66.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Transkript
66.sayıya ulaşmak için tıklayınız
www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 Taksim Gezi Direnişi Ortaçağcılığa Karşı Bir İsyandır YIL: 7 • SAYI: 66 1 TEMMUZ 2013 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE FİYATI: 50 Kr Başyazı Tüm yönleriyle Taksim Gezi İsyanı’nın değerlendirilmesi B -I- (2 Haziran 2013) Yoldaşlar, u eylemi önce kitlesel kapsamı ve etkisi açısından değerlendirdiğimizde buna hiç tartışmasız ikinci bir 27 Mayıs Eylemi diyebiliriz. Enteresan bu da 28 Mayıs’ta başladı. Demek ki bu isyanı, bu şanlı direnişi de 28 Mayıs Direnişi diye adlandırabiliriz. 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’nden bu yana bu eylem, kapsam bakımından 15-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’yle, 1970’te olan o büyük direnişle birlikte en büyük ikinci eylemdir. Sadece dün, cumartesi günü, Taksim eylem alanımıza 1 milyonu aşkın insanın gelip gittiğini, eyleme katıldığını açıkça, netçe söyleyebiliriz. Bu eylemin çapı o kadar geniş ki, tüm Türkiye’yi kapsadı diyebiliriz neredeyse; Kürt illeri hariç olmak üzere. İçişleri Bakanının açıklamasına göre, 67 ilde ve 90 ayrı bölgede bu isyan hareketi yapılmış durumda. Yani toplam olarak milyonlarca insan, bu isyanda yer almıştır. Hep şunu söylüyorum ya; gerçek bir proletarya partisi olsaydı, kitlelerle yakın, sıkı bağlar kurmuş bir parti olsa Tayyipgiller’in iktidarına son vermek bir yılı bile bulmaz, diye; işte o tespitimiz bir kez daha gerçekleşmiş oldu. Yani kanıtlanmış oldu. Kendiliğinden bir eylemde bile, spontane bir eylemde bile milyonlar Tayyipgiller’e baş kaldırabiliyor, isyan edebiliyorsa gerçek bir proletarya partisinin genelkurmaylığındaki bir eylemde örgütlü kitleler bunun kat be kat fazlasını yapar, arkadaşlar. Bu apaçık bir şey… Demek ki bütün yenilgimiz, bütün kaybımız hep dağınıklığımız Devamı sayfa 8’de 2 H Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 Kurtuluş Partisi’nden HKP, Reyhanlı’da Tayyipgiller’i rahat bırakmıyor den ele versin? Bir amacı var ki silahlandırıyor değil mi? Ancak tüm bunlar ceza hukuku bağlamında büyük suçlardır. Üstelik Ulusalkın Kurtuluş Partisi, Redhack’in ortaya çıkardığı Reyhanlı patlamasına ilişkin Jandarma istihbarat raporu için suç duyurusunda bulundu. lararası Hukukun “Savaş Suçu” saydığı Daha önce patlama nedeniyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İçişleri suçlardır bunlar. Bu sebeple, BOP deBakanı Muammer Güler, Devlet Bakanları Bülent Arınç ve Beşir Atalay hakkında suç duyurusunda bulunan Halkın Kurtuluş Partisi soruşnilen proje ile amaçlanılan hedeflerden turmanın genişletilmesi talebinde bulundu. birinin Türkiye’nin AB-D EmperyalistHKP, istihbarat notuna ilişkin tüm bilgi ve belgelerin Jandarma, Emniyet ve MİT’ten istenerek, istihbaratın gereğini yapmayan bu kurumlardaki lerince en az üç parçaya bölünmesi olgörevliler hakkında da takibat başlatılmasını talep etti. duğu da göz önüne alınınca, hepsi bu ortak ve en büyük suçun vasıta suçu leşmiş Milletler Şartı’nın, Cenevre sitesinden duyurduğu ve bizim yazılı ARACA BOMBA DÜZE!EĞİ YERANKARA CUMHURİYET olan bahsi geçen eylemler karşısında Sözleşmesi’nin ve Anayasa’nın basından öğrendiğimize göre, Jandar- LEŞTİRİLDİĞİ, BU ARAÇLAR BAŞSAVCILIĞINA şüphelilerin, Anayasa’nın 14. maddesi “TBMM’nin Görev ve Yetkileri”ni ma Genel Komutanlığı “gizli” ve “ive- İLE ÜLKEMİZE YÖ!ELİK BİR uygulanarak dokunulmazlıktan faydadüzenleyen 87. maddesi ile “Savaş di” kodlu notuyla, Reyhanlı’da gerçek- SALDIRIDA KULLA!ILACAĞI Soruşturma no: 2013/1239 lanamaması gerekmektedir. Mustafa Hali İlanı ve Silahlı Kuvvet Kullanıl- leştirilecek saldırının istihbaratını al- BİLGİ !OTU GEÇE! EYLEM Balbay’ın bir gazete yazısının “ağır cemasına İzin Verme”yi düzenleyen 92. mış, saldırıda kullanılacak araçları pla- PLA!LAMASIYLA PARALELLİK SORUŞTURMANIN zalık suçüstü hali” sayılmasına cevaz maddesinin açık ihlaliyle yaratıldığını; kalarına kadar öğrenmiş, ve bunu ilgili ARZ ETTİĞİ DEĞERLE!DİRİLGENİŞLETİLMESİ veren savcılarımızın yorumu (ki bizce böylece Türk Ceza Kanununun “Ya- birimlere göndermiştir. Hürriyet gaze- MEKLE BİRLİKTE, SO! GELİŞTALEBİNDE BULUNAN: Mustafa Balbay’a uygulanan hukuk Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkan- bancı Devlete Karşı Savaşa Tahrik”, tesi internet sitesinden temin edilen ve MELER IŞIĞI!DA OLAYI! SI!IR katliamıdır), müsnet eylemleri evlevi“Yabancı Devlete Karşı Hasmane ekte sunduğumuz Jandarma Genel Ko- BÖLGELERİMİZE VE DOLAYIlığı yetle Ağır Cezayı gerektiren Suçüstü Hareket”, “Yabancı Devlete Karşı mutanlığınca tanzim bu notta aynen SIYLA ÜLKEMİZE YÖ!ELEBİhali saymaya olanaklıdır. Zira anılan Yasa Dışı Asker Toplama” (TCK şunlar ifade edilmiştir: (http://hura- LECEĞİ BİLGİSİ İLGİ (B) İLE Ş Ü P H E L İ L E R..../..: eylemler sonucunda onlarca yurttaşı304-306) suçlarının sübut bulduğunu rsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.a BİLDİRİLMİŞTİR. KO!U!U! İS1- Abdullah Gül TİHBARİ FAALİYETLER KAPSA- mızın ölmesine sebep olmak (TCK 83), ifade etmiştik. spx?id=23342165 uzantısından) 2- Recep Tayyip Erdoğan ve yaralanmasına sebep olmak (TCK REYHANLI KATLİAMI’nın ise, “1- SURİYE’DE FAALİYET YÜ- MI!DA DEĞERLE!DİRİLMESİ3- Ahmet Davutoğlu 88/2) suçları da içtima halinde işlenseçilmiş Esad iktidarına ve kardeş Su4- Muammer Güler miştir. riye Halkına karşı sürmekte olan savaş 5- Bülent Arınç II- Ekte mübrez Jandarma Genel kışkırtıcılığına ve yaratılan yasa dışı6- Beşir Atalay Komutanlığı notunun tümüyle gerçekhaksız-gerici savaş ortamının kızıştırıl7- Hüseyin Çelik yasal-maddi bir delil olduğu araştırıldı7- Suça karıştığı tespit edilecek diğer masına, savaşın “yasal”laştırılmasına ğında ortaya çıkacaktır. Bunu anlamave genişletilmesine, dahası Suriye’ye failler mıza imkân veren olay, şüphelilerden 8- Suça ihmal ya da kasıt biçiminde ka- asker çıkartılması girişimlerine dönük Hüseyin Çelik’in açıklamalarıdır. Medrıştığı tespit edilecek Jan-darma görev- bir Provokasyon/manüpilasyon olarak yaya göre Çelik basına şu demeci verlileri, MİT Görevlileri, Emniyet Genel tezgahlandığını, şüphelilerinde de buna miştir: Müdürlüğü görevlileri, Hatay Emniyet dahil olduklarını belirtmiştik. “Çelik, Reyhanlı saldırısına ilişŞüphelilerin bu amaçlarına ulaşmak Müdürlüğü görevlileri, Reyhanlı Emnikin sanal ortamda bir grubun yayıniçin, dünyanın dört bir yanında mazlum yet Müdürlüğü görevlileri ladığı bilgi ve belgelerin Jandarma halklara karşı AB-D Emperyalistlerinin S U Ç: Genel Komutanlığı’nın internet siteemrinde terör saldırıları düzenleyen Anayasa’nın “Türkiye Büyük Milsinin hacklenerek elde edildiği iddiaOrtaçağcı “Özgür Suriye Ordusu” bile- RÜTE! EL KAİDE TERÖR ÖR- !İ…” let Meclisinin Görev ve Yetkileri”ni El !usra… Toplam üç araç… larının doğru olmadığını belirterek, şenlerinden El Kaide-El Nusra isimli GÜTÜ YA!LISI GRUPLARA düzenleyen 87. Maddesi ile “Savaş Ha“Hacklenme meselesi doğru bir mekatiller sürüsünün kullandıkları artık ULAŞTIRILMAK ÜZERE 63 E Bomba düzenekli…, ikisinin marka li ve Silahlı Kuvvet Kullanılmasına sele değil, Jandarma Genel Komutüm dünyanın bildiği bir gerçektir. 3436 PLAKALI ARAÇ İLE PATLA- ve plakası mevcut… ülkemize yöneİzin Verme”yi düzenleyen 92. Maddetanlığı’nın sitesi hacklenmemiştir. Reyhanlı saldırısını da bu El Kaide YICI YAPIMI!DA KULLA!ILA- lik bir saldırı… sınır bölgelerimize sine ve Uluslararası Hukuka açıkça ayBir ilimizdeki jandarma eri, cep teledenilen çapulcuların gerçekleştirdikle- BİLE! YARDIMCI MALZEME- ve dolayısıyla ülkemize yönelebilecekırı olarak, meclis kararı olmadan ülkefonuyla o ile ulaşmış bazı belgelerin rine ilişkin delilleri ilk suç duyurusu di- LER GÖ!DERİLMESİ!İ! PLA!- ği… mizin komşu Suriye Devleti ile savaş FAİLİ, SUÇTA KULLA!ILA- fotoğrafını çekerek bu dediğimiz lekçemizde belirtmiştik. LA!DIĞI KO!U HAKKI!DA TEhaline getirilmesi ve 5237 Sayılı kimselere servis etmiştir. O kişi şu Objektif olayların gelişimi ve şüp- YİT VE DETAYLA!DIRMA ÇA- CAK ARAÇLARI, SUÇU! YERİ, TCK’nun 304. maddesinde öngörülen anda gözaltına alınmıştır.” helilerin saldırının hemen sonrasındaki LIŞMALARI!I! DEVAM ETTİĞİ SUÇ EYLEMİ!İ! STRATEJİK “Yabancı Devlete Karşı Savaşa Tah(http://www.cnnturk.com/2013/tusöylemleri, yabancı kaynakların da BİLGİLERİ İLGİ (A) İLE BİLDİ- HEDEFİ BU KADAR AÇIK İSTİHrik”, 306. maddesinde düzenlenen BARATLA ELİ!DE OLA! GÜ- rkiye/05/23/hukumetten.sok.reyhanli.a açıklamalarıyla birleşince; Reyhanlı RİLMİŞTİR. “Komşu Devlete Karşı Asker Toplaciklamasi) saldırısının asli failleri olan El Nus“2- TEK!İK/HASSAS KAY!AK VE!LİK GÜÇLERİ !EDE! GEma Ve Hasmane Hareket”, suçları ile İşte şüpheliler kaş yapalım derken ra’nın eyleminin şüphelilerin bilgisi ve ÇALIŞMALARI!DA!, BOMBA REĞİ!İ YAPMAZ? BU BİLGİLEbu suçlar nedeniyle oluşan fiili savaş göz çıkarmakta, Jandarma Sitesi’nin en azından lojistik-propagandif- YÜKLÜ LA!CER MARKA KOYU Rİ ELİ!DE BULU!DURA! BAortamında gerçekleşen Reyhanlı saldıhacklenebileceğini kabul etmeyelim istihbari yönlendirmesi altında işledik- RE!KLİ 022 506 PLAKALI (SURİ- KA!LIK, İÇİŞLERİ BAKA!LIĞI, rısında en az 70 kişinin ölmesine sederken, cep telefonuyla servis edilen lerini, dolayısıyla suçu iştirak halinde YE PLAKASI OLDUĞU DEĞER- BAŞBAKA!LIK, CUMHURBAŞbep olmak (TCK 83), 200’ün üzerinbir belge olduğunu ifade ederek, belgeişlediklerini göstermekteydi. Bizlerin LE!DİRİLMEKTEDİR) E KİA KA!LIĞI KOLTUĞU!U İŞGAL de kişinin yaralanmasına sebep olEDE! ŞÜPHELİLER !EDE! GE- nin gerçekliğini ikrar etmiş olmaktadır. mak (TCK 88/2), bu saldırıyı gerçekHatta tüm suçu da bir gariban JandarREĞİ!İ YAPMAZ? leştiren teröristleri gizlemek ve suçluAçık cezaevine çevirdikleri ülkemi- ma erine atarak, olayı kapatabileceklelarla ilgili işlem yapmamak (TCK zin dört bir yanındaki sözüm ona gü- rini ummaktadırlar. Bu suçlama dahi 279, 281) suçları venlik kameraları, basit bir hırsızlık su- belgenin gerçekliğini teyit etmektedir. Sonuç olarak, Reyhanlı Katliaçunun failini, yaralamalı bir trafik kaKONUSU: mı’nın tüm belirtileri Jandarma İstihzasının failini bile bulabilirken, “ülkeBasında ortaya çıkan ve ekte sundubaratında mevcutken bunun gereğini mize yönelebilecek” bunca ölüm ve ğumuz Jandarma İstihbarat notuna göyapmayan, saldırının gerçekleşmesini yaralanmayla sonuçlanan katliamın tere, Jandarma Genel Komutanlığı’nın rörist failleri neden yakalanmaz, engel- isteyen/bekleyen/dahil olan tüm şüpheReyhanlı’da gerçekleştirilecek katlialenmez, araçlar görüldüğü yerde neden lilerin haklarında yürütülecek soruşturma ilişkin topladığı ve paylaştığı istihma ve kovuşturmaya esas olacak adı alıkonularak teröristler tutuklanmaz? baratların gereğini yapmayarak katliaÇok açık ki BU SALDIRI!I! geçen belge ve bilgileri “Soruşturmamı önlemeyen ve/veya eyleme dahil GERÇEKLEŞMESİ İSTE!MİŞ VE nın Genişletilmesi” bağlamında arz etolan şüphelilerin bu açıdan da soruştuBEKLE!MİŞTİR! Saldırının sonuç- mek durumunda kaldık. rulması, Jandarma Genel Komutanlığı, ları Türkiye-Suriye açık savaşının Reyhanlı İlçe Jandarma Komutanlığı, SONUÇ ve İSTEM: Hatay İl Jandarma Komutanlığı, Kah- on yıllardır bildiği bir provokasyon bi- RİO MARKA GRİ RE!KLİ 667512 koşullarını, !ATO’nun Suriye’ye Yukarıda açıklanan nedenlerle; ramanmaraş İl Jandarma Komutanlığı, çimi olan, kamuoyunu yanıltmaya, ik- ŞAM PLAKALI İKİ ARAÇ İLE SU- olası müdahalesinin yollarını açacaEkte mübrez Jandarma İstihbarat Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Ge- na etmeye, maniple etmeye dönük RİYE İDLİP KE!Tİ!DE SİYAH ğından; özetle şüphelilerden Recep notuna göre, Jandarma Genel Komunel Müdürlüğü, Hatay Emniyet Müdür- Kontrgerilla eylem tarzından başka bir RE!KLİ ŞAM PLAKALI (PLAKA- Tayyip Erdoğan’ın Eşbaşkanı oldu- tanlığı’nın Reyhanlı’da gerçekleştirilelüğü ile Reyhanlı Emniyet Müdürlük- şey değildi Reyhanlı Katliamı: “Katlet- SI TESPİT EDİLEMEMİŞTİR) SA- ğu BOP’un yollarını açacağından, cek katliama ilişkin topladığı ve paylerinden konuyla ilgili tüm yazışma- suçu düşmanın üstüne at!” AB MARKA BİR ARACI! BOMBA Reyhanlı Katliamı bilerek işlenmiş laştığı istihbaratların gereğini yapmaBu tez, 1960’larda David GALULA İLE TUZAKLA!MIŞ ŞEKİLDE ve/veya önlenmemiştir. bilgi-belgelerin istenmesi talebidir. yarak katliamı önlemeyen ve/veya eyAnılan ve ekte mübrez Jandarma İsisimli Kontrgerilla teorisyeni tarafın- HAZIR OLDUĞU, AYRICA TÜRleme dahil olan şüphelilerin bu açıdan SORUŞTURMANIN dan geliştirilmiş ve yıllarca Solcu, An- KİYE TARAFI!DA! BİR ARACI! tihbarat notunun başkaca bir sonucu da soruşturulması, Jandarma Genel GENİŞLETİLMESİ SEBEPLERİ: tiamerikancı, Antiemperyalist, Yurtse- PATLAYICI MADDE İLE KÜÇÜK olamaz. Her kim bu istihbaratın gerek- Komutanlığı, Reyhanlı İlçe Jandarma Müvekkil HALKIN KURTULUŞ ver ülkelere ve mücadelelere karşı uy- VE HASSAS CİHAZLAR TAŞIDI- lerini yerine getirmemiş ise, müsnet Komutanlığı, Hatay İl Jandarma KoPARTİSİ’ni temsilen, Reyhanlı Katgulatılmıştır, kontrgerillanın ağababası ĞI, ARAÇLARI! SURİYE GÜ- suçlardan yargılanmalı, cezalandırıl- mutanlığı, Kahramanmaraş İl Jandarliamı’nı yaratanlar, sebep olanlar ve ihCIA tarafından. ma Komutanlığı, Milli İstihbarat TeşkiVE!LİK GÜÇLERİ TARAFI!DA! malıdır. mali bulunanlar hakkında 13 Mayıs Tabiî, Jandarma Komutanlığının latı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Hatay Bu defa da aynı yöntemle, halkta ARA!DIĞI BİLGİSİ ALI!MIŞ2013 tarihinde suç duyurusunda bulunbüyük öfke ve haklı bir düşmanlık ya- TIR. İ!TİKAL EDE! BİLGİLER “terörist” olarak nitelediği El Kaide-El Emniyet Müdürlüğü ile Reyhanlı Emmuştuk. İşbu suç duyurumuz Ankara ratacak kertede canice bir katliam iş- ÇERÇEVESİ!DE, SÖZ KO!USU Nusra örgütlerini Tayyip Erdoğan ve niyet Müdürlükleri’nden konuyla ilgili Cumhuriyet Başsavcılığının 2013/1239 lenmiş ve suçu Yurtsever, Antiemper- ARACI! SURİYE’YE YÖ!ELİK diğer şüphelilerin “Özgürlük savaşçı- tüm yazışma-bilgi-belgelerin istenmesi Soruşturma numarası ile sürmektedir. yalist Esad yönetimine atılmak isten- BİR EYLEMDE KULLA!ILACA- sı”, “Muhalif” biçiminde adlandırması, vekâleten dileriz. Saygılarımızla. Suç duyurumuzda özetle, şüphelilemiştir. Yalnızca tetikçiler değişmiştir. ĞI VE 25 !İSA! 2013 TARİHİ!DE Jandarmanın “güvenlik güçleri” dediği 13/05/2013 rin tamamen AB-D Emperyalistlerinin Ancak halkımız bu oyunu yutma- ALI!A! (SURİYE ÜLKESİ RAK- Esad’a bağlı askerleri ise, şüphelilerin Ortadoğu’daki çıkarları için ve bu güçSoruşturmanın Genişletilmesi mıştır. Ve gerçekler gün yüzüne çıkma- KA ŞEHRİ!DE EL !USRA CEP- “zalim” diye yaftalaması, dahası ABD lerin kendilerine verdiği desteği kayTalebinde Bulunan HESİ İÇERİSİ!DE FAALİYET dönüşünde “muhaliflere lojistik desteya başlamıştır. betmemek uğruna komşu Suriye’ye Halkın Kurtuluş Partisi Genel Bizce açık olan bu gerçekler, CE- GÖSTERE! ŞAHISLARCA 23 !İ- ğe devam edeceğiz” diyerek bu terör karşı ülkemizi “savaş hali” durumuna Başkanlığı Vekilleri örgütlerini silahlandırdığını ikrarı karSA! 2013 TARİHİ!DE MAZDA ZA USUL HUKUKU BAKIMI!getirdiklerini ifade etmiştik. DA! DA MADDİ DELİLLERLE 323, KİA RİO VE MARKASI MO- şısında, bu güçlere karşı şüphelilerin Avukat Metin Bayyar Bu FİİLİ SAVAŞ durumunun yaraDELİ TESPİT EDİLEMEYE! BİR harekete geçmesini beklemediğimizi DESTEKLE!MİŞTİR. Şöyle ki: Avukat Sait Kıran tılmasında, şekli hükümlerin dahi hiçe I- Redhack isimli grubun internet ARAÇLA BİRLİKTE TOPLAM ÜÇ söylemeliyiz. Silahlandırdığı adamı neAvukat Doğan Erkan sayıldığını, Uluslararası Hukukun, BirISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli internet: www.kurtulusyolu.org Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnBasıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. kılap Cad. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 e-posta: [email protected] 3 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 Parababalarının “özgürlük” dediği" A BD “demokrasinin beşiği” değilse de, “özgürlüğün beşiği” olarak nitelendirilir Batılılarca. Ve sürekli yüceltilir. İnsanlığa örnek ülke olarak gösterilir. Hele de bir siyahînin (B. Obama’nın) ABD Başkanlığına “seçilmesi” (bilerek tırnak içinde yazdık çünkü ABD’de seçimler göstermeliktir. Başkanları ABD Parababaları belirler, onların istediği aday seçilir. Şu ana kadar bunun bir başka örneği yoktur), Parababaları medyasında, özellikle bizim satılmış medyamızda büyük bir coşkuyla karşılandı. Hızlı Amerikanofiller (M. Belge’ler, Y. Çongar’lar, A. Zaman’lar, R. O. Kütahyalılar vb.leri), bu seçimi “dönüşüm, “devrim”, “mucize” vb. vb. sözcüklerle ifade ederek, bize bu seçimin dünya insanlığı için ne kadar önemli olduğunu vaaz ettiler. Sürekli bunu pompaladılar yazılarında. Bir umut ışığı olarak sundular halklarımıza. Ve Obama’nın seçildiği gece yaptığı konuşmayı öne çıkardılar: “Bizim gücümüz, silahların gücünden ya da büyüklüğümüzden kaynaklanmaz, biz gücümüzü demokrasiden ve kaybetmediğimiz ümidimizden alırız.” “Bu gece bir kez daha kanıtladık ki ülkemizin gerçek gücü silahlarımızın kuvvetinden ve servetimizin miktarından değil, ideallerimizin kalıcı kudretinden kaynaklanıyor” dedi Obama ve bu idealleri şöyle sıraladı: “Demokrasi, özgürlük, fırsat ve yenilmez bir umut.” (Murat Belge 07.11.2008) Aradan geçen zaman, Obama’nın ve bu Amerikanofillerin söylemlerinin halkları kandırmaya yönelik süslü sözlerden ibaret olduğunu somut olaylarla kanıtladı. Şimdi de yeni somut olgular bir kez daha ortaya çıktı. Obama’nın ve ABD’nin iğrenç içyüzü yine apaçık şekilde ortadaydı. 7 Haziran tarihli gazetelerde bir haber çıktı. Bu, ABD’nin “özgürlük”lerden ne anladığını açıkça ortaya koyan bir haberdi. O yüzden de bütün dünyada yankı buldu: “WASHİGTO HÜKÜMETİ BASIDA SORA HALKII DA DİLEDİ “80 milyon kişinin telefon kaydı devlete yollandı “ABD’nin en büyük operatörlerinden Verizon’un müşterilerinin tüm telefon kayıtlarını gizli bir mahkeme kararı nedeniyle istihbarat birimlerine teslim ettiği ortaya çıktı.” Gördüğümüz gibi, ABD, insanların iletişim özgürlüğüne açıkça müdahale ediyor. Ve 80 milyon insanın, “telefon numaralarının yanı sıra aradıkları telefonların numaraları, konuşma süreleri, telefonu tanımlayan numaralar gibi bilgiler”i üstelik de “gizli mahkeme” kararıyla ele geçiriyor. Aynen “erden baksan tutarsızlık” diyen Yusuf Hayaloğlu’nun şiirindeki gibi değil mi?.. İngiliz Guardian Gazetesi’nin bu haberiyle birlikte kimi bilgiler de açığa çıkmış oldu: “ABD’nin eski başkanı Bush döneminde bu tip veri paylaşımlarının yapıldığı biliniyordu. Ancak uygulamanın Obama döneminde devam ettiği ilk kez kesin olarak ortaya çıkmış oldu.” Yani al birini vur ötekine; ha Bush ha Obama! Ee, ABD de bu değil mi zaten? Şu Başkan ya da bu Başkan, fark eden bir şey olmaz. Orada hükmünü sürdüren Finans-Kapitalistlerdir ve onların sömürü, yağma, talan düzenlerinin savunucusu, koruyucusu olanlar başkan “seçilirler”. Onlara rağmen asla başka bir politika hayata geçmez, geçemez! Olay patlak verip, medyada yer alınca, Beyaz Saray yetkilileri hemen açıklama yaparak savunmuşlar yaptıklarını: “Beyaz Saray dün Reuters haber ajansına yaptığı açıklamada telefon kayıtlarının toplandığını doğruladı. Üst düzey bir yetkili toplanan bilginin sadece telefon numaraları ve konuşmaların uzunluğu ile sınırlı olduğunu, kullanıcıların kimliklerinin ve konuşmanın içeriğinin ise paylaşılmadığını söyledi.” Yani, yersen lokantası açıyor ABD yetkilileri! Üstelik de Amerikan Halkını kandırmak için yem atılıyor: “Aynı yetkili toplanan bilginin ABD’yi “terörist tehditlerden korumak için kritik bir araç olduğunu” kaydetti.” Yani, kendim için bir şey istiyorsam namerdim! Dünyanın her yerinde aynı bunlar, ha Amerika ha Türkiye… hiç fark etmiyor. Yeter ki halkı kandırabilsinler, aldatabilsinler. Makyavelizmin sınırı ve sonu yok bunlarda… Haberde bir bilgi daha veriliyor. Şöyle deniliyor: “Geçtiğimiz günlerde de Adalet Bakanlığı’nın Associated Press ajansı muhabirlerinin telefonlarını dinlediği ortaya çıkmıştı.” Garp cephesinde yeni bir şey yok, yani… Kim düşman addediliyor, kim ABD Parababalarının çıkarına hizmet etmiyorsa o anında dinleniyor, izleniyor, gizli mahkemelerde yargılanıyor… ABD Hükümetlerinin, Başkanlarının insan hakları ihlalleri, sadece telefon dinleme olayıyla sınırlı kalmamış. Diğer alanlarda da aynı “gizli mahkeme”ler aracılığıyla bu kez de e-ortamı izlemiş, dinlemişler. 8 Haziran tarihli gazetelerde bu kez de bu konuyla ilgili haberler yayımlandı: “Amerikalılar telefon kayıtlarının istihbarat birimlerine verildiğini öğrenmenin şokunu yaşarken dünyanın geri kalanı için durumun daha da vahim olduğu ortaya çıktı. ABD merkezli Washington Post ve İngiliz The Guardian gazeteleri, aralarında Google, Yahoo, Skype, Microsoft ve Facebook gibi dev hükümetini temsil eden avukatların üç yıllık çabalarının ardından gizli mahkeme internet devlerinin tüm kullanıcılarının bilgilerine el konmasını kabul et”miş. “Gizli emir ayrıca istihbarat örgütü FBI ve SA’nın bu izleme emrinin hiçbir şekilde deşifre edilmemesini de içeriyor”muş doğal olarak(!) (http://www.bbc.co.uk/turkce/ha-berler-/2013/06/130606_abd_telefon_-izleme.shtml) Yani ABD’de “gizli mahkeme”ler de varmış. Bu olaylar sayesinde bunu da öğrenmiş olduk! Az şey değil hani… “Böylece o güne kadar yalnızca şüpheli birey ya da şirketlerin bilgilerine ve her seferinde yeni mahkeme kararı alma şartıyla ulaşabilen SA’in eline benzeri görülmemiş bir fırsat geç”miş. O zaman durmamış tabiî NSA, ele geçirmiş bütün bilgilerimizi: “SA bugün her 7 istihbarat raporundan birini PRISM programı sayesinde elde ediyor”muş. Peki bu suç değil miymiş şirketler açısından? Suçmuş. Şirketler de bunu biliyormuş. Kendilerini güvenceye almasını istemişler markaların da olduğu 9 internet şirketinin server’larındaki bütün kullanıcı bilgilerini devlete açtığını ortaya çıkardı.” diye. Yani ABD, insanların en masum iletişim hakkına tecavüz ediyormuş. İnsanların arkadaşlarıyla, eşleriyle, akrabalarıyla ya da herhangi biriyle internet üzerinden konuştuğu, yazdığı, paylaştığı yazı ya da videoları (görüntülü, sesli), anında bu servis sağlayıcılar tarafından ABD hükümetine iletiliyormuş. Daha doğrusu “ABD’de istihbarat camiasının telekulağı olarak bilinen ve teknolojiyi kullanarak veri elde etme görevini üstlenen Ulusal Güvenlik Dairesi’nin (SA) 2007 yılından itibaren tüm bu şirketlerden istediği gibi bilgi topladığı anlaşıl”mış. “İki gazetenin ortaya çıkardığı programın adı PRISM”miş. Ve bu işin “temelleri ABD’nin bir önceki başkanı George W. Bush dönemine dayanıyor”muş. SA’in bilgi talebine ilk yanıt veren Microsoft ol”muş. “Microsoft’un 2007’de gönüllü olarak programa katılmasının ardından 2008’de Yahoo, 2009’da Google, aynı yıl Facebook, ardından PalTalk, YouTube, Skype ve AOL da verileri paylaşmayı kabul et”miş. “Programa en son katılan şirket ise yaklaşık 5 yıllık direnişin ardından Ekim 2012’de Apple ol”muş. PRISM adlı program bu işi nasıl gerçekleştiriyormuş? “PRISM’in Skype’a özel kullanımı bilgisayar üzerinden bağlanıldığında her türlü video, ses ve veri paylaşımının taranmasını sağlıyor. Google kullanıcılarının ise e-postaları, ses ve video görüşmeleri, tüm online belgeleri, fotoğrafları, hatta arama motorunda kullandıkları kelimeler istihbaratçılara açık”mış. PRISM adlı bu program sonucunda ABD Ulusal Güvenlik Dairesi’nin (NSA) karşısında anadan doğma gibiymişiz: yani çırılçıplak! E-ortamda neyimiz var neyimiz yoksa NSA bizi izliyor, dinliyor, görüyor, sesimizi kaydediyormuş… “(…) şirketin işbirliği sayesinde istihbaratçılar “şüphelinin” bilgilerini elde etmek için sunuculara dilediği gibi girip çıkabiliyor. Hiçbir izin almadan bu kişilerin yazışmalarına, aramalarına, internet kullanımları ile ilgili her türlü veriye eş zamanlı olarak ulaşabiliyor”muş. Ee, tabiî her şey gibi bunun da bir maliyeti varmış: “PRISM’in yıllık maliyeti 20 milyon dolar”cıkmış. Eh, elde edilen bilgileri düşünürsek halkımızın deyimiyle sakız parası bile değil… Peki bu iş yasal mıymış? Ne gezer… “Washington Post’a göre Amerikan ABD hükümetinden. Ee, minareyi çalan kılıfını da hazırlarmış. ABD hükümeti de hazırlamış kılıfı: “Bunun için 2008’de Kongre, Adalet Bakanlığı’na şirketleri bilgi paylaşımına zorlayabilmesi için yetki ver”miş. “Adalet Bakanlığı’ndan bu yönde bir mektup gelmesi halinde kendi kullanıcılarına karşı yasal sorumluluktan kurtulan şirketler böylece rahatlıkla server’larını istihbaratçılara aç”mışlar… Habere göre, Apple 5 yıl direnmiş. Ama sonunda o da katılmak “zorunda” kalmış programa. Yine habere göre, şu anda sadece Twitter bu programa katılmıyormuş. Dünya bu haberlerle çalkalanırken, yeni bir skandal daha patladı. Bu kez de 10 Haziran tarihli gazetelerde yer aldı haber: “ABD’de Ulusal Güvenlik Ajansı’nın dünyada bilgisayar ağlarından sadece bir ayda 97 milyar veri parçası topladığı ortaya çıktı. “ABD’de Başkan Barack Obama yönetiminin kişisel telefon kayıtları ve Google, Apple gibi internet devleriyle işbirliğine giderek elektronik veri toplamasıyla ilgili bir büyük skandal daha ortaya çıktı. İngiltere’de yayımlanan The Guardian gazetesinin ele geçirdiği çok gizli belgelere dayanarak hazırladığı habere göre, Ulusal Güvenlik Teşkilatı (SA) ‘Sınırsız Muhbir’ (Boundless Informant) adlı bir program aracılığıyla küresel bilgisayar ağlarından her türlü kişisel bilgiyi toparlıyor. Program telefon ve bilgisayar şebekelerinden gelen çok yüksek miktardaki bilgiyi depolayıp analiz yapabiliyor”muş. Bu haber de gazetelerde yayımlanınca Amerikan Halkı tepki göstermiş doğal olarak. Hatta gazete haberine göre “isyan” etmişler. Ama ABD yetkilileri hemen bir açıklama yaparak hem kendilerini savunmuşlar hem de Amerikan Halkını rahatlatacak müjdeyi vermişler: “Amerikalıları değil yabancıları izliyoruz “(…) “(…) ABD’deki 16 istihbarat dairesinin başında olan Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper programların varlığını doğruladı. Ancak sadece yabancı uyrukluların bilgilerinin alındığını söyledi.” Bu müjdeyi(!) veren J. Clapper: “(…) Programın “Amerikalıların güvenliğini korumak için” çok önemli” olduğunu da eklemiş. Yine aynı terane, yine aynı aldatmaca: “Amerikalıların güvenliği”… Yani Clapper Amerikan Halkının ağzına bir parmak bal çalarak diyor ki; biz ne yapıyorsak sizin güvenliğiniz için yapıyo- ruz… Oysa “SA Direktörü James Clapper Mart ayında Kongre soruşturmasında “SA’nın milyonlarca Amerikalı hakkında bilgi toplayıp toplamadığı” yönündeki soruya kesin bir dille “Hayır” cevabını vermişti.” Daha Mart ayında Kongre üyelerinin gözlerinin içine baka baka “Hayır bilgi toplamıyoruz” diyen Clapper, bu kez mızrak çuvala sığmayınca bildik argümana sarılıyor yukarıda okuduğumuz gibi: “Güvenlik! Yetkililer bunu demiş de ABD Başkanı Obama ne demiş? Ne diyebilir ki? ‘İhlaller makul’ “ABD Başkanı Barack Obama, devletin internet devlerindeki kullanıcıların verilerine ulaşmasını “Güvenlik için gerekli bir ihlal” diyerek savun”muş. Başka türlüsü şaşırtıcı olurdu değil mi?.. ABD bu. Bu tür ihlallerin hiçbirisinden vazgeçmez. Sürekli yapar, her alanda yapar. Bugün bunu yapar, yarın şunu yapar. Her ikisini, üçünü, beşini, onunu yapar. Yapar oğlu yapar. Yeter ki aşağılık sömürü düzeni devam etsin. Yeter ki mazlum ülkelerin yeraltı ve yerüstü servetlerini sömürebilsin, kendi ülkesinin ve kendi Parababalarının kasasına akıtabilsin. Ondan başka bir şey bilmez, ondan başka bir şey istemez. İhlalmiş, işkenceymiş, yağmaymış, talanmış, vurgunmuş, katliammış, cinayet, işkence, ırza geçme, şuymuş buymuş… Bütün bunlar “makul”dür. Yeter ki devran sürsün… Ha, ““Bu arada skandal İngiltere’ye de sıçra”mış. “İngiltere’deki elektronik veriler üzerinden istihbarat yürüten birimin PRISM sayesinde binlerce İngiliz vatandaşının bilgilerine ulaştığına yönelik iddialarla ilgili bir rapor, yakın bir zamanda parlamentonun İstihbarat ve Güvenlik Komitesi’ne verilecek”miş. Bütün bu bilgilerin kaynağı, güvenilirliği ne, sorusuna da kısaca yanıt verelim. Bu bilgileri kamuyla paylaşan kişi 29 yaşında Edward Snowden adlı eski bir CIA çalışanı. Snowden “Washington Post’a hayatını anlatırken önce SA’ın gizli binalarından birinde güvenlik görevlisi olarak çalıştığını, sonra Amerikan İstihbarat Teşkilatı’nda (CIA) IT teknisyeni olarak işe başladığını söyledi. “(…) Y “Edward Snowden, 2007 yılında diplomatik kimlik ile Cenevre’de CIA için çalışmaya devam etti. CIA’nın programlarını ilk kez burada sorgulamaya başladı. Snowden 2009’da CIA’dan ayrıldıktan sonra da Booz Allen Hamilton ve Dell gibi aracı firmaların elemanı olarak SA ile çalışmaya devam etti. En son Hawaii’de yaşayan ve yılda 200 bin dolar maaş alan Snowden belgelerin yayınlanmasından önce Hong Kong’a kaçtı. (…) Gazetecilerle Hong Kong’daki otel odasından yazışmaya devam eden Edward Snowden, belgeleri sızdırma kararını bir anda almadığını söylüyor. Başkanların göreve gelmek için vaatlerde bulunup sonra hiçbir bedel ödemeden sözünden geri dönebildiğini zaman içinde fark ettiğini anlatıyor. “(…) “‘Evimi göremeyeceğim’ “Ancak Snowden’in tek rahatsızlığı Başkan değil. Snowden “Tek amacım kamuoyunu onlar adına ve onlara karşı yapılanlar konusunda bilgilendirmek. Gelişmiş ülkelerde insanların çoğu internette vakit geçiriyor. Ve hükümetler bu mecburiyeti güçlerini gerekli ve uygun olanın ötesinde taşımak için kullanıyor” diyor. “Beyaz Saray ya da istihbarat dünyasındaki analistlerin kötü insanlar olduğunu düşünmüyor ancak izleme programlarından değerli bilgi çıktığında yaptıklarını meşru görmelerini eleştiriyor. Rahat hayatını feda etmekten çekinmediğini söyleyen Snowden, “Bir daha evimi görmeyi beklemiyorum” diyor.” (Pınar Ersoy, Milliyet, 11 Haziran 2013) Bütün bunlar, bu haberler, bu gerçekler neyi gösterir? İster “demokrasinin beşiği” olsun, ister “özgürlüğün beşiği” olsun bütün emperyalist devletlerin aynı toptan, aynı kumaştan kesme olduğunu. Yani kapitalist düzenin; insanın insanı ezdiği, sömürdüğü, zulmettiği, soykırıma uğrattığı insanlıkdışı, hayvancıl bir düzen olduğunu. Ama bu düzen ilanihaye böyle gitmez! Geçtiğimiz yıl ABD’de baş gösteren “Wall Street’i İşgal Et” eylemi de, şu anda ülkemizde yaşadığımız Taksim-Gezi Parkı İsyan-Direnişi de bunun somut kanıtıdır. Var mı başka bir kanıta ihtiyaç?.. “Yemekle Randevu Olmaz” aklaşık 2-2,5 ay önce Rektörlük Mersi Üniversitesinin tüm kampuslarında “randevulu yemek” sistemi diye bir uygulama başlattı. Bu uygulamaya göre, yemekhanelerdeki yemek hizmetinden yararlanmak isteyen çalışan en az 2 gün önceden üniversitenin Web sayfasında sunulan linki kullanarak randevu alacak, parasını yatıracak ve tüm bunları yaparsa yemek yiyebilecek. Randevu iptali için de yine aynı sistemi kullanması gerekecek. İptal edemediği durumda parası yanacak. Randevu iptali için bir de süre koşulu var! Yemek yiyeceğiniz gün randevu iptali yapamayacaksınız. Yemek ile ilgili bu gelişmeler üzerine Eğitim-Sen Üniversite Temsilciliği “Yemekle Randevu Olmaz” sloganıyla “boykot” kararı aldı. 13 Mayıs’tan itibaren yemekhanelere gidilmeyerek çalışanların kendi aralarında kurdukları “Dayanışma Sofraları” yemekhane önlerine açılarak aktif boykot başlatıldı. Sendika üyesi olsun-olmasın çalışanların ortak talepleri: Herkese eşit, kaliteli ve erişilebilir yemek hizmeti oldu. Temsilcilik, boykotu yalnızca ana kampus olan Çiftlikköy’de başlattı ve yürüttü. Bizler Yenişehir kampusu üye ve çalışanları olarak boykotun tüm birimlerde ortaklaştırılarak yürütülmesi gerekti- ğini savunduk. Temsilcilik bu konuda bir adım atmayınca bir hafta sonra da olsa Yenişehir kampusu çalışanları olarak aktif boykot sürecini örgütleyerek, dayanışma soframızı kurarak eylemi başlattık. Temsilciliği de boykotun ilk gününe davet ettik. Çiftlikköy ve Yenişehir kampuslarındaki dayanışma sofraları yemekhanelerde yemek yememe oranını yüzde 98 civarında başarıya ulaştırdı. Mersin’deki “Gezi Parkı -Halk Hareketi” eylemlerine topluca katılındı. Yenişehir dayanışma sofrasında her gün gündeme alındı. 20 Haziran günü Rektörlük Temsilcilikle görüşme yaptı. Yaklaşık 2 ay süren boykotumuz taleplerimizin büyük oranda kabul ettirilmesiyle sonlandı. Kazanımlarımız: 1- Randevulu sistem iptal edildi. 2- Yemekhanelerdeki akademik-idari personel ayrımı kaldırıldı. 3- Kaliteli ve sağlıklı yemek için Sendika Temsilciliğinin de içinde yer alacağı katılımcı yönetim isteğimiz kabul edildi. Bu aşamadan sonra yapılması gereken, kazanımların takipçisi olmak ve çalışanların sağlıklı yemek hakkından yararlanmaları için örgütlü çalışmalarımızı sürdürmek. Yaşasın Örgütlü ve Kararlı Mücadelemiz Eğitim-Sen Mersin Üniversitesi İşyeri Temsilcisi Bir Yoldaş 4 H Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 Her Yer Taksim!.. Her Yer Direniş!.. Bu daha başlangıç!.. Mücadeleye devam!.. alk uyanışı, halk isyanı ve halk hareketi nedir? Son bir aydır bunu kitaplardan değil yaşayarak öğrendik. Bir halk ayağa kalktı ve “yeter artık!” dedi. 1980 Faşist Darbesinden bu yana “korkak” “aptal” vb. birçok hakarete maruz kalmış olan halkımız, sadece bu ülkeye değil tüm dünyaya ders verdi, ilham kaynağı oldu. Bu isyanın ilk kıvılcımı İstanbul’da Gezi Parkı’nda ortaya çıktı. Kısaca ana hatlarıyla süreci özetleyelim: Tayyipgiller’in Gezi Parkı’nı yıkıp yerine Topçu Kışlası yapma girişimleri çerçevesinde, 27 Mayıs gece 23.00’da çıkarma yapıldı, Park’a. Taksim Gezi Parkı Derneği, belli sayıdaki insanımızla ilk tepkisini gece geç saatlerde iş makinelerinin karşısına uzanarak yaptı. Yıkım 27 Mayıs gecesi ertelenmişti ancak polisler ertesi gün yeniden geldiler ve insanlarımıza çok sert bir müdahalede bulunarak Park’taki ilk kısmi yıkımı yaptılar. Bu ilk yıkım 28 Mayıs gecesini daha kitlesel hale getirmişti. 29 Mayıs günü sosyal medyada Gezi Parkı geniş yer buldu. Ve 30 Mayıs sabaha karşı 05.00’te polisler Park’ta nöbette bulunanlara gaz yağdırdı. Nöbet çadırları yakıldı, insanlar dövüldü. Ağaçları korumak için bir araya gelmiş insanlara uyurken böylesine vahşice saldırmak halkımızı oldukça öfkelendirmiş ve Park’ta nöbet tutan insanlara büyük bir sempati duyulmuştu. Bu nedenle de sosyal medyadaki çağrılarla ve özellikle sanatçıların girişimleriyle akşam saatlerinde on binler Gezi Parkı’nda bir araya gelerek Tayyipgiller’e meydan okudu. 