sermayelerimi tamamlayınca annemle birlikte yine atarız kapağı bizim sessiz, sakin Topçular’a...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:180-1) “Bunca taşkın neşe görmekten pek canı sıkılan del Dongo markisi Como Gölü ötesindeki görkemli Grianta şatosuna kapağı atan ilk soylulardan biri olmuştu. Hanımlar teğmen Robert’i oraya götürdüler.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:23) “Kanının son damlasına kadar döğüşeceğine and içen İmparator Wilhelm’in sınır dışına kaçtığı ve ‘Siegfried’ uğrunda milyonlarca insanı kurban eden Ludendorff da, mavi gözlükle İsviçre’ye kapağı attığı gün, birçok bakımdan avunduk.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:347) Kapak açmak : Konuyu açmak, söz etmek “Balthazar’a göre, işte bu sırada farlara giden tellerden birini zedelemiş ya da yarı-koparmış olmalıymış. Hiç değilse Justine ona böyle söylemişi oysa bana bu tür açıklamadan hiç kapak açmadı. Balthazar’a inanırsam, demek ki herkesin gözü önünde düşüncesizce davranışlarda bulunduğumuz, kendimizi tehlikeye attığımız yolunda durmadan başımın etini yiyen Justine, aslında bir boğanın önünde sürüklenen pelerin gibi beni Nessim’in önünde sürüklüyordu!” (L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:192-3) Kapalı kutu : İçine dönük, şizoid, duygu ve düşüncelerini kolaylıkla sergilemeyen insan tipi; Bilinmeyen, dıştan kolay okunamayan gizemli konu “Ama Hellas’taki oğlanların en antikası Emil Lucius idi kuşkusuz; kapalı kutuydu Lucius, saman sarısı saçları vardı, yaşlı bir köylü gibi metin, çalışkan ve kara kuruydu.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:71) Kapalı torba içinde maymun satmak : Gizli planlarla düşündüğünü saklayarak bir takım zihin oyunlarına başvurarak farklı iletişimde bulunmak “LISETTE - ... Size kuşkularımı bildirebilirim; siz de bu kuşkuları dağıtabilirsiniz. Atacağınız her adımı tartabilir ve birbirimize kapalı torba içinde maymun satmayız. Bana hemen dün ilanı aşk etseydiniz, kabul edecektim. Ama düşünün bir kere, ne kadar büyük bir gözüpeklik etmiş olacaktım, ne haliniz vaktiniz, ne servetiniz, memleketiniz falan hakkında bir şey sormaya vakit bulabilecektim!” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:47) Kapanın elinde kalmak : Fırsatları kullanarak, ‘Yağma Hasan’ın Böreği’ gibi eline ne geçirirse sahip olmak, sebeplenmek “Attı: -Kudret beyin işlerini, yani, gördüm saydı. Onca mal, mülk. Efendim paşa dedelerinden kalma çiftlikler, arazi, iş hanları, binalar... Kapanın elinde kalmış. Sağ olsun, mala mülke hiç ehemmiyet vermez!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:158) Kaparoz, kaparozlamak : Hile hurda ile kazanılan para; Hile hurda yapmak (Argo) “Ne kadar örtbas edilmeye çalışılsa da Batılılarca, Praksiteles, Atina’nın heykeleini yaparken altın çaldı diye hapishanede öldü. O Atina’daki Praksiteles’i suçlayanlar arasında, bin kölesini Laurium madeninde çalıştıran herifler vardı ve heykelin parasını Atina, zavallı Anadolu İyonlarından Delos hazinesi diye kaparoz etmişti.” (Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:23) “... bütün hayatınca kaparozlayan karaborsacı gibi bir banyo odasına sahip değildi. Zateni yalnızca banyo odasına değil, yeryüzünde bir karış toprağa bile malik değildi. Ucu bucağı olmayan yerlerin rüzgarlar otelinde yatardı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:63) “A dostla...rr, buna hangi can dayanır? Bizden ufaladığını bari hayırlı bir işte kullansa canım yanmaz.... Bu kaparozlar, sokak sokak fink atan kokono kızlarının tango çarşaflarına, havaleli iskarpinlerine gidiyor.. Hele dur sen, benim kafam kızmasın, yoksa... İnşallah o kokonozlar nasibimden geçmesin, eğer onları tükürüklere boğmazsam, bana da Fıtnat demesinler.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:156) Kapatma : Birisinin nikahsız olarak evinde tuttuğu kadın, metres; Odalık “Evlenir ya! Nişanlısını, o eşsiz güzellikte, zengin, asil albay kızı Katerina İvanovna’ya bırakarak pimpon bir tüccar, ahlaksız bir mujik ve belediye reisi Samsonov’un kapatmasıyla evlenebilir.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:119) “Dul ananın yanında kalan küçük oğul dışında, hepsi bir yana dağıldılar. İlk önce iki kız kardeş gidip resmi nikahı umursamayan iki Rum’a kapatma oldular. Angel oğlan, dokuz yaşında iken, civardaki İbrail şehrinde bir şarap tacirinin yanına çırak girdi.” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:6-7) “Konağın yanındaki bölmelerden birinde, cinslerine özgü el işleriyle uğraşarak on altı odalık yaşamaktaydı. Bölmenin pencereleri tahta bir kafesle kapatılmıştı. Kapılarda, anahtarları Kirila Petroviç’te bulunan kilitler asılıydı. Genç kapatmalar belirli saatlerde bahçeye çıkar, iki kocakarının gözetimi altında dolaşırlardı.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:11-2) “-Yenilerdense bilmem beyim... Şimdi öyle parasına kuvvet hovardalar kalmadı. Eskiden bizi haftalığına, aylığına tutarlar, kapatmalarının emrine verirlerdi.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:249) Kapetan : (YUN.) Kaptan (Coll.:) Çete Reisi “ (Babam) papazlardan nefret ederdi; bir tanesiyle yolda karşılaştı mı, bu kötü raslantıyı defetmek için istavroz çıkarır ve papaz korka korka ona: ‘Günaydın, Kapetan Mihali!’ diye selam verdiği zaman da: ‘Lanetin üstüme olsun!’ diye karşılık verirdi. Papazları görmemek için, kiliseye ya da tapınağa gitmezdi.” (Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:26) Kapı (ardına kadar) açık : İsteyen burayı derhal terkedebilir; tam tersi, isteyen içeri buyurabilir “Lafcadio güldü: -Bunu yapamazdım, dedi; Faby bronzlaşmamızı bahane ederek elbiselerimi, hatta çamaşırlarımı bile kilit altında tutuyordu. -Ya anneniz, o ne diyordu? -Çok eğleniyorlardı bununla; davetlilerimiz arasında alınacaklar çıkarsa, kapının açık olduğunu söylüyordu; ama kabul ettiğimiz misafirler arasında hiç kimsenin kalmasına engel olmuyordu bu halim.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:60) “Genç adam, sert ve sinirli bir tavırla: -O halde ne bekliyor? dedi, kapı açık... Onu zorla tutan yok. Keşke öyle bir şey yapsa da hem kendini, hem de bizi büyük bir dertten kurtarsa...” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:102-3) “Şimdiye kadar hiç ihtiyar Ellison’un çiftliğini ziyaret etmek lütfunda bulunmamıştı ama kapıların kendisi için ardına kadar açık olacağını biliyordu. Halk ozanı demek serbest geçiş demekti. Şato işçileri sorgusuz sualsiz asma köprüyü indirirler, Baron ziyafet salonunda onu sol yanına oturtur...” (O. Henry, “viski soda”, sa:260) Kapı çalmak : Kapıya vurulmak, ya da kapının zili çalmak “Kapı çalınca Ahmet saate baktı. Üçbuçuğa geliyordu. Birden ‘İlknur!’ diye düşündü, ama kapıya varıncaya kadar o olmadığını anladı.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:553) Kapıdan dışarı adım (ayak) atmamak : Hiç evden dışarı çıkmamak, gezmeye gitmemek “MARGHERITA - Hayır, ben sabahtan akşama kadar gezip tozmaktan hoşlananlardan değilim. Ama arasıra eğlenmeyi benim de canım ister, doğrusu. LUCIETTA - Ya ben zavallı? Kapıdan dışarı ayak attığım yok. Pencereden görünmeme bile razı değil.” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:16) Kapıdan içeri bir adım atamamak : Bir eve kabul edilmemk, ayağını içeri basmamak “PANTALONE - Bir arkadaşın muzipliği mi dedin? Şakası yok bu işin. Seni evime alamam artık, kapımdan içeri bir adım bile atamazsın. Şimdiden tezi yok, hemen yola çık.” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:134) Kapı dışarı edilmek, etmek : Kovulmak; Kovmak Bk.: Kapının yolunu göstermek; Pasaportu eline verilmek “Tartışma epey kızıştı. Ben dediklerimin doğruluğunu, filmde söylenenlerin yanlış olduğunu kanıtlamaya kararlıydım; yönetici ise bunu kabul etmeye yanaşmıyordu. Ağzımı açıp konuşmaya başladığım anda beni bir çıban başı olarak mimlemişti ve fikrinden caymayacaktı. İşe başladıktan yirmi dakika sonra kapı dışarı edildim.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:29) “Başkatip, bir gider pusulasının toplamını yarım bırakarak: -Bna bak, Simonnin, dedi, herkese takılmasana, yoksa seni kapı dışarı ederim ha! Bir müşteri ne kadar fakir olursa gene insandır beyahu!” (H. de Balzac, “Albay Chabert”, sa:1) “Poussin Gillette’i dinlerken, Frenhofer, karşısında kurnaz hırsızlar bulunduğunu sanan bir kuyumcunun ciddi dinginliğiyle, Catherine’in üzerine yeşil bir örtü örtüyordu. İki ressama da hafifsemelerle, kuşkularla dolu, pek sinsi bir bakışla baktı; onları sessizce, titrek bir telaş içinde işliğinden kapı dışarı etti; evinin kapısında da onlara: -Uğurlar olsun, küçük beylerim! dedi.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:50) “Komşum bana, kendisine üç aylık kira borçlu olduğum mal sahibinin beni kapı dışarı ettiğini bildirdi. Ertesi sabah, pılıyı pırtıyı toplayıp gitmem gerekiyordu.” (H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:124) “... İşine ara vermek zorunda kaldı. Artık yalnızca süt içebiliyordu, zaten süt de yoktu. Cochin’e götürüldü ve arkadaşlarına ameliyat olacağını söyledi..... Ameliyat etmediler, iyileştiği söylenerek kapı dışarı edildi.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:144) “Sonra, kadın evine gelince, koynuna alacak ve tam ‘işini bitirirken’ yüzüne tükürüp kapı dışarı edecekmiş. Kadının bu şekilde cezalandırılmış olacağını benim de aklım kesmedi.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:37) “Bir süre sonra yavaş yavaş kendimi toparlamaya, umudumu tekrar kazanmaya ve kendime küçük küçük işler çıkarmaya başladım. Yüreğim Cruso’ya karşı hala sıcak hislerle dolu değildi, ama en azından umutsuzluk döneminde bana tahammül etmiş olmasından ve beni kapı dışarı etmemiş olmasından dolayı ona minnettardım.” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:31) “... neyse, yarına dek bekleyebilirdi. Saatin dolmasıyla birlikte kapı dışarı edilmek istenmesine içerlemişti biraz. ‘Pekiyi, Doktor Hogarth,’ dedi. ‘Çok teşekkür ederim.’ Hogarth eline aldığı çeki ikiye katlayıp cebine koydu. Kafasını sallayarak piposundan bir-iki nefes çekti.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:83) “Burada bir süre temsilcilikte çalıştım, bundan karım yapay bir statü ile hayli rastlantısal olarak doğru dürüst bir maaş oldu; sonra hepimizi kapı dışarı ettiler.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:75) “DELİ -... (Ahizeyi uzaklaştırır.) ha ha ha!... Duydun mu? Sizi kapı dışarı ederlerse kime ne bundan? Şunu da ilet: ‘Anghiari ve Bertozzo’yu bu mesele hiç ırgalamıyormuş,’ de! (Ahizeyi uzaklaştırır ve elini dudaklarına götürür, borazan gibi kuvvetli üfler) Bııırt... Evet, Bertozzo bırt yaptı.” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:17) “BRANDER - Katmerli domuz! FROSCH - Siz istediniz, ben de öyle oldum! SIEBEL - Hır çıkaranlar kapı dışarı!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:98) “Bir aralık, zavallı arkadaşlarım kovumsanmışlar (soğuk davranılmışlar), köşkün bahçıvanı yoluyla kapı dışarı edilmişlerdi. Fakat onlar, küçük, gönülllü çocuklardı. Gördükleri hakarete aldırmayarak beni köşkten kaçırmaya gelirlerdi.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:27) “ ‘... Kutsal kitabı geniş anlamda ele almak gerekir. Onu bir sembol olarak ele almalıyız ya da ilgimizi kesmeliyiz. Efendim, siz Adem ile Havva’nın gerçekten yaşamış olduklarına mı inanırsınız, bir sembol olduklarına mı? Peki öyleyse Tanrı’yı gizli düşüncelerimize siper etmenize izin vermeyeceğim. Ben size yapacağımı bilirim!’ ‘Hiçbir şey yapamazsınız!’ dedim ve herifi nezaketle kapı dışarı ettim.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:19) “Böylece, saygıdeğer Theodoros, neredeyse kapı dışarı edilmişti. Zaten o mektubu da ‘Otel Florida, 28 Obispo Sokağı, Havana’ antetli kağıda yazmıştı. Patrocinio sokağındaki evin boyutlarını biliyorsanız, Alis’in ileri sürdüğü bu gerekçeye ancak gülümseyebilirsiniz.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:282) “-... İşte o zaman afandım, Mister Rett’in delirdiğine karar verdim. Üstelik ne yiyor, ne içiyor. Bir de zil zurna sarhoş! Ama hepsi bu kadar değil afandım. O aklını iyice oynatmış, zır deli olmuş.. Beni hemen kapı dışarı etti. Affınıza sığınarak söylüyorum afandım, ‘s...tir buradan!’ diyerek beni odadan kovdu.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1270) “Uşaklar hastalanır ya da efendiler ölecek olursa kapı dışarı edilirler. Çünkü aristokrastlar boş oturan uşakları besler, ama hasta uşakları beslemezler. Çok kez dee mirascı babalarının beslediği uşakları besleyecek durumda olmazlar.” (Th. More, “Utopia”, sa:25) “Daniel birden ayıldı, dudaklarının arasından: -Yani, seni kapı dışarı ettiler, öyle mi? diye sordu.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:140) “Gomez yanıt vermedi. -Bence, dedi Ritchi, sanat insanlara şaşırtıcı, düşündürücü sorular sormak için yaratılmamıştır. Bak, diyelim, biri bana, anamla yatmak isteyip istemediğimi soruyor: Kapı dışarı ederim herifi, bilimsel bir anket yapmıyorsa tabii.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:31) “HECTOR, peşinden giderek. - Bunu işitmediniz. Yemekten sonra size anlatırım. Hoşlanacağınızı umuyorum. Doğrusunu isterseniz sizin için uydurmuştum. Ama buradan kapı dışarı edilince, hevesim kursağımda kaldı. Boşa gitmesin diye babanıza anlatıverdim.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:33-4) “-... Ben gidiyorum şimdi. Yasa ne derse desin, çocukları da birlikte götüreceğim, yani onlar da benimle gelecekler. -Sen deli misin Gertrudis? -Deli olan birisi varsa o da sensin. -Ama ne istiyorsun sen? -Hiç, ya ben ya o. Ya ben giderim ya da bu hizmetçiyi kapı dışarı edersin.” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:85) “HANNAH - Önemi yok. Ben sizin gözlerinizi açık yapabilirim. SHANNON - Bir yıl... sadece bir dini bölgem vardı, rahiplikten atılmamıştım, ama kiliseden... kapı dışarı edilmiştim. HANNAH - Ya... Neden kapı dışarı ettiler sizi?” (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:60) “Octave onun yanına gelince, söylenmesini sürdürdü: -Bu tembel kadına iş yaptıramıyorum. Ah! Efendim dükün evinde olacaktım ki! Çalışmayanı hemen kapı dışarı ederdim. Pardon, Mösyö Mouret, siz ne istemiştiniz?” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:110) “-Senin ne vazifen?... Keyif benim değil mi, istediğimi yapmakta serbest değil miyim? -Öyle mi? Pekala, ben de seni kapı dışarı edeyim de gör; evet, birazdan, eve gider gitmez... Seni, gömleğin kafana dolanmış halde nasıl bulduğumu Lise’e söyleyeceğim, mademki keyfin öyle istiyormuş, gider, kendini başka tarafta tokmaklatırsın.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:337) Kapı gibi, Kapı kadar : Büyük, kocaman, sağlam, güven verici “Baytarın kulağına eğildi: ‘Bundan sonra İshak Binbaşı buradan giderse yerine de başkası gelirse beni gene asmazlar değil mi?’ ‘Asmazlar. Elinde kapı gibi tezkeren var, bir de senin terhisini daha sağlam oldun diye nüfus cüzdanına da ekledi. Senin tezkerene top mermisi bile işlemez.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları, Cilt:3, sa:153) “Filozof, nihayet Anadolu’nun ücra bir köşesinde ilkokul öğretmenliğine tayin edilmiş, o da gitmemiş. Gitmez a, elinde kapı kadar diploma. Kızla mercimeği fırına vermişler, sevişme filan fişman derken bir gün ellerinden bir kaza çıkmış, müşterek bir günah işlemişler.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:48-9) Kapı kapı dilenmek : Fakrı zarurete düşüp kapı kapı dilenmek zorunda kalmak; dilencilikten başka çaresi kalmamak “E. DROMIO - Eşek olduğumdan benim de şüphem yok. Uzun kulaklarımla bunu kanıtlayabilirsiniz. Doğduğum günden bu ana kadar kendisine hizmet ettim de bütün yaptıuklarıma dayaktan başka karşılık görmedim..... sokağa çıkarken onunla dışarıya fırlatır; eve dönünce onunla karşılar, Dilencinin piçi gibi onu daima sırtımda taşırım. Beni sakat bıraktığı zaman da her halde kapı kapı onunla dileneceğim.” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:73) Kapı kapı bölüşmek : Yeni yapılan ev-apartman’dan bir ‘kapı’ (oda) alabilmek; Ebeveynlerden miras kalan büyük ev ya da malikanelerin kapı kapı (oda oda) bölüşülmesi “EVLER --------Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı: Kulübeler, evler, hanlar, apartımanlar Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı Ama size hiçbir hisse ayrılmadı Duvar dipleri, yangın yerleri halkı, Külhanlarla, sarnıçlarda yatanlar!” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:20) Kapı kapı dolaşmak : İş aramak; Elindeki malı satabilmek için evleri teker teker ziyaret ederek sipariş almak “Daha önce kuzeye hiç çıkmamışmış. Sanırım yakın zamana kadar da daha iyi bir işi olduğundan otellerde kalıyormuş. ‘Aşağı tabaka’nın, gerçekten yoksul sınıfın nerelerde yaşadığını, karaborsa bilet satanların, kapı kapı dolaşıp sipariş almaya çalışanların, o bitmez tükenmez günlerinin sonunda nasıl bir yere sığındığını ilk defa görüyordu.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:33) Kapı kapı gezmek : Gezmeye çok düşkün olup bu şekilde sosyal ziyaretlerle ömür geçirmek; Ticari bir malı satabilmek için hemen her kapıyı çalmak: Bir hayır derneği için iane toplamak; Siyasal ya da ulusal bir dava için seferber olmak; Kapı kapı dilenmek; Propoganda ya da dedikodu yapmak, bir haber yaymak “... feleğin sillesini yemiş bir adam, bir aşk kurbanı, ama şimdi iyileşmiş,..... belki bir tabak yahniyi ya da soğanlı fasulyeyi, ve her zaman meyveleri, kayısıları, şeftalileri, narları, verimli bir yazın ganimetlerini kabul etmeye hazır bir adam olarak kapı kapı geziyorum. Bir dilenci gibi yiyor, yemeğimi öyle iştahla mideye indiriyor, tabağımı öyle silip süpürüyorum ki beni görenlerin iştahı açılıyor.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:170) “Gidiyorum, dedi komşuları, doğrusu bir şeylerin döndüğünü anlamıştım, ama böyle bir şey olabileceğini düşünmemiştim, Senden bir ricam olacak, dedi damat, Nedir, Benimle birlikte polise gelmeni isteyeceğim, böylelikle kapı kapı gezip işlediğimiz korkunç suçları anlatma zahmetinden de kurtulmuş olursun, düşünsene bir kez, çocuk katilliği var, baba katilliği var, tanrı aşkına, ne menem katillermişiz biz bu evde yaşayanlar yahu...” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:47) Kapı komşu, komşusu : Aynı sokakta, yan yana evde yaşayanlar “Onun yanı başına ve Madam de la Tour’un yeri üzerine bir kulübe daha yaptım. Böylece iki dost kadın hem bir arada kapı komşu olacaklar, hem de her biri kendi toprağı üzerinde bulunacaktı.” (B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:17) Kapılanmak : Bir yere kapağı atmak, bir işe ya da eve yerleşip kalmak “Tiyatro kuruldu. Birinci temsilden sonra da kapandı. Herkes bir tarafa dağıldı. Seyirciler de, aktörler de, yazıcılar da yüz elli lira maaşlı bir yere kapılanmak üzere gözden silindiler.” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:71) “(Hans’ın) Babası mavi ketenden bir işlik <önlük> almıştı kendisine, bir de yün karışımı mavi bir kasket. Hans bir denemek için giydi bunları, tornacı kıyafeti içinde gözüne hsyli gülünç göründü; okul müdürünün, matematik öğretmeninin Flaig Ustanın atelyesinin ve rahip efendinin evinin önünden geçerken ölüp ölüp dirildi. Bunca çile, çaba ve alın teri büyük bir teslimiyetle <kabullenme> yaşanan bunca küçük sevinç, bunca gurur ve hırs, umut ve neşeyle dolu bunca düş boşuna mıydı? Bütün arkadaşlarından daha geç, arkadaşlarının alaylarıyla karşılana karşılana acemi bir çırak kimliğiyle bir atelyeye kapılanmak için miydi hepsi?” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:177-8) Kapılmak (Korkuya, sele, telaşa): Sürüklenip gitmek, duçar olmak, tutulmak, aşık olmak “Sırp kız iki saat sonra geri geldiğinde gidip yanına oturdu, çantasından usturasunu çıkardığı gibi kulak hizasından yüzünü çiziverdi: Derin değildi, tehlikeli de değildi, sadece ona bu geceyi asla unuttturmayacak küçük bir yaraydı. İki kız saç saça baş başa girdiler, etraf kan revan içinde kaldı, müşteriler korkuya kapılarak kulübü terk ettiler.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:153) “ ‘Konu kapandı, en önemli açıdan kapandı. Dediğiniz gibi fantezisini okudum size, amacım size onun, özellikle de burada, Petersburg’da, Neçayevcilerin (Rus devrimcilerinden bir grup) etkisine ne kadar giirdiğini göstermekti; Tanrı bilir ona buna kolay kapılan, aklı bir karış havada kimbilir kaç gencimizi yolundan saptırdı bunlar...’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:50-1) Kapı muhabbeti, sohbeti : Özellikle toplumumuzun adeti, bir dosttan ayrılırken kapıda dakikalarca ayakta sohbet etmek “Kedi resmi çizmeye bayılırdım; kedi, en sevdiğim hayvandır zaten. Eğer enkarnasyon diye bir şey varsa, ben önceki hayatımda garanti kedi idim. Bir bakıyorsun ki komşular kapı muhabbetinde, çay bardakları, boş tabaklar mutfağa taşınıyor...” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Sebastian”, sa:154) Kapının yolunu göstermek : Kovmak, Kapı dışarı etmek “Jonas, Louise’in kızkardeşini, koca bir kızla dul kalmış olan Rose’u yardıma çağırmayı esinledi. ‘Evet, dedi, Louise, Rose’dan rahatsız olmayız. İstediğimiz zaman da kapının yolunu gösteririz ona.’ ” (A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:97-8) Kapı önüne konmak, konulmak; bırakılmak : Bir işten kovulmak; İşten ya da evlilikten koyverilmek, azat edilmek “Birbirlerini sevdiklerinden emindim, afakt aynı derecede emindim ki hayat bu tür oyunları yalnızca benim ailemin içinde oynamıyordu. Boşanmak, özellikle kocalarını kovmak, yaşadığımız çevrede sanki moda olmuştu: kim, kaç kez, kocasını nasıl ‘kapı önüne bırakır, sonra yine affeder ve yine kapı önüne kor.’ ” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Prova”, sa:104) “DELİ - Rica ederim. Diğer yandan bilindiği gibi, bazı durumlarda sakıncalar da doğurabilir. Birisi bir anarşiste gidip, ‘Durumun kötü, demiryollarındaki amirlerine senin anarşist olduğunu söylediğimde halin harap... O saat kapı önüne koyarlar seni... İşten kovulursun!’ Bu düşkırıklığı demektir...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:32) Kapıp koyvermek : Dizginleri serbest bırakma; tutkuları ve kendini frenlediği konularda serbest bırakıp aşırı kullanmak “Su kenarında ılık bir akşam başlamıştı. Kavakların tepesinden kuş sesleri geliyordu. Su üzerindeki kömelerden birindeydik. Bir köyü kendisine kaynak yapan bu küçük çayın sazlıkları içinde o göl, durgun sularını böyle kapıp koyverdiğine pişman yine uyuklardı. Bu çay yine bir göldü sanki...” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:27) “Ama Margot öylesine rahattı, ısırmak, yalamak, öpmek sanatlarında öylesine bilgiliydi, beni elleriyle ve diliyle keşfetmeye, atağa geçmeye, baygın düşmeye öylesine coşkulu, kendini hiç çekinmeden ve utanmadan vermeye öylesine hazırdı ki, çok geçmeden ben de kendimi kapıp koyverdim.” (P. Auster, “Görülmeyen”, sa:46) “Yemek masası, büyüklerle rastlaştığımız tek yerdi. Günün geri kalan bölümünde dairesine çekilen annemiz, dantel örer ve iş işlerdi. General, geleneksel birer kadın işi olan bu tür şeyler yapmayı bilirdi ancak. Ama iş işlerken, savaş tutkusunu kapıp koyverirdi. Danteller ve işlemeler genellikle birer haritaydılar: Yastık ya da halıların üzerine gerili, annemizin ezbere bildiği Avusturya tahtı için verilmiş savaşları gösteren küçük bayraklar ve iğnelerle delik deşiktiler.” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:14) “O kadar heyecanlanmıştı ki, yerinden fırlayıp haykırdı: ‘Kurşuna dizilmek, sonra da muhteşem bir askeri törenle gömülmek isterim!’ Şvayk, ‘Hemen kapıp koyvermeyin,’ diye araya girdi. ‘Kafayı çalıştırırsanız, kimse bir şey ispatlayamaz size karşı.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:275) “Niçin ölümü seçmediğimi ilerde söyleyeceğim. Suçluluk damgasını bir yol yemiştim sevdiğim kadından, bir hata işlemiştim, bağışlanacağımı da artık ummuyordum, kendimi bayağı serüvenlere, eğlencelere kapıp koyvermekten başka ne gelirdi elimden. Vurdumduymazlık içinde günümü gün etmeye baktım, dünyayı dolaştım, çılgınca yeni hazlar, yeni tutkular peşinde koştum.” (G. de Nerval, “Aurelia: Rüya ve Yaşam”, sa:12) “Brunet ona öfkesiz gözlerle bakıyor: Kim bu, nasıl bir adam? Bir aydın mı? Anarşist mi? Savaştan önce neydi? Biraz fazla hantal, kapıp koyvermiş biraz, ama bütünüyle iyi, işe yarayabilir.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:271) “FEDYA - Yokum. Ben bir ölüyüm. (Artemiyev masalarına iyice eğilerek onları dinler.) Dinleyin, size şunu söyleyebilirim. Çok oldu... Benim asıl adımı da bilmezsin. Olay şöyle oldu: karıma çok eziyet ediyordum. Bütün varımı yoğumu yedim çekilmez oldum. O vakit onu koruyacak biri çıktı..... Sonra ben kötü yola sapmaya, karıma eziyet etmeye başlayınca bize daha sık gelmeye başladı. Bunu ben de istiyordum. Onlar bu arada birbirlerini sevmeye başladılar. Bense büsbütün kaptım koyverdim.” (L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:134) Kapısını aşındırmak : Çok sık ziyaret etmek “... ilkel nezaket kurallarına uymak için yapmıştı bunu. İvan durumu bir anda kavradı. Smerdyakov’un haince, soğuk, adeta kibirli bakışı ‘Ne diye kapımı aşındırıp duruyorsun’ demek ister gibiydi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:181) “Aradan bir süre geçince para bağışları artmaya başladı. Parası olanlar da, olmayanlarda M. Mriel’in kapısını aşındırıyordu. Kimisi sadaka veriyor, kimisi istiyordu. Bir yıl geçmeden Mr. Myriel, iyilikseverlerin kasadarı, ihtiyacı olan herkesin destekçisiydi.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:25) Kapısını çalmak : Hal hatır sormak, anımsamak, aramak Bk.: Kapıyı çalmak “Kien adamla konuştuktan sonra başını dinleyebilmesini kime borçlu olduğunu anlamıştı. (Birkaç yıldır bir tek dilenci bile kapısını çalmamıştı.) Daracık hücrede iri yarı, ayı gibi güçlü adamla adeta burun buruna durmaktaydılar. Kien üzerüne aldığı işi canla başla yapan kapıcıya her ay belirli bir ‘bahşiş’ sağladı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:113) “Türkiye’nin en ünlü ressamının resim almak için kapısını birileri en sonunda çaldı diye ne kadar sevindiğini, bu sevincini gizlemek için ne pozlar yaptığını ve biz elimizde resim çıkarken yerlere kadar eğilip nasıl temennalarla selamlar verdiğini görseydin, bu ülkede ressamdı, sanatçıydı hiç olmak istemezdin oğlum.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:343) Kapısının önüne saman çöpleri serpmek : Orta Avrupa kültüründe, saman çöpleri ‘sahteciliğin’ simgesi olduğundan, özü sözü bir olmayan, yalancı bir kimsenin yalanı ortaya çıktığında eş dostun tepkisi “GRETCHEN - Adam onu mutlak olarak nikahına alır. LIETSCHEN - Delilik etmiş olur! Becerikli bir delikanlı, başka yerlerde de yeterli nefes alabilecek hava bulabilir. Zaten gitti bile. GRETCHEN - İşte bu güzel bir hareket değil! LIESCHEN - Kız onu ele geçirirse, kendisi için fena olur. O zaman çocuklar onun çiçeklerden yapılmış tacını yolarlar, biz de kapısının önüne saman çöpleri serperiz.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:189-90) Kapış kapış gitmek : Son derece bereketli bir satış yapmak, yok satmak “O gece bir araba kiralayarak şurupları kasabanın ana caddesinde satmaya başladım. Fisher Hill satmalı, alçak bir kasabaydı. Halkın böyle ‘pnömokardiyak antiskorpitik’ karışık, düş ürünü bir ilaca gereksinimi olduğu tanısını koymuştum. Şuruplar paskalya çöreği gibi kapış kapış gidiyordu.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:84) Kapışmak : Şiddetli tartışmaya, kavgaya girişmek “(Hans) derslerde elde ettiği sonuçlardan duyduğu hoşnutsuzluk büyüdükçe, Heilner’in etkisiyle, sınıf arkadaşlarından kendini daha bir kesinlikle soyutlamıştı. Örnek bir öğrenci, yarının sınıf birincisi olarak öbür öğrencilere yukardan bakmak için bir neden yoktu artık..... En çok da kusursuz öğrenci Hartner ve küstah Otto Wenger’le sık sık kapışıyordu. Otto Wenger bir gün yine alay edip kendisini kızdırmış, Hans da çileden çıkıp bir yumrukla karşılık vermişti. Bunun üzerine fena halde dayak yemişti Otto Wenger’den. Wenger, ödleğin biriydi aslında, ama Hans gibi güçsüz biriyle de başa çıkması zor değildi, hiç acımadan yumruklayıp durmuştu Hans’ı. Heiner o sıra olay yerinde yoktu, ötekiler de elleri böğürlerinde kavgaya seyirci kalmış, Hans’ın yediği dayağı ona hiç de çok görmemişlerdi..... Utanç, acı ve öfkeden gece gözüne uyku girmemişti. Dostu Heilner’e olaydan hiç söz açmadı, ama o günden sonra oda arkadaşlarından iyice soyutladı kendini, onlarla artık pek konuşup görüşmedi.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:115) “SESLER Bir daha de bakayım! (Çıngar çıkar, kapışmak üzere olan iki adamı ayırırlar.) İtiş kakış yok! Bu geceEsas adam kimmiş gör! Pis Hollandalı!” (Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8) “Bayan Maria José, öyle bir tokat aşketmişti ki, tek bir küfür etmesine bile vakit kalmamıştı. Sonuçta sarı benizli, bir daha Bay Deadato’nun dükkanına adım atamadı. Dediklerine göre fena halde kapışmışlar, hatta etekleri yukarılara sıyrılacak biçimde yerlerde bile yuvarlanmışlardı.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:139) Kapıya dayanmak : Kapılarına, yakınına-varoşlarına yaklaşmak (memleket, problem, şehir) “Canavar’ın yılına girmemize daha dört uzun ay var, oysa gelmiş dayanmış bile kapıya.. Gölgesi, yüreklerimizi ve evlerimizin pencerelerini örtüyor.” (A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:11) “Kocakarı dular ederek geçip gitti. İkindiye doğru, gözünün biri kör olduğundan, tavuk gibi yan bakan bir herif dayandı kapıya... Ağır işitiyor olmalı ki, elini kulağının ardına koyup sordu: -Hangi yangında yandınız siz?” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:77) Kapıya koymak : Kapı dışına bırakmak, kovmak “Berthe hemen dingin bir biçimde karşısına dikildi: -Az önce söyledğinizi, sıkıysa annemin yüzüne söyleyin bakalım. Sizi nasıl kapıya koyar. -Ah! Beni kapıya koyacakmış! Pekala, hemen çıkıp söyleyeceğim.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:125) Kapıyı çalmak : İçerdekini ikaz arzusuyla kapıya vurmak, zile basmak Bk.: Kapıyı tıklatmak “Kadının boynu bükük beklediğini gören Mösyö Nazarie, ‘Sen bu köyden değil misin?’ diye sordu. ‘Ben Transilvanyalı’yım,’ dedi kadın gururla. ‘Ama Mösyö Egor bir türlü uyanmıyor. Kapıyı çaldım, çaldım, duymuyor...’ ” M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:53) Kapıyı küttedek çarpmak, kapatmak : Bk.: Küttedek çarpmak, kapamak Kapıyı tıklatmak : Zil çalmadan, rahatsız etmemek gayesiyle, onun yerine parmak uçlarıyla, genellikle elin orta parmağını bükerek yanlamasına tıklatmak “Bu kapı vuruşlarının nereden geldiğini bilecek gibi; gerçekten kapıya falan vurulduğu yok, bambaşka bir yerden geliyor sesler, ama uyku sersemliğiyle böyle bir sanıya nerden vardığını kestiremiyor…..Sabahleyin hizmetçinin kapıyı tıklatmasına uyanıyor, kurtulduğundan ötürü bir oh diyerek kapı sesini selamlıyor; bu sesin işitilmezliğinden hep yakınmıştır şimdiye kadar.” (F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Blumfeld, Yaşlıca Bir Bekar”, sa:137) Kapıyı vurmak : Kapıyı çarparak çıkmak “Aynı zamanda annemle birkaç dakika daha, tuhaf bir yok etme, isyan etme, acı verme ve acı çekme azmiyle ağız kavgasına tutuşacağımı, daha sonra, en şiddetli sözleri ettikten sonra kapıyı vurup kirli, karanlık gecenin içine çıkıp, arka sokaklara koşacağımı biliyordum.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:339-40) Kapıyı yüzüne çarpmak : Hiddetle ve kabaca birinin yüzüne kapayı kapamak “Fakat emir eri sert bir tavırla, yüzbaşının kimseyi kabul etmediğini söyleyerek, ihtiyarı göğüsleye göğüsleye sofadan çıkarmış, kapıyı yüzüne çarpmış.” (A. Pushkin, “Biyelkin’in Öyküleri”, sa:142) Kapı yoldaşı : Aynı yerde çalışan, aynı kaderi paylaşan, meslektaş “O bir mürebbiye (çocuk bakıcı ve terbiyecisi), ben bir okul öğretmeni olduğum için kendisini benimle kapı yoldaşı sayıyordu. Benimle gizli bir çatışmaya girişimi, bir meslek zorunluluğu bildi. Fakat, bu maskarayı öyle bozdum ki....” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:293) “-Kadının dayısı dümendeymiş. Sorgu yargıcının dostu, bizimkinin kaçtığı evde... -Tamam! Sidikli’yi sızdırdılar öyleyse... Severim kahpeyi... Sidikli’ye biz de çalıştıydık. Kapı yoldaşı olduğumuzdan seni buraya alıyoruz. Gürültü mürültü edersen, canımı sıkarsan, ufalarım!” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:46) Kapitone (Sabahlık) : İki kumaş arasına, dolgu maddesi olarak, baklava dilimi ya da kare şeklinde pamuk veya sünger koyarak biçimlendirilmiş sabahlık “Hiçbir zaman gerçekleşemeyecekti bu düşleri. Tutuklu gibi yaşayacaktı o loş evde, kapitone sabahlıklı, kılcal damarları görünen kadınla; her gün o plastik çiçekleri, yer yer kelleşmiş, kiri sarı kadife koltukları, formika masayı, sarımtırak iç bulandırıcı bir hüznü, beceriksiz bir hadım erkekliği taşıyarak.” (Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:139) Kapitülasyon (Fr.) : Bir ülkede, o ülkede yaşayan vatandaşların zararına, yabancılara verilen ayrıcalıklar “Dagoberto ve Alberto, Humberto ve bilmem hangi Berto kalelerine çekildiler, ama kutsal birlik çatırdamaya başladı; kapitülasyon haberleri gelmeye başlamıştı bile, ne yapacağız, boşver onları, sonunda gülen biz olacağız; öç düşüncelerinin Hıristiyanlık’la bağdaşmadığını çok iyi biliyorum Sinyor Rahip Agamedes, daha sonra günah çıkaracağım; tam olarak böyle değil Sinyor Alberto, Musa’nın beşinci kitabında şöyle diyor; ‘Öç benimdir, zamanı gelince karşılık vereceğim.’ Bizim Rahip Agamedes tam bir bilgelik anıtı, İncil’de, o kalın kitapta böyle uygun bir bölüm nasıl buldu, öteki tüm kanıtlar geçersiz kaldı.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:292-3) Kap kacak : Bardak, çanak, çömlek, tabak, tencere vb. mutfak araç gereci “O son on beş yıl boyunca evin içinde hemen hemen hiçbir şeyi değiştirmedi babam. Ne bir eşya ekledi, ne bir eşya çıkardı. Duvarlar aynı renkte kaldılar, kapkacak yenilenmedi, annemin giysilerini bile atmayıp tavan arasındaki bir dolapta sakladı. Evin büyük olması, babmı içindeki eşyalarla ilgili bir karar alma zorunluluğundan kurtarıyordu.” (P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:15) “Mutfağın yanında bulunan eski odasına çabucak bir göz atmakla yetindi adam. Kien’in, ne denli iyi gizlenirse gizlensin, büyük bir odada bulunabileceğini düşünüyordu. Mutfağa girdiğinde, tüm kap kacağı kırmak için dayanılmaz bir istek bürüdü yüreğini.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:320) “TİRAT Hep bu derli toplu yatak odası, hep bu bulaşık mutfak masası, hep bu mobilyalar, vitrin kap kacak hep bu bildik örtü, çatal ve bıçak hep bu dayanılmaz ve korkunç alem ve hep bu cehennem, hep bu cehennem.” (Ivan Dinkov<d.1932>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.08) “Milanolular Lodi’yi ikinci kez yakıp yıkmışlar, daha doğrusu önce yağmalamışlar, hayvanları, hayvan yemlerini ve evlerdeki eşyaları, kap kacağı alıp götürmüşler, sonra da tüm Lodi halkını surların dışına götürüp, şehirden cehennemin dibine kadar çekip gitmezlerse, kadın, yaşlı, çocuk dinlemeyip herkesi, hatta kundaktaki çocukları bile kılıçtan geçireceklerini söylemişlerdi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:65) “-Keratanın oğlu, evde ne kap bıraktı ne kacak. Baba yadigarı bir iki kilm, bir asma saat vardı, hepsini Sandal Bedestanı’nda okutmuş. Son yirmi günden beri de eve uğramıyor, nerde yatıp kalktığı belli değil...” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:50) “... ocak, az miktardaki ekmek ve tahılı, Virgil’in hiç su yüzü görmeyen çizmelerini, kamçısını, örgü kırbacını ve eski şişeler, kulpsuz sepetler, her türlü kap kacaktan ibaret ve realist bir ressam fırçası için pek çekici olan berbat manzaralı bir karma karışıklığı, korumaya yeterdi.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:15) “Félicité, ayini kaçırmamak için, şafakla kalkar, akşama kadar durmadan çalışırdı. Akşam yemeği bitip de kapkacağı yerli yerine koyduktan, kapıyı iyice kapadıktan sonra küller altındaki odunları karıştırır ve elinde tespihi, ocağın karşısında uyuklardı.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:6) “En iyisi evde oturmaktı. Büyük salonda, yanında lambası, resimlere bakıyordu. Yuvarlak masaya abanarak, mutfaktan gelen kap kacak seslerini dinliyor, dalgın dalgın yaprakları çeviriyordu.” (J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:167) “ ‘Dışarda hava çok sıcak,’ dedi Georg kaldığı yerden konuşmasını sürdürerek ve oturdu. Baba kahvaltıdan kalan kap kacağı toplayıp bir kutunun üzerine koydu.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:99) “Kış II. Güneş vuruyor mutfağın çinileriyle sandalyelere, Ortaya çıkıyor her şey, kap kacak, üst üste yığılı gazeteleri Gölgeli duvarlarda dostların ve çocukların. resimleri asılı. (Joan McBreen-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.12.04) “Derken alemde ne kadar kap kacak varsa ortaya koymasınlar mı? ‘Cüzdan’ dediler çıkardılar. ‘Çanta’ dediler çıkardılar. ‘Kasa’ dediler çıkardılar. ‘Dolap’ dediler çıkardılar. ‘Çekmece’, ‘konsol’, ‘sandık’ dediler çıkardılar.” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:18) “Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraktan ağlayarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer bulamazlar. O zaman kap kacaklarını, pılılarını pırtılarını yok pahasına satarlar. Onlar da bitince ne kalır yapılacak: Çalmak ve Tanrı buyruğuyla asılmak.” (Th. More, “Utopia”, sa:28) “Bir gün sonra <Gautier> yangın yerlerine tekrar gider ve yangından kaçırabildikleri halılar, şilteler, yastıklar, kap kacak ve diğer mallarla iki gün içersinde yaptıkları barınaklarda yaşamaya çalışan yüzlerce ailenin başlarına geleni ‘kader’ diye kabullenişini bir Türk-Müslüman özelliği diye görmeye çalışır.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:199) “Ka’nın etkilendiğine karar verince Serdar Bey bir başka konuya geçti. ‘Dinciler kapı kapı dolaşıyorlar, takımlar halinde evinize misafir geliyorlar, kadınlara kap kacak, tencere, portakal sıkma makinesi, kutularla sabun, bulgur, deterjan veriyorlar, yoksul mahallelerinde hemen dotsluklar, kadın kadına yakınlıklar kuruyorlar.’ ” (O. Pamuk, “Kar”, sa:31) “İSMENE Uğrayın arada bir - beni sevindirirsiniz. Günler bir türlü geçmiyor burada. Artık ne gelen var, ne giden, eşyanın, çatıdaki kirişlerin, döşemenin, merdivenlerin, sıvıların, kapkacağın, perdelerin, menteşelerin o bilinen eskimesinden başka...” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:168) “ ‘Peki, çocukları her şeyi bir başlarına öğrenmek, kapkacaklarını kendileri yapmak, sütlerini kendileri sağlamak vb. zorunda bıraksak... Yaramazlık yaparlar mı o zaman? Açlıktan ölürler.’ ” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:701) “Sirk Hayvanlarının Kaçışı III O usta işi imgeler eksiksiz oldukları için Ruhun saflığında ortaya çıkmışlardı, Ama onların kaynağı ne? Bir yığın çöp, Sokaktaki süprüntü, kırık dökük, kap kacak, Boş şişe, kuru kemik, paslı demir, teneke Bir de kenarda duran o yaşlı sürtük.” (William Butler Yeats<1865-1939>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 24&31.12.09) Kapkara, kapkara kesilmek : Koyu siyah, simsiyah, kaskara, kasvetli; kararmak “Köşe başında bir çöpçü vardı, kapkara bir genç. Nereden gelmiş, Senegal’den mi, Kamerun’dan mı, Çad’dan mı, Gine’den mi? Sokakları süpürüyor başını kaldırmadan. Bakmıyor zengin, mutlu görünüşlü turistlere.” (O. Akbal, “İstinye Suları-Paris Sokakları”, sa:65) “Ne de olsa daha dokuz yaşındaydım. Yaşıma göre oldukça dayanıklı olsam da göründüğüm kadar dayanıklı değildim aslında. Usta tam o sırada kapkara gözleriyle beni yukarıdan aşağıya süzüyor olmasaydı büyük bir olasılıkla sokağın ortasında zırıl zırıl ağlamaya başlardım.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:9) “Asar’dan aşağı, boş tarlalar arasından iniyordu Ali Gede. Birden gökyüzünde kara bir bulut gördü. Çok yükseklerden, Acıgöl yanlarından gelip Burdur yanlarına doğru geçen, kara, kapkara bir buluttu. Gün vuran yerleri ak çelik gibi parlıyordu.” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:6) “Bir yıldır onun yanında çalışıyordum. New York’a geldiğimde önceleri küçük işler peşinde aylak aylak dolaşmıştım. Bir ay sonra da, kapkara bir sefaletin içine düşmüştüm. Alia’nın parası tükenmiş, otel hesabını ödeyecek param kalmamıştı. Otelde Kalyagin’in ilanı gözüme ilişmişti: Bir sekreter arıyordu.” (N. Berberova, “Kara Acı”, sa:36) “... derken o da söndü, sonra yine arkasındaki, yanındaki o gri karanlık, önünde hepsi de sessiz, hepsi de kara bir sürü eviyle kapkara gece. Yalnızca uzaklarda göğü tarayan ışıldakların o suspus olmuş, dehşet uyandıran ceset parmakları.” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:8) “Şakayık, bu elbiseler içinde David’i yadırgadığı için, onları hiç sevmezdi ama, yakıştığını da kabul etmek zorundaydı. David, başka zaman, daha rahat diye, hep Çinli elbiseleri giyerdi. Bu gece arkasında mavi üzerine turuncu yollu bir Yahudi elbisesi vardı. Başına da, kısa kapkara kahküllerinin üzerine, mavi ipekliden bir takke geçirmişti.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:13) “... Tiber nehrini izlerken, sığ ve kapkara sularda yansılanan ışıkların titreştiğini görmek için zaman zaman duracak, kıyıdaki duvara yaslanıp bakacaksınız, bu sırada üzerlerinde dansedilen ponton’ <sal>lardan, akşam rüzgarıyla uzaklara savrulan beylik bir müziğin yankıları gelecek kulağınıza...” (Michel Butor, “Değişme”, sa:96) “İlkbaharda, Tipasa’da tanrılar oturur ve tanrılar güneşin ve pelin kokularının, gümüş zırhlı denizin, el değmemiş mavi gökyüzünün, çiçeklerle kaplı yıkıntıların ve taş yığınları arasında kabar kabar kabarmış ışığın içinde konuşur. Kimi saatlerde, ortalık güneşten kapkaradır.” (A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:15) “Parolaydı bu! Arkama dönünce kırk yaşlarında bir adam gördüm; altında haki bir Bermuda şort, sırtında beyaz, tere batmış bir tişört vardı. Çingene’ye bakıyordu. Saçları ağarmış, teni güneşten kapkara olmuştu.” (P. Coelho, “Hac”, sa:35-6) “BEYAŞK -----------Şimdi geceyarısı kara kapkara, Gece tüm çiçekler, Doldurun, doldurun, içelim, Aynı renkteler.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:80) “Modulor - Ülküsel Ölçüler Ve araç gereç ve tahıl taneleri ve sözcük ilgisizce küçümsenerek bir köşeye itilmiş kalmış. Ama taşlara bu kadar da bakmak zorunda değilsin. Sessizliğin içindeki sunakları dikmen gerekmez. Dövüp yıkman gerekmez küçücük yabancı cepheyi Sıkıp soğurman gerekmez bunca kapkara yüreği.” (Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.04.08) “Surların üzerinde, erimiş kurşunların akarken bıraktığı geniş izler seçilmekteydi. Orada burada, yıkılmış bir tahta kule yanmaktaydı. Evler, harabeye dönmüş bir amfitiyatronun basamakları gibi hayal meyal görünüyordu. Koyu dumanlar yükseliyor, bunların arasında yuvarlanan kıvılcımlar kapkara gökyüzünde kaybolup gidiyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:318) “HAKİKAT *** Evrenin yüzüne bak, kapkara, Işıklarına perde çekilmiş. ‘Dayan! Sabır!’ Bunlar Allah’ın sözleri, Sabrın meyvesi suları akan nehir gibi.” (İmad Abdullah Hasan, “Guantanamo”dan Şiirler”, sa:64) “Küçük, güzeller güzeli, büyüyünce hiç kuşkusuz gerçekten güzel olacak kız çocukları yüzlerinde tek leke bile olmadan uyuyorlar, ama sabahları kapkara mavi lekelerle uyanıyorlardı, sanki birisi onları adamakıllı dövmüş gibi. Sonra bir balık gibi solgunlaşıyor, ağlamaya başlıyorlardı. Kimileri yerde kertenkeleler gibi sürünürken, kimileri de deli gibi koşuyor, duvarlara çarpıyor, titriyorlardı.” (O. Hijuelos, “Dünyadaki Evimiz”, sa:97) “Böyle konuşup oturdu o, kalktı hırsla gücü yaygın Agamemnon, yiğit Atreusoğlu, kapkara bir öfkeyle doluydu yüreği, yanıyordu iki gözü yalım yalım.” (Homeros, “İlyada”, sa:75-6) “FOLKLOR <2004> --------------Birbirine yaslanan harfler Yorgunluktan donmuşlardı kapkara. Birisi belli ki adını yazıp atmıştı onları buzultaşlara Dişi kurt yalarken yaralarını harflerin tüyleri diken diken hele bu dişi kurt öldürülen eşi için çıldırasıya ulurken.” (Fehim Hüseyinov <d.1954 >-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.05.05) “Bunların arasında, temel harçlarını yoğuran Sudanlıların artık insana benzer tarafları kalmamıştı. Birer hayvan görünümü almışlardı. Üzerinden iri ter damlaları akan kapkara yüzler. Yeryüzü boşluğuna yalvaran kanlı gözler. Tempoyla kalkıp ağır aletlerini indiren kollarla birlikte hep bir ağızdan uluyan acınacak sesler.” (P. Istrati, “Sünger Avcısı-Bakır”, sa:32) “Nihat aldırmayarak devam ediyordu: ‘Sana iğrenç gelmiş olabilir: Ama bir zamanlar canlıydı, gülmüştü; bir zamanlar dudakları vardı. Kaç defa öpmüştüm o dudakları... Şimdi kapkara iki boşluk o güzelim gözleri, kimbilir kaç defa fettan bakışlarını yakaldığım...” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:42) “Önce avlunun su birikintisine bir iki damla düştü, sonra gök şiddetle çatladı, incirin yapraklarında bir gürültü koştu, yağmur dökülmeye başladı. Yağmur yağıyor, sonu gelmiyordu. Her taraf ocağın içi gibi kapkara olmuştu.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Ayşe’nin Yazgısı”, sa:172) “Güneş, Kastello’ya ulaşmış, damları ışığa boğmuştu. Şimdi kabarıyor işte ve inişli çıkışlı yokuşlara yayılıyor, köyün kaskatı çirkinliğini acımasız, çırılçıplak ortaya koyuyor. Kül rengi, asık suratlı bir köydü bu; kupkuru, taştan yapılmış, evlerinin kapılarını kurtlar kemirmişti, iki büklüm giriliyordu içeriye; kapkara, kasvetliydi eviçleri.” (N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:11) “Evcil Sol elim bir kağıt parçasının üstünde; silsen başparmağım ve işaretparmağımı değiştiresen onu dizelerle, elim kesilir ve yukardan görünen kemik benzer kapkara ufak halkalarla kağıt parçasına zincirli bir kuşun adımına.” (Aksinia Mihailova<D.1963>-Zeynep Köylü, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.02.10) “Nedir yaşam, ne zevki var altın Aphrodite olmadan? ------------------------------------Gelip çatınca acıyla dolu yaşlılık, hem çirkin, hem kötü olunca insan, kapkara kaygılar dolanır durur kafasında, artık tat almaz olur gün ışığına bakmaktan, gençler tiksinir ondan, hor görür kadınlar; böyle zorlu kılmıştır işte yaşlılığı tanrı.” (Mimnermos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:75) “Bayan Brooker sağlığını yitirmiş olduğundan, çoğunlukla yemeği adam hazırlardı; eli kirli olan herkes gibi onun da öte beriyi tutmada özel, değişmez bir tarzı vardı. İnsana bir dilim tereyağlı ekmek uzatsa, üzerinde mutlaka kara bir başparmak izi bulunurdu. Daha sabahın erken vaktinde, sakatatı çıkarmak üzere Bayan Brooker’ın sedirinin arkasındaki o gizemli mahzene inerken bile elleri kapkara halde olurdu.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:25) “Ormanlarımızın temelli yerlileri olan maymunlara gelince: Bunlar da kapkara yüzleri, yeşilimsi ve sincap kıllarıyla kıytı ve sık dalların arasında oynaşır, kimi kuyruğunu salıncak yaparak dallarda sallanır. Yavrusu kucağında bazı ana maymunlar da daldan dala atlar.” (B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:91) “Yaz Vakitleri III -----------------Ve sen, kapkara gökler altında Kap katı uğursuz bir kavanoz. Ölü külleri dolu, girilmez bir mezarın baş ucundasın.” (Albert Samain<1858-1901>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.05.03) “Dükkanların vitrinleri o zamanlar pek ender yıkanırdı: Tozlu topraklı pis vitrinlerdeki, kırmızı giysili balmumundan yapılmış, sıçan ve fareleri temsil eden küçük nesneleri görebilmek için insanın gözünü dört açması gerekiyordu. Bu hayvanlar yüksek bordalı bir gemiden bastonlarına dayana dayana iniyorlar, aşağı iner inmezi gösterişlice giyinmiş ama vitrin tozu toprağı yüzünden pislikten kapkara kesilmiş bir köylü kızı üstlerine ‘Tu-pu-nez’ <Bir tür böcek ilacı> serpiyor, fareler ve sıçanlar korkuyla kaçışıyorlardı.” (J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:62) “Saatler, ben saydıkça geçiyor da peşpeşe. Nurlu gün, bakıyorum, çirkin geceye göçmüş; Görüyorum soluyor, yaşlanıyor menekşe. Kapkara büklümleri kaplıyor apak gümüş.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:12, sa:65) “TELEFON KONUŞMASI ---------------------------------Fiyatı uygun görünüyordu evin, yeri Önemli değil. Kirayla geçindiğine Yemin ediyordu sahibi Özgüvenden başka Bir şey kalmamıştı bende. ‘Hanımefendi’, dedim, ‘Gevezeliği sevmem-Afrikalıyım’ --------------------------------Pipo yakılmıştı sanki. Hatalıydım Afrikalıyım demekle. ‘Ne kadar siyahsınız?’ Yanlış duymamıştım... ‘Teniniz açık mı? Kapkara mı yoksa?’ ” (Wole Soyınka<d.193 4>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.06.09) “AVUKAT Sevgili dostum, senin şala sığmaz bunlar. Şu duvarlara bak; sanki bütün günahlar bir araya gelmiş de duvar kağıtlarına satır satır yazılmış!.... Buraya gelen kimsenin yüzü gülmez. Yalnızca kötü bakışlar, gıcırdayan dişler, sıkılmış yumruklar.. ve herkes kinini, kıskançlığını, kuşkusunu benim üstüme boşaltır... Bak, ellerim kapkara; hiçbir zaman temizlenmez. Görüyor musun, nasıl şişmiş, kanıyor...” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:32) “ ‘Ne var Zezé?’ ‘Işığı söndürmeyi unuttum.’ ‘Sana nasıl yapman gerektiğini öğreteceğim. Yanaklarını iyice şişir ve üfle.’ Dediğini yaptım ve odam yeniden kapkara kesildi. Uyku, gözkapaklarımı iyice bastırarak geliyordu. Ve gülümsüyordum.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:17) “Hepsi de denizden esecek rüzgarı dörtgözle bekliyordu. Kara tarafında Alagamar feneri, gecenin içinde karatahtadaki tebeşir çizgilerini andıran çizgiler atarken, ötelerde, dışarda gökyüzü kapkaraydı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:8) “ ‘Müdüre bak. Vay be, amma da gülünç. Kalıp gibi her şeyi, tepeden tırnağa kapkara, pırıl pırıl her şeyi, parkta bir heykel gibi. Yeleğinin, gergin, davul gibi yeleğinin yanında, bir haç asılı.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:25) “....(Orlando) saçlarını Kral James’in gümüş fırçasıyla fırçaladı; yüzlerce yıl önce Normandiyalı William’ın onlara öğrettiği formüle göre ve aynı güllerle yapılmış koku kabına gömdü yüzünü; bahçeye baktı ve uyuyan çiğdemleri, kış uykusundaki yıldız çiçeklerini canlandırdı imgeleminde; karın içinde apak parlayan narin perileri ve onların ardında yükselen kapkara, bir ev kadar kalın porsukların <sarımtrak-kahverengi, porsukgillerden, sert kıllı, pis koku çıkaran memeli hayvan> oluşturduğu çitleri gördü...” (V. Woolf, “Orlando”, sa:116) “Gömleğinin etekleri kalçalarına dolanarak karyoladan atladı, yastığı kaldırdı. Fakat, karı koca, dehşetle homurdandılar. -Vay canına! Kapkara olmuş, hapı yuttuk!” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:370) “Ertesi sabah, günlerinin ışıl ışıl cıvıltısına kapkara bir sıkıntı damlası düştü. Burada, uyanmak bile insanın canını acıtıyordu. Düşsüz geçirilen kapkara bir gecenin ardından birden günün içine dalıveriyordu insan.” (S. Zweig, “Amok Koşucusu-Bir Çöküşün Öyküsü”, sa:11) Kapkaranlık : Zifiri karanlık, zifiri siya “OKUR -------Doğa, şuracıkta Sevdiği birşey mi var, bizden gizler. Orada, gözyaşı döken biri, Ağlayacağı saati söylemişler sanki. Bir adım ötesi, kapkaranlık gece, Ya bir gölge, ya da bir serinlik.” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:64) “Dışarı çıkıyor. Koridor kapkaranlık. Körler gibi ellerini öne uzatıp etrafını yoklayarak merdiven başına ulaşıyor ve tırabzana tutunarak, basamakları birer birer inmeye başlıyor.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:79) “Daha sonra, tanımadığım bir odada gözlerimi açtım. Yabancı bir yatakta yatıyorum. Çevrem kapkaranlıktı. Rahat bir insanın soluklarını duyuyordum. Vay canına, bir kadınmış!” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:33) “SONBAHAR-MELANKOLİ Bahçem yok ki Güllerim solsun. İçinde ekim rüzgarları ağlayan evim yok.. Kapkaranlık bulutlar çünkü baktığım gökyüzüdür nadiren.” (Mascha Kaleko<1907-1975>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08) “KATHARINA - Yazık, yazık, kır şu cadaloz şu çirkin kaşların kirişini. Velinimetini, kralını, hükümdarını yaralayacak edepsiz bakışları bırak..... Çamurlar içinde, yüzüne bakılmaz, kapkaranlık, güzellikten nasipsiz! O böyle oldukça insan susuzluktan kupkuru kesilmiş bile olsa, ne bir damlasını tatmayı, ne elini sürmeyi kabul eder.” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:127) “Grodek ---------Akşam vakti sonbahar ormanlar çınlıyor Öldürücü silahların sesleriyle, altın sarısı düzlükler, Ve mavi göller, üzerlerinde güneş Kapkaranlık yuvarlanıp duruyor; gece sarıyor Can çekişen savaşçıları, delice feryadını Parçalanmış ağızlarının.” (Georg Trakl<1887-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.04.09) Kaplan melodisi : Buddha öğretileri ve pratiğine göre, ‘çileci’, duyumsadığında, evden çıkar, ağzındaki flütü tatlı, ninnili bir sesle çalar. İnanca göre bu melodi, günün yarasını iyi eder. “ ‘Buddha! Buddha! Hayatıyla ümitsiz, mağrur kehanetini yıllarca önce okumuş ama unutmuştum.... Asya’nın derinlikerinden, sersemletici çiçekler ve yılanlarla dolu karanlık bir ormandan, baştan çıkarıcı, egzotik bir ses geliyor sandım, fakat sersemlemedim..... Ve şimdi, bu şehrin alaylı gülüşleri ortasında egzotik, baştan çıkarıcı flüt nasıl yeniden duyuldu ve nasıl da gözlerimi kapatıp onu daha yakından dinliyordum. Sanki içimde hiç susmamıştı da, İkinci Doğuş’un Hıristiyan borusu onu bastırmıştı!’ ............. ‘Ben kimdim? Kendi içinde bir şeytan, yeni bir şeytan, Buddha!.. ‘Dilek, ateştir,’ diye bağırıyordu; ‘sevgi ateştir, erdem, ümit, ben, ben, sen, cennet, cehennem ateştirler. Seni yakan ateşleri; evet, onları ışık yap, sonra da üfle, ışığı söndür!’ Artık günün akıcılığı sona erip küçük Hint köyünün sokaklarına, evlerin çatılarına ve insanların göğüslerine gölgeler düşünce, ilahi okuyucu ihtiyar, kulübesinden çıkıp harekete geçer, kapı kapı dolaşır ve dudaklarının arasındaki büyülü fülütü, ruhları iyi eden def ilahisi gibi tatlı, ninnili bir sesle çalar.. Bu Kaplan Melodisi’dir, adına böyle derler ve söylendiğine göre günün yarsını iyi eder... Bu melodiyi daha açık bir şekilde duymak için odama kapandım ve geceli gündüzlü, büyük kitapların üstüne eğilerek Buddha’nın sözleriyle öğretisini okudum.... Hayatımın baharında, siyah, kıvırcık saçlarımla, tam mutlu gençliğin neşesi ve erkekçe kuvvetin ilk gururu üzerimde iken, saçlarımı kökünden kestim, sarı cüppeyi giydim, evimin kapısını açtım, çölün içine girdim.... Ve çilecilik mücadelesi başladı...’ ” (Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:332-3) Kapların kırılması : (DİN,İSR.,ASTR.,YARAT.) : Isaac LURIA’nın öğretisinde, S e f i r a h, ilk boşlukta Tanrı’ nın kasılmasının (simsun) ardından, ‘tanrısal türeme’nin ışığını idare eden kaplar’ olarak yorumlanır. “S e f i r a h’ın aldığı ilk biçim, G ö k s e l A d a m K a d m o n’du. Ama, sağlanan denge, kalıcı bir denge değildi, çünkü t a n r ı s a l ı ş ı k, Adam Kadmon’un başından yayılmayı sürdürüyordu. İlk üç s e f i r o t, ışığı tutabildiler, ama ışık öylesine güçlüydü ki, alttaki k a p l a r, direnemeyip k ı r ı l d ı l a r, parçaları e v r e n’e dağıldı. Bu kozmik kargaşadan m a d d e doğdu, başlangıçtaki düzenden değişik oldu.” (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe,614) Kaplumbağa; Kaplumbağa adımlarıyla, hızıyla : Dış görünüşleri itibariyle gerçekten kaplumbağaya benzeyen, ucuzluğu itibariyle gençler ve özel ajanlar tarafından kullanılan Wolsvagen binek arabası; Gayet yavaş, ağırdan “Ama biz bu sessiz ağaçlıklardan yaprakları çatırdatarak kaplumbağa hızıyla geçerken ben zaten alıp başımı bambaşka yerlere gitmiştim. Hayalimde hızla yol alıyor, bir kayanın tepesinden ötekine atlıyor, bir kerkenez gibi yoldan saparak dingin havada aşağıya, Athenaios’un ayakta dikildiği ve yirmi yıl önce ıslak betona yerleştirmesine yardım ettiğim demir korkuluğu tuttuğu sessiz balkona gidiyordum.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:368) “Bu nedenle, ümitsiz denizi bırakıyorum ve Müjgan’ın kolundan tutup böğürtlenlere doğru sürüklemeye başlıyorum. Arkadakiler kaplumbağa adımlarıyla bizi geçip aşağı köşenin başına varıncaya kadar biz, seksen defa işimizi bitiririz.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:71) “Her yerde calié’lerle <gizli polis, ajan>dolu ‘kaplumbağa’lar var.Otomobilleri kontrol ediyorlar, herkese kimlik soruyorlar, evlere giriyorlar.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:458) “Şafak sökerken ayrıldık O sırada ilk arabamı satın almıştım, kahverengi bir kaplumbağaydı <w.w.> ve Naim’i evine ben bırakmıştım. Bana tasarıları hakkında tek söz etmedi. İyi aydınlatılmamış ve ıssız yollarda başbaşa kaldığımızda bile hiçbir şey söylemedi.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:34) Kapris, kaprisli : İstediğini, dediğini yaptırma konusunda çok inatçı, ısrarlı ve çoğu zaman kural dışı davranış “Ama zihin kaprisli bir şeydir. Düşünce silsilesi bir kez başladı mı, oyalayıp dikkatini daha hafif ve eğlenceli konulara çekmek kolay değildir; üstelik, önemli bir konuyla meşgul olan zihin, koklamaya devam eden tazıya benzer.” (L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:56) “Ama Üçüncü Dünya ülkeleri liderlerinin başarısızlığının mazareti olarak sömürgeciliğin gösterilmesi artık kabul edilebilir bir şey olmasa da, Batı ile eski sömürgeleri arasındaki sağlıksız ilişkiler sorunu hala büyük bir önem taşıyor ve buna, kapris yaparak, öfkeli bir biçimde homurdanarak ya da omuz silkerek boş verilemez.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:42) “İşler fena gitmemişti ama domuz yavrularının hepsini satamamıştık. Nedenini artık hatırlamıyorum herhangi bir neden göstermiş olması da pek olası değil ya-, dayım eve dönüş yolculuğunun Tejo’nun bu bölümü boyunca yayılan alçak tepeler üzerinden yapılmasına karar vermişti. Onun bu kaprisinden Allah razı olsun, o sayede ilk Roma yolunu tanımış oldum.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:68) Kaptıkaçtı : Bk.: Pişpirik kağıt oyunu Kaptırmak : Çaldırmak; Bir şeye müptela olmak: İçki, kadın vb. “Bir kadının kendini nasıl verdiğine bakarak o kadının kendini tesadüf tanrısına nasıl vereceğini bilebilir mi bir erkek? Böyle bir kadının gözü kara davranması, zevke mi, acıya mı götürdüğüne bakmadan, kendini kaptırması mümkün mü?” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:98) “Ansızın kendimi içkiye kaptırıp patronun altmış rublesini bu işe yatırdım. Üç ay hapse attılar beni! Çıktığımda ne yapacağımı şaşırıp kaldım. Nereye gidersin? Ne üstte var, ne başta. On param yok.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:50) Kaput : Olumlu, geçerli sonuç alamamak; ‘teslim doğrusu’ bağlamında; hiç parası kalmamak, imtihanı geçememek; Cinsel birliktelikte tohum hücrelerinin bir araya gelmelerini engelleyen plastik tüp: prezervatif; mahvolmak, bitmek Bk.: Kondom; Prezervatif “BAY BAŞKAN, BIRAK BEBEKLER ÖLSÜN ----------------------------------------------------------Zava’da prezervatiflere, kaputlara ihtiyacımız var, Anneler doğum yapıyor uluorta fundalıklarda, Geleceği belirsiz kız-anne çocuğun, Zaferin kesin olduğunu, Halkın yöneteceğini söylediniz bize... Bay Başkan, hastaneniz bir beyaz fil oldu, Bir katliam evi.” (Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06) “KOMİSER (O da POLİS’i model olarak kullanarak.) : Ve herhangi bir şok da bütün bu makaralara zarar verir, değil mi? DOKTOR - Hepsine değil tabii, ama birçoğuna. Kimi detayları, tabii önemsiz olanları hafızasında alıkoymuş olabilir. Geri kalanı da silinir gider! Kaput!” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:31) “PENCERE ------------sevişmekten yorulmuş bir kadının sol omuzunda, öbür yanına dönüp yalnız uykusuna dalan. Bitişikteki avluya asılmış, açık saçık düşlerin izlerini taşıyan kalın donları, parktaki kanepelerin altına atılmış buruşuk kaputları ya da kadınların korselerinden kopup küçük sedefli çiçekler gibi otların üzerine düşmüş düğmeleri görürsün...” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:87) Kapüsen : (HIRİST.) Aziz François tarikatına mensup papaz “-Sayın Papaz efendi, dedi, lütfen biraz ısının, arzu ettiğiniz yemeği şimdi getiririm. Papaz fazla rica ettirmeden ocağın önünde, kapüsen’in yanına yerleşti. İyi yürekli Frere’in: Akıllı, temiz ince kız, Loğusalara yardım et... diye okuduğunu işitince ellerini çırparak: -Vay, bulunmaz Hint kumaşı! dedi, eşsiz adam! Okumasını bilen bir başkası ha!” ........................ “Kapüsenler ve safdil kadınlar gibi, işlediğimiz her ufak tefek günah için ‘Tanrı’dandır diye de sızlanmamalıyız. Tanrı’ya şükredelim; bu çocuğa vereceğim derslerde beni aydınlatması için dua edelim. Bundan ötesi için de, onu incelikleriyle anlamaya kalkmadan kutsal iradesine boyun eğelim.” (A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:14;18) Kara : Siyah; kötü; olumsuz; kirli; Karanlık “AKŞAM ŞİİRİ <1959> Karanlık gökte yitip gitti kara ormanlar kara yumakta soluklanır karanlık otları karanlık yaratıcısı kara ışıkta. Karanlık gözenekleri: can ve senin kör gözün. Kara camda kara. ‘U’ ünlünün ıslığı kara boşlukta dağılan yıldızlar kara seste kara yalnızlık kara şehirde yiter kara yolcu kara sularda yitip gitti kara kayıkçı kara oyunda yok artık kara oyuncu.” (Slave Gyorgo Dimovski-Erol Tufan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02) Karabasan; Karabasan görmek : Çok korkulu, kabus dolu bir rüya görmek -kişi haykırmalar ve çığlıklrla uyanır“Giriş V On yedi aydır bağırıyorum, Çağırıyorum evime seni, Celladın ayağına yüz sürüyorum, Oğlum karabasana düşürdün beni. Her şey karıştı sonsuza dek Ve ne yapsam çözemeyeceğim, Bu adam kaç vakit idam bekleyecek, Şu anda insan kim, hayvan kim? Ve ancak görkemli çiçekler, Sallanan buhurdan çınlaması” (Anna Ahmatova<1889-1966>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.12.05) “ÜÇÜNCÜ ACILI SONE -----------------------------Gömülüp, masamı bir karabasan gibi dolduran kağıtlara Hazırdım umutsuzluk içinde ağlamaya Kim bilir, kaç kez, o esriklik durumuna gelmeden önce” (İnnokenti Annenski<1856-1909>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:24) “1969’un sonundaki askerlik kurasında 297’yi çekerek askerlikten sıyırdım. Bir kura kartıyla paçamı kurtardım ve yıllardır beni yiyip bitiren karabasan bir anda sona erdi.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:50) “İğne yapıldı bile. Brick baygınlığın dipsiz karanlığına yuvarlanıyor; saatler sonra gözlerini açtığında kendini Flora’nın koynunda buluyor. Sabahın erken saatleri, yedi buçuk-sekiz suları; Brick karısının çıplak sırtına bakarken ta baştan beri haklı olup olmadığını, Wellington’da geçirdiği sürenin mide bulandıracak kadar gerçeğe benzeyen bir karabasan olup olmadığını merak ediyor.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:84) “…kasım başlarına kadar ufacık, çıplak (telefonsuz, tuvaletsiz) otel odalarında geceleyerek Paris’te kaldın, oradayken yeniden soluk almaya başladığını hissediyordun; ama sonra yeniden Columbia’ya dönmeye ikna oldun, aksi halde askere alınacağın ve savaşa da karşı olduğun için okula dönmek akla yakın bir hareketti; üstelik uzakta geçirdiğin süre sana yaramış ve istemeye istemeye de olsa New York’a döndüğünde karabasanların arkası kesilmişti.” (P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:60) “Serveti kime geri vermeli? Hem de paranın hepsini geri vermek gerekir mi? Öğrendiğim bir gizi açığa çıkarmaya hakkım var mı? Suçsuz bir genç kızın drahomasını kanla lekelemeye, onu karabasanlara boğup tatlı düşlemlerini bozmaya, ona ‘Bütün paraların lekelidir’ diyerek acılarını artırmaya hakkım var mı?” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:102) “Şeytanlar onu da rahat bırakmıyorlar. O da karabasanlar görüyor, kanlar içinde yuvarlanıyor ya da soluk soluğa, sessizce haykırarak, yüzü şahine, Benin maskesine, Thoth’a benzeyen bir adamın önünden kaçıyor. Bir gece, yarı uyurgezer, yarı çıldırmış durumda yatağının çarşaflarını çıkarıyor, hatta şilteyi ters çevirip leke arıyor.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:141) “-(TRIPLEY)... ancak mankafaların işine yarayacak o küçük, basit ahlakı şırınga etmeye çalıştıklarını izlediğimde; binlerce değişik görüntü arkasında hep aynı bayağı şeyi ısıtıp ısıtıp sunduklarında; kabalığı ve bayağılığıyla üstüne bir karabasan gibi çöken Eyfel kulesinden Maupassant’ın kaçması gibi, kaçıp gidiyorum ben de.” (A. Çehov, “Martı”, sa:29) “PONT-AU-CHANGE’IN GECE BEKÇİSİ ---------------------------------------------------Pont-au-Change’ın gece bekçisiyim ben Paris’in göbeğinde, gittikçe artan uğultuda Düşmanın ürkek karabasanlarını tanıyorum, Dostlarımızın ve Fransızların utku çığlıklarını Hitler’in Almanlarının işkencesi altında Kardeşlerimizin acı çığlıklarını.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:189) “ ‘Dalmış uyuyordum, birdenbire uykudan fırlayarak bağıırdım... Belki bu bir karabasandı... Karabasan görme huyu ailemizde vardır; babam da hep karabasan görür ve bizi korkutur.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:115) “Ben uzun zaman kendimi, toplama kamplarında insan derisindene abajur yapan hastabakıcı kadın karabasanından kurtaramadım. Böyle bir karabasan içinde de ancak o kadın yargılanır, anlatılacak bir yanı yoktur. Aslında yargılanmayı bile onun için fazla görmekteydim. Salt bu kadın için değil, Nazi olayı içinde yer alan kim varsa hepsini sinirlenip aynı kefeye koyuyordum. Almanya’yı terk etmek zorunda kalanlar ve toplama kamplarına götürülenler hariç. Ve geriye kalan bütün Alman milletini İtalyanlar kadar bile olamayıp, askeri durum birden tersine dönünce onların Mussolini’ye yaptığı gibi kendi Führer’lerini sokaklarda kovalayıp haklamamış olmalarını asla affedemiyordum.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:34) “ ‘Bu akşam verdiğiniz davet tam bir karabasandı!’ dedim. ‘Tanrım! Şu edebiyatçılar yok mu! Şu edebiyatçılar, Angele!!! Hepsi de çekilmez kişiler!!!’ ‘Ama geçen gün böyle demiyordunuz,’ dedi Angele. ‘Onları evinizde hiç görmemiştim de ondan olmalı Angele. Ne de olsa bunaltıcı bir iş! Sevgili dostum, aynı anda bu kadar kişiyi konuk etmemeli insan!’ ” (A. Gide, “Batak”, sa:77) “Deborah beş yaşındaydı; doktorlar, içindeki, dişiliğe özgü olan yerdeki bozukluk konusunda başlarını salladığında utanç duyacak kadar büümüştü. Sanki gövdesinin bütün gerçekliği o yasak yerde gizlenen bir kötülükte yoğunlaşmış gibi, sondaları ve iğneleriyle içeri girmişlerdi...... O gece düşünde -bir karabasandı- zorla girilip yağma edilen, paramparça edilen, sonra da deterjan’larla silinip temizlenen ve parçaları birleştirilip ölü ama artık kabul edilebilir hale getirilen bir oda olarak görmüştü kendini. Bir başka düş’ünde de kırık bir saksı görmüştü; saksıdaki çiçek kendisinin yıkılp yok olan gücünü andırıyordu. Deborah bu düşlerden çok sarsılmış, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Ne var ki, bu karabasanlar o korkunç sancıyı hiç hesaba katmamıştı.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:48) “Günümüzde Hitler’in, Yahudilerin saf ırk olmadıklarına içtenlikle inandığı konusunda tarihin kuşkusu yok artık. Gelgelelim McCarthy’nin sık sık hınzır bir ışıltıyla yanan, kendini ciddiye alanlarla alay edercesine gülen ayyaş suratı gözönünde canlanınca, adamcağızın sarhoşken gördüğü karabasanlardan başka hiçbir şeyi ciddiye alabileceğine inanamıyor kişi.” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dünyası”, sa:39) “II (Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine? 4 eylül 1852) Sonra o korkunç zaman diliminde, İsyan ettim yaradana. Bakışlarım hala o dehşet anında. Ve olamaz! Diye haykırdım, inanamadım. Tanrı sen misin umutsuzluğu kalplere salan? Bu olsa olsa zalim bir karabasan. Böyle terk etmesi mümkün mü beni, Yandaki odada gülüşleri yankılanıyor sanki. O ölemez imkansız bu.” (Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03) “2. TUTUKLU - Bu gece düşümde insanların öldüğünü gördüm, bir karabasan gördüm. Ölülerden dağlar gördüm. Öğle yüksek yığınlar vardı ki altı katlı evleri geçiyordu yükseklikleri. Bak, kapıyı da açık bıraktı. 