1 - Devrimci Gençlik
Transkript
1 - Devrimci Gençlik
Dev-Genç’ten M uhtevası politik olan öznelerin sık sık vurguladığı bir olgudur; ülkemiz gençliği küçük kıpırdanışlar olsa da bugün tam bir ideolojik bulanıklık, yüksek düzeyde örgütsel bir dağınıklık, muhalefette edilgen ve gündelik bir eylemlilik içerisindedir. Bilindiği gibi her tarihsel kesitte egemenlerin tüm saldırgan yöntemlerine karşı ezilenler direnmenin, zaferin yolunu bulmuştur. Topraklarımızda verilen özgürlük ve kurtuluş mücadelelerinin sayısı bunun göstergesidir. Baba İshaklardan Bedrettin’e, Mahirlerden günümüze dek yaratılan her değer başarılamaz denilenin anti tezi olmuştur. Bugün ülkemizde yaşanan durum ideolojik politik netliğe kavuşmuş, militan tarzda örgütlenmiş bir gençlik mücadelesi perspektifini ve hareketinin eksikliğini sancılı bir biçimde hissettirmektedir. Bu durum en genel anlamıyla ne kadar 12 Eylül Faşist Cuntası’nın yarattığı depolitizasyonun etkisi, reel sosyalizmin iflası vb. ile açıklanmaya çalışılsa da en somut haliyle mücadeleyi örgütleyen öznelerin sürece müdahalede takındığı tutumla da ilintilidir. Nietsche’nin “Öldürmeyen düşman güçlendirir” vurgusu bir aforizmadan çok anlama taşır. Zira toplumlara tarihinde ezilenler her yenilgiden başarıyla çıkmayı, yenilgilerden de öğrenilebileceğini ispatlamıştır. THKP-C’nin yaşadığı örgütsel yenilgiyi doğru analiz eden Dev-Genç çizgisi yüklenmiş olduğu sorumluluğun hakkını vererek bu yüzden Devrimci Yol’a evrilmiş ve Türkiye tarihinde adeta destan yaratacak bir süreci yaratmayı başarabilmiştir. Savrulmaların ve çaptan düşmenin nedenlerini ne kadar sistemin saldırganlığıyla ifade etsek de asıl sorun devrimci öznelerin işlevini yerine getirmemesindedir. Her türden gerici ve faşist baskıya karşı mücadele metotları aynı zamanda mücadelenin kılcal damarlarında gizlidir. Bu yöntemleri ortaya çıkarmanın tek yolu kavgada ısrar, öznellikten arınma, ideolojik netlik ve yoldaşlaşmanın yakalanabilmesiyle mümkündür. Bu yüzden DevGenç’in tarihi adeta bir rehber işlevi görmektedir. ODTÜ ÖTK’dan faşizme karşı mücadelede ezber bozan (Gazi Teknik Eğitim Direnişi) pratikler, Fatsa’dan Direniş Komiteleri’ne uzanan her pratik başarılamaz denilenin anlamsızlığı ve ezberin, statükonun geri bir duruşa neden olduğunun ispatı olmuştur. İdeolojik netlik ise her durumda sınıfsal özden kopmamanın teminatıdır. Kimileri reel sosyalizmin çözülüşünü ideolojik yenilgi olarak adlandırmış olsalar da Devrimci Hareket’imiz bu çözülüşü revizyonizmin iflası olarak açıklamış ve sınıfsal/ideolojik duruşundan geri adım atmamıştır. Bugün Dev-Genç’in yaşanan her gelişmede doru bir duruşta ısrar etmesinin mayasında da işte bu ısrar ve kararlılık vardır. STATÜKOYU AŞACAĞIZ! Statükoyu, varolanla yetinmeyi, sistem içi muhalefeti uygun gören egemen anlayışın dışına çıkılmadan varolan edilgenlikten çıkılamayacağı da bilinmelidir. Bizler devrimciyiz. Dev-Genç’liyiz. Hedefimiz anti emperyalist, anti oligarşik bir halk devrimiyle özgürlüğün/kurtuluşun yolunu açmaktır. Bizler bu hedefi gerçekleştirmek için yola çıktık. Gözü iktidarda olan salt muhalefetle yetinmeyen bir niteliğe sahibiz. Dönüştürürken gelişen , geliştikçe yön veren devrimci bir ruha sahibiz. Yeni bir sayı ile yoldaşlarımıza merhaba derken karşı karşıya kalınan tüm sorunların birikimlerimizin özverimizin yoldaşlığımızın yarattığı değerlerle aşılabileceğini ifade ediyoruz. Önder yoldaşımızı katlederek kavgamıza ve mücadelemize engel olmak isteyenlere verdiğimiz yanıt bu ısrarımızın göstergesidir. Sevgiyle kalın 1 Politika / Gündem DEV-GENÇ’Lİ OLMAK YAŞAMDA USTALAŞMAYI GEREKTİRİR Devrimciliğin bir hobi ya da aile, iş, aşk, eğlence vb. uğraşlardan arta kalan zamanlarda yürütülen bir faaliyet olmadığı tersine diğer bütün işlerin ya da uğraşların salt devrimciliğe hizmet edecek biçimde düzenlenmesi gerektiği hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Devrimcileşmeyen hiçbir ilişki tarzı bencillikten ve bireycilikten kurtulamaz. İster aile olsun isterse aşk ilişkisi bizim ölçeklerimize göre değil de sistemin alışkanlıklarına göre düzenleniyorsa orada karşılıksız sevginin ancak kırıntıları görülebilir. Devrimci Gençlik F izikte bileşke vektör hesaplanırken ona etki eden tüm vektörlerin yönü, ağırlığı hesaba katılmak zorundadır. Hesaba katılmayan, dikkate alınmayan her birimin sonuç üzerinde olumsuz etkisi olacaktır. Doğa yasaları ile toplum yasalarının kendine has özgünlükleri olsa da son tahlilde doğanın bir ürünü/parçası olan insanın ve kendi aralarındaki ilişkilerinin de bu işleyişin dışında tutulamayacağı aşikârdır. Toplumsal ilişkileri belirleyen faktörler çok köklü ve derindir. Tarihsel gelişim içinde oluşan sosyal psikolojiyi anlamak sanıldığı kadar kolay değildir. Bu konuda yürütülen akademik Politika / Gündem çalışmalar küçümsenmemeli ancak bizim de içinde olduğumuz ilişkiler ağı sonsuz derecede çok ve çeşitlidir. Toplumsal ilişkiler söz konusu olduğunda bazen çok basit bir mimik hareketi, jest, söz, davranış bile büyük önem taşır. İkili ilişkilerde bile o an sorulmaması gereken bir soru, yersiz yapılan bir şaka veya güvensizlik sayılabilecek bir davranış sıkıntıya yol açabilir. Yapılacak işin zorluk derecesi arttıkça/karmaşıklaştıkça hesaba katılması gereken yönler de çoğalır. Milyonlarca insanı kapsayan siyasal mücadele zemininde ise başarının kolay bir yolu olmadığı açıktır. Siyasal mücadelenin alanı sınıf savaşıdır. Siyasal mücadele çıkarları birbiriyle uzlaşmaz bir biçimde çelişen sınıfların (burjuvazi-prolet ar ya) savaşı olduğu kadar yine çıkarları birbiriyle çelişen ancak zaman içinde uzlaşabilir olan sınıf ve tabakaların da (küçük ve orta burjuvazi) duru- 2 munu dikkate almak zorundadır. Sınıflar mücadelesinin son derece çeşitli ve keskin olduğu bizim gibi ülkelerin devrimcilerinin omuzlarındaki yük çok daha ağırdır. İhtiyaçları ve talepleri birbirinden farklı sınıf ve tabakaların bir araya getirilip ortak bir hedefe yönlendirilmesi gerek kadrolar gerekse de siyasal özne açısından büyük bir birikim/donanım ister. İşçisinden köylüsüne; Kürt’ünden alevisine; kadınından gencine kadar küçük bir azınlık dışında toplumun hemen her kesiminin sorunlarının had safhaya vardığı, sistemle çelişkilerin hiç olmadığı denli büyüdüğü koşullarda halkı ortak bir payda da birleştirmek ve aynı hedefe yürümelerini sağlamak son derece yüksek bir gelişmişlik düzeyi ister. gun olanlarla daha nitelikli işler yapmayı hedefler. Kitle adına değil, kitleyle birlikte iş yapmaya çalışmak gerekir. Kitleyi kucaklamayan, harekete geçiremeyen olsa olsa ya bir gevezedir ya da yalnız kendine aşık sekter bir küçük burjuvadır. Kitleyi arkada bırakarak gözden kaybolmak kadar kitlenin arkasına saklanmak da yanlıştır. Birincisi sekterlikken, ikincisi kuyrukçuluktur. Eğitim çift taraflıdır. Kitlelere giden devrimciler bir yandan öğrendiklerini kitleye aktarırken diğer yandan kitleden öğrenmeye çalışmalıdır. Dev-Genç’li kendisini salt bir yönde değil her yönde geliştirmelidir. Nasıl ki, sürekli aynı tür gıdayla beslenen birisi çeşitli hastalıklara yakalanırsa; devrimciler de teoriyi aşırı abartıp kitap kurdu ya da entel olmaya çalışmak veya salt görev verildiğinde iş yapan, aksi durumda stop eden bir robota dönüşmekten de kendini sakınmalıdır. Devrimciliğin bir hobi ya da aile, iş, aşk, eğlence vb. uğraşlardan arta kalan zamanlarda yürütülen bir faaliyet olmadığı tersine diğer bütün işlerin ya da uğraşların salt devrimciliğe hizmet edecek biçimde düzenlenmesi gerektiği hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Devrimcileşmeyen hiçbir ilişki tarzı bencillikten ve bireycilikten kurtulamaz. İster aile olsun isterse aşk ilişkisi bizim ölçeklerimize göre değil de sistemin alışkanlıklarına göre düzenleniyorsa orada karşılıksız sevginin ancak kırıntıları görülebilir. Devrimci Gençlik tarihi incelendiğinde karşılıksız sevgiyi gördüğümüz kadar değerleri uğruna hiçbir çabadan ve fedakârlıktan kaçınmayan bir duruşla karşılaşırız. Devrimci Gençlik’in kesintisiz bir şekilde bu güne kadar yaşamasının temel sebebi tüm pratiklerini halk için halkla birlikte yapmasıdır. Devrimci Gençlik 15-16 Haziran gibi işçi direnişlerinde, fındık, tütün vb. mitinglerinde, anti-emperyalist eylemlerdedir. Devrimci Gençlik bir yaşam tarzının adıdır. Dev-Genç’li olunmaz, o kimliğin gereklerine göre yaşanır. O yüzden art niyetli olmadığı sürece herhangi bir kimsenin ya da çevrenin kendini Dev-Genç’li olarak ifade etmesi bizler açısından bir kızgınlık sebebi değil aksine bir sevinç kaynağı olmalıdır. Devrimci Gençlik kimliği onu hak etmeyenler için bir yük haline gelirken o kimliğin gereklerini yerine getirenler için özgürlük mücadelelerinin meşalesi olacaktır. DEVRİMCİ GENÇLİK ANCAK O KİMLİĞİN GEREKLERİNİ YERİNE GETİREBİLENLER İÇİN BİR MİRASTIR Günümüzde hemen her kişi ve siyaset bir şekilde kendisini Devrimci Gençlik ile ilişkilendirmeye, sahiplenmeye çalışıyorsa bunun başlıca sebebi onun içinde barındırdığı cevherdir. İster aynı kökenden gelsin isterse farklı bir kökene sahip olsun bu ismi taşımayı istemek güzeldir ancak bu durum o kimliğin gereklerini de yerine getirmeyi zorunlu kılacaktır. Bu ismi taşıyamayanlar altında da ezilirler/yok olurlar. Taşıyabilenler ise devrim denizine karışır. DevGenç’li olmak ne dağıtılabilecek bir payedir ne de madalya gibi taşınabilecek bir rozettir. DevGenç’lilik yaşam boyu süren bir disiplin gerektirir. Dev-Genç’li yaşamın her anını dolu geçirmeye gayret gösterdiği gibi bulunduğu her ortamı siyasallaştırabilen bir maya olduğunu asla aklından çıkarmamalıdır. Dev-Genç’li teoriyle pratiğin birliğini yadsımaz. Teoriyi bir dogmalar bütünü olarak değil; bir eylem kılavuzu olarak görür. Yüzeysel biri ancak sığ sularda yüzer. Engin denizlere asla ulaşamaz. Sadece küçük başarılarla sarhoş olur. Teorik çalışmaları laf cambazlığı için değil, yaşamı derinlemesine kavramak için öğrenir. Donanımlı bir devrimci düşmanlarını korkuturken, kendisini yetiştirmemiş, acemi bir devrimci ise ancak düşmanlarını sevindirir. Dev-Genç’li çalışma yaptığı alanda mümkün olan en geniş kitleye ulaşmayı ve içlerinden uy- 3 Politika / Gündem YENİ YÖK YASA TASLAĞI DEĞERLENDİRMESİ Devrimci öğrencilerin yıllardır dillendirdikleri, haklı mücadelesini verdikleri parasız eğitim hakkı ise yeni yasa tasarısında dillendirilmiyor bile. Patronların talepleri doğrultusunda yapılan çalışmalar sonucunda oluşan yeni taslak, üniversiteleri “kurumsallaşmış” ve “kurumsallaşmakta” olarak ikiye ayırıyor. Devrimci Gençlik E gemenlerin içinde bulundukları sürecin ihtiyaçları çerçevesinde, özellikle son yıllarda AKP iktidarı eliyle, toplumun bütün alanlarını yeniden düzenlediği bir süreçten geçiyoruz. Son 10 yıllık AKP iktidarında halka yönelik çeşitli saldırı yasaları yürürlüğe konuldu. AKP iktidarı; emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde torba yasalarla emekçilerin kazanımlarına, demokratik açılım yalanlarıyla Kürt halkına, emperyalizmin jandarması rolüyle kardeş Ortadoğu halklarına saldırdı. Tüm bu saldırı dalgasından ülke gençliğini pas geçmesi düşünülemezdi. Gerici neo liberal eğitim politikaları çerçevesinde 4+4+4 yasası, kıyafet zorunluluğunun kaldırılması, daha çok üniversitenin Bologna Süreci’ne katılması gibi değişiklerle eğitim daha fazla gericileştirilip, piyasalaştırıldı. Şimdi ise genel olarak halka ve özelde eğitim sistemine yapılan saldırıların bir halkası olarak Yeni YÖK Yasa Tasarısı karşımızda. 12 Eylül açık faşist rejiminin ürünü olarak ortaya çıkan YÖK’ün başlıca kuruluş amacı üniversiteleri faşizmin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmek, eğitimde neo liberal gerici dönüşümleri sağlamak ve eğitimi bir hak olmaktan çıkarıp, alınıp satılan pazar malına dönüştürmektir. Bugünkü yapısı ile YÖK egemenlerin bütün ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Bologna süreci gibi neo liberal dönüşümlere uyumlu, bürokratik engellere takılmadan hızlı hareket edebilen bir yapıya ihtiyaç duyulmaktadır. Tam da bu ihtiyaca yönelik; zaten anti -demokratik yapısı defalarca teşhir olmuş, “yıpranmış” YÖK yerine; AKP’nin halkın demokrasi özlemini kullanarak duyurduğu, demokratik, özerk, otoriter olmayan Politika / Gündem üniversite yalanları ile üniversiteleri tamamen sermeyanin kontrolünde ve piyasaya yönelik çalışma yapan kurumlar haline getirmenin adıdır Yeni YÖK Yasa Tasarısı. Aslında yeni YÖK yasa tasarısı sürecini özetleyecek gündemlerden biri de kuşkusuz ki geçtiğimiz günlerde cemaatin ön ayak olduğu Ortak Akıl Toplantısı olmuştur. Yeni YÖK yasa tasarısı sürecinde üniversitenin ana öznelerinden olan öğrencilere, üniversite emekçilerine herhangi bir söz hakkı verilmeyip, dostlar alışverişte görsün edasıyla akademisyenler sözde tartışmalara figuran edilmişlerdir. Bu süreçte herkesin söz söylemesini önemseyen demokrasi havarisi çevreler sözümona Ortak Akıl Toplantısı, özünde bir tiyatro, tertip etmişlerdir. Yeni YÖK Tasarısı niyeti de ayan beyan Enver Yücel’in; “ABD marketlerinde satılık çok üniversite var. Eğer biz finansman konusunu çözemezsek bütün tartışmalar kâğıt üzerinde kalır. Üniversitelerimizi memuriyetten çıkaralım. Çıkaralım akademisyenlerin bütününü sözleşmeli yapalım. Bu model anlayışını egemen kılarsak özel, vakıf, devlet üniversitelerinin bir ayrımı olmaz. Birisinin parasını devlet, ötekini veli, diğerini vakıflar verir. Üniversiteler batar, batsın bırak. Amerikan marketlerinde çok satılık üniversite var. Ama bazı üniversiteler de çıkıp çok iyi noktalara gider diye düşünüyorum. Üniversitelere rekabeti nasıl getireceğiz? Bir, üniversite kendi öğrencisini seçemiyor. Kendi finansmanını oluşturamıyor. Finansman yaratacak kaynaklara gidemiyor. Ayrıca mütevelli heyeti devlet üniversitelerine de konulsa kötü mü olur?” sözleriyle ortaya konmuştur. Oligarşi kendini oldukça açık ve net ifade etmiştir. Enver 4 Yücel ve diğer patronların sözleri açıktan açığa yeni YÖK Yasasından ne beklediklerini göstermiştir. Onlar eğitim, daha kolay alınıp satılması gerektiğini, öğrencinin müşteri olması gerektiğini ve kendi bekaları için bilim emekçilerinin köleleştirilmesini savunmuşlardır. Bu anlayış bilim üretmez, bilim üretmeyi de hedeflemez. Yıllardır her alanda yaptıkları talanı eğitimde de artırarak sürdürmek isterler. Yeni YÖK Yasa tasarısının getirdikleri... Taslağa göre YÖK’ün ismi değiştirilip adı TYK olacak. Daha önce harçların kaldırılmasında gördüğümüz tertibin bir benzeri bu taslakla karşımızda. Birinci ve örgün eğitimlerde harçlar kaldırılıp ikinci öğretimdeki arkadaşlarımızın harçları kaldırılmazken, siyasi iktidar ve onun yandaşları harçların tamamen kaldırıldığı imajını yaratıp eğitimin kanayan yarasına çözüm bulduklarını ve parasız eğitim sağladıklarını söylüyorlardı. Oysa mevzu bundan çok uzaktı ve hala ikinci öğretimdeki arkadaşlarımız harç ödemekte ve eğitim alanı bütünüyle ticarileşmektedir. Bugün benzeri şekilde YÖK kalkıyor, üniversite demokratikleşiyor, özerkleşiyor aldatmacasına geçit vermemek ve teşhir etmek gibi görevlerimiz vardır. Bu söylemi; üniversiteye yaklaşım, bakış açısı Enver Yücel’in ifade ettiği gibi iken YÖK’ün isminin değişmesi bir anlam ifade etmez. TYK’nin en üst yetkili yapısı Genel Kurul’un 21 üyesinin 5’ini TBMM, 5’ini Bakanlar Kurulu, 5’ini cumhurbaşkanı, 6’sını ise Rektörler Kurulu seçecek. Yeni haliylede mevcut durumda olduğu gibi öğrencilerin üniversitenin gerçek bileşenlerinin yönetimde herhangi bir söz hakkı bulunmayacak. Devrimci öğrencilerin yıllardır dillendirdikleri, haklı mücadelesini verdikleri parasız eğitim hakkı ise yeni yasa tasarısında dillendirilmiyor bile. Patronların talepleri doğrultusunda yapılan çalışmalar sonucunda oluşan yeni taslak, üniversiteleri “kurumsallaşmış” ve “kurumsallaşmakta” olarak ikiye ayırıyor. Kurumsallaşmakta olarak nitelendirdikleri üniversiteleri doğrudan TYK’nin yönetmesi planlanıyor. Kurumsallaşmış olanların ise; “mütevelli heyeti”nin diğer adıyla üniversite konseylerinin oluşturulup yönetmesi tasarlanıyor. 