küllük - Edebiyat Türkiye
Transkript
küllük - Edebiyat Türkiye
İÇİNDEKİLER Küllük Kahvehanesi........................................1 Beşir AYVAZOĞLU Hazine Yolunda...............................................4 Recep ALPTEKİN Çeviri Eserlerde İsimlendirme.....................7 Mustafa TAŞKIN Mor Atkı............................................................9 Kübra TAŞKIRAN Eskimeyen Gün................................................13 Murat Umut SAKALLI Solipsizm Hakkında Kısa Bir Yazı...............14 Fatih CAN Divan Edebiyatında Çiçekler........................15 Muhammed Bâkır KÖSE Dök Şu Şarabı..................................................20 Ozan SALMIŞ Ebabil Kanadı..................................................21 Yasin YILMAZ Jülide..................................................................22 Cemre BEDİR Şiir Değil...........................................................23 Hatice Büşra BENLİ Üsküdarın Ezanları.........................................23 Muhammed Bâkır Köse Gün Yanığı........................................................24 Deniz MELEK Aşk Kaç Kişiliktir-II........................................25 Yılmaz ODABAŞI Edebiyattan Ne Haber....................................29 The Purge..........................................................30 Ayşe Merve ER Küllük Kitaplığı..............................................33 Genel Yayın Yönetmeni: Muhammed Bâkır KÖSE Yazı İşleri Müdürü: Mustafa TAŞKIN Genel Koordinatör: Ozan SALMIŞ Yayın Kurulu: Recep ALPTEKİN Kübra TAŞKIRAN Ozan SALMIŞ Mustafa TAŞKIN Muhammed Bâkır KÖSE Tasarım: Tuba KAPUSIZOĞLU İletişim: [email protected] Bu dergi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin akademik dönem boyunca çıkardığı edebiyat dergisidir. Edebiyatın büyülü dünyasından merhaba... Henüz ilk sayının heyecanı tazeliğini yitirmeden yeni bir sayı ile huzur’dayız. Aramıza yeni katılan arkadaşlarla, daha gelişmiş ve genişlemiş bir halde karşınızdayız. Bu sayımızda, kıymetli edebiyatçı Beşir Ayvazoğlu “Küllük Kahvesi” isimli yazısıyla, sık sık duyduğumuz, “Neden Küllük?” sorusuna şümullü cevaplar veriyor ve bir vefa kurumu niteliği de taşıyan dergimizin ismini aldığı Küllük Kıraathanesi’ni oldukça doyurucu bilgilerle açıklıyor. Yine bu sayımızda kıymetli şair Memduh Cumhur iki rubâî ve iki kıt’ası ile konuğumuz oluyor. Ayrıca bizi kırmayarak yazı gönderen Yılmaz Odabaşı’nın “Aşk Kaç Kişiliktir” isimli yazısının ikinci kısmını bu sayımızda bulabileceksiniz. Recep Alptekin, çok okunan bir kitabın, Simyacı’nın, doğunun güneşi Mesnevî ile münasebetini titiz bir çalışmayla izah ediyor. Mustafa Taşkın, öteden beri tartışılagelen, yabancı romanların Türkçe’ye çevirisinde yaşanan sıkıntıları, özellikle isim sıkıntısını irdeliyor. Murat Umut Sakallı, dimağlarda hoş tatlar bırakan öyküsüyle, Fatih Can ise felsefî derinliğiyle ön plana çıkan bir öyküsüyle bu sayıda aramızdalar. Kübra Taşkıran ise, ilk sayımızda oldukça beğeni toplayan öykülerinin devamı olarak kendine has üslubuyla, yine zevkle okunacak bir öykü kaleme aldı. Divan şiirinde çiçeklerin nasıl işlendiğini, şairlerin hayal dünyalarında nasıl yankı bulduğunu Muhammed Bâkır Köse’nin yazısında bulabileceksiniz. Deniz Melek mensur şiir tadındaki yazısıyla, Ayşe Merve Er ise bir sinema eleştirisi ve tahliliyle bu sayıda karşınızda. Ozan Salmış, Yasin Yılmaz, Cemre Bedir, Hatice Büşra Benli ve Muhammed Bâkır Köse ikinci sayımızın şairleri... Önümüzdeki sayıda görüşmek ümidiyle... Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi K öğle yemeklerini yiyenler, çay ve kahvelerini burada içerken o gün gözden geçirilen gazete, dergi ve kitaplardan söz ederlermiş. ÜLLÜK AHVEHANESİ Elbette Küllük Kahvesi’nin nargile tiryakisi müdavimlerinin yanı sıra, tavla ve domino gibi oyunlara meraklı müşterilerinin bulunduğunu da unutmamak gerekir. Daha da önemlisi, Küllük bir buluşma merkezidir, randevular burada verilir. Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adlı romanında, Ferid, kendisi için üç lira borç para bulacak sosyalist arkadaşı Saim’le Küllük’te buluşmuştur. Beşir AYVAZOĞLU Bayezid Camii civarında, Kanuni devrinden beri kahvehanelerin bulunduğu biliniyor. Bu bakımdan, gerek Küllük Kahvesi, gerekse 1930’ların sonuna kadar Bayezid Medresesi çevresindeki sıra kahveler, meydanda aynı zamanda bir sürekliliği ifade eder. Ancak Küllük Kahvesi’nin kültür ve edebiyat dünyamıza mal olması, Harbiye NezareKemal Tahir’in Yol Ayrımı’nda da 1930’ların ti’nin 1923 yılında Darülfünun’a tahsis edilmesinKüllük’ünün hoş bir tasviri vardır: “Saray Şoforu” den sonradır. 1933 Üniversite Reformu’ndan sonra Çorumlu Dadal, gazeteci hemşerisi Selim’e o gündavet edilen hocaların rağbet göstermeleri Küllük lerde kurulmak üzere olan Serbest Fırka hakkınKahvesi’ne özel bir itibar kazandırır. Çınaraltı da sevilen bir mekân olmakla beraber, KülKüllük Kahvesi’nin da bilgi vermek için Küllük Kahvesi’ne gelir: Cami duvarı dibindeki kahve yülük’ün gölgesinde kalmıştır. Üniversite kültür ve edebiyat hocalarının, şair, yazar ve gazetecilerin dünyamıza mal ol- künü tutmuştur. Şurada tavlaya kapanbuluşup sohbet ettikleri, her türlü fikrin ması, Harbiye Neza- mış tavlacılar cehar atıp şeş oynarken, reti’nin 1923 yılında beride kumarcı takımı pastıra, cimdalserbestçe tartışılabildiği Küllük, İstanbul Darülfünun’a tahsis lı, altmışaltı, piket, prafa veya dört başlı Üniversitesi, Sahaflar Çarşısı, Beyazıt Devlet Kütüphanesi ve Belediye Kütüpha- edilmesinden sonra- dominoya yumulmuştur. Kahveci yanaşdır. maları fırıldak gibi dönüp yel gibi seyirnesi’nden ayrı düşünülemez. terek hizmete sıvanmış, tepsileri havada Küllük, üniversite öğrencileri ve kütüphaneuçurmaktadırlar. Dadal Efendi, gölgeye oturup “İzlerde çalışma yapanlar için ayrı bir anlam taşımakmir işi nargileyi ve de tavşankanı çayı söyleyim dertadır. Sabahleyin erkenden bu kahveye damlayıp, ken” başka bir tanıdık gazetecinin, Murat Efendi’nin yuvarlak demir masalarından birini seçer, gözleri sesini duyar. Aynı romanın başka bir bölümünde, üniversite kapısındaki saatlerde, çay ve simitle kahMurat’la Selim, Kapalıçarşı’dan çıktıktan sonra valtı ederlermiş. Niyazi Akı’nın anlattığına göre, öğretmen Ramiz Efendi’yle Küllük’te buluşurlar; hiçbir zaman aynı vakti göstermeyen o iki saat, semeydan Sait Faik’in hikâyesinde olduğu gibi tenha verek bakan iki göz gibi meydanda olup bitenleri ve hava soğuktur. Bir tramvay, cama teneke sürülür seyreder ve düzenli tiktaklarla bu anıları zamanın gibi insanın içini kazıyarak geçer. Beyazıt Meydanı birine kaydedermiş. Küllük, saatler dokuza yaklakarşılarında “ölü havuzu, yapraksız ağaçları, birkaç şırken boşalmaya başlarmış, çünkü o vakitte müşteboyacı çocuğuyla, evet, hiçbir yere çıkarı olmayan rilerinin bir kısmı derse, bir kısmı da kütüphanelere bir mezbelelik gibi”dir. gidermiş, Belediye ve Devlet kütüphanelerine yahut Küllük, esas itibariyle bir açık hava kahveİstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’ne... Öğle sidir; baharla birlikte şenlenir ve yaz günlerinde arı vakti yeniden dolarmış Küllük: bitişikteki Emin kovanı gibi işlerdi. Yedigün dergisinde yayımlanan Efendi Lokantası’nda yahut daha ucuz aşevlerinde 1 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Asaf Halet Çelebi röportajındaki fotoğraflarda bu şenlikli hava hissedilmektedir. Ne var ki soğuklar bastırınca kahveye hüzünlü bir sessizlik ve inkıraz havası çökerdi. Tarık Buğra, Küllük’ün iki çeşit müşterisinin bulunduğunu söyler; yazlık müşteriler ve yaz kış bu kahveyi mekân tutanlar... Küllük’ün hurda bir vagona benzeyen salaşına kapanarak kışı geçirenler, daha çok pansiyonlarda ve medrese odalarında barınan üniversite öğrencileridir; varı yoğu bir şilte ile bir bavul ve üç beş kitap olan odalarından daha gün kendini bulmadan fırlar, şehrin her yönünden Küllük’e dökülürler. Yazlık müşteriler onların nazarında “Kırlangıç”lardır; vefasız kırlangıçlar atkestaneleri daha güzelim yapraklarını dökmeden Şehzadebaşı ve Aksaray kahvelerine göç ediverirler. Cemil, Neyzen Tevfik, Ercüment Ekrem Talû, Agâh Sırrı Levend, Muhsin Ertuğrul, Abdülhak Hamid Küllük’ün 1930’lardaki ünlü müdavimlerinin kimler olduğunu Sıtkı Akozan sayesinde biliyoruz. O yıllarda Edebiyat Fakültesi Başkâtibi olan bu Kayserili şairin: Sanmayın âvare bülbüller gibi güllükteyiz Biz yanık bir kor gibi akşam sabah Küllük’teyiz Tarhan, Yahya Kemal, Midhat Cemal Kuntay, Faruk Nafiz Çamlıbel, Necip Fazıl Kısakürek, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Ahmet Muhip Dıranas, Halit Fahri Ozansoy, Burhan Felek, Hakkı Süha Gezgin, Reşat Ekrem Koçu, Enver Ziya Karal, Sabahattin Eyüboğlu, Sabri Esat Siyavuşgil... beytiyle başlayan ve 1936 yılında yayımlanan manzum Küllüknâme’sinin mukaddimesinde bu kahvenin “Muallimler Bahçesi” ve “Akademi” diye anıldığından söz edilir. Sıtkı Bey’in beyitler halinde yazdığı ve her beytinde bir veya iki kişinin en belirgin özelliklerini ustalıkla tarif ettiği Meydan zamanla bir kültür ve Liste uzamasın diye en biliKüllük müdavimlerinin bazıları şun- üniversite muhitine dönüşünce, nenlerini kaydettiğim bu isimlerin lardı: profesöründen öğrencisine üni- XX. Yüzyıl başlarından itibaren Türversiteliler ve onlarla buluşup kiye’de ilim, kültür ve edebiyat hayaİbnülemin Mahmud Kemal görüşmek isteyen yazarlar, şa- tının yöneldiği istikametleri belirleİnal, Mükrimin Halil Yinanç, Rıfkı irler, gazeteciler vb. tarafından yen isimler olduğu söylenebilir. Bu Melul Meriç, Burhan Toprak, Hilmi kullanılmaya başlanmıştı. da Küllük Kahvesi’nin uzun yıllar her Ziya Ülken, Peyami Safa, Sadettin fikirden ilim adamını ve aydını bir Nüzhet Ergun, Ferit Kam, Reşat Nuri Güntekin, araya getiren, dünyada belki benzeri görülmemiş Fuat Köprülü, Şemseddin Günaltay, Ömer Lütbir kulüp olduğunu göstermektedir. Müdavimler, fi Barkan, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Akdes Nimet kendileriyle görüşmek isteyenlere burada randevu Kurat, Sadri Ethem Ertem, Nurullah Ataç, Mesut verirlerdi. Hasan İzzettin Dinamo, Yahya Kemal’le 2 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi ilk defa Küllük’te görüşmüş, Nurullah Ataç’ın da bulunduğu bu görüşmeyi Edebiyat Anıları’nda hikâye etmiştir. yarıp geçerken “Frenk muaşeret kitaplarındaki bir kaide titizliğiyle ayağa kalkan zarif adamlar”dan alaylı bir dille söz eder. Bayezid Camii etrafındaki kahveler, muhtemelen namaz saatlerini bekleyenler için vakit geçirecekleri mekânlar olarak oluşmuş, meydan zamanla bir kültür ve üniversite muhitine dönüşünce, profesöründen öğrencisine üniversiteliler ve Bedii Faik de hatıratında Küllük’ün Demoktat Parti kurulduktan sonraki havasını tasvir eder. O yıllarda bazıları için okudukları fakültelerden bile daha önemli olan Küllük Kahvesi’nde 1946’dan sonra neredeyse sadece politika konuşulduğunu söyleyen ünlü gazetecinin anlattığına göre, pişpirikçiler kâğıtlarını “Al bu da CHP’nin canına” diye bağırarak masalara çarpmaya, bezikçiler videolarını “Celal Bayar için ikinci, üçüncü” diyerek çekmeye başlamışlardır. Sohbet gruplarında ise heyecanlı siyasi tartışmalar cereyan etmektedir. O zamana kadar Edebiyat Fakültesi dedikodularını Küllük’e taşıyan ve Abdülkadir Karahan’la Ahmet Caferoğlu hakkında yazdığı ince hicivleri okuyan Kasım Küfrevî bile birden değişmiştir; Karahan’dan daha çok Şükrü Saraçoğlu’nu hicvetmekte, Caferoğlu hakkında konuşmak yerine doğuda Celal Bayar’a desteğin nasıl çığ gibi büyüdüğünü anlatmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar bile Küllük’te daha fazla görünmeye başlamış, sohbetlerini yavaş yavaş edebiyat ve felsefeden politikaya kaydırmıştır. Neyzen Tevfik’le de 1946’dan sonra Küllük’te sık sık karşılaştığını anlatan Bedii Faik, arada bir hiç kimseye aldırmadan az ötedeki ağaçları