Çevre İllere Patriot Yerleştirilen
Transkript
Çevre İllere Patriot Yerleştirilen
Cemaat’ın Cılkı, Erdoğan’ın Çarkı, ERBAKAN’IN FARKI AHMET AKGÜL 2 İÇİNDEKİLER Önsöz: Kuklaların Atışması, Hükümet Cemaat Çatışması ............................................................. ..4 Milli Çözüm Ekibinin Kafa Yapısı ve Bilgi Kaynağı Ayetlerle Döneklik Siyaseti ve İsrail’in Türkiye Stratejisi ................................................................. …..18 Cemaat-Hükümet Kavgası: Rabb Rızası mı, Rant Hesabı mı? ...................................................... …..31 Fetullah Gülen’in Yahudi Aşkı ve Sn. Recep Erdoğan’ın Şaşkınlığı ............................................... …..38 AKP'nin ve Cemaatin Ortak Tahribatları ve Gezi Kışkırtmalarının Perde Arkası Diyarbakır Buluşması ve Hükümet-Cemaat Kapışması ......................................................................... 45 Erdoğan’a İnanmak, Amerika’ya Aldanmaktır! ....................................................................................... 52 Gezi Kışkırtmaları ve Erdoğan'ın Palavraları! ........................................................................................ 57 Gezicilerin Haltı, AKP’nin Rantı! ............................................................................................................ 66 Cemaat ve İktidarın Ortak Tahribatları .................................................................................................. 74 Fetullah Hoca Niye Erdoğan’a Hakaret Yağdırmıştı? ............................................................................ 82 Suriye Tuzağı ve Hükümet-Cemaat Kapışması: “Tencere Dibin Kara, Seninki Zift Katran!” ................. 88 AKP Dağıtılacak; CHP+Cemaat Koalisyonu mu Kurulacaktı? ............................................................... 93 ABD’nin Mısır Üzerinden Türkiye Mesajları Recep Bey’in ve Gülen’in Son Çırpınışları ...................... 101 Darbeler mi, Yoksa “Demokrasi Derebeyliği” mi Daha Tahripkârdı? ................................................... 108 “Siyonizm’in; Öcalan’la da, Erdoğan’la da İşi Tamamlanmıştı!” .......................................................... 124 AKP ve Cemaatle İlgili Tenkitlerimiz Milli ve Manevi Mesuliyetimiz İcabıdır ........................................ 131 Abdülhamit, Mustafa Kemal ve Erbakan'ın Milli Tavırları Cemaat’ın Çılkı, Erdoğan'ın Çarkı, Erbakan'ın Farkı .......................................................................... 141 IMF Palavrasının Aslı: Erbakan Yaptı, Erdoğan Sattı! ...................................................................... .147 Rahmetli Erbakan'ı Önlemek İçin, Diğer İslamcı Hareketlerin Desteklenip Öne Çıkarılması ............ 154 Açılım Senaryolarına Erbakan’ı Bulaştırma Sahtekârlığı ..................................................................... 161 Abdülhamit, Atatürk ve Erbakan’ın Ortak Tarafları ve Ilımlı İslamcıların Çifte Standardı ................... 168 Atatürkçülük ve Milli Görüşçülük Çok mu Aykırı? ............................................................................... 179 Milli Mücadelenin ve Milli Görüşün Ortak Amacı .................................................................................. 192 İslam Düşünceli, Müspet Milliyetçi ve Erbakan Takipçisi Olmak ........................................................ 201 Milli, Görüş'ün Marazlı Takımı ve Erbakan'ın Tarihi Atılımları Başbakan’ın Tutarsızlıkları ve İslam Süfyanı ...................................................................................... 209 Erbakan Devrimi Devam Ediyor: Tarihi Devran Yakındır! ................................................................... 214 Siyonizmin Son Çırpınışları ve Erbakan Korkuları Soner Yalçın'ın "ERBAKAN" Kitabı: İltifat Kılıflı İftiraları .................................................................... 222 Türkiye'nin Son Şansı ve Erbakan'ın Memleket Sevdası ................................................................... ..231 Sonsöz: Suriye'nin Karıştırılması ve Büyük Hesaplaşmanın Yaklaşması ..................................... 237 Ahmet Akgül ve Kitapları ............................................................................................................... ..246 3 “Din istismarı yapanlar ve dünyalık kazanmak için kutsalını pazarlayanlar; parasıyla fuhuş yapan kadınlardan ve karısını-kızını satanlardan daha aşağı ve bayağı mahluklardır. Açıkca Dine ve İlahi düzene düşmanlık yapanlar ise, insan suretli şeytanlardır” Hz. İsa (AS) (Barnabas İncilinden) Okumayan cahil, anlamayan gafil, öğrenip uygulayan ise kâmil insandır. Doğruları ve yararlı olanları yazanlar ve yayınlayanlar, toplumun olgunlaşmasına ve onurlu yaşamasına en önemli katkıyı sunmaktadır. 4 ÖNSÖZ Kuklaların Atışması Veya HÜKÜMETLE CEMAATIN ÇATIŞMASI Yolsuzluk Operasyonuyla Lağımlar Deşiliyordu! AKP’li dört bakanın oğullarının, belediye başkanlarının, yandaş iş adamlarının, banka patronlarının ve yüksek bürokratların da aralarında bulunduğu yaklaşık 70 (yetmiş) kişinin yüz milyonlarca dolarlık hırsızlıklara bulaştıkları, haksız ve haram kazanç sağladıkları, devleti ve milleti büyük zararlara uğrattıkları iddialarıyla ilgili yolsuzluk operasyonları başlayınca, üzeri dindarlık ve demokratlıkla sıvanan lağımlar ortalığa saçılmıştı. Hükümet kendisine “siyasi komplo” hazırladığı palavralarına sığınmaya çalışmış, Cemaat ise cuntacılık oynamaya kalkışmıştı. Her iki oluşumu da önce bir araya getirip, Milli Görüş’e hıyanet karşılığı iktidara taşıyan, şimdi de biri birine kışkırtıp iki tarafı da dengeleyip dizginlerini elinde tutan aynı odaklardı. Genç neslin eğitim ve öğretimine ağırlık veren manevi bir hizmet rehberi değil de, sanki uluslararası bir istihbarat şefi ve cunta lideri gibi davranan Fetullah Gülen ve takımı da; bunca soygunlarını ve yolsuzluklarını, mağduriyet edebiyatı ve komplo tezgâhıyla örtmeye çalışan AKP iktidarı da, artık ülkemiz için en öncelikli ve tehlikeli sorun halini almıştı. Ancak yüzde beşlik kısmı oluşturan Cemaatin ve Hükümetin üst yönetim kadroları dışındaki talebe ve takipçilerinin büyük çoğunluğu iyi niyetli ve istikametli insanlarımızdı. Ama artık bunların da uyanmaları, ülkemize yönelik tezgâhların farkına varmaları lazımdı. AKP’nin iz’an ve insaf sahibi Milletvekillerinin ve teşkilat üyelerinin hemen ayrılıp, Muhalefetin vicdan ehli vatanseverleriyle birlikte yeni bir Milli Çözüm Hükümeti kurmaları ve ülkemizi yaklaşan kaostan kurtarmaları lazımdı ve bu belki de hepimizin son şansıydı. Artık CEMAAT=CIA+MOSSAD olduğu, Hükümetin ise şahsi ikbal ve iktidar hırsına ve Haçlı AB’ye kuyruk olma hatırına, maalesef milli ve manevi duyarlılıklardan soyunduğu açıktı. Mustafa Kemal’in “Gençliğe Hitabe”sini okumanın ve sorumluluklarımızı kuşanmanın tam da zamanıydı. Eğer Sn. Başbakan ve kurmayları kendi yakınlarının, yandaşlarının ve bürokratlarının bütün bu hırsızlık ve haksızlıklarından ve polis Müdürlerinin komplo hazırlıklarından haberdar oldukları halde, bunlara izin vermişlerse kendileri de suç ortakları sayılırdı. Yok eğer “hiç ilgimiz ve bilgimiz olmadı” diyorlarsa kendileri şuurlu ve sorumlu bir iktidar değil, sadece “vitrin kuklaları” konumundaydı. Suçluları yakalamak ve hesap sorulmasını sağlamak yerine, operasyonları yürüten Valileri, Emniyet Müdürlerini ve Polis şeflerini görevden alıp, sanki rezaletlerin üstünü kapatıyor ve kendilerini bu şekilde aklamaya çalışıyor gibi davranmak, yoksa suçüstü yakalanmanın telaşı mıydı? Hükümet ve Cemaatin din ve devlet tahribatına dikkat çektiğimiz gizli ve kirli ilişkilerini irdelediğimiz için MİLLİ ÇÖZÜM Ekibini “Ergenekon’un Dinci Kanadı” diye yaftalayıp, bizi suni ve sinsi tezgâhlarla tutuklatıp, Fetullahcı ve AKP yandaşı medyada aleyhimize aylarca linç kampanyası başlatıp… Daha önce yüzlerce komutanımıza, subayımıza ve aydınımıza böylesi bahanelerle sataşıp ve içeri aldırıp; “Ülkenin bağırsaklarını temizliyoruz” şeklinde sahte kahramanlık pozları atanların akıbetlerinin böyle olacağı açıktı ve ilahi adalet elbette yerini bulacaktı. Giderek horoz kavgasına ve Hacivat’la Karagöz kapışmasına dönüşen Hükümetle Cemaat çatışması, tarafların tıynetini ve etkinlik rekabetini yansıtmaktaydı. “Kendi kuklalarını kapıştırarak onları dengeleyip daha rahat ve rantabl kullanmak” Yahudi 5 Lobilerinin klasik bir kuralıydı. İrtibat ve ittifakları gibi, ihtilaf ve itirazları bile, küresel güç odaklarının talimatıyla şekillenen, sadece şahsi etkinlik, yetkinlik ve zenginlik konusunda özel ve yerel projeler üretebilen Cemaat’in, Fetullah Gülen’in vicdani kanaat ve kararlarıyla yönlendirildiğini sanmak elbette saflıktı. Dershaneler savaşı yüzünden Cemaate: “İsrail hizmetcisi, ABD işbirlikçisi” demeye başlayan ve doğruları yansıtan AKP yalakalarına hatırlatmak lazımdı: 11 yıldır aynı Fetullahcılarla birlikte yaptığınız tahribatların hesabı kimden sorulacaktı? Bütün talebeleri, takipçileri, bunların aileleri ve yakın çevreleriyle taş çatlasa ancak %0,3’lük bir taraftar kitlesine… Bu oluşumun kendi sinsi hesapları doğrultusunda kullanan menfaat grupları, istismar odakları ve diğer bütün çarpanlarıyla ancak %1’lik bir oy potansiyeline sahip Cemaati, daha yüksek oranlarda gösterip yerel seçimler öncesi Hükümeti hizaya sokmak hesapları yapılmakta, açılım ve Yeni Anayasa konusunda daha cesur(!) adımlar atmaya zorlanmaktaydı. Onursal başkanlığını Fetullah Gülen'in yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, kamuoyunda sözde 11 maddelik yanıtı böyle okumak lazımdı. Hizmet Hareketi hakkında gündeme getirilen konularla ilgili açıklamada; son dönemde medyada Gülen Cemaati aleyhine yapılan karalama ve yanlış bilgilere dayalı yönlendirme kampanyalarına dikkat çeken Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, “vesile olduğu hizmetlerle 150'ye yakın ülkede takdir gören Hareket'in bugüne kadar hiçbir yerde, hukuk, demokrasi ve insan haklarına zıt bir tavrın içerisinde olmadığını vurgulayarak” desteğini aldıkları küresel odaklarla rakiplerini korkutmaya mı çalışmaktaydı? İşte Fetullahçıların bildirisindeki yalanlar ve yanlışlar: 1. iddia: “Gezi parkı eylemlerinin arkasında Hizmet Hareketi vardı.” “Hizmet Hareketi, insanların şiddete başvurmayan barışçıl protesto hakkına demokrasiye saygının gereği karşı değildir. Ancak, bu tür protestoların istismara açık olmaları sebebiyle Hizmet, kendisine gönül vermiş olanların bu tür protestolara katılmalarını teşvik etmez. Protestoların tamamen çevreci duyarlılıkla ve barışçıl olduğu ilk günlerde, üstelik hükümete yakın çevrelerden de olmak üzere toplumun her kesiminden bireylerin katıldığı bu protestoya, Hizmet’e sempati duyan bazı kimselerin çevreci duyarlılıklarla ve kendi şahsi iradeleriyle ilk günlerde olumlu bakmış olmaları, topyekûn Hizmet Hareketi’nin bir tür komplo içinde olduğu anlamına gelmez. Nitekim eylemcilere ‘çapulcu’ denmemesi gerektiğini belirttiği konuşmasında Onursal Başkanımız Sayın Fetullah Gülen, masum taleplerle başlayan eylemin daha sonra bazı art niyetli çevreler tarafından istismar edildiğinin ve bazı uluslararası medyanın da olumsuz algılanacak bir tavır içinde olduğunun altını çizmiştir. Gezi eylemlerinin en başındaki çevre duyarlılığına hak veren ve göstericilere karşı ilk günlerde alınan sert tutumla ilgili her çevreden tepkiler olmuştur. Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘Sandık her şey değildir’, Başbakan Vekili Bülent Arınç’ın ‘özür dileriz’, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in ‘Mesaj alındı’, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın ‘Bütün muhalefeti birleştirdik’, Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’ın New York Times gazetesindeki yazısında Gezi Parkı eylemleri ‘Çoğulculuğun ve demokrasinin bir yansıması’ olarak tasvir etmesi ve son olarak AK Parti Milletvekili Prof. Dr. İdris Bal’ın Gezi olaylarına ilişkin raporundaki ‘Hükümetin Gezi olayında stratejik hata yaptığı’ tespiti Hizmet’in bu konuya yaklaşımından farklı değildir.” Yanıtı, iddiaları yalanlamaktan ziyade doğrular bir yaklaşımdır. Bu sözler “Gezi eylemleri masum ve makul amaçlarla başladı, dış güçler ve faiz lobileri kışkırttı gibi komplo teorileri yanlıştı ve Erdoğan’ın kırıcı ve kızıştırıcı tavrı olayları çığırından çıkarttı” anlamı taşımaktadır. 2. iddia: “Gezi Eylemcilerini Hizmet’e yakın savcı ve hâkimler tutuklamayıp salıvermiştir.” 6 “Bütün savcı ve hâkimler kamu görevlisi olup HSYK’nın yetkilendirme ve denetimine tabidir. Şayet yapılan görevin ifası konusunda yanlışlıklar varsa, sorumluluk Adalet Bakanlığı ve HSYK’ya aittir” sözleri bunların kaypak ve istismarcı tavrını ortaya koymaktadır. Çünkü etki altına aldıkları bürokrat ve yargıçların hukuk dışı tasarruflarının kârını Cemaat, şayet ortaya çıkarsa zararını Hükümet çekmiş olacaktır. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın: “Kaldı ki, son dönemde medyada sıklıkla yer alan bazı haber ve yazılar sayesinde Hizmet’e yakın olduğu iddia edilen yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği de kamuoyunun bilgisi dahilindedir. Ergenekon davalarını gayrimeşru hale getirmek için yakın geçmişte vesayetçi çevrelerin dillerine doladığı ‘Cemaatçi yargı’ ithamının, şimdi (Erdoğan’a yakın A.A.) başka çevreler tarafından gündeme getirilmesi ve bunların bir tepki görmemesi de son derece düşündürücüdür.” Sözleri ise, itiraz görünümlü bir itiraftır ve Cemaat suçüstü yakalanmıştır. a) “Hizmete yakın Yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği kamuoyunun bilgisi dâhilindedir” ifadeleri, Cemaate yakın ve yatkın yargı mensuplarının…. Cemaatle irtibatlı olan Hâkim ve savcıların varlığını itiraf ve ikrardır. b) Demek ki Cemaat ile Hükümet kavgası da yaşanmakta ki, yukarıdaki itiraflara göre, hükümet Cemaatçi yargı mensuplarını tasfiye edip etkisiz bırakmıştır. c) Bu açık ve net beyanlar “Şecaat arz ederken sirkatini söylemek - yani kahramanlık taslarken hırsızlığını deşifre etmek” cinsinden bir ahmaklıktır ve tabi “Cemaatçi Yargı mensuplarının” varlığının kuru bir iddia ve iftira değil gerçek olduğunun ifşası ve ispatıdır. d) Bu noktada, asıl sorun ve Türkiye için acil durum; Bir savcı ve hâkimin hukuka, kanunlara ve vicdanına göre değil de, herhangi bir cemaate, tarikata, partiye veya imtiyazlık kesime yakın olması, dolayısıyla bunlara karşı olanlara da peşinen önyargılı bulunması, hukuken yasak, vicdanen sakat ve ahlaken zaaftır ki, bu ülkemizdeki adalet sisteminin iflası anlamındadır ve baş suçlusu da Cemaattir. Ve acaba Cemaatin, kendilerini himayesine alan ve Fetullah Gülen’ce sığınılan ABD derin devleti (Yahudi Lobileri) ve küresel fitne merkezleri sayesinde böylesine palazlanıp şımardığı” yolundaki tartışmalar böylece haklılık mı kazanmaktadır? Şimdi soralım: • Hani yargıda, emniyet teşkilatında ve diğer devlet kurumlarındaki Cemaat yapılanması iftiraydı? • Hani bu yapılanma nedeniyle, iktidarın kendi yetki alanının daraltılmasına karşı çıkması ve Fetullahçıları tasfiye çabası yalandı? • Hani Cemaat, iktidarın yetki sınırlarına karışmaz ve tasarruflarından gocunmazdı? • Hani Cemaatin siyasi hedefleri ve ABD adına sisteme müdahil olma gayretleri olamazdı ve bunlar kasıtlı ve asılsız iddialardı? 3. iddia: “Hizmetle bağlantılı polisler, eylemcilerin çadırlarını yakarak ve Gezi eylemlerine sert müdahale ederek eylemlerin büyümesini sağladı.” “Nitekim olayların ilk başladığı andan itibaren bütün müdahale talimatlarının Hükümet’ten geldiği ve çadırları belediye zabıtasının yaktığı daha sonra ortaya çıkmıştır. Başbakan Sayın Erdoğan da emniyet güçlerine talimatları kendisinin verdiğini ifade etmiş, emniyet güçlerine destek çıkan açıklamalar yapmış ve nihayet onları olaylardaki performanslarından dolayı ödüllendirmiştir.” Tespitleri, Gezi olaylarında iktidarı ve özellikle Başbakan Erdoğan’ı kusurlu, hatta suçlu ve sorumlu gösterme çabalarıdır. Şu anda Recep T. Erdoğan’ın şahsi marka değeri, AKP’nin kurumsal rağbetinin bile çok üzerine çıkmış durumdadır. Bu ise dış güçlerin memnun kalmadığı, Başbakan’ın kontrolden çıkması ihtimalini taşıdığı için kaygılandığı bir sonuç olmaktadır. Yani, ABD ve AB’yi kullanan dış 7 güçler (Yahudi Lobileri) kendi elleriyle yeni bir Frankeştayn ortaya çıkarma sorunuyla karşı karşıyadır. İşte Fetullah Gülen üzerinden ve Cemaat örgütlenmesiyle, Recep T. Erdoğan’ı dizginleme ve disiplinize etme çabaları bu nedenle yoğunlaşmıştır. Recep Bey’in popülaritesinin ve aşırı güç ve güven zehirlenmesinin törpülenmemesi ve dengelenmemesi halinde, Hitler misali handikaplar yaşanacağından kuşku duyulmaktadır. Fetullahçı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının 11 maddelik açıklamasını medyadan öğrendiğini söyleyen Başbakan Erdoğan’ın: “Bu tür hatırlatmaların gazeteler aracılığıyla yapılmasını doğru bulmadığını” belirtmesi, “Cemaatin arkasındaki güç odaklarının Yazarlar Vakfı üzerinden gönderdikleri uyarı mesajlarını aldığını, adımlarını ona göre ayarlayıp atacağını, ancak bu tavsiyelerin kamuoyuna yansıtılmadan direk kendisine yapılması ve karizmasının yaralanmamasının daha iyi olacağını” vurgulama kasıtlıdır. Çünkü ucuz kahramanların öyle “Allah rızası, ahret hazırlığı, ülke çıkarı, milletin yararı” gibi dertleri yoktur; tek düşünceleri makam ve koltukları ve suni karizmalarıdır. 4. iddia: “Cemaat Mısır’daki darbeye karşı çıkmıyor.” “Mısır’da meşru ve seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı yapılan müdahale bir darbedir ve hiçbir şekilde tasvip edilmesi düşünülemez. Fetullah Gülen Hocaefendi, Mısır’daki olaylar üzerine bir konuşma yapmış ve açıkça ‘Demokrasi bir kere daha darbe yedi’ demiştir.” Doğru, Erbakan’ın Refah-Yol Hükümeti aleyhine açıkça kampanya başlatan ve 28 Şubat darbe değirmenine su taşıyan Fetullah Gülen’in, şimdi demokrasi kahramanı kesilip Mursi’ye sahip çıkması, sığındığı ve sahip çıkıldığı ABD derin devletine rağmen olamayacağına göre, acaba bu tavrının altında hangi sinsi hesaplar ve talimatlar yatmaktaydı? Yoksa Mısır’ın fiilen parçalanması için bir iç savaş çıkarılması, bu nedenle birilerinin General Sisi’yi alkışlarken, birilerinin de Mursi’yi ve İhvan’ı Müslümin’i kışkırtması mı planlanmıştı? Daha önce Mavi Marmara saldırısında açıkça İsrail’in küstahlık ve katliamını haklı gören Fetullah Gülen’in bu demokrasi kahramanlığı başka nasıl yorumlanırdı? Şimdi dış güçlerin ve hıyanet cephesinin bütün gayesi ve gayreti; İhvanı silah kullanmaya mecbur bırakıp kendilerine-darbecilere mazeret ve meşruiyet kazandırmaktır. Hatta Mursi yanlılarının bazı polis karakollarını basıp silahlarına el koydukları ve nefsi müdafaa cinsinden, gerekirse silah kullanacakları yolundaki haberler, asıl korktuğumuz iç savaşı başlatacak ve Mısır’ı parçalanmaya taşıyacaktır. Yani Sisi’nin darbeye destek için halkı sokaklara çağırması kadar, Mursi’nin, haklı bile olsa, taraftarlarını direnişte inatlaştırması, sonuçta maalesef Siyonistemperyalist merkezlerin sinsi hesaplarına zemin hazırlamaktadır. Oysa Mısır’da yapılması gereken, bu kavga ve kaos ortamından bir an evvel çıkılması, adil ve milli bir anayasanın derhal hazırlanıp, özgür seçimlere varılmasıdır. Yoksa, güya Müslümanlar El-Kaide gibi radikalleşip aşırılığa kaymasın diye, demokratikleşip siyaset ve seçimlere katılmasını isteyen batı, işte bu yolu tercih eden İhvanı Müslimini, Türkiye’de Milli Görüş Hükümetini darbe ile devre dışı bıraktıkları ve şimdi Suriye’de El-Kaide’ye bizzat silah sağlayıp kışkırttıkları gibi, yarın bir iç savaş patlayınca, birbirlerini kırsınlar ve meydanı İsrail’e bıraksınlar diye, İhvan mensuplarına da Amerika ve Avrupa silah sağlamaktan sakınmayacaktır. Temelde yularları ABD Yahudi Lobilerine bağlı olan iktidar ve yandaşlarının, darbe karşıtı ve Mursi taraftarı rolü oynamalarının, aslında bu kamplaşmayı kanlı bir hesaplaşmaya dönüştürme ve sonunda Mısır’ı bölüştürme planlarına, ucuz kahramanlık kılıflı bir figüranlık olduğu açıktır. Yani “Oh be, Müslümanları devre dışı bıraktı, Şeriatçıları kaçırdı!” diye Mısır’da darbeleri alkışlayan bizdeki Darwinist Ulusalcılarla, girmek için can attıkları AB (ve ABD) tanrıları darbeyi desteklerken kendileri demokrasi havarisi kesilip Mursi’ye arka çıkan iktidar ve yandaşları, görünüşte aykırı cephelerde, ama gerçekte aynı Siyonist hedeflere hizmet mi sunmaktadır? Kahire’deki meydanlarda gasp edilen haklarına sahip çıkmaktan başka günahı bulunmayan 8 silahsız ve savunmasız insanların üzerine tanklarla, makinalılarla saldırıp yüzlercesini katleden, binlercesini yaralayan zalimlerin bu vahşeti bile, aslında aklı ve vicdanı terk edip, izan ve insafı bırakıp, halkı kardeş kavgasına ve intikam duygusuna kaptırma provokasyonlarıdır! Bu katliamlar sonucu Mısır’daki darbe hükümetinde çatlaklar oluşup, Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve askeri yönetimin meşruiyet yaması Muhammet Ali Baradey bile istifa edip ayrıldığı halde, sözde Mursi destekçisi ve demokrasi havarisi AKP hükümetinin, büyükelçisini geri çağırmayı en sona ertelemesi ve Cuntayı tanımama gayreti bile göstermemesi, münafıklık ve riyakârlığın daniskasıydı. Oysa Suriye’deki karışıklık bahanesiyle büyükelçilerini derhal geri çekmiş bulunuyorlardı. “Eh, ne yapsın, bunlar talimatla çalışan, emir kullarıydı!” denilemeyeceğine göre bu çifte standart tavrı niçin takınılmaktaydı? İsrail’in sinsi kışkırtması! “İsrail’in, darbeci General Sisi’nin başında bulunduğu Mısır ordusunun askeri operasyon için Sina’ya girmesine izin verdiği” iddiaları bile yalan bir propagandadır ve Mısır’daki kamplaşmayı keskinleştirip iç savaşı kızıştırma propagandasıdır. İsrail Kanal 2 televizyonunun haberine göre İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu Mısır ordusunun Sina’ya girmesine izin verdiği açıklaması bu amaçladır. Mısır ve İsrail tarafından bu konuda henüz resmi bir açıklama yapılmamıştır. İsrail Mısır arasında Sina’nın askerden arındırılmış bölgesine operasyon yapabilme anlaşmasını 1979 yılında imzalamışlardı. Bu arada İsrail hükümeti, 26 Filistinli esiri serbest bırakmıştır. Özgürlüklerine kavuşan Filistinliler, Gazze ve Batı Şeria’da coşkuyla karşılanmıştır. Yaklaşık 20 yıldır hapishanelerde bulunan tutukluların Ayalon hapishanesinden gece yarısı otobüslerle çıkarılmıştır. Filistinlilerin serbest bırakılması, tarafların, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin arabuluculuğuyla başlayacak müzakereler kapsamındaki anlaşma gereği yapılmıştır. 5. iddia: “Alternatif iktidara giden yol Pennsylvania’dan geçer. İktidara alternatif arayanlar gidip Gülen ile görüşüyor.” “Toplumun her kesiminden insanın saygı duyduğu bir sivil kanaat önderinin insanlar tarafından ziyaret edilmesinin alternatif bir iktidar arayışı olarak sunulması ve böyle bir algı oluşturma çabasına girilmesi hem yanlış hem yanıltıcıdır.” Beyanı abartılı bir yalandır ve riyakârlıktır. Örneğin bizler ve nice şuurlu ve onurlu kesimler: • Yüce Dinimizi ılımlaştırıp yozlaştırdıkları, “Şeriatsız ve cihatsız bir İslam ve emperyalizmle uyumlu Müslüman” hazırladıkları • Bakara: 120, Maide: 51-52, Mücadele: 22, Mümtehine: 1 gibi onlarca ayeti kerime ve hadisi şeriflerle kesinlikle yasaklandığı halde Siyonist Yahudi odaklar ve emperyalist Haçlılarla gizli ve kirli ilişkiler başlattıkları • Münafıkların sinsi faaliyetlerini ve tahripçi fikirlerini aynen taşıdıkları • Ve ülkemizin parçalanmasına yol açacak açılımlara ve TSK’yı yıpratma çabalarına destek çıkmaları ve demokrasi kılıflı demokratur rejimine mazeret ve meşruiyet kazandırmaları nedeniyle biz Allah için, Cemaatin tahrif ve tahribatını sevmiyoruz ve saygı duymuyoruz. “Hayatı boyunca toplumun her kesimiyle diyaloga açık olmuş ve kapısını herkese açık tutmuş olan Sayın Gülen’in…..” iddiaları da asılsızdır, gerçeğin saptırılmasıdır. Örneğin Sn. Fetullah Gülen Rahmetli Necmettin Erbakan’la ve Milli Görüş Hareketiyle asla diyaloga yanaşmamış, en haklı ve hayırlı amaç ve icraatlarına bile kesinlikle arka çıkmamış, tam aksine her fırsatta çelme takmaya çalışmıştır. Ve bunların çoğu bizzat kendi itiraflarıdır. Oysa Erbakan’a ve Milli Görüş davasına; Başta Siyonist ve Haçlı Merkezler, tüm Barbar Batılı güçler, Masonik mahfiller, faizci ve rantiyeci kan emiciler, bütün İslam düşmanı kesimler, ahlak ve maneviyat mahrumu çevreler de şiddet ve nefretle karşıydı! Sn. Fetullah Gülen’in ve Cemaatinin bunların safında yer almasının sebebini ise 9 aklı ve vicdanı olanlar artık araştırsın ve anlasındı. 6. iddia: “Hizmet, bürokrasi üzerinden vesayet kurmak ve iktidara ortak olmak istiyor.” “Demokratik bir sivil toplum hareketi olan Hizmet Hareketi’ni, iktidar üzerinde vesayet kurmak ve iktidara ortak olmakla suçlamak açıkça abesle iştigaldir.” Sözleri tam bir palavradır. Çünkü “demokratik ve sivil toplum hareketlerini güçlendirip, onlarla işbirlikçi iktidarları denetleyip yönlendirmek Siyonist merkezlerin bir planıdır. Ve zaten Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı: “Seçilmiş meşru iktidarların her an denetim ve gözetimi, Türkiye’nin üye olmak istediği Avrupa Birliği normları çerçevesinde, katılımcı demokrasinin en tabii bir gereğidir. Toplum, bu hak ve hatta sorumluluğu sivil toplum örgütleri, muhalefet partileri ve özgür ve eleştirel medya aracılığıyla yerine getirir.” İfadeleriyle bu gerçeği açığa vurmaktadır. Ve hemen ardından: “Ancak, geçmişten bugüne olageldiği gibi, ‘vesayet oluşturma’ ve ‘iktidara ortak olma’ iftiralarıyla, bürokratik katmanlarda belli toplumsal kesimlerin tasfiye edilmesi ve dışlanması amacı varsa, bu hukuk ve demokrasinin en temel ilkelerine aykırıdır. Halkın iradesiyle seçilmiş iktidarların idari tasarruflarına tabii ki saygılı olunmalıdır; ancak yaygın iddialara göre, insanların Hizmet Hareketi’ne nispet edilerek anayasal bir suç olan fişlenmesi ve sonra da tasfiye edilmesi demokratik değildir.” sitemleriyle bu özel görevlerinin gereği olarak iktidar uyarılmakta ve bir nevi şantaj yapılmaktadır. 7. iddia: “Hizmet, Kürt sorununun çözümü sürecine karşı.” “Onursal başkanımız Gülen’in fikir ve tavsiyeleriyle ilham verdiği Hizmet Hareketi çözüm sürecini en başından beri desteklemiştir. Sayın Gülen’in, hem çözüm sürecinin çok öncesinden, hem de çözüm süreci başladıktan sonra yaptığı açıklamalar çok açıktır, nettir ve hükümetin Kürt sorununun çözümü konusunda bugüne kadar takip ettiği çizginin ilerisindedir. Bunu çeşitli sohbetlerinde ve en son Erbil’de yayımlanan Rudaw gazetesine verdiği röportajda da açıkça ortaya koymuştur. Sözgelimi, zikredilen röportajda Gülen, anadilde eğitim konusunun bir insan hakkı olduğunu ve siyasi pazarlık konusu yapılamayacağını net dille ifade etmiştir. Vakfımız, Kürt sorunu ile ilgili bugüne kadar Diyarbakır ve Erbil şehirleri de dahil olmak üzere pek çok toplantı yapmıştır. Hizmet gönüllülerinin açmış olduğu okullar, Irak Kürdistan’ında zaten 20 yıldır Kürtçe eğitim yapmaktadır. Türkiye’nin ilk yasal özel Kürtçe televizyonu da yine Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş müteşebbisler tarafından açılmıştır.” Sözleri, çözüm süreci diye Türkiye’nin çözülmesini amaçlayan ve ertelenen SEVR’i gerçekleştirmeye çalışan ABD, AB ve İsrail’in sözde Kürt sorununu halletme hedefleriyle, Cemaatin bu yöndeki demokratik hizmetlerinin tıpatıp uyuşması bir tesadüf değil, tam bir tevafuk (gâvurlarla uygunluk) davranıştır. Selahattin Demirtaş’ın 14 Ağustos 2013 akşamı NTV’de Şirin Payzın’a söylediğine göre, Abdullah Öcalan kendisine: “Beni yakalayıp cezaevine koyanların sayesinde, PKK ve Kürtler üzerindeki etkinlik ve saygınlığım katbekat artmıştır. Dışarıda-dağda ve örgütün başında kalsaydım bu pozisyonumun onda biri kadar yetkin ve etkin olamazdım!” itirafında bulunmuş ve güya bu konumu her iki halkın barışması ve özgürlüğüne kavuşması yolunda değerlendirmek istediğini açıklamış ve zavallı Apo’nun, bu durumu kendisini yakalayıp hapse koyanların ahmaklığına bağladığı anlaşılmaktadır. Oysa kendisini Suriye’den çıkmaya mecbur bırakıp, Rusya, İtalya, Yunanistan dolaştırıp, sonra Kenya’ya taşıyıp, orada paketleyerek, “idamı kaldırıp cezaevinde barındırmak ve bu günkü pozisyonlara ulaştırmak” şartıyla O süreçteki Ecevit-MHP Hükümetinin kahraman görevlilerine teslim eden bizzat Amerika’dır; Büyük İsrail amacına, Özerk Kürdistan’ı kurma projesinde kendisine figüranlık yaptırılmaktadır. Aynı açılım senaryosundaki diğer rol arkadaşı da BOP eşbaşkanı Sn. Recep T. Erdoğan’dır!.. Dahası, şu anda Fetullah Gülen’i 10 Pennsylvania’daki çiftlik köşkünde misafir eden ağırlayan ve etkinliğini artıran odaklarla, Abdullah Öcalan’ı İmralı’da tutan ve Türk-Kürt barışı kılıflı Türkiye’nin ayrışması planının mimarı rolü oynatan odakların aynı olduğu iddialarının araştırılması lazımdır. Bu gerçeği fark etme ferasetinden mahrum kesimlerin Ulusalcılıkları da, İslamcılıkları da, sadece Amerika’nın işine yaramaktadır. 8. iddia: “Hizmet 7 Şubat’ta Başbakanı tutuklayacaktı.” “Kendisine yakın medya ve sivil toplum örgütleriyle ülkedeki her türlü demokratikleşme çabasını ve derin yapıların ve ilişkilerin ortaya çıkarılmasını destekleyen, Ergenekon soruşturması ve davalarına da bu yüzden destek olan Hizmet Hareketi’ne yakın bazı medya organlarının, KCK bağlantılı MİT soruşturmasını da bu süreçlerle bağlantılı görerek, olumlu bakması, Başbakan’a karşı bir komplonun içinde olunduğu iddiasını asla doğrulamaz. Hizmet Hareketi’ne gönül verenler, AK Parti’deki hukukçu vekillerin ve yöneticilerin bu art niyetli iftiraların devam etmesine neden göz yumduklarını bir türlü anlayamamakta ve gönül kırgınlığı Sözleri ve sitemleri de, Erdoğan’a yönelik komploların ve karalama kampanyalarının dolaylı bir itirafıdır. yaşamaktadırlar.” 9. iddia: “Hizmet, seçimlerde bazı parti ve kişiler ile ittifak yapacak.” “Hizmet Hareketi, bugüne kadar hiçbir parti ile ittifak yapmadığı gibi bundan sonra da hiçbir parti ya da kişi ile ittifak yapmayacaktır” şeklindeki savunmaları bir paragraf aşağıda; “Hizmet Hareketi, siyasi partilerle ittifaklar yapmamakla birlikte, demokrasi, çoğulculuk, insan hakları, inanç özgürlüğü, adalet gibi temel ilkelerine uygun politikaları ve uygulamaları hangi parti tarafından yapılırsa yapılsın, partizan olmadığı için, destekler. Bu sadece demokratik bir hak değil, aynı zamanda ülkeye ve gelecek nesillere karşı sorumluluğun gereğidir. Hareket, tersi durumlarda, yine partizan olmadığı için, siyasetteki uygulamaları eleştirmekten ya da tavsiyede bulunmaktan çekinmez. Bu, ülke menfaatlerini gözeten, prensipler doğrultusunda olan ve siyasi partiler üstü bir yaklaşımdır.” Kendi beyanlarıyla yalanlanıp boşa çıkarılmaktadır. Boğazına kadar güdümlü siyasetin ve Siyonist stratejinin çirkefine batmış bir hareketin, hala çıkıp “biz partiler üstüyüz” iddiaları samimiyetten uzaktır ve halkı ahmak yerine koymaktır. “Alternatif iktidara giden yol, Pennsylvania’dan (Fetullah Hoca’dan) mı geçiyor?” diye soran, Sabataist Mehmet Barlas bile Sabah’taki köşesinde: “28 Şubat Darbesi sürecinde bir müddet Zaman’da yazdığını, ama (Mason) Mesut Yılmaz’ı eleştiren yazılarının Cemaat kurmaylarınca makaslandığını, o dönemde Mesut Yılmaz’a gösterilen muhabbet ve hoşgörünün, bugün Erdoğan’dan esirgenmesini bir türlü anlayamadığını” yazmaktadır. Oysa Sn. Barlas’ın Cemaatin de Hükümetin de, Siyonistlerin ve Sabataistlerin güdümünde olduklarını ve küresel tahterevallide yöresel denge rolü oynadıklarını herkesten daha iyi bilmesi lazımdı. AKP ve Cemaat gibi gafleti uzun olanların devleti kısa, akıbeti hüzün olacaktır. Mısır’da “dinciler devrildi, dinsizler sivrildi” diye bayram edip korkunç katliamları meşru sayan ve her fırsatta İslam’a kin kusan ulusalcı solcuların ve Pakradun (Yahudilikten Ermeniliğe, oradan da Darwinist sosyalistliğe geçen) Devrimbazların din istismarcısı ılımlı İslamcılardan ne farkı vardır? Emperyalist Amerika ve Avrupa’nın tezgâhlayıp arka çıktığı Mısır darbecilerine alkış tutan ulusalcıların bu sahtekârlığı sırıtmakta ve boyalı maskeleri yüzsüz yüzlerinden akmaktadır. 11. iddia: “Fetullah Gülen neden Türkiye’ye dönmüyor? ABD’de olduğu için ABD etkisinde.” “Bu, Sayın Gülen’e yapılan çok açık bir hakaret ve iftiradır. Zaten, bu iftirayı dile getirenlerin çoğu, aynı şeyleri Hocaefendi Türkiye’de yaşıyor iken de çok eski yıllarda da dile getiriyorlardı. Bu iddia ve iftiraları dile getirenlerin çoğunluğu zaten aynı zamanda ABD’nin dünyanın her yerine hâkim olduğunu da dile getirmektedirler. Sayın Gülen onların anlayışına göre, Türkiye’ye dönse de bu etkiden nasıl kurtulmuş olacaktır? Zaten aynı zihniyet ABD’ye hayatında adımını bile 11 atmamış kişilere de aynı yaftaları ellerinde hiçbir delil olmadan takmaktadır. Hatta ilk kurulduğu zamanlarda AK Parti’ye bile ABD projesi diyenler olmuştur. Sayın Gülen’in, Türkiye’ye neden dönmediğine dair defalarca açıklamaları olmuş ve Türkiye’ye dönüşünün, ‘demokratik kazanımları tersine çevirmek için bazı çevreler tarafından kullanılacağı endişesini taşıdığını’ dile getirmiş dolayısıyla ‘Türkiye’ye dönmeyi çok arzu etmekle birlikte endişelerim izale oluncaya kadar dönmeyi düşünmüyorum’ demiştir.” Sözleri de tam bir safsata ve saptırmacaydı; suçluluk psikolojisinin bir telaşı ve vicdan bastırma edebiyatıydı. Şimdi herkesin şu konular üzerinde kafa yorması lazımdı: Fetullah Gülen’in, ABD’nin Derin Devleti olan Yahudi Lobilerinin himayesinde olduğu ve Siyonist stratejistlerce defalarca ve açıkça sahip çıkılıp savunulduğu kesin miydi? Evet!.. Acaba bu zalim ve hain kesimler mi insafa ve İslam’a gelmiş, yoksa Fetullah Gülen mi onların safına geçmişti? Hem, Fetullah Gülen’in Türkiye’ye gönderilmesi ve tüm dünyadaki Ilımlı İslamcılık projesinin ruhani lideri ve Yeni Osmanlıcılık kılıflı, sinsi psikolojik hareketin Halifesi ilan edilmesi ABD’nin ve Yahudi Lobilerinin bir hedefiydi, Cemaat’in ve Sn. Gülen’in de en tatlı hayaliydi.. Ancak… Ne ABD’nin ne de Cemaatin buna güçleri yetmemekteydi! Çünkü Türkiye’de bu arzularını kursaklarında koyan ve Gülen’in ülkeye gelmesine fırsat tanımayan milli ve hamiyetli manevi bir merkez, buna izin vermemekteydi!... Ve o merkez, başta ABD ve İsrail, tüm Batılı güçleri hezimete uğratıp hizaya getireceği Melheme-i Kübra (Tarihi Hesaplaşma) için stratejik bir sabırla, son hazırlıklarını görmekteydi! Yoksa, Süper Güç Amerika’sı ve Avrupa’sı arkalarında, iktidarları ve bürokratları yanlarında, onlarca gazete ve televizyonları yayında, bir sürü bankaları, fabrikaları, Mason Locaları ve sivil organizasyonları kendilerine destek yarışında olmasına rağmen, Fetullah Gülen’in vatan hasreti ve Halifelik hevesiyle yanıp tutuşmasına sebep olan engel neydi?! Defalarca söyledik yine söylüyoruz, haydi gücünüz yeterse getirin! Evet, çok ama çok az kaldı. Biraz daha bekleyin.. Siyonizm’in sömürü ve zulüm saltanatının çökeceği, ABD ve AB’nin hezimete uğratılıp hizaya getirileceği, İslam ve insanlık âleminin huzura erişeceği Türkiye merkezli bir Adil Düzen devrimi mutlaka gerçekleşecek, böylece Kur’an’ın vaadi, Resulüllah’ın müjdesi, tüm müminlerin ve mazlum milletlerin dua ve ümidi Allah’ın izniyle ve Erbakan’ın hazırlayıp ilgili birimlere emanet ettiği teknoloji harikaları sayesinde yerine gelecek ve asırlardır ağlayan insanlık artık gülecektir. Müjdelenen bu kutlu ve mutlu akıbete imanı ve aklı yetmeyen, İslam ve insanlık adına “Yahu inşallah!” bile diyemeyen ve Deccalizmin dinsizlik düzeni içinde ılımlı İslamcılık oynamayı yeğleyen sünepeler de, hizmet ne imiş, İslamiyet ne imiş, herkes gibi görecektir! Bu arada: AKP'li İdris Bal'ın 'Başbakan yanlış yönlendirildi' diyen Gezi olayları raporu, parti içinde tartışma yaratmış, Partinin tepe yönetimi Bal için 'Yolun sonuna geldi' yorumunu yapmıştı. Başkanlığını AKP Kütahya Milletvekili Prof. Dr. İdris Bal’ın yaptığı Avrasya Global Araştırmalar Merkezi (AGAM) tarafından hazırlanan ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Gezi eylemleri konusunda yanlış bilgilendirildiği vurgulanan “Taksim Olayları Analizi” başlıklı rapor, AKP içerisinde bile tartışmalara yol açmıştı. Raporda, Taksim ve Gezi Parkı protestoları konusunda AKP’nin “stratejik hata” yaptığı ve projenin halka danışılmadan hazırlandığı hatırlatılmıştı. Raporda yer alan bu ifadeler, Gezi eylemlerinin “darbe provası” olduğu düşüncesinin hâkim olduğu AKP yönetiminde rahatsızlık yaratmıştı. Gezi eylemcilerine sert müdahale edilmesi ve Başbakan’ın kışkırtıcı söylemleri AKP içindeki liberal isimlerde ciddi sıkıntılar meydana getirdiği ve bunların cemaat tarafından desteklendiği ortaya çıkmıştı. Fetullahçı çizgide yayın yapan Taraf gazetesinden Hüseyin Özkaya’nın haberine göre, 12 AKP’de, eylemler boyunca müdahalelere yönelik eleştirilerini Twitter üzerinden kamuoyuyla paylaşan ve bu durumu, hükümet kanadında “memnuniyetsizlikle” karşılanan İzmir Milletvekili Ertuğrul Günay gibi düşünen 50’ye yakın ismin bulunduğu açıklanmıştı. Erdoğan’a bağlı kurmayların ise, eylemlerin başından bu yana, kamuoyu anketleriyle birlikte geniş kapsamlı değerlendirmeler yaptıkları ve bu değerlendirmeler sonucunda, partideki ağırlıklı görüşün: “Gezi eylemlerinin demokratik bir tepki olarak ortaya çıktığı, ancak kısa bir süre içerisinde, AK Parti iktidarına karşı ayaklanmaya dönüştürüldüğü, eylemlerin ön sıralarında yasa dışı örgütlerin yer aldığı, eylemlerin arkasında dış mihrakların saptandığı” şeklinde kanaatlerin ağır bastığı anlaşılmıştı. Bu arada, eylemlerin akabinde partinin oylarının 4-5 puan bandında düştüğü ancak bir süre sonra yeniden % 50 puan bandına geldiği de hatırlatılmıştı. 15 Ağustos PKK’nın Zafer Bayramı! Kimisi “süreç yürüyor, sıkıntı yok” diyordu; kimisi de “süreç tek taraflı yürümez”, “Apo tek başına yürütüyor bu işi” diye sitem ediyordu! Masaya oturulup müzakereler yaşanmış, sıkı pazarlıklar yapılmış ve “süreç” denen ve ne menem bir şey olduğu hala bilinmeyen bir sinsi projenin peşinde bir millet uyutuluyordu. Bir tarafta koskoca Türkiye Cumhuriyeti, tüm “stratejik derinliği”, “model ortaklık kimliği” ve “eşbaşkanlık” gömleğini giyinmiş kahraman bir hükümeti dururken, öte tarafta ise gözümüze neredeyse “özgürlük müjdecisi ve barış havarisi” olarak sokulacak bir terör örgütü lideri bulunuyordu. Bu arada, “akil insanlar” denen bir sürü zevat, kendileri de ne yaptıklarını çok fazla bilmeden sahaya sürülüyor ve adeta vatandaşı bir şeylere ikna etmeye uğraşıyordu. Birtakım hassasiyetlerin törpülenmesi, toplumun daha önce konuşulmayan bazı hususlara yavaş yavaş alıştırılması gibi bir durum söz konusu oluyordu. Mesela, “özerklik”, “federasyon”, “Apo’nun koşullarının iyileştirilmesi / salıverilmesi” gibi konu başlıklarına insanlar yavaş yavaş ısınıyor, benimsiyordu. Ortadoğu coğrafyasında müthiş bir hareketlilik yaşanırken, tüm kırmızıçizgilerinden arınmış ve bunu da marifet belleyen Türkiye olan biteni sadece izliyordu. Bir zamanlar Irak’taki yapay bir Kürt devleti oluşumunu “kırmızıçizgi” sayan Türkiye, bugün Suriye’de kurulması gündeme gelen “Batı Kürdistan”a da ses çıkarmıyor, hatta dolaylı destek sağlıyordu. Hedef ortaya konmuş ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki Kürt bölgelerinde kurulacak olan devletlerle teşekkül edecek bir “Büyük Kürdistan”dan söz edilirken, AKP Türkiyesi tam bir “şaşkın ördek” gibi, talimatlar doğrultusunda kahramanlık edebiyatı üretiyordu! Elbette burada söz konusu edilen ve mahsurlu görülen olgu, Kürtlerin devlet kurmasından öte bir durumu yansıtıyordu. Göstermelik olarak bölgede kurulacak Kürt devletleri olarak dursa da, ardında beliren gerçeğin Büyük İsrail’e giden yola taşların döşenmesi olduğu artık ayan beyan seziliyordu. Gerçi, BOP’u bile hala bir komplo teorisi sanan salaklara bunu anlatmak zordan da öte imkânsız görülüyordu. Ortadoğu coğrafyasında Türkiye dışında hemen her aktör ciddi bir hesap kitap içerisindeyken, “süreç” masalları ile uyutulan Türk kamuoyunun 15 Ağustos’unu da kutlamak (!) gerekiyordu. Şimdilerde “özgürlük gerillası” olarak kabul gören PKK, malum olduğu üzere 15 Ağustos 1984’te Eruh’ta düzenlediği ilk silahlı saldırısını Batman, Derik, Van, Iğdır, İzmir, Doğubayazıt, Güçlükonak, İdil, Mazıdağı, Yalım, Midyat, Dargeçit, Nusaybin, Bismil ve Kızıltepe’de düzenlenen şölenlerle(!) kutluyordu! Yani, Eruh katliamıyla başlayan terör, 15 Ağustos’un bir bayrama (!) dönüştürülmesiyle taçlandırılıyordu! Bu arada, AKP yönetimindeki koskoca Türk devleti ne yapıyor; “süreç” masallarıyla kamuoyunu uyutmaya devam ederken, PKK’nın Suriye uzantısı PYD’nin liderini yeni müttefiki olarak ağırlamakla meşgul bulunuyordu!?1 Tuncay Güney’le Abdurrahman Dilipak’ın Bilgi Kaynağı Abdurrahman Dilipak’ın TGRT Haber Basın Odası’nda Hadi Özışık’a, Ergenekon davası, Cemaat-Hükümet kapışması ve kaset savaşları ile ilgili çarpıcı itiraflarını ve 1 15 Ağustos 2013 / Milli Gazete / Burak Kıllıoğlu’ndan özet alıntı 13 şimdi Kanada’da Hahamlık yapan Tuncay Güney’in açıklamalarını dikkatlerinize sunuyoruz. Ve tabi bu birbirine benzer gizli ve kirli bilgilere nasıl ulaştıklarını ve neyi amaçladıklarını da merak edip soruyoruz: 1- Ilımlı İslam bir ABD projesi ise Cemaat de bir ABD hizmetçisi miydi? 2- Ergenekon meselesi ABD’ye itiraz edenleri hizaya sokmak üzere tertiplendi ise, AKP’yi kimler yönetmekteydi? 3- Bazı AKP’li Milletvekillerine şantaj yapmak ve güdümlerine sokmak üzere, özel kadınlarla ilişkilerini belgeleyen kasetleri Cemaat hazırladı ise, iktidarın emrindeki TMSF’nin elinde nasıl ve niçin bekletilmekteydi? 4- Sn. Dilipak ve Tuncay Güney bu çok özel bilgilere nasıl erişmekteydi? 5- Ergenekon yapılanmasının(!) en açık icraatı(!) olarak gösterilmeye çalışılan Danıştay saldırısının baş suçlusu ve sorumlusu olarak önce müebbet hapse mahkûm olan, sonra kökten serbest bırakılan ve “beni salıvermezlerse, artık konuşacağım ve her şeyi açıklayacağım” tehditlerinin bu kararda etkili olduğu savunulan… Ve dahi Savcı Zekeriya Öz tarafından “Osman’ım!” diye hitap olunan Osman Yıldırım aklanıp dışarı bırakılırken; Genel Kurmay Başkanlığı ve Kuvvet Komutanlığı yapmış kurmayların müebbet yemesi, Abdurrahman Dilipak’a göre, Türkiye ve AKP’nin mi, yoksa ABD’nin mi marifetiydi? Lütfen aşağıda yazılanları dikkatle okuyun ve üzerinde kafa yorun. Artık yorum sizin… Abdurrahman Dilipak Hadi Özışık’a 20.08.2013 Tarihli TGRT Haber Basın Odası Programında Şu İtiraflarda Bulunuyordu: “ABD, AB ve İsrail, Mısır’daki İhvan direnişi karşısında panik içerisinde. Şimdi bu işi çözmek için Sisi’yi harcayacaklar. Sisi’nin halkına karşı yaptığı baskı ve zulümleri bahane edip kendisini görevden alacaklar. Sonra “Mısır’da demokrasiyi rayına oturtuyoruz, Mursi’yi hapisten çıkartıyoruz, ama ev hapsine koyuyoruz deyip halkı oyalayacaklar” şeklindeki bilgilere nasıl ulaşmıştı? Tahrir’de “Mübarek Gitsin” diye gösteri yapanlar da şaşkındı! Acaba AKP niye, “Mısır’da darbenin arkasında İsrail var” diyordu? 14 Ağustos’ta cunta olağanüstü hal ilan ediyor ve ardından Baradey istifa edip ayrılıyordu. Birkaç gün sonra “2 Haziran 2011 tarihinde çekilen videoda İsrail Eski Dışişleri Bakanı ve MOSSAD ajanı Tzipi Livni ile Fransız yazar Bernard-Henri Lévy'nin bir oturumdaki konuşmaları bugün gerçekleşen Mısır darbesini kimlerin planladığını ortaya koyuyor.” diyerek video medya ve internete sızdırılıyor ve sonra Türkiye’de Başbakan ve hükümet yandaşları aniden bu “işin arkasında İsrail var!” demeye başlıyordu. Yoksa Başbakan’ın tavrı ana plana uysun ve tabanı da uyusun diye mi yapılıyordu? Yani Sisi’nin İsrail’in adamı olarak tanıtılması işi bizimkilere mi havale ediliyordu. Eğer planları işler ve içeriden bir darbeyle Sisi alaşağı edilirse bu yeni darbeciler; 1- İsrail’in Sisi’sini alaşağı etmiş kahraman gibi tanıtılacaklar, 2- Mısır Halkını Sisi’nin zulmünden kurtarmış rolü oynayacaklar, 3- Böylece “darbeyi İsrail yaptı” iddiaları unutturulacak ve asıl yeni Siyonist darbeye meşruiyet kazandıracaklar, 4– Bu ekip Müslüman âleminde de, Sisi’nin zulmünden Mısır’ı ve halkını kurtaran kadro gibi gösterilip, asıl Siyonist darbeyi beğenilir hale sokacaklar. 5- Darbeyi beğenmeyip sokağa çıkan olursa hepsini terörist ilan ederek, rahatlıkla vuracaklar! Planları buydu ama, onlar Sisi’ye darbe yaparak Mursi’yi hapisten çıkarıp ev hapsine alma hesapları yaparken; Sisi Mübarek’i hapisten çıkarıp ev hapsine gönderince apışıp kalmışlardı! Herhalde, kimlerin hangi merkezlerin adamı olduğu ileride anlaşılacaktı! Dilipak’ın şu itirafları da kafa karıştırıcıydı! “Şu an içerde tutuklu bulunan Ergenekonculardan %25’i doğrudan değil, emir komuta zinciri ve mecburiyetiyle olaylarla dolaylı ilişkisi vardı. Ama dışarıda içerdekilerden birkaç katı var ve serbest 14 bulunuyorlar. Yani birilerini içeri alıyorlar, diğerlerine de “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” cinsinden, bak sizi de bu hale getiririm diye ürkütüyorlar. Bir güç dışarıdakileri kendi emir komuta zinciri içerisinde tutmak ve almak istiyor.” “ABD ve uluslararası sistem bunları kendi kontrolüne almaya çalışıyor. ABD ılımlı İslamcılarla yola devam etmek istiyor ve laik Kemalist cuntanın bir takım adamları içeri alınıyor. Yani ABD’nin kontrolü dışındaki unsurlar ve ABD’nin politikasını desteklemeyen insanlar içeri alınıyor. Dışarıda kalanlar ise ılımlı İslam politikasını destekliyor. Karşı çıkabilecek olanlara da “durumunuz onlar gibi olur ha!” diye gözdağı veriliyor.” “Cem Uzan gittikten sonra bir evini buldular ve oradaki kasasına ulaştılar. Kasayı açınca da, kasadan para değil kasetler çıktı. Bunu herkes hatırlıyor… O kasetler şimdi; 1- Emniyet istihbarat’ta 2- TMSF’nin elinde bulunuyor. O kasetlerin kopyalarına gelince, tabi o kasetleri oraya koyanda mutlaka kopyası vardır. Yani o kasetleri servis eden kişi siyasi pazarlık da yapacaktır. Kasetler Türkiye’de her zaman iş yapmıştır. Hadi Özışık soruyor: Ama (Uzan’a karşı) o operasyonu yapan şu anda işbaşındaki iktidardır, yani kasetler iktidarın kasasında mı, çünkü TMSF iktidarın tayin ettiği bir bürokrattır? Dilipak: İktidar içerisinde bir sürü unsurlar bulunmaktadır! Özışık: Yani Ahmet Bey TMSF’nin başındaki kişi olarak bunlardan haberdar mıdır? Dilipak: Tamam da her şey Ahmet Beyden ibaret sanılmasın... Yani onun memurları uğraşır. Özışık: Mevcut (AKP) Milletvekilleri ile ilgili de kaset var mıdır? Dilipak: Ben size önemli bir kaynak söylüyorum, bu kaynak hem milletvekillerine, hem bürokratlara, hem belediyelere, hem de iş adamlarına zaten bilerek bu tezgâhı hazırladılar. Birileri bu dönem içerisinde ısrarla birilerine kadın gönderdi. Israrla para ilişkilerine girdi. Özışık: Milletvekillerine mi? Dilipak: Herkese… Milletvekillerine, bürokratlara, belediyelere, işadamlarına. Kadın her zaman iş yapıyor. "İşadamlarına kadın gönderiyorlar. Ben Müslüman olmaya geldim diyenler var. Başörtülüsü de var başı açık olanı da. Geliyorlar sonra bir süre sonra işadamlarıyla kendi ülkelerine gidiyorlar ve hamile kalıyorlar. Çocuk doğduktan sonra avukata gidiyor. Bu işadamına bir protesto çekiyor. Benim müvekkilime tecavüz etmişsiniz diyor. Bu 3 yıldan 5 yıla kadar hapis gerektirir diyor. Ama siz saygın bir işadamısınız ve müvekkilimin çocuğunun da babasısınız. Sizin eşiniz var çocuklarınız var diyorlar. Yatırımlarınıza bloke koydururuz diyorlar. Şirketin yüzde 25 hissesini ver diyorlar. Böyle bir olayın varlığını yazdım. Bunu birileri profesyonelce yapıyor. Herkesin kapısını çalıyorlar. Özışık: Bunlar kimdir biliyor musunuz, çok mu var böyle? Dilipak: Evet biliyorum, bir sürü var böyle. Özışık: Bu 50 kadar Milletvekili ayartma işinde başarılı olacaklarını ve bu ayartma işinde cemaatten bahsediyorsunuz? Dilipak: (Korkup kıvırarak) Ben Cemaatlerden bahsediyorum. Özışık: Cemaatlerden bahsedildiği zaman malum cemaat olarak algılanıyor. Şimdi bunlar 50 milletvekilini (AKP’den) koparma noktasında hala çalışıyorlar mı? Dilipak: Dini grupların siyasetçilerle her zaman pazarlık yaptığını biliyoruz. Ecevit’le de yapıyorlardı, MHP ile de yapıyorlardı. O partinin listesinden aday gösterirler, o cemaatin tabanı da o partiye oy verir. Böyle yaparak birileri pay istiyor iktidardan. Kaldı ki “ılımlı İslam” unsurları bürokrasiye enjekte olunacaktı. Tayyip Erdoğan’ı Başbakan, Deniz Baykal’ı Cumhurbaşkanı yapacaklardı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Baykal rolünü iyi oynayamadığı için bir kasetle cezalandırıldı” diyen Dilipak: a- Ergenekon dalgalarının bir Amerikan planı olduğunu b- Fetullahcı Cemaatin de, yine ABD derin devletinin güdümünde bulunduğunu c- Hükümet ve Cemaatin biri birine sarılmasını da, kapışmasını da, Yahudi 15 Lobilerinin tertipleyip sahneye koyduğunu, böylece itiraf mı ediyordu? Tuncay Güney Ne Demek İstiyordu? 275 kişinin yargılandığı ve çok ağır cezalara çarptırıldığı Ergenekon davasındaki uyduruk bilgi ve belgelerin kaynağı Tuncay Güney, Kanada’nın Toronto kentinde yaşadığı, yıllık kirası 15 bin dolar olan evinin kapılarını ilk kez neden Hürriyet’e açmıştı. Kendisini “Ergenekon’un soğuk mührüyüm” diye tanımlayan Güney, şehir merkezinde, giriş ve çıkışları özel güvenlik kameralarıyla denetlenen 1.500 dairelik bir sitede, bir oda bir salon, mutfak, banyo ve balkondan oluşan bir evde yaşamakta ve yatak odasında asılı duran İsrail bayrağı altında uyumaktaydı. Güney, Toronto’da Beth Israil Center adlı bir Yahudi okulunda haham olarak Tevrat dersleri okutmaktaydı. Burası aslında MOSSAD’ın “Underground haham”larının yetiştiği bir istihbarat okulu olmaktaydı. İçeride fotoğraf çekmek yasaktı. 20 kadar öğrenciye ders veren Güney’in yetiştirdiği öğrenciler 8 ay ile 1 yıl arasında sıkı bir eğitim almaktaydı. 2001 yılından beri yurt dışında yaşayan Güney, Kanada’da vatandaşlık aldığını, oturma ya da seyahat sorunu olmadığını söylüyordu. Allah’a inanıyor, ama hangi dine mensup olduğu sorulduğunda, “Elhamdülillah Müslüman değilim. Ben Tanrı’nın İsrail’i için çalışıyorum. Ruhta Yahudi’yim” diyordu. Boynunda, İsrail yazılı altın kolye, kolunda da “Daniel” yazılı künye taşıyordu. Üzerinde şık giysiler ve pahalı takılarla dolaşıyordu. Kolunda seramik kordonlu saatinin değerinin 5 bin dolar olduğunu ve bunun gibi 20 saati daha olduğunu belirtip övünüyor ve en pahalı markalardan giyiniyordu. Nasıl geçindiği sorulduğunda, “Tanrı’nın yardımlarıyla” yanıtını veriyordu. “Arkamda bir CIA, MOSSAD, MİT yok. Ama paralar geliyor, nereden geldiğini ben de bilemem” deyip çıkıyordu. Kirası çalıştığı kurum tarafından ödeniyordu. Salonunu, deri koltuk takımı, üzerinde Mısır mitolojisini anlatan kedi figürlü firavun heykeli, sehpada köpeklerin üzerinde duran yılanbaşlıklı bıçak, duvarda çamurlu bir el içindeki Davut yıldızı fotoğrafı süslüyordu. Mutfakta, yemek ocağı ve üzerinde “Şabat”larda mum yakılan bir Yahudi Şamdanı bulunan bir buzdolabı ile duvarında mantar pano bulunuyordu. Yatak odasında ise başucunda “Altında uyumak başka bir mutluluk dediği” İsrail bayrağı asılı duruyordu. Kapının dışında, bütün Yahudi evlerinin girişinde bulunan “Mezuza” atlı Yahudi duası göze çarpıyordu. Toronto’da yaptığı işin karşılığı olarak ayda 5 bin dolar alan ve kendisine özel şoförlü bir de araç tahsis edilen Güney, rahat bir hayat yaşıyordu. “Tehdit aldınız mı hiç?” sorusuna, tehditle yanıt verip meydan okuyordu: “Bana karşı fiziki bir saldırının bedeli herkes için çok acı olacaktır. Bunu karşılıksız bırakmayız. Kralı bile bana dokunamaz. Biz de onların buradaki kendi adamlarına öyle bir saldırıda bulunuruz ki, evlerindeki tüllerinin arkasından bakamazlar. Böyle bir saldırının ne getireceğini kendileri de bilir”. Ergenekon davasının şunları söylüyordu: sonuçlarını değerlendiren Tuncay Güney, “Bu beklenen bir şeydi. 5 yıl yattılar, bir 5 yıl daha yatarlar. Bu insanları müebbet olarak hapislerde tutamazsınız. Eğer savunma yapmasalardı halkın gözünde kahraman olurlardı. Mahkemeyi kilitlemelisiniz. Hiçbiri savcılıkta ifade vermeseydi, dosya mahkemeye gitmezdi. Mahkemeyi kilitleyebilirdiniz... Zaten yatacaksınız. Savunma yapsan da yatıyorsun, yapmasan da. Türkiye’de adalet aramak, genelevde bakire kız aramaya benzer. Neyin adaletini arıyorlar bilmiyorum. Ergenekon bir terör örgütü değil, sistemin, rejimin kendi teşkilatı. Bu sistem kendi mitolojisini, efsanesini yargıladı. Cezalar tabii ki ağır. Zaten bekliyorduk. Benim için sürpriz olmadı. 16 İnsanlar sorguluyor, çünkü neyin ne olduğunu bilmiyor. Halk bu olayın yüzde 1’ini, mahkeme yüzde 5’ini biliyor. Mahkeme bilmediği bir şey üzerine müebbet verdi zaten. ‘Bu Ergenekon neydi?’ deyin, hiçbiri bir açıklama yapamayacak. ‘Ergenekon bir terör örgütü’ demek bir haksızlık. Ergenekon bitti demek de bir hayalperestlik. Bazıları zafer sarhoşluğunda. Buzdağının görünen bir kısmı sadece. İçeridekiler için tamamen haksızdırlar diyemem. Beni önce kara kutu diye servis yaptınız, sonra maçtan çıkardınız. Beni diskalifiye ettiler. Sistem beni çıkarmak istedi. Ergenekon’dan yargılananların ve Ergenekon’a karşı olanların hemfikir olduğu bir şey vardı: Tuncay Güney’i maçtan çıkaralım. Ve çıkardılar. Sonuç müebbetti, müebbet oldu işte. Ben tanık olmadım. Gizli tanık da olmadım. ‘Sen bize tanıklık için başvur’ dediler. ‘Uluslararası Tanıklık Yasası’nı uygulayın o zaman’ dedim, uygulayamadılar. Eğer uygulamış olsalardı, bugün cezaevindekiler içeride olmamış olabilirlerdi.” “1 numara yoktu Başbuğ’u bulup koydular!” iddiasında bulunuyordu! “İlker Başbuğ’un neden yargılandığını bilmiyorum. Daha doğrusu, Ergenekon mahkemesi neyi aydınlattı? Faili meçhul cinayetler çözüldü mü? Bu insanları da neden yargıladıklarını da bilmiyoruz. Ergenekon’un ortada 1 numarası yoktu. Üst düzeyde birisi yoktu. İlker Başbuğ’u koydular. Okey tamamlanmış oldu. Ergenekon’a lider lazımdı. Aldılar Genel Kurmay Başkanı’nı, adamın başını yaktılar. Ergenekon bir Batı Çalışma Grubu da değildir. Ergenekon, rejimin ve sistemin kendisidir. Ergenekon, Ergenekon’la gizlenmiştir, Ergenekon deşifre edilmemiştir. Ergenekon, reforme etmiştir kendini. Ergenekon’un bir kolu suça günaha bulaşmıştı. Miadı dolmuştu. O kolu kestiler. Bu, buzdağının sadece görünen kısmı. Şimdi vesayet değişti. Yargı (kendi) mitolojisini, yani hukuk, (kendi) efsanesini cezalandırdı.” Tuncay Güney kimdir? Farklı medya kuruluşlarında gazetecilik yapan 41 yaşındaki Tuncay Güney, 02 Mart 2001’de çalıntı bir aracı İstanbul’da satmaya çalışırken, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Şubesi’nce yakalanmıştı. Şubenin o dönemki müdürü Adil Serdar Saçan ve ekibi tarafından sorgulanan Güney’in evinde yapılan aramalarda, Ergenekon davasının temelini oluşturan 6 çuval belge çıkmıştı. Belgeler arasında, örgütün şeması vardı. Emniyette kamera karşısında verdiği ifadelerde başta Veli Küçük olmak üzere birçok asker, siyasetçi ve bürokratı Ergenekon’a üye olmakla suçlayan Güney, bu iddiaları, katıldığı birçok televizyon programında da tekrarlamıştı. Güney, Ergenekon davası kapsamında ifadeye çağırılınca, 2009 yılında Kanada’ya kaçmıştı. Halen Kanada’da hahamlık yapan Güney, daha sonra emniyette verdiği ifadelerin doğru olmadığını ve Adil Serdar Saçan ile ekibinin kendisine işkence yaptığını ortaya atmıştı. Ergenekon davasının kara kutularından biri olan Güney hakkında, “CIA ajanı, MİT çalışanı, Cemaatin elemanı, İsrail’in adamı olduğu” şeklindeki iddialar sık sık gündeme taşınmıştı. Hürriyet’in yaptığı bu röportajla, bütün bunlar “iddia” olmaktan çıkmış, haklılık kazanmıştı. Evet, Tuncay Güney, Yahudi asıllı (sonradan Yahudiliğe girmek ve kabul görmek imkânsızdı) MOSSAD ajanı, Fetullah Cemaatinin adamı ve MİT’le irtibatlı karanlık ve kiralık bir figürandı. Gizli Dünya hükümetinin ve ABD Derin Devletinin başı Siyonist Yahudi işadamı Rockefeller’ın bazı açıklamaları, Rahmetli Erbakan’ı haklı çıkarıyordu! “Atatürk yüzünden, planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık” diyen ABD’li bankacı, iş adamı David Rockefeller’ın çok uzun ve ayrıntılı (10 sayfa) “itiraf açıklamaları”ndan bazı notlar: “Türkiye’ye, Adnan Menderes zamanında “Marshall yardımı” ile el attık ve kontrol altına aldık.” 17 “1980 darbesi bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı, (ama sonra kontrolümüzden çıkmaya başladı)” “Binlerce Türk gencini, uydurma ideolojiler uğruna birbirine kıydırdık” “Turgut Özal, isteklerimiz doğrultusunda kapıları sonuna kadar açtı. Türkiye’de para putlaştırılmaya, arkadaş, dost, aile gibi kavramlar ve kutsallar unutulmaya başlandı.” “Kürt Devleti projesini” hayata geçirmek için önce örgüt yarattık. (PKK).” “Türkiye bizim için (İsrail adına) çok önemli... Su kaynaklarının önemli bir kısmı burada bulunmaktadır” “Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik, bu mirasa el koymalıydık. Zaten bu maksatla Osmanlı’yı yıkmak zor olmadı.” “Hitler, bizim tarafımızdan iktidara taşındı, çünkü buradaki Yahudiler, İsrail devletini kurmaya yardımcı olmadılar.” “Atom bombası, Yahudilerin yaşadığı Almanya’ya atılamazdı, bu nedenle Japonya kışkırtıldı ve oraya atılarak gücümüz ve kararlığımız ispatlandı” “İsrail Devleti, Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteği ile kuruldu. Rockfeller sayesinde ayakta kaldı” “Sovyetler Birliği’ne yeteri kadar ülke bırakılmış, Komünist ihtilali için mali destek sağlanmıştı” Çin, henüz tamamen kontrol edemediğimiz bir ülke ama ABD (Yahudi) ekonomisine katkısı büyük olmaktadır”. “Vietnam, Kore, Kamboçya, Tayland, Endonezya, Afganistan, İran-Irak ve Yugoslavya’daki çatışma, işgal ve bölünmeler savaş sanayimizin deneme ve gelişmesine yaramıştır.” “Zaire, Çad, Yemen, Guatemala, Şili, Brezilya, Dominik, Somali, Panama, El Salvador, Bolivya, Ekvator, Peru, Uruguay, Angola’daki savaşlar ve darbeler bizim planlarımızdı.” “Bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutuyoruz, aksi halde terör olaylarını devreye sokuyoruz.” “Dünyada hiçbir yerde büyük çaplı mafya ve kaçakçılık olayları bizim iznimiz olmadan yapılamaz.” 2 Bütün bunlardan sonra Abdurrahman Dilipak’ın şu konuları da açıklaması ve kuşkuları dağıtması bekleniyordu: • Sn. Recep T. Erdoğan’ın, Eşbaşkanı olduğunu tam 32 yerde açıkladığı BOP ile Arap Baharının ve Kürt açılımının bir irtibatı var mıydı? • Erbakan’a bir yıl bile dayanamayan ve iktidarını post modern darbe ile yıkan Amerika, şimdi Sn. Recep T. Erdoğan’a gücü mü yetmiyordu, yoksa AKP’nin böyle davranması -yani görünüşte ABD ve İsrail karşıtı tavır takınıp gerçekte onların projelerine hizmet sunması- mı işlerine geliyordu? • Sizler gibi İslamcı aydınlar ve yayıncılar da; bir yandan ABD ve İsrail’i suçlayıp sataşarak, öte taraftan Türkiye’nin Siyonizm’in güdümündeki AB’ye girme çabasını, demokrasi adına tarihi adım olarak alkışlayarak, halkın tepkilerini törpülemeye ve siyasi ferasetlerini körletmeye mi çalışmaktaydı? • AKP iktidarının, sizler gibi İslamcıların ve ilahiyat hocalarının Kur’an’a ve Sünnete dayalı evrensel İslami projeler ortaya koymaya ve uygulamaya, akılları ve bilgi dağarcıkları mı yetmiyordu, yoksa cesaret fukarası olarak imanları ve vicdanları mı yetersiz kalıyordu? Ve zaten Siyonistlerin beyin takımı, topunuzun bir Erbakan etmediğini çok iyi bildikleri için, Onun yolunu tıkıyor ama sizlerin önünü açıyordu! Yeniçağ / 10 08 2013 (Yeniçağ –Hulki Cevizoğlu’nun notları, aslıyla karşılaştırılıp bazı düzeltme ve eklemeler yapılmıştır.) 2 18 MİLLİ ÇÖZÜM EKİBİNİN KAFA YAPISI VE BİLGİ KAYNAĞI Ayetlerle Döneklik Siyaseti Ve İSRAİL’İN TÜRKİYE STRATEJİSİ “Müminin niyeti ve gayesi, amelinden hayırlıdır; münafığın ise, gösterişli gayretleri ve girişimleri niyetinden hayırlıdır” (Hadis-Camıüs-Sağir) Dikkatlerinize arz edeceğimiz ayeti kerimelerde, muteber tefsirlerin ve Türkçe meallerin bir özeti verilmiş, parantezli açıklamalarda “Yahudi ve Hıristiyanlar” karşılığı “Siyonist ve Emperyalist merkezler” tercih edilmiştir. Dış güçlerin işgal orduları göndermek yerine demokratik manipülasyonlarla iktidara getirdikleri işbirlikçi adamları eliyle ülkeleri kontrol etme ve sömürme taktikleri daha risksiz ve daha etkilidir. Evet, kendi halkına ve milli davalarına hıyanet ederek zalim ve kâfir lobilerle gizli işbirliğine girişen dönek ve ödlek karakterli, ama vitrin mankeni ve şov yetenekli tiplerin gerçek niyetini ve tıynetini bu kadar net şekilde ortaya koyması, Kur’an’ın bir mucizesidir. İşte genellikle “cesur ve akıllı adam ve demokrasi kahramanı” diye reklam edilen bu kişilerin psikolojik kodlarını çözen ve bozuk ruh haritalarını deşifre eden ayetlerin ilmi izahlı mealleri: (Münafık döneklerin halini bilin ve onlara söyleyin:) “…. Sonra pek azınız hariç (Hak davanızdan ve sadakat iddianızdan) dönüp (hıyanet ettiniz). Siz zaten (hala yüzünüzü ve yönünüzü Haktan çeviren) dönek kimselersiniz!” (Bakara: 83 son kısım) “Her kim kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli olduktan (Hidayet ve hakikati bilip tanıdıktan, Hak ile Batılın farkına ve şuuruna vardıktan) sonra, (dünyalık makam ve menfaat hırsıyla) elçiye muhalefet edip (haklı ve hayırlı hareketten ayrılırsa) ve mü'minlerin yolundan başka bir yola (Siyonist ve Haçlı İttifakına ve Şeytani kurallarına) uyarsa, onu döndüğü (ortam ve ortaklıkta) bırakırız (bu hıyanet ve hakaretinden dolayı tekrar hakka ve hidayet yoluna dönmesine fırsat tanımayız ve hidayetini karartırız) ve (ahrette de) cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..” (Nisa: 115) “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri (kahramanlık gösterileri, başarılı girişimleri, kolaycı ve çıkarcı projeleri) hoşuna gidecektir ve (böyleleri) kalbindekine (münafıklık ve menfaatçilik düşüncesine) rağmen Allah'ı şahit getirir (yeminler ederek dine ve davaya sadık ve samimi olduğunu belirtir); oysa o (gizli ve tehlikeli) azılı bir düşman (yerindedir).” (Bakara: 204) “(Bu tipler), iş başına (iktidara) geçti mi veya (Hak davadan döneklik ederek) sırtını çevirip gitti mi (ülkesinde ve) yeryüzünde (barış kılıflı) bozgunculuğa girişmeye, ekini ve nesli helak etmeye çaba gösterir (Genleri ve GDO’ları bozulmuş İsrail tohumları ile bitki ve hayvan türlerini ve bebeklerin-gençlerin geleceğini tahribe yönelir). Allah ise, (fitne ve fesadı) bozgunculuğu sevmeyendir.” (Bakara: 19 205) “Bunlara: "Allah'tan kork" (bu hıyanet ve tahribatlarından vazgeç) denildiğinde, büyüklük gururu (ve sapkınlık durumu) onu (daha da kuşatır ve) günaha sürükler. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o.” (Bakara: 206) (Oysa) “İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini (hevasını, dünyalık rahatını ve menfaatini) feda etmekte (zulme ve hıyanete karşı tek başına direnmekte ve her türlü baskı ve barbarlığa göğüs germekte)dir. Allah, kullarına karşı (Rauf) şefkatli ve sahiptir. (Münafık ve menfaatçi tipler ise, dinlerini ve davalarını satıp dünyalık makam ve menfaat elde etmektedir).” (Bakara: 207) “Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe (Silm'e, İslam'ın selamet ve saadet düzenine) girin ve şeytanın (Siyonist ve emperyalist odakların) adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (Bakara: 208) Görünürde İsrail, ABD ve AB karşıtı pozlar takınıp halkına hava atan ve toplumun havasını alanlara, gerçekte ise dış güçlerin sinsi ve Siyonist planlarına taşeronluk yapanlara, hem Müslümanları, hem malum odakları idare etme münafıklığını: “Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları (ve hayali kurguları) mı emrediyor? Yoksa onlar azgın bir kavime (mensubiyetleri dolayısıyla mı böylesi hile ve hıyanetlere girişebiliyor?)” (Tur: 32) “Öyleyse sen onları (ilahi bir inkılâpla tepetaklak yıkılacakları ve darbeye) çarpılıp derbeder olacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak.” (Tur: 45) “Böylece bütün Nebilere (ve Hak dava elçilerine), insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık. Onlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler fısıldaşır (Elçilerle yakın çevresindeki Şeytaniler, sanki birbirlerine güveniyormuş tavrıyla sahte iltifatlar yağdırır). Rabbin dileseydi (izin vermeseydi) bunu yapmazlardı. Öyleyse onları (Hak davaya sızmış insan suretli Şeytanları) yalan olarak düzmekte olduklarıyla baş başa bırak.” (Enam: 112) “Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona (marazlı münafıklara) meyletsin de ondan (bu yaldızlı ve saptırıcı iddia ve iftiralardan) hoşlansınlar ve yüklenmekte olduklarını (suçlarını ve sorumluluklarını) yüklenedursunlar (diye Allah C.C. bu fırsatı onlara tanır).” (Enam: 113) “Şimdi o, size Kitabı açıklanmış olarak indirmişken ve kendilerine Kitap verdiklerimiz(in sadıkları da), bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmekteyken, (ben kalkıp) “Allah'tan başka bir hakem (ve Kur’an’danResulüllah’tan başka mihenk) mi arayayım? Şu halde, sakın kuşkuya (ve umutsuzluğa) kapılanlardan olma.” (Enam: 114) Ortadoğu ve İslam coğrafyasının bugün içinde bulunduğu perişanlığın ve parçalanma senaryolarının ipuçları ve arka planı 1982’de hazırlanmış bir raporda tüm ayrıntılarıyla yer almaktadır. “YİNON” denen Siyonist plana göre Büyük İsrail için bölge ülkelerinde küçük devletler kurulacak ve Türkiye parçalanacaktır. Yinon Planı ve İsrail’in Türkiye hesapları! Oded Yinon’un hazırladığı raporda, “İsrail’in varlığının İslam ülkelerinin parçalanarak küçük yapay devletlere bölünmesine bağlı olduğu” vurgulamaktadır. Raporda, İsrail’in stratejik yapılanmasının ancak Türkiye ve Ürdün’ün yardımlarıyla gerçekleşebileceği, bunun ön koşulunun da Refah-Yol Hükümeti’nin bir an önce görevden uzaklaştırılması gerektiği hatırlatılmıştır. Oded Yinon tarafından Şubat 1982’de Dünya Siyonist Teşkilatı yayın organı Kıvunım (Yönelişler)’da 20 yayınlanan, “Bin Dokuz yüz Seksenlerde İsrail Stratejisi” (A Strategy for Israel in the Nineteen Eighties) adlı makalede etnik, dini ve mezhep ayrışmalarıyla irili ufaklı parçalara ayrılmış yeni bir Ortadoğu’nun, İsrail’in varlığı için gerekli olduğu üzerinde durulmaktadır. 1996’da Neocons’lar (Neo-Conservative), Benjamin Netanyahu’ya sundukları Oded Yinon doğrultusundaki “A Clean Break” adlı raporda, İsrail’in bu planın kusursuz bir şekilde işleyebilmesi için Türkiye’deki Erbakan Hükümeti’nin bir an önce görevden uzaklaştırılması tavsiye olunmaktadır. stratejik hedeflerinin ancak Türkiye ve Ürdün’ün yardımlarıyla gerçekleşebileceği belirtilip Siyonist Wolfowitz, 2003’te açıklamıştı! Refah-Yol’un görevden uzaklaştırılması için büyük çaba gösteren ve başını ünlü Siyonistlerden Douglas J.Feith, Eric Edelman, Morton Abramowitz, Alan Makonsky, Richard Perle, Paul Wolfowitz ve Harold Rhoda’nın çektiği Neocon Üst Şahinler (Neocon Uber Hawks), Ortadoğu haritasının değiştirilmesi için hala da büyük çaba harcamaktadır. Hatırlanacağı üzere, Paul Wolfowitz, 2003’te yaptığı bir açıklamada, Suriye’de de Irak’ta olduğu gibi değişiklik olacağını ve iç savaş çıkacağını açıklamıştı. Mısır’da ortaya çıkan kargaşa, Irak ve Suriye’deki kaos, Tunus ve Libya’daki iç kavga, yıllar önce Oded Yinon’un ortaya konulan ve Amerikalı Siyonist Şahinler tarafından şekillendirilmeye çalışılan yeni Ortadoğu planının adım adım işlediğinin kanıtıdır. İran ve Türkiye’nin parçalanmasının da plandaki hedefler arasında olduğunu belirtmemiz lazımdır. 3 1995’te Washington Enstitüsü Yakın Doğu Politikası (Washington Institute for Near East Policy)’na bağlı Türk Araştırma Programı (The Turkish Research Program) direktörü Alan Makovsky liderliğindeki ekip tarafından, Ortadoğu’daki yeni siyasi yapılanmalar planı çerçevesinde hazırlanan “Refah ve Erbakan” adlı çalışmalar ve bu kuruluşun geçici direktörü Helene Kane Finn tarafından kaleme alınan Türkiye’nin önde gelen politik, askeri ve akademik yöneticilerine yönelik kapsamlı araştırmalar üzerinde, nedense yeterince durulmamıştır. Neoconslar, Irak’ta Saddam Hüseyin sonrası ortaya çıkarılan Sünni-Şii ayrışması ve Kuzey Irak Bölgesel Kürt Bölgesi benzerinin Suriye için de uygulamaya konulması için büyük çaba harcamaktadır. Keza, İran’da Kürt, Arap, Azeri ve Belucîler arasında ayrışma sağlanmasıyla, İran’daki mevcut rejimin çökertilmesinin daha rahat gerçekleşebileceği vurgulanmaktadır. 1982’de İsrail plan yapmış, tuzak hazırlamış, Müslüman coğrafyayı yok etmek için inceden inceye düşünmüş taşınmış ve bu coğrafyayı etnik köken ve dini mezhep temelinde ayrıştırıp parçalamak için Kurt Kapanı tasarlamıştır. Suriye beşe, Mısır dörde, Irak üçe parçalanmalı, bunun için her şey yapılmalı diye yazmıştır ve bugün Müslüman coğrafya İsrail’in dediği gibi giderek ayrışmaktadır. Ve işte büyük bir hıyanetle Erbakan’dan koparılan ve “dindar kahraman” kılıfıyla iktidara taşınan AKP’ye bu Siyonist planlara maalesef (bilerek veya bilmeyerek) taşeronluk yaptırılmaktadır. Dünya Siyonist dergisi Kivunim'de, 1982'nin Şubat ayında sessiz sedasız bir makale yayınlanmıştı. Makalenin adı; "1980'lerde İsrail İçin Strateji". Yazarı; Yahudi bir diplomat olan Oded Yınon, destekleyicisi ise Yahudi düşünce önderlerinden biri olan İsrael Shakak’tı. Makalede ele alınan temel strateji ile bugün Türkiye'de tanık olduğumuz "Alevi-Sünni" ve "Türk-Kürt" kışkırtmalarıyla, demokrasi ve insan hakları adına yapılan "Kürtçülük" tartışmalarının temelindeki etnik-dini ayrıştırma stratejisi bire bir uyuşmaktaydı. Bu plan şimdiye kadar Türkiye'de hiç gündeme taşınmamıştı. Bu makalenin önsözü Siyonist Stratejist İsrael Shakak tarafından yazılmıştı: “Bu plan Arzı Mev’ud içindeki İslam ülkelerinin küçük eyaletlere/bölgelere bölünmesini ve mevcut tüm Arap yönetimlerinin yok edilmesini amaçlamıştır.” Oded Yınon sinsi Siyonist planında şu tespitlerde bulunmaktadır: Bir taraftan petrol zengini olan, ancak diğer taraftan parçalanmış bulunan Irak İsrail’in hedeflerine uygun konumdadır. Bizim 3 27 Temmuz 2013, Milli Gazete 21 için Irak’ın parçalanması, Suriye’nin dağıtılmasından bile daha anlamlıdır. Kısa vadede İsrail’in en büyük tehdidi Irak’ın gücü bir Irak-İran savaşı ile parçalanacak ve bize karşı geniş bir cephede çatışma organize etmesine imkân vermeden çökmesine sebep olacaktır. Araplar arasındaki her türlü çatışma kısa vadede bize yardımcı olacak, Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi önemli bir hedef olan Irak’ın parçalanması yolumuzu kısaltacaktır. Osmanlı döneminde Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da etnik/dini bazda bölgelere bölünme yaşanmalıdır. Üç büyük şehir etrafında üç (veya daha fazla) eyalet var olacaktır: Basra, Bağdat ve Musul ve güneydeki Şii bölgeler Sünni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının kutuplaşmayı derinleştirmesi olasıdır. Mısır nasıl parçalanacaktı? Oded Yınon: Mısır birçok otorite merkezine ayrılmalı ve parçalanmalıdır. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler mevcut şekilleri ile varlıklarını koruyamayıp çöküşe katılacaktır. Mısır’ın yukarı bölümünde Hıristiyan Kıpti bir devlet ile birlikte merkezi bir hükümet olmadan bölgesel güçleri ile bir kaç zayıf devlet düşüncesi tarihi gelişimin anahtarıdır ve barış anlaşması ile sekteye uğramış olsa bile uzun vadede kaçınılmazdır. Lübnan’ın dağıtılması Oded Yınon: Lübnan’ın beş bölgeye bölünmesi Mısır, Suriye ve Irak da dâhil olmak üzere tüm Arap dünyası için bir başlangıçtır. Irak’ın ardından Suriye’nin parçalanması Lübnan’da olduğu gibi etnik ve dini bölgelere ayrılması İsrail’in uzun vadede Doğu cephesindeki bir numaralı amacıdır. Sırada Suriye vardı! Oded Yınon: Suriye etnik ve dini yapısına istinaden tıpkı bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete ayrılmalı ve kıyıda Şii-Alevi bir eyalet, Halep bölgesinde Sünni bir eyalet, Şam’da Kuzey komşusuna düşman olan bir diğer Sünni eyalet kurulmalı ve Dürziler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da Kuzey Ürdün’de başka eyaletler oluşturmalıdır. Arap yarımadasının tamamı iç ve dış baskılar sebebiyle çözülmeye adaydır ve özellikle Suudi Arabistan’da bu sonuç kaçınılmazdır. Petrole dayalı ekonomik gücünün baki kalması veya uzun vadede azalmasından bağımsız olarak, iç ayrışmalar ve kırılmalar mevcut politik yapının doğal ve açık bir sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Önce Irak, ardından Libya, sonra Mısır ve şimdi Suriye, adım adım parçalanmakta ve sıra Türkiye’nin kapısına dayanmış bulunmaktadır. Demokrasi getiriliyor bahanesiyle, Irak’ta 1.5 milyon Müslüman boğazlanmış, 3 milyon Müslüman ise göçe zorlanmış, ülke parçalanmıştır. Şimdi iç savaşla boğuşan Irak’ta koca bir uygarlık yakılıp yıkılmıştır. Kudüs Hebrew Üniversitesi profesörü İsrael Shakak bir yazısında uygulaması istenen Siyonist stratejinin temel özelliğini de ortaya koymaktadır; bölgeyi etnik köken, dini mezhep temelinde ayrıştırmak lazımdır! “İsrail stratejik düşüncesinde, tüm Arap devletlerinin daha küçük parçalara bölünmesi hep tekrar tekrar görülen bir kavramdır. Örnek vermek gerekirse, Ze’ev Schiff, Ha’aretz’in askeri muhabiri (ve muhtemelen bu konuda İsrail’de en çok bilgiye sahip kişi), bir yazısında Irak’ta İsrail için olabilecek en iyi şeyin: “Irak’ın Şii ve Sünni devletler ve Kürt tarafının ayrılması” (Ha’aretz 6/2/1982) olacağını yazmıştır. Aslında planın bu yüzü oldukça eskiye dayanmaktadır” 4 Dinler tarihi bir yana, bu kitapta İsrail’i, “PKK-Barzani-Talabani-Irak” çerçevesinde ele aldığımız için, özellikle Irak’ın geleceği için uygulaması düşünülen stratejiyi yakından görmemiz gerekmektedir. Çünkü ilk hedef Irak gösterilmekte ve ardından Irak’ın parçalanarak Kürt devletinin hayata geçirilmesinden söz edilmektedir. Shahak’ın, “Planın bu yüzü oldukça eskidir” derken anlatmak istediği ise "1920’nin Sevr projesidir". Çünkü Irak’ta Kürt devleti demek; Sevr projesinde geçen “Kürdistan” demektir. Acaba, AKP politikaları ile İsrail (Yahuda) Planlarının bu denli uyuşması tesadüfen mi olmaktadır? 4 Bak: İsrail’in Küresel Rolü: Baskı İçin Silahlar 22 İsrail, Müslüman coğrafya ile kuşatılmıştır. İsrail’in tüm çevresi Müslüman ülkelerle çepeçevre sarılmıştır. Bu coğrafyada yabancı ve Yahudi tek devlet olan İsrail, ancak İslam ülkeleri içinde Yahudilerin çokluğu sayesinde ayaktadır. Bu durumda, İsrail’in yaşayabilmesi için iki temel strateji ortaya çıkmaktadır; birincisi, bölgedeki Müslüman ülkeleri parçalayarak güçsüz hale sokmak ve kendine tehdit olmaktan çıkarmaktır. İkinci ise, bölge ülkeleri içerisindeki gerek Yahudi gerekse Hıristiyan unsurları kullanarak, Müslüman ülkelerin yönetimine işbirlikçileri taşımaktır. Her iki halde de İsrail bölgede yaşama şansı bulacak ve kendini güvenceye alacaktır. İsrail’i bölgesel hatta küresel projeler çerçevesinde değerlendirirken, bu durumu dikkate almalıdır. Yahudi kâhinler ve stratejistler çok uzun yılardır İsrail için bir yaşam stratejisi belirleme çabasındadır. Çünkü bir İslam coğrafyasında bir Yahudi devletini yaşatmak gerçekten zordur. Bu coğrafyada can derdine düşen bir İsrail’in varlığını korumak, bölge ülkelerini zayıflatmak ve parçalamakla mümkün olacaktır. Şimdi Yahudilerin Türkiye için Şeytani hazırlık ve hesaplarını birlikte okuyalım; “Arap’lar gibi, diğer Müslüman devletler de benzer bir durumla karşı karşıyadırlar. İran nüfusunun yarısı Farsça konuşan bir gruptan oluşur ve diğer yarısı da etnik olarak Türk bir gruptur. Türkiye’nin nüfusu ise, Türk-Sünni Müslüman bir çoğunluk (%50 civarı) ve iki büyük azınlıktan oluşmaktadır; 12 milyon Şii Alevi ve 6 milyon Sünni Kürt bulunmaktadır. Afganistan’da 5 milyon Şii nüfusun üçte biri kadardır. Sünni Pakistan’da 15 milyon Şii devletin varlığını tehdit eder boyuttadır. Fas’tan Hindistan’a ve Somali’den Türkiye’ye uzanan ulusal etnik azınlık haritası, istikrarın bozulacağına ve tüm bölgenin hızlı bir şekilde dejenere olacağına işaret sayılmaktadır. Bu tablo ekonomik tabloya eklendiğinde tüm bölgenin nasıl ciddi problemlere karşı koyamayacak kâğıttan bir kule şeklinde inşa edildiğini ortaya koymaktadır.” Oded Yınon’un yazdığı, İsrael Shahak’ın destek verdiği, gözden kaçırılmış ve ülkemiz gündemine hiç taşınmamış olan bu plan, İsrail’in yeni sınırlarını da çizmektedir; “Gelecekteki tüm politik durumlar ve askeri paktlar (NATO) hesaba katılarak yerli Arap’ların sorununun çözümü, ancak İsrail’in Ürdün nehrine ve ötesine kadar olan bölgede var olması halinde sağlanacaktır. Bu içinde bulunduğumuz nükleer çağda var olmak için ihtiyacımızdır. Artık Yahudi nüfusunun dörtte üçünün nükleer bir dönemde büyük bir tehlike yaratan ve yoğun bir şekilde yerleşilmiş olan kıyı şeridinde yaşaması imkânsızdır ve Arz-ı Mev’ud’a mutlaka sahip olmalıdır.” Erdoğan’ın Ak siyasetinin görmezden geldiği bu kara plan, İsrail’i dünya Yahudileri için tek ve son sığınağı saymaktadır. Haçlılarca da destek çıkılan; “vaad edilmiş topraklar”da bir Yahudi devletinin kurulması fikri, geçmişi yüzyıllara dayanan bir plandır ve küresel çaplıdır. Bu fikir, İngiltere’nin, 1917 Balfour Deklarasyonuyla, Birinci Dünya savaşı sonunda Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin kurulacağını açıklaması üzerine hayata geçirilmiş bulunmaktadır. Açıklamayı yapan İngiltere olmasına karşın, projeyi Amerika uygulamış ve 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla adımını Ortadoğu’ya atmıştır. İsrail ABD’yi yöneten derin güç odaklarının kutsalıdır. Evet, bir yanda “Nil’den Fırat’a kutsal toprakları” ele geçirmeyi düşleyen bir İsrail vardır, öte yanda ise İran ve Irak’ı tarihsel bir öç için hedef seçmiş bir İsrail vardır ve Türkiye’nin Güneydoğusu bu Siyonistlerin nihai amacıdır. 5 Bir ömür boyu bu gerçekleri haykırdığı; ülkemizi, bölgemizi ve insanlık âlemini bu Siyonist tehlikeden kurtarmak için tarihi projeler hazırlayıp atılımlar başlattığı için, aynı Şeytani odaklarca hedef alınan ve Refah-Yol iktidarı yıkılarak AKP’nin önü açılan Rahmetli Erbakan Hoca’nın kıymetini anlamayan, hatta her fırsatta O’na saldıran bazı zavallıların şimdi bu gerçeklerin farkına varması ve savunması, yine de olumlu ve onurlu bir aşamadır. 5 Erdal Sarızeybek, 26 Ekim 2010 23 Erbakan’ın uğratılması! teknoloji harikaları ve barbar Batı’nın hezimete Kocaeli Büyükşehir Belediyesine Bağlı İZSU’nun Gebze şubesinde çalışan bir Milli Görüşçü kardeşimiz, başından geçen çok ilginç bir olayla ilgili şu bilgileri bizlere aktarmıştı. İkamet ettiği evin su abonelik işlemleri ile ilgili İZSU Gebze şubesini ziyaret eden ve daha önce ASELSAN’da çalışan şimdi TÜBİTAK’ta görevli bir Elektrik-Elektronik Mühendisi ile aralarında şöyle bir diyalog yaşanır: İşlemi yapan arkadaşımız abonelik müracaatında bulunan kişinin ASELSAN’da çalışan bir mühendis olduğunu öğrenince, Erbakan hocanın ESAM toplantısında bahsettiği ileri teknolojilerinden haberi olup olmadığını kendisine sorar. Erbakan Hoca bazı konuşmalarında “İsrail’den İstanbul’u vurmak için gönderilmiş bir füzenin kontrolünü bilgisayarınızın başında oturarak çok ucuza mal olan ama yüksek teknolojilerle oluşturulan Elektro manyetik dalga boyutları (bir nevi küçük karadelik kuyuları) sayesinde ele geçirmeniz, imha etmeniz veya füzenin gönderildiği adresin koordinatlarını füzeye tekrar yükleyerek İstanbul yerine İsrail’e geri göndermeniz mümkündür” şeklinde açıklamalar yapmıştı. Bu konuların uzmanı olduğunuza göre, sizce de böyle bir teknolojinin imkânı, altyapısı ve fiili hazırlığı gerçekten Türkiye’de var mıdır? Arkadaşımızın bu sorusu üzerinde Elektrik- Elektronik Mühendisi şu ilginç itiraflarda bulunmuşlardır: “Ben Ortadoğu Teknik Üniversitesi Elektrik-Elektronik bölümünden mezun olduktan sonsa stajımı 2 yıl ABD NASA’da yaptım. Çok başarılı bulunduğum için NASA’da kalıp çalışmam teklif edildi ise de yanaşmadım. Çünkü ideallerim uğruna yapılan bütün maddi olanakları reddedip Türkiye’ye geri döndüm ve ASELSAN’da çalışmaya başladım. Aileden aldığım kültür mirası ile CHP tandanslı ama devletine, ülkesine bağlı bir insandım. ASELSAN’da çalışmaya başladıktan sonra Erbakan gerçeği ile tanıştım. Ülkemizdeki silah sanayi ile ilgili ileri teknoloji ürünü olan bütün çalışmaların altında Erbakan’ın imzası olduğunu görünce önce şaşırmış ve hayranlığım artmıştı. Hatta ASELSAN’da ileri teknoloji ile ilgili yapılan çalışmalarda görev alan biz mühendislerin karşısına çözmekte zorlandığımız ve tıkanıp kaldığımız bir sorun çıktığı zaman bu sorunu yetkililere aktarırdık. Yetkililerde ise bizim içinden çıkamadığımız konuları bir şekilde ve dosya halinde Erbakan’a taşırlardı. Bu dosyaları inceleyen Erbakan Hoca, tıkanıp kaldığımız hususlardan daha ilerisine varmamıza neden olacak çözüm yollarına yönelik formülleri yazarak bize ulaştırırdı. Erbakan’ın gösterdiği istikamette ilerlediğimizde tıkanıp kaldığımız teknolojik sorunları aştığımıza defalarca şahit olmuşuzdur. ASELSAN benzeri ileri teknoloji üretimi yapan kurumların idarecileri ile Erbakan arasındaki bu samimi ilişkiyi ilgili ve yetkili olup da bilmeyen yoktur.” Erbakan’ın bahsettiği bu harika sistemlerden daha ötesini yine kendilerinin ürettiği çok yüksek bir teknolojiyi sana anlatayım! “Bugün, Türkiye’nin bütün hava sahası, dışarıdan yapılacak her türlü nükleer füze saldırısına karşı gözle görülemeyen bir Elektromanyetik dalga sistemi ile koruma altına alınmıştır. Öyle ki, dışarıdan herhangi bir ülkenin bu manyetik koruma kalkanını delmesi ve ülkemize nükleer saldırıda bulunma ihtimali kalmamıştır. Çünkü bu manyetik koruma kalkanının çalışma sistemini bozarak etkisiz hale getirecek bir teknoloji şu anda dünyanın hiçbir ülkesinde bulunmamaktadır. Bu manyetik koruma o kadar etkilidir ki, ülkemizde patlamak için gönderilen bir Atom Bombası bu manyetik koruma alanına girdikten sonra patlamadan ve tahribata yol açmadan sadece bir metal yığını olarak yere düşüp kalmaktadır. Ülkemizi, milletimizi bu manyetik koruma kalkanı ile her türlü hava saldırısına karşı koruyan bu üstün teknolojinin mimarı da elbette Erbakan’dır!” Bazı hadislere dayanılarak nakledilen “Ahir zamanda ve Mehdi-Deccal çatışmasında, barut 24 patlamayacak, böylece Deccal’ın silahları boşa çıkacak ve işe yaramayacak!” şeklindeki rivayetler de bu gerçeği doğrulamaktadır. Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın ESAM Yeni Dönem Konferansı (24.10.2007) Irkçı Emperyalizm hangi süreçler ve hangi yöntemlerle dünyaya hâkim olmuşlardır? Dünyanın bulunduğu noktayı ve nereye gittiğini tespit etmek için geriye bakmak lazımdır. Nerden geliyoruz, neredeyiz ve nereye gidilmesi amaçlanmıştır? Hemen şunu ifade edelim ki, üç asırdan beri etkin güç ırkçı emperyalizmdir, dünyanın gündemini o etkileyip yönlendirmeye çalışmaktadır. Öyleyse bizim bugünkü dünya sistemini tanımamız için yapacağımız iş ırkçı emperyalizmin tarihine kısaca bir bakış yapmaktır. Nerden gelmiş, ne yapıyor, nereye gitmek istiyor? Bunu bileceğiz ki, biz de ona göre onların tahribatını, onların ifsadını önleyecek şekilde insanlığa saadet getirmenin yollarını tespit edelim ve vazifemizi yapalım. Irkçı emperyalizmin tarihçesi: Biliyorsunuz mikroba göre tedavi yapılır. Mikrobu tanıyacağız, hastalığın hangi noktada olduğunu anlayacağız, yani doğru teşhisi koyduktan sonra, doğru tedavi için elimizden gelen gayreti ortaya koyacağız. Irkçı emperyalizmin tarihçesini 9 devir halinde çok özet olarak takdim etmek istiyorum. Birinci Devir (1760 yıl) M.Ö. 3760. Bu günden tam 5767 sene öncesinde Kabala’nın yazılmasıyla bunların tarihçeleri başlamaktadır. Mısır’da yaşıyorlardı, Beniisrail Firavunların zulmü altındaydılar, onlara cesaret ve metanet kazandırmak için Kabala adlı Yahudi bir kitap yazdı. Bu sihir ve şifreler kitabı onların temel dayanağıdır. Firavunların zulmü altında iken Hz. Musa A.S. geldi onları bu zulümden kurtardı ve Hak kitap Tevrat’ı onlara tebliğ etti, ama onlar Tevrat’ı Kabala’ya göre tahrif ettiler. 1. devir budur. M.Ö. 3760’dan yani bugünden itibaren 5767 seneden itibaren M.Ö. 2000 yılına Musa A.S.’ın geldiği tarihe kadarki 1760 yıllık 1. devirde yaptıkları önemli olaylar bunlardır. Bu önemli olaylar esnasında aksiyonlarının asıl hedefi Kabala’ya bağlılıktır. Kabala’nın amentüsünün esaslarının benimsenmesi ve gerçekleştirme çalışmasıdır. Kabalanın amentüsünün 4 esası vardır: 1- Bugünkü Yahudilik ırkçı bir inanıştır. Beniisrail üstün ırktır. Güya Cenabı Hakkın asıl kullarıdır, onlar insan olarak yaratılmıştır, diğer bütün ırkların hepsi maymun olarak yaratılmış, sonradan Yahudilere hizmet için insana dönüşmüş bulunmaktadır. “Biz efendi olacağız, başkaları bizim kölemiz olacaktır”, Yahudi inanışının temeli buraya dayanmaktadır. Ve kendilerini Cenabı Hakkın asıl kulları saymaktadırlar ve bugünkü Tevrat’ın içine Kabala’dan alınan “Ey Beniisrail sen öyle bir yüce ırksın ki, Allah’ı bile yendin” cümlesi yazmaktadır. 2- İnsanlar bizi çekemediler, çeşitli devirlerde çeşitli hükümdarlar dünyanın çeşitli yerlerine sürgüne gönderdiler. Mesela Romalılar, biz Sina’da iken bizi aldılar, dünyanın çeşitli yerlerine sürdüler. Bizim amentümüzün 2. maddesi şudur: “Biz efendiyiz, diğerleri kölelerimizdir” prensibi sadece nazariyatta kalmayacak, mutlaka gerçekleşecektir”, bunu yaşayacağız. 3- Bunun gerçekleşmesi için bizim üç şey yapmamız lazımdır: • Çeşitli yerlere sürgüne gönderilmiş olan bütün bu Beniisrail’i şimdi tekrar Kudüs’te toplayacağız. Bu toplama esnasında İsrail kurulurken Türkiye’den 80 bin Yahudi gitmiştir. İlk gidiş Fas’tan başlamıştır. 230 bin Yahudi gitmiştir 1954-1955 yılına kadar. Cezayir’den 130 bin kişi, Tunus’tan 130 bin kişi, Mısır’dan 66 bin kişi, Irak’tan 125 bin kişi, Rusya’dan 80 bin Yahudi gitmiştir. Bütün bunlar İsrail’de toplandılar, çünkü Amentülerinin üçüncü maddesi: “Dağılmış olan Beniisrail’i Kudüs’te toplamaktır.” • Sonra Büyük İsrail’i kuracağız. Arz-ı Mev’ud’a, Fırat ve Nil nehri arasında Güneydoğu Anadolu’muzu ve Kıbrıs’ı içine alan topraklara sahip olacağız. Amerikan üssü Kafkaslara kurularak İsrail’in korunması amaçlanmıştır. Arz-ı Mev’ud bütün Ortadoğu’yu kuşatmaktadır. Hatta Medine (Yesrip)’te Arz-ı Mev’ud’un içinde sayılmaktadır. Bütün İsrail Cumhurbaşkanlarının söyledikleri bir söz vardır, bizim iki türlü haritamız 25 vardır, biri duvarda asılı olan harita, bir de kalbimizdeki Arz-ı Mev’ud haritasıdır. Dünyadaki Yahudileri Filistin’de toplayacağız, Büyük İsrail’i kuracağız, bunun güvenliğini sağlayacağız ve Süleyman Mabedini yeniden yapacağız Mescidi Aksa’nın bulunduğu yere. Bu imanlarıdır, inançlarıdır. • Büyük İsrail’in güvenliğinin sağlanması için ne yapacağız? O da açıktır. Fas’tan Endonezya’ya kadar 28 ülkenin yönetimi elimizde olacak ve Anadolu’da 19 Haçlı seferini püskürtmüş olan Selçukluların, Osmanlıların mirasçısı bağımsız bir devlet kalmayacak, Türkiye dağıtılacak!.. Neden bahsediyorum ben size? Irkçı emperyalizmin dininden bahsediyorum. Planı değil, projesi değil, şartı değil, anlaşmasının maddesi değil; Siyonizm bunların dini, inancı ve kutsalı amacıdır! İsrail’in güvenliği için Türkiye’nin ortadan kaldırılması şarttır. 4- Biz bunları başarırsak; yani Yahudileri topladıktan, Büyük İsrail’i kurduktan, onun emniyetini sağladıktan ve Süleyman Mabedini yaptıktan sonra, yeryüzünü bizim Mesih’imizin gelmesine hazırlamış olacağız. Beni İsrail’in Mesih’i, İsa A.S. değil, güya Davut A.S.’ın tahtına Yahudi kralı olarak oturacak ve onların ebedi dünya hâkimiyetini sağlayacak. İşte amentülerinin dört maddesi bunlardır: 1- Biz üstün ırkız 2- Öyleyse bütün insanlığı kendimize köle yapacağız 3- Bunu yapmak için üç vazifemiz vardır: • Yahudileri Filistin’de toplayacağız • Büyük İsrail’i kuracağız • Süleyman Mabedini yapacağız ve Büyük İsrail’in emniyetini sağlayacağız 4- Bizim Mesih’imizin gelmesine zemin hazırlayacağız ve ebedi dünya hâkimiyetimize ulaşacağız, böylece yaratılış gayemizi yerine getirmiş olacağız. 1760 senelik 1. devirde bütün Beniisrail’e bu fikri yaymak, bunlara inandırmak için çalıştılar ve Musa A.S. geldikten sonra onları kurtardı, ama hemen arkasından onlar Tevrat’ı tahrif edip bozdular ve Kabala’yı tekrar inanç kitabı olarak orta yere koydular. 1. devir böylece kapandı. Kabala’ya bağlı Beni İsrail gibi bir belayla insanlık karşı karşıya bulunmaktadır. İkinci Devir (3683 yıl) İkinci dönem M.Ö. 2000’den M.S. 1683’e yani İkinci Viyana Kuşatmasına kadar tam 11 asır İslam’ın dünyaya hâkimiyet çağlarıdır. Bu dönemde Beniisrail’in en önemli aksiyonları İspanya’da başlamıştır. Irkçı emperyalizmin mürşitleri M.S. 1425’te meşhur Endülüs toplantısında, şu münakaşayı yapmışlardır. “Acaba bizim Beniisrail’i toplamamız, Büyük İsrail’i kurmamız, Mesih’imizin gelmesi gibi büyük olayları kışkırtmamız Cenabı Hakkın tespit ettiği takdirlere mi bağlıdır, yoksa bizim çalışmamıza mı bağlıdır? Yani bizim kaderi zorlama imkânımız var mıdır? Vazifelerimizi bir an önce yaparsak, vaad edilen dünya hâkimiyetine bir an önce ulaşır mıyız? Kısaca bekleyip duracak mıyız, yoksa bunların gerçekleşmesi için kolları sıvayacak mıyız?” Günlerce bu münakaşaları muharref Tevrat’ın cümlelerine göre yaptılar ve ittifakla şu karara vardılar ki, bu bize bağlıdır. Biz Yahudileri ne kadar çabuk toplarsak, ne kadar çabuk Büyük İsrail’i kurarsak, ne kadar çabuk Süleyman Mabedini yaparsak Mesih’imiz o kadar çabuk gelecektir, O’nun gelmesi bize bağlıdır. Öyleyse ne duruyoruz, kolları sıvayalım. Tarih 1425, Endülüs İslam devleti var, fikir hürriyeti var, Müslümanlar da, Yahudiler de çok gelişmiş durumdalar, her bakımdan serbestlik var. Bu kararı uygulamak için ne lazım? Önce Yahudileri Kudüs’te toplamak lazım. Yahudileri Kudüs’te toplamanın en zor kısmı o gün Hindistan’daki Yahudilerin Filistin’e taşıması… Çünkü Marco Polo 11. asırda Çin’e gitmiş, bir seyahatname kitabı yazmış, bütün Avrupa bununla çalkalanıyor. Ne diyor Marco Polo Biz Çin’e giderken diyor, birdenbire Orta Asya’da Himalaya Dağlarına rastladık. Bu dağları aşmamız mümkün olmadı. Aşsaydık Hindistan’a gidip dünyanın en zengin ülkesinde yakutlara, altınlara, mücevherlere, baharata, ipeğe ve her tür zenginliklere kavuşacaktık, fakat aşamadık. Oraya kadar gitmişken bari Çin’e girelim dedik, vadiden İpek Yolundan Çin’e gittik. Hindistan’a karadan gitmek 26 imkânsızdır. 1425 yılında Yahudiler de diyorlar ki: şimdi biz Hindistan’daki Yahudileri nasıl getireceğiz? Bu çok zor. Hâlbuki bir müddet evvel Müslümanlar Hindistan’a denizden bir yol açtılar. Amerika’yı Hindistan zannediyorlar. Denizden bir yol açtılar, öyleyse bizde aynı bir yolu açalım ve denizden getirelim Hindistan’daki soydaşlarımızı. Nasıl yapacağız bu işi? Deniz demek okyanusa açılmak demek, okyanusta ise 30 metrelik dalgalar var, korsanlar var, bunları aşmak kolay bir iş değil. Heyetler kurdular, uzmanlar araştırdılar, en meşhur gemici olarak Venedik’te oturan Kristof Kolomb adlı Yahudi’yi buldular, Ona dediler ki, sen deniz uzmanısın, biz bu denizden Müslümanların gittiği yolu nasıl bulacağız? Dedi ki Venedik’e bütün Müslümanların kitapları, eserlerin haberleri gelir. Biliyorum evet Müslümanlar bu yolu açtılar, ben de açarım. Ancak bu işi yapabilmem için bana şu kadar adet gemi, yedeklerle beraber, şu kadar personel, şu kadar yıllık yiyecek ve korsanlara karşı kendimizi korumamız için silahlanmış asker hazırlayacaksınız. Alt alta yazdılar Kristof Kolomb’un isteklerini, bir hesap yapıp baktılar ki bunu ancak Endülüs’ün bütçesi karşılar. O zaman bu kadar parayı nerden bulacaklar? Yahudiler bugün gibi zengin değil, dünyanın parası ellerinde değil. Bu imkânsız bir şey, bu hayalden vazgeçelim demiyorlar, işte inanç buna derler, bu amacı gerçekleştirmek için gelin dediler İspanya’yı dağıtıp bir parçasını Fransızlara satalım, bir Yahudi’yi maliye bakanı yapalım, o Yahudi’den Endülüs’ün bütün bütçesini alalım muvakkaten kullanalım, Kolomb zenginliklerle döndükten sonra borcumuzu kapatalım… Sen şu plana bak yahu. Tuttular Endülüs’ü parçaladılar, Fransızları davet ettiler, Yahudi bir maliye bakanı koydular, o maliye bakanlarına anlattılar projelerini, hazine kendilerine muvakkaten borç olarak verildi, aldılar, gemileri hazırladılar, Kristof Kolomb Hindistan’a gidiyorum derken Amerika’ya çıktı, Kristof Kolomb öldüğü zaman dahi Amerika diye bir kıtaya gittim zannediyordu. Oysa Amerika’da bir de baktılar ki Kızılderililerden, çıplak arazilerden ve ormanlık bölgelerden başka bir şey yok. Krifstof Kolomb her tarafı dolaştı. İki sene üç sene araştırdı, sonra yanındaki tayfalar isyana kalkıştı. Mecburen döndüler, durum maliye nazırına anlatıldı, O da krala aktardı. Kral ne yaptı? Bütün bunların hepsinin idamına karar aldı. Sizi hainler sizi alçaklar, siz beni aldattınız, bütün paramı alıp gittiniz ve harcadınız, şimdi gelip bu şekilde kapatmaya çalışıyorsunuz. Hayır, hepiniz idam edileceksiniz. Sene kaç 1495. Amerika’ya 1492’de gitti Kristof Kolomb, iki üç sene araştırdı, eli boş dönmek zorunda kaldı. 1495’te dünyada en büyük devlet kim, Osmanlı, başında kim var, 2. Beyazıt, son derece şefkatli bir adam. Kralın “Yahudileri katledin” emrini duyunca bunları katliamdan kurtarayım, gelsinler Selanik’e ve bazı Osmanlı bölgelerine yerleşip yaşasınlar diye sahip çıktı. Şimdi onlar 500. Yıl Vakfını Osmanlının kendilerini kurtarmasına karşılık şükran için kurdular. Bu sırada dünyaya Müslümanlar hâkim durumdadır. 2. Viyana Muhasarasına kadar. 2. Viyana Muhasarasında bildiğiniz gibi Tatar Ağasının ihaneti yüzünden Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın planları tutmamış, biz Viyana’yı kuşatmışken Viyana’dakiler bizi arkadan sarıp vurmuşlardır. Tatar Ağasının köprüyü açmaması, koruması lazımken rüşvet alıp açmıştır. İçerideki Haçlı askerleri Osmanlıyı arkadan sarmıştır. Biz de kuşatmayı terk etmek zorunda kaldık, bu 1683 insanlık tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Böylece Osmanlının ilerleme dönemi kapanmış ve artık Siyonizm para gücü ve insan organizasyonu vasıtasıyla, Batı hâkimiyeti ele geçirmeye başlamıştır. Üçüncü Devir (107 Yıl) Üçüncü devre 1683’den 1790’a kadardır. Viyana Muhasarası başarıya ulaşmayınca bu sefer Siyonist güdümlü Haçlılar karşı taarruza başlamıştır. Şu söylediğimiz 1790’a kadar iki türlü taarruz vardır: 1Cephelerden taarruz, birçok muharebeler yapılmıştır, 2- Kültür taarruzu, kültür emperyalizmi yoluyla bütün imkânlarla Osmanlının gücünün kırılmasına çalışılmıştır. Osmanlının ilk batılılaşma hastalığının aksiyon haline gelmesi 1790’a rastlamaktadır. Dördüncü Devir (107 Yıl) Dördünü devir, 1790’dan 1897’ye kadardır. Bu dönemin önemli olayları; Tanzimat Fermanının ilanına kadar 1839’da Osmanlının manevi tahribatının hızlandırılması ve etkiledikleri insanlar ve Masonik odaklarla 27 Tanzimat Fermanının ilanı, İngiltere’den borç alınması, Kırım savaşları, Osmanlının büyük borca sokulması, Berlin Muahedesi ile Osmanlı topraklarının kopartılması, Rusların Osmanlıya musallat edilmesi. Bu 107 yıllık dönemde Osmanlının manen ve maddeten yıkılması için Siyonistler her türlü imkânı kullanmış, kültür emperyalizmiyle halkın uyuşturulması ve özüne yabancılaştırılması, devletin Batılılaşma adımlarının atılması, para ile Filistin’de toprak alınması teşebbüsü 1897. Beşinci Devir (26 Yıl) Böylece Basel konferansıyla beşinci devir başlamıştır. Teodor Herzl Sultan Abdülhamit’ten parayla Filistin’de arazi almak istediği zaman “Şehit kanıyla alınan vatan toprağı parayla satılmaz, defol!” diye kovulunca gidip, Basel’de kendi mürşitlerini toplayıp: “Beni Sultan Abdülhamit’e gönderdiniz, yanına kadar çıktım kendisiyle konuştum, fakat bu adam bildiğiniz gibi değil, bizim bütün planlarımızı biliyor. Sakın ha bu adam hayattayken fazla ileri gitmeyin, çok büyük zayiat verirsiniz” deyince onlar kendisine: “Sus be korkak herif, senin kuşkuların yüzünden biz dinimizi mi terk edeceğiz? Biz bunları yapmaya mecburuz, çünkü dinimiz bunları emrediyor! Efendim Osmanlı sultanı müsaade etmiyorsa, Sultan Abdülhamit’i tahttan uzaklaştırırız, yerine geçen sultan da müsaade etmezse Osmanlıyı yıkarız… Kurduk İsrail’i, etrafında Müslümanlar bir gün birleşip kovmaya çalışırsa yüz senede İslam’ı ortadan kaldırırız” dediler ve Siyonist önderler bu kararları bütün Batı emperyalizmine kabul ettirmek için 1897 Basel Konferansını yaptılar ve üç tane karar aldılar. Nedir bunlar: 1- Sultan Abdülhamit tahtından uzaklaştırılacak, 2- Osmanlı yıkılacak, 3- Yüz senede İslam ortadan kaldırılacak! Elbette İslam’ı muhafaza eden Cenabı Allah’tır, İslam’ı Cenabı Allah yaşatacaktır, vaadi vardır, sonunda zafer İslam’ın olacaktır, biz onların planından bahsediyoruz. İşte Basel konferansı böylece bir önemli dönüm noktasıdır, yeni bir devrin başlangıç noktasıdır. Burada alınmış olan kararları uygulamak için Emanuel Karaso seçildi, İtalyan Baş hahamı ve Mason Localarının başkanı. 1903’e kadar 5 yıl plan yaptı bu adam. Dedi ki ben Osmanlı’nın Selanik bölgesine yerleşmek istiyorum, orada beni tutacak insanlar bulacağım. Her şeyi tanıyor, Osmanlı’nın bütün ailesini incelemiş, Osmanlı topraklarını incelemiş, her şeyi biliyor, planını yapmış, geldi Selanik’e yerleşti, planı uygulamak için. Orada İttihat ve Terakki’yi önce dernek olarak kurdu, insanları etkiledi ilk Mason Locasını açtı Osmanlı toprağında ve birtakım etkilerle Hareket Ordusunu Sultan Abdülhamit’in üzerine gönderdi, İkinci Meşrutiyet’in ilanını asker zoruyla gerçekleştirdi. 1908 İkinci Meşrutiyet Hareket Ordusu tarafından ilan edildi. Sultan Abdülhamit 1878 geldiği zaman neden Meclisi kapatmıştı, çünkü devlet İslam devleti, ama Mecliste çoğunluk gayrimüslimlerde, Yahudi, Rum ve Ermeniler çoğunluğu teşkil ediyordu, böyle İslam Meclisi olmaz dedi. Çünkü Anadolu insanı karasaban peşinde koşuyor, onlar milletvekili oluyor, bir de siz bizi seçtiniz diyorlar, bana bak, bu oyunu kime yutturuyorsun sen, biz seçsek böyle mi seçeriz. Sonunda Emanuel Karaso Selanik Milletvekili olarak Meclis’e geldi, bir yıl içerisinde Sultan Abdülhamit’in halline karar aldırdı, Sultan Abdülhamit 1909’da sürgüne gönderildi, Selanik bölgesine. Sonra ne oldu? 1911’de Libya İtalya’ya verildi, 1912’de Balkan Harbi kışkırtıldı, 1914’te Cihan Harbi çıkartıldı, 1918’de Sevr imzalatıldı, Sevr demek Büyük İsrail demektir. Güneydoğu Anadolu’muz dâhil bütün bu toprakların hepsinde Büyük İsrail kurulacaktı. Fransızlar Kahramanmaraş’ı kendilerinin olsun diye değil, burası Büyük İsrail’in parçasıdır, alacağız İsrail’e vereceğiz diye almışlardı. İngilizler Filistin’e kendilerinin olsun diye değil, İsrail’i kurmak için çıkmışlardı. Büyük İsrail projesidir Sevr. Fakat bunu uygulamaya kalkıştıkları zaman başaramadılar. Neden? Anadolu’da imanlı insanlar vardı. 1919’da milli kurtuluş faaliyetleri başladı, Fransızlar Kahramanmaraş’tan kovuldu, Yunanlılar İzmir’den atıldı, 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi toplandı, topyekûn Anadolu Milli Görüş şahlanması yapıldı ve 1923’te mecburen Lozan Anlaşması imzalandı. Türkiye’nin uluslararası resmi tescilli tapusu alındı. Ancak Mısır Hahamı Haim Nahum’un özel aracılığıyla gizli maddeler dayatıldı. Onlara göre Sevr esastır, Lozan moladır, “time out”tur. Özetle bu dönemde Sultan Abdülhamit tahttan indirildi, Osmanlı yıkıldı, Haim Nahum doktrinine bağlandı, Amerika’da Evangelist tarikatı kuruldu ve üyelerinin hızla artırılmasına çalışıldı. Beşinci devir budur, 26 sene sürmüştür. 28 Altıncı Devir (22 Yıl) 1923’ten sonra 1945’e kadar bunlar diktatörleri bertaraf etmek için uğraştılar, Siyonizm’in arzu ettiği şekilde yeni bir dünyanın kurulması için çalıştılar. 1945’te Yalta Konferansını bunun için yaptılar. Bu süreçte Türkiye’de emperyalizmin arzularına uygun davranılmadı, milli hedefler için çalışıldı. Hitlere Karşı Cihan Harbi yapılması ile İkinci Cihan Harbinin ırkçı emperyalizmin arzu ettiği sonuca bağlanmasıyla bu dönem 1945’te 1. Yalta Konferansıyla neticeye bağlandı, Siyonizm artık kendi dünyasını kurmuş olmaktaydı. “Demokrasiye dayanan yeni bir dünya oluşturacağız” iddiası bir aldatmacadır, böylece dünyanın kontrolünü ele geçirmek amaçlanmıştır. Bir Birleşmiş Milletler kuracağız, Güvenlik Konseyi olacak, 5 tane daimi üyesi olacak, bu üyelerin içerisinde bir tanesi de Amerika; yani Büyük İsrail olacak, veto hakkı bulunacak, onun istemediği bir şey yapılmayacak. Bu nasıl Dünya? 1945’ten beri işte bu oyunun içindeyiz. Ne yazık ki 60 tane Müslüman ülke bu oyunun içerisinde oynayıp duruyor, ben kaç defadır sesleniyorum, niçin bu Birleşmiş Milletlere gidiyorsunuz, ayrılın, kendi Birleşmiş Milletlerinizi kurun bir an evvel, niçin bu oyuna alet oluyorsunuz? Böyle Birleşmiş Milletler mi olur? İsrail aleyhine 500’den fazla karar alınmış, hiçbiri uygulanmıyor, Bosna’da senelerce Müslümanlar katledilmiş sesi çıkmıyor, ama ne zaman Müslümanlar üstünlüğü elde ediyorsa, şimdi müdahale edeceğim diye çıkıp geliyor. Yedinci Devir (45 Yıl) 1945-1990 arası Soğuk Harp dönemini kapsamaktadır. 1945’te ırkçı emperyalizm kendi dünya düzenlerini kurmuşlardır. Herkesi köle yapmak üzere hileli bir şekilde Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF, UNESCO, bunların hepsi ırkçı emperyalizmin ifsat kuruluşlarıdır. Şimdi bu 45 yıllık dönemde soğuk harp döneminde 1. Yalta Konferansıyla yeni dönem başlamıştır. İlk iş, Birleşmiş Milletlerin bir numaralı kararı 1948’de İsrail’in kurulmasıdır. 1950’de Türkiye’ye dendi ki, çok partili hayata geçeceksiniz, Hitler gibi diktatörlük olursa sözümüzü dinlemiyorlar. Ancak bu çok partili hayat demokrasi olmayacak, demokratur diye bir ayrı rejim olacak. Bu kelime çok önemli bir kelimedir, inanıyorum ki Türkiye’nin gündemine oturacaktır ve herkes Alman kardinalin ileri sürmüş olduğu bu tabirin ne olduğuna dikkatle bakacak ve birçok meselelerin farkına varacaktır. Bu tabir Alman kiliselerinin iki numaralı adamının ortaya koyduğu bir tabirdir. Demokrasi başka, demokratur başkadır. Şimdi onlar 1950’de demokratura geçeceksiniz dediler, Demokrat Parti kuruldu, fakat kısa bir süre sonra Demokrat partinin politikasını kendi emirlerine uygun bulmadılar, Rahmetlik Menderes’in bir takım tavırları onların işine gelmedi. Bu sefer maddi yardımı kestiler, ambargo koydular, Türkiye devalüasyon yaptı ve 1. askeri ihtilalle Demokrat Parti dönemine son verildi. Yeniden demokratur’a geçiş yapıldı, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için her türlü tedbire başvuruldu, bir yandan Türkiye’nin ırkçı emperyalizmin planlara uygun olarak ABD’nin kontrolüne alınmasına çalışılmıştır, diğer yandan Rusya’nın dağıtılıp komünizmin iflas ettirilmesi sağlanmıştır. ABD’de “Evangelist Tarikatı” üye adedi hızla artırılarak 90 milyona ulaştırılmıştır. Evangelist Tarikatı ırkçı emperyalizmin kurduğu bir tarikattır. Irkçı emperyalizmin yürürlüğünün İngiltere’den alınıp ABD’ye verilmesi bu döneme rastlamaktadır. Bu arada Türkiye’de MİLLİ GÖRÜŞ HAREKÂTI’ da ortaya çıkmıştır. Milli Görüş’ün 1969’da ESAM’ın kurulması ve İslam Konferansı Örgütü’nün kurulması aynı yıllara rastlamaktadır. 1970’de Milli Nizam Partisi kuruldu, 1971’de askeri ihtilal yapıldı, Milli Nizam partisi kapatıldı. 1972’de Milli Selamet Partisi kuruldu, 1973 seçimlerinde Milli Selamet büyük başarı kazandı CHP ile koalisyon hükümeti kurdu. 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı yapıldı. 1974-1978 Ağır Sanayi Hamlesi başlatıldı. Ancak 1977 seçimlerinin erkene alınması, 1978 Güneş Motel oyunları. 1980 üçüncü askeri ihtilal süreçleri yaşandı. Sekizinci Devir (17 Yıl) Bunun arkasından 1990 yılında sekizinci dönem başlamıştır. Bu 20. Haçlı seferi dönemini Margaret Thatcher İskoçya’daki NATO toplantısında açıklamıştır. “Rusya çöktü diye NATO’yu dağıtacak mıyız? Hayır, dağıtmayacağız, çünkü düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz, bu güne kadar Rusya 29 düşmanımızdı yıkıldı, ama bize yeni bir düşman lazım, bunu aramamıza lüzum yok, bu zaten İslam’dır” deyip çıktı. 1990-1995’te 5 yıl boyunca 20. Haçlı Seferini hedefine nasıl ulaştıracaklar, Büyük İsrail’i nasıl kuracaklar, dünya hâkimiyeti nasıl sağlayacaklar, bunun planı yapıldı. Bu planda en büyük engel Refah partisiydi. Bizde Haim Nahum planının uygulanması başladı, ta 22 Temmuz 2007’ye kadar. Bağdat Basra bütün Irak işgal edildi, Filistin, Lübnan’ın işgaline teşebbüs edildi. Haim Nahum doktrini ne demektir? Lozan imzalanırken Clemenceau ve Lloyd George ile yaptığı görüşmelerde Haim Nahum onları şöyle ikna etti. “Siz Lozan’ı yalancıktan imzalayın, asıl olan Sevr’dir, bir mola alın. Bakın 5 sene Cihan Harbi yaptınız, 5 sene de Anadolu’da savaşa katıldınız, planı uygulayamadınız, 10 senedir yerine getiremiyorsunuz vazifenizi, mola verin. Neden başaramıyorsunuz, çünkü Anadolu’da inançlı insanlar var, öyleyse geliniz, biz 5767 yıldır bekliyoruz, 30-40 sene kadar daha beklesek ne çıkar, bir mola verelim bu mola esnasında, Türkiye’yi işsiz bırakın, aç bırakın, borca batırın, dininden uzaklaştırın, yumuşak lokma yapın, savaşla değil, bu yolla, yumuşak lokma haline getirip parçalayın… Haim Nahum doktrini budur. Bu doktrini Refah Partisinin arkasından uygulanmaya koymuşlardır. İkiz Kuleler tertibi tezgâhlanmıştır, bunlar tamamen ırkçı emperyalizmin kendi oyunlarıdır. Türkiye’de AKP iktidara taşınmıştır. Ana aksiyon nedir: 20. Haçlı Seferidir, maksat nedir? Yıkımın tamamlanmasıdır. Osmanlı’nın yıkımının tamamlanması, Türkiye’nin yıkımının tamamlanması, İslam’ın laytlaştırılıp etkisiz kılınması, böylece. Büyük İsrail Projesinin uygulanması ve 20. Haçlı seferinin bu defa mutlaka hedefine ulaştırılması. Tarih boyunca bugüne kadar 19 Haçlı seferi yapıldı, bunun sonuncusu 1. Cihan Harbidir, hiçbirinde hedefe ulaşılamadı, ama bu sefer ulaşacağız, diyorlar ve işte 8. Devir 17 yıldan beri böylece çalışarak bu güne vardılar. Dokuzuncu Devir (Yeni Dönem) Bundan sonra ne yapmak istiyorlar? Rant Corporation hepimizin bildiği gibi ırkçı emperyalizmin beyni sayılmaktadır. Şimdi bunlar yeni dönem için bir plan hazırladılar ve 4 tane karar aldırdılar: Birincisi: Bütün Müslüman ülkelerde bir ılımlı Müslüman ağı oluşturalım. Böylece Müslümanları, yeryüzünde Hak ve adaleti hâkim kılma şuurundan ve sorumluluğundan uzaklaştıralım. İkinci: 11 Eylül’ü yaptık, Müslümanları darmadağınık etmek için şimdi ne kadar başarıya eriştiğimizin ve eksiklerimizin tespitini yapalım. Üçüncüsü: “Sivil demokratik İslam” kılıflı, ama bizimle irtibatlı Müslüman ülkelerdeki işbirlikçilerin halkasını genişletmeye çalışalım. Dördüncüsü: Etkin polis devleti oluşturalım. Senin kimlik numarana girdikleri zaman, artık öyle bir bilgisayar ağı kurulacak ki, nerde ne paran var, kimsin, nesin ne iş yapıyorsun, nereden nereye gittin, istediği zaman bilgisayardan derhal bunları görecek ve takibe alacaklar. Siyonistler diyor ki, bugün biz bu parayı kontrol ediyoruz, ama bu yetmiyor, yine de bir takım yardımlaşmalar yapılıyor, bunları önlemek için dünyada bir polis devleti kuracağız, herkesin her hareketini gözleyip duracağız. Özetle: Ilımlı Müslüman ağları oluşturmamız, bütün Müslüman âleminde ılımlıları çoğaltmamız lazımdır. Ilımlı ne demek? Cihat şuuru olmayacak, düzene karışmayacak, Yahudi kölesi olacak, ama namaz kılacak, oruç tutacak, bütün sistemleri Yahudi tanzim edip ayarlayacak. Sen Yahudi’nin demokrat kölesi olacaksın, kazancının yarısını Yahudi’ye ödemeye mecbur kalacaksın, düzene karışmayacaksın, sadece namaz kılacaksın, oruç tutacaksın ve fırsat bulunca umreye koşacaksın!? Ilımlı demek; cihat şuuru taşımayacaksın, yani insanların saadetine ve adalet düzenine ilgi duymayacaksın, sömürüye ses çıkarmayacaksın, Yahudi’ye kölelikten şeref duyacaksın… Böyle düşünen Müslümanları artıralım, bunlara para ve imkân sağlayalım, bunları teşvik edip reklamlarını yapalım, 30 aralarında irtibat zinciri kuralım, destekleyip öne çıkaralım, bunları iktidara taşıyalım ve Müslümanlık budur diye tanıtalım, onun için de Kur’an-ı Kerim bastırılıyor, cihat ayetleri çıkarılıyor içinden. Zaten, Müslümanlığı ortadan kaldırmanın üç tane yolu vardır: bir tanesi yasaklamak, ikincisi “din vicdan meselesidir” deyip hayattan dışlamak, üçüncüsü ise değiştirip yozlaştırmaktır. Bunlar Ilımlı İslam Müslümanlığı değiştirerek yok etme metodudur. Şimdi bu yeni dönemde Rant raporunda belirtilen hedeflerin süratle tamamlanması amaçlanmıştır. 20. Haçlı Seferinin hedefine ulaşması çalışmasıdır. Bunun içinde: • BİP (Büyük İsrail Projesi)’nin daha hızlı uygulamaya konması • Haim Nahum doktrininin noksansız uygulanması • İslam âleminin parçalanması • Ilımlı İslam örgütlenmesinin sağlanması • Şuurlu hareketlerin engellenip devre dışı bırakılması • Sivil Demokratik girişimlerin devreye sokulması ve etkinlik kazandırılması •Polis Devleti Projelerinin uygulanması, Milli orduların zayıflatılması, daha sıkı tahakküm ve kontrol mekanizmalarının oluşturulması. Onların bu dönemde yapmak istedikleri planları bunlardır. 31 Cemaat Hükümet Kavgası: RABB RIZASI MI, RANT HESABI MI? Erdoğan yandaşlarına göre: “Dershaneler konusu siyasi bir projenin sadece bir ayağını oluşturuyordu. Bu işin hedefinde Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Erdoğan’sız AKP projesi yatıyordu. Edep ve erdem timsali(!) Fetullah Gülen’in: ‘Şaşırmış Erdoğan’, ‘Firavunlaşmış insan’, ‘Kalplerimizi kırdın bari param parça etme be adam!’ şeklindeki çıkışları, Cemaatin tabanını Başbakan’dan uzaklaştırmayı amaçlıyordu. Gönül köprüleri bunun için yıkılmak isteniyordu. Önce, ‘Anti-Erdoğan’ duygusunu oluşturmak, sonra Cumhurbaşkanlığı seçiminde bunu Erdoğan karşıtı ‘Ortak paydaya’ taşımak planları yapılıyordu.” Fetullahçılara göre ise: 2004’teki MGK kararı, Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül (dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı), Abdüllatif Şener, Abdülkadir Aksu ve Cemil Çiçek gibi MGK üyesi bakanların imzalarını taşıyor olsa da günün polemiğinde ‘fatura’nın adeta sadece Tayyip Erdoğan’a kesilmesi haklı bir nedene dayanıyordu. Çünkü, 2004’te ‘yok hükmünde kabul edilmiş’ olan ve ‘hiçbir işlem yapılmamış’ olan o kararın içeriğine uygun bir uygulama bugün yapılıyor, bunu Tayyip Erdoğan yapıyor ve yaptırıyordu. Abdullah Gül, ‘Dershanelerin kapatılması’ konusunda hükümet ile aynı dalga boyunda gözükmeye bile gerek duymuyordu. “Tayyip Erdoğan, güç zehirlenmesine uğrayınca sürekli hata yapıyordu. Onu ‘Aziz’ mertebesinde gören izleyicilerinden başlayarak, çıkarlarını onun ‘Büyük Usta’ olarak Türkiye’nin tepesinde oturmasını gören ‘Neo-Kemalistler’in yeni türevlerine uzanan yelpazedeki kişiler, onun her siyasi adımı ya da söylevlerinde bir ‘hikmet’ arıyorlar ve bulunamayacağı durumlarda akla zarar ‘rasyonalizasyon’ yoluna gidiyorlar ama güneş balçıkla sıvanmıyordu. Tayyip Erdoğan, zincirleme hata yapıyordu.” diyen eski yandaş Cengiz Çandar’dan; Moskova’da Putin’den “Bizi Şanghay’a alın, AB’den kurtarın” ricasında bulunduğu için “hangi ‘müttefik’ ülke, Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu bir Türkiye’ye ‘stratejik dostluk’ hesaplarıyla yaklaşabilir?” diye soran şaşkın yalakalara kadar birçok yazar ve yorumcu saf değiştirmiş bulunuyordu. Maskeli maskaralık ve münafıkça riyakârlık! Bir zamanlar Fetullah Hoca ve yandaşları Erdoğan’a ve AKP iktidarına övgüler diziyordu! Sonunda kirli çamaşırlar ortaya döküldükçe yıllardır yaşanan ama pek anlaşılmayan “maskeli hayat” açığa çıkıyordu. Birbirleriyle sanki “çok iyi dostmuş” gibi görünenlerin aslında birbirlerinin “kuyularını nasıl kazdıkları” netlik kazanıyordu! Hâlâ birbirlerini “suçlamalar” devam ediyordu ve ama hiçbiri kendilerinde “kusur” aramıyordu! “Biz aslında dost olmadığımız halde, dostmuş gibi göründük; bu ayıp bize yeter” deme cesaretini gösteren bile çıkmıyordu. Hem bolca Müslümanlıktan söz ediliyor hem de Müslüman olmanın gereklerini yerine getirmekten özenle kaçınılıyordu. Ortaya dökülen “kirli çamaşırlar” gösteriyordu ki: Allah için sevişmeyen ve manevi hizmet gayesi gütmeyenler nefsi ve dünyevi hevesler için bir araya geliyor, sonra gün gelip menfaatleri çatışınca da “gerçek yüzler” ortaya çıkıyor ve birbirlerine demedikleri laf kalmıyordu. Biri ötekini “sandıkta boğmaya” çabalıyor, öteki de berikinin “can damarlarını keserek” ortadan kaldırmaya uğraşıyordu.6 AKP yalakası yazar Cemile Bayraktar: “Polis Koleji imtihanlarında Cemaatin yetkili ve görevlilerin, kendi yandaşlarına soruları ve cevaplarını önceden dağıttıklarını” içeriden bir itirafçıya dayanarak Kanal A, “Manşetlerin Dili” programında ve “Hocam, bizde kırılacak kol kanat kalmadı!” yazısında belirterek Fetullah Gülen’e: “Bu imtihanlarda hakkı yenen ve mağdur edilen öğrenciler hiç mi rüyanıza gelip vicdanınızı sızlatmadı?” sorusunu yöneltmişti. Şimdi biraz canları yanınca Cemaate “İsrail işbirlikçisi, ABD hizmetçisi” diyen ve doğru söyleyen AKP 6 Bak: Zeki Ceyhan, Milli Gazete 32 şakşakçıları, 11 yıldır fiilen irtibat ve ittifak halinde oldukları Cemaatin bütün tertibat ve tahribatlarının suç ortağı değiller miydi? Şimdi pek çok kirli ve çetrefilli iddianın Cemaatin tertibi ve ABD’nin teşviki olduğunu belirten AKP borazanları, acaba “Bakın işte, orduyu nasıl hizaya getirdik!” edebiyatıyla kahramanlık taslayıp oy avcılığı yaptıkları Ergenekon ve Balyoz davalarının da, aynı Fetullahçı medyanın ve medyunların “bilgi, belge ve manşet”leriyle başlatılıp nice komutanların mahkûm edildiğini, şimdi bunların da yeniden tartışılması ve perde arkasının araştırılması gerektiğini bilmezler miydi? Bu AKP, muhabbet fedaisi geçinen Fetullahçıların, Erbakan’a karşı nefret ve hakaret dili geliştirdikleri 28 Şubat darbesinin gayrimeşru meyvesi değiller miydi? AKP’li yazarın dolaylı itirafı! AKP’nin en gözde kalemşörlerinden Abdulkadir Selvi, Recep Erdoğan taraftarlığıyla Fetullahçılara seslenip: “Eğer 2004’ten sonra bu Hükümet sizi bitirmeye çalıştıysa söyleyin bakalım: • 2004’ten önce kaç valiniz vardı, şimdi kaç valiniz bulunuyor? • 2004’ten önce kaç hâkiminiz vardı, şimdi kaç hakiminiz bulunuyor? • 2004’ten önce kaç bakanınız ve milletvekiliniz vardı, şimdi kaç milletvekiliniz bulunuyor? • 2004’ten önce kaç dershaneniz ve üniversiteniz vardı, şimdi kaç üniversiteniz bulunuyor? • 2004’ten önce kaç şirketiniz vardı, şimdi kaç şirketiniz bulunuyor? Erdoğan’ın sayesinde en az on beş kat daha büyüdünüz!”7 Şeklinde sorular yöneltip, Cemaatin AKP döneminde ve Erdoğan sayesinde katbekat gelişip güçlendiğini dile getirmekteydi. Bu ifadeler, aynı zamanda “şecaat arz ederken sirkatin söyleyen Kıpti: yani kahramanlık taslarken hıyanet ve hırsızlığını deşifre eden Çingene” misali bir itiraf gibiydi. Bir ülkede sözde dini gayretli bir sivil organizenin, kendisine bağlı valileri, hâkimleri, milletvekilleri, belediye reisleri varsa ve sayıları giderek artıyorsa, yahu Türkiye’yi Cemaat mi, yoksa AKP mi yönetmekteydi? Cemaatin siyasetten bürokrasiye, yargı sisteminden ekonomiye, emniyetten eğitime bu denli güçlenmesine izin veren AKP iktidarı o zaman bunların bir numaralı suç ortağı yerindeydi. Daha önce can-ciğer kuzu sarması olan Fetullahçılarla Erdoğancılar, şimdi hangi şahsi hırs ve hesaplarla birbirlerine düşmüşlerdi? Sn. Başbakan ve yalakaları, bütün bu işleri zavallı Fetullah Gülen’in kotaramayacağını, Onun arkasında Amerikan derin devletinin sırıttığını, kendilerinin de aynı odaklarca öne çıkarıldıklarını bilmezler miydi? Acaba bütün bu hırçınlıklar yeterince kullanılıp yıpratıldıktan sonra, artık gözden çıkarılmanın telaşı ve tedirginliği miydi? Yoksa toplum bu kuru kahramanlık tepişmesiyle oyalanırken Türkiye daha büyük felaketlere mi sürüklenmekteydi? MGK belgesi niye ortaya çıkarılmıştı? 