11 üyeden oluşacak bu konseyde Bakanlar Kurulu ve Yükseköğretim Kurulu’nun ilgili üniversite profesörlerinden seçtiği ikişer üye, mezunlar arasından seçilecek 1 üye ve bulunduğu ilde en çok vergi veren veya en çok bağış yapan 1 üye yer alacak. Böylece sermaye doğrudan üniversite yönetimine katılmış olacak. Yabancı üniversiteler, Türkiye’de yüksekokul ve fakülte açabilecek. Bu yükseköğretim kurumlarının kontenjanlarını YÖK belirleyecek. Özel sektör üniversite açabilecek. Vakıf aracılığı gerekmeyecek. Mevcut yasada sadece vakıflar üniversite kurabiliyordu. Böylelikle patronlar vakıf kurmak gibi bürokratik engellere takılmadan hızlıca ve doğrudan özel üniversite açabilecekler. Yabancı üniversitelere izin verilmesiyle beraber emperyalist tekeller ülkemizde daha rahat ve doğrudan üniversite açabilecekler. Emperyalizmin ve oli- 5 Politika / Gündem garşinin eğitim alanındaki talanını sekteye uğratan, yavaşlatan bütün engeller böylelikle kaldırılmış olacak. Yeni taslakta dikkat çeken diğer kavramlar ise, mali özerklik ve yönetsel özerklik kavramlarıdır. Mali özerklik kavramı ile beraber üniversitenin kendi kaynaklarını yaratması öngörülüyor. Bu da üniversitenin daha fazla piyasalaştırılması, sermaye için ar-ge çalışması yapan şirketlere dönüşmesinin önünü açıyor. Bilim tam olarak alınıp satılması gereken bir meta halini alıyor ve üniversite kar etmeyeceği alanlarda bilimsel çalışma yapamaz duruma geliyor. Bu haliyle de bir kez daha bilim, özerklik, demokratiklik için değil sermaye için çalışmalar yürütüldüğü açığa çıkıyor. Yeni disiplin yönetmeliği ise tam da bu demokrasi tiyatrosunun perdelerinden biridir. Tıpkı harçlar mevzusunda ve ‘YÖK kalkıyor ‘yalanında olduğu gibi yine öğrencilere yönelik baskılar üniversitede siyaset yasağı kalkıyor manipülasyonu ile meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Akademisyenler için yeni YÖK yasası kölelik koşullarında çalışma anlamına geliyor. Üniversiteyi kar kapısı, bilimi meta olarak görenler, akademisyenler için de bu tabloda esnek, güvencesiz ve sözleşmeli çalışma dışında herhangi bir şey vaad etmemektedir. Bu konuda “ortak akıl” bakın ne diyor; Fatih Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan: “Akademisyenlerin özlük koşulları iyileştirilmeli. Maalesef Türkiye’de devlet üniversiteleri başta olmak üzere vakıf üniversitelerinde mecburen piyasa koşulları oluşuyor. Akademisyenlerin özlük hakları iyileştirilse ve ‘gelin siz bize lazımsınız’ diyerek belli anlaşmalar sunulsa, en azından devlet üniversitelerindeki akademisyenlerin maddi sıkıntıları olmaz.” Akademisyenlerin özlük koşulları iyileştirilmeli derken aslında ‘gelin siz bize lazımsınız’ anlayışıyla Politika / Gündem akademisyenler, bilim üretecek kimseler olarak değil kar için lazım olan araçlar olarak görülüyorlar. Ayrıca akademisyenlere performans ölçümüne dayalı bir puanlama sistemi getiriliyor. Bu puanlama sistemiyle akademisyenler bilimsel çalışmalar yerine sermaye için yapılan çalışmalara yönlendiriliyor. Sermayenin yararına çalışma yürütmeyen akademisyenlerin itibarsızlaştırılması öngörülüyor. Akademisyenlerin özlük haklarının sözleşmelerle -siz onu güvencesizlik diye okuyun- çözülmesi mümkün değildir. Özetle yeni YÖK Yasa Taslağı üniversiteleri emperyalizm ve oligarşi için bir kar kapısına çeviricek, piyasa için ar-ge çalışmalarının yapıldığı şirketlere d ö nü ş t ü re c e k , akademisyenleri sermayenin kölesi olmaya zorlayacak ve başta öğrenciler olmak üzere bütün üniversite bileşenlerini disiplin yönetmeliklerinin dişlileri arasında ezen; söz, yetki, karar aşamalarından uzak tutan bir saldırı yasasıdır. 4+4+4’ün, birinci öğretim harçlarının kaldırılması tiyatrosunun, dersanelerin özel okullara dönüştürülmesinin, kılık kıyafet yönetmeliğinin değiştirilmesinin tamamlayıcısıdır. Biz Devrimci Gençlik olarak emperyalizmin ve oligarşinin üniversitelerimize saldırılarına karşı göğüs germek gerektiğini biliyoruz. Bunun için üniversitelerimizi şirketlere, ticarethanelere dönüştürmelerine karşı; eşit, parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde bir eğitimin mücadelesini okullarımızda, amfilerde, sokaklarda, büyüteceğiz. Ülkemizin karanlığa teslim olmasına izin vermeyeceğiz. YÖK ya da her ne adla anılırsa bu gerici kurumu tarihin çöplüğüne yollayacağız. Biz DEV-GENÇ’liler tarihi sorumluluklarımızın farkında olarak YÖK’e karşı mücadelenin faşizme karşı demokrasi mücadelesinin bir parçası olduğu bilinciyle hareket ettik ve edeceğiz. 6 İZZETTİN ÖNDER’LE YENİ YÖK YASASI ÜZERİNE SOHBET ETTİK Y olculuk Dergisi: Hocam Merhaba. Sizinle yaklaşan yeni YÖK sureciyle ilgili konuşmak ve fikirlerinizi almak istedik. Aynı zamanda sürekli yerleşik bir YÖK sıkıntısı zaten öğrencilerde var. O yüzden isterseniz ilk sorumuzla sohbete başlayalım. Sizce yeni YÖK taslağı bugün neyin ihtiyacı olarak doğdu. YÖK’ün üniversitelerde yapamadığı ya da tamamlayamadığı ne vardı da artık yeni bir sürece ihtiyaç duyuldu. Yeni uygulamayla daha hızlı hareket edebilecekleri bir süreç mi yaratılmaya çalışılıyor ya da tam olarak bu yeni hamle neye karşılık düşüyor. İzzettin Önder: Bilindiği gibi küreselleşme ve finansallaşma neoliberal dönemin iki temel ayağı, dolayısıyla önce şuna bakmak lazım; eğitim ideoloji üretme mekanizmasıdır. Althusservari bir tanımlamayla bakacak olursak bu tanımlamayı yaparız. Örneğin bizler üniversiteyi tanımlarken onun toplumun en üst kademesinde ve adeta toplumun beyni, topluma ışık saçan, bilgi üreten, bilim üreten, teknoloji üreten bir alan olduğunu ifade ederiz. Dikkat edilirse burada toplum vurgusu ön plana çıkmaktadır. Ama kapitalizmde toplum bir karar mekanizması değildir. Kapitalizm oluştuğundan beri karar mekanizması sermayedir. Bu 1648’de ulus devletin kurulmasından sonra şekillenen bir süreçtir. Bu durum 196070’ler ve dahası 2008 kriziyle birlikte daha da boyutlanmış durumda. Bugün gelinen süreçte bunun yansımalarını görmemek neredeyse imkansız. Yaşananlar esas itibariyle neoliberal yani uluslararası ve emperyal sermayenin müdahalelerinin bir sonucudur. Bu yüzden konu bağlamında bir değerlendirme yaparken ve bugün yapılan müdahaleyi değerlendirirken, ona karşı çıkarken esas karşı çıkış noktasının ne olduğunu doğru algılamamız lazım. Böyle bakıldığında yaşanan süreç aynı zamanda klasik liberalizmden neo libaeralizme doğru izlenen sürecin nasıl geliştiğini de ortaya koymaktadır. Klasik liberalizmden farklı olarak neoliberalizm ileriye yönelik toplumun çıkarını (kendisi açısından toplumu şekillendirmek) bütün kurumlarını ona göre ayarlayan, ona göre tetikleyen bir dokudan uzaktır. Örneğin sosyal devlet anlayışında toplumun gelişmesi vardır, bölgesel dengesizliğin giderilmesi vardır. Hatta gelir dağılımının düzeltilmesi vardır. Dolayısıyla bu dönemde az ya da çok toplum için alınan kararlar salt piyasanın oluşturduğu kararlara bırakılmıyordu. Onun aksaklıklarının giderilmesi yoluna gidilmeye çalışılıyordu. Bu başarılıdır ya da başarısızdır ayrı bir konu. Kaldı ki bu da ayrı bir aldatmaca ve uyutma mekanizmasıydı. Dolayısıyla doğrudan piyasaya müdahale etmeden arızaları gidermek hakikaten bir pansuman tedavisi olarak algılanmalıdır. Ve kalıcı çözümler olarak değerlendirilmemelidir. Bugün neo liberal döneme geldik. Buna monokratik dönem de deniyor. Bu diğerinden daha farklı bir durum. Farkı, piyasa dışında belirlenmiş olan, hiçbir toplumsal hedefin gözetilmemesidir. Piyasa ne emrediyorsa o oluyor. Burada herkes kendisinden sorumlu. Böyle olunca da hiçbir toplumsal hedef gözetilmiyor. Dolayısıyla üniversitelerin de artık bir toplumsal hedefe yönelik olarak, gençlerin okutulması belli amaca yönlendirilmesi -hatta sermayeye emek olarak hazırlanması- amacı da yok burada. Çünkü, orada da “herkes kendinden sorumludur artık” hedefi gündeme 7 Politika / Gündem hizaya diziliyor. Bunu da topluma kan değişimi diye anlatıyorlar. Mesela Einstein kuramlarını bulurken kan değişimi mi yapmıştı veya Marks kan değişimi mi yapmıştı? Hayır. Bir şeye bakmışlar onun üzerinde yıllarca çalışmış ve ortaya yeni bir şeyler koymuşlardı. İnsan tembelliğini kan değişimiyle de sürdürür, aynı yerde kalarak da. Dolayısıyla bu yer aranırken insanlar kendi kendilerini kontrol etmeye başladılar. Üniversiteler tek hizada olduğu için Amerika’da farklı bir üniversite sokakta farklı bir ses yoktu. Avrupa, kültürel olarak biraz daha farklı ama onlar da hizaya geliyor. Biz hizaya geliyoruz. Dolayısıyla bir ekol yaratılıyor, özellikle sosyal alanda. Hatta tıp alanında da bir ilaç bulunduysa, bir laboratuar üretiyorsa ondan para kazanıyorsa bir üniversite ondan bağımsız araştırma yaparak o ilacın yan etkilerini, hatalarını ve zararını ilan etmemelidir. Çünkü ondan para kazanıyor. Dolayısıyla bilim üretimi, bilimin yaygınlaştırılması hatta “bilim” yok artık. Üniversite, sermayenin istediği, çıkarını zedelemeyecek, doğrultuda bilgi üretiminde kullanılıyor. Şimdi ikinci olarak bizim gibi üniversitelere geldiğimizde yani -geri ülke- üniversitelerinin teknoloji üretmeyecek, ileri ülke üniversitelerinin arkasından gidecek bir teknik meslek yüksek okulu olarak tasarlandığını görüyoruz. Şimdi bizim gibi devletlerden, ekonomilerden korkulur. Biz farkındayız işin. Amerika o kadar farkında değil, çünkü çok zenginler. Bizim derdimiz var; maaş derdi var, toplumsal fakirliği görüyoruz. O zaman akademi okuyor, yazıyor. Durmadan yedi mızraklı ilmihalde okusa başka şey düşünmeye de başlayabilir bir yerden sonra cin gibidir. O zaman bu insanlar eğer bir şey olursa düşünmeye başlar; “Bu fakirlik nedir? Bölgesel dengesizlik nedir? Biz niye geri kaldık?” diye sormaya başlar böyle olursa da zararlı olur. O zaman bizim geliyor; başarısından ve başarısızlığından. Ve sermayenin sıkışıklığından zaten bunlar çıktığından hiçbir maliyet paylaşımına katlanmak istemiyor. Şu anda eli de çok rahat, “komünizm tehlikesi” de yeryüzünde yok. Artık istediği gibi rahatça oynayabiliyor. Böyle baktığımızda bugün üniversitelere getirilenler üniversitenin ihtiyaçlarından, topluma daha iyi hizmet etsin mantığından gelmiyor. Bu monokrasiye ulusal sermayeye, emperyalizme daha iyi hizmet etsin mantığıyla geliyor. Şimdi o mantık nedir diye baktığımızda, yani ne yapılmaya çalışılıyor diye baktığımızda; bir, üniversiteler serbest bırakılmıyor. 1981’deki YÖK’te denetimleri merkez eline almıştı. Bu; seçim ve atama şeklindeydi. Bu bir oyun tabi. Ama onunla yetinilmedi şimdi daha yakından bir mekanizma kurulmaya çalışılıyor. Yani, iş çevrelerinin, vergi verenlerin üniversitenin yönetimine katılması; akademisyenlerin tam gün olmadan, geçici olarak istihdam edilmesi, asistanların sadece araştırmacı olarak çalıştırılması gibi. Bunların hepsi birer “terbiye” mekanizmasıdır. Nedir o terbiye? Bu terbiye iki yönlüdür. Bir yönü (ileri yönlü ülkelerde olan) üniversiteler sistemin dışında bir görüş üretmesinler. Bugün Amerika’ya baktığımızda doktorasını yapan bir insan başka bir üniversiteye gitmek mecburiyetinde, zaten bize de oralardan geliyor. Şimdi bu durum ne yapıyor? Öğrenci doktorasını yapacağı zaman bütün üniversiteler aynı Politika / Gündem 8 gibi üniversitelerin onların arkasına takılması lazım. Çok sıkı denetlenmesi lazım, siyasi denetim oluşturulması lazım. Onun için bu paralı olması falan hep bu terbiye olsun diyedir. Para bir terbiye etme mekanizmasıdır, piyasa insanları terbiye eder. İnsanlar, -dikkat edinpiyasaya itiraz etmezler, ekmek alamaz, çöpten alır, fakirim der. Ama ben alamıyorum ne biçim piyasa, bu nasıl devlet demez insanlar. Dolayısıyla bizim gibi ülkelerden korkulur. Haklılar da korkmakta, onun için bu tehlikenin terbiye edilmesi lazım. Terbiye edilmesinin yolu da piyasaya açılması. Şimdi YÖK bunu yaptı, ama kısmen yaptı. O yüzden hala 6 Kasım’da talebeler ayakta. Çünkü bir organ reddi yaşanıyor. Yani şimdi piyasaya atıldıktan sonra hiç bir şey fark edilmeyecek artık. Amerika’da nasıl fark etmiyorlar. “Benim üniversite mukavele sürem bitti yeni üniversite arayacağım.” Sanki bir arkadaşımın nikahı oldu nikahta şahitlik yapacağım gibi bir şey bu. Algılamıyor niye bunun neden olduğunu, sistem içinde bir mekanizma. Hani mesela “Benim niye saçlarım beyazlıyor?” demem gibi bir şey. Buna bir sürecin doğal unsuru gibi bakılıyor. Ama biz algılamaya başlıyoruz, bizden korkulur. Dolayısıyla daha sıkı bir denetim, daha yakın bir markaj ve ihmal edilemeyecek bir sürece sokulmaya çalışılıyor üniversiteler. Yolculuk Dergisi: Kapitalizmin içinde bulunduğu krizin sürece etkileri nelerdir? Özelde 2008’den bu yana yaşanan bunalımın etkilerinin giderek daha açık yaşandığı bir süreçte, üniversitenin bu duruma tepki gösterebilecek alanda olması bu yeni süreci hızlandırmış mıdır? İzzettin Önder: Olabilir. Buna başka tahlillerde yapılabilir. Ama şöyle diyelim, şu an Türkiye’ de sürecin bu kadar hızlandırılması 1980 YÖK sürecinin devamıdır. Yani dikkat edin bütün iktidarlar gelince -ki buna Ecevit de dahil- YÖK’ü kaldıracağız diye gelirler. hiçbiri kaldırmadı, kaldırmıyor. Çünkü bu bir mekanizmadır. Siyaset, kapitalizmde sermayenin politik kararlardaki uzantısıdır. Halkın falan değil. Seçim göstermelik bir olaydır. Dolayısıyla böyle baktığımızda krizle beraber şu ortaya çıktı ya da belirgin oldu; kriz insanları savurunca başlarına gelebilecek belayı nispeten kabul edebilir oldular. Bugün devletin parası yok deniyor, her şey özelleşiyor. Bugün mesela yolları özelleştiriyorlar, satıyorlar. Devlet öyle bir dağıttı ki - savurdu ki- insanları, kimsenin de fazla sesi çıkmıyor. Bu neoliberal politikalar krizle daha da yerleşiyor aslında. Mesela Yunanistan’a bakınca emekliliğe ciddi bir darbe vuruldu, emekliliğe bizde de darbe vuracaklar. İnsanlar maaşlarının kısılmasına, haklarının alınmasına razı oluyorlar. Bu neoliberal politika iyice yerleştiriliyor aslında. Bu sırada üniversiteyi de halletmek istiyorlar. Yani batı üniversitelerinde bunu parayla hallediyorlar. Mesela artık kültürel bir ekonomi eğitimi, sosyoloji eğitimi çok fazla yok. İşletme okullarına dönüşüyor. Orada Business School dedikleri, Avrupa’da çok büyük okullar. Mesela bu iktisat teorisini geliştirme biçimlerine baktığımızda İngiltere’de kraliçenin Londra İktisat Okulu’na gidip adeta hesap sorması çok manidardır. “Bu krizi siz niye öngöremediniz?” diye sormuştur. Bir iktisat okulu var ama böyle bir fonksiyonu da yok. Yani ne kriz öngörüyor ne tedavi geliştiriyor ne de yoksullukla uğraşıyor. Biraz süslü teoriler yapıyorlar. Artık kapitalizmin sorunlarına çare olabilecek, çözümsel çare bulabilecek bir alet falan geliştiremiyorlar. Çok abuk sabuk meselerle uğraşıyorlar. Çok çarpıcı gelecek. Benim oğlum da iktisat okuyor. Doktorasına baktım, Harvard’tı sanırım. Bakıyorum ne tezi diye, abuk sabuk siteler var; “Doğum kontrolünde doğum kontrol hapı mı daha etkilidir yoksa kontraseptif müdahaleler mi?”. Bu tıbbi bir meseledir. Pratikte ortaya çıkan bir meseledir. Deneylerle ortaya konabilir. Şimdi bu iktisadın konusu mudur? Ne yapacak; “Şu kadar kişiye sorduk yüzde onu şu çıktı, yüzde onu bu çıktı.” mı diyecek? Zaten bunları da bilgisayara geçiren programlar var. Sayıları koyuyorlar bilgisayar otomatik geçiriyor sonra tablolar çıkıyor ortaya. Yok standart sapmalar, şunlar bunlar. İnsanlarda bunu bilim zannediyor. Bunca toplumsal soruna çare bulunmuyor. Bir başka örnek, “İnsanlar neden göçüyor, kimler hangi eyaletten hangi eyalete göçtü?”