8 Coğrafyada Paradigmalar Giriş Tarihi süreçte coğrafya farklı
Transkript
8 Coğrafyada Paradigmalar Giriş Tarihi süreçte coğrafya farklı
JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ Coğrafyada Paradigmalar Mustafa Öztürk Erciyes Üniversitesi Kayseri, Türkiye Servet Karabağ Gazi Üniversitesi Kayseri, Türkiye (Received: 31.11.2012; Accepted: 31.12.2012) Öz Coğrafya tarihsel süreçte meydana gelen değişim ve dönüşümlere bağlı olarak farklı algılanmış ve tanımlanmıştır. Bu durum coğrafyada farklı epistemolojik ve ontolojik pozisyonlara dayanan paradigmaların oluşmasına yol açmıştır. Farklılıkların ortaya çıkmasının bir nedeni coğrafyanın fiziki ve beşeri olmak üzere dual yapısından kaynaklanır. Fiziki coğrafyada doğa bilimlerinde kullanılan bilimsel ve mantıksal pozitivist yaklaşımlar çok daha baskın iken özellikle 1970’lerden sonra beşeri coğrafya çalışmalarının içerikleri, konuları ve yöntemleri köklü değişimler geçirmeye başlamıştır. Sonuçta sosyal ve kültürel teori kapsamında ortaya çıkan hemen birçok yeni teori beşeri coğrafya çalışmalarında karşılığını bulmuştur. Bu çalışmada, akademik bir disiplin olarak ortaya çıkışından bu yana coğrafya çalışmalarında benimsenmiş çeşitli paradigmalar ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Coğrafya, paradigma, epistemoloji, ontoloji Abstract Geography has been perceived and defined differently in the historical context. This situation has led to different geographic paradigms that are based on different ontological and epistemological positions. One of the reasons that such variance exist is due to the fact that geography has a dual structure. While approaches of scientific and logical positivism that are used in natural sciences are dominant in psychical geography, human geography has adopted various kinds of theoretical approaches particularly after 1970s. In fact, almost every theoretical approach that is emerged within social and cultural theory has been reflected in human geography. In this study, a number of paradigms that are reflected in the studies of geography since its inception as an academic discipline are explained. Key Words: Geography, paradigm, epistemology, ontology Giriş Tarihi süreçte coğrafya farklı algılanmış ve tanımlanmıştır. Bu durum coğrafyada farklı epistemolojik pozisyonlara dayanan paradigmaların oluşmasına yol açmıştır (Jonhston, 1997). Farklılıkların ortaya çıkmasının bir nedeni coğrafyanın fiziki ve beşeri olmak üzere dual yapısından kaynaklanır. Fiziki coğrafyada doğa bilimlerinde kullanılan bilimsel ve mantıksal pozitivist yaklaşımlar çok daha baskın iken, beşeri coğrafya çalışmalarında geleneksel olarak tarihsel ve betimsel bir yaklaşım söz konusudur (Sala, 2002). Sala bu durumun coğrafya çalışmalarında hem tümdengelim hem de tümevarım prensiplerinin kullanılmasının sebep olduğunu belirtir. Bu nedenle coğrafi açıklamaların hem kendine münhasır (idiographic) hem de kanun koyucu (nomothetic) olduğuna vurgu yapar. Birçokları coğrafyanın bilimselliğine yönelik bu açıklamayı yeterli bulacakken, bu çalışma boyunca görülebileceği gibi Sala’nın dile getirdiği düşünceler birçok coğrafyacı tarafından tartışmalı bulunmaktadır. Akademik bir disiplin olarak ortaya çıktığı 19.yy.’dan bu yana coğrafya çeşitli dönüşümler geçirmiştir. 1970’lerden sonra ise özellikle beşeri coğrafya çalışmalarının içerikleri, konuları ve yöntemleri köklü değişimler geçirmeye başlamıştır. 1960’lar dünyasındaki sosyal değişimler ve bunun sonucunda genel anlamda sosyal bilimlerin değişmesine paralel olarak coğrafya da değişime 8 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ uğramıştır. Çünkü coğrafya diğer disiplinlerden ve toplumdan bağımsız bir bilim değildir (Gregory & Walford, 1989). Tam aksine Kaya’nın (2010, s. 227-8) belirttiği gibi “coğrafyanın tarihi ve değişimi, coğrafi bilginin içerisinde üretildiği ve değişime uğradığı toplumsal gerçeklik ve değişimden bağımsız […] düşünülemez”. Sonuçta sosyal ve kültürel teori kapsamında ortaya çıkan hemen birçok yeni teori beşeri coğrafya çalışmalarında karşılığını bulmuştur. Bunun sonucunda da farklı sosyal teori yaklaşımları ve terminolojisi coğrafi çalışmaları yöntem ve içerik açısından etkilemiştir (Del Casino, 2009). Coğrafyanın zaman içindeki değişimini çeşitli şekillerde ele almak mümkündür. Sosyolojik bir yaklaşım toplumsal gelişmeler ve disiplin içindeki güç mücadeleleri üzerinden bir analiz yapmayı gerektirir. Coğrafyanın ekonomi, jeoloji, kartografya gibi diğer disiplinler bağlamında konumu ve bunun zaman içindeki değişimini de merkeze alarak bir coğrafya tarihi yapılabilir. Ya da farklı ülkelerdeki ve okullardaki (Berkeley ve Fransız okulları gibi) uygulamalar üzerinden de coğrafya tarihi yazılabilir. Ancak coğrafyanın değişimi basit bir şekilde kronolojik bir tarzda da ele alınabilir. Bu kronolojik yaklaşımda hangi dönemde hangi düşüncelerin/paradigmaların ön plana çıktığı ve bunların nedenleri üzerinde durmak mümkündür. Elinizdeki bu çalışmada coğrafyadaki paradigmalar kronolojik bir mantık çerçevesinde ele alınmıştır. Bu makalenin sınırları göz önüne alınarak, genel hatlarıyla Jonhston (1997) ve Hubbard vd.’nin (2002) belirttiği şekilde bir sınıflandırmaya gidilmiştir. Buna göre paradigmalar şu dönemlere göre sınıflandırılmıştır: 1950’li yıllara kadarki dönem (çevresel determinizm ve pasibilizm-bölge(sel)cilik), 1950’li ve 1960’lı yıllardaki nicel dönüşüm (pozitivizm ve eleştirel rasyonalizm), 1960’lı ve 1970’li yıllarda davranışçı ve hümanistik (fenemenoloji ve sembolik etkileşimcilik) yaklaşımlar, 1970’li ve 1980’li yıllardan itibaren baskın olmaya başlayan yapısalcı ve radikal paradigmalar (yapısalcılık ve Marksizm) ve 1980’li yıllardan itibaren özellikle yeni kültürel coğrafya ile birlikte ön plana çıkan paradigmalar (Feminizm, Realizm, Post-yapısalcılık, Post-modernizm). Buradaki kronolojik sınıflandırmada paradigmaların coğrafya çalışmalarında ağırlık kazanmaya başladıkları dönemler esas alınmıştır. Dolayısıyla, bu paradigmaların birçoğu günümüzde de coğrafya çalışmalarında kullanılmaktadır. Burada dile getirilen teorik yaklaşımların bazıları ağırlıklı olarak epistemolojik kabullerle ilgili diğer bazıları ise ontolojik kabullerle ilgilidir. Epistemoloji ya da ontoloji ayırımına gitmek yerine bu çalışmada Jonhston (1997) ve Hubbard vd.’nin (2002) yaklaşımı benimsenerek bu teorik yaklaşımlar paradigma¹ olarak değerlendirilmiştir. Jonhston’un (1997) belirttiği gibi tüm sınıflama çabaları kendi içinde sıkıntılar barındırır. Bu çalışma boyunca da görülebileceği gibi öncelikli olarak farklı yazarların yer yer birbiriyle örtüşmeyen tanımlamaları ya da sınıflandırmaları mevcuttur. Bundan daha da önemli bir diğer durum ise tüm sınıflandırma çabalarının kaba bir genelleme içerdiğidir. Çeşitli dönemleri sınıflarken bunların kesinlikten uzak olduğu, her bir dönemde o dönemi yansıtmayan ya da hibrit çalışmaların mevcut olduğu ve burada çeşitli adlarla adlandırılan bazı düşünürlerin bile kendilerini bazen o isimle adlandırmadıklarını dikkatlere sunmak gerekir. Bu bağlamda çalışmanın temel amacı, coğrafya ve coğrafya eğitimi çalışmalarına yol göstermiş olan çeşitli paradigmaları kronolojik olarak özet bir şekilde irdelemek (bir nevi kronolojik harita çıkarmak) ve Türkçe literatüre katkı sağlamaktır. Bu bağlamda özellikle coğrafya eğitimi ve beşeri coğrafya alanında çalışma yapacaklara çalışmalarının teorik çerçevesine karar verebilmek için derin okumalar yapmadan önce çeşitli ipuçlarının sağlaması amaçlanmıştır. Geçmişten günümüze coğrafyada önemli yer edinmiş paradigmaların aynı çalışma içinde yer alması, okuyucuya onları daha iyi karşılaştırma imkânı tanıyacaktır. Çünkü her bilimsel çalışmanın benimsediği açık ya da saklı bir paradigması vardır. Her çalışmada epistemoloji, ontoloji ve metot benimsenen bu paradigmalara göre şekillenir (Yavan, 2005a). Aşağıda görülebileceği gibi çok çeşitli paradigmalardan bir kısmı birbiriyle taban tabana zıt bir coğrafya algısı ve epistemolojisini savunmaktadır. Bu durum beraberinde çalışılan olaya tamamen farklı şekilde yaklaşmayı, algılamayı ve onunla ilgili farklı sonuçlar çıkarmayı getirir. Bu sebepten alternatif paradigmalar hakkında yeterince bilgi sahibi olmak, olaylara daha geniş bir perspektiften bakmayı ve onları çalışırken farklı teorik imkanlardan yararlanmayı kolaylaştıracaktır. 9 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ Coğrafi Temel Paradigmalar 1950’ye kadarki dönem Çevresel determinizm: 19. yy.’da fizikte Newton’un mekanik fiziğinin, biyoloji de ise Darwin’in Evrim Kuramının popüler olduğu dönemde dünyanın farklı yerlerindeki insan davranışlarını açıklamak için bu yerlerin çevresel özelliklerine baş vuran bir felsefedir (Hubbard vd., 2002). Darwin’in evrim kuramından etkilenmiş ve sosyal gelişmenin toplumların içinde bulundukları çevresel şartlar tarafından belirlendiği fikrine dayandırılmıştır (Öztürk, 2007). Burada hâlihazırda var olan durumun böyle olması gerektiği için olduğu ve bunun ortaya çıkmasında insanın herhangi bir etkisinin söz konusu olmadığı inancı vardır (Doğanay, 2011). Bu anlayışta özellikle iklim ve fiziki koşullar insan psikolojisi ile sosyal ve kültürel anlamdaki gelişimini etkileyen ana faktörler olarak görülmüştür (Hubbard vd. 2002). Coğrafyanın akademik bir disiplin olarak ortaya çıktığı ilk dönemlerde hâkim olan bu ekol, dünyanın çeşitli bölgelerindeki kültürlerin “az gelişmişliğini” o toplumların doğal şartlarının “doğal” bir sonucu olarak görmüştür. Bunun sonucunda o toplumların sömürgeleştirilmesi meşrulaştırılmıştır (Öztürk, 2007) ve coğrafi bilgi “işgal ve sömürünün” bir aracı haline getirilmiştir (Kaya, 2010: 230). 20.yy. başlarında bu yaklaşım coğrafyanın gündeminden çıkmıştır (Doğanay, 2011; Del Casino, 2009). Pasibilizm ve Bölge(sel)cilik 20. yy. başlarında Fransız Kültürel Coğrafya ekolüyle ilişkilendirilen bu teori fiziki çevrenin sosyal dünya üzerinde belirli sınırlamalarının olduğunu ancak insanların da ihtiyaçları doğrultusunda çevreyi değiştirdiklerini öne sürer (Del Casino, 2009). Başka bir ifade ile “determinizmin kesin yargılarını terk ederek doğal özelliklerin insan faaliyetleri üzerinde bütüncül bir belirleyici etkisi olamayacağını…” (Öztürk, 2007, s. 6) ve insanların fiziki şartlara karşı çeşitli hareket tarzlarından “mümkün olan” ya da “imkânı dâhilindeki” bir tanesini seçme kapasitesine sahip olduğunu savunur (Livingstone, 2000). Bu sebepten Türkçeye “mümküncülük” ya da “imkâncılık” şeklinde tercüme edilebilir. İnsan-çevre etkileşiminde insanı determinizmin pasifliğinden çıkararak onu aktif bir fail (agent) olarak görür (Doğanay, 2011; Özgüç ve Tümertekin, 2000). İnsanın seçme kapasitesine yaptığı vurguya karşın, pasibilizmi genel süreçler ile bunların insan gelişimini etkilemesini göz ardı eden bir yaklaşım olarak görmemek gerekir. Gerçekten de Livingston (2000) determinizmle söylemde var olan derin farklılığın uygulamada her iki taraf açısından da aynı derinlikte görülmediğini belirtmektedir. Bu dönemdeki en önemli çalışmaları Carl Sauer gerçekleştirmiştir. Ünlü eseri “Peyzajın Morfolojisi”nde (The Morphology of Landscape) doğal ortamın kültürel bir ortama dönüşüm sürecindeki kültürel, tarihi ve bölgesel özelliklere vurgu yapmıştır. Pasibilizmde tüm dünyayı etkileyen genel süreçlerin anlaşılması önemli kabul edilmiş ancak yöntemsel açıdan bütünün çalışılması ölçeğin büyüklüğü nedeniyle (tüm dünya) mümkün olmamıştır. Bunun üzerine dünyanın küçük parçalara ayrılarak çalışılması gerektiği fikri coğrafyada yer bulmuştur. Çünkü “bu küçük parçalarda, bütünle aynı yasalar, sistemler ve süreçlerle oluştuğu için onları anlamak bütünü anlamak manasına gelecekti” (Öztürk, 2007, s. 7). Bunun sonucunda coğrafyada dünya bölgeler mozaiği şeklinde temsil edilmeye başlandı, dünyayı anlamak için bölgeleri anlamak gerekiyordu. 19.yy. sonları ile 20. yy.’ın başlarında Vidal de la Balache’nin öncülüğünde bir bölge(sel)cilik devrimi gerçekleşmiştir (Claval, 2007). Claval’ın (2007) belirttiğine göre tematik kartografya çalışmalarından hareketle, Vidal de la Balache Fransa gibi bir ülkede çok çeşitli bölgesel farklılıklardan bahsedilebileceğini keşfetmiştir. Bu bağlamda kariyeri boyunca çeşitli bölge anlayışları geliştirmiştir: Bazı alanlar topoğrafyası, vejetasyonu, iklimi, jeolojik oluşumları ve çevresi bakımından homojen bir özellik gösteriyordu; bu alanlar doğal bölgeleri oluştururlar (Vidal de la Blache 1888-1889, aktaran Claval, 2007: 4). 