1. TUTUKLU - Bu neden, biliyor musun, kaçma yürekliliği yok sende de ondan. Son dakikada su koyveriyorsun.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:187) “Asım, eğer başını kaldıramayacak kadar hasta olmasaydı, bu gece kesinlikle intihar ederdi, kesinlikle bu ezintiye son verirdi. Sayıklamalar, karabasanlar arasında zehirler hazırladı. Konakta başağaya hediye ettiği tabancasını hatırladı. Üç gün ateş sürdü. Havaların açılmasiyle beraber de azaldı, ağrılar durdu; ertesi günü kalkacak bir duruma geldi, imamla vedalaştı, çıktı.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Cer Hocası”, sa.155) “ ‘..... Bilincimin bütünüyle berrak olduğunu söylemiyorum. Olup bitenin farkındaydım, ne var ki, her şey biraz deforme olmuştu, düşte olduğu gibi. Ama gerçek yaşamda gördüğün karabasan kısa sürer, bağırmaya başlar ve uyanırsın, oysa ben bağıramıyordum. Bir karabasanın ortasında, bir türlü bağıramamak..... Ölmekten hiç korkmadım. Ama şimdi korkuyorum. İnsanın öldükten sonra canlı kaldığı düşüncesinden kendimi kurtaramıyorum. Ölü olmak, sonsuz bir karabasan yaşamak demek. Neyse geçelim, geçelim bunu.’ ” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:13) “İlaçların hepsini durdurdular. Aman Allahım, geri çekilim bir facia idi. Öyle geceler oldu ki, uçurumlardan düştüğümü, boğulduğumu ya da ateşler içinde yürüdüğümü sanmıştım. Zaten pijama vermezlerdi, terlemekten geceleri üç gömlek değiştirirdim..... Fakat bir gün, onu da fethettim: benim iç-kudretim, hemen her şeyin üstesinden gelebileceğimi bir kez daha kanıtladı. Geceleri saat yediden sabahın yedisine kadar o karabasanları kendi kudretimle yendim. Sonunda benden başkası sırtımı sıvazlamadı.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:111-2) “Asgari dinlenmeyle fiziksel gücünü yeniden kazanma yeteneği başının üstündeki haleyi kazandırmıştı. Ama artık bu avantaj tükenmişti. Yorgun uyanıyordu. En çok iki ya da üç saat uyuyabiliyordu. O da karabasanlarla ikide bir sıçrayarak.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:26) “Martin, fabrikalardaki kızların zayıf ve hastalıklı yüzlerini, Market’in güneyindeki aptalca sırıtan gürültücü kızları gördü. Orada, sığır kamplarındaki kadınlar, ‘Old Mexico’nun sigara içen kadınları vardı. Sırasıyla, tahta ayakkabıları üzerinde, yapmacık yürüyüşü, taşbebek gibi Japon kadınları; zarif görünüşlü, yozlaşmanın damgasını taşıyan Avrasyalılar, Güney Denizi Adaları’nın çiçekten taçlı kahverengi derili, dolgun bedenli kadınları doluşmuşlardı. Bütün bunlar garip ve korkunç bir karabasan sürüsü - Whitechapel kaldırımlarının pasaklı, çirkin, karmakarışık yaratıkları, genelevlerin içki küpü acuzeleri ve bütün bu uçsuz bucaksız cehennemlerin harpy’lerin devamı, iğrenç ağızlı, pasaklı, müthiş dişi görünüşleri altında denizcileri avlayan, limanların döküntüleri, insanlık çukurunun pis yapışkan köpüğü - tarafından ortadan silindi.” (J. London, “Martin Eden”, sa:10) “Bu karabasandan korkan Pelayo, çocuğun bedenine ıslak bezler koyan karısı Elisande’ye koştu, onu avlunun arka tarafına götürdü. İkisi de yerde yatan adama aptallar gibi bakakaldılar. Adam dilenci gibi giyinmişti. Dişleri dökülmüş, dazlak başında sadece birkaç beyaz tel kalmıştı.” (G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:104) “Ateşböceğinin Doğuşu Ey, ancak karanlığın olursa var olan sen sessizliğin, ışıksızlığın uyutulmuş otlar üzerindeki rüzgarın çocuğu, yalnızca taşın suskunluğu tanır seni, hummalı dönüşünde dünyanın nerelerdesin kendi karabasanın salt koyu karanlık şavkınla.” (Mateya Matevsky<d.1929>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.02.09) “Cinayetten üç ay sonra bir gece korkunç bir karabasan geçirdim. Sanki elin, o korkunç elin, bir akrep, bir örümcek gibi perdelerimde ve duvarlarımda koşuştuğunu görüyordum. Tam üç kez uyandım, üç kez yeniden uyudum ve her üçünde de o uğursuz insan artığının, parmaklarını pençeler gibi kımıldatarak odamda dörtnala dolaştığını gördüm.” (G. de Maupassant, “Tombalak-El”, sa:122) “HEY JOE -----------Şarkı seni dışarı uğurladıysa eğer, Gel eski bir gecenin kapısını çal bende Fazla bir şey vaat edemem, bunca hasar görmüş zaferle kimse edemez artık En fazla, hala şiir yazabilnen birkaç kişinin şanlı şizofrenisi Polis devletinde aşk ve karabasan!” (M. Mungan, “Oyunlar İntiharlar Şarkılar”, sa:91) “AŞKA KARŞI -----------------Güvenemez insan bir karabasana Trappist’e tırmanan ölüm perilerine: Başa dönüyorum şimdi yenidençaldın Üç Maymunumu!” (Charl-Pierre Naude<d.1959>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06) “Partiye taparcasına bağlı kişiler, genç olanlarıydı. Ama bu kız, onda, ötekilerden daha tehlikeli biri olduğu izlenimi uyandırıyordu. Bir kez koridorda karşılaştıklarında, kendisine yan gözle çabucak bir baklış fırlatmıştı. İçine işlemişti bu bakış ve ona karabasanlar salmıştı.” (G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:16) “Kovulma karabasanıyla yaşayan her banka memuru, iflasın eşiğinde korku çeken her dükkancı temelde aynı konumdadır. Bunlar, gittikçe çöken orta sınıf insanlarıdır; çoğu, görgülü, kibar yetiştirilişlerine sanki kendilerini su yüzünde tutacakmış gibi sarılır.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:295-6) “Gözlerini açtığında Laure’un yatakta çıplak ve ölü ve saçları kazınmış ve göz alan bir beyazlıkta yattığını gördü. Bir önceki gece Grasse’ta görüp sonra gene unuttuğu, şimdi şimşek hızıyla aklına gelen karabasandaki gibiydi. Bir anda her şey hayalindekinin tıpkısı olmuştu, çok daha aydınlık olarak.” (P. Süskind, “Koku”, sa:219-220) “O zamanlarda televizyonda uyuşturucu konusunda ilk tartışmalar başlamıştı. Annem de bunları seyretmiş ve o andan başlayarak karabasanlar içinde yaşamaya başlamıştı.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:42) “Anarşistler! Devrimciler! Bu iki sözcük benim çocukluğumun en büyük karabasanıydı. Belki sana anlatması zor gelebilir ama ekim devrimi yaşandığı zaman on yedi yaşındaydım. Korkunç şeylerin fısıldandığını duyuyordum; bir okul arkadaşım bana pek yakında Kazakların Roma’ya, Vatikan’a ineceklerini, atlarına kutsal çeşmelerden su içireceklerini söylemişti.” (S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:148) “Köşker çarşısının son köşker dükkanında ayağıma kırmızı ‘yemeni’ler giydiren elleri de olsa olsa onun ellerinde bulabilirdim. Bir zamanlar kendisinden bir karabasan gibi kaçmaya çalıştığım bu kadına düşündüğümden de fazla bağlı olduğumu, onu düşündüğümden de fazla sevdiğimi anladım birden.” (T. Yücel, “Vatandaş”, sa:136) “Ama uyurken de uyanıkken de en dayanılmaz karabasanı, bir zamanlar sırdaşı olan kadının tasasız, soğuk gamsızlığıydı, kadın, sanki hiçbir şey olmamış gibi boş evde dolaşıp duruyordu. Kuzeni istasyonda onun adını ağzına aldığından bu yana onunla ne zaman karşılaşsa tir tir titriyordu.” (S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:172) “Clariss’nın ellerini tutuyordu. Sanki Clarissa bir insanı hayatta tutmayı bilirmiş gibi. Aslında bekleyen kendisiydi, çünkü birinin kendisini beklediğini biliyordu. Askerin korkaklığı, üzerinde bir karabasan etkisi yapıyordu. Bazı çelişkiler dikkatini çekiyordu.” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:131) Karaborsa : Piyasada bulunamayan bazı metanın el altından fahiş fiatla satılması (Özellikle savaş zamanlarında) “Yaşlı bir işçi sefaletini anlatıyor: İki odalı evi Sainte-Etienne’e bir saat uzaklıkta. İki saat yol, sekiz saat çalışma -evde yiyecek hiçbir şey yok- karaborsadan yararlanamayacak kadar yoksul.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:36) “İSTANBUL 1969 İşte yine Galata: Vapur sirenlerinin astımlı iniltileri taksilerin susmak bilmeyen kornaları gazete satıcılarının bağırmaktan kısılmış sesleri sucuların parlak tasları balıkçı teknelerinden yayılan kızarmış balık kokusu karaborsacıların ısrarlı çağrıları turistlerin fotoğraf makineleri aralıksız işleyen vapur trafiği sakatların kükreyen sessizliği durmadan akan seli insanların insanlar insanlar insanlar insanlar” (Peter Curman<d.1941>-Abdullah Gürgün; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.07.03) “GREY CADDESİ ---------------------Grey Caddesi, mutlu musun Leocross’daki karaborasacılarınla? Grey Caddesi, çelikten bir iradesi var Msizini İstasyonu’nun Grey Caddesi, Tripe Breyani yok listende, niçin? Madumbe otlarından yapılıyor yemekler Grey Caddesi, Sardin Akını para sporu mu, besin avcılığı mı yoksa? (Mafika Pascal Gwala<d.1946>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.11.08) “1973 Christmas’ında, depoculuk işimi -aşağı yukarı- bıraktığım yerden tekrar üzerime almıştım. Bunu elde etmek için çoğu kez aşağılardan almak zorunda kaldım, ama işler biraz daha kesat idi. Fakat 1974 baharından itibaren yine karaborsa ekonomisine girmiştik ve işler gayet iyi gidiyordu.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:153) “BİR KADIN NASIL DÖNER KÖŞEYİ? ------------------------------------------------Her şey belirlenirken Piyasa kanunlarınca Bir kadın için bütün umutlar Karaborsa!” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:94) “Daha önce kuzeye hiç çıkmamışmış. Sanırım yakın zamana kadar da daha iyi bir işi olduğundan otellerde kalıyormuş. ‘Aşağı tabaka’nın, gerçekten yoksul sınıfın nerelerde yaşadığını, karaborsa bilet satanların, kapı kapı dolaşıp sipariş almaya çalışanların, o bitmez tükenmez günlerinin sonunda nasıl bir yere sığındığını ilk defa görüyordu.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:33) “KITTEL - Hey! Buraya gel!.... Neyin varsa boşalt haydi. (CHAJA karnından bir kese kağıdı çıkarır.) Ver bakayım!..... KITTEL, kesekağıdının üzerindeki etiketi okur.) ‘Bir kilo fasulye.’ Karaborsadan mı yoksa? Kimden satın aldın? Adı ne?” (J. Sobol, “Fetto”, sa:19) Kara böcük : Domuz “ ‘Sana söyleyim. Teker teker söyleyim efendi. Neden ormanı yakarlar? Tarla açmak için, bir. Tarlanın etrafı ormanlık olur, içinde kara böcük saklanır (domuz). Kara böcük çok zarar verir mahsule. Çok olur, öldüremezler.’ ” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:41-2) Kara cahil (tabaka) : Hiç tahsil görmemiş, çok bilgisiz, okuma yazması olmayan, kendini geliştirmemiş, ilkel (insan grubu) “Pearl Buck: ‘Koleji bitirdiğim zaman kendimi bir kara cahil buluyordum,’ diyor. ‘Roman yazmak istiyordum ama, yazamayacağımı, yazabilecek hale daha gelmediğimi seziyordum.’ ” (P.S. Buck, “Şakayık”, Önsöz.) “Arada bir pek seyrek açılır, konuşmaya başlardı, ama çoğunda ziyaretçiler için pek kapalı bir fikir ileri sürer, ne kadar yalvarsalar açıklamaya yanaşmazdı. Papazlığı yoktu, sadece rahipti. Kara cahil tabaka arasında Ferapont Baba’nın ermişliğine, yalnızca ruhlarla konuştuğu için insanlarla konuşmak istemediğine inanılıyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:9-10) “-Dünyada gözlerim açık dolaşırım. O sayede her şeyi öğrendim! -Mister Pratt, öğrenim görmüş insanlara hayranımdır. Buradakilerin hepsi kara cahil. Sizin gibi kültürlü biriyle tanışmış olmak benim için büyük bir zevktir, evim size açıktır. Ne zaman isterseniz, buyurun.” (O. Henry, “New York!u Nasıl Sevdi?”, sa:66-7) “Gözlerin şu dilsize türküler öğretti ya, Yücelerde uçmayı hem de kara cahile. Yeni tüyler takarak bilgenin kanadına, Güçlerine güç kattı katmerli bir görkemle.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:78, sa:197) Kara çalı olmak : İnsanların ilişkilerini bozmak, ayırmak kastıyla araya girmek; (ayaklarına dolanarak, yollarını tıkayarak) birleşmeyi engellemek “ ‘Karasevdalıları ayıranın onduğunu duydun mu hiç? Aralarına kara çalı olma sevdalıların. Yuva bozanın yuvası bozulur Ali.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:106) “SARMAŞ DOLAŞ <Epik Şiirler, 1902> ----------------------Aşkım benim, ilk gözağrım, acı nereye kadar, Babam, anan aşkımıza kara çalı olmuşlar. Gerçek sözle, gerçek aşktan dönülür mü geriye? İki gerçek aşık kalbi ayırmaz ölüm bile!” (Penço Slaveykov<1866-1912>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.02.06) Kara çalma(k) : Bir kimseye iftira atmak, hakkında yalan uydurmak, leke sürmek Bk.: Çamur atmak, fırlatmak; Karalamak; Kara sürmek “MEDEİA ----------Ayrılmak olacak benim için en hayırlısı bu yaşamdan gizemli bir ölümle bu gece, kendi odamda, öyle ürkülecek, korkulacak şeyler yapmadan, uzakta her türlü kara çalmadan, yüzkarasından.” (Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:21) “ ‘Sen hiç ‘kara çalma’ diye bir şey duydun mu?’ ‘Sen hiç ‘gerçek gazetecilik’ diye bir şey duydun mu?’ ‘Gazetecilik mi? Osuruktan cin çıkarttın! Kamerayı kapatmam gerekirdi!” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:412) “-Evet, tıpkı termitler kolonisindeki gibi, aşk kargaşası mucizesi ya da kitaplığımın yanması gibi; olanaksız, düşünülemiyecek bir şey kitaplığımın yanması, dünyanın hiçbir yerinde eşine rastlanmayacak hazineye karşı bir ihanet, alçaklık ve kara çalma...” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:497) “Bir zamanlar bu ülkede Köy Enstitüleri adıyla filizlenen, ülkenin dört bir yanında düşünen ve bilginin rehberliğinde eleştiren genç kafalar yetiştirmeyi hedefleyen ışıklı atılım da, o yaşlıların türlü kara çalmaları sonucu neredeyse daha kaynağında boğulmamış mıydı?” (A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:32) “Don Carlos, İbni Hamit’in sözünü keserek, öfkeyle: ‘Yücegönüllülüğü, yiğitliğini de aşıyordu ve ailemin atası olan bu yiğit adama ancak Magripliler böyle kara çalabilirler!’ diye bağırdı. İbni Hamit, yarı uzanmış olduğu yerden kalkarak: ‘Ne söylüyorsun?’ diye bağırdı. ‘Sen Seyyit’in soyundan mısın?’ ” (F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:67-8) “Karakol kaleminde arabacı yerlere kapanıp suçunu itiraf etti, ama koca bıyıklı karakol amiri çok şaşırdı. -Ne diye kendine kara çalıyorsun, be adam? Sarhoş musun nesin? İstersen seni kodese tıkayım da aklın başına gelsin! Bak şunun yediği naneye! Bu alçağın aklının karışmasının nedenini bir türlü anlamadım.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:41) “İyidirler, bilirim. Beş yüz canın yaşadığı bu köyde iyisi de, kötüsü de açıktadır kişinin. Kötülük yok mu hiç? Varsa da kara çalmaya değmez şeyler olup durur. Bazı kahvede taşkınca küfüre kaptırmak, bazı düğün önü üç beş lira çekişmesi.” (Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:11-2) “Zamanla, yavaş yavaş yapılan bütün muhalefetler sona ermişti. Bütün yükselen kimseler için geçerli olan bir tür yasaya göre, M. Madeleine’e karşı önce karaçalmalar ve iftiralar atılmıştı, sonra sıra kötülüklere, daha sonra da acı alaylara geldi ve sonunda hepsi yok oldup gitti.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:278) “YOLCU - Çekil, yoksa... MARTIN KRUMM (Kendi kendine.) - Kör şeytan! Şimdi kaçacak delik ara bakalım... Peki tamam; peki tamam! Görüyorum, bana bela olmaya gelmişsiniz buraya. Ama, şeytan canımı alsın, ben namuslu bir adamım! Göreyim bakayım, kim adıma kara çalabilirmiş. Bunu aklınızdan çıkarmayın.” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:54) “Vazgeç iftiralardan, özentileri bırak, Hep kara çalsalar da gerçek ruh kalır ak pak.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:125, sa:291) “Bu sözlerden sonra toplantıya bir an için ölüm sessizliği çöktü; Set Beyi, demin kağıtları üzerine sermiş olduğu masanın yanında ayakta duruyordu; başını kaldırarak Ole Peters’e baktı ve şöyle dedi: ‘Sen de pek iyi biliyorsun ki Ole Peters, bana kara çalıyorsun. Bana fırlattığın çamurun birazının olsun üzerimde yapışarak kalacağını bilsen dahi, sen bunu yine de yaparsın.’ ” (Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:107) “KIZ Daha zaman var ağabeyciğim; hele iyice dolsun; her şeyden önce de senin dertlerini toplamak isterim.. suçlar, öldürürler, haksız kazançlar, karaçalmalar, aşağılamalar; yani, sana yapılan türlü açıklmaları toplamak isterim.” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:32) “Askeri Nigehban Cemiyeti’nin vatansever subaylarına türlü türlü leke sürüldü. Kurmay Albay Refik Bey, hırsızlık ettiği için ordudan koğulmuşmuş... Ötekilere de birer kara çaldılar.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:191) “... kendisinin anlattığını söylersem, sanırım yine inanmayacaksınız. -Amma da uyduruyorsunuz. -İzin verip anlatacaklarımı dinleyin de, buna sonra karar verin. Dikkat edin ki ona kara çalmak istemiyorum.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:38) “ ‘... Bence acıklı bir zaaftır ki, Köpek hırsızı Taylor’a arka çıkıyorsa, rehberden rastgele seçtiği isimlere kara çalarak zavallıların gırtlaklarını kesmelerine ya da ülkeden kaçmalarına sebep olan Mr. Bernard Gregory gibi bir şantajcıya da dolaylı olarak arka çıkıyor demekti. Ayrıca durum tartışma kaldırmayacak kadar açıkken neden felsefe yapıp duruyoruz?’ Mr. Browning işte böyle esip savuruyordu New Cross’dan, günde iki posta.” (V. Woolf, “Flush”, sa:77-8) “Tüm bu veriler, Vespucci’nin hakikat aşkını yeniden temize çıkarabilecek kadar cazip <çekici> görünmektedir; çünkü en azından üçüncü, yani Mundus Novus’ta <Lat.: ‘Yeni Dünya’> yayınlandıktan sonra onu meşhur eden seyahatinin gerçekliği artık su götürmez şekilde kanıtlanmıştır. Artık kendisine anlamsızca kara çalınmış masum bir kurban olarak gözterilebilecektir.” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:90) Karadeniz’de gemilerin mi battı : Öyle derin derin düşünecek ne var, ne üzülüyorsun “Sessizliği her zamanki gibi yine koca gövdeli, ablak yüzlü anarşist Bretagne bozuyor. Bardağını Rimbaud’nun bardağıyla tokuşturup tüm gövdesini sarsan iri bir kahkaha parlıyor: -Bu ne surat arkadaş, Karadeniz’de gemilerin mi battı? -Şom Ağız dırlanıyor, yatılı verecek beni.” (A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:32) Kara duygululuk : Melankolik, depresif hissetme “Sessiz ve hareketsiz yüzünde gelip geçici bir karaduygululuk okunurdu; analarının baskısına karşı koymayı göze alamayacak denli zayıf kızlarda görülen karaduygululuk.” (H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:32) Kara düşüncelere dalmak, saplanmak : Karamsar olmak, kötümser düşünmek Bk.: Kara kara düşünmek “HANIM - Nasıl istersen. Ama değmez. Bütün entarilerimi bırakıyorum. Zaten yaşlandım. Öyle değil mi Solange? Yaşlanmadım mı? SOLANGE - Yine kara düşüncelere saplandınız.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:49) “Sokak adı verilen o kara, derin, uğursuz siperden acı uğultu yükseliyor, burası bir sokak ki, 30 santim için, bir adam boğazlamak istermiş gibi üstünüze atılıp sizi cellat suratlı bir hancıya götürebilir. Bir titreme aldı beni. Kara kara düşüncelere dalıyorum. Ağlamak geliyor içimden.” (P. Istrati, “hayatın içinden”, sa:83) Karagün dostu : Manen maddeten kötü günleri paylaşan yakın arkadaş, gerçek dost “İTHAF --------Daha şimdiden koptu dünyasından, Sanki yüreğinden koparıp aldılar yaşamı, Ya da, sanki kaykılıp düşüverdi birden. Oysa ayakta, yürüyor... sendeliyor... yapayalnız Nerdeler şimdi nerdeler o karagün dostları O yaşantımın korkunç iki yılının dostları? Sibirya borasında gördükleri ne? Dolunayda neyi düşlüyorlar? Son selamımı gönderiyorum onlara.” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:77) “Kaptan: -Bu deve sizin mi? diye soruyor. Tarascon’a böyle bir hayvanla birlikte gitmek düşüncesiyle titreyen Tartarin: -Yok canım, diye yanıt veriyor. Kara gün dostunu saygısızca yadsıdıktan sonra ayağıyla Cezayir toprağını itiyor ve kayık bundan aldığı hızla ilerliyor.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:135) “ ‘Söze başla da,’ dedi Jim. ‘Bu bir metrelik kuduz yavruyla ne arıyorsun onu anlat. Kementini atyacak başka hayvan bulamadın mı? Bu köfteyi şişirip büyüten sen misin yoksa?’ ‘Gel birer kafa atalım,’ diye cevap verdi köpeklisi. Eski karagün dostunun sözleri onu yaralamıştı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:47) “Ne ozan övünmeli, ne de onu her gece Düşünceyle besleyen karagün dostu hortlak Ben yenilmişim gibi sessizliğe düşünce; Onlar gönlüme asla korku saçmayacak.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:86, sa:213) Karakaçan : Eşek “Defteri bulmayınca yüzü bembeyaz kesildi….. sakalının yarısını yoldu, yüzünü gözünü kanattı. Bunu gören Papaz’la Berber, niye böyle davrandığını sordular: ‘Neden mi?’ diye yanıt verdi Sancho, ‘kaşla göz arasında, her biri şato ederinde üç sıpadan oldum.… Senyora Dulcinea’ya yazılmış mektupla, efendimin imzasını taşıyan ve yeğeninden, evdeki dört-beş sıpadan üçünü bana vermesini buyuran belgenin bulunduğu defteri kaybettim.’ Bundan sonra, karakaçanın hırsızların eline geçişini anlattı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:189) Kara kara (anımsamak, benzemek, düşünmek, kaynamak) : Kapkara; Koyu renkte, loş ve hoş olmayan; Kederli kederli düşüncelere dalmak, kötümser olmak “Çağrılıların kimileri, yemek odasının kül rengi duvarlarına bakışımlı olarak asılmış İsviçre görünümlerine bakıyorlardı. Hiç kimsenin canı sıkılmıyordu. Şimdiye dek, iyi bir yemeğin sindirimi sırasında, kara kara düşünen hiçbir insan görülmemiştir.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:57) “Şimdi sıcaklığı yaralı diş etlerimi sızlatan sosisi yerken karşıdaki düz aynada, beremle, kara kuru üzgün yüzüm ve bakışlarımdaki ümitsizlikle o Disch’e benzemeye başladığımı görüyordum. Ama aynada, kendi yüzümün yanında, çevremdeki insanların yüzlerini, sosisleri ısırmak için açılan ağızları da görüyordum, sararmış dişlerin gerisinde kara kara genişleyen gırtlakları görüyordum.” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:15) “Söğüt ağacı yalnızca değirmene değil, Arhip’e de desteklik etmektedir. Arhip bütün gün ağacın kökleri arasında oturup balık avlar. Kendisi de söğüt ağacı gibi kocayıp kamburlaşmıştır, dişsiz ağzı ağacın gövdesindeki derin kovuğu andırır. Gündüzleri balık avlamayı bitirdikten sonra geceleri aynı yerde oturup kara kara düşünür.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:37) “Jimmy’nin dediğine göre o ‘genellikle kovboyluk yapmış’ kendi halinde biriydi. Sınır koruyucularının çarpışma metodlarına yabancıydı. İşte bu yüzden diğer askerler o olmadığı zamanlar kara kara düşünüyor, acaba Jimmy bu çarpışmada ne yapacak diye endişeleniyorlardı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:9) “Eğer kötü bir davranışta bulunduysanız, pişmanlık duyun, elinizden geldiği kadar durumu düzeltin ve bir dahaki sefere daha iyi davranmaya bakın. Ne sebeple olursa olsun hatanızın üzerinde kara kara düşünmeyin.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:5 -önsöz-) “Bana hiç bilmediğim bir yerin adını söylüyorlar. Sonra susuyorlar. -Kıyamet, kıyamet. Top seslerinden durulmuyor. -Üç gündür, gece gündüz durmadan savaşırlarmış. -Düşmanları nasıl buluyorsunuz? Memnun gibiler miydi? -A a. Kara kara düşünürlerdi.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:165) “DUMAN ----------Şeytan gelir, sorar Kaynattığın kazana Açlık, ölüm kattın mı? Kattım. Fitne, fesat attın mı? Attım. Kaynar kazan, Kaynadıkça kara kara Bir duman Vurur gider dağlara.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:29) “TELEFON Gözlerin var ya çekik kara kara Önce gözlerindi en güzel ışık Beyaz dişlerindi bacakların omuzun Damalı örtüde bir kase çorba gibi Buğulu bir lezzetti karıkocalık.” (Oktay Rifat<1914-1988>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:390) “YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ II -----------------------------------Çölün külleri içinde uyuklar kıvılcımlar ve çiftçinin üst dudağındaki altın tüyü kara kara düşünür damlar, mısır püskülü kadar sarı, akşamın özlemiyle kavrulmuş bir tüyü.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:35) “Sarı, kıvır kıvır baş yok oluyor kapıda. Herkes gülüyor, sonra gülmez oluyorlar, Jüra’lı: ‘Bir el iskambil çevirelim, çocuklar,’ diyor. ‘Oturup kara kara düşünmekten iyidir.’ ” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:366) “Kamil Bey ne yapacağını kara kara düşünürken Cemil Usta yıkıcıdan aldığı bialtıyüz lirayı sayıp verdi, sonra selamlığın onarım hesaplarını yeniden yaptığını, köşkten seçtiği bazı meşe kaplamalardan, tavan oymalarından yararlanacağı için bu işi çok daha ucuza bitireceğini söyled.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:58-9) “... Sermürettip (Başdizici) Behram Efendi, şişeyi bitirmediyse, ‘İlle bir yudum çek!’ diye diretir. ‘İyi gelir mi bu namussuz bronşite... Susuz rakı?’ Suratını buruşturdu. Son günlerde, Doktor Münir Bey’e gitmeyi düşünmeye başlamıştı kara kara...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:253) “Onlar da onuu bütün ruh halleriye, bütün değişimleriyle tanıyorlardı. Onlardan hiçbir şey saklamamıştı; onlara bir çocuk olarak, bir erkek olarak, ağlayarak, dans ederek, kara kara düşünerek, neşeyle gelmişti. Şu pencerenin içinde yazmıştı ilk dizelerini, şu kilisecikte evlenmişti ve oraya gömülecekti, diye geçti aklından, uzun galeride pencerenin eşiğine diz çöküp İspanyol şarabını yudumlarken.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:206) “Üç kuşaktan miras olarak devraldığı içgüdüsel bir duyguyla hem avans almaktan ve hem de borçlanmaktan korkuyor. Masanın başına oturmuş, kara kara düşünüyor; Nasıl olacak? Bunun üstesinden nasıl gelecek?” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:232) “Yedi yaşındayken o neşeli ve mutlu çocukluk çağı şarkılarından rastgele bir tanesini ezberlemek ve koroda okumak zorunda olduğumu kara kara hatırlarım.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:45) Kara kedi gibi araya girmek : Kara kediye rastlamanın uğursuz sayılabileceği varsayımıyla, birinin işe şu ya da bu şekilde karışmış olması bir uğursuzluk getirme inancı “JACQUES USTA - İltifat buyuruyorsunuz. CLEANTE - Ben bir kıza tutkunum, onun da bende gönlü var, evlenme teklifinde bulundum, ilgiyle karşıladı, babam da şimdi o kızı almayı kalkışıp kara kedi gibi aramıza giriyor.” (Moliere, “Cimri”, sa:106) Kara kış : Kış mevsiminin tam ortası; Kışta kıyamette; Karın pek bol olduğu ve çok şiddetli geçen kış mevsimi “Bu zavallılar, kara kışta, bütün günlerini, bütün gecelerini, ıslak sıraların üzerine büzülerek, bu insanı hasta eden rutubet içinde titreşmekle geçirirlerdi. Çünkü gemide ateş yakılmazdı ve kıyıya kapağı atmak da, çoğu kez pek güç olurdu...” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:77) “1860 yılındaki o kara kışta Oise ırmağı dondu, aşağı Picardie ovalarını kalın bir kar örtüsü kapladı; hele kuzeydoğudan öyle tutkun bir yağış geldi ki, Noel günü, Beaumont’u sanki kara gömdü.” (E. Zola, “Hulya”, Cilt:I, sa:15) Karakola düşmek : Sokakta, mahallede problem çıkarıp karakola götürülmek “ ‘... Sonuçta hayvanlar bizim hatunun bahçesine girmişler, yeni diktiği sebzelerin hepsini ezmişler. Bir hengamedir kopmuş. Bizim hanım durur mu, tavukları sopayla kovalayıp bir güzel pataklamış; ben eve vardığımda iş çığrından çıkmıştı. Ben de balıklama daldım kavgaya. Sonunda karakola düştük.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:108) Karakter : Ira; Kişinin psikolojik yapım, düşün ve davranışı; bu davranışım toplumsal değerlendirilmesi; Alfabenin harfleri “Karakter insanın kaderidir” (Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:143) “Elbette ki artık tarihe karışan o sabah gazetesini hiç duraksamadan okuyor değildim, ama benim için apaçık olan bir şey vardı: Gazete haberleri, adlarını, işlevlerini ve aralarındaki ilişkileri okulda öğrenmekte olduğum aynı karakterlerle yazılıyordu (biz onlara karakter değil, harf diyorduk). Bu yüzden de daha harfleri sökmeyi yeni öğrenmiştim ki, okuduğumu anlamasam da okumaya başlamıştım bile.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:52) Karakulak : (FARS.): ‘Siyah-guş’ diye adlandırılan, tilkiye benzer bir hayvandır. Aslanın yediğinin artıkları ile beslenmek için aslanın yanından ayrılmaz, ona rehberlik edermiş. İran şahları bu hayvanla vahşi hayvanları avlarlarmış. “Karakulağa sordular: -Neden hep aslanın çevresinde dolaşıp duruyorsun? Cevap verdi: -Ben onun artıklarını yerim. Onun gücüne sığınarak düşmanlardan korurum kendimi!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:57) Kara kuru : Esmer ve zayıf, bir deri bir kemik kalmış, ufacık tefecik yaşlı kimse (insan ya da hayvan) “Şimdi sıcaklığı yaralı diş etlerimi sızlatan sosisi yerken karşıdaki düz aynada, beremle, kara kuru üzgün yüzüm ve bakışlarımdaki ümitsizlikle o Disch’e benzemeye başladığımı görüyordum.” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:15) “Ama Hellas’taki oğlanların en antikası Emil Lucius idi kuşkusuz; kapalı kutuydu Lucius, saman sarısı saçları vardı, yaşlı bir köylü gibi metin, çalışkan ve kara kuruydu.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:71) “Hacı Eşkıya küçücük, kara kuru, avurdu avurduna geçmiş, yaşlı bir adamdı. Ahmet Efenin en yakın dostuydu. Yatağıydı. Bir elin beş parmağı gibiydiler. Ahmet efe kancıkçasına Hasan Çavuşun kurşunu ile gittikten sonra, Memedi kanatlarının altına almış, ona babasızlığını unutturmuştu.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:13) “NE YİYECEK ÇOCUKLARIM ----------------------------------------Kaç zamandır Uzanıyor evimiz Çile çatısının altında. Şimdi biliyorum ki siz Bakarak kara kuru bir köpeğe Söyleyebilirsiniz Açlık vardır evde.” (Mzi Mahola<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.01.06) “Şüphesiz, gözlerimi kapasam ya da tavana diksem o sahneyi çıkarabilirim: Uzakta bir ağaç, karanlık ve bodur bir gölge koşuyor üstüme. Ama ben bütün bunları iş olsun diye uyduruyor muyum yoksa? O Faslı uzun boylu, kara-kuru biriydi, zaten onu yalnız bana dokunduğunda görmüştüm. Uzun ve kara-kuru bir insan olduğunu da hala bu yüzden biliyourm.” (J.P. Sartre, “Bulantı”, sa:47) “Zekeriya Hoca da, Bağlarbaşı’nın Kuvvayı Milliye’ye çalışan yiğit mahalle imamına -tabur imamıyken Sarıkamış’ta esir düşmüş ufak tefek, kara kuru Durmuş Hoca’ya- neden benzemesin? Ya aptesane aralığında, kendisini, gayet korkunç tehlikelere karşı uyarmaya çalışan sinirleri bozuk, korkudan yitik adamcağız?..” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:63) Karala(n)mak : Taslak olarak çizmek ya da yazarak hazırlamak; iftira atmak (atılmak); çala kalem rastgele yazmak “Ülkemizdeki genel uygulama, muhalefetten iktidarın iyi kötü ayrımına giderek gidilmeksizin bütün yaptıklarının karalanmasının, iktidarın ise bir zamanlar muhalefette iken karalananların yinelenmesinin anlaşılmasıdır.” (A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:78) “-Aradan iki hafta mı geçti ne... Bir gün evde oturmuş, bir şeyler karalıyordum. Birden kapı açıldı, Sofya Mihaylovna içeri girdi. Fitil gibi sarhoş. ‘Alın kahrolası paralarınızı!’ diyerek koca bir desteyi yüzüme fırlattı.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:142) “Jandarmalar yaklaşırken otomobil havaya uçar, üç görevli ölür. Suç, bakın şu işe, hemen Lotta Continua’nın üstüne yıkılır. Şu noktaya dikkat edin, Lotta Continua’yı karalamak, Komiser Calabresi’nin ölümünden o üç kişiyi sorumlu tutmak çin sürdürülen baskının süresi yirmi yıla yaklaştı.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:18) “Sen, Madlen’le çıkar çıkmaz, bunu imkansız ve dayanılmaz buldum. Biliyor musun ki, tekrar dışarıya çıktım! Seninle daha fazla konuşmak, sana büytün söylemediklerimi söylemek istiyordum. Plantier’lere doğru koşmaya başladım. Vakit çok geç olmuştu. Düşündüm, cesaret edemedim. Ümitsizce sana artık yazamayacağımı söyleyen bir ayrılık mektubu karalamak niyetiyle geri döndüm.” (A. Gide, “Dar Kapı”, sa:81) “Burası gerçek bir cennet. ‘Erwin ve Elmire’nin ikinci yarısını tamamen yeniden yazdım. Bu piyese biraz daha canlılık ve hayatiyet vermek isitiyorum. O anlamsız diyalogların hepsini çıkarıp attım. Bunlar tam manasıyla bir öğrenci işi, daha doğrusu bir karalamadan ibaret.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:81) “Totaliter propagandacılar, bir takım konulardan söz etmemek yoluyla, kitlelerle yerel politika patronlarının nahoş bulduğu gerçek ya da savların arasına Mr. Churchill’in ‘demir perde’ diye adlandırdığı şeyi çekerek, kamuoyuna en uzdilli karalamalarla ya da en karşı konulmaz mantıksal karşıtezlerle yapabileceklerinden çok daha etkili biçimde kanaat telkin etmişlerdir.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:14-6) “Bu sıkı göz hapsi içinde, defterimi ancak gece yarıları el ayak çekildikten ve belki de nöbetçi er uykuya daldıktan sonra yatağıma sokulup yazabiliyorum. İhtiyaten lambamı da söndürüyorum. Ve İtalyan şairi d’Anunzio’nun ‘Nocturno’yu yazdığı gibi bütün bu yazıları el yordamıyla karanlıkta karalıyorum. Okuyabilene ne mutlu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:160) “-... Çeşme başları kalabalıksa, biri yanaşır. Ne o? Eline ibrikle su dökecek. Sevabına mı? Hayır. ‘Ver kırk para!’ Çömelmişsin mangalını yellemektesin. Yanaşır. Bir ucundan o da yelpazeler. ‘Haydi işine,’ demedin mi ‘Ver iki kuruş.’ Vermezsen; kimin kimsen de yoksa, bağırmaya başlar. Üstüne yürüsen, ‘Bana sulandı’ karalaması hazır.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:46) “-Daha nolsun! Saray şoforluğunu maskara ettin ki, arkadaş, yaylı sürücülüğünden beter etmecesine... -Kim demiş? Vay ki, düşman karalaması... Vay ne demek! Bize... Ve de bizim gibi yiğide... Hayır kabul etmem!” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:56) “Bir zamanlar elmas yüzüklerle süslü elleri kirli işlere bulaşmıştır; acı ve zehirli yazılar yazarak önüne geleni karalamakta, sağa sola çamur atmaktadır; öyle ki, sonunda Venedik hükümeti bile, ortalığı karıştıran ve gerçekten can sıkmaya başlayan bu adamın poposuna bir tekme atıp kurtulmuştur.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:90) Karalara bürünmek : Karalar giymek, matem-yas tutmak “Bir duvarında İvan İlyiç’in pek beğendiği kelepir saatın asılı olduğu yemek odasına girince orada papazı, törene gelen birkaç tanıdığı ve İvan İlyiç’in yetişkin kızını gördü. O da karalara bürünmüştü.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:31) Karalar giymek : Bir felaket, genellikle ölüm dolayısıyla belirli bir süre için koyu, siyah giysiler giymek; Yas tutmak “Genç dük sevgiden çılgına dönmüştü, Lamiel’se zamanını işkence yaratmakla geçiriyordu: -Yarın karalar giyinin, beni görmeye gelirken.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:53) Kara maşa : Zayıf ve kara kuru kimse; çingene “Gönül kimi severse güzel odur, dedim; sen bu ufacık boyunla pis kokunun farkında mısın? ‘Seni hizaya getirmeli!’ dedi. ‘Bana sen mi akıl öğreteceksin kara maşa?’ ” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:69) Kara mizah : Sıkıntılı, üzüntülü zaman “Ya bu önemsiz eksiklik tavırlarındaki ihtişamı dengelediğinden ya da ırkının her bireyinin damarlarında akan kara mizahtan payına fazladan birkaç damla düştüğünden, toplum dünyasında daha yirmi kez yer almamıştı ki, yanında spanyeli Pippin’den başka onu duyabilecek biri olsaydı, kendi kendine şu soruyu yönelttiğini işitebilirdi: ‘Allah aşkına, neyim var benim?’ ” (V. Woolf, “Orlando”, sa:130) Karamsar; Karamsarlık : Her şeye olumsuz, kötü önyargıyla bakan; Bu tür ruh haline sahiplik “Fanny’nin de zaman zaman bunalımları olurdu, onun da birlikte yaşanması kolay bir insan olduğunu sanmıyorum. Görünürdeki dinginliği, çoğunlukla içindeki fırtınayı maskelemeye yönelikti ve birkaç kez onun ne kadar kolayca karamsarlığa kapılıverdiğine, tanımlanamaz bir acıyla hıçkıra hıçkıra ağlama noktasına geldiğine tanık oldum.” (P. Auster, “Leviathan”, sa:50) “Ünü bir süre daha dolaşmış ağızlarda, uğursuz kuyruklu bir yıldız gibi sonunda sönüp gitmişti. Kocası huzursuzluk, korku ve yüzkarasından, karısının kendisine hazırlayıp durduğu o bitip tükenmeyen sürprizlerden ancak ancak yavaş yavaş kendine gelebilmiş..... oğlan da annesine boyu bosu ve kaşı gözü bakımından pek benziyordu. Adam giderek karamsarlığa gömülmüş ve kendini dine vermişti.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:69) “Birden pencereden, içerde başını eğmiş bir şeylerle uğraşan İstasyon Şefini gördü. Coşkıuyla, ağrılarını unutup ayağa fırladı. Dizleri bir iyice acıdı. Dizlerine çöke çöke asfalt yolu geçti. Şefi görünce bayağı sevinmişti, istasyona yaklaştıkça içine korkuya, endişeye, ürküntüye, umutsuzluğa benzer bir karamsarlık çöküyordu.” (Y. Kemal, “Tek Kanatlı Bir Kuş”, sa:13) “Gazete ve dergi alıp bir kahveye oturdum. Gazeteler yine Türkiye’nin iç karartıcı haberleriyle doluydu. Ekonomik kriz, birbirini suçlayan politikacılar, sütunlarını meslektaşlarına çatarak dolduran köşe yazarları... Bunları peş peşe okumak insanın bütün neşesini kaçırıyor, içini karamsarlıkla dolduruyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:419) “AĞIT ÜZERİNE ---------------------Bu yüzden attım üzerimden karamsar ağırlığı: Şiirleri bezemeye aday o incekıyım düşünceler... Onlardır, bazı duygularla ilk kez tanışmayagötüren adımlar...” (William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman, Ali Çeviker; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.10.07) “ ‘Tanrım! Tanrım!’ diye bir kez daha haykırdı düşüncelerinin bitiminde, ‘yani ben artık, ne kadar iğrenç olduğunu düşünürsem düşüneyim, karşı cinsin fikirlerine saygı mı göstermeliyim? Etek giyiyorsam, yüzme bilmiyorsam, bir denizci tarafından kurtarılmam gerekiyorsa, vallahi öyle yapmalıyım!’ diye haykırdı. Bunun üzerine bir karamsarlık çöktü üstüne. Yaradılıştan açık yürekli ve her türlü aldatmacaya karşı olduğundan yalan söylemek onu sıkıyordu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:107) Karanlığa boğmak : Etrafı karanlıkta bırakmak, göz gözü görmemek “Ayağı çamurla ağırlaşmıştı; her adımda yeryüzünü ayağıyla kaldırıyordu sanki. Bir yıldırımın aydınlığında ansızın bir tepe üstünde küçük bir köy gördü. Yıldırım beyaz evleri aydınlatıyor, sonra tekrar karanlığa boğuyordu.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:304) Karanlık basmak; Karanlık çökmek : Akşam olmak, etraf kararmak “ ‘Karanlık basana kadar çitlerin altında yağmurdan korunmaya çalıştık. Gece gizlice bir samanlığa sığındık. Islak elbiselerimin içinde titriyordum. Karanlıkta el yordamı ile ilerlerken temiz samanla dolu bir çocuk beşiğine rastladım. Giysilerimi çıkarıp bir köstebek gibi samanların arasına daldım, ama hala üşüyorum.’ ” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:82) “Karanlık iyice çökmüştü. Küçücük odanın içinde üst üste yığılmış başlar birbirlerini görmez oldular.” (O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:141) “ ‘Vallahi, geceleri adeta bizim gibi konuşuyorlar, gülüşüyorlar, şarkı söylüyorlar, tepinip oynuyorlar. Bazı da bir kavga, bir dövüştür gidiyor,’ diyordu. Perilerle cinlere yuva olan bu odaların kapıları hiç açılmazdı ve karanlık basar basmaz Cenan Kalfa’yı öldürseler bile önlerinden geçmezdi.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:196) “Gerios geri döndüğünde, karanlık basmıştı. Gecenin karanlığı! Karısı, odaya dönmüştü bile, yatağa serilmişti.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:37) “BABA - Üniversitede dersim var, saat on birde! ANNE - Gitmeden Alfred’i buraya çağır! BABA (Eliyle Subay’ı göstererek.) - İşte burada ya, sevgilim! ANNE - Aman Tanrım, gözlerim artık görmez oldu! Öyle, karanlık basıyor.” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:17) Karanlıklar Hükümdarı : (DİN, ŞEYT.) : ‘Ş e y t a n’ın birçok adından biri. “Şeytan, Tanrı’nın ışığının ulaşamadığı karanlıklara egemendir.” (U. Ego, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 614) Karanlıkta göz kırpmak : Saman altından su yürütmek; bir işi kimsenin anlamayacağı bir şekilde yürütmek “Işığın savaşçısı, ışığı izlemenin en iyi yol olduğunu öğrenmiştir. İhanet etmiş, yalan söylemiş, yolundan sapmış, karanlığa göz kırpmıştır. Ve sanki hiçbir şey olmamış gibi her şey yolunda gitmiştir.” (P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:77) Karantina : Bulaşıcı, ölümcül bir hastalığın, örneğin Veba, diğer memleketlere yayılmaması için, liman şehirlerinde gayet sıkı olarak uygulanan sağlık tedbirleri. Bugün bile, eğer kedinizi de İngiltereye yerleşmek için götürmek isterseniz, Southhampton’da altı aylık bir karantina tecrit-mecburiyetini peşinen kabul etmek zorundasınız (İ.E.) “Ne tuhaftır ki, ticaret gemilerinin ambarlarındaki sıçanların sırtlarında Çin’den Venedik’e ölümcül salgını getiren, nüfusun yabancı lüks eşyalara tutkusu olmuştu. Çin’in nüfusunun üçte ikisini yok eden salgın, Avrupa’ya gelmiş ve hızla nüfusun üçte birini öldürmüştü. Langdon salgın sırasında Venedik’teki hayatla ilgili tasvirler okumuştu. Ölüleri gömecek toprak kalmadığı için şişmiş cestler kanallarda yüzüyordu. Bazı bölgelerdeki ceset yoğunluğu yüzünden işçiler, kütük yuvarlar gibi, cesetleri denize doğru itiyorlardı. Dualar, salgının gazabını azaltmaya yetmiyordu. Devlet memurları hastalığa sıçanların neden olduğunu anladıklarında artık çok geçti ama Venedik yine de gelen tüm gemilerin yüklerini boşaltmadan önce kırk gün açığa demirleyip beklemelerini gerektiren bir kanun çıkarmıştı. Günümüzde, İtalyancası ‘quaranta’ olan kırk rakamı, karantina kelimesinin nereden geldiğini hatırlatan tatsız bir kelimedir.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:376-7) Kara Ölüm : Bulaşıcı ve ölümcül olan VEBA’ya -herhalde vücutta kara kara yaralar açması, pençe pençe koyu şişlikler oluşturması ve kanlı ishal çıkartması nedeniyle- ortaçağlarda berilen isim (İta.: La Pesta Nera) “Langdon, semboller dünyasında uaun gagalı maskenin Kara Ölüm’le neredeyse eşanlamlı olduğunu hemen açıkladı. Bazı bölgelerde nüfusun üçte birini öldüren veba, 1300’lerde Avrupa’yı silip süpürmüştü. Çoğu kişi Kara Ölüm’e, kurbanların cildi kangren ve deri altındaki kanama yüzünden karardığı için ‘kara’ dendiğine inanırdı ama aslında kara kelimesi, vebanın tüm nüfusa yayılacağı korkusuna bir atıftı.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:63) Karar kılmak : Düşündükten ve tarıştıktan sonra kati bir karar almak “Çevredeki birkaç seçeneği denedikten sonra, öğle yemekleri için Cosmic Diner’de karar kıldım. Yemekleri ahım şahım değildi, ama garsonlardan biri Marina adında Porto Rikolu bir içim su bir kızdı, ona hemen tutuldum.” (P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12) “…Lillian beş parasız olduğu için, Maria’nın vereceği parayla birikmiş faturaları ödemenin daha doğru olacağında karar kıldılar. Böylece Maria, Lillian’a üç bin dolar (yani elinde avucunda ne varsa hepsi) postaladı ve New York gezisi daha sonraki bir tarihe ertelenip rafa kaldırıldı. Aradan iki yıl geçmesine karşın, gezi hala gerçekleştirilememişti.” (P. Auster, “Leviathan”, sa:158) “birkaç yıl önce bir haftalık bir sarhoşluktan sonra uyanmış ve kendimi öldürmeye bayağı karar kılmıştım. o sıralar çok tatlı bir kızla yaşıyordum ve çalışmıyordum. para bitmiş, kira gelip çatmıştı. bir yerde serserilerin yaptığı türeden bir iş bulabilirdim ama bu da ölmenin başka bir şekliydi.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Pis Moruğun Notları’ndan Seçmeler”, sa:120) “Elinde iki kanun vardı; biri eskice, altı çatlak değil ama çizik, mandalları tam değil ama çok güzel sesli olan. O, elli lira. Diğeri, Bursa’da yeni bir usta tarafından yapılmış, pırıl pırıl, dokuzlu ve dörtlü tüm mandallarıyla tam bir sanat eseri. O da yüz yirmi beş lira.... Uzatmayalım, ustayla elli lirada karar kıldık. Beş lirası peşin ödenecek, diğer kırk beşi de aylık taksitlerle dokuz ayda ödenecek. Senet, sepet ve faiz yok. Ermeni usta faize inanmıyor.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:156-7) “Dorothy biraz para bulmak için beynin harap etti ve sonunda Jül Sezar ile başlayacak, Wellington Dükü ile sona erecek tarihi bir gösteride karar kıldı. Bir gösteri ile iki sterlin çıkartabiliriz, diye düşündü... Şans ve güzel bir gün sayesinde, üç sterlin bile toplayabilirlerdi!” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:326) Kararlılık, kararlılıkla : Kat’iyet; daha kesin ve kat’iyetle, ne söylediğini bilerek (konuşmak) “ ‘Elbette ki komiser benim, neden sizi bu kadar şaşırttı?’ ‘Yok beni şaşırtmadı, yani... şaşırttı... Yani en azından benim tanıdığım siz değildiniz. Son aylarda bir görev değişimi olmadıysa.’ ‘Hayır, hanımefendi,’ dedi kararlılıkla, ama biraz kafası karışmış, ‘iki yıldır buradayım.’ ” (R. Rogas, “Dorotea’nın Şarkısı”, sa:215) Kara sevdalı olmak : İyiden iyiye aşık olmak “KARŞILAŞMA Zamanı değil Ne sen ne de ben karşılaşmaya. Bilirsin nedeninin: Karasevda bu benimki...” (F. Garcia Lorca<1898-1936>-Sabri Altınel, “aşk şiirleri”, sa:101) “KEBİK - Bilirsen Teyfo Ağanın kızı Güllüşan sana vurgundur, kara sevdalıdır, ince hastalığa tutulmuştur senin yüzünden, azap çekmektedir.” (M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:59) “Benim kara sevdamın hekimi olan aklım, Sözünü dinlemedim diye çıktı çileden, Beni bırakıp gitti - ıssız, umutsuz kaldım: Arzu ölümdür - şifa istemiyorsa beden.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüme Soneler”, no:147, sa:335) Kara su : Ölüm “12. Sind’in Suları Yanında Batan mehtapta bir tutuklu gibi biryerlerde Kara Suya mahkum belki de bir Andaman adasının ufkunda asılı kalmış? Ama burada Keşmir’de, bu suların yanıbaşında, ışığı beni terkedecek nerede?” (Agha Shahid Ali-Jale Erzan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.04.04) Kara sürmek, sürülmek : İftira atmak, hakkında yalan şeyler uydurmak; Hakkında iftira edilmek “Bütün mağdur münevverler adamcağıza saldırır, dalkavukluktan tut vatan hainliğine kadar sürmedik kara bırakmazlarmış...” (A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:22) “Oturduğunuz köyden hiç dışarı çıkmadığınız halde, bilmem hangi papaz okulunu bitirdiniz diye şövalyeliğe kara sürmeye, gezgin şövalyeleri lekelemeye hakkınız var mı sanıyorsunuz? Keyif için değil de, iyi insanları ölümsüz kılan şeyler uğruna dünyayı dolaşmak, boşuna vakit kaybetmek oluyor öyle mi? Eğer bir şövalye, asil, yüce gönüllü, erdemli biri bana ahmak deseydi, bir hakaret; fakat sizin gibi şövalyeliğin zahmetli yollarından birini geçmemiş, tıfıl, eğitimli insanların sözlerine aldırmam ben. Şövalye doğdum, yüce Tanrı izin verirse, öyle de öleceğim.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:599) “... Şapkayı defleyip fes giydireceklerine yemin ettiler. Kulaktan kulağa en namuslu insanlara kara sürülmek istendi. ‘Filanca hırsız, filanca oğlancı, falanca ırz düşmanı, filanca kodoş’ diyerek en edepsizce yalanlar uyduruldu.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:336) Kara talih : Kötü yazgı “-Kadiz sıcağı bu. -Yeter dedik. -Çok hızlı ötüyor. -Kulakları sağır ediyor. -Kentin üstüne kara yazgı çöktü besbelli. -Ah, Kadiz, ah! Senin tepene çöken kara talih bu!” (A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:10) Karatavuk : Esmer, ufak tefek, kuş gibi ‘bir kurşunluk canı’ olan sinsi kişiler için kullanılan deyim “ÇUBUKOF - Ne, ne! Ben dalavereci miyim? (Bağırır.) Sus! LOMOF - Dalavereci! ÇUBUKOF - Mahalle çocuğu! Enik! LOMOF - İhtiyar sıçan! Cezvit! ÇUBUKOF - Sus, yoksa seni bir keklik gibi bir kurşunda cehenneme yollarım! Karatavuk!” (A. Çehov, “Teklif”, sa:34) Karatoprağa düşmek; Karatoprağın altında olmak; Kara topraklara girmek : Ölmüş olmak, vefat etmek, gömülmek “Kronosoğlu Zeus ağır işçi yaptıydı onu kara toprağın altında; boş ver böyle umutlara, gitmeden gençlik elden, kabul edelim bence, ne salmışsa tanrı başımıza...” (Alkaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:136) “Ben, Dionysos, altmışımda düştüm kara toprağa. Tarsos’tu memleketim hiç evlenmedim keşke olmasaydı babam da.” (Anonim, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:178) “Ya başaramazsa, ya yakalanırsa. Ya sevdiğine kavuşamayıp şu genç yaşında kara topraklara girerse.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:69) Karavana : Yatılı okullarda, askeri birliklerde, çorba vb sıcak yemekleri taşımakta kullanılan büyük, kulplu, kalaylanmış bakır kaplar; Askerlikte atıcılık talimlerinde, atıcının nişangahı ıskaladığı zamanlarda gözlemcinin elindeki bayrağı iki yana sallarken haykırdığı bildiri çağrısı: Karravana!!! “Sınıf odalarının önündeki yer muşambasının üzerinde sıcak karavanaların yusyuvarlak izlerini olduğu gibi görüyordum; bu çorba kokusu, Pazartesi öğle vakti sınıfımızın önünde duracak olan karavanayı anış, Scharnhorst’un yakasındaki kırmızının, Iphigénine’nin dudaklarındaki kırmızının, kupa as’ına ait kırmızının dindiremeyeceği bir açlık uyandırdı bende.” (H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:12) Kara yağız : Esmer, iri yapılı, gürbüz genç adam “Ağanın sağında oturan kara yağız adam, rum türkçesiyle lafa karıştı: -Yeni mi çaktın paşam? Bu oğlanın günde içtiği esrar senin ağırlığınca.. -Doğru mu oğlum, bak Tanaş Abin ne dedi? -Boş ver. Ben Seringel Abi’den papeli uçlanıyorum.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34) Kara yapıt : (MYTH,KİMYA) : S i m y a’da, ‘Büyük Yapıt’ın oluşturulması sürecinde, m a d d e’nin ilk ‘dönüşü’ aşaması:-. Bk.: Simya “B ü y ü k Y a p ı t’ın: Çözülme ve damıtılma zamanı.” (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 614) Karaya vurmak : Deniz kazasından sonra insan vücudu, eşya malzeme vs.’nin kıyıya çıkması “Ulu Tanrı’nın hizmetçisi ve İsa’nın havarisi olan ben Bartholomew’ya, gözümün önünde beliren bir melek bu sandığı denizin dalgaları arasına atmamı salık verdi. Bu nedenle bu sandığın karaya vuracağı yerin halkına onlara aynı gün Tanrı’dan ve İsa’dan kurtuluş, barış ve iyilik geleceğini bildiririm.” (F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:44) Kara yazgı : Kötü, kara talih “-Kadiz sıcağı bu. -Yeter dedik. -Çok hızlı ötüyor. -Kulakları sağır ediyor. -Kentin üstüne kara yazgı çöktü besbelli.” (A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:10) Karayel : Kuzeybatıdan gelen, genellikle soğuk ve şiddetli fırtınalara neden olabilecek rüzgar “Madame de Sévigné’nin mektupları gibi beklenmedik yerlerde karşımıza çıkar. Sévigné tehlikelerle dolu bir yolculuktan sonra, ‘Şu tuhaf Rhone,’ <Ren nehri> der. ‘Şu Rhone denen iblis!’ Çünkü artık insanın ,içine işleyen o başıbozuk karayel, dizginleri ele almıştır.’ ” ..... “Karayel! Ventoux Dağı’ndan aşağıya her zaman beklenmedik ve olanca gücüyle esen, toz kaldıran, ırmak vadisinde öfkeli bir boğa sürüsü gibi uğuldayan bu rüzgarın kükreyişinde ve öfkesinde, Olympos’lu Zeus’u anımsatan bir şeyler vardır..... Bir anda üstünüze çullanır, sözcükleri ağzınıza tıkar, bağlar arasında derviş gibi dönen pek çok toz burgacının oluşmasına yol açar. Ama bu doğagörünümüne aittir, nasıl devler peri masallarının ayrılmaz bir parçasıysa o da buranın ayrılmaz parçasıdır; Provence’lılar bu rüzgara hiç pabuç bırakmazlar.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:404;449) Kara zağ cücüğü : Doğu Anadolu’da, karga yavrusuna benzer cılız çocuklara verilen ad “Kendisine, bu sütle yumurtayı vadettim. Ancak, ninniyi de şimdi mutlaka söylemesi için ona bir sürü dil döktüm. Nihayet çadırların birinden getirttiği kara zağ cücüğü gibi altı aylık bir çingene yavrusunu kucğına aldı ve bakalım ne söyledi?” (O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:101-2) Karbonaro : (İTA.) <karbonaro>: 1830 İtalyan birliği sırasında, onu gerçekleştirmek için çalışan gizli cemiyet üyesi Karbon kopyası : Tıpatıp aynısı, çok benzeri, sanki ikizi gibi “PAPAĞANLAR ŞEHRİ ------------------------------Dikkatlice bakıyorum ve gerçekten burada hiçbir eşya gerçek eşya değil, Sadece onların tıpa tıp benzeyen karbon kopyalarıdır Akıl, bir bantın verdiği emirlere göre düşünür, ampüller de öyle ışık saçar. Lanet olsun bu gerçekten papağanlar şehri ve ben bu dünyaya boğaza kadar dalmışım meğer.” (Gabriel Chifu<d.1954>-Gihan Curtamer; “Çağdaş Romanya Şiiri-Papağanlar Şehri”, sa:98) Karcımak : (Sesi) kısılmak, boğuk boğuk çıkmak “Adama bir ince ter basmıştı. Sesi karcımıştı. Elinin tersiyle alnındaki terleri sıyırıp yere silkti. ‘Bir su ver bana!’ dedi bekçiye. Sonra, dışarıdan köpeğin yürek kaldıran sesi geldi. Bir eşkiya baskını var gibi havlıyordu köpek. Acı acı, telaşlı...’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:263) Karda (kışta) kıyamette : Kış ortasında, etraf kar-buz iken “Bu ülkenin emeklilerinin karda, kışta ve cehennem sıcaklarında bankaların önünde oluşturdukları, beklerken öldükleri o uzun ‘şeylerin’ adı kuyruk değil de nedir?” (A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:118) “NORA - Birbirimizi görmeyeli o kadar oldu mu? Sahi, doğru. Ah, inan bana Christine, bu son sekiz yıl, hayatımın en mutlu yıllarıydı. Artık buraya geldin, öyle mi? Karda kıyamette bu uzun yolculuğu yaptın ha! iyi cesaret.” (H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:16) “Kışın iş olmaz. Birkaç günlük kar belimizi büktü. Hiç bir kuruş bile kazanamadık karda. Karda kışta kimse kayığa binip de Haydarpaşaya geçmez ki... Kışın gelenler ancak boğaz tokluğuna iş görürler.” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:70) Karda leke var onda yok : Çok temiz ve namuslu “ANNE - Esaslı oğlumdur benim oğlum. BABA - Benim kızım da esaslıdır. ANNE - Namuslu çocuk. Şimdiye dek hiç bir kadına uçkur çözmemiş. Şerefli insandır oğlum. Karda leke var onda yok.” (F. Garcia Lorca<1898-1936>, “Kanlı Düğün”, sa:23) Kardan adam : Karda kışta taze yağan kardan insanların -çoğunlukla genç çocukların- eğlence için yaptığı, eline süpürge verip burnuna havuç taktıkları, kafa yerine balkabağı yerleştirdikleri yapma adam (Bu son yıllarda pek görmüyoruz. Sanki kardan adam, bizim çocukluk yıllarımızın, 1930’ların, 40’ların kahramanıydı.) “Meydanın ortasında çocuklar kardanadam yapıyor. Onları ürkütmekten çekinerek, ama açıklanamaz bir neşeyle yaklaşıyorum. Ürkmüyorlar, bana bakmayacak kadar meşguller. Büyük yuvarlak gövdeyi bitirdiler, şimdi sıra başa geldi..... Başı omuzları üzerine koyuyor ve göz, kulak, burun, ağız niyetine çakıltaşı kullanıyorlar. Biri tepesine kepini koyuyor.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:203) Kardaş : Kardeş (Anadolu lehçesi) Bk.: Kardeş “HÜRRİYET KASİDESİ ----------------------------Ve yalnız Elleri sabunlu İstanbullu Bir çingene izinsiz girer İzinsiz çıkar... Kan tutuyor beni, bağıracağım; Bu dağlar bizimdir alemin değil!.. Alnını karışlarım Dostlarım; Kardaşlarım Sizden gayrinin!” (Niyazi Akıncıoğlu<1916-1979>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:48) “KIZILIRMAK KIYILARI Kardaş, senin dediklerin yok, Halay çekilen toprak bu toprak değil. Çık hele Anadoluya, Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayri, O kadar uızak değil!” (F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:345) “ ‘Siz uyuyun. Demek akşama buradasınız? İyi, belki yarın da... Belki size o nar ağacının yerini bilen bir kişi bulurum.’ ‘Bul kardaş,’ diye coşkuyla konuştu Yusuf. ‘Bul da Allah bizi bu dertlerden kurtarsın.’ ‘Siz dinlenin, uyuyun. Ben size akşama...’ ‘Sağol kardaş.’ ” (Y. Kemal, “hüyükteki kar ağacı”, sa:90) Karda yürüyüp iz bırakmamak, bildirmemek : Kurnaz, hesaplı davranıp düşüncelerini, hareketlerini gizleyebilmek “İsmet Beyimizi ayrıca sıkıladım. ‘Kurban olduğum İsmet Bey, sen fazladan reçber bir adamsın, reçper kısmına Selbeslik melbeslik hele hiç yaraşmaz’ dedim. ‘Çarıklı kurmaylığı ele alacak, karda yürüyüp iz bırakmayacak sıradır’ dedim.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:71) Kardelen : Nergisgiller’den, baharın erken zamanlarında hatta kar altında çiçek açabilen, soğanlı bir bitki. Güney Anadoluda özellikle belirgindir. “YUMUŞUYOR DİLİM ÖBÜR ADIYLA ---------------------------------------------------Saatlerdir kocaman bir taşı sürterek bir deliğe uyduruyor kesmek için yaşamım boyunca bir tıpadan damlayan suyu. Çevresinde, gazanyalar kırmızıya boyuyor usulca külrengi kumu. Sazlardan yapılmış bir çift süzüyor evle duvar arasındaki rüzgarı. Kardelenler eğiyor perçemli başlarını gölgelerine doğru.” (Gabeba Baderoon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.09.06) “ÇAĞRI ---------İşte size ekmek ve şarap, tabanca ve kardelen, annelerin ve ulusların dokuduğu beyaz gömlek! Kişisel korumam altına alıyorum sizi küçük tirajlarınızı ve büyük sektelerini kaplerinizin!” (Ivan Radoyev<1927-1994>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.12.08) Kardesizm : (DİN,EVRİM) : Takma adı ‘Alain Kardec’ olan, XIX. y.y.’da t i n s e l c i l i ğ i n kurucularından. “Hippolite Léon Denizard Rivail’in öğretisi. 50 yıllık bir çalışmanın ardından, 1857’de yorumlanan ‘R u h l a r K i t a bı’yla ünlenmiş, Fransa’da yaklaşık 600.000 mürit kazanmıştır. K a r d e c’e göre, t i n s e l e v r i m, bir dizi dirilişle <re-incarnation> gerçekleşir; her bedensel yaşam, birilerleme aşamasıdır. (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 614) Kardeş : Aynı anne babadan doğma çocuklar; Çok yakın, candan sevilen arkadaş Bk.: Kardaş “Çok gitmeden kadın bana döndü: -Kardeş, bak ve dinle! dedi. O zaman ulu ormanı bir baştan bir başa ansızın bir ışık yardı. Bu öyle parlak bir ışıktı ki, şimşek olmasın diye düşündüm. Fakat şimşeğin gelişi de, gidişi de anidir. Bu ise kaybolmuyor, aksine şiddeti her an biraz daha artıyordu.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, “Araf”, sa:224) “Öteki elini arkaya atmadı. Coco da patlattı bir tane, bir tane, iki değil, bir tane. Öteki yerdeydi, ‘Ua, ua’ diyordu. O zaman millet geldi. Kavga da başladı. Biri Coco’ya doğru yürüdü, iki, üç. Ben de ‘Kardeşime mi vuracaksın?’ dedim. ‘Kardeşin kimmiş?’ dedi. ‘Kardeşim değilse de kardeşim gibi,’ dedim. Bir tane patlattım.” (A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:55) “THE NİGHT OF LOVELESS NİGHTS (Aşksız gecelerin gecesi) -----------------------------------------------Gene de hor gördüklerimden değilsin sen. Gel, el sıkışalım, kardeşim, gel öpüşelim Aşk mektupları, kurdeleler, taraklar arasında, Hiçbir zaman dua kirletmedi senin dizlerini.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:97) “O akşam evine dönerken Hacı İshak Efendi’yi köşe başında Hacı Numan Efendi yakaladı. Derin bir ahla onu duvar kenarına çekerek: -Bugün bir hale rastladım. Söylemesem maazallah boynumda vebal kalacak. -Söyle Efendi... Söyle kardeş... Vebal tutma, söyle. -Bugün sokakta zevceniz Hanım’a rastgeldim, yanındaki ufak kızdan tanıdım.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:359) “POLYDEUKES - Helena öldürmez ve öldürtmez. KASTOR - Emin misin bundan kardeşim? Onu Theseus’tan koparıp aldığımız zamanı anımsa. Ormanda dörtnala giden üç at. Birbirimizi öldürmeseydik, neredeyse çocuklar gibi oyun oynadığımızı saydığımızdandır. Ve şimdi, sen soruyorsun ne kadar kan dökeceğini Atreusoğullarının.” (C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:152) “Orhan başını ileri doğru uzatarak tekrarladı: -Kardeş! Anlıyor musunuz? Onun herşeyini düşünen bir kardeş! Çünkü onun babası milliyetini savunduğu için hapse girdi... Yani sizi, beni, hepimizi savunduğu için... Demek biz onun çocuğuna borçluyuz. Ben okuldan ayrılıyorum ama onu unutmayacağım, sık sık buradaki öğretmen arkadaşlara mektupla, telefonla soracağım.” (P. Safa, “Biz İnsanlar”, sa:86) “İkinci kez ‘Suvenir!’ diye bağırdım. Harlov, Suvenir’e şöyle yan yan bir baktı. O ana dek, sanki onun varlığını bile ayrımsamamıştı. Yalnızca benim haykırışım dikkatini çekmişti: -Dikkat et kardeş, diye boğuk boğuk homurdandı. Başına bir bela gelmesin!” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84) “ ‘Mösyö Ernest’i vuran sizden biri mi?’ ‘Benim,’ diyor Lakdar, yaşlı bir liderin sadeliğiyle. ‘Eline sağlık, kardeş. İstersen, bıçak için sana yirmi frank daha uçlanırım.’ ” (K. Yacine, “Nedjma”, sa:13-4) Kardeşlik : Kardeş kadar yakın arkadaş, güvenilir kimse “Vadinin dibinde darmadağın olmuş bir sahra mutfağı göze çarpıyordu. Şvayk fırsatı kaçırmadı, Balon’a önerek, ‘Bak kardeşlik,’ dedi, ‘yakında başımıza neler geleceğini kendi gözlerinle gör. Karavana hazır, erat ellerinde tabakları sıraya girmiş, ansızın bir bomba geliyor, ortalık mahşer yerine dönüyor.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:134) Kare: Eski dilde ‘murabba’: dört birbirine eşit uzunlıkta dikey açılı çizginin oluşturduğu şekil; enstantene alınmış bir resim, film, fotoğraf göstergesi “Zamanın geniş akısı içinde kedilere özgü tipik bir anı yakalayabilmek için, ellerinde makine, bekleyip dururlar. İşte bu nedenle, yukarıdaki fotoğrafı çeken sanatçı, bu ‘kareyi’yakaladıktan sonra, kendini mutlu hissetmiş olmalı. Ancak binde bir yakalanan böyle bir anın fotoğrafını çekme fırsatını kendisine sunan Rastlantı Tanrı’sına için için dua etmiş olmalı.” (M. Mungan, “Aşkın Cep Defteri-Uzun Yol”, sa:23) Kar etmemek : Bir yararı dokunmamak, bir sonuç alamamak, bir işe yaramamak “Efendisinin kararında ısrarlı olduğunu, gözyaşı, yalvarma, öğüt filan kar etmediğini gören Sancho, hileye başvurup onu sabaha kadar oyalamaya karar verdi. Bunun için de, Rocinante’nin kolanlarını sıkıyorum derken, çaktırmadan, eşeğinin yularıyla, atın arka ayaklarını bağlayıverdi; böylece, gitmek üzere davranan Şövalye, yerinden bile oynayamadı: at ancak olduğu yerde sıçrayabiliyordu.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:127) “Gerçi, ilk günler evde hayli müthiş sahneler oldu. Zeyneu Kadın, babası tutmuş bir zenci karısı gibi, kaç kere çocuğun üstüne saldırdı. Fakat, kar etmedi. İsmail taze bir kuvvetle canlanmış görünüyor.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:78) “Ama José Arkadia Buendia, daha o zamanlar çingenelerin dürüstlüğüne inanmadığı için, katırıyla bir çift keçisini miknatıslı iki külçeyle takas etti. Evin kırık dökük eşyasıyla birkaç parça malı artırabilmek için bu hayvanlara belbağlamış olan karısı Ursula Iguaran, onu caydırmak için ne dediyse kar etmedi.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7) Karga bokunu yemeden : Sabah, çok erkenden (Argo) “Akşama doğru geri döndüğünde öğretmen de yanındaydı. Gene çadıra gelip, ‘Bu köpeği <esir öğretmen> nerede asacağım, komutanım?’ diye sorunca, bastım küfrü, ‘Emri biliyorsun,’ dedim, ‘en yakın ağaca asacaksın!’ Ertesi sabah işi mutlaka bitireceğini söyleyip gitti, ama sabah, karga bokunu yemeden, kireç gibi bir suratla karşıma dikilip, ‘Komutanım, öğretmen ortada yok,’ demesin mi! O kadar komiğime gitti ki, öğretmenin başına diktiğimiz nöbetçileri bağışlamakla kalmadım, ‘öğretmen kendine bir ağaç aramaya gitmiştir,’ diye bir de espri patlattım.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:222) Kargaburun : Burnu, karga burnuna benzeyen insan “KLEOPATRA (Kaş çatarak.) - Siz gülün bakalım, gülün. Ama yakında ayağınızı denk alacaksınız. Ben de Sezar gibi kendime hizmet ettirmesini öğreneceğim. CHARMIAN - Koca kargaburun! (Gene gülerler.) KLEOPATRA (İsyanla.) - Susun! Charmian, küçük bir Mısırlı şaşkın gibi saçmalama. Ftatatita kraliçe olsa size nasıl haddinizi bildirirdi?” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:115) Kargacık burgacık (yazmak) : Okunamayacak derecede eğri büğrü, çirkin (yazmak) “Defterin aslını eline ilk alışını hatırladı, nasıl da sersemce baktığını kargacık burgacık yazılara. Annesinden defterin büyük halasına ait olduğunu öğrendikten sonra bir arkadaşının yardımıyla Türkçeleştirilmesini sağladı. Şimdiyse okumakta daha bir güçlük çekiyor, her kısa cümlenin başında uzun molalar veriyordu.” (Samet Çamoğlu, “Mübadele Öyküleri-Kıyıya Vuranlar”, sa:54) “kargacık burgacık yazılar yazılar dolu kitaplar kitaplar dolu yazılar tüylü tüysüz kargalar” (A. Halet Çelebi<1907-1958>, “Om Mani Padme Hum”, ‘Kitaplar’ sa:38) “Pevere yolculuklarında Yahudilerin yazısını az da olsa öğrendiğini ve bir bıçakla baltanın sapına onların kargacık burgacık harflerinden bir iki tanesini kazıyabileceğini söyledi. ‘Nuh Yahudi değil miydi?’ Yahudi, Yahudi diye arkadaşları onaylıyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:491) “Büyük Kent’te insanlar bir üfürükte söndürdüğümüz mum ışığı gibi ansızın ortadan kayboluverirler. Sorgu ve takip işleriyle uğraşan tüm şirketler, av köpekleri, kargacık burgacık şehri iyi bilen hafiyeler ve en küçük ipucundan, büyük kuramlar ortaya koyabilen detektifler, evet hepsi yardıma çağrılır.” (O. Henry, “viski soda”, sa:20) “Her blokun üstünde -hangi taşocağından çıkarılmıştı kimbilir?- sanki anlamsız çocuksu ellerin kargacık burgacık çiziktirmeleri, daha doğrusu, ilkel dağ adamlarının belki insanı kızdırmak, belki tapınağın kutsallığına gölge düşürmek, belki de tamamen yok etmek için, belli ki çok keskin aletlerle tapınaktan daha çok dayanacak bir sonsuzluk amacını güderek her taşın üzerine oyduğu yazılar vardı.” (F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:82-3) “Yeniden salona çıktığımda, telefonun yanında kargacık burgacık yazılarla karalanmış bir kağıt parçası buldum. Belli ki, hanım kızımızın marifetiydi. ‘Bu nedir Tuğde?’ ‘Sizi arayanları not ettim,’ dedi. ‘Arkadaşınız Erhan Bey, Cuma günkü akşam yemeğine çıkamayacağınızı söyledi.’ Yüzüne mahcub bir yosma ifadesi vererek, ‘Belki önemlidir diye kahvaltıdan sonra söylemek istedim,’ dedi.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:20-1) “Bird ayakkabılarını çıkartarak tek elinde tutup, toz yüzünden pütür pütür olmuş antre’ <giriş holü>ye girip, ana girişteki merdivenlerden çıkarak binanın içinde ilerledi. Hücra kapılarını andıran kapılar, koridorun sol tarafında sıralanmıştı. Sağ taraftaki duvar kargacık burgacık yazılarla doluydu.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:182) “Gözleri yeniden önündeki sayfaya çevrildi. Çaresiz düşünceler içinde kıvranırken, farkında olmadan bir şeyler yazmış olduğunu gördü. Bu, öncekiler gibi kargacık burgacık bir karalama değildi. Kalemi, yumuşacık kağıdın üzerinde ihtirasla gezinmiş ve hep büyük harflerle, tekrar tekrar şunları yazmıştı: KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER” (G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:23) “Aleksey büyük harflerle yazdığı mektuplarını bıraktığı kovukta sevgilisinin mavi saman kağıtlara kargacık burgacık harflerle yazılmış mektuplarını buluyordu.” (A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:172) “Germaine gülmeye başladı ve parmaklarını önlüğüne kuruladı. Kadın yazarken Lucien ona bakmadı, ama sonra, yazıyı odasına götürdü, uzun uzun seyretti. Germaine’in yazısı kargacık burgacıktı.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:158) “Bir gün seyrettiğim bir gösteride adamın biri, bir değnek hareketiyle şapkadan tavşan çıkartmıştı. Aynı değnekle, az sonra bir bardağın kırık parçalarını bir araya toplamıştı. Demek ki bir değnekle pek çok şey yapılabilirdi. Değneği orkestra şefi de kullanıyordu. Onu havada salladığında, kağıt üstündeki kargacık burgacık kara lekeler karmaşası, insanı ağlatan bir müziğe dönüşüyordu.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:14) “Deniz. Akşamın gül yapraklarıyla donanmış denizi. Kağıt gibi. Yazı yaz istersen, yazı yaz üstüne. Ne yazarsan yaz. Şiir yaz..... Kargacık burgacık yaz. Anlarlar nasıl olsa. Anlarlar okuyanlar, okumayı bilenler.” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:11) Kargalar bile dolandırır : O kadar aptaldır ki herkes onu aldatır “Yapamaz, beceremez o, kolay değil ki bu… İşten anlamaz. Baha biçilmez adam, eline senetsiz sepetsiz yirmi binimi emanet ederim. Gel gelelim işe hiç aklı ermiyor, kargalar bile dolandırır.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:196) Kargalar bile güler : O kadar saçma ki, bu işe (aptal) kargalar bile güler “ ‘-Hayır!’ diye Herodias karşılık verdi. ‘Yahudiler çobansız edemezler, onlarda bir yurt kuracak güç yok! Néhémias!tan beri beslenen umutlarla halkı coşturan Yahya’ya gelince, en iyi siyaset onu ortadan kaldırmaktır.’ Tetrarque’a göre acele etmek gereksizdi. Yahya’dan mı tehlike gelecekti? Haydi canım sen de! Buna kargalar bile gülerdi.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:95) Karga leşi : Birine hakaret, aşağılayıcı anlamında kullanılan bir hitap “MARTHE -... Öteki de biraz nazlanmış olsun. İşte bu sırada ben de gelmiş işlerini bozmuş olayım... İşin öte tarafı, Ruprecht’in öc almak istediğinden, kızımın da sevgisinden ileri gelmiştir! RUPRECHT - Hay karga leşi hay! Bu da nasıl laf? Sandık sepet ha!” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:60) Karga tulumba etmek, olmak : Şaka olsun ya da ciddi nedenlerle, birinin, birkaç kişi tarafından ellerinden, kollarından ve bacaklarından havaya kaldırılarak taşınması “Emine kalkmak istemiyor, boyuna hıçkırıyordu. Ötekiler hep bir olup onu karga tulumba edince yanıma geldiler ve zorla ona elimi öptürdüler. Ve bana da zorla onun ipek saçlarını okşattılar.” (O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:234) “Aniden, oğlanlardan biri, ‘Bırakalım gitsin! Muhatap olmamıza gerek yok. Amcanın teki işte!’ dedi, arkadaşlarına. O anda oğlanlar hep birlikte üzerlerindeki gerginlikten sıyrılarak, gardını almış haldeki Bird’ü görmezden gelircesine bir hareketle bayılan arkadaşlarını karga tulumba kaldırıp tiyatroya doğru uzaklaştılar. Bird yağmurun altında tek başına kalakalmıştı.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:26) Kar gibi (beyaz) : Bembeyaz, tertemiz “Bulut çok büyük değil, gümüşten bir halesi var. Ay yine görününce ben de onların yanına gideceğim. İşte ay yine görünüyor. Genç kız çıplaktır. Oğlan da kızın önünde diz çökmüş. Kızın vücudu kar gibi.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:85) “Ben hiç düşünmeden yatağımın başucuna geldim. Yastığın altından sarkan kar gibi beyaz çarşafın bir ucuna yüzümü silmeğe başladım.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:143) Karı; Karıcığım : Kadın (Argo) “Ya da en azından Cité Adası’nda umursamaz havalarda, ama çapkın bakışlarla gezip tozarak, iyi tabakadan hanımları baştan çıkarabilmek gerekirdi. Greve meydanındaki kasapların karıları aşırı arzulu olurlardı, kocaları mesleklerinde şerefli bir kariyer edindikten sonra hayvanı kesmez, bir senyör gibi davranıp et pazarını yönetirdi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:74) “ -Ah, dedi, ah doktor, bana ettiği iltifatları işitseniz iğrençten titrersiniz. Beni yutacak gibi nefesini içeriye çeke çeke: Ah benim şekerli, ballı, sütlü, kaymaklı karıcığım. Ver bana gerdanının kremalarından… İçir bana Kevser’ini yudum yudum…” ….. “Kadın, komşulara kepaze olmamak için, dışardan işitilmez ufak iniltilerle bu dayaklara dayanıyordu. Sonunda, sarhoş öfkesini alamadı, dolu bir rovelveri cebinden çıkardı. -Senin gibi kokmuş gudubet bir karıya bedava ekmek yediremem, bari geberteyim de kurtulayım, hakaretiyle üzerine dört el ateş etti.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:176-7;354) “Evet böyle işte, benim kuşağımın en önemli, hatta tek buluğ sorunu karıydı. Yani bir türlü ele geçiremediğim karı... Çünkü o zamanlar şimdiki gibi değildi. Bu yüzden, o zamanlar bizim en büyük olayımız, sonradan ortaya çıkacak ve saflığı bozucu anlaşmazlıklara karşı duyulan son derece abtalca korkusuyla bir nefsi körletmekti. Şöyle de söyleyebiliriz. Karıların üstünden sendeliye sendeliye geçtik, savaşa kayıverdik.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:29) “Normal denilebilecek kaç evde kavgalar olur ve kocalar haykırır: ‘Hey karı, günün birinde ben seni öldüreceğim!’ Ya da, birbirlerinden hoşlanmayan iki genç adam sokakta karşılaştıklarında biri diğerine, ‘Sen görürsün, ben seni temizleyeceğim!’ diyebilir.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:65) “-O karıya küçük bir fino gibi bağlı ve minnetkar, çünkü onun sayesinde ekmek yiyor, diye düzeltti Doktor Rebagliati. Camacho’nun karakollarından haber toplayarak kazandığı parayla geçinebilirler mi sanıyorsun? Orospu sayesinde karnı doyuyor, yoksa çoktan verem olmuştu.” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356) “Ama nasıl şaşırmıştı. Şaşırırsın. Aptal karı. Ben kurtarmışım kendimi. Evem var, param var. Çocuklarıma karşı ödevimi yaptım. Ben şaşıracak değilim ya. Amaaaaa, ne haber DOKTOR DA ŞAŞIRDI. YAA!” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:105) “SESLER Bira daha kıyak, odunkafa yapmıyor adamı. Demem şu ki, rezil karı, ben uyurken tırtıklamış. Hepsinin canı cehenneme!” (Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8) “GONERIL - Bu bir dolaptır Gloucester; döğüşme kurallarına göre, adı sanı bilinmeyen bir rakibin davetini kabul etmen gerekmezdi. Sen yenilmedin, aldattılar, tuzağa düşürdüler seni. ALBANY - Kapa ağzını, yoksa şu kağıtla tıkarım onu şirret, hayasız karı! Oku günahını oku! Yırtma! Yazıyı tanıdın, değil mi?” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:151) “FORD - Ne nimet benim için sizinle tanışmış olmak. Ford’u bilir misiniz efendim. FALSTAFF - Bırakın şu kaltabanı. Tanımam zavallıyı. Zavallı demek de hata ya. Söylediklerine göre kıskanç boynuzlu para babası imiş. Karısı bu yüzden pek hoşuma gidiyor. Karıyı deyusun kasasına anahtar olarak kullanacağım. Ondan sonra başlayacağım sömürmeye.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:59) “... Sofu köylü karılardan birinin ineği öldü; ne dese beğenirsin? Kadının tarlası bizim göle, yani Paris’ten gelme bir filozofun, bir dinsizin gölüne bitişikmiş de hayvan ondan ölmüş; haftasına bir de baktım, göldeki balıklar kireçle zehirlenmiş, hepsinin karnı havada. Anlayacağın, başıma her çeşidinden dert açtılar.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:5) “Askerlerin kıskıvrak yakaladıkları Federico Garcia Lorca cücenin yüzüne tükürdü. Cüce pis pis sırıttı ve askerlerine, çıkarın şunun pantolonunu, diye bağırdı. Sonra, sen bir karısın, dedi, karılar pantolon giymemeli, evlerinde oturup başlarını örtmeliler. Cücenin bir işareti üzerine askerler Lorca’yı bağladılar, pantolonu çıkarıp başına bir şal örttüler.” (A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:67) “-... Suç şeytanın... Aklımıza girer, bizi şaşırtır. Şeytan neyin nesidir peki? Bana sorarsan şeytanın domuzu! Karı... Biz karı oyununa geldik. Şeytan bir şeytan, karı bin şeytan...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:39) “Bu sırada aklına ayın dokuzunda kasaptan alacağı para geldi. Sattığı şişeklerin parasıydı bu. Adam parayı vermek için eve uğrayacağını söylemişti. ‘Şimdi beni bulamayınca karı ondan parayı alabilir mi? Sanmam... Çok beceriksiz kadın bizimkisi; bilgi, görgü, şınanay...” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56) “O sırada, maymun-ağacının altında tekbaşına oturan Cobbs Cornerlı Cobbet, ayağa kalktı: ‘Ne düşünüyordu bu karı acaba?’ diye mırıldandı içinden, ‘Amacı neydi, ha? Bu antika oyunu allayıp pullayıp yutturmak, sonra da seyircileri maymun ağacının çatallı dallarına salmak, ne demeye geliyordu?’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:87) Karı budalası züppe : Her gördüğü kadını ele geçirebileceğini sanarak kur yapan erkek “Günün birinde nefes almayı unutuverecekti ve o zaman, her şey bitecekti. İki genç, ayakta durmuşlar, gözleriyle boş bir masa araştırıyorlardı: -‘Sit down’ <otur!>, dedi biri. Öbürü: -‘Sit down’ edelim bakalım, dedi, güldüler, oturdular. Bakımlı elleri, sert çizgili yüzleri vardı, derileri gergin ve diriydi. Mathieu, sinirli: ‘Buraya yalnız bu karı budalası züppeler geliyor galiba’ diye düşündü.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:55) Karı eteğine yapışmak : Kadınlara çok bağlı olmak, onlardan sürekli istifadeyi düşünmek; menfaatlerini onlar namına ziyan etmek “Ve yine yazmaya başladı. -Vedalaşmaya geldim. -Öp şuradan. -Yanağını gösterdi- Teşekkür ederim, teşekkür ederim! -Niçin bana teşekkür ediyorsunuz? -Vaktini geçirmediğin için, karı eteğine yapışmadığın için. Vazife her şeyden öncedir.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:254) Karı gibi büzülüp durmak : Korkmak, çekinmek, durum karşısında bir şey yapamamak “-... Gelip de, senin evini, köyünü yakıp yıkarken, çoluk çocuğunu dipçikle itip dürtelerken, bir köşede karı gibi büzülüp duracak mısın?” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:42) Karı gibi zırlamak : Biraz içince ya da stres altında ağlayan, oflayan, şikayet eden erkek “Guiccioli maşrapasını iki eliyle yakaladı, dikip içti: -Al götür, dedi, sana engel olacak değilim. Burada durmadan birşeyler anlatıp zırlıyor, kafa ütülüyor. Anasını satarım böyle işin; sana söyledim ben, biz burada eğleniyoruz, anladın mı? Kafayı çekip sonra karı gibi zırlayanın işi yok burada.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:136) Karı kancık : Zevk ve eğlenceye düşkün kız, kadın (Argo) “ ‘... Karı kancıktan da şansı çok açıktır. Hele karı ayrılmak için müracaat ettiğine göre, etekleri zil çalıyordur hergelenin. Hemen, hemen yeni bir, veya birkaçını peydahlamıştır.’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:129) Karı kılıklı : Efemine, kadınsı erkek “Herif o lokum gibi karıyı bırakmış, buraya gelmiş. Niye gelmiş? Ağlamak için... Kürtlere, açlara, memleketin sefaletine bakmak için... Köyü kalkındırmak için yazılar yazıyor, ağlıyor. O karı kılıklı Alman’a gidiyor, ağlıyor.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:353) “Birden kumral üniversiteliyle hademe arasındaki sahne bir şimşek hızıyla gözlerinin önünde canlanıverdi. O zaman, ‘Ulan karı kılıklı hergele!’ diye bağırdı. ‘Şu adamı hemen tutmazsan barsaklarını deşerim senin! Haydi davran korkak herif!’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:238) Karı kız; Karı kız hikayesi : Düşüp kalkılacak kadınlar ve kızlar; Kızlarla kadınlarla düşüp kalkmak; kız tavlamak Bk.: Karı muhabbeti yapmak “Haçça, ağlayarak testileri aldı gitti. İğdeli’ye doğru yürüdü. Yolda gördüğü karı kız, durup durup laf atıyordu: ‘Şehere göçüyorsunuz gayri ha? Hakkınızda hayırlısı olsun. Ayağınıza altı okka çarık giymekten gurtulursunuz...’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:211) “Hırs geldi miydi, insan ne dediğini biliyor mu? Dedim tabii. Bana iş yapan karıyı kızı ayartıp sermaye yapacak değil misin a orospu dedim. Evine giren çıkan...” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26) “Pinette’in gözleri sertleşti: -Arkadaş değil miyiz? -Tabii, dedi, Mathieu, sonra sordu, kız postacı mı? -Postanede memur, evet, dedi Pinette. -Karı kız hikayesine karnım tok, diyordun. Pinette zorla güldü: -Madem dövüşmüyoruz, dedi, eğleniriz hiç olmazsa.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:113) Karı koca : Eş, evliliğin temeli olan kadın ve erkek birliği “Hocası Kahverengi’ydi ne de olsa, Kahverengi e zamanında bu işlerde bir numaraydı. Böylelikle Mavi yanıldığını düşünmeye başlıyor, vaka karı-koca meselesi değil. Ama bundan ileri de gidemiyor, çünkü Beyaz hala onunla konuşmakta, Mavi dikkatini onun dedikleri üzerinde yoğunlaştırmakta.” (P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:8) “Şakayık böyle, yıllarca geldi gitti; David’le, Kueylan’la senli-benli konuştu. Hatta öyle bir zaman geldi ki, karı-koca onu kendilerinden üstün görmeye başladılar. Birçok işte ona güveniyorlar, hep ona danışıyorlardı. Evde onun sözünü herkes dinliyordu.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:308) “Bir yan sokakta, tütüncü dükkanı buldum. Burası ufacık bir dükkan; artık iyice ihtiyarlamış bir karı kocanın. Kocanın kutuyu açması ve karısının da on sigarayı sayması epeyce sürüyor. Birbirinin işine engel oluyorlar, fakat birbirlerine güleryüz gösteriyorlar.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109) “Arkasındaki karı koca da susuyordu. Önlerinde Nanda oturduğu için başlarını her kaldırışta gözlerini onun ensesine takılması kaçınılmazdı. Nitekim genç kadın ara sıra gözlerini kucağından ayırarak ona bakıyor, ama çok geçmeden bakışlarını çabucak yine kucağına çeviriyordu.” (Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:53) -Ama o zamana kadar savaş bitmiş olacak. Hani bana söz vermiştiniz! Çocuğun başının üzerinden karı-koca Meadeler birbirleriyle göz göze geldiler. Bu karşılıklı bakış Scarlett’in dikkatinden kaçmadı. Barcy Meade Virginia’daydı. Anne ile baba yanlarında kalan bu çocuklarına dört elle sarılmışlardı.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:202) “TELEFON Gözlerin var ya çekik kara kara Önce gözlerindi en güzel ışık Beyaz dişlerindi bacakların omuzun Damalı örtüde bir kase çorba gibi Buğulu bir lezzetti karıkocalık.” (Oktay Rifat<1914-1988>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:391) “AVUKAT ... Şimdi bir adam öldürme davası var elimde... O gene bir şey değil! Bilir misin, hepsinin en kötüsü ne? Karı kocayı boşatmak! İşte o zaman sanki yer gök çığlık atıyormuş gibi gelir insana.” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:33) “Anna, yaklaşıp Vronski’nin ta gözlerinin içine bakarak, -Bizim karı-koca gibi olmamız, başbaşa kalmamız, seninle bir aile içinde yaşamamız olabilecek bir şey midir acaba ? -Bunun bir zamanlar başka türlü nasıl olabildiğine şaşıyorum ben yalnızca.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt :I-II, sa :826) “Bu keyifsizliği günden güne artıyor, bir süredir ailede kurulmuş olan karşılıklı anlayış ve huzur havası gitgide bozuluyordu. Çok geçmeden karı koca sık sık kavga etmeye başladılar; evde ne dirlik kaldı, ne düzen.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:53-4) “Fakat bunların arasında bir tanesi vardır ki, kimse dokunmaz, üzerine hiçbir koyun basmaz; yalnızca kuşlar gelip, sabahleyin orada şakırlar. Çevresinde demir bir parmaklık vardır: iki köknar fidanı mezarın iki ucuna dikilmiştir. İşte Eugene Bazarov buraya gömülüdür. Yakındaki köyden, iyice çökmüş iki ihtiyar karı-koca onu sık sık ziyarete gelirler.” (I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:268-9) “Hiçbir şey bilmiyordu, yalnızca sıcak gecenin içinde biricik duyduğu şey, altındaki odada uyanık yatan karı kocanın büyük aşkı, büyük üzüntüsü, her zaman genç kalmış gerdeğin sürekli ve saf kucaklaşmasıydı.” (E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:13) “Yaşlı kadın, her akşam oğluyla gelinini öptükten sonra odasına çekilirdi. Kedi, mutfaktaki bir iskemlenin üstünde uyur, karı koca da odalarına girerlerdi.” (E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:9-10) “Gömleğinin etekleri kalçalarına dolanarak karyoladan atladı, yastığı kaldırdı. Fakat, karı koca, dehşetle homurdandılar. -Vay canına! Kapkara olmuş, hapı yuttuk!” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:370) Karı-Koca ilan etmek : Bir devlet görevlisinin ya da rahibin, bir çifti, şahitler huzurunda evlendiklerini ilan etmesi “<Blimunda> iki koca kaba doldurdu çorbayı, sonra sessiz, iki adamın önüne koydu kapları, Baltasar’a bir kaç saat önce ismini sormuştu, o zamandanberi konuşmuyor Blimunda. ‘Adın ne,’ ve çorbasını ilk bitiren rahipti ama yine o de Baltasar’ı bekledi, Baltasar’ın kaşığını kullanacaktı çünkü, sanki sessizce başka bir soruya yanıt veriyordu. ‘Dudakların bu adamın dudaklarına değmiş olan kaşığa razı mı, o kaşık ki önce, senin olanı onun kıldı, şimdi onun olanı senin kılıyor, sizi böylece bir kılacak, ta ki, senin ve benim sözleri anlamsızlaşana kadar,’ ve Blimunda henüz soru sorulmadan yanıtını verdiğinden, şöyle gelişiyor olay, ‘Öyleyse, ben de sizi karıkoca ilan ediyorum.’ Padre Bartolomeu Lourenço, Blimunda kalan çorbayı bitirene kadar bekledi, arkasından Blimunda’yı kutsadı, yemeği ve kaşığı, tabureyi ve ocaktaki ateşi ve yerdeki kilimi ve Baltasar’ın elsiz bileğini, kutsadı ve sonra ayrıldı.” (J. Saramago, “Baltasar ve Bnlimunda”, sa:57) Karı koca mahabbeti : Eşler arasındaki yakın, içten ve samimi, birbirleri için her türlü fedakarlığa açık ilişki “Her şeyi feda etmek değil, bir arzusuna bile kıyamıyordu. Bu ya çokça devam eden bir heves, yahut bir alışkanlık idi; ve kendisi bunu ciddi bir karı koca mahabbeti zannetmişti; demek o sadece bir oyuncak, hem de onun bile gülünç bulduğu bir oyuncak olmuştu.” (M. Rauf, “Eylül”, sa:275) Karı koca olmak : Evlenmenin usulen, resmen deklarasyonu; Cinsel ilişkide bulunmak, yatmak Bk.: Karı-Koca ilan etmek “Meryem karanlıkta sakalını okşadı: ‘Kötü bir şey yapmadık: karı koca olduk’, dedi. ‘Karı koca mı olduk? Ne demek o?’ ‘Ne demek olacak? Güzelce yattık seninle.’ ” (T. Yücel, “Peygamberin Son Beş Günü”, sa:240) Karı milleti : Kadın kısmı (Argo) “ ‘Size gereksinmem var!’ Bu sözleri söylerken sesinin tonu ve gövdesinin biçimi, kapıcıya bir trombonu anımsatmıştı. Bir trompeti yeğlerdi, çünkü kendisinde de bir tane vardı. Ayrıca tokmaklı çalgıları tümünün üstünde tutardı. Yalnızca; ‘Ah şu karı milleti yok mu!’ diye bağırmakla yetinip Kien’i izledi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:115) “Ve Agop dünyanın en güzel, en hoşgörülü sevgisiyle yengeye bakarak gülüyor. ‘Aldırma Yaşar Ağa, biz de balıkçıydık ama, karı milletine aldırma.’ Yenge, ‘deli herif karı milletinde ne var, Allah gözünü kör etsin,’ diyor,’ sırtına vuruyor.” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:286-7) Karı muhabbeti yapmak : Erkeklerin kahvede, barda, bir araya gelip kadın tavlama öykülerini değiş tokuş etmeleri “GÜVERCİNLİ GÜVERCİNLİ -------------------------------------okul kırmış çocuklardan bir fazla uçarı Adem’le Havva’dan bir fazla çıplak gerçi esmeriz ya, Marilyn Monroe’dan bir fazla sarışın bir fazla İstanbul efendisi yaşlanmış çınarlardan İstanbul dedim de aklıma orda olduğun geldi karı muhabbetlerinde mi her allahın günü carıl curul mu yine tatlı kaçık İstanbul ne halt edersen et en çok sedef bakışını arıyorum senden ayrıyken” (Akgün Akova<d.1962>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:623) Karın ağrısı : Her ne dert ise, şu ya da bu problem; Can sıkıcı, değersiz kimse (Argo) “Zebedi Baba uzaklaşmasını seyretti. ‘Çocuklarım karın ağrısı,’ dedi koca kafasını sallayarak. ‘Biri alabildiğine yumuşak ve sofu çıktı, ötekiyse domuz gibi inatçı. Gittiği ya da durduğu yerde ille de kavga çıkarır. Karın ağrısı, hiçbiri bir baltaya sap olmadı.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:143) “-Hanım ablacığım! Bizim oğlandan bilirim. Hemen boğazı şişer. Bademcik mi, fıstıkçık mı ne karın ağrısıysa... İşte onlar, Hatun bağırta çağırta gırtlağına tentürdiyot çalar. Ihlamur içirir. Terletir. Ertesi gün bakarsın turp gibi sıçramış kalkmış...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:321) “Pelvan Keramet Efendi, sıçrayıp koştu: -Şöyle... Şuraya... Olmaz orası efendim!.. Şöyle getirin. Ulan Üzeyir misin ne karınağrısısın...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:163) Karına kesat (kıtlık) gelmek (vermek) : Artık kazanamamak; gözden, itibardan düşmek, kredisini kaybetmek “HAMLET - Nasıl olmuş da bu işi gezginciliğe dökmüşler? Şehirde iken durumları, hem şöhretleri hem kazançları bakımından, daha yararlı idi. ROSENCRANTZ - Galiba son zamanlarda ortaya çıkan yenilik karlarına kesat verdi.” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:65) Karınca gibi insan kaynamak : Mahşer gibi insan kalabalığı olmak “Sanki gece alarmlarının dehşetinden kaçarmışçasına, akşam oldu mu ben de tırmanıyordum; yollar karınca gibi insan kaynıyordu, zavallı insancıklar şiltelerini bisikletlerine ya da sırtlarına yükleyip kırlarda uyumak için toplaşırlardı; konuşurlar, tartışırlar, sevgi ve inançla kaynayıp eğlenirlerdi.” (C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:7) Karınca kaderince, kararınca : Makul, keseye ugun, kendi kudreti dahilinde, gücünün yettiği kadar “Sözü yardım meselesine getireceğim. Buradakiler, karınca kaderince, ellerinden ne gelebilirse yapıyorlar. Tamamen yıkılan dört köyün halkına her köyden yardım ediliyor. Ya ötekiler, çadırlardaki köylüler? Onlar, asıl onlar, şimdi ölümle kucak kucağalar.” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:18) “ ‘Bekleyiş ve sorunları’ diyebilir bu durumda Sevil. ‘Bu küçücük dünyayı böylesi tekbaşınalık anlarında karınca kararınca da olsa renklendirebiliyorum her şeye karşın. Geçmişte bırakılan insanları kimi görüntülerle anımsamak bana yetebiliyor.’ ” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:83) Karıncaya bile dokunmamak; onu ezmemek, incitmemek : Çok ince ve kibar olmak, kimseyi incitmemek “Arkadaşım kıpkırmızı olmuştu. Nefret, öfke ve üzüntü dolu bir yüzle arkaya döndü. Hiçbir şey söylemeden dik dik baktı. Eminim ki, öğretmen bıraksa bu karıncaya dokunmayan çocuk, koca adamın oracıkta pestilini çıkaracaktı.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Zemberek”, sa:71) “Kazım Ağa balıkçıdır. Menekşenin ilk yerlilerindendir. Yetmiş beş gösteriyor yaşı, yetmişinden az değildir. Onu yıllardır tanırım. Yıllardır dostumdur. İnce adamdır Kazım Ağa, nazik, dost adamdır. Karıncayı incitmez.” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:129) “Koca Ahmet aftan sonra evine çekildi. Kendisini çiftine çubuğuna verdi. Karıncayı bile incitmedi.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:68) “Sarı çocuk, gözlerinde bir acıma, şefkat ışıltısı... Osmana baktı baktı... bana dönüp: ‘Abi,’ dedi, ‘bilsen ne iyi adamdır Osman abi. Karıncayı bile incitmez. Ne de çok dövdüler.’ ” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:57) “Düşes hemen hemen çıkışan bir sesle adamlarına: ‘Siz de bütün bu çılgınlıklardan bana hiç söz etmediniz,’ dedi. ‘Hanımefendinin bunu sayın Bakan Mosca’ya söylemesinden korkuyorduk. Zavallı Ferante; öyle zavallı bir yaratık ki! Ömründe karıncayı bile icitmemiştir ama, bizim Napoléon’u sevdiği için ölüme mahkum ettiler onu.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa: 414-5) Karının maşallahı olmak : Dürüst ve hamarat ya da tersi, fettan ve kötü şöhretli kadın Bk.: Maşallahı olmak “Bu iki sofu katoliğin, birbirlerine ve Meryem Analarına sövmeleri, asıl görülecek şeydi: -O senin erden dediğin karının maşallahı vardır! -Haydi sen de be! Sen de anacığının turşusunu kur! -Seninki Filistin’de az mı fındık kırdı? -Ya seninki?.. Hah, hah, bırak şu karıyı! Kimbilir ne haltlar etmiştir.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:18) Karın tokluğuna seğirtmek : Karın tokluğuna çalışmak, oraya buraya koşup ayak işleri yapmak “-Biz oralarını bilmeyiz. Bizimkisi, şunu şuna söyle... Bunu götür, onu getir. -Murat parmaklarını gevşettiğinden Ömer kıvranmayı bırakmış, adam gibi konuşmaya başlamıştı.- Biz emir kuluyuz abi, bizimkisi karın tokluğuna seğirtmek... Gerisi faso fiso...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:119) Karışanı görüşeni olmamak : Özgün, serazat, kendi başına “İçi çok hazin bir şekilde ezilir, bir şimşek halinde, bir kahve sahibi olmak arzusunun onu buraya çektiğini düşüünür mü, duyar mı, pek belli olmazdı. Karışanım, görüşenim yok, demesi de laftı. Öbür tarafta da bir gün bile bir patron ona kaşının üstünde gözün var dememişti.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-Garson”, sa:64) “Çevresinde kimse yoktu. Karışanı görüşeni yoktu. Annesi babası yoktu, ne bağırtı, ne sövgü işitirdi evinden. Her yandan su istiyenlerin sesi gelirdi.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:39-40) Karış karış bilmek, dolaşmak, gezmek : Adım adım dolaşmak, heryeri elden geçirmek “Hava iyice kararana kadar bütün gün arayıp durduk, vadiyi karış karış dolaştık. Harcadığımız çabalar bizi yorgun düşürüp bir başarısızlık ve boşunalık havasını içimizde estirirken, ne tuhaf ve gizemli bir şeyse, her geçen saat uşağımızın önemi arttı gözümüzde, kaybımız büyüdü.” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:32) “... Meryem’in kurbağalı havuzunu aşarak göğün büsbütün karardığı, koyu bir isin altında yatan köy sınırı mezarlığını, o mezarlığın önündeki -bana yasak olduğu için karış karış bildiğim- kırları bir sıçrayışta aştığımı bilmeden bakardı yüzüme.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:101) “Recep Çavuş: ‘Şimdi gece oluncaya kadar burada bekleyeceğiz. Gece olunca da köyün kıyısındaki bükün içine girip saklanacağız. Siz hiç karışmayın. Ben buraları karış karış, taş taş bilirim.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:261) “Birleşik Devletleri karış karış gezerken yeni bir görüşe sahip olmuştum. Bir serseri, bir aylak olarak toplumun sahne arkasında, bodrumundaydım. Mekanizmanın işleyişini görebiliyordum. Toplumsal makinenin çarklarının nasıl işlediğini çok iyi gördüm.” (J. London, “İntihar”, sa:154) “İki demir külçeyi peşinden sürükleyip Melquiades’in büyülü sözlerini haykırarak ırmak yatağına varıncaya dek bütün yöreyi karış karış taradı. Sonunda bula bula, her bir parçası pastan birbirine kaynamış ve içi taş dolu koskocaman bir balkabağı gibi boğuk boğuk öten bir onbeşinci yüzyıl zırhı çıkardı topraktan.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:8) “Polo’lar <Marco Polo ve erkanı> yirmi yıldan uzun bir süre Venedik’ten ayrıldıklarını, Moskova prensliklerinden geçmek suretiyle Ermenistan ve Türkistan üzerinden Mangi’ye: Çin’e gittiklerini, orada dünyanın en ihtişamlı hükümdarının, Kubilay Han’ın sarayında yaşadıklarını söylerler. Onun imparatorluğunu karış karış gezdiklerini, İtalya’nın bu imparatorluk yanında bir ağacın dibindeki karanfil kadar küçük kaldığını, sonra dünyanın öteki ucuna ulaşıp yeniden okyanusla karşılaştıklarını anlatırlar.” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:20-1) Karışmam : ‘Bu yaptığını durdur, yoksa karışmam, başına kötü şeyler gelebilir’ ihtarı “Bir gün Bekir Çavuş Cennet’e çeşme başında rastgeldi. Dişlerini gıcırdatarak üstüne yürüdü: ‘Ya o herifi deflersin, yahut karışmam’ diye homurdandı. Kadın, taştan Diana tavrını aldı:” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:57) Kariyer : Üniversite, hukuk, diplomasi, mühendislik vb. gibi insan değerlerini gösterebilecek ve bir kimseye layık olduğu sosyal değerleri kazandırabilecek meslek sahibi olmak “Odanın kapıya yakın kısmındaki devasa masada ise, yemek sonrası olsa gerek, hafifçe yağlanmış ve pembeleşmiş yanakları parlayan üç doçent oturmuş kahve içiyorlardı. Bird, üç adamı da sima <yüz, çehre> olarak tanıyordu. Adamlar, Bird’ün üniversitesinde ondan daha kıdemli olan geleceği parlak araştırmacılardı. Bird haftalar boyunca kendini içkiye vurduğu için raydan çıkmamış olsaydı, o üç adamla aynı kariyer basamaklarını tırmanabilecekti.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Sorun”, sa:56) Kar küremek : Makine ya da el-kürekle karları temizlemek “Ben, iş gezilerinin dışında bunca yıldır kendi keyfime Antalya’ya bile gidemezken, topu topu üç beş kez gördüğüm şu çokbilmiş suratlı dişlek kız, gece geç saatlere kadar Toronto sokaklarında gezsin ve taze turist hayranlığıyla alık alık kar küreyen makineleri seyretsin diye neler çektim.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15) Karma : Yaşamda başına gelenleri, önceki yaşamlardan birinde işlediği günah ya da sevaplara yüklemek, yani, insanın kaderinin, daha önceki dün gelişindeki davranışlarının sonucu sonucu olduğunu savunan öğreti; kader. KARMA, Sanskritçe <kri>: eylem yapmak sözcüğünden gelir. Bu kavram, re-enkarnasyon (yeniden dünyaya geliş)’un temel tema’sıdır. Her yeni hayatı sanki ilk kez gibi yaşayan ruh, kaçınılmaz olarak, bir evvelki hayatındaki yaşamsal deneyimlerinin sonuç ya da yan mamülleryle yüzleşir. Hata ya da sevap, o yaşantılar, kişinin re-enkarnasyon’una neden olan esas öge’yi, yani gelişim ve olgunlaşmayı spiral bir şekilde sürdüregelen enerjiye katkıda bulunur. Başka bir deyimle, günlük yaşantımızda sergilediğimiz fiziksel ve ruhsal tüm eylemler, zihinsel düşünme gücünün ürünüdür; bu ifade gücü, karma ile nitelendirilir. Erdem, yaşam gücü ve şeklinin en göze batan yaratıcı gösterisi olup karma’dan hayat bulur. Karma’nın temel fonksiyonel prensibi n e d e n s e l l i k (Ing.:Causality; Fr.: Causalité)’dir. Metafizikçi Immanuel Kant’a <1724-1804>göre, bu prensip, bizlere yaşamı şu şekilde yorumlar: 1) Her ‘oluşum’, kendinden önce var olan başka bir ‘oluşum’un, belirli kurallar içinde tekrarından ibarettir; 2) Tüm ‘değişim’, ‘oluşum’ ve ‘yücelme’, n e d e n ile s o n u ç arasındaki yasaya göre düzenlenir. ................ Sanskritçe’de ‘eylem’ anlamına gelen ‘karma’ ya da ‘kavran’ kavramı, Brahmancılık’ta insanın dünyaya bütün gelişlerinde bir çeşit alınyazısı olarak gerçekleştidiği eylemi dile getirir. Ruh göçünü yaratan da, bu eylemdir “Budist olmamama rağmen, bilhassa Budist felsefesini seviyorum. Sana, etrafında hayatını şekillendirebileceğin çok iyi bir temel sunuyor. Örneğin karma’ya, yani ne ekersen onu biçersin fikrine kesinlikle inanıyorum. Bob’un <sokak kedisi>, sıkıntılı hayatımın bir noktasında yaptığım iyi bir şey için verilen bir ödül olup olmadığını merak ediyordum.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:221) “Korkmuş gibi etrafına bakındı. Maitreyi’nin zihninde, aşkında ne kadar karmaşık bir ‘boş inanç uru’ yattığını her görüşümde hissettiğim gibi, aynı hayalden uyanma ve şaşkınlık karışımını hissettim: Ahenk, Karma, Atalar... Mutluluktan emin olmak istiyorsak, ne kadar çok Güç’e danışmalı ve yalvarılmalıydı!’ ” (Mircea Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:129) “ ‘Eveet... dedi Yurayda damdan düşer gibi. İskemlenin üzerinde doğru dürüst oturamıyor, leş gibi rom kokuyordu. ‘Albay mahfele gelip de haşlanmış papatesten başka yemek kalmadığını görünce, gaki durumuna düştü. Gaki nedir bilir misin? Ruhun aç kalmış halidir. Ben de kendilerine dedim ki: ‘Komutanım, dana rosto kalmadı. Bilmem böyle bir yazgıyı hükümsüz kılabilecek kadar dayanıklı mısınız? Karma’da, bugün harikulade bir ciğerli omletle yetineceğiniz yazıyor.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:413) “Garga’nın oğlu Nanda bunları <dilbilgisi, gökbilim ve varlık bilgisi temel öğrenimi> yapmamıştı. Onun ‘karma’sı başka türlüydü. O, hiçbir zaman kan karışmaları ya da kalıtım yoluyla din adamlarına yaklaşmamıştı, olduğu gibi, şen, safdil bir halk çocuğu, tam bir Krişna tipi olarak kalmıştı.” (Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:17) “Gençti ve o dönemler için kuraldışı biriydi. Schopenhauer’i anlatırken biraz doğu felsefelerinden söz etmiş ve bizi ‘karma’ kavramı ile tanıştırmıştı. O zaman pek dikkatimi vermemiştim, bu sözcük ve kavram bir kulağımdan girip ötekinden çıkmıştı. Yıllar boyunca ‘karma’yı sanki bir tür intikammış gibi algılamıştım. Hani göze göz, dişe diş ya da ne ekersen onu biçersin gibi. Ne zaman ki anaokulunun öğretmeni senin tuhaf davranışların nedeniyle benimle konuşmak istedi, işte o zaman karma -ve ona bağlı kavramlar- yeniden zihnime üşüştü. Bütün anaokulunu telaşa vermiştin. Birdenbire, serbest anlatı saatinde, geçmiş yaşantını anlatmaya başlayıvermiştin......O anaokulu döneminde seni daha iyi anlayabilmek, birkaç şey daha öğrenebilmek için kitaplar edinmiştim. İşte o kitapların birinde, önceki yaşamlarını ayrıntıları ile anımsayan çocukların, o yaşamın sonunda şiddetli ve erken bir biçimde ölmüş oldukları anlatılıyordu.” (S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:27-8-9) Karmak : Karıştırmak, boşaltmak, birden fazla maddeleri bir kap içinde karıştırarak homojen yapmak “Çok çekmiş tanrısal Odysseus da yedi içti. O sıra seslendi uşağa Alkinoos’un gücü: ‘Sağrakta şarabı kar, Pontonoos, hepimize şurda dağıt, sunu sunalım Zeus’a, odur yalvarıcılara yoldaşlık eden.’ Böyle dedi, Pontonoos da bal gibi şarabı kardı, sonra döktü herkesin tasına o şaraptan.” (Homeros, “Odysseia”, sa:130) Karmakarışık : Arap saçı gibi birbirine girmiş; Karman çorman “Yedinci Cadde’deki Park Slope Berberi’nde kestirdim, Movie Heaven diye bir yerden videolar kiraladım, ve (ilerde kendisinden daha etraflıca söz edeceğim) Harry Brightman adında süs düşkünü bir eşcinselin işlettiği, karmakarışık kitap yığınlarıyla dolu sahaf dükkanı Brightman’s Attic’e sık sık gittim.” (P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12) “İşte Gevrey-Chambertin İstasyonu geçti. Koridorda ise, kompartımanların birinden çıkıp ötekine dalan garsonun beyaz ceketini görüyorsunuz; öbür yandaki pencereden, yeniden iri iri yağmur damlalarıyla, ağır ağır, kararsız, titrek titrek, kimi zaman yok olarak, karmakarışık eğri çizgi demetleri halinde süzülen damlacıklarla puslanan camın ardından, bir sütçü kamyonu, çizik çizik olmuş bir fon üzerinde daha koyu görünen, artık pek seçilemez olan birtakım çizgilerin arasından hayal meyal süzülüp gidiyor.” (Michel Butor, “Değişme”, sa:95-6) “Uyanıkken düş görür gibi, apansız ve sessiz bir fışkırmayla, imgeler sel gibi iniyor üstüne, her iki kıtada tanımış olduğu kadınların imgeleri; bazıları o kadar eski günlerden kalma ki zor tanıyor onları. Rüzgarla savrulan yapraklar gibi, karmakarışık, geçiyorlar önünden.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:221) “Kalabalık sevinç çığlıkları koparınca başını kaldırdı. Karşısında, bir sarığa takılı, ucu yerde sürünen bir bez parçası vardı. Bunun altında da karmakarışık bir halde sepetler, kilimler, bir aslan postu bulunmaktaydı. Kendi çadırını tanıdı. Hamilkar’ın kızı gözden kaybolurken sanki yer yarılıp da içine girmiş gibi, Matho da gözlerini toprağa dikmişti.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:273) “AKHILLEUS - Birinci Şarkı -----------------------------------O insan ki, gemilerle dünyayı dolaşır, toprağı da Güçlü boğaları ardından giderek sürer? Her yerde yakınındadır tehlikeler, ve Moiraların en yaşlısı Olan Tykhe, toprağın zeminini de denizler gibi karmakarışık eder.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:104) “Vronski o kış albaylığa yükseltilmişti. Alaydan ayrılmış, evinde yalnız kalıyordu..... Dehşetten zangır zangır titreyerek uyandığında, hava kararmıştı, çabucak mumu yaktı. ‘Ne oldu?’ Ne? Korkunç bir şey gördüm düşümde galiba? Evet, evet. Ayı bastırıcısı, ufak tefek, pis, sakalı karmakarışık köylü öne eğilmiş, bir şeyler yapıyordu...’ ” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:675) Karman çorman : Karmakarışık, düzensiz. “Flower, ‘Willie ile çok düşündük,’ dedi. ‘Sonunda bunun pratik olmadığına karar verdik. Çünkü çok fazla eksik parça var.’ Stone, ‘karman çorman olacaktı,’ dedi. ‘Şatoyu yeniden inşa edebilmek için, eskinin arasına yeni malzeme katmamız gerekecekti. Bu da amacımıza aykırı olacaktı.’ ” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:85) “... Kendi yaptıkları iğrençliklerin fotoğraflarını çekiyor ve bunları gizlemeye çalışmak yerine yaptıklarından gurur duyuyorlar. Ve daha önce hep kalleş ve hain olan insanlar, bir tür kardeşlik ve dayanışma duygusu hissediyor ve yanlış bir şey yapamaz hale geliyorlar. Bu çılgın bir dünya, tamamiyle karman çorman.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:107) “ELIZABETH - Ne sebeple bu grubun... MAMA - Bu grubun. Virgül yok... ELIZABETH - Oluştuğunu... MAMA, sıkılır. - ...luştuğunuuu... ELIZABETH - luştuğunu değil, oluştuğunu... MAMA, nihayet anlamış gibi. - Anladım, karman çorman, bir ondan bir bundan...” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:51) “DUNCAN - Tüm gerçek karşıt görüşlerde değildir. LADY DUNCAN - Hep yarın, hep yarın, bıktım artık! DUNCAN - Kendi kendinize kızın bunun için. LADY DUNCAN - Nerede bulabilirsiniz böyle bir karman çormanlığı?” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:299) “Menzile girince yağmur gibi yağan bir yaylım atışıyla karşılaştılar. Şimdiye kadar yüzlerce çarpışmadan geriye kalmış bu kişiler bu küçücük pusudan yüzgeri etmediler. Gecenin karanlığında yıkılan çadırlar, kişneyen atlar, develer, çığlıklar, kaçışan insanlar hep birbirine karıştı, bu karman çormanlık sabaha kadar sürdü.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:252) “Ne oldu, ne olmadı, birden ortalık karışmadı. Deniz kudurdu., ...yer gök, deniz birbirine karıştı ; her şey, ağaçlar, çiçekler, bulutlar, atlar, kumlar, otlar karman çorman oldu.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:16) “Yüresinde dünya, kayalıklar, otlar, arılar, kelebekler dönüyordu. Ta aşağıdaki kocaman umak bir derecik gibi kalmış, ovadaki yollar iplik gibi incelmiş, insanlar karınca olmuş, küçücük böcekler gibi bu karman çormana karışmış dönüyorlardı.” (Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:105) “‘Kusura bakmayın, ama çok biçimsiz bir zamanda geldiniz,’ dedi <H. Hesse). ‘Dün tatile gitmiş olmamız gerekiyordu, ama karımı arı soktu ve yolculuğumuzu erteledik. Burada her şey karman çorman, çalışma odama gidebiliriz.’ ” (Miguel Serrano, “C.G.Jung & Hermann Hesse”, sa:23) “İyileşmem artık; yoktur aklıma derman, Zıvanadan çıkmışım: göremem rahat yüzü; Düşüncem de, lafım da çılgınca, karman çorman, Rastgele söylerim her deli saçması sözü.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:147, sa:335) “LADY UTTERWORD - Hata edersiniz, Mr. Dunn. Sizi çok rahat ettirdim. Akşam yemeğinde acaba sırma işlemeli mor sabahlığımı mı giysem yoksa allı yeşillisini mi diye kafa yormadınız. Bu gülünç işleri yaparak hayatı sadeleştirecek yerde, büsbütün karman çorman ediyorsunuz.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:134-5) “Dorian Gray o altın başını yastıktan kaldırdı, solgun yüzü, ıslanmış gözleriyle Basil’in pencerenin önünde duran çam tuvaline doğru yürümesine baktı. Ne yapıyordu ressam orada? Parmakları, karman çorman duran teneke tüplerin, kuru fırçaların arasında bir şeyler arayarak dolaşıyordu.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:37) “Kolomb’un kendisi bile inat ve ısrarla Küba’nın Çin, Haiti’ninse Japonya olduğunu iddia ederken? Amerikanın bu biçimde adlandırılmasıyla yanlışlıkların oluşturduğu arapsaçı daha da karman çorman bir hal alır.” (S. Zweig”, “Amerigo”, sa:60) Karmanyol; Karmanyola; Karmanyolacılık : (FR. MYTH.): ‘Carmagnolle’dan gelir. Karmanyola = hile, hurda, yağmacılık sonucu elde edilmiş meta; Kent içi silah zoruyla ve insana işkence derek yapılan soygun; Yapılan o iş Karmanyol şehri, İtalya’nın Piemont bölgesindeki küçük bir kasabanın ismidir. İşçiler oradan Fransa’ya çalışmak için gelirlerdi. Giydikleri kırmızı ceketlere karmanyol deniyordu. Fransız halk devrimcileri, kırmızı başlığın, aba kumaştan uzun pantolonun yanı sıra bu karmanyol ceketi de devrimciliğin simgesi olarak giymeye başladılar. “ KARMANYOL Madam Veto <Kral XVI Louis ve eşi Marie Antoinette’e halkın taktığı ad> ant içmişti Öldürmeye Parislileri. Kursağında kaldı hevesi, Yaşasın topların sesi! -------------------------Mösyö Veto söz vermişti Yurduna sadık kalmaya, Nasıl da ihanet etti, Ot tıkayalım çanına.” (1789 Franszı Devrimi Şarkıları, sa:37) “Denetim Komitesi’nin on iki üyesinden biri olan olan, Thionville Alanı’nın marangozu olan Dupont Yurttaş, kırmızı başlığı ve karmanyol ceketiyle, bu sabah da her zamanki yerinde, kürsünün dibindeki masasındaydı. Masada şişe, bardaklar, yazı takımı ve yirmi iki gerici üyenin Konvansiyon’dan atılmasını içeren, defter kalınlığında bir öneri vardı.” (A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:10) “-Adam öldürme gibi hafif suçunu bir yana bırakalım, asıl karmanyolacılık alanında önerdiğim işe uygun olduğunu kanıtlamaya yarar ne yaptığını söyle bakalım, dedim.” (O. Henry, “New Yorku Nasıl Sevdi?”, sa:48) “Kendi nefretlik bedenine pek az kıymet veriyordu ve bu alçakça tecavüzü özel bir durum olarak göremeyecek kadar çok aşağılanma tecrübesi olmuştu ama gömleği, yeşil eteği ve önlüğü yırtılmış, üstüne üstlük bu şerefsizler pahalı küfesini de parçalamışlardı. Karmanyolacıları derhal ihbar etmek üzere şehre dönmeyi düşündü ama şehirdekiler olsa olsa onunla dalga geçecekler ve <kimse> ona yardım etmeyecekti.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:240) Karne : İlk ve orta öğretimde öğrencinin velilerine imza için getirdiği, okuldan verilen başarı belgesi; İş hayatında herhangi bir kimsenin ‘başarı ya da davranış, karakter grafiği’ -mecazi-; İkinci Dünya Savaşı sıralarında bütün dünyada yiyecek sıkıntısı çekildiğ zamanlarda ekmek, süt, et, kahve, şeker gibi ana besi maddelerinin, gazolin vb yakıtın, resmi makamlar tarafından kontrol amacıyla verilmiş, belirli kuponların birlikte korunduğu küçük bir defter ya da karton. “Büyük karanlık gözleri sert bakıyordu, kalın çenesi bir heykelin çenesi gibiydi ve konuşurken dudaklarını belli belirsiz kıpırdatıyordu: ‘Yalnız karne karşılığında ekmek verebilirim, pazar akşamları karne de geçmez.’ Kapıyı çarparak yüzümüze kapattı.” (H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:13) Karnı burnunda : Hamile, gebeliği ileri bir safhada olan kadın “HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA 2-Akşam gezintisi Hapisten çıkmışın, çıkar çıkmaz da gebe koymuşun karını, takmışın koluna geziyorsun akşamüstü mahallede. Karnı burnunda hatunun. Nazlı nazlı taşıyor mukaddes yükünü.” (N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:29) “....kapıyı çalan ve şunları söyleyen arkadaşla aynı fikirdeler, sekiz saat çalışacağız, güneşin doğuşundan batışına dek çalışmak yok. Kadınlar da o kadar çalışmak zorunda, hatta daha fazla, acılar, kanlar içinde, karınları burnunda, daha sonra da süt dolu göğüslerle...” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:286) “Marcus’tan hiç iz yoktu. Diğer oğlanlar sağlam ve neşeliydiler. Magdelena Tilsen’in karnı burnundaydı. Johann samimiydi. Öğle yemeğinde av etiyle pişirilmiş börek servisi yapıldı.” (R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:133) “Charles’ı hafakanlar boğuyordu, bir takım lanet hareketleri yaparak, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. -Bekliyorum, gelsin, kapı dışarı atacağım, orospu, alçak!... Hiçbirini zaptedemiyoruz (zapt-ı rapt altında tutamıyoruz=koruyamıyoruz). Hepsini gebe bırakıyorlar. Altı ay geçti miydi, tamam, namuslu bir aile içinde, karnı burnunda, oturmalarına olanak kalmıyor...” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:250) Karnı burnunda zeytinyağı tulumu gibi adam : Özellikle birayla şişmiş karınlı, kısa-bodur boylu, fıçı gibi aşırı şişman adam “Her şeyin ismine önem vermek dahi aceleden gelir. Örneğin karnı burnunda zeytinyağı tulumu gibi bir adamın ismine ‘Nahifi Efendi’ demişler ise bu ismi işittiğin anda o adamı çiroz balığı gibi sımsıska kupkuru bir şey zanneder isen sonra hatanı görünce mahcub olursun.” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:162-3) Karnı davul gibi olmak : Çok yemekten; Sıtma, karın peritonit ya da tüberkülozundan karnı şişerek davul gibi tostombalak olmak “Bu saatte gündüzden çok yorgun düşen harmancı çingeneler çoktan yatmışlardı. Elli altmış adım kadar ötemizdeki çadırlarda tıs bile yoktu. Bol buğdaylı, bol arpalı harman yerlerinde akşamdan tıkabasa tıkınarak karınları davul gibi şişmiş olan beygirlerle taylar, eşeklerle sıpalar öyle derin bir uykuya dalmışlardı ki, bunları bacaklarından sürükleseler haberleri olmayacaktı.” (O.Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:7) “Kamer Ana durmadan: ‘Ye yavrum, ye yavru,’ diyordu. ‘Uzak yerden geldin, ulu dağlardan hem de...’ Memed: ‘Çok şükür ana, çok şükür patlayacağım. Karnım davul gibi oldu, baksana,’ diye gülüyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:23) Karnında bir şey düğümlenmek : Özel bir soruya, yanıt verildiğinde sıkıntı verilebilecek durumlarda, karın kaslarının kasılmaları sonucu göbek altında duyumsanan düğümlenme hali; sıkıntı eşdeğeri “Sophie karnında bir şeyin düğümlendiğini hissetti. O da bundan emindi. On yıl süresince, bu dehşet verici gerçeği teyit eden olayı unutmaya çalışmıştı. Akla gelmeyecek bir olaya tanık olmuştu. Bağışlanamazdı.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:128) Karnını tıka basa doyurmak : Alabildiğine yemek, midesini bir güzel şişirmek “Oysa o da yaşamdan er geç kendi payını alacaktır. İnsanın başına nasıl bir yıkım gelirse gelsin, o, ya aynı gün ya da en çok ertesi gün, deyişimin kabalığını hoş görün, karnını tıka basa doyuracaktır ve işte size ilk avuntu...” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:65) Karnında bir şey(ler) düğümlenmek : Sıkıntı veren bir durumdan dolayı karnını düğüm düğüm hissetmek Bk.: Boğazı düğümlenmek; Boğazında bir şeyler düğümlenmek “Sophie karnında bir şeyin düğümlendiğini hissetti. O da bundan emindi. On yıl süresince, bu dehşet verici gerçeği teyit eden olayı unutmaya çalışmışt. Akla gelmeyecek bir olaya tanık olmuştu. ‘Bağışlanamazdı.’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:128) Karnı şişmek : Hamile, gebe olmak “İlişkileri önlemlerim vekurnazlığım yardımıyla uzun zaman gizli kaldı; fakat bir gün baktım, Antonomasia’nın karnı şişiyor. Her şeyin ortaya çıkacağını anladım, hemen bir toplantı düzenledim ve şu karara vardık: Don Clavijo, düzenlediğimz bir belgeye dayanarak rahibe başvuracak, Antonomasia’yı isteyecekti.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:640) Karnı tok olmak : Yeterli deneyim sahibi olmak; boş sözlere kulak asmamak Bk.: Karnı tok sırtı pek “-Sevgili dostum. Bu iyiliğini asla unutmayacağım. Tanrı ödülünü verecektir. Ama izninle senden bir ricada bulunacağım; izlediğin bu suç yolunu bırak, dedi. Bill: -Ağabeyciğim. Bu palavralara karnım tok, öğütlerin bana bozulmak üzere bulunan bir bisiklet pompasının son hırıltıları gibi geliyor.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:114) “-Tabii! Sonra piçinizin ellerini kesecekler. sizin de üstünüze binecekler, ha? Cesaret edebilirlerse tabii... Bu laflara karnımız tok bizim: Söylendiğinin çeyreği kadar kötü olmadıklarına bahse girerim.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:19) “-... Biz Halkçıyız! Hem de para Halkçısı değil, yürekten, inançtan Halkçıyız... Türkçesi, yaşayanların Halkçısı bellemeyin bizi... Biz, ateş boylarında ölenlerin Halkçısıyız! -Karnımız tok bizim bu laflara... Kaç para alsın bolşeviklerden?” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:275) Karnı tok, sırtı pek : Görünürde sosyal ya da ekonomik sorunu yok gibi görünen ama halinden şikayet edenler için kullanılan bir tabir “Gülünç bir itham bu. Dresden’deki Anya’yı düşünüyor, çocuğun karnını tok sırtını pek tutmak için parasını idareli harcayan Anya’yı.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:177-8) “Zaten evden dışarı çıkmak aklına bile gelmezdi. Kişiliği, sessiz bir volkan gibiydi. Dış dünyaya anlatacak, şikayet edecek hiçbir derdi yoktu. Allah da bilirdi ya, karnı tok, sırtı pekti; evde insancıl bir muamele görüyordu, eğitimine devam ediyordu ve çok sevdiği bir İloş vardı. Daha ne istesin?” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:165) “Kızılsakal bu sözleri duyunca, kazandığını yiyen gündelikçi biri olup geçiminin bütün halka, herkese bir bir bağlı olduğunu unuttu. Kötü huyuyla alevlenip sözünü esirgemeden konuştu: ‘Elbette güvenirsin, Zebedi, Cenab-ı Hak karnını tok, sırtını pek yapmış, işlerin de tıkırında yürütüyor; elli balıkçı kölen var, işleri için yeterince kuvvet sağlayacak, açlıktan ölmelerini engelleyecek kadar besliyor onları, bu arada zat-ı alileriniz, sandığınızı, kilerinizi ve karnınızı tıkabasa dolduruyorsunuz.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:131) “Ertesi gün erkenden, karnı şöyle böyle tok sırtı pek, gücünü toplamış fritz ev sahiplerinin konukseverliğine teşekkür ederek hala ilgilinecek bir fili olup olmadığını görmeye gitmişti. Düşünde, muhteşem süleymanın gecenin sessizliğinde bolzanodan (barınak) çıktığını ve ancak karın etkisi olarak açıklanabilecek bir esrikliğin pençesinde dere tepe dolaştığını görmüştü.” (J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:168-9) “Mrs. HUSABYE - Ne ister bu erkekler? Karınları tok, sırtları pek. Hizmetleri görülür, keyifleri çatılır. Günün sonunda sevgimizle ısıtırız onları.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:56) “Ertesi gün erkenden, karnı şöyle böyle tok, sırtı pek, gücünü toplamış fritz ev sahiplerinin konukseverliğine teşekkür ederek hala ilgilenecek bir fili olup olmadığını görmeye gitti. Düşünde muhteşem süleymanın gecenin sessizliğinde bolzanodan çıktığını ve ancak karın etkisi olarak açıklanabilecek bir esrikliğin pençeseinde dere tepe dolaştığını görmüştü.” (J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:168-9) Karnı zil çalmak : Çok acıkmak; Açlıktan midesi guruldamak “BAY BAŞKAN, BIRAK BEBEKLER ÖLSÜN Paralamentodaki şişman adamlar uyuyorlar güpegündüz Yitirdiler karınları zil çalıyor kitleleri özgürleştirme düşlerini Onları ciddiye almıyor artık köylüler Sokak kabadayıları! Boğa güreşçileri!” (Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06) “Marie beni sarstı, ‘Masson evine gitti, yemek yiyeceğiz artık,’ dedi. Hemen kalktım; karnım zil çalıyordu çünkü.’ ” (A. Camus, “Yabancı”, sa:55) “KAPLUMBAĞA - Koskoca başkan olacağım. Hele bir başkan olayım, ondan sonra istediğim gibi… Ayyy, ay, ay, çişim de geldi yahu. Çok sıkıştım. Bilmem ki ne yapsam? Karnım da zil çalıyor. Ya oylama sırasında bayılıverirsem açlıktan? (A. Çınaroğlu, “Boş Kaplumbağa”, sa:16) Karo : İskambil kağıtlarında, ikisi siyah: ‘maça’ ve ‘sinek’, diğer ikisi de kırmızı: ‘kupa’ ve ‘karo’ (yan dönmüş baklava biçimli) olanı; Eski zamanlarda, ahşap yapılı köşk ve konakların antresinde çok kullanılan, dörtköşe, beton döşeme taşı. Renkleri daha ziyade siyah ve beyaz olarak seçilirdi. “Julia kapıyı açınca evin içi ışıkla doldu. Her şey, el değmemiş gibi yerli yerindeydi, hafızasının derinliklerinde olduğu gibi düzen içindeydi; girişteki siyah beyaz karolar devasa bir dama tahtasını andırıyordu. Zarif bir eğim çizerek üst kata tırmanan merdiven sağ taraftaydı. Babasının, konuklarına evi gezdirirken adını zikretmekten zevk aldığı, meşhur bir doğrama ustsının elinden çıkma oymalı tırabzan da o taraftaydı.” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:148) Karşılıklı geçip (birbirlerinin) uyuzunu kaşımak : Karşılıklı geçip hallerine yanmak, olup bitenlerin umurunda olmamak “DELİ -... Hah, ha! Gülmekten yoruldu... Hah ha! (Çağırıyormuş gibi) Benozzo, dördüncü kattaki arkadaşımız sana, ‘gülsün bakalım, nasılsa kendisine bir giren çıkan yok,’ diyor... Ama kendisiyle müdürü için çok kelek bir durummuş... Hah... ha... ha... Bertozzo onlar karşılıklı geçip uyuzlarını kaşısınlar diyor... Hah...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:17) Karşısına almak : Zıddı, karşıtı konumuna gelmek “Ama bu biçimle bütün köye savaş ilan etmekle, onu fakirlemek istemekle, aç bırakmaya kalkışmakla, Jord ülkesinin derebeyi istediğinin tam tersi bir sonuç aldı. Lamia’nın namusundan ve çocuğunun meşruluğundan kuşku duymak, artık ‘çekirgeler’e hak vermek anlamına geliyordu. Böyle bir tutumda bulunan, bütün köyü karşısına almış oluyordu ve aralarında onun gibisine yer yoktu.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:51) Karşısına çıkmak : Tanışmak “‘<Elena’nın veda mektubundan> ... İşte o sırada, iyiliğin ta kendisi, fakat yeteneksizliğin simgesi olan o çaresiz adam karşıma çıktı. Yeteneksizliğinden dolayı, ilk sözlerine göz yumdum. Sen gittin gideli çevremi kuşatan şeylerden dolayı ruhum o kadar karamsar ve üzgündü ki en küçük br baştan çıkarma girişimine karşı koyacak gücüm kalmamıştı.’ ” (Stendhal, “İtalya Mektupları”, Cilt:II, sa:140-1) Kart : Taze olmayan (sebze); Yaşlı kadın ya da erkek (Argo) “-Ha, şu bizim küçük gavur. Herif için din değiştirmekten kolay ne var? Zaten kilise kaçkını! -Seni hasetçi cüce, seni. Sana bir daha Amca dersem iki olsun. -De. Rabia. Her vakit Amca, de. Sevindim. Şaka ediyorum. Söz aramızda, sen çok kartlaştın. Yirmi biri geçiyorsun, değil mi? Bal gibi evde kalmış kız.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:317) “Karı-koca Kien’ler, iki durak sonra indiler. Therese önden yürüyordu. Kien birden arkasından birisinin bir şeyler söylediğini duydu: ‘Kolalı eteğinden başka işe yarar yanı yok.’ ‘Kadın değil, kale kapısı mübarek.’ ‘Zavallı kocası.’ ‘Böyle kart bir karının nasıl olmasını beklerdin ki?’ Hepsi güldüler.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:74) “ ‘Sarhoşmuş, utanmaz üvey kızı Salome de önünde çırılçıplak raksediyormuş. Güzelliği kart zamparanın aklını başından almış. Kızı kucağına oturtmuş ve dile benden ne dilersin demiş. Ülkemin yarısını sana vereyim mi?..... Vaftizci Yahya’nın başını. O da, peki senin olsun demiş, bir gümüş tabak üstünde başı getirtmiş.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:315) Kartal çığlığına özenen sivrisinek gibi vızıldamak : Bir kimsenin haddinin çok üzerinde birşeyi, birilerini arzulaması “Yaşlı Nur hem bıyıklarını oynatıyor, hem de omuzlarını titretiyordu. Loyko’nun yiğit koçaklaması hepimizin kanını kaynatmıştı. Sadece Radda’ydı hoşnut olmayan. Üzerimize bir kova buzlu su döker gibi: -Kartal çığlığına özenen sivrisineğin biri, bir gün tam böyle vızıldıyordu işte!’ dedi.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:32) Kartal gibi tepesine dikilmek : Rahatsızlık verici bir şekilde birinin başında dikilip durmak “Bir baktım Ahmet Ateş gelmiş başımıza dikilmiş, sessizce Hasan’ı dinliyor. ‘Bizim troller balıkları öldürmüş de bitirmiş demek yersiz...’ Ahmet kartal gibi tepemize dikilmiş, susuyor.” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:293) Kartallara, kuşlara yem olmak : Kendini vahşi ormanlara, dağlara kopup koyuvermenin sonucu olası beklenti Bk.: Kurtlara, kuşlara yem olmak “ ‘Çık bak!’ dedi Irazca. ‘(Sen çıkıp bak da, ben de harımlara doğru enip gideyim. Aklını aldırmış kullar gibi düşeyim yollara. Başımı vurayım taşlardan taşlara. Kendimi çaylara atayım. Kartallara, kuşlara yem olayım...)’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:184) Kartaloz : Yaşlı, kart görünen, geçkin kimse (Argo) “Hakaret ettiği sırada, her zamanki sakin halini bırakıp bağırıyordu: ‘KABA HERİF! Keşke seni olduğun yerde bıraksaydım.’ Haftalık söz değiş tokuşu: Beş para etmez adam! - Manyak kadın! Sıkıcı herif! -Kartaloz karı.” (A. Ernaux, “Bir Adam”, sa:57) Kart horoz : Kavga eden yaşlı erkeklere şakadan takılma “SETH (Yumruğunu Mackel’in yüzüne doğru sallayarak.) - Ama, ne zaman olursa olsun, senin içini dışına çıkaramayacak kadar çukurda değil! SILVA (Aralarına girerek.) - Buraya bakın, kart horozlar. Döğüşmek yok.” (Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:240) Kartlar açık olmak; Kartlarını açmak : Gerçek fikrini ya da gerçekleri ortaya koymak “Olan olmuştu artık. Marcelle başını geriye atmış ve kaskatı kesilmiş parmaklarıyla çarşafı sımsıkı yakalamıştı, dehşete düşmüş, ama kurtulmuş bir ifade vardı yüzünde. Mathieu de birden kendini hafiflemiş, kurtulmuş hissetti. Kartlar apaçık önlerindeydi şimdi, artık sonuna kadar gidebilirdi, gitmek gerekti.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:294) “Marcelle’in elleri lambanın sarı aydınlığında gidip geliyordu, tuz istedi ve elleri örtünün üzerinde gölgeler çizdi. Daniel: ‘Blöf yapıyor,’ diye düşündü, ‘sıkı durmak gerek, kartlarını ister istemez açacak yakında nasıl olsa, kozunu gösterecek!’ (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:70) Kartlarını açık oynamak; iyi oynamak : Elindeki kozu iyi oynamak, yapılan planı iyi çalıştırmak “İşte bu kentten ansızın tüm kartların açık oynandığı, yeni ve ilginç olanın aynı zamanda ünlü olduğu Berlin’e gelivermiştim. Tümü de birbirlerini tanıyan insanların arasında gezip dolaşıyordum. Bu insanlar hızlı bir yaşam sürüyorlardı. Aynı lokallere gidiyorlar, birbirleri hakkında hiç çekinmeksizin konuşuyorlar, sevgilerini ve nefretlerini kimseden saklamıyorlardı.” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:167) “ROSA - Ne yani, ona Kızıl Tugay’ların operasyonu içinde yer aldığımı mı söyleyeyim? Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. İKİZ - Gerçekten hiçbir tehlikesi yok bu işin. Eğer kartlarımızı iyi oynarsak, postu kurtarabiliriz. Belki Antonio’yu da bu işten sıyırabiliriz.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:72) “Bu gibi durumlarda en iyisi açık ve net olmaktır. Daha da yaşlanacağım yeni bir yıla giriyoruz; 1630. Bu kartları iyi oynamam lazım çünkü yeni bir el almayabilirim. Yine de habercinin verdiğim mektubu çantasının içine koyduğunu gördüğümde ellerimin titrediğini gördüm.” (R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:324) Kar tutmak : Yağıp da erimeyecek kadar yolu tutan kar Yol işaretleri kar tuttuğu için okunmuyordu. Tipi iyice bastırınca şoför uzak ışıklarını kapattı ve yarı karanlıkta yol daha belirgenleşirken otobüsün içi karanlıklaştı.” (O. Pamuk, “Kar”, sa:11) Kart zampara : Yaşlanmış çapkın (Argo) “Daniel hırsla: ‘Böyle olacağı belliydi,’ diye düşündü. ‘Bu bok çuvalını yanımda görünce beni de kendilerinden sandı. Pislendim gitti, kahrolası!’ Bu ibneler arası masonluk havasından da nefret ediyordu: ‘Herkesi kendileri gibi sanırlar. Ben kendi hesabıma o kart zamparaya benzemektense gebermeyi tercih ederim.’ ” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:139) Karun; Karun (=Harun) gibi zengin olmak : Efsanevi Harun gibi çok zengin, sonsuz servet sahibi olmak. Karun, Hz. Musa’nın akrabasıydı. Söylenceye göre altın yapma sanatı olan ‘kimya’ <Simya>yı öğrenmiş,ve bu sayede çok zengin olmuş. Önce dindarmış, servetinin zekatını <yıllık, hiç olmazsa yüzde on beşini hayır işlerine> vermeyince, hazineleriyle birlikte toprağa gömülmüş “Hanuş Ustanın Saati _________________ Harmanilerinde yaldız Ve en aziz Piyer önde, Saatin içinden çıktı yorgun on iki havari ve kesesiyle de Karun ve inanç, ve şer zulüm. <Ve geldik ve gidiyoruz> Ve taştan bir yeniçeri aşağıda melül mahzun.” (N. Hikmet Ran; “Yeni Şiirler”, sa:52) “ ‘Siz hiç tasalanmayın,’ diyerek güldü Bay Burkhardt. ‘Bu yakında altı bin kauçuk ağacı diktim yine. Anlayacağınız Karun gibi zengin olmak üzereyim.’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:33) “Nerde şimdi Karun? Battı, yok oldu! Olsa hazinesi altın doluydu... Ama Nuşirevan ölmedi asla: Hala yaşamakta güzel adıyla!” (Sa’di, “Gülistan”, sa:64) “Sipahiler, kendilerine pek ucuz kılıç döven bu adamı kurtarmayı sözleştiler. Şehrin en büyük zengini ‘Hacı Mehmed’e müracaat ettiler; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece hasisti.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:179) Kasaplık etmek : İnsanları biçmek, adam öldürmek, kan dökmek “ ‘Ben alçağın tekiyim baba,’ diyordu, ‘kandan iğreniyorum, ellerim kirlensin ve daha fazla ölüm olsun istemiyordum, ama yaptığım kasaplığa bak, bu ölümlerin hepsi benim yüzümden.’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:198) “Acı bir sesle: -Allah kahretsin! dedi. Ne bekliyorlar bu hayvan herifler? Yeteri kadar dayak yemedik mi? Yeteri kadar adam ölmedi mi, ha? Bu canavarlığı durdurmak için Fransa’nın toprak anasının bellenmesini mi bekliyorlar? Doymadılar mı kasaplığa? (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:57) Kasıklarda ay tutulması : Kısırlık, çocuk doğuramama “MUSTAFA - Oğulsuzluğum vurulur yüzüme, dölümün bereketine sorgu düşer, gölgeli sualler gezinir masalımızın üzerinde. Herkesin en kolay, en çabuk yaptığının bir tek bize haram olması lanet kuşkuları serper başka yüreklere. CUDANA - Bir lanete sebep midir kasıklarımdaki ay tutulması?” (M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:88) Kasıkları çatlamak : Gülmekten apış aralarına şiddetli spastik ağrılar girmek “Don Quijote’nin ağzı açık kaldı, attan düşecek gibi oldu. Sancho bakışlarını efendisine çevirdi, yüzündeki ifadeyi gördü. Don Quijote da Sancho’ya baktı, gülmemek için dudaklarını ısıran yanakları şişmiş bir adamla karşılaşınca, olanca öfkesine karşın kendini tutamadı, kahkahayı bastı; efendisinin güldüğünü gören Sancho bu işe çok sevindi, makaraları öyle bir saldı ki, neredeyse kasıkları çatlayacaktı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:132-3) Kasıkları döl tutmamak : Kısır olmak, çocuk doğuramamak “HAZER BEY - Başka bir şey düşünemez oldun. Yavru, yavrusu... KUREYŞA - Belki de kendi kasıklarım döl tutmadığındandır. Ha, ne dersin? Bunu mu demek istersin Hazer Bey?” (M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:56) Kasıklarından orospu çıkarmak : Babasız bir çocuk dünyaya getirmek “Yaşlı haham, namusunu yitirmiş olan kızının barakalardan çıktığını gördü. Başını öte yana çevirdi. Hayatının en büyük yüz karasıydı. Nasıl olmuştu da, Tanrı’dan korkan temiz kasıklarından böyle bir orospu çıkmıştı?” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:48 Kasıklarını tuta tuta gülmek : Kahkahadan kırılırcasına, tüm vücudu kasılarak gülmek “Ne konuştuklarını işitemeyecek kadar uzaktaydım; fakat çocuğun Pedro’ya birşeyler söylediğini, Pedro’nun da oğlanın suratına bir tokat yapıştırdığını, sonra da kasıklarını tuta tuta gülmeye başladığını gördüm. Çocuk yediği tokadın hızıyla üç metre öteye fırladı ama yerden kalkması düşmesinden daha hızlı oldu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:203) Kasık mancası olmak : Erkeklerin cinsel oyun ve arzularına hedef olmak (manca: kedi, köpek maması) “Kadın birden yavrusunun cinsiyetini bilmediğini anımsadı, gazeteyi açıp baktı. Bu bir kızdı. Yine bir talihsiz daha! Şu küçük Louise gibi, bir kapı aralığına bırakılan, sonra da arabacı veya uşaklara kasık mancası olacak bir zavallı.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:140-1) Kasıla kasıla, Kasılmak; Kasıntı : Böbürlenerek, olduğundan fazla sergileyerek; Lüzumsuz derecede öğünmek, kurumlanmak; Korku ya da heyecandan gerilmek; Kendini beğenmiş, tepeden bakan. “Bir gece üç kişiyi hakladığına tanık oldum. Ara sokakta yere serdiği üç kişiye bakıp ellerini cebine sokmuş, sonra bana bakarak, ‘Hadi gidip bir şeyler içelim,’ demişti. Sözünü edip kasılmamıştı.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:57) “Toprak sahibi Trigger’a izin vermişti, nerede ne zaman isterse avlanabilirdi. Bunu açıklarken Trigger kasılarak çamurdaki ayak seslerinden ya da onun kendi gür sesinden ürkmüş olabilecek bir şeyin bulunduğu çite soluk mavi gözlerini dikmiş olarak hayli ciddi bir yüzle, şöyle demişti: ‘Bir keresinde onu kabızdan kurtardım, biliyor musun.’ ” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:265) “İktidarlarını ilan edercesine kasıla kasıla yürürlerken, diğer görevliler de onlar büyük bir itaat gösterdiler. Diplonatik vize, içinde suç unsuru olabilecek hiçbir şey olmasa da Bay Judson’ı bagajının aranması gibi onur kırıcı bir durumdan kurtardı.” (L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:36) “SOLANGE -... Ama hem hizmetçi olup hem de iyi olmak kolay mı? Hizmetçiler ortalık temizler, ya da bulaşık yıkarken kasılmaktan başka bir şey yapamazlar. Süpürgeyi yelpaze yerine kullanırlar, basma önlükle de kırıtı kırıtıverirler.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:25) “ ‘Nasıl geçti sınav? Nasıl oldu bakayım? Üstesinden gelebildin mi bari? ‘Kolay geçti,’ dedi Hans kasılarak. ‘Verdikleri metin daha beşinci sınıfta çevirebileceğim bir şeydi.’ ” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:23) “Sonraki günlerde, köylerde ya da Kastro’nun içinde dolaşarak, dünyayı aydınlatmak isterken, bize, ‘Allahsız, mason, satılmış..’ diye bağırıyorlardı; yavaş yavaş, nereden geçersek yuha çekmeye ve limon kabukları atmaya başladılar. Ama biz, küfürlerin ve limon kabuklarının arasından, Gerçek’in hatırı için acı çekiyoruz diye kasılarak ve memnun bir halde geçiyorduk.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:114-5) “ ‘Onu ilk gören benim,’ dedi keşiş kasılarak. ‘Ama yarı mecnun filan değil o, düpedüz deli! Güya bir düş görmüş de Başrahip -nur gölünde yatsın- onu açıklar diye, Nasıra’dan kalkmış, buraya kadar gelmiş.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:163) “Üniversitede, ayrıntılarda dolanan ve bitmek bilmeyen kelime oyunlarımızla alay etmek için bize ‘Bizanslılar’ yaftasını yapıştırmışlardı; biz ise maksadı incitmek olan bu nitelemeyi kasıla kasıla benimsemiştik. Hatta bu adı taşıyan bir ‘kulüp’ kurulması bile söz konusu oldu. Bunu sonu gelnmez bir biçimde tartıştık, öyle ki ‘Bizantizm’imizin kurbanı olan kulüp asla gün yüzüne çıkmadı.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:30-1) “GÖZCÜ - Yiğit bölükbaşı geç bakalım. Kraliçe’nin sarayında saygıyla eğil. SES - Var git, ciritini bir güzel yağla Afrikalı. Şafak sökmeden Romalılar sana afiyetle yedirecekler o ciriti, hem de sapına kadar. (Sesin sahibi..... savaşta biraz hırpalanmıştır. Yırtılmış olan kolunun sol dirseğimden aşağısının sargılı olduğu fark edilir. Sağ elinde kını içinde bir Roma kılıcı vardır. Solunda Bernazor, sağında İranlı, peşinde öbür muhafızlar; kasıla kasıla avlunun ortasına doğru gelir.)” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:26) “Saçlarıyla bıyıklarını her sabah boyayan, Paris’i, Berlin’i, Roma’yı, Viyana’yı, Beyoğlu gibi tanıdığı ile kasılan bir büyükelçi eskisi vardı ki, her söze: ‘Bilirsiniz’ diye çok kibar başlamakta..” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:35) “-Sen daha savuşmuyor musun? Elvermedi mi rezillik? Gazetecilikse bu kadar olur. -Bana bir hal gelmiş Arif amca... Utanacağıma ben, bir de baktım kasılmaktayım! -Ne kasıntısı? -Zenginliğe sıvaşmaktan gelen kasıntı olmalı... Parayı biz götürüyoruz ya, kaptırmışım kendimi...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:198) “Ekibin de onunla ilgilendiği yoktu zaten. Öyle biri yokmuş gibi davranıyorlardı. Bu kasıntı zengin kızının canı cehennemeydi. Paraya ihtiyacı olmadığı halde bu işi yaptığı için ayrıca kızgındılar. ‘Amaan! Ne hali varsa görsün’ diyorlardı aralarında, ‘kendi bileceği şey, gidip zıbarsın erkenden, tavuk gibi.’ ” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:72) “Koliazine soyundan gelen annesinin kızlık ismi Agathe idi; general hanımı olunca ismi Agathoclée Kouzminicha olarak değişmişti. Dediğim dedik bir kadındı. Şatafatlı başlıkları, hışırtılı ipek elbiseleriyle kasıla kasıla dolaşırdı.” (I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:6) Kasıp kavurmak : Zalimane bir şekilde ortalığa korku ve dehşet saçmak, sert işlemlerde bulunmak; Soğuk, rüzgar ya da yağmurun çok dehşetli ve ürkütücü olması “İÇ SIKINTISI Şubat kenti kasıp kavuruyor, soluk Halkına komşu mezarlığın dökmekte Dolu testisinden karanlık bir soğuk Ve ölüm, dumanla sarılı dış semte.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:143) “Yakından bakınca koyu renk saçları, çıkık kaşlarının ortasındaki çizgiyi vurguluyor ve onun, bir savaş gemisi pruvasına benzemesini sağlıyordu. O yaklaşmadan evvel, koyu renk gözleri nam saldığı ciddiyetini korku verici bir açıklıkla ortaya koyarak, sanki yeryüzünü kasıp kavuruyordu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:29) “O gece, şölen sofrasına oturmak üzere içeri girdikleri zaman çiçekleri görünce her zamankinden çok memnun oldular, çünkü o yıl bahar çok serin geçmiş, tozu toprağa katan kuzey rüzgarı şehri günlerce kasıp kavurmuştu.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:9) “Başkaları, yabani ya da evcil eşeklere, zebralara, mandalara binmişlerdi. İçlerinden bazıları aileleri ve putlarıyla birlikte, kulübelerinin sandal biçimi damlarını da peşlerinden sürüklüyorlardı. Gelenler arasında, çeşmelerin sıcak sularıyla elleri, ayakları buruşmuş Ammonlular; her şeyi kasıp kavurduğu için güneşe lanet okuyan Atarantlar; ölülerini güle oynaya ağaç dallarının altına gömen Trogloditler ve çekirge yiyen iğrenç Auslular ile börtü böcek yiyen Gizantlar da vardı.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:284-5) “Bu tıpkı bir ülkeyi veba salgını kasıp kavururken sözleriyle, soluğuyla hastaları iyi ediveren birisinin, aydın, bilge bir kişinin bulunduğu söylentilerinin çıkması gibiydi.” (H. Hesse, “Siddhartha”, sa:48) “Ollioules geçitlerini kasıp kavuran Gaspard Bes’in çetesi yok edildikten sonra, onun yardakçılarından biri: Cravatte, dağlara sığınmıştı. Cravatte, Gaspard Bes takımının kalıntılarından eşkiya yoldaşlarıyla birlikte bir süre Nice eyaletinde saklanmış, daha sonra Piemonte’ye geçmiş ve birdenbire yeniden Fransa’da, Brarcelonette yakınlarında boy göstermişti.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:52) “Kadınların konuşmalarından hiç değilse bir şu kadarını anlamıştım. Codine adındaki çok kötü bir adam henüz cezaevinden kurtulmuştu. Anlatılanlara bakılırsa, bu gözüpek adam bütün mahalleyi kasıp kavuruyor, durmadan incir çekirdeği bahanelerle kavga çıkarıyor ve çok ustalıklı bıçak kullanıyordu.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:10) “<Sözgelimi> Japon kamikazeleri o dönemde, düzenli bir ordunun içinde doğmuşlar ve sadece Pasifik Harekatı’nın son yılında ortalığı kasıp kavurarak hükümetlerinin teslim olmasıyla saldırılarına kesin olarak son vermişlerdi.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:118) “Oysa yangın beş yüzyıllık Osmanlı tarihinin o kadar ayrılmaz bir parçasıdır ki, İstanbullular, özellikle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren şehri kasıp kavuran bu felakete kendilerini peşinen hazırlamışlardır.