. Bu “Benim kolum kırıldı.” demek gibidir. Görüyorsun kırıldı işte. Kol niye kırıldı ona kafa yor. Şimdi bunun trigonometrisini, matematiğini çıkarmanın ne anlamı var. Ama esasa girmek istemiyorlar, bü- 9 Politika / Gündem Siyaset, kapitalizmde sermayenin politik kararlardaki uzantısıdır. Halkın falan değil. Seçim göstermelik bir olaydır. Dolayısıyla böyle baktığımızda krizle beraber şu ortaya çıktı ya da belirgin oldu; kriz insanları savurunca başlarına gelebilecek belayı nispeten kabul edebilir oldular. Bugün devletin parası yok deniyor, her şey özelleşiyor. Bugün mesela yolları özelleştiriyorlar, satıyorlar. Devlet öyle bir dağıttı ki - savurdu ki- insanları, kimseninde fazla sesi çıkmıyor. Bu neoliberal politikalar krizle daha da yerleşiyor aslında. tün mesele bu. Onun için etrafta geziniyorlar. Yolculuk Dergisi: Geçtiğimiz günlerde bir “Ortak Akıl” toplantısı tertiplendi. Yoğunlukla patronların bir araya geldiği bir toplantıydı. Üniversiteyi tartıştılar ve orada öğretim görevlilerinin, daha özgür olabilmesi için sözleşmeli olmaları gerektiği, bütün üniversite emekçilerinin sözleşmeli çalışmasının emekçiler için daha iyi olacağını, daha rahat hareket edebileceklerini söylediler bu önermeye nasıl bakıyorsunuz? Ayrıca üniversiteye yönelik bu saldırıyı, muhattablarda bu kadar ayyuka çıkmışken, toplumun geneline yönelik bir saldırı olarak ele almak sizce doğru bir bakış açısı mıdır? İzzettin Önder: Bu proje aslında TÜSİAD çalışmlarında da yer alan bir proje. Bir kısmı Avrupa çalışmalarından çeviri de olabilir. İki tür devlet sistemi vardır. İtalyan ekolünden beri, bunlardan birisi organik devlet görüşüdür. Burda devlet vatandaşlarından aritmetik toplamının dışında, onun üzerinde bir şeydir. Burada devlet vatandaş için çalışır, doğrudur. Ama bu biraz yanlış tercüme ediliyor. Vatandaş devlet için çalışıyor deniyor ve sonuçta devlet bir şeyler emredebilir şeklinde bir mantık oluşuyor. Bu tıpkı Keynes politikalarındaki gibi. Keynes enflasyon olsun dememiştir ama siyasiler bunu çok uç bir noktada kullanınca enflasyon yapmıştır. Bu da böyle bir şey. Bahsettiğim organik devlet görüşü telekrotik yani ileriye yönelik hedefleri olan devlettir. Dolayısıyla burada kamusalcılık yani toplumsalcılık vardır. Benden siz de sorumlusunuz, sizden Politika / Gündem ben de sorumluyum. Zaten yeniden gelir dağılımı politikaları bölgesel dengesizlikler piyasanın üzerinde ve dışında bu mantıkla işletilir. Yeni devlet, buna bireyci ya da bireyselci devlet de deniyor, şimdi ampul aydınları bu görüşleri özgürlük diye satıyorlar. Görünüşte güzel gerçekten ben bireyim demek ama bu koskoca adada yalnızsınız anlamına geliyor. Kimsede sizden sorumlu değil, ne gelirinizden ne eğitim düzeyinizden ne başarınızdan ne de başarısızlığınızdan. Sizsiniz hepsinin sorumlusu. Bu bireyci devlet modeli artık çözülen devlet modelidir. Bu monokratik devlet modelidir. Piyasa sana ne veriyorsa sen bireysel işletme olarak piyasada ne kadar risk alabiliyorsan, ne kadar yırtıcıysan o kadar yer kapatabilirsin ama yarın mahvoladabilirsin. Bunların tamamının sorumlusu sensin, kimsenin sorumluluğu yok. Devlet sadece fiziksel müdahaleleri, tramvaları önleyecek, kanunlar yeni uygulama nizamnameleri yapar. Kimse kimseye fiziksel müdahale etmeyecek ama piyasa ediyor zaten. Devlet piyasanın işleyişi için oluşan herhangi bir şeyde haksız diye bir kavram yok zaten piyasanın oluşturduğu bir şey bu. Sonuç olarak haksızlık diye bir şey yok. Dolayısıyla devlet müdahale etmiyor. Bu tabi ki özgürlük algılamasının kasıtlı bir şekilde çarpıtılmasıdır. Özgürlük olur bir anlamda, belki kapitalizmin ilk döneminde, klasik liberalizmin ortaya çıkışında ama o zaman sermaye bu boyutta değildi. Hakikaten herkes bir miktar birbirine eşitti, kaldı ki ortada kentsel insanlar vardı kırsal insanlar vardı 10 ama daha çok kentsel alanlar için yapılmış bir teoridir. Kamu hukukunun emredici ama özel hukukun mukavele serbestisi taşıması da burdan geliyor. Bunun mantığı ise, herkes birbirine denk güç olarak ele alınıyor. Gelişmemiş toplumlarda bu konuda farklılıklar ortaya çıkınca güçler değişmeye başlıyor. Dolayısıyla bizim gibi toplumlarda özel hukukta mukavele serbestisi sözü tamamıyla güçsüzü güçlüye ezdirme mekanızmasıdır aslında. Yani batı kadar samimi değildir. Batıda bu biraz daha farklı ortaya konmuştur. Batıda iki yüz, üç yüz sene bir gelişme söz konusu ama Türkiye gibi ya da bir geri ülke modelinde olduğu gibi böyle bir şey yapamayız biz. Üniversite hocalarının da mukavele serbestisi ile özgür olması gibi bir şey yok. Üniversite bir kurumdur. Ama birey çaresizdir orada. Dolayısıyla iş güvencesi çok önemlidir. Bu aslında üniversiteyi tek tipleştirme modelidir. Kovulma tehlikesine karşı bilim emekçilerinin “Ben fazla suya sabuna dokunmayayım” demesi istenir. Ya da “Bu hoca marksisttir, bu hoca solcudur, bu hoca tıpta öyle araştırmalar yapıyor ki ilaç endüstrisini tehlikeye sokuyor” denmemesi gerekmektedir çünkü iş güvencesi yok ortada. Nitekim Amerika’da bunu görüyorsunuz. Mesela krizden sonra bir sürü insanın kitabını okuduğunuzda -ki bunların bir kısmı Nobel almış insanlardır- hiçkimsenin alışılmış konuşma çizgisinin dışına çıktığını görmüyorsunuz. Bir tanesi bile Marks’ın lafını etmiyor şu krizle ilgili. Kaldı ki yeni akımda kriz teorisi yoktur, Marks’ta vardır. Bir bölüm olarak yoktur da dağınık olarak vardır. Bu insanlar çizginin dışına çıkmaya korkuyorlar çünkü çıktıklarında “hocam kusura bakmayın” der kovarlar ya da zorluklar çıkarırlar. İnsanlar da bunu yaşamak istemiyorlar. Sistemin mantığı böyle işliyor. Dolayısıyla insanların mukavele serbestisiyle özgür olacağı tamamen bir aldatmacadır. Bu durumun özgürlükle, bireysellikle alakası yok. İmkanlar yönünden önüm açık olsa, seçiş özgürlüğüne sahip olsam, yani ekonomik gücüm olsa, pekala özgür olayım ama sistem bunu kapattıktan sonra ben özgür falan değilim. Nitekim bu görüşün en büyük temsilcisi Friedman bunu en açık şekilde ortaya koymuştur. İngilizcesi “free to die”, ölme özgürlüğüne sahipsiniz; ölebilirsiniz. İş bulamadıysanız gidip ölün yapacak bir şey yok. Hatta Friedman bunu çok daha katı bir şekilde ifade etmiştir; eğer bir insanın hayatının kurtarılması başka bir insandan vergi alınmasına yani varlığından bir şey alınmasına bağlıysa bunu da yapamazsınız demiştir. Böyle bir devlet erki olamaz diyor Friedman. İnsan ölecekse ölecektir. Bunu açıkça söylemiştir ve yazmıştır da. Şimdi bu tabi ki sermayenin gücüdür. İnsanlar sermayenin ağzıyla konuşuyorlar. Bunu özgürlük olarak görüyorlar. Yoksulluk ve zenginlikte göreceli kavramlardır. Herkesin yoksul olduğu bir yerde hissetmeyiz, patetes ekeriz onunla da yaşarız. Ama kapitalizm şekillenmeye başladı. Kapitalizm ilerlerken gelir dağılımı bozulur. Yolculuk Dergisi: Kimi yazarlar üniversitenin paralı olması gerektiğini alenen savunu- Hitler nasıl bir nesil yetiştirmeye çalıştı? Sarışın, mavi gözlü bir Alman ırkı yetiştirecekti. Bu esir kapmların da bu konuyla ilgili esirleri doktorların denetiminde cinsel ilişkiye soktular. Hatta bu çok soğuk havada olabilir mi çok sıcak havada olabilir mi diye bunun testlerini yaptılar. Şimdi bizde de belki doğrudan bunun gibi değil ama yine de kafasal bir ırk yetiştirilmeye çalışılıyor. Zaten 4+4+4 bunun tabanını oluşturdu. Üniversite zaten arada kalıyordu. Yukardan memur atamaları vesaire oluşturuldu. Zaten üniversitede böyle bir değişim planlanıyordu. Şimdi legonun o parçasıda tamamlanıyor. 11 Politika / Gündem yorlar ve üniversitenin paralı olmasının, hatta bu paraların geçmiş dönemde ödenen -yalnızca birinci/örgün eğitimlerden kaldırılan- harçlardan daha yüksek miktarlarda olması gerektiğini, bunun üniversitenin teknik imkânlarını ve gücünü arttıracağını savunuyorlar, bunları tartışıp tartıştırıyorlar. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir? İzzettin Önder: Öncelikle, kapitalist devlet bir vergi devletidir. Malı mülkü olmadığı için iki şeyden yoksundur; bir tanesi kullanabileceği paradan yoksundur, ne kadar para alırsa vergi o kadar kullanılabilir, almazsa da enflasyon olur. İkincisi; kendi parası olmadığı için öyle kamusal kararlar da yoktur. Sermaye vergi verdiği zaman komut da verir. İşte devletin küçültülmesi denmesi budur. Eğer devlet vergi devleti ise, aldığı vergilerle bu işi yapıyor ise o zaman şu sorulur; neden sadece üniversiteye giden gençlerin, mali durumuna bağlı olarak, yani ailesinin maddi durumuna bağlı olarak, para gelecekte gençler bundan yararlanacak diyeceğiz. Düşünsenize, yani hiç çocuğu olmayan aileler buna katkı yapamayacaklar. Bunun yerine devlet, adam gibi vergi alsın, gelen gençlerden bağımsız olarak üniversite imkanı sağlasın, ondan bütün toplum yararlanır. Üstelik bu bir haksızlıktır da. Gelen gencin ailesi katkı yapıyor, eğer genç topluma bir katkı yapacaksa eğitimle, o zaman bu vergiyi vermeyen de yararlanır. O zaman böyle bir haksızlık çıkıyor ortaya. İkincisi; gelen genci belirliyorsun, burada katkı yapabiliyor mu, yapamıyor mu? Üniversiteye girme koşulunu öyle belirliyorsun, zaten bununla üniversitenin sınıfsal tabanını, sınıfsal niteliğini belirlemiş oluyorsun. Dolayısıyla bu aldatmacaya meydan vermemek lazım. Yolculuk Dergisi: Bu arada yükseköğrenim öncesinde de hükümetin 4+4+4 yasası gibi yasalarla eğitime bir saldırısı söz konusu. Emekçi çocuklarına üniversite kapılarının tamamen kapatıldığı ve onları kalifiye eleman olarak kullandıkları bir hal mi yaratılmak isteniyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz. İzzettin Önder: Tabi bu durumdan endişe ediyorum. Hitler gibi, Hitler nasıl bir nesil yetiştirmeye çalıştı? Sarışın, mavi gözlü bir Alman ırkı yetiştirecekti. Bu esir kamplarında bu konuyla ilgili esirleri doktorların dene- Politika / Gündem timinde cinsel ilişkiye soktular. Hatta bu çok soğuk havada olabilir mi çok sıcak havada olabilir mi diye bunun testlerini yaptılar. Şimdi bizde de belki doğrudan bunun gibi değil ama yine de bir kafasal bir ırk yetiştirilmeye çalışılıyor. Zaten 4+4+4 bunun tabanını oluşturdu. Üniversite zaten arada kalıyordu. Yukardan memur atamaları vesaire oluşturuldu. Zaten üniversitede böyle bir değişim planlanıyordu. Şimdi legonun o parçası da tamamlanıyor. Artık üniversiteye girişlerde din sorusu da sorulacakmış. Bu laik devlete yakışmayan bir şey. Bu devleti ilgilendirmez. Kaldı ki bu arada müslüman olmayanlar ne yapacak. Museviler, Hıristiyanlar, Aleviler var. Devletin bununla ilgilenmemesi gerekiyor. Bundan bir şey ortaya çıkıyor, ben ondan çok korkuyorum. Böyle bir iktidar ele geçirdiler ve biz şu anda imam-hatip terbiyesinin o kapalı kalmışlığının şu an neler yetiştirdiğini görüyoruz. Bu biraz ironik ama büyük bir şanstır Türkiye için. Yani ben bunların yaptığını çok fazla bildikleri kanaatinde değilim. Biraz araplardan falan sermaye gelsin diye yapıyorlar. Fakat bu insan yetiştirmede imam- hatip etkisidir. Emperyalizm bu durumdan çok iyi yararlanıyor. Birincisi; bu işin ekonomi uygulamalarına baktığımızda iktidar, çok iyi bir şekilde hizmet ediyor, çünkü zor bir durumda. Parasal sorunlar var, döviz gelmesi lazım, cari açık var. Emperyalizm buradan çok şiddetli yararlanıyor. Öbür taraftan baktığımızda kapitalizm krize girdikçe, etrafı köleleştirmek mecburiyetinde yoksa ayaklanma olur. Yani ABD’de işsizlik %10’a çıkmış durumda Avrupa’da da keza öyle. Türkiye’de fakirliğe alışığız biz daha kırsal bir topluluğuz, kimsenin sesi soluğu çıkmıyor. Mesela bizim çaycı abimizin oğlu askerden geldi, iş yok. O zaman bunları bir yerde terbiye etmeniz lazım, bir yerde tutmanız lazım. Dini de böyle bir terbiye unsuru olarak kullanıyorlar. İşte; “kriz Allah’ın emri” diyerek. Kriz Allah’ın emri falan değil. Yolculuk Dergisi: Bu yeni süreçte bizim ifademizle “üniversiteye saldırı” sürecinde öğrenci, akademisyen ve üniversite emekçileri neler yapabilir? Birlikte hareket etmeleri sizce ne derece önemlidir? İzzettin Önder: Bu çok önemli gerçekten. Yani ne yapılması lazım tartışmıyorum 12 ama yapılana bakıldığında hayal kırıklığına da uğramıyorum. Gidiş o kadar kötüleşti ki, toplum çözüldü. Kısmen korku, kısmen bezginlik... Sosyolojik olarak, yan yana gelmekte çok zorlaştı. Tabi işin garibi, çare bilinç düzeyi midir, çaresizlik midir sebebi; onu hakikaten bilemiyorum. Ben YÖK başkanını üzüntüyle anıyorum doğrusu. Şimdi bir adam, bir hoca, bir profesör üniversitelere yapılanı görüyor ve kalkıp diyor ki; “Efendim ben bu tasarıyı kucağımda buldum, zaten bu tasarı anayasaya aykırı, onun için anayasanın değişmesi lazım.” Bunun iki anlamı var. Birincisi demek ki sizi uygun görüp, bir göreve getirmişler. Bunu siz yapmadınız, peki neden geldiniz bu göreve? Fakat ikinci bir mesele anayasaya aykırıysa “samimi” bir iktidarın bu acelesi niye? Yani değiştirin anayasayı önce onu bir görelim. Çünkü anayasa toplumsal bir konsensüstür. Ben onu reddetsem de ona uymak zorundayım. Benim ona itirazım yok. Ancak bu durum şunu gösteriyor; anayasa kafalarda yapılmış, hatta belki gizli bir metinde vardır. Mesela bakın, çalışma hayatımıza baktığımızda, yapılan değişikliklerle sosyal devletten eser kalmadığını görmek mümkün. Anayasa dediğimiz bir kanundur ama bir takım ayaklar üzerinde oturur. Onlar ilkelerdir, sosyal devlet ilkesidir, laiklik ilkesidir vs. Bakın işçilerle ilgili yasalarda zedelendi. Laiklik 4+4+4’le zedelendi. Hukuk devleti ilkesi zedelendi. Eğitimde birlik ilkesi zaten zedelendi ve daha da zedelenecek. Dolayısıyla bir anayasa metni yazılmadan önce böyle fiili durumlar oluşturuldu zaten. Bu duruma bir hocanın ön ayak olmaması lazım aksine bu duruma tepki geliştirmesi lazım. Mesela ben geçtiğimiz pazartesi günü Ankara SBF’de müthiş bir organizasyona katıldım. Bir sürü üniversite temsilcisiyle beraber. Hoca sayısı orda çok azdı, daha çok talebeler ilgi gösteriyor. Bu da şunu gösteriyor; talebeler burjuvalaşmamış, daha sisteme entegre olmamışlar. Daha samimi düşünebiliyorlar. Fakat hocalar öyle değil, onlar yarı burjuvazidir. Korkut Boratav hocanın orada yaptığı yorumu kısmen aktarayım. Zaten hocalar iyice burjuvalaştıktan sonra, ya hükümetin ya sermayenin kölesi olurlar. Kalanlar proleterleşir, sonrada atılır giderler. Hoca korkuyor. Bu da demokratik devlet ol- madığımızı gösteriyor. Mesela Edward Said İsrail’e taş attı. Bu, Columbia Üniversitesi’nde tartışma konusu oldu. Ama hoca atılmadı üniversiteden. Burada böyle bir şey olamaz. Ben bile bir gün yemekhane boykotu yapılırken, ne var ne yok diye bakıyordum, o sırada benim de orada olduğumu düşünüp fotoğrafımı çektiler. Böyle bir faşizan ortam içindeyiz. İnsanları takip ediyorlar ve insanlar çok korkuyor. “Benim emekliliğime on sene var, yedi sene var ben ne karışayım.” diyorlar. Bu birinci aşama. İkinci aşama ise; ne yapmak lazım? Mesele, salt olarak bir üniversite/asistan meselesi değildir. Bu büyük bir projenin buraya yansıması meselesidir. Dolayısıyla hedef büyük proje olmalıdır. Dünya emperyalizminin Türkiye’de yargıyı etki altına alarak, üniversiteyi parçalayarak gelme çabasıdır bu. Yani emperyalizm Türkiye’yi sömürürken üniversite sesini çıkartmasın, yargı sesini çıkartmasın medya bunları halka yansıtmasın istiyor. “Ben nasılsa siyasilerle ilişki kurarım.” diyor. Bunu bizim algılamamız lazım. Bunu halkın görmesi lazım. Bir ikincisi, bu uzun vadeli mücadele idi. Bu kapitalist sistemdir; bu sistem buna götürür. Trene binmiş Haydar, Erzurum’a gidiyor. Ankara’ya gidince üşür, üzerine battaniye alır. Hayır, Erzurum’a gideceksen, 1950 metre yükseklik Erzurum’da donacaksın. Ya bu treni durduracaksın, ya da trene binmeye razı olacaksın. Kısa vadede tek tek çürüterek, bunlara karşı çıkmak lazım. Mukavele sistemi özgürlük değildir, iş güvencesi özgürlüktür. Üniversiteye gelen çocuğun parasıyla beslenmesi hak değildir, devletin bu imkanı sağlaması lazım, üniversitenin kamusal fonlarla desteklenmesi lazım. Bunlar detaylandırılabilir ama uzun vadede sisteme, burjuvaziye ve emperyalizme bakılması gerekir. Biz nasıl bir üniversite istiyoruz? Biz toplumu aydınlatan, tabiatıyla ürettikleri toplumu kalkındırması, tabi sermayeninde kullanacağı ama birebir ilişki kurmayacağı bir model istiyoruz. Yani bir ilaç formulü üretecek, hangi fabrika istiyorsa alacak. Ama bir firmayla anlaşıp onun laboratuarında çalışmayacak. Bunları üretmiyorsa, üniversitenin kredisi düşürülmeli, ne kadar proje üretiyor bunlara bakılması lazım ama bu işbirliği şeklinde olmaz. 