Lili`den Liliyar`a
Transkript
Lili`den Liliyar`a
İÇİNDEKİLER İsmiyle Müsemma İki Şair : Âhî ve Hecrî................................................... 1 Muhammed Bâkır Köse Röportaj: Dursun Gürlek........................... 6 Endüstriyel Edebiyat....................................10 Mustafa TAŞKIN Dahiler ve Deliler.........................................12 Recep ALPTEKİN Köle..................................................................15 S. Melik KAYA Garip...............................................................15 Muhammed Bâkır Köse Sekiz Sıfır Yedi...............................................16 Cemre BEDİR Persona Non Grata.......................................17 Yasin YILMAZ Deli..................................................................18 Murat Umut SAKALLI Eşikte Bir Dakika..........................................21 Kübra TAŞKIRAN Tanrıyla Söyleşiler.........................................25 Ozan SALMIŞ Su Davası........................................................26 Deniz Melek Kalbin Türküsü............................................28 Nazlı DEVECİ Lili’den Liliyar’a...........................................30 Mustan KOÇER Küllük Kitaplığı..........................................32 Genel Yayın Yönetmeni: Muhammed Bâkır KÖSE Yazı İşleri Müdürü: Mustafa TAŞKIN Genel Koordinatör: Ozan SALMIŞ Yayın Kurulu: Recep ALPTEKİN Kübra TAŞKIRAN Ozan SALMIŞ Mustafa TAŞKIN Deniz MELEK Kapak Tasarım: Kerem TAYDAŞ Mizanpaj: Tuba KAPUSIZOĞLU İletişim: [email protected] Bu dergi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin akademik dönem boyunca çıkardığı edebiyat dergisidir. Bir toplumun fikir ve sanat dünyasını şekillendiren unsurların başında dergiler, dergilerin başında da edebiyat dergileri gelir. Edebiyat dergilerinde bir çok dünya görüşünü, kainat algısını, fikir dünyasını farklı edebî türler içerisinde görmek mümkündür. Şiirlerde, hikayelerde, denemelerde, incelemelerde aşinası olduğumuz veya olmadığımız, daha önce dikkatimizi çeken veya çekmeyen onlarca dünyanın kapılarını aralar ve belki hiç adım atmadığımız bahçelerden güller toplarız. Bir toplumun yüzlerce yıllık birikimini sanat elbisesi içine sokan ve onu süsleyen, bezeyen edebiyatçılar sayesindedir ki, belki bir ömürlük mesai harcayarak sindiremeyeceğimiz ciltler dolusu fikir yumağını bazen bir şiirin herhangi bir dizesinde, bir hikayenin bir paragrafında minimize edilmiş ve hazmı kolay bir halde duyarız ve hissederiz. Bu münasebetle edebiyatın ve edebiyat dergilerinin toplum nezdinde yeri tartışmasızdır. İlk sayımızda vurguladığımız gibi, her bahçenin gülünü sergilemeyi ilke edinen Küllük Dergisi olarak bu sayıda da birbirinden değerli çalışmalarla karşınızdayız. 3. sayımızda Mustafa Taşkın’ın yazısında endüstriyel edebiyatın arka planını okuyacak; Recep Alptekin’in incelemesinde öğretici bir roman olan Dâhiler ve Deliler’in dünyasına girecek; Kübra Taşkıran’ın öyküsünde Dostoyevski, Hugo, Zola ve Moliere ile dostluk kuracak; Muhammed Bâkır Köse’nin tahlilinde iki eski zaman şairi Âhî ve Hecrî’nin dünyalarına konuk olacak; Mustan Koçer’in yazısında sinemadan şiire uzanan bir yolculuğa çıkacak; Murat Umut Sakallı’nın hikayesinde bir sokak çocuğu ile zemheri soğukta sabahlayacaksınız. Kültür tarihimize vukûfiyeti ile tanıdığımız Dursun Gürlek ile gerçekleştirdiğimiz röportajda şifahî kültürden kıraathane geleneğimize, dil meselemizden her biri kainat çapında olan Cumhuriyet’in ilk akademisyenlerine kadar kültür dünyamızın farklı karelerini okuyacaksınız. Ayrıca şiirleriyle Melik Kaya, Yasin Yılmaz, Cemre Bedir ve Muhammed Bâkır Köse ile şiir tadındaki yazılarıyla Ozan Salmış, Deniz Melek ve Nazlı Deveci bu sayımızda sizi selamlıyor... Misafir kalemler cümlesinden Ahmet Telli ise bir şiiriyle dergimizi şereflendiren isim. Bize sirayet eden bu edebiyat hastalığının ebediyete kadar sürmesi dileğiyle... Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz İsmiyle Müsemma İki Şair: ÂhÎ ve HecrÎ MUHAMMED BÂkır Köse Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyılı, siyasî ve as- Bahsi geçen zaman diliminin şiir dünyası kerî planda olduğu kadar güzel sanatlarda ve edebi- ele alınırken pek tabii olarak mesainin büyük kısmı yatta da zirvenin yakalandığı zaman dilimidir. Devlet Bâkî, Fuzûlî, Zâtî ve Taşlıcalı Yahyâ’ya ayrılır. Bu kazandığı zaferlerle ve fethettiği yeni coğrafyalarla dört şair, ulaştıkları sanat zevki ve söyleyiş güzelliği siyasî bakımdan güçlenmiş; bu güçlenme mimaride sebebiyle, söyledikleri her mısra bakımından uzun Sinan’ı, hüsn-ü hatta Şeyh Hamidullah’ı, şiirde ise tahlilleri ve şerhleri hak eden bir konuma sahiptir. Bâkî’yi ortaya çıkarmıştır. Yetişen bu sanatçılar ve Fakat biz bu yazımızda, beyit şerhi ve metin tahlili şairler, kendi sahalarında uğraştıkları sanatın emsal- sahasında uzman kişilerin layıkıyla incelediği meş- lerinin en güzel örneklerini vermişler, kendilerinden hur şairlerin hakkını teslim ettikten sonra onları bir önce takip edilen metotları değiştirerek yeni icra usul- kenara bırakarak, üzerinde fazla çalışılmayan ve kit- leri ortaya koymuşlar ve ehil kimselerin kanaatlerince lelerin de haklarında gerekli malumata sahip olma- sahalarının pirleri konumunda telakki edilmişlerdir. dığı iki şair üzerinde yoğunlaşacağız. Âhî ve Hecrî her ne kadar Bâkî’deki edebî kıymeti, Fuzûlî’deki 16. yüzyıl, en çok da Osmanlı şiiri için bir dö- söyleyiş güzelliğini, Taşlıcalı’daki parlak hayalleri, nüm noktasıdır. Gülşehrî, Âşık Paşa, Ahmedî, Şeyhî, Necâtî’deki söz oyunlarını şiirlerinde gösterememiş Necâtî gibi şairlerin elinden geçen ve her bir şairin olsalar da ve en güçlü şairlerle aynı devirde yaşama kazandırdığı yeni duyuş-düşünüş şekilleri, mazmun- talihsizliğine düçar olsalar da; söyledikleri şiirlerde lar, hayaller ve söyleyiş tarzlarıyla boy atan divan şi- aşk acısını bütün yalınlığıyla ve samimiyetiyle iş- iri, 16. asra gelindiğinde Zâtî, Bâkî, Fuzûlî, Taşlıcalı lemiş olmaları münasebetiyle ve yüzyılların birbiri Yahyâ, Nev’î, Hayâlî, Rûhî gibi isimlerle kamâl nok- ardına çektiği perdelere rağmen samimi bir aşığın tasını yakalamıştır. Bu zaman dilimi İstanbul’u ade- gönlüne bütün ahvâliyle dokunabilecek derecede içli ta bir şiir meclisine dönüştürmüş, elinin erişebildiği mısralar terennüm ettikleri için şerh ve tahlil edilme- yerlerde birbirinden kıymetli şairler yetiştirmiştir. 16. yi hak eden iki şairdir. yüzyıl şairleri, kendi üsluplarınca aşkın her hâlini en & güzel şekilde terennüm etmişler, adeta aşk mesleğini inci gibi işledikleri beyitleriyle kurallara bağlamışlar- dır. Mahlas seçimi divan şairlerinin oldukça önem verdikleri bir husustur. Mahlas seçiminde ol- 1 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz dukça titiz davranan ve hiçbir surette kendilerine seçtiğini bizzat kendisi ifade etmiştir: rastgele mahlas seçmeyen şairler, bu seçimi yapar- Tutmayınca ‘âlemi âhum ben Âhî olmadum ken mahlaslarının, kendi karakterlerini, önde gelen eğilimlerini yahut da gönüllerinde yaşattıkları bir vasfı Kendü âhum ‘âkıbet nâm u nişân oldı bana. aksettirmesine büyük özen göstermişlerdir (Akün, (G. 5, B. 5) 1994: 395). Üzerlerinde büyük etki uyandıran olaylar, bütün eserlerine temel teşkil eden aşk algıları veya “Benim adımın Âhî olmasının sebebi, ettiğim âhların ulaşmaya çalıştıkları noktalar da mahlas seçiminde (bedduaların) âlemi tutmayıp kendime geri dönme- etkili olan hususlardır. Mesela Fuzûlî’nin mahfiyye- sinden değildir. Ettiğim feryatlar ve âhlar akıbet be- ti, Bâkî’nin sonsuza uzanacak kıymette şiir söyleme nim ismim ve nişanım olmuştur.) iddiası, Hüseyin Vassâf’ın belgesel niteliğinde şiirler söyleyerek ilgi duyduğu şahısları vasfetmesi onların bu mahlasları seçmesine veya hürmet duydukları Sana mahlâs yeter Âhî kim eder adunı yâd büyükleri tarafından bu mahlasların konulmasına se- Her gazel kim okına defter ü dîvânımdan. bebiyet vermiştir. Âhî ve Hecrî’nin de bu mahlasları seçmeleri manidardır. (G. 85, B. 5) Asıl ismi Hasan ve lakabı Benli olan Âhî, kü- “Ey Âhî! Sana mahlas olarak bu yeter. Çünkü birisi çük yaşta babasını kaybetmiş, annesinin ikinci defa senin divanını veya defterini açıp okusa, baştan sona evleneceğini öğrendikten sonra memleketi Niğbo- senden çıkan âhları görecektir.) lu’dan ayrılıp İstanbul’a kaçmış ve uzun yıllar derbe- der bir hayat sürmüştür (Gibb, 1998: 482). Genç yaşta Gerçekten de Âhî’nin divanını açıp okuyan bir kişi, divanın baştan sona âhlar üzere kurulu ol- böyle sebeplerle İstanbul gibi büyük bir şehre kaçmak duğunu rahatlıkla fark edecektir. Âhî, 139 gazele yer zorunda kalması ve İstanbul’da çile dolu zamanlar verdiği küçük divanında, münferit olarak farklı yer- geçirmesi dikkate alınırsa, O’nun Âhî mahlasını seç- lerde 65 defa âh etmiştir. Bu husus, hiç şüphesiz şairin mesinin tesadüf olmadığı görülecektir. “Âh” kelime- ıztıraplı ve ayrılık acısıyla dolu olmasından kaynakla- si, kullanıldığı yere ve sesin tonuna göre maddî veya nır. Divan edebiyatının hemen hemen bütün örnekle- manevî bir acıyı, ağrı, ıztırap, pişmanlık, esef, acıma, rinde aşk ıztırap temelli algılanmış olmasına rağmen, özlem, yanıp yakılma, yeis, ümitsizlik, hayranlık vb. her şairin “ ‘Müjde müjde’, ‘Merhabâ’, ‘Hamdulil- duyguları ifade eder (Ayverdi, 2011: 21). Divan şii- lah’, ‘Şükür ki’ ” gibi kelimelerle başlayan ve şairin rindeki teknik anlamı bağlamında ise “âh”, aşk ve ay- içinden taşıp gelen bir mutlulukla söylediği şiirlere rılık acısıyla gücü kalmayan, kalbinde taşıdığı vuslat rastlamak da mümkündür. Fakat bu tür şiirlerin hiçbir arzusuna rağmen sevgilisinin en ufak bir lutfuna bile örneği Âhî’nin divanında yoktur. O, bütünüyle dert, muhatap olamayan çaresiz aşığın telaffuz edebildiği elem ve acının şiirini yazmıştır. Gönlü bir an bile tek ve belki de son kelimedir. Âhî’nin divanı baştan âhtan kurtulmadığı için âhların, vâhların ve eyvâhla- sona incelendiğinde ise, âh kelimesinin bütün diva- rın şairi olmuştur: nında tam olarak teknik anlamıyla kullandığı görülecektir. Divanın birkaç yerinde de niçin Âhî mahlasını Âh kim hâlî degül bir lâhza gönlüm âhdan 2 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz N’eyleyem bî-çâre dil kurtulmadı eyvâhdan. “Bu felekleri döndüren benim ettiğim âhların dumanıdır, rüzgarıdır. Güneşi yandıran da sabahları (G. 98, B. 1) ağzımdan çıkan alevli âhlardır.” “Âh ki, gönlümün âh etmediği bir an bile yoktur. Ça- resiz gönlüm bir türlü eyvahlardan kurtulmuyor, ne Âh kelimesi şiirlerde bolca “âh-ı subh-gâh” veya “âh-ı sehergâh” tamlamalarıyla kullanılmıştır. yapayım?” Bu tamlamalar “seher vaktinde çekilen âh” anlamına Aşığın sürekli âh etmesinin sebebi hiç şüp- gelir. Bilindiği üzere, kabul olunma ihtimali en yük- hesiz sevgilinin çektirdiği eza ve cefalardır. Şiirler- sek olan dualar, seher vaktinde yapılan dualardır. Aynı de sevgili, zalim ve acı çektirmeyi seven kişi olarak zamanda seher vakti, aşığın en çok yandığı zaman di- resmedilmiştir. Bu tamamıyla şairin algısıdır; çünkü limidir. Bunun için seher vakti çekilen âh bir ok gibi sevdiği kişiye sonsuz bir muhabbet ve alaka duyan hedefine ulaşır ve sevgiliye varır (Onay, 2009: 43). aşığa sevgilinin en küçük bir kırıcı tavrı bile zulüm Şairler bu gibi manalar itibariyle âhı aynı zamanda bir gibi gelmektedir. Sevgilinin her tavrından bu kadar yoldaş, sevgiliye bir ulaşım vasıtası olarak görmüşler- çok etkilenen aşığın durumu baz alındığında, Âhî gibi dir: sevdiği kişinin bir merhabasına bile muhtaç olan aşık- Hemdemüm âhumdurur şâm-ı gam-ı dildârda ların hâlinin ise pek yaman olduğu anlaşılacaktır: Gamdan ölürdüm bana olmasa hemdem âh eger. Câna cevr edeli âh ederem sabr edemem (G. 29, B. 4) Nece sabr eyleyeyin irdi bıçağ uş elige. “Sevgilinin gamıyla yandığım gecelerde çektiğim (G. 101, B. 3) âhlar bana yoldaştır. Eğer onun dostluğu olmasaydı ben bu gamdan ölürdüm...” “O sevgili canıma böyle eziyet etmeye başladığından beri âh ediyorum, sabredecek hâlim yok. Ben nasıl sabredeyim, işte, bıçak kemiğe dayandı!” Âh kelimesinin, aşk ıztırabıyla yanan aşığın söyleyebileceği tek kelime olduğunu ifade etmiştik. Âhî gibi aşıkların âhı yamandır. Onlarda za- Fakat aşık bazen ayrılık acısını öyle tesirli biçimde man ve mekân kavramının varlığı önem arz etmez; yaşar ki, çektiği elem artık ondan tek kelime bile sâdır aldıkları her nefeste sevgilinin ıztırabı vardır, onlara olmayacak hâle getirir onu. İşte o demde, âh bile bir her mekan alevler içinde görünür ve yaşadıkları her ifade vasıtası olmaktan çıkmıştır: zaman dilimi bir gurbet vaktidir. Fark edilsin veya Nâ-tüvân oldı bu Âhî derdün ile şöyle kim fark edilmesin; bunun için sürekli âh eder hâldedirler ve âlemi âhlar içinde görürler: Yârını andukca bir âh etmege dermânı yok. Döndüren fânûs-ı çarhı dûd-ı âhumdur benüm (G. 47, B. 7) Yanduran hurşîdi âh-ı subhgâhumdur benüm. “Bu Âhî senin derdinle öyle tâkatsiz hâle geldi ki, seni hatırladıkça artık âh etmeye bile dermânım kal- (G. 72, B. 1) mıyor...” 