ziyaret ederek mesanesini boşaltan bu tuhaf adamın hemen her masaya teklifsizce yanaştığını, nereye otursa gençler tarafından heyecanla karşılanıp siyasi konular açılarak coşturulduğunu söyledikten sonra Küllük bahsini şöyle noktalar: “Nitekim aylar sonra 21 Temmuz 1946 seçimlerini İstanbul’da ayarlayıp CHP lehine kanırtan Cevdet Kerim İncedayı için, ‘Rızık için Allah Kerim, fısk için Cevdet Kerim” hicviye şimşeğini rahmetli ilk olarak Küllük’te çaktırmıştır.” onlarla buluşup görüşmek isteyen yazarlar, şairler, gazeteciler vb. tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Fakat Bayezid Camii asli görevlerini sürdürüyor ve elbette civarda ölenlerin cenazeleri buradan uğurlanıyordu. Bu yüzden, türbe kapısının önündeki kahvelerde, yani Küllük’te oturanlar sık sık ölüm gerçeğiyle yüz yüze gelmek zorundaydılar. Necip Fazıl, “Küllük Akademiyası” başlıklı yazısında, “İslâm cenazeleri” musalla taşına varabilmek için “her cinsten, sınıftan, mezhepten, zevkten, kılıktan, edadan” insanların bulunduğu kahve kalabalığını 3 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz HAZİNE YOLUNDA terimlere sıkça rastlanıyor: mutluluğun gizi, evrenin ruhu, evrensel dil gibi. Recep ALPTEKİN Kitabın hikayesi şöyle: Çoban Santiago, yüreğinin sesini dinleyerek gezgin olmak isteyen, anne ve babasının rahip olmasını istediği, kitaplara meraklı, yeni yerler görme arzusuyla yanıp tutuşan bir delikanlıdır. Çobanlık yaptığı sıralarda, birkaç gece aynı düşü görür ve yorumlaması için bir yaşlı kadına gider. Bu düşte, Mısır Piramitleri’nin yanında bir hazine olduğu delikanlıya işaret edilmektedir. Santiago, dünya âleminde hazineyi, iç âleminde ise kendini ve gerçek mutluluğu aramak için yollara düşer. Yolculuğunda Bilge Kral ile karşılaşır. Bilge Kral, Santiago’ya “Kişisel Menkıbe”sini takip etmesini ve bu takip esnasında evrenin ona anlattığı şeyleri anlamaya çalışmasını öğütler. Bilge Kral’a göre insan her ne vaziyette olursa olsun, hayatın esas gayesini aklından çıkarmamalı, insani yükümlülüklerini de katiyen unutmamalıdır. İspanya’dan kalkarak, Mısır piramitlerinin eteklerinde, hazinesini aramaya giden Endülüs’lü çobanın masalsı yaşamının felsefi öyküsü... “Meğer ben defînenin başında fakirlikten, yoksulluktan ölmüşüm de haberim yok! Çünkü ben; gaflette imişim, gaflet perdesi arkasında imişim!” (Mesnevî Cilt VI, 4323)* 1988 yılında ilk baskısı yapılan, 1996’da Türkçe’ye çevrilen ve şimdiye kadar yüzün üstünde baskı yapmış bir kitap “Simyacı”. Brezilya’lı eski bir şarkı sözü yazarı olan Paulo Coelho’nun üçüncü romanı. 6 yılda 47 milyondan fazla satan bu kitap, eleştirmenler tarafından bir “fenomen” kabul edilse de, hammadde niteliği taşıyan tüm kendi verilerimizin bir kopyası. Simyacı, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sindeki “Define Arayan Adam” olarak bilinen hikayesinden esinlenilerek yazılmış bir kitaptır. Simya lûgatta; önce harflerin ve sayıların yaratıldığını ve bunların birtakım gizli kuvvetler taşıdığını kabul edip, bu gizli kuvvetleri, harflerin sırlarını, varlığı meydana getirirken dizildikleri sırayı ve birbirleriyle bağlarını bilme ve bu yolla yaratılmış şeyler üzerinde tasarruf edebilme ilmi, eski kimya ilmi olarak geçer. Fakat simya kelimesi madenleri altına çevirme ilmi olarak tanıtılır, anlatılır. Simyacı’da bahsedilen simya da altınla alâkalandırılan simyadır. “Adam bir rüya gördü; rüyasında hâtifin sesini duydu. Hâtif ona; ‘Sen, ancak Mısır’da zenginliğe konacaksın!’ diyordu. ‘Yürü, Mısır’a git; orada işin yoluna girecek! Allah niyâzını kabul etti. Zâten niyâzları kabul eden hep O’dur!’” (Mesnevî Cilt VI, 4240) Santiago, yolda tanışıp ufak bir sohbetten sonra arkadaşı bellediği Arap’a inanır; saflığına kurban düşer, yolculuğu boyunca kendisine lazım olacak parayı dolandırıcı Arap’ın avuçlarına bırakır ve beş parasız kalır. “Dilenmek izzet-i nefsine ağır geliyor, el açmaktan onu alıkoyuyordu. O da kendini sıktı, sabretmeye karar verdi. Derken açlıktan yine çırpınmaya başladı. Artık dilenmekten başka çaresi kalmamıştı.”(Mesnevî Cilt VI, 4248) Delikanlı, parasız pulsuz yoluna devam edemeyeceğini anladığında, bir Billûriye Tüccarının yanında çalışmaya başlar. Yeterli parayı biriktirdiğine kani olduğunda tekrar yolculuğa hazırlanır ve bir kervanın peşi sıra Mısır’a yola koyulur. Kervanda tanıştığı kitapkurdu İngilizle, arkadaşlığını pekiştirir ve İngiliz’in de kendi “Kişisel Menkıbe”sini izlediğini öğrenir. İngiliz, simya ilmi ile uğraşıyordur. Fakat ömrü boyunca hakiki bir Simyacı ile karşılaşmış değildir. İkisi de yolda karşılarına çıkan kişilere kendi “Kişisel Menkıbe”lerini Kitap, “Delikanlının adı Santiago idi.” diye başlayıp, Santiago isimli bu genç çobanın kendi kişisel menkıbesinin peşindeki yolculuğunu anlatıyor. “Kişisel Menkıbe” terimi kitapta yazgı (kader) manasında kullanılmış gibi duruyor ve bu tür oluşturulmuş 4 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi kaybettim; fakat, ümitli idim! Şaşkınlığımdan, koşa koşa sapıklık yoluna düştüm. Meğer, her an dileğimden biraz daha uzaklaşıyor, ayrılıyormuşum!” (Mesnevî Cilt VI, 4330) aramak üzere yola çıktıklarını söylerler. Santiago, bir vahada Simyacı ile tanışır ve onun sayesinde evrensel dili, işaretleri keşfeder ve yüreğinin sesine kulak vermeyi öğrenir. Simyacı, Kitabın ufak bir hikayeden esinlenilerek yazıldığı delikanlıya kendi içine yolculuğu öğreten öğretçok bariz görülüyor. Roman tarzında basılsa da mendir. Santiago’ya hedefinden vazgeçmemesini ve uzun bir hikaye olarak nitelendirilmesi daha doğru “Kişisel Menkıbe”olacaktır. Hikayenin felsefî boyutu kitabın süsten sinin yolunda şaşmadan yürümesini Simyacı, Mevlânâ Celâleddîn-i uzak duru anlatımıyla birlikte okuyucuyu zorlatembih eder. Santi- Rûmî’nin Mesnevî’sindeki “Define mayan bir yapı oluşturuyor. Okuması kolay fakat ago en nihayetinde Arayan Adam” olarak bilinen hi- anlaşılması için duraklanacak yerler barındıran bir rüyasına göre ha- kayesinden esinlenilerek yazılmış kitap. Yazarın kullandığı hâkim anlatıcı tekniği, diyalogların çok olması sebebiyle çok da önem arz zinenin bulunması bir kitaptır. edecek bir konumda bulunmuyor. gerektiğine inandığı yere ulaşmış ve topKitapta, macera öğelerine çok yer verilmekte; felrağı kazmaya başlamıştır. Saatlerce ve metrelerce sefî ve fantastik ögeler de çokça yer almaktadır. kazmasına rağmen bir şey bulamaz, yorgun düşer Farklı ögelerin eklenmesi anlatıma sürükleyicilik ve tam o sırada savaş mültecileri gelip kazdığı yere ve heyecan katmış, kitabın içeriğini zenginleştirne sakladığını sorarlar. Sorularına cevap vermeyen miştir. Simyacı,içindeki öge yoğunluğuna rağmen bu tuhaf yabancının üstünü ararlar. Santiago’nun macera romanı olarak nitelendirilebilir. Çünkü cebinde altın bulan mülteciler kalanının da kazıhikaye, macera üzerinden ilerlemektedir. lan yerde olduğunu düşünüp delikanlıya kazmaya devam etmesini emrederler. Santiago’nun kazdığı Herkesin bir kişisel menkıbesi vardır. Ona ulaşmayerden bir şey çıkmadığını gören mülteciler, delinın imkansız olmadığını gösteren bir eser olarak kanlıyı dövmeye başlarlar. Mülteciler tam onu öltanımlanabilir. “Düşünmek; görmektir” anafikrindürecekken, delikanlı gördüğü rüyayı anlatır. den yola çıkılacak olunursa, hayâl gibi görülen şeylerin, zamanla gerçekleştiğine şahit oluyoruz. “Bekçi garip kişiye; ‘Sen; ne bir hırsızsın, ne de kötü adamsın! Sen; iyi adamsın ama, saf ve ahYazarın Simyacı’yı öne çıkaran özelliklerinden bimak bir kişisin!’ dedi. ‘Çünkü; bir hayâl peşinde risi; hikayenin Doğu’ya ait olması, diğeri tespitlerkoşuyor, bir rüyaya kanıyor, bunca sıkıntılara deki felsefî yaklaşımdır. Hikaye, Doğu’nun hikayekatlanıyor, bunca uzun yollara düşüyorsun! Galisidir. Bundan dolayı Hristiyanlar merak ettiği için, ba senin aklın yok!’” (Mesnevî Cilt VI, 4312) Müslümanlar da benimsediği için kitap bu kadar el üstünde tutulmuştur. Kitapta birçok yerde felsefî Bunun üzerine mültecilerden biri cevap verir: “Ben yaklaşımlarda de rüyamda İspanya’ya gitmem gerektiğini, koyunbulunulmuştur. larıyla yıkık bir köy kilisesinde uyuyan bir çobanı Bunlara misaller bulup aramam gerektiğini gördüm. Eğer oraya verecek olursak: gidip o çobanı bulursam ve firavun incirinin dibini “Hayatımızın kazarsam gizli bir hazine bulacakmışım. Ama aynı denetimi yazgıdüşü iki kez gördüğüm için çölü geçip İspanya’ya nın eline geçer. gidecek kadar aptal değilim.” Dünyanın en büyük yalanı Santiago, mültecinin anlattıklarından, hazinenin budur.” “Her şey koyunlarıyla zamanını geçirdiği memleketinde olbir ve tek şeyduğunu anlar. dir.” “Çöl öylesine geniş ve ufuk öylesine uzaklarda “Rızkım; çektiğim üzüntülere, yollarda uğradığım ki, insan kendini küçücük hissediyor ve susuyor, sıkıntılara, şimdi de şu bekçiden yediğim sopalara ağzını açamıyor.” “Madenleri arıtmanın aslında bağlı imiş! Âb-ı hayat benim evimde imiş, habekendilerini arındırmak olduğunu anlıyorlardı.” rim yok!”(Mesnevî Cilt VI, 4325) Hayatla ilgili aforizma haline gelebilecek yalın “Bu ne hikmettir ki, isteklerim beni deli bir arzutespitlerde bulunan yazar, kâhinlik konusunda ya düşürerek evimden uzaklara sevketti; yolumu kahramanına şunu söyletir: “Geleceği öğrenmek 5 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz istiyorsun, fakat bunlar iyi şeylerse hoş bir sürpriz olacaklar, kötü şeylerse daha gerçekleşmeden acı çekeceksin.” Sürükleyici anlatımın güzelliğini kapsamlı ve geniş hikayelerde uygulamaya koymak, daima güzel sonuçlar doğurur. Kısa hikayelerin şişmanlatılarak ortaya konması, riskli olduğu kadar zor bir iştir. Paulo Coelho, burada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin hikayesinde, anlaşılması gereken dersin üzerinde de değişikliğe giderek bir çeşit uyarlama yapmıştır. Mesnevî’de bu hikayeyi okuyanlar, okuyacak olanlar görecektir ki; Mevlânâ hikayeyi gerektiği kadar kelimeyle anlatıp bitirir. Oysa Coelho’nun bu eserine ismini veren Simyacı karakteri bile, olmasa da olur değerindedir denilebilir. Öngörü olarak diyebiliriz ki; her şey “bir ve tek” şeydir. İnsanların hayatta yaşarken bazı emelleri vardır. Çoğu zaman bu yolda ilerlemek insanlara zor gelmiştir. Çünkü istediğini elde etmek, fedakârlık ve cesaret ister. Ancak bu cesareti yakalayanlar, hayatta yaşadıklarının farkındadırlar. Kitaptaki hikayenin Mevlânâ’dan alıntı olması, aslında bize kültür değerlerimizin zenginliğinden ve tembelliğimizin büyüklüğünden dem vurmaktadır. Simyacı’yı okuyup etrafındakilerin övdüğü kadar bulmayanlar ve okumayıp zaman harcamak istemeyenler, Mesnevî’de işaret edilen dizeleri okusunlar. Okuyanlar farkı anlar. Paulo Coelho, burada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin hikayesinde, anlaşılması gereken dersin üzerinde de değişikliğe giderek bir çeşit uyarlama yapmıştır. *Ş. Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, (İstanbul, 1997) 6 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi ÇEVİRİ ESERLERDE İSİMLENDİRME göre “dönüşüm. Kimilerine göre de “metamorfoz’’. Kafka’nın bu başyapıtının Almanca ismi “Die Verwandlung’’. Söz konusu öyküde ailesinin geçimini pazarlamacılık yaparak sağlayan Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendisini bir böceğe dönüşmüş bulur ve o günden sonra da ailesinin O’na bakışı yavaş yavaş değişecektir. Günden güne istenmeyen kişi olacaktır evde. Mustafa TAŞKIN Çeviri eserler geçmişten günümüze edebiyat dünyasında üzerinde en çok tartışılan konulardan biri olagelmiştir. Çevirmenin kendinden bir şeyler katıp katmadığı, o eserin yeniden yazma sürecinde değiştirilmiş mi sayılacağı üzerinde ne kadar laf yürütülse de bayatlamayan bir muhabbet. Pek tartışılmayan bir husus ise bu çeviri eserlerin isimlerinin akıbeti. Bir böceğe dönüşmüş dedim ama bu da tartışmalı bir konu. Kitabın Almanca aslında “ungeziefer’’ olan kelime Türkçeye “böcek’’ olarak çevriliyor ancak bu çeviri kelimenin tam anlamını karşılamamakta. Almancada ungeziefer “kurban edilmeye uygun olmayan, kirli hayvan’’ anlaEserleri mına gelmektedir. Zaten kitapta da Samsa’nın ismiyle müsem- Bir kitaba ilk elinizi attığınızda sizi karşıtam olarak nasıl bir böceğe dönüştüğü tafma sayarsak bir layan, adeta onun künyesi diyebileceğimiz, silatıyla anlatılmamakta, sadece dönüştüğü romanın çevirisi bazen de sırf o uğurda kitabı satın aldıran (değiştiği) söylenmektedir. kadar isminin ismidir çevirisinin de Hatta Kafka’nın yayıncısından bu kiönemli olduğunu göreceğiz. Bir kitaba ilk elinizi tabın kapağına asla bir böcek resmi konulmamasıattığınızda sizi karşılayan, adeta onun künyesi dinı rica ettiği rivayet edilir. Bunu yapmasının nedeyebileceğimiz, bazen de sırf o uğurda kitabı satın ni belki de insanların kendi tiksindikleri haşereyi aldıran ismidir. Tüm bunları göz önünde bulunkafalarında canlandırarak hikâyeyi daha da çekici durduğumuzda orijinal anlamını karşılamayan kılmaktı. Belki de kitabın salt böcek teması etrafınisim çevirilerinin en az yektin olmayan içerik çevida dönmesini istememişti, bilemiyoruz. rileri kadar can sıkıcı olduğu aşikârdır. Kiİsim konusunda değişiklikler sadece çeviri tabın dieserlerde karşımıza çıkmıyor. Dilimizde de bazı limizdeki yazarlar kitaplarının isimlerini değiştirmişler ilk çeviribazıları da bu isimlendirmeyi başkalarına sini yapan bırakmışlardır. Şaşırtıcı bir örnek olarak Kamuran Cemil Meriç’i verebiliriz. Kızı Ümit Meriç’ten Şipal eseri öğrendiğimize göre mütefekkirin “Bu Ülke’’ ve “değişim’’ “Umrandan Uygarlığa’’ kitaplarının ismini koyan olarak yabizzat kendisiymiş. Babasına yaptığı isim teklifleyınlatmıştı. rini babasının kabul etmesi sonucu Cemil Meriç 1994 yılına kendi tasavvurundaki isimlendirmelerden vazgeçekadar da rek bunları seçmiş. bu şekilde okundu Dünya edebiyatına baktığımızda asıl hikâye. O konumuz olan çeviri eserlerde isimlendirme probyıl Ahmet leminde ilk akla gelenlerden biri Kafka’nın meşhur Cemal çıkhikâyesi “Dönüşüm’’, Türkçeye kazandırıldığı ilk tı ve Can yıllarda “Değişim’’ ismiyle okurlarla sunulmuştu. Yayınları Bir diğer örnek kimilerince gelmiş geçmiş en baiçin yaptığı şarı roman olarak addedilen “Savaş ve Barış’’. Tolsçevirinin toy’un bu hacimli eseri de tartışmalardan nasibi önsözüyle almıştır. Şimdi gelin bu iki eserin isim serüvenini tartışmayı inceleyelim. başlatmış oldu. Cemal önsözde kitabın isminin Almancasının kökenine değinmiş ve “önüşüm’’ diye eğişimin Dönüşme Hikâyesi çevrilmesinin daha yerinde bir kullanım olacağını belirtmişti. Kimilerine göre “değişim’’ kimilerine D 7 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz O günden beri bir tartışma sürüp gitmekte, Değişim neden Dönüştü? Bunca tartışmayı gereksiz bulup ‘’Böceğe hiç değişilir mi? Böceğe dönüşmek mümkündür. Kitabın adı da doğal olarak dönüşüm olmalıdır.’’ şeklinde kestirip atanlar da var, ‘’değişim’’ ya da ‘’dönüşüm’’ olmalıydı diyerek uzun uzadıya konuya açıklık getirmeye çalışanlar da. bu derinlikten yoksun yanlışlık gerçekten üzücü. Kitabın içeriğiyle beraber düşündüğümüzde; 1800’lü yılların Rusya’sı bir savaştan çıkıp diğerine girmekte, savaş ve barış birbirini takip etmektedir. Böyle bakıldığında barış kelimesinin yanına savaş konulduğunda da memleket konulduğunda da eğreti durmamakta, dolayısıyla bu yanlışlık çok göze batmamaktadır. Bir de azınlıkta kalıp ‘’metamorfoz’’ olmalıydı diyenler var. Bu bence en uzak ihtimal, sonuçta metamorfoz (başkalaşım) belirli bir sürecin sonunda gerçekleşir, basamak basamaktır. Hikâyede Samsa yataktan kalkmasıyla birlikte böcek olduğunu fark ediyor, bir süreç söz konusu değil. Her ne kadar barış kelimesinin eskiden tedavülde olan sulh kelimesini karşıladığı düşünülse de içerdiği anlam bakımından isimlendirme noktasında sulh kelimesi deyim yerindeyse taşı gediğine koymaktadır. Savaş olmaması hali olarak mefhum u muhalifiyle açıklayabileceğimiz barış kelimesine karşın, sulh kelimesi ‘’savaştan sonra barışma’’ anlamına gelmektedir. Böyle düşündüğümüzde kitabın içeriğine daha uygun düşen kelimenin sulh olduğunu görmekteyiz. “S avaş ve Barış’’ mı? ‘’Klasik’’ denildiğinde akla ilk gelen eserlerden birisi hiç şüphesiz Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı. Ancak o hacimli romanın ismi hep Savaş ve Barış değildi. Rusçası ‘’Voyna i Mir’’ olan ve dilimize ilk olarak ‘’Harp ve Memleket’’ olarak çevrilen bu eserin nasıl olup da Savaş ve Barış’a dönüştüğünün hikâyesi ise ilginç. Öncelikle ‘’memleket’’in nasıl ‘’barış’’a dönüştüğüne bakalım. Bu romanın başına gelen talihsizlik yanlış isim çevirisiyle kalmıyor sadeleştirme adı altında orijinalinden iz bırakmayacak çevirileriyle de karşılaşabiliyoruz. Öyle ki Tolstoy’un altı yılını harcayıp, son haline getirmeden önce karısına yedi kere baştan yazdırdığı bu eseri 142 sayfa olarak çeviren yayınevleri de var. Aslına sadık kalma adına kâğıt konusunda elini korkak alıştırmayan bazı yayınevleri de 2100 sayfalık çeviriler yaparak dinlendirici gözlük firmalarının yüzünü güldürmekteler. Rus diline de vakıf olan bir uzman bu konuda şöyle bir açıklama getiriyor: ‘’...Leo Tolstoy’un “harp ve memleket” adlı eserinin yeni imlâ ile basıldığında “harp ve sulh” olarak geçtiğini biliyoruz. Sebep ise şu; Rusçada olan iki tane “i” harfinden biri, “n” harfine benzer. Ortadaki çizginin soldan sağa olması yerine sağdan sola oluşu anlamı değiştirir. Bu iki “i”yi yozlaştırdıktan sonra millet “mir” kelimesini yanlış imlâ ile şaşırıp “memleket” yerine “sulh” olarak anladı...” Yani basit bir yanlış anlaşılma. Eserin kıymetine baktığımızda & Her okur gibi benim de dileğim; yayınevleri yazarların külliyatlarını tamamlamak adına değil de gerçekten özenerek bu çevirileri yapsınlar ve isimlendirme hususuna da en az kitabın içeriği kadar dikkat etsinler. Bugün, bazı eserlerin yanlış isim çevirileri, galat-i meşhur lügati fasihten evladır hükmünce artık oturmuş olsa da bundan sonra dilimize kazandırılacak eserlerde isimlendirme yapılırken daha dikkatli olunması hem okurlar için kitabı daha cazip hale getirecek olup hem de bizi eserin ismine takılmadan içeriğini tartışmaya itecektir. 8 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi MOR ATKI kalemle gitmişti Mehmet’in yanına. Mehmet ne onunla ne de elindeki kâğıt kalemle ilgilenmiş, sorulara da hiçbir tepki vermemişti. Hakan da şansını Mehmet’in amca ve yengesiyle konuşarak denemeye karar vermiş ve şimdi onların yanından gelmişti cezaevine. Kimse Mehmet’in kadını bir atkı için üstgeçitten atacağına inanmıyor, Mehmet de yapmadığını ima edecek herhangi bir davranışta bulunmuyordu. Hele atkıların akıbeti tamamen ve rahatsız edici derecede belirsizdi. Kübra TAŞKIRAN Hakan kontağı kapatıp dikiz aynasında uzun, sivri çenesindeki dikiş izine baktı. Hayatta aldığı ilk ciddi darbenin hatırasıydı. Sonra sakallarındaki kızıllıklara kayan gözünü saatinden yansıyan güneş ışığı kamaştırdı. Montunu ve çantasını kucaklayıp çıktı arabadan. Ezdiği, erimeye başlayan karların sesinin beynindeki kargaşadan geldiğini sandı. Yirmi sekiz yaşındaydı ve şimdiye kadar ne zaman çözemediği düğümler olmuşsa hep aklının parmaklarına dolanmıştı iplerin uçları. Cezaevinin önü sakindi. Kapıdaki görevlilere derdini anlatıp içeri girdi. Müvekkiliyle konuşacaktı. Daha doğrusu Hakan konuşacak müvekkili dinleyecekti. Mehmet’in amcası ve yengesi “Mehmet senelerdir tek kelime konuşmadı.” demişlerdi. Bunu söylerken gözlerinden öyle bulutlar geçmişti ki Hakan bunun normal bir konuşmama ya da konuşamama olmadığını anlamış fakat o zaman meselenin üzerine gitmemişti. Hakan görüşme masasına oturdu. Çantasından ajandasını çıkarıp masanın üzerine koydu. Arasında Mehmet’in yengesinden aldığı iki fotoğraf vardı. Donuk bir huzursuzluk kapladı içini. Mehmet elleri önde kelepçelenmiş olarak içeri girdi. Hakan ayağa kalktı. Ona duyduğu saygıdan yapmıştı fakat Mehmet’in düşmüş omuzları, şiş gözleri ve zayıf bedeni karşısında Hakan’ın yapılı, kendinden emin ve dik duruşu; saygıdan çok bir meydan okumanın portresini çizer gibiydi. Bir avukatın müvekkiline meydan okuması mantıksızdı belki ama Hakan farkında olmadan, Mehmet’teki o çözemediği düğüme meydan okuyordu sanki. Sandalyeyi çekip Mehmet’e eliyle oturmasını işaret etti. Kendisi de karşısına oturdu: Birkaç gün öncesiydi. Gece geç saatlerdi, kar yoktu ama hava yine soğuktu. Mehmet üst geçitte boynunda mor atkısı olan bir kadından atkısını zorla almaya çalışırken kadın direnmiş, Mehmet de kadını parmaklıkların üzerinden otobana atmıştı. Kadın düşerken atkısını boynundan almış ve kaçmıştı. Neler olduğu anlaşılana kadar evine çoktan varmış, amcası ve yengesinin dikkatini çekecek anormal hiçbir şey yapmamıştı. Ertesi sabah kapı çalmış, polis Mehmet’i almış ve Mehmet’in odasındaki, içinde bir yığın mor atkı olan kilitli dolabı da bulmuşlardı. Herkes çok şaşırmıştı. Sonrası çok hızlı gelişti. Kadın öldü. Mehmet de tutuklanıp ceza evine konuldu. -Sence de konuşmak için güzel bir gün değil mi? Devlet avukat olarak Hakan’ı göndermişti. Mehmet’in konuşmadığını söylemişler, o da kâğıt 9 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Mehmet’in yüzünde tek bir kas bile oynamadı. Boş Hakan kâğıdı hemen orada ya da arabada okumak bakıyordu ama derinlerde, hüzün kuyularından istemedi. Ofisine gitti. Orada her zaman kendini kovalar çeker gibiydi. Avukatın iki yanağında açıdaha iyi hissederdi. Kahvesini aldı, masa lambasını lan çukurlara takıldı ağzından çıkmak için çırpınan yaktı ve karşısındaki kötü el yazısına verdi tüm kelimeler. Yutkundu. Gözü seyirdi sonra. Hakan’ın dikkatini. yapmacık gülümsemesi soldu, sağ eli dört yıl önce kazıttığı kafasına gitti. Mehmet kapıdan çıkarken sağ elindeki izle “Hiç konuşmaktan vazgeçtiğin zamanlar Ne diyeceği- sol yanağındaki gözyaşını sildi, dudağını ha- oldu mu? Ne kadar dayanabildin; beş dakini tartarken fifçe sola kaydırıp gülümsedi. Yıkılmak üzere ka, yarım saat, bir saat? Ben on üç yıl önce vazgeçtim konuşmaktan. Yedi yaşımdayken kafasını olan bir binaya benziyordu. hastanede, ellerim sarılı gözlerimi açtığımda sıvazladı. bir daha hiç konuşmak istemediğimi hissetMehmet’in tim. Öncesini hatırlamıyorum, merak da etmedim. sarı, düz, sık saçlarına takıldı gözü. Buz mavisi gözŞimdiye kadar kimseyi anlamaya çalışmadım, kenlerine bakıp üşüdü; kelepçelerin arkasından gödimi anlatmayı hiç denemedim. Kimsenin kimseyi rünen yanık izlerine baktı, canı yandı. Ajandanın anlamadığını gördükçe yedi yaşındaki o elleri sarılı arasındaki fotoğraflardan birini çıkardı. Sağlı sollu, çocuğa teşekkür ettim hep. üçer dörder katlı, bahçeli binaların olduğu; şirin, sakin bir sokak ve objektife bakıp gülümseyen bir dondurmacı vardı artık masada. Mehmet karnına Amcam ve yengemin yanındaydım. Nasıl yaşamayumruk yemiş gibi oldu. Bir süre gözlerini fotoğmı istedilerse öyle yaşadım. Hiç konuşmadım ve ne raftan alamadı. Sonra yine aynı hissizliğe büründü derlerse inandım. Anne ve babamı hatırlamıyorum yüzü. Kelepçeli elleriyle cebini gösterdi. Hakan gösterdiği cebindeki kâğıdı aldı. Mehmet ayağa kalkıp başıyla veda eder gibi yaptı ve çıktı odadan. Hakan ve sanırım hiç özlemedim. Gerçi hatırlamadığın da peşinden ayağa kalktı fakat ne bir şey dedi ne bir şeyi özleyemezsin değil mi? O kalın kitaplarınde Mehmet’i durdurmayı aklından geçirdi. Aradığı da anlatmışlar mıydı bunu? cevapların kâğıtta olduğunu düşünüyordu ve asıl önemsediği oydu. Mehmet kapıdan çıkarken sağ On beş yaşındaydım. Amcamlar eski bir tanıdığa elindeki izle sol yanağındaki gözyaşını sildi, dudagideceğimizi söylediler. Kafa salladım. Güzel bir ğını hafifçe sola kaydırıp gülümsedi. Yıkılmak üzesokağa gittik. Nesi güzeldi bilmiyorum ama güzel re olan bir binaya benziyordu. 