10 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ Bir ülkenin farklı bölümleri o bölümdeki sosyalleşme formuna göre karakterize edildi: Fransa’nın kuzeyi açık ve ilerlemeci bir toplum yapısına sahipti. Bu haliyle kendi içine kapanmış ülkenin Batı bölümünden ve ilişkilerin aktif olmasına rağmen daha muhafazakar bir atmosferin hakim olduğu Güneyden ayrılır. (Vidal de la Blache, 1903, aktaran Claval, 2007: 4). Sonuçta Balache’a göre her ülkede farklı bölgesel organizasyon sistemleri oluşturulabilecektir. Bu sayede dünya objektif bir şekilde çeşitli kriterler bağlamında farklı alanlara –bölgelere- bölünebilirdi. Bu sayede coğrafya dünyanın doğal, kültürel ve ekonomik faktörler tarafından nasıl şekillendirildiğini ortaya koyabilirdi (Claval, 2007). Vidal de la Blache’nin çalışmalarını takip eden süreçte en etkin çalışma Richard Hartshorne’nun “Coğrafyanın Doğası” olarak gösterilebilir. Burada Hartshorne (1939) sayfalar boyunca bölge sınırlarının nasıl oluşturulabileceği üzerine yapılmış çalışmaları irdeledikten sonra coğrafyanın temel uğraşısının hâlihazırda dünya üzerinde doğal olarak var olmayan bölgelerin nasıl oluşturulacağına karar vermek olduğunu belirtir. Bir bölge sistemi oluşturduktan sonraki temel uğraş ise alansal farklılıkların çalışılmasıdır. Çünkü 1930’lar itibariyle gerçekleştirilen çalışmalar iklimsel sınıflandırmaların kültürel sınıflandırmalarla paralellik göstermediğini açık şekilde ortaya koymuştur. Bu durum, Hartshorne’a göre bölgeler arasındaki alansal farklılıkların çalışılmasını coğrafyanın birincil amacı haline getirir. Çünkü herhangi bir bilimsel uğraşı uğraştığı materyali yamalı bir şekilde bırakamaz (Hartshorne, 1939). Onu mantıksal bir bilgi sistemine dönüştürmesi gerekir. Coğrafi bilginin mantıksal bir şekilde düzenlenmesinin yolu ise dünyayı bölgeler aracılığı ile anlamak/çalışmaktır (Hartshorne, 1939). Hartshorne’nun bölgeler coğrafyası özellikle II. Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde de etkisini sürdürmüştür. Örneğin Harvey (2004) kendisiyle yapılan bir söyleşide Cambridge Üniversitesi’nde coğrafyayı öğreten insanların askeri bir geçmişten gelen ya da sömürge deneyimine sahip insanlar olduklarını belirtir. Dolayısıyla bu iki grup dünya için de coğrafya oldukça önemlidir. Ancak Harvey (2004), II. Dünya Savaşı’nı takip eden süreçte (savaş ve sömürgeciliğin revaçta olmadığı bir dönemde) coğrafyanın bölgesel planlama ve gelişme çalışmalarına ağırlık vererek geri çekildiğini belirtir. Bu dönemde coğrafyanın yerel bölgelerde nelerin olduğunu ortaya çıkarmaya çalışan yerel bir disipline dönüştüğünü söyler. Böylesi bir çabada var olanın tespitine yönelik ampirik uygulamaların çok oluşu teoriye çok az yer bırakır (Harvey, 2004). Bu da coğrafyanın bilimselliğinin sorgulanmasını getirir. Sayer’de (1997) aynı şekilde bu dönemde coğrafyanın tekilliğini (kendine münhasırlığını) çalışma konusundan aldığı ve bu sebepten genel kanunlara ihtiyacı olmadığı yönündeki inancını eleştirir. Bu anlayışın duayen coğrafyacıların “zanaatkar” olarak görülmesine yol açtığını belirtir. Bu durumun o zamanlarda coğrafya açısından sonuçlarını Livingston ve Withers (2011, s. 29) şöyle dile getirmektedir: Bilimin mekâna bağlı olmaması gerekir. Deneylerin Boston’da ya da Pekin’de yapılmış olmasının, bu deneylerin sonuçları üzerine bir etkisi olmaz….Bu sezgi, esas olarak Bilim Devrimi’nin on yedinci yüzyılda kazandığı zaferdir ve çok yakın zamana kadar, bu inanç çağdaş bilimsel kültürün sorgulanmaz bir ilkesi olmuştur. Bilimin yapıldığı yerin, bilimsel bilgi üzerinde son derece önemsiz bir ağırlık dışında bir etkisi olmadığına inanılmış, başka türlü düşünenlere aptal gözüyle bakılmış ya da yanıldıklarına karar verilmişti. Bütün bu nedenlerden ötürü, coğrafi inceleme ile bilimsel bilgi arasındaki bağlantılar kopuk kalmıştır. Her ne kadar bazı çevreci deterministler bilimsel gelişmeleri iklim ya da topoğrafya gibi coğrafi koşullar aracılığıyla açıklamaya kalkmış olsalar da, böylesi çabalar inandırıcılıktan uzak kalmıştır. 1940’lı yılların sonunda Harward Üniversitesi’ndeki coğrafya bölümünün kapatılmasına da etken olan bu yaklaşım 1950’lerdeki “nicel devrim”le gündemden düşmüştür. 11 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ 1950-1960 Nicel dönüşüm Pozitivizm Araştırmanın test edilebilen ve tekrarlanabilen ampirik ve duyu organlarıyla algılanabilen gözlemlere dayanması gerektiği ve sonuçta bilimsel kanunlara ya da teorilere ulaşılmasının amaçlandığı epistemolojik yaklaşımdır. Pozitivist coğrafyacılar bilimsel yöntemi kullanarak toplumların sosyal ve mekânsal organizasyonlarına yönelik bilimsel kanunlar ve modeller üretirler. Fransız filozof Augusto Comte tarafından 1830’lu yıllarda ortaya atılan bu yaklaşım, Comte’nin bilimi metafizik-temelli (gözlemlenemeyen, teorik) ve din-temelli “bilimsel olmayan” teorilerden ayırma çabasıdır (Gregory, 2000a). Gözlemlenemeyenin bilgisi ya da teorik entiteler (varlıklar) mümkün olmadığı için, tüm bilgi gerçeğe uygun deneyime dayandırılmalıdır (Rhoads ve Thorn, 1994). Herhangi bir teorik çalışmanın anlamlı kabul edilebilmesi ancak onun açıkça ya da kısmen gerçekliği kanıtlanabilir (verifiable) ve gözlemlenebilir bir dille tanımlanmasını gerektirir (Rhoads ve Thorn, 1994). Coğrafyayı modern bir disiplin olarak kuran kişiler genellikle pozitivizmi dışlayan bir bilim algısına sahiptiler (Livingston, 2000). Örneğin, Bowen’un (1979) belirttiğine göre Humboldt, Comte’nin pozitivizminin üzerine inşa edildiği ampirik gözlemi reddederek, onun yerine karmaşık bir felsefi sistem koymuştur (Aktaran Livingston, 2000). Ancak Livingston (2000) genellikle açıkça belirtilmese de, öncülerin ardından gelen coğrafya çalışmalarında pozitivist epistemolojinin bazı ya da tüm varsayımlarını gözlemlemenin mümkün olduğunu belirtir. Pozitivizmin coğrafyaya açıktan ve formel şekilde girişi ise genellikle 1950’li ve 1960’lı yıllarda yaşanan ve öncülüğünü Richard Chorley, Peter Haggett ve David Harvey gibi isimlerin yaptığı Nicel Devrim ya da Dönüşüm olarak tanımlanan ve coğrafyayı bir Mekânsal Bilim olarak yeniden üreten “Yeni Coğrafya” dönemidir. Nicel Devrim, coğrafyanın istisnai bir disiplin olduğu ve bu bağlamda kendine has yöntemleri kullanması gerektiği fikrinden uzaklaşılarak, bilimsel olabilmesi için genel tümdengelim ve tümevarım yöntemlerini uygulaması gerektiği fikrine dayanır. Coğrafyayı daha “bilimsel” bir yapıya kavuşturmak o dönemde hâkim olan pozitivist epistemolojiyi uygulamak; başka bir ifade ile objektif olarak belli hipotezlerin sınanması ve bunun sonucunda tümevarımsal bir yaklaşımla teorilerin üretilmesi anlamına gelmekteydi (Öztürk, 2007, s. 8). Ancak Livingston (2000) Nicel Dönüşüm’le coğrafyaya çok ağırlıklı olarak giren pozitivizmin Comte’nin pozitivizmi yerine “Mantıksal Pozitivizm” (Logical positivism) olduğunu belirtir. Livingston mantıksal pozitivizmin ortaya çıkışı ile pozitivizmden farkını şu şekilde açıklar: 1920’li ve 1930’lu yıllarda Viyana Okulu’ndaki bir grup matematikçi ve doğa bilimcisi tarafından oluşturulan mantıksal pozitivizmin temelinde analitik ve ampirik açıklamalar arasındaki fark yatar. Comte’nin savunduğu ampirik açıklamaların doğruluğu, ancak ampirik bir şekilde hipotezin test edilmesiyle mümkündür. Viyana okulu üyeleri mantık ve matematik gibi formel bilimlerde Comte’nin öne sürdüğü şekilde ampirik bir doğrulamanın sağlanamayacağını belirtirler. Bu sebepten mantıksal pozitivizm doğruluğu kendi tanımından ve bağlantılarından gelen apriori (deneysel olmayan akıl yordamıyla bulunan) önermeleri de bilimsel kabul etmektedir. Ancak Livingston (2000) bu dönemde gerçekleştirilen çalışmaların genellikle tümevarımcı ve istatistiktemelli olduklarını belirtir. Buna karşın tümdengelimci yaklaşımlar ile matematiksel yöntemlerin kullanılmadığını belirtir. Peter Haggett’in 1963 yılında Kraliyet Coğrafya Derneği’ndeki sunumu birçokları tarafından eski usul bölgesel coğrafyanın yerini yeni bilimsel coğrafyaya bırakmasında bir kilometre taşı olarak kabul edilir (Hubbard, vd. 2002). Bu bildiri rassal örneklem gibi çeşitli istatistikî yöntemleri kullanarak Brezilya’daki ormanların yayılışını ve yapısını ortaya koymuştur. 1960’larda yayınladığı kitaplarda Haggett, mekânsal analizde ne tür korelasyonlara ihtiyaç duyulacağı, regresyonun nasıl yapılması gerektiği gibi konulara değinmiştir (Bkz. Haggett, 1965). David Harvey, daha sonraları keskin bir dönüş yapmış olmakla birlikte, bu dönemi en iyi yansıtan çalışması Coğrafyada 12 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ Açıklama’da (1969) pozitivizm yerine “bilimsel metoda” (Mekânsal Bilime) göndermede bulunur. Yukarıda da açıklandığı gibi Harvey (2000) kendisiyle yapılan bir söyleşide bu konuda şöyle düşünmektedir: O zamanlardaki doktrin coğrafi sorgulamalar ile elde edilen bilginin diğer tüm bilgilerden farklı olduğu şeklindeydi. Böyle bir genellemede bulunamazsınız, bunun sistematiğini kuramazsınız. Başvuracağınız coğrafi kanunlar…ya da ilkeler yoktur (Harvey, 2000). Harvey (2004) kendisiyle Berkeley Üniversite’nde yapılan başka bir söyleşide genç yaşlardan itibaren en önemli arzusunun coğrafyaya teorik bir temel kazandırmak olduğunu belirtir: Ampirik bulguları açıklayacak teorik bir temeldir bu. Ancak nicel metotların kullanılmasının bir çalışmayı pozitivist yapıp yapmayacağı tartışılabilecek bir durum olmasına karşın, objektifliğin sağlanabilmesi için kantitatif analizlere ihtiyaç duyulması, geçerlilik ve güvenirlilik testlerinin yapılması ve genellemelere gidilmesi bu dönemdeki çalışmaların pozitivist bir proje içinde değerlendirilmesine imkan tanır (Livingston, 2000; Barnes & Gregory, 1997a; Öztürk, 2007; Del Casino, 2009). Livingston (2000) bu sebeplerden ötürü mekânsal bilimin pozitivizme yöneltilen eleştirilerden kendini ayrı tutamadığını belirtir. Aşağıda tartışılacak olan diğer paradigmaların birçoğu da pozitivizme eleştiri getirdikleri için, bu eleştiriler o konular işlenirken dile getirilecektir. Ancak günümüz açısından değerlendirildiğinde pozitivizmin fiziki coğrafyanın en temel yaklaşımı olduğu görülmektedir (Sala, 2002). Jeomorfologların epistemolojik tartışmalara neden girmediklerini sorgulayan Rhoads ve Thorn (1994), bunun nedeninin fiziki coğrafya ile beşeri coğrafya arasında sürekli vurgulanan ikilik ve bunun sonucunda fiziki coğrafyacıların kendilerini fizikçi ve kimyacı gibi doğa bilimci görmelerine bağlar. Bu onlara genellikle sorgulamadıkları felsefi anlamda güvenli bir liman sağlar (Rhoads ve Thorn, 1994). Inkpen (2005) ise fiziki coğrafyacıların felsefeye ilgisiz olmadıklarını ancak felsefe-utangacı olduklarını belirtir. Fiziki coğrafyanın tarihi gelişimi ve felsefesini incelediği eserinde Inkpen (2005), kesin bir tarih yazımının mümkün olmadığını ancak belirli trendlerin sürekliliğini koruduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda üç anahtar trendden bahseder: Evrensel açıklamalar getirme çabası; fiziki çevrede değişim ve sürekliliğin gözlemlenmesi; ve çevreyi çalışmak için ampirik verinin öncüllenmesi. Burada vurgulanan hususlar pozitivist epistemolojinin tamamı olmasa bile önemli varsayımlarına karşılık gelmektedir. Beşeri coğrafyacılar açısından pozitivizm ikircikli bir konumdadır. Özellikle kültürel, sosyal ve siyasi coğrafyada sonrasında geliştirilen çok çeşitli teorik imkânlar nedeniyle günümüzde popüler olmayan bir yaklaşım tarzıdır. Ancak Hubbard vd.’nin (2002) belirttiği gibi çeşitli maskeler altında özellikle matematiksel modellemelerin ve istatistiki analizlerin yapıldığı alanlarda yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu bağlamda ekonomik coğrafya, nüfus coğrafyası ve ulaşım coğrafyası ile CBS uygulamalarında önemli oranlarda yer almaktadır. Eleştirel Rasyonalizm Eleştirel rasyonalizmin ortaya çıkışı pozitivizmin temel kabullerinden birisine karşı Karl Popper’in 1934’de yayınladığı ancak 1960’larda popülerleşen tezine dayanır. Pozitivizmde araştırma (gözlem ya da deney) bir hipotezi test etmek için gerçekleştirilirken, Popper bilim adamının görevinin bir hipotezi yanlışlamaya çalışmak olduğunu belirtmiştir (Livingston, 2000; Gregory, 2000b). Popper, mantıksal pozitivizmin en önemli prensiplerinden olan doğruluğunu kanıtlama (verification) prensibinin, bilimsel bir açıklamanın doğruluğunu geçmiş, şimdi ve gelecekteki tüm anlar için kanıtlanmış olarak kabul ettiğini ancak bunun imkânsız olduğunu belirtir (HHG, 2011). Popper’e göre bir doğruyu belirlemenin imkânı yoktur (doğruya yaklaşılabilir ama ulaşılamaz bu sebepten hiçbir teori gerçek dünyayı tam olarak yansıtamaz), ancak bir hipotezin yanlış olup olmadığını belirlemek/değerlendirmek mümkündür. Bilgi üretimi ve doğruya yaklaşabilmek ancak sürekli şekilde rasyonel eleştiri ile mümkün olduğu için her şey sorgulanmaya 13 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ açıktır (Gregory, 2000b; Bennett, 2009; HHG, 2011). Popper (1972) rasyonel eleştiriyi şu şekilde açıklar: P1 GT HE P2 Yukarıdaki şemada P1 başlangıçtaki problemdir. Bu probleme yönelik GT (geçici teori/hipotez/çözüm) oluşturulur. Ardından bu geçici çözüm/teori mümkün olan en sert şekilde HE (hata eliminasyon) süreciden geçirilir (yanlışlama). Bu işlem yeni bir problemin (P2) formüle edilmesiyle sonuçlanır. Bird (1993) uygulamada HE sürecinin kolaylaştırılması için birçok GT’ nin denenmesi gerektiğini belirtir. Bilim adamının yanlışlama çabasına karşın ayakta kalan teori kabul edilebilir (bir sonraki sefere kadar). Bu epistemolojik yaklaşıma eleştirel rasyonalizm denmesinin nedeni de budur: Eleştirel, çünkü yanlışlanan her teori elemine edilir. Rasyonel çünkü, yanlışlama işlemi sonrasında ayakta kalanlar arasında açıklama ve tahmin etme kabiliyeti en güçlü olan seçilir (HHG, 2011). Eleştirel rasyonalistler, pratikte çalıştıkları konuyla ilgili birçok farklı hipotez geliştirerek başlangıçtaki önermenin (test ettikleri hipotezin) yanlış olup olmadığını analiz ederler (Del Casino, 2009). Karl Popper’in görüşleri fen bilimlerinde önemli taraftar bulmasına karşın, coğrafyada yeterince taraftar bulmamıştır (Gregory, 2000b; HHG, 2011; Bennett, 2009). Gregory (2000b) bunun nedenini, mantık olarak çok çekici olmasına karşın, yöntem açısından uygulamasının zorluğuna dayandırmaktadır. Aynı şekilde Sayer (1992, aktaran Gregory, 2000a: 129) yanlışlama prensibini “uygulamaya geçirmenin gerçekten imkânsız” olması nedeniyle eleştirir: “Tümdengelimci bir teori yanlışlandığında biz ne öğreniriz?...sadece başka bir tümdengelimci teoriyi denememiz gerektiğini…sadece bir şeyin yanlış olduğunu ama neyin yanlış olduğunu değil” (Sayer (1992, s. 230, aktaran Gregory, 2000a, s. 129). HHG (2011) bunun nedenini, Popper’in iddialarının bilim dünyasında popülerleştiği zamanların coğrafyada yaşanan Nicel Devrim’le aynı zamana denk gelmesine bağlar. Çünkü bu dönemde coğrafyacılar pozitivizmin çeşitli formlarına kendilerini yakın görmektedirler. Bennett (2009)’e göre ise sebep eleştirel rasyonalizmin coğrafyacılar tarafından yanlış anlaşılmasıdır. Bennett (2009) eleştirel rasyonalizmin coğrafyacılar tarafından mantıksal positivizmin bir dip notu gibi algılandığı ve bu bağlamda sadece doğrulamanın yerine yanlışlamanın geçtiği teknik bir düzeltme olarak gördüklerini belirtir. Ancak Bennett’in de belirttiği gibi Popper “doğru” ya ulaşmanın imkânsızlığına yaptığı vurgu ile positivizmden epistemolojik anlamda kökten farklılaşmaktadır. Fiziki coğrafyada mantıksal pozitivizmin ağırlığı nedeniyle pek önemsenmeyen eleştirel rasyonalizm, beşeri coğrafyada az da olsa kendisine taraftar bulmuştur. En önemli çalışmalardan birisi Wilson (1972)’nın “Teorik Coğrafya: Bazı Spekülasyonlar” adlı çalışmasıdır. Epistemolojik açıdan eleştirel rasyonalizmi savunan Wilson, eleştirel rasyonalizmin coğrafyada yer etmemesinin nedenini nicel devrimin tümevarımcı ön yargısına bağlamaktadır. Coğrafyanın kavramları ve metodolojisi üzerine çalışmaları ile tanınan Bird (1993) ve daha yakın zamanlarda Bennett (2009) de katkı verenler arasında sıralanabilir. 