yolculk 8 - Devrimci Gençlik
Transkript
yolculk 8 - Devrimci Gençlik
6 Kasım YÖK Süreci Devrimci Gençlik B ir 6 Kasım sürecini daha geride bıraktık. Bildiğimiz üzere YÖK protestoları gençlik hareketinin en önemli gündemlerinden biridir. 12 Eylül darbesinden sonra, 6 Kasım 1981 yılında kurulan YÖK, her yıl üniversite gençliği tarafından protesto edilir. Üniversitelerin MGK’sı gibi işleyen YÖK, üniversitede bilimsel düşüncenin gelişiminin önünde duran engellerin en büyüğüdür. 80 öncesi devrimci mücadeleyi yükselten üniversiteli gençlik üzerinde baskı kurma amacıyla kurulmuştur. Tüm üniversitelerin yetkilerini tek elde toplayarak üniversitenin kendi içindeki özerkliğini bütünüyle yok etmiştir. Yine 12 Eylül’ün sebep olduğu 1402’likler diye anılan bilim insanlarının kıyımına YÖK’le birlikte devam edilmiştir. 12 Eylül’ün postalı YÖK aracılığıyla üniversiteye taşınmıştır. Medya, polis ve idare işbirliğiyle gençliğin haklı talepleri bastırılmaya çalışılmış, faşistler devrimci gençliğin/üniversite gençliğinin üzerine salınmıştır. Yüksek harç ücretleri, gençliğin tepkisini dile getirdiği ana gündemler arasında yer almıştır. Haklı ve meşru olan; halk için parasız, demokratik, özerk, bilimsel üniversite talebi her daim yok sayılmış binlerce öğrenci bu taleplerden ötürü soruşturmalara maruz kalmış, üniversiteden uzaklaştırılmış, atılmış, işkence görmüş, hapis yatmıştır. Sayısız genç bu uğurda canlarını feda etmiştir. Bugün bile üniversitelerde belli oranda bir muhalefet varsa bu, bugüne kadar bedel ödemekten çekinmeyen üniversite gençliği sayesindedir. 90 sonrası YÖK’ün görevlerinin yanına üniversitelerde neoliberal dönüşümün sağlanması eklenmiştir. Yüksek öğretimde eğitimin ticarileştirilmesi YÖK üzerinden gerçekleştirilmektedir. Bu nedenle YÖK üniversitelerin kaderini belirleyen kararların alındığı faşist bir kurumdur. 6 Kasım YÖK protestoları, emperyalizme ve işbirlikçisi faşizme karşı mücadelenin simgesi haline gelmiştir. YÖK 32 yıldır üniversitelerin üzerinde demokles kılıcını sallamaktadır. Üstelik bu yıl, Yeni YÖK Kanun Taslağı’nın tartışmaya açıldığı da düşünüldüğünde YÖK protestoları üniversite gençliği nezdinde daha büyük bir öneme sahip oldu. Üniversite alanını Bologna Süreci’ne uygun hale getirmek ve üniversite ile sermayenin kaynaşmasını sağlamak için oluşturulan yeni yasa taslağına geçit vermemek için üniversite gençliğinin tek yumruk olarak sesini haykırması büyük önem taşımaktaydı. Bu nedenle gençliğin, faşizmin üniversite alanında amaçladığı neo-liberal uygulamalara karşı aydınlatılması ve haklarına sahip çıkması sağlanmalıydı. Ancak yine devrimci öğrenci yapıları arasında, içeriği ıskalayıp biçime yönelen tartışmalar ve çizilen parçalı eylemlilik çizgisi, YÖK protestolarına üniversite gençliğinin katılımını azalttı. Yürüyen biçimsel tartışmalar asıl yapılması gerekenin (yerellerde öğrenci kitlesiyle kurulması gereken bağın ve YÖK teşhirinin) önüne geçti. Açıkçası yapılan eyleme kitle katılımını, YÖK protestosunun “devrimci demokrat öğrenciler” mi yoksa “üniversite öğrencileri” adıyla mı organize edildiği çok da etkilememektedir. Eğer flama ve döviz kullanımı parçalı bir görüntü sergiler deniliyorsa bu da bir çeşit yanılsamadır. Emin olalım ki, 6 Kasım protestosuna gelen öğrenciler bu protestoda sistemle karşı karşıya geldiklerini iyi bilmektedir. Protestoya katılanlar orada açılacak flama ve dövizden rahatsız olacak bir kitle değildir. Parçalı görüntüye veya genel anlamda gençlik hareketindeki dağınıklığa gelince bu sorun sadece bu yıl ki 6 Kasım’ın ya da gençliğin sorunu değildir. Ülke tahlilinden gelişen gündemi değerlendirmeye kadar bir dizi olguyla ilintilidir. Ayrıca alanlarda çalışma yapan kadrolardaki küçük burjuva alışkanlıklar, birlikte ortak isimle çalışma yapılsa dahi bütünlüklü görüntü sergilemenin önündeki temel engeldir. 1 Politika / Gündem En Büyük Sanat Yaşama Sanatıdır Umut KARADENİZ İ.Ü Hukuk Fakültesi S kullandıkları yoldan gidip gelirlermiş. Fil avcıları da fillerin geçeceği yolu derince kazarlar üzerini ince bir tabakayla örterler ve en önde yürüyen filin o kazılan çukura düşmesini sağlarlarmış. Fil avcıları siyah elbiseler içerisinde, yüzleri kapalı olarak gelir, çukurda çırpınan fili kırbaçla dövmeye başlarmış. Birkaç gün yiyecek vermezlermiş. Birkaç gün sonra aynı avcılar, beyaz elbiseler içinde filin sevdiği yiyeceklerle gelirler filin karnını doyururlar hortumunu, yüzünü, gözünü okşarlarmış. Avcılar, fili kendilerine alıştırdıktan sonra çukurun önünü kazarak fili oradan çıkarırlar ve filin hortumundan tutarak kendi fil damlarına götürürler ve ölünceye kadar fili işlerinde kullanırlarmış.” Veya “Kutuplarda ayı avcıları, ayı avlamak için buzlaşmış karların içine jilet gibi keskin baltayı yerleştirir, keskin tarafın üzerine kan sürerlermiş. Ayı gelip kanı yalarken kendi dili de kesilirmiş ama kanın tadından dilinin acısını fark etmezmiş. Kendi kanını yalamaya başlarmış. Damarlarındaki kan tükenince olduğu yere yığılıp kalırmış. Avcı da gelip derisini yüzermiş. Kurşunla vurursa ayının postu delindiğinden fazla para etmediği için bu yolu denermiş.” Bu örnekler insanlaşmaya giden yol üzerine kurulmuş olan engelleyici tuzaklardan, öz itibariyle pek farklı değildir. Hiçbir canlıya şans olmayan düzeyde bedensel ve ruhsal zenginliklerle donanmış olan insanın, sonsuz sayıda basamağı tırmanma olasılığı, bir avuç tekelin kar hırsı nedeniyle önlenmekte ve bütün insanlık, adeta bir yok oluşa sürüklenmektedir. Her şeyin ardında “tekellerin hain emellerinin” olduğunu söylemek, kimi arkadaşlarıımıza ermayenin, ilk birikim ve artı değerle, yani Marks’ın deyimiyle doğrudan ve dolaylı hırsızlıkla oluşması ve düzenini daha çok verim daha az ücret üzerine oturtması; hiçbir etik kuralı tanımamayı ve her şeyi meta olarak görüp pazara sürmeyi beraberinde getirir. Marks, “insana ilişkin ne varsa kabulüm” der. Aynı Marks’ın, kapitalizmi “insanlık öncesi son toplum biçimi” olarak değerlendirdiği bilinir. Erdeme, duyguya, kanaate, bilgi ve bilince bir fiyat biçen ve ticaret konusu yapan sistemin gelişmesinin sonuna geldiği ve tüm hücrelerine kadar çürüdüğü bu emperyalist dönemde; insandışılaşma da en üst boyuta ulaşmıştır. Kapitalizmin bu evresinde sürecin sömürüye dayalı karakteri öz olarak değişmezken; artan çelişkilerin ve çürüme alametlerinin gizlenmesine dönük çabalar yoğunlaştırılır. İnsan, emperyalist kültürün aşındırıcı etkisine maruz bırakılarak; düşünmeyen, soru sormayan, hak aramayan, kendine güvensiz ve gelecek düşü kurmayan bir insan tipinin oluşması amaçlanır. Bu insandan asıl olarak, plan yapma yeteneği çalınır veya bu niteliğin oluşmadan kötürümleşmesi sağlanır. Yorumlayan, seçen ve uygulayan insan yerine, adeta şartlı reflekslerle hareket eden insan tipinin sistem tarafından tercih edildiği ve bu konuda küçümsenemez mesafelerin alındığı bilinmektedir. İnsanların, hayvanları etkisiz kılıp, sonra da doğal zeminlerinin dışına çıkararak kendi çıkarı için kullanması sırasında başvurduğu yöntemlere benzer yöntemlerle, insanın sadece bedeni değil, beyni de teslim alınmakta ve bütünüyle bir kukla tiyatrosunun figüranına çevrilmektedir. “Filler çok geniş vadilerde yaşasalar bile her gün Politika / Gündem 2 1. Sayfanın Devamı Bu nedenle herkesin kendi adıyla katıldığı, kendi düşüncesini ifade ettiği, küçük burjuva zaaflardan arınmış bir çalışmada devrimciler, bütünlüklü görüntü sergileyip öğrenci kitlesini daha çok etkileyecektir. Ancak bunun için her devrimci yapının kendini sorgulaması ve devrimci yapıların birbirine örgütlenecek kitleden daha yakın olduğunun farkına varması gerekmektedir. 6 Kasım gibi bir gündemde bile, birkaç tane protestonun ortaya çıkmasının arkasında, ben merkezci küçük burjuva bakış açısı yatmaktadır. Bu da bütün solun eksikliğidir. Birleşik , kitlesel bir 6 Kasım, sürecin ihtiyacıyken ve üniversite alanındaki ticarileşme hepimizin gündemiyken tüm devrimci gençlik yapılarının birlikte kitlesel bir protestoyu tartışamaması büyük eksikliktir. Gençlik çalışmalarında bir başka eksiklik ise, yapıların kendi gündemini gençliğin sorunlarının önüne geçirmesidir. Eğitimin ticarileşmesi, gericileşmesi vb. gibi kendisini birebirde ilgilendiren gündemlere bile duyarsız kalan bir kitleyi tali gündemler üzerinden harekete geçirme şansı pek fazla değildir. Bu nedenle kitleyi doğrudan ilgilendiren gündemler üzerinden çalışma yürütmek enerjimizi verimli kullanmak için gereklidir. Tüm bu nedenlerden ötürü bu yıl ki 6 Kasım’da istediğimizi gerçekleştirememiş olsak da gelecek 6 Kasım’ları kazanmak, halk için parasız, özerk, bilimsel, demokratik üniversite talebimizi gerçekleştirmek için eksikliklerimizden öğrenerek geleceğe yürümeye devam edeceğiz. Yök, Polis, Medya Bu Abluka Dağıtılacak! Üniversiteler Bizimle Özgürleşecek! fabrikalardaki sendikal hareketin bitirilmesi amacıyla, sendika liderlerinin yanı sıra fabrika işçileri de tehdit ediliyor.” (Evrensel Gazetesi) Ben kimseye, sakın ha Cola içmeyin veya Mc Donalds hamburgeri yemeyin demiyorum. Keşke mesele bu denli basit olsa. Etik açıdan bunların yapılmasının bir anlamı olacaktır. Ne var ki fil örneğinde olduğu gibi uysallaştırmanın: ayı örneğinde olduğu gibi tuzaklara, uyuşturucularla veya zehirli şekerlerle öldürmenin önü bu denli kolay alınmıyor. İdeolojik hegemonya araçlarını dünya ölçeğinde bütünlüklü bir sektör haline getiren emperyalizm; gıda sektöründen eğlence sektörüne, iletişim araçlarından eğitime kadar her şeyi biçimlendirirken; insanı da o mıknatısların çekebileceği nesne haline getirmektedir. Kapitalizm denen bela, öylesine yok edicidir ki, ona savunmasız biçimde maruz kalan insanların ruhundan, alevlenmeye yeltenen tüm yangınların söndürüldükten sonra ; geriye, kılını kıpırdatmayan bir ruh, yani ruhsuzluk kalır. Kişi, kendini kapitalizmin suyuna bıraktığında, denizin yüzeyindeki tahta parçası gibi, dalgaların yönüne göre, sıfır direnme kuvvetiyle sallanır. Onun tercihleri yoktur. Suyun tercihleri vardır. O, suyun tercihlerine göre batacak, çıka- uzak veya soğuk olarak gelebilir. Tekellerin, dünyayı aralarında paylaşan ve hemen her şeye karar veren uluslar arası kapitalist birlikler olduğunu hatırlatmak ve hepimizin bildiği, McDonald’s’ın veya Coca-Cola’nın marifetlerinden bir iki örnek vermek istiyorum. Hepimizin televizyondan öfkeyle ve bir çeşit iç kanamayla izlediği Filistin halkının tüm değerleri ile beraber imhasını amaçlayan saldırılar sürerken, basında bir haber çıktı. Haberde, McDonald’s’ın Amerika’daki yüzlerce şubesinin bir günlük hasılatını İsrail’e, “Filistin terörüne karşı kullanılmak üzere” bağışladığı yazılıyordu. Coca-Cola’ya gelince, haberden bir bölümünü, olduğu gibi aktarıyorum. “Amerikalı Coca-Cola tekelini sendikalaşmaya karşı ‘savunan’ kontralar, Kolombiyalı işçilere yönelik kanlı saldırılarına devam ediyor. Sinaltrainal adlı gıda endüstrisi işçileri sendikasının yerel lideri Adolfo de Cesus Munera, Coca-Cola aleyhine açtığı davanın Kolombiya Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edildiğini öğrenmesinden kısa süre sonra öldürüldü.(…) Munera, şirkete bağlı çalışan kontra grupların hedef aldığı ilk sendika lideri değil. Daha önce Kolombiya’daki Coca-Cola fabrikalarında çalışan yedi sendika lideri öldürülmüş, bir çoğu işkenceye maruz kalmış veya kaçırılmıştı. Bu 3 Politika / Gündem cak; bazen hareket edecek, bazen de yerinde sayacaktır. İnsanı kendi türüyle karşı karşıya getiren; kişiyi, başkasının ve dolayısıyla kendinin de kurdu yapan, kendi insanlığını kemirir duruma düşüren kapitalizm; gerçekte aydınlığa eğilimli insanı, karanlığa bu denli razı edebiliyorken, elbette ki normal yöntemler kullanmaz. “Kula kulluk” etmenin yapacağı olumsuz çağrışımı yumuşatmak için, türlü hileler ve renkler kullanan ve kapitalizmi şirin gösterebilecek araçlar seçen, düzenin ideoloji bekçileri, “ar damarı çatlamış” bir ölçüsüzlükle hizmet sunarlar. Böyle bir hizmetin toplumda sebep olacağı aşınma oldukça boyutludur ve çeşitlidir. Bu aşınma, sistem tarafından “uzman” ellerle gerçekleştirilirken; kişi, bazen de kendi duruşuyla bunu hızlandırır. Ne var ki, kişisel erozyonun etkisini arttırıcı özel duruşlar da kaynağını kapitalizmden alır. Kapitalizm, insanlığın o kadar şeyini çalar ki, her yaz sonunda, güneşe yeterli vakit ayıramamış olmanın hüznüyle sonbahara girerken, gelecek yaz böyle olmaması temennisiyle yetinilir. Bu, kanaatkârlıktır; bu edilgenliktir; bu, kaderine rıza göstermektir. İnsanların içindeki ateşleyici dinamikleri sakatlayarak kendini güvenceye alan kapitalizm ile baş edebilmenin yolu ise, toplumsal dönüşümü sağlayacak olan dinamikte gizlidir. Gelecek dünyanın özneleri, imkânsızı isteyerek yola çıktıkları için; pek çok “hayır”a, “olmaz”a, yokluğa başkaldırmış olurlar. Hedefe, “imkânsız” diye tanımlanan olgular konularak yola çıkıldığında; bilime ters düşmeden, ama bilimsel öner- Politika / Gündem melerin esneyebilme olasılıkları hafife alınmadan ilerlenmelidir. “Buzlanmada var olan bir görüngü (fenomen) vardır. Su, sıfır derecede buza dönüşür ve kimi zaman, soğuk sırasında havada öyle bir hareketsizlik baş gösterir ki, su buz tutmayı unutur. Eksi beşe dek inebilir. Ve buz tutar.” (Marquerite Duras, Somut Yaşam, s:28) İşte insanlığı özgürlüğe taşıyacak olan özneler, çıktıkları yolda, suyun sıfır derecenin üstünde veya altında donabilme olasılıklarını hesaba katan bir kapsayıcılıkla ilerlemelidir. Diğer bir ifadeyle, suyun sıfır derecede donmayı “unutma” olasılığı, bir yanılgı sebebi değil, hareket kabiliyetini arttırıcı bir çap büyümesi olarak işlev görmelidir. Bilinir ki beğeni, eğitilebilir bir niteliktir. Zevk ve mutlanmada öyle… Mide açlığı yiyecekle giderilirken; ruhsal açlıkları doyurmak çok daha zor oluyor. Hele ki, bu açlık kökleşerek bilinçaltına da yerleşmişse; çarpıklıklar ve uçlaşmalar önlenemez hale geliyor. Bedensel ve ruhsal gelişim, sağlıklı biçimde tamamlanmamış, eksikler ve ıskalamalar yönlendirici bir hal almışsa; insanın yemeği mide fesadına uğrayıncaya kadar yemesi, içkiyi kendini zehirlercesine içmesi, bir çeşit gürültü kirliliğini başka kirlilikler eşliğinde müzik yerine koyması anlaşılır bir sonuç olur. İnsanın kötü bir kokudan, bayat bir yemekten, pasaklı bir evden rahatsız olması gibi; tek yanlılıktan, sıradanlıktan, inceliksiz ürün ve fiillerden rahatsız olması da mümkündür. Yalnız ikinci saydıklarım bir çeşit gelişme/evrilme sonucu olmaktadır. İnsanın sonsuz bir ufka ve sınırsız güzelliklere ulaşma potansiyeli vardır; ancak bunun potansiyel olarak kalma, yani gerçekleşmeme ihtimali de vardır. Bu, büyük ölçüde kişinin yaşam merdivenini doğru basamaklardan tırmanması ile ilintilidir. Yani bunlar, doğuştan sahip olunan “Allah vergisi” nitelikler değildir; müzik gıdası almamış bir kişinin müziği anlamaması gibi; eğitim doğru bir kılavuz eşliğinde gerçekleştiği oranda kazanımların çapı büyür. Vischer’in Aesthetik’inden “Güzellikten tat almanın dolaysız oluşu ve aynı zamanda eğitim gerektirişi çelişiyor gibi görünür. Ama insan ancak eğitim yoluyla insan olur ve gerçek yaratılışını bulur.”, soyutlamasını yapan Marks, 1844 El Yazmaları’nda “sanatın tadına varmak istiyor- 4 sanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız” der. Buna ek olarak, Lunaçarski’nin “En büyük sanat, yaşama sanatıdır.”, sözünü hatırlarsak; yaşama müdahalenin, etken ve değiştirici olmanın önemini yakalar; biz de yakışık görülen yoksunluklar karşısında itirazımızı büyütürüz. İnsanın yaşam kalitesini arttıran seçicilikte, akla ve yöreye yerleşen aydınlatıcı meşaleler kadar, uyarıcı çuvaldızların da rolü vardır. Yaşamın kaygan platformlarında tercih zorlanmasına ve kimi olguların mıknatıs etkisine karşı direnir ve doğruyu seçerken, birikmiş değerlerin içselleşme ölçüsü önemli yer tutar. Kendi haline bırakılmış bir bahçede, ayrık otlarının üreme imkânı bulması veya oluşan biçimsizlik veya ürün kıtlığına benzer bir durum; insanın kendi haline bırakılmış kafasında da gündeme gelir. Sık sık kendi iç evrenine çekilmek, dizili taşların duruşunu ve niteliğini incelemek; ortamı çapalamak ve en son yakalanan duruşa güçlendirici bir etki yapacak şekilde düzenlemek; kişinin kendi önünü açabilme imkânlarını çoğaltır. Moral yapıcı faktörleri canlı kılar. Ve çok daha önemlisi, özgürleşme için gerekli olan özgüven artar. Marks, insanlaşmayla özgürleşmeyi özdeş tutar. İnsan dışılaşma aşıldığı ölçüde, özgürleşmenin engelleyicisi kelepçeler de tek tek kırılmış olacak ve insan, sonsuz bir ufka doğru yol alacaktır. Özgürlük mayınlı bir tarlada serbestçe yürüyebilmek değil; öncelikle mayınları temizlemektir. Aksi takdirde yokluğa mahkûm edilen ve kölelik koşullarında çalışma şansı tanınan bir insana “çalışıp çalışmamakta özgürsün” diyerek tanınan özgür kölelik durumuna benzeyen bir konum ortaya çıkar. Bu nedenle özgürlük; dayatılan sınırlar içinde senaryosu yazılmış oyunları oynamak değil; oyunu da sınırları da yadsıyarak geleceğini eline alabilmektedir. Özgürlük umudumuzun Söküklerini diken Sevdalı eller oldukça Koşu yolumuza döşeli Dikenli tellere taktığımız umutlar Sevdalı umuda dönüşecektir. 5 Politika / Gündem Üniversiteler Bizimdir Eğitim iki yönlüdür. Devrimci Gençlik öğretirken öğrenmeye de çalışır. Haklılığına ve meşruluğuna güvenen bir irade yenilmez. Taşıdığı kimliğin gereklerini yerine getiren hiçbir devrimcinin emeği, çabası boşa gitmez. Devrimcilerin uzattığı el mutlaka gençlik tarafından sıkılacaktır. Devrimci Gençlik rak gördü. Direniş içinde çelikleşti. Bildiklerini zor koşullarda sınadı. İnancı ve kararlılığı yaşam içinde sınanarak pekişti. Kararsız kişiler ve yanlış fikirler bu zor koşullarda elendi. Yenilgi ortamında devrimcilerin fiziken yok edilmesinin yanında, büyük bedeller ödenerek yaratılan değerler, ölçek ve normlar da erozyona uğramış; devrimci kişilik algısındaki bütünlük belli oranda parçalanmıştır. İşte bu koşullarda 68 kuşağı ve devrimci kişilik hakkında bütünlüklü bir kavrayış, (yaşam biçimi) yerini kişiler ve kesitler üzerinden yapılan değerlendirmelere bırakmıştır. Böylece parça bütünün önüne geçmiştir. Pragmatist bir bakış açısıyla devrimci gençliğin önderlerinin yalnızca bazı yönlerinin öne çıkarılması ya da dönemin semboller üzerinden açıklanmaya çalışılması, genç kuşağın öğrenme-yapma sürecine de yanlış etkilerde bulunmuştur. İşte bu yüzden devrimci yaşamlarıyla değil de Deniz’i parka, İbrahim’i kasketle anmak veya anlatmak onlara yapılan en büyük haksızlık olmuştur. G ençlik, toplumun en dinamik kesimidir. Tarih boyunca toplumu gericileştiren yerleşmiş/kökleşmiş gelenekler, alışkanlıklar ve davranışlar hep gençliğin cesaretiyle yıkılmıştır. Eski çağlardan bu yana gençlik, egemenler tarafından hep asi, saygısız, haylaz vb. ile damgalanmış ve boyun eğmesi istenmiştir. Genç olmak, yaşamda tecrübe eksikliğini de beraberinde getirir. Bu durum gençler için bir zaaf olarak gösterilmeye çalışılsa da özünde hesapsız, pazarlıksız, hissettiği gibi davranması sayesinde, gençlik kalıpları kırmayı, çemberin dışına çıkmayı sürekli başarmıştır. Gençliğin, beyni, duyguları henüz egemenler tarafından bütünüyle teslim alınamadığı için, özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelesinin en ön safında yer alması tesadüf değildir. Türkiye’de 68 hareketiyle gençlik, emperyalizme ve faşizme karşı ayağa kalktığında, halkın üzerine serpilmiş ölü toprağını da söküp attı. 68 gençliği bunu nasıl başardı? Bu sadece çağrılarla, mitinglerle, bildirilerle vb. ile mi yapıldı? Tabii ki hayır. 