10 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi atmadım. Atmış olamam. Bana sordunuz hep ama cevabını aslında ben de bilmiyorum. Atmış olabilir miyim gerçekten? gelmişti bana. Üçer dörder katlı, bahçeli binalar vardı. Tam misafirliğe geldiğimiz binaya girecekken başımı sağa çevirdim. Sanki biri seslenmiş gibi gelmişti. Onu gördüm sonra. Benim yaşımda gibiydi. Sokaktan çıkıyordu. Bana baktı, gülümsedi. Onun da saçları sarıydı. Uzundu saçları, kahverengi gözleri ve mor atkısı vardı. Güneş gibiydi. Gitmesin, sokak karanlığa bürünmesin istedim. Koştum arkasından ama yetişemedim. Sonra amcam seslendi. Geri döndüm çünkü söz dinleyen bir çocuktum ben. Hiç kendini söz dinlemeye mahkûm ettin mi? Ben yedi yaşımda, ellerim sarılıyken ettim. Kadın yola düştüğünde onun başındaydım. Bana baktı, gülmedi bu defa. Bana kızmıştır değil mi? Sonra bir daha görmedim onu. Sanırım o son görüşümdü. Onun bana gülmediği bir dünya düşünemiyorum. Elimdeki izlerin neden olduğunu da hatırlamıyorum, hiç merak etmedim. Ama onun adını merak ettim hep, sen öğren olur mu? Onu bul, o kadının kendisinin düştüğünü söyle. Onu hep aradığımı, bulduğumdaysa hiç yetişemediğimi söyle. Bir de sadece mor atkısı olsun mezarımda. Çiçek sevmem ben…” O gördüğüm ikinci güneşti ve sonra aklımdan hiç çıkmadı. Hep kafamın içinde yaşadı benimle beraber. Atkısı dünyanın en güzel mor atkısıydı ve ondan başkası takmamalıydı. O günden sonra gördüğüm bütün mor atkıları aldım, alamadıklarımı çaldım. Amcamların hiç haberi olmadı ve ben hep iyi bir çocuk olarak kaldım. Hakan bütün gemileri alabora olmuş bir donanma gibi hissediyordu kendini. Mehmet’e göstermeye fırsat bulamadığı fotoğrafı çıkardı ajandanın arasından. Mehmet’in amcasıyla yengesi bugün Her girdiğim sokakta, onu sokaktan çıkarken göanlatmışlardı; fotoğrafta Mehmet’in annesi, babası, rürdüm; bana bakar ve gülümserdi. Boynunda mor Mehmet ve sarı saçlı, kahverengi gözlü küçük bir atkısı olurdu hep. Yazları neden atkı takardı hiç kız vardı. Kızın boynundaki mor atkı Hakan’ın son anlamadım. Beraber büyüdük gemilerini de dibe gönderbiz. Ben hep onu arıyordum, bulduğumda o hep gidiyor olu- Ben hep onu arıyordum, bulduğumda o hep di. yordu. Birinin hep sırtını gör- gidiyor oluyordu. Birinin hep sırtını görmek mek ne demek biliyor musun? ne demek biliyor musun? Ardından koşuTüm parçalar yerine oturArdından koşuyorsun fakat hiç yorsun fakat hiç yetişemiyorsun, demek. muştu. Gösterdiği fotoğrafyetişemiyorsun, demek. Ben Ben hiç yetişemedim. Yetişseydim gözlerin- taki sokak ise Mehmet’in de hiç yetişemedim. Yetişseydim deki toprağa ekecektim kendimi. bahsettiği o sokaktı. Mehgözlerindeki toprağa ekecektim met yedi yaşına kadar orada kendimi. Eğer yetişebilseydim annesi ve babasıyla yaşaonunla konuşacaktım. Konuşmak istediğim tek kişi mıştı. Mor atkılı küçük kız komşularının kızıydı. oydu. Nereye gittiysem hep kafamdaydı. Hiç doOn üç yıl önce Mehmet’lerin mutfağında tüp patlakunamadım ona ama kokusunu hep içime çektim. mış, Mehmet’in annesi-babası ve küçük kız ölmüşAtkısını çok sevdim. tü. Mehmet ise patlama anında mutfakta değildi, patlamadan sonra mutfak yanmaya başlamıştı ve Mehmet küçük kızın yanına koşup atkısını almıştı ellerine. Ellerindeki izler o zamandandı. Alevlerin içinde acıdan bayılmış; elleri sarılı halde, hastanede gözlerini açmıştı. O gece, üstgeçitteki o kadın o atkının aynından takmıştı. Çok sinirlendim. Atkıyı almak istedim, vermedi. Zorla almaya çalışırken yola düştü. Ben 11 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Hakan telefonun sesiyle irkildi. Allak bullak olmuştu. Karşıdaki seste ruhsuz bir kara haberci havası vardı: -Mehmet Çetin’in avukatı Hakan Bey’le mi görüşüyorum? Hakan o an telefonu adamın suratına kapamak istedi fakat yapamadı. Korkarak: -Buyurun, benim. -Mehmet Bey’i lavaboda bileği kesilmiş olarak bulduk. Maalesef kurtarılamadı. Hakan yanağındaki yaşları elinin tersiyle sildi. Hıçkırıklarını tutmaya çalıştıkça titriyordu. Çözmeye çalıştığı düğüm şimdi boynuna dolanmıştı. Olayları kontrol edememiş, Mehmet’in ölü aşkının peşinden gidişine oturduğu masadan şahit olmak zorunda kalmıştı. Önce fotoğraftaki küçük Mehmet’e, sonra mor atkıya baktı. Hiçbir şey diyemedi. Zaten denilecek bir şey de kalmamıştı. 12 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi ESKİMEYEN GÜN sanırım, kafasını boynuna gömüp hipnotize eder bakışlarla süzdü beni. Güldüm yine. Tabiat uyumuna indirdiğim sert darbenin acınacak haline gül Murat Umut SAKALLI düm. Sanırım ses ve görüntünün en sade ve en şûh Bu sabah alnımda, anlamlandıramadığım uyumunu bozmuştum. “Odama çekileyim en iyisi” bir sıcaklıkla uyandım. Ana elinin yumuşaklığını dedim, yüzüstü yatağa kapaklandım. Güneşe “Ilık andıran sıcaklığı yokladım; gün ışığıydı. -İyi kimasajından biraz da belime yap!” diye seslendim. aralık unuttuğum perdeden sıyrılıp, yorucu yolcuBir bahar uyuşukluğu tüm bedenimi istila edene luğuna alnımda son veriyordu. Yüzümü pencereye değin, yatağımda bulutları hissettim. Hatta o an döndüm, güneşe bakamamakla inatlaştım. Gözsorsanız, yatağımın kocaman bir marşmelov oldulerimi kaplayınca yaşlar, en ütülü tebessümümü ğuna yemin bile edebilirdim. Hercai bir arzu tadınverdim gün ışığına. Her insan gibi ben de uyandıda bastıran uykunun kapı eşiğine geldiğimdeyse, ğımda en fazla ilk küfrünü eden bir çocuk kadar ağır ve isteksizce açtım göz kapaklarımı. Uçsuz günahkârdım. Günahkârca tebessüm ettim güne. bucaksız bir nefes daha çaldım doğanın huzur serToprağa bastığını unutanların hayat koşuşturgisinden. Kalktım, senelerdir yaptığım işi yapmak macası başlamamıştı daha. için. Saati kolladım, evet, vakit Sokaklar sakin olmalıydı, gelmişti. Tembellik yapma içgüklaksonlar suskun henüz. düsü mü, doğaya hak ettiği aşkı Gözlerimi kaplayınca yaşlar, en ütülü Mutlu olmaya bahaneler üresunma gayreti mi yoksa müşkül tebessümümü verdim gün ışığına. Her olandan kaçış acelesi mi bilmem, tilebilirdi demek ki. Hafifçe doğruldum, kollarımın yan- insan gibi ben de uyandığımda en hiç kalkasım yoktu yataktan. Difazla ilk küfrünü eden bir çocuk kadar lara doğru azami kaç kulaç limdeki en acı tatla söylenip, bir günahkârdım. Günahkârca tebessüm türlü sevemediğim işime hazırlanaçılacağını test ettim, esnerken. Sabah güneşi koynunda ettim güne. maya koyuldum. Belki bu kadar muştu getiren ulak gibiydi. erken saatte başlamasa severdim Alabildiğine sarı, alabildiğine işimi. Belki bu kadar mecbur olılık ve sanki biraz heyecanlı. masa hep aynı saatte orada olmak, Nasıl oluyorsa beni bugün de hayran bırakıyordu aynı masaya oturmak, aynı kalemleri kullanmak vs. sıradan huylarına. Odama bu ricasızca giriş bir tek Belki her gün aynı olmasa yahut biraz daha şiirsel onun için kabul edilebilir oluyordu. olabilseydi her şey, sevebilirdim beyaz gömleklilerin hayatını. Bir nefes miktarı daha huzuru hapsedip içime, son verdim yataktaki tembelliğime. Balkoİlk randevusuna geç kalmak istemeyen evde na çıkıp arka bahçeye baktım. Her tarafta yavru kalmışlar gibi hızla hazırlandım. Olmazsa olmaz kediler ve oyuncakları haline getirdikler kurumuş trafiği de hesaba katıp her günkü vaktinde –tam ağaç yaprakları vardı. Yavru kedilerin sevimliliğine vaktinde- dışarı attım kendimi. Yanımda sabah güldüm ve bir türlü tamamlayamadıkları yarım güneşine bakmayı unutan, perdesini sıkıca kapatıp saltolara. Bir rüzgâr esti tüyü bile rahatsız etmeuyuyan, güvercinlerin müziğini kulaklıklarındaki lere korkarak. Ürperdim. İçimin tozlarını alışına ben’vari seslerle bastıran ve kedilere “Çöplük bekürperdim. Bozulmasın diye bu ömür uzatıcı büyü, çisi” diye bağıran gözlerle bakan insanlarla, tüm geceden kalma türküme devam ettim. “Seher Yeli” biz insanlar kadar aynılaşarak, maratona başladım. dedim. Doğayı, huzuru ve ruhun açlığını gideren küçük güzellikleri unutarak, yeni takvimli eski bir güne Kombinin bacasından saçaklanmış dalbaşladım. Sigara mutsuz adamın el kitabıdır, bililarda yatan, ev ahalisini uyandıran güvercinin sesi rim. Elbette ilk sigaramı eskimeyen güne başlayıngeldi. Benim her türlü alayı iltifat kabul eden sesica yaktım. mi bastırmayı görev edinmiş gibiydi. Sustum. Bu güneş ülkesi tablosunda, fonda bir şarkı yüksele cekse eğer söyleyen o güvercin olmalıydı. Sanatçıya saygımdan, eseri bitirinceye kadar yan bastığım ayağımı dahi düzeltmedim. Bir güvercini ürkütmedim. Ne zaman ki ses tellerinde oluşan titrek yorgunluğu fark edip sustu, ben de ona en kuvvetli nefesimle bir “Bravo” dedim. Assolist nazı yaptı 13 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz SOLİPSİZM HAKKINDA KISA BİR YAZI - İşte ben de bunu söylemeye çalışıyorum. Sen de sadece kendinin var olduğuna inanmalısın. Tabii eğer varsan. Ki varsan zaten bu tez kendiliğinden çürür. Ne paradoks değil mi? Fatih CAN Karanlık bir odada, yüzleri seçilemeyen iki adam ve bir koltuk vardı. İkisi de birbirini süzüyor, karşı tarafın konuşmaya başlamasını bekliyorlardı. Ve her sessizlik gibi bu da bozuldu... + Eğer sadece sen varsan, niye anlatıyorsun ki bunları bana? Bu bir grup insana “siz aslında yoksunuz, ben sizi algıladığım için varsınız” demek kadar saçma. Hatta istersen “Siz Yoksunuz” isimli bir kitap yaz da hepimiz nasıl senin düşünce ürünün olduğunu öğrenelim. Gerçekten, neden anlatıyorsun bunları? -Şimdi sen kalkmış bana, birine âşık olduğunu mu söylüyorsun? Ne aptallık ama... İki güzel göze, bir tatlı gülüşe kanacak kadar aptal olamazsın, değil mi? Çok yanlış sulardasın dostum. Sıradan biri gibi davranıyorsun. Hem beni hem zekâmı küçük düşürüyorsun. Bunu lütfen yapma… - Sıkılıyorum. +Sen delisin. +Ne küçük düşürmesinden bahsediyorsun sen be? -O zaman sen de çok akıllı değilsin. Deli zihnin ürettiği ne kadar akıllı olabilir? - Beni küçük düşürmenden bahsediyorum. Şöyle anlatayım: Sustular. Uzun süre bakıştılar. Bu felsefenin saçmalığını savunan taraf, kendine bir dayanak arar gibi bakıyordu. Kafasında ölçtü, tarttı ve konuştu: Descartes’ın dünyaca ünlü bir sözü vardır. «Düşünüyorum, öyleyse varım.» Neden «Düşünüyoruz, öyleyse varız» dememiş, hiç düşündün mü? Söyleyeyim. Çünkü Descartes her şeyden şüphe ede ede şüphe edilemez tek gerçeğin «düşünebildiği» olduğunun farkına vardı. Ama sadece «kendinin» düşünebildiğinden emindi. Diğer insanlar sadece onun beyninin yarattığı varlıklar da olabilirdi. Şüphecilik beni de bu noktaya getirdi. Kısacası dostum, dünyada kendi zihnimden ve zihnimin ürünlerinden başka bir şey olduğunu düşünmek için hiçbir geçerli neden göremiyorum. +İnsan egosu nasıl güçlü bir şeydir bilirsin dostum. Öylesine güçlüdür ki -seninkinin şu an yaptığı gibi- kendinden başka herkesi reddedebilir. Ama üzerinde felsefe kurduğun egon aynı zamanda felsefenin çatlak noktası. Düşünüyorsun, var olduğunu biliyorsun. Lakin bu dünyayı sen kafanda yaratmışsan, bu gördüklerinin hepsi senin ürününse o zaman neden hepsine sahip değilsin? Öyle olmalıydın, değil mi? Her ego bunu ister. Bazı insanlar beyninin derinliklerine iter, bazıları su üstüne çıkarır. Ama her şeye sahip olma istemi herkeste mevcuttur. Kısacası dostum, eğer kafanda bir dünya yaratmış olsaydın onun hakimi sen olurdun. +Ne yani? Sence bu dünyada senden başka varlık yok mu? - Yok. Bu gördüğün koltuk benim hayal ürünüm. Bu odayı ben yarattım. Kıymetli arkadaşım, sen yoksun. Ben olduğum sürece varsın ama ben ölünce -tabii ölürsem- olmayacaksın. Bu dünyadaki her şey benim yaratımın ürünü. Şimdi sen her şeyi ben yarattım diyorsun. Ama bu koltuk, bu evden başka hiçbir şeyin yok. Eğer bir çeşit tanrı falan olduğunu düşünüyorsan sana kötü bir haberim var, çok aciz bir tanrısın. Konuşmayı bitirdi. Ayağa kalktı. Odadan çıkarken arkasına dönüp şöyle bir baktı. İyi geceler deme ihtiyacı hissetti. Ve sen aşk gibi zayıfların düştüğü bir çukura düştüğünü söyleyerek bana, benim kafamda yarattığım varlığın bir ahmak olduğunu düşündürtüyor ve zekâmdan şüphe etmeme mahal veriyorsun. İşte bunu, lütfen yapma… +İyi geceler Fatih. -İyi geceler Can. + Bu söylediklerin saçmalık. Ben var olduğumu biliyorum. 