1 Mayıs’ta Taksim’e girilememişti. Ama o akşam on binler Taksim’de 1 Mayıs kutlaması yapmış, mücadele kararlığını ortaya koymuştu. Buna sessiz kalmadı Tayyipgiller. Yine sabaha karşı 04.30 gibi vahşice saldırdılar çadırda kalanlara. Gezi Parkı’nı boşalttırdılar, gaz bombalarıyla, vahşice… Saldırı haberinin sosyal medyada yer almaya başlamasıyla birlikte sokaklara çıkma çağrıları yapıldı. Herkes Taksim’e ulaşmaya çalıştı. Bir araya gelen her kalabalığa karşı polis gaz bombalarıyla, plastik mermilerle, biber gazlarıyla saldırdı. Halkın asıl buluşması akşam saati, iş çıkışlarıydı. Ve o akşam 31 Mayıs akşamı isyan patlak verdi. İstiklal Caddesi’nde biriken on hatta yüz binler, halkın her kesiminden insanlar, daha önce hiçbir eyleme katılmamış on binler; “Tayyip İstifa”, “Faşizme Karşı Omuz İlk kıvılcımın çakıldığı Taksim Gezi Parkı’ndan: Omuza”, “Sık Bakalım Sık Bakalım Biber Gazı Sık Bakalım Kaskını Çıkar Copunu Bırak, Delikanlı Kim Bakalım”, “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam” sloganlarıyla, Tayyipgiller’e karşı 11 yıldır birikmiş olan öfkesi- ni, kinini haykırdı. Saatler süren gaz bombalarına, içine kimyasal maddeler eklenmiş (kimyasal silah haline getirilmiş) tazyikli sulara rağmen kitle dağılmadı. Ve o akşam Türkiye’nin, Kürt illeri hariç, hemen hemen tüm illerinde ve kimi ilçelerinde Gezi Parkı’na destek eylemleri yapıldı. İstanbul’un dört bir yanından insanlar Taksim’e ulaşmaya çalıştı. Anadolu Yakası’nda on binler Gezi Parkı’ndaki vahşete karşı Direnişçilere destek için sokakları caddeleri doldurdu. Kadı-köy’de bir araya gelen bu on binler Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçerek (bu olay da Gezi Parkı Direnişi’ndeki birçok ilkten biriydi) Avrupa Yakası’ndaki eylemlere katıldı. İstanbul’un neredeyse her mahallesi, her sokağı eylem alanına dönüşmüştü. Sabaha kadar eylemler sürmüştü. Tencere tavalarla, taraftar grupları kendilerine has eylem biçimleriyle isyanda yer almışlardı. Özellikle milyonların sokağa döküldüğü o gece, TV kanallarının hiçbir şey olmamış gibi rutin yayınlarına devam etmeleri, hatta CNN Türk ve NTV gibi haber kanallarının rutininde bile olmayan “penguen belgeselleri”, “yemek tarifleri” yayımlamaları düzene karşı öfkeyi iyice artırmıştı. Tüm bunların sonucunda 1 Haziran sabahı yepyeni bir ülkeyle, halkla uyandık. Vapurların, metro seferlerinin iptal edildiği, Taksim’in ablukaya alındığı gün halkımız Taksim’e ulaştı ve İstiklal Caddesi’nde polisin saldırıları devam etti. Ama sonunda Tayyipgiller pes etti. Polis, arkasına bile bakmadan kaçarak Taksim’i, Gezi Parkı’nı terk etmek zorunda kaldı. Diğer illerde çatışmalar sürerken Gezi Parkı için yeni bir süreç başladı. Gezi Parkı’na çadırlarla, stantlarla yeniden yerleşildi. Halkın kullanımına girdi Park yeniden. Ve orada yeni bir hayat kuruldu. Birlikte, eşitçe, kardeşçe, özgürce yaşanacak bir alan yaratıldı. Türkiye’nin dört bir yanından gelen yardımlarla ihtiyaçlar karşılandı. Mitingler yapıldı, Taksim Meydanı’nda 2 ve 9 Haziran tarihlerinde yüz binlerce insanın katıldığı. Hiçbir polisin olmadığı alanda günlerce sorun yaşanmadı. Taksim’de özgürce insanlar kendilerini ifade ettiler, atölyeler kuruldu, birlikte üretildi, paylaşıldı. Kurulan kütüphane, Devrim Marketleri, Devrim Müzesi Park’ın en güzel, en anlamlı karelerindendi. Halkımızın her kesiminden insan bir araya gelmiş, birbirine yeniden güven duymuş, inanmıştı. Gezi Parkı ruhu doğmuştu. Taksim’de, Devrim alanındaymışsınız hissine kapılırdınız. AKM’ye siyasi kurumların pankartlar asması ise bu görünüme ayrı bir renk katmıştı. İsyanın en güzel ve en olumlu yanlarından biri “orantısız zekâ” denilen, gençliğin yaratıcılığını ortaya koyarak gerçekleştirdiği eylemleri, sloganları ve duvar yazılamalarıydı. Direnişe en büyük desteği veren kesimlerden sanatçılar, her geçen gün oldukça yaratıcı eylemler ortaya koydular; şarkılar yazdılar, konserler verdiler. Gezi Parkı’nda bunlar yaşanırken İstanbul’da birçok mahallede, semtte akşamları 21.00’de yürüyüşler gerçekleşti tencere, tavalarla… Özellikle Gazi Ma- hallesi’nde çok kitlesel yürüyüşler gerçekleştirildi, bu yürüyüşlere polisin müdahalesi de çok sert oldu. Bu eylemleri hazmedemeyen Tayyip, “anladığınız dilde konuşuruz”, “üç beş çapulcu” söylemleriyle halkı küçümsemeye, korkutmaya çalıştı. Ama o saldırdıkça halk daha bir hırslandı, sarıldı mücadeleye... 11 Haziran günü sabahın erken saatlerinde polis yeniden Taksim’e girdi gaz bombalarıyla. AKM’deki pankartlar indirildi. Gezi Parkı’na girilmeyeceğini söyledi. “Marjinalleri aranızdan atın sizinle bir sorumuz yok”, diyerek kitleyi, halkı bölmeye çalıştı. Ve bundan bir süre önce “flamasız gezi” diyerek bölünmeye çalışılan kitle, yeni saldırıyla birlikte daha güçlü bir şekilde bir araya geldi. Vali Mutlu’nun müdahale olmayacak söylemlerine rağmen Gezi Parkı’nın içine gaz bombaları atıldı. Partimizin standı dağıtılmaya çalışıldı. Denizler, Mahir ve Che’nin posterlerini yırtarak öfkelerini, kinlerini kustular. Aynı akşam 100 bini bulan bir kitle Taksim Meydanı’nda bir araya geldi ve yılmadan “Hükümet İstifa” diye haykırdı. Ve yine vahşice saldırdılar gaz bombalarıyla, plastik mermileriyle, kimyasal katılmış tazyikli sularıyla. Aynı akşam tüm İstanbul yine ayaktaydı. İnsanlar yolları kapatarak yürüyüşler gerçekleştirdi. 13 Haziran günü de Tayyip, “tanımıyoruz” dediği Taksim Dayanışması’yla görüştü. Taksim Dayanışması bileşenleri de aldıkları karar üzerine; mücadeleyi sürdürmeyi ama Gezi Parkı’nda tek çadırla devam edeceklerini duyurdular. 15 Haziran günü Gezi Parkı’nda DİSK’le birlikte 15-16 Haziran Direnişi kutlandı. Halkımızın akın ettiği Gezi Parkı’nda tam bir şenlik havası hâkimdi. Konserler, etkinlikler vs. Halkımız genci yaşlısıyla, çoluk çocuğuyla Taksim’deydi. Böyle bir kitleye Tayyip’in emriyle bir kez daha saldırıldı. Tayyip yenilgiyi hazmedememişti. Gaz bombalarını Park’ın içine atarak biber gazlarıyla sal- dırdı. Parkın boşaltılmasından sonra kitle elbette yılmadı. Taksim’e çıkan tüm yollarda; Harbiye’de, İstiklal Caddesi’nde, Şişli’de sabaha kadar polis saldırdı, halkımız direndi. Nurtepe’den Okmeydanı’ndan ve birçok semtten insanlarımız yürüyerek Taksim’e ulaşmaya çalıştı. Aynı şekilde Anadolu Yaka- sı’ndan insanlarımız Boğaz Köprüsü’nü bir kez daha yürüyerek geçti. Buralarda da biber gazlarıyla halkımızın yolu kesilmeye çalışıldı. Ama nafile. 7’den 70’e tüm halkımız yine sokaklara dökülmüştü. Saldırı haberini alan kimi insanlarımız ayaklarında terlikleriyle Taksim’e gelmeye çalışmıştı. Gezi Parkı’ndakilere böylesine vahşice saldırıya sessiz kalmaya kimsenin vicdanı elvermemiş, herkes şartlarına bakmaksızın desteğe, dayanışmaya gelmişti. 16 Haziran günü de ülkede fiilen bir sıkıyönetim ilan edilmişti. Taksim ve çevre bölgelerinde bulunan herkesin “terörist” olarak kabul edileceğini açıklamıştı Egemen Bağış. Revir olarak kullanılan otellere gaz atılmış, doktorlar kelepçelenerek gözaltına alınmıştı. Böylesine insan düşmanıydı karşımızdaki Tayyipgiller. Bütün gün Beşiktaş’ta, Şişli’de, Harbiye’de, İstiklal Caddesi’nde mücadele etti halkımız. 17 Haziran günü de İstiklal ve Şişli’de saldırılar oldu. Ardından “Duran Adam” eylemleri ve Karanfil Eylemleri… Mücadele farklı şekillerde sürüyor. Parti olarak, bu mücadelenin başından bu yana içindeydik elbette. İsyanın başladığı ilk günden bu yana barikatlarda yoldaşlarımız en önde halkımızla birlikte dövüştü. Yılmadan, kararlıca... Bulunduğumuz her yerde; mahallelerde, semtlerde, durup dinlenmeden gece gündüz halkımızla birlikte yürüdük, sloganlarımızı haykırdık. İlk gazın atıldığı, ilk suyun sıkıldığı andan itibaren en önde halkımıza örgütlü mücadele etmenin anlamını göstermeye çalıştık. Sadece düşmanla savaşmayı düşünmek yerine, örgütlü bir devrimcinin yapması gerektiği gibi daha az zayiat vererek daha fazla sonuç almaya çalıştık. Barikatların olmadığı yerlerde kalkanlar kullanarak, barikatların kurulması için zaman kazandırdık kitleye. Kitlenin içine sızmış, kitlenin çabuk yorulması, daha çok yaralanması için çalıştığını düşündüğümüz polislerin provokasyonlarına yer vermedik olduğumuz yerlerde. Gerektiği yerlerde bayrağımızı en öne götürerek insanların toplanmasını sağladık. Elbette E karşımızdaki düşman da gördüğü örgütlülük karşısında daha sert saldırdı zaman zaman; bunun da farkındaydık. Çünkü onların en çok korktuğu şeylerden biriydi bu. Kitle, bizzat kendi hareketiyle öğrenir. Ve Proletarya Partisine öğretir. Bunu da biz Usta’mızdan biliyorduk. Yaşayarak bir kez daha gördük. Daha sonraları kitlenin yeni, yaratıcı tecrübeler de edinerek mücadele etmeye başladığını görmek hepimizin içinde olduğumuz mücadeleyle gurur duymamıza yol açtı. 1 Haziran günü Taksim meydanından çekilmeye başlayan polislere karşı meydandaki tek pankart olan pankartımızla, halkı meydanı doldurmaya çağırdık. Taksim meydanının ilk zaptedildiği bu günde bir sloganımızı da hatırlattık halkımıza, gür sesimizle: Örgütsüz Halk Köle Halktır! Örgütlü Halk Yenilmez! Yıllardır eylemlerimizde, etkinliklerimizde düzeni, Tayyipgiller’i teşhir ederken bize yöneltilen “bu halktan bir şey olmaz, boşa kürek çekiyorsunuz” iddialarını halkımızın çürüttüğünü görmek çok önemli ve değerli bizim için elbette. Bunun yanında yine Tayyipgiller iktidara geldiğinden bu yana ısrarlıca yükselttiğimiz “Şeriat Ortaçağdır” ve Laiklik parolasının; isyanın ortaya çıkışında ve süreçteki yerini görmek (Bilgi Üniversitesi’nin Direnişçilerle yaptığı ankete göre, kendine “özgürlükçüyüm” diyenler yüzde 81, bunu yüzde 64.5’le “laikim” diyenler takip ediyor) hattımızın doğruluğunu da ortaya koydu. Bu da bize daha sıkı çalışmamız, halkımızla daha sıkı bağlar kurmamız gerektiğini bir kez daha gösterdi. Gezi Parkı’ndaki standımıza da bu nedenle çok büyük bir ilgi vardı. Mustafa Kemal-Lenin pankartımızın gördüğü ilgi anlatılmaya değerdi. Her gün belki yüzlerce kişi pankartımızın fotoğrafını çekti. Kendileri poz vererek pankartımızla birlikte görünecek şekilde fotoğraflar çektirdiler. Halkımız, standımızdaki kitaplarımızı ve posterlerimizi bol miktarda satın aldı. Bu süreçte halkımızın üzerindeki ölü toprağını atması, korku duvarını aşması, kendine güvenmesi, inanması nedeniyle mücadele bitmedi, bitemez. Zikzaklar elbette olur, işin doğasında var bu. Ama halkımız, zalime, sömürücüye karşı birlikte mücadele etmenin, direnmenin tadını aldı, güzelliğini gördü. Polisin en azgınca saldırılarında, gaza boğduğu, biber gazı attığı, kitleyi püskürttüğü anlarda bile binlerin hep bir ağızdan attığı “Bu Daha Başlangıç!.. Mücadeleye Devam!..” sloganı gelecekteki günlerin de habercisi. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer Taksim İsyanı y insanlıktan nasibini almamış kendini sultan zanneden diktatör Tayyip, Taksim Direnişi sana atılmış bir tokattır. Gözlerini para hırsı bürümüş AKP Hükümeti, otuz kırk yıllık ağaçları kesip yerine kendi egolarını tatmin edip ceplerini para doldurmak için insanların gözüne baka baka ağaçlar için çalı çırpı diyerek doğaya hiç saygısının olmadığını dışa vurdu. Ağacına sahip çıkan, 2 aylık bebeğiyle direnen insanların üzerine sabaha karşı gaz bombalarıyla saldırdı. O insanlar Taksim’i Tahrir Meydanı’na döndürdüler. Bu insanlara, marjinal grup, bir avuç çapulcular, diyor Tayyip efendi ama yanılıyor bu insanların uyanışı ayağa kalkması tüm birikmiş bastırılmış hislerini dışa vuruşu eğitimden sağlığa, anayasadan giyim kuşama insanların üzerinde kurdukları baskıya artık yeter dendi yaşlısıyla genciyle çocuğuyla halkımız isyan ateşi yakmıştır. Tayyip bey, ne TOMA’ların, ne biber gazın, ne plastik mermilerin işe yaramadı. Seni ABD lağıma süpürmedi, işine yarıyordun ama duyarlı insanlar seni bir daha gelmemek üzere lağıma süpürecek, bundan emin ol! Halkız, Haklıyız, Kazanacağız! Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü Kadın Çocuk Komitesi’nden Bir Yoldaş 5 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 Her Yer Taksim!.. Her Yer Direniş!.. Israrlı-Kararlı-Yiğit 23 günlük Ankara Direnişi 3 1 Mayıs günü Taksim Gezi Parkı eylemlerine destek vermek amacı ile başlayan Ankara eylemleri 23’üncü gününde değişik biçimlerde devam ediyor. 31 Mayıs günü Kuğulu Park’ta toplanan on binlerce kişilik kalabalıkta, bizim de aralarında bulunduğumuz solsosyalist parti ve gruplar, taraftar grupları, çevreciler ve çeşitli duyarlı kuruluşlar vardı. Ankara Direnişi’nin çapı ve gücünü ilk günden görmek mümkündü. Binlerce yurttaş Kızılay’a doğru yürüyüşe geçtiğinde ise yürüyüşe izin vermeyen AKP’nin F tipi polisinin müdahalesine kitlenin direngenlikle cevap vermesi sonucunda eylemler gece yarısına kadar sürdü ve ilk gözaltılar da o gün başladı. 1 Haziran Cumartesi günü Gezi Parkı eylemlerine yapılan müdahaleyi protesto etmek ve Taksim Direnişi’ne destek vermek, hem de bir önceki akşam yapılan polis saldırısını protesto etmek amacıyla halkımız çoktan sokağa çıkmış, lise öğrencileri sloganlarla toplanıyordu. Belli ki Ankara eylemleri için de sosyal medya görevini yerine getirmişti. Sokağa çıktığımızda hiç de beklemediğimiz bir kalabalık ile eylemimize başladık. Meşrutiyet Caddesi önünde önümüzü kesen polis, bulvara çıkmamıza izin vermiyor, hem Meşrutiyet Caddesi hem de Yüksel Caddesi üzerin- devrimcilerdeydi. Bayraklarımız, önlüklerimizle yer aldığımız mücadelede polisin kitleyi dağıtmaması için güçlü bir direniş sergiledik. Gece geç saatlere kadar süren çatışmalarda yoldaşlarımızın da içinde olduğu birçok kişi yaralandı, yüzlerce insan atılan sayısız gaz bombasından etkilendi. Yüzlerce gaz bombasını, eldivenlerimizle, ya sahibine iade ettik, ya havuzlarda söndürdük ya da kitleyi etkilemeyecek yerlere attık. Polisin kitleye müdahalesini engellemek-geciktirmek için barikatlar kurduk. Sonuç olarak polis, yaklaşık 10 saat boyunca gerilediği Başbakanlık binası önünden çıkamadı ya da çıkmayı denediğinde geri dönmek zorunda kaldı. Polisin müdahalesi ve yaralanmalar halkı daha fazla öfkelendirdi ki, 2 Haziran günü başta devrimciler olmak üzere on binler yine Kızılay Meydanı’nda idi. Fakat bu sefer polis erken davrandı ve kalabalığı dağıtmak için gaz bombaları ile müdahale etti fakat kitle bir adım olsun geri atım atmadı. Her yerden sesler geliyordu. Eylemciler, düdükler, ıslıklar, sloganlarla, ellerindeki cisimlerle duraklara, tabelalara vurarak ses çıkarıyorlardı. Halk burada idi ve korkmuyordu! Partimiz, her zaman olduğu gibi yine Direnişin en ön safındaydı. Kızılay’dan Sıhhiye’ye kadar her yer insanlarla do- den gaz bombası ile saldırıyordu. Partili yoldaşlarımız arkamızdaki kalabalıklardan habersiz en önde mücadele ediyordu. Bir ara Karanfil Sokak üzerindeki kalabalığın kurt işaret yaptığını ve sloganlar attığını fark ettik. İlk önce bunun bir faşist saldırı olabileceğini düşünerek önlem almaya çalışırken onların da eyleme desteğe gelen Gezi Direnişi’nden etkilenmiş olan ve dayanışma için gelen MHP’liler olduğunu gördük. Bilindiği luydu ve kimsede tedirginlik yoktu. Çok güzel bir dayanışma vardı. Herkes elinden geleni en güzel şekilde yerine getirdi. Devrimciler olarak en önde direniyorduk. Hemen arkalarında eldivenli gruplar atılan gaz bombalarını geri atıyor, onların gazdan etkilendiğini gören sağlık ekipleri ise ellerinde daha önceden hazırladıkları süt, talcit vb. karışımlar ile gazdan etkilenenlere yardım ediyorlardı. Yetmedi kafelerde, kitle ör- gibi sonraki günlerde Devlet Bahçeli’nin direktifiyle MHP’liler bu eylemlerde yer almamışlardır, bireysel katılımlar dışında. Ve her geçen saat kalabalık gittikçe arttı. Önde yiğit HKP’lilerin gaz maskeleri ve eldivenleriyle direnişleri, diğer gruplardan kimi devrimcilerin cesur duruşları, arkada ise halk kitlesinin gücü sebebi ile polis geri çekilmek zorunda kaldı. Ve Atatürk Bulvarı ve Kızılay Meydanı’nın merkezi dahil olmak üzere Kızılay zapt edildi. Yıllar sonra ilk kez çıktığımız Kızılay Meydanı’nda coşku çok yüksekti, on binlerin birbirinden habersiz şekilde meydanı doldurduğunu gördük. Kalabalığın verdiği moral ile yine en önde mücadele ettik. Çünkü kalabalığın çoğu ilk kez bir eyleme katılıyordu, polis müdahalesinde herhangi bir direniş göstermesi beklenemezdi. Görev yine bizde, gütlerinde revirler kurulmuş, yaralananların ilk tedavileri oralarda yapılıyordu. Ankara Halkı “bıçak kemikte” demişti artık. 8 saat süren Direniş sonunda, polisin, yedek kuvvetlerinin de desteğe gelmesi sonucunda yoğun bir saldırısı oldu. Saatlerdir yorgun olan kitle geri çekildi ve polisin TOMA, akrep ve çevik kuvvet ile yoğun müdahalesi başladı. Bir Yoldaş’ımızın da aralarında bulunduğu ağır yaralananlar oldu. Yoldaş’ımız burada yüzüne aldığı gaz fişeği darbesi nedeniyle üç adet yüz kemiği kırığı yaşadı ve ameliyat olmak zorunda kaldı. Partili yoldaşlarımızın alanı iyi kontrol edip gözlemeleri sonucunda Meşrutiyet Caddesi üzerinde bulunan kitlenin polis tarafından kıstırılması engellendi ve oradan bine yakın insan uzaklaştırıldı. Biz de koşullar ve güç dengesizliği nedeniyle Partimize çekildik. Çekilirken polis ile karşı karşıyaydık ve üzerimizde gaz bombaları yağıyordu. Partimize bizimle beraber pek çok sıradan, örgütsüz yurttaş da sığındı. Karanfil Sokak üzerinde polisin sert müdahalesini kameraya çekmeye çalışıyorduk. Fakat polis Parti tabelamızı ve içeride insanlar olduğunu fark edince, insanlıktan çıkmış bir şekilde 4’üncü katta bulunan Parti binamıza 3 adet gaz bombası attı. Kırılan camlardan içeriye giren gaz bombaları sebebiyle göz gözü görmüyordu. Hemen gerekli önlemler alınarak Partimize sığınan arkadaşları daha güvenli odalara çektik ve gazın salonda kalması için kapı etraflarını ıslak bezlerle kapattık. Sabaha kadar polis ablukası sürdü ve yüzlerce gözaltı yapıldı. Biz de sabaha kadar Parti binamızda kalmak zorunda kaldık. Ancak Parti içine yapılacak bir hukuk dışı polis saldırısına karşı da tedbirlerimizi almıştık. Taksim’de olduğu gibi Ankara’da da artık halk sokaklara çıkmıştı bir kez. Bu halk ayaklanması idi ve halkımız sokakları terk etmedi. 4 Haziran günü, Partide görev bölüşümü yaparak bir kısım arkadaşımız Batıkent’te gerçekleştirilen eylemlere katılmaya gitti bir kısım arkadaşımız ise Kızılay ve çevresinde yapılan eylemlere destek vermek ve öncülük etmek için Kızılay’da kaldı. Çünkü her gün binlerce yurttaş sokakları dolduruyordu. Hukukçu yoldaşlarımız ise bir yandan Emniyet ve Terörle Mücadele Şubesindeki 500’ün üzerindeki gözaltını takip ve eylemcilere hukuksal destek mücadelesine girdiler. Aynı gün akşam, Tunalı Caddesi’nden gelen ve sayısı iki bin civarında olan kalabalığa öncülük ederek yine Ziya Gökalp Caddesi üzerinde bulunan yaklaşık 6 bin kişilik kitle ile buluşturduk. Kitleye önderlik ettik, toplu şekilde slogan atıldı, coşkulu şekilde hükümet istifaya çağrıldı. Ankara’da eylemlerin partileri aşması ve kitlenin büyük bir kesiminin siyasi parti ve grupların pankartflamalarından rahatsızlık duymaları ve bunu dile getirmeleri üzerine anında refleks göstererek, eylemlerin örgütlülüğünü artırmak için oracıkta “Ankara Direniyor” grubunu kurduk, facebook adresi oluşturduk ve kitleyi bu yönde bilgilendirdik. Artık eylemlere Ankara Direniyor Grubu olarak da öncülük edebiliyorduk. O gün, on bine yaklaşan kitleye hitaben Partimiz Ankara İl Sekreteri Av. Doğan Erkan Yoldaş, milletvekili Hüseyin Aygün ile birlikte konuşma yaptı. Süreçteki AKP ve polis hukuksuzluklarını teşhir eden Yoldaş’ımız, gözaltında bulunanların durumları hakkında kitleyi bilgilendirdi ve Halkın Direnme Hakkı’nın olduğunu, bunun en meşru hak olduğunu ve kullanımının engellenemeyeceğini, halkın kendi hukukunu da yarattığını anlattı. Hemen hemen her gün Kuğulu Park, Batıkent ve Kızılay’da eylemlere katıldık. Kuğulu Park’ta kurulan Çadır Kent’te biz de “Ankara Direniyor” olarak çadır kurarak yerimizi aldık. Her gün yapılan polis saldırısına karşı direndik. 11 Haziran günü sabaha karşı kalabalık biçimde yaptığı ve sayıca en az olduğumuz anda saldırması sonucu çadırlarımızı polis zorla toplayarak el koydu. Ama eylemlerimiz bitmedi, her akşam tüm semtlerde 21.00 eylemlerine çağrılar yaptık ve çoğuna katıldık. 7 Haziran Perşembe akşamı, “Ankara Direniyor” pankartımızla Tunalı’daki kitleye öncülük ederek, orada bulunan Anti-Kapitalistçilerle fiili bir eylem birliği yaparak, Kızılay’a yürüyüş sağladık. Yaklaşık 5 bin kişi ile Kızılay’a geldik ve Kızılay göbekten Güven Park önüne gelerek burada açıklamalar gerçekleştirdik. Partimiz Ankara İl Yöneticisi ve gazetemiz Sorumlu Müdürü Kubilay Akçay ile Partimiz İl Sekreteri Av. Doğan Erkan Yoldaşlar kitleye konuşmalar yaptılar. 9 Haziran Cumartesi günü ise, Ankara Direnişi’nin ilk gündemine, bir taraftar grubu olmanın çok ötesinde devrimciliğe sahip olan, her direnişçinin gönlünde haklı bir taht kuran Çarşı grubu ile Fenerbahçe’nin SolAçık grup- larının Ankara’ya yapacakları destek ziyareti girdi. Biz de “Ankara Direniyor” pankartıyla onları karşılamaya, Kuğulu Park’a gittik. Çarşı’nın sağanak yağmur altında meşalelerle gelişi ve “Ankara Direniyor” pankartıyla yan yana gelmesi, o anda kopan alkış fırtınası görülmeye değerdi. Bir saatlik Tunalı eylemelerinin sonrasında, Çarşı’nın “Çarşı Durur mu, Kızılay’a Gidiyor” sloganına “Ankara Direniyor” pankartı arkasında toplanan kitleyle “Ankara Uyuma, Haydi Kızılay’a” sloganıyla cevap verdik. Ve Kızılay’a en az yirmi bin kişi yürüdü. “Ankara Direniyor” Pankartı Kızılay gö- beğe girdiğinde büyük bir coşku oldu. Yaklaşık bir saat sonra ise, az sonra kendiliğinden dağılacak kitleye yine TOMA’lar, akrepler, biber gazları ve tazyikli zehirli su müdahalesi geldi. O gün, Atatürk Bulvarı üzerine ellerinde HKP bayraklarıyla direnen yoldaşlarımız, TOMA’nın önünde düşüp kalmış ve ağır yaralanmış bir direnişçiyi de yerden aldılar, diğer öncü direnişçilerle birlikte taşıdılar ve kurtarıp arkadaşlarına teslim ettiler. TOMA’ların önünde duran taksi ve özel otomobillerin yol vermeyerek kornalarıyla direnişi selamlamaları ve desteklemeleri muazzamdı. Bu otomobillerin üzerinden su sıkmak zorunda kalan TOMA’lar uzun süre çaresiz kaldılar. Aynı hafta, DİSK, KESK, TTB ve TMMOB’nin düzenlediği iş bırakma eyleminde de yine bayraklarımızla yer aldık. Ancak o gün Direnişçiler, her gün gece yarılarına kadar eylem sürdürülmesine rağmen, kitlenin heyecan ve temposundan katbekat uzaktaki KESK’in akil önderliğinin saat 16.00’da eylemi bitirdiğini duyurup ayrılmalarını hiç unutmayacak! Onların ayrılmasından 20 dakika sonra da polisin saldırmasını! Ve o kötü haber ansızın Ankara’nın üstüne bir kara bulut gibi çöktü. 15 Haziran günü Ethem Sarısülük Yoldaş’ı kaybetmiştik, bedence aramızdan ayrılmış, Devrim Şehitleri kervanına katılmıştı bir polis kurşunuyla... Aynı gün, Avukat Yoldaşlarımız Adli Tıpta ailelerine yardım ederken biz de ailesini yalnız bırakmamak için cenazenin getirileceği Batıkent Cemevi önünde yerimizi aldık. Halk savaşı şehidi Ethem Yoldaş’ı burada sloganlarla ona yakışır şekilde karşıladık. Yürekler buruk ama öfkeliydi. Sloganlar faşizme karşı atılıyor, “Ethem Yoldaş Ölümsüzdür” diye haykırılıyordu. Ve gökyüzü delinmişti, Ankara ağlıyordu adeta… Bardaktan boşanırca yağan yağmur altında sırtladık Ethem Yoldaş’ın tabutunu. Ailesinin kararı ve devrimci güçlerin isteği üzerine Ethem Yoldaş’ın naaşı vurulduğu yerden kaldırılmak istendi ve ertesi gün, Kızılay Meydanı yine on binler tarafında doldu- Ethem’e ruldu. Cenazeye bile tahammül edemeyen polis tekrar saldırdı. Parti bayrak ve flamalarımız ile katıldığımız eylemde, “Ankara Direniyor” pankartımız da yerini aldı. Kızılay Meydanı’nda bulunan Parti bayrağımız onlarca gaz bombası ve tonlarca sıkılan tazyikli su karşısında bir kez olsun yere inmedi. Yoldaşlarımız kimyasal sularla defalarca ıslandı. Yine gaz bombaları kitleden uzaklara geri atıldı. Kızılay göbeğe üç kez yeniden girdik. Ethem’in cenazesi ise Batıkent kavşağında yolu kesilerek Kızılay’a bırakılmadığından, ailesi tarafından Batıkent’ten uğurlanmasına karar verilerek, Kızılay kitlesiyle buluşturulamamış oldu. Ancak Kızılay direnişinin sonlanmasıyla yoldaşlarımız, Batıkent’e gitme kararı aldılar. Burada Ethem’in cenaze- siyle buluşuldu. O akşam Batıkent’te on binler Ankara-İstanbul otobanını trafiğe kapattı. Sonraki hafta boyunca eylemlerin temposu düşse de, birkaç kez Kızılay ve Kuğulu Park’taki “Duran İnsan” eylemlerine katıldık ve akşam 21.00 itibariyle başlayan Tunalı, Dikmen, Batıkent eylemlerine katılmaya devam ettik. 21 Haziran Cuma günü, Kuğulu Park İnisiyatifi’nin gerçekleştirdiği Forum’da konuşmacı Ankara Barosu adına CMK Koordinatörü Av. Doğan Erkan Yoldaş’ımızdı. Ve bir kez daha yüzlerce direnişçiye hukuksal hakları anlatılarak, Ankara Barosu’nun hazırlamış olduğu “Yurttaş Hakları” konulu metin dağıtıldı. 22 Haziran Cumartesi günü ise, süreçte tanıştığımız ve Partimizi anlattığımız, tanıttığımız arkadaşlarla Partimizde gerçekleştirdiğimiz toplantıdan sonra, akşam saat 20.30’da Kuğulu Park’ta, hazırlamış olduğumuz dövizlerle “Duran İnsan” eylemi gerçekleştirdikten sonra, 21.00 itibariyle “AKP’ye Ses Çıkar” eylemini başlatmak için Tunalı Hilmi Caddesi kenarına çıktık. Bu çıkışımıza kitlenin de eşlik etmesiyle bir anda sayı yüzlere ve devam eden saatlerde binlere ulaştı. Bu noktada kitleye megafonla ajitasyon konuşmaları ve sloganlar attırarak önderlik ettik ve coşkulu, alkışlı destekler aldık. Artık insanlar megafonumuzdan kendi istediği slogan ya da marşları söylüyordu. Böylece slogan attırmak bile kitlesel bir hale gelmişti. Ve 23 Haziran Pazar akşamı, bu yazının kaleme alındığı saatlerde, bir önceki akşam Dikmen’e yapılan faşist polis saldırısını protesto etmek için toplanan kitlenin içinde yoldaşlarımız, Ankara Direniyor pankart ve dövizleriyle birlikte… Pankart ve dövizlerimizde yazdığımız gibi: Ankara Direniyor! Göz yaşlarımı içime akıtıyorum. Durun siz daha durun Vurun daha vurun... Haklıdan daha güçlü var mı? Gerçekten daha devrimci? Ben sormasam oğlum soracak. e akan kan yerde kalacak, e de düşen can... Ankara’dan Kurtuluş Partililer 6 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1Temmuz 2013 Her Yer Taksim!.. Her Yer Direniş!.. İzmir’de de “Her Yer Taksim! Her Yer Direniş!”ti H alkın Kurtuluş Partisi (HKP) olarak, Taksim Gezi Parkı’nda başlayarak ülkemizi sarsan Halk İsyanı’nın her anında, her yerindeydik. Bu mücadelenin en kitlesel olduğu yerlerden biri de İzmir’di. Tıpkı 1 Mayıs’ta olduğu gibi “Taksim Gezi Direnişi’nde” de en ön saflarda yerimizi aldık, vatan için savaştık. muyordu. Hatta kimi yerlerde gruplar halinde yürüyüşümüze destek olunuyordu. Meydanda kitleler etrafımızda toplanıyor, birlikte sloganlar atıyor, halaylar çekiyorduk. Zaman zaman sayıları yüzbinlerle ifade edilen kitlelerle aynı duyguları paylaşıyorduk. 1 Haziran günü saat 15.00’da Alsancak Gündoğdu Meydanı’nda top- Direnişin ilk günlerinde isyanın yoğun olduğu İzmir Gündoğdu Meydanı’na bayraklarımızla, sloganlarımızla gittik. Önde “Taksim Vatandır, Taksim Devrimdir Halkın Kurtuluş Partisi” yazılı pankartımızla, bayraklarımızla İzmir İl Örgütü’müzden her gün çadırlar kurulana dek Gündoğdu Meydanı’na yürüyüş yaparak gittik, dönüşü aynı biçimde yaptık. O yürüyüşlerimiz o kadar coşkulu ve etkili oluyordu ki, halkın sloganlı ve alkışlı desteği hiç eksik ol- lanıldı. Halkın Kurtuluş Partisi olarak meydana “Taksim Vatandır, Taksim Devrimdir”, “Diren İstanbul, İzmir Ayakta”, “AKP İşsizlik, Pahalılık, Zam, Zulüm Demektir”, “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş” sloganları eşliğinde bir yürüyüşle katıldık. On binlerce insan Gündoğdu Meydanı’ndan önce Cumhuriyet Meydanı’na oradan tekrar Gündoğdu’ya yürüdü. Gündoğdu’ya geri yürüyüşte kitle o kadar kalabalıktı ki, Gündoğdu almadı, İkinci Kordon da ayyipgiller iktidarının zulüm politikaları artık halkımızın canına tak etmiştir. Türkiye’yi babalarının çiftliği gibi istedikleri şekilde şekillendirmeye halkımız “Artık Yeter!” demiştir. Gezi Parkı Direnişi de buna kıvılcım olmuştur. Yıllardır halkımızı işsizlik, pahalılık, zam, zulüm cehenneminde yakan AB-D politikalarına ve işbirlikçileri AKP Hükümetinin içinde yer aldık. Abdullah Cömert arkadaşın öldürüldüğü günün ertesinde, cenazenin alındığı yerde ve 50 bin kişinin katıldığı cenazede tüm Partili arkadaşlar ve Yönetim Kurulumuzla oradaydık. Cenazeyi omuzlayanların arasında Reyhanlı’nın acısını yeni yaşamış Reyhanlılı gençler, dosta düşmana kardeşliğimizin daim olduğunu ve aramıza hiçbir nifakın sokulmayaca- politikalarına (Suriye, Reyhanlı, sağlıkta dönüşüm, eğitimde dönüşüm laikliğe karşı politikaları vb…) karşı halkımız tepkisini il il, mahalle mahalle, cadde cadde, sokak sokak haykırmaktadır. Türkiye Devrimi’nin Önderi Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, “Gençliğe sonsuz inanmak” demişti. Gençliğimiz fitili ateşlemiştir, halklarımız ölü toprağını üzerlerinden atma çabalarımıza yanıt vermiştir. Uyanmıştır. Korku eşiğini aşmış, insanca yaşanacak güzel bir geleceğe ciğerlerini solumuşlardır. “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” şiarı ile halklarımız Tayipgiller iktidarına korku salmıştır. O yüzdendir kedinin sıkışıp her yere çarpıp saldırması gibi saldırmaları… Onlar çok iyi biliyorlar ki, bir daha geri dönmemecesine yok olacaklardır. Sayısız güzel yaratıcılıkla insanlarımız eylem koymaktadır, dayanışma göstermektedir ve nice güzel nükteler ortaya koymaktadırlar. Halkın Kurtuluş Partililer olarak Direnişin ilk gününden itibaren Türkiye’nin her yerinde kavgada en önde yer aldık ve almaya devam ediyoruz. Eylemlerimiz halkımızla dayanışma ile devam etmektedir. Hatay’da da Taksim Direnişi’nin başladığı ilk günden itibaren eylemlerin ğını gösterircesine yüklendiler; Abdocan’nın cenazesini. Cenaze sonrası mezardan inen kitleyi sloganlarımızla haykırarak karşıla- T Yaşasın Halkın Haklı Direnişi! dık. Şehir merkezine yürüyüşe geçen kitle ile birlikte evinden çıkamamış olan yaşlı ninelerimiz de balkonlarından, pencerelerinden dualarıyla destek verdiler. Sloganlarımızla yürürken asker barikatı ile karşılaştık. Barikatı görmemizle kitlenin en önüne geçtik ve bizzat Parti Yönetiminden arkadaşlar da olmak üzere komutanlara kitlenin yürüyeceğini ve sorunsuz bir şekilde bu barikatı açmalarını buradan geri gidilemeyeceğini belirttik. Sabrı taşan kitlenin bir anda barikata yüklenmesi ile askerlerin önümüzden kitleye hiçbir tıklım tıklım dolu idi. Buradaki yürüyüşten sonra akşam saatlerinde de Basmane’deki AKP İlçe Binası’na yüründü. Halk “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş”, “Hükümet İstifa” sloganları eşliğinde yürürken, yürüyüşe katılmayanlar da evlerinin pencerelerinden eylemcilere tencere ve tavalarıyla destek verdi. Basmane’ye gelen kitleye polis TOMA’larla, gaz bombalarıyla saldırdı. Saatlerce polise direnen binlerce insana zırhlı araçlardan “Allahuekber” sesleri eşliğinde gaz bombaları atıldı. Bir grup AKP’li de polis barikatının arkasında ellerinde sopalar ve satırlarla saf tuttu. Polisin bombalarından sakınmak için ara sokaklara kaçan insanlara satır, bıçaklarla saldırdı. Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü olarak 1 Haziran günü sabaha kadar süren direnişin en ön safındaydık. 2 Haziran günü de İzmir Halkı öğle saatlerinden itibaren yine Gündoğdu Meydanı’na akın etti. Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü olarak biz de Partimizin İzmir İl binasından yaptığımız yürüyüşle eyleme katıldık. Polis, TOMA’larla, Akreplerle Gündoğdu Meydanı’da gelerek on binlerce insanın bulunduğu alana gaz bombaları atmaya ve tazyikli suyla biber gazı sıkmaya başladı. Polis, halkın direnişi karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Git gide artan kalabalık Gündoğdu Meydanı’na sığmadı ve Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne, İzmir Fuarı’nın Lozan Kapısı’na kadar uzanan geniş bir alana yayıldı. Akşam saatlerine kadar polisin birçok kez halkı provoke ve terörize etmek amacıyla gaz bombası müdahalede bulunmadan çekilmesi bir oldu. Büyük bir coşku ile tam geçiliyorken polis şiddetli bir müdahalede bulunarak kitleyi geri püskürttü. Armutlu’ya barikat kuran ve halkın desteğini alan gençler polisi buraya sokmadılar. Dikkat çekici noktalardan biri, polisin önce askeri halkla yüz yüze getirip arkasından hiç umursamadan gaz bombalarını askerin de üstüne atmalarıydı. Abdullah Cömert’in ailesine taziye ziyaretini Kurtuluş Partililer olarak İskenderun ve Samandağ’ından heyetle gerçekleştirdik. Orada kendimizi tanıtarak her türlü destek ve yardıma hazır olduğumuzu belirttik. Ziyaretten sonra Abdullah Cömert’in vurulduğu yere gelip fotoğrafıyla, çiçeklerle sarılmış anıt yerine karanfiller bırakarak saygı duruşunda bulunduk. Yaptığımız konuşmadan sonra hesabının sorulacağının sözünü vererek ayrıldık. Her gün yapılan eylemlerin içinde yer aldık, halkımızla sloganlarımızı hep bir ağızdan haykırdık. Eylem, merkez olarak Antakya olmasının yanı sıra ilçelerde; Samandağ, İskenderun merkezlerinde, köylerinde, mahallelerinde yoğun halk katılımıyla devam etti. Bulunduğumuz ilçelerimizde de katılım sağladık. Samandağı’ndan Antakya’ya kadar insan korteji oluşturularak Abdullah Cömert’in mezarına kadar elden ele bir gül çiçeği eylemi gerçekleştirdik. Toplam dört saat süren yürüyüşte, halkımızın kendine olan güveninin tekrar gelmesinin verdiği coşku ile Tayyipgiller iktidarına kinini, öfkesini haykırdı. Gezi Şehitlerinin hesabının sorulacağını haykırarak tüm kitle Antakya’ya kadar yürüdü. Kitleye sloganlar attırarak yürüdük. Çok coşkulu ve güzel bir yürüyüştü. Tayipgiller iktidarının direnişçilere, halkımıza alçakça saldırıları karşısında olumlu bir tepki olarak “Duran Adam” eylemi de sürmektedir. Bu eylem biçimi de Tayyipgiller’i rahatsız etmektedir. Kitleleri yapılacak eylemlere seferber etmek çok önemlidir. Biz de bulunduğumuz yerlerde “Duran İnsan” eylemlerine devam ediyoruz. Halkımızın destek ve katılımıyla süren bu eylemlerde diyoruz ki; Halkız Haklıyız Kazanacağız! Hatay’dan Kurtuluş Partililer atmasına, elinde bayrak olan gencecik kızlarımızı coplarla öldüresiye dövmesine rağmen Halk Gündoğdu Meydanı ve çevresinden ayrılmayarak alanını korudu. Akşam saatlerine kadar devam eden coşkulu eylem saat 21.00 sularında yağmur ve rüzgâr fırtınasının başlamasıyla dağılmaya başladı. Ancak özellikle taraftar gruplarının kendiliğinden eylemlilikleri gece yarılarına kadar sürdü. 4 gün boyunca bu yürüyüşlere devam ettik. Ardından Gündoğdu Meydanı’na Direniş Çadırı’mızı kurduk. Ondan sonra bir grup yoldaşımız bu yürüyüşleri devam ettirirken, bir grup yoldaşımızla da Yamanlar Mahallesi’nde her akşam saat 21:00’da Partimizin önderliğinde yüzlerce insanın katıldığı halk yürüyüşleri gerçekleştirdik. Her akşam yapılan yürüyüşlerin ardından, artık Gündoğdu Meydanı’nda kurulmuş olan çadırımıza geçiyorduk. Çadırımızda yapılan etkinliklere katılıyor, gece nöbete kalıyorduk. Kısacası gündüz işte, gece direnişte oluyorduk. Yediden yetmişe tüm yoldaşlarımız ve bu süreçte tanıştığımız, bize sempati duyan halktan insanlarla yan yana omuz omuzaydık. Direniş Çadırı’mız her akşam ilgi odağı oluyordu. Çadırımıza astığımız Lenin ve Mustafa Kemal pankartımız, Önderlerimizin posterleri halkın ilgi odağı oldu, önünde resim çektirenler bir hayli fazlaydı. Çadırımızda dayanışma amacıyla ücretsiz çay servisi yapılıyordu. Çay kazanımız 24 saat abartısız kaynıyordu. Halkımız tarafından çadırımıza bağışlanan çay, şeker ve gıda malzemeleri ayrımsız herkesle paylaşılıyordu. Adeta komün yaşıyorduk. Kurduğumuz ses sistemiyle marşlar çalınıyor, halaylar çekiliyor, sinevizyon gösterimi yapılıyordu. Bir gece Alsancak Sevinç Pastanesi önünde toplanıp Kıbrıs Şehitleri Caddesi boyunca yürüyerek Gündoğdu’ya geçip sloganlarımızı haykırdık. Bayraklarımızla yaptığımız yürüyüşte sloganlarımıza Alsancak Halkı alkışlarla destek verdi. Gezi Parkı’na polisin vahşi saldırısından sonra bir anda gündeme giren “Duran İnsan” eylemine anında dahil olduk ve Parti Gençliğimiz tarafından bir “Direniş Ağacı” sembolize edildi. Ve “Yıldırılamaz Gençlik” görev başındaydı. “Direniş Ağacı” önce Gündoğdu Meydanı’na dikildi. Her gün akşam saat 19:00’da dikilen ağacın etrafında insanlar halkalar oluşturdu, sloganlar attı, konuşmalar yaptı. Direniş Ağacımız İzmir yerel basınının da ilgisini çekti. Yapılan değerlendirmede “Direniş Ağacı”nın semtlere ve ilçelere de taşınması kararına varıldı. Ve “Direniş Ağacı” Karşıyaka Çarşı’ya götürüldü burada da benzer etkinlikler yapıldı. Bu haklı isyan bize bir şeyi bir kez daha kanıtladı ki; kitleler olmadan devrim olmaz. Halk hareketleri doğru devrimci önderlikle buluşmazsa bir süre sonra yavaşlar ve zamanla küllenir, ama asla sönmez, o küllerin içinde köz olarak bekler, ta ki başka bir isyan anına kadar. Ve küllerinden yeniden doğar. Artık: “Her Yer Taksim! Her Yer Direniş!” aziantep’te de eylemler 31 Mayıs gecesi başladı. Gaziantep Üniversitesi önünde ve yurtlarda toplanan öğrenci gençlik, gece saat 2’ye kadar eyleme devam etti. Daha sonra şehir merkezine doğru yürüyüşe geçti. Bu ilk geceki eylemlerden başlayarak öğrenci gençlikten ar- Kurtuluş Partililer olarak ön saflarda, halkla birlikte sloganlarımızı attırarak yürüdük. Yürüyüşlerde ortak pankart ve dövizlerle yüründü. Ticari alan haline getirilmek istenen Eruslu Parkı’nda da eylem yapıldı. Bu alanın halkın ortak alanı olarak kalması istendi. Üniversitenin önünde yaptı- kadaşlarımız mücadelenin içinde yer aldılar. Polisin müdahalesi gençlerin direngen tutumuyla engellendi. 