1960-1970 İnsan-Odaklı Beşeri Coğrafya: Davranışçılık ve Hümanizm Pozitivizme getirilen eleştiriler beşeri coğrafyacıları alternatif teorik yaklaşımları aramaya yöneltmiştir. Pozitivist coğrafyada “insan”nın yeterince yer bulmaması, insan-temelli teorilerin ön plana çıkmasına yol açmıştır (Hubbard vd., 2002). Bu teorilerden birisi davranışçı coğrafya ekolünden gelmiştir. İlhamlarını psikolojiden alan bu grup coğrafyacılar insanların çevreleriyle nasıl bir ilişki kurduklarını ortaya çıkarmaya çalışmışlardır (Bkz. Öztürk, 2012). Bu bağlamda Gilbert White, William Kirk, John Wright ve David Lowenthal bu tür fikirleri coğrafyaya getiren ilk kişiler olarak görülür (Hubbard, vd., 2002). Hubbard, vd.’ nin (2002) belirttiğine göre bu coğrafyacıların disipline tanıttığı en önemli fikir mekânın bütün bireyler tarafından aynı şekilde anlaşılan ve tecrübe edilen gerçek (objektif) bir fenomen olmadığıdır. Aksine her birey çevresiyle ilgili biricik bir anlayışa sahiptir. Davranışçı coğrafyacılara göre bu anlayış zihinsel bilgi toplama ve organizasyonu süreçleri ile oluşturulur. Bu durum coğrafya çalışmalarına algı ve zihin (cognition) 14 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ kavramlarının oldukça yoğun bir şekilde girmesine yol açmıştır (Hubbard, vd. 2002). Zihin haritaları bu dönemde önemli bir yer edinmiştir (Bkz. Öztürk, 2009; Gould ve White, 1974; Taş, 2008). İnsan öznelliğine yaptığı vurguya rağmen davranışçı coğrafya çalışmaları nicel ve bilimsel analiz geleneği içinde kalmıştır. Hubbard, vd. (2002) bu dönemde veri toplamak amacıyla anket, algı testleri, görsellerin değerlendirildiği likert tipi ölçeklerin geliştirildiğini belirtir (bu tür testlerin uygulanması için Bkz. Göregenli, 2010). Davranışçı akımın ortaya çıktığı dönemde, hümanistik coğrafyacılar olarak adlandırılacak diğer bir coğrafyacı grubu aynı davranışçı coğrafyanın yaptığı işi yapmaya soyunmuştur: İnsanların çevreleriyle olan ilişkisini insan merkezli bir yaklaşımla ortaya koymak. Ancak davranışçılardan farklı olarak gerçekliğin sosyal olarak nasıl yapılandırıldığını ortaya çıkarmayı amaçlamışlardır (Hubbard, vd. 2002). Davranışçı coğrafya genel anlamda nicel gelenek içinde kalmış olmasına karşın, hümanist gelenekte yer alan yaklaşımlar genellikle insanın failliğini anlamaya odaklandıkları için yorumlayıcı (i.e. nitel) yöntemleri kullanmışlardır. Literatürde yorumlayıcı gelenek (ve bu bağlamda hümanist akım) kapsamında çok çeşitli teoriler dile getirilmektedir (örneğin, fenomenoloji, varoluşçuluk, sembolik etkileşim, idealizm, etnometodoloji, yüzyüze etkileşim gibi). Alanın sınırlı oluşu nedeniyle burada idealizm felsefesinin en önemli temsilcilerinden olan fenomenoloji ile pragmatizm felsefesinin en önemli temsilcilerinden sembolik etkileşim ele alınacaktır. Fenomonoloji Fenomonoloji Edmund Husserl tarafından geliştirilmiş olmasına rağmen onun ölümünden çok sonraları, 1970’lerde önem kazanmış ve postmodernist fikirlerin bir nevi öncülüğünü yapmıştır. Çünkü fenomonolojik görüş subje (gözlemci) ile obje (gözlenen) arasındaki ayrıma ve bu sebepten ötürü de objektiflik ya da nesnellik gibi temel pozitivist varsayımlara karşı çıkar. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: fenomenoloji de aynı pozitivizmde olduğu gibi insandan bağımsız bir gerçekliğin olduğuna inanır. Ancak bu gerçeklik Plato’nun belirttiği türden mutlak bir gerçekliktir. “Nesne, insanların değil, insanların dışında öncesiz ve sonrasız bir nesneler dünyasının varlığıdır” (FLSF, 2012). Bu bağlamda bu nesnelerin varoluşunu belirleyen bir yasa, sistem ya da yapıdan bahsedilemez. Şeylerin bizim onlara yüklediğimiz anlamında dışında kendilerine ait değişmez ve biricik bir öze (essence) sahiptirler (Öztürk, 2007). Ancak fenomenoloji özlerin değil, özün insan bilincine nasıl yansıdığıyla ilgilenen bir yaklaşımdır: Fenomonolojik bakışa göre, gerçekliğin kendiliği diye bir şey olamaz. Çünkü, gerçeklik, her zaman kendine yönelmiş bir Bilinç tarafından bilinen bir gerçekliktir. Yani kendisine yönelen bilinç tarafından görülen, algılanan ve bilincine varılan bir şeydir. Öyle ise, dünya deneyimlerimizin tamamı, bilinç tarafından kurulmuştur, en somut algılardan en soyut matematik formüllerine kadar. Bu nedenle fenomenoloji, Bilinç'in sistematik incelemesini hedefler. Hareket noktası olarak belli bir epistemolojiye dayanma düşüncesinden uzak durur (Fenomen, tarihsiz). Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere ne zaman bir şeyi algılasak kendi tutumlarımızı işe koşarız (Hubbard vd., 2002). Bu bağlamda dünya her bireyin ancak kendi deneyimleri ile anlaşılabilir. Bu sebepten tecrübe gerçekliğin ayrılmaz bir parçasıdır (Hubbard vd., 2002). Dünyanın her bir birey tarafından nasıl algılandığını ortaya çıkarmak için ise doğal olarak dilin aktif ve yaratıcı bir şekilde kullanılması ve kişinin tecrübe ettiği ve algıladığı dünyayı yoğun bir şekilde betimlemesi ve yorumlaması gerekir (Gregory, 2000c; Hubbard vd., 2002). Ancak bu betimlemenin içeriği yukarıda belirtildiği gibi “’gerçeklik’ ya da ‘doğru’ ile ilgili tüm teorik ve metafizik kabulleri bir kenara bırakarak bizzat kişilerin kendi öznel deneyimi üzerine kurulur (Robinson ve Groves, 2004)” (Öztürk, 2007, s. 12). Başka bir ifade ile Weber’de olduğu gibi tüm sosyal gerçekler aktörlerin onlara yükledikleri öznel anlamlar bağlamında çalışılmalıdır. 15 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ Ancak ortaya çıkışından bu yana gerçekleştirilen çalışmalara bakıldığında fenomonolojik çalışmaların farklılaştığı görülmektedir (örneğin betimleyici fenomonoloji, transandantal fenomonoloji, konsititütif/yapısal fenomonoloji. Bkz. Gregory, 2000c). Gregory (2000c) bunlardan özellikle 1970 ve 1980’lerde sosyal anlamın yapısı üzerine odaklanan ve bu bağlamda çoklu gerçekliğe göndermede bulunan yapısal fenomonolojinin –ki bu daha çok Husserl yerine Heidegger geleneğine daha uygundur- daha ön plana çıktığını belirtir. Bu bağlamda, fenomonolojik çalışmalara örnek olarak Relph’in (1976) Yer ve Yersizlik (Place and Placeness), Tuan’nın (1977) Mekân ve Yer (Space and Place) ile Buttimer’ın (1976) “yaşam dünyası” üzerine çalışmaları sayılabilir (Buttimer’in bu bağlamdaki çalışmalarının daha geniş bir açıklaması için bkz. Buttimer, 2009). Sembolik Etkileşimcilik Hümanistik coğrafya akımı içindeki bir diğer önemli yaklaşım sembolik etkileşimdir. Sembolik etkileşim sosyal dünyadaki ürünlerin/anlamın sosyal etkileşim içinde ve aracılığı ile oluşturulduğunu savunur. Birey de sosyal olarak (sosyal ilişkiler aracılığı ile) oluşturulur. Bu sebepten birey ve toplum arasındaki sınır bulanıktır. Bu yaklaşımı geliştiren ana figür olarak G. H. Mead ve öğrencisi J. Blumer görülmesine karşın genellikle orijini felsefi anlamda pragmatizme, uygulamada ise Chicago Okuluna dayandırılır. Chicago Üniversitesi Sosyoloji bölümünün 1920 ve 1950’lerde çoğunlukla Chicago’da yaptıkları çalışmaların odağını şehirdeki grupların kaynakları ve çeşitli mekânları kullanmak için birbirleriyle nasıl mücadele ettikleri oluşturmuştur. Bu gruplar içindeki yaşam, meydana gelen olaylar ve kişilerin kendi durumlarını nasıl açıkladıkları üzerine elde edilen veriler sonucu ulaşılan teorik yaklaşım sembolik etkileşimcilik olarak adlandırılmıştır. Sembolik etkileşim kuramında dünya hiçbir zaman doğrudan tecrübe edilemez. Weber’in düşüncelerine benzer bir şekilde dünya sahip olduğumuz kavram zenginliği ve buna bağlı olarak dünya hakkında hâlihazırda sahip olduğumuz fikirler süzgeci aracılığı ile tecrübe edilir. Gerçeklik bizim ona yüklediğimiz (vermeyi seçtiğimiz) anlama gelir. William Thomas’ın ünlü sözünde olduğu gibi: “İnsanlar bir durumu gerçek olarak tanımlıyorsa, o sonuçları itibarı ile gerçektir’. Burada söylenmek istenen insanların bir konu hakkındaki tavrı/eylemi o durumun kendinden ziyade o durumu nasıl tanımladığına bağlı olarak gerçekleşeceğidir. Dolayısıyla insanlar çeşitli ‘durumları’ önce tanımlar ve buna bağlı olarak harekete geçerler. Örneğin bir insan karşılaştığı bir durumu güvenli ya da tehlikeli olarak tanımlaması o duruma karşı takınacağı tavrı belirleyecektir. İnsanların kullandıkları tanımlamalar kendi kültürlerinde var olan semboller (nesnelerin adları ve etiketleri, konuşma ve yazma dili, resimler, fotoğraflar, diğer kültürel işaretler) aracılığı ile oluşturulurlar. Bu semboller başkalarıyla etkileşim sonucu öğrenilir ve aktarılırlar. Bu nedenle bu teorik duruş sembolik etkileşim olarak adlandırılır. Gregory (2000d) sembolik etkileşimci kuramların coğrafyada üç ana kanalda ilerlediğini belirtir. Birincisi Chicago Okulu’nun açtığı yolda çeşitli ortamların (milieux) nasıl sosyal olarak oluşturulduğunu araştıran çalışmalardır (Bkz. Jackson, 1985; Buttimer, 2009). İkinci ana kanal özellikle Ley’in (1978) çalışmalarında kendini gösteren yer’in çeşitli aktörlerin müzakereleri sonucu nasıl sosyal olarak oluşturulduğu ve ardından yerel halkın kimliğini yeniden nasıl güçlendirdiği üzerine yapılan çalışmalardır. Üçüncü ana kanal ise daha kapsamlı ve büyük ölçekli bir çaba dâhilinde toplumun nasıl oluşturulduğuna dair çalışmalardır. 1970-1980’ler Yapısalcı/Radikal paradigmalar Yapısalcılık İlk olarak İsviçreli dil bilimci Saussere’in dil bilim (linguistik) çalışmalarıyla ortaya çıkan yapısalcılık Levi-Strauss’un antropoloji çalışmalarıyla yaygınlaşmıştır. Önemli temsilcileri kültür ve edebiyat alanında Roland Barthes (erken dönem çalışmaları), antropolojide Levi-Strauss ve psikolojide Jean Piaget’tir. İnsanların görünen ve kendi bilinçleri ile gerçekleştirdikleri eylemlerin ve tasarımların altında yatan mantığı – evrensel, her şeyi kapsayan yapıyı- entelektüel çabalarla ortaya çıkarılmasını amaçlayan bir yaklaşımdır (Gregory, 2000e). İnsan düşünce ve eylemlerinin bir 16 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ sonuç olduğu ve bu sebepten bunları etkileyen genel bir yapının söz konusu olması gerektiği fikrinden hareket eder. Yapılar insan davranışlarının üzerinde temellendiği kurallar, adetler ve sınırlandırmalar şeklinde kendisini gösterecektir (ODG, 2004a). Palmer’in (1997) belirttiği gibi yapısalcılar (ve post-yapısalcılar) için her obje hem vardır hem de yoktur. Obje bize göründüğü için vardır ama onun varlığı bize ilk etapta görünmeyen bütün bir sistem tarafından belirlendiği için de aslında tek başına yoktur (Palmer, 1997). Yapısalcılar, temel/değişmez yapıyı ararlarken genellikle tarihi ve bireyi (faili) görmezden gelirler. Çünkü evrensel, her şeyi kapsayan yapı için bireysel faillik ve zamansal süreçler önemli değildir. Bu bağlamda otonom (bağımsız) gerçekliklerden bahsedilemez, her şey ilişkilerden ibarettir (yapı ilişkiler ağıdır) (Palmer, 1997). Yapısalcılığı anlamak için Saussere’nin çalışmalarını iyi anlamak gerekir. Saussere, dil’in tesadüfî doğasına göndermede bulunur. Bir köpeğe köpek dememizin nedeni, Platon’nun belirttiği gibi onun “köpeklik” doğası taşımasından ya da özelliklerini göstermesinden değildir. “Köpek” terimi, onu diğer kelimelerden ayırmak amacıyla rastgele seçilmiş ve kolektif öğrenme sonucu üretilmiş bir kelimedir. Başka bir ifade ile herhangi bir eylem ya da objenin anlamı doğal görülebilir, ancak anlam daima paylaşılan gelenekler (bir sistem) üzerine inşa edilmiştir (Appignanesi & Garratt, 2004). Bu bağlamda Saussere, dil’in kendine has bir mantığı olduğunu ve bu sebepten onun gerçekliğin bir yansıması ya da ideoloji olarak açıklanamayacağını belirtir. Anlam dil sistemi içindeki farklılıklar üzerinden