14 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi DİVAN EDEBİYATINDA ÇİÇEKLER Muhammed Bâkır KÖSE Divan şiirinde anlatılanlar, genellikle “aşk” yörüngesinde şekillenir ve hemen hemen bahis mevzuu konular birbirine benzerdir. Her duygu ve düşünceyi en güzel söyleyişlerle anlatmakta pek mahir olan divan şairleri, anlatmak istedikleri konuyu ziynetlendirmek için türlü sanatlar ve mazmunlar kullanırlar. Her şair, aşkı en güzel ve sanatlı biçimde anlatmak için diğer şairlerle yarış eder. Böylece divan geleneğinde çok orijinal ve parlak söyleyişler geliştirilmiş, en basit mevzular bile insanı hayrete düşüren güzellikte işlenmiştir. Şairler sevdiği kişiyi en güzel biçimde anlatmak için gayret ederler. Onlar için her şey sevgiliden ibarettir. Her baktıkları nesnede sevgiliden bir şey görür, en sıradan olayları bile sevgiliyle ilişkilendirirler. Bir kanaryanın ötüşünde sevgiliden nağmeler vardır, sabah rüzgârı onlara sevgiliden haber getirir, ağaçlar yollara sevgili o yoldan geçtiği için eğilmiştir, güneş sevgiliye selam vermek için can atarak doğar, sevgilinin cemali olmasa ay ışığını nereden bulacaktır, gül kırmızılığını sevgilinin dudağından almıştır, sümbül sarhoş edici kokusunu sevgilinin reyhan saçlarına borçludur. Velhasıl, divan şairleri için sevgilisiz hayat hiçe değerdir. Bu orijinal teşbihleri yaparken şairlerin sıklıkla başvurduğu argümanlardan biri de çiçeklerdir. Bahçelerde, avlularda, yollarda, balkonlarda, cumbalarda arz-ı endam eden çiçekler şairlerin iç dünyalarında oldukça ilgi çekici çağrışımlar uyandırmış ve bu soyutlanan algılar birbirinden farklı ve güzel şiirler olarak ortaya çıkmıştır. Kâinat algısının merkezine sevgiliyi yerleştiren divan şairleri, çiçekleri de sevgiliden ayrı düşünmemişlerdir. Çiçeklerin dalı, yaprağı, soğanı, dikenleri, goncası, taç yaprak- ları mutlaka sevgilinin bir uzvuna, bir huyuna işaret eder. & Şiirlerde en çok işlenen çiçeklerden bir tanesi sümbüldür. Sümbül, sarhoş edici kokusu, genellikle siyaha çalan mor rengi ve göz alıcı güzelliği ile şairlerin dikkatli nazarlarından kaçmamıştır. Bu çiçek aynı zamanda baharın müjdecisi olduğu için, kasidelerin doğa ve bahar tasvirlerinin yer aldığı nesib bölümünde kendine sık sık yer edinir. Hatta sümbül, sadece eski şiirimizde değil, genel anlamda kültürümüzde de geniş bir kullanım alanı bulur. Türk Müziği’nde sümbülden esinlenerek “sünbüle” isimli bir makam üretilmiş, hat sanatında nahif bir yazı türüne “sünbülî” denilmiş, Halvetiyye’nin bir kolu “Sünbüliyye” olarak ismini sümbülden almıştır. Divanların sayfaları karıştırıldığında “sünbül” redifli gazel ve kasidelere rastlamak pek muhtemeldir. Bunlardan en meşhurları olan Bâkî’nin ve Nev’î’nin sümbül kasidelerinde, diğer örneklerinde yer alan hemen hemen bütün hayaller işlenir. Bâkî, mezkûr kasidesinin beşinci beytinde sümbül hakkında şöyle buyurur: Yazdurup müşg ile boynına hamâ’il takdı Kendüye itmek içün halkı musahhar sünbül. (Sümbül, insanları kendisine büyülenmişçesine bağ- 15 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz lamak için Boynuna mis kokulu ve tılsımlı bir muska taktı.) Fakat sümbülün ne kadar muska taktığı söylense de, kokusundaki o tılsımın asıl sebebi muska değildir. Sümbül büyüleyici kokusunu, sabah rüzgârı vasıtasıyla sevgiliden almaktadır: (Bahçenin misk kokulu sümbülü açılmaya başlayınca, Bir gönül çelen güzelin oturup saçlarını çözdüğünü zannederim.) Nesîm-i sünbül-ü reyhân uğurlar. Divan şiirinde gülün aynı zamanda sevgilinin yanağına, sümbülün de saçlarına işaret ettiğini unutmazsak şu beyit, saçları yanakları üzerine sarkan güzeli gördükten sonra ne yapacağını bilemeyen Nesîmî’nin manzarasını gözler önüne serer: Ahmed Paşa Şol gül üzre dağılan anber sıfatlı sünbüle (Sabah rüzgârı, sümbül ve reyhan kokulu havayı Anber ü reyhân aceb yâ müşk-i ter desem n’ola! Sabâ reyhâncısı bâğ-ı rûhundan Sevgilinin yanağının bağından almıştır.) Sümbül, sabah rüzgârının taşıdığı bu reyhan kokuyu almıştır almasına, ama bu hareketiyle kabahat işlemiş, edepsizlik etmiştir. Bunun için sabah rüzgârı sümbülü cezalandırmakta haklıdır: Öykündügüyçün kâkül-i reyhânına sünbül Sevgilinin yanakları üzerine sarkan saçlarını Amber gibi güzel ve taze kokularla vasıflandırsam şaşılır mı! & Nergis, bilindiği üzere koyu sarı renkli ve Bâğ içre sabâ saçını anın yola yazdı. Ahmed Paşa (Sümbül sevgilinin reyhan saçlarına özenip, bu kokuyu sabah rüzgârından çaldığı için cezalandırıldı ve yaprakları aynı rüzgâr tarafından yollara serildi.) Dedik ya, her nesne divan şairlerine sevgiliyi anlatır; bakın, bahar gelince sümbüllerin açılmasını şair neye benzetiyor: Bâgun mutarrâ sünbüli başlar açılmaga kaçan Gördükçe anı sanurum bir dil-rübâ zülfün çözer. Şeyhülislâm Yahyâ 16 ortası yeşil bir çiçektir. Uzaktan bakıldığında ortasındaki yeşil kısım siyah gibi görünür. Bunun için, divan şairlerine göre nergis çiçeği sevgilinin gözüne Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi Bir göz ucu ile bize ammâ nazarın yok. delalettir. Uzaktan nazar edildiğinde görünen manzara; ortadaki siyah kısmın gözbebeklerine benzemesi, etrafındaki yaprakların da kirpikleri andırmasından hareketle sevgilinin gözüdür. Şeyhülislâm Yahyâ (Nergisin tatlı şaşı duruşu bize hep senin bakışını hatırlatır Divan şiirinde nergis ele alınırken, genel itibariyle “nergis-i mest”, “nergis-i şehlâ” gibi Ama senin bakışını asla onunla bir görmetamlamalarla vasıflandırılır. “Mest” kelimesi, saryiz. hoşluk veren bir şeyin etkisiyle şuuru zayıflamış, Göz ucuyla da olsa bize nazar etmez kendinden geçmiş kimseyi; “şehlâ” kelimesi de, bamisin? kınca insana hoş görünen hafif şaşı gözü ifade eder. Fakat dikkat edilirse “şaşı” kelimesi gibi noksanlık Âşık, bir kere sevgilinin Aşk mesleğinde mertelkin eden bir kelime değil, “şehlâ” gibi güzellik ifa- yörüngesine girdiktebe kat edenler, yaşadıkları de eden bir kelime tercih edilmiştir. ten sonra bir daha o hali ifade edebilmek için süçember dışına çıkmak rekli “mest” kelimesini kulNergise böyle tamlamalar yakıştırılmasının istemez. Âşık, o daire- lanırlar. Çünkü aşk, bir sarsebebi, şekil itibariyle boynunun bükük durmasınde kendisini bulmuş, hoşluk halidir. İrade ortadan dandır. Boynu bükük duran nergis, tahayyüllerde derdin içinde dermanı kaybolur, akıl devreden çıkar hep kendinden geçmiş bir vaziyettedir: yakalamış, şifa gülsu- ve âşık divaneye döner. ÂşıkÇemen bezminde göz yumup sararmış yundan içmiştir lar sevgili elinden bir kadeh geçmiş ol nergis şarap içmişlerdir, bunun için altın kadehlerdeki şaraplar âşıklar için dedikoduŞarâb-ı şeb-nemün gâlib humârından zebûn dan ibarettir; altın kadehteki şarabın verdiği sarhoşolmuş. luk aşıkların sarhoşluğunun yanında bahis mevzuu Behiştî olamaz: (Nergis kırlarda gözlerini yummuş, kendinden geçmiş ve sarhoşçasına durur. Bakmaz safâ-yı sâgar-ı zerrîne mest-i aşk Kimyâ-yı ayn o nergis-i mahmûrdur bana. Çünkü nergis, gece düşen çiğlerin verdiği sarhoşlukla sersemlemiştir.) Şeyh Gâlib (Aşk ile mest olan kişi, altın kadehteki şarabın verdiği sarhoşluğa bakmaz bile. Sevgilinin bakışı hep göz ucuyladır, tıpkı nergis-i şehlâ gibi. Aşığın istediği de bundan başkası değildir zaten. Âşık, sevgilinin uzun uzun bakmalarına dayanamaz, çünkü güneşe çok uzun süre bakan kişinin gözleri kamaşır ve bu süreyi uzatırsa kör olma tehlikesi vardır. Aşığa bir göz ucuyla bakış yetecektir: Benim sarhoşluğum, nergis gibi mahmur bakıştandır...) & Divan şiirinde en fonksiyonlu çiçek hiç şüphesiz güldür. Hem çeşidinin bol olmasından dolayı, hem de İslamî gelenekte güle alabildiğine kıymet verilmesinden dolayı şairler gül çiçeğini bol bol kul- Bir mi görürüz nergis-i şehlâ ile çeşmün 17 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz lanmışlardır. İçerisinde onlarca kez gülün geçmediği bir tane divana rastlamak mümkün değildir. Öyle Tasavvufî gelenekte ise ikinci efsane daha çok ilgi görmektedir. Bu efsaneye göre gül, Hz. Peygamber’in terinden neşet etmiştir. Bunun için Yûnus, sarı çiçeğe “Gül sizin neniz olur?” diye sorduğunda sarı çiçek, “Çiçek eydür iy derviş gül Muhammed teridür” demiştir. Hatta tekke şiirinde gül denince akla Hz. Peygamber gelir. Gül, sevgilidir; sevgilinin ta kendisidir. Âşıklar ne ararlarsa, onu gülde bulurlar. Dert de güldedir, derman da; hasret de güldedir, vuslat da; çokluk da güldedir, birlik de; uzlet de güldedir, ülfet de: Bulunur her derde istersen gülistânda devâ Hokkasında goncenün san kim şifâ cüllâbı var. Fuzûlî (Eğer istersen gül bahçesinde her derde deva ki şairler, aslında gül bahçesi demek olan “gülzâr” vardır. ve “gülistân” kelimelerini şiirlerinde çiçek bahçesi anlamında kullanmışlardır. Onlar Gül, sevgilidir; sevgilinin ta Goncanın hokkaiçin çiçekten murat, güldür. Aş- kendisidir. Âşıklar ne ararlarsa, onu sında sanki şifa gülsuyu kın her halini, gülden yola çıkarak gülde bulurlar. Dert de güldedir, dervar.) oluşturdukları terminoloji ile ifade man da; hasret de güldedir, vuslat etmişlerdir. Âşık, bir kere da; çokluk da güldedir, birlik de; uz- sevgilinin yörüngesine let de güldedir, ülfet de… Gülün hikâyesi hakkında girdikten sonra bir daha hemen hemen her medeniyette o çember dışına çıkmak bir efsane vardır. Klasik Türk şiiistemez. Âşık, o dairede rinin beslendiği kaynak olan İslam medeniyetinde kendisini bulmuş, derdin içinde dermanı yakaise iki efsane dikkatleri çeker. İlki gül ile bülbülün lamış, şifa gülsuyundan içmiştir. Bunun için âşık hikâyesidir: Aslında gül, ezelden beri kırmızı olan sevgilinin eteğinde sürünmeye razıdır: bir çiçek değildir, fakat her zaman güzelliği temsil eder. Gülün bu güzelliğine kendini kaptıran bülbül Ol gül-endâm bir al şâle bürünsün yürüsün gülün etrafında pervane olmuştur, fakat gül ona asla Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün. yüz vermemektedir. Bülbül, tahammül mülkünün yıkıldığı bir gün gider ve gülün gövdesine konar. Enderunlu Vâsıf Dikenler gövdesine batınca bülbül kan revan içinde (O gül gibi endamı olan sevgili, gül renginde kalır ve kanıyla gülün dibini sular. İşte, o günden bir şala bürünsün ve yürüsün.Şalın uçları arkasınberi gül kırmızı rengi almıştır ve en çok da kırmızı dan sürünsün, tıpkı gül renginde kanlar akıtan göngül sevilmiştir. 