1 Haziran akşamı Gaziantep tarihinde pek görülmeyen bir eylem yapıldı. Kırkayak Parkı’nda toplanan çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu kitle buradan, Demokrasi Meydanı’na doğru yürüdü. Yaklaşık yirmi bin kişiyle bu yürüyüş ve miting gerçekleştirildi. Çok coşkulu bir yürüyüş yapıldı. Halkın kendine güveni geldi. Ertesi gün (2 Haziran) şehir merkezinden, üniversiteye doğru bir yürüyüş yapıldı. Altı kilometrelik bir yolda yedi sekiz bin kişi yürüdü. Daha sonraki gün üniversite önünde, Abdullah Cömert Meydanı dediğimiz alanda toplanarak Karataş semtine yürüdük. Bu arada çeşitli parti ve kurumların katıldığı bir Platform kuruldu. Kurulan Platformda Parti olarak yer aldık. Yürüyüşlere özellikle işçi arkadaşlarımız daha yoğun olmak üzere, gençlik ve kamu çalışanı arkadaşlar katıldı. Daha sonraki günlerde işçi ve emekçi semti olan Düztepe’den Balıklı Parkı’na yürüdük. Tüm eylemlerde ğımız eylemde; Meydana, Antakya’da sopalarla dövülerek şüpheli bir şekilde öldürülen Abdullah Cömert’in adını verdik. Bu meydana Büyükşehir Belediyesi tarafından bir restoran ve iki büfe yapılması planlanıyor. Meydanın Yap-işlet-devret modeliyle peşkeş çekilme girişimlerine karşı Platform olarak Büyükşehir Belediyesinin önünde basın açıklaması yaptık. Gaziantep’te eylemleri İşçi Sınıfı içine yaymamız gerekiyor. Geçen yıllar içinde işçi direnişleri olmuştu. Başpınar Oranize Sanayi Bölgesi’nde, sendikasız, örgütsüz yüz bini aşkın işçi kölelik koşullarında çalışıyor. Çok sık iş kazaları meydana geliyor. İşçi Sınıfı demokratik olmayan bu düzeni değiştirecek olan en önemli güç. Bu baskı düzeninden en fazla zarar gören sınıf. Gençliğin de ayağa kalktığı bu dönemde, İşçi Sınıfının hakkını aramasının önüne hiç bir engel çıkamaz. G İzmir’den Kurtuluş Partililer Vurun Antepliler Gezi Günüdür! Gaziantep’ten Kurtuluş Partililer 7 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 Her Yer Taksim!.. Her Yer Direniş!.. Devrimin tadını aldık bir kere Y oldaşlar arasında sohbet ederken hep 12 Eylül Faşist Darbesi sonrası doğan bizlerin ne kadar talihsiz olduğumuzdan bahsederdik. Kısmen daha genç yoldaşlarımızla birlikte; keşke biz de 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda mücadele verebilmiş olsaydık diye hayıflanırdık hep. Her ne kadar kıdemli yoldaşlarımız, o dönemlerde mücadelenin ne kadar yoğun, ne kadar kitlesel olduğunu anlatsalar da bir türlü duyumsayamazdık o yıllardaki kitlesel halk hareketlerini. Hani son çıkan “Heba Edilen Devrim Yüklü Yıllar” kitabımızda Genel Başkan’ımız da diyordu ya: “(…) Parababaları düzenini alaşağı edip Demokratik Halk Devrimini zafere bile ulaştırabilirdik. O zaman öylesine büyük, önemli bir devrim potansiyeli taşıyordu o günkü Türkiye. Yapılacak şey, devrimci bilimin yani Marksizmin, Leninizmin ışığında süreci doğru yönetmek, halk kitlelerini doğru örgütlemek ve doğru yönlendirmekti. Bu altın fırsat, küçükburjuva toyluklar, gafillikler, inatçılıklar ve kariyer hesaplarıyla heba edildi.” (Nurullah Ankut, age, s. 67) Evet, bu ülkede bizler henüz dünyaya gözlerimizi açmadan “devrim yüklü yıllar” yaşanmıştı. O yıllarla tek bağlantımızı o yıllarda yiğitçe, en ön saflarda mücadele eden ve bugün de Hareketimize önderlik yapan yoldaşlarımız ve bir de o yılları konu edinen kitaplar sağlıyordu. Örneğin Genel Başkan’ımız, kendisinin de olaylar sırasında gözaltına alındığı, yüz binlerce işçinin İstanbul sokaklarını iki gün boyunca zaptettiği Şanlı 15-16 Haziran Direnişi’ni anlattığı zaman hayal dünyamız almıyordu bu anlatılanları. Çünkü bizim kuşağımız, bayır aşağı giden bir dünyaya gözlerini açmıştı. Dünya ölçeğinde Sosyalist Kamp’ın yıkılması, Türkiye’de de özellikle 12 Mart-12 Eylül Faşist Darbeleri insanlarda bir bıkkınlık, bir yılgınlık yaratmıştı. Ama tabiî kıdemli yoldaşlarımız aynı zamanda, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan devraldıkları teorik-pratik mirasla; dünya halklarının sürgit hayvan yerine konulamayacağını, Türkiye Halklarının geleneğinde zulme karşı başkaldırı olduğunu, daha dün Batılı Emperyalistleri geldikleri gibi göndererek Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaş’ımızı başarıya ulaştıran bir neslin devamcıları olduğumuzu vurguluyorlardı. Ve en sonunda Taksim-Gezi Parkı olaylarının başlamasıyla birlikte aslında bu halkın nasıl bir devrimci potansiyel taşıdığını net biçimde görmüş olduk. İlk önce insan ve doğa sevgisinden yoksun Tayyipgiller’in Gezi Parkı’ndaki ağaçları kesmesiyle başladı isyan. Tayyipgiller’e karşı halkımızda öylesine bir öfke birikmişti ki mesele sadece doğa katliamına tepki olarak kalmadı ve durum, tüm yurtta milyonları sokağa döken bir direniş halini aldı. Ülkemizin dört bir yanında insanlar, bulundukları şehirlerin en merkezi yerlerinde eylemler yapmaya başladılar. Bildiğimiz gibi Tayyipgiller’in kolluk kuvvetleri her yerde insanlarımıza vahşice saldırdı. Ama bu işte Tayyipgiller açısından bir tuhaflık vardı; saldırıya uğrayan halk bir türlü dağılmıyordu. Başta biber gazı olmak üzere bileşimini bilmediğimiz envai çeşit gazlara, ses bombalarına, tazyiklikimyasal sulara rağmen halk kitleleri akın akın eylem alanlarına gelmeye devam ediyordu. Olayların merkezi olan Taksim’e dönersek; Taksim Meydanı ve Gezi Parkı çevik kuvvet tarafından ablukaya alınmıştı. Polisin meydana ve Gezi Parkı’na girmeye çalışan, toplumumuzun neredeyse her kesiminden insanlarımıza yönelik vahşice saldırıları ülke ve kent çapında o kadar büyük bir infial yaratmıştı ki başlangıçta sayısal olarak küçük bir gruba kolayca saldıran polis, 31 Mayıs Cuma günü bir anda önünde barikatlarıyla, taşıyla, nesi varsa onunla savaşan on binleri buldu. O günkü çatışmalar gece boyu devam etti. Çatışmayı bırakalım, belki de o güne kadar bir barışçıl eyleme dahi katılmamış olan binlerce insan her türlü teçhizatla donatılmış polis gücüne karşı yiğitçe savaşıyordu. İşte şimdi kıdemli yoldaşlarımızın söyledikleri, kitaplardan okuduklarımız hayatın pratiği içerisinde somutlanıyordu. Manzara müthişti. Genç, yaşlı, kadın, erkek binlerce kişi gecenin geç saatlerine kadar aşağılıkça saldırmış ve moral bakımından çökmüş olan polis güçlerine karşı şu sloganı haykırıyordu: Sık bakalım sık bakalım biber gazı sık bakalım, kaskını çıkar, copunu bırak, delikanlı kim bakalım... Kaskını çıkaramayan, copunu bırakamayan polis, 1 Haziran günü şiddetini daha da arttırarak devam eden çatışmalarda akşam saatlerine doğru artık iyice tükenmişti. Daha sonra gazetelerden, penguen belgeseli göstermeyen televizyonlardan ve sosyal medyadan, polislerin bu çatışmalar sırasında dengesizleştiğini, çıldırma noktasına geldiğini öğrenecektik. 1 Haziran günü Taksim civarındaki kalabalık daha da artmıştı. Meydan’ın dört bir tarafında devam eden çatışmaların en sert, en yoğun olanı İstiklal Caddesi üzerinde yaşanıyordu. Savaşan kitleler kendilerini başarıya ulaştıracak yöntemleri mücadelenin sıcaklığında hemen keşfediveriyorlardı. Yaralanan insanlara anında müdahale edilebilen bir revirden, yiyecek içecek dağıtımına kadar her şey saatler içerisinde örgütlenmişti. Söz konusu olan bir Halk Ayaklanması olduğu için İstiklal Caddesi üzerindeki namuslu esnaflar da çatışmalara katılan kitlelere kucak açmıştı. Yiyecek, su, ilkyardım gibi konularda, hakları için mücadele eden binlerce insanın yardımına koştu İstiklal esnafı. 1 Haziran günü akşam saatlerine doğru saldıran ve savunmada kalan güçler yavaş yavaş değişmeye başladı. Artık polis gerilemeye başlamıştı, savaşan kitle de barikatı yavaş yavaş öne doğru kaydırıyordu. Ve olağan sonuç gerçekleşti; haklılığına sonuna kadar inanmış halk kitleleri önünde en son teknolojiyle donatılmış çevik kuvvet polisleri yenilgiye uğradı ve Taksim Meydanı’na-Gezi Parkı’na giden tüm yollar üzerinden can havliyle, korkarak, bazı yer- AKP Faşizmine Karşı Tekirdağ Ayakta! B ir ayı aşkın süredir, AKP diktatörlüğüne karşı, Gezi Parkı saldırısı temelinde Türkiye Halkları alanlarda. Tayyipgiller, sözde yayalaştırma projesi adı altında Taksim Meydanı ve çevresini halka kapatmaya çalışmıştı. 1 Mayıs’ta da Taksim ve çevresini İşçi Sınıfına, bu ülkenin çalışan, üreten Emekçi Halklarına kapatmıştı. Bununla başlayan Taksim ambargosu, Tayyipgiller’in Gezi Parkı’ndaki ağaçları kesmeye başlamasıyla toplumda patlamaya neden olmuştur. Halklarımız bu faşizan harekete tepkisiz kalmayıp 27 Mayıs günü işçisi, doktoru, yazarı, sinema oyuncusu ve gençliğin birleşmesiyle protestolara başlamıştır. Bu olaylara sessiz kalmayan Tekirdağ Halkı; 1 Haziran’da 10 bin kişilik bir kitlenin katılımıyla hükümete tepkisini göstermek için alanlara indi. 2 Haziran’da akşamüzeri 17.30’da Tekirdağ gençliğinin örgütlemesiyle yapılan Gezi Parkı eyleminde biz Kurtuluş Partililer de yerimizi aldık ve “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”, “Her Yer Taksim Her Yer Direniş!”, “Direne Direne Kazanıyoruz!” sloganlarıyla yürüyüşe geçtik. Yaklaşık 350 kişilik grup Tekirdağ Tuğlalı Park’tan başlayıp sahildeki yürüyüş bandında devam ederek, sahildeki dolgu alanda durduk ve sloganlarımızı haykırarak tepkimizi gösterdik. Bu sırada polis kitlenin arasına girip gençleri, “bu yaptığınız suç; resimlerini- zi çektik, okula ve ailelerinize göndereceğiz” şeklinde sindirmeye, korkutmaya çalışmıştır. Gezi Parkı Projesi ile patlak veren, halkımıza yapılan baskılar ve yasaklamalar nelerdi? Birincisi kürtaj ve sezaryen doğumun yasaklanması, ikincisi 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim, 10 Kasım gibi halkın değerleri olan günlerdeki etkinliklerin yasaklanması, üçüncüsü alkol yasağı gibi halkın genel ve de özel yaşantılarına müdahale edilmesi. Tekirdağ’da eylemler her akşam saat 20.00’de Tuğlalı Park’ta yapılıyor. An- cak Tekirdağ’daki eylemlerin ve protestoların amacının dışına çıkması ve birkaç kişinin şovuna dönüşmesi, eylemlerin ruhunun kaybedilip kitlenin azalmasına neden olmuştur. Bundan kaynaklı Tekirdağ’da bizim de içinde bulunduğumuz Tekirdağ Gençlik Platformu kuruldu. Bu Platform ilk eylemini 16 Haziran günü gerçekleştirdi. Eylem, 16 Haziran akşamı yürüyüşle başlayıp Tekirdağ sahil dolgu alanında platformun içindeki parti temsilcilerinin konuşmalarıyla devam etti. Yoldaş’ımız konuşmasında Partimizin üç ilkesine vurgu yaparak Gezi Parkı eylemlerini değerlendirmiştir. Gayet coşkulu geçen konuşma alkış ve de sloganlarla kesilmiştir. Platform en son eylemlerini 24 Haziran günü Tuğlalı Park’ta 12.30’da bir basın açıklaması yaparak devam ettirmiştir. Biz diyoruz ki bu halk hareketi eninde sonunda zafere ulaşacak ve Tayyipgiller ve Tayyip’in söylemiyle onun polisi, onun savcısı, onun vekilleri elbet halklarımıza hesap verecek. 3 zamanda Tayyipgiller de halklarımızın gücünü görmüştür. Taksim Direnişi’nden sonra aynı pervasızlıkla halkımıza ve doğaya yönelik saldırılarını sürdüremeyeceklerdir. Taksim-Gezi Parkı Direnişi sırasında yaşadığımız deneyimler elbette ki bir 12 Mart, bir 12 Eylül dönemlerinde bizden önceki kuşakların verdiği mücadele ile kıyaslanamaz. O kuşaktan olan yoldaşlarımız çok daha zor koşullarda mücadele etmiş, ölmeyi ve öldürmeyi peşinen kabullenerek kelle koltukta savaşmışlardır. Ama bir gerçek var ki onu hiç kimse inkâr edemez; 12 Eylül sonrası doğan kuşak artık kitlesel halk hareketinin ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmiştir. Türkiye Devrimi’ne giden yolda bir adım daha atılmıştır. Biliyoruz ki henüz yolun çok başındayız. Önümüzde güçlüklerle dolu uzun bir mücadele var. Ama artık kendimize ve halkımıza daha çok güveniyoruz. Bu mücadeleden aldığımız ivmeyle, moralle, güvenle çok daha hızlı büyüyeceğiz, gelişeceğiz, güçleneceğiz. Ömrünün 50 yılını devrim mücadelesine adamış Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’ya, çevik kuvvetin gazına, bombasına, suyuna rağmen Gezi Parkı’nda 20’lik gençlerle birlikte barikatlarda mücadele etmiş olan 60’lık delikanlılarımıza (Parti önderliğimize, ki Genel Başkan’ımız başta olmak üzere Parti önderliğimiz topyekun sürecin içerisinde fiilen yer almıştır) ve elbette devrimci potansiyelini bir kez daha kanıtlamış olan halkımıza yaraşır biçimde mücadelemizi sürdüreceğiz ve Türkiye Devrimi’ni başarıya ulaştıracağız. Bizden önceki kuşaklar 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda devrimin tadını almışlar ama yukarıda da alıntıladığımız gibi o yıllar heba edilmişti, devrimin tadı o yoldaşlarımızın damağında kalmıştı. Bizler ise bugün devrim yüklü yılları daha da yoğunlaştıracağız ve heba edilmesine asla izin vermeyeceğiz. Parababaları düzeni artık bizden daha çok korksun; çünkü biz de devrimin tadını aldık bir kere... aksim’den başlayarak tüm yurda dalga dalga yayılan isyan yaklaşık bir aydır devam ediyor. En güçlü-yenilmez olduklarını düşündükleri ve beklemedikleri bir anda ortaya çıkan isyan, Tayyipgiller’i şoka uğrattı, tüm Kasımpaşalı lümpen karizmalarını çizdi attı. Bursa’da da eylemler Taksim’i takip ederek yaklaşık bir aydır devam ediyor. Eylemler, Tayyipgiller’in tüm yasaklarını yerle bir etti. Tüm toplantı, gösteri ve basın açıklamalarına kapatılan Heykel Meydanı halkın eylem alanı, buluşma yeri oldu. Bursa’da yasaklanan her yerde eylem yapıldı. Daha önce Heykel’de basın açıklaması yapanlara mahkemeler cezalar veriyordu. Halkın gücü tüm bu yasaklamaları, mahkeme kararlarını yok saydı. trafiğine kapatıldı, yine bu eyleme de binlerce insan katıldı. Bursa’da önemli bir eylem merkezi de Nilüfer İlçesindeki Fatih Sultan Mehmet Bulvarı oldu. Buradaki eylemlere de binlerce insan katılarak isyandaki yerlerini aldılar. FSM’de birleşen grup, yaklaşık 15 kilo metrelik yolu iki defa Heykel’e kadar yürüyerek, Heykel’deki grupla birleşti. 15 Haziran Cumartesi günü Heykel’den başlayan yürüyüş, Fomara Meydanı’ndan Kent Meydanı’na devam etti. Burada Yalova/İstanbul yolu kesilerek yarım saat oturma eylemi yapıldı. Son olarak 23 Haziran Pazar günü Merinos Kültür Park’ta başlayan yürüyüş, Altıparmak Caddesi’nden Heykel’e kadar devam etti, yapılan yürüyüş ve eylemlere binlerce insan katıldı. Ayrıca halkımızın isyanda geliştirdiği “Duran Adam” eylemi Bursa’da da yapıldı yine bu eyleme de Kurtuluş Partililer olarak aktif bir şekilde katıldık. Sloganlarda da büyük bir ortaklık yakalandı. İsyan’ın bir güzel yanı da sloganlarıyla da halkı birleştirmesiydi. İsyan, bir önemli dersi de Sevrci Soytarı Sahte Sol’a verdi. Bunlar daha önce ulusalcı, faşist vb. diye küçümsedikleri kitlenin kuyruğuna takılmak zorunda kaldılar. Zorunda kaldılar diyoruz çünkü bunlar önce sözde Amerikancı “çözüm sürecine” zarar veriyor diyerek isyanın karşısında ya da güya tarafsız kaldılar. Ancak isyanımızın bunları deliğe süpüreceğini anladıkları için utangaç bir şekilde kuyruğa takıldılar. Hatta bunlardan Halkevleri denen grup küfür ettikleri Türk bayrakları ve Mustafa Kemal posterleri ile yürüdüler, faşist dedikleri İP ile ortak eylemler yapmaya kadar götürdüler işi. Partimizin bu isyandaki değerlendirmesi ve tutumu bir kez daha olaylarca kanıtlanmış oldu. Partimiz bir kez daha Türkiye devriminin öncü çekirdeği olduğunu ispatladı. açılmıştır ve gençler şu anda ifade için tek tek çağırılmaktadırlar. Bu soruşturmaların amacı bellidir: Yaşanan büyük halk ayaklanması nedeniyle sonlarının yaklaştığını gören Tayyipgiller insanları terörize etmek, yıldırmak istemektedirler. Ama yanılıyorlar. Yaşadığımız büyük halk ayaklanması da göstermiştir ki ne bu ülkenin gençleri ne de emekçi halkları koyun değildir. Bu devran böyle sürmez. Eninde sonunda AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller yıkılacak, Emekçi Halklarımız Kazancak! Tekirdağ’dan Kurtuluş Partililer İstanbul’dan Bir Yoldaş Bursa İsyandaki yerini aldı T Tekirdağ’dan Kurtuluş Partililer Tekirdağ’da Gezi Parkı eylemlerinden Kurtuluş Partililere soruşturma 1 Mayıs Ayaklanması ile tüm Türkiye’de milyonlarca insan ayaklandı, sokaklara döküldü bildiğimiz gibi. Resmi açıklamalara göre Türkiye’nin sadece 2 ilinde gösteri olmadığı açıklandı. Ayaklanan illerden biri de Tekirdağ’dı. Orada da binlerce insan günlerdir sokaklara dökülüyor, yürüyor, sloganlar atıyor. Tekirdağ’da hiçbir gerginlik yaşanmazken, barışçıl bir biçimde süren eylemler nedeni ile Tayyipgiller’den aldığı talimat gereği polis soruşturma açmıştır. Bu soruşturma kapsamında içlerinde Parti yönetici ve üyelerimizin de bulunduğu özellikle de gençlere soruşturma lerde havaya ateş açarak çekildi. İnsanların günlerdir süren çatışmadan sonra Taksim Meydanı’na ve Gezi Parkı’na bileğinin hakkıyla girişleri belki de bütün sürecin en etkileyici sahnesiydi. Biraz önce sadece çevik kuvvet polislerinin bulunduğu alan, bir anda on binlerce insanın akın edip doldurduğu bir şölen yerine dönmüştü. Aynı şekilde Gezi Parkı da bir anda gerçek sahipleri tarafından zaptedilmişti. Tüm Türkiye’nin can kulağıyla takip ettiği gibi Gezi Parkı Direnişi 20 günden fazla devam etti. Alan’ın ve Park’ın kazanılmasından sonra Park içerisinde toplumun tüm kesimlerinin bir arada, kardeşçe yaşadığı bir komün örneği kuruldu. Orada her şey herkese aitti. Halk düşmanı Tayyipgiller’in demagojilerinin tersine, 20 gün boyunca Taksim Meydanı ve Gezi Parkı milyonlarca insana ev sahipliği yaptı ama hiçbir güvenlik zafiyeti yaşanmadı. Polis saldırmadığı sürece hiçbir insanın burnu bile kanamadı, hırsızlık olmadı, taciz olayı yaşanmadı. Taksim-Gezi Parkı Direnişi şimdiden Türkiye Halklarının belleğinde silinmez bir iz bırakacak bir deneyime dönüştü. Bu deneyimde kavganın pratikte cisimleşmesini, geçici mağlubiyetleri, zaferleri, coşkuyu, kardeşliği, yoldaşlığı bir arada yaşadık, hissettik. Gezi Parkı Direnişi’nin geniş bir değerlendirmesi bu yazımızın kapsamı dışında kalır. O bakımdan lafı da çok fazla uzatmak istemiyoruz. Ama bu sürecin gerek Partimize gerekse Türkiye Halklarına kazandırdığı en büyük olumluluk, kendi gücümüzü, potansiyelimizi görmemizdir. Hep söylediğimiz gibi bu halk Emperyalist Yedi Düvele karşı onurunu yaşamından değerli saymış, binlerce şehit pahasına kendi varlığına, kendi vatanına, namusuna tecavüze yeltenen emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri yenilgiye uğratmıştır. Bakılmasın 12 Mart-12 Eylül Faşizmlerinin ve devamındaki Amerikancı işbirlikçi iktidarların halkımıza ve özellikle gençliğe yönelik apolitikleştirme çabalarına. Taksim Direnişi ile birlikte artık bu zincir kırılmıştır. Halklarımız kendi gücünü görmüştür. Aynı İlk eylem 31 Mayıs Cumartesi yapıldı. Merinos Kültür Park’ta başlayan yürüyüş Altıparmak Caddesi’nden Heykel’e kadar devam etti. 10 binden fazla insanın katıldığı eylemde, halkımızın coşkusu ve heyecanı görülmeye değerdi. Eyleme katılanlar insanlar duygu, düşünce ve eylemleri ile Taksim ve tüm Türkiye, hatta tüm dünya ile birleşti. İlk günkü büyük eylemde ve Mesken Meydanı’nda yapılan eylemlere Parti bayrak ve flamaları ile katılarak sloganlarımızı haykırdık. Ayrıca Bursa’da üniversitelilerin yoğun olarak yaşadığı Görükle olmak üzere değişik mahallelerde de eylem ve yürüyüşler yapıldı. İkinci eylem 2 Haziran Salı günü Bursa’daki eylemlerin ana merkezi olan Heykel’de yapıldı. Heykel saatlerce araç Bursa’dan Kurtuluş Partililer 8 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 Başyazı Tüm yönleriyle Taksim Gezi İsyanı’nın analizi Baştarafı sayfa 1’de dan kaynaklanıyor. Bunu da ilk tespit eden hareket biziz. Usta’mız 1969 yılından bu yana “Devrimci Derleniş” parolasını ortaya koydu ve biz de hep bunu savunduk. Ne zamana kadar? 2005’e kadar açıkça savunduk. Biliyorduk çünkü dağınıklığın kayıp demek olduğunu, felaket demek olduğunu. Ama biz toleranslı davrandıkça, biz derlenelim, birleşelim dedikçe Sevrci Sol gittikçe savruldu gitti. Gittikçe dağıldı ve gittikçe Amerikan saflarına savruldu gitti. Onun için bunun üzerine 2005’de legal partimizi kurduk. Tayyip’in bugün öğle sonu bir toplantıda yaptığı açıklamada BDP ve MHP’nin bu isyana katılmadığını netçe ortaya koydu. Diyor ki; BDP ve MHP bu eyleme katılmadı. Bu eyleme katılanlar çapulculardır. Kendi ruh dünyası açısından kullandığı dil değişmediği için halkımıza hakaret etmeyi aynen sürdürüyor, devam ettiriyor. Bu hakaretlerin, bu zalimliklerin, bu cinayetlerin, bu alçaklıkların hesabı görülecek, hiçbiri yanlarına kalmayacak, hesabı sorulacak. O zaman bakalım “büyük ulu Hünkâr” dedikleri Vahdettin gibi kaçacak İngiliz, Amerikan, Alman, Fransız zırhlısı bulabilecekler mi? Tabiî bu büyük isyanda, son derece haklı ve meşru isyanda, çok yaralılarımız oldu ve ne yazık ki bir yoldaşımızın durumu umut vermeyecek oranda ağır. Tedavisini sürdürmekte olan doktorların açıklamasına göre, yoldaşımızın kafasında yaygın kanama var. Gaz bombası mı yoksa plastik mermi mi yol açtı bu kanamaya onu henüz tespit edemedik, diyorlar. Ve kanama yaygın olduğu için de herhangi bir müdahalede bulunamıyoruz, diyorlar. Bekliyoruz o bakımdan, diyorlar, doktorlar. Ne yazık ki… Yine bu eylemde de tıpkı 1 Mayıs’ta olduğu gibi bugün yani Pazar günü, Ankara’da en ön safta çarpışan bir yoldaşımızın da gaz bombasının yüzünde patlamasından dolayı yüzünde ağır tahribat var. 3 parçalı kırık var; şu an da hastanede ameliyatta yoldaşımız. Ve yine Ankara’da bir saat kadar önce yoldaşlarımız yine ön safta çarpışırken, Partimizin beşinci katta olan binasına polis yerden üç gaz bombası atıyor. Gaz bombası Ankara’da Parti Genel Merkezimizin içinde patlıyor. Yani Tayyipgiller’in Hareketimize, Partimize karşı saldırganlığı gittikçe artıyor. AKP’nin aldığı en büyük hezimet' Demek ki kapsam açısından, etki açısından ve kitleleri etkileme açısından bu denli önemli, büyük bir eylem, arkadaşlar. Ve bu eylem, 11 yıldır iktidarda olan AKP Hükümeti’nin, Tayyipgiller hükümetinin aldığı ilk büyük önemli hezimettir. İlk kez bu eylemde açık bir şekilde, netçe hezimete uğradı Tayyipgiller ve onun baş sözcüsü Tayyip. Ne dedi? Valla ne yaparlarsa yapsınlar biz burada, Gezi Parkı’nda, istediğimiz planı uygulayabiliriz ve yapacağız da, dedi. Hatta ileri giderek, halkla alay ederek, sırıtarak… Zaten genel üslubu da böyle biliyorsunuz. Ortalama bir hafta sonra tüm bu söylediklerini yalayıp yutmak zorunda kaldı. Ve halkın bu büyük direnişi, Tayyipgiller’in en tepedeki kadrosunu çatırdattı, birbirine düşürdü. Ve dikkat edersek ilk çatlak sesi Bülent Arınç verdi. Ve bütünüyle yanlış buldu polisin halka uyguladığı zulmü ve projeyi de. Biz halka ne istediğini sormalıydık, anlaşarak bir şey yapacaksak onu yapmalıydık, dedi. Yani olayın sorumluluğunu bütünüyle Tayyip’in üzerine yıktı. Ardından konuşan Abdullah Gül benzer bir açıklama yaptı. Polisin uyguladığı zalimane, hayâsızca şiddeti uygun bulmadığını ortaya koydu. Tabiî Tayyip’in esas destekçilerinden öte yapımcıları olan ABD ve AB Emperyalistleri de Tayyip’e bu kadar fütursuzca, hayâsızca zulüm uygulamayı durdurmasını söylediler. Ve bunun üzerine Tayyip de bu işten vazgeçme ve hezimeti kabul etmek zorunda kaldı. Mecbur kaldı buna. Demek ki eylemin çapı bu denli büyük... Ve tarihimizde unutulmayacak bir eylem bu. Bunun altını öncelikle çizerek belirtmemiz gerekir. Bir ikinci önemli nokta; bu eylemi kim ortaya koymuştur, kimler ortaya koymuştur? Bunun planını, projesini hazırlığını kimler yapmıştır? Bu soruyu sorduğumuz zaman, ne yazık ki biz devrimcilerin bu projede yer almadığını itiraf etmek zorunda kalırız. Tıpkı 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi gibi, bu 28 Mayıs Şanlı Direnişimiz de kendiliğinden, halkın artık yeter, diyerek isyanını ortaya koyduğu bir eylemdir. Ve biz devrimciler bu konuda da halkımızın peşine takılmak durumunda kaldık. Bu nereden kaynaklandı, yoldaşlar? Bunu ortaya koyup uzun uzun düşünmemiz gerekir. Çok önemli bir eksiklik. Oysa devrimcilerin görevi ne? Halka önderlik etmek. Devrimin genelkurmayı olmak devrimcilerin görevi ama ne yazık ki, halkın peşine takıldık biz. Burada hemen şunu belirtmeliyiz, bizim Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz, artık geldikleri aşama bakımından Amerikan Solu, Pentagon ya da CIA Solu dediğimiz Solun programı ve ivedilikleriyle halkın problemleri ve öncelikleri tümüyle birbirinden ayrıdır. Onu görüyoruz. Ve halka önderlik edememeleri ve halkın gerisinde kalmaları buralardan kaynaklanmıştır. Taksim Gezi İsyanı’nın nedenleri nelerdir? Peki, halkımız hangi tepkilerle yani bir üçüncü nokta olarak bunun da altını çizerek başlarsak, hangi sebeplerle bu eyleme katılmıştır? Yani bu eylemi ortaya koyan, yaratan sebepler nelerdir? Ona baktığımız zaman burada sebepleri iki başlık altında toplayabiliriz. Bir: Ortaçağcı gidişe başkaldırmak... Ortaçağcılığa başkaldırı yani Türkiye’nin bir din devletine dönüştürülmesine isyandır. Yani siyasal İslam’ın projelerine başkaldırıdır bu. Baktığımız zaman burada ne görüyoruz, arkadaşlar? Bu projeyle yani Amerika’nın Türkiye’yi Siyasal İslam devletine dönüştürme projesiyle kadınların yeniden başörtüsüne, kara çarşafa büründürülerek üretimden ve sosyal hayattan ko- partılarak eve hapsedilmesi amaçlandı. Onun mücadelesi yapıldı. Dikkat edersek yıllarca hatta on yıllarca türban eylemleri adı altında bunun mücadelesini yaptılar, Tayyipgiller ve her türden Ortaçağcılar. Usta’mız da der ya; gericilik ne zaman hainane, namussuzca bir saldırıya geçmek istese bunu kadının namusu üzerinden ortaya koyar ve kadını kullanarak bu alçakça amacını gerçekleştirmek ister, diye. İşte burada da aynı durumu görüyoruz. Başörtüsü zulmü dediler, kadınlarımıza uygulanan zulüm dediler yıllarca kitleleri kandırdılar. Ne yazık ki Sevrci Soytarı Sol da buna destek verdi, değil mi? Tayyip’le, Abdurrahman Dilipak’la beraber ve benzer on yılların satılmış, hain, kaşar Ortaçağcılarıyla beraber, Dev-Sol’dan ve onun Grup Yorum’undan EMEP’e kadar; bugün ulusalcı oynayan eski CIA Solu’nun, İşçi Partisi’nin Genel Başkanı Doğu Perinçek’e kadar solculuk iddiasındaki gruplar Beyazıt Meydanı’nda o kandırılmış zavallı kızcağızlarla beraber ve tabiî tüm Ortaçağcılarla beraber türban eylemi yaptılar. Utanç verici bir alçalmaydı bu devrimciler açısından. Türban, kara çarşaf kadının özgürlüğü değil esaretinin simgesi, boyunduruklanışının simgesidir. Kadını bir cinsel obje olarak gören anlayışın simgesidir. Biz bunu ortaya koyduk. ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”nin Türkiye’de hayata geçirilişinden bu yana bu savaş sürüyor ve bizim çizgimiz hep aynıdır dikkat edersek. Bizim dışımızdaki bütün sol savrulup gitti. Kürt hareketine de bakarsak, işte en son İmralı’da Abdullah Öcalan’ın yaptığı açıklama ortada. Ne diyor? “AKP’ye altın tepsi içerisinde iktidarı biz sunduk”, diyor. Ve bütün ömrünü gericiliğe, Ortaçağcılığa, Şeriata adamış; bu yolda bir ömür süren Altan Tan’a da; bugüne kadar sizin on yıllardan beri hayalini kurduğunuz bir şeyi gerçekleştirdik, diyor. Zaten dikkat edersek, daha önce de Abdullah Öcalan; Fethullah’a, Hizbullah’a defalarca ittifak önermişti. O bakımdan bizim dışımızdaki Kürt ve Türk siyasal hareketlerinin tamamı Tayyipgiller’le yan yana olmuştur. zin için neden reddedilmesi gereken bir şey oluyor”. Tabiî burada bütün kinini ve iç dünyasını ortaya koyuyor. Yani referansı ne oluyor burada? Din dogmaları... Bildiğimiz gibi Kur’an’da 3 kademeli bir gidişle alkol sonunda haram kılınmıştır. Hani birincisinde, Bakara Suresi’nde: “Faydası da vardır zararı da vardır ama zararı daha fazladır”, deniyor. Tayyip’in kastettiği “İki Ayyaş” Hz. Ömer bununla tatmin olmuyor haklı olarak. Kesinlik yok çünkü. Bu konuya ilişkin daha sonra gelen Nisa Sure’sinin 43’üncü ayetinde: “Alkollüyken, sarhoşken namaza yaklaşmayın”, diyor. “Çünkü o zaman ne dediğinizi bilmez duruma gelirsiniz, diliniz dolaşır”, diyor Hz. Ömer bununla da yetinmiyor. Bunda da kesinlik yok, diyor. Daha kesin, daha net bir talepte bulunuyor. Yani bir buyruk verilmesini istiyor ve bunun üzerine de Maide Sure’sinin 90’ıncı Ayetinde: “Alkol size haram kılınmıştır”, deniyor. Zaten giyim konusundaki ayetler de Hz. Ömer’in talebi üzerine ortaya konulmuş ayetlerdir. Yoksa örtünmeyle ilgili ilk ayet, İslamiyet’in ilanından 10 yıl sonra geliyor. Diğeri de yani ayetin bir bölümü de 13 yıl sonra geliyor, arkadaşlar. Yani giyim konusu böyle bir önem taşısa, İslamiyet ilk ortaya konurken bununla birlikte getirilmesi gerekirdi. Demek ki burada da Ömer’in açık, net talepleri var. Bildiğimiz gibi kadın 10 bin yıl önce alta düşürüldüğü için kaldı ki o zaman Arap toplumu da İlkel Komünal Düzenden Sınıflı topluma geçtiği için, kadının aşağılanması daha da katmerleşmiş oluyor. Ömer de kadının aşağılanmasını kapsayan bu töreyi benimsiyor. O yüzden bu konuda ısrarlı talep- best bırakan yasa 1926 da çıkarılmıştır. O zaman Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü Başbakandır. Tamamen ikisine saldırıyor Tayyip. İkisine zaten büyük kin güdüyor bildiğimiz gibi. Daha önce, 10 küsur yıl kadar önce, iktidara gelmeden önce TV’lerde yayımlanan bir kasetinde yaptığı bir saldırıda da hatırlarsak, Mustafa Kemal’e “ölmüş inek” diye saldırıyordu. Hindistan’da, diyor, inekler yola yatınca trafik akışı duruyormuş. Demiryollarının üzerindeki trenlerin hareketi duruyormuş, diyor. Bizim ilerlememizi engelleyen inekler ölü yahu, diyor. Bizimkiler canlı da değil, ölmüş bizimkiler, diyor. Buna rağmen Türkiye’nin ilerlemesini engelliyorlar, diyor. Kastettiği burada da açıkça Mustafa Kemal’dir. İlerlemeden kastettiği ise Türkiye’nin tarihsel akışta ileriye götürülmesi değil; tersine geriye-Ortaçağa götürülmesidir… İnternet sitelerinde yer alan bu konuya ilişkin saldırısı aynen şöyledir: “Rize’deki bir miting sırasında halka sesleniyor: “Trenimizi kimse durduramaz… Tren dedim, aklıma geldi… “Hindistan’ı ziyaret eden Afrikalı bir devlet başkanının bindiği tren aniden durmuş… Sormuşlar, neden? “Efendim, yolumuzun üstünde bir inek yatıyor... İnekler bizde kutsaldır. Onları rahatsız edemeyiz, hayvan ne zaman kalkarsa o zaman yolumuza devam edeceğiz.” “e mutlu onlara ki, inek canlı… Bizim yolumuzu kapatan inek ise ölü, kimse adını da ağza alamıyor… İneği yolumuzdan evvelallah sizlerin yardımıyla, artık nasıl olursa, nasıl denk gelirse kaldıracağız.” Neden düşman, arkadaşlar? Mustafa Kemal tam bağımsızlıkçı, antiemperyalist, laik bir devlet kurduğu için ve Çanakkale Savaşlarında ve Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda emperyalistleri hezimete uğrattığı ve dünyanın ilk zaferle sonuçlanan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı verdiği için. Hilafeti ve Saltanatı yani din devletini yıkarak onu, kısmen de olsa, tam laik diyemeyiz, laik bir devlete dönüştürdüğü için. Bunun için düşmanlar. Çünkü bunlar hep söylediğimiz gibi, ilk sömürgen sınıf, asalak sınıf olan Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcileridirler. Tabiî şimdi Finans-Kapitalist aşamasına ulaşmışlardır. Finans-Kapitalistleşmişlerdir. Yani Parababası olmuştur hepsi ama kökenleri itibari ile Tefeci-Bezirgân Sermayenin içinden gelmişlerdir. Onun kültürünü, onun dünya görüşünü, onun geleneklerini benimsemekte ve onu savunmaktadırlar. Demek ki halkımızın tepkisini oluşturan önemli sebeplerden ikisi bunlardır. Halkımız BOP yani Yeni Sevr sürecine tepkisini koydu 4+4+4, Alkol Yasası ve “Ayyaş” söylemi bardağı taşıran som damlaydı Oradan bir başka noktaya gelirsek, yine geçen sene 4+4+4’le eğitimi dincileştirdiler artık, değil mi? Yani bütün okulları bir anlamda İmam Hatiplere ve Kur’an Kurslarına çevirdiler. Tarikat okullarına çevirdiler. Bunu da gerçekleştirdiler. Tanık olduğumuz gibi şimdi tüm ilköğretim okullarını adım adım İmam Hatipleştiriyorlar. Ve bu konuda da büyük yol aldılar. Ve artık türban, kara çarşaf, sarık, cüppe sadece eğitim öğretim alanıyla sınırlı olmaktan çıktı, tüm devlet kurumlarında özgür hale geldi. Demek ki çok yoğun bir şekilde Ortaçağcılığa doğru gidiş var. Tayyip’in çıkarmayı planladığı son alkol yasası... Ne diyor orada da? “İki ayyaşın çıkardığı kanun geçerli oluyor da dinimin emrettiği kanun si- lerde bulunuyor. Bunun üzerine o ayeti ortaya koyuyor. Tayyip şimdi bu dini referans alarak, açıkça hukuk kurallarını yani devletin şekillendiren kuralların tümünü din dogmalarıyla özdeşleştirmeyi amaçlıyor. Yani iç dünyası bu. Tamamı dogmalara dayanan ve onları kanun haline getirmeyi amaçlayan bir toplum düzeni kurmak istiyor, onun peşinde. Onu da bu şekilde itiraf etmiş oluyor. Demek ki insanların bu tepkisi buradan kaynaklanıyor. Bir diğer önemli tepki sebebi de Mustafa Kemal’e, Laikliğe, Ulusal Kurtuluş’a Tayyipgiller’in on yıllardır yaptığı saldırıdır. O saldırının halkımızda yarattığı tepki, öfkedir. Bir diğer önemli sebep de budur, arkadaşlar. Biraz önce alkolle ilgili yasadaki cümlesinde de söylediğimiz gibi “iki ayyaş” diye nitelendirdiği kişiler Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’dür. Çünkü alkolün satışını ve kullanılmasını ser- Bir başka önemli sebep, bir üçüncü önemli sebep de; Türkiye’nin Yeni Sevr’e adım adım götürülüşüne, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı halkımızın duyduğu tepkidir. Yani bunun bir parçası olarak Irak’ta emperyalistlerle beraber Irak’ın bombalanmasını, milyonlarca insanın katledilmesini, işgal edilmesini ve on binlerce Müslüman kadının ırzına geçilmesini savunan Tayyip’e karşı halkın duyduğu tepkidir. Dostum dediği, elinden ödül aldığı Muammer Kaddafi’nin alçakça katledilmesinde suç ortağı olmasına halkımızın duyduğu tepkidir. Ve en son olarak Suriye’de; “Bizim Beşşar Esad’la ilişkimiz kardeşten de öte, daha yakınız” demesinden kısa bir süre sonra, bir yıl kadar sonra efendisi Obama’dan aldığı bir emir üzerine bir anda Beşşar Esad’ı başdüşman ilan etmesinden dolayı halkımızın ona duyduğu tepkidir. Yani bunlar Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcileri oldukları için bunlarda tutarlılık, dürüstlük, namus, onur, insanî değerler zerrece bulunmaz. Yani çıkarları gerektirdiği anda gözlerini kırpmadan, duraksamadan satar geçer bunlar. O yüzden bunların ruhiyatlarına baktığımız zaman vicdan bulama- 9 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 yız. Herhangi bir insanî değer bulamayız. Acıma duygusu bulamayız bunlarda. Bunlar insana düşman, hayvana düşman, doğaya düşman. Bunların tek tapındıkları Tanrı, Para Tanrısı başka Tanrıları, değerleri yok. Sokak hayvanlarını topluyorlar bunların belediyeleri; götürüp Beykoz ormanlarına, Belgrat Ormanı’na atıyorlar. Orada o çaresiz zavallı hayvancıklar açlıktan, susuzluktan ölüyor. Ve bu canavarlıklarını gizlemek için de kışın kar altında oralarda can çekişen hay- Ormana terk edilen köpekler vanlara, sözüm ona ara sıra göstermelik, görüntüye kaydetmek amacıyla yiyecek götürüyorlar, yiyecek atıyorlar. Onu da sitelerine koyup, bak biz doğal alanlarına bıraktığımız hayvanlara nasıl yiyecek veriyoruz, onları besliyoruz, diye halkımızı kandırıyorlar. Yoksa evcil hayvanların doğal hayatı yaşam alanı orman olur mu? Kediler, aşağı yukarı 4000 yıl önce, köpekler 10 bin yıl önce evcilleştirildi. Yani köpekler, insanlığın Orta Barbarlık aşamasına, Çoban Toplum aşamasına geçmesiyle birlikte evcilleştirildi. Kediler, Mısır’da, Mısır Medeniyetiyle birlikte Nil Havzasının tarıma açılmasıyla birlikte evcilleştirildi,. Oralardaki tarım alanlarını farelerden korumak için yaban hayvan olan kediler evcilleştirildi. Ve artık evcil hayvan oldular. Doğal yaşam alanları biz insanların yaşadığı yerlerdir. O bakımdan bunlar insana acımadığı için hayvana hiç acımazlar. Yine memleketim Konya’da yumurta tavuğu, civcivi üreten üretimhanelerde civcivler yumurtadan çıktığı anda erkekleri hemen dişilerden ayırıyorlarmış ve onları kafesler içerisinde kamyonlara doldurarak götürüp kıra atıyorlarmış. Acımasızlığı, zalimliği görüyor musunuz? Çünkü o et tavuğu olmadığı için en fazla 1.5-2 kilo kadar ağırlığa ulaşır. Hâlbuki et tavukları 50-60 günde 3-4 kilo ağırlığa ulaşır. O yüzden daha kârlı olanı üretir. Ne diye bunlarla uğraşalım, diye onları daha ilk günden ölüme terk ediyorlar. Bunu da yapan Ortaçağcı, Tayyipgiller’in taraftarı olan insanlar; o çiftliklerin sahipleri… anasına varıncaya kadar dil uzatıyor. Memurlarımızı azarlıyor, doktorları azarlıyor, eczacıları azarlıyor, işine gelmeyen yargı mensuplarını azarlıyor. İşte en son 6’ncı İdare Mahkemesinin yargıçlarını azarladı, arkadaşlar. Niye? Kendi isteğine aykırı karar verdiği için. Küstah, saldırgan, hakaretamiz tüm açıklamaları, konuşmaları, tüm tavırları dikkat ederseniz… Şimdi insanların vicdanlarını da aşağılıyor. Acıma duygularını, sevgilerini de aşağılıyor. Demokrat, laik, Mustafa Kemalci yazarlara ne diyor? Özellikle Bekir Çoşkun’u kastederek; “bunlar köpekleriyle yatarlar”, diyor değil mi arkadaşlar, aşağılamak için. Oysa biz doğayı, hayvanları ve insanları içtenlikle seven ve bir bütün olarak kabul eden bir anlayışa sahip olduğumuz için hiç kimseyi hayvan sıfatıyla niteleyerek aşağılamayız. Şimdi burada bir olay anlatmak istiyorum. İnternet sitelerine girerseniz “Köpek Haçiko” diye ararsanız; (bazı arkadaşlarımız biliyordur belki) dokunaklı bir hikâyeyle karşılaşırsınız. Bir Japon profesörün 1923 doğumlu (Haçiko Japoncada sekiz anlamına geliyor) bir köpeği var. Profesör her gün metro- Haçiko Köpek Anıtı Tayyip, İnsanî bir duygu taşımaz, o yüzden doğaya, insana, hayvana düşmandır ya kadar köpeğiyle birlikte geliyor; profesör metroya biniyor köpek evine dönüyor. Profesörün üniversiteden dönüş saatinde yine metro istasyonuna geliyor ve metrodan inenleri dikkatle takip ederek sahibi metrodan iner inmez koşarak onunla birlikte sarmaş dolaş evine dönüyor. Ama bir gün profesör bir konferansta kürsüde mikrofon başında kalp krizi geçirerek ölüyor. Haçiko akşamüzeri istasyona geliyor ama sahibi dönmüyor. Saat 10’a kadar bekliyor, dönmeyince, kimse kalmayınca evine dönüyor. Ve ertesi gün yine profesörün eve dönüş saatinde geliyor yine bekliyor 10’a kadar ve ondan sonra dönüyor. Ve Haçiko’nun sahibini bu bekleyişleri tam 10 yıl, ömrünün sonuna kadar sürüyor. 