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:199) “ADRIAN - Sevgili Epifania’cığım, dost kalacaksak seninle açık sözlü olmam gerek..... (Babanızın) şefkatli, sevimli bir baba olduğunda şüphe yok. Ama öte yandan da müthiş iç sıkıcı bir adam... Bir Rotary kulübünü kasıp kavuran benzerlerinin bile üstünde.” (G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:51) “Tutumlu davrana davrana Lamiel’in teyzesiyle eniştesi bin sekiz yüz lira gelir getiren bir sermayeyi bir araya getirmeyi başarmışlardı. Bu bakımdan, çok mutluydular, ama güzel yeğenleri Lamiel’i sıkıntı kasıp kavuruyordu.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:54) “Bir düştü. -Önümde bitimsiz uzanıyor Solgun deniz ve el ayak çekilmiş kıyıdan Fırtına kasıp kavurmuş, bulanık gün ışığı Ve kırlara doğru uçuşuyor katar katar bulutlar.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:39) Kasırga patlaması : Rüzgar fırtınası; Patırdı gürültü, büyük kavga “İlk zamanlar komşuları yol iz bilemeyen, kendilerini böyle haşlayan veremli kadını pek kınamışlardı. Daha sonraları durum düzeldi. Kasırga patlar patlamaz konuklar bir bir sıvışıyorlardı.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:129) Kas kas kurulmak : Zevkten, yükselmiş gurur ve onurdan kendini çok azametli hissetmek “1955 yılı civarında bir larva yarılıp açılacak ve sayfalardan yapılmış kanatlarını hızla çarpan yirmi beş kelebek, Ulusal Kitaplığın bir rafına konmak üzere çıkacaktı onun içinden. Bu kelebekler ben olacaktım kuşkusuz. Evet ben, yani yirmi beş cilt, on sekiz bin sayfa ve yüz illüstrasyon; yazarın bir portresi de var. Kemiklerim, deri ve karton, parşömenden tenim tutkal ve küf kokuyordu; altmış kilo kağıt içinde kas kas kuruluyordum ve içim rahattı. Yeniden doğmuş ve nihayet düşünen, konuşan, şarkılar söyleyen, kızıp gürleyen ve kendini, maddenin inatçı hareketsizliğiyle ortaya koyan dört dörtlük bir adam olmuştum.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:143-4) Kaskat, Kaskat oluşturmak : Bazı nehir yataklarınsa oluşan teras gibi düzlükler “Haritalar ile planlar da çok kapsamlı ve özenli çizilmiş. Birçok manzara resminde ressamdsoğaya sadık kalmak yerine güzelliğe önem vermiş. Bugün de iyi tanıdığımız Greifenstein veya Aggstein gibi, Tuna Kalesi’ndeki bazı kayaları nehre düşer gibi yapmış; suların çok hızlı aktığı, anafor yaptığı yerlerde de kaskatlar oluşturmuş.” (S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa:165) Kaskatı (donup kalmak, kesilmek) : Aşırı korku, heyecan ile donup kalmak; öldükten sonraki kadavra hali “Çiçekleri böylece burda bırakacağım. Avuçlarım ter içinde. Yumruklarım kaskatı. Çiçekleri koskocaman emaye, tenkiye kabına benzer bir kabın içine sokmuşlar. O kapla çiçeklerin güzel bir uyumlulukları var.” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:38) “Yağmur yağdı, toprağın ememediği sular hendekleri doldurdu. Büyük ırmaklarla birleşince şahane nehre doğru öyle şiddetle boşandı ki onu hiçbir şey durduramadı. Kabaran Archiano soğuktan kaskatı kesilmiş cesedimi nehrin denize kavuştuğu hizada buldu, onu Arno’ya sürükledi ve acıya yenildiğim sırada, göğsümün üzerinde kollarımla yapmış olduğum haçı çözdü.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:40-1) <Arno nehri> “Bunca yıl sonra bile belleğimden silinmemiş son derece belirgin bir resim: olayların bakısı altında donup kalmış olan o acınacak hakdeki insanın, çevresini kuşatan şehir ateş altındayken çaresizlik içinde kaskatı kesilen o adamın görüntüsü.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:78) “Adamlar onu yakaladıklarında, Brophy çoktan ayağa kalkmış çığlık atıyordu. Onu kapıya doğru çektiler. Korkudan kaskatı kesilen Brophy yumruklarını savurarak, onu dışarı iten güçlü ellere karşı kendini savunmaya çalıştı.” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:13) “Langdon, onun bakışlarını takip etti. Gördüğünde, kaskatı kesilmişti. Karşı taraftaki sokak şambasının altında iki siyah figür belirmişti. Her ikisi de uzun pelerine sarınmışlar, başlarını Katolik dullarının geleneksel siyah dantel örtüleriyle kapatmışlardı.” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:372) “ ‘Randevu defterinde isminize rastladık.’ ‘Umarım her şey yolundadır.’ Ajan derin bir iç çekti ve kapının dar aralığından Polaraid fotoğrafı uzattı. Langdon fotoğrafı görünce, tüm vücudu kaskatı kesildi.” (Dan Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:19) “Herkes bana bakıyormuş gibi geldi; kızardığımı hissettim. Bakarlarsa baksınlar! Onlar hiç mi yanlış durakta inmediler! Çaresiz indim. Ya otobüs geçmezse! Kaldık mı burda gecenin vakti. Her halde beni sabaha kaskatı bulurlar.” (Erhan Ceylan; “Mübadele Öyküleri” <Kör Bir Durakta>, sa:17) “Araba istasyondan çıktığında hava kararmaya yüz tutmuştu. Sağ yanda uçsuz bucaksız, koyu renk bir ova uzanıyordu. Soğuktan kaskatı donmuş bir ova... Eğer bu düzlükte durmadan gidilirse varıp varacağın yer cehennemdi herhalde.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:133) “Arkasını dönüp bir kıyafet balosu için Kraliçe Elizabeth kılığına girmiş bir çocuğu anımsatan, dimdik, kaskatı, duygularını dışa vuran bir yürüyüşle önüme düştü. Yorgun, gergin, ama acayip derecede kibirli bir görünüşü vardı.” (L. Durrell, “Clea”, sa:205) “... görkemli sütunlarla çevrili döşeğinde ölüm katılığıyla kaskatı, artık bir cinler alayının ürkek bir avı olmuş; içlerinden biri can çekişen adamın ağzından bir bebek biçimindeki ruhunu koparıp alıyordu, onurlu bir adam gördüm.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:74) “DELİ - Bak hele. Ben monarşiyi değil, eskileri anmak hoşunuza gider sanmıştım... Pekala, ne bu mes hikayesi ne de üç ayaklı hikaye işinize gelmedi... (Telefon çalar, hepsi kaskatı kesilir, komiser telefonu açar.)” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:60) “LUCIA -... Ve arka pencereden atılan bazukayla tutuşturulmuş. ANTONIO - Bazuka mı, vay canına.. LUCIA - Camlar kurşun geçirmezmiş, ama yine de parçalanmış, mermi içeri girerek patlamış vebir zehirli gaz bulutu yükselmiş, sonra bütün korumalar kaskatı kesilmiş.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:13) “SEN ÖLDÜĞÜNDE 2. Şaşkınlığımı üzerimden atınca ancak fark ettim tüm vücudumun kaskatı kesildiğini. Bir sütun gibi dimdik duruyordum, Beni çevreleyen yumuşak etim erimişti.” (Pamela Gillihan<1918-2001>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.10.02) “MEPHISTOPHELES - (Faust’un uzun cüppesi içinde.) ... Ben onu zevk ve aşırı eğlenceyi ana bir prensip gibi gören bir hayatta, dümdüz bir değersizlik içinde süründüreceğim. Önümde kıvranacak, kaskatı kesilecek ve bana yapışacak.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:87) “Adam kıpırdamıyor, bir şey de söylemiyordu. Adrienne ellerini masanın altında kavuşturmuş, hareketsiz duruyordu. İşçinin birdenbire alay eder gibi, yavaş yavaş: -Hanımefendi seyahate çıkmış, dediğini duydu. Bıyık altından kısa bir gülüş, arkasından bir gazete hışırtısı, adamın gazetesini doğrultup okumaya başladığını gösteriyordu. Adrienne kaskatı kesildi, bir yudum su içti.” (J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:196) “Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanlarıyla şap! Şap! diye tapu senedi damgalarcasına, adım atan eksper, adanın artık adamakıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince, Kocadağ düştü. Patavatsız taşlar kuştüyü kesileceklerine, kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Deniz Bırakılmış Bir çiçek”, sa:81) “ ‘İyice dinlen, küçük kuş,’ dedi. ‘Sonra git, öteki kuşlar, insanlar, balıklar gibi sen de talihini dene.’ Konuşmak yüreklendiriyordu onu, geceleyin sırtı kaskatı kesilmişti çünkü, canı yanıyordu.” (E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:45) “Topuz saçlı Trakyalılar Salmydessos’ta çırılçıplak bulsun onu kıyıda. Binbir acıya uğrasın or’da yesin kölelerin ekmeğinden kaskatı kesilmiş soğuktan.” (Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:64) “Bakır maşrapayı mutfaktan kaptıktan sonra kapıyı iki parmak aralık etti, köpek koklayarak burnunu uzattı, yavaş yavaş üç parmak, sonra bir o kadar daha açtı, mengene içinde gibi uzanan bu müthiş başa kuvvetinin bütün elverişiyle bir vuruş indirdi; maşrapa bir yöne düştü, köpek de oraya devrildi, bir süre çabaladıktan sonra kaskatı kaldı.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Ayşe’nin Yazgısı”, sa:175) “Hani hani nerde? Senin ulusunun, İsrail ulusunun, bütün evreni yönetebilmesi için eğemenliği, ululuğu ve melekleri neden vermiyorsun? Boyunlarımız göğü gözlemekten, açılmasını beklemekten kaskatı kesildi. Ne zaman? Ne zaman gelecek?” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:120) “Güneş, Kastello’ya ulaşmış, damları ışığa boğmuştu. Şimdi kabarıyor işte ve inişli çıkışlı yokuşlara yayılıyor, köyün kaskatı çirkinliğini acımasız, çırılçıplak ortaya koyuyor. Kül rengi, asık suratlı bir köydü bu; kupkuru, taştan yapılmış, evlerinin kapılarını kurtlar kemirmişti, iki büklüm giriliyordu içeriye; kapkara, kasvetliydi eviçleri.” (N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:11) “Adamlarına seslendi: ‘Kelly,... Omra... silahlarınızı alın ve benimle gelin!’ Daha fazla oyalanmadan eve doğru yürüdü. Toni pencereye dayanmış, kaskatı bir şekilde öylece duruyordu hala. Genç adamı uyandırmak istedi bir an, ama hemen vazgeçti. Çünkü her taraf asker doluydu. Kaçması olanaksızdı. Üstelik kendisi de beyaz kaçağın yanındaydı.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-San Domingo’da Nişan”, sa:93) “Bahar Alışkanlığı ----------------------Apansız silah sesleriyle kaskatı kesilmiş, kafesteki kanarya alınca barutun uğursuz kokusunu, kesiyor şarkı söylemeyi gelecek bahara kadar.” (Ingrid de Kok<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06) “ ‘Neler söylüyorsun sen?’ ‘Bir sorunum var,’ dedi Alberto, kaskatı kesilmişti. ‘Babamın general, ya da tuğamiral, ya da mareşal olduğunu söylesem, emin olunuz ki, vereceğiniz her kötü puan için bir yılınızı kaybedersiniz, ya da…’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:19) “Ağır boyalı dudakları, yüzlerindeki koyu makyaj, fazla spreyden kaskatı kesilmiş yapılı saçlarıyla, çocuk olmaktan çıkarılmış, dişilikleri kışkırtılmış bu küçücük kadınlara baktıkça, küçük kız çocuklarının bizzat anneleri tarafından taciz nesnesi haline getirildiğini düşünmekten kendini alıkoyamıyor insan. Hayır, hiç de masum bir oyun değil bu.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:71) “AŞKA KARŞI -----------------Biz neden yaratıldık? Anılar nerede? Kaskatı kesilirdik boğaz boğaza kavgalarda soyu kurumuş bir ailenin soy rütbeleriyle korunan kartallar gibi.” (Charl-Pierre Naude<d.1958>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06) “İNSANOĞLUNUN BEŞİĞİNDE -----------------------------------------Taze toprakta kaskatı sıkıştırılmış kirli taşlara benzeyen çıkıntılardık. Dişlerimiz yeterliydi anlatmak için hayatımızın fosilleşmiş öyküsünü.” (Karen Press<1956-1999>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.09.05) “KÖYDE PAZAR GÜNÜ Meyhanenin çıplak döşeme tahtasında tepiniyor gençlik terütaze gümbür gümbür, oğlanın eli, nasırdan kaskatı olmuş da, yapışmış sarışın kızın eline özgür; bira esriği çalgıcılar çalmakta ‘Satılmış Gelin’den bi tür.” (Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.03) “Sergio kaskatı kesilmiş bedeni görünce artık Disney’le arasında hiçbir engel kalmadığını anladı. Daha sonra yattığındaysa, dudaklarında bir gülümsemeyle uyumayı başardı.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:13) “Ancak rahibin ölümlü bedeninin kalıntıları hiç de öyle çürüyebilecek gibi değildi. Bu kalıntılar tam üç gün boyunca Efendimiz’in Anası’na adanmış o kiliseyi doldurdu, burada rahip son yolculuğu öncesi ziyarete sunulmuşltu. Çünkü güzel kokular yayınlıyordu. Vücut kasları kaskatı olmalıydı belki ama, aksine onunkiler gayet yumuşaktı sanki hala hayattaymış gibi.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:15) “Bir saniye durdu, soluk aldı, Mathieu’ya baktı: -Sahi, dedi, siz bir burjuvasınız, değil mi? -Evet, dedi Matheu. Burjuvayım. Beni görüyor. Mathieu katılaştığını, kaskatı kesildiğini, baş döndürücü bir hızla ufaldığını hissetti. Bu gözlerin ardında yıldızsız bir gök var, bir bakış var, sınırsız. Beni görüyor: Masayı, sandalyeyi gördüğü gibi. Ben onun için, bu sınırsız bakışta asılı kalmış küçücük bir parçayım. Bir burjuvayım. Burjuva! Bir burjuva olduğum gerçek. Ama bu gerçeği kendinde duyamıyordu nedense.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:381) “GEYİK --------Arabanın ardında, farın ışığı, aydınlatıyorduHenüz ölmüş bir geyik cesedini; sendeledim. Dikildim başucunda. İyice soğumuştu ve kaskatı... Kenara sürükledim, şaşılası irilikteydi karnı.” (William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman/Ali Çeviker; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.10.07) “Bugün, 30 Ağustos 1753’te, sevgili efendim Maitre Mussard altmış altı yaşındayken öldü..... Ölülerin alışılagelmiş kaskatı kalma süresinin bitiminden sonra bile efendim oturur durumda dimdik kaldığı için ölü yıkayıcı onu binbir güçlükle giydirebildi.” (P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - S. Manet’nin Sondeyişi”, sa:75) “Kocakarı kaskatı kesilip uzaklaştı. Biraz ötede döndü, öfkeli bir hareketle şemsiyesini salladı. ‘Göreceksiniz!..’ ‘Defolun, seni zardalozun cadalozu!..’ Kadın şemsiyesini açtı ve uzaklaştı.” (J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:91) “Daha sonra bana yeniden güzel olma ve sevilme üzerine bir senaryo veren Larry’yi <eski sevgili> görmem var. Yanında kaskatı durup ona gülümsedim, kendime sadece bebek adımlarıyla ilerleme ve hemen arkasından tekrarlama izni verdim. Diğer insanlara karşı öfkemin cinsel bir heyecan gibi içimde büyümesine izin veriyorum. Gücenme ve nefretin de. Kendimi bu şekilde uykuya bırakıyorum.” (I.D. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:182) “Rahip, kollarını açarak cemaata doğru dönünce, kalabalık geldiğini görüp bir parça sakinleşti; belediye reisi, yardımcısı, belediye meclisi üyelerinden bazı kimseler, ihtiyar Fouan, ilahili ayinlerde trombon çalan nalbant Clou oradaydılar. Lequeu, vakarlı edasıyla, ön sırada kalmıştı. Bécu, yıkılacak kadar sarhoş bir halde, en geride, kazık gibi kaskatı duruyordu.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:73) “Onun o sağlam, ünlü kendini kabul ettirme gücü (ki daha sonraki yaşlarda tamamiyle kaskatı ve zırh gibi donup kalmıştır), değişime tutarlılık yanında yalnızca belli bir yer verir; o, bilge ve perhizci kişi, ancak doğasına yarar dediği kadarını kabullenir..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Nietzsche’, sa:117) “Şurada burada ölgün bir ışık huzmesi ıslak dumanlarla boğuşarak parlak bir tabelayı aydınlatmaya çalışıyor ama yalnızca kaskatı olmuş gırtlaklardan çıkan belli belirsiz sesler ve kahkahalar soğuktan donanların ve havadan ötürü keyfi kaçanların toplandıkları meyhaneleri ele veriyordu. Ara sokaklar bomboştu ve geçip giden tipler de, siste hızla kaybolan çizgilere benziyordu.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:11) Kast, Kast zihniyeti : (ARKEO., SOSYO.) Bugün dahi, Hindistan örneğinde olduğu gibi, birbirlerinden gelir, hayat tarzı ve yaşam felsefesi ve benzeri gerçekleri ve değer yargılarını temsil eden gruplar; Hemen her ülkede, idare tarzı ne olursa olsun, ekonomik ve kültür değerlerine göte: ‘Aşağı’, ‘Orta’ ve ‘Yüksek’ olarak nitelendiren halk kitleleri. Bunu benimseyen düşünce şekli. “Ama aslında beni her zaman rahatsız etmiş bir gerçekliğin üstünü örtüyorum. Bende de, ne dersem diyeyim, kendi kast zihniyetim var. Hem zenginlere hem de yoksullara karşı her zaman tiksinti duydum. Benim sosyal vatanım ikisinin arasında yer alıyor. Ne mülk ne de talep sahiplerine dahilim. Ben, ne zenginlerin miyopluğundan, ne açların körlüğünden mustarip olduğu <sıkıntı çektiği> için dünyaya bilinçli bakabilen orta tabakadanım.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:156) Kas(a)vetlenme; Kasvetli : Kederlenme, üzülme, içi kararmak; İç karartan, hüzünlü; kapalı, bulutlu, sıkıntılı hava “Onunla ilk defa mart ayının kasvetli bir perşembe günü karşılaştım. Londra daha tam anlamıyla kışı atlatamamıştı ve sokaklar hala dondurucu derecede soğuktu, özellikle de rüzgar Thames Nehri üzerinden estiğinde. Gece don ihtimali bile vardı.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:7) “Bay Goodchild ve Bay Idle, evin önünde arabadan inip, tarihi güzelliği kasvetli bir havayla birleşen evin holüne girince koyu renkli giysileriyle birbirinin tıpatıp aynı, yarım düzine, sessiz, yaşlı adam tarafından karşılandılar. Ev sahibi ve kahyası konukları oturma odasına alırken altı yaşlı adam ayak altında dolaşmamaya özen göstererek sessizce sağa sola kaçışıp evin kasvetli karanlığında yok oldular.” (Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Asılmış Adamın Gelini”, sa:15) “Ne var ki, realite dünyasının kasvetli ortamından bana el uzatan, yalnızca benim aptalca kendimi beğenmişliğim, şahsımın kendimi kanıtlamak için duyduğu o hayvanca, ama öyleyken esprili açgözlülük değildir. Dinleyiciler de, benim dinleyicilere karşı tutumum da yardımıma koşuyor. Bu da, benim meslektaşlarımın pek çoğundan daha güçlü sayılacağım bir noktadır. Dinleyicilerin dinleyici olarak benim için varlığıyla yokluğu arasında hiç fark yok.” (H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk-Nürnberg Yolculuğu”, sa:163-4) “Üst üste yığılmış kasvetli evler var. Açık pencerelerde oturan ihtiyar suratlı bir sürü çocuk alacalı bulacalı bebeklerini boyuyor. Evlerin içi kapkaranlık.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:51) “ ‘Ona sebepten derim işte sana ki, sen kasavetlenmeyesin, yakında alacaksın iyi bir haber, kavuşacaksın şirinciğine... Yalnız, merak ederim ki, sen mi verdin ona gönül, yoksa o mu yaktı sana daha önce abayı? -Hayır, ben vermiştim daha önce ona feryadı!’ -Hah... Öyleyse, geçmiş olsun, sen savdın <sıranı bitirdin> şinci <şimdilik> nöbetini... O çeksin artık kasvetini! Üzülme, üzülüp de süzülme tosba gibi, üzülme! Sabrın sonu selamet!’ ” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:14) “Güneş, Kastello’ya ulaşmış, damları ışığa boğmuştu. Şimdi kabarıyor işte ve inişli çıkışlı yokuşlara yayılıyor, köyün kaskatı çirkinliğini acımasız, çırılçıplak ortaya koyuyor. Kül rengi, asık suratlı bir köydü bu; kupkuru, taştan yapılmış, evlerinin kapılarını kurtlar kemirmişti, iki büklüm giriliyordu içeriye; kapkara, kasvetliydi eviçleri.” (N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:11) “Bir polis memuru bana Saint-Barnabé yolunu gösterdi. Hastane nehir boyundaydı. Orası kasvetli evlerin ve antrepoların penceresiz duvarları ortasında bana bir sığınak gibi göründü.” (A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:11) “Belki on sene boyunca maaşsız papaz yardımcılığı yaptıktan sonra, okul öğretmenliğine geri dönecekti... kuşkusuz kendine daha iyi bir yer bulabilirdi. Ama en azından üç aşağı beş yukarı pespaye, üç aşağı beş yukarı hapishane gibi bir okul olurdu; ya da belki daha kasvetli, daha da az insanca bir tür angarya.” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:327) “Okuldaki ayine katılmıştım. Hiçbir öğrenci yoku. Issız koridorların, sessiz dersliklerin, sessizliğin kokusu, okulu çok daha büyük, etkileyici kılıyordu. Çok daha kasvetli kılıyordu. Ne ayak sesi, ne mırıltı, ne de çığlıklar. Eski okul binası sabırsızlıkla tatilin sona ermesini beklerken uyukluyor gibiydi.” (J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:213) Kas yapmak : Vücut kaslarını-adalelerini sistemli cimnastik ya da ağır işler yaparak geliştirmek “Ev sahibi gittikten sonra, annem bahçeye çıkar ve hep aynı şeyi söylerdi: ‘Burası balta girmemiş bir ormana dönmüş!’ Babam da hep aynı cevabı verirdi: ‘Daha iyi! Naim tüm çalı çırpıyı ayıklar. Kas yapar böylece.’ ” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:383) Kaşalot : Kaba, aptal, saf, bön; Bir türlü dersini öğrenemeyen öğrenci; İri yarı, çok şişman kadın (Argo) “Seringel, işini bırakıp hızla döndü: -Sus ulan Kaşalot!.. Uyuyor. -Ne uykusuymuş bayram sabahı? Nerde uyuyor? Sakın şu dertop yatan ayı, senin Osman Ağan olmasın?” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:81) Kaşarlanmış, kaşerlenmiş : Deneyimi olup ustalaşma; Feleğin çemberinden geçmiş olma; olumsuz ve üzüntü yaratan olayları kanıksayarak artık aldırmama “Onu üy önce kampanya özel asistanlığına atadığından beri Gabrielle’in kampanyasına muazzam faydası olmuştu. Her şeyden önce bedavaya çalışıyordu. On altı saatlik bir iş gününün karşılığında, kaşarlanmış bir politikacıdan cambazlık yapmayı öğreniyordu.” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:38) “Önceden de belirttiğim üzere, kaşarlanmış bir hilebaz olan ve konuğunun aklından zoru olduğunu anlayan hancının, bu sözlerden sonra kuşkuları dağıldı; ve o akşamı eğlenerek geçirmek için, Don Quijote’nin bu haline uygun davranmaya karar verdi.” (M de Cervantes, “Don Quijote”, sa:22) “Sana demin hepsini anlattığım halde bunu söylemedim, bu kadar kaşarlanmadığım için söyleyemedim. Henüz durabilirim; durunca da kaybettiğim şerefin yarısını geri kazanabilirim. (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:242) “Ama bizimkiler kalkıp kız peşine düştüğünde, ben aralarına karışmayarak yalnız kalıyor, içimde sevgiye karşı yakıp kavurucu bir özlem, umutsuzca bir özlem duyuyordum; oysa meyhanedeki konuşmalarıma bakılacak olursa, zevk ve sefa peşinde koşan kaşarlanmış biri sayılırdım.” (H. Hesse, “Demian”, sa:99) “Çakır Emine bile bir gece Reha Beyin bahçesinde bana çıkıştı; Reha Beyi işmarlayarak <kaş, göz, vücut lisanını kullanarak -tenkid etme->, -Sen, dedi, bu kaşarlanmış pinpon’a <ihtiyar> bakma, onun içi zaten Apostol’un meyhanesindeki <Eski İstanbulun Haliç’te en şöhretli meyhanelerinden biri> rakı fıçısına dönmüş... Sen ise daha gençsin, sana yazıktır; bu kadar rakı, sonra günün birinde seni Çarşambalı Aziz Beybabaya <İstanbulun eski, ünlü ayyaşlarından biri> döndürecektır. Benzetmek gibi olmasın ama, o da senin gibi böyle kendini genç yaşında bu alemlerde rakıya kaptırdı, çok sürmedi, sonunda perişan oldu, sürüm sürüm süründü; en nihayet sokaklarda çoluk çocuk maskarası kesildi.” (O.C. Kaygılı, “Çingeneler”,sa:254) “Sanırım dünyayı dolaşmış, iyice kaşarlanmış bir denizci, gemisinin yalnızca bir kımıltısından, nerede bulunduğunu anlayabilir. İlk yıllarımdan bildiğim bu bölgeye ilişkin deneyimlerim de Karaipler’de <Büyük Okyanus adaları, Amerika’nın doğu kıyılarında> olduğumuzu anlamama yetti.” (G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:25) “BARTLETT - Deli mi idik? Evet, öyle ya… Ama ben… o ikisini unutamadım. (Kaba.) Keşki ben de senin gibi olsaydım, Silas Horne. Böyle şeylere kulak asmayacak kadar kaşerlenmiş, kötü bir herifsin.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:35) “Oto hırsızını evine bir polis memuru getirdi. Sivil güvenlik güçlerinin bu sakınımlı ve iyiliksever üyesi, yalnızca tökezleyip düşmemesi için kolundan tuttuğu adamın kaşarlanmış bir suçlu olduğunu, başka koşullarda olsa, kaçmaması için koluna sıkı sıkı yapışacağını düşünemezdi.” (J. Saramago, “Körlük”, sa:31) Kaş çatmak : Pandomim’de, görüş ayrılığını, vücut lisanıyla ‘hayır’ı, kızgınlık ya da düşkırıklığını en iyi ifade eden mimikri “KLEOPATRA (Kaş çatarak.) - Siz gülün bakalım, gülün. Ama yakında ayağınızı denk alacaksınız. Ben de Sezar gibi kendime hizmet ettirmesini öğreneceğim. CHARMIAN - Koca kargaburun! (Gene gülerler.) KLEOPATRA (İsyanla.) - Susun! Charmian, küçük bir Mısırlı şaşkın gibi saçmalama. Ftatatita kraliçe olsa size nasıl haddinizi bildirirdi?” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:115) Kaşer, bk: (Ibr.): Koşer Kaş göz (işareti) etmek, yapmak : Açıkça söyleşebilmenin mümkün olamadığı sosyal durumlarda, kaşıyla, gözüyle imada bulunmak; şaklabanlık etmek; alay etmek “BEATRİS -----------Baktım iniyor başıma öğlen üzeri İç karartan bir fırtına bulutu, iri, Acımasız, meraklı cücelere benzer, Bir sürü şeytan taşıyan, kötücül, beter. Başladılar beni soğuk soğuk süzmeye, Ve bakakalan yolcular gibi bir deliye, Fısıldaştıklarını duydum gülüşerek, Durmadan birbirlerine kaş-göz ederek.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:221) “Metrdoteli görmek için yemek salonuna geçmemiz isteniyor. Gerçekte bu, bir güldürü oyununa katılmaktan başka bir şey değil. Metrdotel tıpkı Amerikan filmlerinde görülen Fransızlara benziyor, ayrıca, sağa sola kaş göz işaretlerinden oluşma tikleri var.” (A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:14) “Ama sonra birdenbire duruyor, Epaminonda’nın kendisini geçmesini bekliyordu; arkadan ben yaklaştığımda kaş göz ediyor, bana gizlice elimdeki sönük yüzme kesesini gösteriyordu.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:68) “Lara bana susmam için kaş göz işareti yaptı, sustum. Yazar’ı bir türlü geçmişi hakkında konuşturmayı başaramıyordum. Kişiliğinin bir noktasına, kimsenin aşamadığı bir set çekmişti. Oraya kadar gelip duvara dayanıyordunuz.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:107) “CLEANTE - Hakkınız var. HARPAGON - Bu lafı bırakalım da başka bir şeyden bahsedelim. Vay? Galiba paramı çalmak için birbirlerine kaş göz ediyorlar. Bu işaretler de ne oluyor?” (Moliere, “Cimri”, sa:47) “... uydurmaya bile üşenip dayağı tercih edenler, öğretmen kendisini aşağılar, hırpalarken arada kaş-göz işareti yapıp sınıfı güldürenler...” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:123) Kaşı gözü yerinde : Güzel görünümlü, yakışıklı “ ‘Yalnızlığını unutmak için benim odama geldi. Ben de onu öptüm, yanımda yatmasına izin verdim.’ ‘Kaşı gözü yerinde biri miydi bari?’ ‘Bilmiyorum. Pek alıcı gözle bakmadım kendisine. -Hayır, gülmeyin, bana gülmeyin! Yürekler acısıydı.’ ” (H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:119) “Ünü bir süre daha dolaşmış ağızlarda, uğursuz kuyruklu bir yıldız gibi sonunda sönüp gitmişti. Kocası huzursuzluk, korku ve yüzkarasından, karısının kendisine hazırlayıp durduğu o bitip tükenmeyen sürprizlerden ancak ancak yavaş yavaş kendine gelebilmiş..... oğlan da annesine boyu bosu ve kaşı gözü bakımından pek benziyordu. Adam giderek karamsarlığa gömülmüş ve kendini dine vermişti.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:69) “Belleğinin derinliklerinde uyuyup kalmış böyle bir sahne, şaşılacak derecede net olarak yine gözlerinin önünde canlandı. Johann, o zamanlar kaşı gözü yerinde bir resim öğrencisiyle düşüp kalkıyordu.” (H. Hesse, “Rossdale”, sa:66) Kaşık çalmak : Kaşıkla, iştahla yemek yemek; Kaşık sallamak “Irazca, kendi de acıkmıştı. Osman’la Şerfe, un çorbasına kaşık çalıyorlardı. Nineleri içine ekmek doğramıştı. Döküp saçmadan yiyorlardı. Ağaç kaşıklar, ağızlarına büyük geliyordu.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:61) Kaşık düşmanı : Eş, karı (Argo) “Hala, otuz yaşındayken, yabancı sofralarda bir kaşık düşmanıdır, eski püskü siyah aday üniforması çinde ders veren biri, hala annesine cebinden bağımlıdır..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Hölderlin’, sa:236) Kaşık kadar kalmak : Hastalık sonucu ileri derecede zayıflamak “Kanserden Ölmek Yüzü süzüle süzüle bebek yüzüne dönmüş, kaşık kadar kalmıştı Demirden mi dövülmüş desem, granitten mi bu yüz Ya da yıldırımın köküne dek yardığı Bir ağaçtan mı oyulmuş?” (E.J. Scovell<1907-1999>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.07.04) Kaşıklamak; Kaşık sallamak : Acele yemek yemek, büyük bir iştahla çalakaşık yemek yemek “Bu konuşma uzayıp gidebilirdi, fakat seyis, şövalyenin mesleği hakkındaki sorulara yanıt vermek istemediğinden, kesti konuşmayı. Yemek vakti gelince, hancı, kazanı kaptığı gibi şövalyenin odasına çıkardı, kendisi de hiç teklif filan beklemeden başına çöktü, onlarla beraber kaşık sallamaya başladı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:761) “Mutfak artık bambaşka bir görünüme bürünmüştü. Taburun ve bölüğün levazım başçavuşları, kıdemlerine göre ve Yurayda’nın özenle uygulamaya koyduğu bir sıradüzen içinde çöpleniyorlardı. Subaylardan artan domuz çorbası, herkes birkaç kaşık nasiplensin diye paslı bir leğende kaynar su katılarak çoğaltılmıştı; tabur yazıcıları, bölük telsizcileri ve birkaç erbaş çabuk çabuk kaşık sallıyorlardı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:263-4) “Yaşlı Gaspard: -Haydi bakalım, oğul, dedi; artık kadınlar yok. Akşam yemeğini bizim hazırlamamız gerek. Sen papatesleri ayıkla. Her ikisi de üç ayaklı ağaç iskemlelere oturarak çorbayı kaşıklamaya giriştiler.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:14) “Kulübeye girdik, yaşlı adam da bizimle beraber girdi, sofraya oturduk, bir tek kaptan ibaret akşam yemeğine; domuz yağıyla pişirilmiş patatesli lahana çorbasına kaşık sallamaya başladık.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:13) “... ve ürkek ürkek ikisinin de yüzlerini incelemeye başlıyor: Eniştesi kafasını tabağın içerisine sokarcasına eğmiş, gayretle kaşık sallıyor, teyzesi solgun ve mahcup görünüyor.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:137) Kaşıkla verdiğini sapıyla çıkarmak : İyilik ya da yardım kastıyla bir elden verirken, öbür elle de geri almak “Ya birinin elinden parasını alır, ya da bir başkasına para armağan ederdi. Ya yaşlıydı, o zaman bıktırırdı insanı, ya da gençti, o zaman da aptallığına dayanabilmek olanaksızdı. Birine yiyecek verdiğinde kaşıkla verdiğini sapıyla çıkarırdı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:408) Kaşının üstünde gözün var : Herhangi bir işte, bir kimsenin üstünde ona karışacak, buyruk verecek, dolayısıyla can sıkacak birinin, bir patronun var olması “İçi çok hazin bir şekilde ezilir, bir şimşek halinde, bir kahve sahibi olmak arzusunun onu buraya çektiğini düşüünür mü, duyar mı, pek belli olmazdı. Karışanım, görüşenim yok, demesi de laftı. Öbür tarafta da bir gün bile bir patron ona kaşının üstünde gözün var dememişti.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-Garson”, sa:64) Kaşınmak : Heveslenmek; Cezayı ya da azarlanmayı hak’etmek, sorun çıkartmak için fırsat kollamak “DÖRDÜNCÜSÜ - Benimle beraber Kaledibi’ne geliniz. Sizi temin ederim ki, en güzel kızları ve en iyi birayı orada bulacaksınız, en mükemmel kavgaları da, gene orada seyredeceksiniz. BEŞİNCİSİ - Alaycı çocuk seni... Üçüncü kez olmak üzere, gene kaşınıyorsunuz galiba? Ben oraya gitmem, o yerden nefret ediyorum.” (J. W. von Goethe, “Faust”, Vol:I, sa:43) “Bunu işiten Mozart karısına: ‘Sen bunu ortaya atmakla hiç doğru yapmadın, sevgilim’ dedi. ‘Ya şimdi ben de gene piyanoya oturmaya heveslenirsem? Bak! Kaşınmaya başladım bile.” (E. Mörike, ‘”Mozart Prag Yolunda”, sa:95) “Başını kitaptan kaldıran ağabeyim ‘Gene kaşınıyorsun galiba,’ derdi, oyunun sonunda çıkan kavgadan ve sonra gelen dayaktan çok, bu tür oyunların çoğunda beni yendiğini kastederek, ‘yenilen pehlivan güreşe doymazmış!’ derdi...” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:279) Kaşkariko : Yalan, düzen, hile, dolap, ara bozuculuk (Argo) “ ‘Böyle denilince, araya madrabazlık, kaşkariko, oyun-düzen hiç giremez. Keyfine bak!’ derler. Aman ha... Güveni görünce Türk napacak? Yiğitlenecek... ” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:53) Kaşkol : Kışın boynu soğuktan korumak için, ona sarılan yün ya da yünlü kumaştan yapılı atkı “Bir gün, göz alıcı bir Rus bayan gülümseyerek yanımıza sokuldu: ‘Umarım sizin için sorun olmaz, ama havalar soğuyor ve Bob’a onu sıcak tutacak bir şey örmek istedim,’ diyerek, çantasından açık mavi renkte bir kaşkol çıkardı. ‘Aman Allahım,’ dedim, gerçekten apışıp kalarak. ‘Bu harika.’ Kaşkolü hemen Bob’un boynuna doladım. Tam üstüne göreydi ve çok yakışmıştı. Bayan sevinçten havalara uçtu. Bir ya da iki hafta sonra, uyumlu bir mavi yelek ile yeniden geldi. Benimle tanışan hemen herkesin anında fark edebileceği üzere, bir moda duayen’i değilim ama ben bile Bob’un yeleği giyince olağanüstü göründüğünü söyleyebilirim. Kısa sürede insanlar üstündekilerle fotoğrafını çekmek için önünde sıraya girmeye başladılar.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:106) Kaşla göz arası, arasında : Çarçabuk, hiç kimse farketmeden “ ‘Yörüt!’ dedi muhtar. ‘Kaşla göz arasında kondur şu evi. Elini çabuk tut, bitir at vaktiyle. Yapılmış bir evi de kolay kolay yıkamazlar. Hökümet bile diş geçiremez o zaman.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:92) “Bunu söyledikten sonra kapıyı öyle bir kapattı ki, ağır camı titretti. Kaşla göz arasında cebinden bir anahtar çıkarıp deliğe soktu ve çevirdi. Ağır bir kilit yerine oturdu.” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:152) “Defteri bulmayınca yüzü bembeyaz kesildi….. sakalının yarısını yoldu, yüzünü gözünü kanattı. Bunu gören Papaz’la Berber, niye böyle davrandığını sordular: ‘Neden mi?’ diye yanıt verdi Sancho, ‘kaşla göz arasında, her biri şato ederinde üç sıpadan oldum.… Senyora Dulcinea’ya yazılmış mektupla, efendimin imzasını taşıyan ve yeğeninden, evdeki dört-beş sıpadan üçünü bana vermesini buyuran belgenin bulunduğu defteri kaybettim.’ Bundan sonra, karakaçanın hırsızların eline geçişini anlattı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:189) “Hastalığımdan şüphelenerek, dünkü gibi sinirlenir, kadın, kaş göz arasında içeri girmiş olmasın diye odaları aramaya kalkışabilir.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:188) “MARGHERITA - Keşke hemen yarın olsa! MARINA - Sözleşme imzalanmadı mı? MARGHERITA - Şu erkeklere inan olur mu? Kaşla göz arasında pişman olurlar.” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:66) “Ama o küçük maymun ne yapsa beğenirsiniz, kaşla göz arasında kuşcağızın kafasını koparmasın mı! Yemin billah, böyle bir adilik beklemezdim ondan. Aslında, komutanım, kafasını kopardığı bir serçe falan olsaydı gene sesimi çıkarmazdım, ama o güzelim cins kanaryanın acısı içime oturdu doğrusu. Görecektiniz, nasıl lüpletti hayvancağızı, tüyleri havada uçuştu! Sonra da keyiflenip mırıl mırıl mırıldanmaya başladı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190) “Amansız bir seleksiyona, işitilmedik derecede acımasız bir seçme işine başvurulmaktaydı. İktidarla, savaşla belirlenen amaçlara hizmet edemeyecek bilimsel araştırmalar kaşla göz arasında yozlaşıp gerilemiş, eğitim sistemi de aynı akıbete uğramıştı.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:355) “Her kış sonu fön rüzgarları pes perdeden uğuldayarak esmeye başlayıp Alplere oturanların içini bir titreme ve korkuyla doldururken, gurbetzedelerin yüreğinde sıla özlemi ateşini tutuşturur, yer bitirirdi onları.” Fön rüzgarlarının başlamak üzere olduğunu pek çok saat önceden, erkekler ve kadınlar, dağlar tepeler, av hayvanları ve sığırlar sezer. Hemen her vakit karşı yönden esen serin rüzgarların peşinden fön’ün geleceğini, pes perdeden ılık bir esinti haber verir. Mavimsi yeşil göl, kaşla göz arasında mürekkep siyahlığında bir renge boyanır ve beyaz köpükten taçlar oturtur başına. Henüz birkaç dakika önce uslu uslu yatıp dururken, birden kükrer, gazaba gelmiş çatlayan dalgalarıyla bir deniz gibi kıyıyı dövmeye başlar. Beri yandan, bütün çevre korkuyla büzülüp tortop olur....... Her şey birbirine yaklaşır, dağlar, yaylaklar ve evler, bir sürüdeki ürkmüş hayvanlar gibi sokulur birbirine. Ve ardından o gök gürlemesini andıran uğultu duyulur, toprakta bir titreme gezinir.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:12) “ ‘Bak sen!’ dedi Robert tersler gibi. ‘Şimdi böyle konuşuyorsun değil mi? Ama geçen gün seni de yanımıza almış geziyorduk hani, nasıl beyaz giysilerin kaşla göz arasında kiraz lekeleriyle, ot lekeleriyle doldu. Üstelik şapkanı da kaybetmiştin. Unuttun mu?’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:21) “ ‘Mösyö Fabantou,’ dedi, ‘Bu sizin kiranız ve acil ihtiyaçlarınız için. Sonrasını düşünürüz.’ ‘Tanrı sizden razı olsun cömert velinimetimiz,’ dedi Jondrette. Ve kaşla göz arasında karısına yanaştı. ‘Arabayı sav!’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:333) “... koğuşların kapanacağına yakın tuvalete gitmeyi adet edinmiş bacanakla onun gibiler yakınıyorlardı ki, Başgardiyanla gardiyanlara gün doğmuştu. Böylelerini teker teker çıkarıp helaya bizzat götürüyor, dönüşte avuçlarına sıkıştırılan ‘Ne zahmet ettin canım’ mırıltıları içinde alıp, kaşla göz arasında ceplerine indiriyorlardı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:295) “Vasıf Hoca anlatıyor: ‘Tulumbacıların kendilerine mahsus <özgü> adetlerinden biri de Güvey Kapamak vardı, başka düğünlerde görülmez: Camii şerifte yatsı namazı kılındıktan sonra güvey olan tulumbacı camiden çıkmada azıcık gecikir. Cami kapusu önünde toplu olarak delikanlıyı beklerler, büyükçe bir kalaylı sini <tepsi> veya aşute tablasını mumlarla donatarak, en önde sandık feneri; ‘Arayı arayı buldum belayı Sen de seyreyle efendim bu edayı!’ nakaratı ile arkadaşlarını, gerdeğe gireceği evin kapusuna getirirlerdi. Kapudan içeri girerken güvey delikanlıyı kıyasıya yumruklamak şart, (halen dahi, bazı Anadolu köy düğünlerinde, sadıçlar <yakın dost, arkadaş> güveyi eve getirdiklerinde, aynı yumruklamayı yaparlar! İ.E.) etrafını sarmış olan arkadaş çenberinden yumruk yemeden sıyrılıp kaçmak da hünerdi. İmam, kapu önünde duasını yapıp da tam döneceği sırada damat, kaşla göz arasında ayağından kunduralarını fırlatır, kapudan içeri dalardı; dalabildi mi: -Bu oğlan karı dolabına girmez, aşk olsun’... denilirdi. Merdivenleri de üçer üçer atlayarak çıkmak şarttı.” (R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:87-8) “Bizim düzenci hırsız, birlikte getirdiği birkaç yatak çarşafını alelacele yıkayıp kısa sürede derledi; sıranın altına eğilerek kaşla göz arasında, Karagün Dostu’nun pabuçlarını ayağına geçirdi ve babasının yaptığı taklitleri onların yerine koydu.” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:80) “Bir parmağını tükürüklediği sağ eliyle makineyi boş kağıtla besleyen Serdar Bey’in yirmi iki yaşındaki oğlu basılmış gazeteyi -toplama sepeti on bir yıl önce bir kardeş kavgasında kırıldığı için- sol eliyle hünerle topluyor, bu arada kaşla göz arasında Ka’ya bir selam bile verebiliyordu.” (O. Pamuk, “Kar”, sa:29) “MEMLEKET TÜRKÜSÜ --------------------------------Kız bırakıyor orağı, kaşla göz arası burda uy,oturup tarla kenarına söylüyor: ‘Kde domoj muj’...” (Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.03) “İyi yürekli kantinci kadın uzun uzun konuştu. Onbaşı da sözlerini baş işaretiyşe onaylıyordu. Çünkü bir türlü fırsatını bulup da lafı kadının ağzından kapamıyoru. Ansızın, ana yolu kaplayan o kalabalık önce adımlarını sıklaştırdı. Ardından da, kaşla göz arasında, yolun sol yakasında bulunan küçük hendeği aştı ve dörtnala koşarak kaçmaya başladı.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:81) “Bu ev kadınları... tutumlu, alçak gönüllü ve en kötü durumlarda bile neşeliydiler. Minicik bir evde bile kaşla göz arasında küçük küçük mucizeler yaparlar, çocuklarıyla ilgilenirler ve kocalarını manevi alanda hiç yalnız bırakmazlardı.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:172) Kaşlarını çatmak : Onaylamamak, canı sıkılmak, öfkelenmek; öfkesi yüzüne vurarak kaşlarını çatmak “Matmazel Christina kaşlarını çatıp kolunu ağır ağır Prajan’a doğru kaldırarak, ‘Çekilin!’ diye emir verdi.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:48) “Zorba yalvardı: ‘Aman be patron, sen karışma! Her şeyi altüst edeceksin. Buyurun bakalım, şimdi eski anlaşmadan söz ediyorsun; o bitti! Kaşlarını çatma, bitti diyorum sana! Ormanı yarı fiatına alacağız.’ ‘Peki, bu çevirdiğin dolaplar nedir, Zorba?’ ‘Sen bırak, patron, benim işim o; tekerleği yağlayacağım, o da dönecek, anladın mı?’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:195) “Bu işi ona kasabanın papazı ve yaman bir adam olan Monsieur du Saillard vermiş, birkaç kez de açıklamıştı; bu durumda Hautemare paralanmazdı da ne yapardı! Papaz onun küçük servetini sağlayanların başında geliyordu. Hautemare, onun daha kaşlarını çattığını görünce titredi.” (Stendhal, “Lamiel”, sa:30) Kaş yapayım derken göz çıkarmak : Ufak bir iyilik yapayım derken daha büyük zarar vermek “LUCIETTA, Margherita’ya. - Niçin olmasınmış? MARGHERITA - Küçük hanım, sen sus! Ne dediğinden haberin yok senin!.. Aman, Sinyora Felice’ciğim, kocamı bilirsiniz. Dikkat edin, kaş yaparken göz çıkarmayalım.” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:75) “Karşında beliren yüz, baktığında aynana, Gölge düşürüyor da hamhalat sözlerime, Şiirimi körletip utanç veriyor bana. Düzeltmeye kalkışıp bozmak günah değil mi? Kaş yapayım derken göz çıkarmak buna denir.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:103, sa:247) Kat : Huzur (mekan), benlik, makam, mevki “SAVAŞ KAPIDA --------------------Varsın fırlatsın mızrağını son kez, ölürken herkes. Onurlu ve yüce bir şeydir çünkü bir erkeğin katında yurdu için, çocukları için, karısı için dövüşmek. Gelir ölüm Kader Tanrıçaları eğirince onu iplik iplik; öyleyse, herkes ileri, dimdik mızraklarıyla, aslan gibi yürekleriyle kalkanlar arasında.” (Kallinos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:70) Katakofti; Katakulli : Hile, hurda, tuzak, dalavere, iftira, paşavra (Argo) “-Ulan Etem, benim yılandan korktuğumu büyükdereli cambaz Sülü’den duydun! Şimdi beni Nazlı’dan soğutmak için bu katakofti’leri atıyorsun!... -Diyildir <değildir> katakulli bunlar... Ben doğru söylüyorum! Hani istemem ben, zatınız suğuyasınız <soğuyasınız> şinci <şimdi> Nazlı’dan. Zere <zira> siz ondan suğuyacak olursanız kapacaklar o zaman sizi kolaycasına Çakır Emine’ler bizden... Hiç ister miyim ben elinemetli <velinimetli>, kesesi devletli İrfan Efendiciğimi kaptırayım o cilvebazlara <cilveci kadınlara> ?...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:253) “İkisi de orta yaşlı adamlardı ve ailelerine bakmak zorundaydılar; bunlardan biri ise büyükbabaydı. Günde on saat ayakta kendilerine verilen sokakları çalışıyorlardı, sonra koşturmalarını geç vakte kadar bir formülere kaydediyorlardı; formüler de bir katakulli içindi: Altı haftalık abonman alırsanız, iki şilinlik bir posta havalesi de yollarsanız tabak çanak takımı alacakmışsınız.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:28) “Şaşmaz bir güvenle kokusunu alır, nerde biraz ahlak katakullisi var, nerde kilise tütsüsü, nerde sanatlı yalan, vatan çığırtkanlığı, nerde vicdanın herhangi bir afyonu kullanılmış..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:101) Katana gibi : Macar atı gibi tıknaz, iri yapılı; genellikle kadın için söylenir “GENÇ KIZ - Damat bey dükkana geldi. Öyle güzel, öyle güzel şeyler satın aldı ki! KAYNANA - Yalnız mıydı? GENÇ KIZ - Hayır. Annesi ile beraberdi. Katana gibi bir kadın. Bir de ciddi ki.” (F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:17) Katarakt : Bk.: Tavuk karası Katar katar : Yüklü develer gibi, dolu dolu, dizi halinde, küme küme “Turnam gelir katar katar Kanadın boynuna atar Seher ile bir kuş öter Öt(ü)şü gül dalında olur” (Dadal Oğlu-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:571) “Bir düştü. -Önümde bitimsiz uzanıyor Solgun deniz ve el ayak çekilmiş kıyıdan Fırtına kasıp kavurmuş, bulanık gün ışığı Ve kırlara doğru uçuşuyor katar katar bulutlar.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:39) Katarlar : (DİN) Bk.: Patarenler; Valdezyenler Katarsis : <Ing.: Catharsis’den alıntı> 1) Tiyatro: Aristo’nun ilk kez belirttiği gibi, bir dram’ın seyircilerin üzerindeki etkisini belirten terim; 2) Psikanaliz: Bastırılmış bir travma’nın ya da bir çatışmanın terapi ile dışa çıkarılma olayı, 3) Tıp: Amel, ishal, sürgün, ötürük Bk.: Oyun “ ‘Anlatı’ ormanına girdiğimizde, bizden yazarla birlikte ‘kurmaca’ anlaşmasının altına imza koymamız istenir ve konuşan kurtlarla karşılaşmaya hazırızdır; ancak kurt Kırmızı Şapkalı Kız’ı yuttuğunda, onun ölmüş olduğunu düşünürüz (bu kanı, son katarsis açısından çok önemlidir). Kurt’un, az çok gerçek ormanlardaki kurtlar gibi, tüylü olduğunu ve dik kulakları bulunduğunu düşünürüz ve Kırmızı Şapkalı Kız’ın bir çocuk gibi, annesinin ise kaygılı, sorumluluk sahibi yetişkin bir kadın gibi davranması bize doğal görünür. Niçin? Çünkü deneyimlerimizin dünyasında, şimdilik, kılı kırk yaran ontolojik ayrıntılara girmeksizin, gerçek dünya adını vereceğimiz dünyada böyle olmaktadır.” (U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, sa:89-90) “ ‘Anlıyorum, böyle bir anda hasretlerin yüzeye çıkması normal. Ama bana sanki biraz yolunu şaşırıyorsun gibi geliyor... Seni tanıyorum Adam. Arkadaşların hakkında yüzlerce sayfa karalayacaksın, ama bütün bunlar sonsuza dek çekmecede kalacak. Lütfen beni anla, bunu yapma demiyorum. Akıl sağlığına da faydası olacak bir katarsis bu. Çünkü ‘geçmiş arkadaş’ının ölümü, seni kabul etmek istemediğin kadar etkiledi. Ama kendini aldatma, bunu asla yayımlamazsın.’ ” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:122) Kateşizm, kateşist : (HIRİS. R.C.) Hıristiyan gençleri bilgilendirmek <Fr. Catéchiser = (İng.: Catechism : To lecture); catechist : soru-yanıt metoduyla gençleri din konusunda bilgilendiren, dini bir rütbesi olan din öğretmeni. Bu eğitim aynı zamanda kişiyi vaftize hazırlamak ve kiliseye genç, yeni, bilgili üyeler kazandırmaktır. “Moravya’nın bir köyünden, bahtsız bir kateşist olan Papaz Martinets, bölgesindeki rezil piskopos vekili yüzünden orduya katılmayı yeğlemişti. Tanrı’sına içtenlikle bağlı, dürüst bir dinadamı olan Martinets, piskopos vekilinin ağır ağır, ama dönüşü olmayan bir biçimde yoldan çıkışını hep yüreği sızlayarak anımsardı. Sabahlara kadar kırba gibi içen bu sapkının yediği haltları hiç unutmamıştı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:224) Katı : Misli “ ‘Size güvenilir bir kılavuz önereceğim,’ dedim bilgiç bir edayla. ‘Bindiğiniz taksi, bu yolu kent dışından kat etti, bu da fiyatı üç katına çıkardı. Ben bir araba kiralamıştım, ama çok pahalı olduğu için bırakmak zorunda kaldım.’ ” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:95) Katıksız ekmek : Askeri okullarda ya da genel hapishanelerde yanında aş olmaksızın yemek yerine yalnızca kuru ekmek verme cezası “Odanın bir köşesinde saman bir döşeğin üzerinde yatıyorum ve her gün iki öğün yemek veriliyor: sabah soğuk tahıl çorbası, akşam sade suya çorba ve katıksız ekmek. Hesaplarıma göre kırk yedi gündür buradayım. Ama bu çetele hesabı yanlış olabilir. Hücredeki ilk günlerim birkaç dayak faslıyla bölünüyordu ve kaç kez bilincimi kaybettiğim için..... bir yerlerde sayıyı şaşırmış olabilirim.” (P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:17) Katıksız hapis : Yatılı sivil ya da askeri okullarda veya askerde, işlenen bir suçtan (genellikle firar) sonra verilen ‘aç hapis’ cezası “Halil Onbaşı götür şunu nöbetçi subayına beş gün katıksız hapis başüstüne komutanım Halil Onbaşı Fatihli’yi ite kaka çıkarıyor Emekli Subay gelip oturuyor karnının üstüne çok sağlamsınız diyor.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:119) “Öğretmenler anlayış gösterir, Hesse’ye kollayıp gözeten bir tavırla yaklaşırlar. Ne var ki, kutsal okul düzeninin gereğinin de yerine getirilmesi zorunluluğu vardır; dolayısıyla, Hesse, ‘izin almadan okuldan uzaklaştığı için’ sekiz saatlik bir katıksız hapis cezasına çarptırılır.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:34) Katıla katıla, katılırcasına (ağlamak, gülmek, parıldamak): Son derece üzüntüyle, içtenlikle, tüm vücudu sarsıla sarsıla Bk.: Hıçkırıklara boğulmak “Trifon bu durgun ve ağır havaları sevmezdi. Bir daha sordu. -Adını mı? Şey... ‘Stelyanos Hrisopulos’ koyacağım. İhtiyar elindeki iği dantelalarla süslü masanın üzerine bırakmış, katıla katıla gülüyor ve kendi kendine ismi konacak geminin ismini tekrarlıyordu. -Stelyanos Hrisopulos!” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, sa:19) “Gemide karşı karşıya kaldığım tüm korkunç saldırılar ve hakaretler karşısında ve ayaklarımın ucunda, gözünde bir manivela kolu saplı olarak ölü yatan kaptanla deniz üzerinde geçirdiğim umutsuz saatler boyunca bir damla gözyaşı dökmemişken, o anda birden katıla katıla ağlamaya başladım. Şişmiş olan ayağımı ellerimin arasına alarak çıplak toprağın üzerine oturdum.” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:10) “Sevgili okur, bırakalım iyi kalpli Sancho gitsin kısmetini arasın; bu yeni görevinde nasıl davrandığını öğrendiğinde katıla katıla gülmeye hazırla kendini. Ben bu arada sana, daha o gece şövalyenin başından geçenlerden söz edeyim. Gülmesen bile ağzın bir karış açık kalacaktır.” ..... “O tiksinç Malambruno işte böyle cezalandırdı bizi; o güzel ve pamuk gibi tenimizi işte böyle kıllarla örttü. Bizi bu hale düşüreceğine, kellelerimizi uçursaydı daha iyi ederdi. Bütün bunları size katıla katıla ağlayarak anlatmam gerekirdi belki...’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:642;667) “Sonra neşeli bir umutla koltuğunun yanı başındaki locaya sıkıla sıkıla göz atınca, çok kötü bir duyguyla irkildi. Ortada bir bayan, ağzını mendille kapamış, koltuğun arkasına yaslanarak deli gibi, katıla katıla gülüyordu.” (F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:37) “Çeşit çeşit yavru kuşlar bahçede yem arıyorlardı. Julien bir kamışın içine bezelye doldurmayı düşündü. Bir ağaçta cıvıltı işitince usulcacık yaklaşıyor, çubuğunu kaldırıyor, yanaklarını şişiriyor, üflüyordu. Bunun üzerine, hayvancıklar sapır sapır omuzlarına dökülüyor, o ise yaptığı muziplikten pek gönenmiş, katıla katıla gülüyordu.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş Julien’in Efsanesi”, sa:57) “Hayatım boyunca bu adamı ne gördüm, ne de kendisiyle iki çift laf ettim. Gelin de katıla katıla gülmeyin. Ne var ki, mahkemelerde gülmek de alkışlamak da yasaktır.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:6) “Effi bunu söylerken birdenbire katıla katıla ağlayarak annesinin dizlerine kapandı, ellrini öptü. ‘Kalk, Effi. Bunlar, insan senin gibi genç olduğu, evlenme gibi belli olmayan durumlar karşısında bulunduğu zaman üstüne gelen ruhsal durumlardır.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:52) “Delikanlı, önce ağzı bir karış açık, Çelkaş’ı dinliyordu. Serserinin palavra sıktığını anlayınca, katıla katıla gülmeye başladı. Çelkaş istifini bozmuyor, bıyık altından gülümsemekle yetiniyordu.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:66-7) “Güney gökleri başkadır. Yıldızlar katıla katıla parıldarlar, denizlerde adalar biribirlerinin koyunlarındadırlar.” ..... “Benim sinirlerim tuttu. Kendi durumumu görmeden, Kara İzzet’in durumuna, katıla katıla gülüyordum.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:30-1;162) “... Ayakkabılarını çıkardı, arka üstü kanepeye uzandı. Katılırcasına güldü. Kediyi kovaladı. Bulaşıkların yıkanmasına yardım etti. Ayrılırken Rahmi’ye: ‘Sana bir iş bulacağım,’ dedi. ‘Artık sırtına bir sorumluluk yükleniyorsun. Karına bakman lazım.’ ” (O. Hançerlioğlu, “Oyun”, sa:133) “Bu arada Richard tıpkı genç bir kız gibi mahcup tavırlar takındı, yüzünü gözünü öyle komik bir şekilde oynattı ki, katıksız bir hüznü sergileyecek olan ben kendimi tutamayarak katıla katıla gülmeye başladım.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:74) “Ilık ve bulutlu ilkyaz gecesi içinde yürürken tavernada içilen şarapların, tüttürülen sigaraların, katıla katıla gülmelerin ve pervasız nüktelerin havasından sıyrılıp çıkmış, gecenin hafif gerilimli, sıcak ve nemli havasını bilinçli şekilde soluyor(du)...” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:6-7) “... bütün bunlardan istemeden ayrılmak zorunda kalmış. Irmağa sordum dostum; kaç kez sordum. Irmak güldü, sana da güldü, bana da; bizim aptallığımıza katıla katıla güldü. Su suyu çeker, gençlik gençliği.” (H. Hesse, “Siddhartha”, sa:136) “... birdenbire bağlardan biri çözülüp koptu. Barones sabırsızlanarak: ‘Ah!’ diye içini çekti. Fraulein katıla katıla güldü, ben, birbirine karışan yumağı odanın köşesine kadar kovaladım ve beşimiz birden, bu yumaktan dümdüz, eziksiz bir tel çıkarmaya uğraştık; fakat kör talih bu teli de koparıp fırlattı.” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:46) “Yoldaşlar katıla katıla gülmeye başladılar. Vaftizci’yi unuttular ve kızarmış başa yumuldular. En başta Yahuda vardı. Kafatasını ikiye ayırdı ve avucunu beyinle doldurdu.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:331) “26 HAZİRAN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER <Güney Afrika Özgürlük Günü> ----------------------------------------------------Haksız mıydım Sülfür öksüzlerinin Okyanuslardan doğacağını düşündüğümde? Gerek olmadığını bağışlamaya, kalkınmaya gerek olmadığını? -----------------------------------------------------Haksız mıydım katıla katıla gülmekte, Sönmemiş kireç gibi yükseldiğinde denizler Kat kat küller rüzgarla savrulduğunda” (Mazisi Kunene<1930-2006>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.03.07) “Kısa bir sessizlik. Sonra adam katıla katıla gülmeye başladı, kahkahaların sonu gelmiyordu; birkaç saniye sonra, rehine de ellerini bağlayan iplere ve gözündeki banda rağmen, başı arkaya devrilmiş bir halde ona katıldı.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:90) “Anet, camı delen bir kurşun hızıyla odaya girdi ve girmesiyle makaraları koyvermesi bir oldu: Gülüyor, tepine tepine, katıla katıla gülüyordu.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:99) “O uzun ve boğucu konuşmanın gerdiği sinirlerimiz, bu söz üzerine birdenbire boşandı ve kendimizi tutamayarak katıla katıla gülmeye başladık. Kendimize hakim olamıyor, üst üste özürler dilediğimiz halde, en ufak bir ‘pıhlamayla’ yeniden kriz halinde gülmeye başlıyorduk. Masadakiler olan bitene bir anlam veremiyor, neye güldüğümüz hakkında ufacık bir ipucu verebilsek, onlar da gülmeye başlayacaklarmış gibi, yüzlerinde yarım bir gülümsemeyle ağızları aralık, bize şaşkın şaşkın bakıyorlardı.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:156) “O da bizimle beraber baklarda oturuyor, fısıldaşmalarımızı, katıla katıla gülmelerimizi dinliyor, gidip kızları uyandırma ya da tepelerde güneşin doğuşunu bekleme düşüncesiyle heyecanlanıyor, sonra bizim havamız değişince bocalıyor ve eve dönmeye karar veriyordu.” (C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:7) “Bu, oğlu dışarıda olan bir kayınperderşn gelininin sevgilisini pencereden mektup verirken görmesi üzerine hasıl olan bir yaygara idi. Süreyya katılarak anlatıyor, Suad’ın bunu çok evvel keşfetmiş olduğunu söyleyerek çatalını kaldırıyor, ‘Görüyorsun ya, benden gizlemiş...’ diye şikayet ediyordu.” (M. Rauf, “Eylül”, sa:133) “Bu olayı telafi edecek heyecan dolu, duygusal anlar da yaşandı, örneğin adamlardan biri yıllardır hiç haber almadığı bir sevdiğini görmüşçesine katılarak ağlamaya başladı. Fil bu adamın özellikle gönlünü aldı, Hortum neredeyse insani okşamalarla adamın omuzlarının ve başının üzerinden geçti, yumuşaklığı ve şefkati en küçük hareketlerde bile seziliyordu.” (J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:97) “Lucien anlamak için işi ciddi tutuyordu, ama pek çok şeyi yakalayamıyordu ve şaşırmıştı, çünkü Rimbaud oğlancıydı. Bunu Bergere’e söyledi; Bergere katıla katıla gülerek ‘Niçin şaştın, dostum?’ dedi. Lucien çok sıkılmıştı. Kızardı ve bir dakika süresince var gücüyle Bergere’den nefret etti.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:181) “Koca Louis güldü, ama kendisi şaşkın,azıcık da bozuk hissediyordu; birden, Strace’ı sevmediğini düşündü. Mano katıla katıla gülüyordu.” (J. P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:161) “Kızcağız korkudan donakaldı. Telaşla gizlenmeye kalkması, korkmuş bir eniği hatırlattı bana. Sonunda yakaladık kendisini, çocuklar gibi katıla katıla gülmekte olan rejisörün önüne götürdük. Yüzünü elleriyle kapadı, o ünlü yalvarmalarını tekrarlamaya başladı: ‘Ah, zorlamayın beni, yapamam ben! Ah, ne olur, korkuyorum.’ ” (K.S. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:57) “Nabila karanlıktan korkmaktan yaşayabildiği tek bir gün bile anımsamıyordu. Kardeşleri onunla bu konuda hep alay etmişlerdi; karanlık çökmeye başlayınca,.....‘İşte canavar, işte seni dişleri arasında kum gibi öğütecek olan şeytan burada!’ diye bağırarak onu korkuturlardı. Nabila bu şakalara hiçbir zaman gülemedi; her zaman korkuyla çığlık atıp karanlıkta katıla katıla ağladı.” (S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?”, sa:11) “Daha ağlama yaşına gelmeden, çocukluktan çıkıp genç kızlığa firerken başlamıştı. Durup dururken, ortada hiçbir neden yokken hıçkırıklara boğulurdu. Niçin ağlıyorsun, diye sorardım. Katıla katıla ağlamasını sürdürür, “Bilmem,” diye bağırarak kollarıma atılırdı.” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:110) “Albay her zamanki gibi gülümsüyordu prensin şakalarına; ama -kanısınca- çok iyi bildiği Avrupa konusunda prensesin tarafını tutuyordu. Prensin söylediği komik her şeye iyi yürekli Mariya Yergenyevna katıla katıla gülüyordu. Varenka bile kendinden geçercesine gülüyordu prensin şakalarına.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:449) “Misafirler kahvaltıdan sonra gittiler. Bazarov’la vedalaşırken, Madam Odintsov onun elini tuttu ve: ‘Görüşeceğiz, öyle değil mi?’ ‘Buna karar verecek olan sizsiniz.’ ‘O halde görüşeceğiz.’ Dışarı en son Arcade çıktı ve Sitnikof’un arabasına bindi. Kahya onun arabasına binmesine nazikçe yardım etti. Arcade o anda onu dövebilmeyi, ya da katıla katıla ağlamayı isterdi.” (I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:143) “SHANNON - Yüce Tanrım, ben... ne yaptım ki? ..... (Pancho, kızların bagajlarının üzerine Shannon ’un nasıl işediğini anlatırken, oğlanlar tıkanırcasına, katıla katıla gülerler.) (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:97-8) Katılmak : Aşırı gülmekten ya da ağlamaktan kaskatı kesilmek; Eklenmek, bir gruba dahil olmak Bk.: Katıla katıla ağlamak, gülmek “Sabiha Hanım katılıyordu, fakat Paşa artık gülmüyordu. Yeni gençler nasılsa onu beğenmediklerini biliyordu, hatta kendi oğlu bile.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:160) “Dağdan aşağı inerken, mucizenin hikayesini hatırladım. Çevre köylerden birinden bir çiftçi fırtınalı bir günde El Cobrero’daki ayine katılmak için dağa tırmanmıştı. Ayini düzenleyen, nerdeyse tümüyle inançsız bir keişişti; oraya ulaşmak için kendini paralayan çiftçiyle alay etmişti.” (P. Coelho, “Hac”, sa:211) Katır (gibi, kadar) (büyük, dayanıklı, fedakar, inatçı, inatlı, sağlam) : Kimsenin sözüne kulak asmayan, herkesle herşey için inat eden; dayanıklı, çalışkan kimse “ ‘O çok zor bir çocuk, ailenin şımarık çocuğu olan erkek kardeşine çekmiş. Her ikisi de katır kadar inatçı, sadece canlarının istediği şekilde yapıyorlar.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:89) “İyi yürekli, insanseverdi; fakir insanlarla köylülere parasız bakar, kulübelerine gittiği zaman üstelik ilaç parası bırakırdı. Bununla beraber Hertzenştube katır gibi inatçıydı. Kafasına bir şey koydu mu, taş çatlasa dönmezdi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:285) “ ‘... Duymuyor musun... Yahuda? Efendimiz seni selamlıyor. Sen de selamına karşılık versene.’ ‘O domuz gibi inatçıdır, katır inadı vardır onda,’ dedi Petrus. ‘Konuşmamak için dudaklarını ısırıyor.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:559) “Onun için kadınları ayırmaya seğirttim. Yumruklar yedim, tırmalandım, dişlendim. Ne katır şeyler, Tanrım!” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:34) “ ‘Bartleby’ dedim, ‘o kağıtların hepsi kopya edilince, seninle birlikte onları karşılaştıracağız.’ ‘Yapmamayı yeğlerim.’ ‘Nasıl? Şüphesiz katır inadını sürdürmekte ısrar etmeyeceksin?’ Yanıt yok.” (H. Melville, “Bartleby”, sa:34) “Geçen yıl Reklamcılar Derneği’nin bir gecesinde onlardan birini gördüm. Kocasıyla birlikte gelmiş, kocası büyük bir reklam şirketinde çalışıyormuş. Tıpkı yıllar önce o katır inatlı annesini ikna etmeye uğraşırken olduğu gibi, boğula boğula konuşuyor, heyecanla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu bana.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:26) “Daha beteri, Adil mesafeyi iyi hesaplayamadığından aynı hizada daha küçük bir taşın arkasına sinmek zorunda kaldığı için Zeynel ürküntüyle çıkıştı: ‘Otur oturduğun yerde rezil! Delirdin mi, deli Katır?’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:346) “-... Nasıl imzalattın katır inatlı hemşerime?.. Yola nasıl getirdin şunca zamandır ‘Olmaz’ diye direten rezili? -Laf aramızda, Dadal Efendi, imzalamadı, ne dersin! Önce diller döktüm, ‘Yahu, sadaka istemiyoruz, hakkımızı arıyoruz! Diretti ki katır kaç para?” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:281) Katırca, Katır kafalı : Eşekçe; Söz geçirilemez, inatçı kimse “Yarın Tiflis’e gitmem gerekiyordu, ama şimdi tehlike karşısında gitmeye utanıyorum. Kalacağım. Korkmuyorum diyemem, korkuyorum ama, utanıyorum da. Rembrandt’ın ‘Savaşçı’sı olsa, o bile aynı şeyi yapmaz mıydı? O da kalırdı, öyleyse, ben de kalıyorum. Eğer kürtler içeri girirse, önce beni nallamaları doğaldır, haklarıdır da… İnanıyorum ki, öğrencin için böyle katırca bir son beklemiyordun hocam, değil mi?” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa: 144) “Bir önceki, elli iki ay sürmüştü. Tam elli iki ay subaya, çavuşa, o postal kokulu heriflere, o nefret ettiği katır kafalı heriflere eyvallah demek, boyun eğmek zorunda kalmıştı.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:116) Katır oğlu katır : O inatçı eşşek (Argo sövgü) “ ‘Ama Ernesto aşağıda değil,’ diyorum. ‘Öyleyse Talino’nun peşinden gitmiştir.’ ‘Talino kaçtı.’ ‘Ah o katır oğlu katır.’ ” (C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:104) Katır tepsin (anasını, sevgisini) : Gözüm görmesin, ne hali varsa görsüm bağlamında bir ilenç “Kadın iki kez daha bağırdı, sesi korkuyla bozulmuş, kısılmıştı, sonra, ayak sesleri birden yer değiştirdi, aksi yönde uzaklaştı. -Seni seviyor, dedi Mathieu. -Sevgisini katır tepsin onun, dedi Pinette. (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:196) Katı yürekli (olmak) : Acımasız, şefkatsiz (olmak) “Ayrıca, İsrail’den de kaçmadım, Tanrı izin verir vermez oraya dönmeye hazırım. Ülkemin güzel prensesini yok edeceğim ve İsrail’in inancı bu yeni tehdidin üstesinden gelecek. -Yezavel’in çekiciliğine dayanabilmek için çok katı yürekli olmak gerek, diye alay etti vali.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:75) “Beni görünce ayağa fırladı, yüzü sevinçten parlayarak hızla bana doğru yürüdü. -Çok katı yüreklisiniz! dedi. Bu kadar gecikilir mi? Biliyorsunuz, beklemekten çok sıkılırım. Bir daha böyle yapmayın, olur mu?” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:28) “-Andy’ciğim, bir insan kalbini kırmaya neden olmak iyi bir şey değildir, yanıtını verdim. -Hakkın var Jeff. Esasen seni her zaman cömert, mert, yumuşak yürekli bir insan olarak tanımışımdır. Bense belki fazla katı yüreklilik etmiş, her şeyden, herkesten gereksiz yere kuşkulanmışımdır.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:19) “‘... Eğer uşakları orada bulamazsan,bir öğretmene götür oğlunu; yalnız eğitim görsün diye değil, öteki kızlarla, oğlanlarla birarada olsun, kendi dünyasının içinde yaşasın diye. Gelmedi mi bu hiç aklına?’ ‘Yüreğimi okuyorsun,’ dedi Siddhartha hüzünle. ‘Kaç kez bu geldi aklıma. Ama böylesine katı yürekli olan bu çocuk nasıl girer o dünyaya?’ ” (H. Hesse, “Siddhartha”, sa:138) “BRAND - Perdeyi indir, indir perdeyi. AGNES - O kadar katı yürekli olma, iyi değildir. BRAND - İndir. İndir.” (H. Ibsen, “Brand”, sa:147-8) “LA FLECHE - Affedersiniz ama sen daha senyör Harpagon’u tanımıyorsun; o, bütün insanlar içinde insanlıkla en az ilgisi olan insandır; ölümlüler arasında ondan daha katı yüreklisi, ondan daha eli sıkı olanı yoktur..... İltifat mı dedin, pohpoh mu, sevgi mi, laftan ibaret kalmak koşuluyla canının istediği kadar. Ama iş paraya geldi mi, hava alırsın...” (Moliere, “Cimri”, sa:65) “Kibrine karşın M. de Rénal, katı yürekli ve inatçı bir köylü olan ihtiyar Sorel’e kaç defa gidip geldi; bıçkısını başka bir yere taşımaya razı edinceye kadar ona kaç avuç dolusu altın verdi!” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:6) “<Suvenir> papazların dairesine, muhtarın izbesine girer çıkardı. Kendisini her yerden kovarlardı, o ise biraz bozulur; şaşı gözlerini kırpar, bir şişe çalkanışına benzeyen sesiyle gülerdi. Bana öyle gelirdi ki, Suvenir’in parası olsaydı, ahlaksız, kötü, dahası katı yürekli bir adam olurdu. Ama yoksulluk, hiç istemediği halde kolunu kanadını kırmıştı.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:20) “Zavallı Manuela, yetim kız, tutsak, yeniden gebe kalmıştı. Bu, Ramiro’yu daha da huysuzlaştırmıştı. Gertrudis de sonuca bağlıyordu: -Ne olursa olsun, sen istedin bunun olmasını. Ve daha sonra Ramiro’yu bir köşeye çekiyor, öncekinden daha güç olan bir duruma göğüs geren karısına gösterdiği bu katı yürekli ilgisizliği ayıplıyordu.” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:93) Kat kat : Defalarca kez, çok fazla, tabaka tabaka “İçinden yükselip kat kat üst üste yığılan bir düş bu. Büyüyüp onu sanki birdenbire fışkıran, yabansı bir güçle hüzünlü çağlardan geçip ışığa, yukarı ışığa yükselmek isteyen bir kaynak tarafından yedi kat yerin dibinden yeryüzüne fırlatılıyormuş gibi birlikte sürüklüyor.” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:110) “... içimde öyle bir acı duydum ki, Gratien’in kalmak istediği çiftlikte, ikisinin de bir arada yaşamasını sağlamaya karar verdim. Oranın şimdi benim olduğunu bilmiyor muydunuz? Ne yaptığını düşünmeden arttırmaya katıldım; çılgınlıktı bu; ama zavallı çocuğun hüzünlü sevinci buna kat kat değdi.” (A. Gide, “Isabelle”, sa:117) “Şükürler olsun yalnızlığa! Şimdi yalnızım. Şu hemen hemen hiç tanımadığım kişi, bir treni yakalamaya, bir arabaya binmeye, bilmediğim bir yere ya da bir başka kişiye gitti..... İşte boş masalar; artık onlara oturup yemek yemek için kimse gelmiyor bu gece..... Nasıl da kat kat iyi sessizlik; kahve fincanı, masa. Kazığın üzerinde kanatlarını açan yapayalnız deniz kuşu gibi kendi kendine oturmak nasıl da kat kat iyi.” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:227) “Karanlığın perdeleri bütün evi, Mrs. Beckwith’i, Mrs. Carmichael’i ve Lily Briscoe’yu sardı, sanki gözlerine kat kat karanlık örtülmüş gibi uyuyorlardı; o sesin tekrar başlayarak, ‘Sanki ne diye kabul etmemeli, niye memnun olmamalı, niye razı olup kendini koyuvermemeli,’ demesi mümkündü.” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:229) Katkıda bulunmak : Para ya da emekle bir projenin oluşumuna gönüllü olarak yardım etmek “Tren, Medzilabortse’de, yerle bir edilmiş istasyon binasının arkasında durdu. Binanın yanık duvarları arasından eğri büğrü kirişler fırlamıştı. Yıkılan istasyon binasının yerine çarçabuk yapıldığı anlaşılan uzun ahşap kulübenin duvarları, çeşitli dillerde ‘Avusturya’nın savaş giderlerine katkıda bulun!’ yazılı afişlerle kaplıydı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134) Katlanmak : Dayanmak, tahammül etmek; Çoğalmak, birkaç misline çıkmak “Bir ara bitişik odanın kapısı açıldı, kapı aralığında sıska bir kadın yüzü belirdi; gözleri sarıya çalan ve büyük büyük, bir kadın yüzü. ‘Gayret et, yavrum,’ dedi kadın. ‘Seni okula göndermek için nelere katlanıyorum, biliyorsun. Bu derslere de para veriyoruz.’ ” (H. Böll, “Ve O hiçbir Şey Demedi”, sa:19) “ ‘İsaev’i gözünde büyütmek mi? İsaev ayyaşın tekiydi, bir hiçti, berbat bir kocaydı. Karısı, Pavel’in annesi, sonunda ona katlanamaz olmuştu.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:155) “PROMETHEUS Benim acılarıma hiç katlanamazdın demek! Kader ölümüme de izin vermiyor benim, Yalnız ölüm kurtarabilirdi beni, Oysa benim işkencelerimin sonu yok Zeus tahtından düşmedikçe.” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:167) “Bakışlarımız karşılaşıyor. Anlaşıyoruz. ‘Seni ele vermeyeceğim.’ ‘Biliyorum.’ ‘Bildiğin ne?’ diye aklımdan geçiriyorum. ‘Artık yürüyüş yapmaktan bıktım. Hem kumanda edilmeye de katlanamıyorum. Senden iki yaş büyük olan herkes sana kafa tutuyor. Sonra da şu tatsız tuzsuz nutuklar, hep aynı şeyler, bir sürü saçma.’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:134) “ ‘... böyle bir şahsiyetin bu hükmünden sonra, elbette, bu muhakeme usulüne daha fazla katlanmam mümkün değil. Bugünden itibaren şu talimatı veriyorum, falan filan...’ ” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:53) “Karl hala girmekte duraksayınca, hemen kolu kavradı, kapıyı birden iterek Karl’ı çekip içeri aldı. ‘Kimsenin koridorda dikilip kamaramdan içeri bakmasından hoşlanmam,’ diyerek yeniden bavul üzerinde çalışmaya koyuldu. ‘Her geçen içeriye bir göz atıyor, gel de sen katlan buna!’ ” (F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:7) “... ve sen, yüreksiz sofu seni; adam öldürmeyişiniz, hırsızlık yapmayışınız, kadınlarla düşüp kalkmayışınız hep korkaklığınızdan. Bütün erdemliğiniz hep korkaklığınızdan... Ve sen, gık demeden sopaya katlanan zavallı eşek: Dayan bakalım...” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:15) “Birkaç dakika önce kıskançlıktan kuduruyordu, oysa şimdi korkuyor, Chantal için yalnızca korkuyor. Onun için her şeyi yapabilir, ama ne yapabileceğini bilmiyor; katlanılmaz olan da işte bu: Ona nasıl yardım edebileceğini bilmiyor, o, o tek başına...” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:160-1) “Fakat, Bird’ün şansı yaver gitti; hiçbir şey olmadan dershanenin kapısından girmeyi başardı. Kaldırım, peron ve tren. En kötüsü de trendi, ama Bird boğazı tamtakır kurumuş halde titreşimlere ve başkasının kokusuna katlanmayı başarabildi.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:92-3) “İSMENE ----------Kimi az çok katlanır buna, kimi hiç katlanmaz. Alınyazısı, denildiği gibi, bir kısır döngüye hapseder bizi. Biz de döner dururuz dibinin karanlığına, anlaşılmazlığına yüzümüzün kapatıldığı o kuyunun çevresinde. Kız kardeşim kulak asmadı hiçbir öğüde, ödün vermedi - boyun eğmezliği, umursamazlığı içinde.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:177) “ ‘Gitmeyin, oraya gitmeyin,’ diye tekrar etti kadın, öyle ısrarcıydı ki, merakım katlandı. ‘Onunla konuşmam gerek, bu çok acil.’ Kadın ağzından çıkan fısıltıları boğmak için eliyle dudaklarını örttü. Dört yöne de baktı sonra halden anlar bir jest yaparak şöyle dedi: ‘Gitme oraya kadın!’ Bir anda yüzünün ifadesi değişmiş, mimiklerine korku sinmişti. ‘O öldü,’ diye açıkladı.” (R. Rogas, “Dorotea’nın Şarkısı”, sa:230) “Ekmeğimi kazanamam... Belki de bana en ağır gelen, en zor katlandığım bu oluyor: başkalarına yük olmak!” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:101) “PAGE - Eee, küçük hanım. Nasıl oldu da bay Slender ile gitmediniz? PAGE’İN KARISI - Niye bay Doktorla birlikte gitmediniz ha? FENTON - Onu şaşkına çeviriyorsunuz. İşin içyüzünü dinleyin. Pek yüz kızartacak şekilde başgöz edecektiniz kendisini..... Onun işlediği suç kutsaldır. Bu hile fettanlık, dikbaşlılık, saygısızlık olmaktan ne kadar uzak. Zoraki bir evlenme ile ister istemez katlanacağı o binlerce uğursuz üzüntü ve sıkıntı saatlerinden böylece yakasını kurtarmış oluyor çünkü.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:142-3) “... ve istenmediğini de bildiği halde, küstah bir tavırla, Köln’de onu tanımayan bir toplulukta boy göstermiş ve dişlerini sıkarak ev sahibini iğneli sözlerine ve orada bulunan başka kimselerin gülüşlerine katlanmak zorunda kalmıştır, ama bir aygır kızıştığı zaman sırtına inen kamçı darbelerini hissedebilir mi ki?“ (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:61) Katmak : Eklemek, yerine koymak, ilave etmek “Yalçın kaya, uçan kuşların birini kapar boyuna, Zeus da, azalmasın diye kuşlar, katar bir başkasını, hiçbir insan gemisi varamadı öbür kayaya sağ salim, bir gemi yaklaştı mı alır götürür denizin dalgaları” (Homeros, “Odysseia”, sa:203) Katmer katmer, Katmerlenmek, katmerli : Kat kat, üst üste, çok fazla, birkaç misli artmak; muhteşem “Sıkıştığın, idrar torbanın son yirmi dakikadır giderek artan bir baskıyla seni uyardığı doğru; o yüzden belki olması gereğinden biraz daha hızlı sürüyorsun arabayı, çünkü eve varma isteğin katmerleniyor…” (P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:25) “Kniep’le konsolos, bu maceranın bizi düşürebileceği sıkıntıdan bahsederlerken, bekçi, iyi korunmuş hazinelerden dem vuruyordu. Ben’se, katmerli bir sevinç içindeydim: Bir yandan, işin içinden sıyrılmış olduğuma sevinirken, bir yandan da Sicilya dağlarının beni öteden beri meşgul eden taşlarının mimariye nasıl uygulandığını görmek bana büyük bir haz veriyordu.” (J. W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:201) “Bazan güneş, bazan rüzgar, bazan ay ışığı, gelini saklayan ince duvakları bir yana üflüyor ve çekiyor. Katmer katmer duvaklar açıldıkça, adaların bütün sevgi ve sevimliliği bir gelin gibi çırılçıplak titreyip kızrıyor.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:29) “Avlunun öbür ucunda, köyün serserileri katmerli bir eğlence kurmuşlardı. Mutfağın büyük masasını dışarı çıkarmışlar; arayıp ekmek, çatal kaşık bulmuşlar, kilerden bir damacana şarap getirmişler, üç tavuk kaynatmışlar, şimdi de sevinçli bir halde ve oburlukla bardaklarını tokuşturarak, yiyor, içiyorlardı. ‘Tanrı bağışlasın onu! Bütün yaptıkları da tuzla buz olsun!...’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:251) “Gözlerin şu dilsize türküler öğretti ya, Yücelerde uçmayı hem de kara cahile. Yeni tüyler takarak bilgenin kanadına Güçlerine güç kattı katmerli bir görkemle. ” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:78, sa:197) “Hata etmişti köprünün üstündeki evi almakla, hem de batı yakasında bir ev almakla katmerli hata etmişti. İşte şimdi gözlerinin önünde hep bu kaçıp giden ırmak vardı, sanki kendisiydi, eviydi, on yıl boyunca bir araya getirdiği servetiydii ırmakla akıp giden, bu güçlü akışa karşı koyamayacak kadar yaşlı, zayıf hissediyordu kendini.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:62) “Köyde olunca insanın her şeyinin köye yakışır bir biçimde olmasını sevdiğimi ekledim. Bu görkemli ve katmerli yalanı söyledikten sonra, öyle utanıp kızardım ki sanırım herkes söylediklerimin yalan olduğunun farkına varmıştır.” (L. Tolstoy, “Gençlik”, Cilt:II, sa:12) Katranlı şeytan : Cehennemde kavrulmuş, kapkara şeytan; şeytanların en kötüsü “MEPHISTOPHELES, etrafına bakınarak. - Ben şimdi kime dert yanayım? Kazanılmış hakkımı bana kim geri verecek? Sen ihtiyarlık demlerinde aldatıldın ve bunu hak ettin. İşlerin son derece fena gidiyor. Ben, yüz kızartıcı bir hata işledim, ve büyük bir emek ziyan oldu. Ne rezalet ! Adi bir arzu, anlamsız bir aşk, katranlı şeytana musallat oldu.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa.327) Katre : Damla “KARANFİL Yarin dudağından getirilmiş Bir katre alevdir bu karanfil, Ruhum acısından bunu bildi! Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer, Kızgın kokusundan kelebekler, Gönlüm ona pervane kesildi.” (Ahmet Haşim<1884-1933>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:75) Kavak yelleri esmek : Başına bir tür felaket gelmek; Hayal aleminde yaşamak “Sancho, eşeğini koşturup yardıma gitti, efendisini, yerde hareketsizce yatarken buldu; o kadar sert bir düşüş olmuştu ki... ‘Hey yüce Tanrım, sen aklımı koru!’ diye bağıırdı, ‘ah efendim, ben, aman dikkatli olun, bunlar sadece yeldeğirmeni dememiş miydim? Bunun doğruluğundan kuşkulanabilmek için asıl sizin aklınızda biraz kavak yelleri esmeli.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:49) Kavanço etmek : (DEN. MYTH.) : Yelkeni bir bordadan diğerine aktarmak (Denizcilik);Takas etmek, değiştirmek, havale etmek, bir işi onunla ilgisi ya da sorumluluğu olmayan birine devretmek, fırsattan istifade ederek ödetmek, yolmak; (Argo) “Etem’in yerini şimdi Tornavida Hasan tuttu. Kış geldi ya, Etem artık bana pek sokulmuyor; ihtimal <olası>, geçen sene Hıfzı Reis’ten yediği zılgıt’ı hatırlayıp böyhle yapıyor. Fakat Tornavida şimdi adeta Etem’i aratıyor. Bizim eski pabuçlar, elbiseler, çamaşırlar hep Tornavida’ya kavanço ediliyor. Arada sırada kendisine tosladığım <verdiğim, ödediğim> rakı paraları da ayrı...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:258) “... Arkadaşlarla hovardalık kumpanyaları kurmuşuz! Bana geleni tadına baktıktan sonra, ben size devrediyorum, siz geleni siz bana kavanço ediyorsunuz. Gün yüzü görmemiş, utangaç gelinler, on beşinde kız oğlan kızlar... Sudan ucuz...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:254) Kavanoz dipli dünya : Kavanoz: Edilgen erkek eşcinsel, anus; fahişe: vagina; ‘Gelen geçen kullanıyor, vay bu kahpe dünyanın haline’ bağlamında (Argo) “Etem, önündeki ikinci küçük şişeyi de bitirip üçüncüye başladığı zaman değişti. Deminki neşesini ve birkaç aylık tabii <doğal> halini kaybedip pis pis düşünmeğe; ikide bir elini dizine vurarak, -Hey gidi kavanoz dipli dünya hey!, diye sızlanmaya başladı.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:285) “-Alacak demek? -Öyle olsun... Alacak işi... Peki... Demek, sen mahpusa düşünce herif borcunu inkardan geldi. Vay kavanoz dipli dünya vay! Neden bize bir haber uçurmadın? Bak işte, buna içerledim. İnsan bir haber uçurmaz mı?” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:92) Kavga dövüş : Zar zor, tüm güçlükleri yenerek, birçok tartışmalardan sonra Bk.: Kavga kıyamet “Canı sıkıldı. Ya benim? Kırk yılda bir pipo içecektim, kavga dövüş bir içimlik tütün bulmuştuk.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:160) Kavga kıyamet : Bir gürültü patırdı, bir kavga dövüş “Haaaah! Sorma başımıza gelenleri. Öyle bir yere taşındık ki... Yoook, kavga kıyamet. Sabah sabah birbirlerine girdiler. Yaaa, evsahibi kiracı kavgası. Konu komşu suçüstüne gittiler, mahkemeye.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanmıyordu”, sa:8-9) Kavga niza çıkarmak : Patırdı gürültü, kavga yaratmak “ ‘O hesap oluyor seninki de. Bizim köyümüz kuru bir köydür. Ne manzarası vardır, ne bir şeyi. Kapansa ne olur, kapanmasa ne olur? Ayıptır bunlardan ötürü kavga niza çıkarmak. Bırakın gürültüyü yavu, barışık yaşayın. Hırıldaşıp durmaktan ne çıkar?’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:89) Kavgaya tutuşmak : Kavga, hır gür çıkarmak “Bir ay boyunca meyhanelerdeki naralara gelince; çocuklar bağırmazlar mı, sarhoşlar da meyhaneden çıkarken kavgaya tutuştukları zaman ‘Asarım, keserim…’ diye homurdanırlar ama kimsenin kılına dokunmazlar.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:393) Kavi : Sağlam, sert, dayanıklı “Hangi taş kaviyse başını ona çalabilirsin. Haceli’den, benden, guruldan, eşraftan, Karataş köyünün küllisinden davacı olabilirsin. Davacı olup bizi Kürdistanlara sürdürebilirsin. Selbessin. Ve de hürsün! Yalnız, eyi dinle, sana bir kısa anlatayım da kulağında küpe oldun.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:266) Kavil : Sözleşme “İhsan, Kamil Bey’e, Arap Abdullah’ı tanıttı: -Mahpushanemizin ağası... Kendisinden çok iyilik gördüm. Allah razı olsun. -Bırak şu lafları İhsan ağabey!.. Kavlimiz nasıldı? Şart olsun bir daha gelmem... Bizim iyilik ne haddimize? Hep senin soyluluğun...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:108) Kavkı : Kabuk; Denizlerde, kabuk ve onların kireçleşmesiyle oluşan mercana benzer taşlar “Kayaya çıkıp ayakkabısını çözüyor, öte yandaki suya atıyor kendini. Tabanları ateşe değmiş gibi sızlıyor. Sular ince ince kanlanıyor ayağını kaldırınca. Budalalıktı bu yaptığı. Çakılların üzerini örten keskin kireç parçalarını, kavkıları daha önce farketmesi gerekirdi. Şimdi daha dikkatli ama iş işten geçti.” (B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:13) Kavlanmak : Kabarıp pul pul dökülmek, soyulmak “Haçça, korka korka kaynanasını indirdi aşağı. Elinde kül küreği ve çinkosu kavlamış tabakla Ahmet de indi arkadan.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:74) “Kadınlar sarı saçları, mavi gözleri, çukur gamzeleri, ince çeneleri, kemerli burunları, eskimiş, liyme liyme olmuş, kara çizgili Karadeniz işi önlükleri, çift örgülü, uzun, kalın belikleriyle birbirlerine benziyorlardı. Çocuklar da sarışındı. Gamzeleri, çenelerindeki çukurlar, uzun boyunları, güneşte çok kalmış, kavlamış ince kemerli burunlarıyla analarına benziyorlardı. Kadınlar inceydiler, uzun boyluydular, bilekleri, elleri güzeldi, oradaki tekmil erkekler, biraz utangaç, bu iki güzelliğe bakıyorlardı. Çocuklar da güzel çocuklardı. Bacaklarına tuhaf, yırtık ama temiz şalvarlar çekmişlerdi. Çizgili mintanları tertemizdi, yamalıydı.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:502) Kavramak : Eliyle sımsıkı tutmak “Eğer elinin altında balta, soba demiri, ne çeşit olursa olsun babasının göğsüne saplayıp one gebertecek bir silah bulsaydı, James hemen kavrayacaktı. Mr. Ramsey, bir şey söylemese bile, sade aralarına gelmeklee çocukların içinde işte böyle olmayacak heyecanlar uyandırırdı.” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:4) Kavruk; Kavruk yüzlü : Küçük çaplı, sanki gelişimini tamamlamamış gövdeli, ufak tefek insan; Güneşten yanmış, kurumaya yüz tutmuş, esmerleşmiş yüzlü kimse; yıllarca yağmur görmemiş kurak toprağın hali “Ellisinde, ak saçlı, esmer, kavruk yüzlü, uzun boylu, çakı gibi bir adam. ‘Hoş geldin, sefalar getirdin. Duydum ki,’ dedi, ‘orman hakkında yazı yazmak için dolaşıyormuşsunuz. Siz İstanbulda Cumhuriyet gazetecisiymişsiniz. Hoş geldin, sefalar getirdin.’ ” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:25) “Şu yanık, kavruk topraktan nasıl da iğreniyordu! Güçlü ellerini yumruk yapıp yerleri yumrukladı, elleri kan içinde kalana dek deli gibi yumrukladı toprağı, sonra sıfırı tüketip olduğu yere çöktü. Yavaş yavaş kendine geldi. Yüzünü kanlı elleriyle yıkayıp ağladı. Deliler gibi ağlayıp inledi, ağzından akan salyası duygudan yoksun, ölü toprağa damladı…” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:105-6) “Kadın bana dikkatle baktı, gözlerini çok iri ve kapkara gösteren kocaman gözlükleri vardı. İşin gülünç yanı, erkek gibi bıyıklı oluşuydu. Bu yüzden müdire olmuştu herhalde. ‘Çok küçük değil mi?’ diye sordu ablama. ‘Yaşına göre kavruk. Ama okuma biliyor.’ ‘Kaç yaşındasın, küçük?’ ‘Yirmi altı şubatta altı yaşında olacağım efendim.’ ‘Güzel. Fişini dolduracağız. Önce ana ve baba adı.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:70) Kavuk sallamak : Herşeye evet demek, ‘evet efendim’ci dalkavukluk “Sonuç ne? Durumumu değiştirmiş olmam ki, yalnızca yaldızlanmış olurum. Kendisinden daha güçlülere kavuk sallayan, ezilmeye, hem işin kötüsü, hak ettiğini bile bile ezilmeye hep göğüs germek zorunda küçük bir varlık olmaktan kurtulamam.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:80) Kayar adım : Kayan, seken adımlarla “Kızılsaçlının kendisini fark etmediğini görünce, gizli bir şey söylüyor havalarında kulağına eğildi ve tümüyle ondan yana olduğunu açıkladı. Yirmi altı yıldır, üç çocuk babasıydı kendisi. Korkunç bir yumruk, onu kayar adım Therese’ye postaladı. Şapkası yere düştü.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:332) Kayarto : Hıyar, hıyarto (Argo) “Kendisinin iki büyüklüğünde bir oğlanın beline yılan gibi sarılmıştı. -Bırak ulan kayarto!.. -Kayarto babandır. -Çiğnerim ulan!.. Çiğnerim, dinim rabbena hakkiçin!..” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:32) Kaydı kuydu olmamak : Hiç kimsenin haberi olmadığı, kayıtsız “Satılık, paha biçilmez bedenler, tüm soylarda, tüm dünyada, tüm döllerde, erkeğin dişisinde eşi benzeri olmayan! Zenginlikler fışkırsın, isteyin! Kelepir elmaslar, kaydı kuydu yok!” (A. Rimbaud, “Illuminations” , sa.: 86) Kayın : Bir karı kocanın herbirinin erkek kardeşinin, kardeş olmayan çifte karşı olan konumu “‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam, -kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-, tatlı sözlerle ossaat susturdun onu. Hem sana<Hektor> ağlarım bu yüzden, hem talihsiz başıma ağlarım. Engin Troya’da dostum yok senden başka. herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’ Helene böyle dedi ağlaya ağlaya, inim inim inledi kalabalık halk.” (Homeros, “İlyada”, sa:534) Kayınpeder : Bir insanın evlendiği eşinin babası “ÇİFTLİK <5 Eylül 1839> ----------Nehirdeyse balıkçı Avlanıyordu geç vakit; Gecelemek üzere, yanaştı Dolaşa dolaşa çiftliğe. ‘Balıkçım, benim, ruhum! Kalma yanımda bu gece: Kayınpeder şu an evde, Sevmiyor seni hiç de...” (Aleksey Vasilyeviç Koltsov<1809-1932>-Mehmet B. Perinçek; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.06.05) Kayınvalide : Evlendği eşinin annesi Bk.: Kaynana “‘Bu nedir? Bu... nedir?..’ ‘Allah kahretsin, bütün sorun bu, çok sevgili küçükhanım!’ Beyaz lake boyalı, düz çizgili ve yaldızlı bir aslan başıyla bezenmiş açık sarı döşemeli kanapede, kayınvalidesinin yanında oturan Bayan Konsül Buddenbrook, yanı başında koltuğuna oturmuş olan eşine şöyle bir baktı ve büyükbabanın pencerenin önünde, kucağına oturttuğu küçük kızının yardımına koştu.” (Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:9) Kayıplara karışmak : Ortadan kaybolmak, sanki yok olmak “Robert Langdon bir koşucu olmasa da yıllarca yüzmek bacaklarını güçlendirmişti ve adımları uzundu. Saniyeler içinde köşeyi döndü ve kendini daha geniş bir caddede buldu. Gözleriyle kaldırımları taradı. ‘Burada bir yerde olmalı!’ Yağmur dinmişti, bulunduğu köşeden aydınlık sokağın tamamını görebiliyordu. Saklanacak hiçbir yer yoktu. Sienna kayıplara karışmıştı.” (D. Brown, “Chennem”, sa:519) “Bir gün..... Aglaia ortadan kayboldu. Son görüldüğünde kulübenin önündeki yoldan yabani çiçekler topluyordu. Az sonra ennesi fazla uzaklaşmamasını söylemek için dışarı çıkmış ve Aglaia’nın kayıplara karıştığını görmüştü.” (O. Henry, “viski soda”, sa:145) “... hiç beklenmedik bir anda fırlayıp çıktı kapıdan. Cam kapı çat diye arkasından kapandı. Hemen peşi sıra seğirttim; kapının önüne çıkınca, baktım kayıplara karışmıştı; çünkü yakında birkaç dar sokak bulunuyordu ve trafik yoğundu.” (F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:10) “Ali durmadan konuşuyor, Memedi, Memedin çocukluğunu, yiğitliğini, Abdi Ağayı, onun zulmünü, Abdi Ağayı nasıl öldürdüğünü, Hatçeyi, Irazı, çakırdikenliğini, Alidağın tepesinde patlayan ışığı, Memedin kayıplara karışmasını bir bir anlatıyor, onu serseme çeviriyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:198) “UKUHLANGANA NO RHULUMENTE <Hükümet’le toplantı> ---------------------------------------------------Bir gün üzerinden bir tepenin Atlarıyla gelen insanlar göründü Köyümüzün erkekleri Kaçtılar tabana kuvvet Kayıplara karıştılar ormanda. Büyükbabam emekli bir öğretmen Asil bir şekilde oturuyordu Ağılın yanında eski sandalyesinde.” (Mzi Mahola<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.01.06) “Otuz yıllık karım yemek masasına kısacık bir mektup bırakıp hiçbir şey açıklamadan kayıplara karıştığında nereye gittiğini biliyormuşum; ama bunu bildiğimi bilmiyormuşum. Bilmediğim için şehir kazan ben kepçe gezerken, seni değil onu arıyordum.” (O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:367) “Bu mektup 24 Şubat 1892 tarihini taşımaktadır. İki hafta sonra 7 Mart günü görünür bir neden ya da yeterli bir neden olmaksızın öğle yemeğinin ardından kayıplara karışır Hesse, sırtında ne palto vardır, ne cebinde para.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:33) “Aylar süren bir kayıplara karışmadan sonra ortaya çıkarak ailesinden yardım diler bir daha: Frankfurt an der Oder’e geçip kendininkilere, son olarak bir avuç sevgiyle ruhunu açmaya gider, ama yarasına tuz serperler, dudaklarına da zehir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:62) Kayırmak : Yardımcı ve destek olmak, korumak, zaman zaman hatalarını gözardı etmek “... ama bu övgüleri ailemle baş başa kaldığımızda bana o kadar pahalıya mal olurdu ki, insanların benimle ilgilenmemelerini, hatta hakaret etmelerini isteyecek hale gelirdim. İnsanlar beni ne kadar kayırırsa, onlar evden gittiği zaman ailem de bana o kadar surat asardı.” (D. Diderot, “Rahibe”, sa:20) Kayıtsız, kayıtsızca; Kayıtsız kalmak, olmak : Endişesiz, sakin, vurdumduymaz; İlgi göstermemek, takmamak “Onu nazik ama kayıtsız dinlediğim zamanlar, beni kendisine inandırmak için var gücü ile çabalayan bacanağım, şimdi sesimin kısılmasından kuşkulanmış, bunda gerçek bir içtenlik belirtisi bularak korkmuştu. Etkisi, insanın yalancılığıdır çünkü. Bunları konuşurken ben, bir an önce yeryüzüne çıkmak istiyordum. -‘Kuzum sana ne oluyor bu akşam,’ dedi. ‘Giderayak konuşulacak şeyler mi bunlar, kapı önünde? Bir boş vaktinde gel.’ ” (M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:55) “Aklı fikri bu olaydaydı ve benden kendisine yardım etmemi istiyordu. Onu iyice dinledikten sonra, Quinn’e karşı bu denli kayıtsız kalmış olmasına çok kızdım. Olaylarda daha etkin bir rol oynayamadığı, başı dertte olduğu belli birine yardım etmek için hiçbir şey yapmadığı için onu azarladım.” (P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:142) “IZZY - (Çıkan kargaşaya gayet kayıtsız, kendini müziğe kaptırmış, gözleri kapalı, hiç istifini bozmadan çalmaya devam etmektedir. Sonra ADAM’ı görürüz; sağ elinde bir silah tutmuş, ayakta güçlükle durmakta ve aklını kaçırmış gibi bakmaktadır.) ADAM - Nancy! Nancy! Tanrı böyle istiyor, Nancy! İkimiz de cehennemde yanacağız, Nancy! Sen, ben ve Tanrı - hep birlikte!” (P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:18) “Petrus, o korkunç sigaralarından birini daha sarmıştı, kayıtsız görünmesine karşın yaşlı adamın hikayesini can kulağıyla dinlediği belliydi.” (P. Coelho, “Hac”, sa:56) “Anna K’nın odasını kaybederse başına gelebileceklerden duyduğu korkunun oğlunun söylediği hiçbir şey yatıştırmıyordu. Somerset Hastanesi’nin koridorlarında ölenlerin arasında geçirdiği geceler yaşam savaşında iğrenç bir hastalığa yakalanmış yaşlı bir kadına herkesin ne kadar kayıtsız kalabileceğini iyi öğretmişti ona.” (J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:15-6) “Yine de Anna’yı kollarına almak için yanıp tutuşuyor. Kadının da ona karşı kayıtsız olmadığına inanıyor. Kendi adına, gittikçe küçülen daireler çizerek kendi kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi hissediyor.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:144) “O kayıtsız, kaygısız Hayrullah Bey’i, hiç bu kadar perişan ve yorgun gördüğümü hatırlamıyorum. Her zamanki gibi saçlarıma dudaklarını kondurdu. Sonra dikkatli dikkatli yüzüme bakarak: -Hay Allah belalarını veresiceler, tuu! dedi.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:372) “Başka vakit yepyeni olaylar bile bizi monoton ve zavallı bir ruh halinden silkip uyandıramaz; bir balo salonunda kayıtsız, vurdumduymaz, tüm etkilere kapalı oturabilirsiniz. Çünkü sevincin de kederin de kaynağı insanın kendi içidir.” (K. Hamsun, “Pan”, sa:14) “Bu süre boyunca elbette ben de değiştim, çünkü bir gün kayıtsız bir ifadeyle mutfak çadırından çıkarken gördüğüm ‘Derici’ -ve sonradan onun o gıpta edilesi işlerden birini, patates soyuculuğunu ayarlamış olduğunu öğrendim-.” (Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:186) “İnsanlar da Kleist’ın o anlaşılmaz katılığını, fanatik abartıcılığını kavrayamadı. Alışılmış, sıradan ölçütlere ve insanlara karşı her zaman kayıtsız kaldı; bir bakıma onları görmemezlikten geldi.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, Önsöz, sa:7) “Saldaki ilk gecemden sonra bana da öyle oldu. Şafağın söküşünü kayıtsızlıkla karşıladım. Ne içme suyunu ne de yiyeceği düşünüyordum. Rüzgar ılıklaşıp, deniz kaygan ve yaldızlı oluncaya dek kafamın içi bomboştu. Gözümü kırpmamıştım ama, uyandığımı sandım. Gerinince kemiklerim acıyla kütürdedi. Derim ateş içindeydi. Fakat sabah ışıl ışıl vr tatlıydı…” (G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:44-5) “Bekçi, kayıtsızca: -Yapı yapacaklar, dedi; üç katlı büyük bir yapı... Alan’ın sahibi yaptırıyor bunu. Ve kulübeye girdi. Bika’nın gözünde dünyanın altı üstüne gelmişti. Şimdi artık gözlerinden yaşlar akıyordu.” (F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:206) “Etkilendiğini şimdi gizlemeye çalışan, ama sahte kayıtsızlığına karşın, istemeye istemeye uzaklaşıyormuş gibi görünen baron, bir gidip bir geliyor, gözlerinin güzelliğini en çok ortaya çıkaracağını düşündüğü şekilde boşluğa bakıyor, kendini beğenmiş, aldırmaz, gülünç bir havaya bürünüyordu.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11) “Her gün ona eşlik eden yağ, merdivenleri çıkarkenki ter, soluk kesilmesi, bütün bunlar neden dirilmeliydi ki? Hayır, bunu başka bir yaşamda, sonsuzlukta falan artık istemiyodu Pereira, bedenin dirilişine inanmak istemiyordu. Böylece, cansıkıntısının yarattığı bir kayıtsızlıkla yeniden dergiyi karıştırmaya girişti.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:8) “Onu, yalnızca kazanç düşünen, işi bitirdiğine ve kendisini bir daha görmeyeceğine hoşnut olacak derecede kayıtsız bir kız olarak gördüğüne göre, acaba aldanmış mıydı? Birkaç gündür, umutsuzluğa düşüyor, oraya gelebilmek için nasıl bir bahane bulacağını boşu boşuna araştırıyordu.” (E. Zola, “Hulya”, Cilt:I, sa:140) “Ama şimdi, onların yalınayak olduklarını, yoksul olduklarını, her türlü haktan yoksun ürkek bir hayat sürdüklerini fark ediyor ve şu endişe verici soruyu soruyor kendine: Onların yoksulluğu ve sefaleti karşısında kayıtsız kalmaya hakkı var mı?” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Tolstoy’, sa:307) Kayıtsız şartsız : Hiç bir koşula tabi olmadan; Yenilen bir ordunun, fazla zayiat vermemek için zaferi kazanan tarafa beyaz bayrakla teslim olması “Bundan böyle, kayıtsız şartsız bir şekilde, inançlarını hayatının bir hareketiyle doğrulamak zorundadır vee artık alaycı ve geveze bir dünyanın ortasında dini inançlarının kutsal bir hizmetkarı olmalıdır.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Tolstoy’, sa:348) Kaykılmak : Sendelemek, ayağı kaymak, eğri oturmak, nerdeyse düşecek olmak “İTHAF -------Daha şimdiden koptu dünyasından, Sanki yüreğinden koparıp aldılar yaşamı, Ya da, sanki kaykılıp düşüverdi birden. Oysa ayakta, yürüyor... sendeliyor... yapayalnız Nerdeler şimdi nerdeler o karagün dostları O yaşantımın korkunç iki yılının dostları? Sibirya borasında gördükleri ne? Dolunayda neyi düşlüyorlar? Son selamımı gönderiyorum onlara.” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:77) “Margot yemek odasına geldi ve Born’un ne halde olduğunu -gözlerinin kan çanağına döndüğünü, dilinin peltekleştiğini ve gövdesinin sandalyeden düşecekmiş gibi sola kaykıldığını- görünce, elini onun sırtına koydu, Fransızca konuşarak, sevecen bir tonda akşamın sona erdiğini, artık yatağa girmesi gerektiğini söyledi.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:41) “Ömer fısıldadı: ‘Walter, gel sabaha kadar şöyle bir kestirelim. Erkenden yapılacak çok işimiz var!’ Ve, cevabımı bile beklemeden köşesinde şöyle bir kaykıldı, miğferini burnunun önüne dek indirdi ve beş dakikadan daha az bir zamanda sanki Cape Cod’da yaz safası yapıyormuş gibi, rahat bir uykuya daldı.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:132-3) “Nihayet, arkadaşlarıyla uzun uzun konuştuktan sonra, daha doğrusu bol bol sustuktan ve rahat koltuklarında arkaya doğru kaykılarak birer sigara daha tüttürdükten sonra, mühim adam sanki birdenbire hatırlamış gibi, elinde kendisine imzalatmak üzere getirdiği kağıtlarla kapıda bekleyen sekreterine dönerek, ‘Ah, bu arada... bir memur bekilyordu değil mi? Söyleyin, içeri gelsin,’ dedi.” (N.V. Gogol, “Palto”, sa:58) “Eğilip üstü açılan bir miçonun üstünü örtüyor usulca. Başı öne düşmüş, azıcık öne kaykılmış, bir diğerini uyandırmadan hafifçe doğrultuyor. Sabahları herkesten önce kalkmayı çok seviyor. Bunu hep sevdi.” (M. Mungan, “Elli Parça-Koku”, sa:11) “Kendini birden öylesine korkunç bir uzaklıkta yabancı hissetti ki, ürktü, benliğini kapıp koyverdi, arkaya doğru kaykıldı, şimdi bahçeyi başının üstünde görüyordu.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:137) “Yana doğru kaykılırken kafası önce Sir Mark’ın dirseğine, sonra da soğuk mermer zemine çarptı. Daha sonra, kalabalık konser için toplanmaya başladı. Güneş insanların gözlerini kırpıştırıyordu. Uykuluydular, yemekten karınları şişmişti.” (R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:144) Kayma, kayme : Kağıt para, lira; Bankınot, banknot; Pangınot, pangnot (Argo) “Rufe bahsi kızıştırmakla görevliydi. Ona bahse yatırmak için bir miktar para verdikten sonra kazançlarını ödemek üzere çekmeye bir miktar sahte kayme de koydum. Güvenmediğimden değil ha! Gerçek para görünce papazı kendi zararıma, yani kaybettirecek biçimde oynatamam da ondan.. ne zaman denesem parmaklarım grev ilan eder.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:50) “Bu işi Amerika’nın su kömüşüyle dönecekti de padişahımız ‘seçim yapılsın’ diyip bunca mebusu İstanbul’a neden biriktirdi? Bre dayı, mebuslar şu kadar yüz kayma maaş almayınca olur mu ki sen bunu böyle demektesin! Tamam, şimdi aklım yattı!” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:20-1) “-Bugün karpuzcunun altından yatağı alıyorum. Gece sekiz kayma daha bayıldı. Borcu yirmi iki lira... Askıcının biridir.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:111) “‘Var hayrını gör oğlum Süleyman Ağa! İnşallah karnın yırtılır da bu gece köye yetişemezsin.’ ‘Höst! İtin duası yerini bulsa, gökyüzüne ekmek yağardı. Helalinden otuz kaymanı alırım.’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:107) “... Aman ayaklarını öpeyim Şükran Hanım kızım! Kadifei turuncu müzehhep bohça... Fazladan üstü sırma yazı işlemeli olup... ‘Ulan Hacı Halim!’ derler! ‘Ulan teres, gözüne tavuk karası mı gerildi?’ derler..... Buradan bir yere gidemez bu... Elli kayme deseniz gidemez... Belki yetmiş kayme deseniz bile gidemez!” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:238-9) Kaymak takımı : Toplumun üst sosyal klası: resmi erken ve zengin takımı (Argo) “Mutlu bir rastlantı sonucu kontun saptadığı buluşma yeri ve benim biraz önce ayrıldığım kahveydi, acelesiz bir yürüyüşle oraya dönüyordum, yılanvari dar sokakların keyfini çıkarmak için bile bile başka yollara sapıyordum. Şu anda, alacakaranlıkta ana meydan cıvıl cıvıl insan kaynıyordu. Garsonlar dışarıya masalar ekliyorlardı, kasabanın bütün kaymak tabakası burada toplanmaktaydı.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:429) “Bir zamanlar yaşamış bir Bağdad halifesi yoksul ve zavallıların arasına girer, onların anlattıkları öyküler ve masallarla huzur bulurmuş. Alt sınıftakilerin ipekliler kuşanıp, elmaslar takıp takıştırdığı kaymak takımın sık sık uğradığı yerlere gidip ‘halife’ oynamamaları ve bu eğlenceden yoksun kalmaları garip değil midir?” (O. Henry, “viski soda”, sa:185) Kaynamak (fıkır fıkır) : Sıcak su kaynaması; kalabalığın hareketliliği; bir sürü insanın bir arada varlığı; Bir karmaşada bir fikrin, sözün, gayenin ya da para gibi ufak tefek varlığın unutulması, feda edilmesi “Lyublyana’da istasyon insan kaynıyordu ve heyecanlı bir köylü kalabalığı neredeyse tren yaklaşıp durmadan, anlaşılmaz bağrışlarla ve her ölçüdeki şekilsiz bohçalarını arkalarından sürükleyerek trenin içine atıldılar.” (L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:37) “Sahilde dinsel bir tören ya da bir panayır vardı, dev bir kalabalık ne olduğunu çıkaramadığım bir şeye doğru akıyordu. Ortalık, deniz kıyısında korkuluk duvarı üzerine uzanmış başıboşlar, ıvır zıvır satan veletler, dilencilerle kaynıyordu. Ayrıca bir sıra da motorlu bisikletliler vardı.” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:16) Kaynana : Evlenen çiftlerden birinin eşinin annesi Bk.: Kayınvalide “ ‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam, -kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-, tatlı sözlerle ossaat susturdun onu. Hem sana <Hektor> ağlarım bu yüzden, hem talihsiz başıma ağlarım. Engin Troya’da dostum yok senden başka. herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’ Helene böyle dedi ağlaya ağlaya, inim inim inledi kalabalık halk.” (Homeros, “İlyada”, sa:534) “-Kim dersin bakmış senin niyetini? Alay için: -Kaynanam bakmış! -Kaynanan mı, sen daha çocuk sayılırsın, hiç olur mu senin kaynanan? -Olmuş işte!... -Öyleyse hay o kaynananın başına kaynar sular yağsın! Niçim ya dememişler: Kaynana, kaynana, Kalk gelin oynana Oynaması senden, Çalması benden Hülürük yavrum hülürük Akşama kalmaz gelürük!” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:15) Kaynanam akıllı biri : Çok bilmiş, her şeye karışan, her şeyi bildiğini sanan (kişi) “Zira ben bir vakit şu tasvir ettiğim şekildeki görüşleri gördüğüm zaman demiştim ki ‘Bu kitabı yazan adam, ne kaynanam akıllı bir kişiymiş!’ Eserin okuyucu önüne çıkarılmaya layık ve halkın beğenisini kazanmak şerefine erişmeye layık değilse ne halt etmeye çıkarıyorsun?’ ” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:19) Kaynanan (bizi) seni seviyormuş : Önceden belirlenmemiş bir ziyarette, yemek, tatlı ya da çay gibi bir ikrama hazır konan kimseye ‘ne talihliymişsin!’ bağlamında söylenen şey “-Ooo merhaba Abdullah Ağa... Buyur!.. -Rahatsız etmeyelim.. -Yok canım! Bunlar benim değil, senin misafirin sayılır. Adını verip gelmişler. Otur, çay içeceğiz! -Çay hazır mı? Tamam... Kaynanamız bizi seviyor desene...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:108) Kaynata : Evlenen çiftlerden birinin eşinin babası “ ‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam, -kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-, tatlı sözlerle ossaat susturdun onu. Hem sana <Hektor> ağlarım bu yüzden, hem talihsiz başıma ağlarım. Engin Troya’da dostum yok senden başka. herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’ Helene böyle dedi ağlaya ağlaya, inim inim inledi kalabalık halk.” (Homeros, “İlyada”, sa:534) Kayran : Ormanda ağaçsız, düz alan; yağmur yağdığında çamur tutmayan saha “Magellan Vadide alev alev bir yangın. Bir dansla sarsılıyor yeryüzü Vadinin karanlık kayranlarında Dolaşan çarpık ve belirsiz gölgeler” (Fernando Pessoa<1888-1935>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.01.04) Kaytarmak : Ödevini yapmakta ihmali bulunmak, hafiften almak, ertelemek “Adam’a göre, arkadaşları içtimaya <toplantıya> çağırmak için fazla erken bir tarihti bu. Ama dul eşi kırmak istemiyordu. ‘Eğer böyle istiyorsan, onlara pekala teklif edebilirim.’ ‘Peki sen de gelecek misin?’ ‘Nasıl olsa daha konuşuruz bunu.’ ‘Kaytarıyorsun!’ (A. Maalouf, ‘Doğu’dan Uzakta’, sa:41) “Babam yalan yalnış ölme önceliğini göstermişti. Anneannem, onun ödevlerinden kaytardığını söyler dururdu; Schweitzerlerin uzun yaşadığını söyleyerek haklı olarak şişinip duran büyükbabam, otuz yaşında dünyadan göçmüş olmayı kabul etmiyordu ve bu şüpheli ölümün ışığında, en sonunda damadının hiç yaşamamış olduğu şüphesine kapıldı ve giderek onu unuttu.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:16) Kaz; Kaz gibi (yolmak, yolunmak) : Aptal, kıt zekalı; kolayca aldatıp (yutturup,yutup) paralarını almak, paraları alınmak “-Siz arabada gelirken düşünürdünüz ki içinizden, ben sizin ağzınızı arıyorum. Zaten ben, sizin arkadaşınızı sızdırmak, daha doğrusu kaz gibi yolmak istiyorum, gibi düşünüyordunuz siz. Zati <zaten> bu düşünce var idi daha öncesinden...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:67) “AH LAMBA Bize ışık vermeyi üstlenen lamba, gün söndürdü seni; gündüz vakti nasıl da budala gibi, kaz gibi duruyorsun ışımadan öyle.” (Marin Sorescu<1936-1996>-Baki Yiğit; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.02.10) Kaza : (İSLAM MYTH.) : Tanrı yazdıklarının olması, oluşu, namaz zorunluluğu; Kadı’nın görevi, hükmü; Kadı’nın hükmünün geçtiği yer,Bir kadılık yer; İlçe; İstemeden yapılmış bir kötülük; Yapma, yapılma, işleme;Vaktinde yapılmayan bir din borcunun sonradan yoluyla ödenmesi: Kaza-i hacet: Abdest bozma; ecel-i kaza; Bir kaza sonucu ölme, ecel gelme; -es kaza: şayet olur a; silk-i kaza: kadılık yolu, mesleği; taht-i kaza: Bir Kadı’nın idaresi altında olan “Buyurdu ki: Bir an düşünmek, altmış yıl ibadet etmekten daha hayırlıdır. Bu düşünmekten gaye, sadık dervişin huzurudur; çünkü o ibadette hiçbir riya <hile hurda> yoktur. Şüphesiz, o, huzursuz yapılan zahiri <görülen> ibadetten daha iyidir. Namazın kazası vardır, huzurun kazası yoktur.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:91) “Sofu’nun biri bir sultanın konuğu olmuştu. Sofraya oturduklarında iştahına rağmen az yedi. Namaza kalktıklarında daha uzun tuttu namazı; oradakiler, hakkında iyi düşünsünler istiyordu... .................. Sonra, kendi evine dönünce sofra kurdurdu, yemek istedi. Akıllı bir oğlu vardı: ‘Padişahın ziyafetinde bir şey yemedin mi baba?’ diye sordu. Bizim sofu: ‘Onların önünde işe yarayacak kadar yemedim!’ dedi. Oğlu cevap verdi: ‘O zaman, kıldığın namazı da kaza et! Çünkü namazı da işe yarayacak gibi kılmamışsındır!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:92) Kazaen, kaza eseri : İstemli olmayarak işlenen bir kaza; Tesadüf eseri Bk.: Kazara “Huzursuzluk içinde, konuk yüzünü geminin öteki tarafına çevirdi. Böyle yapınca, kaza eseri, bakışları, elinde bir kangal halatla güverteden mizana yelkenini tutan halatların önüne çıkmakta olan genç İspanyol denizciye takıldı.” (H. Melville, “Benito Cereno”, sa:44) Kaza kurşunu : İstemli olmayıp, elde olmayan sebeplerle: ihmal, oyun, merak; Polis’in ihtar, tabanca temizleme vb. düğünde ya da bayramlarda havaya ateş açan magandaların insan öldüren kurşunları “Akla yol göstermek ------------------------akla yol göstermek ihtiyar bir sarhoş olarak, lafı geveleyen yalvaran lanet eden homurdayan guruldayan Polisin kaza kurşunlarıyla Yere yığılmadan önce” (Jorge Richmann <d.1962>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.12.06) ... kazan ben kepçe (Ev, Çarşı, İstanbul, Vapur) : Birini kaybedip de onu bulmak için o yerin altını üstüne getirmek “Otuz yıllık karım yemek masasına kısacık bir mektup bırakıp hiçbir şey açıklamadan kayıplara arıştığında nereye gittiğini biliyormuşum; ama bunu bildiğimi bilmiyormuşum. Bilmediğim için şehir kazan ben kepçe gezerken, seni değil onu arıyordum.” (O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:367) Kazan devirmek; Kazan kaldırmak : Özellikle yeniçeriler için: baş kaldırmak, isyan etmek “İhtiyar padişah, artık mermer havuzlu küçük bahçenin lale tarhlarını bile göremiyor, gamsız zamanlarında yaptığı gibi murassa çerçeveli camlara hohlayıp parmağı ile ‘çifte vav’ yazamıyordu. Yeniçeriler kazan devirmişler, sipahi zorbaları zabitlerini parçalamışlar, payitahtı yağmaya hazırlanmışlardı.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:111) Kazanda kaynamış : Suyu ısınmış, suçlarının bedelini ödeme zamanı gelmiş çatmış kimse “Bolu büyük şehir. Yol kesen, seyrek basan, ardiye malı, kazanda kaynamış, ipten kazıktan kurtulmuşun tümü sokaklarda.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:24) ... kazan, (ben, biz) kepçe (olmak) : Bir yeri ya da kaybolan şeyi, kimseyi fellek fellek aramak “Deve, arkadaşlarına döndü. Bayağı ayılmıştı. -Bu gece onları bulmalıyız! -Nerde? -İstanbul kazan, biz kepçe... Nerde olursa!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:128) “-İnönü Zaferi’nde de öyle yapmıştı. Kadın, tek başına bir ordu gibi döğüşüyor. Benim Ayşe de böyle olsun istiyorum. -Neden olmayacakmış? Dün gece İstanbul kazan, ben kepçe, müjde vermek için Niyazi’yi aradım, bulamadım. Bugün, ya buraya gelir, ya da sizin idarehaneye... Son zamanlarda sıhhatini pek beğenmiyorum. Dikkat edin. Sevinçten yüreğine inebilir.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:199) Kazan kaldırmak : İsyan etmek (Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Yeniçeri Teşkilatındaki ayaklanmalara verilen isim daha sonra gemnelleştirilerek hapishanelerde, okullarda, gemilerde oluşan başkaldırılar için de kullanılmıştır.) “...Kolomb kahraman ilan edilir..... Karşılaştığı bütün zorluklar daha da büyütülür: Sözgelimi tayfaları kazan kaldırdığında onları kaba kuvvetle hizaya sokması, aşağılık bir haydut tarafından zincire vurulmuş halde memleketine getirilmesi ya da açlıktan ölmek üzere olan çocuğuyla Rabida Manastırına sığınması...” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:82) Kazara : Eskaza, kazaen, istemiyerek neden olmak “ ‘Babam çok az konuşur, gülmez, kavga etmezdi; yalnız ara sıra dişlerini gıcırdatır, yumruğunu sıkar ve o sıra, kazara elinde bir taş bademini tutuyorsa, onu parmaklarıyla toz edip ezerdi. Bir gün, ağanın birini, bir Hıristiyana semer vurup eşek gibi yüklemek isterken, kafası öyle atmış ki, ağanın üstüne yürümüş... fakat dudakları büzülüp kalmış, insanca bir kelime çıkaramayınca at gibi kişnemeye başlamıştı........ Bir öğle üzeri de, eve gelirken... dar bir sokakta, kadınların çığlık attığını, kapıların açılıp kapandığını, bir sarhoşun yatağanını çekip halkı kovaladığını görmüştü..... Babam, belindeki önlüğünü çözmüş, yumruğuna sarmış ve tam sarhoş, yatağanını başının üstüne kaldırırken, yumruğu karnına indirip herifi yere sermiş, eğilmiş, yatağanı avucundan sıyırıp almış ve eve doğru yürümüş...... Ben de o sırada üç yaşlarında vardım. Kanepede oturmuş ona bakıyordum; vücudunun üst kısmı safi kıldı; üzerinden buğu tütüyordu; çamaşırını değiştirip serinleyince yatağanı kanepenin üstüne, benim yanıma attı ve anneme dönerek: -Oğlum büyüyüp okula gittiği zaman, kalemini yontsun diye ona verirsin!, dedi.” (Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:25) Kazaya belaya uğramadan; Kazasız belasız : Başına bir iş gelmeden, sağ salim “ ‘Tamam, efendim, tamam,’ dedi Sancho, ‘gereğinden fazla keyiflendiğini biliyorum. Ama mademki bu işi çözdük, dilerim Tanrı sizi bütün belalardan kazasız belasız kurtarsın; gelin iki çift laf konuşalım; gece duyduğumuz korku gerçek değil miydi? Gülünecek ve anlatılacak ölçüde de aptalca değil miydi ha?’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:135-6) “John, onun bir fok gibi olduğunu düşenmektedir, yaşlı, yorgun bir sirk foku. Bir kez daha suyun üsütüne çıkmaya zorlamalıdır kendisini, bir kez daha göstermelidir topu burnunda dengede tutabildiğini. Oğula düşense tatlı dille onun gönlünü yapmak, onu yüreklendirmek, bu gösteriyi kazasız belasız atlatmasına yardımcı olmaktır.” (J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:11) “Eh, ben de kalan parayı yemeğe başladım. Çok geçmeden yeni komutan da bana ihtar vermek zorunda kaldı. Yarbayımız tabur parasını kazasız belasız teslim etmişti.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:176) “... Bir kazaya belaya uğramadan doğduğumu düşüneyim, peki sonra? Aylarsa salıncakta, kucakta sağa sola çarpıla çarpıla halk otobüslerine döneceğim. Üstelik derdimden de anlamayacaklar.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:7) “ ‘Parayı sonra yollarsanız da olur. Zararı yok.’ ‘Ne kadar?’ ‘Ne kadar isterseniz o kadar gönderin.’ ‘Söyle de ona göre.’ ‘İsviçre’ye kazasız belasız geçebilirseniz beş yüz frank gönderin. Kurtulduğunuzda ağır gelmez bu para size.’ ” (E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:242) “Praskovi, Moskova’ya kazasız belasız ulaştı. Matmazel dö S., ona çok saygı gösterdi; Petersburg’a dek yoldaşlık edecek birini bulmak için genç kızı birkaç gün alıkoydu.” (X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:49) “Fransızların arasından kazasız belasız geçtikten sonra ormanın arkasındaki sahaya dörtnala ulaştı, orada da bizimkiler kaçıyor ve kumanda filan dinlemeden bayır aşağı iniyorlardı.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:444) “Derken sorgulama başladı. Beni her zamankinden fazla zorladı, çünkü soruları yanıtlarken söylediklerime aklımı vermek yerine, her şeyden önce kitabı fark ettirmeden tutmaya çalışıyordum bütün gücümle. Neyse ki sorgulama bu kez kısa sürdü ve kitabı kazasız belasız odama götürdüm.” (S. Zweig, “Satranç”, sa:53) Kazdığı kuyuya kendi düşmek : Hasmını pusuya düşürmeye çalışırken kendisi pusuya düşmek (620 Hicri yılında, Sultan Keykubat’ın Harizmşah’ı yenip onun Harput’a kaçıp orada, öldürülmesi üzerine yazılan şiir.) “Zalim öldürüldü dünya halkı hayata kavuştu. Her biri yeniden Tanrı’nın kulu oldu Kazdığı kuyuya kendi düştü Yaptığı zulüm başına gelmişti.” (Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:19-20) Kaz gibi büyütmek : Hiç bir şey eğitmeden, öğretmeden sadece besleyerek büyütmek “Nasıl öğrenmeli bunları? Hırsla, ‘Bütün bunları bilenler vardır,’ diye düşündü. ‘Bense hiçbir şey bilmiyorum, beni kaz gibi büyüttüler, hiçbir şey söylemeden, anlatmadan.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:362) Kaz gibi yolunmak : Düşüncesiz, aptal insan muamelesi görerek para kaybetmek: kumar ya da alışveriş “Osman Ağa, dargın bir sesle bağırdı: -Namussuz Zarzar, dün gece bizi kaz gibi yoldu. Sana dedim, Fayrap!.. Ulan saloz gibi suratıma ne baktın? Kimde alacağımız varsa topla getir. -Şimdi. Şipşak...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:132) “Denisof : -Ya! Ben de birader, dün kaz gibi yolundum- diye haykırdı- Öyle talihsizlik! Öyle talihsizlik ki!.. Sen gider gitmez ben de çıktımdı. Hey, çay getir!” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:298) Kazık atmak : Kazıklamak; Aldatmak, bir malı değerinden çok daha pahalıya satmak (Argo) “Mitya’ya kazık atacaklarını tahmin ediyordu. Sonra birdenbire kızdı, kendi kendine omuz silkti: ‘Tasası bana mı düştü!’ diyerek her zamanki lokantasına bilardo oynamaya gitti.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:76) “Generalisimo midesinde bir yanma hissetti, nedeni öfke değildi, hayal kırıklığı idi. Uzun yaşamında yediği kazıkları sızlanmakla zaman kaybetmemişti hiç ama BM’de her fırsatta lehinde oy veren ülkeye ABD’nin bu yaptıkları onu isyan ettiriyordu. Adaya ayak basan bütün Yankeeleri birer prens gibi karşılayıp onurlandırmak ne işe yaramıştı?” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:151) “GARSON -----------aptal bir Amerikalı turist olsaydım eğer aptal bir İngiliz, aptal bir Alman aptal bir Fransız ya da aptal bir İtalyan olsaydım içtenlikle arkamı sıvazlayacak sonra da kazık atmaya çalışacaktı.” (Henrik Nordbrandt-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.03) “... İstanbul’un hızla büyümekte olan vahşi ticari ve sanayi sermayesinin bir parçası yapamamalarının nedeni bu eski insanların, acımasız bir kazıklama ve aldatma alışkanlığıyla aynı derecedeki ‘hakiki ve içten’ bir arkadaşlık ve cemaat kültürü paylaşan ‘kaba saba tüccarlar’ ile birlikte, değil üretim ve ticaret yapmak, bir masaya oturup çay bile içemeyeceklerini bilmeleriydi.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:183) Kazıkçı : Kazık atan, hilebaz kimse “Gereyb’e böyle şey söylenmez. Bu, adeta aşağılamadır. Hemen köpürdü ve dedi ki: -İş benim şapkaya kaldıysa kolay. Ben kendim de vururum. Bu kazıkçının biri be...Sen korkuyorsan çek arabanı!” (F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:18) Kazık gibi, Kazık kesilmiş gibi (dimdik) dikilmek: Bir yabancının, birinin (genellikle bir hanımın) yanı başında hiç konuşmadan dimdik durması; Bir kaza oluşumunda milletin hiçbir yardım yapmayıp öylecesine dikilmesi ve seyretmesi “Turistler yine neyse. Bir özür dilemesini bilirler hiç değil(se). Ya o garsonlar, o otel hizmetçileri?.. Onlara ne oldu öyle? İçeri giriyoruz. Koşup bir yer gösteren yok. Kazık gibi dikilirler.” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36) “ESTRAGON - Yeter! Yoruldum! VLADIMIR - Orada öyle, hiçbir şey yapmadan kazık gibi dikilmek mi istiyorsun?” (S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, “Godot’yu Beklerken”, sa:101) “Bir kazık gibi dimdik duran ve kendisine Sayın Vali denilmesini isteyen yaşlı sömürge valisi. Gregoryen takvimi ile bir bağlantı kurmak çin araştırmalar yapıyor.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:184) “Gerçekten şu anda fırsatı var David’in; konuşabilir, konuşabilir. Ama, dili tutulmuş gibi duruyor, kulakları uğulduyor. Zehirli bir yılan o: Bunu nasıl yadsıyabilir? ‘Özür dilerim,’ diye fısıldıyor, ‘İşim var.’ Kazık kesilmiş gibi, arkasını dönüp çıkıyor oradan.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:47) “Hemen atıldım. Bir toplum adamı serbestliğiyle ‘Sayın Emniyet Amirimiz, ne olur, bizim Napravnik’imiz olun!’ dedim. -‘Ne Napravnik’i?’ diye sordu. Daha ilk andan işin çıkmaza girdiğini anladım. Adam ekşi bir suratla kazık gibi karşımıza dikildi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:54) “Sakinleşmişti sakinleşmesine, ama evde Efsun’un sözünün edilmesini yasakladı. Kız kurusu hala zeten pek etmiyordu da. Efsun’u seven hizmetçilerden biri kahvaltı sofrasını hazırlarken eskaza ‘Küçük hanım çilek reçelini de pek sever,’ diyecek olsa deliriyor, boyun damarları patlayacak gibi şişiyor, hala kurdeleli beyaz bluzu ve kazık gibi kolalı, lacivert plili eteğiyle, elinde bir ilaç şişesi, ‘Ağabeyciğim! Sakin olun ağabeyciğim!’ diyerek peşinden koşturuyordu.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:69-70) “Madam Josserand, iki kızıyla Rivoli sokağındaki Madam Dambreville’in çağrısından ayrılırken evin kapısını sertçe çarpıp sokağa çıktı. İki saattir içinde tuttuğu öfkesini boşaltmak üzereydi. Küçük kızı Berthe yine bir kocayı elinden kaçırmıştı. ‘-Orada kazık gibi dikilip ne duruyorsunuz? Yürüyün bakalım!’ ” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:34) Kazık kakmak : Kapağı atmak, yerleşmek “Bir ara: -Terbiyesiz herif, diye homurdandı. Deve: -Müdür mü? -Savcı. -Pardon. Herif kazık kaktı Müdüriyete be... -Ama, deve’den büyük fil var!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:298) Kazıklanmak : Kazık yemek, yabncı yerlerde alış verişte aldatılmak Bk.: Kazık yemek “Amma bugün de İstanbul’a Amerikan turistleri geldi mi onlara gönüllü çevirmenlik eder, eski kocamın hemşehrileridir diye elimden geldiği kadar çarşıda pazarda kazıklanmalarını engellerim.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:46) “Sonra küçük kamıştan kulübeleri tekrar tekrar belirmeye başladı, bu kez kasabanın dışındaki kuzey surunun altında. Kulübelerinin kalmasına göz yumuldu, ama kapıdaki nöbetçilere onları içeri sokmama emri verildi. Şimdi bu kural gevşetildi ve sabahları kapı kapı gezip balık satıyorlar. Para konusunda deneyimleri yok, sürekli kazıklanıyorlar, biraz rom için herşeyi satmaya razılar.” (J.M. Coetzee, “Barbarları beklerken”, sa:164) Kazık kesilmek : Kazık gibi donup kalmak “Kapıcı kazık kesilmişti. Tamam olacakları biliyordu: Her ay, emekli aylığını vermek üzere almaya geleceklerdi. Belki deliğe de tıkacaklardı onu. Kanaryaları ölecekti, ötecek kimse bulamayacaklardı çünkü.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:329) Kazıklamak : Bk.: Kazık atmak Kazıklanmak : Aldatılmak, oyuna getirilmek, bir malı değerinden çok daha pahalıya satın almak (Argo) “JANDARMA ÇAVUŞU - Ne yapalım; iyi olduğu sürece bundan yararlanalım. D. MARZIO - Yararlanmamız uzun sürmeyecek. JANDARMA ÇAVUŞU - Havalar bozulunca gidip oyun oynamalı. D. MARZIO - Ama, insanların kazıklanmadıkları yerlere gitmeli.” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:109) Kazık yemek : Aldatılmak “Hem bu alanda ‘kazık yemek’ diye bir şey de kabul etmiyorum. ‘Herkes senin verdiğin sevginin değerini bilebilir mi?’ diyenler oldu. Ben, pazara mal satmaya değil, kimi insanlar artık hiç ışık yanmayacak sandıklarında, onlara en azından bir mum götürmeye gidiyorum.” (A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:212) Kazın ayağı (hiç de) öyle değil, öyle olmamak : O şey hiç de düşündüğün, hesapladığın gibi değil, yanılıyorsun “Sen bana: ‘Evet, ben de seni seviyorum Cemal. Seninle beraber olduğum gün, gün uzasın istiyorum; hiç canım sıkılmıyor. Balıkçı olman, kayıkçı olman arayıp da bulamadığım şey. İstersen serseri ol, bana yetersin,’ diyeceksin. Ama, kazın ayağı öyle değil.” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:12) “Profesör Lombardo kızının probleminin kapanmış olduğuna inanıyordu, daha doğrusu kendini inandırmaya çalışıyordu. Öte yandan Lucia için kazın ayağı öyle değildi... Mario’yu unutmak onun kitabında, daha doğrusu yazgısında yazılı değildi.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:93) “Kel Mıstık çabucak bir cigara yakıp bol bir dumanı üflerken: ‘Öyle değil kazın ayağı, dedi. Arkadaşlara esas vazifeni anlatmadın mı?’ Bozmadı: ‘Ne gereği var?’ ” (O. Kemal, “Üçkağıtçı”, sa:12) “Salih Efendi’nin dilinin altında bir şey vardı. ‘Nesi var bu mancınıkların? Atom neresinde bunların? Bildiğimiz basbayağı iki sütun...’ ‘Öyle değil arkadaşım, öyle değil. Kazın ayağı öyle değil. Hey bre oğul, dünyada neler var, her bir taşın altında neler var, bilinmez.’ ” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:101) Kaz kafalı : ‘Aptal’ ‘düşüncesiz’ ‘anlayışı kıt’ ‘kalın kafalı’ bağlamında, aşağı klas tabakanın ya da taşra halkının özellikle unutkan ya da derslerini çabuk kavramayan çocuklara yaptıkları bir çağrı Bk.: Et kafalı “Kolya kahkahayı bastı. -Vallahi doğru! Hem doğrunun doğrusu. Aferin Alman’a. Gene de kaz kafalı iyi tarafımızın farkına varmamış, ne dersiniz?” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:77) “Sen neden söz ediyorsun? İç savaş Brick. Senin hiçbir şeyden haberin yok mu? Dört yıl oluyor. Ama şimdi sen ortaya çıktığına göre, savaş da yakında bitecek. Savaşı bitirecek llan sensin. Benim adımı nereden biliyorsun? Sen benim takımımdasın kaz kafalı.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:16) “ ‘Kocamdan kurtuldum, özgürüm artık, anlıyor musun, özgürüm! Özgür, özgür, özgür!’ ‘Boşandın mı yani?’ ‘Amaan, öf, sen de ne kaz kafalı şeysin. İnsan üç saatte kocasından boşanabilir mi hiç.’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:99) “-Sen halı dokumak ha? İkizler gürültülü bir biçimde gülüştüler. -Dinle kaz kafalım! Birinci valsi bana ayırmalısın. İkincisini Stuart’a ayıracaksın ve bizimle birlikte yemek yiyeceksin.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:19) “Küçük bir çocukken ve sunakta rahibe yardım ederken, komünyon çanının vidayla tutturulmuş dili yerinden çıkmıştı ve rahip şöyle demişti: ‘Böylece Meleklerle ve Başmeleklerle, cennettekilerin refakatinde Senin şerefli ismini methediyoruz ve yüceltiyoruz; Sana daima şükrediyoruz ve diyoruz ki, Sok şunu yerine, seni kaz kafa ufaklık, sok şunu yerine!’ ” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:15) “Ivich’in aklına bir şey gelmişti. -Ona bir mektup yazarsın, dedi. Daha kolay olur. -Lola’ya mı? Olmaz öyle şey! -Neden, pekala olur. -Ne yazacağımı bilemem. -Ben yazarım sana, kaz kafalı...” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:234) “İhtiyar: -Sabah beri, dedi belki kırk kişi geldi dükkana. Böyle günler olur bazen. Her şeyi istediler: Sakal, saç, yıkama, friksiyon, masaj... Belki de hiç olmazsa üç-beşinin bana memelektimden söz ettiğini sanıırsınız, değil mi? Kaz kafalılar! Tek kelime konuşmadan gazete okuyorlardı..” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:39) “TARLADA <Bulutların Gölgeleri Peşinde’den> --------------Akşam zar zor eve varmak üzereyken kulağına gelir uzaktan birden ağlayış sesleri, feryat ve figan nedenini nasıl bilsin kaz kafan? oysa ki tahsildar, kralcı ahmak, yine vurmuş köyü sıtmadan beter” (Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap, 17.08.06) “Madam Josserand bunu duyduğunda rahatını bozmadı. Ne yani, Berthe’i bir kez evlendirdikten sonra, yine mi aynı işi yapacaktı? Para sorunu yeniden başlamıştı işte. Tüm bunlar kaz kafalı kızının suçuydu.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:114) Kazma (kürek) sallamak : Hızlı bir tempoyla bir kazıya koyulmak; İşçilerin normal olarak toprağı kazmaları; Çalışmak, emek vermek “BAUCIS - Gündüzleri işçiler durmadan kazma kürek sallayarak, boş yere gürültü ediyorlardı. Geceleri küçücük alevlerin kaynaştığı yerde ise, ertesi gün bir set yükseliyordu.” (F.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:298) “İşçiler bir yandan kazma sallarken, bir yandan da uzaktan uzağa onların konuşmasına kulak kesiliyorlar; içlerinden ekip şefi kötü bir oyun peşinde olmasın, diye geçiriyorlar. ‘Bir ekip şefinin bir işçi tarafından pataklanması ilk defa olmuyor ki...’ ” (K. Yacine, “Nedjma”, sa:14) Kazmayı sırtına indirmek : Problemi kökünden çözmek, katiyetle karar vermek “Mutluluk, kendimi mutlu olmaya gereksinim olmadığına inandırmayı başardığım günden sonra yerleşti içime; evet, mutlu olmak için hiçbir şeye gereksinim olmadığına inandığım günden sonra. Bencilliğin sırtına kazmayı indirdikten sonra, herkesin kana kana içebileceğince sevinç fışkırtmıştım sanki yüreğimden.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:142) Kaz yumurtası : Aptal, budala diye nitelendirilen kaz’a kinaye: ‘Kazın yumartasından kaz çıkar’ herhalde. Bir aşağılama, ilenç sözcüğü (Argo) “Şvayk, yatıştırıcı ve inandırıcı bir sesle, ‘Ama, komutanım,’ dedi, ‘herkes akıllı olacak diye bir kanun da yok. Hayatta aptallara da ihtiyaç var; herkes akıl küpü olsaydı bı dünyada sağduyudan geçilmez olurdu ki, o zaman da hepimiz deli çıkardık valla. Mesela, komutanım, herkesin doğa yasalarını bildiğini, herkesin gökcisimlerinin uzaklıklarını ölçebildiğini düşünebiliyor musunuz, canımıza okunurdu! Bizim Kupa meyhanesine gelen Çapek adında bir adam vardı, hepimizi zıvanadan çıkarırdı. Herif meyhanede güzel güzel otururken birden kalkar, dışarı çıkar, gökteki yıldızlara bakıp geri döner, karşısına ilk çıkana, ‘Bu gece Jüpiter ışıl ışıl,’ derdi. ‘Ama sen, cahil herif, elifi görürsen mertek sanırsın, enayi dümbeleği! Dünyadan haberin yok senin, o kadar uzaklara nasıl aklın ersin! Seni bir top mermisine koyup mermi hızıyla göğe fırlatsalar, milyonlarca yıl sonra varırsın oraya, kaz yumurtası!’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:188-9) Kebap yapmak : Kızartmak, ateşte yakmak “Ve parmaklarını, kor halinde kızgın bir ısgaraya bastıracak ve parmaklarının uçlarını ağır ağır kebap yapacaktım. ‘Söyle! Söyle diyorum! İtiraf et!’ Nihayet bu işkenceye dayanamayacak, dili çözülecekti.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:119) Keçeli hücre = ‘padded cell’ : Yakın geçmişlere kadar, birçok memleketlerde olduğu gibi, İngiltere’de, akıl hastanelerinde, sesin dışardan duyulmasını engelleyen, duvarları keçeyle kaplanmış hücre.” “Ertesi gün oda temizleme ve teftiş günü olan Cuma. Ben yine kahvaltıyı reddetmekle itham edildim ve kahvaltı zamanı hala yatakta idim. Ona, kımıldayamadığımı söyledim. Hemşire, ‘Biz şimdi bunu açığa çıkaracağız,’ dedi. ‘Onu, keçeli hücre’ye koyun ve odasını başkasına temizlettirin!’ Keçeli hücrede benim bir iki dakika kalmam gerekirdi....!” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:103) Keçenin dört ucunu salıvermek : Her tür kontrolü elden çıkarmak, elini (ve ağzını) gevşetmek “Ok yaydan fırlamıştı. Katip de salıverdi keçenin dört ucunu: -Maşallah! Bakıyorum mahkumlarla konuşur gibi konuşuyorsun? Elleri arkasında, üstüne yürüdü: -Fazla konuşma, bas git vazifenin başına, bir daha da girme hapisane içine, marş!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:63) Keçeyi suya atmak; Keçeyi suya atmak, çıkan yeri taşlamak : İşi bozulmak, dolayısıyla ümidini yitirmek “Ramiro, iyice keçeyi suya atmış, umutsuzluk içinde kendini eskisinden de çok Gertrudis’in isteklerine bırakmış, yitik bir durumda yaşıyordu. -Evet, şimdi anlıyorum, diyordu, başka yolu yoktu, ama...” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:90) Keçileri kaçırmak : Aklını kaçırmak, deli olmak “Bir aile dostunu bir yana bıraktı, aşırı bağlılık kokuyordu ve alıcısında aşırı beklentiler uyandırabilirdi: ‘keçileri kaçırdı’ deyimini de ‘toptan’ sözcüğüyle güçlendirdi. Şimdi ikinci telgraf kağıdında: ‘Kardeşiniz keçileri toptan kaçırdı.’ yazılıydı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:379) “Biçare köylünün dinlerken parmak ısırdığı bu bir yığın saçmalığı hayli güzel yakıştırıyordu kendine. Bunun üzerine köylü, Don Quijote’nin keçileri kaçırdığını anladı ve onun bu bitmek bilmez nutuklarından kurtulmak için, adımlarını hızlandırdı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:34) “Bebek yok… bebeği kaybettim… bebeği nereye koydum? Buzdolabına mı? Çamaşır makinesine mi? (Hepsinin içine bakar) Dolabın içine mi? Bebeği dolabın içine koymuşum… Ben keçileri kaçırdım.” (D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:63) “Şvayk, en masum bakışı ve en sevecen gülümseyişiyle, kedilerin nasıl öldürüleceğini öylesine ballandıra ballandıra anlattı ki teğmene, hayvanları koruma derneği üyeleri duysalar mutlaka keçileri kaçırırlardı. Üstelik, bu anlattıkları o denli uzmanca bilgiler içeriyordu ki, Teğmen Lukaş öfkesini unutarak sordu: ‘Sen hayvanları anlıyorsun galiba. Sever misin hayvanları?’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:191) “1. KONUK - Çıuldırmış. 2. KONUK - Çıldırmış mı? 3. KONUK - Keçileri kaçırmış. 4. KONUK - Ne yaptığını bilmez olmuş.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:328) “Neyse, seyyar satıcılık yapıyor, mahallelerden de geçiniyordum; anlaşılan zengin bir karı, sesime tutulup keçileri kaçırmıştı. İhtiyar birini çağırdı, avucunu mecitlerle <Osmanlı Hükümdarı Sultan Mecit’in <1839-1861> adına bastırdığı 20 kuruşluk- bir altının beşte biri değerindeki, bugünkü lira büyüklüğünde, gümüşi bozuk para> doldurdu ve ‘Aman,’ dedi, ‘satıcıyı çağır gelsin aman! Göreyim onu, dayanamıyorum.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:107) “Bir hapishaneye beş yıl için mahkum edildiğinizi düşünün. Geçen her gün sizin salıverileceğiniz güne yaklaşırken, bir akıl hastanesinde siz çıkacağınız günü bilmiyorsunuz ve bu konuda aklınızı zorlarsanız, gerçekten keçileri kaçıracağınıza emin olabilirsiniz.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:172) “‘Ey ulu Tanrım, senin işlerine karışmak kimin haddine. Hikmetinden sual olunmaz, biliyorum, biliyorum, ama bu gidişle ben keçileri kaçıracağım.’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:37) “MANGAN, şakaklarını tutarak. - Aman Allahım, burası ev değil, tımarhane. Yoksa ben mi keçileri kaçırıyorum? Mrs. Hushabye ile takas mı yapıyorsunuz? Kocaları değiş tokuş mu edeceksiniz?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:65) “SHANNON - Ama benim son zamanlarda yaptığım gibi gerçek dışı düzeyde yaşayıp, gerçek düzeyde iş görmek zorunda olsaydınız, keçileri kaçırırdınız, keçileri kaçırmak da buna denir.” (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:75) Keçi sakalı; Keçi sakallı : Çenenin ucunda sipsivri, bir kaç tutam sakal bırakma; Öyle sakal bırakan adam “Çopur Mehmet’i, ertesi günü ilçeye indiğinde gördüm. Kaymakamın önünde ehliz ehliz baş eğiyor, seyrek keçi sakalını sıvazlıyor ve yüzyıllardır öşür yasasıyla savaşmış olanlara özgü zekasıyla: ‘Cahalız, bağışlayın, dün siz köye yanaşırken, bizi bir korkudur aldı. Sormayın halimizi.’ ” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:71) “Montana sıradağlarında Bitter Root tepelerinde altın arıyorduk. Walla-Walla’da, kesesinde boş yere harcayacak fazla umut taşıyan keçi sakallı birine raslamış, gereken gereçleri ortaklık pahasına buluşturarak, dağlara kazma sallamaya koyulmuştuk.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:59) “Taksi sürücüsü keçi sakallıydı, saçlarına bir file takmış, küçük bir saç örgüsünü de beyaz bir kurdeleyle tutturmuştu. Sikh olduğunu düşündüm, çünkü kılavuzum tam böyle betimliyordu.” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:15) Keçi suratlı : Zayıf, sivri çeneli, kuru kara yüz yapısı “Sonra yine uzanıyor, her şeyi baştan düşünüyordum. Demek ki Scarpa kaçtı, diyordum. Kaçtı mı, kaçamadı mı? Nerede oturduğumuz Giuseppe’den başka biri var mıydı? Aklıma yağmurun yağdığı gece ve sarhoş meyhaneci geldi. Keçi suratlı herif. Olsa olsa, beni değil Carletto’yu tanırdı. Binbaşı? Hiç kuşkusuz kendini tehlikeye atmazdı o.” (C. Pavese, “Yoldaş”, sa:172) Keçiyolu : Ormanlar ve dağlarda, tepelerde, araca yol vermeyen ve yaya geçilen dar yolcuk, patika “İsveçli Viktor ve Norveçli Axel ile hep birlikte dolaşmayı kararlaştırmıştık. (Bunu öylesine yerine getirdik ki yolun sonunda adımız ‘Sacayak’ oldu.) Viktor çıplak bir lav tepesinin üstünden dolaşıp sonra palmiyeler ve çiçekler arasında kıvrıla kıvrıla yükselen bir keçiyolu göstererek oraya gitmemizi istedi. Kimbilir ne kadar güzel manzaralar görecek, ne kadar garip yerli köylülerle karşılaşacak, başımızdan ne serüvenler geçecekti.” (J. London, “İntihar”, sa:118) “Daha içten dönemlerde savaş bakanlığı olarak adlandırılan, son dönemde ise savunma bakanlığı olarak anılan ilgili bakanlıktan gerekli talimat(lar) verilerek sınır boylarına yerleştirilen ordu birliklerinin görev alanları yalnızca anayollarla, özellikle de komşu ülkelere giden otoyollarla sınırlandı, böylelikle tali yollar kuş uçmaz kervan geçmez bir hal alıyor, doğal olarak ara yollar, patikalar, keçiyolları da kontrol dışı kalmış oluyordu.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:59) “Sabahın on biri olmasına karşın, bunaltıcı bir sıcak vardı. Bir kaçma yolu arayarak büyük bir dikkatle dört bir yana bakan Fabrice, tarlaların arasındaki küçük keçiyolundan çıkıp, anayola gelen toz toprak içinde on dört, on beş yaşlarında bir genç kız gördü. Kızcağız mendilinin altında çekine çekine ağlıyordu. Üniformalı iki jandarmanın arasında yayan yapıldak ilerliyordu, üç adım arkasında da gene jandarmaların arasında, bir dinsel kafileyi izleyen bir vali gibi azametli havalar takınan kupkuru, uzun boylu bir adam yürüyordu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:101) Q.E.D. : (kısalt.) : (LAT.) quod erat demonstrandum <kuo’d erat demonstrandum> : Kanıtlanması gereken buydu Q.E.F. : (kısalt.) : (LAT.) quod erat faciendum <kuo’d erat faki’endum> : Yapılması gereken buydu Keder basmak : Kaygılanmak, üzülmek, deprese hissetmek “Delikanlı gerçekten kafayı vurmuş, oturduğu kanepede birden sızıvermişti. Kendinden geçmesi sadece sarhoşluktan değildi, nedense birdenbire keder basmış; onun söyleyişiyle ‘canı sıkılmıştı’.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:122) Kederinden ölmek : Çok üzülmek, çaresiz hissetmek “Bey kederinden ölüyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Çadırından çıkmıyordu. Kimseyi görmüyordu.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:139) Kedi gibi dört ayağı üzerine düşmek : Pratikten de bildiğimiz gibi, kediler yüksek yerlerden düşseler bile, ciddi olarak yaralanmaksızın dört ayakları üzerine düşerler. Kediye karşı bu sevgi-güven-arzu, herhalde onun Hz.Peygamberi sokmak üzere olan bir yılanı yiyip yutma rivayetinden gelmedir sanıyorum. (Fig.) Talihli olmak “... Sizin gibi asker kaçakları ise ellerini kollarını sallaya sallaya ortalıkta dolaşıyorlar. Daha geçen hafta buraya gelip sizi sordular gene. Sizden daha çok dikkatli olduğumuz halde, başımız dertten kurtulmuyor. Kedi gibi dört ayak üstüne düşüyorsunuz hep.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:144) Kedi gibi ıslanmak : Suyla yıkanmayı hiç sevmedikleri halde en kolay ıslanan evcil hayvan “Maren gözlerini açınca: ‘Eyvah, kedi gibi ıslanacağız!’ diye bağırdı. Trude gülüyordu. ‘Sen yalnızca biraz ellerini çırp; ama dikkat et, bulutları parçalama!’ ” (Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:46) Kedi gibi vurgun : Seven, sokulan, mırıldıyan bir kedi gibi aşık “LOMOF (Heyecanlı.) - Muhterem Stepan Stepanoviç, siz ne dersiniz, acaba kendilerinin kabul ve iyi niyetle kabullerine erişebilecek miyim? ÇUBUKOF - Elbette öyle, özellikle öyle arslanım, ve... ya birden razı olmazsa!... Sen merak etme, o da sana vurgun. Ne derler ona, bir kedi gibi vurgun... Şimdi geliyorum! (Çıkıp gider.) (A. Çehov, “Teklif”, sa:13) Kedi karşısında korkak bir fare gibi hissetmek : Heyecan ya da suçluluk, yetersizlik hislerinden, kedi karşısında bir fare gibi titremek “Yaşlı koca, oflaya puflaya içeri girdi; karısını yaşlılara özgü makamlı bir sesle selamladı. Sanki bir yük odun getirmiş gibi koltuğa yığıldı.Boğuk, uzun bir öksürük işitildi. Biraz önce öfkeden kaplan kesilmiş olan İvan Andreyiç, şimdi bir kuzulaştı; kedi karşısındaki korkak bir fare gibi büzüldü.” (F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:41) Kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak : Başkasının elinde oyuncak olmak, tabi olmak “Seniha, boş zamanlarında Hakkı Celis’i yakalıyor ve onunla bir kedinin bir fareyle oynayışı gibi oynuyordu. Zavallı çocuk bir an geldi ki, adeta yeniden ümide düşer gibi oldu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:95) “Bu noktada direnecekti, o Hourtiguere değildi. Ivich tatlı bir sesle: -Seninle, kedinin fareyle oynadığı gibi oynadığı biraz da doğru ama... dedi.