3 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz & kavramı, bir olay neticesinde insanın içine düştüğü Divan şairleri şiirlerinde aşkı anlatırken sık- olgusal ve geçici bir duyguyu değil, insanın bizzat lıkla ayrılık acısından bahsederler. “Hicrân, fürkat, içinde bulunan ve mutlak vuslata erişemediği süre- hecr, hasret, firâk, iftirâk” gibi kelimeler divanlarda ce devam edecek olan bir “hâli” ifade eder. Hicrân kendine sıkça yer bulur. Bu, aslında divan edebiyatın- duygusu böylece bütün zamanı ve mekanı kapladığı daki aşk algısının şiirlere bir yansımasıdır. Fakat bazı için, aşıkların beklediği ve şiirlerde kastettiği vuslat şairler için aşk bütünüyle ayrılıktan ibarettir. O şair- da mutlak bir vuslattır. Aşıklar sevgiliyle bir göz açıp lerin başında, mahlası “ayrılığa aşina, ayrılığa men- kapama süresi kadar hem-hâl olmak için can atsalar sup” anlamına gelen Hecrî (Kara Çelebi Muhyi’d-dîn da bunu vuslat kabul etmezler; o can atılan vakit gelir Mehmed) yer almaktadır. Klasik edebiyatımızda genellikle “hicrân” fakat biraz sonra tekrar ayrılık derdi başlayacağı için aşık bu vakitte bile mahzundur ve kendisini ayrılığa Hecrî’nin, birçok beytinde, hatta kimi zaman alıştırmaktadır: şiirin tamamında, manevî ıztırabın sarsıntısıyla kıvranan ruh hâlini içten ve dokunaklı bir üslûpla tasvir Her visâlün âhiri hicrân imiş çün Hecriyâ ettiği görülür. Iztırabın kaynağı umumiyetle ayrılık ve dünyanın dertleridir. Şiiri, samimiyetten mahrum bir Şimdiden cânı cefâ-yı hecre mu’tâd eylerem. nevi kelime oyunu, ya da bir hüner gösterisi olmak- (G. 100, B. 5) tan kurtarıp muhatabı zaafları ve duygularıyla şairin insanî tarafını karşı karşıya getiren böyle söyleyişler, “Ey Hecrî, senin kavuşma zannettiğin şeylerin hep- zihinden çok hisler üzerinde tesirli olmalarıyla si gelip geçidir, hepsinin sonunda yeni bir ayrılık etkileyici bir yapı arz ederler. Hecrî’nin bu yolla şii- başlar. Bunun için canımı şimdiden ayrılık acısına rine içtenlik ve etkileyicilik kattığını söylemek müm- alıştırıyorum.” kündür (Zülfe, 2010: 33). Hicrân duygusunun bütün zamanı ve mekânı Hecrî, seçtiği mahlasın kanatları altında en içine alan bir hâl olduğunu söylemiştik. Bunun en ti- çok aşka, ayrılığa ve acıya dair kelimelere yer vermiş- pik belirtilerini, tabiatın icabı olarak meydana gelen tir. Bunlardan “ışk” altmış altı kez, “âşık” yirmi üç sürekli ve düzenli vakıaları şairlerin sevgiliyle ilişki- kez, “şevk” otuz dört kez, “mihr” otuz bir kez; ayrılı- lendirmelerinde ve bu rutin olayların altında sevgili- ğı ve ayrılık acısını ifade eden “hecr” yirmi yedi kez, nin olduğunu vehmetmelerinde görürüz. Onlara göre “hicrân” yirmi bir kez, “hasret” on yedi kez; çekilen güneşin sürekli doğup batmasında bile sevgilinin mu- acının aynası durumundaki “âh” elli üç kez, “âteş” hakkak bir parmağı vardır: otuz beş kez, “belâ-derd-gam-mihnet-zâr” ikiyüz Revzenünden gördügi’yçün yüzüni bir kez güneş dört kez, “çekmek” kırk kez, “kan-dem” yüz iki kez, “eşk-yaş” altmış kez ve bütün hislere ve acılara sah- Tolanur her gün kapun bu veche ser-gerdân olup. ne olan “dil ve gönül” kelimeleri de iki yüz kırk altı (G. 5, B. 3) kez yer almıştır. Üslûbun yapı taşları durumundaki bu kelimeler, Hecrî’nin şiir vadisindeki hüviyetini ta- “Güneş pencereden senin yüzünü bir kez gördüğü nımlayacak niteliktedir (Zülfe, 2010: 34). için seni özler ve her gün kapını böylesine başı dön- 4 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz müş bir halde dolanır (güneş senin yüzünün etrafın- Tîg-ıla ölmek kişiye sevdügüm âsân olur. da tavaf eder).” (G. 60, B. 2) Aşk ve gurur arasındaki ters orantılı müna- “Benim vücudumu gamzenin kılıcıyla ikiye böl, yeter sebeti bugün, aşkı beş duyu içerisine hapseden pop ki bana bu ayrılık işkencesini çektirme. (Söylediğim şarkılarında bile görmek mümkündür. Kişi ne kadar seni şaşırtmasın sevdiğim), kılıç ile ölmek çok kolay- gururuna düşkünse, aşıklık hiyerarşisindeki mertebesi dır.” de o kadar düşüktür, ednadır. Bir kere aşığın gururunu ve benliğini düşünecek hali kalmamıştır artık, bütün & varını sevgilinin yolunda yağma etmiştir, benliği- nin son kırıntılarını da bu ateşle yok etmiştir. Aşığın Bu beyitlerde anlatılanlar aşkın en saf, ber- rak, temiz hâlidir ve unutulmamalıdır ki divan şiiri ıztıraba aşinalığı ve ateşe yatkınlığı her ne kadar aşık- aşkı bilen ve anlayan kişiye bir şeyler söylemesini bi- lık tabiatının bir gereği olsa da, iştiyakın hadden aştığı lir. Eskilerin ifadesiyle söylemek gerekirse balı yiyen ve sabır mülkünün yıkıldığı öyle bir dem gelir ki, aşık kişi onun tadını tarif edebilir ve yine balın tadını bilen feryat etmekten ve yalvarmaktan kendini alamaz: kişi bu tarifi anlayabilir. Nitekim burada kendisinin Tîg-ı hicrân-ıla derdâ kemüge irdi bıçak aşk anlayışını anlatmaya çalıştığımız Hecrî bir beytinde “dertli olmayan kişi dert ile feryâd eylemez” di- Yeter ey hûnî yeter cevr ü cefâ bir kerem et. yecektir. Biz buna, ancak dertli olan kişinin bu feryadı duyabileceğini ekleyebiliriz... (G. 8, B. 4) “Ey kanlar dökücü sevgili! Bu ayrılık kılıcının bana çektirdiği acı haddi aştı, bıçak kemiğe dayandı. Yeter artık, bu çektirdiğin eziyetleri bırak da bana biraz Kaynakça: merhamet et...” Akün, Ömer Faruk (1994), “Divan Edebiyatı”, İslâm Ansiklopedisi, Diya- Bu beyitte Hecrî’nin “kerem et” diye yalvar- net Vakfı Yayınları, c. 9, İstanbul, s. 395 ması şüphesiz sevgiliye arz edilen bir istektir. Fakat Ayverdi, İlhan (2011), Misâlli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyat, sevgiliden kerem etmesini istemek, ondan aşığın İstanbul gönlünden çıkmasını istemek demek değildir. Çünkü Hecrî bir başka yerde “bâde-i aşkın safâsın nice terk Doğan, Ahmet (2012), “Rumeli Şairlerinden Âhî’nin Şiirlerinde Kimse- etsin gönül” demiştir. Yukarıdaki beyitte kastedilen sizlik Duygusu”, Halk Bilimi Dergisi, S. 2, s. 204-205 şeyin, aşığın sevgili elinden ölümü istemesinin bir Gibb, E. J. Wilkinson (1998), Osmanlı Şiir Tarihi I-II, (Çev. Ali ifadesi olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Aşık Çavuşoğlu), Akçağ Yayınları, Ankara aşkından vazgeçemeyeceğine göre isteyebileceği tek Kaçalin, Mustafa S., Âhî Dîvânı, www.kulturturizm.gov.tr şey olan ölümü gözünde artık küçültmüştür, ölmek Onay, Ahmed Talât (2009), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, ona zor gelmez: (Haz. Prof. Dr. Cemal Kurnaz), H Yayınları, İstanbul İki biç gamzenle tek çekdürme hecr işkencesin Zülfe, Ömer (2010), Hecrî Dîvânı, www.kulturturizm.gov.tr 5 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz RÖPORTAJ: DURSUN GÜRLEK Küllük Dergisi: Malumunuz üzere kültürü- edebiyatçılar, şairler, yazarlar devam ediyordu ve müzde kıraathanelerin önemli bir yeri var. Kıraatha- sohbetler yapılıyordu. Yani burası bir nevi açık aka- neler sadece çay-kahve içilen, oyun oynanan mekân- demiydi. Açık dediğime bakmayın, Küllük’ün kapalı lar değil ve bunların birçoğu bir akademi hüviyetine kısımları da vardı ama yaz günleri daha çok açık kıs- bürünmüş vaziyette. Kültür hayatımızda kıraathane- mında, ağaçların altında oturulurdu. Hâlâ mevcuttur o lerin öneminden ve özellikle diğerleri arasından sıyrı- ağaçlar. Bu pek bilinmez, ben anlatayım: İstanbul’da lıp daha meşhur hale gelen Küllük Kıraathanesi’nden iki Küllük vardır; birinci Küllük Beyazıt Camii’nin bahseder misiniz? bitişiğinde, bu caminin ana caddeye bakan kısmın- da. Esas Küllük budur Dursun Gürlek: As- ve 1940’lı, 1950’li yıl- lında Küllük de diğer kıraat- lara kadar devam etti. haneler gibi edebiyatçıların, 1950’li yıllarda Beya- tarihçilerin, şairlerin, yazarla- zıt’ta değişiklikler mey- rın, akademisyenlerin devam dana geldiği için orası ettiği bir kıraathaneydi fakat da ortadan kalktı. İkin- eskiden bütün kıraathanelerin ci Küllük de, Marmara ortak özelliği buydu. Oralar- Kıraathanesi dediğimiz, da bu bahsettiğimiz hüviyette yine insanlar gelir; sohbet ederler, Beyazıt’ta, ana caddenin üzerinde olan kıraathanedir. İkinci Küllük şiir okurlar, tartışmalar olur, tarih sohbetleri yapılır- yakın zamanlara kadar devam etti. Buraya da o za- dı. Ama Küllük daha sonraki yıllarda da devam ettiği manların kalbur üstü insanları gelirdi; mesela Necip için bildiğimiz kıraathanelerden ayrıldı; çünkü diğer Fazıl gelirdi, sahaflar şeyhi Muzaffer Ozak, tarihçi kıraathaneler eski özelliğini yitirdi ve günümüzde Ziya Nur Aksun, Prof. Erol Güngör gelirdi. Ayrıca olduğu gibi çay içilen, sigara içilen, dedikodu yapılan, tuhaf hareketleri olan, fakat çok alim, bilgin insanlar oyunlar oynanan kahvehaneler olarak devam etmeye gelirdi. Mesela Filozof Cemal diye birisi vardı; felse- başladılar. Ama Küllük böyle değildi; tabii orada da feden tutun tarihe kadar bilmediği mevzu yoktu. De- dedikodu yapan, oyunlar oynayan tipler mevcuttu fa- vamlı Le-Monde gazetesi okurdu, onun için kendisine kat Küllük’e Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, Ali Nihad Le-Monde Cemal denilirdi. Oranın garsonu bile şiir Tarlan gibi, Mehmet Akif gibi, Neyzen Tevfik gibi okurdu yani. Oranın caddeye bakan kısmı daha çok 6 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz isimli bir kişinin eseri var. bu insanların oturup sohbet ettikleri yerdi, arka kısım- Soldan:Mehmet Nuri Yardım.Dursın Gürlek,Recep Seyhan da yine oyununu oynamak isteyen, dedikodu yapmak isteyen insanlar kendi işlerini görürdü. Marmara’daki sohbetler saatlerce sürerdi. Biz de çıt çıkarmadan, K.D.: Şüphesiz Küllük’ü kıymetli kılan husus sandalyeyi gıcırdatmadan oturup dinlerdik. Ses çıkar- oraya gelen şahıslar. Sözgelimi İbnü’lemin Mahmud mamak zorundasın, pür dikkat dinleyeceksin, zaten Kemal İnal, Mükrimin Halil Yinanç, Hilmi Ziya kısık sesle konuşurlardı. Ülken... Bu akademisyenler, bizim bugün görmeye alışık olduğumuz akademisyen profilinden ayıran Buraya devam eden insanlara “marmaratör- bazı özelliklere sahip gibiler. ler” denirdi. O zaman mecliste bir de senato vardı, senatörlerden mülhem kahve müdavimleri de kendi- D.G.: Onları farklı kılan husus “Osmanlı ba- lerine marmaratörler derdi. kıyyesi” olmalarıdır. Bakıyye kelimesi “arta kalan” demektir. O ismini saydığınız kişiler; Mükrimin Ha- Bu konuda okunması gereken bazı eserler de lil’ler, Ali Nihad Tarlan’lar, İbnü’leminler Osman- vardır. Mehmed Niyazi’nin Dahiler ve Deliler isimli lı’nın son zamanlarında dünyaya gelmişler, Cumhu- romanı Marmara’nın müdavimlerini anlatır; Ahmet