2004 yılındaki MGK kararında, “Nurculuk Faaliyetleri ve Fetullah Gülen grubuna” ait kurumların faaliyetlerinin engellenmesi için, “Ağır yaptırımlar getiren yasal düzenlemeler yapılmalıdır, eylem planı hazırlanmalıdır” dayatması vardı. MGK kararının altında, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül’ün yanı sıra, beş ayrı bakanla, dönemin MGK üyeleri Aytaç Yalman, Özden Örnek, İbrahim Fırtına, M. Şener Eruygur’un da imzası yer almaktaydı. Başbakan Erdoğan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, “Ama bunun gereği yapılmadı ki…” diyerek belgeyi doğrulamıştı. Oysa bu AKP’li ucuz kahramanlar ve Fetullahçılar, malum 1997 MGK kararlarını 7 Yeni Şafak, 02.12.2012, (Cemaat ve Dershaneler) 33 imzalamadığı halde “Erbakan korkup imzaladı!” diye propaganda yapmışlardı. Hatta aynı isimlerin imzasıyla, Milli Görüş Hareketini bitirmekle ilgili de ayrı bir MGK kararının olduğu konuşulmaktaydı. Peki, bunların şimdi sızdırılmasını ve gündeme taşınmasını nasıl okumak lazımdı? 1) Bu ataklar, 2014 yılında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dönük kapışmalardı. Hemen her Köşk seçimlerinden önce o güne kadar açılmayan dosyalar, defter aralarında kalan sarı sayfalar ortaya çıkarılırdı. 2) Daha önce “Fetullah Gülen ve AKP’yi Bitirme Planı” hangi odaklar tarafından sızdırıldıysa, bu belge de aynı odaklar tarafından ama bu kez farklı hedefler doğrultusunda sızdırılmıştı. 3) Şayet Milli Görüş hakkında da böyle bir belge hazırlandıysa bu belgenin altında imzası olanlara bunu neden ve hangi hedefle imzaladıkları sorulmalıydı. 4) Kararda imzaları bulunan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin Dışişleri Bakanı, şimdiki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül neden suskunlardı? Başbakan Erdoğan, TSK’dan “irtica bahanesiyle” atılan personel hakkındaki Yüksek Askeri Şura (YAŞ) Kararlarına her defasında “şerh” düşerken, bu kararı neden imzalamıştı? Milli Gazete’den Adnan Öksüz’ün anlattığına göre; 2013 Şubat’ında, TRT İstanbul Radyosunda “Dört Dörtlük Portreler” programına Taraf yazarı Mehmet Baransu’yu çağırmış ve Baransu’nun “AKP dönemindeki devlet ihalelerinde korkunç vurgunlar ve soygunlar yapılmaktadır ve bunların hesabı elbette sorulacaktır!” sözlerine çok kızan Başbakan Erdoğan tarafından görevinden alınmıştı.8 Ve bekliyoruz, hala Sn. Erdoğan’dan bir yanıt veya yalanlama ulaşmamıştı. Hükümet yetkilileri, “2004 Ağustos MGK’sı yok hükmündeydi, uygulamadık” deseler de ortaya çıkarılan belgeler, kararların bir kısmının uygulandığı yolundaydı. Fetullah Gülen’in yaptığı açıklamalar da buna dayanmaktaydı. Daha önce Ergenekon davalarına delil sayılan Taraf’ın belgeleri ortaya çıkarmasıyla birlikte, iktidar ve yalakaları “TCK ve TMK’da düzenleme yapıp, Gülen’i yargılanmaktan biz kurtardık” demeye başlamıştı. Bunun anlamı “Cemaatle Hükümetin suç ortaklığıydı” Zaman yazarı cemaate kızıp ayrılmıştı Zaman gazetesinin son dönemdeki yayınlarının nefret içerikli olması bir bayan yazarı isyan ettirmiş ve yazmayı da bırakmıştı. Uzun yıllardır olduğu söylenen ancak ortaya dökülmeyen hükümet cemaat kavgasının kızışması ve “muhabbet fedaisi” Cemaat yazarlarının açıkça iftira ve küfretmeye başlaması üzerine “nefret ederek hak arandığını” söyleyen Zaman yazarı Leyla İpekçi 'Nefret eden yüzlere bakmak istemiyorum' diyerek Zaman'da yazmayı bıraktığını açıklamıştı. İlker Başbuğ’un MGK isyanı! • İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 05 Ağustos 2013 günü davaya ilişkin nihai kararını açıklamıştır. Mahkeme, kararını Başbakanlık Müsteşarlığından istediği ancak dosyaya gelmeyen direktif ve kararları incelemeden almıştır. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinden istenilen “Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı-2006"nın 45 nolu tedbiri ile Genelkurmay Başkanlığı’na internet faaliyetlerinde bulunma görevinin verildiği dikkate alınır ise, eksik inceleme ile verilmiş olan kararın vahameti net olarak ortaya çıkmaktadır. • Bu durum; adil yargılamanın yapılmadığını bir kez daha ortaya koyması açısından çok önemlidir, hayatidir. İnsanlar hakkında müebbet hapis cezası dahil en ağır cezalar verilmiştir. Mahkemenin kararını açıklamasından neredeyse, dört ay geçmesine rağmen “Gerekçeli Karar" hala ortada değildir. Söylentiler, gerekçeli kararın çıkması için bir dört ay daha geçeceğini göstermektedir. Ancak, insanların cezaevlerinde tutuklulukları devam etmektedir. • Bu vahim tablo karşısında; yetki ve sorumluluk taşıyan: Hâkimler ve Savcılar Yüksek 8 Bak: 1 Aralık 2014, Milli Gazete 34 Kurulu’nun, Yargıtay Başkanlığı’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin ne düşündüğü merak edilmektedir? Kulaklarını tıkayıp, sessizliklerini koruyacaklar mıdır? Yoksa, duruma müdahale ederek, vicdanları kanatan, Türkiye’de adalet sistemini yerle bir eden, bu gibi durumlara karşı tavır mı alacaklardır?” diyen E.GKB İlker Başğbuğ’un itiraz ve iddiaları hep yanıtsız mı kalacaktı? Beyler, bu mevki ve mertebelere hangi merkezler ve marifetler sayesinde geldiyseniz, yine aynı sistem ve sebeplerle gidersiniz. “Cezaen vifaga: (işlediklerine muvafık) Denk ve uygun bir ceza olarak” (Nebe: 26) karşılık görülmesi ilahi adaletin gereğidir. Hangi Hak davaya hıyanet girişimleriyle ve hangi bavul belgeleriyle yükseldiyseniz, aynı tür tertiplerle ezilip silineceksiniz! Erhan Tuncel’in: “Hrant Dink cinayetinin asıl sorumlusu ve organizatörü (E. Emniyet istihbarat şeflerinden ve Fetullahçı bilinen A.A.) Ramazan Akyürek’tir” açıklamalarıyla, çorap gibi sökülecek kirli ve çetrefilli ilişkilerinizle deşifre edileceksiniz! Kılıçdaroğlu Washington’da icazet mi arıyordu? AKP Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Her fırsatta ‘anti-emperyalizm’ ve ‘Anti Amerika’ söylemlerini dilinden düşürmeyen Kılıçdaroğlu son 1 aydır ABD ziyareti için çabalıyor ve amacına ulaşıyordu. CHP, iktidara gelmek için projelerini ve programını millete değil de ABD’ye anlatma ihtiyacını hissediyorsa oradan icazet alıyordur... Bu ABD ziyareti, CHP’nin klasik ‘Türkiye’yi şikâyet’ ziyaretlerinden ziyade; Yahudi lobisi ve ‘Derin ABD’ ile işbirliği ziyaretlerine benziyordu!” Washington ziyareti üzerine 1 Aralık günü tam 17 tweet atmış ve şunları yazmıştı: Eh, ABD derin merkezlerinde yani Yahudi Lobilerinde “iktidar icazeti nasıl alındığını” en iyi AKP’liler biliyordu! Cemaat-CHP yakınlaşmasını Yahudi Lobileri ayarlıyordu CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu Yahudi Lobilerinin etkin kuruluşlarından sonra Washington’da Türki Amerikan Birliği (TAA) temsilcileriyle kahvaltı yapıyordu. 2010 yılı Mayıs ayında ABD çapında 200’ü aşkın kuruluşun bir araya gelmesiyle Washington’da kurulan TAA’nın, Fetullah Gülen cemaatine yakın olduğu biliniyordu. Yine cemaatin Washington’daki ana kuruluşu olan Rumi Forum, CHP heyetinin en genç isimlerinden Bursa Milletvekili Aykan Erdemir ile farklı düşünce kuruluşlarından bir grup Amerikalıyı öğle yemeğinde bir araya getiriyordu. Milli Çözüm Dergisi aylar öncesinden, “Cemaat+CHP koalisyonu” hazırlandığını yazdığı için “Komplo teorileri üretiyor, Cemaate iftira ediliyor” diyenlerin, şimdi yüzleri bile kızarmıyordu. Türkiye ekonomik iflasa ve siyasi kargaşaya doğru sürükleniyordu! Financial Times’da yayımlanan ‘Türkiye Özel Raporu’ çok şey anlatıyordu. Örneğin, Daniel Dombey’in, ‘Büyük Şef’in (doğru çevirisi ‘Büyük Usta’ olmalı) ‘Türkiye’yi pusulasız sulara sürüklediği’ne dair bir başlık kullandığı çok dikkate değer yazısı, Başbakan’ın Türkiye’yi 2023’te ‘dünyanın en büyük 10 ülkesinden biri yapma’ ihtirasından söz ediyordu. Bu hedef, yılda yüzde 15 büyümeyi gerektiriyordu. Oysa daha kısa süre önce, büyüme hedefi yüzde 4’ün bile altına çekilmiş bulunuyor. Ayrıca, Türkiye’nin büyük baş ağrısı olan cari açık geçen yıl gayri safi milli hâsılanın yüzde 10’una denk düşerken, büyüme hızı yüzde 7 civarında olması ekonominin doğasına aykırı bulunuyor. Cari açığın sadece yüzde 15’i doğrudan yabancı yatırımlar ile karşılanıyor ki, doğrudan yabancı yatırım rakamının 2007’nin altına indiği biliniyordu. Türkiye’de 19 milyon ailenin sadece 1/4’ü (Dörtte biri)nin aylık veya yıllık geliri, asgari giderlerinden daha fazla görülüyordu. Yani geri kalan 15 milyon ailenin geliri giderini karşılamıyor ve toplumun büyük kısmı geçim sıkıntısı içinde kıvranıyordu. Geliri giderinden fazla olan yaklaşık 4 milyon aileden ise asıl pastayı 500 (beş yüz) aile kapışıyor ve bunların önemli kısmını dönmeler ve Yahudiler oluşturuyordu. “Dershane savaşları şimdilik büyük ölçüde medya üzerinden yürüyor ve cemaat bu konuda net 35 bir şekilde hükümeti zorluyor. Bunun altında cemaat medyasının bu tür kapsamlı kampanya yürütme konusunda daha deneyimli olması yatıyor. Öte yandan tartışmanın dershanelerle ilgili kısmında hükümetin argümanlarının çok zayıf, cemaatinkilerininse daha kuvvetli olması dikkatlerden kaçmıyor. Bir başka husus da, her ne kadar dışarıdan isimlere kapılarını açmış olsalar da cemaat medyasının kilit noktalarında Gülen hareketine çok erken yaşta bağlanmış insanlar bulunuyor. Onlar bu sürece bir "dava" gibi bakarken hükümet yanlısı medyada çalışanların önemli bir kısmı için bireysel çıkarların öne çıktığı görülüyor.” tespitlerine de hak vermek gerekiyordu. “Kemalistlerle AKP’nin ortak yanları” yazısında: MGK’da 25 Ağustos 2004 tarihinde alınan karardan geçen yıl Taraf yazarı Alper Görmüş söz ediyor, şimdi de yine Taraf’ta Mehmet Baransu kararı ayrıntılarıyla gündeme getiriyordu. Dershanelerin kapatılması girişimi acaba MGK’da verilen, altında Özden Örnek, İbrahim Fırtına ve Şener Eruygur dâhil generallerin ve Başbakan Erdoğan ile (o sıra Dışişleri Bakanı) Abdullah Gül’ün imzalarıyla alınan bu karara mı dayanıyordu? Daha doğrusu dershanelerin kapatılması ile su yüzüne vuran “Fetullah Gülen cemaatini bitirme planı”, Kemalistlerle bugün AKP’ye hâkim olan diye soran Zaman Yazarı Şahin Alpay, dolaylı biçimde “Milli derin devletin” değil, kirli dış güçlerin (ABD ve Yahudi Lobilerinin) tarafında olduklarını da deşifre ediyordu. çevrenin zihniyet ortaklığını mı yansıtıyordu? Cengiz Çandar, 2004'teki bir görüşmede dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nın Perinçek için "Jitem'in sözleşmeli personeli" dediğini aktarmıştı. Halil Berktay da Perinçek için "Atatürk hakkında 'puttu, yük oldu' diye yazılar yazmışken şimdi ultra Kemalizme rücu etti" tespitini yapmıştı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkan Yardımcısı Erkam Tufan Aytav’ın kaleme aldığı, ‘Aydınlık’tan Kaçanlar’ adlı kitap Ufuk Yayınları’ndan çıkarılmıştı. O tarihlerin hızlı Maocuları’nın neler düşündüklerine ve neden döndüklerine Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Halil Berktay, Oral Çalışlar, Gülay Göktürk, Ethem Sancak ve Büşra Ersanlı’nın anlatımlarından oluşuyordu. Bir zamanlar koyu İslam düşmanı ve Darwinist-Maoist kafalı, şimdilerde ise Cemaat yanlısı ve Amerikan şakşakçısı Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar ve Gülay Göktürk gibi “parayı verenin düdüğünü” çalan tipler, eski arkadaşlarını satarak ve sık sık onlara sataşarak göze girmeye çalışıyordu. Yani katı ulusalcıları da, ılımlı İslamcıları da aynı odaklar kullanıyordu. Oysa bir zamanlar bu yandaşlar Beka vadisinde “komünist dünya cenneti” için eğitiliyordu. ışık tutan kitap, Hatırlayınız; Genelkurmay bünyesinde Fetullah Gülen hareketi ve onunla birlikte Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ‘bitirme planı’ hazırlandığı haberini ilk yazan, 12 Nisan 2009 tarihli Taraf gazetesinde Mehmet Baransu olmuştu. Haberdeki iddianın birden fazla önemli boyutu bulunuyordu. İlk olarak, bir yıl önce, 2008’de iktidardaki AKP aleyhine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılmış kapatma davası iddianamesindeki suçlamaların bir kısmının bu amaçla ‘içeride’ üretildiği kuşkusunu doğuruyordu. Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatmıyor, ama ‘Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak’ suçundan mahkûm ediyordu. Albay Dursun Çiçek ve ‘ıslak imza’ tartışmalarını hatırlayalım... Nitekim Baransu’nun bu tartışmaları takiben o zaman Beşiktaş’taki adliyeye giderek teslim ettiği bavul dolusu belge, bir darbe girişimi sayılan Balyoz davasının açılmasında büyük pay sahibi olmuştu. İkincisi, Genelkurmay bünyesinde açılıp işletildiği yazılan ‘sahte’ ya da ‘tuzak’ internet siteleri söz konusuydu. Genelkurmay’ın başına, 30 Ağustos 2008’de görevi Yaşar Büyükanıt’tan devralan İlker Başbuğ getiriliyordu. Başbuğ, Büyükanıt ile birlikte, bir önceki dönemde, yani 2002-2006 döneminde Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü AKP’ye laiklik müdahalesinde bulunması için baskı altına alan komuta heyeti üyelerine karşı Özkök’ü fiilen koruyan isim olarak biliniyordu. Asıl soru şuydu: Ergenekon ve Balyoz davalarında, belki gerçekten suçlu ve sorumlu komutanlar vardı; bu tiplerin İslam’a ve dindar halkımıza karşı olumsuz tavırları aşikârdı. Ancak bu bahanelerle bütün TSK’yı töhmet altına alıp yıpratmak ve milletimizin ordusuna olan güvenini yıkmak için hazırlanan kurgu ve komploları 36 Amerika, asıl Fetullahçılar eliyle mi, yoksa Erdoğan ekibiyle mi uygulamıştı? Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi “Dershane Kapışmasıyla” ilgili: Bu kavga kesinlikle dershane kavgası değildir. İşin içinde başka işler vardır. İşin içinde ABD vardır. İsrail ve Siyonizm vardır. Papalık ve Hıristiyanlık vardır. (Erdoğan’a karşı) Sivil darbe teşebbüsü vardır. On milyarlarca dolarlık bir pasta vardır. Dinlerarası diyalog vardır. Serbest seçimlerle iktidara gelmiş Başbakan’ın seçimsiz düşürülmesi hesapları vardır. Münzel=indirilmiş gerçek İslam’ı değiştirip, onun yerine uydurulmuş ve türetilmiş yeni bir İslam getirmek vardır. Tesettürü zaruriyat-ı diniyeden çıkartıp ayrıntı haline getirmek vardır. İslam’ın Allah katında tek hak din olduğu temel inancını yıkıp, o inancın yerine zamanımızda üç hak İbrahim din bulunduğuna dair batıl inancı koymak vardır. Dershaneler buzdağının su üzerinde görünen onda biridir. Bendeniz bugünkü kavganın içine girmem ve taraf tutmam. Lakin kavga mı savaş mı, her neyse asıl sebeplerini aramaya, öğrenmeye çalışırım. Çok akıllı, cin fikirli olmasam da, bu savaşın dershane savaşı olduğuna inanacak kadar ahmak ve salak değilimdir. Burnuma çok acayip kokular geliyor. Darphane makinalarının seslerini işitiyorum. Hafızam gerilere gidiyor. Hani 2004 yılında Mardin’de tarihî Kasımiye medresesinde Dinlerarası Diyalog festivali yapılmıştı ya. Patrikler, papazlar, bir de Diyanet müftüsü… Çanlar çılgınca çalarken ezan okunmuş ve oradaki ruhbanlar hep birlikte havuzun üzerindeki derme çatma salaş köprüden kara cüppeleriyle yel yeperek yelken kürek merasimle geçmişlerdi. Akıllarınca üç İbrahim din mensupları böylece Sırat Köprüsünden geçerek Cennete duhül edeceklerdi. Bendeniz Ehl-i Sünnet ve Cemaat dairesi içinde naçiz bir Müslümanım. Dinlerarası Diyalog doktrinini reddederim. Allah katında tek hak dinini İslam olduğuna kesin şekilde inanırım.” diyerek tarihi bir uyarı yapmıştı. Taraf yazarına göre dershane dalaşı aslında kavgasıydı! “Halife kim olacak?” Taraf gazetesinin sert çıkışları ile dikkat çeken yazarı Namık Çınar, dershane polemiği ile başlayan AKP Gülen Cemaati arasındaki gerilimi çok farklı bir şekilde yorumlamıştı. Çınar'a göre Gülen ve Erdoğan arasındaki kavga aslında "Halife kim olacak?" kavgasıydı. Ona göre: "Tahttan indirilen Kemalist laikçilerin vesayet savaşları bitince, demokratikleşme görüntüsüyle onların yerini bu sefer de ılımlı İslamistler almaya başlamıştı. Çünkü çıkar ve iktidar pastası çok büyüktü ve iştah kabartıcıydı! Ve zaman zaman ucuyla muhaliflere dürtmeye de yarayan bıçak kimin elindeyse, buraları demokratik olmadığı için pastayı o kesip paylaştıracaktı. Meselâ, eğer bir şirketiniz var da Başbakan’ın uçağında yer kapmışsanız, kolunuzdan tutup götürdüğü ve kefil olduğu o diyarlarda ürünleriniz rahatça pazarlanacaktı. Biat etmenin ve rüsumunu ödemenin dışında, ne AR-GE’ye, ne pazarlama departmanına ihtiyacınız vardı. Kimi İslâm ülkelerinde en dorukta oturan din büyüğü Ayetullahların hilafet sancağı altındaki gibi bir siyasi modele mi evrilecektir; yoksa Osmanlı’daki gibi sultanın politikalarına hizmet için, onun denetimi altındaki bir şeriat düzenine mi kayılmaktaydı?” 9 Bu itiraz ve itiraflar “ABD güdümünde olacak ve İslam dünyasını avutup avucuna alacak göstermelik bir halife olma yarışının, Erdoğan’la Fetullah’ı karşı karşıya getirdiğini” ortaya koymaktaydı. Yeni Akit gazetesi yazarı Mehtap Yılmaz, kaleme aldığı yazısıyla Fetullah Gülen'e demediğini bırakmamıştı. AKP iktidarı ile Gülen cemaati arasında yükselen dershane gerilimini köşesine taşıyan Yeni Akit gazetesi yazarı Mehtap Yılmaz, cemaati ve lideri Gülen'le ilgili ağır ithamlar sıralamıştı. "Türkiye'de bir tek (dini) lider Fetullah Gülen mi? Bir sürü İslami cemaat vardı! Şimdi soruyorum! Hangisinin bankası vardı? Hangisinin istihbaratı vardı? Hangisinin bu kadar basın yayın organı vardı? Hangisinin HSYK'da, TSK'da, MİT’te, bürokrasinin en kilit noktalarında, bu kadar adamı kadrolaşmıştı? Hangisi kurbanla, fitreyle, zekâtla topladığı paralarla bankacılık sektörüne bulaşmıştı? 9 29.11.2013, Taraf 37 Hangisi kurbanla, zekâtla, fitreyle, zorunlu dergi gazete aboneliklerinden edindiği ekonomik güçle Vatikan'a eğilip bağlanmıştı? Hangisinin lideri Papa'ya biat edip Peygamber huzurundan ayrılıyor gibi geri geri adım atarak tazime kalkışmıştı? Hangisi Yahudilere ağlayıp, Mavi Marmara'yı dağlamıştı? Hangisi dış politikasını İsrail'e ayarlı geliştirmediği için Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'na cephe almıştı? Hangisi sırf İsrail'in istenmeyen adamı diye Hakan Fidan üzerinden mevcut iktidara darbe planı hazırlamıştı? Hangisi Gezi'cilere "çapulcular" dediği için Başbakan'a ayar çekmeye kalkışmıştı? Hangisi iktidara muhalif basın mensuplarını makamında ağırlayarak Erdoğan'ı "diktatör"lükle suçlamıştı? Hangisi, elemanlarını “şu saatlerde Twitter'da protesto eylemi yapın” diye kışkırtmıştı? Hangisi Risale-i Nur'un lisanını öykündüğü halde Risale-i Nur'ların varislerinin isyanına rağmen onları tahrif yoluna sapmıştı? Fetullah Gülen başörtülü Merve Kavakçı'ya saldıran Ecevit’le tam da o dönemde can ciğer olmamış mıydı? Şefaat hakkım olsa, Ecevit’e şefaat ederim buyurmamış mıydı? Aynı Fetullah Gülen, Emine Erdoğan'ı hedef alan sarhoş CHP vekiline niye ağzını açmamıştı? Hiç kusura bakmayın... Başbakan'a “Firavun, tımarhanelik” diyen de bu insandı!” Recep T. Erdoğan’ı, AKP kadrolarını ve yandaş yazarlarını da, Fetullah Gülen’i ve Cemaatini de aynı güçlerin palazlandırdığı, yani Siyonist Yahudi Lobilerinin parlatıp iktidara taşıdığını unutmuş gibi davranan Akit yazarlarının bu tespit ve tenkitlerini okuyunca: “Yahudiler: “Hıristiyanlar (hakikat ve hidayetle ilgili) hiçbir şey üzerinde değillerdir” dediler. Hıristiyanlar ise “Yahudiler (hakikat ve hidayetle ilgili) hiçbir şey üzerinde değildirler” dediler” (Bakara: 113) ayetini hatırlamıştık. Çünküsü her iki taraf ta, birbirleriyle ilgili söyledikleri doğru şeylerdi, çünkü hiçbirisi istikamet ve hizmet üzerinde değildi. Cemaatle iktidar çekişmesini, Rahmetli Erbakan’la Esat Coşan muhalefetine benzetenler de vardı Oysa, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan’ın bu konuyla ilgili hataları sadece teorik boyutla ilgili kalmamış, uygulamada da, ne yazık ki, savunduklarının tam tersini yapmıştı. Coşan âlim olmakla şeyh olmayı birbirine karıştırmıştı. İkincisi, lidere biat ile şeyhe intisabı karıştırmıştı. Fıkhî hükmü muallimlik ve mürşitlik olan şeyhliği, halifelik (devlet ve hizmet liderliği) gibi göstermeye çalışmıştı. Ancak, kendi söylediklerini bizzat kendisi uygulamamış, tam aksi yönde davranmış, “Bütün işlerin başına âlimlerin geçmesi gerektiğini” savunduğu halde bizzat kendisine bağlı işlerin başına, “Bu benim yakınımdır, sırdaşımdır” diyerek, ilmi olmayan birini oturtmuşlardı. Coşan, bütün işlerin başına âlimlerin geçmesi gerektiğini söyleyerek Erbakan’a sataşmıştı, fakat bir eğitim ve öğretim faaliyeti olduğu için esas itibariyle ilme en çok muhtaç olan şeyhlik makamına, ilmi olmayan birini bırakmıştı. Böylece, bir bakıma, reklamlarda “Hüseyini” göstermiş, teslimatta işi “Yezid”e bağlamıştı.” diyenler haklıydı. Coşan, Erbakan’ı “laiklik”e sığınmak ve şeraitten sakınmakla suçlarken, varisi olarak ortaya çıkanlar, açıkça hem de yanlış ve haksız laikliği savunmaya başlamıştı. “Adil Düzen” ve “Millî Görüş” diyerek bizzat İslâm’ı savunan Erbakan’ın aksine, bunlar, açıkça İslâm’ı bir kenara bırakmıştı. Ve zaten Milli Görüş siyaset sahnesine çıkıncaya kadar Nurcu, Süleymancı ve Tarikatçı kovalatan güçler, bu sefer “sakın Erbakan’a kaymasınlar” diye dini cemaatleri destekleyip öne çıkarmaya başlamıştı. 38 FETHULLAH HOCA’NIN YAHUDİ AŞKI VE SN. RECEP ERDOĞAN’IN ŞAŞKINLIĞI İnsanlığın nefsü emmaresi ve Deccal’in gönüllü askerleri olan Yahudilerin Siyonist önderleri, İslam’ın etkinliğini kırmadan yeryüzünde tam ve sağlam bir hâkimiyet kuramayacaklarının farkındaydı. Müslümanları Kur’ani Kerimin ahkâm ve ahlakından uzaklaştırmadıkça, kendi zulüm ve sömürü sistemlerini, özellikle İslam ülkelerinde uygulayamazlardı. Müslümanları İslami inanç ve amaçlardan uzaklaştırmanın ise iki yolu bulunmaktaydı: 1-Baskı ve barbarlıkla, dini yasaklamak, İslam’ı hayatın dışında tutmak, 2- Dini yozlaştırmak, İslam’ı ruhsuz ve şuursuz bazı gelenekler ve taklit edilen dini törenler haline sokmaktı… İslam tarihi boyunca kâfirler Kur’an’ın hem kelamını hem anlamını, açıkça inkâr ettikleri halde, münafıklar ise lafzını kabul ve iman ediyor görünüp, ayet ve hadislerin manasını te’vil, ahkâmını iptal yoluna sapmışlardı. Örneğin bazıları namazı emreden ayetlerin hak olduğunu, ancak “namazın mü’minin manevi miracı sayıldığını ve kendilerinin zaten fikren ve kalben sürekli Allah’ın huzurunda bulunduklarını, bu nedenle artık beş vakit eğilip doğrulmaya ve kuru merasimle uğraşmaya gerek kalmadığını” ortaya atmışlardı. Bazıları cihad ayetlerinin Allah’ın bir emri ve İslam’ın gereği olduğunu söylüyor ama, “cihat tüm kötülüklerden ve şeytani melekelerden kurtulmak üzere sürekli yapılan nefsi mücadeledir. Bu nedenle saldırgan kâfirler ve zalim güçlerle uğraşmak beyhudedir” şeklindeki safsatalarla toplumu uyuşturmuşlardı. “Kur’an ayetlerinde ve hadisi şeriflerde Yahudilerle ilgili lanetler ve eleştiriler, her kavimden çıkabilecek bazı insanların bozuk karakterine yönelik uyarılardır, bunları bütün Yahudileri kapsayan tarif ve tehditler olduğunu sanmak yanlıştır, ben de 60 yıldır böyle düşünüp yanıldığımı yeni anlamışımdır” Şimdi Fetullah Gülen de şeklinde beyanlar da bulunarak, hâşâ; a–1430 yıldır, yüz binlerce müçtehit ulemanın, müfessir ve muhaddis zatların Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili ayet ve hadisleri yanlış anlayıp, haksız yorumlar yaptıklarını b-Böylece milyarlarca Müslüman’ı temelsiz ve gereksiz önyargılarla Yahudilere karşı kışkırttıklarını söylemeye ve Müslümanların duyarlılıklarını körletmeye mi çalışmaktaydı? “Onlara (münafıklara ve inkarcılara); apaçık belgeler olan ayetlerimiz okunduğu zaman, (günahları ve din tahribatları nedeniyle) bizimle karşılaşmayı (ve huzurumuza çıkmayı) arzulamayanlar: “(Bu hükümler ve haberler bize ağır geliyor) Bundan başka bir Kur’an getir, veya (nefsimizin hoşuna gidecek şekilde) onu değiştir” derler. Onlara deki: Onu (Kur’anın apaçık hüküm ve haberlerini) kendi nefsi tahmin ve tedbirimle değiştirmem asla olacak şey değildir. Ben sadece bana vahyedilene tabiyim. Eğer Rabbime isyan ederek (Kur’ani haber ve hükümleri değiştirir ve yanlış mana verirsem) gerçekten büyük bir günün azabından çekinirim” (Yunus: 15) ayeti Gülen gibilerinin psikolojisini ortaya koymaktaydı. “Düşmana teslim olmak (ve işbirliği yapmak)ta bazen (zaman kazanmak ve belayı uzaklaştırmak cinsinden) faydalı bir çözüm olarak düşünülebilir. Zira bu durum; öldürülmeyi, esir düşmeyi ve malların elden gitmesini önleyen bir yoldur. Fakat İslam şeriatının esaslarını koyan (Allahu Teâlâ) bu faydaya itibar etmemiş (böyle davranmaya izin vermemiş); tam aksine düşmanla (fikri, siyasi ve askeri yönden) savaşılmasını, dini hükümlerin, devletin ve ülkenin savunulmasını (yani her türlü cihadın yapılmasını) emretmiştir. Çünkü bu daha üstün bir faydayı (dünyada izzet ve 39 hürriyeti, ahirette cenneti ve ruyet’i) sağlamaktadır. Böylece Müslümanların mevcudiyeti ve şerefleri korunmuş olacaktır. (Zira bu dünya imtihan meydanıdır ve imtihanın şartları Allah tarafından konulmaktadır”10 hükmü Fetullahçıların mazeretlerinin de geçersiz olduğunun kanıtıdır. Oysa Fetullah Gülen’in bilgi kaynağının en az % 70’ni oluşturan Bediüzzaman Hz.leri: Maide: 62, Maide: 5, İsra: 17, Bakara: 60 ayetlerini delil gösterip, Yahudilerin faizli bankacılık yoluyla mazlum milletleri insafsızca sömürdüklerini ve içlerinde yaşadıkları ülkelerde sürekli fesat çıkarıp ihtilalleri körüklediklerini (Bak: 25. Söz. 2. Şua) Yahudi gibi zeki ve dessas (hain ve hileci) münafıkların, İslam’a sızıp dejenere ettiklerini (15. Mektup, 2. Makam) Fatiha’da “Gayril mağdubi-gadaba uğrayanlardan etme!” duasında bildirilen Yahudilerdir. (İşaretül icaz. Fatiha tefsirinde) dedikleri ve pek çok Yahudi cıfıtların, insan suretine girmiş şeytan gibi davrandıklarından, bunlardan sakınmak gerektiğini söylediği halde, Fetullah Gülen’in kalkıp Siyonist fitnesini ve tehlikesini yok göstermeye, BM ve NATO gibi Yahudi güdümlü oluşumları ve kapitalist sömürü çarklarını kurtuluş ümidi ve can simidi gibi takdim etmeye yönelmesi, acaba itikadi bir sapkınlık mıydı, yoksa o malum ve melun odakların cereyanına mı kapılmıştı? Amerikan The Atlantic dergisi Fetullah Gülen’in anti-Semitizm ve Yahudilerle ilgili görüşlerini yayınlamıştı. The Atlantic’in “Anti-Semitik” olup olmadığı şeklindeki sorusu üzerine Fethullah Gülen, “daha önce Kur’an ayetlerini yanlış anladığını” söyleyerek sonradan Yahudilere dair bakışının değiştiğini” açıklamıştı. Tarih boyunca kâfirler, ayet ve hadislerin hem lafzını, hem manasını inkâr edip karşı çıkmışlardı. Münafıklar ise lafzına itiraz etmeyip anlamını saptırmaya çalışmıştı. Fetullah Gülen aynen: “Kemali samimiyetle itiraf etmek lazım ki (Yahudilerle ilgili) ayet ve hadisleri yanlış anlamış ve yaptığım izahlarda yanılmış, olabilirim. Şunu anladım ve daha sonra belirttim ki Kur’an’da veya sünnette yer alan (Yahudilere yönelik) eleştiri ve lanetlemeler belli bir inanca bağlı insanlara değil, herhangi bir insanda olacak karakteristiğe yapılıyor” ifadeleri kullanmıştı. Dergi İsrail Baş Hahamı Eliyahu Bakshi Doron’un 25 Şubat 1998 yılında İstanbul’da Fethullah Gülen’i ziyareti sırasında çekilmiş bir fotoğrafı da arşivden bulup yayınlamıştı. Fotoğrafta Başhaham Doron’un Fethullah Gülen’e bir çini vazo hediye ederken görülüyordu. Fetullah Gülen gerçekleri saptırıyor muydu! “The Cemaat’in iktidara olan antipatisine paralel olarak Yahudilere olan sempatisinde belirgin bir artış gözlerden kaçmıyor; zaten kendileri de gözlerden kaçırmaya hiç niyetli görünmüyordu. Bilâkis, parmaklarını gözümüze sokarcasına bu hakikati tekrar tekrar bize hatırlatacak vesileler bulunuyor – veya vesileler onları buluyordu. Today’s Zaman’ın 18 Ağustos tarihli nüshasında çıkan bir yazı ile Sayın Fethullah Gülen’in the Atlantic dergisine verdiği mülâkatta, bu konuda birçoğumuz için şaşırtıcı gelebilecek örnekler sergileniyordu. Türkiye’nin dış politikasında Batı’dan İslâm âlemine doğru yönelen çizgi (daha doğrusu kof söylem) değişikliğinin kimleri memnun, kimleri rahatsız ettiğini az çok biliyor, bilemediğimiz kısmını da tahmin ediyorduk. (Çünkü aslında AKP Erbakan’ın İslam Birliği projesini terk edip AB’ye katılmayı en büyük hedef sayıyor ve her türlü dışlanma ve horlanmaya rağmen AB Bakanlığı kuracak kadar teslimiyet ve acziyet gösteriyordu. A.A) The Atlantic dergisindeki beyanatında ise, Sayın Gülen, kendi ülkesinin dış politikasını ecnebiye şikâyet etmek gibi, muhalif bir politikacı için bile mazur görülemeyecek bir tavırla, bu gidişten hoşnut olmadığını açıkça söylüyordu.” 11 Aynı mülâkatta Yahudiler ve Hıristiyanlarla ilgili. Kendisine geçmişteki “anti-Semitik olarak algılanan” bazı beyanları hatırlatıldığında, Sayın Gülen, “ayet ve hadisleri yanlış anlamış olabileceğinden” söz (İslam Hukuku İlminin Esasları (Usulül Fıkıh) Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez. Diyanet Vakfı Yay. Ank. 1990. Sh: 150) (Bkz. http://fgulen.com/tr/turk-basininda-fethullah-gulen/36483-fethullah-gulen-hocaefendiden-the-atlantic-ozelroportaj) 10 11 40 ediyor ve artık değiştiğinden bahisle, şimdiki düşüncesini şu sözlerle açıklıyordu: “Şunu anladım ve daha sonra belirttim ki, Kur’ân’da veya Sünnette yer alan eleştiri ve lânetlemeler belli bir inanca bağlı insanlara değil, herhangi bir insanda olacak karakteristiğe yapılıyor”!? Ne var ki, Fetullah Hocamız, sonradan anladığı bu gerçeği “İslâm âleminin ve bugüne kadar gelip geçmiş İslâm âlimlerinin henüz anlayamadığını” ya sözlerine eklemeyi unutuyor, ya da engin tevazuundan(!) bunu telâffuz etmeyip bizim anlayışımıza bırakıyordu. Fakat biz yine de, Kur’ân-ı Kerimde yüzlerce âyetin bize anlattığı, lânetler yağdırdığı ve kendileriyle dostluk kurmamızı yasakladığı bir topluluğun nasıl olup da “herhangi bir insanda olacak karakteristik” seviyesine indirgenebildiğini anlayamıyoruz! Eğer “Kur’ân’da kastedilen sadece bahsi geçen Yahudilerle sınırlı değildir; onun yanı sıra bu (şeytani tavrı gösteren şu gurup ve kuruluşlar) da vardır” gibilerden bir söz söylenseydi, buna hak verirdik; ancak Sayın Gülen bu “eleştiri ve lânetlemelerin” Yahudi ve Hıristiyanları içine alma ihtimalini kesin bir şekilde reddediyor ve sadece “içimizdekini” (yani her insanda olabilecek bayağı ve aşağı karakteristiği) Kur’ân’ın hücum oklarına hedef olarak gösteriyordu. Acaba Yahudileri Kur’ân’ın en keskin hücumlarından korumak hususunda gösterilen bu açık ve aşırı muhabbetin bilmediğimiz bir hikmeti mi vardı? Today’s Zaman’da çıkan bir yazı da12, Başbakan Erdoğan Gezici diliyle bir hayli tenkit ettikten, onun ne kadar “nezaketsiz, tahammülsüz, hırçın, tahrikçi, tahkir edici ve istişareye kulak asmayan” bir yapıya sahip olduğunu bir güzel açıkladıktan sonra, Sayın Başbakanın, Şubat ayında Viyana’daki bir BM toplantısında anti-Semitizm ve faşizmin yanı sıra, Siyonizm’i de suçlaması” hayretle karşılanmış ve ayıplanmıştı. Evet; Dindar insanların sırtında yükselen bir cemaat, bir başbakanı Siyonizm’i kötülemekle suçlamıştı! Meselenin alarm veren tarafı sadece bir cemaat yönetiminin İslâm âleminde İsrail için maslahatgüzarlık rolünü üstlenmiş olması değil; bu rolün artık kanıksanmış, hattâ hatırı sayılır bir kitle tarafından da benimsenmiş olmasıydı! Mavi Marmara hadisesinden sonra İsrail’i Gazze üzerinde meşru otorite ilân eden talihsiz beyanat Müslümanlar üzerinde büyük bir şok tesiri yapmıştı. Şimdi ise durum bildiğiniz gibi: İsrail’i İslâm toprakları üzerinde meşru otorite ilân etmekten öte, buna karşı çıkanlar bile artık suçlu sayılmaktaydı. The Cemaat, en sonunda, “Kur’ân’ın Yahudileri suçlamadığı” iddiasını açıkça dillendirecek ve Siyonizm’e dokunulmazlık kazandıracak bir merhaleye gelmiş bulunuyordu. Bizim değerlerimizi dünyaya taşımak gibi bir iddianın sahipleri, şimdi bunun tam tersini yapıyor ve başkalarının değerlerini bize yudum yudum içiriyordu. Yoksa bu, artık bir kısım insanların her şeyi kabul edebilecek hale gelmiş olmasına güvenerek atılmış bir adım mı oluyordu?13 “Kur’an’da Yahudileri lanetleyen ve onlara güvenmeyi yasak eden ayetler, bu dinin mensuplarına yönelik değil, bazı kötü kişilerin karakterine dikkat çekmek içindir” şeklinde, Allah’ın hükümlerini yozlaştıran ve hedef saptırıp Siyonist Yahudileri aklamaya çalışan Fetullah Gülen’in bu din tahribatını, acaba takipçileri hala anlamıyor muydu, yoksa dünyalık çıkarlar uğruna susuluyor muydu? Gülen'in sahte barış ve tövbe çağrısı sırıtıyordu! Fethullah Gülen, Sızıntı dergisinin Ağustos 2013 sayısının başyazısında, kavgaları bir kenara bırakıp herkesi barışmaya çağırmıştı. Kin ve nefret söylemini terk etmeyi tavsiye eden Gülen, yazısında "Öyle ise gelin, bütün günahlarımızdan tövbe edelim ve bir arınma süreci başlatalım" dedikten sonra, herkesi “Cemaate teslimiyete ve kendisi hakkındaki tenkitlerden dolayı tövbeye” çağırır bir tavır takınmıştı. Gülen’in “Hakk’a saygısızlık günahı, insanlara kin ve nefret duyma günahı, fikirlere hürmetsizlik etme günahı, toplumun içine ihtilâf ve iftirak tohumları saçma günahı, karanlık görme, 12 13 (Bkz. http://www.todayszaman.com/news-323774-pm-erdogan-blamed-for-bad-counsel-from-advisers.html) Ümit Şimşek / Sondevir 41 karanlık düşünme günahı, kendimizi masum, başkalarını mücrim kabul etme günahı, herkesi cehennemlik ya da yobaz sayma günahı, olumlu her hareketi baltalama günahı, kendi insanî değerlerimizi tahrip etme günahı ve daha nice günahlar… Bence artık bütün bu günahlardan tövbe etme zamanı gelmiş olmalı” sözlerindeki samimiyeti ispatlama zamanıydı. Yani önce kendisinin bir itirafta bulunması ve özür dileyip helallik alması lazımdı. Çünkü milyonları mağdur bırakan ve ülkemize büyük tahribatlar yapan 28 Şubat sürecinde Fetullah Gülen açıkça darbe davulculuğuna soyunmuş ve Erbakan’a karşı Amerikan goygoyculuğu yapmıştı. Öyle ise Sn. Gülen Erbakan’dan, Milli Görüş camiasından ve tüm 28 Şubat mağdurlarından açıkça bir özür dileyip, hatasından pişmanlığını açıklasındı. İmamı Gazali’nin belirttiği gibi “Toplum huzurunda yapılan gıybet ve isnatların, yine toplum karşısında ve açıkça itiraf edilmesiyle tövbe ve pişmanlık ortaya konulmalıydı” Fetullah Gülen bu gerçeği bilmeyecek kadar cahil değilse, cin fikirlilik edip riyakârlığa mı başvurmaktaydı? Yeni Akit’ciler yeni mi uyanıyordu? “Eleştiri Başbakan’ı hedef alınca demokratik hak, cemaati hedef alırsa fitne fesat diye tanımlayacaksınız… Hükümete karşı çok yönlü operasyon yaparken, hükümet bize operasyon yapıyor diye ortalığı ayağa kaldıracaksınız… Zekâtı, fitreyi, kurbanı, deriyi İslam adına toplayıp, sonra da “Hizmet, İslami bir hareket değil, insani bir harekettir” diyerek İslam’ı taca atacaksınız… Anadan, babadan, yardan geçip yurtdışına hizmet gönüllüsü olarak giden gençleri Allah için yollayacak, sonra da “eğer bu hareket dini bir hareket olsa, BM’ye üye bütün ülkelerde nasıl olur da insanların gönlüne girilir” diyerek dinle göbek bağını kesip atacaksınız… Hem, Allah, peygamber, vatan diyecek, hem de Türk sinemasında Haç ve Hilal akımının öncülüğünü yapacaksınız… Başbakan’ın, Gezi teröristlerine “çapulcu” demesini kınarken, İsrail’in Filistin katliamını kınamayacaksınız… MİT Müsteşarı Hakan Fidan meselesinde ortaya çıktığı gibi bürokrasi üzerinde vesayet kurmaya çalışırken, GYV manifestosuyla inkâr etmeye çalışacaksınız… “Hizmet hareketi, siyasi bir hareket değildir” diye iddia ederken, Cemaatin kitle gücüyle Başbakan’ı tehdit etmeye kalkışacaksınız… Cemaatin namıyla bürokraside racon kesenlerin mağdur ettiği kişiler ağzını açınca dinlemeden, anlamadan “aforoz” edecek, “iftira ehli fitneciler!” diye damgalayacaksınız… Kifayetsiz muhteris cemaat müntesiplerinin “fişleme” lerini esas alarak, Cemaatin 150 ülkeye açtığı kollarını, Müslümanlara kapatacaksınız… Diyalog adına Papa Hazretlerine varana dek herkesi hürmet ve muhabbetle kucaklayacak ama İslami hareketlerle diyalogdan köşe bucak kaçacaksınız. “Allah’ın gücü her şeye yeter” demeyi bırakıp (ABD destekli), “cemaatin gücü her şeye yeter” diyen bir Müslüman kitle oluşturacak, bu güçle hukuk, siyaset, bürokrasi, üniversite gibi her alanda, insanların yüreğine korku salmaya çalışacaksınız... “Türkçe Olimpiyatları’nın İslami açıdan mahzurlu olduğu” iddialarına karşı, “Peygamber efendimiz, Olimpiyatlara teşrif etti” diyerek, İslami referanslarla kutsiyet kazandıracaksınız… Hal böyle iken… İç sızıntının kamuoyunda meydana getirdiği bu iltihabik duruma rağmen… MHP’nin kaset skandalından, Baykal’ı tasfiye eden görüntülere varana dek, siyasi ve içtimai her konuda görüş beyan eden Hocaefendi susacak, onun adına GYV olarak siz konuşacaksınız!? Heyhat! Hoşgörü başka din mensuplarına tüketildiği için mi bize tortusu kaldı yoksa? Diyalog zemininin kiri pası mı reva görülüyor bize? Sorularımızla geldik, olmadı… Surelerle geldik yanıt alamadık. Art niyet, neden sadece sual edenlerde arandı? Telefon diye bir şey var değil mi? Neden Hocaefendi canı yananları arayıp dinlemeden, ağzını her açanı haset ehli diye yaftaladı?”14 diyerek, doğruları aktaran Akit yazarı Mehtap Yılmaz, hayret sonunda kendisi de bir nevi cemaate yaklaşmaya hatta yakarmaya başlıyor ve şöyle bitiriyordu: “Yaklaşırsan yaklaşırlar. Şirin görürsen şirin görürler. Kabul edersen kabul görürsün. Senin 14 Yeni Akit/ 18 08 2013 42 âlemden beklediğini, âlemin de senden beklediğini asla aklından çıkarmamalısın” diyor Hocaefendi. O halde Yahudi ve Hıristiyanlara yaklaştığınız kadar olsun bize de yaklaşın. Bizi de şirin görün. Bizden beklediğinizi, sizden beklediğimizi asla aklınızdan çıkarmayın. Yaraları kapamaya, hataları telafi etmeye çalışın. Cüzamlılar gibi tecrit edip, defterden silmeyin, düşman görmeyin kızgınları…” Şimdi bay ve bayan Yeni Akit’cilere sormak gerekiyordu: 1- Cemaat Erdoğan’a sataşmadan önce hiç birinizden tıs çıkmıyordu. Siz Yahudi ve Hristiyanların aleti oldukları ve dinimizi ılımlaştırıp yozlaştırdıkları endişesiyle mi, yoksa Erdoğan’a cephe açtıkları için mi cemaate kızıyordunuz? 2- Cemaati, kendi sinsi ve Siyonist amaçları için öne çıkaran Yahudi lobilerini; Erbakan’ı tasfiye edip Erdoğan’ı iktidara taşıyan, BOP eşbaşkanı yapan ve boynuna iki tane c esaret madalyası asan mahfillerden farklı mı sanıyordunuz? 3- Kim bilir, Fetullahcılarla Erdoğancıları, birbirleriyle dengelemek üzere kışkırtan ve kullanan belki de aynı odaklar oluyordu. Yani sizinki dini ve insani bir kahramanlık değil, sadece figüranlık sayılıyordu. Cemaatten AKP'ye “derin devlet” suçlaması geliyordu! Gülen cemaati 11 maddelik bildiri yayınlayarak, AKP'ye, "derin devlet refleksi ve post modern darbe dönemi planları" eleştirisi yapıyordu. Cemaatin bildirisinde şu satırlar öne çıkıyordu: Gezi eylemlerinin en başındaki çevre duyarlılığına hak verilmiştir ve göstericilere karşı ilk günlerde alınan sert tutumla ilgili her çevreden tepkiler gelmiştir. Son dönemde medyada sıklıkla yer alan bazı haber ve yazılar sayesinde Hizmet’e yakın olduğu iddia edilen yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği de kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Başbakan Sayın Erdoğan da, Emniyet güçlerine talimatları kendisinin verdiğini ifade etmiş, Emniyet güçlerine destek çıkan demeçler vermiş ve nihayet onları olaylardaki performanslarından dolayı ödüllendirmiştir. İnsanların Hizmet Hareketi’ne nispet edilerek anayasal bir suç olan fişlenmesi ve sonra da tasfiye edilmesi demokratik değildir. Hizmet gönüllülerinin açmış olduğu okullar, Irak Kürdistan’ında zaten 20 yıldır Kürtçe eğitim vermektedir. Türkiye’nin ilk yasal özel Kürtçe televizyonu da yine Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş müteşebbisler tarafından gerçekleşmiştir. Hizmet Hareketi’ne gönül verenler, AK Parti’deki hukukçu vekillerin ve yöneticilerin bu art niyetli iftiraların devam etmesine neden göz yumduklarına bir anlam verememektedir ve gönül kırgınlığı içindedir. Gülen’in, kendisinin Türkiye'ye dönüşünün, ‘demokratik kazanımları tersine çevirmek için bazı çevreler tarafından kullanılacağı endişesini taşıdığını’ dile getirmiş, dolayısıyla ‘Türkiye'ye dönmeyi çok arzu etmekle birlikte endişelerim izale oluncaya kadar dönmeyi düşünmüyorum’ demiştir. Bazılarının Hizmet Hareketi’ne karşı ‘bir savcı 3 polisle hizmeti terör örgütü ve çete kapsamına sokarız, bitiririz’ gibi karanlık niyetleri ifade etmeleri, buna ilave olarak dershanelerin kapatılma düşüncesini ‘Cemaate had bildirme’ olarak gündeme getirmeleri ve Hizmete gönül verdiğini düşündükleri kişilerin bürokrasiden tasfiye edildiğini söylemeleri ne acıdır ki derin devlet refleksi ve post modern darbe dönemi planlarına benzemektedir. AKP hükümeti ile Cemaat arasındaki yarı-açık savaş, Sabah ile Zaman gibi yandaş gazete yazarları arasındaki polemiklerle yeni bir boyut kazanıyordu! Önce Mehmet Barlas “Cemaatler sivil toplum değildir” diye yazdı (Sabah, 6 Ağustos 2013). Hüseyin Gülerce ertesi gün “Hizmet hareketinin bir ‘dini cemaat’ olmadığını” hatırlattı (7 Ağustos 2013). Ardından Mehmet Barlas “gücünü abartanların (Cemaat) ancak gerçek güçlü (AKP) öfkelenene kadar gösteri yapabileceğini” yazarak cemaati uyardı (Sabah, 10 Ağustos 2013). Mümtazer Türköne ise “parti mezarlığına intikal eden çok sayıda parti bulunduğunu” belirterek, “partilerin değil, cemaatlerin 43 geleceğe kalacağını” diyerek karşı tehditle yanıtladı. (Zaman, 11 Ağustos 2013). AKP ile Cemaat’in son iki yıldır çarpışmasının altında ne yatıyordu? 1. 11 yıl önce koalisyon kuran Erdoğan ile Fethullah Gülen, iktidar zayıfladığı ve inişe geçtiği için çarpışıyordu. İnişi görerek kazandığı mevzileri korumaya çalışan Cemaat’in hamleleri, Erdoğan’ı ürkütüyor ve bu nedenle o hamleleri “devlet içinde devlet” şeklinde niteliyordu. 2. ABD’nin dünya çapında inişe geçmesi iç çelişmelerini büyütüyordu. Hâkim sınıflar arasındaki bu çelişmeler, Washington’dan başlayarak müttefik ülkelerdeki aktörlere kadar uzanıyordu. ABD’deki bu iç çarpışma Erdoğan ile Gülen arasındaki çarpışmayı besliyordu. “7 Şubat” operasyonu ile zirve yapan bu çarpışma, yukarıda da özetlediğimiz gibi şimdi şu iki konu üzerinden yürütülüyor: 1. Parti mi, Cemaat mi önemli sayılıyordu? 2. Cemaatler Sivil Toplum Kuruluşu muydu?15 tespitleri önemli gerçekleri yansıtıyordu. Her Taşın altından Yahudi çıkıyordu! Rusya Savunma Bakanlığı, Doğu Akdeniz’de iki balistik füzenin fırlatıldığını tespit ettiklerini açıklamıştı. Günün erken saatlerinde “Akdeniz’de böyle bir hareketlilik gözlemlemediklerini” açıklayan Siyonist İsrail ordusu daha sonraki açıklamasında füze denemesini ABD ile birlikte bizzat yaptıklarını itiraf etmek zorunda kalmışlardı. İsrail Savunma Bakanlığı sözcüsü Tal Bentov, Rusya’nın tespit ettiği füzelerin, İsrail ve ABD’nin Akdeniz’de deneme amaçlı attığı füzeler olduğunu duyurmuşlardı. Kriz süresince Suriye’deki savaşa güya taraf olmadığını öne süren İsrail’in bölgedeki krizi derinleştirme çabaları böylece kanıtlanmıştı. Üstelik bu füzeler nükleer başlık taşımaktaydı. Her zaman olduğu gibi yine Kur’an haklı çıkmıştı ve Siyonist Yahudileri aklamaya ve dikkatlerden saklamaya çalışan Fetullah Gülen gibilerinin foyası sırıtmaya başlamıştı. “ABD Başkanı Obama Suriye ile ilgili kararını açıklamadan dört saat önce İsrail Başbakanı Netanyahu’yu aradığı anlaşılmıştı! İlgili haberde “Bilgilendirdi” şeklinde aktarılmıştı. Obama’nın açıklaması oldukça sıradan bir açıklama olduğuna göre, Netanyahu’ya neyin bilgisini verdiğini merak etmek lazımdı! Aklımıza önce acaba “İzin mi aldı?” sorusu takılmıştı. “Ben Suriye’ye havadan saldırmak istiyorum, ne dersiniz” diye sormuşta olabilirdi! Netanyahu’nun ABD Kongresi üzerindeki nüfuzunu kullanmasını da istemiş olabilirdi!” tespitleri haklıydı. “ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın inişli-çıkışlı seyir izleyen ve “kararsızmış” gibi bir görüntü sunan dış politikasında şahinleşen tavrı onu Mesih zanneden İslamcıları şaşırtmıştı. “Değişim” sloganıyla iktidara gelen “Nobel Barış Ödülü”sahibi Obama’daki bu önemli dönüşüm, özellikle Türkiye ve “Yeni Ortadoğu” bağlamında hayal kırıklığına yol açmıştı. Obama’nın ikinci döneminde farklı bir “Yeni Ortadoğu” ve “Yeni Türkiye” hesapları artık iyice ortaya çıkmıştı. “Türkiye Modeli” üzerinden bölgeyi dönüştüreceği zannedilen ABD’nin “Yeni Ortadoğu” yapılanması üzerinden Türkiye’yi yeni bir değişim ve dönüşüme zorladığı anlaşılmıştı. Suriye’ye bir kara harekâtının şerefi(!) AKP’ye mi bırakılıyordu? Evet, Ortadoğu ve Türkiye yeni bir döneme doğru kaymaktaydı ve buradaki diğer önemli kırılma noktası da Suriye operasyonu bağlamında Obama’nın takındığı farklı tavır olarak karşımıza çıkmaktaydı. Düne kadar Türkiye’nin tezlerini, gerekçelerini ve taleplerini dikkate almayan Obama’nın, bu sefer Türkiye’yi Suriye’ye müdahaleye kışkırtması, fakat bir yandan da Erdoğan’ı dışlıyor tavrı takınması dikkatlerden kaçmamıştı. Acaba Türkiye, yeni oyunun dışında tutulmaya ve Suriye meselesine “sakın karışma” demeye mi çalışılmaktaydı; yoksa asıl askeri müdahale Türkiye’ye mi bırakılmaktaydı? Ya da Suriye krizi ile iyice manevra alanı daraltılmaya başlanan Türkiye’de daha derin krizler çıkarma hazırlığı mı yapılmaktaydı? 16 Üç yıl önce ABD Siyonist düşünce kuruluşlarında, hazırlanan similasyonlarla gösterime sunulan ve Türkiye’nin Suriye batağına sürüklenmesini amaçlayan: 15 16 [email protected] [email protected] 44 1- Suriye’de iç savaş çıkartılıp, Türkiye tedirgin edilmeye çalışılacak… 2- Bu yetmezse yüzbinlerce Mülteci Türkiye’ye sığınıp sorunlara yol açacak… 3- Bu da olmazsa, Suriye Türkiye sınır il ve ilçelerinde çok ölümlü patlamalar gerçekleştirilip sucu Esad rejimine yıkılacak ve mutlaka Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalesi sağlanıp, bu ülke suçlu ve saldırgan konuma sokularak savaş açılacak!.. Planları tek tek uygulanmaktaydı… 45 AKP'NİN VE CEMAATİN ORTAK TAHRİBATLARI VE GEZİ KIŞKIRTMALARININ PERDE ARKASI DİYARBAKIR BULUŞMASI VE HÜKÜMET-CEMAAT KAPIŞMASI Barzani Diyarbakır’a gelmeden önce ABD Başkan Yardımcısı Yahudi Siyonist Joe Biden ile görüşüp talimat almıştı. Ardından Bülent Arınç Joe Biden’le görüşmek üzere ABD’ye çağrılmıştı. “Ben sadece (sıradan) bir bakan değilim! Ben bir yerde bulunuyorsam, sadece bir makam işgal eden bir bakan olduğum sanılmamalıdır!” “Benim aynı zamanda bir özgül ağırlığım vardır!” “Benim bu özgül ağırlığım başkalarından farklıdır!” “Ben partinin görüşlerini, düşüncelerini, geçmişini, bugününü ve geleceğini temsil eden bir insanımdır!” “Ben Meclis Başkanlığı yapmış adamımdır!” “Ben demokrasi noktasında, özgürlükler noktasında kendimi, ailemi siper etmişim! Ben gençliğimi, aşkımı, hayatımı bu yola vermişim! Ben kum torbası yapılacak biri değilim! Birileri beni yıpratmamalıdır!” Çıkışlarıyla “dobra”lık rolü oynayan Bülent Arınç bile, tıpış tıpış Recep Erdoğan’la birlikte Diyarbakır’a koşmuşlardı. Bunların bütün şerefleri, makamları ve çıkarlarıydı. “Eğer Çözüm sürecindeki adımlara rağmen Güneydoğu’da AKP değil de BDP oylarını artırırsa o zaman batıdaki seçmenin gözünde Erdoğan zor duruma düşecekti. Seçimlerden sonra başlayacak bir antiKürtçü dalga ile Cumhurbaşkanlığı seçilmesi bile riske girebilirdi. Bu nedenle Erdoğan çok kritik bir adım atarak Barzani’yi Diyarbakır’a çağırdı ve programına dâhil etmişti. Böylece Erdoğan Diyarbakır halkına sıcak mesajlar vermeyi umuyordu. Hatta Şivan Perwer de bu nedenle davet edilmişti. Böylece seçmenin gönlünü kazanmak istiyordu. Zaten her seçim arifesinde Şivan Perwer’e bir davet gider, seçimden sonra konu unutulurdu. Bu strateji ne kadar tutar o ayrı meseleydi. Barzani’nin davetini zamanlama açısından önemli kılan ikinci konu çözüm süreciydi. Çözüm sürecinde çatlakların olduğu, özellikle Kürtlerin giderek süreçten umutlarını kestikleri bir sır değildi. Kürtler nisan mayıs aylarında, ‘ne zaman barış gelecek’ diye beklerken şimdi ‘ne zaman savaş çıkacak’ diye korkuyordu. Erdoğan PKK’dan ve Öcalan’dan umduğunu bulamamıştı. İşler istediği gibi gitmiyordu. Ancak gelinen bu süreçte geriye de dönemeyeceğini biliyordu. Bu nedenle çözüm sürecindeki çatlakların bir an önce üstünün sıvanarak kapatılması gerekiyordu. En azından seçimlere her tarafı çatlamış, dökülen bir süreçle girmek istemiyordu. Bu çatlakları kapatmanın en kolay yolu da Barzani’yi getirip Kürtlerin önüne çıkarmaktı. Çatlakları Barzani sıvasıyla kapattıktan sonra üstüne de Şivan Perwer geldi mi sıvalı yerleri parlatır, ortaya “yepyeni” bir çözüm süreci çıkardı. Ayrıca Erdoğan Barzani’yi Diyarbakır’a çağırarak Öcalan’a “sen yoksan Barzani var, yoluma Barzani ile devam ederim, Kürtlere lider olarak onu sunarım” mesajı veriyordu. Barzani ile Öcalan arasındaki liderlik çekişmesi bilinen bir durumdu. Bu açıdan Başbakan’ın takdimi ile Kürtleri selamlayacak Barzani için Diyarbakır ziyareti bulunmaz bir fırsattı. Öcalan’ın partisi Kuzey Irak’ta bin 46 oy bile alamazken Barzani’nin Diyarbakır’dan alacağı sempati kuşkusuz Öcalan için anlamlı bir kayıp olacaktı. Öcalan karakterinde biri Barzani’nin Erdoğan ile halkı selamlamasını kıskanarak, hatta çatlayarak seyredecektir. Hatta buna karşılık bir cevabı da olur Öcalan’ın. Nitekim daha önceki beyanlarında ‘yapabiliyorlarsa barışı Barzani ile yapsınlar, kanı durdursunlar’ diye meydan okumuştu. Şimdi Öcalan’dan ve PKK’dan benzeri bir çıkış beklenebilirdi.” şeklindeki yorumlarda elbette haklılık payı vardı. Ama bütün bu girişimlerin ABD planı ve talimatıyla yapıldığı gerçeği özenle dikkatlerden saklanmaktaydı. Rothschild’in ortak olduğu Türk şirketi Genel Enerji’nin Kuzey Irak-Türkiye arasındaki 240 kilometrelik boru hattı tamamlanmıştı: 2013 Aralık başında ilk petrolün bu hattan Türkiye’ye geleceği belirtiliyor, bu yolla günlük 400 bin varil petrol taşınacağı söyleniyordu. Diyarbakır’daki Erdoğan-Barzani zirvesinin sürpriz ayağının enerji işbirliği olacağı anlaşılıyordu. Görüşmelerde, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nden Türkiye’ye petrol akıtacak boru hattıyla ilgili tarih üzerinde kesin mutabakata varılmıştı. Kürt bölgesinden başlaması beklenen petrol akışı için boru hatlarının kapasitesi artırılmıştı. Milliyet'te yer alan habere göre; Kürt petrolü Zaho’dan geçerek, Türkiye’ye Silopi üzerinden gireceği belirtiliyordu. Edinilen bilgiye göre bu hat Genel Enerji’nin kontrol ettiği Taq Taq ve Tawke petrol sahasından çıkarak, Zaho-Fishabur üzerinden Türkiye sınırına kadar gelecek ve Silopi yakınlarından Kerkük-Yumurtalık boru hattına bağlanacaktı. Kerkük-Yumurtalık boru hattında da artan petrol sevkiyatı için genişletme çalışmaları da tamamlanmıştı. İlk aşamada günde 400 bin varil petrol akması planlanan hattan 2015’te günde 1 milyon varil, 2019’da ise günde 2 milyon varil petrol akacaktı. Mehmet Emin Karamehmet ve Mehmet Sepil’in kurduğu sonradan Nat Rothschild’in ortak olduğu Genel Ereji, Londra’da borsaya kote bir şirket ve Kuzey Irak’ta bu alanda en büyük oyuncuların başında geliyordu. Kuzey Irak bölgesi günde yaklaşık 350 bin varil petrol üretiyor ve kendi açıklamalarına göre üretimin 2015’e kadar günde 1 milyon varile çıkarılması umut ediliyor. Yerel hükümet bu petrolün 210 bin varilini ihraç ediyordu. Barzani’den ne alınmış, ne satılmıştı? Dikkate değer bir teoriye göre, Abdullah Öcalan ve örgütü 1970’li yıllarda aslında Türk derin devletinin inisiyatifiyle Barzani’nin bölgedeki Kürtler üzerindeki etkinliğini kırmak amacıyla ortaya çıkarılmıştı. Şimdi Öcalan’ın kurmuş olduğu yapıyı çözmek için ABD ve İsrail’in has adamı Barzani’ye müracaat edilmesi derin irtibatı ve talimatları hatırlatmıştı. Ama bu ilk defa yapılmamış, PKK saldırılarının tırmanışa geçtiği 1990’larda Barzani ile Talabani’ye Türk pasaportu bile çıkartılmıştı. Daha sonra köprülerin altından başka sular akmış, Barzani ve Talabani bazen birlikte bazen ayrı ayrı ve bazen birbirleriyle de çatışarak Öcalan’la geçici ittifaklar kurmaktan geri durmamışlardı. Bugünkü konjonktürde ise Barzani Türkiye’ye muhtaç durumdaydı. Çünkü merkezi yönetim karşısında hem özerkliğini korumak hem de topraklarından çıkan petrolü istediği şartlarda satabilmek için himayesine sığınabileceği Türkiye’den başka bir ülke bulunmamaktaydı. Uzaktaki büyük güçlerin himayesi bu noktada yetersiz kalmakta ve ABD planıyla AKP iktidarı devreye sokulmaktaydı. “Diğer yandan Türkiye’nin de Barzani ile iyi ilişkileri içinde olması kendi çıkarına. Hem bölgenin petrol gelirinden Türk ekonomisinin de pay alması hem de PKK’nın nüfuzunu sınırlayacak bir Kürt otoritesinin mevcudiyeti Ankara’nın bölge siyaseti açısından önem taşıyor” yaklaşımları ise Siyonist patronlara piyonluk yapıldığını saklama amaçlıydı. Diyarbakır çıkarması Türkiye’yi Sudan yapma hazırlığı mıydı? (Barış ve çözüm süreci, birlik ve kardeşlik dönemi” gibi kılıflara sarılan Diyarbakır görüşmelerine karşı) Bizim, Sudan’da olup bitenleri hatırlatmamız lazımdır. Sudan’da yaşananlarla Türkiye’de yaşananları yan yana koyup bir mukayese edildiğinde görülecektir ki aynı süreçler orada 47 da yaşanmıştır. Sonunda Sudan bölünüp parçalanmıştır. Küresel güçlerin kontrolünde gerçekleşen Sudan örneği hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Orada da ayrılıkçı terör hareketleri uzun bir sükûnet ve hazırlık döneminden sonra 1983 yılında Albay John Grang liderliğinde yeniden kışkırtılmıştır. Sudan çok acı çekmiş, yüz binler hayatını kaybetmiş, ülke ekonomisi çökmenin eşiğine gelip dayanmıştır. Ardından terörist liderle resmi görüşmeler başlatılmış, militanlara hükümette bakanlık ve devlet kadroları ayrılmıştır. Bunların hiç biri yeterli olmamış ve şu tavizler verilerek Sudan parçalanmıştır. 2005 yılında Kenya’nın başkenti Nairobi’de Afrikalı 20 devlet ve hükümet başkanı önünde ve dönemin ABD dışişleri bakanı Colin Powel’in nezaretinde teröristlerle sözde ateşkes imzalanmıştı. Ateşkes anlaşması; bölgeye özerk yönetim, 6 yıl sonra bağımsızlık referandumu ve bu süre içinde ayrılıkçı lidere Cumhurbaşkanı yardımcılığı gibi şartlar taşımaktaydı. Anlaşma gereği, John Grang Sudan Cumhurbaşkanı birinci yardımcılığına atanmıştı. Terörist Grang yeni görevinde bir ayını doldurmadan geçirdiği helikopter kazasında hayatını kaybedince, aynı göreve Grang’ın yardımcısı Salva Kiir taşınmış, ama iç ve dış taleplerin ardı arkası kesilmemiş, teröristler bir türlü tatmin olmamıştır. Sonunda 9 Ocak 2011 de yapılan halk oylamasında bölünme kararı çıkmıştır. 9 Temmuz 2011 de saat 10.45’te Güney Sudan parlamento başkanı James Wani Lagga bağımsızlık beyannamesini okumuş ve Sudan resmen ikiye ayrılmıştır. Lütfen dikkat buyurun! Aynı tarihlerde Irak’ta Celal Talabani ABD tarafından Irak Cumhurbaşkanlığına taşınmıştı. Mesut Barzani için de Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanlığını uygun bulmuşlardı. Türkiye’de bölgesel olayların artması, çözüm çalışmalarının gündeme oturması ve İmralı’yla pazarlıkların aynı dönemde yapılmaya başlaması sadece bir rastlantı mı sayılmalıydı?”17 Ve şimdi Türkiye’de aynı süreç adım adım uygulanmaktaydı. Amerika, Libya'ya el atmış ve orayı da 2. Irak yapmaya başlamıştı! ABD, Libya’ya el attıSon dönemde dış kaynaklı fitne sonucu şiddet olaylarının arttığı Libya’daki çatışmaları kendi lehine çevirmek isteyen ABD önemli bir adım atmış, ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un, Libyalı 7 bin askere özel eğitim vereceği açıklanmıştı. ABD, Libyalı 7 bin askere ‘özel eğitim’ vermek için anlaşma imzalamıştı. ABD Özel Operasyonlar Komutanlığı’nın başında bulunan amiral William McRaven, ABD’nin Kaliforniya eyaletinde katıldığı bir seminerde bunları açıklamıştı. Libya’nın başkenti Trablus’ta milis güçlerinin protestoculara saldırısı sonucu 48 kişi hayatını kaybetmişti. Libya Sağlık Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Misrata Kartalları Tugayı adlı milis güçlerinin kentten çıkmasını talep eden göstericilere ateş açılmıştı. Militanların ateşi sonucu 32 gösterici ölürken 300’den fazla kişi de yaralanmıştı. Evet, demokrasi bahanesiyle Irak’tan, sonra şimdi de Libya cehenneme çevrilmiş bulunmaktaydı. Dershane savaşlarının perde arkası Milli Gazete’nin “Şeytan ayrıntıda” başlıklı haberini hatırlayalım: Ortalık dershanelerin kapatılması tartışmalarıyla toz duman iken, aynı taslakla azınlık okullarının önünü açan bir düzenleme gözlerden kaçıyordu. Kavga, Özel Eğitim Kurumları’ndan dershanelere odaklanırken, aynı kanunda yapılması düşünülen bir değişiklikle gayr-i müslim azınlık okullarında Müslüman çocukların da okuyabilecek olmasının önü açılmaya çalışılıyordu. Eğitim meselesinin bir teferruatı olan dershane için fırtınalar koparan taraflar esas tehlike olan Müslüman çocuklarına gayr-i müslim azınlık okulları kancasını nedense görmüyordu!? Bu düzenlemenin o taslağa nasıl girdiğini anlamak için “27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, çocuklarımızın eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildiğini bilmemiz gerekiyordu. ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir Eğitim Komisyonu kurulmuştu. 17 Sadrettin Karaduman, Milli Gazete 48 Bu komisyonun adı Fulbright Eğitim Komisyonuydu. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk’tü. Bu Komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemek oluyordu ve dindar AKP dâhil, o günden beri bu kurul hiç değişmiyordu ve yeni düzenlemeleri bunlar yapıyordu. Şimdi AKP’nin ta 2009 yılında, 2014 için hedef olarak koyduğu planla, dershaneleri kapatmak değil, “dershane sahiplerini özel okula dönüşmeye teşvik etmek ve sınav sisteminde değişikliklere gidilerek öğrencilerin test-tost ikileminden nasıl çıkarılacağının tedbirlerini aramak” bahanesiyle, gençliğin fikren Hıristiyanlaştırması tuzakları kurulmaktaydı. ABD güdümlü Fulbright Komisyonu’nun teşvikiyle, üniversite imtihanlarında çıkacak soruların yanıtları liselerde öğretilmeyip, bunlar Fetullahçıların hâkim olduğu dershanelerde verilecek, gençlerimiz imtihanları kazanmak için bunlara mecbur ve mahkûm bırakılmaktaydı. Dershaneler için topyekûn savaş başlatan Cemaat, daha önce hapse tıktırdığı Cübbeli hocayı TV ekranlarına çıkartıp ana haberde 15 dakika konuşturmuşlardı. Dershane savaşında cemaat yayın organları ile konuyu zirvede tutmaya çalışmaktaydı. Cübbeli Ahmed Hoca'yı dahi ekrana çıkaran STV haber, bültenin 15 dakikasını bu özel röportaja ayırmıştı. Cübbeli hoca konuşmasında 'ne şiş yansın ne kebap' tutumunu takınmış, ancak 'dershaneler kapatılmasın' sözünü net bir şekilde belirterek tarafını Cemaatten yana kullanmıştı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Müslüman kanıyla İslam coğrafyasında sınırlar çizen ABD ile ilişkilerine sınır koyamamıştı! Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, AKP dönemindeki, “Türkiye-ABD ilişkisi”ni sınırsız olarak vasıflandırmış ve zaman mefhumuna sığdıramamıştı. İki ülkenin model ortaklığının “sonsuza kadar” süreceğini açıklayan Davutoğlu, Kerry’nin Türkiye denetimlerinden oldukça memnun olacak ki, espriler eşliğinde Siyonist Yahudi’ye övgüler yağdırmıştı. Davutoğlu’nun ilişkilerine sınır çizemediği “stratejik müttefiki” Amerika; Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de ve nice İslam coğrafyasında Müslüman kanıyla sınırları bozmaktaydı. “Her hafta görüşürüz” demek “Kerry’e bilgi sunarım” itirafı mıydı? Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Washington’daki temasları çerçevesinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile baş başa ve heyetler arası görüşmeler yapmıştı. Kerry ile birçok farklı ortamda çok kez bir araya geldiklerini, bazı zamanlarda her hafta telefon görüşmesi yaptıklarını belirten Davutoğlu, Kerry’nin Ortadoğu barış sürecinden İran’la angajmana kadar uzanan konularda çok aktif ve dinamik bir diplomasi izlediğini hatırlatmıştı. Davutoğlu, Kerry’ye hitaben, “Bölgemize kaç defa geldiniz artık bilmiyorum. Tarihteki en hızlı hareket eden ABD dışişleri bakanısınız” esprisini(!) yapmıştı. “Türkiye’ye minnettarız, güvenimiz tam” diyen Siyonist Kerry, AKP’den çok razıydı! ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ise ABD-Türkiye ilişkilerinde her unsurun güven üzerine kurulu olduğunu belirterek, “Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler güçlü. Kimse buna mani olmayı deneyemez ve bu ilişkilerin sağlamlığını sorgulayamaz. Bazı dönemlerde anlaşmazlıklar olabilir, bu normaldir. Dostların, birbirlerinin konuları ele alma şekline saygı gösterdikleri müddetçe anlaşmazlıkları olabilir. Bu ilişkilerin ilerlemesi konusuna güvenim tam. Türkiye’nin birçok konuda bizimle birlikte Şimdi Fetullah cemaatinin de, Erdoğan iktidarının da, aynı ABD’nin ve Yahudi Lobilerinin güdümünde olduğunu bilenler, aralarındaki kapışmanın basit çıkar hesaplarından ve etkinlik kavgasından ibaret olduğunu anlamakta zorlanmayacaktı. CFR’nin hizmetkârları: Hükümetle Cemaat aynı zihniyeti taşımaktaydı! çalışmasından minnettarız” diyerek hizmetkârlarına minnettarlığını aktarmıştı. Sn. Abdullah Gül ve Sn. Recep Erdoğan’ın desteği ile Dünyanın en etkin ve en karanlık yapılanmasının Türkiye ayağının kurulduğunu önce Milli Çözüm Dergimiz açıklamıştı. Siyonizm’in en güçlü lobisi ve derin yapılanması olan Council on Foreign Relations (CFR) Dış İlişkiler Konseyi’nin Türkiye ayağı da oluşturulmuştu. Yapı Kredi Plaza D Blok’ta faaliyetlerini sürdüren bu kurum, 49 Türkiye’de Global İlişkiler Forumu (GİF) adı ile örgütleniyordu. GİF, CFR’ın “Konseyler Konseyi” olarak nitelendirdiği yapılanmanın Türkiye ayağını teşkil ediyor ve CFR Turkey olarak tanımlanıyordu. Global İlişkiler Forumu (GİF) 285 kişilik oldukça kapsamlı bir üye listesine sahip bulunuyor, Fetullahçı ve AKP yandaşı nice patronlar üye oluyordu. CFR, Siyonizm’in dünya hâkimiyeti için çalışmaktaydı! American Airlines, American Express, BMW of North America, Chevron Citibank, Coca-Cola, Ford Motor Company, General Electric, General Motors, Hilton Hotels, IBM Corporation, J. P. Morgan &Co., Mitsubishi, New York Times, Pepsi Co, Phillips Petroleum, Siemens Corporation, Sony Corporation ve Toyota Motor Corporation gibi binlerce marka ve şirketin üye olduğu CFR, New York’ta 29 Temmuz 1921’de kurulmuştu. CFR, Piramit, Süleyman mabedi, tek hükümetli dünya, Sion’un oğullarının vaat edilmiş birleşik krallığı, evrensel kardeşlik gibi fikirleri savunan gizli cemiyetlerin bu ideolojisini ilk harekete resmi olarak geçiren kuruluştu. Councel of foreign Relations CFR yani Dış İlişkiler Konseyinin Türkiye ayağı olan Global İlişkiler Forumu’nun(GİF) Başkanı Rahmi Koç, konuşmasında ünlü Siyonist yapılanmanın Türkiye ayağını oluştururken aldıkları yardımı ise şöyle açıklıyordu; “GIF’i kurmadan evvel, Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Ali Babacan, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Sayın Egemen Bağış ve Sanayi ve Ticaret Bakanı Sayın Zafer Çağlayan ile konuyu görüştük ve öncelikle onların icazetlerini aldık.” Yahudi ve dönmelerle birlikte dindar muhafazakârlar da CFR listesinde yer almıştı! Dünyanın en derin ve en etkili Siyonist yapılanmasının Türkiye ayağındaki muhafazakâr isimler de oldukça dikkat çekiyordu. ÜLKER markalarının bağlı olduğu Yıldız Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker ile yine Yıldız Holding’in Başkan Yardımcısı Ali Ülker’in de aralarında bulunduğu Cemaat ve Hükümete yakın çok sayıda muhafazakâr (!) isim listede yerlerini alıyordu. Council on Foreign Relations, CFR – Dış İlişkiler Konseyi’nin Türkiye ayağı olan CFR Turkey’in 285 isimden oluşan listesinde ise oldukça şaşırtıcı isimler bulunuyordu. Doğan Holding adına Hanzade Doğan Boyner, Eczacıbaşı Holding adına Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, Coca Cola Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO’su Muhtar Kent, Profilo’dan Yönetim Kurulu Başkanı Kerim Kamhi, UEFA Başkan Yardımcısı Şenes Erzik, Alarko Şirketler Topluluğu’ndan Leyla Alaton, Odalar ve Borsalar Birliği’nden Rifat Hisarcıklıoğlu, Tekfen Holding’den Yönetim Kurulu Başkanı Feyyaz Berker, Yılmaz Büyükerşen, Tarhan Erdem, Ayşe Kulin, İlber Ortaylı, Altan Öymen ve Gazeteci Yazar Sami Kohen de CFR’nin listesinde arzı endam ediyordu. Dünyayı ekonomik ve siyasal açıdan yönetmek için kurulan ve Siyonizm’in hizmetinde olan CFR’nin Türkiye’deki faaliyetini afişe eden Milli Gazete, CFR’nin Türkiye kolu Global İlişkiler Forumu merkezinin yerini fotoğraflamıştı. Türkiye’nin ekonomik açıdan ABD’ye bağımlılığı için çalışan “CFR Turkey”in kurucuları arasında yer alan isimler in çoğu Milli Görüş ve Erbakan gıcıklığından tanıdık insanlardı. Daha da ilginç olan bir diğer husus ta Global İlişkiler Forumu ile İsrail Başkonsolosluğu’nun aynı çatı altında bulunmasıydı. Dünyanın en derin yapılanmalarından biri olan CFR, (Council on Foreign Relations-Dış İlişkiler Konseyi) hızla büyüyerek Türkiye’de de kurulmayı başarmıştı. Bir dönem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da konuk olduğu CFR adlı kuruluş, dünyayı yönetme arzusundaki Siyonizm’in gözle görülebilir en önemli yapılarındandı. Yapı Kredi Plaza D Blok’ta faaliyet gösteren bu kurum Türkiye’de Global İlişkiler Forumu (GİF) adı ile örgütlenerek “CFR Turkey” olarak tanımlanmıştı. “Refah Partisi ikiye bölünsün, üçe bölünsün, ezilsin” diyenler CFR’ci çıkmıştı! Council on Foreign Relations, CFR – Dış İlişkiler Konseyi’nin Türkiye ayağı olan CFR Turkey’in 285 isimden oluşan listesinde ise oldukça şaşırtıcı isimler bulunmaktaydı. Dünyanın en derin ve en etkili Siyonist yapılanmasının Türkiye ayağındaki muhafazakâr isimler arasında din düşmanlığıyla tanınan eski Kültür Bakanı Talat S. Halman da yer almaktaydı. Talat Halman, bir zamanlar “Refah Partisi ikiye bölünsün, üçe bölünsün, ezilsin, yok edilsin, moleküllere ayrılsın” diyecek kadar arsızlaşıp azgınlaşmıştı. 50 AKP İslam’ı değil, Batı’yı referans almaktaydı AKP Genel Başkan Yardımcısı Mevlüt Çavuşoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, AKP’nin artık küresel bir parti haline geldiğini açıklıyordu. Dünyanın birçok ülkesinden partilerini araştırmak için öğrencilerin geldiğini anlatan Çavuşoğlu, “Bizi İslami parti zannediyorlar. Biz, İslam’ın bir siyasi partiyle özdeşlemesine karşı olduğumuzu söylüyoruz” şeklinde konuşmuştu. Çavuşoğlu’nun açıklamaları sadece kendi görüşünü ifade etmiyor; Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan yardımcısı Arınç da “İslamcı parti”, “Dinci parti” tanımlamalarına şiddetle karşı çıkıyordu. “Kökenleri İslâm’da olan bir parti değiliz” sözleri gerçeğin ilanıydı! Başbakan Erdoğan 4 Mayıs 2008 de Newsweek dergisi ile yaptığı söyleşide şu açıklamaları yapıyordu: “Batı’da AKP, her zaman “kökleri İslam’da olan bir parti” olarak gösteriliyor. Bu doğru değil. AKP, sadece dindar insanlar için bir parti değil, biz ortalama Türk’ün partiyiz.” ABD Başkanı Barack Obama ile Beyaz Saray’daki görüşmesinin ardından Johns Hopkins Üniversitesi’nde bir konuşma yapan Erdoğan: “Bizim parti, asla İslamcı bir parti değildir. Türkiye cumhuriyeti içinde yeni Osmanlıcılık akımı yok. Yakıştırmadır. Eksen kayması gibi yakıştırmalar yapanlar, şu andaki iktidarı gölgeleme çabasındadır” sözlerini sarf ediyordu. “Ben siyasal İslam’ı kabul etmiyorum” çıkışları! Le Figaro gazetesine konuşan Erdoğan, “Kendinizi ılımlı İslamcı bir parti olarak görüyor musunuz?” şeklindeki soru üzerine “Biz kendimizi böyle tanımlamıyoruz. Avrupa’da Hıristiyan Demokrat Partiler var. Ben siyasal İslam’ı kabul etmiyorum. AK Parti İslamcı bir parti değildir.” diyordu. “50 defa söyledik, AKP dinci değildir” çırpınışları! Bülent Arınç da gazetelere yansıyan bir ifadesinde “Bazıları hala sersem sersem ‘AKP dinci bir partidir, İslami kökenli bir partidir’ diye konuşuyor. Hayır. 50 defa söyledik. 51’inci defa söylüyorum. AKP dinci bir parti değildir” şeklinde çıkışıyordu. “Türkiye’yi İslâmlaştırmak istesek AB ile yakınlaşmazdık” itirafları! ABD’deki Newsweek dergisinde 14 Mayıs 2007 tarihinde yayınlanan Fareed Zakaria imzalı “demokrasi için sessiz dua” başlıklı makalede, Zakaria’nın Gül’e sorduğu soruya Abdullah Gül: “Türkiye tarihinde bu ülkenin AB’ye üye olabilmesi için diğer siyasi partilerden daha fazla çalıştık. Ekonomiyi serbest hale getiren ve insan haklarını güçlendiren yüzlerce yasayı meclisten geçirdik. Eğer Türkiye’yi İslamlaştırmak istiyorsak neden bunları yaptık?” ifadeleri gerçek yüzlerini ortaya koyuyordu. “İslami siyasi partileri sevmiyorum” diyerek aslını inkara mı kalkışmıştı? Gül’ün “Biz İslami bir parti değiliz. Din, bireylerin meselesi, siyasetin değil. Türkiye anayasası laik bir devletten söz ediyor ve biz bunu kabul ediyoruz. Ben İslami siyasi partileri sevmiyorum.” görüşünü dile getirdiği belirtiliyordu. Böylece aslını ve inancını inkâr ediyordu. Ve sonunda Recep Bey Hürriyet Gazetesi’ne: “İlk ve son defa konuşuyorum; Ben muhafazakâr bir demokratım” deyip çıkıyordu. Cemaat içi gizli kavganın yansımaları ve Dershane savaşlarının perde arkası! Fetullahçı Önder Aytaç’ın 28.11.2012 tarihli yazısına göre: Türkiye’de mevcut olan özel dershane sayısı 4500 civarında. Bunların ancak üçte biri (1/3) kadarı ‘the cemaat’ ile irtibatlıydı. Geriye kalan üçte ikisinden (2/3) daha fazlası ise tamamen’ the cemaat’ dışındaki özel yapıların ve kar amaçlı kuruluşlarıydı. ‘The cemaat’le irtibatlı olduğu farz edilen dershanelerdeki öğrencilerin çoğu, hem bu dershanelerin eğitimde çok başarılı olduklarını, hem de bu eğitim kurumlarının ‘the cemaat’ ile duygusal anlamda irtibatlı bulunduklarını gayet iyi biliyorlardı. Yani her gelen öğrencinin, the cemaat’e dost olmasa bile, düşman olmaması bağlamında da, bu dershaneler önemli bir işlev yapmaktaydı. ‘the cemaat’ ile gönül bağı olan bu dershanelerin vasıtasıyla kazanılan öğrenci sayısı, abartılanların aksine çok değildi, ama önemli ve etkin rakamlardı. Çünkü bu dershaneler, kendi 51 öğrencilerinin 1 / 3’inden fazlasına özel rehberlik hizmeti sunmaktaydı. Peki dershaneler Sn. Başbakan’ın direktifleri doğrultusunda komple kapatılınca ne olacaktı? Malumunuz olduğu üzere, klasik iktisat teorisine göre; her talep kendi arzını da beraberinde oluşturacaktı. Dershanelerin kapatılmasından sonra; siz isteseniz de - istemeseniz de eğer eğitim sistemi böyle devam edecek olursa, yine ‘the cemaat’ evleri cazibe merkezleri konumuna taşınacaktı. Böylelikle, şu aşamada ‘the cemaat’in piyasadaki % 30’lar civarında olan öğrenci potansiyeli ve popülaritesi, birden % 70 – 80’lere doğru fırlayacaktı. Ve tabi ki bu özel dersler de, dershane yerine ikame edilecek olan minyatür dershaneciklere dönüşmüş olacaktı. Cemaat içi kapışma ve ayrışma mı yaşanmaktaydı? Bazılarına göre Hanefi Avcı'nın, Nedim Şener'in ve Ahmet Şık'ın tutuklanmasının tek sebebi vardı. O da Gülen Cemaati içinde uzun zamandır yaşandığı bilinen iç çatışmaydı! Aslında Avcı da Gülen Cemaati'nin eski bir üyesi, polis teşkilatında, yıllar önce cemaat yapılanması başlatan meşhur Kemalettin Özdemir'in sağ kolu sayılırdı. Çatışmanın çıkma sebebi ise birkaç yıl önce Özdemir'in yerine, camiada 'Kozanlı Ömer' olarak bilinen Osman Hilmi Özdil'in oturtulmasıydı. Bu adamın, Özdemir'e bağlı ekibi pasifize ettiği konuşulmaktaydı. Bunların arasında Avcı da vardı. Hatta Sabri Uzun ve Emin Aslan da bunlar arasındaydı. İşte bu ekip Özdemir'den yana tavır koymuşlardı. Aslında bu kavga alttan alttan yürürken gün yüzüne çıkmasına neden olan şey Nedim Şener'in yazdığı, 'Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları' adlı kitabıydı. O kitapla Kemalettin Özdemir ve Avcı müthiş bir operasyona imza atmıştı. Evet. Hrant Dink cinayetindeki suiistimaller olduğu gibi ortaya çıkarılmış, ama aynı zamanda polis teşkilatının yeni egemeni Kozanlı Ömer ve ekibi de dağıtılmıştı. Bunun üzerine kavga daha da alevlenmiş, karşılıklı operasyonlar başlamıştı. En sonunda Avcı kellesini ortaya koyarak 'Haliç'te Yaşayan Simonlar' kitabını çıkarmıştı. Avcı önce Devrimci Karargâh diye uyduruk bir örgüte üye olduğu iddiasıyla tutuklanmıştı. Derken Gülen Cemaati'nin polis teşkilatındaki örgütlenmesini 80'li yıllardan alarak 'İmamın Ordusu' adını verdiği kitapla deşifre eden Ahmet Şık yakalanmıştı. Çünkü onun da bu kitabı yazarken o kanattan destek aldığı konuşulmaktaydı. Bütün bunlar Gülen Cemaati içinde sert tartışmalara ve ayrışmalara yol açmıştı.18 Daha sonra İstanbul’daki yolsuzluk operasyonlarıyla açığa çıkan Hükümet-Cemaat kapışmasının da, zannedildiği gibi bir ahlak-maneviyat davası değil, çirkin ve rezil bir makam-menfaat kavgası ve rant sevdası olduğu anlaşılmış; “bunlar Siyonist patronların piyonları ve ülkemize yönelik hıyanet planlarının figüranları mı?” soruları kafaları kurcalamaya başlamıştı. 18 Sevilay Yükselir, 14 mart 2012 52 ERDOĞAN’A İNANMAK, AMERİKA’YA ALDANMAKTIR! Başta ABD olmak üzere onun kuyruğuna takılanlar son günlerde hep bir ağızdan “Suriye kimyasal silah kullanıyor” yalan balonunu üflemeye başlıyordu. ABD E. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Brüksel’de yine aynı şeyleri tekrarlıyordu. Arkasından da, “ABD Türkiye’nin hava savunma sisteminin güçlendirilmesi çalışmalarına katkıda bulunmayı kararlaştırdı“ deniyordu. “Suriye kimyasal silah kullanacak“ açıklaması müdahale için “en çürük” gerekçe oluyordu. Herhalde Amerika’daki yalan merkezlerinin uydurma yetenekleri iyice kaybolmuştu. Saddam kimyasal silah suçlamasına şu yanıtı veriyordu: Irak işgali öncesinde Saddam’la dönemin AKP’li Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen görüşmesi sırasında Irak Ticaret Bakanı Mehdi Salih Saddam’ın “Irak’ta kimyasal silah yok. Bunu en iyi Amerika bilir. Ama ben ne yaparsam yapayım Amerika Irak’a saldıracak“ dediğini anlatıyordu. Gerçekten de Saddam’ın dediği oldu. Amerika saldırıp, Irak’ı işgal ediyor ve bir gram bile kimyasal silah bulamıyordu. Zaten fazla da aramadı. Saddam’ın dediği gibi Irak’ta kimyasal silah olmadığını en iyi o biliyordu. Ama kimyasal silah gerekçesiyle yapılan saldırıda bir milyondan fazla Müslüman Iraklı katlediliyordu. AKP ise Kimyasal silah iddialarını ve Saddam’ın füze rampalarını gerekçe göstererek, TBMM’den onay almadan Amerikan özel kuvvetlerini Türkiye üzerinden Irak’a geçiriliyor, Erdoğan ABD askerlerinin sağ salim ülkelerine dönmesi için dua ediyor, daha sonra da “Hani Irak’ta kimyasal silah vardı? Bunlar işgale bahane yapıldı!” diye hava atıyordu. Hayret, Erdoğan'dan Esad'a aynı şok suçlama geliyordu! Şimdi Suriye’de de aynı yöntem izleniyor, “Esad kimyasal silah kullanacak“ iddiaları yine aynı merkezden piyasaya sürülüyordu. Amerika’da o gün Powel vardı, şimdi Cohn Kerry. İşbirlikçileri de aynı AKP ve aynı Erdoğan oluyordu. ABD'nin Suriye politikasını kökten değiştirecek kimyasal silah iddiasını bu sefer Başbakan Erdoğan, gündeme getiriyordu. Başbakan, Suriye'de yaşanan çatışmalarda kullanılan kimyasal silahların “Esed yönetimine bağlı güçler tarafından atıldığını” savunuyordu. Daha ilginci Erdoğan “16 Mayıs'ta ABD'ye yapacağı ziyarette Obama ile kimyasal silah konusunu ele alacaklarını” belirtiyordu. Başbakan Erdoğan, Japon Nikkei gazetesine verdiği röportajda, gündemdeki konuları değerlendirirken, bunları söylüyordu. Böylece Başbakan’ın Beyaz Saray’a kabul edilme şartları da ortaya çıkıyordu. 1- Hamas’ı İsrail’i tanımaya ikna etmek 2- Esad’ın kimyasal silah kullandığı yalanına resmiyet kılıfı geçirmek. “Türkiye yüz binlerce Suriyeli mültecinin kendi topraklarına sığınmalarını insani bir şekilde sağlamıştır. Türklerin bu sığınmacılar için kurdukları kamplar, yeterince para sağlandığı takdirde, neler yapılabileceğini gösteren bir modeldir. Ancak Türkiye’nin, artarak devam etmesi muhtemel olan mülteci akınının bedelini tek başına ödeme lüksü olmadığı gibi, kendisinden böyle bir şey beklemek de doğru değildir” diyerek Suriye krizinin Türkiye için yarattığı sonuçları ve özellikle mülteciler meselesini etraflıca inceliyordu. Rapordaki tespitler ve rakamlar, bu konudaki insancıl tutumu övülen Türkiye’nin nasıl ağır bir sorumluluk yüklendiğini ortaya koyuyordu: Şu anda Türkiye, ülkelerinden kaçan 450.000 Suriyeliyi barındırıyor. Hükümetin bunları geçici olarak yerleştirmek için harcadığı meblağ ise bir ile bir buçuk milyar dolar arasında tahmin ediliyordu. Raporun Suriye’deki iç gelişmelerle ilgili değerlendirmelerinden çıkan sonuç hiç de iç açıcı değildi. Bu çatışma durumunun daha aylar -belki de yıllar- sürmesi olasılığından söz ediliyordu. Türkiye sürekli artan bu yükü (ki rapora göre sığınmacı sayısı iki veya üç misli artabilir) tek başına çekmek zorunda bırakılıyordu. Bu sorunu halletmenin bir yolu, Suriye’nin Türk sınırına yakın bölgesinde, mülteci kamplarının kurulmasıdır. Ancak ICG raporu, bunu “güvenlik faktörleri” nedeniyle pek mümkün görmüyordu. Sizin anlayacağınız Türkiye bu sorunun yan sonuçlarına uzunca bir süre katlanmaya mecbur ve mahkûm ediliyordu. AKP’li Hüseyin Çelik; “Kürtleri tatmin, Türkler’i de ikna etmek lazım” diyerek rolünü itiraf ediyordu. AKP Genel Başkan yardımcısı Hüseyin Çelik, Erbil’de çözüm sürecine ilişkin konuşurken, Mesud 53 ve Neçirvan Barzani’ye bu çağrıda bulunuyordu. Murat Karayılan Kürt televizyonuna konuşurken, Özetle 3 talep ortaya atıyordu: • Silah bırakmak için Öcalan'ın serbest bırakılmasını şart koşuyor • PKK'nın uluslararası terör örgütleri listesinden çıkarılmasını istiyor • TSK ve Emniyet’e bağlı Özel Kuvvetlerin lağvedilmesini talep ediyordu. Karayılan, PKK'nın yeni söylemini de; "Yeni Türkiye, yeni Ortadoğu, yeni dönem!" olarak açıklıyordu. AKP’li yetkililer: “Yeni anayasa PKK istedi diye yapılmayacak” diyerek, ağızlarındaki baklayı çıkarıyordu. Çünkü Yeni Anayasayı, PKK’ya siyasi meşruiyet ve Kürdistan’a özerklik isteyen dış odaklar dayatıyordu. AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın sözlerinden çıkan sonuç buydu. Sonunda Yeni anayasa terörist PKK’nın silah bırakma şartlarından birine dönüşüyordu. “(...) Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak, Kürt halkının inkârını sona erdirecek, varlığını ve özgürlüğünü kabul edecek, tüm kimliklerin, inançların ve mezheplerin hak ve özgürlüklerini garanti altına alacak, eşitliğini sağlayacak olan yeni demokratik bir anayasanın yapılması hayatidir.” sözleri bunu gösteriyordu. Terör örgütü PKK’nın Kandil sorumlusu Murat Karayılan yaptığı açıklamada, silah bırakma sürecinin ‘ikinci aşama’sı olarak bunları söylüyordu. Son zamanlarda Tayyip Erdoğan’ın, “aşama” kelimesini sık kullanmaya başlaması dikkat çekiyordu. Herhalde elinde ayrıntılı bir proje bulunuyordu ve bunu “Küresel Kriz Grubu” hazırlıyordu. Projenin bundan sonraki aşamaları, Murat Karayılan’ın açıklamalarıyla da kabak gibi ortaya çıkıyordu. “Federasyona dayalı Yeni Anayasa” ve “Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması” şart koşuluyordu. Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin federasyona doğru götürülmesi konusunda ABD ve AB’nin tam desteğini aldığı anlaşılıyordu. Tam da bu ortamda, Cemaatin Akil adamlarından Cemal Uşşak “Fetullah Gülen’in Türkiye’ye dönmesinin şiddetle arzulandığını, ama bunun gerçekleşmesi için, önce demokratik bir yeni anayasa yapılmasının şart olduğunu” açıklıyordu. Acaba Fetullah gülen şimdiki anayasaya göre kendisini suçlu mu hissediyordu? Oslo görüşmelerini cemaatin sızdırdığını söyleyen Murat Karayılan’ın iddiaları Fetullahçıları panikletiyordu. Öcalan’ın avukatı İrfan Dündar ise KCK iddianamesinde yer alan ifadesinde, Oslo görüşmelerini PKK yöneticilerinden Mustafa Karasu’nun sızdırdığını söylüyordu. Öcalan'ın Avukatı: “Karasu Sızdırdı” diyordu. “Oslo görüşmeleri olarak bilinen paralel süreçte, PKK’nın kırsal alanında faaliyet yürüten üst düzey örgüt mensupları olan Sabri Ok, Adem Uzun, Mustafa Karasu, Zübeyir Aydar, Nuriye Kespir ile toplam 12 adet değişik yer ve tarihlerde görüşmeler yapıldı. Hatta bu görüşmelerin bazılarına ait ses kayıtları basına sızdı. Benim bildiğim kadarı ile basına sızdırılan ses kayıtları Mustafa Karasu tarafından yapılmıştı” Terör örgütü PKK’nın elebaşlarından Murat Karayılan, 2011’deki Oslo görüşmelerinin sızdırılmasıyla Milliyet, Vatan ve Radikal gazetelerinde çıkan iddiaları: Acaba PKK üst düzey yöneticisi Mustafa Karasu, aynı zamanda CIA ve Cemaatle de mi bağlantılıydı?” sorularını gündeme taşıyordu. Tam böyle bir süreçte, terörist İsrail Suriye’ye yönelik üst üste hava saldırıları düzenliyor, Şam yakınlarındaki bilimsel araştırma merkezini ve diğer askeri tesislerini vuruyordu. ABD Siyonist Yahudi lobilerinin kuklası Obama ise, bu saldırıları haklı buluyor, İsrail’i destekliyordu. İsrail “Suriye’den Lübnan’a gönderilecek füzeleri” ve “Kimyasal silah tehdidini” bahane etse de aklı ve vicdanı olan hiç kimse bu palavraları yutmuyordu. Artık resmen ve fiilen Suriye’nin parçalanması ve BOP hedefine yaklaşılması için; İSRAİL’İN, AKP’NİN, EL–KAİDE’NİN, Amerikancı ARAP Yönetimlerinin hep birlikte ve aynı cephede Siyonizm’e hizmet ettiklerini ortaya koyuyordu. Ve tabi zalim ve hain Esed güçleri de, en acımasız ve ahlaksız katliamlarıyla, bu şeytani cepheye mazeret ve meşruiyet 54 kazandırıyordu. Bu şeytani planın Türkiye merkezi Hatay, askeri üssü ise Ürdün yapılıyordu. Vatikan’ın başına oturtulan Arjantinli İtalyan Yahudi göçmeni Papa jorge Mario Bergoglio ise Arjantinli Yahudi Haham’ı Abraham Skorka ile yazdığı kitapta (sabre El Cioloyla Tiearra – Cennette ve yeryüzünde): “Osmanlı Türklerinin masum Ermenileri katlederek, Alman Nazilerinin ise, mazlum Yahudilere karşı soykırıma girişerek, tarihin en vahşi ve şeytani kavimleri olduklarını ispatladıklarını” yazma küstahlığında bulunuyor ve ellerindeki kanı, yüzlerindeki karayı, bizim yüzümüze bulaştırmaya çalışıyor; ama daha önce “papalık misyonunun basit bir parçası olmaktan gurur duyduğunu” söyleyen Fetullah Gülen’den hiçbir yanıt gelmiyordu. Evet artık tarihi bir dönüşümle, hem Siyonist-emperyalist güçlerden, hem de içimizdeki işbirlikçilerden, birlikte kurtulmak gerekiyordu PKK-BDP-İsrail ilişkileri resmiyet kazanıyordu! Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren İsrail, Arz-ı Mevud hayalini gerçekleştirmek için var gücüyle çalışıyordu. Başlatılan yeni süreçle birlikte daha da pervasızlaşan Siyonistler, Türkiye sınırları içinde Mavi Marmara şehitlerine bile dil uzatıyordu. BDP’nin Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın daveti üzerine şehre gelen Kudüs Mavesseret Tsion Belediye Başkanı Arie Shamam yaptığı açıklamada: İsrail’in Mavi Marmara saldırısını, “haddini bilmez korsanlara karşı meşru müdafaa hakkı” olarak değerlendiriyordu. Shamam’ın bu küstahlığına karşılık, BDP’li Sur Belediye Başkanı ve arkadaşlarının ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü hepsi aynı tiynet ve zihniyet taşıyordu. Kudüs Mavesseret Tsion Belediye Başkanı Arie Shamam, diğer Siyonist Belediye yetkilileri Yair Ramash, Haviv Levy ve Anges Casero, BDP’li Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın daveti üzerine Diyarbakır’a geliyor, 4 gün boyunca Diyarbakır’da kalan heyetler karşılıklı protokoller imzalıyor, görüşmelerde bulunuyordu. Devletlerarasında sorunların olabileceğini anlatan Demirbaş, önemli olan halkların birbiriyle kaynaşması olduğunu dile getiriyor ve Siyonist İsrail’e yağ çekiyordu. Diyarbakır’ın çok kültürlü ve çok inançlı bir kent olduğunu anlatan Demirbaş, “Belediyelerimiz arasında, kültürel, sosyal, kadın, çocuk ve gençlik konularında işbirliği ve çalışmaların yapılamasını istiyoruz. Özgürlükler devletlere bırakılmayacak kadar değerlidir” diyerek ABD ve İsrail’in himayesinde, bağımsızlık peşinde koştuklarını ifade ediyordu. “Türkiye Devleti yüzünden çok acılar yaşadık” diyerek İsrail’in himayesine sığınıyordu! Diyarbakır’da Yahudilerin bir dönem yoğun olarak yaşadığını aktaran Demirbaş, “Diyarbakır’daki Yahudiler, 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası İsrail’e gitmişler. Hz. İlyas’ın Diyarbakır’da olduğu söyleniyor. Diyarbakır’da aynı zamanda bir Sinagog var. Yine Diyarbakır’da Yahudi bir mahalle ve bir Yahudi Mezarlığı bulunuyor. Diyarbakır, resmi ideolojinin çıkışı öncesi, buruda olan halklar barış içerisinde yaşamışlar. O nedenle politikacıları dışarıda bırakarak, biz halklar yakınlaşmalıyız. Bu topraklarda, Kürtler, Ermeniler, Yahudi, Süryaniler, Yezidiler, Aleviler, Müslümanlar çok büyük acılar yaşadılar. Bunun nedeni de devletlerin politikasıdır. Biz artık, politikalardan uzak, halkları yakınlaştıracak çalışmalar yapmalıyız” diye konuşarak, katil İsrail’e yaranmaya çalışıyordu. Siyonist Yahudi Diyarbakır’ı bağımsız başkent ilan ediyordu! Kudüs Mavesseret Tsion Belediye Başkanı Arie Shamam, Diyarbakır’a davet edilmekten büyük bir memnuniyet yaşadığını anlatarak, bu ziyaretin halklar arasındaki ilişkileri güçlendireceğine vurgu yapıyordu. Shamam, “Bizim kentimizi ilk kuran bir Kürt’tür. Şu an nüfusumuzun yarısı Kürtlerden oluşmaktadır. Bu davet, bizim için çok önemli bir anlama sahiptir. Diyarbakır’da bulunmaktan çok memnunuz. Buraya geldiğimizde kendimizi evimizde hissettik. Bu ziyaretimizle inanıyoruz ki, Merkezi özellikteki 55 Diyarbakır’da çok iyi bir ilişkinin başlangıcını yaparız. Almanya, Fransa ve İspanya’da kardeş belediyeyiz. Deneyimlerimizden de biliyoruz ki, şehirlerarasında iletişim ve ilişki, ülkeler arasındaki ilişkiden daha fazla başarılı olmuştur. Çünkü bu ilişkide politika yoktur, sadece yaşam vardır. İsrail’den buraya gelecek çeşitli alandaki heyetlerimiz burada çalışmalar yürütecektir. Bu sayede birbirimizi daha iyi anlayacağız ve ilişkilerimiz daha iyi olacaktır“ diyerek, gizli kirli niyetlerini ortaya koyuyordu.19 BDP’liler Siyonist İsraillileri Diyarbakır’da ağırlarken, Suriye PKK’sı PYD’nin yan kuruluşu YGP’li terörist kadınlar Suriye’ye karşı savaşıyordu. Suriye’de terörist başı Öcalan’a bağlı YPG mensubu Kürt kadınlar da Esad’a karşı savaş açıyordu. PKK ile bağlantılı YPG grubunun amacı iç savaştan sonra özerk bir Kürt yönetimi kurulmasını sağlamak oluyordu. Anlayacağınız Suriyeli Kürt kadınlar, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad karşıtlarıyla ve İsrailli dostlarıyla aynı safta mücadele ediyordu. Times gazetesinde yer alan bir haberde, Suriyeli Kürt kadınların komutanı Ruken, “Bu yalnızca halk için değil kadınlar için de bir mücadele” diyordu. Times gazetesinde “Kadınlar Esad’a karşı silahlanıyor” başlığı altında yer alan haberde, Suriyeli muhaliflerin safında olduğu belirtilen Kürt kadının hikâyesi anlatılıyordu. Times muhabiri Anthony Loyd’un, Halep’in Şeyh Maksud mahallesinde, duvarlarında terörist başı Abdullah Öcalan’ın posterlerinin bulunduğu bir kuaför salonunda buluştuğu 27 yaşındaki Ruken, Halep’te 40 Suriyeli Kürt kadından oluşan birliğin başında bulunuyordu. Times, Ruken’in ‘Türkiye’deki PKK ile bağlantılı’ milis (!) grubu olarak tarif ettiği Halk Savunma Birlikleri YPG üyesi olduğunu yazıyor ve YPG üyelerinden çoğunun Öcalan’a bağlı olduğunu belirtiyordu. Haberde, Mart sonuna kadar daha tarafsız bir çizgi izleyen YPG’nin Şam rejimine bağlı birlikle Şeyh Maksud bölgesinde beş gün boyunca çatıştığı hatırlatılıyordu. Muhabir, siyah savaş kostümü içinde, bir elinde dergi bir elinde telsiz olan bu genç kadın için “Suriyeli bir isyancıdan çok, Güney Amerikalı bir devrimciye benziyor” ifadesini kullanıyordu. Gazete, Suriyeli Kürtlerin siyasi olarak kendi aralarında ayrıştığını, bazı grupların Türkiye’deki PKK’ya yakın olduğunu bazılarının da Kuzey Irak’ta Kürdistan Demokrat Parti destekçisi olduğunu yazıyordu. “Çoğu, devrimden özerk bir Kürt yönetiminin doğmasını istiyor” yorumunu yapan gazeteye göre bu özellikleri, kendilerini İslamcı bir devlet kurma arayışındaki Özgür Suriye Ordusu’ndan ayıran bir özellik olduğu vurgulanıyordu. Yalnız bırakılan şehit ailelerinin davasına şimdi de, İsrail lehine Meclis engeli getiriliyordu! Mavi Marmara mağdurları: “Hükümet İsrail’le kendi sorununu çözüyor, bizim sorunlarımızı değil” diyerek feryat ediyordu. Bu olayda Şehit edilen Çetin Topçuoğlu’nun eşi Çiğdem Topçuoğlu: “Biz şehit aileleri olarak bu anlaşmayı kabul etmiyoruz. Bu söz konusu yasanın TBMM’den geçmesini de doğru bulmuyorum. Hükümet şu an İsrail’le sadece kendi sorununu çözüyor, bizim sorunlarımızı çözmüyor. Biz Filistin özgürleşene kadar Siyonist köpekleri affetmeyeceğiz. Namazlarımızda Filistin’e dua Siyonistlere lanet okumaya devam edeceğiz” diyerek olası gelişmelere tepki gösteriyordu. Devlet hakkımızı ihlal ediyor! Mavi Marmara şehidi Furkan Doğan’ın babası Ahmet Doğan ise: “Devletin İsrail’le anlaşması sonucu davaları düşürmesi demek vatandaşın hakkını gasp etmek demektir. Devlet bu davadan vazgeçebilir ama bizim vazgeçmemiz söz konusu bile olmaz. Katledilen devlet değil ki, devlet af etsin, katledilen bizim çocuklarımız. Biz İsrail’i hiçbir zaman af etmeyeceğiz. İki türlü dava vardır, biri ceza, diğeri tazminat. Devlet tazminatı alarak affedebilir ama ceza davasını affedemez. Eğer devlet böyle bir 19 Milli Gazete / 01 05 2013 56 anlaşma yaparsa ve ceza davalarımız düşerse hakkımızı ihlal etmiş olur. Bu da hiç doğru olmaz. Son olarak şunu söylemek istiyorum. Devlet affetse de biz şehit aileleri olarak hiçbir zaman affetmeyeceğiz” diyerek haklı tepkilerini dile getiriyordu. Ailelerin çoğu, Gazze’ye abluka kalkmadığı için tazminat anlaşmasına karşı çıkıyordu. Ancak tazminat anlaşması ve bunun karşılığında davanın düşmesi için ailelerin rızasının gerekmediği ortaya çıkıyordu. İsrail ile süren pazarlıklara göre muhtemel anlaşma iki devlet arasında gerçekleşecek ve metin onay için TBMM’ye taşınacak ve Meclis’in onayı sonrasında anlaşma, Mavi Marmara davasının dayanağı yasaların üstünde bir hukuki statü kazanacaktı. Ardından İsrail, Türk tarafına bir fon veya benzeri şekilde parayı yollayacak, ailelere ödemeyi Türk devleti yapacaktı. Ödemeyi almayı reddeden aileler de haklarından feragat etmiş sayılacaktı. İHH Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Oruç, “İsrail tazminat ödemeli ve önce ambargoyu kaldırmalı. Suç işleyenlerin cezaları affedilmemeli, hiçbir dava hiçbir şekilde sonuçlandırılmamalı. İlk gün bunları söylemiştik, bugün de aynısında ısrarlıyız. Türkiye’de hukuki olarak da davaların Meclis’e gitme yoluyla bozulması ihtimali yok. Hele hele TBMM’de İsrail askerlerini affedecek bir mekanizmanın olacağını düşünmüyorum. Mavi Marmara davasının TBMM’de bozulacağı yönünde bir bilgi almadık. İnşallah böyle bir şey olmaz” diye uyarıyordu. Ve tabi AKP iktidarının ve Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e yönelik horozlanmalarına ve kof palavralarına aldanıp arka çıkan kesimlerin, aslında bunların İsrail ve ABD’nin Siyonist hedeflerine taşeronluk yaptıklarını da artık anlamaları gerekiyordu. 57 GEZİ KIŞKIRTMALARI VE ERDOĞAN'IN PALAVRALARI! Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, Fetullah Gülen ağzıyla barışçıl mesajlar verip özür diliyor, Belediye Başkanı Kadir Topbaş Taksim projelerini askıya aldıklarını açıklıyor, Cemaat yazarları ve yorumcuları açıkça Başbakanın tavrını sorgulayıp suçluyor, İstanbul Valisi eylemci gençlere sıcak sevgiler sunuyor; ama Sn. Başbakan hala Mitinglerde kutuplaştırıcı ve kışkırtıcı bir dil kullanıyordu. Acaba iktidar kurmayları kendi aralarında “Başbakanımız havasını atsın, biz de toplumun gazını alıp dengeyi sağlayalım” diye danışıklı bir dövüş mü sergiliyordu, yoksa artık kimse kimseyi takmıyor, herkes bildiğini okuyor ve Erdoğan yalnızlığa mı itiliyordu? Veya dış güçler ve faiz lobileri: a) AKP eliyle bölünme anayasasını daha kolay hazırlatmak b) Türkiye’yi Suriye batağına sokmak üzere Erdoğan’a cesaret kazandırmak c) Ve “Bakınız din düşmanları azıtıyor, ey dindarlar Başbakanı yalnız bırakmayın” propagandasıyla ve mitingler yoluyla halk desteğini arttırıp daha kolay yararlanmak için mi Taksim tezgâhını planlıyordu? Sn. Recep T. Erdoğan Taksim’de başlatılan ve kısa zamanda bütün illerde yaygınlaştırılan protesto ve propagandaların “Kendisini parlatan ve yeterince yararlanıp yıpratan odaklarca artık gözden çıkarıldığı” mesajı da taşıdığını anlayınca iyice huysuzlaşıyor ve “arkamda % 50 oyum var” kozuyla şantaj yapmaya başlıyordu. Bu tavrıyla halkı iyice kutuplaştırıp birbirine karşı kışkırttığını ve malum odakların işini kolaylaştırdığını bile fark etmiyordu. Cumhuriyet hükümetlerinden hiç birinin sağlamadığı vurgun ve soygun fırsatlarını sunduğu faiz lobisine gözdağı vermeye kalkışıyor, Koç Üniversitesinin Sarıyer’deki orman katliamını hatırlatıp hava atıyordu. Bu olayda bile gerçekleri çarpıtıyor, şecaat arz ederken şarlatanlığını yansıtıyordu. Olayın aslı şöyle gelişiyordu: Rahmi Koç Üniversite kuracağız diye Sarıyer’deki binlerce dönümlük ormanı tahrip etme konusunda, dönemin İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’la gizlice anlaştıkları konuşuluyordu. Hatta Belediye Encümeninde bizzat evet oyu veriyordu. Bu durumu haber alan rahmetli Erbakan Hoca hemen devreye giriyor ve Recep Beyi uyarıp ilgili ve yetkili birimleri dikkatli olmaları konusunda teyakkuza geçiriyordu. Recep bey Rahmi Koç’a “Ben razıyım amma Hoca engel oluyor, onu ikna etmeniz lazım” deyince, Rahmi Koç Erbakan’ı telefonla arıyordu. Tam o esnada bazı teşkilat mensuplarıyla sohbet yapan Erbakan Hoca, bu faizci ve rantiyeci kesimin gerçek ayarını ve amacını orada bulunanlara göstermek için telefonun ahizesini açıyor, konuşmaları onlara da dinletiyordu. O dönemde Adıyaman Gölbaşı Merkez İlçe Başkanı olan Adnan Uyar da bunlara şahit oluyordu. Rahmi Koç Erbakan Hoca’ya: “Sarıyer ormanları içinde kurulacak Üniversiteye engel olmamasını, seçimden birinci parti çıkmalarına rağmen iktidar fırsatı tanınmamasının nedenlerini hesaba katmasını” teklif ve tavsiye ediyor ve dolaylı teklif ve tehditler sunuyordu. Erbakan Hoca ise: “Bir köylü vatandaş ormandan bir eşek yükü odun kesse hemen hapse koyulduğu halde, yüzlerce yılda yetişmiş binlerce ağacın arsa açılmak üzere kesilmesinin ne hukuken, ne vicdanen asla kabul edilmeyeceğini, Üniversite yapmak için çok daha münasip ve boş arazilerin değerlendirilmesi ve hazır ormanı tahrip etmek değil, yeni ağaçlar dikilip, çevreye örnek olunması gerektiğini” söylüyor ve Rahmi Koç’a şunları hatırlatıyordu: “Bizim asıl derdimiz, ne pahasına olursa olsun iktidara gelmek değil, iktidarı ülkenin ve milletin hizmetinde değerlendirmektir. Halkın alın terinin ve Milli servetin nasıl talan edildiğini gösterip vatandaşı bilgilendirmek ve pansuman tedbirler değil, köklü çözümlerimizdir” Bütün bunlara aldırmayan Rahmi Koç, büyük bir orman tahribatıyla Üniversitesini kuruyor, sonunda açılan mahkemeyi kaybetmesine rağmen, Kahraman Recep T. Erdoğan “Eh madem binalar tamamlandı, artık burada yapılacak eğitim ve öğretim hatırına Üniversiteyi yıkmayıp yerinde bırakalım” kararını 58 alıyordu. Yahu, tenha yerlere ve tepelere binalar kurup içinde oturan vatandaşın evlerini başlarına yıkarken, şu Koç’un Üniversitesine hangi kanun ve vicdanla göz yumuyorsun? Diyen de maalesef çıkmıyordu. Sn. Başbakan’ın bu çelişkili ve pişkin tavrı Libya saldırısında da sırıtıyordu. Bir hafta öncesinde: “NATO askerlerinin ve Avrupa güçlerinin Libya’da ne işi var? Diye karşı çıkarken, birdenbire fikir değiştirip NATO ile birlikte Libya’ya hücum eden, 80 bin insanın katline ve Libya’nın tamamen tahribine sebebiyet veren Sn. Başbakan, bir de kalkıp: “Biz arabamıza koyduğumuz her litre benzine, “acaba masum bir Libyalının kanı karışmış mı?” diye vicdan azabı çekeriz” demekten sıkılmıyordu. Pişkinliğin bu derecesini kahramanlık ve dindarlık sananların bu gaflet uykusundan uyanacakları zaman da yaklaşıyordu. Taksim isyanı, çok sinsi ve sistemli planlar yanında, Sn. Başbakan’ın törpüsüz tavrına bir itiraz olarak başlıyor, ama Recep T. Erdoğan’ı siyaseten bitirme operasyonlarına dönüşüyordu. Başbakan’ın kırıcı ve kışkırtıcı üslubu aslında faiz lobisi dediği sabataist sömürü baronlarını kızdırıyordu. Çünkü Siyonist merkezlerle Recep Bey arasında: “Eylemlerin bize yarasın, söylemlerin tabanını ve halkı oyalasın” anlaşması yapılmıştı. Bize bu gerçeği Kur’an şöyle öğretiyordu: “(Münafıklar) İman edenlerle karşılaştıkları zaman: "İman ettik"(sizin hizmetinizdeyiz) derler. Şeytani (güç odaklarıyla) baş başa kaldıklarında ise, derler ki: "Şüphesiz, sizinle beraberiz. Biz (dindar kesimleri) sadece istihza ve idare ediyoruz." (Bakara: 14) Ama Erdoğan hava atarken ölçüyü kaçırıyor ve patronları rahatsız oluyordu. Ve zaten açıkça söyleniyordu. “AKP politikalarından çok razılarmış, sadece Başbakan’ın söyleminden rahatsızlarmış!?” Gerçeği gizlenmiyordu. • Bu AKP’nin faiz ve rantiye düzeni sayesinde Boyner Holding’in borsa-piyasa değeri 61 milyon liradan 600 milyon liraya fırlıyordu. (% 796 kār) Altın yıldız Mensucat’ın değeri 41 milyondan 2 milyar 200 milyona çıkıyordu. (% 5000 kār) Ama Cem Boyner “ne sağcıyım ne solcu çapulcuyum çapulcu” diye Taksim’de pankart açıyordu. • Gezi parkı eylemlerine bazıların kutsal hakikat mesajı gibi verdikleri Kurtlar Vadisi Pana Film çadır, battaniye ve yiyecek yardımı yapıyor. Ardından “Bunlar çalışanlarımızın şahsi destekleridir” açıklaması geliyordu. CHP+CEMAAT Koalisyonu mu Hazırlanıyordu? Abdullah Öcalan’ın talimatıyla yapılan BDP özel konferansına Gölge CIA strafor belgelerinde “TR-705” kodlu CHP Gn. Bşk. Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu da katılıyor, Murathan Mungan’ın “Türkiye çoktan bölündü” sözleri büyük alkış alıyordu. Bu CHP’li Sezgin Tanrıkulu Mayıs ayında Fetullahcı cemaatin yan kuruluşlarının ABD ziyaretine katılıp görüşmeler yapıyordu. Sn. Recep Tayyip Erdoğan desteklendiği odaklarca gözden çıkarılmanın telaşıyla mı % 50 ye sığınıp şantaj yapmaya kalkışıyordu? Zaman yazarı Fetullahcı A. Turan Alkan (01 06 2013) “Testi kırılmadan” yazısında: “Başbakan muhaliflerin 10 yıldır elde edemediği psikolojik üstünlüğü kendi elleriyle onlara sunuyor ve kaza ile kendi bacağına sıkan kabadayı konumuna düşüyor” diyordu. Kuzey Afrika dönüşünde “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim” sloganları ortamı daha da geriyordu. Anayasa Mahkemesi Başkanı; “Toplum vicdanını ikna edilmeden atılan adımlar, hukuk devletinin sicilini bozar. Siyasi ve sosyal patlamalara yol açar” diye uyarıyordu. “İşte biz, onların her birini kendi günahıyla yakalayıverdik” (Ankebut: 40) Ayeti hükmünce, Sn. Erdoğan’ı, Erbakan’a ve Hak davaya yaptığı hıyanete benzer bir akıbet bekliyordu. • Başbakan Erdoğan ve arkadaşlarına göre: AKP iktidarını dışarıda birileri yıkmaya, yıpratmaya karar verdi, gençlere onlar gaz veriyor, destekliyordu. Böyle olduğunu kabul edersek; Başbakan o dışarıdaki birilerini isim isim, kurum kurum neden açıklamıyordu? • Gösterilerin Başbakan Erdoğan’ın ABD gezisi sonrasına rastlamasına dikkat çekenler şu analizi yapıyordu: Acaba, Başbakan’dan bu kez yapamayacağı ve altından kalkamayacağı bir talep mi geliyordu? Bu cümleyi sarf edenler, gösterilerin arkasında ABD’nin de bulunduğunu öne sürüyordu. • Taksim Gezi Parkı ve paralel olarak Ankara, İzmir ve diğer illerdeki gösteriler şöyle bir algıyı mı beraberinde getiriyordu; Artık bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı! Sonuç alınıncaya kadar 59 sokaklar canlı tutulacaktı. • Bir soru da göstericilere; Bu türden büyük organizasyonları yapmak öyle kolay işler değil. Her şeyden önce büyük paralar lazım. Bu paraların kaynağı ne? Merak ediyorum, Başbakan Vekili Bülent Arınç’la görüşen Platform Temsilcilerini kim seçti, sizin adınıza? Soruları hala yanıt bekliyordu. AKP’de Saflar Belirginleşiyordu! Sonunda İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, twitter hesabından son derece çarpıcı cümlelerle sesleniyordu: “Sıcak yatakları yerine Gezi Parkı’nda yatan bu ülkenin gençlerine selam vermek için ayaktayım. Kendilerini sadece özgür birey, partiler üstünde yurttaş, hiç kimsenin peşinde olmayan, kendi düşüncelerinin savunucusu görenleri selamlıyorum. Günlerdir Gezi Parkı’nda duran bizim ülkemizin insanları ve gençlerine gecikmiş selamlarımızı iletiyorum. Anlaşsak da anlaşmasak da bizim birbirimizle dertleşmek, birbirimizin gözüne insanca ve adaletle bakmamız şarttır, her fert değerli ve özeldir. Her türlü eleştiriye açık bir sohbeti Gezi Parkı’nın kendini sadece özgür birey, yurttaş olarak tanımlayan gençleriyle yapmak istiyorum. Gençler, Gezi parkında kuş sesleri, ıhlamur kokusu ve arı vızıltısıyla huzurlu bir sabah varmış doğru mu? Aranızda olmak isterdim.” Bu cümleler ne anlama geliyordu? Bu cümleler herhalde, daha kısa süre önce göstericilere biber gazı ve suyla müdahale eden polise talimat veren Hüseyin Avni Mutlu’ya ait olamazdı. Bu cümleler takdir edersiniz ki, göstericilerin en azından bir kısmına iki kez “çapulcu” diyen Başbakan Erdoğan’ı yansıtan cümleler olamazdı. Bu cümleler olsa olsa polisin alandan çekilmesini isteyen ve sonrasında da, “Mesaj alındı, zamanı geldiğinde gereken yapılacaktır” diyen Sn. Cumhurbaşkanına ya da özür dileyen Bülent Arınç’a ait olabilirdi. Yani AKP’de saflar belirginleşiyor ve gerginleşiyordu. 20 Üstelik iktidarın akıl hocalarından Taha Akyol “İktidar Nereye?” (11.06.2013 / Hürriyet) yazısında, Bülent Arınç’ı övüyor, Erdoğan’ı şöyle uyarıyordu: “Bülent Arınç’ın “Birilerinin bizi uyarması, silkelemesi lazım” sözünü çok önemli buluyorum. Arınç, AK Parti hareketinin üç öncüsünden biridir. Erbakan’a mutlak itaatle bağlı gençlerin “İşte ordu, işte kumandan” diye yeri göğü inlettiği 14 Mayıs 2000 kongresinde kürsüye gelip parti içi demokrasiyi ve özgür bireyi savunarak hareketin önünü açmıştı. Arınç “uyarılma, silkeleme” işini kimden bekliyor bilmiyorum. Ben bunu herkesten önce partide Arınç’ın yapması gerektiğini düşünüyorum. 1960 yılının Nisan ayı, merhum Menderes’e karşı darbeyle sonuçlanacak gösteriler İstanbul’da başlamış, Ankara’ya yayılmıştır. Menderes, danışmalarda bulunmak üzere anayasa profesörü Ali Fuat Başgil’i Ankara’ya davet etmiştir. Merhum Başgil dünya görüşü itibariyle “muhafazakâr liberal”dir. CHP egemenliğindeki üniversite camiasında DP’ye sempatiyle bakan birkaç bilim adamından biridir. 29 Nisan 1960, cuma akşamı, Çankaya köşkü; Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu, Başgil’i dinliyorlar. O sıralarda anayasaya aykırılığı iddia edilen bir “Yetki Kanunu” meselesi vardır; muhalefet ayağa kalkmıştır. Menderes “Sayın Hocam” diyerek, Bayar “Sayın Profesör” diyerek Başgil’e tavsiyesini soruyorlar. Başgil uzun konuşmasında “Yetki Kanunu’nu Meclis’e geri gönderin, muhalefetle konuşun, seçim hükümeti kurun” gibi tavsiyelerde bulunuyor; aynen diyor ki: “Bilhassa gençliğe karşı çok sert tedbirlere başvurmamalısınız...” Menderes bunların hepsine hazır olduğunu söylüyor fakat Bayar müdahale ediyor: “Ben hiçbir şekilde bu görüşe katılmıyorum. Bilakis son derece sert davranmak ve tahrikçileri ibret örneği olmak üzere cezalandırmak lazımdır!...” Başgil, kitabında, büyük bir üzüntüyle Bayar’ın görüşünün ağır bastığını, bunun CHP’ye ve darbecilere yaradığını anlatır. Ayrıntılarını merhum Başgil’in “27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri” adlı kitabında okuyabilirsiniz. 20 Milli Gazete / Adnan Öksüz / 10 06 2013 60 Bugün korkulan da askeri müdahale değildir! Sokaklardaki gerilimin tırmanması ve ülkenin, Allah korusun, “yönetilemezlik” vehametine sürüklenmesi ihtimalidir. Ekonomiye olumsuz etkileri de görülüyor zaten. İktidarın önünde iki seçenek var: Mitingler düzenleyip öfkeli konuşmalarla muhalif kitlelerdeki tepkiyi daha da körüklemek, aynı zamanda AK Parti tabanındaki karşıt duyguları bilemek!... Yahut, sakin konuşmalarla, diyalog kurarak, gerektiğinde geri adım atma erdemini sergileyerek gerilimi düşürmek... Vandalları ve illegal örgütçüleri kitlelerden tecrit etmenin yolu budur” diyerek Menderes misaliyle gözdağı veriyordu. Devlet Sırrı gibi korunan rantiyeci faiz lobisi bir türlü açıklanmıyordu! Rant ve sömürü ekonomisinin “toplardamarı” olan faizi geçmişte ‘dünya gerçeği’ olarak değerlendiren Erdoğan’ın, Taksim Gezi Parkı’nda başlayan olayların ardından faiz lobisinden şikâyetçi olması ilginç bir gerçeği daha ortaya çıkarıyordu. Bütçeden, faiz ödemeleri adı altında kenara ayrılan kaynağın kimlere aktarıldığı kamuoyundan gizleniyordu. İç borçlanma senetleri belli başlı bankalar tarafından kullanılırken, her yıl ortalama 50 milyar liralık kaynağın bankalar eliyle kimlere aktarıldığını öğrenmek isteseniz bütün kapılar yüzünüze kapanıyordu. Başbakan Erdoğan’ın Kuzey Afrika dönüşünde havalimanında yaptığı konuşmada Gezi Parkı eylemleri nedeniyle faiz lobisine işaret etmesi Türkiye’nin acı gerçeğini bir kez daha gündeme getiriyordu. Rant ve sömürü ekonomisinin olmazsa olmazı olan faizi geçmişte ‘dünya gerçeği’ olarak değerlendiren Erdoğan’ın bugün faiz lobisinden şikayetçi olması ilginç bir tabloyu ortaya koyuyordu. Ülke kaynaklarını geniş halk kesiminden ziyade bir avuç rantiyeciye akıtan faiz sistemine karşı en etkili silah olarak denk bütçe görülüyordu. Bu gerçekten dolayı 54’üncü Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Cumhuriyet tarihinin ilk denk bütçesini yaparak faiz lobisine karşı önemli bir hamle yapıyordu. Bunun sonuçları da ekonomide kendisini hemen hissettiriyor, ancak 6 ay sonra faiz lobisi harekete geçiyor, medyayı kullanarak Refahyol Hükümeti’nin çalışmalarını irtica adı altında engellemeye çalışıyordu. Buna karşın 11 yıldır tek başına iktidarda olan AKP hükümeti, ekonomide pembe tablolar çizmesine rağmen denk bütçe çalışması yapmak bir yana adını bile ağzına almıyordu. Faiz lobisine her yıl bütçeden ortalama 50 milyar liranın üzerinde kaynak aktaran. AKP hükümetinin 2003-2013 yılları arasında faiz lobisine aktardığı rakam dudak uçuklatacak cinsten; tam 567,2 milyar lirayı buluyordu. Lobi ‘devlet sırrı’yla korunuyordu! Asıl ilginç olanda şuydu. Faiz lobisi bugün devlet sırrı gibi korunarak, lobinin kimlerden oluştuğu açıklanmıyordu. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun verilerinde devlet iç borçlanma senetlerinin hangi bankalar tarafından kullanıldığı görülebilse de bütçeden ödenen faiz pastasından yararlanan asıl sermayeyi bulmanız mümkün olmuyordu. Hazine tarafından bilinmesine rağmen bu lobi kesinlikle açıklanmıyordu. Devlete borç vererek paradan para kazanan bu kesimler devlet tarafından gizlenerek korunuyordu. Bu yüzden devlete borç verecek kadar güçlü bu isimler, “Gizli Baronlar” olarak nitelendiriliyordu. Nitekim bu aşırı karlılıktan dolayı en son yine kurumlar vergisinin şampiyonu bankalar olmuştu. 2012’nin en fazla kurumlar vergisi ödeyenler listesinin ilk 10’unda 8 bankanın bulunması üretim ekonomisi anlamında önemli bir gerçeği gözler önüne seriyordu. Yıllar ve Bütçeden faize ödenen kaynak (Milyar TL) 2002 - 51,9 2003 – 58,6 2004 – 56,5 2005 – 45,7 2006 – 45,9 2007 – 52,9 2008 – 50,6 61 2009 – 58 2010 – 48,2 2011 – 47,5 2012 – 50,3 2013 – 53 Toplam = 567,2 Atatürk Orman Çiftliği ABD’ye satılıyordu! Taksim Gezi Parkı’nda iyi niyetle başlayan protestoların yasa dışı grupların provokasyonuyla anarşiye dönüşmesi sonucu huzursuz günler yaşayan Türkiye, şimdi de Atatürk Orman Çiftliği arazisinin ABD Büyükelçiliği’ne satılacağı haberini konuşuyordu. ABD Ankara Büyükelçiliği Basın Sözcüsü T.J. Grubisha, AA’ya yaptığı açıklamada, büyükelçiliğin Türk hükümeti ile uzun süredir yeni bir elçilik arazisinin satışı için görüşme halinde olduğunu belirtiyordu. ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisinin büyükelçiliğe satılacağına ilişkin iddialar hakkında, “Söz konusu arazinin şu andaki sahibi hakkındaki tüm sorular Türk yetkililerine sorulmalıdır” açıklamasını yapıyordu. ABD Büyükelçiliği Basın Sözcüsü T.J. Grubisha, büyükelçiliğin Türk hükümeti ile uzun süredir yeni bir elçilik arazisinin satışı için görüşme halinde olduğunu belirtiyordu. AKP yandaşı Star yazarı Mustafa Karaalioğlu bile şunları itiraf ediyordu: “Yaygın kanaatin aksine AK Partinin zengini yoktur. Biri birinden haberdar olan sermaye sınıfı bilinci de yoktur. İlk 100 zengin aile içinde muhafazakâr karakterli üç-beş isim varsa da hiçbir ağırlıkları yoktur. Kısaca zenginlik, AK parti yola çıktığı gün hangi grupların elindeyse bugün de hala onların elindedir. Üstelik AK partinin icraatları sayesinde 10 yıl içinde tam 10 kat daha zenginleşmiş vaziyettedir”21 Gezi parkı gezisini krize çeviren Sn. Recep T. Erdoğan ve hükümetinin daha büyük krizleri asla yönetemeyeceği anlaşılıyordu! "Erdoğan'ın sığındığı yüzde 50' içinde olan Zaman yazarı Ahmet Turan Alkan, Başbakan'ın söylediği “Yüzde 50’yi zor zapt ediyorum” lafına şu yanıtı veriyordu: "Mademki hatırlattınız, bilseniz iyi olur: Kendi adıma olup biteni acıyla seyreden biri olarak sokağa asla çıkmayacağım, çünkü bunun meşruluk ve isabetine inanmıyorum. Meselenin dik durmakla ilgisi yok, hakkaniyetle ilgisi var. Hakkaniyet ve adaletten koptuğunuz yerde, sizi destekleyen duaların bıçak gibi kesileceğini bilmiyor olamazsınız” Kızacaksınız Ama Söyleyeyim! İşte vekiliniz Sayın Arınç konuşuyor; sağduyulu, sakin, iyi niyetli, karşı tarafı da dinlemeye ve ciddiye almaya hazır bir duruşla, hangi tarafta olursa olsun insanların duymak istediği şeyler söylüyor. Kızacaksınız ama söyleyelim; lütfen yurda dönüşünüzde bu yaklaşımı siz de destekleyiniz” Fetullah Gülen Hocaefendi, Taksim Gezi Parkı gerilimine ve sorunun temeline ilişkin önemli değerlendirmelerde bulunuyor ve yine dolaylı biçimde Erdoğan’a yükleniyordu. Hocaefendi, “www.herkul.org” isimli internet sitesinde yayınlanan konuşmasında “hassasiyetlerin dikkate alınması gerektiğini ancak masum insanlara ve Türkiye’ye zarar verecek eylemlerden vazgeçilmesini” istiyordu. “Bir haksızlığı bastırmak için elli türlü haksızlık yapıyoruz: Yol peygamberlerin, evliyanın, asfiyanın yoludur. O yolu takip edemediğimiz için başa çıkamıyoruz problemlerle gördüğünüz gibi. Bir yerde bir haksızlığı bastırmak için elli türlü haksızlık yapıyoruz, elli türlü zulme giriyoruz. Kinleri, nefretleri körüklüyoruz. Olayları hafife almak akıllı Mehmet’in işine benzer: Kırkı bir uçurumdan aşağı inmek için el ele tutunmuşlar, el ele tutunarak oradan inmek istemişler. Sonra hepsi çözülmüş, yere 21 Star / Mustafa Karaalioğlu / 10 06 2013 62 düşmüşler; otuz dokuzu ölmüş, birinin de kolu-kanadı kırılmış. Demişler, “Akıllı Mehmet ne oldu?” “Sormayın, demiş, az daha bir sakatlık çıkaracaktık.” Umursamaz ruhlar, anlamaz düşünceler meseleye böyle bakacak” “KÖTÜ YÖNETİŞİM” yazısının sonunda (ZAMAN, 02.06.2013), Mümtaz’er Türköne: “İyi yönetişimin çaresi seçim sandığıdır. 1994’ten beri büyük şehirlerde istikrarla devam eden belediyecilik, İstanbul’da Gezi Parkı’nda büyük yara aldı. Meselenin Gezi Parkı’ndan ibaret olmadığı ortada... Şehrin mimarisine yansıyan kötü göstergeleri saklayacak bir çuvalı artık kimse dikemez. İstanbul, bu mimarinin çarklarını döndüren şehir rantı altında eziliyor. Gezi Parkı’na yansıyan isyan, bu çarpık yapılaşma karşısında duyulan tepkinin ifadesi. Bu başkaldırı AK Parti için bir erken uyarı da olabilir, sonun başlangıcı da” diye uyarıyordu. “BİR GARİP İSYAN!” başlıklı uzun bir yazı (STAR gazetesinin sadece internet kısmında! 