68 Gençliği halkla birlikte yaparak öğrendi. Öğrendikçe her defasında daha fazlasını yaptı. Gençlik sadece okullarda örgütlenmekle sınırlı kalmadı, köylere de gitti. Köylünün sorunlarını öğrendi. Köylüyle beraber toprak işgallerine katıldı; fındık, tütün vb. mitinglere öncülük etti. Fabrika’da işçilerle kaynaştı. İşçi sınıfının grev, direniş, boykot çalışmalarına katıldı. Kavel Direnişi’nden 15-16 Haziran’a kadar pek çok direnişte gençlik, hep en ön saflarda yer aldı. 68 Gençliği, devrimciliği bir yaşam biçimi ola- Politika / Gündem EYLEMLE SÖYLEMİN BİRLİĞİ BAŞARI İÇİN ŞARTTIR Devrimciler çalışma yaptıkları alanın özelliklerini göz önünde bulundururlar. Ulaşmak istedikleri kesimlerin yaşamına dahil olmaya çalışırlar. Afiş, bildiri, duvar yazıları, broşür vb. tabii ki önemsiz değildir; ancak hitap ettiğimiz kesime dokunmayan, onu tam olarak ifade etmeyen, kısacası, duygularına tercüman olmayan hiçbir aracın başarı şansı yoktur. İşçi sınıfı içinde çalışma yapan devrimciler 6 tarihi incelendiğinde örgütlenme faaliyetleri salt öğrencilerle sınırlı tutulmamış; mücadele hattı öğretim üyelerinden velilere kadar geniş bir zemine taşınmıştır. DENİZDE BALIK OLMAK 12 Eylül’ün yarattığı ağır tahribat, öğrenim gençliğini de olumsuz etkilemiş; okullar kışlaya çevrilmiştir. Sistem tarafından asker gibi görülen öğrenciler talim ve terbiye edilmeye çalışılmış; YÖK aracılığıyla üniversiteler açık cezaevine dönüştürülmüştür. Bugün 1000’in üzerinde üniversite öğrencisinin cezaevlerine kapatılması, YÖK’ün okuldan atma, uzaklaştırma, kınama vb. yollarla öğrencilere ceza yağdırması; kamera sistemiyle öğrencilerin fişlenmesi; özel güvenlik elemanlarıyla korku salınması gibi uygulamalar ile üniversiteler karakollara çevrilmiş durumda. Devlet tüm kurum ve kuruluşlarıyla gençlik üzerindeki baskı, şiddet ve işkenceyi görülmemiş boyutlara tırmandırdı. Bu durum önümüzdeki süreçte daha da boyutlanacak ve giderek artacak gibi görünmektedir. İşte bu nedenle gençliğin içinde bulunduğu kaderci, bireyci, edilgen havayı dağıtmak, onları kendi kaderlerini ellerine alması için mücadeleye katmak, önümüzdeki en önemli görevlerden biri olarak duruyor. Bu ise adeta denizde bir balık olmak gibi onlarla aynı havayı soluyarak ve dertlerine çözüm üreterek ortak talepler üzerinden örgütlenmeyi zorunlu kılıyor. Bu imkansız değildir. Bunun birçok yolu dün olduğu gibi bugün de mevcuttur. Devrimci Gençlik tarihinde öğrencilerin barındığı yurtlar önemli bir mevzi olarak görülmüş; fişleme, baskı, tehdit, dayak hatta ölüm pahasına savunulmuştur. Devrimci Gençlik önderlerinin faşist saldırıları püskürtmek uğruna kavgadan kaçmadıkları bilinir. Hatta aranır durumdayken bile eve çıkmak (saklanmak) yerine yurtlarda kalma riskini bile göze almış olmaları bu yerlere verilen önemi gösterir. Devrimci Gençlik hiçbir zaman eve çıkıp baskılardan kurtulmayı, “rahat etmeyi” düşünmediği gibi fiilen okula sokulmadığı durumlarda bile “eğitim hakkımız engellenemez” sloganıyla kavgayı göze al- işçilerin yaşadığı zorlukları, sıkıntıları, acıları ve sevinçleri kısaca hayatı paylaşmaya çalışırlar. En etkili çalışma yüz yüze olandır. Söz, yaşamdaki karşılığı kadar etkilidir. İşçi sınıfı içinde yapılacak çalışmanın merkezinde fabrika, atölye ve mahalle yer alır. Köylülerin temel sorunlarını bilmeyen/anlamayan hiçbir çalışmanın toprağa kök salması düşünülemez. Mazot, gübre, kredi, taban fiyatı, tarımsal ilaçlar, tohumlar, zirai araçlar vb. hakkında asgari bir bilgiye sahip olmayan devrimcinin faaliyetleri köylüler tarafından yalnızca alaya alınır. Kuru ajitasyon yerine yoksulluğunun kaynağı; basit, sade bir biçimde gösterildiğinde ve örgütlü mücadele etmesi için destek olunduğunda, köylü geçmişteki başkaldırı günlerine geri dönecektir. Köylüler içinde yapılacak çalışmanın merkezinde ise tarla ve köy yer alır. Devrimcilerin faaliyet alanlarından birisi de kamu çalışanları ve öğrenim gençliğidir. TÖS’den (Türkiye Öğretmenler Sendikası) TÖB-DER’e (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) oradan EĞİTİM-SEN’e neredeyse kesintisiz süren onlarca yıllık mücadelede bugün yaşanan kan kaybının nedenlerinden birisi de çalışma tarzında ortaya çıkan farklılıktır. TÖS ve TÖBDER örgütlenmesi sadece meslektaşlar arasında değil; öğrenciden veliye kadar uzanan geniş bir kesim içinde sürdürülmüştü. Geçmişle kıyaslandığında, egemenlerin, eğitim sisteminin temeline dönük saldırıları artarak sürerken adeta yaprak kıpırdamamasının altında böyle bir farkın olduğu unutulmamalı. Devrimci Gençlik 7 Politika / Gündem lir: tembellik. Yurtta, derste ve kantinde birlikte olmadığımız öğrencilerle ortak hangi noktamız olabilir ki? Tek tip insan yetiştirmeye çalışmıyoruz. Her insan bir zenginliktir. Ancak en küçük bir işin yapılabilmesi için bile gerekli, zorunlu bir temele ihtiyaç vardır. Çivi, çekiçle çakılır derken ifade etmek istediğimiz tam da bu durumdur. Gençlik içinde yapılan çalışmaların temelini yaşam alanları oluşturur. Hangi gerekçeyle olursa olsun amfi, yurt, kantin, kulüp vb. yerlerde olmayan devrimciler baştan kaybetmiş demektir. Siyasal faaliyetlerle sosyal, kültürel faaliyetler birbirinin yerine ya da karşısına konulamaz. Bunlar birbirini besleyen/güçlendiren alanlardır. Gençliğin sorunlarını küçümsemeden veya karşı karşıya getirmeden, faaliyet yürütülen alanın özgünlükleri de göz önünde bulundurularak öncelik ve aciliyet belirlenmelidir. Devrimcilerin gücünü nicelikten ziyade nitelikte aramak gerekir. Bahsettiğimiz nitelik gençliğin sorunlarını kavrayan ve doğru bir yöntem eşliğinde planlama, organizasyon ve eylem örgütleyebilme becerisidir. Kısacası kitleleri seferber edebilen bir kişiliktir. Siyasal mücadelenin ya da birikimin az olduğu yerlerde gençliğin diğer ihtiyaçları ve sorunları öne çıkabilir. Ülkemizde gençliğin yemek, kantin, ulaşım, yurt, ders vb. sorunları üzerinden yapılan bir çalışmaya, hitap edilen kitlenin tamamına yakınının katılım gösterdiği defalarca kanıtlanmıştır. Bazen izletilen bir tiyatro, sinema, konser, kıpırdanmaya yol açabilir. Sportif ya da kültürel bir faaliyet iyi anlatıldığında ve organize edildiğinde sistemin gençlik üzerinde yarattığı boğucu atmosfer biraz olsun dağıtılmış, nefes alma kanalı açılmış olur. Eğitim iki yönlüdür. Devrimci Gençlik öğretirken öğrenmeye de çalışır. Haklılığına ve meşruluğuna güvenen bir irade yenilmez. Taşıdığı kimliğin gereklerini yerine getiren hiçbir devrimcinin emeği, çabası boşa gitmez. Devrimcilerin uzattığı el mutlaka gençlik tarafından sıkılacaktır. mış, direnmiş ve faşist işgali kırmayı başarmıştır. Yurtlar, öğrencilerin bir arada bulunduğu ortak mekânlar olmalarının dışında, günün yirmi dört saatinin birlikte geçirildiği, acıların, sevinçlerin hep beraber göğüslendiği, paylaşıldığı yerler olmuştur. Yurttan atılmadığı sürece hiçbir devrimcinin bulunduğu mevziiyi terk etme, arkadaşlarını/yoldaşlarını yüzüstü bırakma lüksü yoktur. Evde kalmayı “meşru”laştırmak adına, rahat kitap okunabildiği, toplantı yapılabildiği hatta boş durmayıp kaldığı mekânın çevresinde de çalışma yürütüldüğü biçiminde öne sürülen gerekçeler iyi incelendiğinde bahaneden öte bir anlamı olmadığı rahatlıkla görülür. Ekonomik durumu iyi olmasa bile evi tercih eden bir öğrenci yurtta kalanlar tarafından misafir, yabancı olarak görülür. Mekânsal farklılık duygudaşlık kurmayı zorlaştırır. Sistemi eleştirirken kolay anlaşılması için başvurulan kimi tanımlar aşırı basitleştirildiğinde yanlış sonuçlar çıkar. Okul, aile, medya vb. sistemi ayakta tutan ideolojik aygıtlardır derken, onları toptan reddedeceğimiz anlamını çıkarmak böyle bir duruma örnektir. Toptan reddiye anarşizme götürür. Bir devrimci annesini, babasını ya da kardeşlerini reddedebilir mi? Okuma-yazma öğrenmeye karşı çıkabilir mi? Gazete, dergi vb. çıkarmaktan vazgeçebilir mi? Kolaylıkla görülebileceği gibi, bize doğrudan zarar veren şeylerin reddedilmesiyle potansiyel olarak zarar verebilecek şeyleri birbirinden ayırmak gerekir. Yanlış ve zararlı olan; okula ve derslere abartılı anlamlar yüklemek, onları yaşamın merkezine koymaktır. Aile için de aynı şey geçerlidir. Akrabalık ilişkilerini kesmek yerine doğru yere oturtmak gerekir. Ailenin dayatmalarına karşı çıkarken; onları kazanmaya çalışmak gerekir. Bir elimizle onların geri yanlarıyla mücadele ederken diğer elimizle onları kucaklamasını bilmeliyiz. Devrimci gençliğin düştüğü hatalardan birisi de okula gitmemektir. Derslere girmemek, devamsızlık vb. neticesinde sürekli zayıf not almak, diğer öğrencilerin devrimcilere uzak durmasında, olumsuz bir kanaat oluşmasında etkili olmuştur. 68 gençliğinin okulun en çalışkan öğrencileri olduğu iddiasında değiliz. Bu yargı çok doğru da değildir, ancak makul bir gerekçe olmadığı halde (görev, hapis, uzaklaştırma vb.) keyfi bir şekilde devamsızlığın tek bir açıklaması olabi- Politika / Gündem Üniversiteler Bizimdir! Asla Terk Etmeyeceğiz! Faşist Baskıları Örgütlenerek Dağıtacağız! Gençlik Bizimle Özgürleşecek! Yolumuz Cesaret, Kararlılık Ve Fedakârlıkla Aydınlanacak! 8 AKP’nin “Parasız Eğitim”inin Şifreleri ve Gerçekliğin Matematiği Bir taraftan harcı kaldırdığını davul zurna eşliğinde ilan etmek diğer taraftan parasız-bilimsel eğitim isteyen öğrencilere saldırmak ve tutuklamak ise; AKP’nin çelişkisi değil gerçekliğidir. Suna Akçay AKP’nin “dörtdörtlük”, piyasa menzilli eğitimi, dar ufuklu, kaderci ve uysal bir kuşak amaçlıyor. Ve gerçekte “dinci-tinerci” tartışması buna hizmet ediyor. İşin aslında, gerçek boyutuyla ne harçlar kalkıyor, ne de ücretsiz bilimsel eğitim gerçekleşiyor. Bu atraksiyon, daha önce açılım ve çalıştay trafiğinde amaçlanan illüzyona benziyor. Artık, yalnızca bir kesimden değil, bütün bir toplumdan, ehlileşme-robotlaşma ve itaat isteniyor. Teknoloji de inanç da eğitim ve silah da bu amaçla kullanılıyor… adım olmayan adımlarla görüntüyü kurtarmaya çalışması ve daha da önemlisi, Kürdü Türkleştirmeyi Kürde alkışlatmaya çalışması AKP’nin söz konusu siyaset tarzına dair örneklerden sadece birkaçıdır. Alevi çalıştayları, bu tarzın bir başka örneğidir; bugün gelinen aşamada, Türkleştirilemeyen, Kürt nasıl her türlü şiddetin boy hedefi haline getirildiyse; sünnileştirilemeyen Aleviye de Cemevi bile hak görülmeyerek, gerçek niyetin açığa vurulduğu aşamaya gelinmiştir. AKP’nin gündemini (gerçekte hedefine) aldığı konulardan biri de eğitimdir. Hemen her şeyin metalaştırıldığı; sistemin ve piyasanın ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirildiği AKP’li süreçte, egemenler gerçekte sorunu çözmenin değil sömürmenin derdinde. Bu müdahalelerin hemen hepsi, aynı zamanda algıya müdahale eşliğinde yapılıyor. “Piyasadan şunu anla, parasız eğitimden bunu anla” dercesine telkin edilen norm ve kavramlar olgunun doğru anlaşılmasını değil alkışlanmasını ve ye- AKP’nin reform adı altında, baskı yasalarını çıkartması, torba yasa yöntemiyle onlarca zehirli maddeyi, yanına eklediği 1-2 şeker eşliğinde halka benimsetmeye çalışması; 12 Eylül’ü yargılar gibi yapması, ama uygulamalarıyla bilinen tüm darbelere rahmet okutması; bir duruşun, bir siyaset tarzının ifadesidir. Bu duruşun bir yanı, halkın dillendirdiği hemen her türlü hakkın-talebin ve muhalif dinamiğin tasfiyesi ise, diğer yanı popülizm ve pragmatizmdir. Kendisinden önceki hükümetlerden farklı olarak AKP, kabaret yerine inceltilmiş inkarı, yapar gibi görünerek gönülleri çelmelemeyi ve hakkın tasfiyesini, hakkın sahibine yaptırmayı önüne yeni bir siyaset tarzı olarak koymuştur. Bir taraftan Kürtleri hapishanelere doldururken, diğer taraftan “kanal 6, seçmeli ders” gibi 9 Politika / Gündem deklenmeyi amaçlıyor. Zaten “4+4+4” ile eğitim bir bütün halinde piyasacı ve gerici bir niteliğe kavuşturulmuş ve “bilimsel, parasız eğitim” şansı bırakılmamışken; yüksek öğretim özel/vakıf üniversitelerinin alanı haline getirilmişken; yani sistem özelleşmiş ve paralılaşmışken; giderek eğitim kalitesi de, imkanları da gelecek vaadi de zayıf düşürülen devlet üniversitelerinde harçları (ikinci öğretim; vaktinde mezun olamayanlar, vb. hariç tutularak) kaldırmak; üniversitelerin birer A.Ş.’ye dönmüş olduğu gerçekliğini örtmeye çalışmaktan başka nedir? Bu adım; barınma, ulaşım, geçim kalemleri aynı iktidar tarafından büyütülmüş bir öğrenciye ne ifade edebilir ki? Bir taraftan harcı kaldırdığını davul zurna eşliğinde ilan etmek diğer taraftan parasız-bilimsel eğitim isteyen öğrencilere saldırmak ve tutuklamak ise; AKP’nin çelişkisi değil gerçekliğidir. 12 Eylül’den beslenen AKP, çeşitlendirdiği illüzyonlarda başarılı olduğu oranda 12 Eylül karşıtlığını da sömürüyor. “Yetmez ama evet” tuzağında, sol aklı öğütebildiği oranda, toplumun ilgi ve beklentilerini çelmeleme şansı buluyor. Bir taraftan henüz yaş olan ağacı (6 yaşından itibaren çocukları) imam-hatip istikametinde zorlarken, diğer taraftan okumayan çocukların düşürüldüğü duruma ‘şans, fırsat’ diyerek güzelleme yapılıyor. Örneğin, ilk dört yılı tamamlayan yoksul aile çocuklarının eğitime mali yetersizlikler nedeniyle devam edemeyip, sermayenin sömürü çarkına emeğini kaptırması, “mesleki yönlendirme” adı altında ‘şans’ olarak sunuluyor. Politika / Gündem Bütün bunların yanında AKP, anadilde eğitime izin vermeyerek, örgütlemekte olduğu dinci ve piyasacı eğitime ırkçı niteliği de ekliyor. Bugün AKP ile beraber eğitimin mali yükü öylesine büyümüş ki harçların kalkıp kalkmaması, sorunun özünü değiştirmemektedir. Piyasa ve üniversitenin şirket, öğrencinin müşteri olması olgusu, sürecin bütününe yayılmış/içerilmiş durumdadır. 4+4+4 kesintili eğitim uygulaması, bir yanıyla da sürecin piyasalaşma temelinde koordine edilmesi olgusunu, ilkokula dek indirilmesidir. Ekonomik imkanlara göre (gerçekte sınıfsal) ayrışma ve saflaşma sürecine ilkokul da dahil edilmiştir. Tabi burada mesele salt “ekonomik” değildir. Ücretsiz eğitim, alternatif eğitimin kıstaslarından sadece biridir. 4+4+4 ile bir taraftan ekonomik imkanlara göre saflaşma erken yaşta başlamakta, diğer yandan sermayenin ihtiyaç duyduğu iş gücüne ve sistemin ihtiyaç duyduğu bilince (gerçekte bilinçsizliğe) uygun bir yönlendirme/zorlama yapılmaktadır. Böylece, esnek ve güvencesiz çalışma ortamı, görünür bir zora başvurulmadan, “doğal” bir seyir içerisinde “eleman”ına kavuşacaktır. Kısacası mesele tek başına, ne T. Erdoğan’ın kişisel hırsı ne de başkanlık menzili hesap ve tasarılarıdır. Elbette bunların da, uygulanan politikalarda rolü/payı vardır. Ancak gerçekte AKP, ajandası büyük oranda emperyalizm (ABD) tarafından yazılan, bölgesel ve uzun vadeli politikaların uygulayıcısıdır. Bu bağlamda, ne harç meselesi, ne “4+4+4” tercihi, ne de Suriye’de ve Kürt coğrafyasındaki yönelimler, değerlendirilirken bütünden koparılmamalı (öyle gibi gösterilse de) bir parti genel başkanının duygusal salınımlarına, reflekslerine veya kişisel hesaplarına bağlı, keyfi/güncel meseleler sınırlılığında ele alınmamalıdır. Bunun için, öncelikli ihtiyaç, bütünlüklü bir düşünsel yapı ve sorgulayıcı/eleştirel bir duruştur. Mevcut eğitim sisteminin boy hedefi yaptığı ve adım adım aşındırarak yok etmeye çalıştığı temel olgu da budur. Bu, aynı zamanda, sisteme karşı nerede ve nasıl durulması gerektiğinin de ipucudur. 10 Müşteri Değil Öğrenciyiz Yemekhane Zamlarına Hayır! İ stanbul Üniversitesi’nde okulun açılmasıyla beraber 1 Ekim 2012 tarihinde öğrencilere hiç duyurmadan sessiz sedasız, yemekhane zammı ile yemeklere %85 zam yapıldı. Her fırsatta harçları kaldırdığı için övünen kimselerin, çeşitli zamlarla gerçekte üniversiteyi rant kapısı olarak gördükleri bir kez daha gözler önüne serildi. Yemekhaneye %85’lik zamla birlikte kahvaltı 1 liradan 1.65, öğle yemeği 1 liradan 1.85’e ve akşam yemeği 1.25’ten 2 liraya çıkarıldı. Bu duruma karşı İstanbul Üniversite’sinde yemekhane boykotu, imza kampanyası, turnikeden atlama eylemleri ve ses çıkarma eylemleri yapıldı. Rektör Yunus Söylet’in, “Dışarıda daha ucuzunu buluyorsanız orada yiyebilirsiniz. Üniversite yemek yeme yeri değil” gibi öğrenciyi hiçe sayan ve adeta dalga geçen açıklamalarına karşın 9 Ekim Salı günü yapılan kitlesel yemekhane boykotu %90 başarıya ulaştı ve yemekhaneler boş kaldı. Ö ğ re n c i l e r i n kitlesel eylemiyle beraber Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Ayçiçeği, yemekhane önünde kurulan ortak sofralaya gelerek görüşme talebinde bulundu. Görüşmede bir şirket CEO’sundan farklı tavır takınmadan bir dizi bürokratik engeli de kalkan ederek öğrencilerin bu fiyata razı gelmesi gerektiğini ifade etti. Ancak bu söylem kabul görmedi ve nitelikli, parasız beslenme talebinden taviz verilmeyeceği söylenerek görüşme son buldu. Ardından 12 Ekim Cuma günü tekrar görüşme yapılması kararlaştırıldı. Aynı gün Merkez Kampüs önünde yapılan basın açıklamasıyla, birinci ve örgün eğitimde harçların kaldırılmasıyla “Parasız eğitim gerçek oldu” yalanı İstanbul Üniversitesi’nde bir kez daha teşhir edildi. Okunan basın açıklamasında “Günlerdir Çapa ve Avcılarda süren boykot, bugün Beyazıt’ta yapılan boykotlar ile sürdürüldü. İÜ’den Devrimci Arkadaşlar Günlerdir yemekhanelerde ses çıkarma eylemleri yapan, bütün kampüslerde imzalar toplayan bizler, bu zammı yemeyeceğimizin altını çiziyoruz. Rektörlük bizi muhatap alana kadar, zamlar geri alınana kadar, okulun altyapı sorunları düzeltilene kadar da sesimizi çıkarmaya devam edeceğiz. Herkes için sağlıklı, nitelikli, ulaşılabilir, parasız beslenme bir haktır. Yemekhaneye yapılan zamlar bu yüzden geri çekilmeli, her öğrencini okul yemekhanesindeki yemeklere ulaşımı kolayca sağlanmalıdır.” dendi. Basın açıklamasına sendikalar da destek verirken, Eğitim-Sen 6 No’lu Üniversiteler Şubesi adına Levent Dölek söz aldı. Konuşmasında öğrencilerin mücadelesinin yanında olduklarını vurguladı. Öğrenci, öğretim üyeleri ve üniversitede çalışan taşeron işçilerinin yemek yeme hakkı olduğunu belirterek ucuz yemek lütuf değildir. Ucuz değil, ücretsiz yemek herkesin hakkıdır dedi. Cuma günü öğrenciler ile Prof. Dr. Ayşe Ayçiçeği arasında yapılan görüşmelerde de çeşitli laf kalabalıklarıyla yönetim tarafından öğrencilerin söylemleri dikkate alınmaksızın, neden yemekhane zamlarına razı olunması gerektiği anlatılmaya çalışıldı. Taleplerin kabul görmemesi üzerine geniş bir forum örme kararı alındı ve 19 Ekim’de Merkez kampüste bir forum gerçekleştirildi. Yemekhane zammına ilişkin taleplerin ve üniversite yönetiminin tavrı konusunda tartışıldı ve talepler karşılanana dek çeşitli yöntemlerle eylemliliklerin devam etmesi kararı alındı. Bizler üniversitelerin birer rant aracı olarak görülmesini, biz öğrencilerin müşteri olarak görülmesini istemiyoruz! Bu nedenle eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim talebimizi hep birlikte yükseltelim. 11 Politika / Gündem Silivri’ye Gönderilmek İstemiyoruz! Bir taraftan harcı kaldırdığını davul zurna eşliğinde ilan etmek diğer taraftan parasız-bilimsel eğitim isteyen öğrencilere saldırmak ve tutuklamak ise; AKP’nin çelişkisi değil gerçekliğidir. İ.Ü. Sosyal Hizmet Öğrencileri B u yıl İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi’ni kazanan öğrenciler, kayıt tarihinde okullarına gittiklerinde büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Eğitim binası Çapa’da bulunan Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölümü öğrencileri Bakırköy Yerleşkesine gönderilirken Bakırköy’de bulunan Sosyal Hizmet Bölümü öğrencileri de Silivri’ye bağlı Celaliye Köyü’ne gönderilmek isteniyor. Tercih döneminde ve sonrasında hiçbir açıklama yapmayan yönetim haberi resmi olmayan ağızlardan duyurdu. ÖSYS sonuç belgelerinde Bakırköy Yerleşkesi yazmasına rağmen Silivri’ye sürülen öğrenciler uygulamaya tepki gösterdi. 2010 yılında Beyazıt’taki Su Ürünleri Fakültesi’nde bulundukları binanın tarihi olduğu gerekçesiyle Celaliye’ye taşınmak istenmiş ancak öğrencilerin eylemleriyle Beyazıt’ta kalmayı başarmışlardır. Bu kez taşıma işleminin aksamaması için çalışmaları gizli tutan yönetim apar topar bir şekilde öğrencileri gönderme telaşında. Rektörlük görüşme taleplerini geri çevirirken sosyal medyada konuşmayı seven rektör Yunus Söylet öğrencilerin internet üzerinden sordukları sorulara cevap vermeyip; “Çapa ve Cerrahpaşa kampüslerinin yeniden yapılandırılması tüm sağlık bilim- Politika / Gündem lerini birkaç yıl etkileyecek” diyerek geçiştirdi. Celaliye şehrin dışında olup ulaşım sıkıntısı öğrencileri zorlamaktadır. Akbilin geçmediği Silivri otobüsleri belli saatlerde çalışıyor ve son zamlarla birlikte bir öğrencinin günlük 9 lira ödemesini zorunlu kılıyor. Binayı görmeye giden ve fotoğraflarını çeken öğrenciler: “Celaliye’de bulunan bina 49 yıllığına kiralanmış. 10 senelik kirası peşin verilmiş. Bu da ‘geçici’ denen sürenin ne kadar uzayacağını gösteriyor. Ayrıca binanın sınıf adı altında eğitime açılan bölümleri mahzenden farksız. Böyle bir ortamda derslerden verim alınması imkânsız. Binanın etüt çalışması yapılıp yapılmadığı belli değil. Bu kadar öğrencinin bilinmezliğe itilmesine artık dur denmeli” dediler. 5 Eylül’de Beyazıt’ta toplanan Sosyal Hizmet Bö- 12 lümü öğrencileri konuyla ilgili basın açıklamasının ardından «Manzara değil eğitim istiyoruz», «Eğitim hakkımız engellenemez» sloganları attı. Aynı gün dağıtılan bildiride öğrenciler gitmeme nedenlerini şöyle açıklamışlardı: Tercih süresi boyunca hiçbir bildirimde bulunmayan yönetim, sosyal hizmet bölümünün Silivri’ye bağlı Celaliye köyüne gönderileceğini kayıt tarihinden birkaç gün önce resmi olmayan yollarla duyurdu. SİLİVRİ’YE GÖNDERİLMEK İSTEMİYORUZ Çünkü - Silivri şehrin merkezinden çok uzaktadır. Ulaşım hem zor hem de pahalıdır. Şu an bulunduğu Bakırköy’den 65 km uzaktadır. Ulaşım Yenibosna’dan kalkan araçlarla sağlanmaktadır. Tam 6, öğrenci 3.5 lira olan ücretlendirme, Yenibosna’ya geliş de dahil edildiğinde bir öğrencinin aylık ulaşım gideri 200-250 lirayı bulmaktadır. Bu da yaşayacağımız varsayılan öğrenim bursu/ kredisine denk gelmektedir. - Celaliye’de öğrenciler için yurt bulunmamaktadır. Evler ise hem sayıca az hem de bir öğrenci için yüksek maliyetlidir. - Celaliye’deki belediyeye ait bina sosyal hizmet eğitimine elverişli değildir. Sosyal hizmet uygulamaya yönelik bir çalışma alanıdır. Eğitim süreci boyunca staj zorunluluğu bulunmaktadır. Bu nedenle sağlık kurumlarıyla ve diğer sosyal kurumlarla iç içe olmalıdır. Bulunduğu Bakırköy yerleşkesi buna uygundur. - Celaliye‘de eğitim vermeye hazırlanan bina üniversite öğrencisinin sosyal ve kültürel anlamda gelişmesini sağlayacak hiçbir unsuru barındırmamaktadır. Boş ve tarlalarla kaplı bir arazi yapının en yakın bakkal markete bile uzaklığı 20-25 dakikadır. - 2010 yılında Su Ürünleri Fakültesi haklı olarak Celaliye’ye gitmemek için hukuki işlem başlatmış ve eski yerleşkelerinde kalmayı başarmışlardır. - 80 binlik kontenjanıyla şehir üniversitesi olma misyonuyla hareket ettiğini söyleyen İstanbul Üniversitesi 114 kişiye hiçbir kampüste yer bulamamış ve bölüm öğrencilerini şehrin dışına itmiştir. - İstanbul üniversitesi sosyal hizmet yeni açılan ve öğrenci sayısı az olan bir bölüm olduğu için hedef gösterilmiştir. Ama bizler İ.