riyet’in ilk yıllarını idrak etmişler ve bu yıllarda eser vermişlerdir. Bir kere beslendikleri kaynak münbit bir kaynak olduğu için yüksek seviyeli kişilerdir ve az önce bahsettiğimiz kıraathaneleri bir nevi açık akademi haline getirmişlerdir. Ayrıca o zamanlar gençlerde bir tiryakilik vardı. Ben bu tiryakiliği üzerinize alınmayın ama, şimdiki gençlerimizde göremiyorum. Biz o zatları dinlerken pür dikkat kesilirdik, kulaklarımızla hoca olmaya çalışırdık. Bizim aldığımız eğitim Soldan:Mehmet Nuri Yardım,Dursun Gürlek,Recep Seyhan kulaktan eğitimdi. Bendeniz İstanbul’a 1971’de geldim; geliş o geliş, nerede bir kültür ve edebiyat sohbeti varsa biz oradaydık. Türk Edebiya- Güner Elgin’in Marmara Kitabeleri isimli ki- tı Vakfı’na giderdik, Kubbealtı’na giderdik, Aydın- tabı da bu kıraathaneyi anlatır. lar Ocağına, Eyüp’teki sohbetlere giderdik. Küllük Küllük’ün kısa hikâyesi budur. Üzülerek ifa- de bunlardan biriydi fakat diğerlerinden biraz daha de edelim ki, bu kadar önemli bir kültür merkezi olan farklıydı. Küllük’ü farklı kılan oradaki farklı zevatın Küllük hakkında elimizde derli toplu bir eser yok. bir arada bulunmasıydı. Ne konuşulurdu Küllük’te? Sadece zannedersem 1950’li yıllarda Sıdkı Akozan Aklına ne gelirse... İkinci Viyana hezimetinden tut, isimli bir şairimiz küçük bir risale yazmıştır, ismi Orta Çağ’da Hristiyan cengaverlerin kullandığı kı- Küllüknâmedir. Bu risale şiir şeklinde yazılmıştır ve lıçlardaki yazıların kimler tarafından yazıldığına ka- Küllk’e devam eden isimleri tek tek beyitler hâlinde dar; Mehmet Şâh Fenârî Tefsiri’nden tut, Manisa’da zikreder. Mühim bir eserdir. Bir de Sudi Odyakmaz bilmem ne köyünde yetiştirilen tavukların günde kaç 7 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz defa yumurtladığına kadar. Ben de bazılarına şahit ol- karamsarlığım şundan kaynaklanıyor: Bizi tatmin muşumdur. Mesela Prof. Nuri Karahöyüklü diye bir edecek konuşmalara rastlayamıyoruz. Biz yediğimiz zat vardı, teknik üniversitede matematik profesörüy- yemeklerin tadını bildiğimiz için o yemeklerin tadını dü. Ama öyle tarih bilirdi ki, siz onu tarihçi zanneder- arıyoruz. diniz. Bir sohbet esnasında hararetli bir şekilde Gazi K.D.: Kaybettiğimiz bir başka kültür unsuru- Osman Paşa’nın Plevne’de Ruslara karşı kullandığı muz da şifahî kültür, değil mi hocam? Her şeyi okuya- kılıcın sağ tarafındaki yazının hangi hattata ait oldu- rak öğreneceğimizi zannediyoruz. ğunu izah ediyordu. D.G.: Tabii, şifahî kültürü kaybettik, şifa- Mesela Mükrimin Halil hoca kıymetli bir yı kaptık. İnanın, bildiklerimin yarısını kulaklarımla tarihçi, Selçuklu tarihçisi. Türkiye’de değil, bütün öğrendim. Halen de kulaklarımla öğrenmeye devam dünyada yetişmiş en büyük Selçuklu tarihçisi. Ve siz ediyorum. Mesela Küllük’te bir amca vardı, bundan Mükrimin Halil Hoca’yla Beyazıt’tan Aksaray’a ka- dört beş yıl önce 87 yaşında hayatını kaybetti. Muh- dar konuşarak iki buçuk saatte giderdiniz. Mübalağa teşem bir hafızası vardı, Küllük’te nelerin konuşuldu- etmiyorum, anlattıkça anlatır. Bir kere birisi Hz. Ebu- ğunu ben ondan öğrenmiştim. Biz o amcayla kaç defa bekir’in evinin nerede olduğunu sormuştu; Mükrimin Beşiktaş’tan Fatih’e kadar yürürdük. Adım başı durur Halil Hoca “Şu kapıdan çık, üçüncü sokağa gir” diye- ve anlatırdı hiç durmadan. Ne öğrendiyse dinleyerek rek eliyle işaret ederek oraları görüyormuş gibi iştahla öğrenmişti. anlatmıştı. K.D.: Sizin sık sık vurguladığınız bir konu Yine Acemi Kahvesi diye bir kıraathane var- var. Kültür ile irfan arasında ince bir ayrım yapıyor- dı Laleli’de; Küllük’ün bir şubesi gibiydi. Mükrimin sunuz. Kültür ve irfan arasındaki fark nedir? Halil Hoca oraya da devam ederdi. Acemi Kahvesi’nin bir garsonu vardı, Fuzûlî’den gazeller okurdu D.G.: Benim bu hassasiyetim rahmetli Cemil ve okuması bitene kadar da çayları soğuturdu. Bir Meriç’ten kaynaklanıyor. Biz kültür ile irfanın aynı keresinde Mükrimin Hoca, “Halid bin Velid Kadisiye olmadığını ondan öğrenmiştik. Rahmetli hiç haz et- Savaşı’nda kâfirin birine kılıcını kaldırıp tam yere se- mezdi “kültür” kelimesinden. Kültür bir defa batı rerken” dediğinde bütün çaylar yere dökülüvermişti. menşe’li bir kelime. İrfan deyince ilim, tasavvuf, has- Böyle ilmini yaşayan insanlar vardı. sasiyet, medeniyet, güzellik vs. gibi birçok kavramı bir kelimeye dahil etmiş olursunuz. Kültürde bu ge- Mehmet Nuri Yardım: Acizane ben de bir nişliği ve derinliği bulamazsınız; fakat galat-ı meşhur şeyler arz etmek istiyorum. Mehmed Şevket Eygi beş dediğimiz yerleşmiş yanlışlardandır, toplum içerisin- yıl önce bir ödül töreninde Cağaloğlu’nda “Eskiden de yerleşmiş vaziyette olduğu için kullanılmasında bir ne güzel Küllük vardı, Marmara Kıraathanesi var- beis yoktur. dı. Keşke bugün de böyle şeyler yapılsa.” dedi. Biz o sözü duyduğumuz anda bundan vazife çıkardık ve Ben çok esefle görüyorum ki, vaktinde Cemil ertesi hafta Bâb-ı Ali sohbetlerini başlattık. Bana göre Meriç gibi isimlerden istifade etmiş, onların rahlesin- ismi farklı da olsa bugün birçok yerde Küllük’ler var. den geçmiş birçok arkadaşımız dil konusunda onların Hatta çoğaldı da diyebiliriz. hassasiyetine riayet etmiyorlar. Tabii, bunları söylerken beni eskici gibi algılamayın. Bugün herkesin D.G.: Sana katılıyorum. Çoğaldı fakat benim kabul ettiği, halkın kullandığı, “âmmenin kabûlüne 8 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz mazhâr olmuş” kelimeleri biz de kullanıyoruz. Mevzu ler Kur’an’a dayanır. Edebiyat, şiir, tasavvuf tama- da deriz, konu da deriz; hadise de deriz, olay da deriz. miyle Kur’an’dan gelir. Yahya Kemal ne diyor? “Ben Ama ısrarla olay demek, hadiseyi hiç kullanmamak küçükken Üsküp’te annem başımı okşardı. İki kişiyi olmaz. “Bir hadise var cân ile cânân arasında” şar- iyi bilmem gerektiğini söylerdi. Birisi Hz. Muham- kısını “bir olar var can ile canan arasında” şeklinde med, diğeri Sultan Murad.” Murad-ı Hüdavendigâr söylersek olmaz. Dilde taassup olmaz, fakat unutma- malum Üsküp’ü fetheden kişi. malıyız ki bin yıllık bir kültürün devamıyız; o kültürü K.D.: Aynı zamanda entelektüel kesime hitap öğrenebilmek için, onun zevkini alabilmek için Os- eden bir medeniyetten değil, toplumun bütün kesim- manlı Türkçesi’ni öğrenmek zorundayız. Eskiden beş lerine sızabilmiş, nüfuz edebilmiş bütünleştirici bir bin kelime ile konuşurduk, şimdi bu rakam üç yüze medeniyetten bahsediyoruz. Mesela Üsküp’ün ücra düştü. Bir bardak su ile Akdeniz’i içmeye benzer bu. bir köşesinde, Yahya Kemâl küçükken annesinin ken- Dil bakımından hassasiyetimizi tekrar kazanmak zo- disine Muhammediye okuduğundan bahsediyor. Mu- rundayız. Elmalı Tefsiri’ne bakalım; bu tefsir Mustafa hammediye malum, aruz vezni ile yazılmış ağır bir Kemal Paşa’nın öncülük ettiği bir meclisin emri ile kitaptır. Cumhuriyet döneminde yazıldı, Osmanlı döneminde değil. Bırakın ilahiyat fakültesi öğrencilerini, ilahiyat D.G.: Gayet tabii... Ben de küçükken dede- hocaları bile şimdi bu tefsiri anlayamıyorlar. Elmalı lerime Muhammediye okurdum, ben okurdum onlar Tefsiri en güzel tefsir, ama o ne dil, o ne zevk öyle... anlar ve ağlarlardı. Ahmediye, Muhammediye, Bat- Siz hukuk öğrencileri olduğunuza göre, Ömer Nasu- tal Gazi hikâyeleri, Kerem ile Aslı okurduk. Hele bir hi Bilmen’in Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu’nu okuyup Ahmet Emmi vardı, “Ah Dursuncuğum, şu Kerem’in anlayabilmelisiniz, oradaki kelimeler size yabancı Aslı’yı görmek için nasıl dişlerini söktürdüğünü bir gelmemeli. daha oku.” derdi. Bende de okuma hevesi bu şekilde oluşmuştu. K.D.: Zaten anlayamadığımız için Elmalı Tefsiri iki defa sadeleştirildi... El-hasıl; Osmanlı Medeniyeti din eksenli bir medeniyettir. Yalnız İslâm Medeniyeti’ni yansıtmak D.G.: Evet. Sadeleştirme Elmalı’nın özünü kaba dincilikle olmaz; güzellikle, sanatla bu medeni- yiyeceğim diye üzerindeki kabuğu soymaya benzer. yeti yaşamak ve yaşatmak gerekir. Doktorlar bile asıl vitaminin kabukta olduğunu söylüyor... Sadeleştirme öldürmektir, hiç değilse lügatçeli yapmak gerekir. Tek çare suyu kaynağından içmek, Osmanlı Türkçesi’ni öğrenmek. Herkesin öğrenmesi lazım ama edebiyatçıların, tarihçilerin, hukukçuların bilhassa bilmesi gerekiyor. K.D.: Toplayıcı bir soru ile nihayete erdirelim hocam. Sizce bizim bütün bu irfan hayatımızın temeli olan esaslı nokta, yani her şeyin kendisinden neş’et ettiği şey nedir? D.G.: Her şeyin anası Kur’an’dır. Bütün ilim- 9 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Endüstriyel Edebiyat Mustafa Taşkın ler romanlar edebiyatseverleri iki ayrı cephede mevzilendirmektedir. Bir fikre göre henüz gönlüne okuma aşkı düşmemiş genç dimağlara kitap sevgisini aşılayan bu tür, güzel bir vasıtadır. Fakat elbette bir basamak olarak görülmeli ve yeterli olgunluğa erişen kitap kurtları kozalarını yırtarak esaslı eserlerle muhatap olmaya başlamalıdırlar. Diğer bir görüşe göreyse bu eseler bir tür zihin inşasıdır ve katiyen olarak uzak durulmalıdır. “Müthiş bir roman! Bir solukta okuyacaksınız! Harikulade!” Arka kapağını bu tür yağlama sözlerin süslediği, niceliğinin (kaç baskı yapmış olduğunun) niteliğinin önüne geçtiği yazın türlerine endüstriyel edebiyat mahsulüdür diyebiliriz. Bu tür kitapların yerli olanları genellikle enflasyona uğratılan kavramları veya yaşadığı çağda henüz var olmayan akımların kendisine izafe edildiği gönül insanlarını; yabancı menşe’li olanlarınınsa ucuz vampir hikâyelerini veya gündelik hayattan sıkılan modern insanın kafasını dağıtabileceği fantastik hikâyeleri konu edindiklerini söyleyebiliriz. Zıplama Tahtası Olarak Bestseller Henüz lise çağında olan gençler arasında yaygın olan bazı romanlar vardır. Bunlardan kimisi alternatif dünya tahayyülleri içermektedir. Mesela Harry Potter serisi veya Alacakaranlık serisi gibi. İlki tuttuktan sonra mutlaka kahramanını başka maceraların başrolünde gördüğümüz bu seriler altı, yedi kitaba kadar ulaşabilmektedir. Hatırlayacaksınızdır, Türk edebiyatında da bir dönem fenomen haline gelen Aşkın Gözyaşları kitabı tutunca ikincisi piyasaya sürülmüştü. Yani olay büyük ölçüde okuyucunun talebiyle alâkalı. Elbette okuyucu her zaman kalitesiz eserlere rağbet ediyor diye bir genelleme yapamayız. Bu birçok eserin hakkına girmek olur. Bu türün tarihsel olarak ortaya çıkışıyla, kâğıdın ve matbaanın yaygınlaşması arasında bir paralellik olduğu pekâlâ söylenebilir. Şöyle ki; henüz kâğıda ulaşmanın zor olduğu dönemlerde elde mevcut olan kâğıtların daha değerli eserlere vakfedilmesi gerekiyorken böyle bir sektörün gelişmesini bekleyemezdik. Teknolojinin de gelişmesiyle insanların eser bastırıp dağıtması kolaylaşmış ve bu tür ucuz romanlar yazılmaya başlanmıştır. Yazar cephesinden böyle, bir de işin okur cephesi var. Kendisine akın eden bilgi bombardımanı karşısında ne yapacağını şaşıran insan, haliyle yönlendirilmeye muhtaç hale düşüyor. Bu durumda da devreye tirajı epeyi yüksek olan (mesela New York Times) gazeteler girerek, “bunu okumalısın!” türünden yayınlar yapıyorlar. Aslında gerçek bir okurun bu tür yönlendirmelere ihtiyacı yoktur, nitekim İsmet Özel de “Neyi Kaybettiğini Hatırla” isimli kitabında “kitapların rehberi, kitaplardır” diyerek bize bir yol haritası çizmiş bulunmakta. İşte lise çağlarında bu tür eserlerle haşır neşir olan genç dimağlar okumanın ne derece muazzam bir eylem olduğunu fark eder ve kapanan her sarı sayfa bir diğerini ardından getirir. Henüz kendisine okuma sevgisi kazandırılmamış bir birey, anlamak için dik oturarak okumak gereken kitaplar önüne konduğu zaman birkaç esneyip kitaptan asık suratlı bir memurdan kaçar gibi kaçacağı varsayıldığında bestseller romanların bu noktada faydalı bir işlev gördüğü