04.06.2013) yazan, İbrahim Kahveci: “Evet, Taksim civarında birkaç yıldır derin sosyolojik bir çalışma olabilir… / Ama tüm bunlar `gösteriler neden bu kadar genişledi’ sorusuna cevap olamaz. / Mesela, neden AVM yasası çıkmadan yıllardır İstanbul AVM mezarlığına döndürüldü? Merkez Bankası’nın kasasında 125 milyar dolar Türk Halkı için bir zenginlik olmadığı gibi. / Ekonomiye sadece paragözü ile bakıp yıllardır eriyen ücretleri, Çin’den sonra en fazla iş kazası olan ülke gerçeğimizi, kredi ile borçlanıp iş güvencesiz çalışarak artan korkulu hayat gerçeğini örtmüyor. / Mesela, özelleştirmeler ile oligarklar oluşturarak halkın refahına değil işkencesine dönen ekonomik modeli hiç sorgulayamıyoruz. Ekonomik modelinizi 2005-06’da değiştirmemiz gerekirken hala IMF modeli ile zengin eden, bankaları besleyen-koruyan modele sıkı sıkıya sarılmış durumdayız. / Aylardır burada yazıyorum. Ekonomiyi borsa-faiz-döviz üzerinden, yani para üzerinden değerlendirmeyin. Kredi notumuzun arttığı günlerde karşılıksız çek-senet miktarı 2008 kriz seviyesine ulaşmışsa, kendimize soru sormamız gerekmiyor mu? / Milli gelir üç kar arttı dediğimiz yıllarda, reel ücretler bırakın artmayı azalıyorsa, kendimize soru sormamız gerekmiyor mu? Bu ekonomik model Batı’yı krize getirdi, biz de sadece biraz geriden geliyoruz diye defalarca ikaz ettim” Hayati Yazıcı sınır kapılarımızı, yolgeçen Hanına çeviriyordu: “Gümrük Bakanlık yetkililerine kısaca şunu söyleyeyim. Müfettiş raporunuz bu açıklamalarınızın tamamını yalanlıyor. Sizlere birkaç sorum olacak. Madem kolileri aradınız, incelediniz, silahları nasıl bulamadınız? Koliler X-ray cihazına niçin sokulmadı? Gümrükte kameralarınız neden çalışmıyordu? Ve en önemlisi gümrük çalışanları ifadelerinde bir iki koliye baktık, çünkü Genel Müdür Yardımcısı’nın emri vardı savunmasını neden yaptılar? Müfettişler bu savunma ve ihmallere rağmen niçin bir tek gümrük yetkilisini suçlu bulmadı ve hepsini akladı? Sizin bakmadığınız kolilerdeki silahları, Yemen gümrüğü bir dakikada X-ray cihazında nasıl buldu?22 Evet Türkiye’den Yemen’e gönderilen kolilerden tam 2700 silah çıkıyordu ve Gümrük bakanlığı kurbağaları bile güldüren mazeretler sıralıyordu? Türkiye Nereye Sürükleniyordu? “Şu bir gerçektir ki; küresel elitler (Siyonist sermaye lobileri) ve onların devamlılığını sağlayan ‘üst sınıf’ halk kesimleri ve masonik şebeke; bu ikili sarmal yapının devamını sağlamak için pek çok yol geliştirmiştir. Tepede yer alan “elit kesim”, aile bazında gizli saltanatlarını sürdüren Yahudi sermaye baronları ve hemen altında oluşturdukları “üst sınıf” vasıtasıyla diğer halk katmanlarını sömüren ve demokratik köleleştiren, bir sistemi meydana getirmişlerdir. Bu sistem içerisinde ‘elit kesim’, asırlar boyunca hiç değişmeden bugünlere gelirken, birinci dereceden ona hizmet eden ‘üst sınıf’; belli aralıklarla, zaman ve mekan şartlarına uygun; kısaca duruma göre değişim göstermiştir. Bugün dünya nüfusunun ancak ‘on binde birini’ temsil eden bu iki kesim mensupları, dünya servetinin yüzde doksanından fazlasına sahiptir. Tüm ülkelerde yatırımları vardır ve tüm dünya ülkelerinin iktidar ve muhalefetleri de dâhil olmak üzere bu kesimlerin kontrolündedir. Çoğu kimsece bir ‘komplo teorisi’ 22 Taraf / Mehmet Baransu 63 olarak algılanan bu tanım o kadar gerçektir ki; tersini savunanların ‘komplo teorisyeni’ olma olasılığı matematiksel olarak daha yüksektir. Yani gerçek o kadar yalın ve ortadadır ki; bu kadar açık olan bir şeyin doğru olabileceğine, medya marifetiyle körletilen ve kirletilen insan aklı onay vermemektedir ve zaten vahâmet de buradan gelmektedir. ‘Hadi canım sen de’ciler, yani basit ve basmakalıp düşünenler her zaman halkın büyük çoğunluğunu teşkil etmiştir ve bundan sonra da böyle gidecektir!.. Ta ki, işin ucu kendi cebine dokununcaya kadar.. ki bu şartlarda ve bu iktidarlarla bu da mümkün görünmemektedir; zira bu sınıflar, ‘sosyal patlamaları’ bile kendi çıkarlarıyla özdeşleştirmeyi sanat haline getirmişlerdir… Siyonist merkezler, kendi çıkarlarına hizmet eden, politikacıları, yazarları, bürokratları; ‘iyi insan’, ‘sosyal sorumluluk taşıyan âkil insan’ ve de ‘büyük din âlimi’ (ruhbani) sıfatlarıyla beslemekte ve reklam etmektedir. Yurtiçi veya yurtdışından örnek vermeye, isim zikretmeye gerek olmadan kısaca şöyle açabiliriz; bugün dünyanın hangi ülkesini ele alırsanız alın, medya kuruluşları milyar dolarlık birer dev konumundadır ve sokaktaki insan bile şu konuda hem fikirdir; bu servetlerin ardında ‘kirli para’ vardır. Bugün ülkemizde hem medya kuruluşu sahibi, hem de; madencilik, inşaat veya başka işlerle meşgul, devletten ihale alan işadamları bulunmaktadır. Ve bu insanların yanında çalışan ve halkın büyük bir kesiminden teveccüh gören gazeteci ve yazarlar da hazırdır. Madenci bir medya sahibinin yanında yıllarca çevreci duyarlılığıyla yazan-çizen bir gazeteci-yazar hayal edin ve bu yazarın her gün köşesinden ağaç kesen köylüleri eleştirdiğini düşünün ve aynı zamanda işi gereği dönümlerce ormanı katleden patronundan aldığı milyon dolarları düşünün!.. Nobel ödülü almak için memleketini ve insanlarını bir kalemde silip atanları düşünün! Milyarlarca yıllık bir döngü içerisinde sefil bir ‘yetmiş yıl’ yaşamak için, hayatı boyunca yalan söyleyen, ikili oynayan politikacıları düşünün!.. Koskoca bir kıta Afrika’yı ‘hayvanat bahçesi’ zanneden ve belgesel izlediğinde kültür elçisi olduğunu zanneden milyonları düşünün!.. Eğitim kurumları ele geçirilmiş, sağlıkları ticarî bir meta haline sokulmuş, paraları bankalarca hortumlanmış, gelecekleri çalınmış milyarların sahte mutluluk oyunlarını düşünün!.. İnsanlar, olaylar ve kendileri arasında kurgulanan senaryonun farkına vardığında, pek çok sorun kendiliğinden hallolacaktır. Şimdi gelelim ‘Gezi Parkı’ olaylarına! Aklı başında olanlarca malumdur ki; AVM yapılması ve ağaç katliamına karşı gelişen bu olayların temelinde yatan asıl sebep ve zamanlama, Erdoğan’ın ABD dönüşüne denk getirilen bir gözdağı olayıdır! Benim açımdan, vatanseverlerin hesapta olmayan müdahalesi, birilerinin planını aksatmıştır; ortada dış müdahale ve yönlendirme ile başlayan, ajan provokatör kaynayan ve ancak ‘milli güçlerin’ de içine dahil olduğu karışık bir durum vardır. Acaba küresel güçler “son kullanma tarihi” dolan Erdoğan’ın ipini çekme kararı mı almıştır. Yoksa dindar halkı etrafında toparlayıp onu parlatmaya ve Türkiye aleyhine çok daha tehlikeli işleri yaptırmaya mı çalışmaktadır? Aslında Türkiye’nin hırçınlığıyla, hırslarıyla, hastalığıyla kontrolden çıkmış bir kişi tarafından yönetilmesi elbette sakıncalıdır. Belki de Erdoğan gözden çıkarılmıştır ve bu nedenle niceleri şimdi göze girmeye çalışmaktadır. Şu an ülkemizde yaşanan bu manzaradır. Gelelim Taksim’de gösterilere devam eden farklı insan gruplarına.. Öncelikle vatansever insanların ve ülkemizin geleceği ile ilgili endişe duyanların, ikinci günden itibaren olayların içinde ve iyi niyetle yer alanların varlığı unutulmamalıdır. Hedefsiz, plansız, programsız ve lidersiz olmalarına rağmen bizim insanımızın isterse neler başarabileceğinin açık bir kanıtıdır. Çeşitlilik oldukça fazla; aşırı sol gruplar, sağcı gruplar, romantik gruplar, vesaire.. ve her türlü insanî tepkiyi ‘iç eden’ ayrılıkçı, Kürtçü, Apocu gruplar!.. Hepsinin böyle bir imkânı kullanmaları, kendi propagandalarını yapmaları gayet normal; burada dikkat edilmesi gereken asıl gruplar, yukarıda bahsettiğim ‘romantik gruplar’dır! Yeni dünya düzeninin temsilcisi olan bu gruplar, bence geleceğin en büyük 64 tehlikesidir! Açalım: Hemen hepsi prestijli okullarda okumuş ya da okumaktadır, batıcı olan tüm değerleri sorgulamadan savunmayı ilericilik ya da çağdaşlık olarak ele almakta ve yönlerini ona göre ayarlamaktadır. Giyim kuşamları yerinde ve bakımlıdır, en az bir yabancı dile hâkim ve özgürlüklerine düşkün insanlardır. Pop ya da rock müzik favorileridir; gitara olan düşkünlükleri ortak yanlarıdır. Bunlar bulundukları toplumun değer yargılarına karşı çıkmayı, eski gelenekleri çağdışı algılamayı ilericilik sanmaktadır. Çevrecidirler; ancak, okudukları okulların sahiplerinden daha sonra çalıştıkları şirketlere kadar, ‘en çok satanlar’ listesinden alıp okudukları kitaplara ve düzenli makalelerini okudukları köşe yazarlarına kadar; aslında düşmanı oldukları sisteme hizmet ettiklerinin farkında bile olmayan zavallılardır. Hepsi isyan şarkılarına hayrandır, lâkin karşı oldukları sistemin sahiplerinin sponsorluğunda düzenlenen festivallerde eğlenmekten de geri durmayan gruplardır. Bunlar dün polisle çatışır, bugün çiçek dağıtır. Ve tabii polisler de şaşkındır. Polis eleştirisi yaparken kendi üzerine alınan ‘polis’ dostlarımız için de şunu belirtmeliyim ki; bizim eleştirimiz dünya çapında yer alan ‘polis teşkilatlarına’dır; yoksa birey olarak hiçbir polis memuru ile bir sorunumuz yoktur! Ancak şu bir gerçektir ki; sistemin koruyucusu bu teşkilatın öncelikli görevi; büyük hırsızların güvenliğini sağlayıp, küçük hırsızları adalete teslim etmektir. Bu aşamadan sonra adalet sistemini de sorgularsak eğer; onların görevi de büyük hırsızları göz ardı edip, küçükleri hapse tıkmaktır; yani diyeceğim o ki; sistemin içerisinde, sistemin araçlarıyla çalışanlar birey olarak değil ama teşkilat olarak maalesef zulüm ve sömürü çarkının aracıdır. Yine ülkemiz açısından ele alacak olursak; şehitlerimiz beşer-onar gelirken konserlerine devam edenler, TV programlarının yayınında sakınca görmeyenler, Erdoğan’ın annesi hayatını kaybedince yayınlarını kesiyorsa.. Daha kanları kurumamış Reyhanlı kurbanları için yine konserlerine devam eden, tiyatrolarına devam edenler, sözde üç ağaç için konser iptalleri yapıyor, tiyatrolarının kapılarını kapıyorsa eğer… Bu Millet aptal değil! bunları görüyor, izliyor ve hafızasına not düşüyor!.. Atatürk Orman Çiftliği talan edilirken gıkı çıkmayanların Gezi Parkı tiyatrosunun en orta yerinde piknik yaparken fotoğraf çektirmeleri iyice sırıtmakta ve ayarlarını ortaya koymaktadır. Çevre katili, silah kaçakçısı bir medya patronundan milyon dolarlar alıp, gazetesinde çevrecilik içeren yazılar yazanları artık bu millet tanımaktadır. ‘Ahlak’ ve ‘vicdan’ın olmadığı, yani İslam’ın bulunmadığı bir yerde; önce insan olmaz! adam olmaz! akıl olmaz! haysiyet olmaz! Ve dolayısıyla; çevrecilik, aktivistlik, kadın özgürlükleri, hayvan sevgileri de olmaz! İşte şu an insanlığın içinde bulunduğu en büyük aldatmaca budur, ve asıl sorun buradan kaynaklanmaktadır. Sistemin izin verdiği noktaya kadar başkaldıranların ya da direnişe katılanların aslında gerçek ‘direniş’çilerin önünü tıkıyor olmasıdır!.. Siyonizmin güdümündeki Kapitalist ve sömürgeci sistem, tüm dünya devletlerini sarmalına almış ve dünya çapındaki tüm ‘İyilik hareketleri’nin içine sızmış durumdadır!.. İşte bu yüzden ‘direniş’ yaptığını zannedenler; aslında bir senaryoda figüranlık yaptıklarını çok sonradan anlayacaktır. İlla da ‘aykırı’ mı olmak istiyorsunuz; fazla bakınmanıza gerek yok; dünyanın gelmiş geçmiş en ‘aykırı’ adamlarından sayılan ‘Mustafa Kemal Atatürk’ gibi davranın ve İşgale başkaldırın! (Müslüman milletinizi yanınıza) Emperyalizmi karşınıza alın!..23 Bunlar Dindar Müslüman mı, yoksa “İstismarcı Süslüman mı?” Taksim gezi parkı sloganlarıyla ilgili AB’nin ve ABD’nin kınama ve uyarı açıklamalarını da doğru okumak gerekiyordu. Yoksa Sn. Erdoğan’ın son yararlanma tarihi mi yaklaşıyordu? Günümüzün en büyük yanılgısı, Halkın iktidarları kendilerinin seçtiklerini sanmalarıydı. Oysa Rahmetli Erbakan’ın tabiriyle, Demokratur Demokrasisi; dış güçlerin tayin ettiği yöneticileri halka onaylatma tezgâhıydı. Hatta bugün Recep 23 http://www.edebiyatgazetesi.com/2013/06/10/bu-ne-tur-bir-gerzekliktir-cem-yagcioglu 65 T. Erdoğan’ı alkışlayan ve her tavrına keramet uyduran kurmaylarının, daha önce Rahmetli Özal’ı, Erbakan’ı ve Türkeş’i övdükleri unutulmamalıydı. 11 yaşındaki masum çocuğu köprüden atacak kadar vahşileşen… Gencecik bir komiseri çelme takıp yüksekten düşürerek ölümüne sevinenlere mi yanarsın. Irak ve Suriye’deki katliamları görmezden gelip, Taksim olayları nedeniyle Türkiye’yi suçlayan Avrupa ve Amerika’ya sitem eden Fetullah Gülen’in serzenişine mi yanarsın? Yahu ABD Irak’ı işgal ederken, oraya barış getirecek diye alkışlayan ve arka çıkan siz olmadınız mı? Şu sitem ettiğiniz AB’ye girmeyi huzur ve kurtuluşun ilk şartı saymadınız mı? Fikren ve fiilen gavura yanaşmanın adını diyalog, dini ve milli gayretleri körleştirmenin adına hoşgörü koymadınız mı? Haşa Allah’ın hangi kararı katıydı, Resulüllahın hangi kuralı ve hangi uygulaması kabaydı da siz onu ılımlaştırıp yumuşattınız? Karl Marx: “Filozoflar dünyayı yorumlayan kişilerdir. Ama asıl marifet onu değiştirmektir” diyordu. Che Guavera: “Bazen gerçekçi olmak, imkânsız görüneni denemektir” diyordu. Erbakan ise: “Ya Siyonizmin hükmettiği; her yönden insanlığı esir alıp yönlendirdiği bu dünyayı değiştireceksiniz, veya değil ülkenize bir köye bile hükmedemezsiniz” diyordu Ve “Allah bu aziz millete; “artık tükendi, bitti, sonu geldi” zannedilen durumlarda bile hiç beklenmedik çıkışlar yapıp tarihin yönünü değiştirme yeteneği vermiştir” diyerek yeni ve yakın bir dönüşümün müjdesini veriyordu. 66 GEZİCİLERİN HALTI, AKP’NİN RANTI! Türkiye; bazı tepki ve taleplerin istismarıyla kışkırtılan Gezi isyanları ve Recep Bey’in kahramanca bastırmasıyla meşgul edilirken: a) PKK Şırnak Cizre’de anarşistlerden “Asayiş Birimleri” oluşturup resmi geçit yaptırıyor, fiilen denetimlere başlıyor ve devletin hâkimiyet sembolü karakollar basılıyor ve baskıya boğun eğen hükümet bir çoğunu kaldırıyordu. b) ABD Hatay üzerinden Suriye’ye asker taşıyor ve TSK sonu belirsiz bir savaşa itiliyordu. Dindar ve muhafazakâr bilinen kasabaya yeni bir savcı atanıyor… Kasaba esnafı onu ağırlamak ve alışageldikleri rüşvet olayına aracılık yapmak üzere, hâkim beyle birlikte bir bahçeye davet ediyor ve el altından rakı da içiriliyor. Kafası dumanlanan hâkim, yeni gelen savcıya: “İyi ki buraya atandın. Yolumuzu bulacak ve kazları yolunacak daha iyi bir yer bulamazdın. Çünkü buranın halkı bolca halt işliyor, bizler de doyunca rantını yiyoruz” deyince kasaba eşrafı bozuluyor. Bunu fark eden hâkim: “Yahu yalan mı, sizler ya bir keçi zararı, ya bir ağaç dalı veya bir çocuk kavgası yüzünden, biri birinizi hiç yere öldürüyorsunuz. Ardından ölen taraf “Aman daha ağır ceza ver” diye, bir teneke bal getiriyorsunuz. Öldüren taraf “Aman az bir cezaya çarptır” diye bir teneke yağ getiriyorsunuz. Siz o haltları işlemezseniz, biz bu rantları nasıl yiyeceğiz?” deyince herkes hak vermek zorunda kalıyor… Şimdi bu Taksim eylemcilerinin; başörtülülere saldırmaları, içki şişelerini öne çıkarmaları, soyunup bikini ile şov yapmaları, sağa sola sataşıp yakıp yıkmaları ve hele cami içindeki saygısızlıkları gibi haltları da, haliyle AKP’nin oy rantını arttırıyordu. Yanlış anlaşılmasın, gençlerin camiye sığınmaları değil, mabed içindeki hakaret kasıtlı tavırları canımızı sıkıyordu. Yoksa camiler aslında bütün mağdurların ve mazlumların sığınağı olması gerekiyordu. Tabi bu arada başbakana ve iktidara yönelik haklı tepki ve taleplerin ve milli hassasiyet sahiplerinin gayretleri de boşa çıkarılıyordu. Bu tahribatların ülkeye maliyeti 100 trilyonu aşıyordu. Yurt çapında toplam 6 ölü, 8 bin 822 yaralı vardı; 59 kişinin durumu ağırdı. 11 kişi gözünü kaybediyor, 1 kişinin dalağı alınıyordu. Protestocular arasına katılıp “ben de çapulcuyum!” diye pankart açan ve Recep Erdoğan’ın “bu olayların arkasında faiz lobiler var” palavrasını haklı çıkaran Cem Boyner Mustafa Koç’la beraber bundan birkaç gün sonra başbakanın Kürdistan açılımına destek vermek üzere TÜSİAD’ın Cizre toplantısına katlıyordu. Ama bu danışıklı dövüşü maalesef ne Geziciler, ne de “eziciler” asla fark etmiyordu. ‘Erdoğan’ın inatçılığı mirasını riske atıyor’ başlığını taşıyordu. Yanına da: ‘Başbakan’ın davranışları, Türkiye’nin bölgesel güç imajını bozuyor’ alt başlığı ekleniyordu. Başyazının şu bölümleri dikkat çekiyordu: “…(Erdoğan) on yıl sürdürdüğü “başbakanlıktan güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığına kayma ve 10 yıl boyunca cumhurbaşkanlığı makamında oturma” ihtirasları yanında, bugüne kadar elde ettiği önemli başarıları da riske atmaktadır. Türkiye’nin reformcu bir bölgesel güç olarak imajı paramparçadır ve AB ile sıkıntılı ilişkisi ise daha da büyük tehlike altındadır. Her türlü tehlikeye açık kısa vadeli kapital ve zor kazanılmış ekonomik istikrar, eğer Başbakan, kim olduğu belli olmayan spekülatörler ve Financial Times gazetesinin 12 Haziran tarihli başyazısı 67 sermaye gruplarına çatmaya devam ettiği takdirde buharlaşıp kaybolacaktır.” Bu sözlerin Erdoğan’ı hizaya getirme ve haddini bildirme tehditleri olduğu sırıtıyordu. Zaten Başbakan’ın da çok iyi bildiği ve onların sayesinde bu noktalara geldiği; Dış güçler ve faiz lobileri, Taksim’de başlatılan ve Türkiye çapında yaygınlaştırılan eylemleri: 1- Recep T. Erdoğan’a haddini hatırlatıp hizaya sokmak 2- “Federatif Kürdistan”dan sonra şimdi de Sivas, Tokat, Malatya, Erzincan, Tunceli ve Elazığ’ı kapsayan “Özerk Alevistan’a” meşruiyet kazandıracak kanunları ve yeni anayasayı yapmak hususunda, tedirginliği artan dindar halkın desteğini sağlamak 3- Suriye’ye, hem de tüm sorumlulukları ve tehlikeli sonuçları Türkiye’ye ait olmak üzere, bir askeri müdahale için iktidara cesaret kazandırmak amacıyla tezgâhlanıyordu. Zaten İran Fars Haber Ajansı 23 Haziran Pazar günü 57 ABD özel subayını taşıyan C-100 tipi kargo uçağının Hatay’a iniş yaptığını, Suriye’deki muhalefetin komutasını üstlenecek bu subayların teçhizatıyla birlikte Suriye’ye taşındığını duyuruyordu. ABD’nin tavrı her şeyi açıklıyordu! Gezi Parkı eylemleri henüz daha ısınma sürecindeyken önce ABD Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone konuşmuştu. Olaylar büyüyünce, devreye Beyaz Saray açıklaması giriyordu. Provokasyon şehir şehir gezmeye başlayınca da bu sefer Türkiye’yi ikinci adresi yapan John Kerry akıl veriyordu. Son olarak da ‘kipasıyla meşhur’ Başkan Yardımcısı Yahudi Joe Biden tehditlere başlıyordu. Joe Biden Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın da hazır bulunduğu bir ortamda çok ilginç cümleler kullanıyor, çok tartışılacak, spekülatif kavramların altına imza atıyordu. Peki, ABD’nin Başkan Obama’dan sonra en güçlü ismi Biden, neler söylüyor ve bu söyledikleri ne anlama geliyordu: Joe Biden “Türk halkı kendi geleceklerinin yazarları olacaktır. Ancak şunu bilmeliler ki, Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılını kutlarken, ABD de bu geleceğin daha güvenli, refah ve demokratik olmasına yardım etmek için bir müttefik ve dost olarak yardıma hazırdır” diyordu. Peki, ne demek istiyordu: “AKP Hükümeti 11 yıldır ne dediysek yaptı. Bu Hükümet Amerikan çıkarlarına yönelik hemen her adıma destek sağladı. Bölgede âdeta ABD’nin jandarması gibi davrandı. Medeniyetler İttifakı dedik sahip çıktı. Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) dedik, Eşbaşkanlığına yanaştı, Irak’ı işgal ettik, sesini çıkarmayarak hatta ‘bölgede daha fazla kalmalısın” diyerek işimizi kolaylaştırdı. Libya’yı tahrip ederken yanımızda yer aldı. Bölgedeki vazgeçilmez müttefikimiz İsrail’in savunmasında başrol oynayan Malatya Kürecik’te radar sistemini kuralım dedik, Erdoğan kılıf hazırladı. Hülâsa, Amerika ne talep ettiyse AKP iktidarı fazlasıyla yaptı. Ancak, şimdi durum değişiyor. Biz, AKP’den alacağımızı aldık. ABD şimdi farklı ufuklara yelken açmak zorunda. Biz nasıl ki yeri geldi darbeci hükümetlerle de rahat çalıştıysak AKP sonrası için de hazırız. Bütün bu kapsam dâhilinde vazgeçemeyeceğimiz tek husus var; ABD çıkarlarıdır…” Joe Biden: “Türkiye’deki olaylar, ABD de dâhil dünya genelinde endişelere yol açtı. ABD, ortaya çıkan sonuca karşı kayıtsızmış gibi görünemez, çünkü biz, açık toplumlara, siyasi sistemler ve ekonomilere, demokratik kurumlara sahip olan ve evrensel insan haklarına sıkı sıkıya bağlı olan ülkelerin, gelişeceğine ve 21’inci yüzyılın en güçlü ülkeleri olacağına inanıyoruz” diyordu. Bu sözler: “Biz ve bizimle birlikte hareket eden global sistem her zaman olduğu gibi şimdi de istersek ortalığı karıştırabiliyoruz. Şunu unutmayın; Türkiye’deki siyasal-ekonomik istikrar bıçak sırtında ve buna biz karar veriyoruz. Taksim Gezi Parkı gösterileri de bir kez daha ortaya koydu ki; bağımsız bir ülke değilsiniz, öyle sanıp aldanıyorsunuz. Vahşi kapitalizmin ve Siyonizm’in bölgedeki çıkarları neyi gerektiriyorsa o oluyor” anlamına geliyordu. Joe Biden: “Zamanı geldiğinde, Türkiye ile ticari ilişkilerimizi bir sonraki adıma taşıyabileceğiz” 68 diyordu. Yani “Türkiye’nin İsrail çıkarlarını ne derece koruyup kolladığına bakıp ona göre karar vereceğiz” demeye getiriyordu. Joe Biden: “Türkiye, Kürt sorununda, Rum Ortodoks Patrikhanesi’yle ilgili konuda ve diğer meselelerin çözümü yolunda önemli adımlar atmaya istekli olduğuna dair cesaret verici sinyaller veriyor. Ermenistan ve Kıbrıs ile ilgili sorunlarda da benzer vizyon ve ilerlemeyi görmeyi umuyoruz” diyordu. Bununla: “Türkiye öncelikle ve bizim istediğimiz şekilde Heybeliada Ruhban Okulu’nu açmalıdır. Ayrıca Ermenistan ve Kıbrıs’la ilgili konularda da bizim arzu ettiğimiz biçimde davranılmalıdır” mesajı veriyordu. Joe Biden: “Tarihin en güçlü ittifakı olan NATO’nun üyeleriyiz. Kolektif savunmaya yönelik bağlılığımız çok önemli, bu durum Türkiye’nin Suriye sınırına yerleştirilen patriot füze bataryalarında kendini göstermiştir. Ancak birçok bakımdan dünya değişti ve bugün ilişkilerimiz sadece savunma alanından ibaret olmanın çok ötesindedir. Uzun zamandır askeri müttefikiz, ancak bugün durum bundan fazlasını gerektirmektedir” diyordu. Bu ifadeler: “Türkiye Suriye meselesinde bizden daha fazla bir şey beklemesin. Suriye’ye kendisi girsin ve ABD İsrail hatırına sıkıntılara göğüs gersin” manasını içeriyordu. ABD İncirlik’teki atom bombalarını yeniliyordu! Tam bu süreçte ABD Başkanı Barack Obama, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu beş NATO müttefiki ülkede bulunan taktik nükleer bombaların yenilenmesi amacıyla 2014 bütçe tasarısında 537 milyon dolar tahsis ediyordu. New York Times gazetesi, “editörler kurulu” imzasıyla yayımladığı başyazısında, ABD’nin Avrupa’da 180 kadar B61 tipi nükleer bomba bulundurduğunu, “soğuk savaş döküntüsü” bu bombaların Belçika, Almanya, İtalya, Hollanda ve Türkiye’de konuşlu olduğunu yazıyordu. Obama’nın bombaların modernizasyonu amacıyla 2014 bütçe tasarısına da 537 milyon dolar koyduğu hatırlatılıyor ve uzmanlar, bombaların yenilenmesi programının maliyetinin hesaplanan 4 milyar doları aşarak 10 milyar dolara ulaşacağını bekliyordu. İncirlik’te 90 atom bombası “yakın bir savaş” için mi hazırlanıyordu? Amerikan nükleer bombalarının nerelerde olduğu daha önce WikiLeaks’ten sızan belgelerle ortaya çıkmıştı. Belgelerde ABD’nin Avrupa’da bıraktığı 200 civarında taktik nükleer silahın çoğunun Türkiye, Belçika, Hollanda ve Almanya’da bulunduğu belirtiliyordu. Belgelere göre, Adana’daki İncirlik Üssü’nde ABD’ye ait 90 nükleer başlık bulunuyordu. CIA’ya yakınlığı ile bilinen Washington Enstitüsü’nün yayınladığı Richard Outzen imzalı bir raporda, Türkiye’de konuşlanmış Amerikan nükleer bombaları harita üzerinde tam liste olarak gösteriliyordu. (Raporun aslı: www.washingtoninstitute.org/uploads/Documents/pubs/Policy Note12.pdf) Rapora göre, İzmit, Balıkesir, Eskişehir, Konya, Ankara, Malatya ve Erzurum’da ABD’nin nükleer silah depoları bulunuyordu. Raporda nükleer bombaların sayısı belirtilmezken, Turgut Özal dönemi ABDNATO-Türkiye ilişkilerinde en iyi dönem olarak anlatılıyor, AKP dönemi de bu ilişkilerin tavan yaptığı dönem olarak gösteriliyordu. Başbakan ABD’nin atom bombalarına neden itiraz etmiyordu? Pakistan gezisi sırasında nükleer silah sahibi ülkelere sert tepki gösteren Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, ABD’nin Türkiye’deki nükleer silahlarına itiraz etmediği gibi, yenilemesine de tavır almadığı gözleniyordu. Erdoğan, Pakistan’da Kaid-i Azam Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, “Kitle imha silahı hangi ülkelerin elinde? Kitle imha silahını elinde bulunduran gelişmiş ülkeler, gelişmekte bulunan ülkelerde bulunmasını istemiyorlar. Sadece kendilerinde olmasını istiyorlar. ‘Bende olur, başkasında olmaz’ diyorlar. İşte bunun hesabını sormalıyız. Bunun dayanışması içinde olmak durumundayız. Hayatımızda bir kez öleceğiz. Her gün bin kez ölmektense, bir kez ölmek daha hayırlıdır” diye hava atıyordu. 69 Gezi Parkı tantanası “Petrol sömürge yasasını” unutturuyordu! Gezi Parkı eylemlerinin yoğun trafiği altında Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanarak yürürlüğe konulan Türk Petrol Kanunu’ndaki devlet hissesinin 8’de 1’i yani yüzde 12,5’lik oranı diğer ülkelerle kıyaslanınca yeni yasanın bir kapitülasyon değil sömürge yasası olduğu ortaya çıkıyordu! Meclis’te kabul edilerek yasallaşan Türk Petrol Kanunu’nda devlet hissesinin yüzde 12,5 oranında olması akıllara, “civar ülkelerdeki oranın ne olduğu?” sorusunu getiriyordu. Gezi Parkı olayları devam ederken hiç ülke gündemine taşımayarak ve tartışılmayarak geçen Türk Petrol Kanunu’nun yabancı şirketleri Türkiye’ye çekmek için uygulanan oranlar kafaları karıştırıyordu. Yeni Türk Petrol Kanunu ile Türkiye’nin yer altı petrol rezervlerinin yabancı şirketlere açılması ile yabancı şirketlerin önümüzdeki günlerde Türkiye’ye akın edeceği biliniyordu. Yabancı şirketlere verilen haklar ve ayrıcalıklar ile TPAO’nun özelleştirilmesinin önünü açmasına yönelik maddeler de dikkat çekiyordu. Ancak, Türkiye’nin yabancı şirketlere tanıdığı hakların diğer ülkelerde ne olduğuna ilişkin yaptığımız araştırmalar sonucunda devlet hakkının sadece yüzde 12,5 olması çok düşük bir rakam olarak gözüküyordu. Yabancı şirketin devlete ödeyeceği vergiler de buna dâhil edilince Türkiye’nin bir yabancı şirketin petrol çıkarmasından elde edeceği gelir yüzde 30 düzeyinde kalıyordu. Hal böyle olunca petrol üreticisi ülkeler ve işgallerle uğraşan Irak ve Libya’ya baktığımızda Türkiye’nin oranlarının çok düşük olduğu ortaya çıkıyordu. Irak’ta şirketin maliyetleri ve devlete ödeyeceği vergiler dışında devletin hakkı yüzde 20 iken bu oran Libya’da yüzde 15’i geçiyordu. Vergiler de dâhil edilince bu oranlar Irak’ta yüzde 50’lere çıkarken Libya’da ise yüzde 45’ler seviyesinde seyrediyordu. Yeni Kanuna göre Türkiye petrollerinde imtiyaz sahibi kılınan yabancı (çoğu Yahudi ortaklı) şirketler Kuzey Irak’ta yaptığı petrol antlaşmaları gereği çıkaracağı petrolün yüzde 85’inde hak sahibi oluyordu. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ne de çıkardığı petrolün yüzde 15’lik kısmını bırakıyordu. Ekonomi sağlam temeller üzerinde mi oturuyor, yoksa bataklık üzerinde mi?.. Siyonist Bernanke’nin bir cümlesi faiz ve doları uçuruyor, borsayı çökertiyordu! Üretim yerine borçlanarak ve sıcak paraya mahkûm olarak işleyen işbirlikçi düzenin foyası ortaya çıkıyordu. Hükümet tarafından hemen her fırsatta çok sağlam temellere sahip olduğu propagandasıyla şişirilen ekonomi, ABD Merkez Bankası Başkanı’nın açıklamalarının ardından allak bullak oluyordu. Tabir-i caizse FED Başkanı hapşırınca AKP ekonomisi zatürre oluyordu! Ekonomiyi sadece mali piyasalardan ibaret gören ve yaşanan ekonomik durgunluğu vatandaştan saklamaya çalışan hükümetin ekonomi balonu ciddi bir sınavda sönüyordu. Üretim yerine yabancı kaynaklardan borçlanmaya endekslenen ekonomi, mali piyasalardaki çalkantıyla sarsılıyor, pamuk ipliğine bağlı olan ekonomik dengeler, Taksim Gezi Parkı olayları sırasında kırmızı alarm vermeye başlıyor, ancak bu durum hükümetin her zamanki hedef saptırmasıyla “Faiz lobisinin işi” diyerek geçiştirilmeye çalışılıyordu. FED Başkanı Bernanke’nin açıklaması ise mali piyasaları tepe taklak ediyor, dolar tarihi rekorunu kırarken, avro sert yükseliyor ve hükümetin pek bir önem verdiği borsa çakılıyor ve borçlanma ekonomisi çöküyordu. ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Bernanke, piyasaları fonlamak anlamına gelen aylık 85 milyar dolarlık tahvil alımlarını 2014’te bitireceklerini açıklayınca tüm dünyadaki mali piyasalar karışıyordu. ABD’nin tahvil alımlarıyla Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere akın eden sıcak paranın yeniden ABD’ye dönecek olması birçok ülke borsasının çakılmasına neden olurken, birinciliği yüzde 6.82 düşüşle Borsa İstanbul kapıyordu. Dolar, tarihi zirvesi olan 1.94 lira rakamını görürken, avro da 2.55’e kadar yükseliyordu. Ekonomik büyümesini tamamen dış kaynaklara ve borçlanmaya bağlayan Türkiye, ABD’nin bu kararıyla yabancı kaynak akışından da faydalanamıyordu. Faiz lobisi öcü de Bilderberg cici mi oluyordu? “2013 Haziran’ının başında yani Gezi olaylarının hemen öncesinde gerçekleştirilen Bilderberg toplantılarına hükümeti temsilen Ali Babacan’ı gönderip 70 (üstelik “faiz lobisi” suçlamalarının göbeğine oturttuğu Koç ve Sabancı Holding’den katılımcılarla birlikte), ondan sonra “dış mihraklar” şeklinde vaveyla koparmak samimiyetten çok uzak görünüyordu. Hükümet yetkilileri, küresel siyaset ve ekonominin önemli bir ayağını oluşturan ve “faiz lobisi” gibi bir öcünün küresel ölçekte hamisi olan Bilderberg’i, yoksa Kanarya Sevenler Derneği mi sanıyordu?” sorusu hala yanıtını arıyordu!.. Eski MİT’çi Eymür'e göre: Erdoğan'ın CIA bağlantıları ne anlama geliyordu? “MİT’in en meşhur isimlerinden Mehmet Eymür, sontv sitesinde yazdığı “İki tatlı söz” başlıklı yazısında Tayyip Erdoğan’a tavsiyelerde bulunurken önemli bilgiler de veriyordu. Eymür, “24 Temmuz 1999’da cezaevinden tahliye olan Erdoğan, 14 Ağustos 2001’de kurucuları arasında olduğu AKP’nin Genel Başkanı seçildi. Erdoğan 2002 başında ABD’yi ziyaret etti ve ABD’deki Türkiye masasına bakan şefler tarafından misafir edildi” diye yazıyordu. Esasen, bu bilgiler özellikle Turan Yavuz, Yılmaz Polat, Savaş Süzal gibi Washington’da görev yapan Türk gazeteciler ve ayrıca Tuncay Özkan tarafından da dile getiriliyordu. Fakat ilk defa Türk istihbaratında önemli görevler yapmış bir kişi, Tayyip Erdoğan’ın CIA’nın Türkiye masası şefleri ile görüşmüş olduğunun altını çiziyordu! AKP’nin bir ABD projesi olduğunu, biz 26 Ağustos 2001 tarihinde belgesiyle ortaya koymuş, parti programının bile CFR’den gönderildiğini ispatlamıştık. Erdoğan’ın dediği gibi “Türk Baharı”, 2002’de başlamıştı. Erdoğan, daha Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı iken, ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ve CIA’nın önemli şeflerinden Graham Fuller ile temasa geçmişti. Abdullah Gül de farklı kanallardan aynı kişilerle devamlı temas halindeydi. Tayyip Erdoğan, Amerika’nın Adana Konsolosu Elizabeth Shelton, ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Caroline Hagins, ABD Büyükelçilik Müsteşarı Silwer Lawrens ve CIA görevlisi Kenny Bob ile de görüşüyordu! Tayyip Erdoğan’ın hapisten çıktıktan sonra, 2002’de ABD’de kimlerle görüştüğünü, rahmetli Turan Yavuz, “Çuvallayan İttifak” kitabında tek tek açıklıyordu. Aynı bilgilere Merdan Yanardağ da 2007 yılında çıkan “Bir ABD projesi olarak AKP” adlı kitabında yer veriyordu. Turan Yavuz’a göre; Cüneyd Zapsu, Erdoğan’ın temaslarını “çizmeli adam” lakabıyla tanınan Grenville Byford adındaki arkadaşı kanalıyla sağlıyordu. Byford’un eşi Orit Gadiesh, İsrailli bir generalin kızı ve ayrıca Simon Peres’in baldızı ve danışmanı oluyordu. Daha 17 yaşındayken İsrail Genelkurmay Başkanı’nın askeri istihbarat biriminde asistan olarak çalışma hayatına atılıyordu. Erdoğan, Washington’a ayak bastığında Eymür’ün dediği gibi Türkiye uzmanları olan eski CIA yetkilisi Graham Fuller, eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Henry Barkey gibi uzmanlarla baş başa yemeklerde buluşuyordu. Bunun yanı sıra, CIA’nın düşünce kuruluşu olarak anılan Rand Corporation, aracılık kurumu Lehman Brothers, Amerikan Yahudi Kongresi ve Amerikan Yahudi Komitesi yetkilileri ile görüşüyordu. Son olarak, Tayyip Erdoğan ve Cüneyd Zapsu, Richard Perle’ün Washington-Maryland sınırındaki Chevy Chase Mahallesi’nde bulunan üç katlı evine de gidiyordu. Perle, Erdoğan’a, AKP’nin iktidara gelmesi halinde, Ortadoğu’da Washington’un sorunlu olduğu birçok ülkeye “ılımlı İslam modeli” ile “örnek” teşkil edeceğini ve Bush yönetiminin bu konuya çok önem verdiğini söylüyordu. Mehmet Eymür, Erdoğan’ın yıldızının, asıl İstanbul’da sinagoglara saldıran teröristlere meydan okuması ile parladığını, bu tutumu sayesinde 2004 yılında ABD Başkanı Bush ile görüşmeye gittiğinde sıcak bir şekilde karşılandığını, ABD’de çok kuvvetli ve etkin bir topluluk olan “ABD Yahudi Teşkilatı”nın ona “Yahudi Cesaret Madalyası” taktığını, ondan sonra Tayyip Erdoğan’ın yıldızının hızla parladığını yazıyordu. Necmettin Erbakan da bu görüşteydi, AKP iktidarı için, “AKP’yi dış güçler kullanıyor. AKP, Haim Nahum doktrininin taşeronudur” diyordu. Şimdi, Taksim yürüyüşleri bahanesiyle aynı Tayyip Erdoğan’ın yıldızını parlatanlardan şikâyetçi olması, protestoları bu güçlerin organize ettiğini açıklaması”24 24 acaba pişman olup artık Milli çizgiye kaydığını mı, yoksa ülkemize yeni Arslan Bulut, Yeniçağ 71 ve daha tehlikeli tuzaklar tezgâhlandığını mı gösteriyordu? Çünkü tam da Gezi provokasyonları sürecinde Siyonist İsrail’in gizli istihbarat kuruluşu MOSSAD’ın başkanı Tamir Pardo’nun Türkiye’ye yaptığı gizli ziyaret akıllarda soru işareti oluşturuyordu. MOSSAD Başkanı Siyonist Pardo ve MİT müsteşarı Hakan Fidan arasında yapılan görüşmede Gezi Parkı eylemlerinin de masaya yatırıldığı ve bu konu üzerinde değerlendirmeler yapıldığı iddia ediliyordu. Üstelik MOSSAD Başkanı, Gezi olayları başladıktan bir hafta sonra geliyordu. 1948 yılında Filistin topraklarını işgal ederek, Ortadoğu’nun bağrına zehirli bir hançer gibi saplanan Siyonist İsrail’e hizmet eden gizli istihbarat servisi MOSSAD’ın kirli tarihinde Müslümanlara yönelik hazırlanan ne tezgâhlar ve katliamlar biliniyordu. Hani Recep Bey, İsrail’e hava atıp duruyordu? Yoksa Başbakan’ın İsrail’e yönelik kurusıkı blöfleri derin Türkiye-İsrail ilişkilerini halktan gizlemeyi mi amaçlıyordu? Terörist İsrail devletinin sözde kuruluş tarihi olan 1948’den bir yıl önce Tel Aviv’de kurulan MOSSAD’ın İbranice’de açılımı ‘Özel Operasyonlar Enstitüsü’ anlamına geliyordu. MOSSAD, Filistin topraklarına yaptığı hain saldırılarla kadın, çocuk, ihtiyar, hasta ayırmadan binlerce masumun üzerine ölüm bombaları yağdıran işgalci İsrail’in varlığının devamı için her türlü ihanet planlarını devreye sokmaktan çekinmiyordu. Onlara göre yaptıkları aşağılık katliamların, Müslümanlara verdikleri her zararın nihai olarak tek amacı: İçinde Güneydoğu bölgemizin de yer aldığı Nil ve Fırat arasındaki toprakların sahibi olmak yani Arz-ı Mevud-u kurmak oluyordu. Öcalan’ın istediği konuşuluyordu konferansta “seçimden önce yeni anayasa” şartı Demokrasi ve barış Konferansı sonuç bildirgesinde, Meclis’te bulunan siyasi partilere, “iktidar ve muhalefetiyle yasal reform girişimlerinin ve demokratikleşmenin hızlandırılması, yeni anayasa çalışmalarının, seçimlerden önce sonuçlandırılması” çağrısı yapılıyordu. Abdullah Öcalan’ın, Ankara, Diyarbakır, Brüksel ve Erbil’de düzenlenmesini istediği dört konferansın ilki Ankara’da yapılıyor, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Parti Meclisi Üyeleri Gülseren Onanç, Basın ve Propagandadan Sorumlu Başkan Yardımcısı Ali Arif Özzeybek’in de katıldığı “Demokrasi ve Barış” adlı konferansın sonuç bildirgesinde şu görüşlere yer veriliyordu: Yeni anayasa diretmesi! Çözümün yalnızca tek taraflı fedakârlıklarla sağlanamayacağını değerlendirerek, Meclis’te bulunan siyasi partilere çağrı yapıyoruz. İktidar ve muhalefetiyle yasal reform adımlarının, demokratikleşmenin hızlandırılması, yeni anayasa çalışmalarının seçimlerden önce sonuçlandırılması, çözüm sürecinin ruhuna uygun bir çalışma temposunun, tarzının ve dilinin parlamentoda geliştirilmesi gerektiğini belirtiyoruz. Kesintisiz süreç garantisi! Konferansımızın, müzakere sürecinin kesintisiz olarak sürdürülmesi için kararlı bir tutum ve çaba içerisinde olacağını ilan ediyoruz. Öcalan’a özgürlük talebi! Abdullah Öcalan’ın “sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının” sağlanması ve toplumun çeşitli kesimlerinden oluşan heyetlerle iletişim imkânlarının yaratılması gerektiğini belirtiyoruz. Halkların dil, kültür, inanç ve kimlik haklarının evrensel olduğunu, bunların bir pazarlık konusu haline getirilemeyeceğini ve bu hakların eşit yurttaş olmanın gereği sayıldığını bir kez daha vurguluyoruz. “Soykırımla Yüzleşme” edepsizliği! Gerçek bir barışın sağlanması için bugünden başlayarak geçmişe kadar uzanan tüm katliamlarla, faili meçhullerle, kayıplarla, soykırımlarla yüzleşmenin vazgeçilmezliğinde birleşiyoruz ve günümüzden geriye doğru, insanlığa karşı işlenmiş bütün suçları, zaman aşımı olmaksızın ortaya çıkarmak ve adaleti tesis etmek için üzerimize düşen her şeyi yapacağımızı belirtiyoruz. 72 “Ortadoğu’ya Barış” tekerlemesi! Barışın sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu ve Suriye’de de gerçekleşmesi hedefinin Konferans katılımcılarının ortak mücadele konusu olduğuna işaret ederken, Reyhanlı’da yaşanan katliamın barış ihtiyacının ne kadar acil olduğunu gösterdiğini vurguluyoruz. (Yani İsrail’le uyumlu davranılmasını ve Arz-ı Mev’ud (BOP) hedefine hizmet sunulmasını istiyoruz…) Bildirgede ayrıca Akil İnsanlar ve Çözüm Komisyonunun olumlu, ama yetersiz bulunduğu vurgulanıyordu. Ve zaten İmralı ziyaretinden dönen BDP heyeti: “Öcalan’ın; çözüm sürecinde birinci aşamanın başarıyla geçilip şimdi ikinci aşamaya gelindiğini ve Türkiye halklarının (artık bir tek millet yok) tüm demokratik haklarının verilmesi gerektiğini” söylediği açıklanıyordu. Yani açılım sürecini Abdullah Öcalan üzerinden Dış odaklar yönetiyordu. Bu arada, “efendim Kürdistan’a demokratik özerklik verilmekle Türkiye resmen bölünmeyecek ve haritamız değişmeyecek” sözleri çok tehlikeli ve tahripçi bir yalanı gizliyordu. Evet, “demokratik özerklik”le Güneydoğu’muz belki resmen bölünmüyor, ama fikren ve fiilen kontrolümüzden çıkmaya başlıyordu. Aynen Kuzey Irak Kürdistan’ı gibi, bütün genel sıkıntıları ve masrafları Türkiye Cumhuriyeti’nin sırtında bırakılıyor, ama içişlerinde ve dışişlerinde bağımsız davranma yolu açılıyordu. Yani “Nikahı Türkiye’nin boynunda, ama irtibatı ABD ve İsrail’in koynunda” bir durum oluşturuluyordu!? Tam bu sırada Şırnak’ın Cizre İlçesinde PKK asayiş birimleri oluşturup resmigeçit yaptırıyor ve denetimlere bile başlıyordu. PKK’nın Kürdistan Polis Teşkilatı olan bu küstah girişim, hayret; ne yandaş ne de laik medyada asla yer almıyor, ana muhalefetten hiçbir tepki gelmiyordu. İşte böyle bir süreçte, Fetullah Gülen’in “Kürtlerin anadilde eğitim arzularının, onlara bahşedilecek bir lütuf değil, doğuştan verilen bir temel insan hakkı olduğunu” açıklaması da, ABD Yahudi Lobilerinin şeytani amacını yansıtıyordu ve gerçekleri saptırıyordu. Çünkü bir toplumun anadilini konuşması ve çocuklarına öğretip aktarması bir temel insan hakkıydı; ama Kürtçenin ikinci bir resmi eğitim dili yapılması Türkiye’nin parçalanma aracıydı, bunun “temel insan hakkı” sayılması yanlıştı ve böyle bir ihtiyaç da bulunmamaktaydı. Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası seçimlerinde PKK/BDP’nin desteklediği aday “Kürdistan’ın dört parçasının ekonomik birliği için” yardım istiyordu! Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) başkanlığı seçimleri için yapılan kampanyada “Büyük Kürdistan” propagandası öne çıkıyordu. BDP ve DTK’nın desteklediği Yahudi asıllı Kürt aşiretlerinden Filiz Bedirhanoğlu grubu tarafından asılan pankartlarda, “Kürdistan’ın dört parçasının ekonomik birliği için” destek isteniyordu. Filiz Bedirhanoğlu grubu tarafından cadde ve sokaklara asılan afişlerde “Büyük Kürdistan” vurgusu öne çıkıyor, afişlerde, “Kürdistan’ın dört parçasının ekonomik birliği için mavi listeyi destekleyelim” ve “Talan edilen Kürdistan kaynaklarını yeniden inşa etmek için tüm yurtsever ve demokratları, Diyarbakırlıları Ticaret ve Sanayi Odası seçimlerinde Mavi listeyi desteklemeye çağırıyoruz” ifadeleri kullanılıyordu. AKP ve BDP’lilerden sonra ‘açılım’a destek veren bir grup CHP’li vekil Cemaat’in davetlisi olarak ABD’ye gidiyordu. Heyetin başında Gölge CIA olarak bilinen Stratfor belgelerinde TR 705 olarak kodlanan Sezgin Tanrıkulu bulunuyordu. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ardından ABD’ye uçan DTK Eş Başkanı Ahmet Türk’ün yanı sıra CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu başkanlığında bir CHP heyetinin de ABD’ye gittiği ortaya çıkıyordu. CHP heyetinin ABD’ye Fetullah Gülen cemaatine yakın kuruluşların düzenlediği Anadolu Kültürü ve Yemek Festivali kapsamında davet edildikleri belirleniyordu. Başbakan Erdoğan’ın Amerika ziyaretinin ardından Washington’a giden BDP’li Ahmet Türk ABD’de yetkililerle görüşüp talimat alıyordu. ABD yönetiminden “açılım” sürecine destek isteyen Türk’ün Fetullah Gülen’le de görüşmeyi planladığı iddia 73 edilirken, BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Gülen ziyaretine ilişkin, “Bir randevumuz yok. Bu konuda kapalı, tutucu değiliz” diyordu. AKP ve BDP’lilerin ABD’yi ziyaret trafiğini sürerken, açılım sürecine bir grup milletvekiliyle destek bildirisine imza atan CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun da Gülen cemaatine yakın kuruluşların davetlisi olarak ABD’de bulunması dikkat çekiyordu. CHP heyetinde Tanrıkulu’nun yanında İstanbul Milletvekili Melda Onur ile Haydar Akar’ın da ABD’ye gittiği öğreniliyordu. Tanrıkulu’nun ABD’de kimlerle görüştüğüne ilişkin bilgi verilmezken, heyetin ABD’ye CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun onayıyla gittikleri ifade ediliyordu. AKP ve BDP’liler de katılıyordu! Gülen Cemaatine yakın kuruluşların organize ettiği Anadolu Kültürü ve Yemek Festivali açılışında AKP’yi Gülşen Orhan, Fahrettin Poyraz, BDP’yi ise Altan Tan temsil ediyordu. Los Angeles’te düzenlenen festivalin açılışında Amerikan Meclis Üyeleri Ed Royce, Michael Honda, Dana Rohrabacher, Joe Baca, Alan Lowenthal da yer alıyordu. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ise sponsor olarak festivale Mehter takımı gönderiyordu. Cemaatten ürken Başbakan TSK’yı niye takmıyordu? Hatırlayınız Tayyip Erdoğan Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması olayında Cemaat kadrolarını kastedip “Devlet içinde devlet var” ifadesini kullanıyordu. Bu Tayyip Erdoğan “Odama böcek koyup beni dinliyorlar” deyip yine o çevreyi ima ediyordu. Bu Tayyip Erdoğan Reyhanlı’daki bombalama olayı istihbaratının gizlenmesi bağlamında yine Cemaat kadrolarını işaret ediyordu. Hal bu iken aynı Tayyip Erdoğan, “Fetullah Gülen ile görüşülür mü” sorusuna, “Gökten ne yağar da yer kabul etmez” şeklinde bir karşılık veriyorsa bunun okuması elbette muhabbet ve saygı değil tersine Gülen Hareketinin caydırıcılığıdır. Çünkü Cemaat, ABD derin devleti olan Yahudi Lobilerince daha bir kollanmakta ve kendilerine yakın bulunmaktadır. Tablo bu ise şöyle bir soru kaçınılmazdır: F Tipi Cemaat gibi sadece devlet içinde kadroları olan bir sivil yapıdan ürken bir Başbakan nasıl TSK gibi bir kurumu zerre takmıyor ve haklı taleplerini hesaba katmıyordu? Bu sorunun cevabı Pentagon ile İsrail’in etkisinin yanı sıra Genelkurmay’ın mesela bir F tipi Cemaat kadar bile Başbakan’ın nezdinde caydırıcılığının olmamasıdır ki bu fotoğrafı birileri Karargâhın işbirlikçiliği şeklinde de okuyabilir...” diyen Sabahattin Önkibar kimleri niye kışkırtıyordu? Emniyette Erdoğan Cemaat kapışması sürüyordu İstihbarattan sonra sıra KOM’a geliyordu. Emniyet’teki kilit görevlerde yapılan değişiklikler, iktidar içerisindeki tartışmayı daha da derinleştiriyordu. Ergenekon, Balyoz ve benzeri operasyonları uygulayan birimlerden biri olan İstihbarat Dairesindeki tasfiye atamaların ardından, bir diğer kritik birim olan Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Daire Başkanlığı’nda da önemli değişiklikler yapılacağı konuşuluyordu. Emniyet İstihbarat dairesi Başkanlığına Engin Dinç’in göreve getirilmesinden sonra iki daire başkan yardımcısı ve 8’i üst düzey olmak üzere toplam 12 kişi görevlerinden alınarak pasif görevlere atanıyordu. Daha sonra İstihbarat Daire Başkanlığı’nın arkasından Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi üzerinde çalışıldığı bildiriliyordu. Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı ve bağlı şubelerinde 2006 yılında yapılan kadro operasyonuyla eski ekip tasfiye ediliyor, bu birim tertiplere uygun bir hale getiriliyordu. Daire Cemaat’e yakın emniyetçilerin kontrolüne giriyordu. Şimdi daha önce tasfiye edilen eski ekibin, yeniden kritik görevlere getirileceği ve “dizginleri ele alacağı” konuşuluyordu. Bu gelişmeler üzerine F tipi medyadan tepki geliyor, Taraf ve Bugün gazeteleri Emniyet’teki tasfiye operasyonlarını birinci sayfaya taşıyordu. Ha sahi, bizleri sürekli “komploculuk”la suçlayanlar, Gezi olayları nedeniyle Başbakan’ın ağzından düşürmediği “dış güçler ve faiz lobileri” ithamlarını nasıl yorumluyordu? Bu sözler ciddiye mi alınıyordu, yoksa komplo teorisi mi sayılıyordu? 74 CEMAAT VE İKTİDARIN ORTAK TAHRİBATLARI Sözde çözüm süreci, PKK’yı özümseme sürecine dönüşüyordu. Başbakanın palavraları aksine, PKK’lı teröristler silahlarıyla birlikte İran, Irak ve Suriye’ye çekiliyordu. Murat Karayılan eşkıyasının açıklamalarından ve Batılı müttefiklerimizin tavırlarından, PKK’nın teröristlikten çıkarılıp, meşruiyet ve resmiyet kazanmış bir “halk ordusu”na dönüştürüleceği anlaşılıyordu. Böyle bir yapılanmanın, “istendiği anda ve oranda, Türkiye ve komşu ülkeler aleyhine çok daha rahat kullanılacağı” gerçeğini nedense hiç kimse gündeme getirmiyordu. Ve zaten AKP yalakası ve Yenişafak yazarı İbrahim Karagül, “Kahramanlık taslarken hırsızlığını anlatan Kıpti” misali, 25 Nisan 2013 tarihli “PKK’yı Kürt Petrolü Bitirdi” yazısında, Kuzey Irak petrollerini tamamen kontrol altına almak isteyen güçlerin PKK’yı Türkiye dışına çıkarıp, yeniden yapılandırmaya çalıştıklarını ağzından kaçırıyor, yani Erdoğan ve Öcalan’ın sadece bu sürece figüranlık yaptıklarını dolaylı itiraf ediyordu. Bilindiği gibi Güneydoğu’da 220 bin asker görev yapıyor, bu sayı son yıllarda 170 bine indiriliyordu. İmralı müzakereleriyle birlikte durum değişiyor, asker mevcudu 130 bine düşürülüyordu. Türkiye’deki terörist sayısı konusunda sağlıklı bir bilgi yoktu. Kışı topraklarımızda geçiren terörist sayısının bin 500 civarında olduğu devlet yetkilileri tarafından belirtilirken, teröristlere göre ise bu sayı 800’ü bulmuyordu. Şimdi bunların çekilip çekilmeyeceği, çekilirse nasıl çekileceği tartışılıyordu. Teröristler çekilse bile sınır ötesinde siyasi ve askeri eğitimlerini sürdürecekleri belirtiliyordu. Çünkü, Kürt vatandaşlar için özerklik verilmesi halinde bunlardan o bölgenin silahlı gücü olarak yararlanılacağı ve bunun için kendilerine maaş da bağlanacağı konuşuluyordu.. Ayrıca bazı askeri uzmanlar teröristlerin bütün unsurlarıyla sınır ötesine çekilmeyeceğini ve güvenlik güçlerinin giremediği bazı yerleri terk etmeyeceğini söylüyordu. Böyle kritik önemdeki yerlere işler tersine gittiğinde yine ihtiyaçları olacağı belirtiliyordu. Türkiye’den çekileceği söylenen 800 teröristten sadece çeşitli katliamlara bulaşmış ve hakkında kesin yakalama emri çıkarılmış olan 300 PKK’lının yurt dışına çıkacağı, diğer 500 kişinin ise silahlarıyla kendi evlerine dönmeye başladığı anlaşılıyordu. Kandil Cumhuriyetinden(!) yapılan açıklamalar yalaka medyaya ve yandaşlara bayram havası estiriyordu. Ancak konuklardan Hüseyin Kocabıyık çok ilginç bir ayrıntıyı dile getiriyor, Murat Karayılan’ın, “Türkiye’deki Kürtler artık kimliksiz ve statüsüz yaşayamaz” dediğini aktarıyordu. Bu ayrıntı nedense öteki konuşmacıların pek ilgisini çekmiyor, hatta Osman Can, “Benim önümdeki metinde böyle bir ifadeye rastlamadım” diyerek topu taca atıyordu. Ve hayret Kandil’e gidip basın toplantısını izleyen gazetecilerin hiçbirisi bu cümleden tek kelime bahsetmiyordu. Doğan Haber Ajansı’nın geçtiği tam metinde aynen şunlar yer alıyordu: “Kürt halkı özgürlük mücadelesiyle önemli bir düzeyi kazanmıştır. Kürt halkı, Türkiye’de kimliksiz ve statüsüz yaşayamayacak bir noktaya gelmiş bulunmaktadır. İmralı’da Öcalan’la Türkiye arasında görüşmeler ve müzakere süreci yaşanmaktadır.” Evet, Türkiye bir terör örgütünden öte, sanki PKK devletiyle pazarlık yapıyor ve yeni Kürdistan’ın temel taşları döşeniyordu! Türkiye PKK tarafından teslim alınmıştı! PKK ile varılan çözüm mutabakatında çekilme süreci başlarken “ya sonrası?”na dair endişeler yerini koruyordu. İktidarın terörü kökten yok edecek İslâmi çözümlere gözünü kapatması ise bu endişeleri derinleştiriyordu. Oysa Türkler ve Kürtler emperyalistlere karşı her dönem ortak bir mücadele yürütüyordu. İstiklâl Savaşımızın zorluklarını tüm bir millet omuz omuza yükleniyordu. Şu hususun altının kalın çizgilerle çizilmesi gerekiyordu: “Terör sorununun çözümünde İslam referans alınmazsa süreç, Türkiye’yi çözüm 75 sürecinden çözülme sürecine götürüyordu. Zira ‘terör’, devlet dinden uzaklaştıkça artarak devam eden bir olguydu. Türkiye yıllardır teröre mahkûm bırakılmıştı. Bir yandan canlar yanmış, ocaklar sönmüş, analar ağlamıştı. Öbür yandan ‘terör kartı’ Batılı sahte dostların elinde bir koz olarak Türkiye’ye karşı kullanılmıştı. ‘Terör örgütü PKK ile görüşülüyor mu, görüşülmüyor mu’ polemikleri arasında başlatılan süreçte yeni bir aşamaya varılmıştı. Sağlanabilmesi halinde terörün sona erecek olması, elbette olumlu sayılmalıydı. Ama gerçek çözüme dair henüz hiçbir şey konuşulmazken şu sorular hala yanıtını aramaktaydı: 1- Bugüne kadar terörü ve teröristleri destekleyip arka çıktıkları ve devamını sağladıkları bilinen başta ABD, Avrupa ülkeleri ve İsrail neden aniden ‘U dönüşü’ yapmış ve barış sürecini alkışlamaya başlamıştı? 2- Avrupa’nın bir yandan terörist olarak nitelediği örgütün, diğer yandan Avrupa’da faaliyet yürütmesine göz yumması ve ardından da listeden çıkarılması ne anlam taşımaktaydı? 3- Avrupa Türkiye’ye antipati duyarken ve bu arada PKK’ya sempatiyle bakarken bu tavır değişikliğinin altında ne yatmaktaydı? 4- Bu ülkelerin Türkiye’deki yeni konjonktürden ve yeni konseptten ne gibi çıkarları vardı? 5- Bu gelişmeler İsrail’in bölgedeki güvenliği için atılan adımların bir parçası mıydı? 6- Çözüm konuşulurken neden hiç kimse İslam kardeşliğini gündeme taşımamıştı? 7- Mısır, Libya, Suriye derken Irak’ta da birkaç gündür devam eden ‘Musul’ merkezli karışıklık ve çatışma ortamı neyin habercisi, bu süreçle bir ilgisi var mıydı? 8- Avrupalı devletlerin PKK’yı nasıl algıladığı, bugüne kadar neden sempatiyle yaklaştığı, Türkiye ile bundan sonrasında nasıl işbirliği yapılacağı sorularının cevabı aranmayacak mıydı? 9- Acaba Türkiye ile Avrupa’nın PKK sorununa bakışı ne kadar uyuşmaktaydı? Ne oldu da PKK’yı ve terörü destekleyen ülkeler bir anda Türkiye sevdalısı olmuşlardı?25 “Öcalan’ı bırakın, silahları bırakalım” küstahlığı! PKK’nın, teröristlerin Türkiye sınırlarının dışına çekilmesiyle ilgili açıklaması tam bir şov gösterisine dönüşüyordu. PKK bayrakları ve Apo posterleri önünde rötarlı olarak açıklama yapan Murat Karayılan, silah bırakmak için Apo’nun “özgür kalması” şartını ileri sürerken, çekilmenin 8 Mayıs’ta başlayacağını lütfediyordu! PKK’nın çekilme kararını açıklayacağı basın toplantısını izlemek üzere gelen gazeteciler, Kandil Belediyesi’nde toplanıyordu. Burada gazetecilere verilen yemekteki menüde tavuk, pilav, salata ve meşrubat yer alıyordu. Verilen öğle yemeğinden sonra Kandil’in başka bir bölgesinde Murat Karayılan, silahlı teröristlerin kendi ifadesiyle “Güney Kürdistan”a çekilmesiyle ilgili açıklamasını yapıyordu. Karayılan’ın açıklamayı yaptığı çadırda, arka tarafta bulunan PKK bayrakları ve Apo posteri de dikkat çekiyordu. KCK’nın sözde yürütme konseyi başkanı Murat Karayılan, silahların bırakılması için terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan’ın “özgürleşmesini” şart koşarken, teröristlerin sınır dışına 8 Mayıs’tan itibaren çekileceğini açıklıyordu. Terör örgütünün yöneticilerinin tam kadro katılarak “süreci” destekledikleri izlenimi verdikleri basın toplantısının güvenliği PKK tarafından sağlanıyordu. Basın toplantısı, “civarda İnsansız Hava Araçları olduğu” gerekçesiyle gecikmeli başlarken, basın mensuplarının cep telefonları da kapatılıyordu. Tayyip Erdoğan, İstanbul’da yapılan Küresel Sahtecilik ve Korsanla Mücadele Kongresi’nde: “Terör, büyük oranda kaçakçılıktan besleniyor... Doğu sınırlarımızdan ülkemize giren, batı sınırlarımızdan çıkan kaçak insanların, özellikle yüklü miktarda uyuşturucunun, kara paranın, bunlarla birlikte sahte ve korsan mamullerin, terörün kurduğu büyük bir şebeke yoluyla Avrupa’ya, ABD’ye ulaştığını tüm delilleriyle, tüm belgeleriyle ortaya koyduk” diye gerçekçilik pozları takınılırken aynı saatlerde AKP’nin hazırladığı “Suç Gelirlerinin Aklanması, Araştırılması ve El Konulması’na Dair Kanun Tasarısı” Meclis’ten geri çekiliyordu. Ayrıca kara paranın yurda girerek aklanmasını sağlayacak 25 Adnan Öksüz, Milli Gazete “Varlık Barışı” 76 düzenlemesi de, CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak’ın: “Erdoğan ile Öcalan arasındaki müzakere sürecinin bir sonucu mu?” sorusu kafaları karıştırıyordu. Bilindiği gibi eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, PKK’nın 60 milyar dolarlık bir varlığa sahip olduğunu söylüyor ve bu varlığa el konulmasını sağlayacak yasanın çıkarılmasını istiyordu. CHP Hatay Milletvekili Mehmet Ali Ediboğlu da: “AKP ile PKK’nın kontrol ettiği 60 milyar doların serbest bırakılması pazarlıklarının” yapıldığını öne sürüyordu. Yani AKP iktidarı ise PKK’nın parasına el konulabilmesini öngören yasayı geri çekiyor ve çıkaracağı “Varlık Barışı” ile PKK’nın 60 milyar dolarını da aklamasına zemin hazırlamış oluyordu. AKP iktidarı, seçimleri PKK’nın eroin parası ile ekonomiyi düzlüğe çıkararak mı kazanmak istiyor? Nitekim Kürtçü yazarlardan Zülküf Azew, çözüm sürecinin Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başkanlık hayalini gerçekleştirmek için tasarlandığını vurguluyordu.”26 “Yakın bir gelecekte PKK, ABD ve Avrupa’nın terör örgütleri listesinden çıkarılacak!” diyenler haklı çıkmıştı. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) genel kurulda kabul ettiği raporla PKK’yı terör örgütleri listesinden çıkarmış, raporda “PKK terörizmi” deyimi yerine “çatışma” sözcüğü kullanılmıştı. Yakında ABD de benzer bir karar alacaktı. Böylece PKK ve KCK dahil olmak üzere Kürt hareketinin tüm aktör ve yöneticilerinin özgür siyaset yapmalarının önündeki en büyük engel kaldırılmış olacaktı. Zamanı geldiğinde İmralı’da tutulan Abdullah Öcalan’a özgürlük yolu açılacaktı. Barış sürecinin son aşamasında ise Türkiye, üniter devlet yapısından vazgeçip, parçalanıp federasyonlara ayrılacaktı. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi raporunda “idari sistem” değişikliğine yönelik ifadeler de yer almıştı. Raporda “ülkenin gelecekteki demokratik sistem ve meclis şeklini Türkiye vatandaşları ve kurumları belirler” kaydı vardı. Bu cümlede “Türk halkı ve Türk kurumları” ifadesinin BDP‘lilerin önergesiyle “Türkiye vatandaşları ve kurumları” olarak değiştirilmesi de sinsi bir ayrıntıydı. Yapılan değişiklikle, yeni Anayasa’dan “Türk” ibaresinin çıkarılmasının beklendiği mesajı açıktı. Artık herkes biliyor ki, PKK ile müzakere sürecini Başbakan Erdoğan başlatmamıştı. Senaryo, küresel güç tarafından yazılmıştı. Sadece uygulaması Başbakan’a ve Abdullah Öcalan’a bırakılmış, ikisi de sürecin eş başkanı yapılmıştı. Hatırlayacaksınız Başbakan Erdoğan, Abdullah Öcalan’ın, “televizyondan 12 kanalı seyretme ve her gün birer saat spor yapma izni karşılığında silahları bırakma kararı aldığını” açıklamış, tabi kargalar bile kahkaha atmıştı. Başbakan’ın ABD Başkanı Obama ile yapacağı görüşmede bu pembe diziye hangi yeni bölümlerin ekleneceği de yakında ortaya çıkacaktı. “Bakarsınız terör örgütü listesinden çıkarılan PKK’nın, “özgürlük mücadelesi veren bir sivil toplum örgütü” olduğu açıklanır, bu sürecin eş başkanları Erdoğan ve Öcalan da birlikte Nobel’e aday yapılırdı!” saptamaları ciddiye alınmalı ve halkımızın önemli bir kesiminin haklı kuşkuları hesaba katılmalıydı. PKK ile ateşkes palavraları ve sonuçları: PKK terör örgütünün siyasi temsilcileri olarak bilinen BDP’nin TBMM’ye girmesiyle başlayan barıştırma süreci; eski DYP Genel Başkanı olan ve geçmişte “PKK’ya karşı 1000 operasyon” yaptığını övünçle anlatan ve Susurluk davasından aldığı 5 yıllık cezanın bir yılını yatıp hapisten çıkan Mehmet Ağar’ın “Dağda savaşacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar” çağrısıyla başlamıştı. Ağar, bu tavsiyesinin yanında Türkiye, Irak, Azerbaycan ve Gürcistan’dan oluşan bir ortak pazar sistemi oluşturulması çağrısı da yapmıştı. Neler yaşandı? Mart 1993: Öcalan, tek taraflı sözde ateşkes ilan ediyor, bununla terörist faaliyetlerle ulaşamadığı hedefine legal yollardan ulaşmayı ve terörist imajı konusunda kamuoyunu yanıltmayı hedefliyordu. 1998: Öcalan tek taraflı ateşkes başlatıyordu. 15 Şubat 1999’da Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirilmesiyle birlikte PKK, 6. 26 26 Nisan 2013, Yeniçağ, Arslan Bulut 77 Kongresinde savaş ilan ediyordu. Ancak Öcalan yurt içindeki silahlı elemanların eylemlere ara vererek Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırlarının dışına çekilmesini istiyordu. Haziran 2004: 1999 yılından 2004 yılına kadar şiddetin artıp ve azaldığı bir dönem yaşanıyordu. Murat Karayılan’ın öncülüğünde toplanan örgüt, Öcalan’ın da desteğini alıyordu. Yeni oluşum, 1 Haziran itibarı ile ateşkesi bozduğunu açıklıyordu. Belirtilen tarihten önce başlayan terörist eylemler bu tarihten sonra da giderek hız kazandı ve kırsal kesimden şehir merkezine doğru yayılıyordu. Mayıs 2009: PKK tek taraflı olarak bir kez daha ateşkes başlatıyordu. Başbakan Erdoğan, bu süreçte Ahmet Türk ile görüşüyor ve ardından 15 Ağustos 2009’da Öcalan 10 temel ilkeden oluşan “Yol Haritasını” cezaevi idaresine teslim ediyordu. Ayrıca AKP’nin Kürt açılımı politikası doğrultusunda 19 Ekim 2009 tarihinde 34 PKK’lı Türkiye’ye giriş yapıyor, bu doğrultuda KCK, 2 Kasım 2010 tarihinde PKK’nın eylemsizlik kararını 2011 genel seçimlerine kadar uzattığını açıklıyordu. Ama 14 Temmuz 2011’de Diyarbakır Silvan’da PKK’lılar askerlere saldırıyor ve 13 asker şehit oluyor, bu olay Oslo görüşmesi olarak adlandırılan görüşmeleri sona erdiriyordu. Başbakan Erdoğan, TRT’de katıldığı bir programda Öcalan ile İmralı’da görüşüldüğü açıklamasını yapıyor ve 2013’ün ilk günlerinde, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 2012’nin son günlerinde İmralı’da Öcalan’la görüştüğü basına yansıyordu. Yeni Çözüm süreci olarak adlandırılan bu dönemde -3 Ocak 2013’teAhmet Türk ve Ayla Akat, İmralı’ya giderek Öcalan’la görüşüyordu. İşte PKK’nın silah yığınağı: Terör örgütü PKK’nın elinde ABD, Rusya, Çin ve Avrupa ülkelerine ait on binlerce silah bulunuyordu. PKK’nın çekilmesi ile birlikte elindeki silahların ne olacağı da merak konusuydu. İşte PKK’nın izi sürülebilen silahları ve menşeleri (Temmuz 2012) Tip Miktarı Menşei AK-47 Kalaşnikof 8,500 %71,6 SSCB,%14,7 Çin, %3,6 Macaristan, %3,6 Bulgaristan Tüfekler 7,713 (1959 izi sürülebilir) %25,2 Rusya, %13,2 İngiltere, %19,4 ABD, %11 İsrail. Roketatar 2,610 (713 izi sürülebilir) %40 İsrail %45 Rusya, %5,4 Irak, %2,5 Çin. Tabanca 3,885 (2,208 izi sürülebilir) %21,9 Çekoslovakya, %20,2 İspanya, %19,8 İtalya El Bombası 5,490 (636 izi sürülebilir) %72 Rusya, %19,8 ABD, %8 Almanya, Mayınlar 21,568 (9,015 izi sürülebilir) %60,8 İtalya, %28,3 Rusya, %6,2 Almanya AKP iktidarı Devleti ve Ülkeyi dinamitliyor, Fetullah Cemaati ise Dinimizi ve manevi dinamiklerimizi tahrip ediyordu! Fetullah Gülen’in onursal başkanlığını yürüttüğü RUMİ FORUM desteği ile George Mason Üniversitesi Rumi Kültürlerarası Diyalog Kulübü’nün her yıl düzenli olarak organize ettiği ‘Diyalog ve Dostluk Yemeği’ üniversite öğrencileri ve akademisyenleri bir araya getiriyordu. Dinlerarası diyalogu sağlamak ve çok kültürlü ortak yaşama katkıda bulunmak amacıyla düzenlenen yemeğin bu yılki sloganı ‘Mevlana’nın çok kültürlü toplumlarda barış içinde yaşam formülü’ olarak belirleniyordu. Gerçekleşen programa, üniversite personeli, akademisyenler ve çok sayıda öğrenci katılıyordu. Programın ana konuşmacısı George Mason Üniversitesi Teoloji ve Güzel Sanatlar Departmanı Profesörü Dr. Ori Soltes, Mevlana’nın felsefesi ve hayatı hakkında bir konuşma yapıyor, Rumi’nin Afganistan’da doğup, bir süre Bağdat’ta yaşadıktan sonra Türkiye’ye göç ettiğini ifade ederek bu yönüyle birçok kültürden etkilendiğine dikkat çekiyordu. Yani Mevlana’nın sadece İslam’ın değil, Hint inanışlarının, Yahudi ve Hıristiyanlığın da bir sentezi olduğu şeklindeki safsata ve sapkınlığına kılıf hazırlıyordu. Kendi çarpık fikirlerine şiirli destek uyduruyordu Mevlana’nın inanç ve insan farklılıklarının bilincinde olduğuna vurgu yapan Yahudi Soltes, bu iddiasını desteklemek için Mevlana’ya ait olmadığı bilinen: “Ne Hıristiyan, ne Musevi ne de Müslüman’ım, ne 78 Hindu, ne Budist, ne Sufi veya ne de Zen. Ne bir din ne de bir kültürel sistem. Ne Doğu’danım ne Batı’dan, ne de denizden veya topraktan, ne et kemik ne de ruhum, ne hava, ne su, ne ateş ne de toprağım. Yokum, ne bu ne de öteki dünyada, ne Âdem ve Havva’dan geldim ne de herhangi bir yaratılış hikâyesinden. Yerim yersizdir, izsizliğin iziyim. Ne vücut ne de ruh! Ben sevgiliye aitim, iki dünyayı bir gören ve o bir çağın ve bilgi, ilk, son, dış, iç, sadece nefes alan bir insan.” sözlerinden oluşan ‘Son nefes’ adlı şiiri okuyordu. Bu sözler kesinlikle Mevlana’ya ait bulunmuyordu. Mevlana’ya ait olduğu iddia edilen şiiri Milli Gazete’ye değerlendiren Sosyolog-Yazar Ali Bulaç: “Mevlana İslam tasavvufuna mensup bir zattır. Mevlana’nın referansı Kur’an ve sünnettir. Mesnevi Kur’an ayetlerinin ve Hz. Peygamberin hadislerinin şiirsel bir dille anlatımıdır. Mevlana Mesnevi’nin başında “Yaşadığım sürece Kur’an’ın kölesi, Hazret-i Muhammed’in ayağının tozuyum” diyerek Kur’an’a ve sünnete olan bağlılığını ifade eder. “Ne Hıristiyan, ne Musevi ne de Müslüman’ım, ne Hindu, ne Budist, ne Sufi veya ne de Zen.” dizelerinin yer aldığı şiir kesinlikle Mevlana’ya ait değil. ‘Postmodern Kaosta Kıble Arayışı’ kitabımda kaynaklarıyla beraber bu şiirin sözlerin Mevlana’ya ait olmadığını sonradan Mevlana’ya izafe edildiğini yazdım. Üzerine basarak söylüyorum bu sözler Mevlana’ya ait değil” değerlendirmesini yapıyor ama yazarı olduğu Zaman Gazetesinin ve Cemaatin bu din tahribatına neden alet olduğu konusuna hiç değinmiyordu. Cemaatin Uluslararası patronları ve yandaş piyonları Hz. Mevlana'nın ismini kullanarak Peygamber Efendimize karşı alternatif bir figür oluşturmaya çalışıyor ve kirli emellerine ulaşmak için her yolu deniyordu. Küresel güçler Mevlana’ya ait olmayan sözleri kullanarak “Diyalog” ve “Hoşgörü” adı altında, şeriatsız bir Müslümanlık ve İslamsız bir tasavvuf için her türlü hilekârlığa ve istismara başvuruyordu. Böylece Protestan Müslümanlık, Siyonist İslamcılık ve şeriatsız bir tarikatçılık Mevlana üzerinden oluşturulmak isteniyordu. Hümanizm adı altında şeriatsız bir Müslümanlık ve İslamsız bir tasavvuf uyduruluyordu. Bu açıkça Mevlana’yı istismar edip İslam’ı yozlaştırmayı amaçlıyordu. Siyonist Haçlı Batı, İslam dünyasını askeri olarak işgal ederek, ekonomik olarak da sömürüyordu. İslam dünyasında haklı bir direniş başlıyordu. Bu direnişi körletmek İslam’ı ve Müslümanları pasifize etmek için bu tip girişimlere başvuruluyordu. Oluşturulan Mevlana imajına göre, Mevlana’nın şeriatla bir ilgisi yoktu, hümanist bir Yahudi Hıristiyan gibi düşünüyordu. Dolayısıyla Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, ateist, kim olursa olsun herkese aynı gözle bakıyordu. Bu Mevlana imgesi ne Mevlana’nın kendisiyle ne İslam’la ne de İslam tasavvufuyla bir alakası bulunmuyordu. Bunlardan amaçlanan Peygamber Efendimiz’e alternatif bir imaj ve figür üretip Yüce Dinimizi ve manevi dinamiklerimizi körletmek oluyordu. Oysa şeriatsız İslam şeytanlık ve şarlatanlıktır. Elbette İslam dininin bir Şeriatı vardır. Bu Şeriat Kur’an’dan, Sünnetten, icmâ-i ümmetten çıkartılmış hükümler ve kurallardır. Şeriat kutsaldır. “Ben Müslümanım ama Şeriatı istemiyorum” demek saçmalıktır, sapkınlıktır. Namaz, oruç, zekât, hac hükümleri Şeriattır. İslam’ın muamelatla ilgili hükümleri Şeriattır. Adalet, siyaset ve ukubat ile ilgili hükümleri de Şeriattır. Geçtiğimiz günlerde “Gel, ne olursan ol yine gel” diye bilinen sözün de Hz. Mevlana’ya ait olmadığı da ortaya çıkıyordu. “Sevgi Medeniyetine Mevlana Çağrısı” başlığıyla çıkarılan Diyanet dergisinin Mayıs sayısında yayınlanan makalelerde, “Ne olursan ol yine gel” sözünün Mevlana’ya değil, Ebu Said Ebu’lHayr’a ait olduğu belirtiliyordu. Mevlevi zikirlerinin en önemli ritüellerinden olan “sema” da ne yazık ki son yıllarda büyük bir dejenere ile karşı karşıya bulunuyordu. UNESCO Uygarlıklar arası Diyalog İhtisas Komitesi işbirliğiyle 2007 yılında Aya İrini’de düzenlenen etkinlikte kilise ilahileriyle kadın semazenler birlikte gösteri sunuyordu. “Mevlana’yı İslam’dan soyutlayarak dünya hümanizmine açma” çabasını sürdürenler, İslam dairesi içinde yer alan Mevlana’yı, dinler arası garip bir figüre dönüştürmek için şeytani ve sinsi yoğun çaba sarf ediyordu. 2011 yılında da Konya Büyükşehir Belediyesi Sema ekibi, Litvanya’nın başkenti Vilnuius’daki 79 St. Catherine Kilisesi’nde sema gösterisi yapmıştı. Ardından Fransız içki firması Don Perignon’un Esma Sultan Yalısı’nda düzenlediği şampanyalı tanıtımda konuklar sema gösterisi eşliğinde kadeh tokuşturuyordu. Böylelikle ilk defa alkol ve Mevlana yan yana gelmiş oluyordu. Amaç toplumun ruh ve kültür kökünü zayıflatmaktı: Mevlana üzerine çalışan Prof. Dr. Abdullah Özbek de Mevlana’nın istismar edilerek toplum mühendisliği yapılmak istendiğine dikkat çekiyordu. Özbek “Mevlana kendisini, “Hz. Peygamber’in ayağının tozu ve Kur’an’ın kölesi” olarak tanıtıyor. Bunun dışında bir tanıtım yapanları da, kesinlikle hoş karşılamıyor! Mevlana’yı gündeme getirerek “hoşgörü muhabbeti” yapanlara, özellikle bu gerçeği hatırlatmakta yarar vardır. Meseleye bütüncül olarak bakmak lazımdır. Mevlana büyük bir ummandır. Bazıları kasıtlı olarak O’nun görüşlerini yanlış tanıtarak toplumu başka istikametlere yönlendirmek istiyor. Böylece toplumun ruh ve kültür kökünü zayıflatmaya çalışılıyor” tespiti yapıyor ve uyarıyordu. İşte bir zamanlar ahlaksızlık ve hırsızlık merkezi Vatikan’a gidip Papa’nın elini öperek “Haçlı-Emperyalist misyonunun tam teslimiyetçi bir hizmetçisi olduğu” anlamında sözler veren, böylece “Dinlerarası Diyalog” kılıfıyla hangi gizli ve kirli ilişkilere bulaştığını itiraf eden Fetullah Gülen ve Cemaatinin Hz. Mevlana istismarıyla nasıl bir din tahribatı yaptıkları da ortaya çıkıyordu. Bu diyalog kılıflı dejenerasyon dalgası Diyanet’i ve müftüleri de kuşatıyordu! Örneğin İstanbul Müftülüğü’nün çıkardığı “DİN ve HAYAT DERGİSİ”nde: (Sayı 16, Yıl 2012, Büyük Boy 152 Sayfa) • Birinci garabet, İstanbul Müftülüğü dergisinde Türkiye Hahambaşısı Genel Sekreteri Yusuf Altıntaş’ın “Yahudilikte Ahiret Anlayışı” adlı makalesi yayınlanıyor (ve saf zihinler karıştırılıyordu). • İkinci garabet Elpidophoros Lambriniadis isimli Rum Ortodoks papazının “Hıristiyanlıkta Gelecek Hayat” adlı makalesi yer alıyor ve tam sayfa bir ikona resmi basılıyordu. Adı geçen papaz profesör ve Doktor, Bursa Metropoliti, Heybeliada Aya Triada Manastırı başrahibi oluyordu. Aya Triada, Rumca’da Kutsal Teslis anlamına geliyordu. • Üçüncü garabet Müftülüğün dergisinde (S. 32) minyatür şeklinde kanatlı bir melek resmi çiziliyor, ağzını elleriyle tuttuğu Sûr’a dayamış ve üflüyordu. Dergide başka resimler ve dini konulu minyatürler de bulunuyor (ve mide bulandırıyordu). Niçin yadırgadım? Çünkü Yahudiler ve Hıristiyanlar İslam dininin hak din olduğuna inanmıyordu. Hz. Peygamberimizin peygamberliğini kabul etmiyordu. Kur’an’ın kutsal kitap olduğunu inkâr ediyordu. Biz Müslümanlar ise bütün peygamberlere inanırız. Allah’ın Tevrat ve İncil isminde iki ilahi kitap yolladığına, lakin zamanla bunların tahrife uğradığına inanıyoruz. 27 Diyalog davuluyla gâvurluk pazarlanıyordu! Israrla pazarlanmaya çalışılan ve İslam ile diğer semavi dinleri aynı safta göstermeye uğraşan “Diyalog” faaliyetleri, bu sefer de Kutlu Doğum programlarına uzanıyor, Antakya’daki Kutlu Doğum etkinliği, inançları gereği Peygamber Efendimiz (SAV)’e inanmayan Musevi ve Hıristiyan temsilcilerin de katılımıyla yozlaştırılıyordu. Organizasyon Yahudi güdümlü “Kültürlerarası Diyalog” platformunca tertipleniyordu Dinlerarası veya kültürlerarası diyalog sosuyla sunulsa da özünde yozlaşma amacına hizmet eden “diyalog" faaliyetleri, bu kez Antakya “Kültürlerarası Diyalog” Platformu’nun organizasyonuyla yapılıyordu. Halkın Peygamber (SAV) sevgisiyle yoğun bir teveccüh ettiği program Ortodoks Kilisesi, Protestan Kilisesi ve Musevi Cemaati’nden de katılımlar kafaları karıştırıyordu. Organizasyonu düzenleyen platformun maksadına uyan ve “diyalog” faaliyetinin gerçek niyetini belli eden bu durum, akıllara “acaba Hıristiyan ve Musevilerle gerçekleştirilecek diyalogla Peygamber (SAV) sevgisi nasıl olup da aynı çatı alanda buluşabiliyor?” 27 Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 27 Nisan 2013 80 sorusunu getiriyordu. Antakya Kültürlerarası Diyalog Platformu Başkanı İsa Aydın, Kutlu Doğum programına sadece Müslümanların değil diğer semavi din mensuplarının da “coşkuyla” iştirak ettiğini söylüyordu. Bilindiği gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar, Hz. Peygamber Efendimiz’e (SAV) inanmıyordu. Bu durumda, nasıl olup da Efendimiz’in (SAV) doğumlarının kutlandığı bir etkinlikte “coşku” ile yer alabildikleri merak konusu oluyordu. “Dinlerarası Diyalog” faaliyetlerinin daha önce de ısrarla sürdürdüğü benzer tavır, bu etkinlikte de ortaya çıkıyor ve “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz” ayetine muhalefet edercesine, belli odaklarca zoraki bir “diyalog” tablosu çizilmeye uğraşılıyordu. Tam böyle bir sırada AKP’nin AB Bakanı, ABD’nin Suriye’ye müdahale etmesini istiyordu! “Müslüman ülkeye gâvur daveti” bunların tıynet ve zihniyetini ortaya koyuyordu. Suriye’deki iç karışıklığın ve Esad yönetiminin kan gölüne çevirdiği Müslüman Suriye halkı için çözümü, ABD’nin ülkeyi işgal etmesinde gören AB Bakanı Egemen Bağış, ABD’yi alenen işgale davet ediyordu. Irak’a “demokrasi götürüyoruz” diyerek yıllarca Müslüman kanı döken zalim ve kâfir işgalcileri Müslüman bir ülkenin dindar(!) bakanı olan Bağış’a Irak’a götürülen demokrasiyi hatırlatmak gerekiyordu. AB Bakanı ve Başmüzakareci Egemen Bağış, Washington’daki temasları kapsamında ABD Ticaret Bakanı Vekili Rebecca Blank ile görüşüp, daha sonra da ABD’deki Türk çatı kuruluşlarından Türk Amerikan Dernekleri Asamblesinin (ATAA) düzenlediği Türk Amerikan Ulusal Kongresinin, resepsiyonuna katılıp, sonrasında konuşan Bağış, görüşmelerinde, Suriye’de Esad rejiminin kimyasal silah kullandığı iddialarını da değerlendirdiklerini dile getirerek: “ABD, yeni birtakım bulgularla Suriye’deki Esad rejiminin kimyasal silah kullandığını, bu yüzden artık müdahalenin kaçınılmaz olduğuna yönelik tartışmaları yaşıyor. Bu konu gündeme geldiğinde ben şöyle bir cevap verdim: Evet müdahale gerçekten kaçınılmazdır, ama kimyasal silahlar olmasa bile kaçınılmazdır” sözleriyle ABD işgaline davetiye çıkarıyordu. Papalık ve çırpınmaktadır Hıristiyanlık haksızlık ve ahlaksızlık girdabında Konunun uzmanı Prof. Dr. Aytunç Altındal’la yapılan bir röportajda, belgelerle aktarıldığına göre: 4 bin 450 papaz, 1950-2002 yılları arasında dinen “Delicta Graviora’ diye adlandırılan “erkek çocuklarına cinsel taciz ve tecavüz” suçunu işlemiştir. Dahası; 2001 yılında Amerika’da bu konuda büyük bir skandal yaşanmış… 6 papaz bu suçlamalar karşısında kilisenin onurunu kurtarmak için intihar etmiştir. Avrupa’nın göbeği, Avusturya’da da kiliselerde ortaya çıkan cinsel taciz skandallarının patlak verdiği merkezlerden birisidir. Son üç ay içinde kilise aleyhinde suçlamalar ve davalar şöyledir: • Aşağı Avusturya Eyaletindeki kiliselerden 1000 kişinin, • Voralberg Kilisesi’nden 850 kişinin, • Tirol Kilisesi’nden 650 kişinin, • Salzburg şehir merkezindeki kiliselerden ise 120 kişinin kiliseden ayrıldığı kayıtlara geçmiştir. • Viyana Kilisesi ise rakam vermek istememiş, ama geçen yılın resmi rakamlarına göre 52 bin 216 kişi kiliseyi terk etmiştir. Çocuklara yönelik cinsel taciz vakaları medyada geniş yer bulunca utancından kiliselere kayıtlı bulunan 560 çalışan, işinden vazgeçmiştir. Yani Vatikan ve Hıristiyanlık “kaçan kurtuluyor!” denilecek hale gelmiştir.28 Kilisenin yıllardır biriktirdiği dosyalar birer iddia değil, belge niteliğindedir ve bu belgeler zaten deşifre edilmiştir. Peki, böylesine çirkin ve çetrefilli ilişkilerin kaynağı Vatikan’la ve Siyonist sömürü odaklarıyla Dinlerarası Diyalog başlatan bir Fetullah Gülen ve Cemaati, acaba rahmani sonuçlara mı, yoksa şeytani amaçlara mı alet olmaktadır? Sorusuna hala yanıt verilmemiştir. Vefasızlık ve vicdansızlık örneği! Bu arada Sinan Erdem Kapalı Spor Salonunda yapılan, Başbakan Erdoğan’ın da 28 14 Şubat 2013, Milli Gazete 81 katıldığı İmam Hatip Mezunları buluşmasında, büyük bir kepazelik yaşanıyordu. Ömrü boyunca Milli ve manevi kalkınma için çırpınan ve İmam Hatipler için ne fedakârlıklara katlanan Milli Görüş Lideri Rahmetli Erbakan Hoca’nın “Bir Milletin asıl gücü, topundan, tankından önce, inançlı ve kararlı gençliğidir” sözlerinin yazıldığı pankart, AKP’lilerin uyarısı ve ÖNDER görevlilerinin zorbalığıyla indiriliyordu.29 Böylece vefasızlığın, vicdansızlığın ve işbirlikçi vasıfsızlığın açık bir örneği sergileniyordu. Hala “AKP Erbakan’ın temsilcisi, Milli Görüş’ün takipçisidir” diyenlerin utanması gerekiyordu. Aşağıdaki ayeti kerimeler bu nankör ve nasipsiz tipleri ne güzel anlatıyordu: “Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü (iman ve Kur’an üzre) sabit, dalı ise göktedir.” “Rabbinin izniyle her zaman (tatlı ve yararlı) yemişini verir. Allah insanlar için (böyle) örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler.” “Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden (ve Kur’an temelinden) koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkânı) kalmamıştır.” “Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam (Resulüne biat ve sadakat) sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp-saptırır; Allah dilediğini (ve herkese hak ettiğini) yapar.” “Allah'ın bu nimetini inkâra değiştirenleri (ve Hak davaya nankörlük edenleri) ve kendi topluluk ve taraftarlarını, felaket düzenine ve diyarına konduranları görmedin mi?” (İbrahim Suresi: 24,25,26,27,28) İnkâr edenler, resullerine dediler ki: "Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize (ve batı düzenimize) geri döneceksiniz." Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki: "Şüphesiz biz, zulmedenleri helak edeceğiz. "Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz (Sadıkları zafere eriştirecek ve onlara dünya hâkimiyetini vereceğiz). İşte bu, makamımdan saygı duyana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalık ve müjdedir)." (İbrahim Suresi: 13,14) “Gerçek şu ki, (zalimler ve hainler, müminlere ve İslami girişimlere karşı) onlar hileli planlar kurdular (ve kuracaklardır). Oysa onların (şeytani) hile ve hazırlıkları, dağları yerinden oynatacak (derecede nükleer silahlara ve teknolojik imkânlara dayanmış) olsa da, Allah katında kesinlikle onları (boşa çıkaracak ve etkisiz kılacak) plan ve programlar vardır!” (İbrahim: 46) 29 27 Nisan 2013, Milli Gazete 82 FETULLAH HOCA NİYE ERDOĞAN’A HAKARET YAĞDIRMIŞTI? AKP ile cemaat arasında, özellikle başkanlık sistemi ve çözüm süreci konusunda yaşanan gerilim Gülen'in kendi sitelerinde yayımlanan konuşmasıyla doruğa çıkıyordu. ABD’de yaşayan emekli vaiz Fetullah Gülen son dönemdeki hükümet-cemaat tartışmaları ve cemaate yönelik eleştirilere sert tepki gösteriyordu. “Bazen kuvvet insanı küstahlaştırabilir” diyen Gülen, “Mümin bile olsa ahlaken firavun olur. Sıfatları itibarıyla firavun olur. Bazen nimetlerin sağanak sağanak başına yağması da insanı böyle nemrutlaştırır, firavunlaştırır” şeklinde konuşuyor ve dolaylı olarak Sn. Recep T. Erdoğan’a yükleniyordu. Sn. Gülen Samanyolu TV’de yayımlanan video kaydında, kuvvetin ve iktidar yetkisinin insanı küstahlaştırabileceğini belirtirken “Yani sıradan bir insan hasbelkader gelip, şöyle böyle konjonktürel olarak bir yerde bazı imkânları elde edebilir, dümene oturabilir. Dümene oturduktan sonra artık götürdüğü o vasıtanın içindeki insanların hiçbirinin hukukuna riayet etmez. Hep tepeden bakar onlara. Hep itab eder, ‘Yerinizde oturun’ der. Adamlar; ‘Az şurada dursanız da namaz eda etsek, burada biraz dinlensek”, deseler, hemen ‘Kesin sesinizi. Siz anlamazsınız o işleri. Ben ne dersem o olur falan’ der” diyerek Başbakan’ı hedef aldığı sırıtan sözlerle ağır tenkitler yöneltiyordu. Gülen, elde edilen imkânlardan ve iktidardan kaynaklanan küstahlaşmanın yalnızca “kâfirlerle” sınırlı olmadığını anlatırken şunları söylüyordu: “Hatta mümin bile olsa ahlaken firavun olur. Sıfatları itibarıyla firavun olur. Bazen nimetlerin sağanak sağanak başına yağması da insanı böyle Nemrutlaştırır, Firavunlaştırır. İnsan gaflete dalar. Hazreti Pir’in ‘Yirmi Üçüncü Söz’de ifade ettiği gibi yer içer, yan gelir, bilmem neler gibi kulağı üzerine yatar.” Fetullah Gülen, hıncını ve hırsını alamayıp: “Dediğim dedik kafası insanı, şirazeden çıkarır. Ahmak bir güruhun hiç olmayacak şeyleri bile alkışlaması onu şımartıp şirazeden çıkarır. Halbuki takdir edilecek şeylerin yanında tenkit edilecek şeyler, belki sorgulanacak şeyler de vardır, onları bile alkışlayan (ahmak) insanlar yine bağışlayın, onu küstahlaştırır. Bunlar küstahlaşma yollarıdır. “Allah bazen küçük insanlara büyük işler yaptırır. Nimetleriyle onları serfiraz kılar” sözleriyle tenkitlerini tahkire vardırıyordu. Sonunda Fetullah Gülen iyice zıvanadan çıkıyor ve içini dışına vuruyordu: “Kıskançlığa giriyorlar, hasede düşüyorlar; cemaat diyorlar, hareket diyorlar, hizmet diyorlar, oturup kalkıyor Batılıların İslamfobisi yaşadığı gibi, bir cemaat fobisi yaşıyor ve yaşatıyorlar” diyen Gülen, “Ah keşke bilseler; (bütün bunları) cemaat yapmıyor, hareket yapmıyor, hizmet yapmıyor; (hepsini) Allah yapıyor (celle celaluhu)” deyip çıkıyordu. Hürriyet’ten Taha Akyol Şunları Yazıyordu: “Sayın Bülent Arınç’ın ABD’de Fetullah Gülen’e gitmesi, ‘Gelmişken bir uğrayayım’ ziyareti değildi. Hatta Arınç’ın Amerika’ya gidişindeki asli sebebin Gülen’le görüşmek olduğunu düşünüyorum. Çünkü ABD’deki resmi görüşmelerde Sayın Arınç’ın görev alanıyla ilgili konular yoktu. Başbakan’ın “Bana vekaleten ziyaret etti” diye açıklaması da, Arınç’ın Gülen’le görüşmek için gittiğini göstermiyor mu? Bu görüşme için somut sebepler de mevcuttu: Cemaatle iktidar arasındaki gerginliğe ilişkin yaygın söylentiler ve yaklaşan seçimler gibi genel konulardan başka, Hoca efendi “siyasi gücün insanı kibirli hale getirmesini” eleştiren sert bir konuşma yapmıştı; isim vermemişti ama Samanyolu TV’de yayınlandığında talebelerinin de aklına gelen isim Erdoğan olmuştu. Bülent Arınç, Gülen’le görüşmeyi Başbakan’a kendisinin önerdiğini söylüyor. Doğrudur. Arınç duygulu ve saygılı bir insandır. Mizacı çatışma ve öfkeye değil, “musalaha”ya (barış) yatkındır. Sanıyorum Erdoğan da ilişkilerdeki gerginliği tırmandırmak yerine, görüşerek bir yumuşama 83 sağlamak istedi. Herhalde Gülen’le böyle bir görüşme için en uygun isim Bülent Arınç’tı; hem siyasi ağırlığı bakımından hem insanlara tepeden bakmayan, sıcak, içten mizacı sebebiyle. Neler konuştuğu konusundaki sorulara da Arınç TRT Türk’te bu mizacına uygun cevaplar verdi. Sevgi ve saygısını anlattı... Arınç’a göre Gülen’in şöyle bir uyarısı olmuş: “Başbakan’ın şahsına karşı çok büyük duaları var ve çok seviyor. Ancak üslup konusunda bazı konulara dikkat etmemizi söylüyor...” Doğrudur, fakat ben Gülen’in sadece “üslup” uyarısı yaptığını sanmıyorum. Basına Baskı Meselesi Hoca efendi başka neler söylemiş olabilir? Bu konuda (Fetullah Gülen’e bağlı) Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın 17 Nisan tarihli “Basın Özgürlüğü” bildirisi bize bir fikir verebilir. Bu metni eminim, Hoca efendi görüp onaylamıştır. Bildiride basın özgürlüğü savunuluyor, “siyasi aktörlerin medya üzerine baskı yapmaları, medya sahiplerinin ticari çıkarlarını ön planda tutarak bu baskıyla uyumlu bir tavır içine girmeleri” eleştiriliyordu: Otoriterleşme Eğilimi Cemaat çevresindeki gazete, dergi ve TV’lerde başkanlık sistemine yöneltilen eleştirilerin yoğunluğu dikkatinizi çekiyor mu? Akademik değerde eleştirel yazılar yayınlanıyor. Gerçekten, AKP’nin önerdiği “bize göre başkanlık”, Çankaya’ya çıkacak olan Erdoğan’a olabildiğince çok yetki vermek amacıyla hazırlanmış bir metin izlenimi veriyor. Martin Lipset’in ifade ettiği bir tür tabiat kanununu hatırlıyorum: “İktidar süresi uzadıkça daha çok güç eğiliminin artması!...” Gülen sistem konularına girdi mi, bilmiyorum. Ama iktidardaki otoriterleşme eğiliminin toplumun geniş kesimlerinde tedirginlik yarattığı bir gerçektir. Sistem konularına girmemişse bile bu yönde bir şeyler söylemiş olabilir.”30 Şimdi Fetullah Gülen’in en son vartasından başlayalım. “Cemaat adına yapılan ve bazılarınca ve tabii Başbakan Erdoğan taraftarlarınca kıskanılan bütün hizmetleri bizzat Allah yapıyormuş!?” Şayet Sn. Gülen “Allah” diyerek haşa, cemaatle ilgili girişim ve gelişmelerin arkasındaki Amerika’yı ve Siyonist Yahudi odaklarını kastediyorsa, bu gizli ve kirli bir gerçeğin itirafıdır… Yok eğer: “Ilımlı İslam safsatasıyla yüce dinimizin yozlaştırılması, hizmet nesli diye, Protestan Müslüman ve Siyonist kafalı insan tipinin hazırlanması, Şeriat ahkamını gereksiz ve geçersiz sayan, emperyalizmle uyumlu bir şeytani anlayışın yaygınlaştırılması, açtıkları okullar vasıtasıyla yeryüzünde kapitalist sömürü sisteminin devamına katkı sağlanması” gibi hizmet kılıflı hıyanetlerin, bizzat Allah tarafından yapıldığını kastediyorsa, bu çok açık bir iftiradır ve kendi suçlarını Allah’ın sırtına yıkma çabasıdır. Belki de Fetullah Gülen, “bütün bu hizmetleri Allah’ın vekili, kefili, temsilcisi, yani beklenen halifesi ve Mesihi sıfatıyla ben yürütüyorum” demeye çalışmaktadır. Zaten kendisini böyle yüksek ve seçkin bir makamın sahibi görmezse, Amerika’ya gidince kendisiyle görüşmeyeceği bildirilen ve bu ziyaretin aleyhinde kullanılacağını tahmin ettiği için buna cesaret edemeyen Başbakanı hedef alarak: “Sıradan bir insan…” “Büyük işlere getirilen, küçük adam…” “Onun her yaptığını alkışlayan ahmak bir güruh…” “Yer içer doyar, hayvan gibi yan yatar…” “İktidar havasıyla gurura kapılmış ve küstahlaşmış Firavun, Nemrut…” gibi ağır 30 Hürriyet / Taha Akyol / 24 05 2013 / Fetullah Gülen Arınç’a ne dedi? 84 hakaretlerle saldırmazdı… Üstelik orta eğitimi bile zar zor dışarıdan tamamlamış, Üstat Bediüzzaman’ın Risale-i Nur külliyatını çokça okuyup, cerbezei lisaniyesiyle kendi malı gibi aktarmaya başlamış, yarım yamalak bir medrese tahsiliyle bilgiçlik satmayı başarmış manevi görevli havalarıyla “Haçlı Papalık Misyonunun hürmetkâr bir hizmetkârı ve Siyonist odakların sığıntı bir kahramanı” olup çıkmış bir zatın, Erdoğan’ın şahsında tenkit ettiği ve aşırı tepki gösterdiği bütün olumsuz sıfatlar, herkesten önce kendisinde toplanmamış mıydı? Hatta korku ve kuşkularından dolayı Üstat Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerini ağzına almak ve yazılarında hayırla anmak yerine “Hazreti Pir…” gibi Mevlana’yı da, Gavsi Azamı da, başka zatları da hatıra getirecek yuvarlak tanımlar kullanmaktaydı. On satırlık bir açıklamaya yirmi tane ağır hakaret sığdıran sığ bir kişinin, bir de kalkıp hoşgörüden, engin gönülden bahsetmesi ne denli yakışmaktaydı? Başbakan Erdoğan’ın, yurdumuza, Milli çıkarlarımıza, kahraman ordumuza, dini duyarlılıklarımıza, ahlaki ve ailevi yapımıza yönelik bunca tahribatlarına ses çıkarmayan Fetullah Gülen’in, sırf kendi şahsına ve camiasına biraz soğuk davranması yüzünden bu denli öfkelenip köpürmesi nasıl bir ruh halini yansıtmaktaydı? Sn. Gülen’in, bol bol reklamı yapılan ve öyle sanılan velayet ve sekinet makamına tam tezat teşkil eden bu çiğ ve çirkin tavrını görünce, Elazığ ulemasından Rahmetullah Hacı Tevfik Efendinin şu sözlerini hatırlamıştık. Bağlılardan birisi gelip: “Efendi hamdolsun ki hizmetiniz sayesinde nefsimi islah edip, artık insanların hürmetiyle hakaretini bir görür vaziyete eriştim” deyince, O zat kendisine dönüp: “Durduk yerde sağa sola sataşan kuduruktur, herkesin ikram ve iltifatı karşısında mütevazı ve mütevekkil rolü oynamak ise kolay ve ucuzdur. Ancak kuyruğuna bastıkları ve enaniyet damarını kabarttıkları zaman hakiki ayarın ve ahlakın belli olur!” Şiir: Nefsi emarededir, sanır makamı rıza Az gururu incinse, hemen verir arıza Teslim tevekkül ehli, kâmil insan rolüyle En bayağı laflarla, başlıyor taarruza Ve ey Aziz okurlarım! Unutmayınız, dış güçler ve emperyalist merkezler, güdümlerindeki partilerin, sivil organizelerin ve bunların başındaki kişilerin kendi kontrollerinden çıkacak ve şımarıp kafa tutacak kadar güçlenmelerine fırsat vermemek için bunları birbiriyle boğuşturmakta ve kapıştırmaktaydı. Yani bunların atışmaları bile dış odakların kışkırtmasıylaydı. ‘Ilımlı İslâm’ emperyalizme uyumlu Müslüman yetiştirmeyi amaçlıyordu. Avrupa’da ve Amerika’da Müslümanlara yönelik her geçen gün artan ırkçı saldırılara ve İslâm ülkelerine yapılan işgallere rağmen Obama “Savaşımız İslâm’la değil” diyebiliyordu. Bir taraftan Müslümanlara katliam ve soykırım uygulanırken, neredeyse bütün İslâm toprakları sömürülürken güya İslâm’la savaşmadığını iddia eden çelişkinin tek açıklaması: Ilımlı İslâm projesine hız veriliyordu. Siyonist güdümlü Batı, Ilımlı İslâm projesiyle Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Muhammed (sav)’in sünnetine bağlı İslâm ümmetini radikal ilan edip marjinalleştirirken kendilerine benzetmeye çalıştıkları “meşrebi geniş” ılımlı İslamcı bir nesil hedefliyordu. 11 Eylül saldırılarıyla birlikte İslâm’a ve Müslüman ülkelere karşı gizli savaşını açıkça sürdürme kararı alan ve İslâm topraklarına saldıran ABD, bir yandan da gerçek Müslümanları radikal gösterip, muharref dinlere benzer şekilde tahribe uğramış ve yumuşatılmış batıl bir İslâm anlayışı yaymaya çalışıyordu. On yıllardır kültürel olarak yürütülen şeytani kampanyanın son aşamasına gelinmiş görünüyordu. Önce nesiller şuursuzlaştırılıyor, İslâm’dan uzaklaştırılıyor ve insanları 85 kolayca ikna edecek ortam oluşturuluyordu. Neticede kendi dinini en iyi şekilde yaşamaya gayret eden insanlar İslâm topraklarında bile yine ılımlı Müslümanlarca ‘radikal’ ilan edilmeye başlanıyordu. Şimdi şeytanın son planı “gerçek Müslümanları dışla, İslâm’ı tıraşla” oluyordu. ABD’ye İslâm’a ve Müslümanlara 13 yıldır açıkça sürdürdükleri Haçlı seferine rağmen “Bizim savaşımız İslâm’la değil” diyen Obama, “ABD, El Kaide, Taliban ve onlarla bağlantılı güçlerle savaş halinde” diyerek hedef saptırıyordu. Oysa “Azrail’i gösterip hastalığa razı etmek” cinsinden, bu radikal ve katı şeriatçıları kışkırtıp toplumları ılımlı İslam’a razı etmek isteyenler de kendileri oluyordu. Kennedy’i bile dışlayan Siyonist odaklar, niye Fetullah Gülen’e sahip çıkıyordu? Almanya’da Yahudilerce çıkarılan bir kitapta ABD eski Başkanı John F. Kennedy’nin gizli bir Hitler hayranı olduğunu ileri sürülüyordu. Kennedy’nin Hitler Almanyası’nı üç kez ziyaret ettiği söyleniyordu. Almanya’da “John F. Kennedy- Almanlar Arasında’ adıyla çıkan yeni bir kitapta ABD eski Başkanı Kennedy’nin Nazilerden etkilendiği ve Hitler hayranı olduğu ileri sürülüyordu. Eski Başkanın İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya gezisinden bahseden kitap, Kennedy’nin gezi sırasında tuttuğu günlük yazılarına ve mektuplara yer veriyordu. Savaş öncesi Almanya’yı üç kez ziyaret eden Kennedy ülkeyi, “Faşizm Almanya için doğru bir seçenek olabilir. Komünizmle karşılaştırdığımızda faşizmin ne kötülüğü var? Almanlar iyi insanlar. Bu yüzden örgütlenerek kendilerini korumaya çalışıyorlar” sözleriyle anlattığı ileri sürülüyordu. Kennedy’nin 21 Ağustos 1937 tarihli yazısındaki “Aryan ırkı kesinlikle daha üstün görünüyor” notu dikkat çekiyordu. Şimdi soruyoruz: ABD’nin derin devleti sayılan Yahudi Lobileri, biraz olsun Milli çıkarlarını ve Amerikan halkının rahatını düşündüğü ve Siyonist odaklarla ters düştüğü için bir suikaste kurban edilen E. Devlet Başkanı John Kennedy’i bile “Nazi hayranı” olmakla suçlayıp karalarken bu Mel’un merkezler, şu Fetullah Gülen’i neyin karşılığında ve hangi kutsal (!) amaçlar uğrunda, himayesine alıyor ve hizmet görünümlü hezimetlerine destek çıkıyordu? Fetullah Gülen gibilerin “partiler üstü davranması ve siyasetten uzak durması” da tam bir safsataydı ve sahte bir tavırdı. Çünkü boğazlarına kadar siyasete batmışlardı ve sadece Milli Görüş’ten uzak kaçmışlardı. Zeki Ceyhan ne güzel vurguluyordu: Kimileri münafıklığını siyaset konusunda oldukça tarafsız(!) olduklarını söyleyerek gösteriyordu. Bazıları da “partiler üstü” olduklarını vurguluyor, hatta bütün partilere “eşit uzaklıkta ya da eşit yakınlıkta” olduklarını belirtenler çıkıyordu. Ve bu tiplerin özellikle eski Milli Görüşçülerden ve İslamcı kesimlerden oldukları dikkat çekiyordu. Oysa bir sosyal demokrat bütün partilere eşit yakınlıkta olduğunu söylemiyordu! Mesela bir liberal de bütün partilere eşit yakınlıkta durduğunu iddia etmiyordu. Aynı şekilde bir komünist ve bir ateist te, böyle bir iddianın arkasında durmuyordu. Herkes kendisine ve dünya görüşüne uygun gördüğü partiye yakın duruyor ve ötekilerle arasına doğal olarak bir mesafe koyuyordu. Bize göre işin doğru olanı da buydu. Zaten bir ateistin muhafazakâr bir parti ile kendi dünya görüşüne uygun bir parti arasında ayrım yapmaması anormal bir durumdu. Aynı şekilde bir sosyal demokratın liberallere de aynı yakınlıkta olduğunu iddia etmesi de kuşku doğururdu. Evet, herkes kendi dünya görüşüne uygun bir siyasi partiye yakınlık duyuyor ötekiler ile arasına mesafe koyuyordu. Sadece malum münafık tipler hala partiler üstü davranıyor, övünerek bütün partilere eşit mesafede olduklarını iddia ediyor, ama AKP’ye ve ABD’ye hizmetten de geri durmuyordu. Çıkar dengeleri ve demokrasi penceresinden baktığınız zaman bu söylem zararsız gibi görülüyordu. Ama inanç ve itikat 86 penceresinden baktığınız zaman bu söylem insanı oldukça tehlikeli konumlara taşıyordu. Çünkü bir insan inanç ve itikatlarına ters şeyleri savunanlar ile inanç ve itikatlarına uygun davrananları nasıl aynı sepete koyarak hepsine eşit mesafede durabiliyordu? Biz böyle bir şey söylemekten ve böyle düşünmekten Rabbimize sığınıyoruz. Çünkü bize göre bütün partilere eşit yakınlıkta olmak münafıklık oluyordu. Farklı düşüncelere saygı göstermek başka bir şeydir onlara aynı yakınlıkta durmak başka bir şeydir! Biz Hakka ve Kur’an ahkâmına taraf Batıl’a ve barbar Batıya karşıyız. El azizcilerin derin bilgi kaynağı Ergün Diler’in saptırmaları: El azizcilerin derin bilgi kaynağı Ergün Diler; “Över gibi görünüp sövmek, iltifat ediyor tavrıyla iftira etmek” cinsinden, Hayri Kozakçıoğlu’nun vefatı bahanesiyle “İntihar mı, Cinayet mi?” diye bir yazı hazırlıyor ve 28 Şubat mağduru Erbakan Hocayı savunup sahip çıkıyor havasıyla, onu töhmet altına sokacak asılsız iddialar ortaya atıyordu. Önce yazdıklarını dikkatle okuyalım, sonra yorumlarımıza kulak kabartalım. “Kozakçıoğlu Amerika'dan döndüğü sırada, Anadolu'nun en güzel illerinden biri olan KONYA'da Erbakan'a çok yakın bir isim VALİLİK yapmaktaydı. Birkaç yıl önce vefat eden bu isim Erbakan Hoca'nın mali ve manevi her işini yakından bilirdi! Bir anlamda SIRDAŞIYDI! Vali ile Hoca'nın dostluğu bitecek cinsten değildi! Ama bu dostluk başa bela olacaktı! Çeşitli kaymakamlıklardan sonra Konya'ya vali olarak atanan BEYEFENDİ, tarifi olmayan bir aşka yelken açtı. Evliydi! Ancak yine de aşka sırtını dönemiyordu! Aşık olduğu hanımefendi de keza öyleydi! Beyefendi evli olduğu için aşklarını gizli saklı yaşamak zorundaydı. Hemen hemen kimseler bunu bilmezdi. Bilenler de aşka saygıdan dillendirmezdi. Ama çok yerde göremediğimiz devlet orada ortaya çıkmıştı! Vali birilerinin radarına girmişti! Birileri bir grup insanı KONYA'ya gönderdi! Görev kutsaldı! Vali izlenecek ve belge oluşturulacaktı! Çok az sayıdaki bu insan günlerce uğraştıktan sonra bir takım veriler elde etmeyi başardı! Bu belgeler bir şekilde rahmetli Kozakçıoğlu'nun eline geldi. Görev veren o muydu bilmiyorum ama belgeler kendisine gelmişti! Amerika'ya eğitime giden diğer insanlar arasında dolaştıktan sonra KOZMİK bir kasaya konuldu! Ta ki zamanı gelince kullanılmak üzere... Yıllar yılları kovaladı. Erbakan, Başbakan koltuğuna oturdu! Ama Ankara'daki DERİN DEVLET onu hiç mi hiç benimsemedi! Operasyon için geri sayım başlamıştı... Bir ayağı Londra'da, bir ayağı da Washington'da olan ve 28 Şubat'ı yapan MUSEVİ BARONLAR düğmeye bastı. Saldırı üstüne saldırı geldi. Ama en önemlisi yıllar önce Konya'da toplanan belgelerdi! (Erbakan) Yakın çalışma arkadaşının can yakıcı bir şekilde ortaya çıkmasını istemiyordu! O zaman elde edilen veriler çok önemli bir toplantıda önüne geldi.” 31 Elazizcilerce “Milli Derin devletin” sözcüsü ve en güvenilir kaynaklarından birisi sayılan ve sık sık kendisinden alıntı yapılan Takvim yazarı Ergün Diler: 1-Bir Müslüman’a, hem de ölüp gitmiş ve kendini savunamaz durumdaki bir insana “kendisi evli olduğu halde, yine evli olan başka bir kadınla aşk hayatı yaşadığı, yani dinen ve hukuken zina yaptığı” iddia ve iftirasında bulunmaktadır. Çünkü Kur’an’ı Kerim Nur suresi 11 ve 15 ayetleri bir erkek ve kadına zina isnadında bulunup buna 4 şahit getiremeyenleri bu iddialarının iftira sayılacağı ve en ağır cezaya çarpılacakları (ispatlanan zina yapana 100, ama 4 şahit getiremeyen iddialara 80 celde vurulacağı) buyrulmaktadır. 2-Ergün Diler sahtekârı böylesine ırz düşmanı ve uçkur bağımlısı olarak tanıttığı bir adamla Erbakan Hoca’yı “çok samimi ve daimi bir dost” olarak gösterip, güya Erbakan’ı 28 Şubat’ın mağduru diye sahipleniyor tavrıyla aslında Hoca’yı “ahlaken düşük insanlarla 31 Takvim / Ergün Diler / 24 05 2013 87 dostluk kuran bir şahıs” gibi tanıtmaya çalışmaktadır. 3-Ve yine Ergün Diler, “Hoca’nın Refah-Yol iktidarını, bu aşağı ve bayağı ahlaklı vali dostunun belgeli rezaletlerini ört bas etmek ve deşifre olmasını önlemek için mecburen bıraktığı” safsatasını ortaya atmakta, yani Erbakan’ın kutsal davasını ve 40 yıldır tırnağıyla kazıyarak ulaştığı iktidar fırsatını bir dostunun uçkur melanetini gizleme hatırına terk etmek zorunda kaldığı imajını oluşturmaktadır. 4-Güya evli kadınlarla zina ilişkisi (pardon aşk) yaşayan ve Erbakan’ın çok yakın dostu olan bu eski Konya Valisi aynı zamanda Hoca’nın mali işlerine, para transferlerine ve manevi ilişkilerine de vakıf ve ortakmış!? Acaba, bu iddia ve iftiralar kadar, Erbakan Hoca’yı töhmet altında bırakan başka bir karalama kumpası yapılır mıydı? Sahi bu Ergün Diler, 28 Şubat sürecinde niye hiç ortaya çıkmamış ve Erbakan’ı savunmamıştı?! AKP’nin, başka talan ve tahribatlarını unutturup halkı avutmak için çıkardığı içki satışı düzenlemesi bahanesiyle: “Bunların hocaları da böyleydi. 28 kere Hacca gitti. Ağzına içki sürmezdi. Ama zimmetine para geçirdi.”32 diyerek Rahmetli Erbakan’a sataşan ve gayzını kusan Yılmaz Özdil’le bu Ergün Diler’in ne farkı vardı? Erbakan Hoca’nın haksız ve dayanaksız gerekçelerle ve alakasız mahkemelerce ve başta ABD-İsrail Yahudi Lobileri bütün dış güçlerin teşvik tertibiyle karalanıp 28 Şubat tezgâhıyla Refah-Yol’un yıkıldığını ve aynı odaklarca AKP ve Erdoğan’ın parlatılıp iktidara taşıdığını Yılmaz Özdil gibileri bilmiyor olamazdı. Ama Erbakan bu piyonların ve patronlarının sömürü hortumlarını kopartmış, gâvurluk damarlarını tıkamıştı… Atatürkçülüğü karı ile rakı arasına sıkıştıran, akıldan ve adam gibi davranmaktan uzaklaşıp sarhoş olmayı kurtuluş sanan bu zavallı zırtolar, AKP’nin değirmenine su taşımaktaydı. 32 26 Mayıs 2013 Hürriyet 88 Suriye Tuzağı ve Hükümet-Cemaat Kapışması: “TENCERE DİBİN KARA, SENİNKİ ZİFT KATRAN!” Rahmetli Erbakan Hoca, “AKP’nin güya bölge barışını sağlamak ve Filistinlileri huzura kavuşturmak için Lübnan’a veya Gazze topraklarına Türk askeri yollamasının ve ucuz kahramanlık palavraları sıkmasının asıl amacının, Hizbullah’ı ve Hamas’ı pasifize ederek İsrail’in işini kolaylaştırmak” olduğu anlamında defalarca uyarılarda bulunmuşlardı. Ve zaten AKP’nin özellikle Suriye konusundaki bütün girişimleri Hocayı haklı çıkarmıştı. Hizbullah lideri Nasrallah’ın ve İran Meclis Başkanının yanlış ve yararsız açıklamaları da, maalesef AKP’nin ve tabii İsrail’in işini kolaylaştırmaktaydı. Amman’da toplanan “Suriye’nin Dostları” da ilk kez Hizbullah ve İran’ı hedef tahtasına koymuşlardı, ardından Lübnan’da mezhep çatışmaları başlamıştı. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın gazetecilere söyledikleri bile, Hükümetin tutarsızlığını ortaya koymaktaydı. Demirtaş, “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve onun bürokrasisi Suriye’yi okuyamıyor. Bakan ‘Halep’i Şam’ı sokak sokak biliyorum’ diyor. Bilmiyor. Kürt’ün, Arap’ın, Ermeni’nin duygusunu bilmiyor. Hakkâri’nin de Şam’ın da sokağını bilmiyor” diyerek tam bir Yahudi ağzıyla konuşmaktaydı. Davutoğlu’nun Suriye muhalefetinde yer alan, radikal İslamcı El Nusra ile ilgili olarak gazetecilere söyledikleri de çapsızlığının bir kanıtıydı. Kendilerinden sürekli söz etmenin bu örgütleri büyüttüğünü savunan Davutoğlu, “Başta 500-600 kişilik kontrol edilebilecek bir grupken bugün 5000-6000 kişi oldular” demiş ve El Nusra’nın terör örgütü ilan edilmesinin “faydadan çok zarar getirdiğini” açıklamıştı. Bu garip savunmada en azından Suriye’deki Selefilerin ve Batı destekli radikal şeriatcilerin nasıl arttığına dair bir itiraf vardı. Sn. Erdoğan’a göre, Reyhanlı saldırısıyla birlikte artık Suriye'deki rejimin iktidardan uzaklaştırılması bir 'siyasi pozisyon' meselesinin de ötesine geçmiş bulunmakta ve askeri müdahale kaçınılmaz olmaktaydı. Reyhanlı saldırısından Suriye rejimini sorumlu tutan Başbakan, kendisini ve hükümetini bağlayacak cinsten bir de ‘taahhüt’te bulunmaktaydı: “... Bir gerçek var ki biz bu işin arkasındayız, takipçisiyiz, sonuna kadar bu işi kovalayacağız. Ülkemiz üzerinde oynanan oyunların kaynaklarına şu an nüfuz etme gayreti içindeyiz. Ona göre de bunun bedelini kendilerine ağır ödeteceğiz” diyerek meydan okumaktaydı. Ancak Suriye’den hesap sormanın nasıl olacağını, ne zaman ve ne şekilde yapılacağını Sn. Tayyip Erdoğan’ın da bilmediği açıktı. O sadece kulağına fısıldananları aktarmakta, havasını atmakta ve tabi toplumun gazını almaktaydı. Suriye rejimi ve Başşar Esad deneyimi, Tayyip Erdoğan için yeni bir döneklik macerası ve muazzam bir ‘hayal kırıklığıydı’. Hatta bu yakınlık, eşlerine de sirayet edecek, bir ‘aile hukuku’ ve fikir dostluğu” oluşturacak duygusal bir boyutlara taşınmıştı. “2005 sonbaharında Kuveyt-Yemen-İngiltere arasındaki uzun yolculukta, uçakta Tayyip Erdoğan ile Başşar Esad ve Suriye rejimi üzerine konuşmuştuk. Refik Hariri suikastı üzerine Birleşmiş Milletler tarafından kurulan ‘Uluslararası Mahkeme’nin savcısı Detlav Mehlis, ön raporunu hazırlamış, Refik Hariri’nin kanına girenler arasında Başşar’ın kardeşi Mahir Esad’ı, ablası Büşra’nın kocası General Asaf Şavkat’ı saptamıştı. ‘Cinayetin parmak izleri’, Şam’da Başşar Esad’ın sarayına doğru uzanmaktaydı. Suriye’deki Şam rejimine tepkimin farkında olan Başbakan, bana dönerek, dostu Başşar Esad’ı savunma içgüdüsüyle ve öfkeli bir ses tonuyla ‘Uluslararası Mahkeme’nin ‘yargısız infaz’ yaptığını vurgulamıştı. Velid Canbolat, o günlerde sıkıntılıydı. Beyrut’taki konağında bana; babasının, Lübnan’ın 1976’da bir suikast sonucu öldürülen dev siyaset adamı Kemal Canbolat’ın tabutu içinde uzanmış, ebedi uykusundaki bir fotoğrafını getirip göstermiş ve aynı fotoğrafı Beyrut’ta görüştüğü Tayyip Erdoğan’a gösterdiğini, “Bu benim babam sizin bölgede ağırlığınız var. Ağırlığınızı kullanın ve bölgede bu tür cinayetlerin yapılmasını önleyin” dediğini, Suriye rejimini kastettiğini anlayan Erdoğan’ın kendisine: “Elinizde bu cinayetin Esad tarafından işlendiğine dair bir kanıt var mı?” sorusunu yönelttiğini, o diyalogdan sonra görüşmenin tadının kaçtığını anlatmıştı. Oysa Kemal Canbolat’ı, Başşar’ın babası, dönemin Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın öldürttüğünü, Refik Hariri cinayetinin arkasında da Suriye rejiminin bulunduğunu 89 Lübnan ve Suriye’de sokaktaki çocuklar bile farkındaydı” 33 diyen Cengiz Çandar, Sn. Erdoğan’ın kahramanlığını mı, zavallılığını mı aktarmaktaydı? Başşar Esad’a verilen gereksiz ve ferasetsiz primler, bugün Türkiye’nin içine bombalı timler ve günahsız insanların cenazeleri olarak dönüyorsa, herkesten önce Sn. Başbakan’ın sorgulanması lazımdı. Erdoğan ve yandaşlarının ‘Esad’ın hızla devrilmesi’ konusundaki yanılgısından daha beteri zalim Esad’ın hala zulüm saltanatına devam edebileceği üzerine hesap yapanların yanılgısıydı. Artık Başşar Esad’ı ne Rusya ne de İran kurtarırdı. Belki sadece onun ömrünü uzatmak adına ‘tarihe direnirken’ daha fazla masum insanın ölümüne ve giderek Suriye’nin geri dönülmez biçimde bölünmesine katkı sağlanmaktaydı. Ancak “Türkiye, şimdiden ‘post-Suriye’ye hazır olmalı, ‘yeni Ortadoğu’ tasarımına kafa yormalıdır” diyen hain tipler de ülkemizin bölünmesine ve Büyük İsrail hedefine zemin hazırlamaktaydı. Kurtlar Vadisi dizisi “AB ve Rusya, Türkiye’nin tek başına Suriye’ye giremeyeceğini göstermek istiyor; bu nedenle Suriye’ye girip Küresel güç olduğumuzu ispatlamamız gerekiyor” palavrasıyla, ülkemizi Suriye batağına itiyordu. Erdoğan’ı kimler evirip çeviriyordu? Oysa Türkiye’nin adayı Prof. İhsanoğlu, 14 Haziran 2004’te ‘Alevi’ Esad ve ‘Şii’ İran’ın desteğiyle İslam Konferansı Genel Sekreterliği’ne taşınmıştı. 13 Şubat 2006’da Hamas lideri ‘Sünni’ Halit Meşal Ankara’ya geldiğinde başta ABD olmak üzere Batılı başkentler ve tabii ki İsrail rol icabı kıyameti koparmıştı. 31 Temmuz 2006’da birden İsrail Lübnan’a saldırmıştı. 33 gün süren savaş sonrasında İsrail’i yenen ‘Şii’ Hizbullah’ın lideri Nasrallah Şii, Sünni hatta Hıristiyan herkes tarafından sahip çıkılmış, ‘Sünni’ Türkiye’de ‘Şii’ Hizbullah’a çok büyük destek mitingleri yapılmıştı. 17 Eylül 2009’da İstanbul’da ‘Alevi’ Esad’ın onuruna verdiği iftar yemeğinde Başbakan Erdoğan “Onların Schengen’i varsa bizim de Şamgen’imiz var” diye çıkışmış, o gün Şii ve Sünni Arap ve İslam coğrafyasını müthiş bir heyecan ve sevinç kaplamıştı. Ve yine 15 Ekim 2009’da Bağdat’ta ‘Şii’ Nuri Maliki ile 52 anlaşma imzalayan Erdoğan Arap ve İslam dünyasında yeni bir umut dalgasını yaratmıştı. 28 Mart 2011’de bir kez daha Irak’a giden Başbakan özellikle Şiiler tarafından coşkuyla karşılanmış ve Şii lider Sistani ile buluşmuşlardı. 16 Aralık 2010’da Halkalı’da düzenlenen Aşure Günü’nde konuşan Başbakan Erdoğan “Gün dayanışma günüdür. Gün paylaşma günüdür. Matemleri ortak olan milletin, geleceği de idealleri de, bu coğrafyada ortaktır. Biz birbirimizle farklılık içinde iletişim kuramayız. Biz birbirimize semboller üzerinden konuşamayız, ayrı gayrı gözlerle bakamayız. Biz nerede olursa olsun, yeni Kerbela’lar görmek istemiyor, yeni ölümlerle sarsılmak istemiyoruz” demişti. Bu sözler Arap İslam medyasında manşet olmuş, günlerce tartışılmıştı... Oysa 2005-2009’da başta Suudi Arabistan olmak üzere bölgenin Amerikancı yönetimleri Ankara’ya sıkça uğramaya başlamış ve Türkiye’yi ‘Şii’ İran’a karşı kurulmak istenen ‘Sünni İttifak’ın (daha doğrusu Amerikan kuklalığının) başına geçirmek için kışkırtmışlardı. Maalesef Recep T. Erdoğan da bu tuzağa kapılmış ve şimdi Suriye’ye savaş açacak noktaya taşınmıştı. Yeni Şafak’taki “Hizbullah'ın bittiği andır!” yazısında: “2006 Temmuz ayında İsrail'e karşı 33 gün savaşan Hizbullah nerde? O günün Hizbullah efsanesi, o günün Nasrallah'ı nerede? Lübnan'ın güneyi alev alev yanarken, İsrail'e karşı eşsiz bir direniş sergiliyordu. Arap sokakları 'Hizbullah-Nasrallah' sloganları atıyordu. Arap rejimleri neredeyse 'İsrail Hizbullah'ı bitirecek' diye sevinirken kitleler bu onurlu direnişe destek veriyordu. Nasrallah bir kahramandı, direniş lideriydi, müthiş bir karizmaydı ve İsrail'in hesaplarını bozup büyüsünü yok etmiş insandı. O günlerde Hizbullah sloganları atanlar, Nasrallah posterleri taşıyanlar Şii-Sünni ayrımı yapmamıştı. Sünni ülkelerin sokaklarında, yönetimlere inat Nasrallah posterleri dağıtılmış, müminler destek gösterileri için toplanmıştı. Çünkü onlar Lübnan'ı koruyorlardı, Lübnan halkının özgürlüğünü koruyorlardı. İsrail yayılmacılığına karşı şaşırtıcı bir mücadele veriyorlardı. Hiçbir şekilde mezhepsel davranmamışlardı. Kimse Hizbullah İran'a yakın diye de tavır almamıştı. İran'ı sevmeyenler bile o coşkuyu yaşamıştı. Ama o Hizbullah bir zamanlar İsrail askeri gücünün büyüsünü yok ettiği gibi, bugün Suriye konusundaki tavrıyla, kendi büyüsünü yok etmeye başlamıştı. 33 Radikal / 27 05 2013 90 İsrail'le savaşanlar artık silahları Müslümanlara doğrultmuş, İslam dünyasını karşısına almıştı” 34 Şeklinde doğru tespitler yapan İbrahim Karagül, “karakolda doğru söyler, mahkemede yan çizer” cinsinden bu doğruları başka yalan ve yanlışlara kılıf yapmaya çalışmaktaydı. “Sanki Suriye işgal edilmiş gibi. Sanki ABD ya da Fransız orduları Suriye’yi ele geçirmiş gibi. (Hizbullah cihat ilan etmekteydi.) Diyen Sn. Karagül, Suriye Muhalefetini ABD, AB ve İsrail’in desteklediğini ve Suriye’yi bölmek için bunlara silah ve strateji verdiğini gerçekten hala anlayamamış mıydı? “Madem o kadar heveslisin, Irak işgalinden neden on binlerce insanı direniş saflarına gönderip ABD’yi bu ülkeden atmadın?!” diye Hizbullah’a sitem eden Sn. Karagül’e soralım: 1- CIA-MOSSAD’ın yaptığı, hem de Suriye muhalefetinden elemanlar kullandığı sırıtan Reyhanlı saldırısı üzerine Suriye’den hesap soracağını söyleyen Sn. Başbakan, acaba Akdeniz’in açık sularında Mavi Marmara gemimize hücum edip, 9 insanımıza kıyan ve Türkiye’ye resmen savaş ilanı sayılan küstah İsrail saldırısı karşısında niye böyle bir müdahaleye hiç yanaşmamış ve hesap sormaya kalkışmamıştı? 2- ABD’nin Irak işgalinde, mücahitlerini oraya göndermeyen Hizbullah’ın mı vebali daha ağırdı; yoksa Amerikan katillerinin sağ salim ve başarıyla görevlerini tamamlayıp ülkelerine dönmeleri için dua eden, kahraman Başbakanımız Recep T. Erdoğan’ın tavrı mı? 3- Bir hafta öncesinde “Batılı güçlerin ve NATO askerlerinin Libya’da ne işi var?” dediği ve doğru söylediği halde, hemen ardından fıtratı haline gelmiş bir döneklikle, NATO güçleri ve Haçlı birlikleriyle beraber olup Libya’ya saldıran, on binlerce masum Müslüman’ın katline ve Libya’nın tamamen tahribine yol açan Sn. Recep T. Erdoğan’ın ve sizler gibi yalakalarının günahı niye hiç sorulmazdı? Katır değil, hangi Tır bu korkunç cinayetlerin ve işbirlikçiliğinin vebalini taşırdı? 4- Hizbullah’ın ve İran’ın, sonunda İsrail’in ve ABD’nin işine yarayacak ve Suriye’nin bölünmesine yol açacak yanlış tavırları ve zalim Esed’e körü körüne ve mezhep taassubu görüntüsüyle arka çıkmaları; sizlerin aynı Siyonist senaryodaki ve BOP kapsamındaki figüranlıklarınıza mazeret ve meşruiyet kazandırır mıydı? Oysa İsrail “YNET” haber sitesine göre, Türkiye dâhil 17 ülkeden 15 bin asker Ürdün’de, Suriye’yi işgal provasına çoktan başlamıştı. 5- “Herkesin yaptığının yanına kar kalacağı, özellikle zalim ama güçlü ülkelerin kuyruğuna takılanların üste çıkacağı ve ganimetten pay alacağı” gibi nefsi ve şeytani bir kanaatle “günü kurtarmayı gözü açıklık” sananların; Kur’an’ın ve Resulüllah’ın uyarılarını ve Ezeli Kader programının hükmünü uygulayıp ilahi adalet ve intikamın mutlaka yerini bulacağını hatırlatanlara bu denli kızmaları, bir suçluluk hırçınlığı mıydı, yoksa hidayet kararması mıydı? “İman edenlerin (ve biz de Müslümanız diyenlerin) Allah’ın ve Hak’tan inmiş olan (Kur’an’ın) hatırlanması ve kalplerinin (İslami hüküm ve ölçülere uyma konusunda) saygı ve korku ile yumuşaması zamanı hala gelmedi mi?”35 ayetinin ikazına, şu AKP’liler, kendilerini hiç muhatap saymaz mıydı? Reyhanlı katliamını kimler kurguluyordu? Maalesef Türkiye haftalardır Reyhanlı saldırısının, perde arkasını ve asıl amacını anlamaya çalışıyordu. Ancak, istihbarat birimlerinin medyaya servis ettiği bilgilerin yarattığı kafa karışıklığı bunu engelliyordu. Bu korkunç patlamanın hemen ardından hükümet, MİT ve bu kurumlara yakın yazar ve yorumcular “Reyhanlı’yı neden kurcalıyorsunuz? Suçlusu da sorumlusu da Suriye’dir” demeye başlıyordu. MİT’in araç plakaları dâhil istihbaratı aldığına, Emniyet’e durumu günler öncesinden aktardığı, ama bombanın Emniyet’in ihmali sonucu patladığı iddiaları dolaşıyor. MİT’e ait olduğu iddia edilen bir rapor da iki gazeteye sızdırılıyordu. Bu sorular karşısında hükümetin ve MİT’in telaşı anlaşılabiliyordu, ancak medyadaki kiralık kalemler niye hırçınlaşıyordu? 34 35 Yeni Şafak / 27 05 2013 Hadid Suresi: 16 91 “Önce MİT’e ait olduğu iddia edilen raporun MİT değil, Emniyet’e ait olduğu ortaya çıkıyordu. MİT’in saldırıyı gerçekleştiren isimleri saldırıdan günler önce takibe aldığı, telefonlarını dinlediği anlaşılıyordu. Emniyet’le bilgilerin patlamadan saatler önce kısmen paylaşıldığı görünüyordu. Basına yansıtılan MİT raporunun, Reyhanlı’yı değil, yemleme amaçlı, saldırıyı gizlediği ortaya çıkıyordu” tespitleri bir gerçeği yansıtıyordu ve yetkililerce hala yanıtlanmıyordu! 2003’teki, 15 Kasım saldırıları öncesi MİT ve Emniyet arasında yaşanan bu krizlerle, Reyhanlı hadisesinin benzerliğine dikkat çekenler, bu olayın doğru yorumlanmasına yarayacak ipuçlarını veriyordu. “Hatırlarsınız. 15 Kasım 2003 tarihinde bomba yüklü iki araç, Neve Şalom ve Beth İsrail Sinagogu’na saldırmıştı. Patlamanın ardından 27 kişi hayattan koparılmıştı. Beş gün sonra bu kez 20 Kasım’da, İngiltere İstanbul Başkonsolosluğu’na ve HSBC Bankası’nın genel merkezine benzer saldırı yapılmıştı, burada da 30 kişinin hayatı kararmıştı. İşte bu saldırılardan önce, İstanbul Emniyet Müdürlüğü kendilerine gelen bir ihbar üzerine, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne başvurmuşlardı. İhbarı gerekçe gösterip, şahıslarla ilgili mahkeme kararıyla dinleme talebinde bulunmuşlardı. MİT, Emniyet’in bu talebini öğrenince, şahısları kendilerinin takip ettiğini belirtip, DGM’den dinleme izni verilmemesini istemiş. DGM bunu uygun görmüş ve Emniyet’in talebine izin çıkmamıştı. İşte MİT’in izliyoruz dediği o ekip, önce iki Sinagoga, beş gün sonra da konsolosluk ve bankaya bomba yüklü araçlarla saldırmış ve 60’a yakın insanın canına kıymıştı. Bu saldırıdan yıllar sonra da Balyoz bavulunda bir gerçek ortaya çıktı. Bir generale ait notta, saldırıdan sekiz ay önce bombaların yüklendiği kimya fabrikasının ismi deftere yazılmıştı. Sekiz ay önceki yazılmış bu not gizemini hep koruyacaktı. Bugün anlaşılıyor ki tıpkı 15 Kasım saldırılarında olduğu gibi MİT yine takip ettiği, telefonlarını dinlediği ekibi kaçırmıştı. Kamuoyu artık 15-20 Kasım saldırılarının ne amaçla yapıldığının farkındaydı. Reyhanlı’nın da benzer ekip tarafından, aynı nedenle yapılmış olma ihtimali üzerinde durulmalıydı. Ergenekon sürecinde temizliğin yapılmadığı tek kurumun MİT olduğunu da unutmamalıydı”36 Fetullahçıların yoğunlukta olduğu söylenen Emniyet İstihbaratı niye tasfiye ediliyordu? İşte tam bu kritik aşamada, Türkiye gündemi içki düzenlemesi ve siyasi polemiklerle çalkalanırken istihbarat teşkilatında önemli tayinler yaşanıyordu. Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Ömer Altıparmak‘ın başka yere atanmasından sonra 2 başkan yardımcısı ve kilit roldeki 8 şube müdürü de görevlerinden alınıyordu. Acaba Reyhanlı saldırılarındaki istihbarat kopukluğunda ve koordinasyon zayıflığında, kasıtlı bir ihmalkârlık mı saptanıyordu? Böylece CIA ve MOSSAD tezgâhına kolaylık mı sağlanıyordu? Böylece Ergenekon‘dan Balyoz’a, KCK’dan El Kaide‘ye kadar kritik dosyaları takip eden tüm birimler tasfiye ediliyordu. Yerlerine 10 yıldır istihbaratta çalışmamış polisler atanıyordu. İstihbarat organlarını temelden etkileyecek yönetmelik değişikliğinin de hazırlandığı konuşuluyordu. Bazıları: “Emniyet İstihbarat’ta yapılan bu operasyonla adeta son on yılın hafızasının gittiğini, Ergenekon ve Balyoz yapılanmalarını deşifre eden İstihbarat Dairesi yetkililerinin kızağa çekildiğini” söylüyordu. Çünkü; El Kaide ile mücadeleden sorumlu C şube müdürü, istihbarata karşı koyma, teknik şube, bilgi işlem, bilişim suçlarıyla mücadele, personel ve hukuk işlerinden sorumlu Ar-Ge şube müdürleri görevlerinden alınıyordu. Bu isimlerle birlikte bu şube müdürlüklerinden sorumlu başkan yardımcıları da ani bir kararla koltuklarını bırakıyordu. Türkiye’nin son yıllarına damga vuran ve çoğu doktoralı uzman istihbarat müdürleri olan kadrolar ani bir kararla görevlerinden alınırken yerlerine ‘eski ekip’ olarak bilinen ve uzun yıllar önce istihbarattan ayrılan polisler getiriliyordu. Anlayacağınız Güvenlik bürokrasisinde kelimenin tam anlamıyla şok yaşanıyordu. Başkent kulislerinde ise; ‘tasfiyenin alt birimlere doğru devam edeceği’ konuşuluyordu. Peki, bu durumun hangi gelişmelere yol açması bekleniyordu? Sorusunu cemaate yakın Adem Yavuz Arslan şöyle yanıtlıyordu: Daha önce de ifade ettiğim gibi istihbarat dünyasında 36 Taraf / 27 05 2013 / Mehmet Baransu 92 bu çapta bir değişiklik ilk kez yaşanıyordu. Gelen isimlerin Ergenekon ve Balyoz gibi Türkiye’nin arınma ve normalleşme sürecinde kritik öneme sahip davalara soğuk baktığı da güvenlik bürokrasisinde bilinen bir durumdu. Bir başka dikkat çeken ortak özellikse (bu yeni atananların) iktidardan çok muhalefetteki bir başka partiye kendilerini daha yakın hissetmeleri konusuydu. PKK ile mücadelede kritik bir aşamadan geçildiği, Suriye’de yaşanan gelişmeler nedeniyle istihbaratın daha da önemli hale geldiği bir süreçte bu radikal değişikliklerin zafiyet oluşturması endişesi taşınıyordu”37 Şimdi Fetullah Gülen’in Recep T. Erdoğan’ı hedef aldığı sırıtan konuşmasında; “Büyük işlere getirilen küçük adam…” “Sıradan bir insan…” “Sıfat olarak Firavunlaşan, Nemrutlaşan …” “Ahmak bir güruhça her yaptığı alkışlanan…” “İktidar havasıyla gurura kapılıp küstahlaşan…” Sözleriyle niye hakaretler yağdırdığı daha iyi anlaşılıyordu. Ve tabii edep ve erdem timsali (!) Bay Fetullah’ın Eredoğan’a yönelik sitem ve saldırıları, dershane savaşlarıyla doruğa çıkıyordu. Ve tabi “Beyanü Lisan, aynıyla insan!” deyimini de unutmamak gerekiyordu. Ve bu durum bize şu ayeti hatırlatıyordu: “Yahudiler; “Hıristiyanlar (Hak ve hayır namına) hiçbir şey üzerinde değildir” diyordu. Hıristiyanlar da: “Yahudiler hiçbir (hakikat üzerinde) değildir” diyordu” 38 Müfessirin güzel tespitiyle “Her ikisi de doğru söylüyordu. Çünkü hiç birisi hak ve hayır üzerinde bulunmuyordu!” Fetullahcı kadrolardan sürekli çelme yiyen, kendisinin yüzüne gülüp gerçekte Fetullah Gülen’in talimatlarını yerine getiren resmi ve siyasi bürokratlardan kurtulmak isteyen Recep T. Erdoğan bu sefer yine Milli Görüşçülere el atıyor, hala Saadetli insanlarla özel görüşmeler gerçekleştiriyordu. Bu nedenle Saadet camiasına ve Avrupa Milli Görüş teşkilatına adamlarını gönderip Erbakan ağzıyla konuşmalar yaptırıyor, Belçika’da IGMG kongresinde Mustafa Kamalak’la Bekir Bozdağ’ı birlikte el kaldırtıyor ve bu sırıtan riyakârlıkla Milli Görüş’ün sadıklarını kandırmaya ve davanın kökünü kurutmaya çalışıyordu. Oysa aynı günlerde Başbakan’ın baş danışmanı Yalçın Akdoğan (Star 28.05.2013 - İslamcılık ve AKP) AKP’nin Milli Görüş’ten tamamen ayrı ve farklı bir çizgide yol aldığını, İslamcılığın her türlüsünü bırakıp AB’ye bütünleşmeye odaklandığını, Erbakan’ın palavra(!) ve programlarını tamamen bıraktığını itiraf mahiyetinde sözler ediyordu. Yani Fetullahcıların kıskacından kurtulmaya çalışan Erdoğan, bir yandan Milli Görüş tabanına sığınıyor, diğer taraftan Siyonist odaklara sadakat mesajları gönderiyordu. Temeli atılan 3. Boğaz köprüsüne “Yavuz Sultan Selim” isminin verilmesine “Aman AKP hilafeti diriltiyor!” diye tepki koyan zavallılar, Recep Bey’in ve ona akıl verenlerin, Alevileri kışkırtarak, Kürdistan’dan sonra şimdi de Sivas merkezli bir “Özerk Alevistan” oluşumuna, yani Türkiye’nin parçalanmasının son aşamasına zemin hazırladığını bile fark edemiyordu. Evet, Milli Çözüm Dergisi dışında halkımıza gerçekleri gösteren ve stratejik Milli bilgi üreten yayın organı da görünmüyordu! 