Ü. öğrencileri olarak bu tecridi kabullenmeyeceğiz. Haklı mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz! İ.Ü. Sosyal Hizmet Öğrencileri Bölüm öğrencilerinden Yasin Yıldız Celaliye’nin Bakırköy’e 63 kilometre uzaklıkta bulunduğunu belirterek, şunları söylüyor: “Günlük gidiş-geliş 126 kilometre ve 4 saatimiz yolda geçecek. Kışın İstanbul trafiğinin nasıl olduğunu bütün Türkiye biliyor, bizler kışın bu zorlu yolu nasıl gelip gideceğiz? Celaliye Köyü’nde barınma sorunu had safhada, köyde evler kışın boş duruyor. Çünkü soğuk evlerin ısınması maliyetli. Çoğumuzun aileleri asgari ücretle çalışmakta ve biz geçinme paralarımızı yola vermek istemiyoruz. Yeni kazanan arkadaşlarımızın ÖSYM sonuç belgesinde Bakırköy Yerleşkesi yazmaktadır. Hangi kuruma itibar edeceğiz?” Samsun’dan gelen ve kızının bu sene Sosyal Hizmet Bölümü’nü kazandığını söyleyen baba Hasan Poyrazoğlu ise şunları kaydetti: “Kızım tercih yaparken, okulun Bakırköy Yerleşkesi’nde olduğu söylendiği için tercih yaptık. Biz kayda geldiğimizde okulun Silivri Celaliye’ye taşınacağı söylendi. Kız kardeşim Bakırköy’de olduğu için tercihimizi bu yönde yapmıştık. Böyle bir şeyi duyunca şoke ol- 13 Politika / Gündem duk. Biz bunun bir öğrenci yanıltması, öğrenci velisi yanıltması olduğunu düşünüyoruz.” Sosyal Hizmet Bölümü’nün sürekli insanlarla iletişim içerisinde olunmasını gerektiren bir bölüm olmasından dolayı Silivri’nin eğitime uygun olmadığını söyleyen öğrencilerden Tansu Can, “Eğitimimiz gereği çocuklarla iç içe olmalıyız Bakırköy’de bu durum çok elverişli. Silivri’de ise yerleşik bir hayat yok burada ki 117 kişiyi yollayıp orada eğitim görmemiz bekleniyor” diye konuştu. Silivri’de yalnızca teorik anlamda eğitim görecek olmalarının kendilerini geliştirmeyeceğini söyleyen Can, “İnsan ilişkileri iyi olmayan bir eğitimcinin topluma hayırlı olmasını nasıl bekliyorlar, İstanbul Üniversitesi bunun hesabını nasıl verecek?” diye tepki gösterdi. Celaliye’deki eğitim binasıyla ilgili mahkeme tarafından atanan bilirkişinin hazırladığı rapordan birkaç madde şöyle: * Terastaki kalebodur yalıtımı sağlıklı yapılmadığından, her yağmurda aşağıya su sızmakta ve su, yine zemin katta birikmektedir. * Binadaki hiçbir tuvaletin çalışmaması, tesisat imalatının komple kusurlu yapıldığını akla getirmektedir. Bina, Belediye Başkanlığı binası olarak yapıldığından, üniversite eğitimi sürdürülmesine hiçbir şekilde uygun değildir. * Binanın onarımdan geçirilmesi için yapılacak bir tadilat ise binaya yeni ve daha büyük zararlar verecek olması eğitimin güvenilir olmayan yerde yapılacak olmasını gösterir. Öğrencileri farklı yollarla ikna etmeye çalışan dekanlık ücretli servisler koyarak göz boyamaya çalışıyor. Sadece sabahları tek bir araç sağlama sözü veren dekan, ders saatleri uymayan öğrencilere “Bilgisayarınızı, tavlanızı, oyun kartlarınız alın oturun bekleyin” diyerek öğrencilerle açıkça dalga geçiyor. Sosyal Hizmet Bölümü’nün uygulamalı bir eğitim içerdiği, bu yüzden de sağlık kurumlarıyla ve diğer kurumlarla bir arada olması gerektiği söylendiğinde dekan, “ gerekirse uygulamaları kaldırırım” di- Politika / Gündem yerek akademik eğitim anlayışını göstermiştir. Öğrenciler tarafından yürütmenin durdurulması istemiyle dava açıldı ancak mahkeme kararını beklemeyen yönetim bir hafta içinde öğrencilerin Silivri’ye gitmesi için baskı yapıyor. Dekanlık tarafından sınıfta bırakılmakla ve okuldan atılmakla tehdit edilen öğrenciler üç haftadır Silivri’ye değil Bakırköy’e giderek rektörlüğün oyununa boyun eğmemekte kararlı olduklarını gösteriyorlar. Eğitim binası belediyeye ait eski bir bina olup İstanbul Üniversitesine ücretsiz verilmiştir. Öğrencilerin görüşme taleplerini kabul etmeyen Rektör, Belediye Başkanıyla sık sık görüşerek çeşitli anlaşmalara varıyor. Silivri’nin birçok alanda yatırıma açık olduğunu ifade eden Silivri Belediye Başkanı Özcan Işıklar, “Silivri turizmin en önemli cennet köşelerinden birisidir. Ciddi anlamda tarımın da yapıldığı önemli merkezlerdendir. Fakat bundan sonra eğitimin başkenti olarak anılmasını istiyoruz. Tüm iş adamlarımızı her alanda İstanbul’un en ideal ilçesi olan Silivri’ye yatırıma bekliyoruz.” diyerek öğrencilerin gönderilmesindeki esas nedeni açıklıyor. Kısacası öğrencileri bölgeyi kalkındırmak için kullanıyorlar, öğrencileri öğrenci olarak değil bir rant kapısı olarak görüyorlar. Bizler öğrencileriz ve kimsenin rant kapısı olmayacağız. Eşit ve bilimsel bir eğitim istiyoruz. ÜNİVERSİTELER TİCARETHANE, ÖĞRENCİLER MÜŞTERİ DEĞİLDİR! 14 Üniversitelerde Alternatif Çalışma, Öğrenci Kulüpleri Şimdi DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE şiarımızı haykırmanın tam zamanıdır. Bunun için her Dev-Genç’linin okulunda eğitim politikalarına dönük kampanyalar organize etmesi, öğrenci kitlesi ile kaynaşarak onları ortak talepler üzerinden harekete geçirme zamanıdır. Okullarda, amfilerde, geleceğimizi karartmaya çalışanlardan hesap sormanın zamanıdır. Dahası şimdi, yaşamın her alanında ve bulunduğumuz, faaliyet yürüttüğümüz her yerde Mahir olma zamanıdır. Ü Sırrı MISIRLI Marmara Üni. niversiteler yalnızca yüksek öğrenim alanları değil aynı zamanda insanları hayata hazırlama alanlarıdır. Bu durum sebebiyle üniversite süreci gençliğin içinde bulunabileceği, aktif olarak yer alabileceği ve sürece yön verebileceği bir yapıya sahip olmalıdır. Ancak kapitalist eğitim koşullarında mevcut sistemden böyle bir beklentiye kapılmak süreç içerisinde alınabilecek yanlış tutumlardan birisi olacaktır. Zira sistem gençliğin mümkün olduğunca apolitik, ülke gündeminden bihaber ve hayatın içinde rol alan değil seyirci olan bir yerde kalmalarını sağlamayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla birçok alanda olduğu gibi eğitim ve üniversite alanında da sistemle çelişkileri örten, barışık bir çaba içerisine giren, kırıntılardan doyan bir görünüm sergileyen tavırlar, gençliğin ve öğrenci hareketinin ileri değil, geriye gitmesini sağlayacaktır. Gelmiş olduğumuz süreçte kapitalizm; siyasetten çalışma yaşamına, eğitimden sağlığa, kısacası yaşamımızın her alanıyla entegrasyonunu sağlamıştır. Ve bu uyum halini daha üst boyutlara ulaştırmak için elinden geleni yapmaktadır. Ancak yaşamımıza kasteden bu kirli sistemde sorunlar ve çelişkiler de derinleşmektedir. Bu yüzden sorunun olduğu yerde çözüm, kirlinin olduğu yerde temiz de olacaktır. İşte devrimci öğrenci hareketi bu süreç içerisinde en sağlam noktada duran çözüm odağı olmalıdır. Gençlik tarihten bugüne sinerjisi yüksek ve değiştirebilme kapasitesini içinde barındıran bir alternatif olmuştur. Bugün bu durum tarihte olduğundan farklı değildir. Sorunlar ve sıkıntılar gençlikten bağımsız değildir, olmamalıdır. Gençliğin yaşam alanı olan üniversiteler tam da bu noktada alternatif yaşamın örgütlenmesi gereken alanlar olmalıdır. Bunun en iyi örneği “1968” hareketidir. Bu yıldan itibaren Türkiye devrimci gençliği adeta eylemlerle yatıp, eylemlerle kalkmıştır. Devrimci gençlik emperyalist Amerikan hedeflerine yönelik doğrudan eyleme bu dönemde geçmiştir. 6. Filo’nun Dolmabahçe’de denize dökülmesi emperyalizme karşı direnişin simgesi haline gelmiştir. Keza 1968’in Haziran ayında devrimci gençler İstanbul Üniversitesi’nde Deniz Gezmiş önderliğinde demokratik üniversite talebiyle harekete geçmiş ve okulu işgal etmişlerdir. Bu türden eylem ve örgütlülüklerin ortaya çıkmasını sağlayan sebepler, bugün ortadan kalkmış değildir. Bugün hala apolitik bir gençliği, antidemokratik bir üniversiteyi savunan, doğası gereği emperyalizm ile barışık bir sistem ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla özellikle yaşam alanı olan üniversitelerimizde devrimci gençliğin örgütlenmemesi için sistem dışında hiçbir karşıt duruş bulunmamaktadır. Örgütlenme ve siyasal-politik çalışma yürütmenin düne göre daha zor olduğu bir gerçektir. Ancak devrimci gençlik için her zaman alternatifler vardır, var olmalıdır. Hepimizin yaşadığı ve gözlemlediği üzere üniversitelerdeki eğitim tamamen ezberci ve rekabetçi bir mantığa dayanmaktadır. Sistem, gençlik arasında bir rekabet ve kızışma yaratmakta ve gençliğin ortaklaşabilme potansiyelini zora sokmaktadır. Bu 15 Politika / Gündem koşullarda gençliğin kendisini daha rahat ifade edebildiği; bireyin değil, kolektif emeğin değerli görüldüğü öğrenci kulüpleri gençlik için önemli bir çalışma alanıdır. Öğrenci kulüpleri; ezberci ve basmakalıp üniversite eğitimine karşı alternatiflerin ifade edilebileceği, siyasal fikir ve görüşlerin açıklanıp tartışılabileceği fikir ve çalışma alanlarıdır. Gençliğin yaşamında birçok şeyde olduğu gibi zora ki değil, gönüllülük temelinde yer alacağından kulüp ortamları daha nitelikli insanların yer alacağı alanlardır. Tüm bu unsurlardan ötürü öğrenci kulüpleri devrimcilerin çalışma yapabileceği, yeni insanlarla tanışabileceği ve devrimci gençlik hareketini yükseltebileceği yerlerdir. Kulüpçülük faaliyetlerine katılan öğrenci kitlesi genellikle demokrat, devrimci ve solcu öğrencilerden oluşmaktadır. Bu yönüyle de biz devrimci gençliğin kendisini ifade edebilmesi, alternatifini anlatabilmesi, okul sorunlarına ve bunun üzerinden yapılabilecek siyasal çalışmalara değinebilmesi açısından diğer alanlara oranla daha rahat çalışma yapabileceğimiz ve insanları kazanabileceğimiz alanlardır. Bu yüzden üniversitelerde çalışma yürütebileceğimiz alanlar küçümsenmemeli ve bir fırsat olarak görülmelidir. “68” hareketinde Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in Politika / Gündem Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda (FKF) olduğu unutulmamalıdır. Keza FKF’nin süreç içerisinde DEV-GENÇ’e evrildiği de unutulmamalıdır. Bu durum, gençliğin anti-emperyalist ve demokratik nitelikte buluşabildiği her alanın egemenler tarafından denetlenmesini ve dağıtılmasını beraberinde getirmektedir. Sistem tarafından devrimci çalışmalarımıza müdahale anlamında çeşitli saldırılarla karşılaşabiliriz. Bu saldırıların bir örneği polise verdiği arama yetkisiyle de tepki toplayan İstanbul Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet tarafından 200’ün üzerinde kulübün bağlı olduğu Öğrenci Kültür Merkezi’nin (ÖKM) kapatılmasıdır. Yapılan protestolar neticesinde geri adım atılması ve kulüplerin yeniden kurulması sağlanmıştır. Ancak bu kez de kulüplere katılacak öğrencilerin herhangi bir disiplin cezası almamış ve eyleme katılmamış olması gerekiyor gibi niyeti apaçık ortada trajikomik bir madde konulmuştur. Bu ve buna benzer saldırılar, faşist uygulamalar devrimci gençliği yıldırmayacak, çalışmalarını engelleyemeyecektir. Devrimci Gençlik güçlenmeye Umuda YOLCULUK büyümeye devam edecektir. Dev-Genç’te Birleş Umudu Örgütle!!! 16 Dev-Genç Görev Başına “68” hareketinde Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda (FKF) olduğu unutulmamalıdır. Keza FKF’nin süreç içerisinde DEV-GENÇ’e evrildiği de unutulmamalıdır. B ilim ve felsefe yaratıcı ve eleştirel aklın sentezidir. Doğruyu araştırıp bulma ve ileriye dönük gelişimi yaratma teorisi ve eylemleridir. Eleştireldir. Dogmatik ve durağan değil, sürekli bir akışı ifade etmektir. Bilim ve bilimsel faaliyet ilkel çağlardan günümüze kadar insanlık için en önemli eylemlerden biri olagelmiştir. Astronominin en ilkel hali dahi üretimin geliştirilmesi, dolayısıyla insanın ihtiyaçları çerçevesinde gelişen bir bilim alanı olarak ortaya çıkmıştır. Mevsimlerin değişimi, yağışlar, kuraklıklar, zaman algısı vb. ilkel dönemlerde dahi azımsanmayacak ölçülerde geleceğe katkıda bulunmuştur. Tarımın gelişimi vb. ise buna bağlı olarak gelişimini/değişimini daha hızlı tamamlama sürecine girmiştir. Bilimin ve felsefenin en ideal tanımlaması ise pratiğe dayalı olarak (ki her bilim dalı pratiğin süzgecinden geçerek olgunlaşmıştır) aklın insanlık için kullanılmasıdır. Bu kavram diğer burjuva tanımlamalardan uzaktır. Zira burjuva bilim çevreleri ve dergileri gerek bilimi gerekse felsefeyi elit bir düzeyde tutma anlayışındadır ve bilinemez kılmaktadır. Bugün birçok burjuva kavram, temel bilimleri ve onların disiplinlerini karmaşık göstermeye çalışır. Onlar için bilimden sanata, felsefeden ekonomiye kadar tüm kavramlar halktan yalıtık bilinmezlikler olarak ifade edilir. Oysaki tüm bu kavramlar entelektüel bir faaliyetten çok ötededir. Onların anlamlı oluşu ise insanlığın yararı ve geleceğine hizmet ediyor olmasıdır. Ancak bugün her olgu gibi neredeyse tüm bilim alanı ve disiplinleri burjuvazi tarafından ele geçirilmiş ve kendi ihtiyaçları çerçevesinde şekillendirilmiştir. Bunda kapitalizmin ürünü olan Postmodernizm’in de etkisi oldukça fazladır. Örneğin bilgisayar teknolojisinin salt kişisel iletişim aracı olarak algılanması, mühendislik ve mimarlık gibi alanların rantsal dönüşümle anı- Devrimci Gençlik lır olması, gıda, ziraat ve gen teknolojisinin ise yüksek gelir getirecek şekilde insan sağlığını hiçe sayar bir alana dönüşmesi gibi birçok alanın, kapitalistlerin karlarına yeni karlar getiren bir işleve dönüştüğü görülmektedir. Öz itibariyle değerlendirildiğinde eski Yunan’dan günümüze dek önemli bir birikimi ifade eden Bilim ve felsefe için daha insanca bir yaşamın kaygısıdır demek yanlış olmayacaktır. Bugün gerek felsefe ve gerekse bilim alanında sınıfsal bir kopuş yaşanıyorsa bu durum söz konusu alanların ne kadar işlevsel olduğunun ifadesidir. İşlevselliği ise bilinemezciliğe karşı önemli birer alan olmasından kaynaklıdır. Peki bilim neden insanlığın refahı için kullanılmıyor? Bunun nedeni felsefenin sorgulayan, düşündüren ve harekete geçişi sağlayan bir niteliği olmasıdır. Bilim ise yine felsefi bakışa göre şekillenir. Salt bu yüzden her iki alanda da egemen ve statükocu anlayışın yaygınlaştırılmaya çalışılması, insanlığın geleceği, özgürlüğü ve insanlığın kendi kaderini ellerine almanın önünde engel oluşturma amacı gütmektedir. Tıpkı düşünmeyen sorgulamayan toplumun yaratılması ve bilimin de salt egemenlerin ihtiyacına uygun olarak kullanılması gibi. EĞİTİM Bugün tıpkı bilim, felsefe ve diğer alanlarda olduğu gibi akademik eğitim konusunda da yanılgılarla malul duruşların prim yaptığına tanık olmaktayız. Öyle ki; başta üniversite öğrenimi olmak üzere eğitimin her alanı bireysel çıkarı gözeten, toplumsallıktan uzak bir niteliğe dönüşüyor. Bilindiği gibi egemenler kendi sömürülerini kalıcı hale getirmek için devlet biçiminde örgütlenmiş imkanlardan yararlanarak her aracı kendi çıkarlarına tahvil eder. Eğitimsiz bırakarak cahilliği/bilinçsizliği yaygınlaştırmaktan eğitimli 17 Politika / Gündem cahilliği yaygınlaştırmaya kadar bir dizi faaliyet yürütür. Bunun için elinde bulundurduğu tüm araçları devreye sokar. Medya, eğitim kurumları vb. gibi her alanı bir silah haline getirerek manipülatif yöntemlerle algıyı da/tepkiyi de kendi kontrolü altına almaya çalışır. Eğitim toplumun ileriye dönük yapı taşlarının en belirleyici unsurlarındandır. Geleceği temsil eder. Bir üst yapı kurumu olan eğitim, sınıflı toplumda egemen sınıfın ideolojisini yansıtan/içeren bir nitelik taşır. Bu tıpkı hukuk, sanat vb. gibi diğer üstyapı kurumlarının da içinde bulunduğu ortak özelliktir. Ve devlet temsil ettiği sınıfın çıkarı gereği bu üst yapı kurumlarını ezilenlere/ karşıt sınıfa karşı biçimlendirir. Sosyalizm öncesi toplum biçimlerinde, eğitime yüklenen işlev; bireyi var olan iş bölümü çerçevesinde istihdam edebilmek üzere hazırlama ve ideolojik yönlendirme sonucu uyumlulaştırmadır. Bu kaygı, sömürü sistemlerinde her zaman için insan olgusunu geri plana atmış, insanı ufuk açıcı yöntemlerden uzak tutmanın sebebi olmuştur. Kitleselleşen üretim, kitleselleşen eğitimi koşullamış; ihtiyaç duyulan iş bölümüne, uzmanlaşmaya göre biçimlenmiş bir insan tipi amaçlanmıştır. İnsanlar birer nesne, birer dişli, birer araç olarak görülmüş ve eğitim; bu ihtiyaca cevap veren tarzda düzenlenmiştir. Öznenin; irade kullanan, üreten, yön veren özelliği her zaman tehlikeli görülmüş; eğitimsiz olanından çok, eğitilerek ehlileştirilmiş insan tercih edilmiştir. Eğitimi zorunlu tutan kapitalizm; çalışmayı da zorunlu tutmuş ve güdüleni (vasıfsız) de, güdeni de yaratarak “uygun” bir düzeneğin taşlarını dizmiştir. Bu bağlamda üniversite öğrenimine yönelik alınan her karar egemen sınıfın niteliğinin belirleyicisidir demek mümkündür. Politika / Gündem Bilindiği gibi üniversitelerin işlevi özgürce bilim yapmaktır. Özgürce bilim yapabilmenin olmazsa olmazı ise demokratik ve özgür bir zeminin var olmasıdır. Bu gereklilik onun bağımsız bir işlev taşımasından kaynaklıdır. Zira özgürlüğün olmadığı bir alanda ne yaratıcı fikirlerin ne de sorgulayan akılların yetişmesi imkânsızdır. Bu örneğe ülkemizde birebir tanığız. Yıllardır devletin çizdiği sınırlara hapsolan, tartışma ortamlarını ortadan kaldıran, sorgulayan beyinleri adeta hapseden bir süreçten geçildiği biliniyor. Ve bugün ülkemizde eğitim anlamında yaşanan durum neredeyse cumhuriyetin ilk yıllarını dahi aratacak düzeyde gerilemiş bulunuyor. Ezberci, bireyci, kaderci dahası bilimsellikten uzak ne varsa bugün eğitimin içinde barınıyor. Geçtiğimiz yıllarda bir bilim dergisinin üniversitelerde yaptığı anketle kaderciliğin ve bilimdışlığın ne seviyede olduğu ortaya çıktı. “Safsata Anketi” olarak kamuoyuna sunulan bir araştırmada sorulan sorular ve yanıtları adeta ilkokul öğrencilerini dahi şaşırtacak bir nitelik taşımaktaydı. Beş üniversitede yapılan anketler biyoloji bölümlerinde evrim karşıtlığının boyutlarını gözler önüne serdi. Tıp, biyoloji, fizik, kimya, astronomi, jeoloji gibi doğa bilimleriyle doğrudan ilintili alanlarda okuyan, 1. ve 4. sınıf öğrencilerine, bir dizi bilimsel olarak test edilmesi olanaklı olmayan metafora (türbe, yatır, melek, cin, nazar, kader, vb.) inanıp inanmadıkları sorulmuş, verilen yanıtlar ise öğrencilerin söz konusu metaforlara yüksek bir oranda inandıklarını göstermiştir. Evrimsel yaklaşımla ilgili olarak, “insan soyunun Adem ve Havva’dan geldiği” görüşüne inanıp inanmadıkları sorusuna ise öğrencilerin % 75’inden fazlası “evet” yanıtı verirken, bu oran 1. sınıftan son sınıfa doğru yükselmiştir. Öte yandan yanıtı “hayır” olanların oranı % 10’larda kalmıştır. Bugün eğitim alanında çıkarılan her yasa esas itibariyle toplumun kader algısını geri bir düzeye çeken bir rol oynuyor. Ve bu durum çıkarılan 4+4+4 vb. gibi yasalarla “ağaç yaş iken eğilir” mantığıyla ele alınarak eğitimin/öğrenimin en alt basamaklarından başlayarak inşa ediliyor. Toplum gerici bir anlayışla şekillendiriliyor. Dolayısıyla yüksek öğrenime doğru izleyen seyir tama- 18 men egemenlerin isteği/çıkarı doğrultusunda ele alınıyor. Üniversitelerde ise bu durum daha vahim boyutlara varıyor. Bilim üretmesi gereken kurumlar adeta kaderciliği yaygınlaştıran bir araca dönüşürken, kapitalizmi destekleyen bir işlevsellik de taşır hale geliyor. Tarih bölümlerinin neredeyse tamamı sosyolojiden ve onun temel prensiplerinden uzak bir uygulama yürütüyor. Irkçılığı benimseten bir işlev yürütüyor. Bunun yanında fen bilimleri alanında neredeyse hiçbir önemli gelişmeye imza atabilecek bir süreç yaşanmıyor. Hatta birçok öğretim üyesi gerici anlayışı demokratikleşme olarak addediyor. Ülkenin en saygın üniversitelerinden biri olarak kabul edilen İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji bölüm başkanının Arapça eğitimi bu okula ben kazandırdım diyerek böbürlenmesi ise durumun vahametini yetirince açığa çıkarır niteliktedir. Bunu bir özgürlük olarak gören öğretim üyelerinin türban konusundaki tavrı nedeniyle iki yıl hapis cezası alan Ege Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölüm Başkanı Renan Pekünlü hakkında ise bir tavır sergilememesi ise özgürlükten ne anladıklarını ortaya koyan bir nitelik taşımaktadır. Üniversitelerde gericiliğin ve faşist uygulamaların boyutu günden güne artıyor. Üniversitelerde aydınlanmacı, demokrat ve yurtsever niteliklere sahip birçok öğretim üyesinin çeşitli nedenlerle tasfiye edilmiş olmaları ya da ileriye dönük çalışmalarının yine YÖK ve üniversite yönetimleri tarafından engellenmesi de okullardaki demokratik havanın ortadan kaldırılması anlamında önemli bir rol oynuyor. Bu durumla birlikte üniversite kapıları, gerici, faşist kadroların ellerine geçerken üniversiteler feodalizmin