oluşturulur, dil tarafından yansıtılmaz. Bu açıdan bakıldığında dili anlayabilmek için dilin kendi otonom yapısının çözülmesi gerekir. Burada açıklanmaya çalışılan düşünceler Saussere (1998, s. 112-3) tarafından şu şekilde ifade edilmektedir: Göstereni gösterilenle birleştiren bağ nedensizdir. Göstergeyi, bir gösterenin bir gösterilenle birleşmesinden doğan bütün olarak gördüğümüzden daha yalın olarak şöyle de diyebiliriz: Dil göstergesi nedensizdir. Örneğin “kardeş” kavramının, kendisine gösterenlik yapan k-a-r-d-e-ş ses dizilişiyle hiçbir iç bağıntısı yoktur. Başka herhangi bir diziliş de onu aynı oranda gösterebilir. Diller arasındaki ayrılıklar, doğrudan doğruya da değişik dillerin varlığı bunu kanıtlar: “Öküz” gösterilenin göstereni sınırın bir yanında (Fransa) b-ö-f (boeuf), bir yanında ise (Almanya) o-k-s (Ochs)….Gerçekten de, bir toplumun benimsediği her anlatım biçimi ilkece bir toplumsal alışkıya ya da –aynı anlama gelen- toplumsal bir uzlaşıma dayanır. Bu bağlamda Saussere (1998), dil sistemi içinde anlamı taşıyan gösteren –signifier- (kelime) ve bu gösterenin (kelimenin) referans olduğu gösterilen –signified- (kavram) olduğunu belirtir. Gösterge –signification- gösteren ile gösterilenin bir işaret (sign) oluşturmak için birbirine bağlayan süreçtir. Böylece herhangi bir işaret, içinde bulunduğu gösterge sistemi haricinde anlamı olmayan göreceli bir işaret olarak düşünülmelidir (Appignanesi & Garratt, 2004). Bu yaklaşıma göre bireysel dilbilimsel pratikler (gösterenler) içinde üretildikleri sosyokültürel ve politik-ekonomik süreçleri (gösterilen) temsil ederler. Aynı mantık dil sistemi yerine tüm otonom işaretler (signifiying) sistemi için kullanılabilir ki Levi Strauss ya da Roland Barthes’in de yaptığı budur. Örneğin, Strauss, yaptığı antropoloji çalışmalarında gözlemlediği akrabalık ilişkileri, mitler, din uygulamaları, hediye alıp verme gibi çeşitli toplumsal pratikleri temelde bilinçdışı mekanizmalarda var olduğunu düşündüğü yapı ile açıklar. Genel anlamda ifade edildiğinde, yapısalcılık 1970’ler ve 1980’lerde Marksist, feminist ve diğer radikal coğrafyacılar tarafından kullanılmıştır (Del Casino, 2009) ve bu açıdan değerlendirildiğinde post-yapısalcılıkla birlikte hümanizme sistematik olarak önemli eleştiriler getirmiştir. Bu sebepten anti-hümanist bir akım olarak da bilinir (Gregory, 2000e). Yapısalcılık coğrafya çalışmalarına sınırlı bir oranda etki etmiştir (Murdoch, 2006; Gregory, 2000e, ODG, 2004a). Beşeri coğrafyayı en fazla etkilediği zaman 1970’lerdir (ODG, 2004a). Gregory (2000e) yapısalcılığın özellikle 1970’lerde modern Mekânsal Bilimin ampirik uygulamalar ve pozitivizm tarafından domine edilmesine karşı geliştirilen eleştirilerde bir araç olarak kullanıldığını belirtir. Daha önce de belirtildiği gibi bu dönemde birçok coğrafyacının ampirik 17 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ sorgulamaların teorik bir boyutunun olması gerektiği ve sosyal hayatın insan failliği ile açıklanabileceğine dair kuşkuları ve düşünceleri vardır (Gregory, 2000e). Bu düşünce devamında siyasi bir boyut kazanarak bazılarını insan aksiyonlarının mekân üzerindeki sonuçlarının çeşitli yapılar tarafından sınırlandırıldığı ve şekillendirildiği fikrine götürmüştür (Gregory, 2000e). ODG (2004a), bununla ilgili şu örneği vermektedir: kapitalist yapı içinde bir sanayi için en uygun lokasyon, maksimum karın elde edileceği nokta olacaktır. Ancak yeşil siyaset yapı kapsamında ise en uygun yer çevreye verilen hasarın en az olduğu nokta olacaktır. Bu sebepten ötürü 1970’lerde Mekânsal Bilimi çerçevesinde çalışan birçok coğrafyacı insanların hareket desenlerini (movement patterns) ve lokasyon pratiklerini anlamak için çeşitli teorik indirgemelerden faydalanmışlardır (Murdoch, 2006). Lokasyon modellemeleri, peyzaj modellemeleri, mekân-ekonomi modellemeleri ve mekânsal sistemler modellemeleri gibi çeşitli teorik yaklaşımlarla insanların mekânsal hareketlikleri ve karar verme süreçleri incelenmeye çalışılmıştır (Gregory, 2000e). Bunlar içinde coğrafya çalışmalarını en çok etkileyen model mekân-ekonomi modelleri içinde yer alan “rasyonel seçim teorisidir” (Barnes & Gregory, 1997b). Bu teori tüm insan davranışlarının tek bir ilke ile anlaşılabileceği üzerine kurulmuştur. O ilke “en az ile en fazlayı elde etmek” (Barnes & Gregory, 1997b, s. 85). Bu kapsamda verilebilecek diğer bir örnek, Haggett’in (1965) insanların mekânsal pratikleri ile hareket desenlerine yönelik çalışmadır. Benzer şekilde Berry (1967), Nebraskalı tüketicilerin alış-veriş alışkanlıklarını incelemiştir. Sayer (1976) şehir modeli çalışmalarının bölge-temelli yerine politik-ekonomi-temelli olması gerektiğini önermiştir. Harvey (1973) Türkçeye çevrilen ünlü “Sosyal Adalet ve Şehir” adlı eserinde politik-ekonomik yapının şehirlerdeki adaletsizliği nasıl ürettiği üzerine odaklanır. Braudel ve bu bağlamda Annales Okulu tarafından oluşturulan ve anti-hümanist bir çizginin de daha net görüleceği tarihsel coğrafya çalışmalarında, tarih sosyal hareketler ya da bireylerin eylerimden ziyade coğrafya, iklim, toprak ve doğal kaynaklar üzerine temellendirilir (Murdoch, 2006). Yapısalcılık, beşeri coğrafyadaki belki de en önemli etkisini yapısal Marksizim ile post-yapısalcılığa yol açması ile yapmıştır. Marksizm Mekânsal ilişkileri analiz etmek için Marksist teoriyi kullanan yaklaşımlara genel olarak Marksist coğrafya adı verilmektedir. Kapitalizmin (daha genel olarak toplumda var olan ekonomik ilişkilerin) tüm sosyal ve mekânsal ilişkileri yapılandırdığı temel varsayıma dayanır. Peet (1985) Marksist coğrafyayı tanıttığı eserinde coğrafyayı insan hayatının iki temel ilişkisini araştırmaya adanmış bir bilim dalı olarak tanımlar. Bunlardan birincisi insanların doğal dünya ile olan ilişkisiyken diğeri mekân boyunca meydana gelen ilişkilerdir. Peet (1985) bu ilişkilerin hayatın diğer boyutlarından bağımsız meydana gelmediği için bunların insan varlığını bütüncül bir şekilde açıklayan bir teori kapsamında düşünülmesi ve öğretilmesi gerektiğini savunur. Marksizm de dünyayı bütüncül bir şekilde anlamaya çalışan bir teoridir. Aynı şekilde Peet, Marksizmin dünyayı dönüştürmeyi amaçladığını da belirtir. Dolayısıyla Marksist coğrafyacılar için gerçekleştirilen çalışmalar her zaman toplumu daha adil bir yer haline getirmek için onu dönüştürmeyi gerektirir. Bu bağlamda Marksist coğrafyacılar sosyal süreçler, doğal çevre ve mekânsal ilişkiler arasındaki diyalektik ilişkilere odaklanırlar (ODG, 2004b). Ortaya çıkmasındaki en önemli neden Mekânsal Bilim akımının coğrafyayı dar bir şekilde tanımlamasına karşı geliştirilen itiraz ile 1960’lı yılların sonundaki genel toplumsal hareketliliktir (Smith, 2000; Öztürk, 2007). Smith (2000) Marksist coğrafyanın şu üç ana başlıkta pozitivist mekânsal bilime karşı argüman geliştirdiğini belirtir: ilk olarak Marksist coğrafya akımı pozitivist Mekânsal Bilim’in coğrafi ilişkileri sosyal süreçlerin bir sonucu olarak görmek yerine mekânsal örüntü (pattern) olarak yaklaşmasını eleştirmiştir. Bu sayede toplumu yöneten ideolojiler eleştiriden korunmuş ve iktidarlarını sürdürmelerine imkân sağlamıştır. İkinci olarak mekânsal bilim, bilimsel objektifliğe verdiği çok büyük öneme rağmen, gerçekleştirdiği mekânsal analizler kapital için sosyal bir teknolojinin oluşturulmasına hizmet etmiştir. Smith’in verdiği örnekten hareket edecek olursak, Lokasyon Analizi fabrika, market ve sosyal servisler için en uygun lokasyonun belirlenmesini sağlamaya odaklanmıştır. Üçüncü olarak ise pozitivist Mekânsal Analiz aradığı 18 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ evrensel mekânsal kanunları oluştururken farklı toplumların mekânsal düzenlemelerindeki tarihsel ve coğrafi çeşitliliği göz ardı etmiştir. Bu sebeplerden ötürü Marksist coğrafyacılar tüm diğer Marksist kökenli yazarlar gibi bilimin objektifliği tezine karşı çıkarlar. Tam tersine sosyal bilimlerin ideolojik olduğu ve bu bağlamda gözlemi yapan bilim insanının ait olduğu sınıfın gözleme etkisi olacağını kabul ederler. Çünkü Marksist düşüncede birey yoktur. Herkes içinden çıktığı toplum (sınıf) tarafından yapılmıştır ve bu sebepten dünyayı o sınıfın penceresinden görür ve yaşar. Bilimin objektifliğine inanmalarına karşın, Marksist coğrafyacılar da hâlihazırdaki coğrafyayı anlatacak ama onu değiştirecek nitelikteki devrimsel bir coğrafi teoriyi bulma peşindedirler (Smith, 2000; Harvey, 1984). Marksist coğrafya çalışmaları için en önemli kilometre taşı genellikle 1973’te David Harvey’in “Sosyal Adalet ve Şehir” adlı eserinin basımı olarak görülür. Şehirlerdeki yoksulluk ve kirlilik gibi çeşitli problemlere odaklanan bu kitapla Harvey, mekânsal formlar ile şehir coğrafyasının nasıl sömürücü bir sosyal ve ekonomik sistemle ilişkili olduğunu göstererek coğrafi çalışmalara güçlü bir şekilde Marksist perspektifi tanıtmıştır. Örneğin, şehirlerdeki getto oluşumunu insanları sınıf ve ırk yönünden ayrıştıran bir ev piyasasının varlığına ve aynı zamanda sosyal yeniden üretim maliyetinin minimize edildiği gerekli bir şehir formu olarak değerlendirir. Ancak bu dönemde kendisini özür diler bir tavırla bir nevi Marksist olarak tanıtan Harvey, daha sonraları gerçekleştirdiği çalışmalarla en önemli Marksist coğrafyacı olarak görülmektedir (Castree, 2007). Genel anlamda Marksist coğrafyacılar, kapitalizmin eşit olmayan bir coğrafya oluşturduğunu ve bu coğrafyanın mekânda ve mekân boyunca farklı sınıftan gelen insanların kaynaklara erişmelerini sınırlayarak onları sömürdüğü argümanından hareket ederler (Peet, 2011). Aynı şekilde eşitsiz gelişme ya da habitatların yok edilmesi gibi mekânsal ve çevresel problemlerin kaynağını kapitalizmin derin sosyal oluşumlarında ararlar (ODG, 2000b). Bu bağlamda çeşitli konuları arasında yer ve mekânın yeniden tanımlanması, eşitsiz coğrafi gelişmeler, sömürgecilik ve mülksel mücadeleler vardır (Cox, 2005). Günümüzde de özellikle sınıfsal (ırksal, cinsiyete ya da cinselliğe dayalı) eşitsizliklere meydan okumak amacıyla birçok coğrafyacının hareket noktasıdır (Del Casino, 2009) Marksist coğrafya, pozitivist ya da hümanistik süreçlere dayanarak toplumun ve mekânın nasıl işlediğine dair kanunların oluşturulmasının imkânsızlığına vurgu yapar (Hubbard vd. 2002). Materyal süreçler, akışlar ve ilişkiler sonucu şekillenmiş mekâna dair kanunlar ancak diyalektik bir sorgulama ile ortaya konabilir (Hubbard vd., 2002). Bu bağlamda, öncelikle altyapıdaki ekonomik ve siyasi esas faktörleri ortaya çıkarmak için onların bir semptomu olan üstyapıda var olan veriler incelenir. Hubbard vd. (2002) bu verilerin gözlemler, sayılar, düşünceler ve kelimelerden oluşabileceğini ve önemli olanın bunların şeyler arasındaki zıtlıkları/çelişkileri ortaya koyabilmesi olduğunu belirtir (örneğin, zenginlik ve fakirlik). Dolayısıyla Marksistler çalışmalarında özellikle üstyapıdaki çelişkilere odaklanırlar. ODG (2004b)’un verdiği örnekten yola çıkacak olursak; kapitalist devletlerde vergilendirme yoluyla insanlara daha iyi şartlar sağlanması şeklindeki uygulamada yapısal anlamda bir çelişki mevcuttur. Daha iyi şartlarda yaşayan insanlar daha çok tüketecek ve bunun sonucunda hammaddeye daha fazla talep ve bu da daha yüksek fiyat anlamına gelecektir. Ek olarak daha fazla üretim daha fazla kirlilik yaratacaktır. Bundan dolayı da maliyetler artacaktır. Bu çelişkilerin sonucu olarak çokuluslu şirketler yeni yerler (örneğin atıklarını yeni yere depolamak için) ve yeni işgücü (sömürmek için) arayışına girecektir. Bu şekildeki analitik diyalektik süreç ve sistemlerdeki yapısal çelişkilerin ortaya çıkarılması bu çelişkileri çözecek süreçlerin tanımlanmasına yol açacaktır. Marksist coğrafya çeşitli açılardan eleştirilmiştir. Bunlardan en önemlisi bireyselliği hemen hemen hiç önemsememesidir. Bireyi pasif bir konuma indirger ve daima ekonomik yapıların etkisiyle hareket eden bir subje olarak görür. İnsanı ekonomik ilişkilerin bir sonucu olarak değerlendirdiği için klasik Marksist alan yazında insanın kültürel boyutları da önemsenmemiştir. Bu bağlamda etnik-merkezli ve ataerkil bir doğası olduğu da belirtilmiştir (ODG, 2004b). Post19 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ modernistler tarafından ulaşmaya çalıştıkları büyük anlatı ve totaliteryen açıklamaları nedeniyle eleştirilmiştir. 1980’ler ve Sonrası Yeni Kültürel Coğrafya Feminizm Feminist düşünce ve siyaset teorilerinden hareketle coğrafyalar ile cinsiyet ilişkilerinin birbirilerini karşılıklı olarak nasıl yapılandırdıkları ve dönüştürdüklerini keşfetmeye çalışan yaklaşımdır (Pratt, 2000a). Feminizm hem ataerkilliğin eleştirildiği teorik bir yaklaşım hem de eşitlik siyasetine odaklanarak kadınlara eşitlik sağlamaya çalışan siyasi bir duruştur. Bu bağlamda feminist coğrafyacıların en temel iki amacını şu şekilde belirtmek mümkündür: toplumdaki cinsiyet eşitsizliğini oluşturan ve yeniden üreten yapıları tespit etmek (Hubbard vd. 2002) ve kadınları görünür kılacak bir kadınlar coğrafyası geliştirmek (Pratt, 2000a). Feminist teorinin temelinde Batı dünyasında “bilimsel” sıfatıyla üretilen bilginin aslında cinsiyete dayalı bir bilgi olduğu ve bu bilginin erkek egemenliğini sürdürmek üzere kullanıldığı argümanı vardır. Bu bağlamda Batı kaynaklı erkek egemen bilimsel anlayışın kadını erkeğin ötekisi olarak tanımlanıp konumlandırdığı ve ona merkez dışı roller yüklediği düşünülür (McDowell, 1997). Bu açıdan değerlendirildiğinde feminist coğrafyayı sadece bir kadın coğrafyası olarak görmek yanlış olur. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi feminist coğrafyacılar aynı zamanda cinsiyet eşitsizliğinin mekânsal boyutlarıyla ilgilenir (eşitsizliğin mekâna yansıması ve mekânsal düzenlemelerin oluşturduğu eşitsizlikler gibi bkz. Monk ve Hanson, 1982) Feminizm coğrafyaya 1960’lı yılların kadın hareketlerinin bir sonucu olarak 1970’lerin ortalarında girmiştir. Ancak özellikle 1980’lerin yeni kültürel coğrafya akımının oluşturduğu iklimde coğrafyada önemli bir görünürlülük kazanmıştır (Cox, 2005). Cox (2005) 1980’lerin coğrafya dünyasında evrensellik iddiasında bulunan Marksist teori ile öznellik/özellik/parçalılığı (particularity) ön plana çıkaran yeni kültürel coğrafya akımında ikincisinin daha çok ilgi topladığını belirtir. Bunun sonucu olarak da örneğin ABD’de ana akım siyasete muhalefetin temel kaynağı sınıf yerine ırk ve cinsiyet olmuştur (Harvey, 1996). Dolayısıyla yeni kültürel coğrafya ikliminde feminist, post-yapısalcı ve post-sömürgeci akımlar daha ön plana çıkmaya başlamışlardır. Feminist coğrafyanın ilk olarak disiplinin eril (masculine) anlatılarını düzelttiği görülmüştür. Bunun iki boyutu vardır. Birinci boyutu coğrafi bilginin erkek egemen bir bilgi oluşudur (Öztürk, 2007). Örneğin, Rose (1993) herhangi bir yer’in çalışılması sırasında bu yerin erkekler tarafından nasıl deneyimlendiğine odaklanılırken, kadınların deneyimlerine genellikle yer verilmediğini belirtir. İkinci boyutu ise coğrafi alan yazında kadın perspektifinin yeterince yer almamasıdır. Bu bağlamda kadın yazarların azlığı ile var olanların çalışmalarındaki erkek perspektifinin varlığıdır. Çünkü ana akım feminist teoriye göre “bilimsel bilgi”, nesnel ve objektif olduğunu iddia ederek aslında erkek egemenliğini devam ettirmekte ve meşrulaştırmaktadır. Rose’a (1993) göre mekânsal bilimin soyut geometrik yaklaşımları, dişi olarak düşündüğü doğal ortama eril bir mantıktan hareketle düzen getirme arzusunu yansıtır. Bu sebepten aynı post-yapısalcı ve postmodern teorilerde olduğu gibi feminist –kadın- yazarlar bu bilimsellik söylemini yapıçözümüne tabi tutarak coğrafi çalışmalara öznelliği, duyguları ve dönüşlülüğü (reflexivity) getiren kadın perspektifini önemsemişlerdir (McDowell, 1997; England, 1997; Rose, 1993). Feminist coğrafya farklı teorik yaklaşımlarla çeşitlenmiştir. Örneğin, Hubbard vd. (2002)’nin belirttiğine göre bazı feministlere göre ataerkillik eşitsizliğin en önemli kaynağı olan kapitalist sistemin bir parçası olarak kuramsallaştırılmalıdır. Bu bağlamda güçlü bir Marksist feminist gelenekten bahsetmek mümkündür (Rojek, 1995). Aynı şekilde liberal feminist, sosyalist feminist, post-yapısalcı feminist gibi türleri mevcuttur. Pratt (2000a) çok farklı feminist teorilerin varlığına karşı, hepsinin ortak bazı özelliklerini aşağıdaki gibi sıralar: birinci olarak tüm feminist teoriler eleştirel bir söylem olarak gelişmişlerdir. Eleştirellik sadece kadının toplum tarafından baskı altına alınmasına değil aynı zamanda bunun coğrafi teorilerde yeniden üretilmesine yöneliktir. İçinden geldikleri teorik duruşa bağlı olarak feminist coğrafyacıların her biri farklı coğrafi teorileri eril oluşları nedeniyle eleştirmiştir. Örneğin, Rose (1993) sırasıyla hümanistik, Marksist ve tüm coğrafi 20 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ teorileri eril-merkezli olmakla eleştirirken, Deutche (1991) ve Massey (1990) modern ve post modern coğrafyaları aynı sebeplerden eleştirmiştir. Pratt (2000a)’ye göre tüm feminist teoriler için ikinci ortak nokta coğrafya kurumlarındaki cinsiyet ayrımıdır. Özellikle coğrafya bölümlerindeki akademik insanlardan, yayın evlerindeki ya da bilimsel dergilerdeki insanlara kadar coğrafya öğretimi ile coğrafi bilginin üretilmesinin erkekler tarafından yönetildiğini belirtirler. Üçüncü olarak ise, birçok feminist coğrafyacı bilginin evrensel ve bağımsız olmadığını aksine bağlamsal ve parçalı olduğunu kabul ederler. Bu feminist coğrafyacıların genellikle nitel bir gelenekte araştırma yapmalarına yol açmıştır. Son olarak, Pratt feminist coğrafyacıların günlük yaşamın tüm boyutları arasındaki bağlantıları dikkate alan bir yaklaşımı benimsediklerini belirtir. Dolaysıyla feminist coğrafyacılar coğrafyanın alt disiplinlerini, ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel coğrafya, birleştirecek türden çalışmalara imza atarlar. Realizm 1980’li yıllarda beşeri coğrafyacılar tarafından keşfedilen realizm bu dönemdeki çalışmalarda önemli bir yer tutmaya başlamıştır (Maki ve Oinas, 2004; Peet ve Thrift, 1989). Peet ve Thrift (1989) realizmin özellikle politik-ekonomi yaklaşımını takip edenler tarafından ilgi çekici bulunduğunu belirtir. Martin (1999) ise realizmin pozitivist anlayışı terk edenler için güvenli bir liman oluşu nedeniyle popülerleştiğini belirtir. 1990’lı yıllarda nispeten önceki popülerliğini yitiren realizm, felsefenin en temel kavramlarından birisi olmaya devam etmektedir. Bu sebepten ötürü günümüzde realizm çok fazla sayıda sıfatla birlikte anılabilmektedir: eleştirel realizm, yapısal realizm, bilimsel realizm, semantik realizm, metafizik realizm, hiper realizm, Platonik realizm, transandantal realizm, ortayol (moderate) realizm, yeni realizm, quasi realizm, mistik realizm, modal realizm, David Lewis’in realizmi, organik realizm, GeoRealizm, Çekirdek Realizm (CoreRealizm) vb. (Miller, 2010; Wikipedia; Maki ve Oinas, 2004) Yukarıda sayılan çok farklı yaklaşımlara karşın realizmle ilgili en temel iki husus vardır. Bunlar “varlık” ve “bağımsız” kavramlarıyla açıklanabilir. Miller (2010)’nun verdiği örnekten hareketle bu kavramları açıklamaya çalışalım. Varlık boyutu açısından baktığımızda masalar, kayalar, Ay vb. cisimlerin hepsi de şu özellikleri içerecek şekilde vardır: masa dikdörtgen/kare; kaya granitten yapılmış bir şekilde ve Ay yuvarlak bir şekilde ve sarı renkte. Bağımsızlık boyutu açısından baktığımızda, Ay’ın var oluşu ve yuvarlaklığı konu hakkında söz söyleyen ya da düşünen herkesten bağımsızdır. Başka bir ifade ile bir masanın ya da Ay’ın var oluşu kimsenin dilsel uygulamalarına, zihinsel şemalarına, dünyayı algılayış şekillerine bağımlı değildir. Miller (2010)’in vurguladığı gibi masanın kare olması tabii ki insanın onu nasıl tasarladığına bağlıdır. Ama realistler için bu şekildeki dünyevi ampirik bağımlıkların ötesinde bir masanın insan düşüncesinden bağımsız bir şekilde var olmayı sürdürmesidir. Masa ya da Ay örneklerinde olduğu gibi somut cisimlerin varlığı nispeten daha az tartışma gerektirirken, realistler sosyal olaylar, kurumlar, gelenekler ve oluşumlar içinde aynı şekilde düşünürler. Bu bağlamda en genel anlamda realizmin temel kabulünü Miller (2010) şu şekilde açıklamaktadır: bir disiplinin kendine özgü objeleri a, b, c, ve bunların kendine özgü özellikleri F, G ve H ise bu disiplinle ilgili realist varsayım şöyle olacaktır: a, b ve c vardır. Onların var olması ve F-lik, G-lik ve H-lik özelliklerine sahip olması herkesin inancından, dilsel uygulamalarından, zihinsel şemalarından vs.’den bağımsızdır. Ancak bu haliyle değerlendirildiğinde realizm ontolojik bir pozisyona işaret eder. Epistemolojik açıdan Roy Bhaskar realizmden hareketle biri doğa bilimleri (dolayısıyla daha çok fiziki coğrafya için geçerli) diğeri de sosyal bilimler (dolaysıyla daha çok beşeri coğrafya için geçerli) olmak üzere sırasıyla bilimsel realizm ile eleştirel realizmi kuramsallaştırılmalıdır. Bhaskar (1975) tarafından ortaya çıkarılmasına karşın birçok başka yazar tarafından da uyarlanmıştır (HarreA, 1985; Keat ve Urry, 1982; Sayer, 1984). Bhaskar (1998) pozitivizmin de kabulü olduğu üzere realizmin ampirik olguların gözlemlenmesine indirgenmesinden kaynaklanan sorunları çözmek üzere kavramsallaştırır bilimsel 21 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ realizmi. Bhaskar gerçekliğin çeşitli katmanları olduğunu bazılarının bizim beş duyu organımızla algılanabileceğini ancak diğer bazılarının ise algılanamayacağını belirtir (Altınal, 2010). Johnston (1989)’nun belirttiği gibi bu katmanlar mekânizmalar, olaylar ve tecrübeler olmak üzere üçe ayrılır. Mekanizmaların doğrudan gözlemlenemezler (yer çekimi kanunu gibi), onlar her şeyin altında yatan temel kanunları belirtir. Ancak yapısal mekanizmaların dünyada gerçekleşme/yansıma olayları gözlemlenebilir (örneğin havaya atılan şeylerin düşmesi). Olayların sonuçlarıyla ilgili bireysel tecrübeler de yine bizzat bireylerin kendileri tarafından gözlemlenebilir (Newton’nun başına elma düşmesi gibi) (Jonhston, 1989). Johnston (1989) fiziki coğrafya için yukarıda bahsedilen mekanizmalar fizik ve kimyanın temel kanunları ile tanımlandığını ve bunların doğrudan gözlemlenemediğini belirtir. Bunlar gözlemle uyuşumlu teorik açıklamalar olarak vardırlar. Mekanizmaları çeşitli çevresel şartlarda uygulayarak (gerçekleştirerek) ampirik sonuçlar (tecrübeler) elde edilir (Johnston, 1989). Bu bağlamda Johston (1989) realistleri pozitivizmden ayıran en önemli şeyin gözleme bir teorinin eşlik etmesi gerektiğidir. Bir nesnenin önceden tahmin edilen bir hızda yere düşmesi kendi kendini açıklayan bir durum değildir. Açıklama düşme hızını tahmin eden teoridedir. Ancak realistler beşeri coğrafya için benzer bir açıklamayı kabul etmezler. Jonhston (1989) bu durumu şu şekilde açıklar: Realistlere göre klimatoloji ile ekonomik sistemler arasında bir benzerlik yoktur. Çünkü sonrakinde yapısal mekanizmaların uygulanmasını (gerçekleştirilmesi) insanlar yapmaktadır. İnsanlar birer makine gibi davranmazlar. Yapısal mekanizmaları ve içinde bulundukları ampirik bağlamı kendi kapasiteleri ölçüsünde yorumlayıp buna göre hareket edebilirler. Onların bu yorumları anlaşılabilir ya da takdir edilebilir ama tahmin edilemez. Diğer yandan yapısal mekanizmalar fiziki sistemlerin aksine insan oryantasyonlu olduğu için (örneğin ekonomik üretim mekanizmaları zaman içinde feodalizmden, sosyalizm ya da kapitalizme dönüşüm gerçekleşebilir), insan eylemleriyle değişir. Bunlar ise coğrafi olarak farklılık gösterir (yer çekimi dünyadaki her yerde aynı görevi görür gibi). Bu sebepten Bhaskar, sosyal bilimler için epistemolojik açıdan göreceliğin kabul edildiği eleştirel realizmi önerir. Eleştirel realizme göre gerçek vardır ancak insanlar beş duyu organlarının sınırlarıyla sınırlandırıldıkları için bu gerçeğe ulaşamazlar. İnsanlardaki bireysel farklılıklar, kavramsal ve ideolojik farklılıklar vb. gündeme geleceği için her kişi gerçeğin ancak belirli bir parçasına, bölümüne, ona göründüğü kadarına vakıf olabilir. Sayer (1984: 67, yazarın kendi vurgusu)’in çok güzel bir şekilde özetlediği gibi: “dünya bizim icadımız olmasa da, ‘dünya’ kavramı kuşkusuz bizim icadımızdır”. Bu bağlamda eleştirel realizmin metodolojik anlamda pozitivizmden farkını aşağıda Sayer (1997, s. 114)’in verdiği örnek üzerinden irdelemek faydalı olacaktır. Aşağıdaki iki durumdan birincisi genel anlamda pozitivist ikincisi ise realist bir metoda göndermede bulunmaktadır: (1). Eğer süreçleri açıklamak durumundaysak, bunların davranışlarını yöneten evrensel kanunların düzenini keşfetmeliyiz. Bu sebepten araştırmanın amacı düzenin keşfine yöneliktir. (2). Eğer şeylerin neden belirli şekilde davrandıklarını keşfetmek istiyorsak, onların yapısını ve özelliklerini anlamamız gerekir. Bu yapılar ve özellikler belirli değişimlerin oluşmasına ya da değişimlerden çeşitli şekilde etkilenmelerine neden olur. Sayer, yukarıdaki açıklamalardan birincisinde iki problem olduğunu söyler. Birinci problem bu açıklamanın fizik için geçerli olabilmesine karşın, beşeri coğrafya için geçerli olmadığını çünkü beşeri coğrafyadaki düzenin geçici, yaklaşık ve mekâna özel ya da tamamen biricik olduğunu belirtir. Pozitivist açıklamayla ilgili ikinci sorun ise, düzenin olduğu durumlarda bile bunlar bir durumu açıklayamazlar. Bazı süreçlerin beklendiği gibi çalışıyor olması bir şeyin neden meydana geldiğini açıklamaya yetmez. Sayer, bu durumu açıklamak için şu örneği verir: göç veren ve alan yerlerle ilgili yapılan bir çalışmada göç verilerini çeşitli mekânsal etkileşim modellerinde nedensonuç ilişkisi bağlamında analiz edip sonuçlara ulaşılabileceğini belirtir. Örneğin, göç alan ve veren yerlerdeki işsizlik oranlarına göre oluşturulan bir modelle ortaya bir neden-sonuç ilişkisi çıkarılabilir. Ancak Sayer, her yeni veri seti için bu modelin parametrelerinin değiştirilmesi 22 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ gerektiğini belirtir. Biz gerçekten de tüm işsizlik oranı yüksek yerlerin göç verdiğini ve işsizlik oranı düşük yerlerin de göç aldığı şeklinde bir neden-sonuca dayalı bir düzen ortaya çıkarabiliriz. Ancak Sayer bunun hala [bütün yerler için] göçün gerçekte neden oluştuğunu açıklamaktan uzak kalacağını belirtir. Sayer, yukarıdaki ikinci önermenin neden doğru olduğunu ise yukarıda da değinildiği gibi coğrafyanın fiziğin aksine açık sistemlere sahip olmasıyla ilişkilendirir. Kapalı sistemler iç ve dış yapıları açısından sabit bir özellik gösterirken açık sistemler insanların failliği nedeniyle sabit değildirler. İnsanların öğrenebilmesi ve çeşitli durumlara tepki vermesi bunun açık bir sistem olarak kalmasının en önemli dayanağıdır. Bu