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:232) “HECTOR, Ariadne’ı omuzlarından kavrayarak Randall’dan uzaklaştırır, sonra bir eliyle boğazını sıkar. Bana bak Ariadne! Bir de bana saldırmayaa kalkarsan seni boğarım, anlaşıldı mı? Karşı cinsten biriyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak güzel oyundur. Ama ben seni öyle üterim ki bu oyunda, neye uğradığını şaşırırsın.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:114) Kediye keman çaldırmak : Kabul olunmayacak duaya amin demek cinsinden; yapılması zor ve gereksiz “Mrs. HARDCASTLE - Bunda benim ne suçum var? Zavallı çocuk her zaman bir işe yaramayacak kadar hastalıklıydı… Hele biraz güçlensin de bir iki yıl Latince okusun, kim bilir ne olur? HARDCASTLE - Latince okuyacak, ha? Kediye keman çaldır, daha iyi! Yok, yok; onun gideceği okullar birahaneyle ahırdır.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:17) keel : (DEN.,KOLL.,İNG) <kil> : 1) Gemi omurgası, teknecik; alobara olmak, gemiyi karina etmek (gövdede su düzeyinin işaretlenmesi>; keelhaul : ceza olarak birini geminin altından geçirmek; şiddetle azarlamak; false keel : kontra omurga; on an even keel : başta ve kıçta çeltiği su ayni seviyede; keelage : liman resmi; 2) altı düz mavna, 21 tonluk kömür ölçüsü (İngiltere) keen : (DAVR.,İNG.;IRISH) <ki’n> : 1) Çok sivri ya da keskin; keskin,kuvvetli, canlı; keen on : çok hevesli, meraklı; gözü açık, şeytan, zeki; keen edged : keskin ağızlı bıçak; keen-eyed : gözü keskin; keen on acting : aktörlüğe hevesli; keen set - for : hevesli, arzulu; keen-sighted : gözü keskin, bakışı nüfuz edici; keen-witted : keskin zekalı, anlayışlı, zeki; keenly : şevk ile; 2) Ölü peşinden feryat, ağıt (İrlandalı); ağlayıcı (Yeni Redhouse Lügati) Kefalet : (HUK.,KOLL.) : Borcunu ödeyemeyen biri için yasal olarak güvenilebilecek daha muteber biri tarafından nakit ya da senet vererek kefil olma eylemi “Jean Valjean, ona doğru döndü ve çok yavaş bir sesle hızlı hızlı: ‘Bana üç gün süre veriniz,’ dedi. ‘Bu zavallı kadının çocuğunu alıp getirmek için üç gün. Ne kadar kefalet gerekiyorsa öderim. İsterseniz benimle birlikte gelirsiniz.’ ‘Alay ediyorsun!’diye bağırdı Javert. ‘Bak hele, senin aptal olduğunu hiç sanmazdım! Sıvışıp gitmek için üç gün istiyorsun benden! Bu sokak kızının çocuğunu alıp getirmek için gidecekmiş! Oh! Ne ala! Bu çok iyi doğrusu!” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:469) Kefaret : İşlenmiş sanılan günahların affı için Tanrıya niyaz etme; Cezasını ödeme “Benimkinden daha büyük olan Justine’in budalalığı gizli bir kefaret isteğinden geliyordu; ya da belki birbirimize sımsıkı kenetlenmiş olduğumuzdan ancak büyük bir yekinmenin <eyleme girişmek> adi akıllarımızı başımıza getireceğini hafifçe sezinliyorduk. İşaretler, uyarılarla dolu günler yaşıyorduk, tedirginliğimiz oradan kaynaklanıyordu.” (L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:154) “Dostum cevap verdi: ‘Yüce Tanrının eşsizliğine ve eski dostluğa ant içerim ki, alıştığımız ve bildiğimiz usulden konuşulmadıkça rahat soluk alamam! Dostun kalbini kırmak cahilliktir ama yeminin kefareti kolay iştir! <O dönemde yemin bozulduğu takdirde, günahtan kurtulmak için üç gün oruç tutulur ya da on yoksulun karnı doyurulurdu.> Ali’nin Zülfikar’ı kınında, Sa’di’nin dili damağında kalsın, bu olacak iş değil! Doğru yola da, doğru görüşe de uygun düşmez!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:27) “Birbirimizin merhem sürersek yarasına Dağlanmış yüreklerin tez iyileştiğini! Senin suçun denk geldi kendi kefaretine: Seninle karşılıklı ödüyoruz rehine.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:120, sa:281) Kefenin daha ağır basması : (HUK.,KOLL.) Adalet kefesi, bazen’haklı’lığı, orantısız şiddetinden dolayı ‘haksız’a döndürür ve mazlum, re-habilite edilmesi yerine, ‘kıdemli mahkum’ olur. Ama, ‘yasa, yasadır, ihlal etmeseydin!’ “Sonra kendi kendine sordu: Yaşadığı bu kötü sonlu hikayede, kusurlu olan bir tek kendisi miydi? Önce, işçi olduğu halde işsiz kalması, çalışkan olduğu halde ekmek bulamaması acıklı bir durum değil miydi? <Yani, iş bulamaması tüm kendi kusuru muydu? Ya Devletin görevi?> Sonra, kuısur işlenmiş ve itiraf edilmiş olsa bile, ona verilen ceza gaddarca ve aşırı değil miydi? Kanunun bu cezayı vermekle yaptığı kötülük, suçlunun o suçu işlemekle yaptığı kötülükten daha büyük değil miydi? <Açlıktan ekmek çalmak?> Terazinin kefelerinden biri, cezanın bulunduğu kefe daha ağır basmıyor muydu?” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:155) Kefeni yırtmak : Ölümcül, ağır bir kastalıktan ya da çok zor bir durumdan kurtulmak; Ölümden dönmek “Pozzi’ye acil kan nakli yapılmış oldu, ama bu, kefeni yırtması demek değildi. Belki o andaki krizi atlatacaktı, ama uzun vadeli olasılıklar hala kuşkuluydu.” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:98) “-E, nasılsınız bakalım? İyi misiniz? -Hiç sorma, iyi değilim. Yakınlarda bir hastalık atlattım. -Ne hastalığı? -Evet, bir ay kadar ateşler içinde kıvrandım. Öleceğimi sanıyordum, ama sonunda kefeni yırttık.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:16) “-Aman haa!.. Geri kalanlarımızı da bu yolda kıracaklar demek... Halk Partisine sığınıp kefeni yırtan ittihatçı döküntülerini... Kimleri yazmış listeye...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:42) “Levin, girintili çıkıntılı, sert toprağa güneşte yanmış ayaklarıyla basarak tırmıkla tahılları toplayan zayıf bir köylü kadına bakarken düşünmeye devam ediyordu: ‘Çok iyi tanıdığım şu ihtiyar Matryona (yangında üzerine çatı kirişi düştüğünde ben bakmıştım ona) niçin didiniyor böyle? O zaman yırttı kefeni iyileşti; ama bugün -yarın, ya da on yıl sonra gömecekler onu.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:690) Kefen parası bile kalmamak, olmamak : Çoğu fakir, hayat boyunca geçinme güçlüğü çekmiş muhafazakar kimselerin zihinlerini meşgul eden korku; fakirlik alameti “Yanında getirdiği ve bir zamanlar dolu olan ziynet kutusunda sadece iki parça kalmıştı: Elmaslı bir broş ve anneannesinin elmas yüzüğü. Bunlar da elinden gittiği zaman, hayatta hiçbir güvencesi ve deyim yerindeyse kefen parası bile kalmayacaktı.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla!nın Evi”, sa:145) Kefere : Kafirler, müslüman olmayan kimseler “İlk trenler gidip gelmeye başladı. Şose, demiryolunun yanı sıra gidiyor. Trenler yaklaşınca, çalıların arkasına çömeliyorum. Yaya gittiğimi ahbaplar görmesin diyerek... Keferenin birinde küçük bir hesap vardı. Maksadım onu almak... Biraz da borç isteyeceğim... Müslümanlardan ümit bekleme... Gazeteler dersen ben içeri girince, takım taklavat, abdesthaneye kaçıyorlar. Herifler haklı... Fizan’ı boylamak işten değil...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:161) Keh keh keh : ‘Kah kah kah’, ‘güleyim bari’ bağlamında “Ha, ne diyordum? Güzel perimiz sabah sefası yapıyor, demek ki. Profesör ile ben de banyomuzu aldık, kahvaltımızı yaptık, dostları ziyarete çıktık. Bizim profesörle başım belada, kuzenim, size biraz dert yanayım. Onu yakında mahkemeye vermezsem adam değilim. Keh keh keh! Başımıza özgür düşünceli Voltaire kesildi.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:43) Keka : Gel keyfim gel; Ense yapmak (Argo) “Misis Trotter: -Anladım efendim, anladım, diye karşılık verdi..... Peki, bana ne gibi bir görev düşüyor? Bu üç bim serseriyi birer birer mi, yoksa toptan mı geri çevireceğim? -Hiç merak etmeyin. Sizin işiniz keka! Sakin bir otelde oturup keyfinize bakacaksınız.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:14) Kekeç : Kekeme “... Senin gibi acemileri buldular mı... Herif asıl adamdı? -Sıska... Sapsarı... Az aksıyordu galiba... Biraz da kekeme... -Bildim! Vay namussuz Kekeç İbiş... Kekeçliğine bakmadan, bir de adamı mı dolandırmakta! Allah belasını versin!.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:139) Kekliği ürkütmeden yolmak : Etrafa telaş vermeden, sessizce başarılı olmak “PANDOLFO - Az kazanmakla iktifa ediyorum. Bugün iki zekkino kazandım; fazlasını istemedim. RIDOLFO - Bravo, kekliği ürkütmeden yoluyorsunuz. Kimden kazandınız?” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:7) Keklik gibi avlamak, toplamak : Avda vurulmuş keklikleri ya da (onlar gibi) savaşta vurulup ölenleri toplamak; garanti-kolay av Bk.: Çantada keklik; Keklik kafeste “Sonra Efe kızanlarını kendi eliyle teker teker kayalıklara yerleştirdi. Öylesine yerleştirdi ki kayalıklarda sarılmalarına, vurulmnalarına imkan yok. Bol da cephaneleri var. Sait Paşayı, askerlerini keklik avlar gibi avlayabilirler.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:69) “Cabbar: ‘Asım Çavuş bizi kıstırmıştı. Kurtulduk çok şükür.’ Memed: ‘Korkak adammış. Yoksa hepimizi teker teker keklik gibi avlardı.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:171) “Boğuk feryatlar, sağır vuruşlar: gürültü sokaktan geliyordu. Teğmen gülümsedi: -Belediyede bulduğum kuşları şarap mahzenine kapattım, dedi. Yer biraz dar ama, bir gececik, bir şey olmazlar. Bir gececik: yarın sabah Almanlar bizi temize havale ettikten sonra onları oradan keklik gibi toplarlar.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:214) Keklik kafeste : İş garanti, (özellikle kadın hakkında) garanti elde Bk.: Keklik kapana girdi “Dük, av bekçisinin defterinden bir yaprak kopararak: Jeanne Gerta Leviail adını yazdı ve: -Bu ada bir pasaport çıkartmaya bakın, dedi. -Saat dokuz daha, belediye başkanı meyhanededir; gider bu oyunu oynarım ona. Akıl danışmaya papaza gitmezse, keklik kafeste demektir. (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:61) Keklik kapana girdi : Avımı nihayet yakalayıp kafese koydum, işler yolunda “LEANDRO - Yalnız bir kakao. Ondan sonra kim oyundan bahsederse bir duka versin, tamam mı? EUGENIO - Pekala, bir kakaosuna, haydi gidelim. (Kendi kendine.) Ridolfo beni görmese barii. LEANDRO, kendi kendine. - Keklik kapana girdi. (Eugenio ile birlikte oyun salonuna girer.)” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:56) Kekre : Buruk, acı, ekşimsi bir tat duyusu “YERYÜZÜ AYETLERİ -----------------------------zehirli, kekre buharlarıyla alkol bataklıkları miskin aydınlar kalabalığını derinliklere çekip sürükledi ve sinsi fareler altın yaldızlı varakları köhne dolaplarda kemirdi” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:79) “PURO Kocaman puro. İçeri taşındı zincirli üç bakımsız çocuk köle tarafından. -------Yoğun, kekre bir duman birdenbire doldurmaya başladı düzgün ve uyumlu içini lokantanın. Avizeler düştü parçalanarak; karanlıkta şarap şişeleri aceleyle mahzene döndü” (Geoff Hattersley<d.1956>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 18.01.07) “ ‘.... biz hemen çoraplarımızı çıkarır, sırt üstü yere yatar ve çıplak tabanlarımızı dövüştürürdük. Hiç sesimiz çıkmazdı; ben gözlerimi yumarr, Emine’nin sıcaklığının, tabanlarından benim tabanlarıma geçtiğini, yavaş yavaş dizlerime, karnıma, göğsüme doğru çıktığını, içime dolduğunu hissederdim; o anda öyle bir haz duyardım ki, bayılacağımı sanırdım. Kadın bana, bütün hayatım boyunca, bundan daha kekre bir haz vermemiştir; kadın vücudunun sıcaklığındaki sırrı hiç bir zaman bu kadar derinden hissetmemiştim ve şimdi, yetmiş yıl sonra hala gözlerimi yumar, Emine’nin sıcaklığının tabanlarımdan bütün vücuduma, bütün ruhuma yükselerek dalbudak saldığını hissederim.’ ” (Nikoz Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:41) “İliğine kadar İngiliz olduğu halde bu vahşi manzaranın yüreğinin derinliklerinde coşku uyandırmasına ve o geçitlere, o uzak tepelere, daha önce yalnızca keçilerle çobanların gittiği o yerlere bir başına yürüyüşler tasarlayarak bakıp durmasına..... ve sokakların keskin kekre kokusunu arzuyla burnuna çekmesine kendi de şaşıyordu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:85-6) Kel, Kel kafa, Kel kafalı : Kafası kabak, saçları kısmen ya da tamamen dökülmüş kimse; Kuusurlu, özellikle parası olmayan kimse (Argo) “Müfettiş Maksimov, Pavel’in vak’asına bakan adli soruşturma görevlisi, köylü kadınlar gibi tostoparlak, kel kafalı biri, yerine rahatça oturana kadar homurdanıp duruyor, masanın üzerinde duran kalın dosyayı açıyor, kendi kendine mırıldanarak, ara sıra başını sallayarak uzun uzun okuyor.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:39) “ALTMAYER - Hele şu kel kafalı şişkoya bakın! Bu facia onu şefkat ve merhamete getirdi. Karar şişmiş farede, aynen kendi aksini görüyor. (Faust’la Mephistopheles içeri girerler.)” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:103) “Bu soylu, ince uzun yüzlü, çok zayıf bir çocuk idi. Namuslu bir rahibin oğlu, kendini dine adamış çok vicdanlı bir adamın oğlu idi. Adrien’i uzaktan gören ilkokul arkadaşı, Rahibin oğlunu ona gösterdi: -İşte bak benim şu çocukluk arkadaşım. ‘Büyük Adamların yaşamları’ ile ilgileniyor. Annesi çamaşırcı, kendisi de çırak, en büyük eğlencesi ‘Ünlülerin Yaşamı!’ Şu bizim eski Rumen atasözü ne güzel der: ‘Kel’in eksiği boncuklu bir takkedir.’ Rahibin oğlu, arkadaşının bu kaba yorumundan bayağı rahatsız oldu. Hele kulaklarına kadar kızaran Adrien’i görünce, daha da bozuldu.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:122) “Semyon, delik deşik kasketini de çıkarıp giydirecekti adama, ama başının üşüdüğünü hissetti ve ‘Benim kafa tamamen kel, onunsa kıvırcık, uzun saçları var,’ diye düşünerek şapkasını geri giydi. ‘Ben en iyisi şu çizmeleri giydireyim ona.’ ” (L. Tolstoy, İnsan Ne İle Yaşar”, sa:21-2) Kelam : Söz, laf, değerli (edebi, sanatkarane) söz “EY İNCİ DOLU ÜLKE ----------------------------fethettim evet fethettim şimdi bu fethin sevinciyle aynanın önünde, iftiharla, 678 veresiye mumu yakıyorum. Ve rafa zıplayıp çıkıyorum ve izninizle Hayatın yasal faydaları üzerine İki çift kelam etmek istiyorum huzurunuzda” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:58) “MANYEFA - Tanrı bilir ama kul da sezer. Gözlüye gizli yoktur. Görenedir görene, köre nedir, köre ne? MATRİYOŞA - İşittin mi Lubenka? MADAM T. - Çenenizi tutun. Maşenka, köpeği dışarı çıkar. MANYEFA (Koltuğa oturtulurken.) - Gafile kelam, nafile kelam. Bin bilsen de bir bilene danış.” (A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:88) Kel baş : Saçı tümüyle dökülmüş, cascavlak kafa. En basit görüşle, yakışıksız, (Kel ya da fodul olmak), bir güzellik unsurundan masun, hatta zavallı anlamında kullanıldığı gibi, Keloğlan masalında olduğu gibi, kelliğine karşın, zekası kafası gibi pırıl pırıl anlamında da kullanılır. Eski bir rumeli hikayesi şöyle der: İki dost ama rakip komşu erkekten biri çocuğu kuvvetliolsun diye hep koyun eti yedirirmiş, onu pehlivan yapacakmış; ama komşusu oğlunun kafasını hep kel gibi kısa kesmiş, kazımış, sonunda o çok daha zeki, sağlıkle ve başarılı bir genç olmuş Bk.: Kel kafa “SEZAR - Roma’nın en ünlü hazinelerini unutuyorsunuz, dostum. Onları İskenderiye’den satın alamazsınız. APOLLODORUS - Bunlar nedir, Sezar? SEZAR - Gel, Kleopatra, beni bağışla, hayırlı yolculuklar dile. Sana bir adam yollayacağım, tepeden tırnağa Romalı, en soylu romalılardan... Bir bıçak darbesiyle koparılacak kadar olgun değil; kolları cılız, yüreği soluk değil; kel başını bir fatihin meşe yapraklarıyla örtmüyor.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:158) Kel başa şimşir tarak : Mali kudretinin üstünde birşeyler satın alma. Gereksiz, alanının dışında ve üzerinde şeylerle uğraşma “Her nedense bu bizim Ağa, kasabaya ortaokul yapılması aleyhindeydi. Ağayla bunun tartışmasını yapıyorduk. Hiç bir şey söylemiyor, yalnız: ‘Kel başa şimşir tarak, şimşir tarak,’ deyip duruyordu.’” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:145) “... bellibaşlı ve biricik tutkusu, bilime olan sevgisiydi. Ona bu tutku nereden gelmişti, bunu şimdi bile anlayamıyorum! Bu, ona, kel başa şimşir tarak gibi yakışıyordu.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:88) Kelebek boyunbağı : Genellikle resmi toplantı ve merasimlerde, kravat yerine, lastik uzantılı ve boyuna takılan, siyah, kelebek tarzında yapılmış bir giysi Bk.: Papyon “Ze Oroco, tepeden tırnağa iyilik olan adama bakıyordu. Bütün ressamlara yardım ederdi. Birçoklarının karşılığında ona nankörce davrandıkları söylenirdi. Bir an büyük kelebek boyunbağına baktı, dünyanın en büyük kelebek boyunbağıydı ve niçin böyle bir boyunbağı taktığını düşündü. Ama yanıt bulamıyordu. Sanatçıların dünyasında, herkes aklına eseni yapardı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:23) “ ‘Budala değil o. Edmundo dayı bir bilgin. Büyüdüğüm zaman bilgin ve şair olmak, kelebek boyunbağı takmak istiyorum. Kelebek boyunbağımla resim çektireceğim.’ ‘Çünkü insan, kelebek boyunbağı olmadan şair olamaz. Edmundo dayı bana dergilerdeki şair resimlerini gösterdi, hepsinin kelebek boyunbağı var.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:16) Kelek : Birçok koyun derisinin şişirilerek bir araya getirilmesiyle oluşan nehir taşıt vasıtası; Ham kalmış sulu meyva, örneğin kavun, karpuz “DELİ -... Hah, ha! Gülmekten yoruldu... Hah ha! (Çağırıyormuş gibi) Benozzo, dördüncü kattaki arkadaşımız sana, ‘gülsün bakalım, nasılsa kendisine bir giren çıkan yok,’ diyor... Ama kendisiyle müdürü için çok kelek bir durummuş... Hah... ha... ha... Bertozzo onlar karşılıklı geçip uyuzlarını kaşısınlar diyor... Hah...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:17) “Dicle’de kelekler var. Egil’den Diyarbakır’a odun taşıyor bu kelekler. Yapılışları çok ilginç: bir kelek, birçok koyun derisinin şişirilerek bir araya getirilmesinden meydana geliyor. Sonra iki kürek takılıp bırakılıyor suyun akıntısına.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:10) Kelepir : Ucuz, haraç mezattan alınma meta “Bir duvarında İvan İlyiç’in pek beğendiği kelepir saatın asılı olduğu yemek odasına girince orada papazı, törene gelen birkaç tanıdığı ve İvan İlyiç’in yetişkin kızını gördü. O da karalara bürünmüştü.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:31) “Carlos benimle buluşmayı hemen kabul etmişti. Tipik alaycı tavrıyla, sigortasının ücretimin yüzde doksanını ödeyeceğini ve böyle bir kelepiri kaçıramayacağını söylemişti. Üstelik herşeyi bir kes denemek isteyen bir insandı ve daha önce bir psikiyatrla hiç konuşmamıştı.” (Irving D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:88) Keleş : Uyuz, tüyü dökülmüş; Doğru olarak: Çok güzel, yakışıklı “Gerçi evi korumak için bir kedi kalmıştı -Arhont’un yaşlı bir ağabeyi- ama o, artık bir korkuluktan, bir vakitler damlar üstünde fazla cirit atmak yüzünden sıska ve keleş bir hale gelmiş bir kediden başka bir şey değildi.” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:80) Keli : Tarlaları birbirinden ayıran boşluk “Kuşluktan beri babasıyla tarlada patates söken Taraska bu sırada gür bir meşe ağacının koyu gölgesinde mışıl mışıl uyuyordu. Oğlunun yanında oturan babasıyla koşumdan çözerek ayaklarını kösteklediği atına bakıyordu dönüp dönüp. Yabancı bir tarlanın kelisinde oynayan at bir de bakmışsın yulafa, ya da başkasının çayırına girivermiş.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:116) Kelime-i Şahadet : (DİN,ARA.): Şahadet: Şahitlik;tanıklık; Şahitlik sözcüğü “Kelime-i Şahadet: ‘Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Rasuluhu.’ (Ben, kesinlikle tanıklık ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine kesinlikle tanıklık ederim ki, Muhammed, Allah’ın kulu ve elçisidir.) sözünü dil ile söylemek, anlamını kalp ile doğrulamaktır.” (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:90) Kelime-i Tevhid : (DİN,AR.) T e h v i d sözcüğü: ‘Vahdet’den gelir: Birleştirme, birkaç şeyi bir etme; İslam.: ‘La ilahe sözünü tekrar etme “Kelime-i Tevhid : ‘La İlahe illallah, Muhammedün Rasulullah.’ (Allahtan başka ilah yoktur. Muhammed (s.a.s.), onun elçisidir) sözünü söylemektir. Bu sözü dile ile söyleyen, kalbi ile doğrulayan kimse ‘mü’min’ olur.” (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:90) Kelimenin tüm anlamıyla : Söz konusu olan sözcüğün yüzeysel anlamının çok yoğun ve kapsamlı yorumu “Henri Beyle’nin babası, ya da oğlunun ve can düşmanının deyimiyle “soysuz babası”, kelimenin tam anlamıyla dar-kafalı, taşralı bir burjuva, cimri, katı bir mantıkla hareket eden, paranın büyüsüne kapılmış, Flaubert’in ve Balzac’ın bize bütün çıplaklığı ile anlattığı taşralı burjuvanın tipik bir örneğiydi. (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:165) Kelime oyuunları : Kelle : Baş, kafa Bk.: Cinas (Argo) “MAMA -... Kraliçe şapkanla gözlerini örtmerni istedi, çünkü... kelleye bak kelleye... (Şapka zor geçer.) Hanımcığım kafası çok büyük, şapka kapatmıyor. Amma kelle ha... Celladın eline geçse herif keyfinden dört köşe olur... İşte oldu...” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:64) “NE MÜMKÜN REBAPÇIYI DURDURMAK ---------------------------------------------------------Art niyetli kayalar soğuk davranıyorlar birbirlerine. Kopup düşen her bir taş onlardan birisinin kellesidir genelde.” (Nikolay Kınçev<1936-2007>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.07.09) “MÜZİK ----------Askeri bandomızıka orta yerde durur, Çatlak, cırtlak ezgiler ve sallabaş kelleleri... -En öndeki sıralara kodamanlar kurulur, Noterin kafasında vergi dalavereleri...” (A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86) “Oğlan -çünkü günün modası bir bakıma gizlese de cinsiyeti sugötürmezdi- çatı kirişlerinden sarkan bir Mağribi kellesine kılıç sallamaktaydı. Kelle eski bir futbol topunun renginde ve çökmüş avurtlarıyla bir hindistancevizinin üstündeki tüyleri andıran bir iki tutam sert, kuru saçı saymazsak, eski bir futbol topunun biçimindeydi.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:17) Kelle avcılığı yapmak : Birinin kellesi (hayatı) için kontrat yapmak; Özel bir gaye, hedef için angaje olmak “Derken, günün birinde, üst düzey mevkiler için kelle avcılığı yapan bir Fransız, otelde şunları söyledi ona: ‘Bu alemde en yalnız insan kimdir, bilir misiniz? Meslek hayatında başarıya ulaşmış, son derece yüksek maaş alan, hem üstündekilerin hem altındakilerin güvenini kazanmış, ailesiyle tatillere çıkan, çocuklarının okul görevlerine yardım eden...’ ” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:79) Kelle gitti : Hapı yuttuk, işi tümüyle kaybettik; Eski Osmanlılarda bir başarısızlıktan ya da suçtan ötürü hayataını kaybetme: kellesini cellada teslim etme “Hiç şakadan anlamazlar. İçi dümdüz, kupkuru, tıpkı o gün buraya gelirken hapishaneye yaklaşınca gözüme çarpan duvarlar gibi… Fakat akıllı, kafalı bir adam… Eh, gitti şu kellem, Aleksey! ….. Adam sen de… Seninle hep olur olmaz şeylerden, şu mahkemeden filan konuştuk ama en önemli konuya dokunmadım ben. Yarın mahkemem var ama ben ‘kelle gitti’ derken bunu kastetmedim. Kafama değil, ne olduysa içine oldu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:134-5) Kelle götürmek : Prensip olarak yaygınlığını orta çağlardan ve Osmanlılardan almış bir sözcük. Yani, başarısız bir kumandan ya da vezir, veya bir halk düşmanı yakalandığında kellesi kesilir ve bir sini üzerinde başkana takdim edilirmiş. (Çok daha eski zamanlardan, Aziz Yahya’yı da anımsayın!) Bunun ötesinde, kolokial olarak, ‘çok acele olarak biryerlere gitmek’ bu sözcüklerle ifade edilir. “ALTIN SAÇLI İREN ---------------------------En sefil zevklerin sefa sürdüğü, Nicedir asilerin kelle götürdüğü, Bu diyarın kraliçesi misin sen?” (Philippe Chabaneix<1898-1982>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.01.03) Kelle koltukta : Büyük bir cesaretle, hayatını tehlikeye atarak yapması gerektiğine inancını ve gayretini sürdürmek Bk.: Kelleyi koltuğa almak “Çok geçmeden benden de bahsedildi masada; anlaşıldı ki, dağa tırmanmada yaptığım ün henüz kasabada unutulmamış. Kelle koltukta pek çok dağa tırmanma olayı, uçurumlara dehşet verici yuvarlanmalar bir efsane havasu içinde anlatıldı, anlatılanlardan yadsındı bazısı ya da doğrulukları savunuldu.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:41) “Galip alışkanlıkla dinledi: ‘Bu miskin ülkeyi adam edecek askeri harekata ihanet ettiğin için değil, senin yüzünden rezil olan o yurtseverlik işine girişen o gözüpek subaylarla, sürüm sürüm süründürülen o mert insanlarla sonraları alay ettiğin, üstelik yazılarında kışkırttığın bu maceraya, onlar kelle koltukta giderken..... hayır hepimizi, bütün bir ülkeyi kandırdığın için..... yıllarca ve yıllarca bana yutturabildiğin için öldüreceğim seni.’ ” (O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:360) “KÜHEYLAN Uçurumun ağzından uçurum kıyısına Kamçıladığım bu at dört nala koşturuyor Hava dar geldi bana göğsüme sığmaz oldu Yudum yudum içime çekiyorum rüzgarı Sanki kelle koltukta gidiyorum, coşkuyla Sanki gözlerim açık ölümcül bir yoldayım” (Vladimir Visotsky <1938-1980>-Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.05.05) Kelle kulak yerinde : Gösterişli, giyim kuşam, davranış, etkin konuşmalı kimse; iri yarı, pehlivan yapılı erkek “Şimdilik üstümü çıkarmadan uzanmış karımı bekliyordumi çarşaf falan getirirdi herhalde. Battaniyeler yündü, yeşile çalıyordu, bir parça eskimişti; Üzerindeki desenler -top oynayan ayılar- top oynayan insanlara dönüşmüş, çünkü ayıların yüzleri artık tanınmaz olmuştu; birbirlerine sabun köpükleri atan, kelle kulak yerinde pehlivankarikatürlerinebenziyordu..” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:72) “Müfettiş dediğin Cezaevinde tutuklu Kudret Beğ gibi olurdu. Boylu poslu, kelle kulak yerinde, baktı mı insanın yüreğini ağzına getiren...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:146) Kellesini kurtarmak : Canını kurtarmak, kendi çıkarlarını ön plana almak, problemlerinden arınmak “ ‘Bir yerinden Kien’in cüzdanını çıkardı ve törenli bir sunuşla ona verdi. ‘Aptal değilim ben! Onların kellesini kurtarmak için deliğe girecek değilim.’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:229) Kellesini vurdurmak, vurmak : Kafasını kestirtmek, öldürmek “Kellesini vurun şu seyisin. Kellesini vurun şunun! Mademki bize düşmanlık eder, mademki ekmek yediği sofraya bıçak sokan odur, kellesini vurun, koltuğunun altına koyun ki ağzının tadını bellesin.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:23) “Lucrecia’ya Atlas’ın önünde eğilmesini söyledikten sonra Atlas’a da Lucrecia’ya binmesini buyurdum. Ama bir türlü beceremedi; kim bilir belki benim varlığımdan tedirgin olmuş, belki de gücü yetmemişti. Lucrecia’ya kararlılıkla yaklaşıyor, girmeye çabalıyor, ama bozguna uğrayıp soluk soluğa geri çekiliyordu. (Sonra baktım Lucrecia bu olayı belleğinden silip atamıyor, Atlas’ın kellesini vurdurdum.)” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18-9) Kellesi pahasına : Kellesini, başını tehlikeye atarak “Bu konuda İngiltere’nin ve daha birçok memleketlerin adaleti, öğrencileri yetiştirecek yerde döven kötü öğrencilere benziyor. Hırsızlara en ağır cezaları verecek yerde, toplumun bütün üyelerine yaşama olanaklarını sağlasanız ve kimse kellesi pahasına çalmak zorunda kalmasa daha iyi olmaz mı?” (Th. More, “Utopia”, sa:24) Kellesi uçmak, Kellesini uçurmak : Kafası kesilmek, idam edilmek “Bir rahip bir gün idam mahkumunu ziyarete geliyor. Kellesi uçacağı için, dizleri üstüne çökmüş, dudakları bir ad söylemek istiyor: ‘Tanrım, tanrım,’ sözüne gizlenmek için çılgın gibi yere atılıyor.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:39-40) “Don Quijote bütün bunları kımıltısız seyrediyordu. Adamın yere düştüğünü görünce, atından atlayıp üstüne çullandı, kılıcını gırtlağına dayayıp pes etmesini, yoksa kellesini uçuracağını söyledi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:59) “Kırk yıldır cellatlık yapıyordu. Aristobule’ü suya atan, Alexander’ı boğan, Mathatias’ı yakan, Zosim’in Pappus’ün, Josephine’in ve Antipater’in kellesini uçuran oydu. Öyleyken şimdi Yahya’yı öldürmeyi göze alamıyordu. Dişleri birbirine çarpıyor, bütün vücudu zangır zangır titriyordu.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:127) “Prusya’da, bahtsız kurban, kellesinin uçurulacağı kütüğe bir papaz eşliğinde götürülür. Avusturya’da, darağacının yanı başında bir Katolik rahip bulunur. Fransa’da giyotin’e, Amerika’da elektrikli sandalyeye giden kişiye mutlaka bir din adamı eşlik eder. İspanya’da bir iskemleye oturtulup o hünerli aygıtla boğulan mahkumun başında bir rahip durur; Rusya’da kurşuna dizilmeye götürülen devrimcilerin yanında sakallı bir Ortodoks papaz yürürdü.” (Y. Haşek, “Aslan Askser Şvayk”, Cilt:I, sa:146) “DUNCAN - Ne beklediniz öldürmek için? MACBETT - Buyruk vermenizi, iyi yürekli hükümdarım. DUNCAN - Veriyorum. Uçurulsun kellesi. Hem de zıp zıp zıplasın yerde.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:268) “Ama o çene gamzesini I. Charles’ın kellesini uçuran bir atasından, yani bir hükümdar katilinden aldığı da söylenirdi. ‘Geçenlerde bazı yönetim kurulu üyeleriyle konuştum da Boston’da ve Cambridge’de olup biten her şeyi duyarım bilirsin.’ ‘Bize yeni bir kütüphane yapacakmısşın Mr. Jennison?’ demişti Lowell.” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:51) “Daha gece on haberleri bile okunmamıştı, ama Jim Beam şişesini neredeyse boşaltmıştı. Bourbon’un ona yalnızlığına katlanma gücünü verdiğini hissediyordu. İçinden bir ses, her şeye boş verip kendini tutmayı elden bırakmasını söylüyordu. Düşündüklerine hiç itirazı yoktu. İçindeki sesin düşündüklerine. Öyle olsun. Hepinizin kellesini uçuracağım. Hemen değil. Sonra. O zamana kadar size dalkavukluk edeceğim.” (M. Walser, “Aşk Zamanı”, sa:188) “Orlando’nun ataları çirişotu tarlalarda, taşlı tarlalarda, bilinmedik ırmaklarca sulanan çayırlarda at koşturmuşlar ve pek çok omuzdan pek çok renkte pek çok kelle uçurmuşlardı ve kirişlerden sallandırmak için bunları yanlarında getirmişlerdi.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:17-8) Kelle(m)yi keserim : Başım üzerine iddiaya girerim ki “-Kendimi toparlayamadım, dedi Rirette. Peki, kim kışkırttı sizi Lulu’cüğüm? Aslan kesildiniz. Dün akşam kellemi keserim, onu bırakmaya niyetiniz yoktu. -Ne olduysa küçük erkek kardeşimin yüzünden oldu. Bana büyüklük taslasın, ne yaparsa yapsın, tamam, ama aileme dokununca dayanamıyorum.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:115) Kelleyi koltuğa, koltuğunun altına almak : Hayatını tehliye koyacak derecede büyük şans almak “HABEBALD - Kelleyi koltuğumuzun altına aldık, ganimet payımızı topluyoruz. Düşman çadırlarında bu adettir, hem biz de askeriz.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:283) “Kadın yatağın kıyısına oturunca, Şvayk yattığı yerden doğrulup fısıldadı: ‘Savaşa gidiyorum!’ ........ ‘Savaşacağım... Avusturya’nın hali harap, Yukardan Krakov’a yürüyorlar, aşağıdan Macaristan’a yükleniyorlar. Dört bir yandan silindir gibi eziyorlar.’ ‘İyi güzel de, efendim, ayakta duracak haliniz yok.’ ‘Ne olmuş yani! Ben de savaşa tekerlekli sandalyayla giderim... Bacaklarımı saymazsak, demir gibiyim valla. Hem memleketin anasından emdiği süt burnundan gelirken, kambur zambura bile durmak yakışmaz...’ Çekti kılıcını, yürüdü düşman üstüne, Kelle koltukta, sığındı Meryem’in gölgesine Aman yazıklar bana, aman yazıklar bana.” ...................... “Ne ki, kimsenin konuştuğu yoktu. Çavuş, belli ki, aklından bir şeyler geçiriyordu. Sonunda, dayanamadı, onbaşıya dönüp kafasına takılanı dile getirdi: ‘Bana sorarsan, casusların asılması doğru değil. Görevi uğruna kendini feda eden, yurdu uğruna kellesini koltuğuna alan bir insan daha onurlu bir şekilde idam edilmeli; barut ve kurşunla mesela. Ne dersin onbaşı?’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:79;275) “Kimse görmemişti beni, kendisi için bıraktığım selamı Rösi’nin görüp görmediğini de asla öğrenemedim. Ama ben, Alp güllerinden bir dal koparıp evlerinin merdivenine bırakabilmek için kelleyi koltuğa alıp yalçın kayalıklara tırmanmıştım. Bunda da tatlıı ve hoş, insanı hem üzen, hem sevindiren şiirsel bir şey saklıydı, bana haz vermişti ve bugün de hala duyuyorum bu hazzı. Yalnızca inancımı yitirip umutsuzluğa kapıldığım kimi anlar, gül macerası olsun, başımdan geçen diğer aşk serüvenleri olsun, hepsinin de Donkişot’luktan kalır yeri yokmuş gibi bir duygu uyanıyor içimde.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:33) “-Hele hele yahu! Kelleyi koltuğa almış bu bizim Ağa Hoca! Ne göründü bunun gözüne dersin, Celadet? Hem de bunca yüklü soygunu bırakıp aylık muhalefetine girişmesi nasıl bir kahramanlık?” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:46) Kelleyi kurtarmak : Bk.: Başını kurtarmak Kelli felli : İyi giysili, zengin, varlıklı Bk.: Kerli ferli “CLAIRE - Hanımefendi pek şık olacak. Acısı onu daha da güzelleştirecek. HANIM - Hı? Haklısın, haklısın. Beyefendi için giyinip kuşanmayı sürdürmeliyim yine. Ne dersin, kocası sürgünde olanlar için bir yas modası mı çıkarmalı? Aklınla bin yaşa, ölümünde tutacağım yastan daha kelli fellisini tutarım. Yeni ve daha güzel tuvaletler diktiririm.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:51) “Tren durduğunda içerisi at pisliğinden bile kötü kokuyordu. Askerlerin yanında gelen beyazlı adamlar büyük annemi alıp götürdüler..... İçerdekilere tek tek ‘hayvanınız var mı?’ diye ordular, sıra babama geldiğinde ‘Hayır’ dedi. Önce niye öyle dediğini anlayamadım. Trenden indiğimizde gözümüzün önünde yakılan hayvanları görünce, seni kurtarmak için yalan söylediğini düşünüp babamın beline sarıldım. Annemse hala yardımla ayakta durabiliyordu. Babam, karşıdan gelen kellifelli adamı görünce ellerimi çözüp ona doğru ilerledi....” (Hakkı İnanç, “Mübadele Öyküleri-Dora’nın Kedisi”, sa:61) “Cam, ‘Sanki pencerede oturan bir hanıma çiçek uzatan kelli felli bir İspanyol efendisi,’ diye düşündü - tavrı o kadar nazikti. Ama peynir ekmek yerken, ne pejmürde, ne basit bir hali vardı; yine de onları peşinden büyük bir yolculuğa sürüklüyordu.” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:330) Kelp : Köpek “Bu alandaki en ünlü hiciv ise Nef’iye ait. Tahir Paşa’nın kendisine kelp <köpek> dediğini duyan şair, ‘temiz’ anlamına gelen ‘tahir’ sözcüğünü kullanarak, kuşaktan kuşağa aktarılan şu harika dörtlüyü yazmış: ‘Bana Tahir efendi kelp demiş İltifatı bu sözde zahirdir Maliki benim mezhebim zira İtibarımca kelp tahirdir.” <Tahir efendi bana köpek demiş ama aslında iltifat ediyor. Çünkü benim mezhebim Maliki ve itikadımıza göre köpek temizdir yani tahirdir.> (Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:151) Kem (göz, talih) : Kötü amaçla bakan, nazar yapan göz, kader “DUYGULARIN DÜNYASINDA Yarım yamalak bir düzüşme ilk gecemizde, sonra sonsuza dek hiçbir şey... yalnızca şakalar ve kem talih, soğuk su, pelte gibi sabun ve hiç gelmeyen uyku. Yorgunluk incitir bizi ve kirimiz utandırır.” (Michael Hoffmann<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.10.06) “ANNE - Tanrı ocağına bağışlasın. BABA - Tanrı kem gözden korusun.” (F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:23) “Sokağa taşan kokulara bakılırsa, bazı evlerde eskiden olduğu gibi, ev ahalisini kem gözlere karşı tütsülemek için yabani sedefotu, civanperçemi yakılıyor.” (M. Mungan, “Çador”, sa:23) “Barış istiyorsan eğer düşmanla, O kötü konuşsun, sen olma... Zararlı adamın bir gün ağzından Senin lafın geçecektir, o zaman. İstersen kem sözler olmamasını, Tatlandırmalısın onun ağzını...” (Sa’di, “Gülistan”, sa:70) “Kötü bilinmektense, iyisi mi, kötü ol, Zaten lekeliyorlar kötü değilsen bile; Keyif senin hakkındır, ama harcarlar bir yol; Bizim içimiz temiz, onlar bakar kem gözle.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:121, sa:283) Kemer sıkmak : Yiyecekten, giyecekten, sarfiyattan esirgeme; tutumlu davranmak “... elimi değdiğim her şeyin kuruduğu bir dönem geçirdim. Evliliğim boşanmayla sonuçlandı, yazdıklarım beş para etmedi. Parasızlık canıma tak etti. Parasızlık derken gelip geçici bir sıkıntıyı, belirli bir dönem için kemer sıkmayı kastetmiyorum; ruhumu zehirleyen ve sonsuz bir panik havası yaratan sürekli, kemirici, soluk tüketici bir parasdızlıktan söz ediyorum.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:7) “Piposunu doldurup bana uzatıyor. Nazikçe geri çeviriyorum. (‘Öksürtür, bana iyi gelmez.’) ‘Evet, çiftçiler çok mutsuz. Mahsullerinin mahvolduğunu ve tekrar ekim yapmaya zaman olmadığını söylüyorlar.’ ‘Çok kötü. Bu kışın zor geçeceği anlamına geliyor. Kemerleri epey sıkmak zorunda kalacağız.’ ” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:131) “O ekonomik kalkınma yapar. Sonra karşı kalkınma… sonra devalüasyon, sonra enflasyon, sonra dört nala koşan kriz, sonra da şu kemer sıkma. Paranın düşüşü..” (D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:64) Kemik (atmak, fırlatmak) : Menfaat, çıkar (uğruna bir gönderme yapmak, sus payı vermek); Laf atmak, kızdırmak “Her halde, işlemeli çanta meselesine Prens Vasili’nin de karıştığına dair gevezelik etmek kızın aklına gelmesin diye bu kemiği, otuz binlik poliçeyi, prensesin önüne atmaya karar vermiş olacak ki, Piyer poliçeyi imzalamış, ve prenses o zamandan beri ona karşı daha da iyileşmişti.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:8) “Cebinde bir altın lira ve aşkının kendiliğinde bir parça yağ olduğunu hissettiği sürece, gerçek dünya onun önüne, oyalansın diye, nezaketle birkaç kemik fırlattığı sürece, bu zevk düşkünü, sanatla -o çatık kaşlı hayaletle- ilişki kurmayı ya da parmaklarını ciddi bir şekilde mürekkebe bulamayı aklından bile geçirmemiştir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:5) Kemik çuvalı (kimse) : Bir deri bir kemik kalmış, cırık, iskeleti sayılan, kaşetik-anoreksik, cüce (kimse) (Argo) “Lağımcı kafasını kaşıdı. Bu kemik çuvalını başparmağıyla işaret parmağı arasında ezerdi, ne var ki, kendisine böyle yapması söylenmemişti. O yalnız söyleneni yapardı. ‘Gidip şefe sorayım,’ diye homurdandı, ötekine arkasını döndü. Böylece veda etmek, konuşmaktan kolaydı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:309) “... çünkü Daponte’nin hevesli suç ortağı gibi bir sevgi yoksunu, kemik çuvalı kız kurusu da efeendisinin serüvenlerinden müthiş keyif alıyordu. Deli gibi nefret ettiği kadının yatağını her sabah kah şu kah bu genç beden tarafından karmakarışık edilmiş, namusu lekelenmiş bulmanın verdiği tatmin duygusu muydu bu yalnızca...” (S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:163) Kemik iliğim : ‘Tüm varlığım’, ‘canım cananım, ciğerim’ bağlamında çok çok candan sevilen kimseye söylenen bir hitap “NEREYE UÇUP GİTTİ BENİM OĞLUM Oğlum, canım ciğerim, iliği kemiklerimin, yüreğimin yüreği, daracık avlumun serçesi yalnızlığımın çiçeği. Nereye uçup gitti benim oğlum? Nerelere gitti bırakıp beni? Kuşun kafesi boş şimdi, bir damla yok su kabında.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:16) Kemik kömürü : Kemiğin, içinde sınırlı miktarda hava bulunan kapalı bir kapta ısıtılması yoluyla elde edilen bir odun kömürü türüdür. Özellikle ham şeker çözeltileri gibi, sıvılara renk veren katışkıların giderilmesinde kullanılır “Şvayk, az sonra, ‘Savaştan sonra buradan iyi ekin devşirilir,’ dedi. ‘Kemik tozu almaları gerekmeyecek. Koca bir alayın tarlalarında çürüyüp toprağa karışması, çiftçilerin çok işine yarayacak. Umarım, köylüler tufaya <silahlı soygun, hırsızlık> gelip şu askerciklerin kemiklerini kemik kömürü yapsınlar diye şeker fabrikalarına satmazlar.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:197) Kemikler(i) birbirine geçmiş gibi sızlamak : Özellikle yüksekten sırtüstü düşülünce hissedilen ağrı, sızı “Adam kulaklarımı bıraktı, ben de paldır küldür vagonun ortasına düşüverdim. Tavan epeyce yüksek olduğu için, kemiklerim birbirine geçmiş gibi sızladı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahatı”, sa:287) Kemikleri çıkmak : Kemikleri dıştan görünecek derecede zayıflamak “Asker açlıktan, yorgunluktan, uykusuzluktan ölmek üzereydi. Kemikleri çıkmış atlar, insana korku salıyordu. Gelenler bozguna uğramış başıbozuk bir kalabalık değildi. Paçavra haline gelmiş üniformalarını üstlerinde taşıyorlar, yırtık bayraklarını yağmur altında ellerinde tutuyorlar, düzenli biçimde yürüyorlardı.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:425) “Dux’de, birdenbire, yıllar boyunca birikmiş gölgelerin arasından Casanova’nın bir görüntüsü, daha doğrusu Casanova’yı hatırlatan bir hayal, onun mumyası denebilecek kurumuş, zayıflamış, kemikleri çıkmış, öfkesinden başka bir şeyi kalmamış, müzeye konulacak acayip bir yaratık çıkıvermiştir ortaya..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:92) Kemikleri çıtırdamak : Yorgunluktan kemikleri kırılacakmış gibi hissetmek “Fakat, o geceden beri de -işte, üç gündür- bir türlü kendine gelemiyordu. Bütün vücudu bir dövüşten çıkmış gibi kırık döküktü. Her kımıldanışında kemiklerinin çıtırdadığını duyuyordu ve aynada yüzüne uzun uzun bakmadan korkuyordu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:207) Kemikleri mezar(ın)da sızlamak : Birisinin ölümünden sonra ardından hiç de arzu etmediği şeylerin yapılması, eski nizamın bozulması, intikamının alınmaması, ahı kalmak “Avaşaroğlu konağa gitmek için ayağa kalkarken: ‘Zeynep Hatun izin verirse bu gece bende kall İnce Memed, yavrum,’ dedi. ‘Yok,’ diye onun önüne dikildi Zeynep Hatun, ‘benim konuğum, bu gece benim konuğumdur, o hiçbir yere gidemez. Yoksa Yunusun babasının kemikleri mezarda sızlamaz mı?’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:69) “... Şayet böyle bir karşılaşma olursa ona diyeceğin şudur: Sen benim babam değilsin, sen bir canavarsın, dünyanın en kana susamış, en bayağı canavarı. Bunu diyeceksin ona kızım, bunu demelisin. Tanrı sana bu fırsatı verirse, mezarımdaki kemiklerimin sızısı dinecek, ruhum, ebedi huzura kavuşacaktır.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:56-7) Kemiklerine kadar ıslanmak : Yağmurdan sırıl sıklam olmak Bk.: İliklerine kadar ıslanmak “Ancak yine de bu berbat havada kemiklerime kadar ıslanıp ince tabanlı rugan botlarımla şosenin çamurlarına bata çıka yürümek yerine rahat, konforlu bir arabada eve ulaşmanın çekiciliğine kapılarak ev sahibinin önerisini kabul ettim. Yaşlı adam yağmura rağmen beni arabaya kadar geçirip arabanın üzerini örttü. Şoförün motoru çalıştırmasıyla birlikte gök gürültüleri arasında eve doğru yola koyulduk.” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:90) Kemiklerine kadar kızarmak : Son derece utanmak “Mrs. HUSHABYE - Siz kadının göğsüne sille indirmekten söz edince utandım. Ömrümde ilk defa utandım. Benim yaptığım da bundan farksız. Ta kemiklerime kadar kızardım.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:83) Kemiklerini ezip bulamaca çevirmek : Hunharca, ezerek, döverek öldürmek Bk.: Kemiklerini un etmek “Ah! Bütün bu aşağılık insanları hapse attırabileceği ve bu gibi saygısızlıklara ve küstahlıklara katlanacak yerde, kemiklerini ezip bulamaca çevirinceye kadar üzerlerinde tepinebileceği o güzel günler nerede kaldı?” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:95) Kemiklerini kırmak : Evire çevire bir güzel dövmek “D. MARZIO - Açık konuşuyorum, iyiliğiniz için; haydi uğurlar olsun. LEANDRO, kendi kendine. - Bu ne biçim adam! Dostlarına böyle muamele ederse düşmanlarına kim bilir ne yapar? (Lisaura’nın evine gider.) D. MARZIO - Sinyor Kont! Ahlaksız herif; neyse yine şansı varmış. Herşeyi açıkça söylememiş olsaydı kemiklerini kırardım.” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:98) “Bu kurumun tüysüz üyeleri arasında arkadaşlarından daha yaşlı bir öğrenci, otuz yaşlarında, çok uzun boylu, çok zayıf, bıyıklı, gülünç tavırlı ve peygamber yüzlü, Haralambo adında bir ‘babalık’ vardı. Kenarda durur, güreşleri devamlı bir dikkatle seyreder, habire sigara içerdi. Bizim Perulu <spor hocası> ona tahammül edemez, hayli içerler ve ‘öğrenme’ sırası ona gelince, melez, adamcağızın kemiklerini kırardı.” (P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:92) “Eğer küçük beyle başbaşa, korulukta çene çaldığımı evden öğrenecek olurlarsa yandığım gündür. Babam demirci Vasili kemiklerimi kırar.” (A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:160) Kemiklerinin üstü santim yağ bağlamamak, tutmamak : Hayatta çok çalışmak zorunda kalmak, şişmanlamamak “Türlü türlü insan geliyordu dünyaya. Kimileri akıl ve zekayla, politik yetenekle doğmaktaydı; ama kiminin de kemiklerinin üstü santim yağ bağlamamış oluyordu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:340) Kemiklerini un etmek : Kemiklerini kırıp dökmek, değirmende öğütmek, ezip un yapmak Bk.: Un ufak etmek “Abdi Ağa tiksintiyle: ‘Kes,’ dedi. ‘Kes! Ne yapacağız bakalım, bu senin it oğlu itiyin elinden? Eğer öküzlere bir şey olmuşsa, onda kemik komaz kırarım. Kemiklerini tüm un ederim.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:30) Kemikleşmek : Katı, kesin ve değişmez bir duruma gelmek “Bazan kendi evimden başka hiçbir yere gitmediğimi, İstanbul’da bir yerde beni sabırla bekleyen öteki Orhan’ı bile aslında aramaya çıkmadığımı kendime söyleyip bunu kafamı kemikleştireceğini, bir şehre bu kadar fazla ait olmamın belki de ona bakışımdaki isteği öldüreceğini düşünürüm.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:227) “Çocukluğun İni -------------------kökler labirentinde uyanmış o da geçen yılın derisini okşarken rüzgar kaygan bedenine yapışıyor kalan kuru yapraklar ve girişini süslüyor deri o usul usul sönen, kuruyan kemikleşen günlerimizin usul usul pıhtılaştığı gittikçe rahme dönüşen o sığınağın” (Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07) Kemikli : Zayıf ve iri kemikli; Kemikleri meydanda “Üçü de sıska, sapsarı, kemikli; üçü de aynı boyda. Gerçek birer ütü tahtası; tam birer süpürgesiz cadı.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:28) Kemik titreten : Orgazm (Argo) “Yirminci yüzyılın sıradan sözcükleri onun ilgisini çekmiyor. Örneğin ‘aşk yapmak’, ‘sevişmek’ yerine vuruşmak, yiyişmek, tokmaklamak gibi daha eski, daha gümbür gümbür terimleri yeğliyor.” İyi bir orgazma kemiktitreten diyor.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117) Kem küm etmek : Gerçeği söylemeyerek birşeyler gevelemek Bk.: Hık mık etmek “Konuşma biçimi: Yalnızlığından çıkmak için çok uğraşırmış gibiydi, sesi de paslanıp konuşma alınganlığını yitirmişe benzerdi. Durmadan kem küm eder, boğazını temizler, cümlenin ortasında dili dolaşırdı. Huzursuz olduğunu çok belirgin olarak duyumsardınız.” (P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:40) “ÇUBUKOF -... Hem siz de baycığım, suçsuz sayılmazsınız! Hemen hemen, özellikle, kimin köpeğinin sizin Ugaday’dan daha iyi olduğunu bildiğiniz halde, ne derler ona... kem küm etmeye başlıyorsunuz... Fakat ben hepsini hatırlıyorum! LOMOF - Ben de hatırlıyorum!” (A. Çehov, “Teklif”, sa:33) “Mitya üstünde durmadı ama biraz şaşırdı, bu adı Samsonov’dan duyduğunu söyledi. Papaz bunu da kemküm etti.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:21) “(Andreas) Paskalya’da, daha sonraki bütün törenlerde Fraeulein Dierlamm’ın hemen yanında olabilmek, onu çekinmeden seyredebilmek hulyaları kurdu. Sonra yine ne kadar ufak tefek, kısa boylu olduğunu, öbür delikanlılar arasında ayakta da bir şey göremeyeceğini hatırlayarak, yüreği burkuldu. Bin bir güçlükle kem-küm ederek, erkeklerden birine, tabii telaşının asıl sebebini bildirmeksizin, ilerde org tribününde karşılaşacağı bu müşkül durumu açtı. Arkadaşı yatıştırdı onu; yerini yükseltmekte kendisine yardımcı olacağını söyledi.” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:91) “Bir kez de babam, yaptığım bir hatayı konuşmak üzere beni kenara çekti. Büyüklere dert anlatmanın zorluğunu yaşayarak kem küm etmeye başladım. Birkaç damla gözyaşı ve hafif bir cezayla olay kapandı.” (H. Hesse, “Masallar”, sa:209) “Elimde lambayla odasını daldığımı görünce, zavallıcığın korkudan ödü koptu, neye uğradığını şaşırdı. Lambayı elimden bir kenara bırakıp yatağın ucuna iliştim, onu sorgulamaya başladım. Uzun zaman kem küm etti, sonunda saklamayıp söyledi her şeyi.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:151) “Çünkü her an çark takılıyor ve işlememeye başlıyor. Hemen bir devrim gelsin! Tanrı Baba’nın elleri bu kararmış makine yağından daima kirlenmiştir. Ne yalan söyleyeyim, onun yerinde olsam çok daha sade davranırdım: Makineyi her an yeni baştan onarma yoluna gitmez, insan ırkını kem küm etmeksizin yönlendirirdim. Olguları halka halka, teker teker örer; olağanüstü durumlara izin vermezdim.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:433) “Bu yüzden onu <değerler...> hangi anlamda kullandığımı, onunla ilişkilendirdiğim düşünceleri açıklamam gerekiyor. Birilerini kendi safıma çekmek için yapmayacağım bunu, zira safım yok benim, partilerden, gruplardan, klanlardan hala uzak dutuyorum, benim gözümde aklın özgürlüğünden daha değerli bir şey yok; ama insanın, olaylara bakışını ortaya koyarken, inandığı şeyi ve varmak istediği noktayı kem küm etmeden dile getirmesi dürüst bir davranış bana kalırsa....” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:140) “-Aa işte... doğruluyor, ilerliyor, çıkıyor: ‘Size söylensin ister misiniz? Size gerçeğin söylenmesini? Gerçek gerçekliğin... Oysa, daha ykından bakılınca, hiçbir anlamı yok.’ Görüyorsunuz ya nasıl da kem küm ediyor... ayakları dolaşıyor... inliyor...” (N. Sarraute, “Açınız”, sa:68) Kenara çekmek : Birini özel konuşmak üzere kalabalıktan sıyırıp bir köşeye almak “Bir kez de babam, yaptığım bir hatayı konuşmak üzere beni kenara çekti. Büyüklere dert anlatmanın zorluğunu yaşayarak kem küm etmeye başladım.” (H. Hesse, “Masallar”, sa:209) Kenarda köşede : Bir toplantı yerinde kıyıda köşede, dikkati çekmeyen, göz önünde olmayan yerler “Ansızın kendimi çok huysuz ve aptal biri gibi gördüm, paylanıp azarlanmış bir okul çocuğu gibi kenarda köşede bir yer bulup oturdum, Comer gölüne ilişkin eskizlerin yer aldığı bir albümün sayfalarını karıştırmaya başladım.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:58) Kenar mahalle; Kenar mahalle dilberi, insanı : Varoşlar; İstanbulun kenar semtlerinden gelip de hanımlık taslayan görgüsüz kimse Bk.: Kenar mahallelik “B.’de iken pek beğendiğim için bir Avrupa mecmuasından kesip sakladığım bir baş modelini aynanın kenarına iliştirdim, bütün kuvvetimi, maharetimi sarf ederek onu taklit ettim. Bu baş, fazla fantezist ve viöjö idi. Fakat neme lazım? Ben bugün, bir aktris gibi bu kibar ‘Kenar dilberleri’ üstünde yapacağım tesire bakarım.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:290) “Pazar elbiselerini giymiş, hatta bazen burjuvalar gibi çiçekler takınmış kenar mahalle insanı, kalabalığı büyük parka ve Marigny parkına yayılmışlar, halkla oynuyor, atlı karıncalarda dönüyor; bir kısmı içki içiyor; bazı matbaacı çırakları başlarında kağıttan külahlar taşıyorlardı: kahkahaları duyuluyordu. Her şey neşe vızıltısı içindeydi. Bu söz götürmez bir barış ve huzur çağı, derin bir kralcı çağıydı. <1817>” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:223) “Çekin arabanızı… O çok ince, o çok duygulu kız, kenar mahalle dilberleri gibi bizi terslesin!… İnsanın gücüne gidiyordu!” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:78) “Bazı binaların yoksulluğunu ve kirliliğini görünce, içinde hafif bir sıkıntı belirdi. Eskimiş ve nemli merdivenlerden tırmanarak çıktığı bu binalar, bu küçük, eğri büğrü, yıkık dökük kenar mahalle evlerinin dış yüzü ardında gizlenmiş olan büyük dertlerin bir tür ilk habercisiydi. Gittikçe umudunu yitirir gibiydi.” (S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Kızıl Hastası”, sa:5-6) Kenar mahallelik : İstanbu’un varoşlarında eski Anadolu kültürü niteliklerini temsil etme; Gün görmemiş, kültürsüz “‘Evimize milletvekilleri, bakanlar, başbakan, hatta cumhurreisi gelip gidecek. Şekerim şekerim. Kenar mahallelik iliklerine işlemiş. Ben senin yerinde olsam, kocamın peşine takılacağıma, çıtı pıtı bir İngilizce öğretmeni bulur...’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:248) “Efsun bilmem kaç göbektir üstüne tek bir leke sürülmemiş aile şerefini bir çırpıda lekelemiş, bunca yıldır gözbebekleri gibi korudukları haysiyetlerini yerle bir etmiş, kimin kızı olduğunu unutup, kenar mahalleli hafif kızlar, hatta affedersiniz sürtükler gibi basit, adi bir yarışmaya girmişti.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:68-9) Kendi adıma : Ben, kendim için; benim fikrime göre “ ‘Eğer bir seyahate çıkman ve babanın hayatının izini sürmen teklif edilseydi, kabul eder miydin?’ ‘Ne tehlikesi var? Ben kendi adıma, böyle bir seyahate çıkmam ve dünyanın bir ucuna gitmem gerekse, bunu annemin hayatından izler bulmak için yapardım sadece; ayrıca en iyi arkadaşım olarak seçtiğim bir deliyle zaman kaybetmek yerine, çoktan uçağa binmiş ve hosteslerin kafasını ütülemeye başlamış olurdum.’ ” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:76) Kendi adım gibi; Kendi adımı bildiğim gibi : Yüzde yüz emin olarak “Gittikçe batan akşam güneşinin hafif kızılıyla gözleri bir an parlayan otelci sevindi: -Dokunmaz mı? -Dokunmaz! -İyi biliyor musun? -Kendi adımı bildiğim gibi hem de...’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:22) Kendi ayakları üzerinde (durmak) kalmak : Geçimini kendi temin etmek, yaşamında özgür olmak “Sözünü ettiğim özelliklerle donanmış olarak, sırtımda yeni bir giysi, tuttum yaşamın yolunu. Anne ve babamdan miras aldığım özelliklerinin ilerde yararını gördüm, o gün bu gün kendi ayaklarım üzerinde kalmamı sağladı bunlar.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:22) “Kısa bir süre önce kitabevinde kalfalığa yükselerek maddi bakımdan ilk kez kendi ayakları üzerinde durabilecek konuma gelen Hesse, 2 Ekim 1898’de şöyle yazar anne-babasına: ‘Sizlere reva gördüğüm ve şimdi bağışlamanızı rica edeceğim bütün o büyük haksızlıklar dışında beni aslında üzen tek şey, önümdeki daha iyi bir mesleğin yolunu tıkadıktan sonra kendimi gidip ticari bir mesleğin kollarına atmamdır.’ ” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:45) Kendi başına; Kendi başına buyruk olmak : Yalnızca kendisi; Özgürlüğünü elde etmek, kimseden buyruk almamak “... Pekala! Çok şükür, köyde, kız köküne kıran girmedi! Kendi başıma buyruk olur, keyfimim çektiği gibi yaşardım... Ama nerde, Ah!..” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:68) “... ansızın çok iyi tanıdığı bir el yazısına ilişti gözü, yazının manzarası içini tatlı bir ürpertiyle doldurdu; mektubu aldı, zarfın üzerindeki ismini ve adresteki sözcüklerden her birini bir haz duygusuyla okudu, kişilikli birinin elinden çıkmış, özgür, kendi başına buyruk, harflerin seyrine daldı bir süre, rahatladı.” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:12) “BARTLETT, derin bir soluk alarak ferahlar. - Yaa… (Sonra öfke ile.) Benden izin almadan… Kendi başına buyruk mu oldu? Çocuk eğlendirmeye vaktimiz olmadığını bilmiyor mu?” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:91) “Demirci Mikita da ona: ‘Bırak Savelyiç, kendi başına buyruk, Andrey Gavriloviç kendi başına. Bizlerse Tanrı’nın ve Çar’ın kullarıyız’ demiş. Ama elin ağzına kilit vuramazsın ki.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:32) “Düzen, kural tanımaz; kendi başına buyruk, Kısacık saatlerde bencil çıkarlar bulmaz, Kendindedir iktidar, ondadır yüce doruk; Isınmadan da büyür, sağanakta boğulmaz.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:289, sa:124) “Bir ay sonra ilk dedikodular kocamın kulağına gelmeye başladı. ‘Alman kadın,’ diyorlardı, ‘bütün gün kendi başına sokaklarda geziyor.’ Dehşete kapılmıştım. Bambaşka alışkanlıklarla yetişen ben, bu masum yürüyüşlerin böyle bir skandala yol açacağını hayal bile edemezdim.” (S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:98) “Hesse birey olarak kaldı, kendi başına buyruk biri olarak yaşadı hep, şahsına yöneltilen aşağılamalar bile bu edebiyat çevrelerinden hiçbirine katılmasını sağlayamadı, dolayısıyla söz konusu çevrelerde hemen hiç tanınmadı.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:98) Kendi başına kalmak : Başkasının yardımı ya da paylaşımı olmadan; yapayalnız kalma isteği “MACBETH -… Herkes akşamın yedisine kadar vaktini keyfince geçirsin ki buluşmak daha tatlı gelsin; yemek vaktine kadar biz kendi başımıza kalacağız; şimdilik, Tanrıya emanet olun.” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:42) Kendi başının çaresine bakmak : Hayatta, özellikle güçlüklerle karşılaşıldığında kendi ayakları üzerinde durabilmek, problemleri çözebilmek için kendi kendine yetebilmek “<Sancho>Çok merak ettim şu hayvanı; görmek istiyorum. Fakat eyere ya da terkiye bineceğimi ummak karağaçtam armut beklemeye benzer; ben kendi eşeğimin üstünde güç bela duruyorum, hem de semeri kuştüyü gibi yumuşak olduğu halde; bunlar kalkmışlar yastıksız, mindersiz, tahta bir atın terkisine binmemi istiyorlar. Olur iş mi? Tanrı da biliyor ya, bilmem kimin sakalını yok edeceğim diye dertsiz başımı derde sokamam doğrusu. Herkes q, kendi sakalını kendi tıraş etsin.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:645) “.....cümlenin havada kaldığını gören ve lafı yarım bırakmak istemeyen çavuş, aklına söyleyecek daha iyi bir şey gelmeyen komutan, ‘Kendi başlarının çaresine bakmanın bir yolunu bulacaklar’, dedi evrensel olarak her derde deva kabul edilen cümlelerden birine başvurmuştu; bu tür cümleler arasında, sadaka vermeyi reddettiği zavallıya sabırlı olmasını tavsiye edeni kişisel ve toplumsal ikiyüzlülüğün kusursuz bir örneği olarak başı çeker.” (J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:89) “Sevdiğimiz ve bizi seven, anlayan, kayıtsız şartsız ‘bizden yana’ olan bir kişi dizgesi, bebeklikten kalma bir yanılsama olabilir. Gene de, öylesine değerli bir yanılsamadır ki, çoğu kişi bunsuz yapamaz; bu yok edildiğinde de, tümüyle kendi başının çaresine bakmak zorunda bırakılan birisinin duyacağı düşkırıklığını ve korkuyu hisseder.” (A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:183) Kendi başının derdine düşmek : Kendi dertleriyle uğraşmak “Aramızdaki bütün anlaşmazlıklara karşın yeryüzünde, o benim tek dostumdu. Yarı yerinden bölünmüş yaşantısına yeni bir yön vermek için bana yardım eden tek adam o değil midir? Hangi fikir, sınıf ve meslek arkadaşımdan hayır gördüm? Hepsi kendi başının derdine düşmüştü.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:55) Kendi bildiğini okumak : Başkalarının öğüt ya da ikazlarına karşın kendi fikrinde ısrar etmek, inatçılık etmek “<Hitler> Normandiya Çıkarmasına uzun süre bu aldatmaca gözüyle bakar; Hitler’e göre asıl çıkarma, Calais bölgesinde gerçekleştirilecektir. Düşmana karşı aldığı önlemleri bu yanlış tahmin doğrultusunda yönlendirir; hiçbir şey onu bu tahmininden vazgeçirmez ve kendi bildiğini okumakta sarsılmaz biçimde direnir, ta ki iş işten geçene dek.” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:119) “NEREUS - Ne öğütü! İnsanlara öğüt denilen şey, hiçbir vakit etki etmiş midir ki? Makul bir söz, sert kulakların içinde donup kalıyor. Pek çok kereler bu yüzden öfkelenerek, kendi kendilerini söğüp saydıkları halde bile, gene bu mahluklar eskisi gibi kendi bildiklerini okuyorlar.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:159-60) “Çelkaş, ..... ahbapça sallayarak: -Ne diyecektim... diye mırıldandı. Mişka’yı gördün mü, Mişka’yı? -Mişka da kim? Mişka’dan filan haberim yok benim! Çek arabanı hemşerim! Ambarcı görürse fena olur bak... Çelkaş kendi bildiğini okuyordu..” (M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:63) “Son gidişinde, üzülme demişti ben gene gelirim (üzülme derken benimle alay ediyordu, kararını vermişti, beni hazırlamak için bile değildi o sözler, üzülme diyordu, sen istediğin denli uğraş çabala ben gene bildiğimi okurum diyordu) Geldi de.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:130-1) “ ‘En tuhafı da, ikisi de ötekinin yaşlı ve eli ayağı tutmaz olduğunu söyleyip, onu engel görmesi. En az anladığım da tabii annemin davranışları. Ağabeyim Alfred de hep dertli ve davranışları çekingen. O da günün birinde kendi bildiğini okuyan biri olacak gibime geliyor. Günlük yaşamı işiyle kadınlar arasında sürüp gidiyor. Sanata ve edebiyata olan ilgisizliği neredeyse utandırıcı...’ ” (S. Zweig-F. Zweig; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:113) Kendi bileceği iş : Kişinin, kendisinin sorumlu olması gereken durum “Bu konuda kararlı olduğunu kanıtlamak için de, Sophie’ye eğer kendisi herhangi bir nedenden dolayı sözünde duramazsa bütün müsveddeleri getirip bana teslim etmesini söylemiş. Ben onun yapıtlarının koruyucusuymuşum ve onlara ne olacağına karar vermek benim bileceğim işmiş, böyle demiş.” (P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:13-4) Kendi bindiği dalı kesmek : Bile bile lades, bile bile kendini zarara ya da tehlikeye sokmak “Biliyorum, çok aptalca, kendi bindiğim dalı kestiğimin farkındayım, biliyorum, kendi kendimi yaralıyorum, fakat başka türlü davranamıyorum, geçirdiğim on bir zehirli yıldan sonra içim öylesine nefretle doldu ki boğulacak gibi oluyorum.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:204) Kendi çapımda : Kendi yeteneğim, kudretim dahilinde, karınca kararınca “Buraya kadar söylediklerimden benim bir yazar olduğumu düşünmüş olmalısınız; hayır, değilim, ama öyle zannedilmek hoşuma gidiyor. Aslında yazıya gönül vermiş olduğumu, boş zamanlarımda, nasıl derler, ‘kendi çapımda’ öyküler, öykücükler, çeşitli denemeler yazdığımı, ne yazık ki, ancak birkaç yakınım biliyor.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:11) Kendi çıkarına bakmak, gözetmek : Kişisel menfaatini kollamak, bencil olmak “IAGO -... eğer ben Mağriplinin kendisi olsaydım Iago olmazdım. Tanrı şahidim olsun, sevgi yahut görev hatırı için değil; öyle göstererek kendi çıkarıma bakmak için! Yoksa hereketlerim, içimi ve niyetlerimi dışarıya vursa, çok geçmeden alemin diline düşüp rezil olurdum.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:5) Kendi çöplüğünde ötmek : Herkesin daha rahat ve huzurlu hissedebileceği kendi çevresi (Her horoz kendi çöplüğünde öter meselinden alıntı) “Refik meyhaneden içeri girmiş, Muhittin’i arıyordu. Muhittin ses etmeden bir süre için onu inceledi. Refik’in suratında belli belirsiz bir tiksinti, kararsızlık ve hüzün vardı. Bu bayağı meyhaneye gelmek zorunda kaldığı için kendisine kızıyordu galiba. ‘İyi ki burada buluşmamızı söyledim ona!’ diye düşündü Muhittin. ‘Biraz da benim çöplüğümde ötsün bakalım! Onun salonlarından bıkmıştım ben.’ ” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:230) Kendi dalgasında olmak : Kendi havasında olmak, kendi işine bakmak, başkalarına karşı bencil ya da ilgisiz davranmak “Şişman bir asker soluk yüzünü kaldırarak soruyor: ‘Bu kuleler neden boş? Nöbetçiler nerede?’ Bir an bekliyor, güneş gözlerini dolduruyor; sonunda omuz silkiyor, hayal kırıklığıyla, hırçın bir sesle: ‘Onlar da bizden beter anlaşılan,’ diyor. ‘Herkes kendi dalgasında, işe güce bakan yok.’ ” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:266) Kendi derdi kendine yetmek : Kendinin yeterli problemleri olup başkalarınınkileri hiç kaldıramamak “Bu, Bilal’i fena halde sinirlendiriyordu. Kendi derdi kendine yetiyordu. Rabia, anlayamadığı bir nedenden onun yüzüne bakamaz olmuştu. Bir de amcası onu bir tarafa çekmiş, Paşa’nın kızına söz kesilmiş gibi, Paşa’ya damat olmak gerçekleşmiş gibi bahsetmişti.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:161) Kendi derdine düşmek : Problemlerin çokluğundan yalnızca kendi sıkıntılarıyla uğraşmak “Her şey ilk günkü gibiydi. Kurşuni ceketli gazeteci ve otomat kadınla göz göze geldik. Duruşma sürdüğü sürece Marie’yi aramamıştım. Onu unutmamıştım ama, kendi derdime düşmüştüm.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:100) “Dmitri Fedoroviç o sıralar Gruşenka’nın başından geçenlerden habersiz, kendi derdine düşmüş, telaş içindeydi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:3) Kendi ekmeğini kendi kazanmak, yoğurmak : Geçimini kendi temin etmek “Kazandığım parayla her gün doğru dürüst karnımı doyurmakla kalmayacak, gönülsüzce yaptığım öğrenime sırt çevirip belki de çok geçmeden sevdiğim bir alanda çalışarak kendi ekmeğimi tümüyle kendim kazanabilecektim.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:55) “Rahatsızlık veren her şey bir kenara fırlatılır¸ sanat, kültür, din, evlilik ortadan kaldırılır; öyle ki, ‘kötülük’ ve ‘günah’ sonsuza dek çözümlenmiş olur ve eğer herkes kendi toprağını kendi sürerse, kendi ekmeğini kendi yoğurursa ve kunduralarını kendisi biçip dikerse, ne mülkiyet kalır ortada, ne Devlet, ne otorite.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Tolstoy’, sa:334) Kendi gölgesinden korkmak : Pısırık, utangaç, çekingen, korkak, sosyofobik, inisiyatif göstermeyen kişilik “Gözleri iri ve tüy gibiydi, üzgündü. İnce boynu çevresinde nazarlık diye taktığı cam göbeği bir gerdanlık vardı. Konuğa bakıp kızardı. ‘Yalnızız,’ dedi; ‘kardeşimiz Lazarus burada değil. Erden’e, vaftiz olmaya gitti.’ ‘Yalnızsak yalnızız, ne farkeder?’ dedi öteki. ‘Yemez ya bizi. Buyrun içeri beyfendi. Dinlemeyin onu. O kendi gölgesinden bile korkar. Köylüleri çağırırız sizi yalnız bırakmamak için...’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:305) “Partilerinin, gölgesinden korkan pısırık il başkanını ıstıfa zorunda bırakan bu, adeta gökten zenbille inme adam, haftalardan beri durmak oturmak bilmeden, yorgunluk nedir tanımadan havaliyi köy köy dolaşıyor, o, güneşten toprak rengini almış, uyuşuk köylüleri bile yediden yetmişe şahlandırıp ayağa kaldırıyordu.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:239-40) Kendi halinde (biri olmak) : Kimsenin işine burnunu sokmayan, orta halli kimse; sessiz sedasız, mütevazı “Ağzında bir gevrek geveleyen Zazubrin: -Kırmızı astarla ilgili bir anım daha var, dedi. Gürcistan’da görev yaptığım sırada Konvertov adında ufak tefek bir albay vardı. Çoktan ölmüştür şimdi, toprağı bol olsun. Kendi halinde, hoş bir ihtiyarcıktı.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:45) “MUNİSE - Yanlış öğrenmiş olacaksınız. Kocam, kendi halinde, iyiliksever, ödevini bilir bir insandır. Her zaman oğlunu düşünür, ondan bahsederdi. O kadar ki ben de etkisi altında kalmış, birlikte düşünür olmuştuk. “GÜLTEN - Aman efendim kulaklarıma inanamıyorum.. Ne güzel.. (Ayağa kalkar. Sigara tutar.) (S. Engin, “Suçlu”, sa:20) “Jimmy’nin dediğine göre o ‘genellikle kovboyluk yapmış’ kendi halinde biriydi. Sınır koruyucularının çarpışma metodlarına yabancıydı. İşte bu yüzden diğer askerler o olmadığı zamanlar kara kara düşünüyor, acaba Jimmy bu çarpışmada ne yapacak diye endişeleniyorlardı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:9) “Hatırlanacağı gibi, Napoléon üzerinde de aynı etkiyi yapmıştı. İlk bakışta onu ilk gören biri için gerçekten de kendi halinde bir adamcağızdı. Ama, birkaç saat yanında kalıp, onu biraz olsun düşünürken görenler için, bu kendi halinde adamcağız yavaş yavaş değişir ve adeta heybetli biri olurdu.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:101-2) “ADAM --------hatırlıyorum, kendi halinde biriydi istiyorduk büyüyünce hepimiz doktor, avukat, öğretmen olmak soyumuz kurtulurdu böylece köyden” (Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Ktap, 28.06.07) “Küçük bir taşra şehrinde kendi halinde yurtdaşlar ve askerler bile, İmparator ve Almanya’ya karşı öylesine kışkırtılmıştı ki beyaz perdede birkaç saniyelik bir görünüş, çileden çıkmalarına yetiyordu.