kilise okullarını andıran işleve dönüşür hale geliyor. Örneğin İstanbul’da Marmara Üniversitesinde kerameti kendinden menkul bir grubun ellerinde bulundurduğu sahte fosillerle ve ABD’de kiliseler ve devlet kurumları tarafından finanse edilen grupların temsilcileriyle birlikte Evrim karşıtı bir sempozyum düzenlemesi ve bu sempozyuma muhalif hiçbir kimsenin rektörlük kararı ile alınmaması üniversitelerdeki anti-demokratik uygulamaları yeterince gözler önüne seriyor. Bunun yanında öğrencilerin kendi aralarındaki iletişim aygıtları yine okul yönetimleri tarafından ya engelleniyor ya da ortadan kaldırılıyor. Öğrenci kulüplerinin yasaklanması ve açılması konusunda ortaya konulan engeller ise bunun en somut göstergelerinden biridir. Bu uygulamalarla birlikte öğrenci gençliğin örgütlenmesi ve ortak talepler etrafında örgütlenmesinin önü kesilmiş oluyor. Toplantı salonları devrimci, demokrat öğrencilere kapatılarak herhangi bir etkinlik düzenlemesi imkânsız hale geliyor. Ancak bunun yanında gerici ve faşist unsurlara tüm olanaklar açılıyor. Okul yönetimleriyle el ele vererek düzenlenen tasarlanmış tartışmalar ya da paneller ise lise münazaralarını andırır bir seviyede sürdürülüyor. Okullarda özellikle sivil ve resmi polis baskısının giderek arttığına, buna birde özel güvenlik terörünün eklendiğini unutmamak gerekir. Neredeyse öğrenci gençlerin her hareketi, söz konusu güçler tarafından denetlenmekte ve baskı altına alınmaktadır. Polis ve özel güvenlik raporlarına dayanarak okuldan atmalara ve soruşturma açılmasına ve soruşturma sayısının her geçen gün artmasına zaten tanığız. Öğrencilerin demokratik talepler etrafında şekillenen protestoları sonucunda ya da salt basın açıklamasına katıldığı gerekçesiyle soruşturmalar açılıyor. Bu durum Türkiye’de muhalefeti zapt-u rapt altına almaya çalışan uygulamaların öğrenci gençlik üzerindeki yansımasından başka bir şey değildir. Özellikle “artık üniversitelerde siyaset engellenmeyecek” söylemlerinin ise bir kandırmacadan öteye gitmediğini bilmek gerekiyor. Dolayısıyla bu 19 Kültür / Sanat söylemlerin yaratacağı bir özgürlük varsa o da egemen siyasete, AKP’nin, gericilerin ve ülkücü çetelerin siyasetine dokunmayan türden bir özgürlük olacağını bilmemek ise ahmaklık anlamına geliyor. “Okulda Polis istemiyoruz” diyen öğrencilere güldüğünü ifade eden İstanbul Üniversitesi Rektörü “Prof ” Yunus Söylet ise üniversitede özgürlüğün ne anlama geldiğini şöyle ifade ediyor. ”Burada bin tane polis olsa ve de herkes adam gibi öğrenimini yapsa, polisin kime ne zararı var? Sivil polis, batıyor mu bana, ya da öğrenciye bir şey mi yapıyor? Kurallara uyana, okuyana, yazana, oynayana, sevişene laf mı edilmiş? Edilmedi, edilmeyecek de. Burada yüz tane polis olsa ne yazar, bin tane olsa ne yazar? Kime ne? Ne kadar çok olsa, onlar her şeyin normal akışını sağlasa, bizim onlara teşekkür etmemiz gerekmiyor mu? Sivil polisler katillerden mi seçiliyor? Biz, sivil ya da resmi görev yapan polise çok şey borçluyuz. Niye böyle bir algı var? Bizim görevimiz burada öğrencileri okutmak değil mi? Özgürlükten yalnızca oyun oynamayı ve sevişmeyi anlayan rektörün bu ifadesi ise egemenlerin özgürlüğe nasıl baktığının özetidir. Yunus Söylet faşizmin okullardaki direktörlüğünü vazife edinmiş ve bunu da Prof ünvanı ile yerine getirmektedir. ŞİMDİ BASKILARA GÖĞÜS GERME ZAMANIDIR! Tüm bu uygulamaların yanında öğrenci gençliği giderek artan yeni bir saldırı dalgası bekliyor. Yeni bir eğitim/öğrenim dönemine girerken yanılgılarla malul bir sürecin tohumları da ortaya saçılmış oldu. AKP’nin “harçları kaldırıyoruz” söylemleriyle birlikte başta medya da yaşanan olumluluk eğilimi, uygulamanın ayrıntıları ortaya çıktıkça gerçek niyetin esasını da günyüzüne çıkardı. Salt harçlar üzerinden yürütülmeyen manipülasyonlar “üniversitede siyaseti engellemeyeceğiz” ve “dershaneler kapatılacak” vb. gibi söylemler etrafında adeta kapsamlı bir revizyonun gerçekleştiği izlenimi yarattı. Ancak başlangıçta satır aralarında dillendirilen bu gelişmelerin kamuoyunda tartışıldıkça ve yeni açıklamalar yapıldıkça eğitim ve öğrenimde saldırganlığın azami boyutlara ulaşacağı sinyallerini de verdi. Kısa bir zaman içerisinde ele alınan yeni uygulamaların cafcaflı söylemlerle dillendirilmeye başlaması ise Politika / Gündem kapitalizme kan taşımanın aciliyetini yansıtıyor. Popülist söylemlerle iktidara geldiği günden bu yana imajını tazelemeyi başaran AKP’nin sık sık yeni yıkım yasalarını uygulamaya koymadan önce pembe tablolar çizdiği biliniyor. Bu nedenle Erdoğan’ın yıllardır harçlara yönelik yapılan muhalif protestoları kastederek “hak verilecekse biz veririz. Size ne oluyor” gibi bir çıkışla sahnedeki yerini alması ise akıllara Genel Sağlık Sigortası’nın ve kentsel dönüşüm üzerine verilen vaatleri getirmeyi sağlıyor. Üniversiteler açıldı. Ancak görünen o ki eğitimde adeta atılım olarak görülen uygulamaların birer birer fiyaskoyla sonuçlandığını görmek ise şimdiden mümkün. Egemenlerin giderek yoğunlaştırdığı saldırı politikaları ise önümüzdeki dönemde öğrenci gençlik üzerindeki koşulların olumsuz etkisinin giderek artacağının ifadesi anlamına geliyor. Yeni YÖK Disiplin Yönetmeliği’nden, okulların talan edilerek özelleştirilmesine dönük hamlelere kadar tüm olguların öğrenciler üzerinde giderek ağırlaşacak olan bir sürecin izlerini taşıdığı çok açık. Harçlar kaldırıldı müjdesinin arka planını ise eğitimin özelleştirmesi hamlesi olarak okumak mümkün. Kaldı ki bu durum açık öğretim fakülteleri üzerinde herhangi bir değişikliğe neden olmadığı gibi İkinci öğretimler içinse sömürünün devam edeceği bir biçimle uygulamaya konuldu. İkinci öğretimlerde harç uygulaması konusundaki sorulara ilişkin pişkinlikle yanıtlar veren Erdoğan ise “onu kaldırmak mümkün değil” ifadesinde bulunarak bunun yasal engelleri olduğunu ve öğrencilerden alınan ücretin katkı payı olarak düşünülmesi gerektiğini ifade etti. İşte tamda bu ifadeyle birlikte örgün eğitim dışındaki eğitim alanlarının parasız olamayacağı gerçeği de ortaya çıkmış oldu. Bunun yanında kısa bir süre önce dershanelerin kapatılmasına ilişkin çalışmalar sürdürdüklerini söyleyen egemenler, dershanecilere ise birleşin çağrısında bulunarak “özel okullar açın bizde size kaynak aktaralım” diyerek önümüzdeki süreçte eğitim ve öğrenimin tamamıyla özelleştirileceğini ifade etmiş oldular. Bilindiği gibi dershane sektörü yüksek kar getiren alanlardan biri. Ve bu sektörün cirosunun 10 milyar dolar olduğu söyleniyor. Bu ise egemenler için önemli bir gelir kapısı olarak görülüyor. Peki bu sektörün dağıtılması ya da ortadan kaldırılması, 20 dahası kapitalizme kan taşıyan böyle bir sektörün lağvedilmesi kapitalistler için büyük zararlara neden olmayacak mıdır? Bu yüzden bu durumu farklı güvencelerle tamamlamak egemenler için anlam kazanıyor. Zaten egemenlerin kar getiren alanlardan yeni karlar sağlayacak durum yaratmadan vazgeçmeyeceği bilinen bir olgudur. Bir süredir kulislerde dillendirilen bu konu bugün net bir şekilde ifade edilmeye başlandı. Ve Başbakan Erdoğan’ın 9 Eylül’de AKP il başkanları toplantısında yaptığı konuşmada konunun tekrar gündeme gelmesiyle durum daha da somutlaştı. Açıklamada Erdoğan “Dershanecilik olayını kaldıracağız. Bundan kim gücenirse gücensin. Kusura bakmasınlar. Bu benim halkımın, vatandaşımın ortak talebidir. Eğitim öğretime hizmet verecekseniz, okullaşın, okullar kurun. Biz de sizden hizmet alımı yapalım ve sizin sınıflarınızı öğrencilerimizle biz dolduralım. Bedeli neyse biz verelim. Sizi açıkta bırakacak değiliz. Biz yatırımdan kurtulmuş oluruz, siz de hizmetinize aynen devam edersiniz. Bakıyorsunuz bu güzel bir teklif demiyorlar. Niye, öbür taraf çok daha tatlı da onun için.” dedi. Yapılmak istenen değişiklik ise [2007-2013] 9. Kalkınma Programında “Eğitim sisteminin geliştirilmesi’ başlığında şöyle yer almıştı: “599. Ortaöğretim ve yükseköğretime hazırlık dershanelerinin özel okullara dönüştürülmesine yönelik teşvikler sağlanacaktır.” Böylesi bir uygulamanın tamamıyla paralı eğitim modeline doğru bir seyir izleyeceğini görmemek sanırız körlük anlamına gelecektir. Zira üniversite giriş sınavlarının dahi bu tür uygulamalarla ortadan kalkacağı biliniyor. Ve önümüzdeki süreçte egemenlerin ÖSS’yi kaldırıyoruz gibi açıklamalarla kamuoyunu yanıltacağı, devletin büyük oranda üniversitelerden elini çekeceği ve gençliği adeta özel okul kıskacına sokacağını öngörmek şimdiden mümkün. Kaldı ki son uygulamalarla birlikte okul yönetimlerinin mütevelli heyetlerine bırakılması ise okul yönetimlerinin bir şirket statüsü kazanmasına kapı aralıyor. Devlet okullarının mütevelli heyetlerine teslim edilmesi konusunda düzenlemelere başlayan iktidar böylelikle devlet okullarının özel/ticari bir şirkete dönüşmesine de zemin hazırlamış oluyorlar. Zira bir süredir sermaye sözcülerinin okullardaki mütevelli heyetlerine kendi temsilcilerini sokmak için çabalar harcadıkları malum. zaten belli bir süredir bunu destekleyen bir yapılanma inşa edilmeye başlandı. Başta Okan ve Işık üniversiteleri olmak üzere mantar gibi çoğalan Özel meslek yüksek okulları para karşılığında meslek öğretme/kalifiye eleman yaratma anlayışıyla faaliyetlerini sürdürüyor. Merdiven altı üniversiteler diyebileceğimiz bu okulların esas amacının sermayeye ucuz işgücü sağlamak anlamına geldiği biliniyor. Kapitalizmin krizi ile birlikte yoğunlaşan işsizlik yüksek öğrenim gençliği içinde oldukça yaygınlaştı. Atanması yapılmayan öğretmenlerden, genç eczacılara, düşük ücretlerle çalıştırılan genç hukukçulardan mühendislere kadar hemen her kesim bu durumdan oldukça mağdur. İşte bu nedenle özel okulların tercih edildiği bir zeminde inşa edilmiş oluyor. Dolayısıyla ne bilim ne de demokrasi anlamında öğrenci gençlik içerisinde tavır koyabilecek bir ortam filizlenmiyor. Bununla birlikte kendine muhalif kesimleri adeta hitler vari yöntemlerle zapturapt altına almaya çalışan egemenler, soruşturmalardan tutuklamalara kadar bir dizi uygulamayla gençliğin yükselen sesini kesmeye çalışıyor. Bugün binin üzerinde öğrencinin tutuklu olması bunun en büyük kanıtıdır. Ve bu durum emperyalist denklemlerde kendine yer edinmeye çalışan Türkiye egemenlerinin işbirlikçi rolünü giderek artırırken muhalif hiçbir reflekse izin vermeyen bir pozisyon takınmasına neden oluyor. İşte tamda bu nokta da öğrencisinden öğ- 21 Politika / Gündem retim üyesine kadar tüm demokrat-devrimci kesimlerin demokratik anlamda bir mücadele başlatmasının gerekliliği de kendini yakıcı bir biçimde hissettiriyor. Zira tek başına muhalif görünmek ya da salt yakınmayla malul duruşlarla böylesi bir ortamdan çıkılması/sıyrılınması olanaklı görünmüyor. Öğretim üyelerinin oluşturduğu ve muhalefet yaratma anlamında örgütlenen birçok çalışma ise (Kongreler, sempozyumlar, seminerler vb. gibi) yaz aylarına endeksli tatil aktivitelerine dönüşür hale gelmiş durumda. Muhalefet olarak kongreler toplamak ve sonuç bildirgeleri yayınlamak ise kendinden menkul faaliyetler haline gelmiş durumda. Bunun panzehiri ise yapılan çalışmaların salt entelektüel faaliyetlere dönüşmesini engellemek ve yapılan çalışmaları tüm toplum kesimlerini kapsayacak bir nitelik taşıyacak potansiyele erişmesini sağlamaktır. Gerek TKP’nin başını çektiği Üniversite Konseyleri, gerekse bazı entelektüel aydın ve akademisyenlerin örgütlediği Karaburun Bilim Kongresi gibi çalışmaların başarısızlığı bu duruma verilecek en iyi örneklerdir. Bu tür çalışmaların bütün bir yıla yayılmasını sağlamak ve öğrenci kitlesiyle örgütlemek ise sonuç alma bakımından daha başarılı olacaktır. Zira yaşanan sorunlar somuttur ve bunlara karşı somut kazanımlar elde etmek, somut çalışmalarla anlam kazanacaktır. Öğrencisine sahip çıkmayan, öğretim üyesine sahip çıkmayan ve onların sorunlarıyla yakından ilgilenmeyen bir örgütlenme ne kadar kitlesel çalışmalar örgütlerse örgütlesin, kazanımı lafazanlıktan öteye geçmeyecektir. Bilinirki tek başına ne eğitim ne de akademik unvanlar toplumun bilinçlenmesi anlamında bir şey ifade etmez. Burada Marks’ın o meşhur 11. Tezini hatırlamakta fayda var. Salt kürsüsüne sabit kalan/bırakılan ya da laboratuarına kapatılan Politika / Gündem bir bilim insanının toplumla iç içe geçecek araçlara sahip olmaması doğal olarak akademik camia denilen dar bir halka içerisinde yalıtılmış halde kalıyor. Ne toplumun önünü açacak bir gelişmeye adım atılabiliyor ne de aydının toplumu yönlendirebilecek nitelikleri ön plana çıkmış oluyor. Demek ki üniversitede okumak, kendi dalında yıllarca bilimsel eğitim almak “aydınlanma”ya ya da tersten söylersek toplumun aydınlanmasına yetmiyor. Demek ki bilim insanlarının mesleki eğitim vermeleri, hatta dergi çıkarıp kitap yazmaları bile aydınlatmaya yetmiyor. Aydınlanmayı bilimin toplumsallaştırılması ve bilimsel düşünce refleksinin toplumun hücrelerine kadar edinilmesi olarak anlamak gerekir. Dersini verip derslikten çıkan öğretim üyesi, makalesini yazıp laboratuarına çekilen bilim insanı -bırakın toplumun bilim ile hiç temasa gelmemiş kesimlerini- kendi öğrencilerini ve okurlarını dahi aydınlattığını sanmasın. Bunu aşabilmenin en birincil yolu tüm bilim alanlarında demokratik bir tartışma ve çalışma koşullarının yaratılmasıdır. Bu ise başta akademik çalışma yürütülen alanlarda böyle bir mücadelenin verilmesi ile söz konusu olacaktır. Bu bağlamda önümüzdeki dönemde hak gasplarına ve demokratikleşmeye dönük muhalif hareketlerin daha da baskı altına alınacağını ve pervasızca uygulamalarla engellenmeye çalışılacağını söylemek mümkün. Bu durum okullarda özel güvenlik terörünün doruğa ulaşmasıyla birlikte soruşturmalara kadar bir dizi baskı politikasını düne göre daha da artıracaktır. Ve bugüne kadar sürdürüle gelen öğrenci gençliğin demokratik talepler etrafında örgütlenmesinin önü engellenecek ve var olan örgütlenmelerin (kulüpler, öğrenci dernekleri) kaldırılması sağlanacaktır. Tutuklama furyası daha da artacak ve adeta öğ- 22 renci gençlik üzerinde bir korku heyulası oluşturulacaktır. Bilimsel anlamda yapılan çalışmalar engellenecek ve bunun tan tersi anti- bilimsel ve piyasacı bir sürecin önü açılacaktır. Öğrenciler ucuz işgücü anlamında sistemin kurtarıcısı olarak rol almaya zorlanacak ve çok düşük ücretlerle çalıştırılacaktır. İşte böylesi bir baskı ortamında devrimcilerin görevi daha da zorlu olacaktır. Zira egemenlerin liberal ve postmodern uygulamaları neticesinde gençlik üzerinde oluşturmuş olduğu zehirli iklim yine gençlik üzerinde büyük tahribatlara yol açmıştır. Ve bu doğrultuda gençlik özgürlükten, demokrasiye toplumsal kurtuluştan bireyselliğe kadar birçok kavramı egemen politikalara denk düşecek değerlendirmelerle algıladığı/tanımladığı bir süreç yaratılmıştır. Hatta sol muhalefet üzerinde dahi bu etkileri görebilmek mümkün. Bu nedenle böylesi zorlu bir görevi göğüsleyebilecek en önemli güç devrimci gençliktir. Baskılara göğüs germekte, ona karşı muhalif bir zemin yaratmak da devrimci gençliğin üzerine düşen en önemli görevlerden biridir. BU ABLUKA DAĞITILACAK Emperyalist denklemler içerisinde pay kapma ve emperyalizmin yolunu dikensiz gül bahçesi haline getirmeye çalışan işbirlikçilerin giderek yoğunlaşan saldırıları tüm toplum kesimlerini sarsmakta ve yıkıma uğratmaktadır. Tarım politikalarından, kıdem tazminatlarına, kentsel dönüşümden, işsizliğe ve uluslar arası politikaya kadar inşa edilen uygulamalar derin bir kaosa neden olmaktadır. Yüzde 60’lık oy potansiyeline sırtını dayayan AKP’nin bu nedenle daha pervasızca saldırdığı ve adeta örgütlü muhalefetin olmamasından kaynaklı bir rahatlık içerisinde hedeflerine doğru yol aldığı görülüyor. Ancak toplumun hemen her tür uygulamaya tepki verdiği gerçekliğini de görmek gerekir. Ancak tepkinin örgütlü bir nitelik kazanamaması onun edilgenliğini ve atıllığını da ön plana çıkaran bir rol oynuyor. Dolayısıyla çıkan her yıkım yasası sessiz sedasız inşa edilebiliyor. Bunda en önemli faktör ise devrimcilerin gündem belirleyecek bir niteliğe henüz sahip olamaması ve sübjektif koşullar diyebileceğimiz halkın örgütlülük düzeyinin yeterli seviyede olmamasıyla ilintilidir. Genel olarak gençliğin durumu da Türkiye’nin özetini yansıtmaktadır. Zira gençlik içerisindeki örgütlülük ve bilinç seviyesi henüz güçlü bir muhalefet odağı yaratmaya yeterli değildir. Polisiyle, mahkemesiyle, YÖK’üyle, medyasıyla ve cemaatiyle bir bütün oluşturan sistem gençliği adeta esir almış durumda. Bu yönüyle baktığımızda gençlik de genel itibariyle sömürü sisteminden muaf bir karakter taşımamakta ve her gün yeni bir sömürü politikasıyla karşı karşıya kalmaktadır. Bu durum onun muhalif bir karakter kazanmasına da vesile olmaktadır. Ancak gençlik içerisindeki örgütsüzlük, onların tepkilerini örgütleme konusunda da bir atıllaşmaya ve tepkisizliğe zemin hazırlıyor. Ve bu durumdan etkilenen kimi muhalif çevrelerde bu durumu aşmak için ya liberal düzeyde eylemliliklerle bilinç taşımaya ya da radikal söylemlerle günü kurtarmaya çalışıyor. Aslolanın gençliğin tepkilerini ve isteklerini dile getirecek bir muhalefet hareketinin yaratılması konusu ya görülmüyor ya da es geçiliyor. Bu nedenle devrimci gençliğin önündeki en büyük hedef somut duruma uygun projelerle örgütlülük zeminlerini yaratma şeklinde ortaya çıkıyor. Bugün öğrenci kulüplerinin açılması ve işlevsel bir nitelik kazanması, öğrenci temsilcilikleri, kampanyalar, sempozyumlar ve eylemliliklerle birlikte birçok araç değerlendirilerek örgütlenmenin yollarını/kanallarını yaratmak temel hedef haline getirilmelidir. Daha da önemlisi böylesi karanlık bir iklimi aydınlığa çıkarmak için cüretli ve ısrarlı olmak gerekiyor. Bilinir ki devrimcilerin cüreti karşısında egemenlerin cüreti ve cesaretinin esamesi bile okunamaz. Buna yaşanmış geçmiş pratiklerden tanığız. DevGenç’ten, THKP’C den, Mahirlerden, Denizlerden, İbolar’dan tanığız. Şimdi DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE şiarımızı haykırmanın tam zamanıdır. Bunun için her Dev-Genç’linin okulunda eğitim politikalarına dönük kampanyalar organize etmesi, öğrenci kitlesi ile kaynaşarak onları ortak talepler üzerinden harekete geçirme zamanıdır. Okullarda, amfilerde, geleceğimizi karartmaya çalışanlardan hesap sormanın zamanıdır. Dahası şimdi, yaşamın her alanında ve bulunduğumuz, faaliyet yürüttüğümüz her yerde Mahir olma zamanıdır. 23 DEV-GENÇ GÖREV BAŞINA! Politika / Gündem Yök ve 6 Kasım Bu noktada biz öğrenciler üzerimize sorumluluk alarak görevlerimizi belirlemeliyiz. Toplumumuzun uyuyan kesimlerinden biri olan gençliği hareketlendirmek ve bilinçlendirmek bu noktada çok önemlidir. Kaldı ki mücadeleci bir gençlik oluşturmak istiyorsak öğrendiklerimizi/ deneyimlerimizi bizden sonraki kuşaklara da aktarmalı ve hareketi genişletmeliyiz. B iz üniversite öğrencisi olmak için, hayal ettiğimiz bölümü okumak için, kendimizi en çok istediğimiz okullarda görebilmek için çok emek verdik. Nihayetinde rahatlığa veya tatlı bir yorgunluğa erişeceğimizi (!) düşünüyorduk. Ne kadar büyük bir yanılsama! Peki sonra ne oldu? Binbir hayalle geldiğimiz üniversite kapısından hayallerimizi kaybederek ayrıldık. Niçin mi? Öncelikle üniversitenin hayatı anlamlandırmamıza, yeni bilgiler ve bilimler öğrenmemize katkısı yadsınamaz ve tabi ki kültürel ve toplumsal hayatımızda büyük yer kaplıyor. İşte bunu bile oligarşik devlet erki gençliğin dinamiğini ve gücünü kendine zarar vermeyecek yönde kullanmak istedi. Elbette kendi sınıf çıkarları gereğince! Bunun sonucunda üniversiteleri denetleyen ve ‘özerkliğini’ kötüye kullanmasını engelleyecek olan (veya kendi istediği yönde kullandırmak isteyen) bir kurum oluşturdu. Y.Ö.K. Bakalım bu özerk tiranlık nasıl oluşmuş. Y.Ö.K, 6 Kasım 1981’de 2547 sayılı yükseköğretim kanunu ile İhsan Doğramacı’nın başkanlığında kuruldu. Bu tarihten sonra söz konusu kanun hükümleri ve anayasanın 130. ve 131. maddeleriyle derebeylik etkinliklerine ortam buldu. Çünkü devlet içinde devlet gibi davranmaya başlayan Y.Ö.K, kendi otoritesini tüm üniversitelerde ve ona bağlı kurumlarda cumhurbaşkanı atardı. Dekanlar ise rektörlerin önerdiği 3 aday arasından yine aynı kurum tarafından gerçekleştirilirdi. ‘92 den sonra öğretim üyelerine 6 rektör adayı belirleme hakkı tanındı. Y.Ö.K. Genel Kurulu’nda adaylar 3’e indirilerek cumhurbaşkanına sunuldu. Bu seçimlerde Yök her daim en çok oyu alan adayları cumhurbaşkanına sunmadı. Yök’ün kendine en yakın hissettiği (te- Politika / Gündem Taha CAN Mimarsinan Üni. orik ve pratik anlamda) adayları listelere alması demokrasinin bu kurum için ne kadar eskimiş (!) olduğunu gösteriyor. Halbuki Yök’ün kuruluş misyonlarından birisi de üniversiteler ve bağlı birimlerde demokrasi kültürünü yaygınlaştırmaktır. Ne yaman çelişki! Verdiği kararlarla ‘81’den bugüne birçok olaya ortam hazırlayan Yök için en unutulmaz gün elbette kuruluş günü olan 6 Kasım’dır.