37 38 Bugün Gazetesi/ 27 05 2013 Bakara Suresi: 113 93 AKP DAĞITILACAK; CHP+CEMAAT KOALİSYONU MU KURULACAKTI? CIA-MAHAT (Cemaat) isyanı aylar öncesinden başlatıyordu! Mahat; Osmanlıca, uzun yolculuktaki dinlenme mekânlarına ve mola duraklarına deniyordu. CIAMAHAT ise burada “CIA karakolu” anlamında kullanılıyordu. AKP iktidarının PKK ile başlattığı ve dış güçlerce ülkemizin parçalanmasının amaçlandığı sözde barış müzakerelerine KCK’lıların ve tüm PKK militanlarının salıverilmesine destek veren Cemaat’in; Ergenekon ve Balyoz bahanesiyle mağdur edilen komutanların bırakılmasına şiddetle karşı çıkmaları, bunların ayarını ve amacını ortaya koyuyordu. Hatta yıllarca dağlarda PKK ile savaşmış komutanların ve kurmay subayların çoğuna, Ergenekon savcılarının müebbet hapis istemesini değerlendiren ABD’nin Wall Street Journal Gazetesi, bunun “Fetullahçı Cemaatin yani “CIA-MAHAT”ın Erdoğan’ın iktidarına bir rest çekmesi olarak okunması gerektiğini” yazıyordu. Şemdin Sakık gibi bir kısmı PKK eşkıyası 31 gizli tanığın ifadeleriyle verilen bu ağır suçlama ve cezaların aslında ABD’nin TSK’yı yıpratma ve etkisiz bırakma operasyonlarının bir parçası olduğu sırıtıyordu. Cemaatin dili ve delili sayılan Önder Aytaç 17.03.2013 tarihli “Üstadı Azamlar: Çarpıştır, yücelt, kandır, yut” yazısında: “Önce KCK’lılar hızla tahliye edilecek, ardından sıra elbette Ergenekonculara gelecektir. Çözüm adı verilen bu çözülme sürecinin rüşveti olarak ta, Erdoğan’a başkanlık verilecektir. Bu maksatla Sn. Başbakan önce Camia ile (Fetullah Hoca’yla) çarpıştırılmış ve Firavunlaştırılır gibi övülüp yüceltilmiştir. Dikkat edin önümüzdeki kısa süre içinde “Lider”le ilgili, bütün Türkiye’yi derinden etkileyecek bir sağlık sorunu oluşabilir”39 diyerek, CIA adına Sn. Recep Erdoğan’a gözdağı veriyor; oysa AKP iktidarını da, Cemaati de aynı Siyonist Lobilerin bir dengeleme ve dizginleme aracı olarak kışkırttığını bilmiyordu. Aylar sonra başlayan, bütün ülkeye yayılan ve Erdoğan’ı sıkıştırmayı amaçlayan Taksim isyanının hangi odaklarca tezgâhlandığı ve Fetullahçıların neden dolaylı destek sağladığı da şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Olayları Cemaatçi polisler mi kışkırtıyordu? Başbakan Erdoğan’la birlikte Afrika turunda olan Milliyet yazarı Nagehan Alçı, Gezi Parkı eylemleriyle ilgili oldukça ilginç bir ihtimali gündeme taşıyordu. Nagehan Alçı, “Emniyette tasfiye edilen ekiple bu görüntüler arasında bir bağlantı var mı?” diye soruyor ve tasfiye olan cemaatçi polisleri kastettiği anlaşılıyordu. Eğer Milliyet yazarı Nagehan Alçı’nın dediği doğruysa Gezi Parkı direnişi üzerinden AKP’yi eleştiren Cemaat, “tavşana kaç, tazıya tut” mu diyordu? sorusu birçok gizemi ve gerçeği özünde barındırıyordu. İletişim/algı/kriz yönetimi yapılamadığı için basit bir çevreci eylem iktidarı devirme girişimine dönüşüyordu. Belediye ilk düğmeyi yanlış ilikliyor, Polisin ilk andaki orantısız müdahalesi olayları çığırından çıkartıyordu. Bir şekilde hükümetle hesabı olan çevreler de fırsatı kaçırmadı. Süreci yatıştırmak yerine daha da içinden çıkılmaz hale getirecek açıklamalar eklenince, işte bu korkunç bir tablo oluşuyordu. Neredeyse 80 ilde çeşitli büyüklüklerde 603 eylem yapılıyor ve Cumhuriyet tarihinde bir ilk yaşanıyordu. Yani sadece “dış mihraklar, provokatörler” gibi gerekçelerle yaşanan hareketliliği açıklamak çok sağlıklı bulunmuyordu. Bu çevrelerin önüne gelen fırsatı değerlendirmek isteyeceğini görmek gerekiyordu. Zaten yakılan 280 iş yeri, 207 özel araç, 103 polis aracı ve 11 AKP binası bunun delili. Olayların neden olduğu maddi zarar, can kaybı ve negatif imaj da çabası” diyenler hala ikili oynuyordu Kürdistan’dan sonra şimdi de ALEVİSTAN hazırlanıyordu! “Yavuz Sultan Selim koydunuz” köprünün adını… İyi yaptınız, güzel yaptınız da… Şöyle bir sorun var: Halkınız içinde kendilerine “Aleviyim” diyenler, bu padişahın kendilerini kılıçtan geçirdiğini düşünüyorlar. Haklı ya da haksız, böyle bir algıları var. Ve bu algıları capcanlı, taptaze tutuyorlar. Üstelik, Ortadoğu’da mezhep savaşı kabak gibi ortaya çıkmış durumda ve yönettiğiniz ülke de, öyle ya da böyle, bu savaşın tam 39 aytaç@haberx.com 94 göbeğine düşmüş durumda. Durum buyken... Az biraz dikkat, az biraz nezaket, az biraz incelik, az biraz düşüncelilik, az biraz feraset gösterilemez mi? Hem de tarihimiz Alevi’siyle Sünni’siyle üzerinde tam ittifak sağlayacağımız ulu kişilerle dopdolu iken... - Mesela bir Yunus Emre var ki... Ayyaşı da sever pek onu, alnını secdeden kaldırmayanı da... - Mesela bir Mevlana var ki... Sünni’si de adı geçtiğinde ceket ilikler, Alevi’si de... - Mesela bir Ahmet Yesevi var ki... Herkesin gönlünü deler geçer... - Mesela bir Sinan var ki... Takva sahibi Müslüman da hayrandır ona, dinle imanla hiç işim olmaz diyen ateist de... Neyse... Saymakla bitmez. Ama siz ne yaptınız? “Zaten ağzımızla kuş tutsak bile Aleviler bize oy vermez” diyerek... Onların duyarlılıklarını zerre kadar hesaba katmayarak, “Güm” diye verdiniz köprüye “Yavuz Sultan Selim” adını... Üstelik bu kararınızı Cumhur’un başına açıklattınız... Cumhur’un bir bölümünde baş gösterecek hoşnutsuzluğu zerre kadar hesaba katmadınız... Hiç tartışmadan, kimseye sormadan, soruşturmadan... En küçük bir yoklama yapma gereği bile duymadan...”40 şeklinde sızlananlar haklıydı. Ama bütün bunların zaten Alevileri kışkırtıp, bazı olaylara kalkıştırıp, sonunda Sivas, Tokat, Malatya, Erzincan, Tunceli ve Elazığ’ı kapsayan bir “ÖZERK ALEVİSTAN”ın alt yapısını oluşturmak üzere, kasıtlı ve planlı olarak tezgâhlandığının kaç kişi farkındaydı? Bakınız 3. köprüye “Yavuz” isminin verilmesine en çok karşı çıkanlardan Alevi Dedesi Prof. İzzettin Doğan aynı zamanda halkı PKK ile uzlaşmaya razı etmek üzere seçilen akil adamlardandı. Üstelik Yavuz Selim Han’ın 50 bin Alevi’yi katlettiği İran kaynaklı ve propaganda amaçlı bir kuyruklu yalandı. Çünkü hem Yavuz’un böyle vahşeti işlemesi için hiçbir sebep bulunmamaktaydı. Hem O tarihlerden bugüne bölgedeki kara ve demiryolu çalışmalarında, kanal kazılarında böylesine toplu mezara rastlanmamıştı. Sadece Şah İsmail’in ajanlarının ve Osmanlıya karşı kışkırttığı eşkiyaların disiplin altına alınması ve isyanların bastırılması lazımdı. Nasıl ki PKK ile mücadele, bütün Kürtleri imha girişimi sayılamazdı. Ve nasıl ki Mustafa Kemal’in Dersim harekâtı bir alevi kıyımı olmayıp yüzyılların birikimi bir sorunu halletme ve asıl bölge halkımızı çeteleşmiş derebeylerinin ve dedelerin elinden huzur, hürriyet ve medeniyete kavuşturma operasyonlarıydı… Bunun gibi Yavuz’un ülkenin emniyeti, Milli birlik ve dirliğin temini için aldığı tedbirlerde kasıtlı olarak çarpıtılıp abartılmaktaydı. Görüyorsunuz Lozan’ın yürürlükten kaldırılması ve Sevr’in uygulanıp Türkiye’nin parçalanması için Güneydoğu’da Kürdistan fiilen ve fikren kurulmuş, sadece anayasal ve yasal engellerin kaldırılması kalmıştı. Taksim’deki ağaçları koruma kahramanlığıyla, farklı illerde binlerce insanın sokaklara salınması… Polisin PKK’lılara gösterdiği nezaketin yüzde birini bu insanlardan esirgeyip acımasızca saldırması… Hatta bir Toma zırhlı aracının Gümüşsuyu Askeri Hastanesi önündeki manevra sıkışıklığı nedeniyle bir polisin “gerekirse askeri bölgeye de biber gazı sıkarız!” küstahlığına karşı, görevli astsubayın “O zaman biz de size haddinizi bildirecek bir şeyler atarız” çıkışında bulunması!? Acaba bütün bunlar, son kullanma tarihi yaklaşan ve iktidar sarhoşluğuyla iyice şımaran AKP’yi hizaya sokma, hatta parçalama senaryolarının bir parçası mıydı? Çünkü dış güçler, kullanıp yıprattıkları kişi, parti ve hükümetleri işleri bitince çok ucuza harcamaktan hiç sakınmazlardı. Tam böyle bir süreçte Fetullah Gülen’in, Erdoğan’ı hedef alan; “Küçük ve düşük adam…” “Büyük işlere getirilen basit insan…” “Ahmak bir güruhça her yaptığı alkışlandığı için şımaran…” “Yiyip içip doyan, hayvan gibi yan gelip yatan…” “İktidar sarhoşluğuyla şımarıp küstahlaşan…” “Nefsi gururuna kapılıp Firavunlaşan ve Nemrutlaşan…” şeklindeki hakaretli çıkışları da anlamlıydı. Belki de malum merkezler, AKP’deki cemaat yanlılarını ve ikbal hırslılarını partiden ayırıp yeni oluşumla CHP koalisyonu kuracaklardı? Cumhuriyet yazarı Leyla Tavşanoğlu’nun ABD’ye gidip Fetullah Gülen’le görüşmesi ve cemaatin hizmetlerine övgüler dizmesi bu hazırlığın bir parçasıydı? “Olur mu canım?” demeyin, AKP ile PKK ittifakına bile onca keramet ve meşruiyet kılıfları uydurup halka yutturanlar, yeni bir 40 Hürriyet / Ahmet Hakan / 31 05 2013 95 CHP+Cemaat koalisyonuna da dini mazeret ve hikmet fetvaları bulmakta zorlanmayacaklardı… Erdoğan’ın giderek Esedlaştığından ve Taksim zorbalığından endişe duyan Fehmi Koru gibi yandaş yazarların ufak ufak yan çizmeye başlamaları da dikkate alınmalıydı. Zaman yazarı Yahudi asıllı Hıristiyan Joost Lagendijk Başbakan’ı Avrupa ile korkutuyor “Erdoğan kavramalı ki, algılar önemlidir” diyordu! Taksim Meydanı’nın çatışmalara sahne olduğu ilk günün ertesinde, cumartesi sabahı Hollanda radyosunun bana yönelttiği ilk soru şu oldu: “Bu protestolar, daha önce Arap aleminde tanık olduklarımız nev’inden bir Türk baharının başlangıcı olarak mı görülmeli?’’ Soru, gazetecinin Türkiye’ye bakmak için kullandığı çerçeveyi net biçimde yansıtıyordu ve bunda tek başına değildi. Uluslararası medyanın tamamı aynı eğilimle dolup taşıyordu; ilk içgüdüsel tepkiyle Türkiye 2013, Mısır 2011’le ve Taksim, Tahrir’le kıyaslanıyordu. Bu yaklaşımın temel unsurları benzerliklere dayandırılıyor, ama merkezi bir meydandaki protestocular ile onları çıkarmaya yönelik polis vahşeti gibi en bariz olanların da ötesinde benzerlikler: İlk olarak, görevdeki hükümetin nüfusun büyük kesimi nezdinde meşruiyetini kaybettiği, ikinci olarak, siyasi liderliğin yurttaşların çoğunun dert ve tasalarından kopuk bir tür diktatörlüğe dönüştüğü algısı. Burada asıl önemli olan, öncelikle bu paralelliklerin kurulabiliyor olması. Anlaşılan, yabancı gözlemcilerin çoğu, Erdoğan’a, hiçbir şekilde eleştiriye tahammülü olmayan, toplumsal desteğini kaybetmiş ve Mübarek gibi, bu yüzden yoğun sokak protestolarının hedefinde bir modern zaman sultanı olarak bakmaya başlamış. Tekrarlıyorum, burada önemli olan gerçeklik değil, algı. İki yıl öncesine nazaran, Erdoğan’ın Türkiye dışından nasıl görüldüğünde net bir kayma var: Erdoğan, ülkeye refah ve daha fazla demokrasi getirmiş güçlü ve başarılı bir siyasi liderken, Türkiye toplumunun geri kalanına kendi muhafazakâr değerleri ve yaşam biçimini dayatmaya çalışan otoriter bir siyasetçiye dönüştü” 41 Fetullahçı Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin: “Sayın Erdoğan; “Hatay’da bazı ihanet içinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları var. CHP’ye yakın bir gazeteci bu karanlık ilişkilerin içinde yer aldı. 2 kez Şam’a giden CHP heyetine rehberlik yapan kişi, kaçırma ve saldırı eylemlerinin planlamasını yapan kişinin ta kendisidir. CHP heyetlerini Lazkiye’ye götüren, orada Esed’le yapılan görüşmelerde yer alan şahıs, Türkiye’deki karanlık eylemleri planlayan şahıstır. İfadeler, fotoğraflar, tüm deliller şu anda yargının elindedir.” diyor. Sayın Kılıçdaroğlu’nun dedikleri de şunlar: “Ben şimdi merak ediyorum, MİT kime bağlı? Recep Tayyip Erdoğan’a soruyorum MİT, Nisan ayından beri, bomba yüklü aracı takip ediyor mu etmiyor mu? MİT, yetkilileri en son ne zaman uyardı? 9 Mayıs’ta… (Saldırı 11 Mayıs’ta oldu) Benim de bildiğim bir şeyler var. MİT bir bakanlığa bağlı değil, doğrudan sana bağlı, sana bilgi veriliyor. Şimdi çıkmış ‘Efendim diyor, istihbarat birimleri arasında bir koordinasyonsuzluk var…’ Sen yeni mi başbakan oldun?” Mesele, kimin haklı kimin haksız olduğu değil. Siyasette yükselen bu tansiyon, içeriden ve dışarıdan yapılacak pek çok provokasyona zemin hazırlayabilir. Sayın Erdoğan ve Sayın Kılıçdaroğlu arasındaki bu söz düellosu, Cumhuriyet tarihi boyunca şahit olunan iktidar-muhalefet çekişmelerinin hiçbirine benzemiyor. Dikkat edilirse, iki siyasi lider, Suriye üzerinden tartışıyorlar. Yani bir dış politika konusu, siyaseti Sünni-Alevi ayrışması tehlikesi üzerinden etkiliyor, toplumu çok tehlikeli bir şekilde kutuplaştırma potansiyeli taşıyor. Bu kutuplaşma tehlikesi, korkarım partilerin anayasa konusunda uzlaşamadıklarının ilanı ile daha da büyüyecektir. Yeni sivil demokratik bir anayasa yapılması, Türkiye’nin demokratikleşmesi için çok önemlidir. Statükonun sona ermesi, vesayetin güç odaklarının etkisini kaybetmesi, sivil iradenin geçerli olması buna bağlıdır. Türkiye’nin başına açılan Suriye gailesi, yeni anayasayı da engelleyen bir düğüme dönüşüyor. Müdahale şartları oluşsun diye kendi jetimizi düşürmeyi, Yunanistan ile harp çıkarmayı düşünenler, fırsat bilerek Suriye meselesini bu hale getirme oyunu oynuyor olamazlar mı? Kutuplaşma, gerilim ve yüksek tansiyon, Türkiye’nin başına belaları davet eden bir tehlikeye dönüşebilir. Bunu kimse seyretmemelidir”42 şeklindeki endişeleri, yeni gelişim ve değişimlerin işareti olmasındı? 41 42 Zaman / 05 05 2013 Zaman / 29 05 2013 96 Erdoğan güç kirlenmesi mi yaşıyordu? Bütün söz ve davranışlarıyla her istediğini yapabileceği, kimseyi dinlemek zorunda olmadığı mesajını veren bir Başbakan var sahnede... Erdoğan’da anlaşılmaz olan, bir iç barış inisiyatifine öncülük ettiği bir dönemde, bu barış sürecinin dostlarını olabildiğince birleştirme, düşmanlarını ise olabildiğince tecrit politikası uygulaması gerekirken, bunun tam tersini yapıyor olması. Ankara'da AK Parti ve hükümetiyle işi olan insanların neredeyse tamamının bir resmî, bir de özel görüşü var. Hasbihâl ederken otoriterleşme eğiliminden, tek adam siyasetinden, dış politikanın yanlış yönetiminden şikâyet edenler, televizyona çıktığında, gazeteye yazdığında, konferanslarda konuştuğunda ‘resmî görüşleri’ni anlatıyorlar.43 Olay şudur; İstanbul halkı, gençlerinin öncülüğünde, Tayyip Erdoğan'a "one minute" diyor ve geri adım attırıyordu. Başbakan, 10 yılı aşkın iktidarı süresince, ilk kez ve üstelik kendi şehrinde yenilgiye uğratılıyordu! Tayyip Erdoğan, Rumeli Derneği toplantısında “inadım inat” bir konuşma yapmış, ama vücut dili kendisini yalanlamıştı. Nutuk atarken kendisine egemen olan külhanbeyi balonu patlamış, “Karizmayı çizdirmiş” olmanın travması vücut diline yansımıştı. Evet nereden baksanız, eğer 31 Mayıs 2013 ve sonrası olayların bir kaybedeni varsa, o da Recep Tayyip Erdoğan’dı. Olaylar, birkaç ağaç yüzünden çıkmamış, Başbakan Erdoğan’ın “ayyaşlar, sokak çapulcuları, aşırı uçların marjinal figüranları, şeklindeki aşağılayıcı yaklaşımlarına bir tepki olarak patlamıştı. Yani bu itiraz ve isyan AKP’ye bile değil, Tayyip Erdoğan’a karşıydı” tespitleri AKP’de önemli değişimlere hazırlık şeklinde okunmalıydı. Yani Horlanmaktan, azarlanmaktan, yaşam tarzı dayatmasından bıkmış her kesimden şehirli gençler toplanıp, Başbakan’a ‘one minute’ mesajı yollamıştı. Kısaca on yıldır başbakanlık yapan ve doğal “iktidar doygunluğu ve yorgunluğu”nu, uzun iktidar yıllarının yol açabileceği “kibir” ile halkın bir kesimine “hoyratlık” ve icap ederse “biber gazı gaddarlığı” ile örtme yoluna sapan bir Tayyip Erdoğan’a, bu halkın onu birde kalkıp cumhurbaşkanı seçerek tahammül göstereceğini sanmak yanlıştır. Onun, bu tavır ve tarzıyla, 10 yıl daha bu ülkeye “demokratik bir lider” olarak hükmedebileceğini ummak ise daha da imkânsızdır” 44 diyen Cengiz Çandar herhalde bir yerlerden mesajı çoktan almıştı. Çünkü bu protestolar elbette kendiliğinden çıkmamıştı ve bazı odaklar en azından AKP iktidarını, demokratik kılıflı federatif bölünme anayasasını bir an önce çıkarmaya zorlamaktaydı. BDP’li Sırrı Süreyya Önder’in, Bülent Arınç ve Cumhurbaşkanı tarafından kabulü de bu neticeye hazırlık amaçlıydı. Gezi Direnişi Saptırılıyordu! Gezi Parkı direnişinin en azından ilk aşamasında başarıya ulaşmış olmasından rahatsız olan çevreler değişik iddia, argüman ve yorumlarla başarıyı karartmaya ve geçersiz kılmaya çalışmaları boşunadır. Gezi Parkı isyanı “Çözüm sürecinin başarıya ulaşmasını istemeyenlerin tezgâhıdır” iddiası tutmamıştır. Bu akıllara ziyan iddiayı en net bir şekilde Akil İnsanlar Heyeti Doğu Anadolu Bölgesi Grubu Başkanı, iş adamı Can Paker, AA’ya verdiği özel mülakatta ortaya atmıştır. “Bu hareketi başlatan bir provokatif organizasyondur. Süreci baltalamak için olma ihtimali çok yüksek” diyen Can Paker hedef saptırmaktadır. Aynı zamanda TESEV’in de başkanı olan Paker’e sormak lazımdı, Çözüm sürecinin vitrinlik isimlerinden biri hâline gelen BDP’li Sırrı Süreyya Önder ile simgeleşen bir direniş nasıl olur da çözüm sürecine karşı tezgâhlanırdı? “Eylem CHP’nin işi” diyerek toplum yanıltılıyordu! Hükümet ve onu destekleyenler, CHP’yi bir tür kum torbası gibi kullandıkları için bu direnişi de CHP’ye yükleyerek işin içinden sıyrılmak arzusundaydı. Üzerinde uzun boylu durmaya gerek olmayan bir iddiaydı. Eğer CHP’nin böyle bir gücü olsaydı Türkiye’de siyasi harita çoktan değişmiş olacaktı. Bunlar “Üç-beş çapulcunun işi” olamazdı! “Başbakan direnişi önce yasa dışı örgütlere bağlamıştı, sonra daha çok “çapulcular”dan söz etmeye başlamıştı. Medya ve sosyal medyada da, benzer bir şekilde çevreye, mala vb. verilen zararlar üzerinden 43 44 T 24 Bağımsız İnternet / Hasan Cemal Radikal / 03 06 2013 97 aynı “çapulcu” söylemiyle direnişi değersizleştirmek istedikleri anlaşılmaktaydı. Muhakkak ki böylesine geniş ve kendiliğinden bir hareket içinde yanlış işler yapanlar çıkardı, ama bunları tüm harekete mal etmekse sadece bir çarpıtmaydı” sözleri doğrularla yanlışları harmanlayıp uzaktan kumandalı sinsi ve sistemli manipülasyonları gizleme çabasıydı. “Nasıl oluyor da, eylemler başlar başlamaz bazı sanatçı ve gazeteciler tam bir organizasyon görüntüsü vererek harekete geçebiliyordu? Nasıl oluyor da, olay Gezi Parkı boyutlarını hemen aşıp eylemler daha da yaygınlaşıp öncüler daha da keskinleşebiliyordu? Nasıl oluyor da, Taksim olayları başlar başlamaz, bazı Avrupa ülkelerinden (ve ABD’den) birbirinin kopyası açıklamalar geliyor? Meydanlarda, sokaklarda bu kadar yabancı uyruklu kişi organize olup 'savaş' veriyordu? Nasıl oluyor da, yabancı istihbarat kuruluşları, lobiler, sermaye çevreleri eylemleri desteklemek amacıyla Türkiye'ye karşı ortak bir saldırıya girişebiliyordu? Nasıl oluyor da, yabancı fonlar, ajanslar, anormal sağlıksız raporlar yayınlayarak Türkiye ekonomisini çökertmek için ciddi bir proje görünümü veren operasyon yapıyordu? Artık olay, Gezi Parkı'nı da, siyasi muhalefeti de, AK Parti ve Tayyip Erdoğan karşıtlığını da aşıyor, bir tür toplumsal sarsıntı ve güç kayması yaşatılmak isteniyordu” diyenler, Recep Bey’i iktidara taşıyanların şimdi hizaya sokmaya çalıştıklarını ve belki de arabanın atlarını değiştirme kararı aldıklarını hala fark etmiyor muydu? Fetullahcı Abdülhamit Bilici dahi, Taksim isyanına “Türk Baharı” diyenleri haklı çıkarıcı bir yaklaşım sergiliyordu! “Taksim Gezi Parkı'ndaki ağaçların kaldırılarak yerine tarihi Topçu Kışlası görünümlü bina yapılmasına karşı barışçıl bir eylemin, Türkiye'yi Tahrir benzeri görüntülerle dünya gündeminin ilk sırasına taşıyacak sosyal bir patlamanın kıvılcımı olacağını kim tahmin edebilirdi. İstanbul'un her köşesinde bir kısmı tartışmalı pek çok devasa inşaat projesi yapılırken, küçük bir parkın bunca kıyamete yol açması, sebep ile netice arasındaki uyumsuzluk oranında herkes bu sosyal patlamanın nedenini anlamaya çalışıyor. Ancak istihbarat servislerinin böyle bilgisi veya öngörüsü olsaydı, her halde yetkilileri uyarıp olayların bu kadar tırmanmasını engellemiş olurlardı. Aksini, yani böyle bir bilgi olmasına rağmen ilgililerle paylaşılmama ihtimalini düşünmek bile korkunç. Fas'a hareketinden önce Başbakan Erdoğan, olayın ardındaki bağlantıların araştırıldığını söyledi ama bir şey çıkıp çıkmayacağı şimdilik meçhul. Hadisenin arkasında böyle bir faktör varsa devlet mutlaka deşifre etmeli… Gezi Parkı hassasiyetine sadece sol ve marjinal gruplar değil; Sibel Eraslan, Cihan Aktaş, Etyen Mahçupyan, Cemal Uşşak, Ahmet T. Alkan gibi, bir kısmı Erdoğan'ın akiller heyetine seçtiği demokrat dindar isimler de destek vermesine rağmen Topçu Kışlası'nda ısrar eden Başbakan'a bunu anlatmak mümkün olamadı. Çoğunluğunu her kesimden vatandaşların oluşturduğu çevreci eylem, eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın dediği gibi bir kuru pastayla tatlıya bağlanabilecek iken çığa dönüştü. Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına rağmen eylemcileri Taksim ve Gezi Parkı'na sokmama konusundaki gereksiz ısrar cumayı cumartesiye bağlayan geceyi kabusa çevirdi. Büyük tahribata yol açan ve ülkemizin dünyada yükselen olumlu imajını hayli tahrip eden bu hadise, gerekli dersler çıkarılırsa fırsata dönüşebilir. Bu sayede iktidar, “ben yaptım oldu” biçimindeki tavır ve demokrasiden sapma eğiliminin acı sonuçlarını; muhalefet, halkta biriken tepkiyi siyasete taşımadaki yetersizliğini; medya, demokratik standartlardan ne kadar uzak olduğunu görüp kendilerine çekidüzen verebilir. Kınanması gereken tüm tahrik ve tahribata rağmen şimdilik ciddi bir can kaybı olmaması en büyük teselli.” 45 Yine Fetullahcı İhsan Dağı “Erdoğan'ı seviyorsanız ona gerçekleri söyleyin” diye uyarıyordu! “Tabii ki mesele sadece Gezi Parkı meselesi değil. Park meselesinin tetiklediği, fakat özünde gittikçe 45 Zaman / 04 06 2013 98 otoriterleşen ve toplumsal mühendislik projeleriyle herkesi kendine benzetmeye girişen bir iktidara yönelik tepki var. Tepkiyi büyüten, demokratikleşme beklerken iktidarın ‘kimlik inşası'na yönelmesi. Böyle bir zeminde yeni anayasa yerine otoriter tınılar taşıyan başkanlık önerisi, çoğulculuk yerine çoğunluğun kimliğini, yaşam biçimini ve ahlak anlayışını devlet gücüyle azınlığa dayatan bir yeni ‘toplum mühendisliği' çıktı karşımıza. Başbakan, muhalif görüş belirten veya hükümeti protesto eden herkesi ‘marjinal' olmakla itham ederken, asıl kendisinin artık ne kadar ‘merkez'i temsil ettiğini sorgulamalıdır. Söylem ve siyasetiyle Erdoğan ‘merkez'den uzaklaşmaya başlamıştır. Muhaliflere karşı ‘onun yüz bin topladığı yerde ben 1 milyon insan toplarım' veya ‘biz yüzde elliyi evlerinde zorla tutuyoruz' sözleri bir ‘merkez partisi' liderinin söyleyeceği sözler değildir. Ne parti ne de lideri 2002 ve özellikle de 2007 sonrası inşa ettiği ‘merkez' kimliği muhafaza ediyor. 27 Nisan günlerinde Menderes, Özal ve Erdoğan'ı aynı paranteze alıp ‘demokrasinin yıldızları' ilan eden görüntünün bugün maalesef bir karşılığı yok”46 sözleri Erdoğan’ın Fetullah Gülen ve Yahudi Lobilerince gözden çıkarıldığının kanıtıydı. Gezi Parkı eylemleri ilk başladığında Başbakan Erdoğan “biz kararımızı verdik, kimse de değiştirtemez” diyerek kestirip atmıştı. Herhâlde az sayıdaki gencin başlattığı bu çevre eyleminin büyük bir toplumsal patlamaya dönüşeceğini hiç hesaba katmamıştı. Haksız da sayılmazdı çünkü 10 yılı aşkın iktidarında AKP bir yandan başta TSK olmak üzere devlet içindeki eski iktidar odaklarını büyük ölçüde tasfiye etmeyi başarmış, öte yandan her türlü toplumsal muhalefeti, sık sık devletin şiddet tekeline başvurarak etkisiz kılmıştı. Bunun tek istisnası Kürt siyasal hareketidir ki onunla da müzakere yoluna giderek bildiğimiz çözüm sürecini başlatmıştı. İşte bu ve saymadığımız diğer örneklerden hareketle Başbakan son derece özgüvenli bir şekilde hareket etmiş ve “nasılsa bunu da bastırırız” diye düşünmüş olmalıydı. Ama olmadı, siyasi iktidarın öngörüsü tutmadı. Aslında bu patlamayı, onun aktörleri de dâhil olmak üzere kimse hesaplayamamıştı. Dolayısıyla hemen herkes yarın ne olacağını kestiremiyor, önünü göremiyor durumdaydı. Son 10 yılın en büyük krizi yaşanmaktaydı. İçinden geçtiğimiz bu sürecin önemi, son 10 yılda siyasi istikrarın belki de ilk kez bu kadar risk altında olmasıydı. Ancak Başbakan bu gerçeği ya görmüyor ya da görmek istemiyor gibi davranmaktaydı. Bir yandan “herkesin başbakanıyım” deyip diğer yandan sokağa dökülen insanları “aşırı uç”, “çapulcu” gibi yaftalarla aşağılaması, iç ve dış bazı (belirsiz) odakların basit birer piyonu olarak göstermeye çalışması anlamsızdı. Onun bu yangına körükle giden tutumu, devlet içinde, başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmak üzere, ortamı yumuşatmak isteyen isimlerin çabalarını da büyük ölçüde etkisiz kılmaktaydı”47 tespitleri hem haklıydı, hem de malum merkezlerin niyetini yansıtmaktaydı. Allah imhal eder, ama ihmal etmezdi; yani zalimlere ve hainlere mühlet ve fırsat verir, ama ilahi adaleti mutlaka bir gün tecelli ederdi. “İşte böylece, biz onların her birini kendi günahlarıyla yakalayıverdik ve işledikleri hıyanet ve melanet cinsinden bir akıbete uğratıverdik” (Ankebut: 40) ayeti, AKP’nin ve Recep Bey’in Erbakan’a ve Milli Görüş davasına yaptıkları cinsten bir akıbetle devrileceklerini göstermekteydi. Öcalan’a, Numan Kurtulmuş’un adını kim fısıldıyordu? Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Obama ile görüşmesinde AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un da bulunmasını ilk değerlendiren gazeteci Savaş Süzal’dı. “Erdoğan, Beyaz Saray’a, hiç de alakası olmamakla birlikte, 4 AKP Genel Başkan Yardımcısını almıştı. Sanki Erdoğan, kendisinden sonraki veliahdı patrona takdim ediyor gibi davranmıştı. Verilen yemek ve yapılan konuşmalar bana göre sanki Erdoğan’ın jübilesini andırmaktaydı” diyen Süzal önemli bir ayrıntıyı yakalamıştı. Hatırlarsanız, Ruşen Çakır, 46 47 Zaman / 04 06 2013 Vatan / Ruşen Çakır / 04 06 2013 “Ankara’da bir şey daha öğrendim: Yeni anayasada en temel 99 sıkıntının Kürt sorunu nedeniyle yaşanacağını, 4 partili ortak komisyonun bu konuda uzlaşamayacağını düşünen Öcalan şöyle bir pratik çözüm önerisi geliştirmiş: ‘Anayasanın Kürt sorunuyla ilgili bölümlerini, iktidar partisine son kongre öncesi katılmış olan ve yönetime giren iki isim, Numan Kurtulmuş ile Anayasa Mahkemesi eski raportörü Osman Can kaleme alsın” diye yazmıştı... Numan Kurtulmuş, AKP’ye katıldıktan sonra “Yeni Türkiye” demeye başlamıştı... Bilindiği gibi, Graham Fuller’in kitabının adı da, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” olduğu unutulmamalıydı... Acaba Abdullah Öcalan’ın Numan Kurtulmuş’u önermesi bir siyasi keramet mi sayılmalıydı, yoksa MİT Müsteşarı veya ondan önce CIA mensupları ile görüşürken mi bu yönde bilgi alınmıştı? diye soran Arslan Bulut, Milli Çözüm Dergisi’nin daha önce dikkat çektiği bir konuya parmak basmıştı. Washington Yakındoğu Araştırmalar Enstitüsü’nden Soner Çağaptay, ‘Foreign Affairs’ web sitesinde yayınladığı ilginç makalede, Suriye’deki müzmin iç savaşın ABD ile Türkiye’yi birbirine daha da yakınlaştırabileceği fikrini paylaşmıştı. Çağaptay’a göre, Türkiye’nin, Suriye’deki gelişmeler üzerinde belirleyici olabilecek “yumuşak güce” de, Esed rejimini devirecek yahut komşudaki çatışmaların sıçrayıp yayılmasından ülkeyi tümüyle koruyacak askerî birikime de sahip olmadığı apaçık ortada idi. Ankara, yazarın belirttiği üzere, “Türkiye’nin, bu sorunlu bölgede güvenliğini ve süre giden ekonomik başarısını korumak için NATO ve ABD’ye ihtiyacı olduğu” gerçeğiyle yüzleşmek zorundaydı. Zaman yazarı Joost Lagendijk’e göre, “Çoğu Türk bu rahatsız edici hakikati inkâr etse de, Çağaptay kesinlikle haklı idi. Onu ilgilendiren ise onun bu savının, AB-Türkiye ilişkileri için de geçerli olup olmadığıydı? Başka deyişle: Suriye savaşı, Ankara ile Brüksel’i de birbirine daha yakınlaştırır mıydı? Çünkü; Türkiye, Suriye’de güvenli bölgeler kurulmasına Avrupa’nın desteğini alamamıştı ve Brüksel uçuşa yasak bölge kurulması için ABD’ye baskı uygulamaya yanaşmamıştı” Bu nedenle Türkiye AB’nin Suriye planlarına taşeronluk yaparak Avrupa’nın güvenini kazanmalıydı… Suriye politikalarının başarısızlığı Davutoğlu’na mı fatura ediliyordu? Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu bazı gazetecilerle bilgilendirme toplantısı yapmıştı. Katılanların yazdıklarına göre Davutoğlu Suriye sürecinde olup biteni uzun uzun anlatmıştı. Fakat bu yazıların satır aralarından edindiğim izlenimlere göre Davutoğlu ‘tereddütlü’, ‘daha çok ikna çabasında olan bir akademisyen’, 'işin nereye varacağını kendisinin de bilmediği bir ruh hali içinde’ ve ‘sıkıntılı’ bir profil çizmiş. Kuşkusuz izlenen Suriye politikasının verdiği tahribatı en fazla hissedenlerin başında Davutoğlu geliyor. Bunu hepimiz görüyor, gözlemliyoruz. Ne yapacağını bilmez bir durumda, çırpındıkça batıyor. Oluşturduğu politikalar istediği sonucu vermiyor. “En iyi ben biliyorum” dediği bir alanda ciddi bir başarısızlık yaşıyor. Peki geldiğimiz tablo AKP kadroları arasında nasıl değerlendiriliyor? Daha birkaç yıl öncesine kadar Tayyip Erdoğan sonrası genel başkan adayları arasında adı geçen Davutoğlu’nun AKP grubundaki ağırlığı ve saygınlığı da giderek azalıyor. “İşte son zamanlarda bunun araştırmasını yaptım ve ilginç bir tabloyla karşılaştım. İlk edindiğim izlenim Ahmet Davutoğlu’na karşı AKP grubunda inanılmaz bir öfke bulunuyor. Suriye politikasının geldiği noktanın esas sorumlusu olarak Ahmet Davutoğlu görülüyor. Çünkü Ahmet Davutoğlu dışişleri bakanı olduğu ilk günlerden itibaren kendisine yöneltilen her eleştiriyi ve her endişeyi “siz karışmayın ben bu işleri çok iyi bilirim” tutumu ile hesaba katmadığı için suçlu ve sorumlu tutuluyor” diyen Levent Gültekin, parti içi huzursuzluklara ayna tutmaktaydı. Suriye’den önce Türkiye parçalanmaya çalışılıyordu! Başbakan Erdoğan “Suriye’den gelenlerin Esed zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığındığını, bizim kardeşimiz olduklarını” söyledikten sonra “muhaliflerin yakında Esad’ı indireceklerini umduğunu” da defalarca vurgulamıştı. Ancak Esad’ın indirilmesinin çok kolay olmayacağını ABD ziyaretinde anlamış ve Reyhanlı patlamalarından bile Muhalefeti sorumlu tutmaya başlamıştı. Alınan haberlere göre Güneydoğu’da üzerinde “Kürdistan” yazan tişörtler satılmaya başlanmıştı. Kürt sorunu adı verilen terör sorununun çözümü, Kürdistan’a zemin hazırlanması mıydı? “Ayırımcılık olmasın, Kürtlerin varlığı tanınsın, ana dilde eğitim yapılsın” sözlerinin aslında varmak istediği nokta ayrı bir devlet kurmak mıydı? BDP’nin, Öcalan’ın 100 açıklamalarından böyle olduğu seziliyordu ama demek ki artık açıkça ortaya konulmaktaydı. Demek ki “çözüm süreci” denilen girişimlerin asıl amacı ortaya çıkmaktaydı. Kardeşlerin birlikteliği neden aynı ülkede, aynı haklara sahip olarak birlikte yaşamak varken, “Kürdistan’ın kurulması” şartına bağlanmaktaydı? Güneydoğu Uyuşturucu çiftliğine çevrilmiş bulunuyordu! “Hatta Hasan Cemal'in 'çekilme günlüğü' de olmasa PKK'lıların sınır dışına çıktıkları nerdeyse fark edilmiyordu. Tabii ki medyanın konuşmaması ilgili kurumların gündeminde olmadığı anlamına gelmiyordu. Güvenlik bürokrasisi süreci çok yakından takip ediyordu. PKK'lıların her hareketi mercek altında. Telsiz trafiklerine göre kırsalda bir hareketlenme yaşanıyordu. Yerel kaynaklardan edindiğim izlenimlere göre PKK'lılar çekilme/terk etme işini çok ciddi yürütüyordu. Neredeyse insansız hava araçlarına, termal kameralara ve diğer istihbarat kaynaklarına takılan bir görüntü bulunmuyordu. (Fetullahçı yazara göre, bu PKK’lılar hepsi görünmez oluyor ve hiç radarlara yakalanmıyordu!?) Yani PKK'lılar girdikleri gibi yine görünmeden gidiyordu. Şüpheci yaklaşıp 'acaba çekilme göstermelik mi' sorusunun peşine takılmak da mümkün. Ancak başkente ulaşan raporlar 'çekilmenin hızlı olduğu ve neredeyse yüzde 80'ler oranında bir rakama ulaşıldığı' yönünde. Ancak hem Kandil'den yapılan hem de yerel siyasetçilerden gelen açıklamalarda 'acaba süreç bozulur mu' ya da 'eğer olmazsa' havası görülüyordu. Nitekim BDP teşkilatları bölgede yapılmakta olan karakol inşaatlarını engellemeye çalışıyordu. Geçtiğimiz günlerde Kırıkdağ bölgesindeki bir inşaatın temelleri tahrip ediliyor, ardından Dağlıca yakınlarındaki bir üs bölgesine taciz ateşi açılıyordu. Bölgede bugünlerde en çok konuşulan konulardan biri de uyuşturucu tarlaları oluyordu. Başta Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu'nun birçok yerinde ciddi bir uyuşturucu üretimi yapılıyordu. Sadece Diyarbakır kırsalında 5 bin dönüm Hint keneviri ekildiği biliniyordu. İşin garibi 'çözüm sürecindeyiz operasyon olmaz' deyip bu yıl daha fazla Hint keneviri ekilmiş bulunuyordu. Özellikle Lice, Kulp, Eğil, Hazro ve Silvan kırsalı neredeyse yemyeşil kenevir tarlalarıyla doluydu. Yani PKK'nın çekilmesiyle işler bitmiyor, ortada devasa rakamlara ulaşan bir kara para dolaşıyordu. Örgüt her ne kadar uyuşturucu ticareti ile işim yok dese de PKK'nın esrar tarlalarından çok ciddi gelir elde ediyordu. Örgüte üretim, imalat ve ticaret için ayrı komisyonlar ödeniyordu” diyen Fetullahcı Adem yavuz Arslan, Milli Çözüm’ün yıllardır yazdıklarını teyid ediyordu. İşte Açılım ve Barış palavraları bu sonuçları doğuruyordu: Hasan Cemal’in anlattığına göre, Murat Karayılan itiraf ediyor ve meydan okuyordu: Evet, Kuzey Irak’tan sonra şimdi de Kuzey Suriye Kürt bölgesi oluşuyordu! Murat Karayılan, çekiliş sonrasını “Henüz güçlerimizi dağıtma noktasında değiliz. Önce eğitim görecekler. Neden geldiler? Bu sürecin anlamı nedir? Güçlerimizi ideolojik olarak eğitmeden bir arada tutamayız” diyerek çekilme palavralarının daha büyük tetiklemelere hazırlık olduğunu açıklıyordu. Karayılan’a soruyorum; “Kuzey Irak’tan sonra, şimdi de Kuzey Suriye mi oluştu?” Hiç duraksamadan “Evet oluştu” yanıtını verip devam ediyordu: “Altı üstü 2 bin gerilla çekiliyor! Oysa bizim bütün gerillalarımızı elde tutacak ve hedeflenen amaçlarımızı gerçek kılacak çalışmaları sürdürmemiz gerekiyor” PYD'nin silahlı gücü 10 bini aşıyordu! “PKK'nın Suriye kolu” olarak bilinen PYD için Karayılan şu değerlendirmeyi yapıyordu: PYD’nin silahlı güçleri 10 bini geçti. Kendi meclislerini kuruyorlar, kendi savunma güçlerini oluşturuyorlar. Farklı ve yeni bir yapılanma gerçekleşiyor. Tabandan yukarı doğru bir yapılanma... O yüzden de Kuzey Irak’tan farklı bir yapılanma yaşanıyor”48 48 Bak: Hasan Cemal /28 05 2013 / T24 Bağımsız İnternet Gazetesi 101 ABD’nin Mısır Üzerinden Türkiye Mesajları RECEP BEY’İN VE GÜLEN’İN SON ÇIRPINIŞLARI İktidarın ve Cemaat’in Mısır’daki askeri darbeyle ilgili tavırlarında çok açık bir terslik ve samimiyetsizlik sırıtıyordu. Bu darbeyi bizzat ABD’nin planlayıp arka çıktığını Amerikan basını bile itiraf ediyor, ama Ahmet Davutoğlu ABD Dış Bakanı John Kerry ile görüşüp durumu düzelteceğini sanıyordu. Barack Obama buna darbe bile demiyor, ama kankası Recep Erdoğan demokrasi havarisi kesiliyordu. Ne yazık ki bu horozlanmaların ardından AKP iktidarı, askeri darbe ile gelen yeni Mısır yönetimi ile her türlü ilişkiyi devam ettirme kararı alıyor, yani Mursi’yi ve demokrasiyi resmen satıyordu. Avrupa ülkeleri, İslamcı Hükümet devrildi diye bayram ediyor, ama AKP kurmayları ve yalakaları hala AB’ye alınmak için çırpınıyordu.. Ve hele Fetullah Gülen, insana pes dedirten bir çelişki ve pişkinlik sergiliyordu. Çünkü henüz bir yılını bile doldurmadan gerçekten efsane hizmetler başaran ve dünya çapında atılımlar başlatan Erbakan Hükümetine karşı, televizyonlara çıkıp aleyhte kampanya açan ve bir nevi darbeye davetiye çıkaran Fetullah Gülen şimdi “Demokratik seçimle gelmiş Mursi’ye icraat yapma ve kendini kanıtlama fırsatı vermeden “sen bunu başaramadın” demek haksızlıktır, halka saygısızlıktır. Çünkü insanın bir yılda ağzını burnunu, sağını solunu tanıması bile imkânsızdır” anlamında laflar ediyor ve arka çıkıyordu. Acaba Erbakan’a yaptıklarından pişmanlık duyup günah mı çıkarıyordu? Yoksa….. Mısır’da iç savaş çıkmasını ve bu ülkenin parçalanmasını isteyen Yahudi Lobilerinin özel ricasıyla İhvanı Müslimin’i kışkırtmak için mi böyle davranıyordu? Ve bu bahane ile Mısır ordusu da iyice yıpratılıp, İsrail’in eli güçlendirilmek mi isteniyordu? Ve tam da böyle bir süreçte Rusya’nın İngilizce yayın yapan resmi kanalı RT’ye konuşan güvenilir bir kaynak, İsrail’in Suriye’nin Lazkiye askeri tesislerini vurmak için Türkiye’deki üsleri kullandığını belirtiyordu! Yani malum merkezler Recep Beye: “Bizim istediklerimizi yap, ama kendi istediğin gibi konuşup hava at!” demişler gibi davranılıyordu. Ve Sn. Erdoğan Mursi’ye destek mitingini kendisi yapmaya cesaret edemiyor, bu işi Saadet partisine bırakıyordu. Önce Mısır’da sahnelenen oyun ne ilk, ne de son oluyordu. Ayrıca oynanan oyunun gerçek adı “demokrasi” değil, “demokratur” oyunuydu. Dünya sistemini elinde tutan ve asıl oyun kurucu olan Siyonizm’i, yaşadığımız çağda en iyi teşhis eden Başbakan Erbakan, ahir ömründe en çok bu konu üzerinde dururdu. Hocamız: “demokrasi”; halkın kendi kendisini yönetmesidir. “Demokratur” ise; halkın yönetime alet edilmesidir” diyordu. Uygulanmakta olan yönetim biçiminin demokrasi değil, demokratur olduğunu misallerle açıklıyordu. Bu tanımı bilmeyenler veya abartılı bir tarif olduğunu düşünenler ve de vaktiyle bu oyuna alet AKP’liler, şimdi Mısır’da yaşananlar karşısında küçük dillerini yutmuş gibi görünüyordu. Seçimle gelen (%52 oy oranıyla) bir Cumhurbaşkanının askeri darbeyle görevinden uzaklaştırılmasına hepsi şaşırıyordu!. Bir askeri darbenin havai fişeklerle kutlanmasına ve darbecilerin alkışlanmasına hayret ediliyordu! AB ve ABD’li dostlarının Mısır’da gerçekleşen darbeye destek olmalarına, kendi elleriyle şekillendirdikleri ve adına demokrasi dedikleri putlarını yemelerine ahmaklar sitem ediyordu! Batı ve Arap medyasında yer alan bir habere binaen, CIA'yı temsilen önemli bir yetkili, Katar Emiri Hamed bin Halife Elsani ile bir araya geliyor ve saltanat koltuğunu veliahdı Tamim Bin Hamed Bin Mavza'ya hemen terk etmesini ABD adına resmi olarak talep ediyordu. Ayrıca bu saltanat transferi gerçekleşinceye kadar, Katar'ın hiç bir ülkeye ABD'nin izni olmadan herhangi bir mali yatırım yapmama talimatını veriyordu. Ve aynı merkezlerin talimatıyla, Mısır’daki darbe yönetimine 102 milyarlar yağdırılıyordu. ABD ve Batı Avrupa menşeli bazı stratejik araştırmalar merkezleri, bir ABD heyetinin Suudi Arabistan’da bulunduğunu ve ölüm döşeğinde olan Suudi Kral Abdullah'tan sonraki dönem için hazırlıklara önayak olduklarını söylüyordu. Nedense Fetullah Gülen hiç bu ülkelere niye demokrasi gelmiyor? diye dert edinmiyordu. Üstelik Sn. Gülen %73’lük katılımla gerçekleşen İran Cumhurbaşkanlığı seçimine hiç sahip çıkmıyordu! Bazı CHP’liler ve İşçi Partililer vicdanlarını karartan bir İslam düşmanlığı ve şeytanlık damarıyla Mısır’daki askeri darbeyi alkışlarken neye ve kime hizmet ediyorsa, bize göre, sözde demokrasiyi sahiplenmek görüntüsüyle, İhvanın bir iç savaşa kışkırtılması da aynı merkezlere yarıyordu. İslamcıların Mesihi Obama Siyonizm’e uşaklığı şeref sayıyordu! Fetullah Gülen Hocanın ve Recep Erdoğan’ın hayran oldukları Başkan Obama Siyonizm’e toz kondurmuyor ve her fırsatta Siyonizm’i öve öve bitiremiyordu. Aşağıda dikkatinize sunduğumuz satırlar Obama’nın Beyaz Saray’da 2008’den beri kutlamayı adet haline getirdiği Pesah gecesinden alınma sözlerden oluşuyordu. Bilmeyenler için hatırlatalım: Pesah Yahudilerin kutsal günlerinden biri sayılıyordu. “Beyaz Saray’da beşinci seder” başlığı altında duyurulan haberde şöyle deniliyordu: “ABD Başkanı Pesah’ın ilk gecesini ailesi, çalışanları ve arkadaşlarıyla bu sene Sara Netanyahu’nun Michelle Obama’ya verdiği seder tabağıyla kutladı.” ABD Başkanı Obama Beyaz Saray’da seder geleneğini 2008’den beri sürdürüyordu. Bu kutlamada ABD Başkanı Obama Pesah’ı şöyle tanımlıyordu: “Pesah; atalarımızın hayal ettiği, uğruna savaştığı ve sonunda kazandığı özgürlüğün kutlamasıdır! Gerçek özgürlük hayali Siyonizm’de tam anlamını buluyor! Bu da İsrail Milli marşında dile getirilen kendi topraklarında özgürce yaşama hakkıdır!” Uzun yıllar Kahire’de kalmış olan Ali Özek’in hatıratında da konu ediliyor, Ramazan Yıldırım’ın kaleme aldığı 'Medreseden Üniversiteye Ali Özek’ adlı çalışmada Ali Fuat Cebesoy’un Nasır devriminden sonraki Mısır’a gelişindeki gözlemi aktarılıyordu. “1914 yılında Mısır Osmanlı’dan yani Anadolu’dan 50 yıl ileride görülüyordu. Şimdi 1955 yılında ise Mısır Türkiye’den kırk sene ileride fakat ihtilal olalı üç yıl oluyordu. Bu üç sene içerisinde bayağı bir gerileme var, fakat henüz tam olarak yüzeye yansımamış…” Bunlar Ali Fuat Cebesoy’un gözlemi olarak aktarılıyordu. (Düşün yayıncılık, sh: 133). Anlayacağınız, 1952 yılı sonrasında Mısır geriye giderken Türkiye ise çok partili sisteme geçerek ileriye gidiyordu. Ve 1950’yi milat kabul edersek o zaman onlar bizden 50 yıl ileri iken şimdi Türkiye onlardan 50 yıl ileri geçiyordu. Nasır devriminin maliyeti işte budur. Nasır, Kral Faruk’u yolsuzluk ve işbirlikçilik gerekçesiyle deviriyor lakin kendisi kapalı rejimle buna tüy dikiyordu. Hatta Mısır ve Irak’ta kraliyetler yıkılmasaydı bu ülkeler bugün bulundukları noktadan belki onlarca defa daha ileride ve müreffeh olacaklardı” diyenler haklıydı. “İslam dünyası bu krizde de bir kaç parçaya bölünmüştür. Bu bölünmede esas olan kriterler ise karşımıza şu şekilde çıkmaktadır: 1. Suriye krizi, 2. Ekollerin, Mezheplerin mücadelesi, 3. Sürecin bazı rejimleri tehdit etmesi, 4. Batı’nın, özellikle de ABD’nin sahteciliği, 5. Yeni Türkiye süreci ve bölgede Müslüman Kardeşler ile birlikte yürütülen projeye duyulan tepki. Oysa Mısır’daki süreç yeni bir demokrasi tanımı kadar, İslam coğrafyası ağırlıklı yeni siyasi oluşumlara, ittifaklara, yeni haritalara ve güç mücadelesine gebe görünüyordu. Bu sınavın sonucunda bazı ülkeler projeleriyle birlikte ya batacak ya da kazanacaktı. Kimlerine göre bu “Ilımlı İslam Projesi” iken, kimilerine göre de “Büyük Arabistan”, “Yeni Osmanlı” ve “BOP”un devamıydı. Bundan ötürü, Mısır’da yaşanan aslında bir “Büyük Projeler” (Grand Projects) mücadelesinin yansımasıydı. Kuşkusuz, burada en büyük darbeyi şimdilik AKP Türkiyesi yemiş gibi duruyordu. Mısır üzerinden, yeni Türkiye’ye iç ve dış politika bağlamında çok önemli mesajlar veriliyordu. Türkiye’nin bölgedeki ve hatta uluslararası arenadaki yalnızlığı ile ortaya konulan tepki, bu tespiti bir kez daha 103 geçerli kılıyordu. Bu yalnızlık, Mısır sacayağının sakata getirilmesiyle birlikte daha da derinleşeceğe benziyordu. O yüzden Mısır’daki güç mücadelesinin seyri, Türkiye’nin bölge politikalarının geleceği kadar, iç siyasetinin seyri açısından da büyük bir önem arz ediyordu.” 49 tespitleri önemli gerçekleri yansıtıyordu. Başbakan Erdoğan Mısır üzerinden verilen mesajı alıyordu! Mısır üzerinden Erdoğan’a verilen mesaj şuydu: “BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, Ortak 1/1. Maddesi: (Self Determinasyon): Bütün halklar kendi kaderini tayin hakkına sahiptir. Bunun gereği olarak halklar, kendi siyasi statülerini serbestçe tayin edebilir; ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilir” uyarınca, Kürtlere şimdilik kapalı özerklik, ileride demokratik federatiflik yolunu açacak yeni Anayasa’yı ve açılımdaki 2. aşamayı hızlandırmazsanız; Gezi gazilerini tekrar ve daha büyük çapta piyasaya çıkarır, gazını da artırıp, Tahrir benzeri sonuçları başına sararız. Bu nedenle, iktidara getirilişinin özel şartlarına uyman konusunda son kez uyarıyoruz!..” Danışmanları vasıtasıyla bu mesajı alan Sn. Erdoğan aniden yeni anayasa çalışmalarına ve 2. açılım hazırlıklarına hız veriyordu. Ve işte tam bu sırada Suriye Kürdistan’ı (PYD) özerklik ilan etmeye hazırlanıyordu! Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ı RP Beyoğlu ilçe başkanı olduğu süreçte sonradan ABD Ankara Büyükelçisi olan Morton Abramowitz keşfediyor ve ileriki günler için önü adım adım açılıyordu. Tamamen ABD tezgâhı olan 28 Şubat devrimiyle Erbakan tasfiye ediliyor, Erdoğan iktidara hazırlanıyordu. Sonra BOP Eşbaşkanı yapılıyor, “ABD’nin Büyük Oyunu” adım adım sahneye konuyordu. NATO toplantısında Türkiye’yi bölen haritalar ekranlara yansıtılıyor, bu haritanın gereği için düğmeye basılıyordu. Erdoğan ağır davranınca onu ilk “keşfeden” Abramowitz, Erdoğan’a “Aşil topuğu” uyarısı yapıyor, “Kürt sorunu Erdoğan’ın Aşil topuğudur” diyor, mesaj alınıyor, Erdoğan “Öcalanlı açılım” için harekete geçiyordu. Hatırlayınız: • ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone AKP Genel Merkezi’ne gidiyor ve Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan’la uzun bir görüşme yapıyordu. • Gezi ayaklanması nedeniyle Öcalan’a “bölücü başı”, “terörist başı” diyen Erdoğan, sonra bu sözlerini kullanmayıp, hatta “barış elçisi” muamelesi yapıyordu. • Ardından Francis Ricciardone Doğu ve Güneydoğu turuna çıkıyor ve “Bizim rolümüz şimdiye kadar cesaret vermek, teşvik etmekti” diyordu. • Derken ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin dışında 30 kişilik bir AKP heyeti de Doğu seferine çıkıp 21 Batı ilinden 30 AKP milletvekili beş gün boyunca bölgede temaslarda bulunuyordu. • ABD ve AKP’nin dışında TÜSİAD da bölgeye sevk ediliyor, Şırnak’ın Cizre ilçesinde toplanma kararı alan TÜSİAD, AKP’nin Açılımı’na tam destek veriyordu. “Doğu ve Güneydoğu Ekonomi ve Kalkınma Zirvesi: Cizre Buluşması” isimli toplantıya TÜSİAD tam kadro katılıyordu. Haziran Ayaklanması nedeniyle Erdoğan’ın açıkça hedef aldığı Koç ve Boyner de Cizre’de bulunuyordu. • Öte yandan Erdoğan ile Obama telefon görüşmesi yapıyor, Hükümet sözcüsü Bülent Arınç ile Beyaz Saray’ın açıklamasının toplamına bakılırsa, Obama hem Erdoğan’dan Gezi eylemlerindeki duruma dair bilgi almış, hem de Suriye ve Açılım konularını görüşüyordu. • BDP heyeti İmralı’ya gidiyor ve Öcalan’ın “İkinci Aşama’ya geçtik” mesajıyla dönüyordu. • Hükümet kaynaklarına göre Öcalan’ın ilan ettiği “Açılımın İkinci Aşamasının” dört ayağı bulunuyordu: 1. Anadilde eğitim. 2. Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartındaki şerhin kalkması. 3. Terörle Mücadele Yasası, Türk Ceza Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nda düzenleme yapılması. 4. Eve Dönüş 49 Doç. Dr. Mehmet Seyfettin Erol 104 Yasası’nın kapsamının genişletilmesi. • Tam bu süreçte ABD sadece AKP’yi, PKK’yi ve TÜSİAD’ı değil, Gülen Cemaatini de harekete geçiriyordu. Kuzey Irak’ta yayın yapan Rudav’a konuşan Fetullah Gülen, “anadilde eğitime” açık destek veriyordu. Karayılan: “Öcalan 3. aşamada serbest kalacak!” diyordu. PKK’nın iki numarası Murat Karayılan’ın Alman “Die Welt” gazetesine yaptığı açıklamada “üçüncü aşamada Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılacağını” söylüyordu. Karayılan’ın Alman “Die Welt” gazetesine yaptığı açıklamada AKP ile sürdürülen “Barış Süreci”nin herkesin özgürlüğüyle sonuçlanacağını, buna Abdullah Öcalan’ın da dâhil olduğunu bildiriyordu. “Demokratik Konfederalizm” istediklerini belirten Karayılan, Taksim Gezi Parkı ile başlayıp tüm ülkeye yayılan ayaklanma ile ilgili olarak ta, “Tabii ki göstericiler arasında milliyetçiler ve ırkçılar var. Eğer onlara karşı bir inisiyatif oluşmazsa eylemler o zaman yanlış yöne gidebilir” diyordu. “Eğer gösterilerde AKP oy kaybedip iktidara CHP ve MHP gelirse barış süreci durur mu?” sorusuna da Karayılan: “Halk ve onun talepleri AKP tarafından ciddiye alınmıyor. Onların bu hatasını CHP ve MHP değerlendirebilir. Türkiye’de gizli güçler var. Derin devlet var. Bu gruplar bize de tedirginlik yaratıyor. Eğer bu oyuna parmaklarını sokarlarsa, o zaman süreç olumsuz etkilenebilir. Bu nedenle AKP bakışını değiştirmelidir” ifadelerini kullanıyordu. Günaydın, AKP yalakası Laçiner yeni uyanıyor ve: “PKK, süreci güçlenme aracı olarak görüyor” itirafında bulunuyordu. “İmralı süreci, barış süreci” gibi jelatinli kılıflarla PKK ile yapılan müzakereler gündeme kurban gidiyordu. Hani PKK yurtdışına çıkacaktı, çekilirken de silah bırakacaktı” deniyordu? Ancak terör örgütü yöneticileri silah bırakılmayacağını, verilen sözlerin tutulmadığını, sürecin savsaklandığını söyleyip ayak sürüyordu. Hükümetten ise ses çıkmıyor, ileri sürülen çarpıcı ve sarsıcı iddiaları es geçiyordu. Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner, terör örgütü PKK'nın süreci daha büyük bir çatışma ve güçlenme dönemi için araç olarak değerlendirdiğini söylüyordu. Örgütteki son değişimle Öcalan'ın, gücü kendince dağıtarak örgüt yönetimindeki etkisini koruma, PKK'ya hâkim olma, orayı yönetme arzusunda olduğunu dile getiren Laçiner, ikinci bir Habur riski bulunduğunu belirterek "PKK batıdaki Taksim olaylarına benzer sokak olaylarıyla meseleyi farklı bir boyuta da getirebilir. PKK sokağa ve kırsala hâkim olmaya çalışıyor." diyerek geçte olsa acı gerçekleri itiraf ediyordu. PKK’nın “Dağdaki silahlı adam sayısında artış gözleniyordu!" Örgütün, genel olarak tabloya bakıldığı zaman, süreci daha büyük bir çatışma için bir araç olarak, bir güçlenme dönemi olarak değerlendirdiğini anlatan Sedat Laçiner, şöyle devam ediyordu: "Güçlenme dönemi olarak değerlendiriyor ve bir taktik olarak görüyor. Kendilerince bir büyük son vuruş yapabilecekleri ana kadar, güçlenme aracı ve fırsatı olarak değerlendiriyorlar. Dağda silahlı adam sayısında artış var ve çatışmaya dönük hazırlıklar var. Son değişikliğe bakıldığı zaman burada Öcalan'ın örgüt yönetimini, eşbaşkanlıkla çeşitli kişiler arasında paylaştırdığını görüyoruz. Karayılan'ı askeri kanada kaydırdığını görüyoruz. Böyle gücü kendince dağıtarak örgüt yönetimindeki etkisini sürdürme arzusu var bir oranda. PKK'ya hâkim olma, orayı yönetme arzusu var." Gül ve Erdoğan “Dış Güçlerin ve Faiz Lobilerinin” Siyonist yapılanmasına destek veriyordu! Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Siyonist İlluminati’nin en önemli organlarından birinin (CFR’nin) Türkiye yapılanmasına onay verdikleri ortaya çıkıyordu. Konunun daha iyi anlaşılması bakımından önce İlluminati (Siyonizm’in Dünya Devleti) yapılanması hakkında çok kısa özet bir bilgi aktarmak gerekiyordu. Dünyayı kendilerine “bilge adamlar” adını veren, 10 seçkin Yahudi yönetiyordu. İlluminati’nin şeytan şebekesi, dünyanın en güçlü baronlarından, yatırımcılarından, şirket başkanlarından ve siyasi 105 kodamanlarından oluşuyordu. “İç çember” denilen en tepedeki bu 10 kişiye bağlı 300 kişi ise onların alt kadrosunda yer alıyor ve talimatlarını yerine getiriyordu. “İç çember” üyelerinin hepsi Dış İlişkiler Konseyi, Bilderberg, Trilateral Komisyon, Mason Locaları, Kafatası ve Kemik Tarikatı, Aspen Enstitüsü, Malta Şövalyeleri, Opus Dei, Roma Kulübü, Bohemian Grove, Dünya Ekonomik Forumu, Dünya Federalleri gibi Siyonist oluşumların üyesi oluyordu. Görüldüğü üzere Council on Foreign Relations (CFR – Dış İlişkiler Konseyi) Siyonizm’in Gizli Dünya Devleti’nin en önemli yapılanmalarından sayılıyordu. Ve gelelim CFR’nin Türkiye yapılanmasına… CFR, AKP İktidarı sırasında Türkiye’de Global İlişkiler Forumu (GİF) adıyla örgütleniyor ve GİF, CFR’nin “Konseyler Konseyi” olarak nitelendirdiği yapılanmanın Türkiye ayağı olarak kuruluyordu. GİF (Türkiye’de Global İlişkiler Formu’nun) başında Rahmi Koç bulunuyor, Forumun Yönetim Kurulu üyeleri şu isimlerden oluşuyordu: Başkan: Rahmi M. Koç Başkan Yardımcısı: Memduh Karakullukçu Başkan Yardımcısı: Hanzade Doğan Boyner Üyeler: Lucien Arkas, Aslı Başgöz, Hasan T. Çolakoğlu, Salim Dervişoğlu, Suzan Sabancı Dinçer, Ali Doğramacı, Metin Fadıllıoğlu, Sönmez Köksal, Gülsün Sağlamer, Özdem Sanberk, Ferit Şahenk, İlter Türkmen. Ve bakın GİF’in Yönetim Kurulu Başkanı Rahmi Koç neler söylüyordu: “Yaklaşık on iki senedir Council on Foreign Relations Uluslararası Danışma Kurulu’nda yer almaktayım. Orada katıldığım toplantılarda gördüm ki, dünya globalleşip küçüldükçe milletlerin dış politikaları daha fazla önem arz ediyor. Dış politika iç politikayı, o da ekonomiyi etkiliyor. Bu politikalar belirlenirken büyük ve ekonomisi güçlü devletlerin dinamikleri hesaba katılmalı, aynı zamanda bölgesel gelişmeler nazar-ı dikkate alınarak, komşuluk ilişkilerinde ikili menfaatler gözetilmelidir. Rusya’nın başı çektiği komünist bloğun parçalanmasından sonra Amerikan dış politikası dünyada daha önemli bir rol oynamaya başladı. Council on Foreign Relations gibi tamamen bitaraf ve hükümetlere dış politika konusunda tavsiyeler veren, neşriyatlar yapan, toplantılar, konuşmalar, seminerler düzenleyen bir kuruluşun faydasını yakinen gördüm. Yaşamın her kademesinden, çeşitli alanlardan seçtiğimiz arkadaşlarla Global İlişkiler Forumu’nu kurduk. GIF’i kurmadan evvel, Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Ali Babacan, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Sayın Egemen Bağış ve Sanayi ve Ticaret Bakanı Sayın Zafer Çağlayan ile konuyu görüştük ve öncelikle onların icazetlerini aldık.” Evet, Rahmi Koç bunları anlatıyor, yapılanmaya Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan ile birlikte Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan, Egemen Bağış ve Zafer Çağlayan gibi AKP’nin “ağır” toplarının da destek verdiği görülüyordu. CFR’nin kendi web sitesinde bulunan ve yapılanma yaptığı ülkelerdeki kuruluşların adları şöyle sıralanıyordu: (Founding Council of Councils Member Organizations) Australia: Lowy Institute for International Policy Brazil: Getulio Vargas Foundation (FGV) Canada: Center for International Governance Innovation (CIGI) China: Shanghai Institutes for International Studies (SIIS) Mısır-Egypt: Al-Ahram Center for Political and Strategic Studies France: French Institute of International Relations (IFRI) Germany: German Institute for International and Security Affairs (SWP) Israel: Institute for National Security Studies (INSS) Japan: Genron NPO Russia: Institute of Contemporary Development (INSOR) 106 South Korea: East Asia Institute (EAI) Turkey: Global Relations Forum (GIF)50 Şimdi Gezi olayları bahanesiyle, Recep Bey’in horozlanıp hava attığı faiz lobisinden Mustafa Koç ve Cem Boyner’in Kürdistan açılımı ve AKP’ye destek amacı için Cizre’ye niye gittikleri daha iyi anlaşılıyordu!? Eski Beyaz Saray milli güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski, The NationalInterest'e ABD'nin Suriye politikasını ve Suriye merkezli son gelişmeleri şöyle değerlendiriyordu: “Afganistan’a gitme konusunda başkalarıyla birlikte istişarelerde bulunduğumuz zaman ben (o zamanın savunma bakanı Donald) Rumsfeld’e tavsiyede bulundum. “Gidin, Taliban’ı yenin ve hemen oradan ayrılın!” Sanırım şimdi Suriye’deki asıl problem, onun potansiyel olarak bölgeyi istikrarsızlaştırıcı ve yaygınlaşıcı etkisi olmasıdır. Yani Ürdün, Lübnan, Irak ve İran’ı etkileyerek büyük bir Sünni-Şii mezhep çatışması sonunda bizimle İran arasında büyük bir kapışmaya yol açacaktır. Risklerin büyük, durumun da karmaşık ve karanlık olduğunu ve Amerikan gücüyle Suriye’nin etkili bir şekilde kontrol altına alınabilmesi için durumun pek elverişli olmadığını düşünüyorum. İsrail’in stratejik çıkarlarını, tüm bitişik komşularının istikrarsızlaştırılmasını gerektirdiği” düşüncesine katılmıyorum. Bence bu, uzun dönemde İsrail’in felaketinin formülüdür. Zira, eğer bu gerçekleşirse, bunun yan ürünü Amerika’nın bölgedeki nüfuzunun azalması olur, İsrail tamamen kendi başına kalır. Bunun İsrail için, daha da önemlisi benim için iyi olacağını sanmıyorum. Tahminim eninde sonunda bize halen Araplardan daha düşman olan bir ülkede büyük bir bölgesel savaşa dâhil olacağız, bu bizim için bir felaket olabilir. Ama bu, dünya meseleleriyle ilgili olarak gerçekten fazla bir şey bilmeyen sıradan Amerikalıların bütünüyle kavrayabileceği bir bakış açısı değildir. Amerika aslında bilgi bakımından fakir ve dünya hakkında çok az malumatı olan saf insanlar ve hayali duygular ülkesidir.” İşte Siyonist Yahudi Stratejist Zbigniew Brzezinski’nin bahsettiği ve “Araplardan daha tehlikeli düşman” olarak gösterdiği ülke Türkiye’dir, o bahsettiği bölgesel savaş yeri de Hatay-Amik Ovası yöresidir ki hadisi şeriflerde de haber verildiği gibi Melheme-i Kübra (Armegeddon) burada yaşanacak ve tabi İsrail’in ve ABD’nin hezimetiyle sonuçlanacaktır. Recep T. Erdoğan’ı sıkıştırıp, Kürdistan’ı kurma ve Türk Ordusu’nu Suriye’ye sokup batağa saplama planları bu nedenle hızlandırılmıştır. Obama ve ABD yönetimi Mısır’da bitaraf olduklarını söylüyordu ama fiiliyatta ise açıkça darbeden yana tavır alınıyordu. Darbeye darbe diyememek başka türlü nasıl izah edilebilir? Zaten ABD’de Mürsi yönetimini de daha önce “ne dost ne de düşman” olarak tanımlıyordu. Muhammed Mürsi’nin devrilmesi sürecinde AB ve ABD’nin maskesi iyice düşüyordu. Sisi’nin kalkıştığı 3 Temmuz Mısır darbesi, Nasır’ın 23 Temmuz 1952 tarihinde yaptığı darbe gibi Amerikan menşeli ve bir CIA darbesi oluyordu. Böylece Obama yönetimi, özrü kabahatinden daha büyük bir duruma dönüşüyordu. Beyaz Saray Sözcüsü Jay Carney, günlük basın brifinginde ABD’nin Mısır’daki gelişmelere neden darbe demediği sorusuna skandal bir cevap veriyordu. “Bu, çok karmaşık ve zor bir durum. Başkan Obama, Mısır ordusu tarafından Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin iktidardan uzaklaştırılması ve anayasanın askıya alınması kararı hakkında derin kaygı duyduğumuzu ortaya koydu. Şunu da kabul etmek önemli; on milyonlarca Mısırlı, Mursi’nin demokratik olmayan idaresinden dolayı meşru şikâyetlere sahip ve bunun bir darbe olduğuna inanmıyor, yeni bir hükümet istiyor. Açık olmak gerekirse, bu kararın (darbe olarak nitelendirme) beraberinde getireceği önemli neticeler var ve bu, olanlar hakkında farklı görüşlere sahip milyonlarca Mısırlı için son derece önemli bir konu. Burada çok samimi olmak istiyorum. Bu, karmaşık bir durum ve böyle bir karara varmada gereksiz bir şekilde çabucak hareket etmek çıkarlarımıza uygun değil. Çünkü hedefimiz konusunda dikkatli olmaya ihtiyacımız var. Bu da 50 http://www.cfr.org/global-governance/cfr-convenes-council-councils-linking-leading-foreign-policy-institutes-aroundworld/p27612 107 (hedefimiz) Mısır halkına demokrasiye geçişlerinde yardım etmek ve ulusal güvenlik çıkarlarımıza bağlılığımızı sürdürmek. Mısır’a yardım programlarımızda ani değişikliğe gitmenin, ABD’nin en iyi çıkarına uygun olmadığını düşünüyoruz” diye de sözlerine nokta koyuyordu. ABD sözcüsü demokrasiden sapılması sürecini demokrasiye geçiş süreci olarak tanımlıyordu. Beyaz Saray Sözcüsü bir başka konuşmasında ise katliam sorumlusu Mısır cuntasına ‘itidal’ tavsiye ederken Müslüman Kardeşlerin şiddet çağrısını kınadıklarını söylüyordu. Böylece “Ak kara ortaya çıktı. Bundan sonra aldanmak isteyene sözümüz yok!” diyen Mustafa Özcan, herhalde ABD ve AB’yi demokrasi havarisi ve can simidi gören AKP ve Cemaat’i ima ediyordu. Müslüman halka karşı kullanılmak üzere, ABD darbeci Mısır ordusuna F-16 savaş uçakları gönderiyordu. Mısır’da Cumhurbaşkanı Mursi’yi darbeyle görevden uzaklaştıran askerin, yönetimi gasp edişine destek veren emperyalist ABD, şimdi de bu ülkeye 4 adet F-16 savaş uçağı göndereceğini açıklıyordu. Barack Obama, Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin darbeyle görevden uzaklaştırıldığı yönünde bir açıklama yapmaktan kaçınıyordu, çünkü Obama’nın “darbe” kelimesini kullanması durumunda, Washington’un Mısır’a yaptığı yıllık 1.5 milyar dolar askeri yardımı kesmesi gerekiyordu. Siyasi uzmanlar, ABD’nin Mısır’ı “stratejik ortak” olarak gördüğünü ve İsrail’in çıkarına olacak şekilde bu ülkeye askeri yardımı kesmeyi göze alamadığını belirtiyordu. Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamalarda da ABD’nin silahlı güçler dâhil Mısır’a yapılan yardımı kesmesinin, ulusal güvenlik çıkarlarına uygun olmayacağını vurguluyordu. Mursi yönetimindeki Mısır’ın İsrail ile ilişkilerinde tam bir işbirliği oluşmasını bekleyen ABD’nin, sözde ‘askeri yardım’ için verilecek olan F-16’ları darbeden sonra vermesi ise büyük bir soru işareti oluşturuyordu. Daha önce Recep T. Erdoğan’ı alkışlayıp ağırlayan ve altın madalyalar takan petro-dolar zengini ülkeler de Mursi’nin görevden uzaklaştırılması sonrası Mısır için kesenin ağzını açıyordu. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri, Kahire’ye toplam 16 milyar dolar yardımda bulunma kararı alıyordu. Ve zaten AKP iktidarı da Mısır’daki yeni yönetimle her türlü ilişkiyi sürdürme kararını açıklıyordu. Suudi Arabistan ve Kuveyt 5 milyar dolar, Birleşik Arap Emirlikleri de 2 milyar dolar yardımda bulunacağını taahhüt ediyordu. Bütün bunların yanı sıra Mısır’da halkın Mursi’ye destek gösterileri de devam ediyor, Adeviye meydanında toplanan Mursi taraftarlarından bir kısmı pankart ve sloganlarla Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yürümek istiyordu. Güvenlik güçlerinin ikna etmesiyle 5 bin kişilik grup, buraya yürümekten vazgeçiyordu. Bütün bu karanlık gelişmelerin, Mısır’ı bir iç savaşa sürüklenmesinden ve ülkenin bölünmesinden endişe ediliyordu. 108 DARBELER Mİ, YOKSA “DEMOKRASİ DEREBEYLİĞİ” Mİ DAHA TAHRİPKÂRDI? Süper güç denilen karanlık merkezlerle, gizli ve kirli ilişkilere girişen siyasi figürlerden cemaat rehberlerine hiç kimse, artık çelişkilerden kurtulamıyor, çırpındıkça daha çok batıyordu. Şimdi Mısır’da, Mursi’ye yönelik askeri darbeye güya karşı çıkıyor gibi davranan Fetullah Gülen, 28 Şubat tertibinde Erbakan’a yönelik postmodern darbeye niye arka çıktığını; “28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini de hızlandırdı”51 sözleriyle savunmaya çalışıyordu. Yani ABD Yahudi Lobilerinin tezgâhı ve yerli maşaların katkısıyla Erbakan’ın devrilmesini ve yerine AKP iktidarını getirilmesini ve adım adım ertelenen Sevr’in yürütülmesini “Türkiye’ye demokrasinin yerleşmesi” olarak gösteriyordu. Zaman yazarı İbrahim Öztürk “Musaddık, Nasır, Mursi (II) yazısında (11 Temmuz 2013) Fetullah Gülen’in demokrasisinden neyi anlamak gerektiğini şöyle ifade ve itiraf ediyordu: “Oysa (Mısır ve Mursi) AK Parti’yi biraz incelese şunları görecekti. AK Parti siyaseten geçmişten (yani Milli Görüş çizgisinden tamamen) koptuğunu ilan etti. AB üyelik sürecini ve reformları derinleştirdi. Kemal Derviş imzalı IMF programına tam uygunluk sergiledi. Bu meyanda Mursi gibi herhangi bir şeyi millileştirmek bir yana, 10 senedir birçok şeyi radikal bir şekilde satmaktan çekinmedi ve içeride yabancı sermaye ağırlıklı bir yapılanmaya yöneldi. Mursi kıstırıldığı kapanın farkına varıp, dış desteği derinleştirmek (yani Yahudi Lobilerinin gözüne girmek) üzere, kontrollü liberal politikalara ağırlık verip, esas olarak tam katılımcı bir sivil anayasa yapmaya gayret etmeliydi. Zamana ihtiyacı vardı ama acele etti. Akıl hocaları da kendisini yanlış yönlendirdi. Biz yaşananları haklı görmüyor ve temenni etmiyoruz. Ama reel dünya bunu gösteriyor” (Yani Siyonist Lobilere ve ABD’ye boyun eğmek gerekiyor). “Hatırlayınız, İran Başbakanı Musaddık’ın 70 yaşlarında başına gelenler ibret vericiydi. Yaptığı en radikal iş İran petrollerini millileştirmek idi. ABD-İngiltere el ele vererek, para ile finanse edilen sokak gösterileri, İran Şahı’nın işbirliği ile İran ordusunu da devreye sokarak kendisini iktidardan düşürmüşlerdi. Yerine gelen kukla başbakanın yaptığı iş petrolü yine İngilizlere terk etmek oldu. Oyun bitti.” Yani askeri darbeleri asıl dünyaya hükmeden güçler tezgâhlıyor, işlerine gelmeyen milli iktidarları onlar devre dışı bırakıyor ve işbirlikçi yönetimleri demokratik hilelerle onlar işbaşına getiriyordu. Bu itirafı Fethullahçı bir Zaman yazarının yapması önem arzediyor ve AKP’nin Milli Görüş’e hıyanet ve siyonizme hizmet karşılığı öne çıkarıldığını deşifre ediyordu. Bu işbirlikçi iktidarlar eliyle, halkı oyalamak ve avutmak için verilen bir takım sahte özgürlük ve haklar; “toplumu Siyonist sermayenin küresel dünya düzenine demokrat köleler haline getirme” amaçlı hile ve yol, hastane ve köprü gibi imkânlar ve sosyal yardım sadakaları, aslında hıyanet operasyonları oluyordu. Hz. Musa’nın Firavun’a: “Bana karşı lütuf gibi göstermeye çalıştığın ve şimdi minnet edip başıma kaktığın (sarayında besleyip yetiştirmek gibi) şeyler, aslında (mensubu olduğum) İsrailoğullarını köleleştirmeye (ve uyumlu kulların haline getirmeye çalışmandan) dolayıdır” (Şuara: 22) yanıtı, zalim güçlerin ve işbirlikçilerin şeytani niyetlerini ve gerçek mahiyetlerini ortaya koyuyordu. Rahmetli Erbakan Hocamız’ın: “Demokrasi; halkın kendi kendisini 51 08.07.2013, HabarX yönetmesi, yani; milli çıkarları 109 istikametinde, kendi huzur ve hürriyeti için, kendi özgür iradesiyle istediği idarecileri seçmesidir. Ama “demukratur” ise; dış güçlerin, medya manipülesiyle, Masonik teşkilatlar ve sivil oluşumlar marifetiyle halkı yönlendirip, işbirlikçi hükümetleri iktidara getirmesi, yani “halkın yönetime alet edilmesidir.” Sözleri bu karanlık çağın belki de en önemli tespiti ve “kurtuluş”un en gerekli reçetesi oluyordu. Refah-Yol gibi Cumhuriyet Türkiyesinin en demokratik, en milli ve en verimli hükümetini devirmek üzere girişilen ve ABD Yahudi lobilerince tertiplenen 28 Şubat darbesi, Çevik Bir gibi asker paşalardan Fetullah Gülen gibi sivil maşalara kadar, figüranların kendilerine verilen rolleri oynadığı “demokratur” sisteminin nasıl yürüdüğünü bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Şimdilerde demokratur putunun yılmaz pazarlayıcılarından Zaman yazarı Mümtazer Türköne bir zamanlar postmodern darbeyi meşrulaştırmak için Erbakan Hoca'nın sözüm ona 28 Şubat kararlarını imzaladığını ispatlamaya uğraşıyordu. Üstelik bir de kendi ayıbına Milli Gazete'yi ortak etmeye, şahit göstermeye kalkışıyordu. Bu safsatalara inanmayanlar Refah Partisi'nin yayın organı olan Milli Gazete'ye baksınlarmış. Mesela 14 Mart 1997 tarihli Milli Gazete'nin "Her konuda tam mutabakat" manşetini okuyacaklarmış!? Oysa Milli Gazete’nin o nüshasında Başbakan Erbakan’ın, Bakanlar Kurulu toplantısı öncesinde MGK kararlarının Anayasal sürecine ilişkin teknik-hukuki bilgileri aktarılıyordu. Anayasa gereği Bakanlar Kurulu'nun gündeminin 1. maddesinin MGK kararlarının müzakeresi olduğunu açıklıyordu. Aslında manşet, hükümet üzerine yoğunlaştırılmak istenen psikolojik savaşa karşı Bakanlar Kurulu'nun mutabakatına vurgu yapmak istiyordu. Her şeye rağmen birlik ve beraberlik vurgusu yapılıyordu. Başbakan Erbakan'ın açıklamaları da, Milli Gazete'nin bakış açısı da, psikolojik teknikler ve kaba baskılarla kabinenin DYP kanadının ayartılıp, Hükümette çatlak oluşturmaya dönük uğraşlara karşı bir mesaj vermeyi amaçlıyordu. Yoksa Fetullahçı ve Amerikancı Türköne, 28 Şubat itiraflarının, deşifre olan sırların ve pişmanlıkların Erbakan'ı bir kez daha haklı çıkarmasından mı rahatsız oluyordu? Çünkü yazının son cümlesi bile, derin bir husumet kokuyordu. Zaman yazarı Şahin Alpay gerçekleri çarpıtıyor ve “şecaat arz ederken seciyesini kusuyordu”! “TSK'nın harekete geçmesinde, RP liderinin ve sözcülerinin provokatif, tahrik edici söz ve davranışları önemli rol oynuyordu. Erbakan'ın başında olduğu RP, demokrasinin çoğunluk yönetimi ilkesine bağlıydı, otoriter laiklik uygulamalarını da haklı olarak eleştiriyordu. Ama oy almak için çirkin bir din istismarı yapıyor; RP'ye oy vermeyenlerin Müslüman sayılamayacağı temasını işliyordu. Geniş toplum kesimleri temel hak ve özgürlüklere saygı konusunda RP'ye güvenmiyordu. Bu güvensizlik dindar kitleler arasında da yaygındı ve endişeyle izleniyordu. Sanıyorum, dindar kesimin başlıca temsilcilerinden Fethullah Gülen'in dahi Erbakan'ı istifaya çağırmasının esas nedeni buydu. Muhtemelen Gülen, Erbakan ve arkadaşlarının Kemalist militaristleri tahrik edici, provokatif söz ve davranışlarının dindar insanlara büyük sıkıntılar yaşatacağını görüyordu. Nitekim öyle oldu. Gülen'in kendisi de 28 Şubat sürecinde ABD'ye göçmek gereğini duydu; hakkında açılan uydurma davaların hepsinde aklandığı halde hâlâ orada Amerika’da yaşıyordu. RP'nin yanlışlarını ben de görüyordum. Yazılarımda önce RP'nin hazır olmadığı hükümet sorumluluğunu almasına, sonra da kapatılmasına karşı çıkıyordum.”52 Bu sözler, hem Fetullahçıların 28 Şubat’taki darbe şakşakçılığının ve demokrasi sahtekârlığının bir itirafıydı; hem de Amerikan uşaklığının ilanıydı! Çünkü 28 Şubat’ta “Şeriat geliyor, irtica hortluyor” diye yaygara koparanların amacı “darbeyi meşrulaştırma” ve “perde arkasındaki ABD Yahudi Lobilerini” saklayıp aklamaktı. Fetullahçı İhsan Dağı’nın sahtekârlığı sırıtıyordu! 52 Şahin Alpay / 06 Mart 2012 / Zaman 110 “28 Şubat darbecileri yargılansın. İyi de, peki; sinikleri, ezikleri ve korkakları ne yapalım? Onları da en azından biraz tanısak…”53 şeklinde horozlanan İhsan Dağı tam bir Fetullahçı yaklaşımıyla, uyuz ve ucuz kahramanlık taslıyor ve tabi “kahredici bir aşağılık kompleksi ve suçluluk psikolojisiyle” vicdanını rahatlatmak istiyordu. Zaman yazarı ve Fetullah yalakası İhsan Dağı’nın muğlâk ve yuvarlak ifadelerle geçiştirdiği ve dile getirmediği gerçek şuydu: “ABD Yahudi Lobilerince ve yerli asker-sivil işbirlikçilerce Erbakan’a karşı girişilen 28 Şubat hıyanetinde, darbecileri arka çıkıp alkışlayan ve Hoca’yı suçlayıp sataşan “sinik, ezik ve korkak” tiplerin başında “FETULLAH GÜLEN geliyordu! Çünkü o süreçte televizyon ve gazetelerde Erbakan aleyhine darbecilerin keyfine demeçler patlıyordu. Erbakan’ı karalamaya, Amerika’nın asker ve sivil kuklalarını parlatmaya uğraşıyordu!” Bugün “demokrasi havarisi ve hoşgörü perisi” kesilen Fetullah Gülen ve yardakçıları 28 Şubat sürecinde, İslam düşmanı darbecilerin şakşakçılığını yapıyor; Gâvurlara, Firavunlara ve Karunlara gösterilen “hoşgörü”yü, Erbakan’dan esirgiyordu! Bir de kalkıp hiç utanmadan ve yüzleri kızarmadan “mağdur edebiyatı ve darbe karşıtlığı” rolleri oynanıyordu. O dönemin sivil darbe derebeyi Mason Süleyman Demirel’le Fetullah Gülen’in samimi dostluğu ne çabuk unutuluyordu? “Türkiye parçalansa, devlet paçavra olsa bile, yine de asker karışmasın” demek, ahmaklıktan da öte bir alçaklığı yansıtıyordu! a) Bugün Türkiye’mizde 10 parti, 10 mezhep, 10 meşrep, 10 köken kaynaşıp birleşmiştir, ama hepsi tek MİLLET’tir. b) Ordu da işte bu milletin bir kesimidir, yani kendisidir. c) Adam öldürmek en büyük vebaldir, cinayettir, bir insanı haksız yere katletmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Ama çok istisnai ve zaruri durumlarda idam cezası da verilebilir ve saldırgan düşmanları veya terörist isyancıları bertaraf etmek gerekebilir. Şimdi soralım: 1- Asker de bu milletin bir kesimi olduğuna göre; ülke bölünmeye giderse, milli birlik ve dirlik tehlikeye düşerse, devlet ve düzen dejenere edilirse ve sivil yönetim ve yetkililer de: Ya acziyet ve zafiyetinden, ya hıyanet ve işbirliğinden dolayı, ciddi ve tehlikeyi giderici tedbirleri geciktirirse; O zaman hala “Ordu müdahaleye kalkışmasın, gerekirse demokrasi hatırına ülke parçalansın” diye beklenir miydi? 2- Dış güçler ve işbirlikçi hain çevreler –şimdiki gibi Kürt-Türk düşmanlığıgeçmişteki gibi Alevi-Sünni kamplaşması, sağcı-solcu kapışması, dindar-laik kutuplaşması başlatıp bir iç savaş çıkarırsa, buna rağmen demokrasi hatırına, yine de “Ordu bu işe bulaşmasın, gerekirse millet yıllarca birbirini boğazlasın; can, mal ve namus emniyeti, din ve düşünce hürriyeti ayaklar altına alınsın” diye beklenir miydi? 3- 31 Mart isyanı ne kadar haksız ve ahlaksız ise; 19 Mayıs ve sonrası Kurtuluş savaşı kıyamı da o denli lazım ve şanlı değil miydi? Siyonistlerin güdümündeki AB ve ABD’ye göre “İRAN nükleer silaha sahip olmamalıymış, eğer olursa Türkiye'de nükleer silah yapmaya kalkışırmış. Bu ise İsrail için çok büyük tehdit ve tehlike anlamındaymış.” Hemen belirtelim ki İsrail 53 06 Mart 2012 / Zaman 111 öncelikle bu küstahlığını ABD’den cesaret alarak sergiliyordu. Buna rağmen AKP NATO’nun Füze Kalkanı Projesi’nin bir ayağının Türkiye’ye konuşlandırılmasına izin veriyordu. Yani; Türkiye düşmanı İsrail’in güvenliği için oluşturulan bir projeye destek vermiş oluyordu. Yapılan açıklamalarda; “Füze Kalkanı Projesi’nin NATO’nun bir uygulaması olduğu, İsrail ise NATO üyesi olmadığı için bu projenin toplayacağı bilgilerden yararlanamayacağı” ileri sürülüyordu. Oysa İsrail NATO’nun resmi üyesi değildi ama NATO İsrail’i korumak için kurulmuştu. NATO’nun ağası Amerika’ydı ve ABD her durumda İsrail’i koruma ve kollama görevini sürdüreceğini defalarca açıklıyordu. Öyle ise DEMOKRASİ; ABD ve İsrail’e hizmetkarlığı, kendi halkımızın isteği ve desteği ile yapma cambazlığının kılıfı oluyordu!? Fetullah Gülen, ilgili açıklamasında “bazen askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğunu” da itiraf ediyordu: “12 Eylül dönemini de çok iyi biliyorum. Devlet memuruydum, vaaz-u nasihat ediyordum. Herkes belli bir hevesin zebunu Türkiye’yi bir yere çekmek istiyordu. Ve çekilmiş de olabilirdi 12 Eylül’de. Türkiye bir ejderin ağzına atılmış olabilirdi. Şimdi biz Asya’daki o devletler gibi perişan, derbeder, yıkık-dökük Rusya’nın vesayetinde bir hale gelebilirdik. Bu açıdan askeri müdahaleleri bütün bütün yadırgamak, bütün bütün isabetsizdir demek doğru değildir. Ama acaba demokrasi içinde askeri güç o dönemde anarşiyi aşamaz, kargaşanın önüne geçemez miydi? Terörü bertaraf edemez miydi?” Bununla beraber belki 12 Eylül’le gemi azıya almış bir komünizmin durdurulması, korkunç bir anarşiye muvakkaten (geçici) dahi olsa dur denmesi söz konusu olunca, bütün bütün onu da mahkûm etmek bana yakışıksız geliyor. Darbe kötüdür, bununla beraber her kötü şeyin içinde iyi bir yanı vardır. Cami avlularında bile o gün komünist gençler tarafından tehdit ediliyorduk. Türkiye’nin bir maceraya sürüklenme ihtimali vardı. Komünizmin kendi içinde çözüldüğü bir dönemde komünizmin ağına düşecektik. Bu ülkeyi seven herkes gibi darbeyi beğenmemekle birlikte darbecilerin günahlarına kefaret olabilecek, millet adına yararlı bir şey nazarıyla baktım. Yeraltı faaliyetleri olmasın diye mekteplere ahlak, din dersleri koydular. Bunu ben bir takdir hissiyle ifade ederim. Cumhuriyet hükümetleri içinde kendi tarihi dinamiklerine bu kadar eğilen olmadı. Hatta niyetleri halis ise ahirette büyük mükâfat ihsan edebilir.”54 Evet, Sn. Fethullah Gülen’in itiraf ettiği gibi, örneğin 12 Eylül olmasaymış: a) Türkiye komünizm canavarının ağzına atılıp Rusya’nın peyki (uydusu) olabilirmiş.. b) Türkiye anarşi ve terör yüzünden parçalanabilirmiş… c) İhtilal hükümetleri okullarda din derslerini mecbur hale getirip milletin manevi değerlerine hizmet edebilirmiş.. d) Cumhuriyet hükümetleri içinde tarihi dinamiklerimize en çok saygıyı ve sahip çıkmayı bir askeri darbe dönemi yapabilirmiş… Fetullah Gülen’in kutsal prensip gibi sahip çıktığı demokratik açılım, Türkiye’yi ve bölge ülkelerini dinamitliyordu. Suriye PKK'sı Kürdistan bayrağı asıyordu! Suriye'de AKP Türkiye'sinin planlarını altüst eden sıcak gelişmeler yaşanıyor, PKK'nın Suriye kolu PYD sınıra bayrağını çekiyordu. Suriye'nin Haseki kentine bağlı Rasulayn İlçesi'nde şiddetli çatışmaların ardından kontrolü ele geçiren PKK'nın bu ülkedeki kolu olan PYD, Türkiye sınırına 100 metre uzaklıktaki binada asılı olan Özgür Suriye Ordusu 54 ANKA 112 bayrağını indirerek, yerine kendi bayrağını asıyordu. Uzmanlar sınırda kurulan PKK devletini yorumluyordu: PKK’nın, eylemlerine başladığı 1984’ten beri amaçladığı dört parçalı bir Kürdistan’ın kurulmasında yeni bir perde yaşandığı belirtiliyordu. PKK’nın Suriye uzantısı PYD’nin Türkiye sınırındaki Rasulayn’ı ele geçirmesini değerlendiren emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, “PYD’nin hamlesi yeni bir devletin ilk adımıdır” diyordu. Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner de, “Suriye’de bir PKK devleti oluşturmak istendiğini” itiraf ediyordu. Laçiner, PYD’nin son günlerdeki girişiminin Türkiye’deki çözüm sürecine etkileri konusunda ise şu ifadeleri kullanıyordu: “Çözüm süreci diye toplum aldatılıyor. PKK’da öyle bir irade söz konusu değil. Başından beri hiç olmadı. PKK’nın tek bir hedefi var, ayrı bir devlet oluşturabilmek, daha sonra Suriye, Türkiye ve Irak’taki bu yapıları birleştirmek. Buna da sadece ve sadece silahla ulaşacağını düşünüyor. PKK, yönteminden de, hedefinden de vazgeçmiş değil. Çözüm sürecine taktik olarak bakıyor. Zaman kazanmak olarak bakıyor. Onun ötesinde, bırakılan bir tek silah yoktur. Türkiye’den çekilen kuvvetler, daha önce zaten çekilmişti. Bu süreçten önce zaten bin 500 civarında PKK’lı Türkiye’den çekilip Suriye’ye kaydırılmıştı. Onun ötesinde sınır dışına çıkma da mevcut değil.” Kandil’den T.C.ye tehdit yağdırıyordu! PKK'nın yeni tepe ismi Cemil Bayık, AKP hükümetine 'son uyarıyı' yapıyor ve bu açıklama çok kritik gelişmelerin sinyalini veriyordu. Kandil yönetimi AKP hükümetini adeta tehdit eden bir açıklama yapıyordu. 'Son uyarı' denilen açıklama PKK'nın yeni elebaşı Cemil Bayık'ın imzasını taşıyordu. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı imzasıyla yayınlanan açıklamada çözüm sürecinin ikinci aşamasının 1 Haziran'dan itibaren geçerli olduğu belirtilerek şu tehdit savruluyordu; “Biz hareket olarak son kez AKP hükümetini uyarıyoruz. Tüm halkımız ve kamuoyu tarafından belirttiğimiz konularda en kısa zamanda somut adımların atılmaması halinde, sürecin ilerlemeyeceğini ve bundan da AKP hükümetinin sorumlu olacağının bilinmesini istiyoruz”. Erbakan Hoca, Hak’ka dayandığı ve Kur’an’a tercümanlık yaptığı için hep haklı çıkıyordu: “Siyonist Yahudi sermayesi, öylesine şeytani bir sömürü düzeni kurmuşlardı ki; yeryüzündeki 6 milyar insanın her birisi, her yıl bu ırkçı emperyalizme fert başına 1200 dolar “dünyada yaşama rüşveti” vermek zorunda bırakılıyor. Ve öyle bir sinsi sömürü sistemi kurmuşlar ki, kimse bu kadar rüşveti Yahudi’ye nasıl verdiğinin farkında bile olmuyor. Böylece her yıl Rockefeller’in başkanlığını yaptığı bu 300 Yahudi ailesinin tekelindeki uluslararası şirketlere tam 7 trilyon dolar akıyor. Siyonist Gizli Dünya Devleti, ayrıca 1- Yeşil kâğıt tahviliyle 5 trilyon 2- Sarı kâğıt tahviliyle 5 trilyon 3- Beyaz kâğıt tahviliyle 5 trilyon Olmak üzere, bu “üç kâğıtçılık”la ayrıca ülkeleri her yıl 15 trilyon dolar daha sömürüyor. Bugün herhangi bir seyahate hatta Hac ve Umre ziyaretine gitmeye kalkışandan bile, uçakla gidiyorsa, IATA mecburiyetiyle bilet parasının yüzde 10’unu, gemi ile gitmek istiyorsa Loyd vasıtasıyla yüzde 9’unu, herhangi bir ülkeye para transferi etmeye çalışsa yüzde birini yine Yahudi’ye rüşvet vermek zorunda bırakılıyor. Bugün insanlık, dünyanın herhangi bir ülkesinde, hangi malı alırsanız alın fiyatının üçte birini Yahudi’ye dolaylı faiz ve vergi rüşveti olarak ödemek mecburiyetinin farkında bile olmuyor. Türkiye’de ve diğer ülkelerde şu anda, üretilen zirai ve sınaî malın tam 9-10 katı 113 fazla, karşılıksız para basılıp piyasada dolaşıyor. Siyonist merkezler istediği anda doların ve yerli paraların değerini düşürüp-yükselterek dünya piyasalarından trilyonlar devşiriyor. Büyük krizleri de aynı sömürü odakları tezgâhlayıp, böylece iflasa sürükledikleri Milli kuruluşları satın alıyor ve tüm dünyayı köleleştiriyor.” diyen Erbakan, dışa vuran sivilcelere değil, içerideki kanser hücrelerine dikkat çekiyordu; pansuman ve uyuşturucu tedbirler yerine gerçekçi çözümler öneriyordu. Gizli Dünya Devleti, ekonomileri ve hükümetleri bir bir ele geçiriyordu! Dünyada sessiz ve gizli bir küresel darbe yaşanıyordu! İtalya ve Yunanistan'da yaşanan ekonomik krizle ortaya çıkan tablo küresel güçlerin yani Siyonist merkezlerin maskesini bir kez daha ortaya çıkarmıştı. Dünyayı yöneten egemen güçler arasında sıkça adı geçen, Bilderberg, CFR, Trilateral Komisyon, Goldman Sachs gibi uluslararası Siyonist kuruluşların adı Avrupa'da yaşanan krizle yeniden tartışılmaya başlanmıştı. Avrupa ülkelerini Siyonist Trilateral Komisyonun üyeleri yönetiyordu Yunanistan yeni Başbakanı Lukas Papadimos'un dünyayı yöneten egemen güçlerden Trilateral Komisyonu'nun üyesi olduğu anlaşılmıştı. Aynı zamanda İtalya'da başlayan krizin ardından Başbakan koltuğuna oturan Mario Monti'nin de aynı kuruluşun üyesi olması, şüpheleri arttırmıştı. Estonya Devlet Başkanlığı görevini yürüten Toomas Hendrik İlves bu komisyonun üyeleri arasındaydı. Avrupa'da yaşanan ekonomik kriz ülkelerin bağımsızlığını tehdit ederken, halen Dünya Bankası Başkanı olan Robert B. Zoellick de Trilateral Komisyonu üyesi olması, kafaları iyice karıştırmıştı. Bu teknokratların bir diğer özellikleri ABD'nin en güçlü yatırım bankalarından olan Goldman Sachs da çalışmış olmalarıydı. Ve yeri gelmişken hatırlatalım ki, şimdi AKP politikalarının mimarı Kemal Derviş ve AKP Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de aynı Masonik odakların çıraklarıydı. Küresel sermaye başbakan atıyordu! Aslında her şeyin perde arkasındaki bir elden dizayn edildiği çok açıktı. Yunanistan'da Papandreu hükümeti, Meclis’de çoğunluğu oluşturmasına rağmen, bir hafta içinde yıkılmıştı. Yeni hükümeti ise parlamento dışından biri olan Papdimos’a kurdurmuşlardı. İtalya’da da adı skandallara karışan Berlusconi, her şeye rağmen güvenoyu alıp yeni hükümeti açıkladıktan kısa bir süre sonra, nedeni hala bilinmeyen bir sebeple istifa ettirilip uzaklaştırılmıştı. İtalya’da tek adam konumunda olan Berlusconi'nin güvenoyu aldıktan sonra neden istifa ettiği ise hala bir sırdı. Berlusconi'nin istifasının ardından İtalya'da kurulan hükümetin başında da tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi, meclis dışından biri olan Mario Motti bulunmaktaydı. Motti’nin Goldman Sachs ilişkisi niye gizleniyordu? Motti, Başbakan olmadan önce ABD'nin en güçlü yatırım bankalarından Yahudi sermayeli Goldman Sachs'da danışma kurulu üyeliği yapmıştı. Goldman Sachs'ın adı Yunanistan’da yaşanan ekonomik krizle sıkça anılmıştı. Yeni Başbakan Papadimos'un Goldman Sachs ile olan yakın ilişkisi de konuşulmaktaydı. Avrupa Merkez Bankası'nın yeni müdürü Mario Draghi de Goldman Sachs'ın Avrupa Başkan Yardımcılığı yaptığı unutulmamalıydı. Küresel sermaye ekonomik gidişatını beğenmedikleri ülkelere kendi çalışanlarını atayarak, denetimi altına alıyorlardı. Bir nevi borç verdikleri paraları kurtarmak ve güven altına almak istiyorlardı. Bu durumda o ülkelerin ne kadar bağımsız olduğu da böylece anlaşılmaktaydı. Ekonomik politikalar Siyonist merkezlerce belirleniyordu! "Kemal Derviş zamanında "15 günde 15 yasa" çıkarılmıştı. Kim için çıkarıldı bu yasalar? Biraz daha gerilere gidin, Nihat Erim Hükümetini hatırlayan" diyen Doç. Dr. Aziz Konukman Avrupa'da yaşanan bu durumu "Artık burjuva demokrasisi, krizlerde acil çözüm üretemiyor. Siyasi partiler de bir çıkış yolu bulamıyor. Uluslararası kuruluşlar da çözüm olarak teknokratlar atıyor. Daha çok, uluslararası finans kuruluşlarında, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlarda çalışmış, bu kuruluşlar tarafından kredibilitesi yüksek kişiler seçiliyor. Bu kuruluşlara güven telkin etmeleri önemli. Ülkelerin ekonomik politikaları 114 artık ulusal bir düzeyde belirlenmiyor. Ulusal ekonomik politikaları IMF politikalarına uygun olmak zorundadır. 2008 yılında Türkiye IMF ile masaya oturmadı IMF ile yolları ayırdı, ama IMF politikalarıyla yolları ayırmadı. IMF'siz IMF politikaları devam ediyor. Yunanistan'da durum daha da kötüye gidebilir. Yeni kurulan teknokrat hükümetinin de uzun soluklu olacağı şüpheli. Bu yüzden Yunanistan için Duyun-ü Umumiye'nin gelmesi gündemde" şeklinde konuşmaktaydı. Her şey dünyadaki Siyonist planların bir parçası oluyordu! Gazeteci-Yazar Atilla Akar da "Öncelikle belirtmeliyim ki dünyada bu tarz olaylar "Tesadüfen" olmuyor. Bu tip kişilerde o görevlere "Kendiliğinden" gelmiyorlar. Her şey dünyadaki bir "Ağ"ın, belli planların bir parçasıdır. Bu ağ ve onun ekonomik uzantıları önce bir yerde "Kriz" çıkartıyor sonra oraya "Kriz çözücü" olarak yine kendi adamlarını atıyor. Sonra da topluma dönüp "Maalesef çıkacak krizi öngöremedik" yalanını söylüyorlar. Çark böyle dönüyor. O kadar ki son "Teknokrat hükümetler" olayında açıkça "Demokrasinin inkârı" yaşandı. Böyle olması da çok normaldir. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde ülkeyi gerçekte o toplumun fertleri ve kendi hükümetleri yönetmiyor. Kâğıt üzerinde göstermelik bir demokrasi var. Dolayısıyla son olaylarda "Malumun ilanı" olmuştur. Bir anlamda iyi de olmuştur. Maskeler atılmıştır. Şimdi Yunanistan Başbakanı Lucas Papadimos ve İtalya Başbakanı Mario Motti'nin Trilateral Komisyon üyesi çıkmaları "Milli irade" dışında başka iradelerin "Memurları" olduklarını gösterir. Bunlar bu ağın "Mutemet kişilikler"idirler. Bu yüzden Üçlü Komisyon üyesi çıkmaları şaşırtıcı olmamalı. Tersi olsaydı şaşırırdım!" diyerek Erbakan Hoca’nın 50 yıl boyunca anlattığı gerçekleri haykırmaktaydı. Dünyadaki sömürü ekonomisini Yahudiler yönlendiriyordu! Küresel sermayenin önemli aktörlerinden birisi olan Goldman Sachs'ın eski çalışanları arasında ABD eski Başkanlarından Clinton döneminin Hazine Bakanı Robert Rubin ve Bush döneminin Hazine Bakanı Henry Paulson gibi isimlerin yanı sıra, Kanada Bankası'nın 2008'den beri başkanlığını yapan Mark Carney, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi ve İtalya'nın "teknokrat" Başbakanı Mario Monti gibi ünlü isimler de yer alıyordu. Ayrıca, Nijerya eski Finans Bakanı Olusegun Olutoyin Aganga, New York Fed Başkanı William C. Dudley, İtalya eski Başbakanı ve 1999-2004 yılları arasında Avrupa Komisyonu Başkanlığı yapmış olan Romano Prodi ve Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick gibi isimler de Siyonist Yahudi kuruluşu Goldman Sachs'ın ne kadar etkili olduğunu gösteriyordu.55 Şerafettin Elçi’nin MİT itirafı her şeyi açıklıyordu! Vefat eden BDP Milletvekili Şerafettin Elçi: “Şu anda Kürt sorununa en akıllı ve en yapıcı yaklaşan MİT’tir. İstanbul Emniyetinden polis şeflerinin görevden alınması üzerine, KCK diyordu. Bunun anlamı “özerk Kürdistan’ın kurulması ve federatif ayrışmanın sağlanması için, MİT’le Batılı güçler aynı istikamette ve birlikte çalışıyordu!” Egemen Bağış İngiltere’de: “Eğer barış operasyonlarının bıçak gibi kesilmesi dikkat çekicidir”56 görüşmelerinden bir sonuç alınmazsa, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanması seçeneği de gündeme diyerek Milli Türkiye’nin niyetini, Siyonist merkezlere şikâyet ve deşifre ediyor ve tedbir almaya yönlendiriliyordu. gelebilir” Mısır Gibi Sorunların Çaresi: Ne Darbe Devrimciliği; Ne Demokrasi Derebeyliği! Mısır’da Müslümanlara yönelik korkunç bir katliam yaşanmakta, zulmeden darbe rejimi de, İhvanı Müslimin’in temsil ettiği mazlum ve mağdur kesimler de, maalesef aynı Siyonist senaryolara alet edildiklerinin farkına varamamaktadır. Büyük İsrail hevesindeki tüm Siyonist merkezler, dış güçler ve onların işbirlikçileri, Mısır’ın parçalanması için mutlaka bir iç savaşın çıkarılmasını amaçlamıştır. Nasıl olsa; İhvan’ın ve karşıtlarının, ordu ve polis 55 56 Gökçen Göksal / Milli Gazete Cüneyt Özdemir / 5N1K / CNN Türk / 05.03.2012 115 mensuplarının ve sivil halkın hepsi birbirini boğazlasa, bir tek Yahudi’nin burnu kanamayacak, hiçbir gâvurun canı acımayacaktır. Bu nedenle, askeri cuntanın saldırganlaşması kadar, Mursi taraftarlarının inatlaşması da bizce ve özellikle bu süreçte sakıncalıdır. Bazen, sadece haklı olmak, çok vahim sonuçlar ve sorumluluklar doğuracak eylemleri meşru kılmaya yeterli olmamaktadır. “Yol hakkı bizimdir” diyerek, kırmızı ışıktan geçip son sürat üzerimize gelen tırın önüne, kalabalıklar halinde atlamaktaki “haklılık” bize hiçbir şey kazandırmayacak, doğacak facianın yaralarını saramayacaktır. Bunu: “Zulme teslim olmak ve haklarımızın gaspına tepkisiz kalmak” şeklinde de anlamamalıdır. Ancak kurulan büyük tezgâhın farkına varmak ve Siyonist senaryolara figüranlık yapmamak, kısaca öfkeyle kalkıp zararla oturmamak için elbette daha dikkatli, tedbirli ve temkinli davranmak, yani bulanık suların durulmasını kollamak daha akıllıcadır. Asla hatırımızdan çıkarmayalım ki; Siyonist odakların ve onların güdümündeki Haçlı Batı’nın, öyle insani kuralları ve vicdani duyarlılıkları bulunmamaktadır. Onların Siyonist hesapları ve emperyalist çıkarları dışında, hiçbir kutsal inancı yoktur. Bakınız, güya İslam’ın ılımlısına razı olan ve sadece radikalizme karşı olduğunu sıkça açıklayan Barbar batılılar (Amerika ve Avrupa), İşte Suriye’de, dünyanın dört bucağından topladıkları El-Kaide militanlarına, hem de AKP iktidarının yardımıyla, her türlü silah, teçhizat ve teknoloji desteği sağlamakta; ama her türlü baskı ve kışkırtmaya rağmen asla şiddete bulaşmayan İhvanı Müslümin’i ise, tüm meşru ve demokratik tavrına ve siyasi seçimleri kazanmasına rağmen; düşman ilan edip askeri darbelere davetiye çıkarmakta ve destek sağlamaktadır. Aslında ta başından beri, Recep T. Erdoğan’ın Eşbaşkanı atandığı BOP gibi, ARAP BAHARI’nın da bir Amerikan planı olduğunu söylediğimizde, bize karşı çıkanlar, sahnelenen Siyonist senaryoları, daha yeni yeni anlamaya başlamışlardır. ABD, Mısır’da, katılım oranı sadece %42 olan bir seçimde, oyların %51’ini alarak Mursi’ye Cumhurbaşkanlığı yolunu açmış ve “İhvanı Müslimin’i iktidarda başarısız kılmak ve umut olmaktan çıkarmak” amacıyla bu fırsatı tanımıştır. Ve yeni anayasa halkın sadece %19’unun katılımıyla onaylanmıştır. Belki gerçek demokrasiye imkân verilse İhvan daha fazla oy alacaktı. Ama, böylesine sakat ve sakıncalı sonuçlarla İhvan’ı iktidara taşımaları, onları hazırlıksız yakalayıp yıpratmayı amaçlamıştı. Rahmetli Erbakan Hoca’nın da, aynı şeytani maksatlarla iktidar olmasına ve Refah-Yol’u kurmasına razı olduklarını, Hocamız Aytunç Altındal’a bizzat kendileri açıklamıştı. Ne var ki Rahmetli Hoca, bütün bu tuzaklara hazırlıklıydı, ekonomik ve sosyal alanda büyük başarılara imza attı, havuz sistemiyle faiz lobilerinin sömürü hortumlarını kıstı, tarihi D-8 atılımıyla yeni bir dünyanın temellerini attı. Dış güçlere ve işbirlikçi hainlere, klasik irtica yaygaraları dışında, hiçbir mazeret bırakmadı. İktidardan ayrılırken de ordu-sivil çatışmasına yol açacak hiçbir taşkınlığa ve kardeş kavgasına kapı aralamadı. Bugün, Mısır’da İhvanı Müslimin’in ve Mursi’nin izlemesi gereken bu akıllı ve hayırlı tavırdır. Hatta Erbakan’ın mağduriyetini istismar eden AKP ve Erdoğan’ın, bu derece yüksek oy oranıyla iktidara ulaşması, Erbakan’ın Refah-Yol dönemindeki icraatlarına halk nezdinde duyulan güvenin ve Ona sahiplenmenin bir yansımasıydı. Ve burada sıcak koltuğunda oturup kendilerini “Haydi direnin, hakkınızı yedirmeyin!” diye kışkırtıp ucuz kahramanlık taslayanların, Mısır’daki darbeyi tertip ve teşvik eden ve destek veren ABD ve AB’nin işbirlikçileri olduğunu unutmamaları lazımdı. Bu arada Mısır Ordusu içinde de, bu korkunç katliamlardan ve iç savaş çıkarılıp ülkenin parçalanmasından ciddi rahatsızlık duyan ve kaos ortamından kurtulmak üzere hukuki ve ahlaki çıkış yolları üzerinde kafa yoran milli tavırlı komutanların varlığı ve huzur hazırlığı konusundaki duyumlarımız da inşallah doğrudur ve hayırlı sonuçlara vesile olacaktır. Güya antiemperyalist ve antisiyonist tavırlar takınan bizdeki Darwinist ulusalcıların, ABD ve AB destekli askeri darbeye hararetle alkış tutmaları, en demokratik seçimler 116 sonucu iktidara gelen İhvan’ın indirilmesine ve binlerce masum insanın katledilmesine “oh be, dinciler devrildi, dinsizler iktidara geldi” diye şebekvari çığlık atmaları, aslında nasıl bir Amerikan uşakları ve haçlı Avrupa hayranları olduklarının ve ondan türediklerine inandıkları maymun soylarının açık bir ispatıydı. Onların derin kinleri sadece İslam’aydı ve işte Mısır’daki Kıpti Hıristiyanlar ve Amerikan-İsrail maşası paşalarla bunlar aynı saftaydı. Ve bu nedenledir ki, yüzde değil, anca binde birler seviyesini bir türlü aşamazlardı ve Müslüman halkımızdan rağbet ve kıymet bulamazlardı. Mısır Savunma Bakanı Abdulfettah El Sisi’nin düzenlediği basın toplantısında “Allah’ın razı olmadığının yanında olacağız, onlara destek çıkacağız” gafları Allah’ın bunları şaşırtıp içyüzlerini ortaya koymasıydı. Şeytan her taşın altındaydı ve Mısır’daki darbeyi ve arbedeyi de yine Siyonistler hazırlamıştı! Rahmetli Erbakan Hoca’mızın yıllar önce söylediği şu sözü, tarihin değiştiremediği gerçekleri bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır: “Biz her taşın altında Yahudi var demiyoruz. Fakat Yahudi’nin hiçbir taşın altını boş bırakmadığını da biliyoruz!” 1- Son iki ayda binlerce masum Müslümanın şehit edildiği Mısır trajedisinde asıl sorumluların, vahşetin destekçisi ve müsebbibi olarak yine aynı karanlık odaklar olduğu anlaşılmıştı. Mısır’daki ihanetin planlayıcısı, yine Ortadoğu’nun bağrına hançer gibi saplanan katil Siyonist İsrail çıkmıştı. 2- Başbakan Netanyahu, İsrail kabinesindeki bakanları, Mısır’daki katliamlara sessiz kalınması konusunda uyarmıştı. 3- 2 Haziran 2011 seçimleri öncesinde, İsrail’de gerçekleşen bir panelde konuşan iki Siyonist bu planı hatırlatmıştı. Siyonistler, İhvan’ın seçimleri kazanması halinde Sisi’ye yoğun baskı yaparak Mursi’yi devirmek için bütün güçleriyle çalışacaklarına dair söz almıştı. 4- ABD’nin Mısır’a yaptığı 1.3 milyar dolarlık askeri ve 250 milyon dolarlık ekonomik yardımın kesilme tehlikesini de yine İsrail devre dışı bırakmıştı. 5- İsrail Mısır arasındaki yakınlaşmanın, Mursi’nin devrilmesinin ardından daha da geliştiği gözlerden kaçmamıştı. Sina yarımadasındaki gruplara karşı birlikte savaşan iki ordu arasında, geçmişte de iyi olan ilişkiler son dönemde daha da artmıştı. 6- Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Gazze halkı üzerinde eskisi gibi baskı kuramayan İsrail ise, işe Gazze’ye destek veren İhvan iktidarını devirmekle başlamıştı. Sisi’nin ilk icraatı Refah Sınır Kapısı’nı kapatmak oldu... 7- 3 Temmuz darbesinin ardından İsrail’e yaranmak için her şeyi yapan Sisi komutasındaki Mısır ordusu İsrail’in bölgedeki menfaatine olan her türlü adımı atmaktan geri kalmamıştı. Bölgedeki ortak tatbikat bunun son örneğini oluşturmaktaydı. 8- İsrailli milletvekili Ayalet Shaked, Türkiye’nin Güneydoğu’sunu ve Kıbrıs’ı da içerisine alan Arz-ı Mevud aşkını ilan eden twitinde, “Libya ufalanmıştır. Irak parçalanmıştır. Suriye’de iç savaş yaşanmaktadır. İran kaçak nükleer bomba yapmaya çalışıyor, durdurulması lazımdır. Mısır’da askeri darbe başarılmıştır. Artık bu toprakları teslim alma zamanıdır” ifadelerini kullanmıştır.57 Mursi; tehlikeyi sezmekte, olumlu ve ılımlı tedbirler geliştirmekte çok geç kalmıştı! Mısır’ın devrik Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, muhalefetin erken seçim önerisini reddetmişti. Darbe öncesi İngiliz Guardian gazetesine demeç veren Mursi, anayasadan, düzenden sapılmasına kesinlikle müsamaha göstermeyeceğini, istifasının kendisinden sonra geleceklerin meşruluğunu yok edeceğini ve ülkeyi büyük bir kaosa sürükleyeceğini söylemişti. Özel medya kanallarının muhaliflerin gücünü abarttığına işaret eden Mursi, şiddet olaylarının müsebbibi olarak hala eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'e bağlı olan yetkilileri göstermişti. Medyanın ufak tefek olayları büyüterek sanki tüm Mısır şiddet olaylarına sahne 57 20 Ağustos 2013; Milli Gazete 117 oluyormuş gibi yansıttığını belirten Mursi, olayların "derin devlet ve eski rejimden geriye kalanlar tarafından koordine edildiğini" belirtmişti. Mübarek'e bağlı bazı kişilerin, Müslüman Kardeşler'deki yandaşlarına saldırmaları için parayla adam tuttuklarını ifade eden Mursi, "Yolsuzluktan elde ettikleri paraları var. Ve bu parayı şimdiki rejimi yıkmak ve eski rejimi yeniden iktidara taşımak için kullanıyorlar. Parayı, saldırı düzenlemeleri için eşkıyalara dağıtıyorlar" demişti. Bazı ülkelerin bu süreçte önemli rol oynadığına dikkati çeken Mursi, bu ülkelerin hangileri olduğunu ise söylememişti. "Her devrimin düşmanı vardır. Bazı çevreler de Mısır halkının demokrasi sürecini engellemeye çalışıyor. Bu kesinlikle kabul edilemez" diyen Mursi, kendisine önemli yetkiler tanıyan anayasa değişikliğinden pişmanlık duyduğunu da ilk kez dile getirmişti. Mursi, muhaliflerin diktatörlük işareti olarak eleştirdiği değişikliği kısa bir süre sonra iptal etmişti. Mursi, parlamentonun halihazırda boş olan alt kanadına milletvekili seçimi tamamlandığında anayasal değişiklikleri ilk oturumda bizzat sunacağının sözünü vermişti. Mısır'da müttefikleriyle laiklik yanlısı muhalifler arasında çıkan çatışmalarda en az 12 kişinin yaşamını yitirmesi, yüzlerce kişinin de yaralanmasının ardından Başbakan Hişam Kandil, İçişleri bakanı Muhammed İbrahim, Genelkurmay Başkanı General Abdülfettah el-Sisi ve diğer üst düzey yetkililerle toplantı üstüne toplantı yapan Mursi, göstericilerin önünde toplandığı El-İttihadiye Sarayı'nı terk ederek Mısır'ın son Kralı Faruk'un doğduğu Kubbe Sarayı'na geçmişti. Bu arada, Mısır'da Cumhurbaşkanı Mursi karşıtı göstericilerin, başkent Kahire'nin Mukattam bölgesinde bulunan Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan) Genel Merkez binasına girdiği bildirilmişti.(AA) Bütün bu gelişmelere rağmen, Mursi, askerin ve muhalefetin tenkit ve tekliflerine maalesef tansiyonu düşürücü ve uzlaşma umutlarını diriltici bir yanıt ve yaklaşım verememişti. Mısır olaylarını daha doğru değerlendirmek için iç dinamiklerini bilmek lazımdı: Mısır’da Siyasi Yapı: Mısır’daki siyasi aktörleri ve denge faktörlerini aşağıdaki gibi tasnif edebiliriz: 1- Siyasi Partiler: 2- Dinî Hareketler: a- Müslüman Kardeşler b- İslami Cihad c- Cemaat-i İslamî d- Selefî Akımlar: • Şer’i Cemiyet • Sünnet Yanlıları Cemiyeti • Tebliğ ve Davet Cemaati • Kurumsallaşmamış Selefi oluşumlar e- Tasavvufî Oluşumlar 3- Dini Kurumlar: • Ezher Şeyhliği • Mısır Müftülüğü • Kıpti Patrikliği (Mısır halkının %11 kadarı Kıpti Hıristiyan’dır) 4- Parti Dışı Siyasi Platformlar: • 6 Nisan Gençlik Hareketi • Kifaye Hareketi • Değişim İçin Ulusal Birlik • Devrim Gençleri Koalisyonu • Mısır İçin Demokratik İttifak • Mısır Oluşumu • Mısır Herkesin Üstündedir İttifakı 118 5- Toplumsal Kanaat Önderleri: • Muhammed Bedı’ Abdulmecıd Samı • Tarık El Bişri • Saffet Hicazı • Memduh Hamza • Muhammed Hasaneyn Heykel 6- Yargı, Ordu Bürokrasisi ve Parlamento: (Yargı, Ordu, Mısır Halk Meclisi) 7- Sivil Toplum Kuruluşları: • Meslek Sendikaları • Sosyal Yardım Dernekleri • İnsan Hakları Örgütleri 8- Medya Organları: A- Resmi Televizyon Kanalları B- Yarı Resmi Gazeteler: • El Ahram Gazetesi • El Ahbar El Yevm • El Tahrir Matbuat ve Neşriyat Evi C- Özel Televizyon Kanalları: El Cezıre Haber Kanalı, Dream Kanalları Grubu, Orbıt Kanallar Grubu, El Mıhver Kanalı, El Hayat Kanallar Grubu, On TV Kanalı, En Nas ve E’r Rahme Kanalları, Mısır 25 Kanalı D- Özel Gazeteler: El Vefd Gazetesi, Hürriyet ve Adalet Gazetesi, Onur Gazetesi, Nasırcı Arap Gazetesi, Bugün Mısırlı Gazetesi, El Şuruk Gazetesi, Günlük Anayasal Gazete, Milletin Sesi Gazetesi E- İnternet Siteleri: Al Youm Al Sabı, Mısravı, Al Mısrıyyun, İhvan Online, Mısır’ın Penceresi Sitesi, Gözlem Şebekesi Siyasi Partiler: 1907- 2011 döneminde kurulan ve varlıklarını devam ettiren partiler ile kurulmakta olan partileri ideolojik, felsefi yaklaşımlarını göz önüne alarak, dört ana grupta sınıflandırabiliriz: A- Dini Eğilimli Siyasi Partiler B- Ulusalcı/Milliyetçi Eğilimli Siyasi Partiler C- Liberal Eğilimli Siyasi Partiler D- Sol/Sosyalist/Komünist Eğilimli Siyasi Partiler A- Dini Eksenli Siyasi Partiler: 25 Ocak 2011’den sonra diktatör Mübarek yönetiminin yıkılması ile birlikte dini eksenli cemaat ve hareketler, çok hızlı bir şekilde partileşmişlerdir. Partileri, Müslüman Kardeşler Hareketi, Selefi Hareket ve diğer İslami hareketler olarak üç ana grupta toplayabiliriz. Bunların bir kısmı kurulmuş bir kısmı da kuruluş aşamasındadır. 1- Müslüman Kardeşler Hareketi Zemininde Kurulan Partiler: a) Hürriyet ve Adalet Partisi Müslüman Kardeşler Hareketinin siyasi koludur. Örgütsel gücü ve siyasi tecrübesi diğer siyasi hareketlerin tamamından daha fazladır. Başkanı Dr. Muhammed Mürsi’dir. b) Adalet ve Kalkınma Partisi Başkanı, Müslüman Kardeşlerin eski yöneticilerinden olan Halid el-Zaferani’dir. Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisini kendisine model almıştır. c) Uyanış Partisi Başkanı, Müslüman Kardeşlerin eski yöneticilerinden İbrahim el-Zaferani’dir. d) Mısır Akım Partisi 119 Başkanı, İslam Lütfü olup muhafazakâr demokrat bir partidir. e) Vasat Partisi 2- Selefî Hareket Zemininde Partiler: • Nur Partisi • Islahat ve Uyanış Partisi • Mısır Uyanış Partisi • Köken Partisi • Fazilet Partisi • Islahat Partisi 3- Farklı İslami Anlayış ve Metotlara Sahip Partiler: • Selamet ve Kalkınma Partisi (İslami Cihad) • İnşa ve Kalkınma Partisi (Cemaat-i İslamî ) • İslami İşçi Partisi B- Ulusalcı/Milliyetçi Partiler: • Arap Demokrat Nasırcı Parti C- Liberal Eğilimli Partiler: • Özgür Mısırlılar Partisi • Mısır Özgürlük Partisi • Adalet Partisi • Yarın Partisi • Onur Partisi • Demokratik Cephe Partisi • Yeni Vefd (Delegasyon) Partisi D- Sol/Sosyalist/Komünist Eğilimli Partiler: a- İşçi Partisi b- Sosyalist Güçler Cephesi Sosyalist Güçler Cephesi ismini almış bu hareket, Halkçı Sosyalist İttifak Partisi, Mısır Sosyalist Partisi, Sosyalist Mısır Partisi ve Devrimci Sosyalistler Hareketi’nden meydana gelmiştir. c- Ulusal İlerlemeci Birleştirici Topluluk Partisi d- Mısır Özgür Sosyalistler Partisi e- Mısır Komünist partisi “Çıkış yolu: Zulme ve İşbirlikçilere Karşı Birleşik Cephe Oluşturulmalıdır: Müslüman Kardeşler Hareketi, şer ittifakını ve onun yerli işbirlikçilerini tasfiye edebilmek için darbeye karşı başlattığı, Şiddete bulaşmayan sivil itaatsizlik direnişini, süreçten rahatsız olan ve de olabilecek olan her kesimi içine dâhil edebileceği bir Birleşik Cephe Hareketi’ne dönüştürmek zorundadır.”58 Doğru. Ancak bu direniş inatlaşmaya varmamalı, ordu millet çatışmasına veya iç savaşa yol açacak tavır ve zıtlaşmalardan kesinlikle sakınmalıdır. Çünkü dış güçlerin istedikleri zaten bu ortamı hazırlamak ve Mısır’ın parçalanmasını kolaylaştırmaktır. Bunun için Müslüman Kardeşler hareketi, uzun vadeli bir yol haritası çizmek durumundadır. Bize göre Mısır siyası yapısı ile ilgili duygusallıktan uzak derinlemesine bir çalışma yapılarak kişiler, kurumlar, yapılar arasında uzlaşma ve ayrılma noktaları belirlenip ortak paydalar göz önüne alınarak söz konusu aktörler, sürece katılmalıdır. Müslüman Kardeşler Hareketi, Türkiye gibi ülkelerin tecrübelerinden yararlanmalı ve Adil Düzen projeleri Mısır’a uyarlanmalıdır. 58 Milli Gazete / Burhaneddin Can 120 Mısır halkına çok hukuklu bir sistem teklifi yapılarak, herkesin kendi hukukunu yaşayacağı ortak bir düzenin kurulabilmesi için Birleşik Cephe Hareketi’ne destek sağlanmalıdır. Mısır halkının zalimlerin safında yer almaması için tebliğ mekanizması etkin bir şekilde devreye sokulmalıdır. Mısır’daki Ehli Kitapla olan ilişki, 3/64 ve 29/46 ayetleri kapsamında ele alınmalıdır. Birleşik Cephe Hareketinin etkili olabilmesi için ortak bir dil ve söylem geliştirilmeli ve kullanılmalıdır. Batının fiili işbirlikçi kuklaları ve İslam düşmanları hariç Tahrir Meydanı eylemlerine katılanların hiç biri, karşı safta görülmeyip kazanılması amaçlanmalıdır. Bu noktada Cuntacılar hariç tüm subay ve erler kadrosu, kazanılması gerekenler olarak görülmeli, ona göre davranılmalıdır. Müslüman Kardeşler Hareketi zemininde kurulan tüm partiler, tek bir çatı altında toplanmalıdır. Süreç ilerledikçe, şer ittifakı, Müslüman Kardeşler Hareketi içerisinde ihtilaf çıkarmaya çalışacaktır. Bu noktada gösterilecek zafiyet, yıkımdır, dikkatli olunmalıdır. 21. Asır Haçlı seferlerinin amacı, İslam coğrafyasının, dini, etnik ve mezhebi olarak parçalanıp kontrol altına alınmasıdır. Siyonizm’in güdümündeki şer ittifakının Küresel kapsamdaki yeni stratejisinin bu olduğu ve İslam’ın her çeşidini boğmaya çalışıldığı asla unutulmamalıdır. Ve “Kâfirler (ve işbirlikçi münafık kesimler) birbirlerinin velileri (himayecileri ve destekçileri)dir. Eğer siz birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelecektir.” (8 Enfal 73) tespitleri üzerinde dikkatle durulmalıdır. İhsanoğlu neden tepkilerin odağına alınmıştı? AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik'in ardından Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın da, İslam İşbirliği Teşkilatı'na ve Teşkilatın Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu'na "darbeye sessiz kalıyor" tepkileri tam bir şarlatanlıktı. Erdoğan’la Gül’ün Çabalarına Yazıkmış! Twitter üzerinden sert bir açıklama yapan Çelik, “İhsanoğlu’nun ne iş yaptığını bilen var mı? Bu zat, darbeden sonra Mursi’yi suçlamıştı” diye yazmıştı. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri seçilmesi için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük çaba harcadığını hatırlatan Çelik, “Hatırladıkça ‘yazık’ diyorum, İslam İşbirliği Teşkilatı, böyle günlerde sesini yükseltmeyecek de ne zaman yükseltecek. Yoksa teşkilatta herkes parası kadar mı etkin? Yoksa General Sisi'ye giden paralarla İİT'nın suskunluk kaynağı aynı mı? Danimarka'nın, Hollanda'nın sesi İİT'ından daha gür çıkıyorsa bu ne iştir?" diye yakınmıştı. İstifasını basıp oradan ayrılırmış! İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Mısır’daki zulüm karşısında sessiz kalmasını eleştiren bir diğer isim de Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’dı. Bozdağ bu kuruluşun kralların çıkarlarının değil İslam’ın teşkilatı olduğunu söyledi ve gazetecilerin bir sorusu üzerine şunları açıklamıştı: "Teşkilat Genel Sekreteri olsam, ‘Bu zulüm karşısında İslam ülkelerini işbirliğine davet ediyorum’ derdim. İşbirliğine yanaşmazlarsa ‘Böylesi zulüm karşısında sessiz kalmasının onursuzluğunu taşıyamam’ diye devam ederdim. İstifamı basar, oradan ayrılırdım." İhsanoğlu’nun Hüseyin Çelik'e yanıtı da utandırıcıydı! Eleştiriler üzerine Hürriyet'ten Uğur Ergan'a konuşan İhsanoğlu şunları aktarmıştı: “Benim yaptığım açıklama, BM Güvenlik Konseyi'nin açıklamasının gerisinde değildir. Aynı seviyededir. Bazı arkadaşlar bunun ötesinde ifadeler duymak, dinlemek istiyor olabilirler. Ben şahıs olarak herkesten daha fazla şeyler söyleyebilirim. Ama müşterek bir mekanizmanın hareketini, konsensüsünü aramak zorundayım. Genel Sekreter demek, teşkilat demek değildir. İİT'nin 3 yıllık zirve dönem başkanı da Mısır'dır.” "Bizim sicilimiz ortadadır" diyen Ekmeleddin İhsanoğlu, Libya katliamına ortak olan Erdoğan ve 121 yandaşlarını dolaylı olarak kınamıştı: İhsanoğlu NTV’ye verdiği demeçte özetle şunları anlatmıştı: “Mısır’da ölenler arasında benim de yakından tanıdığım insanlar var. Zamanında Libya'da Kaddafi'ye karşı ne AB, ne Arap Ligi ne de BM Güvenlik Konseyi'nin ağzı açılırken, Kaddafi'ye karşı ilk açıklamayı biz yaptık. Bizim sicilimizin ne olduğu ortadadır. Bunun farkında olmayanlar, farklı kanaatler ortaya koyabiliyorlar” diyerek kendini haklı çıkarmaya çalışmıştı. “Mursi’nin, yine dindar ve İhvan’a yakın diye propaganda edilen Sisi’yi ordunun başına nasıl getirdiğini sormak gerekir” diye havalar atan ve önceleri alkışladığı Mursi’yi suçlamaya çalışan Mustafa İslamoğlu’na göre bundan ders çıkarılması lazımdı: “Acılarımızdan ders almazsak bunları bir daha, bir daha yaşarız. Sadece Mısır’da değil her yerde bir basiret kıtlığı görüyorum. Aklımızın yerine ağzımızı koyma zaafımız, bizi perişan ediyor. Yani slogan atıyoruz. Müslümanlar olarak en büyük problemimiz bu. Duygumuzun seli, aklımızı yok ediyor. Bu yüzen plan yok, strateji yok, ince düşünce yok. Bunun yerine bağırma, slogan, görünme var. Ama bu varlar, o yokların yerini tutmuyor” diyenlerin hala Adil Düzen dışında hiçbir ilmi proje ortaya koyamamış olmaları… Erbakan Hoca’nın: İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı, İslam Ortak Pazarı, İslam Dinarı, İslam Savunma Paktı, İslam Kültür ve Eğitim İşbirliği Kurumları gibi İslami ve insani programlarına hala sahip bile çıkmamaları, bunların ayarını ortaya koymaktaydı. Bu Şeytani girişimler zalimlerin aleyhine sonuçlanacak, Darbeciler ve destekçileri pişman ve perişan olacaktı! Örneğin Arap baharı Batı’ya farklılıkları bir arada barış içinde yaşatma yeteneğini ispatlamaya çalışırken, Mursi tam ters cephedeki Selefîlerin “şeriat” taleplerini dengelemek zorunda kalmıştı. Mısır’da İhvan’ın Tunus’ta Nahda’nın önüne bir yandan eski işbirlikçiler, bir yandan da Selefiler ayak bağı olmuşlardı. Ama sonunda İhvan, darbe ile devrilirken Selefîler darbeye verdikleri destekle bu hıyanetin altında kalıp boğulmuşlardı. Bizdeki eski İrancıları, sonradan Hizbullah diye ortaya çıkanlarla aynı tıynet ve zihniyete sahip selefiler Mısır darbesi ile rezil olmuşlardı. Daha önce her dört kişiden birinin oylarını alan Selefîlerden Mısır’da geriye hiçbir şey kalmamıştı. Suud ailesinin, yıllar boyu yatırım yaptıkları Selefî hareketi, darbecilere destek vermek adına bozuk para gibi harcanmıştı. “ABD başta olmak üzere Batı dünyası, Mısır’da ve Suriye’de olanlara, İsrail’in güvenliği açısından yaklaşmaktadır. Ateş çemberi içinde kalan İsrail dahil olmak üzere bu kan deryasının hiç kimseye hayrının olmayacağını kısa zamanda fark etmeleri lazımdır. Asıl ve öncelikli sorun bölgenin aktörlerinin omzundadır. Suud monarşisinin ve Körfez emirliklerinin bu kadar pervasız ve aracısız sahaya inmeleri ve ellerindeki bütün sermayeyi tüketmeleri, bir şeylerin sona yaklaştığını da hatırlatmaktadır. Darbeciler aradan geçen bir buçuk aya rağmen, hâlâ Mısır’ı yönetebilir hale gelemediler ve giderek bu umutlarını kaybediyorlar. İhvan, stratejik bir karar ile direnişten vazgeçse bile artık darbecilerin Mısır’ı yönetemeyecekleri açıktır. Darbeciler ve destekçileri kaybederken, silahlı gücün ve paranın İslâm dünyasında bir anlamı kalmamıştır. Hem darbecilerin silahı, hem de Arap monarşileri kaybetmiş durumdadır” 59 diyen Fetullahçı Mümtazer Türköne, sanki İsrail’in güvencesi ve geleceği için ABD’ye yol göstermeye çalışmaktaydı. Üstelik Amerika da geri adım atmaya başlamış ve “Mısır’a yapılan yardımları gözden geçireceklerini” açıklamışlardı! Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest, Mısır'a yapılan yardımların gözden geçirildiğini açıklamak zorunda kalmıştı. Ülkedeki eylemler dolayısıyla gönderilmesi planlanan F-16 uçakların ve 'Parlak Yıldız' adlı ortak askeri tatbikatının iptal edildiğini hatırlatan Earnest olayların sürmesi durumunda yeni kararlar 59 20.08.2013 / Zaman 122 alınabileceğini de hatırlatmıştı. Mısır'da yaşanan olayları bir kez daha kınadıklarını dile getirirken, barışçıl gösteri yapan birçok kişinin geçici hükümetin uyguladığı şiddete maruz kaldığını ifade eden Earnest, bu durumun Başkan Obama tarafından da kınandığını vurgulamıştı. Geçici hükümetin insan haklarına saygı ve demokratik sivil bir yönetime geçmek konusunda vaatlerini yerine getirmediğini ve kendilerini bu konuda başarısız bulduklarını söyleyen Earnest, askeri rejim tarafından atılan adımların ABD ve tüm dünyada kaygıları artırdığını aktarmıştı. Amerika’nın hiçbir kuklasına sürekli sahip çıkmayacağı, yeterince kullandıktan veya başını ağrıtmaya başladıktan sonra bunları çok ucuza harcayacağı ise zaten bilinip durmaktaydı. Bu arada Sisi Cuntasının, Mısır’daki Müslüman Kardeşler teşkilatını etkisizleştirmek amacıyla, İhvanı yasadışı sayacak, siyasi ve sosyal hizmetlerini yasaklayacak bir yola başvurması ise, olayları tamamen çığırından çıkaracak ve başlarına daha büyük belalar açacaktır. Sina’da 25 Mısır polisine şüpheli infaz! Mısır'da geçen ay darbe yapan ordunun Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketini yasadışı ilan etmeyi tartıştığı bir dönemde, Sina Yarımadası'nda 25 polisin öldürülmesi, ordu içindeki hainlerle İsrail’in işbirliği içinde bu katliamı yapıp İhvan’ın üzerine yıkmaya çalışacaklarını hatırlatmıştır. Minibüsle silahsız olarak görevlerinden dönen polisler, Gazze Şeridi sınırındaki Refah kasabası yakınlarında silahlı kişiler tarafından yere yatırılarak kafalarına kurşun sıkılmıştı. Gözlemciler, katliamın İhvan'ı terörizmle irtibatlandırmak için kullanılabileceğini vurgulamıştı. Erkeksen gereğini yapmalısın! Başbakan Erdoğan, partisinin il başkanları toplantısında yaptığı konuşmada Mısır’da yaşanan gelişmelerin arkasında İsrail’in varlığını ve buna dair bir belgeye de sahip olduklarını açıklamıştı. 2011 tarihli bir panelde konuşan Fransız Yahudi’si Bernard Henri-Levy’nin sözlerine atıfta bulunan Başbakan Erdoğan’dan beklenen, derhal harekete geçmesi ve icra makamında olması hasebiyle “gereğini yapmasıydı”. Suriye’ye müdahale konusunda oldukça iştahlı ve aceleci davranan Erdoğan’ın, Suriye’den bin beter katliamların yaşandığı Mısır cuntasına karşı sadece kurusıkı laf atıştırması da dikkatlerden kaçmamaktaydı. Erdoğan, 2 Haziran 2011 tarihli ve şu andaki İsrail Adalet Bakanı Tzipi Livni’nin de katıldığı bir panelde konuşan Fransız Yahudisi düşünür Bernard Henri-Levy’nin, Müslüman Kardeşler’in seçimleri kazanması durumunda, “Demokrasi bunu istiyor diyemem, bırakalım seçim süreci işlesin diyemem” yorumuna göndermede bulunarak Levy’nin, aynı konferansta Mısır’daki seçimleri Müslüman Kardeşler’in kazanması durumunda tutumunun nasıl olacağı sorusuna, “Bu durumda orduyu göreve çağırırım” şeklindeki yanıtını hatırlatmıştı. Şimdi Sn. Başbakan’ın yapması gerekenler şunlardı! • Öncelikle Türkiye’ye giydirilmeye çalışılan “BOP gömleğini” çıkarıp eşbaşkanlıktan istifa etmelidir. • American Jewish Committee (Amerikan Musevi Komitesi-AJC) tarafından verilmiş olan Üstün Cesaret Ödülü’nü iade etmelidir. • İsrail’in güvenliği için Türkiye’ye konuşlandırılan Kürecik radar üssünü kapatıp Patriotları geri göndermelidir. • Dış politikadaki önceliklerimizi ve angajmanlarımızı “İsrail tehdidi” merkezli olarak yeniden düzenlemelidir. • En azından Danimarka ve Hollanda kadar gayret ve cesaret gösterip büyükelçileri geri çekmelidir. • Özür mizanseni ile ustaca üstü örtülen ve tazminat seviyesine indirgenen Mavi Marmara katliamının hesabı “laf kalabalığına” getirmeden soruluvermelidir. 123 Bir ülkeyi kamuoyu önünde terör devleti ilan ederken bir yandan da o ülkeyle her türlü ilişkiyi sürdürmek, ahmaklık değilse kendi halkını aldatmaktır. Yaman bir çelişki yaşanmaktadır. Sayın Erdoğan'ın İsrail konusunda neler söylediği ortadadır. İsrail kendisinin en önemli seçim kozlarındandır. Sıkıştığı anda İsrail'e yüklenip durumu kurtarmaktadır. Halkının haklı İsrail karşıtlığını ustaca kullanan Erdoğan bir anlamda tribünlere oynayıp İsrail’in işini kolaylaştırmaktadır. Gelin Mavi Marmara katliamının ayrıntılarını hatırlayalım: 1- İsrail resmen özür dileyecekti. 2- Mavi Marmara kurbanlarının yakınlarına tazminat ödenecekti. 3- Gazze'ye uygulanan ambargoya son verilecekti. Şimdi madde madde "tüm şartlarımız koşulsuz kabul edildi" kandırmacasını deşifre edelim. • "İsrail özür diledi" diyorlar ancak ortada bu özre dair hiç bir yazılı belge bulunmamaktaydı. Bir devlet başka bir devletten özür diliyorsa bunun kaydının olması lazımdı. • İkinci şartımız İsrail'in Mavi Marmara kurbanlarının ailelerine tazminat ödemesi konusunda ince bir detay ortaya çıkmıştı. Zira İsrail davasını geri çekmeyene tazminata yanaşmamıştı, bu da ikinci kandırmacaydı. • Üçüncü kandırmaca ise "İsrail Gazze'ye ambargoyu gevşetecek" açıklamasıydı. Çünkü İsrail Gazze'ye ambargoyu bırakın kaldırmayı daha da ağırlaştırmıştı. Obama, Erdoğan ve Netanyahu arasında o meşhur telefon görüşmesinin gerçekleştirildiği gün Gazzeli balıkçıların 6 mil olan denize açılma hakkı 3 mille sınırlandırılmıştı. Ne diyelim, kandırılmaya doymayanlar utansın! 