18 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi lüm gibi.) gül koydular. Hâlbuki ne kafes üzerinde gül vardır, ne de bülbülün ötüşü hoştur. Aşığın sinesinde gül gibi yaralar açılmıştır, gönül ise bülbül gibi inlemektedir.) Aşk başlı başına bir derttir. Fakat öyle bir derttir ki, diğer bütün dertler onun etrafında toplanmıştır. Merkezdeki dert aşktır. Aşığa en büyük ıstırabı veren dert, aşk derdi olduğu için, âşık diğer dertleri artık görmez olur: Aşk, ateştir. Aşığın zamanı ateş olmuştur, mekânı ateşler içindedir. Bu sırdan sonra söylenecek söz kalmaz; çekilecek âh kalır: Gülşen-i hüsnünde câm-ı ışkun ile mest olup Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûybâr âteş Bir dem içre iki dünyayı ferâmuş eylesem. Hecrî Semender-tıynetân-ı aşka bestir lâle-zâr âteş. (Güzelliğinin gül bahçesinde, aşkın şarabı ile sarhoş olsam da, Şeyh Gâlib Bir anda iki dünya derdini de unutsam…) (Gül, ateştir; gül fidanı, ateş; gül bahçesi, ateş; nehirler dahi ateş. Bülbül yani âşık, gülün yani sevgilinin diyarında kanlar akıtır. Uzaktan gören kişi gülün yaprakları yere dökülmüş sanır, fakat o kızıllık aşığın kanından ileri gelir: Ağzından alevler saçan semender gibi âşıkların da aradığı ateşten bir lale bahçesidir.) Ne mümkin bunca âteşle şehîd-i aşkı gasl etmek Gülistânda berg-i gül sanman dağılmış bâddan Cesed âteş kefen âteş hem âb-ı hoş güvâr âteş. Küşte-i hâr-ı gam olan andelîbün kanıdır. Es’ad Erbilî Âhî (Bu kadar ateş içerisinde ölen aşk şehidini yıkamak mümkün müdür? (Gül bahçesinde yerde gördüğünüz kızıllığı, Rüzgârdan uçup dağılan gül yaprakları zannetmeyiniz. Cesedi ateştir onun, kefeni ateştir. Onu yıkayacak olan su dahi ateştir artık…) Gam ateşinden ölen bülbülün kanıdır o!) Zaten dışarıdan görünen hep zandır. Aşığın hali göründüğünden hep farklıdır: Dâğlar sînede dil nâlede gûyâ kodılar Kafes-i bülbül-i şûrîde-makâl üstine gül. Tıflî (Âşıkane ve güzel sözler sarf eden, insanları kendine hayran bırakırcasına öten bülbülün kafesine 19 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Dök Şu Şarabı Kuraklaşan Ozan SALMIŞ Kuraklaştırılan bir kültür coğrafyasında Tanrı’nın doğmamış çocuklarına… Sahi kaç dili vardı ki Buğusunda bir akşamüstünün, Kendisine bu kadar sağır bir halkın Tenhalaşan şiirler olduk Ürpertilerinden başka Yabaniliği eşen, Her konuşmasında kepenkleri kapatılan Proaktif yalnızlıkların sancısında Kaç rengi vardı ki Doğuma saatler kala. Soyu boyu soy sop bırakmadan Alçaltan insanların. Gökyüzünü tekmeleyen bulutların Anlatmak istediği Kafese tıktığımız kaç beyin varsa Bizim çerçevelenmiş gölgelerimiz Şimdilerde Olmadığı kesindi. Tek kelimelere sığdırdık anlamlarca anlamı Dök şu şarabı hadi ‘kaç’ ‘git’ ‘kal’ ve ‘öl’ Ruhumdan aşağı. Dök şu şarabı hadi Beni kalem tuttuğum Ruhumdan aşağı. O ilk güne gönder. Gönder ki bileyim Tanrının her tohumunu Yazılacak ilk şeyin Tanrı adına ve Tanrıya rağmen Aslında sadece ezberle kurgulanan Toprağa gömen neslin Modernist bir kavga olmadığını Tanrısızlığı kadar perçinleşmiş sayfaları Köleliğin buhranında. Kopar at tırnaklarından artık. Daha önümüzde uzun bir kışa Dök şu şarabı Sığdıracak kadar kar toplarımız Ruhumdan aşağı. Yok mu zaten. Kimselerin ‘kim’lerine dokunmadan... Helalleşmeden oldurduğumuz Ha bir öldürdüğümüz, 20 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi Ebabil Kanadı Baktığımdan yüzüne bak bu denli yakından Gördüğüm hiçbir yar alamadı beni Yasin YILMAZ Alaca kuşların kanatlarına batık yelkenlilerin Rüzgârını bağlayıp almaya geldim seni Siyah lekelerin örttüğü camların ardından ıslak gözlü Çocuklar gibi bakarak Avuçlarımdaki çizgilerde yıllardır koşan kır atların Sesleri arasında. Bir kış masalı gibi huzur yayan sesine İçinde fırtınalar saklayan nefesine Yıllar yılı mesafeden kızgın çölleri aşıp İs değmemiş gözüme alevler bulaşıp geldim. Zincirinden boşalan köpekler kadar korkak Heyecana gark olmuş kelimeler satarak Muammalı hecelere destanları katarak Dilime söylenmemiş yalanlarım batarak Almaya geldim seni dinleyeceksen beni Eskiyen kitapların sayfaları içinde Kaybettiğim bir kadını aramaya koyulup Çok ömürler evvelinin bugünü rayiçinde Lehvi mahfuz üstüne iki baş harf oyulup Yılların yorgunluğu sırtımdaki veballe Evvelki başbağımın ağarttığı yerlerden. Delicesine peşinden koşmaktan olsa gerek Taş yolların üstünde terler biriktirerek Saniyeler içinde anlatıp sana beni Bil sen beni diyerek, almaya geldim seni. Kalbim gözlerinin unutulmuş müstemlekesi Ordularım muzaffer olamıyor gül yüzüne Sensizlikte güneş bile gökyüzünün lekesi Ve binlerce dolunayım feda bir gündüzüne. Sesin çok uzaktan geliyor, bulutları perdeliyor Yüzünün değmediği geceyi ebabiller deliyor Birer yıldız olsa sözlerin düşüncemin ufkunda Her birini yaksam avucuma sensizlik dolduğunda Duman karanlığında ayak sesinden yoksun Ömür yolunu terk etmezsem bir şair gibi çıplak Bakir topraklara güzü serpiştiririm usulca Yokluğuna başkaldırıp dönüp dağlara baksam Gemileri seyretsem rüzgârlarımı yaksam Sanma ağlamayacağım çünkü benimde kalbim var Senelerdir beklediğim gözlerin üzre çarpar Ve elbette her güzel şey ermeli nihayete Saçlarının ucundaki boncuklar kadar sessiz. Dudaklarını bitiren kıvrımlar gibi eşsiz. Elveda sevdiğim güzel günler elveda Sana doğru attığım bir adımdır her veda. Ellerime martılar dolanırken önünde Yüzümde açan gülü senden saklayamazdım Sen bilmezsin belki ama ben her günün dününde Yalnız sana okunacak nice şiirler yazdım Gözlerinde melekler kirpiklerine nazır Yeşillikler örerken gözlerimin şavkına Ben mısralar dizmiştim görünsün diye hazır Yıllar sonra yüzüme yansıyacak aşkına. Yalnızlığın tanrıyı kıskandırmasın diye Sana kırık kalbimi ediyorum hediye Baksan bir kez yüzüme kelimler filizlenir dilimde O kelimelerden seçip birini bana hep sevgilim de. Sözlerin sıyrılıp bir kılıç gibi kından Teşekkür ederim yaralamadı beni 21 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz Jülide Trafiksiz yaşadığına göre Cemre BEDİR İstek şarkı bekleyen bu, Nice yaşattı ki bize Neslin yalın sokaklarda Üstüne üstelik bekliyor üstelik Üç kök salmış ağaç ve fetret Hastalandığında birçok yaşa; Göz kırpan adımlar kaldırımlara Hayat Yalnızlık, paçalardan sarkık, ezilmekten korkan Aynı bekleyişte yazıyoruz yaşadığımız kadar Masa başlarında unutulmuş Gelen kafiye değil, beline konacak olan elim Nice dergiler, geçerken görülmekteler Ve be Ömür kanayan tekerlek, ikincil Aşkın kıyısına vurdu derken şiirim Yokuş aşağı gezdirilen Uyanmasaydım bir sonraki sefer Henüz atılmış sigaranın sıcaklığında, yerde Kafiye değil belinde olan elim Renkler kadar tablosunda Seni seviyorum aramızda camlar, sır Bir daha göz göze gelemezse biz ve harfler ve Sene mi bu şimdi iki bin artı on üç kere Doruklarda yaşanan tekil yabancılık, Çarpım tablosu emeklilere Gülümsemen kalır Yağmur yağsa sokağa çıkacaklar Genç kere genç Bu yük müdür acaba Akan kendi mezarında boya Elle gösterilen mahşer kadar Parmaklar solgun, manidar Merak Bir alo, bir yardım, bir kampanya var Beni anacaksın bir akşam Gelmedi mi yoksa size davetiye? Gözlerinde gülümseyen bir çocuk Seçim var yalnızlığa Yaşayan sevgisini oynayarak Yakında bulunur çare Biliyorum en az benim kadar Makyajını tazelerken yalnızlığının Nöbeti devraldı Ay Düşüneceksin, ki o düşünceli Gece sorumlu sonra neden Beni, Laleli’de akşamüstleri, İntihar eden dizelerimden Günlerden bu gece, yanağında gülümseme Anıları ağırken hala yerinde Uzanarak Bir it İt değil köpek Köpek değil şövalye 22 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi Üsküdar’ın Ezanları Şiir Değil Muhammed Bâkır KÖSE Hatice Büşra BENLİ Üsküdar’ın en mümtaz müezzini Ahmet Uzunoğlu’na.... Üzümü yiyeceksek, bağını sorsaydık, Bir nefeste bin cân verir Üsküdar’ın ezânları Tam da soru cümlesi içinde uyursak, noktayı koysaydık. Türlü derde dermân verir Üsküdar’ın ezânları. Beraber gideceksek el ele tutsaydık. Nice melek devrân eder minâreler etrafında Deli gibi koşmalıyız belki de çünkü bilirsin akıllı insanlar koşmaz, yorulur. Rûha şifâ devrân verir Üsküdar’ın ezânları. 90’lara koşsaydık, ‘’sokakta taso oynadığımız yıllara’’ Gökler açılıp şerâreler yükselir her bir rûhtan Hapsederdik birbirimizi, Gönle devâ seyrân verir Üsküdar’ın ezânları. Belki bu sayede saçımı çekmen duygusal bir anlam kazanırdı. Âvâzesi süzülür âheste fâni bedenlere Kim bilir belki bisiklet yarışında benim kazanmam için yavaş… Bâkî câna ihsân verir Üsküdar’ın ezânları. Barış Manço dinlerdik mütemadiyen. Âlem-i lâhuta uzanır bu lâhutî sedâlar Ben gülünce güller açar mıydı bilmiyorum ama Dünya içre cânân verir Üsküdar’ın ezânları. Sen sarı saçlarımı bağlardın deli gönlüne, Hoş benim saçlarım da sarı değil. Bu şiir değil, zaten ben de şair değilim. 23 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz GÜN YANIĞI ... Deniz Melek Ben yanmasam sen yanmasan Bir avuç kıvılcıma bile yaklaşamazken dün biz yanmasak, Dünya alev ateş bile bile bu - gün yanmışlığı... Gün yanığı bir renk bulmuştum, nice renklerin harman olduğu dağ başı yalnızlığında. Dünyayı birkaç yıl öncesinin Ocak›ında unutmuştum, gün yanığı bir renk bulmuştum. Dünya alev ateş; birlikte göğün alnına nemli sirkeli birkaç bulut koymuştuk, sıkıca örtündüğü geceyi çekip almıştık üzerinden, dağların çenesi birbirine vurmuştu. Nice seslerin harman olduğu zihin kalabalığında gün yanığı bir renk bulmuştum; pembeleşinceye kadar yanakların, kısıkta bir melodiyi -bir daha hiç söylemeyeceğin- çevirirken dilinde, o tarçın kokulu portenin patikalarından tırmanırken dağ başı yalnızlığına. Gün yanığı bir rengin olmadığı yerden duman çıkmaz; soğuktu dağ başı yalnızlığın ve ısıtmak için ettiğim her kelama harcadığım nefesler topyekûn savaşıyordu -dünya ateş altındaydı- dağ başını duman alıyordu. Gözümde tüttürüyordum bir sigaranı ve ateşin olmadığı yerden, özlem de çıkmıyordu. Gün yanmış, yalnızlığın donmuş... Bir yanmış, bir donmuş... nasıl çıkar karan -lıklar aydın -lığa.. ... Bir avuç kıvılcıma bile yaklaşamazken dün-ya alev ateş ya buz kırığı Biliyoruz ikisi de eş: gün yanığı... Ve ben sana öylesine alışmıştım ki; sen yanıyordun, ben tutuştum/yetiştim, biz yanmışlığı... Yalnızlığın karanlıktı, gökyüzü örtüsüz. Örtü olup üstümüze atıldı gün yanmışlığı suçu ve tek umudumuz bulduğum o gün yanığı renk oldu, karanlıkta. ‹›Alışmak›› sözlükteki tüm anlamlarıyla kabulümdü, ‹›Günü kurtarmak››sa tek anlamıyla; göğün üstündeki karanlığı cebimizde yakaladılar ya işte bu bile bile gün kurtarmışlığı... Diğer anlamıylaysa; Yalnızlığın karanlıktı; gün yanığı bir renk bulmuştum, nice korkuların harman olduğu salon mutfak arası koşturulan çocukluk koridorlarında. Yalnızlığın geceydi; biz sıkıca örtündüğü geceyi çekip almıştık ya göğün üzerinden, bu bile bile sen yanmışlığı... Ve ben sana öylesine alışmıştım ki, -’’alışmak’’sa; sözlükteki tüm anlamlarıyla bir yanmışlıktır aslında ve karanlıktan korkacak yaşı geçmiş çocuk gibi ayrı oda ister, koridorun en sonundan- bu bile bile ben yanmışlığı... Ayrı bir oda açıyorum alışkını olduğumuz şu yanmağa: Günü kurtaramadım Gelecek var hep serde, ser elde Dünya alev ateş avcumda. Yanmışız! 24 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi AŞK KAÇ KİŞİLİKTİR-II tanımlamak zorunda da değiliz. Belki de aşk, sayıların da ötesinde ayrı bir kişiliktir... Ya da şair Ahmet Erhan arkadaşımızın vurguladığı gibi ‘kişiliksiz’dir. Cemal Süreya, “Daha neyin olayım, onursuzunum ya,” diyor bir şiirinde...Oysa biz, çoğu zaman “onursuz” olmaya hazır değilizdir; bu yüzden kaprisler, zaaflar çıkarıp, -eksik gedik benliğimizin kınından- aşka değil, adeta savaşa gideriz... Yılmaz ODABAŞI 1991 yılında yayınlanan bir şiirimde, “Aşk tek kişiliktir,” demiştim. Ataol Behramoğlu da 1997’de yayınlanan bir şiir kitabına ‘Aşk İki Kişiliktir’ adını vermişti. Sonra bazı süreli yayınlarda aşkın kaç kişilik olduğu tartışmaları başladı. Kimileri ebeveynleri de dahil ederek dört kişiliktir, kimileri ‘kişiliksizdir,’ dediler. Ama bu tartışma daha çok tek kişilik mi, yoksa iki kişilik mi olduğu konusunda odaklandı. Ataol Behramoğlu, “Ölümdür yaşanan tek başına /Aşk iki kişiliktir,” diyordu. Evet, ölüm tek başına yaşanır; ya doğum? O da tek başınadır... Doğum tek başına, ölüm tek başına, aşk neden çok başınadır ki? Herkes acısında, sevgisinde, özleminde, arzusunda, bireysel yenilgilerinde, hatta bireysel başarılarında da yalnız değil midir? Herkes kendi sevgisini sevmez mi?Birini, hatırı için, üzüldüğü için sevmek mümkün müdür?Kutsal kitapların tanımladığı gibi ‘iki ruhun ebediyen bütünleşmesi’ diye bir şey var mıdır? İnsanlar sevgilerini daha çok içselliklerinde yaşıyorlar artık. Hız ve karmaşa, şu modernite dostlukları, komşulukları olduğu gibi aşkları da yok etti giderek. Aşkı gündelik, saatlik cinsel arzulardan yalıtamadık, aşkı koşulsuz ve saygılı yaşayan bir toplum olmadık; bu ruhsal sakatlanmalar ülkesinde insanlar çoğu kez aşkın mevzilerini büyük yaralar alarak, kırılıp dökülerek terk ediyorlar ve küskün, örselenmiş tövbekârlar haline geliyorlar. Sevgisiz bir toplumun kişilikleri sürekli yara alan bireyleriyiz ve bu yüzden ilişkilerimiz de yaralı... Bu yüzden çoğu insan aradığını bulamıyor; tam da ‘buldum’ dedikten sonra fısıldıyor: Yanılmışım! Bütün bunlara rağmen aşkın ‘iki kişilik’ olduğundan, olabileceğinden söz etmek bile absürd. Bazen bir ilişkide sadece varlığımızdan sıyrılma mucizesini yaşadığımızın farkında bile olmadan onu aşk sanırız. Bazen sadece cinsel tutkunluğumuz bizi ona çeker ve bu yanılsamayı aşk sanırız. Bazen de sevilen özneyi değil de, ona atfettiklerimizi, bazen alışkanlıklarımızı aşk sanmak gibi pek çok yanılsama yaşarken bile, aşkın ‘tek kişilik’ olduğunu düşünmek hep ürkütür bizi. Çünkü yalnız olmadığımıza inanmaya her zaman ihtiyacımız vardır...Elimizin bir başka elin içinde olduğunu bilmeye ihtiyacımız vardır. Kendi içimize bir bakarken ürkeriz, orada bir uçurum var sanırız; çünkü çoğu zaman içimizin sokaklarında bize yetecek kadar tinsel sıcaklık biriktirmemiş olmamızdandır bu ve bu yüzden, kendimize gelmeden hep başkalarına koşarız, düşeriz, acırız.