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:262) “Yapmacıklı, budalaca, fakat çok güçlü bir utanç boğazımı sıkıyordu. Pazarlarının son birkaç saatını tatsız varlığımla zehir etmenin üzüntüsü ile, bu kendi halinde insanların masasında -başımı suçlu gibi önümden kaldıramadım- oturuyordum.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:150) Kendi havasında olmak : Kendi keyfine göre hareket etmek, kurallara aldırış etmemek “Yoksa hayat değildi yaşadığı Ebanım’ın evindeki. Kız kendi havasındaydı, oğlanlar kendi havalarında. Bundan sonra at olup kuyruk mu sallayacaktı? Kudret’ten bir şeyler koparırsa, ki koparacaktı, düğüm üstüne düğüm vurmalı, ne kıza ne de oğlanlara kurban etmeliydi!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:237) “LADY UTTERWORD, öfkeyle kanepeye oturur. - Halinizden anlıyorum. Ah bu ev, ah bu ev! Yirmi üç yıl sonra geri alıyorum. Eski hamam, eski tas! Bavullar merdivenlerde sürünüyor. Hizmetçiler şımarık, arsız, kendi havasında.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:11) Kendi kalesi gibi görmek : Son derece emin olmak, (Siyaset) Adayının o bölgeden seçileceğine muhakkak gözü ile bakmak “Öyle anlaşılıyordu ki, kendi kalesi gibi gördüğü bu evde, kendisine öncelik tanıyan bazı haklarından hiç de vazgeçmeyecekti Henriette, oysa bunu umarak Cécile’i karşısına çıkarmıştınız, yenilgiyi kabullenerek gerileyeceğini, öbür kadının güzelliği, ayakta duran gençliği, yetenekleri ve diriltici gücü karşısında yenilgiyi haklı göreceğini sanmıştınız. “ (Michel Butor, “Değişme”, sa:182-3) Kendi kazdığı kuyuya düşmek : Bk.: Kendi kuyusunu kendi kazmak Kendi kendine (dalıp gitmek, düşünmek, kalmak, sormak) : Yalnız olmak, kalmak; Hayallere, düşlere dalmak “Deli Hüseyin, muhtarın böyle kendi kendine dalıp gitmesini iyi görmedi: ‘Canım muhtar, bu meseleyi bu kadar derin düşünmeye gelmez gardaş. Kaymakam yemeğimizi yemedi diye insan dünyasına küsmez.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:205) “ULUORTA --------------titriyordum, yuvarlanıyordum horlayan karımla. anlatınca sanahleyin ona aval aval baktı, güldü kendi kendine sonra ‘şairler, düşseverler’ ” (Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08) “Naruz’un ölümüne herkesin aklı yatmaya başlamıştı. Balthazar başını eğmiş, kendi kendine, yavaşça Yunanca dizeler okuyordu: ‘Artık ayrılma zamanı gelince keder Gezinir rüzgar gibi gemisinin iplerinde İnsanın ölümünün, beyaz gövdenin pruvası, Dolar yelkenleri ruhun Soluğun Hayaletiyle, alabildiğine ve sonsuza dek.’ ” (L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:344) “... çünkü öğle Şeytanı’nın kışkırtmalarından kurtuldum artık; ama başka tutkulardan kurtulmuş değilim; bu nedenle, şimdi yaptığım şeyin, zamanın akışından ve ölümden kaçmak için budalaca bir çaba, dünyasal bir tutku olan anımsama tutkusuna günahkarca tutunmaktan başka bir şey mi olduğunu soruyorum kendi kendime.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:397) “Baba, ‘eğer dünyaya bir kez daha gelmek kısmet olursa, acaba ne olarak gelmek isterdim?’ diye kendi kendine düşündü. Herhalde lime lime olmuş elbiseleriyle, yükünü taşıdığı ihtiyar olmak istemezdi.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68-9) “Çevremdeki insanlar başka şeyden söz edemez oldular. Yaklaşan yıl, ön belirtiler, kehanetler... Gelsin! diyorum kimi zaman kendi kendime; boşaltsın artık mucize ve felaketlerle dolu heybesini! Sonra cayıyorum bu düşünceden; tüm o güzel yıllara geri gidiyorum belleğimde, her günü akşamın zevklerini beklemekle geçirdiğimiz o sıradan, iyi yıllara. Ve ağız dolusu lanet okuyorum kıyamete tapanlara.” (A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:11) “Aslına bakarsanız, o günün öğle sonrasında rüzgar falan esmiyordu. Nerdeyse tam bir bahar havası vardı. Gordon dün başladığı şiir salt kulakları bayram etsin diye fısıldayarak kendi kendine yineliyordu.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:74) Kendi kendine gelin güvey olmak : Karşılıklı anlaşıp karara varmadan, işi olmuş bitmiş görüp ona göre sanki her şey düşündüğü imiş gibi davranmak “HARDCASTLE - Eğer mi? İnan olsun birbirlerini delice seviyorlar, bunu bana kızım çıtlattı. Sir CHARLES - Fakat, bilirsin ya, kızlar kendi kendilerine gelin güvey olurlar.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:94) “-Dikkat et oğlum, diyordu, acele etme, bir kez kıza söz verdin mi, bir daha bırakamazsın onu... -Ama anne söz diye bir şey yok ki henüz... Önce denemek gerek... -Asla, öyle denemeymiş, flörtmüş yok, ‘Ben şu kızla konuşuyorum,’ da yok. Her şey olgunluka... Aslında Tula Teyze kendi kendine gelin güvey olmuştu. Ramirin’i tatlılıkla seçtiği kıza, Caridad’a doğru yöneltiyordu.” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:118) “Alacalı takkeli ve bandlı oğlanların bayrak dalgalandırarak yaptığı pazar yürüyüşlerinde üniversite birlikleri geçerken - kendi kendilerine gelin güvey olmaktan burunları Kafdağında insanlar - düşün gençliğinin gerçek temsilcisi sanıyorlardı, kendilerini.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:120) Kendi kendini aşmak : Özellikle varoluşçu’ların ileri sürdükleri insanın kendi başarı çıtasını ve hayattaki varoluş nedenini kendine hedef gösterip onu aşmaya çalışması ve ‘yaşam’ı ancak o şekilde değerlendirmesi “Evet, insan kendinde başlayıp kendinde biter, ötesi yoktur. Bir şey olmak istiyorsa bu yaşam içinde olur. Şimdi bunu fazlasıyla biliyorum. Fatihler bazı bazı yenmekten ve aşmaktan söz açarlar. Ama hep ‘kendi kendini aşmak’tır demek istedikleri.” (A. Camus, “Sisyphos Söyleni”, sa:95) Kendi kendini buyur etmek : Bir yere, ziyafete, toplantıya, peşin izin almadan ya da bildirmeden icabet etmek-boy göstermek, “Çantaların kendileri de bir servet oluşturduklarını bilirler sanki, süslenip püslenerek iki dirhem bir çekirdek çarşıdan gelip bakışlarına kendilerini buyur ederler. Ansızın ritmik devinimlerde bulunmaya kalksalar, tüm çantalar ilgili devinimlere katılsa da bir cümbüş havası içinde raksedip önlerinden gelip geçenleri baştan çıkarmak için bütün numaralarını ortaya dökseler, hiç de şaşırtıcı bir şey sayılmazdı bı.” (E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:18) Kendi kendini ele vermek : Bilerek ya da bilemeyerek, bir yerde hata yaparak kusuruna yakalanmak “Konuşmayı başka yöne çevirdim: ‘Ama din dersi, bize, insanda bedenle ruh olduğunu öğretiyor, değil mi?’ ‘O başka şey.’ Gözlerimin içine baktı, kendimi ele vermemek için korkunç çaba harcadım. ‘Sanırım söylediğinden daha çok şey biliyorsun sen. Bu ruhların görünmesi bir süre önce başladı. Sizin, o mahalleye taşınmanızdan kısa bir süre sonra.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:189) Kendi kendini yemek, yiyip bitirmek) : Üzüntüyle başedemediğinden dolayı sürekli bir yılgınlık içinde bulunmak; içine atmak “Gün boyunca, sınıfta bir türlü dikkatini toparlayamadı. Saçma sapan davrandığı için kendi kendini yiyip bitiriyor, bir taraftan da, oğlanın da onu fark ettiğini öğrendiği için rahatlama duyuyordu.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:14) “Fedor Pavloviç pencereden uzaklaştı. Hayır, onu kolluyordu, demek ki içerde değil; olsa ne diye karanlığı gözleyecekti. ‘Sabırsızlıktan kendi kendini yiyor besbelli…’ ” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:49) “Sonsuz acılar, küçük düşürülmüşlük duyguları içinde kendi kendimi yer bitirirdim; belki benim asıl istediğim de buydu. Gelip geçenlerin ayakları arasında, utanıp sıkılmadan, fıldır fıldır dolaşır; adım başında ya bir generale ya da bir süvari veya hassa subayına ya da bir hanımefendiye yol verirdim.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:74) “Esther haftalardır Suzy’ye kızkardeşinin hastalığını anlatmak zorunda olduğunu düşünerek kendi kendini yiyip bitiriyodu. Bütün o görkemli, eski-biçem delilik melodramlarını; Jane Eyre’deki akıl hastası kadını, tımarhaneyi, yüksek duvarların ve çok az umudun yer aldığı yüzlerce kasvetli evi, belleklerde bunlardan daha az yer eden ikincil düzeydeki dramları, cinayetler işleyen ve kanlarını soylarına geçirip gelecek için bir tehdit oluşturan manyakları kim işitmemişti ki?” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:137) “Bu senin yaptığın yiğitlik mi? Yüreğime dert oldu. Şimdi döneyim diyorum, yakınlardadırlar nasıl olsa, onlara hadlerini bildireyim. Efe güldü: ‘Yeme kendini kardaş, şimdi onların icabına bakarız. Hele sen dinlen, yemek ye.’ ” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:10) “BARTLETT, kaba. - Ne hekimin, ne de başkalarının lakırdıları beni yolumdan alıkoyamaz..…. (Eve doğru işaret eder.) Onun inadı yüzünden bekliyor, gündüz gece kendi kendimi yiyorum. Sonunda bu sabah yola çıkmak için ant içtim.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:75) “SONELER I Aşkım, bağladın beni iki ışığıyla iki güzel gözünün ve bembeyaz kar ve bir güldür capcanlı, kendimi yiyip bitirmemin nedeni ve bir de senin tatlı dilin kadınlara özgü.” (Raffaello Sanzio<1483-1520>-Necdet Atabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.07.09) “Aptese çıkması için özel düzenekler yapılmıştı. Gene de her seferinde bir sürü sıkıntı çekiyordu. Pislikten, utanç verici durumundan, kokudan, bu iş olurken yanında bir başkasının da bulunmasından dolayı kendi kendini yiyordu. Neyse ki bu en pis işte talih İvan İlyiç’in yüzüne gülmüştü. Ona mutfak uşağı Gerasim yardım ediyordu.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:74) Kendi kendini yetiştirmek : Aile dahil, hiç kimsenin korumasına, maddi ve manevi yardımda bulunmamasına karşın, çalışarak, eğitimini alarak kendini hayatta ayakları üstünde tutabilmek “... bu unutuş toprağının üzerinde yılların karanlığında yol alırken, patlama sırasında can çekişen annesinin yüzünü de yüreğini burkan bir tatlılık ve kederle yeniden görüyordu. Herkes ‘ilk adam’dı bu unutuş toprağında, kendisi de tek başına kendi kendini yetiştirmiş, babasız yetişmiş, babanın, dinleyecek yaşa gelmesini bekledikten sonra, ailesinin gizini, ya da eski bir acıyı, ya da yaşam deneyimini anlatmak üzere yanına çağırdığı şu anları, gülünç ve iğrenç Polonius’un bile Laerte’yle konuşurken birdenbire büyüyüverdiği şu anları hiç tanımamıştı.” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:154) Kendi kendisiyle barışık olmak : Kendini kolayca üzmemek, kabul edilebilir bir ‘ben’ duygusuna sahip olarak hermen herşeyi olumlu olarak sormak, yapmak; düşüncelerinden ve davranışlarından sorumlu olmak “Kapıyı kapadı. Daniel onun çevik ayak seslerini dinleyerek: Bu iş bir daha düzelmemecesine koptu, diye düşündü ve birden nefesi kesildi. Ama bir anlık duyguydu bu, çok sürmedi: ‘Bir saniye bile o rahat, ölçülü, kendi kendiyle barışık tavrını bozmadı,’ diye düşündü. ‘Korkmuş, bombok olmuş, ama bu dışarda. İçi gene rahat, gene huzurlu!’ Aynaya dönerek güzel, solgun yüzünü seyretti: ‘Ama eğer Marcelle’le evlenmek zorunda kalsaydı, bu değil beş bine, milyon papele değerdi,’ diye söylendi.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:101) Kendi kozasına dalmak : İçine kapanmak, kendi içdünyasına dönmek “Nasıl görmedim, nasıl görmedim ‘Kızamam ki sana’ dediğimde, sanki ‘Kızsan da ne olacak? Nasıl olsa her şeyi çoktan yitirmiştik, senin hatırın için yeniden başlamaktayız,’ dediğini, her haliyle bunu söylediğini nasıl anlamadım, görmedim. Kendi ustalığıma, kendi kozama dalmıştım. Ama o da batağa saplanıyordu, o da farkına varmamıştı bunun. ‘Sadun’a iyiliği için bile olsa, ihanet gibi bir şey oluyor bu’ yollu sözler söylediydi sonra...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:126) Kendi kuyusunu (kendi) kazmak : Davranış ya da karararıyla kendini felakete sürüklemek “ ‘Kitabının yayımlandığını okuduktan sonra ne yaptın?’ ‘New York’a döndüm. Yaptığım saçma bir şeydi ama kendimde değildim, artık salim kafayla düşünemiyordum. Kitap beni kendi kazdığım kuyuya düşürmüştü..... Kitap çıkınca geri dönüşüm kalmamıştı.’ ” (P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:122) “Adam durup dururken, ‘Gözleriniz mi kamaştı yoksa?’ demez mi? Biraz takılayım diye, ‘Kamaştı ya!…’ dedim ama herif benim gözlerimi tam kamaştırdı. Hoş bu eski bir hikaye artık, çekinmeden anlatabiliyorum. İşte hep böyle, kendi kuyumu kendim kazarım.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:55) “Sonra birkaç kez yineledi: ‘Üç bin frangın yok demek! Keşke bu son utanç verici duruma düşmeseydim! Hiç sevmedin beni sen! Diğerlerinden farkın yok!’ Genç kadın kendini ele veriyor, kendi kuyusunu kendi eliyle kazıyordu.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:340) “Öldüren bir nefrettir yüreğindeki şeytan: Hiç umurunda değil kazsan kendi kuyunu, Çekinmezsin güzelim canevini yıkmaktan Onarmak olmalıyken asıl amacın onu.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:10, sa:61) Kendimi bildim bileli : Anımsayabildiğim kadar küçüklüğümdem beri “NATALYA STEPANOVNA - Evet, evet... Oraları hep bizim... LOMOF - Hayır, yanılıyorsunuz, muhterem Natalya Stepanovna, benimdir. NATALYA STRPANOVNA - Lütfen söyler misiniz İvan Vasilyeviç! Ne zamandaanberi sizin olmuş? LOMOF - Nasıl ne zamandanberi? Ben kendimi bildim bileli oraları hep bizimdir.” (A. Çehov, “Teklif”, sa:17) “Selanik, yalılar; dedemin oradaki apartmanı, eski zamanın güzel ve kolay yaşamı gözümün önünde büyürdü. Selanik’i hiç görmedim ben, annemin ailesi uzun yıllardan beri İstanbul’da yerleşmişmiş. Ne var ki, kendimi bildim bileli ‘mübadil’ ‘gayrimübadil’ diye, anlamını pek kestiremediğim sözler duyardım. Dedemin bir apartmanı varmış Selanik’te...” (A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:27-8) “LELIO - Sözümün doğruluğuna Tanrı şahittir. Her şeyi olduğu gibi söylüyorum. Onu biraz olsun değiştirmek elimden gelmez. Kendimi bildim bileli kimse en ufak bir yalanımı tutmamıştır. (Arlecchino güler.) Uşağıma sorunuz. (Öksürür.)” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:44) “ ‘Siz ne zamandır burada oturuyorsunuz?’ ‘Hatırlamıyorum,’ dedi kadın. ‘Kendimi bildim bileli bu evde oturuyoruz sanki. Belki de haklısındır, birkaç yıldır oturuyoruzdur burada.’ ” (M. Mungan, “Çador”, sa:18) “Öte yandan hep birlikte gülüşen, eğlenen, uzun bir bayram yemeği yiyen akrabalarımın, arada bir alevlenen mal-mülk kavgalarında birbirlerine ne kadar acımasızca davrandıklarının da kendimi bildim bileli farkındayım.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:21) “Necib gayet mudhik <tuhaf> bir söz işitmiş gibi vücudunu kanapenin arkalığından kaldırarak ellerini havaya fırlattı: -Oo. Oo, oo... İşte bu ala, evlenmek, ben öyle mi? Bu öyle bir masaldır ki kendimi bildim bileli bin kere dinledim... Evlenmek...” (M. Rauf, “Eylül”, sa:346) Kendinden başkasına (gayrısına) saltanat tanımamak : Kendini herkesten üstün görmek “Mahmud: Benim bildiğim Havvas Ağa kendinden gayrısına saltanat tanımaz ağam. Bu işte bir bit yeniği vardır.” (M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:57) Kendinden emin olmak : Özgüveni yüksek olmak “Bu fotoğraflarla birlikte her şey biraz daha inanılmaz görünmeye başladı. Elinde balık zıpkınıyla bana dik dik bakan yakışıklı, kendinden biraz fazla emin şu genç adam da kimdi? Bunca emin olduğu şey de neydi Tanrı Aşkına? Bunu söylemek güçtü. Onun yaşadığı dünya, tıpkı bizim dünyamız gibi, birden yok olma tehdidi altında var olmuştu. Bunu herkes biliyordu.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:370) Kendi(si)nden geçmek : Şuurunu kaybetmek; Şaşırıp kalmak; Başarının verdiği aşırı güvenle yaptığının farkına varmamak; Mest olmak, aşırı zevk almak, sevinç ya da hayretten göklere çıkarmak; Bayılmak Bk.: Kendinde olmamak “KRAL - Sana hiçbir şeyimi vermemiştim. Her şeyimi vermek istemiştim. GENÇ KIZ : Gürültü olmasın diye ayakkabılarımı elime alır, gece yarısından sonra koşarak odanıza gelirdim. Korkardım, çıt çıkmasın isterdim. Gene de o uzun koridorlarda kendimden geçer, bir türkü mırıldanırdım. Gün ağarana değin yanınızda kalırdım. Bu muydu o kurşundan sessizliğin söylediği bize bütün gece?” (S.K. Aksal; “Oyunlar-Kral Üşümesi”, sa:516) “Kadınlar, kah üç , kah dört sesli korolar halinde, ağlaşarak o tatlı ‘Deus, venerunt gentes’ (Allahım, insanlar senin tapınağını kirletmeye geliyorlar)i okumaya başladılar. Beatrice, şefkatle hıçkırarak, onları öyle kendinden geçmiş bir halde dinliyordu ki, Meryemin yüzü çarmıhın dibinde onunkinden daha fazla bozulmamıştı.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:254-5) “KALBİ KIRIK GEZGİN lucky (talihli) peterson’un büyülü gitar’ı ulaşıyor son gücüne yağmurlu, ışıl ışıl anvers’de şemsiyenin altında dokunuyor tellere, aplıyor, gülümsüyor, şakıyor kendinden geçerek masaj yapıyor gövdeme gitarı kalabalığın ortasında” (Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06) “Kongre Binası’nın polisleri, çılgına dönmüş turistleri ayakaltından uzaklaştırmaya çabalarken, bir yandan da Rotunda’yı kapatıyorlardı. Küçük çocuk hala ağlıyordu. Parlak bir ışık patlayınca -bir turist, elin fotoğrafını çekiyordugörevliler hemen adamı gözaltına alıp kamerasına el koydular ve onu oradan uzaklaştırdılar. Bu karmaşa sırasında Langdon, kendinden geçmiş bir halde, kalabalığın arasından sıyrılarak, ileri doğru hareket ettiğini ve ele doğru yaklaştığını hissetti.” (Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:62) “Ve nasıl olduysa, Fischerle, yeni firmasının yönetimini ele aldığından bu yana ilk kez, ganimetin bir kısmının elinden kaçmasına göz yumdu, düşmanının yamanlığı onu öylesine kendinden geçirmişti ki.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:298) “Aklıma Petrus’un çayın içine bir şeyler atmış olabileceği geldi. Çevremdeki her şey bulanıklaşmaya başlamıştı; belli belirsiz, kadının Petrus’a bir kez daha gitmemiz gerektiğini söylediğini duydum. Kendimden geçmiştim, aklıma gelen tuhaf sözleri söylemeye karar verdim.” (P. Coelho, “Hac”, sa:84) “Kadeh dolunca da, dayanamayarak kendisini büyük bir koltuğa atıyor, gözler süzülmüş, kendinden geçmiş, tatlı bir vicdan acısı içinde: -Ah kör olası! Ah kör olası! diye diye, yudum yudum günaha giriyordu.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:83) “Sara nöbetinden bitkin düşen Smerdyakov başka bir odada kıpırdamadan yatıyordu. Marfa İgnatyevna’da da hareket yoktu. Grigori Vasilyeviç ona baktı, ‘Kendinden geçmiş kadıncağız.’ diye düşündü, oflaya puflaya dış kapıya yollandı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:51) “Şemseddin kalktı, Mevlana’nın önüne koştu, katırın gemini sımsıkı yakaladı ve ‘Ey dünya ve mana değerlerinin sarrafı, Tanrı adlarının bilgini, söyle! Muhammed hazretleri mi yoksa, ben kendimi tesbih ederim (dua ederim). Benim şanım ne kadar büyüktür. Ben sultanların sultanıyın diyen Bayezid mi büyüktür’ diye sordu. Bunun üzerinden Mevlana hemen katırından indi. Bu sorgunun heybetinden bir kere bağırıp kendinden geçti. Bir saat kadar o halde kaldı Sonra, Mevlana, Şemseddin’in elini tuttu, yaya olarak kendi medresesine götürdü. Her ikisi bir hücreye girip kapandılar. Tam kırk gün hiç kimseyi içeri sokmadılar. Şiir: ‘Kafilemizin başbuğu, dünyanın kendisi ile övündüğü Mustafa’dır.’ O hali de şu şiiriyle tasvir eder: ‘Utarit (Zühre) gibi defter ve kitaplarla meşguldüm. Yerim, bütün ediblerin makamından yüce idi. Fakat sakinin alın levhasını gördüğüm vakit kendimden geçtim, elimdeki kalemleri kırıp attım.’ ” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:92) “Yoksa bu bayağı deyimlerin ne anlamı olurdu: ‘Kendinden geçmiş... Kendine gel... Kendine geldi...’ Sonra, aşk ne kadar mükemmelse, delilik de o derece büyük, mutluluk o derece bellidir.” (D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:159) “Şu yaşadığımız günlerde, bir şehirli, zamanının güzellik perilerinden biriyle tanıştı. Onun emsalsiz güzelliği karşısında kendinden geçti. Düşündü ki, bu meleğin kızı onun olsaydı, onu başının tacı yapardı.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Rüyalarımın Kraliçesi”, sa:35) “Bir çocuk, kulağını yırttı. Bir genç kız, yeninin içinde sakladığı bir bizle yanağını yardı. Başından tutam tutam saç, vücudundan lokma lokma et koparılıyordu. Başkaları, sırıkların uçlarına insan pisliğine batırılmış süngerler takmış, yüzüne sürüyorlardı. Boğazının sağ yanından oluk gibi kan fışkırdı. Bunun üzerine halk kendinden geçti. Barbarların sonuncusu olan bu adam onlar için tüm Barbarları, tüm orduyu temsil ediyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:390) “SARHOŞ, kendinden geçmiş. - Kimse bana bugün yan bakmasın! Kendimi o kadar hür ve serbest buluyorum ki. Zaten bu taze neşeyi ve bu şen şarkıları, hep ben buraya getirdim.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:26) “ ‘Gerçekten de o gün ve ondan sonraki günler doğru dürüst çalışamaz olmuştum. Aklım hep şarkıdaydı. Kendimden geçmiş gibiydim. Aradan bir kaç gün geçmişti, ama ben notayı almaya gitmenin zamanı mıdır, değil midir, bir türlü karar veremiyordum.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:46) “Kendinden geçen Balon, yemeği memeği de unutup günah çıkartmaya koyuldu: ‘Azizlere ve din şehitlerine etmediğim küfür kalmadı. Malşe’deki bir meyhanede ve Dolni Zahayi’de papazı dövdüm. Tanrı’ya inancım tamdır, kendime haksızlık etmeyeyim, ama Aziz Iosif’ten hep kuşku duymuşumdur.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134) “Bir iskemlede oturan Louisa, Mercedes’e sıkıca sarılmıştı. ‘Üzülme, dini ayin yapıldı,’ diyordu. Bu, papaz, ölünün gövdesini kutsadı anlamına geliyordu. Kuzenler ve komşu kadınlar Mercedes’in yanında oturuyor, ne zaman asılsız bir şey görse onu sakinleştiriyorlardı. ‘Hareket ediyor! Hareket ediyor! Tanrım!’ diyor ve sonra neredeyse kendinden geçip bayılıyordu.” (O. Hijuelos, “Dünyadaki Evimiz”, sa:207) “Büyük bir acı çığlığıyla yerimden fırladım. Yaşlı amcam bana seslendi: -Franz’a kapıyı aç! Kendimden geçmiş bir durumda odanın içerisinde bir sağa, bir sola seğirttim; ne kapıyı, ne kilidi bulabildim. Yaşlı amcam, bana yardım etmek zorunda kaldı. Franz, yüzü sapsarı, allak bullak odaya girdi, mumları yaktı.” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:61) “ ‘Bunu yakından biliyorum. Sözünü ettiğim kadının evinde bazı bazı adeta bir toplantı yapılır. Kadın çok defa kendinden geçer. Külhaniler her çeşitten okuyorlar. Fakat bunu sadece alay edebilmek için yapıyorlar. Hepsi de bir sersemlik içinde yaşıyor. Tek ülküleri, kıyasıya alaya almak.’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:31) “Bu kovuluş hikayesini, hele şeytanın oyununa gelen Havva’nın elmayı Adem’e yedirdikten sonraki safhaları ballandıra ballandıra anlatır. Habil ile Kabil meseline sıçrar; etrafına dizilmiş yaşlısı, genci, kadınları, kızları kendinden geçirir...” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:206-7) “-Bravo Marco! -Öp ustanın elini, Miyu! Bu görünüm karşısında kendinden geçen Nerrantsula kesin altına kaçırmış olmalıydı.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:60) “French Frank gibi yaşlı bir adamın kendisine saldırmasına göz yumduğu için Scotty’ye söylendiğimden biz de dövüşe başladık. Bu da kumsaldaki eğlenceye neşe kattı. Scotty, o gece tayfalıktan istifa edip iki battaniyemi yürüterek çekti gitti. Geceleyin istiridye korsanları kendilerinden geçmiş teknelerinde yatarken, Reindeer denizde demiri çevresinde dönüyordu. Taş ve su dolu balıkçı teknesi de yanıbaşındaydı.” (J. London, “İntihar”, sa:91) “PEREGRİNA IV -----------------Evvelki gün çocuk salonuna gelmiştim, Kendimden geçtiğim mumların titrek aydınlığında, Gürültü ve kahkahalar arasında, Sen, ah, merhamet ve güzelliğin çizdiği resmi çilenin; Sofraya oturan ruhundu senin, İki yabancıydık acılarını tutan saklıda; Son olarak hıçkırıklarla boğuldum ben, Ve uzaklaşıverdik el ele o evden.” (Eduard Mörike<1804-1875>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.07.03) “GEORGETOWN’DA YÜRÜRKEN ERKEK KARDEŞİMLE (Ağustos 1984) ----------------------------------------Ah duyuyorum çığlığını pop müziğin Ah görüyorum rock yapışını delikanlıların Sokaklarda kendinden geçmiş Rock yapıyorlar ritmiyle kendi ölümlerinin Temposuna kilitlenmiş bir dükkan önünün” (Grace Nichols<d.1950>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08) “Mari: ‘Nusret!’ diye inledi. Onu yatıştırmak için ayağa kalktı, yanına gititi. Üzerindeki çarşafı örterken Cevdet Bey’e dönüp: ‘Ağbiniz iyi değil. Dün akşam çok kötüydü. Kendisinden geçti... Şimdi birazcık iyidir, ama yanılmayın!’ dedi.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:25) “SİZİ * Bakma ısrarla, kabalıktır. Tecavüzdür empati. Kibarlık, arzu gibi kendinden geçmektir.” (Karen Press<1956-1999>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.09.05) “Geri kalan on dokuz kişiyi yortuya raslamayan ilk gün öbür dünyaya yollamak için, darağaçları hala duruyor. Fakat cellat son derece yorgun, halk da bu kadar ölü gördüğünden dolayı kendinden geçmiş bir durumda olduğundan, idamları iki gün geri bıraktılar.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:52) “Albay her zamanki gibi gülümsüyordu prensin şakalarına; ama -kanısınca- çok iyi bildiği Avrupa konusunda prensesin tarafını tutuyordu. Prensin söylediği komik her şeye iyi yürekli Mariya Yergenyevna katıla katıla gülüyordu. Varenka bile kendinden geçercesine gülüyordu prensin şakalarına.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:449) “Zavallı hasta kendinden geçti. Biraz sonra kocasını çağırdı. O da odadan çıkarken bir ölü gibi benzi sararmış, allak bullak olmuştu. Ölüm, Rosa’yla Ramiro’nun evlerinin orta direğine tırpanını indiriyordu.” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:46) “Bir an doğa sustu. Rüzgar kesildi. Yağmur durdu. Sanki durgunluk geri gelmişti birden, korkunç bir gümbürtünün izlediği uçsuz bucaksız bir ışık ormanın üzerine çöktü. Nininha’nın bütün varlığı, en ufak köklerine dek acıdı. Bir şey oldu ve kendinden geçti.” (J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:65) Kendinden pay biçmek : Kendi durumuyla karşılaştırmak, kendi düşününe göre akıl vermek “ŞAŞA - Hayır, hayır... FEDYA - Hayır diyorsun ama belki içinden bana sen de hak verirsin. ŞAŞA - Ben kendimden pay biçiyorum. Onun yerinde olsaydım, ve sen bana bu cevabı verseydin, benim için bir facia olurdu bu.” (L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:62) Kendinde olmamak : Artık serbest iradesini, us gücünü kullanamamak “ ‘Kitabının yayımlandığını okuduktan sonra ne yaptın?’ ‘New York’a döndüm. Yaptığım saçma bir şeydi ama kendimde değildim, artık salim kafayla düşünemiyordum. Kitap beni kendi kazdığım kuyuya düşürmüştü..... Kitap çıkınca geri dönüşüm kalmamıştı.’ ” (P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:122) Kendine (bir iyi) çeki düzen vermek : Kılık kıyafetini düzenlemek, aklını başına almak Bk.: Çeki düzen vermek “Ertesi gün, elinden geldiği kadar kendine çekidüzen verdi, annesinin o gün için özel olarak diktiği elbiseyi giyip tatil nihayet bittiği için Tanrı’ya şükrederek evden çıktı.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:16) “Bir süre sonra çevresinin kalabalıklaştığını fark etti. Bir anacaddede yürüyordu. Aceleyle ellerini ceplerinden çekti. Unutmuş, ellerini cebine sokmuştu. Ceketinin kolağızlarını düzeltti, kendine çekidüzen verdi.” (Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:116) “Merdivenleri hızla inmek üzereyken kendimi tutup, durdum. Aynaya bir göz attım ve kendime acele bir çeki düzen verdim. Sinirli, tedirgin ve kötü bir önsezi ile keyfim kaçmıştı; zira dostluk için buralara gelecek kimsem yoktu dünyada.” (S. Zweig,”Hikayeler”, Cilt:I, sa:21) Kendine dert edinmek : Başkasının üzüntü ve problemlerini üstlenmek “MADAM BORKMAN - Erhard mı, nasıl katlanıyor? ELLA RENTHEIM - Hayır, asıl babası nasıl katlanıyor? MADAM BORKMAN, acı acı alay ederek. - Hiç işim yok ta, bunu mu kendime dert edineceğim?” (H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:9) Kendine düşkün : Egoist, bencil, kendi-merkezli kişilik yapısı “Henri Beyle bu babadan yalnızca iri yarı şişman beden yapısını değil, aynı zamanda, damarlarında dolaşan kana ve sinirlerinin titreşimine varıncaya kadar tüm benliğine işlemiş bir özelliği -bencil bir şekilde ‘kendine-düşkün’ olma gibi bir özelliği de almıştı.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:165) Kendine gelmek : Eski halini bulmak (Bayılma, hastalık, kaza, şaşkınlık vs.’den sonra) “Petrus yerinden kalkıp, ‘Gidelim artık,’ diyerek çay fincanını bana uzattı. ‘Biraz çay iç, hanımefendi gitmemizi istiyor.’ Bir az duraksadımsa da fincanı aldım, sıcak çaydan içince biraz kendime geldim.” (P. Coelho, “Hac”, sa:83) “Bünyem kuvvetli ve dayanıklıydı, ama durumu öğrenince yıkılıverdim. Bayılıp yere yuvarlanmışım. Yatağıma götürmüşler. Bütün günü ve bütün geceyi ateşler içinde sayıklayarak geçirdim. Ertesi sabah kendime gelmiştim. Ama babam ölmüş ve gömülmüştü.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:52) “Hafız ancak akşama doğru kendine gelebildi. Kollarını oynatıp birkaç defa ofladıktan sonra odaya çöken alacakaranlığı gözleriyle delmeye çalışarak: ‘Neredeyim?’ diye sordu. ‘Yediviran köyünde.’ ” (O. Hançerlioğlu, Ekilmemiş Topraklar”, sa:117-8) “DUNCAN - Ne biçim iş; hoşuna gitmeyen bir temsilden çıkar gibi, tam ortasında savaşı bırakıp gidiyor. YARALI ER - Yaralandım, diyorum size. Bayılmışım. Sonra, kendime geldim. Güç bela ayağa kalktım, sürüne sürüne buraya kadar gelebildim.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:263) “Şimdi ise belgeleriyle birlikte öylece odanın ortasında kalmıştı ve bakışları hala kapandıktan sonra bir daha açılmayan kapıya dikiliydi; ancak nöbetçilerin seslenmeleriyle irkilip yeniden kendine geldi; adamlar pencerenin önündeki küçük masaya oturmuşlardı ve K.’nın ancak şimdi ayırdına vardığı gibi, onun kahvaltısını atıştırmaktaydılar.” (F. Kafka, “Dava”, sa:21) “Canını dişine taktı. Önce, uzandığı yerden kalktı oturdu. Başını sağ dizinin üstüne koydu daldı bu sefer de. Kendine azıcık geldi sonra. Ellerin toprağa bastırarak usul usul kalktı.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:49) “Onu dizleri üzerinde tutan da yatıştırmaya çalışıyordu. Maruja derin bir soluk alarak havayı ağır ağır ağzından çıkardı; kendine gelmeye başlamıştı. Birkaç blok gittikten sonra durum değişti, çünkü zorlu bir yokuşta araba kendini bir trafik sıkışıklığının içinde bulmuştu.” (G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:11) “Semyon biraz daha yaklaştı. Ve işte o anda birdenbire kendisine gelir gibi oldu adam, başını çevirdi, gözlerini aralayıp kunduracıya baktı. İşte bu bakışla sevdirdi ona kendisini. Elindeki keçe çizmeleri yere fırlattı Semyon, kemerini çözdü, kuşağını çizmelerin üzerine koydu, kaftanını çıkardı. ‘Fazla lafa gerek yok!’ dedi adama. ‘Giyin hadi! Hadi bakalım!’ ” (L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:21) “Tamam artistlik kötü bir şeydi, ama bu kadar kötü bir şeyse neden sinema dünyasında Alev diye tanınan Efsun için gazetelerde çok iyi şeyler yazıyordu? Aklı karışınca, bir gün önden gizli plili lacivert eteğini giyecekken ‘Bu da ne böyle Allahaşkına?’ diyerek fırlattıysa da, biraz sonra kendine geldi. Aklı karışmakta çok geç kalmıştı.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:70) Kendine güvenini yeniden kazanmak : Özgüvenini şu ya da bu nedenle kaybetmiş kişinin, kendinden emin olarak gerçekler hakkında daha olumlu düşünüşü ve davranışı “Bird serinkanlılıkla konuşuyordu. Kendisinin nihayet kendini aldatmanın son tuzağından kurtulduğu hissiyle, kendine güvenini yeniden kazanmıştı. Himiko ise dolu dolu olan gözlerindeki bakışları Bird’e çivilemişti......‘Ben yalnızca kaçıp durarak sorumluluklardan uzak duran bir adam olmaktan kurtulmak istiyorum,’ dedi Bird, teslim olmaksızın. ‘Ee, benimle Afrika’ya gitme sözüne ne oldu?’ diye Himiko hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:228) Kendine kıymak : İntihar etmek Bk.: Kendini öldürmek “... düğün günü gelmiş çatmış küçük halam evlenmek istemediğini söylemiş Derecik birbirine girmiş hiçbir şeye kulak asmamış odasına kapanmış durmadan kıyarım kendime deyip duruyormuş...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:96) Kendine meslek edinmek : Bir şeyi tekrar tekrar yinelemeyi huy edinmek “NOT: Bunları bana anlatan adam, birkaç yıl boyunca Güneybatı eyaletlerinde kanun kaçağı olarak aranmıştı. İçtenlikle tanımladığı eylemleri kendine meslek edinmişti. Anlattıkları size iğrenç gelebilir.” (O. Henry, “viski soda”, sa:240) Kendine pay çıkarmak : Hisse almak, bölüşmek, bir durumdan istifade ederek bir çıkar elde etmek “CLAIRE - Haa, demek konuşacaksın. Çok güzel. Hadi bana gözdağı ver bakalım. Solange, beyefendinin başına gelenlerden söz etmek istiyorsun değil mi? Sersem. Şimdi bunun sırası mı? Fakat bu uyarından kendime pay çıkaracağım. Gülüyorsun? İnanmıyorsun değil mi?” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:8) Kendine yedirememek : Başkasının söylediğini ya da yaptığını onur meselesi yaparak tepki vermek; Başkası için yapması gereken bir işi, onur meselesi sayarak yapmamak “Bir zamanlar rahmetli babamın kullandığı eski eldivenleri pençelerime geçirmeyi kendime yedirememiştim. Hep şehirde satılan çocuk eldivenlerindeydi gözüm. Babacığım haşlanmış bezelyeye bile sesini çıkarmaz, oturur afiyetle yerdi; bense ağzıma koymazdım bezelyeyi, ille tavuk, kaz falan gelecek önüme. Domuz kızartmasına bile burun kıvırdığım olurdu; oysa canım anacığım domuzu bir güzel kızartır, koca bir bardak birayla önüme koyardı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134) “... kadına gidip hesabından alacağını istemeyi kendine bir türlü yediremiyordu. Bu yetmiyormuş gibi o güzelim cüce armağanı çöreğinin de dibine darı ekilmişti.” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:111) Kendini ağırdan (dirhem dirhem) almak, satmak : Yapılması gereken şeyi gayet yavaştan alarak lütfen kabullenmek “Belki de bu yüzden, orada geçirdiğim günler boyunca kendimi ağırdan sattım, biraz hava bastım.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:86) “FALSTAFF - Bunları ne maksatla açtınız bana? FORD - Orasını anlattım mı, hepsini söyledim demektir. Kiminin sözüne bakarsanız, bana karşı kendini ağır satıyormuş ama, başkalarına karşı pek şuh, apek açık meşrep imiş. O kadar ki, hakkında ileri geri söylemediklerini bırakmıyorlar. Şimdi Sir john, gelelim sadede. Siz soyu sopu belli, seçkin bir zatsınız. Sözünüze, sohbetine diyecek yok.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:57-8) “Canlı ve hemen hemen Güneyliye kaçan yaradılışı, günümüzdeki Saint-Germaine Mahallesi’ndeki salon yaşamının temeli olan o sakıngan ve kendini ağır satan davranışlarda bulunmasını her zaman güçleştirebilecek özdeydi..” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:111) Kendini alamamak : Kendini engelleyememek, tutamamak, durduramamak “Yıllık tatilimi geçirmek için bu yabanıl taş duvarlar evrenine girdiği zaman Jeff, karanlık basarken ormanda kalıp da elinde olmadan ıslık tutturan bir çocuk gibi, serüvenlerini anlatmaktan kendini alamazdı. Takvimime geleceği tarihi işaretlemeyi bundan dolayı savsaklamazdım.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:101) “Ve kızın gözlerini düşünmekten kendimi alamıyorum. ‘Fakat, bay öğretmen, kızın hiç de öyle güzel gözleri yoktu. Onun, küçük ve fıldır fıldır dönen kötü bakışları vardı. Durmadan hep etrafa bakan hırsız gözleri.’ ” (Ö. Von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:164) “(Hasan) bütün başından geçenleri doktorlara anlatmaktan korkuyordu. Şu deli doktor anlattığı bir şeye kızar da belalı başına bir püsküllü bela daha açar mıydı? Gene de kendini yenemiyor, başından geçenleri bir bir doktorlara anlatmaktan kendini alamıyordu.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:162) “ ‘Biliyor musunuz,’ dedi, ‘benim en büyük hayalim, tertemiz bir genç kız bulup onu kendime aşık etmek, sonra da bekaretini bozmak.’ M. de Charlus, Morel’in kulağını sevecenlikle çimdiklemekten kendini alamadı, ama safça ekledi: ‘Ne işine yarayacak bu senin? Kızın bekaretini bozarsan, evlenmek zorunda kalırsın.’ ‘Evlenmek mi?’ diye haykırdı Morel, baronun sarhoş olduğunu sezinleyerek, ya da aslında sandığından daha erdemli bir adam olan muhatabının nasıl biri olduğunu düşünmeyerek.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:420) “Bacaklarını oynattıkça aklım da beraber oynuyordu. Sırtımda duyduğum hafif bir soğuk başımı birdenbire arkaya çevirtti. Kapının ardına kadar açık olduğunu ve biletçinin de küçük mavi gözlerini genç kızın bacaklarından ayırmadığını görünce gülümsemekten kendimi alamadım. Babacan bir adam olan biletçi, tebessümü pişkin bir göz kırpışla iade etti.” (C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Tramvaydaki Adamlar”, sa:77) Kendini alıkoyamamak : Tutamamak, men edememek, sakınamamak, engelleyememek “Ama asıl bundan sonrasının izini sürmekte büyük güçlük çekiyorum. Saul nasıl masalcı oldu? Doğal olarak, öykünün beni en çok etkileyen yeri de burası. İşin bu yanını düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi, bir türlü kafamdan söküp atamıyorum.” (M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:232) Kendini beğenmiş : Narsisist, egoist-bencil, kendini başkalarından üstün gören, ukala, burnu havada “İnandığına, içten konuştuğuna güvenim var. Bakışın, sözlerin hep içten. İvan öyle değildir, İvan kendini beğenmiş.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:205) “Hemen herkes bunu içtenlikle onaylamış, fakat Erdal, o kendini beğenmiş beyzade, hiddetinden küplere binerek: ‘Hayır, hayır olamaz. Elin kürdosunu aristokrat bir ailenin çocukları ile aynı kefeye nasıl koyarsınız....?’ diye haykırmıştı.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:167) “O da benim gibi büyük bir avcıydı, balta girmemiş ormanlarda kaplan avlıyordu. Kendini beğenmişin biriydi de üstelik, avladığı kaplanların birinin postundan, sıcak günlerde bile sırtından çıkarmadığı, pek zevksiz, kürklü bir palto yaptırmıştı kendine…” (A. Gide, “Batak”, sa:90) “Raggles’in ağırına giden, şairliği sindiren yön bu kentte gördüğü insanların üzerinden taşarcasına akan bencillikti. İncelemek üzere seçtiği her insanı kendini beğenmişin biri buldu. (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:135) “Ne var ki, realite dünyasının kasvetli ortamından bana el uzatan, yalnızca benim aptalca kendimi beğenmişliğim, şahsımın kendimi kanıtlamak için duyduğu o hayvanca, ama öyleyken esprili açgözlülük değildir. Dinleyiciler de, benim dinleyicilere karşı tutumum da yardımıma koşuyor. Bu da, benim meslektaşlarımın pek çoğundan daha güçlü sayılacağım bir noktadır. Dinleyicilerin dinleyici olarak benim için varlığıyla yokluğu arasında hiç fark yok.” (H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk-Nürnberg Yolculuğu”, sa:163-4) “KAPI Gaddarlaştırıyor beni şu kendini beğenmiş suratı. Yumrukla dahi itelesen boşuna- sarsamazsın bu yardakçı bekçinin sadakatini.” (Mirela İvanova-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.03) “Üniversitede ders vermekten mutluydu, radyoda konuşmaktan mutluydu. Avukatlık mesleği hoşuna gitmiyor değildi..... ‘Ben avukat değilim, bir savunma uzmanıyım!’ diyordu şaka yollu; daima külyutmaz bir uzmanın o hafif tiksintiyle eline aldığı koca kitaplarda yorumlanan, insandışı yasaların hüküm sürdüğü bir dünyada kendini bir hain, bir beşinci kol, iyi kalpli bir gerilla savaşçısı gibi görerek -belli bir kendini beğenmişliği de yok değildi-, bile bile ve bütün kalbiyle yasa tanımazlardan yana çıkıyordu.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:152) “ANNE, sert - Senin de bilmediğin şey yok yani? KOMŞU KADIN - Bağışla. Kimseyi aşağılamak istemedim. Ama gerçek bu. Gelgelelim namuslu muydu değil miydi orasını bilmem. Kimseden bir şey duymadım. Kendini beğenmişin biriydi.” (F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:9) “-Ya benimkiler? -Seninkiler mi Caridad? Seninkiler ayı beyininki gibi! -Çok güzel! Teyze de daha iyisini söyleyemezdi! -Ama Ramiro’da Rosa’nın dediği eksikler yok ki. Ne kendini beğenmiş, ne bencil, ne de ilgisiz. -Öyleyse senin dediğin gibi ne diye damarına basayım?” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:141) Kendini bırakmak : Boş vermek, yazgıya teslim olmak “Dişlerinin arasındaki saman çöpü ve kara kaşlı kaba suratıyla kendini bırakmış bir hali vardı. Başını sallayıp ‘Hmm,’ diye bir ses çıkardı yalnızca, sonra önleride durup konuştu.” (H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:9) “Kız, başını öne sarkıtıp ona yaklaşıyor. Adam kızı kolunun altına alınca onun titrediğini hissediyor. Saçlarını, şakaklarını okşuyor. Sonunda kız kendini bırakıyor, adama yaslanıyor, yumruklarını çenesinin altına dayayıp hıçkıra hıçkıra ağlıyor. ‘Anlamıyorum,’ diyor içini çeke çeke, ‘neden ölmesi gerekti onun?’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:97) Kendini bildi bileli : Hatırlayabildiği, anımsayabildiği kadar eski “Ama sizi daha önce arayamadığım için gerçekten çok üüzgünüm. Geçen ay mektubunuz gelince babam öyle sevinmişti ki. Kendimi bildim bileli babam sizden bahsedip dururdu, neredeyse sizi hayatım boyunca tanıyormuş gibiyim.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:125) “Z. Tedirginleşmeye başlıyor. Babadan miras kalan çabuk öfke patlak veriyor. Oğlan: ‘O bana analık yapmadı ki!’ diye bağırıyor. ‘Benimle hiç meşgul olmadı, hizmetçilerden başka şeyle ilgilenmezdi. Kendimi bildim bileli mutfakta kızlara küfür eden çirkin sesini duyarım hep.’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:114) Kendini bilmek : Haddini, sosyal konumunu bilmek “LOPAHİN - Dunyaşa, neyin var senin? DUNYAŞA - Elim ayağım titriyor. Kendimi tutmasam bayılacağım... LOPAHİN - Pek çıtkırıldım olmuşsun. Giyimin küçük hanım giyimi. Saçın başın desen öyle. Olmaz. İnsan kendini bilmeli.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:104) Kendini bir matah sanmak, saymak : Kendini olmadığı yüksek bir duruma koymak, herkese tepeden bakmak “Önce giysilerini kendilerinden üstün saynış olurlar; çünkü işe yararlık bakımından ince bir yünlünün kalın bir yünlüden ne üstünlüğü olabilir, sorarım size? Böyleyken bu sersemler kafasızlıklarını değil de, yaradılışlarının başkalığını, herkesten üstünlüğünü ortaya koyuyormuş gibi böbürlenip bir matah sanırlar kendilerini.” (Th. More, “Utopia”, sa:100-1) “Sonra, bu renksiz parmakların ucunda görkemle dönen şişe vardı ve sonra kendi özsuyu içinde pişip duran, ama bunu hiç de sorun yapmayan bunca adam vardı. ‘Bir matah sanırsın, aslında ötekilerden farkı yok.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:178) Kendini bir seksen yerde bulmak : Kendini sırtüstü yerde bulmak, boylu boyunca yere serilmek “Oğlanın yanına gittim, tabancasını elinden aldım ve tevkif edildiğini söyledim. Bir de baktım o kapitalist ‘caballaard’lar treni kaçırmamak için istasyona doğru koşuyorlar. İçlerinden biri benim önümde bir an durakladı, hafifçe gülümsedi ve eliyle çenemi öyle bir itti ki, kendimi bir seksen yerde buldum.” (O. Henry, “viski soda”, sa:203) Kendini bulunmaz (bir) Hint Kumaşı sanmak : Kendini değerinden çok üstün biri olarak görmek “ ‘Ama ben artık sevinmeyi, hoşnut olmayı unuttum. Bunu sizden başka birine söylersem, ağız yaptığımı sanır. Ancak siz halden anlarsınız. Şurada şöyle bir çevrenize bakın; her yan ne denli boş ve ıssız. Kendini bulunmaz bir Hint kumaşı sanan Johanna içeri girdiğinde, tüylerimin diken diken olduğunu duyumsuyorum.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:130) Kendini dar atmak : İvedilikle bir yere gitmeyi arzulamak “Muhtar Mevlut İstanbulun dumanı tüten çadırı, can kurtaran. Kendimi oraya dar atıyorum. Sıcak çay ve peynir ekmek. Ekmek kadar aziz olasınız.” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:22) Kendini dev aynasında görmek : Kendini layık olduğundan ve olduğundan çok daha yükseklerde görmek “Huzursuz, kıskanç bir doğası vardı. Bazı yetenekleri olduğunu biliyor, fakat gururu yüzünden bunları dev aynasında görmekten kendini alamıyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” , Cilt:I, sa:126) “Oğlanın kötü bakışları üzerimde dolaşıyor. R.: ‘Anı defteri yazmak, kendini dev aynasında gören insanın belli başlı niteliklerindendir,’ diyor. İhtiyatlı davranmak için: ‘Olabilir,’ diyorum. Çünkü radyonun bu saçmaları daha önce söyleyip söylemediğini şu anda kestiremiyorum.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:70) “Kardeşi de çok iyi bir insandır, ‘un parfait honnete homme’ - (Fr.) Mükemmel, namuslu (bir) adam! > Prens Garin’i biliyorsunuz. Hepsi bu kadar. Daha iki üç komşu var, ama onlar da hiçbir şey değildirler. Ya yapmacıktan pek gücenirler ya da kendilerini dev aynasında görürler.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:70) Kendini dizginlemek : Kendini (nefsini) kontrol altına almak Bk.: Kendini zor tutmak “Ne demek istediğini hemen anlamıştım. Bu bakış ‘Bir şey belli etme, kendini dizginle’ anlamına geliyordu... Biliyordum.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:46) Kendini doyuma ulaştırmak : Mastürbasyon yapmak “Bir kez, yüzü koyun yatıp, doyuma ulaştırdım kendimi; bana öyle geldi ki bu onun kendi doyumuydu.” (A. Ernaux, “Yalın Tutku”, sa:40) Kendini ele vermek : Teslim olmak; Kimliğini açıklamak “ ‘Şu zavallı küçük Cosette’in dünyada benden başka kimsesi yok ve şu an hiç şüphesiz Thénardier’lerin sefalethanesinde soğuktan mosmor olmuştur! İşte böyle alçaklardır bunlar! Demek, bütün bu zavallı varlıklara karşı olan yükümlülüklerimden kaçacağım! Ve gidip kendimi ele vereceğim! Demek bu ahmakça saçmalığı yapacağım!’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:376) “EDGAR - Tanrı aklını korusun senin. KENT - Ne acıklı Yarabbi, ne acıklı. Efendimiz, sabırlı olacağım, sabrı bırakmayacağım elden demiştiniz, ne oldu? EDGAR (Kendi kendine.) - Hali o kadar dokunuyor ki bana, gözyaşlarımı tutamayacağım, ele vereceğim kendimi.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:99) Kendini evinde gibi hissetmek : İleri derecede misafirperverlik gördüğü yerde bir kimsenin duyumladığı şey “Subaylardan biri (Binbaşı ya da Yüzbaşı Muddy), okuldan iki kız arkadaşımın ailesinin villasında kalıyordu. Bazı hanımların çat pat konuştukları Fransızcayla Yüzbaşı Muddy’yle sohbet ettikleri villanın bahçesinde kendimi evimde gibi hissediyordum.” (U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:30-31) “Bazen durum dayanılmaz derecede kötüyse kükürt yakıp yandaki odaya kaçırtılırdı. Ancak komşu odanın müşterisi de aynı şeyi yaparak hayvanları geri yollardı. Pis yerdi ama, insan kendini evinde hissederdi.” (G. Orwell, “Paris ve Londa’da Beş Parasız”, sa:21) Kendini fena bırakmak : Bakım-sağlığını ya da işini ihmal etmek Bk.: Fena yapmak “-Size anlatmak kabil değil enişte, benim yaradılışım başka türlü. -Yok oğlum, sen kendini fena bıraktın. Bak, ben altmışıma giriyorum, günden güne daha gençleşiyorum.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:385) Kendini güçlükle tutmak : Herhangi bir davranışı ya da dürtüyü zorlukla kontrol altında tutmak Bk.: Kendini tutamamak, kendini zor tutmak “Bana kızdığını hissediyorum. Göğsünü mısır tavuğu gibi öne doğru şişiriyor. Başını dimdik kaldırıyor: -Kız beni istiyor. Gülmekten kendimi güç tutuyorum.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:65) Kendini heder etmek : Aşırı çalışmaktan ya da üzüntüden kendini heba etmek, yıpratmak “İşi yarı yarıya paylaşmaya karar verdikleri için -bu da arabayı sırayla çekmeleri demekti- her seferinde tek bir taş yüklüyorlardı. Sonuçta belki böylesi daha iyiydi. İş zaten çok yorucu olduğu için, kendilerini heder etmenin anlamı yoktu.” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:128) Kendini ipe çekmek : Kendini suçlu hissedip asmak, intihar etmek “ ‘Senin gibi bir adama yakışır mı! Git kendini ipe çek daha iyi. Dolandırıcılık pis bir numaradır.Yalan mı?’ Kör dilencinin gözleri dolu dolu oldu, aslında, çocuk değil, savaşta, üç yıl cephede savaşmış bir yetişkindi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:267) Kendini işe kaptırmak : Kendini tamamen işe vermiş, onunla sarmaş dalaş olup dünyada ne olup bitiyor görmemek “Kağnıyı getirip evin avlusuna bıraktı. Irazca’sı Haçça’sı yukarı çıktılar. İyice yorulmuşlardı. Yarın da buğdaya başlayacaklardı. Kendilerini iyice işe kaptırmışlardı. Öbür işten bir haber yoktu. Çok merak ediyorlardı ama, kulakları kirişte olduğu halde, Ahmet’ten Mehmet’ten bir şey duyamıyorlardı.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:136) Kendini işkenceye sokmak : Bir amaç için kendisini gerçekten zora sokarak uğraşı vermek “Daha önceleri, lirik üslubumla mektup üslubumdan bir karışım sağlamak için kendimi işkenceye soktuysam ve bunun sonucu da ‘Güney Denizleri’ ile onun uzantısı şiirler olduysa, şimdi de ‘Çalışmak Yorar’ın imgelemsel ve ahlakçı tutumunu, çılgın ve okurla gerçekçi bir bağ kurabilecek ‘müstehcen derleme’nin beğenisi ile uzlaştırmanın gizini bulmak zorundayım. Bu da, kuşkusuz, düzyazıyı kullanmak demek.” (C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:23) Kendini kapıp koyvermek; kaptırmak : Kontrolünü kaybetmek; Konuşmasını, davranışını, bilincini neredeyse yitirmek, işi oluruna bırakmak “Maria’nın günlüğünden; sıkıcı kitabı bir kenara atmasından az sonra: Bir adam çıktı karşıma ve ona kendimi kaptırdım. Hiçbir beklentimin olmaması gibi basit bir nedenle, aşık olmak için kendime izin verdim. Üç ay sonra uzaklarda olacağımı, onun bir anı olup çıkacağını biliyorum, ama aşksız yaşamaya daha fazla katlanamazdım; bıçak kemiğe dayanmıştı.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:129) “Berta’nın ilginç, yürekli bir kadın olduğunu düşündüğü zamanlar olmuştu; kocasının bir av kazasında ölümünden sonra Berta kendini koyuvermemiş, hayatını düzene sokmayı becermiş, hatta elindeki üç-beş parça eşyanın bir kısmını satıp parasını sigortadan aldığı tazminatla birleştirerek bir kenara koymuş, elde ettiği faizle geçinmeyi başarmıştı.” (P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:54) “Hazret, kendini kapıp koyuverdi ve tam on dakika, onura öyle bir söylev çekti ki, bu soytarı beyninden bundan daha çılgıncası, daha olağanüstü doğmamıştır kesinlikle.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:15) “Bunun sebebine gelince, öyle sanıyorum ki, ben etrafındaki hayata pek fazla kendini kapıp koyveren, hafif ve dikkatsiz bir çocuktum. Besbelli sık zamanlarda kendi kendimle, kendi fikirlerimle yalnız kalmak için gözlerimle dünya arasında, bu saçlardan bir perde koymaya çalışıyordum.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:9) “Narziss heykeli üzerinde Goldmund yürekten bir sevgiyle çalışıyor, doğru yoldan saptığı kimi zamanlar bu çalışmada kendini, kendi sanatını ve kendi ruhunu yeniden buluyordu. Sık sık sevdalanıyor, danslı eğlencelere, arkadaşlarla içki alemlerine dalıyor, zar oyunlarına ve kavga döğüşlere çoğu zaman fena halde kendini kaptırıyor, dolayısıyla da bir ya da birkaç gün atelyeye uğramıyor, uğrasa da işin başında ne yapacağını bilemeyerek surat asıp dikiliyordu.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:200) “Ama yabancı adam gerçekten zarar vermek istemiyor gibiydi, büsbütün kendini koyvermişti, hatta öylesine koyvermişti ki başı belli belirsiz sallanıyordu. Bu yüzden Hans, kendisini adamdan ayıran delik deşik olmuş eski bir soba siperini kenara itmeye cesaret etmişti..” (F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:112-3) “Bir büyü içinde kalıyor insan... Seyrederken bütün bunları, dünyayı unutuyorsun. Öteki, gerçek dünyayı, ağacı, kuşu, tarlası, evleri ile bıçak gibi kesip, o dünyada hiç yaşamamışın gibi, bu peri bacaları dünyasına kendini kapıp koyuveriyorsun... Belki asırlardır bu sarhoşluk içindesin. Dizlerinde derman kalmıyor hayretten. Başın dönüyor.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:165) Kendini kaybetmek : Sinirine hakim olamayıp kavga gürültü çıkarmak; bayılmak, kendinden geçmek “Subay onu telaşla tıkaçtan uzaklaştırıp kaldırdı ve kafasını çukura doğru çevirmek istedi, ama geç kalmıştı; kusmuk makinen her tarafından akıyordu bile. ‘Bütün suç komutanda!’ diye bağırdı subay kendini kaybetmiş halde, öndeki pirinç çubukları sarsmaya başladı, ‘makine, içine edilmiş ahıra döndü!’ ” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:47) “Ayağının başparmağını avucunun içine aldı. -Söyle; diyorum. Söyle, diyorum. Ve kendimi kaybedip yakasına yapıştım. Silkinip geriye çekilmek istedi. Sarstım.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:73) “Böyle bir durumda hiç değilse bavulla paralar Ruth’a kalırdı. Ama işte kırk frank ortadan kaybolmuştu. Bavulların yanına yere oturdu. Öfkesinden kendini kaybetmiş gibiydi. ‘Ulan dolandırıcı!’ dedi. ‘Ulan kahrolası dolandırıcı. Böyle nane yenir mi?’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:308) Kendini küçük düşürmek, küçümsemek : Aşağılık duygusu ya da depresyon nedeniyle, kendini diğerlerinden değersiz hissetmek “(Kleist), kahramanlarının kendilerini küçük düşürmelerine ve aşağılanmalarına asla izin vermedi. Dolayısıyla, açık konuşmak gerekirse, Kleist’ın tipleri Alman okurlarına ya da başka okurlara yalnızca yazınsal bir esinti vermekten öteye gidemedi.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, önsöz) “Aynı şeyi seanslarda bana da yaptığını ona gösterdim. Örneğin, bana profesyonel bir oyuncu topluluğunda oynayacak kadar iyi olduğunu söylememişti. Kendini küçümseme davranışı, gruptaki hareketlerine kadar uzanan oldukça yaygın bir tema. İsteyerek böyle kılıksız dolaştığını, sadece saçlarını fırçalaması derecesinde de olsa bir gün onu hoş görmek istediğimi söyleyerek onu biraz şaşırttım.” (I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:43) Kendini (bir) külçe gibi bırakmak, koyvermek, yığılıvermek : Yorgunluktan çok halsiz ve kudretsiz hissedip, kendini ilk yumuşak bulduğu bir yere, örneğin koltuk, yatak bırakıvermek “İhtiyar öfkeden soluyor, ama sözlerinin tesirinden memnun görünüyordu. Bir saniyelik bir sessizlikten sonra: -Anlaşıldı mı? Diye bağırdı. Dört beş defa omuz silktikten sonra, yumruklarını ceketinin ceplerine soktu, salona geçti. Adrienne’le Germaine onun, yorgunluktan içini çekerek kendini bir koltuğa bir külçe gibi bıraktığını duydular.” (J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:89) Kendini öldürmek : İntihar etmek “Elini çocuğun yakasından çekmeden, sordu: -Demek, dedi kendini öldürmek istiyordun. Peki ama, neden? Çocuk hala inatla susuyordu.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:154) Kendini ön planda tutmak : Bir bireyin kendi çıkarını kollayarak kendi güvenini sağlamak “Orta sınıf halk günü gününe yaşıyor. Zenginlerse evlerine çekilmişler. Fakat onların evleri de kuzey evleri gibi rahat değil. Zenginler toplantılarını genel salonlarda yapıyorlar, avlular ve kemeraltları çöp içinde, ve herkes bunu doğal görüyor. Halk kendini sürekli ön planda tutuyor.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:66) Kendini paralamak : Çok çalışmak, gereğinden fazla fedakarlık yapmak, gece gündüz kendini helak etmek “Gençliğinde, Adolf Loos’la birlikte her yerde ansızın karşınıza çıkıverdiği günlerde Viyana önemliydi onun için. Ancak Viyana’ya daha çok bağlanacağına, bu kenti bütünüyle silmişti; yıllarca Kokoschka için oradan oraya koşarak kendini paralayan dostu Moll, onun Viyana’ya ilgisini uyandırmak için biçilmiş kaftan değildi.” (E. Canetti, “Gözlerin Oyunu”, sa:301) Kendini satmak : Vücudunu satarak geçinmek, orospuluk etmek; Yetenek ve kimliğini olduğundan yüksek afişe etmek “-Colorado’da demek... Pek güzel, yahu Denver’e giden o çelimsiz herifin adı neydi?... Canım, Bill’le rasladığımız adam, diye sordum. Jeff: -Kurbağa suratlı herif kendini Alfred E. Richs, diye satıyordu, yanıtını verdi.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:119) “Sevgilim sana karanlıklar içinden sesleniyorum; hiçbir utanç duymadan sana bunu anlatacağım. fakat sakın ürkme! Kendimi sattım..... Kendimi sattığımı açığa vurdum diye beni hor görür müsün acaba?” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:213) Kendini şeytana satmak : Şeytana uymak, onun buyruğu altına girmek “HECTOR - Sizi büyülemişler, dostum. İhtiyar Shotover, Zengibar’da kendini şeytana satmış. Şeytan ona kara bir ifrit vermiş karı diye..... Ben Hessiode’un dizinin dibinden ayrılmam ama kocasıyım; onun için çıldırıyorum, hiç olmazsa karı koca olduk sonunda.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:116) Kendini tartmak : Kendi nefsini yoklayarak değer biçmek, hesaplaşmak “-Kendilerine özgü bir de sevinçleri vardır onların, dedi: bakınca insanın başını döndürür. Peki sen? Sen kendini bir iyice tart bakalım: Bu sana gerçekten olmayacak bir şey mi geliyor?” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:101) Kendini tefe koydurmamak : Kendinle alay ettirmemek, küçük düşürmekten hoşlanmamak “ ‘Ahmet beyi bir gün eve davet edip kızı göstermedin...’ Kadıbaba hiddetlenmeye başlamıştı: ‘Yooo... işte bunu yapamam hanım, böyle küçük bir kasabada kendimi tefe koyduramam doğrusu...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:50) Kendini temize çıkarmak : Bir kişinin kendini itham edildiği, suçlandırıldığı şeylerden aklaması “O sırada ruhunun ta derinlerinde kıpırdanan duyguyu şöyle ifade etmek mümkündü: ‘Bundan sonra nasıl olsa kendini temize çıkaramazsın, hiç olmazsa battı balık yan gider hesabı, daha beterini yap da kimseden utanıp çek inmediğini görsünler!’ ” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:129) “-Beni anlayabiliyor musun, Brunet? Söyle, anlıyor musun? -Seni gerçekten anlayabiliyor muyum bilmem, dedi Brunet; ama ne olursa olsun, kendini temize çıkarmaya uğraşma kardeşim, seni kimse suçlamıyor!” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:128) Kendini tutamamak : Dayanamayıp nihayet ağzını açmak, suskunluğunu bozmak “Babamın kirpiklerinin rüzgarlandığına dikkat edebildim. Gözlerini çevirmedi bile. Çünkü ekseriya, bu gibi hallerde göz göze geldiğimiz zaman kendini tutamaz, yapay ve alaycı bir gülümseme dudağını kenetlerdi Kendi adı hiç sürçmezdi.” (S.F. Abasıyank, “Semaver-Babamın İkinci Evi”, sa:33) “Artık kendimi tutamadım: -Sizi eğlendirecek insanı nereden bulup getirsinler, zavallılar? dedim. Kamran, kendisini eğlendirecek insandan kimi kastettiğimi anlamıştı. Heyecanla ellerini uzattı; -Feride, dedi.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:76) “ ‘Zira zenginler hep zafer kazanırlar.’ Kendimi tutamıyorum ve ‘Ne parlak anlayış!’ diyorum. Kılı bile kıpırdamıyor: ‘Dürüst düşünce, ahlakın temel ilkesidir,’ yine bardağını boşaltıyor: ‘Evet, zenginler daima başarılı olacaklardır.’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:57) “Çaresiz adam kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Bir yandan da kendi kendine konuşmak normal bir şeydir. Güçlü heyecanlar, genel olarak, yüksek sesle dile gelirler.” (V. Hugo, “Sefiller, “Cilt:II, sa:403) “Odaya girerken, ‘Durumu kötü, çok yazık!’ dedi. Gözleri parıldıyordu, kendini tutamayıp her şeyi anlattı. Kız otele sabah gelmişti; tek başına bir eğlenceden, bir balodan dönmüştü. Odasına kapanmıştı, gün boyunca dışarı çıkmamıştı. Birisi telefon etmişti, arayanı olmuştu, emniyetten biri kapıyı açmıştı. Kız yatağın üstünde can çekişiyormuş.” (C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:10) Kendini tutmak; Kendini zor tutmak : Duygularını kontrol altında olmağa çalışmak “Mari’ya, sekse ilgi duymadığını itiraf etmişti. Maria’nın içinden aynı durumda olduğunu söylemek geçti, ama kendini tuttu; zaten kendini yeterince ele vermişti, susmak daha akıllıca olurdu.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:107) “LOPAHİN - Dunyaşa, neyin var senin? DUNYAŞA - Elim ayağım titriyor. Kendimi tutmasam bayılacağım... LOPAHİN - Pek çıtkırıldım olmuşsun. Giyimin küçük hanım giyimi. Saçın başın desen öyle. Olmaz. İnsan kendini bilmeli.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:104) “Mektubu açıyorum. Şöyle bir göz gezdirince, tepem atıyor. Çileden çıkmak işten bile değil. Fakat kendimi tutuyor, tane tane okuyormuşum gibi davranıyorum.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:22) “Bir ara kendini oracığa atıp ağlamak geldi Hans’ın içinden, ama kendini tuttu, sundurmadan baltayı alıp geldi, sıska kollarıyla kaldırıp kaldırıp tavşan kümesine indirdi, belki yüz parça yaptı kümesi. Latalar ayrılı ayrılıverdi birbirinden, çiviler garç gurç ederek eğilip büküldü, geçen yazdan kalmış bir avuç kokuşmuş tavşan yemi açığa çıktı. Ne varsa hepsinin üzerine baltayı indiriyordu Hans, sanki böylelikle tavşanlara, August’a ve bütün o geride kalmış çocuksu yaşantılara karşı içindeki özlemin hesabını görmek istiyordu.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:16) “Koltukaltlarından, bacaklarından ve derin çizgilerle kaplı dar alnından şıpır şıpır ter damlıyordu. Yorgunluk ve öfkeden buhur çıkıyordı ağzından, küfretmek üzereydi ki, kendini tuttu, küfürü yuttu, öfkeyle homurandı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:11) “Uzun boylu, kuru garson az kalsın esneyecekti, kendini tuttu. -Tamam,’ dedi. Hatta bana..” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5) “Bazen, köylüler işi fazla ileri götürdüler mi, onları susturmak istiyordu ama kendini tutuyor hatta gülüşmelere katılmak için kendini zorluyordu. Onları tek bir kez susturacak olsa, onlar için yabancı olurdu ve adı, dillerine düşerdi.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:28) “Ve işte mükafatını <ödülünü> almaya başlıyorsun! Bugün atılan büyük adım, birbirimize ilk isimlerimizle hitap etmemiz oldu. Bunu teklif ettiğimde neredeyse dilini yutacaktı; kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Ne kadar hür düşünceli biri olursa olsun, onda Viyanalı kafası var, şahsen hitap etmeyi sevmese de kendi titrlerine <isim, hitap başlıkları> aşık. Ona Friedrich <Nietzsche> diye seslendikçe o da aynı şekilde karşılık vermeye başladı.” (Irvin D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:217) Kendini tüketmek : Bir amaç için olanca gücüyle kendini vermek, enerjisini yitirmek Bk.: Kendini paralamak “Louise’i çocuklar gittikçe daha çok çalıştırıyorlardı, o da evde başka durumlarda kendisinin yapacağı her şeyi yapmak için kendini tüketiyordu. Bundan dolayı mutsuzdu Jonas.” (A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:93) Kendini vermek : Birisine ya da işine, görevine kendini içtenlikle vermek; Vücudunu teslim etmek “ALTINCI MİNOS ---------------------METRO Neden öbür kamışı almadın? KORİTTO Neler yapmadım ki Metro? Ne cilveler! Öpmediğim mi kaldı, kel kafasına şaplak indirmediğim mi? Tatlı şarap koydum, ‘baba’ dedim ona. Bir tek, kendimi vermediğim kaldı.” (Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:36) Kendini yatağa atmak, vurmak : Aşırı yorgunluktan ya da uykusuzluktan kendini yatağa fırlatmak “Aceleyle soyunup lambayı söndürdü ve kendini yatağa attı. Kısa bir gece olacaktı; Giurgiu’ya ilk trene yetişebilmesi için hizmetçi onu şafakta uyandıracaktı.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:107) “Gece, başımdan garip bir macera geçti. Pek de mükemmel olmayan bir otelde kendimizi yorgun argın yatağa atmıştık. Gece yarısı uyandım ve çok hoş bir manzarayla karşılaştım: tepemde, şimdiye kadar görmediğim güzellikte bir yıldız parlıyordu.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:143) “Otele döndük. Uyku gözlerimden akıyor, ayakta sallanıyorum. Kendimi yatağa vurdum. Karım coşkulu, sarsarak uyandırdı: ‘Madam Rigaux bekliyor seni.’ ” (A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:57) Kendini vurmak : İntihar etmek; Öldürücü bir silahla kendine kurşun sıkmak “VII - Raşelin Rüyası - Hasan ustayı çıkarmışlar işinden. Çocukları var: şu kadar, şu kadar... Laz fırıncı dükkanını kapatmış, ve doktor Moiz dün vurdu kendini... Seni dinledim dinleyeli, Selim korkulu rüyalar görüyorum...” (N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:31) Kendini zora koşmak : Hayatta biryerlere varmak için kendini yıpratarak, fazla emek sarfederek çalışmak “O halde, yaşamak bize nasıl kolay geliyorsa öyle yaşamak gerek. Bu sarsıcı olsa bile, kendini zora koşmamalı. Bu biraz kural tanımazlık, ama aynı zamanda dünyanın en güzel kızının bakış açısı.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:76) Kendini zor atmak : Rahatlamak için bir yerleri kaçış olarak kullanmak “Ne yaparsın, her zaman aynı kolaylıkla katlanılmıyor yalnızlığa: gün oluyor, kurşun gibi çöküyor üzerime, soluğumu kesiyor. Biraz soluk alabilmek için buraya zor atıyorum kendimi, başlıyorum içmeye.” (T. Yücel, “Vatandaş”, sa:9) Kendini zor tutmak : Kötü bir tepkide bulunmamak için bütün gücünü kullanmak Bk.: Kendini tutmak “MAZZINI - Hangi şeytan dürttü de bu cinayeti işledin, be kadın? Mrs. HUSHABYE, gülmemek için kendini zor tutar. - Adamı kasten mi öldürdün yoksa?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:66) Kendi payına : Kendi hesabıma, ben kendim, kendim için “Mamafih, artık ümidimi kesiyorum. Seni canlandırmak kabil değil. Mesela, üç gün evvel bir düğün bahanesiyle seni köye götürdüm. Çeşit çeşit insanlar gördün; davul, zurna dinledin; köçek, pehlivan seyrettin; ben, kendi payıma müthiş eğlendim; fakat sen eğlenmedin. İnkar etme, göz ve izan var.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:385) Kendir kement bile zaptedememek : Baskı o kadar kuvvetli ki, kendir kement bile dayanamıor, koruyamıyor “Artık kalabalığı kendir kement bile zaptedemiyor, Müdüre karşı kaç vakittir duyulan nefretin kini şahlandıkça şahlanıyordu: -İbne Müdür istifa İbne Müdür istifa.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:291) Kendi safına çekmek : Kendi tarafına, yanına gelmesi için gayret göstermek “Kafka, Grete Bloch’un aşkını kazanabilmek için de Felice’ye harcadığı sürenin aynını harcamıştır. Onu mektuplarıyla büyülemiş, giderek kendi safına çekmiştir. Kendi aralarındaki nişanlanmayla, resmi nişanlanma arasındaki süre içersinde Kafka’nın aşk mektupları Felice yerine Grete Bloch’a yöneliktir.” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:218-9) Kendisinden geçmek : Bk.: Kendinden geçmek Kendisine (bir) giren çıkan olmamak : Kendisinin bir çıkarı ya da ilişiği olmamak “DELİ -... Bertozzo da burada gülüp duruyor. (Ahizeyi uzaklaştırıp, güler) Hah, ha! Gülmekten yoruldu... Hah ha! (Çağırıyormuş gibi) Benozzo, dördüncü kattaki arkadaşımız sana, ‘gülsün bakalım, nasılsa kendisine bir giren çıkan yok,’ diyor...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:17) Kendisine (bir) iş edinmek : Bir ödevi benimseyerek itina ve süreklilikle yapmayı adet edinmek “Ezra, Ben ısrail’in avlusundaki şeftali çiçekleri günlerce önceden dallarıyla kesilmiş, bayram güününe yetişmesi için zorla açtırmıştı. Evin Çinli halayığı Şakayık her yıl ogün büyük şatonun duvarlarını çiçek dallarıyla süslemeyi kendisine iş edinmişti.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:9) Kendisini kollamak : Kendini korumak, bakmak, yaşamından sorumlu olmak; dikkatli olmak, kayırmak, gözetmek, ihtiyatlı olmak “Prenses, kolla kendini, bu adam çok kötü adam, kötülerin kötüsü, sen aileden biri bile değilsin, onunla dövüşemezsin... İlk çemberin çevresinde, dullar korosunun yanında, saat yönünün tersine dönen ikinci bir çember daha vardı, çuval göbekli polis memurlarının sarkık, mutsuz gövdeleri...” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:408) “... hiçbir ülke, hiçbir vatan, hiçbir din onu rahatsız etmez. Allah kahretsin, çekinecek, kollayacak kimi var ki? Kendisini kollamasına ise hiç gerek yok.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:107) Kendisiyle barışık olmak : Olgun, iyi huylu, makul, komplekslerinin üstesinden gelmiş kimse “ ‘Bizim gibi insanlar için en kuvvetli istek, şiddeti benimsememe, kendi kendini düzeltme, kendisiyle barışık olma isteğidr. Tanrı’nın istekleri insanlar için her zaman Şeytan’ın isteklerinden daha tehlikeli oldu.’ ” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:143) “Bu kitap bir gün onun eline geçebilir ve geçmese bile, ben artık kendisiyle barışık bir insanım. İncinmiş onurumla daha fazla boğuşmuyorum, her köşede, her barda ve sinemada, her akşam yemeğinde Esther’i artık aramıyorum, Marie’de ya da gazetelerde artık Esther’i bulmaya çalışmıyorum. Tam tersi, var olduğu için memnunum: benim hiç bilmediğim bir şeyi, sevmeye yeteneğim olduğunu bana gözterdi ve bu beni utandırıyor.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:71) “Kapıyı araladı. Daniel onun çevik ayak seslerini dinleyerek: Bu iş bir daha düzelmemecesine koptu, diye düşündü ve birden nefesi kesildi. Ama bu bir anlık bir duyguydu, çok sürmedi: ‘Bir saniye bile o rahat, ölçülü, kendi kendiyle barışık tavrını bozmadı,’ diye düşündü.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:101) Kendi yağıyla (kendi) kavrulmak : Hiç kimseye dayanmadan, kendi ekonomik koşulları içinde hayatını sürdürmek “Benim aslında Le Havre’lı olan ailem zengin değildi. Kendi yağıyla kavrulurdu. İşte o kadar. Babam çalışır, daireden geç döner ve çok bir şey kazanmazdı.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:35) “LAUNCELOT GOBO Doğru, biz eski Hıristiyanlar ne kadar çok olsak gene kendi yağımızla kendimiz kavruluyorduk. Bu Yahudiyi Hıristiyan etme işi domuzun fiatını yükseltecek; eğer domuz eti yemeğe başlayanlar böyle artarsa bu gidişle parayla bile incecik bir domuz dilim pastırmasının sıyrıntısını bulup külün üstüne koyamayacağız.” (W. Shakespeare, “Venedik Taciri”, sa:124) Kendi yok Allahı var : Kendini olduğundan fazla ve büyük, azametli gösteren kimse “ ‘Herif’ten ilk sapartayı yemiş olan kıyı mahalle şarapçısı, gri pantalonunun kıçındaki kahverengi yamayı kaşıyarak: -Fakat, dedi, şimdi kendi yok Allahı var, heybetli adamdı ya, zart zurt edişinden içime bir şüphe düşmüştü, Allah’tan.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5) Kene gibi yapışmak : Menfaat için birine alabildiğine yüklenmek, kullanmak “En ustaları kene gibi yapışırlar, vergileri toplarlar, gözde bir fahişenin sevgilisi ya da bir saray aşüftesinin lütufkar kocası, bir beyzade, hatta bir baron olabilirler.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:22-3) Kenef : Hela, yüznumara; Kötü huylu kimse ya da şey (Argo) “ANTONIO - Rosa... özür dilerim, ama içimi doldurdular.. Off... (Sünger lülesiyle ağzı su ile dolar ve suyu polisin suratına püskürtür.) POLİS - Kahrolası! Başka tarafa püskürt! KOMİSER - Kenefe götürün şunu, yoksa burayı sel götürecek!” (D. Fo, “klakson, borazanlar ve bırtlar”, sa:93) “Bu işler asla aceleye gelmezdi. Arabın dediği gibi ‘şuvey şuvey’, yani yavaş yavaş! Fakat ne gözler vardı kadında ya! Yuvalarında kapkara iki cıva yuvarlağı gibi oynuyor, oynarken de zeka şimşekleri çaktırıyordu adeta. Bir de kendi ‘kenef karısı’nı hatırladı, yüzü buruştu. Pis bir koku almışçasına tiksinti ifadesine büründü yüzü.’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:59) “Zekeriya Hoca fısıl fısıl anlatıyordu: -Buranın soluk alması paraynandır. Şuradan bi serseri gelir. ‘Serseri’ dedimse, bildiğiniz ‘Adem Baba’. Seni dirsekleyip önüne geçer de kenefin kapısını keser. Neden? Büyük su mu dökecek? Hayır. Sıkışmaya getirecek de, içeri girme sırasını yüz paraya sana satacak...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:47) “-Şakalaşıyorsunuz Kadir Bey... -Şakalaşıyor muyum, bunu Murat’a sormalı!.. Hepimiz çığrışarak kaçıştık önce, sonra ben dönüp baktım!.. Debeleniyor. ‘Murat!’ dedim. Duymadı. Koku, almış yürümüş... Durulur gibi değil... Çıktım. Çocuklar, ‘Murat kenefe düştü’ diye bağrışıyorlar. Tekrar baktım. Omuzlarına kadar gömülmüş duruyor.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:308-9) Kenefe ibrik olmak (yapmak) : Hiçbir işe yaramamak, hayatta hiçbir yere varamamak; hiç hüneri, değeri olmayan biri (Argo) “Baktım, iki karış boyunda bir herif! Valla, komiser olduğuna bile inanmadım. Öyle komiser m’olur? Görsen Beyazıt kenefine ibrik yapmazsın... Orta oyunlarda cüceler var ya... İşte onlara benziyor.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110) Kene gibi yapışmak : Birine menfaat nedeniyle nerdeyse yapışık gibi yaşamak, musallat olmak “KONTES (Kapı kapanır kapanmaz kocasına.) : Hep yanında bu adam. Kene gibi yapışıyor sana... Ve benden, benden nefret ediyor; bu pis, düzenbaz herif.” (S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:191) Kenevir sarması : Esrar sigarası (Cannabis Indica) “PAYLAŞIYORUM YAŞAMI SİZİNLE ----------------------------------------Çıplak ayak gittim bu yüzden okula. Mankafamın suyla dolu olduğunu, Söylerdi öğretmen. 1986’da ilköğretimde, Sayeye kabul etti beni Sigara içen kardeşler derneğine Okul tuvaletleri arkasında Musi High Okulu’ndan diğer amajita Tüttürüyorken bir kenevir sarması.” (Mbongeni Khumalo<d.1976>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.08) KENNEDY, John Fitzgerald : (BİOG.) <J’an Ef Kenedi> :43 yaşında Amerikanın en genç -Demokratcumhurbaşkanı seçildi (1961), kasım 23’1963’de, Teksas’da, eşi ile birlikte şehrin göbeğiinde seyir yaparlarken, kim olduğu, ya da kimler tarafından organize edildiği hala çözülmemiş olan zeki, kudretli, hürriyetperver başkan. >Kişisel not: Anılarım’da da yazmıştım: Kenedi vurulduğu zaman, ben de Boston’daydım. Babamın ölümüne ağlamamıştım, ama, küçükken, 1938’de Yüce Atatürk için tüm Türkiye ile birlikte, ve 1963’de Kenedi için tüm Amerikayla beraber gözyaşı dökmüştüm. İ.E.) Kepaze, Kepaze(lik) etmek; Kepazeliğin daniskası, dik alası, son perdesi olmak; Kepaze olmak : Ahlakça düşük, utandırıcı büyük bir şey yapmak; Utanılacak, rezil rüsva bir duruma düşmek “Onbaşı ufacık boylu, etli kanlı, karaca, bıyıklı bir adamdı... Muhtar girdiğinde, manyatolo telefonu çevirip duruyordu. ‘Ben bu sizin köy gibi kepaze köyü az gördüm arkadaş!’ diye parladı. ‘Ne demek oluyor? Burada bizi çiğneyip de doğrudan doğruya nasıl Savcıya gidiyorlar?... Biz burada yoğsam eşşek başı mıyız? Ben o Bayram Gara’nın guyruğunu bir kıstırırsam anasını bellerim emme!’ ” (F. Baykurt, “Iraca’nın Dirliği”, sa:123) “Henüz yaptığının pek farkında değildi. Yalnız artık kendine hakim olamadığını biliyor, en ufak bir dokunmayla kepazeliğin daniskasını çıkaracağını hissediyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:129) “Otuzuna yaklaşmış bir dul kadının yirmi yaşındaki bir çocukla evlenmek istemesi, kepazeliğin dik alası... O, böyle bir kepazelikten çekinmese bile, benim cadaloz teyzelerimde, yavrularını öyle acemi çaylağa kaptıracak göz var mı?” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:37) “Öfkeyle sokağa fırladı. İki saat sonra eve bulut gibi olgun döndü. Rakıdan kan çanağına dönmüş iri hain gözlerini açtı, Dilpesent’i tekmeledi, tekmeledi. Kadın, komşulara kepaze olmamak için, dışardan işitilmez ufak iniltilerle bu dayaklara dayanıyordu. Sonunda sarhoş öfkesini alamadı, dolu bir rovelveri cebinden çıkardı. -Senin gibi kokmuş gudubet bir karıya bedava ekmek yediremem, bari geberteyim de kurtulayım, hakaretiyle üzerine dört el ateş etti.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:354) “Julien öfke ile: -İkimizi de kepaze mi edeceksin? diye bağırdı; böyle bir işe kalkışmayacağına ya hemen yemin edersin, yahut ki bir daha beni göremezsin, seni hapishaneye aldırtmam, ertesi gün de kendimi öldürürüm.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:388) Kepçe : Arabayla dolaşıp yoldan kız kadın tavlamak (Argo) “Robert Kolej’e babalarının Mercedes’ini kullanarak gelen, akşam okuldan dönüşte, Şişli’nin, Bebek’in caddelerinde gördükleri güzel kızların yanında arabalarını yavaşlatarak onları arabaya davet eden ve kepçe denilen bu davete kızlar uyar da arabaya binerlerse onlarla cinsel birşeyler yaşama hayalleri kuran bu arkadaşlarım benden yaşça büyük ama kafasızdılar.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:290) Kepçe kepçe : Kepçe ile, kepçe dolusu, bol bol “SOĞUK YERYÜZÜ Yeryüzü soğuktur, sevgilim gazete bayilerinde kepçe kepçe verilen bilimsel umutların balçık zemininde uzanmak yararsız.” (Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09) Kepçe kulak : Kulakları çok büyük ve yayvan çocuk, ya da fil veya ayı gibi hayvan “İŞİTMEK Ayılar Çocukları severdi en çok Kepçe kulak duyarlar mıydı Dağlardan ----------Çocukların da ayıları en çok sevdiğini” (F.Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak”, sa:81) Kepenkleri indirmek (kapamak) : Şu ya da bu nedenle dükkanı kapamak; Pantolonun önü açık kalmış fermuarını düzeltmek; Suratını asmak; Esnafın grup halinde grev yapması ya da, toplumsal bir eylem anında, olası bir zarardan dükkanı koruma hareketi; (Mec.) Bir olay ya da hikayeyi noktalamak “BİR ADAM - (Pencereden içerideki karısına.) Biz de gidip yatalım artık... Yarın erken kalkacağız!... Haydi gel, Julie... BİR KADIN - (Pencereden.) Kepenkleri kapatalım, Eugene, oyun bitti!” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:135) “Oyundan sonra kepenkleri inmiş yüzümü saklayamıyorum insanlardan. Telefonda konuşulanları aktarıyor, hep birlikte hastaneye koşturuyoruz.” (M. Mungan, “Paranın Cinleri”, sa:72) “Kont, dalgın bir tavırla altın enfiye kutusunu mermer masanın üzerine vurmayı südürerek: ‘Her şeye izin veriyorum ve minnettar olurum,’ dedi. ‘Nişandan bağımsız olarak bana bir de çocuklarıma geçebilir soyluluk belgeleri verin, ben öpüp başıma korum, başka bir şey istemem. Soylulaşmadan prense söz ettiğim zaman bana: ‘Senin gibi bir alçağı soylulaştırmak mı! Daha ertesi gün kepenkleri kapatıp işten el çekmek gerekir. Parma’da hiç kimse artık soylulaşmak istemez,’ yanıtını veriyor.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa: 337) Keramet olmak : Bir sihir, büyü, gizem, olağanüstü kudrete sahip olmak “Memet çocuk: ‘Dedem derdi ki ağaçlar... Öyle ağaç var ki, ermiş gibi... Belki benim de hakkımı verirler.’ Yusuf: ‘Çok keramet var ağaçta. O ağacın yöresine hiç sinek yaklaşmazmış. Bir gece orada, o ağacın altında uyuruz.’ ” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:67) Kerata, (Kereta) : Birinin yakını hakkında sitemle söyleyebileceği sevgi sözü; Bazan kişiyi yeren azarlama sözcüğü; Yun.: Kheraton: Boynuz’dan: Boynuzlanan erkek (Argo); Ayakkabı çekeceği “Bu oğlanın yüzü tutmaz ki. Küfür bilmez, konuşmak bilmez, kızarır durur. Okumadı kerata! Okusaydı da balıkçı olmasaydı. Balıkçı dediğin küfür etmeli, kavga etmeli, balık gibi sessiz mi olmalı ya!” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:71) “Yabancı biraz geriledi, cüceye döndü: -Bu Hanım Abla, Zati Bey’in kim olduğunu sahiden biliyor mu? -Ne bilsin birader... Babasının hastalığı çocuğu şaşırttı, kusuruna bakma. -Birader ha! Seni köstebek kerata seni... Hadi önüme düş.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:170) “Godeshal üç yazıcıya: -Durunuz, dedi, bu musibet cümle sahifemi doldurdu..... ona bir oyun oynamak isterseniz, kendisine patronun müşteriyle ancak sabahın saat iki veya üçünde görüşebileceğini söyleyin, bakalım gelecek mi ihtiyar kerata?” (H. de Balzac, “Albay Chabert”, sa:3) “Bayram, Ahmet’e doğru döndü. Çocuk, yüz aşağı kapanmıştı. Kollarıyle başını gizlemişti. Bir ayağını da karnına doğru çekmişti..... Bir zaman oğluna baktı: ‘Kerata, eskerbaşı kesiliyordu garşımda! Koştu mu, ayakları omzuna değiyordu. Evin içinde şenliği dama çıkıyordu..... Bir adam o gadar gülerse sonunda ağlar. Gözüne bir şeyler gözükür. Düz yolda giderken düşer. Evet arkadaş, ben anlamam, fazla sevinmeyecen!..’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:47-8) “-Keratayı kodese attırırsam Gruşka duyar, hemen ona koşar… Halbuki bugün, benim gibi bir sıkımlık canı kalmış bir ihtiyarı dövdüğünü işitince belki onu bırakıp beni görmeye gelecektir.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” , Cilt:II, sa:22) “-Keratanın oğlu, evde ne kap bıraktı ne kacak. Baba yadigarı bir iki kilim, bir asma saat vardı, hepsini Sandal Bedestanı’nda okutmuş. Son yirmi günden beri de eve uğramıyor, nerde yatıp kalktığı belli değil...” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:50) “MEPHISTOPHELES - Amma, benim en çok hoşlandığım konuşma şekli (maymununki gibi) işte tam budur! (Hayvanlara.) Söyleyin bana bakalım, keretalar, böyle karıştırarak köpürttüğünüz şey nedir? HAYVANLAR - Bol bir dilenci çorbası pişiriyoruz.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:120-1) “Beni sürüyüp getiren adam dükkan sahibinin ta kendisiydi. İçeriyi gözetlerken görüp durumumu şüpheli bulmuş olacaktı. Nitekim, ‘Kerata’ diye bağırdı. ‘Eriklerimin nereye uçtuğunu, karanlıkta sepetlerinden avuç avuç yok olan mercimeklerin, arpaların nereye gittiğini şimdi anladım. Gösteririm şimdi sana ben.’ ” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:48) “Nazmi bir köşeye çekilmiş kıs kıs gülüyordu: ‘Yanyalı’dan evvel, tahrirat (yazı) katibini (sekreterini) söylettim, Ahmet bey,’ diye söze başladı. ‘Herif yarım şişe rakı ile dört damacana laf söyler. Sizin anlayacağınız Hacı Yakup keratasının el altından yaptığı şikayeti İçişleri Bakanlığı Kaymakam beyden sormuş...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:63) “Sınır koruyucularından biri sırıtarak: -‘Bak şu kerataya’ dedi. ‘Bu tür kertenkeleye çok rastladım ama bunlardan birinin hayat arkadaşı olduğunu ilk defa görüyorum. Peki bu ufaklık seni başkalarından ayırt edebiliyor mu?’ ” (O. Henry, “viski soda’, sa:7) “Uyku saatlerimde, arkadaşlarım yataklarında horuk horul horlarken, açılmış bir şemsiye altına bir mum yakıp ihtiyaten ayrıca eşyalarımla da siper ederek kafamı dünkü bilgilerle dolduruyordum. İki büklüm, burnum o isli alevciğin dibinde, her dakika bir dünyadan ötekine atlıyordum. Ama bir sefer kapı açıldı, kasadar bir iki yumrukta, kurduklarımı yıkarak beni uçtuğum göklerden yeryüzüne indiriverdi. -Vay orospu çocuğu! Uyu ulan kerata! Uyu, iş var yarın! Ama umurumda değildi! Yumruklardan, tokatlardan korkmuyordum artık. Bir tek kaygım vardı: Kitabımı saklamak!” (P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:47) “Dehşet içinde karısına haykırdı. Bağırarak kalfaları uykudan uyandırıdı ve onlar koşup gelinceye kadar, bu işi yapan kerataların hiçbirini elinden kaçırmamak için, bir sopa yakalayarak, yukarıya tavan arasına çıkan merdivenin başında pusuya durdu. Ancak, bu kerataların hiçbiri ne görüldü, ne işitildi.” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:82) “GLUMOV - Bayanlar, baylar! Hepinizin ayrı ayrı bana gereksinimi var. Aranızda benim gibi bir adam olmadan yaşayamazsınız. Benden çok daha kötüsü gelecek, ‘Bu Glumov’dan da beter, gel gelelim hoşuma gidiyor kerata’ diyeceksiniz.” (A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:126) “Gülmesi birden kesildi, neşeli denebilecek bir tavırla sordu: -Peki ama, kim öldürdü beni? -Bir dakika, lütfen... Elindeki gözlüğüyle kediyi defterin üzerinden kovdu: -Çekil Regulus, tam katilin isminin üzerinde duruyorsun. Sonra defterin üzerindeki işareti çözerek: -İşte! Sizi Lucien Derjeu öldürmüş. -Vay! Bacaksız kerata! Demek isabet ettirebilmiş.” (J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:28) “Kötü bir alayla göz kırparak çevresindekilere baktı: -Bizim Pinette iyi oğlandı, dedi, severdik keratayı, çünkü o da bizim gibiydi, sıkıştı mı bilmem ne resine neft sürmüşler gibi yaylanıverirdi.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:57) “PETRUCHIO - Nerde bu keratalar? Heey, üzengimi tutup atımı alacak kimse yok kapıda! Nerde bu Nathaniel, Gregory, Philip? BÜTÜN UŞAKLAR - Burdim efendim, burdin efendim, burdim <Burdayım!>. PETRUCHIO - Burdim efendim, burdim efendim, burdim efendim. Sizi kütük kafalı, yontulmamış herifler! Hani hizmet, hani dikkat, hani görev? Nerde önden yolladığım aptal kerata!” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:84) “E. ANTIPHOLUS - Sarhoş kerata ,ben seni ip satın almaya yolladım. İpi ne yapacağımı da anlattım. S. DROMIO - İpe çekilmeye gönderdiniz desek bari, efendim. Beni limana yolladınız; bir gemi bulayım diye.” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:61) “KAPTAN - İpten kazıktan kurtulmuş bir herif. Ama sonuna bakın. Efendiden bir adam olmuş bayağı. Hanım hanımcık bir kızı var. Şunun konuşmasına, kılık kıyafetine bakan papaz sanır keratayı.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:43) “... çok kibirli bir delikanlı olan Fabio de Campireali, iki papazdan, yaşı daha büyük olanının, yanlarından geçerken ne babasına, ne de kendisine selam vermediğini görünce: ‘Şu mağrur keşiş keratasına bakın,’ diye haykırdı. ‘Bu ters saatte, arkadaşıyla birlikte, manastır dışında kim bilir ne yapmaya gidiyorlar! Şeytan, şunların kukuletalarını kaldır diyor, yüzlerini görürdük.’ ” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:55) “Düşünün br kere, o kerataların sadece sapasağlam, iyi durumda ayakkabıları değil, üstelik gümüş tokaları da vardı. Giysilerime, belki hatta ayakkabılarıma dikilen bütün bu aptalca bakışları göz ucuyla görüyordum, bu da yüreğimi parçalıyordu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:21) “...Ama dersini almalıydı şu yetkinlik budalası kerata! Şu gülünç seyir bitsin, öyle bir haşlayacaktı ki, geldiği zamanki gibi bir küçük sıfıra dönecek, sıvışacak delik arayacaktı. Haşarat! Bu zamanda hiç kimseye güvenip yaklaşmaya gelmiyordu aslında, bunun gibi gülünç haşarat kaynıyordu ortalık!” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:86) “Selim ne gidebiliyor, ne de kalmayı istiyordu: -Hadi bitir de... -Kolay... O, benim işim!.. Çırağa çıkıştı: -Ulan kerata... Şurdan bir sandık versene Selim Bey’in altına...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:255) “-Tuzsuz denizler de varmış baba. -Tuzsuz denizler de mi varmış? Göl denir onlara yavrum, göl. Tuzsuz deniz okutmadılar lisede. Belki şimdi vardır, bilemiyorum. Çünkü denizin topu suyla tuz. Bu kerata dalga geçiyor galiba benimle.” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:13) “Sohbetin bana düşen tarafını elden bırakmadan şen bir tavırla, ‘Nasıl gitti?’ diye sordum. Elva öne doğru eğildi, sanki odada bulunan birini dışarıda bırakmak ister gibi elini ağzının yanında tutarak bana görülmemiş sayıda kocaman dişler gösterdi ve, ‘keratanın pestilini çıkardım,’ dedi.” (I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:169) Kerberos : (YUN. MYTH.) : Hades <yearaltı-cehennem tanrısı)’in kapısında beklediği söylenen ürkütücü köpek “Zerdüşt’ün kitabını okuduğumda oradaki köpek sevgisi beni şaşkına çevirmişti. Neredeyse her sayfada, köpeklere kötü davrananlara verilen cezalar sıralanıyordu. Yunan mitolojisi’nde de yeraltı tanrısı Hades’in kapısında bekleyen üç başlı korkunç bir köpek vardır, adı Kerberos.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:150) Kerem buyurun; Kerem etmek : Anlayış gösterin, affedin; Lutfetmek, bağışlamak “HASTINGS - Olur şey değil! Siz bu genç yaşınızda istediğiniz giysiyi giyebilir, istediğiniz tuvaleti yapabilirsiniz, çünkü size yakışır. Mrs. HARDCASTLE - Kerem edip söyler misiniz, Mr. Hastings, Londra’da kaç yaşındaki kadınlar moda şimdi?” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:54) “-Yalan söylemedikleri muhakkak değil mi? Nitekim biraz evvelki sözleriniz de onu kanıtlıyordu. -Küçük hanımefendi... Kerem buyurun... Daha demin bir çam devirdim... Onun sıkıntısı geçmeden kulunuzu bir ikinci gaf yapmak tehlikesiyle yüzyüze bırakmayın... Bu ince konuyu bırakalım.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:61) “Türk, kereminden konuğa der ki: Kapıma köpeksiz, hırkasız gel. Falan yerden, edeplice gel ki köpeğim sana karşı ağzını, dudağını bağlasın.” (Mevlana, “Mevlevi”, Cilt:5, sa:287) “-... okumuşluğun var mı senin? -Var, evet. -Bak ne iyiymiş... ‘İyiymiş’ dedimse, okumuşluk iki yüzlü kılıçtır. Çeviremedin mi, senin elindeyken, gelir boynunu alır. Lafa daldık da sormadık. Yiğit, kerem et, adını bağışla!” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:39) “- Durunuz! Kerem ediniz! Alıp gittiniz mi, ne hacet! Bizi iman tahtasından kurşunlayınız daha iyi... Din kardeşliği hiç mi kalmadı? (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:238) “Katip çok uzatma harfi, imlayı Hemen yaz, derdime iste devayı Kerem et bekletme bad-ı sabayı Azmeylesin o diyara tez elden” (Sözcükler: İmla: Yazı; Bad: Rüzgar, Meltem; Saba: Sabah; Azmetmek: Kesin kararlı olmak; Bizzat var olmak) (Bayburdlu Zihni-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:471) Kereste : Çam yarması, odun herif (Argo) “... Galata meyhanelerinin ağza alınmaz argosu ile açar ağzını, yumar gözünü. ‘Ulan, köpoğlu, der, yarım papel beş saati? Saati eder on patakoz. Sen aklını peynir ekmekle mi yedin? Sandal su içinde be!.. Çık iki papeli! Gözünü oyarım vallahi, kereste!..’ ” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:85) Kerhane : Genel ev, orospuların resmen icrayı sanat ettikleri yer “Kahrolası lağım fareleri soyluluk oynamak istiyorlar. Geberesice çamur kurbağaları. Otele gelince; o ismin bir hata olduğunu düşünmüştüm her zaman. Bayılıyorlar oraya. Mavi Kan Oteli, şimdi kokuşmuş bir kerhaneye döndü.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:191) “Şiir Yanıyor -------------Sarı saçlı şairler yanıyor saçlarındaki ateşle. Bülbüller şehrinin göğünde yanıyor bülbüller Dağlanmış kanatlarla, yanık ötüşlerle gagalarında. Duvarlarla çevrili bahçelerde güller yanıyor. Kerhaneler yanıyor, kopuyor minare alemleri.” (Dane Zack<d.1929>-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.12.07) Keriz : Kolaylıkla aldatılabilen kimse; Pis, ayakyolu suyu; Kumar partisi, kumar; Köçekçe, göbek atma (Argo) “En can sıkıcı iki kalabalık, at yarışları kalabalığı ve bar kalabalığıdır. Erkekler özellikle. Sürekli kaybeden ve durup toparlanamayan kerizler.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:55) “Kerizin yanında neler getirdiğini, evden neler gönderdiklerini sayıp döksem, aklınız durur, götünüz tavana vurur. Her nasılsa, kendi yemeğini getirtmesine, tütün içmesine izin vermişler.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119) “Gezgin dilenciden serseriye kadar, bu ırk saflığını katıksızlığını korur. Ceplerdeki keseleri keşfederler, yelek ceplerindeki saatlerin kokusunu alırlar. Altının, gümüşün onlar için bir kokusu vardır. Bazı saf burjuvaların, deyimi yerindeyse, keriz gibi bir görünüşleri vardır. Bu adamlar, bu burjuvaları sabırla izlerler. Bir yabancı, bir taşralı önlerinden geçerse bir örümcek gibi titrerler.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:244) “Bunlar da el şakırtıları, kahkahalar, ahlar, oflar, hoydalar, haydalar arasında çalınıp söylendi. Bunlardan şu kanto çalınırken, oraya yazlık hava tebdiline <değişimine> gelmiş olan maşlahlı, yeldirmeli kadınlar, gülmeden katılıyorlardı: Maşacıyım maşacı, Ah kokozluk pek acı! Kocam değirmen yapar, Kaynatam da sıpacı! Maşa yapar, satarım Çayırlarda yatarım, Öğer <eğer> alan olursa Bir de göbek atarım! Nakarat Haydi haydi keriz edelim, Ebegümeci ile perhiz edelim!” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:27) Kerli ferli : İyi giysili, hali vakti yerinde kimseler Bk.: Kelli felli “Verilen parayı hemen ya kilisenin ya da hapishanenin bağış kutularına atardı.Pazarda simit yahut ‘kalaç’ verdikleri zaman bunu mutlaka ilk rasladığı çocuğa verirdi. Olmazsa, kerliferli hanımefendilerin birini yoldan çevirip ona uzatır, onlar da seve seve alırlardı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:147) “Evet, tam o sıralarda berbat, soğuk bir kış gecesi, şöyle saat on iki sularında, kerliferli üç kişi, Petersburgkaya Storona dolayında, gayet güzel iki katlı bir evin pek tantanalı döşenmiş konforlu odasında oturuyorlardı.” (F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:3) “İki senedir görmediğim Müjgan’ı büyümüş, konuşmaya cesaret edemeyecek kadar kerliferli bir hanım olmuş buldum. Mamafih yine çabucak anlaştık.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:63) “Fırladı ya, ne o? Adam büyük bir amir gibi yüksekten bakıp iri laflar edeceğine bir kıyıya çekilmişti. Candarmalardan biri kulağına eğilmiş, kerli ferli zatın da tutuklu olduğunu söyleyince, elinde olmayarak güldü kapı gardiyanı: -Demek sizin de üstünüzü arayacağız?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:56) “Mozart der: -Her gün açık havada yürüyüşümü yapacağım, bunu yaparken de şu bastonu kullanacağım. Bu vesileyle aklıma çeşitli düşünceler geldi. Hepsi kerli ferli kimseler olan bazı adamların bastonsuz yapamamaları hiç de nedensiz olmamalı, diye düşündüm.” (S. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:76) “Fakat rahibin gurunu asıl okşayan şey, mösyö ve madam Charles’la torunları Elodie’yi görmesi oldu. Mösyö, çuhadan bir redingot giymişti, madamın yeşil ipekli bir fistanı vardı, ikisi de vekarlı ve kerliferli, başkalarına iyi örnek oluyorlardı.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:73) Kermes : (COLL.) Herhangi bir sivil toplum ya da dernek yararına, açık havada, genellikle kadınlar tarafından, el işleri, yiyecek vb. mamulleri satarak gelir getirmek için yapılan açık pazar “Kermese gideceğim. Böyle, bin dereden su getirmeye ne lüzum var? Bu çok doğal bir şeydi: Orada müşteri peşinde dolaşan karı kılıklı oğlanları seyredecekti. Sébastopol Bulvarındaki Kermes kendi alanında ünlü bir yerdi. Durat Şirketinin kontrolörü sonradan öldürdüğü o küçük orospuyu orada tavlamıştı.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:133) “Acaba O bu konuda ne demişti ya da herhangi bir konuda? Isa, soylu çiftçi Rupert Haines’e çevirdi başını. Onunla bir kere bir kermeste karşılaşmışlardı; bir kere de bir tenis maçında. Isa’nın eline bir fincanla bir raket tutturmuştu-hepsi bu. Ama bu adamın yıpranmış yüz çizgilerinden her keresinde gizem duymuştu, suskunluğundansa, tutku.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:12) Kerrake; Vehbi’nin kerrakesi : Ham ipekten yapılmış astarlık kumaş-sof; ince sof’tan ya da yünlüden yapılmış, vücuda yapışık dar giysi. Vehbi’nin kerrakesi hakkında ancak tek bir kaynak bulabildim: GOOGLE motorunun yardımı ile ‘Ekşi Sözlük’ den. Verilen bilgi çok geniş ve orijinal, buna saygı göstererek onu tümüyle özetleyeceğime, dileyenlerin o Sözlüğe müracaatte bulunmalarını rica edeceğim. Ben yalnızca bir iki değerli ve kısmi örnek vermekle yetineceğim: Ekşi Sözlüğe göre, Vehbi (?Bey, Efendi?) duyarlı, olağanüstü bir mahalle bekçisi imiş. Şair Erdal Ceyhun da, o konuda 37 mısralık bir şiir yazmış. Bu örnek şiirin yalnızca son kıtasını alıyorum buraya: Evet, güneş ışığı İşte o olmalı Hayatın anlamı.. Ve de Vehbi’nin kerrakesi.” “-Herif seni eski elbise, eski pabuç diye sızdırmak istiyor. Kim bilir onların arkasından daha neler isteyecek? -Haaa! Dün akşam da bana küçük beyağa! Bir akşam şunun şurasındaki incirlerin altında çilingir sofrasını kurup bir papaz uçuralım! -dedi. -Dediğim gibi anlaşılıyor Vehbi’nin kerrakesi! Ancak, sana peşin haber vereyim ki, onlar, kızlarının dünyada başkası ile sevdalanmasını, aşıkdaşlık yapmasını istemezler.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:20-1) Kerte : Derece, mevki, o denli “-Memleketinize hiç yolum düşmedi, diye yanıtladım. Fakat Avrupa’nın içinde insan oturan neresi vardır ki adı ta oralara kadar yayılmış olmasın? Soyunuz saldığı ünle senyörlerini ve ülkesini o kerte göklere çıkarıyor ki, oraya ayak basmadan da herkes böyle olduğunu biliyor.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:65) “PENCERE ------------sonsuz bir gidiş geliş, sonsuz bir pazarlık, sonsuz bir harcama ticareti, hırsları, açıkgözleri ve elbette hayatı desteklemek için, o kertede ki, bazan genç güzel bir kız görürsün, temiz, çiçekli giysisiyle” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:85) Kerteriz, Kerteriz açmak : Özellikle açık denizlerde pusulayla, genelde de herhangi bir yerde yeni bir yön tayin etme değerlenmesi “Bedenin Bölümleri ------------------------yürekler akabilir gizli kaynaklara mısırı tanele, tanı damgalı sığırları kırılmış oynak kemikler çözülebilir eklem yerlerinden uzanırken şimdi bir lades kemiği gibi bozkırda noktacı karıncaların delik deşik ettiği bize yeni kerterizler aç.” (Ingrid de Kok<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06) Kertmek : Bir ahşabın yanında bir çentik, kertik açmak; bir şeyin iki diğer şey arasında sıkıştığında sürünerek (örneğin: araba, deniz vasıtası, insan) sertçe sürünerek sıyrılıp çıkması; asosyal bir davranış olarak, cinsel sorunlu bazı kimselerin kalabalık durumlarda karşıt cins bacak ya da popolara sürtünmekten haz almaları (Argo) “ ‘Nişancı, attığını vuran kişi demek değilmiş, Bu nişancı, denizlerdeki balık yuvalarına işaret koyup balıkların kaynaştığı yerleri bulan usta kişi demekmiş.’ ‘Nasıl bilirmiş denizin içindeki balıkların nerede olduğunu?! ‘Kerteriz.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:8) Kervan kesmek : Kervan soymak “Çiftliğim yok yavrum. Şu aşağı yoldan kervanlar geçer. İşte ben de bu kervanları keserim. Başka işim gücüm yok.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:78) Kesat : Sıkı, darda, verimsiz, yok, kıt (İşler, hasat, mahsul, verim) “Bir ortağa gereksinim olduğundan, Andy ile işbirliği etmeye karar verdik. Fisher Hill’deki durumu anlattıktan sonra siyasetle ticaretin elbirliği etmiş bulunması yüzünden alış verişin kesat olduğunu anlattım.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:85) “1973 Christmas’ında, depoculuk işimi -aşağı yukarı- bıraktığım yerden tekrar üzerime almıştım. Bunu elde etmek için çoğu kez aşağılardan almak zorunda kaldım, ama işler biraz daha kesat idi. Fakat 1974 baharından itibaren yine karaborsa ekonomisine girmiştik ve işler gayet iyi gidiyordu.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:153) Kesede para olmamak : Parasız kalmak, meteliksiz olmak Bk.: Kesenin dibine darı ekmek “Kesede para yok ki İstanbul’un tadını çıkarsın. Enişteden alacağı beş on lira harçlık Beyazıt kahvelerinde pineklemeye bile kafi gelmez. Meteliksiz İstanbul, İstanbul değildir.” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:103) Kesenin ağzını açmak : Evlenmek ya da bir mülk sahibi olmak için elden çok miktarda para çıkarmak “... Cesetleri kesip biçiyormuş, ne yapacak? Parçaları oraya buraya taşımış da, kimse farkına varmadı. Hesap cizdanını da çaldı. Benim elimde avucumda tek kuruş var mı? Açlıktan ölebilirdim. Bana sahip olmak da istedi. Ben ikinci karısıyım. Boşanacağım. Ama önce kesenin ağzını açmalı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:470) “Bu yeni Teresa, bodur, küçük bir dul, yaşlı babasıyla birlikte Villa Gamba’da oturuyor; evi çekip çeviriyor, kesenin ağzını açmıyor, hizmetçiler şeker çalmasın diye gözlerini dört açıyor.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:209) “-Faydalanalım bundan! -Palavrasına hızlı... -Ya sahiden yukarının adamıysa? -Olsun. -Olsun tabi... bize ne zararı dokunur? -Bunu yanımızda gördüler mi, keselerin ağzı açılır. Ha?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:90) “PHILOLACHES - Kendi kendime çok düşündüm bu işi….. Bakıyorsunuz, yeni bir yapılmış, bir şey eksik değil; onu yapan ustayı alkışlarsınız, översiniz….. Herkes: ‘Ah! benim de böyle bir evim olsa!’ der, kesenin ağzını açar, kıyar parasına.” (Terentius, “Hortlak”, sa:9-10) “Masanın iki başını süsleyen bol miktarda pahalı çiçekler tereyağının ekşiliği ve bisküvilerin tozunu örtmeye yardımcı oluyordu. Konuklar hayran kaldılar ve analar kıskançlık içinde baktılar. Josserand’lar kızlarını evlendirebilmek için kesenin ağzını açmışlardı.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:65) Kese(leri)nin dibine darı ekmek : Paralarını yiyip bitirmek “Akşam, çok geç saatlerde, Fabrice pek moda olan bir gezinti yerine ulaşan ‘Renza’ kapısından Milano’ya girdi. İki uşağı İsviçre’ye göndermek, markizle görümcesi kontesin keselerinin dibine darı ekmişti. Bereket versin ki Fabrice’in hala birkaç altını vardı, elmaslardan birini de en sonunda satmaya karar verdiler.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:105) Kesesi elvermek; elvermemek; Kesesi elverişli olmak : Kesesinde yeterli parası olmak; olmamak “Gerçekten kızmamıştı. Görünüşü bir yabancıya benzemiyordu çünkü. Garın önünde ayakta bir çift sosis yedi. Sosisleri satan adama: ‘Masaları ayrı ayrı bölmelerde olan bir restorana gidebilirim,’ dedi, ‘ve beyaz örtülerin üstüne avuç avuç para dökebilirim, kesem buna elverişli.’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:400) “Yol orada kayaların altında sol yanda bir sırta doğru uzanıyordu. Seppe o anada; acaba şimdi kasabaya girsem mi, sıcak bir kahvaltı mideme ne kadar iyi gelecek, diye düşündü. Ama kesesi de buna elveriyormuydu?” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:117) Kesesini ayırmak : Birinin, ortak olduğu bir kimseden ayrılarak kendi hesabından kendi sorumlu olma konumu “Keselerimizi ayırdık. Ben paramı istediğim gibi çarçur edebildiğime memnundum, ama dostum, benim yerime üzülüyor, her gün biraz daha mahzunlaşıyordu, günün birinde de ‘Imperatul Trajyan’ vapuruyla Mısır’a gideceğini bana haber verdi.” (P. Istrati, “Sünger Avcısı-Dostlukla”, sa:47) Kesik kesik : Küçük küçük aralıklarla; Parça parça “Sağda, şakağınızı dayamış olduğunuz buz gibi camdan ve biraz önce önünden naylon kapişonlu bir kadının soluk soluğa geçtiğini yarı aralık koridor penceresinden, kurşuni gökyüzünde belli belirsiz çizgileriyle ortaya çıkan peron saati ilişiyor gözünüze, minik saniye yelkovanı kesik kesik sıçramalarla dönmekte, tam sekizi sekiz geçiyor, yani trenin kalkmasına tam iki dakika var...” (M. Butor, “Değişme”, sa:17) Kesilmek : Yorulmak, nefes nefese kalmak, dizleri çekmemek; hayranlık duymak, aşık olmak; kumarda, alışverişte vermek, para vermek, ödemek “Baudolino buraları daha dün gibi hatırlıyordu, çünkü o tepelere babasıyla birlikte üç katır teslim etmek için gittiğini anımsıyordu, bir delikanlının çıkarken bacaklarının kesileceği yokuşlardan güçlükle yürümüşler, üstelik yürümek istemeyen hayvanları itelemek zorunda kalmışlardı. Ama dönüşte, ovaya tepeden bakarak ve aylak aylak özgürce ağaşı inerek, yorgunluklarının acısını çıkarmışlardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:163) “Müşfik hala kucağımda memesimi emiyordu, süt gelmiyordu atık, oğlum ağlamağa başladı, ben kaçıyordum o kadın kovalıyordu, oğlumun ağlaması ile kadının gülmesi birbirine karıştı, o zaman uzaktan annemi gördüm, kollarını açmıştı, bana gel koş yoruldu o kesildi artık yetişemeyecek sana diyordu, soluk soluğa tepeye tırmanıyordum...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:81) “Güzel miyop gözlerini Charlot’nun gözlerine indirdi: -Amma boktan iş be.” -Nedir bu boktan iş? -Bir paçoz ayarladı, dedi Mathieu. -Canın çekmiyorsa bize kamanço et kardeşim. -Olmaz, dedi Pinette. Kız bana kesildi bir kez.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:131) “Artık iyice yorulmuştum. Omuzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu. -Biraz dinlensek... dedim. Kılavuzum güldü. Onun da kır çember sakallı şen çehresi pembeleşmişti. -Kesildin mi? diye sordu. -Hayır.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:206) ... Kesilmek (canavar, dev, kahraman, vatanperver) : Özel koşullar altında, bu yeni kimliğe bürünmek “Bu solgun çehreli, yorgun, yirmi dört saatten beri yemek yememiş, uyku uyumamış, ancak birkaç atımlık fişeği kalan, hemen hepsi yaralı, başı ya da kolu, kan içinde, rengi karaya çalan bir bezle sarılı, elbiselerinde kan akan delikler bulunan, kötü tüfekler, ağzı çentikli eski kılıçlarla yarım yamalak silahlı adamlar, birer dev kesildiler.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:123) Kesinkes : Mutlak surette “Cécile’in yüzüne şimdiden çöken o suçlamanın gölgesi bile korkutucuydu, artık bu iki kadından biri seçmenin zamanı çoktan gelmişti, daha doğrusu bu seçim kesinkes yapılmıştı da, kararı ortaya koymak, açıklamak gerekiyordu.” (M. Butor, “Değişme”, sa:108) “KİL OCAĞI HALLERİ -----------------------------Maden ocağının oyuklarında ve Tutku’nun oradaki ağır başlı işçilerin bilmediği Korku duasına karşın incinmiş, Beklerim şimşeklere kadar, göklerin gürlemesi bitti Ve Tanrı izin verir dehşetli durumun kaldırılmasına Uzaktaki duygusuz yarıktan. Kesinkes bir gizemli zaman var Piramit ve kil tepesi büyürken. (Jack Clemo<1916-1994>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.09) “Soru belki henüz ham, ama aptal değil. Estetik değerler, kendi içinde tarihsel koşullarla ve döneminin ekonomik yapıları ile kesinkes ilişkiye girmeyen şeyler değildirler. Sanat, tarihsel olaylarla birlikte ortaya çıkar, onu yansıtır ve kendi evrimini yaşar.” (U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:42) “Günümüzde birşey bilenler bildiklerini her imkanı kullanarak yaymaya çalışmışlardır. Sonuçta söylenmemiş yazılmamış hiçbir şey kalmamıştır. Kesinkes gizli tutulması gerekliliği savunulan şeyler bile yazılmış, açıklanmıştır.” (İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:10) “Aynur edepsizce göz kırpmıştı: -Zaten tanıştıktan sonra da unuturlar... Ortamektepten beri böyle bir adet çıktı: her ders yılı başında bir defa bağa çağırıyoruz öğretmenlerimi, hepsi de koşa koşa geliyorlar. Müphem bir baş işaretiyle bu fenlenmiş kızın yanından ayrıldım. Gitmemeye kesinkes karar vermiştim.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:185) “Sömürge çağının ayrıntılı ve serinkanlı bir incelemesi, Avrupalılar arasında her zaman sıra dışı kişiler siyasetçiler, askerler, misyonerler, entellektüeller, Savorgnan de Brazza gibi birtakım kaşifler- bulunduğunu gösterir; onların tutumları cömert, dürüst, hatta kimi zaman kahramancadır ve inançlarının ilkelerine olduğu kadar, uygarlıklarının ideallerine de kesinkes uygundur. Sömürgeleştirilen ülkelerde zaman zaman onların anıları korunur; Kongoluların Brazzaville adını değiştirmeleri de bu şekilde açıklanabilir kuşkusuz.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:48-9) “... her ne olursa olsun, daha ilk piyon yerinden oynatılmadan, seyirciler, bu adamın birinci sınıf bir oyuncu olduğuna ve hepsinin içten içe gizlice bekledikleri bir mucizeyi gerçekleştireceğine, yani o yörenin satranç ustasını alaşağı edeceğine kesinkes inanmışlardı.” (P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:24) “... Nerthumberland’lı bir aileden, Bertram Kalesi Mitfordları’ndan gelme olduğunu iddia ediyordu. Miss Russell adındaki karısı, uzaktan da olsa kesinkes Bedford Dükalığına mensuptu. Oysa Dr. Mitford’un ataları ilke filan dinlemeden öylece edepsizce çiftleşmişlerdi ki, herhangi bir yargıçlar kurulu ne onun soyluluk iddiasını kabul eder, ne de soyunu sürdürmesine izin verirdi.” (V. Woolf, “Flush”, sa:13) Kesip attığı tırnak kadar olamamak : Sen o kadar değersizsizsin ki, onun üstünlüğü söz götürmez, kıyas kabul etmez “Kudret Yanardağ’ın yerine buldukları yeni ‘Teftiş heyeti reisi’ Orhan Bomba’ya döndü: -Bu arkadaşlar iyi bilirler, sen onun kesip attığı tırnak olamazsın. Çünkü o...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:118) Kesip biçmek : Orman ya da tarlalık arazisini ekip biçmek; Patron durumunda birinin arada bir, emrindeki kişileri acımasızca tenkit etmesi, fırça vermesi Bk.: Asıp kesmek “Yazları belli zamanlarda iki köyün halkı gelir, yerleşirler bu ormana; istedikleri gibi kesip biçerler ağaçları; işler bitip de odunlar evlere taşındı mı orman yine bir yıl süren eski sessizliğine gömülür.” (K. Hamsun, “Benoni”, sa:3) Keskin gözlü olmak : Her şeyi görmek “ELLA RENTHEIM - Ben de seni birkaç kere, şöyle görür gibi oldum, şu pencereden. MADAM BORKMAN - Perdenin arkasından görmüş olacaksın. Gözlerin galiba çok keskin. (Sert ve kesin) Fakat, seninle son olarak burada, odamda konuştuk.” (H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:7) Keskin nefesi olmak : Hoca ya da dini bir liderin okuyup üfleyerek şifa getirmesi hali “-Sayın generalim! İlçemizde on yıl kadar önce Yakov Vasilyiç adında bir tekel memuru çalışıyordu. Ağrıyan dişlere öyle okuyup üflüyordu ki, sormayın! Adam şöyle yüzünü pencereye döner, bir şeyler fısıldar, sağa sola tükürür, ağrınız bıçakla kesilmiş gibi diniverirdi. Böyle keskin nefesi vardı işte!” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:99) Keskin nişancı : Önemli bir devlet adamını korumak, ya da tersi, topluma zarar verebilecek bir karakterin, bulunabileceği yerin civarına, genellikle apartmanların üst katlarına, duvar, baca arkalarına yerleştirdikleri ‘attığını vuran’ keskin profesyoneller “Çünkü çocukluk arkadaşının kaybı ülkenin içine gömüldüğü savaşa ait hadiselerden biri olmakla birlikte, Albert’in yazgısı eli kanlı milisler tarafından boğazlanan, körü körüne bombardımanlarla paramparça edilen veya binaların çatılarında pusu kurmuş keskin nişancılar tarafından uzaktan vurulan tüm o zavallıların kaygısıyla tam olarak özdeştirilemezdi.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:86) Kesmek : … ile dopdolu olmak, etkisi altında olmak (huzur, kuş, sevinç, soğuk vb.) “Nisanın sonuyla mayıs başları birkaç günlüğüne adaya binlerce, onbinlerce sayısız türde kuş, nereden gelirlerse her yıl gelirler, iki tepenin arasını üst üste doldururlar. Gökyüzü, yeryüzü kuşa keser. Bütün adayı bir kuş cıvıltısıdır alır. Kuş cıvıltısından, deniz ne kadar dalgalı olursa olsun, dalgaların sesi bile duyulmaz. Koyağın zeytin ağaçları, yabangülleri, incirleri, narları, otları, çiçekleri kuştan gözükmez.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:83) Kestane fişeği gibi patlamak : Çıkardığı ses kadar etkili olmamak, kuru gürültü yapmak “HASTINGS - Elmasları kaybettiğini anlayınca annenizin duyacağı öfkeden kokuyorum. TONY - Onun öfkesine pek aldırmayın! O işi ben idare ederim. Annemin öfkesi kestane fişeği gibi bir şeydir; önem vermeyin. Vay, işte onlar, seremperen geliyorlar. (Hastings soldan çıkar.) (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:64) Kestirip atmak : Birden, ani bir kararla konuşulan konuyu tartışmaya meydan vermeyerek bitirmek “ ‘Doğru. Ama biz bilemeyiz bunu, arıların kendileri bilir yalnız. Belki de bal çiçeği diyorlardır.’ Pierre bir an düşündü. ‘Olamaz,’ diye kestirip attı ardından. ‘Çünkü yoncalarda da bu karanfillerdeki kadar bal bulur arılar. Latin çiçeklerinde de. Bütün çiçekler için de aynı ismi kullanamazlar tabii.’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:17) “Tüccar tam bir şey söyleyecekti ki, kadın, ‘Yok, yok, o günler geçmişte kaldı artık,’ diye araya girdi. Ama avukat: ‘Bırakın beyefendi bize düşüncelerini açıklasın,’ diyerek kadının sözünü kesti. Yaşlı adam, ‘Eğitimden, budalalıktan başka bir şey çıkmıyor!’ diye kararlı bir sesle kestirip attı.” (L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:12) Kestirme; kestirmeden; Kestirme yol : Kısa yol; kısa yoldan “Fakat bak, şurada bir ruh var, bir kenarda tek başına oturmuş bize bakıyor! En kestirme yolu bize o gösterecektir. Yanına gittik. Ey Lombardia’lı ruh! Ne azametli, ne hor gören duruştu o! Gözlerini ağır ağır ve ne büyük vakarla hareket ettiriyordun.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:46) “Doğrulup kalktım, kestirmeden uzun bir adım atarak onu yakaldım. ‘İyi akşamlar’ dedim ve elim yakasında, onu itip kakarak basamaklardan aşağı indirip, kilisenin önündeki aydınlık alana çıkardım.” (F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:11) Kestirmek : Uyuklamak, şekerleme yapmak; Karşısındakinin (ya da kendinin) düşüncelerinin ne olabileceğini önceden sezebilmek, tahmin etmek, hesaplamak “Paşa basılı kağıtları bir tarafa itti. Masanın üstünde bir kalem seçti, ucunu dikkatle inceledi ve Saray’a raporunu yazdı: -Bunu bir memurla yolla... Sonra söyle, bana leğen, ibrik ve seccade getirsinler. Namazdan sonra şu koltuğa uzanır kestiririm.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:198) “Ne var ki, baban uzun saatler çalıştığı evde olduğunda da yatıp uzun uzun kestirmeye bayıldığı için evde pek görünmüyor ve annen bütün önemli konularda temel otorite ve akıl olmaya devam ediyordu.” (P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:118) “Zamanla yanına kamerasını da alıp peşine takıldığı kişilerin fotoğraflarını çekmeye başladı. Akşam eve dönünce, o gün nereye gittiğini, nelere yaptığını yazıyor, tanımadığı o kişilerin gittikleri yere bakarak ne tür birileri olduğunu, nasıl yaşadıklaraını kestirmeye çalışıyor, hatta kimi zaman onlara kısa biyoğrafiler düzüyordu. Maria’nın sanatçılığı üç aşağı beş yukarı böyle başladı.” (P. Auster, “Leviathan”, sa:65) “Yeniden Avrupa’dayım; buz gibi bir Paris, saat öğlen on iki, oteldeki odamda oturuyorum; uykusuz bir gecenin bitkinliğini atmak için biraz kestirmeye niyetlendim ama olmadı. Komik mektup kağıdının ve boktan tükenmez kalemin kusuruna bakma. Nedendir bilinmez, Paris’teki otel odalarına daktilo makinesi koymuyorlar. Paul, 10 Ocak 2009” (P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011”, sa:46) “Eve vardığımızda Bob dosdoğru kaloriferin yanına gidip kıvrıldı ve uykuya daldı. Orada saatlerce yattı. O akşam gözüme uyku girmedi. Benimle yatağa gelecek hali bile yoktu, ön odadaki kaloriferin altında kestiriyordu. Onu kontrol etmek için kendimi yataktan dışarı sürükleyip durdum.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:149) “PETKO - Bu akşam bir kurt öldürdüm. DAVUD - Nasıl öldürdün? PETKO - Tüfekle. Öğleden sonra biraz kestiriyordum. Uyandığımda hava neredeyse kararmıştı. Kurdun gözlerini karanlıkta görebiliyordum. Tam gözlerinin ortasına nişan alıp onu vurdum.” (H. Boytchev, “Albay Kuş”, sa:10) “Yemekten sonra sırtüstü yatıp bacaklarını içeri çekmeyi, kocaman bir ekmek parçasını ufak ufak koparıp afiyetle midesine indirmeyi, arkadan bir sigara sarıp akşam yemeğine kadar kestirmeyi seviyordu.” (H. Böll, “Cüce ile Bebek-Dayım Fred”, sa:96) “Yakında. Belki iki ay içinde. Zamanı kestirmeye çalışıp, artık üzerinden aşamayacağı duvar bundan sonraki iki ayın önünde midir diye anlamak istiyor. İki ay, kasımın sonu bu... Ne var ki zamanı kestirmeyi başaramıyor.” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:10) “İki düşman ordusunun keşif kolları ormanda geziniyordu. Dallarımın tepesinden, çalılıklarda ayak seslerinin çınlandığını işittiğimde Avusturya-Sardunya ordusu askerlerinin mi, yoksa Fransızların mı geldiğini kestirmek için kulak kabartıyordum.” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:210) “Kien dolaşmaya çıktıktan sonra Therese, kendisine emanet edilen odalarda tarama yapıyordu. Bir kötülüğün peşindeydi, ama bunun nasıl bir kötülük olduğunu henüz kestirememişti. Önce bavula tıkılmış bir kadın cesedi bulmayı ummuştu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:47) “Petrus hiç konuşmuyordu. Kötü uyanmıştı..... Kahvemi ve zeytinyağlı ekmeğimi bitirdim. Aymeric Gidaud’nun yol kitabına bakarak, öğleden sonra Santo Domingo de la Calzada’ya varıp varamayacağımızı kestirmeye çalıştım.” (P. Coelho, “Hac”, sa:115) “Tükenmiştim. Bir önceki gece en fazla iki saat uyudum: Bedenim hala bu inanılmaz saat farkına alışamadı. Almaata’ya gece saat on birde geldim -yerel saatle-, Fransa’da ise saat akşamüstü altıydı. Mikhail beni otelde bıraktı ve ben de birazcık kestirdim, sonra kısa sürede uyandım.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:285) “Kapının ötesi, geçmesine izin verilmeyen yer gelir gözlerinin önüne. Kapının dibinde, yol üstünde, yaşlı bir köpek yatmaktadır; aslan postuna benzeyen postu, aldığı sayısız darbenin izlerini taşımaktadır. Gözleri kapalıdır, dinlenmektedir, kestirmektedir. Arkasındaysa, sonsuzluğa uzanan bir çöl vardır.” (J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:249) “COLORADO KUŞU ------------------------Colorado kuşu Koca bir yatakta azıcık kestirir Sonra bulutlara yükselir Resimlere bakar Sonra da uzunca bir süre Yağmur ve açık havayla oynar.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:69) “Fakat... Fakat işte, yıllardan sonra bir gün, yazı masamın pek de rahat olmayan sandalyesinde sallanarak kestirirken, anide bir sesle irkildim. Bir ses, yılların yıpratamadığı ince bir ses, güneşin binlerce kez doğup battığı ufukların ardından, geçmişteki mutlu anılarımı kucaklayaraktan, bir zafer teranesiyle geliyordu: ‘Makineci..’ ” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Makineci Baba”, sa:10-1) “-Mello’ya gidiyoruz biz; Girgenti’ye altı fersah mesafede korkunç bir köydür, siz ise bizim oraya gidiş nedenimizi dünyada kestiremezsiniz. Hiç uğraşmayın. Bir kibrit kutusu aramaya gidiyoruz. Dimitri kibrit kutusu koleksiyonu yapıyor. Ne kadar koleksiyon varsa tümünü denedi; köpek tasmaları, üniforma düğmeleri, posta pulları... krom kaplama küçük karton kutular... Öyleleri var ki, bulunmaları için korkunç bir eziyet çektirdiler bize. Böylece Napoli’de üzerinde Mazzini’nin ve Garibaldi’nin portreleri olan kutular imal edilmiş olduğunu, polisin kutuları yakalamış olduğunu ve imalatı yapan kişiyi tutuklamış olduğunu bilmekteydik. Araya sora bu kutulardan birini bir köylüde bulduk, adam onu bize yüz lirete satıp polise de ihbar etti. Aynasızlar bagajlarımıza baktılarsa da kutuyu bulamadılar, ne var ki benim mücevherlerimi yürüttüler. Bunun üzerinedir ki ben bu koleksiyon işinden hoşlanmaya başladım. Yazın serimizi tamamlamak için İsveç’e gideceğiz.” (A. France, “Sylvester Bonnard’ın Suçu”, sa:39-40) “Çayırın üzerine çöküverdim. Karnımı, -üstüm koyuydu ama, karnım apaktı- güneşe verdim; kıvrıldım, gözlerimi yumdum, uzun kulaklarımı düşündüm. Tatlı bir şekerleme kestirdim. Birkaç gün böyle geçti. Ne tatlı günlermiş onlar...” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Deniz Atılmış Bir Çiçek”, sa:87) “Bu dehşet ancak bir saniye sürdü, çünkü karanlığın içinde ihtiyarın seke seke uzaklaştığını görür gibi oldum. Fakat yaşından umulmadık bir hız ve sessizlikle gidişi içimde garip bir huzursuzluk uyandırmıştı. Nedenini pek kestiremediğim bir huzursuzluk...” (O. Henry, “viski soda”, sa:91) “Bundan böyle hiçbir şeyi ciddiye alamayan yaşlılığın o alaycı hoşnutsuzluk belirtisi mi, yoksa bilgeliğin yabancı kişilerin budalalıklarıyla eğlenmesi mi? Bir yadsıma, bir uğurlar olsun deyiş, bir geri çevirme miydi? Yoksa bir öğüt mü, kendisi gibi davranmaya ve kendisiyle birlikte gülmeye buyur ediş mi? Daha bir türlü kestiremiyordu ne olduğunu. Gece geç vakitlere kadar bu gülüş üzerinde düşündü, kafa yordu.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:530) “Daha ertesi gün durumu ağırlaşmıştı Lene’nin. Geceleyin Goldmund zaman zaman kendisine bir yudum su içirmiş, arada topu topu bir saatçik kestirmişti. Derken ortalık ağarmış, Goldmund Lene’nin yüzünde giderek yaklaşan ölümü açık seçik görmüştü.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:261) “Bu göz kamaştırıcı ışık onu hiç rahatsız etmezdi; zaten hemen hiç uyuyamıyırdu; birazcık kestirmeyi de her zaman becerebiliyordu; her türlü ışıkta, günün her saatinde, hatta ağzına kadar dolu, gürültülü salonda bile.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:77) “Gözünü açıyor. Ortalık iyice kararmış. Epey kestirmiş olacak. Bugünü artık kapamalı, bitirmeli. Yarına dinlenmiş olarak çıkmalı. İş çok. Neleri yarın yapacağını bile düşünmedi daha. Bu da yarının işi olsun.” (B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:55) “Dikirli’nin üstbaşında, bir ağacın altında iyi bir uyku kestirdiler. Uyandıklarında gün, öğle olmuştu.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:13) “Ben, onlara gereksinim olmayacağını ve iyi davranacağımı söyledim. ‘Peki öyleyse, iyi!’ dedi. ‘Uykusuzluktan ölüyorum, dolayısıyla de geri giderken yolda biraz uyumak isterim!’ Wick’ten ayrıldık; yolda, sırasıyla direksiyon kullandılar ve arabanın arka koltuğunda birazcık da olsa kestirdiler.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:148) “Martin iyi dansederdi ve kız onunla zevkin cennetinde dönüp durdu. Başı onun omzundaydı ve bunun sonsuza kadar sürmesini diliyordu. Sonra, öğleden sonra ağaçlar arasında dolaşarak uzaklaştılar. Orada eski, o güzel usulde kız oturdu ve Martin başı onun kucağında, sereserpe sırtüstü uzandı. Kız onun saçlarını okşar, aşağıya onun kapalı gözlerine bakarak onu çekincesiz olarak severken o uzandı ve kestirdi.” (J. London, “Martin Eden”, sa:427) “Adam kızının ona söz ettiği planı yemekte anlayışla karşılamış olduğu için, Edward onun ne konuşacağını kestiremiyordu. Ama ev sahibinin biraz sıkıntılı olduğunu fark etmişti. Adam, havadan sudan söz ederek, zaman kazanmaya çalışıyordu.” (S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:66) “Kadın: ‘Öyleyse’ dedi, ‘biz akşam yemeği yiyinceye kadar dört saatlik zamanın olacak, bu arada bir uykucuk kestirebilirsin!’ Ve onu yukarıya, küçük bir odaya götürdü.” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:131) “..., nefretlik sese karşı kulaklarını kapatmaya çalışmasına sebep oldu. Ama bitkinliği ile mücadele etti; her zamanki gibi kendini ikinci tekil şahısta keskin sözlerle payladı. Hadi ama, Dorothy, hemen kalk! Kestirmek yok! Lütfen!” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:7) “Paşa: ‘Haa. Evet. Bizim damat!’ diye mırıldanarak kalktı. Cevdet Bey’i görünce: ‘Gel, oğlum, gel, uyumuyordum, şöyle bir kestireyim demiştim!’ dedi.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:50) “Isınmak ve biraz kestirmek için döndüğü otel odasında İstanbul’dan getirdiği Kars tarihiyle ilgili kitapları bu mutluluk duygusuyla karıştırdı ve gün boyunca dinledikleriyle, çocukluğunun masallarını hatırlatan bu tarih aklında birbirine karıştı.” (O. Pamuk, “Kar”, sa:24) “PENCERE ------------Daha sonra, hava yavaş yavaş kararırken ve batan güneşin sessiz, menekşeli titreşimleri solarken duvarlarda ve çitlerde, sokak lambaları bile yanmadan önce, apansız bir sıcaklık yayılır ya - işte o anda, yüzlerin kimin yüzü olduğu görülmese de kestirilebilir...” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:77) “Ah, varacağım sonu önceden nasıl anlayabilirdim; beni pençesine aldığını bugün bile anlayamıyorum. Hiç değişmeyen, hala ne idiyse o olan benim, bir gün gelip bir canavar, zehir saçan bir adam, bir katil sayılacağımı, insanoğlunun nefret ettiği ayak takımının oyuncağı olacağımı,..... bütün bu kuşağın söz birliğiyle beni diri diri gömmekten hoşlanacağını kestirmeye sağduyum izin verir miydi?” (J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:12) “Yataklarına çekilmeden önce bir savaş konseyi oluşturuyorlar, kararlar almak zorunda olduklarından değil, bu iş Pedro Once’nin ayaklarının dibinde kestirmekte olan köpeğe bırakılmış durumda, yalnızca sırayla tahminlerini söylüyorlar, belki de yolculuğumuz burada sona eriyor, diyor Joaquim Sassa umutla...” (J. Saramoga, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:176) “HECTOR - Senin hemşire pek girişken bir hanım abla. Miss Dunn nerede? Mrs. HUSHABYE - Mangan’ın dediğine göre, biraz kestirmek için odasına çekilmiş. Addie artık seni Ellie ile görüştürmez. Avını gözüne kestirdi bir kere.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:48) “Başbakan aleyhindeki bu sözler söylenirken, bütün saray adamları arasında süren ölüm sessizliğinin ne derece olduğu kestirilebilir. O zamana kadar onun bütün iradelerine sahip sevgili yeğenine karşı ateş püsküren seksen yaşındaki yaşlı bir adam karşısındaydılar. Papa, çok öfkeli, yeğeninin başından, kardinal şapkasını alacağını döyledi.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:116) “Neden Marine Drive’dan geçtiğini sordum. Bombay’ı bilmiyordum, ama dizlerimin üzerine yerleştirdiğim haritadan izlediği yolu kestirmeye çalışıyordum. İşaret noktalarım, haydutlar pazarı Malabar Hii ve Chor’du. Otelim bu iki nokta arasında bulunuyordu ve oraya gitmek için Marine Drive’dan geçmeye yolum yoktu. Ters yönde gidiyorduk.” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:16) “Arabacının yanında oturan Vasiliy’in kestirmeye başladığını sezince ona: -Kuzum Vasily, ne olur, biraz da senin yerine ben geçeyim dedim. Razı oldu, yerlerimizi değiştirdik. Vasily hemen horlamaya başladı, arabada kimseye yer bırakmayacak biçimde yayılıverdi.” (L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:16) “ ‘Peki o halde gerçek nerede? Hangi yönde?’ ‘Nerede? Evet, ben de bunu soruyorum: nerede?’ ‘Bugün melankolik bir günündesin. Eugene.’ ‘Öyle mi? Güneş başıma vurudu, sonra çok fazla ahududu yemek de iyi değil.’ ‘O halde, biraz kestirmek bize iyi gelebilir, dedi Arcade.’ ” (I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:168) “Flush yaşlanmakta olan bir köpekti artık. İngiltere yolculuğu ve canlandırdığı tüm anılar kuşkusuz yormuştu onu. Dönüşte Floransa’nın gölgesi Wimpole Sokağının güneşinden daha yakıcı olmasına rağmen, güneşten çok gölgeyi yeğlediği gözden kaçmamıştı. Bir heykelin altına uzanarak, arasıra kürküne damlayacak bir iki damla suyun yüzü suyu hürmetine bir çeşme altına yatarak saatlerce kestirirdi.” (V. Woolf, “Flush”, sa:119) Kestirememek : Karar verememek, farkedememek “Arkadaşı ona keyifle, sevgiyle uzun uzun baktı. Sonra sanki karşısında altı yaşında bir çocuk varmış gibi, eliyle alnını okşadı ve anaç bir sesle konuştu: ‘Evet sevgilim, fazla. Ama cesaretin kırılmasın, bu öfkeli havan hoşuma gidiyor.’ Adam bir anda sallandı. Bu ‘anaçlığa’ karşı isyan mı etmek yoksa ciddi bir tartışma başlatmayı mı denemek gerektiğini kestiremedi.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:329) Keşişleme : (FAR.) ( DEN. MYTH.) : Güneydoğu’dan esen yel, Akçayel; İstanbul’a göre, Bursa’daki Uludağ’ın eski adı ‘Keşiş Dağı’ yönünden esen yele verilen isimden uygulanmıştır “Uzun zamandır korkulan o son gün yine de birdenbire nihayet gelip çattı: Yaz sonlarının açık mavi bir günüydü bu; küçük bulutları tentene kenarları gibi incecik uçuşuyordu; keşişlemeden esen tatlı, ılık rüzgarı, bahçede hala sayısız gonca vermiş güllerle oynaşmış, öğleye doğru bunca kokuyu yüklenmekten yorgın düşüp uykuya yatmıştı.” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:76) Keşke, keşki : Öyle yapacak yerde ... Dilerdim ki... (Bir pişmanlık ya da fikir değiştirme bağlamındadır.) “Sonra birkaç kez yineledi: ‘Üç bin frangın yok demek! Keşke bu son utanç verici duruma düşmeseydim! Hiç sevmedin beni sen! Diğerlerinden farkın yok!’ Genç kadın kendini ele veriyor, kendi kuyusunu kendi eliyle kazıyordu.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:340) “POLYDEUKES - Kardeşimizi zina yaptığı için öldüreceklerini mi söylemek stiyorsun? Onun da şehvet düşkünü olduğunu? KASTOR - Keşke olsa, Polydeukes, keşke olsa. Ama şehvet düşkünü olmak seçebileceğin bir şey değildir.” (C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:153) “Ah, sen keşki sen olsan! Ne var ki, canlar canı, Sen değilşsin sen, ne de bura yaşayan sensin. Dilerim şu yaklaşan ecele hazırlanmanı; Güzel yüzünü başka birine vermelisin.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:13, sa:67) “Senin müziğn: bu yalnız dünyanın çevresini sarmalıydı, bizim değil. Thebais’de sana çekici bir piyano yapmalıydılar ve bir melek seni kralların ve fahişelerin ve keşişlerin gömülü yattıkları çöldeki sıradağların arasından, bu ıssız çalgının başına götürmeliydi. O zaman melek kendisini yükseklere fırlatır ve giderdi, çalmaya başlayacaksın korkusuyla.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:104) Keşkek : İyice dövülmüş et ve dövülmüş, kırık darıyla yapılan bir yemek; Yüzü gözü muşmulaya dönmüş aksi kişi (Argo) “Ayda bir hamama giderlerken bohçayı taşır, karşıki kahvede oturup çıkmalarını beklerdi. Kahveciyle çırak takılırlardı. ‘Hanımlara dört demli çay.’ ‘Sen mi götüreceksin içeri?’ ‘Nerde o günler; kapıdaki kart keşkek bırakır mı hiç.’ ” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:37) Keşmekeş : Kargaşa, Karmaşa, kaos “Paris’in kuzeyinde, Normandiya’daki şatosuna gitmek için Sophie, Londra’nın keşmekeşinde geçirdiği aylardan sonra doğa kokusunu almak ve hemen yola çıkmak için sabırsızlanıyordu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:158) “Hemen arabayla Paris’e gitmem gerektiğini düşünerek uyanıyorum: Randevuyu iptal etmek için mükemmel bir özrüm var ve organizasyondan sorumlu kişiler bunu çok iyi anlayacaklar- trafik tam bir keşmekeş içinde, yollarda buzlanma var, hem Fransız hem de İspanyol hükumetleri bu hafta sonu insanların evlerinden dışarı çıkmamalarını öneriyor.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:68-9) “Fırtınadan sersdemleyen balıklar, dipteki durgun sulara inmiş, yukarıda çevrenin durulmasını, balıkçılar da kahveye sığınmış, bu tanrısal keşmekeşin durmasını bekliyorlardı; balıkların korkusu geçsin de oltaya vursunlar diye… Dil, iskorpit ve pisi balıkları gece seferinden dönüyor, uyumaya gidiyorlardı.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:13) “Eve dönüş, trafik keşmekeşine, taksinin içinin yeşil küf kıvamında sigara ekşisi kokmasına, ensesi kat kat olan ve o katların arasından beyaz kıllarla, siyah etbenlerinin aynı anda fışkırdığı taksi şöförünün aksırmadığı zamanlar, öksürmesine, öksürmediği zamanlar tıksırmasına...... rağmen, gene de güzeldi.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:63) “Öğleden sonra sokaklarda tam bir pazar faaliyeti başlamıştı bile. Geçip giden arabaların tıngırtısı neşeli bir melodi halinde çıkıyor ama serçeler daha da gürültücü olmak istiyor ve tünedikleri telgraf tellerinden onlarla yarışıyor, öte yandan büyük keşmekeşin ortasında tramvayın zil sesleri kulak tırmalıyordu.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:102) Ketenpereye getirmek : Hile ile aldatmak, tuzak kurmak, dolandırmak, oyuna getirmek (Argo) “Teğmen Dub, tabancasını kılıfına sokarken kendinden emin bir sesle, ‘Öyleyse aklını başına devşir, beni ketenpereye getirmeye kalkma, beynini dağıtırım!’ dedikten sonra, ‘Lafı gediğine oturttum haa; ben mantara basacak adam mıyım, ulan,’ diye mırıldanarak uzaklaştı. Şvayk, vagonuna dönmeden bir süre ortalıkta dolandı. Voltalayıp dururken, ‘Şimdi bu herife hangi sıfat yakışır ki?’ diye homurdanıyordu. Sonunda, Teğmen Dub’a en çok yakışacak sıfatın ‘gö.ümün kenarı’ olduğuna karar verdi.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:143) Keter : (İBR.,DİN,RUH) <keter> : Birinci s e f i r a h. Çemberi üzerinde döner; tüm ‘g e r ç e ğ i’ kapattığı için T a ç adını alır. Hem ‘hiç’ hem de ‘yaratış’a hazırlanan T a n r ı s a l i s t e m’in ilk devinimidir. Bk.: Sefirah “KABALA’ya göre, Y a ş a y a n T a n r ı n ı n R u h u’ (Ru’ah) dur. ‘R u h’ sözcüğü, hem HAVA ya da ETER, hem de ‘s o y u t v a r l ı k’ anlamında kullanılmıştır.” (U Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Kalkavan, Sözlükçe, 615) Ketum : Suskun, çok konuşmayan, ağzı sıkı, sır saklayan “Birçok kişinin dedikodusunu yaptığı aralarındaki ciddi yaş farkına karşın, Sinan’ı sevdiği belli oluyordu. Çekingen, saygılı, temkinli bir hali vardı. Gene de kişiliğinin bir yanı gölgedeydi. Az konuşan, çok susan, kendini fazla ele vermeyip sıkıştığında hınzır hınzır göz altından gülümseyen ketum erkeklerdendi.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:443) Ket vurmak : Engellemek, güçleştirmek “TEKRAR GÖRÜŞME ---------------------------İşte, ben çoktandır, Kışın, tipi izliyorum, Tipi dallarını koparıyor, Ket vuruyor ırmaklarıma, Bütün bütün karla dolduruyor yolları, Şenliği, huzuru kovalıyor, Ve çoktandır benimsediğim, Yazın, herkese verdiğim, Gönülden dinlediğim, Şarkımı söyleyen hanımlar Pınara gidiyorlar Kovalarına su dolduruyorlar.” (Mihai Eminescu<1850-1889>-İsmail Ziyaeddin; “Çağdaş Romanya Şiiri-Tekrar Görüşme”, sa:25) Kevgir : Mutfakta, yemek yaparken, suları yeşil sebzelerden arıtırken kullanılan, genellikle alüminyumdan yapılmış, yarım küre biçiminde delikli süzgeç “Sonra, elinde kevgir, onlara uzaktan bakarak: ‘Bilardonun çuhasını yırtacaklar, işe bakın!’ diye söylendi. Bay Homais yanıt verdi: ‘Adam sen de! Pek büyük bir zarar sayılmaz, yeni bir bilardo masası alırsın, olur biter.’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:83) “Her yeni düşünce, kalın bir kevgirden geçiyormuş gibi içindeki duyarlığa damlardı. Ancak yeni bir şeye eninde sonunda sahip olunca, onu dirençle ve hırsla sımsıkı tutardı.” (S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Leporella”, sa:67) Kev kev etmek : Kısık kısık havlamak (Köpek) “Bekçi Mustafa, koca kapıdan çıkıp giderken, Haceli geldi öksüre öksüre. Mustafa: ‘Seni bekliyorlar!’ dedi. ‘Yörü çabuk! Bak, tekrar seni çağırtmaya gidiyordum!’ Dönüp kapıyı açtı, kev kev eden köpeği susturdu.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:251) Kevser : Cennet’teki sütten beyaz, baldan daha tatlı, kaymaktan yumuşak, içeni bir daha susatmayan efsanevi akarsu “Doktorun uzattığı bardaktan süzgün süzgün iki damla aldı. Bardağı elinden düşürecek bir halsizlikle geri verdi. Yine yumruk gözlerle bir zaman dalar gibi yaptıktan sonra: -Ah, dedi, ah doktor, bana ettiği iltifatları işitseniz iğrençten titrersiniz. Beni yutacak gibi nefesini içeriye çeke çeke: Ah benim şekerli, ballı, sütlü, kaymaklı karıcığım. Ver bana gerdanının kremalarından… İçir bana Kevser’ini yudum yudum…” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:176-7) Keyfe keder : Aslında pek olumsuz sayılamayacak hatta beklenilen bir olay olmasına karşın, oluşunca da, kısmen de, de olsa huzur bozucu hadise “Kağıt üzerine yazışmalarımızın izlerini sakladım; aldığım mektupların hepsi duruyor, ama kendi gönderdiğim mektuplarda bu kadar titiz davranamadım, postaya vermeden önce fotokopisini çektirdiklerim oldu. Elektronik postaların saklanması ise biraz daha keyfe keder oluyor. İlke olarak, aslında tüm yazışmalar saklanıyor; ama işin aslı, bilgisayarlarımdan biri ne zaman ruhunu teslim etse ve ne zaman elektronik posta kullanıcımı değiştirmek zorunda kalsam, birçok belge uçtu gitti” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:145) Keyfi bilmek : Canı istediği gibi yapmak “ ‘... Hazırlanmaya başladığımızda trenin kalkışına topu topu iki saat kalmıştı, ama hiçbir aksaklık yaşanmadı. Biraz oturmaz mısın, kardeşlik?’ ‘Yok, oturamam,’ dedi Aslan Asker Şvayk ürkerek. ‘Hemen bölüğe gitmem lazım. Ya birileri telefon ederse?’ ‘Keyfin bilir, koçum; ama bana sorarsan, yanlış yapıyorsun. Posta eri dediğin, arandığı zaman asla bulunmayacak. Sen biraz gayretkeşsin anlaşılan. Senin gibi eyyam efendilerine hep gıcık olurum zaten.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:412) Keyfi gıcır olmak : Çok keyifli, mutlu olmak Bk.: Keyfi yerinde olmak “Gözüpek Don Quijote de bu haksızlığı işte böyle giderdi. Keyfi gıcırdı, şövalyelik işine en asil, en mutlu haliyle başladığından emin olarak yoluna gidiyor, kendi kendine konuşarak evine dönüyordu.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:30) Keyfi kaçmak : Neşesini yitirmek, mutsuz olmak “Ezra, yine o içten haliyle: -Elbette seversin, dedi, ikiniz de bir arada kardeş gibi büyüdünüz. -Evet ama, kardeş değiliz. Ben onu kardeş gibi sevmiyorum. Ezra’nın keyfi kaçmıştı. Biraz düşünseydi, Şakayık gibi genç, güzel, yumuşak kalpli bir kızın David’e hizmet edip aşık olmamasının imkanı olmadığını kabul ederdi.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:197) “Yaşlandıkça gövdelerinden tiksinti duyan herkes gibi ihtiyarladıkça temizleşen Cosimo, onlara sabun bile verdi. Suyun serinliği bu üç döküntünün sarhoşluğunu biraz geçirmişti. Keyifleri de kaçmıştı bunun üzerine. İçinde bulundukları acı durum yeniden kafalarına dank etmişti.” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:224) “Petrus oralı olmadı. Sırt çantasından bir çay poşeti çıkarıp kaba attı, gösterdiği konukseverlikten ötürü çayı kendisiyle paylaşmak istediğini söyledi. Belli ki, kadının keyfi kaçmıştı; iki fincan alıp geldi. Petrus’la birlikte masanın başına oturdu. Konuşmalarını dinlerken gözümü köpekten ayırmıyordum.” (P. Coelho, “Hac”, sa:82) “Bu yüzden, kendi kendine gülümseyerek merdivenlerden aşağı koşuyor ve el yordamıyla o adamın, para ile tutulmuş o adamın, casusun yuvalandığı köşeye kadar gidiyor: ‘Gel,’ diyor, karanlığın içine doğru, ‘sana verecek bir yatağım var.’ ‘Burası benim görev yerim,’ diyor adam dokunaklı bir sesle, ‘yerimden ayrılamam.’ Ama Fyodor Mihayloviç’in keyfini hiçb
Benzer belgeler
Kırıkkalem Dergisi - Kırıkkale Üniversitesi
“Suvenir yol boyunca, bir papağan gibi hiç arasız gevezelik etti durdu, kıs kıs güldü. Kardeşinin kendisine de
bir şey verip vermeyeceği üzerine konuştu. Aynı zamanda da onu ‘kaba herif, taş yürekl...