düşünülebilir. Popüler kültür ateşine kömür taşıyan bestsel- 10 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Bu masumane anlayışa intisap etmiş olan genç, bir gün kültürün tanımını öğrenip artık ciddi eserlerle muhatap olmaya başlar. Her ne kadar göreceli de olsa bir düşünüre göre “ömrün kısıtlı bir süreye sıkıştırılmış olduğunun farkına varıp hangi eserin neyden bahsettiğini bilerek ona göre okumak” kültür sahibi olmaktır. Bu gerçeği idrak edebilenler keyifle okuduğu ve vaktin nasıl geçtiğini fark edemediği o hacimli eserleri bırakıp artık okuduğu zaman kendisine daha önce sahibi olmadığı dertleri yükleyen kitaplarla boğuşmaya başlayacaktır. gitmediği ülkelerde bir MTV açar.” Komplo teorisyenlerinin ekmeğine yağ süren bu düşünceler şüphesiz birer teoriden ibaretler. & Bestseller eserlerin yazılırken çok satması gayesiyle mi yola çıkıldığı yoksa yayınevlerinin propagandası sonucu ve okuyucunun da teveccühüyle mi bu mertebeye ulaştığı bir başka yazının konusu olabilecek hacimde bir tartışma konusu. Burada meselenin daha çok komplo teorilerine göz kırpan mesaj kısmını ele almaya çalıştım. Son tahlilde bu eserleri küresel devletlerin az gelişmiş coğrafyalara kültür enjektesi olarak görmek de, günümüzün masumane Cin Ali’leri olarak görmek de size kalmış bir karar. Bir Zihin İnşası Her roman bir hayatın özü, özeti niteliğindeyse içinde bir kültürden izler taşıması da kaçınılmazdır. Bu kültürler genellikle okuyucuya bir rol model sunmakta, ona alttan alta “Neden sen de böyle bir hayata sahip olmayasın?” mesajı vermektedir. Dikkat edilirse bu kitaplarda yer alan karakterler istedikleri her imkâna sahip olan tiplerdir. Modern bir insanın ulaşmaya çalıştığı hedefleri tek tek saymakla vakit kaybetmek istemiyorum; lüks bir ev, son model araba ve sair metalar bu karakterin eli altındadır ve hikâye onlar etrafında dönmektedir. Bu tipleme bestseller eserlerin büyük bir kısmında yer alır. Diğer bir yaygın türse fantastik hikâyelerdir. Vampir, zombi gibi sıra dışı karakterler okuyucuya alternatif bir dünyanın kapısını aralamakta ve ona gündelik yaşamdan kaçış imkânı sunmaktadır. Kafasını bu tür hikâyelerle dolduran birey bir süre sonra gerçeklikle bağlantılarını koparıp tamamen o dünyaya ait olmak istemektedir. Masumane bir hayal dünyası vadeden bu tür kurgular aslına bakılırsa o kadar da masum değiller. Özellikle yan rollerdeki tipleri, henüz karakteri tam olarak oturmamış gençler tarafından benimsenebilmekte ve rol model kabul edilebilmektedir. Bu tür kitaplarda yer alan pornografik ögelerin okuyucu kitlesini teşkil eden gençler üzerinde olumsuz etkiler bırakacağı aşikârdır. Hikâyenin arasına yedirilen bu ifadeler bazı kavramların sıradanlaşması ve normalleşmesi sonucunu doğurabilmektedir. Aslında zihin inşası derken kastettiğim de tam olarak bu, hikâyenin arasına serpilmiş bazı ögelerin okuyucunun farkında olmadan onun dünyasında yer edinmesi. Bir filmde güzel bir misal verilmişti; “Amerika bir ülkeyi işgal etmek için oraya gitmekle uğraşmaz, 11 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz DAHİLER VE DELİLER RECEP ALPTEKİN ayırır. Müdavimlerinin arasında her fikirden insan vardır. Yazarın anlatımıyla: “Dindarlar, ateistler, milliyetçiler, batıcılar, demokratlar, komünistler, faşistler aynı masada otururlar, rahatça tartışırlardı. Kahvenin müdâvimi olmak, adeta bir cemiyete dahil olmaktı; resmî dairelerde çalışanların, hangi fikirden olursa olsun, kahvede aynı masada sohbet etmemiş olsalar bile, işi düşenlere yardımda bulunmaları için göz âşinalıkları yeterdi.” Sokakta karşılaştığınız, selamını aldığınız, görmezden geldiğiniz kimileri dâhidir, kimileri deli; kimileri bu ayrıma dahil bile olmazken bazıları da vardır ki karakterinde dâhilikle deliliği yan yana barındırırlar. Hatta bununla alakalı meşhur bir söz söylenir: “Dâhilik ve deliliği birbirinden ayıran oldukça ince bir çizgi vardır.” Edebiyatımızda bazı isimler için de şöyle denir: “O, dâhilik ve delilik arasındaki ince çizgide yürüyor.” Mehmed Niyazi’nin kültür ve sanat hayatımızda mühim bir yeri bulunan Marmara Kahvesi’ni, nâm-ı diğer Küllük’ü resmeden romanı Dâhiler ve Deliler, yakın tarihimize ışık tutan, standart kurgulardan uzak bir İstanbul başyapıtı olarak 2001 yılında raflarda yerini alır. Marmara Kahvesi’ndeki dostluklarda fikirlerin aynılığı değil, yaş, seviye önemli rol oynar. Gençlerin yaşlılara ilgisi fazladır; onların nerede okuduklarını, hangi üniversitede doktora yaptıklarını, neler yazdıklarını bilirler. Büyüklere saygısızlık yapmayı kimse aklının ucundan geçirmez, hiç kimse kimseyi hor görmez. Hatta öyle ki, Mehmed Niyazi kitapta şunu söyler: “Bazen dünya bilim literatürüne girmiş emekli bir öğretim üyesi veya ünlü bir şair, bir gençle, hatta kahvenin sakini bir meczupla saatlerce sohbet ederdi.” Kahvenin özelliklerine kitapta şöyle yer verilmiş: “Caddeden biraz yüksekte olan kahveye sekiz on basamaklı bir merdivenle çıkılırdı. Bayezid Meydanı’na bakan ön tarafında balkonu andıran bir yer vardı, havanın müsait olduğu günler buraya iki üç masa konulurdu. Kahvenin bu yönü tamamen camdı. Kahveyle balkonu ayıran veya birleştiren bu camın batı tarafında duvara bitiştiği yerdeki kapıdan içeriye girilirdi. Girişteki on kadar masaya oyun kâğıdı, tavla, okey takımı verilmezdi, bu bölüm sohbet için ayrılmıştı. Sohbet bölümündeki masaların yeşil örtüleri sık sık değiştirilir ve sohbete gelenlerin orta- Abdülbaki Gölpınarlı, “Mahalle kahvesinin bir çeşit vazifesi vardı, bir çeşit ictimai toplantı yeriydi orası mahallenin. Her sabah işine gidenler oraya uğrarlardı. Herkes birbiriyle bir kere daha görüşürdü. Hasta, yoksulun hayaline, kimsesiz kadının haline orada çareler aranırdı, bulunurdu; doktor yollanılırdı, ilaç alınırdı, kömür gönderilirdi, para toplanırdı; bu yollanılır, gönderilirken de yollayanlar, gönderenler söylenmez, yardım edenler bildirilmezdi: ‘Akrabanızdan biri gönderdi, ismini hatırlayamıyoruz.’ denirdi.” diyerek mahalle kahvelerini anlatır. Marmara Kahvesi ise bir mahalle kahvesinden farklıdır. Üniversite muhiti olması sebebiyle öğretim üyelerinin civarda ikamet ediyor olmaları, emekli olanlarının alışkanlıktan bu semtte bulunması, basın merkezi Bâbıâli’ye yakın bulunması, öğrenci yurtlarının çevrede toplanmaları burayı diğer kahvelerden 12 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz mı temiz bulmaları sağlanırdı.” Kahvehanenin kültür hayatımızda önemli yere sahip müdavimleri isim isim zikredilmiştir romanda. Bunlardan bazıları, Mükrimin Halil Yinanç, Erol Güngör, Ziya Nur Aksun, Mehmed Genç, Nuri Karahöyüklü, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Sedat Umran, Ali Saib Atademir, İzzeddin Şadan, Abdüsselâm Hikmet, Üstün İnanç’tır. Romanda geçen ve varlığı sabit olup isimleri zikredilen diğer şahıslardan bazıları, kitabın ithaf edildiği Hilmi Oflaz, Binbaşı Hüsrev, Mu Mehmed, Le Monde Hasan, Duvarcı Salim, Özer, Niyazi’dir. Romanın karakterlerinden birkaçı: Mükrimin Halil Yinanç, kitlelerin çok fazla tanımadığı bir akademisyendir; İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’nde Ordinaryüs Profesör olarak görev yapar; ilme yalan söylemek üzere konuşmamak için on altı dişini çektirir, güzel konuşması ve kuvvetli hafızası ile meşhurdur; yazmayı değil konuşmayı ve anlatmayı tercih ettiğini bir sohbetinde şöyle ifade etmiştir: “Benim konuştuklarımı kitaplaştırın, o bilgi olarak yeter.” Yazar onu şöyle resmeder: “Kısa boylu, zayıf, kavruk yüzlü, uzun kafalıydı. Elbiseleri eskiydi; ama tertemizdi. Yakaları düzensiz gömleğinden kravatı hiç eksik olmazdı.” İzzeddin Şadan, Freud’un yanında çalışmalar yapmış bir psikiyatristtir; adını İzeddin olarak yazar çünkü Freud’un yanında yaptığı çalışmaya bir ‘z’ eksik basılmıştır. Yazar onu şöyle tarif eder: “Konu kadın-erkek ilişkilerine veya psikiyatri meselelerine gelince, etleri sarkmış ellerini masaya vurur, ‘Bu hususta Freud’un görüşü şöyledir; Freud haklıdır.’derdi. O konunun kapandığını ilân etmiş olurdu; o meseleyi bir daha kurcalayana kızardı.” Ziya Nur Aksun, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olur, Osmanlı tarihine olan ilgisi ve bu yönde edindiği bilgiler onun ‘bilge tarihçi’ olarak anılmasını sağlar. Yazarın tasviriyle: “Devamlı takım elbise, kolalı gömlek giyer, kravat takardı. Geç saatlerde kahveden ayrılır, son vapurla Kadıköy’e geçer; sabah ezanına kadar tarih okur veya yazar, bazı geceler resim yapardı. Sabah namazını kılıp, yatar; öğleye doğru matbaasına gelirdi. Roman, “Ona göre hayatın amacı büyük işler başarmaktı. Ölümsüz eserler ortaya koymaktan başka işlerle uğraşmak, kendini kandırmaktı.” diye başlar. Romanın kahramanı, asıl adı olan Maksud Çamur’u beğenmeyen ve kendine yırtıcı ve sanatkârca diye nitelediği Kartal Dağyeli adını koyan elle tutulur bir başarısı olmamış hayalci birisi. Romanın ana planı bu karakter etrafında şekillenir. Marmara Kahvesi aslında Kartal’ın tiryakisi olduğu bir mekândır ve roman Kartal’ın kahveye gidişleriyle birlikte orada kulak misafiri olduğu sohbetlerle canlanır. Romanın başında Kartal, kafasında bir roman oluşturmaya çalışmaktadır; bu roman toplumun bütün kesimlerinde gürültüler koparmalı, bir piyasa romanı olmamalıdır. O güne kadarki çabaları bir kitap çıkarmaya yetmemiştir fakat ümitsiz değildir, çünkü insanın verimli olduğu zamanlar olduğu gibi verimsiz olduğu zamanlar da vardır. “Delikanlı sevgilisiz olur mu, hele sanatkârsa” diye düşünüp “sanata aşırı önem verdiğinden hanımlara zamanı kalmadığı” düşünce- siyle kendini teselli eden bir karakterdir Kartal. onun gördükleri ve duyduklarıyla şekillenir Dâhiler ve Deliler. Marmara Kahvesi, Kartal’ın yanında bir arka plan gibi dursa da kimi yerlerde asıl kahraman olur. Bu yönüyle de yakın tarihimizin önemli simalarını ağırlayan kahvehane, yazarın kaleminde bir roman kahramanı olarak şekillenir. Bu kahraman ise tek kişi değildir, ziyaretçileri ve devam edenleriyle birçok kişiliği içinde barındırır. 