Çünkü ortada tam anlamıyla inşa edilmiş bir “kendimiz” yoktur çoğu zaman... & Behramoğlu, ‘Aşk İki Kişiliktir’ adlı kitabı hakkında kendisiyle 22 Mart 1999 tarihli Radikal gazetesinde yapılan söyleşide şunları söylüyor: “İnsanlar bir aradayken bile yalnızlar. İki insanın birbirine kendini tam anlamıyla vermesi neredeyse olanaksız hale gelmiş. İnsanın kendini dinlemesi bile mümkün değil. Bir an derin bir düşünceye dalmak isterseniz, yaşanılan hayatın hır gürü buna olanak vermez. Bu sistemin yarattığı bir sonuç ve bütün insan ilişkilerinde kendini gösterecektir...” Ben de diyorum ki, aşk da elbette insan ilişkileri kapsamında değerlendirilebileceğine göre, bu sonuç aşkta da kendini gösterecektir, göstermektedir. Bu yüzden, Behramoğlu’nun söyledikleriyle de aşk tek kişiliktir... Aşkın tek kişilik bir yalnızlık, tek kişilik bir cehennem olduğunu zaman içinde, deneyimlerimizle kavrayabiliriz. Kaldı ki her şeyi çoğul, üç, beş kişilik İki kişilik olabilmesi için sonsuza dek sürmesi 25 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz kişiler yapıcı enerjilerini birbirlerine aktarır. Bu enerji katlanarak büyür. İnsanlar kendilerini aşka kapamamalılar. Belki de şu ara sevgiye ve aşka her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Aşkla birlikte deprem korkusunu yenip geleceğe umutla bakmanın önünü açmış oluruz.’ gerekirdi belki. Oysa uzmanlar, aşkın kimyasının dört yılla sınırlı olduğunu öne sürüyorlar. Sosyobiyologlar, “Aşk, bir çifti çocuk yapıp büyütmeleri için gereken sürede bir arada tutar,” diyorlar... Aşkın vücutta salgıladığı dopamin ve norepinefrin hormonlarının kalıcı olamadığı uzmanlar tarafından saptanmış.Ama aşk sona erse de, çoğu zaman sevgi yaşar ve ilişki sürer bazen. Belki de gerçekten libidoyu yaşam enerjisine yönlendirip aşk’la ve aşka ait sorularla haşır neşir olma zamanıdır. ‘Depremle yaşamayı öğrenmek’ için, önce kendi içimizdeki depremlerle başa çıkmayı öğrenmemiz gerekir belki de. Aşk da onların biri olduğuna, korku ve endişeleri tolere edebilmenin yolu yaşama içgüdüsünden geçtiğine ve aşk, bu içgüdüyü pazarladığına göre... & Leyla hiç güzel değilmiş. Mecnun’a sormuşlar: “O kadar eziyet bunun için miydi?” Mecnun yanıtlamış: “Hayır, gönlümdeki Leyla içindi...”Gönlündeki Leyla’yı seven Mecnun’un aşkı iki kişilik miydi? Herkesin gönlünde bir Leyla’sı var... Puşkin’in dediği gibi, “Herkes kendi uydurduğu yalana ağlar...” Goethe, ne diye, “Seni seviyorsam bundan sana ne?” demiştir. Onun da kastettiği herkesin kendi sevgisini sevdiği değil midir? İşte bugünlerde iki şair, iki şiirle, aşk’ın en çok tartışılan sorularından birine yanıt arıyor: Aşk kaç kişiliktir? “Tek kişiliktir,” diyor Yılmaz Odabaşı: Aşkın kaç kişilik olduğu konusundaki tartışmaların sürdüğü günlerde Milliyet gazetesinde yayınlanan Filiz Aygündüz imzalı ve ‘Aşk Kaç Kişiliktir’ başlıklı bir yazıdan bir kesiti paylaşmak istiyorum: ‘Tek kişilik kalabalıktır aşk. Aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur. Kendinin yayasıdır aşkta kinci kişi, kendinin mayası; “Uzmanlar libidoyu yaşam enerjisine yönlendirip aşkla ilgili sorularla haşır neşir olmamızı öneriyor. İşte iki şair: Yılmaz Odabaşı ve Ataol Behramoğlu da, birbirlerinden habersiz kaleme aldıkları iki şiirde, tematik değişimlere direnen en değişmez tema olan aşkı ‘kaç kişiliktir?’ sorusunu irdeliyorlar. Herkes kendi sevgisini sever...’ Ataol Behramoğlu ise aşkın iki kişilik olduğunu yazıyor dizelerinde: ‘Ölümdür yaşanan tek başına, (…) ‘Aşktan kime ne?’ diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama uzmanlar böyle düşünmüyor! Psikolog Sevhan Akben’e göre, ‘Aslında şimdi aşkın tam zamanı!’ Depremin yaralarını manevi açıdan sarmak adına aşkın büyük güç olduğunu söyleyen Psikolog Sevim Akben’in görüşleri şöyle: Aşk iki kişiliktir.’ Yirminci yüzyılı, ‘insan olmak’tan ‘enkaz olmaya’ giden talihsiz bir yolculuğu izleyerek kapattık. ‘Görece’ kavramı, bireysel ve kurumsal kimliklerde ifade ettiği anlamları bütün karmaşasıyla yaşadı. Şimdi ise iki şairin, aşka bakışında sürdürüyor hükmünü... Ama bir şey çok net: Kaç kişilik olursa olsun, aşk insanın içindeki yaşamı ateşliyor. İş ki beyinde başlayan harı dışarı çıkarmaya cesaret edebilelim. İçsel depremleri göze alabilene bazen bir telefon uzaklığında olan, en yarınsız gözükenlerin yarınsızlığında bile yepyeni ve daha önceleri ‘Freudyen analitik teoride libidonun iki yönlü işlevi vardır: Biri ölümü ve öldürmeyi içeren yıkıcı içgüdü, diğeri yaşam enerjisi de diyebileceğimiz yapıcı içgüdü. Depremle birlikte ölüm içgüdümüz güçlendi. Aşk, yaşama içgüdümüzü çoğaltıp, panik ve endişelerimizin nispeten azalmasına neden olur. Aşık olunduğunda, 26 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi hiç benzemeyen ‘yarın’lar vadeden aşkı bekletmemeli!” deye de uyarlanan ‘Sevgili’si, Aytmatov’un ‘Cemile’si, Şeyh Galip’in ‘Hüsn-ü Aşk’ı, Mehmet Rauf ’un ‘Eylül’ü, Halit Ziya Uşaklıgil’in ‘Aşk-ı Memnu’su ilk olarak aklıma gelen aşk konulu bazı hikâye ve romanlar. Bu listeyi sayfalar boyu sürdürmek mümkün. Edebiyatta Aşk Edebiyat tarihi, bir anlamda aşkın da tarihidir; aşk romanlarının, şiirlerinin yazılı dökümünü çıkarmak, birkaç kitabın oylumuna ulaşacak boyutlardadır. Dünyada birçok büyük yazar ve şair, büyük aşklarıyla anılmış, yaşadıkları aşklar ilgi ve sempati odağı olabilmiştir. Kimilerinin de sevgililerine yazdıkları mektuplar, edebiyat tarihinin unutulmaz yapıtları arasında yer almıştır. Kafka’nın Milena’ya mektupları bu türün başyapıtlarından biridir. 14. yüzyılda yazılan “Mem u Zin” destanı, yazılı Kürt edebiyatının unutulmaz güzellikteki aşk destanlarından biridir. Şiirde aşk temasından söz edebilmek için, Divan şiiriyle başlamak gerekir. Divan edebiyatı, aşk şiirlerinin mükemmel örnekleriyle doludur. Cumhuriyet dönemi Türkçe şiirin en büyük ustası Nâzım Hikmet’in ‘Saman Sarısı’ adlı şiirini ve yine kimileri bu çalışmanın sayfaları arasında yer alan diğer aşk şiirlerini anmak ve Nâzım’ın aynı zamanda büyük bir aşk şairi olduğunu da eklemek gerekir. Balzac da tıpkı Kafka gibi yüzünü hiç görmediği, sesini duymadığı bir kadına binlerce mektup yazmıştır. Henry Miller, Hoki Tokuda adlı Japon kadınla aşkını ve yazışmalarını evlilikle sonuçlandırmıştır; fakat üç yıl kadar sonra ayrılmışlar ve ayrıldıktan sonra da Miller’in aşkı, mektupları sürmüştür. Zweig’in mektupları da, mektup aşklarının önemli örneklerinden biridir. “Yazıklar olsun o gönle ki içinde bir ateş yoktur,” demiştir Ömer Hayyam. İçinde ateş taşıyan şairlerden biri de Ahmed Arif ’tir; o da aşkları, inançları için yaşayıp ölenlerin destanını yazmıştır. Nietchsze’nin, kendisini reddeden Lou Salome’ye aşkının, uzun yıllar nefret ve hayranlıkla katışık duygularla sürdüğü bilinir. Tolstoy, tam kırk sekiz yıl birlikte yaşadığı Sonya’yı, ansızın terk eder ve aynı gece bir istasyon şefinin odasında son nefesini verir. Pavese, sevdiği genç kadın tarafından reddedildikten sonra, bir otel odasında fazla miktarda hap alarak yaşamına son verir... & Büyük inançlar da büyük aşklardır elbette. Edebiyat tarihi, gönüllerinde inançları için, aşkları için büyük ateşler barındıran şairlerle anılır. Zaten gönlünde ateş olmayan adamdan da şair olmaz, olduğu da görülmemiştir... Cemal Süreya, “Yoksuluz, gecelerimiz kısa/ Dört nala sevişmek lazım,” dedikten sonra gecelerin, ömrün kısalığını ‘erken’ ölümüyle göstermiştir. Yine Aragon’un Elsa, Mayakovski’nin Lili Brik, Eluard’ın Gala, Sartre’nin Simone de Beauvoir, D. H. Lawrance’ın Frieda, Duras’ın Yaan Andrea, Nâzım’ın Piraye ile aşkları, edebiyat tarihinde anılan ünlü aşklar arasında yerlerini almışlardır. Rosenbergler gibi siyasal kişiliklerin aşkları da ayrı bir sıralamanın konusudur. Ahmet Muhip Dranas’ın ‘Serenad’, Necatigil’in ‘Solgun Bir Gül Dokununca’, Külebi’nin ‘Hikâye’, Attila İlhan’ın ‘Ben Sana Mecburum’, Edip Cansever’in, ‘Gül Kokuyorsun’ adlı şiirleri unutulur aşk şiirleri değildirler. Bu listeyi de hayli uzatmak mümkün... & Bu satırları, edebiyat tarihinden unutulmaz aşk mektuplarından kesitlerle sürdürmek isterdim; Erzurumlu Hakkı Efendi’den Nazım Hikmet’e, Cemal Süreya’dan Yılmaz Güney’e birçok mektup örneği hazırlamıştım. Aşkın nörobiyolojisine dek pek çok tema Shakespeare’ın Romeo ve Jüliet karakterleri, aşk konulu anıt yapıtların başında gelir. Marquez, ‘Kolera Günlerinde Aşk’ adlı yapıtında, mutsuz bir aşkı çok sarsıcı bir üslupla anlatır. M. Duras’ın beyazper- 27 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz saptadım; fakat bunlar bir deneme yazısının boyutlarını aşıyordu... Bu yazımı, ‘Tasavvufta Aşk’, ‘Modernizm ve Aşk’ ve ‘Aşk Acısı’ gibi temalarla sürdürecektim; fakat bu izlekler, başlı başına bir kitabın konusu olduğu için, ‘aşk’ konulu değinilerimi bu yazımda sona erdiriyorum. Bu yazımda sık sık önemli düşünürlerin, şairlerin cümlelerinden, dizelerinden alıntılar yaptım. Aşk konusunda öyle büyük, öyle anlamlı sözler edilmişti ki, yok saymak büyük bir haksızlık olabilirdi. Onlar iyi ki yazmışlar, iyi ki o büyük aşkları yaşamışlar ve geride yazdıklarıyla, yaşadıklarıyla sonraki kuşaklara muhteşem imgeler, yapıtlar, örnekler bırakmışlar. Yararlanmayı bildiğimiz oranda yapıtları ve yaşadıklarıyla onlar hep bizimle birlikteler. “İnsan sevilmek istiyorsa, önce sevilmeye değer olmalıdır,” diyor Goethe. Siz, duygularınızda, düşüncelerinizde samimiyseniz, insansanız, bireyseniz, dosdoğruysanız, sınırlarınızı ve insanın sınırlarını biliyorsanız, bir başkasına inanmadan önce kendinize inanıyorsanız, aşk gelir sizi bulur ve git diyemezsiniz. Unutulmamalıdır ki: Aşkın kavgasını veremeyenler, hiçbir şeyin kavgasını veremezler; aşkın özgürlüğünü yaşamayan ve yaşatmayanlar ise, hiçbir özgürlüğü hak edemezler. Ve her şeye rağmen: Aşk, dinmemiştir/Yine de dalgındır elleri aşkın/Ve sıcaktır, bir yurt kadar… 28 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi EDEBİYATTAN NE HABER? ÂMÂK-I HAYÂL İLK KEZ SAHNEDE BEŞİNCİ EDEBİYAT FESTİVALİ Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi ve İBB Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı tarafından bu yıl beşincisi düzenlenen edebiyat mevsimi edebiyatseverlere hazan mevsiminde baharı yaşattı. 