1935’te karlı bir kış günü Haçiko yine istasyonun önünde lapa lapa kar yağarken hayata gözlerini yumuyor. İlkel Komünal Toplumdan doğrudan kapitalizme geçen Japonlar, böyle yüksek, yüce değerlere önem verdikleri için Haçiko’nun o istasyon önünde, son nefesini verdiği yere bakırdan bir heykelini dikiyorlar. Ve o günden sonra istasyonun o çıkış kapısına Haçiko Kapısı adı veriliyor. Genç kızlar ve delikanlıların sevgilileriyle randevulaşmayı en çok tercih ettikleri yerlerden biriymiş. Hayvandaki sevgiye, sadakate bakar mısınız, arkadaşlar?.. Ve aynı zamanda da bizim 1 Mayıs Alanı’mızı bu maskeyle, bu yalanla, bu demagojiyle elimizden almak istiyorlar. O bakımdan bunlarda duygu yok, his yok, arkadaşlar. Yaptıkları zalimliklerin, gaddarlıkların, ihanetlerin nedeni bu kişiliklerinden de kaynaklanıyor. İnsanlarımızın nasıl aşağıladığını biliyorsunuz değil mi? İşçiyi azarlıyor, köylüyü azarlıyor Yine geçen senelerdeydi. Ya geçen sene ya evvelki sene, Muş’ta bir çoban köpeği, Kangal türü bir çoban köpeğinin bir davranışı vardı. Koyun sürüsü yoldan geçerken kamyon çarpıyor ve bir kuzuyu öldürüyor. Köpeğin korumakla sorumlu olduğu sürüden bir kuzuyu öldürüyor. Ve köpek başında bekliyor. 4 gün bekliyor kuzunun başında. Gezi Parkı’na gelirsek… İnsana ve hayvana acımayan ağaca acır mı hiç? Ağaca hiç acımaz. Bunlar için ağacın bir önemi yok. Ne yaptılar? HES’lerle Karadeniz’in tüm doğal yapısını bozdular, imha ettiler. Maden alanlarıyla Ege’nin ve Akdeniz’in doğal yapısını imha ettiler. Ormanlarını imha ettiler, akarsularını imha ettiler. Şimdi de Gezi Parkı’nı imha ederek, oradaki yeşil alanı ve İstanbul Halkının belirli günlerde sıcaktan bunaldığı anlarda serinleyebildiği ender alanlardan biri olan bu alanı ortadan kaldırmak istiyorlar. Çünkü benim sorumluluğum altındaydı; onu bırakıp gidemem, diyor. Çünkü benim sorumluluğumdaki bir hayvan, burada yattı onu bırakıp gidemem, diyor. Onun korunması bana ait bir görevdi. Onu bırakamam. 4 gün bekliyor... Sonunda haber veriyorlar sürünün çobanına, çoban gelip kuzunun cesediyle beraber köpeği götürüyor. Yine 10 gün ya da 15 gün kadar önceydi; Şişli’de sokakta yaşayan bir insanımız, iki köpekle beraber yaşıyor. Ana cadde üzerinde yüzükoyun yatmış uyuyor. İnsanlar hareketsiz yattığını görünce herhalde cansız, başına bir şey geldi ya da baygın diye düşünüyorlar. Ve sağlık ekiplerine haber veriyorlar. Ambulansla sağlık görevlileri geliyor, köpeğin biri hemen fırlayarak sahibine, dostuna zarar verir endişesi taşıyarak sağlık görevlilerini yanına sokmuyor. Ve köpeğin uzun havlamaları üzerine adam uyanıyor ve bir sağlık sorunu yokmuş, kalkıp birlikte gidiyorlar başka bir yere. Şimdi bütün bunlara bakıyoruz bir de Tayyipgiller’e bakıyoruz. Dostum dediği Kaddafi’yi, Obama’nın bir emriyle satıyor. Beşşar Esad’ı, Obama’nın bir emriyle satıyor. Yine birkaç gün önce, 3’üncü Köprünün inşaatını başlattı değil mi? “Boğaz’a 3’üncü altın gerdanlık yapıyoruz”, dedi değil mi? Oysa 1995’te belediye başkanıyken aynı köprü için bakın ne diyor, arkadaşlar? “3’üncü Köprü İstanbul için cinayettir. Kuzey bölgemizde kalan yeşil alanların bölgelerin imara açılarak katledilmesinden başka bir şey değildir. İnşallah bu cinayet bitmeden hükümet değişir.” İfade bu kadar açık ve net, arkadaşlar. Oysa bugün tam 180 derece karşısında bu anlayışının. İşte bütün bunları değerlendirdiğimiz zaman şöyle diyebiliriz herhalde; keşke bunların yerine bizi Haçiko gibi, Muş’taki o kangal köpeğimiz gibi ya da Şişli’deki o garibanın sokak köpekleri gibi bir köpek yönetseydi bu ihanetleri yapmazdı, bu zulümleri yapmazdı, bu döneklikleri yapmazdı, bu zalimlikleri yapmazdı. Ama bunlarda içtenlik yok, hiçbir insanî değer yok… Direnişin 4’üncü gününde televizyonlarda izlenen bir konuşmasında sırıtıyordu değil mi yine meydan okuyarak? Sırıtıyor, arkadaşlar… Oysa insanlar günlerdir gaz yiyorlar, cop yiyorlar, gaz bombaları patlıyor yüzlerinde, başlarında, bedenlerinde. Biber gazı karıştırılmış sularla bedenleri kavruluyor. Ama buna rağmen o sırıtıyor; işte acıma hissi yok... Duygu olmadığı için vicdan teşekkül etmemiş bunlarda. Var olanı da satmışlardır, çıkarları için satmışlar. Hani daha önce açıklamıştık ya bunlar dördüncü canlı türü... Bunlar insan doğmuş ama iradi olarak insanlığı terk etmiş yaratıklar dikkat edersek. İşte halkımızın tüm bunlara; bu zalimliklere, bu ihanetlere, bu dönekliklere, bu zulümlere duyduğu tepkinin ifadesidir isyan, başkaldırı. Bir de Kuvayimilliye yadigarı tüm kamu kurumlarını sattı değil mi? Bir bir sattı, arkadaşlar. Elde hiçbir şey bırakmadı. Şimdi işte en son geçen hafta Galata ve çevresini de sattı. Yani artık ormanları satacaklar, şehirleri satacaklar, yolları, köprüleri bildiğimiz gibi satacaklar. Bunlar için her şey satılık. Satılık olmayan hiçbir şey yok. Çünkü bunların sloganı; satalım, vuralım ve küp dolduralım. Ve ihanet edelim iktidarda kalabilmek için bunları yapabilmek için. Bunların başka bir dünyası, düşüncesi yok, arkadaşlar. Tabiî bu arada da işte halkımızı, gerçek İslam olmayan yani Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin İslamıyla ilgisi olmayan Muaviye’nin ve Yezid’in diniyle kandırıyorlar. Yani sahte İslamla kandırıyorlar. Yoksa hep söylediğimiz gibi Hz. Muhammed’in amacı ne? Cenneti bu dünyada kurmak. İnsanları, hayvanları, doğayı bir uyum içinde yaşatmak. Hurma fidanları dikiyor ve koruyor o bahçeyi ve hâlâ Hacca gidenler, o hurma bahçesinden devşirilmiş hurmaları getiriyorlar “Peygamber Hurması” diye. Hacılar getiriyor, arkadaşlar, duymuşsunuzdur siz de. Hani ünlü bir hadisinde ne diyor? “Kıyametin yarın olacağını bilseniz eğer elinizde bir fidan varsa onu dikiniz, bilseniz bile onu dikiniz. Bilseniz bile onu dikmekten geri durmayın”, diyor. O denli doğaya, yeşile önem veren bir lider, bir devrimci önder. İslamiyet bizim için Tarihsel bir devrim, arkadaşlar. Ama bunlar işte katliamcı. Başka bir şey yok bunlarda… Yukarıda demiştik ki bu isyana yol açan sebepleri iki başlık altında inceleyebiliriz. Birincisi, yukarıda değindiğimiz gibi, Ortaçağcı gidişe başkaldırıydı. Demek ki bu şekilde sıralayabiliriz bu isyanı, bu başkaldırıyı yaratan nedenleri, bu şekilde maddelendirebiliriz. Şimdi eylemin kendisine gelirsek… Eylemin çapı çok büyük. İşte İstanbul’da, Taksim’de dün yapılan eyleme bakarsak; 1 milyon insanın alana gelip gittiğini ortaya koyabilir, söyleyebiliriz açıkça. Böylesine büyük bir eylem, böylesine güçlü bir eylem… Ve bu eylemin bir diğer özelliği de Türk Halkının isyancılarından oluşan bir eylem bu. Ezici çoğunluğuyla PKK, BDP, “Süreç”in zarar tamamen Türk isyancıların oluşturduğu bir eylem. Ne yazık ki 1990’dan görmemesi için eyleme bu yana Amerikan çizgisine girmiş katılmadı olan PKK ve BDP, bu eyleme ilgi Şimdi ikincisine geldik. Bu da Tür- göstermedi. O nedenle de Kürt Halkiye’nin Yeni Sevr’e götürülüşüne baş- kından insanlarımız bu eyleme kakaldırıdır. tılmadı. Alanda da gördük bu gerçeği. “İmralı çözüm süreci” denilen Kürt En son dün, BDP göstermelik Sorunu’nun Amerikancı çözümüne olarak kaç kişyle geldi bayraklarıyla karşı başta halkımızın duyduğu bir akşama doğru yani zafer kazanıldıktan tepkidir. sonra? Çünkü bizim de dediğimiz gibi, 20-30 kişi aşağı yukarı. Geldiler ve halk sağduyusuyla bu sürecin, BOP bir süre kalıp görünmez oldular. Kaldı sürecinin bir parçası olduğunu biliyor. ki zaferin kazanılmasında hiçbir payları Açıkça BOP amacına yönelik olmadı, katılmadılar çünkü. Ve dün Diolduğunu ve BOP haritasına doğru yarbakır’da bin kişi destek yürüyüşü yaTürkiye’nin götürüldüğünü hissediyor pıyor. Sadece bin kişi… Diyarbakır gibi ve ona duyduğu bir tepkidir. büyük bir merkezde... O da 3 saat kadar Burada Kürt Meselesi’nin sürüyor, polisin artık eylemini yaptınız, üzerinde biraz daha durursak, gösterinizi yaptınız, tepkinizi ortaya bildiğimiz gibi Kürt Meselesi’nin bir Amerikancı bir de Devrimci çözümü var. Devrimci çözüm, bildiğimiz gibi bizim 1933’den bu yana savunduğumuz Kürt-Türk Halk Cumhuriyetidir. Edirne’den Çin sınırına kadar Kürt-Türk Halk Cumhuriyeti, diyoruz biz bu çözüme. Devrimci, Sosyalist bir Cumhuriyet, arkadaşlar bizim savunduğumuz. Ama şimdiki süreç ne? Tayyipgiller’in, ABD’nin, AB’nin, TÜSİAD’ın ve Ortaçağcıların el birliğiyle yürüttükleri süreç ve BOP sürecinin bir parçası olan, Amerikancı çözümü amaçlayan süreçtir. Ve bu süreç, halklara düşmanlıktan başka hiçbir şey getirmez yani mutluluk da getirmez, özgürlük de getirmez, barış da getirmez. Ve bu süreç, yeni bir İsrail yaratma sürecidir. O bakımdan Kürt Sorunu’nun Devrimci çözümüyle Amerikancı çözümü yer ile gök kadar birbirinden farklıdır, birbirinin zıttıdır. Devrimci çözüm, AB ve ABD Emperyalistlerine karşı bölgemizde sağlam, yenilmez, aşılmaz, sarsılmaz bir kale oluşturmayı amaçlayan, devrimci bir kale oluşturmayı amaçlayan çözümdür. Ve tüm Ortadoğu Halklarına, Asya Halklarına destek, moral ve güç vermeyi amaçlayan bir çözümdür. Ve emperyalistleri ülkemizden, Ortadoğu’dan ve tüm Asya’dan atmayı amaçlayan bir çözümdür. Yani sosyalist bir Ortadoğu ve Asya kurmayı amaçlayan bir çözümdür devrimci çözüm. Ama şu anki süreç; ABD’nin, AB’nin, Tayyipgiller’in ve PKK’nin, BDP’nin, Soros’un, TÜSİAD’ın ve her türden gericinin birlikte yürüttüğü bir süreçtir. Tamamiyle Ortadoğu’da ABD’nin yeni bir petrol bekçisini yani bir ileri karakolunu oluşturmayı amaçlayan bir süreçtir. Yani bu denli Devrimci Çözümün karşıtı, zıttı olan bir süreçtir bu. İşte halkımız, bu Amerikancı çözüme karşı bir tepki ortaya koymuştur burada dikkat edersek. koydunuz, hiçbir olaya yer vermediniz şu ana kadar, bundan sonra da dağılın, uyarısına uyarak sessizce dağılıyor. Yani bir mücadele yok, bir çatışma yok, arkadaşlar. Şimdi tabiî eylemin bu niteliğini, bu çapını PKK, BDP, Amerika da biliyor aslında. Onlar Tayyipgiller’in böyle bir hezimete uğramasını istemiyorlar. Çünkü Tayyipgiller şu andaki en büyük müttefikleri. Kendilerine en yakın olan parti Tayyipgiller’in partisi ve ortaklar artık şu anda. Zaten Tayyip’in bu süreç açıkça ilan edildikten sonra giderek pervasızlaşması, azgınlaşması da bu güvenden kaynaklanıyor. Nasıl olsa BDP’nin muhalefetini de ortadan kaldırdım, onunla da ittifak kurdum; artık daha güçlü hale geldim, her istediğimi gönlümce yapabilirim, uygulayabilirim, Türkiye de benim artık çiftliğim gözüyle bakmaya başladı. Bu anlayışına vardı. İşte tüm bunları bildiği için BDP ve PKK, Tayyipgiller’in bu hezimetinden rahatsız. Ortaklarının zayıf düşmesi, güç kaybetmesi onların işine gelmiyor. Ortakları güçlü olsun ki, onunla her anlaşmayı yapabilsinler ve o da hayata geçirilsin. Şimdi bu bir de şunu gösteriyor, arkadaşlar; BDP’nin de PKK’nin de eyleminin, ideolojisinin muhtevasına baktığımız zaman, demokrasinin bulunmadığını, demokratlığın bulunmadığını görüyoruz. Bu eylem halkın bir başkaldırısı, isyanı. İnsan nasıl tepkisiz kalabilir buna ama o duyarlılık olmadığı için istemiyor BDP bu isyanın başarısını. Şimdi bu bir de şunu ortaya koyuyor; PKK, Türk Solu’nu hep aşağılardı dikkat edersek: Bunlar bir şey yapamaz, bir etkileri yok, bir güçleri yok, bir eylem, güçlü bir eylem, koyamazlar, diye. Bir de onu ortadan kaldırdı, onu yıktı bu eylem, bu isyan. Demek ki Türk Halkı milyonları ortaya koyarak en Amerikancı, en hain iktidarı dize getirerebiliyor. Ve kendiliğinden bir eylemiyle... 10 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 Korkak ve aptal diyenlere Türk Halkından tokat gibi cevap+ Şimdi orada şu aklımıza geliyor; Türk Halkını aşağılayan bazı yazarçizerler de vardı, biliyorsunuz. Bir kısmı rahmetli oldu, bir kısmı hâlâ onun sözlerini yazıyorlar, televizyon ekranlarından tekrarlayıp duruyorlar. İşte en azı yüzde 60’ımız gerizekalıymış hatta daha fazlasını biçti adam; asgarisi yüzde 60’mış hatta Aziz esin aslına bakılırsa yüzde 90’a kadar çıkarmış bu oran da. Türk Halkı korkaktır(!..) Böylesine kendini ilerici, demokrat sanan korkakların da karaçalmaları var, bir anlamda namussuzlukları vardı. Halkımızı aşağılamaları vardı. Şimdi bunun da nasıl bir düzenbazlık olduğu, gerçeklikle uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığı bir anda ortaya çıkıverdi. Eylemlerde hepimiz yaşadık, gördük, bütün o zulme karşı insanların yüzlerinde hiçbir korku hissetmedik. Var mı insanların yüzlerinde korkuya tanık olduğunuz bir an? Hayır. Gaz bombaları, plastik mermiler kafalarında, yüzlerinde, bedenlerinde patlıyor, bacaklarında ayaklarında patlıyor ama hiçkimse korku duymuyor; korkunun zerresi yok. Herkes bir coşku içerisinde, bir mutluluk içerisinde. O mücadelenin, o gücün verdiği bir heyecan içinde. Bir şevk içinde insanlar eylemlerini sürdürdüler. Ve çok güzel bir dayanışma içinde eylemlerini ortaya koydular. Neredeyse Komün günlerini yaşadık, değil mi arkadaşlar? Herkes her şeyini ortaya koydu. Ağır gaz yiyen insanlara hemen herkes elinden gelen yardımı sundu. Ve namuslu ilerici, devrimci doktorlarımız gönüllü olarak gelip belirli kuruluşları klinik haline getirdiler ve yaralılarımıza orada tıbbî hizmet verdiler. Hatta Cuma gecesi 02’ye doğru beni bir doktor, genç bir doktor zorla TMMOB’a götürdü. Ben reddettim yani gözlerimden yaş akıyor, nefes almakta zorlanıyorum, alerjen bir bünyeye sahip olduğum için gaz çok kötü etkiliyor, nefes borumu bayağı bir kilitliyor. İşaretimle ve ağzımdan çıkan sözlerle, az da olsa çıkan sözlerle, reddettim defalarca. Olmaz Hoca, dedi, ben doktorum ve senin daha fazla gaz yememen gerekiyor; şu anda seni buraya sokacağız, dedi. Onun üzerine girdim. Ali Başkan da geldi. Yani böylesine sevgiyle yaklaştı bana. Her arkadaşa, katılımcıya aynı sevgiyle yaklaşıldı. Demek ki burada örnek bir dayanışma, kardeşlik, yoldaşlık ortaya kondu. Eylemin bu yönü de çok önemli bizim için. Sınıfımız, 1950’den bu yana ABD’nin projelendirdiği ve uygulamaya koyduğu “Yeşil Kuşak Projesi” çerçevesinde, toplumun en az eğitimli bölümünü oluşturan İşçi Sınıfımız, Ortaçağcı ideolojinin karanlığından en çok etkilendi, arkadaşlar. İşte bu yüzden Tayyipgiller’e en çok oy veren sosyal kesimi oluşturdu, yoksul köylülüğümüzle birlikte. İşte geçen yıllarda, Ankara Tekel Direnişi’nde de böyle oldu değil mi? Hepsi ne diyordu? Elim kırılsaydı da Tayyip’e oy vermeseydim, diyordu değil mi? Biri ne diyor? Oğlumun adını Tayyip Erdoğan koymuştum, diyor. Zaten yapılan istatistikî araştırmalarda da halkın eğitim düzeyi azaldıkça, düştükçe o kesimden Tayyipgiller’in aldığı oy oranı aynı oranda artıyor. Kadınlarımızın eğitimsizlik oranı erkeklere göre daha düşük, değil mi arkadaşlar, kadının ikinci sınıf kategori sayılmasından dolayı. O bakımdan Tayyipgiller’in kadınlardan aldığı oy oranı, erkeklere göre 6 puan daha yüksek. İşte aynı anlayış çerçevesinde İşçi Sınıfımız da Tayyipgiller’in bu zulmüne karşı daha az duyarlı, daha az etkili eyleme katılan diğer sınıf ve tabakalara oranla. Eylemin bir diğer yönü de, bu tabiî Halkımız ne diyor? Tam bağımsızlık, diyor, laiklik diyor, yurtseverlik diyor, Mustafa Kemal, diyor. Ama Sevrciler bunların hepsine düşman. O bakımdan onlar halktan bütünüyle kopmuşlardır. Böyle olunca artık tamamen Amerika’nın “Project Democracy” çerçevesi içerisine savrulup gitmişlerdir. Savundukları bütün tezler o çerçeve içerisinde; ABD’nin, CIA’nın, Pentagon’un projelendirdiği, maddelendirdiği tezler. Tabiî bu eylem bir de bizim Sevrci Sol’un, Yeni CIA Solu’nun Denizler’le, Mahirler’le tümden koptuğunu da bir kez daha ortaya koymuştur. Hep söylediğimiz gibi Denizler neyi savunuyorlardı? Laikliği, Mustafa Kemal’i, Ulusal Kurtuluşu, Tam Bağımsızlığı; Soykırım yalanına karşı çıkıyorlardı, Kıbrıs Meselesi’nde tamamen bizim savunduğumuz tezi savunuyorlardı. İşte o açıdan da bir kez daha görüldü ki, Sevrciler artık Denizler’in ve Mahirler’in programıyla tümden ilişkilerini kesmişler. Yani Amerika’nın “Project Democracy” programıdır onların programı. Böylelikle halkla, ilericilikle devrimcilikle, Denizler’le, Mahirler’le, Mustafa Suphiler’le, Onbeşler’le bir de şunu gösterir; biz devrimcilerin İşçi Sınıfıyla bağlarının olmadığını. Bizim bağlar kurmamız gerekirken tersine bizim dağınıksızlığımızdan, örgütsüzlüğümüzden dolayı Tayyipgiller’in İşçi Sınıfını, köylülüğümüzü avladıklarını, kandırdıklarını ve Ortaçağın karanlık ideolojisiyle doktrine ettiklerini gösterir. Dediğim gibi bir diğer sosyal gerçekliğimiz de bu, arkadaşlar. Zaten biz de bunu daha önce tespit ettiğimiz için hedef kitlemiz olarak, 2’nci Kongre konuşmamızda da açıkça belirttiğimiz gibi, eylemin bu katılımcılarını işaret etmiştik. Yani şu an bizim ideolojimize en duyarlı olan halk kesimi bunlardır. Onlar üzerinde yoğunluklu olarak çalışmalıyız. Tabiî İşçi Sınıfı çalışması asla ihmal edilmemeli çünkü Devrimin Öz Gücü, her hiçbir alakaları kalmamıştır; hepsine ihanet etmişlerdir. Gerçek devrimci hareket olarak bir tek biz varız, bir kez daha bu ortaya çıkmıştır. Çünkü bizim taleplerimiz tümüyle halkın bu talepleriyle örtüşmektedir. Bir tek şu itiraz yapılabilir: Denilebilir ki; halkımız, buraya katılan insanlar, Kürt Sorunu’nun sizin savunduğunuz devrimci çözümünü şu anda benimsemiyorlar. Evet bu doğru. Benimsemiyorlar ama biz gerçekten güçlendiğimiz, halkla o bağları kurduğumuz anda, Kürt Sorunu’nun Devrimci çözümünü de bu halka çok kolay anlatırız. Hep söylediğimiz gibi, çok kolay anlatırız... Hiç zorlanmayız bu konuda da. Ama şu anda yeterli bağlarımız olmadığı için, zaten eylemin yönlendiricisi yahut zaman için İşçi Sınıfı olacaktır. Şu anki öncelikli kazanacağımız güç yani daha kolay kazanacağımız güç; eylemin, bu isyanın katılımcıları olarak saydığımız insanlardır, demiştik. Bir de o öngörümüz, o tespitimiz gerçekleşmiş oldu bir anlamda yahut da kanıtlanmış oldu bu eylemle birlikte. Daha önce de söyledim ama bir kez daha altını çizeyim; bu isyan, Sevrci Sol’un artık halktan tümüyle koptuğunu gösteriyor, arkadaşlar. Çünkü Sevrci Sol’un programının hiçbir maddesi halkımızın burada ortaya koyduğu taleplerden oluşmaz. başlatıcısı, programlayıcısı, planlayıcısı da biz olmadığımız için halkın durumu, isyancı halkımızın durumu bu. Ama biz yarın güçlendiğimiz, halkla sıkı bağlar kurduğumuz anda, Kürt Sorunu’nun Devrimci çözümünü de kolaylıkla bu halkımıza kabul ettireceğiz, bundan da zerre kuşku duymuyoruz. Yabancı haber ajanslarında bir değerlendirme vardı bu öğleden sonra. Deniyor ki, halkta AKP iktidarına karşı bir tepki ve öfke var. Ama bunu yönlendirecek bir siyasi parti yok. Yani bizim tespitimizi, Batı’daki objektif, İsyan’ın sınıfsal analizi+ Şimdi olayın bir başka noktasına gelirsek; katılımcıların sosyal durumlarına, konumlarına, sınıfsal konumlarına, durumlarına bakarsak şunu görürüz: Ne yazık ki İşçi Sınıfımız bu eylemde çok az yer aldı, değil mi arkadaşlar? Ortak gözlemimiz bu Zaten İşçi Sınıfımız yer alsaydı, Tayyipgiller’in uyguladığı ekonomik soygun ve zulüm, işsizleştirme de buna dahil, pahalılılık da buna dahil ortaya konurdu. Ama o sloganlar az atıldı dikkat edersek. Yani ekonomik içerikli sloganlar az atıldı. Ekonomik zulümden en çok etkilenen İşçi Sınıfımız, yoksul köylülüğümüzdür. Onlar eylemde bulunmadıkları için ekonomik talepler öncelikli değildi. Öncelikli olan hep siyasi taleplerdi bu eylemde. Bu şunu gösteriyor, ne yazık ki İşçi gerçekçi burjuva yazarçizerleri görüyorlar. Türkiye de gerçek bir siyasi parti, örgüt yok, diyorlar. Biz, ne yazık ki abluka altındayız. Hem Parababalarının hem de Sevrcilerin ablukası altındayız. Biliyorsunuz, Sevrci Soytarı Sahte Sol’un 17 grubu bizimle ilişkilerini askıya aldılar. Sadece teorik olarak onları eleştirdik devrimci bir görevimizi yerine getirdik diye; buna duydukları tepkiden dolayı, düşmanlıktan dolayı bize saldırılarda bulundular, fiili saldırılar da yaptılar defalarca. Ama yine de bu ablukayı yırtıyoruz ve giderek yırtacağız. Halkımızla daha geniş, daha kitlesel bağlar kuracağız, arkadaşlar. Bundan da eminiz. İşte isyanın en önünde, en ön safta panzerlerin, tomaların, biber gazı bombalarının en yakın oldukları yerlerde bizim arkadaşlarımız ve bizim bayraklarımız vardı, arkadaşlar. Bunu yaşadık ve işte burjuva basında, kıyıda köşede bile olsa, yer almaktayız. O cesarette, o kararlılıkta ve o bilinçteyiz. Giderek o ihanet halkasını çıkarıp atacağız, bu ablukayı yaracağız ve hak ettiğimiz yolu alacağız. Buna da inancımız tam, arkadaşlar. İsyan, Teorimizi bir kez daha doğruladı Dikkat edersek biz on yıllardan bu yana hep eğitimin ve laikliğin ısrarla üzerinde duruyoruz. “Demokratik ve Laik Eğitim”, diyoruz değil mi arkadaşlar? Yani eğitimin de iki ayağı vardır; Demokratik ve Laik olacak. Bu iki ayak birbirinden kopmaz. Bir üçüncü ayak da Anadilin özgürlüğüdür, arkadaşlar. Şimdi laiklik olmadan demokrasi olmaz, demokratiklik olmaz. Laik olmayan bir eğitim asla demokratik olamaz. Çünkü din dogmalarına dayanan, doğayı ve toplumu din dogmalarıyla açıklayan bir eğitimin, bilimsel olmasına, demokratik olmasına imkan var mı arkadaşlar? İmkân yok. Demek ki, demokratikliğin olmazsa olmazı 2 laikliktir. Ama bunu bizim dışımızda (gerçek devrimci olmadıkları için) devrimciler kavramadı. Laiklikten bize ne? O Kemalistlerin işi, dediler. Ortaçağcılarla beraber on yıllarca omuz omuza eylemler yaptılar. Ama bu isyancı insanlarımız laikliği savunuyorlar, Ortaçağcı gidişe dur, diyorlar. Geçen CHP’lilerin İskele meydanlarında dağıttığı mitinge davet, ne diyelim, bildirileri vardı. Günlerdir dağıtıyorlar Kadıköy’de yapmayı düşündükleri mitinge davet için. Nitekim o mitingi iptal ederek ne yaptılar dün? O mitingi ne yaptılar dün? Beşiktaş’a yönlendiler, ki bence akıllı bir davranıştı, bunu görebildiler, en son gün de olsa bunu görebildiler. Burada taleplerini maddelendiriyor, Laiklik yok. 19 madde sıralamış, laiklik diye bir madde yok. Çünkü laiklik derdi değil. Kılıçdaroğlu ne dedi? Laiklik tehlikede değil, dedi değil mi? Cemaatler faydalı, dedi. Tarikatlar faydalı, dedi. Fethullahla görüşme yapmak için ekipler gönderiyor değil mi? Çarşaf açılımları yapıyorlar. O da bir Amerikan projesi; şu anki CHP yönetimi. Onu da, o yönetimi de iktidara getiren Amerika. O yüzden Ortaçağa karşı bir tepkisinin olmaması, laiklik diye bir derdinin olmaması gayet doğal, arkadaşlar. Bu eylem, bizim on yıllardır savunduğumuz tezlerin ne kadar doğru, haklı ve meşru olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Eylemin sebepleri, niteliği ve sonuçları itibari ile aşağı yukarı söyleyeceklerimiz bunlardır. O zaman bundan sonra yapmamız gereken, bu dersler ışığında mücadelemize bütün gücümüzle sarılmak, devam etmektir, arkadaşlar. Eninde sonunda zafer bizim ve yoldaşlarımızın olacak! Bundan en ufak şüphemiz yok. Hep söylediğimiz sözlerle bitirelim, arkadaşlar: Halkız, Haklıyız Kazanacağız. Yeneceğiz.... 02.06.2013 Tüm yönleriyle Taksim Gezi İsyanı’nın Değerlendirilmesi -II(8 Haziran 2013) Saygıdeğer yoldaşlar, 8 Mayıs Başkaldırımız sadece ülkemiz içinde değil, tüm dünyada yankılar uyandırdı. Direnişin başlamasını takip eden bir hafta süresince dünyada atılan tweetlerin % 85’ini yalnızca bizim bu direnişimiz oluşturdu. Yani bu denli dünyada yankılar uyandıran bir eylem oldu ve hâlâ da zaferle ilerlemekte, sürmekte... 75 ilimizde gerçekleşti bu direniş ve bu illerimizin 300 büyük meydanında 600’ün üzerinde ana caddesine ve binlerce, on binlerce mahallesinde, sokağında gerçekleşti bu direnişimiz. Bu bakımdan direnişe katılanların sayısına bakarsak milyonları hatta 10 milyonu bile aştı diyebiliriz rahatlıkla. Tayyipgiller iktidarına karşı onların yaptığı zalimane, acımasız, insanlık dışı zulme karşı, ihanetlere karşı halkımızın biriken tepkisi nihayet 28 Mayıs’ta patladı, yoldaşlar. Ve kitleler, artık yeter, diyerek isyanlarını caddelere, meydanlara döktü. Ve bugüne dek ABD’nin en uşak iktidarı olan, ona en kölece bağlı olan iktidar çatırdadı. Bu isyan sonrasında çatırdadı. İşte apaçık bir şekilde Abdullah Gül, Bülent Arınç ve bakanların ağırlıklı kesimi ayrı bir safta yer aldı ve Tayyip neredeyse yalnız denilebilecek bir durumda bir başka, öbür safta yer aldı. Tabiî ABD için uşakların, hizmetkârların değeri sadece onların kullanım değerlerini sürdürdükleri sürece verilir. Nedir bu değeri ifade eden şey? Onların halkı kandırma, uyutma, aldatma gücünü ellerinde bulundurdukları süredir. Onu başaramadıkları anda onların miadı dolmuş sayılır ve hurdalığa, çöplüğe atılır onlar. Hiç yüzlerine bakılmaz. İşte Tayyip de o duruma gelmek üzere, yoldaşlar. Böylesine büyük her sosyal olay, o ülkedeki tüm siyasal güçleri sınavdan geçirir, arkadaşlar. Onların güvenilirliklerini, kalitelerini, kalibrelerini testten geçirir. İsyan, burjuva partilerini çatırdattı Bu açıdan Türkiye’nin siyasal güçlerine baktığımız zaman ne görürüz? Meclisteki burjuva partilerine baktığımız zaman, bunların tümünün sınıfta kaldığını ve kaybedenler cephesinde olduğunu görürüz, yoldaşlar. İşte iktidarda olan AKP yıpranmış ve çatırdamış, sallanmaya başlamıştır. Ve onun en Amerikancı iki müttefiki; MHP ve BDP; onlar da komik, gülünç, acınası durumlara düşmüşlerdir. İşte iktidarın, Tayyip kaçtıktan sonraki Başbakan Yardımcılığını sürdüren Bülent Arınç: “BDP ve MHP’yi takdir ediyoruz ve teşekkür ediyoruz. Muhalefet partilerimizin aklıselimi öne çıkararak ve yatıştırıcı tavır sergilemelerini arzu ediyoruz ve bunun gerçekleştiğini görmekten de mutluyuz. MHP’nin olayın başından bu yana tutumunu takdir ediyor ve kendilerine teşekkür ediyoruz. BDP’nin olayın ilk anından itibaren takındığı tavrı takdir ediyor ve kendilerine teşekkür ediyoruz.”, dedi. Demek ki arkadaşlar açık, net bir şekilde bu partiler Amerika’nın emri üzerine halkın ve isyanın, direnişin karşısında yer almışlardır. MHP bildiğimiz gibi Kontrgerilla’nın, Süper NATO’nun özel örgütü, partisidir. Onun Amerika’nın emri üzerine isyan karşıtı, halk karşıtı bir tavır alması son 11 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 derece doğal. Zaten bunun için yapılmıştır, üretilmiştir bu parti. Burjuva Kürt Hareketinin temsilcisi olan BDP de ne yazık ki onunla aynı safta yer almıştır. Gerekçelerini görüyor musunuz arkadaşlar ne kadar hazin ve gülünç. Bahçeli 7 Haziran 2013 tarihli Hürriyet’te diyor ki bu isyan için: “PKK provası”. O yüzden burada yer almayız anlamında devam ediyor. Aynı gazetenin aynı sütununda, hemen alt tarafta HDK Eşbaşkanı Ahmet Türk de bu isyana neden katılmadıklarını şöyle anlatıyor: “Çözüm sürecine karşı bir oyun seziyorum. Birileri bir taşla iki kuş vurmaya çalıştı. Hem burada kendilerini öne çıkarmaya çalışan hem de çözüm sürecinin işlememesi konusunda bazı oyunların olduğunu hissediyorum.” Hangisine inanacağız? Her ikisi de komik ve zırva. ABD öyle emretti MHP böyle davrandı. BDP ise bu aşamada ABD ve Tayyip’le yürüttüğümüz süreç böyle gerektirir diyerek isyana karşı bir tutum aldı, işin gerçeği bu, yoldaşlar. Özgür Gündem’de köşe yazıları yazan Cahit Mervan, BDP’nin yarı resmi haber ajansı diyebileceğimiz ANF’de yayımlanan bir yazısında, 4 Haziran 2013’te; “‘Hükümet istifa’ Kürtlerin talebi değildir.”, diyerek bunu zaten açıkça dile getirdi. Daha önce de söylediğimiz gibi, Amerikancı Kürt Hareketi şu anda AKP ile ittifak halinde ve ortak durumundadır. O yüzden AKP’nin hırpalanması, sarsılması onların işine gelmez. Ortakları güçlü olacak ki, onunla yaptıkları her mutabakat hayata geçsin. Onların arzusu bu, yoldaşlar. O bakımdan açıkça isyana ihanet etmişlerdir bu partiler. Saygı duyduğum bir ekonomist var: Mustafa Sönmez. Yorumlarına katıldığım, ekonomik yorumlarına katıldığım bir ekonomist. Bugüne dek bu Amerikancı İmralı Sürecini hararetle destekliyordu. Ekonomist olduğu için siyasi olayları kavramakta yetersiz kalıyor ama bu olay onun bile gözünü açtı. İşte 4 Haziran tarihli Yurt Gazetesi’ndeki yazısında Nazım’ın şu dizesi başlığı oluyor: “Ateşi ve İhaneti Gördük”. Burada bir; medyanın ihanetini koyuyor işliyor, iki; Kürt siyasetinin yani BDP’nin direniş, isyan konusundaki ihanetini ortaya koyuyor. Demirtaş’ın şu açıklamasını aktarıyor: “Gezi Parkı’nda yaşananları barış müzakerelerinin karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını bilir.” Bu sözler üzerine Mustafa Sönmez diyor ki: “Kürt siyaseti büyük bir hayal kırıklığı yaratırcasına bu direniş de nereden çıktı demeye getirmektedir.” Tabiî ne güzel AKP’yle Tayyipgiller’le, Amerika’yla, Soros’la, TÜSİAD’la, tüm Ortaçağcılarla, ne güzel biz Yeni Sevr’e doğru Türkiye’yi götürüyorduk, Amerikancı süreci izliyorduk. Bu direniş bizim işimizi aksattı, demeye getiriyor, Demirtaş. CHP’nin tutumuna gelirsek: İzlediğimiz gibi, o ortaya oynadı. Birkaç milletvekili Direniş’e geldi Genel Baş- kanı ise göstermelik olarak uğrayıp gitti. Geçen cumartesi yani tam bir hafta önce Kadıköy’de yapacakları mitingi erteleyerek kitlelerini Beşiktaş’a gönderdiler ama onu da sonradan öğrendik ki, gençlik kollarının isyanı üzerine o kararı almışlar. Gençlik kolları ortaklaşa bir karar alarak biz Kadıköy Mitingi’ne gitmiyoruz. Bizim şu anki yerimiz, Taksim’deki direnişe, isyana destek vermektir, demişler. Yönetim bu isyan karşısında çaresiz kalarak kitlesini oraya yönlendirmiş. Ondan sonra da birkaç kuru söylemi dışında Kılıçdaroğlu’nun aktif bir desteğini göremedik. Burjuva partisi AKP, iktidardaki parti AKP ise çatırdadı. Siyasi durum artık Gezi Parkı öncesi ve sonrası diye tahlil edilecektir Demek ki bu büyük, yiğit, şanlı direniş, başkaldırı tüm burjuva partilerini yerden yere vurdu. Gelinen duruma baktığımızda, yoldaşlar, bundan sonra Türkiye’de artık hiçbir şey siyasi planda eskisi gibi ol- mayacak. Çünkü kitleler yüz binler, milyonlar halinde ortaya çıkıverdiği anda, hiçbir gücün karşılarında duramayacağını gördüler ve sonsuz, müthiş bir özgüven kazandılar. Bu özgüven, bu isyanın, direnişin halkımıza kazandırdığı en büyük getiridir, değerdir. Ve bu asla kaybedilmez, yitirilmez. O bakımdan bundan sonra bu tür başkaldırılarla karşılaşacağız sık sık. Bu nedenden ABD uşağı satılmışların, hainlerin, Parababalarının, TÜSİAD’cıların onların siyasi plandaki her türden temsilcilerinin ve Ortaçağcıların işleri Türkiye’de artık zor. Artık her namussuz, her Amerikan uşağı, halkın bu direnişini hesaba katmak durumunda kalacak. Yoldaşlar, Bildiğimiz gibi her yüce dava, her kutsal dava taraftarlarından büyük fedakârlıklar ister. Şehit olmayı, acılar çekmeyi, sakat kalmayı, zindanlarda yatmayı ister. Ama o yüce davanın taraftarları, davalarına o denli bağlanmışlardır ki, bunlar hiç umurlarında olmaz. İşte bu kutsal isyanımızda da şehitlerimiz oldu. Şu anki şehit sayımız üç. Ne yazık ki dört de ölümcül yaralımız var. Bu yoldaşlarımız hakkında da ümitvar olamıyoruz. 6-7’nin üzerinde gözünü kaybeden, gaz bombalarının çarpması, vurması sonucu gözlerini kaybeden yoldaşlarımız var. Kolu kırılan kadınlı erkekli yoldaşlarımız var. Yaralanan gencecik kızcağızlarımız, delikanlılarımız var. İsyancılarımıza yardım için gelen ama polis tarafından acımasızca dövülen kadın doktorlarımız var. Ama bunlara rağmen halkı- mızda en ufak bir yılgınlık, bir korku, bir bezginlik yok. Şu kesin ki, yüzlerce şehit bile versek halkımızın gözünü korkutmak mümkün değil artık. Tersine daha da öfkesi artacak, kini artacak ve isyanın çapı daha da büyüyecektir. Tayyipgiller de bunu kavradı geri adım atışlarının, yüz geri oluşlarının sebebi bu. Gerçek anlamda devrimci olmayan siyasetler yani burjuva, küçükburjuva siyasetleri insanı acımasızlaştırır, gaddarlaştırır, vicdansızlaştırır. Yani bir anlamda insanlığından çıkarır. Şu yönüyle ki, insan sadece siyasi odağına kilitlendi mi, onun dışındaki tüm değerler gözünde silinir, önemsizleşir. Varlığını ve değerini kaybeder, görünmez olur. O yüzden insan, siyasi amacının dışında hiçbir şeye değer vermez olur. İşte bu ahlâkî ve insanî erozyona, tahribata bütün burjuva partileri uğramıştır, arkadaşlar. Bu eylem bir de bunu ortaya çıkardı. Tayyipgiller’in, her türden sözcüsünün isyana ve isyancılara karşı tutumu, polisin tutumu ve isyancılar karşısında MHP’nin ve BDP’nin aldığı tutum, onların gerçekten de siyasi mücadelenin esiri olduklarını ve o yüzden insanî, ahlâkî, vicdanî değerlerini kaybettiklerini ortaya çıkardı. İnsana, doğaya, hayvana değer vermeyen her sistem çökmeye mahkûmdur Her mücadele böyledir. İşte o yüzden insanın, insanlığını korumak için olağanüstü çaba göstermesi gerekir her an. Bunu dünyada başarabilmiş siyasetler hep gerçek anlamda MarksistLeninist siyasetlerdir, yoldaşlar. Kim başarmıştır? Che, Fidel ve onların Küba’sı başarmıştır. O yüzden halkla hep iç içe olmuşlardır. Halkın asla dışına çıkmamışlardır. Asla hiçbir ayrıcalık talep etmemişlerdir. Ve halkla mahallelerinde bir komşu gibi içli dışlı yaşamışlardır. Sadece davranış planında değil, ekonomik planda da yani yaşam standartları, maddi gelir düzeyleri de ortalama Küba Halkıyla aynı olmuştur. O yüzden hep insan kalmışlardır. Tersine bu mücadele onların insanî, ahlâkî, vicdanî yönlerini daha da güçlendirmiş ve zenginleştirmiştir. Zaten Marksizmin-Leninizm’in amacı da budur. Yani insanı hayvanlık konağından kurtarıp gerçek bir insancıl düzene kavuşturmak, insancıl bir toplumu yaratmak, insancıl bir dünyayı kurmak. İşte bu amacımızı hiç gözden uzak tutmadığımız için ve her şeyin insan, hayvan, bitki, doğa ve bu dünyamız için olduğunu bilmemizden dolayı bütün mücadelelerde, bütün kavgalarda hep insanlığımızı, vicdanımızı, acıma duygumuzu, empati yetimizi korumuşuzdur, yoldaşlar biz de. Hz. Muhammed ne diyordu: “Yeryüzünde ayağı ile debelenen, kanadıyla uçan bütün yaratıklar, tıpkı sizin gibi bir ümmettirler. Yani sizinle eşittirler ve yarın Rablerinin huzurunda toplanacaklardır.” Eşitliyor yani hayvanları, doğayı, toplumu. Eşitliyordu ve hiç haksızlık yapmayacaksınız, diyordu. Marksizm de aynı şeyi söylüyor, arkadaşlar. Ve biz Halkın Kurtuluş Partisi de Programımızda buna genişçe yer verdik, yoldaşlar. Sosyalist Kamp neden çöktü, dedik? Acımasızlıktan, sevgisizlikten, gaddarlıktan, nobranlıktan çöktü, dedik. Öyleyse bu dersi çıkarıp, Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Kıvılcımlı’nın, Hz. Muhammed’in ve büyük devrimci önderlerin öğütlerini hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Her şey gerçek anlamda insanî bir toplum kurmak içindir. Ama şu anda yaşadığımız dünya hayvancıl konaktan kurtulmuş değil. Ve biz insanlar da o konağın içerisindeyiz. İşte bu konaktan insanı çıkartmak istiyoruz. Bunu her an aklımızda tuttuğumuz için bu mücadele de bizi hep geliştirdi, güçlendirdi, insanî yönümüzü yüceltti, işledi, zenginleştirdi. İsyanımıza gelirsek, yoldaşlar: Başta da söylediğim gibi, biz zaten şu anda kazanmış durumdayız. Tayyipgiller açıkça yaptıklarından yüz geri ettiler. Bakmayın Tayyip’in öyle söylenmesine, hâlâ yükseklerden uçmasına. O da artık pişman oldu yaptığına. Ama bunlar tabiî zalimlikten asla geri durmazlar. İşte çok daha büyük doğaya yönelik bir katliamı öngören bir yasayı Meclise getirmişlerdi ve bu isyan günlerinde Mecliste görüşülecekti, karara bağlanılacaktı, yoldaşlar. Bu da Türkiye’nin bütün SİT alanlarının ve ormanlarının yapılaşmaya, yağmalamaya açılmasına karar verecek olan, izin verecek olan bir yasaydı. Ama isyanın gücünden korkarak onu şu anda geriye çektiler. Ama daha başka katliamları da var. İşte 3’üncü Boğaz Köprüsü, diyorlar. 