Çünkü her yıldönümünde bu saygıya muhtaç kurumlar protestolar eşliğinde yuhalanır. Anlayacağınız çok güzel bir yaş günü armağanı! Bu tarih aslında tüm üniversite öğrencileri için gelenekselleşmiş bir eylem tarihidir. Okullarda öğrencileri fişleyen, gözaltına alma gibi olaylarda polisle işbirliği yapan yandaş kurum seçtiği en gerici-faşist akademisyenleri de yürütme kuruluna veya rektörlüklere atayarak kendi egemenliğini pekiştirir. Bu noktada biz öğrenciler üzerimize sorumluluk alarak görevlerimizi belirlemeliyiz. Toplumumuzun uyuyan kesimlerinden biri olan gençliği hareketlendirmek ve bilinçlendirmek bu noktada çok önemlidir. Kaldı ki mücadeleci bir gençlik oluşturmak istiyorsak öğrendiklerimizi/ deneyimlerimizi bizden sonraki kuşaklara da aktarmalı ve hareketi genişletmeliyiz. İşte tam da bu sebeplerle 6 Kasım’da alanlarda safları sıklaştırmalı, tepkimizi dile getirmeliyiz. Daha önce bahsettiğim gibi bu yalnızca şimdiki öğrencileri ilgilendiren bir durum değil, gelecek kuşakların ve eğitim-öğretim sürecine dahil olan tüm insanların sorunudur. Sermayeci düzene karşı alanları dolduralım! Geleceğimiz kendi elimize alalım! 24 YAŞASIN DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE! Kentsel Dönüşümün İki Yüzü Bugüne kadar kazanılan tüm haklar unutulmamalıdır ki mücadeleler sonucu kazanılmıştır. Ve unutulmaması gereken bir diğer olguda barınma-konut sorununu ortaya çıkartan temel olgu, kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanmaktadır. Kapitalist sistem var oldukça bu sorun başka biçimlere bürünerek varlığını sürdürecektir B Selma BADEM arınma ve konut hakkının insanın en doğal haklarından birisi olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak bugün yaşamış olduğumuz süreçte bırakın devletin insanların konut ihtiyacını karşılamayı, tersine insanların var olan evlerini dahi dönüştürerek rant alanlarına teslim etmeyi amaçlamaktadır. 1970’li yıllarda Türkiye’de tarım alanında bir tasfiye-yıkım gerçekleştirilmiş ve bu dönemde ülke nüfusunun %40’ı köylerinden, topraklarından adeta sürgün edilmiştir. Bu sürgün döneminde devlet hiçbir şekilde insanlara ev sunmamış, yaşam alanı göstermemiştir. Ekmeğini kazanmanın peşinde olan halk, barınma sorununu çözme amaçlı elektriği, suyu olmayan kenar mahallelere yönelmiş, ancak burada da mafyalar ve devlet güçleriyle karşılaşmıştır. Tam da bu noktada emekçiler devrimcilerle tanışmış ve “herkese ev kampanyası” ile “hazine arazileri halkındır” gibi söylemleri yükselterek faşist unsurlarla mücadeleyi ve insanların barınma sorunlarının çözümünü birlikte örgütlemişlerdir. Sistemin bu mahallelerde yaşayan yoksul insanlardan alacağı elektrik, su faturasına ve fabrikalarda çok ucuza çalıştıracaklarından kaynaklı işgücüne ihtiyacı vardı. Dolayısıyla elektrik getirdiler, su getirdiler, yol yaptılar, otobüs verdiler ve bunları “halka hizmet” başlığıyla yaptılar.Bugün gelinen süreçte özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde yoksul mahalleleri konum olarak büyük önem taşıyan, ve kapitalizmin iştahını kabartan bir rant-dönüşüm alanı haline geldi. 16 Mayıs 2012 tarihinde ismi “ Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki kanun” olan bir yasa çıkarıldı. Ve çıkarılan bu yasa ile birlikte hem başbakanın “neye mal olursa olsun, iktidarı kaybetme pahasına bu yasayı çıkaracağız” sözü askıda kalmamış hem de tek yetkili olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve ona bağlı olarak TOKİ belirlenmiş oldu. Eğer TOKİ, gerçekten afet riskini düşünen bir kurum olsaydı Samsun’daki konutları sel altında kalmaz ve onlarca insanın ölümüne sebep olmazdı. Ve devlet yetkilileri gerçekten halkı düşünseydi, deprem vergilerinin akıbeti sorulduğunda Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “o paralar yol, su, elektrik ve duble yollar olarak geri döndü.”demezdi. Devletin zihniyeti açıkça ortadır, amaç halka sağlıklı konutlar kazandırmak değil değer kazanan bölgeleri rant alanına çevirip yoksulları evsiz bırakmaktır. Zira bizler bunun örneğini Sulukule’de, Ayazma’da yapılan dönüşümlerde gördük. İn- 25 Politika / Gündem sanlar evlerini belirli bir peşinat ile verdiler ve yerleştirildikleri yeni yerlerde borçlandırılarak, uzun vadeli kredilerin-borçların batağına saplandılar. Sonuç olarak evli iken evsiz durumuna düşürüldüler.Bu yasanın detaylarına baktığımızda bakanlığın adeta sınırsız yetkilerle donatıldığını ve istediği yeri yıkabileceğini görüyoruz. Bakanlık riskli bölgeleri ilan etmeye, kimi bölgeleri imara açmaya, kimi bölgeleri imara kapatmaya yetkili kılınmıştır. Ayrıca bakanlığın aldığı kararlara hukuksal itirazlarında yolu kapatılmıştır. Çünkü yürütmeyi durdurma amaçlı dava açılamayacak ve bu arada yıkım ve inşaat süreci bitecektir. TOKİ bu yasa ile birlikte kamu ihalelerini düzenleyen yasadan muaf tutulmuştur. Bunun anlamı şudur; TOKİ’nin el koyduğu alanlar, denetime ve belli usullere uymaksızın istediği şirkete ihale edilebilecektir. Bu durum yapılacak olan rantın kanıtı niteliğindedir. Çıkartılan yasaya göre TOKİ’nin “riskli alan” olarak ilan ettiği ve sağlamlığı tescil edilen binalar dahi, “uygulama bütünlüğü” gerekçesiyle yıkılacak ve yeniden yapılacak. Dolayısıyla hiç kimsenin konut güvenliği kalmamıştır. Böylesi bir düzenleme, güvenli, risk taşımayan yapılarda oturan kişilerin hukuksal güvencelerini, barınma haklarını, konut Politika / Gündem dokunulmazlığını, belirsizlik taşıyan “uygulama bütünlüğü” kavramına dayanarak ortadan kaldıracaktır. Afet Yasası ile birlikte; ülkemizin doğal ve kültürel alanları talana açılacak, mera alanları şirketlere sunulacak, halka ait olan kamu binaları sermayeye peşkeş çekilecek ve sağlıksız yapılaşmanın bulunduğu bölge toplu konuta uygunsa TOKİ istimlâk edecektir. Bugüne kadar kazanılan tüm haklar unutulmamalıdır ki mücadeleler sonucu kazanılmıştır. Ve unutulmaması gereken bir diğer olguda barınma-konut sorununu ortaya çıkartan temel olgu, kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanmaktadır. Kapitalist sistem var oldukça bu sorun başka biçimlere bürünerek varlığını sürdürecektir. Halkın kaynakları ve emeği sermayeye peşkeş çekildiği sürece yoksullar evsiz kalmaya devam edecektir. Oysa halkın iktidarında, kamu kaynakları ve emeğin yarattığı değerler halka geri döneceği için öncelikle konut sorunu çözülecektir. Eşitlikçi ve paylaşımcı bir düzende herkes eşit barınma hakkına kavuşacaktır. Biz üniversiteli devrimci, ilerici gençler olarak halkın sorunlarından kendimizi bağımsız tutmamalı ve yarının dünyasını sosyalizmi hep birlikte omuzlamalıyız. 26 Godot’yu Beklemek Üzerine S amuel Beckett’ın 2 perdelik trajikomedisi Godot’yu Beklerken’in yıllarca beklenen ama asla teşrif etmeyen karakteri Godot kimdir? Necidir? Nereden gelmiş ve neden beklenmektedir? Neden bir yol hazırlığı bu kadar uzun sürer? Godot imgesini ve eseri irdeleyelim biraz… Samuel Beckett’ın 1948 yılında yazdığı ve 1953’te sahneye koyduğu, bilinç akışı tekniğiyle yazılmış, İki perdelik bir trajikomedidir. Eserde sürrealist bir dil kullanılmış. Soyut diyaloglar, günlük yaşamda neredeyse hiç rastlanmayacak türde derin ve karanlık bir konuşma dili görüyoruz. Tıpkı bir ritüel gibi sürekli aynı şeyleri tekrarlayan, yaşamı tekrarlar dizisinden ibaret olan insanların bu rutini kırmak yaşamı daha katlanabilir kılmak ve sıradanlıklarından kısa bir süre için de olsa kurtulabilmek amacıyla uydurdukları bir oyundur Godot’yu beklemek. Aslında Godot’yu bekleyenler Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanındaki Disconnectus erectus diye tanımladığı canlı türüyle aynı familyadan gelmektedir. Her tutunamayan, potansiyel bir Godot’yu bekleyendir. Gitmek ve Godot’yu beklemekten vazgeçmek, bu lanetli alışkanlıktan kurtulmak isterler. Ama her yol hazırlığı yeni bir vazgeçişe gebedir. Tüm gitme girişimlerine karşın ait oldukları kara parçasından bir adım bile uzaklaşamazlar. Çünkü her uzaklaşma teşebbüsü ruhlarında koca ve yama yapılmayacak kadar derin yaralar açabilme ihtimalinin korkutucu gölgesidir, Godot’yu bekleyenler bunu iyi bilir. Godot’yu bekledikleri sürece dış dünyanın korkutuculuğundan, bilinmeyenin ve yabancı olanın ürkütücü tedirginliğinden uzaktadırlar. Korkuları yüzünden yıllarca kımıldamadan tüm durağanlıklarıyla sinir bozucu bir umut endişe ve saflıkla Godot’yu beklemeye devam ederler. Belki de bay Godot’yu beklemekten başka, yaşamlarını daha değerli ya da renkli kılabilecek hiçbir şeyleri yoktur ellerinde. Her bekleyiş bir tükeniş ve ruhu tecrit etme çabasıdır onlar için. Eylemsizliklerinin kılıfıdır Godot’yu beklemek. Asla gelmeyeceğini bildikleri halde kör topal ve acıklı bir şekilde Godot’yu beklerler. Ahmakça, körelten ve kanırtan bir bekleyiş, yaşamdan vazgeçiş münzevi olana tutunma çabası, izole edilmişlik anlamları- Yeşim Zuhal ŞEN na da gelir kanımca Godot’yu bekleme anlayışı. Açık alan Oblomov’lardır Godot’yu bekleyenler. Onlar için beklenenlerin varış noktasına ulaşması değildir mucizevî olan, asıl hüner beklemenin kendisinin durağanlığını yadsıyıp, onun bir iş bir oluş olduğuna kişinin tüm yüreğiyle kendini inandırmasıdır. Hangi bekleyiş sonsuza dek sürer? Bunu bilir Godot’yu bekleyenler ama var olan en kafa dağıtıcı ve hiç çaba gerektirmeyen en yüzde yüz risksiz ve hiç yorucu olmayan tek eylemdir. Beklemek hiç çaba gerektirmez, düşük enerjili ve inançsız insanlar için ideal bir aktivitedir. Yorgun, güçsüz ve hayalperestler için gerçek bir mağaradır. Eserin iki ana karakteri Vladımır ve Estragon tüm bu saplantılı ve ölümcül bekleyişte birbirilerini asla yalnız bırakmazlar çünkü ikisi de eşit ölçüde korkmuş, ürkütülmüş ve hasara uğramış karakterlerdir. Beklemek sancılıdır, bekleyenler yakınında bir yol arkadaşının varlığını duyumsamak isterler, kendilerine refakat edecek ve bu eylemsizliklerine ortak olacak ikinci bir kişi ararlar Vladımır ve Estragon. Birbirlerinin çelik yeleği, hava yastığı, ilk yardım çantası olmuştur, birbirlerine yoldaşlık ederler, bazı zamanlar biri diğerine tahammül edemez bir başka gün öbürü diğeri için katlanılmaz olur. Yaptıkları tek şey gevezelik etmek, zaman öldürmek ve Godot denen bir adamı beklemektir. Bekleyişleri döngüsel bir hal alır, bekleyişlerini bitimsiz kılan korkularının yarattığı sınırlardır. Her korku ve kaygı nöbetinin bizi hareketsiz bırakışı yüzünden, ertelediğimiz şeylerin listesidir beklenilen adam Godot, bir gün bir yerlerden çıkıp gelse bile yinede hiçbir yere kımıldayamayacağını bilir Estragon ve Vladımır ve sonsuza dek erteledikleri şeyin asıl nedeninin Godot’yu beklemek değil de bilinmezliğin korkutuculuğu olduğunu bilirler. Bir gün inançsızlığımızı ve korkularımızı yakıp ruhlarımızın en gizli kalmış yerlerindeki Vladımır ve Estragon’a bay Godot diye birinin hiç olmadığını fısıldar ya da haykırırsak insanlığın Godot’yu bekleme çılgınlığı sona erer belki de işte o günü Godot’yu bekler gibi bekliyorum… 27 Kültür / Sanat O Diğeri Ve Bir Başkası Mahmut KARA Y aklaşık yarım saattir uyumuyordu ama oda öylesine karanlıktı ki uyandığını kendi göz kırpmalarından anlayabilmişti. Saatine baktı, 02:10’du. ‘’Bu kadar mı?’’ dedi ‘’ yalnızca üç saat mi uyumuşum’’ Yarım saattir uyanık olduğunu bilmiyordu ama fazla oluyordu artık bu uyanmalar. Gecelerce gördüğü kabuslar, kabus göreceği korkusuyla uykusundan ediyordu onu. Önceki gece gördüğü kabus en kötülerindendi. Uyandığında hapishane hücresindeydi ve yanı başında giyinmesi için bırakılmış beyaz bütün bir elbise duruyordu. Tuhaf bir şekilde bunun ne anlama geldiğini biliyordu.Beyaz bütün elbiseyi giyindi seyrek saçlarını ve gözü gibi baktığı, kişiliğinin simgesi saydığı gür ve uzun sakallarını taradı, nasıl olduğunu anlamadığı bir şekilde şimdi orta yaşlı spor giyimli iki adam tarafından dışarıya çıkarılıyordu. Avluya çıkarıldığında onlarca kamera ve fotoğraf makinesini görünce şaşkına döndü, en fenası ise avlunun tam ortasında, darağacının sağında elinde ‘Bilim ve Teknik’ dergisiyle duran uzun saçlı bir gençti ve bir o kadar fena olan, gence ‘’orası benim yerim’’ diyecekken gördüğü darağacının solunda dizlerine kadar bembeyaz bir elbise giyinmiş, saçları omuzlarına düşen güzeller güzeli bir kızdı.’ Kendi çığlığıyla uyanmıştı… Aynı saatlerde ‘’diğeri’’, kendisine her gün her gün öleceğini düşündüren rüyadan kendi çığlığıyla da olsa uyanmayı diliyordu. Küçük tabure ve masaları kapının önüne dizilmiş bir kahvehanenin önünden geçiyordu. Çay içmek geldi içinden, çay içip dinlenmek. Oturmak üzereydi ki nereden geldiği bilinmeyen bir ayak, altındaki tabureyi çekerek devirdi. Tabureyi doğrultup henüz oturmuştu ki yan tarafta taburelerde oturan iki genç –az önce orada olmadıklarından adı gibi emindi- arkalarına dönüp ellerini üzerine koyduğu masayı önünden Kültür / Sanat çektiler, neler olduğunu anlamadan üzerine oturduğu tabure de çekildi altından. Sessizce küfrederek ki çok severdi sessizce küfretmeyi kahvehaneden uzaklaştı. İnsan çoğu zaman gideceği yerin daha kötü olacağını bilmeden, bilse de umursamadan uzaklaşırdı kötü bir yerden. Öyle olmuştu, şimdi yolda yürüyordu başı önüne eğikti ve ilk dikkatini çeken ayakları ve bacakları oldu. Ayaklarında kendisinin olmayan beyaz ince ayakkabılar ve üzerinde görmeye alışık olmadığı için gözlerini kamaştıran bembeyaz bütün bir kıyafet vardı. Göreceği manzarayı tahmin ederek başını kaldırdı ve göreceğini bildiği halde dehşete düştü, yollarda yürüyen insanlar kocaman siyah gözleriyle ona bakıyor ve ellerinde yağlı olup olmadıkları fark etmez ilmek tutuyorlardı, boşlukta sallanan insanların soluksuz kalıp – çoğu zaman boyunlarını da kırarak – ölmelerine neden olan düğümlenmiş halatlardan. Yolda henüz birkaç adım atmıştı ki anne karnında soluk almadan yaşayan ve ilk soluğunu alıp katı haldeki akciğerini havayla doldurarak yakan yeni doğmuş bebek gibi ağlayarak uyandı. ‘’Bir başkası’’ ise sıcak bir banyo yapıp rahat girmesine rağmen yatağına, nedenini bilmediği halde huzursuzdu. Birkaç dakika sonra, uyandığında hiç uyanmasaydım diyeceği uykuya daldı. Saçı başta olmak üzere vücudunun çoğu yeri dayanılmaz bir şekilde kaşınıyordu. ‘’Bit’’ dedi tiksinerek, kendi sesini bu kadar yıpranmış duymak ta çok tuhaf gelmişti. Emin olmak için banyoya, aynanın karşısına gitti. Gördüğü yüzün, saçın kendisine ait olduğundan bitten olduğu kadar emin değildi. Üzerini çıkardı. Her yeri inanılmaz kaşınıyordu ama hiçbir yeri cinsel organının çevresindeki kadar acı vermiyordu. İstem dışı bir hareketle iç çamaşırını indirdi, çürük ve yanıkları görmenin yarattığı dehşet kaşıntılar yüzünden uzun sürmedi. Üzerini giyinip soluğu hamamda aldı. 28 Yıkanıp rahatlamıştı ki yorgun olduğu geldi aklına. Az sonra sıcak bir taşın üzerinde yüz üstü yatmıştı ve masajın keyfine varıyordu. masajı yapanın dokunuşları birden sertleşti, aldırmadı. Sonra birkaç el birden vuruyormuş gibi hissetti, kalkmaya çalıştı yapamadı. Dokunuşlar çoktan acıtan vuruşlara dönüşmüştü, ani bir hareketle yüzünü döndü ve bayılmadan aynı zamanda uyanmadan önce ki son görüntüyü gördü. Birkaç tanıdık kıyafet giyinen adam ellerinde joplarla vuruyorladı… Uyandı. Saatler sonra olmaz dedikleri sabah olmuştu. ‘’o, diğeri ve bir başkası’’ sabahın erken saatlerinde işlerine –meslektaş sayılırlar- gitmek üzere yataklarından kalktılar. Onlardan çok uzakta bir bebek annesinin gülen yüzünü görüp belli belirsiz gülümseyerek uyumaya devam ediyordu. Etiketsiz Komutan Marcos Yüzünü kimse görmemişti, ama bütün dünya tanıyordu Marcos’u. İster Kızılderili, ister yerli, ister Zapatista, ister lanetli olarak tanımlayalım onu; ezilmenin tüm tanımlarına yakışıyordu duruşu 1993’ün 31 Aralık’ında, sermayenin neoliberal bir programla yeni yılı kutlamaya hazırlandığı bir tarihsel anda, Chiapas’ta duyurdu adını. Binlerce yoldaşıyla ele geçirdi kamu binalarını ve ezilenlerin tarihinde yeni bir sayfa açtı. Mücadeleyi, her noktasında başlayan, ama asla bitmeyen bir çembere benzetti. Sadece yüzünü örtmedi; sıralamada da önceliği Che’ye verdi. O Subcommandante Marcos’tu, bütün bir halkıyla beraber mütevaziydi. Görüntüleri küçük, kalpleri ve davaları büyüktü; komünalite doğalarında vardı. İktidarı almayı değil, yıkmayı seviyorlardı. Onlar, “meta”l kuşatmaya rağmen hala bozulmamış halklardandı. Aralarında bir alt-üst ilişkisi, bir sıralama yoktu. Marcos, bu toplam içinde komutandı ama sıradandı. Kendini “sıfırıncı delege” olarak tanımlamıştı. Patriarka da uğramazdı onların çadırlarına ve ormanlarına. Yoldaşlık, ten gibi yakıştığı için varlıklarına, daha şimdiden kavuşmuş sayılırlar sınıfsızlıkla tanımlanan yarına… 29 Kültür / Sanat Yılmaz Güney’in Cabbarı ve Umuda Yolculuk Umuda yolculuk, anın geleceğe gebeliğidir. Yoktaki varı, sabrın doğurganlığını ve emeğin kaderle imtihanını anlatır. Ezilenler, Sürekli güçlüye, aza ve hatta ölüme mahkum edildiği için; umut, tutunma noktası, dayanma için gerekli gücün kaynağı ve her şeye rağmen yaşayabilme olasılığı olmuştur. Bu nedenle ezen için bir tehdit, bastırılması gereken bir potansiyeldir. Halkın önderleri, umudun hem aşısı hem kendisidir. Egemen için, ortadan kaldırılmaları önceliklidir. Gerçekse yaşanan, umudu kazama ile kırma mücadelesidir. Eski Roma’da arenada egemenleri eğlendirmek için dövüştürülürken Zincirleri koparıp atan Spartaküs ucunda ölüm de olsa, umudu yitirmemenin köle nezdindeki işaretidir. Öyle ki bugün hala, dünyanın dört bir yanında, ondan alınan közle tutuşturulur özgürlük meşalesi. Bu nedenle umut, yalnızca kazanılan değil, geleceğe ekilendir. Spartaküs anda yenilir, ama geleceği daha ilk hamlede kazanmıştır. Ektiği umut, ezilenlerin yaşadığı tüm coğrafyalara serpilir. Ve Bedreddin diye, Münzer diye; Pir Sultan, Mahir diye dirilir. Mitolojiye göre kötülüklerin kaynağı Pandora’nın Kutusu’ndan son çıkanda “umut” olmuştur. 70’li yıllarda Yılmaz Güney, At Arabacısı Cabbar üzerinden anlatır, hem umudun doğrusunu hem de boş olanını. Kendisinin ve atının emeğiyle ailesini geçindiren geçindiren bir emekçidir Cabbar. Tek güvencesi gibi görünen atının yanına bir de piyango bileti ekler. Yaşam o haliyle zor zanaattır; geçim kıt kanaatır. Ama Cabbar “ya tutarsa” diye biletle yaşatır umudunu. Yaşatılan, gerçekte kişinin sisteme karşı öfkesini ve harekete geçme olasılığını frenleyen, törpüleyen “boş umut”tur. Kültür / Sanat 30 Bu, bazen piyango, toto, bazen de define vb. olur. Bir çeşit kaderciliktir. Mücadelenin yerine geçer ve kişiyi uyuşturur. Gerçek umut ise, hiç kimse tarafından hazır halde bahşedilmez. Bilinçle oluşturulur, inançla yoğrulur ve mücadele içinde gerçek kılınır. “Umuda Yolculuk”un toplamda anlattığı budur. Sizin İçin İnsan Kardeşlerim Aylin SARI En kısa ceza, Ömür-boyu olandır Kimse bilmediğinden… Özdemir Asaf Şu geceleri hiç sevmiyordu. Korkutuyordu onu, yalnızlığı duyumsuyordu. Onun yine böyle bir gece yarısı gittiği günden beri ürküyordu bu havalardan. Hatırlıyordu. İçi cız etmişti, göğsünü sanki o geceye teslim etmiş, bir iple boşluğa doğru çekiyordu.Ona sarıldığında usul usul yanağından süzülen yaşlarla birlikte koca bir tav yüreğini dövüyormuş gibi içi acımaya başladı. Babası ona kardeşini emanet ettiği günden beri onun üstüne titriyordu. Küçükken de böyle olmuştu hep. Bir keresinde aşağı mahallenin çocukları kardeşini kıstırıp gözünü morarttığında eline aldığı gibi evin önündeki eski bir sandalyenin iki bacağını aşağı mahalleye koşmuştu. Önüne çıkan bütün çocukları haşemat etmişti. Sonra çocuklardan birisinin babası aşağı indiğinde bunun yanaklarını kıpkırmızı yapmıştı. Ama öcünü almıştı. O dayaktan sonra kardeşinin yanına gelip sarılıp birlikte ağlamışlardı. Ne zaman oturup da konu eskilerden açılsa buna derin derin kahkahalar atarak gözleri yaşarıncaya kadar gülerlerdi. Tam lise döneminde bir kızdan bahsediyordu. Tez canlı bir şekilde deli gibi ondan bahsediyordu. Bazen öylesine sıkılıyordu ki: “Tamam, evet, demek öyle...” gibi geçiştirmeceli cevaplar verince o: “Abi sen beni dinlemiyor musun! Önemli bir şey anlatıyorum burada!” diye çıkı- 31 Kültür / Sanat şırdı abisine. Sonra onu delice dinlemek isterdi. Onun bir parçası gibiydi, o sevince kendisi seviyordu. O üzülünce kendisi üzülüyordu: “Ee anlatsana hadi. Kim bu kız?” diye yanına giderdi. O da tekrar hiç sorgulamadan “Bu neden geldi?” diye başlardı anlatmaya: “Abi öyle güzel ki saçları böyle upuzun. Hani bana küçükken anlattığın Rapunzel varya hani uzun saçları böyle işte onun ki gibi. Gözleri nasıl yeşil... Bizim köydeki dere varya işte onun kadar yeşil, berrak... Sonra bir güzel konuşuyor. Hatta dün bak geldi yanıma...” Böyle devam ederdi sıkılmadan. Yine aynı dönem bir olay oldu. Ağlaya zırlaya abisinin yanına geldi, sanayi de çalıştığı dükkana. Ustadan bir saat izin alıp, işyerinin yakınındaki bir çay bahçesine gittiler. Neymiş efendim kıza şiir yazmış, kız hiç oralı olmamış. Oralı olmadığı gibi şiirin yazılı olduğu kağıdı buruşturup kardeşinin suratına atmış. Ağlayası gelmişti onu öyle görünce. Merak edip, istemsiz sormuştu: -Şiir nerde? Soru o kadar yersiz olmuştu ki kardeşi: -Abi ne şiiri ya! Kız buruşturdu attı suratıma, sen şiir diyorsun! Ulan ben de senin gibi kızın ta...” -Şşş tamam dur orda! Olur böyle şeyler. Sen sinirden ne dediğini bilmiyorsun. Şiiri attın mı? -Of abi ya, of! -Nereye be oğlum! Kalkıp eve gitmişti. O dönem ilk defa böyle üzüldüğü dönemdi. O gece eve gelip abisine sarılıp doya doya ağlayıp, gülmüştü. Abisi: -Oğlum kız kağıdı buruşturmuş, bir de suratına atmış. Artık ne yazdıysan. Gülüyordu. -Dalga geçme abi iki dakka, seninle de konuşulmuyor ha! Kardeşinin buralardan gitme isteğini anımsıyordu. Onu özlüyordu belki bu sebepten. Zaman zaman ona hak veriyordu. O da biliyordu bu şehrin sokaklarının, neresinden tutsan dökülür insanlığını. Kardeşi “Buralarda yaşanmaz! Ben gideceğim varsın yansın şehir” dediği anda suratındaki nefreti gözünün önüne geliyordu. Haksız da değildi hani. İnsanlar birbirlerini görmüyorlardı, duymuyorlardı, sevmiyorlardı. Aralarındaki bağ bu yüzden ona öylesine yaşadığını hatırlatıyordu ki ondan ayrılmak ona ölümden beterdi. Sen insanın gözüne bakarsın, onu hissedersin, gözbebeğinde kendini görürsün, bakışlarındaki acıyı, öfkeyi, şefkati paylaşırsın. İnsan ki paylaşmaz hiçbir Kültür / Sanat şeyini sevgisini paylaştığı kadar. Bazen onu bile paylaşmaz öylesine bencilleşir. Kardeşi o cümleyi çok severdi: “Dünya dönüyorsa sevgidendir.” Bir süredir bıkkındı. “Olmuyor işte abi. Anlamıyor bu insanlar. Gülümsüyorsun, işine bak der gibi arkasını dönüp gidiyor karşındaki. En azından gülümsediğim andaki emeğime acı be...” diye sitem etti abisine. Gülümsedi. -İnsanları umursama dediğim günleri unut. Onları her şeyden fazla ciddiye al. Onları ancak sen düzeltebilirsin. Sen onlara insanlıklarını hatırlatacaksın. Gece boyu düşündü bunları. İşte zaten bunları düşündükten sonra gitme isteği kesinleşti. Yazacağı her şey onlar içindi. Belki ayrı kalırsa bir şeyler değişirdi. Dilini bilmediği insanların yanında konuşmasına da gerek kalmazdı. Yalnız abim... Gittikten sonra o bir boşluğa düştü. İçinden konuşmaya bile cesaret edemiyordu artık. Onu öylesine özlüyordu. Bir gün kapı çaldı. Kargo gelmişti, imzayı attı pakedi aldı. Pakedi açınca öylesine sevindi ki içindeki boşluk toz duman oldu, tebessüm kapladı suratını. Kardeşinin ilk romanı ellerinde duruyordu. Bir şairin mısralarını kapağa basmıştı: “Sizin İçin İnsan Kardeşlerim.” Kitabın üzerine bir mektup iliştirmişti: “Abi işte sözünü dinledim. Birbirimize karşılıksız sevmeyi öğrettik. Şimdi sıra insanlarda. Ha bu arada aklıma geldi. Hani lisede kızın birisine bir şiir yazmıştım. Kız da buruşturup kağıdı suratıma atmıştı. Bende sana o şiiri çöpe attğımı söylemiştim. Aslında o şiiri çöpe atmadım. Sakladım. Sen de çok merak etmiştin. Al işte onu da gönderdim. Seni çok seven kardeşin. Not: Şiir bana ait değildi. Nazım’ı sen öğretmiştin bana. Nerden bileyim ben kız biliyormuş şiiri. O yüzden suratıma fırlattı. Keşke kıza ben yazdım demeseydim. Her neyse ben de yazar olacağıma inat ettim. İşte biraz da o sayede elinde bu kitap duruyor. Hoşçakal. 