18 Kasım pazartesi günü başlayan ve adına yakışır bir biçimde ‘’ustalara saygı’’ temasının işlendiği bu seneki programda sırasıyla Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil konuşuldu. Beş gün süren programa özellikle gençler yoğun Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin yazdığı,Türk Edebiyatının kült eserlerinden biri olan Âmâk-ı Hayâl, Tiyatro Nefes tarafından sahneye taşındı. Oyun, Sefaköy Kültür Merkezi ve Cennet Kültür Merkezi’nde 6 ve 8 Aralık tarihlerinde sahnelendi. Hüseyin Sorgun’un tiyatrolaştırdığı oyunun yönetmenliğini Öncü Alper, süpervizörlüğünü Mevlana İdris, oldukça takdir toplayan dekor ve kostüm seçimini ise Gökhan Özdoğan yapıyor. Hikâye, Raci isimli bir gencin etrafında dönüyor. Rahat ve kaygısız bir genç olan Raci, bir gün mezarlıkta Aynalı Baba isimli bir bilge ile karşılaşır. Aynalı Baba, yırtık kıyafetli, saçı sakalı birbirine karışmış pejmürde bir görünümdedir. Fakat O’nda, Raci’yi kendisine çeken bir sır vardır. Raci, daha önce hiç farkında olmadığı içindeki derde, Aynalı Baba’da derman bulacaktır. Aynalı Baba sayesinde, bilmediği alemlerde dolaşacak; içerisinde Buda’dan Zümrüd-ü Anka’ya, Zerdüşt’ten Sokrates’e, İbrahim’den Hz. Peygamber’e kadar her alemin temsili isimlerinin bulunduğu bir yolculuğa çıkacaktır. Bu yolculukta amansız mücalelere girişecek, hiç bilmediği yollarda kaybolacak fakat hikayenin sonunda aradığı sorunun cevabını bulup olgun bir kişi olarak macerasını tamamlayacaktır. ilgi gösterdi. Tarihi Sultanahmet Kızlar ağası Medresesinde gerçekleştirilen programda mekân kapasite olarak yetersiz kalsa da her biri birbirinden değerli konuşmacıları dinlemek uğruna katılımcılar ayakta beklemeyi göze aldı. Yüze yakın akademisyen, şair ve yazarın konuşmacı olarak katıldığı programda şiir dinletileri, belgesel gösterimleri gerçekleştirildi, ustaların dostlarından onlarla ilgili anılar dinlendi. Hikâye görüldüğü üzere, Mantıku’t Tayr gibi, Muhayyelat gibi mistik ve tasavvufî ögeler üzerine örülmüş vaziyette. Bu haliyle oyunun, izleyenleri tatmin ettiğini ve büyük bir başarı yakalandığını söyleyebiliriz. TYB İstanbul Şubesi başkanı Mahmut Bıyıklı bu kadar yoğun bir katılım olmasının kendilerini şaşırttığını ve aynı oranda mutlu ettiğini söylerken seneye altıncısı düzenlenecek olan programın daha büyük bir salonda gerçekleştirileceği müjdesini verdi. Gidemeyip kaçırdığını düşünenler için güzel bir haber: Oyun ocak ayında da çeşitli kültür merkezlerinde sergilenecek. Kültür-sanat bültenlerini takip etmeyi unutmayınız... Program sonrasında edebiyat mevsimi büyük ödülleri beş büyük usta üzerinde çalışmaları bulunan ve onların yeni kuşaklarca tanınmalarını kendilerine şiar edinmiş isimlere verildi. Buna göre Necip Fazıl Kısakürek ödülü Mustafa Miyasoğlu ve Üstün İnanç’a, Nurettin Topçu ödülü Prof. Dr. İsmail Kara’ya, Cemil Meriç ödülü Halil Açıkgöz’e, Sezai Karakoç ödülü Ali Haydar Haksal’a, Nuri Pakdil ödülü Hüseyin Su’ya verildi. 29 Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz The Purge (Arınma Gecesi) lebilen sevimli bir surat giderdi. Ki kabul edelim Wakefield rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Afişteki çarpıcı cümleye dönelim; 2017 yılında Amerikan hükümeti artan şiddetle başa çıkamadığı için yeni bir kanun çıkarır. Bu kanuna göre yılın sadece bir gecesi, akşam 7’den sabah 7’ye kadar cinayet dâhil her suçu işlemek serbesttir! O gece boyunca işlenen suçların hesabı kimseden sorulmayacağı gibi gece boyunca ne polis ne de hastaneler saldırıya uğrayan insanların yardımına koşmayacaktır. İnsanların kendilerini tamamen serbest bıraktıkları bu geceden sonra içlerindeki kötülükten kurtulduklarına ve yılın geri kalanında huzur içinde yaşadıklarına inanılmakta ve dolayısıyla bu geceye de “arınma gecesi” adı verilmektedir. Ayşe Merve ER Bu yılın en ilgi çekici konuya sahip gerilim filmlerinden biri diye nitelendirebileceğimiz bir film elimizdeki. “Her yıl bir gece için tüm suçlar yasal...” cümlesi karşılıyor bizi filmin afişinde. Başa dönüp tekrar okuma isteği uyandıran bir cümle öyle değil mi? Aslen senarist olan James DeMonaco’nun ikinci uzun metraj çalışması; Arınma Gecesi. İlk filmi ise Little New York olarak da bilinen New York’un en küçük ilçesi olan “Staten Island”. Yapımcı olaraksa Paranormal Aktivite ve Lanet’ten tanıdığımız Jason Blum karşımızda. Sandin ailesinin 2023 yılındaki Arınma Gecesinde başına gelen olaylar kısaca evlerinde güvenlik sistemi olmayan dört kişinin, tehlikelerle dolu dış dünyaya karşı ne kadar süre mücadele verebileceklerinin anlatılmasıdır. Başrollerimizden James Sandin’i, ‘’Before Sunrise, Before Sunset, Before Midnight’’ üçlemesinden tanıdığımız Ethan Hawke canlandırıyor. Hatırlatalım DeMonaco, Staten Island’da da Ethan Hawke ile çalışmıştı. James ev güvenlik sistemleri satan bir iş adamı. Eşi Mary Sandin rolünde ise Game of Thrones’dan tanıdığımız kraliçe Cercei Lannister’ı da canlandıran Lena Headey oynamakta. Diğer aile üyelerine gelirsek; başarılı bir lise öğrencisi olan evin kızı Zoey ve biraz kafası karışık küçük kardeş Charlie. Ancak ne yazık ki yönetmenin deneyimsizliği böyle bir senaryoyu tipik bir ev istilası filmine dönüştürüyor. Konu, maskeli bir grup psikopatın masum bir aileyi istismar etmesi gibi sıradan bir olay ekseninden çıkamıyor. Yine de film boyunca asla sıkılmıyorsunuz çünkü DeMonaco Arınma Gecesi fikrinin toplumda yerleşmiş olduğunu öyle sinir bozucu ayrıntılarla yansıtıyor ki insan ister istemez kendini hikâyenin içinde hayal ediyor ve aslında sizi geren de bu düşüncenin zihninizde oluşturduğu çağrışımlar. Kendinize şunu sormadan edemiyorsunuz: “Ben olsam ne yapardım?” Oyunculuğuyla, bana kalırsa, en çok göz dolduran kişi, evsizleri öldürüp arınan(!) çetenin başı psikopat Rhys Wakefield. O role ancak o kadar soğukkanlı ve canice gü- İşte o küçük ayrıntılardan bazıları: - Haberlerde arınma videoları verilirken 30 Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi spikerin sözleri: “Bu, Amerikalıların suça dönüşen öfkesi için yasal bir çıkış…” şebilirdi. Teknolojiyi de içinde barındıran, toplumsal eleştiri ve bireysel yorumlama ile ele alınacak senaryo, harikulade bir filme malzeme olabilirdi. Ancak harika bir fikirden, vasatı biraz aşan bir ev istilası filmi çıkabilmiş. -Yine arınma videolarının arka planındaki ses: “Arınma aleyhtarları sıklıkla bu gecenin fakir, hasta ve muhtaç insanların ortadan kaldırılmasına yönelik bir hareket olduğunu düşünüyorlar. Bu tabakayı yok etmek ekonominin de yükünü azaltıyor.” Denilene göre DeMonaco yöneltilen eleştirileri de dikkate alarak devam filminin hazırlıklarına başlamış. Umarız ilki gibi düşük bütçeli ve yüzeysel bir gerilim filminden ziyade bir başyapıt çıkarır karşımıza. -James Sandin’in oğlu Charlie’ye arınma gecesini açıklarken söylediği sözler ise: “Bu gece bizim ülkemizi kurtardı.” -‘’Bu sabah silah ve güvenlik sistemlerinin üç aylık satış raporları açıklandı ve her iki sektörün de kâra geçtiği görülüyor.’’ Yılın sadece bir gecesi, akşam 7’den sabah 7’ye kadar cinayet dâhil her suçu işlemek serbest! O gece boyunca işlenen suçların hesabı kimseden sorulmayacağı gibi gece boyunca ne polis ne de hastaneler saldırıya uğrayan insanların yardımına koşmayacak.) Son bir soru… Ne dersiniz siz olsaydınız hangisini yapardınız; evinizde sabahın olmasını beklemek mi, yoksa şiddetin kol gezdiği sokağa çıkıp arınmak mı? Ya da şöyle mi demeliydim: “Siz olsaydınız hangi suçu işlerdiniz?” “Güvenli Geceler İÜHF.” -‘’Yüzlerce insan, bu ülkeyi daha güvenli bir yer yapmak için kendilerini feda edenlere şükranlarını sunmak için Times Meydanında toplandı.’’ -‘’Dün gece iki oğlumu da kaybettim. Oğullarımı. Eskiden gururlu bir Amerikalıydım. Ama artık değil. Çünkü bu ülke benden her şeyimi aldı’’. Filmin genelinde yönetmenin diyaloglar arasında vermeyi tercih ettiği bu ve bunun gibi çok fazla sistem eleştirisi söylem var. Bu replikler aslında filmdeki 2023 tarihinde DeMonaco’nun yarattığı toplumu anlatır gibi gözükse de günümüz Amerikan toplumunu anlatıyor. Hatta onu örnek alan tüm tüketici, kapitalist, liberal ekonomiye bağlı toplumları da anlatıyor diyebiliriz. Sonuç olarak; filmde, kapatılmaya uğraşıldığı belli olsa da doldurulamayan çok fazla boşluk var. Kafamızdaki soru işaretlerinin kimisi bilinçli olarak bırakılmış, kimisi de ayrılan düşük bütçe nedeniyle doldurulamayan sorular üzerine oluşuyor. DeMonaco bu orijinal fikri iyi işlediği takdirde harika bir sistem eleştirisi ve bir başyapıt ortaya çıkarabilirdi. Film, güçlü bir senaryo ve başarılı oyuncularla muhteşem bir esere dönü- 31 Küllük Dergisi KÜLLÜK KİTAPLIĞI Beşir Ayvazoğlu - Ateş Denizi Alper Canıgüz - Cehennem Çiçeği Bu ateş denizinin iki yakası var... Alper Canıgüz’ün eşsiz kahramanı Alper Kamu’yla birlikte her türlü şiddetin hüküm sürdüğü bir atmosferde, kırık hayatların, küllenmiş aşkların ve daha nice esrarın peşinde kara mizahla yüklü yeni bir yolculuğa çıkıyoruz. Bazen bir nehir gibi akıyor ve önüne geleni sürüklüyor. Bazen kara bir rüzgâr onun başını döndürüyor. Ateş, içindeki balıklan da yakıyor. Akılla ruh cenk ediyor orada. Doğu ile Batı ateş iğneleriyle birbirine geçiyor. Aşk, bazen yokluk elbisesi giyiyor. Bazen bir yağmura dönüyor. Edebiyat, tarih, müzik alev almış at gibi koşuyor. Ses bir ruh bulutu gibi sürükleniyor meçhulde. Kültür tarihinin son bestesi. Kahramanımız, bu kez bir çocuğun ölümü ve eski bir aşk hikayesinin ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmak için uğraşırken, “İnsanlığa dair kavrayışımızı biraz daha ileri götürmeyecekse bir cinayeti çözmenin ne anlamı var ki?” diyen bir dedektife yakışacak şekilde, adalet kavramımızı sorguluyor. Hasan Ali Toptaş - Heba Alper Kamu Cehennem Çiçeği; ilk üç romanıyla edebiyatımızda kendine özgü ayrıcalıklı bir yer edinen Alper Canıgüz’den kahkaha ve gözyaşının iç içe geçtiği büyülü bir serüven. Her kötülük, bir iyiliğin içine akıyor işte... Heba, göz gözü görmez insafsızlığın, doğruya benzemeye muvaffak olan yalanın, utanmazlığın, lincin, kıstırılmışlığın romanı. Peyami Safa - Matmazel Noraliya’nın Koltuğu Peyami’nin mistik yöneliş ve görüşlerini en ikna edici şekilde işlediği eseridir. Karşılaştığı bir takım olağanüstü olayları benimsediği materyalist ve pozitivist felsefenin ilkeleriyle açıklayamayan, şüphe, tereddüt ve bunalımlar içinde kıvranan bir gencin materyalizmle mistisizm arasında gidip gelen beyin sancılarının hikâyesidir. Edebiyatın kirişlerini çatlatan büyük bir yazardan yalnızlığın, pişmanlığın, askerliğin, heder olmuş bir ömrün romanı. İpek kadar yumuşak ve ipek kadar sağlam. Sadık okurları için yeni keşifler sunacak, yeni tanışanları sadık okurlara dönüştürecek bir Hasan Ali Toptaş romanı... Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü Eser, içeriğini ve konusunu romanın karakterlerinden Nuri Efendi (Saat Ustası), Mübarek (Ayaklı ve yaşlı bir İngiliz yapımı duvar saati), Halit Ayarcı ve saatzaman-insan ilişkilerinden almaktadır. Romanda insanların popülerliğe ve paraya verdiği önemin, insanların nasıl bir anda yüz değiştirebileceğinin altı çizilmektedir. İki uygarlık arasında bocalayan Türkiye toplumunun yanlış tutumlarını, davranışlarını alaya alan eleştirel bir yapıya sahiptir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü Türk insanının doğu ve batı arasında bocalamasını irdeleyen bir başucu romanıdır. 32 Küllük Dergisi Resim: Melik Fırat SALMIŞ Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi Sadece Edebiyat Yapıyoruz RUBÂÎ Sevda dolu yollarda emekler bu gönül Kalkıp yürümek neymiş acep der bu gönül “Gökden ne yağar ki yer kabûl eylemeye” Aşkın gibi bir rahmeti bekler bu gönül. RUBÂÎ Sevdâ yolunun geçtiği yerden geçeriz, Mecnun gibi neşveden, kederden geçeriz. Aşk nağmesinin şevkıne düştükçe gönül; Tâ haşredek âlemde nelerden geçeriz. KIT’A Yaprakların sarardığı mevsim gelir dile; Rüzgâr eser gider, sesi dallarda gizlenir. Senden kalan nedir diye dalsam düşünceye; Her lâhza gözlerimde hayâlin filizlenir. KIT’A Rubâîler ve Kıt’alar: Memduh CUMHUR Sonbahar hüznü mü çökmekde bugünden yarına Bakamam gözlerinin sırrı neden böyle derin? Rüzgâr olsam, kıyamam belki de yapraklarına, Aşkı bir korkulu rü’yâya çevirmiş kederin. Sadece Edebiyat Yapıyoruz Küllük Dergisi 31
Benzer belgeler
Lili`den Liliyar`a
Recep ALPTEKİN
Köle..................................................................15
S. Melik KAYA
Garip...............................................................15
Muhammed Bâkır Köse
Seki...