2 milyon ağacı katledecekler orada. Yani Beykoz ve Belgrat Ormanlarının, yeşil alanının kökünü kazıyacaklar. Yani İstanbul’u oksijensiz bırakacaklar. Çılgın proje Kanal İstanbul, diyor. İstanbul’a bir on milyon daha nüfusun çekilmesi demek bu, arkadaşlar. Yeni bir İstanbul’un daha eklenmesi demek. Oraların da taşlaşması demek. Yapılması gereken bunun tam tersi. İstanbul’un soğutulması, küçültülmesi, köylerin, kasabaların şehir düzeyine getirilerek, insanların orada da şehirdeki tüm imkanlara kavuşarak yaşamalarının sağlanması; insanî toplum ve yerleşim bunu emreder, arkadaşlar. Gezi Parkı’ndaki 606 ağacı kurtardık ama bunların daha milyonlarca ağaç katliamı yapmak önlerindeki hedeflerinden. Onları da kurtarmamız gerekir ve o bakımdan mücadeleyi bu dirençle, bu isyandan aldığımız heyecanla, moralle, güçle; daha atak, daha enerjik bir şekilde aralıksız sürdürmemiz gerekir. Unutmayalım ki: Örgütlü Halk Yenilmez!Sonunda kazanan mutlaka biz olacağız! Tüm yönleriyle Taksim Gezi İsyanı’nın Değerlendirilmesi -III- N (24 Haziran 2013) asıl bir düşmanla karşı karşıya olduğumuz, bu son yiğitçe yürüttüğümüz Şanlı Gezi Parkı Direnişi’mizle bir kez daha netçe görülmüştür. Tabiî gerçeği görmek isteyen herkes tarafından... Gezi Parkı’nın son dağıtılması-boşaltılması ve polis tarafından işgaliyle sonuçlanan saldırı, Tayyipgiller’in ve onların şefi Tayyip’in, devrimcilere karşı nasıl azgın, engellenemez bir kin ve nefretle dolu olduğunu açığa çıkarmıştır. Çünkü Taksim Dayanışması, zaten bir gün sonra yani pazar günü Direnişi sonlandıracağını ve Parkı boşaltacağını, çünkü Park’ın park olarak kalmasının kazanılmış olduğunu açıklamıştı. Ama Tayyip bir gün önce o anlaşmayı platform sözcüleriyle, Taksim Dayanışması Platformu sözcüleriyle yapmış olmasına rağmen, bir gün sonra bunu hazmedemedi. Ve saldırarak Direnişçileri ezmeyi, gazlamayı, coplatmayı ve dağıtmayı uygun buldu, arkadaşlar. Bunlar sınıf yapıları gereği böyle davranırlar. Başka türlü davranmak onların elinden gelmez; çünkü bunlar ilk yetiştikleri andan itibaren devrimcilere karşı böyle bir kin ve nefretle doldurulmuşlardır ve doktrine edilmişlerdir. Bunlar, hep söylediğimiz gibi, altı bin yıldan bu yana bu topraklarda, Mezopotamya’da, egemen olan asalak, zalim, insan düşmanı, vurguncu, sömürgen Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcileridir. Tabiî şu anda önemli kesimi Finans-Kapitalistleşmiştir artık. Artık hayâsızca vurgunlarla, soygunlarla Finans-Kapital aşamasına ulaşmışlardır. Tayyipgiller azgın bir öfkeyle halkımıza karşı Haçlı Seferleri açmışlardır Tayyipgiller’i böyle davranmaya iten, sınıf yapılarından kaynaklanan doğalarıdır, karakteristikleridir. Tarihsel gelişimleri içerisinde, o gelişim süreci içerisinde Önderimiz Kıvılcımlı Usta yarım yüzyıldan önce eserlerinde bu özelliklerini açığa çıkarmıştır. Ve en son biz, bunların yapılarını “Tayyipgiller Kökeni ve Sınıf Yapısı” adlı eserlerimizde açıkça ortaya koyduk. Bundan bir paragraf aktarmak istersek, yoldaşlar… Önderimiz, Usta’mız Kıvılcımlı 1969 yılında yayınlanan bir makalesinde bakın bunları nasıl tanımlıyor: “Türkiye’de “kozmopolit” olma bakımından Finans-Kapitale tıpatıp uygun ve çarkla dişli gibi içiçe gelen tek bilinçli ve kasıtlı sosyal sınıf Tefeci-Bezirgân Sınıfıdır. Çünkü bu sınıf oldu olasıya modern “MİLLET” karakterini bilmemiş ve tanımamıştır. İlk Mekke ve Medine kentlerinden beri Antika Toplumun kutsal “ÜMMET” düzeyini yaşamaktadır. Ümmetçiliği aşamadığı için, kendiliğinden “VATASIZ” ve “MİLLETSİZ” olan Tefe- ci-Bezirgan Sınıfı, ister istemez 1300 yıllık Hilafet ve Saltanat düşkünlüğüne bağlıdır. Saltanatı kendi toprağının devletçiliğinde bulamadığı gün, Finans-Kapitalin uluslararası yapısına giren yerli şubesini başına taç etmekte sakınca bulmaz. O zaman gözünü kırpmaksızın bütün kasaba eşraf ve agavatını Türkiye devrimci güçlerine karşı, Saint-Barthélemy Katliamlarına taş çıkartan, kana susamış eğilimiyle Haçlılar Seferi açmış durumda buluruz.” (Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye Sınıflar ve Politika, Derleniş yayınları, s. 19-20) Evet yoldaşlar, işte Tayyipgiller, 25 gündür devrimcilere, demokratlara kana susamış azgın bir öfkeyle Haçlılar Seferi açmış durumdadır. Ve o azgınlıklarını belirten değişik söylemleri olmuştur Tayyip’in daha önceden. Ne demişti? “Kindar ve dindar yeni nesil yetiştireceğiz.”, demişti. Kininin davasını sürdürecek bir nesil istiyorum, demişti. Kini kime karşı? Biz devrimcilere ve Birinci Kuvayimilliyecilere, Birinci Milli Kurtuluşun Lideri Mustafa Kemal’e, laik düzeni savunanlara ve Birinci Milli Kurtuluş’un değerlerini yani yurtseverliği, tam bağımsızlığı, antiemperyalistliği savunanlara. Kini bunlaradır. İşte o yüzden, 25 gündür de genç, yaşlı, çoluk çocuk, kuş, sokak hayvanı var demeden, durup dinlenmeden biber gazıyla gazlatıyor parkları, sokakları, caddeleri, alanları, evleri, otelleri, hastaneleri, camileri. Kimyasal yakıcılar karıştırılmış tazyikli sularla dağlatıyor canlıların bedenlerini. Ve eğitim sürecinde (aynı kendisi gibi) biz devrimcilere ve demokratlara, laiklere karşı kin ve nefretle doldurdukları polisleri coplarla, TOMA’larla, zırhlı araçlarla, Akreplerle donattıkları bu polisleri saldırtıyor, biz namuslu yurtsever, aydın, demokrat, devrimci güçlere karşı. 15 Haziran’daki o son saldırıda, bebek arabalarındaki bebekler vardı saldırıya uğrayan kurbanlar arasında. 3-4 yaşında küçücük çocuklar vardı annelerinin ve babalarının yanında. Ve bir kısmı hatırlarsınız; o saldırı sonrası anne babalarını kaybettiler o saldırının azgınlığı, acımasızlığının yarattığı kargaşa hatta cehennem ortamında. Ve Tayyip, Tayyipgiller zerrece üzüntü duymadılar bundan. Çünkü bunlar tarihteki Muaviye’nin, Yezid’in devamcısıdır. Saldırı sonrası yaşanan trajedi Tayyipgiller’in umurunda olmamıştır Hatırlayacağımız gibi, üç isyancı yoldaşımız (Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş ve Ethem Sarısülük) şehit düştüler bu mücadelede. 12 Yoldaşlar: Bir de Ankara Kızılay’daki bir dersane çalışanı işçi kardeşimiz günlerce üst üste aşırı miktarda gaza maruz kalmasından dolayı kalbi durarak hayatını kaybetti. Kızılay gibi bir yerde olmasına rağmen yere düşüp bayıldıktan sonra polisin ablukasından dolayı ancak 25 dakika sonra ambülans gelebildi bulunduğu yere. Belki hemen hastaneye taşınabilseydi, yaşıyor olacaktı şu an. Bu şehit kardeşimizin de adı İrfan Tuna’dır. Bir de polis hayatını kaybetmiştir, yüksekten beton zemine düşmesi sonucunda. Ailesi; “Biz oğlumuzu Gezi Direnişi’ne şehit verdik.” diye açıklamada bulunmuştur. Anlaşılmaktadır ki, bu halk çocuğu genç de Parababalarının yarattığı işsizlik ve geçim derdi yüzünden o mesleğe girmiş ve o görevde istemeden de olsa bulunmuştur. Bu sebepten o genç de (Mustafa Sarı da) şehitlerimizdendir. Yine hatırlanacağı gibi, “TTB, Gezi Parkı’nda başlayan olaylarda biber gazı, plastik mermi ve darp sonucu 4 kişinin öldüğünü, 4 kişinin hayati tehlikesinin sürdüğünü, 60’ı ağır 7832 kişinin de yaralandığını bildirdi.” Demek istediğimiz ne yazık ki, daha başka şehitlerimiz de olacak gibi görünüyor, yoldaşlar. 11 yoldaşımız da gaz bombalarının yüzlerinde patlaması sonucu birer gözlerini kaybetti. Yani daha bir hayli engelli yoldaşlarımız da olacak gibi görünüyor. Bunlar İsyanımızın insan kayıplarıdır. Binlerce kuş ve kedi, köpek gibi sokak hayvanı da biber gazının boğması sonucu hayatlarını yitirmişlerdir. Ve binlerce, hatta on binlerce gencimizin, yaşlımızın bu saldırılar karşısında ruh sağlığı bozulmuştur. Dikkat edersek yoldaşlar, Tayyip ve şürekasının yaşanan bu trajedi hiç umurunda olmamıştır. Onlar zerrece duygulanmamış, üzülmemişlerdir. Hep söylüyoruz ya onlarda insani bir şey aramayacaksınız çünkü yoktur, diye… Tayyip, bakanları, valileri neyin derdindeler? Neyin sözünü ediyorlar durmadan? Maddi kayıpların değil mi?.. Ne diyor şef Tayyip: Bu çapulcular şu kadar polis arabasını, bilmem şu kadar şunu bunu yaktı, kırdı, döktü, diyor. Sokakları yazılarıyla kirletti, diyor, değil mi? Evet yoldaşlar, bunlar bu işte… Kendi ihanetleri ve satılmışlıkları yüzünden Hatay Reyhanlı’da 53 insanımız, bunların besleyip kolladığı çakalların, canilerin bombalı saldırıları sonucunda hayatını yitirdiğinde de Tayyipgiller’in kılı kıpırdamamıştı. Uludere-Roboski’de geçim derdindeki 34 insanımız, sefer başı 50 TL için kaçak dönüşü, ABD’nin bile bile, kasıtlı olarak verdiği yanlış istihbarat sonucunda, son vurun emrini Tayyip’in ve onun tombalak paşası Özel ve Güzel Paşanın verdiği katliam neticesinde hayatını yitirdiğinde de bunların hiç umurunda olmamıştı. Evet bunlar böyle… Yaptıkları tüm bu işler de çok açık bir şekilde tekrar tekrar göstermektedir ki, bunlarda onur, gurur, halklarımıza karşı herhangi bir sorumluluk duygusu yoktur. Hayvanların bile onuru, gururu, sorumluluk duygusu vardır. Onları kaybetmemek için hayatlarını verirler. Çok sevdiğim sosyalist yazar Jack London “Vahşetin Çağrısı”nda kızak köpeklerinin gururu olduğundan söz eder. Hastalanan, sakatlanan, yorgun ve bitap düşen yaşlı köpeklerin kızaktaki yerinden çıkarılıp kızağı tek başına yan taraftan, yük taşımaksızın takip etmesi istendiğinde, bunu asla kabul etmediklerini ve ısrarla kızaktaki yerlerine gelip durduklarını anlatır. Ayakta duramayıp düşünceye ve diğer köpeklerin kendisini koşumlarından asılarak sürümek zorunda kalacakları hale ge- Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 linceye kadar kızaktaki yerlerini koruduklarını anlatır. Tabiî ondan sonra da kızak sahibinin o köpeği kızaktan birkaç yüz metre ileriye omzunda taşıdıktan sonra ensesinden bir kurşun sıkarak acılarına son vermek için uyuttuğunu anlatır. Ve diğer köpeklerin de gözleriyle görmemiş olsalar da duydukları bu silah sesinin ne anlama geldiğini bildiklerini anlatır. İşte bunlarda yani Tayyipgiller’de bu hayvancıklarda bulunan onur, gurur ve sadakatin-bağlılığın zerresi bile bulunmaz, yoldaşlar. Çok kan içtiler, çok can yaktılar, halklarımıza çok acılar çektirdiler. Artık insanca yaşabilmeleri ve ölebilmeleri olası değil bunların. Yaptıkları ihanetin ve caniliğin hesabını verecekler. Vurgunlarının ve soygunlarının hesabını verecekler. Muhakkak verecekler… Taksim Direnişi’nin kahramanları temiz ve sevgi dolu yürekten başka silahları olmayanlardır İslamiyet’in iki yönü vardır bildiğimiz gibi, bir; vicdan yönü, iki; afyon yönü. Muaviye ve Yezid’de vicdan yönü yoktur, sadece afyon yönü vardır. Vurgun, sömürü, insanları Allah ile aldatarak, kandırmak ve dolandırmak vardır. Yoksa Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin savunduğu insancıl yön yani Cenneti bu dünyada kurmayı amaçlayan yön bunlarda yoktur. Bunlar dikkat ettiğimiz gibi, Hz. Muhammed’in damadı ve en yakın yoldaşı Hz. Ali’yi seçim dalavereleriyle kandırarak Halifelikten uzaklaştırmışlardır. Onun soyunu Kerbela’da acımadan katletmişlerdir. Ne adına? Din adına. Oysa Hz. Muhammed’in “Konuşan Kur’an” dediği Hz. Ali’nin soyudur bunlar. Ve Hz. Muhammed’in hayatta en çok sevdiği insan olan Hz. Hüseyin ve yoldaşlarıdır orada katliama uğrayan. Ama bunlar öylesine düzenbaz, alçak, madrabaz, yalancı, vicdansız, namussuz, insani değerlerden uzak ki, o 72 masum insanı “dini savunuyoruz” maskesi altında canavarca katletmişlerdir. İşte Tayyipgiller de aynen bunların ruhiyatını ve kişiliğini taşımaktadırlar. O yüzden Tayyip ne diyor, bugünkü Polis Akademisi mezunlarının töreninin yapıldığı yerdeki konuşmasında? “Polisimiz Taksim’de bir kahramanlık destanı yazmıştır.” diyor. Buna sanırız oradaki polisler de dâhil olmak üzere hiç kimse inanmaz. Çünkü Taksim Gezi Parkı Direnişi’nin yiğit kişileri kimlerdi yoldaşlar? Göğüslerindeki temiz inançtan, sevgi dolu yürekten başka hiçbir silahları olmayan tertemiz insanlardı. Sen onlara karşı zırhlı TOMA’larla, zırhlı Akreplerle, insanın soluğunu kesici ve gözlerini kör edici biber gazıyla, tazyikli sularla, coplarla saldır; bu insanları ez, ondan sonra da bunun adı kahramanlık olsun. Gülerler buna be, yüzüne tükürürler namuslu insanlar!.. Ama bunlar böyle işte. Gerçekleri ters yüz etmekte bunların üzerine yoktur. İnternet sitelerini gezerseniz; Tayyip’in yalanlarını içeren videolarla karşılaşırsınız. Eski yalanlarını içeren videolar, bir de son Gezi Parkı Direnişi sürecinde söylediği yalanları içeren videolar... İnsan bunları izleyince bu ne yahu, diyor. Yani bu ne?.. İnsan mı, hayvan mı, bitki mi, nedir bu yaratık? Nedir bu canlı? diye soruyor kendi kendine. İnsan bu kadar yalanı, bu kadar kısa süre içinde ve bu kadar rahatlıkla nasıl söyleyebiliyor, diye neredeyse insan olduğundan utanası geliyor. Hani ünlü Alman düşünürü Nietzsche der ya “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ünde böyle insanlar için: “Keşke hiç dünyaya gelmeselerdi” diye. İşte Tayyipgiller de bu kategoriye giren canlı türünden. Tayyipgiller’in doğaya saldırıları devam ediyor Tayyip, yine o Polis Akademisi mezunları töreninde yaptığı konuşmada, bir saldırılarının daha haberini verdi. Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu Tersane-i Amire denen ve o yıllardan beri sürekli çalışan ve gemiler üreten tersaneyi de kapatarak tüm Haliç’in o bölgesini satışa çıkaracaklarını duyurdu. “Haliç Gold” adını verdiklerini açıkladı bu projeye. Ve ihalesini de 2 Temmuz’da yapacağız bunun, dedi. Ve oraya neler yapılacağını da söyledi. Çok yıldızlı oteller, alışveriş merkezleri, camiler yapacağız oraya, diyor. Yani bunlar ihanetlerini yaparken dikkat edersek bir de yanına camiyi, Kur’an kursunu, din derslerini, kadının başörtüsünü sıkıştırırlar. Böylece insanları daha kolay kandırabileceklerini bilirler çünkü. Cahil, günlük geçiminin derdindeki insanları da ne yazık ki bu yalanlarıyla, böyle düzenbazlıklarıyla kolayca kandırabilmektedirler. Bunların vurgunu, bildiğimiz gibi, Beykoz taraflarında acımasızca sürmekte. Her gün onlarca, belki yüzlerce ağaç orada katledilmekte 3. Köprü yapıyoruz, diye. Ve giderek, daha önce de söylediğimiz gibi, Beykoz’un ve karşısındaki, karşı yakadaki (Avrupa Yakası’ndaki) Belgrat Ormanları’nın tümüyle kökünün kazınmasıyla sonuçlanacak onların bu Yukarıda sözünü ettiğimiz videosuna gelirsek: Orada Ethem Sancak, kendisi gibi bir yığın satılmışın yer aldığı bir toplantıda, toplantının esas oğlanı Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’e “Tarımı modernleştiremezsek bir köylü toplumu olmaktan kurtulamayız. Mümkün değil. (…) Bu tarımın köylünün elinden alınması gerekiyor. Sayın bakanımla zaten o noktada bir araya geldik. Ve o günden bugüne ben bu bakana aşık oldum.” diyor. Demek ki aşkının sebebi, tarımın köylünün elinden alınmasıymış. Tarımın modernleşmesi için tarımın köylünün elinden alınması zorunluymuş. Tarımı köylünün elinden alınca köylü ne olacak? Tabiî Parababalarının tarım tekellerinin ırgatı. Tabiî o da köylünün çok az bir kısmını oluşturacak. Geriye kalanı?.. Ne olursa olsun, nereye giderse gitsin, ister ölsün, ister kalsın onların umurunda değil… Bu hain konuşmasının ilerleyen saldırısı. Ona karşı da mücadele etmek gerekir aslında. Yani İstanbul’un akciğerlerini ortadan kaldıracaklar, oksijensiz bırakacaklar İstanbul’u. Ve aynı saldırı şu anda tüm Türkiye’de, bunlardan bir örnek olarak Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’nde sürmekte. Oranın da bir bölümünü Amerika Büyükelçiliğine verdiler. Amerika Büyükelçiliği mevcut yerinde güvende değilmiş, güvenli bir bölgeye bölümünde Mehdi Eker’in başında bulunduğu bakanlığın yüz yıllardan bu yana kamuya, dolayısıyla da köylüye ait olan, daha doğrusu kullanımı köylüye ait olan meraların, köylünün elinden alındığına dair bir kanunun sessizce çıkarıldığından söz ediyor. Görelim: “Çok şükür Tarım Bakanımız geçen ay çok büyük bir devrim gerçekleştirdi. Bence sessiz bir devrim. Ve merayı çitlenebilir hale getiren kanunu çıkarttılar. Bunu nasıl başardılar bilmiyorum ama anayasal bir sorundu. Ama yaptılar bunu sonuçta. Şimdi ben çok umutluyum. Bu kanun çıktıktan sonra petrolden de daha önemli zenginliğimiz olan meralarımız el birliğiyle işleriz. Bunları servete dönüştürürüz. Sayın Bakan’a bir tarım gönüllüsü olarak şükran borçluyum.” Bu alçak vurguncu, kıyıları ve ormanları, meraları yağmalayanların kendileri gibi bezirgan, burjuva partilerin yönetici ve yandaşlarından oluşan kişiler olduğunu bilmezden geliyor. Onların kullanımının köylüye, halka ait olmakla birlikte, korunmasının devletin silahlı güçlerinin, yasalarının, mahkemelerinin, idari amirlerinin sorumluluğunda olduğunu yine görmezden, bilmezden geliyor. Bu meraların tamamını ben ve benim gibi Parababaları alsın mülkiyetine geçirsin, biz orada modern tarım yapalım. Devlet de köylünün buna başkaldırısına izin vermesin, diyor. Düşünebiliyor musunuz alçaktaki vicdansızlığın boyutunu? Köylümüz artık bırakalım sürüsünü birkaç koyun keçi ya da ineğini bile köyün yanıbaşındaki merada otlatamayacak. Böylece de hayvansız, dolayısıyla hayvancıl besinden yoksun kalacak. Kendileriyse milyarlar vuracaklar. Milyar dolarlarına yeni milyar dolarlar ekleyecekler. İşte bu ihanetin ve halk düşmanlığının yasasını çıkarmışlar. Bakalım ne zaman uygulamaya yeltenecekler bu yasayı… Köylümüz tabiî ki buna boyun eğmeyecek. İsyan edecek. Bunlar, Kuvayımilliye yadigarı kamu mallarını sattılar. 2B dediler ormanların bir bölümünü satıyorlar. Limanları, havaalanlarını, köprüleri, yolları, şehirlerimizin semtlerini satıyorlar. Kentsel dönüşüm adını koydular, tüm şehirlerimizdeki halkımızın ellerinden evlerini alıyorlar. Anlaşılıyor ki, gözleri doymak bilmiyor bir türlü. Şimdi de köylümüzün meralarına göz Ethem Sancak taşınması gerekiyormuş. Efendisi Obama öyle emir verdi, o da derhal, emrin olur, dedi ve Orman Çiftliği’nin bir bölümünü Amerikalıların emrine verdi. Bir bölümüne ise Başbakanlık binası yapılacak, biliyorsunuz. Yani kerte kerte Ankara’nın o güzelim yeşil alanını da ortadan kaldıracaklar. Şu anda internet ortamında Kızıl Hacker’ların ortaya çıkardıkları bir ihanetin daha sesli videosu dolaşmakta. Ethem Sancak diye bir vurguncu var. Türkiye’nin sayılı Parababalarından. Star TV ve TV 24’ün de eski sahibi. O, bir röportajında da diyor ki: “Sadece başbakanı yani Tayyip’i ve hükümetini savunmak için o televizyonları aldım ve onlar görevlerini yaptılar ve ondan sonra da sattım. Şimdi başka yerlerde paramı değerlendiriyorum.” Yani bu da medyanın nasıl tamamen (bu sadece bir örnek diğerleri de aynı) Parababaları tarafından Tayyipgiller’in emrine sunulduğunu gösteriyor. Yani görevi halkımıza haber vermek, halkımızı bilgilendirmek falan değil. Halkımızı kandırmak, yalanlarla dolanlarla halkımızı kandırarak, aldatarak Tayyipgiller’in peşine takılmasını sağlamak. Medya kapitalizmin tekelci aşamaya geçmesiyle birlikte haber aracı olmaktan falan çoktan çıktı. Parababalarının emrindeki bir uyutma ve aldatma, kandırma aracına dönüştü. dikmişler. Onları vuracaklar. Hep diyoruz ya bunlar Firavun soyu, Nemrut soyu diye. Dünyayı yutsalar bunların gözü yine doymaz. O nedenle de bunların sonu Firavunların sonu gibi olacak. Firavunların lanetiyle lanetlenmiştir bunlar. Hiç tereddütümüz olmasın bundan… Enteresandır yoldaşlar, Bu Ethem Sancak da eski PDA döneğidir. Doğu Perinçek’in yakınında yıllarca bulunmuş kişilerdendir. TİKP’in de uzun yıllar finansörlüğünü yapmıştır. Bu konuda Gün Zileli anılarının “Havariler” adlı kitabında ayrıntılıca bilgi verir. Yine enteresandır yoldaşlar, böylesi en hayasız dönekler büyük çoğunluğu itibariyle PDA-Doğu Perinçek avenesinden çıkmaktadır. Bu, Cengiz Çandar, Gülay Göktürk, Şahin Alpay, Halil Berktay, Hadi Uluengin, Bilderberg’in bu yılki seçilmişlerinden Nuri Çolakoğlu ve de Taksim Gezi Direnişçilerini “darbeciler” diye suçlayan satılmış eski Taraf Gazetesi, şimdi ise T24 yazarlarından olan Alper Görmüş, yine CIA’nın sesi Taraf Gazetesi’nin bir dönem Genel Yayın Yönetmenliğini de yapmış olan Oral Çalışlar vb. vb… Tayyipgiller’in ve benzerlerinin sahibi Amerikan Emperyalistleridir. Tayyipgiller durup dururken ortaya çıkmadılar. 1950’den bu yana ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi” çerçevesinde yaptığı uygulamalarının ürünü bunlar, çalışmaların ürünü. Ve ABD bunları boşuna bu hale getirmedi, kaşımadı. Bunlar vatansız ve milletsiz oldukları için bunların tapındıkları, inandıkları tek tanrı Para Tanrısı olduğu için bunlar her türlü ihaneti gözlerini kırpmadan yaparlar. Her türlü işkenceye tereddüt etmeden girişirler. Ve halka karşı en acımasız zulümleri, katliamları duraksamadan uygularlar. İşte AB-D Emperyalistlerine böyle iktidarlar, böyle liderler gereklidir. Ve bunlarla çalışmayı çok severler. Yoksa Yurtsever, Antiemperyalist bir lideri tercih ederler mi? Nefret ederler onlardan. Onların iktidardan uzak düşürülmesi için ve iktidara getirilmemesi için her türlü çalışmayı yapar, önlemi alırlar. Yoldaşlarımız hatırlarlar, namuslu, sosyalist aydın Henri Alleg “Büyük Geri Sıçrama” adlı eserinde anlatır: Sovyetler’in ve Sosyalist Kamp’ın yıkılmasının son günlerinde, CIA ajanları rapor veriyorlar merkeze. Boris Yeltsin için diyorlar ki; yalancı, vurguncu, hırsız ve ayyaş. CIA ve Pentagon değerlendiriyor bu raporu ve böylesi bizim için çok uygun, diyorlar. Asıl böyle adamlar çok gönüllü olarak, bize hiçbir sorun çıkarmadan hizmet edebilirler. Onların ahlâksızlıkları bizim için iyidir, diyorlar. Yeltsin örneğinde de açıkça görüldüğü gibi, bizim gibi ülkelerde de aynı ölçütü kullanır ABD. Dolayısıyla bizim gibi ülkelerdeki bütün iktidarlar da aynı kategoriye girer. Amerika böylelerini iktidar yapar ve halkların başına bela eder. Yine hatırlarsınız; bundan iki ay kadar önce Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Avusturyalı parlamenter Hannes Swoboda Tayyip’i savunmuştu değil mi? Kılıçdaroğlu onlara yaltaklanmak için Tayyip ile Beşşar Esad’ı aynı kefeye koymuştu ve bunun üzerine de Kılıçdaroğlu’yla görüşmeyi kabul etmemişti Swoboda. Nasıl kıyaslarsın Tayyip’i Beşşar Esad’la, bizim için Tayyip Erdoğan çok değerlidir, demişti. Onlar da bilirler aslında Tayyipgiller’in bu kalitede, daha doğrusu bu sefalet içerisinde olduklarını ama onlara böylesi yarar. O bakımdan bunları iktidara getirirler. Şimdi ABD Dışişleri Bakanlığı, hatta Beyaz Saray Sözcüsü ve Avrupa Birliği’nin bazı yetkilileri, Tayyip’in bu son Direniş’imiz karşısında yaptığı insanlık dışı acımasız saldırı ve zulmünü lafta onaylamaz göründüler. Ama içtenlikli bir açıklama değil. O sadece kendi haklarını uyutmak için yaptıkları bir şey; yoksa içtenlikle 13 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 Tayyip’in bu uygulamalarına karşı çıkıyor değil onlar. Zaten Tayyip’in bu kişiliğini adları gibi biliyorlar. Kendi halklarını kandırmak için böyle konuşuyorlar. Çünkü böylesine bir zulmün savunulur tarafı olamaz. Yoldaşlar, bütün saldırılara ve zalimliklere rağmen Direniş’imiz, gerilemiş olmakla birlikte hâlâ sürüyor. Daha önce de söylediğimiz gibi, Tayyipgiller’in iktidarını ilk kez hezimete uğrattık ve onları yüz geri ettik, Taksim Gezi Parkı alanını kazandık. Oraya, artık şöyle ya da böyle bir bahane bularak, saldırmaya cesaret edemeyecekler. Orası park olarak kalacak. günlerde, aylarda, yıllarda böylesi isyanlarla karşılaşacağız. Burada yoldaşlar, Yeni Sahte TKP’nin (ben ihanet olarak değerlendiriyorum bunu) ihanetini de konu etmemiz gerekir. Ne diyor bunlar geçen gün yaptık- ihanetidir. Biz Gezi Parkı’nın statüsünü asla tartışmayız; Gezi Parkı ebediyen Gezi Parkı olarak kalacaktır. Bunu tartışmaya açmayız biz, bunun oylaması olamaz! Burada ihanetin diğer bir boyutu daha var: Bunlarla bir seçim yarışına İnsanları, hayvanları, bitkileri, doğayı bir bütün olarak korumak gerekir Direniş’imiz, dünya halklarına ilham verdi, umut oldu Bizim bu Şanlı Direniş’imiz sadece ülke içerisinde değil, bütün dünyada gerekli yansıyı buldu. Çok önemli yansımalar aldı. Brezilya’da direniyor insanlar zamlara karşı ve ne diyorlar? “Burası Türkiye”, diyorlar, “Burası Taksim”, diyorlar ve bazı direnişçiler sırtlarında Türk bayrağı taşıyorlar. Ayrıca da dünyanın dört bir tarafında Direniş’imize destek eylemleri yapılıyor, yine aynı sloganlar atılıyor. Demek ki bu isyanımız çok büyük, dünya çapında bir eylemlerdir ve Devrim Tarihimizde önemli bir basamak olarak altın harflerle yazılacak ve yerini alacaktır. Ve bundan hep hız alacağız biz. Zaten halkımız gücünü gördü bir defa. Sonsuz bir özgüven kazandı ve bu özgüveni hiçbir saldırı artık bozamaz, sarsamaz. Halkımız, daha önce de söylediğimiz gibi, bu isyanları hep yapacaktır yeni zulüm saldırıları karşısında. Önümüzdeki süreçlerde, önümüzdeki 1 ları bir açıklamada? Tayyip’in Gezi Parkı için plebisit önerisine; hodri meydan, biz varız, diyorlar. Biz şaşırdık böyle bir açıklamayı görünce ve dedik ki, bu, Yeni Sahte TKP’nin yıllardır 1 Mayıs’larda yaptığı ihanetlerin bir devamı ve yenisidir. Hatırlanacağı gibi, Taksim 1 Mayıs Alanı’nın kazanılması için verilen savaşta yer almadığı gibi, tersine her yıl bunun benzeri bir ihanette bulunuyor Sahte TKP. 1 Mayıs’tan aylar önce açıklamalar yaparak başka alanlarda, başka yerlerde de 1 Mayıs’ın kutlanılabileceğini söylüyor. Çağlayan’a miting başvurusu yaptılar bazı yıllar. Nitekim bu yıl da Kadıköy’e gitti. Daha önceden, Taksim’in 1 Mayıs için ne denli hayati öneme sahip olduğunu açıklamıştık. 1 Mayıs’ın Anavatanı olduğunu açıklamıştık, o yüzden buna girmeyeceğiz. Şimdi bu da Sahte TKP’nin yeni bir Gezi Parkı ve Taksim girmeyi kabul etmek, bugüne kadarki oynanan seçim oyununun meşru bir olay olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Oysa biz hep diyoruz ki, Türkiye’de demokrasi falan yoktur. 4-5 yılda bir halkın seçim sandıklarına doğru ürkütülmesi, götürülmesi sadece bir düzenbazlıktan, bir kandırmacadan, bir alçakça hileden, oyundan ibarettir. Yoksa bütün medya, biraz önce söz ettiğim gibi, bunların elinde. TÜSİAD’ından, MÜSİAD’ına, TİSK’ine, her türden sivil toplum örgütü denen örümcek ağlarına varıncaya kadar bunların elinde, bunların hizmetinde. Böyle bir sözüm ona yarışta bunları yenmek mümkün mü? Buna imkân var mı? Böyle bir şey mümkün değil… Kaldı ki adamların elinde işte net, kesin ortaya çıkmış bir gerçek olarak 6 milyon sanal seçmen var. Bu 6 milyon sanal seçmeni istedikleri sandığa yönlendirip orada oy kullandırabilirler, dışarıya transferi, arama ruhsatı verilmesinde mali gücün tek başına yeterli ölçüt olarak alınması şartı yer alıyor. Yasadaki en önemli noktalarından biri; petrol şirketleri Türkiye’nin her yerinde petrol arama hakkı elde ederken, Türkiye’nin bu şirketlerden alacağı pay yüzde 2’lere kadar düşmesi… Denizlerde bu oran yüzde 1 olarak uygulanacak. Yasayla Türkiye 18 petrol bölgesi yerine kara ve deniz şeklinde iki petrol bölgesine ayrılacak. Kara ve deniz bölgelerini ayıran kıyı çizgisi sınır kabul edilecek. Ve ormanlarda, denizlerde petrol arama ve işletme faaliyetlerine izin veriliyor. Hudutlarda, askeri yasak bölgelerde, tarihi yerlerde ve yerleşim yerlerine hangi mesafede petrol işlemi yapılabileceği yönetmelikle belirlenecek. Petrol hakkı sahipleri, 1980’den sonra keşfettikleri petrol sahalarında ürettikleri ham petrol ve doğalgazın tamamı üzerinden, kara sahalarında yüzde 35’ini ve deniz sahalarında yüzde 45’ini ham veya mahsul olarak ihraç etme hakkına sahip olacaklar. Geri kalan kısım ile 1980’den önce bulunmuş sahalardan üretilen ham petrol ve doğalgazın tamamı ve bunlardan elde edilen petrol mahsulleri ülke ihtiyacına ayrılacak. zançları üzerinden ödemekle yükümlü bulundukları vergiler ve hissedarları adına yapmaları gereken gelir vergileri kesintisi toplamı, yüzde 55’i geçemeyecek. Dar mükellefiyet esasında vergilendirilen kurumlara petrol arama faaliyetleri için yapılan serbest meslek kazancı ödemelerinden Kurumlar Vergisi Kanunu uyarınca yüzde 5’i oranında tevkifat yapılacak. “Faiz lobisi”, “dış güç” destekliler petrolü de peşkeş çekiyor 1 Haziran günü 6492 Sayılı Türk Petrol Kanunu, Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Son dönemde Tayyip’e karşı parlatılan Gül tarafından Alkol Yasasıyla birlikte Gezi Parkı Direnişi’nin en yoğun günlerinde onaylandı. “Osmanlı’nın kapitülasyonu” olarak kamuoyunca adlandırılan yeni kanunla birlikte Türkiye’nin petrol ve doğalgaz rezervi yabancı tekellerin egemenliğine bırakılıyor. Nasıl mı? Yasayı genel hatlarıyla bir gözden geçirelim. Devlet adına petrol arama ve üretim faaliyetlerinde tekel olan milli petrol şirketi Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO)’nun bu konumu ortadan kaldırılıyor; alan yabancı tekellere açılıyor. Yasadaki en belirgin ve en önemli nokta öncelikle; hâlihazırda devletin elinde olan ve tespit edilen petrol sahalarının yabancı şirketlere açılması. (Yabancı tekel diyoruz, çünkü petrol arama ve üretim faaliyeti çok büyük bir sermaye ve donanım gerektirmektedir. Şu an için de bunu gerçekleştirebilecek olan yabancı tekellerdir.) TPAO zayıflatılmakta, petrol tekelleri ve yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarına uygun yeni düzenlemeler getirilmektedir. Eski yasadaki “yabancı devletlerin doğrudan doğruya veya dolayısıyla idaresinde etkili olabilecekleri şirketlerin petrol faaliyetinde bulunamayacakları, mülk edinemeyecekleri, tesis kuramayacakları” hükmü yeni kanunda kaldırılarak yerine “Bu Kanundaki esaslara uygun olmak şartıyla, sermaye şirketlerine veya yabancı devletler mevzuatına göre sermaye şirketi niteliğinde bulunan özel hukuk tüzel kişilerine araştırma izni, arama ruhsatı ve işletme ruhsatı verilir” cümlesi getirildi. Yabancı devlet ve şirketlere getirilen kısıtlamalar kaldırılmakta, yabancı şirketlerin önü açılmaktadır. Aynı zamanda yasada, üretilen petrolün kısıntıya tabi olmaksınız yurt dışına gönderilmesi, yabancı sermayenin ve ekonomik değerlerin vergiden muaf olarak kullandırma gücüne sahipler. Sonra oy makinesi, Amerika’dan aldıkları oy sayım makinesi bunların elinde. İstedikleri gibi onların tuşlarına basarak kullanırlar ve istedikleri sonucu elde ederler. Yani gerçek durum böyle iken böyle bir öneride bulunmak, sadece ihanet anlamını taşır. Petrol hakkı sahibine ait olacak Özel mülkiyete ait petrol bulunan araziler, yabancı şirketler hesabına kamulaştırılacak. Kamulaştırılan arazinin mülkiyeti Hazine’ye; kullanma hakkı kamulaştırma bedelini ödeyen petrol hakkı sahibine ait olacak. Bu durumda, Maliye Bakanlığı tarafından petrol hakkı sahibi lehine bedelsiz olarak ve ruhsat süresi kadar kullanma hakkı verilecek. Arama ve işletme ruhsatı iptal edilirse kamulaştırma bedeli iade edilmeyecek. Arayıcı veya işletmeci, arama veya işletme ruhsatı içindeki ve civarındaki arazide, sondaj dâhil çeşitli yöntemlerle su arama ve bulunan suları kullanma hakkına sahip olacak. Petrol hakkı sahiplerinin safi ka- TPAO’nun yetkileri kaldırılıyor, işlevsizleştirilyor Yeni yasada TPAO’nun eski yasada yer alan ‘Devlet adına petrol arama ve üretim faaliyetlerinde bulunma’ görev ve yetkileri de kaldırılmış oldu. Böylece süresi dolan petrol üretim sahalarının devlet adına üretime devam etmesi için TPAO’ya verilmesini öngören yasa maddesi kaldırılarak, bu sahaların özel sektör şirketlerine sunulmasının yolu açıldı. Milli petrol şirketi olan TPAO; halen ülkemizdeki ham petrolün yüzde 71’ini, doğal gazın yüzde 51’ini üretiyor. Yasayla petrol sektörü artık yabancıların hakimiyetine terk ediliyor. Yabancı petrol şirketleri, Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’na karşı imtiyazlı duruma geçiyor. Görev ve yetkileri kısıtlanan TPAO’nun yerine yabancı şirketler faaliyet yürütecek ve kamuya aktarılması gereken para tekellerin kasasına akacaktır. Yetkilerinin kaldırılmasıyla TPAO’nun özelleştirilmesinin önü açılmaktadır. Şöyle ki yeni yasada “Devlet adına arama ve işletme ruhsatı alma hakkı TPAO’ya aittir” hükmü çıkarıldı. Böylece süresi dolan petrol üretim sahalarının devlet adına üretime devam etmesi için TPAO’ya verilmesini öngören yasa maddesi kaldırılarak, bu sahaların özel sektör şirketlerine sunulmasının yolu açıldı. TPAO’nun özelleştirilmesinin de önü açılmış oldu. Burada hemen bir parantez açalım. TPAO, Adıyaman, Batman, Lüleburgaz Bölge Müdürlükleri ve Merkez teşkilatı ile bir istihdam kaynağıdır. Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Ham Petrol Boru Hattı’nın yüzde 6,53 ve Güney Kafkasya (SCP) Doğal Gaz Boru Hatlarının Yoldaşlar, Burada bir de şu gerçeğin altını çizmemiz gerekir; Gezi Parkı Direnişi’miz insanlarımızın, halkımızın ne denli doğaya, çevreye duyarlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu direnişin tek sebebi sadece Gezi Parkı değil. Tayyipgiller’in 11 yıldır yaptıkları ihanet ve zulmün patlamasıydı bizim bu İsyan’ımız ve Direniş’imiz. Ancak bardağı taşıran son damla, Gezi Parkı’na yaptıkları saldırı ve oradaki katliam planını uygulamaya başlamaları oldu. Ama biz hep şunu söyledik, şunu savunduk: İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve doğa bir bütün, onun tümünü korumalıyız. Bunun tümüne sahip çıkmalıyız. Ayrılmaz bir bütün bu. Parababaları hepsine birden saldırıyorlar. İşte AB-D Emperyalistleri ve onların işbirlikçileri sadece insanı aç, yoksulluklar içinde bırakmakla kalmıyorlar. Doğayı da mahvediyorlar, yeşili de mahvediyorlar. Yani geleceğimize, insanlığın geleceğine de saldırıyor bunlar. Ve bunu da Partimizin Programında işledik, hatırlarsanız, yoldaşlar. Pek hoşlanmam ama burada izninizle kendimden söz edeyim. Hayvanı ve yeşili koruduğum için şu an yargılanıyorum, yoldaşlar. Ve yarın duruşmam var. Oturduğum çevre tamamen yüzde 9 ortağı ve bu boru hatlarıyla taşınan petrol ve iletilecek doğal gazda hisse sahibidir. Azerbaycan, Kazakistan, Libya ve Irak’ta üretim, Kolombiya’da arama faaliyetlerini sürdürmektedir. Yeni uygulamayla bu olanak, potansiyel ve istihdam özelliğine de ket vurulmaktadır. Özetle, Türkiye’nin mevcut petrolü ve potansiyeli yabancı tekellerin egemenliğine bırakılıyor. Yabancı tekeller, askeri bölgeler, ormanlık ve sit alanlarında istediği yere girip çıkarak petrol arayabilecek. Yabancı şirketler adına devlet kamulaştırma yapacak. Yabancı tekeller karşısında tek milli G Tayyipgiller’e oy veren, onlara meftun gerici bir gruptan ibaret, onlardan oluşmakta. Ve onlar tıpkı Tayyipgiller gibi sokak hayvanlarına düşman, ağaçlara düşman. İşte ben o çaresiz hayvanları savunduğum için, mahallemizde azıcık olan ağaçların kesilmesine karşı çıktığım için 3 yıldır yargılanmaktayım. Bir davada yargılandım ve geçen 25 Mayıs’ta beraat ettim. Ama mahallemizdeki bu gerici güruhun yeni saldırılarına karşı, yeniden karşı çıktım ve beni yeniden dava etiller ve yeniden yargılandım. Ve ilk yargılandığımda 10 sayfalık bir savunma yaptım. Orada insanın, hayvanın, yeşilin bir bütün olduğunu ortaya koydum. İnsan sevgisinin, hayvan sevgisinin, doğa sevgisinin tarihsel, sosyal, insani yönlerini ortaya koydum. Ama bu savunmamızı medyaya göndermemize rağmen sadece Yurt Gazetesi’nde yer aldı. Davamıza hiç kimse ilgi göstermedi. Bir de şu gerçeği ortaya koymalıyız; bize karşı uygulanan abluka acımasız bir şekilde sürmekte. Biz de bu ablukaya karşı bütün gücümüzle mücadele etmeliyiz; devrimci hattımızda ilerlemeliyiz. Ve Usta’mızdan aldığımız bayrağı ona layık bir şekilde, halkımıza layık bir şekilde zafere ulaştırıncaya kadar taşımalı ve bu uğurda bütün gücümüzde savaşmalıyız. Sonunda mutlaka biz kazanacağız ve Tarih yalnızca bizim doğru devrimci hattı şaşmaz bir kararlılıkla ve netlikle izlediğimizi kabul edecek yoldaşlar, bundan adımız gibi eminiz. Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz, Kazanacağız! petrol şirketi de tasfiye ediliyor. Türkiye’ye ait, halka ait kaynaklar bir kez daha bir avuç Parababasına peşkeş çekiliyor, bu hain iktidar tarafından… Halkımızın yararına olan; petrolde dışa bağımlılığın azaltılması, ihtiyacın olabildiğince kendi doğal kaynaklarımızdan karşılanması elbette. Bunun yolu da elbette petrol arama faaliyetlerinin artırılarak yeni sahaların keşfedilip üretime alınmasıyla olacaktır. Bunu gerçekleştirebilecek olan da kendi karlarını her şeyin önünde tutan, talancı yerli yabancı tekeller değil halka ait kamu kurumlarıdır. Devrim eğer böyle bir şeyse başım gözüm üstüne! ünlerdir Taksim’de, Gezi Parkı’nda bir şeyler oluyor: yeni bir ruh, yeni bir anlayışla, yeni bir yaşam örneği ortaya konuluyor: ortak mutfak kuruluyor, kitaplık açılıyor, çevre temizlikleri, spor, kültür, sanat etkinlikleri yapılıyor, ağaçlar, bitkiler dikiliyor, toplumun her kesiminden insanlar bir arada, kardeşçe çabalıyorlar. Kitaplarda okuduklarımız, duyduklarımız birer birer hayata geçiriliyor kitleler tarafından. İnsanların gözünde kararlılığın, umudun, yeni bir yaşamın coşkusu, heyecanı parlıyor. Gözler ışıl ışıl… Türkiye’nin her yerinden, her yaştan, her kesimden, her cinsiyetten insan Taksim’e koşuyor; bu yeni düzeni görmek, bir ucundan tutmak, ben de gördüm, ben de yaptım, benim de katkım var demek için… Aynen Nazım Usta’nın şiirinde söylediği gibi: “Çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrı” demek için… Lenin Usta, “Devlet ve Devrim” adlı eserinin 30 Kasım 1917 tarihli “Birinci Baskıya Sonsöz”ünde: “(…) bir devrim dene yi” yapmak, o konuda yazmaktan daha gü zel ve daha yararlıdır.” diyordu. Taksim Gezi Parkı’nda da insanlar “Devrim deneyi” yapıyor. … Bir Devrimin kendiliğinden “deneyi” bile böyleyse acaba kendisi nasıldır?.. Devrim eğer böyle bir şeyse, böyle bir şey olacaksa; başım gözüm üstüne! 8 Haziran 2013 14 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 Recep Vurmuş Yoldaş kavgamızda yaşıyor Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut Yoldaş’ın İstanbul’daki Recep Vurmuş Yoldaş’ın Anma etkinliğinde yaptığı konuşma. R Sevgi ve saygıdeğer yoldaşlarım, ecep Yoldaş’ın ne zaman böyle canlı görüntüsünü görsem kendimi tutmakta zorlanıyorum. Gerçekten, benim en sevdiğim evlatlarımdan biriydi. Aynı zamanda en kıymetli yoldaşlarımızdan da biriydi. Yoldaşlarımız anlattılar kalitesini, özelliklerini, bunları bir de ben tekrarlamayayım zaten hepimizin adımız gibi bildiği şeyler… Yoldaş’ımız teorimizi de en çabuk kavrayan yoldaşlarımızdan biriydi, hepimizin tanık olduğu gibi. Gelinen yeni aşamada Sevrci Soytarı Sahte Sol üzerine yaptığımız değerlendirmeleri de hiç tereddütsüz, duraksamadan kavramıştı. Sevrci Soytarı Sahte Sol’un bütün tezleri CIA’nın tezleriyle örtüşür Bu Sahte Sol’un kimliğini biraz açarsak: Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz, ki bugün geldikleri aşamada bu terim onların siyasi kimliğini tanımlamakta biraz eksik kalır, onlara Yeni CIA Solu demek gerekiyor artık. Çünkü savundukları bütün tezler, Türkiye’nin şu andaki en can alıcı konularına ilişkin bütün tezleri, CIA’nın tezleriyle birebir örtüşmekte, zaten savunduklarının hepsi CIA’nın, Pentagon’un “Project Democracy” dediği paketin kapsamı içine girer. İşte bunlara baktığımız zaman şu anki en acil mesele olan Kürt Meselesi’nde bunların savunduğu çözüm Amerikancı çözümdür. Yani CIA’nın hazırlayıp Tayyipgiller’in önüne koyduğu, on yıllardan bu yana bilinen çözüm... Biz devrimci çözümü savunuyoruz, bildiğiniz gibi. Bu ikisi birbirine tamamen karşıt, zıt… Amerikancı çözüm ikinci bir İsrail yaratmayı hedefliyor. Yani İsrail’e kardeş yapmak üzere hazırlanan çalışmanın ürünü… Bizimki tam tersine Ortadoğu’da devrimci bir kale oluşturmayı amaçlayan çözüm… O bakımdan ikisi yerle gök kadar birbirinden farklı. Onun dışında Ermeni Meselesi’ne geldiğimiz zaman (ki bu da önümüzdeki yıllarda, özellikle 2015’te çok güncel bir biçimde Türkiye gündemine gelecek); yeni taleplerle gelmeyi planlıyor Ermenistan devleti ve Amerika’daki ve Fransa’daki Ermeni Diasporası. Yeni CIA Solu bu konuda da CIA’nın teziyle birebir aynı tezi savunuyor. Amerikancı Kürt Hareketi ise bu konuda ikili oynuyor, son birkaç ayın gelişmelerini takip ettiğimiz zaman dikkat ederseniz. İmralı’da Öcalan’la yapılan görüşmelerin tutanaklarının dışarıya sızdırılan bölümünde Öcalan, Ermeni Meselesi’nde CIA’nın tezine biraz ters düşen bir tavır koyuyor, dikkatinizi çekmiştir. Hatta Said-i Nursi için de Nurs köyünde dünyaya gelmiştir, Ermeni köyü, diyor hatta ona böyle özel bir vurgu da yapıyor. Bir Dinleyici: Ve toprak talebinde bulunabileceklerini söylüyor. urullah Ankut Yoldaş: Toprak talebinde bulunabileceklerini söylüyor ama bunun Amerika’dan tepki çekmesi üzerine hemen ters tavır aldılar. Bunun üzerine hemen PKK, Kandil, BDP yetkilileri tamamen CIA’nın Ermeni tezine sarıldılar. Ve onun sonucu olarak da hem Diyarbakır’da, hem Van’da, hem de Tunceli’de bu sahte soykırımın, soykırım yalanının anmalarını yaptılar ve 24 Nisan’da burada, Taksim’de varlardı değil mi, başta sinemacı Sırrı Süreyya olmak üzere. Yine İzmir’de milletvekili vardı değil mi, BDP milletvekili? İzmir’de arkadaşlarımıza saldıranlar arasında bir BDP milletvekili de vardı. Yani orada da yer aldılar ağırlıklı olarak. Aslında BDP’liler de açıkça olanı biteni kavrıyorlar. Hiçbiri ahmak değil, cin gibiler Amerikancı Kürt Hareketinin temsilcileri. Ermeni tezlerinin neyi amaçladığını adları gibi biliyorlar. Ermenistan yetkilileri açık konuşuyor. Sarkisyan; “Karabağı biz aldık Ağrı’yı size bırakıyoruz, size emanet ediyoruz. Artık gerisini de siz tamamlayacaksınız” diyor, bir üniversitede gençlere hitaben yaptığı konuşmada. Amerika’daki diaspora temsilcisi Harut Sassounian açıkça Vilayet-i Sitte bizim, diyor. Yani bundan asla vazgeçmemiz söz konusu olamaz. Bu talep şu anda gerçekçi olmasa bile, bunu kuşaktan kuşağa aktarıyoruz, bu ulusal kimliğimizin bir parçası, milli ideolojimizin, varlığımızın bir parçası, diyor. Yayınladık o taleplerini de The Armenian Weekly adlı kendi dergilerinde yayımlanan açıklamalarını. Amerikancı Kürt Hareketinin temsilcileri bunları da biliyorlar tabiî. Talep ettikleri illerin yüzde 90’ı Kürt illeri. Ee, bunları da biliyorlar ama hesapları şu: Hele TC ile işimizi bir bitirelim, ondan sonra Ermenilerle kozumuzu paylaşırız… Bu yanlış hesap içindeler ama anlayamadıkları, kavrayamadıkları şu: TC ile istedikleri doğrultuda iş bittiği anda, Ermenistan’la baş etmeleri mümkün değil. Niye? Çünkü ABD ve AB, Ermenistan’ın yanında. Yani o zaman, tamam, tarihî olarak oralar Ermeni vatanıdır, bu kadar toprak size fazla; boşaltacaksınız buraların bir bölümünü diyecekler. Yahut da yine Sassounian’ın açıklamasında dediği gibi, Ortadoğu’da çıkacak bir karmaşada bir güç boşluğu doğabilir Türkiye’de. İşte o boşluğu AB-D Emperyalistleriyle el ele vererek değerlendirebilirler. Zaten tümüyle bunu gözlüyorlar. Yeni nesilleri de işte bu düşünceyle, onlara göre bu ideolojiyle doktrine ediyorlar. En azından Ortadoğu’daki ülkelere yayılmış Ermeni gençliğini de sürekli bu şoven, gerici tezlerle doktrine etmeye çabalıyorlar. Öyle bir ortam doğarsa bu gençliği de Ermenistan’a getirip eğitecekler, silahlandıracaklar ve bir cephe açacaklar. Modern teknolojiye dayalı silah gücüyle (tabiî buna hava gücü de dâhildir) donattıkları için vurucu gücü yüksek bir ordu ortaya çıkarmış olacaklar. Sonra da halklar birbirini boğazlayacak, arkadaşlar. Yani Amerika nereye el atmış ki barış getirmiş? Kandan, gözyaşından, işgalden, katliamdan başka bir şey getirmiş? Buna imkan var mı? İşte Afganistan ortada. Geçen günlerin bir gazetesi… Irak’ta bir ay içerisinde 236 insan ölüyor. Bir ay içerisinde, katliamda… Libya ortada. Ve en son Suriye’de günde ortalama 50 kişi hayatını kaybetmekte ve şu güne kadar da tahminen 80-100 bin arasında masum insan hayatını kaybetmiş durumda. Yani dünya coğrafyasının bir bölgesine barış gelmesi, bunların işine gelmez. O zaman o bölgeye giremezler bunlar. Giremedikleri için gönüllerince at oynatamazlar ve sömüremezler. O bakımdan bunlar halkları hep birbirine tutuşturmak, boğazlatmak, kırdırmak ve kendilerini de barış meleği yahut da büyük arabulucu, adalet sağlayıcı devlet pozunda yutturarak olaya müdahale etmek isterler. İşte Güney Kürdistan’da Erbil’in, Musul’un, Kerkük’ün petrolleri kimin elinde, arkadaşlar şu anda? ABD şirketlerinin elinde, petrol şirketlerinin elinde. Yani petrol gelirinin büyük kısmı onların kasalarına akıyor. Az miktarı da Barzani’nin kasasına geliyor. O bakımdan Amerikancı çözüm hiçbir yerde halklara özgürlük de, mutluluk da, barış da getirmez. Bizim yeni CIA Solu’nun neredeyse tamamı Kürt Meselesi’nde Amerikancı tezi savunuyor. Gelelim Kıbrıs Meselesi’ne… Orada da Tümüyle Amerikan Tezini savunuyorlar. Yani Türkiye işgalcidir, orayı terk etmesi gerekir, diyorlar. Ee, ne olacak terk ettiği anda? İki bölge de Rumlara verilecek ve AB’ye geçecek değil mi? Güney Kıbrıs geçti zaten AB’ye. Plan kotarılırsa tüm Kıbrıs, AB’nin bir ülkesi, bir parçası olacak. Bunlar lafta da AB’ye karşılar. Ama değil. Bu konuda da AB tezlerini savunuyorlar. Bizim çözümümüzü zaten biliyor arkadaşlarımız. Biz devrimci çözümü savunuyoruz. Onun dışında baktığımız zaman, arkadaşlar, en son en güncel konulardan biri “Ergenekon” Operasyonu. Bir CIA operasyonudur, dedik biz bildiğiniz gibi, ilk başından itibaren. Bunlar o konuda da güya bize saldırıyorlar; Ergenekoncu, orducu, darbeci, ırkçı, şoven, vb. diye… Hâlbuki bunların tamamı yakıştırma yani bizimle hiç ilgisi yok. Kendilerinin savundukları tezler bunlar: Irkçılık da, faşistlik de, Amerikan uşaklığı da... Ee, şimdi açık arkadaşlar, Silivri’de yatanlar ne için yatıyorlar? ABD’yi, AB’yi tanımadıkları, karşı oldukları için yatıyorlar. Başka hiçbir şey yok burada. Askerler de bunun için yatıyorlar, siviller de… Mesela Oda TV tutuklamaları oldu değil mi? Biz anında yazdık. Yazımızda dedik ki, Oda TV yöneticilerinin suçu ne: Zir Vadisi operasyonunu yani orada CIA’nın, Fethullah’la işbirliği ederek ve Fethullahçı polislerle işbirliği ederek oraya gömdüğü silahların sözüm ona bulunmasının sahteliğinin videosunu sitesinde göstermektir, dedik. O videoyu göstermesidir gerçek suçu, dedik. Hemen arkasından saldırı gerçekleşti. Şimdi Soner Yalçın kitabında, “Samizdat”ında, gerekçeyi bu olarak koymuyor. Diyor ki: biz Halk TV’yi alacaktık, bankayla pazarlıklar yapıyorduk; bu ortaya çıkınca bizim almamızı engellemek için bu operasyonu yaptılar. Bir Dinleyici: … urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet. Hâlbuki sen Amerika’yı rahatsız edecek bir yayın yapmadıktan sonra Halk TV’yi alsan da rahatsız olmaz, başka bir şeyi alsan da rahatsız olmaz ABD. Asıl sen o videoyu yayınlamakla, Amerika’nın düzenlediği bir CIA operasyonunu açığa çıkarmış, kitlelere göstermiş oluyorsun. Orada ne diyor asker? Bu silahlar daha yeni, gıcır gıcır. Sarılan gazete bile ıslanmamış, diyor. Toprağa gömülen silahların sarıldığı gazetenin tarihi bile yeni. Silahların da hepsi pırıl pırıl. Ve polisler ne diyor, kendi aralarındaki konuşmada? 3 gün önce bu silahların nasıl kullanılacağını Amerikalılar bize gösterdi, diyor değil mi, arkadaşlar? Bu video, tezgâhı tümüyle açığa çıkarıyor, oynanan oyunu bozuyor. Oda TV operasyonu ise onun intikamının alınmasıdır. Aynı zamanda da Oda TV’nin şahsında tüm basının sindirilmesi, terörize edilmesidir. Benim oyunumu bozmayacaksınız bundan böyle diye ders verilmesidir. Mesela Haberal’ın içeriye girmesi… Başkent Üniversitesi’nin AB’yi eleştiren bir dekanlar toplantısı oldu ve bir karar aldılar. AB’nin Türkiye’yi sömürgeleştirmeye yönelik politikalarına karşı ulusalcı, antiemperyalist bir içeriğe sahip açıklama yaptılar. Saldırının amacı buydu. Buna izin vermez ABD. İnönü Üniversitesinin eski rektörü Prof. Fatih Hilmioğlu’nun açıklaması yine öyle. Antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı bir tavır almak istedi. Adamı onun için alıyorlar içeri. Bunların tümü yani bu tevkifatı yürüten savcılar, savcı maskeli insanlar, yargıç maskeli insanlar, polis maskeli insanlar tamamen ABD’nin, CIA’nın, Pentagon’un görevlendirdiği ve onların direktifleri doğrultusunda çalışan Pensilvanya’lı imamın müritleri… Tamamı… Geçen gazetelerden birinde… Bazen günü gününe takip edemiyorum gazeteleri, arkadaşlar. Kitap okuyorum, kitaplara dalınca benim de bir huyum var, konsantre olunca bir şeye, başka şeylere kafam pek bulaşmak istemez yani o konuyu bitirinceye kadar onunla haşır neşir olmak isterim. Dedim güncel gazetelere bakamadım, şöyle bir bakayım son bir haftalık gazetelere. Şimdi 11. Ağır Ceza Mahkemesi (yani olağanüstü yetkili mahkemelerden dikkat ederseniz, avukat arkadaşlarımız bilir), Bakırköy Cumhuriyet Savcısına 6 ay ceza veriyor. Arkadaşların haberleri var herhalde. Gerekçesi ne biliyor musunuz, arkadaşlar? Mehmet Haberal’ı hastanede yatarken, yani ölümcül hastalığıyla, biliyorsunuz ağır derecede ilerlemiş kalp hastalığı var Haberal’ın. Bir Dinleyici: Gece sevkini bile geciktiriyor. urullah Ankut Yoldaş: Gece sevkini geciktiriyor. Bir de 4’üncü katta, yattığı hastanenin 4’üncü katındaki odasına niye demir parmaklık ördürmedin, yaptırtmadın, diyor arkadaşlar. Bir Dinleyici: Ördürmüş gibi gösterdin, diyor. urullah Ankut Yoldaş: Evet. Şimdi zalimliğe bakın, arkadaşlar. Adam 4’üncü katta. Kaçmasına, atlamasına, uçmasına imkân yok; o yaşta bir de… Kaldı ki sağlam olsa bile 4’üncü kattan atlayan büyük olasılıkla ölür, en iyimser olasılıkla sakat kalır. Bacağı kırılır, kaburgası kırılır, omurgası zedelenir yani en azından. Kaçmasına olanak yok ama sen onun penceresine demir parmaklık yaptıracaktın, diyor. Şimdi demir parmaklığı ne için istiyor? Psikolojik olarak zulüm etmek için istiyor. Yani adam hastanede bile devamlı hissedecek, duyacak ki, burada bir zindandayım ben. Kalması gereken Mehmet Haberal şartlardan daha iyi şartlarda, hastanede onun kalmasına müsaade ettin, diyor. Yani zalimliğe bakar mısınız?.. Yani vicdansızlığa, insanî değerlerden yoksunluğa bakar mısınız?.. Haberal ki, bir sağlık meleği, arkadaşlar. Adam 4 yıldır içeride. Dışarıda olsaydı yüzlerce, belki binlerce insana da sağlık verecekti. Yani sadece ona zulüm etmedi, o yüzlerce, belki binleri aşan insanlara da zulüm etmiş oldu. Onların hayatına da kastetmiş oldu bir anlamda. Ama bunlar umurunda değil. Bunlarda insan yok. Yani bunların dünyasında insan yok. İnsanî değerlere yer yok bunların dünyasında. O bakımdan diyorum ben, bunlar canlılar âleminin dördüncü türüne girenler, diye. İnsanî hiçbir değer aramamak gerekir bunlarda. Emperyalizm, tüm insanlığı tehdit eden bir kanser illetidir Yine dün, “ational Geographic” kanalı biliyorsunuz, belgesel kanalı. Gerici aslında yani yer yer ırkçı yayınlar yapan bir kanal ama orada bile; “Cehennemi Beklerken” (aklımda yanlış kalmadıysa) adıyla bir program yayımlandı. Başta New York olmak üzere Amerikan Halkının içinde bulunduğu ruh halini anlatan, yansıtan bir belgesel… Orada bile gösteriyor ki, toplumun değişik katmanlarından, sınıf ve tabakalarından insanların hepsi panik içinde. Teröristler ne zaman, nerede, nasıl bir silahla bize saldırıda bulunacaklar, yine 11 Eylül’deki gibi uçaklarla mı, yoksa içeceklerimizi, yiyeceklerimizi zehirleyerek mi, yoksa radyasyon üreten bir bomba ya da benzeri bir silahla mı bize saldıracaklar? Ve böyle bir durumda nasıl hayatta kalırım? En kısa zamanda şehri nasıl terk ederim, Sarkisyan onun yöntemlerini, inceliklerini anlatıyor program tek tek. Ve uzmanlardan, bu konuda eğitimli insanlardan, İsrail Ordusu’nda eğitim görmüş, özel yakın dövüş tekniklerini bilenlere varıncaya kadar bu konuları iyi bilen hocalardan halk, sıradan insanlar bunları öğrenmeye çalışıyor. Ve eğitim verdikleri insanlara öğrettiklerinden (gerçekten çok ilginç) biri de şu: Yardıma muhtaç olan insanlara yardım etme duygunuzu bastıracaksınız, körelteceksiniz, diyorlar. Yani düşünebiliyor musunuz, arkadaşlar?.. Bir ders olarak veriliyor ve hayatta kalmak, benim öğrettiğim yöntemlerin başarılı olmasını sağlamak istiyorsan, canını kurtarmak istiyorsan, böyle bir cehennemde hiç kimseye yardım etmeyeceksin. Acıma duygusuna yer yok bu öğretide, diyor. Belki arşivi vardır, oradan izleyebilirsiniz bu ilginç programı. İnternette olabilir belirli bölümleri, tam olduğundan emin değilim ama… Demek istediğimiz dünya halklarına öylesine zulüm eden bir haydut ki Amerika devleti; bu devlet sadece Amerikan Parababalarının elinde olan bir devlet, onların çıkarlarını savunan bir devlet ve ona hizmet eden bir devlet. Onun için yapmayacağı zulüm, kötülük, katliam, işgal olmayan bir devlet. Ama aynı zamanda kurbanları arasında kendi ülkesinin halkı da var. Yani hemen hemen hepsinin psikolojisi bozuk, ruh sağlığı yerinde değil. Böyle bir devlet, kendi ülkesinin insanlarına da en büyük kötülüğü yapmış oluyor. İnsanın ruh sağlığının yerinde olması ne demek, arkadaşlar? En kısa tanımıyla; insanın kendisiyle ve çevresiyle barışık olması, uyum içinde olması, dost olması demek. Yani hem canlılarla hem doğayla… Yani ancak yaşamaktan öyle haz duyabilir insan. Ama bir cehennem içerisinde hissediyorsa kendini, o zaman insanın ruh sağlığının yerinde olmasına imkân yok… İşte böylesine saldırgan, insanlığın başbelası emperyalist bir devletin yönetimindeki bir ülkede bile insanlar bu halde… Demek ki Emperyalistler tüm insanlık için bir felaket ve bitmez tükenmez kötülükler kaynağıdır. İşte bu sebepten Kıvılcımlı Usta, emperyalizmi tüm insanlığı tehdit eden bir kanser illeti olarak görüyor, gösteriyor. İnsanlığın kaçınılmaz bir biçimde bu belayı defetmesi, bu illetin kökünün kazınması gerekmektedir. Bu yüce insancıl görevin yöntem ve biçimlerini ise Bilimcil Sosyalizm ortaya koymuştur. İnsanlığın bu beladan en kısa sürede ve en az hasarla kurtulmasının yolunu gösterir Bilimcil Sosyalizm. Recep Yoldaş’ımız da eğer o denli büyük işler yapmışsa kısa ömründe; büyük direnişlerde yer almışsa en ön safta, büyük örgütlenmelerde yer almışsa bu ideolojiyle yüklü olduğu için, onun rehberliğinde dövüştüğü için yapmıştır bunları. O denli güçlü bir ideoloji ki sosyalizm… Yine Yurt Gazetesi’nin Kültür Eki’nde, Bertel Ollman, İlhami burada mı? Bertell Ollman diye mi telaffuz edilir? 15 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 İlhami Yoldaş: İngiliz mi Hoca’m? urullah Ankut Yoldaş: Hayır Amerikalı. İlhami Yoldaş: Olmın Hoca’m. urullah Ankut Yoldaş: Bertel Ollman diye bir isim, 1935 doğumlu, hâlâ üniversitede ders veriyormuş. Namuslu bir insan, arkadaşlar. Kitapları da var. Diyor ki: son yapılan bir araştırmada Amerikan gençliğinin yüzde 30’u sosyalizmin değerli, uygulanabilir ve iyi bir düzen olduğunu dile getirdiler. Yani Bertel Ollman böyle bir ülkede bile, Amerikan gençliğinin bile yüzde 30’u sosyalizme taraftar. Ama bizde de, diyor, dünyanın her yerinde olduğu gibi sol parça parça. O bakımdan yapmamız gereken en önemli şey bütün güçleri bir çatı altında birleştirmek. Yani Devrimci Derleniş, diyor, arkadaşlar. Marksist biliyorsunuz. Dikkat ederseniz Marks hep haklıydı, diyor. Burada anarşistlere karşı, bir de postçulara karşı. Hani Postmodernizm jargonu var ya burjuva ideologlarının, onların saldırılarına karşı Marksizmi ve Marks’ı savunuyor çok haklı, doğru kanıtlarla. Demek istediğimiz, sosyalizm uzak bir hedef değil. İşte böylesine dünyanın bayır aşağı gittiği bir zamanda bile dünyanın baş haydut devletinde gençlerin yüzde 30’u sosyalizme taraftar. Ki bizde de böyle olmaması için hiçbir sebep yok. Ama hep söylediğimiz gibi, bizi parça parça ettiler, arkadaşlar. Ajanlar yerleştirdiler içimize. Yani ben iki kere iki dört ederce inanıyorum ki, sol örgütlerde düşünce üreten insanların, etkin olan insanların bir bölümü objektif ya da sübjektif ajan konumunda. Bir kısmının doğrudan bağlantıları var. Bir kısmı da gönüllü olarak Usta’mızın deyimiyle, ajanlaşmış durumdalar. Bir kısmı da Amerikancı Kürt Hareketinin sahip olduğu büyük kitlesel gücün çekim alanına, rüzgârına kapıldıkları için böyle savrulup gittiler, CIA’nın saflarına, “Project Democracy” saflarına. O bakımdan bize büyük görev düşüyor, arkadaşlar. Recep Yoldaş gibi yoldaşlara ihtiyacımız var. Yani O’nu örnek almış, ki tabiî Recep Yoldaş gibi gözünü kırpmadan kendini feda eden şehitlerimizi de, Faruk Hoca gibi yoldaşlarımızı örnek alan arkadaşlara ihtiyaç var, onları örnek almış arkadaşlara ihtiyacımız var. Parababaları Medyası ve medyada köşebaşlarını tutmuş dönekler biz Gerçek Devrimcilere abluka uyguluyor Çok zor şartlardayız. Ve hep söylediğimiz gibi bize karşı çok acımasızca bir abluka uygulanıyor medyada, açık… En son 8 Nisan’dı Silivri eylemimiz değil mi? Arkadaşlarımızın barikatları yıkışı sırasında, bayraklarımız bütün ekranlarda görüntüye geliyor ama bir tekinde adımız dillendirilmiyor, arkadaşlar. Yazılı medyada yine öyle… Solumtrak medyada da öyle… Yurt’ta da öyle… Yurt da farklı değil… Gündem zaten düşman… Birgün zaten aynı. Gündem’in düşman olmasını bırakalım, bize saldırıya geçmiş durumda açıktan, bizi faşistlikle suçluyor. Niye? 24 Nisan’da biz, 1915 öncesi ve sonrasında neler olduğunu tamamen bilimsel, objektif kanıtlara dayanan 12 sayfalık bir açıklamayla ortaya koyduğumuz için. Bir tek cümlesine cevap verin, şu yanlış deyin. Yok, arkadaşlar. Bunu deme güçleri yok. Çünkü kolay değil, hepsini matematiksel bir kesinlikle ortaya koymuşuz. Ve sadece hareketimize saldırmakla kalmıyorlar, 35 yıllık kıdemli Yoldaş’ımız Ali Başkan’a da saldırıyor hayâsızca değil mi? Gazetenin bir köşe yazarı, vicdandan, hakkaniyet duygusundan yoksun Eren Keskin, utanmadan arlanmadan Ali Başkan’a dil uzatıyor. Yazık… Bunu yapan Ali Başkan’a bir zarar veremez, kendini küçültür yalnızca… Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Gündem’in Genel Yayın Yönetmeni. urullah Ankut Yoldaş: Genel Yayın Yönetmeni, evet. Genel Yayın Yönetmeni, Başkan. Tabiî zerre kadar vicdan olsa bunu yapamaz. İşçi Sınıfı Mücadelesi deyince, Sendikal Mücadele, Devrimci Sendikal Mücadele deyince Ali Başkan, Recep Yoldaş, Hakan Yoldaş, Erdal Yoldaş, Mehrali ve Nakliyat-İş Sendikası’nın ekibi diğer yoldaşlarımızın dışında Türkiye’de başka bir ekip mi var?.. Tabiî onlar da biliyor bunu. Ama dertleri bu değil. Dertleri, Ermeni Meselesi’nde ABD’nin, CIA’nın tezlerini tekrarlayarak onlara şirin görünmek… Mehrali Arkadaş’ımız DİSK’ten söz etti. Kani Beko’nun ne olduğunu İzelman örgütlenmesinde bize, dolayısıyla İşçi Sınıfına karşı nasıl düşmanca bir davranış içinde olduğunu daha önce söylemiştik. Bunlar sarı... Ruhları sarı, bedenleri sarı, suretleri sarı… Şu anki DİSK yönetiminin tümü Ali Başkan’ın harcanması için ittifak etmiş sarılardan oluşmaktadır. Tabiî aralarında ton farkı olur. Bunlarda eğer zerre kadar devrimcilik olsa; yahu Ali Başkan’ın üstünü nasıl çizeriz? Onunla aramızda 1, 2, 3, 4, 5 değil belki yüz basamak var kalite bakımından, derlerdi. Demeleri gerekirdi. Bunlarsa tam tersini yapıyorlar. Ama onlarda da ölmüş bitmiş insanlık, vicdan. Bunu işverenler kabul ediyor, düşman kabul ediyor, biricik İşçi Sınıfı mücadelesi veren namuslu, dürüst ve yiğit sendikanın Nakliyat-İş olduğunu, Ali Başkan ve ekibi olduğunu ama bunlar kabul etmiyor, etmezler... Çünkü vicdan bitmiş bunlarda. O bakımdan böylesine de namussuzca, alçakça bir abluka altındayız. Parababalarından bize karşı uygulanan, dediğimiz gibi, güçlü bir abluka var. Parababası zaten ABD-AB Emperyalistlerinin çıkar ortağı. Etle tırnak gibi kaynaşmış onlar, ayrılıkları gayrlıkları kalmamış onların. Yerli Parababaları, emperyalistlerin Türkiye’deki şubesi. Bütün medya da onların elinde, elbette karşı olacak bize. Medya yöneticileri zaten devşirilmiş, ajanlaşmış; şöyle ya da böyle CIA’yla, Pentagon’la bağ kurmuş insanlardan oluşuyor. Alt tarafa, daha alt düzey görevlilere baktığımızda da döküntülerin varlığını görüyoruz. Değişik zamanlarda sol gruplardan dökülmüş ama bize düşmanlığı, hep sahte soldan döküldükleri için, azalmamış artmış olanlar var. Tabanda da nadir konumda bunlar var. Aşağı yukarı medyanın bütününde ya da çoğunluğunda yer alan bu kişiler de bize, ajan medya yöneticileri kadar, medya patronları kadar düşmanlar. Biz döküldük, bittik, hiçbir şeyimiz kalmadı; bunlar dimdik, namusluca, yiğitçe mücadele ediyorlar, diye düşünerek bize karşı oluyorlar. İnsan olsa saygı duyar ama insan olmadığı için kin besliyor. O yüzden bizim haberler geldi mi hemen atıyorlar çöpe. At çöpe… Yani güçlü bir barajla karşı karşıyayız. İşte bunları aşmak için Recep Yoldaş olacağız, Faruk Yoldaş olacağız, şehitlerimiz nasıl davrandıysa öyle davranacağız ve bugünkü kıdemli arkadaşlarımız, yiğit arkadaşlarımız gibi olacağız. Sonunda mutlak biz kazanacağız, bunda hiç şüphe yok, en küçük bir ikirciklik yok, arkadaşlar. Tarih bunları ihanete batmış olarak yazacak. Namussuzlar olarak, satılmışlar olarak yazacak ama bizi gerçek devrimciler olarak yazacak. Şöyle ya da böyle hepimiz öleceğiz. İşte ömür merdiveninin son basamaklarına geldik biz de Usta’mız gibi. Dünya yenilenecek tabiî. Ölüm olmazsa olur mu? İnsanlar da gittikçe yaşlanır, verimsizleşir, yaşarken ölür bir anlamda. Neslin devamlı yenilenmesi gerekir. O bakımdan bir kuşak gidecek yeni kuşaklar gelecek. Ama Parababaları, satılmışlar, CIA Solu, ki ömrünü heder etmiş insanlar, aslında acınacak insanlar, bunlar öldüğü zaman söylediğimiz gibi geriye iğrenç bir leş kalacak ama bizler öldüğümüz zaman hep devrimcilerin ruhunda ve bilincinde işte yoldaşlarımız gibi yaşamaya ve kavgalarda onlarla birlikte var olmaya devam edeceğiz. Ve geleceğin insanı hep bizi anacak, özlemle anacak, iftiharla anacak. Bu zor günlerde her türlü gerici cereyana göğüs germiş; doğrudan, doğru devrimci hattan milim sapmamış insanlar olarak söz edecek bizden. E, bundan büyük, kalıcı eser olur mu, arkadaşlar? Bundan büyük yaşama biçimi, bundan değerli yaşama biçimi olur mu? Olmaz! Reyhanlı Katliamının failleri AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller’dir CIA Dininde insan sevgisi ve vicdan yoktur Yine arkadaşlar geçen haftanın önemli haberlerinden biri. Jandarma istihbaratının raporu yayınlandı değil mi? Bir dinleyici: Reyhanlı’yla ilgili. urullah Ankut Yoldaş: Reyhanlı’yla ilgili. Ne diyordu o raporda arkadaşlar? Reyhanlı’da katliamı yapan o kamyonların markaları ve plakaları yer alıyor. O kamyonetleri kimin kullandığı yer alıyor. O kamyonetlerin El usra denilen gerici, Ortaçağcı El-Kaide’ye bağlı bir grubun elinde olduğu ve bunlara patlayıcı maddeler yüklenildiği dile getiriliyor. Ve katliamdan haftalar önce bildiriliyor bu. Kime? Askeri yetkililere, valiye, polise, MİT’e, her türden istihbarat örgütüne ve yetkililere. Ne önlem alınıyor? Sıfır!.. Hiçbir önlem alınmıyor. Ve açıklanmıyor da böyle bir şey olduğu. Niye? Eğer böyle bir önlem alıp böyle bir saldırı hazırlığı yapıldığı ve bunların daha katliamı yapmadan yakalandığı açıklansa Tayyipgiller’in bütün ihanetleri ortaya çıkacak. Satılmışlıkları, halk düşmanlıkları ortaya çıkacak. Kaynaşmış oldukları bu Ortaçağcı örgütlerin Türkiye Halkına düşman oldukları ve Türkiye Halkını katletmek istedikleri ortaya çıkacak. Onu gizlemek için hiç olmamış sayıyor ve katliam yaşanıyor, ne yazık ki… Ve bu açıklandıktan sonra içinde zerre kadar insanlık olan ne yapar? Susar en azından. Ama bunlar her düzeyde, başta Tayyip olmak üzere, jandarma istihbaratından o raporu sızdıran kişiyi bulduk, diyorlar. CIA siyasileri var, burjuva siyasileri, siyasetçileri var. CIA Solu var. CIA Medyası var. Bir de CIA Dini var, arkadaşlar. CIA Dininde insan yok. Vicdan yok CIA dininde. Buna biz Yezid Dini dedik, değil mi arkadaşlar? Yani Yezid’in dini. Biliyorsunuz, Hz. Muhammed’in en sevdiği insanı, onun ailesini ve onun çevresinden 72 kişiyi aynı canilikte öldürüyor, Yezid ve Kûfe Valisi Ubeydullah ibn’i Ziyad’ın komutan olarak atadığı Ömer bin Sa’d. Kerbela’daki Katliamı, bizzat Ömer bin Sa’d’ın komutasındaki Yezid Ordusu yapıyor. Ve aynı canilikte dikkat ederseniz; günlerce Fırat kenarında, o kavurucu Kerbela sıcağında aç susuz bırakıyor insanları. Dikkat ederseniz aşure çorbasının kökeni de oradan gelir. Elde kalan yani kıyıda köşede kalan; bohçada, çuvalda kalan kırık kırsık yiyecekleri, ekmek artıklarını, bulgur artıklarını toplayıp bir çorba kaynatıp hiç değilse açlığı bastırmak üzere orada ilk aşure kaynatılıyor. Ki halkımız, dikkat edersek sadece Alevi inancına sahip insanlarımız değil, öylesine insanlığın, insanî değerlerin bütününü savunuyor ki Hz. Hüseyin ve yoldaşları, Sünni halkımız da sahip çıkıyor buna. İşte biz Sünni bir köyde büyüdük 8 yaşımıza kadar. Konya’ya geldik yine Sünni çevrede, mahallede kaldık. Her yıl, hem rahmetli anacığım, hem mahallemizdeki komşularımız aşure kaynatır ve dağıtırlardı birbirlerine… Ömer bin Sa’d, katletmekle kalmıyor; başta Hz. Hüseyin olmak üzere başını kesiyor ve bedenini atların altında, böyle kâğıt gibi inceltinceye kadar, atların ayakları altında ezdiriyor. Ve Hz. Ne yapmış arkadaşlar? Cep telefonuyla o belgenin fotoğrafını almış ve devrimci hackerlere göndermiş. O eri, o namuslu yurtsever insanımızı da kutlamak gerekir; bugün tutukladılar. Bu pezevenkler medyası hâlâ katliamı Beşar Esad yaptı, onun istihbarat örgütü El-Muhaberat yaptı vesaire yalanlarıyla halkımızı kandırmaya çalışıyorlar. Bir Dinleyici: … urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet. Biz niye öldürelim, diyor Acilciler’in lideri, biz halkları kurtarmak istiyoruz, diyor. Demin Mihraç Ural’la yapılmış bir röportaj okudum: Mihraç Ural benim Beşşar Esad yönetimiyle bir bağlantım yok, diyor. Ben burada, çevremdeki halk güçleriyle beraber Amerikancı güçlere karşı mücadele veriyorum. Suriye sınırları içerisindeyim ve 30 küsur senedir de Türkiye’ye girmedim, çıkmadım. Türkiye’yle bir bağlantım yok benim, diyor adam. Yani açık. Bir de sonuçtan baktığımız zaman katliam neyi amaçlıyor? Türkiye’nin Suriye’ye askeri harekâtta bulunmasını amaçlıyor. İlk başta Tayyipgiller, Bülent Arınç, Gül bunu dile getirdiler, değil mi? Bunun hesabı sorulacaktır vesaire yalanıyla. Tamamen ona yönelik bir provokasyon bu. Yoksa Beşşar Esad niye yapsın? Zaten adam içerideki hainlerle, Amerikancı güçlerle, Amerika’nın tüm İslam ülkelerinden devşirdiği artık canileşmiş satılmışlarla savaşıyor. Bir de Türkiye’yle savaş durumuna gelmeyi niçin istesin?.. Bir Dinleyici: … urullah Ankut Yoldaş: Ortaçağcı, Amerikancı hainler infaz ediyorlar, esir aldıkları Suriye askerlerini ve sivilleri. Onlarla başı dertte zaten Beşşar Esad yönetiminin… Bir de İsrail’le başı dertte. İsrail saldırıyor. Yoklama çekiyor yani İsrail. Bir de Türk Ordusu ile savaşmak niye istesin? Deli olması lazım bunu yapması için ama insanlarımızda düşünecek akıl bırakmadılar ki... Hüseyin’in kesik başını da Şam’da Yezid’in sarayına götürüyor, teslim ediyor. Bak sana böylesine hizmet yaptım, diyor. Yıllar sonra bulunuyor Hz. Hüseyin’in başı. Kerbela’nın intikamı alındıktan sonra, Hz. Hüseyin’in kesik başı, Yezid’in sarayının bodrumunda bulunuyor. Yani dikkat edersek, canilik aynı canilik. Ve Yezid’in büyük ninesi, babasının (Muaviye’nin) annesi Hint’tir. Uhud Savaşı’nda Ebu Sufyan’ın (Muaviye’nin Babası) karısı olan bu kadın, Hz. Hamza’yı şehit ettikten sonra, karnını aynı şekilde, bugünküler gibi yarıp ciğerini çıkarıyor ve ciğerini yiyor. Yani canilik ve cellatlık aynen nesilden nesile sürüp geliyor dikkat ederseniz. Bir dinleyici: Birebir aynı yani. urullah Ankut Yoldaş: Birebir aynı, evet arkadaşlar. Hiç değişen bir şey yok. Tayyipgiller’in baş haini ne diyor? Beşşar Esad için Yezid, diyor bir de değil mi? Hâlbuki tam tersi, tam tersi, arkadaşlar. Şu anda Yezid konumunda olan kendisi. Bu adam kimseye zulüm etmiyor, kimseye savaş açmış değil. Sadece ülkesinin bağımsızlığını ve halkının mutluluğunu savunuyor. Yani böyle yaptığı için bağımsızlıkçı, laik, yurtsever ve namuslu olduğu için; halkını sevdiği için ABD Emperyalistlerinin ve AB Emperyalistlerinin düşmanı ilan ediliyor. Ve emperyalist uşakları tarafından saldırı başlatılıyor. Şimdi böyle baktığımız zaman Hz. Hüseyin konumunda olan kim? Beşşar Esad. Tayyip ve şürekası Yezid’in devamcısıdırlar. “Kardeşten de öteyiz” dediği Beşşar Esad’ı, efendisinden bir emir almakla düşman ilan etti. Zalim demeye, Esed demeye başladı. Yani yine burada, her şey bir bütün tabiî… Kılıçdaroğlu’nun soytarılığına değinmek gerekiyor değil mi? O da sürekli bir alçaklığı, bir namussuzluğu, bir demagojiyi tekrarlıyor: Beşşar Esad’la Tayyip aynı, arada ton farkı var, diyor. En son bunu Avrupa Parlamentosu Sos- yalist Grup Başkanı Hannes Swoboda ile buluşmaya giderken söylüyor. O da bunu duyduğu için kabul etmiyor Kılıçdaroğlu’nu. O da yanlış anlaşılmasın, Esad’ı savunduğundan değil, Tayyip’i savunduğundan, arkadaşlar. Nasıl benzetirsin? diyor Swoboda. Aynı Swoboda, belki dikkatinizden kaçmıştır, Referandumda “Evet”çiydi. Yani Avrupa’da sosyal demokrat falan kalmadı, bitti. Bunların muhafazakârıyla, sosyal demokratı arasında hiçbir fark yok. Pekiyi Kılıçdaroğlu neden Tayyip ile Beşşar Esad’ı aynı kefeye koyuyor? O da diyor ki, ben de Tayyip kadar Beşşar Esad’a karşıyım, biraz da ben hizmet edeyim size. Ben bundan daha iyi hizmet ederim size; o yüzden biraz da elinizi bana verin. Yani bu kadar alçakça hesaplar, kitaplar içerisinde. Ve ekip göndererek Pensilvanya’da İblis’i de ziyaret ettirdi, değil mi arkadaşlar? Bir ekip. Yani biz de seninle iyi işler yürütürüz, Tayyip’i desteklemekten vazgeç, bizi destekle, mesajı verdi. O mesajı gönderdi Pensilvanyalı, ipleri CIA’nın elinde olan hain imama. Böyle yapmakla eğer varsa siyasi, dini inancına da ihanet içerisinde Kılıçdaroğlu. Güya Alevi olarak bilinir değil mi? Beşşar Esad’la Tayyip’i bir tutmakla bu inancına da ihanet etmiş oluyor. Ama bunlarda insanlık kalmadığı için her türlü içtenlikten yoksunlar. Bir Dinleyici: Bunlar CIA Alevisi Hoca’m. urullah Ankut Yoldaş: CIA Alevisi, evet. CIA dini dedik ya… Yani Sünnisi olur, Alevisi olur. Çok doğru! O da o kapsam içinde… Hâlbuki aslında Tayyip’e benzeyen kendisi. Aralarında ton farkı olan kendisi. Ortak paydaları Amerikancılık değil mi bunların? Amerikancılık. Fethullahçılık değil mi ortak paydaları? Fethullahçılık, cemaatçilik, arkadaşlar. Hâlbuki Fethullah deyince… O İblis de Alevi düşmanı. Alevi insanlarımızın düşmanı. Ergün Poyraz’ın “Amerika’daki İmam” kitabını okursanız, görürsünüz. Aleviler, PKK’den 100 kat daha tehlikelidir, diyor. Düşünebiliyor musunuz alevi düşmanlığını? İlhan Cihaner, Fethullahçı Osman Şanal ve ekibi tarafından niye tutuklandı, niye dava açıldı? Bunların o bölgede yaptıkları çalışmalara ve Alevi inancına saldırılarına izin vermediği için tutuklandı İlhan Cihaner; bunun için onların saldırılarına hedef oldu. Ne diyor bunlar daha önce söylemiştik, Ankara’da yaptığımız açıklamada? Sapkın mezhep, diyor. Onların sofrasında oturulmaz, kestikleri yenilmez diyor. Kestikleri hayvanın eti yenilmez, onlardan kız alıp kız verilmez, diyor. Yani böylesine düşman Alevi insanlarımıza… Ve ilginç, Yezidci de bu, yine Ergün Poyraz’ın aktardığı kitabında bir konuşmasında aynen kurduğu cümleler şu Yezid için: “Onu bu hale getirenler Alevilerdir. O da bir tepki insanıdır.” Düşünebiliyor musunuz?.. Onu bu hale kim getirmiş? Aleviler. Yani Hz. Hüseyin, Hasan ve yoldaşları getirmişler, Yezid’i o hale. O da onlara tepki duyduğu için o katliamı yapmış. O da bir tepki insanı, diyor. Yani bu Yezidci, Yezid soyundan geldiğini itiraf ediyor. Tayyip’e de Amerika’ya giderken sordular medya mensupları; Fethullah Gülen’le görüşecek misiniz? diye. Ne diyor Tayyip? “Gökten ne yağar da yer kabul etmez?” Gök kim oluyor burada? Pensilvanya’lı İblis. Yer, kendisi oluyor. Nitekim, kaba kaçacak diye kendisi gidemedi. Kimi gönderdi? Arınç’ı gönderdi, değil mi? Sevgilerini, saygılarını, bağlılıklarını Arınç sundu. Bunlar artık çıkar ortaklığında birbirlerine eklemlenmişler, bu hainler… Bir Dinleyici: Ahmet Türk de sıraya girmişti görüşmek istedi. urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet. Şimdi artık dedik ya bunlar da Ameri- 16 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 kancı siyaset diye. BDP de Amerika’nın çizdiği hat üzerinde politika yapıyor artık. Bir Dinleyici: … urullah Ankut Yoldaş: Fethullah Gülen, çok hin, çok İblis, çok ince hesap yapar, çok sağlamcı. Baktı çok kaba kaçacak, çok tepki alacak, kabul etmedi. Bir Dinleyici: … Bir Başka Dinleyici: … urullah Ankut Yoldaş: Ama öbür taraftan da; kan kusarız kızılcık şerbeti içtik, deriz, bu süreci destekleyelim açıklamasını usturuplu şekilde yaptı dikkat ederseniz. Yani CIA’nın tüm güçleri, bütün takım taklavatlarıyla bu “İmralı Süreci” denilen sürecin arkasında. Bir CIA operasyonu olan “Ergenekon Davası”nın arkasında. Ermeni Meselesi’nde CIA’nın safında. Kıbrıs Meselesi’nde CIA’nın safında. Suriye’de Beşşar Esad’a saldırı konusunda CIA’nın safında. Ve içeriye bakarsak, Mustafa Kemal’e saldırı konusunda hepsi elbirliği etmişlerdir, dikkat edersek. Tam Bağımsızlığa düşman hepsi. Daha geçen, evvelki gün, “Türkçe Olimpiyatları” daha önce de Usta’mızın Anmasında aktarmıştım ben, bağımsızlık falan olmaz artık, diyordu Fethullah. Böyle bir dünyada Amerika’dır dünya gemisinin kaptanı, onunla işbirliği yapacağız yani onunla beraber gideceğiz, diyordu. Ve yine diye afişlerini gördüm. Yine tam bir Ortaçağcı, Mustafa Kemal düşmanı ama o kendine göre samimi, Kadir Mısıroğlu’nun bunun okulları hakkındaki somut, objektif bilgiye dayanan açıklamasını okumuştum sizlere. Sudan’da Fethullah’ın okulunun müdürünü ziyaret ediyor. Hatırladınız mı, arkadaşlar? Mısıroğlu’nun bir yakın arkadaşı diyordu ki onlara, siz bu okullarda ne öğretiyorsunuz? Bunların din deseniz düzenleri zaten şeriat düzeni. Hukukları şeriat hukuku. Zaten Müslüman bir ülke. Bunlara ne veriyorsunuz? Okul müdürü ne diyordu, arkadaşlar? Biz bunları falan öğretmiyoruz. Biz burada Amerika’ya hizmet edecek ve ileride Sudan’ın yönetimine gelecek zeki gençleri devşiriyor, onları eğitiyoruz. Amerikancılıkla onları doktrine ediyoruz, diyordu. Şimdi bu alçakların “Türkçe Olimpiyatları” vesaire diye maskeleyerek, ambalajlayarak ya da karamelalara sararak gösterdikleri yahut halkımıza yutturmaya çalıştıkları zehir bu. Yine arkadaşlar… Bir Dinleyici: … urullah Ankut Yoldaş: Tabiî tabiî... Geçen haftanın gazetelerinden Milliyet’in, 18 Mayıs tarihli haberinde, Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi Başkanı, laiklik altında maskaralık çıkarıldı, diyor, bir yerde gidip konuşuyor. AKP’yi kastederek; yüzde 46 oy alan bir partiyi kapatmaya çalıştılar, diyor. Yani laikliğin düşmanı… Ortaçağcı… Nitekim Necip Fazıl Kısakürek’in yolundan giden, onu mürşit belleyen İBDA-C’nin içerideki başkanı Salih Mirzabeyoğlu takma adlı Salih İzzet Erdiş… Haşim Kılıç Bir Dinleyici: … urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet. Salih İzzet Erdiş diyordu ki, “Taraf”ın sorumlularındandı, “Taraf”ı o çıkarıyordu. İBDA-C’nin yayın organıydı “Taraf”1990’lı yıllarda, bildiğiniz gibi. Bir Dinleyici: … urullah Ankut Yoldaş: Şimdiki “Taraf” değil, 1990’lı yılların “Taraf”ı, onun sorumlularındandı. Bir Dinleyici: … urullah Ankut Yoldaş: Evet evet. Erdiş’in Haşim Kılıç için açıklaması aynen şuydu: “Bizim ayak işlerini yapan görevlimizdi. Bizim dergi bürosunda ayak işlerini yapan görevliydi.” Haşim Kılıç için söylediği aynen buydu. Yani bu adamın hukukçuluğu da yok. Bir Dinleyici: İktisat mezunu. urullah Ankut Yoldaş: Ticaret Yüksekokulu mezunu. Yani hukukla ne ilgin var? Anayasa hukukuyla ne ilgin var? Laiklikle ne ilgin var? Bağımsızlıkla ne ilgin var? Yurtseverlikle ne ilgin var? Ama Özal denen Amerikan uşağı, 12 Eylül Faşist Diktatörlüğünün siyasi plandaki görevlisi, Başbakanı Özal bunu oraya atadı. 