13 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz man olduğu kadar belgeseldir, belgesel olduğu kadar roman. Çünkü kişiler öz benlikleri içinde bırakılmıştır, aşırılık gözükmez. Kişilerin dramatik yöntem ve açıklama yöntemi ile açıklanışı; kişiler ve olaylar üzerinde tanrısal bakış açısının uygulanışı ustalıkla başarılmıştır. Ayrıca Mehmed Niyazi’nin hukukçu kimliği mahkeme bölümlerinde davayı tasvir ederken, hukuku tenkid ederken öne çıkar. Şöyle ki, bir mahkeme bölümünün sonunda Savcı, Kartal’a “Silah patlıyor ve siz koşuyorsunuz, ihtara rağmen de durmuyorsunuz. Bu suçu işlediğinize dair karinedir.” dediğinde Kartal cevaben; “Karinelerle bir insanın hayatıyla oynanabiliyorsa, bu hukuk sistemi kendini gözden geçirmelidir.” der. Akşama kadar orada çalıştıktan sonra; kahvenin yolunu tutardı.” Kahvenin bir diğer müdavimi Erol Güngör, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydolduktan sonra Mümtaz Turhan’ın teşvikiyle Edebiyat Fakültesine geçer; 1978 yılında ‘Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar’ isimli teziyle sosyal psikoloji profesörü olur; telif ve tercüme eserleri akademik alanda tercih edilen ve başvurulan eserlerdir. Hatta yazar Erol Güngör’ü şöyle şekle bürür: “Kumraldı, ne hikmetse genellikle kahve rengi elbise giyerdi. Orta boyluydu; mütenasip bir yüzü vardı; alnı hafif açıktı; saçlarını arkaya tarardı; az konuşur daha çok dinlerdi. Uzaktan bakan onu soğuk, biraz kendini beğenmiş zannederdi; ama yakından tanıyan onun sıcak, samimi bir insan olduğunu hemen anlardı. Berrak, zarif, veciz bir üslûbu vardı.” Erol Gün- Olmuş ve değiştirilemez vak’alar manzumesi olan tarihi estetik hale dönüştürüp kurgudaki farklı karakterlerin farklı bakış açılarından yansıyan hikayenin mezcedilmesi ve bunun sunuş biçimi; romanın havasını değiştirmiştir. ‘Çanakkale Mahşeri’, ‘Yemen! Ah Yemen’ isimli kitaplarında da tarihe ve kaleme hakimiyetinin güzel örneklerini veren yazar, edebiyatımızda, tarihe dair yazdıklarıyla önemli bir yere sahiptir. Beşir Ayvazoğlu da tarih ve edebiyat konusunda şu güzel tespiti yapar: “Hiç şüphesiz, genç kuşaklara tarih sevgisi ve şuuru aşılamak için en kestirme yol, iyi yazılmış romanlardır.” Hakikaten günümüzde romanlar geçmişe merakımızı artırmış, bunun sayesinde de tarihi anlatan romanlarda gözle görülür bir artış yaşanmaya başlamıştır. İnsanları araştırmaya sevk eden ve müsbet yönde harekete geçiren bu tür romanlarımıza verilen değer artırılmalı; insanları okumaya değil, iyi kitaplar okumaya sevk edici telkinler verilmeli, yazılar yazılmalı, faaliyetler yapılmalıdır. Sonuçta, okuyuştan okuyuşa fark vardır. gör asistanlığı döneminde ABD’de iki yıl kaldığı ve küçük yaşta dedesinden Osmanlıca’yı öğrendiğinden ayrım yapmadan, bütün klasikleri, seviyeli eserleri yercesine okuyan; hem Batıyı hem de Türk-İslâm dünyasını iyi bilen birisidir. Yazar, romanda Niyazi karakteriyle de hukuk fakültesindeki öğrencilik halini tasvir eder. Bahsedilen şahısların anlatıldığı bölümlerde görüldüğü gibi, kitapta geçen olayların kahve eksenli olanları da yaşanmışlıklardan oluşur. Ve bunun yanısıra ruhunda ulvî ve süflî birbiri ardına patlak veren, binbir çeşit huyuyla bambaşka bir tipi yansıtan Kartal; tarih ile kurguyu yanyana yaşattığı için romana ayrı bir hususiyet kazandırır. Kartal’ın bünyesinde sözlü kültürün aslında ne olduğu, bizim için neyi ifade ettiği ortaya konulmak istenir. Romanın kahramanı, müdavimi olduğu kahvehanede bir-iki çay parası karşılığında paha biçilemeyecek bilgilere kulak misafiri olur. Ortada bir metin değil, dil-kulak alışverişi vardır. Bir deyişle; kahvede yazar ile okur arasındaki mesafe, ancak yazılı kültürdeki metin ile okur arasında oluşan mesafe kadardır. Söz canlıdır; dinleyen, söz ile, bilgi ile kendiliğinden bütünleşir, çaba harcamaz. Metnin soğuk ve ölü havası sözde yoktur. Bundan dolayı kahvede geçen güzel olaylar okura iç geçirtir, hayal kurdurur; kötü olaylar okuru üzüntüye boğar, asabileştirir. Dâhiler ve Deliler, ro- 14 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz KÖLE Garîb Martın soğuğunda, gidip bir ara, Gitdi bahâr demleri bu erişen hazân garîb Şimdi gülistân-ı işretde verd-i handân garîb. Yokluğu, zülfünle bağlasam vara, Kalbin kalemiyle yağmura, kara, Mey döküldü bunda sâgâr-ı zerrîn kırıldı çün Devr-i lâle hecre gitdi şîşe-i rindân garîb. İsmini yazıp da, silmek isterdim… Devrân-ı hoş-bûyın sâde hayâli kaldı dilde Meydân u bağbân yumdu gözün devr u devrân garîb. Evvelce bir şiir yazıp adına, Başlığı, “Sevdiğim Meçhul Kadına”, Gururu incinmiş kalb inâdına, Perdeler çekildi ziyâsı kalmadı çerâğın Gün ü güneş garîbdir şimdi meh-i tâbân garîb. İllerinden çekip gitmek isterdim… Azad et bendeni, bıktım lafından, Cân u dil bu şeb-i hicrânda subha dek dövünür Nice dövünmesin gönülde zâr u giryân garîb. Uğruna kovuldum, Hakk’ın safından, Şöyle bir savurup, gönül rafından, Derde âşinâ kişinin inleyecek zamânıdır Çünki hâlet-i hicrân garîb hem bu zamân garîb. Aşkını kaldırıp, atmak isterdim… S.Melik KAYA Ümîd-ile gözün açıp o günü bekle Bâkır Yolda konmaz iki gönül cân garîb cânân garîb. Muhammed 15 Bâkır KÖSE Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Sekiz Sıfır Yedi Saat sekiz sıfır altı Gözlerde sabah trafiği Geceden kalma izmarit yerlerde Boyu uzuyor gölgelerin Hiçbir şey gizlenmiyor bu saatte Cemre BEDİR Saniyeler geçmezken boğazımdan Saat sekiz sıfır altı Büsbütün sis kaplıyor her yeri Göz gözü görmüyor Ansızın ilham geliyor Tanrıya Görseler vurulacaklar Nice sevişme yaratacaklar İzin çıkmıyor Her yer aydınlanmadı demek ki hala Filmi bitiyor yaprakların derken Kediler sessizliği dinleyeceğine Başıboş adımları izlerken Saat tam sekiz sıfır altıda Ne oluyorsa o an oluyor her şey Güvercinler hayal kuruyor yuvaya Arzular bir borç gibi negatifken Bakım istiyor hayat Emek istediği kadar bu saate Su da istiyor gece yatmadan Göl kurumuş bu saatte Fakat her şey sanki yalan Neden sonra bir yalnızlık çıkageliyor ya da öncesinde terk edilmek Hiçbiri değilken üstelik kollarımdaki hayal kadar gerçek Dilencinin biri ekmek diyor Mendil diyor sokakta Bakireler beslenme çantalarıyla yürüyor Kimi bank hala sıcak Demek ki kimisi hala uyuyor Yokluk da var, bir isim koyabildiğime göre Anneler kahvaltı hazırlıyor Saat sekizi altı geçe Kim bilir kimin eskisi hayatim Büyüdükçe bana dar geliyor Saat hala sekiz sıfır altı Ne doymak bilmez, ne açgözlü, ne kevaşe Bu yaşadığım nasıl bir an ki hep ayni Yaşlanabiliyorken hemen her turlu şeye Hatıralar yaşlanmıyor gözlerimde Bir körpe uzanmış Karnında gaz ve sancısı Kaldırımdan eskici geçiyor bu saate Plakta Ave Maria, nereden bulmuşsa Bir şans, göğe ve maviye Uçarken görülüyor Albatros Bir kıskanmak geçiyor 16 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz PERSONA NON GRATA (İstenmeyen Adam) Yasin YILMAZ Ay gibi gülerdi kız, ay gibi güzeldi, Zambaklar takardı saçlarına gencecik, Gülüşüyle vadiler kuş sesiyle dolardı, Göz kapakları sürgün çağırırdı ülkeme. Nuru gündüzü aşar senelere uzardı, Yüzüne meylederdi günebakan çiçeği. İsminde köşe kapan nice ayetler vardı, Kördüğüm kıyısında beklerdi birisini. Yağmurlar dökülürdü gözlerine aniden, Hikâyeleri vardı gece ağlardı dağlar. Kumrular yer ederdi eteğinde sımsıcak, Avucunda rüzgârlar, saçlarında sonbahar Uzun değildi fakat göğe değerdi başı, Leyla şarkı söylerdi, O bir yere dalardı, Kimsecikler bilmezdi gözlerini kapardı, Yabancı esintiler çalardı kapımızı. Şirin sözleri yoktu, konuşmazdı kimseyle, Denizi seyretmeye gözlerine inerdik. Alacakaranlıklar yokluğunu gözlerdi, Olmadığı yerlere konardı birden akşam. Rüya gibiydi sanki gözümüzle görmezdik, Bedeninde bembeyaz bir erguvan üşürdü. Kollarında uyurdu vurulmuş alageyik. Allah bir gün Onu da toprağına düşürdü. Ellerinde kimsesiz uzun şiirler vardı, Bir şafak besmelesi bastığı çimenlerde. Kırmızıyı severdi gözlerinden anlardık. Suya aksi düşünce utanır kaybolurdu. 17 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Deli Ellerimi hep kendim temizlerdim. Yeni doğmuş çocuklarına iltimas eden analar dışında kim kimin ellerini temizler ki zaten? Yani ben de anladığınız üzere herkesleşmiş bir işin adsız uygulayıcısıydım. Yalnız biraz zor el temizlemek benim için çünkü ben sokakta yaşayanlardanım. Sokakları ev bellediğiniz gün -nam-ı diğer- kaldırımların yumuşaklığını benimsediğiniz gün, el temizliği o eski önem ve gerekliliğini yitiriyor. Annemin anlattığına göre sokakta doğmuşum zaten. Yani yadırgadığım bir şey değil kaldırımda uyumak. Aslında beni rahat ve sıcak bir yuvaya koysanız -hani şu sokakta duyduğum laflarda anlatılan tarzda bir yuvaya- asıl onu yadırgar, tekrar eeski evime kaldırımlarıma dönerim. Belki de dönmem. Neyse bunu öyle bir evim olunca düşünürüm. Şu en evimden memnunum, ellerimin kirliliğinden de. El temizlemek için önce kirletmek gerek zaten. Tabii apartmanda uyuyan kirlenmeyi nereden bilecek? MURAT UMUT SAKALLI duyarsınız sadece. Bu maskeli balo seyyahlarının bile gizleyemediği tek duygudur tiksinmek. Alışkanlık yapar bu kaçış hatta. Onlar gibi siz de bir şeyleri görmezden gelirsiniz zamanla. Eğer sokağın gerçek sahiplerine acıyan bir insanla karşılaşırsanız da size olan üzüntüsünü, sevgi zannedip kana kana avunabilirsiniz. Bunları hiçbir karşılık vermeden ve hiçbir zahmete girmeden yaşarsınız. Yani sevgili dostum, şu sokaklardan bir yudum tatsanız, eminim siz de seversiniz. Tüm dünya benim, evet bu su götürmez bir gerçek ama nedense ben bir sokakta yaşamayı huy edinmiştim. ‘Gülizâr’ sokak. Tüm dünya evimse –ki öyle- burası benim odamdı. İki büyük apartmanın doksan dereceyle kesiştiği bir kuytuda da yağmurdan korunmak için derme çatma bir çatım vardı. Odam doğu ve güney cepheliydi. Kışın iyi ama yazın klima gerektiren cinsten. Karşı eczaneye dilenmeye girdiğimde gördüğüm şu devasa klimalardan bir tane de bana lazım. Yazları, öğle vakitleri hele ki çok sıcak oluyor. Sokakları seviyorum ben. Onlara bir kere alışmanız inanın yeter. Sınırları olmayan bir arsa sahibi oluyorsunuz o zaman. Geceleri aydınlık bir sokakta oturur, sohbet eder, zaman ilerleyince de karanlık bir sokağa çekilirsiniz. Sabahın ilk güneşini iliklerinize değin hisseder, yağmur edebiyatı için en gerçek malzemeleri edinirsiniz. Şekil verilmemiş hayatı yaşarsınız. Sokakta yaşayanlardan tiksinen insanların göz tacizi de olmaz hem. Yani sizi sevmeyenlerin riyakarlıklarına maruz kalmazsınız. Hızlı adımlarla yanınızdan geçerlerken topuk seslerini Komşularım mı? Onlar dünya tatlısı adamlar. Biri kahvehane işletir. Yaşlı sırım gibi ince bir emekli memur. Adı Hamza. Gömleği yaz kış kısa kolludur Hamza amcanın. Yalnız kışları üstüne örme bir hırka giyer. Ben sordum bir gün cevap vermedi ama Raşit sorduğunda cevap vermişti. Abdest alırken kıvırmak zor oluyormuş gömleğin kollarını. Raşit de Hamza Amca’nın başının belası. Kimsesiz bir oğlan. Hamza’nın dükkanında yatar, yemeğini Hamza ısmarlar, 18 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz üstünü Hamza giydirir... Bu dünyaya bir beden büyük gelen adamlardan Hamza. Raşit’in adını kendi dışında toplasan on kişi bilmez. Deli derler ona hep. Hakkında efsane de boldur ha! Biçimsiz vücutlu, düşük omuzlu,koca burunlu bir oğlan. Ayaklarını yan basmaktan ayakkabılarının ikisinin de iç tarafları yırtık. Yağmur yağdı mı gör Raşit’i. Serçe gibi yürür çoraplar ıslanmasın diye. Bir de ne vakit bir esinti hissetse, bulduğu ilk camın karşısına geçip, aynaya bakar gibi bakıp, saçının önünü kaldırır. Hamza Amca komşusu manav Muhsin’e anlatırken duydum, zamanında bir çingene kız sevmiş bu Raşit. Kız buna varmamış çirkin diye. Ondan sonra da mecnun olmuş bizim deli oğlan. Hamza’nın anlattığı bu ama Manolya Abla da başka anlatıyor. Salı pazarında ben balık seçerken Raşit, İbrahim Tatlıses’ten Sarhoş’u söylemeye başlamıştı bağırarak. Yerli yabancı herkes güldü haline. Bir Manolya Abla gülmedi. ‘Yazık oğlana anası babasını aynı gün kaybetti. Sıkıntıdan kafayı yedi. Zor vallaha.’ dedi. Sesi de üzüldü kadının. Yazık, vicdanlı kadın. mesin ki? Ne sigara içerim ne tiner çekerim. Odamı da temiz tutarım kendimi de. Benzeri diğer sokakta yaşayan arkadaşlarımın aksine, pis koku uğramaz benim mekanıma. Akşam güneş battıktan sonra gürültü bile yapmam. Komşuya saygı denen bir şey var. Biz böyle büyütüldük. Yalnız ayda yılda bir Hamza, Raşit’e sinirlenir. Raşit ya kahvede bir sürü bardak kırmıştır ya Hamza’nın müşterisine okkalı bir küfür etmiştir ya da Hamza’ya durduk yere tokat atmıştır. Hamza da böyle geceler Raşit’in kahvede yatmasına izin vermez. ‘Bu gece dışarda uyu da aklın başına gelsin’ der kovar. Bu da ‘Naber lan hergele’ deyip yanıma kıvrılır. Raşit’in bende yattığı günler kolay kolay uyuyamayız. O bana çingene Sibel’ini anlatır, ben ona benim sarı sevdiğimi. Sarı dediğime bakma sevgili dostum, elbet onun da bir adı var ama henüz tanışmadım. İki aşık bir araya gelir de dertleriyle gecenin canını sıkıp, onu kaçırana kadar susar mı? Susmaz elbet. Biz de Raşit’le böyleyiz işte. O anlatır ben dinlerim, ben anlatırım o uyur. Zaten deli benim lafımdan ne anlar? Arada ‘ulan hergele ne konuştuğunu bir türlü anlayamıyom’ der, beraber güleriz. Raşit’e de deli dediklerine bakmayın ha. Bana kalırsa zehir gibi kafası var bu insan fidesinin. Yalnız aklına estikçe kullanıyor. Aslında belki de delilik dedikleri budur. Ya da belki Raşit’in tek derdi bizi deli olduğuna inandırmaktır. Kim bilir? Ben tüm gün Raşit’le gezerim. On yaş varyok Raşitle aramızda. Büyük yani benden. Cüssesi de iridir ha! Hele bir tersi var aman denk gelme! Koydu mu oturtur adamı. Lakin pek de vurmaz kimseye. Yufka yüreklidir Raşit. Sabah uyanır uyanmaz yanına varırım. ‘Naber lan hergele!’ der hep. Keyfi yerindeyse bir de küfür ekler sonuna. Onun yüzünden adım ‘Hergele’ kaldı.aslına bakarsanız gerçekten bir adım var mıydı varsa bile neydi ben de hatırlamıyorum. Genelde Hergele diye çağırırlar beni. Birazı da Çakır der. Gözlerim çakırmış. Ben bilmem çakır nedir, ne işe yarar. Ama ‘Maşallah’ dediklerine, gözlerimi mucize addedip Allah’a inandıklarına bakılırsa çok güzel olmalı. Hayat benim için bu kadar sınırsız ve küçük işte sevgili dostum. Hamza, Muhsin, Raşit, Manolya. Başka dostum yok. Tanıdığım çok ama her tanıdık dost olmuyor. Belli bir düşmanım da yok bir iki kere mahallenin benle yaşıt serserileriyle atışmışlığım var ama. Hele lider görünümlü birisi var aralarında ki hiç anlaşamaz benle. Şişko, küt saçlı mendeburun teki. Adı da Tuna mı Tunahan mı ne. Önlüğünün üstünden pantolonuna askı takan tiplerden. Mavinin yakışmadığı tek insan evladı bu çocuk. Benden bir iki yaş büyük ya, ne zaman tek yakalasa beni acıdan bağırttırır. Ben bu mahalenin uslu çocuğuyum kimseye elim kalkmaz ama ben kaçtıkça bu derisi göbeğine küçük gelen varlık, sıkıştırıp durur beni. Raşit’le beraber Hamza’nın kahveye gideriz. Hamza ne verirse kahvaltı eder Raşit. Ben akşamdan tok yattığım için yemem pek. Zaten günde tek öğün yerim onu da sağolsun benim iyilik meleğim –Manolya Abla’m- çinko çatılı odamın kapısına kadar getirip, karanlıkta kaybolur. Arada et bile getirir canı cennete gidesice. Pek sever beni, bilirim. Niye sev- Başıma ne geldiyse bu bacaksız yüzünden 19 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz geldi zaten sevgili dostum. Dün yine Raşit’le dertleşerek güneşi çağırmıştık. Sonra Raşit kahvaltısını tıkınmaya gidiyordu ki ardı sıra bu çamur paçalı bodur gözüktü. Raşit’e bağırdım bağırdım durup bakmadı. Baktım ki kaçmaya da vaktim yok,gözümü bu çorak arazi sıfatlının yüzüne diktim. En sinirli bakışlarımı saatte dörtyüz kilometre hızla fırlatıp bir umut benden korkmasını bekledim ama nafile. -Bu Kadir İnanır bakışıma biraz daha çalışmalıyım.- Çocuk Dr. Frankenstein icadı gibi üstüme geliyordu. İyice yaklaşıp lağımları utandıran kokulu bir tükürük attı suratıma ama olağanüstü reflekslerimle tükürüğün menzilini duvarda sonlandırdım. Bir ani hamleyle üzerine atılıp önlüğünün altından tuttum. Lunapark balerini gibi dönmese bir şey olacağı yoktu ama yere düşünce bir baktım ki maki boylu devimizin önlüğünü, ortasından traktör geçmiş başak tarlası gibi çift şeritli yırtmıştım. Ama inan olsun sevgili dostum böyle kötü bir niyetim yoktu. Ben alışık olmadığım bu heyecanı atlatamamamıştım ki içi pamuk dolu çuval cüsseli sadist karnıma müthiş bir tekme attı. Ben havada ‘Raşiiiiiit’ diye çığlık atarken Raşit sonunda yarım dönüp isteksizce konuştu : ‘Ne var lan miyav miyav? Kafamı şişirdin’. İlk defa sinirlendim Raşit’e. Kediyiz diye cansız değiliz ya! Canımızı kaybetmekten korkuyoruz. Ulan deli Raşit, can havlinin sesi her canlıda aynıdır. Gene mi anlamadın dilimi? Raşit ardını dönüp yürümeye devam etti. Bense havada ilk defa uçmanın zevkini bile tadamadan çalışkan belediyemizin açtığı direk çukuruna düşmüştüm. Karnıma yediğim tekmenin acısı ilk anki tazeliğini korurken bir de üstüne çukura yuvarlanırken kazandığım yeni yaralarım kanamaya başlamıştı. Sadistin ayak sesleri yankı yapıyordu bu kuyu karanlığındaki çukurda. Hayatında ilk defa koşuyordu sanırım. Kuvvetle muhtemel öldüğümü düşünüyordu. Oysa sonu acı bir ‘Miyav’ da olsa her hayatın yaşanmaya ve her hikayenin anlatılmaya ihtiyacı vardır. Ve ben hikâyemi anlatamadan ölemezdim sayın dostum. lirim insanları önce öldürüp sonra ölü bedenim kötü kokuyor diye beni suçlayacaklar. ‘Böyle ulu orta yerde de ölünmez ki’ diyecekler. Olsun. Manolya Abla’mın hatırına ben hepsini seviyorum. Seni de sevgili dostum, seni de seviyorum. Bir gün olur da bir can çığlığı duyarsan aman ha aldırmamazlık etme. Bilirsin, sonra adama ‘Deli’ derler. Muhtemel ki üstüme beton döküp beni unutacaklar burada. Ya da cesedimi tiksintiyle çukurdan alıp bir de üstüne ‘leş’ diyecekler naaşıma. Ben bi- 20 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz EŞİKTE BİR DAKİKA Bir yıldızı özlerse insan, gökyüzünde mi bu- KÜBRA TAŞKIRAN Aslında şuan öyle hissetmiyorum ve bugün de hisset- lur kendini? memiştim. Fakat ne zaman ne olacağını kim bilebilir? Oturma odasında, pencerenin önündeki mor Bu sabah eşimi işine, oğlumu okuluna gön- berjerde oturuyorum. Burada saat akşamın sekizi, derdikten sonra biraz daha uyudum. Kalktıktan sonra Paris’te akşamın yedisi ve Moskova’da gecenin onu. -her gün olduğu ve olacağı gibi- evi, mutfağı topar- Nereye ait olduğumuzu kim bilebilir ki? Oğlum on layıp yemeği yaptım. Çiçekleri sulamak için oturma yedi yaşında bir genç ve şuan kendi odasında. Muh- odasına geldim. Çiçek sulama faslı benim ve sanı- temelen yarım saat sonra “Meyve yok mu?” diye ya- yorum ki çoğu ev hanımının terapi saatidir. Hepsiy- nıma gelecek. Eşim ki kendisi on dokuz yıldır bana le ayrı ayrı ilgilenir, konuşur, dertleşirsin. Kırk üç aynı sevgi ve şefkatle yaklaşan nadide bir insan, ikili yaşındayım, dakikalar adımlarım oldu ve senelerdir koltukta uzanmış televizyon izliyor. Arada bir yorgun yürüyorum. Önceden kol kola gezdiğim tüm alışkan- yüzünü bana çeviriyor. Bu kaçamak bakışlarına ge- lıklarımın yerinde başkaları var şimdi. Hayır, o kadar nelde gülümseyerek karşılık verirken, şimdi elimde üzülmüyorum. Kitapları en iyi arkadaşı olan bir ka- kâğıt-kalemle muhtemelen de manasız ve donuk bir dınken farkında olmadan, pencere önünde çiçekleriy- ifadeyle etrafa bakınıyor olmamdan olacak ki birkaç le dertleşen bir ev hanımına dönüşmüş olmam dünya- sefer iyi olup olmadığımı sordu. İyiydim. Aslında iyi nın en tabii durumlarından biri. olup olmadığımı bilmiyor bile olsam kesinlikle kötü Elimdeki yeşil ibrikte su kalmayınca gözüm de değildim. Seneler önce kaçırdığı gemi yeni aklına pencerelerin solunda kalan duvardaki kitaplığıma gelen, limanda gözü uzaklara dalmış bir yolcu gibiy- ilişti. Tozlanmıştı. Bahsetmiştim ya, pencereler açık dim, sadece. kaldıkça tozlanıyor anılar. Ah, eşyalar da tabi. Bu Havalar ısınmaya başlayalı birkaç hafta oldu. sefer elime bezi alıp toz almaya giriştim. Kitaplığın Pencerelerin açık kalma süresi arttıkça ev daha hızlı tozunu almaya başlamak tam bir zamanda yolculu- tozlanıyor. Kışları seksen dört, yazları seksen dokuz ğun başlangıcı oldu benim için. Eve ilk geldiği günü kişiyle paylaştığımız apartman yolun kenarında ve hatırlıyorum. Evlendikten yaklaşık bir sene sonra bizim dairemiz ön cephede. Yolun gürültüsü çok olu- yaptırmıştık. Düzeninin içime sinmesi için saatlerce yor fakat zamanla alışıyor insan, her şeye. Tepesinde uğraşmıştım. Kitaplarıma isimler koyardım. Bazıları- sonsuz bir âlem olsa da şehirler bazen boğuyor insanı. nın arasında yazarlarına yazdığım mektuplar olurdu, 21 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz bazılarında çiçekler yahut yapraklar. Kitaplığımın Ben; odanın kapısının önünde, bir elim kapı başında çocuklar gibi mutlu geçirdiğim vakitler vardı kolunda ve eminim ki ağzım hala açık, olanlara bir karşımdaki raflarda. Hangi ara kendimden bu kadar anlam vermeye çalışıyordum. Beni hayata bağlayan uzaklaşmıştım ya da kendim dediğim şey o uzaklaş- tek şey tuttuğum kapı koluydu sanki. Adamların yüz- mış halim mi olmuştu? Asıl tozlanan şey -her ne ise- lerine tek tek ve daha dikkatli baktıkça aklımın çek- içimde bir yerlerdeydi ve ben elimdeki toz beziyle ne meceleri de bir bir açıldı. Fakat her şey, kabul ede- kadar da acizdim. bileceğim bir hale bürünmeleri gerekirken daha da anlamsızlaştı. Ben, birden bürünüverdiğim garip ruh halimle boğuşurken zil çaldı. Kapıyı açmaya giderken gö- Sahnenin her köşesine âşık oyuncular gibi züm vestiyerdeki aynaya takıldı. Zamanın hiç acıma- odada gezinip duran adam; kabarık, ortadan ayrılıp sı yoktu. Kapıyı açtım. Karşımda ilginç giyimli dört omuzlarına kadar inen kıvırcık saçları ve ince, uzun adam vardı. Kim olduklarını, neden geldiklerini, ne bıyığıyla Moliere’dı. Sivri çenesi, ince ve uzun par- istediklerini anlamaya çabalamama bile müsaade et- makları vardı. Garip, beyaz gömleğini ve kahverengi meden içeri daldılar. Nasıl olduğunu anlayamadığım ceketini de hatırlıyorum. Karşısındakinin özüne ulaş- bir şekilde önlerinde duramadım. Aslında durmak is- mak ister gibi bakıyordu. Zekâsının ve hareketlerin- tediğime bile emin değilim, bir anda girivermişlerdi deki asilliğin fazlasıyla farkındaydı. işte. En önde kıvırcık saçlı adam, oturma odasına doğ- Mor berjerde oturan; önden açılmaya başla- ru ilerlediler. Sanki o an yaptıkları şey dünyanın en mış beyaz saçları, ağzının üzerine düşen beyaz bıyığı normal ve gerekli şeyiymiş gibi o kadar kendilerinden ve yine beyaz, uzun sakalıyla Hugo’ydu. Göz torba- emin bir şekilde yaptılar ki bunu; acaba ev onlarındı larına bakılırsa epey yorgundu. Beyaz gömleğinin da ben on dokuz yıl yanlışlıkla mı burada yaşamıştım üzerinde soluk siyah delmesi ve ceketi vardı. Ceketi- diye düşündüm. Öndeki kıvırcık saçlı bey, odaya doğ- nin sol üst cebinden bir cep saatinin zinciri sarkmıştı. ru yürürken aynı zamanda bir şeyler söylüyordu: - Merak ettim, acaba hangi zamanı gösteriyordu? Eve Evet bayan, sıcacık karşılamanız bizi ziyade- girdiklerinden beri homurdanıyorlardı. Belli ki tartış- siyle duygulandırdı. Buyurun baylar, bu şirin tıkları bir şey vardı. ve maalesef tozlu oda, yolculuğumuzun ilk ve Kitaplığın bitimiyle duvarın kesiştiği köşe- tek durağı. ye sırtını verip oturan Dostoyevski’ydi. Kitaplığımın Bayan? A evet, kapının önünde ağzı iki karış Ateş Fedya’sı. Saçlarını sağa doğru ayırmıştı. Kızı- açık benden bahsediyordu. Çaresiz peşlerinden oda- lımsı, uzun sakal ve bıyığı vardı. Kaşları düşük, ağzı ya koştum. Sanki daha önce defalarca geldikleri bir ve burnu küçüktü. Hüzünlü bakıyordu, belki biraz da yermiş gibi çabucak uyum sağlamış görünüyorlardı. hayattan ürkmüş gibi. Koyu yeşil, uzun mantosu var- Kıvırcık saçlı olan, kollarını iki yana açmış, odada dı. Bacaklarını kendine doğru çekmiş, ellerini dizle- dolanıp duruyordu. Uzun sakallı olan yüzüme bakıp: rinde birleştirmişti. Sesleri ancak algımda yer bulma- - ya başlamıştı. Hugo ciddi duruşuyla: Bakmayın öyle, elbette burası bizim de evimiz. Fakat siz burada bir küpün içine sıkışmış - gibisiniz. Ne kadar da yazık. Bakın beyler, onları bir kenara bırakırsak bizim işimiz insanların duygularını, hayallerini 22 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz tercüme etmek. Onlar karışık duygularının lumun ve insanın gerçeklerini, sosyal olayları ne anlamlara geldiğini bizim metinlerimizde ve bu olayların nedenlerini, salt gerçeklikle görmek isterler. Bizler sanatçı olarak topluma anlatmalıyız. Gerçeğin kabuğunu soyup, onu karşı bundan sorumluyuz. ortada çırılçıplak bırakmalıyız. Konular gerçek hayattan olmalı ve kişilerin ruhi davra- Hugo’yu dinlerken ikili koltukta oturanın da nışlarını etkileyen, onların kişiliklerini çizen Zola olduğunu fark ettim ve elbette şaşırmadım. Ge- çevre ve ortamı en ince ayrıntısına kadar bil- riye taranmış saçları önden açılmıştı. Yuvarlak, ipli meli, görmeli, aktarmalıyız. gözlükleri ve fötr şapkası hatta bir de İlber Ortaylı bakışı vardı. Hiçbirinin pantolon ve ayakkabılarını hatır- Figüranlar gibiydim. Konuşmayı unutmadı- lamıyorum ve evet, buna gerçekten şaşırdım. Türkçe ğım konusunda ciddi şüphelerim oluşmaya başlamıştı. konuşuyor