124 “SİYONİZM’İN; ÖCALAN’LA DA, ERDOĞAN’LA DA İŞİ TAMAMLANMIŞTI!” Haftalar ve aylar öncesinden, Milli Çözüm Dergisi’nin hem yazılarında hem de konferanslarında ısrarla hatırlattığı: “PKK’nın, sözde Kürdistan’ın “öz savunma gücü” olarak yeniden yapılandırıldığı, tüm Güneydoğu’nun yeni Afganistan’a çevrildiği ve uyuşturucu tarlalarının hızla yaygınlaştırıldığı” şeklindeki uyarılarını, “AKP’nin çözüm sürecini karalama girişimleri ve Ahmet Akgül’ün komplo teorileri” olarak yorumlayanların, Şırnak-Cizre’deki PKK çapulcularının resmigeçit töreniyle ve Lice’deki karakol baskınıyla birden bire gözleri açılıyordu. Ve hele AKP’nin ve Recep Bey’in sayesinde ve gaflet siyasetiyle Suriye’nin kuzeyinde güçlenen ve özerklik ilan eden PYD’nin (Suriye PKK’sı) Esad muhalifi El Nusra ile çarpışıp sonunda Türkiye sınır bölgesindeki bütün karakolları ele geçirmesi herkesi şaşkınlığa uğratıyordu. Başbakan’ın, iktidar kurmaylarının, yandaş yazarların ve yalaka yorumcuların, “bütün bu gelişmelere karşı çıkıyor tavırları” ise, sadece halkın havasını alıp tepkileri yumuşatmayı ve dış güçlerin talimatıyla Apo’yla varılan pazarlık anlaşmasına psikolojik hazırlık yapmayı amaçlıyordu. Oysa bir şey unutuluyordu; Malum ve mel’un odaklar, geçiş sürecinde yararlandıkları figürleri, hedefe yaklaşıldığı dönemde terk edip harcıyor, şımarık ve burnu kabarık elemanların nazını çekmek istemiyordu. Evet, “Siyonizm’in; Öcalan’la da, Erdoğan’la da artık işi bitmiş” görünüyordu. Başbakan’ın “Biz bu sürece canımızı koyduk” diyerek dolaylı biat tazelediği odaklar kimseye acımıyordu. Ve zaten Cenabı Hak “Cezaen vifaka” (Nebe: 26) ayetiyle, herkesi işlediği suçlar cinsinden cezalandırıyordu. Ve ister inanın ister inanmayın, bu başlığın atılmasını, bir rüya âleminde Rahmetli Erbakan Hocam istiyordu. Bir süre önce Gezi Parkı olaylarındaki tavrı nedeniyle Başbakan Erdoğan ile tartışıp istifasını verdiği, ancak Cumhurbaşkanı Gül’ün ricası üzerine vazgeçtiği ileri sürülen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç bunları yalanlıyor, haberi veren gazeteci ise haberinin doğruluğunda ısrar ediyor ve Sn. Arınç’ın böyle bir gelişmenin yaşanmadığı konusunda “yemin etmesini” istiyordu. Başbakan Yardımcısı ise bir TV programında “Gazetecilikte ve siyasette yemin etmek gibi kavram var mı?” diye sorup geçiştiriyordu. Yoksa Fetullahçılara, yani CIA-MAHAT’a daha yakın duran Bülent Arınç, Yahudi Lobilerinin Erdoğan’dan vazgeçtiklerini sezdiği için mi böyle davranıyor, hatta Bursa’da katıldığı sünnet şöleninde, Başbakan’ın “Evlenenlerden üç çocuk istemesi” ile dalga geçiyordu? Gözden çıkarılmamak için malum merkezlere bağlılık ve saygınlık mesajları mahiyetinde: “Çözüm süreci AKP’nin kurulmasıyla başlayıp bu günlere gelmiştir ve yoluna devam edecektir” diyen Sn. Recep T. Erdoğan bu sözleriyle: “AKP’nin çözüm bahanesiyle Türkiye’nin çözülmesine yol açacak Siyonist projeleri uygulamak üzere iktidara getirilmiştir” gerçeğini de itiraf ediyordu. Çünkü ABD, 1997 yılında AKP’nin açılımını andıran daha doğrusu kaynaklık yapan bir rapor hazırlıyordu. Siyonist Yahudi stratejistlerden Graham Fuller ve Henry Barkey, o raporlarında: “Türkiye’de bir değişim gerçekleştirmek ve askeri olmayan yöntemlerle çözüm üretmek için, cesaretli bir siyasi lider gerekmektedir” vurgusu yapıyordu. Ve artık herkes biliyor ki “O cesaret madalyalı lider” Sn. Erdoğan oluyordu. Ve tabi hatırlatalım; o mel’un odaklar ve hazırladıkları raporlar, “Erbakan’ın mutlaka iktidardan düşürülmesini, siyasetten silinmesini ve yerine Erdoğan gibi taklitlerin getirilmesini de” öngörüyordu. Yani sağcı ve solcu tüm Erbakan ve Milli Görüş karşıtları, aynı zamanda Amerikan uşaklığı yapıyordu. Lice'de karakola neden karşı çıkılıyordu? Diyarbakır'ın Lice ilçesinde karakol inşaatını engellemek isteyen grupla güvenlik güçleri arasında çatışma çıkıyor, ölenler ve yaralananlar oluyordu. Emniyet ve istihbarat 125 birimlerinin Lice olaylarıyla ilgili değerlendirmesi: “Yıllık 500 milyon doları geçen uyuşturucu gelirinden vazgeçmek istemeyen PKK’nın, ilçede zehir tarlalarına yapılan kararlı operasyonları önlemek amacıyla Licelileri kışkırttığı, bunun için de ‘yeni karakol inşaatı’ bahanesini kullandığı” şeklinde oluyordu. Örgüt, ilçe halkını kullanarak uyuşturucu baskınlarının önüne geçmeyi hedefliyordu. Çözüm sürecini fırsat bilen örgütün uyuşturucu kanadı, bölgeye binlerce ton Hint keneviri ekiyor, bu rakam geçtiğimiz yıl ekilen rakamın çok üstüne çıkıyordu. Bu nedenle Lice kırsalında 100-150, Dibek’te ise 40 PKK’lı uyuşturucu tarlalarını korumak için “sınır dışına çekilmeme” kararı alıyordu. Elde edilen telsiz konuşmalarında “tarlaları korumaya alın, ekim alanlarını çoğaltın” talimatı verildiği tespit ediliyordu. Tam da bu sırada ABD Büyükelçisinin terör örgütünün iyice azdığı ve küstahlaştığı bir süreçte Van, Hakkâri ve Batman’ı içine alan gezisi acaba hangi amaçla yapılıyordu? Bu zat Büyükelçi değil, sanki bölge valisi gibi davranıyordu! Kandil’den isyan çağrısı yapılıyordu! PKK, Lice olaylarını daha da büyütmeyi amaçlıyordu. Kandil'den gelen son mesaj bu yönde olmuştu. Halka sürekli çağrı yapılıyor ve kışkırtılıyordu. Karakol yapımlarını bahane eden PKK bölgeyi daha da germenin çarelerini arıyordu. Kandil’den gelen açıklamada "her yerde demokratik-siyasi-meşru eylemleri yaygınlaştırarak yükseltmeye çağırıyoruz" deniliyordu. Ayrıca Kandil çağrısında “bölgeye yapılan baraj yatırımlarının durdurulması” isteniyordu. Murat Karayılan'ın işaretiyle başlayan karakol eylemleriyle Lice'de fitili ateşlenen yeni oyunda PKK’nın hükümeti baskı altına alma manevrası seziliyordu. KCK'dan gelen Lice açıklaması ise olayları daha da yayma peşinde olduklarını gösteriyor, AKP hükümetine yönelik "güvensizlik" vurgusu yapılıyordu. “Demokratik Çözüm Süreci’nin ikinci aşamasında adım atması gereken AKP iktidarı, özellikle son günlerde yoğunlaşan saldırılarıyla kuşku ve güvensizlik yaratan bir tutum içerisine girmiştir. Sürecin ruhuna denk düşen bir zihniyet ve pratik adımlar atmak yerine, hiçbir umut ve güven vermeyen bir yaklaşım, tarz ve üslup içerisindedir." İfadeleri dikkat çekiyordu. Ayrıca: "Demokratik Çözüm Süreci’nde yeni karakollar inşa etmek, barajların yapımına hız vermek ve korucu sayısını arttırmak, haklı olarak çözümden yana olan tüm kesimlerde büyük kuşku ve kaygı yaratmaktadır. AKP iktidarı gerçekten barış ve demokratik çözümden yana ise, yeni karakolların ve barajların yapımı ile korucuların sayısının arttırılmasını derhal durdurmalıdır" deniyor; Kandil açıklamasında Lice'deki protestoların devam edeceği sinyali veriliyor ve bölge halkına da eylemleri yayma çağrısı şu sözlerle iletiliyordu: "Başta Amed halkı olmak üzere tüm Kürdistan halkını, AKP iktidarının katliam düzeyine varan saldırılarına karşı, her yerde demokratik-siyasi-meşru eylemleri yaygınlaştırarak yükseltmeye çağırıyoruz." İktidar halkı aldatmaya devam ediyordu! Lice’de karakol basma girişimi ile ilgili olarak, AKP sözcüsü Hüseyin Çelik, “Ergenekon uzantıları, ulusalcı ırkçılar Lice’den büyük oyuna destek çıkarmaya çalışıyor. Çözüm Süreci, savaş baronlarının, bu ülkenin çocuklarının kanı üzerinden amaçlarını gerçekleştirmek isteyenlerin fena halde canını sıkıyor” diyerek gerçekleri saptırıyordu. Diyarbakır Valisi ise “Güvenlik güçlerince bölgede son dönemde gerçekleştirilen başarılı uyuşturucu operasyonlarını engellemek, huzur ve asayişin temini için bundan sonra bölgede yapılacak benzeri çalışmaların önüne geçebilmek için söz konusu saldırı eyleminin planlandığı, bahse konu uyuşturucu faaliyetlerinden büyük menfaatler sağlayan grupların, çözüm sürecinin başlamasıyla elde ettikleri gelirlerin kaybedileceği korkusuyla süreci sabote etmek maksadıyla böyle bir girişimde bulundukları değerlendirilmektedir” şeklinde açıklama yapıyordu. Zaten uyuşturucu geliri ile beslenen PKK adına Murat Karayılan, BDP adına Selahattin Demirtaş da 126 karakol inşaatlarından rahatsız olduklarını bildiriyordu. Tayyip Erdoğan ise, “Yeni karakol yapmıyoruz, 9 karakolu kapattık” diyerek PKK ile varılan mutabakatı deşifre ediyordu. Özerk Kürdistan’ın temelleri atılıyordu! Maalesef Lice'deki silahlı protesto gösterileri, Taksim direnişçilerinin sönmekte olan umutlarını yeniden kabartıyordu. Taksim'den Lice'ye "Dayan Lice" diye çağrılar yollanıyordu. Cumhuriyet Gazetesi de "Gezi'den Lice'ye köprü" diye manşetler atıyordu. Oysa Lice'de olup bitenlere "demokratik hak arama eylemi" diyebilmek için, densiz ve dinsiz olmak gerekiyordu. Karakoldaki işçilerin çadırlarını yakmayı, onlara silahla, molotofkokteyliyle saldırmayı, köylüleri eyleme katılmaya zorlamayı "demokratik direniş" gibi gösterenler sadece kendilerini kandırıyordu. Türkiye Cumhuriyetinin geçmişte zayıf ve dayanaksız oldukları için çok eleştirdiğimiz bu karakolları güçlendirmeye çalışmasından daha meşru ve doğru bir şey yoktu. Hele hele, birtakım kendini bilmezler daha şimdiden "Öz Savunma Gücü" olarak ortada dolaşmaya, ona buna kimlik sormaya başlamışsa, bu karakollar daha bir önem kazanıyordu. PKK'nın Güneydoğu’da, özellikle de kırsalda bölgesel kolluk kuvveti gibi davranmaya başladığına dair haberleri epeydir alınıyordu. Kendilerine “Öz Savunma Gücü” adını veren bazılarının yol kesip kimlik kontrolü yaptıklarını, piknikte eğlenen bazı gençleri sorgulamaya kalktıklarını, hatta dövüp arabalarını yaktıklarını, ormana giden köylülerin önünü kesip ağaç kesme izninin bundan böyle PKK’dan alınacağını hatırlattıklarını daha önce de duymuştuk. Cizre olayı yeni bir sinyal oldu. Anlaşılan o ki, bazıları silahların bırakılıp demokratik siyasete geçilmesini, Kürt bölgesinin PKK'nın (ya da PKK artıklarının) hâkimiyet alanı haline gelmesi; adı konulmamış bir "kurtarılmış bölge" yaratma fırsatı olarak anlıyordu. Normalleşme sağlandıktan sonra da, PKK'nın bölgedeki prestijinden (ve aynı zamanda yıllar yılı yarattığı korku ve panikten) yararlanarak özerk bir konum elde edebileceklerini sananlar fiilen harekete geçiyordu” tespitleri gerçeği yansıtıyordu. Dolmabahçe ve Gezi sırları niye saklanıyordu? Gezi Parkı protestolarında tüm gözler Taksim’de olduğu için Dolmabahçe’de yaşananlar tam anlamıyla dikkatlerden kaçıyordu. İşte birkaç not: İçki içildi-içilmedi tartışmasını bir kenara bırakıyorum. O gece camiye giren göstericilerin cami kapısını tekmelediklerini, cami görevlisine, “Eğer kapıyı açmazsan, kıracağız” tehditlerini savurduklarını, biliyor musunuz? O gece Dolmabahçe Sarayı’nda görevli polislerin, “polis” yazan tüm tabelaları sakladıklarını, sabit olanlardan “polis” yazısını kazıdıklarını, resmi üniformalarını çıkardıklarını, biliyor musunuz? En ilginç olanı da şu: O gece Dolmabahçe-Beşiktaş hattında gösteriler devam ederken, meçhul kamyonlar o ağaçlı yola su, kumanya, ilaç kolileri, yardım paketleri bırakıp gözden kaybolmuştu! Bu kamyonlar kime aitti, biliyor musunuz?60 MİT ile MOSSAD, hasım mı, hısım mı oluyordu? Bu arada Taraf Gazetesi, MİT’e dünyada sadece Esad’ın El Muhaberat teşkilatında olan yetkileri veren yeni kanun taslağının tam metnini yayımlıyordu. Malum, modern demokrasilerin hiçbirinde hiçbir kurum, hem iç istihbarat hem dış istihbarat yetkilerini bünyesinde bulunduramıyor, mahkeme kararı olmadan dinleme yapamıyor, soruşturma dosyalarını savcıdan başka hiçbir kurum göremiyordu. Ama tüm bu yetkiler El Muhaberat gibi MİT’te toplanıyordu. Ve yine, Van Güroymak’ta beş polis ve bir vatandaşın şehit olduğu patlayıcının MİT tarafından PKK’ya verildiğine ilişkin haber ortalığı karıştırıyordu. Bununla ilgili MİT personeline dava açılıyor, hapis talep ediliyor, ama MİT’çilerin yargılanma iznini Başbakan’a bağlanan yasa çıkınca, mahkeme 60 Adnan Öksüz, Milli Gazete 127 izin istiyor ve Başbakan da izin vermiyordu. Hayret Star gazetesi, Yasin El Kadı’nın Türkiye’ye gizli bir ziyaret yaptığını ve Hakan Fidan’la görüşmelere katıldığını, içinde Başbakan’ın korumaları ve Usame Kutub’un bulunduğu araçla kaza yaptığını yazıyor, bu iddia jonturk.com’da yayınlanıyordu. Bildiğiniz gibi sıkı ulusalcılardan eski bir gazetecinin sahibi olduğu bir site oluyordu. Star Gazetesi ABD tarafından Başbakan’ın gazetesi olarak biliniyordu. Yasin El Kadı ise ABD tarafından 11 Eylül’ün finansörü olarak görülüyor ve hakkında BM nezdinde yapılmış pek çok kısıtlama bulunuyordu. Ve şimdi bu haber Başbakan’ın gazetesinde yer alıyor, üstelik de Kadı’nın Başbakan’ın korumasıyla aynı araçta olduğu söyleniyordu. TSK İç Hizmet Kanunu 35. Madde’den daha fazla yetkiyi MİT’e veren Yeni Kanun Taslağı her ne hikmetse, MOSSAD Başkanı Tamir Pardo’nun Türkiye’ye gelip MİT Başkanı Hakan Fidan’la üç gün boyunca yaptığı gizli görüşmelerden sonra olgunlaşıyordu. Hem de “İsrail Hakan Fidan’ın MİT Başkanlığından çok rahatsız oluyor” palavraları altında bütün bunlar yürütülüyordu. PKK'lıların yüzde kaçı çekiliyordu? Bu konudaki iddialarımızı “asılsız ithamlar” sayanlar Başbakan'ın, "PKK'lıların yüzde 15'i çekildi" açıklamasıyla sarsılıyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, İstanbul'daki Akil İnsanlar Heyeti toplantısında yaptığı "PKK'lıların sadece yüzde 15'i çekildi" açıklamaları gündeme bomba gibi düşüyordu. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ise: "Basın yayın organlarında yer alan haberlere baktığımızda sanki terör örgütü mensupları Türkiye topraklarını tamamen terk etmiş gibi bir algı var, ama bu algı gerçeği yansıtmıyor. Bu süreç devam ediyor" şeklinde konuşuyordu. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da konuyu Diyarbakır ‘da değerlendiriyor: "Bildiğimiz kadarıyla PKK'lıların yüzde 80'i belki daha fazlası yerlerini terk etmiş ve sınır hattına doğru ilerliyorlar ne kadarı sınır hattını geçti ne kadarı hareket halinde bilemiyoruz ama çok büyük bir kısmı yerlerini terk etmiş durumdalar" diyerek yeni yalanlar savuruyordu. GKB Sn. Necdet Özel'e anlamlı bir mektup yazılıyordu! Emekli Öğ. Kd. Alb. Candan Yıldızhan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’e bir mektup yazıyor bir suretini de Arslan Bulut’a gönderiyordu: “Sayın ‘Özel’ Orgeneralim; Ülkemizin ve milletimizin bölünmez bütünlüğüne kast içinde olduğu her eylemi ve beyanı ile açık olan terör örgütü tarafından 20 Haziran 2013 tarihinde Hakkâri ili Yüksekova ilçesi İkiyaka Dağları’ndan Asayiş Kolordu Komutanınızın da içinde hazır bulunduğu komuta kontrol helikopterine ateş açılmıştır. Ancak makamınızca bu durum karşısında kamuoyuna sadece; ‘kaçınma manevrası yapılarak ateş bölgesinden süratle uzaklaşıldığı’ şeklinde bir açıklama ile yetinilmiş ve adeta teröristlerden kaçıldığı beyan edilmiştir. Makamınızca bölücü teröristlere yönelik meşru müdafaa hakkını kullanacak bir irade ve kararlılık sergilenememiştir. Kamuoyu, mevcut iktidarın icraatlarına yönelik demokratik (görünümlü kaotik N.H) eylemler ve bunlara yönelik hükümetin sergilediği hukuk dışı tepkilerle meşgul olurken; bölücü terör örgütü ve uzantısı oluşumlarca Güneydoğu Anadolu Bölgesi ‘Kuzey Kürdistan’ olarak ilan edilmiştir. Bu doğrultuda Diyarbakır’da ‘Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’ adı altında düzenlenen konferansa ve bu konferansta alınan bölünme kararlarına makamınızca kör ve dilsiz kalınmak suretiyle bir anlamda onay verilmiştir. Şırnak’ın Cizre ilçesinde bölücü teröristlerce ‘Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi’ adı altında sözde ’asayiş’ birimleri oluşturulmasına; yol kesip, kimlik kontrolü yapmalarına kayıtsız kalmak suretiyle, bölünmeyi realize ve sembolize eden bu girişimlere makamınızca daha etkin tedbirler beklenmektedir.”61 61 01.07.2013, Yeniçağ (Not: O makama karşı münasip görmediğimiz bazı kelimeler yumuşatılmıştır. A.A.) 128 PKK, TC’ye tehditler savuruyordu! Terör örgütü PKK lideri Öcalan’la başlatılan çözüm süreci çözülmeye doğru ilerlemeye devam ediyordu. Güneydoğudan güvenlik güçlerinin çekilmesiyle bölgede adeta at koşturan PKK kirli faaliyetlerini pervasızca sürdürüyordu. Çözüm süreci nedeniyle oluşturulan boşluktan faydalanan örgüt, şehir ve gençlik yapılanmalarına ağırlık veriyor, bölgenin belli yerlerinde ‘asayiş’ birimleri oluşturmaya başlıyordu. Örgütün kurduğu Yurtsever Demokratik Gençlik- Hareketi (YDG-H) askeri kurallara göre tören düzenleyip, diploma veriyordu. YDG-H’nin faaliyetleri bununla da sınırlı kalmayıp halka içinde tehdit ifadelerinin yer aldığı bildiriler de dağıtıyordu. Şırnak’ın Cizre ilçesinde evlere ‘Botan Halkına ve Yiğit Gençliğine’ başlığıyla dağıtılan bildiride ‘Önder Apo’nun özgür olmadığı bir barış bizim savaş gerekçemizdir’ ifadeleri ise oldukça dikkat çekiyordu. “Bilindiği üzere özgürlük hareketimiz ve halkımız için tarihsel ve kritik günler yaşanmaktadır. Kırk yılı aşkındır özgürlük hareketimiz ve halkımızın büyük bedellerle verdiği özgürlük mücadelesi artık zaferin eşiğine dayanmıştır. Köleliğin en derinini yaşayan, duyguları, ruhu bedeni esir alınan, soykırımların en vahşisine maruz bırakılan halkımız yeniden diriltilmiştir; özgür insanlık ailesinin bir ferdi olmayı imkân dâhiline sokmuştur. Kuşkusuz bunda değerlerimizin yaratıcı mimarı önder Apo ve kahraman şehitlerimiz belirleyici olmuştur. Önderliğimiz son on beş yılı zindanda kırk yıl boyunca olağan üstü hamleler geliştirmiş adeta dönemin ve tarihin akışını değiştirmiştir. Önder Apo’nun direniş hamlelerinin sonuncusu; gerillada büyük devrimci hamle başlatmış, zindanlarda eşi benzeri görülmemiş bir direniş yaratmış ve halkı büyük serhildanlara (isyanlara) kaldırmıştır. Bu büyük direniş karşısında çaresiz kalan sömürgeci barbar T.C., önderliğimize teslim olmak zorunda kalmıştır. Ancak iktidar kibirli ve soykırımcı AKP; bu yenilmişliğini gizlemek için satın aldığı özel savaş medyası ve onurlarını satan kalemşorlar tayfası üzerinden kendisini güçlü gösterme çabası içerisindedir. Sanki yenilen özel paralı ordusu değil de özgürlük gerillasıymış gibi bir algı yaratmak istemektedir. Hakeza önderliğimiz ve hareketimizin iyi niyetli demokratik çözümden yana olan çabalarının sonucu ilan edilen ateşkes süreci medya üzerinden bir silah bırakma ve her şeyin sonu olarak yansıtılmaktadır.” “Anavatanımız Kürdistan hala işgal altındadır!” küstahlığı sergileniyordu Bölgede dağıtılan bildirinin devamında ‘Başta Kürdistan gençliği olmak üzere tüm halkımız mücadele bayrağını radikal ve yüksek tutmada en ufak bir gevşeme yaşamamalıdır’ şeklindeki ifadelerle halkı ayaklandırmaya çalıştığı görülüyor. Söz konusu bildiride yer alan ifadeler şöyle devam ediyor, “Basında çokça işlenen barış tartışmaları halkımızda sürece karşı bir muğlaklık yaratmaktadır. Oysaki bir barıştan bahsedebilmek için barışan tarafların eşit koşullarda olması gerekmektedir. Lakin biz sömürgeci T.C ile eşit koşullara sahip değiliz. Anavatanımız Kürdistan hala işgal altındadır, önderliğimiz ağır tecrit koşullarında İmralı ölüm çukurundadır. On binlere varan yoldaşımız sömürgeciliğin esir kamplarında bulunmaktadır. Onun için başta Kürdistan gençliği olmak üzere tüm halkımız mücadele bayrağını radikal ve yüksek tutmada en ufak bir gevşeme yaşamamalıdır.” “Askerlik yapılmaması” yönünde talimat veriliyordu! Öcalan’ın devletle yaptığı görüşmeleri ile ilgili ifadelerin de yer aldığı bildiride ‘faşist’ rejimi Kürdistan’dan söküp atılması gerektiği yönünde ifadeler de yer alıyordu. YDG-H’nin dağıttığı bildiride, “Önder Apo’nun İmralı’da yürütmekte olduğu görüşmeler topyekûn direnme mücadelesinin bir parçasıdır. Önderlik görüşme masasında Kürdistan kadını, gençliği ve halkının büyüttüğü mücadeleden güç alacak ve adım adım özgürleşecektir. Onun için komutan Agit’in ruhuyla mücadele alanlarına akmalı faşist zorba rejimi Kürdistan’dan söküp atmalıyız. Buna bağlı olarak artık halkımızın sömürgeci rejimle olan zihni ve fiziki bağlarını koparması gerekiyor, bunların başında da sömürgeci Türk devletinin ordusunda yapılan askerliktir.” deniyordu. “T.C.’ye askerliği meşru gösterenler ajan ve işbirlikçi olarak görülmelidir” tehdidi 129 savruluyordu! Kürt gençlerinin askerlik yapmaması yönünde çeşitli emirlerinde yağdırıldığı söz konusu bildiride, “Yıllarca Türk devletinin sömürgeci çıkarlarına denk bir şekilde örgütlendirilmiş Türk ordusu Kürdistan’da ise benzeri görülmemiş zulüm politikalarının pratik uygulayıcıları olmuştur. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin doğuşunda sömürgeci Türk ordusu hunharca bir saldırıya yönelmiştir. Köylerin yakılması, küçük çocukların katledilmesi, kadınlara yönelik taciz ve tecavüz karakterli saldırılar bunlara sadece birkaç örnektir. Askerlikle Kürt toplumunun bireyleri düzeni içselleştirilmekte, aykırı yönleri törpülenmekte ve devletine ve üstüne (hâkim ulusuna) biat eden, köle hale getirilen bir çizgiye çekilmektedir. Sömürgeciliğin en güçlü sızmalarından ve meşruiyet araçlarından biri olan askerlik bundan sonra onurlu ve yurtsever Kürt gençliği ve aileleri tarafından mahkûm edilmeli ve açıktan askerliğe giden, toplumuna ve değerlerine ihanet etmiş olarak teşhir edilmelidir. Askerliği meşru gösterenler ajan ve işbirlikçi olarak görülmelidir. Artık hiç kimse sömürgeciliğe ve işbirlikçiliğine karşı sessiz kalmamalıdır” şeklinde küstahlık kusuluyordu. “Önder Apo’nun özgür olmadığı bir barış, bizim savaş gerekçemizdir” deniyordu! Son zamanlarda barış güvercini olarak gösterilen örgütün gençlik yapılanmasının dağıttığı bildiride ‘Önder Apo’nun özgür olmadığı bir barış bizim savaş gerekçemizdir’ ibaresinde ne kadarda barışsever olduğu net bir şekilde görülüyordu. Söz konusu bildiri “Gün hakilerden Hayri ve Kemallere ve şahadet yıldönümünü yaşadığımız komutan AGİT’lerin Sara ve Akiflerin özgür vatan hayallerini gerçekleştirme günüdür. Bu temelde gerillanın ilan ettiği ateşkes süreci bizlerde bir rehavet duygusuyla ölçülerde liberalleşme yaklaşımları geliştirmemeli aksine çaresiz kalan T.C. Devletini bütün kurum ve kuruluşlarıyla ordu ve polisiyle, memuru ve işbirlikçi ajanıyla Kürdistan’dan kovma demokratik bağımsız özgür konfedere Kürdistan’ı kurma günüdür. Son olarak şu açık ve net olarak bilinmelidir ki “Kürdistan’da sömürgeciliğin kökünü kurutmanın zamanı gelmiştir. Önder Apo’nun özgür olmadığı bir barış bizim savaş gerekçemizdir” şeklindeki tehdit ifadeleriyle son buluyordu. BDP'nin ana talebi; “Öcalan’a özgürlük” oluyordu! Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), çözüm süreciyle ilgili ikinci aşamadaki taleplerini açıklıyordu. BDP’nin hükümetten adım atmasını istediği talepleri arasında cezaevlerindeki KCK’lıların bırakılması, karakol, baraj ve HES yapımlarının durdurulması, anadilde eğitimin başlatılması ve kullanılması, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ile koruculuğun kaldırılması ve seçim barajının düşürülmesi yer alıyordu. BDP, böylece Siyonizm’in (dış güçlerin) kiralık tetikçisi gibi davranıyor yani cesareti hıyanetinden kaynaklanıyordu. BDP, ana taleplerinin ise terörist başı Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü olduğunu belirtiyordu. BDP, halkı ve tüm ezilen ve yok sayılan(!) toplumsal kesimleri, demokratik mücadeleyi yükseltmek için iktidara; ‘Hükümet Adım At’ demeye çağırıyordu. Konuya ilişkin bir açıklama yapan BDP, ‘Hükümet Adım At’ kampanyasının hükümetin bu aşamada üzerine düşen sorumluluğu sürekli hatırlatacak, süreci akamete uğratacak yaklaşımlardan uzak durmasını sağlayacak önemli bir hareket olacağını bildiriyordu. Her zamankinden daha fazla demokratik ve sivil eylem ve aktivite geliştirilecek bir sürece girildiğini belirten BDP, “Çatışmasızlığın kalıcılaşması ve barışın sürdürülebilir kılınması için her yerde, herkesle ‘Hükümet Adım At’ denilmesini bekliyoruz. Kendi renkleri, talepleri ve duruşlarıyla tüm demokrasi ve özgürlük güçlerini alanlarda iktidara ‘Hükümet Adım At’ demek için birlikte olmaya davet ediyoruz. Demokratik çözüm hamlesinin, hükümetin yerine getirmesini istediği ana talep Sayın Abdullah Öcalan’ın özgürlüğüdür“ ifadelerini kullanıyordu. BDP’NİN Talepleri BDP, ‘Hükümet Adım At’ diyeceği başlıkları da şöyle sıralıyordu: “Başta hasta tutsaklar olmak üzere tüm tutsaklar serbest bırakılsın Karakol, baraj ve HES yapımları kesin olarak durdurulsun Ekoloji tahribatı ve katliamı son bulsun 130 Askeri yığınak hali son bulsun. Asker, polis, akrep, TOMA, panzer halkın içinden kışlalara ve karakollara çekilsin Anadilde eğitim başlatılsın, anadilin kullanılması önündeki tüm engeller kaldırılsın TMK ve antidemokratik yasalar kaldırılsın Koruculuk kaldırılsın Seçim barajı düşürülsün Kadına karşı şiddete dönük gerekli tedbirler alınsın ve failler cezalandırılsın” BDP’NİN Eylem Takvimi BDP, 3 aylık ‘Demokratik Çözüm Hamlesi’nin ilk ayının planlamasını da açıklıyordu. 30 Haziran- 6 Temmuz arası kitlesel yürüyüşler başlatılacak. Diyarbakır, Adana, Mersin, Gaziantep, Van, Mardin, Şanlıurfa, Şırnak, Muş, Ankara, Sivas, Hakkâri, Bitlis, Adıyaman, İstanbul, Batman, Ağrı, Siirt, Bingöl, Iğdır illerinde eylemler yapılacak” deniyordu. “Alevistan”ın temelleri Tekke ve Zaviyeler Kanunu değiştirilerek mi” atılıyordu? Alevi açılımına yeni bir soluk getirmek isteyen Hükümet, cemevlerine ve dedelere yasal statü kazandırmak için 88 yıllık Tekke ve Zaviyeler Kanununda değişikliğe hazırlanıyordu. Alevi Açılımı'nı devam ettirmek isteyen hükümet, Alevilerle yapılan istişarelerden sonra yol haritası hazırlıyordu. İlk adımda, cemevlerine ve Alevi inancının liderleri olan dedelere statü ve kamu yardımı yapılması hedefleniyordu. Ancak bu gibi yerlerin ve ünvanların kullanımını yasaklayan Tekke ve Zaviyeler Kanunu' engelini kaldırmak gerekiyordu. Bunun için de Cumhuriyetin inkılâpları arasında olan 88 yıllık Tekke ve Zaviyeler Kanunu'nun değiştirilmesi planlanıyordu. Mehmet Ali Berber'in Sabah gazetesinde yer alan haberine göre, yasal değişiklik ile "Alevi dedelerine yasal statü ve maaş, cemevlerine de kamu yardımı ile yasal statü kazandırılması" düşünülüyordu. 1925'te yürürlüğe giren tek maddelik kanun, cami dışında tüm tekke, dergâh ve zaviyeyi kapatırken, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik gibi tüm unvanların kullanımını yasaklıyordu. Şimdi yeni bir değişiklik ile bu yasak ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu. Yasanın, Atatürk İnkılâbı olmasından ve sembolik anlam taşımasından dolayı önce toplumda tartışılması planlanıyor, destek için muhalefetin ve özellikle CHP’nin kapısının çalınacağı ve Ekim ayında yüksek bir mutabakat ile Meclis’e sunulacağı konuşuluyordu. Evet, böylece resmen, fiilen ve alenen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelleri dinamitlenirken; bir zamanlar Erbakan’ın milli, hamiyetli ve bereketli girişimlerine irtica bahanesiyle hücum eden haysiyetliler(!) bugün nerede saklanıyordu? 131 AKP ve Cemaatle İlgli Tenkitlerimiz MİLLİ VE MANEVİ MESULİYETİMİZ İCABIDIR Hem karşılaştığımızda, hem telefon konuşmalarımızda: Hükümete ve Cemaate haksız yere saldırdığımızı ve hayırlı hizmetlerini hesaba katmadığımızı Milli Görüşçülükle Atatürkçülüğün asla uyuşmadığını ve bu nedenle gereksiz ve temelsiz iddialara kalkıştığımızı “Adil Düzen”in, içi doldurulmamış sloganik bir söylem olduğunu, böylesi hamasi ve hayali projelerle, reel bir sistem olan “Küresel Düzen”in karşısına çıkılamayacağını “Siyonizm’in yakında çökeceği ve Adil Düzen’in hâkimiyeti” konusunda insanları boşuna umutlandırdığımızı Hatırlatıp bizi uyaran, hatta yumuşak şekilde “fesatçılıkla” suçlayan dostuma, önce hakkımızdaki duygu ve düşüncelerini açıkça paylaştığı ve “paylar gibi” davransa da, arkamızdan konuşmadığı için, tebrik ve takdirlerimi sunuyorum. Ayrıca, bu konulardaki gerçeklerin açıklanmasına vesile oldukları için de kendilerine teşekkür ediyorum. Öncelikle bizi tenkit, hatta tahkir ettikleri hususlardaki kanaat ve gayretlerimizin, öyle kendi kafamızdan ve kuruntularımızdan kaynaklanan “saplantı ve saptırmalar” olmayıp, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin ve Hadis-i Şeriflerin açık buyruklarına, geçmişteki ve günümüzdeki ilim ve irfan erbabının beyanlarına dayandığını, Müslümanların ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılamayı ve bu zillet ve sefaletten kurtarmayı amaçladığını, özellikle belirtmek istiyorum. A- AKP Hükümeti ve Fetullah Gülen Hareketi ise, ettikleri hizmetler, verdikleri hezimetlerin yanında hiç kalan oluşumlardır. Kur’an’ın günah-sevap kefesinde ve vicdan terazisiyle tartıldığında korkunç tahribatları ortaya çıkmaktadır! Cemaat: Sözde değil, ama fikren ve fiilen Kur’an’ın şeriat hükümlerini ve İslami adalet ölçülerini gereksiz saymakta Haçlı emperyalistlere ve Siyonist Yahudilere yaranmak hatırına, Kelime-i Şehadet’in “Muhammedün Resulüllah” rüknünü bile kaldırmakta “Dinler Arası Diyolog” safsatasıyla, batıl ve bozuk felsefelerle İslamiyet’i karıştırıp-barıştırıp yozlaştırmakta ABD ve AB’nin Müslümanlara ve mazlum insanlığa yönelik işgal ve sömürülerine taşeronluk yapmakta Zalim ve kâfir odakların cinayet ve rezaletlerine mazeret ve meşruiyet uydurmakta Cihat (Devlet ve hâkimiyet) ruhu köreltilip, küresel emperyalizmin dindar ve demokrat gönüllüleri haline getirilmiş bir nesil hazırlamakta İslami temellere ve insani hedeflere odaklı saf ve sağlam hareketleri körletip kısırlaştırmaktadır. Bu Milli ve manevi tahribatlarını kesin belgelerle anlattığımız 900 sayfalık “Küresel Fesatçılık ve Fetullahçılık” kitabımıza bir satır itiraz bile yapılamamıştır. Açtıkları mahkemeler de bizim lehimize sonuçlanmıştır. Ve yine 1200 sayfalık “Cumhuriyet Türkiye’sinde Nifak Hareketleri” kitabımız, bunların sapkınlık bataklığını ve karanlık bağlantılarını ortaya koymaktadır. AKP ile Cemaat arasındaki çatışmayı anlatmak için, o malum şarkıyı şöyle değiştirmek lazımdı: “İkimiz bir CIA’nın Güller açan dalıyız. 132 Sen şöhret, ben riyasete Gönülden sevdalıyız…. ABD’nin teşvikiyle Sen benimle, ben seninle Aşk için dalaşmalıyız..” M. Ali Birand’ın: 19 Haziran 2012 Hürriyet gazetesinde: “Gülen ne yargıya, ne askere, ne de AKP’ye güvenmiyor?” yazısında: "Askerin bir yolunu bulup kendisini tutuklatmasından, yargı tarafından da bir daha kafasını kaldıramayacak ağırlıkta bir cezaya çarptırılmaktan korkuyor.. Ve tabi AKP’nin kendisini kollayıp kurtarabileceğine inanıp güvenmiyor” tespitleri aslında çok şeyi anlatmaktaydı. Fetullah Gülen, “İsa Mesih”miş!? “Bu kutlu işte her ülkeden insanlar işbirliği yapacak, tarihte emsali görülmedik şekilde Doğu Batı bütünleşmesi sağlanacaktır. Bundan dolayı hadisi şeriflerde bu kutlu tekevvün (oluş ve doğuş) Hz. İsa’ya atıfla MESİHİYET olarak ifade buyrulmaktadır. Kur’an elbette kendi asli dilinde okunacak, fakat Kur’an asıl temsilini bir defa daha Türkçede bulacaktır. İşte Türkçe olimpiyatlarında tüten mana bu Mesihi temsilin soluklarıdır” (18 Haziran 2012, Zaman, Mesihi Soluklar) Bu sözleriyle Ali Ünal, Fetullah Gülen’in “Mesih”lik rolünü, yani ahir zamanda inmesi müjdelenen Hz. İsa (AS) olduğunu, dolaylı şekilde vurgulamaya çalışmaktaydı. Ve tabi Başbakan tarafından çağrı yapıldığı halde, Türkiye’ye dönememenin acizliği ve hasreti içinde çaresiz ağlamasını bile, “Aziz”lik sayanlar, herhalde bu safsataya inanmaktaydı!? Fetullah Gülen, Amerika’yı ve AKP iktidarını arkasına almasına rağmen, hangi güçten korkmaktaydı? Başbakan’ın “Türkiye’ye dön” çağrısına yanıt veren Fethullah Gülen, Türkiye'ye dönmeyeceğini açıklamıştı. Konuşması sırasında zaman zaman gözyaşlarına hâkim olamayan Gülen, konuşmasını tamamlayamamıştı. Gülen, "Türkiye'ye geri dönecek misiniz?” sorusu üzerine şunları vurgulamıştı: "Bunu hemen söyleyeyim: O, kendine yakışanı yaptı. Fakat o ilk değil; sayın Cumhurbaşkanının da, açıktan açığa dedikleri oldu, bir vasıta ile bana söyledikleri de oldu. Ricâl-i devletten daha başkaları da kendilerine yakışan o civanmertliği sergilediler; bugüne kadar ben defaatle duydum, o arkadaşlardan yanıma gelenler de aynı şeyleri teklif ettiler; “Artık Türkiye’ye gelme zamanı değil mi?” dediler. Şimdi, onlar bununla kendilerine düşeni, kendilerine yakışanı yapıyorlar. Ben de kanaat-i âcizânemce bana yakışanı yapmam lazım. Şimdi onlar davet ederler, gel derler, normaldir. .....(Ülkeye dönersem) bazı yakışıksız şeyler olabilir diye, ben hiçbir zaman “böyle başıma dert açacağım” mülahazası yaşamadım. .….Gittiğimde oraya, birileri, işin rövanşı peşinde koşan birileri, bazı müesseselere zarar vermek suretiyle, idareyi zor durumda -yüzde bir ihtimalle- bırakacaklarsa şayet, Türkiye’deki olumlu şeylerde bir duraklama olacaksa şayet, ben bir müddet daha ömrüm vefa ederse burada kalmayı; ülkeme, milletime, ülkemde olan o şeylere zarar vermemek için dau’s-sıla deyip sıla sevdasıyla, kahve içtiğim kahveleri bile böyle hatırlayarak ve sonra ondan kaçarak, burnumun kemikleri sızladığı anda ondan uzaklaşarak, burada kalacak, yaşayacağım... .….(Ne var ki) Kendi ülkemde ölmeyi ve mübarek annemin ayaklarının dibine gömülmeyi arzu ederim. Bunu da benim vasiyetim sayın!.. Ama yaptığım şeylerde, düşüncelerimde, planlarımda, gayretlerimde, milletime, ülkeme zerre kadar zarar gelmesine razı olamam. Yüzde bir ihtimalle de olsa razı olamam ona. O talep eden arkadaşlarımız, devlet büyüklerimiz kusura bakmasınlar!.. Talep etmeleri onların civanmertlikleri, ama benim bu mevzuda düşünmem de, onlara karşı, onların yaptığı şeylere karşı saygımın gereği…" 133 Evet, bu sözlerin Türkçesi: Beni Türkiye’ye götürmeye ve sahiplenmeye, ne Cumhurbaşkanı’nın, ne Başbakan’ın, ne de diğer büyük(!) devlet erkanının ve maalesef ne de Amerika’nın gücü yeterli olmamaktadır!.?. “HSYK’nin “haziran atamaları”nda 2 bin 335 savcı ve yargıç yer değiştirdi ve özel yetkileri alındı. Ergenekon, Balyoz, Şike davasının savcıları, KCK davasının mahkeme başkanı, bir de Hrant Dink davasının yargıcı başka görevlere atandı” diye “Cemaatin” huzuru kaçtı sananlar aldanmaktaydı.. Çünkü Ergenekon ve Balyoz gibi iki önemli davanın iddianamesi zaten çoktan hazırlanmıştı. Kimse AKP iktidarıyla Gülen cemaatinin birbirlerini boğazlayacaklarını ummasın. Çünkü her ikisi de ABD patronlarının verdiği rolü oynamaktadır. Fetullahçıların tek sıkıntıları: “Bir darbe veya beklenmedik milli bir hamle olursa ne yaparız?” korkularıdır! Çünkü Süleyman Demirel bile hâlâ TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu üyelerinin: “Bir askeri darbe olabilir mi?” sorusunu: “Bilemem!” şeklinde yanıtlamaktadır. Defalarca yazdık, tekrar hatırlatalım: Fethullah Gülen, ABD’de bu korkuyla yaşadığı için Türkiye’ye dönüş yapamamaktadır ve tabi ABD’nin de gücünü aşan bir durum vardır! “Uzun bir yolculuğun sonunda Cemaat bu noktalara taşındı. Turgut Özal döneminde ivme kazandı, Süleyman Demirel’le doruğa ulaştı, Bülent Ecevit’in başbakanlığında zirve yaptı. Hatta Gülen hareketini Necmettin Erbakan bile durduramadı” diyen Hikmet Çetinkaya’nın bu sözleri, Erbakan Hoca’nın ABD ve işbirlikçilerince dışlandığının itirafıydı. İşte bu Bay Fetullah Gülen yıllardır ABD’de yaşamaktadır. Kendisinin ve yakın çevresinin Pentagon, CIA ve FBI’yla sıkı bir dostluk ilişkisi olduğunu artık bilmeyen kalmamıştır. “Arizona Eyaleti Tucson kentinde bulunan (Davis Monthan Air Force Base) Hava Üssü’nde açılan Sonoran Science Academy adlı okulda Fetullahçılar ortaokul ve lise eğitimi yaptırmaktadır. Burası ABD Hava Kuvvetleri’nin en önemli üssü konumundadır. 6 bin asker 1700 sivil görev yapmakta ve 13 bin emekli asker bu yörede oturmaktadır. Çok sayıda ABD savaş ve bombardıman uçağı kullanılmaktadır. bu Ayrıca Davis Gülen Monthan’dan hareketinin havalanarak Irak ve ABD’nin 26 eyaletinde Afganistan 131 bulunmaktadır. Bu okullar Teksas’tan Kaliforniya eyaletine değin uzanmaktadır.” savaşlarında sözleşmeli okulu 62 Şimdi akıl ve vicdan ehline şu soruyu sormak lazımdır: ABD mi F. Gülen’i kullanmaktadır, Yoksa F. Gülen mi ABD’yi kullanmaktadır? Değil başka ülkelerden gelen sığınmacıların, Amerikan vatandaşlarının bile girip çıkamadığı bu askeri bölgelerde okul açtıran, Hocaefendinin kerameti mi olmaktaydı, yoksa Yahudi Lobilerinin, ılımlı İslamcı hizmetkârlarına bir şefaatı mıydı? AKP ise: Erbakan’ı etkisiz ve çaresiz bırakmak Milli Görüş’ün kökünü kurutmak Ama; “Milli Görüş’ün devamı ve Erbakan’ın adamları” kılıfıyla toplumu AKP’nin peşine takıp oyalamak Siyasi ve ekonomik ihtiraslar uğruna tüm kutsalların pazarlanmasını ve sonunda Türkiye’nin parçalanmasını sağlamak AB cenneti(!) hayali ve ABD’nin yüksek himayesi(!) uğruna bütün kurumlarımızın ve kazanımlarımızın elimizden çıkmasını kolaylaştırmak Ve en beteri, toplumdaki Milli ve manevi duyarlılıkları törpüleyip, dünyacı ve neme lazımcı kalabalıklar oluşturmak üzere boyunlarına cesaret (esaret) madalyası takan ve BOP’un eş kâhyalığına atayan Yahudi Lobileri eliyle iktidara taşınmış ve iyice aşınıncaya kadar orada tutulmaya, sonra da ANAP gibi tarihin çöplüğüne atılmaya hazırlanmışlardır. 62 Bak: Yılmaz Polat; 10 Nisan 2012, Yurt Gazete 134 Bu gerçekleri, belgeleriyle anlatan tam 7 kitabımıza bir cümle bile yanıt veremeyen ve inkâr edemeyen AKP, sadece etkiledikleri hukuki girişimler ve hakaret gerekçesiyle on binlerce liralık tazminatlarla bizleri susturmaya çalışmışlardır. ABD’li Siyonist Lobilerin “Erbakan’dan kurtulmak ve Milli Görüş’ün kökünü kurutmak” üzere tertiplediği 28 Şubat sürecinde, Pentagon maşası paşaların verdiği brifinglere katılıp onları ayakta alkışlayanların (Bak: Mustafa Yılmaz / Kulis Ankara / Milli Gazete / 13 Haz. 2012) ve şimdi en ön saflarında Cihat(!) yaptığı bir iktidarın samimiyetine inanmak, saflıktan çok öte bir ahmaklıktır. Kendileri Kur’ani hükümlerin aslına inanmadıkları ve sürekli sataşıp savaş açtıkları halde “Protestan Kur’an” diye kitap yazıp Fetullahcıların ve Ilımlı İslamcıların “ayetleri yozlaştırıp kapitalizmle uyumlaştırmasına” sözde karşı çıkan Muammer Karabulut (Bak: Tanyeri Yayınları) ve “Türkiye Kime Kalacak?” (Bak: Doğan Yayınları) diye, AKP’nin şahsında İslam’a ve Müslüman halkımıza saldıran Osman Ulagay gibi Robert Koleji mensupları ve tüm ulusalcı takımı ise, AKP’nin tahribatını kolaylaştırmaktan ve toplumu bunların kucağına atmaktan başka işe yaramazlardı ve zaten bununla görevli insanlardı. Milli Gazetemizin yaşı genç, ama başı dik ve bakışı dinç yazarlarımızdan Burak Kıllıoğlu’nun (Allah feraset ve istikamette daim kılsın) şu tespitleri bunların tahribatını ne güzel anlatmaktadır: Bilderberg ve Truva atı Bilderberg Toplantıları, bir zamanlar, özellikle İslami kesimde büyük bir şüpheyle karşılanır, sorgulanırdı. Katılanlardan gündem konularına ve sonrasında hangi değişikliklerin olacağına kadar her detay araştırılır, dünyanın egemen güçlerinin Türkiye'deki uzantıları ve irtibatlı olduğu kimseler hakkında fikir edinilmeye çalışılırdı. Elbette ki, bu toplantılara çağrılanların kariyerlerindeki yükseliş trendi de izlemeye alınıyordu. Tabii, devir değişti, bir zamanların dava ve ideal sevdalıları hedefe (hangi hedefse artık) giden her yolu mubah saymaya ve sermayenin renginin olmadığına inanmaya başladılar ve bu gizli toplantılar da eskisi gibi sorgulanmaz ve tartışılmaz oldu. Hâlbuki dünyanın başına çorap ören sacayağında Trilateral Komisyon ve CFR ile birlikte diğer önemli aktör halen Bilderberg yapılanmasıydı. Öyle olmasa, dünyanın en önemli siyasi ve ekonomik figüranları, başka işleri yokmuş gibi her yıl toplanıp gizli gizli bir şeyleri konuşmazlardı. (Türkiye'den bu sene Bilderberg'e katılanlardan Sayın Ali Babacan, bu senenin gündeminden ve özet de olsa konuşulanlardan bahsetse keşke) Söylendiğine göre bu senenin gündem maddeleri Suriye meselesi ve müdahale hazırlığı Türkiye ve Avrupa'daki ekonomik kriz ve çözüm yollarıymış. Bu noktada, uluslararası arenada devamlı surette Türkiye ekonomisine yönelik haddinden fazla övgüler içeren ifadeler, Türk ekonomisinin göz kamaştırdığından, krizdeki AB'ye örnek alınacağına (yani AB ülkelerinin de Türkiye gibi, tamamen Yahudi sermayesinin kontrolüne sokulacağına) kadar birçok iltifatın altındaki şeytanlık sırıtmaktaydı. Bir yandan rüşveti kelam cinsinden ve niyeti pek de halis gibi gelmeyen övgüler, öte yanda da yapısal sorunları (bütçe açığı, cari açık, tasarruf açığı) dağ gibi duran ve en ufak bir memur maaş zammında dahi "Yunanistan gibi olmakla" karşı karşıya olan Türkiye ekonomisi manzarası, tam bir tezatlıktı. Türkiye'nin, Batı tarafından (özellikle ABD) İslam dünyasının önüne siyasi manada "rol model" olarak konulmasının ardından, anlaşılan sıra ekonomik manada da "rol model" olarak hazırlanmaktaydı. IMF içinde Türkiye'nin aktif bir rol üstleneceğini böyle düşünmek lazımdı. Aslında bu durum, Türkiye'nin neoliberal ekonomi politikalarına (Siyonist sermaye tezgâhına) kayıtsız şartsız teslimiyetinin de ispatıydı. 1980'nin 24 Ocak Kararları ile başlayan sürecin zirvesine yaklaşılmıştı. Batı'nın komünizm yerine düşman olarak hedef tahtasına İslam'ı koydukları ve buna göre NATO dâhil kurumlarını yeni stratejilerle yapılandırdıkları yeni dönemin, "Truva atı" maalesef AKP Türkiye’si olmaktadır. Bir zamanlar insanlığa hıyanetlerini ve Siyonizm’e hizmetlerini yazıp dillendirdikleri Bİllderberg'e, davet edildikten sonra sesi soluğu kesilenler ise içi boş övgülerden sarhoş durumdadır. Bu arada, Dünya Ekonomik 135 Forumu'nun Türkiye ayağının bundan böyle geleneksel hale getirilmesi fikrini de, Türkiye'nin artan ekonomik rol modelliğine bağlamak lazımdır. Şimdi şayet; AKP ve Cemaat, çok stratejik tavizlerle, Siyonist güçleri oyalayıp, Dinimize, Devletimize ve kutlu hedeflerimize yaklaşmak ve alt yapı hazırlamakla meşgul ise, bizim bu sert ve mert ikaz ve itirazlarımız, malum odaklar nezdinde onların işini kolaylaştıracaktır. Yok, bu tespit ve tenkitlerimiz doğru ise, tarihi bir hizmet yapılmakta, toplum uyarılmaktadır. Ve bütün bunlar suç ise, bu suç bizim manevi mesuliyetimiz ve lezzetimizdir! B- Atatürk’ün ise, zalim ideolojilerin ve dinsiz çevrelerin istismar aracı olmaktan kurtarılması ve bu maksatla “Bizim Atatürk” kitabımızın yazılması, tarihi bir adımdır! Üstat Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerinin; 12. Şua, Denizli Mahkemesi Müdafaasında, Mustafa Kemal’i kast ederek: “Maksadım; O kumandan ya (eceli gelip) ölecek veya tebdil edilecek, ordu (onun adına uydurulan Kemalizm) tahakkümünden kurtulacak demektir.” Tespitlerindeki “Tebdil edilecek” yani, “Kemalizm adına uydurulan ve uygulanan batıl ve barbar sistem ve düşünce değiştirilip düzeltilecek” sözlerini manevi bir işaret ve görev sayarak; çok ciddi ve geniş bir araştırma yapıp, Atatürk’ü din düşmanı olarak gösteren ve Onun gölgesinde zulüm düzenlerini yürütenlerin oyunlarını bozacak bu kitabı hazırlamakla bir çığır açılmıştır. Bizim Atatürk kitabımızdan sonra, onlarca “Dindar Atatürk” konulu kitaplar piyasaya çıkmış ve çoğu bizim kitabımızı kaynak gösterip alıntı yapmıştır. Hâlbuki daha önce rahmetli Necip Fazıl Kısakürek, Atatürk’ün vefatından 6 gün sonra, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan çok çarpıcı ve sahip çıkıcı bir yazı kaleme almıştı ve O’nun takipçileri sayılan İslamcı yazarlar, her nedense bu konuyu hiç gündeme taşımamıştı. Necip Fazıl’ın Atatürk Değerlendirmesi: Atatürk’ün vefatından sonra yurt içinde ve yurt dışında, hakkında binlerce yazı yayınlanmıştır. Her biri kendi içinde değerlendirilmesi gereken yazılardan birisi de, Necip Fazıl Kısakürek’in, Cumhuriyet Gazetesi’nde, 16 Kasım 1938 tarihinde Atatürk’ün ölümünün ardından kaleme aldığı yazıdır. Necip Fazıl, Atatürk’ün vefatından dolayı duygularını şöyle anlatmıştır: “Bütün dünyada ülke Kralına, anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defaki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki bir kahve fincanının çatlaması, bize yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fiili ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında (Atatürk gibi), her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısından daha azdır. Hiçbir Türk, kendi, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit edemezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile, böyle bir ihtirama( Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki, Garp (Batı), Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan Milli Kahraman’ın ölüsü karşısında da, hiç bir protokol kaidesinin olmadığı ve hiç bir garplının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkartmaktadır. saygınlığa ve ağırlığa) hedef olabilmiş hükümdar yoktur. Atatürk’ün gözleri ile görmediği bu manzarayı, biz yalnız gözlerimizde bırakmayarak; keskin bir delalet (kesin ve net bir kanıt) halinde şuurumuza sindirmekle mükellefiz. O, Türk’e, hem Türk’ü hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle (kötümserlerle) büyük nikbinlerden(çok iyimserlerden) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi karanlık görenler, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde; aydınlık görenler de öldürücü şartlar 136 karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir. Bence bu fikirlerin ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara mahsus vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata erdirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden kaçırmaya memurdur. Atatürk’ün ruhi maktalarından (Kesitlerinden) bence en alakalısı, O’nun yılmaz ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği (aşırı iyimserliği ve ümit beslemesi), başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı. Birinci vesika; Bir millet için; esaret ve mahkûmiyet anının, bir vakıa (fiili durum) halinde teslim edildiği hengâmede, bu vakıaya (milletimizin esir oluşuna) inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit bile o inanmadı. Bu, Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin (iyimserlik ve özgüvenin) tecellisidir. İkinci vesika; Milli kahraman, hasta döşeğinde günden güne fenalaşırken, yakınlarından itibaren bütün Türk Milleti’ne kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi saffetli, ayağa kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor, ölebileceğine biran bile mümkün gözü ile bakamıyordu. Bu da sonuncu tecelli. Atatürk, başlangıçta Milleti’nin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için, Onu ikinci tecellide haksız bulamayacağız. Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi olarak iki Atatürk vardır: Zaman tasnifi ile bunlardan biri, düşmanın denize dökülüşüne, öbürü de bugüne kadar sürer. Biri ölüm hükmü giydirilmiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir barışla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, biran evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti. Bu tarife göre birine asker, öbürüne inkılâpçı Atatürk demek, hatıra gelecektir. Atatürk’ün iki iş merhalesini temsil eden cepheleri arasında, bence mefkûreci ve hudutsuz şahsiyet; asker Atatürk’tedir. Asker sıfatı da Onu ifadeye kifayetsizdir. Zira bu merhalede askerlik O’nun sadece aletiydi. Bu merhalede O, en büyük asker olmak kıymetinin çok üstünde bir değer taşıdı. Koca bir milletin diriliş iradesini temsil eden mefkürevi insan olmak değeri. Bu değerle Atatürk, beşer tarihinde sayısı bir kaçı geçmeyen hakiki millet kurtarıcılarından bir tanesidir. İnkılâpçı Atatürk’e bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip bir tesadüf cilvesi ile iki Atatürk’ten her biri ayrı isimler taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk... İnkılâpçı Atatürk, Tanzimat’tan beri Türk Cemiyeti’nin Avrupa medeniyet manzumesine (sistem ve silsilesine) kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri, tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi. İkinci merhalenin Atatürk’ü, ıslahçılık tarihimizin en büyük çehresidir. Fakat ilk merhalenin Atatürk’ü, aynı soydan hadiseler arasında, bütün beşer tarihinin en ulvi ifadesini taşıyacaktır.” Rahmetli Necip Fazıl’ın, daha sonraları, bu kanaatlerinden dönüş yaptığına veya pişmanlığını açıkladığına hiç rastlanmamıştı. Şimdi Necip Fazıl Atatürk’ü böylesine över ve yüceltirse “vardır bir hikmeti”, ama Ahmet Akgül sahiplenir ve istismarcıların önünü keserse “sapkınlık alameti” sayanların bu tavrı çifte standartçılık ve sahtekârlık sayılmaz mıydı? Veya en azından 16 Kasım 1938 tarihli Cumhuriyette Necip Fazıl’ın böyle bir yazı yazmadığını ispatlamaları lazımdı. Süper yalaka İslamcı-İstismarcılardan STAR yazarı Ahmet Kekeç’in 12 Haziran 2012 “Cemaatin Kalemleri” yazısında, “kahramanlık taslarken hırsızlığını açığa vuran Kıpti” misali: “Cemaati kızdırırsak, arkasındaki odaklarca kara listeye alınacağız… AKP’nin yanlışlık ve haksızlıklarını yazmaya kalkışsak, kapının önüne koyulacağız” 137 Gibi algılanmaya müsait örtülü itirafları da, bunların psikolojik perişanlığını yansıtmaktaydı. Necmettin Erbakan Hocamız’ın Atatürk’le ilgili müspet tavrı: 10 Kasım 2010 tarihli Milli Gazetede, Aziz Hocamızın şu tarihi beyanatı çıkmıştı. Bu sözler öyle gizli kapalı sohbet notları olmayıp, aleniyet ve resmiyet kazanmıştı. Ve böylece Milli Çözüm’ün yaklaşımına destek çıkılmıştı. Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın, Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatının 72. yılı dolayısıyla yayınladığı mesaj, tarihi gerçekler ve talihli müjdeler içermekteydi: Atatürk'ü Milli Mücadele'ye öncülük etmiş büyük bir komutan olarak nitelendiren Erbakan’ın, "Gazi Mustafa Kemal Atatürk, milletimizin bağımsızlık konusundaki vazgeçilmez kararlılığını arkasına alarak Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş birisidir. Öncülük ettiği Milli Mücadele hareketi ile milletimizin esarete asla boyun eğmeyeceğini bütün dünyaya göstermiştir." tespitleri oldukça anlamlı ve önemliydi. Milli Görüş Lideri, yaptığı yazılı açıklamada, Atatürk'ün "Muasır Medeniyet" hedefine ancak devleti ve milletiyle bütünleşmiş, ekonomik gelişmesini sağlamış, insan hak ve özgürlüklerini gerçekleştirmiş bir Türkiye ile ulaşılıp aşılabileceğini kaydetmişti. İstiklal mücadelesinde Anadolu topraklarını işgal eden emperyalist ülkelerin bugün aynı planlarını çok daha tehlikeli ve sinsi oyunlarla gerçekleştirmeye çalıştığını belirten Erbakan Hoca’nın: "Milletimiz tıpkı Milli Mücadele günlerinde olduğu gibi bu sinsi planları boşa çıkaracak inanç, azim ve kararlılığa sahip bulunmaktadır. Sahip olduğu tecrübe ile bu oyunları tekrar boşa çıkaracaktır. Bizler tarih boyunca, dünyaya huzur ve saadet getirmiş bir ecdadın varisleri olmanın onurunu ve sorumluluğunu taşımaktayız. “Yiğit düştüğü yerden kalkacak.”, Türkiye yeni ve adil bir Medeniyet değişimine öncülük yapacaktır. Bugün dünyaya hâkim olan açlık, sefalet, kan ve gözyaşına son verecek iradeyi yine milletimiz ortaya koyacaktır. 'Uydu değil, lider ülke' vizyonu doğrultusunda önce Yeniden Büyük Türkiye, ardından Yeni Bir Dünya mutlaka kurulacaktır. Bu vesileyle vefatının 72'nci yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, Milli Mücadele kahramanlarımızı ve bu vatan için canını vermiş bütün şehitlerimizi rahmet ve şükranla anıyorum." Sözleri ise; kutlu ufukların işareti ve mutlu yarınların müjdeleriydi. Öyle ya; Eğer Atatürk bağımsızlığımızın öncü komutanı, Milli kalkınmamızın mimarı, İslam inançlı ve Hz. Muhammed (SAV) hayranı, ama din istismarına ve yobazlığa karşı, Lider ülke büyük Türkiye sevdalısı ve Batı Medeniyetine ulaşmayı değil onu aşmayı hedef gösteren ender ve önder bir devlet adamı ise, o halde Atatürkçülükle Milli Görüşçülük niye uyuşmasındı? “Eğer Mustafa Kemal yaşasaydı, elbette Milli Görüşçü olacaktı” buyuran da Erbakan Hocamızdı. Ve Atatürk’ün yıllardır gizlenen vasiyeti açıldığında, herkesin dudakları uçuklayacak ve Milli Çözüm’e hayranlık duyulacaktı. Mustafa Kemal’i tebdil ve tevil ederek hakkında hüsnü zanna yöneldiğin gibi, AKP hükümeti ve Fetullah Gülen hareketiyle ilgili de, “onların Siyonist merkezlerle münasebetlerini ve bazı tavizlerini, hayırlı hizmet ve hedeflere yaklaşmak için bir strateji ve taktik olarak” değerlendirmen gerekirken niye şiddetle tenkit ediyorsun? Şeklindeki sorulara yanıtımız ise; Atatürk vefat edip gitmiştir. O’nu kendi dinsizlik ideolojilerine alet etmek isteyenlere ve Onun istismarıyla zulüm saltanatlarını sürdürenlere, bu fırsatı vermemek gerekir. Ama AKP yetkileri ve Cemaat liderinin halen hayatları devam etmektedir ve zalim merkezlerle münasebetleri ve dış güçlerin destekleri açık ve kesindir. Ve bu gidişin hangi sonuçları amaçladığı bizce belli değildir. “Hüküm zahire göredir; hıyanet ve dalalet girişimlerine hüsnü zanla mukabeleye izin verilmemiştir.” Şimdi Atatürk gibi bir şahsiyeti Sabataist sömürü sisteminin ve laiklik kılıflı dinsizlik ideolojisinin istismar aleti olmaktan çekip (Bediüzzaman’ın tabiriyle, Kemalizm’i tebdil ve tevil ederek değiştirip düzeltip) Milli ve Manevi gereklerimize ve gerçeklere uygun, yeniden yorumlamak eğer bir suç ise; bu suç bizim sevabımız ve faziletimizdir! 138 “Biz Allah yolunda cihat ederken, (Haklı ve Hayırlı bildiğimiz gerçekleri söyleyip yazarken) hiç kimsenin kınayıp-karalamasından çekinmeyen” (Maide: 54) Mü’minleriz. Ve Allah c.c. fazilet ve ferasetini dilediğine vermektedir. (Maide: 54) Kız kardeşi Makbule Hanımın; 10 Kasım 1938’de vefat edince, Dolmabahçe’de Atatürk’ün cenaze namazının tamamen İslami emirlere göre kılınmasını istemiş… 1953’te Etnografya Müzesinden Anıtkabir’e taşınırken, tabutun içerisine Arapça ayet ve dualar yazılı kâğıtlar yerleştirmiş… 8 Kasım 1952 tarihli “Resimli 20 Asır” Dergisinde Gazeteci Kandemir’le yaptığı röportajda: “Artık yapayalnız kaldım, Allah’tan başka hiç kimsem yok. Ömrüm Kur’an okumak ve ibadet yapmakla geçiyor. Bir de O’nun (Atatürk’ün) sesi kulaklarımda çınlıyor” diye dertleşmiş olması (17 Haziran 2012, Mustafa Armağan, Zaman) bunların inançlı ve dindar bir aileden geldiklerinin en açık kanıtıdır. C- “Adil Düzen” ise, iddia ettiğiniz gibi “içi boş, sloganik söylemler” olmayıp; tamamen ilmi, insani, İslami gerçekçi orijinal bir sistem konumundadır. Adil Düzen “Doğru”ları esas alarak ve “Yanlış”lardan sakınılarak hazırlanmış ve ehliyetli bilim adamları nezdinde defalarca tartışılıp olgunlaştırılmıştır; ve Onun dışında hiçbir yeterli ve tutarlı bir proje, İslam âlimlerince henüz ortaya konulamamıştır. Bizim 600 sayfayı bulan, İngilizce ve Arapça çevirileri de yapılan “Adil Bir Düzen ve Yeni Bir Dünya” kitabımız incelendiğinde, Erbakan Hocamızın insanlığa tanıttığı bu sistemin ne muazzam ve muntazam bir ilmi hazırlık olduğu daha iyi anlaşılacaktır. “Doğru”ların ve “Yanlış”ların tespitinde ise beş temel ölçü esas alınmıştır; 1-Aklı Selim, 2-Müspet İlim, 3-Tarihi Deneyim ve Birikim, 4-Vicdani Kanaat ve Tatmin, 5-İlahi Din. İşte bu beş kıstasın, ittifakla “Yararlı, Hayırlı, İyi, Gerekli ve Güzel” gördükleri “Doğru” sayılmış; ve yine bu beş temel ölçünün ittifakla “Kötü, Zararlı, Gereksiz, ve Çirkin” bulduğu şeyler ise “Yanlış” sayılmıştır. Akıl ve vicdan sahibi hiç kimsenin bunlara karşı çıkması imkânsızdır. Ancak “Aklıselimin, müspet bilimin, tarihi tecrübelerin ve vicdani kanaatlerin “doğru, güzel ve gerekli” bulduğu şeyleri sırf İslam’da benimseyip öğütlüyor diye karşı çıkmak ise, sadece şeytanlık damarı ve imansızlık tavrıdır. D- Umut İmanın canıdır; Yeis ve karamsarlık ise, hem Allah’ın vaadine itimatsızlıktır, hem de O’nun kudretine itiraz ve inkâr sayılmıştır! Cenab-ı Hakkın mü’minlere vaat ettiği galibiyetin: Öyle büyük kalabalıklarla, oy çoğunluğu kazanmış kukla iktidarlarla, klasik ve kuvvetli silahlarla değil; tam aksine azın azı bir sadıklar ekibi eliyle ve şeytani cephede bulunmayan ve çok ucuza mal olan, ama düşman güçleri aciz ve çaresiz bırakan teknoloji üstünlüğü ile gerçekleşeceğini şu ayeti kerimeler haber buyurmaktadır. Bu ayetler, aynı zamanda zaferin sırlarını ve aşamalarını da anlatmaktadır. 1- Nebiler, elçiler ve davetçiler, hırsla istese ve bütün gücüyle gayret etse de, insanların büyük çoğunluğu iman etmeyecektir: “Sen şiddetle arzu etsen (ve hırs göstersen) bile, insanların çoğu iman edecek değildir.” (Yusuf: 103) 2 – Bu iman eden az kişilerin büyük kısmı ise; süper güçleri, şeyhlerini, hoca efendilerini ve şefaatçilerini Allah’a ortak edip, şirke yönelecektir. “Onların çoğu (imanlarına) şirk katmadan Allah’a iman etmeyecektir.” (Yusuf: 106) 3 – Davalarında sadık ve samimi çok cüzi bir ekibi, Allah zahiren büyük ve güçlü kalabalıklara galip getirecektir. “Gerçekten Allah’a (O’nun vadine ve müjdesine) kavuşacaklarını uman (sağlam) iman sahipleri, dediler ki: Nice küçük topluluklar, Allah’ın izniyle çok büyük kalabalıklara galip gelmiştir. Allah (çoğunluğuna ve maddi yoğunluğuna güvenenlerle değil, Hakta ve cihatta) sabredenlerle beraberdir.” (Bakara: 249’ un son kısmı) 4 – Bu çok cüzi ekip bile gurura kapılıp kendi nefislerinden bir şey vehmetmesin diye, Cenab-ı 139 Hak, her asırdaki zalim ve azgın CALUT’ları, DAVUT’ları eliyle bertaraf etmektedir. “Böylece, Allah’ın izniyle onları hezimete uğratıp yendiler. Davut Calut’u öldürünce (şaşkınlığa kapılıp dağılıp gittiler)” (Bakara: 251) Özel eğitimli FİL’lere binmiş, zırhlar giyinmiş, her türlü savaş tedbirlerini alıp gelmiş on binlerce kişilik CALUT ordusuna karşı, Hz. DAVUT’un geliştirdiği ve karşı tarafın bilmediği SAPAN TAŞI sayesinde, yani çok basit bir teknolojik yenilikle, kâfir ve zalim komutan, gözlerini delen sapan taşıyla geberip yere serilmiş, Allah böylece elene-döküle bir avuç kalmış sabır ve sadakat ehline zafer vermiştir. Bugün de, planlamasından yapım aşamasına, deneme safhasından seri üretim konumuna kadar, tamamen kendi bilgisi ve gözetimi altında gerçekleştirilip, yakında şartlar olgunlaşınca İsrail ve ABD güçlerini Ortadoğu’da hezimete uğratmak üzere, kahraman ordumuzun ilgili birimlerine teslim ettiğini açıklayan Erbakan Hoca’nın, çok ucuza mal olan özel teknolojileri sayesinde, süper güçlerin nükleer füzeleri, uçak gemileri ve tüm saldırı sistemleri, etkisiz hale getirilecektir. 5 – Vaad edilen bu zaferin vakti ise: Resullerin ve davetçilerin, toplumdaki ve etrafındaki insanlardan artık umudunu kestikleri ve herkesçe yalanlanıp yalnız bırakıldıklarını hissettikleri bir süreçte Allah’ın nusreti yetişecektir. “Öyle ki elçiler (insanların gayret ve desteğinden) umutlarını kesip te, artık kesinlikle yalanlandıklarını (anladıkları ve tamamen yalnız kaldıkları) kanaatine vardıkları bir sırada, nusretimiz (ve zafer va’dimiz) onlara gelecektir.” (Yusuf: 110) “Mü’min, Allah’ın ayetleri okunduğu ve hatırlatıldığı zaman, imanları ve umutları artan ve sade Rabblerine tevekkül edip dayanan” insandır. (Enfal: 2) Peki, Allah’ın ayetlerini duyunca itiraza kalkışan ve canları sıkılan kimseler, acaba nasıl mahlûklardır? Muteber hadislerde ve mutevatir haberlerde “Maddi kuvvet ve ekipçe çok zayıf olan Hz. İsa Aleyhisselamın, zahiri güç ve desteği çok büyük olan DECCAL’i tek başına öldüreceği” yolundaki rivayetler de yukarıdaki ayetlerin bildirdiklerine uygun düşmektedir. (Bak: Müslim Kitabül Fiten: 34) Yeri gelmişken şu gerçekleri de vurgulayalım ki: a) Hz. İsa AS.’ın Hz. Mehdi AS’a tabi olacakları ve birlikte birçok hizmetlerde ortaklaşa çalışacakları b) Hz. İsa’nın Hz. Mehdi’nin vefatından sonra, O’nun projelerini sahiplenip hedeflerine ulaştıracağı c) Hz. İsa AS’ın aynen Hz. Mehdi AS gibi sadık tabilerinin ve talebelerinin çok az bulunacağı d) Siyonist Deccal’in, Hz. İsa eliyle katlolunup İsrail’in yıkılacağı e) “Deccal’in Hz. İsa’yı görünce, tuzun suda erimesi gibi yok olacağı” şeklindeki hadislerin (Müslim – Fiten bölümü – Tefsir-i ibni Mesud Sh. 243) işaretiyle, İsa Aleyhisselamın, Hz. Mehdi’nin teknoloji harikalarını kullanarak Deccalizmin korkunç silah yığınaklarını çürütüp etkisiz bırakacağı (Bak: Süneni İbni Mace C. 10 No: 32) sağlam kaynaklarda açıkça belirtilmektedir. Şimdi, ey benim kardeşim! Eğer Rabbimizin hükmüne ve vaadine, Peygamberimizin haberlerine ve İslam büyüklerinin müjdelerine inanmak, olayları bu doğrultuda yorumlamak ve bunlara uygun davranmak bir suçsa; âlem şahit olsun ki, bu suç bizim şerefimiz ve izzetimizdir! E- Oğuzhan ve Şevket Kazan ekibiyle ilgili tespit ve tenkitlerimize gelince: Oğuzhan Asiltürk tanık sıfatı ile savcılıkta ifade veriyor; Erbakan ailesiyle ilgili bütün tükürdüklerini yalıyordu!? SP Genel İdare Kurulu üyesi Oğuzhan Asiltürk de 12 Nisan’da tanık sıfatıyla savcılıkta ifade veriyordu. Erbakan’ı 1954’ten bu yana tanıdığı için ailesini de yakından bildiğini belirten Asiltürk, Zeynep Erbakan’ın dilekçe verdiğinden haberi olduğunu anlatıyordu. Çünkü zaten O’nu kendisi kışkırtıyordu. Zeynep Erbakan’ın dilekçesinin ardından Yüksek İstişare Kurulu’nu toplayıp Mehmet Altınöz ile Fatih Erbakan’ı çağırdıklarını, Erbakan’ın gelmediğini, Altınöz’e ise yalıyı sorduklarını belirten Asiltürk, “Kendisi ailesinin tasarrufları ile aldığını, zengin bir aileyi mensup olduğunu söyledi” 140 diyerek, aylarca “Erbakan cihat paralarını, mala çevirip üstüne tapuladı ve bunları çocuklarına miras bıraktı” iddialarının birer iftira olduğunu böylece itiraf ediyordu. Şirketlerin ve mal varlığının merhum Erbakan’a ait olduğu konusunda bilgisi olmadığını belirten Asiltürk, “Tam tersine bu şirketlerin hissedarlarının kendilerine ait malları olduğunu biliyorum. Bu şirketlerin ortakları partimizin faaliyetleri sırasında ihtiyaç duyulduğu zaman maddi yardımda bulunan insanlardır. Sürekli partiye yardım ettikleri için Zeynep Erbakan tarafından bu husus yanlış değerlendirilmiş ve şirketlerin mallarının babasına ait olduğu şeklinde bir kanaate varmıştır” (milliyet.com.tr 22 Mayıs 2012 ) diye konuşuyor, tam bir fesatçı ve fırsatçı tavrıyla, aylarca Erbakan Hoca’nın ve çocuklarının töhmet altında kalmasına yol açan yalanlarından, savcı huzurunda vazgeçiyor ve MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ’nin haklılığı bir kez daha ispatlanıyordu. Bakalım yalancı ve iftiracı Oğuzhan’ın yandaşları şimdi onun bu fitneliğine hangi mazeret ve kerametleri uydurmayı düşünüyordu? Rahmetli Erbakan Hocamız gibi aziz ve tertemiz bir şahsiyete değil, sade ve sıradan bir kimseye ve ailesine bile bu tür yalan isnatlarda bulunmanın ağır vebali ve kepazeliği ortada iken, şimdi zoru görünce kustuklarını yalamaktan sakınmayan bir kişiye; hala rağbet ve hürmet edenlerin, onlardan daha bayağı duruma düştüğüne tarih şahitlik ediyordu!63 Oğuzhan Asiltürk’ün: Milli Görüş’e ait tüm malvarlıklarını tek çatı altında toplayıp kendi kontrolüne alma girişimi! Oğuzhan Asiltürk’ün, bugüne kadar Milli Görüş partilerinden dördünün haksız bir şekilde kapatıldığını, ancak bugünkü şartlar altında siyasi partilerin keyfi yorumlarla kapatılmasının mümkün görünmediğini ileri "Bu durumda il ve ilçelerimizde davanın malı olarak bazı kardeşlerimizin üzerinde bulunan taşınmazların partiye ve ilgili kuruluşlara devredilmesi uygun olacaktır"64 talimatları: sürüp: Kökünü kurutmaya ve Erbakan ismini unutturmaya çalıştığı Milli Görüş’e ait bütün mal varlıklarını kendi güdümüne alma niyetini ve karanlık tıynetini yansıtmaktadır. Son Sözüm: Yazık be dostum! Demek madenin ham demirmiş ki, yaşlandıkça paslandın; Çünkü paralı yavşaklara yaslandın. İmkan ve iktidar sahiplerine yağcılığa başladın!? Ne demişti, Nevşehir’in sadık ve sağlam âlimlerinden, can dostum Ahmet Sürücü Hocam: “Müslüman’ın olgunu, kocadıkça koç olur Münafık’ın moruğu, kocadıkça hiç olur!” Bu hikmet ve hakikat incisine bir halka da biz katalım: “Milli Görüş sağlamı, çelikten de güç olur Münafıklar hazzetmez, ne söylerse suç olur” Evet dostum, bu İslami ve insani gerçekleri haykırmak, size göre suç ise, tam aksine bizim kalbi ve Kur’ani zevkimizdir. 63Bak:http://gundem.milliyet.com.tr/babam-mallarini-ucuncu-kisilere-emanet-etmedi- /gundem/gundemdetay/22.05.2012/1543244/default.htm 64 17 Haziran 2012, Milli Gazete 141 ABDÜLHAMİT, MUSTAFA KEMAL VE ERBAKAN'IN MİLLİ TAVIRLARI CEMAAT’IN CILKI, ERDOĞAN’IN ÇARKI, ERBAKAN’IN FARKI AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Barzani’ye biat sunmaya ve Irak’tan koparılan Kürdistan’a fiili resmiyet kazandırmaya yönelik Erbil ziyaretinde: “PKK ile girişilen barış süreci için, Kürtlerin tatmin, Türklerin ise ikna edilmesi” gerektiğini söylüyor ve baklayı ağzından çıkarıyordu. Böylece birçoğu Sabataist-Mason kökenli ve resmen KCK’li, gerisi de Cemaatçi ve İslamcı geçinen AKP hizmetçisi olan “Akil Adam”ların ne maksatla oluşturulduğunu da itiraf ediyordu. Nafiz Can Paker kim oluyordu? Doğu Anadolu Bölgesi Akil Adamlar heyeti başkanı Nafiz Can Paker 1942 İstanbul doğumludur. Mesleği makine mühendisi, yönetici ve sivil toplumcudur. Can Paker, sırasıyla Robert Koleji, Berlin Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Columbia Üniversitesi'nde okumuş, Yıldız Üniversitesi ve Columbia Üniversitesi'nde lisansüstü ve doktora talebesi olmuştur. TÜSİAD, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, TESEV gibi genellikle Sabataist (Yahudi dönmeleri)nin güdümündeki ve Masonların denetimindeki birçok sivil toplum kuruluşunun yönetiminde yer alıyordu.. Robert Kolej Mütevelli Heyeti, Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti, ENKA Okulları Danışma Kurulu üyeliği gibi görevler üstleniyordu. Ayrıca Yahudi spekülatör George Soros tarafından kurulan Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Danışma Kurulu üyeleri arasında bulunuyor ve danışma kurulu başkanlığı yapıyordu. Can Paker uzun yıllardır politika ile ilgileniyor, bir dönem Deniz Baykal’ın danışmanlık görevini de üsleniyordu. Politik olarak liberal-demokrat çizgide olduğu biliniyordu. Can Paker; Sabataist ailelerin kurduğu Şişli Terakki Lisesi Yönetim Kurulu üyesi olan kuzeni Lütfü Paker’in kız kardeşi Mihriban Paker ile evli bulunuyordu. Mehmet Barlas'ın gazeteci eşi Mecbure Canan Barlas’ın ağabeyi oluyordu. Ayrıca Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyeliği yapıyordu. Can Peker’in de içinde bulunduğu TÜSİAD’çılar Erbakan’ın demokratik seçimler ve usullerle kurduğu Refah-Yol’u yıkmaya çalışıyordu TÜSİAD'ın o süreçteki çıkışı siyaset ve ekonomi dünyasına bomba gibi düşüyor, Refah-Yol'a eleştiri oklarını yönelten rantiyeci ve faizci iş dünyası adeta tek ses oluyordu. TÜSİAD'ın Refah-Yol’a karşı çıkışı, siyaset ve ekonomi dünyasını karıştırırken, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği de bu çıkışı aratmayacak bir açıklamaya hazırlanıyordu. Yalım Erez'in eski kalesi TOBB'un İstanbul'da yapılacak Müşterek Konsey Toplantısı büyük önem taşıyordu. Bakanlıktan istifa eden DYP'li milletvekili Yalım Erez'in de katılacağı toplantıda TOBB Başkanı Fuat Miras ve Konsey Başkanları ile Oda Başkanları özellikle Refah-Yol’dan kurtulma çarelerine yoğunlaşıyordu. Bu arada TOBB Başkanı Fuat Miras'ın konuşmasının önemli mesajlar içereceği bekleniyordu. Toplantının aynı zamanda Ankara'da 24 Mayıs'ta yapılacak olan Mali Genel Kurul'a da bir hazırlık niteliği taşıdığı belirtiliyordu. TÜSİAD Erbakan’a karşı 5’li Çete’nin ruhuydu, Can Peker Lejyonuydu! TÜSİAD’ın “28 Şubat’ta 5’li çete içinde değildik” iddiasına cevap veren eski MÜSİAD Başkanı ve yeni AKP yandaşı Ömer Bolat “TÜSİAD, 5’li çete ile fotoğraf vermedi ama arkasındaki güçtü, ruhunun içindeydi” diyor ve can alıcı sorular yönetiyordu. TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in hükümete yönelik ‘buyurganlık’ 142 sözlerinin ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın 28 Şubat sürecinde Refah-Yol hükümetini devirmek için faaliyet gösteren 5’li çetede TÜSİAD’ın da bulunduğunu açıklaması ile başlayan polemikte, TÜSİAD cephesinden ‘Biz 5’li çetede değildik’ açıklaması geliyordu. 28 Şubat döneminde MÜSİAD’ın Genel Sekreterlik görevini yürüten Ömer Bolat ise “TÜSİAD, 5’li çete ile fotoğraf vermedi ama arkasındaki güçtü, ruhunun içindeydi. Refah-Yol’u düşürüp, sonra da ekonomik buhrandan faiz vurgunu yaptılar. TÜSİAD’ın yüzde 98’i Refah-Yol’u düşürmek için 5’li çete ile çalıştı” diyerek, TÜSİAD’ın 5’li çetedeki rolünü şöyle anlatıyordu: “O günleri, çok iyi hatırlıyorum. MÜSİAD’da genel sekterdim. TÜSİAD, Refah-Yol’dan mutsuz, düşürülmesinden memnun bir pozisyondaydı. Bu, kamuoyuna verdiği görüşlerde yer alıyordu. Ama kendini 5’li çete olarak tanımlayan o zamanki TİSK, TESK, TOBB, TÜRK-İŞ ve DİSK başkanlarından oluşan masada yer almadılar. Almadılar ama çok da iyi biliniyor ki Refah Yol hükümetinin ikinci altı ayında başlayan 28 Şubatçıların çalışmasında TÜSİAD’a bağlı sermaye grupları sahne aldı. Bunu kamuoyu gayet yakından biliyor. TÜSİAD, 5’li çete ile fotoğraf vermedi ama arkasındaki güçtü, ruhunun içindeydi. Hükümeti devirmek için demeçler birbirini kovalıyordu. Hükümetin yanlış yolda olduğu, irticanın güçlendiği gibi politik demeçler veriyorlardı. 5’li çetenin tüm açıklamalarına paralel bir seyir izledi TÜSİAD. 5’li çetenin içinde olmayıp, onlara destek verme konusunda bir taktikleri vardı bunu da çok iyi icra ettiler. Büyük sermaye grupları ve bankalar TÜSİAD’a bağlı idi. Onlar faiz lobisinin üyesiydi. Refah-Yol’dan sonra, Türkiye büyük bir ekonomik enkaza dönüştü. Bunun kaymağını da TÜSİAD’a bağlı olan büyük sermaye grupları faiz ile yediler. Refah-Yol’u düşürüp, sonra da ekonomik buhrandan faiz vurgunu yaptılar. TÜSİAD’ın yüzde 98’i Refah-Yol’u düşürmek için 5’li çete ile çalıştı ve Erbakan karşıtı mitinglerin finansmanını sağladı.” Erdoğan 28 Şubat’ın ve TÜSİAD’ın hedeflerine hizmet ediyordu! Başbakan Erdoğan 28 Şubat 2012 Meclis Grup konuşmasında kademeli eğitime karşı çıkan TÜSİAD'ı çok sert sözlerle eleştiriyor ve "TÜSİAD geçmişte bir İmam Hatip Raporu hazırlattı. Hazırlayanın ismini vermek istemiyorum. İmam Hatip Okullarının orta kısımları bu rapordan sonra kapatıldı." Diye çıkışıyordu. Hayret aynı TÜSİAD’çılardan Can Peker bugün AKP’nin Akil Adamları Doğu Anadolu başkanlığına getiriliyordu. Kısa adı TÜSİAD olan Türkiye Sanayici ve işadamları Derneği'nin "Türkiye'de Eğitim" raporu, eski Talim Terbiye Kurul başkanlarından ve Turgut Sunalp'in Milliyetçi Demokrasi Partisi kurucularından Zekai Baloğlu tarafından hazırlanıyordu. 248 sayfalık, hiçbir masraftan kaçınılmadan yayınlanan raporun, en önemli özelliği, İmam-Hatip Okullarının kökünü kurutmaya yönelik girişimleri oluyordu. Raporu hazırlayıp yayınlayanlar, sanki geniş bir tartışmaya konu olsun diye bütün mizanseni planlıyordu. Raporun kamuoyuna takdimi için Cumhurbaşkanı Demirel’in de davet edildiği bir toplantı düzenleniyordu. Peki, rapor neyi söylüyordu? Sonradan TÜSİAD'cılar savunmaya geçip "Rapor sadece İmam-Hatip konusunu işlemiyordu" demelerine rağmen, raporun iskeletini "Eğitimde Birlik" konusu çerçevesinde İmam-Hatipler konusu oluşturuyordu. Raporun başından sonuna İmam-Hatip konusu serpiştirilmişti.(s.9,s.117,s.132,s.175) Raporda işlenen tez, yeni, orijinal değildi, bir süredir belirli merkezler aynı temayı işliyordu. Hatta konu, Amerikan raporlarına geçmişti. Ana başlıklar halinde şunlar söyleniyordu: • İmam-Hatiplerin sayısı, Türkiye'deki din adamı ihtiyacından fazladır. • İmam-Hatiplerin genel öğretim kurumu haline dönüşmesi sakıncalıdır. • İmam-Hatip mezunları, meslekî alana değil, her üniversiteye yönelmekte ve buralarda bir İmam-Hatipli birikimi oluşmaktadır. 143 • Din eğitimi kaynaklı kişilerin devletin değişik kademelerinde yönetici olarak yer alması, laik yönetim ilkesine aykırıdır. • İmam-Hatiplerin sayılarının artması ve her üniversiteye gidebilmeleri, eğitimde birlik ilkesini bozmaktadır. Raporda bu tespitlerin peşinden, bunlara uygun teklifler geliyordu. Tekliflerin özü, İmam-Hatip neslinin kökünü kazımaya yönelikti ve şunlar isteniyordu: • İmam-Hatiplerin okul ve öğrenci sayısı "din görevlisi ihtiyacı"na göre sınırlandırılmalıdır. • İmam-Hatip mezunları sadece ilahiyat Fakültelerine alınmalı ve diğer fakültelere girmeleri yasaklanmalıdır. • Halkın İmam-Hatip binası ve Kur'an Kursu yapımının sınırlandırılması ve buralara yönelik yardımların doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı'na yapılması şarttır. Şu anda yapılan binaların da Milli Eğitim Bakanlığına devri sağlanmalıdır. • İmam-Hatip liselerinin orta kısımları kapatılmalı, bu okullara 8 yıllık İlk Öğretim Okullarından sonra öğrenci alınmalıdır • Kur'an Kurslarının gündüzlü kurslar haline dönüştürülmesi ve 8 yıllık temel eğitime gitmeyen öğrencilerin bu kurslara alınmaması lazımdır. • Yatılı Kur'an Kurslarının öğrenci yurdu olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığına devri şarttır. • Yönetim ve Öğretim personelinin laik eğitimden gelen kişilere verilmesi, yani eğitim ve öğretim kademelerinde görevli bulunan imam-Hatip çıkışlı yöneticilerin değiştirilmesi lazımdır. İşte en temel insan haklarından sayılan din eğitimine ve İslam’ı öğreten İmam Hatiplere böylesine kindar olan TÜSİAD’çılar bugün AKP iktidarıyla ve bir zamanlar kendilerini eleştiren Recep Erdoğan’la birlikte “PKK ile uzlaşma sürecini ve Güneydoğu’muzda Özerk Kürdistan oluşturma girişimlerini” birlikte yürütüyor ve TÜSİAD’çı ve TESEV’ci Can Peker, Akil Adamlar’ın Doğu heyeti başkanı seçiliyordu. Bu çoğu Sabataist (Yahudi Dönmeleri)nin, İslam Dinine ve Erbakan hareketine derin kinleriyle bilinen kesimlerin şimdi Kürt açılımını hararetle desteklemeleri elbette kafa karıştırıyordu. 28 Şubatçı Paşalar TÜSİAD’ın ve ABD’li Yahudi odakların suç ortağı yapılıyordu! Ertuğrul Özkök 28 Şubat'ın onuncu yıldönümünde, 28 Şubat 2007'de kaleme aldığı "İmzam hâlâ aynı yerde" başlıklı yazısında "Belki onuncu kez yazıyorum. 28 Şubat sürecinde yazdığım her yazının altındaki imzam aynen duruyor" diyen, "28 Şubat, Türkiye demokrasisinin gerçek bir balans ayarıdır" sözüyle ilkel bir darbeyi "demokrasiye balans ayarı" olarak pazarlarken yüzü zerre kadar kızarmıyordu. 65 Bundan beş sene önce "Bugün 28 Şubat'ın 10'uncu yıldönümü... 28 Şubat'ta devletin çeşitli kademelerinde görev yapmış kişilerde müthiş bir 'pişmanlık' havası var. Yer gök 'itirafçı' dolmuş. O günlerde kraldan fazla kralcılık yapanlar, şimdi eski kralların üzerinde trampet çalıyor. Eğlenceli bir karakter resmigeçidi seyrediyoruz. Bu yaygaraya bakınca şöyle bir hisse kapılıyorum. Galiba 28 Şubat'ı destekleyen tek ben kaldım" diyen Özkök, 28 Şubat'ın 15'inci yıldönümünde, Mehmet Ali Birand'ın "Son Darbe: 28 Şubat" belgeseli vesilesiyle çeşitli itiraflarda bulunuyor, pişmanlık havasında olmasa da Özkök de itirafçı olmuş gibi davranıyor, böylece "1000 sene sürecek" denilen 28 Şubat, 15'nci senesinde son destekçisini de yitirmiş oluyordu. Destekçilerini kaybetse de 28 Şubat’ın toplumun önemli bir kesiminde açtığı derin yaralar hala kanıyordu ve 28 Şubat’ın en acı meyvesi AKP iktidarı oluyordu! 65 http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/6031196.asp?yazarid=10&gid=61 144 28 Şubat Süreci'nin arkasındaki Sabataist-Mason Cunta’nın ve TÜSİAD’çıların, kabaca birkaç hedefi vardı: Bir, Refah-Yol iktidarıyla geçici olarak ellerinden kaçırdıkları sömürü saltanatını geri almak... İki, Susurluk'ta meydana gelen kazayla ortaya çıkan, kendilerinin de parçası oldukları devlet içindeki kirliliği, karanlık ilişkileri örtbas edip saklamak. Üç, Refah-Yol Hükümeti döneminde devletin kasasında toplanan paraları kendi kasalarına aktarmak... (Detaylara girilirse, sürecin arkasındaki güç olan TÜSiAD ve ona destek verenlerin başka kazançları olduğu da görülecektir şüphesiz). Etkisi hala da atlatılamayan ekonomideki kırılganlık 28 Şubat'ın mirasıdır. Hükümetlerin IMF’den 1 (bir) milyar dolar borç alabilmek için ecel terleri döktükleri bir dönemde, Erbakan Hoca’nın HAVUZ SİSTEMİ ve milli projelerle rantiye hortumlarını kesip halkı huzura kavuşturduğu Refah-Yol iktidarını düşürenler milletin 100 (yüz) milyar dolardan fazla parasını hortumladılar. 28 Şubat Süreci'nin devam ettiği 2001'deki ekonomik krizdeki kaybı da hesaba katarsak, 28 Şubat'ın millete maliyeti 500 milyar dolardan fazladır. 28 Şubat Süreci'nde Başbakanlığa Atanan M. Yılmaz ilk icraatıyla TÜSiAD'a diyet borcunu ödüyordu. Refah-Yol'un yıkılmasından sonra Birinci 28 Şubat Hükümeti'ni kurma görevi verilen Mesut Yılmaz, başbakanlık koltuğuna oturmadan soluğu İstanbul'da, "Benim medya organlarım İslamcı koalisyon hükümetine karşı savaş verdi" diyen Aydın Doğan’ın huzurunda almış (Doğan, Yılmaz'ı pijamayla karşılamıştı). 30 Haziran 1997'de başbakanlık koltuğuna oturan Yılmaz, 12 Temmuz 1997'de çıkarttığı bir kararname ile Havuz Sistemi'ni kaldırarak ve borçlanma faizlerini yüzde 70'lerden yüzde 130'lara çıkartarak kendisine başbakanlık hediye eden TÜSİAD’a diyet borcunu ödemiş olmaktaydı. (her iki düzenlemenin de "İrtica" ile ilgili olmadığına dikkatinizi çekerim)! Mesut Yılmaz'ın, Ankara'da, yanı başındaki Genelkurmay Karargâhı yerine İstanbul'a, TÜSİAD'ı temsilen Aydın Doğan'ın ayağına gitmesi; generaller yerine işadamlarının işine gelecek düzenlemelerle işe başlaması, 28 Şubat'ın arkasındaki gücün asker değil TÜSİAD olduğunu, onları da ABD Yahudi Lobilerinin doldurduğunu açıkça gösteriyordu. Askerler, ülke güvenliğini sağlamak için kendilerine emanet edilen güçten/silahtan ve kullanılmaya elverişli yapılarından dolayı tetikçi olarak kullanılıyordu. Çoğu TÜSİAD üyesi işadamı, 28 Şubat’ın kudretli birçok generallerini daha sonra, hortumlama operasyonlarını engelsiz bir şekilde halletmek için, içini boşaltmayı planladıkları bankaların yönetim kurulu üyeliklerine getiriliyordu. Yani TÜSİAD, cuntacı Paşaları 28 Şubat Süreci'nde sivil hükümete ve halka karşı suç ortağı olarak kullanmakla kalmıyor, hortumlamayı planladığı bankalarda "bekçi başı" olarak da yararlanılıyordu. 66 Erdoğan’ın Kürt açılımı, aslında TÜSİAD’ın bir atılımıydı! Kürtçeyi resmi eğitim dili, Güneydoğu’ya özerklik”i ilk defa Can Peker’lerin TÜSİAD’ı ve TESEV’i raporlaştırmıştı: Türk Sanayici ve İşadamları Derneği 40. kuruluş yıldönümünde, derneğin tarihine geçecek bir toplantı yapıyordu. Gerek eski başkanlardan Cem Boyner'in “İnsan onuru ve insan hakları Türkiye'nin bölünmesinden, devletten daha değerlidir. Türkiye'de İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca okul var, ama Kürtçe okul yok” diye özetleyebileceğimiz çıkışı, gerekse kamuoyuyla paylaşılan yeni anayasa raporu dernek açısından bu “tarihi” nitelikte bulunuyordu. 22 akademisyen ve kanaat önderinin Prof. Ergun Özbudun ve Prof. Turgut Tarhanlı'nın eş koordinatörlüğünde yaptıkları yuvarlak masa toplantılarının sonucu olarak açıklanan rapor, yeni anayasa sürecinde temel ilkeler ve hedefler bağlamında bir dizi öneri içeriyordu. 2007 yılında AKP'nin isteği üzerine bir anayasa taslağı hazırlayan ekibin de başında bulunan Prof. Özbudun, neden TÜSİAD için yapılan çalışmada daha “radikal” bir yaklaşım sergilediklerini yanıtlıyordu. PKK ve BDP'nin talepleri açısından da önemli bir metin sayılıyordu 66 [email protected] 145 TÜSİAD'ın “Yeni Anayasa Yuvarlak Masa Toplantılar Dizisi: Yeni Anayasanın Beş Temel boyutu” başlığı altında yayımlanan metin Türkiye’yi bölme anayasası sürecinde ciddi bir tartışma zemini oluşturuyor, BDP'nin de Kürt sorununun çözümü için telaffuz ettiği önerileri önemli ölçüde karşılıyor, bu bağlamda “demokratik özerklik” talebine kayıtsız kalınmadığı gözleniyordu. İşte TÜSİAD raporu şu ana başlıklardan oluşuyordu: • Türk milletine ve milliyetçiliğe atıf yapılmamalıdır. • Yeni anayasa devlet odaklı değil birey ve insan odaklı bir felsefeyle kaleme alınmalıdır. • Yeni anayasa milliyetçiliğe vurgu yapmamalı, çoğulcu bir felsefeye sahip olmalı ve farklı kimliklere hak temelli yaklaşmalıdır. • Vatandaşlık tanımlamasında “Türklük” kavramına yer verilmeden vatandaşlık bağı devletle birey arasındaki anayasal bir ilişki olarak tanımlanmalıdır. • Anayasa’da "Türk Milleti" veya milliyetçiliğe atıf yapan ifadeler ve etnik çağrışımı olan deyimler çıkarılmalıdır. • Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmalıdır. • Yüksek komuta kademesinde atamalar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin göstereceği belli sayıda aday arasından sivil otorite tarafından yapılmalıdır. • Yüksek Askeri Şûra'nın sadece ihraçlara ilişkin kararları değil, bütün kararları yargı denetimine açılmalıdır. • Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalı, yeniden yapılandırılmalıdır. Cumhurbaşkanlığı'nın sembolik bir makam olması gerektiğinden hareketle kurul başbakanın başkanlığında toplanmalıdır. • Cumhurbaşkanı yetkileri sınırlandırılmalıdır. • Milletvekilleri ve bazı kamu görevlilerine başörtüsü takma imkânı sağlanmalıdır. • Yeni anayasa başörtüsü ile ilgili görüş ayrılıklarının çözüme kavuşturulmasında bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Üniversite öğrencilerinin, milletvekillerinin, öğretim üyelerinin ve belli kurallar dâhilinde, kamu görevlilerinin başörtüsü kullanmalarına engel bir gerekçe bulunmamaktadır. Bununla birlikte hâkim, polis, savcı, asker gibi devletin egemenlik yetkisini doğrudan kullanan ve tarafsızlığın öne çıktığı meslekleri icra eden kamu görevlilerinin; çocukların etkiye açık olmaları nedeniyle okul öncesi eğitim, ilk ve orta öğretimde görev yapan eğitimcilerin; reşit olmamaları sebebiyle üniversite öncesi eğitim alan öğrencilerin din veya inancı belli eden simgeler taşıması uygun sayılmamaktadır. • Siyasi partiler şeriatı (İslami kuralları) ve faşist, ırkçılığı savunamamalıdır! • Diyanet'te temsil edilmeyenler paralel kuruluşlar oluşturulmalıdır! • Zorunlu din kültürü ve ahlak dersi kaldırılmalıdır! • Nüfus kâğıtlarında din hanesi bulunmamalıdır. • Cemaatler tüzel kişilik kazanmalıdır. • Atatürk'e saygı sunulmalı, ama ideolojik referans yapılmamalıdır! • Demokratik özerkliği' kolaylaştıran bölgesel idareler kurulmalıdır. • Üniter devlet esnetilerek bölgeli (federatif) yapı tartışılmalıdır. • Ana dilinde eğitim ve öğrenim tedbirleri alınmalıdır! • (Kürtlere ve başka kökenlere) Kolektif kültürel haklar tanınmalıdır! • Eşcinsellere de ayrım yapılmamalıdır! • Memura grev ve bireylere vicdani ret hakkı sağlanmalı (mecburi askerlik kaldırılmalıdır) MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli TÜSİAD’ın bir zamanlar şiddetle karşı 146 çıktıkları başörtüsü istismarı hakkındaki raporuna ilişkin yazılı basın açıklaması yapıyordu: TÜSİAD isimli kuruluşun başörtüsü sorununun çözümü için başlatılan siyasi süreç hakkındaki değerlendirmelerini içeren 30 Ocak 2008 tarihli açıklaması kendileri bakımından vicdanlarını temizleme telaşı olarak görülmelidir. Söz konusu kuruluşun Türkiye’nin milli çıkarlarını ve milli birliğini ilgilendiren konulardaki duruşu herkesin malumudur. Son on yıl içinde bu kuruluşun demokratikleşme ve Avrupa Birliği normları adına savunduğu görüşler, bu konuda hazırladığı ve sahip çıktığı raporlarda ifadesini bulmuştur. Avrupa Birliği’nin dayatmalarının haklılığını Türk kamuoyuna anlatmayı kendisine misyon edinen bu kuruluşun Kıbrıs, Rum Patrikhanesi’nin statüsü, Heybeliada papaz okulu, cemaat vakıfları, Türk milli kimliği, Türkiye’de azınlık hakları, Kürtçe eğitim, ve Türklük değerlerine hakaret edilmesinin önünü açacak yasal düzenlemeler konularında nerede durduğu kamuoyu sicilinde kayıtlıdır. Aynı kuruluşun AKP’nin son beş buçuk yıldır izlediği ve bugün Türkiye’yi bir bataklığa sürükleyen ekonomik politikalarının en hararetli destekçisi olduğu; Türkiye’nin bölünme modelleri ve parçalanma reçetelerinin çağdaşlaşma adına misyonerliğini yaptığı; Avrupa Birliği hayal yolculuğunda AKP’ye koltuk değneği olmayı içine sindirebildiği ve 22 Temmuz seçimlerinden önce, şimdi şikâyet ettiği sözde ekonomik ve siyasi istikrarın sürmesi gerekçesiyle AKP’yi desteklediğini açıkça ilan ederek taraf olduğu da bilinen bir gerçektir. Bu gerçekler karşısında, bu kuruluşun “Türkiye’nin Atatürk’ün çağdaş medeniyet seviyesine erişme hedefinin gereği olan, batı normlarını esas alan demokratikleşme sürecinden” dem vurması, sadece tebessümle karşılanabilecektir. Ülkenin ve milletin bekasını şahsi ve kurumsal çıkar hesaplarının üstünde ve önünde tutmak erdemini gösterebilen herkes için Türkiye’nin ortak milli ve manevi değerleri etrafında birleşmek bir vatanseverlik borcudur. Bu alandaki sicili bilinenlerin, bu değerlerle ilişkisi sadece cüzdanlarıyla sınırlı olanların milliyetçilikten, demokrasi üslubu ve sicilinden bahsetmeleri sapla samanı karıştırmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Geçmişlerinin, bugünlerine ve sözlerine kefil olması, kişiler için olduğu gibi kurum ve kuruluşlar için de vazgeçilmeyecek bir ahlaki zorunluluk ve şaşmaz bir ciddiyet ve inandırıcılık terazisidir. 67 67 31.Ocak.2008 147 IMF PALAVRASININ ASLI: ERBAKAN YAPTI, ERDOĞAN SATTI! Bütün ekonomistler AKP’nin 2002 yılında Türkiye’nin Toplam borcunu 129,5 milyar dolar olarak devraldığını, ama bunu 10 yılda 340 milyar dolara çıkardığını söylüyordu. Bu rakamlar elbette korkunç bir gidişata işaret ediyor ve Türkiye’nin dış borca esir edildiğini gösteriyordu. Ancak bu tespitler bile acı gerçeği tam yansıtmıyordu. Rahmetli Erbakan Hoca, AKP iktidarının, bütün Cumhuriyet hükümetlerinin yaptığı 170 milyar dolarlık dış borcu 8 yılda 580 milyar dolara çıkardığını, resmi rakamlar ve evraklarla ortaya koyuyordu. Aynı artış hızı oranıyla Türkiye’nin toplam dış borcu bugün 746 milyar dolara ulaşıyordu. Bunun 315 milyar dolarını, devletin kefil olduğu ve çoğu kez genel bütçeden ödemek zorunda kaldığı özel sektör borçları oluşturuyordu. Türkiye, Haim Nahum planı gereği borca esir ediliyordu! Resmi verilere göre, 2012 sonu itibarıyla 532 milyar lira olan merkezi yönetim brüt borç stoku, Nisan sonu itibarıyla 540,4 milyar lira oluyordu. Hazine Müsteşarlığı, merkezi yönetim brüt borç stoku verilerini açıklıyor, buna göre, merkezi yönetim brüt borç stoku, Nisan ayı sonu itibarıyla 540,4 milyar lira olarak gerçekleşiyordu. Borç stokunun 393,6 milyar lira tutarındaki kısmı Türk lirası cinsi, 146,8 milyar lira tutarındaki kısmı döviz cinsi borçlardan oluşuyordu. Merkezi yönetim brüt borç stoku, 2012 sonu itibarıyla 532 milyar lira olmuştu. 2011 yılı sonunda 518 milyar 350,2 milyon lira olan merkezi yönetim brüt borç stoku, 2012 yılında %2,63 ve 13 milyar 650,1 milyon lira artarak 532 milyar liraya ulaşıyordu. Malum bu özelleştirme furyası son 10 yıldır fırtınalar estiriyordu. Bu özelleştirmelerin içinde hiç şüphesiz en ilginci Petrol Ofisi oluyordu. Şirketi satın alan Doğan Grubu bizzat satın alan borçlu şirketi, satın aldığı şirketle birleştirip finansman yükünü devletin vergisiyle karşılıyordu. Yani Petrol Ofisi özelleştirilmesi devletin vergisiyle devletin şirketini satın almanın ilginç bir hikâyesi oluyordu. Ama ben size daha ilginç bir özelleştirmeden bahsedip kamu borçlarının özelleştirmesini anlatacağım: 2002 yılını kapatırken kamunun çoğu iç borç ve kalanı dış borç olmak üzere toplam 185 milyar dolar (brüt) borcu bulunuyordu. Aradan 10 yıl geçti ve kamunun borçları 340 milyar dolara ulaşıyordu. Kamunun brüt borç stoku artarken aslında kamunun varlıklarının daha fazla artması gerekiyordu. Devletin net borçları azalırken özel sektörün durumu ne olmuş? 10 yıl önce dış borcu 107 milyar dolar olan bankalar ve reel sektörün 2012 sonunda borcu 329 milyar dolara yükseliyordu. Böylece ülke olarak borç stokumuzun toplam 292 milyar dolardan 640 milyar dolara yükseldiğini görüyoruz. Devletin borç artışı %67, ama özel sektörün borç artışı %207’yi buluyordu. Üstelik bu tespitleri AKP yandaşı ve Star yazarı İbrahim Kahveci yapıyordu. AKP 2002’de 170 milyar dolar devraldığı dış borcu 11 yılda tam 746 milyar dolara çıkarıyordu. Bunun 431 milyar doları devletin, 315 milyar doları ise devletin kefaletiyle özel şirketlerin aldığı borçlardan oluşuyordu. IMF’ye olan borcun ödenmesiyle övünen AKP Hükümeti, halktan gerçekleri saklıyor. IMF’den kullanılan kredilerin yüzde 93’ü AKP’ye yararken dış borçlar ise tam 4,2 kat artarak rekor kırıyordu. Türkiye’nin IMF ile imzaladığı son stand-by anlaşması uyarınca kullandığı kredinin son taksiti ödeniyordu. IMF’ye borcunu, dış borçların tamamı olarak gösteren AKP Hükümeti ve medya ise, bunu bir başarı olarak halka yansıtıyordu. Uzmanlar, Türkiye’nin 431 milyar dolara yaklaşan toplam dış borcu içerisinde IMF borcunun ‘devede kulak’ olduğunu söylüyordu. AKP’li yıllarda katlanarak artan dış borç yükünün altında ise, başta bankalar olmak üzere özel sektör bulunuyordu. Üstelik 315 milyar dolarlık bu borcun üçte biri (105 milyar dolar) kamuya ait bulunuyordu. Asıl borç yabancı Siyonist bankalardan alınıyordu! Hazine’nin verilerine göre, 2002’de AKP iktidara geldiğinde, IMF’ye olan borç da dâhil, Türkiye’nin 148 toplam dış borcu 170 milyar dolardı. Geçen 10 yılda Türkiye’nin dış borcu 3 kat artarak 431 milyar dolara çıkmıştı. Alacaklılar ise JP Morgan, Citibank, Bank Of America, Deutsche Bank yani, yabancı Siyonist bankalardı. IMF’nin kaymağını AKP yiyordu Türkiye, IMF ile 56 yıla varan ilişkileri süresince toplam 19 stand-by anlaşması imzaladı. Yani Türkiye daha önce de IMF’den borç alıp ödeme yapmıştı. Anlaşmalar uyarınca kullanılan kredilerin toplamı ise 49.8 milyar dolardı. ‘IMF’ye borcu ödedik’ diye övünen AKP, IMF’nin kaymağını en çok yiyen hükümet konumundaydı. Kullanılan 49.8 milyar dolar kredinin yüzde 93’ü AKP’ye yaramıştı. Buna göre; 1999, 2002 ve 2005’te imzalanan anlaşmalar sonucu kullanılan kredilerin toplamı 46.4 milyar doları bulmaktaydı. Anlaşmalar sonucu uygulanan ‘acı reçeteler’, AKP’nin kendi başarısı diye sunduğu, mali kesimi sağlamlaştırmıştı. Fakat özelleştirmelerle kâr eden KİT’ler yok pahasına yabancılara satılmıştı. AKP döneminde IMF’ye 22 milyar dolarlık borç ödemesi yapılırken bunun karşılığında tam 38 milyar dolarlık kamu malı elden çıkarılmıştı. Borçlar özelleştirmelerle kapatılıyordu Türkiye’nin IMF’ye borçlarının büyük kısmının 2001 krizi sonrasında alındığını unutmamak lazımdı. “Alınan borçların tutarı 20 milyar dolar civarındaydı. Bu daha sonra bütçeden hem belli harcamalar kısılarak hem de özelleştirmelerden elde edilen gelirler kullanılarak kapatıldı. Ama hükümet IMF’ye borçları dış borçların tamamı olarak göstererek kamuoyunu yanıltmıştır. IMF’ye borçlar devede kulaktır. Başbakan bu IMF’ye ödenen kısmı, borçların sıfırlanması gibi takdim ederek köylü kurnazlığı yapmaktadır. IMF’nin sermayesine Türkiye’den yapılacak katkı da ahım şahım bir katkı sanılmamalıdır. Bu konuda yine esas borusu ötecek olanlar Siyonist bankalar ve küresel sermaye baronlarıdır. Çin, Brezilya gibi ülkeler de IMF’ye güçleri oranında sermaye koyarak söz sahibi olmaktadırlar. Türkiye dışarıdan bakıldığında orta boy ülkelerin içinde en kırılgan, en borçlu ve dışa en muhtaç ülke durumundadır. Türkiye’nin döviz varlıkları döviz yükümlülüklerinin çok altında kalmakta ve döviz açığı milli gelirin yüzde 52-53’ünü bulmaktadır. Son taksit ödemesiyle birlikte IMF’ye (Uluslararası Para Fonu: UPF), borcumuz bitiyor(muş)! Palavrasıyla toplum aldatılmaktadır. 1944 Bretton Woods Konferansı doğumlu UPF’nin görevi, makroekonomik dengeleri gözetmek, döviz kurlarının değişmesine nezaret etmek gibi teknik alanlardan oluşan kötü polis rolü oynamaktadır. İyi polis de tek yumurta ikizi Dünya Bankası (DB) olmaktadır. UPF+DB = Borçlular Hapishanesi konumundadır. Bu arada güdümlü iktidarlara mutabık veya muhalif ekonomistlerin gizledikleri veya bilmedikleri bir gerçek vardı: IMF’yi kredi veren bir bankaymış gibi sanmaları yanlıştı veya kasıtlı bir saptırmacaydı. Çünkü IMF bir banka değil; Siyonist Yahudi bankaların diğer ülkeler ve özel sektörlere verdikleri kredileri, faizleriyle birlikte ödemedikleri takdirde, askeri güç kullanmak dâhil, ABD’nin bu borçları zorla tahsil etmesini garantileyen Amerikan devleti adına kefalet veren ve bunun karşılığı ayrıca komisyon ödenen bir ARACI KURUM olmaktaydı. Bazı nispeten düşük miktardaki borçları doğrudan sağlaması, IMF’nin ikinci sınıf işlevlerinden sayılırdı. AKP 10 yılda aldığı yüz milyarlarca dolarlık faizli krediyi ve yabancılara peşkeş çektiği özelleştirme gelirlerini nerelere harcadığının hesabını vermekten sürekli kaçınmaktaydı. Eski Ekonomi Bakanlarından Ufuk Söylemez, Türkiye’yi IMF’ye en çok borçlandıran iki ismin Eski Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş ve Başbakan Tayyip Erdoğan olduğunu söylüyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bugüne tüm dış borçlarını ve taahhütlerini aksatmadan geri ödediğini belirten Söylemez, “AKP iktidarı IMF’ye Türkiye’yi muhtaç ederek 2005 yılında 10 milyar dolar borçlanmıştır. Bunu geri ödediği için neredeyse milli bayram ilan edecek bir şamata yapıyorlar” diyerek durumu özetliyordu. Erbakan yapıyor, Erdoğan satıyordu! 149 IMF’nin borcu, fabrikalarımız, limanlarımız, stratejik kurumlarımız satılarak ödeniyordu! İktidar böbürlenerek; IMF’ye borç kalmadığını açıklıyordu. Oysa on yıllık tablo ödemenin özelleştirmeyle yapıldığını ortaya koyuyordu. Resmi rakamlara göre Türkiye’nin 10 yıl önce IMF’ye 23.5 milyar dolar borcu bulunuyordu. Türkiye’nin özel sektör dâhil o yılki toplam dış borcu da 130 milyara yaklaşıyordu. AKP, iktidarının ilk yılından itibaren özelleştirmeye hız veriyor Cumhuriyet dönemi boyunca yapılan kamuya ait başta sanayi olmak üzere tüm tesisleri arka arkaya satışa çıkarıyordu. Bunların çoğu, iktidara yakın yerli ve yabancı sermaye tarafından yok pahasına kapışılıyordu. AKP iktidarının 10 yıllık döneminde Türkiye’nin dış borcu, 2012 sonu itibariyle 340 milyar dolara yükseliyor, aslında büyük miktarı da gizleniyordu. 38 milyar dolarlık gelir nereye gidiyordu? Bu borcun 101 milyar dolarlık kısmının kamuya, 7 milyar dolarının Merkez Bankası’na, 217 milyar dolarının da özel sektöre ait olduğu açıklanıyordu. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın kayıtlarına göre, bu dönemde aralarında Türk Telekom, TEKEL, SEKA, PETKİM, TÜPRAŞ ve Erdemir gibi sanayi tesisleri, limanların tamamı, 195 kamu tesisiyle 2 bin 629 adet arsa, bina ve lojman sessizce peşkeş çekiliyordu. Kamuya ait bu varlıkların satışından 38 milyar 84 milyon dolarlık gelir elde ediliyor ve milletin ödediği vergilerle yapılan tesislerin satışından elde edilen gelir, IMF’ye olan 23.5 milyar dolarlık borcu kapatmaya yetiyordu. Artan kısmıyla da bütçe açıkları finanse ediliyordu. Hangi yıl hangi tesisler satılıyordu? YIL 2003 KAYSERİ’deki Taksan, Bolu Gerede’deki Gerkonsan, SEKA’nın Balıkesir, Afyon, Kastamonu, Aksu ve Çaycuma işletmeleriyle Taşucu tersane alanı, TEKEL’in kaya tuzu tesisleri, Çeşme, Kuşadası, Trabzon ve Dikili limanları, Sümer Holding’in Merinos Halı Markası ve Adıyaman İşletmesi, Türkiye Zirai Donatım Kurumu’nun Sakarya işletmesi, İş Bankası C, Arçelik, Tofaş, Ünye Çimento ve Türkiye Kalkınma Bankası’na ait kamunun elindeki hisselerle 277 adet taşınmaz, 103 arsa ve 90 adet lojman; hepsi sadece 187 milyon 87 bin 941 dolara satıldı. YIL 2004 TEKEL’in alkollü içkiler bölümü, Eskişehir Doğalgaz Şirketi (Esgaz), Artvin Murgul ile Kastamonu Küre’de bakır madeni çıkarıp işleyen Eti Bakır, Sivas ve Malatya’daki Divriği Hekimhan Maden İşletmeleri, Bursa Doğalgaz Şirketi (Bursagaz), Amasya Şeker Fabrikası, Kütahya Tavşanlı’daki Eti Gümüş, Elazığ’daki Eti Krom, Antalya’daki Eti Elektrometalurji işletmeleri, Çayeli Bakır İşletmeleri, Kütahya Şeker Fabrikası, Türkiye Gübre Sanayi şirketine ait Gemlik ve İstanbul’daki fabrikaları ile Kütahya Gübre Varlıkları ve Şanlıurfa depoları arazisi, Sümer Holding’in Malatya, Bakırköy ve Diyarbakır işletmeleri, SEKA’nın Karacasu, Ardanuç ve Akkuş işletmeleriyle Ankara Alım Satım Müdürlüğü binası, EBÜAŞ’ın Samsun Soğuk Hava Deposu, Manisa Kombinası ve arsası, Sümer Holding’e ait Ortadoğu Teknopark şirketi, Çanakkale Deri, Malatya ve Tümosan işletmeleri, Türkiye Demir Çelik İşletmeleri’ne ait Kalkınma Bankası hisseleri, TEKEL’in Tuzluca ve Sekili tuzlaları, Bursa İnelgöl’deki Kibrit Fabrikası, Kadadeniz Bakır İşletmeleri’nin Samsun İşletmesi, Türkiye Denizcilik İşletmeleri’ne ait Ankara ve Samsun feribotları, THY’nin 126 milyon dolarlık hissesi ile 375 adet taşınmaz ve lojman; toptan 1 milyar 282 milyon 842 bin 130 dolara satıldı. YIL 2005 TÜRK Telekom, TEKEL’in sigara bölümü, İstanbul Ataköy Turizm, Ataköy Otelcilik, Ataköy Marina ve Yat İşletmeleri, Konya Seydişehir’deki Eti Alüminyum Fabrikası, Kıbrıs Türk Hava Yolları şirketi, Adapazarı Şeker Fabrikası, Türkiye Deniz İşletmeleri’nin Karadeniz ve Turan Emeksiz gemileri ile şehir hatları hizmetleri ve gemileri, TEKEL’in Kristal Tuz Rafinerisi ile Kağızman Tuzlası, Sümer Holding’in İstanbul İmar Şirketi, Beykoz İşletmesi, makina ve teçhizatları, Türkiye Gübre Sanayi’nin Samsun Gübre Fabrikası ve Ordu Fatsa ile Tekirdağ depoları, DSİ, Bayındırlık Bakanlığı ve Karayolları’nın Kayseri Erciyes’teki sosyal tesisleri, Sümer Holding’in Aselsan’daki hissesi, Sarıkamış ve Tercan işletmeleri, Yeşilova Halı ve Battaniye Fabrikası, Emekli Sandığı’nın Kuşadası Tatil Köyü ile İstanbul Hilton Oteli, THY’nin USAŞ’taki hissesi, TOPRAŞ ve 150 PETKİM’deki kamu hisselerinin bir bölümüyle 120 taşınmaz ile 41 adet arsa; sadece 8 milyar 222 milyon 240 bin 231 dolara satıldı. YIL 2006 TÜPRAŞ, Erdemir, Başak Sigorta ve Başak Emeklilik, TEKEL’in Kayacık, Yavşan ve Kaldırım tuzlaları, TEKEL’in ikiz kuleler olarak bilinen Ankara Başmüdürlük Binası ve Bodrum tesisleri, Emekli Sandığı’nın başkentteki Büyük Ankara Oteli ve Kızılay Emek İşhanı, İzmir’deki Büyük Efes Oteli, İstanbul’daki Büyük Tarabya Oteli, Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin Yakıt-2 gemisi, Çanakkale Şehir Hatları Hizmetleriyle 9 gemisi, THY’ye ait kamu hisselerinin bir bölümüyle 350 adet daire, arsa ve taşınmaz; tamamı, 8 milyar 96 milyon 165 bin 459 dolara satıldı. YIL 2007 TCDİ- Deveci Maden Sahası İşletme Hakkı, TCDD Mersin Limanı, KGM İstanbul Levent Arsası, Sümer Holding- BUMAS, Araç Muayene İstasyonunun 1.-2. bölgesi, Emekli Sandığı Mülkiyeti Bursa Çelik Palas Otel, Türkiye Halk Bankası, 245 adet daire, arsa ve taşınmaz; kökten 4 milyar 258 milyon 629 bin 659 dolara satıldı. YIL 2008 Petkim Petrokimya Holding A.Ş., Sümer Holding NİTRO-MAK Makine Kimya Nitro Nobel Kimya Sanayi A.Ş.’nin yüzde 33.5 hissesi, Tekel ve Sigara Sanayii İşletmeleri ve Ticareti A.Ş., Ankara Doğal Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş.’nin 9 santrali, Tekel ve Sigara Sanayi İşletmeleri’ne ait Pipo ve Nargile Markaları, Türk Telekomünikasyon ve 196 adet daire, arsa ve taşınmaz; 6 milyar 297 milyon 123 bin 974 dolara satıldı. YIL 2009 TEDAŞ Başkent Elektrik Dağıtım A.Ş., TEDAŞ Sakarya Elektrik Dağıtım A.Ş., TEKEL Kastamonu Jüt İpliği Fab. Makine ve techizatı, TEDAŞ Konya Meram Elektrik Dağıtım A.Ş. ve 140 adet daire, arsa ve taşınmaz; kelepir olarak 2 milyar 274 milyon 985 bin 159 dolara satıldı. YIL 2010 TCDD’nin Samsun ve Bandırma limanları, TEKEL’in Çamaltı ve Ayvalık tuzlaları, Eskişehir Osmangazi, Çamlıbel, Uludağ, Çoruh, Yeşilırmak ve Fırat elektrik dağıtım şirketleri, Sümer Holding’in Antalya Barit ve Mersin Taşucu işletmeleriyle 205 adet daire, arsa ve taşınmaz; yekünü 3 milyar 085 milyon 479 bin 135 dolara satıldı. YIL 2011 Bayburt, Çemişgezek, Girlevik, Bünyan, Çamardı, Pınarbaşı, Sızır, İznik, Dereköy, İnegöl, Cerrah, Mustafakemalpaşa, Suuçtu, Çağ Çağ, Otluca, Uludere, Adilcevaz, Ahlat, Malazgirt, Varto, Değirmendere, Karaçay, Kuzuculu, Turunçova, Finike, Kayadibi, Besni, Derne, Erkenek, Kernek ve Kovada 1-2 akarsu santralleri, İskenderun Limanı, Trakya Elektrik Dağıtım şirketiyle 195 adet daire, arsa ve taşınmaz; bütünüyle 1 milyar 358 milyon 418 bin 129 dolara satıldı. YIL 2012 ASELSAN’ın yüzde 77 hissesi, PETKİM’in yüzde 10 hissesi, Kayseri Elektrik’in yüzde 20 hissesi, Beykoz’daki iskele ve rıhtım, Halk Bankası’nın yüzde 24 hissesiyle 192 adet daire, arsa ve taşınmaz; 3 milyar 20 milyon 692 bin 249 dolara satıldı. Yıl 2013 Sonunda Galataport da gidiyordu! Karaköy’den Tophane’ye uzanan 1,2 kilometrelik sahil şeridini kapsayan İstanbul Salıpazarı Liman sahasının ihalesi 16 Mayıs 2013’te yapılıyordu. Galataport olarak bilinen liman sahasının 30 yıllık işletmesini 702 milyon dolarlık en yüksek teklifi veren Doğuş Holding kazanıyordu. 2005 yılında yapılan ve iptal edilen ihalede ise verilen en yüksek teklif 3,5 milyar avro olmuştu. Doğuş Grubu CEO’su Hüsnü Akhan, ihale sonrası yaptığı açıklamada, taksitli ödeme seçeneğini tercih edeceklerini söylüyor, ayrıca yapacakları yatırım tutarının 350-400 milyon dolar seviyesinde olacağını bildiriyordu. Galataport projesinin Karaköy rıhtımından başlayıp, Mimar Sinan Üniversitesi’ne kadar olan bölgede inşa edilmesi planlanıyor. Denize yapılacak olan 151 11 bin 867 metrekareyi kapsayacak projede, 127 bin 811 metrekare yapılaşma ve 99 bin 256 metrekare inşaat planlanıyordu. Bu alanlarda alışveriş merkezleri, oteller ve limanların inşa edilmesi düşünülüyordu. Daha önce İsraillilere satılmıştı Galataport 2005 yılında İsrailli işadamı Sami Ofer’e 3,5 milyar Avroya satılıyor, ancak Ofer’in kazandığı ihale bir sene sonra Danıştay tarafından iptal ediliyordu. Kamuoyunda tartışmalara neden olan ilk ihale Galataport’un işletme hakkını 49 yıllığına devredilmesini öngörüyordu. Şimdi ise dolaylı yollardan yine aynı odakların eline geçiyordu. Obama ile Barzanistan’ın finansmanı görüşülüyordu! Barzani’nin Türkiye ve diğer ülkelerle yaptığı petrol anlaşmaları ise Irak Anayasasına aykırı olduğu için uluslararası anlaşmaların ihlal edilmesi anlamına geliyordu! ABD’de gerçekleştireceği temaslarla ilgili basına bilgi veren Başbakan Tayyip Erdoğan önemli bir konuya açıklık getiriyordu. Erdoğan, ABD’ye hareket etmeden önce yaptığı açıklamada ABD’li petrol devi Exxon’la petrol aramak için Kuzey Irak yönetimiyle anlaşma yapıldığını ve ABD seyahatinde yapacağı Obama görüşmesinde, bu konunun olgunlaşacağını bildiriyordu. Erdoğan’ın ziyaret öncesi bu konuda açıklama yapması sürpriz olarak karşılanıyordu. Irak Merkezi Hükümeti ise, anayasada yeraltı kaynaklarının denetiminin kendilerinde olduğunu belirterek Barzani yönetiminin uluslararası şirketlerle petrol anlaşması yapmasına karşı çıkıyordu. Barzani yönetimi ile anlaşma yapan şirketlerle Irak Merkezi Hükümeti ile yapılan anlaşmaları fesheden Maliki yönetimi, ülkeleri de Irak Anayasasını ihlal etmemeleri konusunda uyarıyordu. Maliki yönetimi AKP Hükümetinin Barzani ile ilişkilerinden rahatsızlık duyuyordu. AKP Hükümetinin Barzani yönetimine ayrı devlet muamelesi yaptığını kaydeden Irak Merkezi Hükümeti, “Kerkük ve petrol” konusunda da tepki gösteriyordu. Türk şirketlerinin Barzani bölgesi ile petrol anlaşması yapmasından ve çıkarılan petrolü Türkiye üzerinden dünyaya pazarlama çalışmalarından rahatsızlığını açıkça dile getiren Maliki yönetimi, Türkiye’yi uluslararası hukuk kurallarını ihlal etmekle de suçluyordu. AKP’nin izlediği Ortadoğu politikası Suriye’den sonra Irak’la da gerilimi arttırırken, İran’ın da bu gerilime doğrudan dâhil olmasının an meselesi olduğu ifade ediliyordu. Açılım ve 2. İsrail’in finansmanı AKP Hükümetinin ABD kılavuzluğunda Abdullah Öcalan’la sürdürdüğü açılım sürecinde de petrol konusu en önemli maddelerden biri oluyordu. Bölgede çıkarılan petrol ve doğal gazın Irak Merkezi Hükümetinin kontrolü dışında Türkiye üzerinden dünyaya pazarlanması hedefleniyordu. Bölgede çıkan ve çıkarılacak olan petrol ve doğalgazın bu şekilde dünyaya pazarlanması halinde Barzani yönetimine orta vadede yılda 50 milyar dolardan fazla gelir sağlayacağına dikkat çeken uzmanlar, bunun da kurulacak (Kürdistan) 2. İsrail’in finansmanı için kullanılacağını belirtiyordu. Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelerde çıkarılan petrolün denetiminin de PYD’nin elinde olduğunu kaydeden bölge uzmanları, planın büyük çaplı hazırlandığını, AKP Hükümetinin de bu planın bir parçası olarak davrandığını, “Öcalanlı açılım”ın da bu çerçevede ele alınması gerektiğini belirtiyordu. Türkiye’nin oyunu büyük riskler taşıyordu! Öte yandan Financial Times gazetesinde yayınlanan başmakalede, Türkiye’nin Kuzey Irak’la vardığı enerji anlaşmasının olası riskleri ve getirileri değerlendirildi. Makalede şu görüşlere yer veriliyordu: “Petrol hisseleri alabilmek için Irak’ın kuzeyinde bulunan Kürtlerin yerel yönetimiyle Türkiye’nin bir anlaşmaya varmış olması, ülkenin PKK’yla başlatılan yakınlaşma sürecine denk bir ekonomik politika izlediğini gözler önüne seriyordu. Türk liderler Kuzey Irak’ı Türkiye’nin ekonomisinin doğal uzantısı olarak gördüklerini saklamıyordu. Ama en önemlisi Ankara, bilfiil ekonomik ve siyasi bağımsızlığa yaklaşan Irak Kürdistan Federe Bölgesi’yle ilişkilerini kuvvetlendiriyordu. Ama bu, Bağdat’ı uzaklaştırırken parçalanma isteyenlerin elini güçlendiriyordu. Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt Yönetimi’yle bir anlaşmaya varmasının Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’yi İran’a yaklaştıracağına kesin gözüyle bakılıyordu. Türkiye büyük bir oyun oynuyordu. Ama Irak’a Amerika’nın girmesinden beri Osmanlı döneminde parçası olan bölgenin çözüldüğü göz önünde bulundurulduğunda bu oyun büyük riskler de taşıyordu.” 152 Türkiye ‘Ekonomik NATO’ya yamanma peşinde koşuyordu! Türkiye’nin, AB ile ABD arasında yapılacak olan TTYO anlaşmasından 20 milyar dolara yakın zarar etmesi ve büyüme hızının da bundan yüzde 2.5 civarında olumsuz etkilenmesi bekleniyordu. ‘Ekonomik NATO’ olarak adlandırılan anlaşmanın dışında bırakılan Türkiye, ABD ile STA yaparak buna dâhil olmak istiyordu. Erdoğan’ın, Obama ile yapacağı görüşmede de bu konu gündeme taşınıyordu. Avrupa Birliği ile ABD arasında yapılacak olan ‘Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’ (TTYO) anlaşması bu ülkelerle ticaret yapan üçüncü ülkeleri olumsuz etkileyecekti. Türkiye’de TTYO’dan zarar görmemek için bu anlaşmaya dâhil olmak istiyordu. ABD’de temaslarda bulunmak üzere Washington’a giden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çantasında TTYO ile ilgili dosyalar da bulunuyordu. Anlaşmadan Türkiye’nin zarar görmemesi ve ABD ile bir serbest ticaret anlaşması yapılması için 102 işadamı da Erdoğan’la birlikte ABD’ye gidiyordu. Yine heyette yer alan TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz da eski adı TAFTA olan TTYO ile ilgili yaptığı bir konuşmada ‘’Vaktiyle Başkan Clinton’un söylediği gibi ‘TAFTA, Ekonomik NATO’dur.’ TÜSİAD olarak 2013 yılı çalışmalarında Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’na Türkiye’nin eklemlenmesi konusunu tüm boyutlarıyla ele almayı hedefliyoruz’’ diyordu. Ama Türkiye TTYO’ya alınmıyordu! Fakat Nisan ayı başında Türkiye’ye gelen Avrupa Komisyonu TTYO Baş Müzakerecisi Garcia Bercero, katıldığı bir panelde Türkiye’nin bu anlaşmaya dâhil olmasının sağlıklı olmayacağını söylüyordu. Türkiye’nin ABD ile ayrı bir serbest ticaret anlaşması yapmasının uygun olacağını belirten Bercero, bu konuda ABD’de Türkiye için lobi yaptıklarını da ifade ediyordu. ABD kanadından ise, Türkiye ile ilişkilerin stratejik önemine vurgu yapılırken ticari ilişkiler ve özellikle serbest ticaret anlaşması konusunda herhangi olumlu bir sinyal bugüne kadar gelmiyordu. Sonuç: Resmi rakamlara göre; 10 senede dış borç 130 milyar dolardan 337 milyar dolara çıkıyordu. Hükümete baksanız, Türkiye sadece IMF’ye borçluydu. Oysa gerçek borç miktarı Erbakan’ın hesaplarına göre 746 milyar dolara ulaşıyordu ve Türkiye borç batağında boğuluyordu! Yani Hükümet, yeni bir göz boyaması ile Türkiye’nin “dağlar gibi” ağır borç yükünün üstünü örtmeye çalışıyordu. Yıllık 50 milyar dolarlık cari açık, 53 milyar liralık faiz ödemesi ve 337 milyar dolar olan dış borç görmezlikten gelinerek, Türkiye’nin IMF’ye olan kredi borcunun son taksitinin ödenmesiyle ilgili olarak kamuoyu ‘borçsuz bir ülke’ imajıyla kandırılıyordu. AKP hükümeti, ekonomideki beceriksizliğini ve acı gerçekleri ucuz bir demagoji ile gizlemeye devam ediyordu. Türkiye’nin IMF’ye olan kredi borcunun son taksitinin ödenmesi ile birlikte kamuoyuna ve millete ‘borçsuz bir ülke’, ‘nereden nereye’ havası pompalanırken, asıl gerçeklerin ise üzeri örtülüyordu. Resmi rakamlara göre AKP Hükümetinin iş başına geldiği 2002 sonunda Türkiye’nin toplam 130 milyar dolar dış borcu bulunurken, bu rakam 2012 sonu itibariyle 337 milyar dolara çıkmış bulunuyordu. Yani 10 yıl içinde ülkenin dış borcu 2.5 kat artıyordu. Gelinen noktada dış borç korkutucu boyutlara gelirken, AKP hükümetinin ülkenin sadece IMF’ye borcu varmış gibi göstererek; ‘IMF’ye borcu sıfırladık hatta 5 milyar dolar borç vereceğiz’ şeklinde bir mesaj vermesi tam bir saptırmaca oluyordu. Öncelikle ‘IMF’ye borcu sıfırladık’, ‘IMF ile borçsuz dönem’, ‘Türkiye ekonomisi bugün yeni bir döneme geçiyor’ şeklinde verilen mesajın gerçekte bir karşılığı yoktu. AKP hükümeti her konuda olduğu üzere IMF’ye olan borçlar konusunda da ucuz bir politika güdüyordu. Dış borçta Cumhuriyet rekoru! Borçlar konusunda önemli olan dış borcun geldiği boyuttur. 2002 sonu ile 2012 sonu itibariyle yani 10 yıllık sürede toplam borç nereden nereye geliyordu? Bu sorunun cevabı hükümetin bu 153 konuda başarısını veya başarısızlığını ortaya koyuyordu. Şunu da belirtmek gerekiyor, ekonomisi sürekli cari açık veren bir ülkenin dış borcunun azaldığından bahsetmek büyük bir yalanı yansıtıyordu. Türkiye uygulanan ekonomik politikalardan dolayı sürekli olarak yüksek cari açık veren bir yapıdan bir türlü kurtulamıyordu. Yani bu açık sürekli dış borçlarla kapatılıyordu. Bu durum bile IMF üzerinden kopartılmaya çalışılan iyimser havanın ne kadar aldatıcı olduğunu gösteriyordu. Türkiye borcu IMF’den değil başka kaynaklardan buluyordu. Bu da hükümetin tercihinden değil dünyada uygulanan parasal genişleme politikasından kaynaklanıyordu. ABD Merkez Bankası FED her ay 85 milyar dolar karşılıksız para basarak piyasaya sürüyordu. ABD ve AB’nin, son olarak da Japonya’nın krizden çıkmak için uyguladıkları bu parasal genişlemeden dolayı da IMF’nin varlığı bir anlam ifade etmiyordu. IMF zaten bir aracı kefalet kurumuydu. Bu durumu, ‘bizden öncekiler IMF’den borç alırdı, biz ödüyoruz’ şeklinde halka sunmak gerçeği yansıtmadığı gibi konuya tam hâkim olmayan geniş halk kesiminin gözünü boyamaya çalışmaktan başka bir amaç taşımıyordu. Türkiye’de IMF’ye borç ödemesinin yanında; ‘Ekonomisi cari fazla veren, dış borcu azalan, üretimi artan, dış kaynaklara bağımlılığı azalan’ bir tablo olsaydı o zaman IMF’ye olan borçların kapatılması bir başarı olarak görülebilirdi. Ancak Türkiye ekonomisi her yıl yüksek oranda cari açık vermeye devam ederken, bütçesinde faiz ödemeleri için 50 milyar liranın üstünde ödenek ayırırken ve dış borcu azalmadığı gibi sürekli arttığı bir dönemde tek başına IMF’ye borçların kapatılması bir anlam ifade etmediği gibi buradaki acizliği ortaya koyuyordu. 154 RAHMETLİ ERBAKAN'I ÖNLEMEK İÇİN DİĞER İSLAMCI HAREKETLERİN DESTEKLENİP ÖNE ÇIKARILMASI Yıllardır dile getirdiğimiz ve dikkat çektiğimiz bir gerçek var: Kendi sinsi sömürü saltanatlarını yıkacak, adil ve asil bir devrim yapacak beyin ve becerinin sahibi Erbakan olduğunu fark eden Siyonist şeytanlar ve masonik maşalar: Milli Görüşü etkisiz kılmak ve desteksiz bırakmak üzere: a- Diğer “dindar ve muhafazakâr” partileri cilalayıp parlatmaya başladılar. b- O güne kadar “gerici ve tehlikeli” gördükleri bazı İslami hizmet ve hareketleri gündemine alıp öne çıkardılar. c- Eski “Akıncı”lardan “şeriatçı”lardan birkaç kişiyi ayartıp vitrine koydukları “İrancı, Hizbullahçı, İBDACI” gibi Radikal İslamcı terör hareketlerini, Milli Görüşün bir uzantısı gibi takdime çalıştılar. d- Bunlar işlettikleri vahşet ve dehşet görüntüleriyle ürküttükleri toplumu; “Ilımlı İslam”ın temsilcisi Fetullah Gülen’e ve AKP’ye yöneltmeyi başardılar. e- Daha önce Özal hareketini de bu amaçla, yani Erbakan’dan kurtulmak hesabıyla ve “O’nun bir devamı” propagandasıyla iktidara taşıyıp, ekonomik, sosyal ve siyasal büyük tahribatlar yaptılar. f- Milli Görüş partilerini parçalamak ve Erbakan’ı suçlu ve sorumlu konuma düşürecek yanlışları yaptırmak üzere de, Hoca’nın yakın çevresine “kendilerine yatkın” adamlarını soktular… AKP’nin inkârcılık ve istismarcılığı! İlk defa Mesut Yılmaz ve Cüneyt Ülsever’in kullandıkları ve daha sonra Erbakan Hocanın üzerine attıkları: “İmam Hatipler Arka Bahçemizdir.” sözü için; bir zamanlar Milli Görüşçü olan bazı AKP’liler bu iftirayı atanlara mecliste; “İspatlamayan şerefsizdir” diye çıkışmışlardı. Ancak R.Tayyip Erdoğan Amerika’da Siyonist patronlarına yaranmak için Erbakan Hoca’yı kastederek, “Biz İmam Hatipler arka bahçemizdir diyen zihniyetle yollarımızı ayırdık.” diyorlardı. Çünkü Erbakan’a hıyanetin hatırına hükümet yapıldıklarını biliyorlardı. (Son zamanlarda tekrar “Erbakan’ın yolunda olduklarını” söyleyip istismar etmekten utanmıyorlardı.) Şimdi: 4 Eylül 2004 tarihli Hürriyette, Ertuğrul Özkök’ün: “…Refah Partisi ve özellikle de Erbakan üslubuyla konuşmuyor… Erbakan ne kadar çatışmacı ise, o, o kadar uzlaşmacı davranıyor…!” “Sizce Din mi daha önemli, yoksa Türklük mü? Soruma “Türklüğe daha çok bağlı olduğu izlenimini veriyor…!” “Ben kendi payıma, onunla ilgili kanaatimi oluşturmaya başladım!” O, Müslüman bir Rahip’tir!..? Diye övdüğü Fetullah Gülen’in gerçek misyonu daha net ortaya çıkmaktaydı. 21–27 Ekim 2004 tarihli Tempo’ya bir açıklama yapan Aytunç Altındal’ın: “Papa, 1998 Şubat ayında “Kilisenin gizli evlatları” anlamına gelen “in prectore” tarzıyla, 20 tane gizli kardinal atadı. Bu kardinallerin 18 tanesinin kim olduğu tespit edilip biliniyor. Ancak, birisi Çin’de, diğeri çok önemli bir Ortadoğu İslam ülkesinde bulunan iki “sinsi Kardinal” gizli tutuluyor!..” diyerek dikkatleri çektiği şahıs acaba kim olmaktaydı? Ve bir ABD’li Siyonist profesörle birlikte M. Hakan Yavuz’un hazırladıkları ve reklâmını yaptıkları 155 kitapta: “Kapitalizm ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre, Türk Burjuvazisini güçlendirmek için, İslamiyet’in bu amaçla yeniden yorumlanması hareketi.!? “Veya, yeni bir Türk Protestanlaşması ve Türk Siyonizmi.!?” Olarak tarif ve tavsif edilen Fetullah Gülenciliğin ne olduğunu gelin bizzat patronlarından ve pazarlamacılarından dinleyelim. İşte Erbakan Hareketini yolundan alıkoymak ve yozlaştırmak ve toplumun teveccühünü başka noktalara toplamak üzere beslenen ve desteklenen Fetullah Gülen’in gerçek niyetini, tiynetini ve mahiyetini; Amerika’daki Georgetow Üniversitesi Profesörü, Hıristiyan-İslam kaynaşması Vakfı Müdürü ve Dinlerarası Diyalog ve ılımlı İslam organizatörü, Siyonist John L. Esposıto ile Fetullahçı M. Hakan Yavuz’un birlikte yazdığı “Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi” kitabından bizzat kendi tespitlerinden öğrenelim: Kamusal Alanın özelleştirilmesi: Desekülerizasyon süreci “Özal’ın Neo-liberal ekonomik politikaları ve siyasal liberalleşme, Türkiye’de gelişen yeni medya teknolojileriyle birlikte Türkiye’de karmaşık bir dini “piyasa”nın doğmasına yol açtı. Bu genişleyen dini piyasada, Nakşibendi kolları, Nur hareketi ve siyasal bakımdan Necmettin Erbakan’ın aktif Milli Görüş hareketi, İslam’ın “gerçek” anlamı ve doğru “eylem” konusunda rekabet ettiler. Liberalleşmenin ana etkenlerinden birisi; kamusal alanlarda İslam’ın aynı anda çoğunculaşması ve gelişimi oldu. Tıpkı diğer piyasalar gibi, dini piyasa da çeşitli alıcılar ve potansiyel müşterilerine hizmet etmeyi amaçlayan firmalardan oluşuyordu. Bu piyasanın açılması, dini alanın dönüşümünü ve çoğunculaşmasını ve en önemlisi de dini deyim ve ağların; ekonomi, medya ve hayır işleri gibi yaşamın diğer alanlarına da yayılmasını sağladı. Fethullah Gülen’in Nur hareketi bu siyasal ve ekonomik liberalleşmeden en fazla yararlanan hareket oldu. Türkiye’nin en etkili Müslüman liderlerinden birisi olan Gülen, kapsamlı ve geniş bir eğitim sistemi kurmak için Said Nursi’nin fikirlerinden yararlandı.” 68 (Fetullahçı yazar bu tespitleriyle; dini hizmetlerin menfaat şebekesine dönüştüğünü itiraf ederken, kasıtlı olarak Milli Görüşü de aynı kategoriye koyuyordu.) Üçüncü Dönem: Baskı ve Zorla Liberalleşme “Gülen Hareketinin üçüncü dönemi ordunun 28 Şubat 1997 tarihindeki yumuşak darbesi ile başladı ve bu döneme hem dışsal baskı hem de içsel açılma damgasını vurdu. Kemalizm’in kendi kendini görevlendirmiş muhafızları olan Türk Ordusu generallerinin amacı; “Köktendinci” Müslümanların devleti ele geçirmesini önlemek için, bağımsız İslami sosyal ve kültürel ifade kaynaklarının hemen hemen hepsini yasaklamaktı. Refah/Fazilet Patisi’ni yasakladılar, İmam-Hatip liselerini sınırladılar, yeni cami inşasını büyük ölçüde kısıtladılar, yüksek öğretim kurumlarında başörtüsü giyilmesini yasaklayan bir kılık kıyafet yönetmeliği uygulamaya koydular, seçilmiş belediye başkanlarını İçişleri Bakanlığı emriyle görevden aldılar ve tutukladılar. Gülen, Refah Partisi’ne yönelik bu askeri darbeyi kamuoyu önünde haklı bulduğunu açıkladı ve ülkedeki barışçı Sünni İslami grupların baskı altına alınmasına karşı çıkmadı. Demokrasi ve insan hakları sorunları konusunda çok tutarlı davranmadı ve kendi grubu çıkarlarını bir bütün olarak sivil toplumun haklarının önüne koyarak hareketine dokunulmazlık sağlamayı amaçladı”69 “Gülen’in gurubu küreselleşmeye, Erbakan’ın Saadet Partisi gibi siyasal motivasyonlu İslamcı’lardan daha çok uyum sağlamış ve daha iyi örgütlemiştir.”70 (Bu sözler, Fetullahçıların Siyonist sermaye hâkimiyetine nasıl teslim olduklarının bir ifadesidir.) “Fetullah Gülen: “İslam Birliği maceracı bir yaklaşımdır ve zaman kaybıdır!” kanaatindedir. Bu görüş diğer Türk İslamcılar’ın İslam âlemine ilişkin görüşleriyle keskin bir zıtlık içindedir. İslam ümmeti, genellikle Türk-İslamcı söylemde sürekli bir tema olup, Türk İslamcılar’ın İslam âleminin liderleri olduğu 68 Sh:31 Sh: 83 70 Sh: 87 69 156 duygusunu yansıtır. Türkiye’nin ilk İslami eğilimli Başbakanı Necmettin Erbakan, Türkler dışındaki Müslümanlar ile yakın ilişkiler kurma girişimleriyle tanınır. 