13 Politika / Gündem FAŞİZME KARŞI GÖREV BAŞINA Açıkça görülmektedir ki medyayı da etkili bir silah olarak kullanan egemenler yine bu araçları bir sindirme ve korkutma aracı olarak da kullanmaktadırlar. ODTÜ’de devrimci öğrencilerin karşılaştıkları saldırıyı dahi kendi lehine çevirmeye çalışmaları ve mağduru oynamaları da bunun en net ifadesidir. Devrimci Gençlik S aldırganlıkta, savaş kışkırtıcılığında ve pervasızlıkta sınır tanımayan Erdoğan, kendine ve sisteme yönelik her muhalefet hareketini baskı altına almaktan çekinmiyor. Muhalif anlamda sadece Libya ve Suriyeli muhaliflere olumluluk atfeden Erdoğan’ın sisteme dönük en ufak bir eleştiriye dahi tahammül edememesi kendine biçilen faşist misyon gereğidir. Emperyalizmin en sağlam taşeronu olma yönünde attığı emin adımlar, işbirlikçilikte sınır tanımayan bir pozisyon takınmasına neden olmaktadır. ODTÜ’lü devrimcilerin karşısında takındığı tutum ve saldırganlık da bunun en açık örneği olarak okunmalıdır. Şaşırtıcı değildir. Daha dün 19 Aralık katliamının mimarlarına ‘Devlet üstün Hizmet Madalyası’ vermiş ve yine daha dün Roboski’de uygulanan katliamı, kan parası vererek geçiştirmeye çalışmıştır. Dün olduğu gibi, bugün de aynı yöntemlerle emekçileri zapt u rapt altına almaya çalışmakta ve bu konuda asla geriye adım atmayacağının sinyallerini vermektedir. En son ODTÜ’de yaşanan saldırı da göstermiştir ki, Türkiye toprakları Faşizmin en koyu biçimlerinden biri ile karşı karşıyadır. Öğrencilere gaz bombaları, zırhlı araçlar ve plastik mermilerle canlarına kastedercesine saldıran ve bu da yetmezmiş gibi onları gözaltına alarak sindirmeye çalışan egemenler terör ve anarşi Politika / Gündem demogojileri ile medyada manipülasyon yaratarak kendi durumlarını meşru kılmaya çalışmaktadırlar. Kendi kalemşörleri tarafından münahazara düzenlercesine yapılan tartışmalar ise, bırakalım haber niteliği taşımayı, bir talk show’u andırmaktan öteye gitmemektedir. Açıkça görülmektedir ki medyayı da etkili bir silah olarak kullanan egemenler yine bu araçları bir sindirme ve korkutma aracı olarak da kullanmaktadırlar. ODTÜ’de devrimci öğrencilerin karşılaştıkları saldırıyı dahi kendi lehine çevirmeye çalışmaları ve mağduru oynamaları da bunun en net ifadesidir. ODTÜ’deki direniş, devrimci gençliğin Antiemperyalist, antifaşist duruşunun ifadesidir. Ve bu tepkiden korkan egemenler ellerinde 14 bulundurdukları her olanakla buna karşı mücadele etmeyi kendilerine görev saymaktadırlar. Yaşanan saldırıda birçok öğrenci arkadaşımız yaralanmış, Barış Barışık isimli öğrencinin kafasına hedef gözeterek atış yapılmış ve eylem sonrasında yine öğrenci arkadaşlarımız baskınlarla gözaltına alınmıştır. Bu durum Önder Babat yoldaşımızın, Serkan Ali Eroğlu’nun Şerzan Kurt ve Vedat Taylan gibi birçok devrimci öğrenciye karşı uygulanan saldırıların yeni bir versiyonudur. Erdoğan ise böylesi bir durumda dahi egemenlerin hanesine yazılacak kazanımlar elde etmeye çalışmaktadır. Tasarladığı düzmece tartışma programı ile ekran karşısına geçerek ‘Ellerinde Molotoflarla, taşlarla bir Başbakanı protesto ediyorlar. Halbuki biz uydu gönderiyoruz. Sevinecekleri yerde bu işi baltalamaya çalışıyorlar. Bunları okutan ve bunları okulda barındıran hocalar ve üniversiteler bu işten sorumludur’ diyerek hem kendi haklılığını ispata çalışmış hem de okul yönetimini de hedef tahtasına oturmuştur. Erdoğan bu açıklamasıyla birlikte önümüzdeki dönemde üniversitelere dönük planlarının sinyallerini de vermiştir. Zaten uzun süredir bu anlamda attıkları adımlar neredeyse tüm eğitim kurumlarını gericiliğin kalesi haline dönüştürmüştür. Okullarda yaşanılan soruşturmalar, uzaklaştırmalar ve okuldan atmalarla birlikte rektörler aracılığıyla uygulanan gerici politikalar incelendiğinde durumun vehameti kendini açıkça hissettirmektedir. Dahası bu saldırı furyası salt öğrenci gençliği kapsamamaktadır. En son İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Mehmet Karaca ve YÖK işbirliğiyle asistanların işten atılması gibi birçok olay bu saldırılardan tüm kesimlerin etkilendiğinin/etkileneceğinin de ifadesidir. GENÇLiK GÖREV BAŞINA İşte böylesi bir durumda gençliğe düşen en önemli görev, yılmadan, bu gerici ve faşist politikalara karşı bir direnç noktası oluşturmaktır. Öğrencisinden, öğretim üyesine, aydınından emekçi halka kadar uzanan geniş bir yelpazede bu direnişi örgütlemek devrimci gençliğin olmazsa olmaz görevlerinden biridir. Yaşanacak dizginsiz ve pervasız saldırılara karşı koymanın da, kendi taleplerimiz doğrultusunda yeni bir süreci örebilmenin de ilk adımı budur. 15 YAŞASIN GENÇLİĞİN DEVRİMCİ EYLEMİNİN BİRLİĞİ! YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA! KAHROLSUN FAŞİZM! Politika / Gündem DEVRİMCİLİK GEÇMİŞİ ANDA YOĞURUP GELECEĞİ YARATANLARIN İŞİDİR Devrimci küçükten büyüğe herkesten bir şey öğrenebilen ve hayatı boyunca öğrenme süreci hiç bitmeyecek olandır. O yüzden yoldaşlık fiili; içinde ast üst kavramlarını asla barındırmaz. İnsanlar arasındaki mertebeyi belirleyen bu işe verilen emek yoğunluğu ve bilgi birikim çokluğudur. D Melek Şahin evrimcilik dünden gelen mirası bugünde yoğurup yarına taşıyabilenlerin işidir. O yüzden devrimcilik ancak büyük emekler verilerek örülebilecek, kişinin her gün aynaya baktığında kendini bir kez daha yeniden doğurma sürecidir. Dünün bilgi birikimini bugüne yansıtabilen yarına taşıyabilendir devrimci. Her gün bir yeni kavgaya uyanabilen bir yeni mücadeleye başlayabilendir. Öyle bir öğrenme sürecidir ki devrimcilik, akan nehirler gibi suyun akması durdurulduğu an bekleyen su kirlenmeye başlar. Bu yüzden öğrenme sürecinin devamlılığı ve sürekliliği elzem önemdedir. Devrimcilik hiçbir zaman bir meyvenin olgunlaşma sürecine benzetilmemelidir çünkü öğrenme süreçlerinde öyle bir zaman olmamıştır ki bir öğretmen her şeyi bilebilsin ve bir öğrenci her şeyi öğrenebilsin. Günümüzde farklı kültürlerden öğrendiğimiz bir sürü yeni şey var. Buda daha bilmediğimiz, bilemediğimiz birçok şey olduğunun örneğidir. Devrimci küçükten büyüğe herkesten bir şey öğrenebilen ve hayatı boyunca öğrenme süreci hiç bitmeyecek olandır. O yüzden yoldaşlık fiili; içinde ast üst kavramlarını asla barındırmaz. İnsanlar arasındaki mertebeyi belirleyen bu işe verilen emek yoğunluğu ve bilgi birikim çokluğudur. Ki bu da anladığımız anlamda bir mertebe ölçüsü değildir. Sadece birbirimizin avuçlarına dayadığımızda bilgiye aç dudakla- Politika / Gündem rımızı, bir yudum daha fazla akmasıdır suyun. Bir çocuğun doğumundan itibaren dayatılan ve öğretilen sistem; sömürü, bilgi kirliliği, yabancılaşma, bencillik, düşünmeme, sorgulamama, verilen ile yetinmeyi dayatır. Teknolojinin bile sadece insan hayatına olan zararlı tarafının öğretilmesinden kaynaklı bugün daha çok iş düşüyor değiştirici olana. Gitgide sanattan, bilimden, edebiyattan el çektirilen hayatını sadece sanallık üzerinden kuran bir toplum var çünkü karşımızda. Sanal ortamlarda hayvan yetiştirip çiftçilik yapan, sonrasında yine aynı sanallıkta yemeğini de yapan bir ev hanımının neyi düşünecek zamanı olabilir ki? Onun hayatının içine işlemiş (egemen güçlerce bilinçli olarak işletilmiş) bu yabancılaşma, düşüncenin bile sanallaşmasına vardırılmıştır. Bu yüzden, her gün bir adım daha ileriye atabilmek ciridi, değişimin vazgeçilmez ilerlemesini gösterir. İlerleme devrimci zeminde kişinin alternatif kültürünü gitgide sağlamlaştırdığını gösterir. İnsanların doğumlarından sonra aldıkları eğitimden edindikleri bir şey değildir bu alternatif kültür. Gidilen her alanda gagasında çiçek tohumu taşıyan kuş misali bırakılmalıdır karşımızdakinin yüreğine. Ve her gün yeni bir fide oluşturulabilmelidir toprağımızda. Sırf bu yüzden nice doğurganlıklardan, nice doğumlardan daha kutsaldır bu “sonradan olma” fiili. 16 CİLVEGÖZÜ’NÜN SORUMLUSU EMPERYALİZM VE İŞBİRLİKÇİ TÜRKİYE EGEMENLERİDİR İ Devrimci Gençlik ktidara geldiği günden bu yana dış politikada izlenecek yolun ‘komşularla sıfır sorun’ olduğunu ifade eden AKP’nin esas hedefinin ve politikasının, emperyalizmin hizmetinde ve işbirlikçilikte sıfır sorun olduğu artık çok net bir biçimde ortaya çıkmış durumda. Geçtiğimiz günlerde Hatay Cilvegözü sınır kapısında bomba yüklü bir aracın patlamasıyla birlikte 14 kişi yaşamını yitirmiş birçok insan da yaralanmıştı. Egemenler patlamanın nedenini her zamanki gibi Esad rejiminin saldırgan politikalarına bağladılar. Hatta boyalı basın bir adım daha ileriye giderek attığı başlıklarla akıllara durgunluk verecek görüntüler sergiledi. ‘Esad’dan tahrik Bombası’, ‘Suriye Terörü Sınırı Aştı’ vb. başlıklar ise egemenlerin birbiriyle çelişen açıklamalarını dahi geri bırakacak bir düzeyde, manipülasyonun en nadide örneklerinden birini sergilemiş oldu. Bomba yüklü aracın Türkiye’den mi yoksa Suriye’den mi geldiği ise acar analizciler için yine bulunmaz bir nimet olarak görüldü ve televizyon ekranları yine kendinden menkul terör uzmanlarıyla renklenmiş oldu. Her yorumcunun ortak noktası yine Esad, İran, Rusya ve hatta Çin’in terörü engellemeyen ve aksine destek veren politikaları oldu. Bilindiği gibi emperyalist saldırganlıkta en büyük zararı maşalar görür. 2003’te İstanbul’da yaşanan HSBC, İngiliz Konsolosluğu ve sinagoglara dönük patlamalar, 2008 yılında ABD konsolosluğuna ve geçtiğimiz günlerde Antep’te yaşanan saldırılarda olduğu gibi bugün Cilvegözü’nde yaşanan patlama da emperyalist politikaların bir sonucu olarak ele alınmalıdır. Bugün Türkiye’nin işbirlikçi muhalifleri desteklediği, silah, barınma, eğitim vb için her anlamda bütün olanakları devreye soktuğu görülüyor. Hatta yetmiyor; Türkiye uluslararası arenada masrafların çok fazla olduğundan yakınarak diğer ülkelerin ellerini cebine atması gerektiği konusunda dayanışmanın gerekliliğinden bahsediyor. Uzun süredir Emperyalist denklemlerde Türkiye’ye biçilen misyonun bölgede aktif bir taşeronluk olduğu ifade ediliyor. Hatta hatırlanacağı gibi 2008 yılının Kasım ayında ABD başkanıyla yapılan görüşmeler sonrasında yapılan ‘ABD ile Türkiye arasında hiçbir sorun yok’ gibi açıklamalar sonrasında Türkiye’nin taşeronlukta kendi çıtasını 17 Politika / Gündem 11 Eylül sonrasında Afganistan’ın işgali, Irak’ın işgali ve sonrasında izlenen sürecin ve Arap Baharı adı altında gerçekleşen uygulamaların yine bu senaryoların bir devamı olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Bugün işbirlikçilikteki en son noktanın bölgede emperyalizmin ileri bir karakolu olma, emperyalistlerin silahlarını ve askerlerini ülkeye konuşlandırma hatta ajan ve işbirlikçilere kucak açmaya kadar vardığı açıkça gözlemlenebilir noktalardır. aştığını ifade eden değerlendirmelerde bulunmuş ve önümüzdeki sürecin bu bağlamda çok çetin bir hesaplaşma dönemi olduğunu ifade etmiştik. Hatta Tayyip Erdoğan o dönemde kendisinin BOP eşbaşkanı olduğunu büyük bir ‘onur’la kamuoyuyla paylaşmıştı. 11 Eylül sonrasında Afganistan’ın işgali, Irak’ın işgali ve sonrasında izlenen sürecin ve Arap Baharı adı altında gerçekleşen uygulamaların yine bu senaryoların bir devamı olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Bugün işbirlikçilikteki en son noktanın bölgede emperyalizmin ileri bir karakolu olma, emperyalistlerin silahlarını ve askerlerini ülkeye konuşlandırma hatta ajan ve işbirlikçilere kucak açmaya kadar vardığı açıkça gözlemlenebilir noktalardır. İktidar Türkiye’ye konuşlandırılan söz konusu silahların herhangi bir saldırı değil savunma amaçlı olduğunu ifade ederken kendini neden koruması gerektiğini ise açıklayamayacak bir noktadadır. Arap baharı adı altında gerçekleşen sürecin ise hemen her ülkede AKP benzeri bir parti yaratma ve ılımlı İslam senaryosuyla bölgeyi emperyalist pazara açma gayreti olduğu çok açıktır. Bu nedenle iktidara geldiği günlerde komşularla sıfır sorun gibi politik bir argümanla tribünlere oynayan AKP, kendi misyonuyla birlikte emperyalizmin bölgeye dönük politikasının sinyallerini de o gün vermiş oldu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Bilindiği gibi ABD, Türkiye’de AKP’yi bütün Ortadoğu’daki İslam ülkelerine örnek olabilecek bir ılımlı İslam modeli için pilot olarak belirlemişti. Ancak bu politika sanıldığının aksine ne Türkiye’de ne Politika / Gündem de Arap ülkelerinde istenen sonuca ulaşmadı. Arap ülkeleri ile Türkiye arasında tarihsel kökenden (Osmanlı İmparatorluğu döneminden) kaynaklanan bir karşıtlık vardır. Dolayısıyla Türkiye’nin Arap ülkeleri için ne İslami ne de başka anlamda görünür vadede örnek bir model ülke olma olasılığı yoktur. Ve Türkiye’deki egemen sınıflarla Arap egemenleri arasında daima bir güvensizlik oluşmuş ve bu güvensizlik bugüne dek varlığını korumuştur. Ilımlı İslam’ın, Türkiye’de başarılı olsa dahi, BOP kapsamında diğer ülkelere örnek gösterilebilecek bir model haline gelebilmesi mümkün değildir. Gerçi ABD’nin AKP’den öte ılımlı İslam’a ve de Fethullah Gülen’e yüklediği işlev yeni değildir. Dünya’da ideolojilerin yok edilmesi ve yerine dini ideolojinin konulması gibi bir süreçte, İslam âlemini ortak bir iradenin etrafında toplayabilmek, yani bir tür papalık gibi ortak bir irade oluşturup bu iradenin ortasına bir tarikat liderini (Fethullah Gülen’i) koymak ve onu papayla eşdeğer bir statüde İslam âlemine kabul ettirip çok daha genel bir ideolojik hegemonya sağlamanın aracı olarak bundan yararlanmak, ABD’nin en az 20 yıldır süregelen hesaplarından biridir. Hatta bugün derinleşen krizin, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelere, egemenliklerini ve sömürülerini sürdürmede çok daha değişik araç ve yöntemleri kullanmayı dayattığı görülüyor. Geleneksel ekonomik, siyasal ve askeri ‘zor’ yöntemlerinin yanında, din de giderek daha büyük oranda, emperyalist sömürünün sürdürülmesinde, uluslar arası ilişkilerin yeniden biçimlendirilmesinde, sınıf çelişmelerinin gizlenme- 18 sinde araç olarak kullanılır hale geldi. Özellikle önemli petrol ve doğalgaz kaynaklarına ve temel iletişim hatlarına sahip Ortadoğu ve Hazar Havzası’na yönelik politikalarda siyasal İslam, kısa, orta ve uzun vadeli planlarda, yoğunlukla kullanılıyor. Ortadoğu ve Kafkaslar’da, İslam’ı siyasal bir araç olarak kullanan pek çok siyasal odaktan söz edilebilir. İran’daki Mollalar’dan, Afganistan’daki Taliban’a, Suudi Vahabi tarikatından El-Kaide, Hizbullah ve Hamas’a kadar pek çok ülke ve siyasal yapıda din, temel siyasal bir araç olarak kullanılıyor. İşte bu bölgesel toplam içinde ABD’nin Ortadoğu’ya BOP kapsamında, ılımlı İslam modelini de içeren, pek çok araç ve yöntemi kullanarak yaptığı “yeniden şekillendirme” müdahalesinin, bölgenin siyasal aktörlerince tepkisiz karşılanması mümkün değildir. Özellikle, bölgede hiç sevilmeyen Fethullah Gülen ve Türkiye’yi de kullanarak, ellerindeki en önemli silahı - dini - ellerinden almayı hedefleyen bir müdahale, her an her biçimde yanıt görebilir. Irak işgali ile birlikte, ABD karşıtlığının en üst noktaya çıktığı Ortadoğu’da, tepkinin cisimleştiği yer Irak oldu. Çok farklı siyasal eğilimlerin sürdürdüğü direniş, Irak’ı ABD için içinden çıkılamaz bir bataklığa dönüştürdü. ABD’nin Irak bataklığından nasıl kurtulacağını tartıştığı bir dönemde T. Erdoğan’ın, ABD’nin Irak’taki taşeronluğuna soyunması ve 18 yıl sonra gündeme gelen ziyaret, ABD ve Türkiye karşıtlığını zirveye çıkardı. Bugün patriotların ülkeye konuşlandırılmasıyla birlikte birçok ülkeden ‘herhangi bir saldırı karşısında ilk hedefimiz Türkiye olur’ gibi açıklamaların gelmesi Türkiye’nin işbirlikçiliğine dönük verilen tepkinin önemli boyutunu yansıtmaktadır. Evet; evdeki hesap çarşıya uymuyor. Tunus’ta AKP benzeri bir modelle iktira gelen Nahda’ya karşı tepkiler çığ gibi büyüyor. Nahda yükselen halk hareketiyle birlikte yeniden bir seçim kararı almak zorunda kaldı. Mısır’da ise sular durulmuyor. Suriye’de ise emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin tüm saldırganlıklarına karşı istenen sonuç elde edilebilmiş değil. Hatta bu yönde işbirlikçi organizasyonların isimlerinin değiştirilmesinden tutalım da Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) ‘Esad’lı bir çözüme hazırız’ gibi söylemlere başvurması bu durumun en net ifadesi anlamına geliyor. Gelinen aşamada Türkiye izlediği işbirlikçi politikayla adeta kendini ateşe atmaktadır. Cilvegözü patlaması ise bunun en son örneğidir. Saldırı Türkiye egemenlerinin izlediği politikalarının sonucudur. Kaldı ki patlamanın Suriye işbirlikçilerinin Türkiye’de eğitildiği bölgeden hareket eden bir araçta meydana gelmiştir. Bunu kanıtlayan birçok veri basına yansıdığı gibi egemenlerin birbiriyle çelişen açıklamalarda bulunması da bunun ifadesi anlamına gelmektedir. Son tahlilde; eylemi kimin veya kimlerin yaptığı, çatışmada ölen eylemcinin nerede ikamet ettiği, kim olduğu, arabanın nereden hareket ettiği vb. gibi sorular ve yanıtları Türkiye egemenlerinin ihtiyacıdır. Emekçilerin son sözü ise emperyalist saldırganlığa ortak olanların alacakları cevabın dün olduğu gibi bugün de çok net olduğudur. Emperyalizme işbirlikçilik ise bir bumerang oyunudur. Ve bu bumerangın dönüp sahibini bulacağı akıllardan çıkarılmamalıdır. 