olmaları mı? Elbette, gayet tabii. Moliere Sesin geldiği yöne başımı çevirmek yapabildiğim tek atıldı: hareketti. Zola araya girdi: - Sanatı topluma karşı sorumlu olduğumuz için - yapmayız. Nasıl bunu savunuyorsunuz bayım natçı görmeli ve gördüklerini aynen göstere- hakikaten aklım almıyor. Sanat mükemmele bilmelidir. ulaşmaya çalışmaktır. Kaygımız evrensellik Moliere bununla ilgilenmiş görünmüyordu. ve idealistlik olmalı. Duygu tercümesi değil, Hugo, Zola’ya hak verdiğini göstermek için hızlı hızlı yaptığımız şey akıl ve sağduyuyla insanların başını öne arkaya salladı. Dosto: ruhsal özelliklerini ele almak olmalı. Bunları yaparken de belirli kurallara uymalı, yetkin - bir üsluba sahip olmalıyız. eşikteki şaşkın bayan bu odaya baktığı vakit bizim gördüğümüz şeyleri görmez. Biz eğer Efendi! Bizim kuralımız kuralsızlıktır. Ro- onu anlatacaksak, odaya onun gibi bakmalı- mantizm ise edebiyatın liberalizmidir. Bı- yız. rakın bu toplumun üst kısmına hitap etme Biraz sessizlik oldu. Zola mühim bir gerçekten kaygısını. Bilirsiniz severim sizi. Bizler gün- bahsedecek gibi kaşlarını çattı: delik yaşamın toplumuna inmeli, hayatı tüm zıtlıklarıyla birlikte anlatmalıyız. Kimsenin - Hayatı bütün yönleriyle ve olduğu gibi ak- farkına varamadığı duyguları biz okumalıyız. tarmalıyız. Sadece kahramanın bakış açısıyla İşte şurada, karşımızda dikilip duran bayanın kısıtlayamayız kendimizi. Ayrıca kahraman- gözlerinden nasıl bir duygu karmaşası içinde ların da portrelerini en ince ayrıntısına kadar olduğunu okumalıyız. işlemeliyiz. İnsanın çevresi ve bu çevrenin insana etkisi bizi doğru çıkarımlara götürür. Dosto oturduğu yerde dikleşti: - Fakat gerçekleri, anlattığımız kahramanından gözünden görmeli ve göstermeliyiz. Mesela, Hugo homurdanarak: - Gözlem ve tasvir hayati meselelerdir. Bir sa- Moliere yine kolları havada, şaşkın bakışla- Duyguları okumak bizim işimiz değil. Bu dü- rıyla itiraz etti: şüncenize şiddetle karşı çıkıyorum. Biz top- 23 Küllük Dergisi - Sadece Edebiyat Yapıyoruz Fiziksel ve sosyal çevre mühim değildir çün- - kü bunlar değişkendir. Bizler değişmeyen Artık başım dönüyordu. insan tipleri oluşturup bunlar üzerinden eleştirimizi yapmalıyız. Mesela bu bayan bir ev - hanımı tipi olmalı; komşularıyla yapmacık lunda dikiliyordum. Aman Allah’ım! diği kibarlıkla içgüdüsel davranışları arasındaki uyumsuzluğu, sınıfsal memnuniyetsizli- - ğini anlatmalı fakat bunları yaparken eşi ve kadar dikileceğiz kapıda? Zola gözlerini devirdi: Kapının önünden çekildim. Oğlum ve üç ar- Bakın beyler, insan kişiliğini anlatabilmek kadaşı içeri girdi. Arkadaşlarından birinin saçları kı- için soya çekim yasaları ve toplum bilimi var. vırcıktı. Olguları saptayıp yazmak yeterli değil. Nasıl olabilir ki? Kişilerin iç dünyalarını, duygusal ve toplumsal olguları bir dizi deneyden geçirmeliyiz. Toplum laboratuar, insan deney konusu ve sanatçı bilgindir. Determinizm geçerli ve önemlidir. Hugo’nun yakasında peygamber çiçeği mi vardı? Dosto heyecanlanmışa benziyordu, rahatça oturmayı bırakmış dizlerinin üzerine dikelmişti: Şaheserler basit konular üzerindeki önemsiz ayrıntılardan meydana gelir! Bunun konuyla ilgisi vardı? Peşinden Zola işaret parmağını havada sallayarak: - Yaşamın tüm acı ve kaba yanları ortaya çıkmalı! Dosto ayağa kalktı, odanın orta yerinde hay- kırdı: - Zili çalan siz miydiniz? Anne bizimle dalga mı geçiyorsun? Daha ne evini araya katmamalıyız. - Anne, sana diyorum! İyi misin, ne oluyor? Evin dış kapısının eşiğinde, bir elim kapı ko- ilişkilerini, toplumsal davranışların gerektir- - Bir kütüphane, bir inancın işaretidir bayan. Napolyonlar ve bitler! Hugo gözlerini kısıp bir parmağıyla kitaplığı göstererek: 24 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz TANRIYLA SÖYLEŞİLER Harfler sıralanır durmaz şimdi. Ardında bir yığın kelime bırakarak. Cümlelere kelimeleri adak diye sunarak. Kelimeleri de çalmadık mı zaten Adem’den bu yana. Varlığa bir bavul dolusu övgü yağdırmak adına. Adına siz ne derseniz artık: Varlıklar, var’ın altındakiler, var kadar yok sayılanlar. Yok yok diyip yok olanlarla beraber. Zaten hep bir vardan yok devşirmedik mi? Bazen var’ın ve yokun üstündekini yok sayarak. Yok saymak için bir var lazım elbette. Harfler sıralanıyor yine kelimeleri ardında bırakarak. Bırakamadıklarımız kadar kolay yazılmıyor, yazıldığı kadar kolay bırakılmıyor. Bağıracak biri şimdi. Susun sus. Ve elbet bir sus için bir ses gerekecek. Ses ademden kalma. Vardan olma. Harften doğma. Yazıyor yazıyor. Elimize tutuşturulan kelamları kâğıda esir bırakarak. Baktıklarını var sayarak. Göremediklerini inkâra kalkarak. Yazıyor yazıyor. Puntosuna karartılar yüklenen, renklere ihanet eden, siyah beyaz, belki yalan kadar yol alamayan, bir çobanın mumunu yatsıya kadar sönük tutan. Güneş kadar doğru ya da gerçek, su gibi mesela. Karanlıklara ihtiyaç var aydınlıkları anlama adına. Bağırıyor biri, duy’duklarım nerde? Ve hep duy’urma niyetinde birilerine. Duy’duklarına inat baktıklarını yazanlar elbet hissettiklerine yabancı kalacaklar. Toprak kokusuna adadıklarımız nerde? Peki ya hayatı başkalaştıran aşk? Ozan Salmış Göremedikçe hep var olacak kalak. Denilecek yoklar bu kadar var var’ken, yokları söylemek için. Bir var lazım, varsın bunlarda kaybolsun bakışın yokluğunda. Güneş doğuyor, elbet bir karanlık lazım. Kazanmak var kaybedenle. Sahi savaşın hiç kazananı olmadı. Ama anlamak için de anlam lazım. Gerçi savaşın da bir anlamı hiç olmadı. Ne diyorduk yokunu var eden bir var var. Elbet varlık sahası terk eylendiğinde bir yokluk dönecek, yokluk hep bir var’dan devşirilmedi mi zaten. Yok’luğun ötesinde toprak gizeminden de var çıkacak, varın ve yokun üstünde. Şiiri var eden sese, sesi dönüştüren kaleme, kalemi yok eden ateşe. Ağaçlardan kalem yapana, ağaçlardan kağıt devşirenlere. Kalemi kâğıda dökenlere. Ateşin oğlu oduna. Topraktan gelen ağaca, yokluktan var olan toprağa. Ve var’dan olan bir varlığa. Tanrı ateşi yarattı, biz ise bulduk. Bulduklarımızla baktıklarımızı yaktık. Önce ağacı sonra kağıdı. Ardından da bir kalemi, kalemin hikâyesini ve hikâyenin hiçliği. Bizler var edilenlerle hep var’ı yok etmedik mi, var’lığını hiçe sayarak? Hey yabancı nereye öyle? Hadi var’alım senle bir yere. Baktıklarının gölgesinde kaybolacak. Baktıkça kaybolacak göremediklerimiz. Yok olacak. 25 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Su Davası Deniz Melek Kâğıtların, en iyi kalplerden bile temiz olduğuna inanarak Tek adım geri sektim (yazmak namlusu elin) başlayalım) Hala burnumda kokusu, iki kaşımın arasında çarpışan trenlerin. < Bana bu sayfa kadar temiz bir kalp ayırdığın için... Yazmak şimdi namusu elin, yazmak mahremi kalbin > - Unuttum Hatırlayarak tekrar, bir kâğıt kesiğini - Gittin < Bana bu sayfa kadar bomboş bir ifade bıraktığın için... Hatırlayarak; çatalıma gayretle dizmişken hepsini Yazmak şimdi namlusu elin, yazmak merhemi kalbin > Sıyrılıp kaçan o son makarna tanesini. - Gittin Küçükken makarnalar giderdi - Yağmurlar yağdırdım Ve yine en çok makarnayı severdik, domatesli. Sayfalar dolusu hem de - Gittin Sayfalar dolu su! - Yağmurlar yağdırdım Kaç şairi boğdum kendi yağmur şiirlerinde, şiirden öldüler. Sayfalar dolusu soru Herkesin sorduğu soru şu/ su Ve seni de, bir kâğıt kesiğini hatırlayarak unuttum. Peşinden yağan yağmurlardı merak konusu/konu şu: - Unutamadım Bu artık bir su davasıdır. Tehlikeli bir sevincin vardı. Hem hayalsin sen, gerçekliği olmayan seni ancak su temizler. Sen bilmezsin, ben görürdüm. Göz bebeklerinin karanlığından eş zamanlı yola çıkan iki Nem var benim zaten, bir deniz vurulmayı nasıl söyler tren Sonsuza kadar birbirine paralel gidecekmiş gibi istikrarlı. Tek adım geri sektim (yazmak namlusu denizin) 26 Küllük Dergisi Hala burnumda kokusu, gözlerinde suladığın çimenlerin. - Gittin - Geldiğin gibi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Sayfalar dolusu hem de Sayfalar, dolu Kaç şair köşe demiş şunun şurasında Umutlu bir gidişin vardı. Kıyısından köşesinden tutup tutuştururum ‘köşe’yi yazımın ‘orta’sına: Sen bilirdin, ben göremezdim. ‘’... Çünkü yağmurlar yağdırırken ben Ve o sevdiğim (gözlerindeki) çimen kokusunu içime çekerken Gözlerime pembe panjurlar inerdi (ne pembeyi, ne panjuru severim oysaki) Tek adım geri sektim (yazmak namlusu elin) Hala burnumda kokusu, gün yanığı bir rengin. - Unutamadım Heybetsiz, ürkek bir şair yürüyüşün vardı. Fikir kamburun ve dirseğine kadar çektiğin kazağın. Sen bilmezsin, ben görürdüm. Üç saniye görümlüğüne üç kıta şiir fetholunurdu. Kaç serbest şair doğurdum kıtaları uzatan, yollarda öldüler. Görürdüm, garip yürürdün, koridorlar boyu Kazağının kollarını, belirginleşen damarlarınca sürerdin aşağı Parmak uçlarına doğru Kâğıdın çekilirdi ruhu köşelerine doğru Her kâğıt bu yüzden midir ki -köşelerinden tutuşturulurdu Hala burnumda kokusu Su davası bu Can kokusu Yağmurdan kaçarken, dolu Taşların ortasında Leylanın gözleri Leyla köşe köşe göz göz şiirin ortasında Ben Leylayı bulduğumdan yahut kaybettiğimden beri Leyla ya o adamın bardağında ya o dağın ortasında ...’’ Leyla Bu artık bir su davasıdır Ve son yağmur yağana kadar Bu yazı ortada kalacaktır Sonrası köşe Sonrası tutuşmak Sonrası YANMIŞIZ Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Kalbin Türküsü Derin bir nefes alıp onu salıvermeden başlamak istedim kalemimi oynatmaya. Hayır, hevesim geçmez; ancak ferah bir nefesi sevdiğim gibi severim yazmayı. Şimdi kalktım geldim rüyalar aleminden hülyalar dünyasına. Güzel bir rüya esintisi gibi olmaz belki ama hoş bir tebessüm tadı ve cılız ışığımın selamıyla... Nazlı Deveci bütün bunların ardından sadece gözyaşı kalır. O eski halimizden eser yoktur, ıstırap içinde yorgunuzdur. Gelmez, bilmez, görmez artık; vicdansız da olur yalancı da, eski bir gömlek gibi olur eski sevgili. Artık sevmemeye ant içmişizdir. Batsın bu dünya diye haykırsak da, bitsin artık bu çile diye dua etsek de, yıkılmadım ayaktayım deriz soranlara. Bir arada olabilmek ne mümkün bir arada olabilmek imkansızdır artık. Eller bomboş kalır, yürekler sızlamaktadır. Geri dönmez, imkansız der ama bekleriz bile bile. Çünkü böyle ayrılık olmaz, böyle yarım kalınmaz. Yaşadığımız alem bazen burnumuzda çiçek kokusuyla uyandığımız güzel bir rüya bahşeder bize, bulutların üzerine çıkaran duygular, insanlar... Bazen de o rüyanın sonunda yüz yüze geldiğimiz gerçekler gibi buruk bir acılık bırakır damağımızda. Hatta bazen art arda dikilir karşımıza bu hisler karmaşası, bu duygular savaşı... Ah bu şarkıların gözü kör olsun değil mi, nasıl inandırıyor nasıl da özendiriyor insanı. Neden peki? O zaman diliminde başımıza ne gelir? Neden yarım kalır, yarım bırakırız? Neden terkeder, terkediliriz? O çok iyi de siz kötü müsünüz yine yoksa? Yoksa ayrı dünyaların insanları mıymışsınız meğer? Hani sadece sevgi isterdik, yeter ki sev yeter ki inan derdik? Hani sevgi anlaşmak değildi nedensiz de sevilirdi? Sevgi emekti hani... Sevgiler sunar, sevdalar anlatır da sonra ne olur biter hikaye, neden gideriz? Korku mu? Ne diye korkarız sevmekten, sevilmekten? Midemizdeki kramplar, karnımızda uçuşan kelebekler -hani bilirsiniz düşmez dilimizdenkahkalarımıza sırtını dönüp gururumuzla bir olur canımızı yakar yahut bir hayal kırıkılığına yenilir. Sevda bizim şarkılardan, türkülerden çıkardığımız manâda değil mi artık, yoksa vakti mi geçti, aşina olduğumuz bestelerin yazıldığı yerde mi kaldı; yazanlar yazdıranlar, söyleyen söyletenler? Sevgi gerçekten bir türkü gibi hislendirip de birden bitebiliyor mu? Kimlere yazıldı bu dizeler o vakit, hangi sevgililere, hangi sevgilere? Nedense birden değişiriz düştüğümüz vakit; şiirlerde şarkılarda yaşar, hayata