1997 yılında Türkiye, İran, Mısır, Nijerya, Pakistan, Bangladeş, Malezya ve Endonezya’yı kapsayan Gelişmekte Olan Sekiz (D–8) grubunu başlattı. Onun İslam dünyasını temsil eden ülke seçimi tuhaftı; çünkü hiçbir Türk ülkeyi kapsamıyordu. Bu yönüyle çok eleştirildi. D–8 genel olarak Erbakan’ın ve aynı zamanda Türk Siyasal İslamı’nın İslam âlemi anlayışını yansıtmakta ve bu dünyada Türkiye’nin liderliği umutlarını ateşlemektedir. Ama Gülen İslam âleminin tamamen farklı bir yorumunu benimsemekte ve Türkiye’nin liderlik rolü oynayabileceği bölgenin sınırlarını gerçekçi biçimde çizmektedir. D-8’i iyimser olarak görmedi ve bunu Erbakan’ın kendi seçmenine gönderdiği ucuz bir mesaj olarak değerlendirdi. Gülen’e göre: “bu gibi inisiy+atifler oldukça maceracı ve riskli oldukları için boşuna zaman kaybıdır. Bunun yerine İslam’ın farklı Türk yorumuna dayalı olarak Türkçe konuşan dünyada bir liderliği savunmaktadır. Bu tartışma İslam’ın milliyetçi yorumları kabul etmemesine karşın, yine de Türk sosyo-kültürel ortamına dayalı bir Türk-İslamı’ndan söz etmenin mümkün olduğu iddiasındadır.” Ancak Gülen’in milliyetçiliğinin tamamen etnik kökene dayanmadığı da vurgulanmalıdır. Gülen, Kürt sorunu konusundaki ısrarlı suskunluğunu sürdürmekle birlikte, milliyetçilik tanımından Boşnaklar, Arnavutlar ve hatta Kürtler gibi Türk olmayan Müslümanları dışlamamaktadır. (Yazar bu sözleriyle; a- Hem Fetullah Gülen’in bir İslam Birliği hedefi olmadığını açıkça vurgularken b- Hem de; Erbakan’ın, dış baskılara maruz kalmasınlar diye D-8’lere almadığı Türkî Cumhuriyetleri dışladığı havasını vermekte ve tabi gerçeği çarpıtmaktadır.) “Ancak Gülen cemaati Türk azınlıkları kapsayan her türlü faaliyetten titizlikle kaçınarak, bu gibi korkuları dağıtmayı başarmaktadır. Ama İran’a gelindiğinde farklı bir strateji izlenmektedir. Bu da Gülen’in bu ülkeden uzak durma arzusunu ortaya koymaktadır. Bu gönüllü uzak duruş Gülen’in İran’ın hem Türk devleti hem de ABD’nin hegemonyası altındaki uluslar arası sistem için bir rahatsızlık kaynağı olduğunun bilincinde olmasına bağlanabilir. Türkiye’deki Kemalist çevreler Gülen’i, kökleri Şia İslami geleneğinde bulunan bir uygulama olan takiyye yapmakla suçlamaktadır. Gülen’in modern görünümünün ardında bir gizli Humeyni bulunduğuna inanmaktadır. Onların bu suçlamaları Gülen’in tavrını etkilemiş olabilir. O’nun İran konusundaki tavrı aynı zamanda dünyanın birçok bölgesindeki faaliyetlerine, kendisinin de hayati önem taşıdığını düşündüğü ABD’nin onayını almak maksadını taşıyan bir girişim de olabilir. Fakat İran’a karşı olan bütün bu görüş ve beyanları taktik icabı ise, o zaman Gülen bundan çok rahatsız olmuş görünmemektedir. Bir başka deyişle onun stratejik mantığı maksatsız değildir. Türk Milliyetçi ve bazen de İslami retoriği sıklıkla İran’ı tek öfke kaynağı olarak seçer. Gülen’in sınır milliyetçisi kimliğini yansıtan şekilde, İran anlayışı derin bir şekilde Türk ve İslam tarihindeki tarihi ve dini çatışmalara uzanmaktadır ve hareketin mensupları tarafından yoğun bir şekilde içselleştirilmiştir: İran hakkında (dikkatli olmamız gereken) iki şey vardır. Birincisi; din ve İslam devrimi namına bir fanatik İslam ve mezhebi ihraç etme teşebbüsüdür. Bunlar kendi mezhepleri ve yorumlarını gerçek dinin önüne koyuyorlar. Eğer Şii değilseniz, hiçbir şey değilsiniz. İkincisi; Hz. Ali sevgisi yalnızca kendi mantıklarını haklı çıkarmaya yönelik bir bahane. Aslında onları bir arada tutan Hz. Ali sevgisi değil, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer nefretidir. Kendi batıl inançlarını bir dini temele dayandırmak için Hz. Ali’yi suistimal ediyorlar. 71 İran etkisi ve tehdidi Gülen’in Ortadoğu ve Orta Asya hakkındaki söylemlerinin sürekli temalarındandır. Bütün bölgeye yönelik bir güvenlik tehdidi olarak gördüğü İran’a en şiddetli eleştirilerini yöneltmektedir. İran’ın D–8 grubunun kilit üyesi olmasına ve Erbakan hükümetinin milyarlarca dolarlık doğal gaz anlaşması 71 Sevindi 1997, 49 157 imzalayarak yakın ilişkileri güçlendirmek istemesine karşın, Gülen Türkiye’nin bu önemli komşusu hakkındaki olumsuz düşüncelerini gizlemiyor. Onun İran’a ilişkin olumsuz görüşlerinin, bu ülkeyi bölgeye yönelik bir tehdit olarak görmesinden kaynaklanıyor!72 Erbakan Yerine Gülen Parlatılmıştı! Dini partiler –Refah Partisi ve onun halefleri- hakkındaki sosyal araştırmanın sınırlı kapsamı ve dar odağı, Türkiye’deki hızla büyüyen milliyetçi İslam’ın özgün bir formunun ortaya çıkan gerçekliliklerine taze bir bakışı önlemektedir. Bu odaklanma özellikle önde gelen bir İslami hareketin, “1990’ların başlarından bu yana faaliyetlerini Türkiye dışına Orta Asya’nın Türkçe konuşan ülkelerine genişleten Gülen Cemaati’nin artan etkisini ve etkinliğini gizledi. Refah Partisi’nin ve haleflerinin çağdaş Türkiye’deki modern İslam’ın ana temsilcileri olarak indirgenmeci biçimde genelleştirilmesini reddederek, bu bölümde Gülen cemaatinin bu temsil rolünü aslında nasıl yerine getirdiğini gösteriyorum. İlginç olanı Türk Devleti’nin dini partileri ardı ardına yasaklaması ve hala iktidardaki çağdaş dini parti olan, Adalet ve Kalkınma Partisi hakkındaki kuşkularını korumasına rağmen, Gülen hareketi hızlı yükseliş ve başarısını yalnızca milli düzeyde değil, aynı zamanda uluslar arası düzeyde de sürdürdü. İslam’ın siyasal açılımından genellikle sisteme adapte olma veya ona meydan okumada başarısız olmuş gibi görünürken, Gülen hareketi etki alanını genişletmektedir.”73 (Yazar bu ifadeleriyle, Erbakan hareketi’nin dış güçler tarafından yasaklanmaya çalışıldığını, Onun yerine Fetullah Gülen’in hazırlandığını açıkça dile getirmektedir.) “Müceddid Fetullah!” İmajı Sünen-i Ebu Davud’da yer alan “her asrın başında Allah bu ümmete dini tecdid edecek (yenileyecek, yeniden canlandıracak, restore edecek) birisini gönderecektir” Hadisi genel olarak sahih kabul edilir. Bu Hadise göre her asırda Allah ümmetinin din anlayışı ve pratiğini yenileyecek bir şahıs gönderecektir. Tecdid misyonunu yüklenen kimse Müceddid olarak adlandırılır. Müceddidin işlevinin hem doğru dini bilgiyi ve pratiği restore etmek hem de hataların reddi ve yok edilmesi olduğu konusunda yaygın bir uzlaşma vardır. Tecdidin özü bu geleneksel anlayışta yatmaktadır: (Böylece: Hz. Peygambere ve Kur’anı Kerim’e inanmayan gâvurlar her ne hikmetse tecdid hadisini delil gösterip Fetullah Gülen’i mehdi ilan ediyor.) 74 Fetullah Gülen’in Yahudi İltifatı! “Selçuklu ve Osmanlılar’ın Türk İslamı’na ve dini çoğulculuk uygulamasına atıfta bulunan Gülen şu hususun altını çizer: “İslam âlemi Yahudiler ile ilişkilerde iyi bir geçmişe sahiptir: hemen hemen hiçbir ayrımcılık, hiçbir toplu imha, temel insan haklarından yoksun bırakma ya da soykırım olmamıştır. Aksine daima sıkıntılı zamanlarda Yahudilere kucak açılmıştır; tıpkı Osmanlı Devleti’nin Yahudilerin Endülüs’ten sürülmesi zamanında olduğu gibi”75 Devletin belli birimleri ve bazı laik politikacılar, daha “radikal” İslami gruplara karşı Gülen’in Türkiye’deki ve dışarıdaki faaliyetlerini desteklediler. Gülen, tıpkı cumhuriyet tarihindeki birçokları gibi, meşruiyeti, otoriter bir devletin kendilerine bahşetmesini bekliyordu. 1999 yılı Nisan ayında yapılan seçimlerden önce Türkiye’nin kıdemli liderleri olan zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakanı Bülent Ecevit, Gülen’in faaliyetleri ve dünya görüşünü Refah/Fazilet Partisi tarafından temsil edilen siyasal İslam’a karşı “istihkâm” olarak savundular.” 76 (Yani sağcı S.Demirel ve solcu B.Ecevit eliyle kendi sömürü düzenlerini yürüten Siyonist merkezler, Fetullah Gülen hareketini, Milli Görüşün önünü kesmek üzere organize edip kullandılar) Kur’an’ı İncilleştirme Çabaları! 72 Sh: 227 Sh: 231 74 Sh: 267 75 Sh: 273 76 Sh: 84 73 158 Fetullah Gülen:“Kur’an’da bazı Yahudi ve Hıristiyanlar’ın “hakikate” karşı inatçılık ve düşmanlığı ifade etmek üzere kullanılan tarzın her çağdaki bütün Yahudi ve Hıristiyanlara karşı kullanılması gerektiğini belirten bir hüküm olmadığını savunmaktadır: “Yahudi ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan ayetler ya Hz. Muhammed’in ya da kendi peygamberlerinin devrinde yaşamış bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır” 77 (Yani Fetullah Gülen, bugünkü Yahudi ve Hıristiyanların iyi niyetli ve Müslümanlara merhametli olduklarını, bu nedenlerle Kur’an’daki hükümlere muhatap kılınmayacaklarını savunmaktadır.) “1997 yılında vakıf bir uluslar arası medeniyetler arası kongre düzenleyerek, hoşgörü ve kültürlerarası işbirliği temalarını vurguladı. 1998 yılında Gülen Vatikan’da Papa ile, daha sonra da Kudüs’te Hahambaşı ile buluştu. Vakfın genel sekreteri Cemal Uşşak: “radikaller ve fanatiklerden tepkiler vardı, ama ılımlılığı destekleyen insanların çoğunluğu onu tebrik etti”. Nisan 2000’de vakfın kültürlerarası Diyalog Platformu Şanlıurfa ve İstanbul’da “İbrahim: Bir ümit sembolü ve Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında Diyalogda birleştirici bağ” başlıklı bir uluslar arası sempozyum düzenledi.” 78 “Hareketin okulları birçok ülkede neredeyse tek Türk varlığıdır. Bu gerçek Türk entelijensiyası tarafından teyit edilmektedir. Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar vakfı Müdürü ve Türkiye’nin eski Londra Büyükelçisi (meşhur mason) Özdem Sanberk, bu okullara yönelik liberal demokratik Türk seçkin yaklaşımını şu şekilde özetlemektedir: “stratejik ifadeyle, bu okullar devlet tarafından desteklenmesi gereken bir şeydir; çünkü bu ülkelerde bir Türk varlığına sahip oluyorsunuz”. Hareketin bu okulları kurmasına kadar, Türkiye’de devlet, fikir üreten kurumlar, araştırma merkezleri ve akademisyenler, teorik olarak bile olsa, böyle bir uluslar arası projeden hiç söz etmemişlerdir.”79 “Ayrıca siyasal spektrumun sol tarafında da bir değişim gerçekleşmiştir. Demokratik Solcu Başbakan Bülent Ecevit (1999–2002) Gülen ve faaliyetlerini destekliyordu. Çeşitli zamanlarda bu faaliyetleri övdü. 2000 yılında İsviçre, Davos’ta Dünya Ekonomik Formu’nda yaptığı konuşmada, dünyanın her yerindeki Gülen okullarının Türk Kültürüne nasıl katkıda bulunduğunu vurguladı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı temsilcilerini makamında kabulünde, bu okullara olan desteğini bir kez daha tekrarladı. Çünkü o bu okulların Türk kültürünü altı yüz yıllık Osmanlı Devleti’nin başaramadığı ölçüde yaymakta olduğuna inanıyordu. Hoşgörü ve karşılıklı anlayış atmosferi aynı zamanda cumhuriyet’in kurucu partisi Cumhuriyet Halk Partisi’ni de etkiledi. Bu parti son zamanlarda bir değişim geçirdi. 1999 seçimlerinde ağır bir hezimete uğradıktan sonra, Deniz Baykal parti genel başkanlığından ayrılmıştı.”80 İşte Gâvurun tespiti: “Fethullah Gülen Yirmi birinci yüzyılın başında doğan ve önem kazanmakta olan ifade biçiminin önemli örneklerindendir. Gülen (modernite söylemleri içinde çerçevelenen tanımlamaların eski anlayışına göre) ne “köktendinci” ne de “sekülerist”tir ve onun duruşu: “küresel yerelleşme” ve “dinisekülerleşme” bağlamında, statükoyu aşan bir düşüncedir.81 (Yani Fetullah Gülen, dünyayı köleleştirmek ve İslami şuuru körleştirmek isteyen, Siyonizmin Ilımlı İslam şubesidir.) “Ancak yirminci yüzyılın sonuna gelindiğine, büyük çatışmaların farklı, ayrı “medeniyetler” arasında olmadığı aşikâr hale gelmiştir. Bu çatışmalar küreselleşen geleceklerin, daha geleneksel modern sekülerizm bağlamında, küreselleşen katı kökten dincilikler bağlamında veya çok kültürlü, çoğulcu, birbiriyle bağlantılı toplumlar bağlamında ele alınan, farklı düşünceleri arasındaydı. Bu gibi çatışmalar zekice bir ifadeyle “küreselleşmeler çatışması” olarak adlandırılmaktadır. Küreselleşmenin çatışan görüşleri içinde, Fethullah Gülen küreselleşmiş çok kültürlü çoğulculuk İslami söyleminin gelişiminde önemli bir güçtür. Ondan ilham alanların eğitim faaliyetlerinin etkinliğinin de gösterdiği 77 Sh:279 Sh:281 79 Sh:286 80 Sh:276 81 Sh:296 78 159 gibi, onun görüşü modern ile posmodern, küresel ile yerel arasında köprüler kurmaktır ve Müslümanlar ile gayrimüslimlerin geleceğine yönelik görüşleri şekillendiren çağdaş tartışmalarda önemli bir etkiye sahiptir.”82 (Yazara göre, Fetullahçılık; Müslümanlıkla masonluğu birbirlerine bağlayan bir köprü gibidir.) “Gülen “yeni ortaya çıkan, modern zevkleri içselleştirmiş Türk burjuvazisinin arzuları ve beklentilerini dile getirmektedir. Tıpkı Katoliklik içinde Protestanlık’ın Avrupa burjuvazisinin yardımıyla doğması gibi, Gülen hareketi de Ortodoks İslamı’ndan doğmaktadır”83 (Evet, Fetullah’ı çok iyi tanıyan ve reklamını yapan Amerikalı yazara göre: Protestanlık nasıl, Klasik-Katolik anlayıştan ayrılıp, Siyonizm’le uyumlu hale getirilmişse, Fetullahçıların Ilımlı İslamı da, mevcut ehli sünnet anlayışından uzaklaşıp, zengin ve saygın bir tabakanın, şeriat ve muamelatı dışlayan sadece sözde itikat ve hoşgörü esaslarına sahip çıkan yeni bir din konumundadır.) Yanlış Hesaplar “Bir zamanların süper gücü Rusya’nın yaralarını sarmakla meşgul olduğuna ve zaten bir Çeçen sorununu bile çözemeyecek kadar güçsüz kaldığına inanılıyordu. O artık dünya üzerinde belirleyici hatta etkileyici konumda bile değil.” zannediliyordu! ABD’nin en büyük açmazı, yani tek belirleyici konumunda olması, onun gücü olarak algılanıyordu. İstediği yere askeri müdahalede bulunuyor, istediği yerde iktidarları belirliyor ama kimse onu engellemeye çalışmıyordu. Rusya’nın burnunun dibinde, Kafkaslar’da, etkin hale geliyor, Rusya, yandaşlarını bölgeden geri çekmekle yetiniyordu!... Irak savaşını bahane ederek yerleşmek istediği Türkiye’ye, bu defa doğrudan ve kılıfsız başvuruyor, Karadeniz’de üs ve Anadolu’da hava gücü bulundurmak istediğini söylüyordu. Gerekçesi yok ama sorarsanız “uluslararası teröre karşı bir tedbir olduğunu” söylüyordu. Ama böyle bir gücün aslında kime karşı hazırlandığını herkes biliyordu. Hazırlıkları ve davranışları büyük bir stratejik konuşlanmayla açıklanabilecek düzeyde olmasına rağmen açıklamalarında bunu “terörizmle mücadele” olarak sunuyordu... Geçmişte büyük bir askeri güç olan Doğu bloğu ve ideolojik hasım olan komünizm gibi büyük tehditlere odaklaşan halkını ve dünya kamuoyunun büyük bir kısmını, bugün ufacık düşmanlara karşı birleşmeye çağırıyor ve gülünç duruma düşüyordu! Avrupa ise, kendi işleriyle meşgul görünüyor, yüzüne konan bir sineği kovalamak için yapılan el hareketlerine benzer tepkilerin ötesinde ciddi bir direniş gözlenmiyordu. Düşmanın ne kadar gerekli ve yararlı olduğu, onsuz bir yaşamın ne kadar sıkıntılı olduğunu daha iyi anlayan ABD düşmansızlığın acıları içinde kıvranıyor ve çöken Komünizmin yerine düşman olarak İslam’ı seçiyordu. Acaba daha büyük bir terörist saldırı olur da politikalarımızı meşrulaştırır mı diye bekleniyor, yeni savaşlar ve terör saldırıları tertipleniyordu! “Ancak bu derin sessizliğin ve tepkisizliğin arkasında: Güçsüzlük, çaresizlik ve tam bir teslimiyetin olduğunu düşünenler ciddi biçimde yanılıyordu. Bu tavır, hesaplı bir politikanın uygulanmasına benziyor; ABD-İsrail ittifakının saldırısına karşı hiçbir direnç göstermemek; bilinçli bir geri çekilme manevrasını andırıyordu. Rusya, tarih boyunca uyguladığı stratejiyi tekrarlıyor. Moskova’nın varoşlarına kadar gelinmesine izin veriyor, kış gelince karşı taarruza geçmeyi planlıyor” gibi geliyordu!... İslami ruh ve şuurla bilenip hazırlanan Rusya ve Güney Amerika’yı da yanına alan Türkiye merkezli tarihi bir devrim ve değişim bekleniyordu. Evet, şu anda ABD için bir kış hazırlanıyordu. Bütün dünyadaki barışçı ve demokrat Amerikalı imajı yerini zalim, işgalci ve çıkarcı bir imaja bırakıyordu. Çaresiz insanların maruz kaldığı kötü muameleler, önce korku ve telaşa kapılma, ama daha sonra savunma içgüdüsü oluşturuyordu. 82 83 Sh: 298 Sh:77 160 Bu arada: “sadece halkların tepkisinin yetmeyeceği, bu tepkiyi örgütleyecek bir aklın bulunması ve bunun güçle desteklenmesinin gerektiği” söylenecektir. Evet doğrudur ve bize göre bunlar vardır ve zaten bugünkü stratejiyi izleyen de odur!? “ABD yönetiminin planları başlangıçta kendisi açısından doğru gibi görünüyordu. Ama ihmal ettiği şey, başkalarının nasıl tepki vereceği idi ve bu derin sessizlik onun bütün hesaplarını alt üst etti. Bu yolun yanlış olduğunu artık onlar da görüyor ve kesinlikle değiştirilmesi gerekiyor! Değişmemesi ve bu saldırgan politikada ısrar edilmesi ise yeni ve bambaşka bir dünyanın kurulması anlamına geliyor. Bundan sonraki her Alternatif hem Türkiye’nin katkısına muhtaçtır hem de onu derinden etkiler.” Diyen Mahir Kaynak’ın84 ve George Soros gibi para babalarının uyarıları bile, artık Amerika’yı kurtarmaya yeteceğe benzemiyordu! Graham Fuller Siyonist’i bile Amerika’dan kaçıp Kanada’ya yerleşiyordu! Uzeyr Garih’in, ölmeden önce: “İsrail’in hayat şansı; Amerika ve Avrupa’nın desteğine değil; Türkiye ve Rusya ile iyi geçinmesine ve bunların kendi yanında görünmesine bağlıdır!” sözleri şimdi daha iyi anlaşılıyordu! 84 Star / 30.05.2004 161 AÇILIM SENARYOLARINA ERBAKAN’I BULAŞTIRMA SAHTEKÂRLIĞI 1860 yılında Suriye’den Alanya’ya kaçan Kripto Sebatay Ahmet Neşşar’ın (Denizli Milletvekili Ahmet Uğur Neşşar’ın Dedeleri mi?) Kızı Raziye’nin, Bergama dönmelerine gelin gitmesiyle doğan kızı Sevdiye Hanım’ın nesi olduğunu, Bülent Arınç’a sormak lazımdı. Bu Bergama Yahudileri, İsrail Büyükelçisi Levi’nin ve CHP Manisa Milletvekili Mason Şahin Mengü’nün de ortak akrabaları mıydı!? Ve Sn. Bülent Arınç’ın oğlunun düğününe İsrail Büyükelçisi Levi’nin şeref konuğu gibi katılması, acaba derin bir akrabalık bağı mıydı, yoksa sadece siyasi bir gönül yakınlığı mıydı? Erdoğan’ın açılım safsatasına meşruiyet kazandırmak için “Erbakan’ın da Apo ile görüşmeler yaptığı” iddiaları tam bir sahtekârlıktı. KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık ağzıyla şu yalanlar yayılıyordu: “Bundan önce iki kere geri çekilme kararı aldık. İlki, Erbakan iktidara geldiğinde, yani 1996’da oldu. Erbakan, Kürt meselesi çözülmeden Türkiye’nin ilerleyemeyeceğini ve çok önemli sorunlarla karşılaşacağını çok iyi görmüş ve kavramıştı. Bu meselenin mutlaka çözülmesi gerektiğine inanıyordu. Ama bir yandan da korkuyordu. Çünkü o güne kadar kim Kürt sorununu çözmek istediyse, bunu hayatıyla ödemişti. Erbakan, mutlaka bir şeyler yapmak istiyordu. Erbakan, Suriye devleti üzerinden üç tane mektup gönderdi. Biz de, aynı şekilde Suriye devleti üzerinden Erbakan’a cevaben mektup gönderdik. Bu girişimi çeşitli güçler fark ettiler ve engellemek için harekete geçtiler. 1996’da 6 Mayıs’ta Şam’da Öcalan’ı imha etmek için patlatılan o büyük bombanın esas nedeni buydu. Süreci sabote etmek, savaşı daha da derinleştirmek, amaç buydu. 28 Şubat’ın bir nedeni de bu muydu? Elbette, bir nedeni değil, esas nedeni buydu. Burada birçok güç var. Bizim mücadelemiz üzerinden siyaset yapan, bundan çıkar elde etmek isteyen birçok güç var. Bunlar önlemek istediler çözüm girişimini. O zaman şunu tartıştık. Madem Erbakan sorunu çözmek istiyor, bu çok önemli. O zaman, silahlı güçlerimizi Türkiye sınırlarının dışına çıkarmayı çok ciddi olarak tartıştık. Böylece Erbakan’ın eli güçlenebilir, daha cesur adımlar atabilir, diye düşündük. Ama ne uluslararası alanda çözümden yana güçler vardı, ne de Türkiye toplumunda. Bu şartlarda bizim tek yanlı bir şekilde mesafe almamız mümkün görünmedi bize. Geri çekilme kararını bu nedenle uygulayamadık” 85 Böylece eli kanlı terörist başlarının sözleri tarihi kanıt ve hukuki tanık muamelesi görüyordu! İsmail Nacar’ın Sapla Samanı Karıştırması ve Gerçeği Saptırması: Bir zamanlar koyu ülkücü olan ve Gladyonun gizli güdümünde olduğu, sonradan anlaşılan “Milliyetçi komando” teşkilatını kuran; üniversite tarih bölümünde okumuş, ama İslami konulara da ilgi duymuş birisi olan; haklı olduğu yanları bulunsa da, tasavvuf ve tarikat gerçeğine kökten düşmanlığının altında Malatya’da yaşayıp ölen rahmetli Sait Çekmegil’in etkisi sırıtan; ve bazı merkezlerin kendisine bilgi sızdırıp “reklam ajansı” gibi kullandıkları anlaşılan; çok sığ ve sınırlı dini bilgisine rağmen, alimlik ve bilgiçlik havası atan İSMAİL NACAR, bir TV kanalına çıkarılıp (Fatih Altaylı’ya) şunları söylüyordu: “Sağ veya sol, her iktidar ABD’ye yaranmak ve yaslanmak ihtiyacını duymuştu. Ama 85 Vatan / 14 08 2013 162 Erbakan’da bu yoktu…” (Zaten bu milli, haysiyetli ve cesaretli tavrı yüzünden hedef tahtasına konmuştu.) “PKK’yı tasfiyeye ABD’nin karar verdiği anlaşılıyordu. Ve bu konuda AKP’ye destek veriyordu.” (Doğru, çünkü PKK siyasallaştırılıp, kandilden Meclise taşınıyordu. Ve 2. İsrail olacak Büyük Kürdistan projesinde, BOP Eş başkanı olarak Recep Bey ve ekibi, taşeron olarak kullanılıyordu) Ve İsmail Nacar: “AKP çok akıllı bir dış politika izliyor, içte ve dışta hayranlık kazanıyor” diyerek açıkça AKP yalakalığı ve tabi siyonizmin propagandasını yapıyordu. Sn. Nacar, bütün bu girişlerden ve “rüşveti kelam” cinsinden sözlerinden sonra asıl içindekini kusuyor ve Erbakan Hoca'yı “Abdullah Öcalan’la görüşme imkânları arayan Başbakan” olarak göstermek için: • Yanlışlarla doğruları harmanlıyor. • Kendi yorumlarını yaşanmış gibi aktarıyor. • Hayallerle hakikatleri karıştırıyordu. “Bizi alıp Başbakan’a (Erbakan Hoca’ya) götürdüler. Biz; ordu, MİT ve diğer ilgili devlet kurumlarıyla ve koalisyon ortağı (Tansu Çiller Hanımla) konuşup ortak bir karar alınmış olarak, benden: “Öcalan’la devlet arasında aracı olmamın isteneceğini” beklerken, Erbakan dönüp: “Madem gelmişsin, onlarla görüşürsen söyle, derhal silahı bırakıp teslim olsunlar, yoksa çok pişman ve perişan olacaklar!” anlamında şeyler söyleyince, şaşırıp kaldım..” İtirafıyla İsmail Nacar; Başbakan Erbakan’ın ve devlet organlarının, “APO’ya özel elçi sıfatıyla ve gayrı resmi özel arabulucu rolüyle” kendisinin muhatap olacağını umarken… Veya malum merkezler, onu bu yönde doldurup kurgulamışken... Erbakan Hoca’nın böylesine ferasetli ve haysiyetli tarzı ve devlet adamlığı tavrı karşısında hayal kırıklığına uğruyor ve haddini hatırlıyordu. Yani Hoca, dış güçlerin ve işbirlikçi çevrelerin hazırladığı basit ve fasit senaryoları, böyle bir manevrayla boşa çıkarıyordu!.. Şimdi aşağıdaki şu değerli ve derinlikli tespitleri bir kere daha okumamız gerekiyordu. “Bir zamanlar bizim mahallenin en suya sabuna dokunmayan tutucu, içe kapanık, tutuk Risale-i nur geleneğinden gelen badem bıyıklı Müslüman yazarlarımız şimdilerde en kopuk en demokrat, en Amerikancı ve İsrailci yazarlarıyla birlikte, aynı masa etrafında duruyorlar. Bizim mahallenin entelektüel, şair, yazar ve sınırlı çevresi olan İslamcı dostlarımız, şimdi AB ve ABD uğruna kavgacı oldular. Onlar, takvadan hiç ödün vermezlerken, şimdi şaraplarla, zinacılarla bir masa etrafında, bir gazete ortamında, bir panelde, bir ekranda her türlü zırvalarına katlanabiliyorlar. Bizim mahallenin; o saf, temiz her kötülükten ürken, kul hakkına riayet eden, gerektiğinde parka ve postal giyen, halkın içinden gelen genç kuşağı şimdilerde Mercedes arabalar yetmedi, Audiler, Jeeplerle fink atmaktalar. Bizim mahallenin radikalleri ki, onlar, siyaseti şirk sayar, Milli Görüş'e hakaretle bakan yöneticilerini ve taraftarlarını küfürle suçlarken şimdi en Amerikancılarla kol kola yan yanalar! Siyaseti bir ucundan yakalayarak bir yere tutunma çabasındalar. Bir zamanlar; İsrail propagandacısı ve Amerikancı gazetelerin satır aralarında gezinerek onların hıyanet ve rezaletlerini deşifre edenler, bugün kendileri o gazetelerin şeytani rolünü üstlenmiş bulunuyorlar! Bırakın satır aralarını, köşe bucak her yerde, alttan alta İsrail uşaklığı ve Amerikancılık yapmaktalar. Eski Amerikancılarla yeni Amerikancıların göstermelik meydan savaşında toz dumanı birbirine karışmış, göz gözü görmüyor. Kimi gazetelerimiz bir zamanlar Ariel Şaron'un kanlı vampir dişlerini her gün gözlerimizin içine sokarlarken, aynı zulme devam eden İsrail yöneticilerinin gülümseyen yüzlerini göstermekten çekinmiyorlar. Kur'an'dan ayetlerle, Siyonizmi ve İsrail emperyalizmini hatırlatanı, onları açıklayan ve halkımızı coşturup 163 peşlerinden koşturan çığırtkanların çocukları bugün onlara hizmet sunuyorlar” 86 Refah Partisi eski milletvekili Fethullah Erbaş’ın çarpıtmaları: “Kürt açılımı”nın ilk kez kendi partileri döneminde başlatıldığını belirten, bu kapsamda RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan Hoca’nın “aracılar vasıtasıyla Abdullah Öcalan’la görüştüğünü” söyleyen Fetullah Erbaş yanlış konuşmakta, Erbakan’ı karalamak için fırsat kollayan bazıları da bu konuyu çarpıtmaktadır. PKK tarafından kaçırılan 8 askeri kurtarmak için 1996’da milletvekiliyken Zap’a giden Fetullah Erbaş’ın, Erbil’den yayın yapan Aknews ile İstanbul’da yaptığı söyleşide “ilk gayelerinin askerleri ailelerine kavuşturmak olduğunu, ardından “diyalog süreci başlatıp örgütü dağdan indirmeyi hedeflediklerini” söylemesi ve; “Biz, iktidara geldiğimiz ilk yılda açılımı planladık. Şimdiki iktidar yedi yıldır iktidarda ve yedi yıl sonra bu işe eğiliyor. Biz Doğru Yol Partisi (DYP) ile koalisyon yapmıştık. Hoca (Necmettin Erbakan) bir sene Başbakanlık yaptı ve düşürüldü. Hoca’nın birtakım planları vardı. Suriye’yle görüşüldü. Aracılar vasıtasıyla Öcalan’la görüşmeler de oldu. Öcalan önce makuldü. Sonra ne baskı gördü bilmiyorum, geri adım attı” şeklindeki sözleri de tamamen asılsızdı ve AKP’ye yaranmak ve meşruiyet kazandırmak amaçlı uydurduğu sırıtmaktaydı. Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca Altınoluk’taki Cuma sonrası selamlaşma sohbetinde; “Kürt açılımındaki asıl amacın Türkiye'yi İsrail'in vilayeti yapmak olduğunu” vurgulamıştı. AKP hükümetinin Kürt açılımını, İsrail'in oyunu olarak değerlendirip, Kürt açılımındaki asıl amacın Türkiye'yi İsrail'in vilayeti yapmak olduğunu, bütün memleket evlatlarının da bu konuda uyanık olması gerektiği çağrısını yapmıştı. Hükümetin de bu oyuna geldiğini belirten Erbakan, “Bunlarda yeterli devlet tecrübesi yok. Bunlar çoluk çocuk takımı. Avrupa'nın oyununa geliyorlar” diye uyarmıştı. Türkiye'nin çok kötü şartlar içine itildiğini, insanların ekonomik olarak zor günler geçirdiğini, siyaseten de bir çıkmazın içine sürüklendiğini, hükümetin dış güçlerin oyununa geldiğini ve Haim Nahum Doktrini'nin hayata geçirildiğini şöyle anlatmıştı: “Siyonistler diyor ki: Türkiye'yi İsrail'e bin yıldan beri vilayet yapmayı başaramadık. 5 sene cihan harbiyle uğraştırdık. Ardından 5 sene İstiklal Harbiyle yıprattık, gene bunları yıkamadık. Öyleyse stratejimizi değiştiriyoruz. Türkiye'yi İsrail'e vilayet yapmak için harp yolunu bırakıp, zor, pahalı, meşakkatli yol yerine, ekonomik ve kolay olan şu yolu seçiyorlar. Nedir bu? Türkiye'yi aç bırakacağız, işsiz bırakacağız, borca esir edip batıracağız, dininden uzaklaştıracağız, kamplara ayıracağız, sonra bunları birbiriyle çarpıştıracağız. Böylece güçsüz bırakıp İsrail'e vilayet yapacağız” diyorlar. 80 senedir üzerimizde bu doktrin uygulanıyor. Bugün tatbik edilen politika budur. IMF, Türkiye'yi aç bırakıyor, işsiz bırakıyor, borca esir ediyor. Öbür taraftan Avrupa Uyum Komisyonu da bizi kendimizden uzaklaştırıyor ve bölüyor. Bunlarda yeterli devlet tecrübesi yok. Bunlar çoluk çocuk takımı. Avrupa'nın gözüne girmek için “Efendim, Avrupa bizim şimdi Kürt meselesi diye bir meselenin üzerinde çalışmamızı ve Sevr’e zemin hazırlamamızı istiyor” diyemiyorlar. Bunun yerine kendilerini akıllı zannederek “Ahhh ey millet siz ana acısını bilmezsiniz. Ey millet, bu terörü tarihe gömeceğiz” diye halkı aldatacağını sanıyorlar. Bana bak yaaa, sen ağzındaki baklayı çıkarsana. “İlle Kürt meselesi diye, Türkiye'nin bölünmesini istiyorlar. Bu yolda çalışmamızı dayatıyorlar” gerçeğini ortaya koysana! Bunlar dış güçlerin kışkırtması ve Haim Nahum planıdır. Türkiye'yi bölmek için oynanan oyunlardır. Böyle Türk-Kürt diye, ayrım diye bir meselemiz yok. Kürt-Türk birbirimizin kardeşiyiz. Tek bir milletiz, tek bir ümmetiz. Tarih boyunca da birbirimizle kardeş gibi yaşamışız. 86 Milli Gazete / Ali Haydar Haksal 164 Avrupalı bizi bölmek için böyle şeyleri çıkartmak istiyor, alet olmamak lazım. Bu sebepten bütün memleket evlatlarının uyanık olması, dış güçlerin oyununa aldanmaması lazım. Yöneticilerin de bilhassa onlara alet olmamaları lazım.” Oysa Fetullah Erbaş 6.11.2006 tarih ve 622 sayılı Aksiyon Dergisindeki Fatih Uğur’la röportajında Kuzey Irak’a Hoca’dan ve parti kurmaylarından habersiz gittiğini açıklamıştı: Soru: Erbakan'ın tavrı ne oldu bu durumda? F. Erbaş: “O hadisede Hoca’nın hiçbir şeyi (bilgisi ve haberi) olmadı. Partide yönetici değil, sadece milletvekiliydim. PKK ile görüşme partinin yıpranmasına sebep olacaktı. Hoca hiç bırakır mı gideyim.” Soru: Nasıl gittiniz o zaman? F. Erbaş: “O sırada doğu bölgesinin sorumlusuydum. Şırnak'ta il başkanı seçimi vardı. Oraya giderken aileler yine geldiler. Valla, dedim, ben Şırnak'a gideceğim, sizinle ilgilenemem. Onlar benden önce gitmişler Şırnak'a. Basın da orada tabii.” Soru: Bu arada Demirel'le ilginç bir telefon görüşmeniz var. Sonradan sizin için Demirel gönderdi deniyor mesela? F. Erbaş: “Demirel, belediye başkanlığımdan beri beni biliyor. Ama telefonla konuşacak kadar samimiyetimiz yok. Telefonun düğmelerinden birine bastık: "Alo efendim." Tabii ahize dışarıya ses veriyor. Yanlış basmışız. Demirel, ailelerden bahsediyor. "Gözlerinden öperim, ilgilenmişsin. Teşekkür ederim." mealinde sözler söylüyor. Hava alanında milletvekilleri şahit oldu konuşmaya. Hadise gelişince herkes, Erbaş'ı zaten Demirel görevlendirmişti, dedi.” Soru: Erbakan Hoca ne dedi? F. Erbaş: “O zaman Mustafa Kalemli Meclis başkanı, bana; derhal istifa edeceksin, dedi. Bir, Türk parlamenterinin terör örgütüyle temasta olmasını biz kabul edemeyiz. Seninle aynı çatı altında olmak istemeyiz.” İyi dedim, ses etmedim. Geldik partiye. Doğu milletvekilleri, batı vekilleri, hepsi bana mesafeli duruyor. Aramızda duvar var sanki. Sadece Şevket Bey (Kazan) gelip beni yukarı çıkardı ve bu zor durumdan kurtardı. Bana: “Kimseyle konuşmayacaksın. Beyanat vermeyeceksin. Sen kötü bir şey yapmadın” dedi. Tabi Adalet Bakanı, moral verince, nefes aldım. Soru: Partili arkadaşlarınız ne diyor bu duruma? F. Erbaş: “Grup toplantısında bir milletvekili çıktı kürsüye. “İçimizdeki Lawrence'lar böyle böyle yapıyor. (Bekir Sobacı) demişti. 158 kişinin büyük kısmı sessizdi. İstifa baskıları geliyor. Kaçacak delik arıyorum. Türkiye'den gideyim. Almanya ziyareti çıktı o arada. Çıktım gittim. On gün sonra Fethullah Erbaş kaçtı diye yazı yazmış bir gazete.” O gün bunları itiraf eden Fetullah Erbaş’ın bugün “Hoca Aracılar vasıtasıyla Öcalan’la görüştü” demesi açıkça iftiradır ve kendi kendisini yalanlamadır. Bu arada Şevket Kazan’ın sinsi niyetini ve gizli mahiyetini de açığa vurmaktadır. Öcalan’la Erdoğan’ın Siyonist patronları aynıydı! Abdullah Öcalan bir lafıyla PKK'yı ayağa kaldırdı. Türkiye'ye geri dönüşü başlattı. Kürt açılımına ivme kazandırdı. Ayrıca Açılımda, gerçek patronun kim olduğunu herkese ispatladı. “DTP'nin (O günkü BDP’nin) Erdoğan'a, Öcalan ile konuşulması gerektiğini” boşa söylemediğini adeta ispat eder gibi davrandı. Şimdi ümitler arttı. "Acaba PKK gerçekten Kandil'i bırakacak mı?" soruları giderek yaygınlaştı. Öcalan, "PKK benden sorulur ve benim dediğim olur. Son sözü ben söylerim" demeyi başardı. DTP (yani BDP), Kürt açılımı konuşulurken kendilerinin değil asıl muhatap 165 olarak Abdullah Öcalan'ın alınması gerektiğini söylerken bazılarını kızdırmışlardı. Öcalan da sanki partinin bu yaklaşımının çok doğru olduğunu göstermek ister gibi davrandı. Bir mesajıyla Kürt açılımına önemli bir destek sağladı. Bu durum açıkça Öcalan’la Erdoğan’ın aynı odaklardan talimat aldıklarını ortaya koymaktaydı. AKP Hükümetinin DTP’ye (O günkü BDP’ye) verdiği garanti!? Dolaylı, dolaysız, yazılı, sözlü, imzalı, mühürsüz, artık emin olduğumuz bir başka gerçek vardı: Apo ile devletten birileri görüşüyordu ve bu milletten uzun zaman gizleniyordu. Hükümetten gelen açıklamalar ile Apo'nun dağdakilere çağrısı üst üste düşüyor ve bundan bir sonuç çıkıyordu. Hükümet Kürt açılımını özünde Apo ile birlikte yürütüyordu. DTP'nin (BDP’nin) arkasında Apo vardı. Hükümet, Apo ile DTP (BDP) üzerinden konuşuyordu. Dağdakiler 2009’da Habur Kapısına gelmeden önce, İçişleri Bakanı Beşir Atalay DTP'ye (BDP’ye) güvence veriyor: "Merak etmeyin, gelenler tutuklanmayacak" diyordu!? Bu tek başına bir bakanın verdiği söz değil, devlet sözü oluyordu. Bu söz pratiğe geçiriliyor ve Terörle Mücadele Yasası uygulanmıyordu. Yani: 1- Dört günlük gözaltı süresi kaldırılıyor. 2- Kolluk güçleri devreden çıkıyor, ifadeleri doğrudan savcılar alıyordu. Çok sayıda DTP yöneticisine göre onlara verilen diğer söz: "Gelenler pişmanlık yasasından yararlanmayacak. Doğrudan serbest bırakılacak" deniyordu. Açılım planının bir sonraki aşaması için bir DTP'li: "Gelenler serbest bırakılırsa, dağdan inişin daha hızlı olacağını" söylüyordu. Bu da DTP-İmralıKandil üçgeninden hükümete verilen söz oluyordu. Açılımın ilk adımları, PKK'lılara affın başlangıcıydı. Ya Kandil'deki lider kadrosu? Onlara da Norveç siyasi sığınma hakkı tanıyacağına söz veriyordu. Bu da, açılıma AB sözü ve garantisi sayılmıştı. Yani işin aslı, PKK’yı meşrulaştırma süreci yaşanmaktaydı. Kandil’den gelenleri güya sorgulayıp serbest bırakan savcılar ve yargıçlar, gerçekten ilgili konulara ve vicdani kanaatlerine göre karar verecek kadar bağımsız mıydı? Bunların bu yönde karar vereceklerini AKP ve DTP yetkilileri, daha önceden nasıl biliyor ve biri birilerine garanti veriyorlardı? Yoksa hukuk ve hukukçular, iktidarın ve etkili odakların “kitabına uydurma” araçları mıydı? Bu soruların yanıtlarını arayan ve kafaları karışan halkımız haksız mıydı? Patron dış güçler, Apo da AKP de piyondu! 1995 CIA raporunda: “Türkiye, dünya devletleri arasında en fazla çökme riskine sahip ülke” gösteriliyordu. Nokta Dergisinin haberine göre: “Türkiye’nin Güneydoğusundaki Kürt sorununun çözümü, ABD’nin önerdiği federalizmle mümkündür” deniyordu. O sırada Paul Hanze, Türk basınına verdiği demeçlerde, “Sevr’in gereği Türkiye’de federasyonlar oluşmasını” öneriyordu. 1996 yılında İngilizlerin meşhur futbol dergisi World Soccer, Dünya Kupası Fikstürlerinde “Kürdistan Milli Takımına” yer veriyordu. Oysa böyle bir ülke bulunmuyordu. Anadolu Ajansının haberine göre 2001 yılında Kuzey Irak’ta PKK ile ASALA gizli bir görüşme yapıyordu. Ermeni teröristleri ASALA Başkanı Simon Zakaryan ve siyasi büro şefi Vazgen Petrosyan temsil ediliyordu. ASALA’cılar PKK’nın Türkiye’ye yönelik saldırıları durdurmalarından rahatsız olduklarını ve terörü yeniden başlatmamaları halinde bütün dünyada yalnız ve yardımsız bırakılacaklarını söylüyordu. APO, 2003 yılında avukatları aracılığıyla şu yol haritasını açıklıyordu: 1- Kürtçe yayın ve eğitime ve Kürt kimliğinin resmen tesciline yönelik demokratik adımların atılması ve gerekli yasaların çıkarılması 2- Koruculuğun kaldırılması 3- Dağdakilerin ve sürgündekilerin dönüşüne imkân sağlanması 4- Kürtlerin ve PKK’nın demokratik ve siyasi haklarının tanınması 166 Yani bu açılımlar Siyonist mutfaklarda pişiriliyor, AKP’lilere sadece servis garsonluğu düşüyordu. Ama siyasi rant geliri yani garsonluk bahşişi paylaşılamıyordu! Otuz dört kişi dağdan inince, Amerikan taparlar bu başarıyı(!) bölüşemiyordu. Bir taraf "Bu doğrudan doğruya AKP iktidarın başarısıdır" diye böbürlenirken öbür taraf "Hadi oradan bu bizzat Öcalan’ın talimatıdır" diyordu! Yıllardır asgari müştereklerde bir türlü buluşamayan taraflar öyle anlaşılıyor ki bu defa da başarının(!) kime ait olduğu konusunda fikir birliğine varamayarak yeniden birbirlerine düşmüş görünüyordu. İnsanların dağdan inmeye karar vermelerini, yanlışlık ve haksızlıklarını fark edip normal hayatlarına devam etmelerini kuşkusuz herkes istiyordu. Ancak, otuz dört kişi dağdan inince olayı böylesine büyütüp, hemen başarıya(!) sahip çıkma yarışına kalkışmak da mide bulandırıyordu. Özellikle de bunu iktidarın bir başarısı(!) olarak takdim gayretkeşliği içine girenlerin tavrı bir aşağılık kompleksini yansıtıyordu. İmralı sakini kimlerin dağdan ineceği konusunda adeta tek tek isim sayarken kalkıp "Bu doğrudan doğruya hükümetin başarısıdır" demek ne kadar inandırıcı oluyordu? Öcalan Hz.leri: "Falan, filan bir de şunlar dağdan insinler" diye emretmemiş olsaydı. PKK’lıların Erdoğan’ın çağrısına uyacaklarını söylemek kargaları bile güldürüyordu. Milli Gazete kaçkını, Tayyo yalakası ve Apo şakşakçısı Yeni Şafak yazarı Hakan Albayrak, “Gelenleri pişman etmeyelim” yazısında şunları söylüyordu: “Gerçekten olmuyor böyle. “Dağdan iniyorum, teslim oluyorum” diyen PKK'lıyı bile terörist diye anmamak lazım. Hatta, bu barış sürecinde, dağdaki PKK'lılar hakkında konuşurken/yazarken bile daha dikkatli bir dil kullanmak lazım. Barış istemiyor muyuz? Yeni bir sayfa açmak istemiyor muyuz? İstiyorsak, bunu belli edelim. Gelenleri geldiklerine pişman etmeyelim. Gelmeyi düşünenleri gelmekten vazgeçirmeyelim. Bugünlerde Türkiye yine büyük bir imtihandan geçiyor. Bu imtihanı hep beraber başarıyla verebilirsek, dağlarda güller açacak inşaallah. Mahmur kampından gelen vatandaşlarımıza ve barışa bir şans tanımak için dağdan inip teslim olma ferasetini, basiretini, cesaretini gösteren PKK'lılara “Hoş geldiniz” diyorum. Yakınlarının, akrabalarının gözü aydın.” 87 Peki, ey kalpleri karanlık, kalemleri kiralık sahtekârlar! Milli Çözüm Ekibini; “Ergenekon Terör Örgütünün Dinci Kanadı” diye suçlayıp sataşırken niye hiç sıkılıp sakınmıyordunuz? Bülent Arınç’ın yılışık yaklaşımı Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 2009 Ekim’inde Şırnak Valiliğini ziyaretinin ardından Belediye Başkanı Ramazan Uysal'ı makamında ziyaret etmiş ve belediyeler arasında ayırım yapmadığını ve DTP'li bir belediye başkanının da halkın seçtiği belediye başkanı olduğunu söylemişti. Bülent Arınç, Türkiye'ye Irak’tan gelenler arasında bulunanlardan birinin macerasını okuduğunda çok üzüldüğünü şöyle belirtmişti: ''Küçük çocuğu 1 yaşındayken ailesini terk edip dağa çıkan bir kadının hikayesi... Bunlar Türkiye'de yaşandı. Artık yaşanmasın. Bütün arzumuz budur. Herkes çocuğuna kavuşsun. Herkes evinde eşiyle, ailesiyle özgürlük içerisinde, huzur içerisinde, birlik, bütünlük içinde olsun. Amacımız budur. Akan kan devam etmesin. Akan kan, gözyaşı dursun. Aynı dava, aynı çizgi yolunda birlikte kardeş olarak bin yılımızı geçirdiğimiz insanımıza karşı elbette kucağımızı açmak zorundayız. Çanakkale harbinde Diyarbakırlı Mehmet'in kolunda Manisalı Ahmet can vermişse ve bugün kucak kucağa yatıyorsa, bu bizim bin yıllık, belki daha fazla birlikteliğimizin en önemli göstergesidir.'' Bakan Arınç, şu anda anayasanın bir veya iki maddesini bile değiştirmenin mümkün olmadığını, bir anayasa değişikliğine karşı çıkıldığını, oysa anayasayı demokratik ve özgürlükçü bir 87 http://www.milligorusportal.com/newreply.php?do=newreply&noquote=1&p=337389#_ftn1 167 gözle elden geçirmek gerektiğini belirterek, şunları söylüyordu: ''Bunu biz yapamazsak başkası yapacak. Bugün yapılmazsa yarın mutlaka yapılacak. Çünkü bu elbise maalesef artık bu Türkiye'yi sıkıyor. İnsan elbisesinin içinde rahat etmek ister. Hep yasaklarla bu iş olmaz. Bütün demokratik ülkelerde özgürlük esastır, yasaklar istisnaidir. Bizde yasaklar saymakla bitmiyor, özgürlük ara ki bulasın. Böyle şey olmaz. Bunlar ileride olacak, mutlaka olması lazım. Şu gün geldiğimiz noktayı biri 10 sene evvel söylese, 'sen rüya mı görüyorsun kardeşim?” derlerdi. 20 sene evvel biri söylese, 'bu adam aklını kaçırmış!” derlerdi.” Evet, Bay Bülent Arınç, siz “Tek çare demokratik özerklik!” diyen DTP (BDP) ve Demokratik Federalizm” hedefleyen PKK’nın Türkiye’yi parçalamasına taşeronluk yaptığınız için, hem aklınızı hem ayarınızı kaçırmışsınız ve tabi sonuçlarına da katlanacaksınız! Kürt açılımına “ahlak ve şefkat” katan Bay Bülent Arınç, 23 Ekim 2009 günü, katil İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gabiy Levy’i bir saat ağırlayarak, “Siyonist vahşetini gösteren Ayrılık dizisindeki bazı rahatsız edici sahnelerin TRT tarafından makaslanacağı” vaadinde bulunmanız da Milli Görüş gömleğini soyunduktan sonraki ayarınızı ve sahte kahramanlık damarınızı açığa vurmaktaydı. Çünkü Siyonist Gaby Levy “oldukça tatmin olmuş ve memnun kalıp umduğunu fazlasıyla bulmuş” olarak yanınızdan ayrılmıştı. 1860 yılında Suriye’den Alanya’ya kaçan Kripto Sebatay Ahmet Neşşar’ın (Denizli Milletvekili Ahmet uğur Neşşar’ın Dedeleri mi?) Kızı Raziye’nin, Bergama dönmelerine gelin gitmesiyle doğan kızı Sevdiye Hanım’ın nesi olduğunu, Bülent Arınç’a sormak lazımdı. Bu Bergama Yahudileri, İsrail Büyükelçisi Levi’nin ve CHP Manisa Milletvekili Mason Şahin Mengü’nün de ortak akrabaları mıydı!? Ve Sn. Bülent Arınç’ın oğlunun düğününe İsrail Büyükelçisi Levi’nin şeref konuğu gibi katılması, acaba derin bir akrabalık bağı mıydı, yoksa sadece siyasi bir gönül yakınlığı mıydı?88 Bütün bunlar bize şu ayeti hatırlatmıştı: “(Münafıklar) Mü’minlerle karşılaştıkları zaman “iman ettik” (sizlere hizmet ve istikamet üzerinizdeyiz) derler. (Ama) Şeytanlarıyla (Yahudi ve Hıristiyan patronlarıyla) baş başa kaldıklarında ise; “Şüphesiz biz gerçekte sizinle beraberiz (ve emrinizdeyiz). Biz (o inançlı insanlarla, sadece) alay ediyor (ve oyalıyoruz)derler” (Bakara: 14) 88 Bak: http://www.turkishnews.com / 11 08 2013 168 Abdülhamit, Atatürk ve Erbakan’ın Ortak Tarafları Ve ILIMLI İSLAMCILARIN ÇİFTE STANDARDI PKK ile Barış Sürecini Vatan Gazetesine değerlendiren Marmara Bölgesi'nin Akil İnsanlar Heyeti üyesi Zaman Yazarı Mustafa Armağan Abdullah Öcalan'ın İslam söylemine değiniyordu. Dini söylemler konusunda Öcalan'ın samimi olup olmadığını bilmediğini söyleyen Armağan “hangi siyasetçinin dini kullanmadığını?” sorup Atatürk'ü örnek gösteriyor, yani samimiyetini sorguluyordu. Daha sonra Zaman Gazetesinde: “Balıkesir Zağanos Paşa Camiinde, bir çarşamba günü, önce Kemal Paşa’nın büyük bir cemaatle öğle namazını kıldığı, ardından şehitlerin ruhlarına mevlit okunduğu, sonra ise şu konuşmayı yaptığı kesinlik kazanıyordu.89 Gazi, Fatih Sultan Mehmed’in kayınpederi Zağanos Paşa’nın yaptırdığı camide bizzat minbere çıkarak şu girişi yapmıştır: “Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Cenab-ı Hakk tarafından insanlara hakâyıkı (gerçekleri) tebliğe memur ve resul olmuştur.” Atatürk’ün devamında sarf ettiği şu cümle çok çok önemli: “Kanun-i Esasi cümlenizce malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan’daki nusûstur.” Yani Kemal Paşa: “Anayasamız Kur’an’daki emirlerdir (naslar).” Açıkça ‘Anayasamız Kur’an’dır.’ diyordu. Ancak ufak bir sorun var: Bu bir hocaefendi üslubu ve mantığında irad edilmiş olan hutbeyi veren kişi, (Mustafa Kemal Paşa) bir siyasetçi, hatta devlet başkanıdır. Nitekim aynı camide bulunan Kazım Karabekir çıkışta O’nu böylesine yoğun bir dinî konuşma yaptığı için eleştirmiş ve “Bu millet dini siyasete alet etmekten yeterince çekmedi mi Paşam?” diyerek tavrını koymak ihtiyacını duymuştur. İyi de “Anayasamız Kur’an’dır.” diyen, hatta her ikisini de Allah yarattığı için Kur’an ile tabiat (bilim) arasında bir çelişki olamayacağını söyleyen Gazi, sonradan Ezan’ı yasaklattığı gibi 1 Kasım 1937 günü Meclis’i açarken “Gökten indiği sanılan kitaplar” diye Kur’an’ın İlahi bir kitap olmadığını söyleyebilmiştir. Bu çelişkiyi nasıl çözmeliyiz? 90 diyen Mustafa Armağan iki konuyu çarpıtıyordu. Önce Atatürk’ün “Kanun-i Esasi Kur’anı Azimüşşandaki Nusus’tur” sözlerini “Anayasamız Kur’an’daki emirlerdir” şeklinde çevirmek ya bir cehaleti yansıtıyordu, ya da gerçekleri saptırıyordu. Çünkü Kur’an-ı Kerim bir anayasa kitabı olmayıp, her çağın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak yapılacak anayasaların temel kaynaklarının başında geliyordu. Atatürk de bunu biliyor ve dile getiriyordu. Çünkü “Anayasamız Kuran’dır” sözünün sloganik anlamı dışında ilmi bir karşılığı bulunmuyordu. İkincisi Atatürk’ün 1937’de Meclisi açarken sarf ettiği “Gökten indiği sanılan kitaplar” sözleri, hâşâ Kur’an’ı Kerim’i değil, maalesef Kuran’ı ve Resulüllah’ın prensip ve amaçlarını bırakıp, asırlar önce, kendi çağının sorunları ve standartları çerçevesinde üretilen çözümleri ve yorumları içeren fetva ve şeriat kitaplarını, bir nevi Kur’an yerine kaim kılanları, hatta muharref İncil ve Tevrat’ı hedef alıyordu ve doğruydu. Mustafa Kemal Atatürk’ün 27 Temmuz 1937 tarihinde Hâkimiyet’i Milliye Gazetesi’nde yer alan nutkunda “Filistin’e el sürülemez! Türkler mukaddes topraklarda yabancı hâkimiyetine tahammül edemeyeceklerdir” dediği biliniyordu. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan evraka göre Dâhiliye Vekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından saklanan 1937 tarihli belge, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir nutuktan bahsediliyordu. Nutkun Filistin ile alakalı bölümünde “Arapların, Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip, bu sözde istiklal kelimesine kanmaları ve bu hevesle Arap memleketlerini Avrupa emperyalizminin esaretine sokmaları çok şayanı teessüftür” (Yani 89 90 Hakimiyet-i Milliye’nin 11 Şubat 1923 tarihli nüshası 28.04.2012, Zaman, “Anayasamız Kur’an’dır” Diyen Devlet Başkanı 169 Müslüman Arapların, Batılıların bağımsızlık vaatlerine aldanıp, emperyalizmin esiri olmaları, çok üzücü bir olaydır) diyen Mustafa Kemal, “Filistin’in Arabistan’da vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği takdirde, buradaki Araplara yapılacak herhangi bir fenalığa Türklerin tahammül edemeyeceğini” ifade ve ikaz etmekten çekinmiyordu. Atatürk Filistin ve Kudüs’ü kastederek ‘Bu kutsal topraklar için kanımızı dökmeye daima hazırız’ diye haykırıyordu! Mustafa Kemal, Nutuk’un Filistin’le ilgili ilerleyen bölümlerinde daha sonra şu tarihi sözleri kullanıyordu: “Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz doğrusu maalesef birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen, Peygamber’in son arzusu istikametinde; yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için, hemen bugün kanımızı dökmeğe hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah’ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerleri işgal ve temellük etmek için yapacağı ilk adımda, bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.” Sözleriyle, gerekirse İslam dünyasını harekete geçirebileceğinin de işaretini veriyordu. Şimdi, 1937’de, yani aynı tarihlerde İslam’ın Kutsalı ve Hz. Peygamber’in hatırası uğruna, Haçlı Emperyalistlerin Filistin’de kurmaya çalıştığı bir Siyonist İsrail devletine asla izin vermeyeceğini söyleyen ve çıbanbaşı terör şebekesi İsrail’in kuruluşunu 13 yıl geciktiren Mustafa Kemal herhalde “Gökten indiği sanılan kitaplar” diye Kur’an-ı Kerim’i kastetmiyordu. Bugün pek çokların “devrin Mehdisi ve beklenen Mesihi” gözüyle bakıp peşine takıldıkları Fetullah Gülen, bunca vahşet ve cinayetlerine rağmen İsrail aleyhine tek bir laf bile edemezken, hatta Haçlı Emperyalizmin ruhani kalesi Papalığın hizmetini şeref sayarken ve ABD Siyonist Yahudi Lobilerinin yüksek himayesine sığınıp İslam’ı yozlaştırma ve şeriatsız bir din uydurup Müslümanları Protestanlaştırma faaliyetleri yürütürken; lütfen Kur’an ve iman ölçüsüyle ve vicdan terazisiyle söyleyin “1937’de, Filistin’de bir İsrail kurdurmayacağını gerekirse kan akıtmaktan sakınmayacağını” söyleyen bir Atatürk nasıl “Önceleri din istismarı yaptı, sonra dinsizliğe ve din tahribine başladı” ima ve ithamına layık bulunuyordu?! Akevler ekibinden, değerli kardeşim ve hemşehrim Harun Özdemir’in 2001’de yazdığı, Afet Ilgaz Hanımefendinin de 2008’de köşesine taşıdığı “İki Kader İki Lider” kitabında Cumhuriyetin fikri hatta fiili temellerinin Sultan Abdülhamit döneminde atıldığını, ama Mustafa Kemal eliyle ve cesaretle uygulandığını, yani “devlet”te de “devrim”lerde de aslında bir devamlılık yaşandığını ve böylece Milletimizin Müslüman kalarak Batılılaşmayı başardığını, ama bazı İslamcıların bu tabii ve tarihi olguyu kabullenme olgunluğuna henüz ulaşamadığını ve maalesef kavramların kabuklarıyla uğraştığını, çarpıcı tespitler ve akıcı tahlillerle ortaya koymaktadır. Harun Özdemir “Batılılaşma”yı; Avrupa’nın gelişip güçlenmesine yol açan, aklı, mantığı ve bilimsel metotları kullanmak, zaten İslam’dan onlara geçen doğal ve sosyal yasalara uygun davranmak ve Batının birikim ve deneyiminden yararlanmak şeklinde anlayıp kullanmakta ve doğrusunu yapmaktadır. Şimdi bunları daha iyi kavramak için Harun Özdemir’in önemli gördüğümüz bazı tespit ve tahlillerini aktarmamız ve dikkatle okumamız lazımdır. “Cumhuriyet, kayıp yılları demek mi? 170 “Bu çalışmanın başlangıcında ortaya konan varsayımlar, iki paradoksal durum yaratmıştır. Bunlardan biri Mustafa Kemal’in II. Abdülhamid’i devirenler arasında yer alırken, bir süre sonra Abdülhamid’in siyasal hedeflerinin takipçisi olarak Anadolu’da yeni devlet kurmayı düşünmesi paradoksudur. İkincisi ise İslâmcıların Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal olarak oluştuğu siyasal ortamdan dışlanmaları; yani, siyaseten yenilmeleri yanında, bir süre sonra en kazançlılar arasında inkişaf etmiş olmalarıdır. Bu iki paradoksu varsayımlarımızla biz oluşturduğumuza göre, çözmek de bize düşmektedir” (Sh:17) Osmanlının son döneminde “mücadele alanı olarak siyaseti ve matbuatı seçen İslâmcı aydınlar da ulema gibi, İstiklâl Savaşı’nı desteklemişlerdir. Fakat, Meclis’te siyaset yapan İslâmcılar, kısa süre sonra Mustafa Kemal ile görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Yeniliklere, eski muhalif tutumları ile karşı çıkmaları Mustafa Kemal’le ters düşmeye yetmiştir. II. Abdülhamid’in muhalifi olan İslâmcılar, bir süre sonra Mustafa Kemal’e de muhalefet etmeye başlamışlardır. Bu durum inkılâpların, İslâmcı bir muhalefetle karşılaşacağını, dolayısıyla yeni Türkiye’nin İslâmcılarla birlikte hareket edilerek kurulamayacağı yargısını pekiştirmiştir. Her ıslahat girişiminde Osmanlı’da karşılaşılan bu can sıkıcı durumdan, yeni devleti korumak gerekir düşüncesi ile hareket eden Mustafa Kemal, doğal olarak İslâmcıları dışlamaya karar vermiştir. Yani klasik muhalif tutumlarını sergileyerek eski durumun değişmesini istemeyen ve yeni gelişmelere eski fikirler ile çözüm arayarak yeniliklere karşı çıkan İslâmcılar, kaybeden taraf olmuştur” Mustafa Kemal Abdülhamid’in takipçisi miydi? “Bizi bunu sormaya yönelten temel faktör, II. Abdülhamid’in reformları ve hatıralarıdır. Özellikle Abdülhamid’in Beylerbeyi Sarayı’nda gözetim altında tutulduğu dönemde, Mustafa Kemal’in gözetim sorumlularından yakın arkadaşı Salih Bozok’u ziyareti sırasında, Abdülhamid’in oğlu Abit ile kurduğu dostluk ve ona verdiği hediyeler oldukça ilginçtir. Mustafa Kemal’in bu tutumu bizim Abdülhamid’e gönderilen olumlu mesajlar olarak değerlendirmemize neden olmuştur. Çünkü bu yakınlık kurma girişimi, siyasi zekâsı keskin iki kişi arasında mesaj niteliği taşıyacak kadar açık bir görüntü sergilemektedir. 91 Abdülhamid’in uçan kuştan uzak tutulduğu, hakkında olumlu düşünceler taşıyanların cezalandırıldığı olağanüstü bir dönemde, Mustafa Kemal’in Abit’e hediyeler vermesi, “Abdülhamid’in dikkatini çekme” anlamı da taşımaktadır. Abdülhamid bunu mesaj olarak değerlendirir ve Mustafa Kemal’e değerli bir hediye ile karşılık vermek ister. Fakat siyasi incelikleri çok iyi bilen Abdülhamid; yanlış anlaşılır, “Abdülhamidci!” damgası yer ve zarar görür diye bundan vazgeçer. Fakat Mustafa Kemal Paşa’yı yakından görmek istediğini Abit’e söyler. Bir gün Abit koşarak gelir ve Mustafa Kemal’i camdan gösterir. Abdülhamid yerinden kalkar, cama yaklaşır ilerlemiş yaşında zor gören gözleri ile dikkatle bakar. Uzaktan yüzünü pek seçemez. Sırtındaki pelerini ile görebildiği kadarını hatıralarına şöyle aktarır: “Sıradan bir askere benzemiyordu, tehlikeli bir sükûneti vardı. Enver Paşa’nın kendisinden neden çekindiğini o zaman anladım… Bunlar küçük şeyler! Çanakkale’de İngiltere, Fransa gibi iki büyük devletin ordusunu ve donanmasını durdurdu, yüz geri ettirdi ya, bana da lazım olan odur! Muvaffakiyeti için dua ettim”92 der. Abdülhamid hatıralarında Mustafa Kemal ile aralarında kalpten kalbe bir yol oluştuğuna dikkat çekmektedir. İkinci neden de şudur: Abdülhamid’in 1917’de dünyada büyük yankılar uyandıran, Paris’te ve İstanbul’da yayımlanan siyasal görüşlerine Mustafa Kemal’in ilgisiz kalması düşünülemezdi. Özellikle Mustafa Kemal’in, Abdülhamid’in geleceğin Anadolu merkezli yeni devleti hakkındaki düşüncelerinden habersiz olması imkânsız gibidir. Onu bu konularda bilgisiz göstermek doğru değildir. Mustafa Kemal, Abdülhamid iktidarının etkili muhaliflerinden biridir. Buna rağmen bu iki şahsiyetin devletine ve milletine vermek istediği şekil, birbirine çok Mesaj anlamı taşıyan hediyeleşmeler, Dünya Savaşı’nın ağır bir mağlubiyetle sonuçlanacağını gören bazı kişilerin, Abdülhamid’i bir darbe ile tekrar padişahlığa getirmeyi gündeme getirdikleri dedikodularının konuşulduğu günlere rastlaması ilginç soruları akla getirebilir. Fakat bu konudaki bilgilerimiz şu anda ancak bazı tahminler yürütmemize yardımcı olabilecek kadardır. 92 Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Sadeleştirerek yayına hazırlayan İsmet Bozdağ, Kervan Yayınları, III. Baskı, İstanbul1975, s. 169-170; Ayşe Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, Güven Yayınevi, İstanbul-1960, s.211 91 171 benzemektedir. Bunu kanıtlamak da kolaydır. Çünkü Abdülhamid’in icraatları ve “Siyasi Hatıralarım” adlı notlarındaki düşünceleri ile Mustafa Kemal’in icraatları birbirine çok benzemektedir. Bütün bunlar, aralarında hiçbir farkın olmadığı anlamına da gelmez. Fakat Abdülhamid’in, “hayatının son yıllarında başkentin İstanbul’dan Konya’ya taşınabileceğini, kendisinin de Bursa’ya götürülebileceğini, dolayısı ile buna hazırlıklı olması gerektiği” mesajını getiren Enver Paşa’ya gösterdiği tepkide, “saltanat”ın anlamını çoktan yitirdiğini görmek mümkündür. Artık Abdülhamid’in tek ölçüsü vardır ve buna hizmet edenlere de dua etmektedir: “Düşmanı durdurmak!93” Evet, Mustafa Kemal, Abdülhamid iktidarının muhalifidir; fakat hedeflerinin takipçisidir. Bu da bir paradoks değildir. (Sh: 19-20-21) Abdülhamid ve Mustafa Kemal’in “Misakı Milli sınırlarına çekilme ve çekirdekleşip güçlenme stratejileri: “Uygarlık mücadelesi verenler için kalkınma ve uygarlaşma, topraktan daha önemlidir. Bu nedenle Mustafa Kemal, Lozan’da bir an önce barış olsun da kalkınma ve uygarlaşma mücadelesi başlasın diye fazla toprak elde etmek için direnmemiştir. Benzer fırsatları Abdülhamid de kollamıştır, fakat yakalayamamıştır. Hatıralarında “…Bize de hiç olmazsa on senelik bir sulh tanınsa Japonların o kadar imrenilen ilerlemelerini biz de yapabilirdik” 94 demektedir. Mustafa Kemal’in Avrupa Medeniyeti ile aramızdaki farkı kapatmak için yaptığı fedakârlıkları anlamayanlar, onu daha fazla toprak elde edememekle eleştirebilirler. Mustafa Kemal, daha yüzbaşı iken İttihatçı kesimlere ve yönetimin üst kademelerindeki tanıdığı sorumlu kişilere, Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika ve Orta Doğu’dan çekilmesini ve bu toprakları yöre halklarına terk etmesini önermiştir. Devletin ancak Anadolu’ya çekilerek ve kavmi (ulusal) niteliğe kavuşarak kendisini savunabileceği tezini ileri sürmüştür. Oysa bu tez daha önce Abdülhamid tarafından gündeme getirilmiştir. İslâmcı siyasetçiler buna tarih tezlerinde yer vermedikleri gibi Mustafa Kemal’i imparatorluğu küçülten politikaları savunduğu için eleştirmişlerdir. Abdülhamid, gelişmelerin Osmanlı’yı böyle bir sona sürüklediğinin farkındadır. Bu nedenle, Balkanlar’dan Anadolu’ya nüfus kaydırmaya başlamıştır bile. (Sh: 23) Abdülhamid’in son aylardaki düşüncelerine bakarak, Mustafa Kemal’in İstiklâl Savaşı’ndan galip çıkması ile iktidarı hak ettiğini, dolayısıyla Mustafa Kemal’i ve Türkiye Cumhuriyeti’ni onaylayabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Abdülhamid’in öncelikli şartı olan düşmanı kovmak, milli birliği sağlamak, içeride ve dışarıda savaşları bitirmek ve milletin aslî unsuru olan Müslüman Türk nüfusa dayanmak gibi konular, Mustafa Kemal tarafından eksiksiz bir şekilde yerine getirilmiştir. Bu nedenle Mustafa Kemal devlet başkanıdır, iktidar da ancak onun hakkıdır. “Türklük mü, Müslümanlık mı?” kısır çekişmesi! “Mustafa Kemal, Türk milletinin İslâmiyet’i günü geldiğinde doğru anlama aşamasına geleceğine ve İslâmiyet’le birlikte kalkınacağına inanmıştır. Bunu kendisi birçok kez açıklamıştır. Mustafa Kemal’in öncelikli amacı Türkiye’deki Müslümanların nüfusunu artırmaktır. Bu nedenle hem doğumu teşvik etmiştir, hem de çekildiğimiz topraklardaki Türkçe bilmeyen Müslümanları Türkiye’ye kabul etmiştir. Örneğin Boşnaklar, Türkçe bilmemelerine rağmen, sırf Müslüman oldukları için Türkiye’ye kabul edilmişlerdir. Böylece amaçlanan, Müslüman nüfusun arttırılması politikası, başarı ile uygulanmıştır. Eğer Mustafa Kemal’in amacı Türkiye’nin İslâmsız Batılılaşması olsaydı, tam tersini yapardı. Müslüman verir Hıristiyan alırdı. Bunlar açıkça göstermektedir ki, Mustafa Kemal’in literatüründe “Türk”, “Müslüman” demektir.95 Türk nüfusun arttırılması ve Hıristiyanların Abdülhamid’in hatıra defteri, İsmet Bozdağ, s. 169 Siyasi Hatıralarım, s. 115; (1450’den 1900’e kadar Osmanlı Devleti her yüz yılının otuz yılını savaşla geçirmiştir.) 95 1923 yılında ve daha sonraki yıllarda Türk uyruklu olmalarına rağmen Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlar gruplar halinde tazminat bile ödenmeden kamu ve yarı kamu kuruluşlarındaki işlerinden çıkarılmış, yerlerine Türkler alınmıştır. İşten çıkarılan gayrı Müslimler Türk uyrukluydu ve çalışma yasağı ise yabancıları için çıkarılmıştı. Uygulamayı yürüten yetkililerin bu konudaki açıklamaları ise oldukça ilginçtir. “Türk, dini Müslüman olan kişidir.” Bilgi için bkz: Rıfat N. Bali, Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945), İletişim Yay. İstanbul 2000, s. 209 vd 93 94Abdülhamid, 172 gönderilmesi, Türkiye’nin homojen olarak Müslümanlaştırılmak istendiğini kanıtlamaktadır. Bu, tarihin hiçbir döneminde rastlanmayan bir durum yaratmıştır. Anadolu’da ilk kez bu kadar Müslüman bir araya gelebilmiştir. Başlangıçta koyduğumuz varsayımları izleyerek bu konuya bir de II. Abdülhamid açısından bakmamız gerekir. “Bu konuda acaba Mustafa Kemal, Abdülhamid’in ne kadar takipçisi ne kadar muhalifidir?” (Sh: 53) sorusunun uygun ve doğru yanıtı; Mustafa Kemal Abdülhamit’in siyaseten muhalifi ama fikren takipçisidir! “Türkiye Cumhuriyeti’nin fikri ve siyasi alt yapı hazırlayıcısı II. Abdülhamid, kurucu mimarı ise Atatürk’tür” varsayımını tartışmaya ve araştırmaya açmakla çok hayırlı bir iş yapmıştır. “Anadolu merkezli yeni bir Müslüman Türk devletinin kurulması, tarihsel zorunlulukların (doğal ve sosyal kanunların) bir sonucuydu ve II. Abdülhamid buna inanmaktaydı. Bu inancı nedeniyle gelecekte kurulması muhtemel Müslüman Türk devleti için önemli altyapı çalışmaları yapmıştır. Bu nedenle II. Abdülhamid’in Türkiye Cumhuriyeti’nin (fikri) mimarı varsayımı araştırmamızın konusu yapılmıştır.” “İslâmcılar II. Abdülhamid’i anlamış olsalardı tarih başka türlü oluşacaktı. II. Abdülhamid anlaşılmadığı içindir ki, sorunlar büyüyerek Cumhuriyeti de kapsayıcı bir hal almıştır. Oysa (Mehmet Akif, Elmalı Hamdi Yazır, Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri gibi İslamcılar) II. Abdülhamid’i (doğru anlayabilmiş ve) sahiplenmiş olsalardı Osmanlı’nın sonu bu denli dramatik olmazdı. Yine bu İslâmcılar M. Kemal’i sahiplenebilselerdi Cumhuriyet de çok daha halkçı, demokratik, lâik ve liberal olacaktı” tespitleri oldukça çarpıcıdır. Harun Özdemir devrimlerle ilgili önemli analizler yapmaktadır: (Osmanlıda) “1860’larda Arap alfabesinin revizyonu düşünülmüş ve birçok teklif ileri sürülmüş fakat yöneticiler önerileri dinleyip sonra rafa kaldırmışlardır. Daha sonra Latin alfabesi gündeme taşınmış, onun daha kolay okunup yazılabileceği öne sürülüp tartışılmıştır. Bu öneri başlangıçta çok tepki görmüş, fakat Lâtin alfabesinin önemi kısa zamanda birçok kişi tarafından kavranmıştır. Ulemânın bu konuda yeniliğe açık olamaması, yöneticileri ıslahat yapmaktan geri bırakmıştır. II. Abdülhamid bu tartışmanın içindedir (yenilik ve değişim taraftarıdır)” Sultan Abdülhamid: “Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin alfabesini kabul etmek yerindedir, gereklidir. Her ne kadar bu harflerle lisanımızdaki bazı sesleri vermek güçlüğü mevcut ise de bunu ayarlamak şüphesiz kabil olabilir. Aklı başında hiç kimse öğrenmeye düşman olamaz. Ben de bütün dindaşlarımıza iyi ve faydalı olan her yeniliği tanıtmak istiyorum” (Siyasi Hatıratım; 192, II. Abdülhamid) sözleriyle bunu açığa vurmaktadır. “Aradan geçen zaman Abdülhamid’i de, Mustafa Kemal’i de haklı çıkarmıştır. Çünkü okur-yazar oranı yüzde 80’i geçen Türkiye’de artık İslâmcısı, milliyetçisi, batıcısı ile tüm millet, Batı’yı anlamaya ve aşmaya çalışmaktadır.” Abdülhamid Han, hatıralarında şu gerçeği vurgulamaktadır: “Padişah tebaasının ne düşündüğünü, hangi şikâyetleri olduğunu, bir yandan valilerinden, kadılarından hükümet yoluyla öğrenir, bir taraftan ülkenin dört bucağına serpilmiş tekkelerin şeyhlerinden, dervişlerinden haber toplar ve buna göre ülkeyi idare ederdi. Ceddim Sultan II. Mahmud, buna gezginci dervişleri de ekleyerek istihbaratı genişletmişti. Ben tahta çıktığım zaman durum buydu ve böylece devam ediyordu.” “Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet güven içinde olmazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir istihbarat teşkilatı kurmaya bu düşünce ile karar verdim. İşte düşmanlarımın “jurnalcilik” dediği teşkilat budur” (Abdülhamid’in Hatıra Defteri, İsmet Bozdağ) “Abdülhamid döneminde eski ile yeni, ikisi birden vardır. Her konuda olduğu gibi, istihbarat konusunda da ikili yapı sürdürülmüştür” “Mustafa Kemal ise bir askerdir ve bir inkılâpçıdır. İnkılâpçı bir asker için hem o hem bu, ikisi bir arada olamazdı. Bu nedenle vahdet-i kuvva, yani tek ordu; tek parti, tevhid-i tedrisat, tek meslek odası, tek dil, tek istihbarat tercih edilmiştir. Bu bağlamda hem (asli misyon ve 173 fonksiyonunu yitirip yozlaşmaya başlayan) tarikatlar, hem “Yıldız Sarayı uzantısı” (istihbarat) bir arada gitmeyeceğine göre ikisinden biri tasfiye olacaktı. Özellikle İstihbarat faaliyetlerinin yoğunluğu, tarikatların nüfuz edemediği alanlara kaymışsa, Yıldız Sarayı uzantıları kalacak, tekke ve zaviyeler tasfiye olacaktı.” “Gerçekte şu ayrıntıyı belirtmek yararlı olacaktır. 6 Ocak 1927’de kurulan MAH (Teşkilat-ı Mahsusa), Karakol Cemiyeti, Hamza ve Felah grubu, Âkîfîler, Askeri Polis Teşkilatı, Müdafaa-i Milliye’nin devamı değildir. Ama MAH (Milli Emniyet Hizmeti) yeni bir anlayış ve kadroya dayansa da büyük ölçüde eskinin devamıdır. Küçümsenmeyecek kadar bir kısmı da tarikatçılardan oluşturulmuştur.” Osmanlıda farklı hizmet kurumları: “Osmanlı devletinde tekke ve zaviyelerin tek fonksiyonu halkın dini inançlarına hitap etmek sanılmamalıdır. Devletin yüce amaçlarına (milli birlik ve dirliğin sağlanmasına) hizmet etmek gibi siyasi fonksiyonları da vardır. Tekkeler ve zaviyeler (ahlaki eğitim ve sosyal disiplin kurumları olma yanında) bugünkü anlamda Osmanlı devletinin istihbarat kuruluşlarıydı. Bir devletin yapısında istihbarat faaliyetleri ne kadar önemli ve gerekli idiyse, tekke ve zaviyeler de Osmanlı devleti için o kadar önemliydi ve lazımdı” “İslâmcılar Osmanlısız olunamayacağını düşünüyorlardı. Fakat (o dönem İslamcıları) Osmanlı devletini Batı medeniyeti karşısında ayakta tutacak İslâmiyet’in ne olduğunu bilmiyorlardı. Sonunda tarihin determinizmi, hükmünü icra etti; doğan, gelişen ve duraklayan Osmanlı devleti yıkıldı.” “İslâmcılar, TC’nin kuruluşunda çok çalıştılar, canlarını ve mallarını verdiler. Ancak yeni devlet, Osmanlı’nın yarım bıraktığı “batılılaşma”yı kararlılıkla tamamlamaya başlayınca devlete ters düştüler. Devlet de onlara ters düştü. İslâmcılar batılılaşmanın Müslümanlar üzerinde yapacağı etkinin ne olacağını önceden kestiremediklerinden Batılılaşmaya ve bu politikayı koşulsuz destekleyen devlete ters düştüler. T.C. Müslümanların Müslüman kalarak batılılaşabileceğine ve bundan büyük faydalar sağlayabileceğine somut bir örnektir. T.C.’nin 75 yıl önce Osmanlıdan devraldığı, önce batılılaşmayı tamamlama, sonra da batıyı aşma politikaları Müslümanlar üzerinde de olumlu sonuçlar vermiştir. Oysa çözüm çok uzaklarda değildir, yanımızdadır. Bu nedenle ortaya çıkan büyük bir başarının başarısızlık gibi tartışılması yanlıştır. Buna açıklık getirilmelidir.” “İslâmcılar hâlâ batılılaştıklarının farkında olamamıştır. Namaz kıldıklarını düşünerek batılılaşmadıklarını sanmaktadırlar. Oysa Osmanlının ve TC’nin “Müslüman kalınarak batılılaşma” politikası sonunda, İslâmcıları da “Müslüman Batılı” yapmıştır. Fakat bu durum politik olarak İslâmcılar tarafından deklare edilmemiştir. Oysa fiili durum budur.” “Ne Osmanlı ne de Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman batılılaşmayı “din değiştirmek” şeklinde projelendirmemiştir.” Yanlış ve yıkıcı uygulamalar, dışarıdan ve Masonlarca tezgâhlanmıştır. “İslâmcılar, hem birey hem cemaat olarak batılılaşmıştır. İslâmcılar (Milli Görüş gibi) Türkiye’nin en örgütlü siyasi partisini kurabilecek kadar Batı medeniyetinin siyasal sistemine entegre olmuşlardır.” Şu tespitler de oldukça önemli ve anlamlıdır: “Avrupa kıtası batılılar için koca bir işçi deryası iken Türkiye’nin hiç hesaba katılmayan insanlarının hem Türkiye’de hem de Avrupa’da müteşebbis olma mücadelesi vermesi batılıları hayrete hatta hasede sürüklemektedir. Eğer Müslüman Türk milleti sadece Batılı olsaydı Türkler de bir batılı gibi işçi doğacak, işçi öleceklerdi. Oysa Batılı, fakat Müslüman kaldığı için her fırsatta müteşebbis olabilmektedir. Türkiye sık sık ekonomik operasyonlara mâruz kalmasına rağmen dinamik yapısını kaybetmemektedir.” “(.......) Araştırma standartları henüz Batılılarınki kadar gelişmemişse de Türkiye’nin hemen her ilinde açılan üniversitelerde öğrencilerin önemli bir kısmı İslâmcı kız ve erkeklerden oluşmaktadır. Bu kadar İslâmcı kadının yüksek öğrenim görmesi İslâm’ın 1400 yıllık tarihinde görülmemiştir. Bu Müslümanların TC’nde Müslüman kalarak batılılaşmasıyla olmuştur.” 174 “Resim caiz midir?” tartışmalarından bütün dünyaya uydudan canlı radyo ve tv yayını yapan sayısız kanalların Müslümanlar tarafından işletilmesine gelinmiştir. İslâmcı sanatçı, bilim adamı, politikacı vaiz ve iş adamı, bu araçları Müslüman kalarak batılılaştıkları için kullanmaktadırlar ve bu sektörlere yatırım yapmaktadırlar.” “Batıcılar, milliyetçiler ve İslâmcılar arasındaki sorunlar varlığını bugün de korumaktadır. Taraflar buluştukları ve geliştikleri zeminin “Müslüman kalarak batılılaşmak” projesi olduğunun farkında değildirler, bunu göz ardı etmektedirler. Dolayısıyla İslâmcıların da, Batıcıların da, Milliyetçilerin de çatışmaları maalesef uzlaşma ile sonuçlanamamaktadır. Abdülhamid Han’ın “Anadolu için iyi bir gelecek hazırlanmıştır” sözünün, Mustafa Kemal ile anlam kazandığı hep gözlerden kaçmaktadır.” Mustafa Armağan’ın eksik bıraktıkları ve saptırmaları! Daha önce “Bizim Atatürk” kitabımızda bu konuları etraflıca ve tutarlı yorum ve yaklaşımlarla yazmış, Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı devletinin varisi, onun Anadolu Selçukilerinin meyvesi, Onun İran Selçukilerinin neticesi, Onun Hindistan-Afganistan Türk İslam emirliklerinin etkisi olduğunu hatırlatmıştık. Kendi tarihimizi inkâr ve iftiranın bir soysuzluk alameti, körü körüne tarihle avunup geçmişimize sığınmanın ve onların yanlışlıklarından ders çıkarmamanın ise bir şuursuzluk hali olduğunu vurgulamıştık. Aziz Milletimizin asıl mayasının ve kaynaştırıcı kimyasının ise İSLAM olduğunu ve şanlı, Kurtuluş Savaşımızın bu inançla kazanılıp Cumhuriyetimizin bu mana ve maksatla kurulduğunu anlatmıştık. Şimdi Zaman Gazetesinde farklı tarihlerdeki 3 ayrı yazısında, yakın tarihimizle ilgili çok önemli tespit, tahlil ve tenkitler yapan, tarafımızdan kendisine ve gayretlerine saygı duyulan Prof. Dr. Mustafa Armağan, birçok karanlık noktaların aydınlatılması, kasıtlı saptırma ve çarpıtmaların açıklanması için bazı konuları gündeme taşırken, kafalarda yeni sorular oluşturuyor ve bunlar daha başka kuşkulara yol açıyordu. Sn. Mustafa Armağan Hoca’ya, yanıtlaması ve aydınlatması gereken soruları yöneltmeden önce, söz konusu tespit ve tenkitleri, bir yardımcımızın özetlemesi ve kısmen sadeleştirmesiyle, okurlarımıza aktarmamız gerekiyordu: “Erzurum Kongre kararlarının aslına baktığımızda şaşırıyoruz. Meğer 1. madde şöyleymiş: “Trabzon vilayeti ve Canik sancağıyla Şark vilayetleri adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Elaziz, Bitlis vilayeti ve bu saha dâhilindeki bağımsız vilayetler, hiçbir sebep ve bahaneyle diğerlerinden ve Osmanlı camiasından ayrılmak imkânı düşünülmeyen bir bütündür. Mutluluk ve felakete tam olarak katılmayı kabul ve mukadderatı hakkında aynı amacı benimser. Bu bölgede yaşayan bütün Müslüman unsurlar diğerlerine karşı fedakârlık hissiyle dolu ve ırkî ve sosyal durumlarına riayetkâr öz kardeştirler.” Gördüğünüz gibi Erzurum Kongresi adeta bir Türk-Kürt kardeşliği bildirisidir. Adeta bugünkü sorunların konuşulduğu bir kardeşlik toplantısıyken bize içeriği boşaltılarak anlatılmış! Sözün özü şu: 1) Erzurum Kongresi’nde hâlâ “Osmanlı camiası” hayattadır. 2) Kongrenin gayelerinden birisi, araları açılmak istenen Kürtlerle Türkleri yeniden birbirine bağlamaktır. Üç maddecik bildiride en az üç mantık hatası yapan saygıdeğer “300 aydınımız” Erzurum Kongresi’nin “milliyetçiliği”nin Türkler ve Kürtleri ve bütün “Müslüman etnisiteleri” ayrılmaz bir bütün olarak gördüğünü unutmuş görünüyorlar. Üstelik Türklerin “kurucu ve egemen millet” oldukları türünden bir ifadeyi de ne yazık ki bulamıyoruz. Peki, Erzurum Kongresi kararları Kürt-Türk kardeşliği vurgusundan nasıl arındırıldı? İnkılâp tarihini “belgesel gerçeklik”ten arındırma sahtekârlığı! Sonraki hemen bütün yayınlar kararların orijinaline inme zahmetine katlanmadıkları için Nutuk’ta yazılanları aktarmış ve Osmanlı’nın Müslüman unsurlarının, bu arada Türklerle Kürtlerin vurgulandığı kaydını görmezden gelmişler. Oysa Nutuk’un 1927 tarihli Osmanlıca baskısının 38 ve 39. sayfalarında Gazi Paşa Erzurum Kongresi’nin kararlarını aynen değil, “zaman ve çevrenin mecbur kıldığı bir takım ikinci derecede önemli (tâlî) ve esasa ait olmayan (sûrî) düşünce ve kanaatleri ayıklayarak” aktardığını bizzat yazıyor. Yani 175 Nutuk’taki karar metinleri “aynen” değil, yorumlanarak ve kısaltılarak verildiği ve bu belirtildiği halde asıl metin muamelesi görmesi yanlıştır, kasıtlı bir yanıltmacadır. Ancak bir husus gözden kaçıyor: Gazi bu maddeyi zikrettikten sonra şunu yazıyor: “Beyanname madde 6. Nizamname madde 3’ün tafsilatı, nizamname ve beyannamenin 1. maddeleri mütalaa ve tetkik buyurulsun.” Yani Atatürk, bu konunun anlaşılması için, şu maddelerden inceleyin diyor. Öte yandan Atatürk Araştırma Merkezi’nin beş profesör ve bir emekli albay’a yazdırdığı “Milli Mücadele Tarihi”nde o parantez içi not nedense kaldırılmış… Özetle Nutuk, yakın tarihi 1927 şartlarına göre ayarlayan bir metindir ve tarihçilere düşen görev, bu son derece önemli metni de dikkate alarak, ama gerekirse bazı eleştirme ve düzeltmelerde yaparak yeni bir inkılâp tarihini yazmak olmalıdır. Kur’an’ı yaşatmak için birlik çağrısı! Bu arada 17 Haziran 1919’da toplanan Erzurum Vilayeti Kongresi’ne sunulan bir rapor, güncelliği itibarıyla kayda değer bulunmaktadır. Rapora göre Doğu Anadolu’da Ermeniler, Avrupalılar ve “şahsî çıkar sağlamak isteyen” bazı kimselerin ortaya attığı bölücü fikirlerin başında “Kürtlük-Türklük meselesi çıkarmak” geliyor. Türklerle Kürtlerin birbirinden nefret etmesi isteniyordu. Nihayet Kürtlerle Türkleri birbirine düşürerek Ermenilerin hâkimiyetleri sağlanmak isteniyordu. Raporda “Kürtlerin aslında Ermeni oldukları yönünde propaganda yapıldığı” kaydediliyor ve bir milletin diğerlerinden din, karakter, âdet ve dille ayrıldığı belirtiliyordu. Irk fikri reddediliyor ve Ermenilerin Hıristiyan, Kürtlerinse Müslüman oldukları üzerinde duruluyordu. Karakter bakımından Kürtlerin Türklere Ermenilerden daha yakın oldukları bir grafikle gösteriliyor. Varılan hüküm şuydu: “Türk ile Kürt arasında dinî ortaklıktan başka soy itibariyle de bir bağın varlığını teslim etmek zaruridir.” Erzurum Kongresi’nden bir ay kadar önce toplanan bu ön kongreye sunulan raporda işlenenler sanki bugünden geçmişin dağlarına çarparak yankılanmış gibidir. Beraberce şunları okuyoruz: “Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz yaşayamaz. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türk ile Kürt’ün aynı tarih, aynı çıkar, aynı hayat sahibi olacaklarını kabul etmemek imkânsızdır. Bu kadar derin ve esaslı bağlarla birbirine bağlı bulunan Doğu vilayetleri Türk’ü ile Kürt’ünü ayırmak her ikisini de ölüme mahkûm etmek anlamını taşır. Bugün gözümüzü açarak yaralarımızı öz elimizle sarmaya çalışır, dışarıdan gelen Kürtlük-Türklük gibi ayrıştırıcı telkinlere kulak asmazsak hem memleketimizi kurtarır, hem de herkesin mutluluğunu sağlayacak esasları hazırlarız.” Çünkü tarihî bir anda bulunuyoruz! “Duygusallığa kapılarak düşmanlarımıza hizmet etmekten sakınma göreviyle mükellefiz. Elimizdeki bu son fırsatı da kaybedersek tarihimizi aşağılanmayla kapatmış ve Hazret-i Kur’an’ı elimizle defnetmiş oluruz. Hakkımızda çevrilen entrikaları, düşünülen felaketleri sonuçsuz bırakmak yalnız bir şeye, Doğu vilayetleri Müslümanlarının ittihad (birlik) ve ittifakına bağlıdır.”96 Sivas Kongresi’nin ilk iki maddesi Erzurum Kongresi’nin hemen hemen aynıdır. Öte yandan 6. madde de şaşırtıcı bir mesaj veriliyordu: “Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihteki (30 Ekim 1918) sınırımız içinde kalıp ezici Müslüman çoğunluğun oturduğu kültürel ve medenî üstünlüğü Müslümanlara ait bulunan toprak birliğimizin bölünmesi planından tamamen feragat ederek bu topraklar üzerindeki tarihî, ırkî, dinî ve coğrafî haklarımıza riayet edilmesini ve buna aykırı girişimlerin iptalini ve bu suretle hak ve adalete dayalı bir karar alınmasını bekleriz.” Derken Büyük Millet Meclisi’nin açılışından bir gün önce, 22 Nisan 1920 günü Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal Paşa imzalı genelgeyle karşılaşırız. Genelge “Allah’ın lutfuyla” (“bimennihi’l-kerim”) diye başlıyor ve Büyük Millet Meclisi’nin Cuma günü Ankara’da açılacağı belirtiliyordu. Hatta açılışın özellikle Cuma gününe rastlatıldığı, bunun da o günün mübarekliğinden istifade etmek için yapıldığı, Cuma namazı 96 31 03 2013, Zaman 176 Hacı Bayram Camii’nde kılınarak “Kur’an ve namazın nurlarından (envâr) yararlanılacağı” ifade ediliyordu. Namazdan sonra Peygamber Efendimiz’in (sav) sakallarını (“lihye-i saadet”) ve Sancağ-ı Şerif’i taşıyarak Meclis’e varılacağı, ama içeri girilmeden önce dua okunacağı ve kurbanlar kesileceği belirtiliyordu. 23 Nisan 1920 böyle “Nurlu” şuurlu ve huzurluydu! Hatta o nurlu günün hatırasına hattat Hulusi Efendiye iki talik tablo yazdırılıyordu. Birincisi ve daha fazla görüleni, “ Hâkimiyet milletindir” tablosudur. İkincisi ve neredeyse kayıp olanı ise “ Ve emrühüm şûrâ beynehum” ayetidir ki “Onların işleri aralarında istişare iledir”, anlamını taşıyordu. Ben bu levhanın Cumhuriyet’ten sonra kaldırıldığını sanıyordum ama geçenlerde elime geçen bir kitaptan 1925 baharına kadar Meclis salonunda asılı durduğunu öğreniyordum. Demek ki, 1925 yılına kadar Meclis’imize bir ayet gözetmenlik yapabiliyormuş. Sonra ne mi oldu? Tabii ki müzeye kaldırıldı ve buna benzer fotoğraflar yok edildi. Neden peki?97 Her nedense, 1925’te süreç değişiyordu!? 1925 yılı, öz kardeşliği, dinî atmosferi, nurları ortadan kaldıran, dinamitleyen bir sürecin başladığı tarihtir de ondan. Belki de bugün son kırıntıları 1925 civarında ortadan kaldırılan o ruhu yeniden fark edip zorla uzaklaştırıldığımız o çizgiye yeniden dönme vaktidir. Bu aynı zamanda tarihin de öz çizgisine dönme anıdır. Sevgili Erol Göka’nın deyişiyle aklın mayalanması için zorunlu bir ara durak... Bu ara durağın değerini iyi bilmemiz gerekiyordu. Bir belge düşünün: Tam ortasından üç sayfası yırtılmış… Bir belge düşünün: Önemli yerleri kalemle çizilip çıkarılmış, bazı kelimeleri karalanmış, bazıları değiştirilip yeniden yazılmış… Bir belge düşünün: Orijinali temizlenerek itinayla yeniden kurgulanmış… Artık o kesilmiş, “düzeltilmiş”, temizlenmiş belgelere güveniniz kalır mı? Amasya denilince hep ünlü Genelgesi’ni hatırlarız ama Amasya Mülakatı’ndan pek dem vurulmaz. Oysa özellikle tartışmakta olduğumuz Türk-Kürt kardeşliğinin tarihin derinliklerine nasıl gömülmek istendiğini gösteren çarpıcı bir örnek sunar 2 No’lu gizli Amasya Protokolü. Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa ile İstanbul’da Bahriye Nazırı olan Salih Paşa arasında 20-22 Ekim 1919 tarihlerinde Amasya’da Tümen Komutanı Cemil Cahit Toydemir’in karargâh olarak kullandığı evde yapılan müzakereler dönemin ruhunu anlamak bakımından son derece önemli. Damat Ferid Paşa 20 gün önce istifasını vermiş, Padişah da Ali Rıza Paşa’ya kabineyi kurma görevi vermişti. Yeni kabinenin görevi, Kuva-yı Milliye ile ilişkileri tamir etmekti. Salih Paşa, hükümetten ne istediğini sordu Mustafa Kemal Paşa’ya. O da Barış Konferansı’na kendilerinin de katılması gerektiğini söylüyor, adaylarının meclise girmesini, genel af ilan edilmesini, kabinede Kuva-yı Milliye’ye karşı olanlara yer verilmemesini, dış politikada Sivas Kongresi kararlarına uygun hareketin önemi, Bozkır ve Aznavur isyanlarının bastırılmasını istiyordu. Oldukça ılımlı bir havada geçen görüşmeler sonunda ikisi gizli olmak üzere 5 protokol imzalandı (gizli 4. protokol ise imzasızdır). Hele bir 2. Protokol var ki, ilk maddesi bizi bugün de yakından ilgilendiriyordu. Zira Kürt meselesine ciddi bir vurgu yapıyordu. Önce orijinal metninde ne yazdığını okuyalım: ‘Kürtlerin serbestçe gelişmeleri için özel izin ve düzenlemeler!’ gerektiği belirtiliyordu. “Beyannamenin birinci maddesinde Devlet-i Osmaniye’nin tasavvur ve kabul edilen hududu; Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi ihtiva eylediği ve Kürtlerin camia-i Osmaniye’den ayrılması[nın] imkânsızlığı izah edildikten sonra bu hududun en asgari taleb olmak üzere temin-i istihsali lüzumu müştereken kabul edildi. Maahaza Kürtlerin serbesti-i inkişâflarını temin edecek vech ve surette hukuk-i örfiye ve ictimâiyece mazhar-ı müsâedat olmaları dahi tervîc ve ecânib tarafından Kürtlerin istiklali maksad-ı mahsusu altında yapılmakta olan tezviratın önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması tensib edildi.” Erzurum ve Sivas kongrelerinde de Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yapılmıştı ama “anâsır-ı İslamiye” (Müslüman milletler) gibi üstü örtülü bir ifade kullanılmaya dikkat edilmişti. 2. Amasya Protokolü’nün ilk 97 07 04 2013, Zaman 177 maddesi bunu açmakta ve Osmanlı Devleti’nin tasavvur ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi içerdiği, dolayısıyla Kürtlerin Osmanlı camiasından ayrılmasının imkânsız olduğu vurgulanmaktadır. Bununla birlikte “Kürtlerin serbestçe gelişmelerini temin edecek şekilde, örfî ve sosyal hukukumuz tarafından ayrıcalıklara (daha doğrusu özel destek ve düzenlemelere) mazhar olmaları teşvik edilecekti. Ayrıca Türkler ve Kürtlerin yaşadığı topraklardan oluşan sınırın taviz verilebilecek son hat olduğu ve bu toprakların kazanılması gerektiği üzerinde durulduktan sonra İngilizler kastedilerek, “yabancıların görünüşte Kürtleri bağımsızlıklarına kavuşturacakları vaadiyle yaptıkları tezvirlerin önüne geçmek maksadıyla Türk-Kürt ayrılmazlığının bölge halkına bildirilmesinin uygun düşeceği” belirtilmekteydi. Kopuk üç yaprak nereye kaybolmuştu? Prof. Dr. Şerafettin Turan, tam 7 ciltlik “Türk Devrim Tarihi”nde maddeyi ustaca budayarak şu hale getirmiştir: “Kürtlerin Osmanlı topluluğundan ayrılmasına olanak yoktur. Ancak onlar görünüşte kendilerine bağımsızlık verilmesi yolunda yabancıların giriştikleri hareketlere karşı uyarılmalıdır.” Bakın, bir başka “prof.”, Bekir Sıtkı Baykal güya “Heyet-i Temsiliye Kararları” adı altında Türk Tarih Kurumu’ndan bir kitapçık yayınlıyor. Sayfa 25’e de yukarıdaki maddenin baş tarafını yazıyor. Fakat “…kabul edildi”den sonra bir yıldız koyarak şu notu düşüyor: “Defter, buradan itibaren üç yaprak kopuktur. Bu yüzden tutanak, yine aynı arşivde bulunan orijinal metninden tamamlandı” deniyordu. Yani yalan söylenerek okuyucu yanıltılıyordu. Böylece insanların bilincine bazı sorunların çarpmasına engel olunuyor ve okuyucunun doğruyu araştırmasının önü kesiliyordu”. Suna Kili, Enver Ziya Karal, Afet İnan ve diğer proflar da Amasya Mülakatı’nda gerçekte nelerin görüşüldüğünü gizlemek için ellerinden geleni yapıyordu. Daha fenası, Mithat Sertoğlu gibi “üstad” kabul edilen bir uzmanın “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi”nde belgenin orijinalinden Kürtlere mazhar-ı müsaedat (özel imkân ve fırsatlar tanıma izni) verileceğine dair kısmı fotoşopla temizletmiş olması, insanı şaşırtıyordu”98 Şimdi AKP’nin akil Adamlarından Mustafa Armağan Hoca’ya ve aynı konumda olanlara soralım: 1- Sizce Mustafa Kemal, aslında dinsiz bir insan (ve bazılarının yakıştırmasıyla şeytani bir süfyan) olmakla beraber, netice alıncaya ve fırsat buluncaya kadar Müslüman milletimizi ve din âlimlerimizi aldatıp kullanmak için mi, 1925’e kadar, dine yatkın ve saygın bir tavır takınıyordu? 1925’lerdeki Şeyh Said isyanı gibi ayaklanmaların, Atatürk’ün o bölgelere asker yığıp fiili durum oluşturulması talimat ve ısrarına rağmen Kazım Karabekir Paşa’nın savsaklamasıyla Musul ve Kerkük’ün elden çıkması olayları gibi, dış güçlerin planı ve propagandası sonucu din istismarıyla halkı kışkırtma ve Türkiye Cumhuriyetini yıkma girişimlerinin payını da hesaba katmak gerekmiyor muydu? 2- “AKP’nin başlattığı Kürt açılımı ve PKK ile Barış anlaşmalarının, gerçekten Türk Kürt kardeşliğini sağlayıp kaynaştırmak yerine daha da ayrıştırmak; Birleşik Kürdistan hayaline ve Büyük İsrail hedefine yaklaştırmak içindir!” şeklindeki kuşkular, sizce tamamen haksız ve dayanaksız boş kuruntulardan mı kaynaklanıyordu? Bize karşı 19 Haçlı seferiyle saldıran 20’ncisinde Irak’ı işgal edip parçalayan ve şimdi Suriye’yi karıştıran şu emperyalist Batının ve Siyonist odakların ve bu konudaki Kur’ani ve Nebevi uyarıların hiçbir anlamı ve önemi bulunmuyor muydu? 3- “Atatürk’ten sonra uydurulan ve zorla uygulanan Kemalist Ulusalcılıkla, şimdi ılımlı İslamcılığı, aynı sabataist ve masonik mahfillerin ve ABD Yahudi Lobilerinin desteklemesi sizce ne anlama geliyordu? Ilımlı dindarlık diye Protestan 98 21 04 2013, Zaman 178 Müslümanlığı ve Siyonist İslamcılığı, Rahmani kesimler mi, Şeytani merkezler mi istiyordu? Bu soruların yanıtı, kendi mantığımıza ve şahsi yorumlarımıza göre mi, yoksa ilgili ayet ve hadislerin şaşmaz kurallarına göre mi veriliyordu? 4- Ilımlı İslamcıların, Dinlerarası diyalogcuların, örneğin Fetullahcıların Kur’an ahkâmına ve Milli vicdana açıkça ters düşen “papalık misyonunun gönüllü hizmetkârı ve sadık bir parçası olmaları” ve ABD Yahudi Lobilerince korunup destek çıkılmaları gibi girişim ve işbirliklerine, bir takım hikmet ve kerametler uydurulduğu gibi; Mustafa Kemal’in bazı aykırı tutum ve tavırlarına da, milli mecburiyetler ve insani mazeretler bulup hayra yormak lazım gelmiyor mu? Çifte standartlı davranmak bir ilim adamına ve hele manevi sorumluluk sahibi bir Müslümana yakışıyor muydu? Sabataist cuntanın, masonik zındıka takımının, Siyonist ve emperyalist dış odakların baskılarını ve Atatürk’ün onları oyalama zorunda bırakıldığını da hesaba katmak gerekmiyor muydu? 5- Kur’an'a ve Resulüllah'a göre: Açıkça din inkârcılığı mı, yoksa münafıkça din istismarcılığı ve İslam'ın yozlaştırılması mı daha tehlikeli ve tahripçi sayılıyordu? 6- Sultan Abdülhamit Han Hz.lerine şiddetle, hatta nefretle karşı çıkan Rahmetli Mehmet Akif, Üstat Bediüzzaman ve Elmalılı Hamdi Yazır gibi zevatın, sonunda Mustafa Kemal’le de ters düşmeleri ve sürtüşmeleri; karşılıklı bir anlama ve algılama hatası mı, yoksa kısır bir muhalefet mantığı mı sayılıyordu? Veya, “Küllün müyesserün lima hulike leh” yani; “her şey ve herkes ne için yaratılmışsa, ancak o işe müyesser ve muvaffak kılınır” hadisi şerifinin işaret buyurduğu Ezeli kaderin cilvesi mi işliyordu? 7- Erbakan Hoca; hem kendi halkımızın farklı kesimlerini, hem İslam âlemini, hem de tüm mazlum ülkeleri, Kur’ani bir barış ve bereket düzeni etrafında kucaklaştırmaya çalışırken, sürekli ona engel çıkaran din düşmanları ve çengel takan İslamcı takımı şimdi AKP’nin PKK ile barış planını hararetle destekliyordu! Acaba bu, akli ve vicdani bir olgunlaşmanın alameti mi oluyordu, yoksa Milli ve manevi duyarlılıkların dumura uğradığını mı gösteriyordu? 8- Dinsiz ve anarşist PKK ile barışmaya can atanların, hala her fırsatta TSK’ya karşı derin bir hınçla sataşmalarının altında ne yatıyordu ve sizce bu yaklaşım nasıl bir ruh sefaletini yansıtıyordu? 179 ATATÜRKÇÜLÜK VE MİLLİ GÖRÜŞÇÜLÜK ÇOK MU AYKIRI? Atatürk’ün ailesi ve yakınları: O dönemler Balkanlar ve Yunanistan Osmanlı-Türk toprağıydı. Tarih: 6 Mayıs 1876. Yer: Selanik. Bir Bulgar kızı, seviştiği tahsildar Emin Efendi ile evlenebilmek için Müslümanlığı kabul ediyor. Bulgarlar bu durumu sindiremiyor. Tesettüre girmiş kızı, jandarmaların elinden zorla alıp, kendilerine karşı koymayan çalışan 10 kadar Türk’ü de döverek, Amerika Konsolosluğu'na götürülüyor. Olayı duyan Selanikli Müslümanlar, “kızın dini ve ırkı ne olursa olsun, mademki çarşaf giymiştir. Bu kıyafette bir kadının çarşafını yırtılarak götürülmesi dine, millete, devlete hakarettir. Biz bunu hazmedemeyiz” diyerek Saatli Camii'nde toplanıyor. Kızın ABD Konsolosluğu’nda olduğunu öğrenince yabancı görevlilere hücum ediliyor. Alman konsolosu M. Abot ile Fransız Konsolosu M. Mulin öldürülmesi olayı, bir anda uluslararası siyasal krize dönüşüyor. Başkent İstanbul, Avrupa’nın büyük devletleri savaş gemilerinin Selanik limanına gelip gözdağı vermesiyle, olayda adı geçen 53 Müslüman’ı ağır hapse, 6 kişiyi de idama mahkûm ediyor. Olayda elebaşı olduğu iddia edilenlerden biri de kızıl sakallarından dolayı “Kızıl Hafız” diye bilinen Hafız Ahmed ise, Atatürk’ün dedesi oluyor… Kızıl Hafız Ahmed, yedi yıl boyunca saklanacağı ve orada öleceği Makedonya dağlarına kaçıyor. Selanik Evkaf (vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürülüyor. Zübeyde Hanım kayınpederinin, dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izliyor. Çünkü henüz çok genç yaşta yirmisinde bulunuyor. Sarışın bir kız aranıyor! Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870’lerin başı zannediliyor. Rivayet odur ki: Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında aksakallı nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız görüyor. Pir, kızı göstererek, “Bu senin kısmetindir” diye müjde verip ortadan kayboluyor. Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip, “bana evlenmek için sarışın bir kız bulun” diyor. O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokaklara düşüyor. Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde’ye rastlanıyor. Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşı çıkmasına rağmen sonunda ikna ediliyor. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı mahallesindeki evine gelin gidiyor. Ali Rıza Efendi, “Gülzar-ı Cennetim Zübeydem” diye hitap ettiği karısını çok seviyor. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç çocuk dünya getiriyor: Ahmed, Ömer ve Fatma. Fatma daha yaşını dolduramadan ölüyor. Baba asker oluyor! Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinden birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, OsmanlıRusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye yani, yardımcı askerler birliğine katılıyor. 35 yaşındaydı; okur-yazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi veriliyor. Askerliği yaklaşık iki yıl sürüyor; Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda edip dönüyor. Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, OsmanlıYunanistan sınırındaki Olimpos dağının ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin ediliyor. Ege denizi kıyısında Papasköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklığındaydı ama kara yolu gitmezdi. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi. Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut değildi. İkinci çocuğu Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı bir korku saldı; “Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?” Bu yüzden hep Selanik’e dönmek istedi. Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, 180 görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaşlığı ilerletti; sonunda memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete girdi. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırır hale gelmişti. Yoksulluk günleri geçmişti ve işte; bu nedenle Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır beklemişti. Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de vefat etti. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi. O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalar meydana getirmişti. Kıyıları döven dalgalar Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkarmış, dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etmişti. Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayılıvermişti. Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek için ellerinden geleni yapmış, ancak Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasını derinden etkilemişti. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara bir türlü gitmemişti. Geceleri kâbus gördü sürekli. Üstelik hamileydi… Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü. Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu. Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygı duyuyordu. Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik’e götürmeyi uygun buluyordu. Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi’nde üç katlı pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına dönüp çalışmaya koyuldu. Mustafa Doğuyor! Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi alt üst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar kaçırıyordu. Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuştu. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, “Rum eşkıyalar barınmasın” diye ormanı yakmak zorunda kalıyordu. Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirleri allak bullak ediyordu. İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmuyordu. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi. Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu. Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın mavi gözlü bir oğlu oldu… Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremiyordu, çünkü sütü kesiliyordu. Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı; Mustafa! Mustafa; Ali Rıza Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı…”99 tespitleri tarihi gerçekleri yansıtmaktaydı. Ve işte bu ailesinin ve geçmişinin Atatürk’ün manevi dünyasının oluşmasında önemli bir payı vardı. İşte Mustafa Kemal böylesine dindar ve asil bir Müslüman Türk evladıydı. Atatürk’ün Milli ve Manevi Yapısı “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne Batılılaşacaktır. O sadece özleşecek (milli ve manevi yapısına bağlı) kalacaktır.”100 "Memleketimizin hali, memleketimizin içtimai şeraiti dinî ve millî ananelerinin kuvveti Rusya'daki komünizmin bizde tatbikine müsait olmadığı kanaatini teyit eder bir mahiyettedir." "Bolşevizme gelince, onun bize nüfuz etmesini önleyen dinimiz, ananelerimiz ve sosyal bünyemiz göz önüne alınırsa, bu doktrinin memleketimizde hiçbir şansı olmadığı anlaşılır. İçtimaî nokta-i nazardan dinî kaidelerimiz bizi Bolşevikliği kabul etmekten alıkoymaktadır. Hatta, Türk milleti, 99 odatv.com / S. Yalçın Hikmet Tanyu-Atatürk ve Türk Milliyetçiliği-sh:181 100 181 lüzumu halinde, ona karşı savaşmağa hazırdır.”101 “Sosyalist filan bizim anlayamayacağımız, karışık bir zihniyetin ifadesidir. Sosyalist, bilmem nelist bilmiyoruz, vatan, millet, milliyetçilik biliyoruz.”102 İşte bu yüzden 12 Mart 1925’te Atatürk’ün “Aydınlık” ve “Orak Çekiç” adlı komünist ve Marxist dergileri kapattığını görüyoruz. Atatürk’ün Masonluk ve Siyonizm anlayışı: “Biliyoruz ki, ırk, milliyet farkı olmaksızın masonluğa herkes girebilir. Orada herkes usulü dairesinde masonluğun mukadderatına hâkim olabilecek mertebelere çıkabilir. Demek ki bir Rum, bir Yahudi, bir Ermeni de böyle bir teşekkülün başına şef olarak geçebilecek ve Türk masonluğunu idare edecek… Hatta ne bileyim bir Fransız bile, bir Yunanlı bile. Bütün bunlara göz yumacağız, masonluk milliyetçiliktir diyeceğiz öyle mi? Bu nasıl olur? ve buna kim inanır?!” “Nazarı dikkatimi celbeden cihetlerden birisi de; Türkiye’ye Protestan ve genç Hıristiyanlık propagandası için gelen misyonerlerin mason olmasıdır. Elbette günün birinde Türk milleti ve onun hükümeti bunların hesabını soracaktır. Herhalde yanlarına kâr kalmayacaktır.”103 “Masonluk Siyonist Yahudilerin elinde bir soygunculuk vasıtası olmuştur.” 104 “Liberalizm sömürgelerde uygulanmış bir sistemdir! Hâlbuki biz sömürge değiliz ve olmayacağız. Liberalizmi düşünmek inkılâbı inkâr etmektir.”105 Atatürk'ün Konya Türk Ocaklarında Konuşması: “Dinimizin Yozlaştırılması!” “Zihniyeti zayıf, çürük, hastalıklı olan bir toplumun bütün çalışmaları boşunadır. İtiraf mecburiyetindeyiz ki bütün İslâm Âleminin sosyal topluluklarında hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, doğudan batıya kadar İslâm Memleketleri düşmanların ayakları allında çiğnenmiş, düşmanların esaret zincirine geçmiştir. Yine ilmen, fennen, maddeten görüyorsunuz ki herhangi bir kavim yeni şekil alınca devleti, bütün esaslarıyla kabullenmekte, sürdürmekte zorlanıyor. Daima uzun bir geçmişin kendi varlığında yaşadığını görüyor. Daima yüzlerce yıllık medeniyetinin kendi sosyal bünyesinde kararlaştırdığı alışkanlığa, inançlarına bağlı kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeniyle eskinin birbirine karıştığını, yeni şeyin asıllarıyla kendinden var olan eski esasların birbirine karıştığını görüyoruz. Bu tabii kaide, İslâm'ı kabul eden milletlerde de aynen meydana çıkıyordu. Kutsal İslâm dininin çok ulvî, çok değerli esas ve gerçeklerini bu milletler olduğu gibi almamakta direndiler. İslâmiyet'in ilk parlak devirlerinde geçmişin mahsulü olan sağlıksız adetler bir zaman için kendini gösterememiş ve yüze çıkamamışsa da, biraz sonra İslâmiyet'in gerçeklerine sarılmaktan İslâm esaslarına göre hareket etmekten çok, geçmişin mirası olan adet ve înançları, dine karıştırmaya başlamıştır. Bu yüzden İslamiyet'e dâhil bir takım kâvimler, İslâm oldukları halde düşmeye, sefalete, geriliğe maruz kaldılar. Geçmişlerinin kötü ve batıl alışkanlıkları ve inançlarıyla İslâmiyet'i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslâmiyet'ten uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar. Bu İslâm kavimlerinin içinde, bizim memleketimiz olan Türkler, Milli gelenek ve görenekleri itibarıyla sağlıksız düşüncelerden uzaktır, Türk toplumlarının gelenekleri gerçek İslâmiyet'e, uygun ve yakındı. Lakin Türkler bulundukları yer yaşadıkları bölgeler itibarıyla bir taraftan İran, diğer taraftan Arap ve Bizans milletleriyle temas halindeydiler. Şüphe yok ki temasların milletler üzerinde etkileri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çökmeye başlamıştı. Türkler bu milletlerin kötü adetlerinden, fena yönlerinden etkilenmekten nefislerini men edememişlerdir. Bu hâl kendilerinde bozukluk, cehl ve insanlıktan öte zihniyetler doğurmasından uzak kalmamıştır. İşte gerileyişimizin belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor. Hz. Muhammed’i ve O'nun nasıl bir din müessisî ve dinî bir Devlet Reisi Prof. F.K. Timurtaş-Türk Kültür Dergisi-Sayı 67-sh:14-1967 Mazhar-M.Kansu-c.2-sh:426-Erzurum’dan Ölümüne Atatürk’le 103 Milliyet-13 Ekim-1931-sh:1 104 Milliyet- 13 Ekim-1931-sh:2 105 Ahmet Hamdi Başay-Atatürk’le 3 ay-sh:20 101 102 182 olduğunu anlayabilmek için kendisinin bilhassa, askeri faaliyetlerini tetkik etmek lazımdır… Muhammed (sav) adındaki büyük şahsiyet bizatihi mütehassıs, mütefekkir, müteşebbis ve muasırlarının en yükseği olduğunu yaptığı işlerle ispat etmiş bir varlıktı.”106 Müslümanlık; Türk'ün Milli (fıtri ve tabii) Dinî ve Ruh Mayası!.. Münir Hayri Egeli’nin hatıralarında anlattığına göre Atatürk'ün huzurunda bulunanlardan birinin "Türklerin milli dininin Şamanlık olduğunu" söylemesi üzerine Atatürk: "Ahmak! Müslümanlık Türk'ün milli dinidir. Müslümanlığı Türkler yaymışlar ve Türkler kendilerine göre en geniş manasıyla anlamışlar ve benimsemişlerdir..." demiştir.107 “Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslâm'ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın; bu şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.”108 “Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz” “Allah'ın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan ziyade çalışmağa mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak terlemek değildir. Zamanın icaplarına göre ilim ve fen her türlü medeniyet buluşlarından azami derecede istifade etmek zaruridir. Hepimiz itirafa mecburuz ki, bu husustaki hatalarımız çok büyüktür.” “Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.” “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Şuura aykırı ilerlemeye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye'ye bağımsızlığını veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, sun'i, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu, cahiller, bu acizler sırası gelince, aydınlanacaktır. Onlar ışığa yaklaşmazlarsa, kendilerini yitirmiş ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.” “Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın hoca olmak sarıkla değil, beyinledir.” Allah'ın dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, varlık içinde yaşasın diye yaratılmıştır ve azami derecede faydalanabilmek için de, bütün yaratıklardan esirgediği zekayı, aklı insanlara vermiştir” diye inanan ve konuşan bir önder elbette milli şuurludur, elbette manevi huzurludur.. T.C. 54. Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca’nın; “Atatürk yaşasaydı elbette Milli Görüşçü olurdu” sözleri, yerden göğe kadar haklıdır ve doğrudur. Laiklik anlayışı 29 Ekim 1933. Atatürk Müslümanlığı şu sözlerle övüyor: “Müslümanlık gerek müsamahakârlık gerek vicdani hürriyeti bakımından dünyadaki inanılan akidelerin prensip itibariyle en üstünüdür.” “Müslümanlık, son 5-10 asır içinde hükümdarların Onu kendilerine iktidar vasıtası olarak kullanmak istemeleri ve sözde din adamlarının imanlarını menfaatlerine feda ederek istenilen “fetva”ları vermeleri yüzünden esas kuruluşundan o kadar ayrılmıştır ki Peygamber devirlerine ermiş olanlar yeniden dünyaya gelseler bu hurafelerle dolu itikatları görünce, mutekitlerini müşrik sanacaklardır.” 109 Tarih II. Orta Zamanlar-Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti-1933-sh:93 Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk 108 Atatürk’ün SDV-c.11-s.127-1923 109 Hikmet Tanyu-Atatürk Milliyetçiliği- Sh:169 106 107 183 “Bizim dinimiz makul ve en tabi bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabi olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde, ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.” 110 “Din insanların gıdasıdır. Dinsiz adam boş bir eve benzer, insana hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu elbette en mükemmelidir. İslâm dinî hepsinden üstündür.” 111 "Hz. Muhammed Allah'ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O, ölümsüzdür.” 112 Komünizmin ve Sovyetlerin dağılacağı öngörüsü ve tarihi uyarısı Sovyetler birliği yıkılmadan tam 56 yıl önce Atatürk Sovyetlerin bir gün yıkılacağını bunun için oradaki dili ve dini bir olan kardeşlerimizin olduğunu, İslâm dinine vurgu yaparak bu konuda hazırlıklı olmamız gerektiğini belirtmiştir. İşte 29 Ekim 1933 yılında bu konuda söylediği sözler: “Ülküler devlet tarafından açıklanmaz, milletçe yaşanır. Dil bir köprüdür! İnanç bir köprüdür! Tarih bir köprüdür! Bugün Sovyetler birliği dostumuzdur. Komşumuzdur. Müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler yarın avuçlarından kaçabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir... Bu bizim dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar. Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür... Tarih bir köprüdür... Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir.“113 “Atatürk Yaşasaydı, Milli Görüşçü Olacaktı” (Prof. Dr. Necmettin Erbakan) CIA Türkiye Masası eski şefi, ABD’deki Siyonist Yahudi Lobilerinin etkili ismi, Fetullahçıların ve AKP iktidarının destekçisi Graham E. Fuller’in yazdığı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabı (Timaş yy. Mustafa Acar çevrisi) dikkatle okunduğunda, özet olarak iki ekolün tasfiye edilmesi gerektiğini, iki oluşumun da sahiplenilmesini öğütlediği görülecektir. Dolaylı ifade ve işaretlerle Türkiye’de tasfiye edilmesi gerektiğini, yani ülke ve bölge barışı dediği kendi Siyonist ve emperyalist hedefleri ve hâkimiyetleri için tehlikeli gördükleri iki ekol: 1- Milli ve müstakil (bağımsız) düşünceye dayalı, AB içinde erimeye ve ABD’ye gizli sömürgeciliğe kapalı olan KEMALİZM 2- Abdulhamit’in Pan-İslamist projelerini dirilten ve adım adım hayata geçiren ve böylece dünya barışı ve demokrasi yarışı (dedikleri Amerikan-İsrail hegemonyası)nı tehdit eden ERBAKANİZM… Siyonist CIA şefi Graham Fuller bu iki tehdit ve tehlikeye karşı panzehir olmak cinsinden iki oluşumu ise umut ve kurtuluş gibi göstermektedir: 1- Çetin Altan ve oğulları gibi eski solcuların, Taha Akyol ve Nazlı ılıcak gibi eski sağcıların, Fehmi Koru ve Mehmet Metiner gibi eski İslamcıların uydurup sahiplendiği ve Batı emperyalizmine entegrasyonun hedeflendiği 2. Cumhuriyetçilik.. Ki Graham Fuller de kitabına bu nedenle: “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” ismini vermektedir. 2- Ilımlı, yani Siyonizm’e bağımlı İslam safsatasıyla yozlaştırılmış, adalet ve hâkimiyet esası 110 SDV-c.II-sh:108 A.N. Banoğlu-Nüktelerle Atatürk-sh:196 112 Atatürk Din ve Laiklik-sh:127 113 İsmet Bozdağ-Atatürk’ün Sofrası-1971-sh:26 111 184 kısırlaştırılmış bir din anlayışının simgesi ve sahte Yeni Osmanlı modelinin halifesi olarak gösterilen Fetullah Gülen hareketi… Graham Fuller, rakamları çarpıtarak, azaltıp çoğaltarak, Türkiye’deki Kürt ve Alevi kesimi açıkça kışkırtıyor: “Türkiye, İran, Irak, Afganistan ve Pakistan gibi bölgedeki birçok ülkeye benzer şekilde, dini ve etnik açıdan çeşitlilik arz eden bir yapı sergilemektedir. Dini açıdan Türkiye nüfusunun %99.8'i Müslüman’dır. Mezhep açısından bakıldığında ise, güçlü bir cemaatsel kimlik duygusuna sahip hatırı sayılır (yüzde 30) bir Alevi (heterodoks Şii) topluluk mevcuttur. Buna ilave olarak, Türkiye açıkça çoklu bir etnik yapıya sahiptir; Ülkedeki en büyük etnik azınlık olan Kürtler, nüfusun yaklaşık %20'sini temsil etmekte ve Türkçe olmayan, Farsça ile akraba bir dil konuşmaktadırlar. Kürt nüfus, Özellikle son yıllarda modern Türkiye Cumhuriyeti'nin başına ciddi ayrılıkçılık ve kalkışma sorunları açmıştır; ancak Ankara, yavaş yavaş bu sorunları bilgece ele almayı öğrenmeye başlamıştır.” ABD İçin Türkiye'nin Önemi Modern Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, Türkiye'nin seçkin egemenleri stratejik, kültürel, ekonomik ve psikolojik nedenlerle kendilerini Batı ile özdeşleştirmişlerdir. Bu özdeşleştirme Ankara'nın zamanla hem Avrupa ile hem de -Özellikle Sovyet tehdidinin yükselişiyle II. Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'nin jeopolitik önemini anlamış olan- ABD ile yakın askeri-stratejik ilişki kurmasına önayak olmuştur. Doğu Akdeniz, Balkanlar, Mezopotamya, İran ve enerji zengini Kafkaslara komşu olan Türkiye, bir Akdeniz ve Ege gücüdür ve İstanbul'u ortasından kesip geçerek Asya ile Avrupa'yı birbirinden ayıran, Rusya'nın Karadeniz'den çıkışını engelleyen Boğazları kontrol etmektedir. Türkiye'nin yönelimi ve stratejik coğrafyası, ülkenin NATO'ya üye olmasında ve Doğu Akdeniz ve Karadeniz bölgeleriyle ilgili Batılı stratejik planlara dâhil olmasında etkili olmuştur.114 Ulusötesi Etnik Sorunlar Kürt Sorunu Osmanlı İmparatorluğu'nun çok etnik unsurlu yapısında "Kürt sorunu" diye bir soran yoktu. Ne var ki, yeni milliyetçi Türkiye Cumhuriyeti'nin "Türk" adında tek bir etnik kategori yaratma kararlılığıyla, bir Kürt problemi ortaya çıkmıştır. Bu sorun, bugün tek başına Türkiye'nin iç siyasi hayatı, güvenliği ve dış politikası ile bölgedeki dış ilişkileri üzerinde en büyük etkiye sahip sorun durumundadır. Gerçekten de, yirminci yüzyılın büyük bölümünde, Türkiye içinde yaşayan Kürtler etnik kimliklerinin resmen tanınması, bir dereceye kadar kültürel Özerklik, ülkenin Kürt bölgesinde daha iyi ekonomik koşullar ve nihayet, basın ve eğitim alanında Kürtçe'yi kullanma hakkı için uzun süren bir mücadele içinde olmuşlardır. Kendi kimliklerini ileri sürmedikleri müddetçe Türkiye içinde Kürtler aleyhine formel bir ayrımcılık söz konusu değildir. Orada herkes "Türk'tür. Bu, vatandaşlık açısından kuşkusuz doğrudur, ancak etnisite veya kültür açısından doğru değildir.115 Kuzey Iraktaki Kürdistan öteki bütün Kürtler için geniş ve cazip bir alan haline getirir. Bu takdirde Kürtler sınırın öte yakasına, Türkiye'ye bakacak ve karşılarında, etnik meselelerini çözmüş, ülke dışındaki Kürtler açısından cazip bir ortak haline gelmiş ve nihayet, Avrupa'ya açılma imkânı olan demokratik bir devlet göreceklerdir. PKK Türkiye'ye dikkate değer şekilde meydan okumaktadır: Bütün Kürtlerin tek bir devlet çatısı altında birleşmesini öngören Pan-Kürdist bir ideale sahip ilk ve tek Kürt hareketidir. Yerelciliğin,-ki her yerde Kürt siyasetinin tarihsel kusurudur- kabileciliğin, hatta dilsel farklılıkların üzerine çıkabilen, uluslararasılaşmış, reformist, seküler, solcu ve dolayısıyla da "modern''' bir harekettir. Teorik yönden parlak olmakla birlikte Öcalan, hareket üzerinde katı bir Stalinist kontrol tarzı uygulamış, dolayısıyla PKK asla demokratik olmamıştır. Ülkedeki Kürt liderliğin daha demokratik ve daha ılımlı ellere kaymasına rağmen başka yerlerdeki Kürtler arasında da kayda değer bir duygusal desteğe sahip olan Öcalan bugün Türkiye'de müebbet hapis 114 115 sh:34 sh: 169 185 cezasına mahkûmdur. Her ne kadar Kürt sorunu Türk siyasetinde, özellikle de orduda ve milliyetçi çevrelerde çalkantılı bir mesele olmaya devam etse de acı gerçek şudur ki, Türkiye, kendi iç Kürt sorununa tatminkâr bir çözüm bulmadan Irak, İran ve Suriye ile asla normal ve istikrarlı ilişkiler geliştiremeyecektir. 116 Ankara, Saddam'ın devrilmesinden beri Amerika Birleşik Devletleri'nin de İsrail'in de Ankara'nın terörizmle ilgili baş kaygısı olan PKK ile pek ilgilenmediklerinin farkındadır. Gerçekten de İsrail dünyadaki Kürtlerin kötü durumuna her zaman biraz gizli bir sempati göstermiş, PKK'ya karşı Ankara ile işbirliğinden kaçınmış, duruma esas itibariyle Türkiye'nin bir iç meselesi olarak bakmıştır. 117 İtiraflarından sakınmamıştır. Osmanlı’nın Meşruiyeti, Mirası ve Özeklik Hazırlığı “Osmanlı İmparatorluğu'nun uzun ömürlülüğü büyük ölçüde Müslümanlar arasında sahip olduğu meşruiyet sayesinde olmuştur. Yöneticilerin, sınırların ve imparatorlukların değiştiği bir çağda, Osmanlı iktidarının Arap dünyasına yayılması göze batan bir etnik ton içermemiş, iktidarın yayılması, inanç adına yapılmıştır. Kendilerinden önceki Selçuklu Türkleri gibi, Osmanlılar da hayır kurumları, eğitim teşekkülleri ve İslami mahkemeler ile örülü yeni kentsel düzenler kurmuşlardır. Osmanlı askeri gücü İslam'ın yayılması, şeriatın savunulması ve Müslüman topluluğun temel menfaatleriyle ilgilenme ortak amacına bağlı kalmıştır. Genellikle mahalli seçkinler veya "ileri gelenler" arasından seçilen yerel idareciler, İstanbul'a karşı vergi yükümlülüklerini yerine getirdikleri, temel asayişi sağladıkları ve Osmanlı Mahkemesi'nin temyiz gücünü tanıdıkları sürece, kayda değer oranda özerkliğe sahip olmuştur.” 118 “Pan-İslamist bir politika kavramının bizzat kendisi, bugün elbette ki modern Türkiye'nin Kemalist ideolojisine ve seküler değerlerine son derece yabancı bir kavramdır; oysa tarih, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan daha sadece bir on yıl öncesinde İstanbul'da Pan-İslamizm düşüncesinin ne kadar da yaygın bir fikir olduğunu ortaya koymaktadır, Her ne kadar Pan-İslamizm ideolojisinin çağdaş Türkiye tarafından dış politikaya asla temel alınmayacağı neredeyse kesin ise de, realite şudur ki, bugün Müslüman dünya hâlâ bir lider arayışındadır. Mevcut liderlik boşluğunun ışığı altında -bölgenin tamamında geniş itibara sahip tek bir lider ülkeye pek rastlanmamaktadır- Türkiye giderek daha fazla itibar edilen, bağımsız ve başarılı bir Müslüman ses olarak daha dikkatle dinlenmektedir. Türklerin birçoğunun böyle bir lider boşluğunu doldurma hevesi muhtemelen ancak minimal düzeydedir; birçok Müslüman’ın Türkiye'yi bu rolü oynamaya çağırması da çok muhtemel değildir. Ancak bu boşluk mevcut oldukça, Türkiye'nin eninde sonunda bölge üzerinde etkisini yaymaya en ehil ve becerikli ülke olma ihtimali, diğer bir Müslüman ülkeninkinden çok daha fazladır. En hafifinden, Türkler ve Araplar, yakın bir gelecekte, aralarında yüzyıllarca devam eden ama 1. Dünya Savaşı ile son bulmuş olan verimli siyasi ve kültürel irtibat tecrübesine yeniden göz atma noktasına gelebilirler.” 119 Hilafet Tuzağı “Bugün bile Müslüman dünya, orta yerinde bir şampiyon görmemektedir. Halifeliğin devam eden eksikliği, yirmi birinci yüzyılın İslami hareketlerinin çoğunda yeni yankı bulmuştur. Gerçekten de bu eksikliğin İslam'ın bugünkü zayıflığının ve bölünmüşlüğünün üzerinde ciddi etkisi olduğu birçok kişi tarafından kabul edilmektedir. Terörizmle Küresel Savaş'ın başlatılmasının ardından da, bugün Müslümanlar arasında ciddi olarak yeni bir İslam karşıtı Batılı korkusu hüküm sürmektedir. Sonuçta Hilafet, hâlâ anahtar bir sembol ve siyasi bir makam olup, etkileyici bir dini liderin -ki bunun ille de gözlerinden ateş fışkıran bir radikal olması gerekmiyor- yükselişini beklemektedir. Bütün bunlar Türklerin 1924’te verdiği kararın hayati önemini ortaya koymakta; Müslüman dünyanın Türkiye'ye karşı geçmişteki, bugünkü ve gelecekteki tutumuyla ilgili ipuçları vermektedir.” 120 sözleriyle bu Siyonist Fuller, ılımlı İslam safsatasıyla, emperyalizmin güdümündeki kukla bir halife ile 116 sh:174 sh:225 118 sh:55 119 sh :61 120 sh:65 117 186 Müslümanları oyalama peşindedir. Müslümanların Reddedilmişlik Duyguları! “Kemalist Türkiye, Müslümanlar için, özellikle de Araplar için, İslam'ın, Arap dünyasının ve daha genelde İslam dünyasının Türklerle olan kadim bağlarının ve ortak kültürlerinin tümüyle reddini temsil etmektedir. Daha da ötesinde Kemalist Türkiye, İslam'ın bir din olarak aşağılanmasını, Türkiye'nin hızlıca saflarına katıldığı emperyalist güçlere Arapları stratejik olarak terk etmesini ve büyümekte olan Batılı tehditlere karşı Türk gücüne en çok ihtiyaç duyulan bir zamanda, Müslüman gücünün zayıf düşürülmesini temsil etmektedir.”121 sözleriyle de bağımsızlık ve emperyalizme karşıtlık kavramı olan Atatürkçülüğü, “Kemalist engel” şeklinde göstermektedir. Siyonist Graham Fuller’e Göre: Erbakan'dan nasıl kurtulmalı? 28 Şubat darbesinin üzerinden 11 yıl geçti. Bu süreç zarfında Türkiye’yi siyasi, ekonomik ve kültürel olarak çökerten darbeyle ilgili en çok ordu, medya, siyaset ve iş çevrelerinin rolü konuşuldu. Darbeyi Amerika organize ediyor, Türkiye’deki uzantıları uyguluyor! Kuşkusuz, yukarıda bahsi geçen kesimlerin post-modern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat’ın yürütülmesinde önemli pay sahibi oldukları artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Ancak, madalyonun öteki yüzünde ise darbeyi yürütenleri kimlerin organize ettiğiyle ilgilidir. Milli Görüş lideri Prof. Dr. Erbakan’ın sık sık vurgu yaptığı ’Refah-Yol’un yıkılması kararı Washington’da alındı’ sözlerini haklı çıkaracak olan aşağıdaki makaleyi siz milli çözüm okuyucularına aktarıyoruz. Alan Makovsky bir bir anlatıyor Makaleyi yazan Alan Makovksy, uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı’nda ve istihbarat birimlerinde çalışmış, hala neo-konservatif bir think-tank kuruluşunda çalışan önemli bir isim. Makovsky, makalesinde Erbakan’ın ABD’nin menfaatlerine nasıl aykırı olduğundan, Erbakan’dan kurtulmak için neler yapılması gerektiğine kadar bir dizi madde sıralıyor. Erbakan, ABD tehdidini önceden haber veriyor Makovsky’nin bu makalesi aynı zamanda Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı PKK’dan Kıbrıs’a, İran’dan Irak’a karşı bir sürü sorunun cevabını içinde barındırıyor. Erbakan’ın daha o dönemde dikkat çektiği ABD’nin Ortadoğu’daki planlarına, ancak 11 yıl sonra varabilmiş bir Türkiye’nin, neden kendi menfaatlerini koruyan bir hükümete (Refah-Yol) karşı darbe yaptığı da bir başka soru işareti olarak kalıyor. Makovsky’nin ‘Erbakan İle Nasıl Mücadele Etmeli’ başlığıyla 1997’de ‘Amerikan Menfaatlerini Korumak’ sloganını kullanan Middle East Quarterly dergisindeki yazısının tamamı aşağıda yer almaktadır.”122 Erbakan ile nasıl mücadele etmemiz gerekiyor? Alan Makovsky Washington Enstitüsü Yakın Doğu çalışmaları’nın üst düzey üyesidir. Makovsky, uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı Güney Avrupa Yakın Doğu Şefi olan bir Siyonist’tir. Türkiye’nin yeni İslamcı Başbakanı Necmettin Erbakan kısa bir süre önce İran ile imzaladığı 23 milyar dolarlık gaz anlaşmasının ardından NewYork Times Gazetesi’nden Thomas Friedman ‘Türkiye’yi Kim Kaybetti?’ başlıklı bir makale yazdı. Gerçekte, Türkiye kaybedilmiş değil. Türkiye hala laik, Batı yanlısı ve demokratik bir ülke. Bununla birlikte, İslamcıların eşi görülmemiş bir şekilde güç sahnesinde görülmeleri Türkiye’nin kaybedilmemesini garantilemek için çok fazla şey yapması gereken Amerikalılar için bir uyarı niteliği taşıyor. Dış devamlılık, iç değişiklik Erbakan, Aralık 1995 yılındaki genel seçimlerde oyların yüzde 21’ini alarak başbakanlığı 121 122 sh:65 Mehmet Nedim Aslan - habervaktim 187 kazandı ancak Erbakan’ın başbakan olması bir şans eseriydi. Daha önemlisi, Erbakan ve partisinin gücüne rağmen, Türkiye’de hala dış politika ve güvenlik alanlarındaki karar mercilerinde Batı yanlısı dinamikler egemen durumda. En önemli dış politika kararları Milli Güvenlik Kurulu’nda alınıyor. Bu Kurul, 5 üst düzey askeri ve 5 üst düzey sivil yöneticilerden oluşuyor. 