32 Ağır ağır şiiri okudu: “Hasretini, yokluğunu, sensizliği Bir ateş yanığı gibi öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde, Gitgide çoğalarak, gitgide derinden işleyerek, Öyle dayanılmaz oldu ki bu Seni boğabilirdim senden kurtulmak için Çünkü seni o kadar seviyorum.” İzmir’de Gençlik 6 Kasım’da Alanlardaydı Gençlik kitleleri yapılan her saldırıya ve aldatmaca girişimine karşı daha uyanık ve daha ileri bir mücadele yürütecektir. Bizler devrimci demokrat yurtsever öğrenciler olarak buradan onurlu bir gelecek ve özgür bir gelecek isteğiyle haykırıyor ve eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim mücadelemizin asla bitmeden yayılacağını ilan ediyoruz. Y ÖK’ün kuruluşunun 32. yılında yine alanlardayız. Öğrenci gençlik YÖK’e ve düzenin eğitim sistemine karşı mücadeleye devam ediyor. Bizleri faşist saldırılarla, tutuklamalarla yıldıramayanlar YÖK’ü, 12 Eylül faşist darbesinin ürünü bu kurumu yeni bir biçimde organize ederek bizleri durdurabileceklerini zannediyorlar. YÖK’ü kuran zihniyet üniversitelerde akademik, demokratik mücadelenin içinde yer alan, gençliği politik mücadelenin bir öznesi haline getirmeye çalışan devrimci demokrat kesimleri ezmek ve onları baskı ve soruşturmalarla yıldırmak istiyordu. YÖK dünden bugüne egemenlerin bu tarihsel amacı uğruna varlığını sürdürüyor ve hala okullarımızda yer alan polis ve güvenlik saldırılarından görüyoruz ki hala aynı amaç uğruna çalışmaya devam ediyor. Düzenin emekçi kesimlere yönelik saldırıları hız kesmeden sürüyor. Suriye’ye dönük savaş hazırlıkları devam ederken diğer taraftan da geri çekilmiş gibi görünse de kıdem tazminatına yönelik planlar, toplu iş görüşmeleri yasası, kiralık işçi büroları tartışmaları gibi ekonomik ve sosyal hak gaspları söz konusu. Ve bir yandan da Kürt halkına, Alevi emekçilere, devrimci demokrat kesimlere yönelik faşist baskı, terör ve tutuklamalar süregitmekte. Örneği yanı başımızda; Alevi emekçilere yönelik ev işaretlemeleri ve katliam girişimleri, Kürt halkına yönelik KCK davaları vs… Egemenler yaşadıkları “yüzyılın bunalım”dan çıkış çaresi olarak dünya halklarına yönelik savaş ve saldırganlığı görüyor. Uzun süredir hem kendi içlerinde kavgaya tutuşmuş durumdalar hem de emekçi sınıflara ve ezilenlere yönelik saldırganlıkları artarak devam ediyor. Dolayısıyla onlara göre engelleyemedikleri yıkımı geciktirmenin yolu dünyanın her yerini savaş alanına çevirmek, kendi geleceğine sahip çıkan halkları da faşist saldırılarla baskı altına almaktır. Çünkü emperyalistler yaşadıkları yıkımı yeni pazarlar yaratarak ve ülkeleri yıkarak aşacaklarını düşünüyorlar. Bunu en yakıcı olarak Suriye’de görüyoruz. Emperyalist-kapitalist dünyanın bekası için bir savaş hazırlanmakta. Türkiye egemenleri de hem kendi çıkarları için hem de dünya gericiliğinin çıkarları için Suriye’yi kana bulamak istiyorlar. Bizleri de bu haksız savaşın bir parçası haline getirmek istiyorlar. Bu savaşta biz gençler egemenlerin gerici çıkarları ve kar hırsı uğruna ölenler olacağız. Emekçiler de bu savaşın yükünü zamlar ve vergilerle ödeyenler olacaklar. Bologna süreciyle birlikte üniversiteleri ticarethane haline getiren, bizlerin değil sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda eğitimi düzenleyen egemenler küçük yaşlardan itibaren gençliği sömürü düzeninin bir parçası haline getiriyor. Eğitimi ekonomik boyutunun ağırlığıyla emekçi çocuklarına kapatmaya çalışan sermaye bunu 4+4+4 düzenlemesiyle meşru hale getirmeye çalışıyor. 10 yaşından itibaren çocukları staj adı altında çalıştırarak ekonomik krize yönelik çözüm arayışlarına gitmiş durumdalar. Oysa işçi sınıfı mücadelesi sayesinde 16 yaş altı çocukların çalışması yasaklanmış durumdadır; AKP hükümeti ve sermaye bunun olanağını yaratmak için yasal 33 Haber düzenlemeler yapmaktadır. Egemenler halkları ve emekçileri baskı altına almak için dinci-gericiliği yaygınlaştırıyor. Her yerde dinci bir eğitim için müfredata Kur’an dersi, Hz. Muhammed’in hayatı gibi dersler koyuyor. Cemaatleşmeyi yaymak için çok ciddi paralar döküyor. Artık “tek din” talebini bile başbakan açıktan ifade etti. Öğrenci hareketi açısından en temel konulardan biri de Anadilde Eğitim mevzusudur. Özellikle Kürt gençliği ve Kürt halkı açısından temel öneme sahip bu konu AKP hükümeti ve egemenler tarafından “Seçmeli Kürtçe Dersi” gibi bir kandırmacayla geçiştirilmeye çalışılıyor. Anadilde eğitim talebi bu kadar kısıtlı bir biçimde karşılanamayacak kadar can yakıcı bir sorundur. Anadilde eğitim resmi dil zorunluluğunun kaldırılması olmadan, her alanda Kürtçe rahatça kullanılmadan çözülemez. Düzenin gençliği ucuz işgücü olarak gördüğü ve bizlere bir gelecek vaat etmediği yetmezmiş gibi buna karşı çıkan, geleceğine ve onuruna sahip çıkan devrimci demokrat ve yurtsever gençlik de faşizmden nasibini alıyor. İster üniversitelerde silahla, satırla saldırıya uğrasın, ister soruşturmalarla okullardan çeşitli cezalar alsın isterse de tutuklama terörüne maruz kalsın, bunların hiçbir bizleri engelleyemeyecektir. Bugün 700’e yakın üniversiteli arkadaşımız tutsak. Yakın zamanda pek çok arkadaşımız bu faşist saldırılarda ya yaralandı ya okuldan uzaklaştırma cezası aldı. Egemenler bizleri bu şekilde yıldıramayacaktır. Son zamanlarda İzmir yerelinde yaşanan Ege Üniversitesi öğrencilerinin formasyon hakkı için yapmış oldukları eylemlere, hem KYK Bornova yurdunda hem üniversitenin kendi yemekhanesinde gerçekleşen yemekhane eylemlerine ve üniversitede yapılmak istenen eylemlere ve bunlara yönelik güvenlik güçlerinin müdahalesine de değinmek istiyoruz. Öğrencilerin hem formasyon hakkı konusunda hem de yemekhane fiyatları ve yemeklerin niteliğine yönelik eylemleri, AKP nezdinde egemenlerin gençliğe nasıl bir yaşamı reva gördüklerinin ve gençliğin bunları kabul etmediğinin ve etmeyeceğinin açık göstergesidir. Bu noktada “üniversite harçlarını kaldırdık” açıklamalarının aslında içinin ne kadar boş ve aslında bir aldat- Haber maca olduğunu buradan görüyoruz. Öğrenci gençliğin daha rahat bir yaşam ve daha iyi gelecek mücadelesinin gerçekliği karşımızda durmaktadır. Tüm emekçilerin de sahiplenmesi gereken “Eşit, Parasız, Bilimsel, Anadilde Eğitim” çığlığının can yakıcılığı ortadadır. Yakın zamanlarda zindanlarda direnişe başlayan Kürt siyasi tutsakların onurlu mücadelesine değinmeden geçmek istemiyoruz. Mücadele tarihimizde önemli bir yer alan açlık grevleri ve zindan direnişleri biliyoruz ki biz gençliğin de sorunudur. Kürt halkının bu onurlu mücadelesi bizler açısından sahiplenilmesi gereken bir konudur. Zindanlarda dün itibariyle on bin tutsak direnişe geçmiş durumdadır. Buradan onların kararlı tavrını selamlıyoruz ve yanlarında olmaya da devam edeceğiz. Son olarak da şunları belirtmek istiyoruz. Egemenlerin gençliğe yönelik baskı ve saldırıları bizlere şaşırtıcı gelmemektedir. AKP hükümeti bir çıkışsızlık içerisindedir. Temsil ettiği egemenler ve emperyalist dünyadan farksız durumda değildir. Türkiye’nin her yerinde mücadele edenlere yönelik saldırıların kaynağında bunlar yatmaktadır. Yaptığınız hiçbir saldırı ve baskıyla sonuç alamayacaksınız. Gençlik kitleleri yapılan her saldırıya ve aldatmaca girişimine karşı daha uyanık ve daha ileri bir mücadele yürütecektir. Bizler devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler olarak buradan onurlu ve özgür bir gelecek isteğiyle haykırıyor ve eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim mücadelemizin asla bitmeden yayılacağını ilan ediyoruz. Suriye’de katledilmek istenen sınıf kardeşlerimizi ve kardeş halkların katledilmesine müsaade etmeyeceğiz. Tüm gençliği ve halkları da bu talepler uğruna mücadele etmeye çağırıyoruz. 34 EŞİT, PARASIZ BİLİMSEL, ANADİLDE EĞİTİM İÇİN YÖK’E HAYIR! SURİYE’DE EMPERYALİST SAVAŞA VE İŞGALE HAYIR! Devrimci Gençlik, Demokratik Gençlik Hareketi, Devrimci İşçi Partisi, Devrimci Öğrenci Birliği, Ekim Gençliği, Gençlik Cephesi, Halkların Demokratik Kongresi Gençlik Meclisi Tutuklamalar, Gözaltılar Baskılar Bizi Yıldıramaz! , “Bizler devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler olarak, onurlu ve özgür bir gelecek isteğiyle haykırıyor ve eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim mücadelemizin asla bitmeden yayılacağını ilan ediyoruz” Y ÖK’ün kuruluş yıldönümü nedeniyle Ege Üniversitesinde gündüz yapılan protesto esnasında polisin uyguladığı şiddet ile 26 öğrencinin gözaltına alınmaları ve YÖK’ü protesto eden gençlik örgütlenmeleri, Basmane Meydanı’ndan Konak’a bir yürüyüş gerçekleştirdi. Devrimci Gençlik, Demokratik Gençlik Hareketi, Devrimci İşçi Partisi, Devrimci Öğrenci Birliği, Ekim Gençliği, Gençlik Cephesi, Halkların Demokratik Kongresi İzmir Gençlik Meclisi çağrısıyla Basmane meydanında toplanan öğrenciler, Konak Eski Sümerbank önüne kadar sloganlar ile yürüdüler. Polisin çok yoğun güvenlik önlemi aldığı yürüyüş boyunca öğrenciler sık sık “Katil Polis Üniversiteden Defol ,YÖK- Polis-Medya Bu Abluka Dağıtılacak, Parasız Bilimsel Anadilde Eğitim” sloganlarını attılar. Konak Meydanı’nda KESK üyelerin gerçekleştirdiği açlık grevlerine dikkat çekmek için yapılan basın açıklamasına katılan gençler, daha sonra kendi basın açıklamalarını okudular. Yapılan açıklamada, “YÖK’ün kuruluşunun 32. yılında yine alanlardayız. Öğrenci gençliği YÖK’e ve düzenin eğitim sistemine karşı mücadeleye devam ediyor” ifadeleri kullanıldı. YÖK’ü kuran zihniyetin üniversitelerde akademik, demokratik mücadelenin içinde yer alan İzmir Devrimci Gençlik gençliği, politik mücadelenin bir öznesi haline getirmeye çalışan devrimci demokrat kesimleri ezmek ve onları baskı ve soruşturmalarla yıldırmak istediğine işaret edildi. Açıklamada, düzenin emekçi kesimlere saldırılarının hız kesmeden sürdüğüne, Kürt halkına, Alevi toplumuna faşist baskı ve terör ile tutuklamaların sürdüğüne değinildi. Egemenlerin, savaş ve emperyalist politikalarının dünyanın her alanını savaş alanına çevirdiğine, halkları ve emekçileri baskı altına almak için dinci-gericiliği yaygınlaştırdığına vurgu yapıldı. Ayrıca Kürt siyasi tutsakların yürüttüğü açlık grevleriyle yürüttükleri direnişi de selamladılar. Öğrencilerin açıklamasında, Bologna süreciyle birlikte, üniversiteleri ticarethane haline getiren, eğitimin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda sürekli yeniden düzenlendiğine işaret edildikten sonra, Ege üniversitesi öğrencilerinin formasyon hakkına, yurtlarda, yemekhanelerde ve üniversitelerde yapılan eylemlerdeki polis müdahalesine tepki gösterildi. Açıklama, “Bizler devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler olarak, onurlu ve özgür bir gelecek isteğiyle haykırıyor ve eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim mücadelemizin asla bitmeden yayılacağını ilan ediyoruz” ifadeleriyle sona erdi. 35 Haber Dokuz Eylül’de Yök Karşıtı Yürüyüş İzmir Devrimci Gençlik İ zmir yerelinde 6 Kasım süreci Dokuz Eylül Üniversitesi’nde politik gençlik örgütlerinin, öğrenci kulüp ve topluluklarının ortaklaşarak ördüğü kitlesel öğrenci yürüyüşü ile başladı. YÖK KARŞITI ÖĞRENCİLER imzasıyla düzenlenen yürüyüşün gündemini yeni YÖK yasa tasarısı, Bologna süreci ve Suriye’de gerçekleştirilmek istenen emperyalist savaş ve işgal oluşturdu. Eylemde “Eşit parasız bilimsel anadilde eğitim için YÖK’e hayır” ve “Suriye de emperyalist savaş ve işgale hayır” sloganlarının yazıldığı iki pankart taşındı. Hukuk fakültesi önünde toplanan kitle, fakülte önünde gerçekleştirilen ajitasyon konuşmasının ardından yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca gerçekleştirilen ajitasyon konuşmalarında YÖK’ün ve yeni yasa tasarısının teşhiri, öğrencilere uygulanan gözaltı ve tutuklama terörü, Suriye ye yönelik emperyalist planlar ve anadilde eğitim hakkının önemi işlendi. “Eşit Parasız Bilimsel Anadilde Eğitim”, “YÖK Kalkacak Polis Gidecek Üniversiteler Bizimle Özgürleşecek” “ YÖK, Polis, Medya Bu Abluka Dağıtılacak!”, “Üniversiteler Bizimdir, Bizimle Özgürleşecek!”, “Katil Polis Hesap Verecek!”, “Katil Polis Üniversiteden Defol!”, “Tutuklamalar, Gözaltılar, Baskılar Bizi Yıldıramaz!”, “Öğrenci Tutsaklar, Onurumuzdur!”, “Emperyalistler İşbirlikçiler, 6. Filo’yu Unutmayın!”, “Emperyalizm Yenilecek Direnen Halklar Kazanacak!”, “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol!”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği, Bijî bıratiyagelan!”,“ Be Zımanjiyannabe”, “Zindan Direnişleri Onurumuzdur!”, “Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük!”, “İçerde Dışarıda Hücreleri Parçala!” sloganları ile yürüyen kitle daha sonra yabancı diller fakültesinin önüne geldi ve burada basın açıklaması gerçekleştirdi. Eğitimin ticarileştirilmesi, sistemin eğitim alanındaki yeni yönelimlerinin ve Bologna sürecinin ağırlıkla işlendiği basın açıklaması 6 Kasım’da gerçekleştirilecek büyük kitlesel yürüyüşe yapılan çağrı ile noktalandı. Basın açıklamasının ardından İzmir Hareket Tiyatrosu’ndan dostlarımızın hazırladığı sokak oyunu ile eylem sonlandırıldı. Ege Üniversitesi Yök Eylemi İ İzmir Devrimci Gençlik zmir yerelindeki 6 kasım süreci Ege üniversitesi eylemiyle devam etti. Ege Üniversitesinde gerçekleştirilen YÖK protestosunu ‘’YÖK Karşıtı Öğrenciler’’ adı altında pek çok politik gençlik örgütlenmesi ve öğrenci kulüpleri birlikte örgütledi. Aynı zamanda çağrı yapılmasına rağmen aynı gün ve saate TKP’li Öğrenciler, Gençlik Muhalefeti, Genç-Sen, Öğrenci Kolektifleri ayrı bir eylem koydu. Dolayısıyla aynı üniversitede aynı saatte iki farklı yürüyüş gerçekleştirdi. YÖK Karşıtı Öğrenciler imzasıyla ‘’Eşit, Parasız, Bilimsel, Anadilde Eğitim İçin YÖK’e Haber Hayır’’ ve ‘’ Suriye’de Emperyalist Savaş ve İşgale Hayır’’ olmak üzere iki pankart açıldı. Yürüyüş Edebiyat Fakültesi önünden başladı. Güzergâh Edebiyat Fakültesi, Yabancı diller fakültesi, Gıda Mühendisliği fakültesi, KYK Yurdu, Öğrenci Çarşısı olarak belirlendi. Öğrenci Çarşısından tekrar Edebiyat fakültesine dönülecek, edebiyat fakültesi önünde tiyatro gösterimi yapılacak ve üniversiteliler gündemi tartışıyor isimli bir forumla eylem sonlandırılacaktı. Yürüyüş esnasında “Eşit Parasız Bilimsel Anadilde Eğitim”, “YÖK Kalkacak Polis Gi- 36 decek Üniversiteler Bizimle Özgürleşecek”, “ YÖK, Polis, Medya Bu Abluka Dağıtılacak!”, “Üniversiteler Bizimdir, Bizimle Özgürleşecek!”, “Katil Polis Hesap Verecek!”, “Katil Polis Üniversiteden Defol!”, “Tutuklamalar, Gözaltılar, Baskılar Bizi Yıldıramaz!”, “Öğrenci Tutsaklar, Onurumuzdur!”, “Emperyalistler İşbirlikçiler, 6. Filo’yu Unutmayın!”, “Emperyalizm Yenilecek Direnen Halklar Kazanacak!”, “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol!”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği, bijî bıratiya gelan!” sloganları atıldı. Edebiyat Fakültesi ve Yabancı Diller Fakültesi önünde eylem çağrısı niteliğinde süreci anlatan ajitasyon konuşmaları yapıldı. Gıda M. Fakültesi yolu üzerinde Mühendislikler tarafında polis öğrencilerin önünü kesti. Edebiyat Fakültesine dönülerek eylemin bitirilmesini aksi takdirde saldıracağını söyledi. Buna karşı öğrenciler e-kafe önüne gidip basın açıklaması yaptıktan sonra Edebiyat Fakültesine dönüp eylemlerine tiyatro gösterimi ve bir forumla son vereceklerini söylediler. Polisin bunu kabul etmemesi üzerine öğrenciler kararlılıklarından taviz vermediler. Bunun üzerine polis biber gazını öğrencilerin üzerine fütursuzca sıktı. İlk saldırı öğrenciler tarafında püskürtüldü fakat diğer eylemin bitmesiyle orada görevli polislerde saldırılara destek vermek için mühendislikler tarafına geldiler ve öğrencileri ortada bırakacak şekilde iki grup oluşturdular. Polis sayısının artması ve saldırıların şiddetlenmesi üzerine öğrenciler iki gruba ayrıldı. Bir grup edebiyat fakültesini, bir grupta ziraat fakültesini işgal etti. Çatışmalar edebiyat fakültesinde iyice kızıştı. Polis içeriye plastik mermiyle kesintisiz ateş etti ve ona yakın gaz bombasını fakülteden içeri attı. Bu durumda ziraat fakültesinegiden öğrencilerEdebiyat Fakültesine destek vermek için geri döndüler. Ziraat fakültesinden edebiyat fakültesine gelmek isteyen öğrencilerin bir bölümünü polis gözaltına aldı. Akademisyenler bu duruma kayıtsız kalmadılar, bu hukuksuz durum karşısında imza topladılar ve polisi kampüsten gönderdiler. Olaylar sırasında 26 öğrenci gözaltına alındı ve birçok öğrenci sıkılan biber gazından etkilenerek hastaneye kaldırıldı. 37 Haber Ege Üniversitesi Öğrencilerinden Yök Açıklaması Y ÖK’ün kuruluşunun 30. Yılında yine alanlardayız. Öğrenci gençlik YÖK’e ve düzenin eğitim sistemine karşı mücadeleye devam ediyor. Gençliğin dinamizmini sermayeye ucuz iş gücü olarak peşkeş çekenler, gençliğin sisteme olan öfkesini baskılama aracı olarak YÖK’ü yeniden organize ediyorlar. BOP olarak bildiğimiz Ortadoğu’nun emperyalist talana açılması projesi 2012 yılı ile birlikte daha da belirginleşti. Bugün ülkemizde Suriye’ye dönük savaş hazırlıkları devam ederken işçi ve emekçilerin tüm sosyal ve ekonomik hakları gasp edilmeye çalışılıyor. Emperyalistlerin Ortadoğu konsolosluğu görevini sürdüren Türkiye egemenleri tüm kazanılmış hakları ortadan kaldırarak sistem için “dikensiz gül bahçesi” yaratma çabasında. Toplumun tüm örgütlü kesimlerine yönelik faşist baskı, terör ve tutuklamalar süregitmekte. Egemenlerin en ufak bir hak arama talebine dahi tahammülleri yok! Emperyalist-Kapitalist sistemin yaşamakta olduğu “yüzyılın bunalımı” olarak lanse edilen krizden çıkış olarak Ortadoğu kaynaklarını gören egemenler halklara ise zülüm, kan ve gözyaşını reva görüyorlar. Egemenler yaşanan sektörel daralmayı yeni sektörler geliştirmekle aşmayı önlerine koymuş durumdalar. Savaşlar çıkararak silah, ilaç sektörünü canlandıran egemenler, temel insan hakkı olan sağlık, eğitim gibi alanları da sektörleştirmekteler. Sağlıkta dönüşüm olarak karşımıza çıkan bir cümle sömürü uygulamaları eğitim alanında da kendini 4+4+4, yeni yök yasa tasarısı ve Bologna süreci olarak gösteriyor. Üniversitelerde bugün yaşananları egemenlerin ihtiyaçları etrafında değerlendirmek, eğitim politikasını şekillendirenlerin yönelimlerini de dikkate almak gereklidir. Bugün ilk ve orta öğrenimi şekillendiren 4+4+4 şeklindeki sistemin arkasında sermayenin ucuz teknik eleman ihtiyacı yatmaktadır. Meslek liselerinin orta bölüm- Haber leri açılarak milyonlarca öğrenci 8 yıl boyunca asgari ücretin 3 te 1 i kadar bir fiyata staj adı altında çalıştrılabilecek. Ki bu ücretler çoğu zaman öğrencilere ödenmiyor bile. Bu tasarı ile çocuk yaşta toplumdaki sınıf ayrımı keskinleşecek, milyonlarca halk çocuğu sömürü çarkının içine itilecektir. Ayrıca eğitim sistemindeki bu şekillenmenin ideolojik yönünü de imam hatiplerin orta bölümlerinin açılması, müfredat içerisinde kalan bilim kırıntılarının yerini tamamen hurafelerin alması oluşturacaktır. Eğitim modelinin getirilmek istendiği yeri değerlendirdikten sonra şu tespiti yapmak daha anlam kazanıyor: Üniversiteler sermaye için olmazsa olmaz alanların başında gelmektedir. Üniversiteler toplumun en dinamik, en ilerici kesimini içinde barındıran dolayısıyla sistemin en fazla korktuğu alanların başında gelmektedir. Bu nedenle üniversitelerde sıkı bir kontrol mekanizması hakimdir. 