sebepten, Sayer herhangi bir mekândaki etkileri mekanizmalara dair bilgimizden basitçe okuyamayacağımızı belirtir. Böylece, mekanizmaların hangi koşulların ve bağlamın etkisinde olduğu ile mekanizmanın durumunun öncelikle keşfedilmesi gerektiğini belirtir. Görüldüğü gibi realist metodolojide temel kavram “değişimdir”. Bhaskar’ın (1986, s. 2; aktaran Johnson and Duberley, 2000, s. 150) belirttiği gibi “dünyayı yaratıp ve değiştirirken onunla birlikte teorilerimizi de değiştiririz”. Bu ifadeler ile yukarıdaki Sayer’in açıklamalarında bağlama bir gönderme vardır. Gerçekliğe doğrudan bir erişim söz konusu olmadığından araştırmacı sosyal dünyaya tutulmuş bir ayna görevi göremez. Bu bağlamda eleştirel realistler bilginin daima sosyal ve kültürel olarak oluşturulduğu bir anlayışla epistemolojik anlamda göreceliği kabul ederler (Bhaskar, 1998, Sayer 1984). İnsan failliğinin aktif rolüne merkezi bir önem atfederler. Ancak daima insan eylemlerini kolaylaştıran ya da sınırlandıran bağımsız/dışsal gerçekliklerle insan eylemlerinin etkileşimini de göz önüne alırlar (Johnson and Duberley, 2000). Dolayısıyla bilim ne sadece kendi kendine referans veren ne de objektif bir uğraşıdır. Beşeri coğrafyada eleştirel realist çalışmalar nispeten yaygın olmasına karşın Yeung (1997) bunların çeşitli açılardan sorunlar barındırdığını belirtir. Bu bağlamda eleştirel realizmin sadece epistemolojik bir duruş olarak görülmesi (e.g. Cloke vd., 1991); sadece genel realist çerçevede bir yöntem olarak görülmesi ve bu sebepten ontolojik kabullerinin göz ardı edilmesi (Keeble, 1980); Marksizm, pozitivizm gibi bir –izm şeklinde algılanması şeklinde sorunlar sıralar. Burada –izm ile kastedilen şey taraftarları tarafından ideolojik olarak savunulan (dolayısıyla eleştiriye kapalı) bir yaklaşım olarak görülmesidir. Örneğin, Yeung (1997), Scott (1991)’u eleştirel realizmi tesadüfi ve ampirik gerçekliğin karmaşıklığına dayanan başka bir –izm olarak değerlendirdiği için eleştirir. Roberts (2001) eleştirel realizmin özellikle sosyal olayları açıklamada ampirik verilerden ziyade teorilere (soyutlamaya) dayanan yapısı nedeniyle sosyal coğrafya çalışmalarında oldukça popüler olduğunu ancak diyalektik bir analize imkan tanımadığı için Marksist yaklaşımdan farklı olduğunu belirtir. Post-Yapısalcılık Yapısalcılığın bir eleştirisi olarak ortaya çıkan bu teorik çerçeve dilsel (linguistic) uygulamalar, söylemler ve metinlerin asli/elzem/özsel karakterlerinin olmadığını ancak güç yayılması/kullanılması bağlamında geçici olarak oluşturuldukları fikrine dayanır. Tüm diğer sosyal bilim disiplinlerindeki gibi beşeri coğrafyayı çok derinden etkileyen bir teori/ekoldür. Kendilerini çoğu zaman bu sıfatla adlandırmamış olsalar bile genellikle 1970’li yıllardaki çalışmalarının ortak özellikleri nedeniyle Derrida, Foucault, Lacan, Deleuze, Baudrillard, Lyotard ve Kristeva gibi Fransız filozoflarının yaptıkları çalışmaları betimlemek üzere kullanılmaya başlanan bir kavramdır (Pratt, 2000b). Bu yazarlardan birçoğu kendisini ne post-yapısalcı ne de postmodern olarak tanımlamasalar bile sonraları post-yapısalcı ya da postmodern olarak da adlandırılmışlardır. Bu yazarların post-yapısalcı olarak nitelenmelerinin en önemli nedeni, çalışmalarının ortak noktası yapısal dilbilimden etkilenmeleri ancak onun epistemolojik yaklaşımlarını, formalliğini, bireysel motivasyonları görmezden gelişi ve tarihi bağlamı dikkate almayışı sebepleriyle eleştirmiş olmalarıdır (Appignanesi & Garratt, 2004; Poster, 1989). Bu bağlamda değerlendirildiğinde postyapısalcılık büyük anlatılara (tüm insan faaliyetlerini açıklamaya girişen her şeyi kapsayıcı teorilere) karşı ortaya çıkmış bir paradigmadır. Yukarıda adı geçen yazarlar Marksist, psikanalist ya 23 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ da ekonomik gibi belirli teoriler üzerinden tüm insan davranışlarının açıklanamayacağını belirtirler. Çünkü sosyal yaşam hiçbir zaman üniform ve büyük anlatıların kabul ettiği gibi düzenli değildir (Foucault, 1999). Gerçek hayat çatlaklar, lekeler, düzensizlikler, kırılmalar ve çelişkileri barındırdığı için teori bunları ütülemek yerine, bunlarla birlikte çalışmalıdır (Barnes & Gregory, 1997b). Benzer şekilde, Barnes ve Gregory (1997b) belirttiği gibi post-yapısalcılara göre, kullanılan soyut teoriler her zaman düşünüldüğü kadar saf ve yansıttığı iddia edilen dünya da düşünüldüğü kadar somut değildir. Bu sebepten post-yapısalcılar, teoriyi daha az zeki olan bir şeyi daha zeki kılmak için bir araç olarak görürler (Barnes & Gregory, 1997b). Bu bağlamda, ampirik verinin gerçek dünyayı objektif bir şekilde yansıttığı fikrini benimsenmez: Gerçekler otonom bir şekilde [dış etkenlerden bağımsız] dünyada bulunmayı beklemezler. Onlara başka şeyler de eşlik eder: gerçekler sosyal olarak oluşturulurlar ve örneğini teşkil ettikleri teorilerden bağımsız değildirler. Daha genel bir ifade ile gerçekler kompleks güç ilişkileri/ağları, çıkar grupları, ve ikna mekanizmalarından oluşan karmaşık sosyal biyografilere sahiptirler. Bir gerçekle ilgili herhangi bir açıklıktan bahsedilemez. Aynı şekilde ampirik pratiğin mekanik bir işlem olduğundan da bahsedilemez (Barnes ve Gregory, 1997b, s. 87). Post-yapısalcılar büyük anlatılar (her şeyi kapsayan teoriler) yerine, özellikleri yukarıda dile getirilen orta ölçekli/mütevazı (modest) teoriyi önerirler. Yani teori bitirilmiş bir ürün olarak görülmek yerine, geçici, durumsal, kendi oluşma sürecinin bağlamını yansıtan, aktif ve sosyal bir pratik olarak görülür. Bu ifadelerle anlatılmak istenen aşağıda McDowell’ın (1997, s. 124) aktardığı ve Feyerabend’le ilgili bir anekdotta daha net bir şekilde görülecektir: Bir gün bilim felsefecisi Paul Feyerabend Kaliforniya Berkeley Üniversitesi’nde hoca iken, Afro-Amerikan bir kız öğrenciye, farklı kültürün temsilcileri olan öğrencilerine emperyalist Batı felsefesini öğretmek sebebiyle yaşadığı sıkıntıyı itiraf etmiştir. Çünkü bu öğrenciler kendi bilme yöntemlerine ve değerlerine sahiptir. Öğrencisi ise şu cevabı verir: “Siz öğretin. Biz seçeriz”. Benzer bir bakış açısı Foucalt (1999) tarafından da benimsenir. Çünkü Foucalt’a göre her toplum kendi “doğruluk” anlayışına/sistemine sahiptir. Bununla Foucalt neyin doğru olarak kabul edileceğini ve işlevselleştirileceğinin o toplumdaki hâkim söylemlere (ve bu söylemleri kontrol eden gruplara) göre oluşacağını belirtir. Post-yapısalcılar Feyerabend’in duyduğu aynı sıkıntıyı duyarlar. Baskın (Batı merkezli, emperyalist, etnosantrik, erkek egemen, heteroseksüel, belirli tarihsel varsayımlara dayanan) teorik açıklamalar sonucu sosyal olayların ya da bireylerin tanımlanması/açıklanmasına karşı çıkarlar. Post-yapısalcılığın temelinde farklılıklara ve çoğulculuğa yönelik vurgu vardır. Toplumsal anlamda ötekileştirilmiş, dışlanmış, farklı grup ya da bireylerin nasıl güç ilişkileri sonucu tanımlandıklarını ve temsil edildiklerini irdeler. Bu bağlamda post-yapısalcı çalışmaların temelini “söylem”, metodolojik olarak ise “söylem analizi” (Foucault’u takiben soyağacı (genealogy)’ ile Derridayı takiben yapıçözümü yöntemleri) oluşturur. Foucault’u takiben post-yapısalcılar söylemi güç ve arzu ilişkileri üzerinden analiz ederler. Bu bağlamda söylem bir iletişim aracı ya da anlamlı bir gürültü değildir; söylem daima güç ve arzu ile ilişkilidir (Palmer, 1997). Burada söylem, bilginin içinde oluşturulduğu bir sistemi ifade eder. Örneğin herhangi bir alanda hangi açıklamaların/ifadelerin yapılabileceği, bunların hangi sırayla yapılacağı ve geçerlilik derecelerini belirler (Barnes ve Gregory, 1997c: 140). McDowell’ın (1997) belirttiği gibi Foucalt’da güç, baskın grupların kendi menfaatleri için bir sosyal ve siyasi sistemde uygulaya geldikleri bir unsur olarak değerlendirilmez. Modern toplumlarda güç ilişkileri dil, metinler, söylemler ve sosyal pratikler üzerinden devam ettirilir. Söylemsel olarak oluşturulan sosyal yapılar ardından insanların kimliklerini ve eylemlerini kontrol etmek amacıyla kullanılır. Bu bağlamda, 24 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ söylem sadece neyin söylenebileceğini değil aynı zamanda kimin söyleyeceğinin kurallarını da belirleyen bir içerme ve dışlama sistemidir (Palmer, 1997). Foucalt çalışma hayatı boyunca yargı sistemi, sağlık sistemi, okul, polis ve askeriye gibi toplumsal güç yapılarının nasıl bilgi yapıları (söylem) yarattığını ve bu söylem sayesinde insanlar üzerinde kendi güç ve otoritelerini meşrulaştırdıklarını araştırmıştır. Tuathail’in (1998) siyasi coğrafya bağlamında verdiği örnek üzerinden bu fikirler daha iyi anlaşılabilecektir. Örneğin, bir toplumdaki askerler, toplumsal gücünü ulusal güvenlik söylemi bağlamında açıklar ve meşrulaştırır. Eğer birçok askeri uzman ulusal güvenliği sağlamak için çeşitli silah sistemlerinin alınması gerektiği noktasında ortak bir fikri benimserse, o ülkenin siyasetçileri büyük ihtimalle askeri bütçeyi artıracak ve ihtiyaç duyulan çeşitli silah sistemleri alınacaktır. Ancak bu durum her zaman bu şekilde gerçekleşmez. Çünkü diğer uzmanlar askeri uzmanlara katılmayabilir. Onlar sosyal ihtiyaçlar söz konusuyken silah almanın gereksiz olduğunu, ülkeyi savunmanın en önemli yolunun büyük bir ekonomiye ve eğitimli bir topluma sahip olmaktan geçtiğini savunabilirler. Bu bağlamda askerlerin “ulusal güvenlik” söylemi, diğer uzmanların/ilgili gruplarının “sosyal güvenlik” söylemi ile çatışır. “Güvenlik” kavramının anlamını kontrol etmek, örneğin kavramı sosyal terimlerle değil de askeri terimlerle tekrar tekrar tanımlamak beraberinde “güvenlik” kavramıyla ilgili baskın söylemi kontrol etmeyi getirir. Bu ise bir devlette güç sahibi olmak için çok önemli bir araçtır. Herkes adına “güvenlik” hakkında konunun otoritesi olarak konuşma hakkını monopolize etmek (ulusal menfaatin ne olduğuna karar verme kabiliyetini kazanmak) güç kullanımının en tepe noktasıdır (Tuathail, 1998). Bu örnekten de anlaşılacağı gibi post-yapısalcılar için genellikle güç kullanımı daima söylemin (bilgi yapılarının) üretilmesiyle derinden ilgilidir. Bu bağlamda çeşitli toplumsal söylemleri yapısökümüne tabi tutarak insanların hangi güç ilişkilerine maruz kaldıkları, kimliklerinin oluşumunda gücün etkisi ile hangi güç ilişkileri tarafından yönetildiklerini açıklamaya çalışırlar. Coğrafya çalışmalarında özellikle 1980’li yılların sonlarından itibaren ağırlık kazanmaya başlayan (Barnes & Gregory, 1997b) post-yapısalcılık coğrafyayı sadece epistemolojik açıdan değil aynı zamanda içerik, çalışılan konular açısından da etkilemiştir (Murdoch, 2006). Epistemolojik açıdan değerlendirildiğinde genellikle nitel araştırma yöntemleri dâhilinde yorumlayıcı araştırma yöntemleri kullanılmasına yol açmıştır: araştırmalarda bilimsel kesinliğin aktarılması yerine coğrafi metinler ile söylemlerin estetik ve özgün yönüne ağırlık verilmiştir (Murdoch, 2006). Postmodernizm Postmodern teori, olayların, insanların, toplumların ve mekânın nasıl temsil edildiği, bu temsilin siyaseti ve kimlik politikaları ile ilgilenir. Mekân tekil bir tarihin doğal bir sonucu olarak sabit bir şekilde değil farklı tarihleri içeren söylemsel bir peyzaj olarak görür (Flusty, 2005). Postmodernizmin moderniteden radikal bir kopuş mu yoksa modernitenin devamı mı olduğu ve hatta postmodernitenin gerçekten var olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Örneğin, Fredric Jameson’nın 1991 yılında kitap haline getirdiği ünlü eseri “Postmodernizm ya da Geç kapitalizmin Kültürel Mantığı”nda (Postmodernism, or, The Cultural Logic of late Capitalism) postmodernizmi, modern kapitalizmin gelişiminde özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemi kapsayacak şekildeki toplumsal ve ekonomik dönüşümleri anlatmak için kullanır. David Harvey de oldukça etkili “Postmodernliğin Durumu” (The Condition of Postmodernity) adlı 1989 tarihli eserinde postmodern kavramını insanları/dünyayı polarize eden ve zayıflatan kapitalizm süreciyle ilişkilendirir. Fordist üretim şeklinden esnek birikim rejimine geçiş sürecinde oluşan toplumsal şartları postmodernite olarak değerlendirir (Harvey, 1989). Antony Giddens (1994) ise postmodern kavramını kullanmayı reddederek içinde bulunduğumuz dönemi sanayi-sonrası toplum dönemi olarak adlandırır. Benzer bir yaklaşım daha önce sadece sanat eleştirmenleri tarafından kullanılan “postmodern” terimini felsefenin ana terimlerinden biri haline gelmesini sağlayan Lyotard’ta da görülmektedir. Lyotard (2006), 1979 yılında yayınlanan ünlü eseri “Postmodern Durum: Bilgi Üzerine Bir Rapor” u (Postmodern Condition: A Report on Knowledge) yazarken kendi yaptığının belli bir döneme bir 25 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ isim ya da sıfat bulmak olmadığını sadece kendisine Quebec Üniversitesi tarafından ısmarlanan ve gelişmiş toplumlarda bilgi durumunu incelemesinin istendiği bir çalışmada kullandığı bir terim olan postmodernitenin “kendi dışında hiçbir göndermede bulunmayan ve hiçbir ağırlık taşımayan bir söz” olduğunu belirtmekten rahatsızlık duymadığını söylemektedir (Lyotard, 2006, s. 20). Adlandırmadan ziyade bu terimin neyi ifade ettiği konusuna odaklanan Lyotard, bu sözün moderniteye dair bir şeylerin sona erdiğinin haberini verdiğini söyler. Peki moderniteden kopuşla Lyotard neyi kasetmektedir? Modernite kavramı hem toplumsal hem de felsefi