1982 Anayasası’nın Milli Güvenlik Kurulu’na sadece tavsiye kararı verme yetkisi tanımasına rağmen, bu kurulun aldığı kararlar neredeyse hiç değiştirilemez. Mevcut Milli Güvenlik Kurulu üyeleri arasında tek İslamcı Erbakan. Süleyman Demirel ve Tansu Çiller’in laik Doğruyol Partisi’nin diğer üç üyesi de askerle aynı şekilde Batı yanlısı ve laik bir politikadan yana. Ancak şu ana kadar geleneksel Türk dış politikası yönünü korumuş vaziyette. Türkiye bir NATO üyesi ve ABD ile olan güvenlik bağları sağlam duruyor. Erbakan başa gelmeden önce Çekiç Güç’ü ve İsrail ile yapılmış tüm askeri anlaşmaları iptal edeceğini söyledi. Hükümete gelir gelmez, Erbakan’ın en üst düzey dış politika danışmanı Abdullah Gül, İsrail ile en azından bundan sonra herhangi bir askeri anlaşmanın olmayacağını belirtti. Erbakan hükümete geldiğinden beri çekiş gücün süresi iki defa uzatılmış ama sonunda bölgeden uzaklaştırılmış ve İsrail ile üç askeri teknik anlaşma imzalanmış. Kısacası, güvenlik ile ilgili konularda askeriyenin görüşleri hala hâkim durumda. İki defa siyasi yasaklı duruma gelmiş olan Erbakan, askeriyenin Yahudi devletiyle ilişkileri inşa etme kararlılığını da kabul etti. MGK, Erbakan’ın kimlerle görüşeceğini, ne söyleyeceğini, nereye seyahat edeceğini kontrol edemez. Ancak Erbakan ve partisinin güçlerini gelecekte artırmak ve Batı karşıtı bazı politikalarını uygulamak için iyimser sebepleri var. Refah Partisi’nin büyük gelirleri, organizasyonları ve sadık üyeleri var ve en önemlisi 400 belediyede temiz yönetim ünü ile 1984’ten beri her seçimde arttırdığı oyları, partiyi daha da güçlendiriyor. Daha fazlası, Refah Partisi çok rahat bir ortamda çalışmalarını yapıyor. Refah Partisi’nin üyelerinin ve liderlerinin mezun olduğu İmam Hatiplere büyük bir ilgi var ve insanlar kayıt için sıra bekliyor. Refah Partisi’nin popüler olmasının bir diğer nedeni ise, ekonomik ve sosyal alanlarda laik politikacılarının uyguladığı yanlış politikalar, yolsuzluk ve mafya ile bağlantılardır. Türklerin birçoğu Refah Partilileri dürüst ve azimli görürken, laik politikacıları bencil ve kötü olarak görüyor. Eğer laik politikacılar daha iyi çalışmazlarsa, Batı yanlısı Türkiye radikal bir şekilde yönünü çevirebilir. Bu sebeplerden dolayı Türkiye’nin sosyal ve politik trendi bu ülkenin laik ve Batı yanlısı kalmasını isteyenlerin endişelerini haklı kılıyor. Erbakan’ın dış politikası ürkütüyor! Son çeyrek yüzyılda Erbakan ve partisi Amerika Birleşik Devletleri’ni emperyalist olmakla suçlayıp NATO’nun Türkiye’yi sömürdüğünü dile getirdiler. Siyonizm’i ve Yahudi’leri kınayan Erbakan ve partisi, Türkiye’nin Batı ile entegrasyonunu savunan Türkleri de taklitçi Batıcılar olarak nitelediler. Bunun yerine ise Türkiye’nin İslam ülkeleriyle birlikte İslam NATO’su, İslam Serbest Pazarı ve İslam Birleşmiş Milletleri’ni kurmasını istediler. Erbakan hükümete geldiğinden beri söylemlerini biraz ılımlılaştırsa da, ana tercihlerinde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Başbakan olarak ilk ziyaretlerini Müslüman ülkelere gerçekleştiren Erbakan, İran ile gaz anlaşması imzalamıştır. Erbakan’ın en önemli dış politika atağı en kalabalık 8 Müslüman ülkeyi bir araya getirerek, bu ülkelerin ekonomik ve siyasi işbirliği yaparak G-7’ye karşı bir balans yapmasını amaçlamıştır. Erbakan bu şekilde G-7 ve D-8’in yeniden bir araya gelerek ‘İKİNCİ YALTA’ konferansında yeni bir dünya düzeni kurulmasını istemektedir. Müslüman dünyasıyla ilgili bu girişim ve önerilere karşılık, Erbakan henüz Batı dünyasını ziyaret etmemiş ve Avrupa Birliği liderlerinin Dublin Zirvesi’ndeki davetini de reddetmiştir. NATO’dan uzak bir politika izliyor! Erbakan ülkesinin üye olduğu NATO’dan farklı bir politika sergilemektedir. Tartışmalı Libya seyahati sırasında Erbakan, BM tarafından 1992’de uygulanmaya başlayan ambargoyu kınadı ve bu ambargonun kaldırılmasını istedi. Erbakan Batı’nın Libya’yı terörist olarak göstermesini bir propaganda olarak niteledi ve 188 asıl terörizmi Amerika ve İsrail’in işlediğini ima etti. Erbakan Libya’nın 1986 Amerikan hava saldırısına gönderme yaparak, Libya’nın terörizmden en çok çeken ülkelerden olduğunu söyledi. Erbakan, PKK’nın öldürdüğü binlerce vatandaşına da işaret ederek, ülkesinin de son 20 yılda terörizmden en çok çeken ülkelerden olduğunu dile getirdi. Erbakan bu tuhaf seyahatini Libya ile imzaladığı terörizme karşı ortak çalışma anlaşmasıyla sonuçlandırdı. Erbakan, ‘PKK’yı ABD destekliyor’ diyor Batılı hükümetler ve medya Erbakan’ın bu açıklamalarını görmezden geldi. Sadece Türk basını çok az bir şekilde sayfalarında yer verdi. Bunlar, Muammer Kaddafi’nin Kürt bağımsızlığını istemesinin gölgesinde kaldı. Ankara şiddetli bir şekilde bir Kürt devletine karşı çıkıyor. Kendi sınırları ötesinde olsa bile. Batılılar, Erbakan’ın açıklamalarına ve hareketlerini görmezden geliyor, bunun sebebi Erbakan’ın henüz Batı yanlısı Türk dış politikasını değiştirememesinden kaynaklanıyor. Filistin Hamas örgütü ve Mısır Müslüman Kardeşler teşkilatının üyelerinin 1996 yılındaki Refah Partisi kongresine davet edilmeleri ise görmezden gelindi. Erbakan’ın Amerika ve İsrail karşıtı söyleminin başka örnekleri de var. Aralık (1996)’ta, Erbakan, Amerika’yı Çekiç Güç’ü kullanarak Türkiye’nin Güneydoğusunda bir Kürt devleti kurmayı planladığını iddia etti. Bu tür iddialar daha önce de başka Türk politikacılar tarafından dillendirildi ancak bir başbakan düzeyinde ilk kez. Erbakan ayrıca İsrail’i Nil ve Fırat nehirleri arasında kalan tüm bölgeyi, Türkiye’yi de kapsayan, işgal amacı taşımakla suçluyor. Refah Partili iki milletvekili bu görüşü İsrail elçisinin Hatay’ı ziyaret etmesiyle birlikte daha da ileri götürdüler. Amerikan menfaatlerine tehdit oluşturuyor! MGK tarafından kontrol edilse bile Başbakan olarak Erbakan, Amerikan menfaatlerine ve Türk Amerikan işbirliğine meydan okuyor. Erbakan’ın hükümette olması Amerikan ve Avrupa yönetimlerinin işini zorlaştırıyor. Erbakan’ın komplocu yaklaşımı ve Batı karşıtı söylemleri, Türkiye’nin dostu olarak bilinen birçok kişiyi de uzaklaştırıyor. Örneğin, birçok önemli Yahudi-Amerikan kuruluşları Türkiye’ye olan ziyaretlerini ertelediler Erbakan’ın politikalarına duydukları kaygıdan dolayı. Üçüncü olarak, Erbakan açık olarak İran, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Sudan ve Filistin’deki Müslüman teşkilatlara sempatiyle baktığını dile getirdi, ki bunlar önemli güvenlik riski taşıyor. MGK üyesi ve başbakan olarak Erbakan NATO’nun ve ABD’nin gizli güvenlik belgelerine ya ulaşmış ya da ulaşmış olacak. Erbakan’ın Dışişleri Bakanlığı diplomatları olmadan Iran, Suriye ve Irak temsilcileri ile sık sık görüşmesi bu konuda endişe duyulması için önemli bir sebep. Erbakan, İran gezisinde Türkiye ve İran’ın savunma sanayinde işbirliği yapmasını önermiş ve İran Devlet Başkanı Rafsanjani’ye Türkiye’nin üretiminde ortak olduğu F-16 uçak fabrikasını gezdirmeyi söz vermiş. Askerler buna karşı. Erbakan Amerikan çıkarlarına ters düşüyor! Dördüncüsü ve en önemlisi, Erbakan bir ideolog olarak Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmak istiyor, bu ise Amerikan menfaatlerine tamamen ters bir politika. Erbakan, toplumu birçok yönde dönüştürmeyi planlıyor ve bunu da dış politika uzmanlarının görmediği bir şekilde içerden yapıyor. Mesela, Refahlı bakanlar üst düzey 400 bürokratı kendi parti sempatizanlarıyla değiştirmiştir. Refah Partili yöneticilerin Dışişleri Bakanlığı’na lobi çalışmasında bulunarak dini okul mezunlarından da diplomat alınması istediği bildiriliyor. Refah Partili bir milletvekili İmam Hatip mezunlarının askeri akademiye kabul etmesini teklif etmiş ancak bu şimdilik askeriye tarafından reddedilmiştir. Refah Partili Adalet Bakanlığı’nın yüksek hâkim ve savcıların görev yerlerinin değiştirilmesi için uygulamaya başladığı rotasyona Türkiye Barolar Birliği karşı geldi ve bu karşı durma Bakanlığı şimdilik vazgeçirdi. 1995’te Erbakan’ın parlamento grubu Anayasa’nın İslami düzenlemeler yasağına ilişkin maddeyi kaldırmak için çalıştılar. Erbakan ve partisi koalisyon ortağı olmadan bir hükümet kursalardı, İslami bir toplum oluşturmada amaçlarına daha çabuk ve kısa yoldan ulaşabilirlerdi. Amerikalılar, çok az nadir görülebilecek bir şekilde müttefiki olan bir ülkenin başbakanının Amerikan menfaatlerine zararlı olacak politikalarını nasıl ele alacakları ikilemiyle karşı karşıyalar. Şimdiye kadar henüz bir kriz yok. Ancak söylendiği gibi, Erbakan dış politikayı kontrol etmiyor ve 189 Türk dış politikası şimdilik Batı yanlısı olarak devam ediyor. Bu yüzden Amerika büyük değişikliklerden ziyade küçük ayarlamalar yapması gerekiyor. Washington ikili bir politika uygulamalı: Uzun dönem Amerikan menfaatlerini ve Türkiye’nin Amerikan dostlarını desteklemek, Erbakan ve destekçilerinden uzak durmak. Böyle bir politika birkaç öğeden oluşur: 1. ABD dostlarına arka verilmesi: Asker dâhil Amerikan yanlısı Türkler, kamuoyuna Türkiye’nin Amerika ile olan ikili bağlarının değerini göstermeli. Buna karşılık olarak Washington uzun vadeli ilişkilerini etkileyen tüm konularda Türkiye’yi desteklemeli. Güvenlik bağları Türkiye ve Batı’yı birbirine bağımlı kılarken, bu aynı zamanda Türkiye’nin Batı’dan yana durmasında etkili bir araç. Bu yüzden Amerika Türkiye’nin ABD silahlarına ulaşabileceğine dair garantisine devam etmeli. Bu hususta, Clinton yönetimi samimi bir şekilde Türkiye’nin silah satın alımına karşı ABD yönetimindeki muhalefetle yüzleşmeli. Son aylarda Türkiye’ye söz verilen silahların iadesi bloke edilmiş durumda. Bunun sonucu olarak, Birçok Türk Washington’un Türkiye’ye gizli silah ambargosu uyguladığını söylüyor. Bu iddia aynı zamanda 1975-1978 yılları arasındaki silah ambargosunu hatırlatıyor (Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesine gerekçe olarak) ve ABD’ye karşı olan hoşnutsuzluğu da artırıyor. Erbakan’ın Refah Partisi’nin anti-Amerikancı duruşunu göz önünde bulundurursak, siyaseten bu durumdan en çok Refah Partisi yararlanacaktır. Laik Türkler gizli olarak ABD’ye Türkiye’yi Erbakan’ın eline bırakmaması için yalvarıyorlar. 2. Laikliğin desteklenmesi: Laiklik konusundaki kararsızlık Batı yanlısı sistemin içerisindeki Amerikan dostlarını zayıf bırakıyor. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nicholas Burns, Erbakan’ın başa gelmesinden kısa bir süre sonra gazetecilere yaptığı açıklamada, laikliğin Türkiye ve ABD’nin iyi ilişkilerinde bir koşul olmadığını söyledi. Türk laikliğini hep önemsemiş olan ABD’nin bu önemli manevrası, içerdekilerin söylediği gibi, bir yanlıştı. Bu bir Türk gazetecisinin sorusuna aceleyle verilmiş bir cevap olup, ABD’nin resmi pozisyonunu yansıtmamaktadır. Daha da ötesi, daha sonraki Dışişleri Bakanlığı açıklamaları (o zamanki ABD’nin BM Temsilcisi Madeleine Albright dâhil) Burns’un daha önceki açıklamasını geri çekerek Washington’un Türkiye’nin laikliğine verdiği önemi belirttiler. Yine de Burns’un yorumu arkasında bir kalıntı bıraktı ve O’nun açıklamaları İslami basında Amerika’nın Erbakan Hükümetine destek verdiğine dair kanıt olarak gösterildi. Bazı Türk laikleri, ABD’nin Erbakan’a karşı yeterince sert tavır takınmadığından şikâyetçi. 3. “Erbakan’dan uzak dur” tavsiyesi: Amerikan yönetimi, Erbakan’ın siyasi kredisini artıracak herhangi bir şeyden uzak durmalı ve resmiyetten öteye gitmemelidir. Özellikle Washington’a çağırmamalıdır. Washington’un Türkiye’nin iç politikasını etkileme gücü sınırlı ancak Amerikan’ın onayı Türk politikacılar için önemli. Bu yüzden Erbakan hükümete geldikten bir hafta sonra ABD elçisinin 4 Temmuz’da verdiği partiye katıldı ve büyükelçi ile samimi fotoğraflar çektirdi. Eğer mümkünse, Amerikan yönetimi Erbakan ve arkadaşlarından ziyade laik bakanlar ve yüksek bürokratlarla çalışmalı. Bazı hususlarda bu ABD’nin Türkiye’ye karşı olan geleneksel politikasından farklı olarak daha az yardımcı olacağı anlamına gelebilir. Mesela, Amerika, Refah Partisi’nin halkçı ve bütçeyi zorlayan politikalarını başarması için IMF’deki nüfuzunu kullanmamalı. Ekonomik performans Türkiye’de hükümetlerin yumuşak karnıdır, birçok ülkede olduğu gibi. Refah Partisi’ne hiçbir şekilde ne uluslararası ekonomi kuruluşlarından yardım yapılmasına izin verilmeli ne de halkı memnun edecek politikaların başarıya ulaşmasına. 4. Erbakan’ın söylemine sert cevap verilmesi: Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Burns Erbakan hükümetinin ilk haftalarında Washington’un Erbakan’ın hareketlerini ve söylemlerini dinleyeceğini ve izleyeceğini söyledi. Bir bakıma Washington şimdiye kadar bunu yaptı. Örneğin, Washington Erbakan’ın Libya gezisini eleştirdi ancak Erbakan’ın ABD’ye yönelik terörizm suçlamalarına ve Kaddafi ile birlikte terörizme karşı yapacakları planlara karşı sessiz kaldı. Bu yaklaşım Türkiye’de geri tepti, çünkü Türkler Kaddafi’yi sevmiyor ancak başbakanlarının Tripoli’yi ziyaret etmesini de destekliyorlar. (Erbakan’ın bu ziyareti Libya ile olan dostluktan ziyade bu ülkenin Türk şirketlerine olan borçlarını ödemesi için yapılmış bir çaba olarak görülüyor) Washington Erbakan’ın ‘ABD, PKK’ya destek veriyor’ iddialarına da cevap vermedi. Washington bunları kesin bir şekilde yalanlayarak özür istemeliydi. Belli ki, Washington Erbakan ile sürekli 190 bir söylem muharebesine girmek istemiyor. Ancak, bunları kabul eder görüntüsü vermemek için ABD Erbakan’ın daha kötü suçlamalarını görmezlikten gelemez. İki yönlü bir politikayı bu şekilde uygulamak basit olmayacak. Washington Erbakan’a soğuk olacağı için Türkiye’nin uzun vadeli menfaatlerine zarar vermeyi istememeli. Türkiye’ye yapılacak gerekli yardımlar kaçınılmaz olarak Erbakan’ın politik saygınlığını artıracaktır. Washington Türk Başbakanı’na fırsat kollayıp sözlü olarak hakaret etmemeli, ancak uygun olduğunda sert bir şekilde cevap vermeli. Bu politika çok ince bir şekilde ve duruma bağlı olarak uygulanmalı. Erbakan Hükümeti gerekli ekonomik önlemleri aldığında, IMF yardımı için ABD desteği uygun olur. Erbakan’ın Ağustos 1996’da İran’a yaptığı ziyaret esnasında imzaladığı 23 milyar dolarlık gaz anlaşması, enerji alanında sıkıntı çeken Türkiye’de geniş bir destek buldu. Bu yüzden Türkiye’ye karşı olası bir yaptırım (İran ve Libya yaptırımlarına bağlı olarak) geri teper ve anti-Amerikancı duyguları artırır. Bu da Erbakan’ın avantajına olurdu. 5. Türkiye’nin öneminin belirtilmesi: Türkiye’nin ABD menfaatleri için olan stratejik önemi aşikâr. Türkiye NATO’da ve Irak’ın kuzeyini gözetleyen Kuzey Keşif Gücü’nde başat bir role sahip ve Boşnak ve Hırvat Federasyonu’nun ordusunun eğitiminde rol alıyor. Orta Asya’da Tahran ve Moskova’dan farklı olarak daha ılımlı bir politika izliyor. Arap-İsrail barış girişimini destekleyen Türkiye aynı zamanda terörizmi destekleyen komşu üç ülkeye karşı bir savunma hattı görevi görüyor. Türkiye aynı zamanda Müslüman Orta Doğu’daki tek demokrasi ve bu yüzden Amerikan desteği daha aleni ve güçlü bir şekilde üst düzey Amerikalılarca dile getirilmeli 6. Anlaşılır bir politika geliştir ve tutarlı bir şekilde uygula” prensibi: Soğuk savaş bittiğinden beri Amerika 8 yıldır Türkiye’ye karşı değişken bir politika izlemektedir. Neredeyse Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa ilişkilerinden sorumlu her yeni yardımcısı yeni bir politika uyguluyor. Türkiye önceleri Sovyetlerin yıkılmasıyla stratejik önemini kaybetmiş olarak görüldü. O zamanlar Kuveyt krizi Türkiye’nin yeniden önemli stratejik bir servet olarak görülmesine neden oldu. İnsan hakları Clinton yönetiminin başlangıcından 1995’e kadar en önemli konu olarak gündemde kaldı. Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke Türkiye’yi Avrasya’daki Amerikan menfaatlerinin merkezinde düşündüğü zaman, insan haklarının önemli olmasına rağmen, bunun Türkiye ile ABD ilişkilerine zarar verilmesine izin verilmeyeceğini vurguladı. Holbrooke’un 1996’da ayrılması ilişkilerde bir duraklama meydana getirdi, bu aynı zamanda Erbakan’ın sunmuş olduğu belirsizliklerden de kaynaklandı. Sadece Holbrooke’ın kısa süren görevinde Ankara, Washington’un küresel stratejilerinde kendisine ne derece önem verdiğine dair kesin bir kanaate sahipti. Holbrooke’un bu politikası aynı zamanda bir model teşkil ediyor ve ABD buna geri dönmeli. Son yıllarda Washington Türkiye’ye karşı tutarlı ve prensipli bir politikadan uzak hareket ediyor. Bu hususta, Erbakan dönemi belki Amerikalıların soğuk savaştan beri ihmal ettikleri Türkiye’ye karşı daha tutarlı bir politika izlemeleri konusunda yararlı olabilir. 123 Erbakan'ı şikâyet eden İlhan Selçuk sabataist ve Siyonist işbirlikçi miydi? Selçuk'un Cheney'e AK Parti'den kurtulmak için mesaj gönderdiğinin ortaya çıkması, 28 Şubat dönemindeki benzer bir uygulamayı hatırlattı. ABD istihbaratında çalışmış olan Makovsky Refah-Yol Hükümeti döneminde 'Laik Türkler Erbakan'dan kurtulmak için bize yalvarıyorlar' diye yazmıştı. Cumhuriyet gazetesi İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk’un AK Parti iktidarını Amerika’dan destekle yıkmak için ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e adam gönderdiğinin ortaya çıkması, 28 Şubat dönemindeki benzer bir durumu hatırlattı. Zira, Türkiye’de ilk defa habervaktim’in yayınladığı Alan Makovsky’nin ‘Erbakan’dan Nasıl Kurtulmalı?’ başlıklı makalesinde, ‘Laik Türkler gizli olarak ABD’ye Türkiye’yi Erbakan’ın eline bırakmaması için yalvarıyorlar’ ifadeleri kullanılmıştı. Selçuk’un Cheney’e adam göndererek, AK Parti ve Başbakan Erdoğan’ın yerine kimi düşündüğüne dair mesaj göndermesi, ‘Acaba 28 Şubat döneminde de ‘Erbakan’dan kurtulmak için yalvaran Türkler’ denilenlerin başında da İlhan Selçuk mu vardı?’ sorusunu çağrıştırdı. 123 Middle East Quarterly- Mart 1997 Alan Makovksy 191 Alan Makovsky 1997 yılında yazdığı makalede ABD’nin Erbakan Hükümeti’nden kurtulması için ‘Laik ve ABD dostları’ Türklerin desteklenmesi gerektiğini belirtmiş ve bir dizi madde sıralamıştı. 124 124 08.04.2008 / habervaktim 192 MİLLİ MÜCADELENİN VE MİLLİ GÖRÜŞ’ÜN ORTAK AMACI Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki en büyük başarısı, bizzat kumanda ettiği ve binlerce mekanize araç ve son sistem ağır silahla donatılan, İngiliz, Fransız ve Amerikalılarca destek çıkılan Yunan ordusunu yendiği SAKARYA Meydan Muharebesidir. Sakarya zaferi, kem talihimizi tersine çeviren tarihi bir dönüm noktası yerindedir. Ve tabi Sakarya zaferi denilince akla Mustafa Kemal gelmektedir, çünkü Atatürk’le Sakarya özdeşleşmiştir. Milli Haysiyet ve hassasiyetini yitirmiş ve Haçlı AB himayesine göz dikmiş demokrasi densizlerinin “VATAN, MİLLET SAKARYA” tekerlemesiyle Milli mücadeleyi küçümseyip alay konusu edindiği bir süreçte rahmetli Erbakan Hoca’nın çıkıp: “Herhangi bir kimse: Malazgirt’te inanışın şahlanışını yaşamadan; Kosava’da, Niğbolu’da bir kılıç olup parlamadan; Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u feth etmeden; Sultan Fatih olup atını denize sürmeden; Kanuni olup, şanlı ordularıyla Avrupa’nın içine yürümeden; Seyyit Çavuş olup, 250 kiloluk mermiyi “ya Allah!” diyerek top namlusuna sürmeden; Bir insan, SAKARYA’NIN SİPERLERİNE GİRMEDEN; ve Kıbrıs’ta düşman tahkimatının arasından geçmeden, Milli Görüşün ne olduğunu anlayamaz.” Sözleri, a. Hem Sakarya Meydan Muharebesinin tarihimizin en önemli zaferlerinden birisi olduğunu belirtmektedir. b. Bu şanlı mücadelenin, tamamen Milli ve şerefli olduğunu vurgulayıp övmektedir. c. Ve tabii dolayısıyla, Sakarya zaferinin komutanı Mustafa Kemal Atatürk’ü de sahiplenip Milli Görüş’e dâhil etmektedir Çünkü Erbakan Kurtuluş Savaşı’nı, Milletimizin bin yıllık mayasını oluşturan Milli Görüş’ün yeni bir şahlanışı olarak değerlendirmektedir. Erbakan Hocamızın sıkça ve açıkça Atatürk’ten bahsetmemesi: Atatürk’e mal edilen, ama aslında Milli Mücadelenin hedefleri ve Mustafa Kemal’in düşünceleriyle tamamen çelişen KEMALİZM uydurmasını kabulleniyor görünmek istemediği Ve oldukça ucuzlayan ve uyuz kesimlerce sıkça başvurulan Atatürk istismarcılığına tenezzül etmediği içindir. Erbakan Hoca’nın Sultan Alparslan örneği ile başlaması da boşuna değildir. Sultan Alparslan Allah’ın rızasından ve halkların huzurundan başka bir şey düşünmeyen bir mücahit olarak katbekat üstün Bizans ordusunu hezimete uğrattığı Malazgirt zaferinden sonra; 1- Romen Diojen’i bağışlıyor ve ağırlıyor. 2- Maiyetiyle birlikte Bizans tahtına dönmesine yardımcı oluyor. 3- Böylece kendisine minnet duygusuyla bağladığı Romen Diojen’in yerine başka birinin imparator olmasına fırsat vermiyor. 4- Romen Diojen’in kızlarından birini kendi oğluna nikâhlayarak, onlarla akrabalık kuruyor ve barışı garantiye alıyor. 5- Bizans’ın her yıl Selçuklulara 400 bin altın vergi vermelerini şart koşuyor. 6- Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun resmen Selçuklulara bırakılmasını ve böylece tüm Anadolu kapılarının Müslüman Türklere açılmasını sağlıyor 7- Romen Diojen’in sağ salim Kostantin’e (İstanbul’a) dönmesi için yanına kattığı bilge ve derviş kişilerden oluşan mücahit birliği vasıtasıyla, İslam’ın adalet, merhamet ve bereket sistemini Bizans’ın tahakkümündeki farklı, din ve kökenden insanlara tebliğ ediyordu. Bütün bu gerçeklere rağmen: 1- Hala Atatürk’ü kendilerinden gösterip istismar etmek ve sırtından geçinmek 193 isteyen Siyonist Yahudi ve masonların düdüğünü çalan ve Mustafa Kemal’i dinsizlik ve dönmelikle suçlayan İslamcı densizler vardır. Bunlar İbranice “im shahar Atzmautenu” kitabının yazarı Yahudi Ben-Avi’nin (1961 Telaviv. Sh.213-223) teki asılsız ve kasıtlı uydurmalarını doğru saymakta, hatta iddialarına delil olarak sunmaktadır. Bu densizlere sormak lazımdır: Peki, Müslüman ve Hıristiyan birçok ülkedeki, kendi öz adamları olan, ama o topluma milli kahraman olarak tanıtılan devlet başkanı, başbakan ve bakanlarının Yahudi aslını özenle gizleyen Siyonistler, Mustafa Kemal’in kendilerinden olduğu yalanını niye uydurup açığa vurmuşlardı? 2- Hala Milli Görüşçü geçinen ve bunca tahribatın taşeronu olan BOP eşbaşkanı Recep T. Erdoğan’ı Erbakan’ın danışıklı devamı olarak gösteren dengesizlerin acaba şu soruya bir cevapları var mıdır? Yahudi asıllı ve ittihatçı bir mason saydıkları Mustafa Kemal, Libya’yı, Siyonist destekli İtalyan işgalinden kurtarmak için bin türlü mihnet ve meşakkatle ta oralara gidip, Şeyh Sunisi’lerle birlikte göğüs göğse ve ölümüne savaşmıştı. Şimdi Müslüman Libya’yı barbar batılılara karşı savunan ve bu uğurda hayatını ve rahatını hiçe sayan Atatürk hain ve kâfir ise, peki bugün NATO ile beraber Libya’nın tamamen harap ve talan edilmesine ve 57 (elli yedi) bin insanın katledilmesine önayak olan Bay Recep T. Erdoğan hangi sıfata layıktı? 3- Bu arada, hala Atatürk’ü imansız ve Kur’an’sız gösteren ve uydurdukları “İslamsız Kemalizm” safsatasıyla kendi dinsizliklerini yürütmeyi gayret eden ve bir başörtülü görünce kuyruk altına diken batırılmış gibi huysuzlanıp köpüren ve tamamını toplasan bir kasaba doldurmaya bile yetmeyen, ama cırtlak sesleriyle ortalığı velveleye verip aydınlanmacı geçinen bu bataklık ve karanlık kurbağalarına sesleniyoruz: İzmir’de düzenlenen Atatürk’ün 73. ölüm yıldönümü törenlerine katılan başörtülü bir hanım vatandaşımıza: “Buradan defolup gitmeni istiyorum. Sizin karşı devrimin gerici unsurları olduğunuzu biliyorum.” Diye sataşan ve saçmalayan bu seviyesiz, soğuk ve milletten kopuk tavrınızla Atatürk’e en büyük kötülüğü yapıyorsunuz, hatta anlaşılıyor ki bu kara kampanyayı kasıtlı olarak, yani Atatürk’ten nefret edilsin diye yürütüyorsunuz! Oysa T.C. Devleti iman ve maneviyat temeli üzerine kurulmuş sağlam bir devlettir. Bazıları: "Bunca yiyicilere rağmen bu devlet yıkılmıyor, bu millet çökmüyor" diye hayret ediyorlar. Hiç hayret etmesinler, devletin temel taşı sağlamdır. Bu sağlamlığın kaynağı ise inançtır. İsterseniz delillerini arz edeyim: TBMM, 20 Ocak 1921 tarihinde "Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu"nu çıkarmıştır. Bu, Ankara'daki rejimin ilk anayasasıdır. Bu metnin 7'nci maddesinde TBMM'nin hakları ve vazifeleri sayılırken ilk başta "Ahkam-ı Şer'iyyenin tenfizi" ifadesi yer almaktadır. Bunun mânâsı TBMM Kur’an hükümlerinin yerine getirilmesiyle yükümlüdür, demektir. Bu da göstermektedir ki, Mustafa Kemal’in başkanı olduğu ilk Meclis iman ve İslam üzerine kurulu bir Meclis konumundadır. Ele aldığımız 7'nci maddenin son bölümünde denilmektedir ki: "Kavânin ve nizâmat tanziminde muâmelât-ı nâsa efrak ve ihtiyâcât-ı zamana evfak ahkâm-ı fıkhıyye ve hukukiyye ile âdâb ve muâmelât esas ittihaz kılınır." Bu cümlenin mânâsı şudur: Kanun ve tüzük yapılırken İslâm fıkhının hükümleri esas alınacaktır. (Resmi Gazete, 1-7 Şubat 1921) TBMM, 29.10.1923'te "Teşkilât-ı Esasiyye Kanunu'nun Bazı Mevaddının Tavzihan Tâdiline (yani bazı maddelerin açıklanıp düzeltilmesine) Dair Kanun'u çıkartmıştır. Bu kanunun 2'nci maddesi şöyledir: "Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâm'dır. Resmi Lisanı Türkçe'dir" (Kanun No:364) 20.04.1924'te 194 çıkarılan 491 numaralı Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 2'nci maddesi aynen şöyledir: Madde:2- Türkiye devletinin dini, Din-i İslâm'dır; resmi dili Türkçe'dir; makarrı (başkenti) Ankara şehridir." Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, devletimizin temeli inanç ve maneviyat üzerine atılmıştır. Buna rağmen 1928'de, o günün dehşet havası Siyonist dış güçlerin kışkırtması ve yerli masonik işbirlikçilerin baskısı içinde "Teşilât-ı Esasiyye Kanunu"nda bir değişiklik yapılmış, 2'nci maddeden "devletin Dini, din-i İslâm'dır" ifadesi kaldırılmıştır. (Resmi Gazete:14.04.1928) 05.02.1937 tarihinde ve Mustafa Kemal’in şaibeli hastalığının yoğunlaştığı ve devlet işleriyle uğraşamadığı bir süreçte 3115 sayılı kanun ile anayasanın 2'nci maddesi bu defa şu şekilde değiştirilmiştir. "Madde:2- Türkiye devleti Cumhuriyeti, milliyetçi, halkcı, devletci, lâik ve inkılâpçıdır. Resmi dili Türkçe'dir, makarrı Ankara şehridir." Biraz düşünürsek şu neticelere ulaşmış olacağız. Cumhuriyet 1923'ten 1928'e kadar beş sene müddetle resmen İslâm devletidir. 1928'den 1937'ye kadar bu durum fiilen devam etmiştir. M. Kemal'in çok ağır hastalığı nedeniyle devlet işleriyle yakından ilgilenemediği ölümünden bir yıldan az zaman öncesi İsmet İnönü’yü güdümüne alan masonlar ve sabataist cunta tarafından anayasaya girmiştir. Dolayısıyla konulan o maddeler ne devletin, ne de milletin ilkeleri değildir. Bu maddeler, memleketi dikta rejimiyle idare eden CHP'nin ve arkasındaki masonik şebekenin 6 okundan ibarettir. Aziz milletimiz 14 Mayıs 1950'deki seçimlerde CHP iktidarını alaşağı etmiştir. Ancak 1961 Anayasası da bir darbe ve ihtilâl hükümetinin baskısıyla ve düzmece bir referandumla yürürlüğe girmiştir. Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanlığı 15 yıl sürmüştür. (1923-1938) Bunun 14 yıla yakın bir zamanında anayasada lâiklik ilkesi diye bir ilke mevcut değildir. Kimse M. Kemal'den ziyade Kemalistlik taslamasın.”125 Şimdi: “Mavi Marmara baskını ile eş zamanlı İskenderun’daki deniz üssüne saldıran PKK bu süreçte bir dizi eylem gerçekleştirdi. Daha sonra İsrail Türkiye ile özür ve tazminat konusunda görüşmelere başlayınca eylemsizlik kararı aldı, uzun süre eylem yapmadı. PKK, sürecin seçimlere denk gelmesini bu amacını kamufle etmek için kullandıysa da eylemlerin İsrail ile müzakerelere endeksli bir seyir izlediğini uzmanlar gözlemleyebilmektedir. İsrail Türkiye ile müzakerelerinde muhataplarının tutumuna göre PKK’ya eylem yaptırarak mesajlarını vermek istemektedir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün açıklamasına göre bu süreçte özür dileme konusunda Türkiye ile 4 kez anlaşmaya varıldığı halde İsrail her defasında caydı, verdiği sözünü yerine getirmedi… Palmer Komisyonunun Mavi Marmara raporunu açıklaması üzerine Türkiye-İsrail ilişkileri koptu, PKK da eylemlerini yeniden başlattı ve tırmandırarak devam ettiriyor! PKK’nın bu son dönem eylemlerini Mavi Marmara baskını sonrası Türkiye-İsrail ilişkilerinin seyrine endekslediğini iyice hissettirmesi; AKP iktidarına, özellikle Başbakan Erdoğan’a yönelik geri adım attırma, caydırma, sindirme amaçlı yaptırım niteliği taşıdığını gizleme gereği duymadığını gösteriyor. Nitekim malum bazı çevreler Başbakan Erdoğan’ın İsrail ile restleşmesinin faturasının oldukça ağır olacağı, terörün tırmanmasının bunun sadece bir örneği olduğu yolunda üstü kapalı tehdit etme, uyarma çabaları içerisine girdiler. Kaldı ki İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarına karşılık açıkça PKK’yı destekleyerek Türkiye’ye yönelik terörist saldırılar yapmakla tehdit etti. TBMM Başkanı Cemil Çiçek ise İsrail bildiğimiz bir konuda bize şantaj yapmaya kalkışmasın diyerek PKK’yı zaten kullandığının bilindiğini açıkladı. Bölücü terör örgütü PKK’nın bir Kürt kuruluşundan daha çok bir Yahudi kuruluşu olarak hareket etmesi öylesine ya da konjonktürel değildir. Çünkü PKK’yı kuran, yöneten, uluslararası destek ve himaye sağlayan İsrail’dir. PKK İsrail desteği olmadan bir gün bile ayakta duramaz. 125 Milli Gazete / Mevlüt Özcan / 29 10 2011 195 Daha önemlisi PKK, devlet içerisinde yuvalanan terör örgütü suçlaması ile yargılanmakta olan Ergenekon tarafından kuruldu ve on yıllardır işbirliği halinde eylemler gerçekleştirdiler. Herhangi bir iddia değil, PKK’nın MİT tarafından kurulduğu Ergenekon soruşturmasında yer alan bir husus olarak resmiyet kazanmış bir konudur. Ergenekon’un, soruşturulup yargılanan kişilerin niteliğine bakıldığında devletin en temel kurum ve kuruluşları içerisinde yuvalanmış, yapılanmış bir suç örgütü olduğu, bu yüzden derin devlet diye söz edildiği yargı sürecine yansıyan yadsınamaz son derece ciddi bir durumdur. Bölücü terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp teslim edilmesi sırasında sarf ettiği bilinen ben devletimin hizmetinde çalışmaya hazırım şeklindeki sözleri PKK’nın devletle arasında var olan kadim ilişkinin bir ifadesinden ve hatırlatılmasından başka bir şey değildir. Açıkçası, bölücü terör örgütü PKK’yı kuran Ergenekon derin devleti, İsrail’in Türkiye içerisindeki uzantısı bir Siyonist yapılanmadır. Türkiye-İsrail ilişkilerinin Ergenekon Davasından etkilendiğini kim bilmez? Ergenekon derin devleti ordu, MİT, emniyet, yargı, üniversiteler, medya, sivil toplum kuruluşları gibi ülkenin en temel kurum ve kuruluşları içerisinde yapılandığına, Cumhuriyet’in kurucu iradesi ve resmi ideolojisini temsil iddiasında bulunduğuna göre köklerinin çok daha derinlerde olduğu gerçekliği hiçbir şekilde yadsınıp göz ardı edilemez. “Biz Türkiye İsrail savaşını Erbakan’ın başlatacağını zannetmiştik, ama nasip talebelerinin (AKP’nin) imiş”126 diyerek: A- AKP iktidarını Erbakan’ın danışıklı devamı B- Recep T. Erdoğan gibi Siyonist Yahudi lobilerinden madalyalı ve Türkiye dâhil 27 İslam ülkesini parçalamayı planlayan BOP’un Eşbaşkanı ve Erbakan’ın deyimiyle “işbirlikçi” bir adamı, “İsrail’le savaşıp İslam Âlemini kurtaracak bir dava kahramanı” C- Atatürk’ü ise Sabataist cuntanın ve Yahudi odakların bir elemanı D- Milli mücadeleyi ve Cumhuriyeti Dış güçlerin ve Dinsiz çevrelerin bir planı ve yutturmacası gibi gösteren bu zavallılara en güzel yanıtı yine rahmetli Erbakan Hocamız vermekteydi: Çünkü kendisine doğum günü sorulduğunda, hep Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümüne mutlaka atıf yapardı. Hatta bu iki tarihi çatışmayı, espriyle karışık bir şekilde değerlendirerek, defalarca şu ifadeyi kullanmıştı: “Doğum günüm için Türkiye’nin her yerinde bu kadar merasime ne gerek var? Ama şunu ifade etmek isterim ki Cumhuriyet bayramında doğmak insanı memnun eden bir husustur. Cumhuriyetin kendisi de bir doğuştur. Onunla birlikte doğmuş olmak bir sevinç kaynağıdır. İnşallah beraberce doğduğumuz Cumhuriyetimizi lider ülke yapacağız, yeni bir dünya kuracağız ve bütün ülkelerin önüne geçireceğiz.” 127 Doğrularla yanlışların, gerçeklerle çarpıtma yorumların harmanlandığı o yazının devamını dikkat ve ibretle okuyalım: “Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşına sokulup birçok cephede savaştırılan Osmanlı Devleti çökertilip dağıtıldıktan sonra Başkent İstanbul dönemin süper gücü İngiltere’nin, Anadolu illeri ise müttefiklerinin işgali altında iken; Ankara’yı merkez yapan İttihatçı askerler ve siyasetçiler tarafından kuruldu. İngiliz işgal kuvvetleri Başkent İstanbul’a girdiğinde iktidarda bulunan Almanya yanlısı İttihat ve Terakki Partisi yöneticilerini bir denizaltıya doldurup bu ülkeye gönderdi. Ankara’da yeni devleti kuranlar ise İngiltere yanlısı İttihat ve Terakki mensuplarıydı. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran İngiliz yanlısı İttihatçılar, İngilizler tarafından Almanya’ya sürülen ittihatçıların yurda girişlerine daha sonra da izin vermediler! Osmanlı Devleti İttihat ve Terakki Partisinin birçok darbe, suikast, baskın, yağma, talan, ihanet hareketine muhatap olduğu ve iktidarı döneminde yok yere Birinci Dünya Savaşına sokularak tüm cephelerde ağır yenilgiler aldığı için çok büyük tepkilere, ağır eleştirilere, suçlamalara maruz kalmış, telafisi El-Aziz Gazetesi / Sayı: 676 / Türkiye İsrail’i köşeye sıkıştırdıkça terörü arttıran PKK, Kürt için değil, Yahudi için savaşıyor. / 27 10 2011 127 Milli Gazete / 29 10 2011 - Sh:9 126 196 imkânsız bir itibarsızlığa, güvensizliğe uğramıştı. İttihatçılar, sergerde nitelemesi ile birlikte anılırlardı. Bu yüzden Ankara’da yeni devleti kuran İngiliz yanlısı İttihatçılar, yıpranmış, itibarsızlaşmış, öfke ve nefret duyulan İttihat ve Terakki Fırkası ismi yerine Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) ismi ile yeni partiyi kurdular. Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet döneminde birçok parti kurulmuştu. Cumhuriyet’i kuranlar ise tek partili sisteme geçtiler. 1946 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti tek partili CHP iktidarı tarafından yönetildi. 1945’te Yatla Konferansında Birleşmiş Milletler Teşkilatı çatısı altında ABD ve SSCB liderliğinde iki kutuplu bir dünya kuran Dünya Siyonizm’i; daha önce süper güç yaptığı Birinci, İkinci Dünya savaşlarının galibi, üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğunu tasfiye edip güneşe hasret adasına mahkûm etti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının asıl galibinin Siyonizm olduğu böylece gözler önüne serildi… Doğu Bloğu ülkeleri tek partili komünist, sosyalist demokratik rejimlerle yönetilirken, Batı Bloğu ülkeleri ise içlerinde komünist ve sosyalist partilerin bulunduğu çok partili demokratik rejimlerle yönetildiler. Her iki bloğun da vazgeçmediği demokratiklik sıfatı Siyonizm’in amaçlarına hizmet etmenin albenili kılıfından başka bir şey değildi. Siyonistlerin Yalta Konferansında aldığı kararlar çerçevesinde tek partili demokratik komünist rejimlerin Sovyet tipi politbüro odağı, çok partili demokratik rejimlerin ise derin devlet yapısı tarafından yönetilmesi öngörülüyordu. Batı Bloğu içerisinde yer alan Türkiye de çok partili demokratik hayata geçmek durumundaydı. Bu yüzden kurulmasına karar verilen Demokrat Parti, CHP’den ayrılan İttihatçı kadro tarafından kuruldu. Açıkçası aynı zihniyetin iki partisi söz konusuydu. Ne var ki İngiliz işgal yönetiminin iktidarda bulunan Almanya yanlısı İttihatçıları bu ülkeye sürgün etmesi, İngiltere yanlısı İttihatçıların Cumhuriyet’i kurduktan sonra onları yurda sokmaması ile başlayan Sabetayist unsurlar arasındaki iktidar kavgası giderek için için büyüdü… Türkiye’ye sokulmayan İttihatçıların içerideki yanlıları başarısız İzmir Suikastını planladıkları için üstün körü yargılanıp 19’u idam edilirken 150’si de sürgün edildi. CHP ile DP arasındaki iktidar mücadelesi bu yüzden sürekli sertleşerek 27 Mayıs 1960 darbesine yol açtı. Böylece Meşrutiyet’in ilanı ile iktidar olan İttihat ve Terakki Fırkası (Partisi), Osmanlı Devleti’nin dağıtılmasında, Cumhuriyet’in kurulmasında, çok partili hayata geçilmesinde başrol oynayarak daima belirleyici tek faktör oldu. Peki, İttihat ve Terakki Fırkası kimler tarafından nasıl kuruldu? İttihat ve Terakki Cemiyeti adıyla ilk önce gizli bir siyasi örgüt olarak Selanik’te ordu içerisinde Sabetaist Yahudiler ve masonlar tarafından kurulan, başkent İstanbul, İzmir gibi birçok önemli merkezde şubeler açarak faaliyetlerde bulunan oluşum Meşrutiyet’in ilanını sağlayarak iktidara geldi ve Osmanlı Devleti yönetimini bütünüyle ele geçirdi… Türkiye Cumhuriyeti’ni de İttihatçılar kurdu. 1945’te Yalta Konferansı kararları gereğince Sabetayist, mason unsurlarla Ergenekon derin devlet oluşumunu gerçekleştiren İttihat ve Terakki mensupları sırtını Dünya Siyonizm’ine dayayıp ezici çoğunluğa sahip büyük Müslüman kitleyi paryalaştıran hile rejimi ve köle düzenini kurdular. Büyük Müslüman kitleyi devletten, kamusal alandan ve siyasi, ekonomik, sosyal, toplumsal, kültürel hayatın tüm sahalarından dışlayarak taşraya, kırsala, büyük şehir varoşlarına mahkûm eden hile rejimi ve köle düzeni oluşturduğu statüko ile Türkiye’yi Sabetaist Yahudi Toplumu için tam bir çiftlik haline getirdi. Bu durumun sürgit devam etmesi için de büyük Müslüman kitlenin cahil, yoksul bırakılması ve nüfus planlaması diye doğum kontrolü yoluyla çoğalmasının engellenmesi gibi önlemlere ilaveten Türkiye, sanayileşmesi, kalkınması, güçlenmesi bilinçli ve planlı şekilde engellenerek hep zayıf ve küçük kalıp ilelebet azınlıkçı Sabetayist Toplum oligarşisi yönetimine mahkûm kalacak hale getirildi… Erbakan, 19 Mayıs 1919’un 50. Yılında 1969 Genel Seçiminde Konya’dan bağımsız aday olarak milletvekili seçildikten sonra 29 Ekim 1923’ün 50. Yıldönümünde parti olarak Millî Selamet ile ilk kez girdiği 197 1973 Genel Seçiminde 52 parlamenter çıkartarak TBMM’de güçlü bir grup kurdu. Ardından ilki CHP ile kurulan art arda 3 koalisyon hükümetinde yer alan Erbakan liderliğindeki Millî Selamet Partisi aralıksız 4 yıl boyunca iktidar ortağı oldu… Ağır sanayi hamleleriyle, maddeten ve manen kalkınmış yeniden büyük Türkiye sloganları ile Millî Görüş meşalesini tutuşturarak Müslüman Milletimizi 50 yıllık hipnotizmadan uyandıran Erbakan hile rejimi ve köle düzeni büyüsünü bozdu… Türkiye’nin artık azınlıkçı Sabetayist Yahudi oligarşisinin yönetiminde tutulamayacağını anlayan Dünya Siyonizm’i tek çarenin Lozan anlaşması ile geçici süreliğine rafa kaldırılmış bulunan Sevr Anlaşmasını yeniden masaya koyup Türkiye’yi bölmekten başka çare kalmadığını gördü. Zaten 12 Mart 1971 Muhtırası sürecinde Dünya Siyonizm’inin kontrolünden çıkmaya başlayan Türkiye’nin Sabetayist Yahudi oligarşisinin oluşturduğu hile rejimi ve köle düzeni tarafından yönetilmesi tehlikeye girmiş ve bu yüzden büyük gelmeye başlayan ülkenin bölünmesine karar verilmişti… 23-24 Kasım 1974 günleri Sibirya’daki turistik Vladivostok kasabasında yapılan zirveye ABD Başkanı Gerald Ford ve SSCB Lideri Leonid Brejnev katıldı. Resmi açıklamaya göre stratejik silahların sınırlandırılması konusunda düzenlenen bu zirvede; sonrasındaki süreçte dünyada art arda yaşanan gelişmelerden çok daha başka kararların alındığı anlaşıldı. Vladivostok Zirvesi sonrasında dünyada art arda meydana gelen önemli gelişmeler şunlardı… ABD yıllarca sürdürdüğü Vietnam savaşına son vererek bu ülkeyi SSCB’ye terk etti. SSCB ise Mısır’dan çekilerek bu ülkeyi ABD’ye bıraktı. Böylece Vladivostok Zirvesinde Vietnam ile Mısır’ın iki süper güç arasında takas edildiği anlaşıldı. Peki, başka ne oldu? Pakistan sağ-sol kavgasına tutuşan Zülfikar Ali Butto ve Muciburrahman tarafından bölündü. Doğuda Bangladeş diye bir yeni devlet meydana geldi. Böylece Pakistan’ın Vladivostok Zirvesinde alınan kararlar gereği bölündüğü de anlaşılmış oldu. En büyük İslam ülkesi olan Pakistan bölünüp birbirine düşman iki kardeş ülke haline getirilerek etkisizleştirildi. Vladivostok Zirvesinde Türkiye için acaba nasıl bir karar alındı? diye merak edenler ise çok geçmeden, Pakistan’daki Zülfikar Ali Butto ile Mucibburrahman arasında başlatılan sağ-sol siyasi kavgası gibi çok şiddetli bir sağ-sol kavgasının da Demirel ile Ecevit arasında başladığına şahit oldular… Ecevit-Demirel arasındaki muvazaalı siyasi kavgaya paralel sağ-sol örgütlerin başlattığı anarşi ülkeyi bugünkü gibi kan gölüne çevirdi. 11 Eylül 1980 tarihine kadar devam edip 12 Eylül Sabahı ilan edilen askeri darbe ile bıçak gibi kesilen sağ-sol anarşisi 5000 insanın ölümü, binlercesinin yaralanması, okulundan, işinden, gücünden olması ile sonuçlandı. Ancak siyasi strateji uzmanlarının asıl dikkat kesildiği husus kitlesel sağ-sol eylemlerinin, Sünni-Alevi çatışmalarının, Fatsa, Sivas, Kahramanmaraş, Adana hattında yoğunlaşmasıydı. Özellikle bu güzergâhta kurtarılmış bölgeler de oluşturulmuştu… Belli ki bu kurtarılmış bölgeler genişletilerek birleştirilmek ve Sinop-Adana hattında bir kapalı koridor halinde bir tampon şerit oluşturulmaya çalışılıyordu. Böylece Türkiye’nin doğusu ile batısı birbirinden koparılıp fiilen ilişiği kesilerek bölünmesi isteniyordu! ABD’de planlanan 12 Eylül 1980 darbesine Ecevit ve Demirel’in uzun süre sessiz kalıp zımnen destek vermelerinden de anlaşılan o idi ki askeri yönetim sürecinde olayların artarak devamı ve bölünmenin kısa sürede gerçekleştirileceği bekleniyordu. Ancak öyle olmadı, 12 Eylül darbe yönetimi aldığı etkin tedbirlerle sağ-sol anarşiyi bıçakla kesilir gibi bitirdi, ülke güllük gülistanlık oldu. Belli ki askeri yönetim, Vladivostok Zirvesinde Türkiye’ye ilişkin ABD ve SSCB liderlerinin aldığı kararı ve uygulanan stratejiyi tespit etmiş ve etkin karşı önlemler alıyordu. Hain emellerini gerçekleştiremeyenler 12 Eylül 1980 Darbesinin ABD’de planlandığını unutturarak askerler yönetime el koymak için terörü örgütlediler diyecek kadar gerçekleri çarpıtıp milleti yanıltmaya çalıştılar. Oysa 12 Eylül yönetimi, Vladivostok Zirvesinde alınan karar doğrultusunda Türkiye’yi bölmeye yönelik 198 çıkartılan sağ-sol siyasi kavgada başrolleri paylaşan Demirel-Ecevit ikilisinin yol açtığı anarşiyi bitirerek bu planı bozmuştu. Vladivostok Zirvesinde Türkiye’ye ilişkin varılan anlaşma kuzey-güney ekseninde ülkeyi ortadan ikiye bölmek, doğuda kalan parçasında SSCB uydusu Marksist-Leninist bir Kürt devleti, batıda kalan kısmında ABD uydusu faşist bir ulusalcı Türk devletçiği bırakmayı ön görüyordu. …Ve bu devletçiği Beyaz Türkler denilen Sabetaist Yahudi toplumu çiftlik gibi yönetecekti… Bu plan sağ-sol anarşi ile gerçekleştirilemeyince ve üstelik 12 Eylül yönetimi sağ-sol siyaseti üzerinden silindir gibi geçtikten sonra 4 eğilimi birleştirerek kurulan ANAP tek başına iktidar olup ülkeyi yönetmeye başlayınca… Bu kez Marksist-Leninist ilkeler temelinde kurulan bölücü terör örgütü PKK ile bu belirlenen amaca varılmaya çalışıldı. Ecevit-Demirel ikilisinin Ergenekon derin devleti kontrolünde sağ-sol siyasi kavga ile Türkiye’yi Vladivostok Zirvesinde alınan karar gereği bölmek üzere yaptıklarının muvazaa, yani danışıklı dövüş olduğu ancak 28 Şubat 1997 post modern darbe sürecinde biri Cumhurbaşkanı diğeri Başbakan olarak nasıl sarmaş dolaş oldukları görüldüğünde ancak adamakıllı fark edildi. 28 Şubat 1997 post modern darbe süreci tersyüz edilip, başta sermaye, medya ve siyaset alanlarındaki destekçileri olmak üzere sivil toplum örgütlerindeki, askeri ve sivil bürokrasideki mensupları tasfiye edildiğinde… Ardından Ergenekon soruşturması ve davası kapsamında 28 Şubat 1997 sürecine destek veren çevrelerin yargı önüne çıkartılması ve yapılan tutuklamalar, Ergenekon derin devleti dışında ikinci bir derin devletin de varlığını gözler önüne serdi. El-Aziz Gazetesinin millî derin devlet dediği bu olgu; 9 Mart Cuntasını dağıtıp 12 Mart 1971 Muhtırasını verdiren, 12 Eylül 1980 Darbesini kontrolüne geçiren, 28 Şubat 1997 post modern darbe sürecini tersyüz edip her sahadaki tüm mensuplarını tasfiye eden ve Ecevit tarafından kontrgerilla diye nitelenen ordu içerisindeki bir yapılanmadır. Türkiye’deki bu ikinci derin devleti Erbakan kurdu. Türkiye, aslında 40 yıllık Millî Görüş süreci boyunca Ergenekon derin devleti ile millî derin devlet yapılanmalarının farklı şekillerde siyasi mücadelesine sahne oldu, milli derin devlet galip geldi. Dünya Siyonizm’i tarafından oluşturulan, İsrail’in Türkiye içindeki uzantısı olarak faaliyet yapan Ergenekon derin devletinin tasfiye sürecine sokulması PKK’nın önemini daha da arttırdı. İsrail, Türkiye ile ilişkileri bozulmaya yüz tutup kopma noktasına gelince elindeki tek koz haline gelen PKK terör örgütünü harekete geçirip olabildiğince etkili olmaya çalışıyor. Aslında Türkiye ile İsrail arasının açılmasının tek bir nedeni var, o da bölücü PKK örgütünün yaptığı terör eylemleridir. Filistin-Gazze sorunu, Türkiye’nin bölgesel dış destek almak amacıyla hesaplı olarak gerekçe yaptığı siyasi nitelikli bahanesidir. Eğer Başbakan Erdoğan hem de ABD’de yaptığı konuşmada açıkça İsrail ile gerekirse savaşırız diyorsa bunun nedeni Filistin ya da Gazze olabilir mi; bu olacak şey midir? Arap ülkeleri sessiz sedasız seyirci kalırken, hatta bizzat Filistin yönetimi topraklarının tamamına yakınını işgal altında tutan İsrail ile barış yapmaya can atarken, Türkiye’nin Gazze yüzünden bir savaşı göze almasının makul ve mantıklı bir yanı var mı? Türkiye, topraklarını bölmeye yönelik terör eylemleri yapan PKK’dan desteğini ve uluslararası himayesini çekmeye İsrail’i hiçbir şekilde ikna edemediği içindir ki tek çare olarak savaşmayı göze almış bulunuyor. Bunun başka türlü hiçbir izahı olamaz. Mavi Marmara organizasyonu ise Türkiye’nin İsrail ile savaşa PKK terörü nedeniyle değil, Gazze ablukasını gerekçe yapmayı yeğlediği için gerçekleştirilmiştir. Yoksa Gazze’ye uyguladığı ablukayı yarmaya yönelik İHH organizasyonuna İsrail’in caydırıcı olmak için çok sert bir karşılık vermesini beklememek Türkiye’ye yakıştırılabilecek bir düşüncesizlik olamaz. Doğrusunu söylemek gerekirse İsrail’in, özellikle Türkiye’de Ergenekon derin devlet yapılanması tasfiye edilirken bölücü PKK terör örgütünden desteğini çekmesi beklenemez. İsrail Türkiye’yi ne pahasına olursa olsun bölmek zorundadır. Yoksa bölgenin lideri küresel güç olma 199 yolunda dev adımlarla ilerleyen bir Türkiye karşısında hiçbir şekilde kendini güvende hissedemez. Türkiye ise nihai hedefi topraklarını bölmek olan PKK terör örgütünden sürekli dayak yemeye daha fazla tahammül edemeyeceği gibi bölünmesi halinde ayakta kalamayacağını ve varlığını sürdüremeyeceğini iyi bilmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin de bölücü terör örgütü PKK nedeniyle İsrail ile savaşmayı göze alması kaçınılmazdır. Zaten Başbakan ağzından ABD’de yapılan açıklamada İsrail ile gerekirse savaşırız açıklaması savaşı başlatmaktan çok farklı değildir. Aslında açıklama savaş sürecine girildiğinin bir ifadesi olarak algılanmak durumundadır. Günümüz dünyasında Türkiye gibi bir ülkenin üstelik de İsrail gibi bir devlete en yetkili ağızdan gerekirse savaşırız açıklaması yapması hiçbir şekilde hafife alınabilecek bir durum değildir. Bu saatten sonra Türkiye ve İsrail artık savaşmak zorundadırlar, buna tamamen mahkûmdurlar. Peki, bu kaçınılmaz savaşı kim kazanır? Bir olayların gidişatını, sonucunu tahmin edebilmek için başlama ve gelişme sürecini incelemek gerekir. Nasıl ki fırlatılan bir mızrak havada iken nereye düşebileceği üç aşağı beş yukarı tahmin edilir… Bunun gibi Türkiye ile İsrail ya da Dünya Siyonizm’i arasında çıkması kaçınılmaz hale gelen bu savaşı kimin kazanacağına bir projeksiyon tutup tahmin edebilmek için bunu daha ilk günden itibaren hedefine koyan Millî Görüş’ün 40 yıllık mücadelesinin seyir defterine bakmak gerekir… Erbakan Millî Görüş hareketini bir başına başlatırken, daha ilk günde, gerçekleştireceği Yeniden Büyük Türkiye ile Dünya Siyonizm’i ve İsrail’in küresel hegemonyasına son vererek Yeni Bir Dünya ve Adil Düzen kurmayı hedeflediğini deklare etti. Bu dobra meydan okuma karşısında Dünya Siyonizm’i, İsrail ve Türkiye’deki uzantısı hile rejimi ve köle düzeni Erbakan’a, liderliğini yürüttüğü Millî Görüş partilerine karşı elinden geleni ardına bırakmadan yapılabilecek her şeyi en etkili ve sofistik yol ve yöntemlerle yaptı. Erbakan kendi ifadesi ile elindeki bir lira ile Dünya Siyonizm’inin sahip olduğu namütenahi para karşısında zar atarken sürekli düşeş atmak zorunda olduğunu, bir kez bile düşeş atamaması halinde tükenmek durumunda olduğunu bilerek kumar masasına oturmuştu… Millî Görüş mücadelesi her seferinde imha hareketine maruz kaldığında yok edildi sanılırken, yeniden farklı şekillerde ayağa kalkıp Siyonizm ile Türkiye’deki uzantısı hile rejimi ve köle düzeni karşısına dikildi… Bu durumu, Millî Selamet Partisi Malatya eski milletvekili Turhan Akyol 12 Eylül 1980 sonrası kurulan Refah Partisi döneminde şöyle ifade ediyordu: Erbakan tam bir çizgi film kahramanı gibi… Gözlerinizin önünde üzerinden silindir geçip asfalta yapıştırıyor. Ardından bir de bakıyorsunuz ki ayağa kalkıp yine karşısına dikilmiş! Gerçekten, Erbakan’ın Siyonizm karşısında başlattığı Millî Görüş mücadelesi hep bu minvalde sürdürüldü… Millî Görüş partileri sürekli kapatıldı… Erbakan ömrünün son günlerine varıncaya kadar defalarca siyasi yasaklı kılındı… Tutuklandı, son ömründe mahkûm edildi. Partilerine fitne sokuldu, hepsi içeriden bölündü, her defasında büyük parçası kopartılıp geriye küçük bir bölümü bırakıldı… İhanete uğratıldı, vefasızlığa muhatap kılındı… Azıcık bir zarar verenlere bile oldukça büyük karşılıklar verildi… Yapılabilecek her şey yapıldı, düşünülebilecek her yolla zarar verildi… Ama dünyaya veda ederken Türkiye’nin en zirvelerinde onun siyasette kazandırıp yetiştirdiği talebeleri vardı. Ondan kopartılanların kurdukları parti 9 yıldır tek başına iktidardaydı. Tabutunun bir yanında Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, bir yanında Başbakanı tutup taşıyordu… Resmi tören yapılmayan İstanbul’daki cenaze merasimine TBMM Başkanı, bakanlar, Vali, 1. Ordu Komutanı, yüksek rütbeli subaylar ve devlet, hükümet, siyaset, bürokrasi mensupları bütünüyle katıldı. Fatih Camiinde kılınan cenazesini Merkez Efendi Kabristanındaki aile mezarlığına kadar yüz binler uğurladı… Burada bir siyasi liderin çok görkemli cenaze töreninden söz ediyor değiliz… Tüm siyasi hayatı rejim karşıtlığı ile geçmesine rağmen büyük bir inkılâp gerçekleştirdiğinin ölümü sırasında fark edilebildiğini, 200 ardından geçen bir yılı bile bulamayan kısa süreçte ise dünyada yol açtığı büyük inkılâbın anlaşılmaya başlandığını… Açıkçası Erbakan’ın ta en başta deklare ettiği küresel vizyonunun gerçekleşmekte olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. İşte, Millî Görüş mücadelesini ta baştan itibaren Dünya Siyonizm’i ile mücadeleye ve İsrail ile savaşa yönelik dizayn eden Erbakan’ın gençliğinden itibaren siyasete kazandırıp yetiştirdiği Başbakan Erdoğan bugün dünyanın tek süper gücü olan ABD merkezinde İsrail ile gerekirse savaşırız diye meydan okuyor! Erbakan’ın Dünya Siyonizm’i, İsrail ve içerideki uzantısı hile rejimi ve köle düzeni karşısında hiç istisnasız hep düşeş attığını şimdi çok daha net görüyoruz. Bu kesinlikle tam bir mucizedir! Erbakan’ın hayatta iken talebelerini yönetimine getirdiği Türkiye’nin İsrail ile kaçınılmaz hale gelen savaşı kazanacağından şüphe edilmemelidir. Şüphe edenlerin aklına şaşmak gerekir. Türkiye, Millî Görüş mücadelesi sürecinde yapılan bütün engellemelere, tökezletilmelere rağmen sürekli gelişti, büyüdü, güçlendi, tirendi yükseldi, bölgenin lideri bir küresel güç haline geldi! Dünya Siyonizm’i ve İsrail en güçlü döneminde ve Türkiye en zayıf durumda iken bile kum saati misali güç ve imkânlar Millî Görüş doğrultusunda akmaya devam etti, hala da devam ediyor... Dünya Siyonizm’i ve onun şımarık oğlanı İsrail’in, Türkiye karşısında gireceği bu mukadder savaşı kaybedeceği kesindir. İnanmayanlar, İsra Suresinin 4-5-6-7 sayı numaralı ayetlerinin meallerini okusunlar. Bu ayetler İsrail’in başına gelecekleri 14 asır önceden bildirmiş bulunuyor… Allah’ın vadinin gerçekleşeceğine inanmayanlar ise beklesinler… Evet, Erbakan’ın Dünya Siyonizm’i ve İsrail’e yönelik 40 yıl önce fırlattığı Millî Görüş mızrağı hala havada yol alıyor, nereye düşeceğini tahmin etmek zor değil… Başka bir ifade ile Millî Görüş’ün 40 yıllık namaglûp mücadelesinin seyrine ve halen bulunduğu noktaya bakıldığında nasıl sonuçlanacağına ilişkin bir tahminde bulunmak zor değil. Erbakan, İsrail bağlamında, Kızılderili filminin bir sahnesini anlattıktan sonra Kızılderili şefin esir alınan beyaz adam için sarf ettiği hiç boşuna çabalama gebereceksin sözlerini Mehmet Ali Birand ve Güneri Civaoğlu’na yıllar önce verdiği televizyon söyleşilerinde tekrarlamıştı! Ne var ki Türkiye-İsrail savaşını Erbakan’ın bizzat başlatacağını zannetmiştik, nasip talebelerinin imiş! 128 diyecek kadar, doğrularla yanlışları harmanlayarak ve AKP’ye yalakalık yapmak için “Erdoğan’ı, Erbakan’ın takipcisi” şeklinde pohpohlayan zavallıların zırvaları da pek yakında boşa çıkacaktır. 128 El – Aziz / sayı:676 / Yahudi İçin Savaşıyor /27 Eylül 2011 201 İslam Düşünceli, Müspet Milliyetçi ve ERBAKAN TAKİPÇİSİ OLMAK Biz görüşlerimizi, gerçeklerimizi ve tarafgirliğimizi oluştururken, “Mutlak Doğru”ları esas alarak ve “Mutlak Yanlış”lardan sakınarak hareket etmekteyiz. “Doğru” ve “Yanlış” tespitinde ise şu beş değeri ölçü ediniriz: 1- Aklı Selim 2- Müsbet ilim 3- Tarihi deneyim ve birikim 4- Vicdani kanaat ve tatmin 5- İlahi Din (Kur’an’ın muhkem ayetleri ve Resulüllah’ın (SAV) sağlam sünneti) İşte bu beş temel ölçünün ittifakla: “Yararlı, hayırlı gerekli ve güzel” bulduğu şeyleri doğru; ve yine bu temel değer birimlerinin ittifakla, “Kötü, zararlı ve çirkin” bulduğu şeyleri yanlış biliriz. Çünkü Kur’ani kuralları dikkate almamak, imansızlık ve sapkınlık… Müsbet bilimi ve aklıselimi hesaba katmamak, manyaklık ve mantıksızlık… Tarihi tecrübeleri ve vicdani kanaatleri önemli saymamak ise ahmaklık ve insafsızlık alametidir. Sağlam temellere ve vicdani kanaatimize göre düşünce ve davranış ürettiğimizden; ülkemizin ve milletimizin menfaatlerini, şahsi heveslerimizin üstünde gördüğümüzden; gizli, kirli ve çetrefilli ilişkilere tevessül ve tenezzül etmediğimizden ve imtihan için gönderildiğimiz bu dünyadan kalbi selim ve uhrevi sermaye ile göçmeyi en önemli gaye edindiğimizden; özümüz mert, sözümüz net, hatta biraz serttir. İşte bu nedenle, Allah’ın izni ve iradesi dışında, ABD’nin gizli servisleri, CIA destekli Cemaatin kalemşor tetikçileri, AKP’nin kiralık hizmetçileri ile bir sivrisineğin bize zarar ve yararı eşittir. Rabbim dilerse bir sivrisinek ısırmasıyla virüs kaptırıp öldürebilir ve yine dilerse nükleer füzelerden ve suikast girişimlerinden kurtarabilir. İmanın en tabii neticesi (en üst derecesi değil) olan bu tavrımızı idrak edemeyen iz’an ve iman fakirleri, bu basiret ve cesaretimizin altındaki güç kaynağını merak etmekte ve nice tutarsız tahminler yürütmektedir. İmani ve insani değerlerimiz ve milli ideallerimiz uğrunda, ne ağır cezalara çarptırıldığımızı, defalarca tutuklanıp hapis yattığımızı, nice sürgünlere ve görevine son verilmelere uğradığımızı ve hala her ay başka bir mahkeme kapısında dolaştırıldığımızı, yani rahatlık ve ferahlık döşeğinde kuru kahramanlık edebiyatı yapmadığımızı da hatırlatmamız gerekir. Gelelim Milliyetçilik Meselesine: Bir insanın kendi ırkını (kavmini, kabilesini, mensubiyetini, ailesini) sevmesi ve sahiplenmesi fıtridir (yaratılış özelliklerindendir), güzeldir, gereklidir, değerlidir. Ve dinen de caiz ve münasiptir. İnsanların kendi özel geleneklerini, örf ve adetlerini, dil ve kültürlerini benimsemesi ve tercih etmesi tabiidir. Bu nedenle cemiyetteki Milliyetçilik, fertlerdeki nefis gibidir. Her insana nefis, kendi benliğini oluşturmak, haklarına sahip çıkıp savunmak ve saldırılara karşı kendisini korumak için verilmiştir ve gereklidir. Bu durum Türkler için olduğu kadar Kürtler ve diğer kavimler için de geçerlidir. Ancak, şayet bu nefsi dizginlemez, haksız ve ahlaksız isteklerine boyun eğersek, bu sefer bizim felaket ve rezalet sebebimizdir. Bir toplumun, nefsi sayılan Milliyetçilik de böyledir; kendilerini başkalarından farklı ve 202 faziletli zannetmeye, dini, ilmi ve insani değerlerin üstünde görmeye yönelirse, işte bu ırkçılık haline gelir ve tehlikelidir. Kaldı ki hiç kimsenin doğarken ailesini, kavim ve kabilesini seçme hakkı kendisine verilmemiştir. Bu sadece Allah’ın bir tayini ve taksimidir. Hâşâ bazılarını üstün ve ayrıcalıklı, bir kısmını da düşük ve aşağılık yaratmış olmasını düşünmek bile, Allah’a iftira etmektir. İslam hiçbir beşeri ideolojinin ve ırkçılık felsefesinin aksesuarı ve kafatasçı Türkçülüğün jelatinli pazarlama kılıfı değildir. İslam herkesten ve her şeyden yücedir, her kavim ve her girişim İslam’a hizmet ettiği kadar kıymetlidir. Ben Türk bir babadan ve Zaza bir anadan dünyaya geldim. Tarihe yön vermiş, büyük medeniyetler meydana getirmiş ve 1300 yıldır, İslam’ın gönüllü bayraktarı olma şerefini hak etmiş Türk kavminden olmayı, yüce Rabbimin takdiri kadar, taltifi de bildim. Haçlı Batılılar nazarında, Türklükle İslam’ı mezcedip kaynaştıran ve aynı anlamda kullandıran aziz ceddime layık olma gayretindeyim. Kur’an’a inanan, Müslüman olduğunu savunan hiç kimsenin, bundan başka türlü düşüneceği kanaatinde değilim. Mustafa Kemal’in “Türk Milleti” kavramıyla da, ırkçılık yaptığını değil, çok farklı kavim ve kesimlerden, İslam potasında kaynaşmış bir toplumu amaçladığını bilmekteyim. Yani biz insanları kavimlerine, kökenlerine, renklerine, dillerine ve kültürlerine göre değil, imanlarına, İslam’a bağlılıklarına, güzel ahlaklarına, insanlık onurlarına, vatanına ve topluma yararlarına göre değerlendirip önem veririz. Şimdi anayasadan “Türk Milleti” kavramını çıkarmaya yeltenenlerin de, “ılımlı İslam” diye yüce dinimizi dejenere edip “Protestan Müslüman” tipi oluşturmak isteyenlerin de hep aynı Siyonist güçlerce desteklendiğini görmekteyiz. Ama Moiz Kohen Yahudi Hahamının Munis Tekinalp takma ismiyle yazdığı ve aziz milletimizi İslam’dan koparmak için yaptığı TÜRKÇÜLÜK kafasıyla bu tahribatların önlenemeyeceğinin de bilincindeyiz. Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı “Mustafa Kemal Paşa: - Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (tamamından meydana gelmiş) anasır-ı İslâmiyedir, samimî bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm’a münhasır değildir. Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye (çeşitli kökenlerden oluşan bir İslam topluluğuna) aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-i millîmiz İskenderun’un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-ı millîmiz budur dedik! Hâlbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh muhafaza ve müdafaası ile iştigal ettiğimiz millet bittabi bu unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslâmiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-ı İslâm bizim kardeşimiz ve menafii tamamıyla müşterek olan vatandaşımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk satırlarında bu muhtelif anasır-ı İslâmiye ki: Vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırkî, ictimaî, coğrafî hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar te’yid ettik ve cümlemiz bugün samimiyetle kabul ettik. (Milletimizi oluşturan bütün Müslüman unsurlar, birbirlerinin kökenine sosyal statüsüne ve coğrafi bölgesine, her türlü hak ve hukuk ölçülerine karşılıklı saygılı ve sahip çıkıcı eşit vatandaşlardır) Binaenaleyh menafiimiz müşterektir. (Bu nedenle, çıkarlarımız hak ve sorumluluklarımız ortaktır) Tahsiline azmettiğimiz vahdet, yalnız Türk değil, yalnız Çerkes değil hepsinden memzuc bir unsur-ı 203 İslâm’dır. (Yani, oluşturmaya çalıştığımız milli birlik sadece Türklerden Çerkezlerden değil, bütün Müslüman kökenlerden meydana gelip kaynaşmış bir İslam cemiyetidir) Bunun böyle telâkkisini (bilinmesine) ve sui tefehhümata (kötü ve yanlış algılamalara) meydan verilmemesini rica ediyorum. (Alkışlar)” (Büyük Millet Meclisi zabıtları, 1 Mayıs 1920) Mustafa Kemal Atatürk 01 Mayıs 1920’de TBMM’de yaptığı kısa ve tarihi konuşmasında tam 7(yedi) defa, Aziz Milletimizin “Anasır-ı İslâmiye”den, yani Müslümanlık bağıyla kaynaşan farklı kökenlerden meydana geldiğini ısrarla vurgulayarak, milliyetçilik konusundaki temel dayanağını ortaya koymuşlardır. Bu nedenle bizim Moiz Kohen-Tekinalp hahamından ve başka karanlık kafalardan, Milliyetçilik dersi almamıza, Atatürk ihtiyaç bırakmamıştır. Elbette devletimizin; bu cennet ülkemizi fethedip bize vatan yapan, Cumhuriyetimizi kuran ve halkımızın büyük çoğunluğunu oluşturan Türk sıfatıyla tanınması ve anılması da doğaldır, bundan gocunanların marazlı maksatları vardır. Yurdumuza “Türkiye” denilmesinden bile kıcık alan kancıkların, hiç ağızlarından “Kürdistan” kelimesini düşürmemeleri, bunların bozuk niyetini ve tiyniyetini ortaya koymaktadır. Artık sağa-sola kaytarmaya çalışmamalıdır: Ölçü İslam’sa ayet ve hadislerin buyrukları açıktır. Örnek Atatürk’se işte, Meclis kürsüsünden aktardığı ve resmi zabıtlarda aynen saklanan kanaatleri bunlardır. Bu konuda haksız, hatta ahlaksız bir tavırla bize sataşanların hiçbir ilmi ve vicdani dayanakları bulunmamaktadır. Türkleri ve Kürtleri kaynaştıran, imani ve tarihi bağlardır. Müslüman Türk ve Kürt ittifakının ve tarihi kardeşlik irtibatının kahramanlarından biri olan Mevlana İdrisi Bitlisi, Şeyh Hüsameddin Ali el-Bitlisi’nin oğlu olmaktadır. Şeyh Hüsameddin, dönemin âlim, yazar ve mutasavvıflarındandır. Bu üstün vasıflarından dolayı Mevlana ünvanıyla anılmıştır. 1495 yılında Tebriz’de vefat ettiği kayıtlıdır. Oğlu, Mevlana İdris-i Bitlisi’nin Diyarbakır’da doğduğu sanılmaktadır. 1452-1520 yılları arasında yaşamıştır. Bitlisi 20 yıl boyunca Akkoyunluların sarayında görev yapmıştır. Şah İsmail, Akkoyunluların hâkimiyetine son verince, Mevlana İdris İstanbul’a gidip, Sultan Beyazıt’ın maiyetine sığınmıştır. Bitlisi bu dönemde en ünlü eseri olan Heşt Behişt’i (Sekiz Cennet) kaleme almıştır. Eser, sekiz Osmanlı Sultanının hayatını anlatmaktadır. Tarihi mektup Bitlis Hükümdarı Şeref Han, 1597 yılında tamamladığı ve Kürt tarihinin yazılı en muteber metni olarak kabul edilen Şerefname’de İdris-i Bitlisi için şu bilgileri aktarır: “Emir Şeref’in babalarının ve atalarının mülkü olan Bedlis vilayetini gasp etmiş olan Kızılbaşlar’dan geri almak konusundaki umudu gerçekleşmeyince ve bu iş bir süre geçince öte yandan Sultan Selim Han’ın bütün İran ülkesini istila etmek niyetinde olduğunu öğrenince, bu şartlardan yararlanmak için fırsatın elverişli olduğunu anladı. Doğruları araştırma yolunun atlısı, başarı kervanın kaptanı, temel (Kur’ani) kanunların ve detay kuralların mütehassısı; kutsallık medresesinin müderrisi, Bedlis Bilgininin oğlu düşünür İdris ve köklü Diyaeddin ailesine yücelik, iyilik, ikbal ve devlet dileyenlerin seçkini Muhammed Ağa Kelhoki ile Al-i Osman Sarayına itaat ve sadakatlerini ve tahtlarına bağlılıklarını sunmak konusunda anlaştı. Bunlar Kürdistan Beylerinden ve hüküm sahiplerinden 20 kişiyi bu tedbirde kendilerine katıncaya kadar çalıştılar ve bir bağlılık ve itaat mektubu yazarak düşünür Mevlana İdris’e ve Muhammed Ağa’ya verdiler, bunlar da bu mektubu yüce eşiklere sunmak üzere İstanbul’a hareket ettiler” Kardeşlik Anlaşması Şah İsmail 1507 yılında Kürdistan’ın Harput (Elazığ), Diyarbekir, Bitlis gibi önemli şehirlerini işgal etti ve kısa bir süre içinde Kürdistan’ın tamamı Safaviler’in eline geçti. Şah İsmail kendisine bağlılık sunmak için 204 Hoy şehrine giden 10 Kürt beyinin sekizini hapsetti. Diyarbakır valiliğine atadığı Kürt Muhammed Bey işgale karşı direnişe geçen Cizre’yi yakıp yıktı, harabeye çevirdi. Şehrin Müslüman ve Hıristiyan halkını kılıçtan geçirdi. İşte, Kürdistan Beylerinin, Osmanlılarla İttifak arayışı işte bu zulüm ve işgal ortamında gerçekleşti. Şerefhan’a göre, Osmanlılarla İttifak kuran Kürt Beyleri, bölgeyi Şah İsmail belasından kurtarmak üzere Osmanlı ordusuna katılmış ve statülerine tekrar kavuşmuşlardır. Şöyle ki; Sultan Selim Tebriz’den döndükten sonra, 28 Kürt Beyini Amasya’da (1514) topladı ve onlarla bir anlaşma imzalandı. Kürt tarihçi Mehmet Emin Zeki Bey’e göre bu anlaşmanın altı maddesi vardı. Buna göre, Kürt Emirliklerinin yetkileri gözetilecek, emirlik babadan oğula geçecek, savaş sırasında Osmanlılar ve Kürtler, ortak düşmanlara karşı birlikte hareket edecek ve bu bölgeler, Osmanlılara düzenli vergi ödeyecekti. Bu anlaşma yaklaşık 320 yıl kadar aynen korundu ve taraflar arasında herhangi bir anlaşmazlık yaşanmadı. Mustafa Kemal’in konuya yaklaşımı da 01 Mayıs 1920 meclis konuşmasından anlaşılmaktaydı. Daha önce de belirtmiştik: Günümüzde en yaygın şirk çeşitleri: Kürt ırkçılığı, Türk ırkçılığı ve Ilımlı İslamcılıktır!.. Bugün PKK’nın ve terörist Öcalan’ın öncülüğünü yaptığı Kürtçülük hareketi, Kürtlere ayrı devlet kurdurma hedefi ve hayali ve Kürtleri bin yıldır aynı inanç ve amaç etrafında kaynaşan Türk kardeşlerinden koparma faaliyetleri ve Kürtleri İslam’dan çıkarıp Zerdüştlük gibi Batıl ve bozuk bir putperestliğe çevirme gayretleri, bunların hepsi şirkin ve şekavetin tezahürleridir. İnsanın kendi kavmini sevmesi, sahiplenmesi, yakınlık hissetmesi, yani müspet milliyetçilik elbette tabiidir, fıtridir, caizdir ve güzeldir. Ama ırkını yüceltip kutsaması, başkalarından çok farklı ve ayrıcalıklı yaratıldıklarına inanması; inkârcı ve barbar tavırlar da takınsa, kendi kavminden olanları hep haklı çıkarması ve özellikle “Kavmiyetçiliği İslam kardeşliğinin üstünde tutması”, cahilliktir, fitneciliktir ve şirktir. Hizbullah’ın yaptığı gibi, Kürt ırkçılığına İslamcılık sosu katılması da, bu durumu değiştirmeyecektir. Bunun gibi, ırkçı, kafatasçı ve imtiyazcı bir yaklaşımla “Türkçülük” yapmak ta temelsiz ve geçersizdir. Bu tür bir üstünlükçü Türkçülük asla Kürtçülüğün çaresi ve reçetesi değildir, tam aksine tohumu ve gübresidir. Ülkemizde ve aziz milletimiz üzerinde Türk ırkçılığının da, Kürt ayrımcılığının da hep Yahudi dönmelerince başlatılmış olması ilginçtir. Örneğin Munis (Kohen) Tekinalp Türkçülüğün kurucularındandır. Namı diğer “Moiz Cohen” Osmanlı’nın Serez beldesinde bir hahamın oğlu olarak 1883’te doğmuşlardır. Selanik’te sıkı bir hahamlık eğitimi almıştır. Koyu bir Sultan Abdülhamit düşmanıdır. Selanik’te çıkan Asır gazetesinde yazılar yazmış, aynı gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapmıştır. İttihat ve Terakki Partisi’ne katılmış, 1907 yılında masonluk faaliyetlerine başlamıştır. 1909 yılında Hamburg’da düzenlenen Dünya Siyonist Kongresi’ne Selanik delegesi olarak giden insandır. 1920 yılında Hakimiyeti- Milliye gazetesinde “Kahrolsun Şeriat, Mustafa Kemal Paşa Türk Peygamberidir” diyecek kadar küstahlaşmış, Hz. Ali’ye “Sen İlahsın!” diyen İbni Sebe Yahudisinin yerini almıştır. Moiz Kohen’e göre, “Türkler İslam’ı bırakmalı ve eski Şaman inanışına dönüş yapmalıdır” Bunu söylerken Yahudilerin de Türklerin İslam öncesi halini çok benimsediğini yazmıştır. Kohen’in “Kahrolsun Şeriat” sözleri bugün daha cılız olsa da, yakın zamana kadar bazı katı ulusalcılar ve Kemalist takımınca sıkça kullanılan bir slogandır. Bir de “Araplar bizi sırtımızdan hançerledi” bahanesiyle Türkçü Moiz Kohen İslam düşmanlığına Arap karşıtlığı kılıfı sarmıştır. Kohen, Türkiye’de Arap düşmanlığı yaparken, meslektaşı ve dindaşı ve İsmet İnönü’nün Lozan’daki özel danışmanı Yahudi Hahamı Haim Nahum da Mısır’da Arapları Türklere karşı kışkırtmaktaydı. Uzun yıllar Türk Dil Kurumu’nda çalışan “Türk Ruhu” kitabının yazarı, Ziya Gökalp’in akıl hocası ve 205 CHP kayıtlısı olan Munis Tekinalp, yani Moiz Kohen, 1956 yılında emekli olduktan sonra Fransa’nın Nice şehrine yerleşince, her nedense “Öldüğümde sakın beni Türkiye’de defnetmeyin” vasiyetinde bulunmuşlardı. 1961 yılında vasiyetine uygun bir şekilde Fransa’da (Gizli Yahudilerin gömüldüğü bir kilise mezarlığına) bırakılmıştı. Darwinist, Komünist, Leninist ve Maoist Türkçü İşçi Partisinin, aynen kendisi gibi Darwinist Komünist, Leninist ve Maoist PKK (Kürtçü İşçi Partisinin) çaresi ve alternatifi olması mümkün değildir. Mikroptan belki aşı yapılabilir, ama ilaç yapıldığı görülmemiştir. Bütün kâfirler ve gizli hainler gibi korkak olduklarından açıkça İslam’a saldıramayıp kancıkça Türbana, Kur’an kursuna ve Kur’an tefsiri Risale-i Nur’a sataşan; zalim ve dinsiz ideolojilerini rahat pazarlayamadıklarından Kemalizm ve İslamiyet istismarına sığınan solcu görünümlü soysuzlara milletimiz asla itibar etmemiştir, etmeyecektir. Bir yanda Türkçü geçinip, öte tarafta İslam’la özdeşleştiği için bin yıllık Selçuklu ve Osmanlı’ya derin bir kin ve nefret besleyen, ama milyonlarca masumun ve Müslüman Türk’ün katilleri olan Lenin, Stalin ve Mao gibi canilerin ismini zikir çekip dilinden düşürmeyen, sürekli Ermeni hıyanetinden bahsedip, asıl onları da kışkırtan İttihatçı Mason Sabataistleri ve Yahudi dönmesi “Pakradunileri” hiç gündeme getirmeyen… Bir zamanlar kol kola koyun koyuna dolaştıkları ve aynı kirli ve şeytani zihniyetin mensubu oldukları halde, sadece “niye bizi değil de sizi öne çıkarıp muhatap aldılar?” gibi bir kıskançlık rekabetiyle Apo ve PKK ile horoz kavgasına girişen… Faizci Kapitalizmin de, ezici komünizmin de aynı Siyonist Yahudi sermayesinin dünya hâkimiyetine hizmet sistemleri olduğu gerçeğini hala fark etmeyen köksüzlerin kötü niyetleri de kendi başlarına geçecektir. Şimdi Soralım: Moiz Kohen (Munis Tekinalp) gibi Yahudi sapıkların, Şamanizm’e ve Siyonizm’e uyarladığı, İslam düşmanlığına kılıf yapılan TÜRKÇÜLÜK ideolojisinin: • Kendine özgü ekonomik esasları var mıdır, varsa nelerden oluşmaktadır? Örneğin FAİZ uygulanacak mıdır, vergi nelerden ve hangi ölçülerle alınacaktır? • Bu Türkçülüğün kendine ait Hukuk nizamı ve temel anayasa kuralları var mıdır, varsa hangi kaidelere dayanmaktadır? • Bu Türkçülüğün, ahlaki ve ailevi yapısında; içecek, yiyecek ve giyecek konusunda, orijinal prensipleri var mıdır ve nerelerden kaynaklanır? • Bu Türkçülüğün; siyaset (yönetim) kanunları ve devletin asli kurumları hangi şartlara ve standartlara göre ayarlanmaktadır? • Bu Türkçülüğün, eğitim ve öğretimin bütün aşamalarında gözetilecek temel esasları ve programları var mıdır, neye göre belirlenmiş olacaktır? İslam dışı kafatasçı Türk veya Kürt ırkçılarının bu sorulara verecekleri bir tek doğru ve doyurucu yanıtları yoktur. Çünkü Türk, Kürt vb. sadece bir ırktır, kendilerine ait bazı gelenek ve görenekleri dışında, özel ve orijinal hukuk nizamları ve sistem kavramları bulunmamaktadır. Oysa, Avrupa’dan kopya edilen, barbar Batılı değerleri taklit yoluyla şekillenen kurum ve kurallar esas alınarak, biraz Kapitalizm, biraz sosyalizm, biraz Osmanlı geleneği karıştırılıp üzerine de biraz İslam sosu katılarak, maalesef Moiz Kohen (Munis Tekinalp) gibi hain Yahudilerce uydurulan ve hiçbir ilmi temeli bulunmayan kuruntular yerine, İslam’i değerler ve tarihi birikimlerle şekillenen müspet bir Milliyetçilik elbette daha tutarlı ve kucaklayıcı olacaktır. Şu AKP döneminde maalesef; a- İslam Dinini istismar edip ılımlaştırma ve yozlaştırma girişimlerine hız verilmiştir. 206 b- Müsbet Türk Milliyetçiliğini ise inkâr edip, Milli duygu ve duyarlılıklarımızı soysuzlaştırma yolu benimsenmiştir. Hatta Öyle ki “TC” den kıcık alan ve kaldırmaya çalışan resmi ve sivil WC’ciler türemiştir. Bu ülkede Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Zazalar, Göçmenler ve diğer kökenler; bunların hepsi ayrı kavim olabilir, ama aynı millettir. Resmi ve ortak dilleri Türkçedir, Türkiye Cumhuriyeti hepimizin devletidir ve hepimizin ortak haysiyet ve hürriyet garantimizdir. Hâlbuki başta Bediüzzaman gibi şahsiyetler, müspet Türk Milliyetçiliğine hürmet ve riayet etmişlerdir. Yoğun bir medya manipülasyonu ile artık “Kürt”lerin özgürlüğünden, özerkliğinden, etnik kimliğinden bahsetmek ve bunlara sahiplenmek; vicdani duyarlılık, Avrupai uygarlık ve insan haklarına saygınlık sayılırken, maalesef “Türk” kelimesini ağzına almak, ırkçılık, çağdışılık ve barbarlık gibi gösterilmektedir. Bunun gibi Alevilik de; ilericilik, hoş geçimlilik, aydın kişilik olarak takdim ve takdir edilirken, Sünnilik ise gericilik, Emevicilik ve kökten dincilik diye tahkir edilmektedir. Oysa her ikisi de aynı değerlerin, farklı tezahür ve renkleridir. AKP yalakası ve Amerikan borazanı Mümtazer Türköne’nin; “Din eğitiminde devlet tekeli kalkıyor”129 diye manşet atıp müjdelediği: “Anayasanın 24. maddesi: “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.” kaydının, yeni hazırlanan anayasada yer almayacağını bildirmesi de artık din eğitiminin, hem mecburi olmaktan çıkarılacağını hem de, din eğitiminin ABD güdümlü cemaat ve tarikatlar elinde “Küresel Siyonist sömürü düzenine, dindar ve itaatkâr ılımlı köleler yetiştirme” yolunun açılacağını haber vermektedir. Recep T. Erdoğan’ın ABD’de çekilen ahlaksız film skandalına karşı Türkiye’deki tepkisizliği “Son on yıldır aşırılıkları törpülemeyi başardık. Bir anlamda paratonerlik yaptık ve toplumun gazını aldık”130 sözleri tam bir itiraf gibiydi. Evet, Recep T. Erdoğan ve Hükümetinin iktidara getiriliş gayelerinden birisi de: “Müslüman halkımızın ABD emperyalizmine ve İsrail Siyonizm’ine karşı haklı duyarlılıklarını törpülemek, toplumun havasını indirip layt ve uysal hale getirmekti.” Osmanlıdan Günümüze Türklük Kavramı. 1- “Malumu ilam ahmaklıktır.” (Yani herkes tarafından ve açıkça bilinip belli olan şeyleri, tekrar tekrar anlatıp açıklamak geri zekâlılıktır.) gerçeği doğrultusunda, zaten Oğuz nesli Kayı boyundan oldukları dünya âlemce malum ve meşhur olan Osmanlılar, kuruluştan itibaren, ayrıca bir “Türk Devleti” olduklarını vurgulamaya gerek görmemişlerdir. 2- Tebaası olan Rum, ermeni, Bulgar, Arap gibi kavimleri ürkütmemek için de, Osmanlılar bu konuda tedbirli ve dikkatli hareket etmiştir. 3- Osmanlılar hamisi ve halifesi oldukları İslam dünyasına “ırkçı, ayrımcı ve kayırımcı” davranmadığını göstermek için de “Türk”lüklerini sıklıkla öne sürmemişlerdir. 4- Ancak Türk asıllı olmayan, ülkelerini işgal eden ve kendilerini devşiren Osmanlı Türk’üne karşı gizli kin besleyen bazı bürokrat ve komutanlar, zaman zaman Türkler ve Türkçe aleyhine girişimlere yeltenmiş ve Osmanlının kendilerine sağladığı imkân ve fırsatları suiistimal ettikleri gözlenmiştir. 5- Medreselerde ve edebiyat çevrelerinde Arapça ve Farsçaya ağırlık verilmesi ise, köklü medeniyet birikimine ve hikmet eserlerine, tefsir ve hadis gibi İslami İlimlere kaynaklık etmeleri ve İslam âlemiyle rahat irtibat kurabilecek diplomat ve bürokratları hazırlama nedeniyledir. 6- Ancak bütün Osmanlılar döneminde köy, kasaba ve şehir sakinleri hep Türkçe konuşmuş; halk şairleri, tasavvuf erleri ve manevi terbiye öncüleri, saray kâtipleri ve tarihçileri, Süleyman Çelebi gibi gezginler hep Türkçe konuşup yazmış ve Osmanlı Türkçesi 129 130 (16.09.2012 / Zaman (17.09.2012 / Sabah / Okan Müderrisoğlu) 207 resmi dil olarak kabul edilmiştir. Üstelik, -hiçbir zorlama ve baskı olmaksızın -doğal bir ihtiyaçla ve kendi arzularıyla, yerli, Rum, Ermeni, Yahudi toplulukları hatta fethedilen ve Müslümanlığı seçen Balkan halklarının bir kısmı Türkçeyi öğrenmişlerdir. 7- Ne var ki, 1800’lü yılların başında padişah olan Sultan 2. Mahmut: “Muhiti (çevreyi) kollarken merkezin dağılacağını, başka kavimleri kucaklarken asli unsur olan Türklerin ihmale uğradığını” fark edip, bazı tedbirlere yönelmiştir. Osmanlı tarihinde “Türk” ve “Türklük” kavramları lehine ilk gelişme, Sultan 2. Mahmut zamanında, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve yerine o zaman “Mansure Askerleri” denilen ve doğrudan doğruya Anadolu’nun Türk Müslüman halkına dayanacak olan ordunun kurulma girişimlerinde görülmektedir. Bilindiği gibi Yeniçeri Ordusu genellikle devşirme, yani gayr-ı Türk ve gayr-ı Müslim halka dayanan bir tabandan gelmekteydi. Haziran 1826 tarihinden itibaren ise artık ordu devşirme kökenden değil daha ziyade Türklerden ve Türkleşmiş kavimlerden teşkil edilecektir. 8- Meşruiyet döneminde, Sultan Abdulhamit Han’ın kabul ettiği Kanun-i Esasi’de ise: “Osmanlı tebaasının devlet kademelerinde görev alabilmeleri için resmi dil olan Türkçeyi bilme şartı” getirilmiştir. (Madde:18) Ayrıca Kanuni Esasi 68. maddesine (3. fıkra): Türkçe bilmeyenlerin mebus (Milletvekili) seçilemeyeceği ve Mebus adaylarının Türkçe okuma yazma mecburiyeti eklenmiştir. 9- İttihat ve Terakki sürecinde: a- Mehmet Akif ve Yahya Kemal gibileri İslam kaynaklı Türk Milliyetçiliğini. b- Ama diğerleri de, “ırkçılık ve kafatasçılık” ağırlıklı bir ulus kavmiyetçiliği benimsemişlerdir. Bu arada Avrupa’da, İslam’dan mayalanan Türk milliyetçiliğine karşı ilk planlı ve kasıtlı düşmanlık kampanyasını başlatanların ise, komünizmin fikir öncüleri sayılan Yahudi kökenli Engels ve Marx olduğunu da hatırlamamız gerekir. 10- Mustafa Kemal ise Türk Milliyetçiliğini, ırkçı bir anlayış ve yaklaşımdan uzak, kuşatıcı ve kucaklayıcı bir zihniyetle ve zaten fikren ve fiilen dünyada öyle bilinen haliyle özümseyip resmileştirilmiştir. Ancak ondan sonraki süreçte, Türkçülük yeniden ittihatçıların mason kanadı gibi, ırkçı ve dışlayıcı bir mecraya evrilmiştir. 11- Rahmetli Erbakan Hoca ise, Türkçülüğün diğer unsurları inkârcı, horlayıcı ve yok sayıcı bir kavram olarak kullanılıp dayatıldığı ve dış güçlerin bu haksız uygulamayı istismar edip özellikle Kürt kardeşlerimizi ve PKK’yi kışkırtıp azdırmaya çalıştığı bir ortamda: Milli birlik ve dirliğimizin mayası ve kaynaştırıcı kimyası olan DİN kardeşliğini öne çıkarıp önemsemiş; ama çok dikkatli ve rikkatli (merhametli) bir dille sık sık “Bin (1000) yıllık kardeşliğimize” vurgu yaparak, Anadolu’muzun Malazgirt zaferiyle fethedip, Selçuklu ve Osmanlı dönemleriyle Türklere vatan yapılmasına özellikle dikkat çekmiştir. Ve hele, Erbakan Hoca’nın müsbet milliyetçiliği tahkir edici söz ve imalarına rastlamak mümkün değildir. Ve zaten o devirdeki, dedesini bile gizlemek zorunda kalan bazı sahte Türkçüler ve sabataist-mason ittihatçı döküntüler ve diğer siyasi aktörler içerisinde, yedi sülalesi özbeöz Türk olan, belki de tek şahsiyettir. Ve tabii, hepsinden önemlisi Erbakan Hoca inançlı ve kararlı bir mü’mindir ve bizi Millet yapan asıl kimyanın İslam Dini, Ehli Sünnet disiplini ve ehli Beyt çizgisi olduğunun bilincindedir. Erbakan Hoca’nın Türklerin dışında; Kürtler, Rum ve Ermeni nesiller, Kafkas ve Balkan kökenliler gibi değişik kavim ve kültürlerden, İslam potasında kaynaşan, muhteşem Anadolu seramiğinin (mozaik değil!) bu mübarek ahengini ve rengini bozacak söylem ve sloganlardan sakınması, Milli haysiyet ve hassasiyet gereğidir. Kaldı ki, bir kişiyi önemli ve değerli kılan ve gerçek kimliğini oluşturan; Onun 208 kökeni ve mensubiyeti değil, İnsanlığı, inancı, amacı, ahlakı, ilmü irfanı ve yararlı çabaları gibi şeylerdir. 12- Şu tarihi ve tescilli gerçekte asla unutulmasın ki, Müslüman olmayan veya sonradan İslam’dan çıkan Türkler, Türklüklerini de, Türkçeyi de muhafaza edememişler (istisnai örnekler dışında) başka kavimler ve kültürler içerisinde eriyip gitmişlerdir. Hatta Ehli Sünnet istikametinden (Sünnilikten) koparılıp, geçmişte Şiilik, günümüzde Vehhabilik, El-Kaide’cilik, İranlı Ali Şeriati’cilik gibi aykırı mezheplere kayan Türklerin bile, tarihte Osmanlı Devletine, şimdi de Türkiye Cumhuriyetine düşman hale getirildikleri görülecektir. Mustafa Kemal’in şimdi kaldırılmaya çalışılan Diyanet İşleri Başkanlığını kurarken, İslam’ın ehli Sünnet çizgisini ve Maturidi’lik düşünce sistemini tercih etmesi boşuna değildir. Toparlarsak: “(İslam’ı ve Kur’ani esasları gereksiz ve geçersiz sayıp) İnkâr edenler (hangi kavim ve görüşten olursa olsun onlar) birbirlerinin velileri (ve şeytani düşüncelerin destekleyicileri)dir. (Ey Mü’minler) eğer siz böyle hareket etmez (Hak ve hayır üzerinde birbirinizi desteklemezseniz) yeryüzünde (ve ülkenizde) fitne ve hezimet meydana gelecek ve büyük bir fesatçılık ve bozgunculuk alıp yürüyecektir” (Enfal: 73) Ayetinin yanında; tüm akli, ilmi, vicdani ve tarihi göstergelerin gereği olarak; Milletimizin birlik ve dirliğine, Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin güçlenerek devam etmesine, varlığımızın ve ayakta kalmamızın sigortası olan silahlı Kuvvetlerimize yönelik tahrip ve tertiplere karşı el ve gönül birliği yapmamız, kof saplantı ve safsatalar uğruna inatlaşmayı bırakmamız, işte Milliyetçiliğin ta kendisidir. Yahudi ve Hıristiyanlar, Budistler ve Moon’lar AKP iktidarı ve Fetullahcıların elebaşları (iyi niyet taraftarları değil) hepsi birden, yukarıdaki ayetin belirttiği gibi, “faizci kapitalizmin ve Siyonist emperyalizmin” hâkimiyeti için kenetleşip birbirlerini kolladıkları ve çok çirkin bir din istismarı yaptıkları bir süreçte, bizlerin hala kof kuruntular, boş ve batıl kavramlar için didişmemiz, dış güçlerin ve işbirlikçilerin ekmeğine yağ sürmek değil midir? Asıl Milliyetçilik; Milleti, memleketi ve devleti uğrunda ve bu kurum ve kavramların oluşmasının asıl mayası olan İslam odaklı ve herkesin temel insan haklarına saygılı yaklaşımlarla kendi parti, dernek ve ideolojik taassubunu terk edebilmektir. 209 MİLLİ GÖRÜŞ'ÜN MARAZLI TAKIMI VE ERBAKAN'IN TARİHİ ATILIMLARI BAŞBAKANIN TUTARSIZLIKLARI VE İSLAM SÜFYANI Yalan pek çok kötülüğün kılıfı ve nice zulmün kaynağı büyük bir günah olduğu için dinimizde şiddetle yasaklanmış; hatta hadisi şeriflerde “Yalan konuşmak, va’dinden caymak (sözünü tutmamak) ve emanete hıyanette bulunmak (yönetimle ilgili görev ve yetkileri kötüye kullanmak), münafıklık sayılmıştır. Özellikle amirlerin, âlimlerin ve ticaret ehlinin yalan söyleyip halkı avutması daha ağır bir suç olarak haram kılınmış ve Hz. Peygamber Efendimiz “Bizi aldatan bizden değildir!” buyurmuşlardır. “Öyle ise iğrenç bir pislik olan putlara (ve tağutlara tapınmaktan) sakının ve yalan söz söylemekten de (kesinlikle) kaçının” (Hac: 30 son kısım) ayetinde Cenabı Hak yalancılıkla puta tapıcılığı bir tutmuşlardır. Yalanı bir sığınma aracı ve zorlukları kolaylaştırıcı sananları da Kur’an: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun (kendinize çeki düzen verin) ve (her konuda) doğru söz söyleyin. Ki (Allah) amellerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlayıp (kötülüklerinizi gidersin)” (Ahzab: 70-71) şeklinde uyarmıştır. Hz. Peygamber Efendimiz: “(Ey Resulüm!) Seninle birlikte (küfür ve kötülükten gerçekten) tövbe edenlerle beraber, emrolunduğun gibi dosdoğru davranın. Ve (sakın) azıtıp (haddinizi aşmayın)” (Hud: 112) ayetinin geçtiği “Hud suresi beni sarsıp ihtiyarlattı!” buyurmuşlardır. “Ey iman edenler, yapmayacağınız (ve tam aksine davranacağınız) şeyleri niçin söylersiniz? (Böyle)Yapmayacağınız (ve üzerinde duramayacağınız) şeyi söylemeniz Allah katında onun gazabını (artırmak) bakımından büyük bir suç ve sorumluluk teşkil etmektedir.” (Saff: 2-3) ayetlerinin ikazları asla unutulmamalıdır. Bütün bunlara rağmen, üstelik dindar bilinen Sn. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, her başı sıkıştıkça yalana başvurması ve verdiği sözlerin tam aksine davranması kafaları karıştırmaktadır. Ve yandaş yalakaları bile bu masiyetlere hikmet ve mazeret uydurmaktan bıkmışlardır. İşte Erdoğan'ın bazı tutarsız beyanları! Önce; “Terör örgütüyle hiçbir zaman masaya oturmadık, hiçbir zaman da oturmayacağız, biz buyuz. Bunlarla görüştüğümüzü söyleyenler, bu alçakça iftirada bulunanlar şerefsizdir” buyurdu, sonra devlet ve hükümet olarak terörist başıyla masaya oturuldu, hatta onun sekreteri ve posta eri gibi, Kandil’e mektupları taşınır oldu. Önce; TBMM tutanaklarına geçtiği şekilde; “benim milletimin dili tektir, o resmi dil Türkçedir” diye konuştu; sonra “Ben ne tek dil dedim, ne tek din dedim, hiçbir yerde böyle bir ifadem yok, bunlar yalan makinesi” sözleriyle geri adım atıp kendini savundu. Önce; “NATO’nun ne işi var Libya’da? Böyle saçmalık olabilir mi yahu? Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez” diye duyurdu; sonra barbar Haçlılarla bir olup Libya’yı vurdu ve AKP’nin resmi internet sitesinde yazdığı gibi: “NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya gitmelidir” şeklinde bahaneler uyduruldu. Önce; “NATO’dan Patriot talebimiz olmadı, iddialar tamamen asılsız, savunma icra konseyinin başkanı benim, karar verici biziz, benim bundan haberimin olması lazım, benim böyle bir şeyden haberim yok, herhalde sağır duymaz uydurur cinsinden bir haber” diyerek gazetecileri susturdu; ama sonrasında, 210 acaba hangi mahfiller Ona: “Türkiye NATO toprağıdır. Patriotlar Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş’a yerleştirilecek” itiraflarını kusturdu? Önce; Malatya Kürecik’teki füze kalkanının kontrolü için: “Komuta kesinlikle bize verilmeli, aksi takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün değil” diye hava atıp durdu; sonra, “Buranın komuta sisteminin tamamıyla NATO’da olması gerektiğini söyledik” diyerek kendi aklınca herkesi uyuttu! Önce; “Biz, geniş Ortadoğu projesinin eş başkanlarından bir tanesiyiz” “Şu anda Amerika’nın da düşündüğü Büyük Ortadoğu Projesi var ya, genişletilmiş Ortadoğu projesi, yani bu proje içerisinde Diyarbakır yıldız olabilir” diyerek işbirliğini ortaya koydu; sonra “Ellerine bir kâğıt almışlar dolaşıyorlar, Amerika’nın projesidir diyorlar, bunu ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar” şeklinde hakaretler savurdu!. Önce; Miting kürsüsünden “içerde sanal tehditler, dışarıda düşman ürettiler, milleti korkuttular, Türkiye’nin üç tarafı denizle, dört tarafı düşmanla çevrili dediler, biz ne yaptık, bu anlayışı yıktık, Esad kardeşimle oturduk, iki dost, iki kardeş olduk” şeklinde havalar savurdu. Sonra; “Suriye giderek artan bir tehdit oluşturmaktadır, ülkemiz bu tehdidi her geçen gün biraz daha fazla ve yakından hissetmektedir” şeklinde savaş çığırtkanlığı tutturdu! Önce; “Demokratikleşme paketinde anadilde eğitimin önü açılıyor mu?” diye sorulunca, “hayır, yok, özel okullarda da yok, neyi getirir götürür kimse düşünmüyor, biz ülkemizi bölecek konular üzerinde adım atamayız, güzelim ülkemize yazık edersiniz, anadilde eğitimin önünü açarsanız, resmi dili zedelersiniz” diye savuşturdu, sonra; “Özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitimin önünü açıyoruz, özel kurs imkânı getirmiştik, seçmeli ders olarak öğretilmesinin önünü açmıştık, şimdi de özel okullarda mümkün hale getiriyoruz” diyerek milleti avuttu!.. Şimdi merak edip soruyoruz ve elbette doğru ve doyurucu yanıtlarını bekliyoruz: 1. Sn. Başbakan, bu oldukça hayati konularda, kasten ve bilerek yalan söylüyor ve halkımızı avutup oyalamaya mı çalışıyordu? 2. Yoksa, önce samimiyetle konuşuyor, doğru söylüyor; ama sonradan haksız ve yanlış işler yapmaya mecbur kalıyor ve geri adım atmak ve yalana sığınmak zorunda mı bırakılıyordu? 3. Sn. Başbakanın önceden ilgisi ve bilgisi bulunmayan, kendisinin imani ve vicdani kanaatiyle de uyuşmayan; üstelik ülkemizin ve milletimizin aleyhine olan bir takım yanlış ve yararsız kararları almaya ve önceki sözlerini yalayıp yalama olmaya mecbur ve mahkûm eden mahfiller ve merkezler mi bulunuyordu? 4. Eğer bu sonuncusu doğru ise, Türkiye’yi gerçekte perde gerisinde kimler yönetiyordu ve “Demokratik seçimler” bu gizli diktatörlüğe kılıf mı yapılıyordu? İslam Kahramanı Sanılan “Deccali Süfyan”ın sıfatları! İslamlar içinde merkez-i hükümet-i Hilafet olan Osmanlının varisi Türkiye’de ortaya çıkarak dindarlık rolüyle din tahribatı yapan, ülkeyi Avrupa’ya, Milleti Hıristiyan ahlakına ve kurumlarına bağlamaya çalışan ve siyasi şöhreti olan bir şahıstır. İslam düşmanlarının Müslüman ülkeleri işgal etmesine sebep ve destek olacak ve bu karışıklıktan istifade ederek demokrasiyi kutsallaştırıp İslam’ın özünü bozacak ve Müslümanların dini gayretini yozlaştıracaktır. Ayrıca şeytani zekâvetiyle birçok din adamını kendine hizmet ettirip etrafında fetvacı olarak yararlanacak, Üniversite öğretim elemanlarına da dünyalık imkânlar sağlayıp reklamını yaptıracaktır. (Bak: Şualar-585) Ama ne var ki akılları ve vicdanları kararmış ve deccalın kendilerine sağladığı imkânlarla dünyaya dalmış yarı bilgin “Ulema-i Sû” (kötü ve menfaat düşkünü ilim adamları) lakabını hak etmiş kimseler tarafından onun bu tahribatı “dine hizmet” olarak halka anlatılır. Hatta bir kısım meddahlar onu “mehdi” olarak takdime çalışır. Hz. Ali (ra) İslam deccalına “Süfyan” namını takmış ve kendisinden kaynaklanan bütün rivayetlerde bu İslam deccalına karşı ümmeti uyarmıştır. İslam Deccal'inin (Süfyan) “eli delik olacak” yani israf ve borç ekonomisi uygulayacaktır. Hz. Peygamber (SAV) Süfyan'ın tanınması için bazı alametlerini sıralamışlardır. Mesela hadiste; “âhir zamanın mühim şahıslarından olan Süfyan'ın eli delinecek” buyrulmaktadır. Bu gibi rivayetlerde de yine benzetme yapılmıştır. Çünkü atalarımız israf ile elinde mal durmayan kişiler için “filan adamın eli deliktir” 211 ifadesini kullanmışlardır. Demek “Süfyan” denilen o dehşetli şahıs, çok müsrif olacak ve insanları israfa, (lüks yaşama ve faizli bankacılığa) teşvik edecektir. İsraf edenler de, onun (faizli banka kredisi tuzağına ve ülke borç batağına) kapılacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v) ahir zamanda gelecek ümmetini, onun tuzağından korumak için, bu özelliğini hatırlatmıştır. (Şualar, 583) O Süfyan devlet imkânlarını kendi şahsına ve yandaşlarına kullandığı ve kadrolaştığı için rivayetlerde “Ahir zamanda gelecek olan Süfyan’ın eli delik olacak” (Hâkim, Müstedrek, 4:520; Aliyyu’l-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, 11:125) şeklinde yorumlanmıştır. Süfyan İslami bir hizmet ve hizip arasından ayrılıp ortaya çıkacaktır. Rivayetlerde "Süfyani’nin Horasan taraflarından zuhur edeceği kayıtlıdır" Bediüzzaman bu konuda şöyle bir açıklama yapmaktadır: "Bunun bir tevili şudur ki: Türkler, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu'yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal’in onların içinde zuhur edeceğine işaret olunmaktadır” (5. Şua). Başka bir hadiste geçen "Bütün şark ülkelerini dolaşacak." (Kıyamet Alametleri,168) cümlesi de Süfyan fitnesinin ve öğretisinin bütün ümmete yayılacağına ve Onun bir kurtarıcı kahraman sanılacağına işaret sayılmıştır. Bediüzzaman bir hadisi açıklarken şunları anlatmıştır: “(Onun) başka padişahlar gibi; ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanatı olmadığı halde, (şeytani) zekâvetiyle ve siyasî tecrübe ve desisesiyle o mevkii kazanır, hilekâr ve riyakâr tavrıyla çok âlimlerin akıllarını teshir (etkileyip kendi hedefine hizmetçi) eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri (öğretim üyelerini) kendine taraftar eder ve din derslerinden tecerrüt eden (Mecburi din dersine son veren) maarifi rehber edip tâmimine şiddetle çalışır, demektir” (Şualar, s. 461) Süfyan tiyniyetli kişiler; faizi yaygınlaştırdığı, zinayı ceza almaktan çıkardığı, domuzu kesimlik hayvan saydığı, Kur’an’ın kısas (idam) hükmünü kaldırdığı, İslam birliğinin ve Adil Düzenin önünü tıkamaya ve Haçlı Birliğine katılmaya çalıştığı halde, dünya çıkarını ve rahatını önceleyen kimselerce İslam kahramanı sanılacak ve alkışlanacaktır. Oysa Süfyan’ın asıl amacı, Mehdiyet hareketini dağıtmak, İslami şuuru dejenere edip bozmak ve dindarlık görüntüsüyle Müslümanları avutup uyuşturmaktır. Süfyanilerin desteklediği çetelerin ve terörist birliklerin, “insanları acımasızca katledecekleri, öldürülen kimselerin karınlarını deşeceklerini” şeklindeki rivayetler; ABD’nin ve işbirlikçi yönetimlerin kışkırttığı, Suriye Muhalefeti içindeki sapık Vehhabi-Selefi itikatlı El-Kaide militanlarının vahşet ve rezaletlerini hatırlatmaktadır. Süfyani’nin ortaya çıkışı birçok rivayette anlatılmış ve Melheme-i Kübra’nın (Tarihi büyük hesaplaşmanın) zuhur alametlerinden olduğu vurgulanmıştır. Süfyani kuru kahramanlık adına savaş çığırtkanlığı yapacak ve çok sayıda masum insanın kanının akıtılmasına sebep olacaktır. Irakta, Libya’da ve Suriye’deki karışıklık ve katliamlarda barbar Batılı güçlere arka çıkacağı anlaşılmaktadır. Süfyani’nin, Recep ayında ortaya çıkacağının, Irak ve Suriye’deki kanlı çatışmaları kışkırtacağının bildirilmesi de önemli bir ayrıntıdır. Bediüzzaman İstismarı ve gerçeklerin saptırılması! Müminlerin birlik ve dirliğini, ümmetin vahdet ve şevketini temin edecek: İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı İslam Ortak Pazarı İslam Dinarı İslam Savunma Paktı, Ve, ortak İslam bilimsel araştırma ve yardımlaşma programı gibi oluşumların mutlaka gerekliliğini, bunların ayrıntılı plan ve projelerini dahi bilmeyen kişi ve kesimlerin “İttihadı İslam” hevesleri ve “Türk İslam Birliği” hedefleri, sadece hamasi ve hayali bir slogandır ve istismar amaçlıdır. Küfrün ve 212 zulmün, bütün dehşet ve vahşetiyle hâkimiyetine ve İslam âleminin perişaniyetine rağmen, Bediüzzaman Hz.lerini hala “Beklenen Büyük Mehdi” sanma saflığı ve saplantısı da, sadece kuru zan ve kuruntulardır. Hâlbuki zan ve kanaat başkadır, hakikat ve vukuat (oluşan mevcut durum) başkadır. “Onların (bu konuda doğru ve geçerli) hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zan ve tahminle yalan-yanlış konuşup duruyorlar” (Zuhruf: 20) ayetinin uyarılarına kulak asmalıdır. Bediüzzaman'ın eserlerinde yüzlerce sayfa içinde anlattığı bilgiler ve gerçekler, Kendisinin Hz. Mehdi olmadığını delilleriyle birlikte ortaya koymaktadır. Buna rağmen bazıları “Bediüzzaman’ın beklenen Mehdiyet vazifesini yapıp tamamladığını ve dünyanın huzur ve refaha ulaştığını” söyleyecek kadar olayı çarpıtmaktadır. Oysa: 1. Bediüzzaman “Hz. Mehdi'nin seyyidlerden çıkacağını; kendisinin ise seyyid değil Kürt olduklarını” (Emirdağ Lâhikası, s. 266), (Tenvir, Şualar, s. 365) (Münazarat, s.84; Tarihçe-i Hayat, s.228; Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaları, s.18); 2. “Kendisinin Hz. Mehdi'nin bir öncü komutanı ve pişdarı (hazırlık yapıcısı) konumunda bulunduklarını” (Barla Lâhikası, s. 162); 3. “Eserleri ve hizmetleri ile Hz. Mehdi'ye zemin hazırladığını” (Sikke-i Tasdik-ı Gaybî, s. 189); 4. “Hz. Mehdi'nin kendi yaşadığı dönemden bir asır sonra çıkacağını” (Kastamonu Lâhikası, s.57) 5. “Hz. Mehdi geldiğinde kendisinin vefat etmiş olacağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 172) 6. “Kendisinin ve Risale-i Nur’un Mehdi sanılmasının bir hata ve karıştırmaya (iltibas) sayıldığını” (Emirdağ Lahikası, s. 266) açıklayarak Mehdi olmadığını anlatmıştır. 7. “Hz. Mehdi'nin siyaset, saltanat ve diyanet aleminde üç büyük vazifeyi bir arada yerine getirip” Adil bir Düzeni uygulayacağını (Şualar, s. 456), (Şualar, s. 590), (Emirdağ Lahikası, s. 259-260) belirtmiştir; ancak kendisi bu üç görevi bir arada yapamamıştır ve hele Hz. Mehdiye ait olan SİYASET (parti ile hizmet ve hükümet) işlerinden mümkün mertebe uzak kalmış, ama siyasete bulaştığı dönemlerde ise; Sultan Abdülhamit Han’a istibdatla suçlayıp sataşmak, mason ve dönme hainlerin güdümündeki İttihat ve Terakki Partisine arka çıkmak, “namaz kılmayan merduttur!” diye birilerini şiddetle kınarken, hayatı boyunca bir Cuma namazına gittiği bile tespit edilememiş olan diğer birilerini “İslam kahramanı” diye haddinden fazla yüceltip alkışlamak gibi hata ve tezatlardan da kurtulamamıştır.. Üstat “Hz. Mehdi'nin “materyalizm, ateizm ve Darwinizm, Kominizm, Kapitalizm gibi temeli 8. Allah’ı inkar etme üzerine kurulmuş olan dinsiz akımları “tam anlamıyla” etkisiz hale getirerek insanların imanını kurtaracağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9), (Emirdağ Lahikası, s. 259) söylemiştir; ancak bu dinsiz akımların ortadan kalkması Bediüzzaman hayattayken “tam anlamıyla” başarılamamıştır. 9. “Hz. Mehdi'nin, “Peygamberimiz (sav)’in halifesi ve tüm Müslümanların fikri ve fiili lideri” ünvanını taşıyarak İslam ahlakının esaslarını yeniden canlandıracağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9), açıklamıştır; ancak kendisi tüm inananların halifesi (dini ve dünyevi lideri) vasfını taşımamıştır. 10. “Hz. Mehdi'nin tüm dünyaya barış, adalet ve hakkaniyet sağlayacağını ve İslam alemi üzerindeki zulmü kaldıracağını” (Emirdağ Lahikası, s. 259), (Mektubat, s. 411-412), (Mektubat, s. 440), (Şualar, s. 456) bildirmiş; ancak bu durum Bediüzzaman hayattayken oluşmamıştır. 11. “Hz. Mehdi'nin ‘Müceddid-i Ekber’ yani ‘en büyük müceddid’ vasfını taşıyacağını” (Tılsımlar Mecmuası, s. 168) bildirmiştir; ancak Bediüzzaman bu ünvana sahip olmamış, Kur’an ve Sünnet kaynaklı ve asrımızın ihtiyaçlarını karşılayıcı, ilmi ve İslami bir düzen taslağı ortaya koymamıştır. 12. “Hz. Mehdi'nin tüm mezhepleri kaldıracağını ve “en büyük müçtehid” (ihtiyaç oluştuğunda ayetlerden hüküm çıkaran büyük İslam alimi ve önderi) olarak içtihad yapacağını (Tılsımlar Mecmuası, s. 213 168), (Mektubat, s. 411-412) belirtmiştir; ancak Bediüzzaman mezhepleri kaldırmamış, amelde Şafi mezhebine bağlı kalmıştır. (Emirdağ Lahikası, s. 38), (Büyük Tarihçe-İ Hayat, s.202), (Büyük Tarihçe-İ Hayat, s. 206) (Emirdağ Lahikası, s.573) 13. “Hz. Mehdi'nin İslam Birliği’ni sağlayacağını” (Emirdağ Lahikası, s. 260) yazmıştır; ancak Bediüzzaman yaşadığı dönemde tüm dünya Müslümanlarını ortak bir çatı altında toplayarak İslam Birliği’ni kuramamıştır. 14. “Hz. Mehdi'nin, tüm İslam alimlerinin, Peygamberimiz (sav)'in soyundan gelen seyyidlerin ve tüm Müslümanların desteğini alacağını” (Emirdağ Lahikası, s. 260) açıklamıştır; ancak Bediüzzaman yaşadığı dönemde böyle geniş bir kesimin desteğini bulamamıştır. 15. “Hz. Mehdi'nin “üç büyük vazifesini” yerine getirirken çok büyük bir maddi güç ve hakimiyet sahibi olacağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 9) (ve orduyu arkasına alacağını) defalarca vurgulamış; ancak Bediüzzaman böyle büyük bir maddi kuvvet ve hakimiyete kavuşamamıştır. 16. “Hz. Mehdi'nin Hıristiyanların samimi ve ruhani tabakasıyla irtibat ve ittifak yapacağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9) bildirmiştir; ancak Bediüzzaman’a böyle bir girişim nasip olmamıştır. 17. “Hz. Mehdi'nin Hz. İsa’yla birlikte namaz kılacaklarını” (Şualar, s. 493) belirtmiştir; ancak Bediüzzaman yaşadığı süre içerisinde Hz. İsa'yla birlikte olmamış ve beraber namaz kılmamıştır. 18. “Hz. Mehdi'nin Kur’an ahkamını ve İslam ahlakını tüm dünyaya yerleştireceğini ve bütün insanları doğru yola sevk edeceğini” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9) (Mektubat, s. 473) söylemiştir; ancak Kur’an ahkamının ve İslam ahlakının dünya hakimiyetine Bediüzzaman hayattayken ulaşılamamıştır. 19. “Hz. Mehdi'nin, Hz. İsa ile birlikte Süfyaniyet ve Deccaliyet’in fikir sistemini ve zulüm düzenini etkisiz hale getireceklerini” açıklamıştır; ancak Bediüzzaman Hz. İsa ile biraraya gelip buluşmamış, Siyonist ve emrperyalist zalimlerin batıl düşünceleri ve barbar düzenleri yıkılıp ortadan kaldırılamamıştır. Bediüzzaman’ın sözleri açıktır; tüm bunların “batıni tefsir” adı altında farklı şekillerde yorumlanması gerektiği mantığı, Bediüzzaman’ın beyanlarına aykırıdır. Bir kimsenin Hz. Mehdi olabileceğinden bahsedebilmek için Bediüzzaman'ın yukarıda sayılan sözlerindeki tüm özelliklerin “tek bir şahıs” üzerinde görülmesi lazımdır. Evet Bediüzzaman hayatını İman esaslarının ve İslam ahlakının tebliğine adamış, bu doğrultuda çok büyük ve şerefli bir mücadele başlatmış ve bu uğurda nice saldırı ve sıkıntılara katlanmış büyük bir zattır. Ancak Hz. Mehdi'nin haber verilen özelliklerine sahip olmamış, dünya çapındaki büyük İnkilap ve iktidara ulaşamamıştır. Maalesef bu gerçek, zaman zaman çeşitli şekillerde tevil edilmeye çalışılmakta; Bediüzzaman'ın sözlerine gerçek anlamlarının dışında birtakım yorumlar eklenerek farklı düşünceler gündeme taşınmaktadır. Hatta bu yanlış bakış açısı o dereceye varmaktadır ki, Bediüzzaman'a büyük bir sevgi ve saygı duyan kimseler dahi, Onun söylediklerinin anlaşılabilmesi için “risalelerdeki ifadelerin yeterli olmayacağını” ortaya atmaktadır. Onun sözlerini, yalnızca özel sırlara vakıf, özel tefsir gücü olan, özel yeteneklere ve hislere sahip bazı özel kişilerin “batıni tefsir” yaparak anlayabileceği savunulmaktadır. Oysa bu gibi iddialar, böylesine değerli bir müceddidin kaleme aldığı risalelerin tümünü şüpheli hale getirecek son derece tehlikeli safsatalardır. “Bediüzzaman Hz. leri böyle bir tefsir anlayışına gidilecek olunursa, bunun nasıl suiistimale açık hale geleceğini ve bu yolla risalelerde anlatılan hakikatlerin nasıl aslından uzaklaşıp değişeceğini” şöyle hatırlatmıştır: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler (açıklamalar) yazılsa daha münasiptir (uygundur). Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih (düzeltme) lazım gelir. Hem SU-İ İSTİ’MALE KAPI AÇILIR, MUARIZLAR (bu durumdan) istifade (ve istismar) ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik (hakikati araştırıp inceleyip bulan) müdakkik (inceden inceye tetkik eden, en ufak gizli şeyleri bile görmeye çalışan) olmaz, YANLIŞ MANA VERİR, BİR KELİME İLAVE EDER, EHEMMİYETLİ BİR HAKİKATI KAYBETMEYE SEBEB OLUR. Ben tashihatımda (düzeltmelerimde) böyle zararlı ilaveleri çok gördüm... (Emirdağ Lâhikası Elyazma, s. 661) 214 Yaşadığı yüzyılın müceddidi olan böyle mübarek bir şahsın, tüm dünya Müslümanlarını yakından ilgilendiren Mehdiyet konusundaki önemli açıklamalarının da batıni tefsir adı altında yanlış yorumlanması son derece sakıncalıdır. Böyle bir bakış açısı, Risalelerin orijinal halinden uzaklaşmasına ve Müslümanların yanlış yollara kaydırılmasına neden olacaktır. 215 Erbakan Devrimi Devam Ediyor: TARİHİ DEVRAN YAKINDIR! Erbakan herkesi, kendi ayarında ve diyarında idare ediyor, kabiliyet ve kapasitesine göre değerlendiriyordu Bazı etkili kanaat önderleriyle ve bürokraside yetkili dost şahsiyetlerle irtibat ve istişareler konusunda, Hoca’nın kardeşi ve güvenilen kişi sıfatıyla önemli ve özel hizmetlerde kendisinden yararlanılan; ama parti teşkilatlarında ve yan kuruluşlarda resmi görev verilmeyip, hususi ve samimi dairede tutulan Muhterem Kemalettin Erbakan, “niçin vitrine çıkarılmadığı ve siyasi-resmi makamlardan uzak bırakıldığı?” sorusuna şöyle ilginç, hatta bazılarını itici ve incitici bir yanıt vermişti: Efendim, bugüne kadar en merkezde olmanıza rağmen isminiz hiç ön plana çıkmadı. Sizi birçok Milli Görüşçü dahi simaen bile tanımaz bunun sebebi nedir? “Çocukluğumuzda 1943 senesinde Fatih Camii’ne devama başladık. Fatih Camii’nde çok muhterem bir zat var idi, Gümülcineli Mustafa Efendi, çok güzel menkıbeler anlatırdı. O menkıbelerden bir tanesi sorunuza güzel bir cevap olacaktır sanırım. “Bir gün Harun Reşid kardeşi (olarak bilinen, ama manevi nasihatçi olarak görevlendirildiği bilinmesin diye mecnun rolü üstlenen Behlül Dana)ya, “sen de insanların içerisine gir ve bir takım vazifeler al”, diye telkinde bulunmuş (manevi) kardeşi ise sürekli oyalayıp duruyormuş. Ancak Harun Reşid fazla sıkıştırınca, kardeşi “peki o zaman, ben bir yerlere danışayım, sana öyle cevap vereyim” buyurmuş. Harun Reşid onu takip ettirmiş, “gidin bakın bakalım kime danışacak” diye meraklanıyormuş. Kısa bir süre sonra kardeşi Harun Reşid’in yanına gelmiş ve “ben danıştım, (resmi ve yetkili görev) kabul etmiyorum” deyince Harun Reşid, takip ettirdiği için, “sen sadece tuvalete gittin geldin, başka yere uğramadın ki, kime danıştın” diye sormuş… Manevi kardeşi (Behlül Dana): “tuvalete dökülenlere sordum ve şu cevabı aldım; insanların içine girmeden çok kıymetli, çok lezzetli şeylerdik, ama insanların içine girip çıktıktan sonra bu hale geldik!?” Bu nedenle vicdani ayarı ve ahlaki duyarlılıkları yozlaşmış insanların arasına karışır ve sorumluluk alırsam bozulmaktan korkuyorum. O batakta temiz kalma kabiliyetini de kendimde göremiyorum” yanıtını alan Harun Reşit, ona hak verip derin derin düşünmeye koyulmuş…” 131 Ama Erbakan gibi seçkin şahsiyetler; nefsü emmaresinin ve bozuk sistemlerin batağına kapılmış kalabalıkları, bu girdaptan kurtarıp yeniden huzur ve selamete çıkarmak üzere o karanlık dehlizlere atılan, ama üzerine sıçratılan çamurlara rağmen özü tertemiz berrak ve yüzü ak-pak kalan hidayet rehberi kılınmış insanlardır. Peki, milyonları etkileyip hayra yönlendiren Erbakan kendi yakınlarına ve yıllarca yanında kalanlara niye tesir edememiştir? İşte yanıtı Hoca’nın mıknatıs örneğinde gizlidir: Erbakan Hocamız, bir gazeteciyle sohbet etmektedir. Konu Milli Görüş’te yaşanan fesatlıklarla ilgilidir. Gazeteci, ayrılıkları savunur tarzda konuşunca şöyle bir diyalog gelişir: Erbakan: Sen zeki çocuksun, seni severim biliyorsun. Gazeteci: Sağ olun Hocam… Erbakan: Ama bakıyorum da Siyonizm’in mıknatısı seni de kendine çekmeye başlamış. Gazeteci: Hocam bir şey sorabilir miyim? Erbakan: Tabii buyur? Gazeteci: Bu Siyonizm’in mıknatısı nasıl bir mıknatıstır ki; taa Amerika’dan, İsrail’den bizi çekiyor da, sizin mıknatıs bu kadar yakından çekemiyor. Erbakan: Çünkü bizim mıknatıs tahtaları çekmez! Sn. Kemalettin Erbakan Beyefendi, bu röportajına yansıttığı duygu ve saptamalarıyla, Hoca’nın çevresini kuşatan yakın kadroların gerçek fıtratını ve fırsatçılığını, sevdiği ve önemsediği bazı kişileri 131 Bak: takvimhaber.com, Erkan İlyas Helvacı 216 niye bu tezgâhın dışında tutmaya çalıştığını da ortaya koymaktaydı. Hatta Rahmetli Hocamızın vefatı öncesi hastanede, yoğun bakımda can çekiştiği bir süreçte, sağlığında parti mensuplarını ve sadık dava hizmetkârlarını Erbakan’dan uzak tutmaya çalışan Oğuzhan Asiltürk ve Yasin Hatipoğlu gibi kurmayların(!), doktorların ve yakınlarının bütün uyarılarına rağmen, her gün üç-beş heyeti, güya teşkilat sorunlarını görüştürme bahanesiyle Hoca’nın yanına sokup saatlerce ve aşırı derecede nasıl yorduklarını, sanki bir an evvel ölümünü hızlandırmak istiyor gibi davrandıklarını, Hocamızın da başgöz işaretiyle bu işkenceye nasıl katlandığını ve usandığını aktaran küçük kardeşi Kemalettin Bey “Bu azaptan ve hıyanet girdabından biran evvel kurtulması niyetiyle, ağabeyinin ölümünü temenni edecek kadar vicdanının daraldığını” itiraf etmekten sakınmamıştı. Erbakan, “Gerçek”lerin dili ve selametin (kurtuluş reçetesinin) delili oluyordu! Dönemin Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçisi Albert Çernişev, Erbakan’dan “Adil Düzen’in” kendilerine anlatılmasını rica ediyor, Hocamız ise Rusya’dan gelen Profesör, diplomat ve üst düzey bürokratlardan oluşan bir heyete, üç ayrı bölüm halinde “Ekonomik, İlmi, Ahlaki ve Siyasi Adil Düzen Esaslarını” aktarıyordu. “İşte dünyayı, ancak bu sistem kurtarır!” diyerek, hayret ve memnuniyetini dile getiren Çernişev Erbakan’a dönüp: “Her sosyal ve ekonomik sistemin dayandığı bir kültür kökeni vardır. Bize anlattığınız ve hayran kaldığımız bu ADİL DÜZEN hangi temellerden kaynaklanıp besleniyor?” diye sorunca, Hocamız: “Bak Sovyetler dağılıyor, komünizm iflas ediyor. Şimdi siz neyi aramaya koyulmuşsunuz?” deyince Çernişev: “Biz hakikati, doğru olanı arıyoruz!” yanıtını veriyordu. Bunun üzerine Hocamız: “Yüce Allah, bu muhteşem kâinatla beraber, mükemmel kanun ve nizamlar da yaratmıştır. İşte bu ilahi doğal ve sosyal kuralların hepsi birden Hak’tır, gerçek ve gerekli olandır… Bizim Adil Düzen programlarımız da bu mutlak doğrulara ve doğal kurallara dayanmaktadır” açıklamasını yapıyor, Çernişev ve Rus bilim heyeti saygıyla karşılıyordu. Ama bunun yanında Türkiye’de Prof. Dr. Necmettin Erbakan üzerine ilk ve tek doktora tezini hazırlayan Dr. Işıl Arpacı Hanım Hoca’nın Milli pozisyonunu, tarihi vizyonunu, İslami ve insani misyonunu bir tek röportajda çözebiliyordu: Dr. Işıl Arpacı, 'Türk Siyasal Yaşamına Etkileri Bakımından İslamcılık ve Necmettin Erbakan' konulu tezini, neden konu olarak Erbakan’ı seçtiğini, Erbakan’ı diğer liderlerden ayıran özellikleri, Erbakan’ı tanıma ve tanışma sürecini, Erbakan’dan neler öğrendiğini, en çok hangi yönünden etkilendiğini, Erbakan’ın vefatını ilk duyduğundaki duygu ve tepkilerini şöyle anlatıyordu: Neden Erbakan? Esasında Necmettin Erbakan’ı çalışma fikri, başlangıçta aklımda hiç olmayan bir şeydi. 2007 yılında doktora tezi için belirlenen ilk konu, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel’in karşılaştırmalı incelenmesini kapsıyordu. Okumalar ve literatür araştırmasına yoğunlaşınca, Ecevit ve Demirel hakkında yazılmış çok sayıda teze rağmen, Necmettin Erbakan’ı doğrudan konu alan bir tez olmadığını gördüm. Ek olarak Erbakan’ın Demirel’den farklı olarak oluşturduğu bir dünya görüşünün olması, bu dünya görüşünün Ecevit’in oluşturduğu siyasal duruştan da (ortanın solu örneğinde olduğu gibi) farklı olması ve hala yaşıyor olması tek başına Erbakan’ı çalışmak için nesnel nedenlerim olarak belirdi. Öznel olarak da Necmettin Erbakan, benim hiç tanımadığım bir dünyayı ve dünya görüşünü temsil ediyordu. Necmettin Erbakan’ı benim için ilginç yapan; farklı sosyo-ekonomik-politik çevrelerden çok farklı insanlar için Erbakan’ın; ya akan suları durduracak kadar çok sevilen bir lideri, ya da yağan yağmuru ondan bilecek kadar tepki uyandıran bir siyasetçiyi temsil etmesiydi. Kimle konuşursanız konuşun, herkesin kafasında bir Erbakan profili var fakat hepsi birbirinden farklı. Erbakan’ın kim olduğu, ne yapmak istediği, nereden gelip nereye gittiği, insanların siyasal yelpazede kendini konumlandırdıkları yere göre değişen kocaman bir boşluk. Ancak daha önemlisi ve benim için asıl merak uyandıran Erbakan’ın tüm parti kapatmalara, siyasi yasaklara rağmen inatla siyasette kalabilmesi, kitleleri peşinden götürebilmesi ve elbette bunu nasıl becerebildiğiydi? 217 Tezden önce Erbakan hakkında; insanlara İslami bir yaşam biçimi dayatan, bunun için inatla yeni parti kuran, yavaş konuşan bir siyasetçi olduğu gibi öznel yargılarım olduğunu belirtmeliyim. Hatta antipatik bulduğumu bile söyleyebilirim. Tabii bunun en önemli nedeni, 28 Şubat sürecini herhangi bir zarar almadan atlatmış, sistemle en ufak bir sıkıntı yaşamamış biri olmam. Önceki rastgele okumalarımda elime geçen ve özellikle RP’nin yükselişe geçtiği döneme ilişkin çalışmaların da etkisini inkâr edemem. Hatta ilginç gelebilir, Necmettin Erbakan’ı Noel babaya benzeten yabancı bir çalışmaya bile rastlamıştım. İtiraf etmeliyim ki, geçmişe dönük en büyük hatam siyasal ezberlerimi bozmak konusundaki direncim oldu. Erbakan ile ilgili okumaya başladıktan yaklaşık 7-8 ay kadar sonra, acı verici de olsa bu direncimi kırmayı becerdim. Aslında Milli Görüş’ün içinde ya da yakınında olmayınca, Necmettin Erbakan’ı ve Milli Görüş’ü anlama şansınız çok az oluyor. Toplumsal siyasette oluşan görünmez kutuplaşmayı çok daha iyi anlıyorsunuz ortada durunca. Önemli boyutta diğerlerini anlamama üzerine kurulu bir kutuplaşma bu. Çok beylik bir cümle olacak ama, toplum olarak siyasal aklımız ne yazık ki takım tutar gibi çalışıyor. Tabii böyle bir aklın yaratılmasında medyanın katkılarını da yadsımamak gerekiyor. Eğer Erbakan’ı sadece basından takip ediyorsanız bile, Erbakan hakkında olumlu bir geribildirim oluşturmanız çok zor. 28 Şubat sürecini bir yana bırakın, çocuklarının düğünü hakkında yazılanlar, kayıp trilyon davası ve hatta yakınlarda Numan Kurtulmuş’un Saadet Partisi’nden ayrılma sürecinde yazıp çizilenler bile insanların kafasında Erbakan ile ilgili negatif etki yaratmak için yeterli. Umuyorum bir gün bir iletişimci çıkar ve basının Erbakan’ı neden ve nasıl manipüle ettiğini inceler. Kesin bir yargı olarak sunmak istemem fakat Erbakan ve Milli Görüş hakkında sunulan yaygın düşüncenin siyasal konjonktürle ilgisi olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Özellikle vefatından sonra, Erbakan ile ilgili estirilen pozitif rüzgârın, yine değişen siyasal konjonktürden bağımsız olduğunu düşünmek çok zor. Tezinizi hazırlarken teknik olarak tanıdığınız Erbakan hakkındaki düşünceleriniz? Necmettin Erbakan’ı çalışmak, hele de benim gibi tamamen konunun dışında biriyseniz, dipsiz bir kuyuya düşmekten farksız hale geliyor. Erbakan’ı anlamak için, Erbakan’ı okumak, dinlemek yetmiyor. Kendi deyimiyle “kuş diliyle” konuşmak durumunda kalan bir lider Erbakan. Siyaset biliminde kullandığımız Batılı literatüre ilişkin kavramlarla anlayamıyorsunuz, tanımlayamıyorsunuz Erbakan’ı. Zira tüm siyasal yapılanmayı, söylemi, verdiği tepkileri, kullandığı kavramları İslam’ı referans alarak oluşturmuş; İslami terminolojiyi siyasal alana büyük bir ustalıkla tercüme etmiş. Bu açıdan, kısaca Necmettin Erbakan’ın yaptığına, genel kabul gören tanımlamanın aksine siyasal İslamcılık demek yerine “İslami siyaset” demenin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Bunu iki nedene dayandırmak mümkün. İlk olarak ve teorik bağlamda Necmettin Erbakan’ın siyasal uygulamalarının kökeni, İslam düşüncesinin Sünni kaynaklarından besleniyor. Parti teşkilatlanmasından, yönetim biçimine, aldığı kararlara kadar her konuda referansı Sünni siyasal anlayış. Bu yüzden siyasal tavrı çatışmacılıktan uzak. Burada Gümüşhanevi Dergahının, özellikle Abdülaziz Bekkine ve M. Zahit Kotku’nun etkisini de görmek gerekiyor. İkinci olarak, ben teorik olarak siyasal İslamcılık ya da siyasal İslam’ı, soğuk savaş sonrası Batılı siyaset tarafından üretilmiş yapay bir kavram olarak değerlendiriyorum. Bir ön kabul olarak “modern dünya”nın siyasal gerekliliklerinin dışında kalan fakat içeriği tam olarak belirlenmemiş, İslam’ı referans olan her tür düşünceyi kapsayan ancak yöntemi en baştan şiddet ve terörle eşleştirilmiş, her tür Müslüman siyasal eylemliliğini açıklamak üzere sunulan bir kavram bence siyasal İslamcılık. Türk siyasal hayatında Necmettin Erbakan’ı en ayrıcalıklı kılan noktalardan biri de, yine İslam’ı referans alan Milli Görüş’ü oluşturması, onu iktidara taşıması ve Milli Görüş’ün hala yaşıyor olması. Çok partili yaşama geçildikten sonra bunun bir örneğine daha rastlamak çok zor. Her ne kadar dünyadaki İslamcı düşünceyle bağlantısı kuruluyor ve onun bir parçası olarak düşünülüyor olsa da, Milli Görüş, bana göre, Türkiye şartlarında biçimlenmiş özgün bir ideoloji. Türkiye’de Necmettin Erbakan deyince akla gelen konulardan biri de laiklik. Sanıyorum Necmettin 218 Erbakan için, “Türkiye’de uygulanan laiklik anlayışına inanmıyordu” demek olağandışı ya da sıra dışı bir tespit olmayacaktır. Her şeyden evvel Necmettin Erbakan’ın kendi tanımıyla bir laikliği var. Bu laiklik, devletin dininin olup olmaması belirsiz olmakla birlikte kişilerin dini yaşamlarını her alanda; siyasal, toplumsal, hukuksal… olarak özgürce yaşamasına ve buna devletin müdahale etmemesine dayanıyor. Aslında Necmettin Erbakan’ı siyasette zora sokan şey, tam da bu noktada kendini gösteriyor: Devletin bireysel dini yaşamı kontrol ve denetim altına alması, düzenlemesi, sınırlarını çizmesi. Dolayısıyla Necmettin Erbakan’ın siyasal yaşamı boyunca karşısına çıkan şeyin aslında laiklik değil, en kabul edilen tanımıyla devletin din üzerindeki iktidarı olduğunu ifade etmek mümkün. Necmettin Erbakan’ın siyasal hayatta ayırt edici bir diğer özelliği, temsil ettiği kitleler üzerindeki etkisi. Sadece iknaya dayanmayan farklı bir bağ var Necmettin Erbakan ile aralarında. Bunun sonucunu en iyi, zor zamanlarda görüyorsunuz. Örneğin ne 12 Eylül öncesi ne de 28 Şubat sonrasında aşırılığını görmüyorsunuz bu kitlelerin. Dolayısıyla burada iki şeyi çok net ifade edilebilir: İlk olarak Erbakan sadece bir siyasetçi değil, bir lider, yol gösterici. Bunu hem siyasi hem de dini olarak okumak mümkün. İkinci olarak Erbakan temsil ettiği kitlelerin taleplerini siyasal alana aktararak ve bu kitleleri görünür kılarak, onları oy deposu olarak gören siyasetçilerden ayrılıyor. Bu nokta Türk siyasal hayatı için bence çok önemli. Çünkü böylelikle hem bu kitleleri siyasal sistemin dışına çıkarmıyor, hem onların taleplerinin siyasal alanda karşılığını bulmaya çalışıyor ve böylece onların devlet ve iktidara bakışını değiştiriyor, hem devletin vatandaşlarının taleplerine karşı tolerans düzeyini yükseltiyor ve hepsinden önemlisi demokratik sistemin ve çoğulculuğun gelişimine katkı sağlıyor. Necmettin Erbakan’ı çalışmanın en keyifli tarafı ise zekası ve bunu hayata yansıtma biçimi. İnce zeka gerektiren, nüktedan ve esprili bir söylemi var. Hep Necmettin Erbakan’ın siyasal düşüncelerinin anlaşılmadığı söylenir, bence söylemleri için de geçerli bu ve yine bence Erbakan da bunun farkında olmuş hep. Verdiği röportajlarda bunu daha yalın olarak görüyorsunuz. Keskin bakışları vardı ve dakikalarca gözlerini kırpmadan gözlerimin içine baktı. Uzun süre konuştuk. Ben sordum, o anlattı, bazen de kendisi yönlendirdi konuşmayı. Konuşurken, zekâsını daha iyi fark ediyorsunuz. Bununla ilgili ilginç bir ayrıntıdır bence; kütüphanedeki kitapların yerini tek tek biliyordu. Görüşmenin bence en etkileyici tarafı, 28 Şubat’ı anlatmasıydı. Herkesten dinleyebilirsiniz ya da okuyabilirsiniz fakat 28 Şubat’ı Necmettin Erbakan’dan dinlemek, siyasal hayat çalışan biri için sanıyorum muazzam bir kazanım. Görüşme bittiğinde bundan sonra her ay görüşelim dedi. Beklemek zorunda kaldığım 2,5 yıl için içimin nasıl sızladığını anlatamam. Yüz yüze tanıştığınız Erbakan’la 3. ve 4. Sorudaki Erbakan arasında ne gibi farklılıklar gördünüz? Sanıyorum fark sadece bizim zihinlerimizde. Bir kurguladığımız Erbakan var bir de gerçek Erbakan. Gerçek Erbakan’a ne kadar temas edebildim bilemiyorum ama en azından kafamda kurguladığım Erbakan’dan vazgeçtim. Her şeyden önce Erbakan ve Milli Görüş hakkında yaratılan korkuların yersizliğini görüyorsunuz tanıyınca. Ben Necmettin Erbakan’ı ve Milli Görüşü bir inanç mücadelesi olarak görüyorum. “Ben inançlarıma uygun yaşamak ve yönetilmek istiyorum”un siyasal karşılığı da diyebilirsiniz buna. Yıllarca inançları sorgulanmış, bunun için ötekileştirilmiş, onaylamadığı bir yaşam biçimini yaşamak için baskılanmış insanların kimlik kazanma sürecini temsil ediyor Necmettin Erbakan. Fakat bu olumsuz bilinçaltına rağmen, farklı olanı dışlamayan, sorgulamayan, baskı altına almayan bir yapısı var. Buna en azından benim karşılaştığım muameleyi örnek gösterebilmem mümkün. Daha çok birlikte olabilme fırsatım olsaydı, durum değişir miydi?, sanmıyorum. Dolayısıyla benim için Necmettin Erbakan hakkındaki belki de en önemli fark noktası bu: “Korkmaya gerek yok!” (muş). Bir başka açıdan benim için, Necmettin Erbakan’ın söylediği şeylere kendisinin ne kadar inandığı önemli bir sorgulama konusu olmuştur. Yüz yüze görüşünce anlıyorsunuz ki; Necmettin Erbakan söylediği ve yaptığı her şeye gerçekten inanıyor zaten bu nedenle karşısındakini ikna etmek gibi bir ihtiyaç hissetmiyor. 