12 Eylül sonrası YÖK’ün kurulmasının başlıca nedenlerinden biri budur. Yükseköğretim, 1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile akademik, kurumsal ve idari yönden yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu kanunla ülkemizdeki tüm yükseköğretim kurumları Yükseköğretim Kurulu (YÖK) çatısı altında toplanmış, akademiler üniversitelere, eğitim enstitüleri eğitim fakültelerine dönüştürülmüş ve konservatuvarlar ile meslek yüksekokulları üniversitelere bağlanmıştır. Türk yükseköğretim sistemi 1982 Anayasası itibarıyla yirmiyedi üniversite ile bunlara bağlı fakülte, enstitü, yüksekokul ve konservatuvardan oluşan birleşik bir yapıya dönüştürülmüştür. Ayrıca gene aynı yasada o dönem için satır arası denilebilecek bir madde de yer almaktadır. : “Anayasa’da yer alan hükümlere uygun olarak getirilen yeni yasal düzenleme ile kar amacı gütmeyen vakıflar özel yükseköğretim kurumlarına imkan sağlama yetkisine sahiptir.. Bu madde özel 38 okulların oluşturulmasının ve devlet kaynaklarından aktarımlar yapılmasının da önünü açmıştır. Bu madde ile görüyoruz ki YÖK’ün kurulmasındaki bir diğer neden ise neoliberal(yada özelleştirme diyebiliriz) tezlerin üniversite alanında uygulanmasıdır. Üniversite denince akla halk için, her türlü baskıdan bağımsız, özerk bir şekilde, bilim üreten yerler gelmektedir. Üniversiteli kimliği ise toplumun lokomotifi olan, sorgulayan, itiraz eden, bağımsız düşünebilen, bilimsel bakabilen, demokrat aydın tipi oluşturmaktadır. Ancak gerçekte ise durum hiç de böyle değildir. Üniversitenin nispi demokratik ve özerk yapısı 12 Martta sakatlanmış 12 Eylül ve onun eğitim kurumu olan YÖK ile yok olmuştur. Bugün üniversiteler tamamıyle sistemin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen kurumlardır. 2000’li yılların başında Avrupa Yükseköğretim Alanı adı altında oluşturulan birliktelik üniversite alanının ticarileştirilmesi ve bütünüyle sektörel talepleri karşılayacak bir form alması için çeşitli girişimlerde bulundu. 1999 yılında Bologna kentinde toplanan 29 ülkenin eğitim bakanları Bologna adıyla anılan ticarileşme ve sermaye ile bütünleşme sürecine aktif katılım sağlayacaklarını beyan ettiler. Türkiye’de 2001 yılında sürece dahil oldu. Bologna Süreci sektörün krizle birlikte tıkanıklığını, eğitim alanında giderebilecek , sermaye grupları açısından çok özel bir projedir. Bologna Süreci ile birlikte yükseköğrenim alanındaki engellerin kaldırılması ve üniversitenin serbest piyasa kurallarına göre şekillenmesi öngörülmektedir. Ayrıca Tüsiad vb. sermaye çevreleri bu sürecin doğrudan takipçisi ve bileşenidir. Bologna sürecinin hızlı bir şekilde hayata geçirilmesi için bir yandan vakıf üniversitesi adı altında sermaye üniversitesi açılırken diğer yandan sayıları her geçen gün artan devlet üniversitelerine eğitimden pay ayrılmayarak üniversite sermayenin kucağına bırakılmakta ve böylelikle üniversite-sermaye işbirliği oluşmaktadır. Ar-Ge adı altında sermaye için çalışmalar yapılır hale gelmekte, öğrencilerin kullanması gereken imkan ve alanlar kiralanarak kaynak bulunmaya çalışılmaktadır. Üniversite için kar getirmeyen bölümler kapatılmakta bunların yerine sermayenin ihtiya- cı olan alanlara öncelik verilmektedir. Örneğin , Bologna sürecinin üniversitelerde yaratacağı tahribatı ortaya çıkaracak bir araştırmayı bugün hiçbir üniversite finanse etmez. Kabaca söylemek gerekirse bilimsel özerkliğin cenazesi şimdiden kokmaya başlamıştır. Üniversitelerin yönetim yapısında da değişimi gerekli kılan düzenlemelere gidilecektir. Bugün bile üniversiteler kendi yönetim kademelerini seçemezken , daha ileriye gidilerek sermaye ile bütünleşmeyi kolaylaştırıcı vakıf üniversitelerinde olduğu gibi “mütevelli heyetleriyle” tüm üniversiteler yönetilmek istenmektedir. Bu mütevelli heyetlerinde sermayedarlar, işletmeciler, muhasebeciler, sanayi ve ticaret odalarından unsurlar vb.’nin yer alması öngörülmektedir. Hatta bu heyet rektörlük seçimlerinde aday çıkarta bilir, akademisyenlerle aday da uzlaşamazsa ikinci bir rektör dahi çıkartabilme “özerkliğine” sahiptir. Bugüne kadar kamuoyunda yer almış bu bilgiye de en örgütlü tepkinin Antalya kasaplar odasından gelmesi ayrıca gençlik açısından düşündürücü olmalıdır. Yukarıda saydığımız Bologna Süreci ile birlikte gelecek olan tüm uygulamalar, Yeni YÖK Yasa Taslağında güvence altına alınmış durumda. geçmişte ve kuruluş amacında olduğu gibi YÖK bugünde sermayedarlığın uşaklığını yapmakta, bilimin ve demokratik eğitimin karşısında bir kurum olarak varlığını sürdürmektedir. Bugün gelinen noktada öğrenciler için daha niteliksiz eğitimi pahalıya alacakları bir süreç yaşanacaktır. Sürekli yanındaki sıra arkadaşıyla yarışması öğrenciye dayatılacaktır. Kariyer yapması ve bukalemum gibi istenilen şekle girmesi istenilecektir. Bu süreçte sermaye karına kar katarken ,işsizliğin sebebi yeteri kadar kariyer yapmamış “yetersiz” öğrenciler olacaktır. Gene Yeni YÖK Yasa Taslağında özel güvenlik birimlerinin değişen ve artan yetkileri de söz konusu. Özel Güvenlik Birimleri artık doğrudan rektöre bağlı ve sınırsız haklara sahip. Ayrıca üniversite de güvenliği sağlayabilme adına polisin okula alınması önündeki engellerde gene yasa taslağında ortadan kaldırılmış durumda. Kısacası bu süreci ilerletmek için, muhalif öğrencilere dönük uzaklaştırmadan, okuldan atmaya, polis ve ögb terörüne kadar ellerinden gelen yapılacaktır. Ege üniversitesinde bu sürecin yansıması ola- 39 Haber rak ortaya çıkan formasyon hakkı için yapılan yürüyüş, öğrenci yemekhanesinde ve kyk yurdundaki yemekhaneye yapılan zamları protesto etmek için yürüyen arkadaşlarımıza ögb ve polis şiddet uygulamış, okul içerisinde gözaltılar yaşanmış, edebiyat fakültesi ve eğitim fakültesi çevik kuvvet polisleri tarafından kuşatılmıştır. Etrafı polislerle çevrilmiş bir binada ders yapmanın sağlıklılığı düşündürücüdür. Bu gelişmelere öğrenci kitlesinin duyarsız kalmaması, en tabii haklarına sahip çıkması gerekmektedir. Bugün hala 700’e yakın öğrenci arkadaşımız tutsak. Akademik-demokratik haklarını talep ettikleri için sistemin gözü dönmüşlüğünden paylarını almış arkadaşlarımızı sahiplenmek, onlara destek olmak üniversite öğrencileri olarak bizlerin görevidir. Bilimsel eğitim alabileceğimiz parasız bir üniversite için çevremizde ve okulumuzda yaşananlara gözlerimizi yummamalıyız arkadaşlar. Son olarak bilimsel bir eğitim anadilde olan eğitimdir. Tüm halkların anadilinde eğitim görmek en demokratik isteklerin başında gelmektedir. Sistemin ırkçı ve faşizan söylemlerine kulak tıkamalı, yaşasın halkların kardeşliği diye haykırarak, anadilde eğitim alsak bile bu haktan mahrum bırakılmış arkadaşlarımızın yanında biz de bu hakkın savunucusu olmalıyız. EŞİT, PARASIZ, BİLİMSEL, DENOKRATİK ANADİLDE EĞİTİM İÇİN YÖK’E HAYIR! BİZİM DE DAĞLARIMIZ VAR CHE GUEVERA Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa Alaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp yatmağa Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara Bizim de delikanlılarımız vardır Che Guevara Yokluklardan biyol kopup gelmiş Üç zeytin üç ekmek üniversitelerde Su gibi kızlar çarpar önce, alkol vurur Öfkeli dolanır caddelerde Ve başkaldırırlar akılları suya erende Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ı Kongo hepimizin Kongo’su Bir kere özsu yürümüştür dallara Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar Varmak için o güzel yarınlara Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara Unutulmuş uzak tarlalar yalazında Sazıyla, türküleriyle kardeşliğe vurgun Bütün ulusların halkları gibi Ve yalnız büyük fırtınalarda kımıldayan Bizim de halkımız vardır Che Guevara Metin DEMİRTAŞ Bizim de ozanlarımız vardır Che Guevara Sağ çıkmış güneşsiz taş odalarda Yüreğiyle barışa, sevgiye yönelmiş Çelik öfke bir yanı, bir yanı uysal mavi Eğilmeden dimdik geçmiş, demir kapılardan Bizim de yiğit insanlarımız vardır Che Guevara Haber 40 Alman Nazizmi -I- A Kazım ÖZÜPEK lman nasyonal sosyalizmi, İtalyan faşizmden daha sonra ortaya çıkmış, ama her bakımdan faşizmin bu ilk örneğini aşmıştır. Kuramsal açıdan, genel olarak ‘’faşizm’’ diye nitelenen olgunun, Almanya’daki örneği olan alman nasyonal sosyalizminin kökenini alman toplumunun geçmişinde aramak gerekir. Nazizm de İtalyan örneği gibi mali sermayenin en gerici, en ırkçı, en emperyalist unsurlarının kurulduğu, şiddete dayalı açık bir diktatörlük oldu. Almanya’da nazizmi yeşerten karmaşık ortamın tarihsel kökenleri, belki de, 1500’lerdeki Luther’cilik akımına kadar indirilebilir. Almanya tarihinde boyutları açısından tek olan köylü ayaklanmaları gerçekleşti. Protestanlığın kurucusu olan Luther, bu ayaklanmalar sırasında köylülere karşı prensleri destekledi. Luther’in kendisine büyük bir esin kaynağı olan köylü ayaklanmalarında prensleri desteklemesi ve siyasette otokrasiden yana olması, kırlarda feodalitenin yeniden yerleşmesinde sebep olmuş, alman halkının bu yüzden büyük bir çoğunluğu yoksulluğa gömülmüş ve köle durumuna düşürmüştü. Bu durumun dışında hanedanlar ve alman halkı içindeki siyasal gruplar arasında da ayrılıkların yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum Almanya’nın birleşmesini yüzyıllarca engellemiştir. Otuz Yıl Savaşları ve savaşın sonunda yapılan 1648 Westphalia Barış Antlaşması Almanya’nın altından kalkamayacağı büyük bir darbe indirdi. Avrupa’nın büyük din savaşlarının sonucuydu bu. Ama savaş bitmeden önce bu çatışmalar bir Protestan - Katolik çatışması olmaktan çıkmış, bir yandan Avusturyalı Katolik Habsburg’lar, öte yanda Fransa’nın Katolik Bourbon’ları ve Protestan İsveç hanedanı arasında karmaşık bir taht kavgasına dönüp yozlaşmıştır. Bu çatışmalar sırasında Almanya’da kentler ve köyler boşaldı; halk kırıldı. Westphalia barışı, Almanya için savaş kadar büyük bir yıkım oldu. Fransa ile İsveç’i tutan Alman prenslerinin, ellerinde bulunan küçük toprak sahipleri oldukları onaylandı. Bu prensliklerin sayısı 350 kadardı. İmparator, yalnızca bir korkuluktu. Almanya’yı saran ‘’reform’’ ve uyanış dalgası böylece boğuldu. Bu dönemde büyük özgür kentler, gerçek bir bağımsızlık kazanmıştı. Derebeyler kovulmuş, sanat ve ticaret gelişti. XVI.yüzyılın başında Almanya, gerçekten Avrupa uygarlığının önemli kaynaklarından biri durumuna gelmişti. Ama Westphalia barışından sonra Serf ’lik (toprak köleliği) yeniden kuruldu. Kentler bağımsızlıklarını yitirdiler. Köylüler, işçiler, orta sınıf burjuvaları prenslerin baskısı altında birer uşak durumuna geldiler. Martin Luther, hem koyu bir Yahudi düşmanıydı, hem de siyasal yönetime bağlılığın en ateşli yandaşıydı. Almanya’nın ‘’yahudilerden kurtulmasını’’ istiyordu. Üstelik Yahudiler ülkeden kovulurken ‘’bütün paralarına, mücevherlerine, gümüşlerine ve altınlarına’’ el konulmalıydı. Luther, ‘’Sinagoglarıyla, okulları ateşe vermeli, evleri yıkılmalı… ve çingeneler gibi çergilere yada ahırlara tıkılmalıdırlar… bu sefalet içinde durmadan ağlayıp sızlayarak bizi Tanrı’ya şikayet etsinler’’ diyordu. Alman tarihinin, belki de tek halk ayaklanması olan 1525 halk ayaklanması sırasında Luther, ‘’kudurmuş köpekler’’ dediği ‘’pis ve bayağı’’ köy- 41 Araştırma lülere karşı, prenslere en şiddetli tedbirleri almaları öğüdünü veriyordu. Luther, Yahudiler üzerinde yazdığı yazılarda alman tarihinde o güne kadar işitilmemiş ölçüde kaba ve sert bir dil kullanmaktaydı. Almanya’nın bu siyasal bölünmüşlüğü, Napolyon savaşlarını izleyen 1815 Viyana Anlaşması’ndan sonra da değişmedi. Bu kez irili ufaklı 36 devlete bölünmüştü Almanya. Avusturya’yı saymazsak, Almanya’nın tek siyasal gücü Prusya krallığıydı. Prusya Elbe nehrinin doğusundaydı. XIX. Yüzyılda Frankfurt’ta bir çeşit demokratik, birleşmiş Almanya yaratmak amacıyla kalkıştıkları girişimin 1848 – 49’da başarısızlığa uğramasından sonra, yüzyılın sonuna doğru Prusya, Almanya’nın geleceğini eline aldı. Prusya’nın sınırlarına XII. yüzyıldan sonra, yavaş yavaş, slavlar yayılmıştı. Serüvenci askerlerden başka bir şey olmayan Brandenburg prensleri (Hohenzollern’ler), çoğu Polonyalı olan slavları yavaş yavaş Baltık kıyılarına sürdüler. Karşı koyanlar ya yok edildiler, topraksız birer ‘’serf ’’ oldular. Alman İmparatorluk yasası, prenslerin krala ait unvanları almaları yasaklandığı halde İmparator, Prusya’da Königsberg’de Seçici Prens Frederick III’ün kral olarak taç giymesini kabul etti. Prusya o günden sonra Avrupa’nın büyük militarist devletlerinden biri olmaya başladı. Başkalarında olan kaynaklar onda yoktu. Toprağı çoraktı ve medenden de yoksundu; nüfusu azdı; büyük kentler, sanayi yoktu; kültürü dardı. Soylular bile yoksuldu. Topraksız köylü hayvan gibi yaşıyordu. Ama gene de, Hohenzollern’ler askeri bir devlet yaratmayı başardılar. Prusya’nın yetişmiş ordusu büyük zaferler kazandı. Güçlü devletlerle ittifaklar kurarak topraklarına yeni topraklar kattı. Böylece, ‘’ yayılma’’dan başka bir güce, hiçbir halk gücüne, hiçbir düşünceye dayanmayan, baştakinin mutlak iktidarıyla onun verdiği emri körükörüne yerine getiren darkafalı bir bürokrasinin ve acımasız disiplinli bir ordunun zoruyla temellenmiş, çok yapay bir devlet çıktı ortaya. Devletin yıllık gelirinin üçte ikisi ve bazen de altıda beşi orduya harcanıyordu. Ordu devletin kendisiydi. Mirabeau, ‘’Prusya’’, demiştir, ‘’ ordusu olan bir devlet değil, devleti olan bir ordudur.’’ Halk ise bu makinenin dişlilerinden başka bir şey değildi. Yunker’ler de Prusya’nın garip bir ürünüydüler. Toprağı slavların elinden alan, bu topraklar üzerinde batıda yaşayan köylülerden bütü- Araştırma nüyle farklı bir sınıfsal niteliğe sahip slavları çalıştıran, çiftçilik yapan onlardı. Bütün Avrupa’yı saran 1848 Devrimleri, Almanya’da da başgösterdi. Köylüler topraklara el koydu; kentlerde halk ayaklanmaları başladı ve başarıya ulaştı. Ama Almanya’nın siyasal bölünmüşlüğü ve liberal burjuvazinin, önderliği üstlenmede gösterdiği korkaklık, bu halk eylemlerinin birer birer ezilmesine yol açtı. Ama 1848 Devrimi alman birliği sorununu gündeme getirmeyi başarmıştı. Bu gündemi uygulayan ise, halk eyleminin yenilmesi sonucunda, Almanya’nın biricik örgütlü gücü, Prusya oldu. Almanya’da halk eylemi, 1500’lerin büyük köylü savaşından sonra, ikinci kez 1848’de büyük bir şiddet kullanılarak eziliyordu. Böylece alman birliği sağlanmış oluyor, ama burjuva demokrasisi alman siyasal geleneğine nüfuz edebilme olanağını bulamıyordu. Bismarck 1862’de Prusya başbakanı olurken şöyle demişti: ‘’ günün büyük sorunları kararlar ve çoğunluk oylarıyla çözülemeyecektir. 1848 ve 1849’dakiler bu hataya düşmüşlerdi. Büyük sorunlar ancak kan ve demirle çözülür.’’ Gerçekten de Bismarck, bütün sorunları böyle çözmeye başladı. Bismarck’ın amacı liberalizmi yıkmak, tutuculuğu -yani Yunker’leri, orduyu ve tahtı desteklemek ve Avusturya yerine Prusya’yı sadece almanlar arasında değil, Avrupa’da da egemen bir güç yapmaktı. Bismarck’ın en büyük başarısı olan ikinci Alman İmparatorluğu, 18 Ocak 1871 tarihinde Prusya kralı I. Wilhelm’in Almanya İmparatoru olmasıyla başlar. Almanya, Prusya’nın silah zoruyla birleştirilmiş, Avrupa’nın en büyük devleti olmuştu. Reichstag’ın (imparatorluk meclisi) kurulmasıyla demokratik bir maske takmasına rağmen Alman İmparatorluğu, gerçekte, Prusya kralının egemen olduğu askeri bir otokrasiydi. Reichstag’ın pek az yetkisi vardı. Milletvekilleri orada ya içlerini dökerler, yada temsil ettikleri sınıfların günlük çıkarları üzerinde pazarlığa girişirlerdi. Bütün iktidar kralın elindeydi. 1910’da bile II. Wilhelm, krallık tacının kendisine Tanrı tarafından verilmiş olduğunu söylemişti. Parlamento da kendisine zorluk çıkarmadı. Atadığı şansölye (Başbakan), Reichstag’a karşı değil, krala karşı sorumluydu. Görülüyor ki demokrasi, halk egemenliği, parlamentonun üstünlüğü düşüncesi, yirminci yüzyıl başladıktan sonra bile Almanya’da henüz yerleşmemişti. Gerçi sosyal demokratlar, 1912’de 42 Reichstag’ın tek büyük partisi olmuşlardı ve parlamenter bir demokrasinin kurulmasını durmadan istiyorlardı, ama aslında etkin bir güç değillerdi. Bismarck, sosyalizm ile savaşmak için 1883 ile 1889 yılları arasında bir ‘’ sosyal güvenlik programı uygulandı. İşçileri ihtiyarlığa, hastalığa, kazaya, sakatlığa karşı sigortaladı. Bu örgüt devlet tarafından kurulduğu halde, parasını işçiler ve işverenler ödüyordu. İşçiler, yavaş yavaş, siyasal özgürlükten çok, sosyal güvenliğe önem vermeye ve ne kadar tutucu olursa olsun devleti bir iyiliksever, bir koruyucu olarak görmeye başladılar. Alman Birliği’nin kurulmasıyla birlikte alman kapitalizminin gelişmesinde hızlı adımlar atıldı. Geçte olsa Almanya, sömürgelerin paylaşılmasına katılıyor. Afrika’da birkaç sömürgeyi en barbar yöntemlerle ele geçiriyordu. Bu arada Almanya’da dev şirketler doğmuş, sermaye ihracı başlamıştı. 1200’lerdeki töton şövalyelerinden bu yana doğudaki slav toprakları almanların iştahını kabartmaktaydı. Bu toprakların ve buralardaki üretim ve ticaret işlerinin ele geçirilmesinde alman Yahudiler büyük rol oynamışlardır. Tekelci evreye varan alman kapitalizmi, 1900’lerle birlikte, sömürgelerin yeniden paylaştırılması amacıyla, İngiltere, Fransa ve Rusya karşısında kavga vermeye başladı. Sonuç olarak, insanlık tarihinin yaşadığı bu en inanılmaz barbarlığı kökeninde, alman kapitalizminin gelişmesindeki çarpıcılık yer alıyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’da yenilginin öfkesini duyan bir halk yığını Versailles anlaşmasının imzalanmasıyla daha da huzursuzlaşırken, ekonomik bunalımlar birbirini izlemiş, düzenli bir siyasal yapı kurulamamıştır. Ekonomik çöküntü, işsizlik, sol güçleri geliştirirken, yenilginin onur kırıcılığının yarattığı şovenizm ve işçi eylemlerinin gelişmesinden doğan tedirginlik, sağcı tepkiyi yaratmıştı. Ordu da, genellikle, sağcı eylemin yanında yer aldı. Bir yandan 30 ekim 1918’de, Kiel’deki sosyalist ayaklanmasıyla, Liebknecht’in sosyalist ‘’Spartakistler Birliği’’, Rusya’daki gibi ‘’ Sovyet Cumhuriyeti’’ kurulmasına yönelirken, öte yandan Luttwitz, 1920 yılının mart ayında, bir ‘’sağcı darbe’’ girişiminde bulunacaktı. Sosyalist bir devrim, sosyal demokratların yan çizmesiyle başarısızlığa uğrarken, sağcı darbeler ordunun desteğini görmekte ve ancak işçi sınıfının genel grevi, sağcı darbenin başarısızlığına yol açmaktaydı. Savaş sonrası, genel çizgisi ile, sol güçlerin gelişimine paralel bir sağcı örgütlenme ve saldırganlık ortaya çıkmıştı. Sık sık gerçekleşen görevler ve işçi ayaklanmaları, gittikçe sağın toplanmasına ve küçük burjuvazinin yeni bir kurtarıcı aramasına yol açıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrası şansölye Friedrich Ebert’in başkanlığındaki sosyal demokrat ileri gelenleri, Rusya’da Bolşevik devrimine toplumun onayını sağlayan ‘’sovyetler’’i Almanya’da da kurma denemesi kanla boğuldu. Bir denizci isyanı bastırıldıktan sonra sol kanattaki sosyal demokratlar hükümetten ayrıldı ve bir ulusal meclis toplanmasını istedi. 