içeriği olan bir kavramdır. Toplumsal anlamda modernite, Aydınlanma sırasında ortaya çıkan toplum tipine işaret eder (Hollinger, 2005). Bu toplum tipinin temel özelliklerini, ulus fikri, sanayileşme, kentleşme, politik ve etik bireycilik, bilim ve teknoloji, rasyonellik, sekülarizm, liberal faydacılık, bilimsellik şeklinde sıralamak mümkündür. Postmodern toplumla ise II. Dünya Savaşını takip eden süreçte kapitalist sistem içinde yeni bir toplum yapısının temerküz ettiği, bireyselleşmenin başatlaştığı, post-fordist üretimin geliştiği, uluslar arası seyahatlerin arttığı, metropollerin dünya ekonomisi ve kültürünü yönetmeye başladığı, medya organları aracılığıyla popüler kültürün kitlelere yeni kültürel deneyimler ve yozlaşmalar yaşattığı, dijital/sanal gerçeklik mekânlarının oluştuğu, mekân ve yere bağlı kimlik politikalarında değişimlerin gözlemlendiği, toplumsal yapılar ile geleneksel kimlik ve benlik algılarının parçalandığı zamanlar postmodern zamanlar olarak değerlendirilmektedir. Felsefi açıdan ise modernitenin temelini oluşturan Aydınlanma fikri cehaleti (dinsel veya geleneksel fikirlere kaynaklı normatif düşünce olarak görülür) insanlık için en büyük tehlike olduğunu çünkü bunun insanlığın başına gelen tüm felaketlerin nedeni olduğunu düşünür (din, mezhep ya da kabile savaşları buna örnek olarak gösterilir). Cehaletin ortadan kaldırılıp yerine bilimsel bilginin getirilmesiyle insanlar özgürlüklerine kavuşacak ve sınırsız bir ilerleme sağlayacaklardır. Bunun için de evrensel anlamda geçerli bir bilimsel çalışma yönteminin varlığı ve yine evrensel anlamda moral birliği söz konusudur. Bu bağlamda postmodernizm, modernitenin yukarıda belirtilen tüm temellerine radikal bir saldırıda bulunur. Postmodernizm en genel anlamda gerçekliği açıkladığını iddia eden “bilimsel”, “nesnel” ve “objektif” çabalara karşı bir reaksiyondur. Bu bağlamda uzun bir geçmişi olan bilimsel göreceliğin (rölativist düşüncenin) halihazırdaki son istasyonu olarak düşünülebilir². Postmodernizmde “gerçeklik” insanın anlam dünyasına bir ayna görüntüsü gibi yansımaz, tam tersine gerçeklik kişi tarafından inşa edilir. Bu sebepten ötürü hem ontolojik hem de epistemolojik açılardan tam manasıyla rölativist bir yaklaşımdır. Yani tekil bir “gerçeği” kabul etmez. Gerçeklik ve anlam belirli bir bağlamda gerçekleştirilen kişisel yorumlara dayanır. Postmodernizm bu bağlamda dünyayı bir metin gibi görür. Herhangi bir metni okuyan insanlar, o metinden farklı anlamlar çıkaracaktır. Çünkü her bir okuyucunun kavram bilgisi ve zenginliği ile hayat tecrübesi birbirinden farklıdır. Bu açıdan bakıldığında postmodernistler herhangi bir metnin yazıldığı andan itibaren anlamının yazarı tarafından kontrol edilemeyeceğini belirtirler. Anlam metnin okunması sırasında öznel olarak oluşturulur. O zaman tüm insan eylemleri, coğrafi olaylar ve mekânda aynı bir metin gibi görülebilir ve insanlar tarafından okunabilir. Sonuçta herkes o metinle (mekân ya da olayla ilgili) kendi anlamını çıkaracaktır. Bu sebepten postmodernizm tüm büyük anlatıları ret eder. Çünkü bu genel teoriler aracılığı ile açıklanacak evrensel gerçekler yoktur. Bu ontolojik pozisyona paralel olarak epistemolojik açıdan yapılandırmacı bir yaklaşımı benimser (Ley, 2000). Buna göre bilgi ve gerçeklik kişilerin bizzat kendileri tarafından oluşturulan sosyal bir üründür (Ley, 2000). Bu sebepten çalışmalarında daha çok vaka çalışması, eylem araştırması ve grounded (gömülü) teori yaklaşımlarını kullanarak çalışılan gruplar veya kişilerin kendi gerçeklerini tamamen kendi yaşantılarından hareketle yorumlamaya çalışır. Post-yapısalcılıkta olduğu gibi yapıçözümü de sıklıkla kullanılır (Ley, 2000). Bu bağlamda, postmodernist coğrafyacılar coğrafya alanyazınını, peyzajı ve kartoğrafyayı aynı bir metin olarak değerlendirip yapıçözümüne tabi tutarlar (Ley, 2000; Öztürk, 2012). Özellikle 1990’lardan sonraki kültürel coğrafya çalışmalarında önemli yer bulan postmodernist yaklaşımlarda, coğrafyacılar küçük ölçekli çalışmalarda peyzajı ve daha büyük ölçekli çalışmalarda 26 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ şehirleri değerlendirerek kentsel mekân ile sosyal ve mekânsal kimlikler arasındaki ilişkilerin ele alındığı çalışmalarda kullanılmıştır (Del Casino, 2009). Buna ek olarak kentsel mekânların ya da peyzajların hangi güç ilişkileri neticesinde oluşturulduğunu analiz etmişlerdir. Örneğin, bir yerdeki binalardan, reklam panolarından, yolların düzeninden, yeşil alanların oranından, vs. hareketle o yerdeki peyzajın ataerkil, normal (engelli oluşa karşı), ve kapitalist bir anlayışla oluşturulduğu değerlendirilebilir. Bu tür çalışmaların objesi olan mekân sadece bizzat deneyimlediğimiz fiziki mekân değildir. Filmlerde, romanlarda, gazete-dergi haberlerinde bir mekâna dair oluşturulan metinler (ve görseller) de yapıçözümüne tabi tutulur³. Minca’nın (2001) editörlüğünü yaptığı ve postmodern coğrafya çalışmalarını içeren eserde, çalışmaların üç ana konu etrafında yoğunlaştığı görülmektedir: Günümüz şehirlerindeki değişimler; yerel ve küresel arasındaki ilişkiler ve mekânın temsilleri. Postyapısalcılık ile postmodernizm kullandıkları metotlar ve genel kabulleri açısından büyük benzerlikler göstermektedir. Literatürde yukarıda adı geçen birçok yazar bazen post-yapısalcı bazen de postmodernist olarak adlandırılabilmektedir. Ancak hem postmodernistler hem de postyapısalcıların kabul edeceği gibi kavramlar anlamlarını zaman içinde/tarihsel süreçte kazanırlar. Bu açıdan düşünüldüğünde post-yapısalcılık yapısalcılığa postmodernizm ise moderniteye karşı gelişmiş yaklaşımlardır. Bu bağlamda postyapısalcılık daha teknik ve analitik bir yaklaşımdır. Amacı yapıları analitik bir şekilde ve özellikle bilgi ve güç arasındaki ilişki üzerinden eleştirmektir. Postmodernizm ise postyapısalcılığı da içeren daha geniş bir çerçeve sunar. Daha çok kültürel bir anlatıdır. Yani postyapısalcılık kültürü bir felsefi pozisyondan (postyapısalcılık) hareketle analiz ederken, postmodernizm mevcut kültürün felsefesini tanımlar. Sonuç ve Öneriler Coğrafi çalışmalarda yukarıda görüldüğü gibi diğer bilim alanlarında da etkisi görülen birçok paradigmanın varlığı söz konusudur. Hatta coğrafyanın dual yapısı bunu daha da çeşitlendirmektedir. Hem fen bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde etkisi olan birçok paradigma coğrafi çalışmalarda yerini almıştır. Her süreç/dönemin ortaya çıkardığı yaklaşımlar paralel olarak coğrafyada da yansımalarını bulmuştur. Bu çalışmada akademik bir disiplin olarak ortaya çıkışından bu yana coğrafi çalışmaları etkileyen başlıca paradigmalar ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Yukarıdaki her sosyal teori sosyal’in ne olduğuna yönelik kendi tanımlarını geliştiren ve sosyal hayata yönelik kendi sorularını soran ve sosyal veriyi kendine özgü bir anlayışla ele alan bir yapıya sahiptir (Del Casino, 2009). Her bir yaklaşım kendi özel terminolojisini oluşturarak (çünkü dünyayı sahip olduğumuz kavramlar aracılığı ile anlarız) ya da hepimizin bildiği kavramlara kendi özel anlamalarını yükleyerek mekânı ve insanları anlamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda sosyal mekân, güç, söylem, söylemsel mekan, üretim, ağ, adalet, sosyal adalet, ayrımcılık, farklılık, kimlik, ilişki, sosyal grup, yeniden üretim, ataerkillik, heteroseksüellik gibi kavramlar son dönem beşeri coğrafyasında en çok kullanılagelen kavramlar haline gelmiştir. Tabi bu çalışma boyunca görüldüğü gibi bu farklı yaklaşımlar farklı araştırma yöntemlerini de beraberinde getirmiştir. Burada dile getirilen ve getirilmeyen diğer paradigmaların hepsine derinlemesine vakıf olmak zor olsa bile, tüm coğrafyacıların belirli bir oranda bu paradigmalar hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Akademisyen coğrafyacılar yaptıkları iş itibariyle zaten bu teorilerle uğraşmakla birlikte, coğrafya öğretmenleri ve lisans öğrencilerinin de bunlara aşina olması gerekir. Çünkü makale boyunca görüldüğü gibi coğrafi bilgi ile coğrafyanın mekan, çevre, zaman gibi temel bazı kavramlarının anlamı ve fonksiyonları sahip olunan paradigmaya göre farklılaşacaktır. Bu bağlamda Yavan’ın (2005b) oldukça ilginç tespitlerinin yer aldığı çalışmasını iyi irdelemek gerekir. Türkiye’nin 1945-2005 yılları arasında coğrafya alanında uluslar arası yayın performansını incelediği eserinde, 60 yıllık serüvende SCI ve SSCI indekslerinde taranan dergilerde Türkiye’den toplamda 83 yayın yapıldığını belirtir. Ancak bu yayınların yüzde 93’ü jeomorfoloji, kuaterner çalışmaları ile iklimi içeren fiziki coğrafya çalışmalarıdır. Bu süre zarfında gerçekleştirilen beşeri coğrafya çalışmalarının sayısı yaklaşık olarak 5-6 civarındadır. Bunlardan üç tanesi de sadece bir 27 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ kişi (Erol Tümertekin) tarafından gerçekleştirilmiştir. Yavan’ (2005b) nın asıl ilginç bulguları yayın sayısındaki dramatik düşüşün ve bu bağlamda dünyadan kopuşun 1970’lerde başladığını tespit etmiş olmasıdır. İkinci ilginç bulgusu ise, uluslar arası arenada fiziki coğrafyayı jeologların, beşeri coğrafyayı ise şehir bölge plancılarının coğrafyacılardan daha fazla temsil etmeleridir. Yukarıda da belirtildiği gibi 1970’lı yıllar sosyal bilimler açısından bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu dönemde bugünkü coğrafya çalışmalarının dayandığı ana paradigmalar olan Marksist, Feminist, yapısalcı, post-yapısalcı, fenomonolojik ve realist gibi teoriler ortaya çıkmaya başlamıştır. Dolayısıyla 1970’lerden itibaren yaşanan düşüş, Türkiye’de dünyadaki teorik gelişmelerin yeterince takip edilmediğinin en somut göstergesidir. Bu durum gerçektende Yavan (2005) ve Pérouse’nin (2012) belirttiği gibi Türkiye coğrafyasının sosyal bilimler ailesine henüz dâhil olmadığını göstermektedir. Türkiye’de yayınlanan çalışmalarda ampirik verilere verilen önem genellikle teorik çerçeveye yeterince verilmemektedir. Oysa coğrafya alanındaki SCI ve SSCI indekslerinde taranan A sınıfı dergiler incelendiğinde onların önemli oranda teoriden beslendikleri görülecektir. Notlar ¹ Bu çalışma boyunca paradigma kavramına Thomas Kuhn’nun temel tanımları bağlamında yaklaşılmaktadır. Buna göre en basit şekliyle paradigma “bir bilimsel cemaatin örneğini takip etme” şeklinde tanımlanabilir. Daha geniş kapsamda paradigma disiplin matrisi şeklinde ele alınabilir. Bu ise bir grup bilim adamı tarafından paylaşılan değerler ve tekniklere göndermede bulunur. En büyük ölçekte paradigma “dünya görüşüdür”. Burada birbiriyle uyuşmayan ve birbirinden tamamen farklı bir bilim anlayışı söz konusudur. Bilimin doğası, amaçları ve yöntemleri açısından kesin farklılıklar mevcuttur (Johston, 1997). ² Aydınlanmanın ana argümanlarına muhalefet 19.yy.’dan itibaren Karşı-Aydınlanma hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Bu “hareket önce Alman romantizminde, sonra da felsefede varoluşçuluğu, edebiyat ve sanatta modernizmi, politikada anarşizmi kapsayan diğer hareketlerin çeşitliliği içinde ortaya çıktı” (Hollinger, 2005: 11). Karşı aydınlanma hareketleri günümüzde postmodern olarak adlandırılan düşüncelerin temellerinin atıldığı ve aydınlanma ve onun devamındaki moderniteye karşı argümanların geliştirildiği temeller olarak görülebilir. Bu sebepten ötürü, moderniteye karşı geliştirilen argümanların postmodernite ile ortaya çıktığı gibi bir yargıya varılmamalıdır. ³ Yapıçözümünün yöntemi ise herhangi bir metni okurken (bir peyzajı analiz ederken) yazarının (peyzaj durumunda hâkim güçlerin) metinde neleri yok saydığı/görmezden geldiği/dâhil etmediğini belirlemektir (Öztürk, 2012). Bu bağlamda bir metin yazarının (bir politikacının, öğretmenin, çeşitli toplumsal grupların) sınıfsal, etniksel, dinsel, dilsel, cinsiyet vb. pozisyonlarının yazdığı metne etkilerini ortaya çıkarmaya çalışan bir metottur. Bu işlem tersinden de gerçekleştirilebilir. Yani bir okuyucunun okuduğu metinden anladıklarına onun cinsiyeti, sınıfı, dini, etniği, mesleği vs. ne kadar etki ettiğinin ortaya konması da yapıçözümü dâhilinde yer alır. Kaynakça Altınal, B. E. (2010). Rölativizm mi, Eleştirel Realizm mi?: Sosyal İnşacılıkta Yöntemsel ve Politik Sonuçları Olan Epistemolojik Bir Tercih. Eleştirel Psikoloji Bülteni, erişim tarihi, 03.07.2012: http://www.elestirelpsikoloji.org/arsiv/03/75-84-Altinal.pdf Appignanesi, R. and Garratt, C. (2004). Introducing Postmodernism, Icon Books, Ryston, UK. Barnes, T. & Gregory, D. (1997a). Reading human geography: the poetics and politics of enquiry”. In Barnes, T. & Gregory, D. (eds.) Reading Human Geography: the Poetics and Politics of Enquiry, Arnold, London. Barnes, T. & Gregory, D. (1997b). Grand theory and geographical practice. In Barnes, T. & Gregory, D. (eds.) Reading Human Geography: the Poetics and Politics of Enquiry, Arnold, London. Barnes, T. & Gregory, D. (1997c). Textuality and human geography. In Barnes, T. & Gregory, D. (eds.) Reading Human Geography: the Poetics and Politics of Enquiry, Arnold, London. Berry, B. J. L. (1967). Geography of Market Centers and Retail Distribution, Prentice Hall Publishing, NJ. Bennett, D. (2009). Critical Rationalism (after Popper). In Kitchin, R., Thrift, N. (eds), International Encyclopedia of Human Geography, Volume 2, Elsevier, Oxford, 369 – 378. 