219 Dönüp dolaşıp mutlaka kendisiyle aynı noktaya varacağınıza inanarak anlatıyor. Dışarıdan zekâsını ve nezaketini zaten izleyebiliyorsunuz Fakat bunların dışında aynı zamanda sempatik ve duygusal bir insan olduğunu da görüyorsunuz. Bu da daha önce ifade ettiğim, insan olan Erbakan’ın farkı sanırım. Bir de bence en önemlisi, Erbakan’ın kafasındaki siyasal anlayışın temelini, Hak-Batıl mücadelesinin oluşturması. Bu nedenle Erbakan, siyaset yaptığı alanı sadece Türkiye olarak değil tüm dünya olarak değerlendiriyor. Dünyanın her neresinde hakla batılın mücadelesi varsa, Erbakan kendisini hakkın temsilcisi olarak batıla karşı konumlandırıyor. Dolayısıyla okuduğunuz, izlediğiniz ve sadece Türkiye’de siyaset yapan Erbakan’ın dışında, bir de dünya için kafa yoran bir Erbakan var. Erbakan’ın vefatını duyduğunuz anda neler hissettiniz? İnanmadım. Kaç yerden teyit ettiğimi hatırlamıyorum. Sonrası kocaman bir boşluk duygusu… . Tezimi teslim edeceğim güne kadar, 27 Şubat 2011’i yazmadım ben. Her ölüm üzücüdür fakat sanıyorum Necmettin Erbakan’ın vefatı, verdiği üzüntü kadar ders verici de oldu. Vefatının üzerinden saatler geçmeden, siyasal mirasını paylaşanlar, yaşarken ardından onca şey söyleyip sonra ona methiyeler dizenler… kızıyorsunuz. Ama yine de 28 Şubat’tan bir gün önce vefat etmiş olması çok anlamlıdır bence ya da bu anlamı ben yüklüyorum, bilemiyorum. Kocaman, mücadele dolu bir yaşama tanıklık ediyorsunuz. Buraya kadar kızıyorsunuz, beğeniyorsunuz fakat en kötüsü o yaşamın bitişine de tanık olmak. Tarifi yok bunun. Erbakan’da sizi en çok etkileyen özellik ne oldu? Aslında akademik çalışma yaparken çalıştığınız konudan etkilenme lüksünüz yoktur zira bu çalışmaya zarar verir. Fakat sanıyorum şimdi söylemenin bir zararı olmaz: tek kelimeyle mücadeleciliği. Tezi yazarken, sürekli “ben olsam ne yapardım” diye sordum kendime. Çoğu zaman verdiğim yanıt, “bırakırdım” oldu. Bıraksaydı, “Necmettin Erbakan” olur muydu? Sanırım hayır. Mücadeleciliği çok etkileyici, ben bunu sadece kendi adına ve iktidar hırsı için yaptığını düşünmüyorum. Örneğin 12 Eylül’ün siyasi yasaklarının ardından Ecevit’in yanına gidiyor, parti kurup siyasete geri dönmesini istiyor; son dönemlerinde, hastanede yatarken, kendi hazırladığı seçim afişleri vardır. Ülkesine, insanlara ve oluşturduğu ideolojiye karşı hissettiği sorumluluk duygusundan kaynaklanıyor bence mücadeleciliği. “Kenara çekilip sadece akil adam olmak” gibi bir beklentiye karşılık, yapacağı şeylerin olduğuna inanması, çaba harcaması ve bunu son anına kadar hiç bırakmaması…”132 Milli Çözüm Dergisi’nin yazılarından ve Erbakan’la ilgili yayınlarından etkilenen Japonya’nın önemli bir düşünce kuruluşunun İstanbul temsilcisi Dergimizi arayıp görüşmek ve Japonya’da konferans verdirmek istediklerini aktarmışlardı. Daha sonra Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı ve Erbakan’ın dünya siyasetine yön verici atılımlarını dikkatle izleyen ülkelerin başında gelen Japonya’nın günlük 10 Milyon tirajlı YOMİURİ SHIMBUN gazetesi 1997 yılından bu yana yayınladığı ‘’20. Yüzyıla Bakış’’ isimli yorum-Analiz dizisinde Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın görüşlerine, yorumlarına ve bilgilerine yer vermeyi kararlaştırmıştı. Bizzat İstanbul Büro şefi Mr. Koji Sakurai tarafından yazılı olarak Erbakan Hocaya ulaştırılan röportaj teklifi Erbakan tarafından kabul edildiğinde YOMİURİ SHIMBUM gazetesi İstanbul büro şefi yapacağı söyleşiden dolayı oldukça mutluydu. Koji Sakurai İslâm âleminde ve tüm dünya devletlerinde ilgiyle izlenen bir bilim ve siyaset adamının fikirlerini, görüşlerini, yorum ve eleştirilerini Japon halkına ulaştırabilmenin heyecanıyla 05.09.2000 tarihinde geldi Altınoluk Beldesine, Erbakan Hocanın yazlığına. Günlük 10 Milyon tirajlı YUMİURİ SHIMBUM gazetesinin Röportaj teklifinde şu satırlar yer almaktaydı: Ekselansları Necmettin Erbakan 132 4 Mart 2013, takvimhaber.com 220 YUMİURİ SIMBUM Gazetesi 1997 yılından beri ‘’20. Yüzyıla Bakış’’ isimli bir yorum / analiz dizisi yayınlıyor. Bu çerçevede sizinle geçtiğimiz 100 yılı tahlil eden, devrimleri, savaşları, endüstriyi, bilimi, felsefeyi ve yaşam sitilini içeren çok geniş ve kapsamlı bir görüşme yapılması istenmektedir. 20 yüzyılın tarihi olaylarını takip etmek ve gelecek nesillere aydınlatıcı mesajlar vermek için bir program hazırlıyoruz. Zatı âlinizin görüş ve yorumlarını önemsiyoruz ve öğrenmek istiyoruz” diyerek yaptıkları uzun röportajın bir özetini şöyle sunmuşlardı: Erbakan’a göre: 20. Asrın Özet Yorumu Önce bir defa yukarıda yapmış olduğumuz açıklamalar şu gerçekleri açıkça ortaya koymuştur. 20. asır yeryüzündeki insanların istedikleri manada barış, huzur, saadet ve sükûn asrı olmamıştır. Birçok huzursuzluklar, savaşlar olmuştur. İnsanlar istedikleri saadete kavuşamamışlardır. Yukarıda yapmış olduğumuz açıklamalar gösteriyor ki, insanlar saadet ve huzur aradıkları 20. asırda hüsrana uğratılmışlar, yanılmışlardır. İçinde bulunduğumuz asırda, yukarıda yapmış olduğumuz açıklamalar şu gerçekleri ortaya koyuyor: İnsanlar bu asırda tahakküm ve diktadan hayır gelmeyeceğini görmüşler, baskıdan hayır gelmeyeceğini öğrenmişlerdir. Bütün bunların sonucunda insan hakları, demokrasi ve hürriyete özlem duymuşlardır. İkinci olarak; insanlar bu asırda ümit olarak ortaya atılan ve fakat sadece gözyaşı, ıstırap ve kan getiren materyalizmin iflâsını görmüş ve yaşamışlardır. Bundan başka üçüncü olarak; 20. asır boyunca İslâm’ı düşman görüp ortadan kaldırmak isteyenler bunu başaramamış ve bunun mümkün olmadığını anlayarak bir arada yaşamayı öğrenmek mecburiyetinde kalmışlardır. Dördüncü olarak; sömürü yapmak mümkündür bunu görmüşler ancak bu insanlara saadet getirmemiş, milletlerde gerginliği arttırmıştır. Beşinci olarak; bu asırda insanlık çifte standarttan fayda gelmeyeceğini, saadet için adaletin gerektiğini ve aynı zamanda tekebbürden faydalar sağlanamayacağını, saadet için eşitlik olması lâzım geldiğini ve çatışma değil, tahakküm değil, diyalogun esas alınması gerektiğini acı tecrübelerle tekrar tekrar yaşayarak görmüşler ve anlamışlardır. Ve nihayet Altıncı olarak; 20. asırda insanlar çevreyi daha iyi tanımış ve bilgilenmişlerdir. Bu asra girerken çevreyi sınırsız, istediği gibi istismar edilebilir olarak düşünüyorlardı. Fakat bu asırda bir yanda endüstri, bir yanda hava kirliliği, diğer yandan ormanların tahribatı ve bunun sonucu doğal dengenin bozulması meydana geldi. Doğal dengenin bozulması karşısında insanların örgütlenerek ‘’Çevreyi düşmanlardan korumak lâzımdır’’ fikrinin oluşması ve gelecek nesillere korunmuş bir çevre bırakılması bilincinin yerleşmesi 20. asrın insanlara kazandırdığı en önemli şuurlanmadır, çevre aşkıdır. İşte şimdi bu gerçekler açısından baktığımız zaman sonuç şudur ki, 20 asır tam bir deneme, ders alma asrı olmuştur. Bu asırda insanlık bütün gücünü, menfileri, olmaması lâzım gelenleri, yapılmaması icap edenleri gerçekleştirmek istemiş, elinden gelen her türlü gayreti göstermiş fakat bunların sonunda hüsrana uğramış ve menfilerle bir saadete ulaşılamayacağını açık bir şekilde göstermiştir. Şimdi artık bu denemelerden sonra 21. asra girdiğimizde hiç kimsenin ders almamış durumda olmaması gerekir. Yani bir insan halâ baskı ve Faşizmden sonuç alınır, hayır gelir zannederse çok yanılır ve 20. asırdan ders almamış olur. 20. asır baskı ve faşizmin değil, Demokrasi ve Hürriyetin ancak insanlara saadet getireceğini göstermiştir, Aynı şekilde İslâm’ı ortadan kaldırmak zihniyetinin de insanlara saadet getirmeyeceği, ne İslâm’ı, nede başka bir topluluğu ortadan kaldırmak doğru bir yol değildir. Saadet bir arada yaşamak ve işbirliğindedir. İşte 20. asır baştan sona bu dersle doludur. Sözün burasında bir defa daha tekrar ediyorum. 21. asra girdikten sonra hâlâ bu fikirlerin saplantısı içinde olanlar varsa, onlar 20. asırdan ders almalıdırlar ve bu sapık fikirlerden vazgeçmelidirler. Aynı şekilde 20. asır sömürüden saadet ve huzur gelmeyeceğini, ekonomide işbirliği ve adil şekilde münasebetlerin kurulmasından saadet geleceğini açık bir şekilde gösteren sayısız derslerle doludur. 20. asrın bu kadar açık derslerinden sonra 21. asra girildiğinde hâlâ çifte standarttan, tahakkümden ve tekebbürden sonuç alınacağını zannedenler varsa bunlar yanılmaktadırlar. Kendilerini bir an evvel düzeltmeleri lâzım gelir. 20. 221 asır onun için gerekli dersleri fazlasıyla ihtiva etmiştir. Ve nihayet 20. asırdaki bunca acı denemelerden sonra hâlâ 21. asırda insanlar çevreyi sınırsız zannederlerse ve hoyrat bir şekilde bunu kullanmaya kalkarlarsa bunun sadece kendi nesillerine değil, gelecek nesillere de yapacağı en büyük haksızlık olduğunu idrak etmelidirler. Bunu idrak etmeyen insanlar mutlaka 20. asrı yakinen tanımalıdırlar. Sonuç olarak 20. asır; insanların saadeti için D-8’lerin bayrağındaki 6 tane yıldızın gösterdiği yolda yürümek gerektiğinin baştan sona kadar delilleriyle ispat edildiği bir asır olmuştur. Bundan dolayıdır ki, 20. asrın 21. asra en önemli hediyesi D-8’ler hareketidir. Erbakan Hoca Mısır’daki mazlum müminlerin mahkemelerini bile bizzat takip ediyor ve sahip çıkıyordu: “Bizim liderimiz bizi düşünmüş sizi göndermiş, artık idam etseler de gam yemeyiz!” sevinci “1995 de bir akşam hocamızın özel kalem müdürü telefonla aradı. Hoca sizi bekliyor dedi. Ben de Meclis’ten Genel Merkez’e geldim. Hoca bize özetle “Müslüman Kardeşler teşkilatının üst düzey yöneticilerinin üç yıl Önce Amel (işçi) Partisi’nden seçimlere katılmak istemeleri üzerine tutuklanarak idam talebiyle yargılandıklarını ve bizim de onları mahkemede savunmamamızı” istedi. (Tabi bu arada, Mısır mahkemesinde nasıl savunma yapılması gerektiğinin de öğretmişti) Ertesi günü havaalanında tarifeli uçak beklerken Hocamın Özel Kalem Müdürü bize bu iş için özel bir uçak kiraladığını ve uçağa binmemizi istedi. 6 kişilik bir jet uçağı idi, uçağa bindik bir pilot üç milletvekili Kahire’ye geldik. Çıkışta bizi karşılamak üzere Hasan el Benna’nın oğlu Avukat Seyfülislam el Benna ve El Ezher Üniversitesi’nde okuyan üç Türk öğrenci bekliyordu. Ertesi gün sabah bizi otelden aldılar, duruşmanın yapılacağı Askeri mahkemeye götürdüler. Orada duruşma başlamadan önce tutukluları getirdiler büyük arabaların içinde aslan kafeslerine benzer kafeslerde idiler. Raylı bir bölmenin dışı yine parmaklıklı idi. Tutukluların kafesleri bu raylar üzerinden mahkeme salonuna getirildi. Ben yanlarına gittim aramızda bir metre mesafeden fazla boşluk vardı. Onlara “bizi Türkiye’den Necmettin Erbakan gönderdi, sizi mahkemede savunacağız bizler onun milletvekilleriyiz” dedim. Bu sözlerimi Türk öğrencilerden biri Arapçaya tercüme etti. Birden büyük bir ağlama sesi duyuldu. Hepsi ağlıyordu. Bir şeyler söylüyorlardı. ”Niçin ağlıyorlar ne söylüyorlar?” diye sordum bana dedi ki: “Bunlar sevinçten ağlıyorlar. Diyorlar ki bundan sonra bize idam etseler gam yemeyiz. Bizim liderimiz İslam Davasının rehberi Aziz Erbakan Hocamız bizi düşünmüş bize sizleri göndermiş. Bugün bizim bayram günümüzdür karar ne olursa olsun artık umurumuzda değil” dedi. Onların ağlaması beni de hislendirdi ve onlarla birlikte ağlamaya başladım. Sonra mahkeme heyeti geldi. Bizler dilekçemizi verdik Türkiye’den geldiğimizi baroya kayıtlı avukatlar olduğumuzu sanıkların vekâletlerini bilahare alacağımızı mahkemede savunma avukatları olarak kabulümüzü istedik. Mahkeme heyeti Mısır hukuk fakültelerinden birinden mezun olmadığımızı ve Mısır’da baroya kayıtlı olmadığımızı ayrıca Mısır vatandaşı olmamamızdan dolayı talebimizi red etti. Bu kez ben o günlerde almış olduğum Uluslararası Af Örgütü’nün üye kartını mahkemeye sundum. Duruşmaya gözlemci sıfatıyla kabulümüzü istedim. Tercümanlar tercüme ettiler. Mahkeme üye kartıma baktı sonunda gözlemci olarak bizi mahkemeye kabul ettiler ve duruşma başladı. Sonunda duruşma bitti ve mahkeme heyeti odalarına çekilirken ben yerimden fırladım son üye içeriye girerken yetiştim. Kapıyı kapatırken ayağımı kapının arasına koydum bana “memnu memnu” dedi. Ben de yanıma gelen Türk öğrenciye “Bu hâkime söyle bu yargılama dünyanın hiçbir yerinde olmamaktadır. Siz sivil şahısları sivil suçları askeri mahkemede yargılıyorsunuz ortaya konulan deliler de geçersizdir. Bir binaya giren herkesi idamla yargılıyorsunuz. Ancak binanın önüne bir levha dikmemişsiniz bu kapıdan giren idam edilir diye” söylediklerimi çevirmesini söyledim. Bu arada gürültüye diğer hâkimlerde geldiler. Bende bunları dedikten sonra “eğer bu hususta görüşmezsek önümüzdeki duruşmaya en az on avukatla ve insan haklan örgütleriyle, af örgütüyle katılacağımızı bu konuda Mısır’ın adalet sistemini, adil yargılama haklarını ihlal ettiğini tüm dünyaya duyuracağız” dedim. Sözlerim tercüme edilince mahkeme heyeti başkanı bize “şimdi gidin yarın buraya gelin görüşelim” dedi. Biz de mahkeme binasından ayrıldık. İkinci gün tekrar mahkeme binasına geldik. Mahkeme başkanının odasında oturduk hâkimler gelmişti. Bu 222 konuda daha önce bu şahısların sivil mahkemede yargılanıp beraat ettiklerini bildiğimizi kendilerine anlattık. Onlara yeni teklifimizin bu tutukluların yattıkları süre de göz önünde tutularak kendilerine üç yılı geçmemek üzere ceza verilsin ve tamamı tahliye edilsin teklifine onlar da olumlu baktılar. Bir sonraki duruşmada bu kararı vereceklerini ifade ettiler. Biz de Ankara’ya döndük. Durumu hocamıza anlattık memnun oldu mahkemeyi takip etmemizi istedi. Bir sonraki duruşmada her birine dediğimiz gibi tutukluluk süreleri kadar ceza vererek salıverildiklerini öğrendik.”133 Muazzam inkılâbın doğum sancıları “Hak gelince Batıl zail olur” gerçeğinin zihinlere, gönüllere daha kolay nakşedilmesi… Yeni Bir Dünya Düzeninin gerçek tarihinin nasıl şekillendiğinin bilinmesi için bunlar aktarılmıştır. Muhyiddini Arabî’den Konya’ya gelen zafer muştuları! Çünkü tarihin en kırılgan ve önemli dönüm noktasında, dünyanın en stratejik coğrafyasında, ‘yalana teslim’ olmuş insanlığın geleceği, dünya ve ahiret saadeti; Hoca gibi ender ve önder Liderlerin yaptıklarını ve amaçlarını kavramaya bağlıdır. İsterseniz sözü asırlar öncesine ve hikmet kutbu şahsiyetlere bırakalım: Erbakan Hoca’nın gerçekte neyi temsil ettiğine Selçuklu payitahtı Konya’da zikrettiği şu mealdeki sözleri, “Erbakan kimdir, Milli Görüş nedir” sorusunun en anlamlı ve kapsamlı yanıtı sayılmalıdır: “Milli Görüş, bütün insanlığın kurtuluş hareketidir. Bundan asırlar önce Muhyiddin İbni Arabi Hazretleri de, insanlığın karanlığa mahkum olduğu bir zamanda İkinci Kurtuluş Hareketi’nin Konya’dan başlayacağını müjdelemiştir!” (Birinci Kurtuluş, Kâinatın Efendisi (S.A.V.) ile başlayan ve 11 asır devam eden İslam’ın Aydınlığı Dönemidir) EN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR... 133 Fethullah Erbaş, 4 Mart 2013, Milli Gazete 223 SİYONİZMİN SON ÇIRPINIŞLARI VE ERBAKAN KORKULARI Soner Yalçın’ın “ERBAKAN” Kitabı: İLTİFAT KILIFLI İFTİRALARI Rahmetli Hoca aleyhine, sağdan soldan topladığı iftira ve saptırmaları, hatta masonik merkezlerin uydurduğu dedikodu ve fısıltıları, çoğuna hiçbir kaynak ve belge göstermeden, bu hezeyanları kendi araştırma ve saptamaları gibi okuyucuya sunan Soner Yalçın “ERBAKAN” kitabıyla134 sabataist takımının ve gizli İslam düşmanlarının niyetini ve tıynetini ortaya koyuyordu. Çoğu asılsız ve kasıtlı iddialar olarak, halkın kafasını karıştırmak üzere medyaya yansıtılmış ve mahkeme açılmaya bile değer bulunmamış, bir kısmı da mahkemelerce temelsiz ve geçersiz bulunup aklanmış ne kadar isnat ve iddia varsa hepsini derleyip; “Eziyet edilerek yalnızlığa yükseltilen bir siyasi liderin portresi” gibi bir alt başlıkla, sanki ona yönelik hakaret ve hıyanetleri deşifre edecekmiş görüntüsüyle, tam aksine Hoca’yı karalamak için hazırlanan bu kitap, aslında malum ve melun odakların, hala Erbakan korkularını ve Milli Görüş düşüncesiyle yapılacak “tarihi devrim” kuşkularını yansıtıyordu. “Bu siyasi çizginin en önemli başarısı, AKP’nin 10 yıllık iktidarı oldu” (Sh: 281) diyerek, AKP’yi Milli Görüş’ün devamı sayan ve tabi bütün tahribatlarını Erbakan’ın sırtına yıkmaya çalışan Soner Yalçın, böylece hem AKP’yi aklamaya, hem de arkasındaki odaklara yaranmaya çalışıyor, belki de bu hizmetinin karşılığı serbest bırakılıyordu. Çünkü cezaevinden çıktığında “Başbakan Erdoğan’ın ofisine gizli dinleme cihazları yerleştirenleri biliyorum ve zaten onları deşifre etmeye çalışıyorum” anlamında yalakalıklar yapıyordu. Soner Yalçın kitabına “Şeriat yasaları kaldırıldığında konan medeni kanunları uygulamakla” suçlayıp saçmaladığı, Hoca’nın babası Ağır Ceza Reisi Mehmet Sabri Erbakan’ın “dönemin İstiklal mahkemesi üyelerine yardım etmediği düşünülemez” (Sh: 19) gibi, şeytanı bile utandıracak bir iddiayla başlıyordu. Hemen ardından Hoca’nın nikah şahidinin mason olduğunu (Sh: 23-33) söyleyip bu alakasız saptamalarla Erbakan aleyhine suizan oluşturmaya çalışıyordu. “1967 yılında nikâh şahidi bir mason olan Erbakan, üç yıl sonra masonlara düşman kesilmişti” (Sh: 64) diyen zavallı, “Milli Nizam Partisi’nin tüzüğüne mason olanların partiye giremeyecekleri” şartını da hatırlatıyordu. (Sh: 64) “Konya’lı uyanık bir sahtekârın, başaramayacaklarını bile bile Hoca’nın başında bulunduğu Gümüş Motor’a, sütten krema çıkaran bir makine yapmak üzere, 250 bin lira yatırdığı, ama Erbakan’a çaktırmadan imzalattığı bir mukavele gereği, vaktinde teslim edilmeyen makineler nedeniyle 700 bin lira tazminat kopardığı” (Sh: 30) gibi kaynaksız ve ispatsız kahvehane dedikodularını bile, ciddi gerçekler ve belgeler diye yazmaktan utanılmıyordu. Koç şirketinin ve Bernar Nahum Yahudi’sinin uykularını kaçıran “Türkiye kendi otomobilini üretebilir” fikrini ortaya koyan ve meşhur Devrim otomobilinin başarılmasına öncülük yapan (Sh: 36) Erbakan’ın “Arabian-Amerikan Oil Company-Aromco şirketi tarafından desteklendiği” (Sh: 44) yalanını bile kitabında uzun uzun anlatıyordu. Soner Yalçın: “Milli Nizam Partisi’nin; Milli kıyafetlere aykırı giyim tarzlarının kaldırılacağını, gayri milli maarifin yerine, kendi maarifimizin kurulacağını” söyledikten sonra “yani bunlar Latin harflerine karşı çıkıyordu” diyerek “cehaletini keramet gibi aktarıp gülünç duruma düşüyordu” Çünkü Milli Görüş asla Latin alfabesine karşı çıkmıyor, sadece tarihimiz ve kültürümüzle bağlarımızın kopmaması için Kur’an harflerinin de öğretilmesi gerektiğini savunuyordu. Zaten Çin ve Japonya gibi birçok ülke, böyle 134 Kırmızı kedi Yay. Şubat 2013 224 birkaç alfabe birden kullanıyordu. Haşa, “Erbakan Peygamber”miş iftirası! Soner Yalçın’ın nasıl bir yalancı sahtekâr olduğu kitabının 113. sayfasında, ortaya attığı: “… MSP’liler Erbakan’ı Ahir Zaman Peygamberi olarak takdim etmeye başladı” iftirasıyla kesinlik kazanıyordu. Çünkü Hz. Muhammed’ten (SAV) sonra artık Peygamber gelmeyeceğini, böyle bir iddiaya kalkışanların ve onların peşine takılanların dinden çıkıp küfre düşeceğini en sıradan Müslümanlar dahi biliyordu. Ama şeytan suretli insanların ve Soner Yalçın gibi şarlatanların derin Erbakan kıcıklığı ve gizli İslam Düşmanlığı, onları böylesine hezeyan ve iftiraları uydurmaya sürükleyip, sonunda rezil ediyordu. Hızını ve hırsını alamayan Soner Yalçın: “Erbakan “gevezeliğinden” kendi partileri de bıkmıştı. Konya Milletvekili Şener Battal: “yahu şu Hoca bir ikaz edilsin. Çok konuşmasın; Konya’da kendisine “İsmail Dümbüllü” diye isim takmışlar” diyordu. Erbakan’ın bu özelliği partisine zarar veriyordu” (Sh: 128) gibi edep ve erdem dışı duyumları bile kitabına alıyordu. Soner Yalçın kendi fıtratına ve fırsatçılığına yakışan bir pişkinlikle: “Erbakan,1996’da (Mesut Yılmaz tarafından) imzalanan Türkiye- İsrail Serbest Ticaret anlaşmasının tüm gerçeklerini yerine getirdiği gibi, İsrail ile tarihin en kapsamlı savunma anlaşmasına imza attı: 28 Ağustos 1996.” (Bak: sh-245 ve devamı) diyerek yalancılığın zirvesine çıkıyordu. Oysa Erbakan Hoca İsrail’le yeni bir anlaşma imzalamıyor, sadece önceki anlaşmanın birçok maddesini ülkemiz lehine değiştiriyor, elimizdeki F-16’ların ve bazı tankların mecburen modernizasyonunun, ABD’deki fiyatların çok altına İsrail’de yapılmasını sağlıyordu. Bir ömür boyu, Ağır Sanayi hamlesi ve Milli Harb Sanayi için çırpınan; ama dış güçler, masonik mahfiller ve sağcı- solcu işbirlikçiler tarafında sürekli sekteye uğratılan Erbakan’ın “F-16 savaş uçaklarımızı ve tanklarımızı, niye ABD’ye değil de, daha ucuza ve İsrail’de modernize ettiğini?” sorgulayıp suçlamak ise, Yahudi cıfıtlığının karakterini yansıtıyordu. Hem bu Erbakan, Madem ABD ve İsrail’e bu kadar yarıyordu ve onların çizgisinden çıkamıyordu, ne diye bu gavurlar Onun tırnağıyla söke söke ulaştığı iktidarlarına bir yıl bile dayanamıyor ve darbeler tezgahlamak zorunda kalıyordu? Erbakan Hoca Milli çıkarlarımız doğrultusunda bu Siyonist merkezlere ve yerli masonik çömezlerine nasıl bir kazık atmıştı ki, bir türlü acısı unutulmuyordu? İslam ve insanlık tarihinde her zaman insanlığın içine düşürüldüğü zilleti ve acziyeti kendine dert edinen, mutlu kurtuluş reçetesini de, aklın ve Kur’an’ın ışığında ele alarak çözüm yolunu gösteren seçkin şahsiyetlerden birisi olan Aziz ve Muhterem Hocamız, Osmanlı’nın Çöküşünden bu yana, Ülkemize yönelik maddi ve manevi tahribatları teşhis etmek ve çareler üretmek suretiyle tarihin en büyük inkılabına alt yapı hazırlamıştır. Ülkemizde huzurun, bölgemizde istikrarın sembolü olan kahraman ordumuzun (tabir Hocamıza ait) çağın teknolojilerine uygun araç ve mühimmat ihtiyaçlarının üretimi ve tedariki konusundaki azami hassasiyet ve gayretleri de asla unutulmayacaktır. Erbakan; birilerinin “bunları biz yapamayız, başaramayız” acziyetleri ve aşağılık kompleksleri sonucu, en stratejik ihtiyaçlarımızı bile Siyonist İsrail’e ve ABD’ye havale ettikleri bir dönemde, işbirlikçilerin yaptıkları anlaşmaların en ağır maddelerini elinin tersiyle iterek bunları kendi ülkemizde başarabileceğimizi ciddi bir devlet adamlığı kararlılığı ile ortaya koyan insandır. Malum olduğu üzere, Refah -Yol Hükümetinden önceki Mesut Yılmaz döneminde kararı verilen; ordumuzun ihtiyacı olan tank ve uçakların modernizasyonuyla ilgili İsrail’le yapılan anlaşma 14 milyar dolarlık,10 yıllığına yapılan ve her yıl İsrail’e 1 milyar 400 milyon dolarlık ödeme yapmayı şart koşan bir anlaşmadır. Bunun ülkemiz adına bir utanç olduğunu ve asla kabul edilemeyeceğini söyleyen Erbakan Hocamız, bunun yerine yeni bir projenin hayata geçirilmesi için etrafındaki Teknik heyete ve ilgililere talimat vererek, bunun ASELSAN bünyesinde gerçekleştirilmesi için, bir fizibilite raporu hazırlanmıştır. İşte bu teknik kadronun başında Doç. Sedat Çelikdoğan, (OSTİM yönetim kurulu üyesi) bulunmaktadır ve 45 günlük bir çalışmadan sonra, raporu Hocamıza sunmuşlardır. Bu rapora göre; ASELSAN bünyesinde 3 milyar dolarlık bir yatırım yapılırsa kendi tankımızı da uçaklarımızın elektronik aksamını (beyin mekanizması) imal edeceğimiz ortaya çıkmıştır. Bu proje 2.5-3 yıl 225 içerisinde tamamlanacak, uluslararası patent hakkına sahip olabilmek içinde 2 yıl deneme süresi ile beraber 5 yılda hayata geçirilecek şekilde tasarlanmıştır. Erbakan Hocamız, bu projenin devlet erkânına, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına bir brifing olarak verilmesini sağlayarak hayata geçirilmesinin ilk adımını atmıştır. Sunumu yapan Değerli Bilim Adamı Doç. Sedat Çelikdoğan, dönemin Genelkurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı tarafından iki defa boynuna sarılmak suretiyle takdirle karşılanmıştır. Başbakanımız Prof. Dr. Necmettin Erbakan da heyete, bu projenin hayata geçirilmesi için Hükümet olarak bütçeden ödeneğin ayrılacağı müjdesini vererek Milli ve haysiyetli tavır takınmıştır. Asıl önemli olan da bundan sonrasıdır; çünkü daha önce İsrail’le imzalanmış olan bir anlaşma vardır. Haliyle de bu antlaşmanın bazı maddelerinin iptal edilmesi bazı yerlerinin de değiştirilmesi lazımdır. İşte bu maksatla İsrailli yetkililerle, (Deyvid Levi) bir araya gelinerek ülkemizin menfaatleri gereği bu antlaşmanın 10 yıldan 5 yıla indirilmesi, parasal miktarının da 14 milyar dolardan 7 milyar dolara düşürülmesi sağlanmış ve acil modernizasyonu gereken F 16’larımız ve tanklarımızın çok daha ucuza yapılması başarılmıştır. Aslında Erbakan’ın takdir edilmesi gereken bu haysiyetli ve cesaretli tavrını bile: “İsrail’e hizmet etti” şeklinde saptırmak, olsa olsa derin bir kin ve kuyruk acısıdır. Allah’a Hamdolsun bugün kendi tankımızı, mayın tarama araçlarımızı, panzerlerimizi üretmeğe başladıksa, bütün bunlar Erbakan’ın girişimlerinin devamıdır. Soner Yalçın'ın Yamuklukları: Aynı, Soner Yalçın denen, aslı ve ayarı belirsiz kişi, daha önce de 23.03.2008 tarihli Hürriyet'te "AKP Davasına Yabancılar Niye Bu Kadar Tepkili" yazısında, hiçbir alakası olmadan Erbakan Hoca'ya sataşmıştı. Kur’an ayetlerinin ve tarihi tecrübelerin gösterdiği gibi, "Hakla Batılı karıştırarak, doğrularla yanlışları harmanlayarak" gerçekleri çarpıtmak Mel'un Siyonist Yahudi'nin en belirgin vasfıydı, Soner Yalçın da böyle yapmıştı. Siyonist olmayan dürüst Yahudilere ise, her zaman saygımız vardı. "Erbakan hareketinin (Milli Görüşün) ilk partisi, Milli Nizam Partisi idi. Faize karşıydılar, masonları sevmiyorlardı; Avrupa Birliğine değil, İslam Birliğine girmek istiyorlardı" diyor. El hak bunlar doğrulardı. Ama: "Milli-dini kıyafetlere aykırı elbiselerin giyinmesi yasaklanacaktı. Okullarda İmamı Gazali'nin ve İmamı Rabbani'nin kitapları okutulacaktı.." iddiaları tamamen kuyruklu bir yalandı. Çünkü ne parti programlarında, ne hükümet uygulamalarında bugüne kadar böyle bir şeye asla rastlanmamıştı. "Mehdiye inanıyorlardı; Milli Nizam Mehdi Aleyhisselamın devrine bir basamak olacaktı" diyor. Evet bunlar doğrulardı. Çünkü bizler, son Peygamberin yüzlerce hadisle haber verip müjdelediği ve binlerce alimin, milyarlarca müminin ümitle beklediği ve bütün insanlığın huzura ereceği bir mehdiyet medeniyetine inanan insanlardık. Acaba, Siyonist Yahudilerin Gizli Dünya Hâkimiyetini yıkacak ve İsrail'i hizaya sokacak bir İslami hareket, Soner Yalçın'a niye dokunmaktaydı? "Milli Nizam Partisi, Laikliğe aykırı faaliyetlerinden dolayı 14 Ocak 1972'de kapatıldı. Kapatılma gerekçeleri arasında "okullarda din derslerinin zorunlu olmasını istemeleri de vardı" diyor, bu da doğrulardandı. Ama Soner Yalçın gibi çocuklar aynı din derslerinin, mecburi ders olarak hem de anayasaya koyulmasına ve bugüne kadar okutulmasına yine de engel olamamışlardı.. Çünkü Erbakan gerçeği karşısında, Siyonist ve masonik merkezler ipin ucunu ellerinden kaçırmışlardı... "Erbakan ve 77 sanık 1997 yılı hazine yardımını siyasi partiler kanununa aykırı harcadıkları gerekçesiyle mahkum olmuşlardı..." sözleri de bir olayı çarpıtmaktı. Çünkü Türkiye'de bazı davaların iç ve dış baskılarla ve siyasi kasıtlarla açıldığı ve sonuçlandığı maalesef bir vakaydı. "Siyasal tarihimizde "şapkayı alıp gitmek" deyimi hep Süleyman Demirel için söylenir. Oysa Milli Nizam Partisi kapatılınca Necmettin Erbakan da "şapkasını alıp kaçarcasına" İsviçre'ye gitmişti" iddiaları da tam bir çarpıtmacaydı. Çünkü Erbakan Hoca Partinin kapatılma sürecinde değil, resmen kapatılması sonrasında ve kendisiyle ilgili herhangi bir takibat ve tahkikat başlatılmadığı halde gitmişti. Daha sonraları Milli Selamet, Refah ve Fazilet Partilerinin kapatılması sırasında da yurt dışına çıkmayı asla düşünmemiş, hatta soğukkanlılığı ve itidal çağrılarıyla herkesin saygınlığını ve hayranlığını kazanmıştı. Şimdi kendisine soralım: a- Soner Yalçın, artık Milli Görüşle hiçbir ilgisi bulunmayan ve zaten Hoca'ya hıyanetleri karşılığı 226 iktidara taşınan AKP'yi kapatma davası bahanesiyle, niye Erbakan'a saldırıyordu? Kuyruk altı dikeni gibi, şuuraltına yerleşmiş hangi kaygıları ve intikam duygularıyla böylesine kaşınıp durmaktaydı? Erbakan'ın; Yahudi Lobilerinin ve İsrail'in korkulu rüyası olduğu biliniyordu. Peki Soner Yalçın bu kahpe ve katil Siyonistlerin nesi oluyordu? b- Doğum günü İsrail'le aynı olan Hürriyet'in efesi, yani sahibinin sesi olan Soner Yalçın, şu anda AKP'yi kapatma davasına karşı çıkan Barbar Batılıların, Erbakan'ın dört partisinin kapatılmasını hararetle desteklediklerini ve bunun sebeplerini niye söylemiyordu? Hiç utanmadan, okurlarını ve toplumu zekâ özürlü çocuk yerine mi koyuyordu? Hâlbuki Refah ve Fazilet Partilerini kapatma davasını açan eski Başsavcı Sn. Vural Savaş bile: "Bu partilerin Erbakan Hoca yüzünden değil, çoğu şimdi AKP'ye kaçan kişilerin ucuz kahramanlıkları ve sahtekârlıkları nedeniyle kapatıldığını" TV'lerde açıkça vurgulamış ama milli Görüş’ü “Habis Ur” ve “Çirkef” gibi çirkin benzetmelerle tanımlama seviyesizliğinden hala kurtulamamıştı. c- Bay Soner Yalçın, siyasetten ticarete, dış işlerinden tarikatlara kadar, her tarafa yerleşmiş ve gizlenmiş sabataist (Yahudi dönmez)lerinin, artık stratejik önemi kalmamış bir kısmını deşifre ediyor da, niye acaba, Milli Görüşe sızmış adamlarını bir türlü gündeme getirmiyordu? "Türkiye'yi Yöneten Dergah" diye kitap yazıp ille de Özallarla, Erdoğanlarla Erbakan Hoca'yı aynılaştırmak için ter ter tepiniyordu da, niye bunlardan hiç bahsetmiyordu? En fazla ürktükleri ve başına üşüştükleri Erbakan Hoca olduğuna göre, yoksa Onun çevresinde konuşlanan gizli Yahudilerin sinsi görevleri hala devam mı ediyordu? Yok eğer Siyonist ve masonlar; "Biz Milli Görüş'ü önemsemiyor ve İsrail için bir tehlike olarak görmüyoruz ki, içine sızıp kontrol altına almaya çalışalım" diyorlarsa, peki o zaman, hala Erbakan Hoca'ya hırlamak ve onu yıpratmak için ne diye fırsat kollanıyor ve bahane aranıyordu? Bu bay Soner Yalçın; sabataist ve CIA ajanı ve Kanada'da sinagog hahamı olan ve Ergenekon soruşturması onun yüksek bilgi ve belgelerine dayandırılan şu Tuncay Güney'in İsmailağa Tarikatına ve Fetullahçılar cemaatine niçin sızdığını, Samanyolu TV'de nasıl program yaptığını ve Amerika'da hangi Yahudilerin güdümünde çalıştığını niye hiç gündeme getirmiyordu? Şu ılımlı İslamcı ve Diyalogcu dalaverecilerle, Protestan Avengelistlerin ve Siyonist sermaye şebekelerinin ilginç ve iğrenç ilişkilerini niye hiç konu edinmiyordu!? Haydi şeytanın şövalyeleri! Belki bu son şansınızdır... İstediğiniz gibi sallayın ve saçmalayın... Ki pek yakında, pişmanlığınız ve utancınız o denli katmerli olsun!.. Soner Yalçın’ın başka numaraları! Soner Yalçın, Beyaz Türkler (Efendi-1) den sonra, Beyaz Müslümanları (Efendi-2) da yazıyor; böylece Türk geçinen, hatta Türkçülük yürüten Yahudi dönmelerini deşifre ettiği gibi, şimdi de Müslüman ve müttaki bilinen hatta şeyhlik ve ermişlik satan Yahudileri, soy kütükleriyle birlikte tanıtıyordu! 1949 yıllarında Avengeliklerin İsviçre şatosunda iki ay boyunca “İslamiyet ve Ehli Kitap yakınlığı” konusunda dersler anlatan, yani ılımlı İslamın temellerini atan Yahudi dönmeleri ve Arusi Şeyhi Ömer Fevzi Mardin’lerden; Avengelik Rahip Dr. Bruchman’ın manevi talebesi olan 1951’de “Avrupa ve Dünya Federasyonu fikrini Yayınlama Cemiyetini” kuran. 135 Yahudi Ahmet Emin Yalman ailesine… Yahudi Üzeyir Garih’lerin ve Mareşal Fevzi Çakmak ailesinin şeyhi olan Küçük Hüseyin Efendiden136 Rıfai Şeyhi bilinen Kenan Rıfai adlı Sabataist deist (Peygamber tanımayıp, sadece Allah’a inandığını söyleyen)lere.. Ve Baş müridi Kazım Karabekir’e ve kızı Timsal hanımefendilere. 137 MSP’de palazlan, ANAP ve AKP’de bakan, bürokrat ve patron olan Dönme nakşilerden, İhsan Doğramacı gibi Hıristiyan Maroni sanılan Yahudi Profesörlere, Selanik Dönmesi iken Peygamber varisi geçinen Devlet Planlamadan emekli, “Allah’ın 135 Sh:46 Sh:62 137 Sh:129 136 227 Üniversitesi Rektörü ve Dinlerin Birliği Projesi mühendisi, Nur TV sahibi İskender Erol Evrenesoğlu’ndan, Mesut Yılmaz’ın Dönme olan annesine ve Eşi (Berna Müren) ve babaannesine.. 138 Mevlevi sabataistlerden, Atatürk’ün ilkokul öğretmeni Şemsi Efendilere, Dönme Şeyhülislam ve müderris ulemadan, Cemaleddini Afgani’ye139 İttihatçı -Yahudi Masonlardan, siyasal İslamcılara; Şia misyoneri İran Yahudisi Hüseyin Hatemiden, Sabataist Generallere140 İlim Yayma Cemiyetinden, Türk Milliyetçisi ve Yahudi dostu sabataistlere 141 Pir Sultan Abdal’dan142 Bektaşi Medreselerine; Ermeni Yahudilerden (Pakraduniler)143 Dönme Diyanet Reislerine..144 Melami Şeyhi sabataistlerden, Cüneyt Zapsu’nun karışık sülalesinden 145 Astroloji bilginlerine ve Ahmet Hulisi ile146 ve Tayip Erdoğan ilişkisine,147 Nakşi Topbaşların sabataist sicilinden, “Ülker”lerin dönmelik derinliğine148 Nevzat Yalçıntaş ailesinden, Sabahattin Zaim sülalesine… 149 Ve Albaraka Türk’ten, Faizsiz finans sektörüne… Pek çok gizemli ve kirli gerçeği gün yüzüne çıkarıyor rolü oynuyordu. Ancak öyle anlaşılıyor ki Sn. Soner Yalçın: • Klasik ve arkaik bilgileri ve artık önemini ve özelliğini yitirmiş gelişmeleri gündeme taşıyıp, asıl stratejik gerçekleri saklamaya, tehlikeli ve sinsi-siyonist girişimleri dikkatlerden kaçırmaya çalışıyordu. Yani: • Bazı doğru araçları, yanlış ve yanıltıcı amaçlar için kullanmak ve bir batman reçeteye bir gram zehir katmak için bu kitapları hazırladığı anlaşılıyordu. Bu yaklaşım ve ifşaatlar: a- “İsmen ve resmen olmasa da, fikren ve fiilen bütün İslami tarikatlar ve tasavvufi hareketler Kabalist Yahudilerin yolunda ve kontrolü altındadır. b- Hatta Osmanlıdan beri siyasetten ticarete, kültürden müziğe, askeriyeden bürokrasiye her şey kabalist ve sabataist cuntanın güdümünde ve gözetiminde bulunmaktadır. c- Bunlar artık halkın sosyal, ekonomik ve siyasal bünyesinden sökülmez, fark edilmez gizli bir güçtür ve bunlara teslim olmaktan başka çare yoktur ve boşunadır.” Kanaatini aşılıyor ve kafaları karıştırıyordu. Halbuki: samimi dönmelere ve Milletimizin sadık bir ferdi gibi hayat sürenlere zaten söylenecek hiçbir söz olamazdı. Ve zaten Osmanlı’da “Dönmelik” serbestti ve ayıp sayılmazdı. Kötü niyetli, hıyanet fikirli ve dış güçlerle işbirlikçi örgütlü Sabataistler, ise artık gücünü ve güvencesini yitirmiş çaresizlik içinde kıvranmaktaydı. “Yok Bediüzzaman cifir ve ebced ilmiyle uğraşmış da, kabalist Yahudiler de bu tür meşguliyetler varmış ta… Yok Mevlana Halidi Bağdadi Kuzey Irak’lı Kürtlerdenmiş ve bu bölgede Kürtleşmiş Yahudiler de yaşamaktaymış ta… Yok, Kuran’ı tersten okursan İbranice olurmuş ta… Yok, Esat Erbilli, Kürt olduğu için Kürtleri Türklere ve Cumhuriyete karşı kışkırtmış ta…” 150 yahu böylesi iddialarla Soner Yalçın nereye varmak istiyordu? Yoksa, Masonların Son Eri böylesi safsata ve saptırmalarla beyinleri zehirlemeye çalışırken ve 138 Sh:122-150 Sh:216 140 Sh:95 141 Sh:141-142 142 Sh:163 143 Sh:253 144 Sh:256 145 Sh:301 146 Sh:349 147 Sh:349 148 Sh:397-410 149 410-415 150 Sh:314 395 139 228 gerçekleri çarpıtırken, asıl kendisi çarpılıp iyice zırvalıyor muydu? Evet Böylece, Soner Yalçın, kendisini ele veriyordu: Soner Yalçın’ın safsata ve saptırmaları: Aynı yazısında: “Necmettin Erbakan ile Üzeyir Garih’in ilişkisi hep sürdü... Babasının ölümü üzerine Üzeyir Garih’in, Erbakan’ın yanındaki asistanlığı son buldu, özel sektöre geçti. Yirmi üç yaşında mason oldu. Ne Yahudiliği ne de masonluğu Milli Görüş hareketinin lideri Erbakan’la dostluğuna gölge düşürebildi. Minik bir not yazmama izin verin: Necmettin Erbakan ve arkadaşlarının kurduğu Milli Nizam Partisi’nin tüzüğünde partiye kimlerin üye olamayacağı belirtilmişti: masonlar! Bu partinin genel başkanı Erbakan’ın yakın arkadaşı Üzeyir Garih, masondu. Üstelik o dönemde Erbakan’ın nikâh şahitliğini yapan, İTÜ öğretim üyesi Prof. Bedri Karafakioğlu da masondu. Her ikisi de sıradan mason değildi; en üst mertebeye çıkmışlardı, 33. dereceden masondular! Peki, “Özel yaşamınızda bu kadar yakın olduğunuz masonları, başkalarına niye düşman gösteriyorsunuz?” diye sorarsak ayıp etmiş olur muyuz ?.. Mason localarını basıp insanlarımızı öldüren bizim çocuklarımız hangi siyasi kültür ortamında büyüdüler? Sorgulamayacak mıyız? İnsanımıza yazık değil mi?”151 diye soruyor ve tabi zırvalıyordu. Bre zavallı zırto! Erbakan Hoca’nın teknik üniversitede karşılaşıp tanıştığı Yahudi asıllı bir Türk vatandaşıyla ilmi ve insani ilişkiler kurmasıyla, Milli Görüşün antisiyonist felsefesi ve bu yoldaki samimi, sürekli ve cesaretli mücadelesi arasında ne gibi bir tezat vardır? Bizim inancımız bütün Yahudilerle insani ilişkileri, hatta hayırlı işlerde işbirliğini değil; Siyonist fikirli ve saldırgan Yahudilerle ve onların örgütlü şebekeleriyle dostluğu ve dayanışmayı yasaklamaktadır. Artık Siyonizm Milli Görüş’ten kurtulmak ve kökünü kurutmak için kendilerinin iktidara taşıdıkları AKP’ye bir alternatif bile çıkaramamıştır. Erbakan Hoca’nın teknik ve taktik işleri ile psikolojik ve stratejik ilişkileri farklıdır. Soner Yalçın’ın ve Yalçın Küçük’ün 12 Eylül sıkıntısı: “İran ve Afganistan’da kaybeden ABD, Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamazdı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin, bu basmakalıp “Türk-İslam sentezi”ni benimsemesinin asıl nedeni buydu. “İslam Ortak Pazarı”, “okullarda zorunlu din dersi”, “daha fazla İmam-Hatip okulu açılsın” gibi istekleri nedeniyle Milli Selamet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan ve arkadaşlarını cezaevlerine sokarken, 12 Eylül 1980 askeri rejimi İslam Konferansı’na üye oldu, İslam Ortak Pazarı kurmayı talep etti; okullara mecburi din dersi koydu; İmam-Hatip okullarının sayısını artırdı vb. Bu ne yaman çelişkiydi? Kim Türkiye’yi “İslamlaştırmak” istiyordu; MSP mi, 12 Eylül askeri cuntası mı? İslam, Türkiye’de “altın çağını” bu dönemde yaşamadı mı?152 Öyle anlaşılıyor ki: • 12 Eylül Hareketine ve Kenan Paşa Hz.lerine hıncınız, açıkça kustuğunuz gibi, İslamlaşma sürecine hız kazandırdığı içindir. • Yani sizin asıl düşmanlığınız İslam’a ve Müslümanlara yöneliktir. • “Amerika’nın Türkiye’yi İslamlaştırmak” iddianız da, yalandır ve kasıtlı bir çarpıtmadır. Çünkü Amerika Türkiye’yi İslamlaştırmak değil, laytlaştırmak ve ılımlı İslamcı münafıklar eliyle yozlaştırmak çabasındadır. • Erbakan Amerika’ya ve Siyonist odaklara yarıyorsa, niye beş partisi kapatılmış, niye 28 Şubat’ta hükümeti yıktırılmış ve niye Ona hıyanet edip ayrılanlar iktidara taşınmıştır? Şimdi Bay Soner’e tekrar soralım: 1- Niye, şartlı ve kasıtlı olarak, Erbakan Hoca’nın yanına sokulup oturtulan ve devamlı orda tutulan ve dahi topluma ve teşkilata evliya olarak tanıtılan: a- Selanik göçmeni kripto Yahudilerden b- Pakraduni (Ermenileşmiş Yahudi)lerden, hiç bahsetmiyorsunuz? 151 152 Sh:80 Sh:142 229 2- Bunları açıklarsanız, Siyonist çetenin, Erbakan’ı kontrol altında tutacak kadar ürküp çekindiğini ortaya koymaktan ve toplumun gözünü açmaktan mı korkuyorsunuz? 3- “Malta Şovalyeleri” denilen Vatikan mafyasının koyu Katolik ve Müslüman Türk düşmanı örgütünün ölümünden bir yıl önce “Onursal Üyelik Beratı” verdiği saptanan… 153 Türkiye’de bölücülük ve vatana hıyanet suçunun sabit olmasıyla vatandaşlıktan çıkarılan ve ülkemizden kovulan Yakavos Gavurunu, Amerika’nın özel talimatıyla, bağışlayıp tekrar T.C. vatandaşlığına sokan ve 1989 17 Aralık günü muhteşem bir törenle Patrikhane açılışını yaptıran 154 “Bu fesat ocağı mutlaka Milli hudutlarımız dışına çıkarılmalıdır” diyen K. Atatürk’e rağmen ve Heybeliada’da Ruhban Okulunun savaş ve casusluk faaliyetleri nedeniyle 1938’de yabancı öğrenci alması yasaklanmışken, “din özgürlüğü” bahanesiyle bu hıyanet ocaklarını yeniden açtıran Turgut Özal ve Korkut Özal kardeşlerin Pakraduni-(Yani Ermenileşmiş Yahudi) kökenli olup olmadığını niye araştırıp açıklamıyorsunuz?155 4- Yahudi kökenli kaç Bakanımız oldu? Tıpkı İsmet Paşa`nın Bitlis`in Kürümoğlu aşiretinden olduğu söylendiği halde aslında Nahçivan’dan gelme Pakraduni şeceresi olduğu konusunu niye araştırmıyorsunuz? 5- Rahşan Ecevit`in ailesi Kırım Yahudisi miydi?.. Bu Kırım Yahudisi aile Karadeniz üzerinden göçerken Şebinkarahisar`a mı yerleşmişti? Teyze kendini Şebinkarahisarlı olarak bu yüzden mi göstermişti? Asıl adı Raşel miydi?.. Elde ve kontrolde tutulan, görünürde Bülent Ecevit ise de, acaba gerçekte Türkiye devleti miydi? Sorularına niye yanıt aramıyorsunuz? 6- Atatürk`ün manevi kızı Ülkü aslında Danin Günsberg`ten olma öz kızı mıydı? Bu kadın niye ilk evliliğini ve ikinci evliliğini Yahudilerle yapmıştı? Niye 5 milyar aylık ödeneği alınca susup kalmıştı? Konuşsaydı neler açıklayacaktı? 7- Lozan’ın gizli mimarı ve Yahudi ajanı Haim Nahum`un oğulları olan Bernar Nahum ve Jak Nahum “PO”nun niye başındaydı. Sakın Vehbi Koç`un sekreter`inden olma oğlu (olduğu iddia edilen) bay x`in akrabalığından dolayı olmasındı? Bu bay x; Vehbi Koç`un mezarını açtırıp kemiklerini DNA testi için mi ortaya çıkardı? Ve bu sessiz girişimi bir Türk İstihbaratı nasıl boşa çıkardı? Mezarı açan saf çocuklar soruşturmayı yürüten savcı amcalarına neler anlatmıştı? Bay x`in mirası bu testten sonra mı tescillenip garantiye alınmıştı? Ve yine Vehbi Koç amca hilafet`in kaldırılması sırasında Meclis`te zabıt katibi olarak ne iş yapıyordu? Kadrolu muydu? 8- Türk parasının kağıdını kimler ithal ediyordu? Karıları Yahudi olan, paşa babalar, İslamcı geçinen Amerikancı hocalar, Ulusalcı bilinen İsrail ajanları kimler oluyordu? 9- Vehbi Koç`un hanımı Sadberk teyzenin erkek kardeşi Josef Habib Gerez’le akrabalık bağı olan sözde antisiyonist yazar kimdir? Siyonizmin deşifrasyonu sizin gibi tekelci ve kontrol edilebilen ellerde mi tutuluyordu? “İ.Z.” hangi Paşa’nın özel istihbaratı için çalışıyordu? 156 10- Yalçın Küçük’ün Küçük Hüseyin Efendiyle, Soner Yalçın’ın Yahudi dönmeleriyle bir ilişkisi var mıydı, varsa niye saklanıyordu? Siyonist ve emperyalist kafalılar ve ülkemiz aleyhine hıyanet planlayanlar dışında, sade ve samimi Yahudilerle hiç hesabımız ve ön yargımız yoktur. "Onların (Yahudi ve Hıristiyanların) hepsi bir değildir. Kitap ehlinden (ibadet ve ahret için) ayakta durup, Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye varırlar. Bunlar, Allah'a ve ahret hayatına iman eder, marufu (iyi, güzel ve doğru olanı) emreder, münkerden (kötü, zararlı ve haksız olandan) sakındırır ve hayırda yarışırlar. İşte bunlar Salih (yararlı ve barışçı) kimselerdir"157 ayetinde açıkça haber verildiği gibi, Yahudi ve Hıristiyanların içinde iyi Judasofya. H. Yılmaz Çebi. Sh:90 Age. Sh:141 155 Bak: Pakraduniler veya Ermeni-Yahudi Cemaati. Yahudi Prof. Ve CHP Milletvekili Abraham Galenle… Ve yine: Ermeni Yazar Levan Panos Dabağyan. Türkiye Ermenileri Tarihi 156 Hakan Yılmaz Çebi [email protected] 157 Ali İmran:113-114 153 154 230 niyetli ve istikametli pek çok Salih insan vardır. Siyonist ve emperyalist amaçlar gütmeyen, ülkemize, devletimize, milletimize ve insanlık alemine hıyanet düşünmeyen, hayırlı ve yararlı şahsiyetler bulunmaktadır. İşte bunlardan birisi, Erbakan Hoca'nın Başbakanlığı döneminde, başından geçen bir olayı şöyle nakletmiştir: "Erbakan Hoca, Başbakanlığı sırasında dünyada, çok yaygın meşhur bir deterjan firmasının sahibi ve iyi niyetli ve İstanbul doğumlu bir Yahudi olan M... Bey'le görüşmek istemiştir. (Firması ve ismi bizde saklıdır. A.A.) Çünkü bu Zat hem Amerika'daki sermaye çevrelerinde çok etkin birisidir, hem de Türkiye'yi seven ve her yönden kalkınmasını ve huzura kavuşmasını isteyen bir şahsiyettir. Bir araya gelinir ve yaklaşık üç saat kadar bir görüşme gerçekleşir. Hocamız bu sırada kapısını ve telefonunu kapatıvermiştir. Görüşmenin sonunda M... Bey, Hocamıza kendisinden tam olarak ne istediğini sorar. Hocamız ise: "Şu anda Türkiye'nin iç ve dış acilen ödenmesi gereken, şu kadar milyar dolar borcu var. Bu parayı %3 gibi düşük bir faizle ve etkin çevrenizle temin edebilirseniz, ülkemiz için çok önemli bir hizmeti yerine getirmiş olacaksınız" der. M... Bey, bu teklifi memnuniyetle kabul edip çalışmalara girişmiş ve bu parayı temin etmiştir. Ne var ki, istenen krediyi %3 değil, %3,5 faizle bulabilmiştir. Bu konunun Tansu Çiller'le de görüşülmesi gerekir, ama O yurt dışına gitmiştir. Bu sefer ilgili Bakanlıkta bürokratlar ve parayı verecek olanlar bir araya gelmiş, görüşmelere geçilmiştir. Ancak ne olmuşsa birden bire "haydi hep beraber İstanbul'a gidiyoruz" denmiştir. Bunun üzerine uçakla toplu olarak İstanbul'a geçilir. İstanbul'da vardıkları yer Özer Çiller'in evidir. Durum orada da müzakere edilir ve %3,5 faizle yeterli kredinin bulunacağı kendisine bildirilir. Ama Özer Çiller bir anda elini kaldırarak: "Hayır, ben ancak %5 faizle borç alırım!" diyerek herkesi şaşkına çevirmiştir. M... Bey, hayretle şu soruyu yöneltir: "Özer Bey, sizin matematik bildiğinizi sanıyoruz. Biz %3,5 diyoruz, siz ise %5 olacak diye dayatıyorsunuz.!?" O zaman Özer Çiller şu yanıtı verir: "% 3,5 faiz; bu krediyi sağlayanlara; %1,5 faiz ise benim Amerika'daki şahsi hesabıma yatırılacak!" Bunun üzerine para sahipleri kredi vermekten vazgeçmiştir ve böylece ülkemizi kısa yoldan ve kalıcı olarak bu borç batağından kurtarmak isteyen Erbakan Hoca'nın samimi bir girişimi de başarısızlıkla neticelendirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu girişimlerden bir şekilde haberdar olan hain çevreler, bu işi engellemek üzere, gelen heyeti Özer Çillere yönlendirmiştir. ... Hanım M... Bey'e dönerek: "Peki; bunları niye anlatmadınız ve medyaya yansıtmadınız? Halkımızın haberi olsaydı ona göre tavır alırdı!" diye sorunca: M... Bey: "Bunları söyleseydim beni yaşatmazlardı!" karşılığını vermiştir. Patronumuz... Hanım, M... Bey'in içtenlikli ve gerçekçi bir tavır takındığını ve bu konuyu isim vererek çok net bir şekilde anlattığını söyledi... Hatta kendisinden randevu talep edilirse, kabul edeceği kanaatini belirtti. Meşhur bir deterjan firmasının sahibi ve ayrıca “Yahudi kökenli bu iş adamımızın, ülkemizi seven, farklı görüşlere saygı gösteren, sinsi ve Siyonist emeller beslemeyen samimi ve seviyeli bir kişilik olduğunu” ekledi. Ben bu notları yazdıktan sonra patronumuz(...) Hanımdan bu kişinin soyadını, telefon numarasını istedim, ama çekinip bana vermedi, ancak, randevu ayarlayabileceğini söyledi. Ayrıca önümüzdeki günlerde M... Bey'in ilimize gelme olasılığından da bahsetti. Eğer bu gerçekleşirse bizimle görüştüreceği sözünü verdi. Ayrıca başka daha çok önemli şeyler de dile getirdi ve M... Bey'in şunları söylediğini de ifade etti. • "Kayıp trilyon davasının aslı 800 milyon eski TL'dir. Artanı faizle şişirilmiş ve trilyonlarca gösterilmiştir. Bu parayı Erbakan Hoca'nın çok hayırlı yerlerde ve meşru yöntemlerle harcadığı tarafımızdan bilinmektedir. Yakında bütün gerçeklerin ortaya çıkacağı beklenmektedir. Kaldı ki böyle bir paraya tenezzül edecek durumda da değildir. Bundan fazlasını her gün vatanı ve insanlık davası için harcayan birisidir. • Dünyada üç yerde dolar basılır. Bunlar, ABD, İsrail ve üçüncüsü bizim bildiğimiz bir ülkede ve emperyalizme karşı bir şahsiyetin kontrolündedir. 231 • Başörtüsü sadece bir bahane ve malzemedir. Bunun altından çok şeyler çıkacağa benzemektedir. Erdoğan ise erken öten bir horoz gibidir." Gülsüm Hanım; "niye Erbakan sizi Özer bey'in eline bıraktı?" diye sorunca vatansever ve saygıdeğer bir insan olan M... Bey: "Özer Bey'e gittiğimizi bilmiyorduk. Bakanlar ve bürokratlar bizi oraya götürdü. Görüşme sırasında çelişkili durum ortaya çıkınca arkadaşlar; "Bu şartlarda çalışamayız" dediler ve Türkiye'yi terk ettiler. Ben de engel olamadım. Ben Erbakan'ı kendi öz kardeşimi tanıdığım kadar yakından bilirim. Ülkemizin, bölgemizin hatta insanlık aleminin Ona ihtiyacı olduğu kanaatindeyim." Dünyanın kötü gidişatını ve korkunç bir savaş ortamına doğru yaklaşıldığını sezen basiret sahipleri Atatürk'ten sonra Sn. Erbakan'ı mevcut dengeleri değiştirip düzeltecek çok seçkin bir lider olarak görmektedir." Tam böyle bir sırada Yeniçağ gazetesi 30 Mart Pazar sayısında şu haber yer alıyordu: "D-8'lerle Şanghay beşlisinin ABD ve İsrail tehdidine karşı birleşmesi ve ortak hareket etmesi için Prof. Dr. Necmettin Erbakan'la Rusya Lideri Putin'in görüşmesinin şu günlerde gerçekleşebileceği söyleniyor. Buna hazırlık mahiyetinde Erbakan Hoca'nın GATA'ya giderek geniş kapsamlı bir sağlık kontrolünden geçtiği biliniyor. Bu arada Erbakan Hocaya üç haftalık evden çıkmadan yoğun istirahat raporu verildiği öğreniliyor. Bu arada Erbakan-Putin görüşmesi hazırlıklarını bir emekli generalin yürüttüğü saptanıyor.” Yani Küçükler Düşük İşlerle Uğraşırken, Büyükler Yüksek Gayeler İçin Çırpınıyor ve Dünya Türkiye Merkezli Bir Dönüşüme Hazırlanıyordu. Recep Tayyip Bey'e arka çıkan Amerika, Avrupa ve Ilımlı İslamcı münafıklar, neden Erbakan'ın cezasının onanmasına bayram ediyordu? Hatta Erbakan Hoca'ya verilen alakasız ve dayanaksız cezayı önlemek üzere (ki 800 bin YTL'lik parti parasının güya usulsüz harcanmasının asıl sorumluları da Abdullah Gül ve diğer AKP kurmaylarıydı) İlgili kanuna eklenecek üç kelimelik bir cümleyi bile Hoca'larından esirgerken, sonunda bazı Milli Görüşçülerin kapatılma davası açılan AKP'yi hararetle savunmaları mide bulandırıyordu. Belki de bir kısmı "oh be, Hoca'dan resmen kurtuluyoruz, meydan bize kalıyor" diye sinsice seviniyordu. Oysa tarihin en büyük değişimi yaklaşıyordu ve marazlı münafıkların rezil olacağı günler geliyordu! Milli Şairimiz Rahmetli Mehmet Akif'ten Bir Uyarlama ile Bitirelim Sofuluk satıyorsun, elinde boy boy tesbih Çevrende dalkavuklar; tapınır gibi, la-teşbih! Sarık cübbe ve şalvar; hepsi istismar, riya Şekil yönünden sanki; Ömer'in devri, güya!.. Herkes namaz oruçta; hepsi sözünü dinler Zikir Kur'an sesinden, yerler ve gökler inler! Ha bu din, iman, takva; inan ki hepsi yalan Sen onları kendine, taptırırsın vesselam! Derdin davan sadece, hep nefsi saltanatın Şimdilik putu sensin, tapılan menfaatın! Hey kukla kafalı adam, dinle sözümü tut Bunların dilinde Hak; ama kalbi dolu put!." (Safahat- Kardeşi M. Fuat Şemsi'ye) 232 TÜRKİYE'NİN SON ŞANSI VE ERBAKAN’IN MEMLEKET SEVDASI! O süreçte Erbakan’sız yeni oluşum heveslilerine, şimdi ise partiyi Erbakan çizgisinden uzaklaştırma girişimlerine ve "Erbakan tükenip tıkandı, artık parti bize kaldı” diye sevinen hamiyetsizlere bunları hatırlatmamız, sadık ve samimi insanlarımızı uyarma amacı taşıyordu. Sadece masonik çevreleri ve dış güçleri sevindirecek olan parçalanmaların ve Mescid-i Dırar cinsinden yapılanmaların, mutlaka pişmanlık ve perişanlıkla sonuçlanacağı hatırlatılıyordu. Ve işte bugün Aziz ve Asil Hocamızın, Hakka hicret buyurduğu… Ve hastanede iken kendisini en son ziyaret edenlerden Namık Kemal Zeybek üzerinden: “Millet ve Memleket büyük bir tehdit ve tehlike ile karşı karşıyadır. Bu badireyi atlatmak ve ülkeyi selamete çıkarmak üzere, vicdan sahibi her vatan evladı sorumluluk altındadır” anlamındaki vasiyet nitelikli mesajlarını bizlere duyurduğu böyle bir ortamda, Hocamıza ve davamıza sadakat daha bir önem kazanıyordu… Şimdi açıkça soralım ve yanıtları üzerinde kafa yoralım: 1- Erbakan Hocamızın planladığı, temel kurum ve kurallarını hazırladığı: İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı, İslam Ortak Pazarı, İslam Dinarı, İslam Savunma Paktı, Müslüman Ülkeler Ortak Eğitim ve Bilim Araştırma Kuruluşları gibi, mutlaka gerekli ve yeterli oluşumları; düşünebilen, gündeme getiren başka bir siyaset erbabı ve bilim adamı çıktı mı? 2– Rahmetli Erbakan’dan başka: Ekonomik, Siyasi, Ahlaki ve İlmi ADİL DÜZEN projeleri dışında, Müslümanların ve tüm insanların huzur, hürriyet, adalet ve bereket içinde yaşayacakları; Kur’an, Sünnet ve İcma’ya dayalı ama çağdaş ihtiyaç ve standartları da karşılayıcı bilimsel ve bütünsel programları ortaya koyabilen birileri var mıydı? 3– İslam Hukuku Uzmanı olarak tanıtılan Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın: “bugün bir İslam Dünyası olduğuna inanmadığını” itiraf buyurdukları, ama irtibatlı, intizamlı, canlı ve caydırıcı bir İslam dünyası oluşturma planlarını bir türlü ortaya koyamadıkları Anadolu Platformu'nun 8. Anadolu Buluşmaları kapsamında düzenlediği "Değişen Dünya ve İslam" sempozyumundaki tavrı acizlik ve çaresizliğini ve ilmi yetersizliğini, laf ebeliği ile örtme çabasıydı. Prof. Dr. Hayrettin Karaman "Bizim bir şekilde o Ümmeti yeniden tesis etmemiz lazım. Şimdi böyle bir organizasyon yapmalıyız” sözleri de toplumu avutma ve uyutma amaçlı değilse tam bir nankörlük alametiydi ve Erbakan’ın bu yöndeki ilmi ve İslami hazırlıklarını yok sayma ve unutturma zavallılığıydı. “İslam Dünyasının karşısında öteki tabirini kullandım. Bizim yaramıza merhem olacak ‘Uluslararası Topluluk' bulunmamaktadır.” "Bizim sorunumuz Ümmetsizliktir. Ümmeti yeniden tesis etmekten başka çare yoktur. Nerede olursa olsun, Müslümanların dayanışmasını sağlayacak, benim hakkımı hukukumu koruyacak bir organizasyona ihtiyaç vardır!" derken, Erbakan Hoca’nın tarihi ve talihli atılımlarını ya hiç duymamıştı veya bunları sahiplenip gündeme taşıyacak, daha da olgunlaştırıp insanlığın dikkatine sunacak ilmi yeterlilikten ve imani ciddiyet ve cesaretten mahrum bulunmaktaydı. Erbakan döneklerinin kapıldığı 'Büyük Ortadoğu Projesi’ ne oluyordu? 233 Büyük Ortadoğu diye anılan İslam coğrafyası, tarih boyu dünyayı kontrol etmek isteyen güçlerin hep ilgisini çekmiş ve bütün büyük güçlerin çatışma alanı haline gelmiştir. Sovyetlerin çöküşü ile ABD’nin buraları kontrol edebilmek için gelip yerleşmeye ve buralarda üsler kurmaya çalışması, daima stratejik hedefleri arasında olmuştur. 'Büyük Ortadoğu Projesi’, 'NNSS 02’ olarak kodlanan 'Ortadoğu’da ABD’nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi: Bir 11 Eylül Sonrası Analizi’ (New National Security Strategy of The USA in the Middle East Apost September 11 Analysis) adlı belgenin üzerine oturtulmuştur. ABD, 21. Yüzyılı bir “Amerikan Yüzyılı” olarak düşünmekte ve stratejilerini buna göre şekillendirmektedir. O nedenle bütün projeler, 'Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC)’ ana projesinin alt projeleri olarak ele alınmaktadır. BOP da, ABD’nin Avrasya hâkimiyeti için geliştirdiği bir alt projedir ve aslında Arz-ı Mev’ud hayaline ve İsrail’in dünya hâkimiyetine hizmet hedeflidir. Başlangıcı, 1990’lı yıllara uzanmaktadır. Kamuoyuna ilk kez Joint Forces Quarterly dergisinin (ABD Silahlı Kuvvetler dergisi) Sonbahar 1995 sayısında 'The Greater Middle East’ ismi ile duyurulmuştur. 26 Şubat 2003’te Amerikan Girişim Enstitüsü’nde ABD Başkanı Bush tarafından 'Ortadoğu’da Demokratik Değerlerin Yayılmasını Öngören Plan’ açıklanırken 'Büyük Ortadoğu Projesi’nden bahsedilmiştir. Bush ayrıca 9 Mayıs 2003’de yaptığı bir konuşmada 10 yıl içerisinde 'ABD-Ortadoğu Serbest Ticaret Bölgesinin’ kurulacağını açıklayarak projenin hedeflerinden birini dile getirmiştir. Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condolezza Rice, 7 Ağustos 2003’te The Washington Post gazetesindeki yazısında, BOP kapsamında “22 ülkenin hedef tahtasına konulup yeniden yapılandırılacaklarını” ifade etmiştir. Ulusal Demokrasi Vakfında 6 Kasım 2003’te Bush, 'Ortadoğu’yu Özgürleştirme Stratejisini’; Başkan yardımcısı Dick Cheney ise, Davos’ta Dünya Ekonomik Forumunda 'Büyük Ortadoğu’ya Reform’ projesini açıklamıştır. Dışişleri Bakanı Colin Powell, değişik zamanlarda yaptığı konuşmalarda İslam coğrafyasının siyasal olarak değiştirileceğini belirtmiştir. ABD NATO Konseyi Daimi üyesi Nicholas Burns, 24 Ekim 2003’te, 'NATO ve Büyük Ortadoğu’ adlı bir toplantıdaki konuşmasında, NATO’ya yeni bir misyon biçilip Büyük Ortadoğu’da konuşlanmasını istemiştir. Londra’da yayınlanan El Hayat gazetesi 13 Şubat 2004’te, ABD’nin G-8 zirvesi için hazırlatıp üye ülkelere dağıttığı taslak metni yayınlamıştır.158 Bütün bunlar incelendiğinde BOP’un, birbiri ile iç içe geçmiş biri görünür, diğeri gizli olan iki amacı olduğu anlaşılmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP’un) Sahte Amaçları ABD yönetiminin kamuoyuna dönük yaptığı yazılı ve sözlü açıklamalardan BOP’un görünür amaçları, aşağıdaki gibi özetlenebilir: Bölgedeki Kitle İmha Silahlarının(KİS) kontrol edilmesi, üretiminin ve yaygınlaştırılmasının engellenmesi, Bölgedeki terör odaklarının kurutulması, terörle mücadelenin sürekli hale getirilmesi, Totaliter rejimlerin demokratikleştirilmesi, Serbest piyasa ekonomisinin yaygınlaştırılıp gerekli mekanizmaların geliştirilmesi, Bölgenin modernleştirilmesi, İnsan haklarının ve özgürlüklerin genişletilmesi, Kadınlara eşit haklar verilmesi, Radikal İslami unsurların temizlenmesi, Dini eğitimde reforma gidilmesi. ABD’nin demokrasi, kadın hakları, insan hakları ve özgürlükleri gibi kavramları kullanmadaki niyeti, yerli işbirlikçi diktatörlüklerden çok çekmiş bir halka şirin görünüp bu kavramların meydana getirdiği cazibeden yararlanarak halkın direnişini mecrasından saptırmak ve yeni işbirlikçiler bulup sömürüye devam edebilmektir. Radikal İslami unsur dediği şuurlu İslami hareketler olup; bunları, tasfiye edebilmek için yeni iç müttefikler bulmak istemektedir. Bugün Mısır’da yaşanan darbeye ABD’nin açık destek vermesi, BOP’un 158 ’Büyük Ortadoğu Girişimi’ Taslak Metni, Kudüs Dergisi, El Hayat Gazetesinden Çeviri, Kış 2004, Sayı 4 S: 112-121 234 görünür amaçlarının bir aldatmaca olduğu; ABD’nin bu coğrafyaya özgürlük, İnsan hakları getirmek gibi bir derdinin olmadığı anlamına gelmektedir. Müslüman Kardeşler Hareketi, Anti Amerikancı kesimlere bu gerçeği anlatarak Birleşik Cephe Hareketini genişletmelidir. Büyük Ortadoğu Projesinin Gizli Hesapları: BOP’un gizli amaçları 4 başlık altında toplanabilir: 1- Müslümanlardan ABD’ye karşı meydana gelebilecek olan bir meydan okumayı kırmak: 'Ilımlı İslam’(!) adında yeni bir din inşa ederek Devrimci İslami Hareketlerin önünü kesmek. Bununla eş zamanlı olarak etnik ve mezhebi temele dayalı yeni uluslar inşa edip bölgedeki karışıklığı, çatışmayı sürekli kılarak kaos meydana getirmek. 2- Devletlerin Uluslararası Sermayeye göre yapılandırılmasını gerçekleştirmek. 3- Bölgedeki enerji kaynaklarını ve ulaşım yollarını kontrol ederek enerji nedeniyle buralara bağımlı olan ve gelecekte ABD’ye rakip olabilecek güçleri frenlemek. Bölgede var olan stratejik madenleri ele geçirmek. 4- İsrail’in güvenliğini garantilemek ve Büyük İsrail’in önündeki engelleri gidermek. Büyük Ortadoğu Projesi’nin gizli amaçlarından en önemlisi, bölgeyi etnik, mezhebi ve dini eksenli olarak paramparça edecek tarzda yeni uluslar ve yeni dinler icad etmektir. ABD imparatorluğunu genişletebilmek için hedef aldığı ülkeleri, alt etnik ve mezhebi gruplara bölüp yeni uluslar oluşturmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Afganistan’ın geleceğinde Amerikan Politikası Koordinatörlüğü görevini üstlenen Richard Haass, 'Karışıklık’ adlı kitabında “yeni bir ulus inşa etmeyi”, ABD’nin işgal edeceği bölgelerde hâkimiyet kurabilmesi için şart olarak ön görmektedir: “Politik güçle dengeleri değiştirmek ise, fazla bir zekâ gerektirmeden ve biraz da iyi şansla işe yarayabilir. Aksi halde tek başına güç kullanımı politik değişikler için yeterli değildir. Bu şekilde bir değişiklik için en etkili yol farklı şekillerde karışıklık ve kaos meydana getirmektir. 'Ulus inşa etmek’ bu yollardan biridir. İlk önce tüm karşı çıkanları yok edeceksin ve daha sonra başka bir topluluk yaratmaya girişeceksin”159 2003 yılında RAND Corperation tarafından hazırlanan 'Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler’ adlı raporda, 'Türk İslamı’, 'Alman İslamı’, 'Arap İslamı’, 'Mısır İslamı’, 'Köktendinciler’, 'Gelenekçiler’, 'Modernist Müslümanlar’ ve 'Ilımlı İslam’ gibi kavramlaştırmalara gidilmesi, Büyük Ortadoğu coğrafyasında suni devletler yanı sıra yeni dinler inşa edilmek istendiğini de göstermektedir. Bu rapora göre, “Köktendinciler”(!) hayatın İslam ahkâmına göre tanzim edilmesini istemekte ve bu yolla batılı değerlere karşı alternatif projeler üretmektedir. Bunlar, azınlık olmalarına karşılık teşkilatlı olup belli bir stratejiye göre hareket etmektedirler. Bu nedenle “Köktendincilerin” (Şuurlu Müslümanlar), çoğunluk olan “Gelenekçilerle” kuracağı her türlü ittifak, engellenmeli ve mümkünse “Köktendinciler”, yok edilmelidir. “Modernist Müslümanlar”, ibadetlerini yapan ve fakat İslam’ın hayatı tanzim etmesine karşı olan kesimlerdir. Bunlara her türlü destek verilmeli ve bunların başarıları abartılarak kamuoyuna reklam edilmeli, liderlikleri pekiştirilmelidir”160 Arslan Tekin aldanıyordu! Asıl kahramanlık günceli değil geleceği kurtaracak kararlar verebilmektir. Ucuz kabadayılıklar ve şahsi ihtiraslar uğruna bir toplumu kardeş kavgasına hatta iç savaşa sürüklemek, Milli birlik ve dirliği dinamitlemek eğer feraset fakirliğinden kaynaklanmıyorsa, bir fecaettir. Aksi halde Sn. Recep T. Erdoğan’ı en büyük kahraman diye alkışlamak gerekir. “28 Şubat vetiresinde, 28 Şubatçıların sözcüsü durumundaki general (Çevik Bir) ABD’ye gidip gelmektedir. ABD’de ‘demokrasiye balans ayarı’ yaptıklarını söylemiştir. Alparslan Türkeş, bunun üzerine yanında bir partili olduğu hâlde, Erbakan’ın evine gider ve şunu der: ‘Bu kişiyi görevden al. 159 160 Foster J.B. 'Emperyal Amerika ve Savaş’, Cosmo Politik, Sayı:6, Sonbahar 2003, S: 39-45 Milli Gazete / Burhanettin Can 235 Görevden alınmış bir kişinin gücü yoktur. Türkiye’ye dönüşünde hava alanında yapayalnız kalır.’ Erbakan, bu sözleri duyunca tedirginleşir. Yapamayacağını söyler. Bu rivayet, halkın, 28 Şubat’a tepkisini dile getirmesidir. Erbakan, çekingen görünmüş, bunun yerinde Türkeş olsaydı direneceği ima edilmiştir.”161 diyen Arslan Tekin boş beleş avuntu ve övüntüler peşindedir. İlk bakışta “Rahmetli Türkeş’in cesaretli ve dirayetli bir teklif yaptığı, ama Rahmetli Hoca’nın ürkek davranıp, buna yanaşmadığı” gibi bir algı oluşsa da; izan ve vicdan sahibi insanlar, böylesi kulaktan dolma rivayetlere değil, fiili gerçeklere rağbet etmeliydi. Önce ta o günlerde de defalarca belirttiğimiz gibi, Erbakan Hoca yüksek sorumlu ve şuurlu bir devlet adamı tavrıyla, 28 Şubat’ı asıl tezgâhlayan dış güçlerin ordu millet kapışmasına, dindar-laik kutuplaşmasına fırsat vermemek ve işte Mısır’da yaşanan talihsizliklerin önüne geçmek amacıyla; yani devletin ve milletin arzuladığı bir, geleceği hatırına öyle ucuz kahramanlıklara tevessül ve tenezzül etmemişlerdi. Ve ne denli haklı olduklarını işte Mısır örneği kör gözlere bile göstermişti. Ve asıl önemlisi, Türkeş gibi şahsiyetlere yakışan öyle “özel görüşmelerde, gizli temenni ve teklifler de bulunmak” değil, parti olarak basın toplantıları yaparak, güdümlerindeki Ülkü Ocakları ve bağlı sendikalar gibi yan kuruluşları devreye sokarak “seçimle iktidara gelmiş ve bir yıl bile dolmadan oldukça hayırlı ve başarılı hizmetler üretmiş, dış politikada milli ve haysiyetli atılımlar gerçekleştirmiş olan bir iktidara yönelik anti demokratik ve gayrı milli girişimleri kınıyoruz, milli iradeye saygı bekliyoruz ve iktidarı destekliyoruz!” şeklindeki resmi ve etkili bir tavır sergilemesiydi… Çünkü cesaret de, ciddiyet de samimiyet de, bunu gerektirirdi!? Agah Oktay Güner, gayzını kusuyordu! 15 Eylül 2013. Halk Tv.’de Yaşar Okuyan’ın da katıldığı programda Agah Oktay Güner, AKP’nin tahribatlarını anlatırken: “Bunların babası Erbakan da, İsrail pilotlarının Konya’da eğitilmesine izin verdi” şeklinde asılsız iftiralarla Rahmetli Hoca’ya gayzını kusmaktan çekinmemişti. Maalesef marazlı tipler köhneleştikçe nifak hınçları ve hırsları da katmerleşirdi. Oysa Siyonizm’e ve İsrail’e karşı cesaretli ve dirayetli tavrı ve gerçekçi tedbir alışı nedeniyle dört partisinin kapatıldığını ve bütün ihtilallerin asıl hedefi yapıldığını, zerre vicdanı olan herkes kabul etmekteydi. Ömür boyu sağcı veya solcu olarak Siyonizm’e ve ABD zihniyetine hizmet vermiş tiplerin, şimdi güya İsrail karşıtı sahte tavırları ve İslamiyeti de (bir hayat nizamı değil) sadece aksesuar olarak istismarları da iyice sırıtıp asıl niyetlerini ve tiyniyetlerini ele vermekteydi. Zaten Erbakan düşmanlıkları da, İslam şeriatına (Kur’an’ın hukuk kurallarına) olan gizli gıcıklıklarının bir neticesiydi. Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz'in: "Elmüslimune kerrecülil vahid-Müslümanlar tek bir kişi (yek vücud) gibidir". Mealindeki hadis-i şerifine dayanarak, tüm inananları ve mazlum insanları temsilen siyaset meydanında mücadele veren Erbakan Hoca'ya ve dünya çapındaki organizasyonuna "Tek kişilik ordu" tanımı uygun düşüyordu. Erbakan, mağdur ve mazlum milyonların mümessili olarak hareket ettiği gibi, şuurlu ve onurlu insanların her birisi de Hocalarını örnek alıyor, Milli Görüş davasına omuz veriyordu. Ve nihayet Onun mübarek tabutunu omuzlarken bile aynı inanç ve heyecanla hareket ediyordu. Haktan kaynaklanan, ahlaki değerler çizgisinde ve değişmeyen doğrular çerçevesinde halkalanan bu tek kişilik ordunun her bir ferdi, aynı olaya aynı gözle bakıyor, aynı sorunu aynı formülle çözüyor ve aynı mutlu sonuca aynı kutlu projeyle yaklaşıyordu!.. Böylece vahdet, kuvvet ve şevket oluşuyor; Velhasıl "fenavil ihvan ve "fenavil komutan" gerçeği tezahür etmiş bulunuyordu. Fenavil İhvan: Kendi nefsini din ve dava kardeşlerinin hatırına feda etme, onların başarı ve mutluluğuyla sevinme ve şereflenme fedakârlığı ve olgunluğuydu. Fenafil Komutan ise; Ehliyet, İstikamet ve iyi niyet sahibi Liderine tam teslimiyet ve sadakat gösterme, "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Resule itaat edin ve sizden olan emir-komuta sahiplerine de (itaat edin)" (Nisa: 59) hükmüne riayet etme şuuru ve sorumluluğuydu. Bir şairimizin 161 Yeniçağ / 16 04 2012 236 ifadesiyle "Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için" yaşama ve yarışma duygusuydu. Özellikle, defalarca partilerinin kapatılmasından ve döneklerin davalarını ve Hocalarını yalnız bırakıp kaytarmalarından sonra bile bu "tek kişilik ordu", kendi varlığını ve ağırlığını daha bir ortaya koymuştu. Partilerinin kapatılması ve zayıf karakterlilerin ayartılması ile bu camianın sadıklarının Hak bildiği yoldan dönmeyeceği kesinlik kazanmıştı. Bazı ortak hevesler ve kutsal hedefler peşinde kalabalıkları geçici bir süre coşturmak ve koşturmak belki kolaydı. Bunu bazen orta çaplı liderler bile başarmaktaydı. Ama milletin hür iradesiyle birinci yapılmış ve iktidara taşınmış bir parti kapatılırken, yani açıkça, şımarıkça ve üstelik ülkedeki sabataist dönmeler ve masonik mahfiller tarafından büyük bir hakaret ve haksızlığa uğratılmışken, yani her türlü tahribi ve taşkınlığı yapabilecek bir ortama itilmişken ve nice profesyonel provakatörler böyle bir ortamı değerlendirmek için çırpınırken, milyonlarca mensubu bulunan koca bir camiayı böylesine bir sükûnet ve metanet içinde tutabilmek; çok yüksek bir tasarrufun ve örnek bir ruhi terbiye olgunluğunun sayesinde mümkün olmaktaydı. Aynı feraset ve metaneti gösteremeyenlerin kendilerini, çevrelerini ve ülkelerini, ne tür belalara saldıklarını Mısır olayları ortaya koymaktaydı. Çünkü dava lideri ucuz kahramanlıkların ve lüzumsuz kararların değil, uzun hesapların ve uygun planların adamıydı!.. Ve işte bunun için bu "tek kişilik ordu"dan, masonu, medyası, münafığı ve mafyasıyla tüm şeytan şebekelerinin ödleri kopmaktaydı. Buna rağmen korkmayanlar ise henüz olayı ve olacakları kavrayamadıklarından, kısaca ahmaklıklarındandı. Herhalde bunlar "cahil cesur olur" takımındandı. Onlar “Erbakan gitti, korkumuz bitti” sanıp yanılmaktaydı. Milli Görüş partilerinin, haksız ve dayanaksız gerekçelerle kapatılmasını fırsat bilen, dışımızdaki bazı fesatçılar ve aramızdaki bazı marazlılar, kendi hesaplarınca Erbakan'ı devre dışı bırakma, yeni oluşumun dışında tutma ve güya Hoca'yı partiler üstü etkisiz ve yetkisiz konuma çıkarma hesapları yapmışlardı... Türkçesi Hoca'yı "tenzilen terfi" ettirerek veya "maaşına zam, işine son” vererek "onursal başkan yapma" partiyi Bülent Arınç gibi derin döneklerin güdümüne alıp, AKP’nin yedek lastiği konumuna sokma hevesine kapılmışlardı. Bu zavallılar bilmiyorlar ve düşünmüyorlardı ki, Hoca liderlik konumuna, Allah'ın lütfuyla ve kendi sa'yu gayretinin sonucuyla ulaşmıştı. Öyle birilerinin himmet ve himayesiyle bu makama gelmemişti ki, yine birilerinin hile ve hıyanetleriyle oradan indirilebilsindi... Oysa Erbakan zahirde hangi makam ve mesuliyeti yükleneceğini kendisi bilir, kendisi karar verirdi. Ama bilinmesi ve kabul edilmesi gereken bir gerçek vardı: O her zaman tabii ve fiili liderdi ve rakipsizdi!.. 12 Eylül’den sonra da, “dava kurmayı” geçinen Oğuzhan Asiltürk Erbakan Hoca'ya şu talihsiz teklifi götürmekten çekinmemişti: "Hocam pek çok arkadaşımızın samimi bir arzusuna tercüman olarak, sizin artık "manevi" başkanımız olmanızı temenni ediyoruz. Zira çok yoruldunuz ve yıprandınız. Bizi perde arkasından yönetmeniz ve manevi başkanlığımızı üstlenmeniz daha iyi olur diye düşünüyoruz!?" Milli Görüş'ün bir tarikat değil, bir siyasi teşkilat olduğunu unutan böylesi insanların, ne değer ölçülerimize ne de ülke gerçeklerimize asla uygun olmayan bu tekliflerine Hoca, böylesi iddiaların sahiplerinin gerçek niyetini ve kalplerinin röntgenini de gösteren şu hikmetli cevabı vermişti: "Onlar beni manevi başkan değil, uhrevi başkan yapmak istiyor!" Yani, siz beni diri diri mezara sokmak ve milyonların hakkı bulunan, siyasi mirasımızdan bedava pay kapmak istiyorsunuz!, demek istemişti. Elbette Hoca makam sevdasıyla değil, mesuliyet duygusuyla bunu söylüyordu; yoksa o isteseydi ve eğer inanç ve ideallerinden taviz verseydi, daha 40 sene öncesinden başbakan ve cumhurbaşkanı olacağını herkes biliyordu!.. Evet, hak etmediği ve hakkından gelemeyeceği bir makama talip olmak haram olduğu gibi, ehliyetsiz ve emniyetsiz ellere geçtiğinde davanın perişan edileceğini bile bile bu 237 makamı başkasına terk etmenin büyük bir vebal olduğunu, bizzat Kur’an’ı Kerim ve Hz. Peygamberimiz haber veriyordu. Allah aşkına, bütün ilim ve içtihat erbabının ittifakıyla, bir liderde bulunması gerekli olan: 1- Ülkenin Ekonomik, ahlaki ve siyasi sorunlarını çözmeye yetecek İLİM ve DİRAYET, 2- İç ve dış düşmanları tanıyacak ve tedbir alacak, lehimize ve aleyhimize olan durumları değerlendirecek EHLİYET ve FERASET, 3- Toplumu ve teşkilatı adaletle yönetecek ve istikamete yönlendirecek SİYASİ KABİLİYET, 4- Bu hizmetleri görmeye mani olacak sakatlık ve hastalıktan uzak bir SAĞLIK ve GAYRET gibi şartların hepsini hakkıyla taşımak hususunda Erbakan'a alternatif olabilecek bir kişi yoktu, ama buna rağmen nice nasipsizler Onun karşısına dikiliyordu. Bu haklı durum karşısında marazlıların ortak cevabı şu oluyordu: ya Hoca ölürse, ya ondan sonra?.." diye sorulup hedef saptırılıyordu. Oysa bu insafsızlar ve vefasızlar bu tavrı takınırken Hoca hala hayatta ve hizmetinin başında bulunuyordu... Tüm karanlık güçlerin korkulu rüyası olmaya devam ediyordu. Ondan sonrası için de gerekli ve yeterli tedbirler elbette ve her halde düşünülüyordu. Böyle müstesna bir lider henüz hayatta ve görevinin başında iken ve üstelik çok çok başarılıyken ve kesin hedefe doğru yürürken; "ille de bunu değiştirelim, yerine yenilerini getirelim" düşüncesi, kesinlikle karanlık odaklardan kaynaklanıyordu. Elbette insanların yaşam süresi belirlidir ve kişiler gelip geçicidir. Kalıcı olan değerli fikirler ve doğru prensiplerdir. Dinimiz, davamız ve devletimiz inşallah kıyamete kadar bakidir. Ve yine unutulmasın ki önemli görevlere kimlerin tayin ve tavsiye edileceği konusunda en başta hak sahibi olan, yine o davayı temelden başlatıp başarıya taşıyan Liderlerdir. Onlar sadece hayatları sırasında değil, vefatlarından sonrasında da gerekli tedbirleri alacak kutlu şahsiyetlerdir. Evet, muazzam Milli Görüş camiası ve muhterem hocası "tek kişilik ordu gibiydi". Ve Erbakan bir katrilyonun başında bulunan "1" yerindeydi. Elbette bir katrilyondaki her rakam ayrı bir değerde ve ayrı bir önemdeydi. Ancak başlarındaki "1"i kaldırdığımızda düşünün, gerisi ne haline gelecekti? Bu konuyu İmam-ı Azam Hazretleriyle ilgili ibretli ve hikmetli bir olayla bitirelim: İkisi de uzun boylu olan İmam-ı Yusuf'la İmam-ı Muhammed (R.A), Hocaları Ebu Hanife ortalarında bulunduğu halde medreseye giderken, latifeyi seven İmam-ı Muhammed, İmam-ı Azam'ın kısa boylu olduğunu ima ederek "Üstadım siz aramızda "LENA"nın "NUN"u gibisiniz" diye takılıyordu. İmam-ı Azam ise şöyle cevap veriyordu: "Ama o "NUN"u çıkarırsanız, geride "LA" kalır" . Bilindiği gibi Arapçada "LENA" yazısında "LEM" uzun ortada "nun" bir nokta ve nunu çeken "elif" yine uzundu. Ama ortadaki "nun" çıkarılırsa geri kalan "LA" okunuyor ve hiç hükmünde ve yok manasına geliyordu. İmam-ı Azam, Hocaları yaramayacaklarını latife yollu böyle anlatıyordu. olmadan talebelerinin kendi başına bir işe 238 SONSÖZ SURİYE'NİN KARIŞTIRILMASI VE BÜYÜK HESAPLAŞMANIN YAKLAŞMASI Maalesef, ülkemiz ve milletimiz belki de tarihin en sinsi ve tehlikeli bir sürecini yaşamakta, parçalanma ve dağılma aşamasına dayanmış bulunmaktadır. Rahmetli Erbakan Hoca’nın ifadesiyle “Artık toprak ayaklarımızın altından kaymaya başlamıştır” Bir ruh için beden ne ise, bir millet için de vatan aynı konumdadır. Vatanı işgal edilen veya bölünüp başka güçlerin güdümüne giren bir toplum: Hürriyet ve huzurunu, namus ve onurunu ve haysiyetli millet şuurunu kaybetmiş olacaktır. Bugün İsrail’i kurmak ve siyonizmin Dünya hakimiyeti hedefine kavuşmak üzere BOP istikametinde ve böylesine yabancı ve Türkiye’yi de yıkıcı bir projede, dış odaklarca Başbakanımıza verilen eşbaşkanlık sayesinde: 1- Irak fiilen üçe parçalanmıştır. 2- Libya NATO tahribatıyla ikiye ayrılmıştır. 3- Şimdi Suriye dağıtılmak üzere hedef tahtasındadır. 4- Daha önce Keşmir bölgesi kopartılan Pakistan’dan, bu sefer Peştunistanı da koparıp, Afganistan’a bağlama hesapları yapılmaktadır. 5- Ardından Afganistan Peştunlarıyla, Pakistan Peştunları birleştirilip yeni bir kukla devlet kurulması amaçlanmaktadır. Yani Afganistan da şeriatçı Taliban bölgesiyle, demokratik Karzai bölgesi olarak parçalanmaya hazırlanmaktadır. 6- Daha sonra İran’a saldırılıp Kürtler; Azeriler, Farisiler ve Arap Şiiler diye dörde ayrılacaktır. 7- Bütün bunların ardından “Güneydoğu özerk Kürdistan’ı, AB’ye katılım sürecinde pilot bölge Marmara özel dükalığı, Tarihi ve turistik amaçlı Karadeniz Pontus mirası” olarak, sıra Türkiye’nin parçalanmasına gelip dayanacaktır. ABD’nin kukla başkanı ve Siyonist Yahudi lobilerinin kahyası Obama ile, Suriye’ye müdahale konusunu görüşmek üzere Güney Kore’nin başkenti Seul’e giderken, recep T. Erdoğan’ın “Suriye’yi oturup seyredemeyiz. Üstümüze düşen görevi yerine getireceğiz.” Sözleri gayet açıktır. Yani Suriye’ye askeri müdahale edip parçalanmasını kolaylaştırma ihalesi AKP iktidarının üzerinde kalmıştır. Bu nedenle: Bremen mızıkacıları, hep bir ağızdan: “zorba ve diktatör Esad devrilsin, Suriye’ye demokrasi getirilsin” sloganları atmaktadır. Aynı mutfaktan beslendikleri ve aynı odaklarca şişirildikleri belli olan figüranlar hep bir ağızdan “Türkiye çabuk yetişsin ve Suriye’ye barış ve demokrasi getirsin.” Diye çığlık atmakta ve kamuoyunu bu yönde şartlandırmaktaydı. Hatırlayınız: İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu Amerika temaslarından sonra BM Genel Merkezindeki basın toplantısında: “Suriye meselesinin Türkiyesiz çözümü imkansızdır.” Diyerek AKP hükümetini askeri müdahaleye kışkırtmaktaydı. (Bak: 24 Mart 2012 / Milli Gazete) BBP Genel Başkanı Mustafa Destici “Türkiye’nin tek başına Suriye’ye müdahalesi doğru olmaz, BM’in yardımı alınmalıdır.” Diyerek yeşil ışık yakmakta, ama BM kılıfını sarmaktaydı. Aynı toplantıda IHH Başkanı Bülent Yıldırım “Akan kanın durdurulması ve Suriye’de huzurun 239 sağlanması için gereken her şey yapılmalıdır.” Sözleriyle Suriye saldırısı için Siyonist NATO ve BM maşası iktidara mazeret kazandırmaktaydı. Anayasa mahkemesi eski raportörü Osman Can; “Taraflar biri birine üstünlük sağlamaya çalıştıkça, değişim sürecinden uzaklaşılıyor.” Diyerek PKK ile AKP’yi, daha doğrusu T.C ile eşkıya şebekesini aynı kefeye koymakta ve “mevcut anayasa Kürt meselesini yok saymaktadır. Sorunlarımızın nedeni baskıcı devlet aygıtıdır ve kırmızı çizgiler saplantısıdır.” Sözleriyle “özerk Kürdistana mazeret ve meşruiyet uydurmaktaydı. AKP’nin fikir babalarından Kürtçü-bölücü Kemal Burkay’ın partisi HAKPAR “Kuzey Irak’ta Bağımsız Kürdistan’ın ilanını hasretle beklendiğini” vurgulamaktaydı. AKP iktidarı Suriye’deki Türk vatandaşlarına “geri dönün” çağrısı yaparak, saldırının yakın olduğunu hatırlatmaktaydı. CIA başkanı ve Süleymaniye’de askerlerimizin başına çuval geçirme kahramanı(!) Petraus, Suriye saldırısının planlarını anlatmak üzere Ankara’ya gelip Başbakan’la baş başa görüşüp, ardından Barzani’ye koşmaktaydı. Oysa Suriye’de iç savaş çıkartıp böylece bir dış müdahaleye zemin ve gerekçe oluşturmak üzere, muhalefeti kışkırtmak için bu ülkeye yollanan ve yakalanan 49 Türk istihbaratçının 7’sinin zaten MOSSAD bağlantısı ortaya çıkmıştı. Türkiye’yi yıkma tezgâhı şöyle planlanmıştı: 1- Türkiye, ABD ve AB’nin zorlamasıyla Halep dahil Suriye’nin kuzeyine asker sokacaktı. 2- Şii-Sünni kamplaşmasıyla İran da Türkiye sınırına askeri yığınak yapacaktı. 3- İsrail, Türkiye üzerinden, İran’a hava saldırıları başlatacaktı. 4- Bunun üzerine İRAN, Malatya Kürecik radar üssü ve füze savunma kalkanı nedeniyle, “Türkiye’yi İsrail’e yardım etmekle” suçlayacak ve füzelerle bazı şehirlerimizi vuracaktı. 5- Bu arada Rusya ve İran da kendisini satmasıyla devrilen Esad rejiminden sonra, muhalefetteki ajanları vasıtasıyla Suriye’yi de kontrolüne alan ve parçalayan Batılı güçler, bu sefer Türk askerini işgalcilikle suçlayacak ve derhal Suriye’den çıkması için kampanya başlatacaktı. 6- Suriye kürdistanının kurulup Türkiye’nin parçalanması amaçlandığını sezen halkımızın baskısı üzerine Ordu ABD’yi dinlemeyince… “Kürtlere demokratik özerklik tanımıyor. Kendi halkına ve PKK’ya aşırı güç kullanıyor. Suriye ve İran’a karşı Batı birliğinin değil, kendisinin çıkarlarını kolluyor.” Gibi gerekçelerle Türkiye NATO’dan çıkarılacak ve savaş açılacaktı. 7- 6 Nisan 1946 da solcu ve Kemalist İnönü iktidarında Amerikan Mıssouri savaş gemisi gövde gösterisi için İstanbul’a geldiğinde, “Milletimiz Arapça anlamıyor” diye Ezan’a izin vermeyen İsmet paşa’nın, camilere “Welcom Missouri” diye mahyalar astırması gibi; AKP iktidarı da “Türkiye’ye ileri demokrasi’yi getirmek ve bizi AB ile bütünleştirmek için” geldiklerini söylediği ABD ve NATO askerlerini, yandaşlarına “Hoş Geldin” sloganlarıyla karşılatmaya kalkışınca, Milli bir düreniş ve değişim süreci yaşanacak ve Türk ordusu bölgedeki ABD birliklerine ve İsrail hedeflerine “yıldırım hücumları” başlatacaktı. Şimdi konferansımızın can alıcı sorusunu soralım ve konuyu toparlayalım: Peki sonuç ne olacaktı ve Türkiye bu kaostan nasıl kurtulacaktı? Rahmetli Erbakan Hoca sohbet, seminer ve konferanslarında: Haksızlık ve ahlaksızlık üzerine kurulan Siyonist ve emperyalist dünya düzeninin, öyle barışa ve adalete çağırmakla veya hoşgörü edebiyatıyla düzeltilemeyeceğini… Bunların, tahribi çok ürkütücü nükleer füzelerine ve etkili silah sistemlerine güvenip, dünyayı tehdit ederek barbarlıklarını yürüttüklerini… Bu nedenle, Batılıların bu Şeytani güçlerini etkisiz bırakacak, yeni ve yüksek teknolojilere 240 sahip olmak gerektiğini ve Allah’ın izniyle bunları başarıp, ilgili ve yetkili makamlara teslim ettiklerini defalarca anlatmıştı. Bütün zalim ve Batıl güçlerin elinde bulunan: ●Nükleer başlıklı füzelerini, ●Uçak gemilerini, ●İnsansız hava gereçlerini, ●Savaş kontrol merkezlerini a) Çalışmaz hale getirecek ve çok ucuza mal edilecek teknolojik böcekleri b) Silah mekanizmalarını çürütecek metalik virüsleri c) Fırlatılan füzeleri havada iken yakalayıp tersine çevirecek elektromanyetik sistemleri: 1-Planlayıp yaptıklarını, 2-Bunları seri üretime hazırladıklarını, 3-Proje aşamasından deneme safhasına kadar, hangi süreçlerden geçtiğini gösteren video kayıtlarını 4-Ve bunların Kahraman Ordumuzun özel yetkili birimlerine aktarıldığını özellikle vurgulamıştı. Bu müjdeler, aynı zamanda; ülke ve bölge şartlarının olgunlaşması durumunda, süper şeytani güçlerin burnunun kırılacağı bir tarihi hesaplaşmanın yaşanacağının da ihbarı ve ihtarıydı. (Hz. Mevlana – “Bu müjdenin yalanına konağımı verdim, gerçeğine canımı verirdim...”) İsra: 4-7 4-(Biz Ezeli kader programında ve Kur’an da, İsrailoğullarıyla ilgili şu gerçeği bildik, haber ve hüküm verdik ki: Gerçekten siz yer(yüzün) de iki defa (çok yaygın ve yıkıcı) bir fesat çıkaracak (güce erişecek) ve büyük bir azgınlıkla kibirlenip yükseleceksiniz.” 5- Nitekim ilk vaid geldiği zaman, güç ve şiddet sahibi kullarımızı üzerinize gönderdik de (sizi) araştırıp (buldular ve yıkıma uğrattılar) 6- Sonra onlara karşı size tekrar 'imkan ve iktidar verdik', (vereceğiz) servet ve öz evlatlarınızdan oluşan (gizli cemiyetle) sizi destekledik, (destekleyeceğiz) (hükümet ve cemaatleri) çoğunlukla size hizmetkar hale getirdik. (getireceğiz) 7- (Bu durumda) Eğer iyilik ve adalet ederseniz, kendinize iyilik edersiniz, eğer kötülük ve zulme yönelirseniz, bu da elbette aleyhinizedir. (Derken, büyük haksızlıklarınız ve fesatlıklarınız nedeniyle) ahir dönemdeki (cezalandırma) vaadiniz geldiği zaman, birincisinde girdikleri gibi, yine mescide (Kudüs ve İsrail’e) girip ele geçirdiklerini 'mahvu perişan etsinler ve sizi çok kötü duruma düşürüp yüzlerinizi yere eğdirsinler' (diye mü’min kullarımızı yine üstünüze göndereceğiz.) Ordusu aciz bırakılan bir toplum aziz olamazdı! İşte TSK’ya yönelik psikolojik ve asimetrik savaş, bunun için başlatılmıştı. Türkiye’de; sistemli, sürekli ve dış destekli bir ordu düşmanlığı ve TSK’yı karalama ve aciz bırakma kampanyası yürütülüyordu. AKP’nin iktidara taşınmasının ve hala iktidarda tutulmasının asıl nedenlerinden birisinin de, bu plana taşeronluk yapmak olduğu anlaşılıyordu. Güneydoğu’daki her katliam ve kanlı olay sonrası yandaş medyada hemen PKK’yı koruyup kollama çabası öne çıkıyordu. Bütün vahşet ve cinayetlerin ardından “bu işi, TSK’nın yaptığı” algısı yaratılmaya çalışılıyordu. Henüz olayın ne olduğu bile anlaşılmadan BDP yöneticilerinin verdiği mesajlar ve PKK’yı yardım sevenler derneği gibi göstermeye çalışanlar ağız birliği içinde, “PKK’yı aklamaya” uğraşıyor ve TSK’ya sataşıyordu. Türkiye’de kasıtlı bir psikolojik harekat süreci sonunda, devletin ve özellikle de TSK’nın terör örgütü gibi algılanmasını kolaylaştıracak bir psikolojik ortam oluşturuluyordu. ABD’nin yeni TSK planı: Asker sayısı azaltılarak 250 bine indirilecek Zorunlu askerlik daraltılıp, ordunun yüzde 80’i paralı (profesyonel) hale getirilecek Genelkurmay Başkanı Savunma Bakanı’na bağlanıp havası söndürülecek. Milli duruşlu subayların bir kısmı davalarla tasfiye edilecek. Diğerleri yüksek ikramiyelerle özendirilip emekli olmaları istenecek. Kalan subaylar sözleşmeli pozisyona geçirilecek. Bütün subayların terfi ve tayinini, uysallığına göre hükümet belirleyecekti. İşte Rahmetli Erbakan, İslam dünyasına ve insanlığa bu Siyonist şebekeyi tanıttığı ve Onun 241 şeytani düzenini bozacak tedbirleri aldığı için, sağlığında da, vefatından sonra da bütün şerlilerin ve hainlerin hedefi yapılmıştı. 21 Şubat 2012 Konya Programıyla ilgili canlı yayın görüntüleri ve münafık iftiracının o TV konuşması da bunun bir devamıydı: Bir katılımcı soruyor: 11 Eylül 2011 Pazar günü SP Bursa İl Teşkilatında düzenlediğiniz toplantıda “Erbakan Bey, zeki bir kişiydi, borçlarının evlatlarına kalacağını bildiği için davaya ait bütün taşınmazları oğlunun ve damadının üzerine kaydetti” diyorsunuz. Burada ise Erbakan’ın üstün meziyetlerinden bahsediyorsunuz. Bu yaptığınız ikiyüzlülük değil mi ve sahtekârlık olmuyor mu? İftiracı Başının cevabı: “O söylediğimde gerçekti, bu söylediğim de gerçektir…” Farklı bir katılımcı sesleniyor: “O söylediğinin neresi gerçek! Cihat malını zimmetine mi geçirdi Hoca?” İftiracı: Evet! (hemen lafını değiştirip bağırarak)… Hayır! Hoca değil… Ama, Hoca’nın çocukları zimmetine geçirdi! diye iye kıvırıyor ve kinini kusuyor! Daha sonra canlı yayın kesilerek reklâm giriliyor ve bu soruları soran gençler apar topar oradakiler tarafından zorla salondan çıkartılıyordu. Ve tabi bu iftiracı, bu sözleriyle ve binlerce Milli Görüşçü önünde: “Erbakan Hoca’nın cihat paralarıyla mal mülk alıp kendi üstüne tapuladığını, ölünce de hepsinin miras olarak çocuklarına kaldığını, şimdi Fatih ve Elif Erbakan’ın da bunların üzerine yattığını” açıkça ilan ve iftira ediyordu… Yani “Hoca bunları kendi üstüne tapu etmeseydi, çocukları da zimmetine geçiremeyecekti” demeye getiriyordu. Bu tür münafıklar tarihin her döneminde görülüyordu. Amerika’da yaşayan Yahudi asıllı Saffet Bayramaşık, Siyonist lobilerce Erbakan Hocaya gönderiliyor, “Masonluk ve İsrail aleyhtarlığından vazgeçmemesi ve aslen Yahudi olan ama zahiren Müslüman-mücahit tanınan beş kişiyi teşkilata sokup, yüksek görevlere kabul etmemesi” halinde partisinin kapatılacağı söyleniyor, kabul edilmeyince ertesi gün Milli Nizam’a kapatma davası açılıyordu… Ama ne olduysa Selamet Partisine 12 Eylüle kadar dokunulmuyordu. Ve tabii bu tavizlerden Erbakan Hoca karlı çıkıyor ve tarihi atılımlarına fırsat buluyordu. Şimdi şunları sormak lazımdı: 1- İftiracı’nın iddiasına göre, Erbakan Hoca cihat paralarını mala çevirip kendi üstüne yapmasaydı, bugün çocuklarına miras kalmayacaktı. Çocuklarının ise, babalarından kalan mirasın nasıl kazanıldığını bilmeleri ve hele Rahmetli babalarından şüphe etmeleri imkânsızdı. O halde “bu mallara el konulmasın ve cihat paraları zayi olmasın diye bunları güvenilir bir heyet yerine kendi üzerine alması” bile Erbakan için oldukça yanlış ve yakışıksız bir davranış sayılmaz mıydı? 2- Hoca, hâşâ bu denli duyarsız ve tutarsız bir insan mıydı? 3- “Nasıl olsa çocuklarım, davanın hakkını gasp etmezler” diye düşünmüşse ve iddialara göre şimdi çocukları da bunları vermediğine göre, Rahmetli Hocamız, öz evlatlarının bile karakterini tanımayacak ve beytülmal konusunda bu denli tedbirsiz davranacak kadar saf mıydı? 4- Tamamen iftira olarak hazırlandığı ve çocukları üzerinden Hoca’nın suizan altında bırakılıp camiamızın kafasının karıştırıldığı çok açık olan bu iddialar doğru ise, Oğuzhan Asiltürk sağda solda fesat çıkarıp kin kusacağına, elinde de belgeleri ve şahitleri varsa, dava parasını kurtarmak için hukuki yollara niye başvurmazdı? 5- Haydi O yalan uydurup iftira atıyordu, peki çocukları niye bu haksız ve ahlaksız isnatları susturacak girişimleri bir türlü başlatmazdı? 6- Ve Türkiye’deki marazlı ve Masonik medya, Milli Görüş’e sızdırdıkları has adamı olan Oğuzhan’ın yıpranmaması için mi, bu gelişmeleri uzun zaman duymazdan gelip gündeme taşımamışlar, ardından da, şeytani bir kinle Erbakan Hocayı suçlamak için kullanmışlardı? Kendisi evli olduğu halde ve yine resmen evli olan ve kocasından ayrı yaşayan sekreterini alıp evine götüren dönemin Adalet Bakanı arkadaşının bu uçkur kazasını da, malum medya niye haber bile yapmamıştı!? Çünkü bunları yazmak, elbette Erbakan’ı zora 242 sokardı, ama Milli Görüş’teki kendi ajanları da deşifre olacaktı! 7- Şimdi iman, iz’an ve insaf ehli söylesin: Bu aslı bozuk münafıklar, özel ve yabancılara kapalı bir mekanda istişare mi yapmaktaydı, yoksa herkese açık bir ortamda ve milyonların izlediği tv ekranlarında, Erbakan Hoca’ya ve çocuklarına iftira mı atmaktaydı? Hoca’yı töhmet altında bırakan iddiaları yetmezmiş gibi, Oğuzhan Asiltürk’ün Erbakan’ın çocukları biribirine karşı kışkırtıp mahkemelik olmalarına ve medya malzemesi yapılmalarına yol açan bu Oğuzhan Asiltürk, Milli Görüş’e karşı nasıl derin bir kin taşımaktaydı? 20 Mart 2012 tarihinde ÇAY TV. Bakış Açısı programına katılan Genel Başkanın “üstadım” diye iltifat yağdırdığı Abdurrahman Dilipak gibi şarlatanların; “cihat paralarıyla alınan malları zimmetlerine geçirmekle suçlanan, Erbakan’ın çocuklarıyla ilgili, kasıtlı ve saptırıcı soruları karşısında, Oğuzhan Asiltürk’ü aklayıcı hatta haklı çıkarıcı tutarsız tavırları… Ve rahmetli Hocamızı töhmet altında bırakacak kaçamak yanıtları.” Tam anlamıyla mide bulandırmakta ve kendisine umut bağlayan gönüldeşlerimizi hayal kırıklığına uğratmaktaydı.Hayret ki hayret, bir etiket uğruna bunca hakaret ve hıyanete nasıl sessiz ve tepkisiz kalınırdı?! Eh, ne diyelim, Oğuzhan gibi lidere işte böyle bir gölge yakışırdı. Nur Suresi: 11 - Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla ve iftirayla gelenler, içinizden sizinle birlikte davranan bir ekiptir; siz onu (iftira olayını) kendiniz için (kötü) bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. (çünkü bu tavırları, münafıkların tanınmasına ve ayrışmasına vesile olacaktır.) Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise daha büyük bir azab vardır. 12 –Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi vicdanları adına hayırlı bir zanda bulunup: "Bu, açıkça uydurulmuş iftira ve yalandır" demeleri beklenirdi!? 13 - (Bu asılsız ve kasıtlı iddiaları ortaya atanlar, bunları ispatlamak üzere) Ona karşı dört şahitle gelmeleri gerekmez miydi? Şahitleri getirmediklerine göre, artık onlar Allah katında alçak yalancıların ta kendileridir. 14 - Eğer Allah'ın dünyada ve ahirette sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan (ve bu iftiralara sessiz ve tepkisiz kalmaktan) dolayı size büyük bir azab dokunuverirdi. 30 Aralık 2004 tarihli wikileaks belgelerinde ve tutuklu iken esrarengiz biçimde ölüveren Kaşif Kozanoğlu’nun cezaevi not defterinde İsviçre bankalarındaki 800 milyon doları bulunduğu iddia edilen dindar kahramanın, bunca parayı nereden kotardığını sormayan AKİT’in şarlatan yazarları “cihat parasını koruyor” kılıfıyla, rahmetli Hocanın 3-5 milyon liralık mal varlığının dedikodusunu yapıyordu. Oysa AKP yalakası ve din istismarcısı bu sahte İslamcılar: Recep T. Erdoğan’ın Milli Görüş gömleğini niye çıkardığını? Boynuna Yahudi Lobilerince niye cesaret madalyası takıldığını? Sn. Başbakan’ın Irak ve Libya’dan sonra, şimdi Suriye ve nihayet İran ve Türkiye’nin parçalanmasını amaçlayan BOP’a, kimler tarafından ve neyin karşılığı eşbaşkan atandığını? Irak, Libya ve Suriye işgallerine ve vahşetlerine, hangi gerekçe ile AKP’ye taşeronluk yaptırıldığını? Zinanın, kumarın, domuz eti ve yağının, hangi mazeret ve mecburiyetle serbest bırakıldığını? Ahlaki ve ailevi tahribat konusunda, AKP döneminde niye patlama yaşandığını? AB ve ABD’nin güdümündeki bir dünya düzeni içinde, kahramanlık rolü oynamanın ve İslamı siyonizmin aracı haline sokmanın Kur’an daki karşılığını? Ülkemizde tarım ve hayvancılığın nasıl batırıldığını ve tüm fabrika ve stratejik kurumlarımızın nasıl yabancılara satıldığını? Bir tek sefer olsun, ciddiyet ve cesaretle sorgulamış olsalardı; belki Rahmetli Hocayla ilgili tenkit ve tahriklerinde de samimi olduklarına kanaat getirebilirdik. Ama hep “cerahata konan ve goncadan uzak duran karasinek” misali, Erbakan’ın faziletlerini bile tenkit, ama Erdoğan’ın acziyetlerini bile tebrik ederseniz, elbette siz itimat ve itibar edilmez durumuna düşersiniz… 243 Hoca’nın 148 kilo altın değerinde mal varlığı kalmıştır. Rahmetli Erbakan’ın çocukları arasında dava konusu olan mal varlığı tartışması 18 yıldır Türkiye’nin gündemine taşınmaktaydı. Oysa Hocamız, 1994 yılında liderlerin mal varlığı tartışmasının yaşandığı süreçte düzenlediği basın toplantısında mal varlığını tek tek açıklamıştı. Erbakan, o günkü açıklamasında, söz konusu mal varlığını sanayicilik ve öğretim üyeliği döneminde kazandığı gelirlerin birikimiyle ve miras suretiyle elde ettiğini, bunların 148 kilo altına karşılık geldiğini vurgulamıştı. İşte 1994’teki Erbakan’ın mal varlığı; İstanbul Halıcılar caddesi’ndeki iki daire (babadan miras) Sinop’ta 21 parça arsa ve tarla (anneden miras) Ankara’da Güven Sokak’ta aynı apartmanda 130 ve 160 metrekare iki daire Kazan’da yazlık kooperatifte arsa İzmit Bahçecik’te kooperatifte 2 parsel Balıkesir Altınoluk’ta 3 parsel (parsellerden birinde prefabrik ev, diğerinin üzerinde iki bahçe evi) Ankara Balgat’ta iki arsa üzerine yapılan ev 3 Adet otomobil (Opel Vectra marka ve 1993 model Mercedes 200 ve Mercedes 300) Nakit olarak 421 bin dolar, 532 bin İsviçre Frangı, 611 bin mark. Bugün, hem doğrudan çocuklarına intikal eden, hem de tedbir olarak başka kişiler üzerinde gösterilen toplam mal varlığı da; Zaten ancak 148 kilo altın karşılığı olan 15 milyon TL. civarındadır. Erbakan’ın Bosnalı mazlumlara yardımları: Onbeş yıl kadar önce, Almanya’ya gelen şimdiki RTÜK Başkanı Prof. Davut Dursun ve AKP milletvekili Prof. İrfan Gündüz’ün, “Erbakan’ı ve Türkiye’deki parti davasını bırakın ve kendi geleceğinizi kurmaya bakın” şeklindeki milli görüş bağlılarını Hoca’ya karşı kışkırttıklarını görünce, fesatlıklarını ve haksızlıklarını yüzlerine vurup susturmuştuk. İşte orada bunlara kapılan ve “Erbakan bizim gönderdiğimiz paralarla Bosna kahramanlığı yapıyor.” Diyen bazı bölge başkanlarına sormuştuk: - Söyleyin bakalım, bugüne kadar, Bosna ‘ya yardım amaçlı, toplam kaç lira yolladınız. - “Üç (3) milyon mark’tan fazladır. - Peki, bu parayla bir salça fabrikası bile kurulabilir mi? - Elbette hayır… - Oysa Bosnalı Müslümanlar, hem beş yıl sürekli savaşmış, tarım ve sanatla uğraşamamış, ama bütün yaşama ve savunma ihtiyaçlarının karşılanması yanında, 1-Tank ve zırhlı araç tamir fabrikası. 2-Mermi ve mühimmat fabrikası. 3-Uçak savar füze fabrikası kurmuşlardı. - Bunların maliyeti yüz milyonlarca dolardı. Ve önemli kısmını Erbakan Hoca ayarlamıştı.Sizin 3-5 milyon markınız Bosnalıların bir yıllık ekmek şeker parası bile olmazdı. Mustafa Tahhan’ın itirafları: 2012 yılında İstanbul’da yapılan “Erbakan’ı anma” toplantısına katılan Dünya gençlik teşkilatı eski başkanı Mustafa Tahhan: “Ben size, Erbakan Hoca’nın Bosna halkına ve İzzet Begoviç’e sağladığı çok büyük yardımları anlatsam hayretler içinde kalırsınız.” Anlamındaki Arapça sözlerini, partiyi kuşatan münafıkların tembihlediği kişi, ısrarlı uyarılara rağmen bu önemli gerçeği maalesef Türkçe tercüme etmeyip atlamıştı. Erbakan hoca’nın hangi ülkelerden hangi ağır makineleri nasıl temin edip, Bosna’ya hangi yöntemlerle ulaştırdığını İstanbul eski İl başkanı Osman Yumakoğulları’ndan dinlemek lazımdı. Erbakan’ın Kaddafi üzerinden Çeçenistan’a sahip çıkması: 1996’da Trablus’ta tertiplenen ve tüm dünyadan 600’den fazla yüksek ilim ve gönül ehlinin katılımıyla gerçekleşen “TASAVVUFİ AHLAK VE MANEVİ KALKINMA” konferansına katılmak ve bildiri sunmak üzere bizi Libya’ya gönderen Erbakan Hoca, O sırada ambargolar yüzünden perişanlık çeken Kaddafi eliyle, Çeçenistan mücahitlerine çok önemli miktarda yardım gönderilmesini ayarlamıştı. Ve şunları hatırlatmıştı; 244 1- Mazlum ve Müslüman Çeçen halkının meşru haklarını savunmalarına yardımcı olmak bir iman ve insanlık vazifemizdir. 2- CIA ve MOSAD’ın bölgeyi karıştırmak ve Türkiye’yi zora sokmak niyetiyle, TALİBAN’cı ve VEHHABİ görünümlü kişiler eliyle yaptırmaya çalıştığı provakasyonlara ise gelmemelidir. 3- Makul şartlar oluşursa, Rusya ile Çeçen mücahitlerinin anlaşıp uyuşmasına destek verilmelidir. Daha sonra 28 Şubat kışkırtmasına hazırlık amacıyla, D-8 oluşumu için yaptığı Libya ziyaretinde, Kaddafi’nin kışkırtılıp Erbakan’a karşı saygısız davranışlarını da yine CIA destekli Türkiye masonları ve dışişleri elemanları tezgahlamıştı. (Bak. Ergün Diler. Takvim Gazetesi – 28 Şubat 2012) Kaddafi’nin kulağına 1995’te Malta‘da Mossad ajanlarınca, katledilen Filistinli liderlerden Fethi Şikaki suikastinde Erbakan’ın hükümet ortağı olan Tansu Çiller’in de parmağı olduğu yalanı fısıldamıştı. Şimdi BOSNA, ÇEÇENİSTAN, FİLİSTİN, Türki Cumhuriyetler ve Çin Sincan bölgesi gibi milli direniş hareketlerine yüzmilyonlarca dolarlık yardımları sağlayan, üstelik asla bunların reklamını yapmayan ve siyasi rantına tenezzül buyurmayan bir Zatın, şimdi üç beş milyonluk bina ve arsaya tenezzül edeceğini söylemek, ahmaklıktan öte alçaklıktır. Siyonizmi ve emperyalizmi tanımadan yeterli tedbir alınamazdı. Dünyamız artık küreselleşmiş, yani aynı merkezlerden yönetilir hale gelmiştir. Görüntülü iletişim araçları ve internet bağlantılarıyla sadece devletler, şirketler ve örgütler değil, çok uzaktaki fertler bile kolaylıkla birbirine ulaşmakta, anlaşmakta ve ortak projelerini geliştirip yürütebilmektedir. Bu son sistem teknolojik imkânlar, insanlığa önemli fırsatlar sunduğu gibi, büyük tehdit ve tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Rotary ve Lions benzeri Masonik organizeler ve küresel merkezlerin güdümündeki sivil örgütlenmeler vasıtasıyla, farklı din, düşünce ve kavimden bütün insan topluluklarını kontrol eden ve çeşitli kesimleri, ele geçirdiği reisleri, liderleri, şeyhleri üzerinden yönlendiren SİYONİST odaklar, CIA, MOSSAD, CFR ve Bilderberg gibi etkin kuruluşlarla HÜKÜMETLERE, MUHALEFETE ve ülkelerdeki medyaya, yargı sistemine, polise ve silahlı kuvvetlere de tesir edip tetiklemektedir. Yani ülke ve bölge politikalarını etkileyecek, halkların eğilim ve tercihlerini değiştirip dönüştürecek ölçekteki kurumlar arası sertleşme ve restleşmelerin, cemaatle Hükümet didişmesinin öyle basit rekabet ve bahanelerle meydana geldiğini düşünmek ve küresel güçlerin bölgesel ve evrensel projelerini ve stratejilerini göz ardı etmek, sonunda bilmeden onlara figüranlık etmekten başka sonuç vermeyecektir. Bugün yeryüzündeki: Kökenleri, kültürleri, tarihi birikimleri, dinleri ve mezhepleri birbirinden oldukça farklı milyarlarca insanın: Meşrubat olarak neleri içeceğine Hamburger ve cips olarak ne yiyeceğine Ayakkabıdan pantolona, mayosundan kabanına kadar erkek-kadın herkesin ne giyeceğine Hangi hastalığın hangi ilaçlarla tedavi edileceğine Hangi şarkıların dinlenip, hangi filmlerin, hangi çizgi filimlerin, hangi porno rezaletlerin izleneceğine Hangi markaların reklâm edilip hangi firmaların iflas edeceğine Karar veren 13 (on üç) Yahudi ailesini, yani Siyonizm gerçeğini ve bunların güdümündeki ABD ve AB’nin kuruluş ve işleyiş biçimini bilmeden, Türkiye’mizdeki ve bölgemizdeki gelişme ve çekişmelerin perde arkasındaki gerçek nedenlerini fark etmemiz ve milli siyaset ve stratejiler üretmemiz hayaldir. Böyle bir dünya düzeni içerisinde, milliyetçilik taslamanız da, sosyalistlik yapmanız da, İslamcılık oynamanız da, kendinizi ve çevrenizi kandırmaktan öteye geçmeyecektir. İşte canlı örnek: 12 Eylül darbesine, solcular karşı, sağcılar karşı, İslamcılar karşı, ulusalcılar karşı, masonlar karşı, sabataycılar karşı… Allah Allah!.. Ya 12 Eylül ABD’yi aldatarak yapılmış, sonuçları milli olan bir 245 harekettir… Veya bu müdahillerin hepsi Millicidir!? Bakınız 300 milyonluk ABD’deki Yahudi nüfusunun sadece 3 milyon olduğu söylenir, yani yüzde birdir. Ancak Amerikan tarihinde ve günümüzdeki Devlet Başkanı, Bakan, Vali ve Belediye Başkanı, CIA ve FBI Başkanı, Kuvvet Komutanı ve Genelkurmay Başkanı, IMF ve Federal Reserve (Amerikan Merkez Bankası) Başkanı, en büyük ve uluslar arası bin (1000) büyük holdingin sahibi ve başkanı, büyük medya patronları, yüksek yargı ve bürokratik makamları işgal eden Yahudi ve Yahudi dönmesi kişilerin diğer ABD vatandaşlarının en az yüz katı olduğu görülecektir. Şimdi nüfusun yüzde birini teşkil eden bir kesim, ülke yönetiminde, üst düzey mevkilerde, şirket ve holdinglerde diğerlerinin tam yüz misli oranda etkin ve yetkin bulunuyorsa, bunu sadece tesadüfle veya Yahudilerin üstün yetenek ve gayretiyle izah etmek safdilliktir. İşin gerçeği, nice yüzyıllar boyu süregelen ve din olarak Kabalist düşüncelerle şekillenen bir Siyonist Yahudi organizesi, ABD’nin fikri ve fiili DERİN DEVLETİDİR. Yahudiler olağanüstü kabiliyet ve meziyetlere sahip olduklarından değil, ama inanç haline getirdikleri şeytani emelleri uğrunda; sürekli, sistemli, organizeli, disiplinli ve her türlü esbaba riayetli biçimde ve nesilden nesile geçen gizli ve kirli öğretiler sayesinde, binlerce yıl sonra bile olsa dünyaya hâkimiyet hedefine, resmen değil ama fikren ve fiilen erişmişlerdir. Ancak bu onların yenilmez ve asla baş edilmez oldukları anlamına gelmemektedir. Bu birkaç bin sene içerisinde, mesela Türkler ve özellikle de İslamiyet’le birlikte en az beş tane dünya çapında imparatorluk kurabilmiştir ve işte Anadolu Selçuklu ve Osmanlı varisi Türkiye Cumhuriyeti bin yıldır devam etmektedir. Ama Yahudilerin 4 bin sene sonra ancak kurabildikleri İsrail’dir, onunda akıbeti bellidir. Bu çağdaş Firavunluk Düzeni, şöyle ayarlanmıştı: 6 milyar insanın her biri küresel tefecilere, Rockefellerin başında bulunduğu 300 Yahudi ailesine her yıl 1200 dolar- toplan 7 trilyon dolar, faiz vergi ve rüşvet ödemek zorundaydı. Herhangi bir ülkede rasgele bir marketten alınan her eşyanın üçte biri gizli faiz olarak Siyonistlerin kasasına akmaktaydı. Her uçak biletinin % 10 IATA eliyle, her gemi biletinin % 9’u LOYD vasıtasıyla, her para transferinin % 1’i sömürü tekeline aktarılmaktaydı. Her 10-20-50 yıldaki büyük krizler, milli servet ve şirketlerin, Siyonist Yahudilerin eline geçmesiyle sonuçlanmaktaydı. Bugün Avrupa’daki krizlerin arkasında da Bilderberg, CFR, Triterial komisyon ve Goldman sachs gibi küresel Yahudi kuruluşları vardı. A- Yeni Yunanistan Başbakanı Lukas, triterial komisyon üyesi- Yahudi kökenliydi B- Yeni İtalyan Başbakanı Mario Monti aynı kuruluşun üyesi- Yahudi kökenliydi C- Estonya Devlet Başkanı Toomas Hendrik aynı kuruluşun üyesiydi. D- Dünya Bankası Başkanı, Robert B. Zoellick aynı Siyonist kuruluşun üyesi ve Yahudiydi E- Bunların hepsi ve dahi bizim meşhur Kemal Derviş’imiz ABD, Yahudi sermayeli Goldman Sachs Bankın hizmet görevlileriydi… Bunların hepsini tesadüflerle izah etmek akıl karı değildir. İşte bu gerçekleri dile getirdiği ve “Havuz sistemi, D-8’ler” gibi milli tedbirler geliştirdiği için Erbakan Hükümeti 28 Şubat tertibiyle devrilmiştir. Son pişmanlık! Şimdi 28 Şubat sürecindeki, saldırı ve soytarılıklarından pişmanlık duyarak; “keşke Milli Görüş ve Erbakan’ı doğru tanısaydık! Keşke o günler yaşanmasaydı! Milli Görüş’ün emperyalizmle mücadelesi iyi anlaşılsaydı” diyen Osman Özbek yine de Fetullahçılardan tutarlıydı. Ali Ünal’ın Kargaları Bile Güldüren F. Gülen Savunması Sonraki yıllarda cemaat yazarları, takiyye ve kıvırma sanatının her türünü kullanarak 28 Şubat ayıbından aklanmaya uğraşıyordu. Örneğin Ali Ünal, 3 Temmuz 2006 tarihli Zaman’da, isim vermeden Milli 246 Çözüm Dergisinin bir sorusunu şöyle yanıtlıyordu: “28 Şubat’ta ordu yanlısı bir tavır takınan Fethullah Gülen, neden şimdi Şemdinli ve birbiri sıra patlak veren çeteler hadisesinde özgürlükçü bir tavır ortaya koyuyor?” diye soruluyordu. Oysa bu iki tavır arasında Hocaefendi’nin bir çelişkisi bulunmuyordu. Darbelere her zaman karşı olmuş olan Hocaefendi, 28 Şubat sürecinde Erbakan’ın uyumsuz hareketlerinin darbe sebebi teşkil edeceğini gördüğü için, muhtemel bir müdahaleyi önlemek maksadıyla hükümetin çekilmesini istiyordu.” Yani Fetullah Gülen, darbe olmasın diye Erbakan’a karşı TSK’yı destekleyip 28 Şubat’a arka çıkıyormuş!... Vay anasını be, Fetullah Gülen meğer ne kadar ince ve derin düşünüyormuş! Peki, Fetullahcılara dokunan niye yanıyordu? Hatta bazı bakanlar, işadamları, yazarlar ve Milletvekilleri niye Recep T. Erdoğan’ın değil de Fetullah’ın tarafında yer alıyordu? Çünkü ABD’nin ve Yahudi lobilerinin, Başbakandan ziyade Fetullah’ın arkasında olduğunu herkes biliyordu. Yani herkes cemaat bahanesiyle Amerikan tanrısına tapınıyordu. Atatürk’ü dinsizlikle suçlayanlar “Askere Din Kitabı”nı okumalıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında hazırlanan, dönemin GKB. Mareşal Fevzi Çakmak tarafından övgülü bir önsözü yazılan ve Diyanet İşleri Başkanlarından büyük alim Ahmet Hamdi Akseki Hocamızca hazırlanan, “ASKERE DİN KİTABI”; Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı sürecinde, bütün askeri birliklerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Çünkü Atatürk imansız ve İslamsız bir milletin ayakta kalamayacağını ve hele maneviyatsız bir askerin düşmanla savaşamayacağını, vatanını ve halkını hakkıyla savunamayacağını bilecek kadar akıllı, inançlı ve şuurludur. Ahmaklık; Çelişkilerin Farkına Varmamaktır! AKP’nin 4+4+4 diye gündeme getirdiği ve haftalarca kamuoyunu meşgul ettiği, yeni eğitim sistemi tartışmasıyla, asıl amaç: 1. Sözde “İmam – Hatiplerin orta kısmını açacağız” bahanesiyle, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini mecburi olmaktan çıkarmak 2. İleride Özerk Kürdistan’ın resmi eğitim dili yapılmasına yasal zemin hazırlamak üzere “Kürtçeyi seçmeli ders” olarak okutmaya başlamak 3. “Dindar AKP’ye karşı, kindar CHP’nin laiklik kavgası” ile toplum oyalanırken, BOP çerçevesinde Irak ve Libya gibi parçalanmaya hazırlanan Suriye müdahalesini meşrulaştırmak. 4. BDP’lilerin ve Suriyeli muhaliflerin itiraf ettikleri üzere, Suriye’de bir Kürdistan bölgesi oluşturmak. 5. Ve nihayet, Barzani’nin açıkladığı gibi, Türkiye’de de federatif Kürdistan’ı kurduktan sonra; Suriye, Irak, İran ve Türkiye parçalarını birleştirip BÜYÜK Kürdistan hedefine ulaşmaktır. İnsana verilen AKIL; “şunlar doğru ise şunlar da doğrudur, bunlar yanlış ise bunlar da yanlıştır” şeklinde bir mukayese ve muhakeme (karşılaştırma ve uygun karar alma) hassasıdır. İyilikle kötülükleri, adaletle zulümleri, yararlı şeylerle zarar verenleri, güzellikle çirkinlikleri birbirinden ayıramayan, temyiz ve doğru tercih yeteneği bulunmayan insan, Kur’an’a göre aynı hayvan ayarındadır. Her şeye rağmen tarihi hesaplaşma kaçınılmazdır ve bu sefer tarihi kötüler değil, iyiler yazacaktır. Aziz Hocamız’ın: “ya dünyaya hükmedeceksiniz veya bir kasabayı bile değiştiremezsiniz.” Vasiyeti yerini alacak ve Adil Düzen mutlaka kurulacaktır. 247 AHMET AKGÜL KİMDİR? Araştırmacı-Yazar, Düşünür ve Siyaset Bilimci olarak tanınan Ahmet Akgül, Milli Görüş çizgisinde önemli bir fikir adamıdır. Olaylara insan eksenli ve İslam endeksli yaklaşmaktadır. 2004 Ocağında, arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’da aylık olarak yayınlanan “Milli Çözüm” Dergisini çıkarmaya başlamıştır. Uzun süreli, ciddi ve çileli bir mücadele dönemi yaşamış ve bu duyarlı, tutarlı ve kararlı tavrını hiç bırakmamıştır. Bu yüzden pek çok sıkıntı ve saldırılara uğramış, defalarca mahkeme açılıp tutuklanmış ve hapis yatmıştır. İnancımız ve ihtiyacımız olan evrensel hukuk kurallarının; bütün insanlığın ortak değeri ve hayat düzeni haline getirilmesi, “Demokrasi, Laiklik ve özgürlükler” gibi çağdaş kurum ve kavramların; ilmi ve insani temellere göre yeniden şekillenmesi… Ve Türkiye’nin yeni bir barış ve bereket medeniyetine öncülük etmesi konularında yoğunlaşmıştır. Üstadımızın, başta “İnsanın Yozlaşması”, ardından “Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya” ve yine “Barış ve Bereket Nizamı İslam Davası ve Yozlaştırılan Cihat Kavramı” gibi birçok kitapları İngilizce’ye çevrilip merkezi Londra’daki Cagaoglu Yayıncılık organizesiyle; Amazon ve Bornes&Noble (bn.com) gibi dünya genelinde dağıtım yapan yüzlerce online sitesinde ve dijital (e-kitap) sayesinde 20 kadar ülkede yayınlanıp okunmaktadır. Milli siyaset ve sorumluluk düşüncesini farklı bir boyutta ele alan ve yorumlayan Hocamız; yaklaşık 40 yıldır Türkiye’mizin her yerinde, Avrupa’da ve İslam ülkelerinde, önemli seminer ve konferanslara katılmaktadır. Mili Görüş’e çöreklenmiş bazı şaibeli kişilerin gizli niyet ve tertiplerini haber vermesi, uzun vadeli hedefler ve stratejik tavizler sonucu Partiye girdiklerini sezmesi ve söylemesi nedeniyle, Ahmet Akgül’ün teşkilatlarda ve Milli Görüşçü kuruluşlarda hizmet vermesi engellenmeye çalışılmış; Erbakan Hoca ise, kendisinin daha bağımsız davranabilmesi ve nifak çarkı içinde körletilip kirletilmemesi için bu girişimlere karşı çıkmamış, ama kendisini uzaktan destekleyip yönlendirmekten de geri durmamıştır. Erbakan’ın “Adil Düzen” projeleri, AKP’nin siyasi hileleri ve karanlık ilişkileri, Fetullahçı Cemaatin gizli mahiyeti konularında sayılı uzmanlardandır. 1949 Elazığ doğumlu olan, çeşitli konularda yayınlanmış ve hazırlanmış altmış kadar eseri bulunan yazarımız, evli ve beş çocuk babasıdır. Hocamız’ın Başlıca Kitapları: ■Milli Sorunlarımız ve Sorumluluklarımız. (2 Cilt) ■İnsan’ın Yozlaşması. ■İslam Davası ve Cihat Kavramı. ■Kur'an-i Kavramlar ve Yorumlar. (3 Cilt) ■Ruhlar, Sırlar ve Uzaydaki Yaratıklar. ■Dünyanın Değişimi ve Erbakan Devrimi. ■Bizim Atatürk. ■AKP ve Akıbeti. ■AKP İntihara Gidiyor. ■Türkiye Uçuruma sürükleniyor. ■Dünya Dönüşüme Hazırlanıyor. ■Cumhuriyet Türkiyesinde Nifak Hareketleri. ■Küresel Fesatçıklık ve Fetullahcılık. ■Osmanlıdan Cumhuriyete Kripto Yahudiler ve Pakraduniler. ■Bir Devrim Yaşanıyor. ■Gönül Seması ve Tasavvuf Kapısı. ■Mesaj ve Metot. (İletişim ve İşbirliği Sanatı). ■Dış Politikamız. (1. Cilt) BOP’un Temelleri. ■Dış Politikamız. (2. Cilt) Tarihin En Talihli Değişim Süreci. ■Din, Devlet ve Demokrasi. ■Medeniyet Mücadelesi ve Mehdiyet Müjdesi. ■Siyaset ve Strateji Dersleri. ■Başörtüsünün İnkârı ve İstismarı. ■Ergenekon Senaryosu, “At Değiştirme” Operasyonu mu?. ■Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya. ■Ah-u Figan’ım (Şiir Kitabı). ■Cezaevinde Yazdıklarım. ■Din Dengedir, İslam İlericiliktir. ■Hikmet Çiçekleri (Şiir Kitabı). ■Milli Görüş’ün Marazlıları. ■Refah-Yol'la Rantiye Savaşı. ■Tarikat Terbiyesi ve Ahlâk Tedavisi. ■Terör–Masonluk ve Mafia Medeniyeti. ■Yakın Tarihimizde Yüceler ve Cüceler. (3 Cilt) ■Zafer Müjdeleri. ■Bir Devrin Bitişi ve Bir Devrimin Gelişi. ■Osmanlı Sistemi ve Abdulhamit Siyaseti. ■Erbakan’a Son Darbe ve Milli Görüş’ün Parazitleri. ■Deccalizm: Siyonist Yahudi Şebekesi. ■Sözün Çözüme Dönüşmesi (Hazırlanıyor). ■BDP’nin Özerklik Ezanı ve Türkiye’nin Cenaze Namazı ■Türkiye Tarihi Dönemeçte, Ya Yıkılacak, Ya Şahlanacak!. ■Sabah Yakın Değil mi? ■Rüyaların Öğrettikleri ve Yakın Çevremizden İlginç Örnekleri ■Tuz Kokarsa… ■Bilge Erdoğan’dan, İlkeli Numan’a ■Dilin Düğümü Çözüldü (Şiir Kitabı) ■Türkiye Büyüyor mu, Bölünüyor mu? ■Katı Ulusalcıların ve Ilımlı İslamcıların Din Tahribatı. ■Amik Ovası ve Armegedon Savaşı. ■Devrim Simsarları ve Din İstismarcıları. ■Dert Söyletir, Aşk İnletir. (Şiir Kitabı) ■Cemaatın Cılkı, Erdoğan’ın Çarkı, Erbakan’ın Farkı. ■Türkiye Kuşatılırken, Kuklaların Kapışması. ■Yeni İstiklal Savaşında Milli Şuur ve Ordu. ■Türkiye Dağılacak mı, Doğrulacak mı? (Ahmaklar Okumasın). ■İslamcı Münafıklar. ■Hayatın Gerçeği ve İnsanlığın Gereği (Hazırlanıyor) 248 ARKAZ KAPAK YAZISI “Din istismarı yapanlar ve dünyalık kazanmak için kutsalını pazarlayanlar; parasıyla fuhuş yapan kadınlardan ve karısını-kızını satanlardan daha aşağı ve bayağı mahluklardır. Açıkca Dine ve İlahi düzene düşmanlık yapanlar ise, insan suretli şeytanlardır” Hz. İsa (AS) (Barnabas İncilinden) Okumayan cahil, anlamayan gafil, öğrenip uygulayan ise kâmil insandır. Doğruları ve yararlı olanları yazanlar ve yayınlayanlar, toplumun olgunlaşmasına ve onurlu yaşamasına en önemli katkıyı sunmaktadır.
Benzer belgeler
“AKIL TUTULMASI VE HİDAYET KARARMASI” NE DEMEKTİR
siyasete karşı olanların.. Siyasetten ve şeytandan Allah'a sığınanların yolu da AKP'de birleşip,
değişim ve dönekleşmede buluştular. İslamcı medya patronları, yazarlar, fikir sahibi
entelektüeller,...