19 KAHROLSUN EMPERYALİZM YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ Politika / Gündem Mersin’de Çiftçiler Yol Kesti Sırrı Mısırlı T arım politikalarını protesto eden çiftçiler yolu kapattı, polis biber gazı sıktı. Mersin’de devletin tarım politikalarını protesto etmek için bir araya gelen çiftçiler polis müdahalesi ile karşılaştı. Türkiye’ de birçok alanda olduğu gibi tarım üretiminde de kapitalizm ve uluslar arası sermaye ile işbirliği içerisinde olan devlet, uygulamış olduğu tarım politikaları ile çiftçiye nefes aldırmıyor. Tarımda yapılan üretime kota koymalara, çay üreticisinin yaşamış olduğu sorunlara, fındık üretiminin ülkemizden ihraç edilip tekrar yurt dışından daha pahalıya satın alınmasına, yapılan özelleştirmelere çok da yabancı değiliz. Devlet artık tarım üreticisine yapmış olduğu desteği ortadan kaldırmış ve çiftçiyi sermayenin talanı ile baş başa bırakmıştır. Bu duruma paralel olarak 1990’lardan itibaren insanların kredi kartlarına mahkum edilmesi ve bu yolla sömürünün katlanması da tanık olduğumuz durumlardandır. Kapitalist düzen artık insanların ceplerinde var olan paradan da öte gelecekte kazanacağı paraya da el koymaktadır. Bu durum 2000’lerden sonra daha da artmış ve ülke genelinde insanların geleceğini ve gelecekte kazanacakları paraları faiz, haciz vs. yollar ile sömürmeyi beraberinde getirmiştir. Politika / Gündem Reklamlar ve medya bunun önemli araçlarından birisi olmuştur. Ve özellikle son dönemlerde tarım üreticisine yönelik özel krediler ön plana çıkarılmış, bilinçli olarak çiftçiler bu kredileri kullanmaya mahkum edilmiştir. Mersin’de ziraat bankasından aldıkları tarım kredilerini ödeyemeyen çiftçilerin topraklarına banka tarafından haciz konulması ve üreticinin emeğinin karşılığını alamamasından kaynaklı geçtiğimiz günlerde Akdeniz Örtü Altı Sebze Üreticileri Birliği organizasyonuyla bir basın açıklaması gerçekleşti. Mersin Ziraat Odası Başkanı Cengiz Gökçel burada yaptığı açıklamada: Tarım sektöründeki sıkıntıların giderilememesi halinde sektörün biteceğini, dolayısıyla Türkiye’nin tarımda ithalata dayalı bir yapıya geleceğini ifade etti. Her türlü olumsuz hava koşullarına rağmen alın terlerini bahçelere ve seralara taşımaya çalıştıklarını anlatan Gökçel, ‘’Bizler her yıl büyük umutlarla tarlalara ürünlerimizi ekiyoruz. Ama her yıl girdi maliyetlerini bile karşılamakta sıkıntı yaşıyoruz. Buna bağlı olarak da kredi çektiğimiz bankalar, artık tarlalarımıza haciz göndermeye başladı. ‘’ diye konuştu. Konuşmaların ardından kol kola girerek karayolunu trafiğe kapatmak isteyen çiftçiler, polis tarafından biber gazı 20 ve tazyikli su kullanarak dağıtıldı. Ülkemizde hak arama karşısında verilen klasik yanıt mersin çiftçilerine de verilmiş oldu. Tarımdan eğitime, işçi ücretlerinden sağlık sektörüne konut hakkının rant alanına dönüşümüne kadar insanı ikincil kılan sistem, bu tarz saldırı ve sömürü araçlarını kullanmaya devam edecek, baskıyı daha da arttıracaktır. Emperyalizmin dişlerini tamamen geçirmiş olduğu ülkemizde bağımsız tarım politikalarının uygulanması ve oluşturulması, halkın menfaatini savunan bir yönetimin beklenmesi mümkün değildir. Çiftçilerin örgütlü mücadelesinin katlanarak artması ve politikasından insana yaklaşımına kadar kapitalist sistemin sorgulanması ve alternatifin oluşturulması bir zorunluluktur. İKTİDARIN SANATA BAKIŞI FAZIL SAY ÖRNEĞİ D ünyaca ünlü piyano virtüözü Fazıl Say, sosyal medya üzerinden yaptığı din eleştirisi sebebiyle devlet erkânı tarafından hedef gösteriliyor. Sanat, toplumsal düzenin farkında olunmayan çarpıklıkların gerçek nedenleriyle birlikte estetize edilerek, topluma eleştirel bir gözle gösterilmesi, toplumda farkındalık sağlama çabasıdır. Bugün Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın Fazıl Say’a yapmış olduğu eleştiri ve genel olarak yapılan baskıya, aslında bizler hiç de yabancı değiliz. Zira tanımını yapmış olduğumuz sanat anlayışının çarpıklıkların asıl nedeni olan sistemle uzlaşıyor olması bir çelişki olurdu.. Başbakanın heykele ‘ucube’ demesi, devletin kasasından maaş alıp devleti eleştirtmem demesi ve tiyatroların özelleştirilmesine soyunması bizim yabancı olmadığımız taze örneklerdir. Dolayısıyla devletin ve sistemin sanata ve sanatçıya bakış açısı gayet net ortadadır. Bunu bakanın; din eleştirisi yapması sebebiyle Fazıl Say’ı işaret ederek, gençliğe kötü örnek olduğunu iddia etmesinden ve hayalindeki gençliği tarif ederken, “Dinine, devletine, vatanına, milletine, bayrağına bağlı nesillerin inşası için çabalıyoruz” demesinden de anlayabiliyoruz. Yapılmak istenen toplumun her alanında olduğu gibi sanat alanında da alternatif soluktan yoksun bırakılarak, ehlileştirilmesi- Gizem Altın dir. İktidar, eleştirmeyen, sorgulamayan; halkın değil, devletin “sanatçı”larını yaratmaya çalışmaktadır. Egemenler sanatı, gerçekliği yansıtmak için değil aksine var olanı gizlemek için kullanırlar. Sanat toplumcu olmak durumundadır. Ancak egemenler toplumcu sanata değil bireyci sanata önem vermekte, muhalif olan ve gerçekliği gösteren değil, gerçekliği gizleyen sanata destek olmaktadır. Bu yüzden Fazıl Say gibi sanata toplumcu bakan isimlerin eleştiri ve hedef tahtasına konması doğaldır. Çünkü egemenler doğru bakan, analiz yeteneği olan, dilini ve sanatını eleştirel kullanan sanatçıya değil, Osmanlı döneminde olduğu gibi kendisine dalkavukluk ve soytarılık edenin yanında olacak ve sanatçı olarak onu örnek gösterecektir. Bu nedenle Fazıl Say’a sahip çıkmanın bir gereklilik olduğunu düşünüyoruz. 21 Politika / Gündem AVUKATLIK SINAVI Eğitimin niteliksizleşmesinde en büyük etken sermayedarların büyük kolaylıklar sağlaması yoluyla açılan özel üniversiteler. Eğitimin özelleştirilmesi adına yapılan bu hamlelerin ise şimdi bir elemeyi gerektirdiği düşünülüyor. Ü Aslı Taştepe niversitelerdeki lisans eğitiminin kalitesizliği ve mezunların mesleki açıdan yetersizliği gerekçe gösterilerek bugün yeniden “avukatlık sınavı” tartışmaları başlatıldı. İlk olarak 1969 Avukatlık Yasası’nda yer alan 1979’da yapılan değişiklikle sınav iptal edilmişti. Sonrasında 02.05.2001 tarihinde tekrar gündeme geldi. Öğrenci ve stajyer avukatların muhalefeti sayesinde 5 yıl boyunca yapılamayan sınav ilk kez 2006 yılında yapılacaktı. ÖSYM tarafından belgeler hazırlanmış olmasına rağmen 28.11.2006 tarihinde kanun yürürlükten kaldırıldı. Daha sonrasında kaldırılmasının anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla kanun anayasa mahkemesine taşındı ve mahkeme başvuruyu haklı bularak 15.10.2009 kararı iptal etti. Kararın iptal edilmesine rağmen pratikte devam etmemesi uygulamada bir boşluk meydana getirdi. Bugünkü süreç ise 01.12.2012 tarihinde başladı. Türkiye Barolar Birliği 26. Baro Başkanları toplantısında görüş birliğine varılan avukatlık sınavı tasarısı, tam anlamıyla avukat adaylarına yapılan bir hak gaspıdır. İki dereceli bir sınavı hayata geçirmeyi amaçlayan meslek örgütleri, ÖSYM tarafından yapılacak ilk sınavın staja kabul aşamasında, hangi kurumca yapılacağı belli olmayan ikincisinin ise stajdan sonra yapılmasını öngörmektedir. Bununla da kalmayıp sınava girme hakkını dörtle sınırlandırıp ve hukuk fakültesi mezunlarını vasıfsızlaştırıp avukat olarak çalışma haklarını ellerinden alıyor. Getirilmesi planlanan sınav, ücretli avukatların sömürülmesini olabilecek en iyi şekilde sağlarken sınavı gerçekleştirecek kurum ise son yıllarda yaptığı sınavlarda şifreler- Politika / Gündem le ve emek hırsızlıklarıyla medyaya yansıyan ÖSYM yani AKP’nin kurumsallaşmasındaki en önemli basamaklardan biri. 80li yılların başında 3 olan hukuk fakültesi sayısı bugün 68’e ulaşmış durumda ve yıllık mezun sayısının 5.000’e, toplam mezun sayısının ise 80.000’e ulaştığı tahmin ediliyor. Eğitimin niteliksizleşmesinde en büyük etken sermayedarların büyük kolaylıklar sağlaması yoluyla açılan özel üniversiteler. Eğitimin özelleştirilmesi adına yapılan bu hamlelerin ise şimdi bir elemeyi gerektirdiği düşünülüyor. Bu eleme ilk olarak işçi avukat sayısını sınavı geçemeyenler yoluyla artırıp işgücü çok daha ucuza mal olan yedek avukatlar yaratacak. Zaten büyümekte olan hukuk şirketlerinde patron ve işçi avukat ayrımını genişletecek. Hali hazırda primleri ve sigortaları yatmayan, kendileri avukatlık bürosu açamayan “avukatlar” ın yanına bir de avukatlık sıfatı dahi bulunmayan iki kat emek sömürüsüne maruz kalan çalışanlar eklenecek. Bir diğer değişiklik ise staj süresinde yapıldı. Eskiden 1 yıl süren stajın şimdi 18 aya uzatılması planlanıyor. Emek sömürüsünün en katmerlenmiş hali olan staj süresinin bu derece arttırılması hem emekçi ailelerin dayanma gücünü zorlayacak hem de bu süre içinde ucuz emeğinden yararlanılan stajyerlerin tam bir köle olarak çalışması sağlanacaktır. Lisans eğitiminin görüldüğü en az 4 yıllık süreye 1 yıl da staj boyunca aile desteği gerekmektedir. Diğer her sınavın eğitim piyasasını mali açıdan büyütmesi gibi bu sınav içinde açılacak kurslara gitme ve kitaplarının alınması zorunluluğu da cabası. 22 MART ACILARIMIZIN BEŞİNCİ MEVSİMİDİR Mart ayını oldum olası sevemedim. Havalar düzelir gibi olur, bozar. Bahar mıdır kış mıdır anlayamazsınız. Karanlıktan yorulmuşsunuzdur artık, Güneş aydınlanır, günler aydınlanır. Oysa Mart ayına aldanmak bahara haksızlıktır. Çünkü Mart acıların beşinci mevsimidir. Ne bahardır, ne de kış. 3 Mart’ta acılarımız düştü toprağa. 2004 senesiydi, Önder’in son selamı alındı. Önderlere yollandı. 3 Mart’ta acılarımız düştü toprağa. Zonguldak’ta Grizu patlaması. Sene 92. 370 insan. 7 Mart’da Muş’da bir deprem. Sene 66. 2394 insan. 8 Mart’da, 1857’de Amerika’da 129 işçiyi yaktılar diri diri. 8 Mart emekçi kadınlar günümüz kutlu olamadı. Var oldu. 11 Mart 2012’sinde acılarımızın, 11 işçinin daha ellerindeydi dünya. 12 Mart 1995’inde acılarımızın, Gazi’yi namlunun ucuna sürdüler. 16 Mart 1988, geçmişte katliam, gelecekte katliam. Halepçe! 16 Mart 1978, geçmişte katliam, gelecekte katliam. İstanbul Üniversitesinde 7 fidan! Newroz, Cizre, Şırnak, Doğu, Kürt! 92, 21 Mart, Devlet, 57 İnsan! 95, 26 Mart, Özel şirket, 37 İnsan! Grizu patlaması! 72 senesiydi. Mart’ın 30’u. Kızıldere. Mahir, Cihan, Ömer, Nihat, Sinan, Saffet, Hüdai, Ahmet, Ertan ve Sabahattin. Onlar Deniz’i, Yusuf ’u, Hüseyin’i yaşatmak istiyorlardı. Onlar Denizleri, Yusufları, Hüseyinleri yaşatmak istiyorlardı. Onlarla yaşamak istiyorlardı bu hayatı ya da hiç! Teslim olmayacaklardı! İsteniyorsa, gelecekler ve teslim alınacaklardı ama Onlar yaşatmak uğruna yaşamlarını teslim etmeyeceklerdi! Onlar yaşatmak uğruna yaşıyorlar zira! İnsandı hepsi de. İsimler değişti, kimlikler, yerler değişti ama onlar insandı. Bahar değişti, mevsimler değişti, günler değişti ama onlar Hep İNSANDI! Mart değişmedi yalnız! Hala acılarımızın beşinci mevsimidir Mart, Acılarımızın mevsimi... Acılarımızdır Mart! Cansu KARCI 23 KİMLİKSİZ ÇOCUKLAR VE ÖZGÜRLÜK ADINA Gözlerim buğulanıyor gözlerim yanıyor hissediyor musun gözlerim yüreğine akıyor Sen ben oluyorsun Ben sen doluyorum Koynunda sevda oluyorum Geceler yanıyor Ve ben diyorum ki: Yakalım geceleri, hep beraber aydınlık sabahlara çıkalım ‘şiirleri sabahlara gerelim’ diyor şair. Şiirleri sabahlara gerelim ve sevdaları da… Bizi anlamıyorlar Bizi hor görüyorlar sevgilim Bizi kurşuna diziyorlar Biz ki: sen, ben ve bir avuç insan kalıyoruz karanlıklarda Bir avuç aydınlık için avaz avaz haykırıyoruz Umudumuzu uçurtma yapıp göklere uçuruyoruz Bir yerlerde köpekler uluyor Bir yerlerde ölüm bedenimizi sarıyor Umudumuz can çekişiyor Diyorum ki, yakalım geceleri Birileri türkümüzü susturuyor, sazımızı yakıyor Türküleri sabahlara gerelim Alevler sarıyor gökyüzünü ölümü öldürelim Bağıramıyoruz: sesimizi çalıyorlar Kimliksiz kalıyoruz Biz ki, kim bilir belki yakarız bu katran geceleri Gündüzler elimizden tutar Birileri bu manzaraya alkış tutuyor Sen o ışık dolu sesinle türkü söylemezsen eğer ve o birileri artık çok oluyor Gündüzleri kan tutar Gözlerim buğulanıyor Kalırız hiçliğimizde Ölüm kendinden utanıyor Kürt çocukları kimliksiz kalır isimsiz bir ülkede Ölüm şarkılarını kanla yıkar Kâbuslar boğar ümitlerini oysa ben “Ez jî te xezdikim” desem, bundan ne çıkar Anlamıyorlar dillerin masumiyetini Kim bilir belki yıllar, çok yıllar sonra Kızıl bayraklarla süsleriz caddeleri; İşte o zamana kadar yılmayalım sevgilim Sen bana yine “Ez jî te xezdikim” de ümitlerini yak çok üşürse geceler ve çocuklar o isimsiz ülkelere Korkma, şiirler sarar bizi A Kültür / Sanat ÇİÇEKLENMİŞ BİR SEVDA Sana açılır sevdanın kapıları ve yumruklamak sana özgüdür hayatın duvarını Ama güne çıkar bu yollar bu nehirler sevdaya akar Güneşim, benim sevdalı yoldaşım Gecemin özü sendedir benim özüm sende ve kavganın en güzeli en ateşlisi senin yürüdüğün yoldadır bizim yürüdüğümüz yolda Biz düşeriz Gök yerinden kopar Kopar dizginlerini Ey yar! Soyunuruz gök kaplar içimizi karanfiller biter tenimizde Bedel ödemek bizlere mahsustur ve yalnız biz biliriz yarınların kıymetini sevdayı biz biliriz onurlu ölmeyi biz Yiğidim, uçurum yüreklim çığlık değil slogan yakışır ağızlarımza ve en çok gün yaraşır sevişmelerimizin sıcağına Bırak utansın güneş ışığımızdan Yoksa şu karanlık yırtılmayacaksa biz ölmüşüz yürümüşüz ne çıkar Sevda hep ateşe yürür ateşle büyür bu kapılar bu silahlar panzerler bilmem neler çiçeklenmiş bir sevdada sadece güzdür Ama sevda tohumlarını atar Bu mevsim bahara çıkar Her mevsim bir çiçek büyütür bağrında o çiçekler kavgamızda açar Senin göğsünde de kocaman bir gök var Kavuştur göğünü göğsümde avuçlarımdan tenine akan denizde yürü A Örgütleyelim sevdayı bulut olsun Ey yar! Yoksa sevdamız yağmur olup yağmayacaksa insanlarımızın üstüne biz