65 yaşına kadar ölmezse orada. Şimdi meydan onların artık konuşuyor… Haşim Kılıç’ın söz ettiği seçimde AKP yüzde 46 oy aldı ama nasıl aldı? Binbir hile ile aldı AKP. Bu sonuçları açıklayanlar Amerikan şirketleri, istedikleri gibi oynarlar. Sandıklar ve sandık görevlileri yine onların elinde. Bir Dinleyici: Çalıntı sandıklar çıktı. (…) Bir Başka Dinleyici: Çöplerden oylar çıktı. urullah Ankut Yoldaş: Çalıntı sandıklar çıktı, çöplerden oylar çıktı. Bunlar bir tarafa, 1950’den bu yana ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”yle insanlarımız düşünmekten alıkonuldu. Yani Yezid diniyle CIA diniyle doktrine edildi, afyonlandı insanlarımız; düşünemez, göremez Çöpte bulunan oylar kavrayamaz hale getirildi. Yani demokrasi ile falan ilgisi yok bunların. Seçimlere bakarsak Kenan Evren yüzde kaç oy alarak Cumhurbaşkanlığına seçildi arkadaşlar? Yüzde 92. 12 Eylül anayasası ile yüzde 92 oy aldı. Şimdi hangi parti bu oyu aldı? O zaman, en demokrat Cumhurbaşkanı yahut en demokrat seçimle işbaşına gelmiş Cumhurbaşkanının Kenan Evren olması gerekir. Ama orada ne oldu? Orada da 12 Eylül öncesi halkımız, insanlarımız cehenneme düşürüldü; hayatı cehenneme çevrildi. Her gün 15-20 insanımız hayatını kaybediyordu, insanlarımız evine gidemez, evinden çıkamaz, işine gidemez hale getirilmişti. İnsanlar böyle denize düşürülünce o yılana sarıldı. Şimdi Tayyip, bunları bir kenara bırakıp, sırf oyla demagoji yapıyor. Şu kadar oy aldım diye demagoji yapıyor... E, Hitler de ilk iktidara geldiğinde oyla iktidara geldi, çoğunluğun oyuyla iktidara geldi. Hüsnü Mübarek de yüzde 80-90 civarında oy alıyordu, öyle seçiliyordu. Yani insanları korkutarak, düşünemez hale getirerek oy almak kolay. Alırsınız. Arkanızda da AB-D Emperyalistleri olduktan sonra, onların her türden iş adamları, medyası, tarikatı, cemaati, sözde bilim insanı olduktan sonra alırsınız. Bir Dinleyici: Sanatçısı olduktan sonra. urullah Ankut Yoldaş: Sanatçısı olduktan sonra alırsınız. Ama biz hep bunu diyoruz; Türkiye’de demokrasi falan yok. Sahte bir demokrasi, demokrasicilik oynanıyor. Kandırmaca, düzenbazlık Türkiye’de oynanan bu oyun. Emperyalistler ve Ortaçağcılar kadını da aşağılar, sosyal yaşamdan dışlar Yine geçen haftanın Milliyet’inin Eki: Cadde... Eklere ben genelde yemek yerken bakarım. Sofra olarak kullanırım. Bu tâ öğrencilikten beri bir geleneğim benim. Hem şöyle bir köşesine tek kap yemeğimi, yanında biber yahut soğanımı, ekmeğimi koyarım, öbür taraftan da şöyle bir yemek yerken bakarım. Ama burada da mesela emperyalizmin, düzenin iç işleyişini sergileyen haberler çıkıyor zaman zaman. Çünkü düzen öylesine çürümüş, öylesine kokuşmuş, öylesine dökülüyor ki yani patlamış gerizler gibi rezilliği, pisliği her yerden dökülüp saçılıyor. ABD’de kadına yönelik şiddet, onu anlatıyor. Hani biz hep diyoruz ki, Feminizm burjuva ideolojisidir. Kadının gerçek kurtuluşu İşçi Sınıfının kurtuluşuyla birlikte olacak, ondan bağımsız olamaz. Çünkü Parababaları için her şey parayla satın alınabilecek birer meta, kadın da buna dâhil. Onlarda hiçbir ahlâkî değer yok. Onun için kadının kurtuluşuna imkan var mı bunların düzeninde? Hayır yok. İşte Türkiye’ye baktığımız zaman, kadın cinayetleri bunların döneminde, on yıl içinde 14 kat artıyor. Yüzde 1400 artıyor. Niye? Çünkü her yerde kadının aşağılanması var. Senin illa kadına şiddet uygula, kadını öldür, diye bir mesaj vermen gerekmez. Buna gerek yok. Gerekmiyor böyle bir şey ama sen tavırlarınla kadını ikinci sınıf alt bir cinsiyet olarak her tutumunla belli ettin mi, o mesaj algılanır. Bir Dinleyici: Türbanı kafasına sardın mı… urullah Ankut Yoldaş: Kafasına sardın mı, o zaman işi bitirirsin. Kadını insanlıktan çıkarırsın. Bir cinsel obje haline getirirsin kadını. Ama o kadıncağızlar da, türban mücadelesi yapan Ortaçağcı erkekler de ve onlara destek veren her türlü kesim de dinin vicdanî yönünden bihaberler. CIA diniyle doktrine edilmişler. O dinde vicdan yok, insanlık yok, paylaşım yok, infak yok! Ne var? Belirli dini ritüeller var. Kafayı saracaksın, çarşafa gireceksin, zikir yapacaksın, tespih çekeceksin, umreye gideceksin, hacca gideceksin, oruç tutacaksın ve hiç kimseye acımayacaksın. Çünkü mahşer günü babanın annenin evlada, evladın anaya babaya, kardeşin kardeşe yardımı olmayacak. Bir de böyle anlatıyorlar, herkes yalnızca kendini kurtaracak. O zaman madem orada böyle, burada niye böyle olmasın? diye düşündürtüyorlar insanları. Burada da vicdansızlaşıyorlar. Ve dikkat edersek, insanlar CIA Diniyle dinlendiği oranda vicdansızlaşıyor, acımasızlaşıyor. Çok somut bu!.. Bencilleşiyor. Çünkü bu dinde vicdan yok. Ama biz dinin vicdan yönünü savunuyoruz, değil mi arkadaşlar. Yani Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin savunduğu ve yaşamlarıyla örnek oluşturduğu bölümü savunuyoruz biz. O anlamda da zorunlu ihtiyaçların dışında mal mülk biriktirmeyeceksin, küplemeyeceksin. Olanı dağıtacaksın. Bitti! Özü bu. Özü bu yani dinin maddesi bu. Hz. Muhammed dininin ruhu ne? Dürüstlük, güzel ahlâk. Başta insanlar, hayvanlar, bitkiler bütün doğayı seveceksin. Sevgi, ruhunda gerçek İslam’ın. Ve bunlarda hiçbirisi yok bunların. Bunlar tamamen dediğimiz gibi işte. İşte bu yüzden bunlar Hz. Ali’yi secdedeyken öldürüyor. Niye öldürdün? Dinden çıkmıştı, diyor. Bakın… Hz. Muhammed; “konuşan Kur’an” diyor ya Hz. Ali için, “her söylediği Kur’an’ın bir ayeti mertebesinde”, diyor yani. Onun görevinde, mertebesinde ve onu açıklar, onu dile getirir, diyor. Kur’an’ı söyler, diyor Hz. Ali ağzını her açışında. Yani böylesine düzenbaz, böylesine alçak bunlar… Bu kadının aşağılanması, ezilmesi sadece bizim gibi ülkelerde değil tabiî. İşte uluslararası emperyalizmin ağababası ABD’de kadının durumunu anlatan şu bölümünü Mehrali Yoldaş, biraz yüksek sesle lütfen, diksiyonun iyi, şurayı oku lütfen: “Hollywood’a Kadının sözü yok “Güney Kaliforniya Üniversitesinde yapılan araştırmaya göre Hollywood yapımlarında 4475 diyalogluk rolün yalnız % 28.4’ü kadınlara ait. (Yani arkadaşlar, Hollywood yapımlarında geçen diyalogların yani karşılıklı konuşmaların sadece % 28.4’ü kadınların ağzından çıkıyor. Diğeri erkekler tarafından söyleniyor. Evet – Nurullah Ankut.) Oran her yıl geriliyor. (Bakın, oran her yıl geriliyor, baş aşağı gidiyor yani. – N. A.) Araştırmadan çıkan diğer kayda değer veriler şunlar: 2012’de Hollywood filmlerinde kadınlar, rollerinin % 31.6’sında cinselliklerini ön plana çıkaran rollerdeydi. (% 31.6’sı sadece bir cinsel meta olarak kendini pazarlayan rollerde 2012 yılının filmlerinde, düşünebiliyor musunuz kadının aşağılanmasını? Evet. – N. A.) Yine 2012’deki filmlerdeki ergen kızların % 56.6’sı seksi rollerde yer aldı. (Bakın arkadaşlar, şimdi kadın gençleştikçe cinsel meta olma oranı da buna paralel olarak artıyor. % 56.6 oranında cinsel obje olarak sunuluyor filmlerde. – N. A.) Kadın oyuncuların büyük çoğunluğu 21 ila 39 yaş Kathryn Bigelow aralığındaydı. (Evet. Bakın bir de bu var. Kadın cinsel obje olacak ayrıca onun da en çekici olan yaş grubu hangisi yani cinsel objeliği en iyi ortaya koyan yaş grubu hangisi? 21-39. Diğeri artık görmezden de gelinilebilir. – N. A.) Geçen yıl en çok gişe yapan sinema filmlerinde yönetmenlerin sadece % 4.1’i, (Bir dakika. En çok gişe yapan filmlerin yönetmenlerden sadece % 4.1’i kadın. Tabiî bunların içerisinde Kathryn Bigelow gibi CIA ajanları da var. Bu kadın, “Ölümcül Tuzak”ı yani Usame Bin Laden’in nasıl yakalandığını anlatan, CIA’yı parlatan, CIA işkencelerini meşrulaştıran, savunan filmler yapan sefalettir. Kadınlığına da insanlığına da ihanet etmiş kadınlar da var bunların içerisinde. – N. A.) Yazarların % 12.2’si, (Senaryo yazarlarının da sadece % 12.2’si kadın arkadaşlar diğerleri erkek – N. A.) yapımcıların % 20’si kadındı. (Film yapımcılarınınsa prodüktör deniliyor değil mi İlham’i, onların da sadece % 20’si kadın, diğerleri erkek. – N. A.) Hollywood gibi bir yerde bile durum bu, arkadaşlar. Türkiye’de bakarsak durum aynı, belki daha kötü. Bir Dinleyici: Daha kötü urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet belki daha kötü. Yani bizim kadın sorununa yönelik, kadının kurtuluşuna yönelik tezimiz de ve emperyalizmin insanlığın başdüşmanı olduğu, insan soyunun başdüşmanı olduğu konusundaki tezimiz de böylece somut verilerle bir kez daha kanıtlanmış oldu, arkadaşlar. Her birimiz kendimizi Recep Yoldaş gibi yetiştirmeliyiz Sadece biz devrimci teoriyi temsil ediyoruz, bizim dışımızda yok bir ikincisi. Ve buna bağlı olarak sadece Kürt komünistler bizim hareketimizde var, başka harekette yok. İşte Recep Yoldaş’ımız teorimizi çok çabuk kavramakla birlikte sendikada bulunduğu ve başka işi olmadığı nadir zamanlarda internete girer, siteleri tarar ve bizim bakış açımıza uygun yani benim burada aktardığım haberlere benzer makale, haber bulursa onların çıktısını alır, çekmecesine koyardı. Ben geldiğimde, Hoca’m bunlar işinize yarar, diye bana verirdi hazırladığı bir dosya içerisinde. Şimdi yine sağ olsun genç yoldaşlarımız da bu işi e-posta yoluyla Özlem, Naile, Mehrali (ve aklıma gelmeyen yoldaşlar olursa bağışlasınlar) bu yardımı yapıyorlar. Doğan Erkan… Unuttuğum yoldaşlar bağışlasınlar lütfen, daha başka arkadaşlar da… Şimdi tabiî böyle haberlerin, düzenin işleyişini gösteren haberlerin hepsini takip etmemiz, haberdar olmamız, bilmemiz, okumamız mümkün değil. O bakımdan hep söylüyorum ki, en kıdemsiz yoldaşımız bile kendini en kıdemli yoldaşların yerine koyacak. Ben böyle düşünür davranırsam hareketimiz başarı kazanır, diyecek. Yoksa bana, birkaç bizim gibi kıdemli yoldaşa kalırsa bu iş, başaramayız. Başarılı olamayız, arkadaşlar. İşte bir insanın gözüyle nihayet ancak bunları okuyabildim. Daha bir sürü haber var gözümden kaçan. Yani o arada kaçmış olur. Ama arkadaşlarımız bakar, okur biriktirir, bana gönderir, kendisi yazı yazar, öyle değerlendirir; tartışır, konuşmalarda, toplantılarda bunları gündem ederse çok daha verimli oluruz. Yani böyle davranmamız gerekir. Yaratıcı olmamız gerekir. Sadece bizden beklerse gençler, yoldaşlarımız, olmaz. Başarılı olamayız. Burada bir önemli yönü belirtmek istiyorum, kıdemli arkadaşlarımızın da tabiî bütün bölgelerde kıdemlerinin haklarını vermeleri gerekir. Yani sorumluluklarını yerine getirmeleri, sorumluluklarının gereğini yapmaları gerekir. Kıdemli arkadaşlar da devamlı kendilerini bu açıdan gözden geçirmelidirler Burada şöyle bir durum var: eğer kıdemli arkadaşlar sorumluluklarını tam bilince çıkaramazlarsa yahut çıkarsalar da gereğini yerine getiremezlerse; genç arkadaşlar da sadece onlardan gelecek direktifleri, önerileri beklerlerse o zaman hareket kilitlenir, bloke edilir. Gençler şöyle düşünür; ya yapacak bir şey olursa ağabeyler zaten bize söylerler, biz de yaparız. Bu beklenti içerisine girerler. Şimdi kıdemli yoldaşlarımız da sorumluluklarını tam yerine getiremezlerse o zaman hareket olarak geriye düşeriz. Olayları takip edemeyiz. Devrimci durumları görüp devrimci tavırlar koyamayız. Bu bakımdan kıdemli arkadaşlarımıza büyük sorumluluklar düşüyor. Tabiî bu işin bir yönü. Bir diğer yönü de, tüm genç arkadaşlarımızı yaratıcılığa özendirmeliyiz. Boşuna tekrarlamıyorum. Partimizin kurulduğu ilk günde de çok kısa konuştum ve aynı şeyi söyledim. Yani en ücra bölgemizdeki en kıdemsiz arkadaş bile kendini benim yerime koyup, hem kendi bölgesindeki, hem Türkiye çapındaki hareketimizin tüm sorunlarını düşünmeli, araştırmalı, ona çözümler getirmeli. Gördüğü devrimci durumlarda tavır koymalı, olaya müdahil olmalı yani devrimci bir tutumla müdahale etmeli. Böyle yaratıcılıklarını geliştiremezlerse zaten olmaz, başarılı olamayız. O bakımdan hem kıdemli arkadaşlar, hem genç arkadaşlar, bu söylediğim tarzda davranmalılar. Genç arkadaşların sorumluluğu da bu, arkadaşlar, yaratıcı olmalıyız biz. Sadece yukarıdan gelecek emirleri, önerileri beklememeliyiz diyecekler. Ve Recep Yoldaş’ımızın genç arkadaşlara da yol gösterecek önemli bir özelliğini de dile getireyim: Özgüven sahibi olmak… Tüm yoldaşlarımız gibi, genç arkadaşlarımız da Özgüven sahibi olacaklar. Tamam, yanlış yapılabilir, yanlıştan korkmak yok. Hepimiz yanlış yaparız. Ama önemli olan vahim bir yanlış yapmamaktır. Bir diğer vahim yanlışsa olaya hiç müdahale etmemektir. Olayı görememektir. İşte en büyük yanlış budur. Buna düşersek olmaz. O bakımdan devamlı gözleyeceğiz, araştıracağız. Bir de toplantılarda biçime ilişkin birkaç söz edelim. Toplantılarda da aşağı yukarı gündem biliniyor olacak. Her kademedeki toplantıda gündem bellidir aşağı yukarı. Yahut tahmin edeceğiz, o gündeme ilişkin kafamızda olgunlaşmış düşünceler olacak. Yani gündemi kendi kafamızda araştırmalıyız, incelemeliyiz, ölçüp biçmeliyiz, tartmalıyız, değerlendirmeliyiz ve kendimize göre doğru bir kanaate varmalıyız. Ve toplantıda gelip gündeme ilişkin tutumumuzu ortaya koymalıyız, o kararımızı ortaya koymalıyız. Gündeme ilişkin hiç düşünmeden toplantıya gelirsek, yaratıcıcı olamayız. Ama bütün arkadaşlar bu hazırlık içerisinde toplantıya gelirlerse birbirimizi çok kolay anlarız. Zaten olgunlaşmış, rafine edilmiş görüşler ortaya konur. Onlardan birinden birine karar kılınır ve organ kararı alınır. Böylece toplantılar da uzamamış olur. Hem doğru karar alınır hem kısa sürede biter toplantılarımız. Toplantıları uzatmak, illa doğru karar çıkmasını sağlamak anlamına gelmez. Hatta her şey diyalektik, tersine döner toplantı fazla uzarsa. Ambale oluruz. Sonunda birbirimizi anlamaz da oluruz. Ve çok ters kararlar da çıkabilir. O bakımdan hepimiz hazırlıklı gelirsek; toplantıları mümkün olduğunca, elden geldiğince saat olarak, süre olarak kısa tutarsak, hızla pratik kararları alır ve davranışa geçeriz. Yani işte Mehrali Arkadaş’ımız anlattı, Recep Yoldaş’ımız tüm bu özelliklere sahip bir yoldaşımızdı. Yaşantısını, mücadelesini gözden geçirirken onun bu kalite özelliklerini de belirtmek istedim. Sözü fazla uzatmayayım. Sonunda mutlak yenen biz olacağız arkadaşlar! Recep Yoldaş’ı bedence kaybettik ama hepimizin gönlünde, ruhunda, bilincinde diğer yoldaşlarımız gibi yaşamaya ve bizimle birlikte mücadele etmeye devam ediyor. Biliyoruz ki bu en yüce mücadele, insana en yaraşan mücadele!.. Bu insanlık davası!.. Biz bu davanın savunucularıyız, sonunda mutlaka biz kazanacağız! İnsanlık davası kazanacak, insanlık kazanacak! Teşekkür ederim. (Alkışlar…) 17 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 Halkın Davası Fazla mesai konusunda bilinmeyenler... İşveren hangi işlerde ve hangi işçilere fazla mesai yaptıramaz? 1- Sağlık kuralları bakımından günde ancak 7,5 saat veya daha az çalışılması gereken işlerde çalışan işçilere (Bu işler, Sağlık Kuralları Bakımından Günde Ancak Yedi Buçuk Saat veya Daha Az Çalışılması Gereken İşler Hakkında Yönetmelikle düzenlenmiştir. Örneğin; kurşun ve cam, cıva, çimento, çinko, bakır, alüminyum, cam, sanayii işleri, kaynak işleri, tarım ilaçları işleri, gürültü düzeyi 85 dB(A)’yı aşan işler vb.) 2- Maden ocakları, kablo döşemesi, kanalizasyon, tünel inşaatı gibi işlerin yer ve su altında yapılanlarında. 3-18 yaşını doldurmamış işçilere, 4- İş sözleşmesi veya toplu iş sözleşmesi ile önceden veya sonradan fazla çalışmayı kabul Sorularınız için mail adresimiz: etmiş olsalar bile sağlıklarının [email protected] elvermediği işyeri hekiminin u sayımızda çok sık karşılaştı- veya Sosyal Sigortalar Kurumu Başğımız konulardan biri olan; iş- kanlığı hekiminin, bunların bulunmaçilerin fazla mesai ya da sade- dığı yerlerde herhangi bir hekimin race mesai olarak adlandırdıkları fazla poru ile belgelenen işçilere, çalışma konusu ile ilgili soruları ce5- Gebe, yeni doğum yapmış ve vaplandırdık. İş Kanununda 2006 yı- çocuk emziren işçilere, lında yapılan değişikliklerle getirilen 6- Kısmi süreli iş sözleşmesi ile “Esnek Çalışma Koşulları”, denkleş- çalıştırılan işçilere fazla çalışma yaptirme sistemi, telafi çalışması gibi uy- tırılamaz. gulamalar ile çalışma saatlerinin daha 7- Gece çalışmaları yedi buçuk da düzensizleşmesine ve işverenlerin saati geçemeyeceğinden gece çalışkeyfi uygulamalarına neden olmakta- malarında fazla çalışma yaptırıladır. maz. Bugün çok kanlı mücadelelerle kaFazla çalışma yapmak zanılan 8 saatlik işgünü uygulaması birçok işyerinde neredeyse ortadan (mesaiye kalmak) zorunlu kaldırılmıştır. Artık çalışma saatleri mudur? 14-15 saatleri bulmaktadır. Çoğu işyeKural olarak fazla çalışma yapmak rinde yasal çalışma süresinin çok üszorunlu değildir. İşveren işçi fazla tünde çalışma yaptırılmasına rağmen mesaiye kalmadığı için onu işten çıfazla çalışma ücreti ya ödenmemekte kartamaz. ya da bordrolarda ödenmiş gösterilİşverenin, fazla çalışma için işçimektedir. Fazla çalışma ile ilgili en nin onayını alması gerekir. Bu uygulaçok sorulan sorular aşağıdadır: ma genelde işçilerden, yıl veya ayın başında, o yıl veya o ay için fazla çaFazla mesai nedir? lışma yapmayı kabul ettiklerine ilişEn fazla kaç saat fazla kin olarak imza almak ya da fazla çamesai yaptırılabilir? lışma yapılacağını bir gün önceden ya İşçiler arasında genelde “fazla me- da aynı gün duyurarak o gün için fazsai”, hatta “mesaiye kalmak” olarak la mesaiye kalacaklara günlük bir çibilinen, 4857 sayılı İş Yasasının 41. zelgeyi imzalatmak şeklinde uygulanMaddesinde; haftalık kırk beş saatlik maktadır. çalışma süresini aşan çalışmalar “faz- B la çalışma” olarak adlandırılmıştır. Ancak denkleştirme esasının uygulandığı durumlarda işçinin haftalık çalışması kırk beş saati aşsa da bu çalışmalar fazla çalışma sayılmayabilmektedir. ( Denkleştirme esası, İş Yasasının 63. maddesine göre, haftalık normal çalışma süresinin, işyerlerinde haftanın çalışılan günlerine, günde on bir saati aşmamak koşulu ile farklı şekilde dağıtılabilmesidir) İşçiye günde en fazla üç (3) saat fazla çalışma yaptırılabilir. Fazla çalışmaların toplamı bir yılda iki yüz yetmiş (270) saatten fazla olamaz. İşçilerini bu süreleri aşacak şekilde çalıştıran işverene, şikâyet ya da tespit edilmesi halinde Bölge Çalışma Müdürlüğü tarafından idari para cezası verilir. Pek çok işyerinde ise bu onay hiç alınmamakta ve işçiler fazla çalışmaya zorlanmakta, aksi takdirde ise işten çıkartılmakla tehdit edilmektedirler. Fazla mesai için önceden onay vermemiş olan işçiler, fazla çalışma yapılacağının duyurulmasından sonra isterlerse fazla mesaiye kalabilir istemezlerse kalmazlar. Fazla çalışma yapmama yönünde irade belirten işçi işten çıkartılırsa işveren tarafından iş akdi haksız olarak feshedilmiş olur. Bu durumda işçinin yasal yollara başvurma hakkı vardır. Eğer işçi önceden onay vermişse daha dikkatli davranması gerekmektedir. Eğer bu onay verilmişse tek başına bir işçinin fazla çalışma yapmaması iş akdinin feshine yol açabilir. Bu- rada işyerinde çalışanların hep birlikte davranması daha doğru olur. Aslında en başında 1 yıl için, o günün koşullarının ne olacağını bilmeden fazla çalışma yapmak için onay vermek sakıncalıdır. Bu nedenle ya hep beraber bu onayı vermemek ya da onay verilmiş olsa bile topluca fazla mesaiye kalmamak daha doğru olur. Şunu da belirtmek gerekir ki; işçiden fazla çalışma yapacağına dair alınmış bir onay olsa bile, kendisine Yasanın belirlediği sınırları aşacak şekilde yani günde 3 saati, yılda 270 saati aşan fazla çalışma yaptırılamaz. Fazla çalışma karşılığı ücret nasıl hesaplanır? Öncelikle işyerinde haftalık kaç saat çalıştığımızı hesaplamamız gerekmektedir. Bunun için işe giriş ve çıkış saatleri hesaplanır. Çalışma sırasında verilen yemek arası, çay molası gibi süreler bu saatlerden düşülür. Kalan süre 45 saatin kaç saat üzerinde ise ona göre hesap yapılır. Her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret, normal ücretin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle hesaplanır. Örneğin, saat ücreti 10 TL olan bir işçinin ay içinde 5 saat fazla çalışma yapması halinde normal ücretine ilave olarak 5 x 15 TL üzerinden 75 TL fazla çalışma ücreti alması gereklidir. Ayrıca İş Kanunu, fazla çalışma karşılığı olarak işçiye fazla çalışma yerine serbest zaman kullanma hakkı da vermiştir. Fazla çalışma yapan işçi isterse, bu çalışmalar karşılığı zamlı ücret yerine, fazla çalıştığı her saat karşılığında 1 saat 30 dakikayı, serbest zaman olarak kullanabilir (m.41/IV). İşçi hak ettiği serbest zamanı 6 ay zarfında, çalışma süreleri içinde ve ücretinde bir kesinti olmadan kullanır (m.41/V). Fazla çalışma ücretinin ödenmemesi durumunda işçinin hangi hakları vardır? Genel olarak İş Kanunu’na göre “Ücretin ödenmemesi, işçiye iş sözleşmesini haklı nedenle fesih olanağı vermektedir. (İK. m.24/II-e) Yargıtay fazla çalışma ücretinin de ücret kapsamında olduğunu ve bunların ödenmemesinin iş sözleşmesinin haklı nedenle fesih olanağı vereceği kanaatindedir. Fazla çalışma ücreti alacağı konusundaki dava zamanaşımı hakkın doğduğu tarihten itibaren 5 yıldır. Ancak dikkat çekmek istediğimiz noktalardan birisi de şudur: İşverenler tarafından işçilere imzalatılan ücret bordrolarında genelde bir de fazla mesai ile ilgili bölüm bulunur ve bu bölüme gerçeği yansıtmayan rakamlar yazılarak işçinin imzalaması istenir. Böyle bir durum ile karşılaşan işçiler bu bordroyu imzalamamalı veya şerh düşerek imzalamalıdır. Çünkü böyle bir belge, işveren açısından fazla çalışma ücretini ödediği konusunda bir delildir ve yazılı delilin aksi ispat edilememektedir. Bir de ücretin işyerinde ödenmemesi, bankaya yatırılması durumunda buradan da çekincesiz olarak maaşların alınması bordro gibi yazılı delil olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle bankadan da para çekerken fazla mesai ücretinin ödenmediğine dair “ihtirazi kayıt” konulması gerekmektedir. Fazla çalışma ücretinin ödendiğine dair işçinin imzasının bulunduğu bir belge yoksa fazla çalışmanın ispatı konusunda işyeri kayıtları, özellikle işyerine giriş-çıkışları gösteren belgeler, fazla mesai yapıldığına ilişkin işyeri iç yazışmaları delil niteliğindedir. Ancak, belge bulunmaması halinde mahkemeler tanık beyanlarıyla da karar vermektedirler. Yurtiçi Kargo Direnişçisi: “Bizim tek istediğimiz şey ONURLU yaşamak” Baştarafı sayfa 20’de reye kadar sürecekti? Zaten bazı arkadaşlarımda fıtık vardı. Bende de vardı. Bizlere öyle baskı yapıyorlardı ki, daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı. Ama bu sefer çekip gitme yerine, ben buradayım, dedim ve Direnişimiz başladı. Yaklaşık 130 gündür Direnişimiz devam ediyor. Buradan çekip gitmek yok, gitmeyeceğiz. İşvereni sevindirmeyeceğiz. Bakalım işveren ne yapacak? Biz mücadeleye devam edeceğiz. Ben buradan bütün İşçi Sınıfına sesleniyorum: Çalışan bizleriz, ezilen bizleriz. Sırtımızdan geçinen, kazanan Parababaları. Hakkımızı göz göre göre yiyorlar. luyordu, bir de fazla çalışmak bedeni bitiriyordu. Bizlerde artık sabır kalmadı. Bu işyerinde nasıl birlik ve beraberlik sağlarız, dedik. Daha önce DİSK’e bağlı akliyat-İş Sendikası gelmiş. Ben o gün raporluydum. Bazı arkadaşlarımı da (normalde bir araca tek kişi veriyorlardı, o gün 4 kişi vermişler). İşçiler bilgi sahibi olmasın diye, onları işyerinden uzaklaştırmışlar. Bu durum tabiî sendikanın nasıl olduğunu bilenlere engel değildir. Onlar gittiği zaman kral olan işverenler, sendika geldiği zaman süt dökmüş kedi gibi oluyorlar. Tabiî ki, bu durum işvereni rahatsız ediyor. Çünkü işverenin işine gelmiyor. Sendikalı olmak demek, önce insan yerine konmak, daha sonra yaptığın işin hakkını almak demek. Yani bizim istediğimiz tek şey OURLU YAŞAMAK. Onur ve şeref insanın direğidir. Artık zaman geldi, birlik olmaya karar verdik. Benden önce arkadaşlar Nakliyat-İş Sendikası’na üye olmuşlardı. Tabiî ki bu zaman içerisinde bizler de bazı arkadaşlarla hiç düşünmeden, sonu ne olursa olsun düşünmeden, Nakliyat-İş Sendikası’na üyeliğimizi yaptırdık. Çünkü bir daha böyle bir şansımız olmazdı. Bu durum bizi daha da kuvvetlendirdi. Ama bu arada işverenin baskısı da daha çok artmaya başlamıştı. Bizler içeriden örgütlenmeye başlamıştık. Fazla çalışmak, fazla baskı bizleri yıldıramıyordu. Çünkü Sendika gelecek, artık rahat edecektik. İşveren bu durumdan çok rahatsız oluyordu. Niçin rahatsız olmasın? İnsanları köle gibi çalıştırıyor, eziyordu. Artık ezilme kalkacaktı, bu ezilmeye sendikamız dur diyecekti. Bizler duyduk ki, Haramidere, Ankara, Konya ve bazı şubelerde Sendikalaşma başlamış. Sendikanın ne gibi faydaları olduğunu bilenler hiç tereddüt etmeden üye oluyordu. Bizleri işten çıkarmadan önce, bunlar sendikadan istifa etsin diye önce çok ılımlı yaklaştı işveren. Ama bir şey elde edemediler. Baktı ki olmuyor, bu sefer de baskı yapmaya başladılar. Bizleri, şefler aracılığıyla doğrudan ezmeye çalıştılar. Biz yılmıyor, mücadeleye devam ediyorduk. Ama bu durum ne- Bizler niçin bu duruma sessiz kalıyoruz ki? Meydan Parababalarına mı kalacak? Bunun için örgütlenmek gerek. Bundan sonra ezilmek yok, baskı yok, birlik beraberlik var. Bizler işçiyiz. Bakın 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı bile bize çok gördü hükümet. Mücadelemiz hep aynı. Ekmek davası. Bu yüzden davamıza sahip çıkalım. Bakın bu uğurda kaç tane işçi kardeşimiz canını vermiş. Kiminin kolu kopuk, kiminin parmağı, kiminin bacağı… Var mı parmağı, kolu, bacağı geri dönen? İşyerlerindeki çalışma koşullarından dolayı daha nice hasta olan, bel fıtığı ve buna benzer birçok meslek hastalığına tutulan işçi kardeşlerimiz var. Bunun tek çaresi, bir bütün olmak, olanlara sessiz kalmamak, onun için sendikalaşmaktır. En iyi işverenden en kötü sendika daha iyidir. Ama bizler istiyoruz ki, daha iyi bir sendikaya bağlı olalım. Bu Sendika da DİSK’E BAĞLI AKLİYAT-İŞ SEDİKASI’dır. Bu arada bizim Direnişimiz tüm hızıyla devam ediyor. Çayırova Aktarma Merkezi’nde, Haramidere’de, Ankara, Konya ve bazı şubelerde de devam ediyor. Bizim birlik beraberliğimiz devam ediyor. Bizler yılmayacağız. Bizleri baştan beri yalnız bırakmayan Halkın Kurtuluş Partisi’ne de çok teşekkür ediyoruz. Bize 130 gündür diğer partilerin hiçbirinden destek gelmedi. Bu durum içerisinde her şeyin ne olduğunu iyi anladık. Bizler de bunları gördük. Ona göre kendimize bir yol çiziyoruz. Kim bize destek verirse onunlayız. Ve buradan bütün işçi arkadaşlara sesleniyorum, bir olalım artık. Ezilmek yok, dayanışma var. Direnişteki arkadaşlara başarılar dilerim. kip gittim, hakkımı hiç aramadım. Çünkü bu işlerde hep sessiz kaldım. Zaman geldi, Yurtiçi Kargo’da işe başladım. Bu işyerinde de hep aynı sistem. Bu işveren de aynı. Daha ilk günlerde baskı ve fazla çalışmalar başlamıştı. Şeflere talimat verip, çalışma konusunda hata istemiyorum, diye şefleri de bize karşı kullanıyorlardı. Bu sebeple bazen onlarla da sorunlar yaşıyorduk. Bu işverenin hiç vicdanı yoktur. Hiç unutmam, Ramazan ayında bile bizleri zorla bazı günler 10-11 saat fazla çalıştırıyorlardı. Bunların hiç Allah’tan korkusu yokmuş. İşçiler zaten oruçluydu. Beden yeterince zaten yoru- Direne Direne Kazanacağız! Yurtiçi Kargo’ya Sendika Girecek Başka Yolu Yok! İnadına Sendika İnadına akliyat-İş! İşgal Grev Direniş Yaşasın akliyat-İş! Selam olsun çalışan işçi kardeşlerime! Bir Yurtiçi Kargo Direnişçisi 18 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 “Arap Baharı”na karşı “Türk Baharı” Baştarafı sayfa 20’de http://www.haberpan.com/haber/condoleezza-rice-tan-sok-itiraf-wgt) Tabiî bu açıklamada Rice’ın böbür- lenmeleri objektiflikten uzaklaşmasına yol açmış olabilir. Ama zamanın Başkan Yardımcısı Dick Cheny de aynı görüşte. Sorulması üzerine, Condoleezza Rice’ın görüşlerine katıldığını belirtiyor. ABD katkısını Irak’ın işgaline kadar götürüyor: “Irak’ta ne oldu, diye düşünürsen, Irak’a demokrasi ve özgürlük götürdüğümüzü görürsün. Ki, bu da diğer ülkelere dalga dalga yayılmıştır” diyor. (http://thinkprogress.org/security/2011/11/01/358037/condi-rice-busharab-spring/?mobile=nc) Ayrıca, ABD Emperyalizminin istediği yönde gidiyor Arap Baharının sonuçları. Ve tabiî ABD Emperyalizminin stratejik hedefi ile de örtüşüyor. Arap Baharı ve “Yapıcı İstikrarsızlık” veya “Yaratıcı Kaos” Geriye bakıldığında, ABD’nin Ortadoğu’daki başlıca etkisinin savaş, kan, gözyaşı, kargaşa olduğu görülüyor. Bu durum aslında bir Amerikan stratejisi. Yani ABD Emperyalizminin bilerek, isteyerek yarattığı bir durum. Bu duruma “Yapıcı İstikrarsızlık (Constructive Instability)”, “Yaratıcı Kaos (Creative Chaos), “Yaratıcı Yıkım (Creative Destruction)” veya “Demokratik Kararsızlık (Democratic Destabilisation)” gibi adlar veriyorlar. Bush döneminin bu stratejisini, CIA’nın yan kuruluşu STRATFOR’dan bir CIA ajanı şöyle özetliyor: “İstikrarsızlığın Cazibesi “Tarihsel olarak ABD’nin Ortadoğu politikası istikrarı sürdürmeyi esas almıştır. Dünyanın başka bölgelerinde ABD stratejleri daha önce de istikrarın akılcı olup olmadığını tartıştılar. Örneğin, ABD Sovyetler ile bir söze dayalı antlaşma mı (modus vivendi) yapmalı, yoksa Sovyet Ergin Saygun imparatorluğunu düşürme yollarını mı aramalıydı? Ancak George W. Bush, istikrarın Ortadoğu’daki ABD çıkarlarının gelişimi için bir engel olduğunu tartışan ilk başkan olmuştur. 