küser hayale dalarız. Demir atarız yalnızlığa bir hasret denizinde. Güneşimizi kaybederiz sanki. Anılar şimdi gözlerde canlanır, anılar ağlatırlar. Faydalar faydasız, imkanlar imkansızdır, gönül avunmaz. Aşk biter, Ne girdi araya, kim çaldı hevesimizi, kim 28 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz söndürdü ışıkları? Yolumuzu aydınlattığını söylediğimiz, nicelerini vaadettiğimiz gülüşlere nasıl gölge düşürür olduk? Ne zamandır bize açılan gönüle sırt çeviririz? Sevgisini ilmek ilmek dokuyanlara, yollarla ahbap olanlara, sevenlere tertemiz, sevilenlere çıkarsız; ne oldu? Sevmek mecbur değil elbette. Sevmek kendiliğinden olur, gönül razı gelmezse tüm rızalar hükümsüz, iltifatlar mübalağa, vaadler anlamsız, koca bir sevda sunsan ancak yük omuzda... Ancak bilmeli ki yalnızca sözler söz vermez. Gözler, eller, gülüşler, tavırlar da sözler verir. Sevilenin gözü ilişse yadigâr kalır. Akla düşer, kalbe yerleşir. Muhabbetler, gülüşler, bakışlar hediye eder, sonra da gider, belki inkar eder. Oysa ya gelmeli ya gitmeli, değil mi? Sevilen sevene özlemle anımsanacak hatıralar bırakmamalı, ona kucak dolusu armağan vermemeli ya da vermişse bir kere, geri almamalı. Çünkü zaman değil ki geçsin sevgisi. Çünkü bildiklerini unutur insan, sevdiklerini değil ki. Çünkü kalbin türküsü bitmez; ya çoşkulu bir şarkıya dönüşür ya da yas kokan bir ağıda yol alır. Anlamak mühim değil, sorulara yanıt bulmaya çabalamak manâsız... Zaten asıl olan manâ değil, asıl olan... Kim bilir asıl olanı; yanan mı yakan mı yoksa? Bilen, duyan, sırrı çözen varsa ne iyi, ne alâ... 29 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Lili’den Liliyar’a Mustan Koçer Lili, 1953 yapımı bir Fransız filmi; Türkçe’ye Karnaval Kızı olarak çevrilmiş. Ve bu yapım Sezai Karakoç’un Liliyar şiirini yazmasına vesile olmuş. Nurullah Genç de Lili adında bir şiir yazmış fakat filmden bağımsız olarak sadece Lili ismini kullanmış. garsonluk deneyiminde kaybeden ve oyun dışı kalan Lili’ye patronu Bay Corvier kapıyı göstermiştir. Karnavaldan ayrılmak için yola koyulan Lili’nin bavuluyla karnaval alanının kapısına yaklaştığı esnada kuklalar konuşmaya başlar. Arkasını dönüp kuklalara yaklaşır. Kuklalar her şeyi bilircesine konuşuyordur ve Lili o kuklaların gerçekliğine inanmıştır. Onlarla konuşmaya başlar. Kuklalarla Lili’nin konuşması bittiğinde bir alkış tufanı kopar, dinleyenlerden ücretleri alınır. Hâsılat iyidir. Paul Lili’ye karşı hislerini doğrudan söyleyememekte, kuklalar üzerinden anlatmaktadır. Ancak Lili o denli saftır ki Sinirli Adam’ı fark edememiş ve kuklaların gerçekliğine inanmış, kuklaları dost bilmiştir. Film Cabaret de Paris adındaki karnavalda geçiyor. Lili’nin bu karnavalla tanışmasıysa babasının vefat ederken ona Bay Godet’in adresini vermesi üzerine gerçekleşir. Kimsesi olmayan ve Bay Godet’in fırınında çalışmayı düşünen Lili adresteki fırına gelir ve acı gerçeği öğrenir. Bay Godet de bir ay önce hayata veda etmiştir. Kimseyi tanımadığı bu şehirde bir başına kalan Lili, Cabaret de Paris’in illüzyonisti Marc’la tanışır burada ve saflığın timsali kız Marc’a âşık olur. Marc ve karnavalda kukla gösterisi yapan Paul Berthalet, Lili’yle birlikte karnavala ulaşırlar. Paul Berthalet “Sinirli Adam” olarak bilinmektedir. Böyle çağrılması; savaş öncesi yıllarda karnavalda dans gösterileri yaparken, savaşta ayağından yaralanması sonucu dans etme yetisini kaybetmesine ve daha pasif bir iş olan kukla oynatmak için perdenin arkasına itilmesine dayanır. Bu durum kendisine ağır gelince, Paul sürekli alkol tüketmeye ve çevresine karşı agresif tavırlar sergilemeye başlamıştır. Bu kuklaların, kukla olmadığı besbelli Ne söyledilerse tıpa tıpına gerçek besbelli Altın saçlarını yana atışı yok mu Lili’nin, Lili’nin yağdan kıl çekercesine inanışı Lili’nin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu Kuklalar titremesin ne yapsın Adam konuşmasını bilmezse ne yapsın Kuklaların kukla olmadığı besbelli Lili’nin çekip gideceği besbelli Lili’nin dönüp geleceği besbelli Marc, illüzyon gösterisi yaptığı salondaki restoranın sahibi Bay Corvier’le konuşur ve kahramanımıza iş imkanı sağlar. Marc’ın illüzyon gösterisi yaptığı restoranda Lili de garsonluk yapacaktır. Ancak Lili, illüzyon gösterisinin gerçekliğine o kadar inanmıştır ki gözlerini alamaz aşık olduğu adamdan. Lili her şeyden habersizdir, doğaçlama gelişen diyalog karnavala gelen insanlarda ilgi uyandırmıştır ve Lili de kukla gösterisine ortak edilmiştir. Her akşam aynı elbisesiyle kuklaların karşısına geçecek, hiçbir ön hazırlık olmadan kuklalarla muhabbet edecektir. İşler iyi gitmektedir. Kendisi de para kazanmaktadır. İnce, narin ve saf bir kız olan lili, illüzyoniste âşıktır ancak Paul Berthalet de O’na âşıktır. İlk 30 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili Sen istesen de taş yürekli olamazsın Sen daima güzeller güzeli olursun Lili Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü Sen daima sultanlar sultanı olursun Lili Demek sen gidiyorsun Lili Bizi öpmeden mi gideceksin Lili Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris’nin Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili Ekmek ne kadar Allah’ınsa Lili de o kadar Allah’ın Lili Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil Olamaz Üsküdar’dan geçer iken bulduğun mendil O masum kız Marc’ı hâlâ çok sevmekte, buna karşın kukla gösterisini yapan Paul Berthalet ise buna dayanamamakta ve Lili’yi arzulamaktadır. Marc sirkte dans gösterisi yapan Rosalie ile evlidir ancak bunu bilen Paul’la birlikte bir kaç kişi vardır. Kuklaların arkasında söylemek istediği her şeyi söylemektedir Paul. Ne var ki Lili bu sözlerin kuklalara ait olduğuna inanmakta maskelerin ardındakini görememektedir. Ve Lili Paul Berthalet’in öfkeli tavırlarından dolayı kendisinden nefret ettiği yanılgısına kapılmaktadır. Yol boyunca kukla karakterleri gelir aklına Lili’nin ve hepsinin yüzü bir anda Paul Berthalet’e döner. Bu zamana kadar dinlediği her şey Paul Berthalet’in sözleridir nitekim. Lili geri döner sonra. Koşarak geri döner. Paul Berthalet karavanın kapısından koşarak çıkar o anda. Ve sarılırlar birbirlerine. Film burada biter. Ne var ki bir gün kukla gösterisi esnasında Lili kuklaların arkasındaki adamı hatırlar. Bu sözlerin ona ait olduğunu anlar. Saf, temiz, nazenin kız kendisini çok seven bu adamı fark eder. Ancak kızgındır Paul’a. Kuklaların arkasındaki perdeleri açar ve Sinirli Adam’a tokat atar. Koşarak uzaklaşır karnavaldan. Sezai Karakoç’u etkilediğini düşündüğüm kısım da Paul’un halidir. Rivayet odur ki Sezai Karakoç üniversite yıllarında sevdiği kadına şiirler yazar ve bu şiirleri sevdiği insanın paltosunun cebine (Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürk) bırakır. Şiirler imzasızdır ancak aynı kadını seven bir başka şair yazdığı şiirleri elden teslim eder. Sezai Karakoç da konuşmamıştır sevdiği kadınla. Lili’nin güneşin altında duruşu yok mu Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu Lili’nin bir tavşan gibi koşuşu Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı Lili’nin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu Ben konuşmasını bilmem Lili... Şiirde filmden en bağımsız olan mısralar da buradadır: 31 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz KÜLLÜK KİTAPLIĞI Bir Arayışın Hikâyesi, NUR Her sene bahar mevsimi yaklaştığı vakitlerde yayınladığı hikâyelerle insanın içinde bahçe yeşertme isteği uyandıran yazar Mustafa Kutlu’nun son kitabı ‘’Nur’’ geçtiğimiz ocak yayında okuyucularla buluştu. Kitapta bazen Kadırga’nın yokuşlarındaki eski zaman İstanbul’dan manzaralar seyrediyor, bazen Üsküdar’daki bir çay bahçesinden boğaza selam çakıyor, bazen de Konya’nın ücra bir köşesindeki tekkede gerçekleşen tasavvuf sohbetlerine şahit oluyoruz. Hikâyeye gelirsek, ismi mesleğine yansımış, mahallesinin beyefendi delikanlısı Sinan’ın yolu bir cami bahçesinde manevi bir arayış içerisinde olan Nur’la kesişir. Aslında burada kesişen sadece yolları değil kaderleridir de. Sinan, Nur’un elinden tutup onu, aramakla bulunmayan fakat bulanların da ancak arayanların olduğu hakikate götürecek, Nur ise sadece Sinan’ın değil, ailesinin ve mahallesinin de çehresini aydınlatacaktır. 33 Her iki kahramanımızın mesleğinin de mimarlık olması kitabın içerisine şehirleşme ve mimari eleştirilerinin serpilmesini kaçınılmaz kılıyor. Sinan, ofisinde okuduğu bir dergide rastladığı röportajı özelde Nur ile genelde ise tüm okuyucuyla paylaşıyor. Aynen aktarılan röportaj geçtiğimiz senelerde kaybettiğimiz bilge mimar Turgut Cansever’in dudaklarından dökülmüş gibi. Betonarme yapıların insan sağlığına etkisi ve müstakil ahşap evlerin avantajları gibi kritik konulara getirilen yorumlar ve TOKİ’ye yöneltilen eleştiriler son derece yerinde görünmekte. Manevi açlığını dindirmek isteyen Nur’un başvurduğu yollar ve Sinan’ın ona sunduğu çözüm önerileri sanki benzer sancıları yaşayan günümüz insanlara da gösterilmiş bir yol haritası. Öyle ki hem bu yolun teknik kısmı hem de başvurulması gereken bazı temel eserler Nur’un onları okuduğu gerekçesiyle okuyucuyla paylaşılıyor. Bir anlamda Kutlu bize bu büyük yangınlar çağında acil çıkış kapısını göstermekte. Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Yolcusunu Bekleyen Gemi ları on dokuz eser ile gönülleri aydınlatmıştır. Yazdığı eserler hem tasavvufun genel prensiplerini bütün vuzûhuyla açıklaması, hem Halvetiyye’nin esaslarını belirlemesi hem de zengin bir edebî geleneğe sahip olan tasavvuf kültürünün oluşması bakımından çok mühimdir. O’nun eserleri birçok sûfînin ve edibin gönlüne ilham kaynağı olmuştur. Zaman ve mekân kavramlarından bağımsız olan hakikatin ezelî ve ebedî varlığı ehlince malumdur. Aynı kaynaktan beslenen, ışığını aynı mumdan ve kokusunu aynı gülden alan yanık gönüller yüzyıllar boyunca bu hakikat şarkısını farklı makamlarla terennüm etmişler ve yanmaya hazır gönülleri bu şarkıyla tutuşturmuşlardır. En veciz ifadesini Yûnus’un “Gönüller yapmaya geldim.” mısrasında bulan bu aşk ve irfan hareketi hem gönülleri mamur etmiş, hem de elinin eriştiği toplumları bu tavırla yoğurmuştur. Modern zaman insanları olarak bizler, Hz. Pîr’in yaktığı çerâğı gören ve O›ndan aldığı ilham ile divitini hokkasına bandıran bir edibe ile tanışıyoruz. H Yayınları’ndan çıkan ve Firdevs Kapusızoğlu imzasını taşıyan “Bin Gemiye” isimli kitapta hakikatin sesini bu sefer de roman makâmında duyuyoruz. Romanda Gevher ve Cihan etrafında dönen aşk hâlesi Yahyâ Şirvânî ve dervişânına uzanıyor. Özlemini duyduğumuz, gözlerimizde tüten aşk, irfan ve muhabbet meclisini Bin Gemiye’de buluyor; kökleri ezel bezmine uzanan ve meyvelerinin ebede kadar yetişeceği muhakkak olan hakikat şeceresinin geleceği hakkında beslediğimiz ümitleri bir kez daha tazeliyoruz... Halvetî büyüklerinden Yahyâ Şirvânî, Bakü’de yaktığı çerâğ ile hesaba gelmez coğrafyaları aydınlatan bir yanık gönüldür. Yetiştirdiği üç yüz altmış halifeyi diyâr-ı Hind’den diyâr-ı Rum’a, Mısır’a ve Hicaz’a kadar farklı kültür çevrelerine göndermiş ve bu hulefâ Hz. Pîr’den aldığı ışık ile gittikleri yerlerde gönüller yapmışlardır. Öyle söylenebilir ki Halvetîlik Yahyâ Şirvânî›nin nefesi ile neşv ü nemâ bulmuştur. Pîr Yahyâ Şirvânî sadece aksiyoner tavrıyla değil, entelektüel kimliğiyle de yıldızlaşan bir erendir. Mehmet Rıhtım’ın tespitlerine göre te’lif buyurduk- 34 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Benzer belgeler
küllük - Edebiyat Türkiye
Recep ALPTEKİN
Köle..................................................................15
S. Melik KAYA
Garip...............................................................15
Muhammed Bâkır Köse
Seki...