bitmişiz çürümüşüz ne çıkar Ama insanlığa çıkar bu yollar bu yağmurlar içimize akar bu halaylar bu pankartlar bizi alıp sevdaya koşar Sen söyle orman gözlü yoldaşım bu leş kargaları irin yuvaları bu taşlar kurşunlar bilmem neler bizi öldürebilir mi Biz ki türküyle yanıtladık onların küfürlerini Yaşam en güzel emanetimiz ümit en güzel çocuğumuz oldu Yüreğim, Karanfil bakışlım gül kanımızı dökmek de var meydanlarda Şimdi sımsıkı sarıl bana BAKAN ÇELİK, “TETİKÇİLİĞİ” AÇIKLADI A Sezin Aksu KP Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik parti genel merkezinde Suriye sınırına kurulan füze sistemiyle ilgili açıklamalarda bulundu. Çelik: “Tetik bizim askerimizde olacak’’ dedi. Bugüne kadar NATO tarafından sınıra kurulması düşünülen füze sistemini kabul etmeyen AKP böylelikle kabul etmiş oldu. Aslına bakılırsa Çelik’in beyanı doğrudur; ama eksiktir. Daha geniş yorumlarsak, emperyalizmin Ortadoğu’da ve özellikle Suriye’de taşeronluğuna soyunan Türkiye’ye “tetikçilik” düşeceğini daha önceden ifade etmiştik. Ancak şunu da söylemek gerekiyor, Türkiye’nin nasıl ki daha önce Kürecik’te kurulan radar sistemine hayır deme ihtimali yok idiyse bugün kurulan olan füze sistemine hayır deme iradesi de yoktur. Zaten Türkiye’ye füze sistemi için fikri de sorulmamıştır. Hatay’da milletvekillerinin, jandarmanın giremediği kampların bulunduğu düşünüldüğünde, füze sisteminin karar mekanizmasında kimlerin olacağı bellidir. “Tetik bizim elimizde olacak” jargonu işbirlikçiliğin aldığı boyutu gizlemeye yöneliktir. Ayrıca geçtiğimiz günlerde NATO Genel Sekreteri Rasmussen karar mekanizmasının NATO’da olacağını açıklamıştır. Bu gelişmeler göstermektedir ki önümüzdeki dönem Suriye’ye dönük emperyalist tezgâhlar Politika / Gündem artacaktır. ABD seçimlerinde tekrar başkan seçilen ve rahatlayan Obama’nın bölgeye ilişkin adımlarını hızlandırdığı füze sisteminden de anlaşılmaktadır. Emperyalizmin bölge politikası Türkiye’yi bölgede bütünüyle iradesiz kılmış ve tüm bölge ülkelerle sorunlu hale getirmiştir. Enerji yolları üzerinde bulunan ve enerji yataklarının yanı başında olan Türkiye bugün petrolü ve doğalgazı en pahalı kullanan ülke durumuna düşmüştür. Önümüzdeki günlerde Suriye meselesi üzerinden yaşanacak gerginlikler bizleri beklemektedir. Toplumun %95’inin karşı olduğu bir savaşa Türkiye adım adım zorlanmaktadır. Bu süreç iç politikada halka zam, düşük ücret, işsizlik olarak dönecektir. Alevilere, Kürtlere, kadınlara ve işçi-emekçilere dönük saldırılar artacaktır. Bu nedenle her gelişmeyi doğru okumak ve antiemperyalist teşhiri sürekli kılmak bir gerekliliktir. Emperyalizmin askeri olmayacağız. Tıpkı 68 devrimci gençliği gibi emperyalizmin “6. Filosu”nu ülkemizden kovacağız. YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ DEMOKRATİK TÜRKİYE KAHROLSUN EMPERYALİZM! SURİYE’DE EMPERYALİST İŞGALE HAYIR! ABD’NİN TETİKÇİSİ OLMAYACAĞIZ! 26 ÇÖZÜMSÜZLÜK SÜRECİ İ Marmara Üni. Devrimci Gençlik mralı’yla “müzakere” sürecinde yakın zamanda gerçekleşen can yakıcı durumlar aslında çözüm süreci diye makyajlananan sürecin yine AKP’nin samimiyetsiz tutumuyla bir oyalama taktiğinden ibaret olduğunu göstermektedir. Medya manipülasyonunun etkisiyle toplumda yaşanan algı kayması geçtiğimiz günlerde yaşanan Karadeniz turunun Sinop ve Samsun ayaklarında yaşanan provokasyonlarla aslında çözüm diye lanse edilen sürecin çözümsüzlüğünü gözler önüne serdi. Bunun dışında hala devam eden operasyonlar devletin/ egemenlerin asıl amacını da göstermektedir. Bir yandan müzakere söylemleriyle İmralı’ya heyet göndermede sınır tanımayan AKP, diğer yanda ‘terör’le uzlaşmayı aklından bile geçirmeyen ikinci bir AKP. Yaşanıldığı iddia edilen “ılımlı havanın” aslında tamamen AKP’nin ve medyanın manipülasyonları etkisiyle oluştuğunu yadsımak neredeyse imkânsızdır. Zira bir yandan oyalama diye adlandırılabilecek olgular yaşanırken bir yandan da ülkedeki demokrat, devrimci ve yurtsever kesimlere yönelik adeta Hitlervari yöntemler (Provokasyon, kara propaganda) kullanılarak baskı yöntemleri uygulanıyor. ‘Artık Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında yaşayan halklar bu savaştan yoruldu’. ‘Artık kanın akması istenmiyor’ gibi söylemler ise demagojiden başka bir anlama gelmiyor. Zira insanları yoran ve korkutan özgürlük mücadelesi değil, bizzat toplumda her gün alışılır hale gelen devlet terörünün kendisidir. Yaşanan bu süreçte gerçekten de bir “müzakere” işleyişinden bahsedilemeyeceği açıktır. Karadeniz turunda ardı ardına yaşanan provokasyonlar devletin gerçekten iyi niyetli olduğuna inandırır mı? Ortada basit bir şey: İleri demokrasi söylemlerini pohpohlayarak durmadan öğrencilere, avukatlara, sendikacılara operasyonlar düzenleyen, tutukluluk süreçlerini uzatarak içerde bulunan binlerce insanın içerde tutulmasını sağlayan AKP bu “müzakere” sürecinde ne kadar samimi? Egemenler tarihin bütün dönemlerinde kendilerine muhalif olan sesleri sindirmeye çalışmıştır. Bu açık. Kaldı ki AKP 12 Eylül döneminde bile geçirilemeyen yasaları toplumun algısını çelmeyerek geçirmiş, halka kabul ettirmiş ve asıl ilginç olan taraf halkın bu yasaları kabul etmesi dışında halkın da bu yasaların istenmesi sağlanmıştır. Neresinden tutulursa tutulsun dökülecek olan bu demokrasi söylemlerinin altında halkın boynunda olan boyunduruğu görmemesi sağlanmıştır. İşte yaşanan bu algı kayması bugün aslında salt müzakere açısından değil her alanda toplum genelinde muhalif kesimlerin üzerinde gün be gün artan baskılar AKP’nin ne kadar samimi olduğunu açıkça gösteriyor. Bu bağlam üzerinden Sinop ve Samsun olayları sonrası iptal edilen Karadeniz turunu düşünecek olursak, her iki ilde de ardı ardına yaşanan saldırıların basit bir “faşist saldırı” olmadığını görmek gerekir. Samsunspor’un facebook sayfasında saldırı için yapılan çağrı polisin olaylardan bihaber olmadığını gösterir. Saldırı için direten faşist güruh ve çetelerin eylemlilik anında önü açılmıştır ve iki ilde düzenlenen olaylı geziler sonrası Karadeniz turu iptal olmuştur. Aslında yaşananlara şaşırmamak gerekir. Çünkü daha geçen senelere kadar “terörle tavizsiz mücadele” diyen AKP’nin bugün müzakere söylemini dillendirmesi düşündürücüdür. Bugün coğrafyamızda yaşanan devlet terörünün yabancısı değiliz. Yaşanan gelişmeler “savaşın bitmesi” şöyle bir yana dursun daha çetin süreçlerin Türkiye ve Kürdistan gençliğini görev başına çağırıyor. Medyanın manipülasyonlarıyla gençliğin zihinlerinin törpülenmesine karşı tüm arkadaşlarımızı bilinçlendirmeliyiz. Yaşanan bu saldırılar ilk değildir son da olmayacaktır. Hatırlayalım, ileri demokrasi söylemlerinin tırmandığı dönem üniversitelerde 27 Politika / Gündem tırmanan devlet terörü hala bugün aynı söylem altında devam etmektedir. Kapalı cezaevine dönen Türkiye’de şu an hangi barıştan, hangi ılımlı havadan bahsediliyor? Biz Türkiye ve Kürdistan gençliği olarak faşizmle her koşulda ve her durumda mücadele etmeye devam edecek ve devletin sistemli saldırılarına ve mani- pülasyonlarına karşı direnmeye, doğruları anlatmaya devam edecek ve bu faşist saldırılara pabuç bırakmayacağımızı tekrar ilan ediyoruz. Tarih bizi haklı çıkaracaktır. YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ! BİJİ BRATİYA GELAN! ORTADOĞU’DA ÇOCUK OLMAK Halep ’in ücra bir köşesinde, Bir çocuktum, Yaşama savaşıydı, Bizimkisi. Çocuktum, Güzeldim, Saftım, Temizdim… Yaşamın cenderesinde; Kopan sol elimde domdom izleri ! Başımda sevgi bilmeyen bir kurşun yarası; Gözpınarlarımda, Çağıl Çağıl, Oluk Oluk yaşlar akan, Her bir damla gözyaşı, Yüreğimin çavlanında, Sel olup avuçlarıma gelen, Cılız bedenimden kanlar damlayan, Yorgun bacaklarım titrek adımlarıyla, Hoyrat ellerden sıyrılıp kurtulan; Aydınlığa, Sevgiye, Barışa hasret… Umut dolu yarınlara koşan bir çocuktum; Ölüme inat, özgürlük adına, Bırakmam tuttuğum kızıl güneşi. Karanlık gecenin tutsaklığında, Yaşam belirsiz, Zaman belirsiz… Donduran hava buz gibi, Her biri bir ölüm makinası, Her biri bir canavar olan, Zehir kusan tanklar… Paramparçayım şu topraklarda, Bir yol uzar gider özgürlüğe, Bir yol yaşama, Bir yol kardeşliğe, Bir yolda barışa… Ölüme inat; Nemrut ‘un başında, Munzur’un yamacında… Gece bir mahşer, Karanlıklara inat; Yaşasın mücadelemiz. Yaşasın halkların kardeşliği Politika / Gündem 28 ÖNDER BABATI ANMAK DEVRİMCİ YOLU ANLAMAKTIR D İzmir Devrimci Gençlik evrimci mücadele içerisinde başarı öznelerin, dün-bugün-gelecek birlikteliğini, güne izdüşürmedeki yeteneğiyle doğru orantılı olarak gelişir. Bugünün devrimci mücadelesini örgütlemek, bugünün dünyasını, dünya ezilenleri adına evrensel bir çözümlemeyi yapmaktaki başarıya bağlıdır. Bu evrensel çözümleme içerisinde Türkiye ile olan nedensel ilişkisi içerisinde Türkiye’de iktidar hedefli bir pratik süreci örgütlemek de tarihsel bir gerekliliktir. Devrimci mücadelenin iktidar hedefi ve ona yönelik istikrar, gelecek öngörüsüyle alakalı olduğu kadar, günü örgütlemedeki kabiliyeti ile de ilintilidir. Günü izdüşüren her pratik faaliyet ise devrim, geçmişin geliştirilmesi ve geleceğe taşınması ile örgütlenebilir. Lenin devrimci mücadelede sürekliliğin önemine işaret etmek adına su damlaları örneğini vermiştir. Sert ve güçlü bir kayada oyuk oluşturan ve en sonunda kayayı parçalayanın sürekli ve aynı yere damlayan su damlalarının olduğunu söyler. Bu süreklilikte işçi sınıfının evrensel ilkelerine ve yerel politika üretmedeki geçmiş mirasa olan güven, yani devrimci bir hareketin kendi ilke ve mücadele stratejisine güven için başarının başka bir önkoşuludur. Dünya üzerinde zafer kazanan tüm devrimci pratikler, geçmişin mirasını geleceğe taşımadaki ustalıklarıyla zafere ulaşmışlardır. Ekim Devrim’i öncesindeki süreçlerde köylü hareketlerinden, halkçı anarşist hareketlere kadar her deneyim işçi sınıfı ve ezilen halkların evrensel ilkelerine göre değerlendirilmiş, başarıya ulaşamamalarındaki nedenler saptanmış ve doğru mücadele çizgisindeki faaliyetlerle de bertaraf edilmiştir. Ekim Devrimi öncüleri ideolojik ve politik önderliğin tüm esaslarını yerine getirmiştir. Devrim stratejisi içerisinde tüm karşı devrimci güçlere karşı uzlaşmaz bir çizgi izlemiş, devrimden yana olan tüm grupları sürece doğru hamleler yaparak katmışlardır. Devrim sürecinde devrimci hareket içerisindeki tüm sağ ve sol sapmalarla ideolojik önderlik esaslarınca mücadele edilmiş, doğru stratejiyi geliştirmeleriyle birlikte süreci zafere taşımışlardır. Ayrıca dünya devrim tarihine köklü miraslar bırakan ve halk savaşını tüm dünya emekçilerine öğreten Latin Amerika devrimci hareketleri geçmiş mirası üzerine inşa ettikleri mücadeleleri ile başarıya ulaşmışlardır. Latin Amerika’da pek çok devrimci hareket adını, 29 Politika / Gündem köylü devrimlerinden ya da halk isyanlarından alır. Devrim karakterlerini yerel mücadeleler belirlediği gibi, savaşım ve strateji tespitleri evrensel ölçütlerle belirlenir. Urugay’da Tupomaralar, Nikaragua’da Sandinistalar, Meksika’da Zapatistalar evrensel devrim mücadelesinin yerel karakterlerini temsil eder. Tüm bu örnekler bizler için öğretici olduğu kadar, karşı devrim güçleri için de öğreticidir. Kapitalist/emperyalist sistem bugün ezilenlerin yüzlerce yıldır biriktirdiği gibi tüm birikimi boşaltmak ve bu tarihsel devamlılığı koparmak misyonuyla hareket etmektedir. Marksizm/ Leninizmin yol gösterici doktirini burjuvazinin hizmetindeki sözde muhalif, liberal, entellektüel kalemlerce tarhip edilmeye çalışılırken, halklar nezdinde ise var olan toplumsal örgütlülüğü dağıtmak, halkların beslediği pınarı kurutmak için çaba sarfetmektedirler. Bugün ülkemiz açısından pek çok devrimci değerin içi boşaltılmaya, geniş halk kitlelerinin etkinliği atomize edilerek liberal kanallarda boşa çıkartılmaya çalışılıyor. Toplumsal muhalefet geçmişten beslenemediği oranda başarısızlığa uğruyor. Bu da iktidar hedefinden uzaklaşmasına ve var olan birikimini devrimcileştirememesiyle birlikte tüketmesine neden oluyor. Bugün ülkemiz için faşizm sadece katleden, işkence eden, zorbalık eden bir sistem olarak değil, toplumsal muhalefetin bilinç ve algılarını yönlendiren, kendi yarattığı kısır alanların dışarısına çıkılmasına izin vermeyen, gerektiğinde suni muhalefetler örgütleyen bir konumda kendisini güncellemiştir. Ezilenlere devrimci alternatifi unutturma noktasında ciddi başarılar elde etmiştir. Bugünün Türkiyesinde faşizmin hala devrimci kalmayı başarmış örgütlenmelere pervasızca saldırısı, devrimci alternatifin her daim güncel ve sistemi alaşağı edecek tek gücün örgütlü güçler olduğunu bildiğindendir. İçinden Politika / Gündem geçtiğimiz son süreçte devrimcilere yönelik gözaltı ve tutuklama furyası bunun en güncel ve somut örneğidir. Devrimci mücadele kendi meşruluğundan ve inancından beslenir, dolayısıyla bu saldırıları boşa çıkartacak da yine halkların örgütlü gücü olacaktır. İşte devrimci hareketimiz sahip olduğu tarihsel birikimi bugüne taşıma noktasındaki yeteneğiyle faşizmin ve emperyalizmin her dönem hedefinde olmuştur. ‘80 öncesi mücadele pratiğini THKP-C çizgisi üzerine inşa eden Devrimci Hareket günü yakalamadaki başarısıyla halklara umut, faşizme ise korku salmıştır. Faşizm; yoldaşlarımızı işkence tezgâhlarında, darağaçlarında, tuzaklarda katletmiş ve mücadelemizin tükenmesini amaçlamıştır. Ancak mücadelemiz halkların kalbinde ve ruhunda daha çok vücut bulmuş, eksilerek değil çoğalarak ilerlemiştir. Tüm örgütlü kesimlere dönük gerçekleştirilen 12 Eylül faşizmine karşı yoldaşlarımız; kırlarda, kentlerde ve cezaevlerinde direnmişler, faşist darbeden hesap sormak adına mücadeleyi sırtlamışlardır. Örgütlü duruşu yitirmeden mücadele eden yoldaşlarımız, idam sehpalarında, sokak aralarında ve kırsal alanlardaki çatışmalarda da bunun bedelini canlarıyla ödemiş, devrimci mücadeleyi ileriye taşımışlardır. Devrimci hareketimizin sahip olduğu miras, günü yakalamasına ve süreci geliştirmesinde en temel dayanağını oluşturmuştur. 2000’li yıllara gelindiğinde, emperyalizmin Ortadoğu coğrafyasına dönük saldırılarını ve Türkiye’nin bu bağlamda biçimlenişine dönük tespitleri ve ördüğü mücadele hattı emperyalizm için oluşturduğu en büyük tehditti. 