1919 Ocak’ında, Berlinli işçilerin Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in Spartaküsçü Örgütü’nce desteklenen ayaklanması, sosyal demokrat savunma bakanı Noske tarafından kanlı bir biçimde bastırıldı. Luxemburg ve Liebknecht yakalanıp bir grup sağcı subay ve astsubay tarafından barbarca öldürüldü. Aynı yılın şubatında Ulusal Meclis açıldı. Sosyal demokratlardan, demokratlardan ve Katoliklerden oluşan hükümetin başına Philip Scheideman bulunuyor, adına ise ‘’Weimar Koalisyonu’’ deniyordu. Versailles barış antlaşmasının onaylanmasından doğan çatışmalar aşıldıktan sonra 11 ağustos 1919’da, Weimar Anayasası onaylanıp kamuoyuna açıklandı. Almanya artık parlamentoya dayalı, federal yönetimli bir ‘’demokratik cumhuriyet’’ olmuştu. Her yedi yılda bir doğrudan oylamayla seçilen cumhurbaşkanı, yürütme gücüne başkanlık eden başbakanı görevlendirecekti. Seçimlerde 43 Araştırma başa getirilen ilk cumhurbaşkanı Friedrich Ebert oldu. İşçi kesimi de ekim devrimden örnek aldıkları ‘’bağımsız işçi konseyleri’’nin kurulması yolundan vazgeçmiyorlardı. Öte yandan, yeni kurulan cumhuriyet kendini, milliyetçiler ve askerden korumak zorundaydı. Dışişleri bakanı Walther Rathemann’in öldürülüşü özellikle yankı yapmıştı; Rathemann, Freikorpsta (gönüllü alaylar) vuruşan aşırı sağcıların düşmanlığını kazanmıştı; çünkü hem yahudiydi, hem de Versailles antlaşmasının bazı koşullarını yerine getirme yolunda içtenlikle çalışıyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan alman toplumunun, içine yuvarlandığı büyük bunalım açıklamadan, Adolf Hitler’in başarısının nedenlerini kavramak mümkün değildir. Savaş sonrasının kargaşası en fazla orta sınıfların sırtına yüklenmiştir, onları ezip paramparça etmekteydi. Kredilerin kısıtlanmasıyla geniş bir toplum sınıfının değerleri ölümün eşiğine sürüklenmiştir. İtilaf devletleri ile Almanya 28 Haziran 1919’da barış antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Almanya, Alsas – Loren topraklarını ve Saar havzasındaki maden yataklarının on beş yıllık işletme hakkını Fransa’ya bırakıyordu; Eupen ve Malmedy bölgeleri Belçika’nın, Schleswig’in bir bölümü Danimarka’nın, Silezya’nın bir kesimi Çekoslovakya’nın eline geçiyordu. Yeniden kurulan Polonya devleti ise, Poznan eyaleti ile bu yeni ulusun , ‘’serbestçe ve güvenlik içinde denize açılmasını’’ sağlayacak olan ve adına ‘’Polonya koridoru’’ denilen kesimi alıyordu. Alman kamuoyu bu olanları öfkeyle izlemekteydi. 1922’de markın değeri düşünce, ekonomik bunalım başladı. Alacaklı devletlerde alman ekonomisinin acılı serüvenlerini kaygıyla izliyorlardı. Büyük sermaye çevreleri de, Fransızların ve Belçikalıların alacaklarını güvence altına almak üzere havzayı işgal etmeleri için baskı yapmaktaydı. Savaş sonrası onbaşı Adolf Hitler kabına sığamıyordu: Versailles barış antlaşmasını ülkesinin çöküşü olarak görüyordu. Nasyonal – sosyalist eyleme bir başlangıç tarihi saptanabilir: 1919 Eylülü… Hitler, bu tarihte Alman İşçi Partisi adlı küçük bir siyasal gruba katılmıştı ve bu partinin yedinci üyesiydi. Eğer Hitler ortaya çıkmasaydı, belki de, etkisiz bir tartışma grubu olarak kalacak olan bu eylem, Hitlerin işe karışmasıyla, Bavyera’nın başkentinde zaten hazır bekleyen bunalımdan yararlanarak Araştırma gelişti. Bu sırada Hitler ordudan maaş ve tayin almaya devam ediyordu. Çünkü, sosyalist ve komünist askerleri ele vermek ve milliyetçi fikirler yaymakla görevli ordu propaganda servisinde çalışıyordu. Hitler ilk konuşmasını da 1919 ekiminde Münih’in ünlü birahanesinde 111 kişilik bir kalabalık önünde yaptı. 1920 başlarında ise partisinin propaganda işini üstüne almıştı. İlk kitle toplantısı 24 şubat 1920’de gene Münih’te yapıldı: aşağı yukarı iki bin kişi önünde Hitler, milliyetçi ve ırkçı programının yirmi beş maddesini okudu. 1920 nisanında Hitler partiye yeni, daha tam ve daha belirgin bir ad seçti: Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi. Kısacası Nazi partisi… Zengin sermayecilerin desteği ile Hitler partiyi ele geçirdi. Hitler’in iş adamlarıyla ilgisini kuran Wather Funk’tur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da terhis edilen eski subaylar sayesinde işçi düşmanı birliklerin çoğaldığı görüldü. Ocak 1919 Berlin Komünü’nün, nisan 1919’da Münih Komünü’nün ezilmesine yardımcı olan, 1919 yazında Pomeranya tarım işçilerini, 1920 baharında da Ruhr işçilerini yıldıran işte bu mücadele’’ mücadele birlikleri’’ydi. Birçok solcu siyaset adamının ölümüne yol açan suikastleri düzenleyenler de, gene bunlardı. İlk başta bu birlikten olan Nazi partisi daha sonra bütün birlikleri kendi içinde toplayabildi. Aşağı yukarı Mussolini’nin ‘’kara gömlekliler’’inin işçi yığınlarına saldırmaya başladıkları bir dönemde, Hitler de bir ‘’dövüş birliği’’ kurmuştu. ‘’düzen kolları’’ denilen bu birliği, rakiplerin düzenlediği açık toplantılarda karışıklık çıkarmak için kullanılmaktaydı. Hitler’in de taktiği, tıpkı ‘’kara gömlekliler’’inki gibi, temel olarak, saldırıya dayalı bir taktikti. Daha sonra ‘’düzen birlikleri’’nin adı ‘hücum birlikleri’ diye değiştirildi. Kısaca S.A’lar… 1923 ağustosunda Hitler, özel muhafız birliği kurdu. Bunlar, Hitler’in ‘’dövüş birlikleri’’ydi. ‘’Muhafız birlikleri’’ yada S.S’ler, bu dövüş birliğinin çekirdeğinden doğacaklardı. Sosyalistlerin elinde ise, 1924’ten beri, sayıca önemli bir güç ifade eden antifaşist bir milis vardı; Reichsbanner. Bu milisi büyük geçit törenlerinde gösterişli üniformalar giydirerek yürütüyorlar; ancak, eyleme sokmaktan sistemli olarak kaçınıyorlardı. Savaş dönemi ve savaş ertesi dönem, bütün Avrupa’da kapitalist üretimin birikim ve süreçle bağlantılı olarak orta sınıfların zayıflamalarına, onların bunalımın ilk 44 kurbanları olmalarına yol açmıştı. Orta sınıfın proleterleşmesi özellikle yenik düşen ülkelerde ve en fazlada Almanya’da göze çarpan bir olgudur. XX. yüzyıl Almanya’sı gibi güçlü bir sanayi ülkesinde toplumsal çatışma, patron oligarşisi ile geniş işçi kitlelerinin gücünü eyleme sokan işçi sendikaları arasında beliriyordu. Orta sınıflar bu iki karşıt güç arasında ezilip gittiklerini görüyorlardı. Orta sınıfta parasal ayarlama politikasının yükünü çeken, az varlıklı öteki sınıflarla birlikte küçük burjuvazi oluyordu. Almanya’da da kapitalizmin evrimi, orta sınıfları boğmaya yönelmişti; üstelik liberal gelenekler evrime, başka yerlerden, çok daha az direniyordu; bu gelenekler, sadece aydınlar arasında ve sosyal – demokrasinin yaygın olduğu yerlerde görülüyordu çünkü… Aslında işçiler ve köylüler Weimar Cumhuriyeti içinde önemli siyasal ve ekonomik haklar elde etmişlerdi; kadınlara oy hakkı tanınması, 8 saatlik iş günü, toplu sözleşmelerin genelleştirilmesi, işsizlik sigortası ‘işyeri konseyleri’nin’ seçimle oluşturulması v.b. doğunun büyük toprak sahiplerinin hizmetinde çalışan gündelik köylüler de, örgütlenme hakkını elde ederek, kitleler halinde sendikalaşmışlardı. Ama alman kapitalist çevreleri bu durumdan hiç memnun değillerdi. Doğu Elbe’deki büyük toprak sahiplerinin düşüncesi daha beterdi. İtalya’da olduğu gibi Almanya’da da eski aristokrasi hep toprak sahibi kalmış, otoritesini, bir ortaçağ anlayışıyla sürdürmüştür. Karın tokluğuna çalışan köylülere bir serf gibi davranmaya alışmışlardı. Öyle ki, bu köleler efendisinin verdiği partiye oy vermek yada gitmek zorundaydı. Alman sosyal demokrasisi, köylünün desteğini almakta yetersiz kaldılar. Birinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizm, alman köylülüğünü kendi saflarına çekebilir, en azından bunları tarafsızlaştırabilirdi. Ocak 1919’da, köylülerin büyük bir kesimi sosyal demokrasiye oy veriyor, ‘’işçi ve asker konseyleri ‘’ tipinde ‘’köylü konseyleri’’ kuruluyordu. Başlıca talepleri İtalya’daki gibi büyük toprakların paylaştırılması idi. Ama sosyal demokrasi, toprak sahiplerine karşı gelmekten kaçındı. Tutucular ne Versailles Antlaşması’nı, ne de bu antlaşmayı onaylayan cumhuriyeti benimsemiyordu. Sanayi, büyük malikaneler ve ülkedeki sermayelerin çoğu onlarındı. Bundan böyle zenginliklerini, cumhuriyeti yok etmek için kullanacak benimsedikleri siyasal parti ve başını bu amaçla besleyeceklerdi. Ordu, eski Prusya geleneğini sürdürmekle kalmıyor, aynı zamanda, yeni Almanya’da siyasal gücün merkezi anlamına da geliyordu. Ordu kadrosu hiçbir zaman kralcı ve cumhuriyet düşmanı tavrından vazgeçmedi. Birkaç sosyalist önder ordunun demokratlaştırılmasını istediler. Ama bu görüşte onlara yalnız generaller değil, başta savunma bakanı Noske olmak üzere, “sosyalist arkadaşları” da karşı koydular. Adalet mekanizmasını arındırılması büyük bir yanlışlıktı. Adalet yöneticileri daha sonra, karşı devrimin ele başları olmuşlar ve adaleti siyasal amaçlar için kullanmışlardır. Kapp Darbesi’nden sonra hükümet 705 kişiyi vatana ihanet suçuyla mahkemeye göndermiştir. Bunların içinde yalnız biri ceza aldı: Berlin polis müdürü… Hem de beş yıl ‘’onur kırmayan göz hapsine’’ çarptırıldı. Prusya hükümeti mahkumun emekli olma hakkının kaldırdığı halde, Yüksek Mahkeme bu hakkı müdüre geri verdi. Ama cumhuriyeti destekleyenlere yasaklar acımasızca uygulanıyordu. Cumhuriyeti yıkmak isteyenlerse özgürce geziyorlar ya da küçük cezalara çarptırılıyorlardı. Almanya’nın Fransa’ya karşı yükümlerini yerine getirmemesi Fransız birliklerinin 1923 yılı başlarında Ruhr havzasını işgal etmesine yol açtı. Almanya’nın elindeki kömür ve çeliğin dörtte üçünü sağlayan bu can alıcı bölge, Almanya’nın elinden çıkmış oldu. Alman ekonomisine indirilen bu darbe, halkı bir araya getirdi. Ruhr işçileri genel greve gittiler; pasıl direniş kampanyası 45 Araştırma açan Berlin hükümetinden para yardımı gördüler. Ordunun yardımıyla sabotaj ve çete savaşları düzenlendi. Fransız hükümeti bu eyleme tutuklamalar, sürgünler hatta ölüm cezalarıyla karşılık verdi ama bir değişikli olmadı. Alman ekonomisi bu kadar sıkışık duruma girince markın düşüşü de hızlandı. 1923 yılı ocak ayında, Ruhr’un işgalinde bir dolar, 18 000 marka yükselmişti. Haziranda 160 000 marka, ağustosta 1milyon marka yükseldi. Mark; sterlin, dolar ve frank karşısında giderek, değer kaybediyordu. Bankalar, özellikler de büyük bankalar, devlet hazinesinden çekmeye devam ediyorlar, böylelikle kendilerine bağlı bir yığın büyük endüstri kuruluşunu ayakta tutabiliyorlardı; ama bankalara bağlı olmayan orta ve küçük ölçüdeki kuruluşların durumu umutsuzdu. Hükümet, halk kitlelerinin düşeceği yoksulluğu göz önünde tutmadan, büyük sanayicilerin kışkırtmasıyla, kamu borçlarından kurtulmak, savaşa ilişkin onarım borçlarını ödemekten kaçmak ve Fransızları Ruhr’da sabote etmek amacıyla markın düşmesini bile bile göz yumdu. Barış antlaşmasının yasağından kaçmak için o sırada Truppenamt (Asker Bürosu) adı altında gizlenen Genelkurmay, Almanya’nın böylelikle savaş borçlarından kurtulacağını ve Almanya’yı mali bakımdan yeni bir savaşa hazırlayacağını umuyordu. Hem kaybettikleri pazarları yeniden ele geçirmek, hem de kendilerini önemli bir kar kaynağından yoksun bırakan silahsızlanma koşulu, maliyetlerini etkileyen ve karlarını düşüren savaş tazminatı yükünden kurtulmak isteyen ağır sanayiciler ise, Almanya’yı saldırgan ve milliyetçi bir dış siyasete sürüklediler. 1919 haziranında ‘’Baltikum’’ adında 50.000 kişilik paralı asker ordusu kurarak, bunları Sovyet ordularına karşı savaşmak üzere Letonya’ya saldılar. Bunun dışında Fransız işgalinde karşı ‘’başıbozuk kolu’’ ve ‘’mücadele birliğinden’’ de yararlandılar. 25 eylül 1923’te bütün bu mücadele birlikleri bir örgüt halinde birleştiler ve başlarına da Adolf Hitler geçti. Almanya 1923’te büyük bir bunalım içindeydi. Bu dönemde Hitler Münih’teydi ve bu bunalımdan yararlanmak istiyordu. Aslında amaçladığı Berlin üzerine yürüyüşü gerçekleştirmekti. Ama Hitler’in bu yürüyüş girişini, bir polis mangası önleyecekti. Hitler, nasyonal sosyalist karşı devriminin başladığını ilan etti. General Ludendorff ile birlikte, ayaklanmacıların başında yürü- Araştırma dü ama general tutuklanınca Hitler kaçacak delik aradı. Polisin açtığı ateş sonucunda on altı nazi öldü. Bu sırada Hitler yakalanmıştı. Nazi partisi kapatılacak, mallarına el konacaktı ama Hitler Avusturya vatandaşı olduğu halde sınır dışı edilmedi, yapılan duruşma sonucunda beş yıl hapse çarptırılıyor. Almanya’da da faşist eylemler, daha savaş sonrasının ilk yıllarında olmuş, enflasyon döneminde güçlenmiştir. Ruhr savaşı, milliyetçi duyguları körüklediğinde, paranın değerini büsbütün yitirmesi halk kitlelerini yoksullaştırdığında ve askeri birlikler Bavyera’nın kuzey sınırlarından yürüyüşe geçip Berlin üzerine de yürüme tehdidini savurduklarında, Almanya, faşizmin eline düşme tehlikesine çoktan girmiş bulunuyordu. Ne var ki, burjuva demokrasisi, faşizmin saldırısını uzun süre püskürtebildi. Almanya markı güçlendirebilmek, savaş tazminatlarında ılımlı bir anlaşmaya varabilmek ve özellikle alman işletmelerinin yeniden kurulabilmesi için gerekli kredileri elde edebilmek için, sermayesi güçlü batılı devletlerin yardımına muhtaçtı. Bu yüzden milliyetçilik – faşist serüveni göze alacak durumda değildi. Markın güçlenmesinden, alman mallarının fiyatlarındaki süratli artıştan ve dış kredilerin dalga dalga akışından sonra faşist akım büsbütün duruldu. Almanya’da faşizm, burjuvazi ve devletçe korunup desteklendi. Yunker’ler, Baltık’tan ve Kuzey Silezya’dan dönen gönüllüleri çiftliklerinde barındırdılar. Ağır sanayi, ‘’hücum kıtaları’’nı (Sturm Abteilung) besledi; devlet de bunlardan ‘’Kara Reich Ordusu’’nu oluşturdu. Gel gelelim, sermaye ile faşizm arasındaki bu birleşme, Ruhr savaşının sona ermesiyle kesilecektir. Alman burjuvazisi Ruhr savaşının bitmesinden sonra geniş dış kredilere ve bu yüzden de uzlaştırıcı bir politikaya muhtaçtı. Bu yüzden de, faşist eylemden desteğini çekiverdi. Ancak 1929 büyük ekonomik bunalımından sonradır ki, yeniden faşizme yaklaşmaya başlayacaktır. Hükümet çevrelerinde Hitler’i tutanlar, onun Landsberg Kalesi’nde rahatça sekiz ay geçirmesini sağladılar; daha sonra da serbest bıraktılar. Bunalımdan bıkan ve yeni bir yaşam biçimini kurmaya, gittikçe daha çok yönelen işçi kesiminden ürkmüş olan sanayiciler ordu içinde okullarda ve üniversitelerde dallanıp budaklanan nazi eylemini paraca destekliyorlardı. Devam edecek... 46 Yoldaşlık Devrimciliğin Kimyasıdır Dün, devrimciliği ve dolayısıyla yoldaşlığı doğru kavramayanlar; bugün, ya sisteme yakışıksız biçimlerde geri dönmüş, ya da kendi ihtiyacı olan bir örgütlenme yaratarak, sistemi sola taşımıştır. K endini ifade etme ihtiyacı, tüm insanlarda bir ortak paydadır. Repertuar zenginliği, kendini ifade etmede farklı seçeneklere imkan verirken, repertuar darlığı tekrarı getirir. Kişinin kendisine ait yetenek ve başarıların zayıflığı, dışsal yeteneklerle (bir futbolcuyla, bir sanatçıyla, oğlunun bir başarısıyla, vb.) özdeşleşme gayretini kuvvetlendirir. İlişkilerde sekterlik, kendini dayatmak, farklılıklara tahammülsüzlük; bireyci kişilik yapısıyla ilintili olsa da, genellikle başarı yoksunluğunun, gizli kalmış zayıflıkların, ruhsal doyumsuzluğun ürünü olarak dışavurur. Hemen her şeyin bir yarış/rekabet ortamında değerlendirildiği, ilkokulda çocukların çeşitli sınavlarla birbiri ile yarıştırıldığı, kimi ödüllendirilirken kiminin ağlatıldığı; paylaşımın değil, kişisel başarı ve hırsın kamçılandığı bir gelişim grafiğinden geçen çocukların; doğru ve geliştirici olana değil, renkli ve kısa vadede sonuç verici olana yönelmesi bir tesadüf değildir. Kısa yoldan başarıya ulaşma beklentisi giderek zorlu yollardan ve uzun erimli hesaplardan kaçınmayı besler. Kişiliğin biçimlenmesi ve yönalması sürecinde bu tür sakatlanmalara uğramış olan insanların spor yapmak yerine sporcuların başarıları ile yetindiği, emek harcayarak bir ürün ortaya koymak yerine, hazır ürünleri tercih ettiği, şans oyunlarına meraklı olduğu görülür. Amaçladığı insan ilişkileri ile adeta zıt koşullarda çalışma yapmak durumunda olan devrimciler, kendilerinin de halen belirli oranlarda taşımakta oldukları zaaflarla/sorunlarla mücadele etmek durumunda kalırlar. Böyle bir durumda, mayalayıcı niteliğini korumak, kitlelere benzemek yerine kitleleri kendine benzetebilmek, zordur; ustalıklı bir çaba gerektirir. Buradaki “kendine benzetmek” asimilasyona varmamalıdır. Kitleler, bağrında taşıdığı pek çok niteliği, kültü- Ahmet PEHLİVAN rel öğeyi koruyarak güzelleşebilir; mücadelemizin bileşeni haline gelebilir; yoldaşlaşabilirler. İnsanları kendi örgütsel zeminine çekmek/ kazanmak elbette ki önemlidir. Ancak bu, mutlak bir amaç haline getirilir, “kazanmak” tek ölçü olursa; ilişkilerde dargörüşlülük/sekterlik kaçınılmaz hale gelir. Rekabet, yabancılaşmayı büyütür; sevgiyi, dayanışmayı, ortaklaşma refleksini aşındırır. Böyle bir duruşla da varlık göstermek mümkündür; ortaya siyasal bir yapılanma da çıkar; ama sevgisiz, dayanışmasız devrim yapmak mümkün değildir. Devrimcilik ciddi bir iştir. Yoldaşlık, devrimciliğin kimyasıdır; bağları güçlü kurulduğunda kopması olanaksızdır. Bugüne dek kopan tüm bağlar zayıftır. İlmik ilmik dokunan bir ilişki, her zaman için, aceleye getirilmiş ilişkiden daha güçlüdür. Eğer, her türlü testi başarıyla geçecek denli sağlam dokunmuş ilişkiler amaçlıyorsak; dokuma işini hafife alma lüksümüz yok demektir. Türkiye solundaki örgütlenmelerin hemen hepsinin 12 Eylül sürecinde dağılması; sorgu ve tutsaklık süreçlerinden güçlenerek değil, büyük kayıplarla çıkması; devrimciliği bir yaşam biçimi olarak içselleştirememiş olmanın göstergesidir. Demek ki, düşman bilinci gibi yoldaşlık bilinci, değerlere bağlılık ve bedel ödeyebilme olgunluğu gelişmemiş; kimyasal süreç tamamlanmamıştır. Böyle bir süreçten çıkarılması gereken sonuçlar, tekrarını önlemeye yönelik olmalıdır. Kendini bu yenilginin dışında görmek, kendi dışında kabahatli aramak, “devrimciler içinde en devrimci” olduğunu kanıtlama gayretine boğulmak; dost yapılarla mesafeyi açmakla kalmaz, kendi içinde de zorlu süreçlere göğüs gerebilecek yoldaşlık ilişkilerinin gelişimini köstekler. 47 Devrimci Kişilik nosunda ismimiz yer almasa dahi, gönüllere yerleşmemiz daha kolay ve daha kalıcı olacaktır. Dün, devrimciliği ve dolayısıyla yoldaşlığı doğru kavramayanlar; bugün, ya sisteme yakışıksız biçimlerde geri dönmüş, ya da kendi ihtiyacı olan bir örgütlenme yaratarak, sistemi sola taşımıştır. Sol/devrimci yapıların zayıf düşmesi, yara alması normaldir. Tabanından siyasal kültür eksikliğinin yansıması da anlaşılır bir durumdur. Ne var ki; zayıflamanın, küçülmenin, rekabet ve didişmenin izlerine siyaset yapıcı mekanizmalarda da rastlamak normal değildir ve hatta kaygı vericidir. Tüm benzerliklerine ve “kader ortaklaşması”na rağmen sol bileşenlerin, mevcut çalışma alanlarını bir yarış pistine çevirmesi, geniş çaplı yoldaşlık tanımına giren dostlarını aynı alanın tamamlayıcısı olarak görebilme olgunluğuna ulaşamamış olması, sadece güçleri bölmeye değil, tek tek yapıların gelişimini sekteye uğratmaya da sebep olmaktadır. Bir grup PTT çalışanının başlattığı grevle ilgili yapılanlara, yazılanlara ve söylenenlere bakılırsa; istisnalar hariç, yansıyan genel eğilimin; çalışanlara hakkını kazandırmak değil, çalışanın ilgisini çekmek, mümkünse onu taraftar olarak kazanmak yönünde olduğu görülür. Ve ne yazık ki bu tarzla, ne emekçiye hak kazandırılabiliyor ne de emekçinin gönlü kazanılabiliyor. Bizim, yoldaşlarımızdan beklediğimiz tutum, gittikleri yerlerde kuru propaganda yapmak, sembol ve sloganlarla iş görmek değil; sorunun özüne ilişkin çözümde rol almaktır. Bu yapıldığı takdirde, reklam pa- Devrimci Kişilik Devrimciliğin özüne değil şekline yapılan yatırımlar, kısa yol hesapları ve kolaycılık Türkiye solunu bir dönüm noktasına getirmiştir. Artık bu yolda benmerkezcilikle, sekterlikle, salt reklamla ilerlenemeyeceği çeşitli göstergelerle ve acı deneyimlerle ortaya çıkmıştır. Tabii bunun çözümü “dümeni sola kırmak” kadar kolay değildir. Devrimciliğin özü, vaktinde şu veya bu oranda ıskalanmış ve her şey böyle bir harçla bina edilmişse geriye dönüp binayı sağlamlaştırmak da kolay değildir. Bu nedenle biz ille de yoldaşlık ille de gelişmiş özgür kişilik diyoruz. Bu bizim her koşulda güvencemiz olacaktır. Sistemi yeniden kendi içimizde yaratmak, taşıdığımız zaafları gizlemek veya taşımakta ısrar etmek bize yakışmaz. Birbirimizi sevmek için çokça nedenimiz var. Ortaya koyduğumuz tablo, hepimizi kaplıyor; bu nedenle güzellikler de “günah”lar da hepimize ait ve hepimizin ürünüdür. Yoldaşlardan yoldaş beğenmek, eski alışkanlıklarla kişisel ilişkiler geliştirmek; o kişisel yakınlıkları örgütsel yakınlığın üstüne çıkarıp paylaşımda daralmak; bizlerin amaçladığı kardeşleşme karşısında bir dirençtir ve en azından geciktiricidir. Kendi iç ilişkilerimizde oluşturduğumuz pozitif atmosfer, dışa kapanmayı dost ilişkilerde sekterleşmeyi değil, aynı pozitif elektriği o ilişkilere de taşımayı gerektirir. Unutulmamalıdır ki dostuna (ki o da bir çeşit yoldaşlıktır) karşı sekterleşen, daralıp bencilleşen; koşullarının oluşması halinde yoldaşına karşı da daralıp sekterleşebilir. Çünkü taşınan öz, ne kadar bastırılırsa bastırılsın mutlaka biçimde yansır. Bunu önlemenin yolu, özü bastırmak değil, değiştirmektir. 48
Benzer belgeler
liseli dev-genç`ten
anladığımız demokrasiyi uygulayıp, sistemin
demokrasi yalanını açığa çıkarırken diğer yandan hedeflediğimiz demokrasinin ön biçimlerini şimdiden mücadele alanlarında yaratabiliriz.
Bu yaz geçen yıl...
1 - Devrimci Gençlik
Türkiye’de 68 hareketiyle gençlik, emperyalizme ve faşizme karşı ayağa kalktığında, halkın
üzerine serpilmiş ölü toprağını da söküp attı. 68
gençliği bunu nasıl başardı? Bu sadece çağrılarla,
mitin...