11 Eylül olaylarının tetiklemesiyle ABD yönetimi “yapıcı istikrarsızlık” olarak adlandırılan politikayı uygulamaya koydu. Amaç, Ortadoğu rejimlerinde esaslı değişikliklerle -ülke halklarının politik ve ekonomik yaşama tam katılımını engelleyerek değil, hoş karşılayarakABD vatandaşlarının güvenliği ve bölgedeki ABD çıkarlarının korunması idi. ABD bu amaçla kaba güç de kullandı, yumuşak geçiş de sağladı: Irak ve Afganistan’da askeri güç kullanımı; Yaser Arafat’ın yalnız bırakılarak yeni, barışçı, saygın bir Filistin önderliği için uygulanan havuç ve sopa siyaseti; Mısır ve Suudi Arabistan’ı reformcu yola itelemek için aba altından sopa göstermek gibi...” (R. Satloff, Assessing the Bush Administration’s Policy of ‘Constructive Instability’.” (Part II), Policy Analysis, POLICYWATCH 975, 16 Mart 2005; http://www.washingtoninstitute.org/po licy-analysis/view/assessing-thebush-administrations-policy-ofconstructive-instability-part-). Bu yazı 2005’de yazılmış. O günden bugüne gelirsek, Tunus’u, Mısır’ı, Yemen’i ve Suriye’yi görüyoruz. Ve şu sonuç çıkıyor: ABD için tek önemli olan emperyalist çıkarlarıdır. İstikrarsızlık, can kaybı, mal kaybı, yıkım, imha hiç önemli değildir. Hatta ABD çıkarları için iyidir. Arap Baharı’nda bu sonuçları görüyoruz. Bunu açıkça da belirtiyorlar. Bu “Yapıcı İstikrarsızlık” politikasının adına “Bulanık Suda Balık Avlamak” da diyebiliriz. Ortalığı karıştır, parsayı topla yani... Eski Karargâhın Arap Baharı’na Bakışı Emekli Orgeneral Ergin Saygun, Genelkurmay II. Başkanlığına kadar yükselen bir yurtsever paşamız. Balyoz davasından uzun süre içeride yattı, ceza aldı ama ciddi sağlık sorunları nedeniyle kısa süre önce serbest bırakıldı. Ergin Paşa’nın bir kitabı yayımlandı: “Türk Ordusuna BALYOZ”. Bu kitapta Ergin Paşa Arap Baharı’nı da değerlendiriyor. Eski Karargah bakışıyla Arap Baharı’nın ne olduğunu görelim. “Arap Baharı”nın İmalatı ya da Tarih Tekerrür Etmektedir” başlığı altında özetle şöyle yazıyor Ergin Paşa: “Bölge ülkeleri kendi kendilerini yönetemediklerinden ve kendi sorunlarını çözemediklerinden sürekli başkalarının kendi menfaatlerine göre ürettikleri çözüm projelerine muhatap olmuşlardır. Bölge insanının ihtiyaçlarından kaynaklanmayan, sosyal dokularına uymayan, kendilerine bir fayda sağlayıp sağlamayacağı belli olmayan, mevcut devlet yapılarının mesafeli durduğu ve tamamen dış kaynaklı bu tür projelerin, beklenen sonuçları vermesi de zaten mümkün görülmemektedir. “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin (GOKAP) bu nedenle bölge halkının derdine derman olamadığını, kendisinin bir sorunlar yumağı ve sorun kaynağı haline geldiğini söylemiştik. Devam eden arayış ve tartışmalarda yumuşak güç vb. yaklaşımlardan sonra en son gelinen nokta, akıllı güç (Smart Power) kavramı olmuştur. Bu bağlamda gittikçe gerilen ortamda bölgede ABD yanlısı yönetimlerin ve devlet başkanlarının mevcudiyeti şart hale gelmiştir. Bu nedenle de işlevini tamamlamış (Mübarek), bekleneni verememiş (Esad) ve hizaya gelmekte direnenler (Kaddafi) tasfiye edilmiştir. “Sırada İran vardır ama biraz daha beklemek gerekmektedir. Bu noktada İran’daki Azeri nüfusunu yakından izlemek gerektiğini düşünmekteyim. “2011 yılında ‘Arap Baharı’ adı altında tüm Ortadoğu’da yaşananlara bu gözle bakmak lazımdır.” (Ergin Saygun, Türk Ordusuna Balyoz, Kaynak Yayınları, 2012, s. 266) Buraya kadar söylenenler yeni bilgi değil. ABD Emperyalizminin kendi işine yaramıyorsa, kim olursa olsun, tasfiye girişimlerinin olduğunu biliyoruz. Daha da önemlisi bu amaç için istikrarsızlık yaratma girişimleridir ABD Emperyalizminin. Ergin Paşa şöyle devam ediyor: “(...) ABD aynı dönemde (20072009 dönemi kastediliyor - K. Y.), Irak’ta Şii yayılmasına karşı Sünni bir blok oluşturmaya çalıştı. ABD Dışişleri Müsteşarı ile yaptığım görüşmede, blok oluşturma çalışmalarının doğru olup olmadığını sordum. ““Doğrudur” dedi. ““Irak Ortadoğu’nun yönetici özetinin fotokopisidir” diyerek, burada başlayacak bir Şii-Sünni bloklaşmasının ve akabinde çatışmasının bütün Ortadoğu’ya yayılma tehlikesine dikkat çekmeye çalıştım, ama pek etkili olduğumu sanmıyorum. “Aslında biraz daha geriye gidince mesele daha açık ortaya çıkıyor. Yönetim Kurulunda eski Savunma Bakanı ve CIA Direktör Yardımcısı Frank Carlucci, Gen. Wesley Clark, Zalmay Halilzad, eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright gibi tanınmış kişilerin bulunduğu ABD’nin meşhur ational Endowment for Democracy (ED) kuruluşu, 2003 yılından beri Tunus-Mısır-Ürdün-Kuveyt-LibyaSuriye-Yemen ve Sudan’da istikrarsızlık yaratmak için yoğun bir faaliyet içindeydi. Sayılan ülkelerin kapsadığı bölge, “Arap Baharı”nın meydana geldiği bölgedir ve 2001 yılında Bush’un açıkladığı Büyük Ortadoğu haritası ile de aynıdır. “Arap Baharı” denen budur. Hiçbir şey kendiliğinden olmamıştır. Liberallerin statükoculara karşı çıkması filan değildir.” (agy, s. 267) Evet, Ergin Paşa Arap Baharı’nı tümüyle ABD marifeti olarak görüyor. Ayaklanmanın kendiliğinden parlamasını reddediyor. Bizce üst düzey yetkililerinin de bizzat itiraf ettiği gibi ABD’nin, ortamı hazırlaması doğrudur. Ancak, ayaklanmaların parlaması o dönemdeki despotik yönetimlere karşı oluşan birikimin patlamasıdır. Kendiliğinden başlamıştır. Olayların başlamasıyla birlikte ABD tabiî o saat istikrarsızlığı teşvik etmiştir. Hazırdır. Hatta daha da öteye giderek muhalif güçleri örgütlemiş ve silahlandırmış, kendisi de Libya’da olduğu gibi diğer emperyalistlerle birlikte silah kullanmıştır. “Türk Baharı” neden farklı? Bize gelince, 11 yıldır ülkeyi ABD uşaklığını en birinci görev sayan bir iktidar yönetiyor. Aralıksız laikliğe, Mustafa Kemal’e saldırıyor (başta en yeni “ayyaş” suçlaması ve diğerleri); gericiliği örgütlüyor, din bezirgânlığı yapıyor (her yere cami, her okulun imam hatip okuluna dönüştürülmesi, Kur’an kurslarının hiçbir şekilde kısıtlanmaması vb.); yargıyı ele geçirerek hukuku ayaklar altına alıyor (baroları bile yargılıyor); eğitimi dinci eğitime dönüştürme çabasında (4 + 4 + 4!); kadınımızı eve hapsetme amacında (en az 3 olmadı 5 çocuk yapın komutu, kürtaj yasası, fişleme vb.); medyayı ele geçirerek kendine karşı en ufak bilginin sızmasını engelliyor (satılık medya!); cukkacılık (Tayyip’in İsviçre bankalarındaki 1 milyar doları, gemicik vb.); yandaşları örgütlüyor ve koltukluyor (ihalelerde din bezirgânlarına öncelik); emekçi haklarını gasp ediyor (çalışan haklarına karşı yasalar, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma); işsizlik pahalılık dizboyu ve hak aranamıyor (Tayyip için hak aramak “hakara-makara”); halkımızın ortak değerlerinin, birikimlerinin pazarlanması ve yok pahasına satılması (Tayyip “Ben ülkemi pazarlıyorum” demişti malum); baskı ve terör (haksız açılan davalar, 1 Mayıs saldırıları); Ordu’ya ABD desteğiyle haksız, kanıtsız saldırı (Ergenekon, Balyoz, Casusluk vb. davaları, Silivri zindanları); özel alana müdahale (telekulak, alkol yasası, kılık kıyafette mahalle baskısı); çevreye zarar (HES’ler, maden ocakları, Gezi Parkı vb.); vb... İşte saymakla bitmeyecek bu “Rabbena, Hep Bana” ve “Her şey ABD için” siyasetine karşı birikenlerin patlamasıdır “Türk Baharı” dedikleri ayaklanmamız. Ve bu yüzden büyük ölçüde emperyalizmin kontrolünde seyreden Arap Baharı’ndan tümüyle farklıdır. En önemli fark, Arap Baharı’nda ABD’nin işin içinde oluşu, bölgede istikrarsızlık yaratma amacı, işi bitmiş uşak konumundaki yöneticilerin (Mübarek) veya ayak direyenlerin (Kaddafi, Esad) tasfiyesinin amaçlanmasıdır. Bizim ayaklanmamız ise ABD uşaklığında gözünü bile kırpmayan, yüzde yüz satılık, hâlâ ABD’ye hizmet edebilecek bir yönetime karşıdır. Ortadoğu’da istikrarsızlık arayan ABD şu sıra, hele hele Kürt sorununa emperyalist çözüm gündemdeyken, Türkiye’de istikrar ister. TayyipGül gibi uşakları bulmuşken sonuna kadar kullanmak ister. İşler tıkır tıkır yürürken, neden zora soksun ki? Öte yandan, ayaklanmamız bize has bir gelenek göreneğin de yansımasıdır. Ayaklananları görüyoruz. Büyük çoğunluğu gençler oluşturuyor. Ve bizde gençlik ne yapılırsa yapılsın hep ilerici olmuştur. Yakın geçmişte Jöntürkleri, Hareket Ordusu’nu, Kuvayımilliye’yi ve Mustafa Kemal’leri, 27 Mayıs’ları hatırlayalım. Bu ilerici hareketlerde hep Sivil ve Ordu Gençliği görürüz. Bugün sivil gençlik ayakta. Ordu Gençliği ise Ergenekon, Balyoz, Casusluk, Sarıkız vb. tezgâhlarla susturulmuş, baskı altına alınmış, başı “Tombalak Paşa” gibi uşaklarla bağlanmış durumda. Ama bizce Ordu Gençliği de için için kaynıyor. Toplumdan ayrı kalamaz çünkü. Diğer bir önemli fark, Arap Baharı’nda muhaliflerin yapısıdır. Bunlar dünyanın dört bir yanından devşirilmiş dinci, kara yobaz çeteleri, vahşi, acımasız, emperyalist uşağı ırz düşmanları, katiller, çapulculardır. Gerçek çapulcular bunlardır. Oysa bizim ayaklanmamızda pırıl pırıl yurtsever insanları görüyoruz. Bir büyük fark da budur. Özetle, “Arap Baharı” ile “Türk Baharı” kendiliğinden başlama görünümü dışında birbirinden tümüyle farklıdır. Sonuç TayyipGül Ortaçağcıdır. Toplumu geri götürmek peşindeler. Tefeci-Bezirgân sınıfsal içgüdüleri böyle yönlendiriyor çünkü. Ancak şunu göremiyorlar; İnsanlık hep ileriye gidecektir. Bu kaçınılmaz. Ağızlarıyla kuş tutsalar kalıcı olamazlar. Emperyalizme de hiç güvenmesinler. İşleri bitince bir tekme de emperyalizm vurur. Hiç acımaz. Vaktiyle Vahdettin ve efradı İngiliz gemisiyle İtalya’ya kaçtı, San Remo’da büyük bir villaya yerleştirildi. Tabiî bir süre sonra paralar suyunu çekti. Burada B İngilizlere haftada 100 Sterlin gibi bir maddi yükü oluyordu Vahdettin ailesinin. Bu meblağ, “Üzerinde Güneş Batmayan” İngiliz Emperyalizmi için aslında hiçbir şey değildi. Ama öyle olmadı. İngiliz Parlamentosu’nda bu ödeneğin 15 Şiline indirilmesi önerildi. Bunu duyan Amerikalı bir girişimci Vahdettin’in karılarına New York Hipodrumu’nda iş(!) bulabileceğini ve bu kadınlarla temasa geçmesini sağlamalarını önerir İngilizlere. İngiliz Kralı V. George ise bu öneriyi duyunca “epey eğlenir”. Amerikan Emperyalizmi de farklı değildir. Yakın geçmişte Somoza’nın, İran Şahı’nın ve en son Mübarek’in durumunu görüyoruz. Bunlar Amerikan Emperyalizminin has uşaklarıydı. Ama işleri bitince deliğe süpürüverdi. Böyledir vatan hainlerinin, halk düşmanlarının sonu... Kıssadan hisse, günümüzün vatan hainleri, halk düşmanları emperyalistlere güvenmesinler. Bir tekme de onlardan yerler. TayyipGül de bu durumu görüp “Aman bizi deliğe süpürmeyin” diye yalvarıyor. Hiç fark etmez. İşleri bittiği an süpürüverirler. İsviçre Bankalarındaki dolarlar mı? Bu halk onları da yedirmez size... Utanmazlığın bu kadarında da pes doğrusu! aşbakan Yardımcısı Ali Babacan, OECD toplantısı için gittiği Paris’te Milliyet yazarı Şükrü Andaç’la konuşmuş. Şükrü Andaç’ın ifadesiyle: “dış politikadan ekonomiye kadar geniş bir sohbet yapma imkanı bul”muşlar. Ve Babacan, gayet babacan(!) bir tavırla gündemdeki konulara ilişkin düşüncelerini aktarmış. Okuduk. Okudukça şaşırdık. Okudukça kızdık: Bir insan nasıl bu kadar ikiyüzlü olabiliyor, diye. İnsanlığın seviyesini nasıl bu kadar düşürür, diye düşündük. “İran’ın Suriye konusundaki tutumu bizim için tam bir hayal kırıklığı” diyen Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, şunları ifade ediyor: “asıl oluyor da böylesi bir rejime destek veriyorlar anlamak mümkün değil. İran rejiminin, devriminin kodlarına bakıyoruz, bir İslam cumhuriyeti. Ama nasıl oluyor da sivil, kadın, çocuk demeden her gün katleden bu rejime destek veriyorlar hayret ediyoruz doğrusu.” (Şükrü Andaç, Milliyet, 01 Haziran 2013) Dinime küfreden Müslüman olsa, der ya halkımız. Aynen öyle bir durumla karşı karşıyayız. Siz, on yıllardır, 1950’lerden bu yana, Hıristiyan AB-D Emperyalistlerinin hizmetinde, onların Müslüman ülkeleri işgallerini desteklemediniz mi? Onların sapık, sarhoş, katil askerlerinin (subay ve erlerinin) Müslüman kadınlara, çocuklara ve yaşlılara yaptıkları insanlıkdışı suçlara ortak olmadınız mı? Fransız Emperyalistlerinin sömürgesi olmaktan kurtulmak için savaşan, Ali Babacan Ulusal Kurtuluşlarını kazanmak isteyen (aynen bizim gibi) mazlum Cezayir Halkının mücadelesinde işgalci, yağmacı, talancı, soykırımcı Fransız Emperyalistlerini desteklemediniz mi? Kahire’de kuruluşunu ilan eden Geçici Cezayir Hükümeti’ni tanımadınız, BM’deki oylamalarda Fransa’nın yanında yer almadınız mı? Irak’ta, El Garip Cezaevi’nde, ruhen bitmiş kadın ve erkek Amerikan Conilerinin yaptığı insanlıkdışı işkencelere sessiz kalmadınız mı? ABD askerlerinin Müslüman kadınların ırzına geçmesine, bırakalım seyirci kalmayı, destek vermediniz mi? Irak’ta ABD askerleri Müslümanların kanını oluk oluk dökerken, cezaevlerinde olmadık işkenceleri yaparken “Kahraman kadın ve erkek Amerikan askerlerinin sağ salim evlerine dön- meleri için dua ediyorum” diyen, siz değil miydiniz? Sizin başbakanınız Tayyip değil miydi? Ya Cumhurbaşkanınız Abdullah Gül’ün ne dediğini de hatırlıyorsunuz değil mi? Ne demişti A. Gül? “Dünya barışı için, barışı korumak, barışı yapmak için, son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir.” ABD, işgali altındaki Müslüman Afganistan Halkını her gün, başta insansız hava araçları olmak üzere, çeşitli savaş araçlarıyla katletmesine seyirci kalmak bir yana oraya Mehmetçiği gönderen siz değil misiniz? Sizin hükümetini değil mi? Tayyip’e, Ocak 2004 tarihindeki ABD gezisi sırasında ADL adlı Yahudi kuruluşu tarafından “Yahudi Üstün Hizmet veya Cesaret ödülü” verilmedi mi? Müslüman Filistin Halkını on yıllardır birkaç ayda bir katliamlara uğratan, sürekli kanını içen İsrailliler tarafından, onun ADL adlı kuruluşundan, “Yahudi Üstün Hizmet veya Cesaret Ödülü”, neyin karşılığında verildi, Tayyip’e söyler misiniz? Tayyip ödülü alırken yaptığı konuşmada: “Türkiye ve İsrail arasında her zaman var olan dostluk, karşılıklı anlayış ve güven temelindeki ilişkilerin son dönemde kazandığı ivmenin altını memnuniyetle çizmek isterim.” demedi mi Kur’an’ın açık hükmüne rağmen. Ne diyor Kur’an’ın Maide Suresi: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları gönül dostları edinmeyin. Onlar birbirlerinin gönül dostlarıdır. Sizden kim onları gönül dostu edinirse o, onlardandır. Allah, zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz.” (Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Meali) Elinden ödül aldığınız Müslüman Libya lideri Kaddafi’yi ve Libya Halkını bir kalemde satıp geçip giden siz olmadınız mı? “Kardeşten de ileri” dediğiniz Suriye lideri Beşşar Esad’ı, AB-D Emperyalistlerinin bir emri üzerine satıp geçip giden siz değil misiniz? Hangi birini sayalım?.. Bu kadar yeter mi Babacan?.. Daha sayıp dökelim mi suçlarınızı?.. Siz “İran’a hayret ediyor”muşsunuz. Biz size hayret etmiyoruz. Niye mi? Hizbullah lideri Nasrallah, geçtiğimiz günlerde Suriye olaylarıyla ilgili bir açıklama yaptı ve size de bir gönderme yaparak dedi ki: “İsrail ve Amerika tarafında olanlardan olmayacağız.” İşte siz busunuz: AB-D ve İsrail’den yana olanlardansınız! Siz, insanlığını, dostunu, kardeşini dünya malı için satanlardansınız. Siz, AB-D Emperyalistlerinin ve İsrail’in dostusunuz. Bir Müslüman için bundan daha fazla utanılacak ne olabilir?.. 19 Yıl: 7 • Sayı: 66 / 1 Temmuz 2013 B “Tunuslu oğlum Suriye’deki muhaliflere niye katıldı?” BC’de 15 Mayıs 2013 tarihinde yer alan ve bizim de başlık olarak seçtiğimiz başlığı taşıyan haber, ülkemizde yaşananlarla da benzerlik taşıdığı için ilgimizi çekti. Yazımızın konusu, bu haberi sizlerle paylaşmak olacak. BBC’nin Tunus muhabiri tarafından yapılan araştırma haberine göre, Suriyeli muhalifler, şu anda Suriye Halkına karşı yaptıkları terörist saldırılarda kendileriyle birlikte yer alan en büyük yabancı kitlesini Tunusluların oluşturduğunu ifade ediyorlar. sonra bu Ortaçağcılar ya da ABD Emperyalizminin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planı için besleyip büyüttüğü “Ilımlı İslamcı”lar iktidarları da ele geçirdiler. Tunus’ta da Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesiyle “Ilımlı İslamcı” ahda Hareketi Partisi (Yeniden Doğuş-Rönesans Partisi) bir koalisyon hükümetinin parçası olarak iktidara geldi-getirildi. “İslami Hareket” adıyla da bilinen “İslami Eğilim Hareketi” adlı grup 1981 yılında parti olarak kuruluyor. Günlük yaşama din kurallarının daha fazla girmesini Bildiğimiz gibi, Suriyeli muhalifler, bugün Suriye’nin Antiemperyalist-Yurtsever lideri Beşşar Esad’a karşı, ABDAB Emperyalizminin kasap satırı olarak hain terörist saldırılarda bulunuyorlar. Ve bunların ezici çoğunluğunu, OrtaçağcıŞeriatçı, en küçük bir insani değer, vicdan taşımayan güruh oluşturuyor. Tunus Hükümeti, 800 vatandaşının Suriye’de Ortaçağcı güçlerle birlikte Beşşar Esad’a karşı savaştığını belirtiyor. Fakat Tunus İçişleri Bakanlığından bazı kaynaklar bu sayının çok daha fazla olduğunu ifade ediyor. Sayının 2000 civarında olduğunu söyleyen kaynaklar var. Fakat medyada sık sık telaffuz edilen sayıysa 5000. Tunus’taki Ortaçağcı-Şeriatçı güçler tarafından kandırılan, gittikçe artan sayıdaki genç, Suriye’deki ABD-AB Emperyalizminin uşağı olan Ortaçağcılara katılmaya gidiyor. Ortaçağcı-Gericilerin safındaki saldırganlara katılmaları Tunuslular için bir ilk değil. Daha önce yüzlerce Tunuslunun Irak ve Afganistan’da da benzer şekilde faaliyet gösterdikleri tahmin ediliyor. Peki, geride bıraktıkları aileleri neler düşünüyor? Bu gençler Ortaçağcıların tuzağına nasıl düşürüldü? Bir halkın-kardeş Suriye Halkının düşmanı haline nasıl getirildi? Aziza, Suriye’deki Ortaçağcı saldırgan güruha katılmak üzere evini terk eden 22 yaşındaki Bilal’in annesi. Tek oğlunun resmine bakarken gözyaşlarına hâkim olamıyor. BBC Tunus muhabirine, Suriye’ye karşı başlatılan bu savaşa karşı olduğunu ve bu savaşı hiç anlamadığını söylüyor. Oğlunun iyi huylu olduğunu ve evin geçimini sağladığını belirtiyor. Oğlu bir gün kendisine, Libya’ya gidip, satmak üzere kıyafetler alacağını söylüyor. O günden sonra kendisinden haber alınamıyor. Nihayet, oğlunun Suriye Halkına karşı terör saldırıları yapmaktan Suriye’de gözaltına alındığını öğreniyor. 2010-2011 yılları arasında Arap coğrafyasını içine alan kendiliğinden bir halk hareketi başladı: “Arap Baharı”. Kasım 2010’da Tunus’ta sonradan adına Arap Baharı denilecek olan bir halk hareketi başladı. Bu halk hareketi, Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali yönetiminin devrilmesiyle sonuçlandı. Tunus’taki bu harekete, daha sonra emperyalistlerin emrindeki Ortaçağcı-gerici güçler yön vermeye başladı. Bu noktadan itibaren izlediği seyir bakımından 1 Mart 2011’den sonra “Yasemin Devrimi” adı verildi. Renkli devrimleri, Eski Sovyet Cumhuriyetlerinde duyduk geçtiğimiz yıllarda. ABD-AB Emperyalistlerinin Sivil Örümcekleriyle gerçekleştirilen, kendilerine yakın iktidarlar oluşturma hareketiydi bunlar. Tunus’ta da çiçek devrimini duyunca yine aynı oyunun bir parçası olduğu sırıtıverdi. “Arap Baharı”, AB-D Emperyalistleriyle işbirliği içerisinde kendi halkını işsizlik pahalılık cehenneminde kavuran, halkına zulmeden iktidarlara tepki olarak doğmuştu. Fakat bu halk hareketleri örgütsüz ve programsız olduğu için, iş tersine döndü ve ne yazık ki kontrol Ortaçağcı-Gerici örgütlerin eline geçti. Daha savunuyor. Bugün Tunus Başbakanı olan Raşid Gannuşi partinin kurucularından. Yasal olarak da tanınmak için 1989 yılında Nahda Hareketi (Arapça: Ḥarakat an-ahḍah) adını alıyor. Nahda’nın yayın organı olan Al-Fajr gazetesi Tunus’ta yasaklanıyor ve editörü Hammadi Cibali 1992 yılında resmi olmayan bir partiye üye olmak ve devlet yapısını değiştirme niyetiyle şiddete başvurmak suçundan 16 yıl hapis cezası ile yargılanıyor. Ortaçağcı-Şeriatçı söylemlerinden dolayı çeşitli yasaklarla faaliyetleri durdurulan Nahda Hareketi, 1992’den sonra Tunus’ta neredeyse ortadan kayboluyor. “Arap Baharı”ndan sonra, emperyalistler, artık halkı kandırmada inandırıcılığını kaybeden ve halktan büyük tepkiler alan Zeynel Abidin Bin Ali’nin yerine Nahda Hareketi’ni hazırlıyorlar. Ne tesadüftür ki, 1 Mart 2011’de yasal parti statüsünü kazanıyor. Tunus’taki halk hareketinin ABD-AB (AB-D) Emperyalistlerinin yörüngesine girişine emperyalistler “Yasemin Devrimi” adı veriyorlar. Nahda’nın lideri Raşid Gannuşi de hızla uzun yıllar yaşamış bulunduğu Londra’dan Tunus’a getiriliyor. Kendisinden ve partisinden, Tunus siyasi sahnesinde “hızlı bir yer edinen” hareket olarak bahsediliyor. Gannuşi bu yeri, Batılı efendilerinin desteğiyle ediniyor elbette. Zeynel Abidin’in devrilmesinin ardından, birçok Laik rakibini geride bırakarak Tunus’un en büyük ve en yaygın partisi haline geliyor. Batılı Emperyalist efendileri, bu hareketi ve Gannuşi’yi, “Ilımlı İslam” hareketi olarak iktidara hazırlıyor. Uşaklarından biri eskidi, onu devirip bir başka uşağı, bu kez ideolojisi Şeriatçılık olan uşağı iktidara getiriyor. Geçmiş iktidarın halk düşmanı politikalarına karşı başlayan halk hareketi, örgütsüz olduğu için AB-D Emperyalistleri bu örgütsüz hareketi kendi yörüngelerine sokuyorlar. “Ilımlı İslamcı” Nahda Hareketi’nin ağırlıklı olduğu koalisyon hükümetinden önce Tunus’ta Şeriatçı örgütlenmeler bu kadar kontrolsüz değildi. “Yasemin” hareketiyle birlikte “Ilımlı İslamcı”ların iktidara gelmesinden sonra, Ortaçağcı örgütlenmelerin önünün hızla açılması ve hiçbir güvenlik tedbiri olmaması sonucu, Selefî-Ortaçağcı faaliyetler hızla yaygınlaştı. Bugün Tunus Hükümeti, özellikle Selefîlere ait olan camilerin kontrolünü tamamen kaybetmiş durumda, daha doğrusu bu kontrolü bırakmış durumda. Ve buralar, bu Ortaçağcılar için büyük bir örgütlenme olanağı sağlıyor. Zehirli düşüncelerini, ülkenin en ücra köşelerine değin ulaştırma-yayma olanağı sağlıyor. Şeyh Beşir bin Hasan gibi birçok imam, müritlerine Suriye’deki muhaliflere-Ortaçağcı teröristlere katılmaları için açıkça Cihad çağrısı yapıyor. Ve Suriye’ye, Suriye’nin Antiemperyalist-Yurtsever Lideri Beşşar Esad’a karşı, Müslüman Suriye Halkına karşı AB-D Emperyalistlerinin güdümünde yapılan savaşı “genç cihadçıların kahraman mücadelesi” diyerek meşrulaştırmaya çalışıyor. İnsanlık dışı caniliklerle bir halkı katleden saldırganlara katılmaya teşvik ediyor gençleri. Şeyh Beşir bin Hasan Suriye’ye giden Tunuslu gençler için; “onlar insanlık görevini yerine getiriyor. Sünni Müslümanlar için, baskı altında tutulan Sünni Müslümanları korumak amacıyla, Şii mezhebine mensup Esad Kuvvetlerine karşı savaşmak haklı bir davadır.” diyor. Dünya halklarının ve kandırdığı zavallı meczuplaşmış kitlelerin-gençlerin gözünün içine baka baka yalan söylüyor. Hepimizin bildiği gibi, Suriye’de savaşan iki taraf var: Biri emperyalistlere meydan okuyan ve ülkesini-halkını onlara satmayan Beşşar Esad ve onunla etle tırnak gibi kaynaşmış Suriye Halkı. Diğeri de, Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmek için Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’u hayata geçirmek isteyen ABD-AB Emperyalistleridir. Tek amaçları, Suriye’yi de tıpkı Irak ve Libya gibi bölüp parçalamak, halkları kanlı boğazlaşmalara sürüklemek, bu ülkelerin tüm yer altı-yerüstü kaynaklarını, insan gücünü sömürmektir. Bu aşağılık amaçları için birebir kendileri gelip savaşmıyorlar. Maşalarını, insanlıktan çıkmış, kendileri gibi canlılar âleminin dördüncü kolunu oluşturan insan görünümündeki yaratıkları kullanıyorlar, onları savaştırıyorlar masum halka ve halkın sahip çıktığı iktidarına karşı. İşte olayı böyle netçe koyduktan sonra soralım, Tunus’lu bu imam kimin safında? ABD-AB Emperyalistlerinin safında! Kendisi de gitmiyor, gördüğümüz gibi, gençleri, kitleleri CIA İslamı, Amerikan İslamıyla afyonluyor. Hıristiyan dinine mensup emperyalistlere hizmet ettirerek, Müslüman kanı döktürüyor. İslamcı Ennahda (Nahda) Partisi’nin Parlamento’daki öncülerinden Habib Ellouz, Tunuslu gençlerin, Suriye’ye gitmek için iki yol kullandığını söylüyor. Ellouz’un söylediğine göre, işsiz gençler Turist olarak ya Türkiye’ye ya da Lübnan’a gidiyorlar. Buradan da sınıra gidip Suriyeli muhaliflere katılıyorlar. Ve Tunus hükümeti, bu gidişi engelleyecek hiçbir tavır almıyor. Turistik amaçlarla gidiyorlar-gittiklerini söylüyorlar, onları engelleyemeyiz, diyor. Gördüğümüz gibi, Lübnan sınırından ve bizim ülkemizin sınırından Suriye’ye giriyorlar. Bu da Tayyipgiller hükümetinin, TCK’nin 306’ncı maddesinde düzenlenen “yabancı devlet aleyhine yetkisiz asker toplama” suçunu işleyerek, uluslararası hukuk kurallarını alenen ihlal ettiklerini de bir kez daha kanıtlamaktadır. İşte bu yüzden de Partimiz, savaş kışkırtıcılığı yaparak, Reyhanlı’daki kanlı patlamada resmi rakamlara göre 52, gerçekte 100’ün üzerindeki insanımızın katline sebep oldukları için Tayyipgiller hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. Suriye’de Sünni-Alevi ayrımı yapmadan halkın kardeşçe, bir bütün olarak kendi seçtikleri Beşşar Esad’a nasıl sahip çıktıklarını ve ülkelerini canları kanları pahasına AB-D Emperyalistlerine karşı nasıl savunduklarını biliyoruz. Aksi takdirde, kendi halkına eziyet eden, baskı altında tutan bir iktidar, emperyalistlerin bunca saldırıları karşısında böyle dimdik ayakta durabilir miydi? Bugün Tunus, Ortaçağcı-Şeriatçı örgütlerin cirit attığı, bunların hiçbir şekilde kontrolünün-denetiminin yapılmadığı bu örgütler için bir cennet haline gelmiştir. Tunus’taki Laik kesimler de iktidardaki “Ilımlı İslamcı” koalisyon hükümetinin bu örgütlenmenin önünü açtığını belirtiyor. Gençlerin, Ortaçağcı ideolojiyle doktrine edilerek Esad’a karşı savaşmak için Suriye’ye gönderilmesine göz yumduğunu-desteklediğini söylüyor. Dünyanın bir başka ülkesinde ülkemizdekine benzer bir iktidar görüyoruz. Suriye’nin Yurtsever Yiğit Lideri Beşşar Esad’a ve onun halkına-ülkesine karşı benzer tutumda olduklarını görüyoruz. Hangi paydada buluşuyorlar? ABD’nin “Yeşil Kuşak” Projesi’nin meyvesi olan “Ilımlı İslam” paydasında… Bu ad altında, ülkesinin tüm değerlerini (insan ve yeraltı-yerüstü zenginliklerini) emperyalistlere peşkeş çekerken, ülkesini ve halkını, Ortaçağ karanlığına sürüklemek paydasında… Yoksa bir Müslüman gencin, Hıristiyan Amerika’nın çıkarları için başka Müslümanları katletmek gibi aşağılık bir amaçla Suriye’de ne işi olur?.. Partimiz Heyeti Reyhanlı Halkının acısını ve öfkesini paylaştı H alkın Kurtuluş Partisi heyeti olarak, Ankara İl Başkan’ımız Sait Kıran Başkanlığında Reyhanlı’ya başsağlığı ziyareti yaptık ve patlamalarla ilgili olarak vatandaşlarla görüştük. 11.06.2013 Cumartesi günü iki ayrı yerde meydana gelen patlamalar halkta büyük bir üzüntü, korku ve endişe yaratmış durumda. İnsanlarımız ilk günün heyecanıyla televizyonculara ve gazetecilere en açık şekilde tepkilerini, öfkelerini dile getirdilerse de şimdi suskunlar. Ancak güvenebildikleriyle konuşabiliyorlar. Bir gün önce tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybeden gencin evine yaptığımız taziye ziyaretinde babası, çocuğunun ölümüne neden olanları Allah’a havale ettiğini, bu konuda konuşmayacağını bize ve bizimle beraber ziyarette bulunan gazetecilere söyledi. Bizler de HKP Heyeti olarak buraya geldiğimizi söyledik ve Genel Başkan’ımız ve Partili arkadaşlarımızın başsağlığı dileklerini acılı babaya ilettik. Reyhanlı’da gözlemlediğimiz en önemli şeylerden biri, Emniyet ile halk arasında büyük bir güvensizlik oluştuğudur. Halk, emniyetin yeterli önlem almadığını söylüyor. Görüştüğümüz insanlar, şu anda Reyhanlı nüfusunun yarısının Suriye’den gelen insanlardan oluştuğunu ifade etti. Bu yüzden normal koşullarda patlama günü çarşıda da birçok Suriye kökenli insan olması beklenmesine karşın sadece üç Suriyelinin hayatını kaybettiğini belirtti. Yani halk Suriye’den gelenlerin katliam olacağı konusunda bilgilendirildiğini düşünüyor. Katliam öncesinde de, Reyhanlı’da Ölü sayısı konusunda net bir bilgi yok, ama konuştuğumuz herkes ölü sayısının açıklanandan çok daha fazla olduğunu söylüyor. Bu durumun nedenini, ölü ve yaralı sayısı kayıtlarının resmi olarak hastanelerde toplanması ve bu bilgilerin tam olarak birleştirilmesinden kaçınılması ya da birleştirildiyse bile halka gerçek bilgilerin verilmemesi olarak ifade ettiler. Bu yüzden halk açıklanan bilgiye güvenmiyor. Resmi kurumlar dışında halk, örgütlü bir yapıyla ölü ve yaralı sayısını tespit edemediği için bu durum ortaya çıkıyor. Ayrıca bu konudaki resmi rakamlara olan güvensizlik, halkla kamu görevlileri arasında büyük bir güven bunalımı olduğunu gösteriyor. Olaydan bir hafta sonra 18 Mayıs Cumartesi günü yapılan eyleme polis biber gazı ile müdahale etti. Emniyet Müdürlüğü, halkın hükümete karşı olan tepkisini zorla bastırmak istiyor. Vatandaş kendisine karşı yapılan katliamı bile protesto edemesin, acısını, öfkesini dışa vuramasın isteniyor. Reyhanlı’ya benzer katliam girişimlerinin diğer illerde de olabileceği söyleniyor. Reyhanlı Halkı Tayyipgiller’in, ABD-AB Emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda Suriye’ye karşı yürüttükleri siyasi ve askeri saldırıların sonuçta kendi halkımızı vurduğunu; hele hele sıcak bir savaşa sokulmamız halinde bunun ne büyük bir felaket olacağının Reyhanlı’da açıkça görüldüğünü dile getiriyor. BAAS Partisi ve Beşşar Esad’ın önderliğindeki Suriye Halkı ABD Emperyalizmine, yerli işbirlikçilerine ve uluslararası katil çetecilere karşı büyük bir mücadele veriyor. Emperyalizme gerilimin çok yüksek düzeyde olduğu belirtiliyor. Çünkü El Nusra, El Kaide, ÖSO benzeri örgütlere bağlı olan kişilerin Reyhanlı sokaklarında büyük bir özgüvenle dolaştıkları, bu durumun halkta büyük bir tedirginlik yarattığı söylendi. Vatandaşlar kendi memleketlerinde ikinci sınıf insan muamelesi gördüklerini belirtiyorlar. Aynı durum diğer sınır şehirlerinde de yaşanmış olsa da en yüksek gerilimi Reyhanlı yaşamış. karşı savaşla kurulan bir ülkenin halkı olarak bizlerin, kendi geleceğimize sahip çıkmamız ve doğru olanın yanında yer almamız gerekiyor. Aslında halkımız büyük ölçüde bu gerçeği görüyor. Fakat Tayyipgiller iktidarı, yandaş basın ve televizyonların yardımıyla bu gerçeği altüst etmeye çalışıyor ama başaramıyor. Başaramayacaklar…17.05.2013 ersin’den Kurtuluş Partililer olarak, Direnişin ilk gününden itibaren eylemlerin içinde var olduk, var olmaya devam ediyoruz. İlk bir haftanın genel karakteri çoğunluğunu halkımızın kendiliğinden oluşturduğu kitle davranışı idi. İlk eylemde yaklaşık 2-3 bin kişilik bir halk kitlesiyle Mersin Forum’un önünde buluşarak yürüyüşe geçtik. Yürüyüşün sonlandığı Barış Meydanı’nda ise kitlenin sayısı daha rafından engellenilince kitle tekrar Mersin Forum’da bir araya geldi. Burada polis 3-4 kez su, gaz, ses bombası ve plastik mermi ile saldırdı. 1015 yaralanma olayına bizzat tanık olduk. Daha sonraki süreçteki eylemlere katılım az da olsa düştü. İnsanlar evlerinden ışık söndürme ve tenceretava ile katılmayı yeğler hale geldi. Bunun bir nedeni de başlayan Akdeniz Olimpiyatları oldu. Akdeniz Olimpiyatlarından dolayı polis Mersin’i tam anlamıyla abluka altına aldı. Olimpiyatların başladığı günden itibaren gerçekleştirilen her eylemde polis Mersin Forum’da toplanan kitleyi Barış Meydanı’nın tam tersi yöne, Silifke yönüne doğru yönlendirmeye çalıştı. Burada da ara sokaklarda çatışmalar devam etti. Mersin’deki Gezi Direnişi süreci, şu günlerde zaman zaman küçük eylemler biçiminde devam ediyor. Biz de Kurtuluş Partililer olarak halkımızla birlikte AB-D Emperyalistlerine ve Ortaçağcı Tayyipgiller’e karşı mücadelemizi sürdürüyoruz. M Gezi Direnişi’ne bir ses de Mersin’den da artmıştı. KESK’in gerçekleştirdiği grev günü kendiliğinden katılımlarla Gezi Protestoları kapsamında Mersin’deki en kalabalık eylem yapıldı. Bu süreçle birlikte Barış Meydanı’nda çadırlar kuruldu. Cuma gecesi sabaha karşı Barış Meydanı’ndaki çadırlar zorla söküldü. Cumartesi günü yapılmaya çalışılan iki koldan yürüyüşler ise polis ta- Mersin’den Kurtuluş Partililer B Üç Şehitlerimizden İbo Yoldaş’ımızın annesi Döne Ana’yı kaybettik H er ziyaretimizde, sizleri görünce İbo’mu görmüş gibi oluyorum, derdi. İbo’nun vasiyetiydi, yoldaşlarının her birini kendi oğlu gibi bellemesi. Döne Ana, Şentepe Halkının yiğit evladı İbo’nun bu vasiyetini yerine getirdi. İbo’sundan ayrı görmedi oğlunun mücadelesini devam ettiren yoldaşları. Hep bağrına bastı. Sağlığı elverdikçe her 1 Eylül’de Kurtuluş Partililerle birlikte Üç Şehitler’in mezarı başında oldu. Gözleri yaşlıydı, yüreğinde büyük bir yara vardı kapanmayan ama onlarca İbo’su olduğu için de mutluydu, gururluydu. İbo’sunu unutmayan yoldaşlarını görünce, anlardı oğlunun verdiği mücadelenin boşa gitmediğini. Vasiyeti İbo’sunun yanına gömülmekmiş. Ama aile Üç Şehitler’in mezarının bozulmasını istemediği için Üç Şehitler’in mezarından getirilen toprak ve İbrahim Uzun Yoldaş’ımızın fotoğrafıyla toprağa verildi Döne Anamız 24 Mayıs’ta. Güle güle Döne Ana. Rahat uyu mezarında. Merak etme. Yiğit evladının uğruna canını feda ettiği mücadeleyi yoldaşları Kurtuluş Partililer zafere ulaştıracaklar. Ankara’dan Kurtuluş Partililer Zafer Direnen THY İşçilerinin olacak! H alkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü olarak; 26 Mayıs Pazar günü 12 gündür grevde olan THY işçilerini ziyaret ettik. Hava-İş Sendikası önderliğinde grevde olan işçiler; THY yönetiminin baskıcı uygulamalarına, grev kırıcılığına, işten çıkarma tehditlerine rağmen onurlu bir şekilde, tüm coşkularıyla grevlerine devam ediyorlar. Grev yerine “THY İşçisi Yalnız Değildir”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “AKP İşsizlik Pahalılık Zam Zulüm Demektir”, “Direne Direne Kazanacağız”, “Yaşasın Sınıf Dayanışması” sloganlarını haykırdığımız bir yürüyüş gerçekleştirerek gittik. İstanbul İl Başkanı’mız Av. Pınar Akbina, THY grevci işçilerinin onurlu mücadelesini selamlayarak konuşmasına başladı. Yaptığı açıklamada; Görünürde Türk Hava Yolları yönetiminin gerçekte Tayyipgiller’in, faşist, baskıcı, alçakça uygulamalarını anlattı. THY işçilerinin onurlu grevinde her zaman yanında olacağımızı belirten Akbina, birlikte örgütlü davranıldığı taktirde grevin başarıya ulaşacağını dile getirdi. İşçi Sınıfının örgütlü mücadelesinin önünde kimsenin durmayacağını belirten Akbina, Adnan Yücel’in yazmış olduğu “Gökyüzünde Grev Var” şiiriyle sözlerini tamamladı. Bir grevin üstüne yağmur yağıyor ince ince, tek tek ve çiseleyerek Her damla bir grev gözcüsü Her gök gürültüsü bir slogan Açılıyor birden bire pankartlar Bu gökyüzünde grev var. Ziyaretimizi bir yoldaşımızın söylemiş olduğu grev türküsü, halaylar ve sloganlarla tamamladık. Direnen THY işçileri mutlaka zafer kazanacak. THY İşçisi Yalnız Değildir! Direne Direne Kazanacağız! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! İstanbul’dan Kurtuluş Partililer T “Arap Baharı”na karşı “Türk Baharı” aksim’de başlayıp tüm yurda yayılan isyanımız, kimilerince Arap ülkelerinde 2010 yılı sonunda başlayıp süregelen muhalif akıma benzetildi. TayyipGül ise, Arap Baharı sonucunda çoğu iktidar yıkıldığından, telaşa kapılıp “Hâşâ, kesinlikle farklıdır” diyerek alelacele karşı çıktı. Başlangıç özellikleri açısından kabaca bakıldığında benzerlikler görülebilir ancak özünde çok farklı ayaklanmalar bizce de... TayyipGül’ün farklıdır demeleri korkularından. Bizim isyanımızı küçümseyip kendi iktidarlarının tehlikede olmadığını gösterme çabasıyla böyle diyorlar. Bizse iki ayaklanmanın nitelikçe birbirinden çok farklı olduğunu savunuyoruz. Benzerlikleri, her iki ayaklanmanın da kendiliğinden başlamış görünmesi. Ve belki bir de kitlesellikleri... Ama kapsamları, hedefleri çok farklı. Henüz ülkemizde isyan süreci sonuçlanmamakla birlikte, sonuçları da çok farklı olacak. Arap Baharı ve Amerikan Emperyalizmi Eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın, bakanlığı döneminde “Ortadoğu’da sınırlar değişmeli” dediğini, Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayımladıkları haritayla da ABD Emperyalizminin sınırları nasıl değiştireceğini öğrenmiştik. “Arap Baharı”nı da en azından sonuçları itibariyle bu hedef kapsamında değerlendirebiliriz. ABD Emperyalizminin yetkili ağızları, ABD’nin genel olarak “Arap Baharı” ile doğrudan bir bağının olmadığını ama dolaylı olarak desteklediğini ima ediyor. İyi bildiğimiz CIA kuruluşu Rand Corporation tarafından 2011 yılında yayımlanan “11 Eylülün Uzun Gölgesinde: Amerika’nın Terörizme Cevabı” başlıklı kitapta bu konuda şunlar yazılıyor: “Amerikan Halkı 2011 Arap Baharı’nı büyük bir dikkatle izledi. ABD bu olayı üstlenemez ama Amerikan politikası değilse bile, Amerikan idealleri ve iletişim teknolojileri Ortadoğu’da demokrasinin filizlenmesine zemin hazırlamış olabilir.” (Jenkins M, Godges JP. The Long Shadow of 9/11. America’s Response to Terrorism, 2011, s. 7) Kitabın başka bir bölümünde ise, “Evrensel demokratik ve insani değerlerin teşviki” alt başlığı altında İslam Dünyası’nda ABD’nin demokratik reformları desteklediği belirtildikten sonra bu ifadeye yönelik dip- notta şöyle bir açıklama yer alıyor: “Örneğin Mısır Devrimi, evvelce ABD’nin yaptığı eğitim yatırımlarından yararlanan genç Mısırlıların ayaklanmayı yönetmesi sayesinde başarıya ulaşmıştır. Haziran 2011’de G-8, “Arap Baharı” ülkelerinde politik, toplumsal ve ekonomik reformları desteklemek için 20 milyar dolar ayırdı.” (agy, s. 83) Bu aktarılan bilgiler, ABD’nin Arap Baharı’nı doğrudan üstlenmediğini ama dolaylı olarak desteklediğini vurguluyor. Ancak, 2011 yılının sonunda Condoleezza Rice, görevde olduğu yıllardaki anılarını yazdığı kitabında ABD’nin rolünü daha net ortaya koyuyor. Basında “Condoleezza Rice’tan Şok İtiraf” başlığı ile yer alan haberde şöyle deniyor: “ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın “o Higher Honor: A Memoir of My Years in Washington,” adlı 734 sayfalık son kitabında kamuoyunda Arap Baharı olarak bilinen sürecin, ABD eski Başkanı George Bush’un 2002 yılında duyurduğu Büyük Ortadoğu İnisiyatifi olarak bilinen stratejinin sonucu olduğu iddia ediliyor. Random House’a bağlı Crown Publishing tarafından bugün piyasaya verilen kitap, dönemin ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’le yaşanan fikir ayrılıkları ve güç mücadeleleri hakkında da bilgi veriyor. Buna göre Rice ve rakipleri arasındaki en önemli ayrışmayı, Irak’a gönderilecek asker sayısı ve terror şüphelilerinin hukuk dışı yöntemlerle ‘kaybedilmeleri’ konusu oluşturuyor. “Condoleezza Rice, bugün USA Today Gazetesi’ne verdiği röportajında da, son zamanlarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan Arap Baharı’nın Başkan Bush’un Ortadoğu’da demokrasiyi teşvik eden “özgürlük gündemi” ile ilişkili olduğunu belirterek şöyle konuştu: “Bugün Ortadoğu’da demokratikleşme olarak bahsedilen değişim süreci, benim çok gurur duyduğum bir şey. Bunda rolümüz olduğunu düşünüyorum.” (1 Kasım 2011, Devamı sayfa 18’de Yurtiçi Kargo Direnişçisi: “Bizim tek istediğimiz şey ONURLU yaşamak” ir Yurtiçi Kargo Direnişçisi olarak benim de bazı şeyler söylemem gerek, ne de olsa bu işyerinde 2 yılım geçti. Konuya, önceki işyerlerimden başlamak istiyorum. Yaklaşık 10 yıl farklı işyerlerinde çalıştım. İş kazası geçiren işçisine sigortasını yolda yapan, iş kazasının işçiden kaynaklandığını belirten patronlar gördüm. Hepsi de işçiye baskı yapıyorlar, sürekli olarak kanunsuz ve karşılığı ödenmeksizin fazla mesai yaptırıyorlar. İşçi eğer bunlara katlanmazsa, işverenin söylediği tek bir cümle var; işine geliyorsa çalışırsın, işine gelmezse işte kapı, diyor. Benim o zamanki düşüncem, işverene ezilmemek değildi. Bu sebeple de çok işyeri değiştirdim ya da onlar beni çıkardı. Ama hep çe- Devamı sayfa 17’de ÇI I T K ÇI I T K
Benzer belgeler
71.sayıya ulaşmak için tıklayınız
sayıldığını, Uluslararası Hukukun, BirISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
internet: www.kurtulusyolu.org
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnBasıldığı Yer: G...