28 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ Bhaskar, R. (1975). A Realist Theory of Science, Leeds Books, Leeds. Bhaskar, R. (1998). The Possibility of Naturalism: A Philosophical Critique of the Contemporary Human Sciences (3rd. ed), Routledge, London. Bird, J. (1993). The Changing World of Geography: A Critical Guide to Concepts and Methods (2nd. ed.), Oxford University Pres, Oxford. Buttimer, A. (1976). Grasping the Dynamism of Lifeworld. Annual Association of American Geographers, 66: 277-92. Buttimer, A. (2009). Geography, Dialogue and European Integration. In Keane, M. & Villanueva, M. (Eds.) Thinking European(s), Cambridge Scholars Publishing, Newcastle upon Tyne. Castree, N. (2007). David Harvey: Marxism, Capitalism and the Geographical Imagination. New Political Economy, Vol. 12, No. 1, March 2007 Claval, P. (2007). Regional Geography: Past and Present (A Review of Ideas/Concepts, Approaches and Goals). Erişim tarihi: 15.04.2013 http://sgo.pccu.edu.tw/geog/chi/b/b1/chapters-culture-geog/b.pdf Cloke, P., Philo, C. and Sadler, D. (1991). Approaching Human Geography: An Introduction to Contemporary Theoretical Debates, Paul Chapman, London. Cox, K. R. (2005). From Marxist Geography to Critical Geography and Back Again”, Paper was presented as a keynote address at the annual Critical Geography Conference, Miami University, Oxford, Ohio, October 28, 2005. Erişim tarihi: 18.08.2012 http://geog-www.sbs.ohio-tate.edu/faculty/kcox/Cox9.pdf Del Casino, V. J. (2009). Social Geography: A Critical Introduction, Wiley-Blackwell, West Sussex. Deutche, R. (1991). Boy’s Town. Environment and Planning D: Society and Space, No 9, 5-30. Doğanay, H. (2011). Anlamı, Tanımı, Konusu ve Felsefesi Bakımından Coğrafya İlmi Hakkında Bazı Düşünceler. Doğu Coğrafya Dergisi Sayı 25. Ss: 1-44. England, K. V. L. (1997). Getting Personal: Reflexivity, Positionality, and Feminist Research. In Barnes, T. and Gregory, D. (eds.) Reading Human Geography: The Poetics and Politics of Inquiry, Arnold, London. Fenomen (Tarihsiz) “Fenomenoloji Nedir?” Fenomen: Felsefe Dünyası, Erişim tarihi: 12 Eylül 2012 (http://www.fenomen.org/fenomenoloji/45-fenomenoloji.html) FLSF (2012). Felsefe Web sitesi, erişim tarihi: 11 Eylül 2012 (http://www.felsefe.gen.tr/fenomenoloji_gorungubilim_nedir.asp). Flusty, S. (2005). Postmodernism. In Atkinson, D., Jackson, P., Sibley, D. & Washbourne, N. (eds.) Cultural Geography: A Critical Dictionary of Key Concepts, I.B. Taurus, London. Foucault, M. (1999). Bilginin Arkeolojisi. Birey Yayıncılık, İstanbul. Giddens, A. (1994). The Social Revolutions of Our Time. In Nash, K. (ed.) (2000) Readings in Contemporary Political Sociology, Blackwell, Oxford. Gould, P. and White, R. (1974). Mental Maps, Penguin Books, Middlesex. Gregory, D. (2000a). Positivism. In Johnston, R. J., Gregory, D., Pratt, G. ve Watts, M. (eds.) The Dictionary of Human Geography (4th ed.), Blackwell Publishers, Oxford. Gregory, D. (2000b). Critical Rationalism. In Jonhston, R. J., Gregory, D., Pratt, G. and Watts, M. (eds.) The Dictionary of Human Geography (4th ed.), Blackwell Publishers, Oxford. Gregory, D. (2000c). Phenomenology. In Jonhston, R. J., Gregory, D., Pratt, G. and Watts, M. (eds.) The Dictionary of Human Geography (4th ed.), Blackwell Publishers, Oxford. Gregory, D. (2000d). Symbolic Interactionism. In Jonhston, R. J., Gregory, D., Pratt, G. and Watts, M. (eds.) The Dictionary of Human Geography (4th ed.), Blackwell Publishers, Oxford. Gregory, D. (2000e). Structuralism. In Jonhston, R. J., Gregory, D., Pratt, G. and Watts, M. (eds.) The Dictionary of Human Geography (4th ed.), Blackwell Publishers, Oxford. Gregory, D. and Walford, R. (1989). Introduction: Making Geography. In Gregory, D.; Walford, R (eds.) Horizons in Human Geography, MacMillan Pres, London, 1-9. 29 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ Göregenli, M. (2010). Çevre Psikolojisi: İnsan Mekân İlişkileri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Haggett, P. (1965). Locational Analysis in Human Geography, Arnold, London. Harre , R. (1985). The Philosophies of Science (2nd ed.), Oxford University Press, Oxford. Hartshorne, R. (1939). The Nature of Geography: A Critical Survey of Current Thought in the Light of the Past, Association of American Geographers Publications, Pennsylvaia. Harvey, D. (1969). Explanation in Geography, Blackwell, Oxford. Harvey, D. (1973). Social Justice and the City, Edward Arnold, London. Harvey, D. (1984). On the History and Present Condition of Geography. Professional Geographer, 36, 1-11. Harvey, D. (1989). The Condition of Postmodernity: An Enquiry into the Origins of Cultural Change, Blackwell, Oxford. Harvey, D. (1996). Justice, Nature and the Geography of Difference, Blackwell, Oxford. Harvey, D. (2000). Reinventing Geography. New Left Review, No. 4 (2000), 75– 97. Harvey, D. (2004). A Geographer’s Perspective to the New American Imperalism. Erişim tarihi: 17.08.2012 http://globetrotter.berkeley.edu/people4/Harvey/harvey-con2.html HHG (2012). Handbook of Human Geography, Erişim Tarihi: 22 Eylül 2012: http://hanneby.com/2011/08/what-is-critical-rationalismdefinition-and-meaning/ Hollinger, R. (2005). Postmodernizm ve Sosyal Bilimler: Tematik Bir Yaklaşım, Paradigma, İstanbul. Hubbard, P., Kitchin, R., Bartley, B. and Fuller, D. (2002). Thinking Geographically: Space, Theory and Contemporary Human Geography, Continuum, New York. Inkpen, R. (2005). Science, Philosophy and Physical Geography, Routledge, London. Jackson, P. (1985). Urban Ethnography. Progress in Human Geography, 9, 157-176. Johnston, R. J. (1989). Philosophy, Ideology and Geography. In Gregory, D.; Walford, R (eds.) Horizons in Human Geography, MacMillan Pres, London, 48-67. Johnston, R. J. (1997). Geography & Geographers: Anglo-American Human Geography Since 1945, Arnold, London Johnson, P. & Duberley, J. (2000). Understanding Management Research, SAGE Publications, London. Kaya, İ. (2010). Değişen Sosyal ve Bilimsel Bağlam ve Coğrafyanın Sorumlulukları. İçinde Özey, R. ve İncekara, S. (eds.) Coğrafya Eğitiminde Kavram ve Değişimler, PegemA Akademi, Ankara. Keat, R. and Urry, J. (1982). Social Theory as Science (2nd edn), Routledge & Kegan Paul, London. Keeble, D.E. (1980). Industrial Decline, Regional Policy and the Urban- Rural Manufacturing Shift in the United Kingdom. Environment and Planning A, 12, 945-62. Ley, D. (1978). Social Geography and Social Action. In Ley, D. ve Samuels, M. (eds.) Humanistic Geography: Prospects and Problem, Croom Helm, Londra, 41-57. Ley, D. (2000) Postmodernism. . In Jonhston, R. J., Gregory, D., Pratt, G. and Watts, M. (eds.) The Dictionary of Human Geography (4th ed.), Blackwell Publishing, Oxford. Livingston, D. (2000). Possibilism. In Jonhston, R. J., Gregory, D., Pratt, G. and Watts, M. (eds.) The Dictionary of Human Geography (4th ed.), Blackwell Publishing, Oxford. Livingstone, D. and Withers, C. W. J. (2011). “Coğrafya ve bilim devrimi: uzay, mekân ve doğa bilgisi”, İçinde Livingstone, D.; Withers, C. W. J. (eds.) Coğrafya ve Devrim, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 29- 33. Lyotard, J-F. (2006). “Postmoderne dönüş”, İçinde Batur, E. (ed.) Modernizmin Serüveni, Alkım Yayınevi, İstanbul. Maki, U. and Oinas, P. (2004). The Narrow Notion of Realism in Human Geography. Environment and Planning A, 36, 1755-1776 30 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ Martin R. (1999). The New `Geographical Turn' in Economics: Some Critical Reflections'. Cambridge Journal of Economics, 23(1), 65-91 Massey, D. (1990). Flexible Sexism. Environment and Planning D: Society and Space, 9, 31-57. McDowell, L. (1997). Understanding Diversity: The Problem of/for ‘Theory’. In Barnes, T. & Gregory, D. (eds.) Reading Human Geography: the Poetics and Politics of Enquiry, Arnold, London. Miller, A. (2010). Realism. Stanford Encyclopedia of Philosophy. Erişim tarihi: 09.08.2012. http://plato.stanford.edu/entries/realism/ Minca, C. (2001). Postmodern Geography: Theory and Praxis, Wiley, London. Monk, J. and Hanson, S. (1982). On Not Excluding the Other Half from Human Geography. Professional Geographer, 32, 11-23. Murdoch, J. (2006). Post-structuralist Geography, SAGE, London. ODG (2004a). Strcuturalism. In Mayhew, S. (ed.) A Dictionary of Geography. Oxford University Press Erişim tarihi: 29 Ağustos 2012 http://www.answers.com/topic/structuralism#ixzz2BAdBr1wF ODG (2004b). Marxsist Geography. In Mayhew, S. (ed.) A Dictionary of Geography. Oxford University Press, Erişim tarihi: 29 Ağustos 2012 http://www.answers.com/topic/marxistgeography Özgüç, N. and Tümertekin, E. (2000) Coğrafya: Geçmiş, Kavramlar, Coğrafyacılar, Çantay Kitabevi, İstanbul. Öztürk, M. (2007). Coğrafya: Gelişimi, İçeriği, Eğitimi. İçinde Karabağ, S. ve Şahin, S. (eds.) Kuram ve Uygulamada Coğrafya Eğitimi, Gazi Kitapevi, Ankara. Öztürk, M. (2009). Mekân Algısı. İçinde Safran, M. (ed.) Tarih Nasıl Öğretilir? Yeni İnsan Yayınları, İstanbul. Öztürk, M. (2012). Coğrafya Öğretmenlerinin Postmodern Coğrafya Algıları. Eğitim ve Bilim, Cilt 37, Sayı 166, 261-273. Palmer, D. D. (1997). Structuralism and Poststructuralism for Beginners, Writers and Readers Publishing, London. Peet, R. (1985). An Introduction to Marxist Geography. Journal of Geography, Volume 84, No 1, 5-10. Peet, R. (2011). İktidarın Coğrafyası: Küresel Ekonomi Politika Nasıl Yaratıldı (çev. Oktay Etiman; Bülent Göktaş), Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara. Peet, R.; Thrift, N. (1989). Political Economy and Human Geography. In Peet, R.; Thrift, N. (eds.) New Models in Geography, Unwin Hyman, London, 3 -29 Pérouse, J. F. (2012). Türkiye’de Coğrafyanın Yansımaları (Çev: Nuri Yavan & Sengün Acar). Coğrafi Bilimler Dergisi, 10 (1), 1-8. Popper, K. (1972). Objective Knowledge, Oxford University Press, Oxford. Poster, M. (1989). Critical Theory and Post-structuralism: In Search of a Context, Cornell University Pres, Ithaca. Pratt, A. G. (2000a). Feminism. In Jonhston, R. J., Gregory, D., Pratt, G. and Watts, M. (eds.) The Dictionary of Human Geography (4th ed.), Blackwell Publishing, Oxford. Pratt, A. G. (2000b). Post-structuralism. In Jonhston, R. J., Gregory, D., Pratt, G. and Watts, M. (eds.) The Dictionary of Human Geography (4th ed.), Blackwell Publishing, Oxford. Relph, E. (1976). Place and Placelessness, Pion, London. Rhoads, B. L. and Thorn, C. E. (1994) Contemporary Philosophical Perspectives on Physical Geography with Emphasis on Geomorphology. Geographical Review, 84(1), 90-101 Roberts, M. (2001). Realistic Spatial Abstraction? Marxist Observations of a Claim within Critical Realist Geography. Progress in Human Geography, 25(4), 545-567 Rojek, C. (1995). Decentring Leisure, SAGE, London. Rose, G. (1993). Feminism and Geography, University of Minnesota Press, Minneapolis. 31 JEE ISSN 2146-2674 Volume 3 Issue 1 2013 Öztürk & Karadağ Sala, M (2002). Theory and Methods in Geography. Geography, 1, 1-7. Erişim Tarihi: 19 Ağustos 2012, http://www.eolss.net/Sample- Chapters/C01/E6-14-01-02.pdf Sayer, A. (1984). Method in Social Science: A Realist Approach, Routledge, London. Sayer, A. (1997). Realism and Geography. In Barnes, T.; Gregory, D. (eds.) Reading Human Geography: the Poetics and Politics of Enquiry, Arnold, London. Sayer, R. A. (1976). A Critugue of Urban Modelling: From Regional Science to Urban and Regional Political Economy. Progess and Planning, 6, 3-14. Saussure, F. (1998). Genel Dilbilim Dersleri, (Çev. Berke Vardar), Multilingual, İstanbul. Scott, A.J. (1991). Flexible Production Systems: Analytical Tasks and Theoretical Horizons & A Reply to Lovering. International Journal of Urban and Regional Research 15, 130-34. Smith, N. (2000). Marxist Geography. In Jonhston, R. J., Gregory, D., Pratt, G. and Watts, M. (eds.) The Dictionary of Human Geography (4th ed.), Blackwell Publishing, Oxford. Taş, İ. (2008) Zihin Haritaları, Harita Okuma Becerisi ve Görselleştirme. İçinde Özey, R.; Demirci, A. (eds.) Coğrafya Öğretiminde Yöntem ve Yaklaşımlar, Aktif Yayıncılık, İstanbul. Tuan, Yi-Fu (1977). Space and Place: The Perspective of Experience, The University of Minnesota Press, Minneapolis. Tuathail, Ó. G. (1998). Thinking Critically About Geopolitics. In Tuathail, Ó. G., Dalby, S. and Routledge, P. (eds.) The Geopolitics Reader, Routledge, London. Wilson, A. G. (1972). Theoretical Geography: Some Speculations. Transactions, Institution of British Geographers 57: 31-44. Yavan, N. (2005a). Bilim Felsefesi Bakımından Coğrafyada Positivist Yaklaşım. Ulusal Coğrafya Kongresi (Prof. Dr. İsmail Yalçınlar anısına) 29-30 Eylül 2005, Bildiri kitabı, İstanbul. Yavan, N. (2005b). SCI ve SSCI Bağlamında Türkiye’nin Coğrafya Biliminde Uluslararası Yayın Performansının Karşılaştırılmalı Analizi: 1945-2005. Coğrafi Bilimler Dergisi, 3 (1), 27-55. Yeung, H. W. (1997). Critical Realism and Realist Research in Human Geography: A Method or a Philosophy in Search of a Method? Progress in Human Geography 21, 1 (1997) pp. 51-74 32
Benzer belgeler
Bilim Olarak Coğrafya ve Evrimsel Paradigmaları
coğrafya tarihi yazılabilir. Ancak coğrafyanın değişimi basit bir şekilde kronolojik bir tarzda da ele
alınabilir. Bu kronolojik yaklaşımda hangi dönemde hangi düşüncelerin/paradigmaların ön plana
...