2000’li yıllarda Ortadoğu coğrafyasına en büyük saldırı olan Irak işgali, başta muhalif kesimlerce alkışlanmış, daha sonrasında ise liberal protestolarla süreç örgütlenmeye yani örgütsüzleştirilmeye çalışılmıştır. Devrimci Hareketimiz Ortadoğu süreci 30 ve Türkiye’nin görevleri üzerinden yaptığı tespitlerle süreci karşılamış Irak’taki somut gerçekliğe dönük ‘’Yaşasın Halk Savaşı’’ tespitiyle emperyalizme kafa tutmuştur. İşte bu tarihsel kesitte 3 Mart 2004 tarihinde Önder Babat yoldaşımız temsil ettiği değerler bakımından tehdit olarak algılanmış ve dergi büromuzun önünde katledilmiştir. Devrimci Hareketimizin geçmiş ve gelecek arasında kurduğu köprü, günü yakalamadaki başarı, tüm devrimci kesimler gibi hareketimizi de hedef haline getirmiştir. Önder Babat’ın katledilmesi; devletin profesyonel katillerine yaptırdığı bir operasyondur. Bu operasyon, işleniş ve ihtiyaç duyulduğu süreç ile birlikte değerlendirildiğinde pek çok bakımdan ilktir. Toplumsal örgütlenmelerin dağıtıldığı ve emperyalizmin küresel ölçüde yaptığı hesapların bir parçası olarak, Türkiye’li devrimcilere dönük saldırıların ve örgütlü kesimlerin dağıtılması projesinin başlangıcıdır. Faşizmin güncellenmesi ile birlikte tüm toplumsal birikimin içini boşaltırken, devrimci mücadeleyi de tüketme hesapları yapmışlardır. Daha sonraki süreçlerdeki Hrant Dink cinayeti KCK tutuklamaları ve içerisinden geçtiğimiz günlerde devrimci kurum ve sendikalara dönük yapılan operasyonlarla bu süreç devam ettirilmektedir. Artık faşizm ülkemizde neoliberal çağa uygun olarak kendisini güncelliyor. Oligarşi ittifağı, içerisindeki çelişmelerin derinleşmesi ile birlikte işbirlikçi-tekelci burjuvazi daha da azgınlaşmıştır. Önümüzdeki süreçte faşist baskılar ve zorbalıklar toplumun her kesiminde hissedilecektir. Emperyalist/kapitalist sistem toplumsal muhalefeti bir yandan liberalleşme bataklığına çekerken bir yandan da mücadele eden kesimleri etkisizleştirmeyi hedeflemektedir. Aslında iki yöntem de devrimci mücadeleyi yok etme adına tasarlanmıştır. Fakat devrimci mücadele ve devrimci ha- reketimiz bu planları boşa çıkartacaktır. Biz yokluklardan varlık doğuran bir tarihe sahibiz. Önder Babat yoldaşımız da devrimci mücadelenin seyrinin düşük geçtiği süreçlerde tarihsel görev ve sorumluluklarından kaçmayarak devrimciliği yaşam biçimine dönüştürmüştür. Düşmanla her alanda karşı karşıya olduğumuzu unutmamalıyız. Küçük burjuva alışkanlıklarımızı aşmak için sarfedeceğimiz emeğin, düşmanla savaşın bir parçası olduğunu unutmamalıyız. Zapatistaların lideri Subcomandante Marcos’un dediği gibi düşmanla girilen her temas eğer onu teslim almak için değilse, ona teslim olmak içindir. Önder Babat; katledilen ne ilk yoldaşımızdır ne de son olacaktır. Tüm şehitlerimiz gibi Önder Babat da devrimci değerlerin ve hareketimizin ete kemiğe bürünmüş halidir. Bedel ödeme sırası geldiğinde çekinmeden her bedeli ödeyen yoldaşlarımız, hayatlarını devrimci mücadeleye adamışlardır. Önder Babat’ı anmak omuzladığı mücadelesini sahiplenip, omuzlayarak gerçek anlamına kavuşturmaktır. Bu bir bayrak yarışıdır, nöbet teslimidir; Önder yoldaş da bu bayrağı Selim’lerden Mineler’den Hıdır’lardan Gökalp’lerden devralmıştır. Şimdi bu bayrak biz DEV-GENÇ’lilerdedir. Mücadelenin tarihsel bir sorumluluk olduğunu kavrayarak, bu sorumlulukları yerine getirmek için elimizden gelenin fazlasını yapmalıyız. Genç ve tecrübesiz olabiliriz ama karşılaşacağımız her zorluğu aşmak için bizlere gereken birikim, Devrimci Hareket’imizin şanlı tarihinde mevcuttur. Kendimizi geliştirmeli ve mücadeleye daha da azimle sarılmalıyız. 31 ÖNDER BABAT’I ANMAK DEVRİMCİ YOLU ANLAMAKTIR. KAHROLSUN FAŞİZM YAŞASIN MÜCADELEMİZ! Politika / Gündem KADIN OLMADAN DEVRİM OLMAZ DEVRİM OLMADAN KADIN KURTULMAZ İstanbul Üni. Devrimci Gençlik G ünümüzden tam 156 yıl önce ABD’de zı çevirdiğimiz noktalar gettolar ve işçi sınıfı daha iyi çalışma koşuları istemiyle gre- üzerinde yoğunlaşacaktır. Kadına şiddete karşı ve başlayan işçilerin katledilmesiyle başlar 8 çıkılırken es geçilen esas nokta insana şiddete Mart’ın dünya emekçi kadınlarına atfedilmesi. karşı çıkmaktır. Sadece kadın bağlamında bakDevletin işçilere saldırmasıyla ve 129 işçinin tığımızda hem diğer ezilen unsurları hem de diri diri yakmasıyla sonuçlanan grev kapita- kadının ezilmesindeki temel noktayı ıskalamış lizmin kanlı yüzünü en somut haliyle ortaya oluruz. Şiddeti sadece kaba kuvvet boyutunkoydu. Onlar kadın olduklada düşünmeyelim bir kadına rı için değil sisteme muhalif vurmak onu cinsel obje olave daha yaşanılır bir dünya rak veya meta olarak görmekHer Mayıs sabahında istedikleri için ödediler bu ten daha ağır değildir. Bir kadirilmekte olan doğayı bedeli. dını 12 saat boyunca güvenGünümüzde en çok düşü- teninin tüm çıplaklığıyla karşıla cesiz ve fiziksel gücünü aşan İçine len yanlışlardan bir tanesi de şartlar altında çalıştırmak kadının sadece kadın olduzaten şiddetin en büyüğüdür. baharın doğurganlığını akıt ğu için ezildiği ve onu sadeKapitalizm her gün kadınlara Bedenin ce erkeğin ezdiğidir. Bu sınıf ve emekçilere şiddeti en ağır Mayıs gülüşlü çocuğa dursun... bilincinden tamamen uzak biçimiyle zaten uygulamakBir erik ağacında ve zararlı bir bakış açısıdır. ta. Bu koşullarda asıl önemli Bu gün burjuva sınıfındaki nokta kadına düşmanın erdallar çiçeklenir gibi kadınların ezildiğini sömükek olduğu aldatmacasıdır tüm kadınlığınla hisset rüldüğünü söylemek tam bir ve bunun üzerinden sisteme analık titreşimlerini... algı bozukluğudur. Her gün olan muhalifliğin köreltilmesokaklarda giydiği elbiseden sidir. Kadına düşman olarak dahi baskıya maruz kalan erkeği gösterdiğimiz zaman, kendi vücudu hakkındaki kararların bile kendi aslında asıl düşmanı olan ve sorunun asıl kayinisiyatifine bırakılmadığı binlerce kadın var- nağı olan kapitalist sistemi ıskalamış oluyoruz. ken magazin kanallarında popüler kültürün Burjuva medyada sürekli olarak ‘dikensiz gül ihtiyacı çerçevesinde ‘moda’ya uyan sosyete bahçesi’ olarak gösterilen sistemin yanı sıra, güzellerinden, kadının metalaştığı arka sayfa bu şiddetten ve kadına uygulanan her zorba‘güzelliklerinden’ ve hayatı boyunca çalışma lıktan erkeğin sorumlu tutulduğu bir gerçektir. ihtiyacı duymadan başkalarının sırtından geBizler asıl düşmanın bu yoz sistem olduğuçinen kadınların es geçilmemesi gerekir. Kadı- nu biliyoruz. İnsana dair her şeyi törpüleyen na şiddetin en yoğun olarak yaşandığı bölge- kadınları cinsel obje olarak, meta veya namus lere ve kesimlere bakacak olursak bakışlarımı- simgesi olarak gösteren bu sistem de sistem içi Politika / Gündem 32 hiçbir yol kurtuluşa götürmez. Hedefini dev- yerin tavanındaki mazgaldan kahkaha ve alkış rim olarak koymayanlar sistem içinde muha- sesleri arasında kendisini izleyen ve kadınla lif görünen ama özünde sistemin işini yarayan beraber olmasını isteyen “görevli”lere, “ben toplamlar haline dönecektir. Algı bulanıklı- hayvan değilim” diye yanıt vererek, böyle bir ğının burjuva medya ile dayatılması anlaşılır şeyi reddeder. Bunun üzerine kadın, “ben de bir harekettir çünkü o doğrudan sermayeye hayvan değilim” yanıtını verip, giyinir. Aralahizmet eder ama asıl sorun algı bulanıklığı- rında, beraber olmanın değil, olmamanın yanın sol zemine dahi sıçrattığı bir yakınlaşma başlar. ramış olmasıdır. 8 Mart Bu, bir film sahnesidir; anSeni sevdim diye Dünya Emekçi Kadınlar cak, verilen mesaj önemlidir. ne bayrakları Günü’nün muhalif yanFilmi çokça aşan ve adeta toplayıp dürdüm larını törpüleyerek onu olağanlaşan günlük ilişkine de uzakta bir halkın dünya kadınlar gününe lerden bir kesit alındığında, acılarına sırt çevirdim. çeviren, alanlara sadeburadaki “hayvan” kavramıce kadınları çıkartan ve nın veya “hayvanlaşma”nın Sen benim kadının hedefine erkeği ne anlama geldiği daha iyi insan yanımı çoğalttın koyan zihniyet aynıdır. anlaşılır.’” (Kadın Sevgi ÖzDaha dün Bizler kadın erkek el ele gürlük) gözlerinde dolaşırken şiarını alanlarda yükselti‘Büyüdüğü’ andan itibayoruz çünkü biliyoruz ki ren evlilik yoluyla bir erkeAfrika hiç bu kadar asıl düşman bu kokuşmuş ğe bağlanılmaya çalışılan ana kucağı sistemdir. kadın evde bir nesne haline çocuk gözü Kapitalist sistem de ne sıradanlaşmaya ve sadece özgürlük düşü sevgiyi ne aşkı tam anlahizmet eden bir duruma geolmamıştı. mıyla yaşamak olanaklı lir. Bu reddedildiğinde evde değildir. Popüler kültür kalmak gibi aşağılayıcı teKirpiklerine Kenya aracılığıyla biçim her şey rimler içinde bulur kendini. kirpiklerine Mozambik haline gelmiştir. İnsanları Bir erkekle beraber yaşamakirpiklerine Angola dolmuştu... dış görünüş süzgecinden ya başladığında ise topluDokundum... geçirmek, kadınlara sümun bakış açısı tamamıyla Avuçlarımda halkımın sıcağı rekli süslü ve ‘güzel’ olmadeğişir ve çok daha çirkin bir “Biz özgürleşmek için sını dayatmak, kişilikten hal alır. Kadının ‘namusunu’ birbirimize tutunduk” çok görünüşe takılmak vücuduna kenetleyen ve onu dedin... çağımızın en büyük hasher şeyi haline getiren baskı talıklarındandır. Örneğin tekrar onu köleleştirme yobir kadına makyaj yaplunda gider. Durum dışarımasını, her hafta kuaföre gitmesini, kurduğu- da yani sosyal yaşamda da çok faklı değildir. muz kalıplar içindeki vücut şeklinde olmasını Her an tacize uğrama korkusu, birisi tarafındayatmak kadını aşağılamadan ve onu bir zevk dan iğrençleştirilmiş bakışlar, fiziksel güçsüzobjesi haline getirmekten öte bir şey değildir. lüğe gem vuran kelimeler bireyin yeteri kadar Erkeğin birlikte olduğu kadınlarla övündüğü yıpranmasını ve ikinci sınıf insan konumuna lakin kadının tamamen kısıtlanarak sadece düşürülmesini sağlar. erkeğin istekleri doğrultusunda şekillenmesiKadın olmadan devrim olmaz, devrim olni dayatan da yine bu sistemdir. Cinselliğini, madan kadın kurtulmaz. Kadının içinde özne sevgisini tam olarak yaşayamayan bireylerin olarak bulunmadığı bir devrim ve devrim oldışa vurumları çok daha insan dışı olmaktadır. madan kadının kurtulması düşünülemez. Asıl “SPARTAKÜS filmini izleyenler hatırlayacak- düşman kapitalist sistemdir ve asıl kurtuluş tır; Spartaküs’e, kapatıldığı yerde bir kadınla yolu bu kokuşmuş düzeni yıkıp insanın insanberaber olma “fırsat”ı verilir. O ise, bulunduğu ca yaşadığı bir sistem kurmaktır. 33 Politika / Gündem CIA YENİ SÖMÜRGECİLİĞİN EN BÜYÜK SİLAHIDIR Ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıya ulaşması emperyalistleri yeni arayışlara itti. Yeni sömürgecilik anlayışı oluşmaya başladı. Yeni sömürgecilikte işgal açıktan değil gizli/kapalı yapıldı. İşbirlikçiler yaratıldı desteklendi. İşbirlikçiler eliyle sömürü gizlendi ve kolaylaştırıldı. Yeni sömürgecilikle birlikte, sömürü içsel bir olgu halini aldı. Y Ahmet Cömert eni sömürgecilik 1945 sonrası sömürü biçimlerindeki değişimdir. Emperyalizmin yeni ihtiyaçlarına göre sömürü şeklinin güncellenmesidir. Klasik sömürgecilikte; sömürgeci emperyalist güç sömüreceği ülkeye tankıyla, topuyla, askeriyle, bayrağıyla gidip ülkeyi işgal eder, yönetimi ele alırdı. Klasik sömürgecilik hammadde ve yarı hammadde talanı üzerine kuruluydu. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı Rusya’da devrime neden oldu. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı ise diğer geri bırakılmış mazlum halkların yüzünü Sosyalizme dönmesine neden oldu. Pazar arayışı yüzünden paylaşım savaşına girişen emperyalistler her savaştan sonra pazar kaybetti. Dünyanın 3/1’i emperyalist/kapitalist pazar dışına çıktı. Bunun yanında klasik sömürgecilikte açık işgal ulusal kurtuluş mücadelelerine neden oluyordu. Vietnam’da, Fransız sömürgecilerine karşı başlatılan halk savaşı, Cezayir’de Fransız sömürgecilerine karşı kurtuluş Politika / Gündem savaşı, Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı Ömer Muhtar’ın öncülüğünü ettiği direniş vb. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıya ulaşması emperyalistleri yeni arayışlara itti. Yeni sömürgecilik anlayışı oluşmaya başladı. Yeni sömürgecilikte işgal açıktan değil gizli/ kapalı yapıldı. İşbirlikçiler yaratıldı desteklendi. İşbirlikçiler eliyle sömürü gizlendi ve kolaylaştırıldı. Yeni sömürgecilikle birlikte, sömürü içsel bir olgu halini aldı. Yeni sömürgeciliğin en büyük ihtiyaçlarından biri ise sömürü ülkesini gizli yollarla idare etme şekillendirme/biçimlendirmedir. Yüzünü sosyalizme dönmüş ülkelere müdahale etmek bu ülkelerdeki sol hareketi ezmek ve yok etmek. İşte CİA’nın kuruluşu da böylesi bir amaca dönük olarak tasarlanmıştır. CIA’nin Kuruluşu 2. emperyalist paylaşım savaşı sırasında CIA’nin öncülü olarak OSS(Office of Strategic Services-Stratejik Hizmetler Bürosu) oluşturuldu. Bu örgüt ABD içersindeki farklı sermaye grupları ve odakları 34 arasındaki çelişmelerde bazı taraflar için çalışmaya başlaması, kapatılmasına neden oldu. 1946’da ABD’de güçlü bir tekel olan Ferdinand Eberstand’ın hazırladığı raporda, doğrudan ABD Başkanına bağlı, uluslararası alanda güçlü, istediği anda istediği şekilde müdahale edebilen gizli bir örgütün kurulmasının gerekli olduğunu söyleyip ayrıntılandırıldı. Rapor ABD Başkanı Harry S. Truman’a gönderilkdi. Truman raporu kabul edip çalışmalara başladı. 1946’da CIG(Central Intelligence Group – Merkezi İstihbarat Grubu) kuruldu. CIG’ın başına Amiral Sidney Souers getirildi. Ağustos 1946’da OSS’nin örtülü operasyonları yöneten birimi SSU(Strategic Services Unit – Stratejik Hizmetler Birimi) CIG’a bağlandı. OSS yönetiminde Asya ve Afrika’da bulunan 7 üs CIG’ın yönetimine geçmiş oldu. Hemen ardından OSO(Office of Special Operations – Özel Operasyonlar Dairesi) kuruldu. 1946 sonunda sadece OSO’nun, binin üzerinde kadrolu elemanı olduğu belirtildi. 1947’de emperyalizmin yeni ihtiyaçlarına göre ABD’deki iç işleyişi düzenleyen Ulusal Güvenlik Yasası (National Sercurity Act) kanunu çıkarıldı. CIA, Kara Kuvvetlerinin bünyesindeyken oradan alındı ve bağımsız bir komutanlık halini aldı. Truman, CIA’nin yaptığı gizli operasyonların yönetimini Savunma Bakanlığına (Pentagon) verdi. Ancak çok geçmeden karar değiştirildi. Ve yönetim tamamıyla CIA’ye verildi. 14 Aralık 1947’de NSC 4/A (Ulusal Güvenlik Konseyi 4/A numaralı direktifi) kararıyla CIA’ye gizli operasyon ve psikolojik savaş yönetme yetkisi verildi. Bu karadan sonra SPG(Special Procuders Group – Özel İşlemler Grubu) kuruldu. SPG kurulur kurulmaz işe başladı. İlk görevi, sosyalist ülkelerde karşı devrimcileri organize edip, silahlandırmak oldu. Suikastlar ve bombalı eylemler organize etti. SPG’nin ilk başkanı Allen Dulles oldu. 1948’de NSC 10/2 (Ulusal Güvenlik Konseyi 10/2 numaralı karar) bu kararda gizli operasyon tanımı şöyle yapılmış. “Düşman hükümetlere karşı propaganda, ekonomik savaş, sabotaj, yıkım, kitlesel imha, kitlesel sürgün, bu devletlere karşı ayaklanmaya yardım etme. Düşman ülkelerdeki azınlıkları, mültecileri, antikomünist unsurları kışkırtma, silahlandırma ve destekleme.” Bu kararda ayrıca CIA müttefik ülkelerde, devlet organlarına haber vermeden doğrudan operasyon yapabilme yetkisi de tanıyor. 50’lerin başında SPG(özel işlemler grubu) yerine daha etkin olması planlanan OPC(The Office of Policy Coordination – Politik Eşgüdüm Dairesi) kuruldu. Daha sonra SPG ve OSO(Özel Operasyonlar Dairesi) birleştirildi ve CIA’nin gizli operasyonları bu birim tarafından yürütüldü. CIA, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası, Nazilerin gizli polis teşkilatı olan Gestapo’nun eski elemanlarını bünyesine kattı. Almanya’nın Genel Kurmay İstihbarat Örgütü’nün SSCB Birimi Başkanı Reinhard Gehlen’de CIA için çalışmaya başladı. Gehlen SSCB’ye karşı gizli savaşı yürüten kişiydi. Bilindiği gibi 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Kızıl Ordu Almanları geri püskürtürken, çekilen alman askerleri bir dizi katliamlara girişti ve bu emri veren Gehlen’di. SSCB topraklarından geri çekilen Alman birlikleri kasaba ve köylerdeki sivil halkı katletmişlerdi. Böyle bir kişi CIA için çalışmaya başlamıştı. Gehlen ve ekibi Doğu Almanya başta olmak üzere Doğu Avrupa ülkelerinde pek çok gizli operasyon yürüttü. Aynı zamanda bazı alman subayları da CIA için çalışıyordu. Bunlar arasında Klaus Barbie, Otto von Bolschwing, SS Albayı Otto Skorzeny gibi isimler de vardı. ABD gün geçtikçe gizli operasyonlara daha çok ihtiyaç duymaya başladı. CIA’nin gizli operasyonlarını yürüten birimi OPC’nin bütçesi, 1949’da 4.7 milyon dolarken 1952’de 82 milyon dolara çıktı. Personel sayısı 302 iken 2812’ye istasyon sayısı 7’den 47’ye çıktı. 1952’de yapılan bir düzenlemeyle CIA iki ana bölüme ayrıldı. Birincisi İstihbarat Birimi. İkincisi OPC ve OSO’nun birleştirilmesiyle oluşturulan Operasyon Birimi. Bazı kaynaklara göre George Bush’da Operasyon Biriminde başkanlık yapmıştı. 1961’de ABD Kara Kuvvetlerinin FM 31-15 Unconvential Warfare kanunnamesinde gizli operasyonları yürüten personelin hiçbir yasaya tabi olmadığı yazılıydı. 1964 yılında T.C. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda aynı karar çıkarıl- 35 Politika / Gündem dı. ST 31-15 numaralı kararın 9-b maddesinde bu konu şöyle ifade ediliyor. “Bir gayrinizamî kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir.” CIA’nin Bazı İcraatları Gladio: Aslında Gladio İtalya’daki örgütün ismi. Buna benzer pek çok ülkede gizli örgütler kuruldu. Bu örgütün amacı bulunduğu ülkede işler emperyalizm açısından iyi gitmediği takdirde ya da emperyalizmin güncel ihtiyaçlarına göre şekillendirmede kullanılmaktır. Gladio’ya benzer başka ülkelerden örnek verecek olursak; Yunanistan’da Sheep Skin, Belçika’da SDRA-8, Hollanda’da NATO Command, Avusturya’da Schwert, Fransa’da Rüzgar Gülü, İngiltere’de Secret British Network isimleriyle ve pek çok ülkede daha kurulmuştu. Türkiye’de ise NATO’ya girdikten sonra 27 Eylül 1952’de kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu adı altında kuruldu. Bu yapı 1965’te Özel Harp Dairesi adını aldı daha etkin bir şekilde görev aldı. Daha sonra 1991’de genişletilen ÖHD tümen seviyesine getirildi ve adı Özel Kuvvetler Komutanlığı oldu. Domuzlar Körfezi Çıkarması: Küba’da 1959 yılında Fidel Castro ve E. Che Guevera önderliğinde sosyalist devrim gerçekleştirildi. ABD işbirlikçisi ve sadık uşağı Batista diktatörlüğü yıkıldı. Arka bahçesinde düşman bir ülke istemeyen ABD harekete geçti. Başkan Yardımcısı Richard Nixon ve CIA Küba’ya doğrudan askeri müdahale planlıyordu ama Başkan John Fitzgerald Kennedy Amerikan askerleriyle değil Kübalı işbirlikçilerle işgali gerçekleştirmek istedi. İşbirlikçiler eğitildi silahlandırıldı ve Küba’ya gönderildi. Çıkarma Kübalı devrimciler tarafından geri püskürtüldü/bozguna uğradı. Başarısızlıkla sonuçlanan çıkarmadan sonra CIA elemanları Küba’da sayısız sabotaj, suikast düzenledi. Fidel Castro’ya yirminin üzerinde suikast düzenlendi ancak hiçbirini başaramadı. İran’da darbe: Darbeyi gerekli kılan süreç şöyle başladı. Bilindiği gibi 1951’de başbakan seçilen Dr. Muhammed Musaddık ilk iş olarak BP(British Petroleum) millileştirmek oldu. Gelen bu haber üzerine petrol tekelleri CIA’yi harekete geçirdi. Önce uluslararası alanda İran’a karşı büyük bir ekonomik ambargo yapıldı. Musaddık’a karşı, Şah Rıza Pehlevi kullanıldı. Politika / Gündem Musaddık’ı ülkeden atmak için CIA sponsorluğunda paralı askerler tutulup tahran sokaklarında çatışmalar yaşandı Musaddık hükümeti devrildi ve işbirlikçi şah yönetimi ele aldı. Guatemala’da Darbe: 1951 yılında seçimle Jacobo Arbenz Guatemala Devlet Başkanı seçildi. Arbenz hükümeti, Rockefellerin sahibi olduğu United Fruid Company’nin (Birleşik Meyve Şirketi) elinde bulunan büyük bir araziyi kamulaştırınca Rockefeller tekelinin hedefi haline geldi. CIA 300 civarında paralı asker tuttu ve demiryolları, fabrikalar, petrol tesislerine sabotajlar düzenledi. CIA uçakları propaganda malzemelerini ülkenin dört bir tarafına yayıp Arbenz hükümetinin devrildiğini ve General Castillo Armas’ın ve askerleriyle birlikte darbe yapmak üzere olduğunu söylediler. Buna inanan Arbenz kaçtı. Ülkenin başına işbirlikçi General Castillo Armas geçti. Kongo’da Darbe: 1960’da Belçika’dan bağımsızlığını kazanan Kongo’ yapılan seçimde tam anlamıyla sosyalist olmasa da yakın duran Patrice Lumumba devlet başkanı seçildi. Lumumba halkı tarafından sevilen bir liderdi. İktidar elinden alınsa bile ABD için tehdit oluştururdu. Bu yüzden ölmesi gerektiği görüşüne varıldı ve CIA harekete geçti. Lumumba’nın öldürülmesi emri doğrudan CIA Başkanı Allen Dulles tarafından verildi ve ABD Başkanı Eisenhower tarafından onaylandı. CIA destekli General Joseph Mobutu darbe yaptı. Lumumba kaçmaya çalışırken Mobutu’nun askerleri tarafından yakalandı ve infaz edildi. Kongo geniş maden yataklarına sahip. Bu yüzden ABD bu ülkeye çok büyük önem veriyor. Bu madenler şuan ABD kontrolünde ve ABD’nin Afrika’daki en büyük askeri üssü bu ülkede. Burada yazılanlar CIA’nin yaptıklarına dair sadece birkaç örnektir. Bunun yanında Vietnam, Dominik Cumhuriyeti, Endonezya, Yunanistan, Şili, Laos, Kamboçya, Angola, Grenada, Libya, El Salvador, Afganistan, Panama, Haiti, Irak, Yugoslavya, Türkiye gibi ülkelerde darbe, suikast, sabotaj, katliam, ekonomik savaş gibi gizli operasyonlar gerçekleştirmiştir. Kana susamış emperyalistleri yeryüzünden silip atmadıkça, vahşileşerek artacak. 36 İZMİR’DE DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ MİTİNGİ İ zmir’de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliği 10 Mart pazar günü Karşıyaka’da düzenlenen yürüyüş ve mitingle gerçekleştirildi. Karşıyaka İzban durağı önünden saat 15.00’te başlayan yürüyüş Karşıyaka çarşı önünde düzenlenen mitingle son buldu. Mitingi Alınteri, BDSP, Devrimci Hareket, Demokratik Kadın Hareketi, Emek ve Özgürlük Cephesi, Halk Cepheli Kadınlar örgütledi. Yürüyüş ve mitinge katılımın yoğunluğu dikkat çekti. Aktepe Dersimliler Derneği, Alevi Yol Kültür Derneği, Kaldıraç, Köz ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ulukent şubesi de eyleme destek verdi. Miting New York’lu kadın dokuma işçileri ve devrim ve sosyalizm mücadelesinde ölümsüzleşen tüm kadınlar şahsında, devrim şehitleri için yapılan saygı duruşuyla başladı. Ardından basın metni okundu ve Grup Gün Işığı’nın müzik dinletisiyle miting son buldu. Mitingde okunan basın metnini aktarıyoruz: YAŞASIN 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ KADIN ERKEK EL ELE ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE Bundan 156 yıl önce 8 Mart 1857’de Amerika’nın New York şehrinde eşit işe eşit ücret, çalışma koşullarının düzeltilmesi, sendikalaşma ve oy hakkı talebiyle alanlara çıkan 40 bin dokuma işçisi kadına saldıran polis, 129 kadın işçiyi katletti. Tam da bu mücadeleler nedeniyle, 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar günü, 1910 yılında Kopenhag’da toplanan 2. Enternasyonal’e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar 2. Konferansı’nda, Alman işçi hareketi önderlerinden Klara Zetkin’in önerisiyle Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak kabul edildi. O günden sonra 8 Martlar sosyalist kadınların öncülüğünde başta kadınlar olmak üzere her türlü baskı ve sömürüye karşı kavganın bayrağının yükseltildiği günler oldu. Bugün adeta bir direniş destanı olan, kadınlarla birlikte tüm insanlığın kurtuluşunu işaret eden 1857 8 Mart’ının 156. Yılını geride bırakmış bulunuyoruz. Bir asırdan fazla bir süre geçmesine rağmen New York’lu kadın dokuma işçilerinin mücadelesi halen yolumuzu aydınlatmaya, bilincimizi diri tutmaya devam ediyor. Kapitalizmin azgınca saldırdığı, emperyalist saldır- 37 Politika / Gündem ganlığın şiddetlendiği ve egemenlerin kendi krizini emekçilerin sırtına yüklediği böylesi bir dönemde, onların mücadelesini bayraklaştırmaya devam ediyoruz. Çünkü bizler biliyoruz ki işsizlikten yoksulluğa, halkların özgürlüğünü hedef alan tüm saldırganlıklardan, kadın sorununa kadar tüm yaşananlar emperyalist/ kapitalist sistemin bir sonucudur. Bugün egemenler eliyle cehenneme dönüştürülen ülkemiz adeta bir hapishaneye çevrilmiş, emekçi halkın tamamı bu hapishane içerisinde tutsak hale getirilmiştir. Emekçi halkın yıllarca bedel ödeyerek kazandığı tüm haklar ellerinden alınmaya çalışılmakta ve buna tepki veren muhalif her duruş zapt-u rapt altına alınmaya çalışılmaktadır. Sendikalar yasasıyla emekçilerin örgütlenmesine karşı bir set oluşturulmaktadır. Taşeronlaştırma ile birlikte işçi ve emekçilerin tüm güvenceleri ortadan kaldırılarak onlara açlık ve yoksullukla malul bir yaşam egemenler tarafından reva görülmektedir. Eğitimden sağlığa, ulaşımdan sosyal güvenliğe, halkın parasıyla oluşturulmuş kamu kurumlarından (KİT) enerji üretimine, ormanlardan akarsulara, madenlerden otoyollara, tarımdan turizme kadar ülkemize gözünü diken emperyalizm, egemenler eliyle kendi krizinin yükünü bizim sırtımıza yıkmaya çalışmaktadır. Emperyalizmin yaşadığı kriz ülkeleri özelinde işçi ve emekçilerin sırtına yıkılırken Dünya çapında ise kriz Ortadoğu ülkelerinin daha derin sömürüsüyle atlatılmaya çalışılmaktadır. Politika / Gündem Bu kapsamda Türkiye emperyalizm için ucuz iş-gücü cenneti haline getirilmeye çalışılmakta ve kadın emekçiler bu saldırıdan en büyük payı almaktadırlar.Recep Tayyip Erdoğan’ın 2 gün önce katıldığı 8 Mart etkinliğinin isminin ‘’Kadın emeği, Türkiye Ekonomisinin Yeni Dinamiği’’ olması egemenlerin kadına kriz sürecinde yüklediği işlevi apaçık ortaya koymaktadır. Kapitalist sistemde kadın emeğinin sömürüsü gibi yine kapitalist sistem tarafından dayatılan cinsel sömürü de bir o kadar yoğun yaşanmaktadır. Kadını cinsel bir obje olarak gören kapitalizm yine kadını kendi çirkin yüzünü makyajlamak için meta haline dönüştürmeye çalışmaktadır. Bunun yanında kadına yönelik şiddet adeta olağan bir durum halini almıştır. Geçtiğimiz günlerde, Dünya Emekçi Kadınlar Gününden 1 gün önce Manisa’nın Turgutlu ilçesinde bir kadın, kocası tarafından kendini aldattığını düşündüğü gerekçesiyle bıçaklanarak öldürülmüştür. 8 Mart günü ise Diyarbakır’da bir kadın aracında ayrıldığı sevgilisi tarafından kurşunlanarak hayatını kaybetmiştir. Töre, sevgi, aşk adı altında kadınlar öldürülmekte ve bu cinayetlere hergün yenileri eklenmektedir. Yine geçtiğimiz günlerde Kars Kafkas Üniversitesi öğrencisi bir kadına tiyatro gösterisinde Cumartesi Annesi rolünü oynadığı için soruşturma açılmış, götürüldüğü karakolda polis tarafından zorla çırılçıplak soyularak kameralı bir odada ifadesi alınmıştır. Bütün bu taciz, tecavüz ve katliamı yaratan sistem, bir 38 yandan cezaevlerini devrimcilerle doldururken diğer yandan da katilleri ceza indirimleri, hafifletici sebepler vb. nedenlerle korumaktadır. Sistem tarafından hedef haline getirilen kadınlar geçmişte büyük bedeller ödeyerek elde ettikleri kazanımları kaybetmektedirler. Kreş hakkından doğum izni ve yardımına kadar birçok kazanım rafa kaldırılmıştır. Kadın emeğini azgınca sömüren egemenler emekçi kadınların taleplerini karşılamak şöyle dursun, varolan haklarını dahi ellerinden almaya çalışmaktadırlar. ABD’nin geçmişte Afganistan’dan, Irak’tan tanıdığımız demokrasi söylemleri dün Libya’da kendini göstermiş bugün ise Suriye’de yerini almıştır. Onların demokrasi söylemi; halklar için ancak daha fazla sömürü, kan, gözyaşı ve katliamdır. Bütün bir Ortadoğu coğrafyasında kadınlar emperyalist işgalciler ve işbirlikçileri tarafından savaş ganimeti olarak görülmekte, yağma edilircesine tecavüze uğramakta, katledilmektedir. Bunlar yetmezmiş gibi şeriat rejimlerinde kadınlar tecavüze uğradıkları gerekçesiyle zina suçuyla hapis cezası almakta, cezalandırılmaktadır. Bu koşullarda emekçi niteliğiyle ağır bir sömürüye maruz kalan kadınlar haklarını arayamaz duruma getirilerek edilgenleştiriliyor, metalaştırılıyorlar. ‘Kadının kurtuluşu, kapitalizme karşı mücadeleden geçer’ diyen Clara Zetkin, kadının kader demirini tersine büküp tutsaklıktan özgürlük damıtmasının tek yolunun mevcut sömürü aygıtına karşı direnmekten ve ona karşı örgütlü bir mücadele vermekten geçtiğini ifade eder. Bugün hemen her alanda yaşanan saldırganlıkların kaynağı, kapitalist/emperyalist sistemi işaret etmektedir. Sistemi hedef tahtasına oturtmayan her anlayışın ıskalamayla sonuçlanacağı bilinmelidir. Bu nedenle başta azgınca sömürünün nedeni olan sisteme karşı tavır alınmalı, ona karşı adım adım her demokratik hak için mücadele edilmelidir. Kadının kurtuluşu bütün bir insanlığın kurtuluşundan geçmektedir. Bu nedenle; Türk’ü, Kürd’ü, Laz’ı, Çerkez’i, alevisi-sunnisi, erkeğikadınıyla; işçisi-memuru, köylüsü-öğrencisiyle tüm halkların kurtuluşu, sömürünün, açlığın, işsizliğin olmadığı bir ülke için mücadele etmekten geçmektedir. Ve bu mücalede kadınlar hep en ön safta yer almışlar ve yer almalıdırlar. Eşit işe eşit ücret için, işyerlerinde ve emekçi semtlerinde ücretsiz ve nitelikli kreş hakkı için, emperyalist savaşlara dur demek için, kadınlar üzerindeki cinsel, ulusa, sınıfsal baskıya son vermek için, kadınların üzerindeki faşist baskıların son bulması için; 39 KADIN ERKEK OMUZ OMUZA ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE... Politika / Gündem ASIL ÇARESİZLİK BİLGİSİZLİKTİR: DAVA Okan Üniversitesi’nden Bir Yolculuk Okuru Ne kadar kötü olurdu değil mi: Hiç sebep yokken gözaltına alınmak ve öldürülmek. Gerçi insanlık bunu yüzyıllar boyunca yaşadı. İktidar, güç, sermaye hırsına kimileri suçsuz oldukları halde, ‘suç üretilerek’ yargılandı (veya yargılanmadan) ve idam edildi. Anlayacağınız çok da yabancı değiliz bu duruma. Lakin bu yazıda tanıtmak istediğim romandaki adam, ilginç bir biçimde bir yıl kadar uğraşsa da suçunu öğrenemiyor. Belki de onu öldüren celladının elleri değil bu öğrenme isteğinin doyurulmamasıdır. Orasını bilmiyoruz fakat bildiğimiz Franz Kafka’nın on yıllar hatta yüz yıllar boyunca konuşulacak bir eser kaleme aldığıdır. Gelin birlikte Dava’yı inceleyelim. Kitabımız, sıradan bir banka çalışanı olan Joseph K.’nın bir sabah kirada kaldığı evde yakalanmasıyla başlar. Joseph ne olduğunu anlamadan mahkemeye götürülür. Suçunun ne olduğunu öğrenemez. Bu kaos ortamı sıradan bir memur için , özellikle Kafka’nın kahramanlarından biri için, oldukça ağırdır. Böylece onu delirten süreç başlar. Bir avukattan yardım almak ister fakat avukat kötürümdür ve Joseph işlerine yardım etmediği sonucunu çıkarır. Avukata bir süre sonra , onun yardımını istemediğini söyler fakat bu kez de avukat bu işten vazgeçmek istemez. Olaylar silsilesi içinde okurun dikkat etmesi gereken yerlerden biri de Joseph’in yaşamındaki aniliktir. O, bu tempoya alışkın olmadığı için işini aksatır, farklı farklı yerlere gider, yaşamı alt üst olur ve bunların hepsinin temelinde tek bir sorun vardır: Suçunu öğrenip davadan beraat edebilmek. Aslında beraat kararı ikinci plandadır, asıl olan suçunun ne olduğunu bilmektir. İşte bilinemezlik duygusunun insanı ne kadar korkuttuğu ve çekindirdiğinin somutlaşmış hali. Gerçekten de yazarın üstünde durmaya çalıştığı noktalardan biri de insanoğlunun bilmediği, daha önce görmediği durumlardan çekinmesidir. Bu doğal bir yasadır adeta. İnsan, soruna çözüm bulmak için önce sorunu tam ve doğru olarak saptamalıdır. Ömrümüzün büyük kısmında aslında sorunları saptamaya çalışırız. Çünkü problem bir çözümden önce dikkatli bir biçimde araştırılmayı hak eder. Joseph, bu ikilime yaşamaktadır. Bir yandan hayatını eski düzene (eski sıkıcılığı da diyebiliriz) döndürmek için çaba harcar, diğer yandan bilmeme durumu onun bu olaylardan daha fazla çekinmesine yol açar. Kaçabilmek kurtulabilmek için her yolu dener. Kaçış, insanın önündeki tek çözüm değildir, evet belki sorunla yüzleşmek onu daha güçlü yapabilir. Ama bilmediğiniz bir şeyle nasıl yüzleşebilirsiiniz ki? Yazarın bilinçaltını çok iyi okuyan ve insan yaşamındaki derinlikleri duygusal ve nesnel açıdan yansıttığı paragraflar özellikle rakip tanımaz. Aynı zamanda bir iç hesaplaşması da diyebiliriz. Umudun ne kadar bir güç olduğu pek çok satırda karşımıza çıkar. O düzeydedir ki, son bölümde Joseph iki adam tarafından götürülürken bile yakın bir evde bir pencerenin açıldığını görür. Bu bile kahramanımıza farklı düşünceler ve umut katmaya yetmiştir. Tüm roman boyunca kahramanın bu serüvenin içinden çıkabilmek amacıyla kendisine göre hiç kalkışmayacağı işlere kalkışması, kendi halinde bir orta sınıf üyesi kişiliğinden koparak (başta da dediğim gibi) ani kararlar vermeye alışmasıdır. İşte bu kanıksama durumu da onun geleceğini belirleyen etmenler olacaktır. Peki biz buradan ne çıkartabiliriz? Bunu okura bırakıyorum. Gerçekten de bir solukta okunabilecek ilginç bir roman diyebiliriz Dava için. Kimine göre emprestyonist bir kitap, kimine göre bilinçaltı kimine göre ise bir klasik. Her ne olursa olsun Dava, bireyin öğrenme amacı için yaşadığını, öncelikle ‘Neden’ sorusunun yanıtını aradığını dramatik biçimde gözler önüne serer. 40
Benzer belgeler
yolculk 8 - Devrimci Gençlik
dikkate alınmayan her birimin sonuç üzerinde
olumsuz etkisi olacaktır. Doğa yasaları ile toplum yasalarının kendine has özgünlükleri olsa
da son tahlilde doğanın bir ürünü/parçası olan
insanın ve k...